Youtube- RU Yorumlar 29.2.18
May 10, 2018 | Author: smartdark | Category: N/A
Short Description
Youtube- RU Kanal Videolardaki Yorumlar...
Description
Nancy ajram – ajram – yebelet yebelet Evet Efendim bugün de her ne kadar muzip bir tavrı da olsa çok şükür yolumuz bir Doğu lisânı şarkıya uğradı. Koca bir haftayı deviren yorgun bedenlerin azığı, çay ve kitaptır. Elime Bir Şark Masalı olarak Voltaire’dan Zadig isimli eser geçmiş iken bir sonraki şarkıda buluşmak üzere kitabımı okumaya gidiyorum. Kalbim ise hâlâ, bugün kritiğini yaptığımız ve üzerine uzun uzun tefekkür ettiğim, kız çocukları üzerine söylenmiş onlarca ve dahi yüzlerce hadiste. Şimdilik, "İlk çocuğunun kız olması, kadının bereketindendir." (İbn. Asakir) ile başlıyor, ‘’Çarşıdan getirilen şeyi çocuklar arasında taksim ederken, kızlardan başlamalı. Onlar kalben daha hassas, ruhen daha incedir.’’ (Şir’a) ile bu külliyatı burada kesiyorum ve mevzuya naçizane bir b ir dikkat çekmek istiyorum. Tecessüp buyurup okunmalı diye düşünürken, şarkım da bana dedi ki; ‘’Kızlar, kızlar, kızlar… Kız çocuğu olmayanlar var ya, Ne şefkâtin ne de hayatın tadına varabilmişler. Günler daha bir tatlı gözümde, Çünkü benim kız çocuklarım var. Böylece ben, ne yerin sarsıldığını, Ne duvarın üzerime geldiğini gördüm. … Alkışlayın, dans edin çocuklar, Artık mutluluğun vakti yok. Sen doğduğunda da böyle gülümsüyordun, Böylece benim bayramlarım arttıkça arttı.’’
kayadan indim bugün...
Geçen gün, gün, metroda, biri yanıma diğeri karşıma iki hanım oturdu. Devam eden muhabbetlerini biri, "...önce âşık olmam lazım." diyerek bitirdi. O ân bir düşüncedir aldı beni. Bunu iddia eden birinin hâliyle âşık olması için evvelâ, âşk'ın tanımını yapması, kendine ''Efendim bu nedir, nece bir hâldir?'' diye sorması gerekir. Sonra her yer âşık olduğunu iddia edip aslında âşık olmayan, hevesle başlayıp hevesle devam eden, ardınca da kavga gürültü ile sürüp ayrılıkla sonuçlanan çiftle ç iftle kaynıyor. Öyle ise, NEDİR ÂŞK? Gördüğünüz ân elinizi ayağınızı dolayan, kendinizden geçmesine sebep olan unsur kabûl edelim ki beşerîdir. Günümüz insanı buna genelde, 'fiziksel görünüş' der. Ben, ‘beşerî’ demeyi tercih ediyorum. Oysa, vakit geçtikçe beşerî yönü değil de karşınızdaki kişi hakkında oluşacak düşünceler besler asıl sizi ve aranızdaki münâsebeti. İşte biz buradan sonraki kalbî yakınlığa, 'muhabbet' diyoruz. Sonrası bir gül bahçesi, bir gülistân olur ki sormayın. Ne hoş bakıyor, ne hoş düşünmüş, ne latîf hâlleri var diye kıvrandıran; o’dur. Gamzede bir gül tohumu olur, gülünce yüzünüz güller açar. Râyihası, bezm-i bezm-i elesti hatra getiren bir unsurdur. Seveni de sevgiliyi de sarhoş eder... Bu vakitten sonra yazılır şiirler, söylenir şarkılar. Sâzın teli bir başka gerilir, ses bir başka tınlar. ‘’Ben yârime gül demem, gülün ömrü az olur.’’ deme inceliğini gösterebilmek ancak böyle bir kalbî yakınlık, ülfet ile mümkündür. Daha ne diyeyim, nasıl anlatayım? Demiyor mu olanca sehl-i sehl-i mümteni hâli ile üstâd-bestekâr ve güftekâr hâfız Sadettin Kaynak; ‘’Gönül nedir bilene gönül veresim gelir, g elir, Gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir. Âşk nedir, sevdâ nedir, bunu bilmek gerekdir, Gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir.’’ *
omar faruk tekbilek | why... 'İnsanların en fazîletlisi, tenhâ yerlerden herhangi bir yere kapanıp, burada Rabb'ine ibadette bulunan ve halkı, kötülüklerinden emin kalmak için terk edendir.'' | HadisHadis -i Şerif * * * Temizlik takıntısı sebebiyle (ki bunu asla tasvip etmiyorum) bu zamana kadar zorunda kalmadıkça evimin haricinde başka bir mekânda namaz kılmamaya çalıştım. Son 11-2 yıldır bunu kırmış, namazı kaçırmaktansa bulduğum bir mescitte namazı zar zor kılmaya başlamıştım. Âhir zamanın meşguliyetlerine kaptırmışken kendimi, öğle vaktinin girmesi ile namazı kılacak bir mescid aradı gözlerim. Üç arkadaş
bir iş üzerinde çalışırken(!), 4 yıl önce 100 metre kadar ileride bulunan bir devlet binasının kıytı köşesinde küçük ve rutubetli bir odanın, yere bir hasır serilip iki seccade atılarak bir mescid haline getirildiği kalmış aklımda. Kurumun aklımda. Kurumun merkezindeki camiye kadar gitmektense ben bir gidip oraya bakayım, varsa mescid kılıp geleyim diye kalktım yanlarından. Bu sebeple o gün yolum, yeşil kentin ismi ile müsemmâ olacak bir temsiliyet ile kocaman bir ormanın içine kurulmuş bu rutubetli devlet rutubetli devlet binasına, bulunduğum konum itibari ile o mescide, o derme çatma mescide düşmüştü. Gittim, elimle koymuş gibi buldum o odayı. 4 yıl önce bıraktığım gibiydi hâlâ; zemin katta, yeşil bir alan tarafında, küçük, rutubetli, ıssız ve bakımsız... ''Aman arkadaşlarımı bekletmeyeyim.'' diye hışımla girdim içeri, hemen çantamı bir kenara koydum ve feracemi derip toplayıp tekbir getirdim. ...ve o ân, sandım ki başka bir âleme geçtim. Hayatım boyunca böyle bir sessizlik duydum mu bilmiyorum. İşittiğim tek şey sessizlikti. sessizlikti. Bu ücra yere konumlanmış binada ne insan sesi mevcuttu ne de yoldan geçen bir arabanın sesi. Böceklerin ve kuşların sesinden başka işitilen hiçbir hiç bir ses yoktu. Dudağımdan dualara dökülen fısıltılar, tabiatın sesine karışıyordu. İlk rekatta r ekatta secdeye giderken içimden sadece ''Allah'ım...'' diyebildiğimi hatırlıyorum. Ardından hıçkırarak ağlamaya başladım. Pencereler açıktı, içeriye eşyânın zikrinin sesi doluyordu. Ormana dönük bir çatı altında, tabiat gümbür gümbür ''Allah...Allah...Allah...'' diye zikrederken, zikrederken, yüzümü Kabe'ye dönmüştüm. Secde üzerinde eriyen her zamanda ölüme bir adım daha yaklaşıyordum. Dışarıdan ise şu an kuvvetim bilip de hafif bir üfleme ile üzerimden seyirteceğim börtü böceğin, rızkı olarak ol arak beni beklediğini söyleyen seslerini işitiyordum. Tabiata baktım. Sonra, börtü böceğin rızkı olarak dönüp bir de kendime baktım. Toprak, secde üzerinde erittiğim her saniye sonrasında daha da çağırıyor, içine çekiyordu beni. Etimi kara toprağa karacakları o gün gelecekti, ölecektim. Böceklerin rızkı olarak toprağını altına girecektim. Ne kadar da çok Allah'ındım, ne kadar da çok toprak kokuyordum öyle! ö yle! Eşyâ konuşuyordu âdeta, tabiat konuşuyordu, çekirgelerin her fısıltısında o zikri duyuyordum. Öyle bir lezzetti, öyle bir lezzet idi ki... Başka bir bi r âlemde gibiydim. Hıçkırıklarımı kontrol edemez hâle gelmiştim ki namaz bitsin istemedim, okuduğum duanın her kelîmesini müşahade ediyordum. Alnıma rahmetin nefesi değiyordu sanki. Secdemde diriliyordum, secdemde duruluyordum. Göğüs kafesim açılmış gibiydi, secdeye eğildiğimde kalbimden dökülenleri sadece heceleyebiliyordum artık: ‘’Subhane rabbiye'l âlâ; Sen varsın... va rsın... Sen âlâsın... Eksiklikten uzaksın, noksanlıktan muallasın. Kusurdan mukaddessin...’’ Miracımın kabkab -ı kavseyninde idim. Ben'i, aradan çıkardığım bir hâl üzere idim. Namazı bitirdikten sonra sırtımı duvara yaslayıp sadece eşyânın zikrini dinledim. 1 saat kadar öyle kalmış olacağım ki, nerede kaldın merak ettik diye çalan telefonun sesi ile irkildim. Acele ile doğrulup, nemli gözlerimi sildim. Kırışmış feracemi, uyuşmuş kollarımı silkip, bacaklarıma kan yürüdükten sonra bu 3 metrekare bile olmayan ama saatlerce bana bir seyrân yeri olan o mescidden çıktım gittim. g ittim. * * * ‘’Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın; hiç teessüf t eessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikin esrarını ihtizaza veren musikamusika -i İlâhiye, hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm g üm eder!’’ *** http://www.resimag.com/p1/6b4b645142.... 14 Nisan 2016 21.12 * Mesnevi’nin ilk 18 beytinin Farsça yazılı olduğu bu eşsiz tablonun sanatkârı Gülçin Anmaç’tır.
muhayyerkürdî ilâhî | elif ömürlü uyar | kimi dost'a varır... Farisi bir tanışımdan işitmiştim, İran'da şöyle bir şey söylenirmiş: ''Hüner âmuz, çi hünermend her câ reved gadr bîned.'' Yani, ‘’Sanat öğren, zirâ sanatkâr gittiği her yerde takdir görür.’’ Bu sözü bana anımsatan, az evvel Sahaflar Tekkesi’nde karşılaştığım bir fotoğraf ki orada da Tükçe anlamı ile şöyle yazıyor; ‘’Şiir okuyun, indirim alın.’’ Sanata kudsiyet atfetmiyorum ama insana iyi gelen bir yanı olduğuna gönülden inanıyorum. Gerek modern psikoloji gerekse bizim Geleneğimiz bu konuda hemfikir. Sigmund Freud, medeniyeti uygar bir toplumda to plumda yaşamanın bedeli olarak görüyor.
Geleneğimiz ise, sanatın insanı eğilleştirdiğini, latîfleştirdiğini ve güzelleştirdiğini… Fakat burada akla bir soru geliyor. Sanat sanat da, peki bu sanat hangi sanat? İşte bunu da Ali Şeriati çok güzel yanıtlıyor; ‘’Sanat, Allah'ın insana verdiği bir emânettir. Allah bu emâneti; yere, göğe, bütün dağ ve denizlere sundu ama hiçbiri yüklenmedi. Bu ifadeyle anlatılmak istenen, Allah'ın durup "Ey dağ ve gökyüzü! Siz ister misiniz bu emaneti?" demesi ve onların da "Hayır!" demeleri, sonra insanın yüklenmesi değildir. Aksine, dağlar ve denizler, yaratıcılık, duyarlılık ve var olandan fazla bir ihtiyaca ihtiy aca sahip değildirler. Onlar ne muhtaç olduklarını, ne ıstırap çektiklerini, ne dertli olduklarını, ne de yaratabileceklerini hissederler. Sadece insandır, yüklenen. Neyi? Hissedebildiği, seçebildiği ve yaratabildiği bir yeteneği. Sanat; tabiat ve varlığı, istediği halde bulunmayan şekle sokmak veya isteyip de bulamadığı şeyleri meydana getirmek için, Tanrı'nın yaratmasının tecellisi olan bu varlığın sürdürülmesinde insan yaratıcılığının tezâhürüdür." | A. Şeriati, Sanat, s. 30 Çok yalın ama bir o kadar da çarpıcı ifâdeler. Bir yaratma tezâhürü olarak o larak sanat… Buna nâil olabilmek, bu hususta mâhir olabilmek kadar güzel ne olabilir? Sanat konusunda mâhir olduğumu söyleyemem, bu çok iddialı olur ama sanata meyyâl olduğumu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Gözümüzün gördüğünün, kulağımızın işittiğinin, aklımızın okuyup telaffuz ettiğinin de bir karşılığı ve bedeli var. Bu bedeli ağır ödemek istemiyorsak, üç unsura da dikkat etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Gördüklerimiz, işittiklerimiz ve okuduklarımız… Bu sebeple izlediğmiz tablolar, işittiğimiz şarkılar, okuduğumuz kitaplar özenle seçilmeli ki; asıl sanatın tadına varabilelim. * Tüm bunların yanında bir konuya da değinmem gerekiyor ki, 3-4 3-4 günü alan bir süre içinde ileti kutusunun epeyi mesaj ile dolmuş olduğunu fark ettim. Bu mesajların içeriği ise YouTube içerisinde ‘’rû ’’ ya benzer kanalların ve paylaşımların türediği yönünde. Bu durum daha çok ‘’taklit’’ ile nitelendirilmiş ve benim bu durumlara karşı sessiz kalışım konusundaki rahatsızlıklar dile getirilmiş. Gönlüme gönül bağlayan her bir gönlün o ince hassasiyetinden öperim, Allah razı olsun. Fakat şöyle ki, kime ne diyebilirim? Takdir ediliyorsan değil, taklit ediliyorsan başarmışsın demektir; diyen Einstein… Ben yine de taklit değil de örnek diye nitelendirmek nitelendirmek istiyorum ki kimsenin gönlünü kırmak istemiyorum. Öyle ise diyorum, Einstein haklı? Kime ne diyebilirim? Hep dedim, benim gayem ehl-i ehl- i irfânın dediği gibi: Sükut kıvamındaki çığlığı, ne kardaş ne arkadaş; yalnızca haldâş olanlar duyarlar… üzre idi. Güzel şeyler işitip güzel şeyler görebilelim, güzel şahsiyetlerle tanış olabilelim ve birbirimize karışabilelim maksatlı idi. İzlenme oranları ne yazık ki kanal başarısını göstermiyor çünkü herkes link ile şarkıyı indirip bilgisayarında dinliyor. Abone sayısı ise şöhretin âfet olduğunun en büyük kanıtı, bu hususta istekli nasıl olunur? o lunur? Süleyman Seyfi Öğün hoca, Mimesis yani sanat eserinin taklidi için yazdığı bir yazıda; ‘’Süreç içinde mukallide (taklit edene) yüz verilmez; acemiliklerine ise kelimenin tam anlamıyla ‘’göz yumulur’’. diyor. Ben ancak kendi adıma konuşabilirim. Benim için videoların açıklamaları ‘’laf kalabalığı’’ yapmak adına değil, derûnî ve ilmî i lmî meseleleri aktarabilmek, bunu da bu maksatla yapmaktır. Bu sebeple türeyen benzer kanallar ve v e izinsiz paylaşımlar hakkında kem bakmak, kötü söz sö z etmek benim haddim değil. Bana gönül koymanızı yahut başkasında gönül kırmamızı da istemem. Sizlerin hassas ve ince gönüllerinizi Allah’a emânet ediyorum; Elif Ömürlü Uyar Hanımefendi’nin bu latîf sesinden sesinde n şâhane bir ilâhi kaydını, şâhane sâz kayıtları ile dinlemeniz için daha da gevezelik etmeyi bırakıyorum Efendim. İşittiğiniz ses, kanûn, tanbur ve ney şifâ olsun. VaktVakt -i şerîfler hayr’olsun ahâli. * Muhayyer Kürdî (İlâhî) Beste: Yahyâ Soyyiğit Güfte: Ahmet Soyyiğit ''Kimi dosta varır, dosta bendolur Kimi nefse uyar, kahrolur gider Kimi tevbe eder, esfiyâ olur Kimi inâd eder, eşkıyâ gider Kimi gülistanda gonca gül olur Kimi gonca güle hâr olur gider Kimi K imi Hakk’(a) âşıktır, hem mâşuk odur Kimi Hak değildir, zây(i) olur gider Kimi Ahmed seni uzaktan tanır Kimi yaklaşır da kör olur gider''
| yansımalar...
Cahit Zarifoğlu'nu zarif yapan, günümüzde oradan buradan sunulan ve çoğu ona ait olmayan aşk minvalinde şiirler değildir. Her insanın bir âlemi, yani bir derûnî dünyası vardır. Huyları, hâlleri... İşte en mahreminden iki avcumuz arasına süzülmüş o satırlarda gördüğümüz zariflik, onun şâirliğine değil, kendi derûnî âlemine aittir. Bir bakın Cahit Zarifoğlu, Bir Değirmendir Bu Dünya’da ne diyor: 1. Namazlarınızı tadilNamazlarınızı tadil-ii erkân üzere kılın. 2. İlmihâl okuyun. 3. Evimize yasaklı şeyler sokmayın. (Yazık ki televizyon ile bunları koyarız, diyor.) 4. Mobilyaya, eşyâya mahkûm olmayın. 5. İsraf İ sraf etmeyin. 6. Kur'an okuyun, siyer okuyun. 7. Suriye'yi, Filistin'i, Afganistan'ı Afganistan'ı unutmayın. 8. Eşlerinize, çocuklarınıza iyi davranın. 9. Babalar, erkenden eve gidin. 10. Gıybet, dedikodu etmeyin. 11. Faiz yemeyin. 12. Güzelliği yayın. 13. Boş, malayani şeyleri terk edin. 14. İslâm’ı, münazara konusu etmeyin. 15. Particilik yapmayın. 16. Namazlarınızı camide kılın. * * * ‘’Babalar, erkenden eve gidin.’’ * * * Peki, n’için, babalar eve erken gidin, diyor Zarifoğlu? Aynı misâllere Teoman Duralı hoca da değiniyor, ‘’Ev…’’ diyor, ‘’Erkeğin derin bir nefes aldığı yerdir.’’ Evlerimiz bizim küçük bizim küçük devletlerimiz. Bu hânelerin her biri kendi başına bir devlet değil de nedir? Öksürüğümüze ya da gürültümüze, ''Komşum hayr olsun?'' diye gelen komşu verir evler. Muhit verir. Esnaf verir, memlekete dönüldüğünde elinde büyüdüğümüz bakkal ve manav amcaların ''Amman ' 'Amman benim oğlum/kızım gelmiş, hoş gelmiş'' diyerek neşelendiği. Ellerinde çayı, yüzlerinde o gülümseme… Sonra ev, bir erkeğin saadetidir. Düzensizliğin artık bir düzen olduğu şu zamanda, insanlar eski düzenin hasretini ninelerinden ve dedelerinden dedelerinden aldıkları genlerde duyumsuyor. Herkesin içinde bir boşluk, hissediyor fakat ifâde edemiyor. Oysa ev, bir çocuğun ilk adımını attığı, bacaklarına kuvvetin yürüdüğü ilk yerdir. Bir evin mutfağına, bir evin ehliyyetine sahip olmak ve işten eve dönen erkeğin minnet dolu tebessümü; saadet için az şeyler midir sorarım size? Bu yüzden, en mahrem halceğizinizle, en dostâne evceğizinizde demlenesiniz; demlenesiniz ve evlerinizde huzur bulasınız, huzurda dâim olasınız dilerim ahâli. Sabahlar nûr olsun.
| sevgilim...
Behçet, sevgilisini anlatıyor: ‘’Tanrı onu yaratırken, benim fikrimi de almıştı sanki…’’ Behçet, âşık olduğu kadını şöyle seviyor: ‘’Keşke doğduğu âna tanık olabilseydim, aldığı ilk nefeste yanında olsaydım…’’ Şükrü ağabey, şöyle sesleniyor sevgilisine: ‘’Sevgilim, Bir ülke senin gövden kadar masum olsaydı Bir tek anne oğlunu devletten sormazdı...’’ Sevmek S evmek denen mefhum, başlı başına bir şiir ki; seven her insan kanaatimce müstesnâ bir şâir. Bu sebeple her yer bu kadar şarkı, bu kadar şiir… Şimdi, yanımda kahvem ve kitabım; çığlık çığlığa bir şarkı; ...ve ben şâir Rafet Elçi ile hasbihâl ediyorum. Şöyle diyor sevgili Rafet Elçi; ‘’Ve sen Sara; bir şiirsin. Bir şâirin uğrunda ölmeyi göze alacağı tek şey.’’
kalenderi | dağ
Halil Cibran’ın en az bir kitabını okumuş olan mutlaka fark etmiştir ki, Cibran’ın aşikâr biçimde doğaya karşı bir muhabbeti ve saygısı var. Bu sebeple gözünüzün değdiği her bir satır sizi ister istemez tefekküre sürüklüyor. Bir elmayı elinize aldığınızda, Allah’ın bu elmayı sizin için ayırdığını, üzerinde
sizin isminizin yazılı olduğunu; hatta ırgatın tohumu sizin için toprağa attığını, olgunlaştığı vakit uzatıp elini sizin için kopardığını ve ne mutlu ki Rezzak olan Allah’ın bu meyveyi sizin hânenize kadar ulaştırdığını; satır satır düşünüyor, fehmediyorsunuz. Halil Cibran’ın Ermiş adlı kitabında okuduğum şu satırlardan sonra, artık şöyle de düşüneceğim: ‘’Dişlerinizle bir elmayı çiğnerken ona gönlünüzden deyin ki: Tohumların benim bedenimde yaşayacak ve geleceğin tomurcukları t omurcukları benim yüreğimde çiçek açacak. Rayihân benim nefesim olacak, birlikte sevineceğiz bütün mevsimlerde.’’ Ne güzel satırlar ve yine ne güzel seslenişler öyle değil mi? mi ? Yaşamın müslümancası olduğu gibi, eşyâya bakışın da müslümancası vardır. Bu bakış, diğer bakışlardan ayrılan şuurlu bir bakıştır. Dağları ve toprakları gördüğümüzde, ısrarla ve usanmadan bir kıyıma uğrattığımız şu yeşilliklerde koşturmanın 30 sene sonra doğacak olan her bebenin hakkı olduğunu düşünmek mesela; şuurlu bir bakıştır. Bu yüzden sabırla ve inatla belirtmeli ki; Kâinata ve eşyâya Müslümanca bakmak, bakışların en iyi niyetli, en güzel olanıdır. Şuurlu bir bakış, bakışların aliyyü'l âlâsıdır. Tefekkür, şuurlu bir bakıştır.
Mazyar Felahi – Felahi – Dil Dil div u nem (?)
Hiç unutmuyorum, yeni yeni Farsça öğrenmeye başladığım vakitlerdi. Kışın ortasında soğuktan iyice üşümüş iken elimde kitabım sıcak bir çay içip ısınma, bir yandan da kitap okuma hayali ile Bursa'nın göbeğindeki sahhafa camındaki buhardan içeriyi göstermeyen kapıdan süzüldüm. Girişte, sol köşedeki bilgisayarda çalan ve henüz ziyaretçisi olmayan odada Farsça bir şarkı... Bilirsiniz, bir yabancı dil öğrenme deneyimi oluyor hepimizin, bir eserde ya da diyalogda öğrendiğimiz dilden birkaç şey yakalayınca seviniriz. Ben de ilk orada, o ezgide duymuştum bu kelîmeyi; rûberû. Duymuştum ve tanıdık gelen kelimeler, Farsçanın kucağına meskun kılan yüreğimi, hop ettirmişti. O şarkı buydu ve şöyle diyordu; ''Ye akse yadegari, ke khodetam nadari. Miggiramesh rû be rû, bazam mishi arezoom.'' Rûberû... Farsça. Farsça. Yüz yüze, karşılıklı, baş başa anlamlarına geliyordu. Rû ise, Farsça. Yüz, sima, çehre anlamında. Rûhberûh ise, rûberûnun tam tersi, yan yana olamayanların hâli idi. Şarkı; senden bana yadigâr kalan sadece bir resim, onu aldım elime, tam karşıma aldım ve seni izliyorum, tekrar yanımda olsan keşke; diyordu. Sevilenden yadigâr kalan bir resme bakarken, sevilen hayallerinde de olsa işte konuşuyor, gözlerinin içine bakıyordu. Yani; rûhberûh içinde rûberû. ''...vaghti ke heyli tanham.'' diyerek, çok yalnızım diye de ekliyordu. O vakit beri bu ezgiyi mırıldanır dururum. Ne zaman işitsem ya da dilime dolasam, aklıma sahhaftaki kitap ve çay kokusu, Bursa'nın Uludağ'dan hibe ettiği o soğuğu ve zeytunî gökten süzülen kar taneleri gelir. Rûberû diyorum... Farsça zaten zat en bu kadar güzelken, bir de rûberû... Neyse.
uşşâk şarkı | gam'zedeyim devâ bulmam
Türk Mûsıkîsinde talim ettiğimiz makamların şahsî bir terkib ile oluşturulduğunu değil de, hayatımız içinde yaşayan şeyler olduğunu ve keşfedildiğini ifade eden, kadîmin ka dîmin sesine kulak vermiş cânım bir hocam var. Bu yüzden o ân, bir söze başlamadan evvel sohbete her daim bir makam yakıştırır, makamın çağırdığı uhrevî hissi talebesinde tal ebesinde sabit kılmak ister. Bu kez de, "Uşşâk... âşıklar makamıdır." ma kamıdır." deyip, bunun 50 sene evvelinden, evvelinde n, karısı ile yaşadıkları evlilik evl ilik arefesinden bahsederken, duvarlara muhabbetle bakıyordu. ''DUVAR'' dedik mi; mahkeme duvarı, dört duvar, duvarların üstüne üstüne gelmesi, duvarlar örmek vb gibi kasvetli şeyler geliyor aklımıza. Sebebini bilmiyorum ama duvara du vara anlam yüklemenin, sûret kazandırmanın, 4 kolon üzerine örülen ö rülen bir çatı ile var olan evlerin ve
duvarların, daha hoş hisler uyandırması gerektiği, bunun da aslında hiç de zor olmadığı kanaatindeyim. Boşuna demiyor şâir: "Ev ne? Duvar! Avlu, bir gülümseme. Göz kırparsan taşın bile kalbi var..." * Efendim, Melihat hanımların seslendirdikleri bu güzelim Uşşâk şarkının söz ve bestesi Ermeni asıllı Kemânî Tatyos Enserciyan Efendi'ye aittir. 1858 yılında İstanbul Ortaköy doğumlu sanatkârın elemli, gamlı, hazanlı ömrü 1913 senesinde yine İstanbul'da son bulur. "Gam'zedeyim devâ bulmam, garîbim bir yuva kurmam." deyû işittiğiniz bu Uşşâk şarkıda, 'Gam'zedeyim' ' Gam'zedeyim' kısmı, sevgilinin gamzesine yapılan bir atıf zannedilir ama hâl öyle değildir. İnce bir nüans yakalamıştır Tatyos Efendi güftede... Ve aynen zikrettiği gibi, bu şarkıyı yazıp besteledikten 1 ay sonra, şu âhir hayatında bir yuva kurup bir reha bulamadan terkterk -i dünya eylemiştir; Gam-zede Gam -zede Tatyos Efendi...
özer özel | demedim mi?
Bu gecelik, bir miktar hasbihâl… hasbihâl… Geçen aylarda, aynı hafta içinde iç inde 2 defa Serdar Tuncer Beyefendinin programına katılmak nasib oldu. Cevdet Yaşaroğlu ağabeyim, ağ abeyim, Teoman Duralı hocam, İhsan Fazlıoğlu ve sâir kadîm yazar ve ilim insanları varken ben Gökhan Özcan, Serdar Tuncer, Bekir Develi Devel i gibi beyleri takip edemiyorum. Bunları bir burun kıvırma k ıvırma mahiyetinde değil, ahvâlimin bir tercümesi olsun diye zikrediyorum. Zirâ daha evvelinde ve aslında daha da tazeliğinde, benden biteviye kitapkitap -yazı tavsiyeleri arzu ediyorsunuz. Muhabbetinizden, ülf etinizden, etinizden, ısınan kalbinizden Allah razı olsun. Bu sebeple istedim ki bu gece, bir dervişmeşreb adam ile sizleri tanış edeyim. Ömür boyu bitip tükenmeyecek bir külliyatın içine sizleri salıvereyim. Bahsini ettiğim 2 programda da, ki Allah ondan razı olsun, birçok güzel adamın şahsiyetini inşâ eden bir adamdan, İrfan Fethi Gemuhluoğlu’dan bahsetti Serdar Bey. Söze başladığı ânda daha, Fethi ağabeyin ismini duyduğum ân, içimde Serdar Bey’e çokça minnettarlık, teşekkür mahiyetinde kelimeler kıpırdadı. Salonda bulunan herkesin, Fethi ağabeyden haberdâr oluşuna ân itibâriyle tanıklık etmek, tam anlamı karşılamasa da bir cihad gibi mutlu etti beni. Ne mutlu ki, Serdar Bey aynı hafta içinde farklı günlerde düzenlenen bu programların ikisine de Fethi ağabeyin 22 Kasım 1975 tarihinde 'Dostluk' üzerine irticâlen yaptığı konuşmadaki selâmı ile başladı; ‘’Efendim, Evveli, âhiri, zâhiri, bâtını selamlarım. ... Sağımı, solumu, önümü, ö nümü, ardımı selâmlarım. “Levlâke Sırrının Mazharı”nı selâmlarım. ... Ve sizi selâmlarım.’’ (F. Gemuhluoğlu) Peki, kimdir bu Fethi ağabey dediğimiz şahsiyet? Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Nabi Avcı, Rasim Özdenören, Ergun Göze, Erdem Beyazıt, Sadettin Ökten ve Sadık Yalsızuçanlar gibi şahsiyetleri inşâ eden; insan mühendisi ve fikir işçisi bir adam; üstad Fethi Gemuhluoğlu. Mesleği, insan yetiştirmek y etiştirmek olan; yeteneği olan genci daha gözünden anlayan, çünkü karşısındakinin gönlünü okuyabilen, yeteneği olduğunu anladığı genci ise tutup da bırakmayan, ne yapıp edip bir şekil burs sağlayıp gerekli gerekl i eğitimi almasını sağlayan ama her daim bunları perde arkasından yapan, sahnede olup tanıdığınız birçok adamın arkasında olan o adam; Fethi Gemuhluoğlu. Fethi Gemuhluoğlu’nun ‘Sohbet Arkadaşı’ olarak bilinen Necip Fazıl kendisini şöyle ifade ediyor: "Kendine "Kend ine tecelli zemini aramayan bir tevekkül zarfına bürülü, sessiz ve sedasız; ortada görünenlere su taşıyıcı fikir sakasıdır Fethi Gemuhluoğlu." Hilmi Yavuz'un, ''Sözle sema yapan adam.'' diye tarif ettiği Fethi ağabey... Fethi Gemuhluoğlu kendisini ziyarete gelen gençlere mutlaka şu klasik soruyu yöneltirmiş: "Sen hiç âşık oldun mu?" Bu soru karşısında kızarıp bozaran, utanıp sıkılan yahut da ‘’Hayır.’’ diyen gençlere ise kızar: "BEN HAYATTA SEVMEMİŞ, GÖNÜL ADAMI OLMAMIŞ İNSANI NE YAPAYIM? BU ADAM ÂŞKA DÜŞMAN!" DÜŞMAN!" dermiş. Hülâsa, bu soru Fethi Gemuhluoğlu’nun öğretisinin ilk basamağı imiş. Peki Fethi F ethi ağabeyden niçin bu kadar bahsettik? Efendim, benim naçiz naç iz fikrim, fakir zihnim, kıt aklımla bildiğim ve size tavsiye edeceğim bir mesele ki; okuyacaksanız ve ille birine kulak kabartacaksanız, bu kişi Fethi Gemuhluoğlu olsun. Serdar Bey’in de ifâde ettiği gibi, Fethi ağabeyle bir miktar gönül bağı kurduğunuz ân, yeteneği ve ışığı olan bir talebetalebe-genç iseniz, sanki hâla hayatta gibi sizi asla bırakmayacaktır. Ya bir gün gü n bir
video ile düşecektir önünüze ya bir yerde haberini okuyacaksınızdır o kuyacaksınızdır ya da gün içinde defterinize karaladığınız bir yazısı ile çıkacaktır karşınıza. Ama daima kendini hatırlatacak, tıpkı yaşarken yaptığı gibi, kabrinde yatıyor da olsa fikir işçiliğinde ışık olacak talebeyi yine ve yine bulacak, bırakmayacaktır. Tanımamız gereken çok şahsiyet var. Fethi ağabey de onlardan biri. Aranızda eğitimci dostlar vardır. Sizden ricam, mutlaka ama mutlaka talebelerinizi Fethi ağabey ile tanıştırın. Anneler, sizler de sizler de evlatlarınızı mutlaka Fethi ağabey ile tanıştırın. Aşağıya, benim şu ân bastırıp da yamacımda tuttuğum ‘’Dostluk Üzerine’’ konuşmasının PDF formatında linkini bırakıyorum. Bir de, YouTube üzerinden erişebileceğiniz bir belgeselini… * Özer Özel’in Ö zel’in o şâhâne tanbur icrâsı ve seslendirmesi ile dinlediğiniz şâhâne kayıtta da zikredildiği gibi; bu bir rıza lokması, çiğnesen de sindirmesi zor... İlim için, fikir için; kaç geceni gündüz ediyorsun? Kendini ona o na göre hesaba çekeceksin. http://www.necdetunuvar.com.tr/FileUp... https://www.youtube.com/watch?v=ctxvj... http://www.kitapyurdu.com/kitap/dostl... Bundan ziyâde şifâ olmaz diyor ve fikrinize sağlık ve kuvvet diliyorum. Sinir kuvveti adele kuvvetinden her daim d aim daha yeğdir. Kaleminizin ucuna kuvvet efendiler…
hisâr bûselik şarkı | bir hâdise var cân ile cânan arasında
Bursa'da, Allah razı olsun, FütûhâtFütûhât-ı Mekkiyye dersleri yapan bir ağabeyimiz var. O sohbetlerde işitip de fikrime şifâ bulduğum meselelerden biri olan, ''Allah'ın 'Rabb' isminin düzenleyiciliği ve isimlerinin ademi nasıl Âdem ettiği'' hususunda edindiğim bilgiler, tam da Hz. Ali okumalarıma denk gelen bir dönemde olmuştu. Bu hususta, ''Ol!'' demesi ile olduran Allah'ın, insana edindirdiği vasıfların, kaba bir benzetme ile; Celâl isminden şu kadar, Cemâl isminden bu kadar, Cabbar isminden şu kadar... şeklinde olması gibi; bunun da bezm-i bezm -i elestte, ''Ey kulum, sen ne üzere olmak istersin?'' sorusuna verdiğimiz cevapla bizim belirlediğimiz; sonrasının dünyada tezahür eden katil, gaddar, âlim ya da ârifâneliğin nasılnasıl-ne şekil olduğundan bahsedilir. Öfke gibi olumsuz olarak adlandırılan durumlar da, Allah'ın öfkelendiği yerde öfkelenme üzre tezahür ettiği sürece Allah'tandır, gerisi nefs'e kalandır. Yani, meşrebimizde bulunan huylar, vasıflar, yine Allah'ındır ve o na yöneliktir. Sevmek denen mefhum ise insanlık tarihi kadar eski. Hakikat ise, bir. Bu yüzden Hz. Ali'den aktarılan şu cümle, ''İlim bir noktadır, cahiller onu çoğaltmıştır.'' üzerine bol bol bo l tefekkür edilesi bir yerde duruyor. Bu meyanda, Dostoyevski sevmek denen mefhum üzerine, bu konuyla bağlantılı çok manidar bir deyişle geliyor akla: ''Bir insanı sevmek, onu, Tanrı'nın kastettiği biçimde görebilmektir.'' diyor. Bu cümleyi ilk okuduğum ân olduğum yerde kalakalmıştım. Çok geçmedi, dün, karşıma Soren S oren Kierkegaard'ın bir cümlesi çıktı, yalın ama anlamlı, şöyle diyordu: "Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?" Biz, yaradılış ayetleri ya da İslam felsefesi ile 'yaratılış' üzerine aklımız yettiğince tefekkür ediyoruz lâkin lâki n dünyanın diğer yerlerinde de bu mesele aynı şekilde zihni meşgul edince, insan ister istemez mesele üzerine daha da düşünmek istiyor. Dünya ise yeteri kadar maddîleşti ve insanlar aslında ihtiyacı olmayan şeyler için daha çok çalışıyor. Yaşadığımız toplumu sosyologlar, ''Tüketim toplumu'' olarak adlandırıyor. Bu maddiyat, sevgiye de tezahür ediyor. Shakespeare çok haklı âşkı tanımlarken, âşkın, beğenilen bedene hayâl edilen rûhu koymak olmadığını ifade etmekle. Birini olduğu gibi sevebilmek, s evebilmek, sevdiğini değiştirmeye çalışmamak şu yüzyılda bu sebeple bu kadar değerli. Sonra, bunca ettiğim gevezeliği, bir cümlesi ile Muzaffer Efendi çok güzel özete besteliyor, sabahtan beri defaatle okuyorum; "Dünyâda insana en çok azâb veren şey, meşrebine uymayan kişi ile berâber olmakdır." Sonrası, muhabbet mûsıkîsinin Müberkâ Makamı işte. Perde perde yükselir gö nül sâzından. Şifâ olur, duası ise şöyle vuku bulur; ''Allah, sevebilme kâbiliyetinden de râzı olsun senin...'' * İnsanın, 'sevebilme kâbiliyeti' kâbiliyeti' üzerine de biraz tefekkür gerek dostlarım. Fikrinize şifâ diliyorum...
şifâ istemem balından...
Mutsuzluk, sanıyorum ki şu dünyada çok azımıza hiç uğramamıştır. Herkeste yarattığı etki farklıdır ki kimilerimizi içine döndürür, kimilerimizi başkalarına kırdırır, kimilerimizi de için için ağlatır. Bugün, akşam vakti, bir alıntıya denk geldim. Ortaokula başlayan kızına öğüt veren bir anne bir diş macununu tabağın içine boşaltıyor ve, ‘’Kelîmeler…’’ diyor. ‘’ Kelîmelerini başkalarının canını yakmak, küçük küçü k düşürmek, iftira etmek ve yaralamak için kullanma fırsatın olacak. Aynı zamanda kelîmelerini başkalarını iyileştirmek, yüreklendirmek, ilham vermek ve sevmek için de kullanma şansın olacak. Bazen yanlış seçim yapacaksın. ... Kelîmelerini özenle kullan Breonna. Diğerleri kelîmelerini yanlış kullandıklarında sen sözlerini koru. Her sabah, ağzından hayat veren kelîmelerin çıkacağı sözü ver kendine. ... Nezaketi ve şefkatiyle bilinen biri ol. Hayatını, buna aşırı ihtiyaç duyan bir dünyaya hayat vermek için kullan. kullan. İyiliği seçtiğin için asla ama asla pişmanlık duymayacaksın.’’ Okuyunca bunları, bir miktar düşünme fırsatım oldu. Tüm kitapların, filmlerin yalan söylediğini düşünmeye başladım son zamanlarda. İnsanların nasıl kötüleştiğini kendinizde bilfiil görüp tecrübe ettikçe, katlanılmaz bir hâl alıyor durum dostlarım. İnanın… Bunu, içimdeki sancıyı gözümden yaş diye akıtan şu ifadeler ile açıklıyor Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak adlı kitabında: ‘’Bu dünyanın budalalarla dolu ve sırf kendi ‘ben’inin bundan istisna olduğunu açıkça görmek g örmek de insanı depresif yapar. Adaletsiz bir muameleye tabi tutulduğunu hisseden; hayal kırıklığı, horlama, aşağılama ve şiddet deneyimi yaşayan insanlar, ezgin olurlar. Bunların hiçbirinin kabullenilmesi gerekmez g erekmez ama etkilerini ebediyen ebediyen bertaraf etmek de mümkün değildir. Kendilerinden hoşlanılmadığında, sevilmediklerinde, (aşkta) sevdikleri ötekinden mahrum kaldıklarında veya onun tarafından terk edildiklerinde, mutsuzluğun en derinlerine düşebilirler insanlar…’’ Uzun zamandır bu cümleler üzerine kafa yoruyorum; yorulduğumla kalıyorum. Güzelliğin, zarafetin, ehemmiyet göstermenin, ince düşünüp ince eylemenin her daim güzellik getirmediğini kimse öğretmiyor bize. Dahası, öğretmek bir yana, buna dair bir öğüt de vermiyor. Bunu zamanla siz, kendiniz öğreniyorsunuz. …İşte dedim ya, çok güzel diyor Nesimi; şiirce: ‘’Şifâ istemem balından Bırak beni bu halımdan Razıyım açan gülünden Yeter dikenin batmasın batm asın Gece gündüz o hizmetin Şefaatin kerametin Senin olsun hoş sohbetin Yeter huzurum gitmesin … Nesimi'yim vay başıma Kanlar karıştı yaşıma Yağın gerekmez aşıma Yeter zehirin katmasın’’ Ah anam vay anam, şuncacık tadım var idi şu dünya denen zındanda, onunla da bir gelin olamadım anam. Ah anam, ah babam… Ah ki siz… İyi ki varsınız.
ümmüşen | aritmetik aritmetik sevda
Bugün günlerden Perşembe ve şehirde yazdan kalma harika bir hava var. Saat ise 15.00 15 .00 ve Sartre'nin ''Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. Öğleden sonra acayip bir ân.'' demesinin aksine, bu saatlerin günün en e n güzel saatleri olduğu fikrindeyim. Çayım demini almış iken kulağımda Ümmüşen, elimde Behiye… Âna sekinetle ve muhabbetle bakmanın da bir şiir olduğuna inananlar olarak günün en demli vaktinde, tam da şu saatlerde bu sadâları işitiyor olmak saadet olarak bize yeter. Bunları düşünüp içimden çalan şarkı ile konuşurken, kitabım ise bana şöyle diyordu; ‘’Vakitlice düşündüm, terazisi yok bu işlerin ve zaman ancak bu kadar ağırdan alabilirdi kendini. Ne toymuşuz zamanında Behiye. Seni izliyorum bir cam kenarından; beraber büyüdük sayılırız diyorum ve gizleniyorum her hatanda, bilhassa en bilerek yaptıkların, hesapsız ve bencilce. Çıkarıyorum
kafamı, dışarısı buz kesiyor ve bir buğu kaplıyor camı. Siliyorum. Bir anda siliniyor her şey, ne kadar net ve hiç yaşanmamışcasına oncası. Baştan başlıyorum. Bir insan kaç defa baştan başlayabilir Behiye? Ne güzelsin, ellerin üşüyor. Soğuğa hiç dayanamazsın sen ve içeri almak istiyorum her defasında. Her defasında bir buğu kaplıyor, her çağırışımda. Siliyorum, kendi elimle yapıyorum, biliyorum ve bir anda yeşile bürünüyorsun en güzel çiçeklerin kokusu üzerinde. Seninle baharı kutlamaya geliyorum. Yetişemiyorum bazen. Öyle hızlı açıyor çiçeklerin, çıldırtıyor kokusu herkesi ve korkuyorum. Ya biri koparıp giderse seni? Derhal doğruluyorum ve sona eriyor bu ihtimal. Fakat ne korkunç ihtimal. Mevsimlere sığamıyorum. Bir fırtına esiyor Behiye, etrafta dehşetli bir karmaşa. Savruluyorsun ordan oraya. Son bir hamle uzatıyorum elimi, fakat bu sefer ne ben sana uzanabiliyorum ne de sen elini uzatıyorsun. Saklasam kafamı diyorum, bir buğu kaplasa yine camın her yerini ve her hatanda, bilhassa en bilerek yaptıkların, hesapsız ve bencilce. Doğrultuyorum kendimi, duruluyor fırtına ve ardından sığamıyor göğe güneş. Baştan başlıyorum. Senle biz bi z Behiye, bir vakitler bir ihtimaldik. Fakat ne güzeldik.’’ | Muhsin Tulukçu, Behiye Öyle sanıyorum ki sevginin israfı olmaz ve sevgiye dair yapılan hiçbir hiç bir hesap çarşıya uymaz dostlarım. Seveceksen, seveceksin. Bu; akıl ile kalbin çelişmesi deyû basmakalıp bir yeni çağ uydurması mânâsında değil… Mizanı, sadece akla atfetmekten imtina ederim zira akıl ile kalbi k albi birbirinden ayıran modern tıbba dargınım. Günün en güzel vakitlerinde size bir miktar Ümmüşen diliyor ve Behiye ile hasbihâlime devam ediyorum. Toplayın Toplayın gönül çiçeklerinizi, koşun sevdiklerinize... VaktVakt-i şerîfler hayr olsun.
o kömür gözlerin...
Şiir şiir dediler, kötü şiir yoktur kötümser şâir vardır dediler; heveslenip iki satır karaladım gece. Vaktin öğlen, günün en sıcak, güneşin en aydınlık olduğu ân vardım ayağına, sokuldum yanına. Dedim, "Bak." Bir göz attı, başını kaldırıp alaylı bir şefkâtle yüzüme baktı da dedi, "Benim mahmah -ı tâbânım, olmaz. Sen şiir yazamazsın, sen ancak anc ak şiir yazdırırsın." Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. İşte o ân bir türkü çalmaya başladı içimde; "Dilim dönse bir kelâmım var idi, Yüreğime bastı yol etti beni... ... Bu yara, bir kaşı karaya kul etti beni."
ferâhfezâ mevlevî âyini 4. selam
Bugün yine, sık sık uğradığım bir kitabevine düştü yolum. Raflar arasında gezinirken ne şanslıyım ki Sultan Veled’in Rebabnâme adlı eseri çıktı karşıma. Kocaman bir kitap, ismi ile müsemmâ. Sanki bir yürek mengenesi… Kucakladığım gibi bir masa bulup oturdum ve kitabı serdim önüme. Şöyle diyordu bir yerinde, ‘’Âşk âlemine dair birçok sözler ve sırlar vardır ki ifâde ve anlatımlara sığmaz. Hakk Teâlâ onları, rebab gibi sâzlardan ortaya çıkarır. Âşıklar bu esrarı onların seslerinden anlayarak dertlerine derman ederler. … Çünkü CenâbCenâb -ı Hakk bize rûhun sırlarını buldurttu ki o ne lisana sığar ne de açıklamaya. O esrar, âşıklara, bizden, dilsiz olduğumuz hâlde, nağmelerimiz vasıtasıyla erişir. CenâbCenâb -ı Hakk, rebab gibi, âşıkların dertlerine derman olacak yüz çeşit sâz ortaya çıkarmıştır. Tâ ki onlar, bu sırları, onların nağmelerinden dinleyerek anlasınlar…’’ Sanat üzerine ne kadar düşünüyor, Allah’a sanatın varlığı için ne kadar şükrediyorsunuz bilmem ama ben bu satırları okuduktan sonra gönlümün kaynayıp göz pınarlarımdan dışarıya taşıvermesine engel olamadım. Hodbin kültürün kirlettiği ses dünyamıza, okuduğumuz metinlere, takip ettiğimiz yazarlara, zaman harcadığımız uğraşlara, sanat saydığımız unsurlara bu sebeple dikkat etmemiz gerektiği fikrindeyim. Benim sanat anlayışım, dîne
hizmettir. Sanatın vücud bulduğu bir iklim, bir maya vardır. Anadolu irfânından tutun da tekke kültürüne kadar, bu iklim latîfleşmiş, güzelleşmiştir; Dedelerin, Erenlerin elinde maya tutmuştur. Müzik yapmak için müzik yapanların sanat yaptıkları fikrinde değilim. Sanatın ayrı bir şubesi vardır; orada sanat eseri kendine kendi ne işâret etmez, bir şeye işâret eder. İşâret ettiği şey ise Mutlak Güzelliğin sahibidir. Ben sadece kavlen değil, kalben de oraya, o şubeye mensubum. Ukalâlık edip sanatkâr olduğumu iddia etmesem de alâkadar olarak oraya or aya mensubum. Asıl sanat da oradadır. Elhamdülillah. * Efendim, işittiğiniz şifâdır. Şifâ bulasınız... VaktVakt-i şerîfler hayr’olsun.
kalenderi | çay taşı...
Bizim dedelerimiz, 60 sene sevdalık kaldılar nenelerimiz ile ama, parmaklarına alyans takamadılar. Çoğu, o yoksulluk içinde nişanlansa bile, askere gitmeden evvel, yüzüğü bozdurup da yolluk yaptı y aptı kendine. Ama bir kez de olsa bir başkasına yan bakmadı, başkasına da baktırmadı. Sabahları tahta kaşığı daldırdılar bol naneli, sıcak tarhana tasına. Güneşi üzerine doğurmayan nenelerimizin erleri, erkekleri idiler. Sitemleri bile bir yutkunmadan öte gitmedi belki. Peki ya sevdaları? Diyorduk ya hani biz; onlar çok sevdiler efendim ama işte ar ettiler, söyleyemediler. * Benim babaannemdi, ama bütün köyün, annemgilin ve dedemin dediği gibi Bakele derdim derdim ben de ona. Dedeme ise dede. Dedem, babamın anneme davrandığından daha iyi davranırdı Bakele’ye. “Sen yorulma, ineği ben sağarım.” Gider sağardı. “Su vereyim mi Bakele?” Verirdi. Bazı geceler çok soğuk olurdu ol urdu yayla, “Dur Bakele…” derdi Bakele’nin elindeki odunları alıp. “Sobayı ben yakarım.” Yakardı. Şehre indiği her sefer kalın kalın kitaplar getirip “Bakele…” derdi, “Al. Oku sen. İşlere ben bakarım.” Bakele dedeme kocaman güler, “Sağ ol İbrahim.” deyip gömülürdü getirdiklerinin arasına. Okurken, suyun altına girmiş de nefesini tutuyormuş gibi gelirdi bana. Sıkılırdım önce, sonra korkardım, sonra gidip dedemin eteğini çekiştirir, “Bakele’ye bi şey mi oldu dede?” diye sorardım. “Şşt.” derdi dedem. “Okuyor oğlum, o ğlum, ne olacak? Hadi gel, biz de gazetenin resimlerine resi mlerine bakalım seninle.” Alırdı beni kucağına, işaret parmağıyla göstere göstere okur, anlatırdı. Bakele macirdi. “Macir ne demek dede?” “Göçmen demek oğlum.” “Göçmen ne demek?” Başka memleketten gelmiş insan demekti. Okul gi biydi benim için köy. Yazdan yaza yaza gelip gidiyor, her yaz biraz daha büyüyor, okuryazar falan oluyor, dedemin getirdiği gazetelere kendim bakmayı, Bakele’nin elinden bıraktığı kitapları kendim okumayı ö ğreniyordum. Macir’in macir değil muhacir olduğunu meselâ… Orta iki’de. Ve Bakele’nin gözünün Bakele’nin gözünün içine bakan dedeme saygı duymayı, onu giderek Bakele’den daha fazla sevmeyi öğreniyordum. Ama dedemi daha çok sevdiğim için değil; dedem Bakele’yi babamın annemi sevdiğinden daha çok sevdiği için. Babam annemden su isterdi: “Semiha, su getir.” Dedem, Bakele istemeden getirirdi suyunu. So ğurur da getirirdi hem. “Semiha çay koy.” Derdi babam. Dedem çayı demler, getirip Bakele’ye ikram eder, “Beğendin mi?” diye de sorardı... Dedem, Bakele evde yokken temizlerdi evi; en çok da onun oturup kitap okuduğu köşeyi temizlerdi. “Mis gibi yaptım Bakele. Otur, rahat rahat oku.” Bakele dedemden hiç korkmazdı. Bakar öğrenirdim ben. Güzel şeyler öğrenirdim. Lise sondaydım. Bir kış vakti döndüm ki babam evde; gözleri kızarmış, annem bir köşede hem ağlıyor hem toparlanıyor. “Köye gidiyoruz. Hazırlan.” dediler. Bakele ölmüş. Yol boyu Bakele’yi düşünmeye çalıştım ama hep dedem geldi gözümün önüne. Kime su getirecekti? Kim K im yorulmasın diye ineği sağacak, kim rahat ra hat okusun diye köşeyi süpürüp silecek, kim için çay demleyecekti? Ne edecekti dedem? Biz vardığımızda gömmüşlerdi Bakele’yi. Günahmış. Ölü bekletilmezmiş. Dedem önümüzde düştü, annem ağlar, babam ağlar; köyün küçük kabristanına gittik. Başucuna bir tahta dikmişler, toprak hamile gibi kabarmış, Bakele içinde yatıyor. Ama ben gene ona veremedim aklımı. Gözüm de dedemdeydi gönlüm de. Ne zaman başucu tahtasında “Vesile Kara, Ruhuna Fatiha” yazısını gördüm, anca o zaman Bakele’ye gitti aklım. Vesile? “Acaba…” diye düşünüyordum dua edermiş gibi yaparken, “Bakele
babaannemin babaannemin gayrimüslim adıydı da dedem tutup vatan hasreti çekmesin diye?..” Ama yok. Bakele yedi göbekten müslümandı. Üç gün kaldık köyde. Gelenden gidenden anneme de yaklaşamadım babama da. Ağlayıp duruyorlardı. Dedem donmuş gibiydi bir tek. Gözü hep Bakele’nin kitap okuduğu köşede, onu ne kadar özlediğini bilmesen gülüyor g ülüyor dersin, yüzünde de yumuşacık bir ifade. Annemgil komşulara veda etmeye gidince cesaretimi toplayıp yanaştım dedemin eteğine. “Dede?..” dedim, “Bakele ne demek?” Anlattı. “Canım” demekmiş. Ve “Aşkım” ve “Bir Tanem” ve “Her Şeyim” ve “Ömrümün Vârı” ve “Gözümün Nûru” ve “Kalbim” ve “Işığım” ve daha yüz binlerce güzel söz, güzel ses demekmiş. İlk “Canım” demek istediğinde ar etmiş dedem, “Hanım” dese “malım” demiş gibi olur diye korkmuş, “Vesile” dese çok resmi, soğuk. Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. “Baksana” dese olmaz, “Bak hele…” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi. B akele dönüp bakmış. Dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış. Beklemiş beklemiş Bakele, gülümsemiş, dedemin elini tutmuş, bakmış ki dedem yutkunup duruyor, “Anladım İbrahim…” demiş. “Anladım… Sen bana Bakele de bundan sonra, ben anlarım senin ne demek istediğini.” Aşk, âşık olduğunla yekvücut olmakmış. Öyle dedi dedem. | Sezgin Kaymaz, Bakele. April Yayıncılık, s. 9-13 9 -13
incesaz | balat ...
İnce bakan ve dahi ince baktıran İncesaz’ın bu eserini ne zaman dinlesem aklıma mavilere boyanmış minyatür tabloları ve bu tablolardaki Balat Evleri tasvirleri gelir. “Öyle insanlar yaşar ki burada, hayret edersiniz. Dünyanın bütün kitaplarını okumuş bir insanla, i nsanla, Balat’ın sokaklarında büyümüş akıllı bir adam arasındaki tek fark: Birinin ellerinin biraz sigara dumanı, diğerinin ise kağıt kokmasıdır” diyerek başlıyor Balat’ı anlatmaya Kadir Gözaydın. Kadir Gözaydın, 1947 yılından Kurulan Yavuz Sultan Selim Spor Kulübünün Başkan Yardımcısı. Fatih F atih Kent Konseyi Zararlı ve Maddelerle Mücadele Komisyonu Çalışma gurubu Üyesi. 8 çocuklu bir ailenin ferdi. Ayyıldız’da futbola başlamış. Şimdiye kadar hiç evlenmemiş ve tüm zamanını semtinin çocuklarının doğru yolda yetişmesi için harcayan bir spor adamı. Okulların yapamadığı ya da hâlâ yapmaya çalıştığını, bir spor kulübü ile yapmaya ömür adamış insanlardan. ‘’Balat ve Haliç çevresi Fatih Fa tih İlçesi’nin en pis nahiyesidir. Esrara, çeteye, hırsızlığa en müsait bölge burasıdır. Biz onları, spora teşvik etmek için varız. Bizim hedefimiz 17 yaştır. Biz çocukları bu yaşa kadar korursak, sağlıklı bir şekilde eğitmeyi başarırsak ve hayata kazandırırsak artık korkmuyoruz.’’ diyor ve ekliyor, ‘’Balat’ta doğdum, büyüdüm. Benim hayalim: K aradenizli bir insan olarak İstanbullu gençler yetiştirmek. Örfünü, adetini, geleceğini inkar etmeyecek, geldiği yeri inkar etmeyen, ancak kentte yaşamanın da bedeli olduğu bilen ve çevresi ile uyumlu, topluma faydalı, toplumsal olaylara duyarlı gençler yetiştirmek.’'' * Efendim gördüm ki faideli olabilmeyi istediğimiz ân -Allah izin verirse- bize bizden başka hiçbir şey engel değil. Yeter ki eylemeyi, güzel görebilmeyi ve işlemeyi isteyebilelim. Bu sebeple bu gece hepimize bir tutam Kadir ağabey ferâseti diliyor ve mübarek vakitlerinizi kutluyorum. Sabahınız nûr olsun Efendim. * İlgili şâhane görsel, Rahmetli Rahmetl i sanatkâr nakkaş Nusret Çolpan’a ait bir Istanbul Minyatürüdür. Minyatürler için sayfayı ziyaret edebilirsiniz; http://www.nusretcolpan.com.tr/eserle...
| hasret...
Geçen gün, okumadığım, belki de hiç okumayacağım bir kitap geçti elime. Adı: Bütün İyiler Biraz Küskündür. Neden bilmem, adını okuyunca boynum büküldü. Tecessüs buyurup; ne imiş, bir bakayım diye sayfalarını karıştırmaya başladım. 5-6 5 -6 sayfa sonra bir bir paragrafa takıldı gözüm. Neden bilmem, paragrafı okuyunca boynum daha da büküldü: ‘’Hayatım boyunca çok kitap satırı kanattım, çok nadir ki bir cümleyi, her gün ama her gün hatırlarım. ‘İnsanların rûhuma izinsiz girişleri yok mu; beni delirtiyor!’ Beni insanların çıldırtmasındansa gökyüzünün çıldırtmasını i sterdim; karanlık yağmurun, müziğin…’’ Sonra, ben de rûhumun kederinden gittim kendime bir kahve yaptım. Demiyor mu, dedim neticede şâir içimden: ‘’İçtiğim şarap değil; uzat kadehini, hasret doldurayım.’’ diye. * Biliyorum acıyoruz. Acıyoruz çünkü, ''İçimizde şeytan var. Can kırıkları var. Nefret var. Yalanlar var. Bir yanımız bizi çoktan terk etmiş kaçıyor. Melankoli ve hüsran var. Keşke bazı geceler hiç sabah olmasa...'' * Ne çok içerliyorum şu şarkıya, bir bilseniz…
ey mihr-i lâyezâlin mehtâb-ı mehtâb-ı müstenîri | sabâ ilâhi...
Hayatımın en güzel dönemlerini, Türk Müziği ile i le alâkadâr olduğum zamanlarda yaşadım. Öncelikle belirtmeliyim ki, "Müzik ruhun gıdasıdır." sözü öyle rastgele; sonu, "Müzik dinlemeden yapamıyorum ben..." gibi cümlelere çıksın diye söylenmiş bir söz değildir. Buradaki ruh'un nasıl bir rûhu ve müziğin nasıl bir mûsıkîyi temsil ettiğini idrâk etmedikçe, ilgili sözün mahiyetini de müşahede edemeyiz. Bunu böyle bilelim. Bu sebeple, ciddi bir mûsıkî münasebetinde bulunuyor iseniz, yolunuz şarkı ve sâz semâî formlarından, bu tür meşk kayıtlarına kayıyor. Burada icrâ edilen eserler her ne kadar bestede gösterilen ustalıklar itibariyle Türk Müziğindeki diğer eserler gibi ustalıklı, sanatlı olamıyorsa olamıyorsa da, muhtevası ve maneviyatı gereği gönülhânemizde çok ama çok büyük yer ediyor. Efendim bu gece de, dinlediğiniz bu kayıt, 6 Ağustos 1984 tarihinde, Âsitâne-i Âsitâne-i Hazret-i Hazret-i Nûreddîn Cerrâhî'de, meşk meclisinde okunmuştur. Âsitâne, bugün hâlâ İstanbul-Karagümrük'te İstanbul -Karagümrük'te bulunmakta, zikrler yapılmaktadır. Bu naatın yazılışının hikayesini de, videonun başında kapağını gördüğünüz, ‘’Hüseyin Sîret’’ adlı kitaptan aynen aktarıyorum. ‘’Hüseyin Sîret Bey'in meşhur 'Naat'Naat -ı Şerîf'inin kaleme alınmasına dair İbrahim Fahreddin Efendi’nin sohbetinde bulunmuş bazı zevattan şifâhi olarak şöyle bir rivayet nakledilir; Hüseyin Sîret Bey'in, bir bahar günü şeyhi Fahreddin Efendi ile beraber çıktığı bir Ada gezintisinde söz edebiyat ve şiire gelir. Fahreddin Efendi şairimize sorar; sorar; -Sîret Sîret Bey! Hoş, iyi şairsiniz ama neden Peygamber Efendimiz’e dair bir şiiriniz yok? Bu suale Sîret; -Efendim, malumunuz biz realist bir edebî mektebin içinden geliyoruz. Ancak gördüğümüzü yazarız. Görmedim ki, ne yazayım?.. şeklinde cevap verince Fahreddin Fahred din Efendi mütebessim: -Öyleyse gör o zaman! der. Ertesi gün sabah erken saatlerde soluğu Karagümrük’te, Fahreddin Efendi’nin evinde alan Sîret, kapıyı çalar, kapıyı açan Fahreddin Efendi’ye elindeki kâğıdı uzatır: -İşte şeyhim! Gördüm ve yazdım. Kâğıtta, 'Ey mihr-i lâyezâlin mehtab-ı mehtab-ı müstenîri' mısraı ile başlayan meşhur 'Naat'Naat -ı Şerîf' vardır.’’ | Turan Karataş, Hüseyin Sîret, s. 51 İşte o kağıttaki, Karagümrük’te Âsitâne’de bir meşk meclisinde sadece ûd ve ses sâzı ile kayda alınmış ve şu ân dinliyor olduğunuz NaatNaat -ı Şerîf; Bu naatnaat -ı şerîfi Safer Efendi Hazretleri, Sabâ makamında bir ilâhî olarak bestelemiştir. Nutuk : Hüseyin Sîret Bey Beste : Safer Efendi Hazretleri Makam : Sabâ Usul : Sofyan Ey mihr-i "lâ yezâl"in mehtâb-ı mehtâb- ı müstenîri EnvârEnvâr-ı Kibriyâ'ya sensin yegâne mazhar Zâtınla zâtzât -ı akdes olmuşdu zarf u mazrûf Dillerde ism-i ism-i pâkin Allah ile berâber Sensin nebiyy-i ümmî ârif kemâl-i kemâl- i Hakk'ı Ârif kemalkemal-i zâtın yalnız HudâHudâ-yı enver ... AsrAsr-ı seâdetinde gelmek nasîb olaydı Görmüş olurdu billah Allah'ı görmeyenler ... Bin yıl çalışsa âbid ma'bûduna erişmez Vuslat-serâVuslat-serâ-yı yı Hakk'a aşkın yegâne rehber ... Mi'râcım oldu cânân rüyâda iltifâtın Lutfet cemâl-i pâkin bîdâr iken de göster ... Mahbûb-i Mahbûb- i müctebâsın sultânsultân-ı enbiyâsın Uşşâka rehreh-nümâsın sen ey şefî'-i şefî'-i mahşer mahşer Sîret ne söyleyim ben meddâhı Kibriyâ'dır Tavsîfe muktedir mi mehtâbı kirm-i kirm -i ahter * Pekiyi, bahsini ettiğimi Fahreddin Efendi kimdir? Sahaflar Tekkesi’nden şâhane bir bahsi
aktarıyorum: ‘’Bir gün tekkelerin seddi emrini (kapatılma emri) yerine getirmekle getirme kle mükellef bir memur gelir, kapısını çalar Nureddîn Cerrahî Âsitanesi’nin. Fahreddin Efendi açar. Memur, elindeki kiralık tabelayı âsitaneye asmaya memurdur o gün. Fahreddin Efendi, emir altındaki memura ne desin. Güzelce anlatır, kalbini kırmak istemez, mutedil davranır. Ama görür ki memur kararlı. İlle asacak tabelayı. Fahreddin Efendi o ân celallenir, kibriya sıfatı tecelli ediverir. Tuttuğu gibi memuru yaka paça atar dışarı. Ardından da ünler: -O levhayı ben sağken buraya asamazsınız. Seni gönderene söyle, söyle, o levhayı * alnına assın! Fahreddin Efendi, tek başına bir direnişin kalesidir. Onca tekke kapatılıp yıkılırken, Cerrahî Âsitanesi’nin kapısına kilit vurdurmamıştır. Zor şartlar altında, ‘tek başına’ meydan açmış, müridandan gelmek isteyenlere de başlarına bir hâl gelmesin diye izin vermezmiştir. ‘Tek başına’ bütün ritüelleri yapmıştır. Çerağını söndürtmemiştir Nureddîn Cerrahî Âsitanesi’nin. Gönlündeki aşkı, âsitanenin çerağı gibi yanmıştır yıllarca.’’ Fahreddin Efendi Hazretleri 3 Şa'ban 1386/16 Kasım Kasım 1966 Çarşamba günü ikindiden sonra 'bir müjde aldığını' söylemiş. Müjdenin ne olduğu sorulunca, "Biraz müsâde edin, söyleyeceğim" demiş. O gece saat 22.15'te âlem-i âlem -i bekâya irtihâl buyurmuşlar. Allah mekânını gülzâr eylesin. Bir vakit Karagümrük’e uğramayı ve videonun başında yer alan kitabı edinip kıraat buyurmayı ihmâl etmeyin derim. Naçizâne... Gönülhâneniz sükûn bulsun. Vakt-i Vakt-i şerîfler hayr’olsun efendim.
elif ömürlü uyar | kürdî ilâhi ... cûşa gelir dağ ile taş
Sabah telefonunuzun alarmı çaldı. Gözlerinizi açtınız. Gözlerinizi açtınız lâkin bir türlü uyanamıyorsunuz. Yatakta doğrulmak zor geliyor. Şimdi kalkayım da akşam eve geldiğimde mutlaka yatıp uyuyacağım, diye kendinize söz veriyorsunuz. Zorla kalktığınız yataktan asık suratla banyoya gidiyor ve 30 dakika içinde hazırlanıp dışarı çıkıp yolunuza koyuluyor, işleniyorsunuz. Oysa biz, ‘’Uyan ey gözlerim, gafletten uyan!’’ diyebilen, mevzunun idrâkinde olan bir geleneğin mensubuyuz. KahveKahve altı denen bir meselemiz var bizim. Miskinlik etmek, dehre sövmek, sö vmek, seher vaktine sitem etmek bizim geleneğimizde yok. Eşyânın da bir dili olduğuna dair inancımız, kahvenin ve güneşin varlığına dair tefekküre itimadımız tam. İşte bu sebeple diyor ki Osman Hulûsi Efendi, ‘’Cûşa gelir dağ ile taş, feryâd eder vakt-i seher, seher, Her nesneyi kaplar telâş, feryâd eder vakt -i seher. Ol demde gül handân olur, bülbül görüp nâlân olur, Her ehl-i ehl- i dil şâdân olur, feryâd eder vakt-i vakt -i seher. Ol demde ins ile melek, raksa gelir çarh-ı çarh-ı felek, “Hû! Hû!” deyu suda semek, feryâd eder vakt-i vakt -i seher. Hulûsi âşıksan eğer, dur yatma gel vakt-i seher, Bak gör ki âlem serteser, feryâd eder vakt- i seher.’’ Bu sebeple istedim ki, sabah mahmurluğu böyle dağılsın. Elif Ömürlü Öm ürlü Uyar hanımefendinin o latîf sesinden, Osman Hulûsi Efendi’nin bu şâhâne beyitlerini işitelim de, güne erken başlamanın dinçliği ile umudu ve barışı bir gömlek gibi sırtımıza geçirip, yüreklerimizi salıverelim toprağa. Ve işimize koyulmadan, ekmek teknemize doğru yola çıkmadan evvel, bir tutam evvel zaman Istanbul’u işitelim Ahmed Yüksel Yü ksel Özemre hocamızın gönül ve dil hânesinden; ‘’… İstanbullular birbirlerine hatır sorarken, genellikle “Afiyettesinizdir ya inşallah efendim?” şeklinde bir ifade kullanırlardı. S abahları “Sabah“Sabah-ı şerifiniz hayırlı olsun!” denir, ayrılırken “Allahaısmarladık, “ Allahaısmarladık, efendim” ifadesine de “Selâmetle, Efendim” şeklinde cevap verilirdi. Esnaf, sattığı malın bedelini muhakkak “Allah bereket versin, Efendim!” duasıyla kabul eder, müşteri de, “Bereketinizi bulun Efendim!” duasıyla c evap verirdi. Yeni doğan çocuklara orta orta halliler bile hediye olarak bir altın lira hediye ederlerdi. Hasta ziyaretleri hastanın gönlünü alacak kadar uzun, hastayı rahatsız etmeyecek kadar kısa sürerdi. Müslüman ve gayr -i müslim esnaf sabahleyin birbirini gözetler, siftah etmiş esnaf, gelen müşterisini “Efendim; ben siftah ettim, komşum henüz siftah etmedi. Ricâ etsem, ona gidebilir misiniz?” sözleriyle komşusuna yönlendirirdi. Müşteriyi aldatmak bir yana; esnaf, müşterisini fuzulî harc ama konusunda uyarırdı. 50 kuruşluk karabiber almak isteyen müşteriye “bayatlayarak kokusunu kaybedeceği” açıklanarak
“şimdilik 25 kuruşluk karabiber almasının daha isâbetli olacağı” hatırlatılırdı. Müşterinin hakkının geçmemesi için, malın ambalajlandığı kağıdın aynısı terazinin ağırlık kefesine dara olarak konur, konur , bu hassasiyetle birlikte tartılan malın birkaç gram daha ağır çekmesine özen gösterilirdi. Esnafın teraziyi t eraziyi dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda, m anavda, ister kasapta, ister bakkalda, ister balıkçıda olsun ne tartılırsa tartılsın, tartılan tarafın kefesi daima ağır basardı. Tartılan tarafa bir miktar daha atılırdı. Esnaf haramdan korkar, bu sebeple “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye her zaman bir nebze fazla mal tartardı. Fırınların, manavların, kasapların, balıkçıların kendilerine mahsus fukarası vardı. Satılamamış olan ekmekler, çürümeğe henüz yüz tutmuş t utmuş sebze ve meyve, arta kalan ürünler gün sonunda bu fukaraya tahsis edilirdi. … Elbette son zamanlarda bazı güzellikler yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Mesela ebrû sanatı. Ebrûzenlerin gayretleriyle bu sanat sayısız öğrenciye kavuşmakta. Ama maalesef burada da bir dünyevîleşme olduğunu görüyorum. Ebrû sanatı ulvî bir sanattır. 16. asırda bu sanat tekkelerde icrâ edilirmiş. Bir ebrûzen ebrû teknesinin önüne ancak gusül abdesti alarak otururmuş. otururmuş. Ve şöyle mânidar bir dua ile işine başlarmış: “İlâhî Yâ Rabbi, sen benim nefsimi biraz sonra bu tekneye atacağım boyaların verdiği cümbüşe kaptırma. Kendimi senin yerine koymama mâni ol. Hâlik ancak sensin. Yâ Settar, yâ Rahmân, yâ Rahîm, ya Hafîz beni muhafaza et. Bundan dolayı bende bir benlik uyanmasına mâni ol. o l. Aksine bütün bu mükevvenat âleminde, senin bütün bu kesret alemindeki tecellilerin namütenahiliğini bu teknede bana göstermeyi ve bunun lezzetini vermeyi nasip et!”. Dua sonunda okunan bir Fâtiha ile birlikte, ‘’Destur, Bismillah!’’la işe başlanırdı.’’ Uyanın. Arının. …ve çalışın. SabahSabah-ı şerifiniz hayırlı olsun, Efendim. Destur Bismillah!
-----Hiç böyle düşüncelerim, planlarım olmadı sevgili Aysenur. Abone sayısı artsın, her geçen gün beğeniler fazlalaşsın, beni daha çok insan bilsin, tanısın, yazılarım başka yerlerde kopyalansın ve çoğaltılsın vb gibi düşüncelerim hiç olmadı. Ben istedim ki insanların gönlünde bir yerler kaşındığında, sızladığında, biraz nefes almak için insanların uğrayabilecekleri, gamhânelerinin damını biraz genişletebilecekleri bir adresleri olsun. O adreslerden biri de burası olsun. Ben çok bilinmek, çok tanınmaktan korkuyorum. Boşuna demiyor Muzaffer Ozak (k.s) ''Şö hret, afettir.'' O sebeple sizler benim başım gözüm üstünesiniz. Gelen de her daim öyle. Lâkin burayı bilen, yolu buraya öylece düşüvermesi sebebi ile bilsin. Bu sebeple o tür yazıları başka sosyal ağlarda yayınlama gibi meselelerden uzak duruyorum Efendim.
ilkay akkaya | gidemem
Haydi bu gece, çayımızı demleyelim, kahvemizi pişirelim ve biraz gerçeklerle yüzleşelim. Acıyı hissedelim. Şu vakte kadar, seni hiç bırakmayacağım diyen kaç kişi sizi bıraktı da gitti? Bunu hiç düşündünüz mü? Çok kişi değil mi? Aslına bakarsak burada kişilerin niceliği değil, niteliği de önemli. Bazen bazı insanlar olur, onlar hayatınızın mihenk noktasını oluşturur. O vakte kadar kimseye beslemediğiniz muhabbeti o kişiye beslemişsinizdir. Sonra bir şey olur, ayrılık gelir. Olacaksa olur. Hiç olmadı, keyfî sebeplerden olmazsa ölüm var, ölümle olur. Kimsenin ve dahi kendimin, şu dünyada kalıcı olmadığını düşündükçe ürperiyorum. Kanlı canlı şu bedenin bir gün toprak olacağını düşündükçe, kan çekiliyor sanki canımdan. Evet öleceğiz. Ve bunun ne zaman olacağını bilemeyecek b ilemeyecek kadar da aciziz. Diyeceğim o ki, insan var olduğu sürece sanırım ‘ayrılık’ denen mefhum da her daim var. İster keyfî, ister zarurî… Bu sebeple gördüm ki, âşk üzre var olan o lan ve âşk üzre dönen şu dünyada, nice âşıklar hep birbirlerini uzaktan sevmek zorunda kalmış. Eskilerin dediği gibi; oğlanla kız birbirini
sever, kavuşurlarsa evlenirler, kavuşamazlarsa âşık olurlar. Vuslat, âşkı öldürür mü yoksa süreklileştirir mi bilinmez ama geleneksel âşk hikâyelerimiz genelde vuslat ile bitmez. Sabahattin Ali ile karısı Aliye Ali’nin de saadet dolu evliliklerine hep ayrılıklar girmiş. Bu zamanlarda bir mektup aşığı olan Sabahattin Ali’nin karısına yazdığı mektuplarda yaşanan ayrılık ıstırabının büyüklüğünü iliklerinize kadar hissetmekle birlikte, ümidin de tadına tad ına bakıyorsunuz. Tanıştıkları sırada Aliye Hanım H anım İstanbul’da yaşamakta, Sabahattin Ali ise Ankara’da öğretmenlik yapmaktadır. Haberleşmeleri hatta nişanlanmaları dahi mektupla olur. Sabahattin Ali, Aliye Hanım’a bir mektubunda şöyle der: ‘’Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku… Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki, kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmâl edeceksin.’’ İki âşık, 16 Mart 1935’te evlenir. Lâkin Sabahattin Ali, farklı mecmualarda yazdığı yazılar sebebi ile defalarca tutuklanır ve hüküm giyer. 1948 senesine kadar bu şekilde kavuşma beklentisi ile ayrı geçen zamanlar sonunda aynı sene Sabahattin Ali şaibeli bir şekildi öldürülür. Bu sefer de araya ölüm girmiştir. Sonraki günlerde Aliye Ali, adeta ruh gibi dolaşır. 1 sene sonra gömüldüğü yerden bulunup otopsiye gönderilen Sabahattin Ali’nin cesedi, otopsiden sonra kaybolur. Cesedi ortada olmadığından şu ân bir mezarı bile yoktur Sabahattin Ali’nin. Kızı Filiz Ali tarafından, öldürüldüğü yere temsilî bir mezar taşı dikilir. Taşın üzerine de şâirin; ‘’Başım dağ, saçlarım kardır, Benim meskenim dağlardır!’’ mısraları yazılır. Bugünkü ‘’Canım Aliye, Ruhum Filiz’’ adlı kitabın muhatapları, yani Sabahattin Ali’nin karısı ve kızı, o günden bugüne kadar Sabahattin Ali’den geriye ne kaldı ise her şeyin düzenlenip basılmasını sağlar. ‘’Ağladığın duyulmasın, Aldırma gönül aldırma.’’ türküsünü bizatihi yaşar gibi. * O sebeple ne zaman bu şarkıyı işitsem, tam da şu ân, gitmem diyenlerin gittiğini düşünürüm; ne zaman işitsem, birileri tam da şu ân birilerinden, ister keyfî ister zarurî… ayrılıyor, diye geçiririm içimden. Hülâsa, hakikât o ki, ‘ayrılık var’ dostlarım. VaktVakt-i şerîfler hayrolsun.
oğuz aksaç | cânımın cânanı cânan
Geçen gün birisi, ''Cânınızın cânanına cân eyleyin...'' demek, ne demek diye sual etmişti. Bahis saçma mı gelmişti, anlamayamadığından ötürü mü idi, n'için idi bilmem ama cânının cânanının cânı; en cânın demek olur. Cânın en cânı nedir? Cânının özüdür. Mesela o babaların küçük kızlarının saçlarını annelerine hiç kestirmemesi, okşayıp sevmesi, örülü saçlar açıldığında kucağına alıp o saçları koklaması, en içine kadar koklaması, bazen usul usul acemice taraması; bir çiçek bir gül muamelesi yapması, yapması, yüzüne baktığı ân ay’dan bir parça sanması; hep cânın özüdür. Bir de şu şekli var. Böyle de ifâde edeyim istedim. Kekeme Çocuklar Korosu’ndan: ''... Makyaj değmemiş y üzünün çocuksuluğunu, notlarını koyduğun dosyayı göğsüne bastırıp taşımanı, hızlı hızlı konuşmanı, politikadan anlamayışını seviyorum. Bir nakışın başında saatlerce oturabilecek olmanı, m isafirliğe gitmeden saatlerce önce tatlı bir heyecana kapılabilecek olmanı, babanın iş dönüşünde yemeğini getirebilecek olmanı seviyorum. Çocuğunla saatlerce bıkmadan oturup konuşabilecek olmanı seviyorum ben. Â ni bir gürültüde kuş gibi irkilmeni seviyorum. Defterlerini özenle tutmanı ve dikkatli yazmanı, kırtasiye eşyalarını süslü ve renkli almanı seviyorum. Kalemini, defterini, kitaplarını asla getirmeyi unutmamanı, derslerine devamsızlık etmemeni, her söyleneni önemsemeni seviyorum. Teknoloji ile bir türlü uyuşamayışını, ağaçlara, böceklere daha fazla ilgi duyuşunu seviyorum. Erkek arkadaşlarından söz etmeye başlayan arkadaşlarının yanında, utanıp konuyu değiştirmeni, tavsiyelerde bulunmanı ve sonra içten içe ilgi duymanı seviyorum. Sonra da hemen yüzünün kızarmasını. Evet yüzünün çok çabuk kızarmasını seviyorum. Sık sık başörtünü düzeltmeni... Kimseye sözünü etmediğin hayallerini, her gece yatmadan
tekrar tekrar aklımdan geçirmeni seviyorum. Senden umulmadık ölçüde hayallerini genişletebilmeni, annene ne düşündüğünü hissettirecek acemice sorular sormanı, yaşlı kadınları usanmadan dinleyebilmeni seviyorum. ...'' Mesele anlaşıldı ise efendim, size bu gecelik sonbaharın yağmurlu bir Pazar günü için; kitap, kahve ve çikolatanızı alıp, kalorifer peteğinin yamacında yahut çıtır çıtır yanan soba kenarında tıngır mıngır dinlemelik bir şarkı yükledim. Hüznümüzü bu gecelik demleyip, gönlün bardaklarına dolduralım da, bir tutam çikolata gibi ağzımıza atıp şu şarkıyı şımartalım kendimizi. Ne efendim?.. Pekii efendim…
| uşşâk ağıt
Bu gece fazla gevezelik etmeklik niyetinde değilim. Zirâ, yaklaşık 10 gün evvel elime ulaşan ve ulaştığı günden beri zerrelerine kadar cânumu cânum u perperişân eden bir kitap ile i le hemhâlim. Ayetlerden bildik, bu âlem âşk üzre yaratılmış bir âlem tabii ve ben gördüm ki âşk, nice cihân padişahları lâl etmiş, nice erenlerin belini bükmüş, boynunu eğmiş, nice hükümdarlara hüküm giydirmiş… Sonunda dedim ki demiyor mu neticede Şeyh Galib: ‘’Kevser‘’Kevser -i âteşâteş- nihâdın adı aşk DûzahDûzah- ı cennet -nümânın adı aşk Bir lügat gördüm cünûn isminde ben Anda hep cevr ü cefanın adı aşk’’ Tüm bunları düşündürüp, gözümden yaş olup akan o kısımları, ‘’İstanbul’un 100 Sevdası’’ adlı eserden size aynen aktarıyorum: ‘’Yavuz Sultan Selim bir sefer sonrası kışı geçirmek için otağına dönerken bir handa konaklıyordu. Misafir olduğu bu handa özel hizmetlerine genç ve güzel bir kız bakıyordu. Bu kız bir sabah temizlik için padişahın odasına geldiğinde Sultan Selim’i gördü ve güzel kızın gönlü bir anda Cihangir Padişah’a kondu. Genç kız padişaha cancan-u gönülden âşık oldu. Aradan birkaç gün geçti. Bir şeyler söylemeliydi padişaha, ancak buna cesaret bulamadı. Bir sabah yine odada iş yaparken gözü Yavuz’un yatağının kurulduğu duvara ilişti. Oraya: ‘’Âşık olan n’eylesin?’’ diye sonradan bir şiir kıtasının ilk mısrası olacak cümleyi yazdı. Çehre ve beden güzelliği kadar, şiir zevki de olan genç kızın bu gönülden seslenişi, şâir hükümdarı duygulandırmıştı. Tebessüm etti ve kızın mısrasının altına: ‘’Derdi ne ise söylesin!’’ cevabını yazdı. Kız, padişahın yatağını toplarken okuduğu bu cevapla bahtiyar oldu ve duygusunu açıkladı: ‘’Ya korkarsa n’eylesin?’’ O çölleri aşan ve koca dünyaya sığmayan Koca Koc a Cihangir, bu gönül selinin önünde, heybetinin kapısını araladı, bu tertemiz duyguya değer verdi: ‘’Hiç korkmasın söylesin.’’ Genç kız heyecandan ne yapacağını bilemiyordu. Koskoca bir cihan sultanına ilanilan -ı aşkta bulunmak kolay şey olmasa gerek. İçinde bastıramadığı bir korku olsa da genç kız, padişahın duygusuna cevap vereceğinin vaadinin sevinci içinde en güzel elbiselerini giydi. Gözlerinde dünya mutluluğu, heybetli Hakan’ın odasına girdi. Ancak her tarafı titriyordu. Bütün gücünü topladı, başını kaldırdı, Yavuz’un yüzüne baktı. O anda olan olmuştu. Bu gözlerdeki muhabbet ve şefkat bile, erişilmez heybet ve merhametin yıldırım tesirini giderememişti. Güzel kız ayakta birkaç defa sallandı, sonra yere yıkıldı. O masum, tertemiz duygularla atan kalbi bir an durmuştu. Koca hünkârı bu ölüm çok sarstı. Bu yüzden Mısır Seferi’ni S eferi’ni bir süre erteledi. Güzel kız için i çin somaki mermerden mezar yaptırdı. İsmini bile bilmedi bu genç âşık kızcağız için yazdığı şiirin bir dörtlüğünü de mezar taşına yazdırdı: ‘’Merdüm-i ‘’Merdüm-i dîdeme dîdeme bilmem ne füsûn etti felek Giryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek Şîrler pençe-i pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’ | Alıntı: İstanbul’un 100 Sevdası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, s. 32-33 32-33 *** Şiirin, Mesut Cemil tarafından günümüz Türkçesine çevirisi şöyledir: ‘’Felek, talih, göz bebeğime bilmem ne sihir etti de ağlayışımı arttırdı, gözyaşımı kana çevirdi. Aslanlar kahredici pençemde titrerken, felek beni bir ahu gibi güzel gözlüye esir etti.’’ *** Malûm şiir, Tanburi Ali Efendi tarafından Sipihr makamında, hafif ikâğında bestelenmiştir. Tanburi Cemil Bey’in külliyatında da eserin Rast makamında Gazel formunda okunmuş bir kaydına rastlamak mümkündür.
the secret ensemble & mahsa vahdat | arzulanan yakut
Bu videonun bu gece maalesef ki farklı bir amacı vardır: Bu gece içkin bir sitem, kırmızı bir gülün büyüsü kadarki bir kırgınlık, bir böceğin gözündeki ağaç gibi canlı bir dargınlıkla geldim. İsmet Özel’in duvarların taşını titreten sesi ile gürleyerek, ‘’Hak yemek, sol elle yemek yemek kadar dikkat çekmedi bu ülkede!’’ demesi gibi gürledi bugün içim. Günümüzde, insanın insana, ‘’Seni seviyorum.’’ diyebilmesini çok lüks, bir o kadar da muazzam bir davranış olarak gördüm her zaman. İnsanların duygularını, duygularını, düşüncelerinden evvel dile getirebilmeleri durumunda bu dünyanın daha güzel bir yer olacağına inandım hep. Seni seviyorum… Dünyanın en güzel cümlesi. Anneye, babaya, kardeşe, arkadaşa, hocaya, kelebeğe ve hatta örümceğe… Aynı bunun gibi, bir insanın üzüldüğünde de bunu içkin biçimde dile getirmesi kadar samimi bir eylem yok. İnci döken gözlerden öpülme hissi, bunu diyebilme anında ayyuka çıkar; ‘’Üzüldüm.’’ Bir vakıf, bir dernek, bir kurum değilim; bir şirket, hiç değilim. Ben, Şâir Sohrab Sepehri’nin dediği gibi; ‘’Kaşan şehrindenim. Fena sayılmaz hâlim. Bir lokma ekmeğim var; biraz aklım, iğne ucu kadar da yeteneğim… Bir annem var, ağaç yaprağından daha güzeldir, Dostlarım da akan sudan daha iyi. Ve Allah, burada yakındadır, Şebboylar arasında, uzun uzu n çamın altında, Suyun bilincinde, Bitkilerin kanununda. Ben müslümanım...’’ Ben, müslümanım. Enâniyetimden değildir kelâmım; sıradanım. Önce ceset kılınmışım, sonra rûh üflenmiş bedenime. Yenecek lokmam, çekilecek çilem, duyulacak sesim, dinlenecek mecâlim, mecâli m, acıkacak karnım, ağlayacak gözüm, konuşacak dilim, beni doğuracak ana, gözümün içine bakacak baba, cânan bilecek yâr varmış. Benim de bir yolum varmış bu kürrekürre -i âlemde, niye fesatlanırsınız? İnsanın insanla uğraşması yetmedi mi daha? Tam da burada, yine yine çok güzel sesleniyor tâ içimize Şâir Sohrab ağabey; ‘’Ben birbirine düşman iki çam görmedim, Gölgesini yere satan bir söğüt de görmedim. Karaağaç, kovuğunu bağışlar kargaya… Nerde bir yaprak varsa, içim açılır. Afyon çiçeği yıkadı beni varoluşun selinde.’’ Biliyor musunuz; bence hepimiz, birbirimizi tanısak, eminim ki çok ç ok severiz. Çünkü biz, cinnete kesmiş bir dünyâda; muhabbetle, dostla, sanatla, şiirle, edebiyatla, tarihle, gönül ve sâz ve söz ile sarınıp sarmalanmazsak nasıl ayakta kalırız? Gönülhânemin Gönülhânemin duvarlarını çatlata çatlata, fikir süzgecimi acıta acıta mürekkepten kağıda akmış hislerimin; sorgusuzca, saygısızca, hunharca alınıp, hiçbir hissî melekenin şahitliği sâdır olmadan, bu içerikleri, metinleri olduğu gibi başka kanalların açıklama kısımlarında, sosyal medya hesaplarında görmek; beni ziyâdesi ile i le üzdü. ‘’Üzüldüm.’’ Hiçbir beklentiye girmeden, sadece gönül bağı kurmanın ehemmiyetine, sanatın ve edebiyatın gerekliliğine, kadîmin sesine, her bir şarkının –müziğin, melodininmelodinin- bir dili olduğuna ve bunu işitmenin önemine dair inancıma, güzel insanların varlığına inanarak çıktığım bu yolda; saygısızlıklara maruz kalıyorum. Girdiğim diyaloglarda karşılaştığım tutumlar karşısında inancım yıkılıyor, kırılıyorum. …Ve, Ali Şeriati’nin duasına, tüm kalbim ile, ‘’Âmin!’’ diyorum: ‘’Ey kadîr olan Allah’ım! Âlimlerimize mes’uliyet, Halkımıza ilim, Dindarlarımıza, din, Mü’minlerimize aydınlık, Aydınlarımıza iman, Tutucularımıza, kavrayış, Kavramışlarımıza, tutuculuk, Kadınlarımıza, bilinç, Erkeklerimize, şeref, şeref, Yaşlılarımıza, bilgi, Gençlerimize, asalet, Öğretmenlerimize inanç, Öğrencilerimize inanç, Uyuyanlarımıza, uyanıklık, Uyanıklarımıza, irâde, Muhafazakârlarımıza, hareket, Suskunlarımıza, feryâd, Yazarlarımıza, güvenirlilik, Sanatkârlarımıza, dert, Şâirlerimize, şuur, Araştırmacılarımıza, hedef, Tebliğlerimize, gerçek, Kıskançlarımıza, şifâ, Bencillerimize, insaf, Sevenlerimize, edeb, Mezheplerimize, vahdet, Halkımıza kendini bilme, Tüm milletimize, samimiyet, himmet, özveri, Kurtuluşa yaraşırlık ve izzet bağışla!’’ | Ali Şeriati Allah içimize ferahlık versin, yüreklerimizin damını daha da genişletsin dilerim. VaktVakt-i şerîfler hayr’olsun. * Eserde Farsca okunan beyitler; Îşem mudâm est ez lâ'l-i dilhâh Kârem be kâm est elhamdulillah Ey baht-ı baht- ı serkeş, tengeş be ber keş Geh câm-i câm -i zerkeş, geh lâ'l-i lâ'l-i dilhâh Mâ râ be rindî efsâne kerdend Pirân-ı Pirân- ı câhil, şeyhânşeyhân-i gümrâh Mâ şeyh u vâiz
kemter şinasîm Yâ câmcâm -i bâde yâ kısse kûtâh Türkcesi ile; Gönlümün istediği lâl dudaktan alıyorum hep murâdımı, İşlerim yolunda gidiyor, hamdolsun Allah'a. Serkeş bahtım, çek sevgilini belinden, Yaldızlı kadehi tut bazen, bazen lâl dudakta ara murâdını. Efsane oldu adımız rintlik yolunda, Cahil pirlerle sapık şeyhlerin parmağı var bunda. Az tanırız şeyh ile vaiz takımını, Ya kadeh ver ve r ya kes meseleyi, bitir. | HafızHafız-ı Şirazi
| başka
Benim ûdumun akordu düşüyor diye kendi ûdunu aylarca bana veren şirin bir hocam var, sâzın ardında; ''Bu akşam, affınıza mağruren biraz şeyim... Efkârlıyım ağbiler, efkârlı.'' yazıyor. Sadri Alışık'ın o mağrûr ifâdesi canlanıyor okuyunca gözlerimde. ''Efkâr iyi bir şey olsaydı sana bana bırakırlar mıydı hiç?!'' diyor. Bu gece, durduk yere basmasa idi içimi bir efkâr; bulutlar kaplamasa idi içimi; bu denli şiirler okumayacaktım, belki de buraya hiç uğramayacaktım. Bilirim ki özlemle yanan insanın öfke ö fke duyacağı ilk kişi tanrıdır. Eninde sonunda tanrıdan başka kimsesi kalmamış olan insan, gidenin yokluğunu başka unsurlarla kapatamayınca, kızar tanrıya. Sevdiğini kitaplarının arasına, üşümüş ağaçların yapraklarına, sağanak yağmurlara saklamışsa da… Sevenin sevdiğine yaptığı bir nazdır ayrıca bu. Bu yüzden, anılar vermiştir tanrı. Fakat, insanın beşer tarafındayız. Onlarla avunmayı değil, onlara bakıp hüzünlenmeyi biliriz. Ağlarız. Sitem ederiz. Kitaplığımızdan bir kitap seçeriz, bir çizginin şekil aldığı harfler arasında ararız gidenin yokluğunu. Şiir okuruz. Şarkı söyleriz. Şarkı söyleyip iyileşiriz. Zati şarkılar olmasa, yaşamak derdi boğardı bizi. . Kalpte delik açan bu film kesidi: Tarkovsky, The Mirror (1975)
sultan abdülaziz | hicâz sirto
Bugün, âni bir giriş ile 'bir insanı sevmek' üzerine konu açıldı. Sevdiğini insan nereden, ne şekil anlar deyu mevzu derinleşince söz sırası bana geldi, "Sohbetle başlar." dedim. Sonrası muhabbet oluyor, diyorsun ki: Ne güzel bakıyor, ne hoş düşünmüş, ne latîf hâlleri var; ben kendimi gülün dibinde buldum!.. diyorsun, yani. Muhabbetullah diye bir şey var neticede değil mi? Sohbette sevilenin sesi bile sevene bezm-i bezm- i elest'i çağrıştıran bir ifâde yerindedir. Hakîki bir sohbet, sohb et, muhabbet vuku bulsun yeter ki. Biz böyle gördük, böyle biliriz. Elhamdülillah. * * * Mahmut Peşteli Ağabeylerin, ''Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes...'' adlı ebrû çalışması ve ''Gönül hânem'' deyu mesken edindiği atölyesinin refakâti ile...
sedat anar | yak sinemi ateşlere / yaman dede
Sedat Anar’ın, ânın hâlceğizi ile evceğizinin en mahrem köşesinden bir dostu ve karındaşı ile kayda aldığı bir icrâ ile geldim bugün fakirhânelerinize ve gönülhânelerinize efendim. Kabûl buyurun. Neyzen Tevfik’ten Tevfik’ten tutun Yunus Emre’ye, EhlEhl -i Beyt’ten Kemâli Baba’ya kadar, ve sâir zâtların dizelerini besteleme yolunu tutmuş Sedat Anar, şimdi de Yaman Dede’nin ‘Yak Sinemi Ateşlere’ dizelerini özete bestelemiş. Ne de güzel eylemiş. Gani bir güzellik anlayışına sahip bu vefâ bilen adamın gönlü öyle geniş imiş ki SeyyâhSeyyâh-ı Avâre paylaşımı sonrasında bir albüm hediyesi ile mukabele etme durumu vuku
buldu. Bir sanatkârın, emek verip neredeyse evlâdı bildiği bir kaset ya da albümü hediye etmeye şahsı lâyık görmesi kadar ince başka bir anlayış olduğunu düşünmüyorum. Daha kıymetli ne olabilir? Kaale alması, bunun için mahçubiyetini belirtmesi, şükran sunup müteşekkir olduğunu di le getirmesi kadar alçakgönüllü, dikkate ve güzelliğe şayân bir durum bu zemânda zor karşılaşılır bir karşılaşılır bir mesele. Böylece bildim, Neyzen gibi gönlü der ki: ‘’Şimdiye kadar ben; gerek sâzımdan, gerek sözümden dünya menfaati temin etmek kahramanlığını gösteremedim.’’ Neyzen, burada aynı zaman sanatın amacını, sanatın ne durumda sanattan sayıldığını da ifâde ediyor. Zirâ sanat eseri kendiliği ile var değildir, kendine işâret etmez, bir şeye işâret eder. İşâret ettiği şey ise Mutlak Güzelliğin sahibidir. Amaç A maç O’dur. Bu sebeple derdimiz de odur ki: "Düşeli derdderd -i firâkın ile sevdâya mey'e, Müptelâyım, deliyim, sinmişim esrâresrâr-ı ney'e. Feleğin kahpe başında paralansın parası, Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye." | Neyzen Tevfik İşte sevgili Sedat Anar da bu anlayışa güzel bir örnek. Damla’sı ve santuru yamacından eksik olmaya… Ve sanat için, herkese bir miktar bu anlayıştan gerek. Dua yerine geçe de kabûl ola… * Şarkım bana dedi ki; ''Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma; Rûhumda yanan âteşe, nîrânıma bakma; Hiç sönmeyecek aşkıma, îmânıma bakma; Ağlatma da yak, hâlhâl -i perişânıma bakma. Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın; Âteşle yaşar, yaşla değil, yâresi aşkın; Yanmaktır, efendim, biricik çâresi aşkın; Ağlatma da yak, hâlhâl -i perişanıma bakma.'' | Yaman Dede, hattâ, Yanan Dede. Yanmada dermân buldu bu gönlüm, diyen Hacı Bayram Velî gibi; Evvelâ yanmak gerek, gerek, diyen Dede. Onlara rahmet, bizlere şifâ olsun.
|
Ocaktaki çayım demini alınca, 'et-tekraru 'et-tekraru ahsen velev kane yüz seksen' deyip Mesnevî'yi okumaya başladım. Gecenin hayr'ı içinde sabahın nûrunu bekler iken dem, çayın deme dem olduğu demdi. Farsca, meskeninin en şirîn ve latîf yerinde, mengene misillû kolları içinde meskûn kılmıştı artık beni. Okuyordum; ân geliyor duraksıyor ve parmaklarımı Farîsi kelimeler üzerinde gezdiriyordum. İçim uzakların türküsünü söylerken, ben belki de sadece bedenim ile mıhlı kalıyordum Mesnevî karşısında. Mesnevî'yi kendi dilinden dilinden okumaya meyletmiş şeydâ gönlün feyz'idir Farsca. Ardından bir şûri olur. Bin nûri olur. Ve dudaklar bir türküde düğümlenir; "Emşeb der ser şûri darem, Emşeb der deli nûri darem. Baz emşeb der ovje asemânem." -Asemânem... ✨ * Şarkım bana dedi ki: ''Bu ''B u gece başımda bir tutku var, Bu gece başımda bir nûr var. Yine bu gece göğün zirvesindeyim, bir sırrım oldu yıldızlarla. Bu gece tek başıma arzulu ve tutkuluyum, Sanki bu âlemden âl emden uzaktayım. Mutluluktan kanatlandım, göğe eriştim. Bir şarkısın, meleklerden ve hurilerden okuduğum. Göklerde kavga ediyorum, (Şarap) destisini döküyor, kadehi kırıyorum. Bu gece tek başıma arzulu ve tutkuluyum, Ayla ve Pervinle (Ülker Yıldızı) konuşuyorum. Ve ayın yüzeyinden kendi etkimi arıyorum. Geceleri can buluyorum... *** - Geceleri Geceleri can buluyorum... *** Şimdi şuraya çarpıcı bir şey yazmak istiyorum, aklıma bir şey gelmiyor. İyisi mi siz, işittiğiniz kadarını canınızın cananına cân eyleyin.
nilüfer örer | güldemim
Bazen, ancak çok acıkıldığında el uzatılan kuru bir bisküvi gibi hissedersin kendini. İstemsizce. Belki de sebepsizce. Mino'nun Siyah Gülü, ''... Hayâl kırıklığı insanı öldürmüyor. Yalnızca yaşama azmimiz bir parça eksiliyor; başka bir şey olmuyor. ...'' derken, tam bu esnâda hüzünler gelip, alnın çatına oturuyor. Bir Bir Eylül bereketi, kuruyan her bir dal ile, ardından gelen baharın güllerin kokusunu tekrar
getireceğini müjdelerken, can kırıkları bir Eylül'e bir de güle hârelenip diyor ki; ' 'Yapraklarla vedalaşın, dökülecekler.'' Güller demini almış, bu demde o dem ile hasretler burnun direğini sızlatmış, yapış yapış bir duygu yoğunluğu ile karşılanan Eylül, ''Ekmek gibi temiz, su gibi aydın.'' iken; efendim, bu gece mevzuu derin, geceleri uyuyamayanların yolundan çekilin. Revâdır.
deniz anlatıyor mu beni sana?
Size şimdi, ‘’Kırk yılda bir gibisin…’’ desem, neler gelir aklınıza? Onca kablo arasından zar zor ortaya çıkmış, ses dünyamızı kirleten günümüz gürültülerinden bir şarkı değil, değil mi? Yıllar yıllar önce, sanırım 2014 senesi, bir gün internette bir fotoğrafa denk gelmiştim. Gördüğüm ân, okuduğum cümle öylesi hoşuma gitmişti ki... İşte o fotoğrafa bugün ulaştım ve görseli şarkının sonuna ekledim. ‘’Kırk yılda bir gibisin’’, Antalya’da, A ntalya’da, Haşim İşcan Mahallesinde, Arık Caddesi üzerinde yer alan bi r çerçeve atölyesi, atölyesi, Sadık Usta’nın o eşsiz sanatını icrâ ettiği yer. Yıllar önce, ağabeyimiz, ne denli bir gönül yorgunluğu ile edivermişse o kelâmı... Epey hislenmiş olmalı doğrusu… ‘’Kırık yılda bir gibisin’’, güzelim bir Cezmi Ersöz kitabı bir de. Atölyenin fotoğrafını gördükten yıllar sonra bu kitabı edindim. Bir o kadar heves ile.... Tekin Yayınlarından çıkan ‘’Kırk yılda bir gibisin’’ adlı bu kitabın arka kapağında şunlar yazıyor: ‘’Biraz Sabahattin Ali’nin Al i’nin Kürk Mantolu Madonna’sıydın; biraz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’da anlattığı Nuran ve en çok da Nilgün Marmara’ydın. Ne yalan söylemeli; yine Tanpınar’ın Yaz Yağmuru Hikayesindeki o büyülü, o uçarı kadında da Sen’den çok izler vardı. Masum bir sevinç için ikbal yakan kadınlardandın Sen... Bir cinnetin bir karabasanın yaşandığı bu hayatta artık yoksun. İyi ki de yoksun diyorum; çünkü çok acı çekerdin. ... Ölümüne kadar, Sana olan aşkımı bir sır gibi saklayıp, bu aşka o derin merhametinle bağlandığın için sana minnettarım. Çok yalnızım ve seni çok çok özlüyorum… Sen, benim için; Kırk Yılda Bir Gibisin; Öy le eksik, öyle hazin, öyle paramparça…’’ Bu satırları okuduğum ân, Mudanya İskelesi’nde idim ve alabildiğine rüzgar çarpıyordu yüzüme. ''İnsan'' denen mefhumun, hem bir o kadar herkesten ayrı, şahsına münhasır, müstesna bir varlık; varlı k; hem de herkesle bir birkaç parça barındırıyor olmasına, aynılaşmış bir varlık olmasına hayret ettim. Cezmi Ersöz, olanca kitap yığını arasından bir sürü hikâye bulmuş ikbal yakan kadınından… Bu kitap, ‘’Sevdiğimi hissedince, bu dünyaya yabancı olduğumu bir kez daha anlıyorum.’’ derken, deniz dedim; sevdiğini hisseden gönlün bakıp gördüğü deniz; kimi, kimleri hatırlatmaz ki insana?
hayat devam ediyor...
Efendim bilirsiniz; yürekezmesi, gecenin yarısında en güzel katıktır kelâma. Gözlerin feri gitmiş iken, i ken, tavana diken diken batan göz bebeklerinde kundaklanır gözün yaşları. Marazın pembesine bürünen yanaklardan akar iken ılık ılık, "Bugün uyumayı hak edecek ne yaptım?"lı suallere cevap arar ar ar bir yandan. Sonra, rûhu etrafa savuran bir akıl ile dalga geçmeye başlar gönül. Her şeyin en doğrusunu bilenin her şeyi danıştığı bu her şeyi bilen yaman varlık, canınıza okur. Çabuk yıkılan bir nıfs ile tutunamazsınız bu hayatta, sağ kalamazsınız dostlarım. Hâl öyle olunca, göğüs kafesinizden kanatlanıp göğsünüzün göğünde uçan kuşları bir bir zehirler, atarsınız. Kalbin gıdıklanan köşelerini tıpkı bir kangrenli uzvu, bir uru gibi kesip atmak gibi. Ne zaman insan sevsem, kendi değerimi biçerim. Biçtikçe boy verir avuçlarımda başaklar. Göz yaşım ile sular, şefkatim ile gübrelerim. Hasat zamanı gelmeden de kimseye ses etmeden gider kuşlara varımı yoğumu yem ederim. Sonra, içimden uğurladığım kuşları zehirler, yine içime gömerim. Hep de unutur, canımın etine diken gibi
battıklarında fark ederim: Menbaı dert olan dünyaya sabır gerek. Dayanmak gerek. Yaprak değil rüzgar olmak gerek. Aklı önder kılmak, başına devşirmek gerek. Acıya sancıya ihata gerek. Hâle ve vakte şükür, her daim gerek. Kendinizden başka hiçbir eksiği olmayan size, bir siz gerek. Başkasızca, uğurlu kuşların göğsünüzün göğünde zehirlenmediği bir yalnızlıkla. ...ve kimsesizce, sizi size yettiren bir gönül ile. İşte böylesi çok güzel. * Hayat devam ediyor. Ne muazzam şey!
bir özlemin izdüşümü.
Bir psikolojik danışma oturumunda danışanım kısa süren bir sessizlik sonunda ellerini bacaklarının altında ezerek başını yerden kaldırıp, ''Ağlıyorum, çok ağlıyorum bazen.'' dedi ve ağlamaya başladı. Kendimi danışanın sorununda ve duygu hâlinde kaybetmeden davranmam gerekiyordu bu durumda. Ama o ân içimden sadece, sadece, ''Ben de...'' dedim, ''Ben de ağlıyorum, çok ağlıyorum bazen.'' Sonra kendimi toparlayıp, hazır derin duyguya inmiş iken, o alanda kalmasını ve ağlamasını söyledim, ağlarken o ân neler duyumsadığını, onda o ânda neler olup bittiğini anlatmasını istedim. Hiçbir şey söylemedi. Eve geldikten sonra içimin sıkıldığını hissettim. Ben de ağlıyordum, çok ağlıyordum bazen. Ve ben aynı durumda olsaydım, neler anlatırdım acaba dedim. Cevap basit tabi, neye ağlıyorsan ağ lıyorsan onu anlatırsın. Ama ya bir şeye ağlamayacak kadar iyi bir hayatın varlığına şükr'ediyorsan? ''Bu durumda sen ağlıyorsan, çok ağlıyorsan bazen, bu olsa olsa can sıkıntısıdır!'' dedim kendime. Varoluşçu terapist Irv. Yalom der ki, ''Kaygılanırız...'' Mükemmel bir hayatımız olsa da kaygılanırız. Varoluşsal Varoluşsa l nedenlerden dolayı kaygılanırız, ama yine kaygılanırız. Kaygılanırız oğlu kaygılanırız...kaygılanırız kızı kaygılanırız! diyor. Çünkü benlikte var olmanın getirdiği nörolojik olmayan ve tedavi gerektirmeyen bir sıkıntı vardır hep. Ölüm, yalıtım, özgürlük, hayatın anlamı. İşte şu 4 unsur, varoluşunuzdan kaynaklanan kaygılar. Hepsini anlıyorum, hepsine amennâ ama özgürlük ö zgürlük kısmını idrâkte güçlük çekiyorum. Şimdi siz, özgürlüğün nesi kaygı yaratsın demeyin. Yaratır. Özgürlüğün politik ya da sosyolojik yanı olumlu yönüdür. Bir de bunun karanlık yönü var ki kaygı buradan kaynaklanır. Seçim, sorumluluk, pişmanlık, arzu etme, karar verme gibi durumlar yüzünden insanda kaygı oluşur. Misal bir seçim yaparsın ya da yapmak zorunda kalırsın; ya da bir konuda karar vermen gerekir, bunların işte hep sorumluluklarını alman gerekir. John Gardener'ın Grendl adlı romanında yaşamla kafası karışmış kahraman, bir bilgeye danışır. Rahip de iki basit ifade, altı korkunç sözcük sarf eder: ''Her şey yok olur ve seçenekler dışlanır.'' Karar verince seçenekler dışlanır çünkü her evet için bir hayır olmalı. Değil mi? Hayatınız boyunca hiçbir şekilde yaşamadığınız bir deneyimi düşünün mesela. Bunun için evet ya da hayır demek ne kadar da sıkıntıya sokar sizi. Evet desen hoşlanmayacağın durumlar çıkabilir ortaya, riskli. Hayır desen hayatında ilk kez oturduğun yerde zangır zangır titrediğin bir etkenden belki de sonsuza dek yoksun kalacaksındır. Neticede hayat da her daim altın tepsi değil ki bize biteviye seçenekler sunsun... O yüzden, kararlar ka rarlar pahalıdır. Çünkü vazgeçmeyi gerektirir. Evet dedin mi hayır'dan, hayır dedin mi evet'den vazgeçersin en basiti. Bu bile kaygı yaratır. Burridan'ın aynı derecede güzel kokan iki saman arasında kalıp açlıktan ölen eşeği gibi… Ne komik değil mi? Karar vermek zordur çünkü sonluluk ve zeminsizlik bölgesine götürür sizi. Kaygıyla dolu bölgelerdir bunlar. Karar vermek sorumluluğu almayı, sorumluluk varoluşsal özgürlük kaygısını, kaygı iç sıkıntısını, iç sıkıntısı da doğal olarak ağlamaları doğuruyor. Doğal ama çok sinir bozucu. Şimdi ise Şükrü Erbaş, '‘’Benim en güzel düşlerim, içimde kaldı…’’ diyerek beni uçurumlara atıyor. Evet için belki hayır’dan, hayır için belki de evet’den vazgeçişin şiirini yazıyor. ''Hepsi...'' diyor, ‘’İki kaşım üzerinde bir ağrı…’’ Bir karar verme, görün hayatın altını üstüne nasıl getiriyor. İşte öyle getiriyor! ...O biçim. *** Eğri çizgiler dalgın İki kaşım üzerinde İki kaşım üzerinde bir ağrı Gözlerim yanıyor günlerdir Gözlerimde bir yangın. Bir yanım gündelik şeyler Evdir ekmektir Yaşadığım kaskatı; Bir yanım olmadık türküler söyler Yoldur özlemdir Benim en güzel düşlerim İçimde kaldı. Bir yerlerim eksiliyor günlerdir Bir yerlerim
eriyor Günlerdir başımda bir esrik bulut Ben süt mavilerde umarken günü Aykırı sularda akşam oluyor. oluyor. | Şükrü Erbaş İcrâ: Mehtap Meral *** Gecemin duası olsun, Allah’ım, kimsenin düşlerine zeval vermesin. Amin.
hoşluk senin yüreğinde...
Ömer Lütfi Mete. 2008 yılında y ılında fâni âlemden bâki âleme, rahmeti rahmana yürümüş güzel insan… Doğru konuşan, ve öyle sanıyorum ki büyük ihtimalle doğru yaşayan biriydi. ‘’Uçurumun kenarındayım Hızır, bir gamzelik rüzgar yetecek, ha itti beni ha itecek.’’ diyerek vefat etti. 1998 yılında başlayan Deli Yürek dizisi ile ta o yıllarda Mesnevi'yi Kuşçu’nun ağzından televizyona aktaran, bizim gibi cahillerin kulağına biraz güzel şeyler duyuran şâir, yazardı. Ömer Lütfi Mete, âleme Hakk nazarı ile bakmış, bu bakışı da şiir eylemiş, ömrümüze katıvermiş bir şâir ki hepimizin çıkaracağı çok ders olduğunu düşünüyorum bu sözlerden. Eşyâya bakışın Müslümancasını şiirlemiş Ömer Lütfi Mete... Âlemi âşk ile seyret, sen güzeli göremiyor isen bu âlemde, eksiklik senin yüreğinde, boşluk bo şluk daa hoşluk da senin yüreğinde diyor. AhsenAhsen -i Takvim üzre yaratılan Âdem’i 'Bir bakımlı saray' ifâdesi ile dile di le getirip, Âdem’in nasıl adem (hiçlik) olduğunu, yani, ‘hiç’ olduğunu, bunun da yine müsebbibinin insanın kendisi olduğunu söyleyip, ‘’Loşluk senin yüreğinde…’’ diyor. Ne de manidar sesleniş ki, şu çevrene bir Hakk nazarı ile bak, zirâ bir şen fıkradır bu koca evren, başlığı da sensin diyor. Okumayı bir denesek… Baştan sona, ‘’Tefekkür’’ dediğimiz mefhumu damıtmış Ömer Lütfi Mete dizelerine. Kâinata ve eşyaya Müslümanca bakmanın, bakışların en iyi niyetli, en güzel olanı olduğunu anlatmış. Şuurlu bir bakışın, bakışların aliyyü'l al iyyü'l âlâsı olduğunu vurgulamış. Tefekkür, şuurlu bir bakış demeye varmış. Demiş de… Bu vakte kadar sezdirdiğiniz hoşl bakışınıza, hoş zannınıza şifâ ve bir armağan olsun diyorum o hâlde efendim ben de. Dersimiz bol olsun, vakt-i vakt- i şerifler hayr’olsun ahâli. * Güzel dolu, âlem dolu, Havva dolu, Âdem dolu, Her yer dolu, her dem dolu, -Boşluk - Boşluk senin yüreğinde. Sen bir bakımlı saraydın, Nicedir bakmaktan caydın, Gündüz aydın, gece aydın, -Loşluk senin yüreğinde. Yazıyla örülü çevren, Okumayı bir denesen; Şen fıkradır koca evren; -Başlık senin yüreğinde. Biraz tüyce, biraz külçe, Ayağını sürçe sürçe, Uçacaksın küçük serçe, -Kuşluk senin yüreğinde. Uçar gider gam kasvet, Aşk ile bir kere seyret, Enginden gelecek davet, -Hoşluk senin yüreğinde. | Ömer Öm er Lütfi Mete *
evanthia reboutsika | carousee
Siz hiç yaptınız mı bilmem ama ben; metroların, tren garlarının bekleme salonlarında, peronlarında oturup saatlerce insanları izlemeyi, perona inmeden elime bir bayiden tutuşturduğum gazete ya da dergiyi ya da çantamda gezdirdiğim kitabımı orada okumayı çok ço k seviyorum. Durmadan akan zaman, durmadan akan bir insan kalabalığı, duranduran-akan vagonlar… İnsanların farkına bile varmadan dalıp gittikleri hayat meşgaleleri, bir yerlere yetişme çabaları, ç abaları, şehrin insanı ne denli kendine çektiğini ç ektiğini gösteren, benimse bir nef es, es, bir soluk aldığım metro istasyonları… Hızla geçen trenin dalgalandırdığı eteğim, yaprağını kabarttığı kitabım, yüzüme vuran tatlı serinlik ve şehrin insanları… Şehir metrolarının, garların, istasyonların, peronların yazarlara da ilham verdiği kanaatindeyim kanaatindeyim üstelik. Manguel’in, Okuma Günlüğü kitabında; ‘’Bir keresinde, Paris metrosunda oturmuş o kurken, bildik, 'Rahatsız ettiğim için özür dilerim vs vs...' yalvarışını tekrarlayarak vagon vagon dolaşan bir dilenci, birden dilenciliğini haklı gösteren gazeteyi yere fırlattı ve şöyle bağırdı bize: 'Bana bakın! Sizden
istediğim tek şey bana bakmanız! Ben de bir insanım, Allah aşkına! Bana bakın, o kalın paltolarınızın palto larınızın içinde, hepiniz benim gibisiniz!’’ satırlarını okurken, tam da Bursa metrosundaydım ve karşımda karşım da dibine oturduğu duvara başını yaslamış bir evsiz duruyordu. Başımı kaldırıp, nezaketle gülümsedim ona. İşte dedim, belki de tam da bu yüzden okuyoruz. Karanlıklarımızdan sıyrılmak, aydınlanmak ve topraktan başımızı bir nebze de olsa ışığa çıkarmak, gülümsemek, gülümsetmek ve insanı insanî sevebilmek için… İşte tam da burada, Umberto Eco, çok çok güzel ifadelerle çıkıyor karşımıza, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın kitabından; "Yirmi beş yıl önce bir gün, Hotel-de-Ville Hotel -de-Ville istasyonundan metroya indim. Peronda bir bank, bankın üzerinde bir adam vardı, yanına dört beş kitap koymuştu. Okuyordu. Metro vagonları birer birer geçip gitti. Kitaplardan başka bir şeyle ilgilenmeyen o adama baktım ve biraz oyalanmaya karar verdim. İlgimi çekmişti. Sonunda yanına gittim ve kısa bir sohbet geçti aramızda. Orada ne yaptığını sordum ona nazikçe. Her sabah sekiz buçukta gelip öğlen on ikiye kadar kaldığını söyledi. On ikide çıkar, bir saatliğine yemeğe gidermiş. Sonra yerine döner ve akşam altıya kadar bankında otururmuş. Konuşmasını hiç unutamadığım şu kelimelerle bitirdi: ‘Okuyorum, hayatta bundan başka hiçbir şey yapmadım hiç.’ Yanından ayrıldım zira zamanını boşa harcıyormuşum gibime geldi. g eldi. Niye metro? Çünkü bir şey yiyip içmeden iç meden bütün gün kahvede oturamazdı ve şüphesiz kendine böyle bir lüks l üks sunacak durumu yoktu. Metro parasızdı, sıcaktı, insanların gidip gelmesinden hiç rahatsız olmuyordu. O zaman düşünmüştüm, hâlâ da düşünürüm, o adam ideal bir okur o kur muydu, yoksa hepten sapıtmış bir okur muydu m uydu diye." Ben de naçizane naçizane derim ki, sizler de bir gün, şehrinizin en kalabalık metro istasyonun peronunda, bekleme koltuklarına oturun, oturun ve geçen vagonlara, akan saate ve şehrin insanlarına aldırmadan: Sadece okuyun.
kâdir mevlâm
Sarayın incisi; Dürrüşehvar Sultan. Ya da, Hatice Hayriye Ayşe Dürrüşehvar Sultan (26 Ocak 19141914 - 7 Şubat 2006). Son Osmanlı halifesi II. Abdülmecid'in kızı, Berar Prensi Navab Azam Şah'ın eşi. Osmanlı sultanlarına dair kitaplar ve mecmualar arasında kaybolduğum şu günlerde her biri ayrı bir hikâye, ayrı bir örnek iken, Dürrüşehvar Sultan, ismi ile müsemma, şahlara yakışır nitelikte bir inci tanesi gibi çıktı yine karşıma. Güzelliği, zarafeti ile dikilirken karşımda, gördüğüm her resminde gözlerinde hüzün, yüzünde yüzünde keder, gönlünde can kırıklar var. v ar. Sebebini anlamakta ise gecikmiyoruz. Niye mi? Dürrüşehvar Sultan 1948’de “Doğan” isimli bir bi r kitap yayınlamış. Haydarabad’da basılan, son derece nâdir olan ve hattâ adına bugün kütüphane kataloglarında bile rastlanmayan kitapta Sultan’ın Hilâfetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 gecesi yaşadıklarını da anlattığı anılar yer alıyor. Şimdi, şu resimde gördüğünüz kadın, güzeller güzeli Sultan, sürgünden doğan hüznünü şöyle dile getiriyor ve dedesi Fatih Sultan Mehmet’e şöyle sesleniyor: ‘’Evet nereye? Belki umulmaz bir felâkete, belki gurbette geçecek cefâkâr, elemli günlere doğru! İşte bu ânî darbe ile bütün ümidlerim yıkılmış ve saadetin parlak ışıkları sönmüştü. Hemen kalktım ve acele ile giyindim; sonra koşarak merdivenlerden çıktım ve pederimin dairesini geçerek büyük sofaya vâsıl oldum (ulaştım) fakat önümdeki manzara o kadar fecî idi ki, artık dayanamadım ve karanlık bir köşeye çekilerek o felâketli günlerin hâtıralarını gözyaşlarıyla silmeye çalıştım. … Gitmeden evvel pederim başmabeyincinin odasında sabah namazını kıldı ve ben de emîndim ki yine milletinin ve memleketinin bahtiyâr olması için dua etmişti. ... Arkamızda yedi asırdan beri pâyidâr olan Osmanlı ailesinin sönmüş ocağını ve Türk Tarihi’ni şanla dolduran dâhîlerin dâhîlerin tahtını sahipsiz bırakarak, ecdâdımızın sevgili yurduna vedâ ettik. ... Nihayet otomobillere bindik. Gecenin karanlığında pek çok heybetli şekiller görüyorum zannettim ve sanki onların arasından korkunç zulmeti aydınlatan azametli bir cisim bize yaklaştı! Artık dayanamadım ve, ‘Ey büyük Fatih!’ dedim. ‘Bak, şâheserin kimlerin elinde kaldı! Onun yegâne muhafızı senin asîl âileni
istemiyorlar! Senin hafîdliğine (neslinden gelmeye, torunun olmaya) bibi-hakkın (hakkıyla) lâyık olan Halife’yi memleketinden atıyorlar! Hizmetini reddederek, vatan aşkıyla dolu olan kalbini çiğnediler! Milletinin şimdiye kadar lekesiz kalan ismini kirlettiler. Türk neslinin asâletini ortaya çıkaran Âl-i Âl -i Osman eski yurdunun sevgili kucağından atıldı’. ... Türkler’in güzel yuvası yavaş yavaş uyanırken, biz de İstanbul’dan uzaklaşıyorduk. ... Memleketten son bir hâtıra olmak o lmak üzere yerden bir çakıl taşı aldım. Vatanımın bu mini mini parçasını kalbimin üzerine bastırarak düşündüm. Evet benim kederli günlerimde yegâne tesellîm bu olacaktı. Kim bilir hasretli anlarımda bu hâreli taşa bakarak, güzel şehrimin resmini, yedi asır sonra yıkılan muazzez ocağın harabelerini ve küçüklüğüm geçen sevgili bir yuvayı görecektim.’’ 07 Şubat 2006 yılında, 92 yaşında Londra’da vefaat eder Dürrüşehvar Sultan. Sultan . Bana ise her daim, Kalenderi tarafından yorumlanmış, beste ve g üftesi Ali Ufkî’ye ait olan bu nefes Dürrüşehvar’ın o ömürlük hüzünlü bakışlarını, kırık gönlünü hatırlatır: "Kâdir Allah kalem çekmiş sana iki kaş yerine, Gice gündüz gözimizden kan dökülür yaş yerine. Dertli Ali gördi savaş, kesilmişdir nice bin baş, Ben öldükden sonra bir taş kalmasun bir taş yerine."
sedat anar | seyyah-ı seyyah- ı avâre [ a'mâka'mâk-ı hayal
Haydi gelin bu mübarek vakitlerde, tasavvuf ile idrâk sınırlarımızı biraz zorlayalım. A’mâkA’mâk -ı Hayal… 9 gün, 6 hayal ile beşer yanımıza seslenen; Raci’nin başından geçen bir seyir hâli, Hayalin Derinlikleri… Bugüne kadar çizgi romanlarından tutun, sesli kitaplara kadar düzenlemesi yapılmış, sahneye uyarlanmış, defalarca elden geçmiş, geçirilmiş bir eser. Müellifi, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi. Merakımı celbeden yanı ise bu kitabın bunca elden geçirilmesine rağmen, kaç kişinin Raci ve Aynalı Baba ile bahsi geçen o hayallere dalabildiği, hayalin pınarlarına inebildiği, derûni hislere uzanabildiği… Sevgili Sedat Anar, bir Damla’sı bir de Santur’u olan, güzel bir adam. Gördüm ki bu şâhlara lâyık kitaba, herkesten hallice gönül vermeyi başarabilmiş. Aynalı Baba neyini üflemeye başladığı, Raci de bu âlemden türlü âlemlere sey’re daldığı vakit, Aynalı Baba’nın dilinden dökülen kelîmeleri bestelemiş de ömrümüze katıvermiş. Sanatının, anlayışının ve idrâkinin varlığına müteşekkiriz. Gani bir muhabbet anlayışı doğrusu… Bu sâyede ben diyeyim bu besteleri dinlerken bir seyirdir dalıyorum, siz deyin Raci gibi bir serhoşluk hâline geçiveriyorum. Her şeyden önce, didaktik bir hüzün yüklüyor kalbe. Masaldan hikmete, hayalden hayrete, varlıktan yokluğa uzanan nice hayaller... İnsanın bu dünyadaki hakikat endişesi… ‘’Oldum!’’ deme gayesi, arzusu ve isteği… Tüm bunlar evvelâ varlığı anlamaktan, bunu anlamak da mecburen yokluktan geçiyor. geçiyor . Bu sebeple kitabın ilk sayfalarında geçen bir iktibas ki şöyle diyor: * * * -Bu âlemde her ne varsa benim sıfatımdır. Ben olmasam, bir şey olmazdı. Ben hepim yahud hiçim, ben hiçim yahud ya hud hepim. Zaten hiç ile hep ayn-ı ayn- ı vahid, şey-i şey -i vahiddir! Lâkin cehl-i cehl-i fark bir şeyi iki adla yâd ediyor! Mebâhisin âtîsi de buna kıyas edilsin. Müteaccib oldum, bilâ-irade bilâ-irade söze karıştım: -Acaba varla yok müsavi olur mu? Mesela ben şimdi varım, yarın yok olacağım. Bu iki hâlarasında fark yok mu? dedim. Deli başını çevirdi, kahkahayı bıraktı. -Vay sen varsın ha! dedi. ACABA VAR MISIN?.. * * * * * * Sözleri: "Yürü, ey seyyah-ı seyyah- ı âvare yürü, durma yürü! Koymasın râhrâh-ı visalden seni ezyâkezyâk -ı misâl. Bu bedâyi, bu letâif, l etâif, neme rüya ve hayâl, Yürü, ey zâir-i bîçare yürü, durma yürü! Yürü ki, nüzhet-i nüzhet- i vuslatta teali göresin, Yürü, aslında fena bul, budur etvâretvâr -ı kemâl. Yürü, alâyişi terk et içersin ke's-i ke's-i visâl, Yürü ki, saha-i saha-i hiçîde tecelli göresin!" Sadeleştirilmiş S adeleştirilmiş metin: "Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemâlin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah'a All ah'a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin." Beste ve icrâ: Sedat Anar Fikrinize şifâ diliyorum efendim. VaktVakt -i şerifler hayr’olsun. hayr’olsun.
lizeta kalimeri | salomi Σαλώμη
Bir bünye; rûh değil, beden. ...ve şurada, daha önce belki de defalarca işitmiş olduğunuz bir şarkı... Ya da şarkıya dair bir beden ile rûh... Bir bünyedeki olanca kansızlık ve hastalıkla, hâlâ yaz mevsimini getiremeyen bir bünye; şifâ olsun diye sıcak salebin dibini kaşıklamaya çalışırken, ele geçen piyano notalarının hayata geçemeyip elde sadece bir müsvedde olarak kalmasına hayıflanır. ''Ukde'' dedikleri şey, işte tam da budur. Ne kemanın yayı gerilir ne piyanonun tuşu dile tuşu dile gelir. Dilin de dönmez, Salomi ne çalınır ne de söylenir. Fakat kim bilir? Belki de sadece anlamak istediğim gibi anladığım için bunca güzeldir Salomi...
muhayyer-kürdî muhayyer-kürdî şarkı | bir kızıl goncaya benzer
Bir eserin güftekârından ziyâde, bestesinin sahibinin bu notaları notala rı bu ezgiye hangi hâl üzere yazmış olduğu benim ilgilimi her daim daha fazla cezbetmiştir. Öyle ki, Melek Hiç Hanımefendiler pek güzel yazmış güfteyi; sözlerinin güzelliğini öpüp başımıza koyuyoruz. Fakat dediğim gibi, ne zaman bu ezginin ezginin etüdüne başlasam, hep gözlerimin önüne Amir Ateş Beylerin bir yandan enstrümanına dokunup, bir yandan ''Fa-mi-re-laa...Yok ''Fa-mi-re-laa...Yok yok olmadı, fa-mi-re-do...evvet!'' fa-mi-re-do...evvet!'' deyip, hemen porteye notaları karaladığı, sonra baştan alıp tekrar ezgiyi oluşturduğu vs gelirdi. gelirdi . Hatta öyle ki, bunu düşünmekten kendimi alamazdım. Muhabbet böyle bir şey olsa gerek, neyse. Ûdî talebelerin genelde 1 yıl sonunda baştan sona çalabildikleri ilk ezgi, 'Bir kızıl goncaya benzer dudağın' olur. Çalamasa bile neredeyse zorla çaldırılır. Kilit taşıdır t aşıdır bu eser sanki. Neden bilmem... Bu yüzden çok önceleri, eserin Amir Ateş Beyler tarafından ûd ile bestelendiğini sandım hep, makamın elverdiği genişlikte ve ölçüde tabii, fakat öyle değilmiş. İşittiğim kadarı ile, Amir Ateş Beyler bu ezgiyi bir bebeği ağlamasın diye oyalarken bestelemiş. Yaklaşık 3535 -40 yıl kadar önce 1 yaşlarında olan küçük Mehmet, elektrikler kesilince karanlıktan korkar ve ağlamaya başlar. Amir Ateş de çocuklara pek düşkündür, sabinin ağlamasına dayanamaz ve o esnada Mehmet ağlamasın diye piyanonun başına geçer. Kendi deyimi ile, ''Mehmet'i görünce karanlıkta, onun o gülüşünü gonca halini düşünerek...'' dokunur piyanonun tuşlarına. TRT de, 2 hafta kadar önce güfteyi bestelemesi için Amir Beye vermiştir, güfte de aklında iken Mehmet'e Mehmet'e piyanoyu çalmaya başlar; ''Bir kızıl goncaya benzer dudağın; sol-la-la-la, sol -la-la-la, sol-la-si-si-la ... mi-fa-sol-mi-fa...'' mi-fa-sol-mi-fa...'' derken küçük Mehmet susar, beste de böylece o an ortaya çıkar. Ardından Amir Bey besteyi TRT'ye gönderir, beklemediği bir etki yaratır ezgi. Herkes tarafından söylenir, herkes tarafından beğenilir. TRT, 100 değerli eseri arasına alır eseri. Ardından 6 yıl kadar önce bir gün bulunduğu bir programda bir telefon bağlantısı ile öğrenir ki arayan Melek Hiç Hanımefendilerin yeğenidir, teyzesi bu güfteyi Hz Muhammed (sav) için iç in yazmıştır. ve Amir Ateş, ''Ben bu eserin bu kadar bereketli olmasını 35 yıl yı l düşündüm, bulamadım. Ama tüm mânâ ve düşünce şimdi yerine oturdu, nedeni nihâyet ortaya çıktı.'' der. Hülâsa, Arap şâiri der ya; ''El mânâ fi bat'nî şâir.'' Yani, şiirin mânâsı her zaman sanatçının gönlünde saklıdır, gizlidir. Biz ise yalnızca onu sezeriz. Ve bir eser ne kadar çok hisse hitab ediyorsa o kadar değerlidir. İşte o misal. Bu sanat eserleri, böyle güzel eserler sanatçılarının bu eserleri oluştururken dokundukları yaşantılar ile güzel. Sonra gel de düşünme Amir Beyleri o piyano başında. Gel de düşünme küçük Mehmet'in o gül güzel yüzünü. Gel de hissetme
Melek Hanımefendilerin bu eseri yazarken hissettiklerini. Gel de düşünme tekne başında Ma hmut Peşteli Ağabeyleri, ebrûzenleri... Sanat ve sanatçı diyorum. İyi ki var.
kalenderi | kayadan indim bugün
Mayıs ayının ilk günlerinde bir öğle üzeri Ortaköy'den başladık yürümeye. Güneş solgun turuncu gökyüzü uçuk mavi, deniz çırpıntılı lacivert, Boğaziçi’nin iki yakası erguvan rengindeydi. Denizin tarafındaki kaldırımda yan yana yürüyorduk. Ben denize bakıyordum. Dalgalar sahildeki tekneleri yavaşça sallıyordu. Saçlarım uzun olsaydı onlar da rüzgarda sallanacaktı. Bebek Koyu’na geldiğimizde elimi tutmak tutmak istedi. Önce elimi çektim, sonra elini tuttum. Ele ele Emirgan Korusu’na geldiğimizde bizi laler karşıladı. Boğaz’ı gören bir banka oturduk. Yan yana... Konuşmuyorduk. Denize bakıyorduk. Kendini bana yaklaştırdı. Elini omzuma attı. - “Benimle evlenir misin?..” dedi. Şaşırmıştım. Yanaklarımın kızardığını biliyordum. Yüzüne bakmadan, -“Anneme sormalıyım...” dedim. Omzumu hafifçe okşadı. Akşam anneme gelip olanları anlatınca; anlatı nca; “Babana danışmalıyım...” dedi. Beş sene olmuştu annemle babam ayrılalı. Babam, ikinci annem Yıldız Moran’la evliydi. O akşam babam, annemin Caddebostan’daki evine geldi. Sofrada babamla karşılıklı oturduk. Annem ise başa oturdu. Önce yemek yedik. Sonra annem konuyu açtı. Sordu... Benim yanaklarım yine kızarmıştı. Cevabını bekliyordum ama vermiyordu. - “Benim şiir kitaplarım nerde?..” diye sordu. Annem A nnem kitapları sofraya getirdi. Babam, tabağını kenara itti. Rakı bardağını kitaplardan uzaklaştırdı. Sayfaları karıştırmaya başladı. Şiirle cevap vereceğini anlamıştım. ... Makaralı teybi, sehpanın üzerine koyup düğmesine bastım. Şiirlerini sesi ile oynayarak bazen yavaş, bazen hızlı, bazen fısıldar gibi, bazen bağırır gibi okudu.. Hiç ara vermeden okuyordu şiirlerini. Gece uzun sürdü.Vakit bir hayli geç olmuştu. Kitaplarını kapattı, yerinden kalktı, kitapları rafa koydu, bizlere “Hoşçakalın” diyerek gitti. Bunlar, erguvanların İstanbul’u kuşattığı 1966 yılının Mayıs ayında yaşandı. Şimdi yine Mayıs ayındayız. Aradan 46 (şimdi 51) yıl geçti. İstanbul, yine Erguvan renginde... Düşünmeden bastığım o teybin düğmesiyle babam Özdemir Asaf’ın sesini kaydetmiş olmamın ne kadar önemli olduğunu çok sonraları anladım. GİDEN isimli şiirinde; “Geçen yaşadığındır, yaşarken anlamadan. Kalan bir gerçektir belki...” der. Yaşadığını anlamanın bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim. Bodrum’da bahçedeki erguvan ağacına bakarak yazıyorum bu yazıyı. Çiçekler döküldü sadece yaprakları kaldı. Bir sene beklemem gerekecek çiçeklerini görebilmem için. Seneye mayıs ayında kavuşmak üzere Erguvan Ağacı... * * * Özdemir Asaf ’ın, ’ın, kızı Seda Arun’un evleneceğini babasına haber verdiği ve onun onayını beklediği akşam saatinde yaşadıklarını yazdığı satırlar bunlar. Özdemir Asaf’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ''Sen bana Bakma, Ben Senin Baktığın yönde Olurum...'' isimli kitabından. Ünlü şairin o gece orada evleneceğini duyduğu kızına kendi sesinden okuduğu şiirlerin yer aldığı CD ile birlikte satılıyor bu kitabı. Özdemir Asaf gibi bir babanın, kızının evlendiğini öğrendiği gün, şiir kitaplarını masaya dizip ona şiirlerle cevap vermesi çok dokunaklı geldi bana. Ne muazzam... Ne hisli insanlar var! Kitabı okurken, yine bir mayıs günüydü ve... aklıma şiirler yürüdü yine. Boşuna mı diyor, Hasan Hüseyin Korkmazgil; "Gördüm babaların ağlamasını; dalları düğüm düğüm, gövdesi kahve falı, bir falı, bir zeytin ağacını köklemek var ya; sökmek var ya sarp yamaçtan ardıcı, kazma vurmak, beş yüz yıllık meşeye, acısı duymak var ya kopmanın? babaların ağlaması işte o, babaların ağlaması öyle zor." diye. Babalar, kuş misali güvercinlerine mi yansın, yoksa ardından; ''Ben yârime gül demem, Gülün ömrü az olur.'' dedikleri cennet, ahiret arkadaşlarına mı bilmem. Babalar... İyi ki onlara emanetiz. Celâli ve cemâli bir babada cem eden Allah'a ve bizi seven ve başkasına sevdiren Allah'a ve ''Ol!'' deyince her şeyi olduran ve babayı da olduran, babayı var eden Allah'a; şükürler olsun. Geceniz hayırla kalsın efendim.
geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok
Rûhun, ciğerden kamışa aktığı; bir nefesin makam makam, perde perde ses olduğu şu Ney sâdası ile başlayıp, rahmetli ûdî Yorgo Bacanos'un Sabâ Oyun Havası eseri ile harmanlanmış bu kayıt için istedim ki Mesnevî'den ve Ney'den bir miktar bahsedelim. ''18 Beyti Dinle'' adlı kitaptan, birkaç iktibas: Bir menkîbede, Hz. Peygamber'in Miraç'tan döndükten sonra bazı sırları Hz. Ali'ye aktardığı ve kimseye anlatmaması istediği anlatılır. Hz. Ali bunu insanlara anlatmaz ancak kör kuyuya gidip anlatır. Kuyudan sular yükselir ve sazlık olur. o lur. Burada yetişen sazları kesen çobanlar, kesip kaval ka val yapar. Çıkan sesi duyanlar, duyanlar, "Miracın sırrını ifşâ ettin yâ Ali!" derler. * Ney'in üzerindeki 7 delik, insaninsan -ı kâmil olabilmek için aşılması gereken 7 nefis mertebesine karşılıktır. * Ney, 9 boğumdur. İnsan da 9 ayda meydana gelmiştir. Gırtlağında 9 boğum vardır. Bedeni de 9 katmandır. * Mesnevi, 20 bin küsur beyit ihtiva eder. İlk 18 beyti bizzat Mevlâna Hazretleri kaleme almıştır. Mevlevi büyükleri ebcet hesabına göre 18'in, "Hayy" esmâsına karşılık geldiğini söylerler. Aynı zamanda 18 bin aleme işaret eder. Yazarın, Mesnevî'nin ilk 18 beytine dikkat çekmesi, elbette tesadüf değil. Zirâ, ilk beyit itibari ile görüldüğü gibi: 1. '' '' Bişnev in ney çün hikâyet mîküned Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned Dinle, bu ney neler hikâyet eder, Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder. * Devamı ise, salt tercüme hâli ile; 2. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan, Erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir. 3. İştiyâk derdini şerhedebilmem için, Ayrılık acılarıyle şerha şerhâ olmuş bir kalb isterim. 4. Aslından vatanından uzaklaşmış olan kimse, Orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar. 5. Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Bedhâl (kötü huylu) o lanlarla da, hoşhâl (iyi huylu) olanlarla da düşüp kalktım. 6. Herkes kendi anlayışına anlayışı na göre benim yârim oldu. İçimdeki esrârı araştırmadı. 7. Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nûr, her kulakda onu işitecek kudret yoktur. 8. Beden ruhdan, ruh bedenden gizli değildir. Lâkin herkesin rûhu görmesine ruhsat yoktur. yo ktur. 9. Şu neyin sesi âteşdir; havâ değildir. Her kimde bu âteş yoksa, o kimse yok olsun. 10. 10 . Neydeki âteş ile meydeki kabarış, Hep âşk eseridir. 11. Ney, yârinden ayrılmış olanın arkadaşıdır. onun makam perdeleri, Bizim nûrânî ve zulmânî perdelerimizi -yânî, vuslata mânî olan perdelerimizi- yırtmıştır. 12. Ney gibi hem zehir, hem panzehir; Hem demsâz, hem müştâk bir şeyi kim görmüştür. 13. 1 3. Ney, kanlı bir yoldan yo ldan bahseder, Mecnûnâne aşkları hikâye eder. 14. Dile kulakdan başka müşteri olmadığı gibi, Mâneviyâtı idrâk etmeye de bîhûş olandan başka mahrem yoktur. 15. Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrûmiyyetten ve ayrılıktan hâssıl olan ateşlerle arkadaş oldu –yânî, ateşlerle, yanmalarla geçti. 16. Günler geçip gittiyse varsın geçsin. geçsin. Ey pâk ve mübârek olan insân-ı insân- ı kâmil; hemen sen vâr ol! 17. Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasibsiz olanın da rızkı gecikti. 18. Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü sö zü kısa kesmek gerektir vesselâm. Artık Artık bunun üzerine, fazla kelâm ederek edeb sınırlarını zorlamadan, zeytûnî göğün altından a ltından selâm ederim ahâli; vaktvakt -i şerifler hayr olsun! SÂZ SANATÇILARI Kanun: Turgut Özüfler Ney: Ali Tüfekçi Ûd: Gürcan Yaman Viola: Hasan Şavlı Ses Sanatçısı: Murat Necipoğlu Kayıtta okunan gazel, Recaîzâde Mahmud Ekrem'e ait: ''Gül hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok. Derdnâk olmuş hezârhezâr-ı nağmekârın şevki yok. Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok. Âh eder, inler nesîm-i nesîm -i bî-karârın bî-karârın şevki yok. Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!''
melahat pars | ben gamlı hazan
Kaç eski kayıt, kaç beste değdi bu değin kulaklarımıza bilmem ama bu denli naif olanına denk gelmemiş olduğumuza eminim efendim. Ve bu işittiğim, biliyorum ki, sadece bir eski zamân şarkısı değildir. Zaten bu güzel eser en başta, şarkı değildir. Ağır Aksak usûlde bestelenmiş, Hicâz bir bestedir. Şarkının bestecisi ve icrâcısı Melahat Pars P ars Hanımefendi, güftekârı Sıtkı Argınbaş'tan mûsıkî dersleri almaktadır. Gel zaman git zaman, birlikte geçirdikleri vakitler arttıkça Melahat Hanım'ın gönlü Sıtkı Bey'e doğru kayıverir. Gün gelir, Sıtkı Bey bu ilginin farkına varır. Ve aradaki mevhum yaş farkının bu sevdâyı imkansız kıldığını yazdığı şu dizelerle dile getirir: "Ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de vazgeç. Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç. Olmaz meleğim böyle bir âşk, bende vakit geç, Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç." Netice itibariyle Melahat Hanım aşkına karşılık bulamaz. Fakat ilginçtir ki güfte, Melahat Hanımlar tarafından bestelenmiş ve plak üzerine kaydı yine Melahat Pars Hanımefendilerin icrâsı ile olmuştur. Sene 1948... O zaman da âşk üzre dönüyormuş dünyâ, desek, yeridir. * Melahat Pars, Bülent Ersoy ve Emel Sayın gibi sanatçıların üstadlarından. Aynı zamanda bestekâr bestekâr ve mûsıkî eğitmeni. Aynı zamanda ûdîdir.
kalenderi | seher vakti
Bir güzel ezgi... Tanbûr'un ağladığı, bendirin şahlandığı, sevilen ve sevdiren; sevene sevdiğini bildiren, gönlü bir hoş ve cûş eden... Bunları düşünürken, tam da Âşık Veysel, ''Bir seher vaktinde...'' diye başlayıp, ''Bu sevda başından irılmaz dedi, Aşkın deryaları durulmaz dedi, Her güzele meyil m eyil verilmez dedi, Bir baktı yüzüme; güldü gizlendi.'' demişken, aklıma Nizar Kabbani'nin dizeleri geldi. Dünden beri defaatle okuyorum. Sonra içimden dedim ki, şunu şarkı yapsalar da okunsa, gazel diye kulaklara çalınsa keşke. Tüm güzelliği ve sadeliği ile, şiir şöyle: ''aşkına müteşekkirim o benim son mucizem mucizeler çağı geçtikten sonra teşekkürler aşkına.. o bana öğretti okumayı, yazmayı o donattı beni sözlerin en güzeliyle aşkın bir anda sildi bütün kadınları hayatımdan yok etti en güzel anılarımı.. teşekkürler.. ta derinden ey kutsal kitaplardan çıkıp gelen teşekkürler beline rüyalarımda gördüğüm, hayalini kurduğum defterlerimin ve günlüklerimin arasına bir serçe kuşu gibi gizlice giriveren yüzüne teşekkürler.. teşekkürler şiirlerimde yaşadığın için teşekkürler.. bütün parmaklarımda oturduğun için teşekkürler.. hayatımda olduğun için.. teşekkürler aşkına bütün insanlardan ö nce bana verdi mü jde, mü jde, melik olarak seçti beni, taç giydirdi ve takdis etti beni yasemin sularıyla.. teşekkürler aşkına, bana ikram etti, beni terbiye etti, bana ilimlerini öğretti öncekilerin aşkın alemde beni seçti yanlızca firdevs saadetini.. teşekkürler.. gökkubbenin altındaki avare günlere, ve mahzun ekim sularına, endişeyle geçen saatlere huzurla dolduğum anlara.. teşekkürler gözlerine menekşe ve şefkat adalarının yolcusu olan. teşekkürler geçip giden tüm güzel g üzel yıllara.. teşekkürler aşkına ... tavus kuşu, nane ve su ve gül ve gül renkli bir bulut ekvatordan tesadüfen geçen öyle bir mucize ki peygamberlerin bile şaştığı.. teşekkürler saçlarına tüm dünyayı meşgul eden uzunluğunu hurma bahçelerinden çal mış şu cimri dünyada gözlerinin bana sunduğu teşekkürler her bir dakika için.. ... teşekkürler ağlama zamanına ve uzun seher mevsimlerine. teşekkürler bu güzel hüzne, teşekkürler bu güzel hüzne…'' * ...ve, teşekkürler Âşık Veysel. Sana da teşekkürler Nizar Kabbani. * Oyy dağlar oy...
suavi | yalıçapkını
İşittiğimize göre; 1994 yılında TRT'de Altın Anten yarışmasında "Yalıçapkını" isimli eseriyle 1. olup, Kazakistan Almaata'da düzenlenen ve 24 ülkenin katıldığı Asya'nın Sesi (Voice Of Asia) yarışmasında
Türkiye'yi temsil etmeye hak kazanmış Suavi ağabeyimiz. Yarışmada, jüri tarafından 5 yıldır kimsenin layık görülmediği ve 1. nin de üstünde kabul edilebilecek "Grand Prix" ödülünü almış bu şarkı ile. Fakat bu, kendi ülkesinin medyasında pek yer almamış. Bu meseleyi öğrenip, bir de üzerine Suavi ağabeyin eser içinde; - ...Kimvurduya gitmesin, gitmesin, aşkıma ses ver! Uçarı değilim, kadir bilirim... dediğini işittikten sonra ne yapabilirdim? Dayanamadım, işitin siz de istedim. Suavi ağabeyin aşkına nihayetinde ödül vermişler lâkin ses vermişler mi bilemedik... Fakat biz, kulak verelim a cânlar! Sevenin sevileni sevdiği o, ''Çoban''Çoban-aldatan çit sarmaşığım'' yerinden kulak verelim. Yaşanan ıstırabın, aşkın büyüklüğünü duyumsayabiliyor musunuz? Ben iliklerime dek hissettiğimi belirtmeliyim. Bir g ani huzur, bir ince gönül, bir Bade-rûh hep bunlar... ''Suspus ''S uspus oldu sazendeler bu gece. Hazırlan, fırtına kopmak üzere. Kalbime tünemiş kuşlar uçuştu, Cam kırığı gibi doldun içime. Eski bir madende göçük gibiyim. Toprağın altında kalabilirim. Kimvurduya gitmesin, aşkıma ses ver. Uçarı değilim, kadir bilirim. Kimvurduya Kimvurduya gitmesin, aşkıma ses ver. Uçarı değilim. kadir bilirim. Yaban inciri, yalıçapkınım, Örtbas etme aşkını. Çobanaldatan, çit sarmaşığım, Sar bana kollarını.'' john kaada | mainstreaming
Bir şarkıya içerleyebilmemiz için, daha ne kadar dokunaklı olması gerekir bilmiyorum ama şu şarkı; anlamlandırmaya çalıştıkça anlamlandırılamayan bir yerde; yapan bunu nedenneden-niçin yaptı bilinmeden, *işitiliyor ve dünyanın başka yerlerinde işittiriliyor ise*, yüzümüze gül tohumları ekmesin de, n'eylesin? Bahsini ettiğim şu şarkı, şu kadarcık sözden sö zden oluşuyor: ''Whoever seeks...whoever seeks me finds me, Whoever finds me knows me, Whoever knows me loves me, Whoever loves me, i love... Whomever i love, i kill...'' Ben sözleri işittiğim ilk ân, olduğum yerde kalakalmıştım. Çünkü; Ç ünkü; ''Ben bir kulumu sevdim mi onun tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü, duyan kulağı olurum.'' sırrınca, şu hadis geldi hemen aklıma: ''Beni isteyen beni bulur. Beni bulan beni bilir. Beni bilen beni sever. Beni seven bana âşık olur. Bana âşık olana ben de âşık olurum. Ben kime âşık olursam onun canını alırım. Ben kimin canını alırsam, diyetini de üstüme alırım.'' (Hadis(Hadis-i Kudsî) Bunu her kim neden yaptı, hadisten mi etkilendi, bu adam kimdir hiç bilmiyorum ama dünyanın başka yerlerinde benliğe baş eğdirmenin eğdi rmenin fevkindeki gönüllere bir tutam da olsa ferahlık serpmişse, ne güzel eylemiştir diye her dinlediğimde bir mutluluk... Cânı olsa severim, gözleri olsa öperim bu şarkıyı ben. ..ve sen caanım John, beyaz kollarımı dolarım boynuna. Çok güzelsin.
kalenderi kalenderi | altın tasta gül kuruttum
RÛ. Farsca; yüz, simâ anlamlarına geliyor. Rûberû ise; karşılıklı, yüz yüze anlamında. Rûhberûh ise; rûberû olamayanların, karşılık bulamayanların hâli. Ben Rû ile istedim ki hep birlikte Kadîm ile sırlanalım, kadîm'e dokunamasak bile vücudundan aldığımız koku ile iştiyak bulalım. Farsca ile neş'elenelim, Arapca ile dertlenelim. Halep, Yemen, Kudüs, Isfahan, Islambol, Hüdavendigar... ile kalbî bir muhabbete erelim. Zirâ Kadîm'de kıdem vardır. Konu ile alakalı olarak İhsan Fazlıoğlu hocam çok geçmeden şöyle diyor ve yârelerin hülâsasını bırakıyor şuracığa: ''Sükût kıvâmındaki çığlığı, ne kardaş ne arkadaş...; yalnızca hâldaş olanlar duyarlar.'' Neden mi Rû dedim, işte bu yüzden efendim. Zirâ Doğulu birbiri ile gevezelik etmeden, konuşmadan anlaşır. Bu konuşmadan anlaşmadaki kasıt, muhatabı bakışından ve duruşundan anlamak mânâsında değildir. Anlaşılacak şey onlarda ortaktır ve bunu anlayan insanlar da birbiri ile hâldaştır. Batı medeniyetinde ise tartışmak, konuşmak, söylemek, ben ben dili sen dili kem dili küm dili ve v e sairleri vardır. Doğu medeniyetine muhabbet beslenir, Batı'ya ise merak duyulur. Paris ve Viyana olsa olsa ancak merak edilir ve muhataba karşı bu dile getirilir, dile
getirilmek zorundadır. Gider görür ve beğenirsin. Uzun uzun nasıl güzel o lduğundan bahsedersin. Yetmez bir de ora için "Medenî" dersin! Lâkin bir Farsca, bir Arapca, bir Beyrut, bir Kudüs, bir Semerkant içrede bir yerde durur ve muhataba bu dile getirilmese de karşılıklı olarak ol arak muhabbet vuku bulur. Gitmeden Gitmeden de varılır, görmeden de sevilir. Çünkü Doğu'da mânâ vardır. Mânâ dile gelmez, gönülde durur. Sükût kıvamındaki çığlık, budur. O mânâdır insanı insana hâldaş yapan. O hâlde ben de burada diyeyim ki; Doğu dediniz mi bir şehir düşünün ki her yer gül...gül ile yaşarlar, altın taslara gül koyarlar, camlara gül dizerler, gül ile bakarlar, gül ile söylerler... Terazileri gül'dendir, türküleri gül'den... Gül dedin mi bilirler yâr demişler. Artık Ümmî Sinan'ın sözleri ile bu gevezeliği tamam edelim de cümle duymuşların cânına şifâ dileyelim efendim. ''Gül alırlar gül satarlar Gülden terazi tutarlar Gülü gül ile tartarlar Çarşı pazar güldür gül''
le trio joubran | roubbama
Sanatın tepeden tırnağa teknikle var olan bir hareket olduğunu iddia edersek yanılırız. Tıpkı felsefe gibi; felsefe nasıl ki kendi başına mahkeme duvarı bir hüviyete sahip ise, mûsıkî ilminde de 'taksim' o mertebededir. Bir taksimin ne derece mükemmel olduğunu idrâk edebilmeniz için mûsıkî hakkında derin bir malumata sahip olmanız gerektir. Peki duygu, işin neresindedir? İşte ben izahı şu eser ile yapmak istiyorum. Zirâ eserin icrâsı pek bir kolay (teknik olarak), sînede açtığı yaralar ise pek bir derindir. Bir eserde en derin sanatsal beceriler kullanılmış olsun, en kallâvi taksimler icrâ edilmiş olsun, bu işi bilen ile bilmeyeni ayırt ediyor olsun fark etmez. Sanat eseri kaç insana hakikâti duyumsatabilir, sîne-i sîne-i paramparça edebilir... Asıl vücuda geldiği yer oradadır. Şâirler; mühimmatsız, çaysız dinlemeyin, diyorlar. Tâbir-i Tâbir-i câiz olsun; 1.40 sonrası sonrası bildiğin ateş ediyor. Ben daha ne diyeyim...
nice bir uyursun uyanmaz mısın (göçtü kervan)
''Uğursuz 2016' lafını sıkça duyar olduk. Evet, bu yıl çok üzüldük ama dehre/zamana sövmek bizim geleneğimizde yok.'' diyor sevgili Kemal Sayar. Bahsini ettiği 'gelenek' üzerine etraflıca düşünmek, tefekkür etmek gerektiği fikrindeyim. Zirâ, tam da bu mevzuya isâbet edecek bir söz etmiş Plutarch Pl utarch da, şöyle diyor: ''İçinde çok sayıda şâir ve müzisyen olan bir şehre düşman olmak, felâkettir!'' Sizin de aklınıza Anadolu, İstanbul, Halep, Yemen düştü değil mi? Canımız yandı, kanımız aktı; ille de 'Vatan!' dediğimiz olaylar bizlere şüphesiz sonraki nesillere anlatacağımız hatıralar bıraktı. Ülke-ümmet Ülke-ümmet olarak içinde bulunduğumuz bu hâl, bu hüviyet için yukarıda bahsini ettiğim 2 cümle bana güç veriyor. Zirâ topraklarımızın üstü Anadolu İrfânı ile mayalanmış, m ayalanmış, altında ise nice şehitler ve erenler yatıyor. Bu sebeple istedim ki bu gece, eski Sahaflar Tekkesi şeyhi, namnam -ı diğer Âşkiyyül Cerrâhî Muzaffer Efendi ile Asitane'de Asitane'de yapılan bir meşk kaydı dinleyelim. Meşk, 1984 senesinde, yani Muzaffer Efendi'nin vefatından 1 sene evvel, bugünkü İstanbul-Karagümrük'te İstanbul -Karagümrük'te bulunan Nureddin Cerrahî Tekkesi'nde yani diğer adı ile Asitane'de yapılmış. Kayıt canlı olmakla birlikte, meşkte zikredilen z ikredilen güfte Yunus Emre'ye ait. Bestenin sahibinin bilgisine ulaşamadım lâkin kulaklarım beni aldatmıyor ise Hicâz makamında söylüyorlar. Hattâ; söylemiyorlar, ağlıyorlar. Bazı zamanlar iletiler aldım; 'Kimi paylaşımlar Rû'nun Farsca içeriğine uymuyor...' diye, dedim 'Efendim Rû kadîmdir. Değerdir, kültürdür, anânedir, mirastır. Ürdün'dür, Halep'tir, Yemen'dir, Hicaz'dır, İsfahan'dır, Tebriz'dir, İstanbul'dur, Bursa'dır... Farsca başın üstündedir, ama kadîm olan her şey bizim gönlümüzün eridir...' Bu sebeple inşallah bu kaydı 'kadîm'e isabet ediyor olması ile bağrınıza basar, bana darılıp gönül koymazsınız. Cümlemizin
cânına şifâ diliyorum. * Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın Göçtü kervan kaldık dağlar başında Çağrışı tellallar inanmaz mısın Göçtü kervan kaldık dağlar başında EmrEmr -i hac göçeli hayli zamandır Muhammed cümleye dindir imandır Delilsiz gidilmez yollar yamandır Göçtü kervan kaldık dağlar başında Yunus sen bu dünyaya niye geldin g eldin Gece gündüz Hakkı zikretsin dilin Enbiyaya uğramaz ise yolun Göçtü kervan kervan kaldık dağlar başında
küçüksu'da gördüm seni
Mahremiyet ile âşkın verdiği iştiyâk arasında kalmış bir âşık. Mâlum, o dönem kadınlar sokakta mahrem olmayan erkeklere gül yüzlerini de abartılı âşikâr etmez, gizlerler. Bundan ötürü de; kırk gün, kırk saat sevdiceğin kapısında, kırk saniye kadarcık gülcemâlini göreceğim diye bekleyen âşık, tesadüf t esadüf bu ya, Küçüksu'da kırk santim kadarcık bir sûret görüverir, görüverir de, gözlerinden tanıyıverir sevdiceğini. Nasıl bir âşk hâli ile söylendi ise artık, güftenin sahibini bilemedik. Lâkin, şu dediğine mest olduğumuzdan eminiz efendim; ''Küçüksu'da gördüm seni, gözlerinden bildim seni. İnkâr etmem, sevdim seni...''
View more...
Comments