March 22, 2017 | Author: Ekmek Ve Özgürlük | Category: N/A
Download Yasayan Marksizm - Sayi 2 - Tarihsel Ozne Olarak Proletarya: Degisen Ne?...
Yaşayan Marksizm Yerel Süreli Yayın Ortaklaşa Yayıncılık Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Erdal Çınar 847. Sk. No:14/201 Kemeraltı İzmir Yönetim Yeri Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Tel Sok. No:28 Kat:3 Beyoğlu / İSTANBUL Tel: 0 (212) 2936220
Kapak Tasarım Harman Şaner Mizanpaj Mustafa Horuş Basım Yeri Ezgi Matbaacılık Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No: 10 - A Blok Yenibosna / İSTANBUL Tel: 0 (212) 452 23 02 25.03.2010
●
İÇİNDEKİLER
●
Eleştirel Bakış............................................................................................................
5
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine................................... 27 Ertuğrul Kürkçü Toplumsal Proletarya.............................................................................................. 39 Haluk Yurtsever Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri.................................... 77 Muhsin Dalfidan Öznenin Diyalektiği................................................................................................. 103 Mehmet Ortakaya İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”.................................... 125 Ali İleri Ekonomik ve Siyasal Alanların Ayrımı Ekseninde Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı..................................... 167 Alp Hakan Güvenir Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi ........ 183 Haluk Yurtsever İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları.................................................................. 195 Öznur Ağırbaşlı Marksizmin Doğuşu................................................................................................ 209 Sait Almış 3
Eleştirel Bakış Küçük burjuvalar ve proletarya Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) aylardır hararetle tartışılan sağlık reformu tasarısı, Amerika’nın “sosyalizm girdabına” sürüklenmesine izin vermeyeceğini haykıran binlerce protestocuyu sokağa dökebiliyor1. Bu “vergi ödeyen” muhafazakar Amerikalılar, Amerikan Tabip Örgütünün de etkisiyle, herkesin sağlık sigortasından yararlanabilmesini sağlamaktan uzak Obama’nın orta yolcu2 tutumu ile şekillenen tümüyle kapitalist reformun bile kendi ceplerine konacak olan bir akrep olduğuna inanıyor görünmekteler. Sokağa dökülen bu “bireysel özgürlük” yandaşları için, nüfusun yüzde yirmisinin hiçbir sağlık güvencesine sahip olmaması hiçbir şey ifade etmiyor, kapitalist ütopyaya inanıyorlar. Elbette, Obama’nın orta yolcu reformunu yeterli bulmayarak soldan eleştirenler de mevcut. György Lukàcs, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde Marx’ın bir mottoya dönüşen “insanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır”3 sözünü, sınıfların “sahte bilinci” ve “bilinci” arasında bir ayrım yaparak çözümlemişti. İnsanların kendi yaşamsal varlıklarına ilişkin bilinçleri her an için ve tüm eğilimleriyle birlikte “bireyden bireye değil, işçiden kapitaliste, toprağın kiracısından onun sahibine vb.” ilişkilerde ortaya çıkıyordu ve Lukács, söz konusu “bilinç, bir yandan öznel olarak toplum- tarihsel durumdan gelen hak edilmiş, ‘olumlu’ olarak anlaşılır ve anlaşılması gereken bir şey gibi gözüküyor, ama aynı zamanda nesnel düzeyde toplumsal gelişmenin özünü ıskalayan, bu gelişmeyi gereği gibi yakalayıp ifade edemeyen bir şey, kısacası ‘sahte bilinç’ olarak gözüküyor”4 sonucuna varıyordu. Lukács’ın tezi bir dizi tartışmayı kışkırtsa da, çözümlemesinde ara sınıfların, Gramsci’nin kavramı ile yazarsak “hegemonya kapasitesine” sahip olmadıkları, bu yüzden de genellikle bir “sahte bilinç” durumunu hegemonya kapasitesine sahip sınıflar arasında salınımlı şekilde sürdürdükleri sonucuna varması dikkat çekicidir: “Kısacası küçük burjuvazi, toplumun kaderini ilgilendiren bütün ka1 2 3 4
Tonak, E. Ahmet. “Sağlık Reformu ve Piyasa’nın Görünmez Eli”, Ekmek ve Özgürlük, sayı:2, Ekim 2009, s.36. Agm, s.37. Marx, Karl. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol, Ankara, 1993, s.23. Lukács, György. Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Yılmaz Öner, Belge, İstanbul, 1998, s.117.
5
Yaşayan Marksizm
rarlara karşı ilgisiz davranacak ve sınıf mücadelesinde kimi zaman o yanda kimi zaman bu yanda (...), sadece kendi bilincinde yer alan asıl hedefleri, giderek içi boşalmış, toplumsal davranışlardan gitgide kopuk, salt ‘ideolojik’ biçimler haline gelmek zorundadır. Ancak bu hedefler, kapitalizmin gerçeklikteki ekonomik sınıf çıkarlarıyla çakıştığı sürece, (...) küçük burjuvazi tarihsel yönde aktif bir rol oynayabilir.”5 İşte ABD’de kapitalist ütopyaya pür bir şekilde sahip çıkan ya da tüm Orta Doğu ve Asya’daki Müslüman toplumlarda Muhammed’in savaşçısı imiş görüntüsüne bürünerek, kadınların üzerine kabus gibi çöken diktatörlükleri mümkün kılan, sermayenin bu kriz ve geçiş çağında sermayenin faşosu olarak özgül bir biçimde yeniden konumlanan küçük burjuvazidir. Lukács, kapitalizm koşullarında, ekonomik alanda olduğu gibi, ideoloji alanında da burjuvazi ile proletaryanın birbirleriyle ister istemez yüzleşen sınıflar olduğu kanaatindeydi. Bu bakımdan, “burjuvaziye bir çözüşme süreci, kesintisiz bir bunalım olarak görünen süreç, elbette proletarya açısından da bunalım biçiminde ortaya çıkıyor (...), ideolojik bakımdan bu durum, toplumun iç yapısına yönelik giderek artan kavrama gücü,burjuvazinin ölüm kalım mücadelesi paralelinde proletarya açısından sürekli bir güç artışını temsil ediyor” diye yazarken, Büyük Ekim Devrimi’nin yarattığı iyimserlik içindeyse de, “proletarya açısından zafere ulaştıracak silah gerçeğin kendisidir, ne kadar acımasız ise zafere o denli ulaşır” diye yazarken haklıydı6. Gerçekten de “gerçek”, proletarya açısından, kapitalist sistemin kendi sınıf bilinci üzerinde yaptığı yıkıcı ve aşağılayıcı etkilerle7 mücadelesinde, bilinç ve iradesinin güçlenmesini sağlıyordu. Burjuvazinin tarihsel bilincinin sınırları sermayenin tarihsel sınırları tarafından çizildiğine8 göre, kapitalizmin sonunda varacağı kaçınılmaz ekonomi bunalımı gelip çattığında devrimin (ve onunla birlikte insanlığın) kaderi proletaryanın ideolojik olgunluğuna, onun sınıf bilincine bağlanıyordu9. Tekel işçilerinin direnişi Türkiye’de ülke gündemini kuşatan son on hatta yirmi yılın en önemli işçi direnişi iki aydan fazla sürdü: Tekel işçileri, Ankara’da kentin merkezi bir yeri olan Türk-İş Genel Merkez binasının da bulunduğu Sakarya bölgesinde bir çadır kent kurdular. Her direniş gibi kendi özgüllükleri olan bu direniş, Türkiye işçi sınıfı hareketi bakımından bir çok bakımdan önem taşıyordu. Tümüyle sönümlenmiş sayılamayacağına göre, hâla da taşıdığı söylenebilir. Bir kere kendine özgülükleri hayli fazlaydı: Bir grev biçiminde gelişmedi ama işçi sınıfını sürekli olarak genel greve çağırdı. Bir kitle gösterisi olarak sınırlanmaya 5 6 7 8 9
6
Age, s.129-30. Age, s.139. Age, s.154. “Kapitalist üretimin nesnel sınırları, burjuvazinin sınıf bilincinin sınırları halini almaktadır” age, s.134. Age, s.142.
Eleştirel Bakış
çalışıldığında, önce miting kürsüsünü işgal etti ve sonra sınırlamak isteyenleri binalarını çepeçevre sararak sınırladı. Hükûmet karşıtı bir gösteri değildi ama kısa zamanda AKP hegemonyasını tehdit eden temel odak haline dönüştü. İşçiler politik olarak sola özel bir açıklık taşımıyordu ama kendi çıkarları ile militan solun sesi arasındaki içsel bağı kolaylıkla deneyimledi ve bu bilinç durumunu somut olarak da yansıttı. Direniş bir çadır kent haline dönüştükçe, hem işçiler hem de siyasal bir işçi hareketi inşasına gönül vermiş -şimdi EDP adını alan partinin bileşenlerinden olan Özgürlükçü Sol Hareket dışındaki- çeşitli renkleriyle tüm sosyalistler bu çadır kentin bir parçası haline dönüştüler. Deneyim kendi sınırlarını aştı ve ilk kez, işçilerle sosyalistler arasındaki mesafenin kapandığını değil ama kapanabileceğini bu kadar yakından gözleme fırsatı doğdu. Ekmek ve Özgürlük’ün manşetiyle ifade edilirse, “sınıftan kaçış bitti”: Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980’de başlattığı neoliberal ekonomik politikalara dayalı sermaye birikim modelinde liberal ideologların “fuzuli” olduğunu, artık miyadını doldurduğunu hergün kafamıza kaktıkları “canlı emek”, onun taşıyıcısı insanların suretinde onların kavgaları aracılığıyla bir kez daha toplumsal ve ekonomik ilişkilerin ağırlık merkezine geri dönüyor. Bu sosyalist hareket için muazzam bir yeniden kuruluş momenti demek. Meşruluğunu emekçilerin mücadeleleriyle buluşarak yeniden üretmek, varlık nedenini hergün yeniden doğrulamak için çok daha elverişli bir dönemin kapısı açılırken sosyalist hareket bu dönemin toplumsal mücadelelerine dahil olabileceği kanalları yeniden kurmak, bir politik merkez haline gelmek ve sermaye siyasetlerine karşı bir işçi sınıfı siyasetini işçilerin sınıf mücadelesi içinden geçirerek inşa etmek sorumluluğuyla karşı karşıya10.
Sosyalist hareketin bir bütün olarak bu sorumluluğun altından kalkabilecek güçleri derlediğini ve harekete geçirebildiğini söylemek için henüz erken, ama irili ufaklı sosyalist grupların Tekel Direnişi’nde gösterdiği dayanışma, ataklık ve güçleri oranında işçilerin öz inisiyatifiyle bütünleşmeye yönelen müdahaleleri, bu sorumluluğun altından kalkılabileceğine dair yanıp yanıp sönen deniz fenerleri gibiydi. Ancak bu deniz feneri, sosyalist hareketin en azından büyükçe bir kesimini, bir “yeniden kuruluş” perspektifi içinde “sabah akşam parti diye konuşmak yerine vurguyu siyasal bir işçi hareketine kaydırma”ya ve partiyi “bu hareketin bir ifadesi sayma”ya “her ikisinin de eş zamanlı olarak yeniden kuruluş ihtiyacıyla yüz yüze olması nedeniyle, işçi hareketiyle sosyalist hareket arasında adı konmamış bir yazgı birliğinin oluştuğunu, doğru değerlendirildiği takdirde bunun bir olanağa çevrilebileceğini, iki ayrı koldan gelişip sonradan buluşma modelinin bu 10 Kürkçü, Ertuğrul. “Sınıftan Kaçış Bitti”, Ekmek ve Özgürlük, sayı: 6, Şubat 2010, s. 1- 2.
7
Yaşayan Marksizm
yüzden de terk edilmesi gerektiğini, kendisini işçi hareketinin yeniden kuruluşuna vakfetmeksizin sosyalist hareketin yeniden kurulamayacağını” anlamaya, “sosyalist hareketin ‘kendine özgü’ sorunlarını abartmanın bir gayya kuyusunda debelenip durmak anlamına gelebileceğini” görmeye yöneltmeyecekse, sözü edilen, “işçi sınıfı siyasetini işçilerin sınıf mücadelesi içinden geçerek inşa etme sorumluluğu”nun da altında kalınacağı, en azından bizim için bir sır değil11. Ancak direnişin kimi zaaflarına da değinmeden geçmemeliyiz. Sendikal bürokrasi, rollerini geriletecek her hamleyi başarıyla savuşturdu. İşçiler kürsü işgal edebildiler ama sendikal bürokrasiyi aşan bir eylem özyönetimi (eylem komitesi) kuramadılar. Bu sadece işçilerin politik geriliğinden kaynaklanmadı, aksine, daha çok eylemin öncü değil artçı bir eylem olmasıyla ilgiliydi. Tek Gıda İş Sendikası, Tekel özelleştirmeleri sürecinde hükûmetlerle uzlaşıcı bir tutum takınmış, özelleştirme karşıtı mücadeleye çok sonra, özelleştirmenin somut sonuçları açığa çıkınca, işçilerin aşağıdan tepkilerini kontrol etmek için göstermelik olarak başlamıştı. Nitekim direniş başladığında da, işçiler işlerini değil, özelleştirme sürecinde kendilerine vadedileni talep ediyorlardı. Tekel fabrikaları çoktan satılmış, depoları çoktan boşalmış ve Tekel arazileri çoktan sermayeye bırakılmıştı. Bir artçı12, çoktan kaybedilmiş konumlardan elde kalanları savunmaya yönelen direnişle karşı karşıya isek de, direnişin sesi, kapsamı ve yarattığı deneyim ile sonuçlar, öncü bir direnişle kıyaslanabilecek düzeydeydi. Buna rağmen, sendikacılar aşılamadı, eylem öz yönetimine fırsat vermedikleri gibi, işçiler ile toplumsal muhalefet, işçiler ile sosyalistler, işçiler ile AKP karşıtlığı arasındaki ilişkileri somut düzeyde çözümlediler ve başından sonuna kadar eylemdeki inisiyatiflerini yitirmediler13. Türk işçiler, Kürt işçilerle eylem içinde yeniden kardeşleştiler ama sendikacılar onları kentlerine hatta fabrikalarına böldü, ayrı ayrı çadır kurdurdular. Çadırlar bir kez ayrıldıktan sonra, sınıf bilincindeki sıçrayışlar da yerini sendikacıların manipülasyonlarına bıraktı. Tekel işçilerinin direnişi, sendikacıları aşamadı ise de, onları ilk kez, bir genel greve sahiden zorladı ve ilan edilen genel grev tarihi yaklaştıkça, bir kez daha hem işçiler, hem sendikacılar, hem de sosyalistler sınanacak; bu sınavın sonunda ya AKP hegemonyası daha da güçlenecek ya da siyasal işçi hareketinin inşası için güçlü bir adım atılmış olacak. Tekel işçilerinin zaferi, bu sınırlı anlamda sosyalistlerin de zaferidir. Dersler Sungur Savran’ın eylemin ortalarında yaptığı değerlendirme, son derece duru ve tümüyle aktarmamıza vesile olacak kadar da “gerçek”ti. Çıkardığı dersler de öyle: 11 Kalyon, Kenan. “Doğru Yolda”, Ekmek ve Özgürlük, sayı: 7, Mart 2010. 12 Eylemin artçı niteliğinin çözümlenmesi için ayrıca bkz. Kalyon, Kenan. “Tekel Direnişinin Prizmasından”, Ekmek ve Özgürlük, sayı: 6, Şubat 2010. 13 Cevat Paloğlu’nun Ekmek ve Özgürlük’te aktardığına göre, “Mustafa Türkel Türk-İş Genel Sekreterliğinden ayrılış nedenini açıklamak için işçilerle yaptığı toplantıda “ulusalcılar bizden darbe yapmamızı, partiler hükûmeti devirmemizi, solcular da devrim yapmamızı bekliyor” demiş ve eklemiş: “Oysa Tekel işçisinin bütününü bile eyleme katamadık.” İstifasının daha önemli nedenini Danıştay kararı sonrası yeni eylem biçimini açıkladığı konuşmasında ima etti: Sendikal bürokrasiye ‘siz anlarsınız’ dedi.” Ekmek ve Özgürlük, sayı: 7, Mart 2010.
8
Eleştirel Bakış
Bu yaşananların dersini çıkarmak, kafalarda artık önyargı haline gelmiş fikirleri kazıyıp atmak gerekiyor. Birinci ders, sınıf mücadelesinin sona erdiği iddiasının bütünüyle bir efsane olduğu. (...) İkincisi, Tekel işçilerinin ideolojik olarak geri olduğu gerekçesiyle bu eylemin CHP ve MHP’nin değirmenine su taşıyacağını düşünenler yanıldıklarını anlamalı. İşçi sınıfı mücadele ettikçe karşısında bütün düzeni bulur. (...) Üçüncüsü, ideolojik gerilik madalyonunun ters yüzü: Birçok insan bugün boyutları küçük olan sosyalist hareketin işçi hareketine olsa olsa zarar vereceğini, zaten işçilerin de ideolojik tavırları dolayısıyla sosyalistlere kulak vermeyeceğini söyleyip duruyor. Kürsü işgali sırasında meydanda kim vardı? Sosyalistler ve devrimci demokratlar! Daha önemlisi, bugün işçinin temel talebi haline gelen “genel grev” şiarını ortaya ilk kim atmıştı? Sosyalistler ve devrimci demokratlar! Bugün, hem de Trabzonlu işçiler bizim kendilerine gece gündüz destek veren, ayazda soğukta oturma eylemlerinde yanlarından ayrılmayan arkadaşlarımıza ne diyorlar? “Biz eskiden olsa sizi dövmeye kalkardık. Ama şimdi nasıl insanlar olduğunuzu öğrendik.” İşçiler ve sosyalistler bugün aynı şiar etrafında birleşti: Genel grev! Yani sosyalist hareketin en zayıfı bile, mücadele eden sınıf için burjuva partilerinden daha iyidir. Her kim sosyalistlerin işçilerden uzak durmasını istiyorsa, bilinçli ya da bilinçsiz olarak işçi sınıfını burjuva hegemonyası altında tutmaya destek oluyor. Dördüncüsü, sendikaların artık hiçbir işe yaramadığını, tarihin gerisinde kaldığını, hatta toptan terk edilmeleri gerektiğini söyleyenler, bu büyük sınıf mücadelesinin sendikalar olmasa buraya kadar gelemeyeceğini artık görseler iyi olur. Sendikaların derin yapısal sorunlarla kıvrandığını yadsımak bizden uzak olsun! Ama daha iyi bir örgüt biçimi yükselmedikçe, sendikalar sınıf mücadelesinin vazgeçilmez araçlarıdır. Sendikalar işçinin örgütüdür; onları terk etmek değil, sendikal bürokrasiden geri kazanmak gerekir. Beşincisi, sendikaların temel sorununun “küreselleşme” karşısında “kriz”e düşmeleri değil, bu işçi örgütlerinin tepesine çöreklenmiş, elde ettiği maddi olanaklarla işçi sınıfından farklılaşmış, bu yüzden burjuva düzeni ile bütünleşmiş ve onun politikasını uygulayan bir sendika bürokrasisi olduğu ortaya çıkıyor. (...) Tekel işçisi bürokrasinin duvarlarını aşamayabilir. O zaman bu mücadele yenilgiye uğrayacaktır. Ama o durumda bile, Tekel işçisi geleceğe tarihsel önemde, paha biçilmez değerde bir deneyimi bırakmış olacak.(abç)14
Bunlar, sınıf mücadelesinin ABC’si ve sınıftan kaçış bittikçe, Tekel direnişinde açılan hızlı okuma kursunda unutulan bu ABC’yi sökerek alfabeye vakıf olan devrimciler, bu alfabe ile daha çok direniş kitabı okuyabilirler. 14 Savran, Sungur. “Sınıf Mücadelesinin ABC’si”, Radikal İki, http://tinyurl.com/ygmr6sn, 24.01.2010.
9
Yaşayan Marksizm
Tekel direnişi ve liberal ulema Üstelik ideolojik olarak da böyledir bu, bu alfabe, kimlerin, burjuvazinin ve mahut iktidarın sesiyle konuştuğunu anlamayı kolaylaştırır. Örneğin, AKP dümenindeki liberal solcular, Taraf Gazetesi’ndeki köşelerinden Tekel direnişine atacak başka çamur bulamayınca, direnişi Ergenekon’la ilişkilendirme aymazlığını göstermekte ikilemeyerek, yerlerini bir kez daha görünür kıldılar. Bu tutumları, onların “AKP yandaşı, sahte demokrat ve sahte sol vb.” yüzlerini göstermeye merakla yazılacak binlerce sayfadan, görmek isteyen için daha etkili oldu15. Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) adlı piyasacı sosyal reformist partinin kurulmadan sönümlenmesinin ardında yatan nedenlerden biri de, Tekel işçilerinin direnişinin sınıftan kaçışın meşruluk kodlarını değiştirmekte gösterdiği başarıydı. Bir yıl önce Ergenekon rüzgarıyla solun ensesinde boza pişirme hevesine kapılan liberal solcuların hemen hemen tümü bu direnişin altında kaldı. Bu direnişe Ergenekon şüphesi yaftası yapıştırdıklarında da, solla göbek bağlarını tümüyle kesmiş oldular. Örneğin, Tanıl Bora, “Tekel İşçileri Eylemi: Tekel’in Sesi” başlıklı yazısında tekel direnişine yönelen pohpohlamaların eylemdekilerce alımlanmasının bir biçiminin “yurttaki- dünyadaki bütün başka konuları ‘sahte gündem’ ilan eden bir tekelcilikle, radikal görünümlü bir apolitizme kapı açtığını”, “hatta ilgası istenen ‘sahte gündem’ konusu Ergenekon olduğunda, basbayağı gericiliğe var”dığını unutmamak gerektiğini16 yazdığında tam olarak bu pozisyonda duruyordu. Yaptığı, pervasızca, direniş için özellikle ilk günlerde İslamcı basın ve Taraf Gazetesi tarafından yayılan Ergenekon şüphesini, böylesi bir uyarı kılığında meşrulaştırmaktan başka bir şey değildi. Kaldı ki, bugün Türkiye’de apolitizm, olsa olsa bizzat liberal sol tarafından benimsenen konformizmle ilgilidir. AKP hegemonyası altında “parlamenter liberal demokrasi” düşleri görmeye dayanan bu konformizmin, sağına soluna sinizm ve apolitizm teşhisleri koyması ayrıca can sıkıcıdır. Açıkça gündemi “askeri vesayete karşı mücadeleye indirgeyen” ve kendi pozisyonunu da AKP’nin yürüttüğü bu mücadeleyi desteklemekle sınırlayan bu konformizm, Ergenekon davası üzerinden “AKP’nin avanesi olmaktan çekinmediği gibi, bunu açıkça savunmakta ve kendi yanında olmayan solu” sinizm ve apolitizm teşhisleriyle yıldıracağını sanmaktadır17. Liberal sol, muktedirlerin mahut iktidar dilinin içinden bir dil15 Liberal sol, gerçekte direniş karşısında kafa bulandırmak amacıyla, epeydir varlığından şüphe duyduğumuz beyninin sol yanını Tekel işçileri sayesinde nihayet çalıştırarak, direnişin artçı karakterini tespit etme maharetini gösterdi ve buradan bir eleştiri çıkarmaya çalıştı. İddia oydu ki, bu direniş, çalışanların kazanılmış haklarını korumayı aşan bir perspektifi içermiyordu ve “sosyal devlet çağının bakiyesi olan istihdam statülerini ‘tutan’ savunmacı tutum; üç otuz paraya geçici veya yarını belirsiz haksız- hukuksuz işlere muhtaç edilen işsiz kitlesini gözeten bir politik kaygıyla birleşemedikçe, loncavârî bir imtiyaz talebine dönüşerek yalıtılacaktı”, “giderek esnekleşen, güvencesizleşen emek rejiminin dışladığı, “lüzumsuzlaştırdığı” nüfusu gözetmeyen bir politika, bir dil, muhafazakâr kalacaktı”. Bu sözlerin Tekel direnişi karşısında edilebilmesi için, uzun süre emek hareketinden bihaber kalmak gerektiği açıksa da, bir soyutluk düzeyinde gerçeklik payını teslim etmeliyiz. Somutluk düzeyinde ise, Tekel direnişi artçı bir direniştir ama artçı direnişlerin “muhafazakâr” olduğunu ileri sürmek, söz cambazlığı değilse eğer, liberal bir buluştur. Genç sivillerin biz 4-c’ye razıyız diye eylem yapmak istemesi ile bu ideolojik amaçlı eleştirinin ilgisi bizce tartışmasızdır. Tanıl Bora’nın yazısı için bkz. http://tinyurl.com/yfl4z9n, indirilme tarihi: 10.03.2010. 16 Agy. 17 Bu konuda, bkz. Mısır, Mustafa Bayram. “Ergenekon Davaları ve Solun Tutumu Üzerine Bazı Gözlem ve Değiniler”, Praksis, sayı: 21 (2009/3), ss. 77- 111.
10
Eleştirel Bakış
le, AKP orada dururken işçi direnişlerini bile “muhafazakâr” diye yaftalamaya hevesli hegemonyacı bir ideolojinin yayıcısı olma konumuna hızla sıçramıştır. Tekel direnişi de bunu açıkça görünür kılan bir eşikti. Yapılan eleştiri ise, açık ki tamamen temelsizdi. Hepimiz oradaydık ve bir kere, direnişin hiçbir günü örneğin Ergenekon için böyle bir sahte gündem ilanı yapılmadığı gibi, yapılsa bile bu ortamda bunu “gericilikle” suçlamanın kendisi, aynı metodoloji içinden yazarsak, açıkça burjuva ideologluğuna ve AKP ajanlığına vararak gericileşir. Elbette ben, Tanıl Bora gibi “niyet okuyarak” aynı hatayı yapmayacağım -şizofrenik sonuçlarıyla baş edebildiği müddetçe kendisini bir tür solcu sanmaya devam edebilir!18 Somut durumda, sözü uzatmadan Ali Özgür Özkarcı’nın “liberallerden nefretimin birkaç kısa nedeni” şiirinden bir kısa bölümle bitireyim bu bölümü, başka söze gerek bırakmıyor: Kabul ediyorum en çok üstdilinize bayılıyorum Kıkır kıkır kıkırdaklarınıza da Çok esnek çok fit kıvraklığınıza Okuru aşağılamanıza bayılıyorum Öyleyse niçin yazıyorsunuz bakın bunu anlamıyorum Bunlar biliyoruz didaktik kaçıyor Didaktik vantrologlara göre Taktik diye de okunabilir Zaten yazarınız ölmüştü değil mi? Başınız sapolsun kaybınız yok demek ki.19
Tekel işçilerinin konuştuğu konjonktürde, sınıftan kaçışın nihayet, şiirde de bittiğini görüyoruz20. Şimdi görevimiz, yeniden moda olmasını engellemek ve siyasal işçi hareketinin yeniden kuruluşu için her alanda var güçle çalışmak olmalı... Güvenlik projesinin seyri Tekel direnişinde, Adıyamanlılarla Trabzonlular nesnel çıkarları üzerinden kardeşleşmekle kalmadılar, kardeşleşmenin tarihsel olarak nesnel çıkarları olduğunu da gördüler. Elbette bu, “26 yıldır silahlı bir isyan ve çatışma biçiminde süre 18 Ama Tanıl Bora dahil, bunların değil devrimci ve Marksist işçi sınıfının haklarını savunmak anlamında solcu dahi olmadıklarının artık kavranması ve mevcut kuramsal tutumlarına değil -bu olsa olsa polemik konusu olurdu- ama politik tutumlarına dair gerçek bir öz eleştiri yaparak konumlarını değiştirmedikçe yol arkadaşı bile olunamayacağının bilinmesi gerekir. Şundan ötürü, solda durmayı aşağı yukarı bizim gibi içeriklendirdiklerini sandığımız kimi, özellikle Devrimci Yol kökenli bazı çevreler, bu zatlara hâla akıl hocası muamelesi yapıyorlar ve bu artık trajik bile değil, basbayağı komik oluyor: Direnen Tekel işçileri ellerine kalem alıp bir de Birikim eleştirisi yapacak değiller ya!.. 19 Özkarcı, Ali Özgür. Yamuk, Pan-Heves Kitaplığı, İstanbul, 2009, s. 41. 20 Altın Portakal şiir ödülü geçen yıl işçi sınıfı şairi Kemal Özer’e verilmişti; bu yıl ödülü “tüm devrimciler adına” Emirhan Oğuz aldı. Çok umutlanmayalım, toplumda gerçek bir karşılık bulması mücadelelere bağlıdır ama en azından solda ve kısmen de sola açık olan kültürel ortamımızda sanki “hava döndü, işçiden işçiden esiyor yel”.
11
Yaşayan Marksizm
giden Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinin barışçı bir biçimde sonuçlanması bu hakkın Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınmasına ve Kürt halkının kendi geleceğine özgür koşullarda karar vermesine bağlı” olduğunun programatik olarak kavrandığı anlamına gelmiyor. AKP Hükûmeti Kürt Sorununu hem iç hem de bölgesel bir güvenlik projesi ekseninde “çözmeye”(!) kararlı görünüyor. Bunun savaşın daha da derinleşmesi anlamına gelebileceği açık. Kürt Özgürlük Hareketi her düzeyde bir savunma pozisyonunu muhafaza etse de, gerek ülke içinde KCK operasyonları ile gerekse de Batı Avrupa’daki operasyonlarla yoğunlaşan saldırılar karşısında bu savunma pozisyonunun “barış için nefes alınan bir ortam oluşmadıkça” sürdürülmesi oldukça zor. Bunu sözcüleri de açıkça ifade ediyor. AKP hükûmetinin 2009 ortalarından bu yana söylem ve tavır değişiklikleriyle sürdürdüğü “açılım” siyaseti, esas olarak, radikal bir kurtuluş perspektifiyle mücadele eden Kürt Özgürlük Hareketini saf dışı etmeyi, kalan sağ eğilimlerle de güvenlik projesi olarak açılımı ilerletmeyi öngörüyor. ABD’nin desteğiyle, Güney Kürdistan liderliğinin onayıyla sürdürülen bu “açılım”, Kürt sorununun çözülmesini gözeten bir özgürlük girişimi değil bir bölgesel egemenlik projesi; bir bölgesel istikrarsızlık dinamiği olarak görülen PKK’nin saf dışı edilmesini gözeten bir güvenlik hamlesidir. Bu güvenlik hamlesi karşısında, geçen sayımızda da vurguladığımız üzere, bu güvenlik projesine karşı aşağıdan kurulacak bir barış mücadelesi görevi bütün aciliyeti ile önümüzde duruyor: “Kürt sorununun barışçı ve demokratik bir biçimde çözüm yolunun açılabilmesi süre giden çatışmanın sonlandırmasını ön gerektirir. Çatışmanın sonlandırılması savaş sebeplerinin giderilmeye başlandığına dair somut göstergelerin görünür kılınmasıyla yakından ilgilidir. Bu bağlamda Kürtlerin kimlik ve varlıklarının tanındığının tescil edilmesi; ilk elde ‘bağımsızlığın teminatı’ kabul edilen Lozan Antlaşması’nın, Türkçeden gayrı anadil sahiplerinin hak ve özgürlüklerini güvenceye alan bütün hükümlerinin ayrımsız ve şartsız uygulanması; savaş ve insanlığa karşı suçları dışarıda bırakan bir Genel Af ilanı; operasyonların karşılıklı olarak durdurulması; PKK silahlı güçlerini Türkiye sınırı dışına çıkartırken, devletin de “terörle mücadele” amacıyla bölgeye sevk ettiği güçleri asıl yerlerine döndürmesi; koruculuğun tasfiyesi ve taraflar arasında çok yönlü müzakerelerin başlatılması çatışmanın çözümü açısından yaşamsal önemdedir.” Beşinci Enternasyonal Bu sayıda Tekel direnişi vesilesiyle işçi sınıfının oluşumu tartışmalarına odaklandığımızdan ötürü, dünyadaki ve bölgedeki gelişmeleri, yukarıda değindiğimiz Kürt Sorunu’nun aciliyet bağlamı ve yanda bir kutu içinde Reuven Kaminer’in değerlendirdiği Beşinci Enternasyonal girişimi ile sınırladık. 12
Eleştirel Bakış
Karakas ve Delhi Arasında 7 Aralık 2009 Reuven Kaminer/ www.venezuelanalysis.com Çeviren: Ayşe Tansever
Geçen ay, Kasım 2009’da solun uluslararası iki önemli konferansının eş zamanlı yapılması sırf bir rastlantı olamaz. Bir tanesi, 11. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri toplantısı Hindistan, Yeni Delhi’de yapıldı, Delhi Kararları (DK) açıklandı. Venezuela Karakas’ta ise, sol partilerin dünya toplantısı yapıldı ve Karakas Bildirgesi (KB) yayınlandı. İki belgeyi karşılaştırmak kolay değil çünkü Delhi Kararları (DK) Karakas Bildirgesi’nden (KB) yaklaşık 3 kere daha kısa, çok daha genel ve özgül. KB somut mücadelenin çeşitli cephelerindeki ilerici duruşları sıralamasının dışında uluslararası düzeyde önemli girişimler öneriyor. İkisinin yaptığı çağrılarda da önemli farklılıklar var. Ancak ikisinin de birbirlerine ters ya da alternatif olarak yazılmadığını vurgulamak gerekir. İçerikten çok, şekil olarak var olan farklılıkları incelerken aşırıya kaçma tehlikesi vardır. İki metinde de genel olarak sosyalizme çağrıyı daha somutlaştırma isteği göze çarpıyor. İki belge de kapitalizmin içinde bulunduğu krizi inceleme ve krize sosyalist bir çözüm getirme teması üstüne oturuyor. Motivasyon açıktır. Kapitalizmin içinde bulunduğu kriz, acil teorik ve politik bir sorun olarak sosyalizm sorununu ortaya koyuyor. Kriz ayrıca ekonomideki sınıf işbirliği açısından sosyal demokrasiye ve ekonomide her şeyin kendi kendine işleyeceği inancına bir darbedir. Bu temel sorunda DK ve KB’nin ortak duruşu, birlik ve işbirliği için geniş bir temel sağlayabilir diye umutlanılabilir. İki konferans da sosyalizm talebine yeniden bir şekil vermeyi ve onu acil sosyo-politik bir konu haline getirmeyi umuyor. Artık günümüzde sosyalizmi soyut bir perspektif olarak görmek yeterli değildir. Eğer sosyalizm bir anlam taşıyorsa, günümüz krizine en güvenilir ve en iyi çözüm olarak kendisini sunmak zorundadır. Sosyalizm nedir? Sosyalizme bakışlarında iki belge arasında önemli farklılıklar gözleniyor. KB açıkça 21.yy sosyalizmi diyor ve Chaves’in Sovyetler Birliği’nde Stalinist deformasyon konusunda açıkça övücü olmayan söyleyecek şeyleri var. Chaves ve Venezuela’nın Latin Amerika ittifakları ABD emperyalizmi ile mücadelenin başını çekseler de, KB emperyalizme karşı mücadele ve ulusal bağım13
Yaşayan Marksizm
sızlığın yeterli olmadığını açıkça söylüyor. Kısacası anti-küresel hareketlerin “daha iyi bir dünya mümkündür” gibi temel sloganlarının ötesine geçmelerinin zamanı gelmiştir. Kapitalist küreselleşmeye karşı hareket, kendisini sosyalizm uğruna daha devrimci bir hareket haline dönüştürmelidir. DK özellikle daha temkinli ve Latin Amerika’daki günümüz görüntüsünü tanımlamada tutuktur. Latin Amerika’daki mücadeleyi bir savunma cephesi olarak temellendirir: “Latin Amerika’daki günümüz halklar ve işçi sınıfı eylemleri, hakların nasıl korunabileceği ve mücadele ile kazanılabileceğini gösterdi” denilir. (www.11IMCWP.in) Olumlu ama soğuk olarak değerlendirilebilecek bu DK değerlendirmesi ile KB’nin bu ve diğer önemli stratejik sorunlara bakışındaki farklılık çok dikkat çekicidir. DK’nın temel talepleri ile kolayca uzlaşılabilmesine karşılık söylemleri yavan, özü kısırdır. DK’nın kapitalizme karşı savları ayrıntılı ve açık olmasına karşın aynı belgede sosyalizmin rolünün belirsizliği hemen göze çarpan bir farklılıktır. Daha açık söylersek, günümüzde sosyalizmin gelişmesine yeni bir öncelik verme zorunluluğuna karşın, sosyalist alternatifin tarihsel ve çağdaş olarak çizilişinde derinlik olmayışı hemen kendini ortaya koyuyor. Kimse DK’dan her şeye uyan tek bir sosyalizm formülü beklemiyor ama bu konudaki değişik görüşleri ve sosyalizm yolundaki farklıların ayrıntılı incelenmesi ihtiyacını da görmemezlikten gelemeyiz. Bu temel konuda komünist hareket içinde çeşitli ideolojik eğilimler ve politik yaklaşımların olduğu elbette bir gerçekliktir. Sosyalizm gerçekten gündemde olacaksa, bu eğilimlerin ve önlemlerinin tartışılma ihtiyacı bastırılamaz. DK haklı olarak “Emperyalizm Sovyetler Birliği’nin ölümü ile kendine bir can simidi buldu” ve “sosyalizmin modern toplum çerçevesini çizmedeki başarıları ve katkılarını silemedi” diyor. (www.11IMCWP.in) Buna rağmen Sovyet projesine en ufak bir eleştiri getirilmiyor. Sovyet sosyalizmi ve onun acı çöküşünü doğuran zaaflarla ilgili herhangi bir tartışmadan tamamen kaçınılması büyük bir sorundur. Bu büyük bir zaaftır ve bu konudaki suskunluk sosyalizm düşmanlarının sosyalizme saldırılarına kapı açacaktır. Ayrıca çok sayıdaki ciddi ilerici açısından komünistlerin bu soruna bakışları çok önemlidir. Bolivar Devrimi ilerliyor KB’nin tarihi, Chaves’in 2005’te “21. yy sosyalizmi”ni ilan edişi ve Venezuela’da yeni, kitlesel, devrimci bir parti kurma temeline oturur. Venezuela, Bolivya, Ekvator ve Paraguay’da Bolivar devriminin gelişip kök salmasını, devrimci ve bağımsız Küba ile tarihi bağlar kurulmasını buraya eklemek önemlidir. 14
Eleştirel Bakış
ABD emperyalizminin politik, ekonomik ve askeri yollarla Bolivar devrimini yalnızlaştırmak ve altını oymak için sürekli düzenbazlıklar yapması ise, bu alanın günümüzde emperyalizme karşı savaşta ne kadar önemli olduğunun inandırıcı kanıtıdır. KB, DA’dan farklı olarak taraf olma ve fikirler geliştirmede öneriler yapmaktan kaçınmıyor. Solun ortak eylemler yapabilmesi için yeni platformlar yaratmada ayrıntılı planlar öneriyor: (1) Üzerinde hemfikir olunan politikalar doğrultusunda ortak gündemi koordine edecek Geçici Yürütme Sekreterliği (GYS) kurma; (2) Dünya Barış Hareketi örgütleme; (3) Kamu iletişiminde, özel kurumlar geliştirmek ve medya savaşını kazanmak. Bütün bu yukarıda sayılanlar eğer doğru düzgün uygulanırsa barış ve sosyalizm mücadelesine güçlü bir canlılık gelecektir. Ama Chaves ve Venezuela liderliği bu girişimlerin ötesine geçerek 5. Enternasyonal’in yeniden kurulması doğrultusunda yeni, cesur bir öneri getirdiler. “Kasım 19–21 tarihleri arasında Karakas’ta birçok ulustan sol politik partiler, Komutan Hugo Chaves Frias’in, sosyalist eğilimli parti, hareket ve akımların emperyalizme karşı mücadelelerini birleştirip, kapitalizmi devirerek sosyalizmi kurmaları ve ekonomik kaynaşmaya dayalı yeni tip bir dayanışma çerçevesinde ortak bir strateji oluşturabilecekleri alan yaratacak olan 5. Sosyalist Enternasyonal’i toplama önerisini öğrendiler.” (www.venezuelanalysis.com ) Yeni Enternasyonal yolunda çeşitlilik ve tartışma Çağımız solcu ve öğrencileri, Marksist enternasyonalin pratiği, kavramları ve hedefleri kadar, idealleri doğrultusunda maddi ve örgütsel temel alanı yaratmanın tek aracı olan enternasyonalin karmaşık sorunlar içerdiğini bilirler. Chaves yeni enternasyonal tartışmalarının en başında, önceki girişimlerin tarihsel sonuçlarını nasıl anladığını özetlemeyi önemli gördü. Bu görüşler Kiraz Janicke’nin Chaves’in Karakas konuşması üzerine yazdığı raporda özetlendi ve resmi Venezuela web sitesinde yayınlandı: “Konuşmasında Chaves daha önceki enternasyonal deneylerini kısaca özetler: 1864’de Karl Marx tarafindan kurulan 1. Enternasyonal; 1889’de kurulan ama 1. Dünya Savaşı’nda emperyalistler arası sürtüşmeler sırasında çeşitli sol parti ve sendikaların kendi kapitalist sınıfları yanına geçmesi ile 1916’da çöken. 2.Enernasyonal; Rus devrimcisi Vladimir Lenin tarafından kurulan 3. Enternasyonal Stalinizm döneminde Chaves’e göre “yozlaşmış” ve dünyadaki sosyalizm mücadelelerine “ihanet etmiştir”; 1938’de 4. Enternasyonal Leon Trotsky tarafindan kurulmuş ama sayısız parçalanmalara uğramış ve bazı guruplar onun politik devamı olduklarını iddia etseler bile artık yok olmuştur. Chaves yeni enternasyonalin “dayatmasız” işlemesi ve farklı bakış açılarına saygı göstermesi gerektiğini söyledi.” (www. venezuelanalysis.com) 15
Yaşayan Marksizm
Yukarıda çizilen çerçevede Chaves’in önerisi ve çeşitli örgütlerin ilk reaksiyonlarından kalkarak herhangi bir sonuca sıçramak acelecilik olur. Chaves’in ana başlıklarındaki tarihsel ‘imaları’ dikkate almamak akıllıca olmasa bile, ben öneriden ‘demokratik merkeziyetçiliğe’ dayalı bir enternasyonale geri dönülmeyeceği sonucunu çıkarıyorum. Tarihsel olarak enternasyonal, merkezi disiplin altında bir çeşit dünya partisi fikriydi. Chaves’in çeşitlilik içinde birlik kavramı ile sanki yeni bir enternasyonal kavramı önerdiği vurgusunu yapmak önemlidir. Chaves projesi her bakımdan politik arenaya bir bomba gibi düşmüştür ve emperyalizme karşı sosyalizm için mücadelede enternasyonalin rolü konusunda yeni ve geniş kapsamlı tartışmalar başlatacaktır. Bu tartışmalar ideolojik ve politik bilincimize ancak zenginlik katar. Sürecin daha çok başındayız ve aceleci yargı eğiliminden kaçınmak akıllıca olacaktır. Not: Bu yazı Marxmail listesine Reuven Kamine tarafından yollanan mektuptan alınıp yeniden yayınlanmıştır.
Sınıflar21 “Siyasal işçi hareketinin yeniden kuruluşu ile sosyalist hareketin yeniden kuruluşu arasında bir yazgı birliği”nden söz edenler açısından, işçi sınıfının kapsam ve bileşimine dair tartışmalar, proletaryanın halklaşması, toplumsal proletarya, halklaşan işçi sınıfı gibi birbirini andıran kavramlarla ifade ediliyor. Bu kavramların bir ve aynı muhtevaya sahip olup olmadığı, elbette bir dizi kuramsal tartışmaya işaret ediyor ve bu tartışmayı yeniden çağırıyor ama bu, sadece kuramsal bir sorun değil. Bu tartışma, bizi, kuramsal olduğu kadar bizatihi işçi hareketinin siyasal temelde yeniden kuruluş eşiklerinin neler olabileceğini gözlememize yarayacak pratik bir soruna taşıyor22. Bugüne dek Marksistler arasında, genel olarak sınıflar bahsinde ekonomik indirgemeciliği aşmaya yönelen bazı görüşler savunulmuştu. Bu görüşler, altyapı ve üstyapı süreçlerini toplumsal bütünlük olarak görerek toplumsal temel fikrini savunan (E. P. Thompson) ya da altyapı ve üstyapı bölünmesini benimseyen (E. Mandel) ama üstyapıyı altyapının basit bir yeniden üretimi saymayan, birbirlerine telif edilebilir Marksist yaklaşımlardan büyük ölçüde farklılaştı. Bunlardan bir kısmı Marksizm içi eleştirel düşünmeyi kışkırtmayı sürdürse de, diğerleri Marksizmden açıkça koptu. 21 Bundan sonraki “sınıf tartışmalarıyla” ilgili bölümler esas olarak, Praksis’in 1. sayısında yayınlanan “Tarihsel ve Toplumsal Çerçeveler Olarak Sınıflar” (Mısır, Mustafa B. Praksis, sayı: 1, Kış 2001, ss. 120- 135) adlı makaleye dayanmaktadır. 22 Özel olarak işçi sınıfı üzerine odaklandığımız bu sayımızdaki, Haluk Yurtsever’in “Toplumsal Proletarya”, Muhsin Dalfidan’ın “Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri” yazılarına bakılabileceği gibi, ayrıca bkz. Kalyon, Kenan. Bir Çağ Dönümün Eşiğinde, Çalışanlar, İstanbul, 2004, ss. 95- 120.
16
Eleştirel Bakış
E. P. Thompson ve E. Mandel çizgileri dışında kalan Marx esinli yaklaşımları üç başlıkta toplamak mümkün. İlki, yapısalcı olarak nitelenen Althusser- Poulantzas yaklaşımı; bu yaklaşım, sınıfın toplumsal var oluşundaki ekonomik belirlemeyi “son yargıda” kertesine indirgeyerek, “sınıf mücadelesi süreçlerini altyapı ve üstyapının birliği çerçevesinde ele alan, siyasal etkinlikleri artıkdeğer üretiminin gerçekleştiği emek sürecinden başlayan, üstyapı düzeyindeki siyasal ilişki ve pratiklere kadar uzanan bir toplumsal ilişkiler sistemi olarak” değerlendiriyordu23. Yapısalcı Marksizmin eleştirisi, son kırk yılın temel gündemlerinden olduğundan ötürü, sınıfların üretim tarzının düzey ve kertelerindeki yapısal yerler olup olmadıkları, sınıf etkileri ve kapasitelerinin neler olduğu gibi sorunlara burada girmeyeceğiz. Bu tartışmaların, sınıf kapasitesi kavramında olduğu gibi çok azı yol açıcıdır ve metodolojik olarak sınıf çözümlemeleri için somut durumun somut tahlili bakımından olanak sağlar24. E.P. Thompson’un yapısalcı çözümleme ile sert bir polemiğe girdiği biliniyor25. Karşılık olarak, Thomson’un, sınıfın kendinde durumunu bir sınıf durumu olarak kabul etmediğinden ötürü, sıklıkla iradeci bir model geliştirmiş olmakla ve bu modelinde sınıfın nesnel, bilinçten önceki varoluşuna kayıtsız kalmasıyla eleştirilmiştir. Örneğin Anderson, Thompson’u, “sınıf bazı insanların (miras olarak devraldıkları veya paylaştıkları) ortak deneyimleri sonucunda aralarındaki çıkar birliğini hissedip ve çıkarlarının kimliğini kendilerinin arasında eklemleyip bunu kendi çıkarlarından farklı (ve genellikle kendi çıkarlarına karşıt) çıkarlara sahip insanlara karşı ifade etmeye başladıkları anda oluşur” derken iradeci bulmasına katılmak gerekir26. Anderson’un vurguladığı gibi, en iyisi, Marx’la birlikte, toplumsal sınıflar kendilerinin bilincinde olmayabilirler, ortak şekilde hareket edemeyebilir ve davranamayabilirler ama hala, maddi ve tarihsel olarak sınıf olarak kalırlar, demektir27. Kalabalık İkinci görüş kendisini Marx’ın esini ile ilişkilendirse de, Marksizm kapsamında değerlendirilmesi pek de olası değildir: Bu yaklaşım, ya daha ılımlı şekilde Hindess’deki gibi “sınıf” kavramının kendisini sorgulayarak sınıfları bölen “nesnel çıkarın olmadığını, çıkarın ancak topluluk içi oydaşma, ya da söylem içinde kurulabileceğini” ileri sürerek “toplumsal özne konumlarını ancak karar alma yeteneğine ve belli araçları harekete geçirme gücüne sahip bulunan toplumsal 23 Öngen, Tülin. Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Alan, İstanbul, 1994, s.224. 24 Bu konuda bir tartışma için bkz. Özuğurlu, Metin. “Sınıf Çözümlemesinin Temel Sorunsalları”, Praksis, sayı 8, Güz 2002, s.29 vd. 25 Thompson’un yaptığı gibi, Teorinin Sefaleti’nde (çev. A. Fethi Yıldırım, Alan, İstanbul, 1994, s.41- 42) andığı sekiz temel gerekçeyle yapısalcı çözümleme eleştirilebilir. Ancak, Althusser’in tüm çalışmasının salt yapısalcı olarak nitelenmesi de haktanır olmayacaktır. 26 Anderson, Perry. Marksizmde Tartışmalar, çev. A. Özdemir, Göçebe, İstanbul, 1998, s.62. 27 Age, s.65.
17
Yaşayan Marksizm
gruplarla” sınırladı28. Ya da Laclau- Mouffe’taki gibi sınıfları tümüyle reddederek toplumsal öznenin bizzat “söylem içinde kurulacağını”29 ileri sürerek, zamanla postmodern tartışmaya iyice eklemlenerek özne fikrinden de kurtuldu. Bu sonuncusunun dünyada akademik Marksizm içindeki ölümü tamamlanalı epey oluyor, böylece, bu pozisyonu inşa edenler yani Laclau ve Mouffe, postmodernizm sonrasındaki 2000’li yıllarda, burjuva ideolojisinin ana akımı liberalizm içinde konumlandılar. Ancak, Türkiye’nin kendine has bağımlı entelektüeli, konformizmi gereği, vaktiyle solculuğu tasfiye etmek için icat edilmiş olan bu postmodern konumu o kadar sevdi ki, tüm dünyada post-Marksist pozisyonu savunan “eleştirel teolog”lardan bir dizisi sadece bu ülkede kaldı. Ne yazık, bir de Mouffe’u yanlış okuyor ve Schmitt’çilik yapıyorlar; bu boyuttaki konformizmin bu erkek ve kadınları faşizmin ideologluğuna kadar sürüklemesi artık şaşırtıcı bile olmayacak! Bu yaklaşım, bugün büyük oranda değişim geçirmiş halde, özneyi kalabalığa (multitude30) çözündürerek Hardt ve Negri geleneğinde sürdürülmektedir. Sol ve devrimci bir iddia ile ortaya çıkması bakımından zaman zaman sermaye muhalefetinin önüne konulan bu özgül post- Marksist konum hakkında da çokça söz etmeye gerek duymuyoruz. 2009 yılı içinde yayınladıkları Commonwealth31, bu bayların sermaye için yeni bir Leviathan (Ejderha)32 istediklerini açıkça ortaya koydu. Ancak, fazladan Commonwealth, küresel düzeyde bir refah devleti için olanak olarak kullanılabilirdi. Nihayet, bu çokluk diye yanlış çevrilerek müphemleştirilmiş kavramın Hobbes’un Ejderha’sına kurduğu tebaa gibi sermayenin yeni Commonwealth’inin küresel tebaasından başka bir şey olmadığını anlamış olduk. Gene de sözü açılmışken, proletaryanın tarihsel devrimciliğinin yarattığı enkazlar içinden yeniyi kurma güç işinden korkan bazı devrimci gençlik hareketleri içinde bu bayların sesi yankılandığından ötürü sadece bir cümle ile değinelim: Üzerine çok kalem oynatılsa da, “çokluk” diye çevrilen bu kavram, teorik açıdan bulanık33, sosyolojik açıdan belirsiz34, felsefi açıdan karanlık35 ve stratejik açıdan “boş”tur36. 28 Öngen, age, s.208. 29 Laclau, Ernesto. “Politika ve Modernitenin Sınırları”, Postmodernist Burjuva Liberalizmi içinde, der. ve çev. Yavuz Alogan, Sarmal, İstanbul, s.101. 30 Bu kavram Türkçe’ye “çokluk” olarak çevrilmektedir. Kavramın tarihi, ta Hobbes ve Spinoza’ya, hatta İngiliz cumhuriyetçi geleneğine, Harrington’a gider. Multitude, özel olarak Harrington’da haklar dilekçesi için sokağa çıkmış olan kalabalıkları anlatır; Hobbes, bu kalabalıktan biraz da tiksintiyle gene aynı anlamda teba olması gereken “kalabalık” olarak; Spinoza ise Hobbes’çuluğunu yenmeye çalışarak ama aynı anlamda anar. Kalabalık gibi bir karşılık dururken çokluk diye müphem bir sözcüğün tercih edilmesi, elbette ideolojik bir tercih. Fakat, ülkede entelektüel fukaralık o kadar yaygın ve liberal zırtapozların tekelindeki, geriye dönüp, Harrington, Hobbes, Spinoz çevirilerinde de multitude’u “çokluk” yapıyorlar. Bence sakıncası yok, zaten Hardt ve Negri, devrimci geleneğimize ait sayılamazlar; MachiavelliBodin -Hobbes -Rouseau -Hegel çizgisinde, burjuva egemenlik ideolojisinin kapsamı içinde devinirler. 31 Hardt, M. ve A. Negri. Commonwealth, Harvard University Press, Oxford, 2009. 32 Hobbes, Thomas. Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı ve Kredi, İstanbul, 1994. 33 Bensaïd, Daniel. Köstebek ve Lokomotif, çev. Uraz Aydın vd., Yazın, İstanbul, s.133. 34 Age, s.136. 35 Age, s.142. 36 Age, s.144.
18
Eleştirel Bakış
Genel olarak burjuva ideolojisi içinde kalmakla birlikte sosyolojik düşünüşten ayrılmayan üçüncü bir yaklaşım, sınıfları ekonomik birimler olarak kabul eden ama bir dönem oynadıkları tarihsel rolü artık yitirdiklerini düşünen Gorz ya da Giddens yaklaşımıdır. Bu yaklaşım içinde toplumsal değişim fikrini hala savunan ama aynı şekilde işçi sınıfının varlığını tanımakla birlikte artık bir devrimci rol oynayamayacağını öne süren 1960’ların eleştirel teorisi -Marcuse vd.- de sayılabilir ama toplumsal değişimdeki ısrarı ile diğerlerinden ayrılır. İşçi sınıfı Yukarıda yaptığımız özet, elbette her özet gibi, bir indirgeme ve bazı genellemeler içerir. Bunu veri kabul ederek, sınıfların ontolojik gerçekliğini ekonomik birimlerden öteye, siyasal, toplumsal ve tarihsel özne olarak sınıf oluşumlarına taşıdığımız zaman karşımızda, sınıf adlı toplumsal çerçeveyi hangi mayanın bir arada tuttuğu sorusu belirir. Bu konuda da bir kısmı Lukacs’tan köklenen, diğer bir kısmı ise Gramsci’ye uzanan farklı tartışmalar Marksizm içinde, hâlâ sürmekte. Ancak, yukarıda sayılan üç konum dışındaki tüm Marksist birikimi veri kabul ederek, somut sınıf çözümlemeleri bakımından elverişli olabilecek bir tartışma, sınıfın üretim sürecindeki konumu ile toplumsal konumu arasındaki ilişkiyi açıklaştırmak üzere sınıf çıkarı ve sınıf kapasitesi kavramları ile yürütülen tartışmadır. Sınıf çıkarı, genel olarak nesnel çıkar biçiminde ama hem öznel hem de tarihsel nesnel çıkar olarak kavranmakta, sınıf kapasitesi ise, sınıfın toplumdaki ekonomi dışındaki siyasal ve kültürel hegemonya olanağını da içerecek şekilde değerlendirilmektedir.37 İşçi sınıfının ontolojik varlığı elbette altyapıya, toplumsal temele gömülüdür. Bu yüzden, sınıflar üretim süreci içinde de ekonomik özneler olarak, bilinçli hareket edebilirler -aksi, bireysel ya da toplu iş sözleşmesinin göz ardı edilmesi olurdu. Ve elbette bir ilişki olarak sınıfın kurulmaya başladığı yer, bizzat sömürü ilişkisidir; sömürü ilişkisinin mekânıdır; özcesi, işçi sınıfı öncelikle Marx ve Engels ile ardıllarının benimsediği gibi, “üretim araçlarına sahip olmama; geçim araçlarına doğrudan erişimden yoksun olma; az ya da çok sürekli emek gücü satışı olmaksızın geçim araçlarını almak için yetersiz gelire sahip” üretken ve üretken olmayan tüm emekçileri kapsar38. Marksizm için sınıf, aynı zamanda, tarihsel ve toplumsal bir bütünlük olarak da betimlenebilir. Lenin’in meşhur tanımı bu bütünlüğe vurgu yapıyordu39. Elbette, 37 Sınıf çıkarlarının nesnelliğinin siyasal stratejilere etkisi vardır: “nesnel sınıf çıkarları, sınıf mücadelesi açısından üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Çünkü karar alma ve eyleme geçme süreçlerinin biçimlenmesi, sınıf çıkarlarının gerçek kabul edilip edilmemesine göre değişmektedir. Eğer işçi sınıfının kolektif hareketinin gerisinde nesnel çıkarların olduğu kabul edilirse, bu çıkarlara dayanarak harekete geçecek toplumsal öznelere (sınıflara) dayanan stratejilere; yok eğer sınıf çıkarları ancak eylemden veya söylemden sonra gerçeklik kazanan bir olgu ise, bu kez ortak gereksinimler doğrultusunda birlik oluşturma kapasitesine sahip bazı toplumsal gruplara dayanan stratejilere (örneğin kadın hareketlerini, çevrecileri, marjinalleri de içine alan halk hareketlerine, popüler cephelere) öncelik verilecektir” Öngen, age, s.212. 38 Mandel, Ernest. Marx’ın Kapital’i, çev. Osman S. Binatlı, Yazın, İstanbul, 2008, s. 181- 82. Bu konudaki tartışmalar için ayrıca bu sayıda Haluk Yurtsever’in makalesine bkz. 39 Lenin’in tanımını “meşhur” sayıyorum zira, bu sayımızdaki üç ayrı yazıda tekrar ediliyor. Bu sayıda Haluk Yurtsever, Muhsin Dalfidan ve A. Hakan Güvenir yazılarına bakılabilir.
19
Yaşayan Marksizm
bu bütünlük içinde belli bir toplumsal formasyonda açığa çıkan, oluşan, kurulan sınıfın “nesnel çıkarlarının” önemli bir rolü vardı. Ama bu rol, zamanla ortaya çıkan tarihsel bütünlük içinde, kimi zaman çok zayıf bir bağ haline de dönüşebilirdi. Böyle bir anda ve mekanda bile sınıf, nesnel olarak sınıf olma niteliğini yitirmediği gibi, bu niteliğin tarihsel olarak nesnel sınıf çıkarlarına dayanmadığı ileri sürülemez. 1 Mayısların anlamı Sorunu açıklamak için, dünya tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin kuruluşunda işçi sınıfının oluşumuna -elbette, çok kısa ve kısa olduğu ölçüde de kabacabakabiliriz: İşçi sınıfının, öncelikle sermaye ilişkisi olarak, bir iktisadi ilişki olarak doğduğunda bir tartışma yoktur. Fakat bu aynı sınıf, ekonomik mücadelesi içinde -sendikalizm- sonuç alamayınca siyasal olarak da örgütlenme becerisini objektif olarak göstermiştir, büyük kitle partileri inşa etmiş, siyasal devrimlere kalkışmış, -sovyetler, fabrika komiteleri, işçi komiteleri vb. özyönetsel meclisler tarzı- kendine has siyasal organlar yaratarak kendi kendisini iktidar olarak örgütlemeye yönelmiş ve “devrimler yapmış”tır. Başlangıçta daha çok ekonomik olan çıkara dayanır gibi görünen bu sürecin, zamanla siyasal mücadelesi içinde kaynaşan ve kurulan daha büyük bir toplumsal bütünlük yarattığında tartışma yoktur. İşçi sınıfı siyasal mücadelesi içinde bazı gelenekler ve kurumlar yarattıkça toplumsal bütünlük olarak sınıf da artık ekonomik olan çıkarlarından öteye bir varlık -ontolojik bütünlük- haline dönüşmüştür. Böylece, ekonomik olan çıkarları işçi sınıfı için ilk baştaki kurucu rolünü her yeni deneyim için korumakla birlikte, siyasal mücadelesi içinde edindiği deneyimler, verdiği ölüler ve edindiği tarihsel çıkarlar -özgürlük, eşitlik ve kardeşlik idealleri, genel olarak sosyalizm- bu bütünlüğün yeniden üretimi için toplumsal temel değil ama vazgeçilmez koşullar, tarihsel belirleyiciler haline dönüşmüştür. Buna 1 Mayıs gösterileri ve bunun kazanılması için verilen mücadeleler örnek gösterilebilir. 1 Mayıs bir kez kazanılmakla artık, sınıfı yeniden üreten bir tarihsel temsil haline dönüşür. Türkiye’de de devrimci politik hareketlerin 1 Mayıs’ın yasal ya da meşru bir biçimde kutlanamadığı bundan kısa süre öncesine kadar, her şeyleri pahasına bu gün için mücadele etmeleri gayet anlaşılır bir işçi sınıfını “oluşturma” mücadelesiydi. Keza birkaç yıldır devam eden Taksim ısrarının ardında da büyük oranda bu aynı neden vardır. Ekonomik indirgemecilerle uvriyeristler40, işçi sınıfını bütünselliği içinde bir tarihsel fail olarak anlamakta güçlük çektikleri için; bir yanda sömürülen bir sınıf diğer yanda ise onu kendisi için sınıf yapacak işçi sınıfı partisi vardır. Halbuki, varsayımsal olarak “işçi sınıfı partileri” de sözünü ettiğimiz bütünlüğün tarihsel taşıyıcılığı üstlenen siyasal olarak kurucu toplumsal birimdir. 40 “Ekonomik indirgemecilerin göz ardı ettiği şey, toplumsal kurum ya da olayların bir kez oluştuktan sonra, gelecek toplumsal (bir gün ya da bir ay ya da on yıl sonra vs.) yapıyı etkileyebilecek bir içerik kazanabilecekleridir. Enternasyonal kurulduktan sonra, işçi sınıfı artık bir daha ekonomik olana indirgenemeyeceği gibi, sadece onunla da tanımlanamaz. Enternasyonal, artık onun ontolojik bir parçası haline dönüşür. Bu burjuva sınıfı içinde öyledir; burjuva devleti, burjuva sınıfını toplumsal bir bütünlük haline getirir.” Mısır, agm, s.129.
20
Eleştirel Bakış
İşçi sınıfı bir kez örgütlerini yaratmakla, bu türlü -sınıf olarak yani, bu artık tarihsel ve toplumsal çıkarlarını bütünlüklü talepler manzumesi olarak ifade edebilen yani yeni bir dünya isteyen bir tarihsel- toplumsal özne olarak- varlığına tarihsel bir süreklilik kazandırır. Şu halde, ekonomik olanın “genişletilmiş” yeniden üretimi ancak sömürü ilişkisinin yeniden üretimidir ama buna bağlı olarak sınıf mücadelesinde işçi sınıfının edindiği deneyimlerin ideolojik- politik- kültürel ve sair toplumsal süreç ve ilişkiler içinde, özetle sınıf mücadeleleri içinde yeniden üretimi -sınıfın bizzat kendiliğinden varlığı ya da örgütlü varlığı aracılığıyla- “işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal bir fail olarak yeniden üretimi”dir. Böyle bir çerçeve, bizi ekonomik olanla siyasal alan karşıtlığından da Tekel işçilerinin tarihsel direnişinin önemini taleplerinin sınırlılığıyla ölçmekten de kurtarır. Eski ama bitmeyen tartışma Marx’ın kendinde, yapısal yerler olarak sınıflardan söz ettiğini iddia etmek güçtür. Bu yüzden Cohen, “proleter, kendi yaşam araçlarını elde etmek için kendi emek gücünü satması gereken bağımlı üreticidir”41 diye bir tanımlamaya giriştiğinde sınıfın ontolojik bütünlüğünün anlaşılması yolunda sadece küçük bir adım atmış olmaktadır. Bu adım, sınıfı yapısal bir yer olarak tanımlamak eğilimini sonraki adımlarda iyice belirginleştirdiğinde, düpedüz yanlış bir adım olarak kalmakla yüzleşir. Bu yol yerine önerdiğimiz yeni yol, yani sınıfların sömürüdeki kökenleri sayesinde zorunlu olarak birbirleri ile ilişki içinde görüldüğü Marksist sınıf kuramı, Callinicos’un tarifi ile, “toplumsal derecelenmeleri tanımlamakla değil, toplumsal değişimi açıklamakla ilgilenir”42. Thompson’a hak verilmesi gereken yer, işçi sınıfının oluşumunda deneyimin oynadığı önemli rolle ilgilidir. Burada deneyimden anladığımız, bir bütün olarak, sınıf oluşumu sürecinin bir yandan ekonomik ve siyasal mücadelelere, diğer yandan da bu mücadelelere doğrudan bağlı olmaksızın -örneğin, gündelik çalışma vd. ilişkileri içinde- sınıfı oluşturan bireylerin kendinde varlığına bağlanan kültürel yeniden üretimlerine sıkı sıkıya bağlı olduğudur. Deneyim kavramı, sınıf oluşumu sürecinin işçi sınıfı kurumları ile bağlantısını kurmamıza, işçi sınıfı partilerinin işlevini kavramamıza ve hatta organik aydınlarının siyasal önemini anlamamıza da yardımcı olur. Thompson’la sınıf mücadelesini açıklamak konusunda anlaşmak ise daha zordur. Bir sınıf, elbette, ekonomik olandan ibaret değildir ama sınıf mücadelesi ile sömürüyü denkleştirerek Ste Croix kadar43 ileri gitmesek bile, sömürünün sınıf mücadelesini açıkladığını söylemek, sınıf mücadelesinin, savaşan taraflar arasında sınıf bilinci olmasa dahi gerçek çatışmalardan oluştuğunu vurgulamak gerekir. Burada benimsenen içeriğiyle sınıfın bütünsel bir açıklaması Ste Croix’in önerisini daha çok anlaşılır bulacaktır: 41 Cohen, G. A. Karl Marx’ın Tarih Teorisi, çev. Ahmet Fethi, Toplumsal Dönüşüm, 1998, s.94. 42 Callinicos, Alex. Tarih Yapmak: Toplum Kuramında Etkinlik Yapı ve Değişim, çev. Nermin Saatçioğlu, Özne, İstanbul, 1998, s.71. 43 Age, s.70.
21
Yaşayan Marksizm
Sınıf (aslen bir ilişkidir), sömürü olgusunun kolektif toplumsal ifadesi, sömürünün bir toplumsal yapıdaki somutlanma yoludur. Sömürü ile kastettiğim, başkalarının emeğinin ürününün bir kısmının sahiplenilmesidir. Bir sınıf (belirli bir sınıf) bütün toplumsal üretim sistemindeki konumlarıyla özdeş kılınmış, her şeyden önce üretim koşullarıyla (yani üretim ve emek araçları) ve diğer sınıflarla ilişkilerine göre (öncelikle mülkiyet ya da denetleme derecesi bakımından) tanımlanan bir topluluk içindeki kişiler grubudur. Verili bir sınıfı oluşturan bireyler kendi kimliklerinin ve bir sınıf olarak ortak çıkarlarının tamamen ya da kısmen bilincinde olabilirler ya da olmayabilirler ve böyle diğer sınıfların üyelerine karşı düşmanlık hissedebilir ya da hissetmeyebilirler.44
Sınıf bilincinin olanakları Marksist bir sınıf kuramı, tabakalaşma kuramı olmadığından ötürü, karşı karşıya kaldığı en önemli sorun, sınıf bilincinin edinimidir. Her ne kadar Lenin’den beri kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf ayrımı ile öncü parti ile bilinç taşıma formülü kabul görmüş sayılmaktaysa da, bu konularda da yeniden düşünmek gerekir: Kendiliğinden sınıf ve kendi için sınıf ayrımını reddetmek için nesnel bir gerekçe yoktur. Ancak, öncü parti yerine işçi sınıfının ontolojisine gömülü, bütünlüğüne ait bir parça olarak siyasal partiden, bilinç taşıma yerine deneyimden söz etmek, geniş anlamda Lenin’le çelişmek anlamına gelmez. Kaldı ki, Lenin de değer verdiğimiz bir yoldaşımız, fikirleri hâlâ aydınlatıcı olduğundan her eşikte yeniden tartıştığımız bir çağdaşımızdır sadece... Bu çerçevede, deneyim kavramı, işçi sınıfı söz konusu olduğunda, sınıf bilincinin edinimi için en uygun yordamı sunmaktadır. Bir sınıfın deneyimleri, salt ekonomik ya da siyasal mücadele süreçlerine değil, kültürel varoluş biçimlerine kadar yaygınlaştırılabilir. Bir sınıfın sınıf bilinci edinmesi bütün bu deneyim alanlarındaki sınıf oluşumu süreçlerinin bütünleşmesinden geçer. Eğer Lenin’in kendinde sınıf ile kendisi için sınıf arasındaki sürece partinin müdahalesi önerisi, bir deneyim bütünleştirmesi önerisi olarak anlaşılır ise, bunu yapabilecek tek yoğunlaşmış araç da parti olduğuna göre, bu öneri, bütünsel Marksist bir sınıf kuramı içinde rahatlıkla yer alabilir. Teori pratikle etkileşimi içinde kurulmalı ve sınanmalıdır. Sanırım Lenin’in yaptığı budur. Teori ile pratik arasındaki bu ilişki, doğrudan teorinin pratiği etkileme olanaklarını da gösterir. Şu halde sınıf bilincine ilişkin yapılacak çıkarımlar, hem bir toplumsal bilinç biçimi olarak Lenin’in kendiliğinden sınıf bilinci dediği şeyi yani ortak sınıfsal deneyimlerin sonucunu merkezine almalı hem de bizzat açıklamanın kendisi sınıf bilincini kurucu işlev görmelidir. Bilinç doğrusal, kümülatif bir yoldan değil, özgün deneyimlerle ilgili olarak somut bir biçimde gelişir. Toplumsal gelişimin bir aşamasında gelişen kavrayış, başka 44 Akt. Callinicos, age, s.69.
22
Eleştirel Bakış
bir zaman ve mekanda onun uygunluğunun garantisi olamaz -eğer öyle olsaydı, dünya devrimi çok uzun zaman önce başarıya ulaşırdı. Burası, örgütün önemli olduğu noktayı gösterir; örgüt kurumsal olarak deneyimleri kendi hafızasında saklar ve bu bakımdan sınıf bilincinin kurulmasında belirleyici bir işlev görür. Kendiliğinden hareket, devrimci kalkışmalara dahi girebilir ama yenilgi dönemlerinde bunu taşıyamaz; elbette gericilik dönemlerinde örgüt de karşı devrimci ideolojik saldırılara karşı bağışık değildir yani örgüt de etkilenir ama örgüt, teorinin yani sınıf bilincinin dile getirildiği bir biçim sağlamakla, geçmişin deneyimlerinin öneminin bugünün ve geleceğin sorunlarına ilişkin olarak değerlendirilebileceği bir çevre sağlar: işçi sınıfı kendiliğinden, kendi tarihinin farkında değildir -bu farkına varış, parti çevresi aracılığıyla canlı tutulur. Burada, işçi sınıfının -bir üretim tarzından, öteki üretim tarzına geçene dek, deneyimlerin sürekliliği esasında- sürekli bir oluşum içinde olduğunu benimsememiz, proletaryanın tarihsel bir özne olarak nihai teşekkülünün sınıf bilinci edinmesi yoluyla olacağını vurgulamayı özellikle gerektirir. Sınıf bilinci sorununun sınırlarının, toplumun varolan çatışma içindeki durumu tarafından çizileceği açıktır. Bu durumda, sorunun entelektüel bir çözümü, yani “model-inşacı” bir bilgisi yoktur. Yalnızca bireysel ve rastgele olarak değil kolektif bir şekilde parti aracılığıyla eyleme geçme imkanı eyleme bilinçli bir yön verebilir ve sınıf onun sonuçlarını özümseyebilir. Proletaryanın halklaşması mı? Kapitalizmin bir uzun dalga krizinin çöküş evresinde bulunduğu genel kabul görüyor45. Ama bu tersten işçi hareketinin de kriz içinde olmadığı anlamına gelmemeli. Kriziyle cebelleşen sermaye, yeni bir birikim tarzı için işçi sınıfının geleneksel örgütlerine ve konumlarına karşı saldırıya geçti46, örgütlü kapitalizm döneminin sosyal uzlaşması bozuldu ve sınıf sistem dışına sürüldü47, sınıf oluşumu süreçleri sekteye uğrayarak işçi sınıfı şekilsizleşti48 ve parçalandı49, bunlar yanında sınıfa katılımın da çeşitlenmesi ile önceki döneme nazaran işçi sınıfının heterejonleşmesi arttı50. Tüm bunlar işçi sınıfının ortadan kalktığını ya da niteliksel bir dönüşüm geçirdiğini göstermiyor elbette. Aksine işçi sınıfı son otuz yıl içinde sayıca çok büyüdü ve proleterleşme görülmemiş bir hız kazandı. Ama hem siyasal hem de sendikal düzeydeki örgütlenme düzeyleri bunun tersine geriledi.51 Bu çerçevede proletaryanın halklaşmasından çok, tersinden halkın kitleler halinde proletaryaya katılmasından söz etmek daha doğrudur. 45 46 47 48 49 50 51
Bu konuda, Yaşayan Marksizm’in 1. sayısındaki “Eleştirel Bakış” yanında dergide yer alan yazılara bakılabilir. Kalyon, Kenan. Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde, Çalışanlar, İstanbul, 2004, s.102. Age, s.106. Age, s.107. Age, s.108. Age, s.109. Age, s.104.
23
Yaşayan Marksizm
Sorun, daha fazla kozmopolit bir görünüm edinen ve daha fazla kadınlaşan sınıfın bu dönemdeki oluşum sürecinin, ırkçılığa ve patriyarkaya -erkek egemenliğine- karşı mücadelelerle, özellikle kapitalizmin doğal sınırlarına dayanmasının doğurduğu ekolojik krizin yarattığı mücadelelerle çok daha ilgili hale gelmesidir. Bugün işçi sınıfının oluşumunda özellikle ekolojik krize verilen tepki ekososyalist temelde özgül bir rol oynayabilir ve oynamaktadır da. Sadece kırsal proletarya ile küçük köylülüğü bütünleştiren bir dizi çevreci taban hareketini yeniden ve yeniden üretmesi bakımından değil; her tikel hak mücadelesini evrensel eşitlik ve özgürlüğe, her farklılığı özgüllüğü içinde kapitalizm karşıtı bütüne, üretim sürecindeki mücadeleleri dünyaya -köye, kente ve hatta toprağa- bağlayarak, bugünün daha fazla kozmopolitleşme gereği duyan yeni işçi sınıfı enternasyonalizminin değerlerini bu mücadeleler içinde kurmayı başarmasından ötürü de... Burada kabaca betimlense de, bugün ırkçılığa, patriyarkaya ve ekolojik krize karşı mücadele etmeyen bir işçi hareketinin kendini kurabilmesi mümkün görünmemektedir. Ama bu proletaryanın halklaşmasından öte bir anlam taşır; Istvan Mészáros’un belirttiği gibi, “gerçekten de toplumsal metabolizmayı denetlemenin alternatif yolunu çizebilecek tek uygun güç emektir; emeğin belli kesimleri değil, sermayenin uzlaşmaz karşıtı olarak emeğin bütünü”52. Çıt çıt Kapitalizmde yurttaş, burjuva kültürünün ve değerlerinin sembolüdür. Ayrıca kapitalist devlet de, egemen sınıfları egemen sınıf olarak -gerektiğinde egemen sınıflar arası çelişkileri de zor yoluyla gidererek- kuran, oluşturan bir tarihsel kurumdur. Özel olarak kapitalist devlet, işçi sınıfı bilincini “bastıran” ve egemen sınıf bilincini “kuran” bir aygıttır. Bunu hem yalın devlet aygıtı (zor-yasallık: “zor kullanma tekeli”), hem siyasal toplum (meşruiyet), hem de ideolojik aygıtlar (ikna ve meşruiyet üretimi) aracılığıyla yapar. Sınıfları yurttaşlar olarak eşitleyen yasalar, işçi sınıfının her tür kalkışmasını “toplumsal barışı” bozmakla itham eder. Yurttaş olarak işçi, toplumsal barışın kurucu öznesi oldukça, devrimci eylemin öz deneyiminden uzaklaşır; çoğu kez, ideolojik aygıt -bu bakımdan devlet oluşumunun kontrolünde- olan sendikalar tarafından yürütülen direnişler, onun yurttaş olarak kuruculuğunu sınıfının üyesi olarak terk etme noktasına çıkmasını -başka bir sınıf olduğunun farkına varmasından bağımsız olarak- çoğu kez sağlayamaz; çünkü “zor” ve “aldatmaca” ile partinin ona sağladığı çevreye, yani deneyiminin sınıf bilinci düzeyine çıkabileceği tek çevreye ulaşamaz. Ama en geri eylem bile yankı bulacak materyali sağlar ve örgüt -parti- daha ileri bir eylem için bir biçim oluşturarak bu yankının üzerine oturur. 52 Mészáros, Istvan. Ya Sosyalizm Ya Barbarlık, çev. İrfan Mehmetoğlu, Epos, Ankara, 2004, s.100.
24
Eleştirel Bakış
Sonuç olarak, işçi sınıfı, bir, toplumsal -kapitalist üretim tarzında toplumun sermaye ilişkisi ile içsel bölünmesinden doğan- ve tarihsel -fail olarak toplumu dönüştüren- bir ilişkidir; iki, bu ilişki maddidir ve maddi bir temele dayanır ki bu maddi temel doğrudan ya da dolaylı sömürü ilişkisidir; üç, işçi sınıfı sürekli bir oluşum halindedir. İşçi sınıfının sürekli bir oluşum halinde olması, onun bağımsız olarak hareket edemeyeceği anlamına gelmez, aksine, oluşumunun bu özel tarihsel evresinde, bir kez partisine kavuşmuş ve tarihsel programını (sosyalizmi) ilan etmişken, bu süreklilik sadece onun devrimci bir tarihsel fail olarak gücünü ve olanaklarını gösterir. Tekel işçilerinin direnişi bütün bu tarihsel çelişkileri içererek, sınıf bilincinin edinilmesi yolunda, önemli bir deneyim bırakmıştır. Ötesi mi? Mücadele henüz bitmedi ve sürüyor... Karamsar olanlara diyebileceğimiz ise Ali Özgür’ün şiirindeki şu dizeden ibaret: Çıt çıt...
Mustafa Bayram Mısır
Kozmik Keramet(*) Ali Özgür Özkarcı I Ayçekirdekleri olmadan olmuyor. Şimdi ayrıntılı bir bilgi veremeyeceğiz. Halk ayçekirdeklerini çıtlatırken ve halkın sakince kabukları yere atmasını Üç artı bir konforlu kozmikliğe tercih edeceğiz Şimdi ayrıntılarla didişmeyeceğiz. En önemlisi: Herkes seyredecek ve hiçkimse bilet parası vermeyecek. Nasılsa Ahmet unutmak tercih sebebi diye geçecek Ahmet geçecek, feministler bizi bir seferliğine affedecek Çıt çıt sesi ile popcorn yerken çıkarılan ses değiştirilmeyecek Bir de ayçekirdekleri sembol muamelesi görmeyecek. 25
Yaşayan Marksizm
II Ahmet ayakkabıları parlatıyor Bu sefer Köyceğiz’e resim yapan paşa ihtmalleri konuşuluyor Ahmet moloz döküyor TEKEL meselesinde sadece bütçeler konuşuluyor Ahmet çöp topluyor Aileyle okunacak kitap listeleri hazırlanıyor Ahmet porno film satıyor Tüsiad gerilimin piyasalara faydası yok diyor Ahmet sadece parklarda sosyalleşebiliyor Nail Koç yat kazası geçiriyor Ahmet karısını gündeliğe gönderiyor Anayasa kısmi değiştiriliyor Ahmet korsan kitap satıyor Büyükelçilerin anıları çok satıyor Ahmet çok çocuk yapıyor ÇYD raporları nüfusun kontrol altına alınmasını istiyor Ahmet: Ammına Kodduklarım diyor Ahmet siyasi bir tespit yapıyor. Çıt Çıt.
(*) Ali Özgür Özkarcı, Heves Dergisi çevresinde öne çıkan 2000’li yıllar deneysel şiirinin, kendisi öyle nitelemese de, şiiri öyle nitelenmeyi hak eden “yeni binyıl toplumculuğunun” öncü şairlerindendir: Özkarcı’nın bu şiiri, Tekel işçilerinin direnişi ile ilgili olmasının ötesinde, 2000’li yılların deneysel şiirinin güncel işlevsel bağlamda da politikleşme olanaklarını göstermesi bakımından ayrıca övgüyü ve ilgiyi hak eder.
26
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine(*)
1
Ertuğrul Kürkçü
I Herkese merhaba. Önce, geciktiğim için özür dilerim. Biraz zor oldu buraya ulaşmak. Umarım bir şey aksatmadım. Aydın’ın konuşmasının ortasından itibaren dinliyorum ama biz Aydın’la birlikte çok uzun zaman geçirdiğimiz için az çok ne söyleyeceğini tahmin ediyorum. Fakat ne söylersek söyleyelim bence bugün bu problemi masada çözebileceğimizi sanmıyorum. Çünkü çözebilecek olsaydık hepimizin kendince temsil etmeye yeltendiği hareketlerin durumları bugün olduğundan farklı olurdu. Bu durumun ne olduğunu bildiğinizi sanıyorum. Gene de bunların böyle olmuş olması, doğru bir fikri temsil etmediğimiz ya da doğru bir fikre erişemeyeceğimiz anlamına gelmez. Her zaman madde fikre doğru hareket etmeyebilir. Fikrin sağlamlığı bakımından bu bir [aleyhte] kanıt teşkil etmeyebilir. Ama yine de ortada bir problem olduğu apaşikar. Türkiye solu dediğimiz zaman ben genel olarak bundan sosyalist hareketi anlıyorum -sosyal demokrasiyi özellikle son on yıldır sol içinde mütalaa edemiyorum, onun bir protofaşist harekete dönüşmüş olduğu kanaatindeyim- bu nedenle ben bir bütün olarak [Türkiye’de] solu, sosyalizmi Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) başlayan geleneğin çeşitli kurumlarının etkisinde olan, bu [geleneğin] etkilediği *
Bu metin, Ertuğrul Kürkçü’nün 2009 yılı Karaburun Sosyal Bilimler Kongresi’nde 12 Eylül Sonrasında Sol başlıklı bir oturumda yaptığı konuşmanın bant çözümüdür. (I) başlıklı bölüm birinci tur çözümünü, (II) başlıklı bölüm ikinci tur çözümünü, (III) başlıklı bölüm ise sorulara verilen yanıtların çözümünü içermektedir. Köşeli parantez içindeki tamamlayıcı sözcükler bizzat Ertuğrul Kürkçü tarafından eklenmiştir.
27
Yaşayan Marksizm
kimi sosyal demokratları da kapsayan nispeten alacalı bir yapı olarak düşünüyorum. Ama Cumhuriyet Halk Partisi’nin [CHP] merkezinde bir sol olduğunu, dolayısıyla bu partinin bu tahlilin konusu olabileceğini düşünmüyorum. Bir bütün olarak Türkiye’de sol dediğimizde, sol tartışmasının aslında doğrudan doğruya TİP’in ortaya çıkışıyla doğmuş olduğunu, devlet partisinin [CHP] ona göre yön tayin ederek kendisini “ortanın solunda” [diye] tanımladığını, dolayısıyla sol teriminin gündelik siyasi hayata, sosyalistlerin bir odak, politik odak olarak siyasi gündeme müdahaleleriyle birlikte ortaya çıkmış olduğunu hatırlarsak burada bir bencillik, kendini önemseme, bir şey sanmanın [sözkonusu olmadığını], tarihi hakikatleri terminolojik tartışmalarla aşma diye bir şeyden yola çıkmadığımızı, olgusal bir şeye temas ettiğimizi söyleyebiliriz. Terimi böyle biraz aydınlatmalıyız. Bugün için çarpıcı bir özet verebilecek nedir Türkiye’de sosyalist hareketin durumu bakımından? Bence “sol” Türkiye’nin sosyal ve siyasi tarihi bakımından gelmiş olabileceği en kötü durumdadır. Bundan daha kötü bir durum ben hatırlamıyorum. 12 Eylül döneminin bile daha kötü olduğunu düşünmüyorum. Şundan ötürü: Bugün Türkiye’de sosyalist hareket, var olan kutuplaşmayı aşmaya çalışan eğilimleri bir kenara bırakacak olursak, esas olarak Ergenekon davasının iki ucundan birindedir. Ya savcının ya sanıkların yanında yer almaktadır. Türkiye’de sol büyük kitlesi itibariyle buraya iteklenmiştir, bu rolü neredeyse benimsemiş durumdadır. Ve bu solun, bu durumda, Türkiye’nin geleceğini, onun kurtuluşunu onun emekçi kitlelerinin ümidini ifade etmesi bence hemen hemen imkânsızdır. O yüzden buradan nasıl çıkacağımıza dair bir meseleyle yüz yüzeyiz. Kiminiz [buna] mukabil olarak durumun bu kadar da korkunç olmadığını söyleyebilir. Ama ben böyle söyleyeyim, daha iyi bir tablo varsa [sizin müdahalelerinizle] bunu hep beraber görelim. Ben bu [durumun] çok büyük ölçüde iki büyük temel süreçle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri 12 Eylül darbesi ve onu izleyen dönemde karşı karşıya kalınan yenilgi; ikincisi sosyalizmin dünya- tarihsel planda kapitalizm karşısında uğramış olduğu yenilgi. Bu iki yenilgi, bence, başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de tabloyu çok büyük ölçüde vahimleştirdi. Aydın hatırlayacaktır, Malatya cezaevinin hücrelerinde, hücreden hücreye bağırarak durum tahlili yapmaya çalışırken, meseleleri daha böyle, nasıl desem, daha özet, daha basitçe ifade etmeyi seven bir arkadaşımız şöyle demişti: “Ya, bu 12 Eylül bütün dünyaya geldi galiba.” Bence bu çok doğru bir saptamaydı, yani, yeni sağın dünya ölçeğinde taarruza geçmesiyle birlikte her bir ülkenin sınıf mücadelesinde yer alan sosyalist hareketler kendi güçlerine, tarihsel yerleşikliklerine, ezilen kitlelerle ve işçi hareketiyle olan bağlarına, teorik ve politik olgunluklarına, içinde mücadele ettikleri toplumun gelenek ve imkânlarına bağlı olarak bununla şöyle ya da böyle yüzleştiler. Dolayısıyla sadece biz karşı karşıya kalmadık bu darbeler ve bu yenilgi süreçleriyle. Fakat Türkiye’deki ötekilere çok benzemeyen bir sonuç verdi. 28
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
İki örnekten bahsedebiliriz dünyanın iki ucundan. Biri güney doğu Asya, öbürü Latin Amerika. [Aynı dönemlerde] Türkiye’dekinden çok daha saldırgan askeri darbelerle, askeri diktatörlüklerle, dinci diktatörlüklerle karşı karşıya kalmalarına rağmen bu kıtalarda sosyalistler yenilgi günlerini arkada bırakıp yeniden toplumsal kurtuluşun merkezi gücü haline yükselebildiler. Latin Amerika’yı bir uçtan bir uca kat eden dalgayı hepimiz biliyoruz ama Endonezya’da, Filipinler’de, Kore’de, Japonya’da, Çin hariç neredeyse bütün Asya’da sosyalistler, devrimci Marksizmin şu ya da bu şekilde yorumlanışına sahip politikalarla kendine yön veren devrimci hareketler, reformcu hareketler kapitalizm eleştirisiyle yol alan güçler aşağı yukarı her yerde mevzilerini yeniden sağlamlaştırdılar ve kapitalist küreselleşmeye karşı muhalefetin, alternatif politikaların, [kapitalizme] karşı yeni örgütlenme biçimlerinin yaratıcıları olabildiler. Fakat Türkiye’de aynı yoldan geçmedik. Peki, fark nerede? Ben açıkçası bütün mesaimi bu farkın nerede olduğunu anlamaya ve dolayısıyla farka uygun politik örgütsel ideolojik teorik felsefi ve başka türlü tercihlerin nasıl yapılabileceğini görmeye ayırıyorum. Hala da çok fazla çözdüğümü söyleyemem. Ama yine de çok esaslı bir farktan söz edebiliriz. Birincisi [bunun] Türkiye’nin devrimci sosyalist hareketinin -tıpkı gecikmiş kapitalizmi gibi- çok geç bir hareket olmasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Latin Amerika’ya baktığımızda, aslında Amerika Birleşik Devletleri’ne, kuzey ve güney Amerika’ya birarada baktığımız zaman 1. enternasyonalin dağılmasından sonra oraya artan göçlerle birlikte [Avrupa’nın] komünist hareketlerinin de aktığını, kendilerine hem taraftar [bulduklarını], hem de bir yığınsal zemin üzerinden [kendilerini] kurduğunu görebiliriz. 1. Dünya Savaşı öncesinde sömürgeciliğe karşı savaşın başını çeken komünistlerin Komintern’in bu ülkelerde [süregiden mücadelelere ilgisi] dolayısıyla da güneydoğu Asya’da Kore’de, Hint alt kıtasında çok güçlü yeniden kuruluşlara yol açtığını görebiliriz. Fakat Türkiye için bu böyle olmadı. Türkiye [komünist] hareketi Sovyetler Birliği’nin, yıkılmış olan Sovyetler Birliği’nin komşusu olmanın faturasını ödemiştir diye düşünüyorum. Türkiye, komünist hareketin kendisi henüz doğmadan, liderleri Karadeniz’de boğdurulurken devletin kendisinin bir komünist partisi kurmuş olduğu tek ülkedir herhalde. Mustafa Kemal’in “komünist parti”sinin Suphi’ler boğdurulduktan hemen sonra üye olmak için Komintern’e başvurduğunu, bu partinin başına İktisat Vekili Celal Bayar’ın geçirilmiş olduğunu hatırlayalım. Türkiye’de anti- komünizm ve devrimle savaş daima devrimin gücünden ve devrimin ima ettiği sosyal çalkantıdan önde gitmiştir. Böylesine bastırılmış bir süreçten geçtik. Türkiye kitlesel ölçekte sol ve sosyalizmle temasa ilk kez 1960 sonrasında geldi. 1960’a gelinceye kadar Türkiye’de ne günlük terminolojide, ne edebiyatta, ne felsefede kimi istisnai anları bir kenara bırakacak olur isek solun, sosyalizmin, devrimci Marksizmin felsefede, politikada, estetik29
Yaşayan Marksizm
te, edebiyatta, bilimsel araştırmada etkisini hissetmek görmek mümkün değildi. Aynı zamanda işçi hareketinin modern biçiminin, modern mücadele şekillerinin ortaya çıkması, yığınsal ölçekte ortaya çıkması da bu yıllara denk geliyor -1950ler ve sonrası. Böyle baktığımız zaman aslında biz tüm kusurlarıyla, içinden gelerek ve kendisini yeniden kurması arzusuyla onu yerden yere vuran bizler bile dönüp baktığımız zaman aslında sadece bir 40 yıllık, 50 yıllık, en çoğundan 60 yıllık bir mücadele toplamından söz ediyoruz. Bu kadarı anlamlı sosyal sonuçlar elde edebilmek bakımından bence az. Karşı karşıya kaldığı sorunlar ise çok büyük. Gözümüzün önüne getirelim Ergun’un sözünü ettiği, Aydın’ın sözünü ettiği günlerde, modern işçi hareketinin kendi kendini kurmasıyla sosyalist hareketin kendini kurması arasındaki açının kapanmaya yüz tuttuğu devrede iki askeri darbeyle karşılaşıldı. İkincisinden çıkarken Sovyetler Birliğinin ve dolayısıyla “varolan sosyalizm”in yenilgisiyle karşılaşıldı. Şimdi gençlere, aydınlara, emekçilere giderken birden fazla şeyi anlatması gerekiyor insanların. Bizim, günümüzde, bizden öncekilerin bize anlattığı ve bizim başkalarına anlattığımızdan farklı olarak –yükselen, gelişmekte olan, geleceğinden kuşku duyulmayan bir sosyalizmden değil- birden çok kere yerel olarak yenilgiye uğramış, ve bir kere de dünya çapında yenilgiye uğramış bir şeyin daha hala denemeye değer olduğunun anlatılmasının [gerekliliğinin] yarattığı tarif kabul etmez bir güçlükle yüz yüzeyiz. Çünkü ne kadar gençler -şimdi sola, sosyalizme, siyasi mücadeleye, teorik tartışmaya gözünü açmış insanlar- bu deneyimleri doğrudan yaşamamış olsalar da, bunlar Türkiye’nin tarihsel atmosferinde asılı duruyor. Biz bu sisin altında [yaşamaya] devam ediyoruz ve ne zaman ortalık hareketlense, ne zaman bir itiraz kutbu oluşmaya başlasa hem dünya çapındaki yenilgi hem 12 Eylül rejimi karşısında uğranılmış olan yenilgi derhal bir refleks gibi toplumun pek çok aktörü tarafından gündeme getiriliyor ve bunlar tarafından yeniden sınanıyorsunuz. Ben bunun oldukça depresif bir atmosfer oluşturduğunu söyleyebilirim doğrusu. Bunu düşünüyorum. Bunlarla başa çıkmamız gerekiyor. Böyledir diye çaresiz değiliz. Ama böyle bir şey var. Böyle bir şey yokmuş gibi bence konuşamayız. Birinci nokta bence bu. İkincisi -bu benim sistematikleştirme çabamdan mı doğuyor yoksa hakikaten böyle midir bu da tartışmaya açık ama- pek çok şey aslında hiçbir zaman başladığınız yere geri dönememeniz, vardığınız yerin tamamen değişik bir yer, durum, olay, süreç olarak karşınıza çıkmasıyla ilgili. Örneğin Türkiye sosyalist hareketi 12 Mart ve 12 Eylül yenilgisinin muhasebesini yaparken iki şey söyledi. Birincisi “işçi hareketine yaklaşmakta yetersiz kaldık”, ikincisi “merkezi kitlesel bir örgütlenme sürecini ihmal ettik”. Ama 12 Eylül’den sonra bu öz eleştiriyle işçi hareketine yönelmeye başlayanlar şununla karşı karşıya kaldılar: Bizzat kapitalizm, üretim yöntemlerini, üretim yordamlarını artık on binlerce işçiyi bir arada topladığı, sanayinin sermaye üretiminin merkezi ögesi olduğu bir üretim sürecinden başka bir [tarza taşıdı]. Türkiye’de “ihracata yönelik sanayileşme” denilen, Amerika Birleşik Devletleri’nde bugünkü krizde “sanayisizleştirme ham30
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
lesinin sonuçlarıyla yüzleşiyoruz” denilerek düşünülen, tartışılan bir durumla karşı karşıya kaldık: İşçi sınıfı hem her yerdeydi hem hiçbir yerdeydi. Dolayısıyla işçi sınıfına gitmek için fabrika arayan küçülmüş, hi-tech -yüksek teknolojilerle donanmış- kendi işini aslında kendi fabrikasında değil, o fabrikanın dışında her yerde yaptıran bir yeni sermaye örgütlenmesiyle karşı karşıya kaldı. Öbür yandan buna, Fordist üretim tarzına bağlı olarak kurulmuş olan kitlesel ölçekte sendikacılığın zeminlerinin [boşaltılması da eklendi]. Şimdi hepimiz şikâyet ediyoruz “sendikacılar şöyle yaptılar, böyle yaptılar” [diye]. Çoğunlukla da haklıyız. Ama o sendikacılar, ne kadar “kötü sendikacılar” da olsalar eskiden on binlerce işçiyi birden örgütlemeksizin yapamazlardı. Sermaye de onların örgütlenmesine şöyle ya da böyle göz yummak, ya da yol vermek, aralarından birini tercih etmek, DİSK’i değil de Türk-İş’i tercih etmek durumunda kalırdı. Şimdi bununla karşı karşıya olmadığımız bir çığırda, “Özal ekonomisi” dediğimiz bir çığırda, işçi hareketinin kendisini çok büyük bir hızla başkalaştırdığı, dolayısıyla özne, devrimci özne arayışının bir formundan bir başka formuna geçerken eski bilgiyle hareket edenler [bu] yeni durumla karşı karşıya kaldıklarında ne yapacaklarını çoğu kez bilemediler. Demin Aydın’ın sözünü ettiği, eminim Metin’in de birazdan sözünü edeceği savrulmalar, postmodernizmin giderek artan hakimiyeti, kısmiliğin bir nimetmiş gibi konuşulmaya başlanmasının bir önceki dönemde değil de şimdi olmasının bir maddi nedeni var. Bunun bu üretim temeliyle, bu sosyal yeniden kuruluşla çok ilgili bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Üçüncü mesele bence Kürt savaşı. Bu meselenin ben Türkiye sosyalist hareketi bakımından başka pek çok şeyden fazla etki yarattığını düşünüyorum. İki nedenle. Bunlardan biri siyasi gündemin doğrudan doğruya emeğin talepleri ve emeğin hareketi etrafında değil, bambaşka bir çelişki, bambaşka bir kutuplaşma etrafında dönmeye başlaması Türkiye’de bence sosyalist hareketin çok hazırlıklı olmadığı bir dönemde önce algılamadığı, sonra gördüğünü kabul etmediği, sonra gördüğünü ayrımsız benimsediği, daha sonra da ne yapacağı hakkında çok fazla fikri olmadığı muazzam bir çatışma iklimi doğdu. Şaka değil Türkiye’de [son 15 yılda] 30’binden fazla insanın hayatını kaybettiği; yaklaşık 8-9 milyona yakın genç insanın karşılıklı savaş deneyiminden geçtiği bir süreçten bahsediyoruz. Bu teorik olarak bizim kendisiyle ilişki kurmayı hayal ettiğimiz ya da kitaptan [yola çıkarak] konuştuğumuz toplum değil, bu başka bir şey.12 eylül dönemiyle toplumumuzda [ortaya çıkan ] bu yepyeni durum bedelini sosyalist harekete bir tür kafa karışıklığı olarak ödetmiş olabilir ama bambaşka bir şey daha ödetti. Dönüp eski devrimci hareketin sosyal dokusuna ve kültürel dokusuna bir bakalım. Eski sosyalist hareketin sosyal ve kültürel dokusu esas olarak Türk devrimci aydınlar Alevi ve Kürt gençliğinden oluşuyor. Aşağı yukarı bunun 1/3’ü Kürt, 1/3’ü Alevi, 1/3’ü diğerleridir. Şimdi bu iki önemli bileşenin dikkati merkezi sınıf mücadelesi konularından ayrılıp esas olarak mezhepsel ve etnik bir çatışmanın etrafında mobilizasyona yöneldi. Geçmişte herkes bu davasını sosyalizm ile kazanacağına inanırdı. Kürtler esas olarak Türkiye İşçi Partisi ya da Dev-Genç’e gelirlerdi 31
Yaşayan Marksizm
çünkü [davalarının] sosyalizmle çözüleceğine -tam değilse bile, çünkü artık kuşkulanmaya başlamışlardı bundan- dair bir kanaatleri vardı. Devrimci hareketin şehitler galerisine, listesine bakın, bunların yüzde doksanının Aleviler ve Kürtler olduklarını göreceksiniz. Bir tesadüf değil bu. En çok ezilen, en tutkuyla sarılan, en öne fırlayan en önde hayatını kaybeder; bunda şaşılacak hiçbir şey yok. Ama bu enerji kaynağı bu güçlü bileşen bence Kürt savaşı başladıktan sonra yüzünü Ankara’ya, İstanbul’a değil, Diyarbakır’a döndü. Denklemini farklılaştırdı, programını farklılaştırdı. Türkiye sosyalist hareketinden ayrıldı ve yine şaka değil binlerce on binlerce insanı kendi etrafında toparladı. Seferber etti, başka bir işçi partisi kurdu. Biz ona PKK diyoruz [ne anlama geldiğini çoğu kez düşünmeden] ama o Partiya Karkeran Kürdistan (Kürdistan İşçi Partisi). Bu parti kendisini sosyalizm, sınıf mücadelesi, Marksizm- Leninizm ekseninde oluşturdu. Biz onların Marksizm’ini beğenmeyebiliriz. Ama bir total kurtuluş arayan, geleceği sınıfsız toplumda arayan Kürt gençliği için artık bizim hareket değil, bu hareket başlıca çekim merkezi haline geldi. İkincisi Kürt hareketinin yarattığı tüketilmemiş, doyurulmamış, karşılanmamış tüm demokratik taleplerin özneleri kendi başlarının çaresine bakmak için harekete geçince, Alevi gençliği de kendi ilgisini sosyalist hareketten uzaklaştırdı. Dolayısıyla Türkiye’de devrimci hareketin eskiden var saydığı potansiyellerin çok büyük bir bölümü başka sorunsallar ve başka bağlamlarla ondan uzaklaşırken, bizim eski hareket alanımız kalmadığı halde biz hala o hareket alanımız varmış gibi düşünmeye ve konuşmaya devam ediyoruz. Bu gerçekle nihayet son on yıldır yüzleşiyoruz. Fakat bu sefer de benim gördüğüm kadarıyla bizim esas olarak işçi hareketinden kendi gücünü devşirmek, devralmak bunun içerisinde kendisini kurmak bakımından ihtiyacımız olan politik güç ve bağımsızlık da çoktan elimizden gitmiş. 12 Eylül’den hemen sonra Türkiye’de sosyalist hareketin tablosuna bakın, eğer hapishaneye girmemişlerse devrimci hareketin militanları CHP’ye girdiler. Şimdi bu Türkiye devrimci hareketine, sosyalist harekete hem muazzam bir kadro kaybı hem de bir zihniyet kayması olarak kendisini geri ödetti. Bunların toplamı içersinden bugünkü duruma baktığımda, “aslında” diyorum “bu kadarı bile hiç fena değil, bir yerinden tutabiliriz, devam edebiliriz,” fakat tüm bu aleyhte koşulları anlamak, kavramak ve açıklamak kaydıyla. Eski sosyalizmin, Sovyetler Birliğinin merkezinde olduğu sosyalizmin niçin çöktüğü, niçin bir kere daha o ırmakta yıkanılamayacağı, niçin yapacağımız şeyin daha başka olması gerektiğini eğer açıklayamazsak ben, üzerlerine hiçbir şey yazılmamış beyaz birer kâğıt sayfası gibi insanlarla karşılaşmadığınıza göre bunların hepsinin, [herkesin] zihninde aslında şu ya da bu şekilde izler ve sorular olacağını biliyorum. O zaman bu sorulara yanıtlarımız var mı yok mu? Bu yanıtları çıkarabilir miyiz ve bunun etrafında ortaklaşabilir miyiz ortaklaşamaz mıyız sorusuna hepimizin bir ortak cevap vermesi lazım. Fakat soru sormak eninde sonunda bir akıl işi bilgi işi. Bence 12 Eylül’ün devrimci hareketin Türkiye sosyalist hareketin karşısında kazandığı en büyük zafer, işçiyi aydından, aydını işçiden ayırmış olmasıdır. Ben Özal rejiminin, 12 Eylül askeri 32
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
diktatörlüğünün başardığı en büyük işin -bütün bu konuştuklarımızdan ayrı olarak- bu olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül öncesinde “solun ortak aklı” dediğimiz şey, aydının, düşünen insanın kendisini doğal olarak solda addeden insanın aklının sosyalist hareketin [de] aklı olmasıydı. 12 Eylül rejimi ve Özal ekonomisi aydınlara “para eden düşünceler” ve “para etmeyen düşünceler” diye iki tür düşünce şekli olduğunu anlattı. “Para etmeyen düşünceler”le ilgilenenlerin sayısı son derece büyük bir hızla azaldı. Medya, reklam sektörü, halkla ilişkiler ve benzeri kapitalizmin tanıtım ve propaganda mekanizması çok büyük ölçüde 12 Eylül rejiminin üniversiteden kovaladığı aydın zümresini devraldı. O zamandan beri ben Türkiye’de işçi hareketinin, devrimci hareketin bir parçası olarak onun içerisinde, onun aklı olarak hizmet etmiş olan çok büyük bir gri madde kütlesinin ayrışmış olduğunu ve bizim çektiğimiz sıkıntıların önemlice bölümünün buradan doğduğunu düşünüyorum. Buraya benim hevesle, arzuyla, istekle gelmemin en önemli nedeni de şimdi bir kez daha bütün bu yıkıma bütün bu baskıya bütün bu entelektüel terör ve zulme karşı genç bir aydınlar akademisyenler katmanının, kendi üzerlerindeki bu ağırlığa isyan ediyor olmalarıdır; bir kere daha Marksizm’i temellük etmek ve onu Türkiye koşullarında yeniden üretmek için çaba gösteriyor olmalarıdır. Şimdi bu çabalar, eğer araya bir dolayım gerekiyorsa politik hareketler, yoksa doğrudan doğruya bizzat bu insanlar tarafından işçi hareketiyle buluşturulduğu andan başlayarak bence biz yeniden bu fikri üretmek [için], bu sefer üstelik [çoğunluğu] mülk sahibi olmayan, sermaye sahibi olmayan herkesin öyle ya da böyle işçi, emekçi olduğu bir toplumda bir sosyalist devrim için çok daha fazla imkâna sahip olacağız. Ama unutmayalım arkadaşlar biz bir Müslüman memleketinde bunu yapacağız. O yüzden bunun kendine özgülükleri, bunun kendi dili, kendi söylemi karşısında kendimize özgü bir dil kuramaz isek, yabancı madde muamelesi görmekten kurtulamaz isek [işimiz zor]. Bu dil çok büyük ölçüde 12 Eylül öncesinde bulunmaya başlanmıştı. 12 Eylül öncesinin en önemli mirası bence devrimci hareketin, Marksist düşüncenin en ücra köydeki en olmayacak ikiliğin taraflarından biri haline gelmesiydi. Karı-koca kavgasının tarafları devrimci ve faşist, aşağı mahalle-yukarı mahalle kavgasının tarafları devrimci ve faşist, futbol maçının tarafları devrimci ve faşist olarak ayrışabildiyse, eğer burada tavırları bu şekilde ortaya çıkarabildiyse devrimci hareket bu özgün dili bulmaya başlamıştı [diyebiliriz]. Ama şimdi bunun üzerinden, neresinden bakarsanız bakın 30 yıl geçti. 30 yıl önce bunun için mücadele eden militanlar artık yaşlılar. Gençlere sorulduğu zaman Kenan Evren’in kim olduğu, bunun Kenan Doğulu’yla karıştırıldığına çokça tanık oldum. Şimdi dolayısıyla 12 Eylül rejimi karşısında yenilmiş olan devrimci hareketimiz kendisini o güne kadar getirmiş olan mücadelelerini, onların deneyimlerini, orada bulduğu dili, büyük kitleye kendi derdini anlatabilme yeteneğini bir kere daha yeniden keşfedilecek. Ondan sonra, belki bir kere daha yenilebiliriz; ama sanıyorum kapitalizmin ömrü o kadar uzun olmayacak, teşekkür ederim! 33
Yaşayan Marksizm
II Şimdi ben aslında hem iyimserlere hem kötümserlere hak veriyorum ama orta yolu bulmak için değil. Bu içinden geçmekte olduğumuz küresel krizin kaçınılmaz tezahürleri ile ilgili. Şimdi bilmiyorum, bunun etrafında yeterince konuşmadığımızı görüyorum ama ben kapitalizmin, 20. Yüzyılda karşılaşmış olduğu krizlere benzer, büyük bir uzun dalga kriziyle yüzyüze olduğunu söylüyorum ve bu uzun dalga krizinin belki de kapitalizmin varlık yokluk krizlerinden biri olabileceğini düşünmemizi gerektiren pek çok olguyla yüz yüze olduğumuz kanısındayım. Böyle olduğu için hem iyimser olabiliriz çünkü aslında kriz, devrimci dönüşüm için pek çok imkânın varlığını [içeren] -Lenin’in bize verdiği, benim çok hoşuma giden betimlemeyle “doğmakta olanın henüz doğmadığı, ölmekte olanın ise henüz ölmediği” her ikisinin de olabileceği, her ikisine de kapının açık olduğu bir aralık. Bu aralıkta iyimser olmak için de pek çok neden var ama bence şunu da aklımızın bir kenarına koymalıyız: Komünizm insanlık tarihinin mukadder bir evresi değil, eğer yaparsanız olur, yapabilirseniz olur. Kapitalizm yıkabilirseniz yıkılır. Belki de -eğer bunu başaramayacak olursa- insanlığın kapitalizm ile birlikte kendi varlığı da son bulabilir. Böylesi bir risk, böylesi bir ağır risk barındıran bir krizle yüz yüzeyiz. Pekala, bu bize gidişat bakımından bir dizi karamsarlığı yükleyebilir. Fakat arkadaşlarımız daha çok Türkiye solunun durumundan doğan bir nikbinlik ya da bedbinlik yani iyimserlik ya da karamsarlıktan söz ettiler ama bence bugün Türkiye’de bütün bunları aşabilecek miktarda, ölçekte iyimserlik ya da kötümserlik potansiyeli bu krizin içinde var. Şimdi beni iyimser kılan ve [krizden] görev çıkarmama yol açan şey ikisini birden çözmezsek hiçbir şeyi çözemeyeceğimiz [ikili bir krizle] yüz yüze olmamız: Yani işçi hareketinin krizi ve sosyalist hareketin krizi. Her ikisi birbirini besleyerek geliyor ve kapitalizm karşısında bir seçenek oluşturmak ikisinin de birbirine bağlı olarak çözülmesini gerektiriyor. Bu, iradeye muazzam bir rol tanıyan, çözümlemeleri bizzat eylemin kendisi kadar önemli kılan bir durum. Ben bu durumdan Türkiye sosyalist hareketinin de Türkiye işçi hareketinin de beslenebileceğini düşünüyorum. Çünkü üç aşağı beş yukarı Türkiye, kendi batısından ve kendi doğusundan gelen dalgaları üçer beşer yıllık ya da onar yıllık fasılalarla yansıtan bir ülke. Genel olarak dünyada çok partililik ya da çoğulculuk dalgası estikten on yıl sonra Türkiye çok partili rejime geçer, dünyada Keynesçi reçeteler önem kazandıktan bir süre sonra Türkiye bu Keynesçi reçeteleri benimser. [Türkiye] bir bütün olarak özetle uluslar arası alemden gelen dalgalara her zaman hakim sınıfları açısından açıktır. Ezilen sınıfların reaksiyonu da ister istemez bu mekanizma içerisinde kendisine yer bulur. Şimdi bu büyük kriz başladığından beri, yani bir, Sovyetler birliğinin çökmesi ikincisi kapitalizmin küresel krizi -öncelikle mali kriz olarak tezahür eden ama şimdi bütün bünyede bir buhran olarak kendisini açığa vuran durum- ortaya çıktığından beri önemli bir göstergeyle karşı karşıyayız. Düşünen zihinlerin nelerle uğraştığına bakacaksak, mesela Amerika Birleşik Devletleri’nde bu büyük mali kriz başladığından beri Google arama motorunda 34
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
en çok aranan söz “sosyalizm”. Sovyetler birliği yıkıldıktan sonra, 2000 yılı, yani milenyum biterken BBC’nin yaptığı soruşturmada “bin yılın düşünürü kimdir” sorusuna BBC izleyicileri Karl Marx diye yanıt verdi. Şimdi bunların hepsi birer gösterge. Bu gösterge bize şunu söylüyor; insanlar kısmi değil total kurtuluş peşindeler, bunu arıyorlar çünkü şartlar bunu dayatıyor. Bu total kurtuluşun sosyalizm olacağına dair pek çok, ne diyelim, müktesebat var. Ama aynı zamanda bunun rakipleri de var. Siyasi İslam da bunun [sosyalizmin] bir rakibi olarak özellikle sömürülen ülkelerde, geri ülkelerde, eskiden 3. dünya diye tanımlanan yerde sosyalizmin en önemli rakiplerinden birisi olarak, bu dünyayı kazanmak değil bu dünyayı gömüp öbür dünyayı kazanmak iddiasıyla, bir programdan yoksun, umutsuz mazlum kitlelerin karşısında. Şimdi aslında bu ülkelerde, geçmişte Che Guevera’nın bayrağını yükseltmeye çalışan bütün Asya ülkelerinde, Müslüman nüfusun olduğu ülkelerde aşağı yukarı benzer bir arzu ile insanları bunun peşine takıyorlar. Demek ki total kurtuluş ihtiyacı eğer bu dünyadan cevaplanmayacak olursa, kısmi cevaplarla karşılanacak olursa, total bir öte dünya arayışıyla pekâlâ sonuçlanabilir ve şimdiden bazı kitleler bunun peşine takılmış durumdalar. Fakat hakikaten bence bu kriz bu kadar ağır bir şeyi, varlık-yokluk sorusunu insanların karşısına dikmiş durumda. Çünkü kapitalizmin krizi, sadece kapitalizmin tarihsel sınırlarına ulaşmasından doğmuyor. Aynı zamanda yaşadığımız ağır, derin bir [ekolojik kriz]. Aslında, kendi haline bırakılırsa mesela 40 yıl sonra yaşam olup olmayacağını bilemeyeceğimiz bir küre üzerinde yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Eğer iklim değişikliği bugünkü gibi sürüp gider ise Türkiye 40 yıl sonra bugünkü ekvator kuşağının kuzeye ve güneye genişlemesi dolayısıyla hiç daha önce bilmediği tanımadığı bir coğrafyada yaşamak zorunda kalacak ve hakim söylemdeki “cennet vatanımız”ın belki de “cehennem vatanımız” ile yer değiştirmesi gerekecek. Şimdi tüm bunların, insanlığın büyük sorunlarıyla karşılaşmaksızın cevaplanması mümkün değil. O yüzden ben diyorumki aslında bütün insanlık kapitalizmle karşı karşıya. Bütün bu bedbinlik içersinden [böylece] bir iyimserlik doğabilir. Yaşamak için devrim yapmak gerekir eğer 40 yıllık bir aralıktan bakacak olursanız, gelecek kuşakların bakması mümkün olan bir yerden bakarsanız. O zaman sadece işçi sınıfıyla burjuvazi üzerinden değil, insanlık ile kapitalizm arasında doğmuş olan bir gerilim üzerinden konuşmamız gerekiyor. Şimdi buradan baktığımız zaman kapitalizme karşı seferber edebileceğimiz, seferber edilecek güçlerin çokluğu ve çeşitliliği içerisinden süreci okuduğumuz zaman iyimser olabilmemiz için [de] pek çok sebeple karşı karşıya kaldığımız görülebilecektir. Bunun bize getirdiği en önemli sonuçlardan bir tanesi gelecekteki kurtuluş mücadelelerinin, sosyalizm mücadelesinin bir yeni enternasyonal gerektireceğidir. Ama bu enternasyonal 3. Enternasyonalin bugünkü koşullarda yeniden üretilmesi olmayacaktır. Daha çok parçalı, daha çok çoğulcu, daha katmanlı bir enternasyonal söz konusudur. İkincisi ben bu sürecin bu küresel krizin ulus-devlet ölçeğinde düşünmemizi zorunlu kılmadığını hatta tam tersinin zorunlu olduğunu düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum. 35
Yaşayan Marksizm
Bütün öteki krizlere, bütün büyük dönüşümlerin olduğu çığırlara bakalım: 1848 Devrimi, Ekim devrimi ve sonrası, 2. dünya savaşı ve sonrası, bütün bunlara baktığımızda gördüğümüz şey bütün sınırların sınıfsal iktidar sınırları içerisinde bütün sınırların topyekûn değiştiği çığırlar bunlar. Devrim mücadelelerinin bir memlekette başlayıp öbür memlekette tamamlandığı 1789 için de bunları söyleyebiliriz. Büyük devrim çığırları asla ulus-devlet kalıplarına, tek bir ülke sınırına sığmayacağına göre, eğer böyleyse tarihin işleyiş mekanizması, biz gelecekte olmasını tasavvur ettiğimiz bir devrimin bugünün sınırları içerisinde başlayıp biteceğini düşünerek doğru düşünmüş olmayız. Kaldı ki, Türkiye bu açıdan buna çok uygun da değil. Çok kimlikli, çok kültürlü, çok uluslu bir ülkede aslında bugün süren mücadelede de bunu görüyoruz. Biliyorsunuz Türkiye’de Kürt muhalefeti kendi domain’i, faaliyet alanı olarak kendisini Türkiye sınırlarıyla sınırlamadığı gibi hükümet de onunla mücadele etmek için kendisini sınırlamadı. Herkes aslında mücadelesini yaşadığı gerçek alanlar, toplumsal zeminlerde kuruyor. O yüzden bütün insanların kurtuluşu bakımından bir devrimin bir parçası olmayı tasarlıyorsanız kendinizi var olan sınırlarla asla sınırlı göremezsiniz. Ama şu var: Kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir devrim kendisini yaşatabilmek için her şeyden önce bir siyasi kerteyi kazanmalı. Çünkü bu, bir toplumun başına geçmek onu başka bir topluma taşımak için önemli. Dolayısıyla bütün önceki alet edevat ve tasavvurlar geçerli ama asla burada sonuçlanmayacak bir şeyle karşı karşıyayız. O zaman kendimizi besbelli ki yeni bir enternasyonalle ikincisi bunun içeriye doğru bir yansıması olan yeni bir örgütlenme şekliyle tanıştırmamız gerekiyor. Buradan bakarak şimdiden bakarak mesela bir işçi hareketinin mutlaka çoğul, çok parçalı çok biçimli olması gerekliliğini içimize sindirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Belki de hepimizi hüsrana uğratan ÖDP deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının en önemli nedenlerinden birisi bir partide bulunmaları [değil] ama aynı mücadele hattı üzerinde birleşmiş olmaları gerekenlerin zorunluymuş gibi aynı partiye tıkılmalarıydı. Bunun yol açtığı kimi sonuçlarla yüz yüzeyiz. Bugün bu masanın bu yanında bulunanlar da sosyalist hareketin ve işçi hareketinin yeniden kuruluşu için eğer yan yana geleceklerse -ki gelmelerinin kaçınılmaz olduğunu söylüyoruz- bunun niçin ta 19. Yüzyıldan beri bizi takip edegelen ve aslında bugün artık çok büyük ölçüde aşılmış olan örgüt formlarıyla ilişkilenmesi gerekiyor. Pekala bunun yerini alan ya da bununla tamamlanan, bunu aşan, bununla kaim olmayan bir şekil ortaya çıkıyorsa bu şekli tanımak ve bunlarla birlikte ilerlemek durumundayız. Ben bu yüzden, bu açıdan da mutlaka ve mutlaka işte merkezi bir parti, ulus-devlet içerisinde cereyan eden bir savaş ve bu savaşın sonucunda elde edilecek bir sosyalizm, bu sosyalizmin bir kalkınma programıyla kendisini kurmaya girişmesi gibi aslında kendi çağında bile hiçbir zaman tam olarak öyle gerçekleşmemiş olan bir kurgu ile kendimizi kurmamız gerekmediğini düşünüyorum. Krizler bize bu açıdan yeniden düşünme, hayal etme ve ortada sürüp giden mücadeleyi bir başka evreye taşıma bakımından imkânlar sunuyor. Benim burada sözümün de bitmesi gerekiyor. Fakat sözü ortada da bırakmak istemiyorum. 36
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
İki önemli dinamiğe ben bu önümüzdeki dönemde mutlaka şu ya da bu şekilde -eğer Marksizmde buna yer yoksa vallahi Marksizmi yeniden yazarak- yer bulmamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer Türkiye’de yapılacaksa bu iş, Kürt kardeşlerimizle birlikte bir iş yapma yolunu bulamazsak hiçbir şey yapamayız. İkincisi ben Türkiye’de sınıf denklemlerine oturur veya oturmaz kadınlar ve erkekler arasında bir kanlı iç savaş sürmekte olduğunu hepinizin gördüğünü biliyorum. Bu savaşta patriyarkaya karşı kadın mücadelesini kapitalizmle mücadeleyle birleştirebildiğimiz takdirde, yani sınıf mücadelesi, ezilen milletlerin mücadelesi ve ezilen cinsin mücadelesi, bunları birbirine bakan ve kapitalizm karşısında konumlandıran bir denklem kurabilirsek ben son derece yapıcı, son derece yaratıcı ve son derece devrimci bir yeni dinamiği Türkiye’de hareket haline sokabiliriz diye düşünüyorum. Eğer biz bunu akıl etmezsek bizzat bu baskıların mağdurları, sömürünün, baskının ve ezmenin mağdurları bu yolu bulacaklar ve zaten şimdiden buluyorlar. Zaten aslında hikâye bu değil miydi? Devrimler yapılmazlar, olurlar. Önemli olan onun olacağını kabul etmek, ona ayak uydurmaktır. Bu kadar…
III Şimdi ağız tadıyla buradan kalkacakken biraz ağzımızı bozalım. Bazı yanlış anlamaları düzeltelim. Arkadaşlar söylediler ama [ben de söyleyeyim] şimdi ben kendim bir politik harekete mensubum, onun yayınlarını çıkartıyorum, bunun için çalışıyorum, ama buraya gelirken ne konuşacağımı kimseye sormadım, kimseyi temsil etmiyorum. Kendimden başka kimseyi temsil etmiyorum. Kendim de kendim olarak her şeyi konuşma hakkını kendimde görüyorum. Bu hak için mücadele ederim, bu hakkı kimseye teslim etmem. Canım ne istiyorsa, aklım neye eriyorsa konuşurum. Burada bundan daha önemli bir şey yok. Konuşma hakkını kullanmaktan daha kıymetli hiçbir şey yok. Şimdi bu yüzden bu hakkı iyi mi kullanıyoruz kötü mü kullanıyoruz, bu başka bir şey ama hepimiz kendimiz adına konuşuyoruz. Bu yüzden bu masadakiler kendilerinden başka bir şeyi temsil etmezler ya da dışarıdan bakanlar onların hayatına bakarak bazı şeyleri temsil ettiklerini varsayabilirler ama bu kadar. Bu nedenle bu rahatlıkla, bu serbestlikle biz burada konuşacağımızı düşünerek buraya geldik. Hakikaten sosyalist hareketin yeniden inşası durumuna gelmiş olsaydık o çok başka evrelerden, mekanizmalarından geçerdi ister istemez. Birincisi bu. İkincisi ben kendi adıma en azından söyleyeyim ama diğer arkadaşlarımı da dinledim ne söylediklerini biliyorum, bazılarına katılmıyorum, katılmadıklarımı zaten benim söylediklerimden anlıyorsunuz. Ama hiç kimse burada Türkiye sosyalist hareketinin bir dönemini yüceltip başkalarını zem etmedi. Aslında büyük insan bloklarıyla ilgili konuştular. İşçiler, köylüler, kadınlar, sosyalist hareketin işte 1940’ları 50’leri vs. Ve bunların içerisinde bunu dedikleri zaman da bence hiçbir eğilimi dışlamadılar. Dışlamazlar, dışlamaları mümkün değil. Çünkü aslında son 37
Yaşayan Marksizm
15-20 yıl Türkiye’de meşruiyet bakımından çok önemli derslerle geçti. Herkesin yekdiğerini nasıl meşru görebileceğine dair birçok deneyim ve dersle geçti. Dolayısıyla bu meşruiyetin yeniden üretildiği yerlerden birisi olmalıydı burası. Burada sınıf düşmanı, birbirlerinin düşmanı olan insanlar değil, birbirlerinden farklı düşünen ama hepsi kapitalizm karşısında bir başka projesi olan insanlar olarak konuşuyorlar. O yüzden kimsenin birbirlerini ne dışladığını ben görüyorum, ne de dışlamaya hakkımız olduğunu düşünüyorum. Üçüncü nokta şudur; bu da benden çıktı. Ben Türkiye sosyalist hareketinin tamamını belli kesitlerle gözümün önüne getirdiğimde gördüğüm şeyi söyledim. Esas olarak da 1980’e kadar taşıdım [bu gözlemimi]. 1980’e dönüp baktığımızda Türkiye devrimci hareketi esas olarak Kürtlerden, Alevilerden çok önemli destek gördü. Bu dinamikler Türkiye devrimci hareketinin dışına çıkınca Türkiye devrimci hareketi bu enerjiden yoksun kaldı. Ben bu yoksunluğu şimdi bir kere daha nasıl dönüştürebiliriz derdindeyim. Bu yaklaşımı paylaşmayabiliriz. Ama bu mücadele içerisinde hayatlarını verenleri gözümüzün önüne getirdiğimiz zaman ya da bugüne kadarkini gözümüzün önüne getirdiğimizde Türkiye’deki mücadele tarihinin toplam kayıp sayısı 45 bin civarında ve bunların 35 bini geçtiğimiz 10-15 yıl içersinde hayatlarını kaybettiler. Ve bunların yüzde 90dan fazlasının Kürtler olduğunu biliyoruz. Bence sosyalistin etnik skalası tutulmaz ama bu hareketin verdiği kayıpları, mücadeleleri tanımadan, onları bizden kabul etmeden ben, Türkiye’nin geleceği hakkında cümle kurulabileceğini düşünmüyorum. Buna dayanarak konuşuyorum. Retorik soruları [retorik olarak anlamak gerek]. Nasıl diyelim, eleştirisini kendine yönelterek, aslında karşısındakine değil de kendisine yönelterek kendini anlatmaya çalışan arkadaşların bir belagat tarzı tutturduklarını düşünmek lazım. Nasıl mesela şöyle bir soru sorulabilir, “madem korkuyorsun da ne konuşuyosun?” diye. Şimdi mevzu bu mu? İnsanların söylediği şey bambaşka bir şey. Yanlış anlaşılma korkuların en büyüğü. O yanlış anlaşılmaktan korktuğunu söylüyor… Şimdi bütün bunları derleyip topladığımız zaman aslında burada gösterilen çabaya hep birlikte katılmamız lazım. Anlamaya çalışmamız lazım. Ne kadar çok anlayabilirsek, ne kadar çok farklı bakış açısı olduğunu görebilirsek o kadar kolay hareket ederiz. Şöyle bir eşitsizlik olduğunu kabul ediyorum; biz buraya geliyoruz oturuyoruz, insanlar da oraya oturuyorlar, biz yarım saat konuşuyoruz, insanların beş dakika bile konuşmaya hakkı olmuyor. Ve çoğu kez de aslında söylenenlerin tamamına katılmıyorlar. Ama ne yapalım ki daha iyi bir biçim bulunmadığı için bu böyle. Şimdi bu çelişki hep var. Bence en kestirme yolu bunun konuşanların yerlerini durmaksızın değiştirerek çok daha yaygın bir tartışma için uygun usuller bulmak. Buralara gelirken aşağıdan başlayan bir tartışma içerisinde herkesin burada söyleyeceği lafa katkıda bulunduğunu görebilmesini sağlamak. Yani tartışma alanını demokratikleştirmek, çoğulculaştırmak ancak bu şekilde yardımcı olabiliriz. Ama eleştiri hakkı da tıpkı görüşlerini ifade etme hakkı kadar baki. Ne kadar sert de olsa eleştiri eleştiridir. Duyduk, anladık, gereğini yapacağız. Merak etmeyin. 38
Toplumsal Proletarya Haluk Yurtsever
Giriş “Sınıf” bir yanıyla çıplak gözle görülebilir somutlukta bir toplumsal gerçeklik, bir yanıyla ancak farklı soyutlama düzeylerinde tanımlanıp anlamlandırılabilecek çok yönlü, çok boyutlu, karmaşık bir kategoridir. Marksizmin hareket noktası, sınıf varlığı ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi toplumsal kurtuluş mücadelesi bağlamında kurmak olarak özetlenebilir. Bu, birden çok soyutlama düzeyinin ve somutluğun, karşılıklı ilişkileri ve bir üst bütünsellik içinde ele alınmasını gerektirir. Marksizmde sınıf, belli bir üretim biçimi içinde var olan bir yapı, bir ilişki, ama aynı zamanda tarih yapan toplumsal öznedir. Toplumsal ilişkilerin özünü ya da öznesini ampirik olarak görmek ve göstermek olanaksızdır. Ancak soyutlama yöntemiyle, teorik olarak tanımlanabiliyorlar. İkincisi, bir sınıfın “özne” ya da aktör olarak davranabilmesi nesnel varlık ve konumunun doğrudan ve otomatik olarak üretmeyeceği dolayım ve araçları gerektiriyor. Marksizmin temel önermelerinden biri, “sınıflar mücadele içinde oluşurlar” biçimindedir. Sınıf mücadelesi ise soyut/teorik bir model üzerinde değil, somut bir toplumda, verili toplumsal formasyon içinde gerçekleşiyor. Somut toplumsal formasyon ise, her zaman teorik modelden daha karmaşık ve bulaşıktır. Bir sınıfın, toplum içinde ortak sorunları, çıkarları ve geleceği olan bir topluluk olarak davranabilmesi, kendisi ve karşıt sınıf hakkında belirli bir bilinç edinmesine bağlıdır. Varlık-bilinç ilişkisi bu nedenle sorunun kritik ve birçok açıdan sorunlu bir yönünü oluşturuyor. Nihayet, sınıf mücadelesi nasıl tanımlanırsa tanımlansın siyasal mücadeledir; başka bir anlatımla tarihsel toplumsal öznenin öngörülen devrimci rolü oyna39
Yaşayan Marksizm
yabilmesi pratik eleştirel ama aynı zamanda siyasal bir etkinliğin eseri olabilir. Bu noktada, ekonomi ile siyaset, ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin ve aralarındaki ilişkilerin doğası, içeriği, tanımı noktasında hem teorik, hem pratik sorunlarımız var. Sermaye birikim rejimlerindeki, üretim ve emek süreçlerindeki, işçi sınıfının kapsam ve bileşimindeki değişiklikler yukarıdaki tüm sorun alanlarına yeni konu ve girdiler ekliyor. Bunlara, Marksist sınıf teorisinin zamanla ortaya ve bilince çıkan, sınıf oluşumunda ve mücadelesinde kültürel yön, “ev içi emek” kategorisi gibi kimi kör ya da azgelişmiş noktalarının yarattığı sorunları ekleyebiliriz. Yukarıda özetlenmeye çalışılan başlıkların tümünü ele almak türünden bir amacı olmayan bu yazıyı, iki bölümlü bir yazının ilk parçası olarak okumak gerekiyor. Bu ilk parçada esas olarak nesnel sınıf konumu ve sınıf tanımı sorunlarını toplumsallık boyutunu öne çıkaran bir yöntemle ele almaya çalıştım. Sınıfları ve işçi sınıfını yalnızca üretimdeki yeri üzerinden tanımlamak ve orada bırakmak eksik, eksik olduğu için de yanlış bir yaklaşım olur. Kapitalizm altında işçi, belli bir zaman ve mekanda yaşayan, çalışan, başka insanlarla ilişki içinde olan bir birey olarak, burjuvaziyle “paylaştığı” kendi yaşamsal varlığının içinde hapsolmuş durumdadır. Bireyin sınıf mensubu, topluluğun sınıf karakteri kazanması çok yönlü bir oluşum sürecidir. İşçi toplulukları ancak, belli bir toplumsal rolü üstlendikleri, kendilerini öteki sınıflardan farklı siyasal ve kültürel ortak özellikler taşıyan bir taraf olarak algılayıp davrandıkları zaman bir sınıf olurlar. Bu son boyut, ikinci parçaya, gelecek sayıya kadı. O yazıda, proletaryayı sınıf mücadelesi, bilinç ve ekonomi- siyaset ilişkisi ekseninde incelemeyi, kimi tezler öne sürmeyi deneyeceğim. I TEORİK OLUŞUM Sınıf ve sınıf mücadelesi kavramlarının Marx’tan önce bulunduğunu ve kullanıldığını biliyoruz.Latince classis kökünden türeyen sınıf sözcüğünün, eski Roma’da yurttaşları servetlerine göre bölen kategorileri tanımlayan bir kavram olarak kullanıldığı biliniyor. 14. Yüzyılda Fransızca’ya, 16. Yüzyılda İngilizce’ye giriyor. 1656’da Thomas Blount adlı bir dilbilimcinin hazırladığı İngilizce bir sözlükte, sınıfın “insanların çeşitli hiyerarşik derecelere göre dağılımını ya da sıralanmasını” anlatan bir kavram olarak kullanıldığı bilgisi var.1 Latince proles (ürün, döl, evlat) kökünden gelen proleter, yine eski Roma’da toplumun en alt kesimi,“kendi dölünden başka hiçbir şeyi olmayan kişi” anlamında kullanılıyor. Proleter mülksüz insandır. 1
40
Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Alan Yayıncılık, Kasım 1994, İstanbul, s. 29
Toplumsal Proletarya
Daha yakın zamanlara, burjuva devrimleri dönemine geldiğimizde, “estate” kavramı ile karşılaşıyoruz. Estate, toplumdaki guruplaşmayı, siyasal toplulukların oluşturdukları farklı “düzen” ya da “konum” ları anlatan bir kavram olarak siyaset yazınında yerini alıyor. “Estate”den modern anlamıyla sınıf kavramına geçiş, toplumsal grupların üretim sürecindeki yerlerine göre tanımlanmasıyla oldu. İlk kez, ekonomik yaşamın da doğal bir düzeni olması gerektiğinden hareket eden, Marx’ın “burjuva ufkun sınırları içinde sermayenin çözümlemesini yapma onurunun sahibi, modern ekonomi politiğin gerçek babaları” saydığı fizyokratlar tarafından ortaya atıldı. XV. Louis’nin özel doktoru olan François Quesnay, 1758’de yayınladığı ekonomik tablo (tableau economique) da, toplumu üç ana sınıfa ayırıyordu: Çiftçiler, toprak sahipleri ve tüccarlar. Çiftçiler üretiyor (classe productive), toprak sahipleri üretilenleri dağıtıp bölüştürüyor (classe distributive), tüccarlar ise toplumun kısır (classe sterile) sınıfı olarak üretilenin bir bölümünden kendi payını alıyordu. Fizyokratlar, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde farklı sınıf çıkarlarını uyumlaştırmaya çalışıyorlardı. Bir yandan feodal toprak mülkiyetini kutsarken, bir yandan da, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler dünya kendi kendine döner” diyerek serbest rekabetçi kapitalizmin belgisini formüle ettiler. Sanayi toplumunun sınıf model ve kavramlarına yaklaşmada önemli bir adımı Saint Simon ve onu izleyenler attılar. Saint Simon (1760-1825), idealist ve metafizik yapısına rağmen, toplumsal evrimi, sınıf mücadelesinin bu toplumsal evrimin itici gücü olduğunu ve sınıf farklılıklarının da özel mülkiyetten doğduğunu açıklamıştı. Kapitalist girişimcinin kârını haklı buluyor, faiz ve rantın sömürü olduğunu söylüyor, “dinin, en yoksul sınıfların durumunu olabildiği kadar erken düzeltmek büyük amacı doğrultusunda topluma önderlik etmesi” gerektiğini öne sürüyor, Fransız devrimini sınıfsal açıdan şöyle değerlendiriyordu: “Devrimden önce ulus üç sınıfa, yani soylular, burjuvalar ve sanayiciler diye üç sınıfa bölünmüştü... Bugün ulus iki sınıfa bölünmüştür; devrimi yapan ve onu kendi çıkarlarına göre yönelten burjuvalar... ve hem soylulara, hem burjuvalara ödeme yapmak durumunda olan sanayiciler.”2 Saint Simon üretim araçlarına sahiplik -yoksunluk temelinde bir ayrım yapmıyor ve “özü itibariyle barışçıl bir sınıf`” olan sanayicilerin yönetime geçmesiyle toplumun refaha kavuşacağını savunuyordu. Marx’ın çağdaşları kavrama daha büyük açıklıklar kazandırdılar. 1830 devriminden sonraki Belçika Anayasa taslağını hazırlayanlardan biri olan Jean Baptiste Nothomb şunları yazdı: “Asillerin ve ruhbanların devlet içinde bir güç olmaktan çıktıklarını söyleyebiliriz, ama her zaman iki sınıf olacaktır: işgücünü satanlar ve onun için ödeme yapanlar.”3 Adam Smith ve öteki burjuva ekonomi politikçilerin geliştirdikleri birçok kavram ve soyutlama Marksist sınıf teorisinin eleştirerek aşacağı toprağı hazırladı. Marx, 2 3
Mete Tuncay, Sosyalist Düşünüş Tarihi, Bilgi Yayınevi, 1976, s. 28 A Comparative Encycopedia, V.2, New York 1972, s.2
41
Yaşayan Marksizm
bir yerde Adam Smith için şunları yazdı: “Adam Smith’in çelişkileri önemlidir; çünkü bu çelişkiler, o çözmese de bazı sorunları kapsamaktadır; kendisiyle çelişkiye düşerek o bu sorunları açığa vurmaktadır.”4 Marx, üretken emeği sermayeyle doğrudan değiştirilen emek olarak tanımlamasını, Smith’in “büyük bilimsel başarısı” olarak selamladı.5 Gerçekten de Smith’de, emek değer, ücret- kâr, sermayenin denetim ve gözetim işlevi, emekgücünün değeri ve yeniden üretimi vb. türünden sonradan Marx’ta eleştirel bir temelde, inkarın inkarı olarak yeniden tanımlanacak kavramların ilk, eksik çoğu zamanda gerçek ilişkileri perdeleyen formülasyonlarını buluyoruz. Adam Smith “…her ülkenin toprağının ve emek gücünün yıllık ürününün tümü, ya da bir başka deyimle, bu bir yıllık ürünün tüm bedeli, doğal olarak üçe ayrılır; toprak rantı, emek ücretleri ve sermaye kârı; bunlar, rantla geçinen, ücretle geçinen, kârla geçinen üç ayrı halk katmanının gelirini oluşturur.”6 derken Marksist sınıf ölçütlerinden birini veriyordu: “Kullanmak ya da tüketmek istediği ve diğer metalarla değiştirmeyi tasarladığı herhangi bir metaın, sahibi için değeri, sahibinin, satın almasını ya da yönetmesini mümkün kıldığı emek miktarına eşittir. Bu yüzden emek, tüm metaların mübadele değerinin gerçek ölçütüdür”7. Smith, işçinin “malzemeye” kattığı değerin ücret ve kâr olarak ikiye ayrıştığı8 saptamasıyla birlikte, özel türde bir “emek olduğu varsayılan” “denetleme ve yönetme” işine yapılan ödemenin emekgücüne ödenen ücretten tamamen farklı olduğunu da yazdı. “Emekgücünün yeniden üretimi”, aynı anlama gelmek üzere “emekücünün değeri” de, “emekgücü” kavramına sahip olmayan Smith’de bir tohum düşünce olarak vardı: “Bir insan her zaman işi ile geçinmek zorundadır ve aldığı ücret en azından onu geçindirmeye yetmelidir. Hatta çoğu durumda bundan biraz da fazla olmalıdır; yoksa bir aile geçindirmesi mümkün olmaz; böylece işçilerin soyu da bir nesilden öteye geçemezdi.”9 Smith, kendisine “işbölümünün teorisyeni ve savunucusu” diyenleri haklı çıkarır biçimde, bir yandan ayrıntılı teknik işbölümü betimlemeleri yapar, işbölümünün üretime uygulandığı ve alt dallara ayrılabildiği ölçüde “emeğin üretim gücünü” artırdığını öne sürer, işbölümünün her bir işçinin becerisini artırdığını, zaman tasarrufu sağladığını söylerken, bir yandan da teknik işbölümünün emekgücü üzerindeki zararlı etkilerini sıralıyordu: İşbölümü ilerledikçe emeğiyle geçinenlerin pek çoğunun, yani halkın büyük bölümünün çalışması, çok basit birkaç işlemi -çoğu kez bir veya iki işlemi- yerine getirmekle sınırlı olmaya başlar. Ne ki, insanların büyük bir kısmında anlayış yetisi, zorunlu olarak, alıştıkları işler sayesinde olu4 5 6 7 8 9
42
Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap, Sol Yayınları, 1998, Ankara, s. 141 Age.s. 147 Adam Smith, Ulusların Zenginliği, Çevirenler: Ayşe Yunus-Mehmet Bakırcı, Alan Yayıncılık, Şubat 1985, İstanbul, s.211 Age. s. 37 Age. s. 51 Age. s. 65
Toplumsal Proletarya
şur. Bütün ömrü, sonuçları belki de hep aynı olan ya da hemen hemen aynı sonucu veren birkaç basit işlemi yapmakla geçen bir adamın, hiçbir zaman gerçekleşmeyen zorlukları ortadan kaldırmanın yollarını bulmak için anlayış gücünü kullanma ya da yaratıcılığını uygulama imkanı olmaz. Böylelikle, bu türden bir çaba gösterme alışkanlığını doğal olarak yitirir ve genellikle, bir insan ne denli ahmak ve cahil olabilirse o denli ahmak ve cahil olur. Ülkesinin büyük ve geniş çıkarları üzerinde hüküm vermek hiç elinden gelmez. Onu başka bir kalıba sokmak için çok zorlu uğraşlar verilmedikçe, savaşta ülkesini savunmakta da aynı şekilde yetersiz kalır… Gelgelelim, hükümet bunu önlemek için kendisini biraz zora sokmadıkça, her gelişmiş ve uygar toplumda yoksul emekçilerin, yani halkın büyük bölümünün ister istemez karşılaşacağı durum budur.10
Marx’ın sonradan “ortalama kâr oranlarının düşmesi eğilimi yasası” olarak formüle edeceği, sermaye birikiminin zamanla kâr oranını aşağı çekeceğine ilişkin önermenin tohumlarına da Smith’de rastlıyoruz: “Bir ülkede sermayeler arttıkça, o sermayelerin işletilmesiyle elde edilebilecek kârlar da ister istemez azalır. Ülke içerisinde yeni bir sermayeyi işletecek kârlı bir metot bulmak gittikçe güçleşir.”11 Bu çok kısa döküm, sınıf kavramında Marx’tan önce epeyce mesafe katedildiğini, Adam Smith ve öteki ekonomi politikçilerin çalışmalarıyla birlikte düşünüldüğünde eldeki malzemenin oldukça gelişkin olduğunu gösteriyor. Marx bunların üzerine geliyor; müthiş bir eleştiri gücüyle, uzun, zahmetli araştırma ve çalışmalarla kapitalizmin hareket yasalarını, sınıfları, sınıf mücadelesini inceleyerek teorisini kuruyor. Bu teorik oluşum süreci, baştan sona düz ve kesintisiz bir yol izlemiyor. Marksistler arasında da çok tartışmalı bir konu olmakla birlikte, Marx’ı maddi nesnel temel ve ilişkileri, hareketi ve mücadelesiyle yetkin bir sınıf anlayışına ulaştıran güdülerin, başlangıç sorularının önemli olduğunu düşünüyorum. Marx başlangıçta sınıfı ekonomi-politik değil, felsefi bir kategori olarak ele alıyor. Sınıf sorunsalıyla toplum ve devlette varolan güçleri anlamak ve çözümlemek türünden sınırlı bir çerçevede değil, toplumsal gelişmenin yasalarını, bir sürece karışan güçleri çözümlemek amacıyla ilgileniyor. Bunu yaparken henüz Hegelci kategorilere bağlı ancak bunlardan tatminsizdir. Bunları sorgulayarak, yeniden tanımlayarak bir kopuşa hazırlanıyor. Henüz sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü, devlet, sınıfsız devletsiz komünist toplum vb. konuları, bilimsel bakışı devrimcileştiren dehasıyla çalışıp geliştirmediği bir dönemde yazdıkları Marksist sınıf teorisinin yetkinleşmiş biçimini değil, başlangıç ve kalkış önermelerini oluşturuyor. Bu başlangıç önermelerinin ve Marx’ı bunlara ulaştıran güdülerin yalnız 10 A. Smith An Inguiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, c. II, Londra, Methuen, 1961, s. 302 11 Aktaran Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de, 21. Yüzyılın Soykütüğü, Çeviren İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, 2009, İstanbul, s. 58
43
Yaşayan Marksizm
Marx’ın düşünsel gelişimini anlamak açısından değil, kurtuluşçu/komünist sınıf anlayışını geliştirmek açısından da önemli, Marx’ın özellikle de yabancılaşma ve “insanın kurtuluşu” konularında yazdıklarının son derece değerli olduğunu düşünüyorum. Daha açık yazmak gerekirse, kurtuluşçu ve özgürlükçü olmayan bir Marksizm ve “evrensel” olmayan bir tarihsel özne düşünemiyorum. “Evrensel sınıf” Marx’ın işçi sınıfının nesnel durumu ve tarihsel rolüyle ilgili sonradan yaptığı kimi geliştirmelerle birlikte sonuna dek bağlı kaldığı Hegelci önermelerden biri şudur: Toplumun hiçbir sektörünün dar kesimsel çıkarları bütünsel genel çıkarların üstünde değildir. Hegel’e göre, toplumun genel çıkarını temsil eden varlık devlettir; devletin sürekliliğinin korunması esastır. Burjuvazi de anti-sosyal bir sınıftır; çünkü öteki toplumsal grupların pratik gereksinmelerine sınırlar getirmektedir. Yalnızca bürokrasi genel çıkarı temsil edebilir. Parçayı değil genel çıkarı temsil eden tek sınıf bürokrasidir ve bu özelliği bürokrasiyi evrensel sınıf yapmaktadır. Marx daha en başından birçok konuda Hegel’den farklı düşünmektedir. Hegel’in devleti ve statükoyu koruma misyonuyla yüklü tanımının tersine, Marx evrensel sınıfı devrimci bir işlevle, statükoyu yıkma işleviyle tanımlıyor. Marx’ın yeni tanımına göre evrensel sınıf, özel tarihsel koşullarda yani devrim dönemlerinde çıkarları yığınların genel çıkarıyla, “toplumun evrensel haklarıyla” üst üste düşen sınıftır.12 1789 Fransız devriminde bu sınıf burjuvaziydi. Peki 1840 Almanya’sında böyle bir sınıf var mıdır; varsa hangi sınıftır? Bu sorularla başlıyor. Vardığı ilk sonucu açıkça yazıyor: “Almanya’da, acil koşulları, maddi gereksinmeleri ve bizzat zincirleri tarafından mecbur edilmedikçe, sivil toplumun hiçbir sınıfında evrensel kurtuluş isteği ve kapasitesi yoktur.”13 Marx koşullara ve maddi gereksinmelere bir sınıfı evrensel role iten bir rol biçiyor. Yalnızca ezilen bir sınıf olmak evrensel sınıf rolü için yeterli değildir. Bu sınıfın yalnız ezilen değil, ezilmesinin koşulları toplumun temellerinden gelen ve ezilmemek için bu temele karşı çıkmak zorunda olan bir sınıf olması gerekiyor. Marx’ın bu düşüncelerle vardığı ikinci sonuç; evrensel sınıfın sivil toplumun burjuva olmayan sınıfı olacağıdır. Bu sınıf, tarihsel unvan peşinde koşmayıp, yalnızca insan olmak isteyen, kendisini ezen sonuçlara tek yanlı muhalefet etmekle kalmayarak Alman siyaset sisteminin tamamına karşı çıkan, öteki toplumsal sınıfları kurtarmadan kendisini kurtaramayacak olan, insanlıktan tamamen çıkmış ve ancak insanlığı tümüyle yeniden kazanarak kendini kazanabilecek olan bir sınıftır; proletaryadır. 14 Marx’ın başka bir sınıfı değil de proletaryayı evrensel sınıf olarak önermesinin nedeni bu sınıfın pratik gereksinmelerinin acilliği, kutsallığı, ya da proletaryanın tüm öteki sınıflardan daha ileri olması değildir. Proletarya evrensel sınıftır; çün12 K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Önsöz, Marx-Engels Werke (MEW) cilt 1, s. 388 13 Age.s. 390 14 Agy.
44
Toplumsal Proletarya
kü bu sınıfın gereksinmeleri toplumun genel dönüşüm isteği ile çakışmaktadır. Marx, proletaryanın evrensel-kurtuluşçu sınıf olduğu sonucuna henüz kapitalist ekonominin, üretim ve emek süreçlerinin bilimsel çözümlemesini yapmadan varmıştır. Evrensel sınıf, kendi varoluş koşullarını değiştirmek için savaşmak zorunda olan ve bunu ancak öteki sınıflarla birlikte kendini de ortadan kaldırarak yapabilecek olan sınıftır; proletaryadır. “Proletarya, kendi yaşam koşullarını ortadan kaldırmadan kendini kurtaramaz. Bugünkü toplum yaşamının, kendi durumunda özetlenen tüm insanlık dışı koşullarını yok etmeden de kendi yaşam koşullarını ortadan kaldıramaz.” 15 Burada Marx’ın sınıf sorununa yaklaşımındaki bir başka bakış açısına geçebiliriz. Marx’ın Önsöz’de tartıştığı esas sorun, Almanya’nın geri kalmışlığı ve bundan çıkış yollarıdır. Almanya’nın kurtuluşu ile evrensel kurtuluş arasında bir ilişki kuruyor. Marx bu dönemde “genç Hegelci” sayılıyor ve esas olarak felsefi sorunlarla ilgileniyor. Ancak Önsöz’ü yazmadan önce Paris’e taşınıyor ve orada daha gelişmiş durumda olan işçi hareketiyle tanışma, bu hareketi daha yakından izleme fırsatı buluyor. O tarihlerde Almanya’da da işçi hareketi yeni yeni biçimlenmektedir. Marx bunlardan etkileniyor. Bu tarihten sonra Marx’ın teorik arayışlarına eleştirel Hegelci felsefe ile birlikte işçi hareketi de kaynaklık ediyor. Marx “Alman sorunu”na statükoyu yıkmak açısından yaklaşıyor. Statükonun felsefi temelde yıkılabileceğini, kurtuluşun Almanların “felsefi transformasyonun”dan geçtiğini söylüyor. Almanya’daki tek modern eylem, “düşüncenin soyut aktivitesi” olacaktır; ancak bir yanda da işçilerin “pratik partisi”nin mücadelesi var. Marx bu iki ögenin tek yanlı kaldıkları sürece Almanya’da bir dönüşümün imkansız olduğu düşüncesine varıyor. Aynı yazıda sorunu şöyle formüle ediyor: Devrimler, pasif öğeye, maddi bir temele ihtiyaç duyarlar. Teori her zaman, yalnızca kendi ihtiyaçlarını gerçekleştiren insanda gerçekleştirilecektir... Düşüncenin gerçekleşmeye ulaşmak için çaba göstermesi yeterli değildir, gerçekliğin kendisi de düşünceye ulaşmak için çaba göstermelidir.16 Tıpkı felsefenin maddi silahlarını proletaryada bulması gibi, proletarya da entelektüel silahlarını felsefede bulur ve düşüncenin şimşeği bu bozulmamış toprakların insanlarını aydınlatır aydınlatmaz, Almanların kurtuluşu insanda başarılmış olur. Sonucu özetleyelim: Almanya’nın pratik olarak mümkün tek kurtuluşu insan için en yüce varlığın insan olduğunu ilan eden bir teoriye dayanmasına bağlıdır... Bu kurtuluşun başı (beyni) felsefe, kalbi proletaryadır. Felsefe proletaryayı yok etmeden gerçekleşemez; proletarya felsefenin gerçekleşmesi olmaksızın yok edilemez. 17 15 K. Marx-F. Engels, Collected Works c. 4, s. 37 16 Agy. 17 Age. s. 391
45
Yaşayan Marksizm
Önsöz’ü yazdığı dönemde Marx proletaryayı devrimin pasif öğesi olarak görüyor. Bu sonradan değişecek, Marx proletaryayı aktifleştirecek, bazı noktalarda bu ilk formülasyondan uzaklaşacaktır. “Evrensel sınıf” ise sınıf teorisinin kilit kavramı olma özelliğini hep koruyacaktır. Yabancılaşma, yabancılaşmış emek Marksist sınıf teorisinin oluşumunda ikinci dev adım Marx’ın esas olarak 1844 Ekonomi Politik ve Felsefi El Yazmaları’nda işlediği yabancılaşma ve yabancılaşmış emek kavramlarıdır. Bundan sonra, Marx için kapitalizm koşullarında emek, hep yabancılaşmış emektir. Marx burjuva ekonomi politiğin, işçi ile üretim arasındaki doğrudan ilişkiyi dikkate almayarak, emeğin doğasındaki yabancılaşmayı gizlediğinden yola çıktı. Teoriye büyük katkısını ekonomi politiğin eleştirisi üzerinden yaptı. Toplumun sınıflara bölünmesiyle çakışan bir olgu olan kafa ve kol emeği arasındaki işbölümü, üretici insanın bölünmesiydi; yabancılaşmanın ilk adımıydı. Yabancılaşma, beyinle elin, kafa emeğiyle kol emeğinin birbirinden ayrıldığı, en insani edim olan üretme etkinliğinin bu biçimde bölündüğü noktada başladı. “Elin ve beynin birbirinden ayrılması işbölümünde kapitalist üretim tarzı tarafından yaratılmış olan en belirleyici adımdır.”18 Yabancılaşma, yaşamın bütün alanlarına işleyen, sızan bir ilişki, bir sonuçtur. Ama yalnızca sonuç değil, Marx’ın sözleriyle “üretim eylemi içinde, üretici etkinliğin kendi içinde ortaya çıkan” bir durumdur. “Peki, emeğin yabancılaşması neye dayanır?” Marx, kendisinin sorduğu bu soruyu şöyle yanıtladı: Birincisi, emeğin işçiye dışsal olmasına, yani işçinin içsel doğasına ait olmamasına dayanır. Bu nedenle, işçi, çalışırken kendini onaylamaz, fakat reddeder, kendinden hoşnut olmaz, fakat mutsuz olur, fiziksel ve zihinsel enerjisini özgürce geliştirmez, fakat bedenini eskitir, zihnini köreltir. Sonuç olarak, işçi, ancak çalışmanın dışında kendini kendinde hisseder, çalışırken kendini kendi dışında hisseder. Çalışmadığı zaman kendini evinde hisseder, çalışırken kendini evinde hissetmez. Bundan ötürü, çalışması gönüllü değil, cebri, zora dayalı çalışmadır. Öyleyse çalışması bir ihtiyacın karşılanması değildir. Çalışması, çalışma ihtiyacının dışındaki ihtiyaçları karşılamanın bir aracıdır. Emeğin yabancı karakteri, fiziksel ya da başka bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz, çalışmaktan veba gibi kaçılması olgusunda açıkça görünür. Dışsal emek, yani insanın kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir çile çekmedir. Son olarak, emeğin işçiye dışsal karakteri, emeğin işçinin kendisine değil, fakat bir başkasına ait olmasında, işçinin çalışırken kendisine değil, fakat bir başkasına ait olma18 Harry Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, Türkçesi Çiğdem Çidamlı, Kalkedon Yayınları, Ekim 2008, İstanbul, s. 137.
46
Toplumsal Proletarya
sında görünür. Nasıl dinde insan muhayyilesinin, insan beyninin ve insan yüreğinin spontane faaliyeti, birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani ona yabancı, tanrısal ya da şeytani bir faaliyet olarak etkili olursa, aynı şekilde, işçinin faaliyeti de kendi spontane faaliyeti değildir. Bu faaliyet bir başkasına aittir. Bu faaliyet, işçinin kendini yitirmesidir. Bundan şu sonuca varılır ki, insan (işçi) ancak yemek, içmek, çoğalmak gibi hayvansal işlevlerinde, bir de olsa olsa barınma, giyinme gibi faaliyetlerde kendini özgür aktiflikte hissedebilir. İnsani işlevlerinde ise artık kendini bir hayvandan başka türlü hissedemez. Hayvansı işlevler insani, insani işler hayvansı olur.19 Yabancılaşmış emek, insanı, 1) doğadan, 2) kendinden, kendi aktif işlevlerinden, kendi yaşam faaliyetinden yabancılaştırırken, insan türünden de yabancılaştırır. Yabancılaşmış emek, insan türünün yaşamını insanın bireysel yaşam aracı haline getirir. Yabancılaşmış emek, birincisi, insan türünün yaşamını ve bireysel yaşamı yabancılaştırır. İkincisi, bireysel yaşamı, soyut biçimiyle, yine soyut ve yabancılaşmış biçimiyle insan türünün yaşamasının amacı haline sokar.20
Yabancılaşmış emek insanı insan olmaktan çıkarmaktadır. … üretken yaşam, insan türünün yaşamıdır. Üretken yaşam, yaşamı doğuran yaşamdır. Bir canlı türünün bütün karakteri, o canlı türünün yaşam faaliyetinin karakterinde içerilmiştir. Özgür ve bilinçli etkinlik, insanın tür-karakteridir.21
Özgür ve bilinçli etkinlik insana, insan türüne özgü bir karakterdir ve yabancılaşmış emek bu karakterini yok ederek insan türünü kendisinden uzaklaştırmaktadır. Yabancılaşmış emek ve yabancılaşma kavramlarının bu biçimde açılması, sonunda Marx’ı bir de bu yoldan emeğin ve insanlığın kurtuluşunu birbirine bağlayan evrensef sınıfa ulaştırır: Burada söz konusu olan yalnızca işçilerin kurtuluşu değildir. Çünkü işçilerin kurtuluşu insanın evrensel kurtuluşunu içerir. İnsanın tüm köleliği işçinin üretim ile ilişkisinde içerildiği ve bütün kölelik ilişkileri bu ilişkinin çeşitli biçimlenmeleri ve sonuçlarından başka bir şey olmadığı için, insanlığın evrensel kurtuluşu, işçilerin kurtuluşunda içerilmiştir.22
Alman İdeolojisi’nde yabancılaşmanın ve ona karşı devrimin “dünya tarihselliği” formüle edilir: Filozofların anlayabilecekleri bir terim kullanmak gerekirse, bu “yabancılaşma”, kuşkusuz ancak iki pratik koşul varsa ortadan kaldırılabilir. Yabancılaşmanın ‘tahammül edilemez’ bir kudret, yani insanların ona karşı 19 20 21 22
K. Marx-F. Engels, Collected Works c. 4, A s. 143-144 Age. s. 145-146 Age, s. 146 Age. s. 151-152
47
Yaşayan Marksizm
devrim yapacağı bir kudret haline gelmesi için insanlığın büyük yığınını ‘mülksüz’ bırakmış olması, aynı zamanda, mevcut zenginlik ve kültür dünyasının çelişkilerini üretmiş olması gerekir. Her iki koşul da, üretici güçlerde büyük bir artışı, yani üretici güçlerde yüksek bir gelişme derecesini varsayar. Öte yandan, üretici güçlerin bu düzeydeki gelişmesi, (ki bizatihi bu gelişme, insanların güncel ampirik varoluşlarının, yerel değil de dünya tarihsel bağlamda belirdiğini ima eder) mutlaka gerekli bir pratik koşuldur. Çünkü bu gerçekleşmeden, yokluk sadece genelleştirilmiş olur. Yoksunlukla birlikte ihtiyaçlar için mücadele ve bütün o eski iğrençlikler zorunlu olarak yeniden üretilir. Dahası, ancak üretici güçlerin bu evrensel gelişmesi sayesindedir ki, insanlar arasında evrensel bir ilişki kurulabilir. İnsanlar arasındaki evrensel ilişki, bütün uluslarda aynı anda “mülksüz” yığınlar olgusunu (evrensel rekabet) yaratır, her ulusu öteki ulusların devrimlerine bağımlı kılar ve yerel bireylerin yerine dünya tarihsel bireyleri, ampirik olarak evrensel bireyleri koyar. Bu gerçekleşmeksizin, birincisi, komünizm ancak yerel bir olgu olarak varlık bulabilir. İkincisi, bizatihi ilişki güçleri, evrensel, dolayısıyla “tahammül edilemez” kudret olarak gelişemeyip hurafelerle çevrili yerli “koşullar” olarak kalır. Üçüncüsü, ilişkinin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırır.”23 Alman İdeolojisi’nde o güne dek faaliyet tarzına hiç dokunmayan devrimlerden farklı olarak, “komünist devrim” in yabancılaşmış emeği ortadan kaldıracağı belirtilir.24 Bu alt bölümü bitirirken, yabancılaşmış emek konusunun Marx’ın sonraki çalışmalarında El Yazmaları’ndaki anahtar önemini sürdürüp sürdürmediğine ilişkin bir not gerekiyor: Kanımca, Marx’ı yıllar alan dev eseri Kapital’i yazmaya, ekonomi politiğin eleştirisine iten temel güdü, yabancılaşmış emeği ve yabancılaşmayı açıklamak, insanın parçalanmışlığını bu eleştiri üzerinden en ince noktasına kadar gözden geçirerek ortaya koymaktı. Ekonomi politik, Marx’a göre yabancılaşmış emek yasalarından başka bir şey değildi. Kapital’in ana metninde yabancılaşma terimine pek az başvurulduğu doğru olmakla birlikte yabancılaşmış emek nosyonu tüm metne sinmiştir. Kapital’deki “meta fetişizmi” çözümlemesi yabancılaşma düşüncesinin devamından başka bir şey değildir. Kapital’in üçüncü cildinde faiz getiren sermayeyi “kapitalist ilişkinin yabancılaşmış biçimi olarak “ adlandırıp açıklanması kavramın Marx’taki sürekliliğini gösteren başka bir örnektir. Ayrıca, Marx bu kavramı Kapital’in birinci cildinin 7. bölümü olarak düşündüğü, büyük olasılıkla 1862’de yazdığı, sonradan birinci cilde ek olarak yayımlanan Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları’nda sıkça ve geliştirerek kullanmış, örneğin “makinenin sunduğu kolaylıkların, bilimin, icatların yabancılaşmış biçimler içinde düşünüldüğünü”25, “zenginlikler dünyasının” işçinin karşısına “yabancı bir dünya olarak dikildiğini”26 vb. yazmıştır. 23 K. Marx-F. Engels, Selected Works in three volumes, c.1, s. 37 24 Age. s. 41 25 Karl Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Çeviren Mustafa Topal, Ceylan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul Eylül 2008, s.129 26 Age, s. 133
48
Toplumsal Proletarya
Son yıllarda, yabancılaşmış emeğin, “çalışma” ve sınırsız üretim üzerine kurulu modern toplumsal yaşamın içine nasıl işlediğine yeniden dikkat çeken, emek değer teorisinin yalnızca sömürü ve artıdeğerin değil, aynı zamanda yaşamın kapitalist örgütlenmesinin teorisi olduğunu öne süren çalışma ve yaklaşımlar sorunun yeniden bilince çıkmasına katkı yapıyorlar.27 II NESNEL VARLIK VE OLUŞUM OLARAK PROLETARYA Sınıfın, hem maddi-nesnel bir varlık, hem de toplumsal-siyasal bir özne olarak ele alınması, bu iki belirlemeye başvurularak tanımlanması gelişkin bir sınıf kavramına ulaşmaya hizmet ediyor. Bu iki yönden birine aşırı vurgu ise sınıf kavram ve tanımında iki uç yaklaşımın kaynağı oluyor. Marx’ın Alman İdeolojisi’nde altını çizdiği gibi, “Tek tek bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaş yürütmek zorunda oldukları zaman bir sınıf oluştururlar.”28 Sınıfların “mücadele içinde”, “ deneyim yordamıyla”, “sınıfın sınıfa karşı siyasal mücadelesiyle” oluştukları, varlıklarını ancak ortak amaçlar çizgisindeki ortak eylem ve mücadelelerle duyurdukları doğrudur. Bu doğrudan, mücadele içindeki oluşumdan önce “sınıf yoktur” sonucuna varmak ise yanlıştır. “Oluşum”u, mücadele ve deneyimle edinilen, işin içine bilinç ögelerinin girdiği bir yetişim (formasyon) ve kültürleşme süreci olarak tanımlayabiliriz. Ama sınıflar, bu tanımıyla “oluşmadan” önce de vardırlar. Ayrıca sınıf mücadelesini en gelişmiş biçimiyle, siyasallaşmış, sermaye sınıfına karşı örgütlü/sürekli biçimler kazanmış bir mücadele olarak tanımlamak son derece dar, idealize edilmiş ve gerçeklikten uzaklaşmış bir sınıf mücadelesi yaklaşımı olur. Somut bir toplumsal formasyonda sınıf mücadelesi çok çeşitli düzey ve biçimlerde sürer. Sermaye sınıfı, üretim ve bölüşüm süreçlerinin her kertesinde sınıf mücadelesini sürdürür. İşçi sınıfının başvurduğu her tür savunma, korunma, direnme, eylem geliştirme vb. davranışları sınıf mücadelesi kavramının içindedir. Sınıf mücadelesi, “… iki tarafın da açık bir sınıf bilincinin, keskin bir siyasi çatışmanın, hatta çatışmanın herhangi bir şekline dair pek bir bilincin olmadığı durumlarda bile” vardır.29 Sınıflar gibi, sınıf mücadelesinin de kaynağı maddi üretim ve emek süreçleridir. Bir soyutlama düzeyinde, kapitalist toplumun iki temel özelliğinin ücretli emek sömürüsü ve rekabetçi sermaye birikimi olduğu söylenebilir. Birincisi, sermaye ile emek arasındaki, ikincisi sermayenin kendi arasındaki ilişkiye denk düşer. 27 Bir örnek olmak üzere, Harry Cleaver, Kapital’i Politik Olarak Okumak, İngilizceden çeviren: Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2008’e bakılabilir. 28 K. Marx-F.Engels, Seçme Yapıtlar, İng. c.1, s. 65 29 Geoffrey de Ste. Croix, The Class Struggle in the Ancient Grek World, Aktaran, Perry Anderson, Tarihten Siyasete Eleştiri Yazıları, İletişim, İstanbul, 2003, s. 27
49
Yaşayan Marksizm
Kapitalistin toplam kârını yükseltmesinin iki yolundan biri, işçi sınıfına ödediği “emekgücü değerini” olabilecek en az düzeye indirmek, ikincisi emek üretkenliğini artırmaktır. Sınıf mücadelesinin emek sürecindeki nesnel temeli budur. Marx’ta emek sürecinin, “sınıf mücadelesinin başlangıç noktası olarak düşünülmesinin en önemli nedeni, emek sürecinin, artıdeğer üretiminin ve aynı zamanda egemenlik ilişkilerinin de başlangıcını oluşturmasıdır”30 Altını çizelim: Yalnız artıdeğer üretiminin değil, aynı zamanda egemenlik ilişkilerinin. “Varlık” ile “oluşum” arasındaki ilişkiyi bu eksende kurmak gerekiyor. Tanım ve tartışma Lenin’in sınıf tanımı şöyle: Sınıflar, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal üretim sistemi içinde tuttukları yere, çoğu kez yasayla belirlenen ve formüle edilen üretim araçlarıyla ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları role, toplumsal zenginlikten aldıkları payın miktarına ve alış biçimine göre birbirinden ayrılan geniş insan gruplarıdır. Sınıflar, her biri belirli bir toplumsal ekonomi sistemi içinde tuttukları farklı yerler nedeniyle ötekinin emeğine sahip olabilen insan gruplarıdır. Açıktır ki, sınıfları tümüyle yok etmek için sömürücüleri, toprak sahiplerini ve kapitalistleri devirmek, onların mülkiyet hakkını ortadan kaldırmak yetmez; bunlarla birlikte üretim araçları üzerindeki tüm özel mülkiyeti ortadan kaldırmak gerekir.31
Verili üretim biçimi, üretim süreci içindeki yer ve üretim araçları karşısındaki konum, sınıf belirlemesinin en önemli üç ölçütüdür. Çünkü bu üç ölçüt, kapitalizmde emek gücünün yarattığı artı değere el koymayı olanaklı kılan üç temel koşuldur. Sınıflar ve sınıf ilişkileri toplumsal işbölümü sürecinde var oldular. Toplumsal işbölümü, artı ürüne, giderek artıdeğere el koyma ilişkisi biçimini alarak, mülk sahipliğini ve sınıfları var etti. Sınıflar, verili üretim ilişkileri içindeki ortak konumlar olarak biçimlendiler. Emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlık (antagonizma) meta üretiminden başlayarak gelişti. Kapitalizm, yalnız meta üretimi ile değil, aynı zamanda artıdeğer üretimi ile belirlenen bir üretim biçimidir. Bir olguyu anlamanın en iyi yöntemlerinden biri onun köküne, doğuşuna bakmaktır. İşçi sınıfı, aynı anlamda proletarya kapitalist ilkel birikim süreci içinde oluştu. İlkel birikim süreci, doğrudan üreticinin üretim araçlarından kopma sürecidir ve işçi sınıfına tanımını veren temel ölçüt bu noktada ortaya çıkmaktadır: Üretim 30 Gamze Yücesan-Özdemir/Ali Murat Özdemir, Sermayenin Adaleti Türkiye’de Emek ve Sosyal Politika, Dipnot Yayınları, Ankara, 2008, s. 24 31 Lenin, Toplu Yapıtlar, İng. c .29, s. 421
50
Toplumsal Proletarya
araçlarından yoksunluk! Üretim araçlarından kopan emekçi, kâğıt üstünde emekgücünü satıp satmamakta “özgür”, ama somut durumda satmaya mecbur olan kişidir. Çünkü yaşamak için başka bir olanağa, araca sahip değildir. Mülksüzdür. Bu çerçevede emekgücü kavramı, ücretli işçiden, ücretli işçi de artıdeğer yaratan üretken işçiden yalnız tarihsel olarak değil, bir konum tanımı olarak da önce gelmektedir. Uzatmadan söylemek gerekirse, ilkel birikim süreci işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri sürdükçe devam edecek olan temel tanımsal ögesini üretmiştir: Üretim araçlarından yoksunluk ve sömürülmeye hazır, Marx’ın deyişiyle “sömürülebilir” emekgücü. Bu tanımın iki önemli sonucu var: Bu tanıma göre, birincisi, işçi sınıfını fiilen artıdeğer üretenlerle sınırlayan yaklaşımdan farklı olarak emekgücünü kapitaliste satmak durumunda olan kişi proleterdir. İkincisi, emekgücünden başka hiçbir mülkü olmayan kişi iş sözleşmesi yapmamış, fiilen istihdam edilmiş olmasa, artıdeğer üretmese de salt bu “sömürülmeye hazır” kapasitesi nedeniyle işçi sınıfının, proletaryanın içindedir. Marx’a göre bu kişi “daha kendini sermayeye satmadan önce sermayeye aittir.”32 Engels, Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce baskısının “Burjuvalar ve Proleterler” başlıklı bölümüne bu iki sınıfla neyin kastedildiğini açıklayan bir not ekliyor: “Burjuvazi ile, toplumsal üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli emeği kullanan modern kapitalistler sınıfı kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşayabilmek için emek güçlerini satmak zorunda olan modern ücretli emekçiler sınıfı.”33 Temel tanımımız budur. Bu tanım, gündeme gelebilecek tüm soruları yanıtlayamasa da, ilk oluşumunda olduğu gibi, sonraki gelişmesi, büyümesi, kendi içinde katmanlaşması sürecinde de işçi sınıfının, proletaryanın neyi kapsayıp neyi dışladığını belirleyebilmektedir. Böylece güncel sınıf tartışmalarına da, işçi sınıfının sınırlarıyla ilgili önemli bir açıklık getirmektedir. Çünkü bu tanım, sınıf kavramının maddi temeliyle birlikte toplumsal bir ilişki olma özelliğini de veriyor. Nesnel sınıf ölçütleri, hem içeren, hem dışlayan karakterdedir ve sınıflar arasındaki sınır çizgileri kendi içlerindeki ikincil farklılıklara göre değil, birbirleriyle ilişkilerine göre çizilebilmektedir. Karşıtını tanımlamadan bir sınıfı tanımlamak olanaksızdır. Kapitalist sınıf, üretim araçlarına sahip olan, sömüren bir sınıftır ve varlığı, üretim araçlarından yoksun, emekgücünü satarak sömürülmeye hazır bir sınıfın varlığına bağlıdır. İşçi sınıfı, emekgücünü kâr etmek üzere satın almaya hazır sermaye sınıfı olmadan olamamaktadır. Ve bunlar, bize varlığı birbirlerine bağlı, çıkarları birbirlerine uzlaşmaz içerikte zıt (antagonist) konum ve yazgı birliği olan, ama kendi içinde tam bir türdeşlik olmayan iki büyük toplumsal sınıfı vermektedir. Bu genel ve kalın sınır çizgisinin ötesinde, her temel sınıf kendi 32 K. Marx, Kapital, I. Cilt, Çeviren Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1975. s. 615 33 Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Almanca’dan çeviren Erkin Özalp, NK Yayınları, İstanbul Mart 2003, s.11
51
Yaşayan Marksizm
içinde katmanlara, kesimlere ayrılmakta, kimi zaman sınırları zorlayan farklılıklar söz konusu olabilmektedir. Sınıf içi katmanların özel- kesimsel konum ve çıkarlarından anlamlı ve tutarlı bir sınıf tanımına varmak ise olanaksızdır. İşçi sınıfının kendi içindeki bölünmeler, özellikle de sınıfın toplumsal- siyasal bir aktör olarak hareket yeteneği söz konusu olduğunda önemli ve sorunlu bir tartışma uç veriyor. Bizzat Marx’ta da rastlanan, kapitalist gelişmenin, makineleşmenin, işçi sınıfını daha türdeş bir sınıf haline getireceği, böylece “kendisi için” sınıf olarak oluşumunu kolaylaştıracağı, kapitalist üretici güçlerin gelişimiyle birlikte işçilerin çıkarlarının, yaşam ve çalışma koşullarının işin ve emekgücünün niteliği açısından giderek daha eşitleneceği öngörüsü ancak kısmen ve bir dönem için doğrulanmıştır.* Bir adım daha ilerleyebiliriz. Kapitalist üretim biçimine bağlı sınıf tanımlaması, esas olarak iki sınıflı bir tanımlamadır. Burada teorik bir sorun yoktur. Tüm sınıflı toplumlar gibi kapitalist toplum da esas olarak iki temel sınıftan oluşmaktadır. Öte yandan, belli, somut bir toplum alındığında, ne üretim biçimi, ne de bu temelde ortaya çıkan sınıflar arıdır. Üretim biçimleri hiçbir zaman saf ve olgun halleriyle var olmazlar ve eski üretim biçimleri de bir günde, hatta, “yeni” üretim biçimi egemen hale geldikten sonra hemen yok olup gitmezler. Her somut toplum, gelişmişlik derecesine bağlı olarak şu ya da bu düzeyde, bir önceki üretim biçiminin kalıntılarını taşır. Sınıfsal oluşum süreçleri de aynı özelliği gösterir. Bu çerçevede, yeni bir sınıfın öncülleri ile önceki üretim biçiminin kalıntıları “geçiş halinde sınıflar” olarak aynı toplumsal yapı içinde, bazen uzunca zaman bir arada yer alabilirler. Kuşkusuz bu geçici bir durumdur ve bugün, kapitalist “uygarlığın” dışladığı çok sınırlı alanlar dışında bu sürecin genel olarak tamamlandığı söylenebilir. Yine de, bu bir ölçüde sancılı sürecin somut bir toplumda işçi sınıfının oluşumu üzerinde kimi zaman önemli etkileri olmaktadır. Sınıf var oluşu, üreticinin üretim araçlarından koptuğu bir süreçse, bu sürecin derin/kesin, ya da sürüngen/bulaşık yaşanmasının sonuçları olması da kaçınılmazdır. Özellikle, kırdan kente göçen, temel ve başat geçim aracı emekgücünü satmak olan, ama topraktan, özel mülkiyetten tümüyle kopmayan emekçinin sınıfsal konumunda, bilincinde bulanıklıklar olması kaçınılmazdır. Bir de “ara sınıf” sorunu var. Kimi toplumsal sınıflar, küçük burjuvazi örneğinde olduğu gibi egemen sınıfın kimi tanımsal ögelerini, örneğin üretim araçlarına sahiplik özelliğini küçük mülk sahipliği biçiminde taşımakta, kendi emeklerini sömürdükleri ölçüde de proleter sınıf karakteri göstermektedirler. İster, “geleneksel” densin, ister “yeni” ön ekiyle tanımlanıp çözümlensin, küçük burjuvazi, kapitalist genişletilmiş yeniden üretimle birlikte sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Küçük burjuvazi, ya da orta sınıf konusu, sınıf ve sınıf mücadelesi sorunsalının, bu yazıda özel olarak ele alınmayan kritik bir başlığını oluşturmaktadır. *
52
Marx Kapital’in üçüncü cildinde ve Engels’le birlikte Komünist Manifesto’da yukarıda özetlenen vurguları açık biçimde yapıyor. Daha sonra başka yerlerde bu sürecin “göreli” özelliğine işaret ediyor. Burada önemli olan, Marx’ın bütün söylediklerini alt alta dizip akıl yürütmek değil, sürecin nasıl yaşandığını, ne yönde ilerlediğini ortaya koymaktır.
Toplumsal Proletarya
Üretim araçlarıyla ilişkiyle birlikte, emeğin toplumsal örgütlenmesinde üstlenilen rol, toplumsal zenginlikten alınan pay, bu payın elde ediliş biçimi sınıf tanımının öteki ögelerini oluştururlar. Bu temelde, birden fazla toplumsal rolü yerine getiren tek tek bireylerin aynı anda birden fazla sınıfa mensup olup olmadıkları, ya da hangi sınıfa mensup oldukları sorusu ortaya atılabilir. Kanımca, bu tür ayrık durumlar üzerine teorik belirlemeler yapılamaz. Bu tür sorular, her somut durumda somut olarak yanıtlanabilir; bu tekil örnekler hiçbir zaman sınıf tanımını geçersiz kılan bir ağırlık oluşturmazlar. III ÜRETKEN EMEK-ÜRETKEN OLMAYAN EMEK Üretken emek ve üretken olmayan emek kavramları çeşitli açılardan tartışılmaktadır. Son söyleyeceğimi en baştan kaydedersem, üretken emeğin, doğrudan maddi/yararlı bir meta üreten emekle, işçi sınıfının da üretken emekçiyle sınırlandırılmasının, siyasal sonuçları da son derece önemli olan sorunlu bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Sorunun belli ölçülerde Marx’taki değişik vurgu ve formülasyonlardan kaynaklandığı saptamasında belli bir doğruluk payı var. “Kapitalizmde üretken emek artıdeğer üreten emektir” formülasyonu böyle bırakılıp yinelendiğinde, kanıtı kendisinden menkul bir önerme olmanın, bir tür totolojinin ötesine geçmiyor. İkincisi, Marx’ın üretken emek kavramını Adam Smith’le tartıştığı Artı Değer Teorileri’nde ve Kapital’in ikinci cildindeki iki farklı tanım arasında gidip geldiği34 de tümüyle yabana atılacak bir görüş değil. Bu tanımlardan birine göre “yalnızca doğrudan meta üretimine katılan emek”, ötekine göre ise “sermaye ile mübadele edilen emek” üretken emektir. Kanımca sorun bu iki tanımın farklı referanslara göre yapılmasından kaynaklanıyor. “Genel olarak üretken emek” ile “kapitalizmde üretken emek” arasındaki fark genel- özel ilişkisinden kaynaklanıyor. Doğa ile girişilen ilişki aracılığıyla insan toplumunun varlığını sürdürmesinin vazgeçilmez maddi ihtiyaçlarını sağlayan başlıca etkinlik üretimdir. Üretim, her toplumun temel etkinliğidir. Bu çerçevede maddi yaşam nesnelerini üretme etkinliği “genel olarak üretken emek” olarak nitelenebilir. Ancak bu genel tanım kendi başına konumuza açıklık getirmez. Çünkü, kapitalizm söz konusu olduğunda, yanıtlaması gereken soru genel olarak değil, kapitalizm ve sermaye açısından üretken emeğin ne olduğu sorusudur. Öte yandan, genel olarak üretken olmayan emeğin, yalnızca sermaye ile mübadele edilme özelliğiyle üretken emek niteliği kazandığını düşünmek de kavramın kendisini gereksizleştirerek başka karışıklıklara yol açar. 34 Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İngilizceden Çeviren: Candan Badem, Versus Kitap, İstanbul, Şubat 2008, Age. s. 535
53
Yaşayan Marksizm
Kapitalist üretim süreci, yalnızca kullanım değeri değil, aynı zamanda değişim değeri ve artıdeğer üretim sürecidir demiştik. Marx, “Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları” çalışmasında şunları yazdı: “Yalnızca, üretim sırasında, sermayenin değerinin genişlemesi amacıyla tüketilen emek üretkendir.”35 İşin özünü veren bu cümleye göre sermaye açısından, “üretken olan tek emek, sermaye üreten emektir.” Ya da, “emek ancak kendi karşıtını ürettiği ölçüde üretkendir.”36 Yani sermayeyi. Artıdeğer, ancak emekgücü bir meta olarak satın alınır ve emekgücü alıcısı bu metanın kullanım değerinden, yani içerdiğinden daha fazla değer üretme kapasitesini tüketirse üretilebilir. Küçük meta üreticisi, üretici üretim aracı sahibi olduğu ve emekgücünü bir meta olarak satmadığı için “üretken” değildir. Karşılığı gelirle ödenen köylünün ya da hizmetçinin maddi anlamda en üretken emeği bile kapitalizmde üretken emek sayılmaz. Sonuç olarak, sermaye ile doğrudan değiştirilen emek üretken emektir. Sermaye ile değil, ücret, kâr, faiz, rant biçimlerindeki “gelir”le değiştirilen emek üretken olmayan emektir.37 Örneğin bir aktör, hatta bir palyaço, ücret olarak aldığından daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin) hizmetinde çalışıyorsa, bu tanıma göre, üretken emekçidir; ama buna karşılık kapitalistin evine giden ve pantalonunu onaran gündelikçi bir terzi, kapitalist için yalnızca basit bir kullanım değeri ürettiği için üretken olmayan emektir. Birincinin emeği sermayeyle değiştirilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin emeği bir artı değer üretir, ikincisinde gelir harcanır.38 [Ya da bir yazar] fikir ürettiği ölçüde değil, ama çalışmalarını yayımlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli işçisiyse üretken emekçidir.39
Demek ki, “emeğin ve dolayısıyla ürününün, maddi özellikleri, kendi içinde üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı bakımından hiçbir anlam taşımamaktadır.”40 Emeği üretken yapan şey, ne emeğin özel türü ne de ortaya çıkan “ürünün” kendisidir. “Aynı emek, ben onu bir kapitalist, bir üretici olarak daha fazla değer üretmek üzere satın alıyorsam üretken olabiliyor, onu bir tüketici olarak, bir gelir harcayıcı olarak, kullanım değerini tüketmek üzere satın alıyorsam üretken olmuyor.”41 Serbest mesleklerden mülk sahipleri, çiftçiler, zanaatkârlar, esnaf, diğer serbest meslek sahiplerinin tümü, bu tanıma göre üretken işçi değillerdir. Çünkü emekleri sermaye ile mübadele edilmez ve sermaye artışına dolaysız biçimde katkıda 35 Karl Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Çeviren: Mustafa Topal, Ceylan Yayınları, İkinci Baskı Eylül 2008, İstanbul, s. 105 36 Karl Marx, Grundrisse, Çeviren Sevan Nişanyan, BirikimYayıncılık, Ekim 1979, Ankara, s. 392 37 Karl Marx, Artı-Değer Teorileri Birinci Kitap, Çeviren Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, 1998, s. 147 38 Agy. 39 Age, s. 148 40 Agy. 41 Age. s. 154
54
Toplumsal Proletarya
bulunmazlar. Dahası, bunlar kapitalist üretim tarzının dışındaki bir ilişki içinde olduklarından üretken ve üretken olmayan emek tanımlarının dışına düşerler. Peki sermaye ile değiştirilen her emekgücü üretken emek midir? Değildir. Çünkü etkinliğin kendisi “genel olarak” üretken değilse, yani maddi yaşam nesnelerinin doğrudan ya da dolaylı üretiminde tüketilmiyorsa üretken emek değildir. Bu çerçevede, meta değere katkıda bulunan, paketleme, depolama, taşıma türünden etkinlikler üretken emek içinde sayılırlar. Bunlar üretimin zorunlu ögeleridir. Ticaret, finans, bankacılık, sigortacılık vb. sermayenin yeniden üretiminin dolaşım alanındaki işlevlerini yerine getirmek için çalıştırılan ücretli işçiler üretken emekçi değildir. Çünkü buradaki durum üretim içinde ortaya çıkan artıdeğere, üretken olmayan bir alandan el konulmasıdır. Bu emek türü, artıdeğeri bir gram bile çoğaltmamaktadır. Konunun az anlaşılan yönlerinden biri, yukarıdaki tanımlar çerçevesinde “üretken“ bir işte çalışan, ancak somut olarak maddi üretim yapmayan ücretli işçilerin durumudur. Marx, üretken emeğin ne olduğunu, yalnız emek süreci açısından belirlemeye yarayan yöntemin, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan doğruya uygulanamayacağını bir dipnotta belirttikten sonra42 şunları yazmıştı: Emek süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı emekçi, sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi doğal nesneleri kendi yaşaması için elde ediyorsa, kendisini hiç kimse değil yalnız kendisi denetliyor demektir. Daha sonra başkalarının denetimi altına girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında yine kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bir bedende kafa ile elin birbirine bağımlılığı gibi, emek süreci de el emeği ile kafa emeğini birleştirir. Sonraları bunlar birbirinden ayrılırlar, hatta can düşmanı olurlar. Ürün bireyin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve kolektif emekçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, emeklerinin konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Emek sürecinin bu ortaklaşa (co-operative) karakteri, gitgide daha belirli bir hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki üretken emek ve bunu sağlayan üretken emekçi kavramı genişler. Üretken biçimde emek harcamanız için artık kendinizin el ile çalışması da gerekmez, kolektif işçinin bir organı olmanız ve onun yerine getireceği alt işlevlerden birini yapmanız yeterlidir. Üretken emeğin yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi nesnelerin üretiminin asıl doğasından çıkartılan tanımı, tümüyle alındığında, kolektif işçi için de hâlâ doğrudur. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerliliğini yitirir. 42 Karl Marx, Kapital, İng. Progress Publishers, Moskova, 1983, c. 1, s. 176
55
Yaşayan Marksizm Bununla birlikte, öte yandan, bizim üretken emek kavramımız daralır. Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artık değer üretimidir. Emekçi kendisi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, artık yalnızca üretmesi yetmez, artık değer üretmelidir. Şimdi artık, kapitalist için artık değer üreten böylece sermayenin kendisini yeniden genişletmesi için çalışan emekçi, üretken emekçidir. Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra eğer okul sahibini zenginleştirmek için de at gibi çalışıyorsa, üretken emekçidir. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması ilişkiyi değiştirmez. Demek oluyor ki, üretken emekçi kavramı, yalnızca iş ile yararlı etki arasındaki, emek ile emek ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda, tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan doğruya artık değer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor.43
Bu alıntıdan çıkarılabilecek üç sonuç var. Birincisi, üretken emek kavramı genişliyor; çünkü maddi üretimin yapıldığı bir iş kolundaki doğrudan maddi değer üretmeyen tek tek işçiler de kolektif işçinin bir parçası olarak üretken emekçilere eklemlenmiş oluyorlar. İkincisi, üretken emek kavramı daralıyor; çünkü artı değer yaratmayan (sermaye ile değiştirilmeyen) ama fiilen maddi üretim yapan emek, üretken emek sayılmıyor. Üçüncüsü, üretken emek kavramı emek ile yararlı etki, emek ile somut ürün arasındaki ilişkinin ötesine geçen bir anlam ediniyor; işçiyi artı değer üreticisi yapan toplumsal üretim ilişkisinin kendisi belirleyici bir işlev kazanıyor. İki zıt eğilim Kapitalist üretim, üretken olan/olmayan emek konusunda da iki zıt tarihsel eğilimi bir arada geliştiriyor. Kapitalist üretimin tarihsel eğilimlerinden biri, önceki üretim biçimlerinin kimi geleneksel ekonomik etkinliklerini meta ve artı değer üretecek biçimde dönüştürmesidir. Üretken olan ve olmayan emek ayrımını toplumsal ilişki ve biçim üzerinden yapmak, kapitalizmi çözümlemenin Marksist yöntemsel anahtarlarından birini verir. Sermaye emekle artı değere el koymak üzere değiştirildiği her durumda toplumsal bir ilişki yaratır ve bu ilişki genelleştiği ölçüde toplumsal sınıfları yeniden üretir. “O halde, üretken olmayan emeğin, kapitalistin artı değer elde etme amacı açısından üretken olan emek biçimine dönüşmesi, kapitalist toplumun yaratılması sürecinin kendisidir.”44 (Vurgu benim- HY) Braverman’ın verdiği terzi örneğinde olduğu gibi, müşterilerinin siparişleri üzerine elbise diken ve emeğinin karşılığını müşterisinin gelirinden alan tek tek terzilerin yerini, takım elbiseler dikmeleri için bir kapitalist tarafından kiralanan 43 Age. s. 476- 477 44 Harry Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, Türkçesi Çiğdem Çidamlı, Kalkedon Yayınları, İstanbul, Ekim 2008, s. 375
56
Toplumsal Proletarya
bir oda dolusu terzi aldığı zaman, elbise dikme işi üretken bir emek etkinliği biçimini almakta, terzi üretken emekçiye dönüşmektedir. Demek ki kapitalizmin tarihsel eğilimlerinden biri, bu yoldan üretken emekçileri çoğaltmasıdır. Birinci ve kronolojik olarak da önce gelen eğilim budur. Öte yandan, kapitalizmle birlikte üretken olmayan emek kitlesi de büyümektedir. Çünkü, artı değerin realize edilmesi ve artı değere sermaye tarafından el konulması kapsamlı bir ekonomik etkinlik gerektirmekte, devasa boyutlar kazanan bankacılık, sigortacılık, reklam, spekülasyon vb. etkinlikler büyük ölçüde emekgücü çekmektedir. Bu emek türü, kapitalist üretim tarzı açısından gerekli olmakla birlikte maddi üretimin zorunlu bir halkası değildir. Kısacası, üretken olmayan emek de kapitalist nitelik kazanıyor: … emek basit bir biçimde kapitalist üretim biçiminin dışında olması ya da içinde olmakla birlikte, kapitalist tarafından, birikim güdüsü ile üretken görevlerden ziyade üretken olmayan görevler için kullanılması nedeniyle üretken olmayan emektir. Artık, sermayenin kontrolü dışında bulunan üretken olmayan emek gerilerken, sermayenin çeperi dahilinde duran üretken olmayan emeğin çoğaldığı açıktır. Sermaye için çalışmaması yüzünden üretken olmayan emek olarak addedilmiş olan büyük bir emek kitlesi artık sermaye için çalıştığı ve sermayenin üretken olmayan emeğe yönelik ihtiyacı böylesine belirgin bir biçimde arttığı için, üretken olmayan emek kitlesine dönüşmüştür. Kapitalist sanayi ne kadar üretken hale gelirse; yani artı değer kitlesinin ne kadar büyük bir bölümünü üretken nüfustan çekip alırsa, bu artık içinde kendi payını arayan sanayi kitlesi de o kadar geniş olacaktır. Sermaye kitlesi ne kadar büyükse, sadece bu artığın yolunu değiştirme ve onu çeşitli sermayeler arasında dağıtmaya hizmet eden üretken olmayan faaliyetler kitlesi de o kadar büyük olacaktır.45
Demek ki, aynı sürecin iki yüzü olarak, kapitalist meta üretiminin gelişmesi geleneksel bireysel-serbest üretim etkinliklerini üretken emek haline dönüştürmekte, dolaşım ve finans-spekülasyon etkinliklerinin büyümesi ise üretken olmayan emek kitlesini büyütmektedir. Kapitalizmin bir başka tarihsel ve günümüzde belirgin biçimde şiddetlenen eğilimi, emek üretkenliğindeki muazzam artışın sonucu olarak sermayenin canlı emeğe bağımlılığının azalması, maddi üretimin giderek daha az canlı emek kullanılarak gerçekleştirilmesidir. Üretken ve üretken olmayan emeği somut bir etkinlik biçimi olarak değil, toplumsal bir biçim olarak ele almak, Marksist çözümleme yönteminin, toplumsal biçimlerin maddi nesnelerin ve süreçlerin içeriğini nasıl belirleyip dönüştürdüğünü gösteren üstünlüğüdür. 45 Age. s. 377
57
Yaşayan Marksizm
Burada yapılan tanım ve çözümlemeler çerçevesinde, kol gücüyle çalışanı üretken emek, kafa gücüne dayanan emeği ise üretken olmayan emek olarak kalıplaştıran yaklaşımların Marksist sınıf çözümlemesiyle hiçbir ilgisi olmadığı açıktır. Ancak, gerçekten yeni ve önemli bir yönelim üzerinde kısaca da olsa durmak gerekiyor. Teknolojik gelişmenin sonucu olarak bugünün kapitalist ekonomisinde seri üretimde makine ve bilgisayarda cisimleşen cansız emek oranı artıyor. Canlı emekte ise ürünlerin yaratım, tasarım, test aşamalarına doğru bir yoğunlaşma görülüyor. Bu, “bilgi” ya da enformasyon alanında geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde artıdeğer üretim ve sömürüsü gerçekleştiği anlamına geliyor. Bu sürecin daha şimdiden yol açtığı ve bundan sonra daha da belirginleşecek sonuçlar var. “Bilgi işçisi” bir yandan emekgücü pazarında niteliksiz emekgücüyle kıyaslanmayacak ölçüde “güçlü” bir konuma sahiptir. Öte yandan, sermaye bilgi emekçisinin özgünlüğünü, yaratıcılığını, ayrıcalıklı konumunu tam denetimi altına almak için elinden gelen her şeyi yapıyor. Kapitalizm koşullarında, bilgi emeğinin, sermayeye gerek duymadan bağımsız üretim yapacak bir konumda olmadığı açıktır. Bütün bunların sonucu olarak, bilgi emekçisi sınıf mücadelesinde önemi her gün biraz daha artan bir katman özelliği gösteriyor. “Bilginin üretimdeki öneminin artmasıyla, sermayenin onu sıradan bir meta haline getirme savaşı” aynı anda derinleşiyor. 46 Bundan sonra, sınıf teorisinin kimi sorunlu başlıklarını, yalnızca üretken- üretken olmayan ayrımı temelinde değil, bu ayrımı da dikkate alan ama bununla sınırlanmayan bir perspektifle incelemeye çalışacağım. Ondan önce, üretken- üretken olmayan emek tartışmasının önemi üzerine son bir not: Kapitalizmin malileşmesi, mali sektörün olağanüstü ölçeklerde büyüyüp şişmesi, kapitalizmin anayurtlarında sanayi üretiminin ekonomi içindeki oranlarının buna bağlı olarak üretken emekçi payının düşmesi, “enformasyon” ve “bilgi”nin giderek ağırlığı artan ekonomik etkinlik alanları olarak gelişmesi vb. gelişmeler, bu gelişmeleri çeşitli biçimlerde yorumlayanların da katkısıyla ekonomik yaşamın üretimden koptuğu, maddesizleştiği türünden bir izlenim yaratıyor. Bu izlenim, kuşku yok, emperyalist kapitalizmin giderek daha da asalaklaşması, yeryüzündeki maddi zenginliği bir gram bile artırmayan mali- spekülatif etkinliklerin muazzam boyutlar kazanması türünden gerçek gelişmelerden besleniyor. Bu sürecin kaçınılmaz ve kapitalizm için sorunlu sonuçlarından biri, sermayenin, doğrudan artıdeğer üreten etkinlikler yerine, giderek daha çok üretilmiş- biriktirilmiş kaynaklara el koymaya yönelmesidir. 2008 krizi böyle oluşmuş ve şimdi çok açık görülüyor ki, bir “finans krizi” olmakla kalmayıp asıl sarsıcı etkilerini “reel ekonomi” dedikleri üretim alanında göstermiştir. Dünya ekonomisinde ağırlık Çin ve Hindistan gibi “üreten ekonomilere” kayıyor. Öte yandan, dünya 46 Mehmet Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, Alaz Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2007, s. 457
58
Toplumsal Proletarya
çapında bakıldığında maddi üretim azalıp yok olmadığı gibi, ekonomi de hiçbir yerde maddesizleşmiyor.47 Artıdeğer üretimi durmuyor. Maddi üretim alanı ve üretken emek, sanayi devrimi döneminden farklı bir içerikte olmakla birlikte sınıfsal konumlar ve sınıf mücadelesi açısından kritik önemlerini koruyorlar. Kapitalist ekonomideki malileşme ve asalaklaşma eğilimlerini sanayinin, sanayi işçisinin sonunun geldiği biçiminde okumamak, tersine bu işçi sınıf öbeğinin yeni koşullardaki konumunu, sorunlarını, çelişkilerini hak ettiği önemi vererek çözümlemek gerekiyor. Dahası, hizmetler alanındaki devasa büyümenin maddi üretimdeki büyümenin, toplumsal zenginleşmenin sonucu olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu alandaki bir daralmanın, hemen olmasa da “hizmet” alanındaki istihdamda da daralma getirmesi kaçınılmazdır. “Hizmet sektörü” Özel sektörde ve devlette maaş- ücret karşılığı çalışanların, genel olarak “hizmet” alanında istihdam edilenlerin üretken emek- üretken olmayan emek açısından durumları nedir? Marx’ın yukarıdaki “öğretim fabrikası” ile ilgili yazdıkları hizmetler alanıyla ilgili sorunun bir yönünü aydınlatmaktadır. Genel olarak üretim zincirinde yer alan ve sermaye ile mübadele edilen emek üretken emek içindedir. İşletmeler düzeyinde de, üretici bir işlev içinde, onunla ilişkili olanlar aynı durumdadır. Yukarıda üretken emekle ilgili olarak söylenenlerin tümünü, insanın kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere doğa ile giriştiği karşılıklı ilişkinin doğrudan gerekli bir koşulu olan “genel olarak üretken emek” kategorisi içinde, onun bir alt kategorisi olarak anlamak gerekir. Bu noktada üretim ve dolaşım alanları ayırımı belirleyicidir. Tüketicinin tüketim nesnesine erişmesini sağlayan sürecin zorunlu bir bileşeni olan her türden etkinlik üretkendir.48 Üretim sürecinin zorunlu bir halkası olmayan ve zaten üretilmiş olan toplumsal ürünün farklı bölümlerinin mübadelesinden ibaret olan dolaşım alanı etkinlikleri üretken değildir. “Dolaşım alanında harcanan emeğin üretken olmayan emek olarak nitelendirmesi, üretim ile dolaşım alanları arasında Marksistlerce yapılan ayrımın mantıksal uzantısından başka bir şey değildir.”49 Eğitim, sağlık, yeme içme, giyinme, eğlence vb. türünden “hizmetler”deki emekgücü kapitalist tarafından istihdam ediliyor ve artı değer üretiliyorsa bu etkinlikler üretkendir. Öte yandan, tekrar olacak, finans, sigorta, mali spekülasyon, reklam, pazarlama vb. “hizmetler” ne doğrudan, ne de dolaylı biçimde artı değer yaratmadıkları, tersine maddi alandaki üretimin bir bölümüne el koydukları için üretken olmayan emek içinde yer alırlar. Sonuç olarak, yukarıdaki ayrımlar yapılmadan kullanılacak genel ve soyut bir “hizmetliler sektörü” kavramı açıklayı47 Ursula Huws’un, Socialist Register’in 1999 yıllığında yayımlanan “The Myth of the ‘Weightless Economy?’ makalesi bu konuya ilişkin güçlü kanıt ve veriler içeriyor. 48 Sungur Savran- E. Ahmet Tonak, “Üretken Emek ve Üretken Olmayan Emek: Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma Denemesi”, Praksis, Sayı:16, 2006 Güz, s. 41 49 Age. s. 43
59
Yaşayan Marksizm
cı değildir. Şu ise söylenebilir: “Hizmet” de herhangi bir maddi nesne, üretken emekgücü gibi bir metadır artık. Bu ise üretken olmayan emekçinin de işçi sınıfı içinde olduğu anlamına gelir. “Kamu çalışanları” “Kamu hizmetleri”, ya da “kamu çalışanları”ndan yalnızca kamu gelirlerinden yapılan harcamalarla yürütülen üretim ve hizmetleri anlıyoruz. Devletin sahip olduğu kapitalist işletme ve şirketlerde çalışan ücretli işçiler ücretlerini bu işyerinin sermayesinden alırlar, bu tür işyerlerinde çalışanların sınıfsal konumları, aynen özel kapitalist işletmeler de çalışanlar gibidir. Terimi, merkezi ya da yerel devlet aygıtında, herhangi bir şirketin sermayesinden değil, kamu gelirinden aldığı para karşılığında çalışanlar için kullanıyoruz.50 Hızlıca sayarsak, devlet örgütlenmesinin merkezi ve yerel üst yönetim bürokrasisi, silahlı kuvvetler, kolluk güçleri, hapishane görevlileri vb. toplumsal düzen ve güvenliğin yeniden üretim aktörleri olarak bu işlevlerin doğası gereği üretken emekçi değillerdir. Marx, “toplumun en yüksek mevkilerinde bulunan” üretken olmayan “meslek” sahiplerine nefretini dile getiren Adam Smith’in bu konuda yazdıklarını, “henüz toplumun tümünü, devleti vb. kendine tabi kılamamış olan devrimci burjuvazinin dili” olarak değerlendirdikten sonra yargıç, subay, rahip vb. için ilginç bir terim kullanıyor: İdeolojik meslekler!51 Burjuvazi devleti devraldığında, “ideolojik öğretileri de kendi mayasından kendi doğasından birileri olarak tanıyıp kabul etti ve onları her yerde kendi memurları haline dönüştürdü.”52 Marx, Paris Komünü’nden sonra daha açık yazdı: Modern sanayinin ilerlemesi, sermaye ve emek arasındaki sınıf uzlaşmazlığını hangi hızla geliştiriyor, genişletiyor, yoğunlaştırıyorsa, aynı hızla, devlet erki de giderek daha çok, sermayenin emek üzerindeki ulusal erki, toplumu köleleştirmek için örgütlenmiş bir kamu gücü, sınıf despotluğu makinası karakteri kazanır.53
Yinelersek, bu makinanın üst yöneticileri burjuva sınıfın organik bir parçasıdır. Devlete ait şirketlerde çalışan emekçiler, hukuksal statü ve adlandırılmaları nasıl olursa olsun, aynen özel kapitalist işletmelerdeki emekçiler gibi değerlendirilirler. Eğitimci ve sağlıkçı gibi, kurulu toplumsal düzenin yeniden üretiminde değil, insan ihtiyaçlarını karşılayan kullanım değerleri üretiminde görev üstlenenlerin emekleri, bu emeğin kullanım biçimine göre üretken emek olabilir. Devlete ait kapitalist bir eğitim ya da sağlık işletmesinde istihdam edilen hekim, hemşire, öğretmenler de üretken emekçidirler. 50 51 52 53
60
Emine Engin, Marksizm’de İşçi Sınıfının Kapsamı ve Türkiye, Alev Yayınları, İstanbul, Eylül 1990, s. 83 Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, age, c. 1, s. 285 Agy. Karl Marx, Marx-Engels, Selected Works, c. 2. s. 218
Toplumsal Proletarya
Devlet örgütlenmesinin en alt hizmetlerinde düşük ücretle çalışan, sayıca en kalabalık öbeğin durumu nedir? Yukarıdaki soruları yanıtlayabilmek için söz konusu maaş ya da ücretlerin kamu gelirlerinden alınmasının ve bu kesimin emeğin toplumsal örgütlenmesinde tuttukları yerin sınıfsal konumları üzerinde nasıl bir etki yaptığına bakmak gerekiyor. Bu noktada söylenebileceklerden birincisi, emekgücünün sermayeyle değil kamu geliri ile mübadele edilmesinin tanımsal/teorik sonucu olarak söz konusu devlet görevlilerinin üretken emekçi olmadıklarıdır. Ancak bu, kapitalizm öncesinden kalan “hizmetliler”den iki yönden temelden farklı bir durumu anlatmaktadır. Birincisini Emine Engin’den aktarıyorum: … devlet, kapitalist yeniden-üretim sürecinin her açıdan ve giderek artan ölçüde içinde, hatta yer yer başında, göbeğindedir. Kamu gelirleriyle kamu işletmelerinin kârları birbirinin içine geçmiştir. Tüm kamu harcamaları, ekonomik siyasetlerin parçası durumuna gelmiştir. Böylece, işgücünün sermayeyle değil bir gelirle değiştirilmesi diye net bir olgu artık kalmamıştır. Yani kapitalizm dışı bir gelirin kapitalizm dışı bir alanda ödeme için kullanılması da söz konusu değildir.54
İkincisi, kamu çalışanlarının bu en büyük öbeği, emekgüçlerini satarak yaşayan, sömürülen, emeğin toplumsal örgütlenmesinde ücretli emek içinde yer alan emekçilerdir. Temel işlevlerinden biri emeğe karşı sınıf cebrini uygulamak olan ordu ve emniyet çalışanlarının durumu özellikler gösteriyor. Kanımca, bu durumda da, emir komuta hiyerarşisi içindeki yer, gelir düzeyi türünden ek ölçülere başvurmak gerekiyor. IV SORUNLU ALANLAR, YENİ SORUNLAR “Hizmet” emekgücü Şimdi üretken- üretken olmayan ayrımının ötesine geçip “hizmet” emekgücünün durumuna daha yakından bakabiliriz. Hizmet … başka herhangi bir meta gibi, emeğin sağladığı belli bir kullanım değerinin ifadesinden başka bir şey değildir; ancak bu terim, emeğin bir nesne olarak değil, bir etkinlik olarak hizmet verdiği ölçüde özel bir kullanım değeri için özgül bir terimdir, ne var ki, onu herhangi bir biçimde bir makineden, örneğin bir saatten ayrımsamaz.55 Hizmet, ister metaın, ister emeğin kullanım değerinin yararlı etkisinden başka bir şey değildir. 56 54 Emine Engin, Age. s. 90 55 Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, Age. c. 1, s. 378 56 Karl Marx, Capital, Moskova 1983, c. 1. S. 187
61
Yaşayan Marksizm
Bir maddi ürün üreten işçinin emeği kapitaliste sunduğu metada cisimleşir. Genel olarak hizmeti tanımlayan ise, üretim ile tüketimin eş zamanlılığıdır. Soru şudur: Emeğin yararlı etkileri nesnede cisimleşmezse ne olur? Bu durumda emeğin yararlı etkisinin kendisi meta haline gelir. “İşçi bu emeği dolaysız olarak yarattığı etkileri kullanan kimselere sunmak yerine, bu etkileri meta piyasasında yeniden satacak olan bir kapitaliste sattığı zaman, hizmetler alanındaki kapitalist üretim biçimine ulaşmış oluruz.”57 19 yüzyılda özel hizmetler sektörü esas olarak “hizmet” satıcıları ile kapitalist gelirler arasındaki mübadele biçimi üzerinde biçimleniyordu.58 Bu etkinlik toplam artıdeğer kitlesinde hiçbir değişiklik yaratmıyordu. Yapılan zaten yaratılmış olan değerin yeniden dağıtımıydı. Yirminci yüzyıl kapitalizminde dolaşım alanındaki hizmet sektörü, toplumsal sermayenin üretken olmayan biçimde tüketilen belli bir bölümünün sahibi ile hem sermaye, hem ücret gelirlerinin sahipleri arasındaki mübadeledir. Bu mübadele bir öncekinden farklı olarak bu kez dolaşımdaki sermayenin devir zamanını kısaltarak artıdeğer kitlesini artırmaya yardım etmektedir. 59 Sermayenin dolaşım ve hizmetler alanına yoğun nüfuzu, üretken olarak yatırılamayan sermayeye hiç olmazsa tekelleşmemiş sektörlerin ortalama kârından pay alma olanağı sağladığı için üretken olmayan biçimde istihdam edilen ücretlilerin sayısında artışa yol açar.60 Hizmetler alanındaki kapitalist üretim süreci giderek bu alanın tüm emekgücü sahiplerini proleterleştirme eğilimi taşır. Kapitalizm, bir toplumsal ilişki ve biçim olarak çeşitli emek türlerini sürekli olarak metalaştıran bir sistemdir. Kapıcıların, gündelikçi kadının, temizlik işçilerinin ya da bulaşıkçıların temizlik işlerini fabrikada hazırlanan yeni mallarda ya da ilk kullanıma yönelik inşaat sitelerinde değil de, sürekli olarak yeniden kullanılan binalar ve kap kacak üzerinde yerine getiriyor olmaları gerçeği, bu işçilerin emeklerini, ilkesel olarak, fabrikaların nihai temizliğini, parlatma, paketleme ve benzeri işlerini yapan işçilerin emeğinden farklı ve daha az elle tutulabilir hale getirir mi? Bu yalnızca kapitalizm açısından, emeğin belirli bir biçiminin değil, toplumsal biçiminin yani, ücretli emek olarak kapitalist için kar üretme yeteneğinin önemli olduğu ilkesine işaret eder. 61
Bu ilke de bizi doğruca üretken emek kavramı içine girmeyen emekgücünün proleter karakterine götürür. Bütün ürünleri meta, bütün emeği ücretli emekçiye dönüştüren kapitalizm “hizmet”i ve hizmet emeğini de metalaştırır. 57 58 59 60 61
62
Harry Braverman, Age, s. 330 Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İngilizceden Çeviren: Candan Badem, Versus Kitap, İstanbul, Şubat 2008, s.531 Agy. Age. s. 533 Harry Braverman, Age. s. 331
Toplumsal Proletarya “Üretim daha fazla meta üretimi karakteri aldıkça, herkes metaların alım satımıyla daha fazla uğraşmaya zorlanır ve bunu arzular. Bundan dolayı, herkes daha fazla para elde etmeyi arzular; ya bir üründen ya da (eğer ürünü yalnızca doğal hizmet biçimindeyse) hizmetten. Böylece para elde etmek, her türden etkinliğin nihai amacı durumuna gelir. Bütün ürünlerin meta, bütün emeğinse ücretli-emekçi olma eğilimi, kapitalist üretimde mutlak bir biçim kazanır.”62
Bu alandaki emekgücü yoğunluğu, belli ölçülerde “iş”in doğasından geliyor. Kişiden kişiye hizmet esas, bu nedenle de canlı emeğe ihtiyaç yüksektir. Toparlarsak, hizmet emekgücü kapitalist hizmet üretimi içinde yer alan bir metadır; bu alanda çalışan ücretli işçiler üretken emekçidir; gerçekte üretici olmayan alanlarda çalışan ücretli proleterler ise işçi sınıfının üretken olmayan parçasıdırlar. Proleterleşme, zihinsel emek, yönetim-organizasyon “Proleterleşme”, birden fazla anlamı, açılımı olan bir kavramdır. Kapitalizmin başlangıç ve ilkel birikim dönemlerinde proleterleşme, emekçinin üretim araçlarından koparak “özgür emekçi” haline dönüşmesini anlatıyordu. Proleterleşme, ikinci olarak, yalnızca ilkel birikimle sınırlı olmayan bir süreklilik olarak küçük üretici köylü, zanaatkâr, avukat, doktor, mühendis ve benzeri esnaf, aydın, büro çalışanı ve serbest meslek sahiplerinin üretim araçları üzerindeki mülkiyetlerini, bağımsız meslek sahibi olma inisiyatiflerini yitirerek, “emekgücünü” satmaya mecbur hale gelmelerini, bunlarla birlikte maddi yaşam ve çalışma koşullarındaki gerilemeyi anlatıyor. Üçüncüsü, proleterleşme emekgücünün niteliksizleşmesi, değersizleşmesi ve yabancılaşması süreci anlamında da kullanılıyor. Bu tanımıyla proleterleşme, emekçinin üretim araçlarından sonra, emek denetim süreçlerinden de dışlanması demektir. Buradan bakıldığında, “kökeninde kolektif işçinin gelişmesine yol açan beyin ile iki elin ayrılması olgusunun bulunduğu ‘proleterleşme’ süreci ile ‘proleterleşmeye karşı koyan’ süreçlerin bir arada gelişmesi, günümüz sınıf ilişkilerini…” karmaşıklaştırıyor.63 Bizi burada ilgilendiren, bir çekinceyle proleterleşmenin ikinci anlamıdır. Çekince şudur: Proleterleşme “ücretli işçileşme”yle özdeş bir kavram değildir. Üretim araçlarından kopan her doğrudan üretici fiilen ücretli işçi olmuyor. Kimi zaman “beyaz yakalılar”, kimi zaman “entelektüel emek”, kimi zaman “büro çalışanları” olarak adlandırılan, üretim ve dolaşım alanındaki mühendis ve teknisyenlerin, tasarımcıların, bilgi işlem programcılarının, çeşitli düzeydeki yönetici ve denetleyicilerin sınıfsal konumları büyük bir tartışmanın konusudur. “Beyaz yakalılar” zihinsel emeği, büro etkinliklerini, sermaye ve emek işlevleri arasındaki ara ve kimi zaman çelişkili konumları içine alan kaygan ve belirsiz bir 62 Karl Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Age, s. 109 63 Tülin Öngen, Age, s. 107
63
Yaşayan Marksizm
kavram olarak kullanılıyor. Dolayısıyla burjuva istatistiklerinin dayattığı bu kavramları tanımlamadan kullanmamak, daha da önemlisi sınıfsal konumlandırma ve sınıflandırmaları bu kavramları esas alarak yapmamak daha doğru olur. Daha açık söylemek gerekirse, “beyaz yakalılar” diye bir sınıf ya da toplumsal katman tanımlamanın olanaksız olduğunu düşünüyorum. Proleterleşme ile birlikte, kapitalist üretimde yönetim ve mülkiyet işlevlerinin ayrışması, “bilgi”nin klasik mülkiyet tanım ve işlevlerinden farklılaşan içeriği, bilgisayar ve internetle birlikte geleneksel “büro” işlerinin kapsam ve bileşiminde meydana gelen değişiklikler, bu tartışmalı alanın yeni olgu ve verileridir. Mülkiyet ve yönetim Sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşmasının yol açtığı gelişmelerden biri, kapitalist işletmede mülkiyet ve yönetim işlevlerinin ayrışmasıdır. Mülkiyet, kapitalistin kişisel mülkiyeti olmaktan çıkarak daha kolektif bir mülkiyet türüne doğru evriliyor. Kapitalist, artık o işletmeye kişi ya da aile olarak sahip olan birey değil, şu ya da bu payla ortak olan kişidir ve modern büyük şirketlerde özel mülkiyet anonimleşmektedir. İkincisi, kapitalist üretimin giderek daha belirgin biçimde öne çıkan eğilimi, “sahip ol!” yerine, “kullan!” dır. Birçok firma, artık sermaye donanımlarını satın almak yerine kiralamayı tercih ediyor. Sahip olmak yerine kiralamak büyük bir esneklik, manevra yeteneği sağlıyor. Ama bu süreç asla kapitalist özel mülkiyetin sönümlenmesini, toplumsallaşarak buharlaşmasını getirmiyor. Olup biten, mülkiyetin mali sermayede merkezileşmesiyle birlikte kiralama sisteminin de banka ve finans şirketlerinin denetimine geçmesidir. Üçüncüsü, üretimin toplumsallaşma düzeyi ve ölçeği, kapitalisti üretim ve dolaşımı bizzat yönetip denetleyen kişi olmaktan çıkarıyor. Şimdi, sermayenin yönetim, denetim ve gözetim işlevlerini kapitalisti temsilen ve vekaleten yürüten CEO’lardan, üst düzey yöneticilerden, teknokratlardan, profesyonellerden, üretim zincirine bizzat katılan mühendis, teknisyen, ustabaşı vb. oluşan hiyerarşik yönetsel bir yapı, bir görevliler ordusu yerine getiriyor. Mülkiyet konusundaki en önemli gelişmelerden biri “bilgi” üzerindeki mülkiyetin de bu bilgiyi kişisel olarak üretene ait olmaktan çıkmasıdır. Mülkiyetin emekle bağlantısı bu “özel” ve “ayrıcalıklı” sayılacak alanda bile kopmuştur. Fikri mülkiyet ya da bilgi mülkiyeti tartışmalı ve kimilerinin bu tartışma üzerinden özel mülkiyetin sonunun gelmekte olduğunu ilan ettikleri bir konudur. Bu tartışmanın, konumuzu ilgilendiren yönüne ışık tutmak üzere birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, çok özel ve ayrıksı durumlar dışında “buluş” ve “tasarım” daha en başından hızla kâra dönüşmeyecek sermaye yatırımı, AR-GE çalışması gerektiriyor; böylece sermaye “bilgi”ye daha en başından, daha üretilirken el koymuş oluyor. Bilgiye üretenin sahip olması bir sermaye kuralı olarak işliyor. 64
Toplumsal Proletarya
İkincisi, biraz önce geçerken değindiğim gibi, her türlü bilgi ve maddi olmayan/ düşünsel üretim ve buluş üzerindeki mülkiyet hakkı patent düzeneğiyle korunuyor. Patent masum bir şey değil, tekelci sömürü düzeneğinin son derece etkili dişlilerinden biridir. Tekel mülkiyeti, AİDS tedavisinde kullanılan ilaçlarla ilgili olarak mülkiyet/patent tekeline sahip büyük ilaç firmalarına karşı Afrika ülkelerinin, Brezilya ve Hindistan’ın yürüttüğü mücadelelerin gösterdiği gibi artık bu mülkiyet/patent hakkını tanımayan fiili sorgulamalar biçimini alıyor. Başka bir anlatımla patentle korum altına alınmış tekel ancak zorla, fiilen kırılabiliyor. Üçüncüsü, internetin sağladığı erişilebilirlik ve çoğaltılabilirlik olanaklarının bilgi alanındaki mülkiyetin korunmasına ve sürdürülmesine kimi zorluklar getirdiği, bilginin karşılıksız kopyalanıp çoğaltılabilmesinin onun mülkiyet nesnesi olma özelliğini belli ölçülerde tehdit ettiği doğru olmakla birlikte, kapitalizmin bu tehdide karşı da hızla önlemler geliştirdiğini, “bilginin mülkiyetsizleşmesi”, “özgür yazılım” düşlerinin özel mülkiyet duvarına çarpıp tuzla buz olduğunu unutmamak gerekiyor. “Elektronik mülklerin ortaklığı” savı ve sermayenin internette giriştiği “çitleme” hareketine karşı mücadele çağrıları kapitalist özel mülkiyetin meşruiyet temelinin bu alanda da somut olarak daraldığını göstermesi bakımından önemlidir. Egemen eğilim, elektronik ortak mülklerin kapitalist anlamda özelleştirilmesidir. İnternetin ilk dönemlerinde özgürlük ve yaratıcılığa daha fazla alan tanıdığı açıktır. Ne var ki, bu alan hızla denetim altına alınmış, yaratıcılarının hiçbir zaman kâr amacı taşımadıkları program ve yazılımlar da bin bir yoldan metalaştırılmıştır. Yılmazer’in şu saptaması yerindedir: ‘Ortak payda’ veya ‘ortak bilgimiz’ her yeni bilgi üretiminin temelidir. Ancak bu ortak bilginin mülkiyeti ‘ortak’ değil özeldir. Bu konuda ‘informatik çağı’nın yarattığı illüzyonlardan kaynaklanan köklü yanılgılar gelişmiştir. Nasıl ki, ‘bilgi işçileri’ sermayeden bağımsız değilse ve dolayısıyla sermayeden bağımsız üretim yapma şansına sahip değillerse, tıpkı onun gibi temeli tarihsel olarak insanlığın ortak mirası olsa da, her bilgi ‘ortak’ ve her insanın kullanımına açık değildir.64
“Büro” ve büro emekçileri “Büro” alanına gelirsek, “büro” etkinliklerinin ve çalışanlarının kapsamı, bileşimi zaman içinde önemli değişikliklere uğradı. 19. yüzyılın bürosu, patronun özel görevlisi, yakını, yardımcısı, vekili, sırdaşı, kalfası, kâhyası, damat adayı vb. özellikleriyle tanımlanabilecek sınırlı sayıda kişiden oluşan bir yönetim karargâhıydı. 20. yüzyılda kişisel bağlılıkların yerini disiplin almaya, düşünme ve planlama işlevleri küçük bir merkeze doğru süzülmeye, büro fabrikaya benzemeye başladı. Teknik işbölümü, Taylorizm büro alanına da girdi. Kadın emeği büro emeğinin ağır basan öğesi oldu: 64 Mehmet Yılmazer, Age. s. 452-453
65
Yaşayan Marksizm
1934’te Alman deneyimini resmeden Hans Speirer şöyle yazıyordu: Maaşlı çalışanların sosyal düzeyi grubun boyutlarının büyümesiyle birlikte geriliyor… Bu durum, çoğunlukla alttaki işleri yapan maaşlı kadın işçilerin özellikle yoğun biçimde artmasıyla beraber belki de en belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır… Tipik olarak otorite sahibi olan erkektir, tipik olarak tâbi kılınansa genç kızlardır… Ücretli çalışanların sayısındaki büyük artış tam anlamıyla nitelikli, sorumluluk sahibi şahıslara değil astlara duyulan bir talep olarak gözlemlenebilir… Birçok modern büro makinesinin başında astlar olarak hizmet gören ya da örneğin, tek bir fiyatın geçerli olduğu bir depoda satış yapan maaşlı işçilerin durumunda söz konusu işçilerle kol işçileri arasındaki görev yapısı farkı tamamen ortadan kalkmıştır.. 65
Özetle söylemek gerekirse, tüm yirminci yüzyıl boyunca büro işi emeğin kitleselleştiği, niteliksizleştiği, kadın emeğinin ağır bastığı bir “sektör” karakteri kazandı. Günümüzde ise, geleneksel büronun birçok temel özelliğiyle değişmekte ve küçülmekte olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel büro etkinlikleri olan haberleşme/ yazışma, kayıt, tutanak, arşivleme, rapor, muhasebe, banka vb. işlemlerinin bilgisayar ortamında; iletişimin internet üzerinden yapılması büronun küçülmesine, büro çalışanlarının sayısının azalmasına, nitelikli emek oranının ise yükselmesine yol açıyor. Yeni enformasyon ve telekomünikasyon olanakları büroyu bir işlem ve operasyon merkezi ve mekânı olmaktan uzaklaştırıyor. Bir yandan bilgi işlemci, telefon ve çağrı operatörü türünden emekçilerin sayısı artarken, büro çalışması tam zamanlı ve bir merkez mekâna bağlı olmaktan çıkıyor, yarım gün, “çağrıya göre” , evden ve uzaktan (tele-work) istihdam biçimleri çoğalıyor. Büro çalışanları arasındaki en belirgin sınıfsal eğilim, burjuvalaşma ve proleterleşme anlamında iki uca doğru kutuplaşmadır. Bu süreç, “beyaz yakalılar” konusundaki sis perdesini önemli ölçüde dağıtmıştır. Sınıflar arası bir ara bölmede duran, sürekli büyüyen, türdeş bir yığın, bir blok, bir yeni “orta sınıf “ tanımıyla “beyaz yakalılar” kategorisi kurgusal ve varsayımsaldır. Doğru bir sınıfsal çözümleme ve sınıflandırma için başvurulması gereken yöntem, üretim, hizmet, dolaşım alanlarındaki, yönetim, gözetim, bilgi-işlem, iletişim, kayıt, arşiv, sekreterlik vb. ağırlıklı olarak maddi üretim yapmayan işlerde istihdam edilenlerin durumlarını sınıf tanım ve ölçütlerine göre değerlendirip kategorileştirmektir. Üretim araçlarına sahiplik/yoksunluk burada da temel ölçüt olmakla birlikte, bu ölçütün pozitif yanı, yani mülk sahipliği, bir bölümüne yukarıda değindiğim biçimsel değişikliklere uğramıştır. “Üretim araçları üzerinde mülk sahipliği” normatif/hukuksal bir sahiplik durumu olmanın ötesine geçip, üretim ve üretim araçları üzerinde “fiili kullanım yetkisi” esnekliği kazanmıştır. Dev anonim ortaklıklarda, örnek olsun şirket paylarının yüzde 14’üne sahip olan bir sermaye grubunun mutlak yönetim yetkisini ele geçirmesi kanıtlardan yalnızca biridir. 65 Aktaran Harry Braverman, Age. s. 322-323
66
Toplumsal Proletarya
Dolayısıyla sınıfsal konum belirlemede yönetim ve kullanım yetkisi bir mülk sahipliği işlevi olarak öne çıkmaktadır. Bu çerçevede, sınıf ölçütlerini eski deyimle terditli* bir düşünme yöntemiyle, birbirleriyle ilişkisi içinde değerlendirerek şunları sıralayabiliriz: Bir: Hisse senedi sahibi olanlar, bu hisse onlara emekgücünü satmadan yaşama olanağı sağlıyorsa tartışmasız biçimde, başka bir koşul aranmadan burjuvadırlar. İki: Kapitalist şirketlerin, başta CEO’lar ve yardımcıları olmak üzere karar, yönetim, denetim, gözetim vb. sermaye işlevlerini yerine getiren üst yöneticiler, hem bu işlevleri nedeniyle; hem gelirlerinin ağırlıklı bölümünü emekgücü değeri ücret olarak değil artıdeğerden pay biçiminde (kâr ortaklığı, prim, bonus vs.) aldıkları için, hem de gelirlerinin miktarı, verili toplumsal koşullardaki emekgücü değerinin çok üstünde olduğu için sermaye sınıfının içindedirler. Bu üst yöneticilerle, hiyerarşinin daha alt kademelerindekiler arasında yalnız gelir uçurumu değil, sınıf farkı vardır.66 Yukarıdaki özellikleri taşıyan üst yöneticiler tüm kapitalist dünyada kendi içinde hiyerarşik ama ayrıcalıklı bir katman olarak nesnel konum ve yer olarak tartışmasız biçimde burjuvazinin içinde yer alıyorlar. “Üretim araçları üzerinde mülk sahipliği”ni mutlak bir ölçüt sayıp, takılanlar için eklemek gerek, kapitalist işletmelerin sözünü ettiğimiz üst yöneticilerinin çok önemli bir çoğunluğunun şirket ortaklıkları vb. bir yana, zikredilen gelirleriyle gayrimenkul rantına, faiz gelirlerine sahip olmaları eşyanın doğası gereğidir. Üç: Üretim araçlarından ve üretimi bir bütün olarak algılama, denetleme hakkından yoksun, emekgücünden başka geçim aracı olmayan, toplumsal zenginlikten kendi ürettiklerinin ancak bir bölümünü ücret olarak alan emekçiler tartıştığımız kesimin ezici çoğunluğunu, “yeni” proletaryanın bir parçasını oluşturuyorlar. Bu yeni proletarya iki kaynaktan besleniyor. Birincisi, üretim araçlarını ve bir anlamda kendi kendini sömüren küçük burjuva serbest meslek konumlarını kaybederek proleterleşenlerdir (küçük üretici, küçük esnaf, avukat, hekim, mali müşavir, mimar, mühendis vb.) Bu geleneksel küçük burjuva katmanların küçük bir bölümü çeşitli biçim ve yollardan sınıf atlayarak burjuvalaşıyor. Çok büyük çoğunluğu ise proleterleşerek ücretli emekçiler ordusuna katılıyor. İkincisi, kapitalizmin, emeği üretken olmayandan üretken olana doğru dönüştüren, üretken olmayan emekçiler yığınını büyüten tarihsel eğilimi büro, bilgi ve hizmet sektörlerinin yeni emekgücünün en baştan ücretli emekçi olarak istihdam edilmesine yol açıyor. Dört: En tartışmalı kesim, üretim aracı sahibi olmayan, yaşamak için emekgücünü satmak zorunda olan, ancak üretim ve dolaşım alanındaki alt düzey denetim *
“Terdid” bir düşünceyi olasılıklara göre anlatma anlamına geliyor. Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca Türkçe Sözlük. 66 Krizden önce General Motors CEO’sunun yıllık maaşı 14.4 milyar dolardı. Equilar firmasının yaptığı araştırmaya göre ABD’deki 198 halka açık şirketin tepesindeki 200 CEO`nun yıllık gelirleri 6.3 milyar dolar, her bir CEO için ortalama 30 milyon dolar gibi devasa bir rakama varıyordu. Krizden sonra CEO’lara ödenen ortalama yıllık miktar 8 milyon 4 bin dolara “geriledi” http://www.tumgazeteler.com/?a=4913511
67
Yaşayan Marksizm
ve gözetim işlevlerini yerine getiren ücretlilerdir. Bu kesimin sınırlarını belirleyecek nesnel ölçütleri, örneğin “alt” düzey yöneticiliğin nereden başladığını saptamak, her somut durumda harcanan emekgücü içindeki denetim ve gözetim etkinlikleri payını hesaplamak neredeyse olanaksızdır. Böyleyken, “beyaz yakalılar”ı çok geniş bir “yeni orta sınıf” olarak tanımlamak son derece keyfi bir yaklaşımdır. 1970’li yıllarda en açık ve keskin biçimde Nicos Poulantzas tarafından savunulan, işçi sınıfını üretken emekçiyle, onu da doğrudan artıdeğer üretenlerle sınırlayan yaklaşım, üretken olmayan tüm ücretlileri “yeni küçük burjuvazi”nin içine yerleştiriyor. Üstelik bunu, “yeni küçük burjuvazinin” sınıfsal konumunu toplumsal işbölümündeki yerinden, üretim araçlarıyla ilişkisi üzerinden değil, daha çok siyasal ve ideolojik egemenlik/tabilik ilişkilerindeki durumu/tutumu üzerinden tanımlıyor.67 Bu yazıda ampirik verileri döküp değerlendirmekten çok teorik tanımsal bir çerçevede kalmaya çalışıyorum. Bir istisna yapıp, bu “yeni küçük burjuvazi” tartışmasına ilişkin bir bilgi aktaracağım. 1969 yılında ABD’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarını Poulantzas’ın “üretken emek” tanım ve ölçütlerine tabi tutan Wright, bu ölçütlere göre ABD’de bu tarihte çalışan nüfusun yüzde 70’inin yeni küçük burjuvazi sayılması gerektiğini hesaplıyor.68 Poulantzas’ın sorunu proletaryayı küçük bir sanayi çekirdeğine indirgeyen sınıf tanımından kaynaklanıyor. Yeni küçük burjuvaziyi tanımlar ve açıklarken karşılaşılan güçlük ise bu yaklaşıma ek olarak, bu ara sınıfın konum ve yerinin geçici/ çelişkili karakterinden geliyor. Tartışma konusu çalışanların bir bölümünün üretim sürecindeki yerleri ve işlevleri bakımından “küçük burjuvazi” olarak nitelenmesi mümkün, ancak bu konuda burjuvaziyi ve proletaryayı belirlemekte olduğu kadar kesin ölçü ve sınırlar koymak kolay değildir. Örneğin, küçük hisse senedi sahibi, üretim ve dolaşımda çalışanları sermaye adına bire bir denetleyen ve gözetleyen, nitelikli düz işçiden yüksek gelir kazanan, zaman zaman prim ve ikramiyelerle ödüllendirilen emekçinin durumu iki temel sınıfın belli özelliklerini kendinde cisimleştiren küçük burjuva tanımına uygundur. Ya da, evinden bilgisayarıyla kendi hesabına serbest danışmanlık, tasarım, program yapan, kitap/makale yazan kişi tipik bir küçük burjuvadır. Bu geçici ve çelişkili ara katmanı Amerikan sosyolojisinin kayganlığı içinde, içine her şeyin tıkıştırıldığı bir kırkambar algısıyla abartmak hiç doğru değil. Ama, öte yandan gelenekseli ve yenisi ile küçük burjuvalık durumunun öteki sınıflara göre daha çok ideolojik, siyasal ve kültürel belirlenimli olduğunu söyleyebiliriz. Lenin, erken yazılarından birinde, 1899’da Kautsky’nin Bernstein’ı eleştirdiği kitabını değerlendirdiği yazısında, karşı karşıya olduğumuz sorunla ilgili olarak şunları yazıyor: 67 Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism, Fransızcadan İngilizceye çeviren, David Fernbach, Verso Edition, 1979, London. 68 Erik Olin Wright, Class, Crisis and the State, NLB, 1978, s. 55
68
Toplumsal Proletarya
Kapitalizm, insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla artırıyor ve entelektüeller için büyüyen bir talep yaratıyor. Bunlar, ilişkileri, dünya görüşleri vb. ile kısmen burjuvaziye bağlanıyorlar, kısmen de kapitalizmin bağımsız pozisyonlarını ellerinden aldığı, ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standardını düşürmekle tehdit ettiği entelektüeller olarak işçi sınıfına bağlanarak öteki sınıflar arasında özel bir tutuyorlar. Toplumun bu katmanının geçici, istikrarsız, çelişkili konumunun şimdi tartışma konusu olması, özellikle onun hibrid, eklektik görüşlerinin, zıt ilke ve düşünceler karmaşasının… ve nüfusun tarihsel grupları arasındaki çatışmaları sözcüklerle gizlemesinin yansımasıdır.69
Görüldüğü gibi, Lenin’de ilk cümledeki saptamadan sonra “büro ve meslek sahibi işçilerin, entelektüellerin” sınıfsallıklarını esas olarak dünya görüşleri üzerinden değerlendiriyor. Bugün de, küçük burjuvazi, ya da orta sınıf denilen kategori, burjuva toplumun ideolojik-kültürel ortalamacılığının, klişeciliğinin en çok mayalandığı, tüm topluma salgılandığı bir aktarma ortamı işlevi görüyor ve bu yönüyle ayrıca incelenmeyi hak ediyor. Kadın emeği/ ev içi emek Sınıfların, mülkiyetin, devletin temelinde toplumsal işbölümü var. Alman İdeolojisi’nde altı çizildiği gibi, toplumsal işbölümünün ilk biçimi kadın ve çocukların erkeğin kölesi oldukları bir ilişkiydi. “İlk mülkiyet” bu ilişkiden doğdu. “Aile içindeki bu gizli kölelik, çok kaba olmasına rağmen ilk mülkiyettir. Ama bu ilkel mülkiyet daha bu ilk evresinde bile modern ekonomistlerin tanımlamasına tam uymaktadır. Bu tanıma göre mülkiyet, başkasının emek gücünden yararlanma yetkisidir. Kaldı ki işbölümü ve özel mülkiyet özdeş deyimlerdir.”70 Birinin bir başkasının emek gücünden karşılıksız yararlanması işbölümünün ve mülkiyetin sonucudur. Bu tanımıyla toplumsal işbölümü ve mülkiyet çok tartışmalı “ev içi emek” kavramının ilk teorik temelini veriyor. Üretim de, yine Alman İdeolojisi’ndeki anlatımla hem doğal, hem toplumsal bir edimdir: “Yaşamı üretmek, işle kendi öz yaşamını olduğu kadar, hem de üreme yoluyla başkasının yaşamını üretmek artık çifte bir ilişki olarak görünür: Bir yandan bir doğal ilişki olarak, öte yandan da bir toplumsal ilişki olarak...”71 Engels, aynı ilişkiyi maddi yaşamın yeniden üretimi bağlamında daha açık ve tüm toplumsal üretim biçimlerini kapsayacak biçimde açıyor: 69 Lenin, Collected Works, c. 4, s. 202 70 K.Marx-F.Engels, Selected Works üç ciltte, Age. c.1 s. 34 71 Age.s.31
69
Yaşayan Marksizm
Maddeci anlayışa göre, tarihteki egemen faktör, son tahlilde, maddi hayatın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim ikili bir tabiata sahiptir. Bir yandan, yaşama araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan şeylerle bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belli bir tarihsel dönem ve belli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan çalışmanın, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir.72
Burada, Engels açıkça üretimi ve türün devamı anlamında “yeniden üretim”i tarihteki tüm toplumlar için geçerli bir ilişki olarak tanımlıyor. Maddi yaşamın kapitalizm altındaki yeniden üretimi, aynı zamanda “emekgücünün yeniden üretimi” dir. Marx’ta ve Marksizmde bunlar var. Ancak, “yeniden üretim”, Marx’ta esas olarak kapitalist üretim sürecinde işçi sınıfıyla burjuvazinin, bu ikisi arasındaki ilişkiler temelinde de tüm toplumsal yaşamın yeniden üretilmesidir. Emekgücünün yeniden üretimi bu ilişkiler içinde kuşku yok, çok önemli bir yer tutmakta, ama konunun aile ve erkek egemen toplumsallıkla ilişkisi sorunu ikincil ve flu kalmakta, Gülnur Acar Savran’ın deyişiyle, “…işçilerin … ücretleriyle aldıkları geçimlik malların tüketilebilir hale gelmesi için harcanan emek”73 çoğunlukla çözümlemeye girmemektedir. Ekonomi politik eleştirisiyle, üretim ve yeniden üretim ilişkilerini didik didik eden, bu ilişkilerdeki gizem ve fetişleri bir bir kaldıran Marx’ın, kendine özgü bir yabancılaşmış emek türü olan aile içindeki kadın emeği konusunda aynı şeyi yapmamış olmasının çeşitli nedenleri olmalıdır. Bunu hakkıyla ortaya çıkarmak zahmetli ve dikkatli bir araştırmayı gerektirir. Burada böyle çabaya girişmeden, birkaç noktaya kısaca değineceğim. Birincisi, “burjuvazinin tarihte oynadığı devrimci rolün” derinlik ve hız bakımından abartılmasıyla ilgilidir. Komünist Manifesto’dan74 şu pasajları okuyalım: “Burjuvazi hakimiyeti ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir”; “Burjuvazi aile ilişkisinin dokunaklı-duygusal örtüsünü yırtıp atmış”tır75; “Cinsiyet ve yaş farklılıklarının işçi sınıfı için hiçbir ayırt edici toplumsal gerçekliği kalmamıştır artık. Bütün işçiler yaş ve cinsiyetlerine göre maliyetleri değişik olan birer emek aracıdırlar.”76 Kısacası, kapitalizmin, başka şeyleri olduğu gibi ataerkil ilişkileri ve bu temelde oluşmuş aileyi hızla dönüştürdüğü, proleterleşmenin cinsiyet ve yaş farklılıklarını ortadan kaldırdığı, kaldırmakta olduğu düşünülmüştür. Öngörü doğrudur. Sürecin hızı ve köktenciliği için aynı şeyi söylemek ise mümkün görünmüyor. Kapitalizm egemenliğini kurarken kendisinden önceki tüm ilişki ve kurumlardan yararlanmıştır. 72 Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çeviren Kenan Somer, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, Eylül 1974, s.14 73 Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih Diyalektik Bir Feminizm İçin, Kanat Yayınları, İstanbul, Nisan 2009, s. 29 74 Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Çeviri: Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu, Olcay Göçmen, Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Nisan 2008 75 Age. s. 24 76 Age. s. 28
70
Toplumsal Proletarya
İkincisi, Marx, emekgücünün yeniden üretilmesini işçinin yaşama ve üreme içgüdüsüne bağlar. Kapital’de şöyle der: “İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden-üretilmesi, sermayenin yeniden-üretilmesinin her zaman için zorunlu bir koşuludur. Ama kapitalist, bunun yerine getirilmesini, emekçinin hayatta kalma ve üreme içgüdüsüne rahatça bırakabilir.”77 Marx burada, emek gücünün yeniden-üretiminin sermayenin katkısı ve denetimi dışında sağlanmasının mümkün hale gelmesini bir veri olarak alıyor ve açıkça söylemek gerekirse, bu ilişkiyi fazlaca kurcalamadan bırakıyor. Üçüncüsü, Marx ve Engels burjuva ailesiyle işçi ailesini ayrı kategoriler olarak ele alıyorlar. Burjuva ailesinin temelinde özel mülkiyet, mirasın ve soyun sürekliliği kuralı bulunuyor. Erkeğin kadın bedeni ve cinselliği üzerindeki denetim ve baskısının gerekçesi baba soy ve mirasının “sahih”liğinin güvence altına alınmasıdır. “İşçi ailesi” ise özel mülkiyetten yoksundur ve çözülüş halindedir. Hatta yoktur. Komünist Manifesto’dan iki alıntı: “Proletaryanın yaşadığı koşullarda eski toplumun yaşam koşulları şimdiden yok olmuştur. Proleterin mülkü yoktur; proleterin karısı ve çocuklarıyla olan ilişkisinin burjuva aile ilişkisiyle hiçbir ortak yanı kalmamıştır”78 İkincisi ve daha önemlisi: “Bugünkü aile, burjuva ailesi neye dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca. Bu aile tam olarak gelişmiş biçimiyle yalnızca burjuvazi için vardır; ama bu durum proleterlere ailesizliğin dayatılmasıyla ve açık fuhuşla tamamlanıyor.”79 Manifesto’nun İngilizce baskısında, “ailesizliği dayatılması” yerine “proleterler arasında ailenin fiilen var olmayışı...” ibaresi yer alıyor. Marx ve Engels, böyle baktıkları için, proleter aileyi kapitalist ve ataerkil (patriyarkal) bir yeniden üretim birimi olarak çözümlemiyorlar. Dördüncüsü, sorun Marx’ın ev emeğini, artıdeğer üretmeme anlamında üretkenolmayan emek olarak görmesinde değil, Gülnur Acar Savran’ın anlatımıyla “kapitalizmin gözlükleriyle görünmez olan”80 bu emeği görünür kılacak eleştirel çözümlemeden uzak kalmasından kaynaklanıyor. Ev içi emeğin mübadele edilmemesinin, yani “meta emek“ olmamasının da bu uzak duruşta payı olduğu anlaşılıyor. Kapitalizmin üstünlüklerinden biri, prekapitalist ilişki ve kurumları güzelce kendi sistemine eklemlemesidir. Kapitalizm, daha önceki üretim biçimlerinden gelen ataerkil aileyi örneğin Komünist Manifesto’da öngörülen hız ve derinlikte kapitalist ilişkilere açmamış, “kapalı”, içe dönük statüsünü korumuştur. “Patriyarka” sorununun önemi buradan geliyor. Ev içi emek, emekgücünün yeniden üretilmesinde esas olarak kadınlar tarafından harcanan ve karşılığı ödenmeyen emektir. Proleter ailesinin ve bu aile içindeki erkek egemenliğinin temeli bu emektir. “Bunun anlamı şudur: Emek gücünün yeniden- üretimi toplumsal anlam taşıyan, yani eşitsiz ve hiyerarşik olabilecek ve tarihsel dönüşüme açık toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşen bir emek harcama 77 78 79 80
Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Çeviren : Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Temmuz 1975, s. 610 Komünist Manifesto, Age. s. 31 Age. s. 37 Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih, Kanat Kitap, İkinci Baskı, İstanbul. Nisan 2009, s.30
71
Yaşayan Marksizm
ve üretim sürecidir.”81 Burada anahtar sözcük “toplumsal” dır. Bu sorun “ekonomik fetişist” bir yaklaşımla asla bilince çıkarılamaz. Ev içi emek neleri kapsar? Proleter aile içindeki emekgücünün ve soyun yeniden üretimi, bakımı vb. ile ilgili her şeyi. Yemek pişirmek, hazırlamak, ev temizliği, çamaşır, ütü, alışveriş, çocuklara, hastalara, yaşlılara bakım vb. “Ücretsiz aile işçiliği” de karşılığı ödenmeyen ev içi, bu örnek için daha doğru bir terimle aile içi emek kapsamındadır. Bu işlerin neredeyse tümü kadınlar tarafından yapılmaktadır. Ev içi emeği görünmez kılan toplumsal, kültürel, öznel etmenler var. Ev içi emek bir sevgi ve duygusal yakınlık ortamında harcanan, kimi zaman salt “sevgi karşılığı” tüketilen emektir; bu emeğin çalışma, dinlenme, eğlenme zamanları birbirinin içine girmiş durumdadır; ev emeği nicelik olarak ölçülememektedir. Zamansızdır; “işgünü”, “iş haftası”, haftasonu tatili” yoktur. vb. Ev içi emeğin ekonomi politiği kısaca şöyle toparlanabilir: Kapitalizmde, proletere ücret olarak ödenen emekgücünün değeri, somut ölçüleri verili toplumsal tarihsel gelişme ve sınıf mücadelesi tarafından belirlenen emekgücünün kendisini yenileyip sürekli kılması için gereken değer, ya da ücrettir. Ücretin emekgücü değerinin altında olmasını sağlayan temel düzenek, ev kadınının harcadığı karşılıksız emektir. Çünkü bu emek, piyasadan satın alınsa geçim maliyetini artıracak, bunu zorunlu biçimde ücrete yansıtacak emektir. Sermaye ile emeğin meta üretimi çekirdeğindeki temel karşıtlıklarından, sınıf mücadelesi konularından biri, belki de en önemlisi emekgücünün değerini belirleme mücadelesidir. Kapitalizm, ücretli emek-ücreti ödenmeyen emek ayırımıyla aslında sınıfı maddi üretim sürecinden başlayarak bölüyor. Bu bölünmenin özgün ve konumuzu ilgilendiren yönü kadın-erkek eksenli bir bölünme olmasıdır. Erkekler ücretli işçilerdir; kadınlar evde çalışan ücretlendirilmemiş işçilerdir. Bu düzenek sermayenin bir başka bakımdan daha işine geliyor: “…eski ev kadını ücretli emekçiler kitlesine katıldığı zaman üretilmiş toplumsal artıdeğer kitlesini artırır ve dolayısıyla meta üretimi ve sermaye birikimi alanını genişletir. Bu ek olarak üretilmiş metaların bir kısmı, bu ev kadınının daha önce evde verdiği ücretsiz emek hizmetlerinin yerini almak üzere şimdiki ek ücret ile satın alınırsa bu tamamen kapitalizmin avantajınadır, çünkü bu durum kâr realizasyonunu ve genişletilmiş yeniden üretimi kolaylaştırır.” 82 Burjuva ailelerdeki kadınların ev içi emeği de ödenmiyor. Ancak, bu örnekte çeşitli yardımcı kaldıraçlar, kaynağı aynı olan sorunu, pratik sınıf konumlanması bakımından farklılaştırıyor. Ücretli yardımcılar, ev dışı tüketim, tatil, eğlence olanakları, değerli hediyelerle ödüllendirilme, burjuva erkeğin gelirinden, mülkünden dolaylı ya da doğrudan pay alma, pratik olarak çalışmadan yaşama vb. Burada yapılması gereken, ister ekonomik gelir azlığı çokluğu, ister ataerkil aile geleneklerine bağlılık uzaklık gibi nedenlerle olsun kadının tanımına uygun ev içi emekçi 81 Age.s. 31 82 Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, Age. s. 521
72
Toplumsal Proletarya
olup olmadığını somut duruma bakarak belirlemektir. Kaldı ki, çocuk doğurmak ve belli bir yaşa kadar büyütmek burjuva ailede bile hala ağırlıklı olarak kadın işidir. Doğal olarak aynı kolaylaştırıcı düzenekler burada da söz konusudur. Sosyalist ve maddeci feministlerin, birazdan aktaracağım biçimde tanımlayıp kullandıkları “patriyarka” kavramı “ev içi karşılıksız emek” analizinin önemli bir kavramıdır. Burada tartışmasına girmeden, patriyarkayı “kadınlarla erkekler arasındaki üretim ilişkisi”, bir “üretim tarzı” olarak tanımlayan, kadınların erkekler karşısında ayrı bir sınıf oluşturduğunu iddia eden, “patriyarkal sömürü, kadınların ortak, özgül ve birincil ezilme biçimidir” diyen yaklaşımları paylaşmadığımı, ihtiyaç olursa tartışmaya açık olduğumu kaydedip geçiyorum.83 “Patriyarka”, eski Yunancadan gelen, sözlük karşılığı “baba otoritesi“ olan, zaman içinde “erkek otoritesi” anlamı kazanan bir kavram.84 Yalnızca kişisel ve ideolojik durumları değil, kendisini yeniden üreten bir ilişkiyi, yani bir sistemi ifade ettiği belirtilmek koşuluyla “erkek egemenliği”, “erkek egemen sistem”le eşanlamlıdır. Sorunun özünde, kapitalizmin, ataerkil aile ilişki, kurum ve alışkanlıklarını, daha önceki toplumlardan devraldığı erkek egemen kültürü kendine benzeterek yaşatması, dönüştürmesi ve kendisine eklemlemesi var. Patriyarka, kapitalizmden soyutlanması mümkün olmayan, ama yalnızca kapitalist ilişkilerin ürünü de olmayan bir ilişkiyi anlatıyor. Patriyarka, kendini yeniden üretebilen, “sistematik eğilimleri ve dinamikleri olan, tarihsel olarak kapitalizm tarafından devralınmış, dönüştürülmüş ve onun maddi temeliyle eklemlenmiş bir”85 ilişki ve kurumlaşma olarak tanımlandığı zaman işlevseldir. Böyle tanımlanmazsa işlevselliğini yitirir, çünkü belirli bir zaman ve mekanda geçerli bir erkek egemenliği sistemini evrenselleştirmiş olur. Sonuç olarak, proleter ailede ev içi ve aile içi emek harcayan kadın kesin olarak toplumsal proletaryanın bir parçasıdır. Kapitalizm bir yandan kapitalizm öncesi ilişki ve biçimleri asimile ederek, dönüştürerek kendisine katarken bir yandan da geleneksel ilişkileri tasfiye etmeden yapamaz. Sermaye, evde kadınların yaptıkları işleri kapitalist hizmetlere dönüştürerek, onların yerine metalaşmış hizmeti ve kapitalizmin ürettiği metaları koyarak proleter aileyi bir üretim birimi olmaktan çıkarıyor. Bu süreç işliyor. Hazır yemekler, konserve yiyecekler, hazır giyim, her türlü ev işini kolaylaştıran beyaz eşyalar, elektrikli araç gereçler, daha önce erkek işçinin eşi, kızı, ya da annesi tarafından üretilen kullanım değerleri toplamında önemli düşüşlere yol açıyor. Emekgücünün yeniden üretimi giderek daha çok kapitalist meta ve hizmet üretimiyle karşılanıyor. Kapitalizmin konumuz açısından en önemli tarihsel eğilimlerinden biri evli kadınları ücretli emek gücüne katmasıdır. Geleneksel hane içi üretim kalemleri bu 83 Bu yaklaşımın en bilinen sözcüsü Christine Delpy’dir. Bakınız:. “Baş Düşman” makalesi, Gülnur Acar-Savran ve Nesrin Tuna Demiryontan’ın derledikleri Kadının Görünmeyen Emeği, Yordam Kitap, İstanbul, Ekim 2008 içinde. 84 Eleştirel Feminizm Sözlüğü, Çeviren Gülnur Acar-Savran, Kanat Yayınları, İstanbul, Haziran 2009, s. 278-279 85 Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih, Age.s.40
73
Yaşayan Marksizm
kez hane dışında, kapitalist pazarın kârlı işkolları olarak örgütleniyor. İlginç olan, bu işkollarında da ağırlıklı olarak kadınların istihdam edilmesidir. Bu durumda milyonlarca kadın şimdi konserve imalathanelerinde, restoranlarda, fastfood büfelerinde, otellerde, motellerde, ticari çamaşırhanelerde çalışıyor. Evli kadının yığınsal biçimde ücretli emek saflarına çekilmesi süreci, aynı zamanda geleneksel ataerkil ailenin dağılması sürecidir. Ancak bu süreç, hele de dünyanın tamamını dikkate aldığımızda sancılı, bulaşık, eşitsiz ve eşzamansız bir karakter taşıyor; her yerde aynı hızla ilerlemiyor. Emekgücü “piyasasında” kadın emeğinin bin bir türlü düzenlemeyle erkek işçinin emeğine eşit sayılmadığı, ücretli emeğin “aşağı”, özel bir kategorisi işlemi gördüğü açıktır. Ev ve bakım işleri ücretli emekçi tarafından yerine getirildiği zaman da düşük ücret ödenen, “saygın” olmayan meslekler arasında sayılıyor. Çocuk, hasta ve yaşlı bakımı işleri eğitimi, nitelikli emeği gerektirdiği halde, bu hizmetler niteliksiz, eğitimsiz, düşük ücretli kadın işçilere gördürülüyor. İlk bakışta kadın emekçinin yararına gibi görünen part-time çalışma, bir yandan günümüz kapitalizminin “esnek istihdam” yönelişine yanıt verirken, bir yandan da bu kez çalışan kadını ev işlerine mahkûm etmenin “modern” bir gerekçesi oluyor. Özetle, bu gelişmeler genel olarak kadın emeği alanındaki negatif ayrımcılığı, özel olarak da ev içi emeğin karşılıksız kalması sorununu ortadan kaldırmıyor. Toplumsal işbölümünün, ataerkil ailenin, kadın erkek ilişkilerinin toplum yaşamında yer etmiş kalıplarının, erkek egemen kültürün bizzat kadınların bilinç ve davranışlarında yol açtığı bozulmaların yok edilmesi bilinçli, amaçlı, örgütlü ve eylemli çabaları gerektiriyor. Yine de, ataerkil ailenin çözülmesi sürecinin kadın ve emekçi kadın mücadelesi açısından olanaklar yarattığını da görmemiz gerekiyor. Braverman’ın feminist hareketin gelişmesiyle bu süreç arasında kurduğu ilişki ve çözümlemeyi kadınların gelenekselden kopma dinamiklerine dayandırma önermesi bana da isabetli geliyor. Şöyle diyor Braverman: …günümüzün feminist hareketini yaratan, geleneksel ev ekonomisinin parçalanmasıdır. Bu hareket, modern biçimi altında, neredeyse bütünüyle sermaye birikimi sürecinin gerekleri tarafından evin dışına atılan ve çeşitli sosyal düzenlemeler kapsamında, ev içi emeğinin bundan önceki binlerce yıllık tarihi boyunca bilinmeyen denetim ve basınçlara tabi kılınan kadınların ürünüdür. Bu nedenle benim zihnimde modern feminizm teorisinde birincil öneme sahip olan konumu işgal eden de bu yeni durumun analizidir. (…) Yani ev içi çalışma dahil olmak üzere feminist hareketin kapsadığı sorunlar ve meseleler toplamına, binlerce yıldır yaşanmakta olan ev içi çalışma biçimlerini değil, bunların zayıflamasını ve son birkaç on yılda artan sayıda kadının bunlardan kopmasını hareket noktası haline getiren bir analizin daha fazla ışık tutacağı hissiyatına sahibim.86 86 Harry Braverman, Age. s. 407
74
Toplumsal Proletarya
Enformel sektör, işsizler, kent yoksulları Kent bilim yazınında enformel sektör, çok küçük bir yatırım gerektiren, uzmanlaşmanın olmadığı, toplam üretime net katkının son derece düşük olduğu, genellikle tek kişi tarafından yürütülen, herhangi bir kurumsal örgütlenmeye dahil olmayan ve hiçbir yasal güvencesi bulunmayan ekonomik etkinlikler alanı olarak tanımlanıyor. Bu alan için enformel sektör adlandırmasının yanı sıra, “kayıt dışı sektör”, “marjinal sektör”, “örgütlenmemiş sektör”, “kurumlaşmamış sektör”, “korumasız sektör”, “ türedi sektör” gibi kavramlar da kullanılıyor. “Enformel sektör” ü küçük meta üretiminin kimi biçimlerinin, esas olarak da kapitalist üretim ve dolaşım süreçlerindeki parçalanmanın ortaya çıkardığı alt etkinlikler olarak tanımlayabiliriz. Ev ve bahçelerde yapılan geçimlik üretim, evde yapılan ücretli kaçak parça başı üretim, küçük meta üretiminin “yan sanayi”, “merdiven altı” denilen kayıtdışı biçimleri, en çok da fason /taşeron üretim ve hizmet etkinlikleri enformal sektörü oluşturuyorlar. İşportacılık, seyyar satıcılık, hamallık vb. geçmişten bugüne devam eden etkinlikler de enformel sektörün içinde yer alıyorlar. Bu sektördeki emekgücü çoğunlukla gelir ve ücretleri geçici, düzensiz ve düşük emekçilerden oluşuyor. İşyerlerinin çoğunluğu kayıt dışıdır; vergi, sigorta primi ödemezler; resmi istatistiklerde görünmezler. Buralarda çalışan işçiler genellikle sendikasız ve örgütsüzdürler. Kadın ve çocuk işçi emeği büyük bir ağırlık taşımaktadır. Başlıca güdüsü daha çok artıdeğere el koymak olan kapitalizm için örgütsüz, güvencesiz ve ucuz emek her zaman “nimet”tir. Büyük sermayenin, küçük sermayeyi bir yandan yutarken, bir yandan da yaşatması kendisine sağladığı bu nimet nedeniyledir. Enformel sektörde çalışanların küçük işyeri ve üretim aracı sahibi, kendisinin ve genellikle birkaç kişiyi geçmeyen aile üyelerinin emeğini sömüren bölümü tipik küçük burjuvadır. Enformel sektördeki küçük burjuva ile küçük kapitalisti birbirinden ayıran ölçütler, gerçek yaşamdaki sınır çizgileri oynak da olsa bellidir. Gelirini çalıştırdığı işçilerin ürettiği artıdeğerden edinen, bu gelir bizzat çalışmasını zorunlu kılmayacak miktarda olan kişi küçük burjuva değil küçük kapitalisttir. “Yedek işçi ordusu” salt açık işsizlerle sınırlı bir kavram değildir. Tarımdan yeni kopanlar, çocuklar, özürlüler, yaşlılar, Marx’ın “durgun fazla nüfus” dediği en düşük ücretle uzun süre çalıştırılanlar, eve iş alanlar yedek işçi ordusunun içindedir.87 Yedek işçi ordusuna da esas olarak kapitalizm ve sermaye açısından yerine getirdiği işlev açısından bakmak gerekir. Bu işlev, aynen ev içi emekte olduğu gibi, işgücünün değerinin olabilecek en alt düzeyde kalmasını sağlamaktır. Çalışan işçinin ücretini tehdit eden en önemli etken dışarıda, aynı işi daha düşük ücretle yapmaya hazır işsizlerin varlığıdır. Emek arzı ile nüfus artışı arasında koşutluk yoktur ve yedek işçi ordusu kapitalizmin içsel, sürekli bir eğilimidir. 87 Metin Çulhaoğlu, Age. s. 101
75
Yaşayan Marksizm
Günümüz kapitalizminde ise, daha önce de belirttiğim gibi sermayenin emeğe bağımlılığı, kapitalist üretim ve hizmetlerde canlı emek oranı azalıyor, emek arzı ile nüfus artışı arasındaki makas köktenci biçimde açılıyor. Artan emek arzının en önemli sonucu emekçiler arasında rekabetin yoğunlaşmasıdır. Emeğin dünya çapındaki rekabeti, emekgücünün “fiyat”ını en ucuz olduğu yerdeki düzeye doğru çekiyor. Emekgücü arzının bollaştığı koşullarda ücretlerin yaşamda kalabilme sınırına çekilmesi kapitalizmin yasasıdır. Emek arzı şimdi sınırsıza yakındır. Emek üretkenliğini artıran teknolojik gelişmelerin ve esnek üretimin açığa çıkarttığı emekgücü başka ve yeni sektörler tarafından emilemiyor. O sınırın ne olduğunu söylemek kolay değil ama, son krizle birlikte işsizlik kapitalizmde bugüne dek var olan yedek işçi ordusu sınırlarını zorluyor. İşgününün 19. ve 20. yy’da biçimlenen yapısı değişiyor. Sabit işgünü, sabit iş haftası, esnek üretimle ortadan kalkıyor. İşsizler, “sömürülmeye hazır işgücü” olarak proletaryanın büyüyen bir parçasıdır. “Kent yoksulu” denilen kesim de öyle. Kent yoksulu, enformel sektör çalışanlarından ve işsizlerden farklı olarak yerleşik, olumlusundan tanımlanabilir bir yapı oluşturmaz. Kent yoksulluğu, verili bir toplumda tarihsel ve coğrafi olarak belirlenmiş yaşam standardını sağlayacak kaynaklara ulaşamama durumudur. Kent yoksullarının önemli bir bölümü işsiz, bir bölümü enformel sektör emekçisidir. Üretim araçlarından yoksunluk dışında, eğitimsizlik, niteliksizlik, evsizlik vb. özellikler gösterir, toplumsal proletaryanın en alt dilimini oluştururlar. Marx, yoksulluğun aktif emek ordusunun “hastanesi, yedek işçi ordusunun ölü ağırlığı” olduğunu yazmıştı.88 Toplumsal Proletarya Bitirirken yazı boyunca izlenen ve toplumsal proletarya kavramına ulaşan teorik önermeler dizisini özetliyorum: Doğru ve yeterli bir işçi sınıfı, aynı anlama gelmek üzere proletarya tanımına, yalnız üretimi değil, toplumsal yeniden üretimi; yalnızca artı değer sömürüsünü değil, insanlar arasındaki her türlü sömürü ilişkisini; toplumsal yeniden üretimin aynı zamanda emekgücünün yeniden üretimi olduğunu; emekgücünün yeniden üretiminin ev içi kadın emeği eliyle gerçekleştiğini; üretim araçlarından yoksun, sömürülebilir, sömürülmeye hazır emekgücünün proleter sınıf tanımlaması için yeterli olduğunu esas alarak varabiliriz. Bu çözümleme yöntemi proletaryayı ekonomik olmaktan çok toplumsal bir ilişki varlığı olarak alıyor. Toplumsal proletarya, geniş, büyük, çok katmanlı, kendi içinde bölünmüş bir sınıfsallıktır. İşçi sınıfından daha genel ve daha soyut, soyut emeğe denk gelen bir kavramdır. Toplumsal proletarya, ancak “politik proletarya” olduğu zaman tarihsel/toplumsal özne olma yeteneği kazanıyor. Gelecek yazının konusu bu olacak.
88 Karl Marx, Capital, c. 1, s. 644
76
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri Muhsin Dalfidan
Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır. Tarihin daha önceki dönemlerinde, hemen her yerde toplumun değişik katmanlara tam bir ayrılmışlığını, toplumsal konumların çeşitli basamaklara ayrılmasını görüyoruz. Eski Roma'da, patrisyenler, şövalyeler, plebler, köleler; ortaçağda, feodal beyler, vasaller, lonca ustası, çıraklar, serfler; üstelik hemen her bir sınıf da kendi içinde özel bir basamaklılık gösteriyor.1 Komünist Manifesto, Karl Marx ve Friedrich Engels
Giriş Emperyalizmin dünya ölçeğinde nüfuz etmediği alanın kalmadığı, teknolojik gelişmelerinde olanaklarından yararlanarak sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak için üretim süreçlerinin örgütlenişini sürekli değiştirdiği, bu değişimlerin işçi sınıfının yapısında köklü değişimler meydana getirdiği, yeni proleterleşme 1
Marx, K ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Tohum, 2001. Komünist Manifesto’nun Türkçe’de birden çok çevirisi vardır.
77
Yaşayan Marksizm
dalgalarıyla işçi sınıfının her geçen gün büyümesini parçalanma ve heterojenleşme yoğunlaşmasıyla birlikte devam ettirdiği bir süreci yaşıyoruz. Kapitalizmin neo- liberal saldırıları karşısında işçi hareketinin örgütlenme ve mücadele biçimleri olarak yeni sürece ayak uydurabildiğini söylemek mümkün değil. Bu koşullardan çıkış sosyalist yeniden kuruluşla mümkündür. Sosyalist yeniden kuruluşa da, kurucu özne işçi sınıfının durumunu tahlil etmekle başlamak gereklidir. Siyasal bir işçi hareketi yaratmak hedefinin gereği, öncelikle işçi sınıfının kapsam ve bileşimini açığa çıkaracak bir tanımını yapmak olmalıdır. Bu günkü somutluk içinde tanımlanan işçi sınıfının bileşenlerinin ne türden değişimler içinde olduğu bu değişimin işçi sınıfının genel yapısına yansımalarının neler olduğu, emek süreçlerindeki değişim içinde açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu çalışma bu görevlere bir başlangıç yapmaktadır. Çalışmamızda önce genel olarak sınıflar tarihselliği içinde özetlenecek. Ardından Marksist sınıf ve işçi sınıfı tanımı yapılarak bu alandaki yanılsamalara yanıt verilecektir. İşçi sınıfı tanımı yerli yerine oturtulduktan sonra, kapitalizmin tarihi içinde temel üretim organizasyonları özetlenecektir. Bu bölümde ağırlıklı olarak, enformel üretim ve çalışmanın yaygınlaşmasının da temeli olan esnek çalışma biçimleri yine işçi sınıfına etkileri ile sınırlı olarak incelenecektir. Bu genel değerlendirmelerden sonra, emek süreçlerindeki değişimde önemli rol oynayan teknolojik gelişmelerin işçi sınıfı yapısına etkileri üzerinde durulacaktır. Bu tespitlerin üzerinden işçi sınıfının yok olmadığı tersine giderek çoğaldığı ortaya konularak, işçi sınıfının politik etkinliğinin zayıflamasının maddi varlığının yok olmasıyla ilişkilendirilemeyeceğine geçilecektir. Bu bölümde kendiliğinden sınıf ile kendisi için sınıf ayrımı, politik özne olarak işçi sınıfının konumu özetlenecektir. Böylece amaç olarak önümüzde duran siyasal bir işçi hareketinin yaratılmasının öznesinin ne olup olmadığı görülecektir. Bu amaca hizmet edecek örgütlenme ve mücadele biçimlerinin neler olması gerektiğinin ip uçlarının bulunduğu bir teorik çerçeve sunmuş olunacaktır. I Sınıf ve işçi sınıfı Sınıf kavramına giriş Sınıfları kısaca tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeni içindeki konumlarına ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, toplum içindeki iş örgütlenmesinde oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal gelirden paylarını alma biçimlerine ve elde ettikleri payın büyüklüğüne göre birbirinden ayrılan geniş insan grupları olarak tanımlayabiliriz. Sınıf kavramı, Marksizm’in bilimsel olarak ortaya koyduğu en önemli kavramlardan biridir. Sınıf, tarihsel bir olgudur ve üretim araçları özel mülkiyetiyle birlikte ortaya çıkmıştır. İlkel komünal toplumda sınıflar yoktu. Varlık koşulu bulunan üretim araçları özel mülkiyetinin ortadan kaldırıldığı komünist toplumda da sınıflar yok olacaktır. Tarihsel süreçte sınıflı toplum çeşitli sosyo-ekonomik yapılar, üretim tarzları içinde; ATÜT benzeri for78
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
masyonları dışlamadan, baskın olarak köleci, feodal ve kapitalist üretim fazları içinde var olmuştur. İlk sınıflar köle sahipleri sınıfıyla köle sınıfıdır. Köleci toplumda ortaya çıkan bu sınıflar feodal toplumda toprak sahipleri sınıfıyla toprak köleleri sınıfına dönüşmüştür. Feodal toplumun bağrında oluşan burjuva sınıfıyla işçi sınıfı da kapitalist toplumu oluşturmuştur. Bunlara temel sınıflar denir. Bu temel sınıfların yanında temel olmayan sınıflar da vardır. Temel olmayan sınıflar, ya kapitalist toplumdaki toprak sahipleri sınıfı gibi eski toplumun kalıntısı olan ya da feodal toplumdaki burjuva sınıfı gibi yeni toplumu yaratacak olan sınıflardır. Temel olmayan sınıf, kendi üretim düzeninin dışında bulunup başka bir üretim düzeninde yer almış olan sınıftır. Devrimci sınıf, geleceğin, toplumunu hazırlayan ve gerçekleştiren sınıftır. Feodal toplumda devrimci sınıf burjuva sınıfıydı, kapitalist toplumdaysa işçi sınıfıdır. Şu büyük farkla ki, feodal toplumun devrimci sınıfı kendi sınıfını güçlendirmek ve egemen kılmak için devrimciydi, kapitalist toplumun devrimci sınıfıysa kendi sınıfını yok etmek ve dolayısıyla bütün sınıfları yok ederek sınıfsız toplumu gerçekleştirmek için devrimcidir İşçi sınıfı/proletarya hiç bir üretim aracına sahip olmayan ve emek gücünü satmak zorunda olan emekçilerden meydana gelen sınıftır. İşçi sınıfı proleterden yarı proletere, yarı proleterden küçük köylüye, küçük zanaatçı ve genel olarak küçük işletmeciye; küçük köylüden orta köylüye vb. geçişi yansıtan son derece çeşitli toplumsal gruplarla çevrilidir. İşçi sınıfı, kendisinden daha yoksul olsalar bile, bu gruplardan özce ayrılır. Çünkü bu grupların, pek küçük çapta da olsa, üretim araçlarıyla ilişkileri vardır. İşçi sınıfınaysa emeğinden başka hiç bir şey bırakılmamıştır. Dolayısıyla işçi emekçidir ama bütün emekçiler işçi değildir. Sınıf tanımı İnsanlar arasındaki zenginlik, fakirlik farkını her yerde görebilmekteyiz. Örneğin; okullarda parasal gücü farklı çocukların arasındaki farklılık hiçbirimizin gözünden kaçmaz. Okul idareleri maddi olanakları farklı çocuklara genellikle farklı muamele ederler. Çocuklar arasındaki oyunlarda; oyuncağı çok olan çocuk diğerlerine yön verir. Bu ayrıcalıkları her yerde görürüz. “Neden bu farklılık vardır” sorusuna, bunun zengin fakir ayrımından kaynaklandığı cevabı verilir. Evet, doğrudur. Ancak insanlar neden zengin ve fakir olarak farklılaşmışlardır? Gerçek soru budur. Zenginlik ve fakirlik insanlar arası farklılaşmanın nedeni değil görünen sonucudur. Bu zenginlik fakirlik farklılığının nedeni sınıf olgusudur. Lenin “toplumsal üretimin tarihi olarak belirlenmiş bir sistem içindeki konumlarına göre, üretim araçlarıyla (büyük ölçüde yasalarla saptanıp formüle edilmiş) ilişkilerine göre, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine göre ve dolayısıyla toplumsal servetten tasarruflarında bulunan payın kapsamına ve bu payı 79
Yaşayan Marksizm
elde ediş tarzına göre birbirinden ayrılan büyük insan gruplarına sınıf denir”2 şeklindeki tanımında sınıf olmanın kriterlerini de belirtmiştir. Toplumsal sınıfları sınıflı bir toplumda üretimdeki yerlerine göre tanımlayabiliriz. Üretim araçlarıyla ilişki/üretim araçlarının sahibi olup olmama, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rol/emeği örgütleyen ya da örgütlenen olma durumu; toplumsal zenginlikten payına düşenin ne olduğu en önemlisi de bu payı elde ediş tarzının ne olduğuna göre sınıflar belirlenmektedir. Görülüyor ki, bir insanın hangi sınıftan olduğu, üretim araçlarıyla olan ilişkisiyle belirlenmektedir. Üretim araçlarının sahibi olanlar egemen sınıftır. Üretim araçlarından yoksun olanlar ise ezilen, sömürülen sınıflardır. Daha açık ifadeyle, sınıflar insan emeğinin gasbı üzerinde şekillenir. Emeğin gasbı ise üretim araçlarının mülkiyeti tarafından belirlenmektedir. Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar olmayanların emeğini gasp eder. İşçi sınıfı tanımı Marksizm, sınıf tahlillerinin nesnel ölçütlerini ayrıntılarıyla açıklamasına karşın, bu gün işçi sınıfı üzerine kafa karışıklığı alabildiğine artmış durumdadır. Öncelikle, toplumda sınıfların hangi nesnel ölçütlere göre birbirinden ayrıldığını, Lenin’in ifadeleriyle özetledik. Şimdi ise, işçi sınıfından ne anlaşılması gerektiğine dair açıklamalarla günümüzdeki farklı sınıf tahlillerinin yarattığı bulanıklığı gidereceğiz. Bu tanımlamalara karşı; sınıf mücadelesinin bir boyutu olan ideolojik mücadelede burjuvazi, bilimi kendi güdümüne alarak hizmetlisi haline getirmekte ustadır. Bunu kendini bilim insanı diyen aydınlar sayesinde yapar. Emperyalist ülkelerdeki burjuva eğitim kurumlarında Marksizm’e katkı ve bilimsellik adına bu tür üretimler yapılmaktadır. Bizim gibi ülkelerin burjuva aydınları da bunlardan geri durmamaktadır. Sınıf ve işçi sınıfı gerçeğini üretim ilişkilerinden kopararak, üretimi teknik bir süreç olarak sunan ve meslek, gelir düzeyi, sosyal yaşam tarzı vb. kıstaslara göre ayrımlar yapan burjuva “bilim insanları”; farklı sınıfsallıkları “çalışanlar”, “maaşlılar”, “orta sınıf”, “hizmetliler” vb. sosyolojik kategorilere indirgemektedir. Bu çabaların hepsi Marksizm’e karşı sürdürülen ideolojik mücadelenin birer parçasıdır. Doğrudan karşı saldırı niteliğindeki bu çalışmaların yanında; Marksizm alanı içinde olduğunu söyleyen kesimlerden de, kapitalist üretimin -teknolojik, eğitim vb.- birçok nedenle gelişiminden, işçi sınıfının giderek yok olduğu sonucunu çıkaranlar; işçi sınıfını sanayi işçisiyle özdeşleştirenler, hizmet sektöründe çalışanları işçi kabul etmeyenler çoğalmaktadır. İşçi sınıfı, ücretli emekçiler sınıfıdır Engels Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına, yaptığı ekte; burjuvazi ile, modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek 2
80
Lenin, V. I. Seçme Eserler, İnter, Birinci Basım, 1997, s.470.
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
kullananlar kastedildiğini; proletarya ile ise kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından yaşamak için iş güçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfının kastedildiğini yazdı. Buradaki tanım, net olarak hiçbir üretim aracına sahip olmayan ücretli emekçilerin tümünü işçi sınıfı kapsamı içinde görmektedir. Ücretleri gelirden ya da değişen sermayeden ödenen emekçiler işçi sınıfının farklı bileşenleridir Ücretin gelirden ödenmesi veya sermayeden ödenmesi iş gücünü satan kişinin işçi olma durumunu değiştirmemektedir. Ev temizliği yapan kadın hizmetçide iş gücünü satmaktadır ve işçidir. Hizmetçi kadının ücreti sermayeden değil, gelirden ödenmektedir ve hizmetçi artı-değer üretmemektedir. Dolayısıyla işgücünün değeri olan ücret karşılığı çalışan, üretken emek sahibi olmayan ve ücreti gelirden ödenen işçidir. Marx, “Nihayet modern sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında işgücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle el ele vererek, işçi sınıfının büyük bir kesimimin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasına ve böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi, uşak. vb. gibi adlar altında bir hizmetkarlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur”3 ifadeleriyle ücreti sermayeden değil gelirden ödenen hizmetkarların işçi sınıfının üretken olmayan kesimi içinde olduğunu belirtmektedir. Bu; üretken- olmayan ve hizmeti doğrudan gelirden ödenen işçiler, çoğunlukla kişisel hizmetleri görecekler ve yalnızca pek azı -aşçı, dikişçi, gündelikçi terzi gibi- maddi kullanım değeri üreteceklerdir. Onların meta üretmeyişi işin doğası gereğidir. Bundan ötürüdür ki, kapitalist üretim tarzı geliştikten sonra, üretken- olmayan bu işçilerin yalnızca pek önemsiz bir kısmı maddi üretimde doğrudan rol sahibi olabilir. (...) Üretken emekçinin emek- gücü, emekçinin kendisi için bir metadır. Üretken olmayan emekçininki de öyle. Ne var ki, üretken emekçi, onun emek- gücünü satın alan için meta üretir. Üretken- olmayan emekçi ise, onun için meta değil, yalnızca bir kullanımdeğeri, hayali ya da gerçek bir kullanım- değeri üretir.4
Dolayısıyla, ücreti gelirden ödenende, sermayeden ödenende işçidir ve her ikisinin de işgücü metadır. Üretken emek/üretken olmayan emek, maddi meta üreten/hizmet üreten, kafa/kol emeği ayrımları işçi sınıfının kendi içindeki farklılıkları/farklı bileşenleri ifade eder Üretken emek tartışması esas olarak sermaye birikimi tahlilinin konusudur. Bu nedenle burada üretken emek- üretken olmayan emek ayrımına bu yönüyle değil sadece sınıf tanımlaması ile ilişkisi yönüyle değineceğiz. Marx’ın belirttiği üzere; 3 4
Marx, K. Kapital, Cilt I, Sol, Yedinci Baskı, 2004, s. 426. Marx, K. Artı Değer Teorileri, Cilt I, Sol, 1998 s. 149.
81
Yaşayan Marksizm
Kapitalist üretim anlamında üretken emek, değişen sermaye parçasına (sermayenin ücrete harcanan parçasına) karşılık değişilen ve sermayenin yalnızca bu parçasını (ya da kendi emek gücünün değerini) değil, ayrıca ona ek olarak kapitalist için bir artı- değer üreten ücretli- emektir. (...) Yalnızca sermaye üreten ücretli- emek üretkendir.5
Görüldüğü gibi üretken emek- üretken olmayan emek işçi olup olmamayla ilgili değil tümüyle artı- değer üretimi dolayısıyla sermaye birikim dinamiğiyle ilgilidir. Buna karşın işçiyi ücretli- üretken kol emekçisiyle sınırlayan anlayış hâlâ kabul görebilmektedir. Örneğin, Kenan Somer’ göre işçi, teorik soyutlamanın en genel düzeyinde, ücretli üretken emekçi, ve işçi sınıfı da, bu tür emekçilerden oluşan bir toplumsal sınıf olarak tanımlanır. (...) Ticaret görevlileri de, tıpkı işçiler gibi, ücretli emekçilerdir. Ama onları işçilerden somut olarak ayıran şey, doğrudan doğruya artı- değer üretmemeleridir.(...) Makine başında çalışan (“işe el atan”) mühendis ya da teknisyen, kafa emekçisi olduğu için işçi değil; ama makine başında çalışmasa da, maddi üretimin uzantısında (taşıma) ve kol emeğiyle çalışan hamal, işçidir. (...) Eklemek gerek: Ve her kol emekçisi de işçi değildir. Ücretli- üretken kol emekçisi işçidir. Ücretli, ama örneğin odacı, kapıcı, daktilo, vb. gibi üretken olmayan kol emekçileri işçi değildir.6
İşçi ve işçi sınıfını, maddi meta üretiminde kol emeğiyle çalışanlarla sınırlayan bu anlayış sahiplerini Marx’ın “...ticaret işlerinde çalışanlar diğerleri gibi ücretli işçilerdir”7 ifadesiyle yanıtlamak yeterli olacaktır. Marx hiçbir yerde işçiyi sadece maddi meta üretiminde kol emeğiyle çalışanlarla sınırlandırmamıştır. Maddi meta üretiminde, hizmet üretiminde çalışanıyla; kol ve kafa emekçisiyle işgücünü ücret karşılığı satanları işçi olarak tanımlamıştır. Kenan Somer gibiler bunu görmemekte ısrar etmektedirler. Bu ısrar onları işçi sınıfının yerine emekçilerin, çalışanların aldığını savunmaya götürmektedir. Bu anlayışa göre “sermaye birikimiyle birlikte artacağı kesin olan şey, gerçek anlamda proletarya (işçi sınıfı) değil, ama ücretli emekçilerdir”8. Çünkü bu anlayışın sahipleri, işçi sınıfı tanımında, hizmet üretimi- maddi meta üretimi ve kafa- kol emeği ayrımının alt ayrımlar olduğunu görmemekte/ görmek istememektedir. Marx’ın, “Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiç bir şeyi değiştirmez”9 ifadeleriyle sabit olduğu üzere, işçi sınıfını modern sanayi işçileriyle sınırlama gerçeği yansıtmaz, hizmet üretiminde çalışanlar ve kafa emeği harcayanlar da işçidir. 5 6 7 8 9
82
Marx, K. age, s.142- 143. Somer, K. “İşçi ve Sınıfı”, Ülke Dergisi, sayı: 8 , 1979, s. 118- 138. Marx, K. Kapital, Cilt III, Sol, Dördüncü Baskı, 2003, s. 258. Somer, K. agm, s.118- 138. Marx, K. Kapital, Cilt I, age, s.484
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
Sermayenin yedek işçi ordusu: İşsiz işçiler İşgücünü satarak geçinen ücretli emekçiler sınıfı her zaman işgücünü satamaz. Bu durum, genel kapitalist birikim yasasının gereğidir: “Büyük sanayinin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını, sürekli olarak, işsiz ya da yarı işsiz insanlar haline getirmeye dayanır”10. Çalışan faal işçilerin bir kesimi işsiz kalır. Bu insanların işsiz kalmaları işçi sınıfı dışına çıkmaları anlamına gelmez. İşgücünü satma olanağı bulamayan bu insanlarda işçidir. Bu gerçek “işçi sınıfının faal ve yedek işçi ordusu şeklinde bölünüşünü”n11 ifadesidir. Her iki kesimde işçi sınıfının birer parçası/ bileşenidir. Özetlersek; hiçbir üretim aracına sahip olmayan, geçimini işgücünü belirli bir ücret karşılığında kapitaliste satarak sağlayan ya da satmak için bekleyen sınıfa işçi sınıfı denir. Sanayi işçisi, hizmet sektöründe çalışan işçi, mavi yakalı- beyaz yakalılar, üretken –üretken olmayan işçi, vb. ayrımlar işçi sınıfının kendi içindeki alt ayrımlardır. İşçi sınıfının bileşenlerini ifade ederler. Marksizm’de işçi sınıfının dar anlamıyla ya da geniş anlamıyla farklı tanımları yoktur. Farklı bileşenlerden oluşan heterojen bir yapıya sahip olan tüm ücretli emekçileri ve ücretli emekçi ailelerini kapsayan işçi sınıfı tanımı vardır. II Kapitalist üretim, emek süreçleri ve iş örgütleme biçimleri Kapitalist üretim tarzı tarihi içindeki temel kapitalist üterim organizasyonu ve emek süreçlerini işçi sınıfının yapısına etkilerini göstermekle sınırlı olarak anacağım. Emek sürecinin üç temel öğesi vardır: “1. İnsanın kişisel etkinliği, yani işin kendisi; 2. İşin konusu ve 3. İşin araçları”12. Üretimin nesnel koşullarını belirleyen ikinci ve üçüncü ögelerdir. Birinci öge ise, üretimin öznel koşulunu belirlemektedir. Emek süreci öncelikle insanla doğa arasında bir ilişkidir. İnsanlar yaşamak için, kendileri için gerekli kullanım değerlerini üretmek zorundadırlar. Üretim sürecini doğayla ilişki içinde yürütürler. İnsan üretim sürecini önceden planlar ve yönetir. İnsanlar üretim süreci içinde bir kullanım değeri yaratmakla kalmaz. Bu süreçte bir yandan doğayı da değiştirirken, kendi yeteneklerini ,kişiliğini ve bilincini de dönüştürerek gelişir. Üretim sürecinin tasarlanan bir süreç olması ve belirtilen üç ögenin birliği ile gerçekleştirilmesi üretim güçlerinin gelişmişlik düzeyine göre belirlenen bir ilişki olmasını doğurmaktadır. Bunun içindir ki, kapitalist emek süreçlerinde meydana gelen değişimi sadece üretim araçlarının teknik gelişim düzeyi ile açıklayamayız. Teknolojik gelişimi emeğin üç ögesini göz önünde tutarak değerlendirmeliyiz. Yani üretici insanın bilgi ve yetenekle10 Somer, K. agm, s.118- 138. 11 Marx, K. age, s. 607. 12 Marx, K. age, s.181
83
Yaşayan Marksizm
rini nasıl kullandığını, üretimi gerçekleştirmekteki amacını ve üretim sürecinde iş/ üretim araçları etrafında nasıl örgütlendiğini de içerecek bir değerlendirme gereklidir. Toplumlar tarihinde üretim süreçleri üretim tarzlarına göre temel değişikler göstermektedir. İlkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist üretim süreçlerinin kendine özgü yanları vardır. Bunun yanında, aynı üretim tarzında da emek sürecinin üç temel ögesi arasındaki ilişkilerde de temel değişimler yaşanmış/ yaşanmaktadır. Bu değişim en çok kapitalist üretim tarzı içinde yaşanmaktadır. Kapitalizmde üretim kullanım değeri üretmek için değil değişim değeri üretmek için, sadece değişim değeri üretmek içinde değil, artı- değer üretmek için yapılır. Sermaye birikiminden ibaret olan kapitalist üretimde sermaye işgücünü satın alır ve üretim sürecinin diğer ögeleriyle birlikte emeği belirli bir örgütlenme biçiminde bir araya getirerek üretimi gerçekleştirir. Bunun içindir ki kapitalist, iş gücünü satın aldığı işçinin en fazla artı- değer üretmesi için her türlü yöntemi kullanır. Emek sürecinin denetimini sağlamak için üretim araçlarının teknolojik gelişimi için çalışırken, işçiyi denetim altına almanın yollarını da geliştirir. Emeğin yoğunluğunu ya da verimliliğini artıracak yöntem ve iş örgütlenme biçimleri üzerinde sürekli çalışır. Makineleşme ve teknolojik gelişim kapitalist için hayati öneme haizdir. Kapitalist, işçi sınıfının gücünü etkisiz hale getirerek artı- değerini maksimuma çıkarabilmek için makineleşmeye önem vermektedir. Bunun için sürekli teknoloji ve iş örgütlenme modelleri geliştirme peşinde olmuştur. Emek sürecinin ne olduğunu özetleyen bu girişe yeterlilik verelim. Şimdi, kapitalist üretim tarzı içinde temel iş örgütleme yöntemi ve bunlara uygun emek süreçlerini özetleyerek her birinin barındırdığı sınıf ilişki ve çelişkilerinin yapısını görmeye çalışalım. Taylorizm F.W. Taylor 1911 yılında yayınladığı Bilimsel Yönetimin İlkeleri kitabında Taylorizm adı verilen kapitalist üretim örgütlenmesinin temellerini oluşturmuştur. Taylor kapitalist emek sürecinin örgütlenme yöntemi olarak geliştirdiği ilkeleri, 1880’lerden sonra ortaya çıkan “sistematik yönetim hareketi”nden geliştirmiştir. Taylorist ilkeler, kapitalizmin tekelci dönemiyle birlikte iyice zorlaşan ve karmaşıklaşan işçilerin denetimi ve artı- değerin maksimizasyonu sorununa çözüm adına geliştirilmiştir. Temel hareket noktası teknolojik gelişimden bağımsız olarak iş sürecinin denetim altına alınmasını sağlayacak organizasyon ilkelerini oluşturma çabasıdır. Taylorizm’e göre; işçi doğuştan aptal ve riyakardır. Çünkü insanın doğası kaytarma yani, çalışır görünüp çalışmama yönünde davranmaya uygundur. Yine, işçiler aptal oldukları için, işin en verimli şekilde yapılma biçimini göremezler. Dolayısıyla işçileri üretim sürecinde oldukça etkisizleştirmek ve başında amirleri olmadığı durumlarda bile işlerini düzgün yapmalarını sağlayacak yöntemleri bulmak gerekir. Bu genel anlayışın yönlendirdiği F.W. Taylor’un “Bilimsel Yönetim” dediği işleyişin temel ilkelerinden ilki; emek sürecini işçinin vasıflarından kopartılacağı 84
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
biçimde örgütlemektir. Emek sürecinin işçilerin becerilerinden tamamen arındırılması, yönetimin işçinin sahip olduğu zanaata yani hem üretim bilgisine, hem de fiziksel becerilerine olan bağımlılığından kurtarılmasıdır. Üretim sürecinin analizi yapılacak ve belirli parçalara ayrılarak her parçanın nasıl ve ne sürede yapılacağı test ve etütlerle belirlenecektir. Teşvik edici sistem olarak da parça başı ücret politikası devreye sokulacaktır. Böylelikle emek süreci işçilerin bilgilerinden ve yeteneklerinden bağımsızlaştırılacaktır. Emek süreci işçilerin kontrollerinden tümüyle çıkacak, işçilerin yeteneklerine göre değil tümüyle kapitalistin yönetim organizasyonuna tabi emek süreçleri var edilecektir. İlkenin özü üretim sürecinin bilgisinin işçiden koparılarak bir araya toparlanmasıdır. İkinci ilke; Üretim sürecinde tasarımın uygulamadan ayrılması gerekliliğidir. Tüm beyinsel faaliyet işçilerden koparılmalıdır. İşin örgütlenmesi ve tekniklerin geliştirilmesi tümüyle üretim dışında, planlama departmanlarında merkezileştirilerek yapılmalıdır. Üretim sürecinin bilgisi işçiler için bilinmeyen olacaktır. Böylece, hem işlerde vasıflı işçiye gerek kalmayacak ve vasıfsız ucuz işçi çalıştırılabilecek, hem de yönetim emek süreci üzerinde tam kontrole sahip olabilecektir. İşçilere sadece basit parçalara ayrılmış iş sürecindeki işlerin nasıl ve ne kadar sürede yapılacağı talimatı verilmelidir. İşçilerin işleri anlamasına gerek kalmadan ve arkasında yatan teknik nedenleri ya da verileri düşünmeden, sadece bu talimatlara uymaları sağlanmalıdır. Üçüncü ilke; emek süreci ögelerinin tümüyle önceden tasarlanması, planlanması ve hesaplanmasıdır. Üretimin bilgisi tümüyle yönetimde toplanmalı, bu bilgiler yönetim tarafından emek sürecinin her aşamasının denetimi, geliştirilmesi ve işlerin nasıl yapılacağının belirlenmesi için kullanılmalıdır. Dolayısıyla üretim sürecindeki işçiden yalıtılmış olarak yönetim alanının tekelindeki planlama ve hesaplama bilgisiyle emek sürecinin her adımı sermaye tarafından denetlenir olacaktır. Taylor, çalışmalarının merkezine işin en iyi, en az gayret sarf ederek nasıl yapılacağı değil, kapitalist emek sürecinde emeğin en iyi nasıl denetim altına alınacağını koymuştur. Taylorist üretimle, yalnızca sermaye değil, emekte sermayenin bir parçası haline getirilmiştir. Sonuç olarak; emek süreçlerinin Taylorist ilkelere göre örgütlenmesiyle, işçiler vasıfsızlaştırılıyor ve değersizleştiriliyorlardı. Zihinsel faaliyetlerden ve üretim bilgisinden kopuk basit parça işleri yapan makinenin bir parçası haline getiriliyordu. Fordizm Henry Ford tarafından 1900’lü yılların başında geliştirilmiş ve ilk kez Ford otomobil fabrikasında uygulanmış bir üretim örgütlenmesi biçimidir. Taylorizm’den tümüyle farklı bir üretim organizasyonu değildir. İşçileri vasıfsızlaştırma ve üretimin bütününden koparma sürecinin daha mekanize hale getirilmesidir. 85
Yaşayan Marksizm
Taylorizm’de parçalara bölünmüş işler sıraya dizilerek işçilerin iş alma vb. nedenlerle hareket ederek verimliliklerinin azalması önlenmektedir. İşçiler yerine işin nesnesinin hareket ettiği montaj hattı/ bant sistemi oluşturulmaktadır. Fordist üretimin çıkışı kitle üretimini gerektiren pazar genişlemesinin olduğu yıllara denk gelmektedir. Esnekliğin olmadığı Fordist üretimde seri hareket, işbölümü ve süreklilik temeldir. Büyük miktarda üretimle kârlılık oluşmaktadır. Aksi durumda üretim araçlarının maliyeti yüksek olmakta ve kârlılık düşmektedir. Fordizmde üretim kitlesel ve standart özelliklerde yapılmakta kalite ve ürün çeşitliliği maliyetleri yükseltmektedir. Fordizm’de rekabet tamamen düşük maliyetlere dayanmaktadır. Fordist üretim özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası vasıflı işçi gerektirmemesi ve emek tasarrufu sağlaması nedeniyle yaygın olarak uygulanmıştır. Üretim örgütlenme biçimlerine ve emek süreçlerine sadece artı- değer oranı/ emek sömürü düzeyini artırma kısıtıyla bakmamak gerekiyor. Gerek Taylorist, gerek Fordist gerekse bugünkü post- Fordist denilen esnek emek süreçlerinde artı- değeri artırmak kapitalist için hep önemlidir. İşçi sınıfı mücadelesi açısından emek süreçlerinin değerlendirilmesi artı- değer sömürüsü yanında, özgürleşme mücadelesi ve işe yabancılaşma yönleriyle de yapılmak durumundadır. Emek süreçlerinin örgütlenişine müdahale sadece artı- değer sömürüsünü kısıtlamak ve ücret mücadelesi olarak ele alınmamalıdır. İşçi sınıfının özgürleşme mücadelesinin bu günden başlanacak bir dönüşümü gerektirdiğini de gören bir yerden mücadele alanı genişletilmelidir. Şimdi, analiz üzerinden uygun mücadele biçim, örgüt ve yöntemlerinin geliştirileceği günümüzün esnek üretim süreçlerinin incelenmesine geçebiliriz. Post-Fordist esnek emek süreçlerine geçiş 1970’li yıllara gelindiğinde Fordist üretim örgütlenmesinin değişen koşullara ayak uyduramadığı görülmektedir. Yaşanan ekonomik kriz ve dünya pazarındaki belirsizlikler yeni üretim tekniklerini gerekli kıldı. Sermaye ihracının yoğunlaşması, üretimin ucuz iş gücüne yönelerek coğrafya değiştirmelerinin artması ve üretimin pazara göre parçalanarak yapılması gereklilikleri öne çıkar oldu. Üretimin uluslararasılaşmasının yoğunlaşması ile birlikte dünya pazarındaki oynaklıkları görmeden üretim yapmak büyük belirsizlikler içermeye başladı. Fordist üretim sisteminin kitle üretimine dayanması ve katı yapısı değişen dünya pazarının gerektirdiği esnekliğe uygun değildi. Pazarın esneklilerine göre standart dışı küçük parçalar halinde kalite farklılıkları olan üretim gerekir oldu. Bu nedenle kapitalizm içinde bulunduğu krizi yeni iş örgütlenme biçimlerini yaşama geçirip, Fordizm’i daha esnek kılacak biçimde emek süreçlerinde değişime giderek aşmaya yöneldi. Böylece son otuz yıldır kapitalist üretim süreçlerine damgasını vuran esnek üretim biçimleri geliştirilerek uygulanmaktadır. Her gün post- Fordist denilen esnek üretim biçimlerine bir yenisi eklenmektedir 86
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
Post-Fordist/esnek üretim Fordizm’den esnek üretim biçimlerine geçiş dünya ölçeğinde bir anda olan bir dönüşüm olmamıştır. Farklı coğrafyalarda kapitalizmin eşitsiz gelişiminin gereği farklılıklar süre gelmektedir. Hala bugün Fordist ilkelerin uygulandığı üretim birimleri vardır. Bu farklılıklar karşın esnek üretim biçimlerinin ortaya çıkışı ve giderek yaygınlaşması 1960’ların sonu ve 70’lerin başlarında İtalya’da yaşanan güçlü bir işçi sınıfı mücadelesi döneminde başlamıştır. Gelişen işçi sınıfı mücadelesine İtalyan sermayesinin cevabı adem-i merkeziyetçi bir üretimi uygulamaya koymak ve üretimin farklı aşamalarını taşeronlara devretmek olmuştur. Böylece bir yandan fason üretimle maliyetler düşürülürken, diğer yandan da işçi sınıfının örgütlü gücü ile doğrudan çatışmaya girmekten kurtulunmuştur. İşçi sınıfının güçleri bölünmüş ve işçi sınıfının karşısında yek vücut somut bir kapitalist sınıfı görmesi zorlaşmıştır. Sermaye; süreci hızlandırmak için işçilere mali destek yaparak bağımlı fason atölyelerin açılmasını yaygınlaştırmıştır. Esnek üretim süreçlerinin yaygınlaştığı 1970’lerden itibaren dünya kapitalizminin yeniden yapılanmasında küçük ölçekli firmaların rolü artmıştır. Ancak bu durum büyük şirketlerin egemenliklerinin aşındığını göstermemektedir. Bunun içindir ki, firmaların ölçek küçültmesi ve taşeronlaşmadan başka, büyük firmaların esneklik kazanma konusunda neler yaptıkları, emek sürecinde ne gibi farklı uygulamaları devreye soktukları üzerinde durulmalıdır. Esnekleşme süreci emek piyasasında ikili bir yapının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Büyük merkezdeki şirketler kendi çevrelerinde oluşturdukları esnek, parçalı bir emek piyasası ile dünya pazarında sürekli değişen arz- talep ilişkisine uygun esneklik oluşturmaktadırlar. İkinci yapı olarak küçük şirketler yaygınlaşmaktadır. Küçük üretim birimleri olan şirketlerin yanı sıra evde genellikle parça başı ücretle çalışan tekil işçiler yaygınlaşmaktadır. Üretim süreçlerinin esnekleştirilmesinin temel biçimlerini ve işçi sınıfı için ne anlam geldiğini şu şekilde özetlemek mümkündür: 1- Sayısal esneklik Şirketlerin kullanacakları işgücü miktarını ve niteliğini belirleyebilme serbestliğinin oluşturulmasıdır. Bu, şirketlerin işçi alma ve çıkarmadaki serbestliklerini engelleyen yasal düzenlemelerin azaltılması veya tümüyle kaldırılmasını gerektirir. Kısacası, sermayeye tek yanlı işten atma hakkının tanınmasıdır. İşçi sınıfı için anlamı; iş güvencesinin ve sosyal güvencenin olmadığı, örgütsüzlüğün geliştiği ve sınıf içi rekabetin arttığı bir durumun genelleşmesidir. İşçilerin sıklıkla iş değiştirmek zorunluluğunun ve işçi sınıfının işsiz kitlesinin artmasıdır. 2- Zamana göre esneklik Günlük ve haftalık çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi ve kayganlaştırılmasıdır. Örneğin, ülkemizdeki 4857 sayılı iş yasasındaki telafi edici çalışma, yoğunlaştırılmış iş haftası, vardiyalı çalışma günlük iş sürelerinin kayganlaştırılarak zamana 87
Yaşayan Marksizm
göre esneklik uygulamalarının yasal biçimlerine örnektir. Sermaye zamana göre esneklik uygulamalarıyla fiili olarak çalışılmayan sürelerde ve fazla çalışmalarda normal çalışma sürelerine göre zamlı ücret ödenmesini ortadan kaldırmaktadır. Zamana göre esnekliğin işçi ve işçi sınıfı mücadelesi için temel anlamı, işçilerin daha düşük ücretle çalışması ve sömürünün artmasıdır. 3- Fonksiyonel esneklik Fonksiyonel esneklik, işçilerin iş tanımlarının değişen üretim yöntemleri, teknolojik değişimler ve iş yoğunluğuna göre değiştirilmesidir. İşçilerin sermayenin ihtiyaçlarına göre değişik alanlarda çalıştırılmasının sağlanmasıdır. İşletme içinde görev değişikliği hatta şirketler arasında işçi devri fonksiyonel esneklik olarak uygulanmaktadır. Zamana göre esneklik ile fonksiyonel esneklik birbirini tamamlayan ve geçişkenlik içinde uygulanan biçimlerdir. Kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalıştırma ve ödünç işçi verme en yaygın uygulama biçimlerindendirler. Fonksiyonel esneklik; işçilerin zaman- mekan birliğini sınırlandırmasıyla örgütlülük önünde engel olmaktadır. Ayrıca, kısmı süreli çalışanlar, tam zamanlı çalışanlar vb. farklılaşmalarla işçiler arasında ayrım yaratmakta ve rekabeti körüklemektedir. Sermayenin yasal zorunluluklarını ödünç işçi ilişkisi gibi yöntemlerle ortadan kaldırmaktadır. 4- Ücret esnekliği İşletmelerin ücret biçimlerini ve düzeylerini kendilerinin çıkarları doğrultusunda serbestçe belirleyebilmesidir. Asgari ücretin düşük tutulması, bölgesel asgari ücret uygulama önerileri ücret esnekliğini artırmaya dönük uygulamalardır. Ücret esnekliği tümüyle kayıt dışı enformel sektörde kayıt dışı çalıştırılan işçilerin ücretlerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Ücret esnekliğinin işçi için anlamı; tüm esneklik biçimlerinde olduğu gibi iç rekabetini artırıcı etki yapmasıdır. Sömürünün artması ve işgücünün değerinin bile altında karın tokluğundan da düşük ücretle çalışmaya zorlanmasıdır. Açlık içinde yaşamını sürdürmek zorunda kalmasıdır. İşçileri sürekli yeni iş arayışına yöneltmesiyle mevcut üretim sürecindeki işçiler arası ilişkinin gevşekleşmesine zemin olmasıdır. 5- Uzaklaştırma stratejileriyle oluşturulan esneklik Maddi meta ya da hizmet üretiminin asıl işyeri dışındaki başka firmalarda yapılması yada asıl firma içinde başka firmaların işçilerinin çalıştırılması biçiminde uygulanmaktadır. En tipik biçimi taşeronluk sistemidir. Bu sistemle maliyetlerin düşürülerek kârın maksimize edilmesi amaçlanmaktadır. Sermayenin bu stratejisinin işçi için anlamı; sosyal güvencesiz çalıştırılmanın yaygınlaştırılmasıdır. Düşük ücretle çalıştırılma ve iş güvencesinin yok olmasıdır. Çocuk işçilerin çalıştırılmasıdır. Yine işçi sınıfı yapısının heterojenleşmesinin artmasıdır. Örgütsüzleştirme ve rekabetin artmasıdır. Böylesi esnek üretim biçimlerinin uygulanması işçi sınıfı içinde her bileşeni de 88
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
kesen farklı gruplaşmaların artarak daha belirgin hale gelmesine yol açmaktadır. Bu durum her bileşenin kendi içinde de heterojenleşmenin artmasına doğru bir değişimi beraberinde getirmektedir. Örneğin üretken emek harcayan maddi meta üretiminde kol emeğiyle çalışan işçiler işçi sınıfı içinde bir bileşeni oluştururlar. İşte bu ve bunun gibi sınıf bileşenlerinin iç yapılanması ( yaş, cinsiyet, kültürel değerler, ulusal köken, sosyal güvence vb. yönleriyle) altüst olmakta ve değişimlere uğramaktadır. İşçi sınıfının farklı bileşenlerinin içindeki değişimler ve farklılaşmaların sonucu genel olarak işçi sınıfı bileşiminde de bu anlamıyla değişimler yaratan işçi kategorilerinin belirginleşmesiyle yüz yüzeyiz. Belirginleşme diyorum çünkü; bu farklılıklar kapitalizmin her döneminde dönemin özgünlükleri çerçevesinde vardı. Bu kategorileri şu şekilde sıralamak mümkündür. 1. Sosyal güvenliği, iş güvencesi ve ücretleri görece yüksek tam gün çalışan işçiler. Bu işçiler esas olarak merkez şirketlerde çalışmakta ve vasıflı işçiler grubuna girmektedirler 2. Yine genellikle merkez firmalarda ve tam gün çalışmalarına karşın, daha düşük vasıfta olan standart işlerde çalışan işçiler. Bu işçiler yaptıkları işler nedeniyle kolayca atılabilmekte ve yerlerine yenileri alınabilmektedir. 3. Esas olarak taşeron ya da küçük firmalarda çalışan kısmi süreli, geçici ve belirli süreli iş sözleşmeleriyle yada tümüyle kayıt dışı çalıştırılan işçiler. 4. Merkez, taşeron ya da “bağımsız” küçük firmalara iş yapan tümüyle kayıt dışı evde çalışan işçiler. Bunlar, yarı- zamanlı, geçici, sabit süreli sözleşme kapsamında, esnek uzmanlık modelinde çevre ya da taşeron firmalarda, veya evde parça başı iş üzerinden çalışan, iş güvencesinin düşük olduğu ya da hiç olmadığı, dolayısıyla sayısal esnekliğin en yoğun olduğu işçi grubudurlar. 5. İş güvencesinin kalmadığı, yarı zamanlı çalıştırma, evde çalışma, taşeronlaşmayla çocuk işçi çalıştırmanın yaygınlaşması vb. esnek çalıştırmanın sonuçları, işsiz işçileri kapitalizmin temel yasalarının gereği olarak yedek sanayi ordusu olmanın ötesinde artan bir işçi kesimi haline getirmiştir. İşsiz işçiler sınıf mücadelesinin önemli bir bileşeni olmuşlardır. Esnekleşme sonucu işçi sınıfı bileşenlerinin farklılıklarına aynı bileşen içinde yer almasına karşın esnek çalışma biçimleriyle ciddi farklılaşmalar yaşayan işçi grupları gerçeği işçi sınıfı mücadelesini zorlaştırmaktadır. Buna karşın, sermayenin işini ise kolaylaştırmaktadır. III Emek süreçlerindeki değişimin işçi sınıfı yapısına etkileri Kapsam ve bileşim İşçi sınıfındaki değişimi anlamak için öncelikle işçi sınıfının kapsamı ve bileşimi kavramlaştırmalarını açmak gerekiyor. Bu işçi sınıfının kapsam ve bileşim olarak çok ciddi değişimler geçirdiği/ geçirmekte olduğu belirlemesini sorgulayabilmek 89
Yaşayan Marksizm
için gereklidir. Sorgulamadan çıkaracağımız sonuçlar ve bu sonuçların sınıfın örgütlenme ve mücadelesinde kullanılacak politikalara tahvil edilmesi yönüyle de gereklidir. İşçi sınıfı kendi içindeki bileşenlerinin nicel ve nitel değişimleri yönüyle sürekli bir değişim içinde olagelmiştir. Ancak kapsam olarak bir değişimden/ farklılaşmadan söz edilemez. Çünkü; kapsamda değişme, bir şeyin sınırları içine başka konuları veya anlamları alma durumudur. İçine yeni ögeleri alma durumudur. Bileşim ise birden fazla ögeden oluşan bir unsurun hangi tür ögelerden oluştuğunu belirleyen verilerin tamamıdır. Dolayısıyla kapsamdaki değişim mevcut bileşimi oluşturan bileşenlerden farklı özellikleri olan yeni bir bileşenin bileşim içine dahil olmasını gerektirir. Böylesi bir durum kapsamda değişiklik yaratmış olur. Daha açık ifade edersek, işçi sınıfının bileşimindeki değişme, mevcut ögelerinin birbirleriyle ilişkilerindeki, bunların oranlarındaki bir değişmedir; işçi sınıfının kapsamındaki değişme ise, işçi sınıfı bileşimine yeni ögelerin eklenmesi demektir. Bu anlamıyla işçi sınıfının kapsamına yeni bir bileşenin katılma durumu yoktur. Yeni proleterleşme dalgaları vardır ve bunlar kapitalizmin tarihi içinde süreklilik taşır. Bugünkü fark; farklı coğrafyalarda değişik alt nedenlerin öne çıkmasına karşı kapitalizmin sermaye birikim yasası gereği proleterleşme dalgasının daha hızlı ve büyük olmasıdır. Dünün küçük burjuvazisi, kır ya da kent küçük üreticisi/ emekçisi kapitalist gelişme karşısında üretim araçlarını yitirmekte, kırdan kente göç vb. nedenlerle işçi sınıfının mevcut bileşenlerinden birine dahil olarak proleterleşmektedir. Ama mevcutlardan farklı yeni bir bileşen oluşturmamaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfının kapsamı değişmemiştir/ değişmemektedir. Durum bu ise; denilebilir ki, bileşimi de değişmemiştir/ değişmemektedir. Yeni bir bileşenin katılıp katılmadığı anlamıyla baktığımızda bileşeninin de değişmediği doğrudur. Ancak işçi sınıfının bileşimini oluşturan bileşenlerin sınıf bileşimi içindeki nicel ve nitel ağırlıkları, pozisyonları birbiriyle olan ilişkileri vb. yönleriyle sürekli bir değişim vardır. İşçi sınıfı kendi içinde bileşim olarak sürekli bir değişim göstermektedir. Kendi içindeki bu değişim dışarıdan mevcut bileşimlerden birilerine katılımlarla da olabilmektedir. Hal bu iken işçi sınıfının kapsam ve bileşim olarak değişiminden neden söz edilmektedir? Bunun nedeni önceki bölümde de kısaca değindiğim işçi sınıfı için yapılan farklı tanımlardır. Bir tanım; işçi sınıfını maddi meta üretiminde bulunan kol emeğiyle çalışan artı- değer üretmesi yönüyle üretken emek harcayan ücretli emekçi olarak yapılmaktadır. Bu tanım dışındaki ücretli emekçiler işçi olarak görülmemektedir. Bir diğer tanım ise, bu tanımın içine kategorileştirmeyi koymaktadır. Bu tanıma göre işçi sınıfının iki anlamı vardır. Dar anlamda işçi sınıfı tanımı yukarıda yapılan tanımdır. İşçi sınıfının birde geniş anlamda tanımı vardır ki; bu da maddi meta üretiminde ya da hizmet üretiminde bulunsun ücretini değişen sermayeden alan çalışan ücretli emekçiler işçi sınıfını oluşturur. Bu neden90
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
ledir ki; bugün ev emekçisi kadınlara, sömürülme “özgürlüğünden” yoksun işsizlere, kent ve kırdaki mülksüzlere kadar genişleyen bir işçi sınıfından, ya da sanayi işçisinin görece/ oransal azalışı sonucu işçi sınıfının yok olduğundan söz edilmektedir. Bu iki yaklaşımında gerçeği yansıtmadığını önceki bölümde yapılan işçi sınıfı tanımı göstermektedir. Çünkü Marx’ın işçi sınıfı tanımında işçi sınıfı kapsamına, üretken emek/ üretken olmayan emek, hizmet sektöründe/ sanayi sektöründe çalışan ücretliler, ücretini gelirden alan/ değişen sermayeden alan ücretliler, kafa/ kol emeği, işçi ailesi, devlet sektöründe çalışan işgücünün karşılığı ücret alanlar, sermayenin yedek işgücü ordusu işsizler işçi sınıfının farklı bileşenleri olarak girmektedir. Elbette ki bu tanımı kabul etmediğinizde, işçi sınıfının işsizlerin, ev emekçisi kadınların vb. katılımlarla kapsama alanının genişlediğinden ve yeni bileşenlere sahip olduğundan söz edersiniz. Kapsam ve bileşim sorununu bu şekilde özetlememizdeki amaç değişimin olmadığını kanıtlama çabası değildir. Değişimin önemini küçümseme hiç değildir. Sadece değişimin aynı zamanda tarihsel bir olgu olan işçi sınıfının bu tarihselliği içindeki sürekliliğini, temel yapı ve bileşenlerini aşan bir değişim, kopuş yaşadığı yanılsamalarına set oluşturabilmektir. Kapsam ve bileşimin değişiminden mevcut bileşenlerin kendi içindeki altüst oluşu ve değişimleri kastediliyor denilebilir. Değişimi bu şekilde gören anlayışlara diyeceğim yok. Dahası bu değişimi derinlemesine analiz etmekten yanayım. Ancak çoğunlukla değişimden kastedilen bu değildir. Dolayısıyla sözünü ettiğim yanılsama ve tanım farkının olmadığı söylenemez. Söyleyenlerde gerçeği ifade etmiş olmazlar. Eğer gerçek bu ise “ev emekçisi kadınlardan, sömürülme ‘özgürlüğü’nden bile yoksun işsizler kitlesine dek genişleyen bir proletarya gerçeğiyle karşı karşıyayız” denilmemelidir. Çünkü Kapitalizmin ortaya çıkışından beri ev emekçisi kadınlarda, işsiz işçiler de işçi sınıfının bileşenleridirler. Bunları belirttikten sonra, şimdi değişimin izini sürmeye devam edebiliriz. Sınıf yapısındaki değişimlerin analizinin önemi “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir.” Toplumsal değişim hiç şüphesiz kendiliğinden olmaz. Üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki uyum bir yerden sonra yerini çelişkiye bıraktığı andan itibaren sınıf mücadelesi keskinleşir. Evrimsel gelişim kendini süreçle devrim durumuna bırakır. Ezilen sınıf örgütlenip egemen sınıf haline gelirken eski egemen sınıfları zorla yerinden silip süpürür. Toplum biçimlerine göre sınıf mücadeleleri ve sınıf çelişkileri kendine özgü biçimler içerisinde gelişmiştir. Kapitalizm öncesi toplumlarda açık şiddet sınıf mücadelesinin temel aracıdır. İdeolojik mücadele biçimleri ve araçları sınırlıdır. En temel ideolojik araç dindir. İdeolojik araç olarak din kapitalistler tarafından da yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Sınıf mücadelesinin ideolojik boyutu ayrı bir çalışma konusu olarak işlenecektir. 91
Yaşayan Marksizm
Bir toplumda; üretim tarzının (üretim ilişkileri ile üretim güçlerinin gelişimi ve mücadelesinin) iç dinamikleriyle gelişimi tipik olana ne kadar yakınsa sınıf mücadelelerinin deneyim ve yoğunluğu da o denli gelişkin olur. Sınıf mücadelesi geleneğinin ekonomik alt yapının özellikleriyle böylesine bir ilişkisi vardır. Tabi ki burada iradi faktörü ve bilinç unsurunu göz ardı ederek bu durumu mekanikleştirmemek gerekir. Dünyada ve ülkemizde işçi sınıfının bileşimi, siyasal eğilimleri, örgütlenme koşulları, bilinç ve mücadele durumu vb. yönleriyle irdelenmesi; sınıf mücadelesini özgür gelecekle taçlandırmak için gerekli. Bunu yapabilmek için öncelikle işçi sınıfının durumunu tespit etmek gereklidir. Sınıf mücadelesinin ve örgütlenme dinamiklerinin ortaya konulabilmesini sağlayacak ön tespitlerden biri de teknolojik gelişmeler ve buna bağlı olarak iş ve emek örgütlenme süreçlerindeki değişimlerin işçi sınıfına etkileridir. Teknolojik gelişmelerin devasa boyutlara ulaşması, işçi sınıfının varlığı ve öncü rolü üzerine tartışmalarında yoğunlaşmasının zemini oluşturmuştur. İşçi sınıfının yok oluşa doğru gittiği, çalışanlar kavramıyla ifadelendirilen ara sınıfların geliştiği, işçi sınıfının devrimci öncülüğünün kalmadığı türünden burjuva savunular; Marksizm ekseninden gelen birçok kişi ve örgütlenme için de referans kabul edilir hale gelmiştir. Tarihsel materyalizm soyutlaması içerisinde kapitalizmin gelişimi, komünist topluma geçişin zemini olarak görülür. Bu durum bilimin dolayısıyla teknolojinin kapitalizmin çıkarları doğrultusunda kullanılmasını ve işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü katmerleştirmenin araçlarına dönüştürülmesini göz ardı etmemizi gerektirmez. Bu nedenle teknolojik gelişmelerin etkilerini işçi sınıfının yapısı, öncü rolü ve sınıf mücadelesinin dinamikleri açısından irdelemek kaçınılmaz olarak önümüzde durmaktadır. Teknolojik gelişim, emek süreçlerinin esnekleşmesi ve işçi sınıfı “Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte bütün toplum ilişkilerini sürekli değişikliğe uğratmaksızın var olamaz”13. Burjuvazinin sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak için zorunlu gördüğü sürekli değişimin bir boyutu da teknolojik değişimdir. Teknolojik değişimler iş ve emek süreçlerinin örgütlenmesindeki değişimlere imkan tanımaktadır. Sermayenin temel hedefi kâr oranlarını artırmak, hiç olmazsa korumak merkezlidir. Bunu için üzerinde oynayabileceği değişkenler; • Teknolojik gelişim ve yenilenme üzerine yoğunlaşmak, • Sürekli yeni ve ucuz hammadde kaynaklarına sahip olma mücadelesi vermek, • Kapitalist üretime hep daha fazla talep yaratmak için, yeni pazarlar aramak. Bu durum karşısında emperyalist- kapitalist sistemin doğası gereği siyasi, ekonomik ve askeri işgallere ve pazar paylaşım savaşlarına hız kazandırmak, 13 Marx, K. ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, age, s.53
92
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
• İş gücünü ucuzlatacak, sömürüyü katmerleştirecek yeni üretim teknik ve emek süreçlerini yaşama geçirmek, • Üretimi mekan ve zaman bağımlılığından kurtarmak, • Sermaye ihracı yoluyla üretimi ucuz işgücü olan coğrafyalara/ ülkelere kaydırmaktır. Sermaye kârını maksimize edecek bu girişimleri yaparken, paradokslarla karşılaşmaktan kurtulamaz. Bu paradokstan kurtulmanın yolu olarak, teknolojik yenilenme sonucu düşme eğilimi gösteren kâr oranlarını daha düşük işçilik ücretleri ile dengelemeye çalışır. Teknolojik yenilenmeye paralel olarak; daha ucuz olan çocuk ve kadın işçi çalıştırmalara yönelir. İş ve emek süreçlerinin örgütlenmesinde değişikliklere gider. Girişi burada sonlandırarak, teknolojik gelişmelerin işçi sınıfına ve mücadelesine etkilerini irdelemeye geçelim. a- Hizmet sektöründe çalışan işçilerdeki artış Teknolojik gelişme sonucu, hizmet sektöründe çalışan işçilerin sayısında artış gözlenmektedir. Hizmet sektörünün artışını genel bir ilişki olarak görmek gereklidir. Bugün ulusal ekonomileri göz ardı ederek, hizmet sektörünün üretimdeki payı dolayısıyla hizmet sektöründe çalışan işçi sayısında her yerde ve koşulda artış olmuştur demek yanıltıcı olacaktır. Bu genelleme daha çok ileri kapitalist ülke dediğimiz emperyalist ülkeler için geçerlidir. Buralarda bile hizmet sektörünün gelişimi sadece teknoloji sonucu değil mali sermayenin hegemonyasının artması, rantiyeciliğin artışı, mali sermayenin ve rantiyeciliğin sermaye birikim tekniklerinden biri olarak borsaların gelişimi, pazar savaşımının da gereği olan pazarlama tekniklerindeki yaygınlık gibi faktörlerin de etkileri büyüktür. Ayrıca bu ülkelerin yeni değil yüz yıldan beri uygulamakta oldukları emperyalist sömürü yöntemlerinin de bunda payı büyüktür. Mal ihracıyla yetinmeyerek sermaye ihracına yönelmek meta üretiminin sömürge, yarı sömürge ülkelere kayması anlamına da gelir. Dolayısıyla emperyalist ülkede bu üretimin yapılmasının teknik, pazarlama vb. -hizmet üretimi, bilgi, teknoloji üretimi- gibi koşulları üretilir. Bu nedenle somut ekonomilerin incelenmesi hizmet sektörünün payının farklı farklı olduğunu göstermektedir. Örneğin, Türkiye’de Fordist üretim sistemi, esnek çalışma biçimlerinin her geçen gün yaygınlaşmasıyla birlikte, hâlâ yaygındır. Yine, hizmet sektöründe çalışan sayısındaki artış maddi meta üretiminde çalışanlara göre çok hızlı artmamaktadır. Ayrıca, hizmet sektöründeki artışın iki yönünü vurgulamak gereklidir. Hizmet üretimi dendiğinde bir yanda, ücretini değişen sermayeden alan üretken emek ya da üretken olmayan emek kategorilerinde olan işçiler; diğer yanda ise, ücretini gelirden alan sermaye için üretken olmayan emek harcayan hizmet işçileri vardır. Ev temizliği yapan, yaşlı bakımı ve evde aşçılık yapan işçiler ücretini gelirden alan işçilere tipik örneklerdir. 93
Yaşayan Marksizm
Günümüzde bu kesimdeki hizmet işçileri de hızla ücretini sermayeden alan ücretliler haline gelmektedir. Bu hizmetler gittikçe şirketlerden alınan hizmetler haline gelmiştir. b- Vasıflı işçi- vasıfsız işçi tartışması Teknolojik gelişimle birlikte vasıflı iççi artışı olduğu savunusu gerçeği yansıtmamaktadır. Marx, bu durumu kapitalizmin sermaye birikiminden ibaret olduğu tespitine bağlı olarak, “Üretken sermayenin büyümesi, sermaye birikimi ve yoğunlaşması demektir. Sermayenin merkezileşmesi daha büyük bir işbölümü ve daha çok makine kullanımını gerektirir. Daha büyük işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin yapabileceği emeği koyarak işçiler arasındaki rekabeti artırır”14 diye açıklamıştır. Sadece belirli işlerde (daha çok bilgi ve teknoloji üretilen) vasıflı işçi gereksinimi artmaktadır. Ancak bu durum vasıflı işçi sayısının vasıfsız işçilere oranının artmasına yol açmamaktadır. Geçmişte daha nitelikli işgücü gerektiren bir çok iş teknolojik gelişim sonucu sıradanlaşmıştır. Bu durum vasıflı işçi sayısının oransal azalışına yol açmaktadır.Sınıf bileşimi açısından burada önemli olan nokta; vasıflı işçi- vasıfsız işçi ayrışmasının -kutuplaşmasının- artış göstermesidir. Henry Braverman Emek ve Tekelci Sermaye adlı öncü çalışmasında bu durumu tasvir etmişti: Teknolojinin gelişmesi ve temel bilimlere uygulanmasıyla birlikte, toplumun emek süreci daha büyük miktarlarda bilimsel bilgi içermeye başladığı için, açıkçası bu emek süreçlerinin sahip olduğu ‘ortalama’ bilimsel, teknik ve bu anlamda da ‘vasıf’ içeriği geçmişte olduğundan daha yüksektir. Ancak bu sonuç da bir totolojiden başka bir şey değildir. Mesele tam da, emeğin bilimsel ve ‘eğitimli’ içeriğinin ortalanmaya doğru mu yoksa tersine, kutuplaşmaya doğru mu gittiğidir. Eğer ikinci durum söz konusuysa ‘ortalama’ vasfın yükseldiğini söylemek için, bir ayağı ateşte öteki ayağı buzlu suda buzlu suda dururken ‘ortalama olarak’ gayet rahat bir durumda olduğunu söyleyen istatikçinin mantığını benimsemek gerekir.15
Bu kutuplaşma bilgi ve teknoloji üretilen sektörlerle, belirli medya sektörlerinde yeni tür bir işçi aristokrasisinin oluşmasına yol açmış bulunmaktadır. Ulusal ölçekli ekonomilerin hakim olduğu kapitalizmin ilk dönemlerindeki işçi aristokrasisi olarak ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfının bir kesimi vurgulanırken; bu günkü durumda vurgu aynı zamanda sektör bazında da yapılmalıdır. Aristokrat işçilerin türediği bu sektörlerde işçi önderliği sorun olabilmekte, eğitimli bu kesim kendini işçi sınıfından ayırmakta ve sonuç olarak sınıfsal etkileşim zayıflamaktadır. Hemen burada şunu da belirtmek gerekir ki; devlet bürokrasisinin üst kesimlerinde görev yapanlar kapitalistlerle sadece ideolojik değil, ekonomik ve toplumsal 14 Marx, K. Felsefenin Sefaleti, Sol, Altıncı Baskı, 2007, s.213- 214. 15 Braverman, H. Emek ve Tekelci Sermaye, Kalkedon, 2008, s. 386.
94
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
artı değerden pay alma olarak nasıl bütünleşmişler ve işçi olmaktan çıkmışlarsa; bahsedilen bu sektörlerdeki işçi aristokrasisinin de bir kısmı işçi olmaktan çıkarak sınıf atlamaktadırlar. Bunlar sadece iş güçlerinin karşılığını değil emeklerinin karşılığın ve artı- değerden çeşitli biçimlerde paylarını almaktadırlar. Meşhur CEO’lar bunların en tipik örneklerini oluşturmaktadırlar. c- İşçi sınıfının heterojenleşmesinin ve iç rekabetinin artması Marx işçi sınıfının kendi arasındaki rekabetin, iş bölümü ve -bu gün için bunu teknolojik yenilenme olarak da anabileceğimiz- makineleşme ile ilişkisini “üretken sermaye ne denli büyürse, işbölümü ve makine kullanımı da o denli genişler. İşbölümü ve makine kullanımı ne denli genişlerse işçiler arasındaki rekabet de o denli genişler ve ücretleri de o denli kısılır”16 ifadeleriyle özetlemektedir. Teknolojik gelişmeyi küreselleşme denilen sermayenin uluslararasılaşması ve sömürüyü katmerleştirme, kâr marjlarını yükseltme yöntemleri olarak dayatılan esnek çalışma biçimleriyle birlikte düşünmek zorundayız. Bu durum, iş güvencelerinin kaldırılması, yarı zamanlı çalıştırma, ödünç işçi verme, sözleşmeli personel istihdamı, performansa dayalı ücretlendirme vb. yöntemlerle birlikte işçi sınıfının iç farklılıklarını artırmaktadır. İşçi sınıfı içinde sendikalı/ sendikasız, daimi işçi/ mevsimlik işçi, kadrolu/ sözleşmeli, çalışan/ işsiz gibi farklılaşmalar hızla artmaktadır. Yine yukarıdaki nedenlerle sınıf bileşenlerinin iç yapısı cinsiyet, yaş, ulusal köken, kültürel şekillenme vb. yönleriyle hızlı bir altüst oluş ve değişim içindedir. Sınıf içi bu farklılaşmalar kendi içinde rekabeti artırmaktadır. Kendiliğinden işçiden kendi için işçi sınıfına sıçrayış bu iç rekabetin yerine sınıf dayanışmasının geçmesi ve kapitalistlere karşı mücadelenin örülmesiyle mümkündür. İşçi sınıfının kendi için sınıf olması sermayeye karşı mücadele etmesiyle olur. Salt üretim sürecindeki yeri itibariyle ekonomik ve sosyolojik bir tanım olarak işçi sınıfının sınıf mücadelesi için anlamı bir hiçtir. İşçi sınıfı ancak diğer sınıflarla (burjuvaziyle) karşı karşıya geldiği andan itibaren kendisi için sınıf (gerçek anlamıyla sınıf) olmaya başlar. Kendi arasındaki rekabetin yerini dayanışma alır. Yukarıda belirtilen olgular işçi sınıfının kendi için sınıf olmasının ön koşullarını zorlaştırmaktadır. d- Teknolojik gelişme, istihdam, ücret ve işsizlik Teknolojik gelişme sonucu işçi istihdamının artıp artmadığını sayısal olarak tartışmak yanıltıcı olacaktır. Kapitalizmin ekonomik yasalarını göz ardı eden böylesi bir tartışma son tahlilde burjuvaziye hizmet eden akademik bir tartışmadan öteye gitmez. Öyleyse tartışmayı istihdam sayısından çıkarıp, artı- değer sömürüsündeki değişime, ücretlerdeki değişime ve işçi sınıfının üretim sürecindeki konumlanışına yönlendirmeliyiz. Mikro (işletme- sektör) düzeyde teknolojik yenilenme işçi istihdamındaki azalışı beraberinde getirir. Bu azalış Makro düzeyde teknoloji ve yukarıda belirtilen diğer nedenler sonucu oluşan yeni iş kollarındaki istihdamla dengelenme yoluna 16 Marx, K. Ücretli Emek ve Sermaye, Sol, Sekizinci Baskı, 2008, s.51.
95
Yaşayan Marksizm
gidebilmektedir. Ancak, bizi ilgilendiren nokta ücretlerin düşüş eğilimine girmesidir. Teknoloji yenilenmesi sonucu işsiz kalan bir işçi, en iyi koşulda genel olarak daha düşük bir ücretle iş bulur. İşini kaybederek yeni iş bulan işçi için bu durum nominal ve reel olarak ücretinin düşmesi anlamına gelirken işini koruyan işçi için artı- değer sömürüsünün artması demektir. Dahası işçinin göreli ücretinin düşmesi anlamına gelir. Göreli ücretin anlamını Marx, “...göreli ücret, doğrudan emeğin yarattığı yeni değerdeki birikmiş emeğe, yani sermayeye düşen paya oranla, doğrudan emeğin payını ifade eder”17 biçiminde açıklamaktadır. İşsizlik bir yandan teknolojik gelişim sonucu işsiz kalanların yeni iş kollarında istihdamla iş bulmaları birebir olmadığı için; diğer yandan kapitalizmin sermaye birikim yasası gereği proleterleşme dalgasının her geçen gün hızlanarak artması nedeniyle büyümektedir. e- Teknolojik gelişmenin kafa ve kol emeği arasındaki farka etkileri Kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kalkması, sosyalist toplumdan komünist topluma geçiş ve tüm sınıflarla birlikte öncü sınıf olan işçi sınıfının da sönümlenmesinin ön koşullarından birdir. Bu gerçek bizi, kapitalist toplumda da olsa kafa emeği ile kol emeği arasındaki açıyı daraltan gelişmeleri önemsemeyi sevk eder. Teknolojik gelişmenin öğrenim düzeylerindeki gelişimle de birlikte düşünüldüğünde pratik görüngü olarak bu iki emek biçimi arasındaki açıyı daralttığı söylenebilir. Ne var ki, üretimin toplum için değil kapitalist için yapılması, kapitalizmin birikim yasası, işçinin üretim sürecine yabancılaşması ile üretim verimliliğini doğru orantılı artıran iş örgütlenmeleri, teknolojik gelişimin de zemin oluşturduğu esnek çalışma biçimleri işbölümünün azalmasına değil artmasına yol açmaktadır. Kapitalistlerin çıkarları gereği, yoğun işbölümü temelinde sürdürülen üretim örgütlenmeleri süreci, teknoloji ve öğrenim yaygınlığına rağmen iki emek biçimi arasındaki açının çok sınırlı daraldığını göstermektedir. Hatta somuta göre açı genişlemektedir. Dahası, öğrenim düzeyi (buna eğitimde diyebiliriz ancak bu her zaman örtüşmez) ile iş arasında; vasıflı- vasıfsız iş- işçi ayrımı gereği çoğunlukla paralellik yoktur. İşin vasfı ile işçinin vasfı arasındaki bu zıtlık, işçileri daha da vasıfsızlaştırabilmekte ve kendini mesleki vb. yönleriyle geliştirmesini engellemektedir. Sonuç olarak, teknolojik gelişmeler sermaye sınıfının çıkarları temelinde kullanılmasa kafa ve kol emeğini birbirine yakınlaştırır. Kapitalizmde ise kol emeğinin vasıfsızlaştırılmasına yol açmaktadır. Emeği değersizleştirmektedir. Mekanik bir makineyi kullanan işçi elektronik makinenin sadece düğmesini basan işçi haline gelmektedir. f- Teknolojik gelişme ve ara sınıflar tartışması Kapitalizmin temel sınıfları işçi ve burjuvazidir. Emek ve sermaye arasındaki temel çelişki sınıf mücadelesinin özünü oluşturur. Bunun yanında küçük bur17 Marx, K. age, s.39.
96
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
juvazi, köylülük, (köylülük tek bir sınıf olarak ele alınmamalıdır) emekçiler (iş gücünü başkasına satmayan ve başkasının işgücünü satın almayan; basit üretim araçlarına sahip ve bununla prekapitalist üretim yapan) vb. ara sınıflar kapitalizm geliştikçe nitel ve nicel olarak varlıklarını yitirmeye doğru yol alırlar. Bu genel önermeye rağmen bugün ara sınıf tartışması alevlenmişse bunda başka saikler aramak gerekir. Öncelikle bu önermeyi mutlak bir yok oluşun ifadesi olarak almamalıyız. Ara sınıflar nicelik ve nitelik değiştirse de her zaman var olacaktır. İşsizlik kapitalizmin bilinçli bir tercihidir. Salt bu olgu bile emekçi sınıfların ve küçük burjuva sınıfların var olma kaynağıdır. Yine arz talep ilişkisi ve pazar yaratma, paylaşma olgusu artı- değerin bölüşüm sürecindeki taşıyıcısı ara sınıfları, artı değerin taşıyıcısı sadece ara sınıflar olmamakla birlikte, kaçınılmaz kılmaktadır. Ancak tartışmanın alevlenmesindeki temel neden bunlar değildir. Teknolojik gelişmeler sonucu hizmet sektörünün payının artığı, kafa emeği sahibi olanların görece arttığı ve bunların içerisinde hatırı sayılır kısmının yine görece iyi refah seviyesinde olduklarından hareketle işçi olarak görülemeyecekleri; işçi sınıfının yok oluşa doğru gittiği yanılsaması yatmaktadır. Devlette çalışan işçilerin bile kendilerini işçi olarak kabul etmeyip, kamu emekçisi olarak adlandırmaları yanılsamanın boyutlarının nerelere vardığını gösteren bir örnektir. Bir yönüyle Weber’ci sınıf anlayışı burjuva ideolojik hegemonyanın da etkisiyle tekrar taraftar bulmaktadır. Mesleğe göre “sınıflaşma” tanımları sahiplenilmektedir. IV “Elveda proletarya” çığırtkanlığına inat proletarya büyüyor İşçi sınıfı hareketinin yenildiği dönemlerin tipik olgularından biri de, işçi sınıfının siyasal işlevini yitirdiği hatta yok oluş sürecine girdiği tespiti olagelmiştir. Bu yaklaşım özellikle son yirmi yılda daha bir yaygınlaşmıştır. Bunu kapitalizmin küreselleşmesi, demokratikleşmenin yaygınlaşması ve kapitalist büyümenin istikrarı gibi yalanlarla beslenen, işçilerin gelir düzeyinin yükseldiğine ve yeni bir orta sınıfın doğuşuna bağlıyorlar. İşçi sınıfının yenilgi koşullarında işçi sınıfından kopuk akademik alandaki Marksolog aydınlarca çıkış yolları aramak adına yapılan çalışmaların ağırlığını bu savın kanıtlanması çabaları oluşturmaktadır. Bu anlayış, işçi sınıfının maddi varlığı ile politik etkinliği/ varlığı arasındaki bağı görememektedir. Politik etkinliğin çözülmesinden maddi varlığının da yok olması sonucuna varmaktadır. Bu klasik ekonomi politikçi yaklaşıma karşı, tarihsel materyalist ilkeler ve diyalektik yöntem ışığında konuya bakmak işçi sınıfının yok olmak şöyle dursun gittikçe büyüdüğünü görmemizi sağlayacaktır. “Kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli- emeğe, üretim araçlarını sermayeye 97
Yaşayan Marksizm
dönüştürür”18. Kapitalist üretim tarzının gereği olarak işçi sınıfı sürekli olarak çoğalmaktadır. Farklılık üretimin mekansal değişimleri ve üretim örgütlenmelerindeki/emek süreçlerindeki değişim sonucu işçi sınıfının coğrafyaya göre kaymalar göstermesi bileşenlerinin kendi içindeki değişimlerdir. Teknolojik gelişmeler sonucu mevcut sanayideki çalışan işçi sayısı azalırken, yeni sanayi kollarının üretime dahil olmasıyla işçi ihtiyacı oluşmaktadır. Hiç şüphesiz bu denge tam oluşmamakta ve işçi sınıfının işsiz işçiler kesimi sürekli büyümektedir. İşsizlik kapitalist üretim tarzının doğal yedek sanayi ordusu sınırlarını aşmış bulunmaktadır. Dolayısıyla işsiz işçilerin sınıf bileşimi içindeki konumları giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Sermaye birikimi düzeni kapitalizm aynı zamanda bunalım düzenidir; “her bunalım da sermayenin merkezileşmesini hızlandırır ve proletaryaya katılmalar yaratır”19. Kapitalizmin içinde bulunduğumuz bunalım sürecinde de yeni proleterleşme dalgalarıyla işçi sınıfı büyümektedir. İşçi sınıfının varlığı ve büyüklüğü tartışması bu gerçeklerin üzerinden atlanarak yürütüldüğünde sonuç “elveda proletarya” olmaktadır. Dolayısıyla “elveda proletarya” tespiti hizmet sektöründe çalışanları, devlette çalışanları ve işsizleri işçi sınıfı dışında görmenin sonucudur. İşçi sınıfının yok olduğu iddiasının bir diğer gerekçesi, işçilerin mal, mülk sahibi olduklarıdır. Bu Weber’ci anlayış sınıfların üretim araçları karşısındaki konumlarını göz ardı etmektedir İşçiler üretim araçları sahibi değildirler ve üretim araçlarının sahibi olan kapitalistlere işgüçlerini satmak zorundadırlar. İşçinin aldığı ücret ne kadar yüksek olursa olsun işçinin bu konumu değişmemektedir. İşçi sınıfının edindiği mülk ve zenginlik ancak geçim araçlarına ulaşma düzeyini belirler. Üretim araçlarının karşısındaki durumunu değiştirmez. Üretim araçlarının mülkiyeti ile geçim araçlarının mülkiyeti dolayısıyla işçinin kendi yaşamını sürdürmek üzere “zenginleşmesi”, mülk edinmesi ile sermaye sahibi olunması arasında temel fark vardır. Ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden- üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Tam tersine, zenginliğin tüm insanlığın özgürce kullanımına sunulacak biçimde sürekli gelişiminden yanayız. İşçi sınıfını yoksullukla özdeşleştiren bu anlayış, değer teorisini dolayısıyla sömürüyü kavramaktan uzaktır. Kendiliğinden sınıf/ kendisi için sınıf ya da tarihsel ve siyasal özne olarak işçi sınıfı İşçi sınıfının maddi, sosyal varlığında bir gerileme ve çözülme yok. Ancak politik mücadele kapasitesini belirleyen kendi için sınıf olma boyutunda çözülme ve dağılma var. İşçi sınıfının kendiliğinden sınıf olma hali maddi, toplumsal varlığını 18 K.Marx, Kapital, c.3, Sol yayınları dördüncü baskı 2003, s.775 19 Marx, K. Felsefenin Sefaleti, Sol, Altıncı Baskı, 2007, s. 214.
98
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
ifade etmektedir. Kendi için sınıf olma hali ise, maddi, toplumsal özne olmanın yanında politik özne olduğunu ifade eder. Maddi, sosyal varlık olarak işçi sınıfı sermaye birikim süreci boyunca sürekli büyümektedir. Üretim araçlarıyla sınırlıda olsa mülkiyet ilişkisi içindeki halk kesimlerinin emeği kapitalist gelişim yasası gereği gittikçe büyüyen oranda ücretli emeğe dönüşür. Bu dönüşüm işçi sınıfının kendi için sınıf olmasının maddi koşullarını büyütür. Ama işçi sınıfı hala kendi için sınıf değildir. Marx’ın vurguladığı üzere, kendiliğinden sınıftan kendi için sınıf olmaya geçişin yolu sermayeye karşı savaşımdır: “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın birleşir, ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.20
Kendiliğinden sınıf olarak işçi sınıfını dayanışma içinde ortak hareket eden bir sınıf olarak göremeyiz. İşçi sınıfı toplumsal bir varlık olarak diğer sınıflarla çok yönlü bir ilişki içinde sosyal ve tarihsel bir varlık olarak gelişir ve sermaye ile karşı karşıya geldiği ölçüde politik özne haline gelir. “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar”21. Ortak düşmana karşı birlikte mücadeleye giriştikleri ölçüsünde aralarındaki rekabet dayanışmaya kişisel çıkarlar ise sınıf çıkarına dönüşür. Bu çok yönlü somut yaşam pratiği sınıf bilincini ve politik özne olmayı besler: “Maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. (...) Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır”22. İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadele içinde politik özne haline gelmesi, sınıf bilinciyle donanımı ve örgütlülüğü kapitalizmi alt edecek güçtür. Bu güç olmadan kapitalizmin kendiliğinden tarihin çöplüğündeki yerini alacağını beklemek boşuna olacaktır. Bunalımlar kendiliğinden kapitalizmin sonu olmayacaktır. Elbette kriz sınıf mücadelesi açısından yeni olanaklar yaratır. Ama yeterli değildir. Eğer toptan bir altüst oluşun bu maddi ögeleri, bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte yandan da, yalnızca o güne kadarki toplumun tekil koşullarına karşı değil, bu tekil koşulları yaratan o güne kadarki ‘yaşamın üretimi’nin kendisine, bu “bütünselliğe karşı başkaldıran devrimci bir yığın yoksa, bu altüst oluş Fikri’nin daha önce binlerce kez dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem taşımaz”23. İşçi sınıfı uzlaşmaz emek 20 21 22 23
Age, s.171- 172. Marx, K. ve F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol, Dördüncü Baskı, 1999, s. 98- 99. Age, s. 46. Age, s. 69.
99
Yaşayan Marksizm
sermaye çelişkisinin politik öznesidir. Sermayeye karşı mücadeleyi nihai sona götürecek sınıftır. Burjuvaziyle karşı karşıya olan bütün sınıflar içinde, yalnız proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öbür sınıflar çağdaş sanayi karşısında çözülür, sonunda yok olur giderler; proletarya ise, modern sanayinin özel ve asli ürünüdür. Orta tabakalar, küçük imalatçı, dükkan sahibi, zanaatkar, köylü, bunların hepsi, orta tabakanın ufak kesimleri olarak ayakta kalabilmek için burjuvaziyle savaşırlar. O yüzden de devrimci değil, tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini tersine döndürmeye çalışırlar.24
Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz. Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması, sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir. Marx bu önemli hususa, sermayenin işçi sınıfını parçalamak ve çalışan işçi ile işsiz işçi arasındaki rekabeti körüklediğine dikkat çekmiştir: İşte bunun için, emekçiler... aralarındaki rekabetin yoğunluk derecesinin tamamıyla nispi artı- nüfusun baskısından ileri geldiğini anlar anlamaz; ve, kapitalist üretim ile ilgili bu doğal yasanın kendi sınıfları üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak ya da azaltmak için, çalışanlarla işsiz kalanlar arasında düzenli bir işbirliği kurmak üzere işçi sendikaları ve benzeri yollara başvurur vurmaz, sermaye ile, kendisine dalkavukluk eden ekonomi politik, “ebedi” ve sözde “kutsal” arz ve talep yasası çiğneniyor diye feryadı basar. Çalışanlar ile işsizler arasındaki her yakınlaşma, bu yasanın “uyumlu” çalışmasını bozar.25
Diğer yandan sermayenin girişiminin alt edilmesinin işçi sınıfının bu iki kesiminin ortak çıkarlar temelinde birlikte mücadele etmeleriyle mümkün olacağını göstermektedir. İşçi sınıfının kendi için sınıf olmasının önündeki birbiriyle iç içe geçmiş sorun alanlarının en temel olanlarını ifade edeyim. Birincisi, işçi sınıfının öncülük kapasitesinin maddi temellerinin toplumsal mücadeleye tercüme edilmesi meselesidir. İkincisi, işçi sınıfının türdeş olmayan heterojen yapısındaki farklı bileşenlerin sınıf mücadelesinde nasıl ortaklaştırılacağıdır. Üçüncüsü, “sınıfsal olan ve olmayan ya da doğrudan doğruya emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanmayan toplumsal çelişkilerle sınıf çelişkisi arasındaki ilişkilerin nasıl ele alınacağı”dır.26 24 Marx, K. ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, age, s. 59- 60. 25 Marx, K. Kapital, Cilt I, age, s. 610. 26 Özuğurlu, M. Anadolu’da Küresel Fabrikanın Doğuşu: Yeni İşçilik Örüntülerinin Sosyolojisi, Halkevleri Emek Çalışmaları Merkezi Bilimsel Yayınları, 2005, s.22
100
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
Sonuç yerine • İşçi sınıfı ücretli emekçiler sınıfıdır. Bütün işçiler emekçidir ama bütün emekçiler işçi değildir. Sadece ücretli emekçiler işçidir. Marksizm’de tek bir işçi tanımı vardır. O da bu tanımdır. Dar anlamıyla ve geniş anlamıyla işçi tanımları Marx’da yoktur. • Üretken emek sadece işçi sınıfı içindeki bir bileşeni ifade eder. Kaldı ki, sermaye için üretken emekten söz edildiğinde Marx’ın kolektif işçi tanımından hareketle toplumsal emek bileşenlerini anlamak gerekir. Bu anlamıyla toplumsal proletaryadan söz edilir. Aksi tanımlama, işçi sınıfını salt ekonomik ve türdeş bir katman olarak alıp, bunun dışında daha geniş bir anlam yükleyerek çok katmanlı, kendi içinde bölünmüş ayrı bir işçi sınıfı tanımı yapmak olur ki, bu gerçeği yansıtmaz. Çünkü bu tanım örtük de olsa işçi sınıfının dar ve geniş anlamıyla iki tanımı olduğundan hareket etmek anlamını taşımaktadır. • Kapitalizmin sermaye birikimi yasası halkı işçileştirir. İşçileri halklaştırmaz. Ancak halkın çeşitli kesimlerinin her geçen gün artan bir proleterleşme dalgasıyla işçileşmesi, işçilerin gittikçe halkın daha büyük kısmını kapsamasını sağlar. Elbette kapitalizmde hiçbir zaman halkın tümü proleterleşmeyecektir. Fakat bu proleterleşme dalgasını ifade etmek için, halkın gittikçe büyüyen bir biçimde proleterleşmesi anlamıyla proletaryanın halklaşmakta olduğu söylenebilir. • Kapitalist üretim organizasyonlarının ve emek süreçlerinin değişimi işçi sınıfı yapısında da değişimlere yol açar. Bu Kapitalizmin tarihi boyunca hep böyle olmuş ve olacaktır. Ancak, son otuz yıldır uygulanan esnek üretim biçimleri işçi sınıfı yapısında çok daha yoğun değişimleri beraberinde getirmiştir. Değişimin iki boyutu vardır. Birinci boyutu işçi sınıfı bileşenlerinin kendi içlerindeki heterojenleşmenin hat safhaya gelmesidir. Her bileşen içindeki, yaş, cinsiyet, ulusal köken, kültür farklılığı vb. yönleriyle heterojenleşmesi artmaktadır. İkinci boyutu ise, işçi sınıfının üretim süreçlerindeki konumunun zaman ve mekan yönüyle parçalanmasının had safhaya ulaşmış olmasıdır. Bu anlamıyla işçi sınıfının bileşimi değişmektedir. Yoksa işçi sınıfına yeni bir bileşen (örneğin yarı üretken emek gibi ) dahil olmamaktadır. • Emek süreçlerindeki değişimin sınıfın yapısındaki ve işçi sınıfı ile burjuvazi ve diğer sınıfların ilişkilerinde yarattığı değişimleri analiz etmeden işçi sınıfının siyasallaşmasının kanalları açılamaz. Bu analize başlanmıştır ama yeterli değildir. Ne sendikalar, ne ara örgütler ne de siyasal örgütler bu değişime uygun bir örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirememektedirler. • İşçi sınıfının yok olduğu tezi tümüyle boştur. Bunun boşluğu her geçen gün bir kez daha kanıtlanmaktadır. Ancak büyüyen işçi sınıfının kendi için sınıf olmasının önündeki sorun alanları çözüm beklemeye devam etmektedir. 101
Öznenin Diyalektiği
Mehmet Ortakaya
Proletaryanın özneliği, hiç kuşkusuz, tarihsel bir sorundur, ancak bir o kadar da güncel. Öyledir; çünkü, Komünist Parti Manifestosu’nun (Manifesto) doğum haberini verdiği, Ekim Devrimi’ninse olanca görkemiyle kanıtladığı bu öznelik, reel sosyalizmin tarihsel hezimetiyle birlikte, eski sözcüklerle söyleyecek olursak, tekemmül edemeden akamete uğramıştır. Ancak sorunu gündeme getiren tarihsel koşullar, yani bir nesnellik olarak kapitalizm hiç de akim kalmamıştır. Tam tersine; proletaryanın tarih sahnesinden bir özne olarak geri çekilmesi, sermayeyi kendi tarihsel sınırlarına doğru ölümcül bir esrime içinde ve dizginsiz biçimde ilerlemeye adeta mahkûm etmiştir. Görünen o ki, mevcut konjonktürün aynı zamanda birer parçası da olan farklı muhalefet biçimlerinin hiçbirisi, bu çılgın ve kötücül gidişi alaşağı etmek bir yana, durdurabilecek durumda bile değildir. Gelip içerisine girdiğimiz ikinci büyük bunalımsa, süreci, daha önce yaşanmış benzerlerinde olduğu gibi daha da çetrefil ve tehlikeli aşamalara doğru sürüklemekten başka bir sonuç veremeyecektir. Kısacası devrimci bir sınıf siyasetinin yeniden kuruluşuna duyulan ve “bütün icatların anası olan ihtiyaç,”1 modern tarihin herhangi bir dönemindekinden büsbütün farklı boyutlarıyla bir kez daha gündemdedir. Artık söz konusu olan yalnızca daha insanca bir yaşama duyulan ihtiyaç değildir; buna ek olarak insa1
Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi, İstanbul, 1994, s. 34.
103
Yaşayan Marksizm
nın maddi-fiziksel varlığını güvence altına alacak, geleceği olan yeni bir yaşam biçiminin de kurulabilmesidir. Eğer siyasal mücadeleyi, iktisadi-toplumsal olgu ve süreçlerin kendiliğinden açığa çıkardığı bir sonuç olarak değil, bilinçli ve iradi insani etkinliğin bir aşaması olarak görüyorsak; eğer onun nesnellik karşısında kendine özgü bir özerkliğinin ve öznel kökenlerinin de olduğunu kabul ediyorsak, sınıf siyasetinin kuruluşuna ve yükselişine ilişkin her adımımızda özne sorunuyla yüz yüzeyiz ve giderek onun tam da içerisindeyiz demektir. O halde, ister politik, ister tarihsel sıfatlarını taşısın, Marksist teoride özne kavramın genel olarak nasıl konduğunu açıklamayı deneyerek başlamak yerinde olacaktır. Çünkü her şeyden önce pratik bir sorun olan proletaryanın özneliği konusu, ancak böyle bütünsel ve teorik bir bağlamın içerisine yerleştirilebildiği ölçüde anlam ve netlik kazanacaktır. *** İlk bakışta, sorun oldukça açık ve yalındır. Kutsal Aile’de şöyle yazar Engels: Tarih hiçbir şey yapmaz, “engin zenginliğe sahip değildir” o, “savaşımlara girişmez.” Tersine, bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip olan ve bütün bu savaşımlara girişen, insandır, gerçek ve yaşayan insan; hiç kuşkunuz olmasın, insanı kendi ereklerini gerçekleştirmek için kullanan —sanki kendi başına bir kişiymiş gibi— tarih değildir; tarih, kendi öz erekleri ardından koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.2
Şu satırlar da Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’inden (III. Tez): İnsanlar koşulların ürünüdür ve yetiştirilirler ve bu nedenle, farklı insanlar farklı koşulların ve farklı yetiştirme tarzlarının ürünleridirler şeklindeki materyalist öğreti, koşulları değiştirenlerin insanlar olduğunu ve bizzat eğiticinin de eğitilmesi gerektiğini unutur.3
Erken dönem çalışmalarından alınmış bu ve benzeri pasajlara bakıldığında, Marksizmin bir tür olarak insanı, kendi tarihinin öznesi olarak gördüğü, üzerinde uzun boylu tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık gibidir. Ancak, Marksizmi bir praksis teorisi olarak okumak isteyenlerin işi, hiç de ilk bakışta gözüktüğü kadar kolay değil. Örneğin, şu satırları yazan da Marx’tır: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar… Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.4 2 3 4
K. Marx, F. Engels, Kutsal Aile, çev. Kenan Somer, Sol, Ankara, 1976, s. 129. K. Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, Felsefe Yazıları içinde, çev. Ahmet Fethi, Hil, İstanbul, 1985, s. 104. K. Marx,Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz, K.Marx ve F. Engels, Seçme Eserler, Cilt
104
Öznenin Diyalektiği
Eğer bilinç, önündeki verili nesnelliğin yansıtıcısı olmaktan öte bir şey değilse, içeriği maddi üretim tarzından oluşan toplumsal varlık, yani nesnellik asıl belirleyense, o zaman öznenin ve öznelliğin tarihin akışı içindeki yeri nerede ve nasıl gösterilecektir? Tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık dediğimiz alıntılarla sonuncusunu kıyaslandığında, sorun kapsayıcı ve yalın bir biçimde şöyle de konabilir: Klasik metinlerde hem nesnelliğin, yani tarihin belirlenimi altındaki insandan, hem de koşulları, yani nesnelliği ve tarihi değiştiren insandan söz ediliyorsa, teorinin bütünü içinde, örneğin “genç Marx” ile “olgun Marx” arasında, bir gerilim mi vardır? Yukarıdaki soruların ve sorun alanlarının üstesinden gelemeyen bir praksis savunusunun yeterince ikna edici olma şansı yoktur. Yöntem üzerine birkaç söz Bu aşamada, Marksizmin yöntemi ve epistemolojisi üzerine birkaç söz söylemekte yarar var. Alman İdeolojisi’nden bir alıntıyla başlayalım: Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfi öncüller değil, doğmalar değil, kendilerinden soyutlamanın ancak imgelemde yapılabildiği gerçek öncüllerdir. Gerçek bireylerdir, onların etkinlikleridir, hem hazır buldukları hem kendi etkinlikleriyle yarattıkları ve içinde yaşadıkları maddi koşullardır. Bu öncüller, bu nedenle, saf ampirik bir şekilde ayırt edilebilirler.5
Ancak Marksizm duyusal-empirik bilgiye verdiği bu büyük değerin yanında, onun tarihselliğini de kabul etmeyi ihmal etmez; “bilginin ve toplumun gelişmesinin belli aşamalarının kendi çağlarına ve kendi koşullarına göre meşruluğunu kabul eder.”6 Marksizme göre bilgi, empiristlerin “tabula rasa”sına (boş levhasına) değil, tarihin sayfalarına yazılır. Ancak bu bilgi, idealist felsefelerden farklı olarak bu dünyadaki, “duyulur dünyadaki,” yani materyalizme göre biricik gerçek olan dünyadaki somutluklarla doğrulanmalı, orada yaşanan deneyimlerle edinilmeli ve yine karşılıkları da aynı yerde, aynı somutlukla ve deneyimin içerisinde gösterilmelidir. Kısacası Marksizmde bilgi meşruluğunu soyut kavramının gelip içine yerleştiği akılsal bir tutarlılıktan değil, somut nesnesinin pratik doğrulanışından alır. O kadar ki, teorinin olması gerekene ilişkin son derece güçlü vurguları bile, şimdi ve burada bulunanın içinde, öncülleriyle ve koşullarıyla birlikte gösterilmelidir. O halde, “bilim insanının zihninin dış dünyadan alınan verilerle bir etkileşim yoluyla uyarıldığını savunmak yerine, bilimi bütünüyle kavramın diyalektik mantığı içinden ilerleme olarak”7 gören bir epistemolojik zeminden esinlenen 5 6 7
I içinde, çev. Sevim Belli, Sol, Ankara, 1976, s. 609. K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Felsefe Yazıları içinde, çev. Ahmet Fethi, Hil, İstanbul, 2005, s. 112. F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol, Ankara, 1979, s. 13. Martin Jay, Marxism and Totality, University of California Press, California, 1984, s. 399.
105
Yaşayan Marksizm
Althusser’in, adına konuştuğu Marksizmden onay alması olanaklı değildir. Bu yüzden, onun “Marksizmi sahiden bilimsel kılığı içinde kavramak için, kişi dikkatini 1844 Elyazmaları’ndan Kapital’e çevirmeli”8 mealindeki yaklaşımına; deyim yerindeyse, Marksizmin kurucularının erken dönem çalışmalarını bilimsel olmayan eserler sayarak çöpe atan yaklaşımına, itibar edilmemelidir. Unutulmaması gereken, Marksizmin kurucularının olgunluk dönemi çalışmalarını, erken dönem çalışmalarıyla işaret ettikleri yolu izleyerek yarattıklarıdır. Öznesiz ya da öznelliğin önemini gölgeleyen bir anti-hümanist Marksizm okuması için olgunluk çalışmalarına başvuranların, oralarda kendilerini çok zor durumlarda bırakacak pek çok pasajla karşılaşacak olmaları da, ayrı bir bahis. Marksizmin insan öznesi Marksist teorinin konusu, “düşünen özne ya da gerçeklikte kendi bilincini gören özne değil, türsel bir varoluşa sahip olan, bir maddi çevre içinde yaşayan varlıktır,”9 yani insandır. Eğer “antropoloji insanı en iyi anlayan ve anlatan bilim dalı”10 ise, Marksizmin son derece güçlü bir antropolojik altyapısının olduğu kabul edilmelidir. Özellikle de tarihsel materyalizm için böyledir bu. “Tarih, kendi öz erekleri ardından koşan insanın etkinliğinden başka bir şey” değilse, bizlere o tarihin koşulları ve nesnellikleri hakkında bilgi veren bir disiplinin, aslında insandan başka bir şeyi anlatmadığı ve anlatamayacağı açıktır. Yukarıda, “türsel varoluşa sahip varlık” dedik. Bu kavramı biraz açmalıyız; çünkü yazımıza her aşamada eşlik edecek. Marksizm için sık sık “işçi sınıfının bilimi” denir. Marksizmin bir bilim olup olmadığı tartışmalıdır; fakat proletaryasız bir Marksizmin varoluş sebebini ve politik iddialarını yitirmiş, cansız bir bilgi yığınından öteye geçemeyeceği açıktır. Ancak, onun yalnızca proletarya ya da daha doğrusu toplumsal sınıflar hakkında konuştuğu da söylenemez. Sınıflı toplumlar insanlık tarihinin son derece önemli bir aşamasıdır; ama sonuçta yalnızca bir aşamasıdır. Sınıflı toplumlardan önce de bir insanlık vardı, sonrasında da olacaktır. Sorunu böyle koyan bir teorinin, insanın türsel varoluşu üzerine de çok şey söylemesi kaçınılmazdır. Bu türsel varoluş, insanın tarihsel deneyiminin her aşamasına içkindir; insanın her zaman ve her yerde empirik olarak gösterilebilecek belirlenimlerine bakılarak teşhis edilebilir. Yine Marksizme göre, bu türsel varoluş, sınıflı toplum aşamasında hem gelişmesini sürdürür, hem de bütünselliğini yitirir. Sınıflı toplumlar tarihinin farklı evrelerinde, farklı toplumsal sınıflar arasında bölünüp parçalanmış olarak, çoğu zaman da kendine yabancılaşıp karşıtına dönüşerek karşımıza çıkar. Komünizm aşamasında ise 8 9
Age, s. 394. Nilgün Toker Kılınç, “İnsanın Kurtuluş Hikâyesi Olarak Marx’ın Felsefesi”, Felsefe Yazıları içinde, Hil, İstanbul, 2005, s. 9. 10 Metin Özbek, Dünden Bugüne İnsan, İmge, Ankara, 2000, s. 22.
106
Öznenin Diyalektiği
yeniden ve bu kez olanca özgünlüğü ve özgürlüğüyle, asla sınırlanıp çerçevelenemeyecek olan bütünlüğünü yeniden ve bir üst düzeye sıçramış olarak kazanır. Aşağıda, proletaryanın tarihsel özneliği sorununu, hakkında son derece geniş bir literatürün bulunduğu günümüz kapitalizminin somut iktisadi ve ideolojikpolitik koşullarından çok, üzerinde daha az durulduğunu düşündüğümüz bu türsel-antropolojik varoluş bağlamı içerisindeki yeri ve anlamıyla ele alıp açıklamayı deneyeceğiz. *** Alman İdeolojisi’nde, insani varoluşun ve dolayısıyla tarihin üç öncülünden söz edilir. Bu öncüllerden ilki hakkında şunlar söylenir: İnsanların “tarihi yapabilme”si için yaşayabilir bir konumda olması gerektiği öncülünü belirtmekle başlamalıyız. Fakat yaşam her şeyden önce yeme ve içmeyi, barınmayı, giyinmeyi ve başka birçok şeyi gerektirir. Bu yüzden, ilk tarihsel edim bu gereksinmeleri karşılama araçlarının üretimidir, bizzat maddi yaşamın üretimidir. Gerçekten de, bu tarihsel bir edimdir, binlerce yıl öncesinde olduğu gibi bugün de salt insan yaşamını sürdürmek için her gün ve her saat yerine getirilmesi gereken tüm tarihin temel koşuludur. 11
Diğer iki öncülse, özetle, gereksinimleri karşılamak için atılan her adımın yenilerine yol vermesi ve insan soyunun devamı, yani üremedir. Ancak, biz bu öncüllerin ilkinden hareketle ilerleyeceğiz. İlk üzerinde durmamız gereken emektir kuşkusuz; bütün zenginliklerin yaratıcısı olan emek; ya da Engels’in demesiyle “insanı yaratan” emek. Öncelikle şunu anımsamakta yarar var: Tarihte emeğin önemine ilk dikkat çekenler Marx ve Engels değildir. Aristoteles’in bildirdiğine göre, Anaksagoras, “İnsanın hayvanlar arasında en bilge olmasının nedeni, onun diğer hayvanlardan farklı olarak ele sahip olmasıdır”12 der. Filozofun kastettiği, elin marifeti olan emektir kuşkusuz. Klasik liberalizm ve ekonomi-politik de emeğin değer yaratıcı ve mülkiyete hak kazandırıcı işlevlerini anlatır durur. Öte yandan, emeğin rolü bahsinde, anmadan geçemeyeceğimiz, Marksizm öncesi çok önemli bir uğrak da Hegel’dir. Hegel bilinçten özbilince, yani kendisi hakkında düşünen bilince giden yolda, herkesin herkesle çatışma içinde olduğu bir tür doğa durumunu kabul eder. Bu çatışmadan kendi doğasını, yani korkusunu yenen taraf efendi, doğasına yenik düşense köle olarak çıkar. Başlangıçta doğasına meydan okuyan efendi köleye göre ileri durumda görünür. Ancak; Efendinin olumsuzlayıcı tek etkinliği savaş olduğu halde, köleye özgürlük ve özbilinç verecek olan etkinlik çalışmadır. Çalışma yoluyla köle, veri 11 K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, age, s. 120. 12 Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir, 1995, s. 169.
107
Yaşayan Marksizm
olan biçimiyle dış dünyanın nesnelerini olumsuzlayacak, dönüştürecek ve kendi özerkliğinin bilincine varma yolunda ilerleyecektir.13
Bu durumda, “Hegel ve Marx –bu noktada yaklaşımları arasında bir fark görmüyorum–, otonomiyi çalışmanın yaratıcı ve dönüştürücü momenti sayesinde tarihte erişilebilecek bir kendini-gerçekleştirme süreci olarak görür14” diyen Benhabib’in tespiti, bizce de haklı görünmektedir. Oysa, liberalizm ve ekonomi-politik, işe ebedi ve evrensel haklarıyla birlikte doğan otonom bireylerin varlığını kabul ederek başlar. Tarih, toplum, iktisat, insana dair ne varsa hepsi bu otonom ve tarih dışı bireyin üzerine bina edilir. Hegel sistemindeyse köle-efendi diyalektiği, belki pek önemli bir aşamadır, ancak yalnızca bir aşama. Emeği, insanın kendisini gerçekleştirme sürecinin hem başına, hem de eksenine koymak Marksizmin işidir. Grundrisse’den bir alıntıyla başlayalım: Her üretim, bir bireyin özgül bir toplum biçimi içinde ve o toplum aracılığıyla doğayı kendine mal etmesidir.15
Burada geçen “doğayı kendine mal etme” terimi, kuşkusuz doğayı aşan bir varoluş alanının kabulünü gerektirir. Hayvanlar da doğada buldukları nesneleri yiyerek ya da yuva yaparak “kendilerine mal ederler.” Ancak onların yapıp ettikleri tarihin değil, biyolojinin konusudur. Öyleyse, insan söz konusu olduğunda, doğada olmayan ve onu aşan yeni boyutlar girmelidir işin içine ve bunlar Marksist yönteme uygun olarak, yani empirik olarak gösterilebilmelidir. Bu boyutlardan ilki maddi-fiziksel alanla ilgilidir. Marx, “doğa makineler, lokomotifler, demiryolları, elektrikli telgraflar, kendi kendine hareket eden çıkrıklar vb. inşa etmez; bunlar insani sanayinin ürünleridirler; insanın doğa üzerindeki iradesinin ya da insanın doğaya katılmasının organlarına dönüştürülmüş doğal malzemedirler”16 der. Marx’ın saydığı aletler listesine hiç kuşkusuz taş baltayı da eklememiz ve hatta ilk onu anmamız gerekir. Anlatılan açıktır: İnsan doğada bulduğu malzemeleri kullanarak ve aynı zamanda doğanın bir parçası olan kendi bedenini, iki ayak üzerinde durma yetisini ve esnek yapısı sayesinde pek becerikli hale gelen ellerini, pek gelişmiş beynini kullanarak doğada olmayan, ancak onu içeren ikinci bir doğa, Marx’ın 1844 Elyazmaları’ndaki demesiyle “antropolojik bir doğa” yaratır. Böylece, doğa ile arasına dünyadaki başka hiçbir canlıda görülmeyen bir mesafe koyan, ama aynı zamanda doğayı da içeren bir dolayım koymuş olur. İkinci boyutsa bilinçle ilgilidir. Bilincin ayırt edici işlevi konusunda, Marx şunları yazar: 13 14 15 16
Tülin Bumin, Hegel, Yapı Kredi, İstanbul, 2010, s. 41. Şeyla Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, İletişim, İstanbul, 2005, s. 13. K. Marx, Grundrisse, Felsefe Yazıları içinde, çev. Ahmet Fethi, Hil, İstanbul, 2005, s. 184. Age, s. 263.
108
Öznenin Diyalektiği
Örümcek, işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu imgesinde kurabilmesidir.17
Demek ki bilinç, emeğin ve maddi üretimin -emeğin örgütlenip cisimleşmesinin ifadesi olan maddi üretimin- yalnızca bir yansıtıcısı ve izleyicisi değil, tam tersine, onların etkin ve zorunlu bir kurucu koşulu, bir aşamasıdır. Emek, insanın doğayı dönüştürüp kendine mal etmesi için zorunlu olan bedensel, dışsal etkinliğiyle, ereksel, bilinçli etkinliğinin kesişme noktası, sentezidir. Ancak bu sentez bir kerelik ve durağan değildir; sürekli açılıp serpilir, gelişir ve ilerler. Bunun sebebi “emek kavramının diyalektiğinde” değil, kısaca “emek” olarak tanımladığımız insani etkinliğin koşullarında ve yönelimlerinde aranmalıdır. Bazı insansı grupları yeni davranış örüntüleri geliştirdikçe, günlük yaşamlarında doğal organların yerini giderek aletler alıp, vücudun yükünü hafiflettikçe, daha iri ve karmaşık bir beyin, doğal ayıklanma sürecinde ister istemez avantajlı konuma geçti. Gelişen beyin de, sırası geldiğinde, yeni yaşam biçimlerine kapı açıyordu.18
Öyleyse “‘başlangıçta Söz vardı’ doğru değildir; aksine Alman şairi Goethe’nin ilân ettiği gibi ‘başlangıçta Eylem vardı,’”19 yani emek… “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü”nde, “emek insanın kendisini yarattı demek gerekir”20 sözüyle, Engels’in kastettiği tam da budur. Peki, insan bunları niçin yapar? Çünkü insanın doğası, emek edimini gerçekleştirmesine yetecek kadar gelişkin ve incelikli, buna karşılık doğaya hayvanlardaki kadar mükemmel bir uyumu gerçekleştiremeyecek kadar da güçsüzdür. O halde, “insanın gücü güçsüzlüğündendir… Maymun soğuğa karşı kıllanarak yaşar. İnsan kıllanamayınca, maymunun derisini yüzüp sırtına geçirerek yaşar.”21 Yani, insan emek yoluyla yalnızca önünde hazır bulduğu doğayı değil, o doğanın içerisinde verili olan kendi türsel güçsüzlüğünü de yadsır ve karşıtına, yani doğadaki başka hiçbir canlıda görülmeyen bir güce dönüştürür. Ancak, bunları yaparken doğayı ortadan kaldırmaz; hem kendini bir tür, yani insan olarak yaratırken, hem de maddi- fiziksel alanda maddi üretim yoluyla, onu antropolojik bir doğa, bir ikinci doğa olarak yeniden üretir. “Gerçek devrimcidir” sözü üzerinde bir de bu açıdan; yani insanın emek yoluyla kendisini yadsıması, doğadan özerkleştirmesi, kendi nesnelleştirmelerinin ürünü olan insanileştirilmiş bir doğa yaratması açısından düşünülmeli. 17 K. Marx, Kapital, I. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol, Ankara, 1976, s. 194. 18 M. Özbek, Dünden Bugüne İnsan, age, s. 101. 19 Alan Wood ve Ted Grant, Aklın İsyanı, çev. Ömer Gemici ve Ufuk Demirsoy, Tarih Bilinci, İstanbul, 2001, s. 29. 20 F. Engels, Doğanın Diyalektiği, çev. Arif Gelen, Sol, Ankara, 2002, s. 186. 21 Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi, İstanbul, 1995, s. 15-16.
109
Yaşayan Marksizm
Bir tanıma göre özne; “kendini ben- olmayanın, nesnenin karşısında bulan, karşısına koyan; ya da karşısına konduğu, kendini karşısında bulduğu nesneye bilme ve eyleme ereği ile yönelen”dir.22 İnsan, doğanın ve onun bir parçası olan kendi doğasının verili durumunu emek yoluyla yadsıyarak nesnellikten ayrılır, kendisini nesnelliğin karşısına koyar. Ama emek aynı zamanda eyleme ve bilme ereğiyle nesnelliğe yönelme olduğuna göre, insan yadsıyıcı edimiyle yeniden nesnelliğe yönelmiş olur Öyleyse, türsel- antropolojik varoluşu içinde insan, öznedir ve onun yaptıklarının toplamına biz “tarih” diyorsak, tarih, kendini yine kendi emeğiyle, etkinliğiyle yaratan insanın, yani praksisin tarihidir. Buraya kadar anlatılanlardan çıkarılması gereken önemli sonuçlar var; birkaçına işaret edelim: Bunlardan ilki bilinçle ilgilidir. Marksizmde bilinç nesnelliği yalnızca yansıtmaz, onun dönüştürülmesine yönelik insani etkinliğin kuruluşuna da katılır, onun bir aşaması olarak belirir. Yukarıda gördüğümüz gibi, emek- bilinç ilişkisinde durum böyledir. Ama Engels’in şu sözleri, bilincin emeğin de ötesinde, bir bütün olarak tarihin kendisi için de bir kurucu koşul olduğuna vurgu yapar: İnsan ile birlikte tarihe gireriz. Hayvanların da bir tarihi, kökenlerinin ve bugünkü durumlarına kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu tarihi onlar yapmazlar, ve bu tarihe, bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar. Buna karşılık insanlar, dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde, kendi tarihlerini, bizzat, bilinçle yaparlar.23
Bilincin Marksizmdeki belirleyici önemini anlamak için, yukarıda anlatılanlara, işçi sınıfının farklı bilinç düzeylerine ve politik bilincin edinilme koşullarına bakarak bir örgütlenme teorisi ortaya koyan Lenin’in yaklaşımı da eklenmelidir. Diğer bir sonuç, buraya kadar anlatılanların, Marksist teorideki, üzerine çok konuşulan “altyapı-üstyapı” ayrımını bir kez daha pekiştirip doğruladığıdır. Konu aslında farklı insani etkinlik biçimleri arasında maddi üretimin, yani emeğin özel bir önceliğe ve belirleyiciliğe sahip olup olmadığıyla ilgilidir ve bu yönüyle özneinsanın varoluş koşullarıyla doğrudan ilgilidir. Colletti’nin naklettiğine göre, Schumpeter şöyle yazar: Marxçı düşüncede, sosyoloji ve ekonominin birbirlerine nasıl nüfuz ettiklerini görmüş bulunuyoruz. Düşüncede ve bir dereceye kadar da gerçek uygulamada onlar birdir. Bu yüzden tüm temel kavramlar ve önermeler, eğer bakış açımızdan dolayı hala iki farklı düzlemden söz edebiliyorsak, hem ekonomik, hem de sosyolojiktir ve her iki düzlemde de aynı anlamı sürdürürler.24 22 www.felsefeforumu.com 23 F. Engels, Doğanın Diyalektiği, age, s. 45-46. 24 L. Colletti, From Rousseau to Lenin, Lowe & Brydone (Printers) Ltd, 1979, s. 13.
110
Öznenin Diyalektiği
Somut bir örnek vermek gerekirse, “modern emekçiyi, sözleşmenin tarafı olmakta ‘özgür’ kılan hukuksal-politik biçimler göz önünde tutulmadıkça sermaye kavranılamaz olur.”25 İnsani etkinliğin bütünsel kavranışı adına, bu türden yaklaşımlarla Marksizmin emeğe ve maddi üretime verdiği belirleyici öncelikten, dolayısıyla da altyapı- üstyapı ayrımından “kurtulmak” mümkün müdür? Öncelikle şunu görmeli: Marksizmde insanın doğayla- eşyayla kurduğu her ilişki, aynı zamanda diğer insanlarla da kurduğu bir ilişkiyle dolayımlanır. Önümde duran gömleğin bir meta mı, yoksa kişisel giyim eşyam mı olduğu, onun üzerinden diğer insanlarla kurduğum ilişkinin belirlenimi altındadır. Eğer onu mübadele amacıyla birine sunarsam metadır; poşetinden çıkarıp sırtıma geçirirsem, ki bu da ancak diğer insanların böyle yapmama ilişkin onamalarıyla olanaklıdır, kişisel giyim eşyam olur. Bir adada tek başına yaşadığı dönemde Rabinson Crusoe’nun mülkiyeti de yoktur; onun mülkiyeti ancak Cuma’yla karşılaştığı an başlayabilir. Bu durumda, teorinin öznel etkenini açıkça belirtmediği pek çok nesnel yapı ve kategoriye, aslında, özne- nesne- özne ilişkisi içkindir ve onların insan yaşamı üzerindeki belirleyici, koşullandırıcı etkileri bu içkinlikle ilişkilidir. “Ekonomik kavram ve önermelerin aynı zamanda sosyolojik olmaları”, bu anlamda anlaşılır bir durumdur. Ancak, buradan kalkarak emeğin diğer insani pratiklere önceliğini ya da maddi üretim tarzının, yani altyapının belirleyiciliğini çürütmeye kalkışmak yanlıştır. Yanlıştır; çünkü maddi üretim yoluyla doğayı kendine mal etmek, Alman İdeolojisi’ndeki demeyle, her gün ve her saat yerine getirilmesi gereken, tarihin temel koşuludur; politikadan hukuka, felsefeden sanata ve dinden ahlaka varana kadar tüm diğer insani etkinlik ve ilişki biçimlerinin önceleyicisidir. Mağara duvarlarında gördüğümüz hayranlık uyandıracak derecede güzel ve gerçekçi resimleri, her halde açlıktan ölmek üzere olan atalarımız çizmiş olamaz. Bugün bir üniversite, diyelim, “eleştirel teoride çalışma etkinliği modelinden iletişimsel eyleme geçişi”26 konu alan akademik bir toplantı düzenlese neler olur? İlk iş bir toplantı salonu ayarlamak olacaktır; dışarıdan geleceklerin yeme- içme ve barınma yerleri hazırlanmalıdır; keza ulaşım son derece önemlidir. Bu konularda güven vermeyen bir organizasyona kimse itibar etmeyecektir. Kısacası “iletişimsel eylemsellik,” ancak üretilmiş maddi şeylerin uygun nicelik ve biçimde elde bulundurulması ön koşuluyla gerçekleşebilecektir. Altyapı- üstyapı ilişkisine tarihin belli bir kesitiyle sınırlı biçimde bakıldığında görünen, yukarıdaki sermaye örneğinde olduğu gibi, bu ikisinin yeniden üretimlerinde birbirlerini dolayımlamak zorunda olduklarıdır. Aradaki ilişkiyi “ta25 Age, s. 18. 26 Şeyla Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, age, s. 13.
111
Yaşayan Marksizm
vuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” bilmecesine döndürmemenin yolu, tarihsel deneyime, insanın türsel varoluşuna dair öncülleri de gözeterek bakmaktır. Öyle yapıldığında görünense, son derece çeşitli gelişme olanakları ve görünüm biçimleri içerisinde üstyapının, her durumda bir maddi üretim tarzını onaylamak, gözetip korumak ve yeniden üretilmesine etkin biçimde yardımda bulunmakla yükümlü olduğudur; yoksa yaşam olmaz. Sorunun mekanik bir tek yanlılık ve kabalık içinde anlaşılmasından yakınan Engels’in, “…materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken, son kertede, gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimidir; daha çoğunu hiçbir zaman ne Marx ileri sürdü, ne de ben; eğer biri bu görüşü iktisadi etken tek belirleyicidir anlamında bozarsa, böylece onu boş, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur”27sözleri, bu bağlamın içerisine yerleştirilerek okunduğunda, son derece açıklayıcıdır. Konunun üzerinde biraz uzunca durmamızın sebebi, yukarıda da belirtildiği gibi, Marksist özne anlayışı bakımından taşıdığı belirleyici önemdir. Marksizmin tarihsel öznesi, Kant sistemindekinin aksine, kendisini, kendi iradesinin koşulsuz buyrultusu (kategorik imperatif) altına koyarak kanıtlayabileceği metafizik bir özgürlük alanına sahip değildir. O, Hegel’in “güzel ruh” dediği “objektifliği her türlü muhtevadan boşaltan ve böylece, sonunda kendisi de bütün gerçekliğini kaybederek sönüp giden asil sübjektiflik,”28 de değildir. Konumuzla ilgisi nedeniyle bir kez daha anımsayacak olursak, Marksizme göre, “insansal etkinlik, doğal ihtiyaçların, doğanın belirlenimi altında olduğuna göre, tarih ve doğa arasında bir karşıtlık değil, bir farklılaşma tespit edilecektir; tarih farklılaşmış doğadır, yani insansal etkinlik aracılığıyla dönüştürülmüş, insansallaştırılmış doğadır.”29 Bu koşullar altında gerçekleşen insani etkinliğin önünde hem doğanın, hem de farklılaşmış doğa olarak tarihin nesnellikleri uzanır. Materyalist anlayışa göre nesnellik, kendisine bilme ve eyleme edimleriyle yönelecek öznenin karşısında verili olan ve onu önceleyen bir varoluş alanıdır. Yukarıda, insanın nesnellik karşısındaki dönüştürücü eyleminin, diyalektik anlamda bir yadsıma süreci olduğuna değinmiştik. Yadsıma, bir belirlenim altına girme durumudur; çünkü yalnızca yadsıyan yadsınanı belirlemez, yadsınanın içeriği ve koşulları da yadsıyanı belirler. Bu, zorunluluktur. O yüzden insan, Hegel’in “güzel ruh”u misali, “asil” ama bir anlığına parlayıp sönen bir varoluş yerine, gerçek bir yaşamın gerçek sahibi olmak istiyorsa, bu zorunluluğun bilincine varmalıdır. Nesnelliğe içkin olan ve onun sınırlarını da gösteren yeni bir nesnelliğin imkanı ile, bu yeni nesnelliğe ihtiyaç duyan insanın, verili nesnellik karşısındaki yoksunluğu arasındaki 27 F. Engels, “Joseph Bloch’a Mektup”, K. Marx ve F. Engels, Seçme Eserler, III. Cilt içinde, Sol, Ankara, 1979, s. 591. 28 G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, çev. Cenap Karakaya, Sosyal, İstanbul, 1991, s. 135. 29 Nilgün Toker, age, s. 14.
112
Öznenin Diyalektiği
bağıntı kurulabildiği ölçüde, zorunluluğun bilincine varma süreci de ilerler; insanın nesnellik karşısındaki boyun eğişinden de, onu umarsızca yok saymaktan da büsbütün farklı bir yol, gerçek özgürlüğe doğru giden yol açılır. Çok bilinen şu sözleriyle Marx, özünde zorunluluk/özgürlük bağıntısına değinir: İnsanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.30
Bu bölümü tamamlamadan önce değinmek zorunda olduğumuz son bir konu daha var. Marksizmin insan öznesi, Descartes’in cogito’su ya da Kant’ın transandantal ben’i gibi, kendisine içkin veya aşkınsal olan evrensel kategorileriyle bir defada kurulmaz; mutlak gerçekliği içinde ve ayrımsız bir biçimde, her zaman, her yerde karşımıza çıkmaz. Zira yine çok bilinen bir pasajında Marx’ın söylediği gibi: Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine kâbus gibi çöker. Ve, tamamıyla yeni bir şey yaratmak için kendilerini ve maddi çevreyi dönüştürmekle uğraşır göründüklerinde, tam da böyle devrimci bunalım çağlarında, geçmişin ruhlarını kaygıyla yardıma çağırırlar, onların adlarını, sloganlarını ve kılıklarını ödünç alır, yeni tarih sahnesine bu zamanında saygın olan kılıkla ve ödünç alınmış dille çıkmaya kalkarlar.31
Kısacası praksis akamete uğramış, insan eskinin, yani verili nesnelliğin bir temsilcisi, bir taşıyıcısı ve parçası olup çıkmıştır. Bilincin nesnellikle ilişkisini sorunlu hale getiren ve kimi zamanda tümüyle koparan “ideolojik yalanlar” ya da nesnelliği yakalamaktaki açık bilgisizlik ve kavrayışsızlıklar ayrı bir sorundur. O yüzden, klasik metinlerde, insanların bilmeden ve istemeden yaptıkları işlerden, boyun eğdikleri “kör kuvvetlerden” söz edilmesinde şaşılacak bir yan ya da bir tutarsızlık yoktur. Marksizmin insan öznesi, toplumun büyük bölümünün bir azınlık yararına nesneleştirildiği sınıflı toplum koşullarında, egemen sınıfa ait bir ayrıcalığa dönüşür; bazen tarihin kucağında derin bir uykuya dalar; gün gelir, eski toplumun bağrında bir yenisinin koşulları oluşmaya başlar; özne insan tarihe gözlerini yeniden ve bu kez bir başka sınıfın, yeni bir sınıfın benliğinde açar; yakın zamana kadar tarihsel öznelik sıfatını taşıyanlar, üzerlerine kâbus gibi çöken miadını doldurmuş bir tarihin altında kalıp nesneleşirler. Burjuvaziden proletaryaya Günümüz dünyası söz konusu olduğunda, benliğinde Marksizmin insan öznesinin yeniden parlayacağı sınıf, hiç kuşku yok ki proletaryadan başkası olamaz. 30 K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz, age, s. 609- 610. 31 K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol, Ankara, 1990, s. 13-14.
113
Yaşayan Marksizm
Öyledir; çünkü emek gücünü elinde bulunduran, onu fiilen kullanan ve yeniden üretilmesinden sorumlu olan, Sanayi Devrimi’yle birlikte, dünyanın hem doğasını, hem de antropolojik doğasını geriye dönüşü olmayacak ölçülerde değiştiren, en yeni, en belirleyici tüm maddi zenginliklerin gerçek yaratıcısı olan sınıf proletaryadır. Yukarıda gördüğümüz gibi, insani etkinliğin tüm biçimlerini önceleyen ve insanı insan kılan emek olduğuna göre, teorinin daha işin başında proletaryayı “tarihin öznesi” ilan edip işin içinden çıkması beklenebilir. Ancak, Marksist teori işe böyle başlamaz. Manifesto bizlere uzun uzadıya burjuvazinin devrimci tarihsel eylemini, üstelik son derece görkemli bir biçimde anlatarak başlar. Şu satırları okuruz orada: Burjuvazi tarihsel olarak en devrimci rolü oynamıştır. Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil ve kırsal ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal üstlerr”ine bağlayan bütün bağları acımasızca kopardı ve insanla insan arasında, çıplak öz-çıkardan, duygusuz “nakit ödeme”den başka hiçbir bağ bırakmadı… Burjuvazi, sadece yüzyılı bulan egemenliği sırasında, daha önceki bütün kuşakların birlikte yaratmış olduklarından daha fazla kütlesel ve daha büyük üretken güçler yarattı.32
Kısacası, Manifesto’ya göre karşımızdaki, burjuvazinin “kendi imgesine göre yarat”tığı “bir dünya”dır.33 Yani, Manifesto’nun, yazılışından önceki son yüzyıllık tarih dilimi için burjuvaziyi tarihsel özne olarak kabul ettiği açıktır. Gerçekte, Manifesto’nun sözleriyle, Mısır piramitlerini ve gotik katedralleri kat be kat aşan şaheserleri, yani 1844 Elyazmaları’nın tabiriyle “katılaşan emek” demek olan bu maddi nesneleri yaratan burjuvazi değil, proletaryadır. Ancak bunların hepsi de bizzat Manifesto tarafından burjuvaziye mal edilir. Çünkü, “işçi yaşamını nesneye katar; fakat artık yaşamı kendisine değil, nesneye aittir;”34 nesne ise kesinlikle burjuvazinindir. O yüzden de, “işçi ne kadar çok nesne üretirse o kadar az nesneye sahip olabilir ve o kadar çok kendi ürününün, sermayenin egemenliği altına girer.” 35 Bu durumda, burjuvazinin özneliği, Marx’ın 1843’te kaleme aldığı “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” adlı çalışmasında gösterdiğine benzer bir biçimde gerçekleşmektedir. Marx, şöyle yazar orada: “Önemli olan şudur ki, Hegel her yerde İdeayı özne ve “siyasal düşünüş” gibi gerçek anlamıyla özneyi, gerçek özneyi de yüklem durumuna getiriyor. Ama gelişme her zaman yüklemden (yani gerçek özneden M.O.) yana gerçekleşiyor.”36 Marx’ın ne dediği açıktır: Hegel özne-yüklem ilişkisini baş aşağı çevirerek kurmaktadır; ancak gerçek yaşam öznelerin üzerinden ilerlemektedir. 32 K. Marx ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyasi Yazılar içinde, çev. Ahmet Fethi, Hil, İstanbul, 2004, s. 25 ve 28. 33 Age, s. 27. 34 K. Marx,1844 İktisadi ve Felsefi Elyazmaları, Felsefe Yazıları içinde, age, s. 26. 35 Age. 36 K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol, Ankara, 1997, s. 20.
114
Öznenin Diyalektiği
Durum kapitalizmde de böyledir. Burjuvazinin tarihsel özneliği ve egemen sınıflığı, bir toplumsal ilişki biçimi olarak sermayenin egemenliğine dayanır. Sermaye ise, “…değer olarak, kendi kendine yeterli değer olarak nesneleşmiş emeğin, …değer için kullanım değeri olarak canlı emekle mübadelesidir.”37 Kısacası sermaye, emeğin, gasp edilip yabancılaştırıldıktan ve nesneleştirildikten sonra, kendisine karşı örgütlenmiş halinden başka bir şey değildir. Efsanedeki Simurg’un, kendisinden medet umarak ayağına kadar gelen otuz kuşun ta kendisi olmasını andıran bir durum! Görünüşe bakılırsa, proleter ile kapitalist arasındaki ilişki, modern hukukun sözleşme özgürlüğü temelinde kurulmuş eşitler arası bir mübadele ilişkisidir. Proleterin “emek gücü” metası ile kapitalistin maliyet hesabından saydığı “ücret” mübadele edilmektedir. Ancak bu “meta üreticisini,” her hangi bir başkasından ayıran son derece önemli iki fark vardır: Birincisi; gerçi o, kadim cetlerinden farklı olarak “özgür” bir emekçidir ama, proleter elindeki bu “metayı” hiç ertelemeksizin mübadele etmek zorundadır: Rosa Luxemburg’un Bernstein’la tartışmasında dediği gibi… proletaryayı, kendisini kapitalizmin boyunduruğu altına sokmaya zorlayan bir yasa yoktur. Yoksulluk, üretim araçlarından yoksunluk proletaryayı sermayeye boyun eğmeye zorlar. …Ve burjuva toplumunun çerçevesi içinde kaldığı sürece, proletaryaya üretim araçlarını verebilecek bir yasa yoktur.38
Velhasıl, Orhan Veli’nin “kelle fiyatına hürriyet bedava” demesi gibi, açlık ve sefalet fiyatına kullanılabilecek bir “özgürlüktür” onunki. İkinci farksa, bu “metanın,” mübadele edilmesine karşın üreticisinin kişiliğinden ayrılamaması, uzaklaşamamasıdır. Hukuk terimleriyle konuşacak olursak, işçinin hizmet borcu kişiye sıkı sıkıya bağlı bir borçtur, devredilemez ve borçlu tarafından bizzat ifa edilir. Böylece, emek gücüyle birlikte proleterin kendisi de metalaşır. Rasyonel ve evrensel burjuva özgürlüğünün, alçaltıcı sermaye gerçeği karşısındaki yüz kızartıcı hezimeti, ya da çok daha doğrusu, onunla giriştiği ikiyüzlü işbirliği! Eğer komünizm “tarihin çözülmüş bilmecesiyse,” proletarya da kapitalizmin çözülmemiş ve asla da çözemeyeceği düğümüdür. Proletaryanın somut varoluş koşulları, bizlere burjuvazinin tüm insanlık adına söyleyebileceklerinin ve yapabileceklerinin sınırlarını gösterir. Tarihte ilk kez burjuva toplumuyla birlikte, tüm insanlık için geçerli evrensel bir özgürlüğün varlığı kabul edilir. Ancak, tarihte ilk kez yine bu toplumla birlikte, politik alanla toplumsal alan arasında, daha önce benzeri görülmemiş bir kopukluk, daha doğrusu bir kopukluk görüntüsü yaratılır. İşçi sınıfının politik ve hukuksal düzlemde kabul edilen özneliği, toplumsal alanda kesin olarak yadsınır. Burjuva toplumunun “doğuştan gelen, 37 K. Marx, Grundrisse, Felsefe Yazıları içinde, age, s. 228. 38 L. Colletti, From Rousseau to Lenin, age, s. 96.
115
Yaşayan Marksizm
devredilemez ve dokunulamaz haklarıyla birlikte doğan” “özgür” bireylerinin büyük çoğunluğu, “emek piyasalarında” ve “kendi rızalarıyla” alınıp satılan, hatta son zamanların giderek yaygınlaşan uygulamalarında kiralanan ve işe yaramaz bulunduğu an elden çıkartılan metalara dönüştürülür. Kısacası, sermaye modern dünyanın bu en büyük ve en gerçek değer yaratıcı sınıfının, maddi üretimiyle diğer bütün insani etkinlik biçimlerini olanaklı kılan ve böylece insan soyunun türsel varoluşunun yükünü omuzlarında taşıyan proletaryanın tarihsel özneliğini yadsır. Proletarya, kapitalizmin boyunduruğu altında kaldığı ve bu boyunduruğa itiraz etmediği sürece tarihin öznesi değildir ve olamaz. Proletarya tarihsel özneliğini ancak, “onun insanal doğasını yaşamdaki durumuna karşıt kılan,”39 yani türsel antropolojik özneliğini gerçekleştirmesini engelleyen bu yadsımayı yadsıyarak kurabilir; gücünü, tıpkı arkaik atalarının yaptığı gibi güçsüzlüğüne meydan okuyarak kazanabilir. Marx’ın Kutsal Aile’deki “sonuna değin gelişmiş proletaryada tüm insanlığın, hatta insanlık görünüşünün soyutlanması, pratik olarak tamamlanmış bulunur”40 sözleri, işçi sınıfının tarihsel eyleminin, aynı zamanda insanın türsel varoluş pratiğini de temsil ettiği biçiminde yorumlanmalıdır. Marx’ın az önce aktardığımız, proletaryanın insani doğasıyla toplumsal varoluşunun karşıtlığına göndermede bulunan eleştirisi bu yorumumuzu destekler niteliktedir. Şu durumda, Marksizm için işçi sınıfının politik mücadelesi, diğer tüm toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadeleleri karşısında, nesnel olarak önceleyicidir ve eksen olma konumundadır. Ancak Marksist teorinin, işçi sınıfının zamanı gelmiş tarihsel özneliğine yaptığı vurgunun son derece somut, güncel ve bir o kadar da tarihsel değer taşıyan başka yönleri de vardır. Burjuvazi, hallaç pamuğu gibi aktarıp ha bire değiştirdiği bir dünyada, insanları “sonunda kendi gerçek yaşam koşullarıyla ve hemcinsleriyle kurduğu ilişkilerle ayık bir kafa ile yüzleşmek zorunda”41 bırakmaktadır. O ayık kafa da, yükselen burjuvazi karşısında gerileyip duran kırların ve kentlerin geleneksel küçük mülk sahiplerinde değil, “emeğin sert ve zorlu okulunda” yetişen, üstelik nüfusu da sürekli artan proletaryada vardır. Ancak, asıl önemli olan, tarihsel özne olarak proletaryanın “doğum ilanının,” tarihsel özne olarak burjuvazinin “ölüm ilanıyla” birlikte verilmesidir. Dikkat çekici olan şudur: Burjuvazinin tarihsel özneliğini sonlandıran, işçi sınıfının onu bir devrimle alt etmesi değil; tam tersine, işçi sınıfını devrimci tarihsel eyleme zorlayan, burjuvazinin giderek, “kendi büyüleriyle çağırdığı ölüler ülkesinin güçlerini artık kontrol edemeyen büyücüye”42 benzemeye başlamasıdır. Yani insani etkinliği tarihin verili koşulları altında mümkün olan en yetkin düzeyiyle temsil etme ve ilerletme yeteneğini hızla yitirmesidir. Kuşkusuz burjuvazinin öznelli39 40 41 42
K. Marx ve F. Engels, Kutsal Aile, age, s. 58. Age, s. 59. K. Marx ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, age, s. 26. Age, s. 29.
116
Öznenin Diyalektiği
ğiyle değil, sermayenin nesnelliğiyle ilgili bir sorundur bu, ancak tüm bunalımların kaynağı olan sermayeye son noktayı koyacak olan, her halde onunla uyumlu bir yabancılaşmayı yaşayan burjuvazi olmayacaktır: Varlıklı sınıf ile proleter sınıf, aynı insanal yabancılaşmayı temsil ederler. Ama birincisi kendini bu yabancılaşma içinde kendi yerinde duyar; bu yabancılaşmada bir doğrulama bulur, kendinin bu yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görür ve onda insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur; ikincisi, kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, bu yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insan dışı bir varoluş gerçekliğini görür.43
Burjuvazi verili nesnelliğin içerisine mıhlanıp kalmıştır; burjuva bireyler olarak değil ama, bir toplumsal sınıf olarak gidebileceği bir yer yoktur. Bu sınıfın nesnelliği, yani kapitalizmi yadsıması, kendi varoluşunu da yadsıması demektir. Oysa onun buna ihtiyacı yoktur, Yapabildiği ve yapabileceği en fazla, itibar ve rant sahibi şürekasının, yani muazzam bir bürokrat- teknokrat ordusunun da yardımıyla, sermaye mantığını ve egemenliğini büsbütün pekiştirip yaygınlaştırmaktan ibarettir. Bu yüzden o, kendi nesnelliğinin içerisine gömülüp yitmiş, karşıtına dönüşmüş öznelliktir; yani proletaryanın yadsıyıcı tarihsel eyleminin yalnızca bir nesnesidir. Bu noktada Engels’in Doğanın Diyalektiği’nde yazdıklarını anımsamamız iyi olur. Ona göre, insan tarihini kendisi yapar, ancak yapıp ettiklerinin istenmeyen ve denetlenemeyen sonuçlarıyla birlikte. İnsanın insanlaşma süreci geliştikçe, bu alandaki yetkinliği de gelişir; kendi tasavvur ve erekleriyle, elde ettiği pratik sonuçlar arasındaki uyum artar. Buna karşılık insanın kendi elleriyle yarattığı nesnelliğin içinde ve onun istenmeyen, baş edilemez görünen sonuçları nedeniyle sıkışıp kalması tek kelimeyle insanca olmayan bir durumdur. En gelişmiş sanayi ülkelerinde, doğa kuvvetlerini irademiz altına aldık ve insanların hizmetine verdik; böylece üretimi sınırsız olarak artırdık, öyle ki, bir çocuk, şimdi, eskiden yüz yetişkinin ürettiğinden fazla üretiyor. Sonuç ne oldu? Daima artan aşırı-çalışma ve yığınların gitgide daha fazla yoksulluğu ile her on yılda bir, büyük bir çöküntü. Darwin, serbest rekabetin, varolma savaşımının, iktisatçıların en yüce tarihsel başarı diye kutladıkları savaşımın hayvanlar dünyasının normal durumu olduğunu tanıtlarken, insanlar konusunda, özellikle kendi yurttaşları konusunda ne kadar acıklı bir yergi yazdığını bilmiyordu.44
O yüzden, gençlik çalışmalarında doğrudan insana ve onun özneliğine yaptığı vurguya karşın, Marx’ın ilerleyen yıllarda, örneğin bir Kapital’de, daha çok doğrudan sermaye üzerinde, yani nesnellik üzerinde yoğunlaşmasında şaşılacak bir yan yoktur. 43 K. Marx, F. Engels, Kutsal Aile, age, s. 58. 44 F. Engels, Doğanın Diyalektiği, age, s. 46.
117
Yaşayan Marksizm
Engels’in bu satırları kaleme almasından sonra yaşananları biliyoruz: İki büyük emperyalist savaş; sayısız bölgesel savaş; dünyayı nükleer, biyolojik ve kimyasal bir yıkıma uğratacak tüm savaş gereçlerini kerelerce sağlayan tüyler ürpertici silahlanma; çalışan proleterleri “yedek işsizler ordusuna” dönüştüren, ikisi dünya çapında olmak üzere (ki, sonuncusunu halen yaşıyoruz), sayısız ekonomik kriz ve en nihayet eşiğinde bekleşip durduğumuz ekolojik felaket… Ve doğumu onca debdebe ile kutlanan “Yeni Dünya Düzeni,” daha nüfus cüzdanındaki mürekkebi bile kurumadan, progerili çocuklar gibi çarçabuk yaşlanıp tükenmiştir! Belli ki, “büyücü,” işleri iyice yüzüne gözüne bulaştırmıştır; egemen olduğu dünyayı insanlık adına yönetmede ve insani varoluşa yeni boyutlar eklemede büsbütün acizleşmenin de ötesinde, düpedüz zararlı hale gelmiştir. İçeriği sınırsız sömürü ve mülk edinmeden ibaret bir nesnelliğin önünde, nereye gittiğini gerçek anlamıyla hesaplayamadan sürüklenmekte, ama daha da korkuncu, sermaye mantığının ve egemenliğinin bir parçası olmayı sürdürdüğü ölçüde insanlığı da beraberinde sürüklemektedir. Marx sonrasında, Nietzsche’den Heidegger’e, postmodernizmden yapısalcılığa kadar uzanan bir çizgide, öznenin sürekli hedef tahtasına yatırılması boşuna değildir; keza kendi elleriyle yaptıkları makinelerin ya da evlerinde besledikleri hayvanların tutsağı olan geleceğin insanlarına dair kara ütopyalar da öyle. Öyleyse yeniden proletaryaya dönmeliyiz. Proletaryanın tarihsel özneliği İşçi sınıfının sermaye egemenliği karşısındaki mücadelesinde, Marx’ın üzerinde pek durmadığı, yaşamının son yıllarında Engels’in ayrımına giderek varmaya başladığı ve Lenin’in aralarındaki ayrım noktalarını kesin olarak gösterdiği başlıca iki eğilim saptanmalıdır. Bunlardan ilki, emek gücünün, sermayenin öyle istediği gibi tepe tepe kullanılabilecek herhangi bir “meta” olmadığının sermayeye hatırlatılması, ya da Lenin’in ifadesiyle “işçi sınıfının sadece işgücünü daha uygun koşullarda satma mücadelesi”dir”45; ikincisi ise, yine Lenin’in tanımıyla “mülksüzleri, kendilerini zenginlere satmak zorunda bırakan toplumsal düzenin ortadan kaldırılması” 46 mücadelesidir. Marksizm bunlardan ikincisinin teorisidir. Marksizmin devrimci sınıf mücadelesine yüklediği tarihsel anlam, işçinin ekmek kavgasından, ya da bir kez daha Lenin’e kulak verirsek, “rubleye kopekler ekleme” uğraşından bambaşka bir şeydir. Engels az önce aktardığımız satırların devamında şunları yazar: 45 Lenin, Ne Yapmalı, Seçme Eserler II. Cilt içinde, çev. İsmail Yarkın, İnter, İstanbul, 1993, s. 85. 46 Age, s. 85.
118
Öznenin Diyalektiği
Ancak üretimin ve dağıtımın planlı olduğu bilinçli bir toplumsal üretim düzeni, bizzat üretimin insanları yükselttiği gibi, onları, toplumsal açıdan, hayvanlar dünyasının üstüne yükseltebilir.46
Grundrisse’de ise, Marksizmin bireyi ihmal ettiğini iddia edenlere yanıt verircesine şunlar söylenir: Bu güçleri kendine mal etmenin kendisi, (üretim araçlarının topluma mal edilmesi, M.O.) üretimin maddi aletlerine denk bireysel kapasitelerin gelişmesinden başka bir şey değildir. Bir üretim aletleri toplamının mal edilmesi, tam da bu nedenle, tam da bireylerdeki bir kapasite toplamının gelişmesidir.47
Ancak Marksizmin, işçi sınıfının kapitalizm koşullarında yalnızca maddi açıdan değil, daha genel anlamda insani gelişme açısından da kısıtlandığına ilişkin saptamaları az değildir. Yani, insani gelişme söz konusu olduğunda: …teori, olanla olması gereken arasındaki boşluğa vurgu yapar; söylenen aslında, yaratıcı potansiyelimizin tam gelişmesinin olan bir şey değil, fakat muhtemel olduğunun kabulüdür. Başka bir demeyle, insan soyunun kapasitesinde şimdi gözlemlediğimiz mümkün olanın tümü değildir; şimdi gözlemlediğimiz, olabileceğimizin bir parçasıdır. İnsani gelişmenin durağan olmadığının ve sınırlarını bilemeyeceğimizin kabul edildiği açıktır. Bu politik bir iddiadır, çünkü bir seçeneğin varlığını içerir.48
Kısacası devrimci proletaryanın yolu, homo habilis atalarımızın ilk taş baltayı yontarak açtıkları insanlaşma yolunun devamından başkası değildir. Bir yadsımanın yadsınması pratiği olarak sınıf siyaseti, araçsal değil amaçsaldır; halen devam edip giden, insanın kendisini kendi etkinliğiyle yaratması sürecinin şimdi ve buradaki, mümkün ve zorunlu olan yoludur. Proletaryanın tarihsel özneliği, onun politik muhalefeti ile başlar; toplumsal devrimin bir aşaması ve vazgeçilmez bir aracı olarak politik devrimle birlikte yepyeni bir boyut ve ivme kazanır; toplumsal devrimin tamamlanmasıyla birlikte, yani proletarya da dahil tüm sınıfların ortadan kalkması ile birlikte hem gerçekleşmiş, hem de sona ermiş olur. Eğer tarihin öznesi olmak, Manifesto’daki ifadeyle “kendi imgesine göre bir dünya yarat”maksa, proletaryanın hayalindeki dünyada sınıfların ve dolayısıyla kendisinin de yeri yoktur. Burada, proletarya için tümüyle yapay ve yabancı bir takım fantezilerden söz etmiyoruz. Biraz dikkatlice bakıldığında, aslında bütün proleterlerin ortak hayalinin proleterlikten kurtulmak olduğu kolayca görülebilir. Sınıf savaşımının gerilediği ve hatta çözüldüğü koşullarda bile bu özlem kendisini bireysel tutumlarda dolaylı yollardan belli eder. Anadan-babadan kalacak ufak bir mirasla, ya da şans oyunlarından gelecek parayla kendi işini kurup, kendisinin patronu olmayı ha47 Marx, Grundrisse, age, s. 165. 48 Michael A. Labowitz, Human Development and Practice,
[email protected]
119
Yaşayan Marksizm
yal eden milyonlarca insanın varlığı, proleterlikten kurtulma yönündeki evrensel istek ve özlemin bir kanıtı değilse nedir? Marksist teorinin yaptığı, çoğu kereler tikel, olumsal ve de umarsız çırpınışlarla gerçekleştirilmeye çalışılan bu özlemin, bilinçli, kolektif ve geleceği olan tarihsel bir eylemle gerçekleştirilmesinin yolunu göstermekten ibarettir. *** Ancak, sıra ekonomik mücadeleye geldiğinde durum büsbütün farklı ve bir bakıma da daha karmaşıktır. Çünkü bu mücadelenin ikici bir karakteri vardır. Ekonomik mücadele bir yanıyla sermaye mantığını ve egemenliğini olumlar. Emek gücünün fiyatını pazarlık yoluyla yükseltmenin başka bir yolu da yoktur. O, bu olumlayıcı yanıyla burjuva toplumuna aittir. Öte yandan, ekonomik mücadelenin sermaye karşısında yadsıyıcı bir yanı da vardır. Bu mücadele sermayenin can damarı olan artı değer sömürüsüne ciddi kısıtlar getirir ve hatta kimi zaman da onu çıkmaza sokar. Bunu başarabilmek için sendikal örgütlenme ve grev gibi, bireysel burjuva özgürlükleriyle açıklanamayacak kolektivist araçları ve yöntemleri kullanır. En önemlisi de, Marx’ın farklı bir bağlamda andığı o sert ve zorlu emek okulunun kapılarını açar. O, bu yanlarıyla da proletaryanın sınıf mücadelesine aittir. Ancak devrimci sınıf siyaseti açısından ekonomik mücadele, ayaklarını kalıcı biçimde üzerine basabileceği sağlam bir zemin, ya da kendisini güvenceye alabileceği biricik zemin olamaz. Bunun nedeni onun ikici karakterine içkin olan emekçi yanıyla burjuva yanı arasındaki çelişkinin nesnel olarak uzlaşmaz olmasıdır. Politik düzlemle ilişkisinde, o ya burjuva yönüyle gelişip serpilecek ve deyim yerindeyse bir tür “burjuva işçi siyasetine” yol verecektir; ya da proleter karakteriyle, yani işçi sınıfının “kendiliğinden” eylemliliği olarak daha üst düzeyli mücadele biçimleri için gereken ruhsal şekillenmeyi ve pratik hazırlıkları besleyecektir. O yüzden, Lenin’in şu sözleri, kapitalizm koşullarında, her hangi bir yerde ve zamanda verilecek tüm sınıf savaşımları için geçerlidir: Hareketin seyri içinde işçi kitlelerinin kendileri tarafından ortaya çıkarılmış bağımsız bir ideolojiden eğer söz edilemezse, o zaman sorun ancak şöyle konulabilir: ya burjuva ideolojisi, ya sosyalist ideoloji. Burada ikisinin ortası bir şey yoktur (çünkü insanlık “üçüncü” bir ideoloji yaratmamıştır, ve dahası, sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda, sınıflar üstü ya da sınıflar dışı bir ideoloji de olamaz). Bu nedenle, sosyalist ideolojinin her küçümsenişi, ondan her uzaklaşma, aynı zamanda burjuva ideolojisinin güçlendirilmesi demektir.49
Paris Komünü’nde, Bolşevik Partisi’nde ya da İşçi Sovyetlerinde örgütlenmiş proletarya tarihin öznesidir. Çünkü onların ereği verili nesnelliği yani sermaye egemenliğini yadsımaktır; proletaryayı kendi tarihsel eyleminin belirlenimi al49 Lenin, Ne Yapmalı, age, s. 70.
120
Öznenin Diyalektiği
tına koymaktır; kendisi için sınıf durumuna gelmiş proletarya olarak toplumun bütünü adına konuşmak ve insanlığın varoluşuna yepyeni boyutlar eklemektir. Lenin’in ünlü “trade-unionizm”i yani sendikalizm-ekonomizm-sosyal reformizm üçlüsü ise en fazla burjuva toplumunun “sol kolu” olabilir. Nasıl ki, ekonomik düzlemde en gelişmiş sosyal haklarla donatılmış olsa da, işçinin yarattığı değer sonuçta sermayeye mal olursa, politik düzlemde yaratılanlar da sonuçta adına “Batı demokrasisi” denen burjuva diktatörlüğünün hesabına yazılmaktan kurtulamaz. Bu saptama, işçi sınıfı ve diğer ezilenler adına kazanımların küçümsenmesini gerektirmez. Tam tersine, sermayenin elinin ve dilinin uzandığı her yerde gerçek birer mücadele zeminidir onlar. Anlatılmak istenen, politik ufkumuzun yalnızca bu kazanımlarla sınırlandırılamayacağıdır; hele de onların korunması adına ve uğruna sermaye egemenliğine rıza göstermenin hiç mümkün olmadığıdır. “Trade-unionizm”in yaptığıysa tam olarak budur. Ve bu kapitalizmin sol kolu olma durumunun, yani toplumsal devrimdeki gecikmişliğin işçi sınıfının ve insan soyunun uzun erimli tarihsel çıkarları bakımından ne kadar pahalıya mal olduğu, burjuva dünyasının gelip içine girdiği şu aşamada çok daha iyi görülebilmektedir. Öznesini arayan tarih Son yıllarda sıkça işittiğimiz bir kavram var: “Uygarlık krizi.” Dilerseniz buna, tarihin akışının öznesiz kalması da diyebilirsiniz. Gelinen aşamada sermaye egemenliği, yalnızca insanın türsel varoluşunun ta kendisi demek olan praksisi engellemekle kalmamakta, aynı zamanda onun biyolojik temelini oluşturan doğayı da mahvetmektedir. Ancak, büyük tarihsel boşluğun proletarya tarafından doldurulamadığı da bir o kadar açıktır. Bu koşullar altında insanlık, çoğu yerde tehlikeli bir sürüklenişin içindeymiş görüntüsünü vermektedir. Wood ve Grant’a göre: Felsefi idealizmin önyargısının aksine, insan bilinci genelde olağanüstü tutucudur ve daima toplumun, teknolojinin ve üretici güçlerin gelişiminin çok gerisinde kalma eğilimindedir.50
Kuşkusuz, burada kastedilen tarih bilincidir; yani yaratılmasına bilincin de etkin olarak katıldığı bir nesnelliğin, bütünsel-tarihsel gerçekliğinin kavranışıdır. Bilinç bu anlamda gerçekten de gecikmelidir. Antik site, üzerinde hala konuşmamızı olanaklı kılan en büyük filozoflarını ancak çöküşünün eşiğindeyken yetiştirebilir. Feodalizmin ne olduğu, yerini kapitalizme bıraktıktan sonra anlaşılmaya başlanır. Tarihin çok daha hızlı aktığı bir dönemde bile, proletaryanın Ludizmi aşıp, sistemli ve örgütlü mücadeleye doğru yönelmesi zaman alacaktır. Ancak anılan yazarlar, aynı çalışmalarında Fransız Devrimi’yle birlikte doruğuna tırmanacak olan bir uyanış ve aydınlanma döneminin tasvirini de verirler. 50 Alan Wood ve Ted Grant, age, s. 16.
121
Yaşayan Marksizm
Bilincin atağa kalktığı ve adeta gecikmesinin rövanşını alırcasına öne geçtiği bir dönemdir bu. Bundan böyle, bilinç yalnızca maddi şeylerin üretilmesine katılmayla ve yaşanmış bir tarihin anlatılmasıyla yetinmeyecek, geleceğin tarihinin kuruluşunda da etkin rol oynama hakkını kendinde görecektir. Minerva’nın baykuşu yalnızca akşamları uçabilir; ancak modern zamanların devrimci mücadeleleri daha çok, gün doğmadan uyanıp kısmetini aramak için kanat çırpmaya başlayan gündüz kuşlarına benzeyecektir. Wood ve Grant’ın demesiyle, burjuvazinin iktidara gelir gelmez denize fırlattığı gençlik dönemi çantasının içi işte bunlarla doludur ve belli ki süreç ilerledikçe maksatları ciddi ölçülerde hasıl olmuştur. Günümüz dünyasında bilinç nesnelliği yakalamada, her halde modern tarihin bilinen en büyük açıklarını vermektedir. Ve bu durum proletaryanın sınıf mücadelesinin yeniden yükselişinin önündeki en büyük engel olarak görünmektedir. Ancak, bilinç her zaman için bir şeyin bilinci ve ideoloji de yaşamın bir anlatımıysa, karşımızda nesnellikle de ilgili sorun alanlarının uzandığını kabul etmemiz gerekir. Eğer Ekim Devrimi proletaryanın hatırı sayılır bir bölümüne tarih sahnesine çıkıp orada kendi tarihlerini yazma cesaretini verdiyse, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının, ya da aslında zamanında böyle bir duvarın örülmüş olmasının ve elbet Sovyetlerin çöküşünün tam tersi bir etki yaratmasından daha doğal bir şey olamaz. Eğer zamanında devrimci burjuvazinin elindeki matbaa, Aydınlanmanın koşullarından biri idiyse, karşı devrimci burjuvazinin elindeki medyanın günümüz modern “Ortaçağının” bir kurucusu olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Eğer Sanayi Devrimi’nin fabrikası, emeğin sert ve zorlu okulu olduysa, üretken sermayenin uluslararasılaşmasıyla başlayan yeni emek rejiminin, işçilere gündelik deneyimlerinden yola çıkarak sınıf bilinçlerini geliştirmede hatırı sayılır engeller çıkarması anlaşılır bir durumdur. Eğer sınıf bilincinin önemli ölçüde gerilediği ve alanı boş bıraktığı doğruysa, bu boşluğun toplumsal formasyonun çözümsüz kalmış diğer sorun alanlarınca ve giderek geçmişin geçmişle hesaplaşmalarıyla doldurulduğu da bir o kadar doğrudur. Ne var ki, devrimci sınıf siyaseti kendi etkisizliğini ve başarısızlığını böylesi bir nesnelliğe göndermede bulunarak haklılaştıramaz. İnsani etkinliğin özü bir yadsıyarak aşma edimiyse ve eğer bu süreç sayesinde, daha önce karşımıza yoksunluk ve güçsüzlük olarak dikilen nesnellik, şimdi bir fırsata ve büyük bir gücün kaynağına dönüşebiliyorsa, bu etkinliği en yetkin düzeyde temsil etmek durumunda olan devrimci sınıf siyaseti de aynı yolu izleyecektir. Ve nasıl ki, ilk insan kendisini doğadan emek eylemi dolayımıyla ayırıp aşama aşama türsel- tarihsel özneliğini yarattıysa, işçi sınıfı da kendisini politik eylem dolayımıyla verili nesnellikten, yani sermaye boyunduruğundan ve o nesnelliğin bir devamı olan kendi güçsüzlüğünden öyle ayıracaktır. Yöntemli ve kolektif bir kafanın, sabırla ve bedel ödeyerek adım adım öreceği mücadele süreci, şu an için pek 122
Öznenin Diyalektiği
karanlık ve umarsız görünen bir dünyanın, aslında bir yenisinin kurulması için gereken her şeyi cömertçe bağrında sakladığını bizlere bir kez daha gösterecektir. Tarihsel özne olarak proletarya, dışına itilmiş göründüğü tarih sahnesine yeniden dönmeye çalışırken, ki buna ilişkin ipuçları giderek çoğalmaktadır, eğer o sahneden tekrar yuvarlanmak istemiyorsa, kendisini bir kez daha “evrensel bir sınıf” olarak koymak zorundadır. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde talihsiz biçimde Prusya bürokrasisi için kullandığı bu sıfat gerçek içeriğini ancak devrimci proletaryanın ellerinde kazanabilir. Manifesto’dan beri biliyoruz; tarihsel özne olmak tüm toplum ve giderek insanlık adına konuşabilmektir. Bunun günümüz dünyasındaki anlamı; devrimci proletarya siyasetinin, kapitalist sömürünün yanında, hepsi de insani yabancılaşmanın ve mutsuzluğun kaynakları olan ulusal, cinsel ve diğer baskı ve eşitsizlik biçimlerini de ortadan kaldırmayı kendi asli tarihsel görevi olarak görüp içine sindirebilmesidir. Bunun anlamı; iyice çığırından çıkmış olan yoksulluğu ve yoksunluğu, insan soyunun gerçek ihtiyaçları üzerinden çözecek bir maddi üretim düzeyinin, doğayı mahvetmeden nasıl tutturulabileceğinin daha şimdiden gösterilebilmesidir. Bunun anlamı; insani etkinliğin bütün biçimleriyle korkudan arındırılıp adım adım özgürleştirilmesinin yöntem ve araçlarının bulunabilmesidir. Ve bu işlerin üstesinden, sonuna kadar profesyonel ve sonuna kadar örgütlü bir düşmanın karşısında; ama çok daha önemlisi, kendi celladına aşık olma salgın hastalığına yakalanmış, manevi düşkünlük içindeki kalabalıkların orta yerinde gelinecektir! Bu koşullar altında amatörlüğün mazur görülecek bir yanı yoktur. Kendi içerisinde alabildiğine heterojenleşmiş, çalışanı kadar işsizi de olan, geleneksel yaşam alanlarından hızla sürülüp toplumun her köşe bucağına dağılan, kısacası “halklaşan” bir proletaryanın içerisinde iş görülecekse, daha da önemlisi yukarıda andığımız farklı baskı ve eşitsizlik biçimlerine karşı da etkili bir mücadele yürütülecekse, çokluk içinde birlik ve değişim içinde süreklilik mutlaka sağlanmalıdır. Bunun anlamı, Lenin’i ve özellikle de onun Ne Yapmalı’sını tekrar tekrar okumak ve eğer becerebiliyorsak, güncelleştirerek yeniden yazmaktır. *** Lenin, Ne Yapmalı’da, düş kurma yeteneğinin yaratıcı gücü üzerine pek önemli bir alıntıyı aktarır: Ayrılık vardır, ayrılık vardır — diye yazıyor Pissarev, düş ile gerçeklik arasındaki ayrılık üzerine.— Düşlerim olayların doğal akışını geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiçbir zaman giremeyeceği bambaşka yollara sapabilir. Birinci durumda, düş görmek zararlı değildir; hatta çalışan insanın enerjisini geliştirip güçlendirebilir... Bu tür düşlerde çalışma gücünü bozan ya da ortadan kaldıran hiçbir şey yoktur. Tam tersine. Eğer insan bu tarzda düş görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, ellerinde
123
Yaşayan Marksizm
yeni oluşmaya başlayan eserin bütünlüklü ve tamamlanmış tablosunu göz önünde canlandırmak için ara sıra öne geçemeseydi, o zaman insana sanat, bilim ve pratik yaşam alanında kapsamlı ve yorucu çalışmalara başlama ve bitirme itkisini hangi gücün sağlayacağını kesinlikle düşünemiyorum... Eğer düş gören kişi, düşüne inanıyorsa, hayatı dikkatle izliyor, gözlemleriyle hayallerini karşılaştırıyor ve genel olarak fantezisinin gerçekleşmesi için sorumluluk duygusuyla çalışıyorsa, düş ile gerçeklik arasındaki ayrılık zararlı değildir. Düş ile gerçeklik arasında herhangi bir kesişme noktası varsa, her şey yolundadır.51
Eğer politik mücadele sindirim ya da dolaşım sistemlerimizin çalışması gibi tümüyle nesnelliğe ait bilinç dışı bir süreç değilse, bu türden yaratıcı bir düş gücüne her zamankinden çok gereksinmemiz var demektir. Ve bizim düşlerimizin gerçeklikle herhangi bir değil, pek çok kesişme noktası vardır. Karacaoğlan’ın ünlü dizeleri hepimizin aklındadır: Üç derdim var birbirinden seçilmez Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Ölüme çare yok; ancak sağlıklı bir yaşam ve herkesin kolayca ulaşabileceği sağlık hizmetleriyle onu geciktirebiliriz; etkili sosyal politikalar ve insani dayanışmayla, geride kalanların acılarını hafifletebiliriz. Sevgiye ve sevgililere saygılı bir toplum yaratarak ayrılıkları da azaltabiliriz. Yoksulluğun üstesindense kesinlikle gelebiliriz. Bizim düşünü kurduğumuz dünya işte böyle bir dünyadır. Son sözü ise her zamanki gibi tarih söyleyecektir; öznesi de, konusu da, tanığı da yalnızca ve yalnızca insan olan tarih!
51 Lenin, age, s. 84.
124
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
Ali İleri
Komünist bir düzende ressamlar yoktur, aynı zamanda, diğer etkinliklerinin yanında resimle uğraşan insanlar vardır.1 Gleb, Fabrikanın neden çalışmadığını nasıl bu hale geldiğini sorar. Fabrika komitesinden Loçak yanıtlar: İşte, Çumalov yoldaş! Önce gör sonra söyle söyleyeceğini. Fabrikayı kendi kontrolümüze aldık, doğrudur. Ama ne duruma geldiğini de biliyorsun. Patronları kovduk. Heriflerle birlikte her şey gitti. Bizimkiler dersen kimi kazan kapağını yürütüyor, kimi de bakırları… Fabrikaya sahip çıktık, başımıza gelmeyen kalmadı.2
Ekim Devrimi sonrası yaşanan üç yıllık iç savaştan dönen Gleb, Gladkov’un 1925’te yazdığı ve yaşanılan dönemi sıcağı sıcağına anlattığı Fabrika romanının kahramanıdır. Gleb’in Devrim öncesinde çalıştığı fabrika artık çalışmıyordur. Çünkü işçiler patronsuz ve müdürsüz kalan işletmeyi onlarsız çalıştıramıyor; nasıl çalıştıracaklarını da bilemiyorlardı. 1 2
http://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/ch03l.htm#c.1.2.5.2.3.1. (10.02.2010). K.MarxF. Engels, The German Ideology. Fyodor Vasilyeviç Gladkov, Fabrika Gezegen Yayınları, birinci basım, Haziran 1975, s. 32.
125
Yaşayan Marksizm
İktidarı ele geçirmişler, ama sonrasına dair daha önce üzerine hiç konuşmadıkları, Lenin’in “Sovyet devlet mekanizmasını kurduğumuzda somut olarak karşılaştığımız zorluk”3 dediği o sorunla karşılaşmışlardı. Yönetemiyorlardı. İktidarı aldıkları sınıfın karşı-devrimci saldırılarına boyun eğmemiş, cesaret ve özveriyle savaşmışlar, onları yenmiş geri püskürtmüşler, ama alışkanlıklar üzerindeki egemenliklerine karşı çaresiz kalmışlardı. Yönetilenler, yönetme işini devraldıklarında önceki alışkanlıklar dizgesinin, yani eski yöneticilerin kültürünün onları yeniden yönetmeye başlaması uzun sürmemişti: Kim kimi yönetiyor? Bu yığını komünistlerin yönettiğinin söylenmesinin doğru olduğundan hiç de emin değilim. Doğrusu onlar yönetmiyor yönetiliyorlar. Burada çocukken gördüğümüz tarih derslerinde söylenenlere benzer şeyler olmuştur: Bazen bir ulus diğerini ele geçirir; ele geçiren ulus yenen ve ele geçirilen de yenilen ulustur. Bu basit ve herkesçe anlaşılabilir bir şeydir. Fakat bu ulusların kültürlerine ne olur? Bu noktada işler o kadar basit değildir. Yenen ulus yenilenden daha kültürlü ise kendi kültürünü yendiği ulusa dayatır; fakat tersi durumda yenilen ulus kendi kültürünü yenen tarafa kabule zorlar… Onların kültürü çok berbat, dikkate değmez olsa da, bizimkinden daha yüksek bir düzeyde.4
Lenin, bu saptamasını yaptığı sırada devrimin üstünden beş, karşılaştıkları zorluğu işçi komiserlerinin gözetiminde, burjuva uzmanları sosyalizmin hizmetine koşarak aşabilecekleri düşüncesinin üstünden ise üç yıl geçmişti. Yönetmek kendinden menkul bir yetenek değil. İşçi sınıfı yönetme gücünü, toplumsal devrimin komünizme geçiş süreci boyunca ilerlemesinin de bir güvencesi olacak kurucu etkinliğinden, yaşamı dünyayı yorumladığı biçimde yeniden üretebilme yetkinliğinden alır. İşçi sınıfı bu niteliğini kapitalist toplumun bağrında bilinçli bir “çıraklığı” da içeren ama salt bununla yetinmeyen, iktidar için verdiği mücadelede fiili öncüllere dayalı somut tasarılarıyla yeni toplumu şimdiden görünür kılan bir programı uygulayarak kazanabilir. Elbette bu programın, Lenin’in “her zaman gülüp geçtik”5 dediği ütopik sosyalistlerin sosyalizmin iyi, saf ve çok iyi eğitilmiş yeni tip insanlarla kurulabileceği hayaliyle ortak bir yanı, beklentisi olamaz. Örneğin Perry Anderson’un “müttefik sınıflara proleter hegemonyasının gerektirdiği kültürel üstünlüğü 1917 öncesi her Rus Marksistinden daha etkili vurguladığını”6 söylediği Gramsci’nin böyle bir programdan beklentisi hem oldukça yerinde, hem de alçakgönüllüydü: Politik ve ekonomik iktidarı almak sorunuyla birlikte, proletarya entelektüel iktidarı kazanmak sorununu da önüne koymalıdır… (Proletarya) 3 4 5 6
V. İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorlukları”, Marx-Engels Lenin, Sanat ve Edebiyat, Ekim Yayınları, birinci baskı, Ocak 1990, s. 309. V. İ. Lenin, Lenin’in Son Kavgası, Öteki Yayınevi, “XI. Parti kongresine sunulan politik rapor, 27 Mart, 1922”, s. 57-58. (Vurgu bana ait) V. İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorlukları”, a.g.e., s. 308. Perry Anderson, “GRAMSCI Hegemonya Doğu/Batı Sorunu ve Strateji”, Alan Yayıncılık, birinci basım, Mart 1988, s. 37.
126
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
kendisini politik ve ekonomik olarak örgütlemeyi öğrendiği gibi kültürel örgütlenme üzerine de düşünmelidir. Bu tür örgütlenmelerde her ne kadar burjuvazinin egemenliği kırılmadan olumlu sonuçlar elde etmek mümkün değilse de, kimi temel sorunları belirlemek ve yeni bir hayatın gelişiminde önemli tipik özelliklerin ana hatlarını çizmek mümkün olabilecektir.7
Entelektüel iktidarın kazanılamadığı olası bir devrim –ki bu durumda devrim ne kadar olasıdır ayrı tartışmadır- “yenik Yunanistan’ın kendisini yenen kaba Roma’yı tamamiyle yere vurmak isteyişi”8ne fırsat tanıyan bir kısırdöngüye tutsak olmak anlamına gelecektir. Böyle bir fırsat tanındığında ise tarih, Roma’nın çok fazla şansının olmadığını göstermiştir. Lenin’i son demlerinde hasta yatağında çabasını benzer sorunlar üzerinde yoğunlaştırmaya iten neden de, uzunca bir geçiş döneminin henüz başlarındayken içine yuvarlandıkları bu kısırdöngünün ayırdına varmış olmasıdır. Lenin son yazılarını ve çabalarını, ağırlıkla geri kültür düzeyini yükseltme, işçi-köylü denetimi sorunlarına ayırmış, ama ne yazık ki kendi önerilerinin somut sonucunu bile göremeden yaşama veda etmiştir. Ekim Devriminin Bolşevik önderlerinden Troçki de kısırdöngünün farkında olanlardan biriydi: Gerçekte proletarya bilimi olduğu kadar ahlakı da köktenci bir anlayışla değiştirecektir ama yeni toplumu kaba çizgileriyle de olsa kurduktan sonra. Böyle söylemekle bir kısır döngü içine düşmüş olmuyor muyuz? Eski bilimin ve eski ahlakın yardımıyla yeni bir toplum nasıl kurulabilir? İşte burada biraz diyalektik gerekiyor: lirik şiirden yönetim işlerine, lahana çorbasından buğday lapasına kadar her şeye bol keseden doldurduğumuz aynı diyalektik. Proletarya öncülerinin, işe girişmeden önce, bilinçlerini burjuvazinin ideolojik boyunduruğundan kurtarmak için bazı dayanak noktalarına ve elverişli bilimsel yöntemlere yüzde yüz gereksinmeleri vardır; bunun bir kısmını şimdiden edinmişlerdir, bir kısmını da halen edinmektedirler.9
Lenin’de öncelikle kapatılıp aşılması gereken bir düzey farkı olarak görülen kültürel değişim, Troçki’de yerini köktenci bir anlayışla değişime bırakmış görünüyor. Ama Lenin’de sorun aciliyet kazanmışken Troçki’de oldukça ileri bir milada erteleniyordu. Yeni topluma geçiş Troçki’ye göre yeni kültüre de geçiş anlamına gelmiyor; yeni kültürün kuruluşunu “tarihte eşine rastlanmadık bir diktatörlü7 8
9
Antonio Gramsci, “Selections from Cultural Writings”, 1985 London. Aktaran Akif Kurtuluş, “Politika ve Sanat Ekim Devrimi (1917-1932)”, Avesta Yayınları, birinci baskı, Nisan 1996, s. 32. (Vurgu bana ait) Antonio Gramsci, “Hapishane Defterleri”, Belge Yayınları, beşinci baskı, Mart 2007, s. 193. Betrand Russel, “Batı Felsefesi Tarihi” adlı yapıtında bu konuya şöyle değinmiştir: “Romalılar hiç bir sanat biçimi, özgün felsefe sistemi bulmuş, hiç bir bilimsel buluş yapmış değillerdir. Onlar iyi yollar, sistemli yasa derlemeleri, etkili ordular yaratmaya yönelmiş, gerisini de Yunanistan’dan beklemişlerdir.” “Batı Felsefesi Tarihi”, Say Yayınları, üçüncü baskı, Eylül 1983, s. 279-280. Leon Troçki, “Edebiyat ve Devrim”, Kabalcı Yayınları, ikinci basım, Eylül 1989, s. 166. (Vurgu bana ait).
127
Yaşayan Marksizm
ğün demirden kıskaçlarına duyulan gerekliliğin ortadan kalkmasıyla”10 başlatıyordu. Proletarya diktatörlüğü boyunca proletarya esas olarak eski toplumun “tüm ideoloji biçimlerinden daha fazla bir sınıf karakterine sahip”11 ahlakına dayanarak sosyalist topluma doğru yol alacaktı. Belli ki yabancılaşma kuramından habersiz bir “diyalektik”ti Troçki’ninki. Glasnost ve Perestroyka’nın “reel sosyalizmin” sorunlarını çözeceği umut ve heyecanıyla 1987’de değişimi yerinde izlemeye Moskova’ya giden Barnett’in gezi notlarında aktardığı bir tekerleme, yetmiş yıl sonra aynı kısırdöngünün diyalektik sonucunu sanki bir cümlede özetliyordu: Glasnost ve Perestroyka’nın “reel sosyalizmin” sorunlarını çözeceği umut ve heyecanıyla 1987’de Moskova’ya, değişimi yerinde izlemeye giden Barnett’in gezi notlarında aktardığı bir tekerleme, yetmiş yıl sonra aynı kısırdöngünün diyalektik sonucunu sanki bir cümlede anlatıyordu: Moskova’da karşılaştığım hemen herkes bana espriler yaptı ve Sovyet sisteminin doğasını açıklamaya çalışırken hemen hemen hepsi de aynı espriyi tekrar etti… Ve bu espri, Gorbaçov öncesindeki Sovyet ekonomisinin örgütleniş tarzını özetliyor: Onlar bize ücret ödermiş gibi yapıyor, biz de çalışıyormuş gibi yapıyoruz.12
“Reel sosyalizm” sürecinin trajik sonu üzerine sıkça sorulan “Neden işçi sınıfı sosyalizmin kazanımlarına, onlar birer birer gasp edilirken sahip çıkmadı?” sorusuna verilecek yanıt da, öncelikle “…miş gibi” yapan bir işçi sınıfı ile “…miş gibi” yapan komünistler yaratan o ilk nedende aranması gerekmez mi? Paris Komünü’nün ilk olması, oluş biçimi, ayakta kalma süresi ve I. Enternasyonal işçilerinin yabancılaşmanın yıkıcı etkilerinden görece az nasiplenmiş olmaları, hepsi birden, devrim öncesinde asgari ölçekte bile olsa bağımsız kurucu bir kültüre olan gereksinimin Komün dersleri içinde diğer önemli tartışma başlıkları arasında yer almasını önledi. Bu tartışmanın yabancılaşmanın yıkıcı etkilerinden yeterince muzdarip bir işçi sınıfının varlığı koşullarında, gerek oluş biçimi, gerek ayakta kalma süresi, gerekse tersinmesiyle Komün’le kıyaslanamayacak olan Ekim Devrimi’nin ardından yapılması, dipten gelmekte olan bir başka dalganın öngünlerinde artık bir zorunluluktur. Başlı başına geniş bir tarih araştırmasını da hak eden konuya, ancak bir giriş olabilecek bu yazı, doğallıkla yalnızca üzerinde yoğunlaşılması gereken noktalara dikkat çekmekle yetinecektir. İktidara yönelik yürüyüşün, neden eşzamanlı kurucu bir etkinlikle kendisini “kültürleştirmesi” de gerektiği sorusuna Ekim Devrimi deneyiminden hareketle yanıtlar aranacak; “kültürleşme” sorunsalının 10 Leon Troçki, a.g.e., s.156. 11 Leon Troçki, akt. Alan Woods, Ted Grant, Aklın İsyanı, Tarih Bilinci Yayınları, ikinci baskı, Ekim 2001, s. 420. 12 Anthony Barnett, “Sovyetler’de Özgürlük”, İletişim yayınları, 1988, birinci baskı, s. 119.
128
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
içeriğine ve pratiğine yönelik kimi tezler ileri sürülecektir. Kapsamı oldukça geniş, güncel, bir o kadar da yerine getirilmesi aciliyet gerektiren bir görevdir bu. O yüzden, eğer, doğru sorularla zihinler doğru yönde uyarılıp, kolektif doğru yanıtların üretileceği verimli bir tartışma kışkırtılabilirse, yazıdan murat edilen alınmış olacaktır. Bu yazıyla birlikte kimi çok tartışılmış ama henüz bağlanmamış, ya da bağlandığı haliyle pratikte tatmin edici sonuçlar vermemiş, kimi de tartışmadan hak ettiği payı yeterince alamamış, herbiri kültürleşme bağlamında ayrıca ele alınmayı gerektiren alanlar da saptanmış oldu. Bu alanları dolayısıyla yeni görev başlıklarını şöyle sıralamak mümkün: 1- Evrensel yeni bir kültürün maddi öncülleri, toplumsal birey, genel üretici güç ve boş zaman. 2- Sermayenin mistifikasyonu; mistifikasyona yol açan ekonomik alan– siyaset alanı ayrışması ve bu ayrışmanın sınıf mücadelesindeki sonuçları. 3- Bilinç, yanlış ya da sahte bilinç, bilincin dışarıdan taşınması. 4- Toplumsal devrim- politik devrim ilişkisi: Eş zamanlı mı? Artsıralı mı? Zorunlu bir kayıt: Bu yazı ve onun ele alınmayı görev olarak öne çıkarttığı alanlar kaçınılmaz olarak tarihsel deneyimle, özellikle de ilk ve en uzun sosyalizm kuruculuğu sınaması olan Sovyet deneyimi ile yüzleşmeyi, bu yüzleşmede öne çıkacak can alıcı soruları yanıtlamayı zorunlu kılıyor. Sorunu bilinçaltının derinliklerine terk ederek, “sosyalizm zaten yaşanmadı” kolaycılığıyla ya da “mücadele etmeyen parti, mücadele etmeyen bir halk yarattı”13 türünden mevcut siyasal konuşlanmaya meşruluk arayan gerekçelerle bu işin üstesinden gelinemez. Bu görev iktidara yürümenin kararlılığı ve bu yürüyüşün içtenliğinin yüklediği sorumlulukla, tarihsel deneyimi bir yenilgi olarak değil de tıpkı Lenin’in daha o zamandan öğütlediği gibi bir kazanım olarak gören komünistlerce başarılabilir: Bu deneyim unutulmayacaktır. Şu anda sendikalar ve yerel örgütler içinde toplanan ve tüm üretimi ulusal ölçekte pratik olarak örgütlemeye girişen işçilerin bu deneyimi, Rus devriminin ve uluslar arası sosyalist devrimin beklenmedik olayları ne kadar üzücü olursa olsun, bu deneyim gölgede kalamazdı. Tarihe sosyalizmin bir kazanımı olarak girmiştir bu deneyim ve gelecekteki uluslar arası devrim, kendi sosyalist yapısını bu deneyim üzerine kuracaktır.14
“Kültür” karmaşası “Kültür”; Türkçe karşılığı ile “ekin” (eski dilde “hars”), insan yaşamına dair her13 Kemal Okuyan, “Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler”, Nazım Kitaplığı Yayınları, birinci baskı, Kasım 2005, s. 103. 14 V. İ. Lenin, “26 Mayıs 1918’de Rusya Ulusal İktisat Konseyleri I. Kongresinde Yapılan Konuşma”, “Ekim Devrimi Dosyası” içinde, Sol Yayınları, birinci basım, Ankara 1999, s. 286. (Vurgu bana ait)
129
Yaşayan Marksizm
şeyi kapsayan bir kavram alanıyla, engin kavramlarda sıkça başvurulan “uçsuz bucaksız bir okyanus” anıştırmasını fazlasıyla hak ediyor. İlk bakışta bu genişlik, kavramın 200’e yakın15 değişik tanımına ve sonuçta ortaya çıkan karmaşaya haklılık kazandırıyor gibi görünebilir. Williams’a göre bu doğaldır ve kullanım değişkenliklerinin gösterdiği sorunların kendisinden kaynaklanan bu karmaşa karşısında kolay olanı “bir tek “doğru”, “uygun” ya da “bilimsel” anlam seçip diğerlerini belirsiz ya da karışık diye bir yana bırakarak tepki göstermektir.”16 Ama sıkı bir elemeyle işin öyle göründüğü gibi olmadığı anlaşılır; yaratılan karmaşanın faili, sermayenin tarihsel çıkarlarına başka türlü ayak uyduramayan tarihsel pozitivizm “sosyolojik” yüzü ve yaman “üretkenliği” ile yakayı ele verir. Sosyolojinin niceliğin niteliğe dönüşmesi olayını içinde taşıyan diyalektikten habersiz kaba evrimciliği17, bir kez de bu örnekle sırıtır. Bu yüzden, “kültürleşme” bağlamıyla kendini sınırlayan bu yazıya “kültür” kavramına değinerek başlamak, basılacak zemini belirgin kılarak sözkonusu “sosyolojik” karmaşadan sıyrılmak için zorunlu görünüyor. Kavramın çevresinde yaratılan karmaşanın tersine, sözcüğün kökü üzerinde etimolojik bir uzlaşma olduğu anlaşılıyor. Buna göre18 “kültür”: • İşlemek, yetiştirmek, inşa etmek, ikamet etmek, ekip-biçmek, eğitmek, tapmak, korumak anlamında Latince colere kökünden gelmektedir. • Aynı kökten türemiş colonus ile koloni ve kolonyalizmi, cultus ile inanç ve tapınma anlamına gelen “kült”ü içerir. • İngilizce’de “saban kulağı”, “saban bıçağı” anlamına gelen coulter ile aynı kökten geliyor. Romalılar yakınkök cultura terimini doğada kendiliğinden yetişen ile insan eliyle yetiştirileni ayırt etmek için tarımsal etkinlikleri nitelemekte kullanmışlar; “toprağı işlemek”, agri-cultura terimi buradan türemiştir. “Agriculture”, İngilizce’de “tarım, ziraat, çiftçilik” karşılığında kullanılmaktadır. • “Bir işleme süreci’nin adı olarak başlangıçta –ürün yetiştirimi (cultivation) ya da hayvan yetiştirimi (çobanlık ve besicilik) ve zihin yetiştirimine (etkin cultivation’a) doğru anlamını genişleterek- özellikle Almanca ve İngilizce’de 17. Yüzyılın sonlarında belirli bir halkın «bütün bir yaşam biçimi» demek olan bir «tin» konfigürasyonunun ya da genellenmesinin adı oldu.”19 • Eski dilde, Arapça’da “tarla sürmek” anlamına gelen “hars” sözcüğü ile karşılık bulmuştur. Şimdiki haliyle Türkçe karşılığı “ekin”dir. Yukarıda aktarılan içeriğin belirgin bir ortak paydası olduğu görülüyor: Toprak ve ona yönelmiş insan etkinliği. Toprak başlangıçta doğaya ait iken, en temel 15 İoanna Kuçuradi, “Uludağ Konuşmaları, Özgürlük Ahlak Kültür Kavramları”, Türkiye Felsefe Kurumu, dördüncü basım, Ankara, 2009, s. 53. 16 Raymond Williams, “Anahtar Sözcükler”, İletişim Yayınları, üçüncü baskı, İstanbul, 2007, s. 110. 17 Antonio Gramsci, a.g.e., s. 146. 18 Terry Eagleton, “ Kültür Yorumları”, Ayrıntı Yayınları, birinci basım, İstanbul 2005, s. 9-10. Umut Omay, “Emeğin Kültür ve Manipülasyon Teorisi”, Beta Basım, birinci basım, Ağustos 2009, s. 8. Doğan Özlem, “Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi”, Doğu Batı Yayınları, beşinci basım, Ekim 2008, s.153-154. Vadim Mejuyev, “Kültür ve Tarih”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, ikinci baskı, Ekim 1998, s. 29-30., Raymond Williams, a.g.e., s. 105-106 19 Raymond Williams, “Kültür”, İmge Kitabevi, birinci basım, Nisan 1993, s. 8-9.
130
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
insan ihtiyaçlarının kendisinden sağlandığı, insan etkinliğinin nesnesine dönüştüğü oranda insanileşir. Bu yüzden tarım, işlemek, ekmek ve yetiştirmek, kültür kavramının kullanımına en başından sinen; diğer türev kullanım amaçlarına anaçlık eden; insan eliyle yapılan ile yapılmayanı ayırt eden, yaşamsal insan etkinlikleri olmuştur. Doğa ve insan etkinliği arasındaki insan yönünden zorunlu bu yaşamsal bağ, kültür kavramının tanımında yaratılan karmaşayı da açıklar. Çünkü sözkonusu olan insanın yaşamsal gereksinimlerinin karşılanması etkinliği, yani emek ve bundan türeyen diğer ikincil insan etkinlikleridir. İşbölümünün sonucu emeğin ve üretimin maddi koşullarının (üretim araçları ve emek nesneleri) doğrudan birliğinin kopmasıyla doğan yöneten-yönetilen ilişkisi, varlık koşulları sürdükçe, yaşamsal insan etkinliğinin ve türevlerinin işlemlemesini (manipülasyonunu) nesnel bir zorunluluk olarak yöneten tarafa dayatır. Başlangıçta yönetilenlerin olası isyanlarını önceden denetim altına almaya yönelik araçlardan oluşan bu işlemleme, günümüzde karmaşık biçimler alarak serpilmiş; sermaye birikiminin genişlemiş yeniden üretimin vazgeçilmez önkoşuluna, bütün insan etkinliklerinin bu gereğe göre düzenlenip yönlendirilmesine ve sermayenin hareketi ile uyumunu sağlamak için yeniden ve yeniden kurgulanmasına dönüşmüştür.20 Burjuvazi, selefi olan diğer egemen sınıflara devleti bu işlemlemenin aracı kılarak büyük fark atmıştır: [Burjuva] Devrimden önceki egemen sınıflar, özünden tutucuydular. Bunu, başka sınıfların organik olarak kendi sınıflarına geçişi yolunda çaba göstermeleri anlamında düşünmelidir. Yani kendi sınıf çıkarlarını “teknik” ve ideolojik olarak genişletmeyi düşünmezler: bu bir kapalı kast anlayışıdır. Burjuva sınıfı ise kendisini, bütün toplumu, kendi kültür ve ekonomi düzeyine özümleyerek yaratabilen, sürekli hareket halinde bir organizma olarak ileriye sürer: devletin bütün işlevi değiştirilmiştir: devlet “eğitici”, vb. olur.21
Bu gerçek, söz konusu işlemlemenin yöneldiği alanları kapsayan kültür kavramının tanımında yaşanan karmaşayı açıkladığı gibi, mevcut tanımların resmi olan ve olmayan iki ayrı kategoride toplanmasını da sağlar, onları sadeleştirir. İki Amerikalı antropolog Alfred Kroeber ve Clyde Klukhohn, kültürün 164 değişik tanımını topladıkları 1952 tarihli çalışmalarında, resmi onay gören ilk kültür tanımını İngiliz antropolog Sir Edward Burnett Tylor’un 1871 yılında yaptığını saptadıklarını yazarlar.22 Tylor kültürü “bilgilerin, inançların, sanatların, değerlerin, kuralların, örf ve adetlerin, toplumun üyesi olan insan tarafından sonradan kazanılmış bütün kapasite ve alışkanlıkların tümü” olarak tanımlamıştır. Bu tanım resmi onay gören diğer tanımlara da referans oluşturmuştur. Bir de resmi onay görmeyen bir kültür tanımı var; R. R. Mitrani, Bozkurt Güvenç’e yaptığı 20 Umut Omay, a.g.e. 21 A. Gramsci, a.g.e., s. 326-327. 22 Nicolas Journet, “Kültür Nedir”, Evrenselden Özele Kültür içinde, İz Yayıncılık, birinci basım, İstanbul 2009, s. 15-16.
131
Yaşayan Marksizm
referansla, bir cümlede onu şöyle özetler: “Karl Marx’a göre kültür, doğanın yarattıklarına karşı insanoğlunun yarattığı herşeydir..”23 Bu yazıda “kültürleşme” tezinin ana çerçevesini oluştururken temel alınacak bu tanımı, Nermi Uygur şöyle ayrıntılandırır: Kuşbakışı bir yaklaşımla, “kültür”: insanın ortaya koyduğu, içinde insanın varolduğu tüm gerçeklik demektir. Öyleyse “kültür” deyimiyle insan dünyasını taşıyan, yani insan varlığını gördüğümüz herşey anlaşılabilir. Kültür, doğanın insanlaştırılma biçimi, bu insanlaştırmaya özgü süreç ve verimdir… İnsanın ne tür bir yaşama-biçemi, ne tür bir varolma programı, ne tür bir eylem-kalıbı benimsediği kültürdür hep. Teknik, ekonomi, hukuk, estetik, bilim, devlet, yöntem – insanın meydana getirdiği herşey kültüre girer. Örgütler, dernekler, kurumlar, okullar, tüm kendilerine ilişkin şeylerle birlikte kültürden sayılırlar. İnsanlar arasındaki her çeşit karşılıklı etkileşmelere, her türlü yapıp yaratma alışkanlıklarına bütün “manevi” ve “maddesel” yapıt ve ürünlere kültür denir… İnsan bir kültür varlığıdır; onu hayvandan ayıran bu kültürlülüktür.24
Böylece dağılan sis perdesinin altında, resmi olanla olmayan arasında -yaratılan karmaşanın kaynağını da oluşturan- üç temel ayrım noktası dikkat çeker. Resmi onay görmüş kültür kavramında: 1. Doğanın insanileştirilmesine ve dolayısıyla kültürü oluşturan asıl kaynağa, “ebedi ve doğal zorunluluk” olarak yararlı insan emeğine doğrudan yer yoktur. 2. İnsanın bir kültür varlığı olarak kendisini yarattığı gerçeği, içinde bulunulan tarihsel dönemde son ifadesini bulduğu koşuluyla kısmen kabul görür. 3. Vurgu miras alınmış kültürün aktarılmasına yapılır; değişim sistemin sürekliliğinin sağlanmasıyla sınırlıdır. Bu sadeleştirmenin ardından, kültürleşmeyi devrimci eleştirinin kurucu pratiği olarak yeniden tanımlarken referans alınabilecek bir kavramsal çerçeve çatılabilir. Kültürleşmenin referansı komünist kültür ve komünist devrimdir Kültür insanının yaşamsal etkinliğidir. Bu etkinlik, “evrensel olan herşeyin “toplanma yeri” ve dünyanın nesnel sonsuzluğunu “aşma” aracı olarak ortaya çıkmaktadır.”25 İnsan emeği onun ön koşuludur: “kullanım-değerinin yaratıcısı olarak emek, yararlı emektir, bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak, insanoğlunun varlığı için zorunlu bir koşuldur; bu ezeli ve ebedi doğal zorunluluk olmaksızın insan ile doğa arasında madde alışverişi ve dolayısıyla da yaşam olamazdı.”26 Kültür insan türüne özgüdür. İnsanın toplumsal evrimine aracılık eder: “İnsan, insanın, kültürün, tarihin bir ürünüdür.”27 İnsan, doğal evriminin bir evresinde 23 http://www.antropoloji.net/sosyal/alanaras/hamamkoy/hkoy02.pdf. (07.02.2010). Renan Rejin Mitrani, “Bilim-Sosyal Bilim”, s. 13. 24 Nermi Uygur, “Kültür Kuramı”, Yapı Kredi Yayınları, üçüncü basım, Ocak 2006, s. 17-18. (Vurgu bana ait). 25 Vadim Mejuyev, “Kültür ve Tarih”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, ikinci basım, Ekim 1998, s. 32. 26 K. Marx, Kapital, Cilt I, Sol Yayınları, üçüncü baskı, Ankara, Ekim 1986, s.57. 27 Aktaran Friedrich Engels, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu”, Sol Yayınları, ikinci baskı, Eylül
132
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
ellerinin serbest kalmasının, alet kullanmaya başlamasının sonucu diğer canlılardan farklı olarak bir zihin kapasitesi geliştirmiştir. İnsan bu kapasitenin fonksiyonu olan soyutlama ve simgeleştirme yeteneğini zorunlu üretken faaliyetini ve diğer insanlarla girdiği zorunlu ilişkilerini anlamlandırmakta kullanır. Bunu türsel varoluşunun devamlılığı için yapar. Dil bu zorunlulukların ürünü olarak doğmuştur: “Dil, bilinç kadar eskidir, - dil, gerçek, pratik, öteki insanlar için de varolan ve o halde ben-kendim için de ilk kez varolan bilinçtir ve tıpkı bilinç gibi dil de, ancak, öteki insanlarla ilişkiler gereksinmesiyle, zorunluluğuyla ortaya çıkar.”28 Kültürü kuran ve bütünlüğünü sağlayan dildir. “Esas olarak kültür kavramı, somut bir toplulukta bireysel ya da ortak davranışı belirleyen semboller ve işaretler sistemiyle kuşaktan kuşağa aktarılan bilinçli “değerlere” ve “normlara” (davranış biçimlerine) indirgenmiştir.”29 İnsan etkinliği ve “bu etkinliği emmiş bulunan etkinlik ürünü (…) öznenin ayırdında olduğu bir şey olarak, yani ideal bir biçim içerisinde ürünün türemesini sağlayan bir dönüşüm”30 ile soyutlanıp kavramlaştırılır; yinelenebilir-aktarılabilir bir bütünlüğe kavuşur. Bu kavramsal yeniden üretimin aracı dildir. “Dil: kültür yapısını birarada tutan çimentodur (…) kültürü hem kurar hem geliştirir: genellikle toplumsallaşmayı da toplumsallaşmayla birlikte tarihsel sürekliliği de sağlamakla insan varlığını eksiksizce olanaklı kılar dil”.31 Dil, canlı olmakla birlikte, uygarlıkların fosillerinin sergilendiği bir müzedir.32 İnsanlığın kültürel gelişimi maddi yaşamın gelişimine koşut bir süreklilik ve değişim gösterir. Bu süreklilik içinde kültürel gelişim, maddi yaşamın değişimi ve aynı değişimin ortaya çıkarttığı yeni toplumsal ilişkilerin kültürel öğelere dönüşmesiyle gerçekleşir. Maddi yaşam içinde artık karşılığı olmayan toplumsal ilişkiler kendilerini yeniden üretemezler ve -çoğunlukla yeni toplumsal ilişkilerin içinde eriyerek- tasfiye olurlar. Bu aynı toplumsal ilişkinin karşılığı kültürel öğe için de geçerlidir. Ancak kültürel öğenin tasfiyesi eşzamanlı gerçekleşmez; tasfiye olmuş maddi ilişkilerin yaratmış olduğu alışkanlıklar içinde, bu alışkanlıkların gücüyle orantılı olarak bir süre daha yaşar. Doğal çevrenin farklılığı, maddi gelişme düzeyindeki eşitsizlik, tarihsel birikim çeşitliliğinin zihinsel soyutlama ve dolayısıyla dilde yaratmış olduğu farklılıklar aynı zaman kesitinde ve benzer maddi temele sahip toplumlar arasındaki kültür farklılığını açıklar. Bu farklılık ulus düzeyinde “tarihselliğin damgasını taşıyan, kuşaktan kuşağa aktarılan, insanlar-arası, nesnel, ortaklaşa bir halk, bir devlet varlığı olarak görünür.”33 Aynı dili konuşanları siyasal olarak birleştirerek kapitalizmin gelişmesi için ge28 29 30 31 32 33
1979 Ankara, s. 43. K. Marx - F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Sol Yayınları, ikinci baskı, Kasım 1987, s. 56. V. Mejuyev, a.g.e., s. 146. A.N.Leontiev, “Etkinlik ve Bilinç”, “Sosyalist İnsan ve Etkinlik” içinde Akış Yayıncılık, birinci basım, Haziran 1988, s. 84. Nermi Uygur, a.g.e., s. 19. A. Gramsci, a.g.e., s. 178. Nermi Uygur, a.g.e., s. 18-19.
133
Yaşayan Marksizm
rekli pazarı, ekonomik temeli ve bu temelin sürekliliğini sağladığı için tarihsel olarak “bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir”.34 Ulus-devlet: …etnik-ırksal bir oluşumun sonucu ve ürünü olduğu için değil, tersine bölgesel farklılıkları, etnik başkalıkları, din mezhep ve dil ayrılıklarını aşan daha üst düzeyde bir örgütlenme olduğu için ileri bir toplumsal formasyondur. Etnik ilişkilerin, toprak, dil ve kültür ortaklığının yaratmış olduğu karmaşık malzemeden, bunların tümünü kucaklayan ve tümünün üstünde yer alan bir kimlik olarak ulus inşa edilmiştir.35 Kapitalizmin, dolayısıyla burjuvazinin bu tarihsel zorunluluğu, bir döneme damgasını vuran ezen-ezilen uluslar ayrımı ve çatışmasını, ulusal sorunları doğurmuştur. Ulusal kültürler kaba burjuva milliyetçi akımların kalkanı olurken, Lenin enternasyonalizmin unutulması olarak nitelediği Otto Bauer’in “ulusal kültürel özerklik” tezi üzerine şunları yazar: “Ulusal kültürel özerklik” en ince, bu yüzden de en tehlikeli milliyetçiliği temsil eder; bu, ulusal kültür sloganlarıyla ve son derece zararlı, giderek anti-demokratik bir şey olan eğitimin milliyetlere göre bölünmesi yolunda propaganda ile işçilerin yozlaştırılmasıdır. Kısacası bu program, proleter enternasyonalizmiyle mutlak olarak çelişir; ve ancak küçük burjuva milliyetçilerin ülkülerine yanıt verir.36 Bu saptama enternasyonalizmin uluslararası dayanışmaya, sınıf mücadelesinin de kimlik siyasetine indirgendiği günümüzde komünistler yönünden daha fazla geçerlidir. “Siyasetin, hukukun, bilimin, sanatın, dinin vb. tarihi yoktur”.37 Sınıflı toplumlar tarihi aynı zamanda insanlık kültürünün çok uzun zaman dilimleri halinde, farklı bir sınıf egemenliğinin ifadesine büründüğü ve ilgili egemen sınıfın adıyla anılan bir tarihtir. Bu yüzden siyasetin, hukukun, bilimin, sanatın, dinin vb.nin de tarihidir. Toplumun maddi yaşamını egemenliği altında bulunduran sınıflar böylelikle maddi yaşamın zorunlu ifadesi olan toplumsal ilişkileri de egemenliği altına alırlar. Egemen düşünceler bütün çağlarda egemen sınıfın düşünceleri38 olduğundan, verili bir kültür verili bir toplumda, verili sınıf egemenliği dolayımıyla vücut bulur. Kapitalist üretim ilişkileri işçi sınıfına, üzerinde kendi “ebedi” sınıf egemenliğini inşa edeceği ekonomik bir temeli değil, diğer sınıflarla birlikte kendisinin de yok olacağı yeni bir uygarlığın temelinin maddi öncüllerini verir. Bu yüzden, bu yeni uygarlığın inşasında ayrıca “işçi sınıfı kültürü” diye tanımlanabilecek bir kültürden söz edilemez. Komünist kültür yalnızca işçi sınıfının kültürü değil, insanlığın 34 V. İ. Lenin, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı, Şubat-Mayıs 1914”, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, dokuzuncu baskı, Ankara 1998, s. 53. 35 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ağustos 2008, s. 67-68. 36 V. İ. Lenin, “RSDİP’nin Ulusal Programı”, a.g.y., s. 9-10. 37 K. Marx-F. Engels, a.g.e., s. 128. 38 K. Marx-F. Engels, a.g.e., s. 79.
134
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
evrensel kültürüdür. Ulusal ve dilsel her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını savunan Lenin, evrensel kültür için, “işçi demokrasisinin sloganı “ulusal kültür” değildir, demokratizmin ve dünya işçi hareketinin uluslararası kültürüdür” der.39 Troçki de proleter devrimin tarihsel anlamının “bir sınıf kültürü olmayacak ama ilk kez gerçek bir insanlık kültürü olacak bir kültürün temellerini atmasında”40 yattığını söyleyerek Lenin’e katılır. Söylenenlerden burjuva toplumunda farklı sınıfların içine itildikleri maddi koşulların sonucunda doğan farklı yaşam tarzlarının ve bu temelde oluşması beklenen kültürel farklılığın, bu farklılığın doğurduğu haklı soruların göz ardı edildiği anlamı çıkmaz: İşçi sınıfı, antropologlarca dile getirilen farklı anlamlı bir kültürel pratikler serisine sahiptir; örneğin, konuşma, şakalaşma, yemek yeme, hikâye anlatma, şarkı söyleme, dans etme, giyim tarzı vb. gibi. Yaşam tarzları, yaşama şekilleri ve kendilerini ifade etmeleri farklıdır ve bu onların tarzını burjuva olmayan bir tarz kılar, ancak bu tip bir kültürel farklılığın, sosyalist ideolojiye sahip işçi-sınıfı politik kültür ve işçi organizasyonları oluşumunda etkili olup olmadığı belli değildir.41 Benzer gözlemleri, zamanın İngiltere’sinde yapan Engels’in, bu soruya verdiği yanıt olumludur. İşçi sınıfının içine itildiği yaşam tarzı onu burjuvaziye karşı isyana zorlayacaktır: Sakin, otsu yaşamlarında huzurluydular;* sanayi devrimi olmaksızın, 39 V. İ. Lenin, “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar”, a.g.y., s. 18. 40 Leon Troçki, a.g.e., s.11. 41 Douglas E. Foley, “İşçi Sınıfı Antropolojik Anlamda Bir Kültüre Sahip midir?”, Fark/Kimlik SINIF, EOS yayınları, birinci baskı, Eylül 2007, s. 266. * İlk özel notu, “huzur” sözcüğünün çağrıştırdığı bir slogandan ötürü, bu satırların yazıldığı sırada eylemlerinin 58. gününü sürdüren yiğit TEKEL işçileri için düşüyorum. Eylem boyunca, sıkça yineledikleri iki sloganları oldu. Biri, kararlılıklarının dışavurumuydu: “Ölmek var, dönmek yok!”. Diğeri, içinde geçen “barış” sözcüğü dolayımıyla “huzur”u çağrıştıran, eylemi doğuran toplumsal bilinç düzeyini en iyi yansıtan slogandı: “İş, ekmek yoksa barış da yok!”. Hiç şüphesiz, sermaye sürekli bir toplumsal barışı ne dün sağlayabildi, ne bugün, ne de gelecekte sağlayabilecek. Çünkü sermaye kendi iç huzuru için “toplumsal barışı” hem elzem görür, hem de bir süre sonra doğası gereği onu bizzat kendisi bozar. Buradan bakıldığında, işçilerin sloganındaki “barış” sözcüğü şu iki anlama da gelebilir: sermayenin iç huzuru olarak barış ve “toplumsal barış” olarak “toplumsal huzur”. Tekel işçileri, eylemleriyle uzunca bir aradan sonra sınıf mücadelesinde yeni bir perdeyi aralarken, kabul etmek gerekir ki “barış”ı ikinci anlamıyla kullanıyor; kendi “huzur”larını da feda ederek, “toplumsal barış”ı bozmakla sermayeyi tehdit ediyorlardı. Buradan “iş” ve “ekmek” olduğu sürece sermayenin egemenliğine razı, onun iç huzuruna saygılı olacakları iması da çıkar mı? Eyleme yansıyan toplumsal bilinç düzeyi bununla sınırlı görünüyor. Ama bu hiçbir biçimde onların eylemine, eylemin işlevine gölge düşürmez. Huzurun toplumsal kurtuluşa açılan diğer boyutu, sermayenin iç huzurunun sorgulanması, mücadelenin giderek genişlemesi ve kendi üzerinde düşünmeye başlamasıyla mümkün değil midir? Tekel eylemi, işçilerin istem ve söylemlerinden bağımsız, işte bu yürüyüşe yapılmış bir çağrı, bir başlangıçtır. Abartılmamalı doğru, ama eylemin hakkını da teslim etmeliyiz. Başarılanlara, yeni yaratılan mücadele biçimlerine gözlerimizi kapayamayız. Kısaca bunlara değinerek notu bitireceğim. Tekel işçileri, Başkentin orta yerine, eylem boyunca üslendikleri; kendi otonomilerini, yasalarını işler kıldıkları bir başka Başkent kurdular. Bu örnekle işçi sınıfının parçalanıp ufalandığı, bu yüzden de etkisiz kaldığı savlarını boşa çıkararak, eylem alanının iş yerleri ile sınırlı kalmadığında, işçilerin eskiden olduğundan daha büyük birlikleri yaratabileceğini, süreklilik kazandırabileceğini kanıtladılar. Yaşamı sürdüren emeğin kurucu niteliğine kışta kıyamette, Anakara ayazında, kurdukları çadır kentle ve bu kentte sürdürdükleri farklı bir hayatla somut örnekler verdiler. Bunları yaparken, kendi siyasetlerini oluştururken pek öyle kimseye de danışmadılar, kendi meşreplerince eylediler. Yapmak zorunda kaldıkları bu eylem, tükenmekte olan insanı yeniden hayata, sahici dünyaya çağıran bir davete dönüştü. Toplumun her kesiminden pek çok insan, bu sese kendiliğinden kulak verdi. Sonunda eylem topluma tutulan bir ayna oldu ve ona çoktandır unutturulmuş insanın güzel yüzünü yansıttı. Tekel eylemi nasıl sonlanır bilinmez, ama bundan bağımsız ve her koşulda kesin olan bir şey var ki o da bu eylemin insana dair umudu yeniden yeşerttiği; topluma “insana yaraşır bir konum” elde etmenin biricik yolunu göstermeyi başarmış olduğu gerçeğidir. İşçi sınıfı bu eylemiyle, toplumun vicdanı olmayı başarmış, güven tazelemiş ve günümüzün kahramanlarını içinden çıkarmaya muktedir yegâne güç olduğunu da kanıtlamıştır. (10.02.2010).
135
Yaşayan Marksizm
sıcak-romantikse de insana yakışmayan bu yaşamdan asla çıkamazlardı. Gerçekte, onlar insan değildi; o zamana kadar tarihe rehberlik etmiş bir avuç aristokratın hizmetinde çalışan makinelerdi. Sanayi devrimi, işçileri basit ve salt makineler yaparak onlardan, bağımsız etkinliğin son kırıntılarını da çekip aldı ve böylece onları, insana yaraşır bir konumu düşünüp istemeye zorlayarak, süregelmiş durumu, kendi mantıklı sonucuna ulaştırmış oldu.42 Komünist kültür düşüncesini şimdiden insan zihninde var eden ne saygıdeğer hümanistlerin soyut insan sevgileri, ne de entelektüellerin parlak fantezileridir. Komünist kültürü bugünden insan zihnine sokan “daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin, vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf”ı,43 işçi sınıfını doğuran kapitalist üretim ilişkileridir. Lenin Bundçuların soyut kültür anlayışlarını eleştirirken, komünist kültürün kapitalist toplumdaki somut nesnel kaynağının sömürülen emekçi yığınlar olduğunu yazar: Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığını vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda (çoğunlukla aşırı gerici ve yobaz nitelikte olan) bir burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal kültürün “bir öğesi” olarak kalmaz, egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle, “ulusal kültür”, genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve burjuvazinin kültürüdür.44
Buraya kadar anlatılanların oluşturduğu çerçeve ile birlikte, Komünist kültür ve Komünist devrim kavramları, bundan sonraki bölümlerde kültürleşmeyi tanımlar ve bir kavram olarak kullanırken ona referans olacaktır: · Komünist kültür, insan uygarlığının tarihsel sürekliliği içinde filizlenmiş; “toplumsal bireyin”* öznesi olduğu; gerçekleşmesi sınıflı toplumların sonu, yeni, farklı bir uygarlığın ve dilin doğuşu demek olan yeni evrensel kültürdür. · Komünist devrim toplumsal bir devrim, insanlığın süregelen toplumsal evriminde sınıflı toplumdan, sınıfsız topluma, tarih öncesinden insanlığın gerçek tarihine geçiş sürecidir. Komünist devrimle kültür de onu bir sınıf egemenliğine tabi kılan maddi zorunluluktan kurtulacak; yeni bir uygarlığın kurucu öğesi olurken, insanlığın gerçek zenginliğinin kaynağına, evrensel ortak hazinesine dönüşecektir. 42 Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yayınları, birinci baskı, Ekim 1997, s. 48. (Vurgu bana ait) 43 K. Marx-F. Engels, a.g.e., s. 70. 44 V. İ. Lenin,” Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar”, a.g.y., s. 21. * “Toplumsal birey”, genel üretici güç-“general intellect” ile birlikte, “Evrensel Yeni Bir Kültürün Maddi Öncülleri” bağlamında başka bir yazıda ele almayı gerektiriyor. Çünkü bu kavram, daha ileride bu yazıda da değinileceği gibi, Marx’ın burjuva toplumu eleştirisinin aynı zamanda yeni toplumun tasavvuru olduğuna iyi bir örnektir.
136
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
Devrimci eleştirinin kurucu pratiği: “kültürleşme” “Kültürleşme”, kabul gördüğü resmi içeriğiyle toplumun sürekliliğinin nasıl sağlanacağı sorusuna, yönetenlerin penceresinden bakarak verilen bir yanıttır: “Kültürleşme (acculturation), iki ya da daha çok kültürün, karşılıklı etkileşme sonucu, benzeşme yönünde değişmeye uğramaları45”dır. Ama elbette işler böyle yürümez. Çünkü “maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”46 Ve bugüne değin bütün tarihin gösterdiği gibi: “Emek, evrime uğrayarak toplumsal emek haline geldiği ve böylelikle zenginliğin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde, emekçide yoksulluk ve teslimiyet, çalışmayanda da servet ve kültür gelişir.”47 Bu nedenlerle, kültürleşme verilen tanımıyla tüm insan etkinliğinin koşulsuz olarak sermayenin çıkarlarına bağlanması anlamına gelir. Gerçekte günümüzde olan da farklı değildir. İşbölümü ve üretim araçlarının özel mülkiyeti emeğin üretimin maddi koşulları ile doğrudan birliğinin parçalanmasına yol açmış; emeğine yabancılaşan insan, kendi hayatına yani öz varlığına da yabancılaşmıştır. Çünkü “kendi hayatı insan için bir nesnedir. Yalnız bundan ötürü etkinliği özgür bir etkinliktir. Yabancılaşmış emek bu ilişkiyi ters çevirir, öyle ki insan bilinçli bir varlık olduğu için kendi hayat etkinliğini, öz varlığını, varoluşu için basit bir araç yapar.”48 İnsanın kendi öz varlığına yabancılaşması gerek kapsam, gerekse derinlik yönünden sermaye egemenliği koşullarında başka hiçbir tarihsel dönemle kıyaslanamayacak düzeye ulaşmıştır. Günümüzde sermaye kültürün iki temel kurucu öğesi insanı ve doğayı tüketerek, insanın varoluşunu değil, sermayenin varoluşunu amaç edinen, bu nedenle de gerçekte kültür olmaktan uzaklaşan evrensel bir kültür yaratmıştır. Bu yüzden, yapıldığı haliyle yapana da pek inandırıcı gelmeyen verili kültürleşme tanımının hemen ardından kültürlerin karşılıklı etkileşmesine açıklık getirilmek zorunda kalınır: “Etkiler, çoğu zaman, çift-yönlü olmaktan çok, tek-yönlüdür.”49 O halde, “kültürleşme için “kültür aşılama” denilebilir”50 tanımı, aşılananın egemen kültür olduğu dikkate alındığında günümüz gerçekliğini de yansıtan daha doğru bir tanım olur. Devrimci eleştirel pratik, sistem eleştirisine sermayenin kendisini her yeniden üretiminin zorunlu olarak insanı kendi doğasına yabancılaştıran ilişkiler ağının da yeniden üretimi olduğu gerçekliğinden hareketle başlar. Yabancılaşmış insan 45 http://www.ingilizce-ders.com/bilim-arastirma/kultur/kultur/04-kulturel-surecler.htm. (07.02.2010). Yalçın İzbul, “Kültür ve Kültürel Süreçler”. 46 K. Marx - F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Sol Yayınları, ikinci baskı, Kasım 1987, s. 79. 47 K. Marx-F. Engels, “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi”, Sol Yayınları, üçüncü basım, Ekim 1989, s.25. 48 K. Marx, “1844 Felsefe Yazıları”, V Yayınları, Eylül 1986, birinci basım, s. 80. 49 Yalçın İzbul, a.g.y. 50 Umut Omay, a.g.e., s. 13.
137
Yaşayan Marksizm
emeği olarak sermaye giderek insanı daha fazla kendi emeğinin kölesi yapar. İnsanın türsel özelliği51 özgür ve bilinçli etkinlik, öz varlığını tüketen zorunlu çalışma olarak ona dayatılır. Ürün insanın kendisini gerçekleştirmesinin bir aracı olmaktan çıkar, özgürlüğünün prangasına dönüşür. Bütün bunlar devrimci eleştirinin hedefidir ve devrimci eleştirinin yıkıcılığı, gücünü geçmişte olduğundan daha fazla kendi kuruculuğundan almak zorundadır. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Almanya’da basımı için mektuplaştığı Lassalle’a çalışmasını özetlerken 2 Şubat 1858’de şunları yazar: “İlk olarak ele alınması sözkonusu olan çalışma, iktisadi kategorilerin eleştirisidir ya da, başka bir ifadeyi daha uygun bulursan, burjuva ekonomik sisteminin eleştirel açıklamasıdır. Bu, hem sistemin açıklamasıdır ve hem de açıklama bahanesiyle, sistemin eleştirisidir.”52 Hiç şüphesiz Marx eleştiri üzerine yazarken, sözkonusu kendi çalışması olduğundan alçakgönüllülük göstermekte, kapitalizm eleştirisinin aynı zamanda yeniyi kurmaya yönelik pratik bir faaliyet anlamına geldiğine değinmemektedir. Oysa Marx’ın eserlerinin neredeyse tamamı, burjuva toplumunun eleştirisi üzerinden aynı zamanda ufukta görünmekte olan yeni toplumun mutlaklıktan uzak, kuramsal bir betimlemesidir de. O daha sonra Ricardo’nun ardıllarından Richard Jones’u eleştirirken bunu şöyle belirtecektir: Fakat burjuva üretim tarzının ve ona tekabül eden üretim ve dağıtım koşullarının tarihsel olduğunu kabul ettiğiniz andan itibaren, onları üretimin doğal yasaları gibi görme hayali yiter ve kapitalizmin bir geçişten ibaret olduğu yeni bir toplumun, [yeni bir] ekonomik sosyal formasyonun manzarası gözler önüne serilir.53
Kapitalizmin devrimci eleştirisi kesin kalıplar içinde olmasa da, yeni toplumun fiilen varolan öncüllerinden hareketle yapılan bir tasavvuru da olabilmeyi başarmalı, toplumun zihninde onun manzarasını canlandırabilmelidir. Sosyalizm kuruculuğu sınamalarının başarısızlığının ardından, geleceği bugüne izdüşüren54 işlevsel araçlar yaratarak, devrimci eleştirel pratiğe kurucu bir nitelik kazandırmak, günümüzde komünistlerin güncel ve zorunlu bir ödevidir. Günceldir, çünkü kapitalizm tarihsel sınırlarına dayanmış, hayat insanlığı sosyalizme çağırmaktadır. Zorunludur, çünkü yığınlarda varolana hücum ederek onu değiştirecek enerjiyi yaratmak öncelikle geçmiş sosyalizm kuruculuğu sınamalarının zihinlerde yarattığı travmanın üstesinden gelmeyi şart koşar. Bu görevleri yerine getirebilmek 20 yy. sosyalizm kuruculuğu sınamalarından, özellikle de ilk ve tarihteki en uzun süreli sınama olan Sovyetler Birliği deneyiminden çıkarılmış dersler temelinde gele51 K. Marx, 1844 Felsefe Yazıları, V Yayınları, Eylül 1986, 1. Basım, s. 79. 52 K. Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”, Sol Yayınları, dördüncü basım, Temmuz 1979, s. 286. 53 http://www.marxists.org/archive/marx/works/1863/theories-surplus-value/ch24.htm. (07.02.2010). Karl Marx, “Theories of Surplus Value”, 1861-63, [Chapter XXIV] Richard Jones. 54 Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, ikinci baskı, Haziran 2004, s.136-138.
138
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
ceği bugüne izdüşüren, bir başka deyişle geçmiş deneyimin derslerini akıp giden hayatın içindeki gelecekle buluşturan işlevsel bir araç yaratmakla mümkündür. Bu araç yığınların deneysel bilincinde giderek nesnel bir gereksinim olarak kendisini duyuran yeni toplumun öznesine bugünden kurucu bir nitelik kazandırmayı, böylece ona atfedileni görünür bir güce dönüştürmeyi ve yalnızca devrimci eleştirel faaliyetin ruhu olmakla yetinmeyip, şimdiden bütün toplumu kuşatmayı amaçlayan bir kültürleşme pratiği değilse, başka ne olabilir? “Reel sosyalizm” sürecinde Sovyetler Birliği’nin kendi gerçekliğini teorileştirdikten başka, bunu komünist harekete Marksizm olarak dayatan resmi eğilimi, iktidarın alınmasından sonra sosyalizme doğru atılan ilk adımı sosyalizmle özdeştirmekle eleştirir ve görevin “kendilerini kendi öz eylemleriyle adım adım dönüştüren birbiri peşi sıra gelen kuşakları gerekli kılan yepyeni bir kültürü inşa etmek”55 olduğunu söylerken Samir Amin de aynı ihtiyaca işaret etmektedir. Bu yazının tezi olarak kültürleşme kavramı, Amin’den farklı olarak, iktidara yönelik yürütülecek mücadeleyi de anılan görevin kapsamına dâhil eder ve bunu devrim sonrası görevin gerçekleştirilmesinin bir önkoşulu görür. Bu içeriğiyle kültürleşme geleneksel komünist harekete uzunca bir dönem egemen olmuş müzminleşmiş ekonomizmin katkısıyla sınıf savaşımının oldukça ihmal edilmiş bir alanında, köpeksiz köyde değneksiz gezen sermayenin resmi olarak icra ettiği kültürleşmenin tam karşısına düşer. Hedefi sermaye egemenliğinin zihinlerde kurduğu egemenliktir. Kapitalizmin zihinlerdeki sultasına saldırmak56, örgütlü mücadelenin daha kapitalizmin bağrındayken başlatılması zorunlu, öncelikli işidir. Bu iş şimdiden kültürleşmeyi bir program disipliniyle benimsemeyi, sınıfın yönetme yetisini ona şimdiden mücadele içinde kazandırma perspektifiyle bütün olanakları seferber etmeyi, çıkan her fırsatı bu gözle değerlendirmeyi gerektirir. Zor ve kelimenin tam anlamıyla bir “iğneyle kuyu kazma” işidir. Devrimci siyasetin erk ele alınmadan önce kurucu bir pratikle kültürleşmesi, sosyalist kuruculuğun çağımızın yaşanmış deneyimlerince kanıtlanmış olmazsa olmazıdır. Kültürleşme işçi sınıfının kurtuluşçu misyonunun bugünden toplumun gözünde ete kemiğe bürünmesi, bu bağlamda “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” sözünün hakkının gerçekten teslim edilmesidir. Yaşamın içinde üzerinde kök salınacak nesnel bir zemin oldukça, bu zemin gelişmemiş de olsa bize demokratik ve sosyalist bir kültürün embriyolarını sunacaktır. Yapılması gereken onları keşfetmek ve gelişebilmeleri için bilinçli örgütlü müdahalede bulunmaktır. Kültürleşme toplumsal devrimin zorunlu bir gereği olduğu ölçüde, üstesinden gelinmesi zorunlu bir hedeftir. 55 Samir Amin, “Emperyalizm ve Küreselleşme”, Monthly Review, Türkçe baskı, Temmuz 2006, Sayı 7, s.74. (Vurgu bana ait) 56 Haluk Yurtsever, “Sınıf Savaşları ve Devlet”, Yordam Yayınları Birinci Baskı, İstanbul Kasım 2006, s. 272.
139
Yaşayan Marksizm
Lenin’in Ekim Devrimi’nden beş yıl sonra sorduğu, “Yenilenler kültürlerini yenenlere kabul ettirecekler mi?” sorusuna, bugünün iktidarı almaya kararlı devrimcilerinin devrim öncesinden vereceği ikircimsiz olumsuz yanıttır kültürleşme. Kültürleşme neden bir zorunluluktur? Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü yüz binler Ve tek başınalıklarını sürdürdüler57 Sermayenin egemenliği “rıza” kisvesi içinde de olsa, temelde zora dayanır. Ekonomist eğilim zorun görünür, kaba biçimlerini algılamakla malul olduğundan, sadece aysbergin görünen yüzüyle ilgilenir. Oysa sermayeye asıl gücünü veren onun zihinlerde kurduğu egemenliktir ve bu egemenlik sayesindedir ki insanlar kendi öz varlıklarına karşı işleyen bir toplumsal ağa, yine kendi “rızalarıyla” bağlanmakla kalmaz, işleyişinde de rol alırlar. Bu egemenlik sermayenin salt ekonomik kategorilerle açıklanıp kavranamayacak bir toplumsal ilişkiler ağı olduğunun en açık kanıtıdır. Sermaye bu ağı ve egemenliği bile isteye değil, başka türlü yapamayacağı, evrensel hareketini başka türlü sürdüremeyeceği için kendi doğal hareketinin bir ürünü olarak yaratır. Onun bu doğal hareketi insanı doğasından uzaklaştırır. Sermayenin daha fazla kendisi olabilmesi insanın öz varlığından daha fazla uzaklaşması, kendi hayatına daha fazla yabancılaşmasıyla mümkündür. Bu egemenlik o yüzden dayandığı görünür kaba şiddetten daha fazla, nesnesi insan zihni olan daha rafine ve görünür olmayan bir zora dayanır. Umut Omay, “psikolojik açıdan kültür insan beyninin yazılımıdır”58 derken haklıdır. Sermaye kültürü insan zihnini işlemlediği bir araca dönüştürmüştür. İnsan zihni onun bir yapboz tahtasıdır. Sermaye egemenliğinin sürekliliği, egemenlik alanındaki herşeyin süreksizliğine bağlıdır: Kendini sürekli kılmak isteyen kapitalizmin, kendisinden başka bir şeyin sürekli olmasına tahammülü yoktur. Bunun nedeni, kapitalizmin kendi sürekliliğini, manipüle ettiği şeylerin süreksizliği, gelip geçiciliği üzerine kurmuş olmasıdır. Kapitalizmde sürekli olan tek şey, manipülasyonun kendisidir.59
Bu işlemleme o denli hızlı gerçekleştirilir ki hiçbir şey yerinde kalmaz, zaman hızlanır ve tümüyle insana ait olmaktan çıkar. Aradığını aradık, koyduğunu koyduk yerde bulamayan, enformasyon bombardımanına uğramış insan beyni karanlıkta fener ışığına yakalanmış tavşan gibi felç olur. Düşünemeyen acı da duymaz. Serol Teber’in deyimiyle, insan sanki bir tür “moral anestezi”ye60 maruz kalır; şairin sözünü ettiği korkunç yalnızlık içinde ve tarif edilmiş yapay bir 57 58 59 60
Ataol Behramoğlu, “Tek Başınalık” Umut Omay, a.g.e., s. 68. Umut Omay, a.g.e., s. 118. Serol Teber, “İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş”, Papirüs Yayınevi, birinci basım, Temmuz 2001, s. 139.
140
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
“mutluluk” haliyle, tıpkı diğerleri gibi kendisine ait olmayan bir hayatın içinde yaşamayı kabullenir. Tahribat ve ele geçirilme o kadar büyüktür ki, şeyleşme61 sürecinde kendi emeğinin kölesine dönüşen insan, ait olduğu toplumsal sınıftan koparılmış ve etiket değeri, tüketimle ölçülen farklı sosyal statülerin içine savrularak “kişisel özgürlüklerine”62 kavuşturulmuştur: Piyasa insanları birbirleri arasındaki sınırları belirlemede kullandıkları mallardan oluşan bir bariyer üretir. Kişinin kendini tüketim ile ifade etmesi, kapitalist toplumun merkezi kültürel pratiği haline gelir. Burjuva sosyolojisi, insanların sosyal sınıf olarak düşündükleri şeyin statü grubu olduğuna dair detaylı ölçümler geliştirmiştir.63
Burjuvazi insan bilincine kişisel özgürlüğü gerçek özgürlük, kendi toplumunu da “özgür” bireylerin gönüllü birliği olarak nakşetmeyi becermiştir. Oysa kişisel özgürlük belli koşullar altında rastlantısallıktan rahatça yararlanma hakkından başka bir şey değildir. Burjuva toplumu ise, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde anlattığı gibi, “ödevin sesine” yönelmiş, “birtakım ilkelere uygun biçimde davranmak: ve usuna başvurmak zorunda olduğunu”64 gören insanların isteyerek özgürce kurmuş oldukları bir birlik değil, kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu bir ürünüdür.65 Lukacs burjuvazinin zihinlerde kurduğu bu üstünlük karşısında, proletaryanın üstünlüğünü onun sınıf olarak sahip olduğu gizilgüçte görür: …proletaryanın sonuç alıcı silahı, biricik ve etkili üstünlüğü, onun toplumun bütününü somut bir tarihsel bütün olarak görme yeteneğidir; şeyleşmiş biçimleri insanlar arası birer süreç olarak kavrama becerisidir; yani tarihsel gelişmenin, kendi bağrında yatan, ama soyut biçimlerin çelişkilerinde ancak negatif olarak ortaya çıkan anlamını görebilmek ve bu anlamın pozitif yanını bilinç düzeyine çıkarmak ve de pratiğe aktarmak.66
Ama tam da sorun burada değil midir? Nasıl olacaktır bu? Biliyoruz ki tüm toplumsal ilişkiler zihinlere doğrudan değil, tıpkı insan gözünde olduğu gibi yoğunlaştırıcı bir mercekten, egemen sınıfın ideolojik prizmasından geçerek dolaylı yansıyor ve imgeyi ayakları üstüne oturtacak sinir sistemi burada yok.67 Eksikliği “dışarıdan taşınacak” bilince havale etmek ne kadar yeterli oldu ve şimdiden sonra olacaktır? Yeterli olmadığını dünya komünist hareketinin tarihi söylüyor. Yeterli olamayacağı ise uğradığı işlemleme sonucu insan zihninde meydana gelen hasarın büyüklüğünden anlaşılıyor. 61 62 63 64 65 66 67
György Lukacs, “Tarih ve Sınıf Bilinci”, Belge Yayınları, birinci baskı, Mart 1998, s. 179. K. Marx-F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Sol Yayınları, ikinci baskı, Kasım 1987, s. 111. D.E.Foley, a.g.m., s. 271. J.J. Rousseau, “Toplum Sözleşmesi”, Öteki Yayınevi, üçüncü basım, Kasım 1999, s. 52. K. Marx-F. Engels, a.g.e., s. 111. György Lukacs, “Tarih ve Sınıf Bilinci”, Belge Yayınları, birinci baskı, Mart 1998, s. 308. K. Marx-F. Engels, Seçme Mektuplar, “Engels’ten Berlin’deki C. Schmidt’e (Londra, 27 Ekim 1890)”, Evrensel Basım yayın, birinci baskı, Ekim 1996, s. 104.
141
Yaşayan Marksizm
Bilinçlerde yaratılan bu tahribat insanı amaç edinen yeni bir kültürün, sermaye egemenliğinin bıçakla kesilip atılacağı bir milattan sonraya neden bırakılamayacağını, onun neden “yukarıdan aşağıya” girişilecek bir kültürleşme çabasının ürünü de olamayacağını, daha ötesi sözkonusu işlemleme asgari düzeyde kırılamadığı koşullarda iktidarı alma düşüncesinin kendisinin bile neden bir hayal olacağını açıklar. Sermayenin kendini gerçekleştirirken tükettiği günümüz insanı işbölümünün henüz yeterince tutsağı olmamış Rönesans kahramanlarından68 ya da üretimin bilgisini henüz yitirmemiş dik başlı manifaktür işçilerinden artık oldukça uzaktadır. Kültürleşme bu yüzden, hem kapitalizmin devrimci eleştirisiyle birlikte başlayan iktidar mücadelesinin bir ürünü, hem de onun sürekliliğinin ve hedefine ulaşmasının güvencesi, önkoşulu olmak, günümüz kahramanlarını zafere ulaştıracak “karakter gücünü” açığa çıkarmak zorundadır. İşçi sınıfının eleştirel faaliyetini daha kapitalizm koşullarında iken düzenden bağımsız olarak kültürleştirememesinin doğuracağı sonuçlar en açık biçimde sınıf mücadelesinin yaşanmış tarihi üzerinden kavranabilir. Bu eksikliğin en çarpıcı sonucu gelişmiş kapitalist ülkelerde başlangıçta düzenden bağımsız başlayan isyanların egemen kültür tarafından özümsenerek ehlileştirilmesi, devrimci hedeflerinden uzaklaştırılmasıdır. Ehlileştirme egemen kültürün pratik ifadesinden başka bir şey olmayan biçim ve usul aracı kılınarak gerçekleştirilir. Genel oy hakkı için yapılan mücadele ve sendikaların geçirdiği evrim söz konusu süreci anlatan iyi örneklerdir: Genel oya dayanan parlamenter temsili sistem ve sendikalar, başlangıçta ikisi de emekçi sınıfların mücadeleleri açısından önemli olan bu mekanizmalar çok geçmeden burjuva sınıf egemenliğini pekiştiren ve sağladıkları meşrulaştırıcı etkiyle kolaylaştıran ortamlara dönüştüler. Soru, bunun nasıl olduğudur. Kapitalist sınıf, karşıtını, işçi sınıfını kurallarını ve sınırlarını kendisinin belirlediği bir “oyuna” ortak etti. Karşı taraf açısından, düzenin kuralları içinde oynamanın ilk ve kaçınılmaz sonucu, içerik ne kadar devrimci ve köktenci olursa olsun dayatılan düzlemin meşruluğunu ve bağlayıcılığını önce bir biçim ve usul koşulu olarak kabul etmek demektir. Başka türlü söylemek gerekirse, burjuva demokrasisi genel oy ve benzeri mekanizmalarla, en başta “mezar kazıcısı”nı mücadele araç ve yöntemleri bakımından düzenin uzlaşmaz karşıt ucu olmaktan, o bilinçle örgütlenmekten ve davranmaktan de facto olarak, fiilen uzaklaştırmayı başarmıştır. İşçi sınıfının 1848 devrimleriyle sahnede bir sınıf tarafı, bağımsız bir güç olarak göründüğü ilk andan itibaren burjuvazi bunu yapmıştır. …işçi sınıfı Avrupa’da genel oy ve sendikal mücadeleler yolundan hiç azımsanmayacak toplumsal hak ve avantajlar elde etmiştir. Ne pahasına? Kilit soru budur. Avrupa komünist ve işçi hareketinin bu kazanımlar 68 Friedrich Engels, “Doğanın Diyalektiği”, Sol Yayınları, yedinci baskı, Ankara 2002, s.33.
142
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
karşılığında verdiği ödün tek sözcükle devrim program ve pratiklerinden uzaklaşmak olmuştur. Faşizmin ya da tekellerin varlığı, faşist olmayan bir kapitalizme, tekellerin kuşatıldığı “ileri demokratik” bir kapitalizme razı olmanın gerekçesi durumuna gelmiş; burjuva demokrasisi, ekonomik/ toplumsal hak ve kazanımlar programın asgarisi değil azami derecesine yükselmiştir. Avrupa işçi hareketi 1970’li yıllarda programını gerçekleştiremediği için değil, bu programı gerçekleştirdiği için programsız kalmış ve bunalıma girmiştir.69
Birinci Savaşla başlayan devrimci dalganın çekilmesinin ardından günümüze değin uzanan dönemde, sendikal hareketin işçi sınıfını ehlileştirme sürecinde oynadığı rol, bu örgütlerde ekonomizmin kurduğu egemenlikle doğrudan ilişkilidir. Sendikal hareketin politikleştiği durumlarda bile, bu politikleşmeye öncülük yapan, iktidar ve dünya devrimi perspektifinden feragat etmiş komünist partilerin eliyle aynı politikleşme işçi sınıfının biraz daha fazla sosyal-demokratlaştırılması ve düzene soğurulmasıyla sonuçlanmıştır. Marx yıllar öncesinden yaptığı uyarısında haklı çıkmış, düzenin sonuçlarına karşı gerilla savaşları ile yetinen sendikalar hedeflerini büsbütün yitirmişlerdir.70 Burjuvazi sendikaları burjuva kültürün bir parçasına, sermaye egemenliğinin aracına dönüştürürken, sadece geniş işçi yığınlarını kontrol olanağını kazanmakla kalmamış, onların verili durumlarını siyasi karşıtlarına salt düzen içi ekonomik mücadele kurumları ya da en fazla “sosyalizm okulundan çok, bir siyaset okulu” 71 olarak kabul ettirmeyi ve böylece bu örgütlerin bağrında taşıdığı devrimci olanağı gözlerden gizlemeyi başarmıştır. Kültürleşmeyi zorunlu kılmanın ötesinde ona aciliyet kazandıran bir başka olgu, sermayenin doğrusal hareketinin doğanın yaşamsal döngülerini keserek canlı yaşamı tehdit etmeye başlamış olmasıdır. Canlı yaşamın insan eliyle yeryüzünden silinme olasılığına da, aynı tehdidin üstesinden gelecek ortak evrensel bir aklı yaratma olanak ve fırsatına da insanlık daha önce hiç bu kadar yakın olmadı. Ancak zaman ilkinden yana işliyor. Kapitalizmin tehdidi sermayenin hareketiyle her geçen gün bir olasılık olmaktan çıkıp yakın bir tehlikeye dönüşürken, olgunlaşmış fiili öncüllerinin varlığına rağmen evrensel ortak bir aklın vücut bulması bu öncüllerin sosyalizm için verilen siyasal mücadelenin içinde biraraya getirilip sermaye egemenliğine evrensel olarak son verilebilmesine bağlı. Çözümünü daha da zora sokan, her insandan özveri gerektiren sağaltıcı önlemlerin bugünden başlayacak kurucu bir kültürleşme pratiğinin ürünü tasarımlar olarak yükünü paylaşacak insanların rızasını almadan uygulamaya sokulamayacağı gerçeğidir. Çünkü sözkonusu önlemlerin çoğu, burjuva kültürün kendisine yabancılaştırırken gerçek ihtiyaçlarından da uzaklaştırdığı insanların mevcut yaşam tarzı olarak içselleştirdiği bir dizi inatçı alışkanlığın kırılmasını gerektirecektir. 69 H. Yurtsever, a.g.e., s. 121-123. (Vurgu bana ait) 70 Karl Marx, “Ücret, Fiyat ve Kar”, Sol Yayınları, sekizinci basım, Kasım 1979, s. 72. 71 Kemal Okuyan, “Ne Yapmalıcılar Kitabı”, Yazılama Yayınevi, beşinci baskı, Mayıs 2008, s. 33.
143
Yaşayan Marksizm
Lenin: Eksik olan neydi? Devrimci eleştirel pratik için egemen kültüre teslim olmamanın koşulu iktidarı almaya yönelik siyasi faaliyettir. Ama bu koşulun yerine getirilmesinin tek başına yeterli olmayacağını, olamadığını “reel sosyalizm” deneyimi kanıtlamıştır. Bizzat Ekim Devrimi’nin mimarı Lenin’in, bu yetersizliğin üstesinden gelebilmek için sarf ettiği olağanüstü çabanın izini onun devrim sonrası yazdıklarından sürmek mümkündür. Hemen devrim ertesi, “Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti İşçi Kesiminin 4 (17) Aralık 1917 Oturumunda Petrograd İşçilerinin İktisadi Durumu ve İşçi Sınıfının Görevleri Üzerine” sunduğu raporda Lenin, üretimin örgütlenmesi ve devletin yönetimi sorunları üzerine devrimin temel, öne çıkan yakıcı gereksinmelerine işaret ediyordu: 25 Ekim Devrimi, burjuvaziye kesin olarak karşı çıkmaya yetenekli olduğunu gösteren proletaryanın büyük siyasal olgunluğunu ortaya koydu. Ancak sosyalizmin tam zaferi, proletaryanın egemen sınıf durumuna gelmeye aday olduğu bilinci iliklerine işlemiş, olağanüstü bir örgüt gerektirir. (…) Sorun yenmek ya da yenilmek sorunudur. (…) Siyasal bakımdan egemen sınıf olan ve bütün emekçileri yönetmesi gereken proletarya, egemen sınıf durumuna gelmek zorundadır. Devleti yönetmeye yalnızca burjuvazinin yetenekli olduğu yolundaki önyargıya karşı, savaşmak gerekiyor. (…) Üretimin örgütlenmesi, tamamen işçi sınıfına düşüyor. Devlet işlerinin, bankaların, fabrikaların yönetiminin, işçiler için erişilmez bir görev olduğu yolundaki önyargıdan kendimizi kesinlikle kurtaralım. Ama bütün bunlar sürüp giden engin bir örgütlenme çalışmasıyla gerçekleştirilebilir. Ürünlerin değişimini, muhasebeyi, sistemli denetimi örgütlemek zorunludur –işçi sınıfının görevidir bu ve işyerleri ve fabrikalar yaşamı, bu görevi yerine getirmek için zorunlu bilgileri onlara vermiştir. (…) İktisadi yaşamın örgütlenmesi için somut bir plan yoktur, olamaz. Böyle bir planı kimse yapamaz. Yalnızca yığın kendi deneyimine dayanarak, böyle bir planı aşağıdan yapabilir. Elbette göstergeler sağlanacak, yollar çizilecektir; ama aynı zamanda hem yukardan hem de aşağıdan başlamak gerekiyor.72 Lenin, iktidarın alınmasının hemen ardından acil görevleri sıralarken bir yerde işçi sınıfına atfedilen tarihsel misyonun gereklerini de yeniden sıralamakta ve işçi sınıfından şunları beklemektedir: • Ekim Devrimi ile burjuvaziye karşı çıkmaya yetenekli olduğunu kanıtlayan proletarya, kesin zafer için egemen sınıf olduğunu da kanıtlaması gerekiyor. • İşçi sınıfı devleti ve fabrikaları yönetebilmesi için ihtiyaç duyduğu zorunlu bilgilere sahiptir. 72 V. İ. Lenin, Ekim Devrimi Dosyası: II, Ekim Yayınları, Şubat 1990, birinci baskı, s. 115-117. (Vurgu bana ait)
144
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
• İktisadi yaşamın örgütlenmesi -o zaman kabul gördüğü gibi, yeni bir toplumun kuruculuğu- planı yalnızca aşağıdan yapıldığında başarıya ulaşabilir. Başlangıçta Lenin, burjuva iktidarı deviren işçi sınıfının, egemen sınıf olduğunu da kanıtlayacağından, devleti ve fabrikaları yönetmek için zorunlu bilgilere sahip olduğundan, üretimin planlamasına aşağıdan katılımın sağlanacağından çok emindi. Ancak bunun işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getireceğine duyulan samimi, ikircimsiz bir güvenden ibaret olduğunu, devrim öncesinden proletaryanın asgari kurucu-yönetici bir güç olarak örgütlenmesine yönelik bir hazırlığa dayanmadığını Lenin’in hemen Ekim Devrimi’nin arifesinde Eylül 1917’de yazdığı “Bolşevikler İktidarı Koruyabilecekler mi?” başlıklı makalesinden, “proletaryanın iktidarı ele geçirmesi halinde onu koruyamayacağını, devleti yönetemeyeceğini” ileri süren politik muarızlarına verdiği yanıttan öğreniyoruz: Bizler ütopyacı değiliz. Herhangi bir düz işçi ya da herhangi bir aşçı kadının hemen devlet yönetimine katılmaya yetenekli olmadıklarını biliyoruz. Bu noktada kadetlerle de, Breşkovskaya’yla da, Tsereteliy’le de aynı kanıdayız. Ama bizi bu yurttaşlardan ayırt eden şey şudur ki biz yalnızca zengin ya da zengin ailelerden gelen memurların devleti yönetecek, alışılmış günlük yönetim işini yerine getirecek durumda oldukları yolundaki önyargıdan hemen kurtulunmasını istiyoruz. Biz bilinçli işçiler ve askerler tarafından devlet yönetimi konusunda çıraklık yapılmasını ve geç kalmadan buna başlanmasını, yani bütün emekçileri, bütün yoksul yurttaşları bu çıraklığa katmaya geç kalmadan başlanmasını istiyoruz.73
Lenin’in altını çizdiği çıraklık için vaktin bir hayli geç olduğu bir ay sonra gerçekleşecek devrimle belli olacaktı. İlginç olan Lenin’in devrim sonrasında hayli meşgul edecek bu soruna ilk defa politik muarızlarının işçi sınıfının iktidarı alsa bile koruyamayacağını ileri sürmeleri üzerine değinmiş olması ve bunu tek başına ele alındığında resmi kültür kavramı kapsamı içinde değerlendirilebilecek somut bir kültürleşme örneği olan çıraklıkla ilişkilendirmiş olmasıdır. Lenin işçi sınıfının yönetici-kurucu bir güç olarak egemen sınıf konumuna yükselmesinin Rusya için yaşamsal önemini yeniden vurgularken, gelecekte fabrika yönetiminde tek tek kapitalistlere ve devlet yönetiminde tek tek bürokratlara ihtiyaç duyulduğunda benimsenecek ve bir hayli revaç görecek bir tutumun ipuçlarını vererek devam eder: İşte muzaffer proletaryanın nasıl davranacağı: Muzaffer proletarya iktisatçıları, mühendisleri, tarım bilimcileri, vb., bir “plan” hazırlamak, onu denetlemek, merkeziyetçilik araçlarıyla emek tasarrufu yollarını araştırmak, en basit, en ucuz, en pratik ve en genel denetleme araçlarını bulmak ereğiyle, işçi örgütlerinin denetimi altına koyacaktır. İktisatçılara istatistikçilere, teknisyenlere, bu iş için iyi ücretler vereceğiz, ama (…) eğer bu işi 73 A.g.e., s. 79. (Vurgu bana ait)
145
Yaşayan Marksizm
özene bezene ve tamamen emekçiler yararına yapmazlarsa, onlara yiyecek hiç bir şey vermeyeceğiz.74
Tek tek kapitalistler eski çarlık bürokratları belki açlıkla terbiye edilebilirdi, ama ya onlarda cisimleşmiş olan egemen kültür? Onunla nasıl baş edilecekti? Lenin’i ileride en fazla uğraştıracak sorulardı bunlar. Ekim Devrimi’nin üstünden henüz aylar geçmiştir. Lenin egemen kültürle baş edebilmenin yolunu işçi köylü kitlelerinin devleti yönetmeyi öğrenmelerinden geçtiğine dair inancını yitirmemiştir. “Halk Komiserleri Konseyi’nin Etkinliği Üzerine 11 (24) Ocak 1918’de Rusya İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri Üçüncü Kongresine Sunulan Rapor” da bu inancını şöyle dile getirir: İşçiler ve köylüler kendi öz güçlerine henüz yeterince güven duymuyor; yüzyıllardan beri sürüp gelen bir gelenek, onları yukardan buyruk beklemeye çok alıştırmış, proletaryanın egemen sınıf olduğu fikrine henüz büsbütün alışmamışlar; aralarında henüz burjuvazinin iğrenç okulundan geçmeleri gerektiğini düşünen yılgın, içe kapanık öğeler var. Bütün burjuva önyargılarının en iğrenci olan bu önyargı, kendini ötekilerden daha uzun zaman sürdürdüyse de, varlığını yitirmektedir, yitirecektir. Sovyetler iktidarının ileriye doğru attığı her adımda, basit bir işçi ya da basit bir köylünün devleti yönetemeyeceği yolundaki eski burjuva önyargıdan gitgide daha çok insanın kesin olarak kurtulacağına inanıyoruz. Basit işçi ya da basit köylü, devleti yönetebilir ve eğer öğrenmeye koyulursa, bu işi öğrenecektir!75
“Yüzyıllardan beri sürüp gelen bir gelenek” eski egemen kültürden, “egemen sınıf olduğu fikrine alışmak” da yeni bir kültürden başka ne anlama gelebilir? Yenilmiş olanların kültüründen, hala egemen olan kültürden güç alan bir önyargıya vurgu yapıyordu Lenin, burjuva önyargıların en iğrencine: basit bir işçi ve basit bir köylünün devleti yönetemeyeceği önyargısına. Fazla değil bir yıl sonra, 1919 başlarında, işçilere ve köylülere okunması için örnek olarak gösterdiği bir kitaba, Vesiyegonsk ilçesindeki Sovyetler iktidarının kuruluş çalışmasını, yöneticilerinin bir yıllık deneyimini anlatan “Tüfek ve Sabanla Bir Yıl”a atıfta bulunarak, “Sovyet fabrikalarının Sovyet olmayan ellere nasıl donattırıldığını” örnek verecek ve ekleyecekti: Burjuva aygıt temsilcilerine karşı siyasal güvensizlik, haklı ve gereklidir. Yönetme ve kurma amacıyla burjuva aygıttan yararlanmayı kabul etmemek, komünizme en büyük zarar veren en büyük alıklıktır. (…) Daha önce geri Rusya’da, Kolupaiyevler ve Razuvaiyevler yanında, kültürlü Menşevik, devrimci-sosyalist ve partisiz aydınları kendi hizmetlerinde kullanmasını bilen kapitalistler de ortaya çıkmıştı. Biz bu kapitalistlerden 74 A.g.e., s. 85. 75 A.g.e., s. 139. (Vurgu bana ait)
146
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
daha mı kafasız çıkacağız? Komünist Rusya’yı kurmak için biz bu “inşaat malzemesi”nden yararlanamayacak mıyız?76
“İnşaat malzemeleri” de kendi varlıklarının devamını aynı işbirliğinde görüyorlardı. Önemli olan bu işbirliğinin kime çalışacağıydı. Kısa vadede Sovyet iktidarı bu işbirliğinden şüphesiz ki büyük yararlar sağlayabilirdi. Ya sonra? Sonrası için olacakların işaretini Lenin, 19 Mart 1919’da, VIII. Parti Kongresine sunduğu Raporda verecekti: Kapitalizmin Rusya’da yeterince gelişmiş olmamasının acısını çekiyoruz. Görünüşe göre Almanya bu evreyi daha kolay geçiyor, çünkü bürokratik aygıtı haşin ellerdeydi, kan-ter içinde bırakıldı, ama bizim yöntemlerimizde olduğu gibi halkın efendisi olarak kullanılacak yerde, ciddi bir çalışma yaptırıldı. Biz eski bürokratik öğeleri kovduk, karman çorman ettik ve ardından onlara yeni yeni görevler vermeye başladık. Çarcı bürokratlar yavaş yavaş Sovyet kurumlarına sızdı ve buralara bürokratizmi soktu, kendilerini komünist olarak peçeledi ve mesleklerini güvence altına almak için, bir RKP kartı edindi. Kapıdan kovulan bu öğeler, böylece pencereden girdi. Burada, özellikle kültürlü güçlerin eksikliği kendini duyuruyor. Gerektiğinde bu bürokratların işine son verilebilirdi, ama bir çırpıda bu bürokratlar yeniden eğitilemezdi. Örgütlenme, kültür ve eğitim görevleri, bizden her şeyden önce beklenen görevlerdir. Bürokratizmle sonuna kadar, tam zafere kadar savaşmak, ancak tüm halk ülke yönetimine katılırsa olanaklıdır. Burjuva cumhuriyetlerde bu iş, yalnız olanaksız olmakla kalmıyor, ayrıca yasalar da bunu engelliyordu. Ne kadar demokratik olursa olsun en iyi burjuva cumhuriyetler bile, emekçilerin devlet yönetimine katılmasına karşı binlerce yasal engel çıkarıyor. Biz ülkemizde bu engelleri kaldırmaya çalıştık; ancak emekçi yığınların ülke yönetimine katılabilmelerini henüz sağlayamadık. Yasalar dışında, hiçbir yasaya bağlanamayacak bir kültür düzeyi sorunu var. Düşük kültür düzeyi, programlarına göre emekçiler tarafından yönetim organları olan Sovyetlerin, gerçeklikte emekçiler adına ve emekçi yığınlar tarafından değil, proletaryanın ileri katmanı tarafından uygulanan yönetim organları durumuna dönüşmesine yol açıyor.77
Özellikle son paragrafta belirtilen Sovyetlerle ilgili düşülen nota dikkat edilmeli. Sovyetlerin proletaryanın ileri katmanı tarafından yönetilen kurumlara dönüşmesi süreci, daha ileride değinileceği gibi Bolşeviklerin iktidarı koruma güdüsünün eşliğinde, sonuçta XII. Parti Kongresinde alınan kararlara, Sovyetleri tamamen felç eden parti-devlet bütünleşmesine kadar gidecekti. Henri Lefebvre’nin de saptadığı gibi Lenin 1920’de “Sovyet işçi sınıfını ülkeyi 76 A.g.e., s. 211. (Vurgu bana ait) 77 A.g.e., s. 223-224. (Vurgu bana ait)
147
Yaşayan Marksizm
idare edebilecek, sanayiyi yönetebilecek, teknolojiye hâkim olabilecek, bilimi ve Batı akılcılığını aşarak kendi içinde eritebilecek hale getirecek bir “kültürel” dönüşümün aciliyetini saptamıştı.”78 Ancak aynı yılın sonunda, Komünist Gençlik Birliği Kongresinde yaptığı konuşmada sorunun çetinliği, işçi sınıfından beklediği tepkiyi alamamış olması, Bolşevik önderlik içinde sorunun öneminin yeterince kavranamaması gibi nedenlerin etkisiyle olacak, devrimi yapmış kuşaktan beklentisini aşağı çekmişti: …kapitalist toplumda yetişen emekçiler kuşağının olsa olsa sömürü üzerine kurulu eski düzeni yıkma sorununu çözebileceği açıktır. Bu emekçiler kuşağı olsa olsa, proletaryanın ve emekçi sınıfların iktidarı ellerinde tutmasını; üzerinde ancak yeni koşullar içinde, insanlar arasında sömürü ilişkilerinin olmadığı bir çevrede işe başlayacak kuşağın yapı kuracağı sağlam temellerin atılmasını sağlayacak bir toplum düzeni yaratmanın getireceği sorunları çözebilir.79
Ekim Devrimi’nin üzerinden geçen beş yılın verileri, geçiş döneminin Lenin’in üzerinde yoğunlaştığı en yaşamsal sorununu kesin çizgileriyle saptayabilmesi için yeterliydi. XI. Parti Kongresine sunduğu politik raporda konserve gıdaların alımı için bile Politbüro talimatına gerek duyulması örneği üzerinden Ekim Devrimi’nin ekonomik ve politik gücünü, yani iktidarın gücünü aşan en önemli sorununu bir soru ve ona verdiği tek kelimelik yanıtla özetleyecekti: Rusya proleter devletinin elindeki ekonomik güç komünizme geçişi sağlamaya yeter de artar bile. Öyleyse eksik olan nedir? Besbelli ki eksiklik, yönetsel işlevleri yerine getiren komünistlerin arasındaki kültürdedir. (...) Peki, devrimden üç yıl sonra, Sovyet Cumhuriyeti’nin Başkenti’nde neden iki soruşturmaya, Kamenev ile Krasin’in müdahalesine ve konserve gıdaların alımında Politbüro’nun talimatlarına gerek duyulmuştur? Eksik olan neydi? Politik güç mü? Hayır. Para hazırdı, öyleyse politik olduğu kadar ekonomik güç de vardı. Tüm gerekli kurumlar bunun için elverişliydi. Öyleyse eksik olan neydi? Kültür.80
Lenin devrimden beş yıl sonra, kültür sorununu artık sadece geniş işçi ve köylü kitlelerindeki yetersizlikle sınırlamıyor, komünistleri de katarak değerlendirilmesi gereken bir eksiklik olarak tanımlıyordu. Böylece ilk kez eksikliğin kökeninin devrim öncesi mücadele içinde “eğiticilerin eğitimine” kadar uzayan bir perspektifle ele alınarak araştırılması gerekliliğinin de ipucunu veriyordu. Geçirdiği felçle hareket ve yazma yeteneğini yitiren Lenin, yardımcıları aracılığıyla da olsa düşüncelerini yazıya dökmeyi sürdürüyor, Partinin XII. Kongresine hazırlık yapıyordu. En fazla üzerinde durduğu konu, İşçi Köylü Denetimiydi. 78 Henri Lefebvre, “Modern Dünyada Gündelik Hayat”, Metis Yayınları, birinci basım, Mayıs 1998, s. 193. 79 V.İ. Lenin, “Rusya Komünist Gençlik Birliği III. Kongresindeki Konuşma, 2 Ekim 1920”, Proletarya Kültürü, Yar Yayınları, birinci baskı, Haziran 1979, s. 59. 80 V. İ. Lenin, Lenin’in Son Kavgası, Öteki Yayınevi, “XI. Parti kongresine sunulan politik rapor, 27 Mart, 1922”, s. 57-66. (Vurgu bana ait)
148
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
Amansız hastalığının Lenin’i bu faaliyetinden tamamen alıkoymasından önce tamamladığı “Az Olsun Öz Olsun!” başlıklı son makalesinde, mücadele edilmesi gereken sorunun büyüklüğüne kıyasla devrimin altıncı yılında ellerindeki olanağın oldukça yetersiz kaldığını şöyle teslim ediyordu: En zararlı şey, en azından bir şeyler bildiğimiz ya da gerçekten yeni, gerçekten sosyalist, Sovyet ve benzeri adları hak edecek bir devlet aygıtı kurmak için gerekli unsurların birçoğuna sahip olduğumuz varsayımına güvenmek olacaktır. Hayır, böylesi bir aygıttan, hatta yapısal öğelerinden gülünç denecek ölçüde yoksunuz ve bu aygıtı oluşturabilmek yıllar alacağından, buna bir zaman sınırlaması getirmememiz gerektiğini unutmayalım. Bu aygıtı kurmak için hangi unsurlara sahibiz? Yalnızca iki. Biri, sosyalizm mücadelesine katılmış olan işçiler. Bunlar, yeterince eğitimli olmayan unsurlardır. Bizim için daha iyi bir aygıt kurmak isterler ancak bunu nasıl yapacaklarını bilmezler. Dolayısıyla da kuramazlar. Bunun için gerekli kültüre henüz erişmemişlerdir ki gerekli olan da kültürdür. Bu noktada da birdenbire girişip işleri aceleye getirmekle, çaba ve güç harcayarak ya da genel olarak en üstün yeteneklerle hiçbir yere varılamaz. İkinci olarak, bilgi, eğitim ve öğretim unsurlarımız vardır, ancak bunlar tüm diğer ülkelerle karşılaştırıldığında gülünç derecede yetersizdir.81
Sonuç; Lenin’in hemen devrimin öngününde farkına vardığı ve üstesinden gelmek için yaşamının sonuna kadar yoğun çaba harcayacağı sorunun, iktidar alındığında gerek geniş işçi yığınları, gerekse de onun öncü kolunu oluşturan komünistlerin yönetici-kurucu yeteneklerinin yeni bir toplumun inşası için yeterli olmadığı gerçeğiydi. Dönemin tarihsel ve Rusya’ya özgül koşulları ile birleştirildiğinde bu yetersizliğin ve aşılması yönünde izlenen yolun, ilk sosyalist kuruculuk denemesinin trajik sonunu hazırlayan önemli maddi öncülleri en başından içinde taşıdığı anlaşılacaktır. Rusya’ya özgü koşulların başında Ekim Devriminin öngünlerinde küçük ölçekli üretimin egemen olduğu bir ekonomi ve onun savaşlardan yıpranmış, bıkıp usanmış, açlığın kol gezdiği, zaten yetersiz sanayisi de felç olmuş, nüfusunun %90’ı köylülerden oluşan bir toplum olduğu gerçeği bulunuyor. Modern işçi sınıfı nüfusun %5’ine ulaşmıyor, Bolşevikler ise Lenin’in deyimiyle okyanusta bir damla gibiydiler. Böyle bir toplumu devrime bağlayacak somut bağ ekonomide kısa süre içinde sağlanacak büyük bir başarıdan başka ne olabilirdi? İç savaşa rağmen büyük bir ekonomik seferberlik başlatıldı. Devrimin kazanılması hem iç savaşın hem de bu seferberliğin kazanılmasına bağlıydı. Peki ya kültür? Kültürün bu seferberliğin içindeki rolü ve bu rolün sonuçları? 81 V. İ. Lenin, a.g.e., “Az Olsun Öz Olsun, 2 Mart 1923”, s. 256-257. (Vurgu bana ait)
149
Yaşayan Marksizm
Kronolojik bir sırayı izleyerek yukarıya aktarılmış yazılarında sonuç olarak kültürü temel sorun olarak saptarken, Lenin’in kastının genel olarak burjuva kültür olduğu anlaşılıyor. Geri kalmış, nüfusun kahır çoğunluğunun köylülerden oluştuğu bir ülkede burjuva kültürden alınarak ileri taşınacak öğelerin hemen hiç yaygınlaşmadığı bir ülkede bu elbette doğaldı. Vurgunun buraya yapılması, önceliğin bu öğelerin işçi sınıfından başlayarak topluma kazandırılıp yaygınlaştırılmasına verilmesi değildi sorun. Sorun, henüz bu burjuva anlamda oldukça zorlu iş üstesinden gelinmeyi beklerken, aynı zamanda sosyalist kuruculuğun temeli olacak yeni bir kültür nasıl inşa edilecekti? Ama daha önce sorulması gereken bir başka soru vardı: Yeni bir toplumun inşasının aslında yeni bir kültürün inşası anlamına geldiği acaba ne kadar bilince yansımıştı? Her ne kadar Lenin, daha önce mevcut ulusal kültürün içinde embriyo olarak yeni kültürün nesnel zemininin varlığından söz etmişse de, Bolşevik hareketin bütününde bu zeminin iktidara yönelik faaliyetin ayrılmaz bir parçası olarak, özneyi iktidara hazırlayacak bir kültürleşme pratiğinin olanağı olarak kavrandığı söylenemez. Konuya en fazla zaman ve çaba ayıran Lenin için bile yeni kültür, burjuva kültürün toptan bir eleştirisinin değil, onun mantıksal uzantısının bir ürünü olmalıydı. 1920 sonlarında, aksi görüşleri savunan Proletkült’ün oldukça güçlendiği sıralarda, Rusya Komünist gençlik Birliği’nin III. Kongresinde yaptığı bir konuşmada bu görüşünü şöyle özetleyecekti: Proletarya kültürü insanlığın, kapitalist toplumun, toprak sahipleri ve bürokratlar toplumunun boyunduruğu altında biriktirmiş olduğu bilgilerin tümünün akla uygun gelişimi olmalıdır.82
O gün de eleştiriye açık olan bu görüş bugün, “her toplumun kendisine denk düşen bir doğa imgesinin” açıklık kazandığı ve bu yüzden “doğayla ilişki tarzında köktenci bir değişiklik yapma zorunluluğu” işin içine katılmadan yeni bir toplum tasavvuru ve tanımının yapılamayacağı koşullarda daha çok sorgulanmaya muhtaçtır. Çünkü sermayenin doğrusal gelişim mantığı geçen zaman içinde kuşkuya yer bırakmayacak berraklıkta kanıtlamıştır ki: “Komünist toplum, kapitalizmin mülkiyet ilişkileri değiştirilmiş doğrusal uzantısı olamaz. Uygarlık hat değiştirmeden ilerleyemez.” Bugün yeni bir toplum yaratmak demek, herşeyden önce yeni bir uygarlık, dolayısıyla yeni ve evrensel bir kültür yaratmak olduğunu da söylemek anlamına gelecektir. Doğrusal gelişim yaklaşımında “burjuva çağın açılışında eski doğa ve evren kavrayışlarını yıkan hamlelerin öneminin yeterince takdir edilmemiş olmasının” payını da ayrıca not etmek gerekiyor.83 Yeni bir uygarlık, insan-insan ilişkilerinin yanında, doğa-insan ilişkilerinde de yerleşik olanı alaşağı edecek yeni bir Rönesans’ı zorunlu kılıyor. 82 V.İ. Lenin, “Rusya Komünist Gençlik Birliği III. Kongresindeki Konuşma, 2 Ekim 1920”, a.g.e., s. 64. (Vurgu bana ait). 83 Kenan Kalyon, a.g.e., s. 29-30.
150
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
Lenin’in devrim öncesinde mevcut kültürün içinde var olduğunu söylediği zeminin, yeni bir kültürü daha devrim öncesinden amaç edinen bir kültürleşme pratiğinin olanağı olarak kavranamamasında yukarıda özetlenen doğrusal yaklaşımın yanında başka tarihsel, özgül nedenler de rol oynadı. Bir kez hiç unutmamak gerekir; RSDİP’in kuruluşu için ikinci kongresi esas alınırsa Rusya’da herşey on beş yıl gibi olağanüstü kısa bir zaman dilimi içinde olmuş bitmiştir. Bu süre içinde kültürleşme gereksiniminin bütün yönleriyle kendisini biçimlendirip, diğer sorunların arasından sıyrılarak Bolşeviklerin zihninde ön sırayı işgal etmesi beklenemezdi. Bunun için maddi ve zihinsel öncüller yetersizdi. Rusya’da burjuvazi görece güçsüzdü ve yabancılaşmanın sonuçları işçi sınıfının iktidara yönelik faaliyetinde aşılmaz, somut bir engel olarak henüz kendisini duyurmamıştı. Gerçekte kültürleşmenin somut bir gereksinim ve tartışma başlığı olarak konu edilmemiş olması, o dönem salt Rusya’ya özgü bir durum da değildi. Avrupa’da başını Alman işçi sınıfının çektiği yükselen bir sınıf hareketi vardı ve burjuvazinin yığınlar üzerindeki denetiminin zayıfladığı devrimci durumlarla birlikte yükseliş dönemleri yabancılaşmanın yığınlar üzerinde etkilerinin de en aza indiği dönemlerdi. Yabancılaşma kavramının komünist hareketin gündemine hakkıyla girememiş olmasında etken olan bir diğer unsur da Marksizmin yabancılaşma kuramının yer aldığı temel eserlerinin komünist harekete geç ulaşmış olmasıdır. Örnek vermek gerekirse: Marx’ın “1844 Felsefe El Yazmaları” ve Marx ile Engels’in ortak yapıtı “Alman İdeolojisi” ilk kez 1932 yılında basılmıştır. Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezler”i gün ışığını 1924’te görmüş; Marx’ın metodolojisini oldukça özgün biçimde yansıtan “Grundrisse”in ilk basımı, o da akademisyenler için sınırlı sayıda 1939 da Rusça gerçekleşmiş, yaygın okuyucu kitlesine 1953’teki Almanca baskısıyla kavuşmuştur. Sosyalizmin maddi teknik temeli kapitalizm tarafından yaratılan büyük ölçekli üretimdir. Bu temel Ekim Devrimi gerçekleştiğinde Rusya’da henüz oluşmamış, onu yaratma görevi işçi sınıfına kalmıştı. İki sonucu oldu. İlk olarak bu zorunluluk yabancılaşma kuramının bilgisinin komünistler arasında yeterince yaygınlaşmamış olmasıyla da birleşerek, III. Enternasyonalin II. Enternasyonalin ekonomizmle malul sosyalizm anlayışı ile kuramsal bir hesaplaşmaya girmesini önledi. Geleneksel komünist hareket dağılıncaya kadar bu eksikliğin etkisinden kurtulamadı. Sınıflı ve devletli sosyalizm teori katına bu ekonomist anlayışın sırtına basarak yükseldi. Sosyalizmin ekonomizmle malul yorumu başlangıçta burjuvazinin üretici güçlerde neden olduğu devrimci sıçramadan etkilenmiş, ama sonraki temel gıdasını da Lenin’in birçok tarihsel zorunluluğun bileşkesi olan o ünlü formülünden almıştı: 151
Yaşayan Marksizm
Ekonomik cepheyi alın ve Rusya’da kapitalizmin ekonomik olarak yeniden canlanmasının mümkün olup olamayacağını sorun. Sukharevka (Moskova’da açıldığı meydanın adıyla anılan ünlü bir pazar-A.İ.) kara borsasına karşı savaştık. Önceki gün, Tüm-Rusya Sovyetler Kongresinin açılışından hemen önce, bu hiç de hoş olmayan kurum Moskova İşçi ve Kızıl Ordu Temsilcileri Sovyeti tarafından kapatıldı. Sukharevka pazarı kapandı ama o kadar fesat olan, o pazar değildi… Fesat olan şey, her küçük mülk sahibinin kalbinde ve davranışlarında yaşamaya devam eden “Sukharevka”dır. Kapanması zorunlu olan “Sukharevka” budur. O “Sukharevka” kapitalizmin temelidir. O yaşadıkça, kapitalistler Rusya’ya geri dönebilir ve bizden daha güçlü gelişebilirler. Bu açık olarak anlaşılmalı; çalışmamızda başlıca etken ve gerçek başarımızın bir koşulu ve ölçütü olmalıdır. Bir küçük-köylü ülkesinde yaşıyoruz, Rusya’da komünizmden çok kapitalizm için kuvvetli bir ekonomik temel vardır. Bu akılda tutulmalıdır. Şehirdeki yaşama kıyasla, kırdaki yaşamı dikkatle gözleyen herhangi biri, henüz kapitalizmin köklerini sökemediğimizi ve iç düşmanın temelinin altını boşaltamadığımızı bilir. İç düşman küçük ölçekli üretime dayanır ve ondan kurtulmanın yalnızca bir yolu var, şöyle: tarım dâhil, ülke ekonomisini yeni bir teknik temelin, modern büyük ölçekli üretimin üzerine yerleştirmek. Bu temeli sadece elektrik sağlar. Komünizm Sovyet iktidarı artı bütün ülkenin elektrifikasyonudur.84
Lenin, Mayıs 1918’te parti içinde daha “ileri” hamleleri savunan “sol komünistler”e yanıt verirken devlet kapitalizmini Rusya’da sosyalizmi kısa sürede yenilmez kılacak bir güvence olarak gördüğünü söylemekten çekinmeyecekti.85 O, sosyalizmin maddi teknik temeli için devlet kapitalizmini proletaryanın kontrol edebileceği bir manivela, “kendi Sovyet iktidarlarının küçük mülkiyeti belirginleştiren düzensizlik ve savurganlığa karşı kullanacağı”86 kendilerine ait bir alet olduğunu yazacaktı. İkinci olarak küçük mülk sahipliği, sosyalizme geçiş sürecinde haklı olarak kapitalizmin temeli olarak görülecek ve tasfiyesi için her yol mubah görülecekti. Lenin’in kapanması zorunlu “Sukharevka” olarak işaret ettiği yaygın küçük mülk sahipliğinin basıncından bir an önce kurtulmak arzusu kapitalistler dâhil, burjuva uzmanları ve kapitalist teknikleri sosyalizmin kuruluşunda kullanma düşüncesini ayrıca teşvik ettiği anlaşılıyor. Ancak yabancılaşma kavramına olan uzaklık bu unsurların kendinden menkul, arkasındaki burjuva kültürden bağımsız düşünülemeyeceği gerçeğinden ve dolayısıyla taşıdıkları potansiyel tehlikeleri algılamaktan, hesaba katmaktan Bolşevikleri alıkoymuştu. Gerçi farklı olarak Lenin bu tehlikeyi fark etmemiş, hiç uyarmamış değildi: 84 http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1920/8thcong/ch02.htm. (10.02.2010). V. İ. Lenin, “VIII. Tüm-Rusya Sovyetler Kongresinde Halk Komiserleri Konseyi’nin Faaliyeti Üzerine Rapor, 22 Aralık 1920”. (Vurgu bana ait) 85 V. İ. Lenin, “Sol” Çocukluk ve Küçük-burjuva Düşünceler Üzerine 9-11 Mayıs 1918”, Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yayınları, birinci basım, Ankara, 1999, s. 473. 86 V. İ. Lenin, a.g.e., s. 486.
152
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
İktidar, bugün olduğu gibi proletarya ve yoksul köylülüğün elinde olduğu ve önüne bu yığınların desteklediği görevleri koyduğu zaman, bu sosyalist reformları burjuva uzmanların, o burjuva toplum içinde eğitilen, başka çevre görmeyen, başka bir toplumsal çerçeve düşünemeyen uzmanların yardımıyla gerçekleştirmek bizim için zorunludur; bundan ötürü bu insanlar, son derece içten ve görevlerine bağlı oldukları zaman bile, hatta bu durumda bile, binlerce burjuva önyargıyla dolu, can çekişen, dağılan ve bu nedenle de zorlu bir direniş gösteren burjuva topluma, kendilerinin bile göremedikleri binlerce iple bağlıdırlar.87
Ancak bu uyarı dikkate alınmayacak, alınmadığı da bir yıl sonra, VIII. Parti Kongresinde bizzat Lenin’in yaptığı itiraftan anlaşılacaktı. (Bkz. 79 No’lu dipnot). Ayrıca komünizmin kapitalizmden daha üstün bir üretkenlik anlamına geldiğini söyleyen88 Lenin’in burjuva uzmanlar konusunda belirttiği haklı kaygı, kapitalist teknikler ve emek süreci örgütlenme biçimlerine sıra geldiğinde yerini bir zorunluluğun rezervsiz ilanına bırakacaktı: Büyük kapitalizmin en çağdaş bilimin son sözüne göre düzenlenen tekniği olmaksızın, on milyonlarca insanı ürünlerin üretim ve bölüşümünde tek bir kurala sıkı sıkıya uyma zorunda bırakan yöntemli bir devlet örgütü olmaksızın, sosyalizm olanaksızdır.89
1893-1913 büyük yükseliş dalgasını tamamlamış ve peşpeşe iki büyük paylaşım savaşına yol açacak bir kriz patlak vermişti. Lenin 1914 Mart’ında yazdığı “Taylor Sistemi- İnsanın Makineye Köleliği” başlıklı makalesi şu satırlarla başlıyordu: Şimdiki gibi kriz dönemlerinde keskinleşen rekabet, üretimin maliyetini düşürecek çok sayıda yeni aygıtın keşfini gerektirir. Fakat sermaye egemenliği bütün bu aygıtları işçilerin daha fazla sömürülmesinin araçlarına dönüştürür. Taylor sistemi bu aygıtlardan biridir.90
Bu açık tutum alış, devrim sonrasında “burjuva kültüre, kapitalist kültüre dayanan teknikten, kültürden, aygıttan yararlanmayı öğrenmedikçe”91 sosyalizmin olanaksızlığı gerekçesiyle değişiyordu. Taylor sisteminden, hızla proletaryanın saflarına katılan köylüleri disiplin altına alması, onlara çalışmayı öğretmesi bekleniyordu: Parça başına çalışma sorununu ortaya atmalı, bunu pratikte uygulayıp sınamalıyız; Taylor sisteminde bilimsel ve ilerici hangi yan varsa, bunla87 V. İ. Lenin, “29 Mayıs 1918’de Rusya Ulusal İktisat Konseyleri I. Kongresinde Yapılan Konuşma”, Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yayınları, birinci basım, Ankara, 1999, s. 285. 88 V. İ. Lenin, “Geri Hizmetteki İşçilerin Kahramanlığı ve «Komünist Cumartesiler» Üzerine”, Proletarya Kültürü, Yar Yayınları, birinci baskı, Haziran 1979, s. 48. 89 V. İ. Lenin, “Sol” Çocukluk ve Küçük-burjuva Düşünceler Üzerine 9-11 Mayıs 1918”, a.g.y., s. 478. 90 http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/mar/13.htm. (10.02.2010). “The Taylor System—Man’s Enslavement by the Machine” 91 V. İ. Lenin, “Rusya Merkez Yürütme Komitesi İle Halk Komiserleri Konseyinin Merkez Yürütme Komitesi VII. Yasama Yılı Birinci Oturumunda Sunulan Etkinlik Raporu, 2 Şubat 1920”, Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yayınları, birinci basım, Ankara, 1999, s.560. (Vurgu bana ait).
153
Yaşayan Marksizm
rı uygulama sorununu ortaya atmalıyız; ücretleri, toplam üretim miktarı ile, Demiryolu ve su ulaşım sistemleri vb. tarafından ortaya çıkarılan iş miktarı ile uyumlu hale getirmeliyiz... Sovyet hükümetinin halka tüm boyutları ile vermesi gereken görev, çalışmasını öğrenmektir. Bu açıdan kapitalizmin ortaya attığı son söz olan Taylor sistemi, öteki tüm kapitalist ilerlemeler gibi, burjuva sömürüsünün inceltilmiş vahşiliği ile iş sırasındaki mekanik hareketlerin analizine, gereksiz ve saçma hareketlerin ortadan kaldırılmasına, çalışma yöntemlerinin incelenmesine, kayıt ve denetimde en iyi sisteminin uygulanmasına ilişkin bazı büyük bilimsel buluşların kaynaştırılmasına dayanır... Sosyalizmi kurmamız olasılığı, tam tamına, Sovyet iktidarını ve yönetimin Sovyet örgütlenmesini kapitalizmin en güncel buluşları ile kaynaştırmadaki başarımıza bağlıdır. Rusya’da Taylor sistemine ilişkin çalışma ve öğretileri örgütlemeli, bunları sistematik bir biçimde denemeli ve kendi çıkarlarımız için kullanmalıyız.92
Oysa komünizme taban tabana zıt, kol emeği ile entelektüel emek arasındaki ayrımı olabilecek en uç noktaya taşıyarak üretim maliyetini düşürmek, karı artırmaktan ibaret bir hedefi olan Taylor sistemi, kısmen bile uygulansa onu emeğin yabancılaşma sürecine ivme kazandıran sonuçlarından arındırmak olanaksızdı. Emek sürecinin örgütlenmesinde kullanılan teknikler ait oldukları sosyo ekonomik dizgeyi moral olarak yeniden üreten bir içeriğe sahiptirler. Bu anlamda biçim ile içerik arasındaki kopmaz bağın iyi bir örneğini oluştururlar. Önemli olanın, “kendibaşına teknik değil, insan-için teknik (…) işlerlik türünden teknik değil, yaşama türünden insan değerleri”93 olduğunu söyleyen Uygur, teknikle onu yaratan kültür arasındaki bağı, onu ahlakla ilişkilendirerek şöyle kuruyordu: …kimimizde tuhaf bir izlenim uyandırsa da sarmaş dolaş ahlak ile teknik. Bu birliktelik, hem teknik hem ahlak, bir bakıma, devrimsel bir değişikliğe uğruyor. Teknikten soyutlanmış bir ahlak yaşamı yok insan için. Yalnız yüce değer ve erdemleri değil; maddesi, nesnesi, işlevi, kullanımıyla tekniği de hesaba katmak zorundadır. Bu iç-içe giriş, geniş ve derin değişimlere götürmekte ahlakı. Benzer durum teknik için de geçerli: ahlakla iç içe girmekle, teknik, salt “mekanik” bir kesim olmaktan çıkıp genişlik ve derinlik kazanmakta.94
Nesnel koşulların dayattığı tarihsel zorunluluklar haklı gerekçelerle de olsa Sovyet toplumunda yabancılaşma sürecinin derinleşmesine yol açan en önemli etken oldu. Derinleşen yabancılaşma süreci devleti -ki yabancılaşmış toplumsal ilişkilerin ilk ürünüdür- komünizmde bile daim kılacak teorilerin türemesine neden oldu. Bu yüzden devrimden otuz yıl sonra kültürleşmenin komünizme geçiş sürecindeki bir toplumu sınıfsız ve devletsiz bir topluma taşıyacak yeni ev92 V.İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin İvedi Görevleri”, “Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine” içinde, NK Yayınları, birinci baskı, Nisan 2003, s. 94. 93 Nermi Uygur, “Çağdaş Ortamda Teknik”, YKY, birinci baskı, Şubat 2002, s. 91. 94 A.g.e., s. 87.
154
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
rensel bir kültürün yaratılmasının yegâne aracı olarak değil de ironik biçimde yabancılaşmanın bir tezahürü olan devletin hizmetine koşulabilecek bir araç olarak görülmesi hiç yadırganmadı: Bence, kültürün, toplumsal ideolojideki önemli bir egemenlik öğesi olduğunu, onun her zaman sınıfsal olduğunu ve egemen sınıfın kültürü çıkarları için kullandığını, kültürü bizim için çalışanların çıkarlarını, proletarya diktatörlüğünün çıkarlarını korumak için kullanmak gerektiğini anlamanın ve içselleştirmenin zamanı gelmiştir.95
Tarihteki ilk sosyalist kuruculuk denemesi böylece daha en başından yabancılaşmanın etkilerine açık biçimde yola çıkacaktı. Yabancılaşma sürecinin zamana yayılan etkileri ise birikerek Sovyet işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı sonuçlarını tam olarak yetmiş yıl sonra gösterecekti. Ekim devrimi ve işçi sınıfının kurucu etkinliği Sovyetler ve fabrika komiteleri Burjuvazinin ideolojik hegemonyasının ve yabancılaşmanın işçi sınıfı üzerindeki etkilerinin tarihsel olarak günümüze oranla daha zayıf olduğu 1917 Rusya’sında işçi sınıfı yeni bir toplumun kuruculuğu için gerekli, asgari bir kurucu kültürü neden oluşturamamıştı? Çok yönlü bir araştırmayı gerektiren bu soru yanıtlanmadan kültürleşme sorunsalının bütün yönleriyle kavranması ve kültürleşmenin iktidara yönelik devrimci eleştirel kurucu bir pratiğin vazgeçilmez aracı olabilmesi zor görünüyor. Bu yazının amacıyla sınırlı kalarak konuya yaklaşıldığında 1917 Rusya’sında işçi sınıfının kültürleşme pratiği içinde değerlendirilebilecek etkinlikler olarak ilk haliyle 1905’de uç veren Sovyetler, daha eski bir geçmişi olan Fabrika Komiteleri ve Proletkült hareketi göze çarpar. Sovyetler devrim öncesi kendiliğinden doğmuş ve gelişmiş yeni tipte iktidar aygıtlarıydılar. Ne var ki bu aygıtlar özgün niteliklerini güvence altına alamadan hemen devrim sonrasının zorlu ekonomik sorunlarıyla ve iç ayaklanmalarla dışardan kuşatmaların oluşturduğu karşı-devrimci tehditle karşı karşıya kaldılar. Bu durum dağınık ve kendiliğinden bir görünüm içinde olan bu yeni tipte yapıların merkezileştirilmesini zorunlu kılıyordu. Bu amaçla ama geçici bir anlayışla yapılan düzenlemelerin, bu yapıların hem mali bağımsızlıklarını yitirmelerine neden olması, hem de kalıcılaşması, yeni bir toplumun tomurcuklarını eskinin bağrından devrim sonrasına taşımış Sovyetler için oldukça talihsiz bir başlangıç oldu. Yığınların yerel inisiyatifi kalıcı olarak Merkezi Halk Komiserleri Konseyine geçecekti. Yine bir başka etken, burjuva anayasaları ile Sovyet Anayasasının doğumunda oluşan -kuruluş sürecinin başında devrimden yana çalışan- bir fark, eski ve yeninin bir arada bulunduğu devrimci dönüşüm süreci boyunca aynı za95 http://stalinkaynak.com/icerik/2009/12/22/yaratici-aydinlar-toplantisi-stalin/. (10.02.2010). J. V. Stalin, “Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma (1946)”.
155
Yaşayan Marksizm
manda yığınların tutunma, direnme ve karşı çıkış olanaklarını da ortadan kaldıracağı için, ironik biçimde zamanla eskiden yana çalışacaktı. Carr bu farkı yorumlarken aynı zamanda onun gelecekteki bu olumsuz rolünü de açıklıyordu: Batı düşüncesinde anayasa kavramının kendisi, bizzat devletin tabi olduğu yasa demekti… Batı dünyasındaki anayasaların birçoğu kötüye kullanmaları önlemek için devlet iktidarının bir yasayla sınırlandırılması gerektiği görüşünden kaynaklanıyordu. Anayasalar hükümdarlara zorla kabul ettirilmişti… Burjuva anayasalarında bu tür kısıtlamaların, işçilere burjuva devlete karşı kendilerini koruma imkânı sağladığı ölçüde, bir değer taşıdıkları kabul edilebilirdi. Fakat böylesine bir uzlaşının Sovyet anayasasında yeri yoktu. Stalin’in kelimeleriyle; “Sovyet anayasası, burjuvaziyle bir pazarlığın sonucu olarak değil, muzaffer bir devrimin sonucu olarak doğmuştu”. Anayasa, karşıt güçler arasındaki herhangi bir dengenin ya da pazarlığın ifadesi değil, proletarya diktatörlüğünün ifadesiydi… Diğer bütün devlet şekilleri gibi proletarya diktatörlüğü de, Lenin’in deyişiyle, “bir tür sopadan başka bir şey değildi” ve amacı, sömürgen sınıfları devirmek ve ezmekti. Bunun anlamı şuydu: bu devlete anayasanın verdiği yetkiler özü bakımdan sınırsız, bölünmez ve mutlaktı. Bu görüşten şu sonuç çıkıyordu: Sovyet anayasası, “anayasal güvenceler” ya da devlete karşı vatandaşlık hakları diye bir şey tanımıyordu… İşçinin özgürlüğü, devlete karşı değil, devletin etkinliği sayesinde gerçekleşecekti… Birey ile devlet arasındaki antitez kavramı, sınıflı toplumdan kaynaklanan bir varsayımdı… İşçiyi, işçi devleti ile çatışır hale getirmek mantıksız ve yersiz olurdu.96
Buradan işçi sınıfının gelecekte kazanımlarını savunmak zorunda kaldığı bir durumda, karşısında tanımı yukarda verilen devlet gücünü bulmamasının imkânsız olduğu sonucu çıkar. Bu sonucu doğuran ana fikir oldukça önemlidir, çünkü dünya komünist hareketine kuşaklar boyu egemen olmuş bir sosyalizm tasavvurunun da ipucunu verir. Sovyet Anayasası ilk kaleme alınırken dünya devrimi beklentisi ile geçici bir metin olarak benimsenmiş ve yukarıda özetlenen ana fikrin kalıcılaşmasının daha sonra zorunlu olarak girilecek tek ülkede sosyalizm kuruculuğu döneminde yaratacağı potansiyel tehlike öngörülememişti. Nisan 1923’de toplanan XII. parti kongresinde devrimden hemen sonra başlamış bir sürece yasallık kazandıran devletle partiyi bütünleştiren, birbirleri içinde erime sürecini hızlandıran kararlar alındı. Bu kongreden başlayarak Parti hem yürüten, hem denetleyen, hem de yargılayan tek güç olacaktı. Partinin yaşadığı bu denli hızlı ve büyük güç yoğunlaşması, Sovyet devletinin partinin çevresinde merkezileşmesi, siyasi muhaliflerinden arınması süreci ile birlikte düşünüldüğünde pratikte bir parti dik96 E. H. Carr, “Bolşevik Devrimi I”, Metis Yayınları, Birinci Basım, Kasım 1989, s. 136-137. * Burada daha sonra bir başka yazıda ele alınmak üzere, bir not düşmek gerekiyor. Başta Lenin, Bolşevikler tamamen umut kesinceye kadar, hazırlıklarını yakın bir Dünya Devrimi beklentisine göre yapmışlardı. Aksi olasılık hiç gündem edinilmemişti.
156
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
tatörlüğünün kurulmasına yol açacak; Lenin’in özlemini duyduğu, yoğun çaba gösterdiği, ama kültürel yetersizliklerin de katkısı sonucu bir türlü serpilemeyen “doğrudan demokrasi” pratik olarak rafa kalkacaktı. Lenin’in sağlık nedenleri ile katılamadığı ve partideki etkinliğini de yitirmeye başladığı son dönemlerinde belirginleşen bu süreç, aslında “yığınların doğrudan demokrasisi” özlemini sürekli taşımış Lenin’in bizzat kendisinin başlattığı bir süreçti ve onun ardılları, aynı çizgiyi devam ettirdiklerinden çok emindiler. Çünkü “sınıf diktatörlüğü ile parti diktatörlüğü arasında bir fark gözetmeye kalkışmanın ‘inanılmaz ve içinden çıkılmaz bir düşünce karışıklığı’ olduğunu”97 söyleyen Lenin’di. XII. Kongreye hazırlık amaçlı yazdığı ve son yazılarından biri olan “Az Olsun, Öz Olsun” adlı makalesinde Parti Merkez Kontrol Komisyonu ile İşçi ve Köylü Denetimi Halk Komiserliğinin –ki esas olarak bir Sovyet örgütlenmesiydi- bütünleşmesi gerekliliğini tavsiye ederken Lenin bu görüşünü şöyle savunuyordu: Bir Sovyet Kurumu ile bir parti kuruluşunun bu esnek bütünleşmesi politikamızda büyük güç kaynağı olmuyor mu? Dış politikamızda kesinlikle benimsenmiş ve yararlılığı kanıtlanmış olan ve bu noktada hiçbir kuşkuya yer vermeyecek oranda alışılmış bulunan bütünleşme biçimi, devlet cihazımızın tamamı için de en az bu ölçüde (aslında çok daha fazla) uygun ve yerindedir sanıyorum.98
Nihayet Lenin’in sağlık nedenleri ile katılamadığı XII. Kongre “işçi sınıfı diktatörlüğünün, ancak yönetici öncüsünün, yani Komünist Parti’nin diktatörlüğü şeklinde gerçekleşebileceğini” karar altına aldı.99 Daha sonra bizzat Stalin bu kararın bir ihmal sonucu alındığını belirterek, parti diktatörlüğünü “bir saçmalık” olarak nitelemesine100 karşın, pratikte bütün işler tek parti diktatörlüğü ile halledilecek, “doğrudan demokrasi” Lenin’le birlikte onun bir özlemi olarak geçmişte kalacaktı. Sonuç olarak işçi sınıfının devrim öncesinde kendiliğinden şekillenen iktidar örgütlenmeleri olan Sovyetler aynı zamanda içinde doğrudan demokratik, yeni kurucu bir kültürün nüvelerini de taşıyordu. Bu nüvelerin gelişememesinde tüm diğer nesnel (üretici güçlerin gelişme düzeyinin geriliği, iç savaş, emperyalist ku97 E. H. Carr, a.g.e., s. 214. 98 V.İ.Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, Ekim Yayınları, üçüncü basım s. 71. (Vurgu bana ait). 99 VKP (B) v Rezolyutsiyak (1941), c. I, s. 473’ten aktaran E. H. Carr, a.g.y., s. 215. 100 E. H. Carr, a.g.y., s. 215 * İleride ele alınacaklara ek bir notu da buraya düşmek yerinde olacak. Devrimler ve savaşlarda, tıpkı Nove’nin örneklerinde olduğu gibi, gündelik hayatın sıradanlığı yerini insan bilincinde sıçramalara uygun ama oldukça kısa süreli bir zemine bırakır: “Bir mücadele, bir savaş, devrimin kendisi fedakârlık ruhu doğurur. Ya daha sonra? İnsanlar boğulan bir çocuğu kurtarmak üzere bir kanala atlayabilir, ama bu davranışları ne normal ilişkilerinde bencilliği bırakacaklarını kanıtlar, ne de o yönde eğitir. Geçen savaştaki asker arkadaşlarımın birçoğu gözü pekçe ve bencil denemeyecek şeyler yaptılar, ama maddi zorluklar, savaş bittiğinde tüketimden yararlanma iştahlarını kabartmıştı sadece.” (Alec Nove, “Uygulanabilir Bir Sosyalizmin İktisadı”, Belge Yayınları, birinci baskı, Mart 1991, s. 131.) Ekim Devrimi’nden sonra, Sovyetler benzer bir coşkuyu Hitler faşizmine karşı kazanılan zafer sırasında yakalamış, bu coşkuyu sosyalizmin kuruculuğunda yaratıcı bir enerjiye dönüştürmenin önemli bir fırsatı doğmuştu. Ne ki, böylesi bir atılımın zihinsel bir hazırlığının olmaması bir yana artık parti de, Sovyetler de, devrim yıllarındaki parti ve Sovyetler değillerdi. Teori, eski dünyanın bile en yeni ve en etkili silahlar elde etmek için kendisine başvurduğu Gramsci’nin tasvirindeki (Hapishane Defterleri, a.g.e., s: 193) o dinamizmini yitirmiş, katılaşmıştı. Böyle bir niyet oluşmadı. Coşkunun ateşi söndü ve işler aynı minvalde devam etti.
157
Yaşayan Marksizm
şatma vb.) engellerin yanında, Bolşeviklerin geniş Rusya coğrafyasında Lenin’in deyimiyle “okyanusta bir damla” olmalarının ve bu yüzden de sürekli iktidarı yitirme kaygısıyla hareket etmelerinin de önemli bir payı var. Sovyetlerin özellikle devrimin ilk yıllarında bütün işçi köylü yığınlarını saran, onları harekete geçiren devrimci coşkuyu* kalıcı, üretken, kurucu bir kültüre tahvil edememesinde Bolşeviklerin iktidarı kaybetme korkusuyla Sovyetleri kontrol altına alma çabası önemli bir yer tutar. Burada Bolşeviklerin müdahalesi kendiliğinden gelişen kurucu bir kültürün henüz rüşeym halindeki nüvelerinin özel bir gayretle önünü açmak yönünde değil, haklı gerekçelerle de olsa tam ters yönde olmuş, devrimci coşkunun ilk yıllardaki yığınları saran heyecanı durulunca da Sovyetlerden geriye en tepesinde parti politbürosu bulunan içi boşalmış merkezi bürokratik bir aygıt kalmıştır. Fabrika komitelerinin tarihi ise 1905 ayaklanmasından da geriye gider. Grevlerde ve Sovyetlerin oluşumunda etken olan bu komiteler, daha devrim öncesinden Lenin’in sözünü ettiği biçimde burjuvazinin “çıraklığını” yapabilecek ve devrim sonrası gerek üretimin planlamasında, gerekse denetlenmesinde aktif rol oynayabilecek bir potansiyel taşıyorlardı. Ama bu yönde bir hazırlıklarının olmadığı biliniyor. Devrim sonrası üretimin düşmesi, fabrikaların çalıştırılamaması üzerine fabrika komiteleri işletme müdürlerinin inisiyatiflerine verilecek ve üretimin hizmetine koşulacaktı. Bolşevikler, Fabrika komitelerinin görece otonom yapıları karşısında, daha merkezi, devlete yakın ve kontrol edilebilir sendikalardan yana ağırlıklarını koydular: İşçi denetiminin savunucuları ve muhalifleri Ocak 1918’deki 1. TümRusya Sovyet Sendikaları Kongresi’nde karşı karşıya geldiler. Ekonomik merkezileşmeyi savunan sendikacılar büyük oranda Bolşeviklerin desteği sayesinde zafer kazandılar. Kabul edilen kararlarda, fabrika komitelerinin işletmelerde sendikaların basit kolları statüsüne indirilmesi, komite çalışmalarının fiili yönetim görevlerine karışmadan, “gözetim” anlamındaki bir denetimle sınırlanması istenmekteydi.101
Bu tercihte üretimin 1913 Çarlık Rusyası seviyesinin de altına gerilemiş olmasının, kıtlığın, iç savaş koşullarının ve iktidarı korumanın öne çıkardığı kaygıların rolü olduğu gibi, komitelerin Bolşevikleri bezdiren başıbozukluğunun da payı vardı: Fabrika komitelerinin gerçek başarıları ya çok az; ya da hiç yoktu. Gerçekte Rusya’dan hüküm süren koşullarda başka türlüsü nasıl beklenebilirdi? “Vasıflı, eğitimli işçilerin hemen hepsi Bolşevik Partisi adına çalışıyordu. Bu durumda, fabrika komitelerine varolan stokları tüketmekten başka yapacak iş kalmıyordu... Genelde, fabrika komiteleri gelen talimatlara uymayı reddettiler ve genellikle korporatist, bir ruh sergileyerek fab101 Marcel Liebman, “Lenin Döneminde Leninizm” cilt II, Belge Yayınları, birinci baskı, Mayıs 1992, s.179.
158
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
rika sahipleriyle ittifak oluşturmanın yollarını aradılar. Yer yer hemen göze çarpan istismarlar da rapor ediliyordu; Kimi işletmelerin personeli stokları ve makineleri satmış, geliri kendi aralarında bölüşmüşlerdi. İşçiler ücretlerini sık sık büyük oranda arttırıyorlardı. “Anarşist komünler”e benzeyen kimi fabrikalar içine kapalı yaşarken, demiryollarında her istasyon “bir tür, cumhuriyetti istasyon şefi astlarının seçtiği bir Sovyet başkanı gibiydi”. Açıkça görülüyor ki üretimi arttırmaya elverişli bir ortam değildi bu.102
Krupskaya’nın anılarında Liebman’ın yukarıda yaptığı saptamayı onaylayan dramatik bir örnek o günleri, Bolşeviklerin yaşadığı gerilimi ve madalyonun diğer yüzünü ne kadar da güzel anlatır: Devrim, işçileri sürekli iteleyen, küfür eden ve tokatlamakta cimri davranmayan ustabaşıları, kalfaları ortadan kaldırmıştı. İşçi, artık kimse tarafından itelenmediği için, yorulduğunda oturup, sigara içebileceği için mutluydu. İlk zamanlar işletme örgütleri işçilere, toplantılara katılmaları için teklifsizce izin veriyordu. Şöyle bir olay anımsıyorum: Eğitim İşleri Halk Komiserliği’ne, bilgi almak için bir kadın işçi geldi. Konuşmaya başladık. Hangi vardiyada çalıştığını sordum. Gece vardiyasında çalıştığı için gündüz buraya gelebildiğini düşünmüştüm. “Bugün çalışmıyoruz. Dün işletme toplantısı vardı ve hepimizin ev işleri biriktiğinden, oylama yaptık ve bugün çalışmama kararı aldık. Ne de olsa artık efendi biziz.”103
Savaşlardan yorgun düşmüş bir halk, üstüne yokluk ve kıtlık. Bir yanda en temel insan gereksinmelerinin sağlanması mücadelesi, yaşamın kesintisiz akması için durma noktasına gelmiş sınai ve tarımsal üretimin yeniden canlandırılması, bunun adeta mucizevi şekilde beyazların emperyalistlerle doğrudan işbirliğiyle sürdürdükleri karşı-devrimci saldırı koşulları altında başarılması sorunu. Diğer yanda özgürlüğüne, insanlığına kavuşmuş olmanın yarattığı bir özgüvenin, bütün inanmışlığı ile yalansız, naif biçimde bir işçi kadının yüzüne yansıyan ifadesi. Bir tarafta günün dayattığı üstesinden gelinmesi şart olan zorunluluklar, diğer tarafta geçmişin yükünü üzerinden atmış, ilk kez kendi olma fırsatını yakalamış ve yüzünü geleceğe çevirerek hem kendisi hem de insanlık için umuda dönüşmüş insan! Bolşeviklerin bu durumda bir tercih yapmak zorunda kalmalarını buradan bakıp yargılamak, konuşmak doğru olmaz elbette. Amaç da bu değil. Amaç Lenin’in daha o zaman sorduğu “eksik olan neydi?” sorusunu yaşanmış deneyimin bize sunduğu zengin miras ve geçen zamanın avantajıyla yeniden sormak ve bugünün devrimci eleştirel faaliyetine ışık tutacak bir yanıtla yeni, ileri bir hamle başlatmaktır. Lenin’in sorusuna o gün pratiğin önünü açacak bir yanıt verilemeyebilir ve sorun pekâlâ Gramsci’nin sözleriyle “genel tarihin akışı bakımından 102 Marcel Liebman, a.g.e., s. 179-180. 103 Nadejda Krupskaya, “Lenin’den Anılar”, İnter Yayınları, ikinci basım, Şubat 1995, s. 422-423. (Vurgu bana ait).
159
Yaşayan Marksizm
ve belirli bir toplumsal grup için henüz güncellik kazanmadığından, incelenmesi olanaksız”104 sorunların arasına kaldırılabilirdi, ama bugün biliyoruz ki artık böyle bir mazeretimiz yok! Proletkült Hareketi Bir başka kurucu faaliyet, Ekim Devrimi’ni takiben yeni bir kültür yaratma girişimi olarak filizlenen bağımsız Proletkült hareketi, Lenin’in “Materyalizm ve Ampriyokritisizm” eserinin ikinci baskısında Bogdanov’u hedef alan önsözünün ardından105 1920’de Eğitim İşleri Halk Komiserliğine bağlanarak otonomisini kaybettikten sonra sönümlenecek; 1925 yılında da etkinliğine temelli son verecekti. Proletkült hareketi her ne kadar kültür kavramını sanatla sınırlamışsa da, otonom bir işçi örgütlenmesi olarak gelişmeye açıktı. Bolşeviklerin Sovyetlerin etkisizleşmelerine neden olan iktidarın korunması kaygıları, Proletkült hareketinin otonomisini yitirmesinde de belirleyici olmuştur. Kurucu bir kültürün yaratılmasında rol oynayabilecek bu hareket otonomisini kaybettikten sonra etkisizleşerek yok olmuştur. Etkisizleştirilmesinde otonomisi kadar, Taylorizm uygulamasına en güçlü muhalefetin Proletkült’ten gelmiş olmasının106 payını da göz ardı etmemek gerekir. Proletkült hareketinin kültür kavramına onun kapsamını daraltan bir bakışla yaklaşmaları, burjuva kültürün karşısında işçi sınıfının kültürünü yaratmak gibi bilimsel olmayan bir yol izlemeleri, 1905 yenilgisi sonrasında kurulan ve Lenin’in “bilimsel sosyalizmle din arasında bir birliktelik arayanlar” olarak nitelediği “tanrı arayıcıları” grubunun kurucusu A. Bogdanov’un harekette etkin olması, Bolşeviklerin Proletkült ile ilgili endişelerine güç veren haklı gerekçelerdir. Bu gerekçelerle başta Lenin, Bolşevikler Proletkült hareketini bir çıbanbaşı gibi görmüşler, onu en başından partinin kontrolü altına almaya çalışmışlardı. Bolşeviklerin kültürleşmeyi kurucu bir pratik olarak gündemlerine hiç almamış olmaları, onların Proletkült hareketine herşeye rağmen farklı bir gözle yaklaşma olasılığını engellemişti. Proletkült’ün kurucularından ve Ekim Devrimi sonrası Halk Eğitim Komiseri olan Lunaçarski 1905 sonrası Bogdanov’un “tanrı arayıcıları” grubundandı. Lunaçarski’nin, 1907 yılında kaleme aldığı “Sosyaldemokrat sanatsal yaratıcılığın görevleri” adlı makalesinde parti ile kültürleşme arasında olması gereken bağı o günden belli belirsiz de olsa kurduğu görülüyor: Sosyal-demokrasi, sadece bir parti değil, bilakis büyük bir kültür hareketidir. Hatta bu zamana kadar var olanlar içinde en büyüğüdür. Sadece en güçlü dinsel hareketler yer yer onunla karşılaştırılabilirler ve Hıristiyan sanatından bahsedildiğinde bu kimseye komik gelmemektedir. Ve bazıla104 A. Gramsci, a.g.e., s: 110. 105 Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 3. Cilt, Orhan Koçak, “Proletkült”, s. 707. 106 Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 2. Cilt, Hacer Ansal, “Emek Sürecinde Sosyalizm-Taylorizm Birleşmesi”, s. 599.
160
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
rı, Bilimsel Sosyalizmin yepyeni bir dünya görüşü ve dünya duygusu olduğunu kavramasa da, bu onların bir eksikliğidir.107
O dönem, devrim öncesinden işçi sınıfının kurucu yönetici yeteneklerini bir kültürleşme pratiğiyle geliştirmek Sosyal Demokrasinin gündeminde olmadığı ve özel olarak da Lunaçarski’nin, görüşlerini Lenin’in burjuva kampta gördüğü bir grup içinden dillendirdiği için partinin aynı zamanda bir kültür hareketi olması gerektiği yolundaki bu görüşler hiç ilgi görmedi. Proletkült’ün temeli Bogdanov, Lunaçarski ve Gorki tarafından 1909’da atılmıştı ama gerçek anlamda 1917 yazında faaliyete geçti. Devrimden sonra özerk bir kuruluş olarak Kültür Bakanlığı bünyesi içine alındı. 1920 sonlarına doğru 400 binden fazla işçiyi kapsayan bir eğitim ağını kurmuştu.108 Kıyaslamak yönünden değil ama oluşan potansiyelin gücü hakkında bir fikir vermesi için Bolşeviklerin üye sayısının 1920’de 431 bin109 olduğunu anımsamak yerinde olacaktır. Belli ki bu hareket tarih sahnesine ilk çıkan her hareketin yakalandığı çocukluk hastalığının işareti sayılabilecek hatalı, eksik görüşleri savunuyordu. Ancak, aynı hareket hiçte uygun olmayan iç savaş koşullarında konusu kültür olan özerk kurucu bir faaliyete işçi sınıfı içinde hatırı sayılır bir yığını kazanarak önemli bir potansiyele de işaret ediyordu. Ne var ki bu potansiyelin değerlendirileceği, destekleneceği yerde daha önce anılan nedenlerle, hayatın içinde sınanarak düzelebilecek hatalı görüşler gerekçe gösterilerek enerji kaynağı kesiliyor, yeni toplumun başka birçok alanda gereksinme duyacağı, örnek alınması gereken otonomisine son veriliyordu. Marx bir kez daha haklı çıkıyordu: …insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.110 Toplumsal devrimin öncülleri yani onu utkuya ya da yenilgiye götürecek koşullar toplamı verili kapitalist toplumun bağrından doğar. Bu öncüllerin bir ürünü olması beklenen ve devrimci sınıf bilincinin özü olan işçi sınıfının kurucu niteliği, aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecini tersinmez kılacak temel öğedir. Bu niteliğin zorunlu üretim süreci içinde ve sermayenin boyunduruğuna rağmen şimdiden kazanılması, ortaya çıkarılması işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirebilmesi için bir zorunluluktur. Bu nitelikten yoksun bir sınıf hareketi belki yıkmaya yetebilir ama tarihsel deneyimin bizlere öğrettiği gibi kurmaya yetmemektedir. Elimizde ne var? Buraya kadar kültür, kültürleşme kavramları üzerinde duruldu; tarihsel deneyimden hareketle kültürleşmenin neden bir zorunluluk olarak iktidar mücadele107 http://www.guneydergisi.com/konular/dosyalar/dosya_lunacarski.htm. (09.02.2010). 108 Orhan Koçak, a.g.e., s. 706. 109 E. H. Carr, “Bolşevik Devrimi I”, Metis Yayınları, Birinci Basım, Kasım 1989, s. 192. 110 Karl Marx, “Önsöz”, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”, Sol Yayınları, dördüncü basım, Temmuz 1979, s. 26.
161
Yaşayan Marksizm
sinin kurucu öğesi olması gerektiği anlatıldı. Bu zorunluluğu daha önceki kültür aşamasını değiştiren, kültürü, daha önceki düzeyden daha üstün bir düzeyde bütünleştiren tarihsel bir ödev111 olarak bilince çıkaranlar, attıkları her pratik adımda bu işi kaygı edinen bir tutkuyla ancak bu görevin üstesinden gelebilirler. Çünkü Gramsci’nin çok yerinde deyişiyle, “yalnız tutku, zekâyı bileyerek sezgiyi daha berraklaştırır” ve “İnsan bir şeyi kuvvetle isterse ancak o zaman, isteğinin gerçekleşmesi için gerekli olan öğeleri görüp tanıyabilir.”112 Bu tutkuyla sosyalizm savaşımında ısrar edenler için eldeki en büyük hazinenin tarihteki ilk sosyalizm kuruculuğu deneyimi ve ondan çıkarılacak dersler olacağı muhakkaktır. Bugün verilmekte olan sosyalizm savaşımı, tarihsel olarak verilmiş geçmiş mücadelelerin, sosyalizm kuruculuğu sınamalarının doğal olduğu kadar eleştirel mirasçısıdır. Bu durum elbette toplum karşısında sözkonusu tarihin sorumluluğunu da açık yüreklilikle sırtlanmayı gerektirir. Aksi bir bakış, toptan inkârcı yaklaşımlar veya aynı mirası kısmen sahiplenerek tarihsel sorumluluktan sıyrılma çabaları, verildiği söylenen mücadelenin içtenliğine kuşku düşürecektir. Eldeki hazine böyle bir sorumlulukla ele alınıp “her türlü geri çekilişi sonunda olanaksız kılan durum yaratılıncaya”113 kadar kıyasıya eleştirilmeyi, verilmekte olan mücadeleyi muzaffer kılacak dersler çıkarılmayı bekliyor. Bu bölümün devamında, “sosyalizmi kapitalist düzenin karşıt devrimci kutbu olarak yeniden var etmenin biricik yolu olan siyasallaşmış bir proletarya hareketi”114 yaratmayı amaç edinenlerin tarihsel ödev bağlamında kültürleşme sorununu nasıl ortaya koydukları, ortaklaşma sürecinin ve sürecin bileşenlerin ne tür somut çözüm yolları önerdikleri ele alınacaktır. “Ekmek, Gül ve Hürriyet Günleri İçin” yapılan “Çağrı”nın “siyasal ortaklaşma zemini” bölümünde 14. Madde tamamen konuya ayrılmıştır. Üretici güçlerin gelişmesiyle doğan yeni toplumun olası kültürünün üzerinde serpileceği boş zamana yönelik sermayenin işlemlemesine dikkat çekiliyor ve yeni bir kültür yaratma bilinci bugünden verilecek mücadelenin vazgeçilmez koşulu görülüyor: Bu koşullarda işçi sınıfının çeşitli türden mücadelelerinin bir karşı-kültür zarfıyla sarmalanmasının yeni bir toplum kuruculuğunun vazgeçilmez bir koşulu olduğunu düşünüyor, kültürel alanın önemli bir mücadele cephesi haline geldiğini, proleter ve siyasal öncülüğün, geleneksel yaklaşım ve deneylerden farklı olarak, bugünden yürütülecek devrimci eleştirel pratik faaliyet içinde, yeni bir kültür yaratma bilinciyle oluşturulabileceğini kabul ediyoruz.115 Metnin farklı bölümlerinde de bu koşulun sürekli akılda tutulduğu, sosyalist yeniden kuruluş sürecinde atılması düşünülen her pratik adıma bir kaygı olarak 111 A. Gramsci, a.g.e., s: 135. 112 A.g.e., s. 262. 113 Karl Marx, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i”, Sol Yayınları, üçüncü baskı, Ankara, Eylül 2002, s. 18. 114 “Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrımız”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s. 19. 115 A.g.e., s. 20. (Vurgu bana ait).
162
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
taşındığı anlaşılıyor. Örneğin “Yöntem: Süreci elbirliğiyle örgütlemek” bölümünde, “siyasal birliğe ulaşmanın en etkili, sonuç alıcı yönteminin, amaç yolunda siyasal kültürel dokunun örüldüğü kurucu bir etkinliğin birlikte planlanıp örgütlenmesi”116 olduğu; ““Yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya” iletişim ve doğrudan demokrasi yöntemlerinin dinamik ve devrimci bir siyasal merkezileşmenin en güvenli yolu”117 olacağı görüşleri bu kaygıyı yansıtan ifadeler. Siyasal merkezileşmenin ileri bir evresinin, başlarken saptanabilecek genellikte ölçütlerinin dile getirildiği “Program ve parti eşiği”118 bölümünde, sürece eşlik etmesi beklenen kültür ve siyaset tarzının somut olgunlaşma düzeyi ve kıvamı da ayrıca bir ölçüt olarak belirtiliyor. “Bir çağ Dönümünün Eşiği”nde özel bir ad kullanılmamakla birlikte, kültürleşme kavramı “sosyalist hareketin taleplerini, programatik önceliklerini, yeniden konumlanma eksenlerini ve siyaset tarzını gelecekten, komünizm ülküsünden türetmesi”119 olarak tanımlanmıştır. Bu tanımla iktidarın fethine yönelik mücadele, “kendi başına bir amaç” olarak değil, “devletin sönümlenmesine götürecek ve daha ilk adımda bunu tersinmez kılan bir tarihsel eylem” olarak görülür. Çünkü aksi durumda: …iktidarın fethi devlet makinesinde cisimleşmiş egemenlik mantığıyla işçi sınıfı ve emekçi halkın güçlenen kurucu inisiyatifi, öz etkinliği ve kendini yönetme kapasitesi arasındaki keskinleşen karşıtlığın bir çözümü değilse, sosyalist hareketin örgütlenme ve mücadele çizgisi buna tabi kılınmamışsa, 20. yüzyıl derslerinin de öğrettiği gibi, devletin sönümlenmesi asla erişilemeyecek bir hedefe döner.120
Tarihsel özneye kurucu nitelik kazandırmak “siyasal olanı toplumsallaştırmak”, o da işçi sınıfı ve emekçi halkın “tarih boyunca devlete ve siyaset zümresine devrederek körelttiği yetileri yeniden kazanmaya başlaması, siyasetin toplumsal pratiklere sinmesi, yaygın biçimde deneyimlenmesi, bunun biçimlerinin yaratılması ve solun “temsili demokrasinin krizi”ne aşağıdan bir yanıt üretmesi”121 olarak özetlenir. Toplumsal devrimle siyasal devrimi eşzamanlı ele almayı önerirken de kültürel alandan bir örnek verilerek “boş zamana” dikkat çekilmiştir: Alalım boş zamanı. Halihazırda boş zaman, kültür ve eğlence sanayi vasıtasıyla sermayenin tasallutu altındadır ve böylece sermaye egemenliğini kültürel düzeyde de pekiştirmektedir. Ama bu boş zamanın sermayeye karşı açılan ve öteki cepheleri de besleyen yeni bir mücadele cephesi, bir kültürel dönüşümün mayalanma yatağı olamayacağı anlamına gelmez.122 116 A.g.e., s. 20. (Vurgu bana ait). 117 A.g.e., s. 21. (Vurgu bana ait). 118 A.g.e., s. 21. 119 Kenan Kalyon, a.g.e., s. 136. (Vurgu bana ait). 120 A.g.e., s. 137. 121 A.g.e., s.138. 122 A.g.e., s.134-135.
163
Yaşayan Marksizm
“Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”in123; giriş bölümünde tanımlanan, “teorinin dilini mücadelenin diline” çevirmede önerilen devrimci yöntemin kapsamı iktidarın fethi ile sınırlı değildir: YÖNTEMİMİZ, devrimci-köktenci yöntemdir. Devrimci yöntem, yalnızca iktidarı almak, yeni bir dünyanın maddi temellerini kurmak için değil, geçmiş sınıflı toplumların biriktirdiği pisliklerden arınmak, sömürü ve zulüm düzenlerinin insan üzerindeki bozucu etkilerini yok etmek ve yeni insanı, komünist özne-bireyi bugünden başlayarak yaratmak için de gereklidir. (Yön ve Yöntem) (vurgu bana ait).
“Komünist özne-bireyi bugünden başlayarak yaratmak” hedefi, daha en başından mücadelenin bir kültürleşme pratiği olarak ele alındığını gösteriyor. Aynı yerde, mücadelenin bu “değişmez önceliği” sadece gelecekte kazanılacak zaferler için değil, bugünden mücadele içinde özgürleşebilmenin bir koşulu olarak tanımlanır: Sosyalist mücadele ve örgütlenmenin ilk oluşumundan, komünizme dek olan sürecin temel, değişmez önceliği toplumsal kurtuluşun evrensel öznesi olarak proletaryanın ve sosyalist mücadeleye katılan bireylerin sürecin başat, kurucu aktivistleri, karar, söz, inisiyatif ve sorumluluk sahibi eyleyenleri olmasıdır! (Yön ve Yöntem) (vurgu bana ait).
Siyasal mücadele, iktidara yönelik bir mücadeledir. İktidara yönelmiş her siyasal örgüt, iktidarın merkezi niteliğinden ötürü, doğallıkla merkezi bir yapılanmaya gereksinim duyar ve merkezileşir. Bunu başaramadığında ise siyasal iddia pratik olarak yitirilmiş olur. Devrimci bir siyasal örgütte bu gereksinim, eş zamanlı olarak aynı devrimci iddianın ürünü yeni bir kültürden beslenerek karşılanamıyorsa örgüt, ironik biçimde kendisine karşı mücadele verilenin -kapitalizm konu olduğunda, yabancılaşmış, insana aykırı ilişkiler ağının- tutsağı olacaktır. Mücadele aracı tersine dönecek, kendisine karşı mücadele verilen şeyin mücadele içinde yeniden üretildiği bir araca dönüşecektir. Komünizm savaşımının tarihsel deneyimi “demokratik merkeziyetçilik” gibi kâğıt üzerindeki güvencelere rağmen, komünist partilerin çoğunun monolitik, hiyerarşik yapılanmalara dönüştüğünü gösteriyor. Aynı tarih, sorunu merkezileşmenin kendisi olarak saptayıp, buraya referansla çözmek isteyen tepkisel eğilimlere de tanıklık etti. “Devlet olmayan devlet”ten türetilmiş “parti olmayan parti” belgileri, içinde her biri ayrı parti olan hiziplerin oluşturduğu şekilsiz yapılanmalara yol açtı. Bu yapılar, iktidar mücadelesinin gerektirdiği ortak iradeyi üretemezlerdi. Sonuçta siyasal mücadelenin dışına düşmeleri kaçınılmazdı. Ortak iradenin oluşumunda ve eyleme dönüştürülmesinde belirleyici rolünden ötürü sorun kendisini merkezileşme olarak dışa vuruyor. Oysa sorunun asıl kaynağı haksız yere hedef tahtasına yerleştirilen merkezileşme değil, egemen kültür123 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ağustos 2008. (Bundan sonra kısaca “Tezler” olarak anılacak.)
164
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
den toplumun tümüne yayılan o işlemlemeci (manipülatif) salgıdır. Kâğıt üzerinde hangi mükemmel güvenceye bağlanırsa bağlansın nihayetinde bir örgütü işletecek olan insanlardır ve egemen kültür insanlar, daha da çok onların alışkanlıkları üzerinden o örgütün işleyişine de egemen olur. Bu yüzden kâğıt üstündeki güvenceler yeni bir kültürü, bir dizi yeni alışkanlıklar halinde örgütsel işleyişe egemen kılamıyorsa, aynı tehlike devrimci siyasal bir örgüt için de geçerlidir. Çünkü düzene karşı mücadele yürütenler de birey olarak, egemen kültürün işlemlemesinden bağışık değildir. Demek ki sorun, merkezileşmenin kendisi değil, örgütsel işleyişte hangi kültürün başat olacağı sorunudur. Egemen burjuva kültürü mü? Yoksa geleceği bugüne izdüşüren, bir dizi yeni alışkanlıkların yaratılmasıyla şimdiden nefes almaya başlayacak olan yeni bir kültür mü? Tezlerin bu soruya yanıtı ve önerdiği çözüm oldukça net: “toplumsal işlev ve amaçlara bağlı, “aşağıdan”, kurucu bir etkinliğin ürünü yeni bir kültürden beslenerek merkezileşecek bir örgütlülüğü amaçlıyoruz.” (Yön ve Yöntem) (vurgu bana ait) Kültürleşme “Tezler”de devrimci karşı-siyasetin kendisini gündelik hayat içinde alışkanlıklar düzeyinde üretmesi ve sürekli kılması olarak tanımlanmıştır: 41.Tez (…) Proletarya bilinçli etkinliğiyle devrimci- karşı siyaseti oluşturduğu ölçüde yabancılaşmanın kaynak nedenine ve sonuçlarına karşı etkili bir mücadele yürütebilir...Kapitalist üretim organizasyonu içinden ve dışından devrimci karşı- siyaseti üretebilmenin olmazsa olmaz koşulu, siyasallaşmada, eylemde ve örgütlülükte sürekliliğin sağlanması, devrimci karşı- siyasetin kendisini gündelik hayat içinde alışkanlıklar düzeyinde yeniden üretebilmesi, yani kültürleşebilmesidir... (Vurgu bana ait).
“Tezler” kültürleşmenin yabancılaşmanın kaynak nedeni –ki bu özel mülkiyetin de kaynağı olan işbölümüdür- ve sonuçlarına karşı etkili bir silah olabilmesi için öncelik alanları belirlemiştir: 45. Tez (...) Toplumsal proletaryanın iktidar ve kurtuluş mücadelesinde kendi örgütlerinde (sendika, parti, devlet) ve pratiğinde özneleşerek en başta ve öncelikli olarak buralardaki yabancılaşmayı kırması, bu doğrultuda ideolojik, pratik, kültürel dönüşümler gerçekleştirmesi yaşamsal önem taşımaktadır. (Vurgu bana ait).
Yine aynı bağlamda gösterilen öncelikli mücadele hedefi işçi denetimidir: 47. Tez (...) Sermayenin şimdilik güven içinde işçi sınıfını yönettiği alandan, öncelikle üretimin organizasyonunda burjuvazinin kontrollü olarak açtığı alanı tersinden genişleterek, işçi sınıfının yönetici becerilerini geliştirme yolunda işçi denetimi için mücadele edilmelidir. Bu siyaset tarzı, burjuvazinin çerçevesini çizdiği “meşru” siyaset alanının dışında maddileştiği ölçüde, bugünle yarını aynı düzlemde birleştiren kurucu bir pratik olacaktır. (Vurgu bana ait).
165
Yaşayan Marksizm
Lenin ve Bolşevikler, Dünya Sosyalist Devriminin fitilini ateşleyeceğini öngördükleri Ekim Devrimi’nden sonra bu öngörü gerçekleşmeyip, emperyalist kuşatma ve beyazların karşı devrimci saldırısı altında bir köylü toplumunda geri üretici güçlerle baş başa kaldıklarında asla çaresizliğe kapılmamış, koşullara boyun eğmemişlerdi. Ekim Devriminin bugün bizce malum olan trajik sonu ne olursa olsun, karşı karşıya kaldıkları sorunların büyüklüğü karşısında sergiledikleri o olağanüstü irade müthişti: Biz, sosyalizmi dün, kapitalizmden bize bugüne kullanılmak üzere kalan malzemeyle bir an önce kurmak istiyoruz, hemen şu anda, hem de böyle bir masalı ciddiye alacağımızı sanan, limonlukta yetişme insanlarla değil. Elimizde sadece burjuva uzmanlar var. Kullanacağımız başka tuğlamız yok. Sosyalizm zafere ulaşmalıdır ve biz sosyalistler ve komünistler, yaptığımız işlerle şunu ispat etmeliyiz ki, bizler sosyalizmi bu tuğlalarla bu malzemeyle kurabilecek güçteyiz, kültür meyvelerinden son derece az tatmış proletaryanın ve burjuva uzmanların yardımıyla sosyalist toplumu kurabiliriz.124
Bugün geldiğimiz noktada; Toplumsal bireyi ve evrensel bir insanlık kültürünün özü olacak evrensel ortak bir aklı yeterince gelişkin bir genel üretici gücün üstüne inşa edecek, toplumun kahır çoğunluğundan oluşan, arasına eğitimli ve çağdaş tekniğin bilgisine sahip olanların çoğunluğunu katmış bir proletarya var! Yeni toplumu kurmak için burjuva uzmanlarının yardımına hiç ihtiyacımız yok! Ama Ekim devrimcilerinin özgüvenine ve isyan ateşini alevlendirdikleri o kıvılcıma her zamankinden çok ihtiyacımız var!
124 V.İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorlukları, 17 Nisan 1919”, Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Ekim Yayınları, birinci basım, Ocak 1990, s. 309.
166
Ekonomik ve Siyasal Alanların Ayrımı Ekseninde
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı Alp Hakan Güvenir
İşçi sınıfı ve sınıf eylemi dendiğinde, ilk akla gelenlerdendir “üretimden gelen güç” ve bu gücün “kullanılması”. İşçilerin makineleri, fabrikaları bütün üretim araçlarını durdurması, kapitalist pazar için mal ve hizmet üretmemesi, toprağın işlenmemesi, madenlerin çıkarılmaması, fabrikalarda mal üretilmemesi, taşıtların işlememesi, bütün hizmetlerin durdurulması, hayatın felç olması, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanması olarak ele alınır. Bu eylem türü, sadece dilimizde değil pek çok dilde, Fransızcadan alınmış ve kalıcılaşmış olan “grev” kavramı ile tanımlanır. Eski Roma’da egemen sınıf köle sahiplerine (Patriciler) karşı, Roma halkının (Plepler) 12 Levha Yasaları’nın1 yapılması ve Halk meclisinin kurulması ile sonuçlanan mücadelesi (MÖ 494-451), tarihin ilk grev eylemi ve mücadelesi olarak kabul görüyor. Elbette ki bu kabul o dönemin değil yakın dönemin hukukçularının ve tarihçilerinin kabulü ve günümüzde aynı kavramla anılan mücadelelerle, üzerinde yükseldiği sınıf dinamikleri ya da mülkiyet ve siyasal iktidar eksenindeki hedefleri bakımından önemli farklar bulunuyor. Bu nedenle burjuva hukukçularının ve tarihçilerin tasniflerini bir yana bırakarak, bugünkü anlamıyla grevin 1
Medeni hukukun temelini oluşturan eski roma hukukudur. Eski Roma’da plebler soya ve asalete dayalı sınıflar arası ayrıma son verilmesi ve kendilerine de siyasi haklar tanınarak sınıfların tabi olduğu kanunların yazılması isteğiyle ayaklandılar. Ayaklanmanın başarıya ulaşmasının ardından yazılan bu kanuna göre toprak el değiştirilebilir nitelik kazanmış, asalet hukukunun ve rejiminin yerini, mülkiyet hukuku ve rejimi almıştır.
167
Yaşayan Marksizm
işçi sınıfı mücadelesindeki yerini almasının 18. yüzyılda başlayan işçi mücadelelerine dayandığını söylemek gerekiyor. Bu eylem türünün Fransızcada çakıl taşı ve bir çeşit kum anlamına sahip “grev” kelimesiyle tanımlanmaya başlanması ise bir sonraki yüzyılda, Fransa’daki 1848 devrim dönemiyle gerçekleşiyor. Bugünkü Paris Belediyesi’nin bulunduğu ve 18. yüzyılda amele pazarı olarak kullanılan Grève Meydanı, 1848 Şubat devrim günlerinde, işçilerin toplanma ve eylem merkezi olarak tercih edilmesinden itibaren, işçilerin iş bırakmayı da içeren eylemlerine “grev” denilmeye başlandı. “Greve çıkmak”, sadece iş bırakmayı değil, Grev Meydanı’nda toplanmayı ve bu eksendeki sokak gösterilerini anlatan bir kavramdı. İş bırakmak, eylemliliğin doğal bir boyutu yahut yan sonucu olarak gerçekleşiyordu. Kavramın bir eylem türü olarak sınıf mücadelesine içerildiği, monarşinin yıkılıp geçici hükümetin kurulmasını beraberinde getiren 1848 Şubat Devrimi ve devrim sürecinde de ne eylem zemini ne talepler, işyeri ve çalışma koşulları ile tanımlanamaz zaten. Bugün de bir sınıf mücadelesi aracı olarak grevi, iş bırakmayla sınırlı olmayan sokak gösterileri, açık alan toplantısı gibi boyutları bulunan ve kendisini ne talepleri ne mücadele alanı olarak işyeri ile sınırlamayıp yaşamın tüm alanlarına taşan, yaşamın tüm alan ve sorunlarına dair mücadele hedeflerini içeren eylemlilik olarak anlamak gerekiyor. Grevi “üretimi durdurmak” olarak ele alan ve neredeyse bununla sınırlayan yaklaşımın, grevi “kaybedilen iş saatleri” olarak ele alan patronların, iktisatçıların ve muhasebecilerin bakışından türetildiği söylenebilir. Grev kelimesinin değil ancak, kelimenin İngilizce karşılığı olan “strike”ın, “çarpmak, vurmak, darbe indirmek, etkilemek” gibi anlamlarının yanında, “saat çalmak” gibi bir anlam karşılığının daha bulunuyor olması, bu yanılsamalı bakışın, dünyanın sınırlı bir coğrafyasına ait olmadığına ve sınıf mücadelesi ölçeğinde yayıldığına bir örnek sayılabilir. Bu yaklaşım açısından da grev, sınıf mücadelesinin temel bir aracı olabilir pekâlâ. Grev sayesinde, üretimi durdurup patronlara ciddi sıkıntılar yaşatmak, onları zor duruma düşürerek taleplere ulaşabilmek fazlasıyla mümkündür ve bu eylem biçimi, düşmana zarar verecek bir muharebe türü olarak gerekli ve temel eylem biçimidir. Sınıf mücadelesi de bütünüyle iktisadi bir mücadele olarak değil, hem iktisadi hem siyasal boyutları olan bir mücadele olarak ele alınabilir. Ancak, burada işçi sınıfı ve hareketi ile siyasal parti ya da hareket arasında niteliksel ve kategorik bir ayrım yapılır; işçi sınıfı hareketi, üretimden gelen gücünü kullanması çerçevesinde iktisadi bir hareket olarak tanımlanıp sınırlanır ve siyasal mücadele işçi sınıfı dışı güçler eliyle yapılır. Bu yaklaşım açısından işçi hareketi ve mücadelesi, burjuvazinin iktisadi yönden sıkıştırılması ya da çökertilmesini ve bu eksende bir siyasal gücün iktidara sıçrayabilmesini olanaklı kılacak bir toplumsal kuvvet, muhalefet odağı olabilir en fazlasından. İşçi sınıfına, üreten bir figür olmaktan öte anlamlar yüklemeyenlerin, sınıf savaşı zemininde de işçi sınıfına uygun gördükleri eylem biçimi, her zaman yaptığı ve yaparak burjuvazinin değirmenine su taşıdığı işi yapmaktan vazgeçmesi oluyor elbet. 168
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
İşçi sınıfı ve mücadelesinin, burjuva egemenliğinin tarihsel ve siyasal alternatifi olarak ele alınmadığı bu durumlarda dahi genel grev, sınıf mücadelesinin temel aracı olarak kurgulanabilir ve hatta bir devrimin şafağı ya da kırılma noktası olarak görülebilir. Engels’in “Bakuninciler İş Başında”da, Bakunin eleştirisine konu olan yaklaşım da bu çerçevededir: “Bakuninci programda bir genel grev, toplumsal devrim koparma kaldıracıdır. Güzel bir sabah bir ülkenin hatta bütün dünyanın bütün endüstrilerinde işçiler çalışmayı durdururlar ve en çok dört hafta içinde, egemen sınıfları teslim almak ya da işçilere saldırmak için zorlarlar; bu da işçilere kendilerini savunma ve bu fırsatı eski toplumun tümünü yıkmak için kullanma hakkını verir.” Anlam kayması dil sorunu değil siyasal bir sorun Napolyon, devrim günlerinin ardından, meydanın adını “Hotel de Ville” olarak değiştirdi ancak bu durum, meydanın günümüzde hala “Grev Meydanı” olarak anılmasının önüne geçemedi. “Grev” kelimesi de o günlerden bu yana, sınıf mücadelesinde kalıcı bir yer edindi. Fakat günümüzde o günlerden farklı olarak, tek bir eylem biçimini anlatan bir kavram haline dönüşmüştür “grev”: İşçilerin, üretimden gelen güçlerini kullanarak, işyerinde, işkolunda ya da ülke çapında belirli ya da belirsiz bir süre için çalışmayı durdurmaları!.. Bu anlam kaymasında, burjuva devletlerin işçi sınıfı mücadelesinin araç ve yöntemlerini genel bağlamından kopartıp yasal sınırlar içerisinde yeniden tanımlayarak, belli koşullara bağlı kalıplara hapsetmesi belirleyici olmuştur. Ancak asıl olarak, sosyalistlerin grevi “üretimi durdurma” anlamı yükleyerek sendikal mücadele alanına, sendikal mücadele ve sendikaları da işçi sınıfının yaşam koşulları ve alanlarından kopartarak çalışma (ekonomik mücadele) alanına terk etmiş olmaları, bir mücadele aracı olarak grevin “Grev Meydanı”ndan, sokak gösterilerinden ve toplumsal yaşamdan ayrılmasının temelinde yatıyor. Grev günlerinde işçi sınıfının, grevi düzenleyenlerce miting alanlarına taşınıyor olması bu gerçeği değiştirmiyor. Çünkü bu durumlarda “iş bırakma” eylemi ile düzenlenen “miting” arasındaki ilişki, esas olarak iki ayrı eylemin ilişkilendirilmesinden ibaret oluyor: İş bırakma, taleplere bağlı ana eylem; düzenlenen mitingler ise kamuoyu desteği sağlayarak yahut seslenilen mercilere gövde gösterisi yaparak ana eyleme destek sağlamayı hedefleyen yardımcı eylem!.. Bu alandaki sorun, işçi sınıfı mücadelesinin bir aracının tarihsel siyasal bağlamından kopartılarak başkalaştırılmasından, anlamının kaymasından ibaret değil. Doğrusu bu noktada beliren sorunlar, daha derinlerdeki kırılmaların sonuçları olarak ortaya çıkıyor. Sosyalist siyaset zeminindeki pek çok kırılma ve çatallaşmada olduğu gibi, bu alandaki sorunun da, ekonomik ve siyasal mücadele alanlarının ayrımına bakıştan, iktisadi ve siyasal süreçler arasındaki ilişki ekseninde üretim tarzlarına ve bu bağlam üzerinden, sömürü olgusu ve işçi sınıfının yapısına yaklaşımdan kaynaklandığını söylemek mümkün.2 2
Marx, emek süreçlerini, sadece artı-değer üretmenin değil, egemenlik ilişkilerinin de zemini olarak ele aldığından dolayı, ekonomik ve siyasal alanlar arasında ardıllarının kurduğu türden bir ayrılık ilişkisi kurmaz. Bu noktayı ilerleyen bölümlerde ele alacağız.
169
Yaşayan Marksizm
Tarih kavrayışı, yapı ve üstyapı ilişkisi 1848 yılında kaleme alınan Komünist Parti Manifestosu “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir”3 cümlesi ile başlıyor. Marksist tarih ve siyaset anlayışının temeli sayılan bu saptamanın genel bir kabul görmesi, bu geleneği sahiplenme iddiasında olanların arasında tarih ve siyaset kavrayışı bakımından bir ortaklaşma bulunduğu anlamına gelmiyor. Dahası bu alandaki farklılıklar, geriye dönük bir tarih tartışmasındaki farklılıklar olarak da kalmıyor; günümüzde toplum örgütlenmesi zemininde iktisadi ve siyasal süreçlerin birbirleri ile ilişkileri, toplumsal sınıfların yapısı ve nitelikleri, sınıf savaşının kapsamı ve zemini alanlarındaki farklı yaklaşımlara ve siyaset kurgularına uzanıyor. Tarih ve siyaset alanına sınıfsal temelde yaklaşma iddiasında olan marksist gelenek içerisinde, “aynı” temelden yola çıkıldığı iddia edilmesine karşın farklı tarihsiyaset kavrayışlarının bulunuyor olması, yaşanan bir gerçeklik. Bu farklı yaklaşımlara Marks ve Engels’in çalışmalarında, kapitalist toplumun iktisadi yapısının çözümlemesine denk kapsam ve toparlayıcılıkta siyasal, üstyapısal çözümlemelerin bulunmamasının yarattığı boşluğun zemin hazırladığı ifade edilebilir. İlk bakışta böylesi bir gerekçe haklı gibi görünse de, bu farklılaşmaların temel nedenlerinin, hem klasik marksist yazınlara, hem de genel olarak siyasal-iktisadi süreçlere ve burjuva sınıf örgütlülüğüne, hangi zeminden bakıldığıyla, esasen farklı temellerden yola çıkılıyor olmasıyla ilişkili olduğunun vurgulanması önemli. Marksist gelenek içerisinde, siyasal süreçler, genel bir yaklaşım olarak iktisadi temelin ve süreçlerin belirleyiciliğinde ele alınmıştır. Üstyapı ve üstyapı kurumları üzerindeki “yapısal” belirleyicilik, son kertede geçerli ve marksist diyalektiğin temellerini oluşturan bir yöntem ve kalkış noktası. Ancak bununla birlikte, marksist hareket içerisinde egemen olan kavrayış, yapının üstyapı üzerindeki mutlak belirleyiciliği eksenindeki ekonomist yorumlar olmuştur. Bu yaklaşımın temel kusuru, ekonomi ve siyaset alanlarını suni biçimde birbirinden ayırırken, devleti toplumsal formasyon içerisinde, iktisadi temel ve süreçler karşısında edilgen ve pasif bir konumda değerlendirme yanılgısıdır. Siyasal ve ekonomik süreçlerin, birbirleri ile karşılıklı ilişkisi çerçevesinde çözümlenebilecek bu soruna yaklaşırken gözden kaçırılmaması gereken bir nokta, devletin, üzerinde yükseldiği toplumsal formasyonun ve bu zemindeki iktisadi süreçlerin ortaya çıkardığı bir siyasal örgütlenmeden ibaret olmayıp, bizzat o toplumsal formasyonu oluşturan bir örgütlenme, iktisadi süreçlere etkin müdahalelerde bulunabilen bir olgu olduğu gerçeğidir. Bu noktanın üzerinden atlayanların, toplumsal gelişme sürecinde bir üretim tarzından bir başka üretim tarzına geçişte devlet örgütlenmesinin, siyasal süreçlerin etkilerini görmeleri beklenemez. Bu yanılsamalı yaklaşımda, siyasal gelişmeler, iktisadi süreçlerin dolaysız ürünleri olarak ortaya çıkarlarken, iktisadi süreçlerin üzerinde hiçbir gerçek etkide bulunamazlar. 3
Bu önermeyi, toplumun sınıflara bölünmesinden günümüze uzanan ve sınıfların ortadan kaldırılması ile sona erecek olan insanlık tarihi ile sınırlı saymak ve bu bağlamda okuyup kullanmak gerekiyor.
170
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
Soruna iktisadi süreçlerin mutlak belirleyiciliğinde yaklaşıldığında, özü itibarı ile bir burjuva devlet olan monarşik cumhuriyet türü “geçiş” devletinin ya da Asya Tipi Üretim Tarzı’nın çözümlenmesi; özgür emekçi ve özel mülkiyetin varoldukları bölgelerden neden yalnızca sınırlı bir bölümünde kapitalizme uzanabildiği; kapitalist gelişme sürecinde ilksel birikimin ve sermaye yoğunlaşmasının nasıl yaşandığı; sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin nasıl kurulup süreklileştirildiği, iyice karmaşık bir hal alacaktır. Bu noktalarda sağlıklı bir bakış açısına sahip olunabilmesi, sermayenin emek üzerindeki egemenliğine son verilebilmesi yolunda bağımsız sınıf siyasetinin ortaya konulabilmesi açısından da belirleyici önemde. Ekonomi-dışı zor ve üretim biçimleri Tüm tarih boyunca genel yaklaşım olarak bütün üretim tarzları, birbirlerinden, artı-emeğin doğrudan üreticiden çekilip alınma biçimi ile ayrılmışlardır. Bu süreci belirleyen etmenler ise üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimi ve bu mülkiyet biçimi tarafından belirlenen üretim ilişkileri oluyorlar. Bu noktada öncelikle, artı-ürüne el koymanın basit bir iktisadi süreç olmadığını; mülksüzü, mülk sahibinin boyunduruğuna sürükleyen mülksüzleştirme sürecinin zora dayalı niteliğinin gözardı edilemeyeceğini belirtmek gerekiyor. Ekonomi-dışı zor kavramı, Marx tarafından, kapitalizm öncesi üretim biçimlerini açıklamak için kullanılan bir kavram: Ayrıca açıktır ki, doğrudan doğruya emekçinin kendi geçim araçlarının üretimi için gerekli olan üretim araçlarının ve emek koşullarının ‘zilyedi’ (eldeci, bir malı kullanmakta olan, elinde tutan kimse A.H.G.) olarak kaldığı tüm biçimlerde, mülkiyet ilişkileri, aynı zamanda, doğrudan bir beylik ve kölelik ilişkisi olarak ortaya çıkmalıdır, öyle ki doğrudan üretici özgür değildir; ... Varsayımımıza göre, burada doğrudan üreticinin, kendi üretim araçlarına, emeğin gerçekleştirilmesi ve geçim araçlarının üretimi için zorunlu olan gerekli maddi emek koşullarına sahip olduğu görülecektir. O tarımsal faaliyetini ve onunla bağlı olan kırsal ev sanayilerini bağımsız olarak yürütür. Küçük köylülerin kendi aralarında, Hindistan’da yaptıkları gibi, azçok doğal bir üretim topluluğu oluşturmaları durumu bu bağımsızlığı baltalamaz, çünkü burada sözkonusu olan, yalnızca malikanenin ismi beyinden bağımsızlıktır. Böyle koşullar altında, toprağın ısmi sahibi için artı-emek, bürünülen biçim ne olursa olsun, onlardan ancak ekonomi-dışı baskı ile (vergi, haraç, el koyma, vb. A.H.G.) alınabilir. Bu köle ya da plantasyon ekonomisinden, kölenin yabancı üretim koşulları altında ve bağımsız olmadan çalışmasıyla ayrılır.4
Köleci toplumda köle yabancı üretim koşulları altında ve bağımsız olmadan çalıştığından dolayı, ürettiği hiçbir değer üzerinde tasarrufu yoktur. Sadece, üretim sonrasında ortaya çıkacak artı-emek ya da ürün fazlası değil, bizzat kölenin kendi 4
K. Marx, Kapital, Cilt 3, Sol Yayınları, 2. Baskı s.694-695
171
Yaşayan Marksizm
emeği de ona ait değildir ve artı-emek, onu yaratan köle emeğiyle birlikte kölenin tutsak edilmesinden itibaren köle sahibinin mülkiyetindedir. Ekonomi-dışı zor, artı-ürüne el koyma aşamasında değil, üretim sürecinin daha başında kurulmuş bulunan sahiplik ilişkisi ile devrede ve belirleyicidir. Her iki durumda da artı-ürüne el koyan kişi, doğrudan üreticinin karşısına, aynı zamanda bir siyasi lider, askeri şef, sahip ya da efendi olarak çıkmaktadır. Artıemeğin gerçekleşme süreci (üretim süreci), artı-emeğin doğrudan üreticiden çekilip alındığı bir süreç olarak örgütlenmemiştir ve artı-emeğe el konulabilmesi, ancak ekonomi-dışı bir müdahale ile mümkündür. “Burada artı-emeğin elde edilmesi, değişim aracılığı ile olur, ama bu elde edişin temelinde toplumun bir kesiminin öteki kesimi üzerinde zora dayanan tahakkümü yatar. Doğrudan doğruya kölelik ya da siyasal bağımlılık ilişkisi buradan gelmektedir.”5 Ekonomi-dışı zor olgusunun, kapitalizm öncesi sömürücü toplumlarda ne anlama geldiği ve nasıl işlediği, tartışma götürmez bir açıklıkla görülebilmekte. Ancak mülkiyet ilişkisinin aynı zamanda doğrudan doğruya bir siyasal bağımlılık ilişkisi olarak ortaya çıkmadığı kapitalist üretim tarzı ve burjuva toplum söz konusu olduğunda, aynı başarının sürdürülebildiğini söylemek mümkün değil. Mülkiyet ilişkisinin aynı zamanda doğrudan doğruya bir siyasal bağımlılık ilişkisi olarak ortaya çıkmadığı ve genel olarak artı-emeğe el konulmasının ekonomiiçi süreçlerde örgütlendiği kapitalist üretim tarzında sömürü ilişkisinin siyasal alan ve ilişkilerinden bağışık, salt ekonomik bir ilişki olarak algılanması, yaygın bir yanılgı. Bu yanılgının, burjuva toplumda sınıfların iktisadi kategoriler olarak algılanmasıyla dolaysız bir ilişkisi bulunuyor. Sömürü ilişkisi burjuva toplumda da salt iktisadi bir ilişki değildir Özgür emekçi ve sermaye arasındaki serbest sözleşmenin imzalanması yolu ile artıemeği doğrudan üreticiden üretim sürecinin içerisinde çekip alıveren gelişkinlikte örgütlenmiş olan burjuva toplumda, artı-emeğe el koymak için ekonomi-dışı zora gereksinim olmadığı, burjuva toplumda zorun yalnızca tehlikeye düşen düzeni savunmak için ya da sermaye zeminindeki rekabetin gereği olarak egemen sınıfın kullandığı bir araç olduğu sanıları, bu alanda yaşanan yanılgıların başındadır. Bu yanılsamanın, kapitalist üretim tarzı ve burjuva toplumun iktisadi süreçlerdeki değişimin-gelişimin bir sonucu olarak ortaya çıktığı ve toplumun siyasal üstyapısını da, tek yönlü bir belirleyicilik çerçevesinde ama evrimle, ama devrimle kendisine uydurduğu şeklindeki tarih yorumuyla da kapitalist toplumun sınıflarının ortaya çıkışını ve sınıflar arasındaki ilişkileri, iktisadi zeminde başlayıp biten gerçeklikler olarak ele alan toplum ve siyaset kurgusuyla da sıkı bağları bulunuyor. Üretimin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olarak artı-değer üretiminin gerçekleştiği kapitalist üretim tarzında, doğrudan üretici kitlesi kendi üretimlerinin toplumsal karakteri ile, sıkı bir otorite ve tam bir hiyerarşi halinde düzenlen5
K. Marx, Artı Değer Üzerine Teoriler - Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Sol Yayınları, 3.Baskı s.219
172
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
miş toplumsal emek süreci mekanizması halinde karşı karşıya gelirler, ama bu otoriteye onlar, yalnızca emeğin karşısında yer alan, emek araçlarının kişileşmesi şeklinde sahiptirler, yoksa daha önceki üretim tarzlarında olduğu gibi, politik ya da dinsel liderler olarak değil.6
Kapitalist toplumda, mülkiyet ilişkisinin, aynı zamanda doğrudan doğruya bir siyasal egemenlik ilişkisi olarak ortaya çıkmadığı açıktır. Kapitalist üretim tarzında sömürü, genel olarak, doğrudan üreticilerin dolaysız biçimde siyasal bağımlılığına değil de üretim araçlarından kopartılmalarına ve mülksüzleştirilmesine dayanır. Burjuva toplumda sömürünün zora dayalı niteliği, tek tek doğrudan üreticiler ve artı-ürüne el koyanlar arasındaki siyasal bağımlılık veya ekonomi-dışı zor ilişkisinde değil genel olarak burjuva toplum ve bunun merkezinde bulunan devlet örgütlenmesinde içerilmiştir ve bu nedenle artı-emeğin zora dayalı niteliği, kapitalist üretim tarzında da süregelmektedir: Biz ayrıca sermayenin... kendisine tekabül eden toplumsal üretim sürecinde doğrudan üreticilerden ya da emekçilerden belirli miktarda artı-emek sızdırdığını da görmüş bulunuyoruz; sermaye bu artı-emeği, bir eşdeğer vermeksizin elde eder ve aslında her ne kadar karşılıklı serbest sözleşmeden doğuyormuş gibi görünürse görünsün, bu emek daima zora dayanan emek olarak kalır.7
Kapitalist üretim tarzında artı-ürüne el koyma işinin zora dayalı olmadığı yanılgısı, kapitalist ilksel birikim sürecine, doğrudan üreticilerin üretim araçlarından kopartılması ve işçi sınıfının ortaya çıkışı dönemine dair ekonomist bakışın doğal uzantısıdır. Bu noktada, ilksel birikimin sağlanması ve kapitalist gelişmenin, bu eksende işçi sınıfının ortaya çıkışının, sonuçları siyasal düzeye yansıyan iktisadi bir gelişme (gelişmeler) olduğu düşüncelerinin büsbütün Marksizm dışında üretilmiş hurafeler olmadıklarını belirtmek gerekiyor. Engels’in kimi saptamalarının bu alanlarda yaşanan ekonomist-determinist yanılsamaları besleyecek ve hatta bunlara kaynaklık edebilecek nitelikte olması kayda değerdir. Engels’in, daha ziyade, Dühring ya da paralel bir zeminde zoru, devleti tüm kötülüklerin anası ilan eden anarşizan akım ve eğilimlerle tartışma içerisinde, ekonomik gelişme ve süreçlerin son kertede siyasal süreçler üzerindeki belirleyiciliğini ortaya koymak maksatlı yaptığı vurguların bir kısmı, marksist diyalektiğin sınırlarını zorlayan ve kaba ekonomist determinizme kapı açan bir yan taşıyor: Tüm burjuva üretimi, bu üretimin -yalnızca manifaktürün değil, el sanatı sanayiinin bile- çoktan aşmış olduğu ortaçağların feodal siyasal biçimleri içinde kısılıp kalmıştı; üretimin salt angaryaları ve köstekleri haline dönüşmüş olan binlerce lonca ayrıcalıklarının ve yerel ve bölgesel gümrük engellerinin içinde sıkışıp kalmıştı. Burjuva devrim buna bir son verdi. Ama bay Dühring’in buyruğuna uygun olarak, ekonomik durumu, politik koşullara uyacak biçimde ayarlayarak değil -soyluların ve kral6 7
K. Marx, Kapital, Cilt 3, Sol Yayınları, 2. Baskı, s.772 Age, s.719
173
Yaşayan Marksizm
lığın yıllardan beri boş yere yapmaya çalıştıkları şey işte buydu- tersini yaparak, eski çürümüş siyasal saçmalıkları bir yana atarak ve yeni ‘iktisadi durumun’ içinde varlığını sürdüreceği siyasal koşulları yaratarak. (...) burjuvazi, giderek daha çok, yalnızca toplumsal bakımdan gereksiz hale gelmekle kalmıyor, toplumsal bir engel haline de geliyor; üretken faaliyetten giderek daha çok ayrılıyor ve geçmişteki soyluluk gibi, gitgide daha çok, gelirini cebe indirmekten başka bir şey yapmayan bir sınıf haline geliyor, ve kendi konumundaki bu devrimi ve yeni bir sınıfın, proletaryanın yaratılmasını, herhangi bir zor hokkabazlığı olmaksızın, salt ekonomik bir biçimde gerçekleştirmiş bulunuyor.(v.b.a.)”8 ve bunun yanında: “Her sosyalist işçi, milliyeti ne olursa olsun, zorun sömürüye yalnızca yardımcı olduğunu, ama onun nedeni olmadığını; sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin, sömürülmesinin nedeni olduğunu ve bu ilişkinin de zor yolundan değil, salt ekonomik biçimde doğmuş bulunduğunu çok iyi bilir.”9
Oysa, kapitalist gelişmenin, ilksel birikimin, işçi sınıfının ortaya çıkışının ve sınıfsal sömürü ilişkisinin kurulup süreklileştirilmesinin bu tarz kavranışının “marksizm” olarak ele alınması karşısında başka (ve sahici) bir marksist bakış açısı ortaya koymak fazlasıyla mümkün. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor; ilksel birikim yöntemleri ne salt iktisadi zeminle sınırlıdır ne de ekonomi-dışı zordan bağımsızdır: “Eğer para, Augier’in dediği gibi, ‘dünyaya, bir yanağında doğuştan kan lekesiyle geliyor’sa, sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak geliyor.”10 Siyasal iktidarın-devletin ve bu anlamıyla ekonomi-dışı zorun, ilksel birikiminin gerçekleşme sürecinde belirleyici önemleri var: Demek oluyor ki, üreticiyi ücretli-işçi haline getiren tarihsel hareket, bir yandan bunların kölelikten ve loncaların koydukları bağlardan kurtulmaları olarak görünüyor; ve işte, burjuva tarihçilerimiz için, işin yalnızca bu yönü söz konusudur. Ama öte yandan, bu yeni özgürleşmiş kimseler, sahip oldukları bütün üretim araçları ile, eski feodal düzenlemelerin sağladığı her türlü güvenceler ellerinden alındıktan sonra, ancak kendi kendilerinin satıcısı haline geliyorlar. Ve onların mülksüzleştirilmesini anlatan bu öykü, insanlık tarihinde, kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.11
Kapitalist gelişmenin, ilksel birikimin, özgür emekçinin oluşmasının temelinde, iktisadi yaşamın siyasal zordan yalıtık sihirli ilişkilerinden ziyade, “yasa-dışı bir proletarya sınıfının zorla yaratılması(nı), onları ücretli emekçilere dönüştüren kanlı disiplin(i); emeğin sömürülme derecesini arttırmak suretiyle sermaye biriki8 9 10 11
F. Engels, Anti-Dühring, ayrıca bakınız, Tarihte Zorun Rolü, Sol Yayınları, s.29-30 Age, s.234 K. Marx, Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.779 Age,, s. s.731
174
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
mini hızlandırmak için polisi harekete geçiren devletin utanç verici eylemi”12 yatmaktadır. Bu konudaki örnekler13 çoğaltılabilir: Ücretli emek ile ilgili yasal kurallar (daha baştan beri emekçinin sömürülmesini amaçlamış ve geliştikçe de hep ona karşı düşmanca bir tutum içerisinde olmuştu), İngiltere’de 1349 yılında III: Edward zamanında Emekçiler Yasası ile başlamıştır. Fransa’da 1350 tarihinde Kral John adına yayımlanan buyruk da bunun benzeridir. İngiliz ve Fransız yönetmelikleri paralel giderler ve amaçları da özdeştir... işgününün zorunlu olarak uzatılması ...14 Yükseliş halindeki burjuvazi, ücretleri ‘düzenlemek’, yani bunu artı-değer yapımına uygun sınırlar içinde tutmak, işgününü uzatmak ve emekçinin kendisini normal bir bağımlılık durumuna sokmak için, devletin gücünü daima kullanır. Bu ilkel birikim denilen şeyin esas öğelerinden biridir.15
“Henüz çekirdek halindeki sermayenin gelişmeye başladığı sıralarda, artı-emeğin bir quantum suffict’ini (yeterli nicelik) emme hakkını sırf ekonomik ilişkilerin gücüyle değil de, devletin yardımıyla sağlama aldığı”16 hesaba katıldığında, kapitalist ile özgür emekçi arasındaki karşılıklı serbest sözleşmenin siyasal zeminin müdahaleleri ile olanaklı olduğu açıklık kazanacağı gibi, bu bağlamda işçi sınıfının (oluşum sürecinden itibaren) iktisadi bir kategori olarak tanımlanamayacağı da anlaşılacaktır. Tüm tarih boyunca, birbirlerinden, temel olarak, artı-emeğin doğrudan üreticiden alınma biçimi ile ayrılan üretim tarzlarının hiçbirisinde, sömürü olgusu, salt ekonomik bir süreç olarak ortala çıkıp varolmamış ve ancak ekonomi-dışı bir alana (alanlara) yaslanabildiği sürece olanaklı olabilmiş, sürekliliğini sağlayabilmiştir. Burjuva toplum, sermaye egemenliği zemininde ekonomik alan ile siyasal alan arasındaki bu karşılıklı, çok yönlü ilişkinin ve etkileşimin her gün ve her an yeniden üretildiği bir gerçeklik olmasına karşın, aynı zamanda sömürülen-ezilen sınıflar ve mücadeleleri zemininde bu iki alan arasındaki her türlü geçişkenliği baskılamaya kodlanmıştır. Ekonomik alana ait yapı ve ilişkilerin bu alanda sınırlandırılması ve siyasal bağlamlarından (bu bağlamlara henüz kavuşamadan) kopartılması uğraşı, burjuva devletin, kendinden önceki sınıflı toplumlardan devraldığı, sınıf savaşını kontrol altında tutma görevinin ve refleksinin sonucudur. Kapitalist üretim tarzında sınıflar sadece iktisadi kategoriler midirler? Marksist hareket içerisinde en bilinen ve genel olarak da benimsenen sınıf tanımlamalarının başında, herhalde Lenin’in yapmış olduğu ve esas olarak da sınıf saptamasındaki ekonomik ölçütlere işaret eden sınıf tanımlaması geliyor: 12 Age,, s.760 13 Bu konuda ayrıntılı bilgi için, Kapital’in Birinci Cildinde “Tarımsal nüfusun topraksızlaştırılması” başlıklı 27. bölüme ve “Onbeşinci yüzyılın sonundan başlayarak mülksüzleştirilenlere karşı kanlı yasalar. Ücretlerin, parlamento yasalarıyla düşürülmeye zorlanması” başlıklı 28. bölüme bakılması faydalı olacaktır. 14 K. Marx, Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.755 15 Age, s.760 16 Age, s.284
175
Yaşayan Marksizm
Sınıflar, tarih tarafından belirlenmiş bir sosyal üretim sistemindeki yerleri, üretim araçlarıyla ilişkileri (genellikle hukukça saptanmış ve formüle edilmiş ilişkilerdir bunlar), emeğin sosyal örgütlenmesindeki rolleri, paylarına düşen sosyal serveti elde etme boyut ve biçimleri bakımından birbirlerinden ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.17
Marks’ın çalışmalarında bu tür bir sınıf tanımı bulunmuyor. “Sınıflar” bölümünü tamamlayamadan yaşamını yitirdiği “Kapital” çalışmasında da, burjuva toplumda sınıfların hangi nesnel/iktisadi ölçülerle birbirlerinden ayrıldıkları ve işçi sınıfı dendiğinde ne anlaşılması gerektiği üzerine yeterince veri ve örnekleme bulunmasına karşın, Lenin’in tanımına denk bir sınıf tanımı (yahut işçi sınıfı tanımı) sunulmaz. Bu tür bir tanıma en çok yaklaşan ifadeleri, Engels’in Komünist Parti Manufestosu’nun 1888 İngilizce baskısına yazdığı önsözde bulabiliriz: “Proletarya, deyince ise, kendi mülkiyetinde üretim aracı bulunmadığından, yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçiler sınıfını anlıyoruz.”18 Bu tanımda, kilit önemde saydığım “ücret” olgusunun, “maaş, aylık, bahşiş vb.” biçimlerdeki ödeme ya da değişim biçimlerinden ayırt edilebilmesi ve açıklığa kavuşabilmesi için de Marks’a başvurmakta fayda var: Ücret, görmüş olduğumuz gibi, belirli bir metaın, işgücünün fiyatıdır. Demek ki, ücret de bütün öteki metaların fiyatlarını belirleyen aynı yasalarla belirlenir.”19 “Ücret, arz ve talep arasındaki ilişkiye göre, işgücü alıcıları, yani kapitalistler ile, işgücü satıcıları, yani işçiler arasındaki rekabetin aldığı biçime göre yükselip düşecektir. Ücretteki dalgalanmalar genel olarak metaların fiyatındaki dalgalanmalara tekabül eder. Ama bu dalgalanmaların çerçevesi içerisinde, emeğin fiyatı üretim maliyeti ile, bu metaın -işgücünün- üretimi için gerekli-emek zamanı ile belirlenir…Basit işgücünün üretim maliyeti, demek ki, işçinin varoluş ve üreme masraflarından oluşur. Bu varoluş ve üreme masraflarının fiyatı, ücreti meydana getirir. Bu biçimde belirlenen ücrete, asgari ücret denir. Bu asgari ücret, metaların fiyatlarının genel olarak üretim maliyetleri ile belirlenmesi gibi, bir tek birey için değil, bu bireylerin meydana getirdikleri tür için gereklidir. Varolmak ve üremek için tek tek yeterli ücret alamayan milyonlarca işçi vardır; ama tüm işçi sınıfının ücretleri gösterdikleri dalgalanmalar içerisinde, bu asgariye eşitlenirler.20
Kendi adıma Engels’in Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısının önsözünde yapmış olduğu bu tanımı, yakın dönemde işçi sınıfının kapsamının değişip genişlediği 17 V.I. Lenin, Büyük Bir Başlangıç… Komünist Subotnikler, Ütopik ve Bilimsel sosyalizm, Bilim ve sosyalizm Yayınları, 2. Baskı, s.182 18 Komünist Parti Manifestosu 1888 ingilizce baskısında “1. Burjuvalar ve Proleterler” bölüm başlığına Engels’in notu. Engels ayrıca, bu noktadaki bir düzeltmeyi “Ücretli Emek ve Sermaye”nin 1891 baskısına yazdığı önsözde de şöyle anlatır: “Benim yaptığım değişikliklerin tümü, bir tek nokta etrafında toplanıyor. Asıl metne göre, işçi, kapitaliste, ücret karşılığında emeğini satmaktadır; bu metne göre ise, işçi, işgücünü satmaktadır. Bu değişiklik için bir açıklama yapmam gerekir. Bu açıklamayı, bu sorunun basit bir sözcük oyunu değil, tersine, bütün ekonomi politiğin en önemli noktalarından biri olduğunu görsünler diye yapmalıyım.” 19 K. Marx, Ücretli Emek ve Sermaye Bölüm 2, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, Sol Yayınları 1. Baskı, s. 189 20 Age, s. 194
176
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
tespitlerine bağlı olarak dile getirilen “işçi sınıfının yeniden tanımlanması” ihtiyacına da yanıt verebilecek nitelik ve esneklikte saydığım için, bu güne dek yapılmış en özlü tanımlama olarak ele alıyorum: işçi sınıfı; üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayan ve yaşamak için emek-gücünü bir ücret karşılığı satmaktan başka olanağı bulunmayan büyük insan grubu, toplumsal kesimdir. Engels’in bu özet tanımı da sınıf saptamasındaki ekonomik ölçütlere işaret etmekte ve üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumu itibariyle işçi sınıfını betimlemekte. Marks eğer Kapital’in “Sınıflar” bölümünü bitirebilseydi işçi sınıfını üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumu itibarıyla böylesi bir netlikte tanımlama ihtiyacı duyar mıydı, böyle bir tanımlama yapar mıydı, bilemiyorum. Nesnel sınıf ölçütleri ya da toplumsal sınıfların üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumlarıyla tanımlanmaları, sınıfların varoluş koşullarını burada bulmalarından ve bu zeminin hem sınıf tanımının hem de sınıf mücadelesinin zemini ve başlangıcı olması bakımından belirleyici önemde. Bu noktaya Marks’ın da en az bizim kadar önem verdiği açık. Fakat öte yandan, Marks’ın dikkatinin yoğunlaştığı asıl noktanın, kendinden önceki sınıf tanımlamalarının karşısına yeni ve farklı bir sınıf tanımı çıkartma, üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumları itibarı ile toplumsal sınıfları (ya da işçi sınıfını) yeniden tanımlama uğraşı değil, tarihin motoru olan sınıf savaşımlarının (“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir”) öznesi olan sınıf niteliğinin kazanılması ve bu manada “sınıf olma durumu”olduğunu düşünüyorum. Tüm toplumsal sınıflar olduğu gibi işçi sınıfı da varoluş koşullarını iktisadi düzeyde bulur; dahası bu düzeyde, diğer toplumsal sınıflarla karşılıklı ilişki içerisinde oluşur. Marks’ta bu durum “kendinde sınıf” halidir ve çalışmalarında, “kendinde sınıfın ne olduğu”na dair bir özel bir tanımlamaya rastlanmaz. Marks’ın çalışmalarında “kendinde sınıf”, ancak daha kapsamlı ele alınabilecek “sınıf olma durumu” çerçevesinde bir anlama sahiptir. Bu nedenle bu kavramlaştırmayı, bu sınıf durumunun analizi ve anlaşılabilmesi için değil; “kendisi için sınıf” gerçekliği ile bir “karşıtlık” ilişkisi içinde, toplumsal devrim süreçlerinin, bu eksende sınıf savaşının ve “kendisi için sınıf” durumunun anlaşılabilmesi için nesnel bir zemin ve kalkış noktası olarak kullanmıştır: Tam bir sivil savaş demek olan bu savaşın içinde, gelecekteki muharebelerin gerektireceği bütün unsurlar gelişir ve birleşirler. Bu noktaya vardığında örgütlenme siyasal bir karakter kazanır. Ekonomik koşullar önce ülkedeki yığınları emekçiler haline getirmişti. Sermayenin egemenliği bu yığına ortak bir konum ve ortak çıkarlar yarattı. Böylece bu yığın daha bu noktadan itibaren sermaye ile ilişkisi bakımından bir sınıf oluşturur, ama henüz kendisi için bir sınıf olmaz. Sadece bir kaç evresine işaret ettiğimiz bu savaşın içinde bu yığın birleşir ve kendini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları haline gelir.”21 21 K. Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, 4. Baskı, s.157
177
Yaşayan Marksizm
Dahası, bu noktada Marx açısından asıl önemli olanın, işçi sınıfının nesnel tanımı ve durumundan ziyade, öznel durumu olduğunu söylemek mümkündür: “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar.22 Fakat Marks buradan, işçi sınıfının varolup olmadığını yahut kapsamını tanımlamak için bu sınıfın ideolojik ve siyasal alanlardaki görüngülerini ölçü alan bir yerlere uzanıp, yirminci yüzyıl kuramcılarının arasına karışmaz. Marks’ın, meseleye bu şekilde yaklaşıyor olmasının ve işçi sınıfının öznel konumuna verdiği önemin temelinde, dünyayı altüst edecek olan tarihsel öznenin yaratılması sorunsalı ve hedefi yatmaktadır: Yine, tarihte dönemsel olarak meydana gelen devrimci sarsıntının, mevcut her şeyin temelini devirmeye yetecek güçte olup olmayacağını belirleyen şey, çeşitli kuşakların hazır olarak buldukları yaşam koşullarıdır; ve eğer toptan bir altüst oluşun bu maddi öğeleri, bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte yandan da, yalnızca o güne kadarki toplumun tekil koşullarına karşı değil, bu tekil koşulları yaratan o güne kadarki “yaşamın üretimi”nin kendisine, bu “bütünselliğe” karşı başkaldıran devrimci bir yığın yoksa, bu altüst oluş Fikri’nin daha önce binlerce kez dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem taşımaz.23
Kendinden - kendisi için ayrımı ve ekonomik alan - siyasal alan Kendinde ve kendisi için sınıf ayrımı, sınıfların oluşumunda ve birbirleriyle ilişkilerinde iki ayrı düzey tanımıdır: Üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumlarıyla sınıfların tanımlanabileceği ekonomik düzey/alan ve sınıf savaşının özneleri ve tarafları olarak sınıfların tanımlanabileceği siyasal düzey/alan. Bu alan ayrımları bütünüyle sanal ayrımlar değildir. Sınıfların ve sınıfsal egemenlik aygıtının ortaya çıkması ile birlikte toplumsal yaşam bu eksende parçalanmış ve devlet, varolan sınıflar arasındaki savaşı egemen olan lehine baskılayarak, sömürülen sınıfların varoluşu ve hareketinin ekonomik düzeyde sınırlandırılmasının başlıca aracı olarak yükselmiştir. Bu durum, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı çalışmada şu biçimde ortaya konuyor: Böyle bir toplum, ancak, ya bu sınıfların kendi aralarındaki sürekli ve açık bir savaşım içinde ya da görünüşte uzlaşmaz-karşıt sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar savaşımına, olsa olsa, iktisadi alanda, yasal bir biçim altında izin veren bir üçüncü gücün egemenliği altında varlığını sürdürebilirdi; gentilce örgütlenmenin ömrü dolmuştu... yerine devlet geçti.24 22 K. Marks-F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.91 23 K. Marks-F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.64 24 F. Engels, Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni s.174
178
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
Ancak sınıf savaşının iktisadi alanda sınırlanarak sürdürülmesi, tek yönlü bir “sınırlamadır” ve egemen sınıf açısından ne varoluşunun ne de boyunduruk altında tuttuğu sınıflarla ilişkisinin ve mücadelesinin ekonomik alanla sınırlı olduğu anlamına gelmez; bu anlamıyla, sömürülen ve ezilen yığınların zihninde yaratılan bir yanılsamadır aynı zamanda. Devlet burada egemen sınıfın, karşıtı ile savaşımı içerisinde kullandığı en temel savaş aracıdır: Devlet özel bir iktidar örgütüdür: belirli bir sınıfın sırtını yere getirmeye yönelik bir zor örgütü ... Sömürücü sınıfların siyasal egemenliğe olan gereksinimleri sömürüyü sürdürmek, yani halkın büyük çoğunluğuna karşı, çok küçük bir azınlığın bencil çıkarlarını savunmak içindir.25
Devletin bu anlamıyla sınıf mücadelesinin odağındaki belirleyici güç olarak bulunması, toplumun bütün alanlarının egemen sınıfın çıkarları ve ihtiyaçları dorultusunda yeniden tanımlanıp örgütlenmesi sonucunu beraberinde getirir: Şu halde, devlet egemen bir sınıfın bireylerinin onun aracılığıyla kendi ortak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim, içinde bir çağın bütün sivil toplumunun özetlendiği bir biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, bütün kamusal kurumlar, devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar.26
Siyaset, sadece iktidar, hükümet, yasalar ve parlamento düzeyinde değil, yaşamın tüm alan ve düzeylerindedir; bu eksende, ekonomik alan da siyasal bir bağlam kazanır. Ancak burada söz konusu olan siyasal bağlam, açık biçimde egemen sınıfın çıkar ve ihtiyaçlarınca belirlenmektedir. Bu ne anlama gelir? Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler.”27
Burjuva toplumda, “ekonomik alana” ait sayılan emek süreçlerinin örgütlenme biçimlerinin, üretim süreci içerisinde gözle görülür, elle tutulur bir siyasal zor yahut bağımlılık ilişkisi kurulmaksızın işçi sınıfı açısından boyun eğme biçimlerinin her gün, her saat yeniden ve yeniden üretilmesinin, işçi sınıfının emeğinin ürünlerine ve sonuçlarına olduğu gibi kapasitesine de yabancılaşmasının temel zemini olması, tam da bu sebepledir. 25 V. I. Lenin, Devlet ve İhtilâl Bilim ve Sosyalizm Yayınları 7.Baskı s.33 26 K. Marks-F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.107 27 K. Marks-F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.70
179
Yaşayan Marksizm
Sınıfların günübirlik maddi çıkarları ile siyasal hedefleri arasında mutlak bir tekâbüliyet ilişkisi bulunmuyor. Bu ilişki ancak siyaset dolayımıyla kurulabiliyor. Boyunduruk altındaki sınıflar, kendi bağımsız çıkarlarının ifadesi olan siyasal bir niteliği açığa çıkartamadıkları durumda, toplamsal yaşamın tüm alanlarına siyasal bağlam kazandıran ve bu manada siyasallaştıran da, egemen sınıfın siyaseti oluyor. Dolayısıyla burjuva devletin kapsayıp içerdiği kurumları ve ilişkileriyle bir bütün olarak, işçi sınıfının, burjuvazinin çıkarları ve ihtiyaçları ekseninde örgütlendirilebilmesinin başlıca aracı olarak yükseldiği sermaye egemenliğinde, ekonomik ve siyasal alanlar arasındaki ayrımın, işçi sınıfının gündelik maddi çıkarları ile siyasal/tarihsel hedefleri arasındaki bağın kopukluğunun ifadesi olmaktan ve bu kopukluğun sürdürülmesinden öte bir anlamı bulunmuyor. Siyasal bir güç olarak işçi sınıfı Marks, Felsefenin Sefaleti adlı çalışmasında, sınıf savaşının politik niteliğine işaret ediyor: “Sınıfa karşı sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır… Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki bir sınıfa karşı sınıf savaşımdır; ki bu savaşım en yüksek ifadesine kavuştuğunda bütünsel bir devrim haline gelir.”28Tek tek bireylerin, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirebilecekleri hesaba katılırsa, bir toplumsal formasyonun ekonomik-siyasal ve ideolojik düzeylerinde bir bütün olarak yaşanan ve ekseninde siyasal iktidar bulunan sınıf savaşı, burjuvaziye karşı vermiş olduğu savaşım içerisinde işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak örgütlemesi pratiğinin bizzat kendisidir. Bunu, işçi sınıfının üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumunun ötesinde, bir siyasal güç olarak örgütlenebilmesi olarak anlamak gerekiyor. İşçi sınıfının günübirlik maddi çıkarları ile siyasal, tarihsel hedefleri arasındaki bağın kurulması olarak da tanımlanabilecek bu süreç, marksist hareket içerisinde, işçi hareketinin yahut işçi sınıfının siyasallaşması biçiminde tanımlanıyor. İşçilerin bir işyerinde işverene karşı verdikleri mücadelenin ötesine geçip, eylemleri ve talepleri ile ülke çapında bir sınıf olarak burjuvaziyi karşısına alan, yasalarda kimi değişiklikler yapılmasını somut olarak önüne koyan bir zeminde kendisi için sınıf olarak ortaya çıkması anlatılır bu kavramlaştırma ile. İşçi hareketi, işçi sınıfının kendisi için sınıf niteliğine yükseleceği o belirleyici eşik noktasına kadar ekonomik alanda ortaya çıkıp devinen bir gerçeklik olarak ele alındığı için, politikleş(tiril)miş işçi hareketidir burada söz konusu olan. “İşçi sınıfının egemen sınıflara karşı bir sınıf olarak ortaya çıktığı ve onlara dışarıdan baskıyla boyun eğdirmeye çalıştığı her hareket, bir siyasal harekettir. Örneğin belli bir fabrikada, hatta belli bir işkolunda grevler, vb. yoluyla tek tek kapitalistleri daha kısa bir işgününe zorlama girişimi, salt iktisadi harekettir. Öte yandan sekiz saat, vb. yasasını zorlama hareketi bir siyasal harekettir. Ve bu şekilde, işçilerin tek tek iktisadi ha28 K. Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, 4. Baskı, s.157
180
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
reketlerinden her yerde bir siyasal hareket, yani kendi çıkarlarını genel bir biçim içerisinde dayatmayı amaçlayan bir sınıf hareketi doğar.”29 Marks’ın örneklemesi de bu örneklemeye dayanan değindiğimiz bakış açısı da “yanlış” değildir. Ancak bunun, doğrunun sadece bir boyutuna işaret ettiğini ve meselenin bu boyuta indirgenmesinin ciddi sorunlar yaratacağını ifade etmek gerekiyor. Bu noktada sergilenen indirgemeci yaklaşımların temel kusuru, siyasal mücadeleyi ve hareketin siyasallaşmasını, ancak siyasal iktidar, hükümet, parlamento ve yasalar zemininde bir varoluşla sınırlaması veya eşitlemesidir. Meseleye böyle yaklaşıldığında, işçi hareketinin siyasallaşmasının tek mümkün biçimi de; mücadeleyi siyasal bir bağlama kavuşturmak üzere hükümet, parlamento ya da siyasal iktidar düzleminde talepler veya mücadele hedefleri formüle ederek, bu düzlemde formüle edilen taleplerin veya mücadele hedeflerinin işçi sınıfı içerisinde kabul görüp sahiplenilmesi yolunda ısrarlı bir çaba içerisinde olmaya indirgenebiliyor. Bu indirgemeci bakış, ekonomizmin tek panzehirini siyasal ajitasyon olarak görür. İşçi sınıfı ve hareketi, özel bir müdahale ya da durum olmadığı sürece, ekonomik alana ait gerçeklikler olarak kurgulandığı ve bu kurguya uygun pozisyonlar alındığı içindir ki, hareketin daha başından politik bir zeminde kurulabileceği olasılık dahilinde görülmez. Oysa, işçi hareketi ve mücadelesi burjuvazi ile siyasal iktidar veya yasalar zemininde o an için karşı karşıya gelmeseler dahi, üretim sürecinin ve alanının tümüne dair söz söyleme, denetleme, karar verme, yönetme hakkının, tarihsel ve vakti geldiğinde kullanılacak bir hak olarak değil, güncel, somut, meşru ve kazanılabilir bir hak olarak öne çıkartılması işçi hareketinin siyasal bir bağlama kavuşturulabilmesi yoluda belirleyici önemde. İşçi hareketi ve mücadelesini, işçi sınıfının boyun eğme biçimlerinin yaratıldığı, yabancılaşmanın fışkırdığı üretim sürecinin bizzat içerisinde siyasal bir bağlama kavuşturmayı hedeflemeyen bir zeminde, işçi sınıfının burjuva siyaset tarzının ötesinde iktidara aday bir sınıf olarak örgütlendirilmesi başarılamaz. Bu yola bir kez girildiğinde, hem (devrimci durum koşullarında ortaya çıktıklarından olsa gerek) bir iktidar fethi ve sonrasına has örgütler olarak algılanan işyeri komitesi, konsey, sovyet niteliğindeki örgütler, siyasal mücadelenin gündemine somut olarak girecek, hem de böylesi örgütlülükler oluşup yaşadıkları oranda, işçi hareketinin siyasallaşma sürecine inanılmaz ivme katacaklardır. Bu noktadaki tarihsel deneyim de, sınıfın somut ihtiyaçlarına mevcut örgütlerin yanıt veremediği durumlarda, her durumda meşruiyetin üzerinde kendisini var etme özelliklerine sahip bu tip örgütlerin gerçek ve yakıcı sorunlara devrimci çözümler üreten işlevli örgüt formları olarak, bunları oluşturmaya dönük herhangi bir özel çaba olmadığı halde bile, bir anda bütün haşmetleriyle ortaya çıkabildiklerini, işçi sınıfının yönetici ve kurucu niteliklerini öne çıkartarak, işçi sınıfının farklı kesimlerini mücadele içerisinde ortaklaştırdıklarını gösteriyor. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır belgisini ve bu eksende işçi sınıfının birliği sorununu böylesi bir somutluk üzerinden ele almak gerekiyor: 29 Marx’ın Bolte’ye 23 Kasım 1871 tarihli mektubu
181
Yaşayan Marksizm
İşçilerin birliği gereklidir. Ve hiç akıldan çıkarmamak gerekir ki, bu birliği onlara kendilerinden başka hiç kimse ‘veremez’, kendilerinden başka hiç kimse birlik sağlamalarına yardımcı olamaz. Kimse birlik sağlayacağına ‘söz veremez’, bu boşuna bir böbürlenme. Kendi kendini aldatma olur. Birlik, entellektüelist gruplar arasındaki ‘anlaşmalar’la ‘yaratılamaz’. Böyle olabileceğini sanmak, üzücü, toy ve saf bir aldatmacadır.30
Sonuç yerine İşçi sınıfı ve hareketinin, o güne kadarki “yaşamın üretimi”nin kendisine, bu “bütünselliğe” karşı başkaldıran devrimci bir yığın olarak tarih ve siyaset sahnesindeki yerini alabilmesi, sermaye egemenliğinin kendi tarihsel sınırlarına hızla koştuğu günümüzde, insanlığı barbarlık içerisindeki yokoluşundan kurtaracak tek gerçek ve devrimci seçenektir. İşçi sınıfının üretim sürecindeki ve toplumsal yaşamdaki rolünü işyerlerinden başlayarak ve bugünden değiştirilmesini somut olarak hedeflemeden, bu seçeneğin gerçek kılınması düşünülemez. “Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda bir bütün olan ekonomi-siyasal alan, kapitalist üretim biçiminde sanki birbirinden ayrıymış izlenimi verir. ‘Siyaset’ devlet etkinlikleri çevresinde biçimlenen alana hapsedilerek meşrulaştırılırken, ekonomik faaliyet kapitalist ile ‘özgür’ işçi arasındaki ‘serbestçe’ bağıtlanan bir sözleşme dolayımıyla yürütüldüğü için siyasal etkinlikten bağımsızmış gibi görünür. Ekonomik alan, yabancılaşmayı üreten ilişkilerin başladığı yer olmasına karşın, kendini gizleyerek devrimci siyasi müdahalenin etki alanından uzaklaşır. Asıl işlevi düzeni koruyup sürdürmek olan meşru siyaset alanı da sistemi hedef alan her siyasal eğilimin kolaylıkla ehlileştirildiği bir zemine dönüşür. Sermayenin gizemselliği de gücünü aynı bölünmeden alır. Oysa sermaye toplumsal bir ilişkidir. Bu nedenle de ayrılmış gibi görünen ekonomik ve siyasal alan, gerçekte diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da bir bütün oluşturur… Devrimci karşı-siyasetin özü, birbirinden ayrılmış gibi görünen ekonomik alan ile siyasal alanı bilinçlerde yeniden bütünleştirmek ve devrimcileştirmektir. Politik proletarya kurucu ve yönetici niteliklerini, üretim sürecinin denetlenmesinden ve düzenlenmesinden, bir bütün olarak toplumsal siyasal yaşama aktif olarak müdahale etmeye uzanan bir zenginlik içerisinde, ‘ekonomik mücadelenin dışından, işçilerle patronlar arasındaki ilişkiler alanının dışından’ ‘halkın bütün sınıflarına’ giderek geliştirebilir ve ancak böylece kendi dışındaki sınıf ve kesimlere önderlik edebilir.”31
30 V.İ. Lenin, Trudovaya Pravda, 30 Mayıs 1914 31 Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ağustos 2008
182
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi(*)1 Haluk Yurtsever
15-16 Haziran 1970, Şubat 1980 Tariş ve 1990-91 Zonguldak maden işçileri eylemleri, Türkiye işçi sınıfının on yıllık aralarla birbirini izleyen üç eylem tepesidir. Bu işçi çıkışları, gerçekleştikleri zaman, mayalandıkları toplumsal-siyasal ortam bakımından olduğu kadar, yöntemleri, gelişmeleri ve sonuçlarıyla da farklılıklar gösteriyorlar. Gerçekleştikleri dönemlerin en ileri eylemleri olmaları, kendilerini başlatan nedenlerin ötesine geçen gelişimleri ve yol açtıkları sonuçların benzerliği ise ortak yönler olarak sayılabilir. Daha önemlisi, bu eylemler, Türkiye’nin toplumsal siyasal ortamı; sol, sosyalist ve sendikal hareketin durumu; işçi sınıfının bunlara tepki ve refleksleri arasındaki karşılıklı ilişkiyi çözümlemek bakımından değerli ve zengin malzeme sunuyorlar. Bu tebliğde, her biri sayfalar ve kitaplar dolusu yazıyı hakeden bu üç eylemin ayrıntılı döküm ve analizlerini yapmaya girişmeyeceğim. Yapmaya çalışacağım, en temel, karakteristik özelliklerini öne çıkararak bu üç eylemle ilgili olarak belleklerimizi yenilememize, bugünkü görevler için dersler çıkarmamıza yardımcı olacak bilgi ve değerlendirmeleri belli bir yöntem çerçevesinde sunmaktan ibarettir. *
Haluk Yurtsever’in 15 Haziran 2003’te İstanbul’da yapılan İşçi Konseyi Birinci Emek Sempozyumuna sunduğu tebliğ.
183
Yaşayan Marksizm
Önce, eylemleri teker teker ele alıp kısaca inceleyen, sonra karşılaştıran, en sonunda da, sentezleştirmeyi deneyen bir yöntem izleyeceğim.
I 15-16 Haziran 1970 15-16 Haziran’ın Türkiye işçi sınıfının en ileri, en görkemli kalkışması olduğu noktasında bir tartışma yoktur. 15-16 Haziran çıkışını tetikleyen görünürdeki neden, Süleyman Demirel hükümetinin, “DİSK’in çanına ot çıkamayı” amaçladığı bir hükümet üyesi tarafından açıkça dile getirilen yasa tasarılarını meclise getirmesiydi. DİSK, tasarının yasalaşmasını önlemek için, Süleyman Demirel’e mektup yazmaktan, DİSK üyelerini “anayasal direniş hakkını” kullanmaya çağırmaya kadar çeşitli girişimlerde bulundu ve 17 Haziran’da miting yapmak üzere İstanbul Valiliği’ne başvurdu; ancak valilik mitinge izin vermedi. 14 Haziran günü, Lastik İş sendikasında binin üzerinde sendika temsilcisinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantının amacı somut eylem kararının belirlenmesiydi. Toplantıya katılan işçilerin kararlılığına rağmen, DİSK yönetiminin ikircikli tutumu nedeniyle eylemin biçimi ve zamanı konusunda karar alınamadı. Bu noktadan itibaren, inisiyatif, çok büyük çoğunluğu işyeri temsilcisi olan öncü işçi aktivistlerine geçti. Bir gece içinde eylem komiteleri oluşturuldu; 15 Haziran’da Otasan fabrikası işçilerinin işbaşı yapmayıp yürüyüşe geçmeleriyle eylem başladı. Bunu, İstanbul’un her yerindeki fabrikalardan işçilerin yürüyüşe geçmesi izledi. Yürüyüşlere, İstanbul’un 200’ye yakın fabrikasında çalışan onbinlerce işçi katıldı. 16 Haziran günü yürüyüşler daha kalabalık sayılarla, daha militan biçimler alarak devam etti. Bu kez, onbinlerce işçi Avrupa ve Anadolu yakasındaki kollardan kent merkezlerine akmaya başladı. Galata köprüsü açılarak, vapur seferleri iptal edilerek iki yakadan gelen iki büyük kolun buluşması önlendi. Kadıköy Kurbağalıdere’deki çatışmalarda üç işçi öldürüldü. Olaylar sürerken DİSK Başkanı Kemal Türkler, radyodan anayasal haklar için yapılan direnişlerin silahsız ve saldırısız olması gerektiğini söyleyen bir konuşma yaptı. Hükümet 16 Haziran akşam saatlerinden sonra inisiyatifi ele almaya başladı. Fabrikalar askeri birliklerce kuşatıldı; sendikalar basıldı; yüzlerce işçi gözaltına alındı; İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan edildi. İzleyen günlerde 5 binden fazla işçi işten atıldı. Yasa meclisten geçti; ancak 9 Şubat 1971’de TİP’in açtığı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi. 15-16 Haziran büyük kalkışmasının temel çizgileri Bir: Çıkış nedeninden belli ölçülerde bağımsız olarak 15-16 Haziran, ekonomiksendikal hedefleri aşan, işçi sınıfının meclisi ve hükümeti, yöneten sınıfı açıkça karşısına alan siyasal içerikli bir ayaklanmaydı. 184
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
İki: Kalkışmanın gücü taban dinamiğinden gelmekteydi. 15-16 Haziran’ın enerji kaynağı fabrikalar, işyerleri, buralardaki ileri işçilerdi. DİSK’in işyerlerini temel alan örgütlenme biçimi taban dinamiğine kanal yaratmış, eylem, esas olarak işyeri temsilci ve aktivistleri tarafından örgütlenmiş, ilk hareket bu anlamda örgütlü ve eşgüdümlü bir inisiyatifle sağlanmıştı. Eyleme katılan işçi sayısı, Türk-İş’ten, başka sendikalardan ve sendikasız işçilerden katılımların boyutu, yürüyüşe katılımların öznel bir çabayla değil kendiliğinden bir çığ gibi büyümesi ise, alttan gelen enerjinin söz konusu örgütlülük ve eşgüdümün çok ötesine geçtiğini göstermiştir. Üç: 15-16 Haziran, DİSK-Türk-İş ayrımını fiilen ortadan kaldıran, bu iki sendika konfederasyonuna bağlı işçileri eylemde birleştiren bir kalkışmadır. Sınıfın sınıfa karşı eylemi işçileri sendika aidiyetlerinin ötesinde birleştirmiştir. Dört: 15-16 Haziran, Türkiye işçi sınıfının proleter yöntemlerle yürüttüğü, sınıf zorunu ortaya koyduğu en ileri eylemdir. Burjuvazinin, kalkışmayı “ihtilal provası” olarak adlandırması rastlantı değildir. Beş: Yürüyüş ve çatışmalar boyunca haykırılan, öne çıkarılan belgiler, işçi kitlesinin Türkiye solunun o günkü ideolojik konumuna paralel bir bilinç ve psikoloji içinde olduğunu göstermektedir. “Bağımsız Türkiye”, “Amerikan üslerine hayır!”, “Referandum hakkımız söke söke alırız!”, “Emperyalizme ölüm!”, “İşçiyiz güçlüyüz!”, “Kahrolsun faşizm!”, “Ordu-işçi elele”, “Anayasa için elele” vb. belgileri, bir iki eksiği ve fazlasıyla 15-16 Haziran’ı önceleyen dönemde sosyalist ve devrimcilerin yürüyüş ve mitinglerde kullanageldikleri içeriktedir. Altı: Türkiye sol ve sosyalist hareketinin hiçbir siyasal öznesi 15-16 Haziran’ın örgütleyicisi, aktif örgütlü destekleyicisi, ya da 15-16 Haziran sonrasında işçi sınıfı içindeki örgütsel nüvelerin (örneğin işyeri temelli örgütlenmenin) geliştiricisi ve sürdürücüsü olamamıştır. TİP ve DİSK’in rollerine birazdan değineceğim. Yedi: Burjuvazi ve kapitalist devlet 15-16 Haziran’dan önemli dersler çıkarmış; bu tarihten sonraki sınıf mücadelesini bu deneyimden ciddi biçimde yararlanarak yürütmüştür. 12 Mart’ın 15-16 Haziran’ın yanıtı olması bir yana, kalkışmadan sonra binlerce önder nitelikli, sol eğilimli işçinin işten atılması, bu budama işleminin sürekli kılınması bunu gösteriyor. İlk ağızda işten atılan işçi sayısı 5 binin üzerindedir. Sermaye 15-16 Haziran’dan sonra da, işyerlerindeki ileri, sol eğilimli işçileri tasfiyeyi öncelik haline getirmiştir. Sekiz: 15-16 Haziran 1970 büyük emekçi kalkışması bir de “mücadele-kazanım” diyalektiğini işçi sınıfı yığınlarının bilincine çıkaran yönüyle önemlidir. Kalkışmayı tetikleyen yasanın Anayasa Mahkemesi’nce iptali salt hukuksal bir sürecin ürünü değildir. Bastırılmasına, eylemi örgütleyen işçiler kuşağının tasfiyesine, yasanın meclisten geçmesine rağmen, 15-16 Haziran’ı yalnız sosyalistler için değil esas olarak geniş işçi kitleleri için önemli kılan nedenlerden biri “hak verilmez, alınır!” mesajını güçlü biçimde vermesidir. 185
Yaşayan Marksizm
DİSK’in rolü DİSK’in, daha doğrusu DİSK yönetiminin 15-16 Haziran’ın örgütlenmesine, yürütülmesine önderlik etmediği açıktır. Ancak, DİSK yöneticilerini soldan, sosyalist pozisyonlardan daha ilerisini yapmadıkları için eleştirenleri tutarlı bulmak da mümkün görünmüyor. DİSK’e ve DİSK’in 15-16 Haziran’a etkisine daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekiyor. 1967-80 dönemi DİSK’i Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde dönemlere göre değişen doğrultu ve içerikte olmakla birlikte önemli bir yer tutmaktadır. DİSK, işçi sınıfının daha nitelikli, endüstriyel yoğun işkollarına dayanan bir kesimini örgütleyerek yola çıkmış, TİP’le yöneticileri düzeyinde ilişki kurmuş, daha da önemlisi sendikal gelişmesini, işçi sınıfının ekonomik koşullarını iyileştirme eksenli “sınıf sendikacılığı” anlayışı üzerinden sağlamıştır. İncelediğimiz konu açısından çok daha önemlisi, DİSK’li sendikalar işyerlerini militan işçi eylemlilikleriyle kazanmış ve korumuşlardır. DİSK, “referandum hakkımız, söke söke alırız!” bayrağı altında girişilen fabrika işgalleri ve direnişleri yolundan büyümüştür. Derby, Kavel, Roche, Singer, Krom Magnezit, Türk Demir Döküm işgalleriyle ortaya konulan militan işçi sahiplenmesini dikkate almadan 15-16 Haziran’ı yerli yerine oturtmak da, DİSK’i tanımak da, sonraki gelişme ve çelişkilerini anlamak ve açıklamak da mümkün değildir. Bu eylemlerin 15-16 Haziran’a birikim sağlayan prova işlevi gördüğü kesindir. Uzatmadan söylemek gerekirse, 15-16 Haziran’a kuluçkalık yapan, eyleme ilk itilimini veren özne DİSK’tir. TİP ise, DİSK yöneticilerinin önemli bir bölüm TİP üyesi ve yöneticisi olduğu halde 15-16 Haziran’da yoktur. Parti yöneticileri, sonradan partili sendikacıları eleştirirken eylemlerden haberleri olmadığını söyleyerek bunu açıkça itiraf etmişlerdir. 1960-70 dönemi sınıf mücadelesi ve sol yükseliş bakımından başlı başına ele alınması gereken bir dönemdir. Dönemin, konumuz bakımından önemi bu yıllarda toplumun bütün sınıf ve katmanlarının büyük bir hareketlilik ve siyasallaşma içine girmiş olması Türkiye emekçilerinin tüm cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez bu ölçüde geniş demokratik hak ve özgürlükleri yığınsal ölçekte kullanmaya başlamasıydı. 15-16 Haziran eylemini başlatan öncü işçi kuşağı ve eylemlere katılan yüzbinlerce işçinin bu eylemli ortamdan doğrudan ve dolaylı biçimde etkilendiği kesindir. 1968-70 dönemi, 1960 sonrası sol yükselişin, sağladığı toplumsal etkiye rağmen, iç mücadele ve bölünmelerle güçten düştüğü bir zaman kesitiydi. 1965’de kayda değer bir seçim başarısı gösteren TİP, hem toplumsal etki ve örgütlülük bakımından zayıflamış, hem de programatik-ideolojik birliğini, netliğini yitirmişti. MDD hareketi TİP’e muhalefet ve TİP’ten kopma sürecini siyasal-örgütsel bir senteze ulaştıramıyordu. TİP’e muhalefet temelinde 5-6 yılda oluşan, gençlik ve sosyalist aydınlar üzerinde etkinlik kazanan MDD hareketi, 1970 Dev-Genç kongresini izleyen çok kısa bir süre içinde, pratik siyasal tutumlardan başlayan 186
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
ve farklı ideoloji, görüş, yol ve örgütlere doğru büyüyen tartışmaların sonunda beş ayrı eğilime bölünmüştü. Program ve strateji tartışmaları yer yer doktriner ve akademiker bir tarzda sürdürülüyor ancak toparlanma yerine daha çok bölünmeye yol açıyordu. Kısacası, sol sosyalist hareket dağınıklık ve tıkanıklık işaretleri veriyordu. Türkiye işçi sınıfının Haziran çıkışının en önemli sorunu, olayları amaçlı bir siyasal yörüngeye çekecek, sonra da düzenli bir geri çekilmeyle, eylem öncesi ve sonrasındaki kazanımları ilerleterek değerlendirecek bir öncü partinin yokluğuydu.
II 1980 Ocak Tariş Tariş direnişi, İzmir’de gerçekleşmesine rağmen 12 Eylül’e yaklaşan Türkiye’nin dönemin kimi temel özelliklerini de açığa çıkaran önemli bir eylemiydi. Ege bölgesinin tarımsal ürünlerine dayalı iplik, üzüm, zeytinyağı, kolonya, incir gibi sanayi birimlerinden oluşan Tariş kompleksi, hukuken binlerce üretici ortağa dayanan bir kooperatif olmakla birlikte, yönetimi büyük toprak sahipleriyle tarım kapitalistlerinin eliydeydi ve fabrika yöneticileri de sanayi bakanlığınca atanıyorlardı. 8000 civarında işçinin çalıştığı Tarişe bağlı işletmeler 1. ve 2. MC hükümetleri döneminde yoğun faşist kadrolaşmaya sahne olmuş, CHP’nin iktidara gelmesinden sonra sol ve sosyalist işçi gruplarının da katkısıyla faşistler tasfiye edilmiş, ancak 3. MC’nin kurulmasıyla birlikte bu kez sol vesosyalist eğilimli işçilerin atılarak, kadroların yeniden faşistlerle doldurulması gündeme gelmişti. Bakanlık ilk etapta 300 işçinin işten çıkarılması talimatını uygulamayan genel müdürü görevden aldı. İçişleri Bakanlığı’nın 14 Ocak 1980’de İzmir Valiliğine Tariş’te “suç odaklarının ortaya çıkarmak” ve yakalamak için 22 Ocak’ta operasyon başlatılması direktifini vermesiyle sabahın erken saatlerinde yüzlerce polis ve jandarma arama yapmak üzere iş araçları ve polis panzerleriyle fabrikalara saldırdı. İplik fabrikası işçileri polisi fabrikaya sokmayarak direnişe geçtiler. Direniş kısa zamanda, tüm Tariş işletmelerine yayıldı; orada da kalmayıp İzmir’in emekçi semtlerinde sokak ve barikat çatışmalarına ilerledi. İlk anda polis ve jandarmanın girdiği fabrikalarda da barikatlar kuruldu. Bayraklı, Soğukkuyu, Naldöken, Alaybey, Darağacı, Karabağlar, Altındağ, Kahramanlar ve daha birçok semtte barikatlar kuruldu. Gültepe halkı, polis ve ordu kuşatmasına karşı direndi. Çiğli’de kurulan barikatlar ancak, uzun çatışmalardan sonra aşıldı. Öğrenciler ve yukarıda bir bölümü sayılan emekçi semtlerin emekçileri kadın erkek işçileri desteklediler. Direnişler, ancak çevre illerden getirilen takviyelerde geriletilebildi. DİSK yöneticilerinin pasif ve eylemleri durdurmak isteyen tutumu nedeniyle, Tariş eylemine, tüm Türkiye çapında işçi tabanından gelen isteklere rağmen Türkiye’nin başka yerlerinden destek gelmedi. 187
Yaşayan Marksizm
DİSK’in bu eylemdeki tutumu olumsuz anlamda ibret verici oldu. Aradan geçen yıllarda DİSK’in CHP’lileştirilme süreci tamamlanmıştı. DİSK, yeni bir CHP hükümetine zemin hazırlayıcı bir faaliyet içindeydi ve Tariş olaylarının başlamasından önce, çeşitli illerde yeni hükümeti protesto amacıyla “demokrasi” mitingleri” düzenlemeye başlamıştı. Bu mitinglerden biri 27 Ocak’ta, Tariş direnişinin sürmekte olduğu İzmir’de yapıldı. DİSK Başkanı, aynı zamanda CHP milletvekili olan Abdullah Baştürk, bu mitingte yaptığı konuşmada işçilere “provakasyona” gelmeme uyarısı yaptı. DİSK, eylemin durdurulması için elinden gelen her şeyi yaptı. DİSK’in görevlendirdiği, Tekstil-İş başkanı Rıdvan Budak, DİSK Başkanvekili Rıza Güven ve Gıda-İş Başkanı Mehmet Mıhlacı’dan oluşan bir heyet fabrikaları dolaşarak işçileri eylemden vazgeçirmeye çalıştılar. İşçiler, bu sendikacıları, “direnişi kıranın kafasını kırarız” diye karşıladılar. Ne var ki, bu heyetten Rıdvan Budak, önce Tekstil-İş Çiğli yöneticilerini görevden aldı ve direnişin odağı iplik fabrikasında yapılan toplantıda, “DİSK ilkesini benimseyenler, benimsemeyenler”, “genel grev isteyenler, istemeyenler” biçimindeki danışıklı ve son derece şaibeli bir oylamanın sonunda, bu oylama sonuçlarının direnişin sona ermesi anlamına geldiği yorumunu yaptı. Bu olup bitti üzerine, yalnız ve öndersiz kalan işçiler daha fazla direnemediler. 31 Ocak’ta direniş sona erdi. Yüzlerce işçi işten atıldı, gözaltına alındı. Tariş direnişinin karakteristik çizgileri Bir: Direnişe katılan işçi sayısı bakımından (7500 işçi) Tariş çıkışının, 15-16 Haziran’la kıyaslanacak bir boyut taşımadığı açıktır. Yalnız İzmir’le ve Tariş işyerleriyle sınırlı kalması bakımından değil, ülke çapındaki sınıf mücadelesi açısından 15-16 Haziran’a göre “yerel” kaldı. İki: Bunlara rağmen Tariş’i önemli yapan etmenlerden biri, bu direnişin sokak ve barikat çatışmaları biçimini alması, İzmir’in işçi emekçi yataklarından aktif militan destek görmesidir. Üç: Eylem, ekonomik-sendikal bir hak talebi, grev vb. türünden önceden belli bir hazırlık ve örgütlülüğün direniş boyutları kazanması değildi. Direnişi ateşleyen olay, Demirel hükümetinin çoğu solcu, devrimci olan 300 işçiyi işten çıkarmak istemesiydi. İlk gün, iplik fabrikasını işgal eden işçiler üç talep ileri sürdüler: Olayda polisin sorumluluk ve yasa dışı davranışının kabulü, gözaltına alınan işçilerin salınması, iş ve can güvenliğinin sağlanması. Dört: Tariş çıkışına “direniş” denmesinin nedeni bu taleplerin içeriğidir. Mücadelenin kazandığı boyut ve biçimler esas alındığında Tariş çıkışının yerel bir kalkışma olduğu rahatlıkla söylenebilir. Önderliği zayıf, hazırlığı olmayan, hedefleri ve sonuçları iyi düşünülmemiş bir kalkışma. Beş: Bu direnişe de, belli bir siyasal örgüt, sendika önderlik etmedi. DİSK yukarıda değinilen nedenlerle mücadeleci işçi tabanından kopmuştu. DİSK yöneticileri, kaldığı kadarıyla da DİSK adını ve prestijini eylemi kırmak için kullandılar. 188
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
Altı: Dönemin öne çıkan, ülke çapında örgütlenmesi olan siyasal örgütleri de, tıkanıklık ve bocalama içindeydiler. 1977 1 Mayıs’ından sonra inişe geçen devrimci sosyalist hareket, azımsanmayacak güç ve örgütlülüğüne, desteklerine rağmen siyasal insiyatif ve etkinliğini yitirmişti. Yedi: Direnişi başlatan, örgütleyen ve en önde dövüşenler, farklı sosyalist, devrimci örgüt ve hareketlere mensup işçiler, onların oluşturduğu fabrika temelli eylem birlikleriydi. Bu, Tariş direnişinin, o günkü siyasal ortamın yansıması da olan bir özelliği, özgünlüğüdür. Özelliğidir, çünkü 1980 Türkiye’sinde sosyalist ve devrimci hareket, güçleri ve siyasal etkileri birbirine yakın çok sayıda örgütten oluşuyordu ve Tariş işyerlerindeki öncü işçiler de neredeyse istisnasız biçimde bu örgütlerden birinin ya da ötekinin üyesi, sempatizanıydı. Özgünlüktür, çünkü o günün Türkiye’sinde sosyalist ve devrimci örgütler arasındaki ilişkilerin egemen karakteri, zaman zaman düşmanlık boyutları da alan rekabet ve yabancılaşmaydı. Tariş direnişi, işyerleri düzeyinde bu siyasal örgütlerin öğelerini yan yana getirdi; eylem komiteleri direnişin başını çekti. Bu 12 Eylül’e doğru hızlanarak koşan Türkiye’de, solda sözü çok edilen “birlik”in aşağıdan ve işçi sınıfından gelen, özendirici, emsal alınacak bir pratiğiydi. Onlarca görüşmenin, müzakerenin, faşizmin ayak seslerinin birleştiremediği güçleri proleter eylem birleştirmişti. Ne var ki, eylem birliği Tariş işyerlerinin tümünü kapsayan bir üst örgütlülüğe büyüyemedi. Tariş direnişi yalnız sendikaları değil, siyasal örgütleri de aştı. Sekiz: Yine 15-16 Haziran’dan önemli bir fark olarak, Tariş kalkışması, fabrikalardan semtlere taştığı, sokak ve barikat çatışmaları biçiminleri kazanarak kente yayıldığı ölçüde halkçı, hatta plebiyen bir sınıf profili gösterdi. Yukarıda kısaca belirtilen, 1980 Ocak ayının genel Türkiye ve sol hareket ortamı, Tariş direnişinin yükselişinin ve kırılışının koşullarının genel çerçevesini oluşturmuştur: Demirel başkanlığındaki 3. MC’nin kuruluşunun getirdiği faşist-anti faşist kamplaşma, devlet içindeki faşist kadrolaşma ve bunun doğurduğu tepkiler, sosyalist ve devrimci hareketin, şiddetli ve yer yer yığınsal sınıf mücadelelerinin yaşandığı on yıllık bir dönemin sonunda düşünsel, siyasal ve örgütsel bakımdan yorgun ve ne yapacağını bilemez bir durumda olması vb… Bu koşullarda, Tariş direnişinin daha farklı bir sonuca varması neredeyse olanaksızdı.
III 1990 Zonguldak Maden İşçileri Eylemi Tariş’ten on yıl sonra sökün eden Zonguldak maden işçileri çıkışı da gerçekleştiği Türkiye, siyaset ve sol ortamının çizgilerini yansıttı. Ondan önce 1989 “bahar eylemleri” var. 12 Eylül ve sonrasında burjuvazi sistematik bir ekonomik/siyasal şiddet eşliğinde işçi sınıfını siyasetsizleştirme, örgütsüzleştirme, eylemsizleştirme hedefli büyük 189
Yaşayan Marksizm
bir saldırı örgütledi. 1989 bahar eylemleri, Eylül statükosunu zorlayan, ama hareketin zaaflarının izlerini belirgin biçimde taşıyan bir hareketliliktir. Kamu kesiminde çalışan yaklaşık 500 bin işçi için sürdürülen toplu sözleşmelerin tıkanması üzerine başlayan protesto hareketleri 1989 baharında yaygınlaşmaya başladı. Eylem türleri şunlardı: Topluca viziteye çıkma, vizite kağıtlarıyla hastahaneler yürüme, sessiz yürüyüş, alkışlama, telgraf çekme, sakal uzatma, saç kazıtma, işçi araçlarına binmeyi reddetme, işe geç gitme, fazla mesaiye katılmama, karayollarını trafiğe kapama, yalınayak yürüme, konuşmama, işyerini terketmeme, boşanma davaları açma… Siyasal iktidar bu eylemlere genel olarak “hoşgörülü” davrandı. ANAP’lı İçişleri Bakanı, eylemlerle ilgili olarak şunları söylüyordu: “ İşçinin yürüyüşü eyleme dönüşmediği sürece polis müdahale etmiyor. Yolun kenarından yürür, slogan atmazlarsa bir şey olmaz. Mesele tamamen ekonomik. Toplu sözleşmeler imzalansın da bu iş bitsin diye bekliyoruz. İşçinin kışkırtıldığına ilişkin bir istihbarat bize ulaşmadı.” Karışık hesaplamalardan sonra, işçilere % 127-142 oranında ücret artışı verilmesiyle eylemler de sona erdi. Yaygın, belli merkezlerde yoğunlaşma oranı ve militanlık derecesi düşük, esas olarak ekonomik taleplerle sınırlı bahar eylemleri ile işçilerin 12 Eylül sonrasında ilk kez bu oranlarda zam aldıkları bir gerçektir. Ancak, egemen rengi apolitizm, protesto biçimleri edilgen (hatta mazoist- ricacı), ana sloganı “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı”, aktivistleri ve sendikal önderliği uzlaşmacı eğilimli solcular olan bu eylemlerin kendisinden sonrasına önemli bir deneyim taşıdığı söylenemez. Zonguldak maden işçileri eylemini önceleyen bir işçi protestosuna daha kısaca değinmek gerekiyor. O da, Yeniçeltek maden ocağındaki grizu patlaması sonucu yaşamlarını yitiren 68 maden işçisinin ölümünü protesto amacıyla Zonguldak’ta 25 Şubat 1990’da yapılan miting ve yürüyüştür. İşçilerin zorlamasıyla Genel Maden İşçileri Sendikası tarafından düzenlenen bu eyleme 35 bin kişi katıldı. “İş güvenliğinin sağlanması”, iş cinayetlerinin önlenmesi”, maden ocaklarının kapatılması girişimlerinin engellenmesi”, “sömürüye, haksızlığa son verilmesi” talepleriyle yapılan mitinge Zonguldak halkı da destek verdi. Bu eylem, Zonguldak maden işçilerindeki birikmiş öfkenin göstergesiydi. 30 Kasım 1990’da Genel Maden İş Sendikasına üye 42 bin madenci ve Maden Tetkik Arama işyerindeki 6 bin işçi greve çıktılar. 30 Kasımda greve çıkılmasından sonra Zonguldak madencileri her gün yürüyüş ve miting yapmaya başladılar. İktidar bu giderek büyüyen eylemli greve, zarar ettiği gerekçesiyle maden ocaklarının kapatılmasını gündeme getirerek yanıt verdi. 4 Ocak 1991 günü maden işçilerinin Ankara hedefli yürüyüşü başladı. Onbinlerce işçi 7 saatte 23 kilometre yürüyerek Devrek’e ulaştılar. Devrek halkı yaklaşık 50 bin işçiyi konuk etti. Yürüyüş kolu Devrek’ten çoğalarak 80 bin kişilik bir 190
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
kortej halinde yoluna devam etti. 5 Ocak’ta yürüyüş kolu bir moladan yararlanan jandarma tarafından bölündü. Başbakanın çağrısı üzerine sendika yöneticileriyle hükümet arasında yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamadı. Yürüyüşün 70. Kilometresinde işçiler Mengen’de konaklamaya karar verdiler. 6 Ocak’ta Ankara’ya doğru yürüyüş yeniden başladı. 12 kilometre yol aldıktan sonra, yürüyüş kolu jandarma ve çevik kuvvetin oluşturduğu barikatla yüz yüze geldi. İşçiler 10 kilometrelik bir alana yayılarak beklemeye başladılar. Bu arada 200 işçi gözaltına alındı. Hükümetle yeniden görüşmeler yapıldı. 4 Ocak’ta yürüyüşe devam edildi, yeniden barikatla karşılaşıldı. İki gece daha dışarda geçirildi ve 8 Ocak’ta hükümetin talepleri kabul edeceği yolundaki “umut” ların iyice yaygınlık kazanmasıyla yürüyüş sona erdi. Görüşmelerdense sonuç alınamadı, Bakanlar Kurulu bütün grevlerle birlikte madenciler grevini de erteledi. 6 Şubat 1991 de Yüksek Hakem Kurulu’nun dayatmasıyla toplu iş sözleşmesi imzalandı. Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşünün başlamasıyla bitişi arasında, 3 Ocak “genel eylemi” var. Türk-İş Başkanlar Kurulu, genel grevin kod adı olan “genel eylem” kararını 1988 Şubat’ında almıştı. 20 Aralık 1990’da toplanan Türk-İş Genişletilmiş Başkanlar Kurulu genel eylem gününü 3 Ocak 1991 olarak belirledi. Türk-İş’e ve Hak-İş’e bağlı sendikalarla birlikte, bağımsız sendikalara üye işçilerin de iş bırakmasıyla “genel eylem” gerçekleştirildi. Genel grev, işe gitmeyerek evde oturma biçiminde uygulandı. Yeterli hazırlık yapılmadan, amaç ve hedefleri açıkça belirlenip kamuya anlatılmadan yapılan bu genel grev, her şeye rağmen işçi sınıfının üretimden gelen gücünü topluma hissettirdi. Bu sonuç, eylemin, onu “yasak savar” mantığıyla başlatan Türk-İş yönetimine rağmen gerçekleşen en olumlu sonucuydu. Uzun süre askıda tutulan genel grevin Zonguldak yürüyüşünden bir gün önce uygulamaya sokulması ilginçtir ve genel grevin bu zamanda yapılmasının işçi sınıfında birikmiş öfkeyi buharlaştırma işlevi gördüğü yönündeki eleştiriler doğrudur. Bu eylemle yalnız genel bir buhar alma işlemi gerçekleştirilmemiş Zonguldak maden işçileriyle dayanışma görevi de geçiştirilmiştir. Türk-İş yönetimi tersine 3 Ocak eylemini Genel Maden İşçileri Sendikası’nı soyutlamak için kullanmıştır. Türkiye’nin her yerinde işçi tabanından gelen Zonguldak işçilerini destekleyen eylem önerileri böylece, “en büyüğünü yaptık ya!” pişkinliğiyle yatıştırılmıştır. Maden işçileri grevinin karakteristik çizgileri Bir: Zonguldak maden işçileri çıkışı, 15-16 Haziran’dan ve Tariş’ten farklı olarak militan eylem biçimleriyle sürdürülen bir grevdir. Genel Maden İşçileri sendikası eliyle ve sendikal önderlik altında yürütülmüştür. İki: Eylemli grev hareketi, ekonomik taleplerle, “ ne sağcıyız, ne solcu, madenciyiz madenci!”, “başkan seninle ölüme de gideriz!”, “Çankaya’nın şişmanı işçilerin düşmanı” türünden geri belgilerle başlamış, süreç içinde hükümeti karşısına alan, devletin siyasal, yönetsel ve kolluk kurum ve kurallarına uymayı reddeden 191
Yaşayan Marksizm
bir fiili durum yaratma noktasına ilerlemiştir. Zonguldak eylemcileri, öznel bir seçim ve devrimci bir bilinçle devleti karşılarına almadıkları, sorunu en ileri düzeyde bir hükümet sorunu olarak kavradıkları halde, pratik olarak devletle karşı karşıya geldiklerini algılamışlardır. Üç: Grev, en başta Zonguldak ve çevre halkından, giderek de Türkiye ölçüsünde anlamlı bir destek ve dayanışma kazanmıştır. Bunun en önemli nedeni, Zonguldak eyleminin yeni ve yeni türden bir işçi sınıfı hareketliliğinin ve toplumsal çapta bir kutuplaşmanın habercisi olmasıdır. Kim ne derse desin, bu eylemli grev, geçici bir süre için burjuvazi için korku, emekçi sınıflar ve dostları için umut kaynağı olmuştur. Eylem, karmaşık bir sınıf bileşiminin ifadesi olan kesimler üzerinde hem ayrıştırıcı, hem birleştirici bir işlev görmüştür. Dört: Eylemli grev, kritik noktada, Türk-İş, GMİS yöneticilerinin, sosyal demokratların ihanetiyle durdurulmuş, böylece ülke çapında yeni bir işçi hareketliliğinin başlangıç noktası olması önlenmiştir. Beş: Grevin başlamasından sonra hemen her gün yapılan miting ve yürüyüşler, daha önemlisi, kışın en soğuk zamanında 80-100 bin insanın 100 kilometreden fazla yolu yürüdüğü, Devrek’te ve açık havada gece geçirdiği Ankara yürüyüşü azımsanmayacak bir organizasyon yeteneğini ortaya koymuştur. Altı: Yukarıda belirtildiği gibi, Türk-İş yöneticilerinin grev üzerindeki etkisi ancak “satış” ve ihanet sözcükleriyle anlatılacak biçimde olmuş; Türk-İşe bağlı sendikalardan direnişe anlamlı bir destek gelmemiştir. Başta genel başkan Şemsi Denizer olmak üzere GMİS yöneticileri ise bu eylemi başlatıp yürütmekle kazandıkları prestiji bir sonraki kongrede Türk-İş yönetim katlarına tırmanarak değerlendirmişlerdir. Yedi: Zonguldak maden işçilerinin eylemli grev hareketi, bir yandan, Eylül depolitizasyonunun sürmekte olan etkilerini, öte yandan aynı dönemde işçi sınıfının ekonomik koşullarındaki kötüleşmeye karşı biriken toplumsal tepkiyi yansıtmıştır. Zayıf siyasal içerikle, birikmiş öfkenin açığa çıkardığı enerji arasındaki gerilim eylemin yönünü ve sonucunu belirlemiştir. Zonguldak grevinin gerçekleştiği 1990’lı yıllarda dünya ve Türkiye’nin siyasal koşulları, Türkiye solunun durumu ise doğrudan ve dolaylı olarak, o dönemin bütün süreçleri üzerinde olduğu gibi Zonguldak eylemi üzerinde de olumsuz etkiler yaratmıştır. Kısaca anımsatmak gerekirse, dönem, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov eliyle çözülüşün düşünsel ve siyasal altyapısının hazırlandığı, dünya komünist hareketinin “yeni düşünce” yaftası altında ideolojik ve siyasal açıdan sağcılaştırıldığı bir dönemdir. Dönemin Türkiye soluna yansıması yalnız, Sovyetler Birliği’nden ve dünya komünist hareketinden daha doğrudan etkilenen geleneksel sol öğeler üzerinde değil, glasnost sürecinin sonuçlarını bir tür “rolanti” konumunda bekleyen tüm Türkiye solu üzerinde olmuştur. 192
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
IV Değerlendirme ve tezler Türkiye işçi sınıfının onar yıl arayla gerçekleşen üç önemli eyleminden çıkarılacak dersleri; bu derslerin yardımıyla bugün için önerilecek yaklaşımları tartışma tezleri biçiminde özetlemeye çalışırsam: Bir: Kanımca, evrensel geçerliliği olan bir yasa, incelediğimiz üç işçi yükselişinde de doğrulanmıştır: Kapsam ve nitelik bakımından anlam ifade eden bütün işçi kalkışmaları, ülke çapındaki devrimci bir mayalanmayla birleşmediği, devrim ve sosyalizm yönünde gelişmelere yol açmadıkları durumda, egemen sınıfların iktidarını pekiştirmektedirler. İki: Daha somut düzeyde ele alındığında, üç eylem de Türkiye işçi sınıfının anlamlı militan çıkışlarının patlamalı ve spazmatik bir karakter taşıdığını göstermektedir. Eylemler, öncesi ve sonrasıyla süreklilikten, amaçlılıktan, gideceği, duracağı ve geri çekileceği noktayı bilen bir ortak akıl ve kurmaylıktan yoksundur. Bu, elbette, eylemlerin bir başka genel özelliği olan ve hep tekrarladığımız, işçi sınıfının öncü devrimci partisinin eksikliği ile doğrudan ilgilidir. Ancak, aynı zamanda eylemlerin kendi içsel mantığı açısından, dışarıdan bir bakışla değerlendirilmesi gereken bir özelliğidir de. Üç: Üç eylem de, içinde gerçekleştikleri toplumsal ortam ve koşulların ana çizgilerini yansıtmaktadır. İşçi sınıfının bilinç durumu, toplumsal psikolojisi, hem bu koşulların, hem de sol-sosyalist hareketin toplumsal etkisinin izlerini kaçınılmaz olarak taşımaktadır. 15-16 Haziran’ın siyasal nitelik bakımından da daha ileri bir nokta olmasının en önemli nedeni, 1970’ler Türkiye’sinde sosyalizmin bütün eksikliklerine rağmen işçi sınıfıyla ilişkisini toplumsal formasyonun bütünü üzerinden kurabilmiş olmasında aranmalıdır. “Toplumsal formasyonun bütününden işçi sınıfına” tezinin doğruluğunu işçi hareketimizin devrimci geleneği de desteklemektedir. Dört: Türkiye’nin sosyalist ve devrimcileri, artık, sosyalist devrimci öznelerin bu önemli işçi çıkışlarındaki işlevsizliğinden uvriyerizm ve suçluluk duygusu üretmeyi, dövünmeyi bırakmalıdırlar. Evet, Türkiye sosyalist hareketi bu tebliğde ele aldığımız 20 yıllık zaman kesitinde ideolojik, siyasal ve örgütsel bütünlüğün bileşkesi olan bir öncü-komünist parti oluşturamamış, işçi sınıfı hareketinin kendisine en çok gereksinim duyduğu, devrimci olanaklar sunduğu dönemlerde doğrudan müdahale gücü olamamıştır. Ama şu nokta da açık olmalıdır ki, ele aldığımız eylemlere öncülük eden işyeri aktivistleri, sendikacılar, eylemlere kararlılıkla, militanca katılan işçiler başka her şeyden çok, Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin çocuklarıdır. Beş: İçinden geçmekte olduğumuz dönem, ne işçi sınıfı, ne de öteki sınıf ve katmanların kendiliğinden hareketinin fışkırdığı bir dönemdir. Siyasetsizleşme, örgütlülükten kaçış egemen eğilim olarak sürmekte, bu durumun işçi sınıfı üzerin193
deki pasifize edici etkisi de sürmektedir. Sosyalistlerin bu nesnellikten can alıcı önemde bir “vazife” çıkarması gerekiyor: Ancak siyasal müdahalelerle yeniden canlanacak, kendine içkin potansiyelini ancak o zaman dönüştücü bir enerji olarak ortaya çıkartabilecek yeni ve devrimci bir işçi hareketini oluşturma işine yoğunlaşmak. Çünkü bugünkü sınıf nesnelliği, ancak kendisine müdahale edebilenlere yanıt veren bir özellik gösteriyor ve bu, paradoksal biçimde, burada incelemeye çalıştığım eylemlerdeki zaafları aşan bütünsel ve devrimci bir işçi hareketi yaratmanın koşullarının var olduğu anlamına geliyor.
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları Öznur Ağırbaşlı
Giriş Reel sosyalist sistemin çöküşünden sonra tek kutuplu hale gelen dünyada “tarihin sonu”nu ve kapitalizmin insanlık için tek seçenek olduğunu ilan eden kapitalist- emperyalist sistem, egemenliğini hem fiziki olarak hem de ideolojik olarak gün geçtikçe daha çok pekiştiriyor. Sosyal adalet, eşitlik, kardeşlik, barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanı insan yapan kavramlar ya tamamen hafızalardan siliniyor ya da içleri boşaltılıyor. Sermaye sınıfının ve onun güdümündeki medyanın göklere çıkardığı “küreselleşme”nin açlığı, sefaleti, savaşı, işsizliği, insanın insan tarafından sömürüsünü yaygınlaştırmaktan başka bir şey olmadığı iyice açığa çıkıyor. Sahte özgürlük ve demokrasi nutukları atan emperyalistler bütün dünyada gericiliği, askeri darbeleri ve militarist rejimleri yaygınlaştırıyor. Pompalanan bireysel kurtuluş ve tüketim ideolojisi insanlığı hızla yok oluşa sürüklüyor. Dünyanın her yerinde özelleştirmeler, işten çıkarmalar, krizi bahane ederek ücretleri kısmalar, sendikal mücadelenin önüne yeni engellerin dikilmesi dalga dalga yayılmaktadır. Yeni bir “Pax Romana” olarak ilan edilen Yeni Dünya Düzeni, tam aksine savaşları arttıran ve yaygınlaştıran bir yönelim olarak insan uygarlığını tehdit ediyor. Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra yağmaya açık hale gelen bölgeler emperyalist odakların sömürü iştahını kabartıyor. Bunun sonucu Balkanlarda, Ortadoğu’da, Kafkaslarda yeni rekabetler ve paylaşım savaşlarının önünü açıyor. 1980’lerden itibaren büyük bir yapısal değişiklik içine giren Türkiye, büyük bir pazar olması, enerji kaynakları, bölgesine göre yüksek düzeyde vasıflı iş gücü potansiyelleri, sanayi alt yapısı ve jeopolitik konumu gibi etkenlerle uluslararası 195
Yaşayan Marksizm
sermayenin yatırımları için vazgeçilmez bir ülke konumundadır. Bunun yanında kirli savaşta kazandığı askeri deneyimler ve güç sayesinde hem emperyalistlerin güvenilir bir müttefiki, hem de bölgesinde kendi sermaye sınıfının çıkarları için yayılmacı amaçlar taşıyan bir devlet haline gelmiştir. 28 Şubat sürecini iyi değerlendiren Türkiye kapitalizmi şimdi yeni bir sürece girmenin sıkıntılarını yaşıyor. Bu yeni dönemin temeli, Avrasya’da ABD ve İsrail’le olan stratejik ittifaka dayanarak, askeri gücün desteğinde yeni açılan pazarlardan mümkün olduğu kadar çok pay kapmak, ucuz enerji ve hammadde elde etmek, Avrupa Birliği’nde ikinci sınıf üyeliğin zorunlu koşulu olarak özelleştirmelerle, işçi çıkarmalarla, kemer sıkma politikalarıyla, IMF’nin direktifleri doğrultusunda neoliberal ekonomik programlar uygulayarak iç sömürüyü yoğunlaştırmak, her alanda mülksüzleştirme sürecini derinleştirmek, vahşi bir rekabetle artık değerin yeniden paylaşımında tekeller adına sermaye birikimini yoğunlaştırmak ve merkezileştirmektir. İşçi hareketinin örgütlü ve güçlü olduğu bir yerde böylesi bir yönelim sınıf mücadelesinin keskinleşmesi sonucunu doğurur. Ancak Türkiye işçi hareketi dünyanın genelinde olduğu gibi bir kriz içinde olduğundan mücadeleyi yükseltecek pozisyonda değil. Bunu bilen egemen sınıflar planlarını adeta dikensiz gül bahçesinde hayata geçirme olanağına sahipler. İşçi hareketinin hem dünya çapında, hem de Türkiye’deki krizinin nedenleri bilince çıkarılmadan çözüm olanaklarını konuşmak mümkün görülmüyor. Kapitalizmin krizi ve işçi hareketi Burjuva ekonomistleri İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonundan 70’li yılların başına kadar süren döneme “kapitalizmin altın çağı” adını vermişlerdir. Aslında çok da haksız değillerdir. Çünkü bu dönemde kapitalist-emperyalist sistem dünya ölçeğindeki egemenliğini, hem ekonomik hem de ideolojik olarak pekiştirmiştir. Bu dönemin temel sloganı, kitlesel üretim-kitlesel tüketimdir. Sistem, kitlesel üretim ve kitlesel tüketim üzerine kendini kurarken, devlet de izlediği politikalarla üretilen malların rahatça tüketilmesini sağlayacak bir gelir dağılımını düzenlemiştir. Sermaye bu yöntemle hem talep sorununu, hem altyapı sorunlarını ve hem de üretim maliyeti yüksek hammadde ya da ara mal ihtiyaçlarını karşıladı. Sosyal refah devleti olarak anılan bu dönem, kitleler üzerinde kapitalizmin meşruiyetini arttırıcı bir işlev görmüştür. Fordist üretim de denilen bu sistemde, tek amaçlı makinelerde çok büyük vasıflara sahip olması gerekmeyen işçiler, hareket halindeki bir hat üzerinde sürekli aynı işi yapmaktaydılar. Bu nedenle işçi, üretim sürecinin basit bir parçasıdır ve ürünün bütününden habersizdir. Avrupa’nın ve Japonya’nın yeniden imarı, uluslararası yardım ve kredi kurumlarının oluşturduğu para sistemi, anlaşmalar, bu sürecin argümanları ve yardımcı unsurları olmuştur. Tam istihdam, yasam standartlarındaki yükselme, sosyal devlet anlayışı ile kitleler sisteme bağlanarak, istikrarlı pazarların devamı sağlanmıştır. Kapitalizmin üretim ve tüketim arasında kurduğu bu uyum, sosyalizme karşı 196
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
sürdürülen soğuk savaşta önemli bir üstünlüğü ele geçirmesinde ve reel sosyalizmin çöküşünde çok etkili olmuştur. Fordist üretim biçimi işçilerin on binlercesinin aynı fabrika ve tesis çatısı altında bir arada çalışmalarını ve ortak bir yaşamı paylaşmalarını sağladı. On binlerce emekçinin aynı vardiya saatlerinde işe başlaması, aynı yemekhanelerde ve aynı zamanda yemek yemesi, aynı alanlarda dinlenmesi, aynı zamanlarda yıllık izne çıkması gibi birçok alandaki birliktelik, sorunları da aynılaştırdı ve ortaklaştırdı. Üretim sürecindeki bu ortaklaşma emekçilerin sendikalarda örgütlenmelerini kolaylaştırdı ve sınıfsal bilince ulaşma olanaklarını da arttırdı. Bu aşamada sendikalar, büyük karlarla çalışan işverenlerle anlaşmakta zorluk çekmemiş, ücret sendikacılığının en iyi dönemini yaşamışlardır. Sınıf işbirliğinin ve uzlaşmanın gözde olduğu ve gerçek ücretlerin de belirli ölçülerde yükselme gösterdiği bu dönemde büyük, hantal ve bürokratik sendikal yapılanmalar doğru dürüst bir mücadele yürütmeden, kapitalist sistem içerisinde güçlü bir yer edinmişlerdir. Ancak seri üretimin hem ucuz hem de fazla yapılması, ürünlerin aynı yoğunlukta tüketilmesine bağlıdır. 70’li yılların başında, fordist üretim sistemi gelişme olanaklarının sınırlarına dayanıp sistem tıkanmaya başlayınca, kapitalizm yeni bir krize sürüklenmiştir. O tarihten itibaren arası sürekli kısalmaya başlayan krizlerden kurtulmak için yapılması gereken, krize yol açan nedenleri ortadan kaldırmak, yani kar oranlarının düşüşünü engellemektir. Bunun için geliştirilen sistem ise neoliberalizm, yani esnek üretim sistemidir. Neoliberalizm ile devletin ekonomik yaşamdaki etkinliği özel sektöre devredilerek sıfırlandırılacak, tarıma ve hayvancılığa verilen krediler ve sübvansiyonlar kaldırılacak, bütçe açıklarını ve karları olumsuz etkileyen ücret politikaları terk edilecek, böylece krize neden olan kar düşüşlerinin önüne geçilecektir. Küreselleşme adıyla uluslararası şirketlerin ihtiyacına göre ucuz iş gücü ve hammadde olanakları gözetilerek, üretimin her aşaması farklı ülkelerde/mekanlarda gerçekleştirilecektir. Nitekim üretim sistemlerinin esnekleştirilmesi ile ortaya çıkan emek sürecinin esnekliğinin üç boyutu söz konusudur; işçilerin farklı işlerde kullanılabildiği işlevsel esneklik, çalışma süresinin ve işçi sayısının istendiği gibi düzenlendiği sayısal esneklik ve işçi ücretlerinin karlılığa bağlı olarak düzenlendiği ücret esnekliği. Kapitalizm, devleti küçültme politikalarıyla sosyal- devlet anlayışından vazgeçerken, emekçilerin kazanımlarını budamakta; özelleştirmeler ile onları düşük ücrete, işsizliğe ve açlığa mahkûm etmekte; sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, “part time” çalışma, ücretlerde, çalışma suresi ve çalışma koşullarında esneklikle sendikaları adım adım tasfiye etmeyi ve sendikal mücadelenin yarattığı engellerden kurtulmayı hedeflemiştir. Ancak başvurulan tüm emek düşmanı politikalara karşın, krizlerin sonu gelmediği gibi aralarındaki süre giderek kısalmıştır. Daha 2001 krizinin etkileri geçmeden ABD’den başlayan mali kriz kısa sürede dünyaya 197
Yaşayan Marksizm
yayılarak tüm sermaye merkezlerini gittikçe derinleşen yeni bir krize sokmuştur. Emperyalist-kapitalist sistemin krizlerden kurtulmak için aldığı önlemler artık sadece emekçileri değil; doğayı ve insanlığın geleceğini de tehdit eder hale gelmiştir. Kapitalizm, kriz koşullarında sosyal harcamalardan, yüksek ücret politikalarından vazgeçerken, kendilerini sistemin uyumlu bir aygıtı olarak kurmuş uzlaşmacı sendikaların bu yeni durumda üstlenebilecekleri olumlu bir işlev söz konusu olamazdı. Kapitalizmin krizi, işçi hareketine de kriz olarak yansımıştır. Fordist üretim biçiminde her hangi bir metanın üretimi için gerekli olan büyük üretim tesisleri ve on binlerce işçi yerine, esnek üretim biçiminde parçalı üretim tesisleri, taşeron işletmeler ve bunun sonucunda da az sayıda işçiyi bir arada barındıran merkez ve çevre işletmeler ortaya çıktı. Ana üretim tesisi dışına çıkarılan üretimlerin ülke sınırları dışına taşınması ise küreselleşme söylemini yaratan en önemli unsur olmuştur. Bir başka anlatımla kapitalistler ana üretim merkezlerinde -teknolojik gelişme olanaklarına rağmen- giderek azalan karlarını arttırmak için emekçileri ve işi parçalayarak, üretimin büyük bölümünü merkez dışına çıkarıp, tüm dünyaya yayarak krizini aşmaya çalışmaktadır. Sermaye bütün bu gelişmeleri tanımlarken adına küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni gibi kulağa hoş gelen kavramlar kullansa da bu onun emperyalizm olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu yeni üretim biçimi ile ana fabrikalar ağırlıkla montaj işlerinin, ambalajların, ürün geliştirme faaliyetlerinin yapıldığı tesisler haline dönüştü ve bunlar sermayenin tekelindeki teknolojik gelişme olanakları ile birleşince de ana fabrikalardaki işçi sayısının on binlerden, binlere ve hatta yüzlere inmesi sonucunu doğurdu. Tüm bu gelişmeler fordist üretim biçiminin sağladığı olanaklarla örgütlenmeleri çok kolay olan sendikal yapıların hızla üye sayılarının düşmesine ve güç olarak zayıflamalarına yol açtı. Sendikaların bu gerilemeyi yaşamalarının nedeni, üretimdeki değişimler olmakla birlikte, yönetimlerinin bu süreci kavrayamamalarından ve merkez üretim tesisinin dışına çıkan işçileri örgütleyememelerinden ya da örgütleyebilecek çabayı gösterememelerinden kaynaklandığı da ortadadır. Örgütlenmelerini sermayenin giderek küçülttüğü merkezde korumaya çalıştılar ve hemen hemen bütün toplu sözleşmelerde ağırlıkla ekonomik taleplerini yükselttiler. Çevreye çıkarılan işçi sayısının merkezde kalanların onlarca katı büyüklüğüne ulaştığını ve bu alandaki işçilerin örgütlenmesinin yaşamsal önemde olduğunu fark edemediler, etmediler ya da bunu başaracak örgütlenme anlayışından yoksundular. Sosyalizmin krizi ve işçi hareketi Sosyalizmin krizinin işçi hareketine etkisini iki başlık altında incelemek gerekir. Birincisi; reel sosyalist sistem teoriden bütün sapmalarına karşın kapitalizm karşısında bir alternatif oluşturuyordu ve kapitalistlerin hareketlerini sınırlandırıyordu. Reel sosyalist ülkelerin teknolojik, bilimsel, sportif vb. başarıları dünyanın geri kalanındaki işçileri ve ezilen halklarını umutlandırıyordu. Bu sistemin çökmesiyle birlikte burjuva ideologları hemen harekete geçerek tarihin sonunu 198
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
ilan ettiler ve kapitalist üretim sisteminden daha gelişmiş bir üretim sisteminin olamayacağını, sınıf çatışmalarının yerini artık dinler ve kültürler arası çatışmaların aldığını “kanıtlamış” oldular. Bu ideolojik bombardıman altında “özgürlük, eşitlik isteminin karşılığı kapitalist sistemin içinde aranmalıdır” anlayışını güçlendirdiler. Bu sayede Kapitalist-emperyalist sistem artık eskisine oranla daha rahat hareket etmekte, emek karşıtı politikaları daha pervasız uygulamaktadır. Eskiden sosyalizm düşüncesinin etkisinde olan sendikalar da giderek daha fazla burjuva ideolojisinin etkisi altına girdiler. Bunun sonucunda yeni kazanımlar için mücadele yerini, var olan hakların korunması mücadelesine bıraktı. Sosyalizmin krizinin ikinci etkisi yine ideolojik mücadeleyle ilgilidir. Ekim devriminden beri Marksist düşüncede yeni koşullara uyarlanmış geniş kapsamlı bir açılım sağlanamadı. Kimi denemeler olduysa da bunlar dünya sosyalist hareketini etkisi altına alacak boyutta açılımlar olmadı. Reel sosyalist ülkelerde egemen olan Marksizm’in bürokratik, ekonomist ve dogmatik versiyonu emekçilerin gözünde sosyalizmi temsil eden yegane akım olarak görüldüğünden, bu versiyonun ortadan kalkması, sosyalizmin yenilgisi olarak algılandı. 3. Enternasyonalin dağıtılmasından beri dünya sosyalist hareketi, ulus devletlerin sınırlarına hapsolmuş bir şekilde, birbirinden habersiz sektörler haline geldi. Bu durum Marksizm’e içkin olan enternasyonalizmi de zayıflattı. Her sosyalist hareket kendi ülkesinin sorunlarıyla baş etmeye çalışırken diğer ülkelerin sorunlarına duyarsız kaldı. Ancak Diyalektik Materyalizm bize her olumsuz gelişmede bir olumlu yan olduğunu da öğretmiştir. Reel sosyalizmin yıkılması, onu sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya mücadelesi verenlerin sırtında bir yük olmaktan çıkarmıştır. Şimdi dünya sosyalist hareketinin çoğulcu, enternasyonalist ve emekçilerin taleplerine öncelik veren bir dünyayı kurgulayabilmesinin önü açılmıştır. Devrimci ve enternasyonalist bir sosyalizmin, çöken sosyalizm ile farkının anlatılması, dünya emekçileri ve ezilen halkları için yeni bir umudun da adı olacaktır. İşçi hareketinde yapısal sorunlar a) Sendikal demokrasi Marksizm özellikle 20. yüzyılda burjuva işbirlikçisi sarı sendikaları bir yana bırakırsak bütün dünyada sendikal hareketleri şu ya da bu düzeyde etkisi altına almıştı. Ancak belirli bir sosyalizm anlayışından beslenen her sendikal anlayış, nasıl bir sosyalizmden beslenirse ona uygun şekillenecektir. Bu dönemde Marksizmin ekonomist ve dogmatik yorumu başat konumda olduğu için sosyalistlerin etkin olduğu sendikalar da buna göre şekillenmişti. Reel sosyalizmin egemen olduğu ülkelerde sendikalar, iktidardaki komünist partilerin doğrudan bir uzantısı olmaktan ileri gidememişler ve bir tür devlet aygıtı haline gelmişlerdi. Bu resmi sendikaların, işçilerin haklarını, “kendi devletlerine” karşı koruma ve savunma gibi bir perspektife sahip olmadıkları açıktır. Bürokratik çarpılmanın yarattığı sorunlar üzerinden iktidar partilerine ve devlete yabancılaşan işçilerin resmi sendikalara yaklaşımı da esas olarak bu eksende gelişmiştir. 199
Yaşayan Marksizm
Bu anlayışa göre sendikalar volan kayışları olarak tarif edilirken, örgütsel bağımsızlıkları gerçekte ortadan kaldırılmış, ideolojik ve siyasi bağımlılık ise doğrudan doğruya siyasi parti veya örgütlerin uzantısı, organik bir parçası olarak kavranmıştır. İşçilerin iradesi bir yana konularak sendika ile ilgili kararlar parti bürolarında alınmıştır. Reel sosyalist ülkelerdeki bürokratlaşma, sosyalist olmayan ülkelerdeki sendikalarda da aynen ortaya çıkmıştır. Yukarıda anlatılan fordist üretimin yarattığı uygun koşullardan yararlanan bu sendikalar elde ettikleri haklarla işçiler arasında iyi bir prestije sahip olmuşlardı. Bu nedenle sahip oldukları ekonomist ve dogmatik anlayışları fazla sorgulanmadı. Sorgulayanlar da zaten anında tasfiye ediliyordu. Sendikaların bu ekonomist ve dogmatik anlayışları onların kapitalist üretim biçimindeki gelişmeleri kavramasını ve buna göre önlem almalarını engelledi. Büyümelerini sağlayan eski uygun koşullar ortadan kalkınca hızla prestij kaybetmeye başladılar. Bu arada sosyalizmin krizine bağlı olarak sosyalistler de sendikalardaki eski etkilerini yitirmeye başladılar. Öyle ki, birçok ülkede yerlerini ya sarı sendikacılara terk ettiler ya da kendileri kapitalist sisteme ayak uydurdular. Bu nedenle geçmiş yıllarda mücadelenin sıcaklığı içinde yeşermiş olan sendikal demokrasinin bugün kırıntıları dahi kalmamıştır. Günümüzde bütün dünyada bürokratik ve uzlaşmacı sendikacılık başat konumdadır. Sendikalarda hala var olan sosyalistler ise artık bu genel yönelimi değiştirecek güçte değillerdir. Bugün işçi hareketinin yeniden yapılandırılması tartışmalarında en önemli başlıklardan biri sendikal demokrasi olmalıdır. Bürokratik merkeziyetçi, ücret sendikacılığının geldiği yer ortadadır. Bu nedenle sendikal demokrasi başlığı altında yürütülecek bir tartışma eskisinden farklı bir sendikal işleyişin ipuçlarını vermelidir. Sendikal demokrasi, sosyalist demokrasiyi temel alan bir anlayıştan beslenmeli, kendisini onun temel özelliklerine uygun olarak inşa etmelidir. Sendikal demokrasinin en önemli özelliklerinden biri sendikaların çoğulcu yapısına uygun olarak azınlık haklarının güvence altına alınması ve azınlığın çoğunluk olma olanaklarının gerçekten hayat bulması için önlemler alınmasıdır. Bunu sağlamak için sendikanın olanaklarından her üyenin eşit olarak yararlanmasının önü açılmalıdır. Seçimlerde nispi temsilin uygulanması anlamlı bir çoğunluk oluşturan her düşüncenin yönetimlerde temsil edilmesini sağlar. Böylece her kongreden sonra yaşanan temsil edilmemeden kaynaklı kırılmalar giderilebilir. Sendikal demokrasinin olmazsa olmazlarından biri de bürokrasinin ortadan kaldırılmasıdır. Mevcut işleyişteki birkaç kişinin bütün üyeler adına karar alması, işçileri sendikaya yabancılaştırmaktadır. Bu aynı zamanda kapitalist toplumdaki yöneten-yönetilen ilişkisini sendikalarda yeniden üretmektir. Bürokrasiyi engellemenin yolu bütün üyeleri kararların alınmasında özne yapmak ve yetkiyi paylaştırmaktır. Temsili kararlar dışında bütün önemli konularda taban tam bir söz ve karar sahibi olmalıdır. Yöneticilerin tüzük ve programa aykırı hareket edip etmediklerini denetleyecek mekanizmalar oluşturulmalı, aykırı hareket eden yö200
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
neticilerin yetkileri elinden alınmalıdır. Öte yandan profesyonelliğin yöneticileri üyelerden yabancılaştırdığı göz önüne alınarak bu uygulamaya son verilmelidir. Yetkilerin yerel örgütlerle paylaşıldığı, güçlü işyeri örgütlerinin kurulduğu yerde, profesyonel yöneticiye de gerek kalmayacaktır. Bir başka önlem temsili bir demokrasiyle yetinmeyerek mümkün olduğunca doğrudan demokrasinin uygulanmaya çalışılmasıdır. Merkezi kongreler zorunlu olarak temsili katılımla yapılacaktır. Ama şube kongrelerinin doğrudan katılımla yapılmasının önünde bir engel yoktur. Sosyalist demokrasinin sendikal alana yansıttığı bir başka özellik, sendikaların bütün partilerden örgütsel olarak bağımsız olmasıdır. Bu ilkenin sahiden yaşama geçirilmesinin yolu yukarıda belirtilen çoğulculuk ilkesine uygun olarak davranmaktan geçer. Herhangi bir partinin bürolarında alınan kararların sendikadaki farklı görüşten olan üyelere dayatılmasının sonucu tasfiyeler veya daralmalar olacaktır. Dünya ve Türkiye sendikacılık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Sendika içinde yer alan her görüş meşrudur ve çoğunluk olmak için propaganda yapma hakkına sahiptir. Dolayısıyla sorunlar hukuki yollarla değil, fikri tartışmalarla çözülmelidir. b) İşsizlik ve iş gücü bileşiminde değişmeler Sendikal krize yol açan veya sendikalar için çeşitli ölçülerde ve düzeylerde tehditler oluşturan diğer faktörler arasında, işsizlik ve iş gücünün yapısında meydana gelen değişimler de vardır. Kapitalizmin içinde bulunduğu krizin en önemli sonuçlarından biri işsizliktir ve gelinen noktada sorun yedek sanayi ordusu olgusunun ötesine geçmiştir. 1929 krizi ölçülerine ulaşan işsizlik, örneğin yaşam boyu istihdam geleneğinin bulunduğu Japonya’yı bile etkilerken, iş yerlerinin kapılarına birikmiş milyonlar, içeride çalışmakta olanlar ve sendikalar için başlıca tehdit haline getirilmektedir. Bu durum, sendikaların pazarlık gücünü doğrudan doğruya olumsuz bir biçimde etkilerken, iş güvenliği/güvencesi de çalışmakta olan işçiler açısından öncelikli talep haline gelmiştir. Bu krizden çıkış için üretim teknolojisinde fordist sistemden esnek uzmanlaşma sistemine geçiş çabaları daha küçük işletmeleri ortaya çıkarmakta, gelişen teknoloji emek gücüne daha az ihtiyaç duyulmasına yol açmakta ve kar oranlarındaki düşüş, yatırımları azaltırken yeni iş alanları açılmasına olanak vermemektedir. Neoliberal iktisat politikaları ve yeni sağcılık/muhafazakârlık olarak tanımlanan sosyal politikaların, işsizliğe karşı önerdiği bir şey yoktur. Aksine işsizliği büyütmektedir. Ücret sendikacılığı olarak şekillenmiş sendikal hareketin, işsizliğin ulaşmış bulunduğu boyutlar karşısında krize sürüklenmesi ve ehven-i şer’e teslim olması kaçınılmazdır. Daha yüksek ücret talebinden önce iş güvencesi isteyen işçilere ücret sendikacılığının verebileceği bir şey yoktur. Dolayısıyla işsizlik karşısında sendikal hareket, bir yandan toplumsal ve siyasal alana daha fazla müdahale eden militan bir mücadele ve örgütlenme modelleri geliştirmek zorundadır. Öte yandan, örneğin 6 saatlik iş günü gibi, gelişen teknolojiden emek gücünün de yararlanmasını öngören 201
Yaşayan Marksizm
yeni talepler formüle etmek ve bunları ısrarla savunarak, bu taleplere toplumsal meşruiyet kazandırmak zorundadır. Bu arada sendikaların işsizlerle yani iş arayan, çalışma hakkını kullanamayan işçilerle ilgili de yeni politikalar ve örgütlenmeler oluşturma zorunluluğu vardır. İşten çıkarılan işçilerin sendikalarla bağları sürmeli, örneğin işsizler seksiyonu gibi örgütlenmeler yaratılarak, mutlaka bu kesimle sıkı bir organik ilişki kurulmalıdır. Pek çok ülkede sendikalı işçilerin sayısını kat kat aşan, hatta bazen çalışmakta olan işçilerin sayısına yaklaşan bu kesimle bağı olmayan, onların mücadelesini gündemine almayan bir sendikal hareket gelişemez. İş gücünün yapısında ortaya çıkan değişimleri üç başlık altında toplamak mümkündür. Hizmet sektörünün büyümesi ve sadece ileri kapitalist ülkelerde değil, bağımlı ülkelerin birçoğunda da tarım ve sanayideki iş gücünün önüne geçmesi; “part time”, geçici süre çalışma, evde çalışma, eve iş alma gibi çalışma biçimlerinin giderek yaygınlaşması; kadın iş gücünün erkek iş gücüne oranla daha büyük bir hızla artması. Hizmet sektörünün büyümesi beyaz yakalı diye tanımlanan kafa emekçilerinin sayısının mavi yakalı diye tanımlanan kol emekçilerinin sayısından daha büyük bir hızla artmasını beraberinde getirmektedir; ama tam da bu noktada, sendikal örgütlenme açısından ciddi bir sorun ortaya çıkmaktadır. Çünkü hemen her yerde beyaz yakalıların sendikalaşma eğilimleri mavi yakalılara göre çok daha geridir. Büyük iş yerlerinde, daha çok kol gücüyle çalışan ve hatta kalifiye olmayan işçiler arasında örgütlenmeye alışık olan sendikalar, küçük iş yerlerine dağılmış bulunan ve kafa emeği kullanan işçileri örgütlemekte, onların taleplerine yanıt vermekte yetersiz kalmaktadırlar. Beyaz yakalı olarak tanımlanan kesim üzerinde burjuvazinin ideolojik hegemonyasının daha etkin olduğu da bir gerçektir. Sendikaların gerekli ve zorunlu bir örgütlenme biçimi olmadığına ilişkin ideolojik propagandanın, bu işçilere -beyaz yakalılara- daha iyi hitap etmesinin yanı sıra, çoğunlukla da işverenler bu kesimle sendikaları devreden çıkaran, gereksiz olduğu fikrini güçlendiren tarzda ilişkiler kurmaya da önem vermektedirler. Sendikalar bu tür engelleri aşmakta oldukça zorlanmaktadırlar. Öte yandan hizmet sektörünün önemli bir bölümünün, basta eğitim ve sağlık olmak üzere, devlete ait olması ve işçi sınıfının bu kesimine doğrudan doğruya yasa yoluyla sendikal hak ve özgürlüklerin tanınmaması da yaygın bir durumdur. Bu açıdan, imzalanmış olan -egemen devlet ve politik otoritelere verdiği sınırlayıcılıklar dışlanarak- İLO sözleşmelerinin eksiksiz uygulanması ve sahte sendika yasasına karsı grevli-toplu sözleşmeli sendikal haklar ve özgürlükler mücadelesinin yükseltilmesi gerekmektedir. Diğer yandan, sendikalaşma oranındaki düşüklük, sendikal hareketin parçalanmışlığı ile birleşmektedir. Zaten az sayıda olan sendikalı işçiler işçi ve kamu emekçileri sendikaları arasında bölünmüş durumdadır. Bu bölünmüşlüğü aşmak bakımından, tüm ücretlileri kapsayan ortak örgütlenme ve mücadele anlayışı temelinde, ortak çalışanlar yasası için mücadele edilmelidir. 202
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
Hizmet sektörünün genişlemesi ve düzensiz-geçici çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, toplam istihdam içinde kadın iş gücü oranının artısını da beraberinde getirmektedir. Ancak bu durum da sendikal örgütlenme açısından yeni sorunlar yaratmaktadır. Çünkü bir yandan sendikal hareket esas olarak erkek egemen bir yapıda, ezen cinsin toplumsal kimliğine uyum gösteren bir karakterde olduğu için kadınlarla ilişki kurmakta zorluk çekmektedir; öte yandan kadın emeği yine esas olarak aile içinde ve birçok sektörde yardımcı konumunu taşımakta olup, kolay vazgeçilecek bir durumdadır. Dolayısıyla sendikal hareket, kadın iş gücünün giderek artması karsısında da, öncelikle kendisine egemen olan erkek kimliği başta olmak üzere, var olan yapısını sorgulamalı ve değiştirmelidir. Kadınların özel taleplerine yanıt veremeyen, onları sendikal örgütlenme içine çekmek için ezilen cinsin eşitlik ve özgürlük taleplerine sahip çıkamayan bir sendikal hareketin, içine sürüklendiği krizden sağlıklı bir çıkış yolu bulması mümkün değildir. c) İşçi hareketi ve ideolojik mücadele Krizin doğrudan sendikaları da hedef alan ve etkileyen ilk ve belki de en önemli boyutu, ideolojik alanda ortaya çıkmaktadır. Sendikalarda egemen olan yapı, işleyiş ve mücadele anlayışlarıyla, sendikalarda örgütlü kitlelerin sahip oldukları dünya görüşleri, bilinçleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu toplumlarda, egemen sınıf dışındaki diğer sınıf ve toplumsal kesimlerin ezici çoğunluğunda, toplumsal yaşamda işgal ettikleri yerle, sahip oldukları bilinç arasında bir karşıtlık vardır. Bu içselleşmiş/içselleştirilmiş bir yanılsamadır. Üstelik bu yanılsama en gelişmiş teknikleri kullanan medya, en etkin eğitim kurum ve örgütleriyle yeniden ve yeniden üretilmekte, kitleler burjuvazinin ideolojik hegemonyası ile sisteme bağlı hale getirilmektedirler. Dolayısıyla bugünkü hayat da, bu yanılsama üzerinden şekillenip yürümekte ve gelecek, bu temel üzerinden formüle edilmektedir. Kapitalizm tarihsel olarak geçici bir sosyo-ekonomik sistem değilse ve alternatifi yoksa şimdiye kadar kendilerini buna göre kurmuş olan her şey ve herkes kendisini gözden geçirmek ve yeniden tanımlamak zorundadır. Artık anti-kapitalist bir mücadelenin anlamı kalmadıysa, sendikaların da içinde yer aldığı pek çok toplumsal ve siyasal örgütlemenin izleyecekleri politikalar ve yaslanacakları ideolojik zemin bir boşluğa doğru sürüklenmekten kurtulamaz. Nitekim tam da bu doğrultuda yoğun bir ideolojik kampanya yürütülmekte ve sendikasızlaştırma/ örgütsüzleştirme çabaları böylesi bir tarihin sonu ideolojisinden beslenmektedir. Bu ideoloji, ezilenler arasında yaygınlaştığı ölçüde insanların kaderlerine boyun eğen ve sonuçsuz kalmaya mahkûm mücadeleler içinde kendilerini tüketmekten uzak duran bir anlayışı içselleştirmeleri doğaldır ve zaten sağlanmaya çalışılan da budur. Uluslararası işçi hareketi ise bürokratik yapılanmasından dolayı bugüne kadar bu ideolojik saldırıya gerekli yanıtı oluşturamadı. Aksine gerek Türkiye’de ve gerekse dünyanın diğer ülkelerinde yerel sendikaların ve ICFTU, ETUC gibi 203
Yaşayan Marksizm
uluslararası işçi örgütlerinin kapitalizmin ideolojik saldırısına uyum sağlaması, sermaye kuruluşlarının gündemleri ile neredeyse tıpatıp aynı gündemli toplantı ve eğitimler düzenlemeleri, bu sürece karşı -eksikliği olsa da- sınıfsal tavır geliştiren yeni sendikal oluşumları dışlamaları, kapitalistlere beklediğinden çok daha büyük olanaklar sağladı. Son yıllarda bu sürece ciddi karşıtlıklar oluşturma çabasında olan sendika sayısının artmakta olduğu gözlemlenmekle birlikte, bunların karşıtlıkları genellikle ulusal ya da AB sendikal hareketinde olduğu gibi bölgesel çıkarları koruma temelinde olmaktadır. İşçi hareketi sürece müdahale edebilecek sınıfsal perspektifli dinamikleri geliştirmek ve kapitalizmin sonsuzluğuna ilişkin iddiaları çürütmek zorundadır. Bu da ancak burjuvazinin ideolojik hegemonyasını kırmakla mümkündür. Bunun için ise, kapitalizmin bilimsel bir eleştirisini yapmış olan Marksizm’in kaynaklarından beslenmek, Marksist teoriye dayanmak zorunludur. Marksizm, kapitalizmin bilimsel bir eleştirisi olarak değerinden bir şey kaybetmediği gibi, kapitalizmin kaçınılmaz yok oluşu, aşılması üzerinden geliştirdiği bir sosyalizm anlayışı ile de ideolojik mücadelenin temeli olmalıdır. İdeolojik mücadelenin iki yönü vardır. Birincisi; siyasi iktidarın, kitlelerin mücadelesini saptırmak için doğrudan doğruya yürüttüğü ideolojik hegemonyaya karşı ancak ve ancak işçi ve emekçilerin tarihsel deneyimleri temel alınarak durulabilir. İkincisi; dünyada tarihsel planda elde edilmiş teorik-pratik kazanımlar ve deneyimler sendika içinde sapmaya uğrayabilir. Buna karşı ancak sendika içi demokrasi, sendika içi ideolojik mücadele ile karşı durulabilir. d) İşçi hareketi ve enternasyonalizm Sosyalizm, işçi sınıfının enternasyonal hareketi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Enternasyonalizm milliyetçiliğin yadsınması üzerinden pratikleşmiştir. Ancak işçi hareketi içinde bu enternasyonalist damarın yanında her zaman milliyetçi bir damar var olmuştur. Denilebilir ki sosyalist mücadele tarihi, bir yandan sermaye sınıfına karşı, diğer yandan bu milliyetçi damara karşı mücadele içinde yazılmıştır. Adında “işçi” olan, “komünist” olan partiler bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ezen ve ezilenin olmadığı bir dünya mücadelesinin yerine “güçlü ulusal devlet”, “ulusal çıkarlar” vb. fikirleri ikame ederek, sosyalizm adına politik ve ahlaksal olarak utanılacak bir miras ortaya çıkarmıştır. Bugün Türkiye’de kendisine sosyalist diyen insanların arasında, işçi sınıfı içinde milliyetçiliğin etkili olmasından Kürt ulusal mücadelesini sorumlu tutanların önemli bir ağırlığı var. Oysa milliyetçiliğin işçiler arasında yerleşmesinin kökleri çok daha eskilere dayanır. Cumhuriyetten önce var olan Osmanlı Devleti her ne kadar teokratik bir devlet değilse de özellikle toplumsal yaşamda din temel belirleyici unsurdu. İnsanlar etnik kökenlerine göre değil dinlerine göre sınıflandırılıyordu. Arapça kökenli “millet” sözcüğü, bugün kullandığımız anlamda bir ulusu değil, bir dine üye onları tanımlardı. Müslüman milleti, Ermeni milleti, 204
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
Musevi milleti vb. Bu sınıflandırma doğal olarak ortaya çıkışından sonra işçi hareketine de yansımıştı. Osmanlı topraklarındaki sermaye sahiplerinin çoğu gibi vasıflı işçilerin de büyük kısmı Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluşuyordu. 1915 sanayi sayımı sonuçlarına göre vasıflı işçilerin %60’ı Rum, %15’i Ermeni, %10’u Yahudi ve ancak %15’i Müslüman idi. Nitekim Avrupa’dan yayılan sosyalizm fikri önce bu Müslüman olmayan işçiler arasında yayıldı. Dini ayrılıklar işçilerin birlikte örgütlenmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyordu. Yine de 1920’li yıllara doğru değişik dinlerden işçilerin birlikte örgütlendiği dernekler ortaya çıkmaya başlamıştı. Ancak bu süreç işgaller ve sonrasında gelişen Kurtuluş Savaşı ile kesildi. Sermaye sahiplerinin kendi dinlerinden kişileri tercih etmesi, Türk işçilerinin sermayeye karşı mücadelesi ile işgallere karşı mücadelesi birbiri içine girdi. Dolayısıyla Türk işçi sınıfı daha oluşma aşamasında milliyetçilik ile zehirlenmiş oldu. Buna bir de dünya savaşı sürerken uygulanan Ermeni tehciri ile Cumhuriyet öncesi ve sonrası Rumların Yunanistan’a zorla göç ettirilmesi eklenince Türkiye’de ne doğru dürüst vasıflı işçi kaldı ne de ortak örgütlenmenin muhatapları. Sosyalistlerin bir görevinin de işçiler arasında şovenizmin etkilerini kırmak olduğu düşünüldüğünde bunun kaynaklarını doğru tespit etmek görevlerin yerine getirilmesi açısından daha bir önem kazanmaktadır. e) İşçi hareketi ve demokrasi mücadelesi Sendikaların ekonomik mücadele araçları olduğu ve esas olarak ekonomik mücadele yürütmeleri gerektiği sık sık söylenir. Ekonomik mücadele, işçilerin ekonomik hak ve çıkarlarını savunmak ve geliştirmek, daha yüksek ücret ve daha iyi sosyal haklar elde ederek günlük yaşamı biraz daha katlanır duruma getirmek için verilen mücadeledir. Her türlü sendika bunu yapmak zorundadır ve başka türlü varlık şartı ortadan kalkar. Bu noktada ortaya çıkan sorun, ekonomik mücadeleye nasıl bakıldığı ve diğer mücadele biçimleriyle arasındaki ilişkinin nasıl kavrandığındadır. Sınıfsal bir bakış açısına sahip olanlar, ekonomik mücadelenin kısmiliğini bilirler, onu küçümsemezler, ama sendikaların işlevinin de bundan ibaret olmadığını bilerek hareket ederler. Ekonomik mücadelenin kapitalizm koşullarında sömürünün sınırlandırılması mücadelesi olduğunu, bu sömürü var oldukça ekonomik mücadelenin kazanımlarının da kalıcı olamayacağını bilen sınıfsal kavrayış, sendikal mücadeleyi bu alanla sınırlamaz. Ekonomik mücadelenin ideolojik ve demokratik mücadele ile olan ilişkilerini ve bağlarını da göz önüne alan bir perspektife sahiptir. Her ekonomik mücadelenin demokrasi mücadelesine doğrudan bağlanması mümkün değildir, kısmi ve günlük taleplerle yetinmek durumu sık sık ortaya çıkabilir. Çünkü ekonomik mücadele tek tek işverenlere veya en fazla bir işveren kesimine karşı yürütülür ve yine sınıfın ve ezilenlerin bir kesimi için talep ettikleriyle sınırlı kalır. Kendisini bu sınırlar içine hapseden bir anlayışın, gerçekte o sendikanın üyelerinin ekonomik hak ve çıkarlarını da en iyi bir şekilde savunması ve geliştirmesi mümkün değildir. Oysa sendikaları ve diğer kitle örgütlerini, 205
Yaşayan Marksizm
ekonomik mücadelenin yanı sıra demokrasi mücadelesinin de asli unsurları ve yürütücüleri olarak kavramak gerekmektedir. Emperyalizmle birlikte önem kazanan demokrasi mücadelesi, esas olarak ekonomik mücadelenin dışında, mevcut siyasi sistemin yapısına göre ileri sürülen talepler ve haklar için verilen mücadeledir. Türkiye, ekonomik mücadelenin, demokrasi mücadelesi ile ne kadar da sıkı bağlar içinde olduğunu göstermenin tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Var olan sendikal haklar, demokratik hak ve özgürlükler oldukça kısıtlıdır. Sınıfsal, ulusal ve cinsiyetçi baskılar en ilkel, en vahşi yöntemlerle sürdürülmektedir. Ülke haklarla değil, yasaklarla yönetilmektedir. Bu nedenle, emperyalizme bağımlı, sömürgeci, erkek egemen, baskı ve işkencenin, ceza evi ve sokak infazlarının olağan işlerden sayıldığı ülkemizde, demokrasi mücadelesi, sendikal mücadeleye laf olsun diye eklenmiş değildir. Toplumsal hayatın nesnelliği içinde zorunlu olarak bizatihi kendini dayatmış bir gerçekliktir. Demokrasi mücadelesi anlayışı, kendi alanlarında yapılan en küçük baskı ve antidemokratik uygulamalara duyarlı olmakla birlikte, başka alanlarda yapılanlara karşı da aynı duyarlılığı gösteren, mücadelenin kapitalist sistem ile olan ilişkilerini bilen, mücadeleyi sınıf mücadelesi bütünlüğü içinde görerek, örgütlemeyi hedeflediği kitlenin en geniş kesimlerini mücadeleye katma gereğine inanan bir perspektife sahip olmalıdır. Mücadeleyi var olan sınırlı ve kısıtlı yasal hakların kullanılmasıyla sınırlayarak, dolayısıyla meşru mücadeleleri yadsıyarak, ya da siyasal mücadeleyle eşitleyerek siyasal partilere havale eden anlayışlara düşülmemelidir. Sendikaların etkili olabilmeleri, kalıcı kazanımlar elde edebilmelerinin yolu, şimdiki durdukları yerle, durmaları gereken yer arasındaki farklılığı kavramaktan geçmektedir. İşçi sınıfı eğer devrimin öncüsü olacaksa diğer ezilenlerin taleplerine sahip çıkmak zorundadır. Aksi halde “işçi sınıfının öncülüğü” lafta kalmaya mahkûmdur. Sendikaların kimi demokratik talepleri doğrudan siyasi talep de olabildiği için, zaman zaman demokratik mücadele ile siyasi mücadele iç içe girmekte ve birbirine karıştırılmaktadır. Bu durum, sendikaların demokratik taleplerden uzak durmasının gerekçesi de yapılabilmektedir. Örneğin, Kürt sorununun barışçı yollarla çözümünü savunmak, demokratik bir talep olmakla birlikte aynı zamanda doğrudan siyasi bir talep niteliği de taşır. Bu talebin gerçekleşmesi, düzenin sınırları içinde mümkün olduğu gibi, koşulların gelişimine göre düzenin sınırları dışına da taşabilir. Zaten bu özelliğinden dolayı bu sorun, siyasi demokrasi mücadelesinin temel bir unsuru durumundadır. Doğrudan siyasi mücadelenin de konusu olan bu tür taleplerle, sendikaların üyelerinin kendilerini ve sendikalarını ilişkilendirmeleri, en azından bazı üyeler için sorunlu olabilir. Dolayısıyla konu ile ilgili kapsamlı tartışmalara ve bu sorunun insanların günlük yaşamlarını ve sendikal mücadelelerini nasıl etkilediklerini açıklamaya hala çok fazla ihtiyaç 206
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
vardır. Toplumun her kesimini en küçük hücresine kadar zehirleyen, demokratik düşünce ve gelenekleri tahrip eden şovenizmin Kürt sorunu ile bağlantısı ortaya konarak, bu sorunun çözümünün siyasi demokrasi içinde mümkün olabileceği ve demokrasinin de sendikalar için varlık koşulu olduğu kavratılmak zorundadır. Sorunun üzerine baskı ve terörle gidilmesinin sadece daha az demokrasi değil, aynı zamanda daha az ekmek demek olduğu da gösterilmek zorundadır. Sonuç yerine: İşçi hareketi ile sosyalist hareketin birleşmesi sorunu Sermaye sınıfının yaptığı planların en zayıf noktası hiçbir muhalefete dayanamayışıdır. Bu gerçeğin farkında olan egemen sınıflar, sınıf mücadelesinin yükselişini durdurmak, işçi sınıfını örgütsüzleştirmek, onu parçalamak, Kürtlerin büyük bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımları yok etmek için aralarındaki tüm çıkar çatışmalarına karşın tek vücut halde davranmaktadır. Eğer emek ve demokrasi güçleri bu sürece müdahale edecek araçları yaratamaz, hükümetin sahte vaatlerine ve yaydığı “ AB üyesi, özgür, demokratik, müreffeh Türkiye” umuduna aldanacak olurlarsa kendi çıkarlarına ihanet etmiş olacaklardır. Ezenlerin topyekûn saldırısı ancak ezilenlerin topyekûn direnişiyle püskürtülebilir. Neoliberal saldırılara karşı bir yandan bütün emekçilerin birleşik örgütlenmesine, diğer yandan emek ve demokrasi güçlerinin yan yana gelmesine ihtiyaç vardır. Bu hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde hayata geçirilmelidir. Önümüzdeki dönemin emekçiler ve tüm ezilenler için daha da zorlu geçeceğini, kapitalist boyunduruğun daha da ağırlaşacağını dikkate aldığımızda, emeğin kazanılmış haklarını korumaya çalışırken, faşizme, emperyalizme, militarizme, kapitalizme ve şövenizme karşı farklılıklarımızı koruyarak mücadele birliğini sağlamak tarih önünde ortak sorumluluğumuzdur.
207
Marksizmin Doğuşu Sait Almış
Mehmet İnanç Turan Kalkedon Yayınlarından çıkan kitabı “ Marksizmin Doğuşu” ile Marksist yazının klasikleri arasına girecek bir eser hediye ediyor bizlere. Yazar bu çalışmaya neden gereksinim duyduğunu şöyle açıklıyor: “Bizim kuşak Marksizmi yöntemli bir biçimde öğrenmedi. 1974–1980 döneminin kavgalı dövüşlü ortamı içinde belki de bu mümkün değildi. Bizden önceki kuşakların geriye bıraktığı doğru dürüst teorik bir miras ve Marksizmi öğrenme yöntemi yoktu. Bizden öncekiler bize cesaret, fedakârlık, direnme ruhu bırakmıştı; ama ciddi bir teorik birikim bırakmamıştı.” Hayat hızlı akıyordu. 5-6 yıllık bir süre toplumların tarihinde normalde çok uzun süreler değildir. Ama yetmişli yıllar normal yıllar değildi. Her dakikası, her günü çok önemli toplumsal sıçramalara yol açan yıllardı yetmişler. Başlangıç yıllarında egemen üretim biçimi feodalizm mi, kapitalizm mi? Öncü sınıf köylülük mü,işçi sınıfı mı? tartışmalarının yapıldığı,son yıllarında ise finans oligarşisinin en kanlı diktatörlüğü 12 Eylül faşizmi ile tanışarak, bu tartışmaların kendiliğinden gündemden kalktığı bir dekattı yetmişler. Yetmişli yıllar devrimcileri hayatın bu hızlı akışını anlayabilecek, yorumlayabilecek ve pratik sonuçlar çıkarabilecek Marksist teori birikiminden yoksundular. Toplumsal olaylar hızla gelişiyor ve değişiyordu; ama devrimcilerin bu değişimi, gelişimi anlayacak teorik birikimleri yoktu. Marx’ın, Lenin’in eserleri yeni yeni Türkçe’ye çevrilip yayımlanıyordu. Her çıkan kitap, bilgi açlığı çeken devrimcilerce okunup tüketiliyor; ama o eserlerin hangi koşullarda, hangi sorunlar için çözüm önerisi olarak yazıldığı bilinmiyordu. 209
Yaşayan Marksizm
Eklektik bir Marksist teori anlayışı egemen olmuştu, devrimci hareket içinde. Teori, onu doğuran zaman ve koşulları göz önüne alınmaksızın, şablon halinde alınıyor ve sözde ideolojik mücadelenin doneleri olarak kullanılıyordu. O yılların pratiğini yaşamış olan yazar, şimdiki ve gelecek nesillerin de aynı sorunları yaşamaması için kendine görev edinmiş ve elimizdeki kılavuz kitabı ortaya çıkarmış. *** Marksizmin Doğuşu, Marx ve Engels’in Marksist dünya görüşünü hangi koşullarda, düşünsel ve pratik yaşamda hangi sorunları çözerek oluşturduklarını gözler önüne seriyor. Marx ve Engels’in eserleri; dönemin koşulları göz önüne alınarak ve yazanların düşünsel gelişiminin izleri sürülerek tek tek ele alınmış. O eserin hem yazılış nedenini ve işlediği konuyu öne çıkarmış, hem de Marx ve Engels’in düşünsel gelişim sürecindeki yerini göstermeye çalışmış. Yazar zor bir işi başarmış. Marx ve Engels’in makaleleri ve kitaplarında ortaya koydukları felsefi, ekonomik ve siyasal görüşlerin nasıl oluştuğunu, süreç içinde eksiklikleri ve yanlışlıkları giderilerek nasıl geliştiğini gözler önüne sermiş ve böylelikle Marksist dünya görüşünün nasıl biçimlendiğini başarıyla göstermiş. Üzerinde yılların emeği ve bilgi birikiminin yoğunlaştığı bu eseri; Marx’ı ve Engels’i doğru okuma ve anlama kılavuzu olarak adlandırabiliriz. “Marksizm hem pratikten çıkmış bir bilgi bütünüdür, hem de bir yöntemdir. Marksizm ancak onun yöntemiyle öğrenilirse doğru Marksist sonuçlara varılabilir. Marksizmin gelişim tarihini, embriyon halinden olgunlaştığı, doruk noktasına çıktığı noktaya kadar diyalektik yöntemle izlemek gerekir,” diyen yazar, Marksist analiz yöntemini yani diyalektik çözümleme yöntemini Marksizme uyguluyor. Salt bu yönüyle bile ilginç bir çalışma ile karşı karşıyayız. Evreni, toplumsal ilişkileri ve insanı anlamada ve sonuçlar çıkarmadaki başarısını dosta düşmana kanıtlamış olan Marksist çözümleme yönteminin bu kez Marksizmin kendisine uygulanması, örneği olmayan bir çalışmadır. “‘Marksizmin Doğuşu’ Marksizmin doğumunu, Marksizmin yönteminden yola çıkarak inceliyor; Marx ve Engels’in doğumsal süreçteki görüşlerini, olgunlaşmış Marksizmle karşılaştırarak, hataları saptayarak, hâlâ gerçeği yansıtan fikirleri öne çıkararak bir teorik kazı yapıyor.” *** Yazar kazısına Marx’ın doktora tezi ile başlıyor. Marx o dönemde sol Hegelcilerle birliktedir, Lenin’in deyimiyle “Hegelci bir idealisttir.” “Demokritos ve Epikurus’da Doğa Felsefesinin Ayrımı” adlı bitirme tezinde, bu iki materyalist filozofun görüşlerini analiz eder.Ulaştığı sonuç Hegel’den farklıdır. Daha o dönemde Hegel’in idealist felsefesinden kopmaya başlamıştır.Kitabın bi210
Marksizmin Doğuşu
rinci bölümünde, Marx’ın doktora tezi ve ulaştığı nokta irdeleniyor. Yazar kazısına, Marx’ın Ren Gazetesinde yazdıkları üzerine devam eder. İkinci bölümde Marx’ın, hükümet ve kilise yanlısı Kolonya Gazetesinin başyazarı Hermes ile polemikleri inceleme altına alınır. Sözkonusu polemik yazılarında Marx, Hermes ile felsefe, din ve devlet üzerinde tartışır. Bu yazılarda Marx’ın dine savaş açtığını, felsefeyi dinin elinden kurtarıp, gerçeği arama yolu olarak, gerçek yaşamın içine sokmaya çalıştığını görürüz. Aynı zamanda Hegelci usçu teorinin etkisinde olan Marx’ın daha sonra geliştireceği sınıfsal devlet tezinden uzak olduğunu, usçu devlet tezini savunduğunu görürüz. Yazarın deyimiyle, o dönemde “Marx, Marksizmden epeyce uzaktadır; ama radikal bir demokrattır.” *** Marx Mart 1843 de Ren Gazetesi ile ilişkisini keser. Gerekçe, gazete yöneticilerinin uzlaşmacı tavrıdır. Bu sırada Feuerbach’ın “Felsefe Reformu İçin Geçici Tezler” çalışması yayınlanmıştır. Gazeteden kopuş, Marx’a çalışma odasına kapanıp, Feuerbach’ın görüşlerini inceleme fırsatı verir. Feuerbach’ın Hegel eleştirisinden etkilenen Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” başlıklı çalışmasını hazırlar. Kitabın üçüncü bölümü bu çalışmanın analizine ayrılmıştır. Analiz;“‘Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’, kuşkusuz ki bir Hegel eleştirisidir; ancak Marx’ın Hegel’den bütünüyle koptuğu, beynindeki Hegel’in bütün izlerini sildiği bir eleştiri değil!”dir, sonucuna varır. Kazının bu aşamasında yazar, Marx’ın Feuerbach’ın Hegel eleştirisine çekince koyarak katılmakla birlikte, Hegel’ den uzaklaşmaya başladığını, doktora tezinde nüveleri olan Hegel karşıtı düşüncelerini geliştirdiğini, ancak henüz Hegel’den bütünüyle kopmadığını belirler. *** Marx Ekim 1843’te Paris’e taşınır. Arkadaşı Arnold Ruge ile birlikte Fransız – Alman Yıllıkları isimli dergiyi çıkarmaya karar verir. Dergide Marx’ın ve Engels’in ikişer yazısı vardır; ancak Marx ile Engels arasında henüz siyasi bir ilişki yoktur. İki yazar birbirinden bağımsız olarak yazılarını kaleme almışlardır. Marx’ın iki yazısından birincisi Yahudi Sorunu ismini taşır. İkinci yazısı ise Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı : Giriş’ tir. Yazar dördüncü bölümde Marx’ın sözkonusu yazılarını mercek altına alır.Bu yazıları irdeleyerek Marx’ın Marksizme doğru yol alışında ulaştığı aşamayı göstermeye çalışır. 211
Yaşayan Marksizm
Yahudi Sorunu adlı makalenin incelemesinden çıkardığı sonuç şöyledir: “Marx, Yahudi Sorunu’nda insanın insan olmamasını yabancılaşma kavramı üzerinden ele alır; ama henüz onun içeriğini açıklamaz.” *** Beşinci bölümde ise dergideki ikinci yazı olan, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı : Giriş’ başlıklı yazı ele alınır. Bu yazıdan çıkan sonuçları yazar şöyle yorumlar: “Marx komünizme el uzatmıştır; ancak kendini komünist olarak adlandırmaz. Komünizmle tam birleştiği söylenemez. Proleter devrimi savunur; ama bu devrimin amacı toplumsal üretim biçimi olarak komünizm değildir; insanların kurtuluşunu sağlayacak bir devlettir.” “Marx’ın Marksist olabilmesi, kendi felsefi mirasıyla hesaplaşabilmesi için daha epeyce yol vardır.” *** “Fransız-Alman Yıllıkları” isimli dergiye birbirinden habersiz iki yazı veren Marx ve Engels’in yolları bu yazılardan sonra birleşir. Engels’in “Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi” adlı makalesi Marx’ı çok etkiler. Engels bu makalesinde her ne kadar özel mülkiyetin yarattığı kötülükleri ahlakî açıdan ele almış olsa da, Marx’dan önce toplumun ekonomik yapısına el atmış ve sermayeyi hedef almıştır. Bu yazıyı okuyan Marx daha Engels ile konuşmadan, ekonomi politik ve felsefe ile ilgili bir kitap yazmaya başlar. Marx’ın gözden geçirip yayımlayamadığı, ancak 1932 yılında “1844 Elyazmaları–Ekonomi Politik ve Felsefe” adı ile yayımlanan bu notlar, Marksizmin doğum emarelerini göstermesi açısından tarihsel öneme sahiptir. Yazar kitabın altıncı bölümünde, Marksizmin doğuşunda tarihsel önem ve işleve sahip olan ve Marksizmin iki ustasının yolarını birleştirmesine yol açan bu iki çalışmayı mercek altına alır. Engels’in makalesinde ekonomi politiğin temel kategorilerini nasıl tek tek ele alıp, sonuçlar çıkarmaya çalıştığın gösterir. Sermaye,rekabet, tekel, üretici güç olarak emek,ücret, toplumsal sınıflar,bunalım ve toplumsal devrim konusunda Marksizme temel olan ilk görüşlerin altı çizilir. Altı çizilen bu görüşler, aslında Marksizmin tohumlarını oluşturan görüşlerdir. *** Yedinci bölümde 1844 El Yazmaları irdelenir. Yazar bu esere Marksizmin doğuşu sürecinde özel bir önem atfettiğinden geniş yer ayırmış. Eserin önemi Marksizmin ilk ışıklarının bu çalışma ile görünür olması, Marksizmin doğuşunu haber vermesidir. 212
Marksizmin Doğuşu
Marx bu çalışmasında ekonomi politiği hem maddi temelde hem de insan üzerine etkileri ile inceleme altına alır. Yabancılaşmanın maddi temellerini ortaya koyması eserin büyüklüğünün göstergesi olarak not edilir. Yazar eserin Marx’ın Hegelci idealizmden kurtuluşunun izlerini, ve komünizme sıçrayışını gösterdiğini belirtirken, henüz ele almadığı, eksik kalan noktaları da sıralar: “Sözgelimi üretim ilişkilerini kavramsal olarak inceleyemez. Sınıf mücadelesini ortaya koyar; ancak onu tarihin motor gücü olarak formüle edemez. Toplumsal devrimin bilimsel içeriğini çözümleyemez. Ne var ki bu durum komünizme yeni sıçrama yapmış Marx için doğal karşılanmalıdır.” *** “Engels 1844 Ağustos ayının sonunda Paris’e gelir, on gün Marx’ın misafiri olur. Bu karşılaşma yıllarca sürecek siyasal ortaklığın ve dostluğun ilk adımıdır. İlk iş olarak Bauer ve arkadaşlarına karşı Eleştirel Eleştiri isimli bir broşür yazmanın kararını alırlar, uygulamaya girişirler. Engels broşürün bir kısmını yazar, Marx’a bırakır. Geri kalan kısımlar Marx tarafından yazılacaktır. Marx, üç ay içinde Genel Edebiyat Gazetesi’nin yayınlanmış sayılarını ayrıntılı biçimde inceler ve eleştirililerini yazar. Ortaya bir broşür değil, bir kitap çıkar. İsmi Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi olacak kitap,1845 Şubat sonlarında yayımlanır.” Yazarın sekizinci bölümde ele aldığı bu kitabın Marksizmin doğuşundaki özel yeri kapitalizmin bilimsel incelemesine doğru atılmış önemli bir adım olmasıdır. Yazar kitabın iki önemli yanından birini hem tarihe hem de toplumsal yaşama maddeci açıdan bakması olarak tanımlar. Kitapta üretim ilişkileri, henüz kavram olarak geliştirilmemiş olsa da maddeci gözle incelenir. İkinci önemli yan ise, Marx’ın diyalektik yöntemi toplumsal sınıfların çözümlenmesinde kullanması ve aşırı Feuerbach övgüsüne karşın idealizme karşı materyalizmi Hegelci üslup ve terminolojiden koparak savunmasıdır. *** Marx Kutsal Aile kitabını yazarken Engels de İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı bir kitap yazar. Amacı İngiltere burjuvazisi üzerinden Alman Burjuvazisini eleştirmektir. Bu kitap Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi makalesinde teorisini ortaya koyduğu görüşlerin geçerliliğini pratik hayatta göstermektir Engels bu kitapta Marx’ın çok sonraları söylediği gibi İngiltere emekçilerinin durumunu çok canlı, tutkulu ve yürekli bir şekilde ortaya koyar. Engels kitabındaki genel ahlâkçı tutumunu, ücret tanımı ve kapitalizmin periyodik bunalımlarının süresi gibi öngörülerinin tutmamasını değerlendirirken, 213
Yaşayan Marksizm
o engin alçak gönüllüğü ile “Marx’ın çabalarıyla bir bilim olarak gelişen modern enternasyonal sosyalizm, 1844’te henüz ortalarda yoktu. Benim kitabım, onun embriyon olarak gelişiminin aşamalarından birine işaret eder,” diyerek çalışmasını Marksizmin doğuş sürecindeki yerine yerleştirir. Marx 1863 yılında Engels’in bu çalışmasına verdiği değeri şöyle dile getirir: “İngiliz işçilerinin kendilerini burjuva enfeksiyonundan ne zaman kurtaracaklarını gelecek gösterecek. Aklıma gelmişken, senin kitabındaki ana noktalar, 1844’ten bu yana görülen gelişmelerle virgülüne kadar doğrulandı.” Yazar 9.Bölümde incelediği, Engels’in deyimi ile Marksizmin embriyonik gelişim aşamalarından birini gösteren bu çalışmanın en önemli yanı olarak devlet konusuna getirmeye çalıştığı çözümlemeyi gösterir. “Kitabın belki de en değerli yönü, burjuva devlete bakışa yepyeni bir açılım getirmiş olmasıdır. Bu açılım Marksizmin devlet anlayışının hepsi değildir; ama kesinlikle ilk başlangıcıdır.” *** Marx 1845 de Paris’i terk etmek zorunda kalır. Brüksel’e geçer. Muhtemelen Mart 1845 de Feuerbach Üzerine Tezler’i not eder. 11 adet tezden oluşan iki-üç sayfalık bu notlar 1888 de Engels tarafından yayınlanır. 10. bölümde yer alan Feuerbach Üzerine Tezler irdelenmesinden yazarın not ettiği dört ana sonuç şöyledir: 1) İnsanın düşünceleri, yaşadığı toplumsal ortam aracılığıyla belirlenir; ama insan bu ortamın kölesi değildir. Koşullara boyun eğmek kaderciliktir. İnsan yaşadığı koşulları, toplumu değiştirme yeteneğine sahiptir. 2) İnsanın özü, yaşadığı toplumsal ilişkilerin bütünüdür. Her insana verilmiş genel insan doğası yoktur. Koşulları, pratik eylemiyle değiştiren insan kendi doğasını da değiştirir. 3) Hakikatin mihenk taşı pratiktir; bir düşüncenin doğruluğu veya yanlışlığı ancak yaşam içinde sınanarak anlaşılabilir. 4) Yaşamı yorumlamak yetmez; yaşamı değiştirmek gerekir. *** Marx ve Engels Kasım 1845- Ağustos 1846 tarihleri arasında Brüksel’de Alman felsefesi üzerine bir çalışma yaparlar. İki ciltlik bu çalışmanın birinci cildinde Genç Hegelcilerin ve Feuerbach’ın görüşlerini, ikinci cildinde ise bu iki akımı birleştirmeye çalışan, “Hakiki Sosyalistler” adıyla anılan grubun görüşlerini eleştiri bombardımanına tutarlar. Amaçları Marx’ın deyişi ile Alman felsefesi karşısında kendi bakış açılarını oluş214
Marksizmin Doğuşu
turmaktır. Aslında yaptıkları ise geçmiş felsefi düşünceleri ile hesaplaşmaktır. Marx ve Engels Alman İdeolojisi çalışmalarını yayımlamazlar. Marx bunun nedenini şöyle açıklar: “Biz, görüşlerimizi açığa kavuşturmak olan başlıca amacımıza vardığımız için, el yazısını, farelerin kemirici eleştirisine seve seve terk ettik.” Bu eksik, gözden geçirilmemiş eser 1932’ de Engels-Marx öldükten sonra yayımlanır. Marksizmin Doğuşu 11.Bölümde Marksizmin Alman Felsefesi ile köprüleri attığı bu çalışmayı irdeler. Yazar öncelikle Marx ve Engels’in gözden geçirmeden, düzenlemeden, taslak halinde bıraktığı, yayımlamadığı bu çalışmalarının Marksizmin doğum sürecindeki yerini, katkıları ve eksik yanları ile birlikte değerlendirir: “Alman İdeolojisi gözden geçirilmiş, içsel bağlantıları kurulmuş bir eser değildir. Doğal olarak elyazmalarında konular iç içe geçer; hatta kopukluklar ortaya çıkar. Buna rağmen Alman İdeolojisi’ni vazgeçilmez yapan en büyük neden, tarihsel materyalizmin temellerini atmış olmasıdır.” Yazar Alman İdeolojisi’nin Marksizmin oluşmasındaki yerini şöyle özetler: - Materyalist tarih anlayışını döşemesi. - Devlet teorisinin maddeci ve sınıfsal açıdan yorumu. - Dünya tarihinin ve dünya pazarının önemini ortaya koyması. - Egemen ideolojinin toplumda oynadığı olumsuz rolü göstermesi. - Proletaryayı ulusal kimliğinden soyarak evrensel bir sınıf olarak ortaya koyabilmesi. - İnsanlığın tarihsel sürecinde işbölümünün işlevini başköşeye oturtabilmesi. - Yabancılaşma – özel mülkiyet arasındaki ilişkiyi doğru bir zemine koyabilmesi. - Komünist devrimin maddi temelini açıklayabilmesi ve onu dünya pazarıyla ilişkilendirerek ulusal sınırı aşan (yerel olmayan) karakterini vurgulaması. - Komünist toplumun görünüşünün ipuçlarını vermesi. - Feuerbach’ın felsefesiyle daha önce başlamış kopuşmayı iyice perçinlemesi *** Marx ve Engels Alman İdeolojisi’ni yazarken, idealist Alman felsefesinden kopmuşlar ve proletaryanın kurtuluşunun evrensel düzeyde olacağı sonucuna varmışlardır. Bu sonuç onları sadece Almanya’da değil uluslararası düzeyde örgütlenmeye gitme zorunluluğuna götürmüştür. Bu amaçla 1846 yılının ortalarında, Brüksel’de, Komünist Mektuplaşma (Haberleşme) Komitesi’ni kurarlar. 215
Yaşayan Marksizm
Böylece bir yandan komünizmin teorisini kurarken, bir yandan da onu gerçekleştirecek örgütlenme arayışına girerler. Proudhon’u komünist saflara kazanmayı düşünen Marx, bir mektup yazarak onu Fransa’da örgütlenme için işbirliğine çağırır. Ancak Proudhon Marx ve Engels’in geliştirdiği komünist devrim fikrine katılmadığını,amacının kapitalizmi reformlarla düzeltmek olduğunu söyler. Ve baskısı tamamlanmak üzere olan Sefaletin Felsefesi adlı eserinde görüşlerini yazdığını ekler. Paris’te yaşayan Pavel Annenkov, 1 Kasım 1846’da Marx’a mektup yazarak Proudhon’un kitabı hakkında ne düşündüğünü sorar. Marx henüz kitabı okumamıştır. Proudhon’un kitabı Aralık ayında Marx’ın eline geçer ve iki gün içinde okuyarak P.V. Annenkov’a yanıt verir. Yazar kitabın 11. Bölümünde “Proudhon Üzerine Tezler” adının verilebileceğini söylediği broşür kapsamındaki bu mektubu ele alır. Mektup Proudhon’un görüşlerini madde madde ele alıp yanıtlar ve onu küçük burjuvazinin düşünürü olarak ilân eder: “Bay Proudhon, tepeden tırnağa, küçük burjuvazinin filozofu ve iktisatçısıdır.” *** Ocak 1847’de Marx, Proudhon’un görüşlerini eleştiren ve bu arada kendi görüşlerini de açıklayan Felsefenin Sefaleti’ni Fransızca yazmaya başlar. Büyük bir ihtimalle Nisan 1847’de kitabı bitirir. Felsefenin Sefaleti, Haziran ayında Marx’ın yazmış olduğu önsözle birlikte Temmuz 1847’de yayımlanır. Marksizmim Doğuşu 12. Bölümde Marx’ın bu çalışması mercek altına alınır. Yazara göre Felsefenin Sefaleti’nin en önemli yanı, bu polemiğin Marx’ın gündemine ekonomi politiğin sorunlarını taşımasıdır. Bu kitapla Marx karşımıza iktisatçı olarak çıkar. Marx bu eserinde ekonomik kategorileri tek tek ele alarak hem Proudhon’u eleştirir, hem de kendi görüşlerini ortaya koyar.Ortaya koyduğu görüşler daha ilerde Grundrisse ve Kapital’de bilimsel nitelik kazanacak olan ekonomi politik eleştirinin nüvelerini taşır. Marx’ın Felsefenin Sefaleti’nde dile getirdiği ekonomi alanındaki görüşleri henüz eksiklikler, hatta yanlışlıklar içermektedir. Bu kitapta henüz emek-emek gücü ayırımı yoktur. Ücret yani emek gücünün değerinin hesaplanması sadece işçinin yaşaması için gereken asgari parayla sınırlı kalır. Bu hesabın içinde henüz “geleneksel yaşam düzeyi” ölçütü yoktur. Marx Felsefenin Sefaleti’nde henüz artı-değerin mekanizmasını çözmüş değildir. Ancak artı-emek adıyla aslında artı-değerin kavram olarak saptamasını yapmış olur: 216
Marksizmin Doğuşu
“Artı–emeğin elde edilebilmesi için, kâr eden sınıfların ve çöken sınıfların varolmaları zorunluydu.” Felsefenin Sefaleti’ni değerli kılan diğer konu başlıkları; “Kendinde sınıf – Kendisi için sınıf”, “Proletaryanın teorisyenleri”, “Devletin sınıfsız bir toplumla uyuşmayacağı”, “Geçiş toplumu fikrine ilk adım” sayılabilir. *** Ara bir saptama yapmak gerekirse, Alman ideolojisi ve Felsefenin Sefaleti çalışmaları ile Marksizm artık embriyon olmaktan çıkmış,1846-47 yılarında artık doğuma yakın bir cenin haline gelmiştir diyebiliriz. Marksizmin üç ana aşılma (eleştiri) kolunda yani Felsefe, Ekonomi ve Siyaset alanında, temel düşüncelerinin temelleri atılmış, eksiklikleri ve yanlışlarına karşın Marksist dünya görüşü bir beden halini almaya başlamıştır. Sacayağının en zayıf ayağı örgütlenme ve siyaset alanıdır. *** Komünizmi bir dünya sistemi olarak düşünen, mücadele alanını ve komünist devrimi ulusal devlet sınırları ötesinde öngören Marx ve Engels Brüksel’de başlattıkları örgütlenme çabalarını yayma fırsatı bulur. İngiltere’deki “Doğrular Birliği” isimli örgütle ilişki kurulur. Katılım çağrısı alırlar. Bu örgütün sınıfsal bakış açısı yoktur. Onlara görüşlerini kabul ettirebileceklerini düşünürler. 1847 yılında Engels Londra’ya gider ve örgütün Haziran ayında yapılan birinci kongresine katılır. Engels teorik birikimini ve ikna yeteneğini gösterir. Sınıf gerçeğinden habersiz, hümanist bir örgütün komünist bir örgüt haline dönüşmesini sağlar. Birliğin adı “Komünistler Birliği” adını alır. Tüzüğü değiştirilir. Yeni tüzüğün birinci maddesi şöyledir: “Birliğin ereği, burjuvazinin devrilmesi, proletaryanın egemenliği, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu eski burjuva toplumun ortadan kaldırılması ve sınıfsız ve özel mülkiyetsiz yeni bir toplumun kurulmasıdır.” Daha önceki “ Bütün insanlar kardeştir!” sloganın yerini de “ Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!” sloganı alır. Engels Kasım ayının sonunda yapılacak Komünistler Birliği’nin ikinci kongresine sunmak için, parti politikasını halka açıklamayı amaçlayan bir broşür kaleme alır. Komünizmin İlkeleri adını verdiği bu broşür, Engels’in ölümünden sonra 1914-15 yıllarında yayımlanır. İkinci kongreye Marx da katılır. Kongreye damgalarını vururlar. Kongre Komünistler Birliği parti programını halka açıklayacak, Komünist Parti Manifestosu adlı bir bildiri yazmak için Marx ve Engels’e görev verir. Brüksel’e dönerler. Marx, Engels’in Komünizmin İlkeleri broşüründen yaralana217
Yaşayan Marksizm
rak Komünist Manifesto’yu yazar. 1848 Şubat ayı sonlarında, Komünist Manifesto parti programı olarak yayımlanır. Marksizm klasik Alman felsefesinin ve klasik İngiliz ekonomi politiğin eleştirisi ve aşılması ile genel olarak Fransa’da biçimlenen sosyalizm pratiğinin sentezlenmesi sonucu oluşan bir öğretidir. Daha önceki bölümlerde Marx ve Engels’in idealist Alman felsefesi ve İngiltere de ortaya çıkan ekonomi politik ile hesaplaşarak Marksizmin iki ayağının yani felsefe ve ekonomi alanındaki görüşlerinin nasıl bir süreç içinde oluştuğunu gösteren yazar, kitabın son bölümlerinde Marksizmin üçüncü ayağı yani devrimci pratiğinin gelişimini gözler önüne seriyor. Bu amaçla öncelikle Engels’in Komünistler Birliğinin ikinci kongresine sunmak için hazırladığı, Komünizmin İlkeleri adlı broşürü irdeliyor. *** Komünizmin İlkeleri Engels tarafından yığınlara komünizmi anlatmak için yazılmıştır. Yani bir eğitim ve propaganda broşürüdür. Yazı soru cevap şeklinde ve basit bir dille yazılmıştır. Bir iç tartışma havası taşır. Ancak bu broşür sırdan bir propaganda broşürü değildir. Engels bu yazı ile Marksizmin o zamana dek vardığı noktayı eksiklikleri ve yanlışları da içinde özetlemekle kalmamış, komünizm teorisini daha ileri noktalara taşıyan yeni düşüncelerini de bu broşürle ifade etme olanağı bulmuştur. Engels’in bu yazısında cenin halindeki Marksizmi geliştiren en önemli katkılarından biri daha önceki “mal ortaklığı” kavramının yerine “üretim araçlarının ortak mülkiyeti” kavramını koymasıdır.Bu tanım komünist toplumun tarifi için önem taşıyan bir yeniliktir. Engels bu tanımı ile komünist toplumda bilinen işbölümü ve sınıfların ortadan kalkacağını, komünist toplumda devletin,dinin, ailenin ve milliyetlerin varlık nedenlerinin ortadan kalkacağının teorik temelini ortaya koyar. Engels Komünizmin İlkeleri’nde komünist devrim ve komünist topluma geçiş ve komünist toplum hakkında ilerde Marx’la beraber geliştirecekleri düşüncelerin ip uçlarını da verir. En önemli ip uçları “proletaryanın siyasal egemenliği” tanımlaması ile proletarya diktatörlüğünün; “proleter devrim, mevcut toplumu ancak yavaş yavaş değiştirecek ve özel mülkiyeti ancak gerekli miktarda üretim aracı yaratıldığı zaman kaldıracaktır,” sözleriyle de kapitalizm ile komünizm arasında geçiş aşamasının zorunluluğu fikrinin ilk tohumlarının atılmasıdır. Komünizmin İlkeleri “ komünist dünya devrimi” konusunda çok doğru çözümlemeler getirmesine karşın, Alman devriminde liberal burjuvaziye biçtiği misyon ve verdiği görev konusunda yanılır. Aslında bu yanılgı o dönemde Marx’da da vardır. 218
Marksizmin Doğuşu
Aslında “Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesine Eleştirisine Katkı’da başka bir tutum takınır; Almanya’da gündemdeki devrimde proletaryaya devrimci görevi verir. Almanya’da burjuva kurtuluşun (burjuva siyasal devrimin) hayal olduğunu, insanal kurtuluşun (proleter devrimin) Almanya’yı kurtaracağını söyler.” Alman devrimi konusundaki bu yanlış, geriye düşüş daha sonra giderilecektir. *** Marksizmin Doğuşu, 15.Bölümde Komünist Manifesto’nun Marksizmin oluşumundaki yerini inceler. Daha önce belirttiğimiz gibi Komünist Manifesto, Marx tarafından Engels’in yazdığı Komünizmin İlkeleri broşüründen yararlanarak, Komünistler Birliği’nin parti programı olarak kaleme alınmıştır. Komünist Manifesto, Marx ve Engels’in gelişmiş Avrupa ülkelerini kapsayacak bir devrimin arifesinde olduklarını varsayıyorlardı. Nitekim Manifesto’nun yayınından birkaç gün sonra 1848 Avrupa devrimleri patlak vermiştir. Marx ve Engels 1882 de Rusça baskıya yazdıkları önsözde Komünist Manifesto’nun amacını açıklarken bu varsayımlarını dile getirirler: “Komünist Manifesto’nun amacı; modern burjuva mülkiyetinin yaklaşmakta olan kaçınılmaz çözülüşünü ilân etmekti.” Manifesto bu koşullar göz önüne alınarak okunmalı ve anlaşılmalıdır. *** Yazar bu bölümde Komünist Manifesto’yu Marksizmin doğum süreci açısından, Marksizme kattığı yeni düşüncelerle birlikte süren eksiklikleri de masa üstüne koyuyor. Ve Komünist Manifesto’nun Marksist dünya görüşünün oluşmasındaki önem ve yerini şöyle özetliyor: - Sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımı olduğunu göstermesi. - Dünya pazarının ortaya çıkışının sonuçlarını tahlil edebilmesi. - Dünya pazarından ve uluslararası işbölümünden yola çıkarak komünizm’in kuruluşunu bir ülkenin sınırlarının dışına taşıması. - Modern devlet iktidarının, bütün burjuva sınıfının ortak işlerini gören bir komite olduğunu söylemesi. - Burjuvazinin tarihte oynadığı devrimci rolü, “komünist büyüklüğe” kapılarak küçük görmemesi. - Tarihte büyük işler gören bu burjuvazinin insani ilişkileri yok ettiğini net şekilde tespit etmesi. - Burjuvazinin hâkimiyetinin sonsuza kadar sürmeyeceğini, mezar kazıcısı proletarya tarafından yıkılacağını ilân etmesi. - Burjuvazi ile proletarya arasında kalan tabakalarının ikili yanını vurgulaması 219
Yaşayan Marksizm
ve onların geleceğini proletaryanın geleceğine bağlaması. - Enternasyonalist öğe ile ulusal öğe arasındaki ilişkiyi doğru biçimde saptaması. Proletaryanın ilk işinin kendi ülke burjuvazisi ile çarpışmak olduğunu açık bir dille ifade etmesi; ama burada sıkışıp kalmayıp dünya devrimini en öne enternasyonalist görev olarak koyması. - Proletaryanın değişik görüşlerde birçok partisinin olabileceğini kabul etmesi. Ama komünist–proleter partiyi görüşleri ve amaçları bakımından onlardan ayırabilmesi. - Komünistlerin yakın amacını, siyasi iktidarın ele geçirilmesi olarak ortaya koyması. - İşçi devriminde ilk adımın proletaryayı egemen sınıf durumuna getirmek olduğunu vurgulaması. - Devrimi yapmış proletaryanın özel mülkiyete ilk saldırısının devlet eliyle (kamulaştırmalarla) olması gerektiğini zorunlu şart olarak ileri sürmesi. - Proleter devrimden hemen sonra bir çırpıda komünizme geçilemeyeceğini, bir ara döneme gereksinim olduğunu, henüz gelişmemiş bir anlayış olarak da olsa Marksizmin düşünce alanına sokması. - Komünizmde devletin yok olacağını net bir dille ifade etmesi. - Komünizmde devletin yerine, Özgür Üreticiler Birliği’nin geçeceğini söylemesi. - Tarihsel materyalizmi işçilerin anlayacağı bir üslupla açıklaması. *** Komünist Manifesto’nun yayımlanmasından hemen sonra, 1848 yılı Şubat ayı sonunda Fransa’da devrim başlar, Mart ayı başlarında da sırasıyla Almanya’nın Ren eyaleti, Viyana ve Berlin’e yayılır. Marx ve Engels devrime katılmak için Almanya’ya gider ve Köln şehrine yerleşirler ve Köln İşçi Birliği ile birlikte çalışmaya başlar. Haziran’da Paris proletaryası yenilir. Paris sokakları kılıçtan geçirilen işçilerin kanı ile boyanır. Marx ve Engels çıkardıkları Yeni Ren Gazetesi’nde Paris proletaryasına sahip çıkar ve komünist devrim teorisi için çok önemli bir çıkarıma varır: “Bir devrimden sonraki her geçici siyasi oluşum bir diktatörlüğü, hem de enerjik bir diktatörlüğü gerektirir.” Yaşananlar sanki Paris Komününün prototipidir. Tıpkı yıllar sonra Paris Komünü deneyiminde olduğu gibi, Marx ve Engels’in oluşturduğu Marksist teori yaşamın pratiği içinde sınanmakta ve devrimci pratikten beslenerek gelişmektedir. Almanya-Prusya’da burjuvazi monarşiyi yenilgiye uğratır. Ancak Marx ve 220
Marksizmin Doğuşu
Engels’in beklediği gibi davranmaz. Destekçileri proletarya ve köylülüğe sırtını dönerek, feodal monarşi ile uzlaşır. Alman devrimi Mayıs 1849 da kesin yenilgiye uğrar.Marx Paris’e kaçmak zorunda kalır. Engels ise son isyancı grupla birlikte İsviçre’ye sığınır.Buralarda rahat çalışma olanağı bulamayan Marksizmin yaratıcıları Londra’da buluşur. Ocak- Şubat- Mart 1850’de Komünistler Birliği’nin teorik yayın organı olan Yeni Ren Gazetesi - Politik–Ekonomik İnceleme’nin 1- 2- 3. sayıları yayımlanır. Marx ve Engels bir süre Avrupa devrimlerinin yenildiğini kabul edemezler. Devrimin soluklandığını varsayarlar. Ancak 1850 yılının sonuna gelindiğinde Marx ve Engels devrimin yenildiğini, devrimci enerjinin tükendiğini kabul ederler. İlk üç sayıda yayımlanan makaleler devrimin yenilgisini göremedikleri döneme, 5.ve 6. sayıda yayımlanan dördüncü makale ise yenilginin kabul edildiği döneme aittir. Engels, ilk üç makaleyi ve Mayıs- Ekimde yayımlanan 5- 6. sayıdaki dördüncü makaleyi 1895 yılında birleştirerek Fransa’da Sınıf Mücadeleleri ismiyle yayımlayacaktır. Bu makalelerin hepsi Marx’a aittir. “Marx, ilk üç makalede 1848–1850 devrim dönemini değerlendirerek proletarya açısından sonuçlar çıkarır: 1) Devrimler bunalım döneminin çocuklarıdır. 2) Burjuva cumhuriyetleri burjuvazinin iktidarıdır. 3) Toplumsal devrim bir ülkenin sınırları içinde (örneğin Fransa’da) tamamlanamaz. 4) Sınıfları kaldırmak için proletarya diktatörlüğü zorunludur.” *** Marksizm; Marx’ın doktora tezi ile düşünce dünyasının rahmine tohumlarını atmış, idealist Alman felsefesinin ve İngiliz ekonomi politiğinin eleştirisi ile embriyonik gelişimini tamamlamış ve 1848 Avrupa devrimlerinin sancıları sonucu 1850 de dünyaya gelmiştir. “1848’de Marksizm Komünist Manifesto ile teorik doğumunu yaptı, 1850’de ise pratik doğumunu! Önce teori, pratiğe dönüştü; sonra pratik tekrar teoriye. 1848’de Marksizm embriyon halindeydi. 1850 yılında doğmuş bir bebek.” *** Mehmet İnanç Turan’ın Marksizmin oluşumunu anlatan kitabı şu satırlarla bitiyor: “Şimdilik bebek halindeki Marksizm yavaş yavaş büyüyecek, ekonomi politiğin köklü eleştirisini öğrenecek, Grundrisse, Kapital gibi yapıtlarla kapitalizmin ne olduğunu bilimsel olarak anlayacak ve sermayenin hareket yasalarını keşfedecek221
Yaşayan Marksizm
tir. Burjuvazinin büyük iktisatçılarının karşısına bugün bile yıkılmayan dev görüşleriyle dikilecektir. Ama Marksizmin ilk ışıklarının ne kadar önemli olduğunu anlamak için şu gözleri kör edilmiş dünyaya bakmak yeter. Karanlıkta yaşayan dünyanın gözlerini iyileştirmeye, onu “insanlığı” görür hale getirmeye Marksizmin ilk ışıkları bile yeter.” *** Marksizmin Doğuşu’nu okuduğumda bende uyandırdığı duygu Marx ve Engels’in yazılarını yeniden okuma isteği oldu. Marksizmin Doğuşu, Marksizme ilgi duyanların Marx ve Engels’in yazılarını okuma ve Marksizmi doğru ve bütünlüklü yapısı içinde öğrenmesinde çok önemli işlevler görecektir. Mehmet İnanç Turan’ın bu çalışmasını sürdüreceğini umuyor ve doğumunu anlattığı Marksizmin gelişmesini anlatacağı “Gelişmiş Marksizm” çalışmasını heyecanla beklediğimi belirtmek istiyorum.
222