Turk Basininda Mulkiyet Ve Sahiplik Yapisi a Ozellestirme Uygulamalari Ciner Medya Grubu the Privatization Implementations in Turkish Press in the Context of Ownership and Possession Structure Ciner Media Group

March 23, 2017 | Author: sehaseha | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Turk Basininda Mulkiyet Ve Sahiplik Yapisi a Ozellestirme Uygulamalari Ciner Medya Grubu the Privatization Impl...

Description

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

TÜRK BASININDA MÜLKİYET VE SAHİPLİK YAPISI BAĞLAMINDA ÖZELLEŞTİRME UYGULAMALARI: CİNER MEDYA GRUBU

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan: Özlem ARAS

Tez Danışmanı: Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR

Ankara-2008

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne Özlem ARAS’a ait ‘Türk Basın Sektöründe Mülkiyet ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme Uygulamaları: Ciner Medya Grubu’ adlı çalışma, jürimiz tarafından Gazetecilik Anabilim dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.

Başkan

Prof. Dr. Özlen ÖZGEN

Üye

Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR (Danışman)

Üye

Doç. Dr. Gamze Yücesan ÖZDEMİR

ÖNSÖZ

Kapitalizm, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren girmiş olduğu yeniden yapılanma süreci ile ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda önemli dönüşümlere yol açmıştır. Devletin ekonomik yaşam içindeki rolünün yeniden sorgulanması, kuralların kaldırılması ve özelleştirme gibi politikalar, bu yeniden yapılanma sürecinin temel araçları olmuştur. Gerek dünyada gerekse ülkemizde kitle iletişim araçları, kapitalizmin gelişim süreci ile birlikte şekillenmiş bunun yanı sıra kapitalizmin güçlenmesinde ve örgütlü bir şekilde yayılmasında önemli rol oynamıştır. Küresel düzeyde de yansımasını bulan bu yeniden yapılandırma süreci, Türkiye’yi de etkilemiş, 1980’li yıllarla birlikte hayata geçirilen neoliberal politikalara koşut olarak medya sektörü, özellikle özelleştirme uygulamaları ile önü açılan sermayenin, en gözde yatırım alanlarından biri olmuştur. Sektör, kısa bir süre içinde medya sektörü dışında faaliyet gösteren büyük sermaye grupları ile bütünleşen bir karakter kazanmıştır. “Türk Basınında Mülkiyet ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme Uygulamaları: Ciner Medya Grubu” adlı bu çalışmada, yukarıdaki gelişmeler ışığında basın sektörünün durumu ele alınmış özellikle Ciner Medya Grubu, günümüz medya sektörünün önemli bir temsilcisi olarak ayrıntılı olarak incelenmiştir. Çalışmanın gerçekleşmesinde emeği geçen değerli hocam Prof. Dr. Nazife Güngör’e

destek ve yardımlarından ötürü teşekkür ederim.

ii

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ............................................................................................................i İÇİNDEKİLER.................................................................................................ii KISALTMALAR DİZİNİ..................................................................................iv TABLOLAR DİZİNİ.........................................................................................v GİRİŞ..............................................................................................................1 BİRİNCİ BÖLÜM MEDYANIN EKONOMİ POLİTİĞİ 1.1.

Ekonomi Politik Yaklaşım......................................................... 7

1.2.

Genel Olarak Eleştirel Yaklaşımlar........................................... 9

1.3.

İletişime Ekonomi Politik Yaklaşımlar....................................... 11 1.3.1.

Kapitalizm ve Kitle İletişim Araçları.............................. 17 İKİNCİ BÖLÜM

NEOLİBERALİZM VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI 2.1.

Liberal Ekonomi Politikaları ......................................................

2.2.

Liberal Ekonomi Politikalarının Çöküşü ..................................... 22

2.3.

Keynesyen Ekonomi Politikaları .................................................. 24

2.4.

Yeni Dünya Düzeni ve Neoliberal Politikalar................................ 26 2.4.1.

20

Özelleştirme Kavramı...................................................... 30 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRK BASIN SEKTÖRÜNÜN EVRİMİ

3.1. Türkiye’de Ekonomi Politikalarının Kısa Tarihi........................ 3.1.2.

35

Türkiye’de Özelleştirme Uygulamaları........................ 40

3.2. 1950’lere Kadar Türk Basın Sektörünün Gelişimi....................

43

3.3. Çok Partili Dönemde Türk Basını............................................. 48 3.4. 1980’lerin Ardından Günümüz Medyasının Genel Görünümü... 51

iii

3.4.1. Medya Sahipliğinin Değişen Yapısı................................ 53 3.4.2. Medyada Tekelleşme Eğilimi.......................................... 65 3.4.3. Büyük Sermaye Grupları Ve Medya Sektörü.................. 71 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM CİNER MEDYA GRUBU 4.1. Ciner Grubu Medya Şirketleri................................................... 74 4.1.1. Merkez Grubu Ve Televizyon Yayıncılığı........................ 79 4.1.2. Merkez Grubu Ve Yazılı Medya Sektörü......................... 82 4.1.3. Merkez Grubu Ve Dergi Yayıncılığı................................. 84 4.1.4. Merkez Grubu Ve Gazete - Dergi Basımı Piyasası......... 86 4.1.5. Merkez Grubu Ve Gazete - Dergi Dağıtımı Piyasası....... 87 4.1.6. Merkez Grubu Ve Radyo Yayıncılığı............................... 89 4.1.7. Merkez Grubu Ve Prodüksiyon - Reklam Hizmetleri....... 89 4.2. Ciner Medya Grubu’nun Kısa Tarihi......................................... 90 4.2.1. Serveti İle Konuşulan Bir Medya Patronu: Turgay Ciner……………………………………………..... 94 4.2.2. Medya Kârlı Bir Sektör mü? Ciner: “Kâr Etmediğimiz Yerde Bulunmayız”............................. 96 4.2.3. Dağıtımda Kızışan Rekabet: Ciner “Dağıtım Tekelini Kırdık”............................................... 98 4.2.4. TMSF’nin Ciner Medya Grubu Şirketlerine El Koyma Süreci…………………………………………… 101 4.3. Turgay Ciner Kimdir? .............................................................. 103 SONUÇ..........................................................................................

110

KAYNAKÇA...................................................................................

116

ÖZET..............................................................................................

123

ABSTRACT....................................................................................

124

iv

KISALTMALAR DİZİNİ

ABD :

Amerika Birleşik Devletleri

BBD :

Birleşik Basın Dağıtım

BDDK :

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu

DP

Demokrat Parti

:

DYG :

Doğuş Yayın Grubu

DYH :

Doğan Yayın Holding

GATT :

General Agreement on Tariffs and Trade (Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması)

HAVAŞ:

Havaalanları Yer Hizmetleri A.Ş.

IMF

:

International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu)

İSO

:

İstanbul Sanayi Odası

KİT

:

Kamu İktisadi Teşebbüsleri

MTM :

MTM Haber Yatırım ve Ticaret A.Ş.

OECD :

Organisation for Economic Co-operation and Development (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü)

TBMM :

Türkiye Büyük Millet Meclisi

TEAŞ :

Türkiye Elektrik Üretim ve İletim Anonim Şirketi

TMSF :

Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu

WB

World Bank (Dünya Bankası)

:

v

TABLOLAR DİZİNİ

Tablo1:

Medya Sektöründeki Üç Büyük Grubun Ulusal Kanallar Açısından ve Gazete - Dergi Yayıncılığı Alanlarındaki Net Satış Adetlerine Göre Pazar Payları

Tablo 2:

Ciner Grubu’nun Medya Sektörü Dışındaki Şirketleri Ve İştirakleri

Tablo 3:

Ciner Medya Grubu

Tablo 4:

Merkez Grubu’nun Televizyon Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları

Tablo 5:

Ulusal Kanallar Açısından Gruplar Bazında Pazar Payı

Tablo 6:

Merkez Grubu’nun TV Reklamlarındaki Toplam Payı

Tablo 7:

Merkez Grubu’na Ait Gazeteler

Tablo 8:

Merkez Grubu’na Ait Gazetelerin Pazar Payları

Tablo 9:

Gazete Yayıncılığı Alanında Gruplar Bazında Pazar Payları

Tablo 10:

Merkez Grubu Tarafından Yayınlanan Dergiler

Tablo 11:

Gruplar Bazında Dergi Yayıncılığı Piyasasındaki Pazar Payları

Tablo 12:

Merkez Grubu’na Ait Baskı Tesisleri

Tablo13:

Gazete ve Dergi Dağıtımı Piyasasındaki Pazar Payları

Tablo 14:

Merkez Grubu’nun Radyo Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları

Tablo 15:

2006-İSO500 Verilerine Göre Turgay Ciner’in Şirketleri

GİRİŞ

1.

Çalışmanın Konusu Bu çalışmanın konusu, Türk basın sektöründe mülkiyet ve sahiplik

yapısı bağlamında 1980’lerden itibaren hayata geçirilen özelleştirme uygulamaları ile basın sektöründe yaşanan değişim süreci ve bu süreç içerisinde bir örnek olarak Ciner Medya Grubu’nun sahibi olduğu medya kuruluşlarıdır. Temel olarak, Türk basın sektöründeki mülkiyet ve sahiplik yapısını konu alan bu çalışmada, özelleştirme uygulamalarına geniş yer ayrılmış ve bu uygulamaların basın sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısına etkisi analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, medya sektöründeki önemli sermaye gruplarından biri olan ve Türk basın sektöründeki yapılanmanın karakteristik özelliklerine sahip olduğu düşünülen Ciner Medya Grubu’nun gelişimi ve medya sektöründeki faaliyetleri üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur.

2. Amaç, Önem ve Kapsamı Kapitalizm, 1980’lerde periyodik olarak yaşadığı krizlerden kurtulmak ve kendine hayat veren sermaye birikimini artırmak için yeni pazarlar yaratmak amacıyla yeni bir yapılanmaya gitmiştir. “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan bu yeniden yapılandırma sürecinde, sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmak ve sermayenin yeni dönem ihtiyaçlarını karşılamak için, işe önce ekonomi politikalarına yeni bir yön vermekle başlanmıştır. Bu doğrultuda, ekonomide neoliberal politikaların egemenliğinin ilan edildiği bir döneme girilmiştir. Bu dönemle birlikte üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve sahiplik yapısı da neoliberal politikaların önemli bir aracı olan özelleştirme uygulamaları ile hızlı bir dönüşüme uğramış; özel sermaye, özelleştirme

2

uygulamaları aracılığıyla piyasada faaliyet göstermeye teşvik edilmiştir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı sermayenin egemenliği, devletin

ekonomideki

konumu

yeniden

tanımlanarak,

piyasada

tam

serbestleşmeye gidilerek ve piyasa üzerindeki kurallar kaldırılarak küresel bir boyuta taşınmıştır. Kapitalizm, ekonomideki bu yeniden yapılanma sürecinde siyasi, hukuki, kültürel, ulusal vb. yapıları dönüşüme uğratmış ve medya sektörü de bu dönüşüm sürecine dahil edilmiştir. Sermayenin en gözde yatırım alanlarından biri haline gelen medya sektörü, özelleştirme uygulamalarının yaygınlaştırılması ile önü açılan büyük sermaye gruplarının içine gömülmüş bir sektör niteliğini kazanmıştır. 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de de neoliberal politikalar hayata geçirilmeye başlanmış ve pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu politikaların en önemli araçlarından biri özelleştirme uygulamaları olmuştur. Devletin ekonomiden yavaş yavaş çekilmesi ve özelleştirme uygulamaları ile piyasanın özel sektör faaliyetlerine bırakılmasının hedeflendiği bu süreçte, medya sektörü tümüyle farklı bir alana taşınmıştır. 1980 sonrasında değişen bu medya ortamının en önemli unsuru, mülkiyette ve alanda yatırım yapan sermayenin niteliğine ilişkindir. Özelleştirme uygulamaları ile önü açılan ve medya sektörünün dışında faaliyet gösteren çeşitli sektörlerdeki sermaye grupları, yatırımlarını bu alana yöneltmiş ve holdinglerin egemenliğinde gelişen yeni bir dönem açılmıştır. Enerji, madencilik, finans, turizm, hizmet vb. sektörlerde faaliyet gösteren sermaye grupları, medya sektöründe de hakim konuma gelmiş, medya kuruluşları basın dışı alandan aktarılan sermaye ile bütünleşmiştir. Bu bağlamda çalışmanın temel amacı, 1980’lerle birlikte gerek dünya çapında gerekse Türkiye’de girilen bu sürecin etkilerini analiz etmektir. Nisan 2007 tarihi itibariyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından Grup şirketlerine el koyulan medya patronu Turgay Ciner, bu gelişme ile gerek kamuoyunda gerekse basında en çok konuşulan isimler arasında yer

3

almıştır. Ciner, bu gelişmenin de öncesinde özellikle özelleştirme ihalelerine ilgisi, enerji ve madencilik sektörlerindeki faaliyetleri ve iş dünyasındaki hızlı yükselişi ile sürekli adından bahsettiren bir isim olmuştur. Medya sektörü dışında enerji, madencilik, turizm, sanayi ve ticaret sektörlerinde bir sanayi kompleksi olarak faaliyet gösteren Ciner Grubu, medya sektörünün 1980’li yıllarla birlikte girmiş olduğu “holdinglerin medyaya girişi” sürecinin 2000’lere yansıyan en önemli temsilcilerinden biridir. Bu bağlamda özellikle sektörün önemli isimlerinden biri olan Turgay Ciner ve sahip olduğu Medya Grubu, sektörün karakteristik özelliklerini taşıması sebebiyle seçilmiş ve bu yolla çalışmanın örnek bir olayla desteklenmesi amaçlanmıştır. Temel faaliyet alanı enerji ve madencilik sektörü olan Grubun, medya faaliyetlerinin ve sektördeki konumunun ekonomik olarak analiz edildiği bu çalışmada, Ciner Medya Grubu örneğinden faydalanılarak Türk medya sektörüne yönelik bir değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır. Bugün yaygın olarak kullanılan kitle iletişim araçlarının daha genel bir ifadeyle medyanın, gelişim sürecinin kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim süreci ile birlikte şekillendiği, onun ideolojik yapılanmasında büyük bir rol üstlendiği ve sistemin yeniden üretilmesinde stratejik bir öneme sahip olduğu görüşünden yola çıkılan bu çalışma, medya sektörünün egemen sistem içindeki konumlanışına odaklanmıştır. Bu nedenle çalışma sonucunda elde edilecek verilerin, yapılacak olan analizlerin en nihayetinde varılacak olan sonucun, günümüz medyasının “hangi dinamiklerle yön bulduğu” sorusuna açıklık getirmesi açısından önem kazandığı düşünülmektedir. Çalışmada örnek olarak seçilen Ciner Medya Grubu’nun daha önceki bilimsel çalışmalara çok fazla konu olmamasının, çalışmanın önemini artırdığı özellikle çalışmanın hazırlandığı dönemde, Grup medya şirketlerine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından el koyulmasıyla başlayan sürecin ve ardından yaşanan gelişmelerin çalışmayı daha da güncel kıldığı

4

düşünülmektedir. Bu bağlamda çalışma verilerinin özellikle Ciner Medya Grubu’na yönelik analizlerin yapılacak diğer bilimsel çalışmalara ışık tutması umut edilmektedir. “Türk Basınında Mülkiyet Ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme Uygulamaları: Ciner Medya Grubu” adlı bu çalışmada, Türk basın sektöründeki dönüşüm süreci ele alınmış ancak çalışma yalnızca Türkiye ile sınırlandırılmamıştır. Bütünsel ve tarihsel bir çalışma ortaya koyma kaygısıyla, Türk basın sektöründeki dönüşüme ışık tutmak amacıyla öncelikle dünya çapında yaşanan tarihsel, ekonomik, siyasi süreçler analiz edilmiştir. Çalışmada yine tarihsel analizin zorunlu bir sonucu olarak tek bir medya kuruluşu üzerinde yoğunlaşılmamış, birbiri ile ilişkili sermaye gruplarının tarihsel gelişimi ve sektör içindeki yapılanmaları da çalışmaya dahil edilmiştir.

3.

Çalışmayı Yönlendiren Temel Varsayımlar Çalışmanın temel hareket noktası, Türk basın sektörünün mülkiyet ve

sahiplik yapısında özellikle 1980’li yılların ardından yaşanan dönüşüm sürecidir. Bu noktadan hareketle aşağıdaki şu varsayımlar geliştirilmiştir: • Kitle iletişim araçları, içinde bulundukları toplumun ekonomik ilişkilerine göre şekillenir ve yönlendirilirler. Kitle iletişim araçları üzerindeki

mülkiyet

biçimi,

o

toplumların

egemen

üretim

biçimlerinden bağımsız ele alınamaz. • 1980’li yılların ardından hayata geçirilen neoliberal politikalar ve bu politikaların önemli araçlarından biri olan özelleştirme uygulamaları, medya sektörünü yakından etkilemiş özellikle mülkiyet ve sahiplik yapısında bir takım değişimlere yol açmıştır.

5

• Günümüzde tekelci bir görünüm arz eden medya sektörü, ekonomik

açıdan

birkaç

büyük

sermaye

grubu

tarafından

paylaşılmaktadır ve bu büyük sermaye gruplarının önü, 1980’li yılların ardından hayata geçirilen ekonomi politikaları ile açılmıştır. • Ciner Medya Grubu, günümüz medya sektöründeki mülkiyet ve sahiplik yapısının karakteristik özelliklerini taşımaktadır.

4.

Çalışmanın Yöntemi Çalışmada kuramsal olarak eleştirel ekonomi politiğin öncüllerinden

hareket edilmiştir. Bu bağlamda iletişim konusu, ekonomik ilişkiler ve yapılar bağlamında ele alınmış ve çalışma boyunca ekonomik analizlere, ekonomik gelişmelere

ve

ekonomik

çözümlemelere

geniş

yer

verilmiştir.

Bu

çözümlemeler ışığında, medya sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısının incelenmesine ağırlık verilmiş; medya sektörü, özellikle farklı medya sektörleri ile ilişkileri bağlamında ele alınmıştır. Araştırmada benimsenen kuramsal anlayışa koşut olarak, eleştirel iletişim çalışmaları içinde yer alan temel araştırma perspektiflerinden biri olan ekonomi politik yaklaşımın ortaya koyduğu ve altyapı-üstyapı modelini kullanan bir kavramsallaştırma çerçevesi kullanılmıştır. Çalışmada tarihsel ve bütünsel bir yaklaşım sergilenmeye çalışılmış bu bağlamda olaylar ve gelişmeler tek tek, birbirinden bağımsız ve ayrı olarak değil aksine birbirlerine olan etkileri, birbirilerini dönüştürme süreçleri ile ele alınarak, çalışma boyunca neden ve sonuçlar arasındaki bağ koparılmamaya çalışılmıştır.

5.

Çalışmanın Planı Dört bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümünde, kuramsal bir altyapı

oturtulmaya çalışılmıştır. Bu amaçla, iletişim alanında iki ana yaklaşım olarak

6

kabul edilen pozitivist kuram ve eleştirel kuramın temel noktaları ve sorun alanları incelenmiştir. Özellikle çalışmada benimsenen yöntem olan eleştirel ekonomi politik yaklaşımın üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur. İkinci bölümde ise neoliberal ekonomi politikalarının gelişmesindeki tarihsel süreç, ekonomi politikalarının gelişimi doğrultusunda incelenmiştir. Neoliberal

ekonomi

politikalarının

en

önemli

araçlarından

biri

olan

özelleştirme kavramı da bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Çalışmanın üçüncü bölümü, Türk basın sektörünün Osmanlı’dan günümüze kadar uzanan geçirdiği sürece ayrılmıştır. 1980’li yılların ardından yaşanan gelişmelere ayrıntılı olarak yer verilmiş özellikle bu dönemde hayata geçirilen neoliberal politikaların medya sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısında ne gibi değişimlere yol açtığı analiz edilmiştir. Ciner Medya Grubu’nun ayrıntılı olarak incelendiği son bölümde, Grubun medya sektöründeki faaliyetleri ekonomik açıdan analiz edilmiş, bunun yanı sıra Medya Grubu’nun kısa tarihi ve Turgay Ciner’e geniş yer ayrılmıştır.

BİRİNCİ BÖLÜM MEDYANIN EKONOMİ POLİTİĞİ

Çalışmanın birinci bölümünde, ileride tarihsel olguları incelerken kullanılacak

olan

kavramsal

araçların

kuramsal

temelleri

üzerinde

durulacaktır. Bu amaçla ilk hareket noktası, eleştirel kuramın temel noktalarının ve sorun alanlarının incelenmesi olacaktır. İnceleme, tarihsel süreçte yaşanan ekonomik, teknolojik ve siyasal gelişmeler ışığında yürütülecek, bu amaçla ilk iletişim araştırmalarına yön veren zeminin hangi dinamiklerle oluştuğu analiz edilmeye çalışılacaktır.

1.1.

Ekonomi Politik Yaklaşım Ekonomi politik, 19. yüzyılda Adam Smith, David Ricordo gibi klasik

iktisatçıların toplumsal üretim ilişkilerini analiz etmek üzere kullandıkları bir yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Karl Marx ve Friedrich Engels ise klasik iktisatçıların ekonomi politik yaklaşımını eleştirerek yola çıkmış ve klasik iktisattan farklı olarak, sınıf ve artı değer kuramlarına dayanan bir ekonomi politik yaklaşım geliştirmişlerdir. Marx ve Engels’in bir bilim olarak temellerini attığı ekonomi politik, insanlar arasındaki üretim ilişkilerini araştırır. Ekonomi politik, üretimde toplumsal ilişkilerin, yani insanlar arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesinin bilimidir. Ekonomi politik, gelişmesinin çeşitli aşamalarında, üretimi ve insan toplumu için maddi malların üretim ve dağıtımını etkileyen yasaları gün ışığına çıkarır. Bununla ilgili olarak, üretim araçlarının mülkiyet şekillerini, üretim içinde bulunan farklı toplumsal sınıfların durumunu ve onlar arasında varolan ilişkileri; maddi malların üleşim biçimlerini inceler.

8

Ekonomi politik, üretim ilişkilerini araştırır çünkü üretim ilişkileri temel ve belirleyici öğedir. Temel (altyapı), kendisine tekabül eden ve onun gelişmesini belirleyen üstyapıyı doğurur. Üstyapı denince siyasi, felsefi, hukuki, sanatsal, dini, vb. kavramlar ve bunlara uygun düşen kurumlar anlaşılır. Üstyapı, temel tarafından yaratılır ama doğuşundan sonra, temel karşısında

edilgen

kalmaz;

ona

etki

yapar,

onun

oluşmasına

ve

sağlamlaşmasına yardım eder. Üstyapı, toplumun temelinin bir yansımasıdır ve her temel değişikliği, üstyapı değişikliğini de beraberinde getirir: “Üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, 1993: 23). Marx’ın ekonomi politik çözümlemesi içinde kilit bir nokta olan “maddi üretim araçlarını elinde tutan egemen sınıfın, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurduğu”ndan hareket eden ekonomi politik yaklaşımlar, önceliği kitle iletişim araçlarının mülkiyet ve sahiplik yapısının incelenmesine verirler. Medya mülkiyeti, yöneten sınıfın medya kurumlarını kontrol edebilmesinin temel aracı olarak düşünülür. Bu anlamda kitle iletişim araçlarının kimi, ne kadar ve ne oranda etkilediğinden çok, bu araçların kimlerin elinde ve egemenliğinde olduğuyla ilgilenirler. Ekonomi politik yaklaşıma göre üretim araçlarının sahipliği üzerine kurulu bu egemenlik, beraberinde düşüncenin üretimi ve dağıtımındaki egemenliği ve kontrol gücünü getirir: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Engels ve Marx, 1999: 75).

9

Engels ve Marx’ın bu çözümlemeleri ve altyapı - üstyapı analizi, “ekonomik belirleyicilik”, “ekonomik indirgemecilik” eleştirilerine yol açmıştır ve eleştirel yaklaşımlar arasındaki görüş ayrılıklarının ve sınıflandırmanın temelini oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz.1 Marx’a ve bu tür yaklaşımlara yapılan ana eleştiri “ekonomizm”, yani çok fazla ekonomi ve çok az “insan arzusu” ve “bilinçli veya bilinçsiz etkinlikleri” üzerine olmuştur (Alemdar ve Erdoğan, 2002: 305). Oysa Marksist anlayışa göre, üstyapıyı doğuran temeldir ancak bu hiçbir zaman onun temeli yansıtmakla yetindiği, edilgin, tarafsız olduğu, temelin kaderine, sınıfların kaderine, düzenin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu anlamına gelmez. Tersine, üstyapı bir kez doğunca etkin büyük bir güç olur ve temelin billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder (Politzer: 1990, 399).

1.2.

Genel Olarak Eleştirel Yaklaşımlar Genel olarak Marksizmi referans alan eleştirel yaklaşımlar, kitle

iletişim araçlarının kapitalist toplumdaki konumuna ilişkin tarihsel, eleştirel ve bütünsel bir bakış açısı sunmuştur. Frankfurt Okulu eleştirel kuramından, yapısalcı medya çalışmalarına ve kültürel çalışmalara kadar çeşitlenen eleştirel yaklaşımlar, medya konusunda farklı görüşler ortaya koysalar da temel olarak varolan toplumsal yapının eleştirisi üzerinden yola çıkmışlardır. Eleştirel iletişim çalışmaları, liberal/çoğulcu toplumsal kurama muhalif olan eleştirel kuramlar içinde gelişmişlerdir. Bu çalışmaların önde geleni, Frankfurt Okulu çevresinde gelişen ve Marksist bir toplum eleştirisinden temellenen çalışmalardır. 1923’te Almanya’da kurulan ve temsilcileri arasında Max Horkheimer, Theodor Adorno, Herbert Marcuse ve Walter 1

Alemdar ve Erdoğan eleştirel yaklaşımları bu eksende sınıflandırmaktadır: Üstyapıya (kültür, ideoloji ve söyleme) ağırlık veren yaklaşımlar. Altyapıya (maddi ilişkilere) ağırlık veren yaklaşımlar (aktaran Dursun, 2001: 21).

10

Benjamin gibi isimlerin yer aldığı Frankfurt Okulu kuramcıları, kitle iletişim araçlarının mülkiyet ve organizasyon yapılarına odaklanmamakla birlikte kapitalist toplumlarda, kitle iletişim araçlarının ve kültürün önemine dikkat çeken ilk eleştirel kuramcılar olmuşlardır. Frankfurt Okulu kuramcıları arasında özellikle Horkheimer ve Adorno, geliştirdikleri kültür endüstrisi kavramını ekonomik bir analiz birimi olarak kullanmışlardır. Kültürün kendisinin bir endüstri ve kültür ürünlerinin de metalar haline geldiği görüşü, kültür endüstrisi kavramının ortaya çıkışına kaynaklık eder. Kültür endüstrisi kavramına göre kültür ürünleri, kültür endüstrisinin içinde ortaya çıkarlar; kültür ürünlerinin üretimi de tüketimi de kitlesel boyuttadır ve endüstri standartlarına göre üretilir ve tüketilirler. Bu ise kültür ürünlerini metalaştırır. Bu kavramlaştırma, bir anlamda sistemin kendini her düzeyde, altyapıda ya da üstyapıda nasıl yeniden ürettiği ve meşrulaştırdığını açıklayan bir yön izler.

Kültürel

ürünler

marjinalleştirilerek,

bu

standartlaştırılarak ürünlerin

ve

tanıtılma

buna ve

karşı

farklılıklar

dağıtım

teknikleri

rasyonelleştirilir. Bu yapılarıyla kültür ürünleri, toplumsal güçlerini kaybederek mevcut düzenin devamını sağlamaktan öte bir işlev görmez hale gelirler. Frankfurt Okulu’nun iletişim konusundaki konumu bir üstyapı olgusu olarak kültür incelemeleri çerçevesinde şekillenmiştir. Frankfurt Okulu, bir ölçüde geleneksel Marksizmden ayrılarak, altyapı - üstyapı ilişkisinde, üstyapıyı özerk bir konumda ele almıştır. Eleştirel çalışmalar içerisinde İngiliz Kültürel Çalışmalar ise daha çok medyanın temsil ve anlamlandırma sürecini incelemiştir. Bu gelenek, medyanın toplumsal yapıdaki ideolojik rolü üzerine odaklanır ve medyayı statükonun savunucusu ve meşrulaştırıcısı olarak görür (Dağtaş ve Yaylagül, 2006: 332). Medya metinlerinin ileti, gösterge, kod vb. dilsel yapıları üzerinde durarak, metinlerdeki üstü açık ideolojileri ortaya çıkarmaya çalışırlar. İngiliz Kültürel Çalışmaları çerçevesinde, toplumdaki iktidar mekanizmalarından biri olduğu vurgulanan medya, toplumsal anlamın oluşturulmasında etkin bir biçimde rol oynamaktadır.

11

Eleştirel

yaklaşımlar

arasında

Curan,

gerek

medyanın

gücü

konusunda farklı görüşleri içeren gerekse bu görüşler arasındaki anlaşmazlık ve tartışma alanının tipini de tanımlayan üçlü bir ayrıma gitmektedir (aktaran Dursun, 2001: 20): Ekonomi politik yaklaşım, yapısalcı çalışmalar, kültürel çalışmalar. Bunlar arasında yapısalcı çalışmalar, metin-ideoloji ilişkisi konusuna odaklanırken, medyayı ideolojik bir güç olarak görmektedirler. Buna karşın ekonomi politik yaklaşımlar ideolojiye değil, ekonomik temele vurgu yapar. Kültürel çalışmalar ise medyayı toplumsal rızanın kazanıldığı ya da kaybedildiği bir alan olarak tanımlamaktadır. Murdock’un ayrımında ise medyaya ilişkin ekonomi politik yaklaşımlar, araççı yaklaşımlar ve yapısalcı yaklaşımlar olarak ikiye ayrılmaktadır (aktaran Dursun, 2001: 20). Buna göre araççı yaklaşım, medyayı yönetici sınıflara hatta kişilere bağlılıkları çerçevesinde değerlendirirken; yapısalcı yaklaşım sınıf, iktidar ve ideoloji arasındaki bağlantıları üretim tarzına ya da ekonomi politiğe yerleştirerek, mülkiyet sahibi ve çalışanların eylemleri ile seçimlerine belirli bir sınırlılık yükler. “Bütün bu çalışmaların ortak noktası kapitalist ekonomik

düzene

ve

liberal

siyasal

sisteme

yönelttikleri

eleştiriler

olduğundan tümü “eleştirel”, “kuramsal” ya da “değişimci” olarak adlandırılan medya çalışmaları şemsiyesi altında toplanmaktadır.

1.3.

İletişime Ekonomi Politik Yaklaşımlar Tüm bu görüş ayrılıkları içinde, ekonomi politik yaklaşımın temel

özelliği iletişim konusunu, ekonomik ilişkiler ve yapılar bağlamında ele almasıdır. Medyayı endüstriyel düzeyde ve diğer endüstrilerle ilişkisi içerisinde ele alan ekonomi politik yaklaşım medyanın mülkiyeti, kontrolü gibi temel sorunları gündeme getirir. Medyanın tekelleşmesi, ticarileşmesi, uluslararası hale gelmesi, kâr güdüsü, bunun gerçekleştirilmesinde reklamlar gibi medya pratiklerini sorunsallaştırır. Ekonomi politik en genel anlamda, mevcut düzenin (kapitalizmin) incelenmesidir.

12

İlk iletişim araştırmaları, kitlelere ulaşmak isteyen endüstrilerin, siyasal partilerin ve diğer kuruluşların kitlelerin tercihlerini, düşüncelerini, satın alma ve oy verme davranışlarını bilmek ve yönlendirmek ihtiyacından ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu bağlamda kitle iletişim araştırmacılarının yöneldikleri temel konu, kitle iletişim araçlarının bireyler ve gruplar üzerinde yarattığını düşündükleri “etkiler” olmuştur. Kısaca odaklanılan konular kitle iletişim araçlarının insanlara ne yaptırdığı, onları hangi davranışlara sürüklediği, neleri satın aldırdığı, kimleri seçtirdiği ya da tüm bunların ötesinde herhangi bir etkide bulunup bulunmadığıdır. Bu ilk araştırmalarda, daha çok saha araştırmalarına yönelik ampirik bulgular ortaya konmuştur. Kitle iletişim araçlarına bakışta ve onları değerlendirişte genelde egemen görüş, bu araçlarının üstün güç ve etkilere sahip olduğu yolundadır. Kitle iletişim araçlarının güçlü etkilere sahip olduğu görüşünün hakim olduğu bu ilk iletişim araştırmalarında, bu görüşe zemin hazırlayan iki önemli tarihsel süreç etkili olmuştur. Bunların ilki sanayileşme ve kentleşme sürecinde toplumsal süreçte yaşanan değişikliklerdir. Metin Işık’a (2005: 27) göre sanayileşme, kentleşme ve modernleşme olguları sonucunda 18. yüzyılda kamular ortaya çıkmış, ardından kamular kitleye dönüşmüştür. Kitle toplumunda bireylerin bazı davranışlarını yitirdiği, atomize olduğu ve kendi haline bırakılmış bireyler haline geldiği görüşü temel hareket noktasını oluşturmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da yalnızlaşan bireylerin kitle iletişim araçları karşısında kolay etkilenir hale geldiği görüşü ortaya atılmıştır. Söz konusu dönemde iletişim araçlarının güçlü etkilere sahip olduğu yönündeki görüşün şekillenmesinde en önemli sebeplerden birisi de Birinci Dünya Savaşı’dır. Bilginin toplanması ve yayılması süreçlerinin hayati önem taşıdığı savaş ortamında, bu işlevi üstlenecek olan kitle iletişim araçlarının kontrolü büyük önem taşımaktadır. Savaş döneminde, savaşla ilgili konulurda halklarına tek yönlü olarak iletmek istediği biçim ve içerikte bilgi sunmak isteyen siyasal iktidarlar, iletişim araçlarını kontrolleri altına almışlardır (Işık, 2005: 27-28). Dolayısıyla savaşla birlikte kitle iletişim araçlarının rol ve öneminin artması, siyasal iktidarların iletişim araçlarını

13

propaganda malzemesi olarak kullanmaları sürecinin, savaş sonrasında devam etmesi olgusunu gündeme getirmiştir. Geleneksel iletişim araştırmalarında etkiler konusuna ilgi, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sürmüş ancak bu kez kitle toplumu ve atomlaşmış birey görüşünün reddi ile kitle iletişim araçlarının sınırlı/zayıf etkileri olduğu savı güçlenmiştir. Bu bağlamda medyanın izleyenler üzerinde uzun dönemli ve dolaylı etkileri olduğu görüşü kabul görmeye başlamıştır. Tutucu liberal yaklaşımın kaynak-mesaj-alıcı üzerine kurulu ve etki odaklı bu yaklaşımının tersine eleştirel gelenek, kitle iletişiminin karmaşık süreçleri ve kitle iletişim araçlarının sistemin yeniden üretimindeki rolü üzerine durmuştur (Dağtaş ve Yaylagül, 2006: 334). Ekonomi politik yaklaşımın Marx’ı izleyenler ve kuramsal/evrimsel geleneği izleyenler olarak iki ana alt gruba ayrıldığını belirten Haluk Geray, Richard Bebe’den yaptığı alıntıda, bu yaklaşımların temel özelliklerini şöyle sıralamaktadır:



Toplumsal iktidar ilişkilerini temel alırlar. Bu anlamda çatışma ve çelişkileri

çözümlemelerine

katarlar.

“Kim

kazanıyor,

kim

kaybediyor, kim kararları veriyor?” gibi sorular sorarlar. Bu nedenle, değişim süreçlerini incelerler ve varolanın değiştirilebileceğini vurgularlar. •

Mit ve masalları yıkmayı hedefledikleri için varolan egemenlik yapılarına

karşı

çıkarlar.

Burada

mit

(efsane)

ve

masal

kavramlarıyla anlatılmak istenen, sorgulanmadan kabul edilen yaygın inançlardır. Babe’e göre günümüzdeki masallardan biri de “zamanın ileriye doğru gittiği ve olmakta olanın kabul edilmesi” gerektiği inancıdır. Buna bir tür toplumsal Darwinizm denmesi de mümkündür.

14



Neoklasik

iktisadın

bırakmasına

toplumsal

karşın,

ekonomi

değer

yargılarını

politikçiler

değer

dışarıda yargılarını

kullanırlar. Eşitlik, hakkaniyet, adalet, toplumun/kamunun genel çıkarları gibi değer yargıları, çözümlemelere katılır (aktaran Geray, 2005: 15). Ekonomi politiğin hem dar hem de geniş anlamını sunan Mosco’ya göre ekonomi politik dar anlamda karşılıklı olarak iletişim kaynakları da dahil, kaynakların üretim, dağıtım ve tüketimini meydana getiren toplumsal ilişkilerin özellikle iktidar ilişkilerinin incelenmesidir. Fakat daha geniş biçimiyle toplumsal yaşamda egemenliğin ve mücadelenin incelenmesidir (aktaran Boyd-Barret, 2006: 2). Mosco’ya göre eleştirel ekonomi politik yaklaşımın genel özellikleri arasında yaklaşımın bütüncül olması, tarihsellik ve değişim doğrultusunda öneriler geliştirmesi bulunur. Yaklaşımın bütünselliği, ekonomik örgütlenme yapısını, toplumun siyasal ve kültürel yaşamıyla etkileşim içinde ele alması anlamına gelir. Bu anlamda mülkiyetin ve üretimin örgütlenmesinin incelenmesi önem taşır. Maddi ve sembolik kaynakların eşitsiz dağılımının iletişimsel eylemleri nasıl etkilediği üzerinde durur. Toplumdaki ekonomik örgütlenmeyle üstyapı (hukuksal, politik, zihinsel ve kültürel süreçler) arasındaki

ilişkide

önceliği

ekonomik

örgütlenmeye

verir.

Yaklaşım

tarihseldir, çünkü ekonomik örgütlenmenin ve egemenlik ilişkilerinin ve bunların iletişimsel boyutlarının tarihsel süreçteki değişiminin izlenmesiyle ilgilidir. İletişim araçlarının/teknolojilerinin ortaya çıkışı ve gelişimlerine önem verilir (aktaran Geray, 2005: 31). Eleştirel ekonomi politiğin önemli temsilcileri arasında yer alan Golding ve Murdock’a göre, kitle medyasının ekonomi politiği, medyanın “ilkin ve öncelikle emtialar üreten ve dağıtan endüstriyel ve ticari kuruluşlar olduğu’nun kabul edilmesiyle başlar (aktaran Boyd-Barret, 2006: 7). Farklı medya sektörleri, şirket kontrolü vasıtasıyla halihazırda birbirlerine bağlı oldukları için yalıtılmış bir şekilde incelenemezler ve onların faaliyetleri

15

sadece geniş ekonomik bağlama bakılarak anlaşılabilir. Analiz ayrıca ekonomik

ve

siyasal

yapılar

hakkındaki

düşüncelerin

yayılmasında,

medyanın ideolojik olarak işleyişini de kapsamalıdır. Medyanın ekonomi politiği yalnızca emtiaların üretimi ve dağıtımı üzerine odaklanmaz fakat ayrıca bu emtiaların özel doğasının ve onların yerine getirdiği ideolojik işlevin de tam bir açıklamasını yapmalıdır. Golding ve Murdock, bu yorumları ile ekonomi politik yaklaşıma yönelik ekonomik indirgemecilik eleştirisine de açıklık getirmektedir. Golding ve Murdock (1991: 54), eleştirel ekonomi politiğin ana akım ekonomi biliminden başlıca dört bakımdan farklılık gösterdiğini söylerler. Bunlardan ilki yaklaşımın bütüncül olması, ikincisi tarihsel olması, üçüncüsü ise merkezi olarak kapitalist teşebbüs ile devlet müdahalesi arasındaki dengeyle ilgilenmesidir. Sonuncusu belki de hepsinden önemlisi adalet, eşitlik ve kamu yararı gibi temel ahlaki sorunlarla ilgilenebilmek için verimlilik gibi teknik konuların ötesine gitmesidir. Ana akım ekonomi bilimine çeşitli eleştiriler getiren Golding ve Murdock, eleştirel ekonomi politiği bu ana akım ekonomi biliminden şu çizgiyle ayırmaktadırlar: “Ana akım ekonomi bilimi, kapitalizmin egemen bireyleri üzerine odaklanırken, eleştirel ekonomi politik iktidar oyunu ve toplumsal ilişkiler dizileriyle işe başlar. Eleştirel ekonomi politiği diğerlerinden ayıran şey, onun, belirli mikro bağlamların genel ekonomik dinamiklerce ve onların dayandığı daha geniş yapılarca nasıl şekillendirildiğini göstermek üzere konumlanmış eylemin her zaman ötesine gitmesidir. Eleştirel ekonomi politik özellikle iletişimsel etkinliğin, maddi ve simgesel kaynakların eşit olmayan paylaşımı tarafından yapılandırılma tarzıyla ilgilenir.” (Golding ve Murdock, 1991: 55). Kapitalizmin 19. yüzyılın sonlarında sona erdiğini ve tekelci kapitalizm dönemine geçildiğini savunan Dallas Smythe’e göre (aktaran Geray, 2005: 29) kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur. Kitle iletişim araçlarının amacı konuların, sorunların, değerlerin, diğer kurumların ve halkın yönlendirilmesi için politikaların günlük gündemini oluşturmaktır. Böylece kitle iletişim araçları izleyicilerin kitlesel üretimini gerçekleştirip, bunu reklamcılara

16

satarlar. Radyo, televizyon ve gazeteleri “bilinç endüstrisi” olarak tanımlayan Smythe, tekelci kapitalist dönemin, talep yönetimi araçlarının sadece reklamların ve genel olarak etkilerinin değil bütünüyle bir sistem olarak kapitalizmin

işleyişini

mümkün

kılan

bir

alan

olarak

incelenmesini

savunmaktadır. Her ne kadar kapitalizm kısa dönemde malların ve hizmetlerin örgütlenmesi yeteneği ile zenginleşmişse de, bir sistem olarak devamlılığını sağlaması ancak uzun dönemde sistemi destekleyecek insanları üretmesiyle mümkündür. 1969 yılından itibaren Herbert Schiller, yapmış olduğu çalışmalarda medya ve iletişimin uluslararası boyutuna daha çok dikkat çekmiştir (aktaran Dağtaş ve Yaylagül, 2006: 335). Uluslararası iletişime eleştirel bir yaklaşım getiren ve kültürel emperyalizm yaklaşımından yola çıkan Schiller’e göre, iletişim teknolojileri, gelişmiş ülkelerin, özellikle ABD’nin, ekonomik çıkarları ve askeri-endüstriyel yapıları yararına üretilmektedir. İletişim teknolojilerinin Üçüncü Dünya ülkelerine girişi ise, ABD’nin dünya sisteminde iktidar olmaktan doğan ekonomik-askeri çıkarlarının gereği ve sonucu olarak gerçekleşmektedir. Böylelikle çok uluslu sermaye dünya çapında, ulusal politika ve ekonomik uygulamaları düzenleyen bir güç haline gelmektedir. Noam Chomsky ve Edward Herman gibi yazarlar da kültür emperyalizmi ve uluslararası şirketlerin yeni tür sömürgecilikte etkin rıza yaratma stratejilerinden yararlanma konularını tartışarak ekonomi politik yaklaşıma katkı sunmuşlardır. “Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir? Kitle İletişim Araçlarının Ekonomi Politiği” adlı çalışmalarında, medyanın devlete ve özel sektör etkinliklerine hükmeden özel çıkarlara destek sağlama işlevini yerine getirdiğini söyleyen Chomsky ve Herman’a (1999: 9) göre medyanın yaptığı seçimleri, nelere önem verip ihmal ettiğini en iyi biçimde anlamak ve olayın iç yüzünü

bütün

açıklığıyla

görebilmek

için

medyanın

bu

çerçevede

çözümlenmesi gerekmektedir. Geliştirdikleri propaganda modeli ile servet ve iktidar eşitsizliği ile bu eşitsizliğin medyanın çıkar ve seçimlerine çeşitli düzeylerdeki etkisi üzerine odaklanan bu araştırmacılara göre propaganda

17

modelinin en önemli öğeleri; a.) Egemen medya şirketlerinin büyüklüğü, yoğunlaşmış

mülkiyeti,

kâr

amaçlı

oluşu

ve

sahiplerinin

serveti;

b.) Reklamcılığın medyanın en önemli gelir kaynağı olması c.) Medyanın iki temel kaynak ve iktidar odağı olan hükümet ile iş çevrelerinden ve bunların mali destek sağlayıp onayladığı ‘uzmanlar’dan sağladığı bilgileri temel alması d.) Medyayı hizaya sokmak için kullanılan bir yöntem olarak ‘medyaya yönelik tepki’ üretimi e.) Ulusal bir din ve bir denetleme mekanizması olan ‘anti-komünizm’dir. Chomsky ve Herman’a (1999: 9) göre, bu öğeler birbiriyle etkileşim halindedir ve birbirlerini güçlendirir. Henüz işlenmemiş haber malzemeleri, sonunda basılmaya uygun, damıtılmış kısım elde edilinceye kadar bu süzgeçlerden geçmek zorundadır. Bu süzgeçler söylemin ve yorumun ilkelerini belirler, neyin öncelikle haber olabileceğini tanımlar ve propaganda kampanyalarına dönüşen sürecin temelini ve işleyişini açıklar. Bu beş etken, haberlerin içinden geçirildiği süzgeç işlevini görür ve medyanın seçimlerini belirlemede rol oynar.

1.3.1. Kapitalizm ve Kitle İletişim Araçları Kapitalist üretimin temel dinamiği ve tarihsel olarak en belirleyici amacı,

verili

sermaye

birikimini

en

çoklaştırmak

ve

sürekli olarak

genişletmektir. Temel dinamiği sermaye birikimini en çoklaştırmak olan kapitalizm, bu dinamikle içinde geliştiği toplumların tüm yaşam biçimlerini değiştirirken2, birikimi en çoklaştırmak için temel gereksinimi olan yeni pazarları yaratabilmek için sürekli genişlemek zorunluluğu ile dünya çapında 2

Kapitalist üretim ilişkilerinin tüm yaşam biçimlerini nasıl değiştirdiğini anlamlandırabilmek için burada Marksist literatüre dönmekte fayda vardır. Marx’a göre üretim ilişkileri tarafından belirlenen temel (altyapı), kendisine tekabül ve onun gelişmesini belirleyen üstyapıyı doğurur. Üstyapı denince, siyasi, felsefi, hukuki, sanatsal, dini, vb. kavramlar ve bunlara uygun düşen kurumlar anlaşılır. Üstyapı temel tarafından yaratılır. Ama doğuşundan sonra, temel karşısında edilgen kalmaz, ona etki yapar, onun oluşmasına ve sağlamlaşmasına yardım eder. Üstyapı toplumun temelinin bir yansımasıdır ve her temel değişikliği, üstyapı değişikliğini de beraberinde getirir.

18

yaygınlaşır ve kapitalist ilişkileri de yaygınlaştırır. Bu hammadde ithalatı ve sanayi malları ihracına dayanan yaygınlaştırma sürecine, etkin ulaşım ve iletişim sistemleri eşlik eder; deniz yolları, demir yolları, telekomünikasyon gibi sistemler de bu anlamıyla kapitalizmin gelişiminin coğrafi sınırlarını belirler. Aynı zamanda da kapitalizm öncesi tüm haberleşme ve ulaşım biçimleri de tıpkı tüm diğer yaşam biçimleri gibi önemli bir dönüşüme uğrarlar (Başaran, 2000: 23). Bugün yaygın olarak kullanılan kitle iletişim araçlarının, kapitalist toplumsal oluşumla birlikte geliştiğini; onun yapılanma süreci içerisinde kendi yapılanmasını oluşturduğunu ve kurumsallaştırdığını ifade eden Alemdar ve Kaya’ya (1993: 4) göre, “kitle iletişim araçlarının işleyişini yönlendiren, düzenlenişlerini belirleyen ilkeler, düşünsel temeller ve ulaşılan normatif düzen, Batı’nın kapitalist toplumlarında toplumsal yaşamı belirleyen genel ekonomik, siyasi ve kültürel dinamiklerle belirlenmiştir.” 18 ve 19. yüzyıllarda, sanayinin gittikçe daha büyük boyutlara ulaşacak biçimde gelişmesi, ulaştırma ve iletişimin görülmemiş ölçüde yoğunlaşmasını gerektirmiştir. Uzak yerlerden hammaddelerin sağlanması ve üretilen malların uzak pazarlarda satılması, makinelerle yapılan kitlesel üretimin başarıya ulaşması bakımından yaşamsal bir önem taşımaktadır. Hammadde ithalatı ve sanayi malları ihracına dayanan bu sürece, etkin ulaşım ve iletişim sistemleri eşlik etmiş; bu doğrultuda Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nin birçok bölgesinde yol ve kanal yapımında önemli gelişmeler görülmüştür. Yeni, yoğunlaşmış bu sanayi sürecinin, halkalarının birleştirilmesinde ulaşım kadar önemli bir nokta da iletişimdir (Mcnell, 2001: 653). Büyük Britanya, 1840’ta posta sistemini kurarak, çağdaş posta sistemlerinin gelişmesine öncülük etmiş, 1875 Uluslararası Posta Anlaşması sonucunda ulusal posta sistemleri, uluslararası düzeyde bütünleştirilmiştir. Telli telgraf 1837’de icat edilmiş; 1866’da Atlantik’i boydan boya aşan ilk telgraf kablosu çekilmiştir.

19

Avrupa’da,

1700’lü

yılların

sonuna

doğru

gündelik

olarak

yayınlanmaya başlayan haber bültenleri, ticaretin ve bankacılığın gelişmesi ile bu iş alanlarıyla ilgili ihtiyacı karşılamaya hizmet ederken, gazeteler kapitalist ekonominin temel bileşkelerinden olan endüstrileşme, makineleşme ve kentleşme ile birlikte 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kitlesel tüketime yönelik olarak dönüşüme uğramıştır. Sanayi ve teknoloji alanlarında meydana gelen gelişmeler, kitle iletişim araçlarının gelişmesine yol açarken, gazetecilik alanında da sanayileşmenin ilk adımları atılmıştır. O güne kadar sadece siyasi partilerin görüşlerini aktarmak ve sermayenin haber ihtiyacını karşılamak gibi işlevlere sahip olan pahalı metalar olan gazeteler, sanayileşme ve teknolojik gelişmeler ışığında seçkinlerin gazetesi olmaktan çıkarak kitlesel tüketime cevap verecek anlamda kitlelere yönelmiştir (Adaklı, 2003: 89). Dizgi, baskı, kağıt üretimi alanında gerçekleşen teknolojik yenilikler, gazetenin daha ucuza satılmasını beraberinde getirmiş, 1860’lı yıllarda metelik gazeteleri (penny papers) denilen ve 1 Penny olması nedeniyle herkesin alabileceği kadar ucuz olan gazeteler, kitleler arasında yaygınlaşmaya başlamıştır. Geray’a (2003: 45) göre “Bugün egemen olduğu anlamda gazetecilik mesleğinin doğuşu ve yayılması, ‘fikir ve ideallerden’ çok ‘ticari kârı’ amaçlayan gazetelerin 20. yüzyılın başında ortaya çıkışıyla başlatılabilir. “Kuruşluk basının” doğmasına yol açan reklamlarla, gazetelere önemli gelirler elde edilmesi sistemi, ticari yayıncılık anlayışının temelini oluşturmaktadır.

İKİNCİ BÖLÜM NEOLİBERALİZM VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI

Kapitalizm, 1980’lere gelindiğinde uluslararası işbölümünde, devletin niteliğinde, işlevlerinde ve uluslararası ilişkilerde yeni bir yapılanmaya doğru yol almaktadır. Temel olarak ekonomik yapıda gerçekleştirilen bu yeniden yapılandırma sürecinde, altyapıda oluşan her türlü dönüşüm gibi kitle iletişim araçları da mevcut düzenin sorunsuz işlemesi ve yeniden üretilmesi sürecine katkı sağlayacak biçimde yeniden yapılandırılmıştır. “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan ve ekonomide neoliberal politikaların

egemenliğini

getiren

bu

yeniden

yapılandırma

sürecinin

ayrıntılarına geçmeden önce, çalışmanın bu bölümünde öncelikle, neoliberal ekonomi politikalarının gelişmesindeki tarihsel süreç ekonomi politikalarının gelişimi doğrultusunda analiz edilecektir. Neoliberal ekonomi politikalarının en önemli araçlarından biri olan özelleştirme kavramı da bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

2.1.

Liberal Ekonomi Politikaları 18. yüzyıl koşullarında burjuvazi, feodalizme karşı mücadelesinde bir

yandan kapitalist ilişkilerin oluşturulmasının kavgasını verirken, bir yandan da feodal ekonomiye karşı yürüttüğü ideolojik mücadele içerisinde kendi ekonomi politiğini yaratmaya yönelmiştir. İlk ekonomi politik akımlar, ilk iş olarak değerin ve servetin kaynağını açıklamaya yönelmişlerdir. Bu bağlamda, 17. yüzyıl başlarında etkinlik kazanan Merkantalist düşünceye göre, altın ve gümüş gibi değerli madenler, bir ülkenin siyasi ve ekonomik gücünün başlıca kaynağıdır. Dış ticareti ana konu edinen bu iktisatçılara göre kâr, alış fiyatı ve satış fiyatı arasındaki farktan doğmaktadır. Merkantilistler dış ticaret politikasının amacının, hazinenin altın ve gümüş varlıklarını

21

arttırması olduğu görüşünden hareketle, ihracatın özendirilmesi, sanayide yerli hammadde kullanımının sağlanması için, hammadde ihracatının yasaklanması, ithalatın yüksek gümrük vergileri ve yasalarla kısıtlanması gibi önlemlerin savunucusu olmuşlardır. Merkantalistler, devletin ulusal zenginliği maksimum kılmak amacıyla ekonomik faaliyetlere müdahalesini savunmuşlardır. Buna karşın 18. yüzyılda doğan bir doktrin olarak fizyokrat okul ise zenginliği dış ticaret ve parada gören Merkantilistlerden farklı olarak, üretimin üzerinde durmuşlar özellikle tarımsal üretime büyük bir önem atfetmişlerdir. Buna göre üretici olan, net hasıla yaratan tarımsal çalışmalardır ve sanayiticaret gibi faaliyetler net hasıla yaratmayan, üretici olmayan faaliyetlerdir. Bu varsayım, onları, tek zenginlik kaynağının doğa ve dolayısıyla tarım olduğu fikrine ulaştırmaktadır. Fizyokrat düşüncenin esası, doğal düzen anlayışına dayanır ve doğal düzen, insanların var olmaları için Tanrı’nın koymuş olduğu bir düzendir. O halde insanların doğal düzenin yasalarına uymaları yeterli olacaktır ve devletin, ekonomik ve sosyal yaşama müdahalesi gereksizdir. “İşte -laissez faire- bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler ilkesi ilk önce böyle bir düşünceden başlar” (Talas, 1999: 64). Görüldüğü üzere, bu iki yaklaşımda da ortak nokta değerin, servetin ve kârın kaynağının üretim dışında bir alanda aranmasıdır. Değerin kaynağının üretimsel bir süreçte oluştuğu görüşünü ilk dile getiren ekonomistler ise Klasik İngiliz Ekonomi Politikçiler olmuş bu bağlamda kendisinden önce gelen burjuva ekonomi politikçilerinden bir kopuş gerçekleştirmişlerdir. Klasik Okulun iki önemli temsilcisi olan Adam Smith ve David Ricordo, servetin kaynağının emek tarafından yaratılabileceği görüşünü savunarak daha sonra Marksizmin teorik kaynağını da oluşturacak olan emek-değer teorisini kurmuşlardır. Liberal düşünce ve ekonomi bilimi Adam Smith ile başlamış olmakla beraber, David Ricardo ve Thomas Robert Malthus, Smith’in düşüncesini tamamlamışlar ve liberal düşünceye bir okul niteliği getirmişlerdir (Talas:

22

1999: 69). Klasik Okulun temellerini attığı ekonomik görüşlerin ana tezi, iktisat alanında kendiliğinden oluşan bir doğal düzenin varlığı iddiasına dayanır. Bu bağlamda devlet, ekonomik yaşantıya karışmaktan, müdahale etmekten kesinlikle kaçınmalı ve müdahalelerini en alt düzeye indirmelidir. Çünkü akıl sahibi varlık olarak insan, kişisel çıkar ilkesine uygun olarak en az zahmetle, en çok kazanç sağlamayı zaten doğal olarak hedefler. İnsan böylesine özgür davranmakla, doğal iktisadi düzenin gerçekleşmesini sağlar. Öyleyse insan kendisine en fazla özgürlük tanınması gereken iktisadi karar birimidir. Bu nedenle devlet, müdahaleleri ile rekabetin serbestçe işlemesini engellemekten kaçınmalıdır. Klasik Okulun temel varsayımlarından da gözlemlenebileceği üzere burjuva ekonomi politiği, dönemin şartlarına göre kapitalizmi, insan doğasına ve aklına en uygun toplumsal sistem olarak yüceltmektedir; ama bu yüceltme eylemi ve teorilerinin alacağı biçim, kapitalizmin o anki gelişme özellikleri ve burjuvazinin ihtiyaç ve çıkarlarına yanıt verecek tarzda şekillenmektedir (Yörükoğlu, 1994). Çok geçmeden aynı burjuvazi, 19. yüzyılda ekonomide tamamen saf dışı etmek istediği devleti, 20. yüzyıla gelindiğinde Keynesyen ekonomi politikaları ile yeniden ekonomik sistem içine sokacaktır.

2.2.

Liberal Ekonomi Politikalarının Çöküşü Büyük makinelerle yapılan üretimin başlangıcı olarak sayabileceğimiz

19. yüzyıldan bu yana, kapitalist üretimin gelişimi, yaşanan ekonomik krizlerle birçok kez kesintiye uğramıştır. Dünyada 1820-1929 yılları arasındaki yüzyılı aşkın dönemde (1825, 1836, 1847, 1857, 1866, 1873, 1882, 1890, 1900, 1907, 1913, 1920-21, 1929) birçok kriz meydana gelmiştir. Marksist literatüre göre kapitalist ekonominin periyodik olarak yaşadığı bu bunalım, tam da kapitalizmin kendisinden kaynaklanmaktadır. “Fazla

23

üretimden doğan ekonomik bunalımların başlıca nedeni, kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal niteliği ile üretimin ürünlerini özel mülk edinmenin kapitalist şekli arasındaki çelişkidir” (Nikitin: 1995: 161). İktisadi bunalımların temeli, son tahlilde, özel kapitalist çıkarlarla, toplumsal üretimin gerekleri arasındaki çelişkidir. 3 Kapitalist sistem, bu bunalımları aşmak için sermaye birikiminin yeniden canlanma koşullarını yaratmak üzere, sistemin bütününde bir yeniden yapılanmaya gider ve bu yeniden yapılanma sürecinde, toplumsal ilişkilerin biçimi, toplumun işleyiş süreçleri ve kurumsal yapılar önemli biçimde değişime uğrar. Böylece üretim güçleri, toplumsal ilişkiler, yapılar ve kurumlar yeniden biçimlenirken, ekonomik ilişkiler, siyasal ve ideolojik ilişkilerle de desteklenir. Geray (2005: 35),

kapitalist bunalım evrelerinin

ardından dönüşüme uğrayan ekonomik yapıyla birlikte tüm toplumsal ilişkilerin de dönüşüme uğradığını ifade ederek şu değerlendirmede bulunmaktadır:

“Günümüzde devam eden ekonomik sistemin tarihsel olarak en belirleyici amacı, verili sermaye birikiminin sürekli olarak genişletilmesi olduğu ve yatırımın ana amacının, konulan sermayenin genişleyerek sisteme sokulması olduğu bilinmektedir. Sürekli genişleme ve sermayenin yeniden üretimini amaçlayan ekonomik yapı, aşırı üretim veya sermaye birikimin gerçekleşememesi durumlarında bunalıma girer, tüketimden kaynaklanan krizler ortaya çıkar. Bu krizlerden kurtulmaya çalışan yapı, belirli zamanlarda yeni birikim düzenleri (rejimleri) ortaya çıkarır. Birikim düzenlemesinin yeni yollarıyla birlikte, siyasal yönetimin yapıları, hukuksal düzenler ve kültürel yapılar, uluslararası hukuk ve ilişkiler bağlamı, kısacası tüm toplumsal yapı da dönüştürülmek istenir.” 3

Marksist literatürde sermayenin bunalımı şu şekilde anlatılır: “Üretici güçlerin daha önce görülmemiş bir biçimde gelişmesiyle kapitalizm, pazara her gün daha çok artan miktarlarda ve daha düşük fiyatla meta sürecek durumdadır; böylece rekabeti ağırlaştırır, güçleştirir; küçük ve orta özel mülk sahipleri kitlesini yıkıma sürükler. Bir yandan büyük çoğunluğun yoksulluğu yaygınlaşırken (orta sınıfların, köylülerin vb. yoksullaşması), zenginlik, küçük bir grup kapitalistin (tekelcinin) elinde toplanır. Sermaye, sömürücü bir azınlığın elinde toplandıkça, sayıca önemleri durmadan artan bütün bu yoksullaşan tabakaların satın alma gücü görünür bir biçimde azalır, pazar daralır, alışveriş durgunluğu kendini gösterir, çünkü, nüfusun çoğunluğu tüketimini asgariye indirir. Üretim ile tüketim arasında dengesizlik gitgide daha çok belirginleşir; bu, kapitalistlerin "aşırı-üretim" dedikleri şeydir, bunalımdır” (Politzer, 1990: 371).

24

Kapitalist ekonominin gelişim süreci içinde yaşamış olduğu ilk ve en büyük kriz olan 1929 bunalımının ardından Geray’ın da işaret ettiği üzere sistem kendini yeniden üretecek yeni birikim düzenlerini oluşturmak üzere, yeni ekonomi politikalarını hayata geçirecektir. 1929 yılında yaşanan büyük bunalım, savaş sonrasında klasik iktisat öğretilerinin sorgulanmasını ve ekonomide Keynesçi ekonomi politikalarının hayata geçirilmesini beraberinde getirecektir.

2.3.

Keynesyen Ekonomi Politikaları İktisat tarihinin en önemli ve en derin krizi, 1929 ekonomik krizidir.

Avrupa ülkelerinde bazı bankaların mali sıkıntıya girmesi New York Borsası’nda hisse senedi fiyatlarında ani düşüşlere neden olmuş ve ardından da tüm ABD ekonomisini etkisi altına almıştır. Bununla da sınırlı kalmayan kriz, dalga dalga diğer ülkelere yayılmıştır. 1929 yılında New York Borsası’nın

çöküntüye

uğramasıyla

başlayan

bunalım,

“19.

yüzyıl

kapitalizmine özgü kurallara tümüyle bağlı kalmanın artık mümkün olamayacağı ve sistemin ayakta kalması için özüyle belli ölçüde çelişen bazı önlemlerin alınmasının kaçınılmaz olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır” (Işıklı, 1983). Işıklı’nın sözünü ettiği bu önlemler, burjuvazinin 19. yüzyılda ekonomiye müdahalesini kesinlikle reddettiği devleti şimdi Keynesyen ekonomi

politikalarıyla

yeniden

ekonomiye

dahil

etmesi

etrafından

birleşmektedir. Yani devletin rolü, sermayenin yeni çıkarları doğrultusunda yeniden değişime uğramaktadır. İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes’in yapıtları çerçevesinde oluşan Keynesci ekonomi, ekonominin her zaman tam istihdam durumunda olacağı görüşünden yola çıkan geleneksel ekonominin, 1929’da başlayan büyük

bunalımı

açıklayamamasından

kaynaklanan

bir

tepki

olarak

25

doğmuştur. Klasik iktisatçılara göre, piyasa sistemine dayanan özel girişim ekonomisi, yalnız tam istihdamda dengede bulunur. Ekonomi, tam istihdamdan geçici olarak ayrılırsa, bazı kuvvetler harekete geçip onu tekrar tam istihdama götürür. Keynes’in genel istihdam teorisi ise kapitalist bir ekonominin tam istihdamın altında da dengede olabileceğini varsaymaktadır. Ekonomide tam istihdamı sağlayacak bu müdahaleyi devlet yapacaktır. Yani eksik istihdam, eksik talep ve eksik üretim durumlarında devlet müdahalesi yoluyla bazı önlemler alınabilir. Bunun için devlet, etkin talep yönetimini geliştirecek, gelir dağılımını düzeltecek vergi politikaları ve doğrudan doğruya devlet harcamaları ile talebi yükseltirken bir yandan da faiz oranlarını düşürerek özel firmaların daha yüksek yatırım yapmalarını destekleyecek, gerekirse kamu eliyle ucuz kredi verilecek ve hatta doğrudan doğruya devlet eliyle yatırım yapma gibi müdahale biçimleri de uygulayacaktır (Şaylan, 1994: 63). Görüldüğü gibi Keynesci ekonomi, devlete ekonomik yaşantı içinde geniş bir rol tanımış ve bu kapsamda “sosyal devlet” ve “refah devleti” olarak adlandırılan toplumsal politikaları güçlendirmiştir. Bu politikalara göre sosyal devlet, ekonomik büyüme ve kalkınmanın sağlanması amacıyla sermaye yatırımlarını teşvik eder, ekonomik faaliyetlerin tam istihdamı sağlayacak düzeyde gerçekleşmesi için gerekli koşulları ve ortamı sağlamaya çalışır. Savran’a (1998: 9) göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üretimde yaygın hale gelen montaj hattına dayalı kitle üretimi (fordizm) beraberinde bir kitle tüketimi gerektirdiği için, kapitalist devlet sermaye birikiminin çıkarları açısından tüketimi artırma yolunda önlemler almak ihtiyacını hissetmiştir. İşte yüksek ve yükselen ücretler ve “sosyal devlet” talebi yüksek tutmaya yönelik Keynesci devlet müdahalesi ve geniş bir kamu sektörü hep bu politikaların parçasıdır. Sosyal devlet anlayışını öne çıkaran bu yönüyle Keynesyen ekonominin,

kapitalist ekonominin

de

“sosyal

sınıfları koruduğu

ve

desteklediği” yönünde yorumlara karşı çıkan Savran’a göre, “sosyal devlet” ya da “refah devleti” olarak anılan olgu, esas olarak kapitalizmin işçi sınıfı

26

mücadeleleri ve sosyalizm karşısında bir öz savunma stratejisinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Savran, konuyla ilgili olarak şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Keynesci devlet müdahalesi, kapitalizmin liberal/piyasacı ekonomi politikaları yüzünden iki savaş arasında yaşanan büyük depresyonda içine düştüğü sefaletten çıkarılan derslerin bir ürünüdür. Keynesci politikalar esas olarak devlet harcamalarının genişletilmesi ve kısılmasına yaslanan, kısa dönemli konjektürel sarsıntıları yumuşatmaya yönelik politikalardır. “Sosyal devlet” ya da “refah devleti” olarak anılan olgu bambaşka bir gelişmenin ürünüdür. Esas olarak kapitalizmin işçi sınıfı mücadeleleri ve sosyalizm karşısında bir öz savunma stratejisinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir yandan Ekim Devrimi’nin Sovyetler Birliği’nde işçilere ve emekçilere getirdiği yadsınamaz bazı kazanımlar (tam istihdam, eğitim, sağlık, konut, yaşlılık gibi alanlarda güvence vb.) bir yandan da 30’lu yıllarda prestiji sarsılan kapitalizme karşı çeşitli ülkelerde (Fransa, ABD, İspanya vb.) yükselen işçi mücadeleleri karşısında, kapitalizmin sınıf mücadelesini yumuşatma amacıyla gerçekleştirdiği bir tedbirler bütünüdür.” (Savran, 1998: 9). Kazgan da (1995: 42) benzer bir yorumla sosyal devlet anlayışının komünist rejim karşısında bir subap sayıldığını belirtmektedir. Kazgan’a göre bu durum her yerde serbest piyasayı sosyalleştirirken devlete yükler getirmekte ve devletin büyümesine yol açmaktadır.

2.4.

Yeni Dünya Düzeni ve Neoliberal Politikalar İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya, 1917 Ekim Devrimi ile

kurulan SSCB’nin, Doğu Bloğunda genişlemesi ile iki ideolojik kampa ayrılmıştır ve dünya politikasını temelde bu kamplaşma belirlemektedir. İkinci Dünya

Savaşı’nın

sonundan,

1970’li

yılların

başına

kadar

dünya

ekonomisinin çizgisi, savaş sonrası koşullarının, kurumsallaşmalarının ve Soğuk Savaş’ın kamplaşmasının etkisinde oluşmuştur (Kazgan, 1995: 46). Dönemin en karakteristik özelliklerini, yüksek oranlı iktisadi büyüme, istikrarlı

27

bir ekonomi ve sürekli genişleyen kamu kesimi oluşturmuştur. Bu olumlu atmosfer içinde hiç bir hükümet kamu harcamalarını kısmayı ve kamu kesiminin büyümesini sınırlamayı düşünmemiş, doktriner olarak da kamu sektörünün büyümesine itirazlar olmamıştır. “Gelişmiş kapitalist ülkelerde genişlemeci Keynesci ekonomi politikaları, az gelişmiş ülkelerde de bunun yanı sıra korumacılık, uzun genişleme dönemi boyunca, global olarak burjuvazinin çıkarlarına cevap verebilmiştir” (Dursun, 2001: 99). Savaş sonrası beklentilerin aksine hızlı bir sermaye birikimi sürecinin ve dünya ölçeğinde yaşanan büyümenin yaşandığı uzun genişleme dönemi, 1960’ların sonuna doğru sekteye uğramaya başlamıştır. Kapitalist ekonomi, uzun bir genişleme döneminin ardından bu kez de İkinci Dünya Savaşı sonrasının en ağır bunalımı olan 1974 - 1975 kapitalist ekonomik bunalımı ile karşı karşıya kalmıştır. Giderek derinleşen bunalım, aynı önceki bunalım dönemlerinde olduğu gibi devletin ekonomik işlevlerinde de değişimi gerektirmiş ve kapitalist ekonomi için bir yeniden yapılandırmayı gerekli kılmıştır. 1930 bunalımının ardından Keynesyen ekonomi politikalarına sarılan dünya kapitalizmi, girdiği bu yeni bunalımdan sermayenin yeni dönem ihtiyaçlarına

karşılık

verecek

şekilde

yeniden

yapılanarak

çıkmaya

çalışacaktır. Kapitalizmin giriştiği bu yeniden yapılanma süreci, ekonomik olduğu gibi

yeni

bir

siyasal

ve

ideolojik

hegemonyanın

kuruluşunu

da

simgelemektedir. Kapitalist ilişkilerin dünya ölçeğinde giderek daha fazla belirleyici hale geldiği bu aşamada, devletin kamusal hizmetlerden geri çekildiği ve ekonomik alan dışında toplumsal alanın da piyasa güçlerinin belirleyiciliğine bırakıldığı bir sürece geçilmiştir. “Yeni Dünya Düzeni” kavramı, yeni liberalizm, özelleştirme ve “esneklik” kavramlarıyla birlikte kapitalizmin bu yeni evrede girmiş olduğu yeni yolun simgesi haline gelmiştir (Savran, 1998: 8). Bu doğrultuda, yeni liberal ekonomi politikaları ve öğretiler güç kazanmaya başlamıştır. 1970’lere kadar uzanan göreceli istikrarlı dönemin

28

bunalımla sekteye uğraması ile birlikte Sovyet Bloğunun dağılması da kapitalist ekonomide yeniden yapılanma hareketinin temel bileşenlerini oluşturmaktadır. Bu durum, uluslararası alandaki mevcut politik dengeyi sarsmış ve ABD tarafını temsil eden kapitalizm ve SSCB tarafını temsil eden komünizm arasındaki politik ve ekonomik rekabeti, ABD lehine çevirmiştir. Yeni yolu inşa etme girişiminde ilk iş, bir dönem sermaye birikimi sürecinde işe yarayan ancak şimdi kapitalist gelişme önünde engel oluşturan eski bağlardan koparak, yeni ekonomi politikalarını inşa etmek, sermayenin çıkarlarına uygun bir çözüm aramaktır. Yeni liberal politikalar çerçevesinde devletin ekonomide oynayacağı rol ise sermayenin çıkarlarına yanıt olacak biçimde yeniden tanımlanmalıdır. Bu bağlamda ilk hamle, Keynesyen ekonomi politikaları anlayışında desteklenen kamu sektörünün tasfiyesi olmuştur. Dünya kapitalizminin yaşadığı krize yanıt olarak özelleştirme, deregülasyon, liberalizasyon ve piyasalaştırma süreçlerine hız verilmiştir. Bu yeniden yapılanma sürecinde, devletin işlevlerinin de yeniden tanımlandığına dikkat çeken Kazgan’a (1995: 43) göre, “Yeni Ekonomik Düzen”in

temel

öğretisel

öğesi,

evrensel

düzeyde

serbest

piyasa

ekonomisine geçiş, bütün ülkelerin dünya pazarlarıyla bütünleşmesi ve malsermaye-hizmet

hareketlerinin

tam

serbestleşmesiyle

küreselleşmenin

gerçekleştirilmesidir. Bu amaçla, ithalat ve ihracat dış ticaret koruma politikalarının etkisinden arındırılacak, fiyat sübvansiyonları kaldırılacak, paraların konvertibilitesi sağlanacak, devlet tekelleri kaldırılacak, kamu teşebbüsleri dolaşımındaki

özelleştirilecek, kamu

mallar

müdahaleleri

gibi de

hizmetlerin

kaldırılacaktır.

ve

sermayenin

Böylece

dünya

ekonomisi, katılanları özel girişimler olan piyasalarına rekabet koşullarının egemen olduğu ve dürtüsünün kâr olduğu bir alana dönüşecektir. Devletlerin ekonomik müdahaleleri ortadan kalkacağı için, özel girişimler kendi rekabet güçlerine göre kazanacak ya da kaybedecektir; rekabet koşulları verimliliği ve kârlılığı artıracaktır. Özetle, Yeni Ekonomik Düzenin hedefi, görünüşte devletlerin asli görevleri dışında rolünün kalmadığı ve çok küçüldüğü, özel

29

girişimin dünya ekonomisiyle rekabet koşullarında bütünleştiği bir dünya ekonomik düzeni yaratmaktır (Kazgan, 1995: 43). Neoliberalizmin

ana

vurgusu

ekonomide

devlet

müdahalesini

reddetmek ve mümkün olan en az düzenleme ile serbest piyasa ekonomisinin geliştirilmesidir. Gerek ekonomik büyüme ve kalkınma gerekse refah artışı, bu politikalara göre ancak serbest piyasa ekonomisi tarafından en üst düzeye çıkarılabilir. Dolayısıyla neoliberal iktisat politikaları şu üç ana unsuru içerir: • Tüm piyasaların serbestleştirilmesi, • Piyasa ve kurumlar üzerindeki kuralların kaldırılması (deregülasyon) veya en aza indirilmesi, • Kamu işletme ve hizmetlerinin özelleştirilmesi. Sözünü

ettiğimiz

neoliberal

politikaların

dünya

çapında

yaygınlaştırılması politikasının baş aktörü ABD olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya ekonomisinin gidişini, ekonomik güçlerinin büyüklüğüyle belirleyen en güçlü aktör konumuna yükselen ABD, bu yapılanması ile merkezin lideri konumunda bulunmaktadır. ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması (GATT) ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) gibi kurumlarla kararların alınması ve denetlenmesi sürecini

sağlamakta ve kontrol etmektedir. Sözü edilen

kararların

serbest

temel

yaygınlaştırılması

özü, ve

devlet

piyasa

ekonomisinin

müdahalelerinin

en

dünya aza

çapında indirilmesi

politikalarından oluşmaktadır. Piyasaların serbestliği ve devlet müdahalesinin en aza indirilmesi, değişim yolundaki engelleri kaldıran ve değişimi hızlı ve güçlü kılan önemli araçlardır. Merkez dışındaki dünyanın Merkez’den farkını ortaya koyabilmek için diğer ülkeleri “çevre” olarak tanımlayan Kazgan’a (1995: 38) göre, çevre ülkeler, 1960’lı yıllarda bir takım kazanımlar elde etmiş olsalar da Merkez asıl

30

üstünlüğünü, 1980 ve 1990’lı yıllarda çevre ülkelerin içine düştüğü borç krizi ile elde etmiştir. Petrol krizini izleyen yıllarda, Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerin hesapsız borçlanmasıyla, karşılıklı diyalog yerini daha çok uluslararası kredi kurumları yoluyla Çevre’ye kabul ettiren Merkez taleplerine bırakmıştır.

2.4.1. Özelleştirme Kavramı 1970 yılında yaşanan kriz sonrasında neoliberal iktisatçılar, krizden kurtulmanın

yolunun,

serbest

piyasa

mekanizmasına

tekrar

işlerlik

kazandırılması, bu çerçevede devletin ekonomik yaşamdaki yerinin ve rolünün daraltılması olduğunu savunmuşlardır. Bu bağlamda özelleştirme, bu düşünce akımlarının ileri sürdüğü görüşlerin hayata geçirilmesini sağlamak için kullanılan bir iktisat politikası aracı olarak gündeme gelmiştir. Özelleştirme, özellikle gelişmiş ülkelerde, devletin iktisadi yaşamdaki rolünü azaltmak ve özel sektörün dinamizminden yararlanarak, kaynak kullanımında etkinliği arttırmak için kullanılan bir politika aracı olarak hayata geçirilirken, yıllarca korumacı piyasa koşulları içinde, ithal ikameci modelle sanayileşmeye çalışan gelişmekte olan ülkeler için, bütün bir ekonomik yapının yeniden şekillendirilmesinin aracı olarak görülmüştür. 1980’li yıllardan bu yana özelleştirme gerek gelişmiş, gerekse az gelişmiş ülkelerin gündemindeki en önemli konu haline gelmiş, kamu kesimi borçlanma gereğinin azaltılmasından, demokratikleşmeye kadar birçoksorunun çözümü, bu sözcüğe endekslenmiştir. Terim olarak özelleştirmenin kapsamına bakıldığında dar ve geniş olmak üzere farklı kapsamlarda tanımlar yapılabilmektedir. A. Şinasi Aksoy’a göre özelleştirme dar anlamıyla, “mülkiyeti ve yönetimi kamuya ait olan iktisadi birimlerin özel sektöre devri” olarak tanımlanmaktadır (aktaran

31

Dursun, 1994: 108-109). Geniş anlamda özelleştirme ise daha içeriklidir. Buna göre:

1. Devletin mülkiyeti kendine kalmak üzere bazı mal ve hizmet üretiminin belli aşamalarının veya tamamının özel kuruluşlarca yerine getirilmesidir. 2. Devlet bazı mal ve hizmet üretiminin satış bedellerini maliyetinin altında düzenleyerek, farkı devlet bütçesinden desteklemektedir. Özelleştirme, kaldırılması,

“sübvansiyon” gerçek

bedelin

adı

verilen

alınması

bu

uygulamaların

uygulamalarını

da

içermektedir. 3. Deregülasyon türü uygulamalarda ise devlet

ya bir mal ve

hizmetin üretimindeki kamu tekelini ortadan kaldırmakta ya da fiyat belirleme ve denetleme yetkisini kullanmaktan vazgeçerek, fiyatların oluşumunu piyasa koşullarına bırakmaktadır. Ve yine terim olarak özelleştirme: a. Piyasa mekanizmasının kabulü ve planlamanın terki, b. KİT’lerin özel girişime devri, c. Regülasyonlardan yani devletin piyasaları düzenlemek üzere yaptığı müdahalelerden vazgeçilmesi, d. Kamu hizmetlerinde devletçe üretim yerine ihale ile özel girişime verilmesini kapsayacak geniş bir içeriğe sahiptir. Bu çerçeve içinde özelleştirme, bir bütün olarak devletin iktisadi faaliyetlerinin sınırlandırılmasını ve ekonomide piyasa güçlerinin etkili kılınmasını ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Murdock’a

göre

‘özelleştirme’

en

genel

anlamıyla

pazarın

genişletilmesine ve girişimcilerin pazarda artan bir serbestlikle hareket edebilmelerine

yönelik

devlet

müdahalelerini

kapsamaktadır

(aktaran

32

Kejanlıoğlu, 2004: 82). Devlet mülkiyetindeki kuruluşların özel girişimlere satılması, pazarları rekabete açarak serbestleştirme ve liberalleştirme girişimi,

devlet

sektöründeki

kuruluşların

içeriden

tecimselleştirilmesi

(ticarileştirilmesi) ve deregülasyon ya da kuralların kaldırılması olarak anılan ama aslında tecimsel çıkarları öne çıkaracak biçimde yeni kuralların getirilmesi, özelleştirme hareketinin ya da deregülasyonun farklı boyutlarıdır. Yeni

liberal

ekonomi

politikalarının

önemli

bir

parçası

olan

özelleştirme, merkez ve çevre ülkelerde farklı nedenlerle/gerekçelerle gündeme gelmiştir. Kazgan’a (1995: 96) göre, özelleştirmenin evrensel boyutta gündeme gelmesi iki nedenle olmuştur. Bunlardan birincisi 1980’li yılların başında dış borç krizlerinin patlamasıyla borç faizlerini ödeyemez duruma düşen çevre ülkelerin borç ödeyebilir duruma gelmesidir. Çevre ülkelerde faaliyet gösteren kamu şirketlerinin hisseleri borç ana paraları karşısında satılmak yoluyla borçlarına bir indirim sağlanmaktadır. Bu bağlamda özelleştirme, borç yükü yüksek olan ülkelerde borç baskısı aracı olarak kullanılmıştır. Kamu hisselerinin satışı aynı zamanda merkez ülkelerin kâr hadlerini artırmak için de önemli bir yol olmuştur. Özelleştirmenin evrensel boyutta gündeme gelmesinin ikinci nedeni ise serbest piyasa ekonomisine geçiş, böylece ‘bütünleşen dünya’da rekabet koşullarının eşitlenmesi, devlet müdahalesi ve desteklerini en aza indirmektir. Bu ülkelerdeki özelleştirme uygulamaları, yerli sermayenin kârlılığını artırmayı ve ekonominin dış rekabet gücünü yükseltmeyi hedeflemektedir (Kazgan,1995: 100). Dursun’a (2001: 94) göre ise özelleştirme politikaları sermayenin gelişimi ve sürekliliği açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Buna göre kapitalizmin ekonomik özünü belirleyen temel olgu, üretilen mal ve hizmetlerin daha büyük bir bölümünün giderek genişleyen pazara girerek, değişime katılmasıdır. İşte özelleştirme politikalarının sermayenin gelişimi ve sürekliliği ile yaşamsal bağı bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü özelleştirme:

33

a.)

Kapitalizmin

sermayenin

kâr

üçüncü hadlerini

büyük artırmak

bunalımını

aşma

sürecinde,

için yeni alanlar arayarak

küreselleşmesi, b.) Ulus-devletin ekonomik senyoraj haklarını - yeni dünya düzeninin isteklerine uygun bir şekilde- uluslararası ekonomik örgütlere/aktörlere devretmesi yönündeki dayatmaların en önemli parçasıdır. Kuramsal olarak özelleştirme uygulamalarının iki ana kavrama bağlı olduğu söylenebilir (Kepenek, 1990: 146): Bunlardan birincisi, özel mülkiyetin kamu mülkiyetine üstünlüğü diğeri ise rekabet olanaklarının sağlayacağı yararlardır. Bu bağlamda özelleştirme yanlılarına göre ekonomik süreçlerde, mülkiyet olgusu bağımsız ve tarafsız olmalıdır. Çünkü özel mülkiyet, mülk sahibine mülkünü etkin bir biçimde kullanma olanağı sağlar ve ekonomik kaynaklar yalnızca bu çerçevede en verimli ve en etkin biçimde kullanılır. Özel sektörün, kaynak kullanımında, kamu sektörüne göre daha etkin olduğu iddia edilir. Bu bağlamda özel mülkiyetin, kamu mülkiyetine üstünlüğü vardır. Özelleştirme savunucularına göre özel mülkiyet doğal olarak rekabeti getirir. Özelleştirme ile serbest rekabet düzeni içinde kıt kaynakların optimal dağılımı gerçekleşir, bu da toplumsal refahın optimizasyonunu sağlar. Özelleştirme, serbest piyasa ekonomisindeki bireyin ekonomik (rasyonel) davranışı varsayımına, piyasa mekanizmasının sağlıklı işleyişi ve kaynakların rasyonel kullanımı gerekçelerine dayandırılmaktadır. Bu görüşe göre, piyasa mekanizmasının gerektirdiği kurallardan bağımsız çalışan Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT), tekelci konumları ve uyguladıkları fiyat, yatırım ve benzeri politikalarla piyasa mekanizmasının işleyişini engellemektedirler. Kârlılık ve verimlilik kriterlerinden uzak bir anlayışla çalışan KİT, bütçe üzerinde de baskı oluşturmakta, KİT açıklarının mali piyasalardan Hazine aracılığı ile karşılanması ise kaynakların dağılımını engellemektedir. Bu bağlamda özelleştirmenin en kuvvetli gerekçesini, özel sektörün kaynak kullanımında, kamu sektörüne göre daha etkin olduğu iddiası oluşturmaktadır. Özelleştirme ile verimlilik ve kârlılık göstergelerinde artış sağlanacağı savı, kamu

34

mülkiyetinin tabiatı gereği verimsiz çalışmaya neden olduğu şeklindeki bir ön kabule dayanmaktadır. Özelleştirme, 1980’li yıllardan itibaren gelişmişlik derecelerine bağlı olmaksızın, 60’dan fazla ülkede uygulanmış, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar kredi verme koşullarını, ülkede piyasa ekonomisi kurallarının geçerli olması için gerekli idari düzenlemelerin yapılmasına, kamu girişimciliğinin alanının

daraltılmasına

bağlamışlardır.

yönelik

Özelleştirmenin

önlemlerin özellikle

uygulamaya

gelişmekte

konulmasına

olan

ülkelerde

uygulanmasında IMF ve Dünya Bankası’nın önemli etkileri vardır. Bu kuruluşlar,

ellerindeki

yaptırım

gücüyle

özelleştirmeyi

ve

paralelinde

neoliberal politikaları gelişmekte olan ülkelere dayatmışlardır. Örneğin IMF’nin uluslararası alanda para piyasalarında kredi arayan ülkeler için önerdiği kârlılık (istikrar) politikalarının belirleyici öğesi, kamu harcamalarının azaltılması ve sermaye kaynaklarının özel girişim eliyle etkin kullanımının sağlanmasıdır (Kepenek, 1990: 149).

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRK BASIN SEKTÖRÜNÜN EVRİMİ

1980’li yıllar Türkiye ekonomik ve siyasal yaşamının birçok alanında olduğu gibi kitle iletişim alanında da büyük bir dönüm noktasıdır. 1980’lerin dünyası artık “Yeni Dünya Düzeni” anlayışının çeşitli yöntemlerle dikte ettiği liberal uygulamaların hakim olduğu bir dünyadır ve bu düzen içinde temel politika yöntemleri olan özelleştirmeler, deregülasyon ve artan tekelleşme medya alanında da en ileri düzeyde uygulama alanı bulmuştur. Çalışmanın bu bölümünde Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de uygulanan ekonomi politikaları hakkında kısa bir bilgi verilecektir. Türkiye’de basının gelişmesi ekonomi politikaları ışığında incelenecek ve özellikle 1980’li yılların ardından medyadaki mülkiyet ve sahiplik yapısı bağlamındaki değişimler ön planda tutulacaktır.

3.1.

Türkiye’de Ekonomi Politikalarının Kısa Tarihi 29 Ekim 1923 tarihinde, Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle kurulan Türkiye

Cumhuriyeti, bir yandan devraldığı ekonomik yapının bazı unsurları ile birlikte yaşamak zorunda kalırken bir yandan da yeni ekonomi politikaları uygulamaya koymuştur. Dönemin ekonomi politikalarını yönlendiren temel yaklaşımlardan birisi, “milli iktisat” kavramı etrafında bütünleşen devletten özerk bir burjuva sınıfı - “milli burjuvazi” yaratma ve sanayileşme/kalkınma fikri olmuştur. “Milli iktisat okulunun korumacı ve dolayısıyla sanayileşmeci yönelimleri bu dönemde Lozan Antlaşması ile gümrük politikasına konan engeller yüzünden arka plana düşmüştür ancak aynı okulun devlet desteği ile bir yerli ve milli burjuvazi “yetiştirilmesi”ni kalkınma ve modernleşmenin temel mekanizması olarak gören yaklaşımı, 1923 sonrasının iktisat politikalarına ve

36

atmosferine tamamen damgasını vurmuştur. Türkiye’de girişimci bir sınıf oluşturmak, Cumhuriyet dönemi ulusal kalkınma programlarının temel hedeflerinden biri olmuştur (Boratav, 2003: 40). 1923-29 yılları arasında devlet, özel girişimi teşvik etmek için yoğun çaba harcamıştır. Bu bağlamda 17 Şubat 1923’te, İzmir’de toplanan İzmir İktisat Kongresi’nden çıkan en temel sonuç, Türkiye’nin büyük bir hızla kalkınabilmesi için girişimci bir sınıfın yaratılması gerektiğidir. Bu çerçevede, devletin her türlü teşvik ve özendirmelerin yanı sıra yerli sanayicinin oluşabilmesi için belirli önlemleri alması gerektiği düşünülmüştür. Bu amaçla yapılanların başında, devlet tekelleri kurularak daha sonra bunların işletmesini özel sektöre devretmek gelmektedir. 1929 yılına gelindiğinde birçok ülkeyi etkileyen ekonomik bunalımla birlikte Türkiye, özgün dinamikleriyle ulusal bir gelişme sürecine girmiştir. Nitekim Boratav (2003: 57), ulusal bir ekonomi oluşturma sürecinin kalıcı ve ciddi bir biçimde 1930 sonrasında başladığını belirtmektedir. 1930 yılından sonra

tüm

dünyada

devletçi,

müdahaleci

ve

korumacı

politikalara

yönelinmeye başlanmış; Türkiye de bu doğrultuda hareket ederek, bunalımdan çıkmak ve iktisadi genişlemeyi sağlamak amacıyla çeşitli tedbirler almıştır. 1930 yılından itibaren, ülkenin ekonomik kalkınmasında istenilen hedeflere ulaşılması için özel sektörün yanında devletin de ekonomik alanda daha aktif rol oynaması gerektiği düşüncesi kabul görmeye başlamıştır. Boratav’a (2003: 59) göre, 1930-39 döneminde iktisat politikaları bakımından iki belirleyici özellik vardır: Korumacılık ve devletçilik. İç pazarı yabancı rekabetinden korumak ve sanayi için yükselen bir pazara, ticaret sermayesi için de yeni iş olanakları yaratmaya yönelik bir politika, 1930 sonrasında geliştirilmiştir. İlk sanayileşme dönemi olarak nitelendirilebilecek bu yıllarda Türkiye ekonomisinin dışa kapanarak, devlet eliyle bir milli sanayileşme denemesi içine girmiş olduğu söylenebilir. Bu yılları kapitalist gelişme yılları olarak değerlendiren Irmak’a (1992: 38) göre, bu dönemin temel yaklaşımı “özel sektör”, burjuvazi yaratmaktır ve

37

onu korumak için bütün ekonomik etkinlikler, temelde özel girişimciliği desteklemeye yöneliktir. 1930’lu yıllarda girişilen sanayileşme hamlesi, İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz etkileriyle kesintiye uğramış yerini savaş ekonomisine bırakmıştır. Ülke ekonomisi savaşa katılmadığı halde, doğrudan ve dolaylı nedenlerle savaştan kötü etkilenmiştir. Savaşla birlikte artan harcamalar, savaş öncesinde başlayan planlama çalışmalarının ve sınai yatırım programlarının ertelenmesine neden olmuştur. 1950’li yılların ekonomi politikalarına iç dinamiklerin yanı sıra dış dinamikler açısından belirleyicilik kazandıran önemli bir başka gelişme de İkinci Dünya Savaşı’nın ardından değişen dünya dengeleridir. Savaş sonrasında kapitalist sistemin yeni lideri olan ABD, dünyanın nasıl örgütleneceğini artık tek başına belirleyebilecek güce sahiptir. Keynesyen refah devleti politikalarının terk edilmesi ve neoliberal ekonomi politikalarının egemenliğinde serbest piyasa ekonomisine geçilirken, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak kalkınma modelleri hayata geçirilmektedir. Bu kapsamda üçüncü dünya ülkelerine yönelik olarak Amerikan kaynaklı yatırımlar artmakta, dış yardım ve krediler “kalkınma” için önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. 1944 yılında kurulan IMF parasal konularda, Dünya Bankası yatırım konularında, GATT ise uluslararasıticaret alanında ABD’nin yönlendirdiği kuruluşlar olarak faaliyet göstermektedir. 1947 yılında savaş sonrasında Avrupa ekonomilerini “kalkındırmak” için hazırlanan bir program olan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkenin kullandığı Marshall yardımı devreye sokulmuştur. Yine 1947 yılında hazırlanan Truman Doktrini ile ABD, "komünizm tehdidi" altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamıştır. Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde yardım almaya başlayan Türkiye’ye gönderilen uzmanlar ekonomi politikasında kesin bir dönüşüm önermektedirler. Bu durum, Türkiye’nin yeni ekonomi politikasının oluşumunda ABD’nin belirleyici rol oynamasına olanak sağlamıştır. 1950’li yılında Türkiye’nin gümrük tarifeleri

38

dışındaki koruma önlemlerini büyük ölçüde kaldırması, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütü gibi uluslararası kapitalizmin savaş sonunda kurulan üst organlarına üye olması, ABD politikalarının Türkiye ekonomi politikaları üzerindeki etkisini gösteren önemli olaylardır. “Ülke içi gelişmelerin dış etmenlerle tamamlanması sonucu Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletçi sanayileşme politikasını terk etmiştir. Bu eşanlı etkileşim, ekonomi politikası olarak devletçiliğin yerini özel girişimciliğe bırakması sonucunu vermiştir” (Kepenek, 1990: 31). 1946 yılında tek parti döneminin sona ermesi ve 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte Türkiye, ekonomik ve politik olarak yeni bir gelişme dönemine girmiştir. Boratav’a (2003: 94) göre, 1946 yılına siyasi olduğu kadar iktisadi bakımdan da bir dönüm noktası kazandıran özellik 16 yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde artırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye başladığı, dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımlarıyla ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmesi olmuştur. Kronik açıklar nedeniyle dışa bağımlı hale gelen ekonomik yapı, bu dönemin bir armağanı olarak, Türkiye ekonomisinin kalıcı bir özelliği olma niteliğini kazanacaktır. 1950’lerin ikinci yarısına gelindiğinde ekonomide yaşanan tıkanıklık, 1958 yılında alınan istikrar tedbirleriyle aşılmaya çalışılmış ancak kriz giderek tırmanmış; ekonomik güçlüklerin yanı sıra ülkede siyasal ve toplumsal gerginliğin

artması

sonucunda

27

Mayıs

1960

askeri

müdahalesi

gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs 1960’dan sonra siyasal-toplumsal düzeyde olduğu gibi, ekonomik politikalar açısından da yeni bir döneme girilmiştir. Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanının idamı ile başlayan süreç, yeni bir Anayasa ve önceki dönemin genel ekonomik felsefesinden farklı ekonomi politikaları ile devam etmiştir.

39

1963 yılında, 1963-1967 yıllarını kapsayan ilk Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanmıştır. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planına göre özel sektör ucuz kredi, yatırım teşvikleri ve dış rekabetten korunma gibi politikalarla desteklenecek, kamu yatırımları da ülkenin ekonomik kalkınma hedeflerine ulaştırılması doğrultusunda belirli bir plan ve program dahilinde yapılacaktır. Bu çerçevede, 1950’li yıllarda yurt dışından ithal edilen tüketim malları, 1960’lı ve 1970’li yıllarda desteklenmeye çalışılan özel sektör sayesinde yerli sanayiciler tarafından üretilmeye çalışılacak ve bu yolla aşırı ithalattan kaynaklanan döviz darboğazı aşılmaya çalışılacaktır. Bu bir anlamda yerli sanayicinin korunmasına ve iç pazarın genişletilmesine dayalı ithal ikameci sanayileşme politikasının uygulanması anlamına gelmektedir. Hazırlanan uzun ve kısa dönemli kalkınma planları çerçevesinde ekonomi, içe dönük bir sanayileşme sürecine girerken, girdilerde dışa bağımlılıktan dolayı, 1970’lerin ortalarından itibaren ekonomik bunalıma girilmiştir. İthal ikameci model tıkanmaya başlarken, ekonomide planlı ve müdahaleci yaklaşım da terk edilmektedir. Ekonomik bunalıma siyasal bunalımın da eşlik ettiği dönem, sonraki yılları derinden etkileyen 24 Ocak kararları ve 12 Eylül 1980 darbesi ile sona ermiştir. Ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan köklü değişimlerin yaşandığı 1980 yılı, Türkiye’de kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinin başlangıcı olarak kabul edilir. 1980’ler artık Özallı yıllardır ve Turgut Özal, 1980’li yıllar boyunca iktisat politikalarının belirlenmesinde baş aktör konumundadır. Özal’ın hazırladığı ve “24 Ocak kararları” olarak anılan yeni ekonomik istikrar programı ile ithal ikameci sanayileşme stratejisinden ihracata yönelik sanayileşme

stratejisine

geçilmektedir.

24

Ocak

kararlarının

önemli

maddeleri arasında devletin ekonomi içindeki payının azaltılması, dış ticaret serbestleştirilmesi ve yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi gibi liberal ekonomi politikaları yer almaktadır. 24 Ocak’tan sonra devamlılık kazanacak olan devalüasyonların ilk adımı 25 Ocak’ta atılmıştır. Yabancı sermayeye yeni teşvik ve kolaylıklar sağlanan bu dönemde, ihracatı teşvik

40

edici, ithalatı kolaylaştırıcı önlemler alınmıştır. Ancak ihracata dayalı bu tercihler, 1989 yılında iflas etmiş, 1989 yılında finans hareketlerinin bütünüyle serbestleştirilmesiyle birlikte Türkiye ekonomisi, 1994’teki büyük mali krize sürüklenmiştir.

3.1.1. Türkiye’de Özelleştirme Uygulamaları Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de neoliberal ekonomi politikalarının en önemli unsurlarından biri özelleştirme uygulamaları olmuştur.

Özelleştirmenin,

özelleştirme

sürecinin

Türkiye’deki

ekonomide

uygulamalarına

serbestleşme

ve

baktığımızda, liberalleşme

doğrultusunda kararlar alındığı 1980’lerde başladığını görmekteyiz. Türkiye’de devletin ekonomik yaşama zorunlu olmadıkça girmemesi, devletçe gerçekleştirilen ekonomik faaliyetlerin de zaman içinde özel kesime devredilmesi prensibi, aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzanmaktadır. Ancak Türkiye ekonomisinin 1930 ve 1974 arasındaki yaklaşık yarım yüzyılı, denetimli bir rejim altında geçirdiğini söyleyen Kazgan’ın (1995: 165) da belirttiği gibi, dönemlere göre denetim derecesi ve yöntemleri farklı olsa da, kaynak dağılımı ve gelir bölüşümünün tam “serbest piyasa güçleri”ne göre oluşumuna olanak bırakılmaması, bütün dönemlerin ortak temeli olmuştur. Bu da ekonomide devletin kararlarının ağır bastığı, denetimin devletin elinde olduğu bir devletçilik anlayışını beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda iç pazara yönelik sanayileşme stratejileri uygulanmış özellikle KİT, bu stratejide önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan süreçte, güçlenen özel sermayenin daha özgürlükçü bir yaklaşım isteği çok partili yaşama geçişle birlikte daha da somutlaşmış ve yoğunlaşmıştır (Kepenek, 1990: 31). Savaş sonrasında ABD’nin giderek güçlenmesiyle, Türkiye’nin de gerek askeri strateji gerekse politik yönelim olarak ABD’ye yaklaşma eğilimi

41

güçlenmektedir.

Truman

Doktrini

ve

Marshall

Planı

uygulamaları

çerçevesinde Türkiye’ye gönderilen ABD’li uzmanlar, ekonomi politikalarında kesin bir dönüşüm önermektedirler. Ülke içi gelişmelerin dış etmenlerle tamamlanması sonucu Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ‘devletçi’ sanayileşme politikasını terk ettiğini ve ekonomi politikası olarak devletçiliğin yerini özel girişime bıraktığını söyleyen Kepenek (1990: 31), bu değişimi şöyle özetlemektedir:

“Savaş sonrasında ekonomi politikası tartışmalarının özünü ekonomide kamu kesiminin yeri oluşturdu. Sonuçta, iş başındaki hükümet, devletçilik politikasını yeniden tanımlama gereği duydu. “Yeni devletçilik” olan bu yaklaşıma göre hükümet, özel girişimciliği desteklemeli; ülkenin yönetimi ve güvenliğiyle kamu hizmeti dışında kalan ekonomik faaliyet alanlarında özel kesimin güçlenmesi ve bu süreçte yerli ve yabancı sermayeden yararlanılması sağlanmalıydı. Yine de ekonominin planlı ve programlı gelişmesi öngörülüyordu.” Kepenek, aynı zamanda yeni devletçilik anlayışının sürdürülmesinde ABD ile yürütülen ilişkilerin de önemli bir faktör olduğunu ifade etmektedir. Buna göre ABD’li uzmanlar yalnız özel girişimciliğe önem verilmesini istemekle kalmıyor aynı zamanda yepyeni bir ekonomi politikası da öneriyorlardı. ABD’li uzmanlara göre, Türkiye, ağır sanayi alanlarında yeni yatırım yapmamalıydı. Demiryolları yerine kara yollarına önem vermeliydi. İç ve özellikle dış ticarette serbestlik egemen kılınmalıydı. Yerli ve yabancı sermayeye olanaklar sağlanmalıydı. Türkiye’nin mali yardımları içeren Marshall Planından yararlanması, ekonomi politikasında yapılacak olan bu köklü değişikliklerden geçiyordu (Kepenek, 1990: 32). Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen ilk yıllarda, dönem dönem özel sektör önderliğinde büyümeyi amaçlayan liberal politikalar izlemiş olsa da bu konuda asıl gelişme, genel ekonomi politikalarında kesin bir dönüşümü simgeleyen 1980’lerde gerçekleşebilmiştir. Türkiye ekonomisinde bu yapısal dönüşüm, 24 Ocak 1980 istikrar tedbirleri ile başlamıştır ve Amerika’da Başkan R. Reagan, İngiltere’de Başbakan M. Teatcher öncülüğünde

42

savunusu yapılan neoliberal politikaların Türkiye’deki baş aktörü Turgut Özal olmuştur. 24 Ocak tedbirlerinin mimarı Turgut Özal’ın önerdiği tedbirler paketi ile dışa açık, özel sektör öncülüğünde büyüyen, devletin küçültülmesini ve ekonomiden tamamen çekilmesini hedefleyen programlar uygulamaya konulmuş, bu programlar Dünya Bankası’nın yapısal uyum kredileri ile desteklenmiştir. 1980’lere gelindiğinde 1960’lı yıllardan beri izlenen ithalata yönelik sanayileşme politikası terk edilerek, ihracata yönelik sanayileşme politikasına yönelinmiş, ekonomide serbestleşme ve liberalleşme doğrultusunda kararlar alınarak uygulamaya konulmuş, kârlılık ve verimliliğin arttırılması, kaynak dağıtımında maksimizasyonun sağlanması ve sermayenin tabana yayılması amaçlarına yönelik olarak KİT’in özelleştirilmesi süreci başlatılmıştır. 1985-1989 yıllarını kapsayan Beşinci Kalkınma Planı ve 1990-1994 yıllarını kapsayan Altıncı Kalkınma Planlarında, KİT politikalarında büyük farklılaşmalar görülmektedir. Örneğin Beşinci Kalkınma Planında, KİT yatırımlarının

enerji,

madencilik,

ulaştırma,

haberleşme

sektörlerinde

yoğunlaşması öngörülmekte önceki kalkınma planlarının aksine KİT’in sanayileşmedeki önceliği bir yana bırakılmaktadır. Kepenek bu gelişmeyi, KİT’in sanayileşmedeki önceliğinin özel girişime ya da piyasa koşullarının kendiliğinden gelişmelerine bıraktığı yönünde değerlendirmektedir (Kepenek, 1990: 38). Beşinci Kalkınma Planının KİT’i ilgilendiren bir diğer önemli yanı da özel sektörün yeterli olduğu alanlarda yeni yatırımlardan kaçınılması ve KİT’e bağlı bazı işletmelerin hisse senetleri yoluyla halka açılmasının sağlanmasıdır. Altıncı Kalkınma Planında ise ekonomide benimsenen liberal anlayışa uygun olarak, planın temel amaçları ve politikaları kapsamında; büyümenin serbest rekabet ortamında ve özel kesimin dinamizminden azami ölçüde

yararlanılarak

gerçekleştirilmesi,

aynı

zamanda

özel

kesim

yatırımlarının imalat sanayiinde ve özellikle ihracata yönelik sektörlerde yoğunlaşmasının özendirilmesi hedeflenmiştir. Bir plan ilkesi olarak yabancı

43

sermaye ile ortak yatırım yapılmasının benimsenmesi Altın Kalkınma Planı ile ilk kez gündeme getirilmiştir (Kepenek, 1990: 38). 1980’li yıllara kadar sanayileşme hamlesinin önemli bir parçası olan KİT, 1980’e dek izlenen ithal ikameci politikaların terk edilmesi ve üretim sürecinde tercihli olarak özel sektörün ön plana çıkması ile işlevselliğini yitirmeye başlamıştır. Kepenek’e (1190:35) göre “KİT’in sanayi alanında yeni yatırımlara girişmemesi, başlanmış yatırımların olanak ölçüsünde bir yana bırakılması 1980’li yılların ana politikası olmuştur.” KİT’ler, zamanla ekonomide çok ağırlıklı oldukları, devletin sırtında yük oldukları, verimli olmadıkları gibi eleştirilerle özel sektörü yücelten liberal söylemcilerin eleştiri odağı haline gelmiştir ve KİT’lerin ekonomi içindeki varlığının hafifletilmesi hatta tamamen kaldırılması özelleştirme politikalarının önemli bir parçası olmuştur.

3.2.

1950’lere Kadar Türk Basın Sektörünün Gelişimi Osmanlı Devleti’nin imparatorluk üzerine kurulmuş olan mutlakıyetçi

yapısı, basının gelişme çizgisinde önemli bir rol oynamış ve Osmanlı’da basın, sıkı denetime tabi olan bir siyasal ortamın elverdiği ölçüde gelişme gösterebilmiştir. “Osmanlı aydınlarının 19. yüzyıldan itibaren halka ulaşmada büyük

umut

bağladıkları

gazetecilik,

devletin

sıkı

denetimi

altında

gelişememiştir” (Alemdar ve Erdoğan, 1988). Osmanlı basınının gelişme çizgisinde, önemli rol oynayan diğer bir köşe taşı da İmparatorluğun kapitalizmle geç tanışmasıdır (Alemdar, 1999: 1). Türk milli burjuvazisinin ekonomik zayıflığı ile yabancı sermayeye bağımlılığı, Türk basının Batı dünyasına göre geç ortaya çıkmasına yol açmıştır. İmparatorluk sınırları içerisinde yaşayan çeşitli etnik azınlıklar, 18. yüzyılın başından beri kendi dillerinde gazetelerini çıkarmaktayken Osmanlı Devleti, ilk resmi gazetesini 1831 yılında çıkarabilmiştir. Özellikle Osmanlı’nın son döneminde Fransızlar, Osmanlı İmparatorluğu hakkında sürekli bilgi

44

akışı sağlamak, iktisadi ve siyasi faaliyetlerine yön vermek üzere basından yararlanmışlardır. Osmanlı Büyükelçiliği

dönemi tarafından

basının

ilk

Fransızca

örneği, olarak

1795

tarihinde

yayınlanan

Fransız

Bulletin

des

Nouvelles’dir. Fransızların 1795’te gazete yayınlama amacı, Osmanlı İmparatorluğu’nda haberleşmenin gelişmesi, bilgi akışının hızlanması değil, 1789 Devrimi’nin cumhuriyetçi fikirlerinin “Doğu’da” yayılmasıdır (Alemdar, 1999: 3). Bu gazeteyi yine aynı elçiliğin 1796’da çıkarttığı Fransızca Gazette Françeise de Constantinople adlı yayın organı izlemiştir. Fransızca üçüncü gazete, 1821 yılında, İzmir’de, Alexandre Blacque adında bir Fransızın yayımladığı Le Spectateur Oriental’dir. Aynı dönemde Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın çıkarttığı Vekayi-i Mısriye, yarısı Türkçe yarısı Arapça yayınlanan bir diğer gazetedir. Bu ilk denemelerin yabancı çıkarlarının Osmanlı İmparatorluğu’nda ne boyutlara ulaştığının önemli bir göstergesi olduğuna dikkat çeken Alemdar (1981: 108), şu yorumda bulunmaktadır:

“Ekonomik etkinlikleri, Osmanlı toplumundan farklı dil ve kültürleriyle yabancılar daha hiçbir Türkçe gazete çıkmazken bu ülkede yabancı dilde bir gazete çıkarabilecek ve bunu yaşatabilecek ortam bulmuşlardı. Başka bir deyişle Osmanlı toplumu, içinde bulunduğu gelişme durumunda böyle bir haberleşme aracına ihtiyaç duymazken, Avrupalı tüccarlar ve onların Türkiye’deki ortakları, etkinliklerinin ne boyuta ulaştığını haberleşme araçlarıyla da kanıtlıyorlardı.” Süreci yine ekonomi politik temelli değerlendiren Raşit Kaya’ya (2000: 638) göre de “Osmanlı İmparatorluğu’na ilk modern kitle iletişim aracı gazetenin girişi, ülkenin yeni bir aşamaya geçmekte olan kapitalizmle eklemlenme sürecinin- bir bakıma küreselleşme olgusunun bir ürünüdür.” Türk basınında öncü olan ilk gazete Takvim-i Vekayi, 1831 yılında dönemin padişahı II. Mahmut’un desteğiyle yayın hayatına başlamıştır.

45

Haftada bir defa yayınlanmak üzere, resmi bir gazete olarak kurulan Takvim-i Vekayi, resmi tebliğ ve haberlerin yayınlandığı; mali açıdan da dönemin hükümetine bağlı olan bir gazetedir. Bu yapısı ile gazete, bir nevi devletin resmi sözcüsü niteliğindedir ve yayınlanan makaleler esas olarak devletin görüşlerini yansıtmaktadır. Türkçe ikinci gazete, William Churchill adlı bir İngiliz’in 1840’da, İstanbul’da çıkardığı Ceride-i Havadis’tir. Agah Efendi’nin çıkardığı ve sonradan İbrahim Şinasi’nin de katıldığı ilk özel gazete, Tercüman-i Ahval’dir. Şinasi daha sonra bu gazeteden ayrılarak 1862’de Tasvir-i Efkar’ı kurmuştur. 1864 yılından sonra Türk basını önemli bir gelişme kaydetmiş, yayımlanan gazete ve dergilerin sayısı artmıştır. İstanbul’dan sonra İmparatorluğun çeşitli yerlerinde de Türkçe gazeteler yayın hayatına başlamıştır. 1850’ye gelindiğinde bu iki Türkçe gazete dışında Fransızca, İtalyanca ve çeşitli azınlık dillerinde İstanbul’da toplam 16 gazete yayınlanmaktadır. 1864 - 1908 yılları arasında yaşanan dönem, Türk basınında sansür uygulamaları ile yaşanan bir suskunluk dönemi olarak adlandırılabilir. Gazetelerin aralarında sürdürdükleri tartışmalar, toplumsal, yönetimsel ve askeri konularla ilgili yazıları, eleştirileri başka ülkelerde olduğu gibi Osmanlı hükümetini de bu haberleşme aracı karşısındaki tutumunu belirlemek zorunda bırakmıştır (Alemdar, 1981: 109). II. Abdülhamit döneminde ilk basın yasası sayılacak olan 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi çıkarılmıştır. 1852 tarihli Fransız Basın Yasası temel alınarak hazırlanan bu Nizamname, hapis ve para cezalarının yanı sıra, gazeteler için geçici ya da süresiz kapatma cezaları da getirmektedir. Bu uygulama sonucu İstanbul’da çıkan gazetelerin sayısı dörde düşmüştür. Basına uygulanan sansürler, 1867’de Sadrazam Ali Paşa tarafından hazırlanan Ali Paşa Kararnamesi ile devam etmiş, basına karşı sert

46

uygulamalar ve çeşitli kısıtlamalar getirilmiştir. Güngör (1999: 177), bu kısıtlamaları şöyle yorumlamaktadır:

“Aslında bütün bu kısıtlama çabalarının amacı çok açıktır: 17’nci yüzyılda doğduğu andan itibaren Batı’nın siyasal ve toplumsal gidişine önemli ölçüde yön veren bu ürünün, Osmanlı’da giderek benzer bir misyon üstlenmeye başladığı, bunun da mevcut siyasal sistem için ne denli büyük bir tehlike oluşturduğu anlaşıldığı içindir ki daha yolun başında buna engel olma çabası içine girilir.” 1908 yılına kadar Osmanlı’da gazetecilik sıkı bir sansüre tabidir ve muhalif bir basının pek çok engeli aşması gerekmektedir. Bu engeli aşmada önemli bir dönemeç, 24 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet olmuştur. II. Meşrutiyet ile doğan özgürlük ortamı, basının bir nebze de olsa soluk almasına olanak sağlamıştır. Çıkartılan gazete ve dergi sayısında bir anlamda patlama yaşanmıştır. 25 Temmuz 1908’de, sansürün kaldırılmasıyla birlikte artan sayı ve etkinliğiyle günlük basın, bu dönemin siyasal tartışmalarında ve kamuoyu oluşturmada önemli bir rol üstlenmiştir. “Çok uzun yıllar Batı örneğinde bir haberleşme aracına gereksinim duymayan Osmanlı toplumu, yönetimin kontrolü bir süre için ortadan kalkınca, söylemek istediklerini gazeteler aracılığıyla anlatmaya çalışmıştır” (Alemdar, 1981: 110). 1908 devrimini izleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarındaki dönemde basın üzerindeki baskı ve kontrol yönetimi yeniden kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı yıllarına gelindiğinde ise basının “ulusallaşma” sürecinde itici güçlerinden biri olarak kullanıldığı görülmektedir. Cumhuriyet’in ilk yılları, yeni bir rejimin kurulması çerçevesinde devlet kontrolünün her alanda yaygın olarak uygulandığı yıllardır. Haberleşme de bu kontrolün içindedir. Türk basını, Cumhuriyet rejimi ile birlikte sıkı bir düzenleme rejimine tabi olmuş, kendisine gösterilen alanın dışına çıkmaya başladığı anda bastırılmıştır. Bir ölçüde serbest bırakılan İstanbul basını, gelişmeler

47

karşısında sesini çıkartma yürekliliği gösterdiğinde hemen baskı altına alınmıştır (Alemdar, 1981: 109). 4 Mart 1925 yılında, Şeyh Sait ayaklanmasından bir ay sonra, Takrir-i Sükun Kanunu4 kabul edilerek, basın üzerindeki baskılar daha da ağırlaştırılmış, İstanbul ve Anadolu’da yayın yapan değişik eğilimden muhalif yayınlar birer birer kapatılmıştır.

Basın üzerindeki bu baskı ve kontrol,

Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında geçen tek parti döneminde de devam etmiştir. 1931 yılında Bakanlar Kurulu’na doğrudan gazete kapatma yetkisi veren Matbuat Kanunu ile ülkenin genel politikasına aykırı yayın yasağı getirilmiştir. Gazeteci Erol Önderoğlu (2004: 67), Kanun ile ilgili olarak şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Basına temel olarak kendi politikalarını desteklemek görevi biçen iktidar, basını sıkı bir denetime tabi tuttu. Hilafeliği destekleyen, devrimleri eleştiren yazılara izin verilmediği gibi, sol siyaset de “Kemalist çizgi” ile sınırlandırıldı. Bu dönemde sivil toplumun özellikle liberal, tutucu ve İslamcı güçleriyle sol eğilimli düşünceleri çeşitli önlemlerle suskun kılmaya zorlandı. Bu suskunluk Basın Kanunu’nda yapılan değişikliklerle de kurumsallaştırıldı” İkinci Dünya Savaşı yıllarında, siyasal iktidarın basın üzerindeki denetimini ve güdümünü sağlayan yasal düzenlemelerden bir başkası da 14 Temmuz 1938’de yürürlüğe giren Basın Birliği Kanunu ile oluşturulan Türk Basın Birliği’dir. Bu Kanun’un amacı, basının iç sorunlarını çözmeye ilişkin araçlar belirlemek

iken, Türk Basın Birliği, basını siyasal iktidarın

hakimiyetine sokan bir organ olmuştur (Önderoğlu, 2004: 69). Görüldüğü gibi 1950’lere kadar geçen dönemde, Osmanlı’dan bu yana Türk basını çeşitli sansür ve baskı mekanizmalarıyla sürekli olarak kontrol ve denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Basın üzerinde baskılayıcı bir kontrol 4

4 Mart 1925’te kabul edilen 578 sayılı “Takrir-i Sükun Kanunu’nda şu öngörülüyordu: “İrtica ve isyana ve memleketin sosyal nizamını, huzur ve sükununu, güvenlik ve asayişini bozmaya yönelen her türlü teşkilatı, tahrikleri, teşvikleri, teşebbüsleri ve yayınları, hükümet, Cumhurbaşkanı’nın onayıyla yasaklamaya yetkilidir. Sanıkları hükümet, İstiklal Mahkemelerine verebilir (Önderoğlu, 2004: 66).

48

rejimi, Osmanlı’dan bu yana Türk basınını biçimlendiren temel unsurlardan biri olmuştur. Bu kontrol rejimi şemsiyesinde basın, daha çok iktidarın belirli mesajlarını halka iletmekte bir araç olarak kullanılmıştır.

3.3.

Çok Partili Dönemde Türk Basını Çok partili dönemin basın açısından ayırt edici özelliği, geniş halk

kitlelerine hitap eden ve kısa zamanda yüksek tirajlara ulaşan yayınların ortaya çıkmasıdır. 1950’li yıllarda çok partili hayata geçiş ile renklenen siyasi yaşam, teknolojik gelişmeler ve giderek güçlenmeye başlayan sermayenin medyaya yönelik yatırımları, basının da farklı bir mecraya doğru akmasına neden

olmuştur.

Bu bağlamda

1950’li

yıllarda basın

sektörü, fikir

gazeteciliğinden kitlesel gazeteciliğe doğru evrilmeye başlamaktadır. Kitle gazeteciliğine yönelik olarak en esaslı girişim, Sedat Simavi’nin 1948’de çıkardığı Hürriyet gazetesi olmuştur. Hürriyet gazetesi, bol resimli, ilgi çekici, magazine ve spora ağırlık veren yayın anlayışıyla Türk basını ve gazeteciliğinde bu anlamda bir ilk olmuş ve bundan sonraki yıllarda örnek alınmıştır. Gazetenin ilk çıkışında 30 bin olan tirajı olağanüstü bir hızla artmış, 1951’de 100 binin üzerinde, sonraki yıllarda yarım milyon ve bir milyon tiraja ulaşabilen ilk gazete olmuştur. 1950’de kurulan Milliyet gazetesi de Hürriyet gibi kitlesel ve ticari basına doğru evrilme sürecinin önemli simgelerinden biri olmuştur. 1950’den sonra gazete satışları, haberciliğin getirdiği ivme ile daha da hızlı bir artış sürecine girmiş, 1950’de ülkedeki bütün satılan gazete sayısı 300 bin iken, 1956’da 1 milyon, 1970’de 2 milyon, 1978’de ise 3 milyon sınırlarını aşmıştır. Kitlesel gazeteciliğe geçişle gazeteler, içerik olarak da önemli bir dönüşüme uğramıştır. Haber ve sayfa tasarımı olarak bol resimli, ilgi çekici, magazine ve spora ağırlık veren haberlere ağırlık verilmeye başlanmıştır. Gazetecinin yani muhabirin öneminin 1945’ten itibaren çok partili sisteme

49

geçilmesi üzerine artmaya başladığını ve haberin ön plana çıktığını belirten Koloğlu’na göre bu durum, gazetelerde halkı ilgilendiren haberlerin ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Çok partili dönemle birlikte gazetelerin özellikle içerik olarak değişime uğradığına dikkat çeken Koloğlu (2004: 26), “Babıâli dönemi” olarak adlandırılan dönemin farkını şu ifadelerle anlatmaktadır:

“Babıâli döneminde, genelde gazetenin sahibi daima gazetecilikten gelmiş biriydi. Meslek dışından gelmiş bile olsa, yayının başında mutlaka deneyimli bir gazeteci bulunurdu. Bu sahip çoğu zamanda gazetenin başyazarı idi. Birinci sayfa büyük oranda onun yorumuyla dolar, dolayısıyla okuyucu da gazeteyi o başyazarın adıyla anardı. Tek parti iktidarı döneminde muhabir ön plana çıkamaz, sahip/başyazarın çizgisine uygun haberler sunmakla uğraşırdı.” 1940’lı yılların sonu ve 1950’lerin başında ilk kez kitle gazetesi bağlamında değerlendirilebilecek gazetelerin doğuşuna tanık olunması, siyasal yaşamda simgesel meşruiyet gereksinimlerinin artışına da işaret etmektedir. Kapitalizmin yeniden biçimlendiği savaş sonrası dönemin gelişmeleri Türk basınının yapısında da yansıma bulmaktadır (Kaya, 2000: 640). 1950’ler bu anlamda bir milat sayılabilir çünkü bu dönemde artık Türk basının mülkiyet ve sahiplik yapısı olarak bir dönüşüme uğramaya başladığını söylemek mümkündür. Nitekim, 1940’lı yılların sonlarından itibaren basın dünyası, ticaret-siyaset-ekonomi ilişkilerinin belirlediği bir dönüşüm sürecine girmiş, yayın organları, devletle/hükümetle ilişkilerin farklılaşmasına paralel olarak içerik, finansman ve teknoloji açısından dönüşüm geçirmiştir. “Hem iç pazara dönük yüksek büyüme stratejileri sonucu reklam pastasının büyümesi hem gazete basım teknolojisindeki gelişmeyle tirajın artması, hem de ulaştırma, haberleşme altyapılarındaki gelişmeyle daha çok okuyucuya ulaşma zemininin yaratılması, medyadan para kazanmanın yolunu açmıştır” (Sönmez, 2004: 108). Tüm bu gelişmelerde Demokrat Parti hükümetinin ekonomi ve siyasette liberal düzenlemeleri savunması büyük ölçüde etkili olmuştur.

50

1950’lerin Türkiye’sinde uygulanan ekonomi politikaları ışığında devletin koruması ve desteği ile güçlenen, etki alanını genişleten iş çevreleri artık uygulanan politikaları belirleme olanağına sahiptirler. Özellikle 19231950 yılları arasında sürekli olarak özendirilmeye ve teşvik edilmeye çalışılan sermayedar kesim, artık belirli bir sermaye birikimine ulaşmıştır. 1950 yılında Demokrat Parti tarafından hazırlanan Basın Kanunu, gazete yayınlamayı izne tabi olmaktan çıkarmıştır. 13 Haziran 1952’de Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetleri Düzenleyen Yasa ile ilk kez basın çalışanları sosyal güvence altına alınmıştır. Bu Kanunla gazeteciler sendika kurma hakkına kavuşmuştur. Demokrat Parti hükümetinin göreceli özgürlük ortamı çok uzun sürmemiştir ve başlangıçta yaratılan özgürlük havası yavaş yavaş dağılmaya başlamıştır. “Neşir Yoluyla veya Radyoyla İşlenecek Cürümler Hakkındaki Kanun”, basın özgürlüğünü geniş ölçüde kısıtladığı gibi, ileride önemli tartışmalara yol açacak olan “ispat hakkı”nı ortadan kaldırmıştır. Bu tarihten sonra birçok gazeteci ve basın organı hakkında çok sayıda dava açılmıştır. 1958’e gelindiğinde açılan dava sayısı 1161’e yükselmiş, 238 kişi hüküm giymiştir. Baskıcı yasa ve uygulamaların eleştiri hakkını ortadan kaldırdığı bu dönemde, denetim ve kontrol aracı olarak önemli bir uygulama da resmi ilanlar uygulaması olmuştur. 1958’de resmi ilan ve reklamların devlet tekelinde yapılması uygulamasına geçilmiştir. DP iktidarı, iktidara yakın olan bazı gazetelere kağıt tahsisi ve resmi ilan verme yoluyla ekonomik destek vermiştir. Bu uygulama ile “besleme basın” tartışmaları da ortaya çıkmıştır. 29 Kasım 1960’da Basın Kanunu’nun birçok maddesi değiştirilmiştir. DP döneminde tartışma konusu olan “ispat hakkı” tanınmıştır. Basının kendini denetlemesi amacıyla Basın Ahlak Yasası kabul edilmiştir. “Besleme basın” ortadan kaldırılarak, resmi ilanların dağıtılması konusu yeniden düzenlenmiş ve Basın İlan Kurumu oluşturulmuştur.

51

1980’lere doğru Türk basını teknik alanda da büyük bir atılım yaşamıştır ve teknik alandaki yenileşme, tipo baskıdan ofsete, siyah-beyaz fotoğraflardan renkli fotoğraflara, elektronik dizgi makinelerine geçişle vücut bulmuştur. Bu dönemin ardından Türk basınında gerek teknik gerekse içerik bakımından ilerleme ve gelişme artarak sürmüştür. Teknolojik alanda yaşanan bu gelişme elbette ki salt kendi içinde bağımsız bir anlam taşımamakta

bir

simgelemektedir.

anlamda Günlük

sosyal

yaşam

formasyonda

pratiklerini

da

yeniden

bir

değişimi

düzenleyebilen,

biçimlendirebilen teknoloji temelli bu yoğun gelişmelerin diğer bireysel ve toplumsal ilişkileri de dönüştürmekte ve bir anlamda yeniden kurmakta olduğunu söyleyebiliriz (Kaya, 2000: 634). Teknolojik sıçramanın sağladığı olanakların kitle iletişim araçlarını günümüzde her zamankinden daha güçlü kıldığını ifade eden Kaya (2000: 634), şu yorumda bulunmaktadır: “Bu niteliksel dönüşümleri kısaca ifade edebilmek için kitle iletişim kurumunun -yazılı, işitsel, görsel- basın olarak söz edilen bir evresinden medya olarak anılan yeni bir evresine geçildiğini söyleyebiliriz. Bu yeni evrenin ayırt edici özelliği, kitle iletişim araçlarının işlevlerinin çok gelişmesi ve basın döneminde önde gelen işlev olan topluma bilgi ve haber aktarımının bu araçlarla gerçekleşen diğer sembolik üretimler yanında ikincil bir konuma itilmesidir.”

3.4.

1980’lerin Ardından Günümüz Medyasının Genel Görünümü: 1980’li yıllar, Türkiye siyasal yaşamının birçok alanında olduğu gibi

kitle iletişim alanında da büyük bir dönüm noktasıdır. 1980’lerde başlayan süreç, 1990’lı yıllarda yaşanan gelişmelerle birlikte Türkiye’de medyayı tümüyle

farklı bir alana

taşımıştır. Türkiye’de, medya

sektöründeki

yoğunlaşma 1990’lı yıllardan itibaren büyük bir ivme kazanmış, gazeteci ailelerin kontrolünün söz konusu olduğu “geleneksel medya sahipliği”, yerini

52

medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının egemen olduğu “yeni medya sahipliğine” bırakmıştır (Adaklı, 2001: 145). Bu gelişmeleri kuşkusuz ki gerek ülkenin kendine özgü koşulları çerçevesinde gerekse de dünya ölçeğinde değerlendirmek gerekmektedir. 1980’lerin dünyası artık “Yeni Dünya Düzeni” anlayışının çeşitli yöntemlerle dikte ettiği liberal uygulamaların hakim olduğu bir dünyadır ve bu düzen içinde temel politika yöntemleri olan özelleştirmeler, deregülasyon ve artan tekelleşme medya alanında da en ileri düzeyde uygulama alanı bulmuştur. 1980’lerden itibaren Türkiye de tam liberal yapıya yönelmektedir ve ekonomide liberal uygulamalara ağırlık verilmektedir. 24 Ocak kararlarıyla birlikte

IMF

ve

programlarında

Dünya devletin

Bankası piyasadan

gibi

kuruluşlar

başlayarak

da

yapısal

geleneksel

uyum

müdahale

alanlarından çekilmesini ve medya alanında içinde bulunduğu sektörlerde özelleştirme uygulamalarına hız verilmesini önermektedirler. Bunun

yanı

sıra

1970’li

yıllarda

iletişim

ve

enformasyon

teknolojilerinde yaşanan devrim niteliğindeki gelişmelerin tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de medya sektörünü yakından etkilediği göz ardı edilmemelidir. Medyanın hızlı değişiminde iletişim teknolojilerinde ortaya çıkan gelişmelerin açık etkisi ve sanayileşme etkisi belirleyicidir (Ekzen, 1999: 86). 1970’lere gelindiğinde iletişim ve enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, bir teknolojik devrimden söz ettirecek düzeydedir. Enformasyon işlemcilerinin ve gösteri-sunum aygıtlarının ayrı ayrı gelişmesi bir yana, bilgisayar sistemleri, telekomünikasyon altyapısı ve iletişim araçlarının bütünleşmesi ya da birleşmesi aşamasına gelinmiştir. Bu aşamada iletişim sektörü içinde köklü bir değişme gerçekleşecek dolayısıyla bu sektörün yeniden tanımlanması gerekecektir (Kejanlıoğlu, 2004: 23-24). Türk medyasında yaşanan gelişmelerin küresel ölçekte yaşanan dönüşümlerden bağımsız ele alınamayacağına dikkat çeken Adaklı (2001: 146) da iletişim alanında, dünya çapında yaşanan gelişmelerin, Türkiye’ye yansımalarını şu şekilde değerlendirmektedir:

53

“Şirket evliliklerinin ve çapraz mülkiyetin başatlık ettiği yeni sahiplik biçimi, gezegenin tamamında farklı bir iletişim ortamına işaret etmektedir. İnternetten dijital televizyona kadar pek çok teknolojik yenilikle beslenen iletişim endüstrisi, giderek yeni bir ekonomik, politik ve kültürel ortamın başat unsuru haline gelmektedir. Türkiye de bu gelişmelerden payını almakta, medya sektörü ülkemizde de geleneksel sermaye gruplarının göreli üstünlüklerini sarsmaya başlamaktadır. Öte yandan büyük medya grupları yalnızca bu alanla sınırlı kalmamakta, finanstan enerjiye kadar pek çok farklı alanda dikey ve yatay olarak birleşmektedir.”

3.4.1. Medya Sahipliğinin Değişen Yapısı Türkiye’de 1980’lerde başlayan süreç, 1990’lı yıllarda medya alanını tümüyle farklı bir alana taşımıştır. Medyadan para kazanma, yeni basım teknolojisinin ithalatının yapılabildiği ve ekonomik gelişmenin hızlandığı İkinci Dünya Savaşı sonrası mümkün olmuştur. Hem iç pazara dönük yüksek büyüme stratejileri sonucu reklam pastasının büyümesi, hem gazete basım teknolojisindeki gelişmeyle tirajın hızlanması, hem de ulaştırma, haberleşme altyapılarındaki gelişmeyle daha çok okuyucuya ulaşma zeminin yaratılması medyadan para kazanmanın yolunu açmıştır (Sönmez, 2004: 108). Dünya ölçeğinde medya endüstrileri, 1960’lardan itibaren özellikle ABD’de ivme kazanan elektronik sektöründeki gelişmelerle bağıntılı olarak yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ve bir dizi neoliberal politikanın işlerlik kazanması sonucu büyük bir pazar payını ele geçirirken, Türkiye’de de benzer bir durumla karşı karşıya kalınmıştır (Adaklı, 2001: 157). 1990’lı yıllar, Türkiye’de özel - ticari TV kanallarının sayısının hızla arttığı yıllar olmuştur. Yeni bir uydu kapasitesinin gündeme gelmesi ve ucuzlaması gibi teknik olanaklar da bu eğilime ivme kazandırmıştır. Avrupa’da görülen çapraz mülkiyet, Türk medyası için de geçerli olmuş, zaman içinde gazete sahipleri TV yayıncılığı piyasasında da faaliyet göstermeye başlamıştır.

54

Öte yandan, 1980’li yıllara oranla daha çoğulcu bir yapı arz eden yazılı medya, bu yıllarda yaşanan bir takım gelişmelerden sonra özellikle mülkiyet, maliyet ve finansman açılarından çok ciddi değişimlere uğramıştır. 1980 sonrasında değişen bu medya ortamının en önemli unsuru, mülkiyette ve alanda yatırım yapan sermayenin niteliğine ilişkindir. Geleneksel medya sahipliği, yerini medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının egemen olduğu yeni medya sahipliğine bırakmış; medya sektörünün dışında kalan çeşitli sektörlerdeki sermaye grupları, yatırımlarını bu alana yöneltmişlerdir. Türkiye’nin iktisat politikası tercihlerinde radikal değişikliklere gittiği bir dönemin başından yani 1980’lerden itibaren, Türkiye’de önce yazılı basından başlayarak ekonomik bir faaliyet alanı olarak medyalar alanında sermayenin yatırımları da giderek artmaya başlamıştır. Nitekim Türkiye’nin 1980 sonrasının iktisat politikaları tercihleri içinde özellikle de yatırım tercihleri içindeki önemli iki sektör turizm ve haberleşmedir. Bu sektörlerden haberleşme yatırımları alanında özellikle kamunun gerçekleştirdiği yatırımlar, medya endüstrisinin 1985 sonrası yatırımları açısından en önemli yatırım bileşenlerinden biri olacaktır (Ekzen, 1999: 89). 1980’li yıllarda uygulanan iktisat politikalarının mantığına uygun bir şekilde alınan kararlar, medya sektöründe “geleneksel” yapılanmayı değişime uğratacak bir takım gelişmelerle sonuçlanmıştır. Örneğin 1980’e kadar basına devlet tarafından çok yüksek bir sübvansiyonla verilen gazete kağıdındaki uygulama, 24 Ocak 1980 tarihinde kaldırılmış ve basın sektöründe faaliyet gösteren teşebbüsler o güne kadar karşılaşmadıkları oranlarda büyük maliyetlerle karşı karşıya kalmışlardır. Devlet tarafından alınan bu karar, aslında genel ekonomik politikalardaki değişim sürecinin, medyaya ilk yansıması niteliğini taşımaktadır (Geçgil, 2005). Bu aşamadan sonra özellikle basın sektöründe bir elenme sürecine girilmiştir. Finansal açıdan güçlü olan, reklam ve ilan geliri elde edebilenlerin piyasada kaldığı, diğerlerinin ise piyasadan çekildiği veya el değiştirdiği bir süreç başlamıştır. Gerçekten de bu süreç içerisinde, sektörün şartlarına uyum gösteremeyen

55

eski oyuncuların bir bölümü sektör dışında kalmıştır. Bunların yerini alan yeni sermaye gruplarının benimsediği kurallar da esasında dünya ölçeğinde yeniden yapılanmakta olan ekonominin ve teknolojik olanakların medya şirketlerine dayattığı büyüme kurallarından farklı değildir. Buna göre medyanın olası bütün alanlarına dikey, yatay ve çapraz büyüme yoluyla nüfuz etmek ve medyanın sinerjisinden yararlanmak başlıca kural veya yöntem olarak belirginlik kazanmaktadır. 1980’li yıllardan 1990’lara kadar uzanan süreçte medya kuruluşlarının basın dışı alandan aktarılan ve daha çok bankacılık ve müteahhitlik sektörlerinden kaynaklanan sermaye ile bütünleştiği görülmektedir. Bu bağlamda medya kuruluşları, salt yayıncılık dışında da her türlü enformasyon üretimi ve dağıtımını kapsayan bir çeşitlilik içinde ve tümüyle piyasa koşullarına göre faaliyet göstermeye başlamışlardır. Basın giderek basit üretim teknikleriyle, ucuz girdilerle, sübvansiyon ve resmi ilanlar gibi kaynak transferleriyle çalışabilen küçük sermaye gruplarının yaşama şansının azaldığı bir alan haline gelmiştir. 1990’lı yılların ortalarında artık meslekten gazeteci patronların sektördeki hakimiyeti zayıflamaya başlamıştır. Doğan Tılıç (1999: 245-246), “eski” ve “yeni” arasındaki farkı şu ifadelerle değerlendirmektedir: “...geleneksel medya sahibi, çoğunlukla aileden gazeteci ve ailenin gazetesinde yıllarca çalıştıktan sonra gazetenin sahibi ve yöneticisi olmuş bir kişi. Gazetecilik, bu kişilerin tek işi. Geleneksel sahipler yalnızca patron değil çoğunlukla gazetelerinde çalışanların meslekteki ustaları da. Yeni medya sahipliği ise aslında bu sektöre yabancılar. Gazetecilikle geçmişte hiçbir ilişkisi olmamış bir zengin, yeni sahip. Onca birikimi, değişik işleri ve şirketleri olduğu halde, neden çok da kârlı olmayan medya sektörüne girdiği sorusuna verilen yanıt ise hep aynı: Kişisel, siyasi ve ekonomik çıkarlar için daha da güçlenmek ve şirketlerinin önünde bütün kapılarının açılmasını sağlayabilmek!” Tılıç’ın medyaya yönelik “neden kârlı olmadığı halde yatırım yapılan alan” sorusuna verdiği cevaba benzer bir yorum da Mustafa Sönmez’den

56

gelmektedir. Sönmez’e (2004: 110) göre, medya dışında faaliyet gösteren sermayenin kârlı olmasa da, bu dala yatırım yapanlara maddi kazancın dışında sunduğu başka faydalar ve getiriler vardır. O da kitlelere ulaşabilme, onlara istenen mesajı verebilme, etkileyebilme, böylece bir iktidarın kullanma, paylaşma, bu gücü rakiplerine, siyasi erke karşı gereğinde bir savunma ya da saldırı aracı olarak kullanabilme olanağıdır:

“1980’ler Türkiye’sinde sermayenin medyaya girişini özendirecek yeterli neden oluşmuştu. Neydi bu neden? Dördüncü gücü paylaşma, siyasi çevrelerde itibar görme ve gerektiğinde elindeki silahı, savunma, yeri gelince saldırı amaçlı kullanma bu sayede diğer sektörlerdeki yatırımların etkinliğini arıtma, devlet teşviklerinden ve diğer rantlardan öncelik kapma, medyayı grubun banka ve şirketlerinin reklamında kullanma, medyayı kullanarak pazarlama faaliyetlerini artırma, finans sektörünün gözde olduğu 1980 sonrası dönemde itibar, güven isteyen finansçılıkta medyadan yararlanma... ” “Babıali’den İkitelli’ye” başlıklı çalışmasında, Türkiye’de 90’larla birlikte ivme kazanan medya alanına dönük yatırımlardaki hareketliliğin nedenlerini araştıran Hakan Tuncel de (1994: 37) başka alanlarda yatırım yapan sermayenin medyaya yatırım yapmasının arkasında ayrı ayrı duran ama birbiriyle bağlantılı üç neden olduğunu söylemektedir: (A)

1. Kitle iletişim araçlarının dördüncü güç olduğu paradigması, 2. Siyasi çevrelerde itibar/baskı, 3. Toplumsal denetim,

(B)

4. Diğer sektörlerdeki riskli kapitalin riskinin azaltılması, 4. Kredi alımlarında ve devlet ihalelerinde nüfuz,

(C)

6. Reklam harcaması yapmak yerine gazete çıkarmak/ radyo TV kurmak, 7. Pazarlama, 8. Para ticareti,

57

Bu üç gruptaki nedenlerin ayrı ayrı değil topluca geçerli olduğuna dikkat çeken Tuncel, medyadaki holdingleşmeyi “sermayenin doğasındaki büyüme eğilimi”ne bağlamaktadır. Bu değerlendirmeye göre tüm büyük gazeteler ve TV kanalları, holding-banka-medya zinciri içinde yer almaktadır ve bunun nedeni, sermayenin doğasındaki büyüme eğiliminin, bir TV kanalı ya da bir radyo istasyonu kurmakla, hatta sadece medya alanında yatırım yapmakla doyurulamamasıdır. Reklam gelirleri ne kadar artarsa artsın, medya ancak endüstriyel kompleks haline geldiğinde ya da bir endüstriyel kompleksin içinde yer aldığında sermayesini büyütebilir (Tuncel, 1994: 37). Raşit Kaya (1999: 643) ise medyaya yatırım yapan sermayedeki bu değişimi iki etmene bağlamaktadır. Bunlardan ilki özellikle televizyon kanalı sahibi olmanın sağladığı prestij ve güç ile sermaye grubunun diğer alanlardaki maddi çıkarlarını geliştirme potansiyelidir. İkinci önemli etmen de, eski durumun tam aksine, bundan böyle medya alanına yapılacak yatırımların çok yüksek bir kârlılık oranını doğrudan sağlama potansiyelidir. Kaya’ya göre, 1980’lerde gelinen süreçte medya grubu kavramı artık sadece birden çok yayın organı sahibi olan bir kuruluşu değil, medya ve medya ile bağlantılı olan ya da öyle varsayılan -matbaacılık, reklamcılık, dağıtım, organizasyon, halkla ilişkiler, tanıtım hatta eğitim, turizm vb. birçok alanda mal ve hizmet üretimini faaliyet konusu olarak ele alan kuruluşlardır. Basın dışı

alanlardan

aktarılan

ve

daha

çok

bankacılık

ve

müteahhitlik

sektörlerinden kaynaklanan sermaye ile bütünleşen medya kuruluşları, salt yayıncılık dışında da, her türlü enformasyon üretimi ve dağıtımını kapsayan bir çeşitlilik içinde ve tümüyle piyasa koşullarına göre faaliyet göstermeye başlamışlardır. Daha başlangıcından itibaren bir ticari ve sanayi etkinlik olarak işleyen kitle iletişimi, günümüzde ekonominin en geniş ve en dinamik dolayısıyla sermayenin en gözde sektörlerinden birisi haline gelmiştir. Medya alanında geniş nüfuzlu bir mülkiyetin, sermaye sahibinin diğer sanayi ve hizmet sektörlerindeki girişimlerini desteklemeye ve sürdürmeye yardımcı olduğunu belirten Pekman’a göre diğer sektörlerden veya sanayi-

58

hizmet faaliyetlerinden farklı olarak medyanın sahip olduğu “kültür üretimi ve dağıtımı” işlevi bu tür bir holdingleşme içinde medyanın neden kilit sektör olarak öne çıktığını açıklar niteliktedir (aktaran Geçgil, 2005). Bununla birlikte medya, toplumsal düzende gereksinim duyulan haber, bilgi, eğlence gibi mesajların üretildiği ve dağıtıldığı bir başka değişle toplumsal iletişimin sağlandığı merkez olarak yaşamsal bir öneme sahiptir. Böyle bir alanda mülkiyet, ticari açıdan bakıldığında stratejik bir tercihtir. Nitekim, gerek dünya ölçeğinde küresel medya şirketlerinin, gerek ülke ölçeğindeki medya holdinglerinin sahip oldukları medya kuruluşlarından yararlanma biçimleri bu stratejinin ipuçlarını vermektedir. 90’lı yılların başı itibariyle Türk basın sektöründe faaliyet gösteren gazeteler ve grupların kısa öyküleri şöyledir: Güneş Gazetesi: Yukarıda sözü edilen süreçte Babıali dışından en etkili giriş, 1982’de Libya’da inşaat işlerinden önemli kazançlar sağlayan, aynı zamanda Hisarbank ve Odibank’ın sahibi bulunan Kozanoğlu-Çavuşoğlu Grubu’nun, Güneş gazetesini kurmalarıyla gerçekleşmiştir. Güneş gazetesi yeni medya sahipliği bağlamında daha sonraki yıllarda sıkça görülecek olan ticaret, banka ve gazete üçlüsünün önemli bir örneğini teşkil etmektedir. Gazete bu üçlü finans bileşeninin banka ayağında meydana gelen bir sarsıntı ile batmaya yüz tutmuş ve aralarında Güneş gazetesinin de bulunduğu 27 şirketin kontrolü 1983 tarihinde devlete geçmiştir. Ardından gazete, yine müteahhit olan Mehmet Ali Yılmaz tarafından satın alınmış ancak Yılmaz da gazetesini bir süre sonra sektöre iddialı bir giriş yapan Kıbrıslı uluslararası yatırımcı Asil Nadir’e satmıştır. Nadir, 5 Temmuz 1988’de Günaydın ve Tan gazetelerini yayınlayan Veb Ofset Grubu’nu ve ardından Gelişim Yayınları ile Güneş gazetesini alarak sektöre çok etkili bir giriş yapmıştır. Nadir’le birlikte Türk basınında

59

siyasal iktidarın medyaya yaklaşımı konusunda yeni bir tartışma alanın doğduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın piyasaya girişinde bizzat aracılık yapmak suretiyle Asil Nadir’e verdiği destek, Türk basının yeniden yapılanmasında bir dönüm noktası teşkil etmektedir. 1980’li

yılların

sonundan

itibaren

Türkiye’de

basın

alanındaki

tekelleşme eğilimi, özellikle Asil Nadir’in 1988’de yazılı basına yatırım yapmasıyla önemli bir tartışma konusu haline gelmeye başlamıştır. Nadir’in en önemli özelliği uluslararası boyutta çok farklı alanlara yatırım yapmasıdır (Kejanlıoğlu, 2004: 279). Tercüman Gazetesi: Bu dönemde, Kemal Ilıcak tarafından satın alınmış olan Tercüman gazetesi, Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel nezdinde sağın sözcüsü konumuna yükselmiş ancak 90’ların yılların başında Turgut Özal’ın basınla olan ilişkilerinden olumsuz etkilenmiştir. 1992 yılında patlak veren İLKSAN skandalı ile sarsılan gazete, sahibi Kemal Ilıcak’ın da ölümüyle hemen satılmıştır. Tercüman gazetesinin yeniden doğuşu, basında yeni bir mücadeleye konu olmuş; Çukurova Grubunun itirazına karşın Ilıcak ailesi Dünden Bugüne Tercüman adıyla bir gazete çıkarmaya başlamıştır. Buna karşılık Çukurova Grubu da Halka ve Olaylara Tercüman adıyla yeni bir gazeteyi piyasaya sürmüştür. Hürriyet Gazetesi ve Doğan Grubu 1

Mayıs

1948’de, Sedat Simavi tarafından kurulan Hürriyet,

Türkiye’nin en eski gazeteleri arasında yer almaktadır. 90’lı yılların başından kalan tek muharrir aile gazetesi olan Hürriyet’in önce yüzde 25’i Erol Aksoy’a Show TV’nin hisseleri karşılığında satılmış; ardından da gazetenin sahibi olan Hürriyet Holding, Haziran 1994’te Aydın Doğan’a devredilmiştir. Aydın

60

Doğan ismi, Türk medyasının 1990’ların ardından girmiş olduğu yeni yapılanmayı simgeleyen belki de en önemli isimler arasında yer almaktadır. Doğan, son 20 yılda medya dışında birçok sektöre girmiş ve büyük bir sermaye birikimi gerçekleştirmiş durumdadır. Aydın Doğan, 1979 yılında Milliyet gazetesini almış; 1980’lerde turizme, 1990’larda bankacılığa, finansa ve özelleştirme ihalelerine girmiştir. Özelleştirmelerden Çelik Halat, Bodrum Marina, Ray Sigorta şirketlerini; 2000’de ise İş Bankası ve Petrol Ofisi’ni almıştır. Doğan Grubu’nun 2001’deki cirosunun yüzde 14’ü medyadan sağlanmıştır; bu rakam bir önceki yıl yüzde 25, ondan önceki yıl ise yüzde 40’tır (Sönmez, 2003: 120). 1990’ların başında Hürriyet gazetesini alarak medya sektörünün en önemli ismi haline gelen Doğan, ekonominin olduğu kadar politikanın da yol haritasının ilgili hedeflere ulaşmasında kilit bir isim olmuştur. Etkili bir TÜSİAD üyesi olan Doğan’ın kızı Arzuhan Yalçındağ da 2003’te TÜSİAD yönetim kurulu üyeliğine girmiş 25 Ocak 2007’de ise TÜSİAD Başkanlığı görevine getirilmiştir. Doğan Grubu, pazarlama alanında da medyada güçlü bir isim olmuş, Milpa ve Hürriyet Pazarlama gibi dağıtım şirketleri de Doğan bünyesinde faaliyet gösteren şirketler içinde yer almıştır. Finans sektöründe de önemli bir isim olan Doğan, 1994 yılında Dışbank’ı satın alarak bu sektöre girmiş toplam cirosunun 2000 yılında üçte birini, 2001 yılında ise dörtte birini bu sektörden sağlamıştır. Bugün Doğan Holding enerji, medya, sanayi, ticaret, sigorta ve turizm gibi alanlarda faaliyet gösteren Türkiye’nin en güçlü holdingleri arasına yerleşmiş durumdadır. Enerji sektöründe Türkiye’nin ikinci büyük sanayi kuruluşu olan Petrol Ofisi, sanayi sektöründe Çelik Halat ve Ditaş, ticaret sektöründe Milpa ve Hürriyet Pazarlamanın yanı sıra Doğan Otomobilcilik, sigorta sektöründe Ray sigorta, turizm sektöründe Milta, Işın Tur, Doğan Havacılık gibi şirketlerle, ilgili sektörlerde büyük bir güç oluşturmaktadır.

61

Doğan Holding’in 2006 net dönem kârı, 2005 yılına göre yüzde 95 oranında bir artış ile 892 milyon YTL’ye ulaşmıştır (www.dogan holding.com). Doğan Grubu’nun en etkili olduğu sektör medyadır ve Doğan, medyadaki bu etkinliği ile en güçlü medya patronları arasında yer anılmaktadır. Medya sektöründe Doğan Yayın Holding (DYH), televizyon ve radyo yayıncılığı, basım ve online medya alanlarında faaliyet göstermektedir. DYH tarafından Hürriyet, Milliyet, Radikal, Posta, Fanatik, Referans ile Turkish

Daily

News

dahil,

yedi

günlük

gazete

yayınlamaktadır.

Televizyonculuk alanında da güçlü bir isim olan Doğan, Kanal D, haber kanalı CNN TÜRK, müzik kanalı Dream TV, spor kanalları BJK TV ve Fenerbahçe TV’nin yanı sıra 2005 yılının son aylarında Star TV’yi de satın alarak, TV kanallarına bir yenisini daha eklemiştir. Grubun Doğan Burda (DB) bünyesinde toplam 24 dergi yayınlanmakta olup; DB, dünyanın önde gelen gazete ve dergilerinin ithalatı ve yurtiçi dağıtımını yapmaktadır. Medyadaki etkinliğini yazılı ve elektronik basına da taşıyan Doğan Holding, zamanla medya sektöründe daha da genişlemiş kitapçılık alanında Doğan Kitapçılık, müzik alanında Doğan Music Company, basım alanında Doğan Ofset, dağıtım alanında YAY-SAT şirketleri ile sektörün etkin isimlerinden biri olmuştur. Yine DYH bünyesindeki D&R müzik ve kitap mağaza zinciri, kültür, sanat ve eğlence ürünlerinde Türkiye’nin pazar lideri konumunda bulunmaktadır. Çukurova Grubu Medya sektöründe rekabet ve kontrolün hızlandığı 1990’lı yıllarda sektörün önemli isimlerinden biri de Mehmet Emin Karamehmet’in başkanı olduğu Çukurova Grubu olmuştur. Çukurova Grubu bugün otomotiv, kağıt, kimyevi maddeler, tekstil ürünleri, inşaat, telekomünikasyon, bankacılık, sigorta, medya hizmetlerinden deniz taşımacılığı ve bilişim teknolojileri hizmetlerine kadar birçok endüstri kolunda çeşitli faaliyetlerde bulunan bir

62

şirketler grubu olarak faaliyet göstermektedir. Bugün itibariyle 139 şirkete sahip olan Çukurova Grubu’nun bu şirketlerinden 19 tanesi yabancı yatırım ve 13 tanesi ise Türkiye’de kurulu ortak girişim şeklindedir. Grup ayrıca Türkiye sınırları dışında esas iş alanlarının bazılarında güçlü bir varlık göstermiş olup etkili pazarlama kanalları kurarak dünya çapında ürünlerinin dağıtımını sağlamaktadır. Birçok deniz aşırı ülkede yan şirketler ve temsilcilik büroları kurmuş olan Grup, Orta Asya ülkelerinde, Çin’e ve Asya-Pasifik havzasına uzanan bir coğrafyada çok güçlü bir pazarlama ağına sahiptir (www.cukurovaholding.com). Cumhuriyet’in ilk yıllarında tekstil sanayiinde önemli atılımlar gösteren Çukurova

Grubu,

en

önemli

atılımını

finans

sektörüne

girerek

gerçekleştirmiş, Pamukbank, Yapı Kredi ve Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankasını bünyesine katmıştır. Çukurova Grubu’nun iletişim alanındaki en büyük yatırımı, GSM sektöründe kurduğu Turcell olmuştur. Ancak tek başına Turkcell’le önemli oranda sermayeyi elinde tutan Karamehmet’in iktidarı, 2002 yılında Pamukbank’a BDDK tarafından el konulması ile sarsılmıştır. Pamukbank’ın TMSF’ye devri ve Fona olan 1. 9 milyarlık borcu ile Grup, büyük bir kan kaybı yaşamıştır. Bu gelişmenin ardından sürpriz bir açıklamayla Turkcell’i satacağını açıklayan Çukurova Grubu, sahip olduğu yüzde 52 oranındaki Turkcell hissenin tamamının, Finlandiyalı Sonera Holding’e toplam 3.1 milyar dolar bedelle satılmasına ilişkin karar almıştır. Çukurova Grubu’nun iletişim alanında bir başka oluşumu, Türkiye’nin ilk sayısal platformu olarak Digitürk’tür. Bunun yanı sıra Grup, Aralık 1996’da Superolline’la internet hizmetleri piyasasına da girmiştir. Otomotiv, telekomünikasyon,

kağıt,

kimyevi

bankacılık,

maddeler,

sigorta,

deniz

tekstil

ürünleri,

taşımacılığı

ve

inşaat, bilişim

teknolojileri hizmetlerine kadar birçok endüstri kolunda çeşitli faaliyetlerde bulunan Grup, basın sektöründe Akşam, Güneş ve Tercüman gazeteleri;

63

Alem,

Stuff,

Platin,

FourFourtwo,

AutoCar,

TotalFilm

dergileri;

televizyonculuk alanında Show TV, SktTurk ve Lig TV, dağıtım alanında ise Mepaş ve Zedpaş gibi şirketlerle faaliyet göstermektedir. Uzan Grubu Haklarındaki kara para aklama, yolsuzluk ve silah kaçakçılığı suçlarına kadar çeşitli iddiaların ardı arkası kesilmeyen Uzan ailesi, Türkiye’deki çarpık ilişkileri karakterize eden en önemli örneklerden biridir. Uzan ailesinin, medyadaki en büyük girişimi Özal ailesinin desteğiyle 1989’da kurdukları Magic Box Şirketi ve onun bir uzantısı olarak Türkiye’nin ilk özel televizyon kanalı olan Star 1 kanalıdır. Uzanlar’ın dönemin Başbakanı olan Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile kurdukları ilk özel TV şirketi, arkasından bir dizi TV kanalını sürüklemiştir. Bankacılık ve finans alanlarında da faaliyet gösteren Uzan ailesi, 1984 yılında Doğuş Holding’ten İmar Bankasını alarak finans alanına yönelik ilk girişimlerinde bulunmuşlardır. İmarbankası ve sonradan kurdukları Adabank ile finans sektöründe faaliyet gösteren Uzanlar, özellikle özelleştirme ihalelerinde boy göstermişlerdir. Uzanlar 1993’te blok satış yöntemiyle özelleştirilen ve Çukurova ve Kepez Elektrik’i satın alarak enerji sektöründe de büyük bir pazar payı elde etmiştir. Ancak 2003 yılında dönemin hükümeti Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından, Uzan Grubu’na ait Çukurova ve Kepez Elektrik’e el koyulmuş, İmarbank ve Adabank ise Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) tarafından Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmiştir. 1993 yılında telekomünikasyon alanına giriş yapan Grup, Telsim’i piyasaya sürmüştür. Ancak bu işte, ortakları Motorola ile olan ihtilaflarında uluslararası alanda “kara liste”ye alınmışlardır. Uzanlar, 1999 yılında Gruba Star gazetesini ekleyerek basın sektörüne giriş yapmıştır. Ancak TMSF, Uzan ailesinin borçları nedeniyle

64

Star TV’ye el koymuş ardından kanal 306 milyon 500 bin dolarla Doğan Grubu’na satılmıştır. Doğuş Grubu Bankacılık ve finans, otomotiv, inşaat, turizm ve hizmetler, enerji gibi çok farklı sektörlerde faaliyet gösteren Doğuş Grubu, 60’lı yıllarda girdiği finans sektöründe pek çok ortaklık, satın alma ve birleşme operasyonlarıyla piyasanın önemli bileşenlerinden biri haline gelmiştir. Bankacılık sektöründe Garanti Bankası ile faaliyet gösteren Grup, finans sektörünün pek çok dalında bu marka ile tanınmaktadır. Otomotiv sektöründe Doğuş Otomotiv’le sektörde önemli bir isim olan Grup, temel faaliyet alanına, otomotivle bağlantılı farklı hizmet türleri eklenmiştir. Bu sektörlerin yanı sıra Grup, inşaat, turizm ve hizmetler, enerji gibi çok farklı sektörlerde faaliyet göstermektedir. Medya sektöründeki faaliyetlerini Doğuş Yayın Grubu (DYG) adı altında yürüten Grup, medya sektöründeki ilk önemli çıkışını, 1999 yılında Cavit Çağlar’dan aldığı NTV ile yapmıştır. 2000’de CNBC ve Kanal E işbirliği CNBC-e’yi kuran DYG, yayıncılık alanındaki faaliyetlerine 2004’te yayın hayatına başlayan NBA TV ile devam etmiştir. Ocak 2007’de ise televizyon kanallarına bir yenisini daha ekleyerek e2 adlı televizyon kanalını kurmuştur. DYG’nin

internet

dünyasındaki

önemli

varlıklarından

biri

olan

NTVMSNBC, uluslararası alanda faaliyet gösteren haber sitesi MSNBC ortaklığı ile Mayıs 2000’de yayına başlamıştır. Radyo yayını alanında ise DYG, NTV Radyo, Radyo Eksen, Radio N101 ve Rokket FM olmak üzere 4 radyo istasyonu bünyesinde barınmaktadır. DYG tarafından yayınlanan dergiler ise National Geographic, National Geographic Kids, CNBC-e Dergi, CNBC-e Business, Billboard, F1 Racing, Slam ve EVO dergileridir.

65

3.4.2. Medyada Tekelleşme Eğilimi Yukarıda kısa öyküleri ile yer verdiğimiz bu süreçte gazete, dergi, kitap, radyo ve televizyon gibi farklı medya işletmeleri, artık farklı endüstri ve hizmet şirketlerini çalıştıran holdinglere dönüşmüştür. Basın sektörünün mülkiyet yapısında meydana gelen bu değişiklik, 1990’lara gelindiğinde medyada tekelleşme olgusunu da gündeme getirmiştir. Medya endüstrileri genellikle tekelci eğilimlerin egemen olduğu bir piyasa yapısı içinde çalışır (Geçgil, 2005). Genel piyasa eğilimlerinin yanı sıra, medya endüstrisindeki tekelleşmeyi artıran nedenlerin en başında göreli olarak kârlı olan bu sektöre yapılan yatırımlar için önemli ölçüde büyük sermayeye gereksinim duyulmasıdır. Piyasaya girişte karşılaşılan büyük sermaye gereksiniminin yanı sıra, üretim ve dağıtımın yüksek maliyetleri, medyalar arası rekabet, buna karşın reklam gelirlerinin sınırlı olması, yatay ve dikey birleşmeler ve bazı hatalı hükümet politikaları gibi unsurlar tekelleşmeyi artırmaktadır. Bir piyasanın tekelci olması ya da tekelleşme, söz konusu piyasada bir ya da birkaç firmanın, zaman zaman aralarında gizli ya da açık anlaşmalar yaparak piyasalarda egemenlik kurmuş olması anlamına gelmektedir. Bu nedenle çalışmada Nazif Ekzen’in (1999: 87) de işaret ettiği üzere iktisat yazınında tekelleşme ile birlikte ama daha çok onun yerine kullanılan “yoğunlaşma” kavramı kullanılacaktır. Piyasada yoğunlaşma oranı, endüstrideki bir ya da birkaç firmanın piyasanın yüzde kaçını kontrol altında tuttuklarını gösteren bir orandır. Bunun için bir endüstri kolunda belirli sayıdaki en büyük iki - dört - sekiz firma ele alınır. Bu firmalar endüstrideki toplam üretim miktarı içindeki piyasa payları toplamı hesaplanarak piyasayı ne ölçüde kontrol edebildikleri saptanmaya çalışılır. Diğer bir ifadeyle yoğunlaşma oranı, endüstrideki en büyük birkaç firmanın toplam üretim hacmi içindeki paylarını göstermektedir (Söylemez, 1998: 92).

66

Medyada

yoğunlaşma/tekelleşme

üzerine

pek

çok

tanım

ve

sınıflamalar yapılmıştır. Bugün için, gelişen iletişim teknolojilerini ve ortamlarını da hesaba katarak belli başlı türleri üç ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar sırasıyla: •

Yatay medya yoğunlaşması: Radyo ve televizyon yayıncıları arasında sahiplik ve sermaye entegrasyonu;



Dikey medya yoğunlaşması: Televizyon ve radyo yayıncıları ile ilişkili oldukları program üretici firmalar ve dağıtım pazarları arasındaki sahiplik ve sermaye entegrasyonu;



Çapraz medya yoğunlaşması: Televizyon ve radyo yayıncıları ile yazılı basın ve internet sağlayıcıları gibi diğer medya unsurları arasındaki sahiplik ve sermaye entegrasyonudur.

Türk basın sektöründe yoğunlaşmanın motor güçleri, 80’lerden itibaren sektör dışında da yatırımları olan büyük sermaye grupları olmuştur. Basın giderek ucuz girdilerle, basit üretim teknikleriyle, sübvansiyon ve resmi ilanlar gibi kaynak transferleriyle çalışabilen küçük sermaye gruplarının yaşama şansının azaldığı bir alan haline gelmiştir. Nazif Ekzen (1999: 91), Türk basınında yoğunlaşma - toplulaşma ve tekelleşme yapısını incelemeye aldığı çalışmasında, 1980 sonrasında yaşanan yoğunlaşmaya yönelik şu verileri ortaya koymaktadır: “1980 yılında toplam tiraj, 2.7 milyon düzeyinde olup ilk dört gazetenin payı, yüzde 60 oranındadır. Bu oranlar 1985 yılında sırasıyla 3.2 milyon günlük satışa ve ilk dört gazete açısından toplam satış içindeki payı, yüzde 54 oranına ulaşmaktadır. 1990 yılı verilerine göre Türkiye’deki toplam günlük gazetelerin satışı 3.6 milyon olmuştur. Toplam içindeki ilk dört gazetenin payı, yüzde 57 oranında, ilk iki gazetenin payı ise yüzde 33 oranındadır. 1995 yılına geldiğimizde günlük ortalama satış 5 milyon olarak saptanmıştır. Bu toplam satışın yüzde 54’ü ilk dört büyük gazetenin pazar payı olarak çıkmaktadır. Yani ilk dört gazetenin pazar payı düşmüştür. Ancak 1995 yılında somut bir biçimde ortaya çıkan basın grupları açısından pazar payına baktığımızda;

67

pazarın yüzde 70’inin iki büyük basın grubu tarafından kontrol edildiğini görüyoruz.” Ekzen’in de dikkat çektiği gibi 1980’lerin ortalarından başlayarak, Türk basının yüzde 70’i iki grup tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır. Yayıncılık sektörünün maliyetlerinin promosyon ve lotarya ile desteklendiği süreçte yaklaşık altı milyona ulaşan toplam ulusal gazete tirajının, Dinç Bilgin ve Aydın Doğan gruplarının gazeteleri arasında dörtte üçü paylaşılmıştır (Nebiler, 1995: 18). 1980 sonlarında başlayıp, 90’larda süren ve toplumsal ölçekte düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlanmasının temel nedenlerinden biri olan tekelleşme sürecinin kilometre taşlarını şöyle sıralamak mümkündür (Sönmez, 2003: 40): 1. Siyasi arenada medya desteğine talep, 2. Promosyonla büyüme, 3. Özel televizyonculuğa geçiş, 4. 1989-1993, 1995-2000 döneminde hızlı büyüme konjonktürü, 5. Dağıtımda, reklamda kartel anlaşmaları, 6. Anti sendikal mutabakat. 1980 ve özellikle 1990 sonrasında medya-siyaset ilişkisi yoğunlaşmış, medya sahipleri, ellerinde bulunan gazete ve TV kanallarını bir anlamda "silah" olarak kullanmışlardır. Bu gruplar, siyasal iktidarla ve diğer güç odaklarıyla yakın işbirliğine girerek mali olanaklar elde etmişlerdir. Medyadaki tekelleşme, ekonomik anlamda belli bir güç oluşmasını sağlarken, aynı zamanda siyasal etkinlik sağlama sürecini de yaratmıştır. Diğer yandan 12 Eylül’ün biçtiği yeni siyaset yapma biçimi, parti yapılarını, yan örgütlenmeleri kısırlaştırınca kitlelerle ilişki kurma ve siyaset yapmada medyanın önemini artırmıştır (Sönmez, 2003: 40). Egemen sınıflar, ekonomik ve siyasal egemenliklerinin yanı sıra, kapitalist sistemin ideolojik düzeyde yeniden üretilmesinde medyadan büyük ölçüde yararlanmışlardır.

68

Basında tekelleşmeyi hızlandıran öğelerden biri de promosyon uygulamalarıdır. 1980 ve 1990’lı yıllar promosyonun tipik bir uygulama haline geldiği

yıllar

olmuştur.

“Çılgınlık”

derecesine

varan

promosyon

uygulamalarına bazı tarihlerde kanunen sınırlamalar ve yasaklar getirilmiş olsa da5 bu yasaklar medya yöneticililerinin yeni taktikler geliştirmesini engelleyememiştir. Promosyonlu satışlar, basın gruplarının pazarlama şirketleri kurmaları yoluyla devam etmiştir. Bu yönüyle promosyonlu satışlar basın gruplarının dikey tekelcilik sürecinde önemli bir adım atmalarını da beraberinde getirmiştir. Promosyonlu satışlar sayesinde iki buçuk-üç milyon tirajı olan gazetelerin günlük tirajları dört-altı milyona kadar yükselmiştir (Tokgöz, 1993: 44). Medya sektöründe tekelleşme sürecini hızlandıran bir başka gelişme de özel televizyonların yayına başlamasıdır. Uzan grubunun Ahmet Özal’la birlikte kurmuş olduğu ilk özel TV şirketi, bu alanda özel televizyonculuğun önünü açmış ve arkasından bir dizi yeni özel televizyon kanalını sürüklemiştir. TV girişimlerinde yine büyük medya kuruluşları başı çekmiştir. Basın alanında büyük bir güç oluşturan medya kuruluşları televizyonculuk alanında da büyük bir güç olma yoluna girmişlerdir. Doğan Grubu bu alanda 1990’ların en hızlı büyüyen girişimcisi olmuş, Kanal D, Star TV ve Cnntürk gibi televizyon kanallarının yanı sıra kablolu TV kanallarıyla da sektördeki en büyükler arasında yerine almıştır. Medya

sektöründe

pazarın

kontrolü

araçlarından

en

önemlisi

dağıtımdır. Sektörde faaliyet gösteren bazı medya grupları zaman zaman kıyasıya rekabet ederek zaman zamansa çıkarları doğrultusunda ortaklık kurarak dağıtım sektöründe tekelleşmeye doğru yol almışlardır. 1960 ve 70’li yıllar boyunca dağıtım sektöründe hakim konumda olan Milliyet, Cumhuriyet, Sabah, Günaydın ve Tercüman’ın birleşerek kurdukları, Gazete ve Mecmua Dağıtım Limited Şirketi (Gameda) ve Simavi ailesinin 1961’de kurdukları Hür 5

1 Ağustos 1996 tarihinde kabul edilen “Promosyon Yasası” promosyonlu satışlarda basına ağır cezalar getirmektedir. Yine 15 Ocak 1997 tarihinde Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunla TBMM promosyonu fiilen yasaklamıştır.

69

Dağıtım ikilisi, 90’lara gelindiğinde pazar kontrolünü Birleşik Basım Dağıtım (BBD) ve Yayın Satış ve Pazarlama A.Ş.’ye (Yaysat) bırakmıştır. 1990’ların ortasında Doğan ve Sabah gruplarının BBD ve Yaysat’ı birleştirerek dağıtım alanında kurdukları Birleşik Yayın Dağıtım A.Ş. (Biryay), sektörün dengelerini bir anda değiştirmiş; piyasanın tamamını kontrolü altına alan gruplar, diğer yayınlar karşısında önemli bir güç oluşturmaya başlamıştır. Doğan ve Bilgin Grupları dağıtım alanında kartel oluşturma yoluna girmişlerdir. Dağıtım şirketleri, medya grupları için önemli bir güç olmakta, bu yolla hem küçük gazete ve dergileri kendilerine bağımlı kılmakta, hem de sektördeki reklam pazarını denetleme olanağını elde etmektedirler. Gazetelerin hayatta kalmasında en önemli unsurlardan biri olan reklam gelirleri de tekelleşme sürecinde önemli kilometre taşlarından biri olmuştur. Medya sektöründeki pazar paylaşımı önemli ölçüde reklam üzerindeki denetim savaşıyla gerçekleşmektedir. Dağıtım alanında olduğu gibi reklam alanında da zaman zaman pazar paylaşımına yönelik rekabet artmış, medya kuruluşları çıkarları doğrultusunda bu alanda ortaklıklara gidebilmiştir. Özellikle televizyon reklam pazarının paylaşımında bazı medya grupları Bimaş, Mepaş, Prime, Zedpaş gibi çeşitli ortaklıklar kurmuşlardır. Medya holdinglerinin aynı zamanda reklam veren ve reklam alan kuruluşlar olması, çapraz ilişkilerin gelişmesine elverişli bir yapıya neden olmaktadır. Medya sektöründe grupların çıkarları doğrultusunda işbirliğine gittikleri bir başka konu da çalışanlara karşı ortak ücret politikası uygulaması noktasında gerçekleşmiştir. 1990’lı yılların başından itibaren çalışanların sendikasızlaştırılması sürecine paralel olarak taşeronlaştırma uygulamaları da yaygınlık kazanmıştır. Üretim sürecinin bazı aşamaları, kurulan farklı şirketlerce yerine getiriliyor gibi gösterilmiş, personel bu yeni şirketlere dağıtılmıştır. Sendikalaşma, ücretler ve sosyal haklar üzerinde baskı yaratan bu

uygulamaları,

eleman

transferi

yapılmaması

için

gerçekleştirilen

“centilmenlik anlaşmaları” izlemiştir. Doğan ve Bilgin Gurubu’nun bu alanda

70

başı çektiğini belirten Sönmez (2003: 48), “centilmek anlaşmalarının” yarattığı ikili sonucunu şu şekilde değerlendirmektedir:

“Gruplar arası transferlerle ücretlerin yüksekliğinden şikayetçi olan iki grup, kendi aralarında yaptıkları centilmenlik anlaşması gereğince, birbirinden onay almaksızın gazeteci transfer etmiyorlardı. Emek açısından iş arzının daraltılması anlamına gelen bu uygulama, işverene ücretler üzerinden daha çok söz sahibi olma ve ücret artışlarını frenleme olanağını da sağladı. Zaten sendikanın hiç olmadığı ya da kağıt üzerinde kaldığı bir de iki büyük grubun bu tür bir anlaşmayı yürürlüğe koymaları, medya çalışanları üzerinde yeni bir baskı unsuru olurken, maliyetleri düşürücü dolayısıyla sermaye birikimine katkı yapan bir başka uygulama oldu.” Medyada tekelleşme olgusu kuşkusuz ki demokratik bir yapının “çok sesliliği” açısından hayati bir önem taşımaktadır. Büyük teknolojik yatırımların medyayı ticari kaygılara düşürerek tekelleşmeye yol açtığını ve bu durumun da çoğulculuğu zedelediğini vurgulayan Kaya (1984, 99), şu yorumda bulunmaktadır:

“Büyüyen gazeteler karşısında, aynı olanağı bulamayan küçük gazeteler kaybolacaklardır. Bu aynı zamanda gazete sayısının kaçınılmaz olarak sınırlı kalması ve çoğunlukla benzemeye başlaması demektir. Çoğulculuğu zedeleyen bu gelişmenin, özgür düşünceyi daraltacağından kuşku duyulmaz.” Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir konu da sermayenin giderek yoğunlaştığı medya ortamında faaliyet gösteren büyük medya kuruluşlarının küçük ve orta boy medya kuruluşlarına ne kadar yaşam alanı tanıyıp tanımadığıdır. Serbest piyasa koşullarının hakim olduğu ekonomik bir yapıda, devler karşısında var olabilmek, onlarla rekabet edebilmek ne kadar mümkündür? Ekzen’in (1999: 97), bu konuda yaptığı “1975 yılında yeni yayın hayatına katılacak olan ulusal düzeyde gazeteler için Türkiye’de yer ve insan bakımından pazara serbest giriş imkanından söz etmek mümkünken, 1995 yılında büyük sermaye yatırımı almadan bu pazara serbest giriş imkanının

71

olmadığını söyleyebilmek mümkündür” şeklindeki değerlendirme, sorunun yanıtını açık ve net olarak ortaya koymaktadır.

3.4.3. Büyük Sermaye Grupları Ve Medya Sektörü Türkiye’de medya sektörünün yapılanmasında en karakteristik özellik, medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının, medya alanındaki varlıklarıdır. Ülkemizde, 1980’li yıllarla birlikte başlayan süreçte geleneksel medya sahipliği, yerini medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının egemen olduğu “yeni medya sahipliğine” bırakmış; medya sektörünün dışında kalan çeşitli sektörlerdeki sermaye grupları, yatırımlarını bu alana doğru genişletmişlerdir. 1980’li yıllardan 1990’lara kadar uzanan süreçte medya alanında medya kuruluşlarının basın dışı alandan aktarılan sermaye ile bütünleştiği görülmektedir. Günümüzde medya sektörü artık sadece televizyon yayıncılığı ve gazete basımı ile sınırlanamayacak kadar büyük ölçüde genişlemiş, iletişim ve enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle çok daha büyük bir mecraya doğru genişlemiştir. Bu genişleyen mecra, medya pazarını kapitalist dünyanın gözde pazarlarından biri haline getirmiş, dünyada olduğu gibi ülkemizde de büyük sermaye grupları medya pazarından pay kapmak üzere harekete geçmiştir. Sönmez’in (2004: 112), medya dışı sermayenin neden bu alana yöneldiğine yönelik yapmış olduğu değerlendirme oldukça dikkat çekicidir: “Yeni dönemin kuralları medyadaki sermayeye sadece ve sadece gazete-dergi basarak, TV kanalı işleterek bu alandaki sermayeyi büyütmenin mümkün olmadığını öğretti. Reklam gelirleri ve satış gelirlerine rağmen bu alandaki büyümenin yolu, ancak bir sanayi kompleksi haline gelerek ya da içinde bankaların, diğer sanayi ve hizmet şirketlerinin olduğu bir holding yapısının parçası haline gelerek sermayeyi büyütmek, medyanın sinerjisinden yararlanarak olabilirdi.”

72

Sönmez’in de işaret ettiği gibi günümüz medyası, finans, enerji, ticaret, hizmet sektörü, pazarlama vb. pek çok sektörün medya üzerinde açılım sağlayabileceği bir bileşen haline gelmiştir. Bu konuda Aydın Doğan’ın sahibi olduğu Doğan Medya Grubu, günümüzde Türk medya sektörünün en gelişkin örnekleri arasında yer almaktadır. Doğan’ın 1979 yılında Milliyet gazetesine ortak olmasıyla başlayan medya serüveni, 2000’li yıllarda geniş bir sanayi kompleksinin içerisinde kök salmış bir medya grubu ile devam etmiş; Grup medya alanında yatay ve dikey bütünleşmelerle pazarın pek çok alanında hakim konuma yükselmiştir. Medya sektörü dışında enerji, sanayi, ticaret, sigorta ve turizm sektörlerinde faaliyet gösteren Doğan Grubu, medya alanındaki faaliyetlerini Doğan Yayın Holding (DYH) adıyla sürdürmektedir. DYH, 1.2 milyar doları aşan geliri ve yüzde 45’lik reklam pazar payı ile Türkiye’nin en büyük medya grubu konumunda yer almaktadır. Türk medya sektöründe önemli bir pazar payına sahip olan diğer iki Grup da Doğan örneğinde olduğu gibi medya dışı sektörlerde de faaliyet gösteren (enerji, finans, endüstri, inşaat, taşımacılık ve hizmet) Çukurova ve Doğuş Gruplarıdır. Aşağıdaki tabloda medya sektöründe faaliyet gösteren bu üç büyük Grubun, ulusal kanallar açısından ve gazete - dergi yayıncılığı alanlarındaki net satış adetlerine göre pazar paylarına yer verilmiştir:

73

Tablo1: Medya Sektöründeki Üç Büyük Grubun Ulusal Kanallar Açısından Ve Gazete - Dergi Yayıncılığı Alanlarındaki Net Satış Adetlerine Göre Pazar Payları: YAYIN KURULUŞU

Ulusal Kanallar Açısından Pazar Payı (%) 2007/5 45

DOĞAN GRUBU 15 ÇUKUROVA GRUBU 9 DOĞUŞ GRUBU Kaynak: Rekabet Kurumu

Gazete Yayıncılığı Dergi Yayıncılığı Alanında Net Satış Alanında Net Satış Adedine Göre Adedine Göre Pazar Payı (%) Pazar Payı (%) 2007/5 2007/5 35,77 33,02 7,69

-

-

7,07

Tablodan da takip edilebileceği üzere Doğan Grubu üç sektörde de lider

konumunda

bulunmaktadır.

Bu

oranlar

aynı

zamanda

medya

sektöründeki yoğunlaşma hakkında da önemli sonuçlar ortaya koymaktadır. Turgay Ciner’in sahibi olduğu Merkez Yayın Holding A.Ş. de yukarıda adı geçen Gruplar gibi Türk medya sektöründe önemli bir pazar payına sahiptir.6 Ciner Grubu da sektördeki rakipleri gibi yalnızca medya alanında değil medya dışı sektörlerde de (enerji ve madencilik, ticaret, sanayi ve hizmet) faaliyet göstermektedir.

6

Ciner Grubu’nun bu üç sektördeki ve diğer sektördeki pazar payları bir sonraki bölümde ayrıntılı olarak incelenecektir.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM CİNER GRUBU VE MEDYA ŞİRKETLERİ

Çalışmanın

bu

bölümünde

Ciner

Medya

Grubu’nun

medya

sektöründeki faaliyetleri ekonomik olarak analiz edilecektir. Bu bağlamda Grubun faaliyet gösterdiği medya sektörlerindeki pazar payları, diğer medya grupları ile karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Grubun medya şirketlerine TMSF tarafından el koyulmadan önceki pazar payları dikkate alınarak yapılacak olan değerlendirmelerde, medya sektöründeki ekonomik yapılanmaya yönelik genel bir görüntü sergilenmeye çalışılacaktır. Cİner Grubu’nun medya sektörü dışındaki faaliyetlerine de geniş yer ayrılan bu bölümde Turgay Cİner tanıtılmaya çalışılacak özellikle medya sektöründeki faaliyetlerine yönelik açıklamaları ile Ciner’e yönelik bir portre çizilmeye çalışılacaktır.

4.1.

Ciner Grubu Medya Şirketleri Medya sektörü dışında enerji, madencilik, turizm, sanayi ve ticaret

sektörlerinde bir sanayi kompleksi olarak faaliyet gösteren Ciner Grubu, medya sektörünün 1980’li yıllarla birlikte girmiş olduğu “holdinglerin medyaya girişi” sürecinin 2000’lere yansıyan en önemli temsilcilerinden biridir. Temelleri 7 Mart 1978 tarihinde atılan ve Aralık 2004 tarihine kadar Park Grubu adıyla bilinen Ciner Grubu7; Ciner Enerji ve Madencilik Grubu, 7

Park Grup, Aralık 2004 tarihinden itibaren Ciner Grubu adı altında faaliyet gösterme kararı almıştır. Madencilik, hizmet, turizm ve medya alanlarında Park Holding, Merkez Yayın Holding ve Enerji

75

Ciner Medya Grubu, Ciner Ticaret, Sanayi ve Hizmet Grubu, Ciner Grubu İştirakleri

adı

altında

www.cinergroup.com.tr

dört adresli

alanda

faaliyet

internet

göstermektedir.

sitesinde

kendini

Grup, şöyle

tanımlamaktadır: “Temelleri 7 Mart 1978 tarihinde atılan ve Aralık 2004 tarihine kadar Park Grubu adıyla bilinen Ciner Grubu; ticari faaliyetlerine oto yedek parça üretim, satış ve ithal işleri ile başlamıştır. Grup, 1980’li yılların ikinci yarısında yurtiçi ve yurtdışı zirai motor ve yedek parça üretim projeleri, anahtar teslimi entegre tesis taahhütleri ve tekstil sanayii tesislerinin kurulması ve işletilmesi projeleri ile çalışma alanını genişletmiştir. 1990’lı yılların başından itibaren özelleştirme projeleri ile birlikte “Enerji ve Madencilik” alanında yatırımlara başlayan ve Türkiye’de madencilik ve enerji sektöründe büyük yatırımlara imza atan Ciner Grubu, bu sektördeki Grup şirketleri ile Türkiye’de bir çoğu yeni, ya da ilk olan atılımlar gerçekleştirmiştir. 1995 yılında; Türkiye’nin en verimli özelleştirilmesi olarak gösterilen Havaş deneyimini, işletme hakkı devir modeli ile Çayırhan’da madencilik ve ve enerji alanında da gösteren Ciner Grubu’nun bu başarıları, üniversitelerde ve konferanslarda özelleştirme ile ilgili en başarılı uygulama örnekleri olarak gösterilerek literatüre geçmiştir. Çayırhan/Beypazarı’nda bulunan Linyit Kömür Madenini Avrupa’nın en verimli yeraltı işletmesi haline getirmiş ve Türkiye’de özel sektöre devredilen ilk termik santral olan Çayırhan Termik Santrali’ni yine ülkemizin “en verimli çalışan termik santrali” haline getirmiştir. 2002 yılında medya sektörüne adım atan ve bu alanda da sürekli gelişen Grup, kısa bir süre içinde yapmış olduğu yatırımlar ve kurmuş olduğu şirketlerle sektörün en büyük gruplarından birisi olmuş ve modern bir yapıya kavuşmuştur. İstanbul Sanayi Odası tarafından her yıl açıklanan “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayii Kuruluşu” arasında Ciner Grubu’nun çeşitli sektörlerdeki bazı şirketleri her yıl yer almaktadır. Yatırım Holding çatıları altında faaliyet gösteren Grup, 2004 yılında bir 'çatı' örgütlenme gereğiyle Ciner Grubu adını kullanacağını açıklamıştır.

76

Ciner Grubu’nun vizyonu içinde ifadesini bulan; “50 BİN 50”, yani “50 bin kişilik iş gücüne ulaşılması ile 50 eğitim kurumu inşası ve Milli Eğitim’e devri” hedefi çerçevesinde, sayıları her yıl artan modern eğitim kurumları inşa ettirilerek, Türk Milli Eğitimi’nin hizmetine sunulmaktadır. Ciner Grubu bugün; Ciner Enerji ve Madencilik Grubu Ciner Medya Grubu Ciner Ticaret, Sanayi ve Hizmet Grubu Ciner Grubu İştirakleri

• • • •

adı altında 3 grup, çeşitli şirketler ve iştirakleri ile faaliyet göstermektedir. 2006 yılı başı itibariyle, iştirakleri hariç yaklaşık 13.600 kişi istihdam etmekte olan Ciner Grubu, her yıl Türkiye’nin en yüksek vergi ödeyen grupları arasında yer almaktadır.”

Tablo 2: Ciner Grubu’nun Medya Sektörü Dışındaki Şirketleri Ve İştirakleri: ENENERJİ VE MADENCİLİK Park Termik Elektrik Sanayii ve Ticaret A.Ş. Park Teknik Elektrik Madencilik Turizm Sanayi ve Tic.A.Ş. Park Maden Enerji Sanayii ve Ticaret Limited Şirketi. Park Enerji Ekipmanları Madencilik Sanayii ve Ticaret A.Ş. Park Elektrik Madencilik Sanayii ve Ticaret A.Ş. Park Demir Maden Sanayii ve Ticaret A.Ş. Ceytaş Madencilik Tekstil Sanayii ve Ticaret A.Ş. Eti Soda Üretim Pazarlama Nakliyat ve Elektrik Üretim Sanayii ve Ticaret A.Ş. Park Toptan Elektrik Enerjisi Satış Sanayii ve Ticaret A.Ş. Silopi Elektrik Üretim A.Ş. Park Alüminyum Endüstrisi Sanayii ve Ticaret A.Ş. TİCARET SANAYİ VE HİZMET Park Havacılık Taşımacılık ve Ticaret A.Ş. Ceysan Ceyhan Dokuma Sanayii A.Ş. Park İthalat İhracat ve Ticaret A.Ş. Park Makine Yedek Parça Sanayii ve Ticaret A.Ş. Park Tıp Sağlık Hizmetleri Limited Şirketi Havaş Turizm Seyahat ve Kargo Taşımacılığı A.Ş. Larespark Hotel - Taksim / İstanbul (Cinerler Ltd.) Larespark Hotel - Lara/Antalya - Lares Turizm İnşaat

77

Taahhüt Sanayii ve Ticaret A.Ş. Park Denizcilik ve Hopa Liman İşletmeleri A.Ş. Denmar Depoculuk Nakliyat A.Ş. Park Marina İşletmeciliği Turizm ve Denizcilik Ticaret A.Ş. Park Sigorta Aracılık Hizmetleri Limited Şirketi Park İnşaat Turizm Maden Sanayii ve Ticaret A.Ş. İŞİ İŞTİRAKLER Akpet Akaryakıt Dağıtım ve Pazarlama A.Ş. Akpet Doğal Gaz Akpet Gaz. Havaalanları Yer Hizmetleri A.Ş. Kaynak: www.cinergroup.com Ciner Medya Grubu, medya sektörü içinde gazete - dergi yayıncılığı ve dağıtımı, ajans ve prodüksiyon hizmetleri, televizyon ve filmcilik, pazarlama, matbaacılık, kitapçılık ve reklamcılık gibi çok geniş alanlarda faaliyet göstermektedir. Grup, özellikle televizyon yayıncılığı, gazete ve dağıtım sektörlerinde pazarın güçlü isimleri arasında yer almıştır. Ciner’in bu güçlü yapılanması, Türk medya sektöründeki mülkiyet ve sahiplik yapısının karakteristik özellikleri açısından önemli bir örnek teşkil etmekte özellikle sektördeki yatay, dikey ve çapraz bütünleşmeler yönünden önemli ipuçları sunmaktadır. Turgay Ciner’in 2000 yılında Sabah ve ATV’ye ortak olmasıyla başlayan medya serüveni, kısa bir süre içinde geniş bir sanayi kompleksinin içinde kök salmış bir medya grubu ile sürmüştür. Ciner Grubu, medya sektörünü oluşturan ilgili tüm şirketlerinin faaliyetlerini Merkez Yayın Holding Anonim Şirketi adı ile sürdürmektedir. Ancak Nisan 2007 yılında yaşanan gelişmelerle,

Grubun

medya

sektöründeki

yapılanması

bir

takım

değişikliklere uğramış, medya grubu içinde faaliyet gösteren bazı şirketlere TMSF tarafından el koyulmuştur. Çalışmanın bu bölümünde TMSF tarafından Ciner Grubu’nun bazı medya şirketlerine el koyulmadan önceki durumu ele alınacaktır.

78

Merkez

Yayın

A.Ş’nin

TMSF

tarafından

bazı

şirketlerine

el

koyulmadan önceki medya alanındaki varlıkları aşağıdaki tabloda verilmiştir: Tablo 3: Ciner Medya Grubu: Merkez Gazete Dergi Basım Yayıncılık Sanayii ve Ticaret A.Ş. Merkez Dergi Yayıncılık Merkez Süreli Yayınlar Merkez Haber Ajansı Merkez Prodüksiyon ve Tanıtım Hizmetleri Merkez İzmir Gazete Dergi Basım Yayıncılık San. ve Tic. A.Ş. GD Gazete Dergi Sanayii ve Ticaret A.Ş. Merkez ATV Televizyon ve Prodüksiyon. A.Ş. Merkez Televizyon A.Ş. (KANAL 1) Ciner Televizyon ve Radyo İşletmeciliği Sanayii ve Ticaret A.Ş Merkez Filmcilik Prodüksiyon Sanayii ve Ticaret A.Ş. Merkez Dağıtım Pazarlama San. ve Tic. A.Ş. Merkez Pazarlama ve Ticaret A.Ş. Merkez Kitapçılık Yayıncılık Sanayii ve Ticaret A.Ş. Merkez Matbaacılık Yayıncılık Sanayii ve Ticaret A.Ş. Ciner Görsel İşitsel Yayıncılık ve Yatırım A.Ş. Merkez Reklam Pazarlama Danışmanlık San. ve Tic. A.Ş. Merkez Teknik Hizmetler Sanayii ve Ticaret A.Ş. Ciner Mobil Hizmetleri A.Ş. Sancak Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş. (Sancak TV - Bursa Yerel) Ciner Televizyon Prodüksiyon A.Ş. (İzmir TV) Renk Televizyon Prodüksiyon A.Ş. (Türkçe TV) Kaynak: www.ciner.group.com Grubun pazardaki etkin konumlanışını ve bu konumlanışın Türk medya sektörüne etkisini ortaya koymak üzere Grup medya şirketlerinin pazardaki büyüklüklerine ve özellikle pazar paylarına bakmak gerekmektedir. Aşağıda, Ciner Grubu’nun TV yayıncılığı, yazılı medya sektörü, dergi yayıncılığı, gazete-dergi basımı piyasası, gazete-dergi dağıtımı piyasası, radyo yayıncılığı ve prodüksiyon-reklam hizmetleri sektörlerindeki pazar payı özellikle

sektördeki

diğer

hakim

Gruplarla

karşılaştırma

yapılarak

incelenecektir. İncelemede pazar payının tespiti açısından özellikle reklam ve ilan gelirleri, izlenme ve satış oranları gibi veriler ele alınacaktır. Böylece Ciner Medya Grubu’nun sektördeki hakim konumu diğer rakipleriyle de karşılaştırılarak ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

79

4.1.1. Merkez Grubu ve Televizyon Yayıncılığı Merkez Grubu, televizyon yayıncılığı alanında ulusal ve yerel alanlarda yayın yapmakta olan 7 adet (ATV, Kanal 1, İzmir TV, Bursa TV, Türk Ç TV, ATV Avrupa, Yeni Asır TV) televizyon kanalına sahiptir. Tablo 4: Merkez Grubu’nun Televizyon Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları: ATV Kanal 1

İzmir TV Bursa TV

Türk Ç TV ATV Avrupa

Yeni Asır TV

Ancak Nisan 2007 tarihiyle başlayan sürecin ardından Ciner Medya Grubu’nun televizyon yayıncılığı alanındaki en güçlü varlığı olan ATV’nin yönetim ve denetimi TMSF’ye geçmiş ve Eylül 2007 itibariyle ATV televizyonu satışa çıkarılmıştır. Ciner Medya Grubu'nun satışa konu olan Ticari ve İktisadi Bütünlük kapsamında başlıca ATV Televizyonu, Radyo City, Sabah, Takvim, Günaydın, Yeni Asır ve Pas Fotomaç gazeteleri ile Bebeğim ve Biz, Sinema, Sofra, Home Art, Şamdan Plus, Yeni Aktüel, Para, Global, Enerji, Transport, Hukuki Perspektifler dergileri bulunmaktadır. Böylece Ciner Grubu, medya sektörünün öncüleri arasında yer alan ve pazar payları oldukça yüksek olan Sabah gazetesi ve ATV’yi kaybetmiştir. Bilindiği üzere bugün Türkiye medya pazarı birkaç büyük Grup tarafından paylaşılmaktadır. Bu büyük medya grupları, aralarında Ciner Grubunun da bulunduğu Doğan Grubu, Çukurova Grubu ve Doğuş Grubu’dur. Ciner Grubu’nun ve diğer üç büyük Grubun ulusal kanallar açısından sektördeki pazar payı aşağıdaki tabloda verilmiştir.

80

Tablo 5: Ulusal Kanallar Açısından Gruplar Bazında Pazar Payı: YAYIN KURULUŞU

2005 Pazar Payı

2006 Pazar Payı

2007/5 Pazar Payı

DOĞAN GRUBU (Kanal D, Star TV, CNN Türk)

38,6

40

45

MERKEZ GRUBU (ATV, Kanal 1) ÇUKUROVA GRUBU (Show TV)

22,4

25

21

15,2

14

15

DOĞUŞ GRUBU (NTV, CNBC-ekonomik)

10,7

10

9

Kaynak: Rekabet Kurumu Yukarıda yer verilen oranlar, medya sektörlerinin genel özelliği olan oligopolistik yapının, ülkemiz ulusal televizyon yayıncılığı piyasası için de geçerli olduğunu çok net bir biçimde ortaya koymaktadır. Televizyon yayıncılığı piyasası, toplam piyasa payının %90’ına sahip dört büyük medya grubu (Doğan Grubu yaklaşık %45, Merkez Grubu yaklaşık %21-25 arası, Çukurova Grubu yaklaşık %15 ve Doğuş Grubu yaklaşık %10) ve bunun yanı sıra kalan %10’luk kısmı paylaşan ve sektör için küçük sayılabilecek teşebbüslerin faaliyetlerini sürdürdükleri bir görünüm sergilemektedir. Üstelik pazardaki bu sıralama ile pazar büyüklükleri son üç senedir benzer seyrini sürdürmektedir. Merkez Grubu’nun sahibi olduğu ATV ve Kanal 1 kanalları, 2007 yılının ilk 5 aylık döneminde yüzde 21’lik bir payla pazarın en güçlü ikinci hakimi konumundadır. Doğan Grubu’nun son üç yıldır yaklaşık %40%45 arasında seyreden pazar payı ise, söz konusu Grubun hakim durum tespiti bakımından çok kritik bir konumda olduğunu ortaya koymaktadır (Rekabet Kurumu, 2007). TV kuruluşlarının, televizyon yayıncılığı alanında sahip oldukları pazar payını ölçmek bakımından, reklam verenlerin televizyonlarda yayınlanan reklamlar için ödemiş oldukları tüm bedel ile işletmelerin elde etmiş oldukları reklam gelirleri önemli bir veri sayılmaktadır. Merkez Grubu’nun söz konusu

81

harcamaların ne kadarını kendisine çekebildiği bir başka deyişle pazardaki büyüklüğünün tespiti bakımından, Grubun reklam gelirlerinin toplam televizyon reklam harcamalarına oranının bilinmesi gerekmektedir. Türkiye’de

mevcut

tüm

mecralar

için

yapılan

toplam

reklam

harcamalarının yaklaşık %40’lık bölümü televizyon kanallarına yapılmaktadır (Rekabet Kurumu, 2007). Merkez Grubu’na ait kanalların, televizyon yayıncılığı pazarı bakımından bir başka deyişle televizyonlarda yayınlanan tüm reklam içerisindeki payı ise aşağıdaki gibidir:

Tablo 6: Merkez Grubu’nun TV Reklamlarındaki Toplam Payı: YIL

2005 2006

Türkiye Toplam TV Reklam Harcaması (YTL) 1.140 1.442

Merkez Grubu TV Kuruluşları Toplam Reklam Geliri (YTL) … …

Merkez Grubu’nun TV’lerde Yayınlanan Reklamlar İçerisindeki Toplam Reklam Payı (%) 20,7 21,1

Kaynak: Rekabet Kurumu Görüldüğü üzere Merkez Grubu, reklam ile finanse edilen tüm kanallar içerinde 2005 ve 2006 yıllarında yaklaşık %20’lik bir paya sahip durumdadır. Bu payın yaklaşık %90’dan fazlası ise ATV aracılığı ile elde edilmektedir (Rekabet Kurumu, 2007). Bu anlamda Merkez Grubu’nun tüm televizyon kanalları içerisinde yaklaşık %20’lik bir pazar payı büyüklüğü ile televizyon yayıncılığı pazarında çok önemli bir aktör olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun yanı sıra Doğan Grubu’nun TV’lerde yayınlanan reklamlar içerisindeki toplam reklam payı, 2005 yılı için 25.5, 2006 yılı içinse yüzde 32’dir (Rekabet Kurumu, 2007). Yani Doğan Grubu 2006 yılı rakamları ile toplam reklam harcamalarının yaklaşık %32’lik bir bölümünü elde etmeyi başararak, medya piyasaları için çok önemli sayılabilecek bir pay ve üstelik en yakın takipçisi ile önemli sayılabilecek bir farkla pazarda lider konumdadır.

82

Televizyon yayıncılığı pazarı bakımından yapılan analizlerde, pazarın özellikle iki Grup tarafından paylaşıldığı görülmektedir. Doğan Grubu ve Merkez Grubu’nun pazar payı toplamları, piyasanın yarısından daha fazlasına tekabül etmektedir.

4.1.2. Merkez Grubu ve Yazılı Medya Sektörü Merkez Yayın Holding A.Ş.’nin %99 ortaklık payı ile kontrol ettiği Merkez Gazete ve Dergi Basım Yayıncılık ve Sanayi Ticaret A.Ş. (Merkez Gazete) toplam beş adet gazetenin lisansına sahip olup, (Sabah, Takvim, Pas Fotomaç, Yeni Asır, Sabah Almanya) bunlardan üçünü doğrudan, birini Merkez İzmir Gazete Dergi Basım Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. (Merkez İzmir) ve birini de Merkez Sabah Atv GmbH (Merkez GmbH) vasıtasıyla yayınlamaktadır: Tablo 7: Merkez Grubu’na Ait Gazeteler: Sabah

Pas Fotomaç

Takvim

Yeni Asır

Sabah Almanya

Bir gazetenin net satış adedi, söz konusu gazeteyi yayınlayan teşebbüsün piyasadaki gücünün belirlenmesi açısından önemlidir; ancak medya ürünlerinin potansiyel müşteri olarak yalnızca okuyucuya değil aynı zamanda reklam verenlere de hitap ettiği ve reklam ve ilan gelirlerinin yayıncıların gelirleri arasında önemli bir yer tuttuğu dikkate alındığında reklam

ve

ilan

gelirleri

açısından

pazar

payının

ölçülmesi

ve

değerlendirilmesi de aynı derecede önemlidir (Rekabet Kurumu, 2007). Bu amaçla aşağıdaki tabloda Merkez Grubu’na ait gazetelerin net satış

adedi

verilmektedir.

ve

ilan-reklam

gelirleri

açısından

pazar

paylarına

yer

83

Tablo 8: Merkez Grubu’na Ait Gazetelerin Pazar Payları: MERKEZ GRUBU

Net Satış Adedine Göre Pazar Payı (%) 2005 2006 2007/5

İlan ve Reklam Gelirine Göre Pazar Payı (%) 2005 2006

Sabah

8,93

8,92

9,64

20,71

21,51

Takvim

5,77

5,27

5,30

0,94

0,97

Pas Fotomaç

4,42

4,71

3,96

0,50

0,54

Yeni Asır

0,95

0,94

0,96

2,17

2,33

TOPLAM

20,07

19,85

19,86

24,31

25,35

Kaynak: Rekabet Kurumu Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere, Merkez Grubu’na ait gazeteler, Türkiye’de satılan tüm gazetelerin yaklaşık %20’sini oluşturmakta ve grup ilan ve reklam gelirleri açısından da 25’lik bir pazar payına sahip bulunmaktadır. Gerek dolaşım gerekse reklam geliri açısından Grup içindeki gazetelerden Sabah gazetesinin özel bir önemi vardır; çünkü Sabah gazetesi satılan toplam gazeteler içinde yaklaşık %9 civarında bir paya sahip iken, satılan tüm gazetelerin elde ettiği reklam ve ilan gelirlerinden %20’den fazla bir oranda pay almaktadır. Genel olarak medya piyasasına bakıldığında, satış payından daha çok reklam payına sahip olan yalnızca Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazeteleridir ki bu durum genel olarak kendi gruplarının dağıtım ve ilana ilişkin pazar paylarına da aşağıdaki tabloda yer aldığı şekliyle yansımaktadır.

84

Tablo 9: Gazete Yayıncılığı Alanında Gruplar Bazında Pazar Payları: GRUPLAR BAZINDA PAZAR PAYLARI

Net Satış Adedine Göre Pazar Payı (%) 2005 2006 2007/5

İlan ve Reklam Gelirine Göre Pazar Payı (%) 2005 2006

Merkez Grubu

20,07

19,85

19,86

24,31

25,35

Doğan Grubu

37,52

36,77

35,77

60,77

60,70

Çukurova Grubu

8,63

7,89

7,69

3,40

Vatan

4,28

3,98

4,41

4,70

Zaman

10,27

11,12

12,27

Star Türkiye Diğer

2,05 4,90 12,29

1,77 4,26 14,38

1,65 3,95 14,40

100,00

100,00

TOPLAM 100,00 Kaynak: Rekabet Kurumu

14,92

5,60 0,25

100,00

100,00

Gazete yayıncılığı piyasasına genel olarak bakıldığında, net satış adedi açısından dört büyük grubun (Doğan, Merkez, Zaman ve Çukurova) pazar payları toplamının %75’i geçtiği ve reklam gelirleri açısından da %95’in üzerinde paya sahip olduğu; hatta Merkez ve Doğan Gruplarının piyasada oluşan reklam gelirlerinin %85’ini elde ettikleri görülmektedir. Tüm bu veriler, piyasanın oldukça yoğunlaşmış bir yapıda -hatta düopole yakın bir nitelikteolduğunu göstermektedir (Rekabet Kurumu, 2007).

4.1.3. Merkez Grubu ve Dergi Yayıncılığı Merkez Yayın Holding A.Ş., Merkez Gazete vasıtasıyla 28 adet dergi, Park Yatırım Holding A.Ş. ile ortaklaşa sahip olduğu GD Gazete Dergi Sanayi Ticaret A.Ş. (GD) vasıtasıyla 7, Motor Press International ile ortaklaşa sahip olduğu Merkez Motor Presse Dergi Yayıncılık Ltd. Sti. (MMP) vasıtasıyla 5 adet olmak üzere aşağıda isimleri verilen 40 adet dergiyi yayınlamaktadır:

85

Tablo 10: Merkez Grubu Tarafından Yayınlanan Dergiler: Yeni Aktüel

Hülya Magazin

Cosmopolitan

Seventeen

Yeni Para

Sinema

Cosmogirl

Geo

Şamdan Plus

Hukuki Perspektifler

Cosmopolitan Özel Auto Motor Sport

Bebeğim ve Biz Global Enerji

Cosmopolitan Fit&Light

Otohaber

Sofra

Transport

Cosmopolitan Style Auto Katalog

Rolling Stone

Forbes

Cosmopolitan Bride

Oto Haber Test Yıllığı

Esquire

PC Magazine

Marie Claire TR

Jet Life

Harpers Bazaar Electronic Gaming Marie Claire Mo. Maison TR

House Beautiful

Homeart

Empire

Süper Alısveris

Missie

Kumsal

Arena

FHM

Köpük

Dergiler de gazeteler gibi bir yandan okuyucularına bir yandan da reklam verenlere hitap ederek, bu iki farklı müşteri grubundan gelir elde etmektedir. Bu nedenle, dergi yayıncılığı piyasasındaki pazar gücünün ve yoğunlaşmanın analizinde de hem net satış adetleri hem de reklam ve ilan gelirleri dikkate alınacaktır. Ayrıca, her dergi grubu okuyucular açısından yalnızca bulunduğu kategorideki diğer dergiler ile ikame edilebilir olmakla beraber, reklam verenler açısından kategoriler arası ikame edilebilirlik de bir noktaya kadar mümkündür. Yayıncılar açısından ise, derginin yayına hazırlanması açısından tüm dergilerin aynı şekilde ikame edilebilir oldukları söylenebilir (Rekabet Kurumu, 2007). Yukarıda sayılan nedenlerle dergi yayıncılığı piyasasındaki pazar payları da dergi bazında değil yayıncı teşebbüsler bazında dikkate alınmıştır:

86

Tablo 11: Gruplar Bazında Dergi Yayıncılığı Piyasasındaki Pazar Payları: DERGİ YAYINCILIĞI PİYASASI Gruplar Doğan Grubu Merkez Grubu

Net Satış Adetleri Üzerinden Pazar Payları (%) 2005 2006 2007 35,74 37,57 33,02 24,11 24,58 24,53

Diğer Yayıncılar Doğuş Vatan

18,57 3,58 11,7

17,16 4,64 19,05

22,37 7,07 3,82

Akşam Vogel Burda

2,32 2,63

3,34 2,21

4,15 2,70

Maya 0,64 0,57 Nova 0,70 0,88 TOPLAM 100,00 100,00 Kaynak: Rekabet Kurumu

Reklam Gelirleri Üzerinden Pazar Payları (%) 2006 37,57 24,58

1,22 1,12 100,00

37,85

100,00

Piyasanın yukarıda değinilen yapısına bakıldığında, 2007 yılının ilk beş ayı itibariyle üç büyük grubun net satış adetleri açısından pazar paylarının %33, %24 ve %7 olarak gerçekleştiği görülmektedir. Doğan Grubu, son üç yıl içinde %35 civarındaki pazar payı ile liderliğini korumakta, Merkez Grubu da %25 civarında seyreden pazar payı ile ikinci durumda bulunmaktadır. İki grubun reklam gelirlerinin de buna paralel olduğu söylenebilir.

4.1.4. Merkez Grubu ve Gazete - Dergi Basımı Piyasası Merkez Grubu’nun Merkez Yayın Holding A.Ş.’nin mülkiyetinde olan ve yine bu holdingin sahip olduğu Merkez Matbaacılık Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye kiralamış olduğu beş adet gazete ve bir adet dergi basım tesisi bulunmaktadır: TMSF tarafından Rekabet Kurumu’na gönderilen bilgilerden, Merkez Grubu’nun beş adet gazete bir adet de dergi basım tesisi olduğu, bunlardan

87

Bilgin Grubu’na tahsisli İzmir Baskı Tesisi dışındaki tesislerin Merkez Yayın Holding

A.Ş.

mülkiyetinde

olup

Merkez

Matbaacılığa

kiralandığı

anlaşılmaktadır (Rekabet Kurumu, 2007). Tablo 12: Merkez Grubu’na Ait Baskı Tesisleri: Samandıra Gazete Baskı Tesisi Ankara Gazete Baskı Tesisi

Adana Gazete İzmir Gazete Baskı Tesisi Baskı Tesisi Antalya Gazete Baskı Samandıra Dergi Tesisi Baskı Tesisi

Söz konusu tesislerde Merkez Grubu yayınları dışında hangi yayınların

basıldığı

bilinmemekle

birlikte,

Merkez Grubu gazete ve

dergilerinin bu tesislerde basıldığı dikkate alındığında ve baskının en azından net satış adedine eşit olması gerektiğinden hareketle, söz konusu baskı tesislerinden kaynaklanan pazar payının dergiler için en azından %25, gazeteler için de en azından %25 olması gerektiği açıktır (Rekabet Kurumu, 2007).

Gazete

yayıncılığı

piyasasında

bu

paya

baskı

tesislerinin

kapasitelerinin %37 ile 64’ünü, dergi yayıncılığı piyasasında ise %76’sı kullanılarak ulaşılmıştır.

4.1.5. Merkez Grubu ve Gazete - Dergi Dağıtımı Piyasası Merkez Dağıtım Pazarlama Sanayi ve Ticaret A.Ş., Merkez Grubu’nun gazete ve dergi yayıncılığı piyasasını etkileyen ve ülkemiz gazete ve dergi yayıncılığı açısından stratejik bir öneme sahip olan bir şirkettir. 2 Eylül 2002’de kurulan Merkez Dağıtım 5 bölge müdürlüğü, Türkiye genelinde 208 yetkili satıcısı, bin 200 araçlık filosu, 25 bin 794 son satıcı, 810 zincir mağaza ile hizmet veren şirket Merkez Yayın gazetelerinden; Sabah, Takvim, Fotomaç, Yeni Asır yanında Cumhuriyet, Star, Akşam, Güneş, Bulvar, Halka ve Olaylara Tercüman, Fotogol, Önce Vatan, Birgün, Gündem, Yeni Şafak, Yeni Çağ, Milli Gazete, A. Vakit, Bugün, Sözcü gibi gazeteleri ve 350 dergiyi okuyuculara ulaştırmaktadır (Sabah, 4.9.2007).

88

Söz konusu şirket, ülke çapında faal olan iki dağıtım şirketinden birisidir. Diğer dağıtım şirketi ise Doğan Grubu’na aittir. Doğan Grubu, Doğan Dağıtım ve Pazarlama A.Ş. ve YAYSAT Yayın Satış Pazarlama ve Dağıtım A.Ş. adlı iki şirketi ile gazete ve dergi dağıtımı faaliyetini devam ettirmektedir. Gazete ve dergi dağıtımı piyasası ülkemizde düopol niteliği arz etmektedir ve dağıtım ağı kurmanın maliyetli olması ve bu ağı besleyecek ölçeğe ulaşmanın zor olması nedeniyle, gazete ve dergi yayıncılığı alanında belirli bir büyüklüğe ulaşamayan teşebbüslerin piyasanın dağıtım seviyesine girmeleri beklenmemektedir (Rekabet Kurumu, 2007). Piyasaya ilişkin pazar payları şu şekildedir. Tablo13: Gazete ve Dergi Dağıtımı Piyasasındaki Pazar Payları: Yıllar

Yayın Türü

Doğan Grubu (%)

Merkez Grubu (%)

2004

Gazete Dergi Gazete

63 70 60

37 30 40

Dergi Gazete Dergi Gazete

68 61 66 61

32 39 34 39

64

36

2005 2006 2007/5

Dergi Kaynak: Rekabet Kurumu

Tablodan da görüldüğü üzere, Doğan Grubu’nun gerek gazete gerekse dergi dağıtımındaki pazar payı son dört yılda %60’ın üzerinde seyretmekte ve karşısında yaklaşık %40 pazar payına sahip Merkez Grubu bulunmaktadır. Dağıtımın medya sektöründe pazarın kontrolü için en önemli bileşenlerden biri olduğu göz önüne alındığında bu iki Grubun dağıtım sektöründeki hakimiyetleri ile piyasayı kontrol gücünü elinde bulundurdukları söylenebilir.

89

4.1.6. Merkez Grubu ve Radyo Yayıncılığı Merkez Grubu’nun radyo yayıncılığı alanında sahip olduğu varlıklar, Radio City, Radyo Marmara, Romantik Radyo (İzmir Radyo), Bursa FM ve Radyo B’den oluşmaktadır.

Tablo 14: Merkez Grubu’nun Radyo Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları: Radio City Radyo Marmara

Romantik Radyo Bursa FM

Radyo B

4.1.7. Merkez Grubu ve Prodüksiyon - Reklam Hizmetleri Bilindiği gibi Merkez Grubu bünyesinde, yayıncılık faaliyetine ilişkin varlıkların yanı sıra; - Merkez Grubu içindeki gazete, dergi, televizyon, radyo ve internet mecraları üzerindeki ilan ve reklam alanlarının tümünün satışı ile iştigal eden reklam mecrası pazarlama şirket(ler)i ile, - Merkez Grubundaki televizyon kanallarında yayınlanmış dizi filmlerin mülkiyet haklarının arşivlendiği, tekrar gösterimleri, grup içi ve grup dışı televizyon kanallarına kiralanması, DVD ve CD ortamında pazarlanması ve internet ortamında satışı ile iştigal eden şirket(ler)i de barındırmaktadır (Rekabet Kurumu, 2007). Merkez Grubu, yayıncılık faaliyetinin yanı sıra basım ve dağıtım faaliyetlerini de gerçekleştirmekte olup bu anlamda dikey bir bütünlük içindedir. Grup ayrıca kendi ürünlerinin dışında başka yayıncılara ait yayınların da basımını ve dağıtımını gerçekleştirmektedir. Bunların yanı sıra, Merkez Grubu çeşitli radyo ve televizyon kanallarına da sahiptir ve bu çerçevede çapraz bir bütünleşme içindedir.

90

4.2.

Ciner Medya Grubu’nun Kısa Tarihi Medya sektörü dışında enerji, madencilik, ticaret, sanayi ve turizm

sektörlerinde faaliyet gösteren Ciner Grubu, medya sektörüne, Etibank borçları nedeniyle BDDK’’nın şirketlerine el koyduğu, işadamı Dinç Bilgin’e ait Sabah gazetesi ve ATV’ye ortak olarak giriş yapmıştır. BDDK’nın Etibank’ı TMSF’ye devretmesinden bir süre önce, 20 Ekim 2000’de gerçekleşen ortaklık sonrasında İMKB’ye gönderilen aynı tarihli açıklamada şöyle denmiştir (www.ımkb.gov.tr): Medya Holding Yönetim Kurulu, Sabah Yayıncılık’ta sahip bulunduğu A grubu nama yazılı 10 milyar 511.8 milyon adet hisse senedinden 1.1’er milyar adedinin 3 trilyon 575’er milyar lira bedelle Penye Lux Tekstil, Park Marina ve Park Savunma şirketlerine, 1 milyar 320 milyon adedinin 4 trilyon 290 milyar lira bedelle Erhan Aygün’e, 1 milyar 650 milyon adedinin de 5 trilyon 362.5 milyar lira bedelle Turgay Ciner’e devrine karar vermiştir. Böylece 6 milyar 270 milyon adet Sabah Yayıncılık hissesi, 20 trilyon 377.5 milyar lira bedelle satılmıştır. Sabah Yayıncılığın ortaklarından Medya Holding A.Ş.’nin sahip olduğu tamamı ödenmiş 6.270.000.000 adet hissenin 1.100.000.000 adedini Penye Lux Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne, 1.100.000.000 adedini Park Marina İşletmeciliği Turizm Denizcilik A.Ş.’ne, 1.100.000.000 adedini Park Savunma Sanayi Otomotiv, Tekstil, Gıda, İnşaat, Ziraat, Tıbbi ve Kimyevi Malzeme Ekipmanları Ticaret A.Ş.’ne, 1.320.000.000 adedini Erhan Aygün’e, 1.650.000.000 adedini Turgay Ciner’e devrine izin verilmesine ve keyfiyetin ortaklar pay defterine kaydedilmesine karar verilmiştir.” İMKB’ye gönderilen bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere Turgay Ciner, 20 Ekim 2000 tarihinde Dinç Bilgin’le ortak konumuna gelmiş ve Sabah Grubu'nun çoğunluk hisseleri, bu tarihte Turgay Ciner’e devredilmiştir. Böylece Ciner; Sabah Yayıncılık, Birleşik Basın Dağıtım (BBD), ATV, 1 Numara Yayıncılık ve Sabah Pazarlama’yı bünyesinde barındıran Medya Holding Yönetim Kurulu’na girmiştir. Devir işleminden sonra oluşan ortaklık yapısına göre 24 Eylül’de yönetim kurulu şu isimlerden oluşmuştur: Dinç

91

Bigin, Turgay Ciner, Önay Şevket Bilgin, Zafer Mutlu, Mustafa Dinçer, İbrahim Başol, Ertin Akgüç, Süleyman Yaşar. Ciner ile kurulan ortaklıktan kısa bir süre sonra 27 Ekim 2000 tarihinde, Etibank TMSF’ye devredilmiştir. Bu devir sonrasında Banka’nın hissedarı ve yönetim kurulu üyelerinin mal varlıklarına ihtiyati tedbir konulmuş, Medya Holding A.Ş., Medya Sabah Holding A.Ş. ve Bilgin Holding A.Ş.’nin malvarlığı ve iştirakleri ya da bağlı ortaklıkları üzerinde Bilgin Grubu’nun tasarrufta bulunma hakkı kısıtlanmıştır. Bu süreçte Park Grubu, Grubun tümünü devralabilecek ortaklık arayışlarına girmiştir. Bu arayışlar neticesinde, Mehmet Emin Karamehmet (Çukurova Grubu), Turgay Ciner (Park Grubu) ve Murat Vargı’dan (MV Holding) oluşan MTM Haber Yatırım ve Ticaret A.Ş. (MTM), Bilgin Grubu’nu devralmak üzere Dinç Bilgin ile anlaşmıştır. 30 Kasım 2000 tarihli Sabah Gazetesinde “Ceketimi Alıp Çıkıyorum” başlığıyla yayınlanan yazısında Dinç Bilgin bir veda yazısı yayınlayarak Grubu devrettiğini belirtmiştir. Dinç Bilgin’in Gruptan ayrılmasından sonra MTM temsilcisi üyeler Sabah Yayıncılık A.Ş., Birleşik Basın Dağıtım A.Ş, Satel Sabah Televizyon Prodüksiyon A.Ş., Medya Basın Servisleri Tic. A.Ş. gibi Bilgin Grubu’nun önemli şirketlerinin yönetim kurullarında görev almışlar ve fiilen MTM konsorsiyumu bu şirketleri yönetmeye başlamıştır. Ancak, bu şirketlerde herhangi bir hisse devri gerçekleşmemiştir (Rekabet Kurumu, Rekabet dergisi internet sitesi). 8 Ocak 2001 tarihinde yine Sabah gazetesinde “Eve Dönüş” başlıklı haberle Dinç Bilgin’in Grubun başına döndüğü açıklanmıştır. Bir süre sonra, adı geçen şirketlerde olağanüstü genel kurullar yapılarak, yönetimler Bilgin Grubu tarafından oluşturulmaya başlanmıştır. Dinç Bilgin, 2 Nisan 2001 tarihinde Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından “nitelikli dolandırıcılık, zimmet ve cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlarından tutuklanmış ve cezaevine gönderilmiştir. Mehmet

92

Emin Karamehmet, Turgay Ciner ve Murat Vargı’nın birlikte kurdukları MTM adlı şirketin Sabah Grubu’nu kontrol işlemleri, BDDK’nın “Bilgin’e ait şirketlerde herhangi bir sahiplik değişikliğine gidilemez. Bu konuda tek yetkili BDDK’dır” açıklamasıyla engellenmiştir (Sönmez, 2003: 194-195). NTV’de yayınlanan bir söyleşisinde Ciner, ortaklıkla ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmuştur:

“2000 senesinde, 1999’da başlayıp 2000 senesinde biten bir çalışmanın sonucunda medya sektörüne ortak olduk. Sabah grubu, ATV grubudur. Hala da ortaklığımızın yapısı 2000 senesindeki yapıyla devam etmektedir. Yani, bugünün kriz ortamında değil. O günlere de bakarsanız 2000 senesi Türkiye, şimdi şimdi anlaşılan sanal bir büyüme içindeydi. Gelirler gayet güzeldi. Bu bahsettiğimiz bize bağlı olan Grup gayet kârlı bir Gruptur. Zaten Grup, harici işlerden dolayı mali sıkıntı içine girmişti. Bu sebepten dolayı da biz ortak olmuştuk.” (Sönmez, 2003: 208). 3 Mayıs 2005 tarihinde ise Turgay Ciner, Sabah ve ATV başta olmak üzere Dinç Bilgin’e ait Medya Grubu şirketlerini almak üzere TMSF ile bir anlaşma imzalamıştır. Ciner’in 10 yıl içinde TMSF’ye 433 milyon dolar ödemesini öngören anlaşma ile Bilgin’e ait medya şirketleri Merkez Grubu’na devredilmiştir. Temel olarak enerji ve madencilik sektörlerinde faaliyet gösteren bir iş adamı olan Turgay Ciner’in medya sektörüne girişi, gerek kamuoyunda gerekse basında geniş yankı uyandırmış ve adı pek çok suça karışan bu ismin8 2000’li yılların başında medya sektörüne yönelmesi ardından pek çok soru işaretini de beraberinde getirmiştir. Cumhuriyet gazetesinde 22 Eylül 2002’de, Leyla Tavşonoğlu ile bulunduğu söyleşide Ciner, medya sektörüne girmekteki amacını şöyle açıklamaktadır:

8

Turgay Ciner’e yönelik iddia ve suçlamalar ilerleyen bölümlerde ele alınacaktır.

93

“Birincisi biz bozuk işletmeleri tamir edip, satabilecek duruma getirme becerimizle şöhret kazandık. ikincisi de belki de Türkiye’de herkes de olduğu gibi çarpık yapılanmaya karşı bir başkaldırı olabilir...” Söyleşinin devamında ise Ciner, esas amacını “Esas temeli şu: Biz basın ve medyaya bir endüstri olarak bakıyoruz. Bu sektörde rehabilite edebileceğimiz işletmeler gördüğümüz için zamanında o şekilde girdik” sözleriyle dile getirmektedir: Turkishtime dergisinde (2006: 66)

yer alan röportajda ise Ciner,

Sabah Grubu’nu almasıyla ilgili şu açıklamalarda bulunmuştur:

“Medyada yok olmakta olan bir kuruluşu ayağa kaldırdık. Satın almadık, kendi büyüttüğümüz bir unsuru satın aldık. Duble yatırım yapmış olduk yani. Hem kendimiz bir yatırım yaptık, iyileştirdik hem de iyileştirdikten sonra satın aldık. Bunu parantez içinde söylüyorum; aptal tüccar rolündeyiz yani.” “450 milyon dolarlık bir borca katlanacaksınız yani” sorusuna yönelik ise Ciner, “hukuki anlamda böyle bir sorumlulukları olmamasına rağmen bunu kamu vicdanı için yaptıklarını” ifade etmiştir. Sabah ve ATV’yi alarak medya sektörüne giriş yapan Ciner’in medya sektöründeki bir diğer girişimi de Cumhuriyet gazetesinin yüzde 20’sini satın alması olmuştur. Gazetenin yüzde 20'sinin 2 milyon dolar karşılığında Ciner’e satıldığını ve Ciner’in böylece gazetenin 250 ortağından biri olduğunu açıklayan Cumhuriyet gazetesi imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk, Ciner'in gazetenin yayın politikasına karışmayacağını belirtmiştir. Selçuk, Ciner'in adının Susurluk Raporu'nda geçtiği hatırlatıldığında ise "Kendisi ile ilgili araştırma yaptık. Hakkında açılan dava yok. İlkelerimizi de kabul etti. Bu nedenle katkıda bulunma isteğine olumlu yanıt verdik” açıklamasında bulunmuştur (Radikal, 3.9.2002).

94

4.2.1. Serveti İle Konuşulan Bir Medya Patronu: Turgay Ciner Turgay Ciner ismi, günümüz iş dünyasında en hızlı çıkış yapan isimler arasında anılırken 90’lı yıllarda iş hayatına atılan bu isim, 2000’li yıllarda 1.5 milyar dolarlık serveti ile “En zengin 100 Türk” listesinin 8’inci sırasında yer almayı başarabilmiştir. Aylık ekonomi dergisi Turkishtime Dergisinde (2006: 45) Ciner ile yapılan bir söyleşide de ifade edildiği gibi yedi - sekiz yaşlarından beri ticaret hayatının içinde olan Turgay Ciner, “milyon dolarlara 24 yaşında, milyar dolarlara ise 40’lı yaşlarda ulaşmıştır.” Grup, 2004 yılında Park Holding ve Park Enerji Yatırım Holding ile madencilik, enerji, hizmet turizm ve medya alanında faaliyet gösteren çok sayıda şirketini "Ciner Grubu" adıyla tek şemsiye altında toplamıştır. Ciner Grubu’nun İMKB’de işlem gören iki adet şirketi bulunmaktadır. Bunlar Park Elektrik Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve Ceytaş Madencilik Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş.’dir. Ciner Grubu’nun halka açık şirketleri yılın 2006 yılının ilk yarısını yüksek oranlı kâr artışı ile kapattığını açıklamıştır. Madencilik ve enerji sektöründe faaliyet gösteren Park Elektrik Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş., 2005’in ilk yarısında 5.9 milyon YTL olan kârını yine bu yılın aynı döneminde, %443 artırarak 32.6 milyon YTL’ye çıkarmıştır. Park Elektrik, bu kâr artışıyla, hisse senetleri borsada işlem gören sanayi şirketleri arasında 2006’nın ilk yarı sonuçları itibariyle karlılığını en çok artıran şirket olmuştur. Grubun tekstil ve madencilik sektöründe faaliyet gösteren diğer şirketi Ceytaş Madencilik Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş. de 2005’in ilk yarısını zararla kapatırken, 2006 yılı ilk yarı sonuçları itibariyle 10.2 milyon YTL dönem kârı elde etmiştir. (Sabah, 16.8.2006) Ciner Grubu’na ait Park Termik Elektrik, Park Teknik Elektrik ve Merkez Gazete Dergi Basım Yayıncılık Sanayi Ve Ticaret A.Ş. İstanbul Sanayi Odası’nın her yıl açıkladığı “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu” (İSO500) listesinde 2006 yıllarında ilk 200 şirket arasında yer almıştır.

95

Tablo 15: 2006-İSO500 Verilerine Göre Ciner’in Şirketleri: 2006

Firma ve Müessese Adı

Üretimden Satışlar Net (YTL)

139

Park Termik Elektrik San.Ve Tic.A.Ş

277.673.221

184

Park Teknik Elektrik Madencilik Turizm San. Ve Tic. A.Ş.

217.610.129

170

Merkez Gazete Dergi Basım Yayıncılık San. Ve Tic. A.Ş.

233.519.335

Kaynak: iso.org.tr 24 Aralık 2004 tarihinde, bir basın toplantısı düzenleyerek, gelecek dönem hedeflerini açıklayan Turgay Ciner, açıklamasında Grup olarak madencilik, enerji, hizmet ve medya alanlarında büyüyeceklerini, Grubun ana omurgasının madencilik sektörü olduğunu ve madencilik sektörüne beş yıl içinde

1.2 milyar dolarlık yatırım yapacaklarını söylemiştir (Akşam,

25.12.2004). Aynı açıklamada Ciner, Türkiye enerji üretiminde %3.7’lik bir paya sahip olduklarını, hedeflerinin ise %10’luk bir pazar payı olduğunu ifade etmiştir. 2004 yılına ait ciro büyüklüklerinin 1.4 milyar dolar olduğunu söyleyen Ciner, 10 yıl içerisinde Türkiye’nin en büyük Grubu olmayı hedeflediklerini açıklayarak bu hedefi şu sözlerle anlatmıştır (Cumhuriyet, 25.12.2004):

“Ben 1974’te, 20 liralık haftalıkla iş hayatına atıldım. O zaman Türkiye’nin en büyüğü Koç idi. Şimdi de Koç ailesine büyük saygım var. Şu anda belki onların onda biriyim. Bence herkes hedefini bir numara olmak üzerine kurmalı. İlle de bir numara olurum, demiyorum. Ama 1.2 milyar dolarlık yatırımı tamamladığımda bu hedefe de yaklaşmış olurum.” Enerji ve madencilik sektörünün ardından medyada da kısa süre içerisinde yükselen Turgay Ciner, 2000’li yıllarda 1.5 milyar dolarlık serveti ile Forbes Dergisinin yayınladığı “En zengin 100 Türk” listesinin 8’inci sırasında yer almıştır (Sabah,

27.12.2006). Ciner, bu serveti ile listede 1.4 milyar

dolarla 10’uncu sırada yer alan Rahmi Koç’u geçmiş ve bu durum akıllara,

96

2004 yılındaki basın açıklamasında “Şu an belki de Rahmi Koç’un onda biriyim” sözlerini getirmiştir. Bu sözlerin ardından henüz iki sene geçmesine rağmen en zenginler listesinde, Türkiye’nin en büyük sanayi ve ticaret grubu Koç Holdingin de önünde yer alan Ciner’in listedeki konumu bazı kuşkular yaratmış ve “dergin varsa zenginsin” şeklindeki yorumlara yol açmıştır9 (Vatan, 18.12.2006). Bilindiği gibi Forbes Dergisi Merkez Yayın Holding tarafından çıkarılan bir yayın organıdır.

4.2.2. Medya Kârlı Bir Sektör Mü? Ciner: “Kâr Etmediğimiz Yerde Bulunmayız” Günümüzde medyanın kârlı bir sektör olup olmadığı sorusu, medya tartışmaları içinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Kapitalist toplumlarda medya içerikleri endüstriyel ve ticari bir etkinlik olarak emtia üretimine dayanır ve bu üretim sürecinde bir artı-değer yaratılır. Bu değere, kapitalist üretim ilişkilerinin sonucu olarak üretim aracını mülkiyetinde bulunduran kapitalist sınıf el koyar. Üretim sürecinde kapitalistin temel dürtüsü kârdır ve yatırım yapılan bir sektörde kâr oranı düşükse, kapitalist yatırımını daha kârlı bulduğu bir sektöre kaydırır. Geniş bir meta üretimi ve dağıtım ağına sahip olan medya sektöründe asıl amaç kâr mıdır? Sönmez’e (2003: 32) göre azami kâr motifine dayalı genel kapitalizm kuralı, medya sektörü için her zaman geçerli olmaz. Çünkü medyanın bu dala yatırım yapmış olanlara maddi kazancın dışında başka faydaları, getirileri de vardır. O da kitlelere ulaşabilme, onlara istenen mesajı verebilme, etkileyebilme bundan dolayı bir iktidarı, gücü kullanma, paylaşma, bu gücü rakiplerine, siyasi erke karşı gereğinde bir savunma ya da saldırı gücü olarak kullanabilme olanağıdır.

9

Ciner’in En Zengin 100 Türk listesinde yer almasını “Ciner, Koç ve Şahenk’ten Zengin mi?” başlıklı bir haberle eleştiren Vatan gazetesi, “Listeyi değerlendiren iş dünyası ‘Yeni kavram. Kağıt üstünde zengin olmak. Eğer bir de derginiz varsa, kuşe kağıt üstünde zengin olma imkanınız da var. Darısı her işadamının başına’ derken, liste inandırıcı bulunmadı” yorumunda bulunmuştur.

97

En nihayetinde günümüz medyası finans, enerji, ticaret, pazarlama vb. pek çok sektörün onun üzerinden açılım sağlayabileceği stratejik bir bileşen haline gelmiştir. Medya başlı başına kârlı bir sektör olmasa dahi bütünleşmiş olduğu diğer sektörlerle birlikte büyük kâr vaat eden bir sektör haline dönüşmüştür. Medya patronlarının söylemleri de kapitalist dünyanın gerçeklerine oldukça yatkındır ve pek çok medya patronu, sektörü kârlı gördükleri için bu alana yatırım yaptıklarını ifade etmiştir. Örneğin medya patronu Aydın Doğan, 1981 yılında Erkekçe dergisine (1981) verdiği röportajda, sektörün hem kârlı hem de itibar getiren bir yönü olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir. Doğan’ın özellikle “Gazete patronluğu buzdolabı fabrikası patronluğuna göre çok daha yüksek statülü bir iş...” ifadeleri dikkat çekmektedir:

“Milliyet’i her şeyden önce bir kâr müessesesi olduğu için aldım. Bakın rakamlar vereyim de, özellikle aldığım zaman ne kadar kârlı bir iş olduğunu anlayın. Ben Milliyet’i aldığımda yıllık ücretlerin toplamı 120 milyon liraydı. İki ay sonra toplu sözleşme yaptık. 350 milyon lira oldu. Ben aldığımda kağıt 9 liraydı. İki ay sonra 54 lira oldu. Daha geçen Ekim’de, kıdem tazminatından vergi alınacağı dedikoduları çıkınca bir çokları gazeteden bir an önce istifa edip, paralarını kurtarma yolunu seçtiler. Onlara bir kalemde 140 milyon ödedim. Yani evdeki hesabın çarşıya uymaması için ne lazımsa oldu. Ama Milliyet, 1980 yılını gene de kârla kapıyor. Demek ki iş iyi... Ha... Biraz da samimi olalım... Gazete patronluğu buzdolabı fabrikası patronluğuna göre çok daha yüksek statülü bir iş... Gazete patronu oldunuz mu bir başka bakıyorlar insana hele bu gazete bir de Milliyet olursa.." Aydın Doğan’ın karşısına dağıtım tekelini kıran medya patronu olarak çıkan Turgay Ciner de 21 Aralık 2004 tarihinde düzenlediği basın toplantısında sektörün kârlı olduğunu şu sözlerle ifade ediyor: “Medya işini sevdik. Bu alanda kalıcıyız. Dominant olarak büyüyeceğiz. Kâr da ediyoruz. Zaten kâr etmediğimiz yerde bulunmayız” (Dünya, 25.12.2004). Madencilik sektörüne yönelik yatırımları için de benzer ifadeler kullanan Ciner, aynı basın toplantısında “Bayrağın dalgalandığı her yere gideriz. Ben kâr için gidiyorum, kahramanlık için gitmiyorum. Bir kapitalistin ilk

98

işi para kazanmaktır. Sosyal sorumluluk bunların türevidir” açıklamalarıyla dikkat çekiyor (Referans, 25.12.2004). Turgay Ciner, Cumhuriyet gazetesinde Leyla Tavşanoğlu ile yaptığı 24 Eylül 2002 tarihli söyleşide “basın ve medyaya girmekteki amacınız neydi?” sorusuna şu yanıtı veriyor:

“Esas temeli şu: Biz basın ve medyaya bir endüstri olarak bakıyoruz. Bu sektörde rehabilite edebileceğimiz işletmeler gördüğümüz için zamanında o şekilde girdik. Ama tabi ki işin içine girdikten sonra biraz da tecrübe edindik. Türkiye’nin her tarafında bütün sektörlerde olduğu gibi basın ve medya sektöründe de çarpık yapılanma olduğunu gördük.” Ciner, medyadaki hedefini ise şöyle açıklıyor (Sönmez, 2003: 210): “Medyada hedefim şu: Bizim çalışanlarımızın içinde medya kârlı bir sektör değil derken, ona katılmıyorum. Yani, medya çok geniş alanlarda talep görmüştür. Dolayısıyla pazar payları, çoğuna küçük dilimler halinde düşmüştür. Bugün televizyon sektöründe ATV, bütün kanallar arasında birincidir. Halkın teveccühünü kazanmıştır. Yanlış, manipülatif unsurların içine katılmamıştır. Zor durumda olan bir grubun, yani Bilgin Grubu’nun lehine yayınlar yapmamıştır. Bundan dolayı da gelirleri; kifayet edici gelirleri vardır. Sabah gazetesi de Türkiye’nin denge gazetesidir. Yani, bir grubun karşısında olacak ağırlıklı bir gazetedir. Öteki türlü tahterevallinin bir tarafı yerde olacaktır devamlı. Karşı tarafında da küçük marjinal unsurlar yer alacaktır. En azından ben bunu dengeliyorum.”

4.2.3. Dağıtımda Kızışan Rekabet: Ciner “Dağıtım Tekelini Kırdık” Medya sektöründe pazarın kontrolü için en önemli bileşenlerden biri dağıtımdır. Faaliyet alanlarını dağıtıma doğru genişleten büyük medya Grupları dağıtım sektörüne de hakim olarak malın tüketiciye ulaşmasına kadar olan süreci kontrol altına almaya çalışmaktadırlar.

99

Dağıtım şirketleri, medya grupları için önemli bir güç olmakta, bu yolla hem küçük gazete ve dergileri kendilerine bağımlı kılmakta, hem de sektördeki reklam pazarını denetleme olanağını elde etmektedirler. Yakın tarihe göz atıldığında büyük bir pazar olan dağıtım sektörünün medya grupları tarafından zaman zaman kartel anlaşmalarıyla hakimiyet altına alınmaya çalışıldığı görülmektedir. Örneğin 1996 yılında Doğan ve Bilgin Grupları dağıtım şirketleri BBD ve Yay-Sat’ı birleştirerek dağıtımda bir anda piyasanın tamamına yakınını kontrolleri altına almışlardır. 1998 yılında gazete dağıtımı piyasasında Yay-sat %65, BBD %35; dergi dağıtımı piyasasında Yay-sat %67, BBD %33’lük bir payla piyasanın tamamına hakim konumdadır. Bu iki Grubun dağıtım sektöründeki ortaklığı uzun sürmemiş, Sabah Grubu’nun sahiplik yapısının değişmesiyle Yay-sat ve BBD yollarını ayırmışlardır. Sabah Grubu yayınları, Yay-sat’ın dağıtımından alınarak BBD ile aynı gruba bağlı olan ve Turgay Ciner’in sahip olduğu BBD Merkez Dağıtım Organizasyon Pazarlama Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye (BBD Merkez) verilmiştir. BBD Merkez’in kurulmasıyla birlikte Sabah Grubu yayınları dışında, dağıtımı BİRYAY’da bulunan Akşam Grubu yayınları ile Yay-sat’ın dağıttığı Cumhuriyet gazetesi de bu yeni şirket tarafından dağıtılmaya başlanmıştır. Bu yol ayrımının ardından sektörde rekabet kızışmış tam da bu noktada Turgay Ciner’in kontrolüne geçen BBD Merkez, dağıtımda yeni bir dönem başladığı ve dağıtımda tekelin sona erdiği açıklamalarıyla yeni bir tartışma başlatmıştır (Sabah, 23.12.2002). Turgay Ciner, Cumhuriyet gazetesinde Leyla Tavşanoğlu ile yaptığı 24 Eylül 2002 tarihli söyleşide de dağıtım tekeline yönelik şu ifadeleri kullanmıştır:

“Evet, dağıtım tekelini kırdık. Zaten dağıtım tekeli yanlış bir işti. Üstat Çetin Altan’ın dediği gibi ‘Kozmos’ta tek olan unsur kabul edilemez.’ Bir Tanrı tektir. Geri kalanın hep çifti vardır. Doğal olanı bir rekabet içinde olunmasıdır. Tek olduğu zaman rahatsızlık yaratır.

100

Hatta, üç, dört, beş vs. olması lazım. Kim başarılıysa, kim daha iyi mal üretiyorsa bu rekabet ahlakı içinde bu işin yapılması gerekir. Bel altından vurarak, kafasına odun indirerek, bir gecenin karanlığında yere ip gerip adama çelme atarak iş görmeye gerek yok. Bizim yaptığımız iş gayet basit, açık ve net. Sektörde bir boşluk gördük. Herkes önce benim gazeteciliğe girdiğimi tahmin etti, ama ben bu sektöre dağıtımdan girdim. Bu işin nefes borusunun açık olması lazım. Çünkü önemli bir iş.” Ciner, aynı söyleşide “Yeni dağıtım şirketi hayata geçtikten sonra hâlâ gruplar arasında o eski, kıran kırana rekabet devam eder mi?” sorusuna “kalitenin okuyucu talebine göre oluşacağını” ifade ederek, şu şekilde yanıt vermektedir:

“Hayır, etmez. Ben bunu hiçbir şekilde yapmayacağım. Hareket tarzım tamamıyla demin dediğim sistem çerçevesinde olacaktır. Bu sistem ne kadar üretiyorsa o kadar kullanım yapacağız. Yani, taşıma suyla değirmen döndürmeyeceğim. Daha fazla üretmek için de daha fazla kaliteye yönelmeye çalışacağız. Kalite göreceli bir kavramdır. Ama göstergesi de okuyucunun artan talebidir. Bu talep arttıkça iyiye doğru gittiğimizi, azalıyorsa kötüye doğru gittiğimizi göreceğiz. Ama iyiye doğru gittikçe sistem ne üretirse onu paylaşacağız. Yani rekabetin gücü, taleple doğru orantılı olacaktır.” Günümüz medya piyasasında dağıtım sektörü iki büyük şirket tarafından paylaşılmaktadır. Bunlardan biri “dağıtımda doğal bir rekabet ortamı içinde piyasada birden fazla aktörün faaliyet göstermesi gerektiğini ve bu işin nefes borsunun açık olması gerektiğini” ifade eden Turgay Ciner’e ait olan Merkez Dağıtım Pazarlama Sanayi ve Ticaret A.Ş.’dir. Merkez Dağıtım Pazarlama 2007 yılının ilk beş aylık döneminde gazete dağıtımı piyasasında %39, dergi dağıtımı piyasasında ise %36’lık bir pazar payına sahiptir (Rekabet Kurumu, 2007). Ciner, piyasayı gazete dağıtımında %61, dergi dağıtımında

ise

%64’lük

bir

paya

sahip

olan

Doğan

Grubu

ile

paylaşmaktadır. Doğan Grubu, Doğan Dağıtım ve Pazarlama A.Ş. ve YaySat Yayın Satış Pazarlama ve Dağıtım A.Ş adlı iki şirketi ile gazete ve dergi dağıtımı faaliyetinde pazarın hakimi konumundadır.

101

Görüldüğü gibi gazete ve dergi dağıtımı piyasası ülkemizde düopol niteliğindedir ve dağıtım ağı kurmanın maliyetli olması ve bu ağı besleyecek ölçeğe ulaşmanın zor olması nedeniyle, gazete ve dergi yayıncılığı alanında belirli bir büyüklüğe ulaşamayan teşebbüslerin piyasanın dağıtım seviyesine girmeleri beklenmemektedir (Rekabet Kurumu, 2007).

4.2.4. TMSF’nin Ciner Medya Grubu Şirketlerine El Koyma Süreci 2000’li yılların başında medya sektörüne girişi ile çok konuşulan Turgay Ciner’in medya serüveni rakiplerine oranla çok da fazla sürmemiş; 2007 yılının Nisan ayında yaşanan gelişmelerle Sabah ve ATV’nin satışıyla ilgili olarak kamuoyunda da geniş yankı uyandıran ilginç gelişmeler yaşanmıştır. TMSF, Dinç Bilgin ve Turgay Ciner arasında gizli bir ortaklık olduğunun anlaşılmasıyla yayınların yönetim ve denetimini devralmıştır. Böylece TMSF, aralarında Sabah gazetesi ve ATV olmak üzere Turgay Ciner’a ait Merkez Grubu çatısı altındaki 63 medya şirketine el koymuştur. El koyma işleminin ardından TMSF tarafından 1 Nisan 2007 tarihinde yapılan açıklamada şöyle denmiştir: “Etibank hakim ortağı Dinç Bilgin ile Turgay Ciner arasında imzalanmış olan gizli sözleşmelerin yeni ortaya çıkması sonucunda, Bilgin ve Merkez Grubu’nun medya sektöründe faaliyet gösteren 63 adet şirketinin yönetim ve denetimleri 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun ilgili hükümleri uyarınca TMSF tarafından devralınmıştır. Etibank’ın hakim ortağı Dinç Bilgin ile Merkez Grubu’nun doğrudan veya dolaylı hakim ortağı Turgay Ciner arasında imzalanan 1 Ekim 2002 tarihli lisans sözleşmeleri, Fon ile Medya Grubu arasında imzalanan 17 Kasım 2003 tarihli ve Fon, Medya ve Merkez Grubu firmaları arasında imzalanan 3 Mayıs 2005 tarihli protokollerin imzası aşamasında mevcut olduğu halde protokol taraflarınca Fon’un bilgisinden gizlenen 12 Haziran 2002 tarihli protokol ve 8 Ağustos 2002 tarihli sözleşmeler, Fon tarafından muvafakat verilen satış ve devir protokollerini geçersiz hale getirmiştir.

102

Bu hukuki durum karşısında, Dinç Bilgin’in Merkez Grubu da dahil olmak üzere yukarıda zikredilen protokollere konu mal, hak ve varlıklardan oluşan tüm medya sektöründe Turgay Ciner ile ortak olduğu, 1 Ekim 2002 tarihli ilk lisans sözleşmelerinden itibaren başlayan bu sürecin tamamında ortak hareket ettikleri, hileye dayalı ve muvazaalı işlemlerle Fon’u yanılttıkları belgelenmiştir. Bu nedenle, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince Medya Grubu (Dinç Bilgin Grubu) ve Merkez Grubu şirketlerinin temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimleri fon tarafından devralınmıştır.” (www.tmsf.org.tr). Açıklamadan da anlaşılacağı üzere ortaya çıkan 12 Haziran 2002 tarihli protokol ve 8 Ağustos 2002 tarihli sözleşmeler, Turgay Ciner ve Dinç Bilgin arasında bir inanç sözleşmesi yapıldığını ve aslında Dinç Bilgin’in şirketlere yüzde 50 oranında ortak olmaya devam ettiğini ortaya çıkarmıştır. Bu ortaklığın çerçevesinin çizildiği gizli inanç sözleşmesinin ortaya çıkması ile birlikte TMSF, 1 Nisan 2007 tarihinde şirketlerin yönetim ve denetimine el koymuştur. El koyma operasyonu ile birlikte Turgay Ciner ile TMSF arasındaki satın alma protokolü de yürürlükten kaldırılmıştır. TMSF bir süre sonra şirketlerin tüm hisselerine de el koymuştur. Bu gelişmenin ardından kısa bir süre sonra TMSF, Turgay Ciner’le anlaştığını açıklayarak satış sürecini başlatmıştır. TMSF ve Ciner’in şirketi arasında, 29 Ağustos 2007 tarihi itibariyle imzalanan protokolün ayrıntıları TMSF tarafından 4 Eylül 2007 tarihinde yapılan bir açıklama ile şöyle duyurulmuştur:

“Bahse konu protokol ile, Park Grubu tarafından Merkez Grubu varlıklarının satış işlemlerinin Fon tarafından gerçekleştirilmesi, satış bedelinin tahsili, dağıtımı ve Dinç Bilgin Grubu’ndan olan Fon alacaklarına Fonun dilediği şekil ve tutarda mahsubuna yönelik olarak Fon tarafından gerçekleştirilecek bütün işlemleri tamamen ve kayıtsız şartsız kabul etmeleri, Fon ve/veya Merkez Grubu ve/veya Medya Grubu aleyhine dava, şikayet, takip ve itiraz yoluna müracaat etmemeleri, yapılan bütün işlemlerle ilgili tüm itiraz, şikayet ve dava haklarından peşinen feragat etmeleri öngörülmüş olup, aynı çerçevede Merkez Grubu’nun oluşumu ve faaliyetleri aşamasında Dinç Bilgin Grubu’ndan intikal eden varlıklar

103

arasında yer almayan, Merkez Grubu’nun faaliyetleri sırasında edinilen veya Park Grubu’ndan aktarılmış olan nakit değer, varlık ve şirketlerin Park Grubu’na iadesi düzenlenmiştir.” Bu kapsamda Kanal 1 ve GD Gazete Dergi Sanayii A.Ş’ye bağlı olarak yayımlanan Marie Claire, FHM Merkez, Arena gibi dergilerin Ciner’e verilmesi kararlaştırılmıştır. TMSF tarafından aynı gün içinde yapılan bir açıklama ile aralarında ATV ve Sabah’ın da bulunduğu yaklaşık 20 medya kuruluşunun satış işleminin başlatıldığı bildirilmiştir. Yapılan açıklamada “Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Medya/Merkez Grubu borçlularının mülkiyetinde bulunan televizyon ve gazete varlıklarından oluşan ATV-Sabah Ticari ve İktisadi Bütünlüğünü

1.100.000.000

ABD

Doları

bedelle

satışa

çıkarmıştır”

denilmiştir. Açıklamaya göre satışa konu Ticari ve İktisadi Bütünlük kapsamında başlıca ATV Televizyonu, Radyo City, Sabah, Takvim, Günaydın, Yeni Asır ve Pas Fotomaç gazeteleri ile Bebeğim ve Biz Merkez, Sinema Merkez, Sofra Merkez, Home Art Merkez, Şamdan Plus, Yeni Aktüel, Para, Global Enerji Merkez, Transport, Hukuki Perspektifler Dergileri bulunmaktadır.

4.3.

Turgay Ciner Kimdir? Türk medya sektörünün önemli isimlerinden biri olan Turgay Ciner,

1956 yılında Hopa’da doğmuş, iş hayatına oto yedek parçacılığı ticareti ve ardından İstanbul Talimhane’de açtığı bir yedek parça dükkanı ile başlamıştır. 1984 yılında Almanya’dan Mercedes ithalatına başlayan Ciner, daha sonra 1988 yılında Anadolu Endüstri Holding’in ortaklarından Osman Yazıcı ile birlikte Yazeks’i kurmuştur. Anadolu Endüstri’nin Irak’taki taahhütlük işlerini devralan Ciner, 1990’da Rusya’dan televizyon ekipmanları ithal edip

104

Türkiye’de monte ederek satmaya başlamıştır. 1991 yılında Körfez Krizi’nin başlamasıyla, Irak pazarını bırakıp Orta Asya’ya yönelen Ciner, ağırlıklı olarak Özbekistan ve Tacikistan ile iş yapmaya başlamış, Özbekistan’da devlet için anahtar teslim entegre tekstil fabrikaları kurmuştur. 1993’te, Ceyhan’daki Ceytaş İplik Fabrikasını İş Bankası’ndan satın alarak tekstil sektörüne giriş yapan Ciner, ardından 1994’te Mensucat Santral’i alıp adını Taç Santral olarak değiştirmiş ve Penyelüks’ü de alarak Gruba katmıştır. 1990’lı yılların başından itibaren tekstil sektöründen çekilmeye başlayarak özelleştirme projeleri ile enerji ve madencilik alanında yatırımlara başlayan Ciner Grubu, 1990 yılında Türkiye’de özel sektöre devredilen ilk termik elektrik santrali olan Çayırhan Termik Santrali’nin işletme devrini 20 yıllığına devralarak tekstil sektöründeki yatırımlarını, enerji ve madencilik sektörüne yönlendirmiştir. Grup, bugün enerji ve madencilik sektöründe Park Termik, Park Teknik, Park Maden, Park Enerji, Park Elektrik, Park Demir, Ceytaş Madencilik, Eti Soda, Park Toptan Elektrik, Silopi Elektrik, Park Alüminyum şirketleri ile faaliyet göstermektedir.

Turgay Ciner, Ciner Grubu’nun sahibi olarak bilinmesinin yanında kamuoyunda özelleştirme ihalelerine olan yakın ilgisi ile de tanınmaktadır. Özelleştirmeleri gerçekleştiren bürokratlarla Ciner’in yakın ilişkileri medyada sık sık gündeme gelen konular arasında yer almıştır. Evrensel gazetesi 25 Ekim 2000 tarihli sayısında Turgay Ciner ve enerji sektöründeki isimlerin bağlantısına şu şekilde yer vermiştir:

“...Özelleştirmeleri gerçekleştiren bürokratlarla Ciner’in yakın ilişkileri dikkat çekici ve pek de rastlantı gibi durmuyor. Örneğin HAVAŞ’ın satışını gerçekleştiren Özelleştirme İdaresi Başkanı Tezcan Yaramancı, eski THY Yönetim Kurul üyesi Atilla Çelebi, eski MİT Personel Müdürü Kemal Hacıbeyoğlu, eski Dış Ticaret

105

Müsteşarı Namık Kemal Kılıç, ÖİB’den önce özelleştirmeyi yürüten Kamu Ortaklığı İdaresi’nin yöneticileri Ökkeş Özuygur ve Süleyman Yaşar ve de eski Enerji Bakanlığı Müsteşarı Uğur Doğan, Ciner’in sahibi olduğu Park Holding’de çalışmış kişiler...” Turgay Ciner, bu bağlantılarının yanı sıra, enerji sektöründe girmiş olduğu ihaleler ile adı sık sık rüşvet ve usulsüzlük iddiaları ile gündeme gelen bir iş adamı olmuştur. Çayırhan Termik Santrali’nin devir işlemi, 2000 yılında patlak veren ve enerji ihalelerindeki yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla düzenlenen Beyaz Enerji Operasyonunda “rüşvet iddiaları” ile gündeme gelmiştir. Çayırhan Santrali’nin devrinde rüşvet iddiaları basında geniş yer almış Hürriyet gazetesinde yer alan 20 Ağustos 2003 tarihli bir haberde, Ciner Şirketi’nin Çayırhan Termik Santrali ihalesinde Türkiye Elektrik Üretim İletim Anonim Şirketi (TEAŞ) yönetimine rüşvet dağıttığı ve rüşvetin 130 bin dolarlık bölümünün belgelendiği yazılmıştır. Habere göre Ciner’in sağ kolu Erhan Aygün, ‘Beyaz Enerji’ davasında iki bürokrata 130 bin dolar rüşvet vermekten mahkum olmuş, TBMM Yolsuzluk Komisyonu bu mahkumiyet kararını aynen raporuna geçirmiştir. Aygün, yargılandığı ‘‘Beyaz Enerji’’ davasında, Çayırhan Termik Santrali’nin işletme hakkı ihalesinde TEAŞ Genel Müdürü Muzaffer Selvi’ye 100 bin dolar, TEAŞ Genel Müdür Yardımcısı Ünal Peker’e de 30 bin dolar rüşvet vermekten mahkum olmuştur. Habere göre Aygün’ün ‘‘rüşvet’’ serüveni bununla da kalmamış, TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu, işadamı Aygün ile ilgili Beypazarı’ndaki trona madeni ihalesinde yaşanan bir rüşvet olayını daha ortaya çıkarmıştır. Komisyon, Aygün hakkında savcılığa ‘‘rüşvet ve benzeri yöntemler kullandığı’’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulunma kararı almıştır. Mahkeme bu suçu nedeniyle Aygün’ü 1 trilyon 144 milyar 953 milyon lira ağır para cezasına çarptırmıştır (Hürriyet, 20 Ağustos 2003). Geniş yankı uyandıran rüşvet haberlerinin hemen ardından Çayırhan Termik Santrali’nin devir işlemi bu kez de usulsüzlük iddiaları ile gündeme gelmiştir. Yine Hürriyet gazetesinin 21 Ağustos 2003 tarihli haberine göre TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu, Çayırhan Termik Santrali’nin

106

“işletme devir hakkının” Turgay Ciner’in şirketi Park Holding’e devrinde usulsüzlük olduğunu belirlemiştir. Komisyon Raporuna göre TEAŞ Yönetim Kurulu’nun, ana statüsü gereği en az dört kişiyle toplanıp, en az dört kişiyle karar alması gerekirken Santralin devir işlemine ilişkin kararın üç kişiyle alınmıştır. Alınan kararın altında imzaları bulunan Muzaffer Selvi, Birsel Sönmez ve Ünal Peker “Beyaz Enerji Operasyonu” kapsamında yargılanan isimler arasında yer almıştır (Evrensel, 19.06.2003). Grup, 1990’larda, özelleştirmelerin yaygınlaşmasıyla birlikte 1995 yılında özelleştirmeden 36 milyon dolar karşılığında Havaalanları Yer Hizmetleri A.Ş.’yi (HAVAŞ) alarak hizmet sektörüne girmiştir. Böylece HAVAŞ’ın yeni sahibi Ciner Grubu bünyesinde faaliyet gösteren Yazeks A.Ş. olmuştur. HAVAŞ özelleştirilmesi sürecinde Turgay Ciner adı mafya bağlantıları ile de sık sık gündeme gelmiş Turgay Ciner’in tüm işlerini öldürülen kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal’ın parasıyla yaptığı, HAVAŞ ihalesini onun adına kazandığı, Mehmet Ağar’ın kardeşi Yunus Ağar ile de ortak çalıştığı öne sürülmüştür (Milliyet, 26.12.1996). Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporunda da Ciner, kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal ve uyuşturucu kaçakçılığı bağlantısıyla yer almıştır (TBMM Susurluk Komisyonu Raporu, 8.bölüm). Eroin işinde kilit bir isim olan, Mehmet Ağar’ın kardeşi Yunus Ağar’ın Turgay Ciner’le yakın ilişki içinde olduğu ifade edilen Raporda, “Topal’ın öldürülmesiyle ilgili olarak Park Holding, HAVAŞ ihalesi, Ciner’in servetinin kaynakları, Topal’ın HAVAŞ ihalesine Park Holding arkasına gizlenerek ve gizli ortak olarak katıldığı ve holdingin gizli ve kirli işlerinin bulunduğu iddialarıyla da çeşitli yorumlar getirilmeye çalışılmaktadır” denilmiştir (Evrensel, 25.10.2000). HAVAŞ’ın özelleştirilmesi sürecinde ilginç bir gelişme daha yaşanmış, 1995 yılında ABD Büyükelçiliği Uyuşturucuyla Mücadele Birimi, Özelleştirme

107

Yüksek Kurulu’nu, HAVAŞ ihalesinde yüzde 60’lık pay için en yüksek teklifi veren Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal’ın uyuşturucu bağlantısı olduğu konusunda uyarmıştır. HAVAŞ özelleştirmesine en yüksek teklifi veren Ömer Lütfi Topal’ın aynı günlerde İnterpol tarafından aranmasının basına sızdırılması ve Topal’ın ihaleden çekilmek zorunda kalarak ihalenin Turgay Ciner’e kalması da özelleştirme sürecinde ardında en çok soru işareti bırakan olaylar arasında yer almıştır. HAVAŞ satışının ardından Hava - İş Sendikası, Ankara 5. No’lu İdare Mahkemesi’ne satışı iptal başvurusunda bulunmuş ve satışın iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. 6 Nisan 1997 tarihinde iptal davası kazanılmış ancak iptal kararının uygulatılması işlemlerinden bir sonuç alınamamıştır. Dönemin Başbakanı ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı Başkanı hakkında mahkeme kararını uygulamamaktan Ankara Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulmuş ancak savcılık takipsizlik kararı vermiştir. Bu hukuki karara rağmen HAVAŞ’ın özelleştirilme sürecindeki işlemlere devam edilmiş ve 1998 yılında İsviçreli Swissport, HAVAŞ hisselerinin yüzde 40’ını satın alarak Ciner Grubu ile birlikte şirketin ortağı konumuna gelmiştir. 2005 yılı Temmuz ayına kadar yüzde 60 Ciner Grubu, yüzde 40 Swissport hisse payları ile HAVAŞ ortaklığı devam etmiş, 2005 yılı Temmuz ayı itibari ile HAVAŞ’ın yüzde 60 hissesi, 105 milyon dolar karşılığında Tepe-Akfen Ventures (TAV) tarafından satın alınmıştır. Satın alma işleminin ardından yapılan açıklamada, Ciner Grubu’nun kurumsal stratejileri çerçevesinde enerji, madencilik ve medya sektöründe odaklanmayı

hedeflediği

kaydedilmiştir.

Bu

açıklama

ile

havacılık

sektöründen çekilmeyi planlayan Grup, ortaklık anlaşmasından kaynaklanan şartlar nedeniyle Swissport’a ait yüzde 40’lık hisseyi almak zorunda kalmıştır. HAVAŞ, halen TAV ve Ciner Grubu ortaklığında bulunmaktadır. Ciner, 1997’de 30 yıllığına 4 milyon dolara Hopa Limanı’nı devralmış, Liman-iş Sendikasının açtığı dava sonucunda bu satış için 17 Haziran 1997’de ‘‘yürütmeyi durdurma kararı’’ verilmiştir. Liman-İş Sendikası

108

tarafından limanların özelleştirilmesiyle ilgili hazırlanan raporda, işletme hakkı devredilen, aralarında Hopa Limanı’nın da yer aldığı yedi limanla ilgili sendikanın açtığı davalarda, Danıştay 10. Dairesi’nin verdiği iptal kararları ortaya konulmuştur. Liman-İş Sendikası’nın raporunda, şirketlerin işletme hakkı devir bedellerini 2000 yılından itibaren ödememeye başladıkları, ödenmeyen borçlar nedeniyle teminatlara el konulduğu anlatılmıştır. Özelleştirmeler sonucunda Hazine’ye ödenmesi gereken 165 milyon doların da tahsil edilemediği belirtilen raporda şu görüşlere yer verilmiştir: "1998’den bu yana bu limanlar özel alıcılarca işletilmiş, zaten doğal olarak kârlı olan bu kuruluşların kârları da bu kişilere aktığı için kamu çifte zarara uğramıştır". Özelleştirme öncesi kârlılıkları dikkate alındığında kamunun 560 milyon dolarlık gelirden mahrum edildiği anlatılan raporda, toplam zararın da 725 milyon dolar olduğu savunulmuştur (Radikal, 8.8.2005). Turgay Ciner, 1998 yılında, Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’nın talimatıyla, ‘yurda 19 adet kaçak Mercedes marka otomobil soktuğu’ iddiasıyla gözaltına alınmış, yapılan bir başvuru üzerine Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı, Mali Şube’den, Park Holding bünyesinde faaliyet gösteren ve kayıtlarda halen Turgay Ciner’in şirketi olarak gözüken Cinerler Otomotiv A.Ş’nin yurtdışından kaçak olarak getirilen Mercedes marka otoları satıp satmadığı konusunda araştırma yapmasını istemiştir. Mali polis tarafından düzenlenen bir baskında, şirkette bulunan 19 adet lüks Mercedes otonun belgelerini inceleyen polis, otomobillerin evraklarının eksik olduğunu ve yurda yasal olmayan yollardan sokulduğunu belirlemiştir (Radikal, 19.11.1998). ‘Oto ithalatında eksik gümrük vergisi ödediği’ gerekçesiyle gözaltına alınan Ciner, davaya konu şirketle hiçbir ilgisi olmadığını iddia etmiş, kısa bir süre sonra dosya üzerinden karar verilerek serbest bırakılmıştır. 2004 yılında Türkiye’nin Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü ile Park Holding’in ortak şirketi Eti Soda A.Ş tarafından, Ankara Beypazarı’nda trona yataklarının işletilmesi amacıyla ilk doğal soda kürü pilot üretim tesisi açılmış, Ciner Grubu böylece madencilik alanında önemli bir hamlede daha

109

bulunmuştur. Ciner Grubu, 2005 yılında ise Aytemiz Petrolle akaryakıt, LPG ve doğalgazda yüzde 50-50 oranında ortaklık kurmuştur. 2006 yılında Akpet adıyla süren ortaklık, Aydın Doğan ve Turgay Ciner’in medya sektöründeki rekabetinin akaryakıt sektörüne taşınması olarak yorumlanmıştır (Aksiyon, 11.9.2006). Görüldüğü gibi Turgay Ciner, iş dünyasında başarılı bir isim olarak anılmasının yanı sıra kamuoyunda ve basında sık sık çeşitli iddialar ve suçlamalar ile gündeme gelmiştir. Adı pek çok suça karışan bu ismin 2000’li yılların başında medya sektörüne yönelmesi ardından pek çok soru işaretini de beraberinde getirmiştir.

SONUÇ

Türkiye’de medyanın mülkiyet ve sahiplik yapısında 1980‘li yıllardan itibaren belirgin bir biçimde bir değişim yaşanmış ve zamanla yalnızca yayıncılık işini kapsayan geleneksel medya sahipliği yerini medya dışı sektörlerde faaliyet gösteren sermaye gruplarının medya ile bütünleştiği bir mülkiyet yapısına bırakmıştır. Bu büyük sermaye gruplarının medya sektörüne yönelik yatırımları, 1980’lerin ekonomik ikliminde hayat bulabilmiştir. Kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 1980’li yıllarda Türkiye, iktisat politikası tercihlerinde radikal değişikliklere gitmiştir. “24 Ocak kararları” olarak anılan yeni ekonomik istikrar programı ile ithal ikameci sanayileşme stratejisinden ihracata yönelik sanayileşme stratejisine geçilmiş, devletin

ekonomi

içindeki

payının

azaltılması

ve

dış

ticaretin

serbestleştirilmesi hedeflenmiştir. Türkiye’de 1980’lerle başlayan bu süreç, 1990’lı yıllarda yaşanan gelişmelerle birlikte medyayı da tümüyle farklı bir alana taşımıştır. Gerek ulusal gerekse uluslararası alanda özellikle özelleştirme uygulamaları ile önü açılan sermayenin, medya alanına yönelik yatırımları artmıştır. 1980 sonrasında değişen bu medya ortamının en önemli unsuru, mülkiyette ve alanda yatırım yapan sermayenin niteliğine ilişkindir. 1980’li yıllardan 1990’lara kadar uzanan süreçte medya kuruluşlarının, medya dışı alandan aktarılan ve daha çok bankacılık ve müteahhitlik sektörlerinden kaynaklanan sermaye ile bütünleştiği görülmektedir. Esas faaliyet alanları enerji, finans, endüstri, inşaat, taşımacılık ve hizmet vb. sektörler olan yani medya sektörünün dışında kalan çeşitli sektörlerdeki sermaye grupları, yatırımlarını bu alana yöneltmişlerdir. Medya sektörü, bu büyük sermaye grupları için bir yandan kâr kapısı olarak görülürken bir yandan da medyanın sinerjisinden yararlanılarak sermayeyi daha da büyütmek amaçlanmıştır.

111

Basın sektörünün mülkiyet yapısında meydana gelen bu değişiklik, 1990'lara

gelindiğinde

medyada

tekelleşme

olgusunu

da

gündeme

getirmiştir. İlk olarak Asil Nadir tarafından gerçekleştirilen satın almalarla gündeme gelen tekelleşme tartışmaları, daha sonra uzun yıllardır yayın hayatını

sürdüren

birçok

gazetenin

piyasadan

çekilmesi

veya

el

değiştirmesiyle ciddi bir boyut kazanmıştır. Daha sonra 1980 yılında Milliyet gazetesini satın alan Aydın Doğan'ın 1994 yılında da Hürriyet gazetesini satın almasıyla devam eden bu yeni sürecin devamında, Türk medyası bugün özellikle bazı sektörlerde iki büyük grubun etkin olduğu oligopolistik bir yapıyla karşı karşıya kalmıştır. Medyada tekelleşme/yoğunlaşma sorunu, bugün medya sektörünün karşı karşıya olduğu en önemli sorunlardan biridir. Yoğunlaşma oranının yüksek olduğu medya sektöründe bu durumun çoğulculuk ilkesini zedelediği, rekabeti engellediği, medya çalışanlarının örgütlenmesine karşı sermayenin elini güçlendirdiği ve medyayı yalnızca birkaç büyük sermaye grubunun yönlendirdiğine yönelik eleştirileri de beraberinde getirmektedir. Gerçekten de bu süreç içerisinde, sektörün şartlarına uyum gösteremeyen eski oyuncuların bir bölümü sektör dışında kalmıştır. Bunların yerini alan yeni sermaye gruplarının benimsediği kurallar da esasında dünya ölçeğinde yeniden yapılanmakta olan ekonominin ve teknolojik olanakların medya şirketlerine dayattığı büyüme kurallarından farklı değildir. Buna göre medyanın olası bütün alanlarına dikey, yatay ve çapraz büyüme yoluyla nüfuz etmek ve medyanın sinerjisinden yararlanmak başlıca kural veya yöntem olarak belirginlik kazanmaktadır. Türk basın sektöründe yoğunlaşmanın motor güçleri, 1980’lerden itibaren sektör dışında da yatırımları olan büyük sermaye grupları olmuştur. Medya endüstrisindeki tekelleşmeyi artıran nedenlerin en başında göreli olarak kârlı olan bu sektöre yapılan yatırımlar için önemli ölçüde büyük sermayeye

gereksinim

duyulması yer

almaktadır. Ancak bu

büyük

sermayenin özellikle 1980’lerden itibaren uygulanan yeni liberal politikalarla

112

yaşam bulduğu, bir devlet politikası olarak özelleştirme uygulamaları ile önünün açıldığı ve zaman zaman siyasetçilerin politikalarıyla destek gördüğü, teşvik edildiği de unutulmamalıdır. Piyasada yoğunlaşma oranı, endüstrideki bir ya da birkaç firmanın piyasanın yüzde kaçını kontrol altında tuttuklarını gösteren bir orandır. Türkiye’de faaliyet gösteren dört büyük medya grubunun, ulusal kanallar açısından ve gazete - dergi yayıncılığı alanlarındaki net satış adetlerine göre pazar paylarına bakıldığında medyadaki yoğunlaşma oranının ne kadar yüksek olduğu gözlemlenebilir. Bu bağlamda 2007 yılının ilk beş aylık verilerine göre ulusal kanallar açısından Doğan Grubu’nun pazar payı %45, Ciner Medya Grubu’nun pazar payı %2110, Çukurova Grubu’nun pazar payı %15, Doğuş Grubu’nun pazar payı ise %9’dur. Bu oranlardan da görüleceği üzere televizyon yayıncılığı piyasası, toplam piyasa payının %90’ına sahip dört büyük medya grubu ve bunun yanı sıra kalan %10’luk kısmı paylaşan ve sektör için küçük sayılabilecek teşebbüslerin faaliyetlerini sürdürdükleri bir görünüm sergilemektedir. Merkez Grubu’nun sahibi olduğu ATV ve Kanal 1 kanalları, 2007 yılının ilk 5 aylık döneminde yüzde 21’lik bir payla pazarın en güçlü ikinci hakimi konumundadır. Doğan Grubu’nun son üç yıldır yaklaşık %40-%45 arasında seyreden pazar payı ise, söz konusu Grubun hakim durum tespiti bakımından çok kritik bir konumda olduğunu ortaya koymaktadır. Doğan Grubu’nun gazete yayıncılığı alanında net satış adedine göre pazar payı %35,77, Ciner Grubu’nun pazar payı %19,86, Çukurova Grubu’nun bu alandaki pazar payı ise %7.69’dur. Gazete yayıncılığı piyasasına genel olarak bakıldığında, net satış adedi açısından dört büyük grubun (Doğan, Merkez, Zaman ve Çukurova) pazar payları toplamının %75’i geçtiği ve reklam gelirleri açısından da %95’in üzerinde paya sahip olduğu; 10

Sonuç ve Değerlendirme kısmında, Ciner Medya Grubu’nun pazar paylarına yönelik kullanılan bu veriler, TMSF tarafından Grubun bazı medya şirketlerine el koyulmadan önceki süreci içeren verilerdir.

113

hatta Merkez ve Doğan Gruplarının piyasada oluşan reklam gelirlerinin %85’ini elde ettikleri görülmektedir. Doğan Grubu’nun dergi yayıncılığı alanında net satış adedine göre pazar payı %33, Ciner Grubu’nun pazar payı %24,53 iken, Doğuş Grubu’nun bu alandaki pazar payı ise %7.07’dir. Görüldüğü gibi bu üç pazarda da Doğan Grubu pazarın hakimi konumunda bulunmakta onu, rakibi Ciner Medya Grubu izlemektedir. Dört büyük Grup arasında paylaşılan pazar payıyla medya sektörünün 2, 3 veya 4 oyuncunun hakimiyetinde şekillenen piyasa (oligopol) niteliğinde olduğu görülmektedir. Bir başka önemli sektör olan ve zaman zaman rekabetin kızıştığı dağıtım piyasası ise düopol niteliği arz etmektedir. Nitekim 2007 yılının ilk beş aylık verilerine göre Doğan Grubu’nun gazete dağıtımı piyasasındaki pazar payı %61’ken Ciner Medya Grubu’nun bu alandaki pazar payı %39’dur. Doğan Grubu’nun dergi dağıtımı piyasasındaki pazar payı %64, Ciner Grubu’nun bu alandaki pazar payı ise %36’dır. Dağıtımın medya sektöründe pazarın kontrolü için en önemli bileşenlerden biri olduğu göz önüne alındığında bu iki Grubun dağıtım sektöründeki hakimiyetleri ile piyasayı kontrol gücünü elinde bulundurdukları söylenebilir. Burada dikkat çeken bir diğer nokta da büyük sermaye gruplarının yatay, dikey ve çapraz bütünleşmeler ile piyasanın neredeyse tamamına hakim konumda bulunmasıdır. Örneğin gerek Doğan gerekse Ciner Grubu sektörün yalnızca bir dalında değil hemen hemen bütün dallarında büyük pazar payına sahiptir. Merkez Grubu, yayıncılık faaliyetinin yanı sıra basım ve dağıtım faaliyetlerini de gerçekleştirmekte olup bu anlamda dikey bir bütünlük içindedir. Grup ayrıca kendi ürünlerinin dışında başka yayıncılara ait yayınların da basımını ve dağıtımını gerçekleştirmektedir. Bunların yanı sıra,

114

Merkez Grubu çeşitli radyo ve televizyon kanallarına da sahiptir ve bu çerçevede çapraz bir bütünleşme içindedir. Özellikle, pazar payı açısından en büyük dört grubun reklam yeri pazarlama şirketleri, film/müzik prodüksiyon şirketleri, haber ajansı sahipliği, televizyon yayıncılığı ile reklam/ilan yeri pazarlama şirketleri şeklindeki zincir içinde dikey biçimde entegrasyona yöneldikleri görülmektedir. Ciner Medya Grubu’nun sahibi Turgay Ciner, medya patronlarının özelleştirme uygulamalarına yönelik ilgisi açısından da önemli bir örnek teşkil etmektedir. Rakipleri gibi Ciner de medya sektöründeki özelleştirme uygulamalarının yakın takipçisi olmuştur. Bu anlamda Ciner’in medya sektöründeki ilk girişimi, Dinç Bilgin’e ait medya şirketlerine önce ortak olması ardından da TMSF’ye devredilen bu medya şirketlerini satın alması olmuştur. Medya sektörüne yönelik girişimlerini daha çok “kârlı gördüğü” için gerçekleştirdiğini ifade eden Ciner, gerçekleştirdiği bir basın açıklamasında kapitalist dünyanın önemli bir gerçeğini şu sözlerle ifade etmektedir: “Bir kapitalistin ilk işi para kazanmaktır. Sosyal sorumluluk bunların türevidir.” Özellikle enerji ve madencilik sektörüne yönelik girişimleri ve bu alandaki özelleştirme ihalelerine yönelik ilgisi ile tanınan Turgay Ciner, adının karıştığı pek çok suçlama, rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ile de eleştirilere uğrayan bir isim olmuştur. Bu eleştiriler, Ciner’in medya sektöründe faaliyet göstermeye başlaması ile daha fazla gündeme gelmiş, Türkiye’nin alışık olduğu bir manzara olan “mafya-siyaset ve medya patronu” tartışmalarını yeniden alevlendirmiştir. Zaman zaman yaptığı açıklamalarla Grup olarak medya sektöründe daha da büyüyecekleri ve Türkiye’nin en büyükleri arasında anılmayı hedeflediklerini açıklayan Ciner’in medya serüveni, şimdilik TMSF tarafından Grup medya şirketlerine el koyulmasıyla kesintiye uğramış gözükmektedir. Ciner, gelişen süreç içerisinde bazı medya şirketlerinin mülkiyetine yeniden sahip olsa da medya sektöründeki en güçlü varlıklarından biri olan ATV’yi ve Sabah gazetesini kaybetmiştir.

115

“Türk Basınında Mülkiyet Ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme Uygulamaları: Ciner Medya Grubu” adlı bu çalışmada medya sektörünün kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde şekillenen mülkiyet ve sahiplik yapısı, eleştirel ekonomi politik bir yaklaşım ile ele alınmaya çalışılmıştır. Egemen üretim ilişkilerinin ivme kazandığı Sanayi Devriminden 1980’li yıllara ve ardından günümüze kadar uzanan süreçte kitle iletişim araçlarının bu üretim ilişkileri çerçevesinde nasıl şekillendiği incelenmeye çalışılmıştır. Bunun yanı sıra

bu

araçların

içinde

şekillendikleri

kapitalist

yapının

yerleşiklik

kazanmasında ve onun yeniden üretilmesinde oynadığı rol, bu belirlenimin tek taraflı olmadığını göstermektedir. Bir başka deyişle maddi üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalist sınıfın egemenliğine ve onun çıkarlarına göre belirlenen medya, bir yandan da bu egemenliği güçlendiren düşünsel ve ideolojik üretimin gerçekleştirildiği bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.

KAYNAKÇA

ADAKLI, Gülseren 2001 “Yayıncılık Alanında Mülkiyet ve Kontrol”, D.B. KEJANLIOĞLU, S. ÇELENK, G. ADAKLI (Der), Medya Politikaları. Ankara: İmge Yayınevi. 145-204. ALEMDAR, Korkmaz 1981 “Türkiye’de Çağdaş Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri, iletişim Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme”, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları: 165 ALEMDAR, Korkmaz 1999 “Osmanlı Basınına Genel Bakış”, Osmanlı Basın Yaşamı Sempozyumu, Ankara: G.Ü İletişim Fakültesi Yayını. ALEMDAR, Korkmaz ve İ. ERDOĞAN, 2002 Öteki Kuram, Ankara: Erk Yayınları. ALEMDAR, Korkmaz ve R. KAYA 1993 Radyo-Televizyonda Yeni Düzen, Ankara: TOBB Yayınları. ALEMDAR Korkmaz, İ. ERDOĞAN 1998 "İletişim". Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Bilim: Sosyal Bilimler II. Ankara: TÜBA. 1-10. BAŞARAN, Funda 1999 İletişim ve Emperyalizm: Türkiye'de Telekomünikasyonun Ekonomi Politiği, Ankara: Ütopya Yayınları. BEAUD, Michel 2003 Kapitalizmin Tarihi, çev. Fikret BAŞKAYA, Ankara: Dost Yayınevi. BİLGİ, Alaattin 1992 Kapital Özet ve Kılavuz, Ankara: Yurt Kitap-Yayın. BORATAV, Korkut 2003 Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2002, Ankara: İmge Yayınevi.

117

BOYD-BARRET, Oliver 2006 “Ekonomi Politik Yaklaşım”, çev. Levent YAYLAGÜL, Kitle İletişiminin Ekonomi Politiği, Ankara: Dalbaz Yayıncılık. 1-13. CHOMSKY, Noam ve E, HERMAN 1999 Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir?: Kitle İletişim Araçlarının Ekonomi Politiği, çev. B. AKYOLDAŞ, T. HAN ve başk., İstanbul: Minevra Yayınları. DAĞTAŞ, Erdal ve L. YAYLAGÜL 2006 “Akademik Bir Disiplin Olarak İletişim: Tarihsel Materyalist Bir İletişim Denemesi”, L. YAYLAGÜL (Der), Kitle iletişiminin Ekonomi Politiği, Ankara: Dalbaz Yayıncılık. 327-348. DURSUN, Çiler 2001 TV Haberlerinde İdeoloji, Ankara: İmge Kitapevi. EKZEN, Nazif 1999 “Medya ve Ekonomi: Türk Basın Endüstrisinde YoğunlaşmaToplulaşma-Tekelleşme Yapısı”, A. KAYA (Der), Medya Gücü ve Demokratik Kurumlar, İstanbul: Afa ve TÜSES. 145-204. ENGELS, Friedrich ve K, MARX 1998 Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev. M. ERDOST, Ankara: Sol Yayınları. ENGELS, Friedrich ve K, MARX 1999 Alman İdeolojisi, çev. S. BELLİ, Ankara: Sol Yayınları. ERDOĞAN, İrfan 2000 Kapitalizm, Kalkınma, Postmodernizm ve İletişim, Ankara: Erk Yayınları ERDOĞAN, İrfan 2002 İletişimi Anlamak, Ankara: Erk Yayınları GEÇGİL, A. Bayram 2005 “Medya Piyasalarında Hukuki Düzenlemeler Ve Rekabet Hukuku Uygulamaları” (www.rekabet.gov.tr/word/4donemuzmantez/ gecgil.doc). (Erişim Tarihi: 2.20.2007)

118

GERAY, Haluk 2005 “İktisat ve İletişim İlişkisi Üzerine” F. BAŞARAN ve H. GERAY (Der). İletişim Ağlarının Ekonomisi, Ankara: Siyasal Kitapevi. 9-33. GERAY, Haluk 2003 İletişim ve Teknoloji Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni “ Medya Politikaları, Ankara: Ütopya Yayınevi. GÜNGÖR, Nazife 1999 “Osmanlı Basın Yaşamı Sempozyumu Üzerine Genel Bir Değerlendirme”. Osmanlı Basın Yaşamı Sempozyumu, Ankara: G.Ü İletişim Fakültesi Yayını. IRMAK, Esin 1992 Dünden Bugüne Kapitalist Gelişme Ve Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Etki Yayınları. IŞIK, Metin 2005 Kitle İletişim Teorilerine Giriş, Konya: Eğitim Kitapevi. IŞIKLI, Alpaslan 1983 Bir Başka İktisat Yeni Muhafazakâr, Friedmancı, Monetarist Görüş Üzerine İncelemeler ve Öneriler, İstanbul: Alan Yayıncılık. KAYA, Raşit 1984 “Demokratikleşme Açısından Araştırmacının Ölçütleri”, Basın 80-84, Ankara: ÇGD Yayınları. KAYA, Raşit 1999 “Türkiye’de 1980 Sonrası Medyanın Gelişimi ve İdeoloji Gereksinimi”, Türk-İş Yıllığı, cilt: 2. 633-660. KAZGAN, Gülten 1995 Yeni Ekonomik Düzende Türkiye’nin Yeri, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. KEJANLIOĞLU, D. Beybin 2004 Türkiye’de Medyanın Dönüşümü, Ankara: İmge Kitapevi. KEPENEK, Yakup 1990 100 Soruda Gelişimi, Sorunları ve Özelleştirmeleriyle Türkiye’de Kamu İktisadi Teşekkülleri, İstanbul: Gerçek Yayınevi.

119

KOLOĞLU, Orhan 2004 “Bab-ı Ali’den İkitelli’ye Geçerken Gazetecilik”, D. TILIÇ (Der), Türkiye’de Gazetecilik, Ankara: ÇGD Yayınları. 26-37. KÜÇÜKÖMER, İdris 2002 Düzenin Yabancılaşması, Ankara: Bağlam Yayınları. MARX, Karl 1993 Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara: Sol Yayınları. MCNELL, H. William 2001 Dünya Tarihi, çev: A. ŞENEL, Ankara: İmge Kitapevi. MURDOCK, Graham, P. GOLDİNG 1991 “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”. S. İRVAN (Der), Medya Kültür Siyaset, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınlar/Ark Kitapları. NEBİLER, Halil 1995 Medyanın Ekonomi Politiği: Türk Basınında Tekelleşme ve Basın Ahlakının Çöküşü, İstanbul: Sarmal Yayınları. NİKİTİN, P 1995 Ekonomi Politik. Çev: H. KONUR, Ankara: Sol Yayınları. ÖNDEROĞLU, Erol 2004 “Cumhuriyet’in İlanından Günümüze Basın Özgürlüğü”, D. TILIÇ (Der), Türkiye’de Gazetecilik, Ankara: ÇGD Yayınları. 64-90. POLITZER, Georges 1990 Felsefenin Temel İlkeleri, Ankara: Sol Yayınları SAVRAN, Sungur 1998 “Yeni Dünya Düzen(sizliği), Küreselleşme, Özelleştirme”, Yeni Dünya Düzeni ve Özelleştirmeler, Ankara: Türk Tabipler Birliği.7-20. SÖNMEZ, Mustafa 2003 Filler ve Çimenler: Medya ve Finans Sektöründe Doğan/Anti Doğan Savaşı, Ankara: İletişim Yayınları. SÖNMEZ, Mustafa 2004 “Türkiye Medyasında Yeni Sahiplik Yapısı: Cepheler ve Profiller”, D. TILIÇ (Der), Türkiye’de Gazetecilik, Ankara: ÇGD Yayınları. 90-107.

120

SÖYLEMEZ, Alev 1998 Medya Ekonomisi ve Türkiye Örneği, Ankara: Haberal Eğitim Vakfı. ŞAYLAN, Gencay, 1994 Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara: İmge Yayınevi. TALAS, Cahit 1999 Ekonomik Sistemler, Ankara: İmge Yayınevi. TILIÇ, Doğan 2004 Türkiye’de Gazetecilik, Ankara: ÇGD Yayınları TUNCEL, Hakan 1994 “Bab-ı Ali’den İkitelli’ye”, Birikim, Sayı: 64. 33-38. TOKGÖZ, Oya 1992 Temel Gazetecilik, Ankara: İmge Yayınevi. ULUÇ, Güliz 2003 Küreselleşen Medya: İktidar Ve Mücadele Alanı: OlanaklarSorunlar-Tartışmalar, İstanbul: Anahtar Kitaplar YÖRÜKOĞLU, Alper 1993 “Burjuva Ekonomi Politiği Ve Bunalım”, Özgürlük Dünyası Aylık Sosyalist Teori ve Politika Dergisi, sayı: 67.

121

GAZETE VE DERGİLER “Medyayı çok sevdik”

Akşam

25 Aralık

2004

“Aydın Bey icazet makamı mı?”

Cumhuriyet

22 Eylül

2002

“Neden 1 numara olmayım?”

Cumhuriyet

25 Aralık

2004

“Ciner’den 5 yılda 1.2 milyon

Dünya

25 Aralık

2004

“Sabah en iyi ortağı buldu”

Evrensel

25 Ekim

2000

“Ciner’in borcunu devlet mi ödedi?”

Evrensel

19 Haziran 2003

“Rüşvetçi Ciner”

Hürriyet

20 Ağustos 2003

“Çayırhan’ı Ciner’e usulsüz vermişler”

Hürriyet

21 Ağustos 2003

“HAVAŞ’ın sahibine ağır suçlama”

Milliyet

26 Aralık

1996

“Ciner bir rüyanın peşinde”

Referans

25 Aralık

2004

“Ciner’e sürpriz gözaltı”

Radikal

19 Kasım 1998

“Cumhuriyet’e ortak”

Radikal

3 Eylül

“Yargı limanlara uğramadı”

Radikal

8 Ağustos 2005

“Ceketimi alıp çıkıyorum”

Sabah

30 Kasım 2000

“Eve dönüş”

Sabah

8 Ocak

2001

“Sabah’ın zirve koşusu sürüyor”

Sabah

23 Aralık

2002

“Ciner şirketleri kârlılığını artırdı”

Sabah

16 Ağustos 2006

“En zengin 100 Türk”

Sabah

27 Aralık

2006

“Merkez Dağıtım 5’inci yılını kutluyor”

Sabah

4 Eylül

2007

“Ciner, Koç'tan Şahenk'ten zengin mi?” Vatan

28 Aralık

2006

“Ciner’in 5 sürprizi var”

Turkish Time

Ocak 2006, s:45

“Doğan-Ciner kavgası büyüdü”

Aksiyon

Eylül

“Milliyetin arkasındaki yeni adam”

Erkekçe,

Ocak 1981, s.23

dolarlık yatırım”

(http://kuvayimedya.tripod.com/sayi252.htm)

2002

s:614

122

İNTERNET ADRESLERİ Ciner Grubu, www.cinergroup.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007) Çukurova Holding, www.cukurovaholding.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007) Devlet Planlama Teşkilatı, Beşinci ve Altıncı Kalkınma Planı, ekutup.dpt.gov.tr, (Erişim Tarihi: 5.10.2007) Doğan Holding, www.doganholding.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007) Doğuş Grubu, www.dogusgrubu.com.tr, (Erişim Tarihi, 19.8.2007) Dünya Gazetesi, www.dunyagazetesi.com.tr, (Erişim Tarihi, 24.9.2007) Evrensel Gazetesi, www.evrensel.net, (Erişim Tarihi, 15.5.2007) Hürriyet Gazetesi, www.hurriyet.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.8.2007) İstanbul Menkul 21.7.2007)

Kıymetler

Borsası,

www.ımkb.gov.tr,

(Erişim

Tarihi:

İstanbul Sanayi Odası, www.iso.org.tr, (22.4.2007) Medyatava Medya Haberleri Sitesi, www.medyatava.com.tr, (15.7.2007) Milliyet gazetesi, www.milliyet.com.tr, (24.9.2007) Radikal Gazetesi, www.radikal.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007) Rekabet Kurumu, “TMSF Tarafından Merkez Grubu Medya Şirketlerinin Satışı Hakkında 1998/4 Sayılı Rekabet Kurulu Tebliği Çerçevesinde Hazırlanan Rekabet Kurumu 2. Daire Görüş: 2007. www.rekabet.gov.tr/word/dergi12/bbd.doc, (Erişim Tarihi: 5.8.2007) Rekabet Kurumu, Rekabet Dergisi, www.rekabet.gov.tr/word/dergi12/bbd.doc, (Erişim Tarihi: 5.10.2007) Sabah Gazetesi, www.sabah.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007) Sermaye Piyasası Kurulu, www.spk.gov.tr, (Erişim Tarihi, 15.7.2007) Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, www.tmsf.org.tr, (Erişim Tarihi: 15.7.2007) TBMM Susurluk Komisyonu Raporu, www.bilgibeykoz.net/default.aspx?pid=19546&nid=6508, (Erişim Tarihi: 5.10.2007)

ÖZET Aras Özlem,

Türk Basınında Mülkiyet ve Sahiplik Yapısı Bağlamında

Özelleştirme Uygulamaları: Cİner Medya Grubu. Bu çalışmanın konusu, Türk basın sektöründe mülkiyet ve sahiplik yapısında yaşanan değişim süreci ve bu süreç içerisinde bir örnek olarak Ciner Medya Grubu’nun sahibi olduğu medya kuruluşlarıdır. 1980’lerle birlikte gerek dünya çapında gerekse Türkiye’de girilen yeniden yapılandırma sürecinin, Türk medya sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısı üzerindeki etkilerini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmada, eleştirel ekonomi politik bir yaklaşım sergilenmiştir. Türk medya sektörünün önemli temsilcilerinden biri olan Ciner Medya Grubu’nun, medya faaliyetlerinin ve sektördeki konumunun ekonomik olarak analiz edildiği çalışmada, Ciner Medya Grubu’ndan yola çıkılarak, Türk medya sektörünün ekonomik yapısına yönelik bir değerlendirme yapılmıştır. Bu bağlamda çalışma verilerinin özellikle Ciner Medya Grubu’na yönelik analizlerin

yapılacak

diğer

bilimsel

çalışmalara

ışık

tutması

umut

edilmektedir. Bu değerlendirme yapılırken yalnızca Türkiye’deki gelişmelerle sınırlı kalınmamış; bütünsel ve tarihsel bir çalışma ortaya koymak amacıyla, öncelikle dünya çapında yaşanan tarihsel, ekonomik ve siyasi süreçler çerçevesinde ele alınmıştır.

Anahtar Sözcükler: 1. İletişim 2. Kapitalizm 3. Medya 4. Mülkiyet 5. Özelleştirme

ABSTRACT

Aras Özlem, The Privatization Implementations in Turkish Press in the context of Ownership and Possession Structure: Ciner Media Group.

The subject of this study is the period of change in the structure of the ownership and possession in Turkish press sector and as an example, the media establishments owned by Ciner Media Group. In this study that is aiming to display the effect of re-organisation period, that has been gone into worldwide as well as Turkey wide by 1980’s, on the structure of the ownership and possession of Turkish media sector; a critical economy politic approach has been followed. In the study in which media activities and sectoral position of Ciner Media Group, which is one of the important representatives of Turkish media sector, has been economically analyzed; starting from Ciner Media Group, an evaluation of the economic structure of Turkish media sector has been done. In this context, it is hoped that the data of the study enlightens other scientific studies in which especially analysis of Ciner Media Group will be done. While this evaluation has been done, the study was not only limited to the developments in Turkey; by the purpose of displaying an holistic and historical study, first of all, it was handled within the frame of historical, economic and political periods that have been lived worldwide.

Key Words: 1. Communication 2. Capitalism 3. Media 4. Ownership 5. Privatization

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF