Toygar Akman - Bilim ve Teknik Dergisi Makaleleri.pdf

August 19, 2017 | Author: Brooke Hernandez | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Toygar Akman - Bilim ve Teknik Dergisi Makaleleri.pdf...

Description

Toygar Akman Bilim ve Teknik Dergisi Makaleleri

‘Madde Evreni’ Konuşuyor: UZAYA AÇILMA NEDENİ1

“Madde Evreni”nin milyarlarca yıl süren evrimi sonunda meydana gelen İnsanoğlu! Niçin, Uzaya açılmak için, böylesine çırpınıyorsun?.. Oysa çok genç bir gezegende yaşıyorsun. Bu Dünya, “İnsan” adı verilen bu varlıkları daha yüzbinlerce yıl besleyip yetiştirecek bir ortamda! Bilim ve Teknikteki ilerlemelerle, Dünya’nızı çok daha kolay ve çok daha huzurla yaşanılır hâle koymaktasınız. Belki, çok yakın bir gelecekte, “Savaş” adı verilen korkunç felâketi de tamamen ortadan kaldıracak ve “Barış ve Sükûnu” yeryüzünün bütün köşelerine yerleştireceksiniz. “Şuur Yapınız”, bir yandan, bütün hastalıkları yok etme ve “Doğa’ya hâkim olma” yolunda didinirken, bir yandan da “Savaşı yok etme” uğrunda çalışıyor. Er ya da geç, bunda da tam bir başarıya varacaksınız. Fakat, huzursuzluğun bitmiyor insanoğlu!... İlle de Uzaya açılmak istiyorsun!..

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 63, Şubat 1973.

Seni, bu yolculuğa iten kuvvetin ne olduğunu gereği kadar bilmeden, hemen bütün “Hayal Gücü”nü, bu işte kullanıyorsun! Bu uzaya açılma heyecanının, neden ileri geldiğini, bir kez de ben “Cansız Madde”den dinlemek istemez misin? Siz “İnsan”lar, yaptığınız incelemeler sonunda, “ilkel Evren Maddesi”nin 4 ilâ 5 milyar yıl önce genişlemeye başladığını ve bugünkü dev yıldızların, o tarihten itibaren ufacıcık gaz kütleleri halinde toplanıp büyümeye başladıklarını hesaplamış bulunuyorsunuz. Milyarlarca yıllık “Evrim Tarihi” içinde, bu yıldızların içerlerinde bulunan elementler arasında “atomik reaksiyon”ların yavaşladığını ve çevrelerinden fışkıran “gaz” ve “toz”lardan, bugünkü gezegenlerin teşekkül ettiğini biliyorsunuz. Hemen, hemen, 4 ilâ 5 milyar yıl sonra da, bu “gezegen”lerin, çıplak yüzeylerinin yeşillikle örtüldüğünü ve kendi yıldızlarından gelen “ışın”ların etkisi ile bu gezegenlerde yeni bir kimyasal “gelişme” olduğunu bilimsel delillerle ortaya koyuyorsunuz. Bütün bunların yanı sıra da Dünyanızda “Canlı Varlık” adını verdiğiniz varlık türünün, ilk kez “Su Ortamı”nda meydana geldiğini buluyorsunuz. Bunun altını çizelim İnsanoğlu! Demek ki, “Canlı Varlık” türü, ilk kez “Su Ortamı”nda ortaya çıkmıştı. Tek hücreli en basit yapıdan, kurtçuklar, solucanlar.. ilkel balıklar.. Vb. gibi çeşitli evrimlerde bulunduktan sonra, hem “Su” hem de “Kara” ortamına uyumda bulunabilen varlık tipleri hâline geçerek, yeni bir evrim daha gösterdiler. Bunun da altını çizelim İnsanoğlu! “Canlı Varlık” türü, bu kez, “Kara Ortamı”na uyumda bulunmaya başlamıştı. Milyarlarca yıl süren bu yeni biyolojik evrim hayatı boyunca, en ilkel yaratıktan, siz “İnsan” türüne gelinceye dek, ne kadar büyük aşamalar geçirdik! Ve, bu arada ben, “Madde Evreni”, seni, bu yapına ulaştırabilmek için, ne çeşit dönüşümlerde bulundum, bir bilsen!.. “Bugünün insanı” olarak meydana gelinceye dek, ne çeşit evrimlerden geçmiş olduğunu, bilginleriniz, yeteri kadar açıklamaktalar. Çok eski

çağda yaşamış olan senin nesillerine ait fosil kalıntıları, şimdi müzelerinizde yer almakta. Kafatasları ve iskeletlere bakarak, nasıl bir evrim geçirmiş olduğunu, yeteri kadar değerlendirebiliyorsun. “Java adamı”, “Pekin adamı”, ve İngiltere’de bulunan “Piltdown adamı” tipleri ve Almanya’da bulunan “Heidelberg” ve “Neanderthal” adamlarının yapıları ile Fransa’da bulunan “Cro-Magnon adamı” tiplerini karşılaştıracak olursan, bu evrimi daha belirli bir biçimde görüyorsun. Bu konuda, gerçekten bazı bilginleriniz cesaretli aşamalar yaptılar ve insanoğlu senin, “..maymuna benzeyen atalarının muhtemelen toplu bir halde yaşamış olduğunu..” ortaya koymaya çalıştılar. Bugün, aynı konuda bir hayli ilerlemeler kaydet-tiniz. Jeofizikçiler ile Biyolog ve Antropologların birlikte çalışmaları sonunda, eski efsane ve hikâyeleri bir yana atarak, gerçek “evrim tarihinizi”, daha sıhhatli delillerle çözebilmeye geldiniz. Bu arada, ben, “cansız” dediğin “Madde”, senin “Hayal Gücü”nü daha fazla etkilemeye başladım. “Evrim” ve “Varoluş” problemlerine öylesine eğildin ki, gayrı “hayal gücün”, hiç bir sınır tanımaz bir kuvvete erişti. İşte bu “hayal gücün” ile sen, “Hava Ortamı”na uyumda bulunmak için düşünmeye koyuldun. Kanatlı periler ve melekler, rüyalarını süslemeye başladı. Sonuçta başarıya ulaştım. Balonu, Zeplini ve Pervaneli Uçakları yaptın. “Hayal Gücün” yine durmadı. Şimdi, en yakın uydudan başlayarak, gezegenlere ve diğer yıldızlar âlemine gitmek için, bu “güç” durmaksızın çalışıyor. Burada da duralım ve bunun da altını çizelim İnsanoğlu! “Hayal Gücün”, Uzaya açılmak için, neden böylesine ısrarla çalışmakta? Çağınız bilginleri, ben “cansız madde”ye ait mühim bir özelliği keşfettiler. Siz, bunu “Termodinamik Prensipleri” adı ile bellediniz. Termodinamiğin birinci prensibi, “Ben, cansız maddedeki enerji”nin yok edilemeyeceğini, bir şekilden başka bir şekle dönüşme olsa dahi, toplam enerjinin sabit kaldığını” bildiriyor. İkinci prensibi ise, “miktar olarak yok edilemeyen enerji’nin, şekil itibariyle iki değişim doğrultusu arasında aktığını” açıklıyor. Bu doğrultu yokuş aşağı bir yola benziyor. Enerji, ben cansız maddedeki ısıyı çevresine vere vere, bir “ısı ölümü”ne doğru gittiğini gösteriyor. Termodinamiğin bu ikinci prensibi karşısında, üzerinde yaşadığımız Dünya’ya ısıveren Güneş’in durumu ne olacaktır. Bugün, içerisindeki termonükleer reaksiyonlarla, çevresine devamlı olarak “ısı” ve “ışık” radyasyonları dağıtan Güneş, her geçen günle bu enerjisini (yokuş aşağı akıtarak) tüketmektedir. Bilginlerinizin yaptıkları hesaplara göre 9 ilâ 11 milyar yıl sonra, Güneşteki “nükleer reaksiyon” tamamıyla tükenmiş olacaktır. Bu

hesaplara göre, Güneş’inizin ısı ölümü sahnesi, iki perdelik bir oyun ile kapanacaktır. Ya, Güneşinizin son yakıtı tükenirken birden büyük bir patlama olacak ve astronomi bilginlerinizin “Süper-Nova” adını verdikleri şekilde, güneş büyük ışınlar saçarak patlayarak sönmeye başlayacaktır. Ya da, enerjisini yavaş yavaş tüketirken büzülmeye başlayacak ve yine astronomi bilginlerinizin “beyaz cüce” adını verdikleri, ufacık bir ölü yıldız şekline bürünecektir. Şimdi, bu ölüm sahnelerini bir an göz önüne getir İnsanoğlu! Milyarlarken milyar ısı enerji yayınlayarak patlayacak olan Güneş’in, bu “Süper Nova” hâlinde, Dünya yüzeyinde yapacağı etkileri düşünebiliyor musun? Bir anda Dünya’nızın yüzü kavrulacak, okyanuslarınız bir anda buharlaşacak, bastığınız taş, toprak ve kaya erime derecesine gelecek kadar ısınacaktır!.. Ya da, Güneşiniz, yavaş, yavaş soğumaya başladığında, ısı enerjileri, Dünyanıza gittikçe azalarak geleceğinden, gezegeninizin yüzeyi buzlarla kaplanmaya başlayacaktır. Öylesine ki, yeryüzünde oturulabilecek bir tek kara parçası kalmayacak, Dünya’nız, yüzlerce kilometre kalınlığında buz tabakası ile örtülmüş, bembeyaz bir “donmuş gezegen” hâline geçecektir. Bir astronomi bilgininizin de dediği gibi “..Evren’de. Biyolojiye nazaran Fizik, daha çok rol oynuyor..” Bu durumu, “Evrenin Tarihi” içinden gelen bir “varlık” olarak da sen, daha iyi biliyorsun. 4 ilâ 5 milyar yıl yaşında bulunan bir Gezegen’de yaşamak, çok genç bir Dünya yüzeyinde “var olmak” demek İnsanoğlu! Fakat 9 ilâ 11 milyar yıl sonra bu gezegenin “ısı ölümü” nedeni ile öleceğini düşününce, “hayal gücü”nün, Uzaya açılmak için çırpınmasının anlamı daha da derinleşiyor! Ne dersin insanoğlu?.. Belki de, ben, “Cansız Madde”, Dünya’nın 911 milyar yıl sonra öleceğini bildiğim için, bu Dünya yüzeyinde meydana gelen siz “insanoğlu”nun, başka gezegenlere göç edip orada “hayat”larını devam ettirmesi için, uğraşıyorum!.. Belki de “Dünya Şuuru”, siz “insanoğlu” evlâtlarını, yeni gezegenlere sevk ediyor!.

YARGI MAKİNELERİ1

Yargı makineleri sözünü duyar duymaz, herhalde hemen bir tepki gösterilecek ve, - Hiç öyle şey olur mu? Bir yargıç gibi, duruşma yapıp karar veren makine, olabilir mi? diye karşılık verme ihtiyacı duyulacaktır. Bu yadırgama, ilk bakışta pek haksız olmasa gerek. Bugüne dek bütün anlaşmazlıkları mahkemede çözümlemeye alışa gelmiş insanlara, “Yargı Makineleri” sözü, çok ters gelecektir. Siyah cüppesi içinde gülümsemeden duran ve, - Karar! dediği anda, herkesin saygı ile ayağa kalkıp, verdiği hükmü heyecanla dinledikleri “Yargıç” yerine, kürsüde bir “Makine”nin oturması durumu, pek öyle kolay kabul edilemeyecektir. Bu psikolojik tepki yanı sıra, hukukçular, başka bir yönden direnmede bulunacaklar ve, - Yargıcı’n, davacı ve davalıya soru sorma, tanıkları dinleme, delilleri toplama ve takdir hakkını kullanarak karar verme, yeteneği vardır. Dişli çarklardan ve elektrik telleri ile düğmelerden yapılmış bir makinede, bu yeteneklerin var olabileceği, düşünülebilir mi? diye, sertçe çıkışta bulunacaklardır. Yargıcı’n “davacı ve davalı’ya soru sorması” demiştik, değil mi? O halde, konumuza buradan girebiliriz. “Soru sorma” ve “Cevabını alma” durumu bir “Haberleşme”den başka bir şey değildir. “Haberleşme” sözü ise bizlere, İngilizce “Feed-back” denilen “Geri merkezle haberleşme” anlamını derhal hatırlatacaktır. Çok iyi tahmin ettiğiniz gibi, Sibernetik bilimindeki son gelişmeleri izlemek ve “Information (Haberleşme) Teorisi”nin, nerelere varmış olduğunu belirtmek istiyoruz.

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 64, Mart 1973.

Dr. Herman Amato, (Bilim ve Teknik’in 44-55. sayılarına kadar devam eden Nasrettin Hoca ve Sibernetik 2 başlıklı seri yazılarında) Sibernetik hakkında yeteri kadar bilgi vermiş ve konuyu, Nasrettin Hoca fıkraları ile çok güzel canlandırarak belirtmiş olduğu için, sistemin işleyiş biçimine giremeyeceğiz. Ancak, Feed-back sisteminin “Yargı Hizmetlerinde nasıl değerlendirildiği ve “Yargı Makinelerine nasıl varıldığını, işaret etmeye çalışacağız. Elektronik Sistem’de, bilgilerin, makinelere “Evet-Hayır” biçiminde, kısaca (0) ve (1) sistemi ile iletildiğini biliyorsunuz. Konuya girmeden önce, yalnızca bir hatırlatmada bulunmak için, “Positiv Feed-back” ve “Negativ Feed-back” durumlarına, kısaca değinmemiz gerekiyor. Bilindiği üzere, Sibernetik’de “Haberleşme” denildiği zaman, akla hemen “Negativ Feed-back” gelmektedir. Kısaca, “Geri Merkez”den, emirler (bilgiler) iletilmiş, (ya da akımlar gitmiş), ulaşacağı yere varmış ve ters yönden cevap akımlarını aynı geri Merkez’e getirmiş ve “Haberleşme” tamamlanmıştır. Elektronik makinelere, Bilgi’nin -Data’nın- böylece iletilmesi işine, “Negativ Feed-back Data” denilmektedir. Positiv Feed-back ise, “Geri Merkez”den iletilen emirlerin, tek bir yönde gitmesi ve cevap akımları gelmediği (haberleşme sağlanamadığı) için, aynı emirlerin, gönderilmeye devam etmesidir. Bu durumu, telefonla konuşurken seslendiğimiz insanın sesini, (herhangi bir arıza nedeni ile) bir süre duyamamamız hali ile karşılaştırabiliriz. Karşı taraftan cevap alamadığımız için, durmaksızın, - Alo !.. Beni duyuyor musun ?.. Şu işi şöyle yap, böyle yap! diye, aynı şeyleri tekrarlamamız, bir “Positiv Feed-back”den başka bir şey değildir. “Alo!” diye seslendiğimiz kişi, telefonunun alıcısı bozuk olduğu için, kendisine iletmeye çalıştıklarımızın hiçbirisini duyamamıştır. Ya da telefondaki arıza yüzünden, cevaplarını bize iletememiştir. Bu nedenle de bizim göndermekte olduğumuz “bilgiler”, durmaksızın tekrar edildiği halde “Haberleşme” bir türlü kurulamamıştır. Bu durumda, gönderilen “bilgi”lere karşılık, karşıdan gelenler cevap (0) değerindedir. Mahkemedeki “Yargıç” da, tıpkı bir “Elektronik Geri Merkez” gibi, soru sormakta (yani bilgiler iletmekte) ve sorularının karşılığını (cevap akımlarını) alarak bir “Haberleşme” kurmaktadır.

2

http://www.eskikitaplarim.com/showthread.php?t=39291

O halde. “Yargıç”ın yaptığı (soru-cevap biçimindeki) sorgu ile Elektronik makinedeki “Haberleşme” arasında hiçbir fark yok demektir. Eğer, “Yargıç”ın sorduğu soru”ya, sanık, “- Bilmiyorum!..” ya da “- Hatırlamıyorum!” şeklinde karşılık veriyor ise, durum, bir “Positiv Feed-back”dir. Haberleşme olmuyor demektir. Kısaca, bu soru karşısındaki cevaplar (0) değerindedir. Şu kısa örnekten sonra, Sibernetik’in kurucusu olan Norbert Wiener’in, bu sistemin, “Yargı Hizmetleri”nde nasıl uygulanacağı hakkındaki görüşlerine gelebiliriz. Wiener, “The Human Use of Human Beings” adlı eserinin, “Hukuk ve Haberleşme” başlıklı bölümünde, Hukuk’un bir “Haberleşme” biçimi olduğunu şöyle belirtmektedir: “.. Hukuk, haberleşme’de bir “Ahlâk Kontrolü” ve bir “Haberleşme Biçimi Dili” olarak tanımlanabilir..” Görülüyor ki. Sibernetik biliminin kurucusu ve babası olarak tanınan Prof. Wiener, Hukuk’un da bir “Haberleşme Biçimi” olduğunu açıkça belirtmekledir. Wiener’in sözlerini izlersek şöyle konuştuğunu görüyoruz: “.. Onun, kaideler şeklindeki yapısı ise, özellikle, yetkili herhangi bir makamın (otorite) verdiği kararların kontrolü yönünden, güçlü bir sosyal uygulama sağlamaktadır..” Prof. Wiener’in ilk değindiğimiz cümlesinde, bu bilginin, Hukuk’un “Haberleşme Biçimi”ndeki yapısına işaret ettiği, ikinci cümlesinde ise, “Kontrol Durumu”nu belirttiği görülmektedir. Sibernetik sistem ve elektronik beyin makineleri ile “Yargı Makineleri”nin kurulup kurulamayacağına gelmeden önce, Yargıcın, mahkemede yaptığı işin, “Hakların Ayarlanması ve Denge Sağlanması” olduğunu hemen açıklamamız gerekiyor. Yukarıdaki örneğimizdeki Yargıcı ele alacak olursak, onun, sanık (ya da davacı)ın, sorgusunu yaptıktan sonra karşı taraf (savcı ya da davalı) ile de bir “Haberleşme” kuracağı bilinmektedir. Bu yönden de “Haberleşme”yi kurduktan sonra, delilleri toplayacak, (yani onlarla da bir haberleşme yapacak), tanıkları dinleyecek, keşif ya da inceleme yapacak., ve sonuçta kendisinde toplanan “Bilgi”lerle incelemekte olduğu “Dava”nın “Ayarlanma”sını yapacaktır. İddia, savunma ve delillerin getirdiği “Haberleşme” ile “Yargıç”, bu olaydaki “Hakların Denge Ayarlanması”nı kuracak ve hangi taraf haklı ise, o yönden kesin kararını dışarıya vuracaktır. Yargıcın,

- Karar! diyerek vereceği hükmü, bir Elektronik Makinenin output –çıkış- kısmından alacağımız “Bilgi”lerle karşılaştırabiliriz. Bu durumu Sibernetik dil ile anlatacak olursak şöyle konuşacağız: Yargıç, yapmış olduğu “Haberleşme” sonunda, kendisine iletilen bilgilerden (0) değerinde olanları bir kenara atmış ve yalnızca (1) değerinde olan “Bilgileri” toplamıştır. Tıpkı bir Elektronik Makinenin “Hafıza”sında Data’ların toplanması gibi. “Adalet Terazisinde, bu (1) değerleri, hangi yönde toplanmış ise, “Bilgiler”, o yönde gerçeği belirtmişler ve (0) değerinde olanlar, hiçbir durumu göstermediğinden silinip atılmışlardır. Böylece, bu toplanan “Bilgiler”, kendiliğinden “Verilecek Karar’ın Yapısını Kurmuş”lardır. Burada Wiener’in bir sözüne daha işaret edelim, Bu, öyle bir “Ayarlama İşlemidir ki, “Adalet” adını verdiğimiz bu işlem ile çeşitli kişisel davranışların, birleştirilip ayarlanması başarılabilmekte, anlaşmazlıklar çözümlenmekte ya da bir karar verilmektedir..” Sibernetik biliminin kurucusu ve babası olan Wiener, 1964 yılında gözlerini kapadığı zaman, henüz “Yargı Makineleri” yapımına girişilmemişti. Ancak, Wiener’in, yukarıda değindiğimiz sözlerini dikkate alan Sibernetikçiler, “Yargı Görevi”nde, elektronik sistemden nasıl yararlanabileceğini araştırmaya girişmişlerdi. Wiener’in ölümünden hemen on yıl kadar önce, 1956 yılında Amerika’da Florida da, elektronik beyin makinelerinin hukuk alanında kullanılması imkânları araştırılıyordu. Hukuk Uygulama ve Yönetim Komisyonu Başkanı’nın, “Modem teknolojinin büyük ölçüdeki gelişmeleri göz önüne alınarak, devletin bu makineleri kullanmak suretiyle suçlulara bir harp tehdidinde bulunabileceği..” yolundaki sözleri, kısa bir süre sonra gerçekleşebilmişti. Computerler, Hukuk alanındaki hizmetlerine, böylece, ilk kez suçluların sicillerinin tutulması (Adli Sicil) bölümünden girerek başlamış oldular. Bugün, Florida’da bu sistem, kısaca “FLECS” adı ile tanınmaktadır. “Florida Law Enforcement Communication System” kelimelerinin baş harflerinin alınması ile isimlendirilen bu sistemi dilimize, “Florida Adli Sicil Tutulmasında Haberleşme Sistemi” şeklinde çevirebiliriz. 1967 yılında Federal Tahkikat Bürosu, Washington’daki FBI merkezinde, “Elektronik Beyin Makineleri” ile suçlulara ait bilgileri toplayıp değerlendirme işlemine girişmişti. “National Crime Information Çenter” kelimelerinin kısaltılmasından meydana gelen “NCIC” adı ile bilinen bu Merkez’de elektronik sistem ile bilgiler toplanıp uygulamaya geçilmektedir. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletlerinde başka bir eyalet olan Kansas City’de de, bu konudaki

çalışmalar geliştirilmişti. Bu eyalette elektronik beyinlerle hukuk uygulaması “ALERT” adı ile tanınmaktadır. Suçluların sicillerinin otomatik olarak tutulması anlamına “Automated Law Enforcement Response Team” kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen “ALERT”, Haberleşme Sisteminin, Hukuk alanında uygulamasının çok sıhhatli ve çabuk olarak sonuçlar verdiğini göstermiştir. Bir diğer eyalet Philadelphia’da ise, konu çok daha geliştirilmiş ve bütün mahkemelere uygulanır bir biçime getirilmiştir. Philadelphia’da hem Hukuk Mahkemeleri hem de Ceza Mahkemelerinin her ikisinde de kullanılır bir biçimde, yepyeni bir “Elektronik Beyin Uygulaması”na geçilmiştir. “VACS” adı ile tanınan bu sistem de, “Variable Access Court System” kelimelerinin baş harflerinin alınmasından üretilmiş bulunmaktadır. “Değişir Girişte Mahkeme Sistemi” diye çevirebileceğimiz bu sistemde, elektronik makine, kullanıldığı mahkemenin cinsine göre, ayrı ayrı hizmette bulunabilmektedir. Buraya kadar, hep Amerika Birleşik Devletlerindeki eyaletlerden örnekler vermemizi göz önünde tutarak, - Avrupa memleketlerinde bu yolda hiçbir çalışma yok mudur? sorusuna akla gelebilir. Elektronik Sistem, bütün bilim dallarına öylesine hızlı bir biçimde yayılıyor ki, Avrupa memleketlerinde, yöneticiler, bilim adamları ve teknisyenlerle el ele vererek, bu sistemin “Yönetim” ve “Yargı” dallarında uygulanmasını sağlıyorlar. Bu konuda Almanya ve Avusturya’daki çalışmalardan birkaç örnek vermemiz, bize yeteri kadar ışık tutacaktır. Avusturya’da, uzun yıllar yapılan çalışmalar sonunda, 1 Ekim 1968 tarihinde yeni bir “Adlî Sicil Kanunu” -Strafregistergesetz- kabul edilmiştir. Bu kanuna göre, bütün Avusturya’da tutulan “suçlulara ait sicil dosyaları” Viyana Zabıta Müdürlüğünde toplanmıştır. Tamamen elektronik sistem ile toplanan bu bilgiler, aynı sistem ile ilgili makamlara gönderilmektedir. Avusturya’da “Elektronisches Kriminalpolizeiliches Information System”, kısaca “EKIS” adı ile tanımlanmaktadır. Almanya’da da aynı şekilde, elektronik sistemin hukuk alanında uygulanması, yeni bir kanunun kabulü ile başlamıştır. 18 Mart 1971 tarihli bu çok yeni olan kanun. “Gesetz über das Zantralregister und das Erziehungsregister” adı ile yayınlanmıştır. Bu kanun, bugün Almanya’da kısa adı ile “BZRG” adı ile tanınmaktadır. Almanca’da birçok kelimenin yanyana gelmesinden bir tek kelime üretildiği bilinmektedir. Kısaca BZRG” olarak anılan bu kanunun adı, “Bundeszentralregistergesetz”dir. Bu çok

uzun bir tek kelimeyi dilimize çevirecek olursak şöyle diyebileceğiz. “Adlî Sicillerin Devlet’te bir tek merkezde tutulması hakkında kanun”... Batı Almanya, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi, Federal bir sistemle yönetilen bir devlet biçimi olduğundan, yukarıda işaret edilen Ana Kanun, Bundestag adı verilen Federal Alman Cumhuriyeti Millet Meclisi tarafından yayınlanmıştır. Bunun yanı sıra, bütün eyaletler, ayrı ayrı kanunlar yayınlayarak, “Elektronik Sistem ile Hukuk Uygulaması”na geçmişlerdir. Bu eyaletlerin isimlerini ve kanunları ayrı ayrı belirtmenin pek gereği olmayacaktır. Burada önemli olan, Elektronik Sistem’in Hukuk alanına girmesi ve uygulamanın Sibernetik Sistem ile yapılmasıdır. Hukuk da matematik gibi bir “Mantık Bilimi” olduğundan, elektronik sistem, Hukuk uygulamasına kolayca girivermiştir. Bir yanda üniversite öğretim üyeleri, diğer yanda Adalet Bakanlığı yetkilileri, uzun yıllar süren birlikte yaptıkları çalışmalar sonunda, Sibernetik Sistem’in Hukuka uygulanmasını, çok ayrıntılı bir biçimde ve değişik açılardan işlemişlerdir. Bu arada Hukuk Doktoru Fritjof Haft’ın “Elektronische Datenverarbeitung im Recht” adlı kitabından birkaç satır okumamız, bize yeteri kadar bilgi verebilecektir. Dr. Haft “Hukuk’ta Elektronik Bilgi İşleme” adlı bu kitabında, yalnızca sicillerin tutulması yönünden değil, mahkeme kararları yönünden de bu sistemin uygulanacağını işaret ettikten sonra şöyle demektedir; “Böylece, tümü ile yepyeni bir disiplin ortaya çıkacak ve Hukuk Sibernetiği -Rechtskybernetik- resmedilmiş olacaktır..” İsterseniz, “Hukuk Sibernetiği”, isterseniz “Sibernetik Hukuku” diye çevirin, anlam pek değişmeyecektir. Bu kavram, Sibernetik sistemin Hukuk uygulamasında nerelere kadar ulaştığını yeteri kadar göstermektedir. Yarın, Elektronik bir makineden, - Suçlu ayağa kalk!.. sözünü duyacağımızı söylerlerse, hiç şaşırmayalım.

VE.. İNSANOĞLU ELEKTRONİK BEYNİ YARATTI1

Hint düşünürü Buddha, “Evrende var olmuş gibi gözüken bütün şeyler, bir fenomenler (olaylar) zinciridir. Bu olaylar, birbirini izler ve bir önceki, bir sonra gelenin meydana çıkmasına sebep olur. “Var olma” ve “Yaratma” işlemi, böyle bir ‘Oluş Çarkı’dır..” diyordu. Alman Filozofu Immanuel Kant ise, “Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels” -Genel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Teorisi- adlı eserinde, “Yaratma” konusunda şöyle sesleniyordu: “Bana, maddeyi verin, ondan bir dünya meydana getireyim..” Elbette ki, bütün filozof, düşünür ve bilginler, “Yaratma İşlemi”ni, kendi görüşlerine göre tanımlamaya çalışmışlardı. Çağımız, ünlü astrofizik bilgini George Gamow ise, “Yaratma İşi”ni, “..Yoktan bir şeyler var etme yerine, şekilsizden şekilli bir şeyler yapma..” olarak kabul etmektedir. Apayrı duyuş ve düşünüş olarak gözüken şu üç görüşü, birlikte ele alacak olursak, a) Birbirinin sebep ve sonucu olan olaylar zinciri, b) Madde’den bir dünya yaratılması, c) Şekilsizden, şekilli bir yapının meydana gelmesi, durumları ortaya çıkacaktır. Zaten, insanoğlunun en büyük gücü ve özelliği, “çok ayrı yapıdaki görüşleri birleştirerek ortaya bir eser çıkarabilmesi”, kısaca “yaratabilmesi” değil midir? Hikayeci, Romancı, Piyes ya da Senaryo yazan, “hayal gücü”nü kullanarak ortaya bazı “kişi”ler ile “olaylar”ı koyar. Bunlar arasında (usta bir işleme ile) bir sebep-sonuç zinciri kurar. Kaleminin gücü ölçüsünde bir yapı meydana getirir. Bir kitap yazar. Bir eser “yaratır”.

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 65, Nisan 1973.

Şair. Ressam, Heykeltıraş, Besteci... tüm sanatçılar da, aynı şekilde (renk, mermer, ses, ışık., vb.) maddeyi işleyerek, eserlerini “yaratmıyorlar mı?”.. Unutmayalım ki bilginler de, en az sanatçılar kadar “hayal gücü”nü işletir ve eserlerini “yaratır”lar. Bir matematikçi, fizikçi ya da kimyacı, aylarca hatta yıllarca, sayı ya da sembolleri, kafasının içinde yoğurur, işler, deneyler yapar, başaramaz bir daha dener.. Ve bütün bu çabalar sonunda, gerçeği yakaladığı an, kafasının içindeki “şekilsiz”, “şekillenmiş” olur ve “Bilim” adını verdiğimiz eser “Yaratılır”. İkinci Dünya Savaşı, bütün şiddeti ile devam ederken, Amerika’da Harvard Tıp Fakültesinden Dr. Cannon’un her ay düzenlediği yuvarlak masa toplantılarında da, böylesine bir çaba gösteriliyordu. Dr. Cannon’un toplantılarına katılanlar, Bilim de yeni bir metodun nasıl olacağını, aralarında tartışıyorlardı. Toplantılar devam ettikçe, “şekilsiz” görüşler, gitgide “şekillenmeye” ve böylece yaratılmakta olan eser de yüzeye çıkmaya başlıyordu. Tartışmalar uzadıkça, bu bilginlerin, farkında olmaksızın, çağımızın en büyük devrimini yapacak olan “Elektronik Sistem”in, ana yapısını kurdukları, görülüyordu. Evet, tartışmalar, bazen çok sert cereyan etmiş ve bazıları küsüp ayrılmışlardı. Fakat beklenmedik bir sonuca ulaşılmış; “Sibernetik” adı verilen sistemin esasları, yepyeni bir biçimde değerlendirilmiş ve “kendi kendini idare etme” durumu onaya çıkmıştı. Ve.. en önemlisi, insanoğlu. “Elektronik Beyin”i yaratmıştı... Bir tek cümle ile belirtiverdiğimiz bu “Yaratma”, birdenbire olmamıştı. Çünkü Dr. Cannon’un düzenlediği toplantılarda, önceleri, çok daha başka bir konu tanışılıyordu. Bu toplantıların yapıldığı günlerde, İkinci Dünya Savaşının, bütün şiddeti ile cereyan etmekte olduğunu yukarıda işaret etmiştik. İşte bu nedenle, toplantıda bulunanlar, bu savaşın en güçlü silâhı olan uçaklara karşı kullanılmakta olan uçak savar toplarından fırlayacak olan mermilerin, uçağın neresinde patlaması gerekeceği ve bu anda pilotun ne gibi davranışlarda bulunacağını tartışıyorlardı. Konu derinleştikçe, tartışmalar da başka bir yöne doğru akmaya başlamıştı. Uçaksavar topundan fırlayan mermi, uçağın yanında patladığı anda, bu uçağı yöneten pilot, acaba ne gibi davranışta bulunacaktır?.. Pilot, uçağı yönetirken, belirli hareketleri, şuurlu olarak mı yapıyor?.. Yoksa bu hareketler, geri bir merkezden gelen bir takım emirlerin, otomatik refleksleri ile mi oluyor?

Konuyu biraz daha açalım. Acaba, organizma, bir davranışta bulunurken, geri bir merkezden, bir takım emirler organlara iletiliyor ve organlardan alınan cevap akımlarına göre, yeni emirler mi gönderiliyor? Eğer, bütün organizmada böyle bir haberleşme cereyan ediyor ise, bu “haberleşme” mutlaka elektrik akımları ile olmaktadır. İşte, burada, tartışma çok ilginç bir duruma girmiştir. “Organlar arasındaki haberleşme, akım iletisi ile oluyor ise, “Geri Merkez”de bir tıkanıklık ya da herhangi bir hasar olduğu anda, bu “Geri Merkez”, (belirli davranışı meydana getirecek olan emirleri, iletemez mi?”.. Bu toplantıda birbirleriyle tanışmış olan matematik profesörü Norbert Wiener ile J. Bigelow adındaki bilginler, bir fizyoloji profesörü olan A. Rosenblueth’a, ısrarla bu soruyu sormaktadırlar. Rosenblueth, “Beyindeki cerebellum’da bir hasar olduğu taktirde, kontrolün kaybolacağa” cevabını vermiştir. Bu sözler öylesine önemlidir ki geri merkez ile organlar arasında “Kendi Kendine Haberleşme” konusunun birdenbire gelişmesine, en büyük katkıyı sağlamıştır. Wiener, bu cevabın, yeni bilimin kurulmasına nasıl ışık tutmuş olduğunu, 1948 yılında yayınladığı “Cybernetics or Control and Communication in the Animal and the Machine” -Sibernetik ya da Hayvanlar ve Makineler Arasında Kontrol ve Haberleşme- adlı eserinde, şöyle belirtmektedir: “Böylece, tabiatta -doğada-, hiç olmazsa, kendiliğinden bazı hareketler bulunduğu hakkındaki hipotezimizin, çok mühim ölçüde doğrulanması ile karşılaşmış bulunuyorduk..” İleride “Sibernetik Biliminin Babası” diye adlandırılacak olan Wiener, bu tartışmalar sonunda görüş birliğine vardığı Rosenblueth ve Bigelow ile birlikte ilk eserlerini, 1943 yılında yayınlıyordu: “Behavior Purpose and Teleology” -Davranış, Amaç ve Haberleşme- adlı bu küçücük eser, “Elektronik Beyin’in Yaratılmasında” ilk hamleyi yapıyordu. Bu çalışmalar ile birlikte ortaya çıkan “Feed-back” kelimesinin (radyo mühendislerinin o güne dek “geri ile haberleşme” olarak kullanageldikleri) anlamı, şimdi, yepyeni bir bilim içinde değerleniyordu. Amerika’daki bu çalışmalar yanı sıra, İngiltere’de, Prof. Ashby, konuyu başka bir yönden inceliyor, “hayvanların, çevreye uyumda bulunmaları için nasıl bir denge durumu sağlamış olduklarını” araştırıyordu. Prof. Ashby, “Adaptiveness and Equilibrium” -Çevreye Uyum Yeteneği ve Denge Durumu- başlıklı yazısında,

“İnsanların ve hayvanların çevreye uyumda bulunma yeteneklerinin, belirli dengelerle sağlandığını”.. ileri sürüyordu. Bu “Denge Durumu” ise, çevre ile yapılan bir haberleşme ile kurulabilmektedir. Basit bir örnek olarak, karanlıktan birdenbire aydınlığa çıktığımız anda göz retinasının bu aydınlığa karşı birden uyumda bulunamadığı için büzülmesi olayını ele alabiliriz. Bu nedenledir ki bir süre gözlerimizi kısmak zorunda kalmaktayız. Bu durum ise, organlar arasında bir “Haberleşme” bir “Feed-back” den başka bir şey değildir. Çok ilginç bir “uyumda bulunma ve denge kurma olayı” ise, askerlik hatıralarım arasına sıkıca yerleşmiştir. Yedek Subay Okulunda öğrenci iken, bir gün atış eğitimine gitmiştik. Yüz metre öteye bir kaç hedef hazırlanmıştı. İki hafif makineli tüfek ile bir kaç piyade tüfeği, bu hedeflere ateş ediyorduk. Namlulardan fırlayan mermilerin sesinden, bir hayli gürültü çıkıyordu. Tam bu sırada, bölük komutanımız yüzbaşı yanımıza yaklaştı: - Çocuklar!.. Bu hedefleri kuruncaya kadar canım çıktı. Çok yoruldum. Şurada azıcık kestireceğim. Sakın gürültü yapmayın (!) dedi ve toprağın üzerine uzanarak başını kaputun üstüne koyuverdi!.. Arkadaşlarla, şaşırıp kalmıştık, makineli tüfeklerin sesinden, orada kıyamet kopuyor gibi idi. Bu gürültüde uyunabilir mi idi?.. Biz böyle düşüne dururken, yüzbaşı gözlerini yummuş ve uykuya dalmıştı. Aradan çok kısa bir süre geçtikten sonra horlamaya bile başlamıştı. Onun bu durumunu görünce, kendimizi tutamayarak kahkahayı basmıştık. Tam o anda, yüzbaşı birden başını kaldırdı ve: - Ne saygısız adamlarsınız be!.. Uyuyan adamın başında böyle kahkahalarla gülünür mü hiç!.. diye bağırdı ve bizleri bir hayli azarladı!.. Bir an çok tuhaf gibi görünen bu durum, gerçekte bir “Uyum” ve “Denge Kurma” olayından başka bir şey değildir. Yüzbaşı patlayan tüfeklerin sesine uyumda bulunmuştu. Bu gürültülü sese karşı, organizması bir denge kurmuş olduğu için, orada rahatça uyuyabilmişti. Ancak, bizim kahkahalarımız, bu uyumu sarsan ve dengeyi bozan yeni bir durum yaratmıştı. Bu kahkahaya karşı bir denge kuramamış olan organizma ise birden bu “haberleşme”ye bir karşılık vermek istemiş, sonuçta yüzbaşı uyanmıştı. Görülüyor ki yine “haberleşme” -yani Feed-back- ile “denge kurma durumu”na gelmiş bulunuyoruz.

İnsan beyni ve tüm organizması, nasıl böyle bir “Haberleşme” ile “Geri merkez”den bir takım emirleri iletiyor ve ona göre organizmamız “davranışlarda bulunuyor” ise, makinelerde de böyle bir “Haberleşme” ve “Denge Kurma” sağlanamaz mı?.. Bilindiği gibi, organizmadaki “akım iletisi” elektrik akımları ile olmaktadır. Elektrik akımları ise “açık” ya da “kapalı” devrelerle akım “alış-verişi”ni sağlamaktadır. Kısaca (0) veya (1) işaretleri ile konuşmaktadır. Makinelerde de böyle bir akım “alış-verişi” kurulacak olursa, o makinede, “Kendiliğinden Bir Denge Durumu” kurulmuş olmayacak mıdır?.. İnsanoğlunun aklının içine bir şey girmeye görsün!.. Ne yapıp ne ediyor onu meydana çıkarıyor. Evet!.. “birbirini izleyen sebep-sonuç zinciri” ile elektrik akımları arasındaki “Haberleşme”, makinelerde “Denge Durumlarının Birbirlerini Dengelemesi” şeklinde kurulabiliyordu. Feed-back sistemi ile oluşan bu “Karşılıklı Denge Kurma Durumu”, makinelere yepyeni bir biçimde uygulanıyor.. Bu “Haberleşme” ile makine, kendisine iletilen “Bilgi”leri değerlendirebiliyor.. Ve.. insanoğlu, Elektronik Beyin’i yaratıyordu...

EVREN ISI ÖLÜMÜNE Mİ GİDİYOR?1

Dikkat ettiniz mi, ay ışığı olmadığı geceler, yıldızlar, ne kadar da parlak gözükürler?.. Hele, yağmur yağdıktan sonra! Sanki gökyüzü yıkanmış ve her bir yıldız, bu tertemiz mavilik içinden ışığını gönderiyor gibidir. Ancak, böyle bir gecede, çıplak göz ile ufacık bir yıldız şeklinde gördüğümüz bu gök cisimlerine, çok büyük teleskoplarla bakılınca, sahne birden değişmektedir. O, ufacık ışıklarıyla bize göz kırpmakta olan gök cisimlerinin, bazılarının, tek tek yıldızlar olmayıp, her birinin milyonlarca yıldızdan meydana gelmiş birer “Evren Adası” oldukları, ortaya çıkmaktadır. Galaksi adı verilen bu “Evren Adaları”nın, dev teleskoplarla gözlenmeye başlanması ile, uzay hakkında, daha ayrıntılı bilgi edinebilme, imkânı da doğmuştur. 19. yüzyıl sonunda, gök bilginleri, teleskoplarını bu “Dev Evren Adaları”ndan ayıramaz olmuşlar ve onların, birbirleri arasındaki ilişkiyi incelemeye başlamışlardı. Çağımız başlarında, (1925 yılında) Mount Wilson Rasathanesi astronomlarından Edwin P. Hubble, bu galaksilerin çoğunun, helezon biçiminde kolları olduğunu da görmüştü. Teleskopunu, Galaksilerin kollarına çevirerek, buradaki yıldızlardan gelen ışınları incelemeye başlayınca, bu galaksilerin, “kalp gibi”, “nabız gibi” atmakta olduğunu da keşfetmişti!.. Binlerce yıldızdan meydana gelen bu galaksiler, “dev bir kalp gibi atarak”, birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Bu durumun, birçok astronom tarafından da doğrulanması üzerine, “Galaksilerin birbirinden kaçışı”nın, neden ileri geldiği ve hangi sonuca doğru gittiği, bilginleri düşündürmeye başlamıştı. Uzun incelemeler ve hesaplar sonunda, birçok bilginler, bugünkü Evrenimizi meydana getiren “İlkel Atom Çekirdeği”nin dağılmaya başlaması ile birlikte, “Anafor” durumunun meydana geldiğini ve bu “Anafor Cereyanı” içinde, Nebulaların, Galaksilerin, Yıldız ve Gezegenlerin döne döne oluştuğunu ileri sürmektedirler. Bu “Anafor” hareketinin, “Büyük Anafor”dan “Küçük Anafor”a doğru geçerek, büyük ölçüde bir “Kinetik Enerji” meydana getirdiği ve bu enerjinin “Isı”ya dönüştüğü, Kuiper ve Carl von Weizsäcker adındaki bilginler tarafından ileri sürülmüştü. İngiliz bilgini G. I. Taylor, Amerikalı Teodore

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 66, Mayıs 1973.

von Karman, Rus bilgini A. N. Kolmogorof ve Alman bilgini Werner Heisenberg ise, bu “Anafor Hareketi”ni, matematik olarak da doğrulamışlardı. Bu hesaplar, ortaya yepyeni bir durum çıkartmıştı. Hareket, böylece “Büyük Anafor”dan “Küçük Anafor”a doğru geçerek “Isı”ya dönüştüğüne göre, Termodinamik Prensipleri gereğince, “Evren Maddesi”nin sonu, “Isı ölümü”ne doğru gidiyor demekti!.. Konu, buraya gelince, bilginler iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdi. Bunlardan bir kısmı, - Evren Maddesi’nin, bir “başlangıcı” vardır. Bu başlangıç tarihinden itibaren “Anafor Hareketi” ile madde “Yoğunlaşıp”, Galaksi, Yıldız ve Gezegenleri meydana getirmiştir. Ancak, enerji durmaksızın “Isı” haline dönüşmektedir. Enerji’nin ise, bir tek yönü vardır. O da bir “Entropi” olayıdır ve bu bir “Isı ölümü”dür. Gitgide, yıldızlardaki enerji, yana yana tükenecek ve bütün yıldızlar beklenen sonuca “Isı Ölümü”ne varacaklardır, diyorlar. James Jeans, Kolmogorof, Einstein, Kuiper, Carl von Weizsäcker ve George Gamow, bu görüşün savunucularıdırlar. Onların ileri sürdüğü görüşe, kısaca “Başlangıç Hipotezi” ya da “Büyüyen Evren -Expanding Universe- Teorisi” denilmektedir. Bilginlerin, diğer bir kısmı ise, - Eğer Evrendeki hareket, yalnızca “Büyüme” durumundan ibaret olsaydı, bu “Evren Maddesi”nde “Yoğunlaşma” olamaz ve Gezegen, Yıldız ve Galaksiler oluşup meydana gelemezdi. Sonuç olarak, Evrenin tümünün, “Isı ölümü”ne gitmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Evrenin büyümesi ile “Eski Galaksiler”, açılıp dağılırken, çevreye dağılmış olan maddelerden “Yeni Galaksiler” meydana gelmektedir. Bu olay, böylesine, ucu bucağı olmayan bir biçimde sürüp gitmektedir diyorlar. İngiliz Astronomu Fred Hoyle ile H. Bondi, T. Gold, Lyttleton ve Rus bilgini Vorontzof Velyaminov, bu görüşün savunucusudurlar. Onların ileri sürdüğü görüşe ise, kısaca, “Sonsuz bir Yapı olarak Oluşan Evren” ya da “Aynı Yapıda Kalan Evren -Steady State Universe-” Teorisi denilmektedir. Konu yıllardır, bilim âleminde tartışılmakta olduğundan, bu iki zıt görüşü savunan iki bilginin, George Gamov ile Fred Hoyle’un eserlerini karşılaştırmak istiyoruz.

”Başlangıç Hipotezi” ve “Genişleyen Evren Teorisi” görüşünü savunan Prof. Dr. George Gamow, kolayca anlaşılır bir dille yazdığı “Evrenin Yaradılışı The Creation of the Universe-, Güneşin Doğumu ve Ölümü The Brith and Death of the Sun-” adlı kitapları ve “Bir, iki, üç, sonsuz -One. Two, Three.. Infinity-” adlı eserinde, bu konuyu işlemektedir.

Dev Evren Adası Andromeda Galaksisi:

Fred Hoyle ise, Tıpkı, bizim Samanyolumuz gibi, dev bir Galaksi olan Andro“Evrenin Yapısı -The meda, bizden, aşağı yukarı 700.000 ışık yılı uzaklıktadır. Bu Nature of the Uni- “Dev Evren Adası”, uzayın derinliklerine doğru, tekerlek gibi verse-” adlı eseri ile dönerek gitmektedir, iki büyük “Helezonlu Kolu” olan ve “na“Astronominin öncü- bız gibi atarak” uzaklaşan bu evren adasının çapı 60.000 ışık leri -The Frontiers of yılıdır. Astronomy-” adlı eserinde, zıt görüşü (aynı şekilde herkesin anlayacağı bir dille) savunmaktadır. Bu eserlerin karşılaştırılması, bizlere konu hakkında, kısa da olsa, bir fikir verebilecek, Evrenimizin sonunun ne olacağı(?)’nı, bir hayli düşündürecektir! Gerçi, aynı konuda, İngiliz astronomlarından James Jeans, kırk yıl önce kaleme aldığı “Esrarlı Evren” -Mysterious Universe- adlı eserinde, bizleri bir hayli korkutan şu satırları yazmıştı: “..İkinci Termodinamik Kanunu diye bilinen Genel Fizik tahminlerine göre, Evren’de bir tek çeşit son düşünülebilir. Ki, bu da “Isı Ölümü”dür. Bu ölümde, Evren’in bütün enerjisi, bir tek biçim (uniform) olarak dağılmış olacak ve Evrendeki bütün Öz’lerin sıcaklığı aynı olacaktır. Bu sıcaklık, hayatın sürdürülmesine izin vermeyecek derecede düşüktür. Bu, “son durum”a varmak için tutulacak özel yolun, önemi yoktur. Bütün yollar,

Roma’ya gider, denildiği gibi, bu yolculuğun sonu da, “Evrenin ölümü”nden gayrı bir şey olamaz..” İşte, aynı konu üzerinde duran Prof. Dr. George Gamow, Galaksilerin “nabız gibi” atmaları durumunu dikkate alarak, “Evrenin Yaratılışı” adlı eserinde şu sonuca varıyor: “..Yıldızların ana yapılarında bulunan “yakıt”ın, tamamen tüketilmesi anında, hemen daima olagelen “son çırpınma halleri”, bu yıldızların “Hayat süreleri”nin belirli bir işareti olduğundan, bu “Yıldızlardaki Patlamalar” ve “Nabız Gibi Atışlar” hakkında, ayrıntılı bir bilgiye ulaşılmaktadır. Yıldızlar arasında “Kütle” ve “Hayat Dönemleri” akrabalığı bulunduğuna işaret etmiştik, işte, bu akrabalık ilişkisinden hareketle, yıldızların ortalama yaşının 3 milyar yıl sonra “Isı ölümü”ne doğru yaklaştığını öğreniyoruz..” Bu görüşün tam karşısında olan Fred Hoyle adındaki İngiliz bilgini ise, Astronomi öncüleri -Prontiers of Astronomy- adlı eserinde, Evren içinde, durmaksızın yeni maddeler yaratılmakta olduğunu, bu nedenle, yıldız ve galaksilerin yaşlarının birbirilerinden farklı olacağını, ileri sürmektedir. Fred Hoyle; “..Evrendeki maddelerin ortalama yaşı, Hubble’ın sabitesi gibi olmayıp, 1/3 ölçüsünde Hubble sistemine uygun bulunmaktadır. Maddelerin yüzde beşi, Hubble sabitesinde gösterildiği kadar yaşlıdır. Fakat 1/4’ü Hubble’ın bulduğundan iki kez daha yaşlıdır. Yüzde 1/100’ü ise, gene Hubble’ın bulunduğundan üç kez daha yaşlıdır. Madde’nin oranındaki bu “küçülme” ile “yaş” durumu, “Evrenin Genişlemesi”nden meydana gelmektedir. “Genişleme” ile, “Madde”, gittikçe yayılarak ufalmakta ve “Yaşı” da küçülmektedir..” George Gamow, Fred Hoyle’un bu görüşlerinin aksine, Evrenin 2-3 milyar yıl önce, birbirlerinden farksız yapıda NebuIalar ve Yıldızları kapsadığını ve yıldızların ihtiyarlamasının birlikte olduğunu ileri sürmektedir. Gamow, “Güneşin Doğumu ve ölümü” adlı eserinde, şöyle söylemektedir: “..Aşağı yukarı 2 milyar yıl önce, yıldız adaları arasındaki uzaklık, o kadar küçük olmalıydı ki, Nebula, aynı biçimde bütün Evrene dağılmış ve hemen, hemen farksız bir yapıda olan yıldızlan kapsayan bir biçimde idi..” Fred Hoyle, “Evrendeki maddeler arasında bir genişleme” olduğu konusunda da, ufak bir itirazda bulunmamaktadır. Tam tersine, bu “genişleme” nedeni ile galaksiler arasında yeni maddeler yaratıldığını, ileri sürmektedir. Bu bilgin, “genişleme” ile “yoğunlaşma” durumunu karşı karşıya

getirmektedir. Fred Hoyle, “The Nature Of The Universe” -Evrenin Yapısıadlı eserinde şöyle diyor: “..Bu “genişleme” ve “yoğunlaşma” düşüncesi, açıkça birbirine karşıt bulunmaktadır. Çok basit olarak şu durum gösterilebilir: Eğer “genişlemeyi” zorunlu olarak ele alıyorsanız, görünen bütün galaksilerin, yoğunlaşıp meydana çıkmaması gerekirdi..” Bu görüşlerinin arkasından “çekim kanununu” ele alan Fred Hoyle, “Evrenin bir Başlangıcı Olduğu” görüşünü savunanları şöyle eleştirmektedir: “..Bilinen çekim kanununa göre, iki partikül arasındaki uzaklık çok büyük değil ise, bu partikül- Crab Nebula: ler, birbirilerini çekerler. İsa’nın Doğumundan sonra 1054 yılında 4 Temmuz’da, ilk kez Çinli Astronomlar tarafından gözlenmiş olan bir «SüperAynı kanuna göre, aralanova» olayıdır. Güneşimizden aşağı yukarı dokuz misli bürındaki uzaklık çok büyük yüklükte bir bombanın patlaması gibi, 900 yıl boyunca dev ise, iki partikülün, birbirini gaz bulutları açılıp dağılmakta ve saniyede 1000 km. hızla itmesi gerekir. Bu esaslar- yayılmaktadır. dan bakıldığında, görülmektedir ki, eğer geride kalan maddelerin yoğunluğu, son derece küçük ise, ancak bir genişleme olayı olabilir. O zaman da, burada yeni bir güçlük ortaya çıkmaktadır. Geride kalan bu kadar ufacık maddelerin yoğunlaşarak kocaman “Dev Galaksiler” meydana getirmesi olayını bağdaştırmak imkânı olamayacaktır..” Kısaca, İngiliz astronomu Fred Hoyle’a göre, “yaşlı galaksiler birbirlerinden uzaklaşırken, aralarında kalan maddelerden, yoğunlaşma nedeni ile genç galaksiler meydana gelmektedir”. Bu durum, böylesine sürüp gitmektedir. O halde, Fred Hoyle’a göre,

“Evrenin bir başlangıcı olmadığı” gibi, onun “ısı ölümüne gitmesi” diye de bir olay, söz konusu olamaz. Bu görüşün tam karşısında olan Prof. George Gamow ise, dev teleskoplarla yapılan gözlemleri önümüze sermektedir. Yapılan gözlemler sonunda, bizim kendi galaksimiz –Samanyolu- den binlerce ışık yılı ötedeki dev yıldızların son çırpınma hallerini belirten fotoğrafları işaret etmektedir. Çok hassas teleskoplarla alınan bu fotoğraflardan, enerjileri tükenmekte olan yıldızların bir “Nova” ya da “Süpernova” halinde patlayan “Isı ölümü”nün son anını yaşadığının anlaşıldığını belirtmektedir. Bütün enerjisi böylece tükenen yıldız ise, Evren içinde sönmüş bir varlık, büzülmüş bir yıldız, bir “Beyaz Cüce” olarak adeta bir “Mezar Taşı” haline gelmektedir. George Gamow, bu konudaki görüşlerini şu sözleriyle tamamlamaktadır: “..Galaksimizdeki yıldızlarda tahminen onda bir oranında “Beyaz Cüce” bulunması, Evrenimizin, oldukça genç mezarlıklarının tıka basa dolmamış olduğunu göstermektedir. Ancak, yıldızlardaki Hidrojen stokları tükendikçe onlar da “Isı ölümü”ne doğru yaklaşacaklar ve Evrenimizin o muazzam alanı, gitgide “yıldız cesetleri” ile dolmaya başlayacaktır..” Bu sözlerin, bizleri bir hayli heyecanlandırması doğaldır. Hemen bir noktayı işaret edelim. Galaksimizdeki yıldızların, böyle bir “Isı ölümü olayı”na varmaları için, daha milyarlarca yıl, hidrojen yakıtlarını sabretmeleri gerekiyor.

SİBERNETİK BİLİMİNDE HABERLEŞME1

Çağımızın en büyük icadı olan “Elektronik Beyin”lerin ve “Dev Computer”lerin Sibernetik Biliminin ortaya koyduğu ve işleyiş biçimi çok basit olan “Bilgi İletimi” ve “Haberleşme” sistemine dayanması, gerçekten çok ilginçtir. Bu çok basit işleme sistemine, günlük hayatımızdan bir örnek vererek girmek istersek, yolda birbirleri İle karşılaşan iki eski dostun, aralarında cereyan eden şu şekildeki konuşmayı, göz önüne alabiliriz: - Merhaba dostum!.. Ne haber?.. - İyilik !.. Senden ne haber?.. Dikkat edilirse, bu karşılaşmada, ilk seslenen arkadaş, eski dostuna “Merhaba!” dedikten sonra, kısaca “Ne haber?” sorusunu sormaktadır. Bu iki kelimelik “Ne haber ?” sorusu ile, - Nasılsın? Ailen nasıl? İşler nasıl gidiyor? Sıhhatin iyi mi?., vb. gibi bir çok soruların da sorulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim arkadaşı, vermiş olduğu “İyilik” cevabı ile aynı anda, - İyiyim! Ailem de iyidir! Sıhhatteyiz! İşlerim de düzgün gitmektedir!.. vb. gibi bir çok cevabı da vermiş olmaktadır. Türkçe dilimizde, çok kısa bir biçimde cereyan eden bu haberleşme sahnesi, Sibernetik Biliminin ortaya koyduğu “Information Teorisi”ne, gerçekten çok ilginç bir örnektir. Ancak, bir durumu hemen belirtmemiz gerekiyor. “Information”; haber verme, bilgi iletme demek olduğu halde, bu kelime, bazı yerlerde yanlış olarak kullanılmaktadır. Örnek olarak “Information Büro”larında, Türkçe “Danışma Bürosu” olarak yazılması durumunu gösterebiliriz. “Information (Türkçe konuşulur biçimi ile Enformasyon) Bürosu”nun görevi, haber vermek ve bilgi iletmektir. Kısaca, orada görev yapan memur, Bilgileri iletmektedir. Büroda, etken kişi, “Bilgi’yi İleten”dir. Oysa Enformasyon kelimesini “Danışma” karşılığı olarak kullandığımızda, etken kişi’nin, “Bilgi’yi Alan” ya da “Danışman” olduğu görülmekledir. Sibernetik ve Information Teorisi esaslarına uygun olarak, bu büroya bir karşılık bulmak istersek, Türkçe, “Bilgi Verme Bürosu” ya da “Enformasyon Bürosu” dememiz, yetecektir. 1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 67, Haziran 1973.

Bu duruma, değinmemizin nedeni, “Enformasyon Teorisi”nde, asıl işlemin, “Bilgi’yi İleten” ile başlamakta olduğunu belirtebilmek içindir. Bir an kendimizi ele alalım. Belki farkında değilsiniz; fakat, bütün hayatımız boyunca, yaşantımızı, bu “Bilgi İletimi” ve “Bilgi Alış-Verişi” ile sürdürmekteyiz. Elimde tuttuğum bir kâğıt ya da kalemi, karşımdakine uzatmak istediğim anda, beynimden, kol sinirlerime ve parmak uçlarındaki sinirlere kadar uzanan bir “Akım Yolu” boyunca, bir takım emirler gönderilmektedir. Göz aracılığı ile karşımdaki insana olan uzaklık, ayrı bir “Akım Yolu”ndan beyine iletilmekte ve gelen bu “Haber”e göre, beynimden, koluma ve elime, “Yeni Haberler” iletilerek, kâğıt ya da kalemin, karşımdaki kişiye uzatılması imkânı sağlanmaktadır. Böylece de, kâğıt ya da kalemin uzatılacak yere kadar eriştirilmesi işlemi, tamamlanmaktadır. Çok kısa olarak geçiştiriverdiğimiz, bu işlemin tamamlanabilmesi için, beynim ile kol ve el sinirlerimin merkezleri arasında, binlerce akım “Gidip-Gelmiş” ve binlerce kez “Bilgi Alış-Verişi” yapılmıştır. İşte, Sibernetik biliminin babası olan Prof. Wiener de bu “Bilgi AlışVerişi” durumunu dikkate alarak, 1948 yılında Sibernetik adlı eserini yayınladığı zaman, bu eserinde Sibernetik kelimesinin altına “Control and Communication in the Animal and the Machine” yani “Hayvanlarda ve Makinelerde Kontrol ve Haberleşme” başlığını da koymuştu. Kendisinden bir yıl sonra Shannon adlı diğer bilgin, bu “Haberleşmenin matematik esaslarını” ortaya koymuş ve “The Mathematical Theory of Communication” adlı eserini yayınlamıştı. İki eski arkadaşın, sokakta karşılaştıkları anda, birbirlerine “Ne haber?” diye seslenme ya da soru sormaları örneğinden sonra, birden bu haberleşmenin matematik esaslarına gelivermemiz, biraz garipsenebilir. Gerçekten de, Sibernetik Bilimi, bu kadar basit bir biçimde cereyan eden, “Haberleşme” durumu dikkate alınarak ortaya atılmış, bugün ise, bütün bilim dallarına yayılmıştır. İster, insan organizması için, isterse makineler için düşünülsün, “Haberleşme” denildiği anda, akla ilk gelecek şey bu haberi veren ya da yayan bir “Kaynak” olacaktır. Buna, kısaca “Verici” adını veriyoruz. İkinci olarak düşüneceğimiz şey bu haberin kendisine iletileceği “Alıcı” olacaktır. Üçüncü ve en mühim olan şey ise, bu haberleri iletici görevini yapan, “Kanallar” olacaktır. Yukarıda, kâğıtların uzatılması örneğinde, beynimizden verilen emirlerin, sinir sistemimiz kanalları boyunca kol ve parmak uçlarındaki mer-

kezlere iletildiği ne değinmiştik. Burada, beyin, “Bilgi kaynağı ve verici” durumunda bulunmakta; sinir sistemi, beyinden gelen “elektrik akımları ya da bilgileri” ileten kanallar görevini yerine getirmekte ve nörondan, nörona atlayarak giden bu emir ya da akımlar, “haber”in ulaşacağı “Alıcı Merkez” (Reseptör)e gelerek, “Haberleşme İşlemi”ni tamamlamaktadır. Organizmadaki elektrik akımlarının, organlar arasındaki haberleşmeyi sağlaması gibi, aynı akım alış-verişi ile, makineler arasında bir “Haberleşme” sağlanıp sağlanamayacağının araştırılması, çağımızın en büyük devrimini yapmıştır. Bugün, Elektronik Beyin adını verdiğimiz Kompüterler bu “Haberleşme Teknolojisi”nin gelişmesi ile ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, bir durumu bir kez daha belirtmemiz gerekiyor: “..Çağımız, ne “Atom Çağı” ne de “Uzay Çağı”dır. Çağımız iki kelime ile “Sibernetik Çağı”dır. Bütün “Uzay Çalışmaları” Sibernetik Sistemden esinlenerek, bugünkü seviyesine ulaşabilmiştir..” 2 Prof. Wiener ile başlayan bu yeni bilimsel çalışma ile çağımız sibernetik bilginleri, yeryüzündeki bütün varlıkların, gerek kendi iç yapıları gerekse birbirleri arasındaki ilişkilerinin, yalnızca “Haberleşme” yolu ile sağlandığını gördüklerinden, bu “Haberleşme”nin, elektrik, manyetik, optik iletim esaslarını tespite girişmişlerdir. Claude Shannon ise, konuyu başka bir yönden ele almış ve bu “Haberleşme”nin “Matematik Esasları”nı tespite çalışmıştır. Shannon, ortaya koyduğu teorisinde, şu durumu kesinlikle belirtmişti: “..Her ölçü âleti, ölçtüğü şey ne olursa olsun, daima onu, “en ufak birim miktarına bölerek” ölçer. Bu miktardan küçük olanları ölçemez..” Shannon’un “Information Teorisi” ile ileriye sürdüğü matematik esasları incelemeden önce, “Haberleşme”yi meydana getiren üç bölümü, şekillendirerek gösterebiliriz. Burada birinci bölüm, “Bilgi Kaynağı ya da Verici”yi; ikinci bölüm “Kanallar”ı; üçüncü bölüm ise, “Alıcı”yı göstermektedir. Ortada bulunan “Kanal”ın görevi. “Verici”den çıkan “Bilgi ya da Haberler”i, “Alıcı”ya iletmekten ibarettir. Basit bir örnek olarak, önce bir oturma odası ya da bir toplantı salonunda cereyan eden bir konuşmayı dikkate alalım. Bu toplantıda konuşan kişi, bir “Haber Kaynağı ya da Bilgi Verici” durumundadır. Onun konuşma-

2

Toygar Akman, Sibernetik, Bilimde Devrim - Elektronik Beyin. Hukukda Reform. Ankara Hukuk Fak. Banka ve Ticaret Hukuku Ens. Ya. 1972, Sa. 192.

larını, dinleyicilerin kulaklarına, ses dalgaları hâlinde ileten hava ise, “Kanal”dır. Odada oturup, konuşmacıyı dinleyen kişiler de “Alıcı” olmaktadırlar. Şimdi, örneğimizi, biraz daha geliştirelim ve birbirleriyle telefonla konuşan iki kişiyi göz önüne getirelim. Telefon apareyinin ağıza yakın olan kısmı “Bilgi Verici”, kulaklık kısmı ise “Alıcı” durumundadır. Konuşulan sesleri ileten elektrik telleri ise, “Kanal” görevini yapmaktadır. Ancak, burada azıcık durmamız gerekiyor. Çünkü telefonla konuşmada “Kanal” görevini yapan elektrik tellerinin yaptığı işlem, biraz değişmiştir. Onların görevi, biraz önce gördüğümüz toplantı salonundaki havanın yaptığı işten daha değişik olacak ve telefondaki sesi, olduğu gibi iletmeyeceklerdir. Zaten, bu nedenle, telefondaki “Verici”ye, kendisine çarpan seslerin elektriksel kopyalarını yapmak üzere bir diyafram yerleştirilmiştir. Bu diyafram, kendisine çarpan seslerin, titreşimlerine göre harekette bulunmakta ve bu hareketi ile, çeşitli elektrik dirençleri meydana getirmektedir. Böylece de, kendisine çarpan ses titreşimlerini elektriksel kopyalar haline çevirerek göndermektedir. Bu şekilde, “Kanal” görevi yapan tel içinden akan elektrik akımları, “Alıcı”ya kadar gelmektedir. “Alıcı”ya yerleştirilmiş olan elektromıknatıslar ise, bu kez, kendilerine ulaşan elektrik akımlarını, yeniden “ses” hâline dönüştürmektedir. Bu ses titreşimleri de “Alıcı” vasıtasıyla, kulağımızda, “Verici”den iletilen şekilde duyulmaktadır. Görülüyor ki, telefonla görüşmede “Haberleşme işlemi”, doğrudan doğruya ses titreşimleri hâlinde değil, elektrik akımları (ya da işaretleri) hâline dönüştürülmek ve sonra yeniden ses titreşimleri hâline getirilmek suretiyle yapılmaktadır. Bu durumu dikkate alarak, biraz önce üç bölüm hâlinde çizdiğimiz şekli düşünecek ulursak, bu şekilde, birkaç ilâve yapmamız gerekecektir. Şöyle ki: Bilgi Verici” ile “Alıcı” arasında iletilen, “ses hâlindeki bilgiler”, bir dönüşüme uğrayarak elektrik akımı hâline geçmiş ve sonra bir kez daha dönüşüme uğrayarak yeniden ses titreşimleri durumuna geçmiştir. Kısaca, “Verici” ile “Alıcı” arasında, yeni işlemler meydana gelmiştir. Bu yeni işlemleri de ayrı bir bölüm olarak göstermemiz gerekeceğinden, aşağıdaki şekil ortaya çıkacaktır. Evvelce üç bölüm olarak düşündüğümüz şekil, şimdi beş ayrı bölüm hâlini almıştır.

Şekilden açıkça görüldüğü gibi, “Kanal” görevini yapmakta olan tel ya da kablolar, gönderilecek sese ait olan, ancak belirli bir şekilde code’lanmış ya da işaretlenmiş olan, elektrik akımlarını iletmektedirler. Ses titreşimleri hâlinde iletilen bilgilerin elektrik işaretleri hâline dönüştürülmesi işlemi, “Mikrofon” ile “Hoparlör” arasındaki “Haberleşme”de de aynı biçimde cereyan etmekledir. Bir başka örnek, telgrafta ise, bilgilerin, belirli sembol ya da işaretlere dönüştürülerek iletilmesi işlemi, daha da açık olarak görülmektedir. Telgrafta, “Verici”nin göndereceği bilgiler, önce “Mors alfabesinin diline çevrilmekte”, kısa ya da uzun çizgiler ya da noktalar yazan elektrik akımları hâline dönüştürülmektedir. Böylece iletilen bilgiler, “Alıcı”nın şeridi üzerinde, kısa ya da uzun çizgiler ya da noktaları yazarak, bilgi iletimini tamamlamaktadır. İnsanoğlu, daha Telgraf, Telefon ve Mikrofonu icat etmeden evvel, hem de yüzyıllar öncesinden, “Bilgi”leri, bir takım işaret ya da code’lara çevirerek gönderme işini, ustalıkla kullanmıştı. Afrikalı yerlilerin “Tam-Tam Sesleri” ile; Amerikalı Kızılderililerin ise, “Dumanlar Göndererek”, Bilgi’yi, bir takım işaretlere dönüştürmek suretiyle gönderdiklerini biliyoruz. O halde Elektronik Beyin Makinelerinin, kendisine iletilen bir takım işaret ya da sembollerle, kendi içerisinde bir “Haberleşme” kurarak, kendi kendine işlemesine, pek hayret etmemeliyiz. Nitekim “Haberleşme” konusunu, en küçük birimler olan “0 - 1” sistemi şeklinde ele alan Shannon, Elektronik Makinelerde uygulanacak olan “ikili Sistem” ya da “Binary System”i ileriye sürmüştü. Bell Telefon Laboratuvarında çalışan bu genç matematikçi, bu tezi 1949 yılında ortaya attığı zaman, Sibernetik Biliminin babası olan Profesör Wiener’in Feed-back sistemi, matematik olarak değerlendirilebilecek, sinyal ve işaretlerle tanımlanabilecek bir yapıya girmiş oluyordu. Shannon, bir “Haber Birimi”nin, “0 ve 1” yani “Evet ve Hayır” şeklindeki işaret ve sinyallerle, kanallara iletilebileceğini ve bu “Haber”in kanallar içinden akarak “Alıcı”ya ulaştığı anda, aynı biçimde, yeniden “Haber” hâline dönüşebileceğini göstermişti. O tarihten beri Sibernetik Biliminde, “0-1 Sistemi” denilen, bu ikili sistem, hemen bütün Elektronik Makinelerinin yapımında en ön safta yer almıştır. Bir elektronik beyin bilgininde açıkça belirttiği gibi, “..Shannon’un çalışmaları, “Haberleşme” hakkındaki düşüncelerimizin, “Elektrikli Haberleşme Sistemi”nin gerçek yapısına, tamamen uygun bulunduğunu kanıtlamıştır. Elektrik akımları; telgraf, ses ve görüntü hâline

dönüştürülebilen sinyal ya da işaretlerin gönderilmesinde kullanılabilir olmuştur..” 3 Shannon’un bu kanıtlamasından sonra, 1952-1954 yılları içinde, bu ikili sistem yepyeni bir biçimde ele alınmış ve bu sistemden yararlanılarak, “satranç oynayan bir elektronik beyin yapımı” düşünülmeye başlanmıştı. Sibernetik bilimini hızla geliştiren Amerikalı bilgin Wiener ile Shannon ve İngiliz bilgini Ashby, bunun bir şemasını dahi çizmişlerdi. Shannon’un ısrarla belirttiği gibi, böyle bir makinenin yapılması, teorik olarak mümkündü. Shannon, bir “Digital Computer”in programlanması hâlinde, bu makinenin, satranç oynayabileceğini, kesinlikle belirtmişti. Digital Computerler, en basit şekli ile insan elinin yardımı ile işleyen ve numeretik işaretlerle çalışan computerlerdi. Bu makinelerde, delgi operatörlerinin, delgi kartları üzerinde delik açmak suretiyle işledikleri işaretlerle, bu “Bilgi”ler “0 ve 1” yani “Evet - Hayır” hareketleri hâlinde makineye iletilmektedir. Shannon’a göre, böyle bir makine, bir satranç oyununda “iyi” ya da “kötü” hamlelerin kriterlerini, kendisine gönderilen “0 ve 1” işaretleri ile değerlendirebilecektir. Bu makine, bu işaretler şeklinde kendisine gönderilecek “Bilgi”lere uygun olarak, daha önceden programlanmış olduğu için, bu işaretlerle belirtilen hamlelerin karşılıklarının nasıl olacağını, önceden bilebilecektir. Böylece de, aynı anda iki ya da üç hamleyi yapabilecektir. Kısaca, belirli hamle imkânları içinden akarak, en iyi olanı seçebilecektir. Sonuçta da, ileride yapılacak hamleyi, önceden çok iyi bir şekilde hesaplayarak, mükemmel satranç oynayabilir bir durumda olacaktır. Ya da tam tersine, kendi hataları nedeni ile, daha iyi hamle yapmayı öğrenemeyecektir. “Bu durum ise, muhakeme ve kıyaslama yapabilen (Analoque Computer Machines) elektronik beyinlerle tamamen giderilebilecek ve böylece Digital Computerlerden daha iyi satranç oynayan makineler geliştirilebilecekti..” 4 Görülüyor ki, “Ne haber ?” şeklinde cereyan eden, kısa bir “Haberleşme Sahnesi”nden hareket ettiğimiz halde, nerelere kadar varmaktayız. Bütün buraya kadar anlattıklarımıza ve belirtmeye çalıştığımız şekil ve görüntülere rağmen, hâlâ Sibernetik Biliminin bir tanımını yapmamış olduğumuz üzerinde durulabilir. Oysa deminden beri Sibernetik Bilimi içinde dolaşmaktayız. Sibernetik’i, bir tek cümle ile belirtmek istersek,

3

4

John R. Pierre, Transmission Of Computer Data. Information. A. Scientific American Book. 1966. Sa: 100-101. W. Sluckın, Minds And Machines. A Pelican Book. 1960. Sa: 57.

“Bilgi Alış-Verişi ile Denge Kurma ve Ayarlama Sistemi, Sevk ve Yönetim Bilimi”dir, diye bir tanımlama yapabiliriz. Sibernetik kelimesini ilk kullanan eski Yunan Filozofu Eflatun, Gorgias adlı diyalogunda, “..Kübernetes, yalnız ruhları değil, bedenleri ve malları da büyük tehlikelerden kurtarır..” derken, bu kelimeyi. “Yönetme (idare etme) Bilimi” anlamına kullanmıştı. Bugün Sibernetik olarak kullandığımız kelimenin kökü olan “Kübernetes”, eski Yunancada (yani Graikos dilinde) “Gemi Pilotu” demekti. Gemi pilotu ya da kaptanının, gemisini yönetmesini, bir “Yönetme Bilimi” olarak kabul eden Eflâtun, “Kübernetes”i böylece, “Sevk ve Yönetim Bilimi” anlamına kullanmıştı. Gerçekten de, İngiliz ve Fransız dillerinde, “İdare Etme, Hükümet Etme” anlamına kullanılan “Gouvernement” ya da “Government” kelimeleri, “Kübernetes” kelimesinden üretilmiş bulunmaktadır. Kübernetes, İngilizce’de biraz şekil değiştirerek Cybernetics olmuş; Fransızca’da Cybernetique olarak söylenegelmiş; Almanca’da ise Kybernetik olarak yerleşmiştir. Profesör Wiener ile birlikte, bu Kübernetes (yani Sibernetik) kelimesi, yepyeni bir biçimde ele alınmış ve “İnsanların, Hayvanların ve Makinelerin kendi kendilerini Yönetim Bilimi” olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle de Profesör Wiener ile birlikte gelişen bu yeni sistem ve bilime, “Sibernetik” adı verilmiştir. İster insanların birbirlerini “Yönetimi”; ister organizmadaki organların birbirlerini “Yönetimi”; istersek Elektronik bir Beyin makinesinde terminallerin birbirlerini “Yönetimi” olarak düşünelim, bu “Yönetim Sistemi”nde, bütün işlemin “Haberleşme” ile sağlandığı görülmektedir. “Sevk ve Yönetim Bilimi” olan Sibernetik’de “Emir ya da Bilgilerin İletimi ve Cevapların Alınması Sistemi” üzerine kurulu bulunduğundan, her şeyden önce, bu “Bilgi iletimi” ya da “Haberleşme” üzerinde durmamız gerekli idi. Şu ana kadar anlattıklarımızla, “Bilgi Alış-Verişi” konusu ya da sistemi hakkında, aramızda bir “Haberleşme” sağlanmış ise, (yâni anlatılan bilgi ya da haberler hafızanızda bir iz bırakmış ve gerekli cevap akımları hazırlanmış ise), o halde devre tamamlanmıştır. Kısaca “Feed-back Yolu”

kurulmuştur. Bu “Feed-back Yolu”nu izleyerek. Elektronik Beyin Makineleri’nin İşleyiş biçimleri; bu makinelerde “Bilgi”lerin toplanması ve “Başka bir yere iletimi” ve bu “Bilgi Alış-Verişi ile Elektronik Sistemin, kendi kendine bir ayarlama kuruşu”na geldiğimizde, hiç bir yabancılık duymayacağız. O zaman. Elektronik Beyinlerin, “kendi kendilerine haberleşerek ayarlama yapmaları”, doğal karşılanacaktır.

ORGANİZMA İLE ELEKTRONİK MAKİNELERDE DENGE DURUMU 1

İnsan olarak kendi yapımıza ya da çevremizde yaşayan hayvanlara biraz dikkatle baktığımızda, “Organismal Yapı”nın, kendi kendine bir “Denge Kurmak” suretiyle yaşantısını sürdürmekte olduğunu görmekteyiz. En basit örnek olarak “acıkma” ya da “uyku” durumunu ele alalım. Karnımız acıktığı zaman, yiyecek bir şeyler bulmak için hazırlığa girişmekte, evimizde isek, mutfağa yönelmekte, sokakta isek bir lokantaya girmekte ve eğer işimiz çok acele ise, bir büfeye uğrayıp, sandviç ve tost gibi bir şeyler yiyerek, midemizin feryadını durdurmaya çalışmaktayız. Hayvanlar ise, acıktıkları zaman, bulundukları yerden ayrılarak (ya da ininden çıkarak) çevrelerini dolaşmakta, yiyecek bir şeyler bulmak için sağa sola hamle yapmakta, yiyeceğini bulup karnını doyurduktan sonra, yuvasına ya da inine çekilmektedir Aynı şekilde, devamlı olarak harekette bulunan, (gezip dolaşan ya da çalışan) organizma, belirli bir saat sonra, hareket yapamama durumuna gelmekte ve uykuya çekilmektedir. Yeteri kadar uyuduktan sonra da yeniden harekete geçmekte ve bu durum, böylesine sürüp gitmektedir. Bu çok basit olan iki örnekte de, organizmanın “açlık ile tokluk”, “hareket ile uyku” arasında “belirli bir denge sağlayarak” hayatını devam ettirdiği görülmektedir. Gerçekte ise, organizma, bu çok basit “denge durumları” dışında, binlerce çeşit ve karmakarışık bir yapıda olan “denge durumları”na da sahip bulunmakta ve onlar arasında bir “ayarlama sistemi” kurmaktadır. En küçük canlı varlık birimi olan “hücre”ye, dışarıdan bir etki yapılarak, bu hücrenin zarı yaralanacak olursa, bu hücrenin çekirdeği (Nukleus), hemen o yaralanmış yere yaklaşarak tamir işine başlamaktadır. Kısaca, burada bozulan “Denge Durumu”nu ayarlamaya çalışmaktadır. Bu durumun çok belirli bir örneğini, herhangi bir nedenle elimizin çizilip kanaması olayında da görebiliriz. Kesilen yerden bir süre kan aktıktan sonra, artık kanın akmadığı ve orada bir pıhtılaşmanın başladığını görmüşüzdür. Bir süre sonra ise, bu pıhtılaşma, kalın bir kabuk hâlinde o yaralı yeri sarmaya başlamakta, kesilen yerin tedavi ya da tamiri, böylece organizma tarafından 1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 68, Temmuz 1973.

daha emniyetle yürütülmektedir. Tamir işi bittikten sonra, artık kabuğun orada durmasına neden kalmadığından, organizma, onu oradan kaldırıp atmak için çeşitli “Haberleşme” yollarını kullanmakta ve hatta bizde bir kaşıma arzusu yaratarak, kabuk kısmının oradan atılması sonucunu elde etmektedir. Bu çok basit örneklerden sonra, organizmanın, muazzam “denge durumları”nı bir an göz önüne getirelim. “Sinir Sisteminin sağladığı Denge Durumu”, “Solunum Sisteminin sağladığı Denge Durumu”, “Sindirim Sisteminin Sağladığı Denge Durumu”., ve “Beyin Sistemimizin sağladığı Denge Durumu”, saymakla bitiremeyeceğimiz sayıda, çeşitli “Denge Durumları” arasında bir “Ayarlama Kurmakta” ve böylece Organizma adını verdiğimiz yapı, çalışmasını sürdürmektedir. Burada, bizi, gerçekten hayrette bırakan bir durum da “Ortosempatik” ve “Parasempatik” adı verilen sistemlerin, birbirlerinin yaptığı işin tam tersini yaparak, organizma içinde ayrı bir denge durumu kurmalarıdır. “Ortosempatik Sistem”, kalbimizin çarpmasını hızlılaştırdığı halde, “Parasempatik Sistem” ağırlaşmakta; diğer yönden “Ortosempatik Sistem”, midemizin çalışmasını durdurduğu halde, “Parasempatik Sistem”, hızlandırmaktadır!.. Organizmanın bu denge durumuna, “Homeostasis”, kısaca dış çevreden ve iç çevreden gelen etkilere göre “kendi kendine ayarlama kurma” denilmektedir. Bundan tam yüz yıl önce, daha “Elektronik Beyin” makinelerinin adı bile anılmaz iken, büyük filozof ve fizyolog Dr. Claude Bernard, “... Canlı makine, hareketini devam ettirir. Çünkü organizmanın içerideki mekanizması, görevlerin yapılmasından ileri gelen zararları, durmaksızın, yeniden meydana gelen etkiler ve kuvvetlerle tamir eder. İnsan zekâsının yarattığı makineler de, daha pek çok kaba olmakla beraber, başka türlü yapılmış değildir..” diyerek, “Organizma” ile “Makineler arasındaki “Denge Durumu Sistemleri”nin aynı biçimde çalıştığına işaret ediyordu. Bu Fransız fizyoloğundan tam yüz yıl sonra, yine bir hekim ve Neuroloji mütehassısı olan İngiliz Doktoru Grey Walter, organizmadaki “denge durumu”nun, makinelerde de aynı biçimde cereyan ettiğini ispatlamış ve “Işık Kaplumbağası” adı verilen makinesini icat etmişti. Sibernetik Bilimi ile birlikte, elektrik akımı dilinin “0 ve 1” şeklinde olduğu; kısaca, akım alış - verişlerinin “Evet-Hayır” biçiminde cereyan ettiği; kesinlikle ortaya konulmuş ve bu akımların “Geri bir Merkez ile Haberle-

şerek” -Feed-back yolunu izleyerek- “Denge Kurma”yı sağladığı, anlaşılmıştı. Dr. Grey Walter, bu “Feed-back Haberleşme Yolu” nu dikkate alarak “Işık ile denge ayarlaması” yapılıp yapılamayacağını düşünmüştü. Mademki, organizma, dıştan ve içten gelen bir takım etki ya da kuvvetler karşısında, kendi kendine bir “denge kurma” ve “ayarlama” yapma işine girişiyor, aynı işlem, makinelerde de niçin yapılmasın?.. Dr. Grey Walter, bu işi, “ışık ile haberleşerek denge kurma” şeklinde ele almış ve ışık etkisi ile bir makinenin “kendi kendine denge kurup kuramayacağı”nı incelemişti. Dr. Grey Walter’ın icat etmiş olduğu “Işık Kaplumbağası” adlı makinesi, biraz buzdolaplarındaki “Termostat” cihazının işleyişini andırıyordu. Çok iyi bildiğimiz gibi, buzdolaplarımızın içinde bulunan “Termostat” cihazları, buzdolaplarının içini, devamlı olarak belirli bir “ısı” da tutmak üzere ayarlanmıştır. Eğer, buzdolabının içinde, “ısı”, yükselecek olursa, “Termostat”, hemen harekete geçerek “Soğutucu Motoru” çalıştırmaya başlar. Soğutucu motorun çalışması sonunda, buzdolabının içindeki “ısı”, belirli dereceye düştüğü zaman, aynı “Termostat”, bu soğutucu motorun çalışmasını durdurur. Kısaca, buzdolapları, “Isı ile Haberleşerek Denge Kurma” biçiminde çalışmaktadır. Bu durumu, “Sibernetik Dili” ile anlatmak istersek, şöyle söyleyebiliriz: Buzdolaplarında, “Termostat” ile “Soğutucu Motor” arasında, “Isı Yolu İle” bir “Haberleşme” yapılmaktadır. Bu “Haberleşme” sonunda iletilen “Bilgi”Iere göre, buzdolabının içindeki “ısı”nın, “denge durumu ayarlanmakta”dır. Dr. Grey Walter, tekerlekler üzerine oturtulmuş ve durmaksızın dönen bir “Foto-sel” âleti ile “0 ve 1” sistemine uygun bir “Haberleşme” kurmaya çalışmıştı. Foto-sel, durmaksızın döndüğünden, nerede “ışık” bulursa, hemen devre tamamlanmakta (yani akım yolundan Evet ya da (1) haberi gelmekte) ve foto-sel’in bağlı olduğu tekerlekler, hemen o yöne doğru hareket etmektedir. Ancak, tekerlekler bu şekilde dönerek, “ışık kaynağı”na doğru giderken, bu kez, tam aksi bir işlem cereyan etmeye başlamaktadır. Çünkü “ışık kaynağı”na doğru yaklaşan “Foto-sel”, bu defa, fazla ışık nedeni ile ters yönde etkilenmekte ve şimdi de “ışık kaynağı”ndan hızla uzaklaşmaktadır. Işıktan uzaklaşır uzaklaşmaz, foto-sel, yeniden dönmeye ve tekrar “ışık” aramaya başlamaktadır. Nerede, bir “ışık kaynağı” görürse, yine aynı biçimde oraya doğru koşmaya başlamakta, sonra da yeniden oradan kaçmaktadır.

Kısacası, Grey Walter’ın “Işık Kaplumbağası”, ışığa göre uyumda bulunup “denge kuracak” bir biçimde yapılmış olduğu için, “ışık ile haberleşerek bir denge ve bir hareket” meydana getirmektedir. Yukarıda, organizmanın denge kurmasına en basit örnek olarak “acıkma” durumunu ele almıştık. Bu “acıkma” durumu ile Işık Kaplumbağasının “ışık ile denge kurma” durumunu karşılaştıracak olursak. Grey Walter’ın “Işık Kaplumbağası” için, -Bu kaplumbağa, ışık ile karnını doyurmakta ve nerede ışık bulursa oraya koşmakta, ancak, karnını doyurduktan sonra da yuvasına ya da inine çekilmektedir! diyebiliriz. Bir noktayı hemen işaret edelim. Grey Walter’ın “Işık Kaplumbağası”, çok sık acıkıp, “ışık kaynağı”na doğru yöneldiği için, bu kaplumbağa, biraz obur bir yaratık gibi gözükmektedir. Işık Kaplumbağası, durmaksızın “ışık kaynağı”na koşup, “ışık”tan uzaklaşması suretiyle, aynı zamanda, kendi kendine çalışan bir sistem de ortaya koymaktadır. Bu sistem, “ışık kaynağı”ndan gelen etkiler ile “0 ve 1” yani “Evet-Hayır” haberleşmesini sağlamakta, böylece “kendi kendine bir denge ayarlaması” yapmaktadır. Biraz önce, organizmanın, kendi kendine denge ayarlaması yapmasına “Homeostasis” adı verildiğine değinmiştik. O halde, şimdi, elektronik bir makinede çok daha karışık bir denge sistemi olan “Homeostat” adlı makineye geçebiliriz. Sibernetik Biliminin, İngiltere’deki öncülerinden Profesör Ashby, makinelerde, daha üstün bir denge durumu “Ultrastability” kurmaya çalışmıştı. Profesör Ashby “Design for A Brain” adlı eserinde, “..Organizma, çevreyi, üstün bir denge durumu (Ultrastability) esaslarına uygulayabilecek bir sistemle bağlamıştır..” diyor ve bu üstün denge durumunun, makinelerde de uygulanabileceğini ısrarla ileri sürüyordu. Bu inançla laboratuvarına kapanan Profesör Ashby, yarım ay biçiminde bir oluk yapmış ve bu oluğun içini su ile doldurmuştu. Sonra da bu oluk içinde kayabilecek bir biçimde bir ibre yerleştirmişti. İbrenin, içine yerleştirildiği yarım ay şeklindeki oluğun iki yanına da +5 ve -5 voltluk polarize elektrik gerilimi sağlayan iki elektrot yerleştirmişti. Buraya kadar, yapılanlarda hiç bir özellik bulunmamaktadır. Ancak, Ashby, oluk içinde yüzen ibreden sert bir tel çubuk uzatmış ve bu teli de bir mıknatısı hareket ettirebilecek olan reostat tel sargısı ile birleştirmişti. İşte, şimdi, çok ilginç bir durum ortaya çıkmıştı.

Reostat tel sargısının bağlı bulunduğu cereyanın şiddetine göre, mıknatısın etkileme gücü değişecek ve buna bağlı olarak da, ibre, oluk içinde bir harekette bulunacaktır. Ancak, biraz önce, Profesör Ashby’nin bu oluğun iki yanına da +5 ve -5 voltluk elektrik gerilimi sağlayan iki elektrot yerleştirdiğinden söz etmiştik. Mıknatısın etkileme gücü ile oluk içinde hareket eden ibre, bu kez, oluğun iki ucunda bağlı olan elektrotların etkisi ile de yeni bir harekette bulunacaktır. Böylece burada, çok basit bir “denge durumu” meydana gelmiştir. Mıknatısın etkisi ile ibre, bir yöne doğru akarken, bu kez elektrotların etkisi ile yeni bir harekette bulunacaktır. Ancak, bu hareket, ibrenin bağlı olduğu reostat tel sargısı dolayısıyla, mıknatısı etkileyecek, bu kez mıknatıs, bu etkiye göre, ona yeni bir yön verecektir. Kısaca, burada, birbirlerine etki yapan bir “denge durumu” kurulmuştur. Asıl iş, şimdi başlamaktadır. Profesör Ashby’nin “Üstün bir Denge Durumu” kurma çabasında olduğundan söz etmiştik, işte Ashby, bu nedenle, şu basit gözüken cihazı, biraz daha geliştirmiştir. Bu kez, oluk uçlarındaki gerilimi, bir elektronik lâmbanın iç ızgarasına bağlamış, sonra da, mıknatısın tel sargısındaki cereyanı, bu lâmbanın kontrolü altına almıştır. Şimdi ortaya çıkan durum daha da ilginç bir hâl almıştır. Şöyle ki: Cereyanın şiddeti, ibredeki gerilime göre değişecek, fakat bu değişiklik, aynı anda mıknatısın hareketine de etki yapacaktır. Bu etki ile değişen mıknatısın etkileme gücü, ibreye, yeni bir yön verecek, fakat bu defa da ibrenin gidiş yönü, cereyanın şiddetini değiştirecektir. Ortaya çıkan bu “Birbirlerini Etkileme Durumu”, mıknatıs ile elektrotlar arasında karşılıklı bir “Denge Ayarlaması” meydana getirmiştir. Kısaca, ibrenin yönü, cereyanın şiddetini değiştirerek kontrol ederken, cereyan da, ibrenin yönünü kontrol ve tayin etmektedir!.. Ancak, Ashby, makinesini, henüz tamamlamamıştır !. Bu “Denge Ayarlaması” ile yetinmeyen Ashby, oluk içinde yüzen ibrelerin sayısını dörde çıkarmış, elektronik lâmbanın iç sargısını da, bir yerine üç sargı ile bağlamıştır. İş bununla bitmiyor! Akım uygulanan her bir selektör mekanizmasına 25 ayrı elektriksel mukavemet ve kondansatör tesisatı koymuştur. Şimdi meydana gelen “Denge Durumu” ise gerçekten hayret vericidir. Elektronik lâmbadan çıkan cereyan, dört sargıya birden iletilecektir. Böylece de bu dört sargının her biri, aynı anda, dört ayrı cereyanın etkisi altında kalacaktır. Bu etkilerin üç tanesi, cereyanı ileten ibrelerden geldiği

halde, dördüncü etki, bizzat kendi ibresinden gelecektir. Oysa akım uygulanan her bir selektör mekanizmasına 25 ayrı elektriksel mukavemet ve kondansatör tesisatı konulmuş olduğunu belirtmiştik. İşte, şu anda, tam bir “Üstün Denge Durumu” meydana gelmiş olmaktadır. Çünkü ibreler dört tane olduğundan, 25 ayrı elektriksel mukavemet tesisatından gelen etkileri hesaplayabilmemiz için, bu 25 sayısını dört kez, birbiri ile çarpmamız gerekecektir. Hesaplamaya kalktığımızda, 25 x 25 x 25 x 25 = 390.625 sayısı ortaya çıkmaktadır. İlk bakışta, bu sayının neyi anlatmak istediği, pek anlaşılmamış gibi görülebilir. Oluk içinde sağa sola hareket eden dört ibrenin durumu dikkate alınınca, şu durum ortaya çıkmaktadır: Bu ibreler, 390.625 çeşitli yoldan akımları ileterek birbirleriyle “Haberleşmekte” ve “Dengelerini Kurabilmektedir”. Bu çeşit bir denge durumu ise, organizmadaki denge durumuna pek benzemektedir. Nitekim insanın denge durumuna “Homeostasis” denilmesini dikkate alan Profesör Ashby, bu makinesine, haklı olarak “Homeostat” adını vermiştir. Ashby, “Homeostat”ı çalışır bir duruma getirir getirmez, arkadaşlarını ve öğrencilerini laboratuvarına davet etmiş ve bu makineyi, istedikleri gibi bozmalarını kendilerinden istemiştir. Laboratuvara girenler, Ashby’nin bu isteği karşısında önceleri şaşırmışlar, ancak kısa bir süre sonra, isteğe uygun olarak, “Homeostat”ı tahribe yönelmişlerdir. Akım geçen yolları kesmişler, fakat “Homeostat”ın, başka akım yollarından yine dengesini sağladığını görmüşlerdir. Bu kez, çekiç ve keserlerle kabloları parçalamaya başlamışlar ancak, yine de makinenin diğer akım yollarından “Haberleşerek” dengesini kurduğunu hayretle izlemişlerdir. Pens, kerpeten, vida., ne buldular ise akım geçen yolları ve selektörleri kırıp parçalamaya girişmişlerdir. Fakat “Homeostat”, yine de akım geçen herhangi bir yoldan gene de dengesini kurmayı başarabilmiştir. Tahribat, son ibre parçalanıncaya dek sürmüş ve ancak o zaman “Homeostat” durmuş ya da ölmüştür!.. Ölmüştür sözünü özellikle kullandık. Çünkü organizma da, çevreye uyma yeteneğini, yani “denge durumu”nu sağlamayı kaybettiği anda, hayatını sona erdirmektedir. Profesör Ashby’nin icat etmiş olduğu “Homeostat”, Sibernetik Biliminde yepyeni ufuklar açmış ve makinelerde de, tıpkı organizma gibi üstün bir denge kurulabileceğini, açıkça önümüze sermiştir.

Ashby, Sibernetik Bilimi ile ilgilenenlere ve Elektronik Beyin konusunda çalışan teknisyenlere, yepyeni durumu sunmuştu. Ultrastability, (yani üstün denge durumu). Bu “Üstün Denge Durumu” geliştirildikçe makinelerin, insan organizmasının yapabileceği işlerin, Elektronik Beyin Makineleri vasıtasıyla, çok daha kısa bir süre içinde ve çok daha sıhhatle yapılabileceği, artık, kesinlikle anlaşılmıştır. Sibernetik Bilimi geliştikçe ve Elektronik Makinelerde “Üstün Denge Durumu” arttırıldıkça, bakalım, nelerle karşılaşacağız!..

BİLGİ BANKALARI1

Yukarıdaki şekilde bir Görüntü Ünitesi üzerinde çalışan ve televizyon ekranı üzerine dizayn çizen kızın çizdiği bu resimler, bir anda makineyle iletilebilecek ve istenildiği zaman da, makineden (yine bir anda) elde edilebilecektir.

Bilgi Bankaları denilince, insan bir an, bu iki kelimenin birbirleriyle yanyana duruşunu, pek yakıştıramıyor. Çünkü “Bilgi” kelimesi, hepimizin çok iyi bildiği gibi, “bir konu ya da bir iş hakkında bilinen şey” anlamına gelmekte. Herhangi bir konuda derin bir bilgisi olan kimseye de “Bilgin” (eski dil ile Âlim) denilmekte Banka kelimesi ise, (İtalyanca Banca) “para bozma tezgâhı, gişesi” anlamına gelmektedir. Para alış-verişi ile ilgili konular sosyal ve ekonomik yapının gelişmesine uygun olarak, ödünç verme, borç alma, faizle para alma, kredi açma., vb. çeşitli işlemleri de kapsamaya başlamış ve bu işlemlerin yapıldığı yere “Banka” adı verilmiştir. Kısaca, bugün “Banka” denildiği anda, paranın belirli bir faiz alınmak suretiyle saklanıp biriktirildiği ya da belirli bir fâiz karşılığı borç olarak alındığı yer, anlamına gelmektedir. İnsan, bu işlemleri göz önüne getirince,

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 69, Ağustos 1973.

çok haklı olarak, “Bilgi” ile “Para Biriktirme”ye ilişkin işlemleri, birbirleriyle bağdaştıramıyor. Ancak, bütün bu düşüncelerin ardından, bugün hemen bütün ülkelerde “Kan Bankaları” kurulmuş olduğunu, göz önüne getirince, “Bilgi” ile “Banka” kelimelerinin yan yana duruşu da bir anlam kazanmaya başlıyor. Evet, çok iyi sezinlediğiniz gibi, “Bilgi”lerin, bu “Bankalar”da saklanması ve gerektiğinde oradan alınıp, istenilen başka bir yere iletilmesinden söz etmek istiyoruz. Burada, hemen bir noktayı belirtelim. Bugüne kadar görüp bellediğimiz durum, “Bilgi”lerin, kitap ya da ansiklopediler içinde yer alması ve bu kitapların toplu olarak bulunduğu yere de “Kitaplık” adı verilmesidir. Bu durum dikkate alındığında, “Bilgi Bankaları” sözü ile, milyonlarca kitaptan meydana gelen büyük bir kitaplıkta, “Bilgi”lerin, belirli konulara göre düzenlenip çoğaltılmasının anlatılmak istendiği, akla gelebilir. Oysa konumuzun, böyle muazzam bir kitaplık ile hiç bir ilgisi bulunmamaktadır. “Bilgi Bankaları”, bir tek oda içinde, milyar kere milyar bilgiyi, kolayca saklayabilen ve gerektiğinde bu “Bilgi”leri çoğaltıp başka bir yere iletebilen, “Elektronik Beyin Makineleri”nden başka bir şey değildirler. Yukarıda, bir konuda derinliğine bilgisi olan kimseye “Bilgin” denildiği yolundaki tanımlamayı dikkate alanlar, - O halde, bir çok bilgileri, hafızalarında saklayabilen bu makinelere “Bilgin Makineler”, ya da “Âlim Elektronik Beyinler” mi diyeceğiz?.. diye sorabilirler. Şakayı seven dostlarımız ise. - Hele şu makine yok mu? Bütün bilgileri bellemiş! Sor sorabildiğine! Makine değil Filozof sanki!.. diye takılabilirler. Bu şakaları bir yana bırakacak ve batı ülkelerindeki gelişmelerin önümüze serdiği gerçeklere bir göz alacak olursak, bu konunun Elektronik Beyin makineleri yapan firmalar tarafından, çok dikkatle işlenmekte olduğunu görmekteyiz. “Bilgi Bankaları”, yalnızca, elde mevcut olan “Bilgi”lerin, bir ansiklopedide toplanması biçiminde. Elektronik makinenin hafızasına iletilmesi ve orada saklanması olarak değil, aynı zamanda, değişen “Bilgi”lerin de eskilerinin yerine konulabilmesi şeklinde, ele alınmaktadır. Örnek olarak Shakespeare’in piyeslerinin hepsini, Descartes’in eserlerinin tümünün ya da büyük ozan Yunus Emre’nin bütün şiirlerinin, böyle bir makinenin hafızasına iletildiğini düşünelim. Bu filozof ve düşünürlerden

yüzlercesinin bütün eserleri, bir kitaplıkta, binlerce cilt kitapdan meydana gelmiş bir yeri kapladığı halde, elektronik bir makinenin hafızasında, belki de bir kibrit kutusunun kapladığı yer kadar bir alanı kaplayacaktı. Bilgilerin, böyle bir “Bilgi Bankası”nda saklanmasının sağladığı en büyük bir yarar da, bu eserlerin, zamanla yırtılıp parçalanması, sayfalarının kopması ya da yanıp kül olması., vb. gibi tehlikelerden korumuş olmasıdır. Yukarıda değişen bilgilerin yerine yeni bilgilerin makinenin hafızasına iletilebileceğini böylece “Bilgi Bankaları”ından her an yeni “Bilgi”lerin alınabileceğinden söz etmiştik. Bu konuda, daha ayrıntılı bilgiye sahip olabilmek için “The Computerized Society” adlı kitaptan aşağıdaki satırları izlememiz yetecektir. “.. Bilgi Bankaları, her geçen yıl ile birlikte, birçok konuları kapsayan bir biçimde gelişmektedir. Bunun peşi sıra, “Kodlama” ve “Sınıflandırma” konusunda, büyük ölçüde çalışmalar yapılmıştır, öylesine ki, bir biyokimyacı, “Atomdaki partiküller” konusunda yazılmış olan herhangi bir bilimsel raporu, kolayca elde edebilecek; bir avukat, yoğun hukuk literatürü içinden, kendisi için ilgili olan konuyu, aynı makineden, kolayca temin edebilecektir. Ve, herhangi bir firma patentinin mümessili, Computer ile konuşup görüşerek bir araştırma meydana getirilebilecektir..” 2 Bilgi Bankaları konusunda yukarıda yazılanlardan en ilginç olanı, bir Avukatın yoğun Hukuk Literatürü içinden, kendisi ile ilgili konuyu, elektronik bir makineden elde edebilmesidir. Bilindiği gibi Hukuk Bilimindeki uygulamalar, Yargıtay’ın verdiği en son kararlara göre değerlenmektedir. Bir Avukat, üzerine aldığı dâva ile ilgili olan “Yargıtay Kararı”nı görmemiş ya da duymamış olabilir. Ya da, Yargıtay, daha önce vermiş olduğu kararını değiştirmiş ya da çeşitli kararları arasında bir birleştirme yaparak “Birleştirme Kararı” vermiştir. O Avukat, bu durumu “Bilgi Bankası”ndan kolayca öğrenebilecektir. Çünkü “Bilgi Bankası”nı, Yargıtay Kararlarına göre programlayan elektronik beyin uzmanı, Yargıtay kararlarını izlemekte ve evvelce verilmiş ancak sonradan ortadan kaldırılmış olan kararı, hemen “Bilgi Bankası”nın hafızasından silerek, yerine yeni “Yargıtay Kararı”nı iletmektedir. Böylece de, “Bilgi Bankası”nda en son karar, bulunmaktadır. İngilizce “Data Bank” olarak adlandırılan “Bilgi Bankaları” üzerinde Amerika Birleşik Devletlerinde titizlikle yapılan çalışmalar, konunun önemini kavrayan Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde de dikkatle ele alınmış ve yoğun bir incelemeye geçilmiştir. Innsbruck Üniversitesi doçentlerinden Dr. Eberhard Lang, Bilgi Bankaları ve diğer elektronik sistemlerin, Sibernetik 2

James Martin and Adrian R. D. Norman, The Computerized Society. Penguin Books. Ltd. Middlesex England, 1973. Sa. 28.

Biliminin getirdiği “Yepyeni bir bilgi ve düzen” olduğunu belirtmekte ve yeni bir devlet yapısı, “Sibernetik Devlet Bilimi ve Düzeni”ne doğru gidildiğini, işaret etmektedir. Eberhard Lang, Almanca dili ile “Informationsbank” (Bilgi Verme Bankası) denilen bu bankanın, özellikle Hukuk uygulaması ve yönetim sistemi ile sağlayacağı yararlar üzerinde durmaktadır. Hatta bu nedenle de, bu konuda yazdığı kitaba “Sibernetik Bir Devlet Bilimi (ya da Düzeni)ne Doğru” adını vermiştir. E. Lang kitabında, böylece “..Sibernetik Makineler ile yepyeni bir hukuksal düzenin kurulmakta olduğunu..” 3 belirtmektedir. Yukarıda, herhangi bir bankadan, faizle borç para alındığına değinmiştik. Çok iyi tahmin ettiğiniz gibi, “Bilgi Bankaları” sözü, aynı anda, bu bankada toplanan “Bilgiler”in, ilgililerine belirli bir ücret karşılığı satılacağını da belirlemektedir. Bu nedenledir ki, Bilgi Bankalarında, özellikle “Kıymetli Bilgiler” saklanmaktadır. Konumuzu daha canlı olarak dile getirebilmek için şöyle bir örnek verelim: Uzun yıllar yapılan Arkeolojik Araştırmalardan sonra bulunan bir Sümer yazısı ya da bir mektup, “Bilgi Bankası”nın hafızasına kolayca iletilebilecek ve bu konuda yine Sümerlere ait ve daha önceden bulunup da elektronik makinanın hafızasına iletilmiş olan bilgilerle birleştirilebilecektir. Sümeroloji konusunda inceleme yapan ya da doktora tezi hazırlayan bir araştırıcının, aylarca, çeşitli kitaplıkları dolaşıp, tozlu kitap sayfaları arasına kapanmasına ya da eski kitabe ve mezar taşlarını incelemesine lüzum kalmayacaktır. Onun incelemek istediği konu hakkında “Bilgi Bankası”na başvurması yetecektir. Eğer, bu bilgiler o “Bilgi Bankası”nın hafızasında bulunuyor ise bir anda (tabii belirli bir ücret karlığı) kendisine verilecektir. Bu nedenlerle çeşitli batı ülkelerinde Bilgi Bankalarının hafızalarına iletilecek bilgiler hakkında yoğun bir çalışma yapılmaktadır. Konu, buraya gelince, İçimizden bazıları, - Hepsi, iyi hoş! Ancak, bilgiler, yalnızca yazı şeklinde değildirler ki! Bir resim, bir tablo ya da bir plân hakkındaki bilgiler, bu “Bilgi Bankaları”nda nasıl saklanabilecektir?.. sorusunu sormakta haklıdırlar. Ancak, hemen belirtelim ki, elektronik bir makinanın hafızasına iletilecek herhangi bir bilgi ve bilimsel işlem dışında, Mühendislik ya da Mimari

3

Eberhard Lang, Zu Einer Kybernetischen Stuatlehre, Anton Pustet. Salzburg. 1970. Sa. 303-304.

bir dizayn (plân-model) çiziminin dahi, Bilgi Bankalarında saklanması mümkün olabilmektedir. İletilecek bilgi ya da iş hakkında, böyle bir çizim yapılması ya da model çizilmesinin o iş hakkında çok daha çabuk ve etkili bir “Bilgi” sağladığı herkesçe bilinmektedir. Bu durumu dikkate alan elektronik beyin bilginleri, “Bilgi Bankaları”nın hafızalarına bu çizim ve resimleri dahi iletebilme imkânlarını sağlamışlardır. Bir katot ışınları tüpü (CRT) vasıtası ile bir Computer, çizim (grafik) ve alfamerik bilgilerle haberleşebilecek bir şekilde programlanmakta ve böylece de Computer ile kullanan arasında, cereyan eden karşılıklı haberleşme, “görüntü yolu” ile kurulmaktadır. Böyle bir “Görüntü Ünitesi” ile Elektronik bir beyinin hafızasına gönderilecek bilgiler, makinenin “Giriş” kısmından, doğrudan doğruya ve süratle iletilebilmektedir. “Bilgi”yi Elektronik makineye, çizgi ya da resim halinde iletecek olan operatör, bu şekilleri, Elektronik makineye bağlı olan bir televizyon ekranı üzerinde kolayca çizebilmektedir. Operatör, çizdiği şekli, gözü ile iyice inceleyebilmekte; şekilleri, daha seçilebilir bir duruma getirebilmekte; değiştirebilmekte ya da yeniden çizebilmektedir. Elektronik beyin yapan firmalar, bu konu üzerinde ısrarla durmaktadırlar. IBM firması, 2.250 Display Unit (Görüntü Ünitesi) Model 1 adını verdiği makine ile çizilen şekillerin, makineye en ufak ayrıntısına dek iletilmesini sağlayabilmiştir. Bilgi Bankalarında, şekil ve resimler de saklanıp, depo edilebildiğine göre, yarın bu bilgi bankalarından birine giderek - Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camiinin plânlarını istiyorum!. dediğimiz anda, bu plânları, en küçük ayrıntılarına dek ve bir anda elde etmemiz mümkün olabilecektir. Sibernetik Bilimi geliştikçe, bakalım daha ne çeşit yeniliklerle karşılaşacağız.

İNSAN BEYNİNDEKİ VE ELEKTRONİK MAKİNEDEKİ (HAFIZA) 1

İnsan Beyni ile Elektronik Beyin Makinesinde, bilgilerin toplandığı yer olan “Hafıza” üzerinde, son 10-15 yıldır, bir hayli ilginç çalışmalar yapılmaktadır. Bazı bilginler, bu iki “Hafıza”nın, tamamen birbirlerine benzediğini iddia ederlerken, bazıları da, apayrı yapılarda olduklarını ileri sürmektedirler. Bu nedenle biz de özellikle, bu konu üzerinde durmak istiyoruz. Ancak, hemen belirtmek istediğimiz bir husus. Sibernetik ve Elektronik Beyin bilimi ile birlikte, binlerce yeni kelimenin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yepyeni teknik kelimelerin karşılıkları, henüz Türkçemizde bulunmadığından, konunun anlatımında bir hayli güçlükle karşılaşılmaktadır. Dil bilginlerimizin bu konu üzerine de eğilmelerini belirtirken, bir başka noktaya da değinmemiz gerekmektedir. İnsanın beyninde, bilgilerin toplandığı ya da saklandığı yere, önceleri “Hafıza” denilirken, öz Türkçe bellek kelimesi kullanılmaya başlanılmıştır.

Yukarıdaki fotoğrafta, “Çekirdekli Hâfıza Ünitesi”ni meydana getiren çekirdeklerin, büyütülmüş resmi görülmektedir. Çekirdekler içinden, birbirine dik olarak geçip kesişen “Ağ Biçimindeki” teller, ayrıntılı olarak belirlenmektedir. 1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 70, Eylül 1973.

Gerçekten, çok temiz bir Türkçe kelime olan “Bellek” sözü, bellemek ezberlemekten gelmektedir. “Hafıza” ise, Arapça “öğretilmiş şeyleri, akılda tutan, saklayan (hıfz eden) yer” demektir. Görüldüğü gibi, “Hafıza” kelimesi, saklama, depolama, muhafaza etme yeri; ya da saklayan, muhafaza eden karşılığı olduğu halde; “Bellek” kelimesi, ezberleme, belleme yeri ya da belleyen, ezberleyen, anlamına gelmektedir. Bu duruma değinmemizin bir başka nedeni de, Elektronik Beyin bilgileri ve Computer yapımcılarının, elektronik makinenin “Hâfıza”sı ya da bilgilerin toplandığı yeri için, (Bellek ya da Hâfıza, Hatıra karşılığı olan “Memory” kelimesinden daha çok) “Store” ya da “Storage” kelimelerini kullanmalarıdır. Bilindiği gibi İngilizce “Store” ve “Storage” kelimeleri; depolama, biriktirme, saklama yeri anlamına gelmektedir İster, insan beyni için, isterse elektronik beyin için düşünülsün, burada, söz konusu olan şey, “Bilgiler”in, belirli bir yerde “saklanması”dır. Bu bakımdan, elektronik beyin teknolojisindeki gelişmeler karşısında, ortaya çıkan yeni kelimelerin Türkçe karşılığını bulmak zorunluğunu duyanların, “Bilgileri Depolama” karşılığı olacak bir kelimeyi, bir an önce bulmaları gerekmektedir. Kullanılacak kelimenin önemine, bu kadar değindikten sonra, insan beyni ya da makinede “Bilgilerin Saklandığı Yer” hakkında, Psikoloji ve Elektronik Beyin bilimlerinde, ne şekilde tanımlamalarda bulunulduğuna, geçebiliriz. K. Koffka, “Zihni Gelişmenin Esasları” adlı eserinde, hafızayı, şöyle tanımlamaktadır “.. Belirli dış şartlar altında, yeni bir strüktür (yapı) bir defa meydana geldikten sonra, organizmanın, bu “başarıyı”, herhangi bir şekilde muhafaza etmesidir..” 2 Koffka “Hafıza”nın, “öğrenme” ile birlikte geliştiğini ve böylece meydana gelen yapıları koruduğunu, işaret etmekle, “Bilgilerin Depolanması” işlemini de belirtmiş olmaktadır. Bir başka Psikolog G. Dwelshauvers, “Hafızayı”, genel olarak bir “Ezberleme Strüktürü” olarak kabul etmektedir. Dwelshauvers’in, bu konudaki düşüncelerini izlersek, onun şöyle konuştuğunu duyuyoruz “..Bir adamı, bir yerde görmüştük; ona tekrar rastlayınca, tanıyoruz. Keza, bize, bir olay anlattılar; aynı olayı gazetede okuyoruz, bunu okurken, eski hatıralarımızın uyandığını duyuyoruz. “Hâfıza”nın, bu tanımı, 2

K. Koffka, Zihni İnkişafın Esasları. Çeviren: Suat Tavlan, İstanbul 1954 Sa. 171.

normal ergin’in hafızasına, geçici olarak uygun gelebilir. Fakat aynı tanımı, herhangi bir ezberleme strüktürü hakkında kullanmak istersek çok dar gelir. Bundan, o tanımın, yalnızca normal ergine uygulamaya elverişli olduğu anlaşılmamalıdır. Dayak yemiş bir hayvanın, kendisini korkutan sopayı tanıdığını kabul etmek, saçma bir görüş değildir ve bu hatıra, bizim hatıralarımıza da, bir dereceye kadar benzer. Yalnız, arada, daima bir fark kalacaktır: Çünkü, biz, bir hatırayı, imaj olarak değil, hatıra olarak tanırız.. Sopa, acaba, sopa olarak mı hatırlanmıştır? Yoksa, darbe duyumu ve darbelere katılan cezalandırma eylemi ile, sopadan alınan görme duyumu arasında, şartlı bir refleks mi kurulmuştur?..” 3 Bu satırlardan anladığımıza göre, bu Psikolog, “Hafıza”da en önemli rolün, “Bilgileri Saklatma Sebebi”nde olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim Dwelshauvers, görüşlerini, şöylece tamamlamaktadır: O halde, “Hafıza” denilince, genel olarak, canlı varlığa has olan reaksiyonlar arasında, saklama (depolama, hıfz) sebebinin aldığı, türlü belirtileri bulup çıkarmak ve tesadüfe bağlı olmayıp, rasyonel bir düzen gösteren bu saklama (hıfz etme) sebebinin, realite sahasına (gerçek alana) girerek aldığı şekiller, yanı strüktür (yapı) tipleri üzerinde durmak gerekmektedir..” Bilgileri saklama ya da depolama ile ezberleme arasındaki fark üzerinde durduğumuz için, bir başka Psikolog Henry E. Garrett’in görüşlerine de kısaca değinmemiz gerekiyor. Garrett, “Psikolojiye Giriş” kitabında “Hafıza Olayı”nı, bu bakımdan şu şekilde ele almaktadır: “.. Genel olarak öğrenme ile ezberleme arasındaki başlıca fark, deneyime dayanan bir problem çözme manasını anlamadan, papağan gibi ezberleme arasındaki fark gibidir. Papağan gibi ezberlemede yapılacak iş, önceden belirlenmiş ve kararlaştırılmış bir sıraya göre çağrışımlar kurmaktır. Bunda, değişik tepkilere yer verilmemektedir ya da pek az yer verilmektedir. Fakat ister fizik bir laboratuvar tecrübesi yapmayı öğrenme olsun, ister bir şiiri ya da bir formülü ezberlemiş olsun, hepsinde, “harekete getiren sebep, pekiştirme ve tekrar” lâzımdır. Hâfıza olayı; tespit (fixation), zihinde tutma (retention), hatırlama (recall) tanıma (recognition) kısımlarına ayrılabilir..” 4

3 4

G. Dwelshauvers, Psikoloji. Çeviren: M. Şekip Tunç, İstanbul 1952 Sa. 314-344. Henry E. Garrett, Psikolojiye Giriş. Çevirenler: F. Ertem - R. Öncül. İstanbul 1958 Sa.150.

Bu satırlardan görülüyor ki. Psikologlar, insan beyninde “Bilgilerin depo edildiği yer”den daha çok, “Hafızanın meydana geliş biçimi” üzerinde durmaktadırlar. “Hafıza” hakkında, Psikologların görüşleri yanında, Nöroloji (Sinir Sistemi Bilimi) uzmanları, konuyu başka bir yönden ele almakta ve sinir sistemi içinden akarak beyinde belirli bir merkeze ulaşan “Elektrik Akımları” üzerinde durmaktadırlar. Nitekim insanın sinir sistemi içinde cereyan eden “Akım Alış-Verişi” dikkate alınarak “Elektronik Beyin” adını verdiğimiz Computerler yapılabilmiştir. Bu bakımdan, şimdi de, Elektronik Beyin Bilginlerinin, “Hafıza” hakkında, neler düşündüklerine geçebiliriz. Amerika’da Stanford üniversitesinde “Computer Bilimi” Kürsüsü Profesörü olan John Mc Carthy, bir Elektronik Beyin’deki “Hafıza” ile İnsan Beynindeki “Hafıza”yı şöyle belirtmektedir: Tüm fiziksel bölümleri ile, elektronik bir yapı olarak Computer, “Giriş” ve “Çıkış” merkezleri, aritmetik ve kontrol devreleri ve bir de “Hafıza”dan meydana gelmiştir. Bu duruma uygun olarak, sistemin çalışması için, öğretilecek programın çizilmesi zorunludur. Computer, kendisine iletilen “Bilgi”yi, “Giriş” devreleri içinden almakla ve bütün bu “Bilgi”leri, “Hafıza”sına yerleştirilmiş olan program esaslarına göre, kendi hafızasında bulunan bilgilerle birleştirmektedir. “Çıkış” devreleri yolu ile de, bu “Bilgi”leri, geriye göndermektedir. İnsan Beyni de, aynı biçimde “Bilgi”leri almakta, kendi “Hafıza”sında mevcut olan “Bilgi”lerle birleştirmekte ve “Çıkış” kısımlarından da çevrelerine iletmekledir...” 5 Bu satırlarından Profesör Mc Carthy’nin, insan beynine de elektronik beyine de öğretilecek bilgilerin, belirli bir “Hafıza”da toplandığı, kısaca “belirli merkezde bilgilerin depolandığı ve buradan da dışarıya çıktığı”, üzerinde durduğu görülmektedir. Ancak, insan beynindeki “Hafıza”da saklanan “Bilgi”ler, bir Computer’de toplandığı biçimde mi depolanmaktadır? Aradaki farkı bilebilmemiz için, her iki “Haâfıza” üzerinde inceleme yapan Sibernetik Bilginlerinin açıklamalarına, kısa bir göz atalım. “.. Computer’in aksine, “Beyin”, giriş’deki bilgileri, çıkış’da hesaplamak ya da kontrol fonksiyonunu yerine getirmek gibi, özel görevler için ayrılmış, “ünitelerin toplandığı”, bir yer değildir. Bir Computer’de, bu üniteler, iletilen bilgilerin toplanması (Hafıza ünitesi); hesaplama (Matematik

5

John Mc Carthy, Information. A Scientific American Book. 1966 Sa. 1-2.

ünitesi); programlanmış şeylerin yerine getirilmesi (Kontrol Ünitesi), ve diğer birçok ünitelerdir. Oysa “Beyin” kendisine iletilen şekilleri tanıyan; çeviri yapan ve bu nedenle de “Düşünme Makineleri” diye adlandırılan makinelerin hiç birine benzemediği gibi, insanın, çok hassas ve karmakarışık âletlerin yardımı ile düşünüp karar verebilen yapısını da açıklamaz. Elektronik makinenin içinde cereyan eden bütün “akım alış-verişleri”, çok iyi bilindiği hâlde, en son Neurofizyolojik araştırmalara rağmen “Beyin”in sinirsel “Akım alış-verişi”, hâlâ, tamamen bir sır olarak kalmaktadır..” 6 Jagjit Singh, bu satırları ile, “Beyindeki Hafıza’nın Yapısı”nın, gereği kadar bilinemediği gibi, buraya depo edilen “Bilgilerin de Nasıl Saklandığı”nın hâlâ anlaşılamadığını, söylemektedir. Elektronik Beyin Bilginleri de, “Hafıza”yı, aynen psikologların incelediği gibi ele almakta; ancak, “Bilgilerin Depolanışı” yönünden, bu konuyu daha basit biçimde değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Bir postahanede, dağıtım görevi yapan memur, mektupları, “Numaralı Posta Kutuları”na nasıl dağıtıyorsa, aynı şekilde elektronik bir beyin makinesinde de, “Bilgiler”in, birçok bölümlere ayrılmış olan bir “Hafıza Ünitesi”ne yerleştirilebileceğini, düşünmüşlerdir. Kısacası, Elektronik bir hafıza ünitesi, (Postahanedeki çeşitli numaralı posta kutuları gibi) her birinin ayrı birer adresi olan lokasyonlara (bölümlere) ayrılmış olacaktır. Her bölümün ayrı bir adresi olacağından, makineye iletilecek malumat, bu bölümlerde ayrı “Bilgi Birimleri” hâlinde toplanıp, saklanabilecektir. Elektronik makinenin, konuşma dilinin. “Evet-Hayır” sistemi biçiminde olduğunu biliyoruz. Elektrik akımları “Açık - Kapalı” yani “0-1” şeklinde gidiş-geliş’de bulunduğundan, makine, bu “İkili Sistem” (Binary System) yolu ile kendisine iletilen bilgileri almaktadır. Elektronikçiler, bu “0 ve 1” biçimindeki ikili notasyonlara “Bit” adını vermektedirler. Örnek olarak, elektronik bir makineye “3” sayısını ileteceğimizi düşünelim. Bu “3” sayısı hakkında gönderilecek bilgi, işte bu “0 ve 1” sembollerinden meydana gelmiş “0011” şeklindeki “İkili Sayı” (Binary Sayısı) hâlindeki elektrik işaretleri ile iletilecektir. Aynı şekilde, “5” sayısı, “0101” şeklindeki ikili sayı hâlinde gönderilecektir. “A” harfi, “1 11 001” şeklinde; “B” harfi “1 11 0010” şeklinde; “T” harfi. “1 01 001” biçiminde, “Z” harfi ise “1 01 1001” biçimindeki ikili sayı hâlinde iletilecektir. Makinede “Hâfıza” görevini yapan ünitenin, her bölümünün ayrı bir adresi olduğundan iletilen bilgi, bu adreslere, (ilgili bölüme) gidip yerleşmektedir. Eğer, girdiği bölümde (lokasyonda) eski bir bilgi bulunuyor ise, 6

Jagiit Singh, Great Ideas In Information Theory, Language And Cybernetics. NewYork 1966 Sa. 141.

onu silip yerine geçmektedir. Oysa herhangi bir malumat, bir lokasyondan alındığı anda, o bölümdeki bilginin yapısı değişmemekte ve olduğu gibi kalmaktadır. Bunun en büyük yararı da, aynı “Bilgi”nin, istenildiğinde birçok kez kullanılabilmesidir. Elektronik makinelerde, genellikle üç acyrı tipte “Hâfıza Ünitesi” kullanılmaktadır. Bunlar; yapılış biçimleri dikkate alınarak, 1. Çekirdekli Hâfıza (core) 2. Magnetik Tambur Hafıza (Magnetic Drum) 3. Magnetik Disk Hafıza (Disc) olarak adlandırılmaktadır. Konumuz yönünden “Çekirdekli Hafıza” diğerlerinden daha ilginç bir yapıda olduğu için kısaca ona değinmek istiyoruz. Çekirdekli Hâfıza adından da anlaşılacağı üzere, (çapı yarım milimetre olan ve ferromagnetik maddeden yapılmış ufacık halkalar) çekirdekçiklerden oluşmuştur. Bu çekirdekçikler, tesbih taneleri bir tel üzerine yerleştirilmiştir. Bu telden, elektrik akımı geçirildiğinde, ufacık çekirdekçikler mıknatıslanmaktadır. Tele uygulanacak olan akımın yönü değiştirildiğinde, çekirdekçiklerdeki mıknatıslanmanın, işareti de değişmektedir. Kısaca, akımın yönüne göre, mıknatıslanma “0 ve 1” ya da “Evet-Hayır” durumlarını almakta, bu durumları aynen muhafaza etmektedir. Bu çekirdeklere akım ileterek, onları magnetik hâle getirmek ve böylece “0” ve “1” sembolleri ile ayrı ayrı mıknatıslayabilmek amacı ile her çekirdeğin içinden, birbirlerine dik yönde gelen iki tel geçirilmiştir. Çekirdeği mıknatıslamak için, gerekli olan akımın, yarısı telin birinden, diğer yarısı ise telin öbüründen geçirildiği anda, bu tellerin birbirleri ile kesiştikleri yerde bulunan çekirdek etkilenmektedir. Böylece, o dizide bulunan, bu bir tek çekirdek magnetize olarak, kendisine iletilen sembolün (0 ya da 1’in) durumuna uygun hareketi aldığı hâlde, aynı dizideki çekirdeklerden hiçbiri, bu akımdan etkilenmemektedir. Böyle bir “Hafıza Ünitesi”, bir milyondan fazla çekirdekten meydana gelmiştir. Çekirdeklerin, dikdörtgen şeklindeki tel ağlara dizilmiş olduğunu ve bu tel ağların da yaprak gibi birbirleri üstüne çok kısa aralıklarla konulmuş olduğunu düşünecek olursak, “Çekirdek Hafıza Ünitesi”nin, bir milyondan fazla çekirdekten oluşan yapısını, canlandırabiliriz. Özet olarak, bu elektronik hâfıza ünitesinin, bilgi saklama işlemi, şöylece sürüp gitmektedir: Milyondan fazla çekirdek, kendilerine iletilen akıma ait sembolü taşıyarak, ayrı bir dönüş hareketine geçmektedir. Bu dönüş hareketleri ile de, kendilerine ulaşan sembolün temsil ettiği Bilgi’yi, depolama işine girişmiş

olmaktadırlar. Çekirdek Ünitesi’nin her bir bölümünde, ayrı bir bilgi saklandığından, bu bölüm (ya da adreslerden) hangisine bir bilgi iletilmiş ise, istenildiği anda, bu adresten o bilgi alınabilmektedir. Bu anda ise, çekirdekler aynı dönüş hareketlerini devam ettirmekte ve böylece de kendilerine ulaşmış olan sembol şeklindeki Bilgi’yi saklama (ya da depolama) işlemini, sürdürmektedirler. “Çekirdekli Hâfıza Ünitesi”nin, milyonu aşan çekirdeklerden oluştuğuna, ancak bu çekirdeklerin çaplarının, yarım milimetre kadar olduğuna da işaret etmiştik. Çekirdeklerin, bu kadar ufacık bir yapıda olmaları, aynı anda “Çekirdek Ünitesi”nin, büyük bir yer kaplamasını da önlemektedir. Burada, ünlü Fizyoloji Profesörü Winterstein’in “İnsan Beyni”nin yapısı hakkında, şu sözlerini aynen almamız gerekmektedir. “ .. İnsan beyninde, fazla miktarda girinti ve çıkıntının bulunduğu bilinmektedir. Herhalde, bu girinti ve çıkıntıların sebebi, bağlanış yüzeylerin genişlemesinden dolayıdır. Beyin, düz olsaydı, böyle bir yüzeyi alabilmek için, kafanın pek büyük olması gerekirdi ki, o zaman bunu taşıyamazdık. Kocaman yüzey, girinti ve çıkıntı yapmak suretiyle, nispeten dar bir yere sıkıştırılmıştır. Kurbağada bu girinti ve çıkıntılar az, güvercinde bir az daha fazla; köpekte bundan da fazlaca ise de, insanda en fazladır..” 7 Görülüyor ki, Elektronik Teknoloji geliştiği ölçüde, “Hafıza Ünitesi”ni meydana getiren çekirdeklerin sayısı da artacak; ancak, o ölçüde, çapları daha da küçülecektir.

7

Hans Winterstein - Meliha Terzioğlu, Fizyoloji Ders Kitabı, İstanbul 1957 Sa. 392.

KİBERNETİK: YARINKİ SOYDAŞIMIZ SUNİ İNSAN 1

Alan Seemans otomobil kullanma ehliyetini ikinci sınavdan sonra aldı. Bunun bir nedeni vardı. Seemans otomobilini yalnız elleriyle kullanabiliyordu, çünkü o vücudunun aşağı kısmını savaşta kaybetmiş bir insandı. Bir düşman mermisi onu ikiye bölmüş, kalın bağırsaklarını ve bir böbreğini alıp götürmüştü. Belkemiği ve öteki böbreği de zedelenmişti. Massachusetts’teki Deniz kuvvetleri hastanesinde vücudunun geriye kalan kısımlarını, dördüncü omurun, göğüs kafesinin, kolların ve kafanın altından geçecek şekilde bir süport destek ile birbiriyle bağladılar, bu yapılması oldukça güç ve karışık bir protezdi. Onun içinde mideden gelen sindirim kalıntılarını ve sıvıları alabilecek özel bir kap da saklıydı. Plastikten yapılan bu hipotez Seemans’a eğilip doğrulmak, böylece oturmak imkânını veriyordu, ayrıca buna bağlanan bacak protezleri de elektrik şalteri vasıtasıyla kol hareketlerinin yardımıyla yöneltilebiliyordu. Artık Seemans protezini kendi vücudunun bir parçası olarak görüyordu, gerçekten de bu insan-protez bileşiği canlı bir varlıktı. Böylece Seemans yeni bir organizma türüne giriyordu, insanla makine arası ikili bir 1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 71, Ekim 1973. Bu yazı Toygar Akman’a ait olmamasına rağmen konuyla alakalı olması bakımından eklenmiştir.

tip ki buna bilim adamları çoktan yeni bir ad bile takmıştı: Kiborg=Kibernetik Organizma. Burada daha çok genç olan yeni bir bilim dalının ortaya çıkması pek rastgele değildi; ilk önceleri herkes tarafından kuşku ile reddedilmiş olan bu bilim, sonraları birdenbire problemlerin çözümü için bir nevi harika araç sayılmıştı. Kibernetiğin babası olan Matematikçi Norbert Wiener’in bir kitabının adı: “İnsan ve İnsan-Makine” idi. Kibernetik yöneltici olayların bilimidir ve bu yüzden de yüksek değerdeki protezlerle de ilgilenir. Çünkü onlar ancak sahipleri tarafından yöneltilebildiği (istenildiği şekilde işletilebildiği ve durdurulabildiği) takdirde insan vücudunun organlarının yerine geçebilecek yüksek değerde birer araç olabilirler. Bunun en ilginç örneği “Biyo-kol” adı verilen, ucunda beyinden gelen emirlerle hareket edebilen suni bir el bulunan mekanik bir koldur. Bugün her hususta protezlere bağlı olan insanlar, bu hayata başlarından geçen kazalar yüzünden katlanmak zorunda kalmışlardır. Fakat problem başka bir yönden de ele alınabilir: Acaba fonksiyonlarını tabiî organlardan daha iyi yapabilecek protezler yapmak kabil midir? Eğer bu mümkün olursa ki olmaması için ortada bir sebep yoktur, o zamanda bu gibi protezlere sahip olan insanlar öteki insanlardan üstün olacaklardır. Meselâ sinir uçlarından alınan sinyaller aracılığı ile bir amplifikatör sistemi üzerinden, normal insan kaslarının çok üstünde bir güç meydana çıkaran motorları yöneltmek kabil olabilir. Böylece de insanların üstünde kuvvete sahip bir süper yaratık geliştirilmiş olurdu. Bu cinsten bir insan-makine sistemi elektronik bir tarama sistemi ile beraber çalışabilir, taşıyıcısının her kas hareketini kaydeder, ve bunu bir kaç kat şiddetlendirdikten sonra bir mekanizmaya verebilir. Böylece de “insan - amplifikatörü” elde edilmiş olur. Böyle bir makineyi okuyucularımız Bilim ve Teknik Sayı 35’te gördüklerini hatırlayacaklardır. O üzerinde rahatça oturan bir insan tarafından yöneltilen kol ve bacaklardan meydana gelen demirden bir dev makina idi. O hiç bana mısın demeden 400 kiloluk yükleri kaldırıyor ve daha başınızı çevirmeden kalın demir çubukları ince teller gibi büküyordu. Fakat insan makine bileşiminde ıslah edilecek belki daha önemli özellikler vardır. Bunların arasında en hayret vericisi Mikromanipülatör’dür. Bu, mikroskobik maddelerin içinde en güç hareketlerin yapılmasına müsaade eden bir alettir ve tamamıyla bir kuvvet artırıcısı prensibine göre çalışır, yalnız ona nazaran tam ters yönde uygulanan kuvvetleri azaltır ve hareket esnasında kat edilen uzaklıkları kısaltır. Kiborg ile ilişkili problemlerin en ilginci tabii zekâ amplifikatörüdür. Acaba insan beynini güç hesaplar yapabilen ve emirleri telex veya magnetik bant üzerinden almayan bir hesap makinesiyle birleştirmek kabil olabilir miydi? Aradaki bağlantı biyo-elde olduğu gibi düşünme sinyalleri va-

sıtasıyla sağlanacaktı. Böylece ilgili insan bütün veri stok depolarıyla beraber makinenin bütün kapasitesini elinde tutacak ve böylece öteki insanlara karşı düşünmeden büyük bir üstünlüğe sahip olacaktı, ki bugün insanın böyle bir şeyi göz önüne getirmesi bile imkânsızdır. Fakat dahası da var: Bugün büyük veri (bilgi) stoklarına sahip kompüterleri şebekeler (ağlar) halinde birleştirmek kabil olmuştur. Bu gibi ağlar bir gün bütün dünyanın veri bankalarım birbiriyle bağlayacaklardır: Bu şu demektir: Gelecekte bir saniyenin küçük bir kısmında dünyanın hiç bir tarafında sağlanamayacak bir bilgi kalmayacaktır. Bu ağa dahil olan bir hesap sistemine doğrudan doğruya bağlı olan bir insan beyni, dünyanın bütün veri bankalarının bilinecek nesi varsa, hepsini doğrudan doğruya emrinde hazır bulacaktır. İnsan ve Makine bileşimi sonunda bilincin de genişlemesine sebep olabilir. Aslına bakılırsa insanın çevresini anlayabilmek için elinde bulunan imkânlar çok sınırlıdır. Duyularının en güçlüsü olan görme duyusu bile dalga uzunluklarının küçük bir bölgesi içinde sınırlanmış kalmıştır. Bütün dünyamızın renkleri işte bu küçük bölge içinde sıkışmış durumdadır. İşitme duyusu da küçük bir titreşim bölgesine bağlıdır, öteki duyularımız, koku veya tat almanın kimyasal duyuları, o kadar az etkiyi içine almakta ve cisimlere o kadar yaklaşmak zorunda kalmaktadır ki! Dışarı çevreden alacağı etkiler bakımından bir kompüter hemen hemen sınırsızdır. O ultraviyole veya infra kırmızıya radar veya radyo dalgalarına karşı duyarlı olan ölçü aletleriyle donatılabildiği takdirde, şimdiye kadar insan duyu organlarının haberi bile olmayan, çevrelerle ilgili birçok bilgilerin merkeze erişmesi kabil olacaktır. Aynı şey radyo aktif ışınlar, infrason ve ultrason (ses) dalgaları, elektrik ve magnetik kuvvetlerin vb. meydana çıkarılabilmesi için de söylenebilir. Bütün bu ölçümler ilişkili teknik dönüştürücüler yoluyla beyine verilebilir. Bu izlenimler acaba şimdiye kadar hiç bir insanın görmediği renkler veya hiç kimsenin işitmediği sesler olarak mı meydana çıkacaktır? Şimdiye kadar bu soruya cevap verebilecek kimse çıkmamıştır. Kibernetik ile biyolojinin işbirliğinin gelecekte neler getireceği, insanların bugünkü düşünme yeteneğini aşmaktadır, öte yandan insanla makinenin birleşmesi konusu, hali hazırdaki cemiyetin düzeni ve hukuk anlayışıyla çözülemeyecek kadar önemli ahlaki problemler ortaya atacaktır. Bir Kiborg meselâ insan cemiyetinin bir üyesi sayılacak mıdır? Onun da normal vatandaş gibi aynı haklar ve sorumlulukları olacak mıdır? Hukuk karşısında onun esas itibariyle değişik olması, insanların eşit olmasıyla nasıl bağdaşacaktır? Basitçe sorulursa; meselâ bir Kiborg evlenebilecek? Devlet şefi olabilecek midir?

Acaba bir Kiborg meydana getirmeye, normal bir insanı insan ile makine arasında bir piç haline sokarak onu mahkûm etmeye hakkımız var mıdır? sorusu oldukça ağır ve düşündürücüdür. Yalnız daha bugünden bilim ve teknik dallarında insanın o imkânlara sahip olmadığı için yapamayacağı birçok görevler ortaya çıkmaktadır. Bu husustaki anlayış yeni değildir. İnsan oldukça zayıf, hiç dayanıklı olmayan bir yaratıktır, “Eğer insan bir endüstri mamulü olsaydı uzay şartlarına uyabilecek yeni bir insan modelinin yapımına başlamanın tam zamanı gelmişti. Fakat o bir tabiat ürünüdür, zayıf hastalıklı ve olağanüstü hassas bir organizmaya sahiptir”. Birçok bilim adamları da insanın bozuk bir yapıt olduğunda birleşmişlerdir. Fakat onu “ıslah” etmek kabildir. Işınlar vasıtasıyla bozulan kan dolaşımı

bir yıkama tesisine bağlanabilir, durmak isteyen kalbi elektrik titreşimleriyle tazelenebilir, sinirleri uzay gemisinin yönetici cihazlarıyla bağlanabilir, sıcaklığı düşürülebilir, böylece onun uzun uzay yolculukları için donatılmasına imkân olur. Psikologlara gelince, onlarda onu bütün korku ve acı hislerinden arıtabilirler. Bütün bunlara rağmen insan, ne de olsa, gene roket kalkarken meydana gelen o muazzam ivmelere çok güçlükle dayanır. İnsanoğlunun bu zayıflığı uzay yolculuğun prensip bakımından sınırlamaktadır: Uzay gemilerini insanın dayanabileceği bir dereceye kadar ivmelesek bile, gene de o ömrü boyunca güneş sistemimizin dışındaki bir yıldıza varamayacaktı. Bundan başka onun yalnız, hava, sıcaklık, su ve besine ihtiyacı yoktur, onun psikolojik ihtiyaçları da vardır, o da başka insanlarla konuşmak, daima yeni izlenimler almak isteyecek ve bir uzay yolculuğunun uzun ve sürekli can sıkıntısına dayanmayacaktır. Bunun ideali, bir kiborg’u böyle bir yolculuğa göndermek, hatta insan ile uzay gemisi bileşimini bu işte kullanmak olacaktı. Bu beraber giden beyinin düşünce sinyallerine cevap veren bir cihaz olurdu. Sistemin esas insani tarafı tabii bu beyin olacaktı, öteki organlar ise az veya çok bir nevi safra niteliğini aşamayacaktı. Ne duyu organlarına ne de kol ve bacaklara ihtiyaç yoktu. Öteki vücut parçalarının biricik değeri beyinin çalışmasını ve beslenmesini sağlamaları yönündendi. Eğer başka bir surette bunu başarmak kabil olursa, o zaman onlara lüzum bile kalmayacaktı. Kiborg-Astronot’u için lüzumlu insan beyninin nereden sağlanacağı sorusuna gelince fizikçi ve kibernetikçi Dr. Franke en iyisi embryonal, döletsel doku ile yani daha doğmamış olan bir çocuğun beyni ile çalışma ve bunu daha başlangıçtan itibaren mekanik organizmaya alıştırmak, uydurmaktır, demektedir. Sonradan yapılacak bir alıştırma eğitimi çok güçtür, tıpkı kazaya uğramış insanlara sol elle yazı yazmayı öğretmenin güç olduğu gibi. Bonn Üniversitesi Nöro-cerrahı kliniği direktörü Prof. Röntgen, ileride yalnız başına bir insan kafa veya vücudunun yaşamaya devam etmesini sağlamanın mümkün olacağı kanısındadır. Amerikan Cleveland Hastanesinden Dr. White ilk olarak izole edilmiş bir maymun beynini yaşatmayı başarmıştır. Beş saat süren bir operasyon sonunda ekibiyle beraber beyni kafatasından ayırmış ve çıkan bu beyni bir kalp-akciğer makinesine bağlamıştı. Sonradan alınan elektroansefalogramı (EEG) maymun beyninin yaşamakta olduğunu ispat etmiştir. EEG mevcut sinyalleri (impulsları) kayıt ediyordu. Çevrede gürültü yapılınca, beyinin belirli bir tepkisinin farkına varılıyordu. Operasyonun çok güç şartlar altında yapılmış olmasına rağmen, bu böyle bir şeyin mümkün olduğunu göstermişti. İzole edilmiş beyin bu sefer karşımıza daha başka yeni problemler çıkarıyordu. Böyle bir beyin acaba nasıl hissediyordu. O bir kiborg’dan başka bir şey değildi, tabii

kiborg’un en olağanüstü şekli, beyin-makine bileşimi. Böyle bir nesneyi meydana getirmek ise muhakkak ki bir cinayet, bir günah idi. Fakat kazaya uğramış bir insanın yalnız beyninin sağlam kaldığını düşünmek ise işe başka bir yön verebilir. İmkân olduğu sürece tıbbın görevi hayatı sürdürmektir. Fakat vücuttan ayrılmış başların tekrar vücuda “takılabilmesi” ve yaşatılabilmesi de henüz çözülmüş bir problem değildir ve uzun zaman da belki çözülemeyecektir. Acaba çözülse, bu gibi yaratıklar artık yaşamaktan zevk alacaklar mıdır? Onların bu yaşaması bir azap bile olsa, acaba tıp onları bu hayattan kurtarabilecek midir? Bununla beraber ideal teknik şart ve imkânların bulunduğunu varsayarak, acaba izole bir beyinin mutsuz olacağını kabul etmemiz için elimizde bir sebep var mıdır? Acaba buna da “Normal”in kendisine “yozlaşmış” gibi görünen her şeye karşı bir üstten bakışı, azameti duyulmuyor mu? Eğer bir beyni veri bankalarından birinin şebekesine bağlamak kabil olursa, böylece o yalnız bütün verilerden faydalanma niteliğine sahip olmakla kalmayacak, şebekeye bağlı öteki bütün beyinlerle de telsiz olarak temas kuracaktır. Normal insanî yaşayış tarzından feragat etmek şartıyla, insanlığın çok eski bir rüyası böylece gerçekleşmiş olacaktır: insanlar arasında “zihni” dolaysız ve dile bağımlı olmayan bir bağlantı oluşmuş olacaktır. Bir sinir doktoru da “biz insanların gittikçe daha fazla teknik cihazların çekimleri içine girmelerine mani olmalıyız”, demektedir. “O, kendiliğinden, sunî yardımcı araçlar, protezler veya haplar olmaksızın da yaşama gücüne sahip bir varlık olmalıdır.” Bununla beraber: böyle bir bağımsızlık acaba aslında artık mevcut mudur? Gözlükler, takma dişler, işitme cihazları, şeker hastalarına yapılan ensülin enjeksiyonları, bütün bunlar her gün gördüğümüz veya kullandığımız teknik yardımcı araçlardır ve onlar olmadan normal hayat güçleşmekte, hatta çoğu zaman imkânsız hale bile girmektedir. Şu anda hayatı doğrudan doğruya makinelere bağlı bulunan insanların sayısı nispeten azdır. Bununla beraber görünüşe göre bir fasit daire, kısır döngüye girmiş bulunuyoruz: Bu ana kadar devası olmayan öldürücü bir hastalığa tutulmuş olan insanları hayatta tutmaya muvaffak olursak, böylece onların hastalığa olan eğilimi, temayülü, baki kalacaktır. Başka bir deyimle, onların eğilimleri, eğer hastanın döllenme yeteneği sağlam kalmışsa, ondan sonra gelecek çocuklarına intikal edecek ve böylece de hastalık yayılmaya devam edecektir. Bu da insanları vücut fonksiyonlarını ayakta tutabilmek için gittikçe daha fazla protez, takma organ ve kimyasal maddeler kullanmağa zorlayacaktır. İngiliz edebiyatçı ve kültür eleştiricisi Aldous Huxley alay ederek şöyle diyor : “Tıbbi araştırmalar o kadar büyük

adımlar o kadar büyük adımlarla ilerlemektedir ki pek yakında dünyada tam manasıyla sağlam bir tek insan kalmayacaktır”. Karamsarlar, çok geçmeden bütün insanların, yaşama fonksiyonlarını mümkün kılacak bir dev sisteme bağımlı bulunacakları zamanın neredeyse gelmiş olduğu kanısındadırlar. Bundan da bu makinelere hakim olacakların onlara bağımlı olan insanlara da hakim olacakları sonucu ortaya çıkmaktadır. Böyle bir gelişimin en son basamağı da insanların iradelerini ellerinden tamamıyla almak için, ilk iş onları makinelere bağımlı yapmak olacaktır. Rusya’da bir uyku makinesi geliştirilmiştir. Bu makine hastanede yatmakla olan hastalara normal gece istirahati başlar başlamaz elektrik akım impulsları vermekte ve böylece hasta hiç gecikmeden derin bir uykuya dalmaktadır. Sancılar ve alışılmamış durumlarda rahatça kurtarıcı bir uykuya dalmanın ne kadar güç bir şey olduğunu bilenler böyle bir tesisi çok faydalı bulacaklardır. Fakat bunu kötüye kullanmak da kabildir. Meselâ haberleşme için bir kere özel bir şebeke hattına sahip olundu mu artık bütün şehir sakinlerine bir tek merkezden istenilen anda uyutmak ve uyandırmak için ortada hiçbir engel kalmayacaktır. Tıbbın zavallı insanlara yardım için ortaya attığı bu cihazdan, insanlara hükmedecek makinelere giden adım pek büyük değildir. Yani Kiborg, Science-fiction romanlarının hayalet kabinelerinden dışarı fırlayan bir canavar olacaktır. Aynı şey insanlar için hem rahmet, hem de gazap olabilecektir. Hoşumuza gideceğinden çok daha erken onun varlığı ile karşı karşıya geleceğiz, onunla ilk yaşamak zorunda kalacak olan da Bilim olacaktır. Alman edebiyatçısı Goethe’nin “Sihirli Çırak”taki “Kendi çağırdığım ruhlardan bir türlü kurtulamıyorum” sözleri işte burada tam yerini bulmuştur. Tabii bunun manası başka türlü de tefsir olunabilir: kelimenin gerçek anlamında daha tanınmayan bu varlık başlangıçtan itibaren muhakkak kontrol altında tutulmalıdır. HOBBY’den

CUMHURİYETİMİZ 50. YAŞINA GİRERKEN “SİBERNETİK” VE ELEKTRONİK”TE GELİŞMELER 1

Çok iyi bilindiği gibi, yer Ulus’un, “Siyasi Tarihi” yanında bir “Kültür ve Bilim Tarihi” vardır. Ulusları, ulus yapan da, siyasi tarihlerden daha çok bu “Kültür ve Bilim Tarihleri”dir. Politik görüş ya da çıkarlar arasında çatışmalar olur.. Ordular, bir yandan bir yana akar.. Yüzbilerce insan ölür.. Geride, acı, felâket ve çileden başka bir şey bırakmaz. Bu olaylar süre gelirken, sessizce çalışan bilginler, öyle şeyler bulurlar ki ondan, yalnızca kendi ulusu değil, tüm insanlık yararlanır. O çağın siyasi yöneticileri, unutulur gider. Fakat bu bilgin ve düşünürlerin adları, silinmeden kalır. Çağımızın en büyük bilimsel hamlesi, Sibernetik ve Elektronik sistem ile yapılmakta olduğu için, bir an bu konu üzerinde, çeşitli uyruktaki düşünürlerle, bir konuşma açtığımızı var sayalım. Acaba, bir Fransız’a Sibernetik ve Elektronik sistemin, hangi bilginle başlamış olduğu sorulsa idi, ne cevap verirdi? Belki o, hiç düşünmeden - Descartes ve Pascal ile birlikte başlamıştır! diye cevap verecekti. Descartes’in, “Metod Üzerine Konuşma” adlı eserinden şu satırları da hatırlanacaktı : “... Bu ise, kemikler, kaslar, sinirler, toplar ve atar damarlarıyla, her hayvanın vücudunda bulunan, bütün başka parçaların büyük çoğunluğu yanında, insan sanatının pek az parçalarla ne kadar çeşitli otomatlar veya müteharrik makineler meydana getirdiğini bilerek, vücuda, bir makine gözü ile bakacak olan kimseye, hiç de garip görünmeyecektir..” 2 Descartes’in (1596-1650), yukarıdaki sözleri ile “Makine-Hayvan” modelini, daha 17. yüzyılda ortaya atmış olduğunu; aynı çağda yaşamış bir diğer Fransız Filozof ve Matematikçisi Blaise Pascal’ın (1623-1662) ise, “İkili Sistem” üzerine kurulu hesap makinesini, ilk kez bulan bilgin olduğunu, belirtecekti. Bir Alman ise,

1 2

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 73, Aralık 1973. René Descartes. Discours De La Methode (Metod Üzerine Konuşma). Çeviren: Mehmet Karasan, Ankara, 1947, Sa. 66.

- Hayır! Bu sistemi geliştiren ilk bilgin, büyük Alman Filozofu Leibniz’dir! diye karşılık verecek ve Leibniz’in (1646-1716) yaptığı “ToplamaÇıkarma, Çarpma-Bölme Makinesi”ni gösterecekti. Aynı soruyu. İngiliz uyruklu düşünüre yönelttiğimizde, belki o çok daha eski tarihlere uzanacaktı. - Roger Bacon (1214-1292), daha 13. Yüzyılda bu sistemleri düşünmüştür! Gemileri yürüten mekanizmalar, uçan ve denizin dibinden giden makineler, fikrini, ilk kez ileri süren bilgin ve filozof Bacon’dur! diyecekti. Acaba, aynı soru bize sorulmuş olsa idi, ne cevap verirdik? diye uzun süre düşündüğümüz olmuştur. Hemen belirtelim. Aynı ulusal duygularla hareket ederek şu cevabı verecektik: - Bu sistemi, ilk düşünenlerden biri, çağımızdan tam 8 Yüzyıl önce Diyarbakır’da yaşamış olan Eb-Ül-İz’dir! Artuk Türkleri zamanında, Diyarbakırlı Eb-ül-İz (1205-1206 yıllarında). Otomatik Kapları.. İnsan ya da Hayvan şeklindeki Makineleri.. Kendi kendine Saz Çalan Makineleri.. Güneş ve Ayın Günlük Durumlarını Belirten Makineyi., ilk yapan bilgindir! Bu cevabımızı hayretle karşılayanlara da İstanbul’da Topkapı Sarayı Üçüncü Ahmet Kütüphanesinde 3472 numara ile kayıtlı olan Eb-ül-iz’in kitabını incelemelerini salık vereceğiz. Kitap, 13. Yüzyılda Artuk Türkleri Saraylarında kullanılan Arapça diliyle yazılmıştır. Sayfaları, çağlar boyundan beri gelen tarihsel izlerle biraz silinmiş olmakla birlikte, yazılar okunaklı ve otomatik makinelerin resim ve şekilleri ile süslenmiştir. Eb-ül-iz’in kitabı hakkında, bir makaleden, şu satırları da, buraya aynen almamız, herhalde çok yerinde olacaktır: “..Eb-Ül-İz’in kitapta tarif ettiği makinelerden birkaç tanesi, Alman Profesörlerinden Widemann tarafından yapılmış ve muvaffakiyetle işletilmiştir. Bu makinelerin, bugün Almanya’da Erlangen Üniversitesinde bulunduğunu öğrendim. Eb-ül-iz’in kitabından bazı parçalar. Almancaya çevrilmiştir..” 3 Bu kitabın, bir an ünce Türkçeye çevrilerek yayınlanması konusuna, böylece bir kez daha değinmek istiyoruz. Bu çeviri yapılacak olursa, Sibernetik ve Elektronik Sistemin, tarihsel gelişimi içinde Türk bilginlerinin nerede yer aldığı da belirlenmiş olacaktır. Çünkü bu tarihsel çalışmalardan

3

Hakkı İ. Konyalı, 8 Asır Evvel Türk Sarayları Makineleşmişti. Kara-Amid, Tarih. Turizm, Edebiyat Dergisi. Diyarbakır 1969. Cilt 1. Sa. 2.

yüzyıllar sonra, çağımızın ilk yarısına gelirken, çok büyük aşamalar yapılmış, Sibernetik, bütün bilim dallarına uzanmış ve bu arada Dev Computerler meydana gelmiştir. 13. yüzyılda Türk bilim ve kültür hayatındaki bu hamlelere rağmen, çağlar boyu süren koyu taassup yüzünden, bilim ve teknolojideki gelişmelere kulaklarımız kapatılmıştır. Ancak Genç Cum- Yukarıda Hermán Hollerith’in elektrikli kaydetme makinesi huriyetimiz ile birlikte, görülmektedir. “Batı ülkelerindeki Bilimsel Gelişmeler” korkusuzca ve kolayca izlenebilir, bir duruma geçebilmiştir. Ancak, hemen işaret edelim ki, aradaki teknik uçurumun birdenbire kapatılması pek kolay olmamaktadır. Medrese eğitiminden Darülfünuna ve Dârülfünûn’dan Üniversite’ye geçiş, çağlar süren uğraşılar sonunda gerçekleşebilmiştir. Bu devrimler arasında, Batı Ülkelerindeki Bilimsel Gelişmeleri, yakından izleyebilmek olanakları da yeterince bulunamamıştır. Kaldı ki Sibernetik ve Elektronik Sistem, Batı Ülkelerinde, Üniversite içi ve Üniversite dışı çalışmalarla büyüyüp gelişmiştir. Ve hâlen de, aynı biçimde süregelen teknolojik çalışmalar sâyesinde, dev adımlarla ilerlemektedir.

Yukarıda İlk kez Ziraat Bankası tarafından kullanılan IBM 405 elektrikli kayıt İşleme hesap makinesi görülmektedir.

”Haberleşme” ve “Bilgi toplama” konusunda, teknolojik bulgulardan yararlanarak yapılan makinelerin, büyük sosyal ve ticari kuruluşlar tarafından kullanılmaya başlandığı ve bu ihtiyacın, her geçen gün daha büyük bir hızla arttığı görülünce, çalışmalar da o ölçüde genişletilmiştir. Bir yanda bilimsel çalışmalar yapılırken ticaret ve sanayi bakımından değerlendirmeye gidilmiştir. Bütün bu nedenlerle, batı ülkelerinde, özellikle teknolojinin hızla geliştiği Amerika Birleşik

Yukarıda I.B.M. Sistem 370’in Teyp. Disk. Merkez Proses ve Kontrol üniteleri ile birlikte oluşan, sistem yapısı görülmektedir.

Devletlerinde, birçok firmalar “Haberleşme”, ve “Bilgi Kaydetme” konusunda, yeni makineler yapımına, büyük bir hızla girişmişlerdi. Bu arada. 1914 yılında C.T.R. (Computing Tabulation Record Company) adlı firma kurulmuş ve “Unit Records” (Kaydetme Makineleri) imaline geçmişti. Bu firma, daha sonra 1924 yılında I.B.M. (International Business Machine) adını almıştı. Bugün, dünyanın en büyük Elektronik Beyinlerini ve Computerlerini yapan şirketlerden biri olan I.B.M. firması, o yıllarda, bu isimle çalışmalarını sürdürmektedir. İşte, bu firma, Cumhuriyetimizin ilânından tam 12 yıl sonra, imal ettiği makineleri, yurdumuza getiriyor. Bir an, Cumhuriyetimizin o yıllarını hatırlamaya çalışalım. Savaştan henüz çıkmış olduğu halde, inançla birçok devrimlere girişmiş olan ülkemiz için, ön planda gelen şey, yurdumuzun imarı ve Demiryolları ve Karayolları gibi ulaşım tesislerinin kurulmasıdır. Bir yandan bu tesisler yapılır ve diğer yandan da batı teknolojisine doğru pencerelerimiz açılırken, I.B.M. firması, 1935 yılında Watson Limited Şirketi adı ile ülkemize giriyor. Şirket, “Tabulating Machine Distribution” (Sınıflandırma Makineleri Satışı) görevini de Arif Esen isminde bir şahsa veriyor. Ve böylece de, “Bilgileri Kaydetme Makineleri”, yurdumuza ilk kez girmiş oluyor. Fakat bu makineler, bugün bildiğimiz Elektronik Sistemlerden ve Computerlerden çok uzak bir yapıdadır. Bu makinelere, kısaca “Unit Record” denilmektedir ki, buna “Kaydetme Makineleri” ya da “Kayıtları Toplama Makineleri” adı verebiliriz. Aşağıda Burroughs B -1714 sisteminin 1) Kart okuyucu ve delicisi. 2) Disk birimleri. 3) Satır yazıcı birimi ve 4) Merkez işlem biriminden meydana gelen yapısı görülmektedir.

Computerler önceleri yalnızca, otomatik hesap makineleri şeklinde imal edildiğinden, Bankalar ve büyük şirketler tarafından, bu makineler kullanılmaktadır. Yurdumuzda da ilk kez, 1936 yılında Ziraat Bankası tarafından “Otomatik Hesap Makineleri” kullanımına geçiliyor ve “Watson Business Machine”nin kullanımına başlanıyor. Bu makinelere, gerçi “Hollerit Makineleri” denilmektedir, ama bu makineler Hollerith Makineleri değil, I.B.M. 405 numaralı “Hesap ve Kayıt Makinesi”dir. ”Hollerit Makineleri” denilen makineler, Herman Hollerith tarafından yapılmış olan ilkel, elektrikli kayıt makineleridir. Herman Hollerith, icat etmiş olduğu makinesini 1890 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde Nüfus Kayıt Memurluğuna kabul ettirdikten sonra, diğer birçok kuruluş tarafından da, bu makineleri kullanma arzusu belirmişti. Bu nedenle de, hangi kuruluş, “Elektrikli Kayıt Makinesi”, ya da “Elektrikli Hesaplama Makinesi” kullanmaya yönelse, o makinelere “Hollerit Makineleri” denile gelmiştir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, yurdumuzda ilk kez kullanılan “Elektrikli Kayıt ve Hesaplama Makinesi”, I.B.M. 450 numaralı makinedir. Diğer bir adı ile “Watson Business Machine”dir. Nitekim bu makinelerin, Yurdumuzda kullanılmaya başlanması ile birlikte, bu makineleri satan ya da kiraya veren firmalar da Türkiye’mizde kurulmaya başlanıyor. 1938 yılında “Watson Business Machine Türk Limited Şirketi” resmen kurularak faaliyete geçiyor.

Hasta gözlemleri için, Computer ekranından yararlanarak, bilet toplayan bir hemşirenin çalışması. Hacettepe üniversitesinde, “Bilgiler”i rastgele erişimli disklerde saklayan ve doktorun isteği üzerine, bu “Bilgiler”i cümlecikler halinde teleks yazıcısından veren bir sistem, hizmete konulmuştur.

Bu firma, 1939 yılında, ufak bir isim değişikliği ile “Watson Türk Limited Şirketi” oluyor. 1949’da ise, yeni bir isim değişikliği ile “International Business Machines Türk Limited Şirketi” adını alıyor. Bugünkü adı ise Şirketin isminin başına I.B.M. harfleri konularak yazılmış olan ve çok iyi tanıdığımız I.B.M. (International Business Türk Limited Şirketi)’dir.

Ziraat Bankası tarafından, bu makinelerin kullanılmasına başlanması ile İktisadi Kamu Kuruluşları, bu “Elektro-Teknik Gelişme”yi izlemeye başlıyorlar. Böylece de I.B.M. Şirketi 1940 yılından itibaren, Toprak Mahsulleri Ofisi, Ereğli Kömürleri işletmesi ve Devlet Demiryolları’na “Unit Records” tipi makinelerini, satmaya ya da kiraya vermeye başlıyor. Elektronik bir “Bilgi İşletme ünitesi” olarak ilk Computer 1960 yılında Karayolları Genel Müdürlüğünde kullanılmaya başlanıyor. Bu makine, Türkiye’de ilk kez kullanılan ve adına I.B.M. 650 denilen Computer’dir 4. Bu yılı izleyen yıllar Computerlerin, ülkemizde yavaş yavaş, diğer Kamu Kuruluşları ve Özel Sektör tarafından da benimsenmeye başlandığını belirlemektedir. Her geçen yıl ile birlikte Eğitim ve Öğretim Kurumları da, bu teknolojik gelişmeden yararlanmaya geçiyorlar. Üniversitelerimizde, “Elektronik Sistem”, “Bilgi İletim Teknolojisi” ve “Haberleşme üniteleri” ve “Sistem Çalışmaları” derinleştiriliyor. Bu konularda, yeni kürsüler ve Enstitüler kurulması yoluna giriliyor. Bu arada, Türkiye Merkez Bankası, yine I.B.M. firmasının 1401 tip Computerini ediniyor. Konu, teknolojik yönden derinleştirildiğinden, İstanbul Teknik Üniversitesi, 1964 yılında I.B.M. 1620 tip computeri kiralıyor. Bir yıl sonra, Milli Eğitim Bakanlığı ve Orta Doğu Teknik üniversitesi de aynı tip I.B.M. 1620 computeri kiralıyorlar. Teknik üniversitesi kürsülerinde “Elektronik Hesap Makineleri”, “Programlama”, “Sayısal Elektronik Makineler”, “Fortran Kodlama Sistemi”, vb. kurslar düzenlemeye başlanıyor. Ayrıca, seminerler ve konferanslar hazırlanıyor. Üniversite öğretim üyeleri, bu konudaki kitaplarını yayınlamaya başlıyorlar. Bu gelişmeler yanı sıra, özellikle bankaların, Computer edinme çabasına giriştiklerini görüyoruz. 1965-1966 yılları içinde Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü I.B.M. 1401 tipi, computeri kiralıyor. 1966-1967 yılları içinde ise, Akbank, Türkiye Vakıflar Bankası, Merkez Bankası, Karabük Demir Çelik Fabrikaları, Ereğli Kömür işletmesi, Türkiye Halk Bankası, Oyak, Türk Ticaret Bankası, Osmanlı Bankası, I.B.M. Sistem 360 tip computeri kiralıyorlar. 1972 yılında Ereğli Demir Çelik İşletmesi, I.B.M. Sistem 3 tipi computeri; 1973 yılında ise Ticaret Bakanlığı ile İstanbul Üniversitesi I.B.M. Sistem 370 tip computeri kullanmaya başlıyorlar. I.B.M. firmasının Türkiye’ye getirdiği en son tip computer, işte bu sistem 370 adlı computerdir.

4

James Connoly, History of Computing in Europe. Published by I.B.M. World Trade Corporation, 1968.

Elektronik Makinelerin kullanımının, her geçen yıl daha da arttığı görüldüğünden, bu makineleri yapan diğer firmalar da, imalâtlarını ülkemize getirmeye başlıyorlar. Bu arada Burroughs firması da 1945 yılında, Türkiye’de ilk önce bir mümessillik kuruyor. Adı, “Koç Ticaret Büro Makineleri Ltd. Şti”dir. 1950 yılında, bu şirkette bir bölünme oluyor ve yeni şirketler kuruluyor. 1962 yılında ise “Koç Burroughs Ticaret A.Ş.” adı ile yeni bir organizasyona giriliyor. Hâlen Burroughs firması Ülkemizdeki faaliyetlerini, bu isim ile sürdürmektedir. Amerika Birleşik Devletlerinde Burroughs firması, araştırmalarını bilimsel yönden de geliştirmiş ve Hava Kuvvetleri füzelerini, karadan yönetecek olan Computerlerin imalini üzerine almıştır. 1964 yılından itibaren, uzay çalışmalarında ve Ay yolculuklarında Burroughs Firmasının computerleri kullanılıyor. Ülkemizde büyük bir öğretim kuruluşu olan Hacettepe Üniversitesi ile T.C. Ziraat Bankası, 1969- 1970 yılları içinde, bu firmanın B-3500 tipi computerini kiralıyorlar. 1973 yılı içinde ise, Arçelik A.Ş. de B - 3500 tip computeri; Türk Demir Döküm Fabrikaları, Beko A.Ş. ve Motor Ticaret A.Ş. B1714 tip computeri kiralıyorlar. İskenderun Demir ve Çelik Fabrikaları da bu makineyi 1973 yılı içinde kullanmaya başlayacaklar. Burroughs firmasının ülkemize getirdiği en son sistem Computer, Hacettepe Üniversitesinde kurulmuş bulunan B-3500 sistemidir. Hacettepe Üniversitesinde, “Elektronik Bilgi İşlem Çalışmaları” yalnızca öğretim ve eğitim amaçları ile değil, aynı zamanda, hasta gözlemleri için de kullanılmaktadır. Böylece, Ülkemiz Tıp Bilimi alanında da, computerlerden yararlanma olanakları sağlanmıştır. Görülüyor ki Cumhuriyetimiz 50. yaşına basarken, “Elektronik Sistem”den yararlanma konusunda, oldukça büyük hamleler yapılmaktadır. Burroughs firması, bu sistemin biraz daha gelişmiş şekli olan B-3700 sistemini, İstanbul Teknik Üniversitesine kiralamış olup, bu sistem 1973 yılı içinde kurulmuş olacaktır. Her geçen yıl ile birlikte, Elektronik Makine yapan diğer firmaların da Ülkemizde faaliyete geçtiklerine değinmiştik. Bu arada Remivac Ltd. Şti. adı ile Univac in ve N.C.R. firmasının da Computer kiralamaya başladıklarını işaret edebiliriz. Görülüyor ki, Cumhuriyetimizin 50. yaşına bastığı şu günlerde, ülkemizde Elektronik Sistem üzerindeki çalışmalar ve Computer kullanımı gitgide artmaktadır. Bunun yanı sıra, elektronik teknolojinin matematik yapısı olan “İkili Sistem” (Binary System)i, Lise sıralarındaki öğrencilere öğretebilmek için, yeni bir eğitime geçilmiştir. Bazı Liselerimizde (özellikle Maarif Kolejlerinde) “Modern Matematik” adı altında, bu “İkili Sistem”in öğrenimine başlanmıştır.

Gerçi, Elektronik Sistemden yararlanma, henüz istenilen düzeye ulaşamamıştır. Hacettepe Üniversitesi Bilgi işlem Merkezi Müdürü, Sayın Aydın Köksal’ın belirttikleri gibi, Türkiye’mizin, Elektronik Makine kullanma bakımından, yüksek teknik düzeye ulaşmış ülkelerle 1972 yılındaki durumu, şöyle bir tablo göstermektedir:

Ülke

Bilgisayar Sayısı

U.S.A.

84.600

Japonya

11.237

Batı Almanya

7.800

İngiltere

7.600

Fransa

6.700

Türkiye

82

Burada ilginç olan, Japonya’nın durumudur. Yine Aydın Köksal’ın işaret ettiği gibi, “.. Savaştan yeni çıkan Japonya, bilgisayar konusuna geç girdi.. İlk bilgisayar, ancak 1960’da geliştirildi. Bununla birlikte 1972 başından beri durum, Japonya’yı, A.B.D.’nin, çok gerisinde de olsa, yeryüzünün bu konuda, en başarılı ikinci ülkesi yapmaktadır..” 5 İnanıyoruz ki Türkiye’mizde, Cumhuriyetin Batı Uygarlığına açtığı pencereden yararlanarak, çalışmalarını derinleştiren üniversite öğretim üyesi, teknik kuruluş ve hatta amatör araştırıcılara, maddî olanaklar sağlandığı ölçüde, elektronik sistem ülkemizde daha da geliştirilebilecektir. O zaman, computer kiralanmasına değil, computer imalâtına geçilecektir. Burada, Brunel Üniversitesi Sibernetik Enstitüsü Direktörü Profesör F. H. George’un şu sözlerine özellikle işaret etmek istiyoruz: “..Otomasyon, mühendislik ve computer biliminde, büyük bir gelişme olmaktadır. Fakat burada asıl olan Ana Teori, Sibernetik’in gelişmesidir..” 6 Çok iyi bilindiği gibi, bu elektronik sistemlerin, computerlerin ve haberleşme biliminin esası “Sibernetik”dir. Bu sistemlerin “Psiko-Matematik”

5

6

Aydın Köksal, Planlamada Bütüncü Yaklaşım: Japonya’da Bilgisayar Kullanımı, Türkiye Bilişim Derneği Haberleri. 1973, Sayı 5. Sa. 38 - 39. F. H. George, Cybernetics in Management. Pan Books Ltd. London, 1970, Sa. 171.

ya da “Neuro-Fizik” yapılarını daha iyi tanıyıp, çalışmaları derinleştirebilmemiz için, Cumhuriyetimizin 50. yılı ile birlikte, Sibernetik Kürsülerinin üniversitelerimizde yer alması, en büyük dileğimiz olacaktır.

OTOMASYON SİSTEMİ1

Sibernetik’in yepyeni bir bilim, hatta “Bilimler Üstü Bir Disiplin” hâlinde ortaya çıkması ile birlikte, “Bilim Evreni”ne yepyeni kelimeler de girmeye başlamıştır. Bilgi iletme karşılığı “Enformasyon”; karşılıklı haberleşme karşılığı “Komünikasyon”; üstün denge durumu “Ultrastability”; geri merkez ile haberleşme “Feed-back”.. vb. gibi. Bu arada en çok kullanılan bir kelime de “Otomasyon”dur. Bu yeni teknoloji ülkemizde, gereği kadar yerleşmediği için, kelimelerin anlamları da ya eksik ya da yanlış olarak kullanılmaktadır. Bunun böyle olmasının bir başka nedeni ülkemizde, Sibernetik ve Elektronik Beyin Teknolojisi üzerinde çalışan ya da inceleme yapan üniversite öğretim üyeleri ile teknik elemanlar ya da ilgi duyan amatörler dışında, bu konularda geniş çapta bir eğitime henüz geçilmemiş olmasıdır. Oysa Amerika ve Avrupa’da ve Uzak Doğu’da, Japonya’da, bu teknoloji hemen bütün bilim dallarına girmiş olduğundan, aşağı yukarı herkeste bir fikir belirlenmiştir, öylesine ki, bu kelimelerin kullanıldıkları yerlere göre, değişik tanımlamalarına girişilmiştir. Konu ile ilgilenenler dışında bugün “Otomasyon” denilince bazıları, “Elektronik Beyin” ya da computerleri akıllarına getirmektedirler. Bazıları da bu kelimeyi “Otomatik” ya da “Mekanik” bir sistem karşılığı kullanmaktadırlar. Bilim ve Teknik’in 65. 67 ve 68’inci sayılarında, “Ve.. İnsanoğlu Elektronik Beyini Yarattı”, “Sibernetik Biliminde Haberleşme” ve “Organizma ile Elektronik Makinelerde Denge Durumu” başlıklı yazılarımızda, Sibernetik, Enformasyon, Feed-Back, Ultrastability, vb. sistem ve durumlar hakkında, kısa da olsa bir fikir vermeye çalışmıştık. Aynı anlatımı izlemeye gayret edecek olursak, konumuza “Otomasyon”un, kelime kökünü ele alarak girebiliriz. İngilizce “Automation”, Fransızca “L’-Automation” olarak yazılan Otomasyon, eski Yunancada “Automatos” kelimesinden gelmektedir. Eski Yunan’da “Automatos”, kendi kendine harekette bulunan, karşılığı kullanılıyordu.

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 74, Ocak 1974.

Bu “Automatos” kelimesi, çeşitli dillerde, hemen aynı biçimde günlük yaşantılarda kullanılır olmuş ve “kendi kendine çalışan cihazlar”a, “Otomatik” denilmiştir. Çağımız makine sanayii ve teknolojisinin gösterdiği dev gelişme karşısında, “Otomasyon” kelimesi de “yeni bir kavram olarak” ele alınmıştı. Bu kelimeyi, yeni anlamda ilk kullanan kişinin, Amerikalı D.S. Harder olduğu ileri sürülmektedir. Detroit’te, Ford Motor Şirketi yöneticilerinden olan Harder 1947 yılında otomobil imalâtında, ham maddelerin herhangi bir insanın işe karışması olmaksızın, makine operatörler tarafından işlenmesi ve bir yerden girip, diğer bir yerden çıkmasını, otomasyon (automation) olarak tanımlamıştı. Aynı günlerde, yine Amerika’da üniversitede bir öğrenci olan John Diebold da “Otomasyon” kelimesini kullanmıştı. J. Diebold, “..imal edilen maddelerin, yepyeni bir sistemle, bütün yapım çizgisi, (imalât hattı) boyunca tamamen otomatik bir işleme tâbi tutularak meydana gelmesini. otomasyon olarak değerlendirmişti.” 2 Her geçen yıl ile birlikte elektronik sistemler çeşitli sanayi dallarında, büyük ölçüde kullanılmaya başlandığından, tüm imalât hattı (production line) boyunca, insan elinin işe karışması da o ölçüde azalmıştır. Elektronik sistemler, hazırlandıkları programa göre, “imalât hattı” üzerinde kayan maddeleri, belirli yerlerde işleyerek ve gerekli kontrolleri de yaparak, mamul hâle getirir bir duruma geçmişlerdir. Bu nedenle de kendi kendine çalışma “Otomatik” ile “Elektronik Sistem”i bir araya getirerek, yeni bir teknik ortaya çıkarmışlardır. Nitekim “Otomasyon”un ne anlama geldiğini, teknik sözlüklerde araştırdığımızda, bu durumu belirten, tanımlarla karşılaşmaktayız. A Dictionary of Computers, “Otomasyon”u, “..Bir işlemin, otomatik olarak tamamlanması ve otomatik cihazlar kullanılarak bir işlemin kontrolü..” 3 şeklinde tanımlamaktadır. Bir diğer sözlük, A Dictionary of Electronics ise, “.. Bir işlem ya da sistemde, özellikle elektronik cihazlar kullanarak, insan elinin katkısını mümkün olduğu kadar minimum ölçüye indirme..” 4 şeklinde, daha da açık bir tanımlamada bulunmaktadır. 2

3

4

S. Hansel, The Electronic Revolution. Penguin Books Ltd. Middlesex, England, 1967, Sa.155- 156. Anthony Chandor, A Dictionary of Computers. Penguin Books Ltd. Middlesex, England, 1972, Sa. 40. S. Hansel, The Electronic Revolution. Penguin Books Ltd. Middlesex, England, 1967, Sa.28.

Bu tanımlamalardan, şunların anlatılmakta olduğunu görüyoruz: “Otomasyon” öyle bir sistemdir ki bu sistem içinde, imal edilecek maddeler bir “imalât hattı” üzerinde kayarak gelirken, elektronik cihazlar yardımı ile belirli yerlerde, gerekli işlem ve kontroller yapılarak, o maddenin mamûl madde hâline gelmesi tamamlanmaktadır. Ya da, başka çeşit işlemler, dizayn çizme, hesaplama yapma, yapılan herhangi bir işlemi kontrol etme, eksik ya da yanlış bir işlem yapılmışsa, onu geriye göndererek yeniden işitme sokma, vb. işler yapılmaktadır. Burada önemli olan şey, bütün bu işlemler süresince insan elinin mümkün olduğu kadar az bir ölçüde işe karışmasıdır. Bugün, elektronik beyinlerden yararlanılarak insan elinin işe hiç karışmayacağı otomasyon sistemlerine “Full Automation”a gitmeye çalışılmaktadır. Burada, bir noktaya da hemen işaret edelim. Otomasyon (Automation) kelimesini Almanlar, aynen kullanmakta pek bir sakınca görmedikleri hâlde, Fransızlar, uzun süre bu kelimeyi kabul etmemişlerdir. Onun yerine Otomatizasyon (Automatisation), Otomatism (Automatisme) ve Otomati (Automatie) kelimelerini kullanmışlar, ancak sonunda onlar da Otomasyon’u aynen kabul etmişlerdir. Bir an, “Otomasyon”un, bugüne kadar bellediğimiz “Otomatik”den pek fazla bir farkı olmadığı düşünülebilir. “Otomatik” ve “Mekanik” denilince, en ilkel örneklerden hareketle kaldıraçlar, palangalar ve suyun buharlaşma kuvveti ile kendiliğinden çalışan hidro-mekanik işlemler, gaz türbinleri aklımıza gelebilir. Aynı düşünceyi izleyerek, elektriğin bulunuşu ile icatd edilen çeşitli elektro-mekanik araçların da, bir çeşit “otomasyon sistemi” olduğu ileri sürülebilir. Hemen belirtelim ki “Otomasyon”u, “Otomatik”ten ayıran en belirli özellik, “Otomasyon”un, sibernetik biliminden ortaya çıkmış ve elektronik işlemdeki “Bilgi Alış-Verişi” üzerine kurulmuş bir sistem olmasıdır. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi “Otomatik” ve “Mekanik” sistemlerde, insan eli ile bir hareket başlatıldığı ya da belirli kuvvetlerle, belirli sonuçları elde etmek üzere, “Bir Sebep-Sonuç Zinciri” üzerine kurulu mekanik çalışma düzeni söz konusu olduğu halde; “Otomasyonda “Bilgi AlışVerişiyle”, “Kendiliğinden çalışan” bir sistem vardır. Bu “Bilgi Alış-Verişi” ile, elektronik beyinler, sistem içinde, herhangi bir hata olup olmadığını saptamakta, hatalı bir durum olduğu anda giderilmesine çalışmakta ya da aynı bilgi alış-verişi ile bu hatalı işlemi, “Çıkış”dan geri çevirerek, yeniden “Giriş”e göndermektedirler.

Otomasyon sistemi içinde insan elinin işe karışması, sistemin düzenlenmesi ve elektronik beyinlerin yapacakları işlemlere göre programlanması şeklinde, henüz sistem kurulurken olmaktadır. Sistem bu biçimde düzenlenirken, elektronik beyinlerin, nerede, hangi işlemin yapılması için ne çeşit komutlar vereceği, ayarlanmaktadır. İmalat hattı ya da “Feed-back yolu” üzerinde akış cereyan ederken, elektronik beyinler, her an “Bilgi Alış-Verişi”nde bulunmaktadırlar. Alıcıverici telsizle konuşur gibi, işlemi yaptıktan sonra da geri merkeze, - Ben şu işi yaptım! Tamam! dercesine bilgi iletmektedirler. Bu anda kontrol ünitesi harekete geçmekte ve yapılan işlemi bir kez de o kontrol etmektedir. İşlemde bir hata olduğu anda, bu kez kontrol ünitesi, - Burada hata var! İşlemi geri çeviriyorum! Tamam! der gibi, “Geri Merkez”e haber vermektedir. Herhangi bir hata olmadığı anda, bütün bu bilgileri toplayan “Geri Merkez”, - İşleme Devam! komutunu vermekte ve sistemin çalışması da böylece sürüp gitmektedir. Görülüyor ki, neresinden ele alırsak alalım, Otomasyon, “Sibernetik”in ortaya koyduğu “Geri Merkezle Haberleşme” (Feed-back System) üzerine kurulmuş bulunmaktadır. Nitekim İngiliz Sibernetikçilerinden Dr. John Rose, bu durumu aynen şöyle dile getirmektedir: “..Gerçekten, “Otomasyon” Sibernetiğin, “Haberleşme ve Kontrol Teorisi”nin, bir görüntüsüdür..”5 Sibernetik’in “Karşılıklı Haberleşerek Sevk ve Yönetimde Bulunma” ya da “Gelen Bilgi (etkilere göre Denge Kurma ve Ayarlama” anlamlarına geldiğine bir kaç kez değinmiştik. Otomasyon Sistemi, Sibernetik’ten esinlenerek kurulmuş olduğuna göre, gelecekte ne çeşit gelişmeler gösterebilecektir? Bugün, otomasyon sistemi üzerinde çalışanların üzerinde durdukları soru budur. Bu soruya karşılık, bilgin ve teknisyenler, “Makinelerin, makineler tarafından kontrol edilmesine gelinecektir!” şeklinde karşılık vermektedirler.

5

John Rose, Automation (It’s Anatomy and Physiolog), Oliver and Boyd Ltd, London. 1967, Sa. 7.

Bu düzeye gelebilmek için, insan eli hiç değmeden çalışan fabrikalara erişmiş olmak gerekmektedir. Bu duruma İngilizce “Push button factory” (tamamen otomasyonla çalışan fabrika) denilmektedir. Ancak, henüz, böyle bir fabrikanın kurulmamış olduğunu işaret edelim. Yanlış bir anlamaya yer vermemek için de hemen şunu ekleyelim: Böyle bir fabrikanın henüz kurulmamış olması, teknik imkân ve yetenekle ilgili bulunmamaktadır. Konu üzerinde çalışan yönetici ve teknisyenlerin tek dikkate aldıkları şey “maliyet unsuru”dur. Böyle bir fabrika kurulduğu anda, kaça mâlolacak ve imal ettiği şeyler, diğer imalatlardan ne kadar daha pahalıya mâl olacaktır? Elektronik cihazların yapımı arttığı ve daha ucuza mal edilme durumuna gelindiği an, bu tip fabrikaların birdenbire yapımına geçildiğini duyacak olursak, hiç şaşırmamalıyız. Bu tarzda bir değerlendirmede bulunmamızın nedeni, Amerika’da Detroit şehrinde, böylesine bir aşamaya girişilmiş olmasıdır. Otomasyonun, bu çeşit aşamasına “integrasyon” (İngilizce integration) denilmektedir. Diğer başka bir deyimle de “çok gelişmiş derecede makineleşmek” (İngilizce advanced mechanisation) adı verilmektedir. Detroit’te, otomobil endüstrisinde bu yolda uygulamaya geçilmiş, “seri üretim”, “yükleme”, “boşaltma”, “taşıma” vb. fonksiyonların hiç insan eli değmeden, zincirleme bir şekilde tamamen otomasyon sistemi ile yapılması sağlanmıştır. Otomasyonun, sanayi alanında böylesine geniş bir biçimde uygulanmasına “Detroit Otomasyonu” (Detroit Automation) denilmiştir. Elektronik Beyinlerin sanayi alanında kullanılması ile yapılan büyük hamleye “ikinci Sanayi Devrimi” denilmiş olmasını aklımızdan çıkarmayalım. Gerçekten de bu devrimi, çok daha büyük devrimler izleyecek ve “Otomasyon Sistemi”nin, çok yakın bir gelecekte, en küçük tüketim mallarının yapımından, en büyük bilimsel uygulama alanlarına kadar yayıldığını göreceğiz. Otomasyon hakkında yapıla gelen çeşitli tanımlama ve değerlendirmeleri, bu küçük yazıya sığdırabilmek çok güç. Ancak, sanıyorum ki, “Otomasyon Sistemi”nin nerelere kadar erişebileceğini, Fransız Profesörü Louis Salleron’un şu sözleri yeteri kadar belirtmekledir: “..Şuna inanalım ki, imal ettiğimiz bu makineler, ileride o kadar mükemmel olacaklardır ki, sonuçta bunlar “İnsanlar” hâline geleceklerdir..” Bilmem, siz, ne düşünürsünüz? Böyle bir şey, olur mu dersiniz?

SEKİZ YÜZYIL ÖNCE OTOMATİK MAKİNA YAPAN TÜRK BİLGİNİ EB-ÜL-İZ 1

Bugün, Sibernetik’in ve Elektronik Sistem’in ortaya koyduğu “Karşılıklı Etki (ya da Bilgi)lerle Haberleşerek Denge Kurma Durumu” bir diğer anlamda “Kendi Kendine Çalışma Sistemi” üzerinde, hangi yüzyıldan beri bilimsel çalışmalar yapıldığı, kesinlikle bilinmemektedir Bilim ve Teknik’in 73. sayısında, bu konuya kısaca değinmeye ve çeşitli iddiaları belirtmeye çalışmıştım. Fransızlar bu bilimsel çalışmayı 17. yüzyılda yaşamış olan Descartes ve Pascal ile başlatmakta; Almanlar, aynı yüzyılda yaşamış olan Lebiniz üzerinde durmaktadırlar. İngilizler ise daha eski tarihlere uzanarak 13. yüzyılda yaşamış olan Roger Bacon’un, bu sistemleri düşünmüş olduğunu ileri sürmektedirler.

Otomatik kuş ve otomatik adamın karşılıklı itki-

Gerçi, çok daha eski tarih- lerle birbirlerinin hareketini ayarlaması. lerde dahi, çok basit de olsa, İnanoğlu’nun. “Otomatik Makineler” yaptığını biliyoruz.

Tarentumlu Archytas (İ.Ö. 430’da) tahtadan bir güvercin yapmıştı. Bu güvercin havalanıp kısa bir süre uçtuktan sonra yere dürüyordu. Ancak, yere düştükten sonra, kendiliğinden kalkıp yeniden havalanamıyordu. Pheleron’lu Demetrius ise, kendiliğinden yürüyen bir sümüklüböcek yapmıştı. Olimpia’da, kanat çırpan bir kartal vardı. İskenderiyeli Heron (İ.S. İkinci Yüzyılda) mukaddes su otomatlarından söz etmektedir. Mabetlere 1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 77, Nisan 1974.

konulan bu Otomatik Makinelere bir akça ya da drahmi atıldığı anda, musluktan su akıyordu. “..Doğu Roma İmparatoru Theophilus ise hâlis altından iki aslan yaptırmış ve bunları sağlı sollu tahtının iki yanına koydurmuştu, imparator, tahtına her oturuşunda otomatik olarak çalışan bir aygıt sâyesinde aslanlar, ayağa kalkıp kükrer sonra yeniden yere uzanırlardı..” 2 Çağımızdan gerilere, oldukça eski tarihlere uzandığımız anda dahi, ilkel bir yapıda fakat çok İlginç “Otomatik Makineler” yapan bilginlerle karşılaşıyorduk. Acaba, bizim de bu konuda, kendisinden kıvançla söz edebileceğimiz bir bilginimiz yok mu idi? Sibernetik üzerinde uğraşıya başladığım günden beri, özellikle bu sorunun karşılığını aramıştım. 1972 yılında Diyarbakır’a yaptığım bir seyahat sonunda, bu araştırmamın cevabını bulduğum zaman, ne kadar büyük heyecan duyduğumu okuyucular takdir edeceklerdir.

Otomatik kuş palangalar ve şamandıra yardımlıyla kendiliğinden hareket ediyor ve eliyle tuttuğu bilyaları yuvarlak kutuya atarak yeniden hareketi sağlıyor.

Diyarbakır’da “Kara-Amid” adlı bir dergi yayınlanmaktadır. “KaraAmid” adı, bu dergiye, Diyarbakır’ın eski adı “Amid” olduğu için verilmiştir. İşte, bu derginin 1969 yılına ait 2. cildinin 5. sayısını incelerken, “8 Asır Evvel Türk Sarayları Makineleşmişti” başlıklı bir yazı gözüme çarpıvermişti.

Sayfaları karıştırdıkça, Cizreli Eb-Ül-İz adındaki bir Türk Bilginin, bundan aşağı yukarı sekiz yüz yıl önce, Diyarbakır’da “Otomatik Makineler” yapmış olduğu belirtiliyor ve bu makinelerin bir kaç tanesinin de resimleri gösteriliyordu. Verilen bilgiye göre, o tarihlerde Diyarbakır’da hükümranlık yapan Artuk Türkleri, Eb-ül-iz’in yapmış olduğu “Otomatik Makineleri” saraylarında kullanmışlardı.

2

İbrahim Hakkı Konyalı, 8 Asır Evvel Türk Sarayları Makineleşmişti. Kara-Amid (Tarih-Turizm-Edebiyat-Dergisı) Sayı 5, Cilt 2, Nisan 1969, Sayfa 5-6.

İbrahim Hakkı Konyalı makalesinde, Cizreli Eb-ül-iz’in, bu konudaki kitabının “Kitab-ül cami-i beyn-el ilm-i v-el-amel En-nafi-i fi sınaat-il hiyel” adı ile yazılmış olduğunu ve bu kitabın, Topkapı Sarayı Müzesinde bulunduğunu da bildiriyordu. Eb-ül-iz bu eserini, hangi nedenle kaleme aldığını şöyle bildirmekte: - Ben bu kitabı, Artukoğlularından Diyarbakır hükümdarı Eb-ül-feth Mahmut İbn-i Mehmet İbn-i Karaaslan adına yazdım. Ben bu değerli hükümdarın babasına ve kardeşine 25 yıl hizmet etmiştim. Bir gün yaptığım makinelerden birini göstermiştim. O, bu işimi büyük bir ilgi ile tetkik etti ve bana “Dünyada eşi bulunmayan bir şey yaptın. Emeğin boşa gitmeyecektir. Bana, bütün yapaklarını gösteren ve içine alan bir kitap yaz!” dedi. Ben de, bütün enerjimi toplayarak, gücüm yettiği kadar çalıştım. Bu kitabı yazarak kendisine sundum. Kitabımı bir önsöz, 50 şekil ve 6 çeşit üzerinde hazırladım... Eb-ül-iz’in kitabının İstanbul Kütüphanelerinde üç ayrı nüsha olduğu bildirildiğinden Diyarbakır’dan döner dönmez, Topkapı Sarayı Üçüncü Ahmet Kütüphanesine gittim. Gerçekten Eb-ül-iz’in kitabı, bu kitaplıkta 3472 numarada kayıtlı duruyor. Sayfaları aradan sekiz yüz yıl geçmiş olmasına rağmen pek eskimemiş ve hayret edilecek bir nokta da kitabın içindeki şekillerden hiç birisi bozulmamış ve boyaların rengi solmamış! Kitap, tüm canlılığı ile duruyor ve sekiz yüz yıl öncesinden bilim evrenimize bakıyor. Bu kıymetli eserin yapraklarını çevirdikçe, insanın göğsü kabarıyor, sekiz yüz yıl önce, “Sibernetik’deki Denge Durumu” ya da “Elektronik’teki Ayarlama Sistemleri” gibi, çok ilginç olan bir konuya bu Türk bilginin nasıl el atmış olduğunu hayranlıkla görüyor. İlginç olan bir diğer yön de, Eb-üliz’in, çok çeşitli “Otomatik Makineler” yapması ve her bir makinesinde ayrı bir “Denge Durumu” kurmuş olması. Bu büyük Bilgin’in çizdiği şekillere bakıyorsunuz, birinde yalnızca hidro-mekanik etkilerle bir “Denge Kurma” ve “Harekette Bulunma” sistemine yönelmiş. Bir diğer şekle bakıyorsunuz, hem hidro-mekanik güçten

Otomatik fil ve otomatik adamın birlikte hareketi.

yararlanıyor, hem de şamandıra ile palangalar arasında “Karşılıklı Etkide Bulunma” yoluyla ilginç bir “Otomatik Sistem” kuruyor!.. İbrahim Hakkı Konyalı, Eb-ül-iz’in “Otomatik Makineleri”ni anlatırken, bu Türk Bilginin kitabının 332 sayfasında, “Hükümdar Mahmud’un, hizmetçilerin ve Cariyelerin abdest suyu dökmelerinden iğrendiği için, Eb-üliz’in yaptığı “Makineden Adamlar” ve “Makineden Tavus Kuşları”ndan yararlandığı ve bunların döktüğü sular ile abdest aldığını bildirdiği için, özellikle bu makinenin şeklini aradım. Kitabın 274. sayfasında çok ilginç bir resim ile karşılaştım. Bu resimde, “Otomatik Makine Adam”, elinde tuttuğu testideki suyu bir kaba boşaltırken, bu kabın içinde bulunan “Otomatik Tavus Kuşu” testiden boşalan suyu başka bir kaba aktarıyordu. Suyun boşaldığı kap içinde bulunan bir şamandıra ile “Otomatik Makine Adam”ın eli ve kolu yeniden harekete geçiyor, böylece de hareket devam ediyor. Bugünkü Fizikçi ve Mekanikçilerce, “Isı etkisi ile haberleşerek Denge Kurma” sistemini ilk kez kim bulmuştur? denilince akla hemen James Watt gelmektedir. Çok iyi bildiğiniz gibi, bu İskoçyalı mühendis, 1780 yılında ilk kez “Regülatörü” icat etmişti. Watt’ın bu regülatörü ile buhar basıncı ile çalışan bir sistemde, bir mil çevresinde dönen topların hareketi ile (bir supap biçiminde) kapağın otomatik olarak açılıp kapanarak, buharın basıncı ayarlanabilmişti. Böylece de, buhar gücü ile çalışan makinelerin, kendi kendilerine “Ayarlama Yapabilmeleri” de sağlanmıştı. Bu nedenle de Sibernetikçiler, “Isı İle İletilen Bilgilerle Haberleşme, Kontrol ve Ayarlama Yapabilme”nin tarihine, haklı olarak James Watt’ın “Regülatörü”nü yerleştirmişlerdir. Bu satırların yazarı da aynı kanıda bulunuyordu. Ancak sözünü ettiğimiz Topkapı Sarayındaki kitabın 171. sayfasındaki şekli gördükten sonra, bu “Tarih”in çok daha eskilere gittiğini ve Diyarbakır’da Eb-ül-iz’e kadar uzandığını, gururla duymuştur. Eb-ül-iz’in bu kitabı 1205 ya da 1206 yılları arasında yazmış olduğu belirtildiğine göre, günümüzden aşağı yukarı tam sekiz yüz yıl geriye gitmemiz gerekecektir. Bundan sekiz yüz yıl önce ulaşılmış olan teknik olanakları içinde bu Türk Bilginin, bu kadar ilginç makineler yapabilmiş olması, O’nun Sibernetik Bilimin Tarihi içindeki yerini daha da kesinlikle belirlemektedir. Eb-ül-iz’in aynı kitabının Ayasofya Kütüphanesindeki nüshasının içinden 66 sayfanın çalınmış olması, bu bilginin “Otomatik Makineleri”ne, başkalarının çok daha büyük bir ilgi gösterdiğini belirlemektedir. Nitekim bildirildiğine göre kitapta tanımlanan makinelerden bir kaç tanesi, Alman Profesörlerinden Widemann tarafından yapılmış ve başarı ile işletilmiştir.

Bu makineler, bugün Almanya’da, Erlangen Üniversitesinde bulunuyormuş! Bu duruma bilgi sahibi olduğum 1972 yılından bu yana Eb-ül-iz’in kitabının dünyaya tanıtılması gerekeceği üzerinde ısrarla duruyorum. Bunu yalnızca kitap ve makalelerimde yazmakla kalmayıp, konferanslarımda da, dost sohbetlerimde de belirtiyorum. Ne yazık ki Eb-ül-iz kitabını, (sekiz yüz yıl önce Artukoğulları sarayında konuşulan saray dili Arapça olduğu için) Arapça yazmış. Eb-ül-iz’i dünyaya tanıtmak bir yana, daha bizler tanımıyoruz. Bu, gerçekten çok büyük Türk Bilgininin, kitabından slayt ve fotoğraf olarak aldığım resimleri, burada sizlere sunuyorum. Bu resimler, Eb-üliz’in, Türk Bilim Tarihi içindeki yerini göstermekle kalmıyor Sibernetik Biliminin Tarihi içindeki önemli yerini de yeteri kadar saptıyor. Bu büyük bilginin kitabının 171. sayfasındaki şekle bakınca, J. Watt tarafından icat edilen regülatörün, başka bir biçiminde ve bir kuşun hareketi ile karşılıklı haberleşerek ayarlandığı, açıkça görülüyor. Eb-ül-iz’in kitabının 164. sayfasındaki şekil, insanda heyecan, gurur ve şaşkınlık duygularını birlikte uyandırıyor. Eb-ül-iz, bu şekil ile hem hidro-mekanik etkilerle yararlanıp bir sistem kuruyor, hem de bu sistem içinde, palangalar, şamandıralar ve ağırlıklar kullanarak, kuşu da hareket ettiriyor. 157, sayfadaki şekil de, aynı sistemin, bir yanda “insan”, diğer yanda “Kuş” ile karşılıklı “Etkilerin Haberleşmesi” biçiminde kurulduğunu gösteriyor. 44. sayfadaki resim İse, yine “Hidro-Mekanik” etkilerden yararlanarak, “Makine Adam”da ne çeşit hareketlerin meydana getirilebileceğini gösteriyor. 126. sayfadaki resim, aynı sistemden yararlanarak, “Otomatik Kuşlar”ın, günün belirli saatlerinde sahneye çıkarak ötmelerinin sağlandığını belirtiyor. İbrahim Hakkı Konyalı’nın verdiği bilgiye göre, büyük bir “Otomatik Makine”de karşılıklı 24 kapı yapmış olan Eb-ÜI-İz, kurduğu sistem ile şöyle bir “Denge Durumu” sağlamıştır. “..Kapıların arkalarında her biri ayrı seslerle öten kuşlar saklıdır. Saat başı gelince, üst kapılardan bir adam çıkıyor, yürüyor, ikinci bir kapı önünde duruyor, eliyle kapıya dokununca, derhal bir kuşkanatlarını çırparak ortaya fırlıyor, saati sesleniyor ve aynı zamanda da ağzındaki madeni küreleri, saatine göre, makinenin altındaki aynalı tabağa atıyor. Bu tabaktan çok uzaklara kadar giden bir ses çıkıyor. Gündüz, saate bakan bir adam, güneşin ufukta o saatteki durumunu gördüğü gibi, gece de renkli

camlar önünde Ay’ın gökteki durumunu görebilir. Saatler, bu şekilde tek bir biçimde ve sıkıcı bir şekilde bildirilmiyor. Saat başı gelince, saatin sahnesine, davul, boru, zurna ve zil çalan adamlar çıkıyorlar. Çalıyorlar, söylüyorlar..” Eb-ül-iz’in yaptığı “Otomatik Makineler”den en ilginç olanı, herhalde “Makineden Fil ve Adam” olsa gerektir. Bu büyük Türk Bilgini, kitabında, “Makineden Adam” ile “Makineden Bir Fil”in nasıl birbirlerine etkide bulunarak hareket sağlayacaklarını açıklamış ve çeşitli resim ve şekillerle de bu “Otomatik Sistem”i belirtmiştir. 99. sayfadaki resimde “Makineden Fil” üzerine binmiş bir “Makine Adam” görülmektedir. Çok basit bir biçimde çizilmiş olan bu resimden “Makineden Adam”ın kolunun hareketi ile “Makineden Fil”in bacaklarının hareket ettiği açıkça görülmektedir. Eb-ül-iz “Otomatik Fil” üzerindeki “Otomatik Hareket”i, kitabının bir diğer sayfasında (90.daki şekil) daha ayrıntılı olarak çizmiş ve renkli resimlerle de süslenmiştir. Burada ilginç olan bir diğer durum da bu büyük bilginin, çizdiği resim ve şekilleri açıklarken bazı işaret (simge)ler kullanmış olmasıdır. Tıpkı Elektronik Makinelere iletilen bilgilerin bazı simgelerle gönderilmesi gibi... Bu büyük Türk bilginin çalışmalarından, bu bir tek yazı içinde yeteri kadar bilgi edinilmesi mümkün değildir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, kitap Arapça yazılmış olduğu için, Eb-ül-iz’in “Otomatik Makineler”inin çalışma şekli hakkında ayrıntılı bir bilgiye de henüz sahip bulunamıyoruz. Bu nedenledir ki, bu eserin dilimize çevrilmesi için ilgililerin, bir an önce harekete geçmelerinin artık zorunlu olduğunda ısrar ediyoruz. Hatta bunun, “Milli Bir Görev” olduğuna da değinmek istiyoruz. Bu konuda küçük bir örnek vermek için de, şunu belirtmek istiyorum: İsviçre’nin Bern şehrinde eski bir saat kulesi vardır. Bu saat kulesinde, belirli saatlerde bir horoz dışarı çıkar ve öter. Bu saat kulesi, hem bir “Anıt” hem de “Teknik Bir Eser” olarak İsviçre tarihinde yer almıştır. Oysa bizim Eb-Ul-İz’imizi, bilim tarihine tanıtacak olan (ve ne hazindir ki, bugüne dek Türkçeye bile çevrilmemiş bulunan) eserinden başka, elimizde hiç bir “Otomatik Makinesi” yoktur. Bugün, bu Türk Bilginin bir anıtını yapmak yerine çok daha etkili bir durum düşünebilir. Tıpkı Bern’deki “Saat Kulesi”nde olduğu gibi Eb-ül-iz’in “Otomatik Makineleri”nden birinin, büyük ölçüde ve çalışır bir biçimde bir modelini bir “Anıt Olarak” yapma yoluna gidilebilir. Gerçekten de böyle bir anıt, Eb-ül-

iz’in bilimsel kişiliğinin de belirtilmesini sağlamış olur. Böyle bir anıtın yapılması işi Milli Eğitim Bakanlığı, Üniversitelerimiz, Tübitak, Milli Prodüktivite Merkezini ilgilendirdiği kadar Diyarbakır Belediyesi ve tüm bilim kuruluşlarımızı da ilgilendirmektedir. Bu Anıtın yapılması, yalnızca Eb-ül-iz’in bugüne dek unutulmuş kişiliğini yüzeye çıkarmakla kalmayacak; Sibernetik Biliminin tarihi içinde ne kadar güçlü bir Türk Bilginin de yer aldığını, tüm Dünya’ya tanıtmış olacaktır. Bu yazımda, yalnızca Eb-ül-iz’e yer ayırmanın bir başka nedeni de “Bilim ve Teknik” dergisinin “Bilim Heyecanı Duyanlar” tarafından okunmakta olmasıdır. Bu okuyucular arasında, yukarıda adını belirttiğim kurum ya da kuruluşta görev yapan bir ya da bir kaç kişi ya da onların yakınları, elbette olacaktır. Hiç olmazsa onların gayret ve çabaları ile bu konu ele alınacak olursa, inanıyorum ki, çok yakın bir gelecekte Eb-ül-iz’in, Bilim Tarihindeki yerini kesinlikle sağlayacak olan böyle bir otomatik makineden anıtın yapılmış olduğunu göreceğiz.

TÜRKİYE’DE SİBERNETİK VE HUKUK1

Bilim ve Teknik’in 64. sayısında “Yargı Makineleri”; 65. sayısında “Ve.. İnsanoğlu Elektronik Beyini Yarattı”; 69. sayısında “Bilgi Bankaları” ve 70. sayısında “İnsan Beynindeki ve Elektronik Makinedeki Hafıza” başlıklı yazılarımda, Sibernetik’in tüm bilim alanları içine girdiğine ve elektronik makinelerin, teknik bilimler yanısıra sosyal bilimlerde ve özellikle Hukuk’ta uygulanmakta olduğuna da işaret etmiştim. Bu gelişmeyi yakından izleyen okuyucularım, ülkemizde de bu yolda bir çalışma yapılıp yapılmadığının açıklanmasını istediklerinden, bu yazımda özellikle bu konu üzerinde duracağım. Sibernetik’in doğum tarihinin 1944 yılı olduğunu ve bu yeni bilimin Amerika’da doğduğunu biliyorsunuz. Her yeni bilim, diğer bilimler arasındaki yerini biraz güç aldığı halde Sibernetik, hızla bütün bilimler alanına yayıldığı için, gelişmesi de o ölçüde hızlı olmuştur. Ülkemizde Sibernetik hakkında bazı makaleler yayınlanmış olmakla beraber, bu konu ilk kez, 1960 yılında o zaman bir Doçent olan ve İstanbul Tıp Fakültesinde öğretim Üyeliği görevinde bulunan Or. Ayhan Songar’ın, “Sinir Sistemi Fizyolojisi Cilt III” adlı kitabında, bilimsel olarak ele alınmış ve tartışması açılmıştır. O tarihte bu konu ile uğraşan arkadaşlarımız bir araya gelmiş ve Sibernetik hakkındaki görüşlerimizi, ayrı makaleler hâlinde yazarak tartışmasını yapmıştık. O günden bu yana da 14 yıldır, Sibernetik bizler için, heyecan ve zevkle dolu bir uğraşı alanı olmuştur. Ancak, 1972 yılına gelinceye dek, Sibernetik’in Hukuk ile ilişkisi üzerinde herhangi bir çalışma olduğunu sanmıyorum. Bu yolda bir çalışma var ise lütfen aydınlatılmamızı rica ederim. 1972 yılında, ilk kez toplanan “Birinci Türk Hukuk Kongresi”ne kendi uğraşı alanıma giren bir bildiri ile katılmam istenildiği zaman, “Elektronik Beyin, Sibernetik ve Hukuk” adlı bildirimi sunmuştum. Çünkü sibernetik son yıllar içinde hukuk alanında geniş bir uygulamada bulunmakta idi. Birinci Türk Hukuk Kongresinde, bu bildiri üzerine geniş bir tartışma açılmış ve sonuçta sibernetik ve elektronik beyin sistemlerinin yargı hizmetlerinde de uygulanması, zorunlu bir reform olarak görülmüş ve bu çalışmaların hukuk bilimindeki yeri ve uygulanma şekilleri hakkında gerekli 1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 78, Mayıs 1974.

kültür eğitimin sağlanması ve yetenekli uzmanların en kısa zamanda yetiştirilmesi ve ilk uygulamanın “Adli Sicil”den başlaması.. “Oybirliği ile” karara bağlanmıştı. 1972 yılında alınan bu karardan sonra, ülkemizde hukuk alanında herhangi bir uygulama görülmemişti. Oysa batı ülkeleri bu konuda çok hızlı gelişmeler kaydediyorlar ve yalnızca “Adli Sicil” denilen sabıka kayıtlarını değil, tüm nüfus, tapu ve ticaret sicili kayıtlarını da “Elektronik Beyin” makineleri ile tutuyorlardı. Bunun yanı sıra da yepyeni bir hukuk düzeni, “Hukuksal Sibernetik” üzerindeki çalışma ve uygulamalarını her geçen gün de arttırmaktalar. Batı ülkelerinde sibernetik ve elektronik beyin konularında, süre gelen dev gelişmeler karşısında, ülkemizde son bir kaç ay içindi yapılan ve büyük umut ışıkları yakan iki “Seminer”den söz etmemiz gerekiyor. Bunlardan biti, 1-3 Ekim 1973 tarihlerinde İstanbul’da, İstanbul Barosu tarafından düzenlenen “Sibernetik ve Elektronik Beynin Hukuka Uygulanması Semineri”, diğeri de 28-31 Ocak 1974 tarihlerinde Ankara’da Milli Prodüktivite Merkezinin önderliği ve Türkiye Barolar Birliği, Yargıtay, Danıştay Başkanlıkları, Adalet Bakanlığı ve Türkiye Bilişim Derneğinin işbirliği ile düzenlenen “Hukuk’ta Sibernetik ve Bilgisayar Kullanımı Semineri”dir. Bu “Seminer”lerin ilginç yanı, Sibernetikçilerin, Hukukçu, Mühendis, Fizikçi, Nörolog, Sistem Analizcisini, bir araya getirip kaynaştırması olmuştur. Seminerlerde, Sibernetik, Elektronik Beyin, Otomasyon, Elektronik Bilgi İşleme, Kanunlar Sistematiği ve Bilgi Bankaları gibi konular tartışılmış ve sonuçta da bu konularda ülkemizde, nasıl bir uygulamaya geçilmesinin zorunlu olduğu birlikte saptanmıştır. Kısaca bir “Haberleşme Bilimi” olan Sibernetik, bu apayrı meslek dallarından gelen uzmanları, birbirleri ile birleştirmiş ve “Karşılıklı Bilgi Alış-Verişi” ile “Aynı Dil” konuşulur olmuştur. Ankara’daki seminerin, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın açış konuşması ile başlaması konunun, ülkemizde ne ölçüde ele alındığını yeteri kadar belirlemektedir. Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Muhittin Taylan, Sibernetik ve Elektronik Sistemin, Hukuk alanında da kaydettiği gelişmeyi, kısa fakat öz bir biçimde işaret ettikten sonra, bu konuda bir an önce uygulamaya geçilmesini önermiş ve konuşmasını, şu açık ve samimi sözleri ile tamamlamıştır.

“...Ülkemizde, bu sistemin hukuk alanına uygulanmasına geçerken, hukuk terimlerinin sadeleştirilmesi, standart bir hâle getirilmesi, uygulayıcıların bu tür uygulamaya şimdiden hazırlanması, uygulanacak yöntem ve sistemin, ülke ve dünya koşullarına uygun biçimde saptanması ve nihayet sistemi uygulayacak uzmanlar kadrosunun yetiştirilmesi gereğini göz önünde tutmalıyız. Uygulama alanının, giderek genişlediğini görüp işittiğimiz Sibernetik sistemin, sadece yargı hizmetlerinde kullanılması, elbette düşünülemez. Uygulama olanağı bulunan her alanda, bu sistemi uygulamak zamanı gelmiştir. Ancak, seminer ya da açık oturum gibi toplantılar, konuların aydınlığa kavuşturulması bakımından çok yararlı olmakla beraber kesin bir çözüm yolu değildir. Bu nedenle Yasama Meclislerimizin, Yürütme Organının, hukuk uygulamalarında, özellikle Adalet Bakanlığının, konuya eğilmesi gerektiğine işaret etmek isterim. Batı uygarlığına ulaşma atılımlarımızın, başarıya ulaşmasında bu sistemin, çok yararlı olacağı kanısındayım..” Aynı Seminerde konuşan Danıştay Başkanı, Kanunların derlenmesi ve Yargı Organları kararlarının tasnifinde, bu sistemden ne kadar büyük ölçüde yararlanılabileceğini belirtmiş, Milli Prodüktivite Merkezi Başkanı ise Sibernetik ve Elektronik Sistemle uygulamaya geçmenin “Verimlilik” yönünden ne kadar önemli olduğunu belirtmişlerdir. Yalnızca açış konuşmaları dahi, bu yeni bilim ve tekniğin ülkemizde de bir an önce uygulanmasına geçilmesinin, ne kadar büyük bir içtenlikle istenildiğini göstermektedir. Gerek İstanbul’da gerekse Ankara’da düzenlenen Seminerler hakkında, fazla ayrıntıya girmeksizin, kısa bir bilgi verebilmek için, özellikle şunları belirtmemiz yetecektir: Seminerde, bir yanda Hukuk Profesörü Prof. Dr. Ali Bozer ve yine bir Hukuk Profesörü ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Faruk Erem, Sibernetik ve Elektronik Beyin sistemlerinin “Hukuk’ta Uygulanması”nı tartışır ya da eleştirilere cevap verirken, diğer yandan Songar, İnsan ve Makinelerdeki Geri ile Haberleşme Sistemi “Feed-Back”in, nasıl işlediğini belirliyordu. Bir diğer yanda Mühendis Aydın Köksal ile Mühendis Önol Örs, Elektronik Sistemin Hukukta uygulama biçimi ve sistem çalışmaları hakkında bildirileri sunarken, diğer yanda yargıç, savcı ve avukatlar, günümüzde uygulanmakta olan sistemin aksayan yönlerini cesaretle ortaya koyuyorlar ve çözüm yollarının sibernetik ve elektronik sistem ile nasıl giderilebileceğini tartışmaya girişiyorlardı. Savcı Selçuk Bengü, seminere sunduğu bildiride, “..Bir doktora hastasını götüren hasta sahibi gibi, derdini dökmek istediğini ve bu dertlere deva bulan sibernetik ve elektronik Ssisteme, adı “Adlî Sicil” olan, hastasını getirdiğini...” belirterek, “Adli Sicil”in aksayan yönlerini, uygulamadan

örnekler vererek birer birer açıklıyordu. Avukat Osman Kuntman, Yargıtay’ın çelişkili kararlarının nasıl önlenebileceğini açıklıyordu... Danıştay Üyesi Orhan Özdeş ise, Danıştay kararlarını sistematize etmek için ne yolda çalışmalar yapıldığını ve daha neler yapılması gerekliğini dile getiriyordu. Yargıtay Üyesi Mustafa Aksoy, kararların tasnifinde süre gelen çalışmaları işaret ettikten sonra, az zaman ve az emek sarfı ile gerekli içtihatların bulunmasını sağlayacak yeni sistemin kurulması gerektiği üzerinde duruyordu. Ankara Barosu Başkanı Avukat Yeckta Güngör Özden, bugünkü sistem ile tutulagelmekte olan “Duruşma Tutanakları” ile ne gibi sakıncaların ortaya çıktığını açıkladıktan sonra, “...Yargı çalışmalarında Sibernetik’in olumlu rolünü izlemek olanağına kavuşmak ve yargılama düzeninde elektronik beyinleri kullanmak...” dileğinde bulunuyordu. Avukat Arif Bilgin ise, “Sibernetik Sistemin ortaya koyduğu (Ayar Çemberi)nin Hukuk’ta nasıl uygulandığını belirtiyor ve Devletin Hukuk Düzeninin, bu (Ayar Çemberi) ile sağlandığını açıklayarak Hukuk’ta bir an önce Sibernetik uygulanması çalışmalarına geçilmesi...” gerektiği üzerinde duruyordu. Apayrı meslek dallarından gelen uzmanların sundukları bildirilerde, aynı amaç üzerinde birleştikleri, açıkça görülmektedir. Bu amaç, dâvalarda Yargıç ile Davacı ve Davalı taraflar arasındaki “Bilgi Alışverişi”nin sıhhat ve süratle yapılması ve “Doğru Sonuca Ulaşılması”dır. Sibernetik, “Karşılıklı Bilgi Alış-Verişi, Kontrol ve Ayarlama Dilimi” olduğundan, ancak, bu bilimden yararlanılarak, “Doğru Ayarlama” yapılabilir ve bu konuda “Elektronik Beyin”ler, en büyük yardımı sağlayabilir. Ancak, böyle bir sistem ile uygulamaya geçebilmek, nasıl bir teknik eğitimle mümkün olabilecektir? Yabancı ülkelerde, Sibernetik ve Elektronik sistem ile ne çeşit bir çaba gösterilerek uygulamaya geçilebilmiştir? Bu konularda da seminere katılmış olan yabancı uzmanlar, kendi ülkelerinden örnekler vererek oldukça ilginç bildiriler sunmuşlardı. Bu nedenle, İstanbul’daki seminere bir bildiri ile katılan Avusturyalı Hukukçu ve Elektronik Bilgi İşlem Uzmanı Dr. Otto Simmler’in “Viyana’da Hukuk Dokümantasyonu Sisteminde Elektronik Sistemin Uygulanması”nı açıklayan ve Avusturya’da bu duruma ne biçim bir çalışma ile erişildiğini belirten, şu sözlerini, buraya aynen alıyoruz: “...Avusturya’da, bu konuda aşağı yukarı 15 milyon TL. tutarında harcanan bir proje ile öngörülen şekilde dört yıl süre ile çalışılmış ve 2.000 kişi kullanılmıştır. Ülkenin en üst düzeyinde 16 Anayasa Uzmanı ve Yetenekli Hukukçuların eğitimi ile 10 tane Sistem Programcısı, 2 tane Sistem Uzmanı ve 2 Dil Bilgini görevlendirilmiş ve birlikte yapılan bu çalışma ile proje gerçekleştirilebilmiştir..

Bir kez daha belirtelim, Dr. Otto Simmler Avusturyalı bir hukukçu ve aynı zamanda bir Elektronik Bilgi işlem Uzmanıdır. Aynı durum ile Ankara’daki Seminerde de karşılaşılmış ve yine Avusturyalı Hukukçu ve Elektronik Bilgi İşlem Uzmanı Dr. Helmut Ambrosi, bu teknik ve bilimsel çalışmanın başka bir örneğini vermiştir. Dr. Ambrosi, “Avusturya’da Emniyet Hizmetlerinde Kompüter” başlıklı bildirisinde, Elektronik Sistem’den yararlanılarak, Avusturya’da suç işleyenlerin, ne kadar sıhhat ve süratle izlendiğini açıkladıktan sonra, konuşmasını şu sözler ile tamamlamıştı: “... Yeni çağlar ve gereksinmeler, yeni yöntemleri zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan, elektronik bilgi işlem sistemlerinin gelişmesi bizlere, suçla savaşta yeni ve yeni olduğu kadar da etkin bir araç vermiş bulunmaktadır...” İki Avusturyalı uzmanın konuşmalarından aldığımız şu iki-üç cümle dahi, batı ülkelerinde bu yepyeni teknoloji ve bilimsel gelişmeden yararlanılarak, nasıl bir çabaya girişildiğini ve nerelere kadar ulaşıldığını, açıkça göstermektedir. Burada bir noktaya daha işaret edelim. Gerek İstanbul’daki gerekse Ankara’daki Seminere katılan başka bir yabancı uzman ve yine bir sosyal bilimci, fakat aynı zamanda bir elektronik bilgi işlemci Dr. G. Selight ise, Amerika Birleşik Devletleri, İtalya ve İsveç’te, bu konudaki uygulamalardan örnekler vermişti. Amerikalı uzman Dr. Selight, Elektronik Sistemden yararlanılarak, yalnızca adli sicillerin değil, diğer cezaların ve vergilerin dahi kayıtlarının nasıl tutulmakta olduğunu belirtmiş ve bu arada özellikle ortaya çıkan “Yeni hukuksal sorunlar” üzerinde durmuştu. Seminere sunulan otuza yakın bildiri üzerinde ayrı ayrı durmaksızın, yalnızca şu durumu da işaret etmemiz gerekiyor. Ankara’daki Seminere, bir Makina Mühendisi olan Halim Ergunalp ile Hukuk Doktoru olan Hasan İsmet Bıyıklı’nın birlikte hazırladıkları bir bildiri ile katılmaları, Sibernetik ve Elektronik Beyin konularında Ülkemizdeki çalışmaların hangi aşamaya geldiğinin en güzel bir örneğini vermiştir. Ancak, yukarıdan beri belirtmeye çalıştığımız durum, Sibernetik ve Elektronik Sistemin, batı ülkelerinde “yepyeni bir teknolojik çalışma” ortaya koyduğu halde ülkemizde, henüz bu düzeye erişilme-miş olmasıdır. Gerçi, şu iki seminer boyunca problemler cesaretle ortaya konulmuş çok ilginç bildiriler sunulmuş ve çözüm yolları ile birlikte saptanmıştır. Fakat henüz bir uygulamaya geçilmemiştir. Böyle bir uygulamaya geçilebilmesi

için ön plânda, “Sibernetik Kürsülerinin kurulması” ve bunun yanı sıra da “Milli Bir Organizasyon Kurulması” zorunlu bulunmaktadır. Yabancı ülkelerden gelen bildiri sahiplerinin, hukukçu ve sosyal bilimci oldukları halde, elektronik bilgi işlem üzerinde uzmanlaşmış olmaları, bu gerçeği çok açık olarak önümüze sermektedir. Dr. Otto Simmler’in, bildirisinde açıkladığı bir durumu, bir kez daha belirleyelim. Avusturya’da Elektronik Sistem İle Hukuk alanında uygulamaya geçildiği zaman, Hukukçu Sistem Programcısı ve Sistem Analizcisi ile birlikte Dil Bilginlerinin de katıldığı ortak bir çalışma başlamıştır. Yalnızca şu örnek bile, “Dil Sorununun”, elektronik sistemle uygulamaya geçişte, ne kadar önemli bir yer aldığını göstermektedir Bu “Dil Sorunu”, konuşulan dilde “Kavram Birliği” ve “Anlam Birliği”ne varıldığı ölçüde halledilebilmekte ve ondan sonra da “Makineye İletilecek Bilgi ya da Sembollerin Dil”i kolayca saplanabilmektedir. Sibernetik’in, “Karşılıklı haberleşme, kontrol ve ayarlama bilimi” olduğunu ısrarla belirtmeye çalışıyoruz. Elbette ki, böyle bir “Haberleşme Sistemi”nde her şeyden önce “Haberleşilen Dil”, en ön plânda yer almaktadır. “Dil Birliği” sağlandığı anda “Haberleşme Devreleri Tamamlanmış” demek olmaktadır. Devreler böylece kurulduktan sonra “Kontrol” ve Ayarlama” işlemleri kendiliğinden işlemeye başlayabilecektir. İstanbul’daki seminere sunmuş olduğumuz bildiri de ülkemizde, sibernetik ve elektronik sistem ile uygulamaya geçilirken, hukukçular ile birlikle sistem analizcileri, psikolog, nörolog ve fizyologların, birlikte çalışmalara başlamaları gerektiğini, bu nedenlerle ısrarla belirtmiştik. Ankara’daki Seminerde ise, Sibernetik ve Elektronik Sistem üzerindeki çalışmaların, “Siborg” adı verilen “Sibernetik Organizmalar” yapımına dek vardığını işaret ettikten sonra, ülkemizde derhal “Sibernetik Kürsüleri Kurulması” ve bu konularda “Milli Bir Organizasyon”a geçilmesini tekrar, tekrar önermiştik. Her iki Seminer de, gerçekten, başarılı bir sınav vermişlerdir. Seminere katılanlar bu “Yeni Bilim” ve “Yeni Teknoloji”nin, ülkemizde de bir an önce uygulamasına geçilmesi ve yetenekli uzmanların yetişebilmesi için de bir an önce “Gerekli Eğitim ve Bilimsel Çalışmalara Yönelinmesi” üzerinde durmuşlardır. Yasama Meclislerimiz ve Yürütme Organımız, bu önerileri dikkate alarak, hızlı bir atılıma giriştiği anda, ülkemiz, batı teknolojisi ve bilimsel çalışmalarının gerisinde kalmak talihsizliğinden de kurtarılmış olacak ve Anayasa Mahkemesi Başkanının işaret ettiği “Kesin Çözüm Yolu”na da ulaşılacaktır. Bu aşamaya ulaşılması ise, bizim, en büyük dileğimizdir.

UZAYDAN BAŞKA TÜR VARLIKLAR YERYÜZÜNE GELİYOR MU?2

Uzay’dan bizlere benzeyen (ya da benzemeyen) bir takım varlıkların Yeryüzüne geldiği, uzun süreden beri bilim dünyasında tartışılmakta idi. Buna ilişkin olarak da bilimsel, yarı bilimsel ya da hayâl bilim (science fiction) biçiminde yüzlerce eser ya da roman yayınlamıştı. Bu romanların, bazıları ise senaryo yazarları tarafından film hâline getirilmiş ve bu filmlerden bir kaçı da ülkemizde gösterilmiştir. Televizyondaki “Uzay Yolu” dizi filmi ise, herhalde en ilgi ile izlenen programlardan birisidir. Son aylarda yurdumuzda, bu konuda yayınlanan iki kitabın, üst üste bir kaç baskı yapması bizde de “Uzaydan Gelen Varlıklar” hakkında, büyük bir ilginin uyandığını göstermektedir. Sözünü ettiğimiz iki kitapta genellikle eski eser ve arkeolojik bulgular üzerinde durulmakta ve bu bulguların, Uzay’dan çok eski tarihten beri bir takım varlıkların, yeryüzüne geldiğini belirlediği ileri sürülmektedir. Bunun yanı sıra, çeşitli yerlere “Uçan Daireler”in indiği yolunda bazı olaylar işaret edilmektedir. Bu olayların meydana geldiği yerlerde ise, “Uçan Daireler” içinden “Uzay Varlıkları”nın çıktığı, bunların, bazen insanlarla konuştuğu; bazen onları korkuttuğu; bazen ise insanları, uzay araçlarına zorla bindirerek kaçırmaya yeltendikleri de ileri sürülmektedir. Biz bu çeşit ilginç olaylara girmeksizin her şeyden önce “Evrenin Evrimi” üzerinde durmak ve “Evren” içinde Yeryüzünden daha büyük (ya da daha önce) evrimde bulunabilmiş gezegenler olup olmayacağını araştırmak istiyoruz. Modern Astronomi Teknolojisi ve Dev Teleskoplar yardımı ile Astrofizik Biliminde büyük gelişmeler kaydedilmiş ve böylece de “Evrenin Evrimi” konusunda son 25-30 yıl içinde, çok büyük aşamalar yapılmıştır. Bunlardan en ilginç olanı hiç şüphe yok ki, büyük Alman Astrofizikçisi Prof. Dr. Carl von Weizsäcker tarafından yapılmış olanıdır. Bu büyük bilgin, Evrenin ana kütlesinin çok yoğun ve serbest atomik elementlerden oluşan bir küre hâlinde olduğunu ve elementler arasında ola gelen “İçiçe 2

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 79, Haziran 1974.

Kendi Galaksimizden (Samanyolundan) milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bir “Anafor” hâlinde dönen “Helezonlu Galaksi”. Bu Galaksilerin benzerlerinden Evrenimizin İçinde milyarlarcası var. Onların içinde de, milyonlarca yıldız bulunuyor. Bu yıldızların hemen hepsinin de gezegenleri var. Bu milyar kere milyar gezegenlerden, en uygar olanı Yeryüzü müdür?

Anaforlar” nedeni ile bu “Küre”nin genişleyip açılarak, Galaksileri, Küme Yıldızları, Yıldız ve Planetleri, meydana getirdiğini ileri sürmüştü. Prof. von Weizsäcker, “Evren Maddesi”nin, gaz hâlinde genişlemesi ile bu “İçiçe Anaforlar”ın, Galaksilerde nasıl oluştuğunu da “Evrenin Tarihi” adlı eserinde şöyle açıklamaktadır: ”... Evren içindeki küçücük gaz kütlelerinin “Anafor Hareketi”, Samanyolumuz gibi büyük bir sistemin, en içteki hareketi ile sağlanmaktadır. Fakat sanabildiğimiz kadarı ile büyük sistemin kinetik enerjisi, o kadar geniş kaynaklara sâhip bulunmamakladır ki zamanla, onun hareketi ölmekte ve gaz hâlindeki bütün sistemin “Anafor Hareketi”de onunla birlikte ölmektedir..” 3 Carl von Weizsäcker, bu “İçiçe Anaforlar”ın ölmesi (ya da bozulması) sonunda Evren içindeki “Enerji”nin hangi hallere dönüşeceğini de şöyle belirtmektedir: “...Bu (Dönüş Hareketi)nin bir birliği olmayışı yüzünden, sonuçta dağılmaya başlayacaktır. Fakat bu anda, daha dayanıklı bir yapıda “Yeni

3

Carl von Weizsäcker, Die Geschichte Der Natur, (The History Of Nature). The University of Chicago Press. 1959, S. 83.

Anaforlar” doğacaktır. Sabit Enerji’yi, “Dönüş Hâlinde” akıtmaya başlayacaklar ve böylece de “Enerji”, ısı hâline dönüşecektir. Gitgide, bütün uzay boyunca enerji, “Isı ve Radiation ışık” hâline geçecek ve “Dönüş ya da Anafor” hareketi de sona erecektir...” 4 Elbette ki bu büyük bilginin “Anafor Teorisi”, şu iki cümle hâlinde sunduğumuz görüşlerden ibaret değildir. Kaldı ki böyle bir teorinin her şeyden önce, bilimsel yönden de saptanması gerekmektedir. Çünkü bu teori “Evrenin Evrimi” yönünden, son derecede önemli bir durumu ortaya koymaktadır. Bu “İçiçe Anafor” hareketi ile Galaksiler, Yıldızlar ve Planetler’in oluştuğu ileri sürüldüğüne göre, bu evrimi daha önce tamamlayan Yıldız ve Planetler, diğer Yıldız ve Planetlerden daha erken meydana çıkmış (ya da doğmuş olacaklar) demektir. Bu arada çok haklı olarak, böyle bir “İçiçe Anaforlar Teorisi”ni ortaya atmanın bilimsel yönden nasıl değerlendirildiği sorusu da akla gelebilir. Bu sorunun cevabını, bir diğer ünlü Astrofizik Bilgini Prof. Dr. George Gamow’un kitabından şöylece alabiliyoruz: “... ilk bakışta, (Anafor Cereyanı) diye bilinen, böyle karışık ve düzensiz harekete uygun düşecek bir teorinin geliştirilmesi olanaksız görülüyordu. Sonuçta, geçenlerde (özellikle mühendislik amacı ile) “Anafor” üzerindeki çalışmalar, çok basit deneysel esaslara bağlandı. Fakat son yıllar içinde, “Anafor Teorisi”, özellikle İngiltere’de G. I. Taylor, Amerika’da Theodore von Karman, Rusya’da A. N. Kolmogoron ve Almanya’da Werner Heisenberg tarafından, tam matematik esaslarla saptandı. Bu araştırmaların başlıca sonuçları, anafor hareketinin “Enerji Spektrumu” denilen esastan çıkıyordu. “Anaforların Hareketi”, -tıpkı sıvıdaki, büyük ölçüdeki hareketten, onu meydana getiren partikülleri olan moleküllerin hareketine doğru- “Büyük Anafor”dan “Küçük Anafor”lara geçerek, büyük ölçüde “Kinetik Enerji”nin meydana gelmesine sebep oluyordu. Her çeşit “Sıkışma”da, hareketin “Kinetik Enerji”sinin “Isı”ya dönüşmekte olduğunu biliyoruz. İşte bu özel “Anafor Sıkışması” durumunda da bu dönüşme, hacimleri gitgide ufalan “Girdaplar Dizisi” boyunca azalmakta..” 5 Bu “Anafor Hareketi”nin bilimsel yönden saptanması, ortaya şu gerçeği de koymuş oluyordu:

4

5

Carl von Weizsäcker, Die Geschichte Der Natur, (The History Of Nature). The University of Chicago Press. 1959, S. 85-86. George Gamow; The Creation of the Universe, (Kâinatın Yaradılışı). Çeviren: Toygar Akman, Ankara 1961. Sa. 83.

Evrenin, “Gelişim Tarihi” içinde, “Anafor Hareketi”ni, büyük anaforlardan küçük anaforlara doğru, “içerlerindeki Enerji Deposuna Göre” oluşturan tüm galaksilerdeki birçok yıldızlar, daha önce meydana gelmiştir. Bu yıldızların çevrelerinde dolanan planetler de aynı biçimde daha önce oluşmuşlardır. O halde, “Evrenin Evrimi” içinde “daha önce doğan” yıldızlar ve planetler vardır. Bir başka anlamda “Evren’de Birbirlerinden Farklı Yaşta Yıldız ve Planetler Vardır”. Aynı biçimde yaşantıları sona eren ve “ölen Yıldızlar” da vardır ki, bu “ölü Yıldızlar”, bugün Astrofizik biliminde “Beyaz Cüceler” adı ile tanınmaktadır. Bu “ölü Yıldızlar” (ya da Beyaz Cüceler) konusuna girmeksizin, bizim ile ilgili olan ve “Yeryüzünden Daha Yaşlı Planetler” üzerinde azıcık durmamız gerekecek. Eğer, Evren içinde, Yeryüzünden daha yaşlı ve (yeryüzü koşullarını yaşayarak) evrimde bulunmuş planetler varsa, o planet yüzünde meydana gelen varlıklar, bugün insanoğlunun vardığı evrimi çoktan geçirmişlerdir. Bu evrimin doğal sonucu olarak da insanoğlunun henüz vardığı “Uzay Açılma Teknolojisi”ni, o planetteki varlıklar çoktan bulmuşlar, uygulamışlar ve yepyeni aşamalara ulaşmışlardır. İşte, İsviçreli yazar Erich von Däniken de aynı konu üzerinde durmakta ve ünlü Astronom Harlow Shapley’in, teleskoplarımızın görüş alanı içinde yaklaşık olarak, 100.000.000.000.000.000.000 yıldız bulunduğunu bildirmesini dikkate alarak, şu sonuca varmaktadır.: “.. Bu tahminin temelinden hareketle, söz konusu yıldızların binde birinde, hayat için gerekli koşullar olduğunu kabul edersek, geriye (100.000.000.000.000) yıldız kalıyor. Peki, bunların, kaçında hayata uygun atmosfer var? Binde birinde mi? öyleyse (100.000.000.000) yıldız, hayat için gerekli atmosferi taşıyor demektir. Daha ileri giderek bunların binde birinde hayatın ortaya çıktığını düşünürsek, şu anda üstünde hayat olan 100 milyon gezegen bulunduğu anlaşılır. Bu hesaplar, günümüzün tekniğiyle yapılan teleskopların gösterdiği yıldızlar temel alınarak yapılmıştır. Bu arada tekniğin, her gün gelişmeler gösterdiği unutulmamalıdır. Biyokimyacı Dr. S. Miller’in varsayımını izlediğimizde, hayatın ve hayat için gerekli koşulların, birtakım başka gezegenlerde daha çabuk gelişmiş olabileceğini görürüz. Bu varsayımı kabul edersek 100.000 gezegende, bizimkinden daha gelişmiş uygarlıkların bulunduğunu da kabul etmemiz gerekir..” 6 6

Erich von Däniken, Tanrıların Arabaları, Çeviren: Zeki Okar Milliyet Yayınları, İstanbul 1973. Sa. 16.

Görülüyor ki, Erich von Däniken, Astrofizik bilginleri kadar Biyokimya bilginlerinin de varsayımlarının aynı olduğu üzerinde durmakta ve Yeryüzünden daha uygar Planetler (Gezegenler) var olacağında ısrar etmektedir. “Anafor Teorisi” ve “Girdap Hareketi”nin, çeşitli ülke bilginleri tarafından bilimsel olarak saptandığına yukarıda değinmiştik. Kısaca, Evren içindeki yıldız ve gezegenler dönerek oluşurken, aynı evrimi (tarihleri farklı olarak) geçirmekte ve böylece de, bazı gezegenlerdeki varlıklar, diğer gezegenlerdeki varlıklar, diğer gezegenlerdeki varlıklardan daha uygar bir duruma gelmektedirler. İnsan oluşumuzla övünmek, güzel bir şey. Amma, azıcık da alçakgönüllü olalım. Evren içinde en uygar varlığın “İnsanoğlu” olacağı iddiasında, pek öyle fazla ısrar etmeyelim. Unutmayalım ki, hâlâ Yeryüzünün birçok bölgelerinde, bu “İnsanoğlu”, isteklerinde haklı olduğunu göstermek için “Savaş” yapmaktadır. Ve., yine düşünelim ki teknolojik gelişme, insanlığın mutluluğu için kullanıldığı kadar, onu yok otme yolunda da kullanılmaktadır. Aynı biçimde, “Eğitim” ve “Kültür” konusunda da her ulus, kendisinin mutluluğu kadar, savunmasını sağlayacak bir biçimde gelişimde bulunma zorunluğunda kalmaktadır. Hangi gerekçe bulunursa bulunsun, Yeryüzündeki “Evrim”, hâlen, böyle bir yapı içinde gelişe gelmektedir. Şimdi de Yeryüzünün geçirmekte olduğu bu “Evrim” yanında, bu “Tarihsel Gelişim” i çoktan geçirmiş olan, uzak bir Gezegen’i göz önüne getirelim. Belki, böyle bir gezegende yaşayan varlıklar için, “Kin”, “Hırs”, “Garez”, “İntikam” vb. gibi duygusal davranışlar çoktan aşılmıştır. Bu varlıklar, şimdi yalnız kendi “Güneş Sistemleri”nin değil “Tüm Güneş Sistemleri”nin mutluluğu için Uzaya açılmaktadırlar!.. Belki de tam tersine Yeryüzünden daha yaşlı olan böyle bir gezegende yaşayan varlıklar, büyük bir teknolojik gelişmeye eriştikleri halde, kendi gezegenlerindeki doğal kaynaklar, o varlıkların beslenmesine yetmediği için, teknolojilerini bu yolda hızla geliştirmişler ve yeni doğal kaynaklar aramak yolunda Uzay’ın derinliğine açılmışlardır!.. Her iki halde de, yeryüzündekinden çok daha büyük bir hızla ve üstün bir teknoloji ile “Uzay Gemileri”ni geliştirmişlerdir.

http://www.eskikitaplarim.com/showthread.php?t=26273

Bu “Uzay Gemileri” ya da “Uçan Daireler”, Yeryüzüne dek gelmişler midir?.. İşte, yukarıda sözünü etliğim (Ülkemizde yayınlanan) kitaplardan ikincisinde de, aynı konu üzerindeki durulmakta ve “Uzay’dan Başka Varlıkların Yeryüzüne Gelip Gelmediği” sorunu, şöylece ortaya konulmaktadır: “Uçan Dairelerin -Daha Doğrusu Kimliği Bilinmeyen Uçan Nesnelerin- var olup olmadıkları ya da nereden geldikleri, neden ve niçin geldikleri, insanların aklını kurcalayıp durmuştur. Ancak başlangıçta önemli olan, bu “Uçan Nesneleri” kabul etmek ya da etmemek değildir. Önemli olan bunu, çağdaş insanı yakından ilgilendiren bir sorun olarak görmektir. Kimliği Bilinmeyen Uçan Nesneler, başlı başına bir “Esrar” bir “Bilinmeyen Gerçek” sayılabilir. Oysa, bunu, böyle kabul etmemek gerekir. Genel Anlamda, her “Esrar”, her “Garip” olay, aslında bir çeşit zincirin parçasıdır..” 7 Dikkat edilirse yazımızın başından beri ısrarla “Evrenin Evrimi” üzerinde durduğumuz gözden kaçmamıştır. Bu nedenle de, “Uzaydan Gelen Varlıklar” hakkında ileri sürülen olayların, hiç birine değinmemeye çalıştık. Bu olaylar, ne derecede gerçektir? “Uçan Daireler”, Yeryüzünün nerelerine inmişlerdir? Bunların tartışmasına kesinlikle girmedik. Çünkü burada önemli olan, “Evrenin Tarihsel Gelişimi” içinde, diğer gezegenlerden (planetlerden) daha yaşlı olan gezegenlerdeki varlıkların durumudur. Bu gezegenlerdeki varlıklar, “Evrimleri”ni, kendi gezegenlerinden daha genç olanlarda yaşayan varlıklardan çok daha önce geçirmiş olacaklarından, “Uzaya Açılma” konusundaki öncelik de hiç şüphe yok ki, bu varlıkların olacaktır. Unutmayalım ki, insanoğlu da “Uzaya Açılmak” için çırpınmakta ve “Uzay’a Uyumda Bulunma” konusunda büyük gelişmeler kaydetmektedir. Bilim ve Tekniğin Ekim 1973 tarihli 71. (Kibernetik: Yarınki Soydaşımız Suni İnsan) sayısında Almanca Hobby mecmuasından Sayın Nüvit Osmay’ın çok güzel bir Türkçe ile dilimize çevirdiği Kyborg (ya da Siborg) hakkındaki yazıyı hatırlayacaksınız, insanoğlu, “Uzaya Uyumda Bulunabilme” konusunda, insan ile makine ortak yaşamından oluşan Sibernetik Organizmalar “Kyborg” ya da “Siborg” yapımına dek gelmiştir. 7

Giovanni Scognamillo, Dünyamızın Gizli Sahipleri, Koza Yayınları, 1973. Sa. 13. http://www.eskikitaplarim.com/showthread.php?t=36561

“..Bunun ideali, bir kyborg’u böyle bir yolculuğa göndermek, hatta insan ile uzay gemisi bileşimini, bu işte kullanmak olacaktır..” İnsanoğlu bu aşamaya geldiğine göre Yeryüzünden çok daha eski bir tarihte bu evrimi geçirmiş olan bir gezegendeki varlıklar, acaba şimdi, hangi evrime ulaşmışlardır? Bu sorunun karşılığını bulabildiğiniz an Uzay’ın derinliklerindeki çok uzak gezegenlerden (planetlerden), başka tür varlıkların Yeryüzüne gelip gelemediğinin cevabını da vermiş olacaksınız.

PSİKO-SİBERNETİK1

Çok iyi bildiğiniz gibi önceleri tüm bilimler, konularına göre ayrılmışlardı. Genellikle de bir bilimin alanına giren çalışma ile diğer bir bilim dalı pek ilgilenemezdi. Biyoloji bilimi, yalnız biyolojik olayları inceler; Kimya bilimi kimyasal olayları, Fizik bilimi fiziksel olayları inceler; Matematik bilimi, sayılar, çizim ve şekillerin boyutlarını derinliğine araştırır ve teorilerini saptardı. Bilimsel çalışmalar geliştikçe, bir tek bilim bölümü içinde, tüm olayları değerlendirmenin mümkün olmadığı görüldüğünden, o bilimin ayrı ayrı dalları kurulmaya başlanmıştı, örnek olarak “Tıp Bilimi”ni ele alalım. Anatomi, Fizyoloji, Nöroloji, Psikiyatri... vb. ayrı birer bilim dalı olarak kurulmuştu. Fizik biliminde ise Çekirdek Fiziği, Atom Fiziği gibi ayrı yepyeni bilim dalları ortaya çıkmıştı. Örnekleri çoğaltacak olursak, sayfalarca yeni bilim dallarını işaretlememiz gerekecektir. Bu arada birbirlerinden ayrı gibi gözüken birçok bilim dallarının, birbirleri ile çok yakından ilgili oldukları görüldüğünden bu iki ayrı bilim dallarının birleşmesinden oluşan yepyeni bilim dalları da ortaya çıkmaya başlamıştı. Astronomik olaylar ile Fiziksel olayların birbiriyle ilgisi nedeni ile kurulmuş olan “Astrofizik”; biyoloji ile Fizik biliminin birlikte çalışmalarından doğmuş “Biyofizik”; Psikolojik olaylar ile Fizyolojik olayların, birbirleri ile yakın ilgisi nedeni ile meydana getirilmiş olan “Psiko-Fizyoloji”... vb. yepyeni bilim dalları gibi. 1944 yılında ortaya çıkan Sibernetik de, önceleri yalnızca Nöroloji ve Matematik bilimlerini ilgilendirir gibi gözüktüğü halde, bu yeni bilimin diğer bilimlerden çok daha başka bir yapıda olduğu ve tüm bilimlerle ilgili olduğu anlaşılmıştır. Sibernetik geliştikçe Enformasyon, Komünikasyon, Otomasyon, Elektronik bilimleri ortaya çıkarken, diğer yandan da diğer bilimlerle ilgisi nedeni ile “Biyo-Sibernetik”, “Sosyo-Sibernetik”, “Hukuk Sibernetiği (ya da Rechtskybernetik)”, “Neuro-Sibernetik”, “Psiko-Sibernetik”., vb. yepyeni bilim dallan da ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk bakışta Sibernetik ile Psikoloji’nin birbirleri ile pek ilgisi olmayacağı kanısına varılabilir. Bu nedenle bir kez daha belirtelim, Sibernetik: “Haber-

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 80, Temmuz 1974.

leşme, Kontrol, Ayarlama ve Denge Kurma Bilimi”dir. Bu bilim, canlı varlıklarda (hayvan ve insan) ve cansız varlıklarda (makine) karşılıklı haberleşme, kontrol ve ayarlama durumlarını incelediğine göre, “Makinelerde Birbirlerini Ayarlama” kadar, insanın psikolojik yapısında da süre gelen “Birbirlerini Ayarlama” durumları üzerinde durmaktadır. İnsanda “Birbirlerini Ayarlama Durumları” denilince de, akla hemen Sinir Sistemi ve “Nöron”ların çalışma biçimi gelecektir. Nitekim bu nedenle olsa gerek ilk önceleri, Sibernetik denilince, yalnızca nöronların çalışma biçimi ve karşılıklı haberleşme durumları akla geliyordu. Oysa bu “Haberleşme ve Ayarlama” durumları yanında, psikolojik yapıda da, sibernetiğin belirttiği “Haberleşme ve Ayarlama Durumları”nın cereyan ettiği anlaşılmıştır. Psiko-Sibernetik adını yeni bir kavram olarak ilk kez kullanan Dr. Maxwell Maltz, bu tanımı nasıl bulduğunu şöyle açıklamaktadır: “... İnsan beynini, sinir sistemini, sibernetik esaslara uygun olarak, bir “Servo-Mekanism” biçiminde düşündüğümüzde, insan davranışlarının nedenlerini anlamakta yeni bir görüşe (yeni bir kavrama) varıyoruz. Ben, bu yeni kavramı sibernetik esaslarının insan beynine uygulanması olarak, “Psiko-Sibernetik” biçiminde tanımlamaya uygun buldum. Tekrar etmem gerekiyor, “Psiko-Sibernetik”; “insan, bir makinedir!” demiyor. Bundan daha ötede, “-İnsanın, kendisinin kullandığı bir makine yapısına sahip olduğunu!” tanımlıyor..” 2 Dr. Maltz’ın bu tanımını, biraz daha yakından kavrayabilmek için, Sibernetik’in ana yapısı olan “Geri Merkez İle Haberleşme” (İngilizce deyimi ile Feed-Back) durumuna kısa bir göz atalım. Bilindiği gibi, insanın ve hayvanın sinir sisteminde, “Animal Elektrik Akımları” halinde cereyan eden bir “Haberleşme Düzeni” bulunmaktadır. Bu haberleşme düzeni ile “Geri Merkez”den bir takım “Emir” (ya da Bilgi)ler organlara ve sinir uçlarına iletilmektedir. Sinir uçları da, kendilerine iletilen bu “Emir” (ya da Bilgi)lere uygun olarak işlemde bulunmakta, aynı anda da durmaksızın geri merkeze “Karşı Haber”i iletmektedirler. Geri Merkez, kendisine gelen “Cevap Akımları”na göre, durumu “Kontrol” etmekte ve ona göre yeni “Emir” (ya da Bilgi)ler göndererek, “Ayarlama”yı sağlamaktadır. Ancak “Geri Merkez”den gönderilen “Bilgi”ler,

2

Maxwell Maltz, Psycho-Cybernetics Wilshire Book Co. London. 1969, Sa.17.

-Hey sinir ucu!., Şu işi şöyle yap! şeklinde seslenme yolu ile olmamakta, bu “Bilgi”ler “Animal Elektrik Akımları”na dönüşmüş bir takım işaret (ya da sembol)lerle olmaktadır. Geri Merkez ile Sinir ucu (bir başka deyimle, “Bilgi İletici” ile “Bilgi Alıcı” arasındaki “Karşılıklı Haberleşme, Kontrol ve Ayarlama Durumu”nu, aşağıdaki şekilde gösterebiliriz.

Bilginin Sembol ya da İşarete Dönüşmesi

Bilgi İletici ve Cevap Alıcı

Kontrol

Bilgi Alıcı ve Cevap İletici

Feed-back Yolu

Bilginin Sembol ya da İşarete Dönüşmesi

Kontrol

Feed-back Yolu

Şekilden de görüldüğü üzere, “Geri Merkez”den iletilen emir (ya da Bilgi)ler, önce sembol (ya da işaret)e dönüşmekte, kontrol yapılmakta ve böylece “Bilgi Alıcı”ya ulaşmaktadır. Bilgiyi alan tarafından (olayımızdaki sinir ucu) iletilen “Cevap Akımları”da aynı biçimde “Kontrol”a uğramaktadır. Bu “Geri Merkez” ile “Uç” arasındaki “Karşılıklı Haberleşme”de durmaksızın işleyen “Kontrol ve Ayarlama”ya, kısaca, “Feed-Back Yolu” denilmektedir. Bu şekli gördükten sonra, tekrar Dr. Maltz’ın kitabına dönelim ve Sibernetik ile Psikolojiyi nasıl bağdaştırdığını, kısaca insan davranışlarını Psiko-Sibernetik olarak nasıl açıkladığını inceleyelim. Dr. Maltz, insanda bir “Şuuraltı Aklı” olduğunu ve bunun kendiliğinden bir “Servo-Mekanism” biçiminde çalıştığını ileri sürmektedir. Bu “ServoMekanism” ile “Hata” ya da “Yanlış” olan işlemler düzeltilmekte ve böylece de insan “Negativ Feed-Back Yolu” boyunca hareket etmeyi öğrenmektedir. Dr. Maltz, bu konuda aynen şöyle diyor:

“...Gerçek şudur ki insanlar, atı nallamasını, cirit atmasını, şarkı söylemesini, araba sürmesini, golf oynamasını ve diğer hünerleri, tüm yaşantısı boyunca öğrenmektedir. Aynı şekilde gene gerçektir ki, “Mekanik Bir Fare”, bütün bir deney devresi -labirent- boyunca, aynı biçimde öğrenmektedir. Bütün bu “Servo-Mekanism”ler onların çeşitli yapılarını -nature(“Hatıralar” denilen, geçmiş hatalarını, beceriksizliklerini, ıstıraplarını ve kötü tecrübelerini) kapsamaktadır. Bu negativ tecrübeler -denemeler- onu önleyici (yasaklayıcı) rol oynamayıp tam tersine, öğrenme ve belleme’de yardımcı olmaktadır. Zamanla, bu tecrübeler -denemeler-, “Negativ Haberleşme Verisi”nin (Negativ Feed-Back Data’-nın) doğru olarak teşekkül etmesini ve arzuların, “Positiv Hedefe Sapmaması”nı sağlamaktadır...” 3 Burada, yanlış bir anlama olmaması için, hemen şu açıklamayı yapalım. Negativ Feed-Back denilince “Negativ” kelimesi, eksi ya da ters anlamında kullanılmamaktadır. Negativ Feed-Back, “Bilgi” ya da “Emir”lerin iletildiğini ve “Cevap Akımarı”nın geri geldiğini belirlemektedir. Eğer “Cevap Akımları” geri gelmemiş ise ortada “Negativ Feed-Back” yok demektir. Bu durumda, yalnızca “Geri Merkez”den durmaksızın “Emir” ya da “Bilgi”ler gönderilmeye devam ediyor demektir. Bu durum ise “Positiv Feed-Back”dir. İşte Mr. Maltz, bu “Positiv Feed-Back” ve “Negativ Feed-Back” durumlarını göz önüne alarak insanın davranışlarını, Sibernetik açıdan değerlendirmektedir. İnsan, “Kötü” ya da “Hatalı” bir iş yaptığı anda, “Çevreden Gelen Etki (ya da Bilgi)ler” le bu kötü ya da hatalı davranışını düzeltme yoluna gitmektedir. “Hataların Düzeltilmesi” ya da “Doğru Olarak öğrenme” ise bir “Negativ Feed-Back Durumu”ndan başka bir şey değildir. Top’a kenarından vuran insan, bu topun sağa ya da sola gittiğini gördükçe, topun dümdüz gitmesi için, ona tam ortasından vurmayı öğrenmektedir. Bisiklete binen bir insan, düşmekte olduğu yere doğru dümeni kıvırarak dengesini sağladığını görmekte, bir kaç kez düşüp kalktıktan sonra, “Hatalı” hareketlerinin neler olduğunu anlamaktadır. Böylece de iki tekerlek üstünde hareket etmeyi öğrenmekte ve üzerinde dengesini kolayca “Ayarlayabilmekte”dir. Bu olayları en küçük örnek “Topa Vurma”dan günlük yaşantımızdaki “Konuşma” örneğine dek getirebiliriz. Bağırarak konuştuğumuz anda karşımızdakilerin de seslerini yükseltmeye başladıklarını gördüğümüzden sakin sesle konuşmayı ve soğukkanlı hareket etmeyi öğrenmekteyiz.

3

Maxwell Maltz, Psycho-Cybernetics Wilshire Book Co. London. 1969, Sa.60-61.

Dr. Maxwell Maltz’ın Psiko-Sibernetik’i tanımlarken ana yapı olarak ele aldığı Feed-Back durumunu, bir başka psikolog çeşitli yönleri ile ele almaktadır. Dr. John Annett, psikolojik davranışların esasının Feed-Back ile meydana gelen “Sonuçların Bilgisi”nden başka bir şey olmadığını ileri sürmektedir. İngilizce sonuçların bilgisi kelimelerinin karşılığı olan “Knowledge of Results”ı da kısaca “K. R.” ile tanımlamaktadır. Dr. Annett, kitabında, çeşitli Feed-Back durumlarını da belirtmektedir. Dr. Annett, “Duyum Merkezi” ile “Merkezsel Sinir Sistemi” ve “Motor Sistem”in, çeşitli Feed-Back durumları ile karşılıklı “Haberleşme” de bulunduğunu, böylece de “Kontrol” ve “Ayarlama”nın kendiliğinden yapıla gelmekte olduğunu açıklarken, “Bilgi Alış-Verişi”nin çeşitli şekillerde olduğunu ileri sürmektedir. Çoğaltılmış Feed-Back (Augmented Feed-Back). Geciktirilmiş ya da geri bırakılmış Feed-Back (Delayed Feed-Back). Saptırılmış Feed-Back (Distorted Feed-Back). Görüntü Hâline Geçmiş Feed-Back (Displaced Visual Feed-Back). İşlem Hâlinde Feed-Back (Action Feed-Back). Öğrenim Olarak Feed-Back (Learning Feed-Back). vs. çeşitli Feed-Back durumlarını işaret eden Dr. John Annett, sistemin tümünün işleyişinin de aynı şekilde Feed-Back Haberleşmesi ile olduğunu belirtmektedir. İnsanın sinir sisteminin ve psikolojik yapısının, tıpkı bir elektronik makinenin işleyişini andırdığını da işaret eden Dr. Annett, şöyle demektedir: “..Motor sistem, kontrole etki yapmakta iken, kontrol de makineye etki yapmakta ve aynı anda da motor sistemlere etki yapmaktadır. Çeşitli Feed-Back yolları ile de karşı koyma, dayanma ve ayarlanma durumları meydana gelmektedir..” 4 Dr. Annett’in üzerinde durduğu “Sonuçların Bilgisi” durumu, FeedBack yolu boyunca yapılan haberleşme sonunda meydana gelen “Negativ Feed-Back Data”dan başka bir şey değildir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi insan ya da hayvan, çeşitli davranışlarda bulunurken kendi

4

John Annett, Feedback and Human Behaviour. Penguin Books Ltd. Middlesex. England. 1972. Sa. 28.

çevresinden ve dış çevreden gelen etkiler karşısında, “Hareketlerini Ayarlayabilmek” için bir takım yeni davranışlarda bulunmakta, böylece de “Hatalı Durumları”nı terk etmekte ve “Doğru Harekete Yönelmekte”dir. Bu ise, çeşitli tecrübe ve denemelerden sonra elde ettiği “Sonuçların Bilgisi” ile kendiliğinden kurulmaktadır. Dr. Annett, bütün bu yeni değerlendirmelerin Sibernetik biliminden yararlanılarak yapılabildiğini, kitabının sonunda şu cümle ile açıkça belirtmektedir: “... Sibernetik’in, “Psikolojik Düşünce” üzerinde öyle büyük bir etkisi olmuştur ki, bu etki çeşitli alanlarda ve derine kadar inmiştir..” 5 Burada çok haklı bir soru akla gelebilir. Psiko-Sibernetik ile insanın davranışlarının bir takım “Haberleşme” sonunda meydana geldiğini ileri sürmekle ne açıklanmış olacaktır? Bunun Psikolojiye katkısı nedir? Böyle bir soruya cevap vermeden önce, şu noktayı da saptayalım: Psikoloji, insanın ruhsal yapısını inceleyen bir bilimdir. Ancak, bu ruhsal yapı “Beden Yapısı Dışında Başlı Başına Bir Yapı Olarak Ele Alınmamalıdır”. Çünkü yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi birçok fizyolojik bozukluklar, psikolojik davranışlara etki yapmakta, diğer yanda psikolojik bozukluklar da fizyolojik arazlar meydana getirmektedir. Bütün bu nedenlerle de “Psiko-Fizyoloji” ya da “Fizio-Psikoloji” adı altında bilimsel çalışmalar yapılmaktadır. İşte, “Psiko-Sibernetik”, ortaya koyduğu çeşitli Feed-Back sistemleri ile yalnızca Psikoloji bilimine değil, Psiko-Fizyoloji ya da Fizio-Psikoloji çalışmalarına da büyük katkılarda bulunmaktadır. Psiko-Sibernetik, kısaca şunu ortaya koyuyor: Hiç bir organ ve hiç bir davranış, tek başına olarak ele alınamaz! Bu organın işleyişi, diğer organlar ile “Haberleşme” hâlinde bir bütün olarak cereyan etmektedir. Herhangi bir davranış, belirli bir Ekti’nin sonucu meydana gelmeyip bir takım “Haberleşme”ler sonunda “Denge Kuramama” ya da “Ayarlama Yapma”dan ileri gelmektedir. “Denge Kuramama” ya da “Dengesizlik” durumu da, bir anlamda “Denge Durumu”dur. Şöyle ki o insan, “Belirli Haberleşmeler ile Yetinmiş” ya da “Tüm Haberleşmeyi Sağlayamadan” bir davranışta bulunmuştur. Ya 5

John Annett, Feedback and Human Behaviour. Penguin Books Ltd. Middlesex. England. 1972. Sa. 170.

da bir “Sinir Ucu”, kendisine “Bilgi ileten” yollarda bazı bozukluklar olması nedeni ile “Bir Tek Yönden Gelen” bilgilerle “Haberleşme” kurabilmiş ve ancak bu “Bilgi”lere göre “Cevap Akımları”nı göndermiştir. Sonuçta da, “Eksik Ya Da Yanlış Bilgilerle Denge Kurulması” yoluna gidilmiştir. Bu durum, bilimsel olarak saptandıktan sonra, değerlendirme de değişmektedir. Bugüne kadar “Suçlu” olarak tanımladığımız “Kişiler”in durumu da, bu açıdan ele alınmaktadır. Yıllardır “Kriminal psikoloji” ya da “Kriminoloji” adı ile gelişmekte olan bilim dalında da yepyeni hamleler yapılmakta ve “Suçlu Kişiler”in, iç yapılarında nasıl bir “Haberleşme Cereyan Etmiş Olduğu” üzerinde durulmaktadır. Beden yapısındaki bozukluklarına (Patolojik Belirtiler) yanında “İç Yapıdaki Haberleşme Bozuklukları”nın araştırılması ise Psikoloji biliminde pek yakında ortaya yepyeni teknik bilim dallarının çıkacağını göstermektedir. Elektro-Kardiyogram, nasıl kalp ritminin düzenini belirtiyorsa; Elektroansefalogram nasıl beyinden yayınlanan alfa beta dalgaları ile bu sistemin çalışma düzeni hakkında bilgi veriyorsa; Psiko-Sibernetik ile ortaya konulacak yeni âletler, beden yapısındaki tüm nörolojik ve psikolojik “Haberleşme”lerden de bilgi verebilecektir. Bu âletler yardımı ile bedendeki nörolojik ve psikolojik haberleşme biçim ve yolları saptanmakla kalmayacak, bu yol üzerinde Feed-Back sistemine aykırı bir “Bilgi İletimi” cereyan ediyor ise, bunun “Negativ FeedBack Data” hâline dönüşmesinin sağlanmasına gidilecektir. Bu konu üzerinde titizlikle duran “Hukukçu Sibernetikçiler”, Ceza Hukuku’nun da yeni baştan ele alınacağını, Hukuk Biliminin bu dalının, bir “Ceza” olarak değil bir “Tedavi” olarak değerlendirileceğini, ileri sürmektedirler. Topa doğru dürüst vurmayı öğrenme ya da bisiklete doğru düzgün binmeyi bellemeden başlayarak “Ceza Hukuku”na kadar uzanan “PsikoSibernetik”in, ne derecede etkili bir biçimde gelişmekte olduğu görülmektedir. Yakın bir gelecekte, “Ceza Hukuku”nun kaldırılıp yerine “Tedavi Hukuku”nun konulduğu duyulacak olursa, hiç şüphe yok ki bu “Psiko-Sibernetik”in başarılarından biri olarak anılacaktır.

1+1=1 TUHAF BİR MATEMATİK AMA ELEKTRONİK SİSTEMİN TEMELİ1

İngiliz Mantıkçısı ve Matematikçisi George Boole (1815-1864), bundan tam 120 yıl önce, 1854’te yazmış olduğu “An Investigation of the Laws of Thought” (Düşüncenin Kanunları Üzerine Bir Araştırma) adlı eserinde, “..Basit mantık önermeleri, semboller ile gösterilebilirse, iki önerme arasındaki bağlantıya bir cebirsel denklem gözü ile bakılabilir..” diyordu. Bütün önermelerin de genellikle “VE”, “VEYA”, “DEGİL” söz ya da bağlaçları ile birbirlerine bağlandığını belirterek bu önermelerin, matematik birer denklem şeklinde yazılacağını ileri sürüyordu. George Boole (Bul olarak okunmaktadır), “Mantık” ile “Matematik” bilimleri arasında benzer bir yapı bulunduğunu da açıklamış oluyordu. Şimdi bu bağlantılardan “VE”yi ele alarak, nasıl bir şey anlatılmak istendiğini inceleyelim. George Boole, eğer, diyordu, birbirleri ile VE bağlantısı hâlinde bulunan iki önermeden, birincisi Doğru (D), ikincisi de Doğru (D) ise, VE bağlantısı sonucu da doğrudur. Yani o da (D)’dir. Eğer, bu önermelerden biri Doğru (D), diğeri ise Yanlış (Y) ise, VE bağlantısında sonuç da Yanlıştır. Yani (Y)’dir. Yok eğer, bu önermelerin her ikisi de yanlış ise sonuçta da Yalnış’a ulaşılır. Yani (Y)’dir. Şimdi, Doğru kelimesi yerine (D) harfini ve Yanlış kelimesi yerine de (Y) harfini koyarak, Boole’un, “VE Bağlantılı Denklemi”ni göstermeye çalışalım. Birinci önermenin bulunduğu kolona (A) kolonu, ikinci önermenin bulunduğu kolona (B) kolonu ve sonucu gösteren kolonu da (A n B) olarak işaretleyelim. Ne demişti George Boole, iki önermeden ikisi de “Doğru” ise (yani D) ise VE bağlantısı içinde sonuç da “Doğru”dur. (yani D’dir). O halde, bu durumu, kolonlara yerleştirerek işaretleyelim. O zaman, aşağıdaki denklem karşımıza çıkacaktır. A D 1

B D

AnB D

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 81, Ağustos 1974.

Boole, iki önermeden birinin “Doğru” (D) diğerinin “Yanlış” (Y) olması hâlinde sonucun da “Yanlış” (Y) olacağını söylemişti. Şimdi, bu durumları da kolonlara yerleştirelim. O zaman da aşağıdaki denklemleri elde edeceğiz. A D Y

B Y D

AnB Y Y

George Boole, son olarak da bu iki önermeden ikisinin de “Yanlış” olması halinde, sonucun da “Yanlış” (yani Y) olacağını söylemişti. Şimdi, bu durumu da kolonlara koyalım. O zaman da, aşağıdaki denklem, ortaya çıkacaktır. A Y

B Y

AnB Y

Ayrı ayrı belirtmeye çalıştığımız bu denklemleri, aynı kolonda toplu olarak göstermek istersek “VE Bağlantı Denklemleri” toplu olarak, şöylece sıralanacaktır: A D D Y Y

B D Y D Y

AnB D Y Y Y

Şimdi de bu (D) ve (Y) işaret (ya da simge)lerinin yerine önermeleri koyarak, denklemlerin alacağı şekli izleyelim. “Su, 100 derecede kaynar” (D), VE “Su, zeytinyağından daha ağırdır” (D). Ve sonuç da doğrudur (D). “Su. 50 derecede kaynar (Y), VE “Su, zeytinyağından daha ağırdır” (D). Ve sonucu, “Doğru” ile “Yanlış”ı bağdaştıramayacağından, sonucun “Yanlış” (Y) ola-cağını işaret edecektir. Her iki önermeyi de “Yanlış” bir biçimde, “Su 50 derecede kaynar” Ve “Su, zeytinyağından Daha Hafiftir” olarak yazdığımızı düşünelim. O zaman da “Ve Bağlantı Sonucu” da, “Yanlış” (Y) olacaktır. Okuyucular, burada bir an durup; -Hepsi, iyi hoş ya!.. Bu anlatılanların Elektronik Sistem ile ne ilgisi var? diye sormakla haklıdırlar.

O halde izin verirseniz, konumuzda bir adım daha yürüyelim ve deminden beri “Doğru”yu belirtmek üzere kullandığımız (D) harfi yerine (1) sayısını; “Yanlış”ı belirtmek üzere kullandığımız (Y) harfi yerine de (0) sayısını; yazalım ve kolonlarımızdaki yerlerine koyalım. O zaman, yukarıdaki “Doğru” “Yanlış” önermelerin “VE Bağlantı Durumu” aşağıdaki şekilde yazılacaktır. A 1 1 0 0

B 1 0 1 0

AnB 1 0 0 0

Elektronik sistemde de (1) sayısı, bir “Değer”in varlığını belirlemektedir. Elektronik Sistem, (adından da anlaşıldığı gibi) “Elektron”ların akışı ile ilgili olduğundan (1) sayısı, orada bir “Değer”in varlığını, başka bir deyimle bir “Elektron Akımı” ya da “Elektron Darbesi” olduğu göstermektedir. Yalnız, burada çok önemli bir notu belirtmemiz gerekiyor. İki önermenin (ya da Değer)in birbirleri ile VE bağlantısı içinde olması demek, bu iki önermenin (ya da “Değer’in) “Birbirleriyle Çarpımı” belirtiliyor demektir. Bu açıklama karşısında, aynı okuyucular, çok haklı olarak: - İster, George Boole’un kurduğu denklem olarak, isterse Elektronik Sistemdeki, akım darbeleri olarak ele alınsın, burada “Tuhaf” diye tanımlanacak hiç bir şey yoktur. Çünkü (1) sayının (1) sayısı ile çarpımı = (1) sayısını verir. (1) sayısının (0) sayısı ile çarpımı = (0) olduğu gibi, (0) sayısının (0) sayısı ile çarpımı da yine = (0) dır. Bu “Denklem” ya da “Matematik”in, “Tuhaf Durumu” neresinde? diye, yeni bir soru yöneltebileceklerdir. Sanıyorum ki bizim de konumuza iyice girmemize olanak vereceklerdir. George Boole’un, kurmuş olduğu “Yeni Mantık” ya da “Yeni Matematik” de, iki önermenin birbirleri ile VEYA ilişkisi içinde de bağlantılı olabileceğini ileri sürdüğünü de yukarıda belirtmiştik. Bu VEYA ilişkisine gelince, durum, birden değişivermektedir. Çünkü VEYA ilişkisi, iki önermenin birbirleriyle çarpımını değil “Toplanmasını” belirlemektedir. Demin, yukarıda (A) kolonu ile (B) kolonundan sonra yazdığımız ve sonucu belirleyen (A n B) kolonundaki ters (U) harfi. “Toplama İşlemi” sonucu belirttiği anda, düz “U” şeklinde yazılmaktadır. Toplam sonuç da (A U B) olarak gösterilmektedir.

Şimdi, yine önerme ele alalım ve bunları VEYA ilişkisi içinde sonuçlandıralım. Demek oluyor ki bu kez kuracağımız “Denklem”, “çarpmayı” değil “Toplama”yı gösterecektir. Ancak “VEYA” ilişkisi içinde (yani iki önermenin toplamını gösterir bir biçimde) denklem tablosunu (yani kolonları) sıraladığımız zaman durum çok değişmekte ve aşağıdaki tablo meydana gelmektedir. A 1 1 0 0

B 1 0 1 0

AUB 1 1 1 0

İşte, şimdi çok tuhaf bir matematik ile karşılaşıverdik. 1 + 1 = 1 diye gösterilen ve bugüne kadar alışmadığımız bir toplama sistemi, ortaya çıktı! Prof. Dr. Tarık Özker, bize çok tuhaf görünen bu yeni matematiği, “Boole Cebrine Giriş” adlı makalesinde şöyle belirtmektedir: “... Yapısı gereğince “Boole Cebri” de çeşitli matematik ve fiziksel durumlara uygulanabilir. Bu cebrin işlemlerine ilişkin yorumlardan en önemli ikisi, matematiksel olasılıklar hesabının gelişiminde rolü olan “Cümleler Cebri” ile ilk kez (1938) Claude Shannon’ca lojik devrelerine uygulanan biçimi ile “Komütasyon” cebridir. Bu son yorum, bugün özellikle “Elektronik Hesap Makineleri”nde önemli rol oynamaktadır..” Yukarıda, Elektronik Sistemin (1) ve (0) üzerine kurulu olduğunu, başka bir deyim ile “Evet” ya da “Hayır” akım dili ile “Elektron Darbeleri İlettiğini” belirtmiştik. Prof. Özker’in sözlerinden sonra, Boole Cebri’nin, Elektronik Sistem’de nasıl uygulandığını, aşağıdaki şekillerle, gösterebiliriz. “Elektron Darbeleri”nin, nasıl (1) ve (0) değerini aldıklarını, yeteri kadar açıklıkla kavrayabilmemiz için evlerimizdeki, elektrik anahtarlarını bir an göz önüne getirelim. Çok iyi bellediğimiz gibi, elektrik anahtarını çevirince bu anahtarın bağlı olduğu lâmba (ampul) yanmakta ve bir daha çevirince de sönmektedir. Bir başka deyişle, önce (0) durumunda olan akım, bizim anahtarı çevirmemiz ile meydana gelen devre sonunda, birden akmakta ve lâmbanın (ampulün) yanışı ile de (1) değerini göstermektedir. Aşağıdaki şekil, akım devresinin “Boş” ya da “0” durumu ile “1” durumunu, ayrı, ayrı göstermektedir.

0

1

Bu şekli gördükten sonra “Boole Cebri”ne gelelim ve bu “Tuhaf Matematik”in, elektronik sistemde nasıl geçerli olduğunu inceleyelim. Boole Cebri’nde önce VE ilişkisini incelediğimiz için elektrik akımlarında da VE ilişkisi durumunu ele alalım. Bu durum, elektrik devrelerinin “Seri Bağlantısı”nın aynıdır. Aşağıdaki şekilde, böyle bir “Seri” bağlanma görülmektedir.

A

B

Şekle bakar bakmaz, (A) anahtarı ile (B) anahtarının ikisinin de temas (contakt) hâlinde olduğu (yani elektronların her iki anahtardan da geçtiği) böylece her iki anahtarın da (1) durumunda akım ilettiği görülmektedir. Kısaca elektrik akımı, hangi anahtar yönünden gelirse gelsin, her iki anahtar da (1) değerinde olduğu için, karşı yöne (1) değerinde geçebilmektedir. Kısaca Boole Cebrinde VE ilişkisi içinde 1 x 1 = 1 olarak yazılan denklem, elektrik akımının bu durumuna tamamen uygundur. Şimdi de aşağıdaki şekillere bir göz atalım. A

A

B

B

Şekilden de görüldüğü gibi, şimdi durum değişmiştir. Şekillerden birinde, akım (A) anahtarından geçtiği halde, (B) anahtarı devresi “Boş” ya da (0) değerinde olduğu için, ileriye geçememekte, ya da tam tersine, (B) anahtarından geçtiği halde bu kez (A) anahtarı “Boş” ya da (0) değerinde

olduğu için yine ileriye gidememektedir. O halde, yine Boole Cebrinde, bu durumları belirten 1 x 0 = 0 ile 0 x 1 = 0 sonucunu gösteren denklemler, elektrik akımlarının bu durumlarına da tamamen uygundur. Şimdi de (A) anahtarı da (B) anahtarı da “Boş” bir durumda (yani akımı iletmeyen (0) durumunda, birbirleriyle seri bağlantı hâlindeki şeklini çizelim. A

B

Böyle bir seri bağlantı da elektronlar, hangi yönden gelirse gelsin, karşıya geçemeyeceği için, Boole Cebri’nde 0 x 0 = 0 olarak yazılan denkleme tamamen uygun düşecektir. Buraya kadar, Boole Cebri’nin VE bağlantısı hâlinin elektrik akımlarına nasıl uygulandığını gördük. Şimdi ise bize çok “Tuhaf Bir Matematik” olarak gözüken VEYA bağlantısı (ya da Boole Cebri’nde toplama durumunu) incelemeye geçelim. Bu kez “Paralel” bir bağlantı, ele alacağız. Aşağıdaki şekilde, birbirlerine “paralel” olarak bağlanmış (A) ve (B) anahtarları görülmektedir. (A) anahtarı da (B) anahtarı da (1) durumunda oldukları için, elektrik akımı, hangi yönden gelirse gelsin elektronlar karşıya geçebilecektir. O halde Boole Cebri’nde VEYA Bağlantısı için 1 + 1 = 1 olarak yazılan denklem, aynı zamanda, elektrik akımına da uygundur.

A

B

Aynı denklemdeki diğer durumların, elektrik akımlarına ne şekilde uygun düştüğünü belirleyebilmek için de aşağıdaki iki şekli çizelim.

A

A

B

B

Bu şekillerden birinde (A) anahtarı (1) durumunda iken (B) anahtarı (0) durumundadır. Diğerinde ise (A) anahtarı (0) durumunda iken (B) anahtarı (1) durumundadır. Her iki şekilde de akım, bir anahtardan geçemediği halde diğerinden geçebilmektedir. O halde, 1 + 0 = 1 denklemindeki sonuç ile 0 + 1 = 1 denklemindeki sonuç da elektrik anahtarlarının, bu biçimindeki “Paralel” bağlantısına aynen uygun düşmektedir. Şimdi de (A) anahtarı da (B) anahtarı da “Boş” yani (0) durumunda olan bir paralel devre çizelim.

A

B

Yukarıdaki şekilden de açıkça görüldüğü gibi, (A) anahtarı da (B) anahtarı da (0) durumunda olduğu için, elektrik akımı hangi yönden gelirse gelsin, karşıya geçemeyecektir. Başka bir deyim ile (0) durumunda olan bir devre ile yine (0) durumunda olan ikinci bir devrenin toplanması, sonucu değiştirmeyecek ve yine (0) olarak kalacaktır. O halde, yine Boole Cebrinde 0 + 0 = 0 olarak yazılan sonuç, bu duruma da tamamen uygun düşmektedir.

Yalnızca şu şekillerden görülüyor ki bundan lam 120 yıl önce George Boole tarafından ortaya atılmış olan “Boole Cebriri” ya da “Mantık Cebri”, günümüz “Elektronik Sistemin” ana yapısı olan “Elektronların Değerleri” hakkında da kesin denklemleri dile getirmektedir. Nitekim Boole’un bu denklemlerinden esinlenerek “Elektronik Sistem” de (0) ve (1) ya da “EvetHayır”dan oluşan “İkili Akım Dili” ortaya konulmuş ve bu akım dilinin geliştirilmesi ile bugünkü kompüterler meydana getirebilmiştir. Utah üniversitesi Kompüter Bilimi Kürsüsü Profesörü David C. Evans’ın da dediği gibi; “... Bir elektrik akımında bir “Mantık Değeri” olarak (0), belirli bir voltaj ya da akımı, ve yine bir “Mantık Değeri” olarak da (1) diğer bir voltaj ya da akımı simgelemektedir. Simgelenmiş her bir akım “Doğruluk Tablosu”nda, bütün “Giriş” ve “Çıkış” durumları ile gösterilmektedir. Bu “Doğruluk Tablosu”, (19. Yüzyılda yaşamış olan George Boole’un ismini taşıyarak) “Boole Cebri” olarak bilinmektedir...” 120 yıl önce yaşamış bir bilginin bir “Mantık Kuralı” koyması ve bu kuralın günümüze kadar gelmesi övgü ve saygıya değer bir şey. Amma, bu bilginin yaşadığı çağda, adını bile bilmediği Elektronik Sistemin temel yapısını, 120 yıl öncesinden atması gerçekten, övgünün de üstünde bir şey.

DOĞANIN SİBERNETİĞİ 1

“Doğa’nın Sibernetiği” sözü ile, “Doğal olarak meydana gelen Yapı” ya da “Doğup ortaya çıkan Yerküresi”nde, yine kendiliğinden süre gelen “Sibernetik Durumlar”ı anlatmak istiyoruz. Yakın zamanlara kadar bu duruma “Tabiat Ana’nın Yapısı” denilirdi. Son bir kaç yıldır ise, “Tabiat” kelimesi, yerini “Doğa” kelimesine bıraktığı için, biz de bu kelimeyi kullanarak, “Doğa’da Kendiliğinden işleyen” Sibernetik Sistem’i kısaca belirtmeye çalışacağız. Ancak, hemen bir noktayı açıklayalım. Yerküresinde, “Durmaksızın İşleyen Haberleşme Sistemleri” ve bu haberleşmeye göre “Denge Kurma Durumları” o kadar çoktur ki... insan ömrü bunları, (belirtmek bir yana) saymaya bile yetmez. En basit bir örnek olarak, yalnızca “Gece” ile “Gündüz” durumlarını, Sibernetik açıdan ele alarak incelemeye çalışalım Sabahleyin bahçeye ya da bir kıra çıktığımızda, gelinciklerin ya da ayçiçeklerinin, çanaklarını doğuya (yani güneşin doğduğu yere) doğru çevirmiş olduklarını görmüşüzdür. Aynı çiçeklere güneşin batmasına yakın baktığımızda, durumun değiştiğini de hemen sezinlemişizdir. Çünkü bu kez çanaklar, batıya (güneşin battığı yere) doğru çevrilmiş durumdadırlar. Hatta bu nedenle de ayçiçeğine bazı yörelerimizde “Günebakan” ve “Gündöndü” adı verilmektedir. Biyoloji bilginleri bu durumu, “çiçeğin, güneş ışınlarını daha fazla alabilmesi için ona doğru yönelmesi” olarak tanımlamaktadırlar. Konuyu Sibernetik yönü ile ele aldığımızda “Işığa Yönelme işlemi”nde birçok “Bilgi Alış-Verişi, Kontrol ve Ayarlama Yapma” durumlarının, durmaksızın cereyan ettiği kendiliğinden ortaya çıkacaktır Şöyle ki: Bitkiler, güneş ışınlarını genellikle yaprakları ve bunun yanı sıra da çiçekleri yolu ile aldıklarından (olayımızdaki örnekler gibi), güneş ışınlarını alır almaz güneşten gelen “Foton”lara ait “Bilgi”leri, en küçük hücrelerine kadar iletmektedirler. Yine biyoloji kitaplarından aklımızda kaldığı gibi, bu “Işık Alma” yolu ile bitkiler “Foto-Sentez” adı verilen basit bileşikleri yapma (karbondioksit su ve nitratlar gibi) ya da daha karmaşık yapılı organik molekülleri yapma (protitler, glositler ve lipitler gibi) işlemini sağlamaktadırlar. Kısaca “Foto-Sentez” adını verip geçiştiriverdiğimiz bu durumu sağlayabilmek için, yaprak ve çiçekten gelen “Bilgi”lerin, en küçük hücre yapısına kadar uzanıp (büyük bir ilaç fabrikasında çalışan işçilere iletilmesi şeklinde) gittiği ve orada da çeşitli işlemlere dönüştüğü anlaşılmaktadır. Bitki 1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 82, Eylül 1974.

fabrikasında bu imalât yapılırken, diğer yandan da “Güneş Işınlarını Kaybetmemek” için, gerekli kontrol ve ayarlamalar yapılmakta ve örneğimizdeki “Gelincik” ile “Ayçiçeği” de boynunu (doğuşundan batışına dek) güneşe doğru çevirerek, saniyenin binde biri kadar olan aralıklarla güneşin hareketine uygun hareketlerde bulunmaktadır. Şu çok basit bir örnek olarak ele aldığımız ve güneşin hareketine göre yönelimde bulunan bir bitkide ne çeşit bilgi alışverişleri cereyan ettiğini belirleyen örnekten sonra “Gece” ile “Gündüz”e ilişkin daha büyük “Sibernetik Denge Durumları”nı göz önüne getirelim. Çok iyi bildiğiniz gibi “Yeryüzü Küresi”nin kendi ekseni çevresi dönmesinden, günümüzün yarısını( güneş ışınlarının etkisi ile) aydınlıkta, diğer yarısını ise karanlıkta geçirmekteyiz. Yer Küresinde var olmuş bulunan bitki, hayvan ve insanlar, bu “Gece” ve “Gündüz” durumuna göre bir “Denge Kurarak” yaşamlarını sürdürmektedirler. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar, günün “Aydınlık” döneminde çalıştıktan, bir kaç kez gıdalarını aldıkları hâlde “Karanlık” dönem ile birlikte bitkiler çiçeklerini kapatmakta, hayvanlar in ya da yuvalarına çekilmekte, insanlar da yataklarında kendilerini bekleyen derin uykuya dalmaktadırlar. Gerçi bunların ayrıcalıkları (istisnaları) yok değildir. Geceleri bahçelerimizi süsleyen “Akşam Sefası” çiçeklerinin açması, yarasaların sahip oldukları “Radar aygıtları” nedeni ile geceleri uçmaya başlaması, çift vardiya çalışan iş yerlerinde “Gece Nöbetinde” olan işçilerin çalışması., vb. gibi. Ancak, bunların “Genel Durum” yanında çok küçük istisnalar olduğu görülmektedir. Genel Durum sözü ile, “Gece” ile “Gündüz” e ilişkin “Genel Sibernetik Denge Durumu”nu belirtmek istedik. Bunu şöylece açıklamak isteriz: Güneş ışınları Yer Küresini aydınlattığı sürece bitki, hayvan ve insanlarda, bu ışınların etkisi ise “İç Çevre” de bir “Bilgi Alış-Verişi” olmakta ve buna göre “Belirli İş” ya da “Belirli Hareketler” yapılmaktadır. Güneş ışınlarının kaybolmaya başlaması ile birlikte bu kez iletilen bilgilerle “İç Çevre”, bu hareketleri yavaşlatmaya başlamakta ve bizim, “Günün Yorgunluğu” dediğimiz durum kendini göstermektedir. Bunun sonucunda da hemen tüm canlılar, dinlenmeye çekilmektedir. Eğer, günün süresi 24 saat değil de 48 saat olsaydı herhalde tüm canlılar (24 saat güneş ışınlarından gelen etkilerle) 24 saat harekette bulunma ve diğer 24 saati de dinlenme ile geçirme gibi bir biçimde “Denge Durumu” kuracaklardı. Sibernetik, canlı ve cansız varlıklarda haberleşme, kontrol ve ayarlamayı incelediği için matematikçi, elektronikçi, nörologlar yanı sıra, dil bilginleri ile bitki ve hayvan bilimleri üzerinde çalışan bilginler de, “Karşılıklı Haberleşme” durumunu özellikle incelemektedirler.

Bugün “Dil Bilimi” (Lengüistik) üzerinde çalışan bilginler, insanlardaki dil yolu ile “Bilgi İletimi” yanında “Hayvanlardaki Bilgi iletimi” üzerinde de durmaktadırlar. Bu “Bilgi iletimi Yolu” ile de “Doğa’da Nasıl Bir Sibernetik Denge Durumu” kurulmuş bulunduğunu araştırmaktadırlar. Bundan otuz yıl önce “Arıların Hayatı”nı inceleyen Prof. V. Frisch, arıların birbirleri ile nasıl konuştuklarını saptayabilmek için birçok deneylere girişmişti. Sonuçta da bir yerde “Şekerli Bir Madde” ya da “Şekerli Bir Su” bulan “Arı”nın bunu, kendi kovanındaki arkadaşlarına, “Dönme Dansı Yaparak” bildirdiğini saptamıştı. Bal arısı bir yerde, şekerli bir madde bulup buradan aldığı yükü peteğe bıraktıktan sonra, hemen “Dönme Dansı”na başlamaktadır. Bu çok ilginç durumu Prof. Frisch şöyle anlatmaktadır: “...Toplayıcı arı yükünü boşalttıktan sonra “Dönme Dansı”na başlar. Peteğin üzerinde biraz önce oturduğu yerde, ufak daireler çizerek hızlı ve kısa adımlarla yürür, fakat genellikle dönme yönünü değiştirir. Yani, önce sağa sonra sola döner ve böylece bir iki daire çizinceye kadar bir o tarafa, bir bu tarafa hareket eder. Bu dans, kovan arkadaşlarının en çok bulunduğu yerde yapılır ve özellikle çevreyi de etkilemesiyle daha çekici olur ve daha çok göze çarpar. Diğer arılar önce. “Dans Eden Arı”yı, oturdukları yerden seyrederler. Fakat sonra, yavaş yavaş onlar da harekete geçerek, antenleriyle, dans eden arının arka kısmına dokunurlar ve onun yaptığı bütün beden hareketlerini tekrarlarlar. Böylece bir çılgın gibi dans eden arının arkasına takılanlar, yavaş yavaş çoğalır. Bu kaynaşma iki saniye, yarım ya da bir dakika sürebilir. Bundan sonra dans eden arı birdenbire durur. Arkasına takılanlar da birer birer ayrılırlar. Bazen bu arı, kovanın bir başka tarafında aynı dansı tekrarlar. Sonuçta uçma deliğine doğru koşar ve kovana her dönüşünde de aynı dansları tekrarlamak üzere ilk bulduğu “Bal Kaynağı”na uçar. Bu dansı kelimelerle anlatmak imkânsızdır. Bunu, muhakkak, görmüş olmak lâzımdır..”2 Yukarıda, “Dil Bilginleri”nin, hayvanlardaki bilgi alış-verişi üzerinde, özellikle durduklarını belirtmiştik. Nitekim. J. C. Marshall da, bu konuyu “Dil Bilimi” açısından ele almakta ve V. Frisch’in işaret ettiği “Dönme Dansı”nın, bir “Bilgi İletim Örneği” olduğunu ileri sürerek şöyle demektedir: “.. Bu danslar, yiyecek kaynağının uzaklığını ve yönünü bildiren birer “Kodlama” ya da “Simgeleme”den başka bir şey olmadığından bal arıları arasında, bu kod ya da simgelerle “Bilgi İletimi” ve “Haberleşme” olmaktadır..” 2

K. V. Frisch, Arıların Hayatı. Çeviren: Bedia Bozkurt Üniversite Kitabevi. İstanbul 1946. Sa. 128 – 129.

J. C. Marshall, sözlerini şöyle tamamlamakta: “.. Benim bilgi iletiminde çok basit bir dönüşüm örneği olarak yaptığım bu tanımlama, onların çeşitli durumları karşısında çok basit kalmaktadır. Gerçekten de “Hayvanlardaki Karşılıklı Bilgi Alış-Verişi”nin çeşitli fonksiyonlarını, yapısını ve psikolojik mekanizmini tek bir teori ile açıklamaya çalışmak olanaklı değildir..” 3 Mademki, dil bilginlerinin “Hayvanlardaki Bilgi Alış-Verişi, Kontrol ve Ayarlama Durumları” ile ilgilendiklerine (kısaca Sibernetik Durumları incelediklerine) değindik. O halde bu konuda bir kaç ilginç incelemeye kısa bir göz atalım. Sanıyorum bu örneklerden, “Doğadaki Çeşitli Sibernetik Denge Durumları” hakkında bizlerde yeteri kadar bir fikir uyanabilecektir. Bu örnekleri biri “Dil Bilimi” diğeri ise “Neuro-Psikiyatri Bilimi” alanında çalışan iki Profesör dostumun kitaplarından almak istiyorum. Bu Profesör dostlarımın her ikisi de bilimsel incelemelerini Sibernetik açıdan değerlendirmeye çalıştıkları için, özellikle aynı örnek üzerindeki görüşlerine değinmek istiyorum. Alacağımız örnek, hepimizin çok iyi tanıdığı “Çekirgeler”in, “Birbirleriyle Haberleşmeleri” ve “Doğadaki Sibernetik Denge Durumları” olacaktır. “Dil Bilimi” alanında çalışan Prof. Dr. Özcan Başkan, “Bir Haberleşme Dalı” olduğu için Sibernetik’in, Lenguistik’i (Dil Bilimini) çok ilgilendirdiği” üzerinde durmakta ve örnek olarak alacağımız “Çekirgenin Hareketi”nin de aynı şekilde, “Haberleşme” ile sağlandığını şöylece belirtmektedir: “..Çekirgeler her sıçrayışlarında, önce yanındakilere işaret vererek, biraz sonra sıçrayacaklarını bildirmektedir. Bu çeşit işaretin görevi, sadece uyarma olduğundan, işareti alan çekirgeler hiç bir şey yapmamaktadır. Eğer, bir tarlada bulunan çekirge sürüsünden bir tanesinin, yakınına basılacak olursa, bu çekirge, uyarma işaretini vermeye fırsat bulamadan havalanmaktadır. Bu durumda habersiz fırlayan çekirgeyi gören yanındakiler de zincirleme tepki yüzünden kısa bir süre sonra, bütün tarladaki çekirgeler, uyarma işareti almadıkları için havalanmaktadır. Burada, “Haberleşme Değeri Taşıyan Şey”, işaretin verilmesi değil, verilmemesi olmaktadır..” 4 Çekirgenin harekete geçmeden önce gönderdiği simgelerle “Haberleşme Yapması” durumunu gördükten sonra, aynı çekirgenin sıçrayıp kalktıktan sonra, havadaki uçuşu anında ne çeşit “Haberleşme Yaptığı” ve 3

4

J. C. Marshall, The Biology af Communication in Man and Animals, New Horizons in Linguistics. Penguin Books Ltd. Middlesex 1972. Sa. 232 - 233. Özcan Başkan, Lengüistik Metodu. Çağlayan Kitabevi. İstanbul 1967, Sa. 135.

nasıl bir “Denge Kurduğu”na gelebiliriz. O halde şimdi de dostum NeuroPsikiyatri Profesörü Dr. Ayhan Songar’ı izleyelim: “..Sibernetik kanunları gerek bütünüyle sinir sistemine, gerekse parça parça bütün faaliyetlerine uygulanabilir. Weiss-Fogh tarafından, buna güzel bir örnek olarak, çekirgelerdeki uçuş kontrolü etüt edilmiştir (1949). Çekirgenin başında sensoriyel (duygusal) kılcıkları ihtiva eden beş bölge vardır. Bu bölgeler hava akımı ile uyarılırlar. Normal uçuş sırasında ise doğal uyaran (stimulus) hava akımıdır. Deneysel olarak bir çekirgenin, bu kısımlarına hava üflemek suretiyle, aynı tenbih (uyaran) meydana getirilebilir. Bu enformasyonlar (bilgiler), merkezi sinir sistemine götürülür ve buradan çıkan motor impulslar (akımlar) uçuş kaslarına iletilmek suretiyle kanat hareketleri meydana gelir. Karşıdan gelen bir hava akımı, çekirgenin dört kanadında da harekete sebep olur. Eğer hava, bir taraftan üfürülürse, karşı taraftaki kanatların daha kuvvetle hareket ettiği görülür. Bu “Feed-Back”ler (Geri Merkezle Haberleşmeler) uçuş sırasında, yanlara doğru sapma ve sallanmaların düzeltilmesine yarar. Beden ekseninin ileriye doğru uçarken, sağa sapması, kafanın sol tarafına daha kuvvetli hava akımının gelmesine sebep olacak, böylece sapma, sağ taraftaki kanatların daha hızlı hareketi ile düzeltilecektir. Sensoriyal (duygusal) kıllar çekirgenin bir taraftan, bir otomatik pilot gibi uçmasını sağlarken, diğer taraftan da uçuş için gerekli nöral dinamiği sağlar. Bu kıllar uyarılmadan, çekirgenin uçması mümkün değildir. Meselâ, kılların bulunduğu bölgeye bir boya sürülür ve burası kapatılırsa, hava akımına karşı herhangi bir reaksiyonun meydana gelmediği görülür. Bu ve buna benzer nöral (sinir) kontrol örneklerinin Sibernetik Analizi sinir sistemi fizyolojisinde yeni bir takım görüşlerin meydana gelmesine yol açmıştır.” 5 İki Profesör dostumun, bir çekirgenin hareketindeki “Haberleşme” ile “Denge Kurma Durumu”nun, Sibernetik açıdan nasıl değerlendirildiği hakkındaki görüşlerine bu kadar değindikten sonra Doğa’da çok daha ilginç bir “Sibernetik Denge Durumu”na geçebiliriz. Şimdi ele alacağımız örnek ise, Yer Küresinde yaşayan bir hayvanın yaşantısını sürdürebilmesi için diğer bir hayvanı yok etmeye uğraşmasına rağmen, Doğadaki Sibernetik Yapı’nın ne çeşit bir “Denge Kurduğu”nu apaçık gösterecektir.

5

Ayhan Songar, Denge Durumu (Homeostatis), Hukukta Sibernetik ve Bilgisayar Kullanımı Semineri. M.P.M. Ankara 1974.

Bu “Denge Durumu”. Kanada’da “Vaşak”lar ile “Tavşan”lar arasında cereyan etmektedir. Çok basit fakat o derecede de ilginç olan durum şudur: “.. Kanada’da “Tavşan”ları yiyerek yaşayan “Vaşak”lar (Lynx’ler) ile “Tavşan”arın sayısı, orantılı olarak değişmektedir. “Tavşan”lar çoğalınca bunları yiyen “Vaşak”ların ömürleri de uzamakta ve buna uygun olarak da sayıları artmaktadır. Ancak sayıları artan “Vaşak”lar, “Tavşanları” yiye yiye bu “Tavşan”ların sayısı da azaldığından, “Vaşak”lar yiyecek bulamamakta ve bu kez “Vaşaklar”ın sayısı azalmaya başlamaktadır. “Vaşak”ların sayısı azaldıkça, “Tavşan”lar üreyebilme olanağına kavuşmakta ve böylece sayıları da artmaktadır. Ancak bu kez, işlem tersine işlemeye başlamakta çok sayıda “Tavşan”ı bulup yiyebilme olanağına kavuşan “Vaşak”ların sayısı artmaktadır. Ve bu “Feed-Back Denge Durumu” Doğal bir Yapı olarak süre gelmektedir..” 6 Yalnızca bu “Vaşak” ve “Tavşan” arasında cereyan eden “Doğa’nın Sibernetiği” Yeryüzü Küresinde henüz yeterince bilemediğimiz daha nice “Feed-Back Durumları”nın, kendiliğinden süre geldiğini belgelemektedir. “Doğadaki Sibernetik” öylesine güçlü ki bir yandan “Yok Etme”ye götürürken, diğer yandan da “Var Olma”yı sağlıyor !.. Bu arada en ilginç olan durum da “İnsanoğlu”nun bu “Var Olma” ve “Yok Olma” arasında durmaksızın gelişmekte olması! İnsanoğlunun gelişmesi ölçüsünde yepyeni sosyal yapılar ve ekonomik girişimler oluyor. Ve hemen aynı insanoğlu, bu yeni yapıya uygun yasalar koyarak ya da kuruluşlar meydana getirerek bir “Denge Durumu” sağlamaya uğraşıyor. Bunun nedenini pek fazla araştırmamıza hiç de gerek yok! Çünkü “Doğanın Kendisi” durmaksızın “Kendi Kendine Sanki Bir Feed-Back Haberleşmesi Kurmuşçasına” denge kurma ve “Ayarlama Yapma” işlemini sürdürüyor. Zaten Sibernetik biliminin en ilginç yanı Doğa’yı örnek olarak alıp “Karşılıklı Bilgi - Verişi ile Kontrol Yapma ve Denge Kurma Sistemi”ni ortaya atmış olması değil mi?.. Bu görüş ile hareket edilerek ve “Sinir Sisteminin İşleyiş Biçimi” dikkate alınarak, bugün “Elektronik Beyin” adını verdiğimiz makinelerin yapımına gelinmedi mi?.. Belki de bu nedenle Sibernetik Bilginleri, Sibernetik ile uğraşıda bulunanlara,

6

Walter Buckingham, Gains and Costs of Technological Change, (Adjusting to Technological Change) Harper and Row, Publishers New-York 1963, Sa. 10.

- Durmaksızın “Hayâl Gücünüzü Kullanın” diyorlar. “Hayâl Gücü”müzü kullandığımız ölçüde “Yeni Denge Durumları” bulabilecek ve bunları da “Makinelere Uygulayabilmek” olanağına erişeceğiz. Bir başka deyişle de “Doğa’nın Sibernetiği”ne, bir parça daha yaklaşmış olacağız...

BİYONİK VE BİYO-SİBERNETİK 1

Bugünlerde bilim evreninde en çok kullanılan kelimelerden iki tanesi de “Biyonik” ve “Biyo-Sibernetik” kelimeleri. Bu kelimelerin içindeki “Biyo” başlığı, bu kelimelerin “Biyoloji” bilimi ile ilgili bir anlatımda bulunduğunu belirliyor. Gerçekten de öyle. Ancak şu farkla ki; bu kelimeler “Biyoloji” ile “Elektronik” ve “Sibernetik”in ortak çalışmalarından ortaya çıkan yeni bir bilimi tanımlıyor. Biyoloji kelimesinin “Biyo” su ile elektronik kelimesinin “nik” hecesini birleştirdiğimiz anda “Biyonik” kelimesi meydana gelecektir. Aynı biçimde yine Biyoloji kelimesini biraz kısaltarak Sibernetik ile birleştirecek olursak “Biyo-Sibernetik” ortaya çıkacaktır. Biz Türkçemizde, kelimeleri yazdığımız gibi okuduğumuz için, bu yeni bilimi “Biyonik” ve “Biyo-Sibernetik” olarak yazıyoruz. Amerikalılar ve İngilizler “Bionics” ve “Biocybernetics” olarak yazarlarken, Almanlar ve Avusturyalılar “Bionik” ve “Biokybernetik” olarak yazıyorlar. Görülüyor ki hangi dilden yazılırsa yazılsın, kelimelerin arasında hemen hemen hiç bir fark görülmüyor. Kelimelerin yapısına bu kadar değindikten sonra ana konumuza gelelim. Bu yeni bilim ne çeşit bir çalışmayı kapsıyor? Elektronik Sözlük, “Biyonik”i, şöylece tanımlıyor: “Yaşayan sistemlerin yapıları, özellikleri ve fenomenleri ile bu sistemlerin elektronik sistemle olan benzerlik ve ilişkilerini özellikle inceleyen bir bilimdir.” 2 Komputer Sözlüğü de hemen aynı anlamda bir tanımlamada bulunduktan sonra, “... aynı biçimde elektronik sistemin teknik bölümü olan “Hardware”in geliştirilmesi ve yaşayan sistemlerle ilişkileri üzerinde çalışan bir bilim.” 3 olduğunu da belirtiyor. Yalnızca şu iki sözlükten aldığımız tanımlamalar, Yaşayan Sistemler (Organizmalar) ile Elektronik Sistemler arasındaki ilişki ve gelişmelerin, birlikte değerlendirildiğini göstermektedir Bundan önceki yazılarımda Sibernetik’in, teknik bilimlerden sosyal bilimlere kadar tüm bilimlere etkide bulunduğuna değinmiştim. Böylece de yepyeni bilim dalları Psiko-Sibernetik, Sosyo-Sibernetik, Hukuk-Sibernetik

1 2 3

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 83, Ekim 1974. S. Handel, A Dictinoray of Electronics, Penguin Books Ltd. 1971, Sa. 39. Anthony Chandor, A Dictionary of Computers. Penguin Books Ltd. 1972, Sa. 46.

de, işte aynı bilimsel gelişmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bilim dalı da tüm Sibernetik bilim dalları gibi, bir yandan organizmanın çalışmasından esinlenerek, makinelerde yeni bir sistem kurulmasına yönelirken; diğer yandan da elektronik makineden yararlanarak, organizma içinde (elektrik akımları gidiş-gelişi ile) cereyan eden “Bilgi AlışVerişi”ni daha iyi değerlendirebilmektedir. Böylece de “Yaşayan Sistem” adı verilen organizmanın işleyişini daha iyi kavrayabilmek ve aynı sistemi makinelere uygulayabilmek olanakları üzerinde durmaktadır. Brunel Üniversitesi Sibernetik Enstitüsü Direktörü Prof. F. H. George, “Sibernetik” adlı kitabında, “Biyonik” ve “Biyo-Sibernetik”e değinirken şöyle söylemektedir: “..Biyonik, organizmaları örnek olarak alan mühendislik sistemlerinin geliştirilmesi çalışmasıdır. Biyo-Sibernetik ve Biyonik, hemen hemen aynı konu ile uğraşmaktadır..” 4 Gerçekten de “Biyonik” ile “Biyo-Sibernetik”in hudutları kesinlikle belirlenmiş değildir. Hangi bilimsel çalışma “Biyonik?” Hangisi ise “Biyo-Sibernetik”dir?.. Böyle bir sınır çizmek için zorlanmaya hiç gerek yoktur. Çünkü Sibernetik, ana yapı olarak “karşılıklı haberleşme ve bu bilgi alışverişi ile denge kurma ve ayarlama” üzerinde durmaktadır. Elektronik Sistem ise bu “Bilgi Alış-Verişi Teknolojisi”ni geliştirmektedir. Bilgi Alış-Verişi arttırıldığı ölçüde de “Kendiliğinden meydana gelen İşlem”lerin sayısı da artmaktadır. Kısaca, “Elektronik Sistem”de yeni bilgi alış-verişleri kuruldukça, “kendiliğinden işleyen sistemler ortaya çıkmakta”, bu kendiliğinden işleyen sistemlerden yararlanılarak “Organizmanın Yapısı Daha Yakından Tanınmakta”dır. Bu konuda ilginç çalışmalardan bir örnek olarak Dr. Benignus’un incelemesini ele alalım. Amerika’da Texas eyaletinin San Antonio’daki Trinity Üniversitesinde bir Fizyolog olan Dr. Vernon A. Benignus, elekronik bir makine (IBM Sistem 360 Model 44)den yararlanarak, bir balığın “Nasıl Koku Aldığı”nı araştırmaya girişmiştir. Dr. Benignus, koku alma duyumu (ya da işleminin), beyin tarafından gönderilen elektronik codlarla (simgelerle) meydana geldiği kanısında idi. Bu nedenle de beyinden gönderilen elektronik kodlardaki değişiklikler bilindiği anda, koku alma duyumunun sırrının da çözülebileceğine inanıyordu. Bu amaçla çalışmalarına başlayan Dr. Benignus, bir kedibalığının beynine çok küçük elektrotlar yerleştirmişti. Sonra da, balıkta 4

F. H. George, Cybernetics, Teach Yourself Books. London. 1972 Sa. 5.

(kirli çorap kokusu ve yumurta kokusu gibi) koku alma duyumunu uyandıracak biçimde çok küçük dozda ve çok kısa süren kimyasal uyarımlarda bulunmaya başlamıştı. Dr. Benignus elektrotları bağladıktan ve koku alma duyumunu uyaracak kimyasal etkileri sağladıktan sonra da, balığın beynindeki elektrotlardaki elektriksel aktiviteyi, elektronik makinede kaydedip değerlendirmeye girişmişti. Böylece de koku uyandıran bir kimyasal uyarım karşısında, balığın koku alma duyumundaki elektrik alışverişini, aynı elektronik makineden yararlanarak analiz etmiştir. Yaptığı deneyler sonunda Dr. Benignus, şu bulgulara ulaştığını söylemektedir: “..Kedibalığı, dinlenme anında iken, koku alma duygularında hiç bir canlılık ve hareket yoktur. Balığın beyni, 50 ile 100 mikrowolt arasında değişen, bir alternatif akım sağlamaktadır. Eğer balığın koku alma duyumu uyarılacak (stimule edilecek) olursa bu voltaj, 500 mikrovolt’a kadar ulaşmaktadır. Bu durum, elektrik akımındaki ve frekanstaki ilginç değişmeleri göstermektedir..” 5 Bütün bu çalışmalar sonunda Dr. Benignus, daha da ilginç bir sonuca varmaktadır. O da şudur: “Kedibalığı çok yüksek derecede gelişmiş, bir koku alma mekanizmine sahiptir.” Aynı konu üzerinde duran bir Alman Sibernetikçisi Alexander Friedrich Marfeld, “Beynin Sibernetiği” adlı kitabında “Biyonik” ile “Biyo-Sibernetik”e ayrı bir ver vermektedir. Marfeld, kitabının 3. bölümünü, “Biyo-Sibernetik’ten Mühendislik-Sibernetiğine kadar “Yaşayan Sistemler” Modelleri, başlığı altında sunmakta ve bu bölümde “Biyonik” ile “Biyo-Sibernetik”i incelemektedir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi “Biyonik”, organizma ile elektronik makineleri, ayrı birer “Yaşayan Sistemler” olarak ele almakta ve özellikle onların birbirlerine benzer özellikleri olan “İşleyiş Mekanismi” üzerinde durmaktadır. Marfeld de konuyu, bu açıdan ele almakta ve “Biyonik”i şöylece tanımlamaktadır: “..Biyonik, yaşayan sistemlerin analiz edilmesi ve onların karmakarışık yapılarının bilincine erişilmesi üzerindeki, bilimsel ve teknolojik çalışmadır..” 6 5 6

Computing Report. How Does a Fish Smell, I. B. M. Spring 1972. Vol. VIII. Nu. I. A. F. Marfeld, Kybernetik Des Gehirns. ro ro ro Berlin. 1970. Sa. 276.

Bu “Bilincine Ermek” sözü, biraz fazla iddialı gibi gözüküyor! Çünkü herhangi bir bilimsel çalışma sonunda elde edilen sonuç “Gerçek Bulgu” değil midir? Ve elde edilen sonucun “Bilincine Erişilmemiş midir?” Hiç şüphe yok ki, her bilimsel çalışma sonunda elde edilen sonuç bir “Bilimsel Bulgu”dur. Ancak bugüne kadar, bu bilimsel bulgular tam olarak aydınlığa çıkamadığı için, “Sibernetik”den yararlanılarak değerlendirmede bulunma zorunluğunda kalınmıştır. Örnek olarak herhangi bir olayı ele alalım. Sibernetik ortaya çıkıncaya dek bu olaylar hakkında şöylece değerlendirmede bulunuluyordu: Her olayın meydana gelmesi için belirli sebepler vardır. Belirli sebepler, belirli sonuçları doğurur vb. gibi !.. İşte Sibernetik, burada işe karışıyor ve bu tanımlamayı yetersiz buluyor. Sibernetik, o “Olay”ın meydana gelebilmesi için “Ne çeşit bir Bilgi AlışVerişi” olduğu üzerinde duruyor; bu alışveriş anında, kendi kendine kurulan “Denge ve Ayarlama Sistemleri”ni araştırıyor ve bu sistemler arasında ne çeşit bir “Mekanism” olduğunu inceliyor. Elbette ki bu çalışmaları için aygıt ve makineler kullanıyor. Şu farkla ki Sibernetik araştırmacı, bir olayı incelerken kullandığı aygıt ya da makineyi, ayrı bir açıdan ele alıyor. Bu makineyi de incelediği sisteme uygun bir biçime getirmeye çalışıyor. Böylece de bir yandan incelediği olayı, daha ayrıntıları ile değerlendirebilme olanağına erişirken, diğer yandan da kendi kendine çalışan (Tıpkı Bir Organizma Gibi İşleyen) yaşayan bir sistemde ortaya çıkarmış oluyor. Daha açık bir deyişle, “incelediği bir olayı, insan beyninin ölçüp biçmesine imkân olmayan bir sürat ve doğrulukla saptayabilme” olanağını elde ediyor. Marfeld, “Biyonik”çilerin ya da “Biyo-Sibernetik”çilerin, özellikle şu konuları incelediklerini belirtiyor: 1- Gözümüz ile gördüğümüz şeylerin görüntüsü, ne çeşit bir alış-veriş ile sağlanıyor? Yeterli ve elverişli bir işlemin meydana gelmesi için, ne çeşit bir ortak bilgi alış-verişi oluyor ve sonunda “İş” ya da “Hareket” meydana geliyor?. 2- Bir tek kod (simge) ile bir konuşma biçimindeki bilgi alış-verişi nasıl kurulabilir? Kelimelerin anlamları ve yapı ilişkileri nasıl yerleştirilebiliyor?.. 3- Çeşitli fiziksel koşullar karşısında organizma, nasıl uyumda bulunabiliyor? Ne çeşit bilgi alışverişi ile dengesini sağlıyor ve ayarlama kurabiliyor? Diğer araştırma konularına girmeksizin, yalnızca şu üç nokta üzerinde kısaca durmak isteyeceğiz.

Eğer, “Biyonik”çiler ya da “Biyo-Sibernetikçi”ler, bir tek kod (simge) ile bilgi alışverişinin nasıl sağlandığı; kelimelerin anlamlarına göre birbirleri ile ilişkilerinin nasıl kurularak “Cümle”lerin meydana gelebildiğini çözdükleri anda hiç kuşkunuz olmasın ki, “Kendi Kendine Konuşabilen Bir Elektronik Sistem” önümüze konuluverecektir. Kedibalığının nasıl koku aldığını elektronik sistem ile saptayan Sibernetikçi, kelime ve anlamların birleştirilmesi ve kodlanmasına ait elektriksel aktivite ve frekans değişimlerini de saptayabildiği anda “Sorulara Cevap Verebilen Elektronik Makine”yi de yapmış olacaktır. Hem de kelimeleri, anlamlarına göre yerleştirerek!.. Televizyonda seyredegeldiğimiz “Uzay Yolu” dizi filmindeki sorulara cevap veren elektronik makine, hayal evreninden gerçek evrenine çıkacak gibi görünüyor.

FOTON FÜZESİ1

Çağımızın başında büyük Alman Fizikçisi Max Planck, “Madde’den yayınlanan enerjinin sürekli olmayıp, enerji birikimleri paketçikler (kuantalar) hâlinde olduğunu..” ileri sürdüğü zaman bilim evreni, bir hayli sarsıntıya uğramıştı. Planck, bu “enerji”nin, bir saatin yelkovanındaki hareket gibi “sıçramalı biçimde” olduğunu belirtmiş ve atomdaki “elektron”un da, çekirdek çevresinde, böylece (sıçramalı bir şekilde) süre gelen yörünge çizerek, döndüğünü bildirmişti. Max Planck’ın “Kuantum Teorisi” diye bilinen bu görüşlerinin kesinlikle saptanması ile de Fizik Biliminde bir dal ortaya çıkmış ve “Kuantum Fiziği” doğmuştu Ünlü bilgin Einstein ise, 1905 yılında “Rölativite (Görelilik) Teorisi”nin temellerini kurmaya çalışırken, denklemlerinde “Işık”a bir “ağırlık” tanıma ile karşı karşıya kaldığını görüyordu. Oysa, “Işık” o güne kadar “dalga” olarak biliniyordu. Einstein, titiz incelemelerle elde ettiği denklemlerine bakıyor ve bir diğer ünlü bilgin Newton’u hatırlıyordu. Newton da “ışık”ın bir “dalga” olmayıp “tanecik” olduğunu ileri sürmüştü. Ama fizik biliminde, Newton’un görüşü yerine “Işığın Dalga Olduğu” görüşü kabul edilmişti. Einstein yaptığı hesaplar sonunda, bu konunun yeni baştan ele alınması gerekeceğini görüyordu. “Mademki” diyordu “ışığın ataleti ve ağırlığı vardır. O halde ışık bir kütleye sahiptir. Oysa Dalgaların kütlesi olamaz.” İşte bu durumları dikkate alan Einstein, Planck’ın “Kuantum Teorisi”nden yararlanarak, yeni bir “Işık Teorisi Taslağı” çiziyor ve “bir lambanın ışığı, arka arkaya çakan sayısız şimşeklerin sonucudur. Bu şimşeklerden her biri, lâmbanın, her tarafa fırlattığı bir ışık taneciği bir “Foton”dur..” diyordu. Pierre Rousseau’nun çok güzel bir şekilde belirttiği gibi, “Böylece bilim evrenine, beklenmeyen bir misafir “Foton” geliyordu” Einstein bu sonuca nasıl ulaştığını “Fiziğin Evrimi” kitabında şöyle açıklamıştı: “..Newton’un çağında enerji kavramı yoktu. Newton’a göre, ışık cisimcikleri ağırlıksızdı; her renk, kendine özgü bir karakter taşıyordu. Daha sonra enerji kavramı yaratılınca ve ışığın enerji taşıdığı anlaşılınca, bu kavramları ışığın cisimcik teorisine uygulamayı hiç kimse düşünmedi. Newton’un teorisi ölmüştü ve yüzyılımıza kadar bu teorinin yeniden can-

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 84, Kasım 1974.

lanmasını ciddiye alan olmadı. Newton teorisindeki ana düşünceyi alıkoymak için, türdeş (homogeneous) ışığın enerji taneciklerinden oluştuğunu varsaymalı ve boş uzayda, ışık çabukluğu ile yol alan “Foton” adını vereceğimiz küçük enerji parçalarını, o eski cisimciklerin yerine koymalıyız. Newton teorisinin, bu yeni biçimde dirilmesi, “Işığın Kuantum Teorisi”ne varır. Yalnız maddenin ve elektrik yükünün değil, ışıma (radiation) enerjisinin de taneli bir yapısı vardır, yani, ışıma enerjisi. “Işık Kuantumları”ndan yapılmıştır.”

İnsanoğlu Uzay’a açılmak; Evreni beyaz bir bulut gibi kaplayan yıldızlara ulaşmak istiyor. Ama füzelerin hızları sınırlı.

Küresel bir Yıldız Kümesi Dev Yıldızların Işın Gücü, Güneşimizden 1.000 kez fazla. Bu ışınlardan yararlanarak Foton Füzesi’ne hareket sağlanamaz mı?

Einstein’ın bu görüşlerine karşı, klâsik fizikçiler eleştiriye geçer geçmez, ünlü bilgin kendilerine “Foto-Elektrik” olayını bir kez daha incelemelerini salık vermişti. Bilindiği gibi fizik biliminde “Foto-Elektrik Effect” denilen olay, bir ışık ışınının, sodyum ve potasyumlu bir madeni sıva üzerine gönderildiği anda, bu sıvadan elektronların fışkırmasıdır. Einstein’ın öne-

risi üzerine, “Foto-Elektrik” olayı yeni baştan ele alan bilginler, ışığın şiddetini artırarak sıvaya gönderdikleri takdirde, oradan fışkıran elektronların sayısının ve hızının da artacağını sanıyorlardı. Oysa olay, tam tersi bir biçimde sonuçlanmıştı. Çünkü daha kısa boylu (mora yaklaşan) bir ışık demeti kullanıldığında elektronların hızında artma görülmüştü. Bu durum, Einstein’ın teorisinin doğruluğunu da saptamış oluyordu. Çünkü Einstein, “Sodyum ve potasyumun üzerine ışık demeti gönderildiği anda, buradaki elektronları oradan fışkırtıp kovan, “Foton”lardan başka bir şey değildir. Bu “Foton”Iarın enerjisi ne kadar çok ise, elektronları da o kadar şiddetle kovacaktır..” demişti. Bu olayın ne şekilde geliştiğini çok güzel bir biçimde özetleyen Pierre Rousseau bir başka kitabında şöyle yazmaktadır: “..Bu deney elektron-foton ilişkisini açıkça ortaya koymaktadır. Rengi (yani dalga uzunluğu) değişmeden yoğunluğu artan ışık, gittikçe arten ve aynı kalibrede obüslerle yapılan bir bombardımandır. Yoğunluk değişmeden renk değiştikçe (ultraviyoleden kırmızıya), aynı sayıda, ama gittikçe küçük kalibrede obüs atan bir bombardımana dönüşür. İki Alman bilgini, Julius Elsus Elster (1854-1920) ve Hans Geitel (1855-1924), Einstein’ın keşiflerinin yayımlanmasını beklemeden bir foto-elektrik lambası imal etmişlerdi. İş bilginlerden çıkmıştı artık; mühendisler ve teknisyenler uygulamalara geçebilirlerdi. Foto-elektrik lâmbası, ışını elektriğe çeviren bir araçtır. Bu çevirme işlemi öylesine hızlı ve düzgündür ki, uygulama alanlarından biri olan televizyon alıcılarında saniyede 22 milyon akım değişmesi meydana gelmektedir..” Bütün bu tartışma ve gelişme arasında başka bir bilgin, Amerikalı Compten, çok daha ilginç bir deneye girişmiş ve bir “Elektron” ile bir “Foton”u çarpıştırmayı düşünmüştü. Yaptığı deney, bir grafit parçası üzerine ışık demeti göndermekten ibaretti. Grafit üzerine çarpan ışın tanecikleri “Foton”lar, top gibi geri sıçrıyorlar, aynı anda da “Elektron”ları yerlerinden fırlatıp atıyorlardı. Burada ilginç olan bir başka durum da, sıçrayan “Foton”un enerjisinden bir parça kaybetmesiydi. Bu olay, bir başka yönü ile de yeni bir gerçeği ortaya koyuyordu. Oda şu idi: “Foton” tanecikleri de “Elektron” tanecikleri gibi negativ (-) elektrikle yüklü idi... Fizik biliminde “Foton”ların bulunuşuna ilişkin tarihsel gelişmeye, bu kadar değindikten sonra, şimdi uzay çalışmalarına yönelim ve “Füze”lerin “Yerden Fırlatılması” ile “Uzaydaki Hareketleri” konusuna kısa bir bakışta bulunalım.

Füzelerin hareketleri elektronik beyinlerle ayarlanıyor. İşlemler sıhhat ve süratle yapılıyor. Ancak istenilen hıza henüz ulaşılamadı…

Max Planck’ın “Kuantum Teorisi” ve Einstein’ın “Foton Teorisi”ni ortaya attığı tarihlerde (1903) başka bir bilgin Ros Konstantin Tsilkovsky yayınladığı bir yazısında gezegenler arası yolculukta “Tepki Prensibi” üzerinde durmuş ve bir hayli de alayla karşılanmıştı. Oysa Amerikalı Profesör Robert Goddard, bu konuyu çok ciddi bir biçimde ele almış ve denemelere de girişmişti. Bu arada Konstantin Tsilkovsky’nin eserini dikkatle incelemiş olan bir başka bilgin Alman Hermann Oberth, 1923 yılında “Gezegenler arası yolculukta Füze” isimli kitabını yayınlıyor ve kendisini hayranlıkla izleyen Von Braun ile birlikte, İkinci Dünya Savaşı içinde “Geri Tepme Prensibi” üzerine kurulu füzeleri imal etmeyi başarıyorlardı. Çok iyi bildiğiniz gibi, Almanya’da V-l ve V-2 diye bilinen füzelerin İngiltere’yi bombalamasından sonra, 4 Ekim 1957 tarihinde Ruslar Sputnik I adındaki, suni peyki «Tepki Prensibi» yolu ile uzaya fırlatmışlardı. Bunun arkasından Sputnik II ve Amerikalılar tarafından 31 Ocak 1958 tarihinde

uzaya atılan Explorer I adlı füzeler birbirini izlemişti. 12 Nisan 1961 tarihinde ilk uzay yolcusu, Binbaşı Yuri Gagarin de aynı tepki prensibi ile, uzaya gönderilebilmişti. O tarihten bu yana “Uzay Yolculuğu” öylesine gelişti ki, insanoğlu bir kaç kez (aynı tepki prensibinden yararlanarak) aya ayağını bastı, şimdi de Merih, Venüs, Jüpiter ve diğer gezegenlere gidebilme olanaklarını plânlıyor. Ancak çok önemli bir problemi ile de karşı karşıya. O da bu füzelerde «geri tepme”yi sağlayacak olan «yakıt» sorunu! Uzayda uzun sürecek yolculuklar yapabilmek için, füze içinde o ölçüde «Geri Tepmeyi Sağlayacak Yakıt»ın bulunması da zorunlu oluyor. Acaba «Yakıt ile Sağlanan Geri Tepme» yerine başka bir sistem kurulamaz mı?.. İşte «Tepki Prensibinde Yararlanılarak» ilk suni uyduların uzaya fırlatıldığı o yıllarda Prof. Eugen Saenger, çok ilginç bir öneride bulunmuştu. «Foton Füzesi»!.. Prof. Saenger, yukarıda yazımızın başında belirtmeye çalıştığımız Max Planck’ın «Kuantum Teorisi» ve Einstein’ın «Foton Teorisi»nden yararlanarak bir «Foton Motoru» yapılabileceğini ve bu motor füzeye yerleştirildiği anda, «Foton Motorunun Aynaları»na çarpan güneş ışınlarının, bir «Tepki Biçiminde» geri itilerek, füzenin hareketinin sağlanabileceğini ileri sürmüştü. Ancak burada da başka güçlükler vardı. Foton Motorunun aynalarına (Bir Füzeyi hareket ettirebilecek kadar güçte) yoğun bir biçimde çarpan ışınlar ısıya dönüşerek, bir anda bu aynaları eritebilecektir. Belki de yalnızca Foton Motorunun aynalarını değil, «Foton Füzesi»nin kendisini bile eritip buharlaştırıverecektir!.. Konu buraya gelince bilginler «Foton Füzesi»ne çarpacak ışınların, zararsız hale getirilerek «Foton Motoru»nu çalıştırabilmesi konusuna eğilmişlerdir. Yapılan inceleme ve araştırmalar ortaya yepyeni bir isim çıkarmıştır «Manyetik Şişe»!.. «Manyetik Şişe» foton motorunda kullanılması düşünülen «Aynalar»ın yerini almakta ve yüksek frekanslara uğrayan çok yüksek basınçlar içinde, atomik elemanları, manyetik bir alan içine göndermeyi plânlamaktadır. Bu manyetik alan içine gönderilen ve büyük bir basınca uğramış gaz sütununun atomları, iyonize olmuş bir durumda ve şişe içindeki atomlar gibi çevrelendiğinden, ortaya bir «Manyetik Şişe» yapısı çıkmaktadır. Son yıllarda, «Madde»nin karşısında bir «Anti-Madde» ve elemanların karşısında bir «Anti-Eleman»ın var olduğunun saptanması üzerine, «Foton Füzesi» ve «Manyetik Şişe» yeni baştan ele alınmıştır. Bu kez ele

alınan prensip çok daha ilginçtir. İki zıt elemanın birbirini yok etmesi sonunda meydana çıkan «Foton»lardan yararlanma!.. Bir örnek vermek için şöyle diyelim«Elektron» ile «Pozitron» birbirlerinin karşıtı olan elemanlardır. Bir başka anlamda, eğer «Elektron» bir «Eleman» ise «Proton» bir «Anti-Eleman»dır. Bir «Elektron» ile bir «Proton»un birbirleriyle karşılaşması hâlinde, bu her iki eleman da birdenbire yok olmakta (ya da birbirlerini yok etmekte) ve bunların yerini «Foton» almaktadır. Niçin mi «Foton»lar alıyor?.. Çünkü «Elektron» ile «Pozitron» birbirleriyle çarpışıp yok oldukları anda ortaya bir ışık çıkıyor. Bu «ışık»ın ise kitlesi ve ağırlığı olan bir tanecik olduğunun saptandığını yukarıda incelemiştik. İşte bilginler, bu noktada özellikle durmakta ve «Manyetik Şişe» adı verilen manyetik alan içinde, «Eleman» ve «Anti-Elemanları» birbirleri ile büyük bir yoğunlukla çarpıştırarak «Foton» elde etmeyi ve bu «Foton Demeti»ni, manyetik şişeden büyük bir güçle tepkide bulunabilen bir yapıda kullanmayı düşünmektedirler. Son yıllar içinde «Anti-Madde» konusunun büyük bir titizlikle incelenmesi, «Foton Motoru»nun çok yakın bir gelecekte gerçekleşebileceğini belirlemektedir. Burada, en önemli noktayı belirtmedik sanırım. «Foton Füzesi» yapıldığı anda bu füzenin hızı, hemen hemen, ışık hızı kadar olabilecektir. Saniyede 300.000 km!... Bu hız ile, gezegenlere gitmek hiç bir problem olmayacağı gibi, kendi Galaksimiz içindeki diğer yıldızlara, hatta diğer Galaksilere de, insanoğlu adındaki varlığın ulaşabilmesi olanağı doğacaktır. Burada bir anımı özellikle iletmek isterim. Prof. Melih Koçer’in «İnsan Feza ve Ötesi» adlı kitabını okuduktan iki yıl sonra Almanya’ya gitmiştim. Prof. Melih Koçer, «Foton Füzesi» konusunda, şunları yazmıştı: «..En son modern bir teori olarak da, Feza gemilerinin tahrikinde (hareketinde), Gravitasyon (Çekim) meselesinin ele alındığını görmekteyiz. Almanya’da Prof. Weiszaecker’in öğrencilerinden Heidrich Heim isimli genç ve ama bir bilgin, «Gravitasyonu Yok Etmek» suretiyle, Uzay yolculuklarını mümkün kılan bir prensip ortaya koymuştur. Çekimi bertaraf eden bu teoriye dayanan Heim’a göre, bugünkü füzeler, sapan taşı kadar ilkel birer araçtır. Henüz uygulama ya da teknik yayıma dahi intikal etmemiş olan bu teori hakkında daha fazla bilgi veremiyoruz..» Almanya’daki yolculuğumun ilk durağı Hamburg olduğu için, hemen Hamburg üniversitesinde Profesör olan Weiszaecker’i görmeye koşmuştum. Hatırlayacaksınız, Bilim ve Teknik Sayı 79’ da «Uzaydan Başka Tür

Varlıklar Yeryüzüne Geliyor mu?» başlıklı yazımda Prof. Von Weiszaecker’in bilimsel kişiliğine değinmiş ve ortaya attığı «Anaforlar Teorisi»ni belirtmeye çalışmıştım. Prof. Von Weiszaecker bir fizikçi olduğu halde, Hamburg Üniversitesinde Edebiyat Fakültesinde Felsefe Şubesinde «Kozmogoni Tarihi Kürsüsü Profesörü» olarak görev yapıyordu Mikro fiziği ve Astrofiziği böylesince bilen bir bilgin, bu kürsüde çalışıyordu. O kadar çok şaşırmıştım ki... İkinci sapkınlığım ise, Prof. Weiszaecker’i Hamburg’da bulamamam olmuştu. Danimarka’ya geçmişti. Bir süre orada kalacaktı. Yakın bir dostu olan Doçentine, «Çok Yazık! Tüh!..» diye cevap verince. Doçent, « - Schade tüh!.» diye karşılık vermişti. (Almanların da, bizim gibi üzüntülü anlarını belirtmek için «Tüh» kelimesini kullandıkları anlaşılıyor) Sonra da, şunları sözlerine eklemişti. « -Prof. Von Weiszaecker’in öğrencisine, Amerikalılar şu soruyu sormuşlardı. «Sizin iki gözünüz de kör olduğu halde, nasıl oluyar da «Foton”u ve «Çekim»i değerlendirebiliyor ve «Gravitasyonu Yok Edebilen Bir Füze Yapımını Düşünebiliyorsunuz?» Öğrencimiz ise şu karşılığı vermiştir. Cevabı üç kelimedir. «Ben, Von Weiszaecker’in öğrenciliyim!” O tarihte Prof. Von Weiszaecker’i Hamburg’da görüp konuşabilmek olanağını elde edemediğim için, «Foton Füzesi» ve «Gravitasyonu Yok Eden Füze» konuların da kendilerinden bilgi edinebilme heyecanından da yoksun kalmıştım. Ancak Doçentin anlattığı bu olay 1962 yılından beri hep kulaklarımda çınlar. İnsanoğlu, uzaya açılmak için bütün gücü ile çırpınıyor. Hem de gözleri görmediği halde «Foton Füzesi» ve «Gravitasyonu Yok Eden Füze» yapımını düşünüp planlayabilen bilginleri ile birlikte!..

SUÇLUYU YAKALAYAN KOMPUTER1

İngilizce “Bilgi Bazı”, “Data Base” olarak yazılmakta ve kısaca “D.B” harfleri ila gösterilmektedir. Yukarıdaki şekilde “Bilgi Bazı” (D-B)’nın meydana gelişinde Merkez ve Terminaller arasında bir örümcek ağı biçimindeki bağlantı görülmektedir.

Elektronik Sistem’den “Hukuk Uygulaması” alanında da yararlanılması büyük bir hızla geliştiğinden, hemen bütün batı ülkeleri bu konuda büyük aşamalar yapmaktadırlar. Hatırlayacağınız gibi, “Sibernetik ve 1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 85, Aralık 1974.

Elektronik Sistem’in Hukuka Uygulanması” hakkında, ülkemizde de yabancı uzmanlarla birlikte düzenlenen iki ilginç seminerden söz etmiştim. (Bilim ve Teknik Sayı 78). Bu Seminerde çok ilgi çekici bir konuşma yapan Avusturyalı Hukukçu ve Elektronik Bilgi İşlem Uzmanı Dr. Helmut Ambrosi Avusturya’da Elektronik Sistemden Hukuk alanında yararlanmanın üç ilkede toplandığını şöylece belirtmişti; “1. Çeşitli polis birim ve kuruluşlarının enformasyon (bilgi) merkezine olanaklar elverdiği kadar çabuk bilgi ulaştırmaları ve böylece sözü edilen bilgilerden yararlanma durumundaki başka polis birimlerinin de görevlerinin kolaylaştırılması; 2. Elektronik sistemin, çeşitli polis kuruluşlarına aktaracağı enformasyonun (bilgi) bütün polis sorumlularının okuyabileceği bir biçimde olması; 3. Sisteme bilgi aktaran ve sistemden bilgi alan bütün gereçlerin, kullanıcıların yapabilecekleri olası yanlışlıkları azaltabilecek bir biçimde planlanması ve geliştirilmesi...” 2 Dr. Ambrosi bu üç ilkeye adım adım nasıl ulaştıklarını açıkladıktan sonra da şu sözleri eklemişti: “.. Üçüncü ilkede yer alan kolay kullanabilme koşulu ise, donanım tipinde bir değişiklik yapılmasını ve I.B.M 2265’ten I.B.M 3270’e geçilmesini zorunlu kılmıştır..” Dr. Ambrosi bu üç ilke üzerinde yapılan çalışmalar sonunda, nereye ulaşıldığını da şöylece açıklamıştı: Avusturya’da, 1970 yılında Elektronik Sistem’le yönetilen tam otomatik bir merkezsel kütük kurulmuştur..” Ülkemizdeki “Hukuk Uygulaması” ve “Yargı Hizmetleri’’nde, henüz Elektronik Sistemden yararlanabilme aşamasına gelinmediği için, bu konudaki uygulamanın nasıl süregeldiği ve I.B.M 3270 sistemin nasıl işlediği hakkında, ayrıntılı bir bilgi ve görgü edinememiştim. Bu kez Ekim ayında Paris’e yaptığım bir inceleme gezisinden yararlanarak Brüksel’e geçme ve orada I.B.M yetkilileri ile bu konuda görüşme ve inceleme yapabilme olanağını elde ettim. Brüksel I.B.M kuruluşlarının (Avrupa ülkeleri, Orta Doğu ülkeleri, Afrika ülkeleri ile Rusya’daki kuruluşların) bu merkeze bağlı olması Brüksel’de, W. Van Der Gronden’in çok samimi karşılaması ve hemen bir program sunulması, görüşme ve tartışmalar için gerekli hazırlığın yapıldığını belirliyordu. Önce, M. Budding “Online Enformasyon Sistemi” 2

Helmut Ambrosi, Computer Im Dienste Des Sicherheitswesens. Hukukta Sibernetik ve Bilgisayar Kullanımı Semineri, Ankara 1974.

2370 sistem “Görüntü Ünitesi” ile “Bilgi Bankası”na bilgi ileten ve oradan bilgi alan operatörün çalışma anı.

hakkında kısa bir açıklamada bulundu. Toplanan “Çeşitli Bilgi”lerden, Elektronik Makinenin “Hâfıza”sında saklanacak olan “Bilgi Bazı”nın nasıl meydana getirilebileceği ve “Terminal ya da Gösterici Uç”lar ile “Merkez” arasındaki bağlantının ne biçimde kurulacağı konusundaki ayrıntılara girmesiyle, tartışma olanağı da sağlanmış oluyordu. Kendilerine, Türkiye’de bizim bu konuda iki Seminer düzenlediğimizi ve İstanbul’daki Seminere katılan Avusturyalı Hukukçu ve Elektronik Bilgi İşlem Uzmanlarından Dr. Otto Simmler ile Ankara’daki Seminere katılan Dr. Helmut Ambrosi’nin yaptıkları konuşmalardan söz ettim. Konunun akademik tartışmasından daha çok uygulama biçimi üzerinde durmak istediğimi belirttim. M. Budding, bu konuda Avusturyalıların, gerçekten çok ilginç bir uygulamada bulunduklarını doğruladı. Hangi yol ya da sistem izlenirse izlensin, “Elektronik Bir Makine” ile “Bilgi Alış-Verişi” kurulabilmesi için, her şeyden önce bir “Bilgi Bazı”nın saptanması gerekeceği üzerinde durdu. “Bilgi Bazı” sıhhatle saptandığı anda “Merkez” ile “Terminal ya da Gösterici Uç”lar arasında en ufak bir hata olmaksızın, “Bilgi Alış-Verişi Olabileceği” ve saniyeler ile değerlendirebilecek bir zaman aralığı içinde “İstenilen İşlemin Sağlanabileceği”ni de özellikle işaret etti. Çok iyi bildiğiniz gibi elektronik sistemde “Bilgileri Depolama ve Gerektiğinde Toplanan bu Bilgileri Makineden Alma”ya İngilizce kısaca

STAIRS adı verilmektedir. STAIRS: İngilizce “Storage and Information Retrieval System” kelimelerinin baş harflerinin alınmasından meydana getirilmiş bir isim olup “Depolama ve Bilgi Alma Sistemi” anlamına gelmektedir. Bir “Bilgi”nin herhangi bir “Terminal” ya da “Gösterici Uç” tarafından, istenildiği anda alınıp kullanılabilmesi için, bu “Bilgi”nin belirli bir “Bilgi Bazı” haline gelmesi gerekmektedir. Elektronik makinenin “Bilgi Alış-Verişi Dili” ya da “konuşma Biçimi” ise “Evet-Hayır” ya da “Açık-Kapalı”, kısaca “1-0” biçiminde iletilen elektrik darbeleri ile olmaktadır. STAIRS sistemi bu yönü ile Merkez ve Terminaller arasında, durmaksızın “1 - 0” sembollerini ileten bir örümcek ağı gibi düşünülmektedir. Oysa “Görüntü Ünitesi” (Visual Display Unit) kullanılması halinde durum, biraz daha değişmekte ve gelişmektedir. Şöyle ki gerek “Bilgi Bazı”nın saptanıp “Merkez”e iletiminde, gerekse “Terminal”ler ile “Merkez” arasındaki “Bilgi Alış-Verişi”nde iletilen “Bilgi’ler, televizyon ekranında göz ile izlenerek yapılmaktadır. “Terminal”den “Merkez”e bir bilgi iletiminde bulunan operatör, önce bu “Görüntü ünitesi”nin karşısına geçerek kendi kodunu ve ismini yazarak, elektronik makine ile bir diyalog kurmaktadır. “Görüntü Ünitesi” ile bir “Bilgi Alış-Verişi”nde bulunmak istediği anda, elektronik makine ona önce “Lütfen Kod’unuzu Yazınız!” diye karşılık vermektedir. Operatör, kodunu doğru olarak yazmış ise bu kez aynı makine “İsminizi Yazınız!” diye karşılık vermektedir. Eğer operatör, doğru karşılık vermeyecek olursa, makine “Bilgi Yok!” cevabını vermekte ve hangi soru sorulursa sorulsun hiç bir karşılık vermemektedir. Operatör, kod numarasını doğru olarak yazmış ve adını da doğru olarak iletmiş ise, elektronik makine “Hafıza”sını bu operatöre açmakta ve istenilen bilgileri bir anda iletmektedir. Yeter ki bu anda da, sorulan soruda hiç bir hata yapılmamış olsun. Bilgilerin merkez durumunda olan, ana hafızada toplanıp ayıklanması, konularına göre ayrılması, sınıflandırılması ve kategorilerin meydana getirilmesi ve bütün bu işlemlerin ayrıca kodlanması ile bir “Bilgi Bankası” düzenlenmiş olmaktadır. “Bilgi Bankası” kurulduktan sonra yapılacak iş, “Terminal” ya da “Gösterici Uç”ları kullananlar ile “Bilgi Bankası” arasında cereyan etmektedir. I.B.M 3270 sistemde herhangi bir “Terminal” ya da “Gösterici Uç” başında bulunan operatör “Bilgi Bankası”na bilgi iletiminde bulunabileceği gibi, aynı “Bilgi Bankası”ndan istenilen bilgileri bir anda alabilmektedir. 3270 sistemin özelliği, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, sistem başında bulunan operatörün bu bilgileri, aynı anda yazı şeklinde akseden televizyon ekranından okuyabilmesidir. Böyle bir sistemin en büyük yararı,

hiç şüphe yok ki polis işlemlerinde ve yargı hizmetlerinde çok büyük ölçüde görülmektedir. Brüksel’deki görüşmede M Budding’in açıklanmasından sonra “Adlî Siciller” ya da “Polis Kayıtları” üzerinde bu sistemden nasıl yararlanacağına geçilmişti. Bu konuda da O. Drukker açıklamasında, görüntü ünitesi yolu ile “Bilgi Bankası” ve “Terminaller” arasında cereyan eden “Bilgi AlışVerişi”nin çok daha sıhhatli ve kesin olarak sağlandığı üzerinde durmuştu. “Bilgi Bankası”na ne kadar çok bilgi iletilmiş olursa olsuni bir anda bu “Bilgi”yi “Görüntü Ünitesi” üzerinde görüp okumak ve böylece elde etmek olanağı vardır. Özellikle “Adlî Siciller” ya da ‘Polis Kayıtları’nda herhangi bir suç işleyen bir kişinin, çok kolayca izlenmesi ve kısa zamanda yakalanması sağlanmaktadır” diyordu. Bu sistem ile her çeşit suçlunun izlenmesi olanağının bulunup bulunmadığını sorduğumda, bana gülerek bir karikatürü uzattı. Karikatürde, bir hırsız tarafından çarpılan bir kişinin, polise başvurması, polisin durumu merkeze bildirmesi ve “Bilgi Bankası”ndan ‘Terminaller” ile yapılan “Bilgi Alış-Verişi” sonunda, o suçu işleyen kişiye ait “Bilgi”lerin bir anda toplanıp doğrulandığı ve böylece de hemen yakalandığı resmediliyordu. Karikatür çok hoşuma gittiği için, kendisinden bir fotokopisini rica ettim. Burada sizlere de sunuyorum. Zaten Sibernetik ve Elektronik Beyin Sistemi geliştiği ölçüde pek çok karikatürler çizilmekte ve espriler yapılmaktadır. İşin şaka yönü bir tarafa bırakılacak olursa “Görüntü üniteleri’’ yolu ile suçluların izlenmesinde ne kadar büyük ölçüde yararlanılacağı açıkça görülmektedir. O. Drukker konuşmasında, “Görüntü üniteleri” yolu ile “Bilgi Bankası” ve “Terminaller” arasındaki bağlantının, “Adli Siciller” konusunda Avusturya’da çok başarılı bir biçimde kurulmuş olduğunu belirtmesi üzerine; Avusturyalı Hukukçu ve Elektronik Bilgi İşlem

Uzmanı Dr. Otto Simmler’in İstanbul’da yapmış olduğu konuşmadan söz ettim. İstanbul’daki Seminerde Dr. Simmler, Avusturya’daki uygulamayı “Viyana Sistemi” olarak tanımlamıştı. Yalnız “Polis Kayıtları” için değil, Avusturya Hükümetinin tüm dokümantasyon ve enformasyon hizmetlerinde de “Görüntü Üniteleri” yolu ile “Bilgi Bankası” arasında bilgi alış-verişi sağlandığı 3 yolundaki sözlerini işaret ettim. O. Drukker de bu durumu doğruladı ve “Avusturya’nın bu konuda çok büyük aşamalar yaptığını..” da ekledi. Görüşme ve tartışmalardan sonra sıra uygulamaya gelmişti. Bu kez P. De Broux adındaki genç bir programcı “Görüntü ünitesi” önüne geçti ve “merkez” durumundaki “Görüntü ünitesi” ile “terminal” durumundaki “Görüntü Ünitesi” önünde örnekler vermeye başladı. “Bilgi Bankası”nın “Hafıza”sında birçok bilgiler depolandığı için, ben özellikle “Hukuk” ve “Yasa” konusundaki “Bilgi Alış-Verişi” üzerinde durulmasını rica ettim. P. De Broux isteğimi kabul etti. Makinenin karşısına geçti. Önce kod numarasını sonra da belirli ad sembollerini yazarak, makine ile bağlantısını kurdu. Makine’ye “Hukuk” (Law) ve “Kanun Yapımı” (Legislative) kelimelerini yazarak bu konularda elektronik beyinden bilgi istedi. Fakat aynı anda, makinede “Hiç bir bilgim yok!” (NO DOCUMENT) karşılığı verildi. Programcı, bir an şaşırmıştı. Aynı kelimeleri bir kez daha yazdı. Makine ise, yine “Hiç bilgim yok!” karşılığını verdi. O zaman yapılan hata anlaşıldı. Programcı (Law) ve (Legislative) kelimelerini, parantez içinde yazmıştı. Ossa bu bilgiler elektronik makinenin “Hafıza”sına parantez olmaksızın iletilmişti. Programcı, bu kez Law ve Legislative şeklinde yazdı. Bir anda makinenin ekranında bir sürü yazı kayıp gittikten sonra “Bilgiler hazırdır!” yazısı çıktı ve yanında da bu bilgilerin (bütün elektronik beyinin içindeki) bölümlerin kaç sayfasında bulunduğunu bildirir bir sayı çıktı. Programcı “Sayfa numarası 1” (Page 1) diye başlayarak birer birer düğmelere basmaya girişti. Her düğmeye basışında ekranda bir sayfa yazı beliriyordu. Ancak bu bir sayfa yazı içinde, nerede Law ve Legislative kelimeleri geçiyorsa o kelimeler daha parlak bir biçimde (diğer kelimelerden çok daha belirgin bir biçimde aydınlanarak) belirleniyordu. Programcı bir bir peşi sıra 10-15 kez düğmeye. Her basışında bir sayfa atlıyor ve başka bir sayfa belirleniyordu. Her sayfada da Law ve Legislative kelimeleri ayrı bir parlaklıkla çıkıyordu Türkçemizdeki “ -Kör kör parmağım gözüne!” dercesine, “Hukuk” ve “Kanun Yapımı” kelimelerini gösteriyordu. Bu kez ben, P De Broux’dan bu kelimelerden birini yanlış olarak yazmasını rica ettim “Law” yerine “Liw” olarak yazmasını, ya da “Legislative” 3

Otto A. Simmler, The Viennes System With Full Automatic Information Retrieval (fair) for the Austrien Governmental Law Documentatiıon, İstanbul 1973.

kelimesini “Lagislative” olarak yazmasını rica ettim. Programcı isteğimi kabul ederek, önce Law kelimesini yanlış olarak Liw biçiminde yazdı, fakat diğer kelimeyi doğru olarak yazdı ve makineden bilgi istedi. Elektronik makine bir anda doğru olarak yazılan kelimenin, “Hafıza”sındaki yerde kaç bölüm ya da sayfayı doldurduğunu bildirdi. Ancak “Liw” kelimesi karşısına da “Hiç bir bilgim yok!” karşılığına gelen “0 DOCUMENT” kelimelerini yazdı. Bu durum üzerine programcı, “Görüyorsunuz, elektronik makineye yanlış bilgi iletmemize ya da yanlış bilgi almamıza olanak yok!” diye karşılık verdi. O bu sözleri söylerken ben, Dr. Helmut Ambrosi’nin, Ankara’daki Seminerde yaptığı konuşmayı hatırlamaya çalışıyordum Dr. Ambrosi konuşmasında Avusturya’da, bir otomobil çalınması olayında, polise yalnızca şu bilgilerin verilmesinin yeterli olacağını söylemişti: Aracın tipi, En çok dokuz birimli olarak plaka numarası, En çok yirmi birimli olarak motor numarası, En çok yirmi birimli olarak şasi numarası, Marka ve tip (Her sözcük ve sayı grubu, ayrı birer arama birimi olarak), Renk (Parlaklık derecesi ve metalize görünüşü de içerecek biçimde en çok iki renk). Bu bilgiler verildiği andabir saniyeden çok daha az bir zaman birimi içinde, “Bilgi Bankası” bütün polis karakollarının bulunduğu “Terminal” ya da “Gösterici Uç”lara bu bilgileri iletmektedir. Otomobili çalanların, (otomobilin plakasını değiştirseler dahi) rengini değiştirmeye fırsat kalmadan kompüterin ilettiği bilgilerle otomobilin bulunmasına ve bir anda hırsızın yakalanabilmesine yetmektedir. Karikatürde görülen Kompüterin eli, gerçekten hırsızın yakasından tutup onu, Yargıcın karşısına çıkaracaktır. Yalnız küçük bir örnek olarak böyle bir “Görüntü ünitesi” ile çalışmada bir hırsızlık olayının 22 dakika sonra hırsızın bulunarak sonuçlanması ve durumun aynı biçimde “Görüntü Ünitesi”nden de açıklanması belki biraz şaşkınlık yaratacaktır. Ne kadar şaşkınlık duyarsak duyalım bir durumu kesin, kes kabul etmemiz gerekiyor; Elektronik beyin, insan beyninin ölçüp biçip ayarlama yapmasına; değerlendirmede bulunmasına ve yargıya varmasına fırsat bırakmayan bir süre içinde, durumu saptayabiliyor ve “Sanık”ı, ‘‘Yargıç”ın önüne koyuverebiliyor!..

SOSYO SİBERNETİK1

Sibernetik’in babası olarak bilinen Norbert Wiener, “The Human Use of Human Beings” -İnsanların, İnsanları Yönetimi- adlı eserinde bu yeni bilimin çalışma alanını şöyle belirtmişti: “..Bu öyle geniş bir çalışma alanıdır ki, makinelerin ve toplumun kontrolü, kompüter ve benzeri otomatların geliştirilmesi, psikoloji ve sinir sistemi üzerinde bazı uygulamalarda bulunulması ve bilimsel metodun yeni teorisinin denenmesi amaçlarıyla yapılan “Haberleşme” üzerindeki tüm incelemeleri kapsamaktadır..” Sibernetik’in tüm bilimler ile olan ilişkisini belirtebilmek için, çok kısa bir özet şeklinde olsa da “Psiko-Sibernetik”, “Biyo-Sibernetik”, “HukuksalSibernetik” ve “Doğanın Sibernetiği”ne değinmeye çalışmıştık. Bu yazımızda ise, Sibernetik’in doğrudan doğruya Toplum Bilimi ile olan ilişkisi üzerinde durmaya çalışacağız. Çok iyi bildiğiniz gibi Sosyoloji (Toplum Bilim), bir toplum içinde yer alan insanın diğer insanlarla ve toplumla ilişkisini inceleyen ve değerlendirmede bulunan bir bilimdir. İnsanın diğer insanlarla ya da toplum ile olan ilişkisi ise ancak, “Haberleşme” ya da “Bilgi Alış-Verişi” ile kurulabilmektedir. Zaten eğer böyle bir “Haberleşme” kurulmamış olsa idi insanların birbirleri ile olan ilişkilerinden söz edilemezdi. Görüyorsunuz ki Sibernetik’in Sosyoloji ile ilgisini belirtmeye pek gerek kalmadan durum kendiliğinden ortaya çıkıverdi. Çünkü bir “Haberleşme Kontrol ve Ayarlama Bilimi” olan Sibernetik, daha Sosyoloji Biliminin tanımlamasını yaparken, bu tanımlama kapısından içeriye giriverdi! Mademki Sosyoloji Bilimi, insanların birbirleri ve toplumla olan ilişkilerini incelemekte imiş, bu ilişki, bilgi alış-verişi (ya da haberleşme) olmaksızın kurulamayacağına göre, Sibernetikçiler Sosyoloji Bilginlerine, - İnsanın, insanla ya da toplumla olan ilişkilerinde, o insan ya da toplum hakkında bir değerlendirmede bulunmadan önce, bir an durunuz! Lütfen birbirleri arasındaki haberleşmenin sıhhat ve doğruluğunu inceleyiniz!. diyeceklerdir. Sosyoloji Bilginleri, bu “Haberleşme”yi incelediklerini bildirdiklerinde.

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 88, Mart 1975.

- Durun! Daha işiniz bitmedi!.. Bu “Haberleşme”nin doğruluğunu kontrol ettiniz mi? diye, yine önlerine çıkacaklardır. Eğer, Sosyoloji Bilginleri, - Şu Sibernetikçiler de çok ukalâ oluyorlar canım! diyerek, dişlerini sıkıyorlarsa, pek haksız olmayacaklardır gibi görünüyor. Ama durun! Daha soruşturma bitmedi. Sosyoloji Bilginleri, soğukkanlılıklarını koruyarak; - Evet Efendim! Kontrolünü da yaptık! cevabını verirlerse, bu kez Sibernetikçiler; - Bu kontrollere göre “Denge Durumları”nı saptayabildiniz mi? Bilgi Alış-Verişi akışına uygun olarak “Ayarlama Sistemleri”nin kuruluş biçimlerini incelediniz mi?.. sorularını sıralayacaklardır. Sibernetikçileri, şu “Ukalâ” ithamından kurtarmak için küçük bir örneği ele alalım. Yakın dostlarınızla toplanıp neşeli anlar geçirmek istediğinizde, oynadığınız “Kulaktan-Kulağa” adlı oyunu hatırlayacaksınız. Bu satırların yazarı da böyle bir oyuna katılmış ve yedi kişilik oyun gurubunda, ilk kişinin kulağına fısıldanan, - Sen, dün akşam, okula erkence dönmedin mi?.. şeklindeki masum cümlenin, yedinci kişi tarafından, açıklanırken, -Şengün adlı o kazı, erkekçe dövmedin mi? biçimini aldığını hayretle görmüştü. Yalnızca şu küçük örnek Sibernetikçilerin “Bilgi Alış-Verişi’nin Kontrolü” konusunda, neden bu kadar titizlikle durduklarını yeteri kadar açıklıkla göstermekte ve tutumlarının, “Ukalalık” olarak değerlendirilmemesi gerekeceğini kanıtlamaktadır. Toplum içinde yer alan insan, diğer insanlarla ve toplumla ilişkisini sürdürürken, bu ilişkisini yalnızca “Karşılıklı Bilgi Alış-Verişi”ne dayandırmaktadır. Bu “Bilgi Alış-Verişi”nde yanlış ya da hatalı bir “Bilgi İletimi” olduğunda “Değerlendirme”de yanlış olarak yapılacak ve varılacak “Yargı” da o ölçüde yanlış olacaktır Bu bakımdan yazımızın başında Profesör Wiener’in “..Bu öyle bir çalışma alanıdır ki makinelerin ve toplumun kontrolü ve haberleşme üzerindeki tüm incelemeleri kapsamaktadır..” sözlerini, özellikle aldık. İnsanın kişisel davranışları ile toplumun davranışları, her şeyden önce, o kişi ya da topluma iletilen “Bilgiler”e göre olmaktadır. Yakın arkadaşlarınız ya da dostlarınızla aranızda bir kırgınlık (eğer olmuş ise) cereyan etmiş ise bunların çoğu yanlış anlama ya da yanlış iletme yüzünden olmuştur. Bu nedenledir ki, dostluklar yeniden kurulurken, - Yanlış anlamışsın kardeşim!.. Ben öyle demedim! Şöyle dedim!.. diyerek, durumun açıklanması zorunluğunda kalınmaktadır.

İnsanlar arasındaki “Haberleşme” de yanlış, eksik ya da hatalı “Bilgi İletimi” olduğunda, o olay ya da durum hakkında yanlış teşhis konulmakta ya da ters bir yargıya varılmakta ve böylece de dargınlıklar, kırgınlıklar meydana gelmektedir. Toplum içinde “Yöneten” ile “Yönetilen” arasındaki “Yanlış Bilgi Alış-Verişi” ise, “Yöneten” ile “Yönetilen”in birbirleri hakkında yanlış kanıya varmalarına neden olmaktadır. Bunun sonucunda da ya “Yöneten”, “Yönetilen”e karşı yanlış bir yönetim izlemekte ya da “Yönetilen”, “Yöneten”e karşı ters bir tutum içine girmektedir. örnekleri çoğaltır ve biraz daha büyültürsek, herhangi bir ülkede böyle bir “Yanlış Bilgi AlışVerişi” sonunda, “Yanlış Sosyo-Ekonomik Tedbirler Alınması”, “Baskı Rejimi Kurulması”, “Baş Kaldırma” ya da “İhtilâl” olaylarının meydana gelebileceğini, kolayca tahmin edebiliriz. Sibernetik’in, Sosyoloji ve Yönetim Bilimleri ile çok yakın ilgisi olduğu üzerinde duran Brunel Üniversitesi Sibernetik Enstitüsü Direktörü Profesör F. H. George, “Cybernetics in Management” -Yönetimde Sibernetikadlı kitabında, bütün bu konuları çok daha geniş biçimde ve ayrıntıları ile incelemektedir. Profesör George, Sibernetik ile birlikte teknolojide yepyeni bir sistemin “Otomasyon” adı ile ortaya çıktığı ve bu sistemin, bütün alanlarda uygulanır hale geldiğini göz önüne alarak, her şeyin bu açıdan değerlendirilmesi gerekeceğini işaret etmektedir. Profesör George “..Bütün terimleri (ya da tanımlamaları) ayrı bir “Sistem” olarak düşünmemiz gerekmektedir.” dedikten sonra, şunları da eklemektedir; “..Herhangi bir örgüt, ya da işletme, ister yalnızca işlem, ister yalnızca imalât, isterse bunların her ikisini de birden yapıyor ve “Giriş” “Çıkış” durumunda çalışıyorsa, bu bir “Sistem”dir. Biz bir insanın kişisel davranışlarını da bir “Sistem” olarak düşünebileceğimiz gibi, insanların meydana getirdiği bir “Sosyal Yapı”yı da yine bir “Sistem” olarak saymalıyız. Böylece bir “Okul”, bir “Ticaret Ortaklığı”, ya da bir “banka” ya da “Dükkân” dahi, bir “Sistem”dir..” Profesör George’un bu “Sistem”i tanımlarken özellikle “Giriş” ve “Çıkış” üzerinde durduğu gözünüzden kaçmamıştır. Bu “Giriş” ve “Çıkış”lar, “Bilgi Giriş ve Çıkışı”ndan başka bir şey değildir. Hangi toplumsal örgüt ele alınırsa alınsın, bu örgüt ya da ortaklıkta ya da yönetimde “Bilgilerin Giriş Yeri” vardır. Bu “Bilgiler”, belirli yerde “Toplanıp Değerlenir” ve belirli bir “İşlem” görmek üzere de “Çıkış” bölümünden çıkarılır ya da yayınlanır. “İşte”, diyor Prof. George, “Bu durum, bir Sibernetik Sistemdir “ Kısaca “Bilgiler” girmiş, “Kontrol ve Ayarlama Yapılmış” ve buna uygun olarak gerekli “İşlem Görülmek Üzere” “Bilgi Çıkışı” yapılmıştır. Bu

durum ise “Karşılıklı Bilgi Alış-Verişi, Kontrol ve Ayarlama”, yani “Sibernetik”dir. Sosyoloji Bilimini, Sibernetik Sistem olarak ele alıp değerlendirmede bulunmanın ne gibi yararlar sağlayacağı akla gelebilir. Şöyle açıklamaya çalışalım. Bilindiği gibi Sosyoloji Bilimi, sosyal olayları inceler. Toplumun gelişmesine nelerin etken olduğunu ve toplumsal olayların hangi etkilerle ortaya çıktığını araştırır. İşte Sibernetikçi, daha inceleme ve araştırmanın başında işe karışmaktadır. O, Sosyologlara; - Sosyal gelişmenin ya da toplumsal olayların ya da davranışların, hangi etkenlerle ortaya çıktığını araştırmayınız! O olayların ya da davranışların, “Hangi Bilgi Alış-Verişi” ile meydana geldiğini araştırınız. Bu “Bilgi Alış-Verişi”nde “Hatalı” ya da “Yanlış” bir “Haberleşme” olup olmadığını inceleyiniz. Ondan sonra değerlendirmede bulunmaya girişiniz. Eğer, “Bilgi Alış-Verişi”ni kontrol edebilecekseniz, o zaman “Hataları” ya da “Yanlış”ı ve “Sapmalar”ı yakalayabileceksiniz. Bu durumda da, “Denge Ayarlaması”nı kurabileceksiniz. O zaman sizin “Etken” adını verdiğiniz şey’in, yalnızca ve yalnızca “Bilgi”den başka bir şey olmadığını göreceksiniz. Bütün toplumsal yapılar (örgütler, ortaklıklar, kuruluşlar vb.) bir “Sistem” halinde çalıştıklarından, bu “Sistem” içinde, “Bilgi AlışVerişi” sıhhatli ve doğru olarak cereyan ediyor ve gerekli “Kontrol” ve “Ayarlamalar” da yapılıyorsa, bu sistem içinde hiçbir aksama olmuyor demektir. Değerlendirmenizi buna göre yapınız!.” diye seslenmektedir. Sibernetik’in ortaya koyduğu “Karşılıklı Bilgi Alış-Verişi”ne, İngilizce kısaca “Feed-Back” denildiğine bir kaç kez değinmiştik. Sibernetik’in, Sosyoloji Bilimine girmesi ile birlikte, tüm sosyal olayların, “Feed-Back Sistemi” halinde ele alınıp değerlendirilmesi olanağı da sağlanmış ve böylece “Sosyolojik-Sibernetik”, kısa adı ile “Sosyo-Sibernetik” ortaya çıkmıştır. Ancak, Sibernetik’in Sosyoloji Bilimi alanından içeriye girmesi, yalnızca yukarıda belirtmeye çalıştığımız “Bilgi Alış-Verişi” sisteminden ileri gelmiyor. Bunun yanında, bir diğer önemli bir durum daha var. O da toplumun, her geçen gün kompüterleri daha fazla kullanarak gelişmekte olması. Bugünkü toplumda elektronik beyinler, kompüterler, insanların yaşantıları ile öylesine iç içe geçmiş ki, toplumun yeni yapısı, bir “Makine İnsan İşbirliği” halinde gelişme gösteriyor. Örnek olarak, şunları sayabiliriz: Şehiriçi “Trafik Düzeni”, elektronik beyinler tarafından bir tek merkezden yönetiliyor, trafik ışıkları ona göre yanıp sönüyor; görüntü üniteleri yolu ile çeşitli caddelerdeki trafik akışını izleyebilen kompüterler, ona göre

değerleme yapıp trafik ışıklarına gerekli emirleri iletiyor. Şehiriçi Demiryolu “Banliyö Hattı” ile şehirlerarası “Ekspres Posta, Yük Katarı Trenlerin”i durmaksızın cereyan eden trafiği (gelişleri, duruşları ve kalkışları), yine, elektronik beyinler tarafından düzenleniyor. Aynı sistem ile yer altı trenleri (metro)nin hareketleri ayarlanıyor. Su, Havagazı ve Elektrik sarfiyatını saptayan saatler, elektronik beyinler tarafından kendiliğinden okunup hesap edilerek ilgili bankalara bildiriliyor. Ve o suyu ya da elektriği sarf eden kişi maaşını, bir çek halinde ilgili bankadan alırken (yine elektronik sistem yolu ile) su, elektrik ve havagazı sarfiyat bedellerinin maaşından otomatik olarak kesildiğini, aynı şekilde, vergilerinin de otomatik olarak kesilerek Maliye Dairesine gönderildiğini ve geri kalan kısmın, kendisine verildiğini görüyor. Burada bir an duralım Bir evde kullanılan havagazı sarfiyatını, o havagazı şirketinin ilgili memuru evdeki saati görüp inceledikten sonra saptayabilmektedir. Aynı şekilde, elektrik sarfiyatı da elektrik idaresinin ilgili memuru, su sarfiyatını ise sular idaresinin ilgili memuru tarafından saptanabilmektedir Bu memurlar saptadıkları durumu, dairelerine bildireceklerdir. Oradaki hesap işleri tahakkuk memuru, sarf olunan su elektrik ya da havagazına ait ücretleri bulacak “tahakkukunu yapacak” ve o evde oturan kişiden tahsil edilmek üzere “Tahsil Müdürlüğü Memurluğu”na iletecektir. Tahsil memuru da bu hesabı bir belgeye yazarak gelip kapıyı çalacak, o kişi evde o anda yok ise bir kez daha gelecek ve bu işlemler böylesine sürüp gidecektir. Nitekim ülkemizdeki uygulama, halen bu şekilde devam etmektedir. Oysa sibernetik sistemden ve elektronik beyinlerden en geniş ölçüde yararlanan ülkeler yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız gibi, bütün bu işlemleri kompüterlere bağlayarak düzenlemişler ve yüzlerce memurun günlerce süren mesaileri ile yapacağı işleri, bir anda görüveren makinelerle işbirliğine girişmişlerdir. Bu işbirliği sonunda ise “Yeni Bir Toplum Yapısı” ortaya çıkmaya başlamış ve bu yeni yapı “Kompüterleşmiş Toplum” olarak adlandırılmıştır. Kompüterleşmiş bir toplum yapısını inceleyip değerlendirmede bulunabilecek bir bilim dalı ise herhalde “Sosyo-Sibemetik”den başkası olamayacaktır. Sosyo-Sibernetik, insanın insanla ve insanın toplumla ilişkisindeki “Bilgi Alış-Verişi”ni incelediği kadar, insanın makinelerle olan ilişkisindeki “Bilgi Alış-Verişleri”ni de inceleyecektir. “İnsan-Makine İşbirliği”nde aksama olmadığı, haberleşmede yanlış ya da hatalı bir “Bilgi İletimi” olup olmadığını saptayıp değerlendirme yapacaktır.

Bu değerlendirme ise Sosyoloji Biliminin bugüne dek kullanageldiği metot ya da sistemlerle yapılamayacağından “Sosyo-Sibernetik” kendiliğinden önümüze çıkacaktır. Günümüz sibernetikçileri ve elektronik beyin uzmanları, bu konu üzerinde özellikle durmakta ve toplumun hızla gelişmekte olan “Kompüterleşmiş” yapısı karşısında neler yapmamız gerekeceğini belirtmeye çalışmaktadırlar. James Martin ve Adrian Norman 1973 yılında yayınladıkları “The Computerized Society” -Kompüterleşmiş Toplum- adlı kitaplarında, bu konu üzerinde durmakta ve şöyle yazmaktadırlar: “..Hiç şüphe yok ki yaşantımız, kompüterlerin hızlı gelişmesine uygun bir biçimde değişmeye yönelmiştir. Aynı derecede şu da kesindir ki artık, ‘‘Yeni Kanunlar” hazırlamak ve “Yeni Bir Eğitime Geçmek” ihtiyacı belirmekte ve bu “Devrim” ile baş edebilmemiz için “Yepyeni Davranışlar”da bulunmamız gerekmektedir..” Bu “İnsan-Makine İşbirliği” nereye dek varacaktır? Kompüterleşmiş Toplumun geleceği nasıl bir tablo gösterecektir? Bu soruları sorduğumuz anda, “Sosyo-Sibernetik” ile ilişkinizi sıkıca kuruyorsunuz. O halde “Hayal Gücü”nüzü “Sibernetik Eğitimi” ile birlikte çalıştırmaya başlayınız.

MEDİKAL SİBERNETİK ve ELEKTRONİK HEMŞİRE1

“..Bir kompüterin halk sağlığında kullanılması, bütün tıbbî raporların tutulması ve saklanmasında, doğum-ölüm istatistiklerinin düzenlenmesinde, hastalıklardan korunmada ve özellikle hastalıkların teşhisinde (bilinmesinde), büyük bir gelişme sağlayacaktır. Hangi hükümet, kompüterden bu amaçla yararlanmaya karar verirse, o hükümet, halk sağlığının gelişmesinde en büyük adımını atmış olacaktır..” Bu satırlar “Elektronik Sözlük” ile “Elektronik Devrim” adlarındaki iki ilginç eseri yayınlayan ve 1956 yılından beri de Londra’da Elektronik Mühendisliği Enstitüsü üyesi bulunan S. Handel’e ait bulunmaktadır. - Nasıl olur da, elektronik bilimi ile ilgilenen bir kişi tababet ve halk sağlığı konularında böylesine iddialar ileri sürebilir ve hangi yetki ile hükümetlere önerilerde bulunmaya kalkışabilir? diye düşünebilirsiniz. Çok iyi bildiğiniz gibi insan sağlığı ile ilgilenen bilim dalına tababet ya da hekimlik denilmekte ve ülkemizde de bu bilim öğretimi ve eğitimi yapan fakülteler, “Tıp Fakültesi” olarak tanımlamaktadır. “Tıp” kelimesini batılılar “Medicine” olarak yazdıkları için, tababete ait işlemleri de “Medical” olarak adlandırmaktadırlar. İnsan sağlığı ile ilgilenen bu bilim dalı, çok geniş bir çalışma alanını kapladığı için, Fizyoloji, Anatomi, Neuroloji, Mikro-Biyoloji, Psikiyatri., vb. bir çok bölümlere ayrılmış ve her bir bölüm içinde de apayrı bilim şubeleri kurulmuştur. Bu kadar geniş bir çalışma alanı olan bir bilimin, elektronik sistemden yararlanması halinde, tüm halk sağlığının gelişmesinde en büyük aşamayı yapabileceği, insana gerçek dışı gibi gözüküyor. Ancak bu durum sibernetik ile gerçekleşmektedir. Bu nedenledir ki Sibernetik’in, insan sağlığı ile ilgilenen tüm Tıp Bilimi alanında uygulanmasına, kısaca “Medikal-Sibernetik” diyoruz. Sibernetik’in çeşitli bilim dallarındaki uygulamalarına; “Psiko - Sibernetik”, “Hukuksal - Sibernetik”, “Biyo - Sibernetik”, “Doğanın - Sibernetiği”, “Sosyo-Sibernetik” vb. konularında, batı ülkelerinde yapılan çalışma ve

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 89, Nisan 1975.

gelişmelere, bundan önceki yazılarımızda kısaca değinmiş olduğumuzdan, “Medikal-Sibernetik”e de kısa bir göz atmamız gerekiyor. Sanıyorum ki konunun içine girdikçe S. Handel’in sözlerinin doğruluğu yüzeye çıkacak ve hele elektronik bir hemşire ya da hastabakıcının bize hiç de yabancı gelmediği, görülecektir. Şimdi, bir hastanın doktora muayene oluşundan başlayarak hastaneye yatırılması ve tedavisine başlanması durumuna kısa bir göz atalım. Hasta doktora başvurduğunda, doktor önce o hastayı dinlemeye başlayacaktır. O hastanın hangi rahatsızlıktan ötürü şikâyetçi olduğunu not edecek, geçmişte ne gibi hastalıklar geçirdiğini soracak, ailesi içinde yer alan kişilerin ne gibi hastalıklar geçirdiğini de ayrıca not edecektir. Doktor hastası ile arasında geçen bu konuşmayı muayene raporu ya da muayene kartına birer not halinde işleyecektir. Soru-cevap biçimindeki bu görüşme bittikten sonra, hastayı muayene etme işlemine girişecektir. Dinleme cihazları ile onu dinleyecek ve gözlemlerini saptayacaktır. Elde ettiği bulgulara dayanarak o hastanın hastalığının ne olduğunu teşhis edecek, kısaca bilecektir. Ancak doktor, bu kanıya varırken daha önce, aynı hastalık belirtilerini ve diğer hastalar hakkındaki gözlem ve deneylerini dikkate alacaktır. Hastalığı teşhis ettikten sonra da tedavi işlemine geçilecektir Hastalığın durumuna göre, gerekiyorsa ayakta tedavi yapılacak; gerekiyorsa, hastaneye yatırılarak tedavisine başlanılacak; ya da ameliyat edilme (operasyon) zorunluluğunda kalınacaktır. Çünkü elde edilen bilgiler böyle bir sonuca götürmektedir. Hastanın doktora başvurmasından itibaren de bütün tedavi işlemleri, hastalığın ne yolda gittiği de o hastanın karyolasının başına asılan tabelâdan kolayca izlenebilecektir. Hastanın kalbinin ya da beyninin filmleri çekilmek isteniyorsa, elektroansefalogram ve elektrokardiyogram cihazlarından yararlanılarak bu filimler de alınacaktır. Ancak yine bir noktayı hatırlatalım. Bu filimler o konuda uzmanlaşmış kişiler tarafından görülerek “Bilgi’ye dönüştürülecek” ve ilgili doktoruna bildirilecektir. Şimdi, çok ağır ve dikkatle gözlenmesi gereken bir hastalık çeşidini ele alalım. Bu hastanın her an dikkatle izlenmesi, kalp atışına, kandaki şeker sayısına ve diğer durumlarına göre çeşitli tedavilerin zorunlu olmasını varsayalım. Böyle bir hastanın başındaki doktor çok az ayrılabilecek, hemşire ise hemen günün 24 saati onun başında bulunmak zorunda kalacaktır. Hastalığın seyri (gidiş yönü) hakkındaki “Bilgi”ler de durmaksızın incelenecektir. Bu “Bilgi”ler yukarıda belirttiğimiz gibi, ilgili uzman kişiler

tarafından tedaviyi yapan doktora iletilinceye kadar, bir hayli zaman geçeceğinden, belki de o hastanın durumu tehlikeli bir döneme girecektir. Görülüyor ki, neresinden ele alırsak alalım, doktor için en gerekli olan şey o hasta hakkında “Durmaksızın Bilgi Alış-Verişi”dir. Bu “Bilgi Alış-Verişi”ne göre de yapılması zorunlu olan tedavi işleminin derhal uygulanmasıdır. İşte, sibernetik ve elektronik beyin sisteminin, Tıp Bilimi alanına girmesiyle, hastalıkların “Teşhis” ve “Tedavi”sinde büyük bir aşamaya ulaşılmıştır. Bugüne kadar kullanılagelen aygıt ve cihazlarla saptanabilen bilgilerin aksaklıkları yanı sıra elektronik beyinlerin yardıma girmesi ile ulaşılan sonuçları izin verirseniz, bir başka kitaptan kısaca izleyelim. “Elektronik Kompüterler” adlı kitapta, bu durum şöylece belirtiliyor: “..Ne yazık ki teşhis için son derecede önemli olan bir çok etkenler bugüne dek kullanılan aygıtlarla saptanamıyor, apayrı fizyolojik ve psikolojik simgeler, bir kaç basit simge ile gösterileceği yerde, birbirlerini etkileyen çeşitli simgeler, karmakarışık gözüküyordu. Kompüter, “Bilgi”ye ait nicelikleri süratli ve doğru yorumlayan bir biçimde analiz edebilen yetenekleri ile yardıma koşuncaya dek durum, böyle idi. San Francisco’da Presbyterian (Kiliseye ait) Hastanenin, Kalp ve Akciğer Hastalıkları Tedavisi Bölümünde, hastaların duyu organlarından alınan sinyaller (simgeler), durmaksızın ve otomatik bir şekilde bir kompütere iletilmektedir. Hastanın kan sayımı, vb. diğer bilgiler, laboratuvarda teknisyenler tarafından saptanıp elle işlenerek, hastanın yatağının yakınındaki giriş tablası (keyboard) kullanılarak cihaza iletilmektedir. Kompüter 25 çeşit fizyolojik etkene ait akımları hesaplayacak bir biçimde ve bir fizikçinin, tedavi için kullanabilmesi amacı ile programlanmıştır. Bunların bir kısmı tehlikeli durumları durmaksızın düzenleyebilecek bir biçimde ayarlanmıştır. İşlemlerin bir kısmı, ya bir görüntü ünitesi ekranında belirtilmekte ya da istenildiği anda belirli aralarla hesaplanıp gösterilmektedir. Kısaca eğer, kompüter düzgün bir biçimde programlanmış ise, “Şiddetli Durumları Ayarlama Birimi” olabilmekte ve tıbbî gerekleri, günlük bilgilerle doğru bir şekilde ve tam zamanında yerine getirebilmektedir..” 2 Bu satırları okuduktan sonra elektronik beyinlerin, insandan çok daha hassas bir biçimde bir hastayı tedavi edebileceği düşüncesi, daha iyi be-

2

S. H. Hollingdale, TOOTIL G. C. Electronic Computers. Penguin Books Ltd. Middlesex, England 1971, Sa. 329-330.

lirleniyor. Ancak yine de bu kanıya kesinlikle varamıyor. Elektronik bir makine bir doktor gibi, durumu teşhis edebilip kendi kendine tedaviye girişebilir mi? Burada akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta var. O da, bütün bu tedavi işlemlerini görecek olan makinelerin yine insanlar tarafından programlanmış olması. Bu kompüterlerin yapacakları tedavi işlemlerine göre programlanması, elektronik mühendisleri ile nörolog, fizyolog ve o hastalık konusunda uzmanlaşmış doktorlarla birlikte yapılıyor. Bu şekilde programlanan elektronik beyinler, hastanın çeşitli duyu merkezlerinden gelen “Bilgi”lere göre, gerekli tedavi işlemine girişiyor ve tam o anda, hastaya ne uygulanması gerekiyorsa onu uygulayabiliyor. Böylece de, bugüne kadar ağır aksak işleyegelen teşhis ve tedavi biçimi, sıhhatli, süratli ve kontrollü bir duruma dönüşüyor. Bir hastanın damarından kanının alınması, laboratuvara götürülüp tahlil edilmesi kalbinin elektrosunun çekilmesi, uzman kişilerce incelenip bilgiye çevrilmesi, elde edilen bulgulara göre tedavi yönteminin seçilmesi vb. diğer işlemlerin tamamlanması için kaybedilen süreler, ortadan kaldırılmış oluyor. Bunun yanı sıra, kompütere gelen bilgilerle, hastanın durumunun durmaksızın kontrol ve ayarlaması yapılarak, onun tehlikeli döneme girmesi önlenebiliyor. Hastaların tedavisinde, böyle bir “Sibernetik Denge Durumu ve Tedavi Yönteminin Uygulanması” nereye kadar varabilir? Bir başka deyişle “Medikal-Sibernetik” ya da “Elektronik Sistemle Tedavi Ayarlaması”, daha ne gibi aşamalara ulaşabilir? Bu sorulara karşılık, “Tıp’da Kompüter” adlı kitaptan, Viyana Tıp Fakültesi Profesörlerinden Dr. K. Fellinger’in şu satırlarını okuyalım: “..Hiç kuşku yok ki henüz, Tababet Biliminde, hastalıkların teşhis ve tedavisinde, “Elektronik Bilgi İşlem”in katkısı, çok büyük bir düzeye varamamıştır. Fakat halk sağlığının gelişmesinde şimdiye dek görülmemiş bir biçimde bir yardımda bulunarak, büyük bir devrim yapılmıştır. Ve ben inanıyorum ki, önümüzdeki bir kaç yıl içinde, düşüncelerimizi aşan bir biçimde, hiç bir yardım olmaksızın işleyen modern bir bilimsel klinik kurulmuş olacaktır..” 3 Profesör Dr. Fellinger’in bu sözlerini, elektronik bilimine karşı aşırı iyimserlik olarak değerlendirenler bulunabilecektir. Hemen ekleyelim, bu satırlar 1968 yılında yazılmıştır ve o günden bu yana yedi yıl geçmiş ve

3

K. Fellinger, Computer in der Medizin, Verlag Brüder Hollinek, Wien 1968, Sa. X.

bu arada çok büyük gelişmeler de yapılmıştır. O halde, bu konu üzerinde daha fazla durmaksızın “Elektronik-Hemşire”ye gelebiliriz. Mademki, bu konuda iki kitaba kısa bir göz attık; o halde şimdi de S. Handel’in, “Elektronik Devrim” adlı kitabının yapraklarını çevirelim ve “Elektronik Hemşire” başlıklı bölümü okumaya başlayalım: Elektronik’in çeşitli yönlerinden biri de, “Medikal Hizmetler”de, “Elektronik Hemşireler”den yararlanılabilmesidir. “Elektronik Hemşire” aygıtı, bir hastaneye yerleştirildiğinde, bir tek “Hemşire” yüzlerce hastayı, “Merkez Kontrol Tablosu”ndan kolayca gözleyebilmektedir. Her bir hastanın bedeninin çeşitli bölgelerine plasterlerle yapıştırılmış “Bilgi İleten Küçücük Aygıtlar” konulmuştur. Bu “İletken Aygıtlar”ın her biri ayrı bir ölçümde bulunmaktadır. Kulak memesine, nabız atışlarını ölçen küçücük bir “Foto-Elektrik İletken Aygıt” yerleştirilmiştir. Hastanın beden ısı ise ayrı bir “TermoElektrik İletken Aygıt” ile kontrol edilmektedir. Diğer aygıtlar ile de, hastanın kan basıncı, nefes alıp vermesi, vb. diğer durumlar, ölçülüp gözlenmektedir. Hastanın bedeninden iletilen elektrik darbeleri (semboller), o hastanın yatağının başucundaki küçücük bir aygıtla iletilip amplifiye edilmekte (büyütülmekte)dir. Elektrik sinyalleri (sembolleri)nin, böylece iletilmesiyle, hasta koğuşları ile “Merkez Kontrol Tablosu” arasında bir bağlantı kurulmaktadır. En tipik uygulama, yirmi kadar hastaya ait alıcılar ile yapılanıdır. Her bir aygıttan gelen ölçümler, bir dakikadan daha az bir süre içinde otomatik olarak gelmekte ve bu “Bilgi Kayıtları”, yine otomatik olarak “Delgi Kartları” üzerinde işlenmektedir. Eğer herhangi bir hastaya ait sinyaller, belirli ölçünün altına inmiş ya da üstüne çıkmış ise hemen alârm düzeni harekete geçmekte ve tehlike sesi çınlamaktadır. Aynı anda da “Merkez Kontrol Odasındaki Tablo”da, o hastaya ait numaranın ışığı yanmaktadır. Eğer hemşire, herhangi bir hastanın durumunu öğrenmek istiyorsa o hastanın, yatak numarasını belirten göstergeyi açmakta ve böylece de hastadan “Kontrol Tablosu”na gelen bilgileri görmektedir. Özelliği olan bir hastanın durumunu öğrenmek isteyen bir doktor, “Yatak Başı Üniteleri”nden gelen ölçüm birimlerini gösteren üniteyi hemen harekete getirerek, bu bilgileri elde edebilmektedir. Eğer, çeşitli durumları belirtebilecek bir biçimde delgi kartları da aygıta eklenmiş ise “Görüntü Ünitesi” üzerindeki hareketten, durum saptanabilmektedir..” 4 Aşağıda, “Elektronik Hemşire”yi kullanarak hastalarını gözleyen bir hemşire ile koğuşta yatan hastaları gösteren şekli görmektesiniz. Şekilde biraz dikkat edince, her bir hastanın yatak başucunda ve hastanın bedenine bağlanmış olan “Ünite” ve “Aygıt”lar görülmektedir. Büyütülmüş daire 4

S. Handel, The Electronic Revolution. Penguin Books Ltd. Middlesex, England 1967, Sa. 204-206.

İletici aygıt

Yatak başı üniteleri

Koğuşlardan gelen bilgileri alıcı: Görüntü üniteleri, kart delgi vs. aygıtlar

“Elektronik Hemşire”yi kullanan “İnsan Hemşire” ve bir koğuşta yatan hastalarla “Merkez Kontrol Tablosu” arasındaki elektronik bağlantı.

içinde ise kulak memesine tutturulan “İletici Aygıt daha kolay seçilmekte-

dir. Bu resmi gördükten sonra insan, kompüterlerle hastalıkların teşhis ve tedavilerinin çok daha süratle ve sıhhatle yapılabileceği kanısına iyice varabiliyor. Ölçme, değerlendirme, kontrol ve ayarlamaların, “Sibernetik Sistem”le yapılmasından da hoşnutluk duyuyor. Amma.. hasta yatağının başucunda, tatlı gülümseyişi ile bakan şefkatli hemşirenin bulunmasını istiyor. Doğrusunu isterseniz elektronik sistemin en güçlü (bazılarına göre ise en eksik) yönü, onun duygusal bir yapıya sahip bulunmamasıdır. Bu nedenle “Elektronik Hemşire”, yalnızca ölçme ve kontrolleri bir anda işleyip iletecek, hastalığın gelişmesini, saniyesi saniyesine izleyecek, hastanın tehlikeli duruma girmesini kolayca önleyebilecek ve gerekli tedaviyi o anda yapacaktır. Amma, gözlerimiz, yine de güler yüzlü ve şefkatli hemşireyi arayacaktır.

SİBORG SİBERNETİK ORGANİSMA 1

Bilim ve Teknik’in 71. sayısında “Yarınki Soydaşımız Sun’i İnsan” (yukarıda) başlıklı yazıyı hatırlayacaksınız. Sayın Nüvit Osmay’ın, Almanca Hobby dergisinden akıcı bir dil ile çevirdiği bu yazıda, Sibernetik Organizma (kısa adı ile Siborg) hakkında, batı ülkelerinde yapılmakta olan ilginç çalışmalar ve gelişmeler anlatılmaktaydı. Bundan bir kaç ay önce Paris ve Brüksel’e otomasyon konusunda yaptığım kısa inceleme gezimde, siborg üzerindeki gelişmeleri araştırmaya çalışmıştım. Elde edebildiğim kitapları, izleyebildiğim tartışmalardan aldığım notları, kısa gezi süresi içinde sıkıca saklamaya özel bir çaba gösterdim. Türkiye’ye döndükten sonra da ülkemizde yayınlanan kitaplarda siborg ile ilgili kısımlarla karşılaştırarak Bilim ve Teknik okurları için, bu konuda bir yazı hazırlamayı tasarladım. Ancak siborg konusunda çalışmalar öylesine büyük bir hızla gelişmekte ki, bu yazıyı sizlere sunmakta bir hayli geciktim. İngilizce “Cyborg” biçiminde yazılıp “Sayborg” olarak okunan Almanca ise “Kyborg” biçimde yazılıp “Kiborg” olarak okunan bu kelimeyi biz, Fransızca okunuş biçimi dilimize daha yatkın olduğu için “Siborg” olarak yazmakta ve öylece de okumaktayız. Daha bakar bakmaz görüldüğü üzere bu kelime “Sibernetik” kelimesinin “S, i, b” harfleri ve “Organizma” kelimesinin de “O, r, g” harfleri alınıp birleştirilerek meydana getirilmiştir. Siborg kelimesi ortaya atılmadan önce, “Makine Organizmalar” biçiminde tanımlama yapılmakta idi. Çünkü bu bilimsel çalışma, “Makine” ile “Organizma”nın birleştirilmesinden meydana gelen yeni bir yapı ortaya koyuyordu. “..Başka bir deyiş ile, tek başına “İnsan Beyni” ile bu beyinin ileteceği emirlere bağlı olarak çalışan “Makine”nin ortak yaşamından meydana gelmiş, yeni bir “Varlık Türü”(!)..” 2 Bu yeni “Varlık Türü”nün nasıl bir şey olduğunu incelemeden önce “İnsan-Makine Ortak Yaşamı”na ait basit örnekleri, göz önüne getirmeye çalışalım. Aklımıza ilk getireceğimiz “Protez”ler olacaktır. Ayağı ya da kolu kesilen bir insana “Suni Ayak” ya da “Suni Kol” takılarak insan ile makine arasında bir “Ortak Yaşam” kurulmakta ve böylece o insan, bu “Suni Organ” ile birlikte yaşantısını sürdürmektedir. Bu örneklerin çok daha geliş-

1 2

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 90, Mayıs 1975. Toygar Akman, Otomasyon Sistemi ve Bilgi Bankaları, Ankara Üniversitesi Banka ve Ticaret Hukuk Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1975. Sa.195.

miş ve teknik yönden de çok daha ilginç olanları, “Suni Böbrek”, “Suni Ciğer” ve “Suni Kalp”lerdir. İnsanın hasta ya da çalışamaz durumda olan böbreği alınarak yerine bu “Suni Böbrek” takılmakta ya da hasta olan kalbine pil ya da elektronik sistemle çalışan suni bir aygıt yerleştirmekte ve böylece de o insanın yaşantısını sürdürmesi sağlanmaktadır. Konu buraya gelince azıcık durmamız gerekiyor. Organizmamızın tüm davranışları sinir sistemimizin içinde akan elektrik akımları yolu ile sağlanmaktadır. Bu elektrik akımlarının her biri başlı başına birer ünite olan “Nöron” adındaki “Bilgi İletim Merkezleri”nin birbirleri ile teması (kontakları) ile gidiş - gelişte bulunduğunu çok iyi biliyorsunuz. İşte bu “Nöron”ların “Dendrit” adı verilen uç kısımların birbirlerine teması ile organizma içinde akan elektrik akımı, bir merkezden başka bir merkeze iletilebilmektedir. Yalnız burada bir noktayı unutmamak zorunlu “Dendrit”lerin birbirleri ile (tıpkı bir elektrik düğmesinin açılıp kapanması gibi) temasından söz edilebilir. Birbirleri ile birleşmiş bir durumda olmalarından kesinlikle söz edilemez. Aşağıda, bir tek “Nöron”un “Dendrit” ve diğer kısımları ile birlikte büyütülmüş bir şeklini görmektesiniz. Bu büyütülmüş şekilde dahi “Dendrit”lerin ne kadar kılcal bir yapıda olduğu görülmektedir. Yalnızca kafatasımızın içinde on milyar kadar “Nöron” bulunduğunu düşünecek olursak “İnsan Beyni”nin ne kadar büyük bir “Bilgi İletim Merkezi” olduğunu ve aynı zamanda bu “Nöron”ların ne kadar önemli iş gördüklerini kavrayabilmiş oluruz.

Dendrit’ler

Tigroid Madde

Akson Myelin Kılıfı

Nöron’un yapısı ve çeşitli kısımları

İşte organizma içine yerleştirilen “Suni Böbrek”, “Suni Ciğer” ya da “Suni Kalp”ler, tıpkı canlı “Nöronlardan Oluşmuş Bir Merkez” gibi görev yapmakta, bir başka deyim ile (sanki “Dendrit”leri ile bir başka “Nöron” ile temasta imişler gibi) suni aygıt ile organizma arasında bilgi alış verişi kurulmaktadır. Bu “Suni Organ”lar önceleri yalnızca “mekanik” ya da “elektrik” sistemle çalışır bir yapıda oldukları halde, Sibernetik’in gelişmesi ile, her

A

B

BLOK

C

BLOK

Sinapsların görevleri

biri çok kompleks yapıda ve elektronik sistemle çalışan bir biçimde meydana getirilmeye başlanmışlar ve böylece de “Nöron”lar ile daha sıhhatle “temas”da bulunabilme olanağına ulaşmışlardır. Galiba, konumuzun en ilginç yerine geldik.

Suni Organ görevi yapan “Elektronik Aygıt”ların “Nöron”larla daha sıhhatle temas kurabilmeleri (kontakt yapabilmeleri)” (!).. “Nöron”ların birbirleriyle temas halindeki fonksiyonel duruma “Sinaps” adı verilmektedir. Sanıyorum ki aşağıdaki şekil, her biri ayrı bir elektrik devresi gibi açılıp kapanarak çalışan sinapsların görevleri hakkında yeteri kadar bilgi verecektir. Bu şekli gördükten sonra elektronik aygıtlarla, “Nöron”ların birbirleriyle temas halinde bulunarak “Bilgi İletiminde” bulunmaları ve bir “Ortak Yaşam” kurmaları, daha iyi canlandırılabilecektir. Çünkü “Elektronik Aygıt”lar da tıpkı insan organizması içinde akan elektrik akımları gibi “Açık-Kapalı” (yani Evet-Hayır biçimindeki) dil alışverişi ile konuşmaktadırlar. Bütün “Bilgi”leri bu “Evet-Hayır” (ya da 0 - 1 diye adlandırılan) konuşma biçimi ile sağlamaktadırlar. O halde, “Elektronik Aygıt”larla “Nöron”lar arasında,aynı biçimde “Evet-Hayır” biçimde bir haberleşme sistemi kurulabilecek olursa “Nöron”dan iletilen bir “Bilgi”yi, “Elektronik Aygıt” kolayca alacak ve gerekli “iş” ya da “eylem”i kolayca yapabilecek, ya da tam tersine “Elektronik Bir Aygıt”tan iletilen bir “Bilgi”yi alan “Nöron”, bu “Bilgi”nin gerektirdiği “İşlem”i aynı kolaylıkla yapabilecektir. Ancak “Siborg” un yapısına gelince durum çok değişmektedir. Çünkü “Siborg” da, doğrudan doğruya “Beyin”in kendisi ele alınmakta ve “İnsan Beyni”nden iletilen emirlerin “Elektronik Aygıtlar”la çok daha büyük bir ölçüde yapılması planlanmaktadır. Siborg’da “Elektronik Aygıt”lar, “Beyin”den iletilen emirleri çok daha büyük ve o derecede de hassas bir ölçüde uygulayan komütatörler durumuna geçmektedir. Bir başka deyişle “Zihin Amplifikatörleri” yaratılmış olmaktadır. “Organizma” ile “Makine” arasında “Ortak Yaşam” kurulabilmesini, acaba ilk kez kim düşünmüştü? Aynı soruyu çağımız ünlü “Hayal Bilim” yazarı ve fizikçisi Arthur C. Clarke da sormakta ve şu cevabı vermektedir: “..Bunu ilk kez kimin düşündüğünü bilmiyorum. Ama herhalde 1929 yılında “Evren, Ten ve Şeytan” adlı olağanüstü bir bilimsel kehanet kitabı yayınlamış olan fizikçi J. D. Bernal olacak. Bernal çoktan tükenmiş olan bu küçük kitapta, insan vücudunun birçok yetersizliklerine, sadece mekanik yedekler ve katkılar kullanarak çare bulunabileceğini ve bunun vücutta orijinal ve organik tek parça olarak, yalnız beyin kalıncaya kadar vardırabileceğini ileri sürüyordu..” 3 Sibernetik biliminin tüm bilim dallarına yayılması ve elektronik makinelerin çeşitli alanlarda uygulanması, “Organizma” ile “Makine” arasında 3

Arthur C. Clarke, Geleceğin Çehresi, Çeviren: Sebati Ataman, İstanbul 1970, Sa. 177.

kurulabilecek bir “Ortak Yaşam”ın da ancak sibernetik yol ile sağlanabileceği kanısını iyice yerleştirmiştir. Bu durumu dikkate alan New-York’ta Rockland hastanesi doktorlarından Manfred Clynes ve Nathan Kline, “Sibernetik ve Organizma” kelimelerinden meydana gelen “Siborg” kelimesini ortaya atmışlardır. Bu iki Doktor, “Siborg”u şöyle tanımlıyorlardı: “Homeostatik bir sistem gibi işleyen exogen yayılmalı ve karmaşık bir organizasyon”. Bu kısa tanımlamayı biraz açmaya çalışalım. Yukarıda “Nöron”ların yapısına ve “Sinaps”ların işleyiş biçimine kısaca değinmiştik. Bu durumu dikkate alan Sibernetikçi bilginler şöyle diyorlar: - Mademki, “Sinaps”lar bir elektrik devresi gibi açılıp kapanarak (temas halinde bulunmak biçiminde) bilgi alışverişi kurmaktadırlar ve elektronik beyinler (computerler) de aynı biçimde elektrik devrelerinin açılıp kapanması ile bilgi alışverişi yapmaktadırlar; o halde “Tek Başına Beyin” ile “Elektronik Makine” arasında bir “Ortak Yaşam” kurulabilir. “İnsan Beyni” bedenden ayrılarak “Elektronik Makine”ye bağlanabilir. Beyindeki merkezlerden “Nöron”lardan iletilen bilgi (ya da emir)lerin bu elektronik makine ile amplifiye edilerek (milyonlarca kez daha büyütülerek) uygulanmasına ve böylece de çok daha büyük işler yapımına geçilebilir. Burada önemli sorun ortaya çıkıyor. İnsan beynini, bedenden ayırarak ayrı olarak yaşatmak mümkün müdür?. Bu konuda ilginç bir operasyon, bundan bir yıl önce Amerika Birleşik Devletlerinde de yapıldı. 12 Ekim 1973 tarihinde bütün ajanslar, Amerikalı bir bilginin, bir maymunun kafasını, başka bir maymunun kafasına yerleştirdiğini ve bu yeni maymunun 36 saat yaşadığını bütün dünyaya bildirdiler. Demek ki. “Beynin Yaşaması İçin Gerekli Ortam” -özellikle oksijen ve kan- devamlı olarak sağlandığı taktirde, beynin bu yeni ortamda yaşaması mümkün. Daha da önemlisi böyle bir ortamda, beynin bedendeki rahatsızlıklarla (kalp yetersizliği, karaciğer bozukluğu vb. ) bedenin yaşamını sürdürememesi nedeniyle o beden ile birlikte ölmesi de söz konusu değil!.. Kısaca bu yeni ortamda, beynin çok daha uzun süre yaşamını sürdürebilmesi olanağı da sağlanmış oluyor! Konu buraya gelince, çok daha ilginç bir duruma geçilmiş olunuyor. İnsanoğlu yıllardır uzaya açılma çabası içinde çırpınmakta. Ancak bu organizmal yapıdan oluşan “Beden” ile birlikte “Füze”lerle yola çıkıldığında, uzayda uzun süre kalabilmek olanağı sağlanamıyor. Çünkü bu organizmal yapının yaşantısını sürdürebilmesi için oksijene, suya ve yiyeceğe ihtiyacı var! Uzun bir uzay yolculuğuna kalkacak bir füzede her şey-

den önce, bu yolculuğa katılacak olan astronotların oksijen, su ve yiyeceklerini stok etmek için binlerce ton alabilecek ambarların yapılması zorunlu olacak. Bu kadar büyük bir deposu olan füzeyi de yeryüzünden kaldırıp uzaya yollamak ayrı bir problem. Alman fizikçisi ve Sibernetikçisi Herbert W. Franke konuyu bu açıdan ele alınca, “Gezegenler arası uzay yolculuğunun astronotlar olmaksızın, yeryüzü üstü şuurlarla (yani Siborg’larla) yapılmasının zorunlu olduğu” üzerinde duruyor. Franke, ortaya attığı ilginç tezinde, insan bedeninden ayrılmış bir “Beyin” ile “Füzeyi Çalıştıran Elektronik Makine”nin birleşmesinden oluşan “Siborg Uzay Gemisi” üzerinde, özellikle duruyor. Herbert W. Franke böyle bir füzeye kumanda ederek tek başına çalışan beyine “Solo Beyin” adını vermektedir. Bu “Solo Beyin”in yaşaması için gerekli taze kan ve oksijeni devamlı olarak sağlayabilen bir ortam kurulabildiği anda bu beyin, “Uzay Gemisi”nin merkez kontrol görevini çok daha kolaylıkla yapabilecektir. Bu Alman fizikçisine göre “Henüz Doğmamış Olan Bir Çocuk Beyni” alınıp, çevresindeki koşullar sağlandığı ve bir füzeyi yönetecek biçimde şartlanıp eğitildiği anda istenilen sonuç, daha büyük ölçüde sağlanacaktır. Franke şöyle devam etmekte: “..Böyle programlanan bir beyin “İnsan Beyni”ndeki bilinç (şuur) yapısından yoksun olacaktır. Bilinen uyarmalara karşı, yabancı uyruklu bir kişi gibi duracak olan Siborg’un, duyguları da olmayacaktır. Ancak, bu “Solo Beyin”, gezegenimizin büyükelçiliği görevine getirilmiş olacaktır.” 4 “Tanrıların Arabaları” ve “Yıldızlara Dönüş” adlı ilginç kitapları ile binlerce yıl önce dünyamıza başka gezegenlerden varlıkların gelmiş olduğu iddiasını ileri süren, İsviçreli yazar Erich von Däniken de, bu varlıkların “Siborg Tipi Varlıklar” olabileceğine dikkatleri çekmek istemektedir! Batı ülkelerinde bu konularda geniş bir tartışma açıldığı ve Däniken’in görüşlerine karşı çeşitli görüşler ortaya atıldığı için kısaca, bu duruma da değinmemiz gerekecek. Bonn Üniversitesi Profesörlerinden Dr. Siegfried Ruff ve Dr. Wolfgang Briegleb, Uzay yolculuğunun “Siborg Tipi Varlıklar”la yapılacağı konusundaki Däniken’in iddialarını şöyle eleştirmektedirler: “..Bizim görüşümüze göre “Siborg”lar kör bir gelecek tahmininin son halkasıdırlar. Ayrıca bu “Siborg”ların düşünülmesindeki en büyük hatalardan biri de insanın davranışlarında, töresel etkilerin de en az beyni kadar önem kazandıklarının düşünce dışı bırakılmış olmasıdır. Ayrıca hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden, özellikle de maymunlar üzerinde yapılan

4

Erich von Däniken, Return to the Stars, Corgi Books, London 1972, Sa. 20.

deneylerden ne sonuç alınacağı da kuşkuludur..” 5 Bu eleştiriler yanı sıra, insanlığın gelecekte karşılaşacağı durumu bir “Şok” olarak değerlendiren ve bu konuda yazdığı kitabına “Future Shock” adını veren, ünlü yazar Alvin Toffler de, “Siborg” konusuna değinirken şöyle söylemektedir: “..Günümüzde hız ayarlayıcı ya da plastik kan damarı taşıyanlar, insanlıklarından bir şey yitirmiş değillerdir. Kişiliği ve bilinci açısından gövdesinin takma parçası önem taşımaz. Oysa makine, öğelerin oranı artarsa, kendisiyle ilgili bilincine ve içyapısına neler olacaktır..” 6 Yazımızın başında bu konudaki çalışma ve tartışmaların Batı ülkelerinde büyük ölçüde yapılmakta olduğuna değinmiştik. Nitekim sayın Nüvit Osmay’ın Hobby dergisinden yaptığı çeviride de, bu konuya değinilmekte ve “Siborg”un yapımı ile ne gibi hukuksal sorunlar ortaya çıkacağı şöylece belirtilmekteydi: “..Bir “Siborg” meselâ, insan cemiyetinin bir üyesi sayılacak mıdır? Onun da normal vatandaş gibi, aynı haklar ve sorumlulukları olacak mıdır? Hukuk karşısında onun esas itibariyle değişik olması, insanların eşit olmasıyla nasıl bağdaşacaktır? Basitçe sorulursa, meselâ bir “Siborg” evlenecek, Devlet şefi olabilecek midir?..” Bu sorulara şimdi Batı ülkelerinde yeni sorular eklenmektedir. - Kendi beyninin, elektronik bir makine ile birleştirilerek bir “Siborg” yapısı olmaya razı olan bir insan, ya “Siborg” olduktan sonra evine dönmeye kalkarsa! Bir tarafı “Beyin”, diğer tarafı ise makineden kollar ve bacaklar ve diğer eklemlerden oluşan bu “Yeni Varlık Türü”, evinin kapısına dayanırsa! Hepsinden daha önemlisi, “Siborg”un beyninden iletilen akımlar (ya da emirler), binlerce kez büyütülerek (amplifiye edilerek) uygulama alanına geçeceğinden, ya bu “Yeni Varlık Türü” tüm insanları egemenliği altına almaya kalkarsa!.. v b. gibi. Bu soru ve eleştirilere karşı İngiliz Fizikçisi Arthur C. Clarke, çok daha iyimser görüşle karşı çıkmakta ve şöyle demektedir: “..Bir gün gelecek, karmaşık makinelerle geçici olarak birleşebilecek ve onları yalnız kontrol etmekle kalmayıp, kendimiz bir uzay gemisi, bir televizyon şebekesi, bir denizaltı olabileceğiz. Bu bize, sırf zihinsel bir zevkten çok daha fazlasını verecektir. Bir yarış arabasını sürerken ya da bir uçağı idare ederken duyduğumuz ürperti, torunlarımızın torunlarının, 5

6

Ernest Von Khuon, Däniken Duruşması, Çeviren: Çiğdem Bozdoğan, İstanbul 1974, Sa. 113. Alvin Toffler, Future Shock (Şok), Çeviren: Selâmi Sargut, Altın Kitaplar 1974, Sa. 195-196.

insanın kişisel şuuru, keyfine göre denizin, gökyüzünün ya da uzayın derinliklerinde, makineden makineye dolaşmakta serbest olduğu zaman, duyacakları heyecan yanında hiç kalacaktır.” 7 Sibernetik’teki hızlı gelişmeyi yakından gördüğümüzden, Arthur C. Clarke’ın şu sözlerini de özellikle belirtmek istiyoruz: “..Makineleri yatışmak bilmez düşmanlar gibi canlandıran şaşkınlar, cangıldan (orman yaşantısından) miras aldıkları, kendi saldırganlık içgüdülerini yansıtmaktadırlar. Zekâ ne kadar gelişirse, işbirliği derecesi de o kadar yüksek olur. Eğer bir gün, insanlarla makineler arasında bir savaş patlarsa, onu kimin tahrik etmiş olacağını keşfetmek için sihirbaz olmaya lüzum yoktur..” Sibernetik’in en önemli konularından biri olan “Siborg”u, bir tek yazı içinde özet biçiminde de olsa dile getirebilmek, elbette ki olanak dışıdır. Ancak bir durumun üzerinde durmak ve şunu belirtmek istiyoruz: İnsanoğlu, yakın bir gelecekte “Siborg”u yapacak ise, insan beyni onu yapıp kullanabilecek kadar gelişmiş demektir. Bu da insanoğlunun “Beyin Gücü”nü göstermektedir.

7

Arthur C. Clarke, Geleceğin Çehresi, Çeviren: Sebati Ataman, İstanbul 1970, Sa. 178-179.

“HAYAL-BİLİM” YAZARI, “FİZİK BİLGİNİ” ARTHUR C. CLARKE1

İnsan yaratıcılığının kültür ve bilimden yararlanarak ortaya koyduğu en önemli yapıt nedir?. diye bir soru sorulacak olsa, verilecek en ilginç cevaplardan biri herhalde, insanın hayal gücünü, bilimsel gelişmelerle besleyerek yazdığı “Hayal - Bilim” (Science-Fiction) romanlarıdır..” olacaktır. “Hayal-Bilim Romancılığı” ve “Bilginlik”!.. İlk bakışta bunların birbirleriyle bağdaştırılması olanaksız gibi gözüküyor. Romancı masasına kapansın edebiyatını yapsın! Bilgin de laboratuvarına girsin, bilimsel araştırmalarına dalsın! Bunların birbirleriyle ne ilişkisi olabilir ki? diye düşünülebilir. Oysa insanoğlunu, diğer canlı varlıklardan ayıran en büyük özelliği onun bir “Hayal Gücü”ne sahip olmasıdır. İnsan, bu “Hayal Gücü” ile geleceğe uzanabilmekte ve ancak gelecekte erişilebilecek birçok gerçekleri ya da buluşları, bugünden önümüze koyabilmektedir. Jules Verne işte bu “Hayal Gücü” ile yüzyıl öncesinden geleceğe uzanabilmiş, denizaltının yapılabileceğini belirtmiş ve “tepki prensibi” ile çalışan bir füze ile Ay’a yapılacak yolculuğu canlandırabilmişti. Onun belirttikleri yüzyıl sonra gerçek olarak yüzeye çıkınca, Jules Verne ve romanlarına karşı duyulan kuşkuları ve hayretleri, hayranlığa dönüştürmüştü. Çağımızda ise bazı bilginler “Hayal Gücü”nü bilimsel bulgularla besleyerek öyle ilginç yapıtlar ortaya koyuyorlar ve öylesine hayranlıkla izleniyorlar ki çevreleri onları, “Hayal-Bilim Romanları” (Science-Fiction) yazmaya âdeta zorluyor. İşin daha da ilginç yönü, bu bilginlerin hikâye roman, makale vb. yapıtlarında ortaya koydukları gerçeklere, hemen 10-15 yıl sonra, bilimsel gelişmeyle erişilmesi. Bu bakımdan bu bilginlerin “Science - Fiction” yapıtları, daha da büyük anlam kazanıyor. “Hayal-Bilim” yapıtları ortaya koyma konusunda en önde gelen bilginlerden biri herhalde İngiliz Fizikçisi Arthur C. Clarke'dır. İngiltere’nin bir eyaleti olan Somerset’te Minehead’de 16 Aralık 1917’de doğan Arthur C. Clarke, daha bilimsel çalışmalarına girişmeden hayal gücünü kullanan bir öğrenci olarak kendini göstermeye başlamıştı.

1

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 91, Haziran 1975.

Clarke zekâsı ve çalışkanlığı ile daha birinci sınıfta okul müdürü ile öğretmenlerin dikkatlerini çekmeye başlamıştı. Okul yöneticileri Clarke’ın “Hayal Gücü”nü özenle işletmekte olduğunu gördüklerinden, onun bu ufkunun gelişmesi için yeni olanaklar aramaya girişmişlerdi. Kitaplarından birinin ön sözünde bu konuya değinen Arthur C Clarke şöyle yazmaktadır: “ ..Öğrenciliğime ait en eski anılarım sınıfımızın önünde durup, tarih öncesi hayvanları üzerinde hikâyeler anlatmamdır. Okul Müdürümüz Mr. Tipper bana güç verirdi. Öğretmenler yönünden de çok şanslı idim. Belki bazıları diğerlerinden çok daha iyi idi. Ama içerlerinde kötü olan hiç birini hatırlamıyorum. Dokuz yaşıma bastığımda (ki ayni tarihte Atlantik’in öbür yakasında Goddard, ilk sıvı yakıtlı füzesini ateşliyordu) Mr. Tipper akademik çalışma ufkumun genişlemesi için, benim Taunton’ta Huish Gramer Okuluna geçmemi sağlamıştı. Böylece 1936 yılında 19 yaşıma basıncaya dek ikinci öğrenim ve eğitimimi bu okulda yapmıştım. Huish’de İngilizce öğretmenim E. B. Mitford’un etkisi ile okul dergisine skeçler ve küçük hikâyeler yazmaya başlamıştım. Kısa bir süre sonra, benim ilk editörüm olan “Mitty”e, “Tanrının Dokuz Milyar Adı” adlı hikâyemin yayın hakkını vererek borçlarımın bir kısmını ödemek olanağını elde ettim..” 2 Çocukluğuna ait şu bir kaç satırda dahi Arthur C Clarke’ın, birçok şeyi birlikte anlatmakta olduğu görülmektedir. Bunlardan birisi, kendisi daha dokuz yaşında iken Amerikalı bilgin Goddard’ın füze çalışmalarına başlamış olduğunu özellikle belirtmesidir. (Çünkü çok kısa bir süre sonra Clarke bu konudaki çalışmaların içine girecek ve çok ilginç bir “Uydu Projesi”ni ileri sürecektir) İkincisi de “Tanrının Dokuz Milyar Adı” adlı hikâyesinin yayın hakkını vermek suretiyle Mitty’e olan saygı borcunu ödeyebilmesidir. Oysa bu hikâye, başlı babına ilginçtir ve çok büyük yankılar uyandıracaktır. Arthur C. Clarke, öğrenimini başarılı bir matematik ve fizik bilgisi ile tamamladıktan sonra R.A.F (İngiliz Hava Kuvvetleri)nde “Radar” üzerinde çalışmaya başlamış ve “İkinci Dünya Savaşı” içinde İngiltere’de “Radar” tesislerinin kurulması ve geliştirilmesinde büyük katkılarda bulunmuştur. Burada önemli olan husus, Clarke’ın bu dönem içinde matematik, fizik ve elektronik alanlarında elde ettiği teorik bilgileri uygulamaya koyması ve başarılı sonuçlara ulaşmasıdır. Arthur C. Clarke’ın en ilginç çalışması, daha uzaktan haberleşme (Telekomünikasyon) fikri İngiltere’de gelişmemiş iken “Telstar” tipinde “Suni Uydu”larla haberleşme projesini ortaya atmasıdır. Clarke, bu projeyi 1945 yılında ortaya attığı zaman, belki bazıları 2

Arthur C. Clarke, The Best of Arthur C. Clarke (1937 - 1971). Sphere Books Limited London. 1972, Sa. 9.

kendisine tebessümle bakmışlardı. Ancak, 15 yıl sonra, “Telstar” suni uydusu aynen Arthur C. Clarke’ın projesinde belirttiği gibi yapılacak ve uzaya fırlatılacaktı. 1937 yılından beri “Hayal-Bilim” (Science-Fiction) hikâye ve romanları yazmayı elden bırakmayan Clarke, bir yandan kendi “Hayal Gücü” ile gelecekte erişilebilecek gerçekleri göz önüne sermeye çalışmış, bir yandan da bilimsel gelişme sonunda elde edilen bulguları dikkate alarak, gelecekte neler olabileceğini resmetmeye çaba göstermiştir. Geçen her yıl ile birlikte Arthur C. Clarke’ın, önümüze serdiği gerçeklere ulaşılması karşısında UNESCO 1962 yılında bilimsel yayınlar için koyduğu KALINGA ödülünü, kendisine vermiştir. Clarke. 1946-1947 ve 1950-1953 yılları içinde British Interplanetary Society (İngiltere’de Gezegenler Arası Derneği)nin Başkanlığını yapmış, 1951 yılında Londra’da yapılan Uluslararası Astronautical Kongre’ye başkanlık etmiş olup, Royal Astronomical Derneği üyeliğine seçilmiştir. Burada bizi şaşırtıcı bir durum, bu büyük bilginin İngiltere’den ayrılarak Seylan adasına gidip yerleşmesi ve orada yaşantısını sürdürmesidir. Kim bilir belki de orada doğa ile daha da yakından dostluk kurma olanağını elde etmiştir. Kitapları yanında okudukça “Hayal Gücü”nü daha da geliştiren ve her an laboratuvarında çalışma olanaklarına sahip bulunan Arthur C. Clarke, elde ettiği bulgulara dayanarak bilimsel gelişmeler sonunda, insanoğlunun nasıl bir geleceğe ulaşacağını daha da kolaylıkla çizebilmektedir. Bu ünlü İngiliz bilgini “Uzayın Keşfi” adlı ve tamamen bilimsel olarak yazmış bulunduğu yapıtının son sayfalarında, 3000 yıllarında yaşayan bir tarihçinin şöyle konuşacağını yazmıştı: “..Roketlerin gelmesiyle milyonlarca yıllık ayırım ve örtünme sona ermiştir. İlk Uzay Gemisinin, Mars ve Jüpiter gezegenleri yüzeyine inmesi ile ırkımızın çocukluk çağı bitmiş ve bizim “Tarih” adını verdiğimiz şey, şimdi başlamıştır!..” 3 Bir noktayı hemen işaret edelim Clarke, bu satırları 1951-1958 yılları içinde yazmıştı. Henüz de insanoğlu Mars ve Jüpiter’e ayağını basmış değildir.! Yazımızın başından beri Clarke’ın hem bir bilgin hem de bir “Hayal Bilim” yazarı olması üzerinde durmamızın bir başka nedeni, bu Bilgin’in

3

Arthur C. Clarke, The Exploration of Space. Penguin Books Ltd. Middlesex. 1958, Sa. 189.

“Hayal Bilim” (Science - Fiction) olarak yazdığı yapıtlarında, çağımızın çok ötelerine hızla atlamakta olmasındandır. Hatırlarsanız 1973-1974 yılları içinde ülkemizde de oynayan “2001 Uzay Yolu Macerası” adlı bir filmi seyretmiştik. Arthur C. Clarke bu filmin konusunu, ilk kez 1954 yılında “The Sentinel” adlı hikâyesi ile yayınlamıştı. Ünlü film rejisörü Stanley Kubrick’in bu konuda bir “Uzay Romanı” yazmasını önermesi üzerine 1964 yılında kaleme almaya başladığı “2001 A Space Odyssey” (2001 Uzay Yolu Macerası) adlı yapıtını 1968 yılında yayınlamıştır. İşte ülkemizde seyrettiğimiz film bu romandan filme aktarılmış olanıdır. Filmi seyretmiş olanlar hiç kuşku yok ki aynı heyecanlı dakikaları, şu anda da yaşayacaklardır. “Uzay gemisinin Venüs gezegenine yol alması, bu gemide bulunan HAL 9000 adlı elektronik beyinin insanoğluna hükmetmeye kalkışması, Bowman adlı uzay pilotunun elektronik beyini yenerek uzay gemisine hakim olması, Jüpiter ve Satürn’ü geçtikten sonra bambaşka bir evrene girerek değişime uğraması ve henüz doğacak bir çocuk halinde yeryüzüne dönmesi.. vb. gibi”. Asıl değinmek istediğimiz konu, Arthur C Clarke’ın bir Fizik ve Elektronik Bilgini olarak, bu kitabının önsözünde yazdıklarıdır. Clarke önsözde aynen şöyle demektedir: “..Bugün yaşayan her insanın arkasında otuz hayalet beklemekte. Çünkü bugün ölülerin sayısı, canlıların sayısına göre bu orandadır. Zamanın doğuşundan bu yana dünya gezegenine kabaca yüz milyar insanoğlu ayak basmıştır. Bu ilgi çekicidir. Çünkü Samanyolu’nun da aşağı yukarı yüz milyar yıldız olduğu saptanmıştır. Buna göre gökyüzünde her canlı için, bir yıldız yanıp sönmektedir. Bu yıldızların her biri bir güneştir. Dünyamıza ışık ve sıcaklığını veren bizim güneşten daha büyük ve parlak ve çoğunun, belki de hepsinin uydusunda gezegenleri vardır. İlk insandan bu yana, gökyüzünde her canlının dünyamız büyüklüğünde kendi cenneti ya da cehennemi olabileceği hemen hemen kesindir. Sözü geçen ve var olduğu öne sürülen bu cennet ve cehennemlerin kaç tanesinde canlı olduğu, ya da ne tür canlıların yaşadığı hakkında bir tahmin yürütülmemektedir. En yakını, gelecek kuşağın bile hedefi olmaktan uzak Mars (Merih) ya da Venüs’ten milyonlarca defa daha uzaktır. Fakat bu mesafe, giderek yok edilmektedir. Öyle ki bir gün yıldızlar arasında kendimize benzer canlılarla ya da bizden üstün yaratıklarla karşılaşıvereceğiz. İnsanoğlu geç bile kalmıştır bu karşılaşmada. Ancak bazıları, böyle bir şeyin gerçekleşmemesi isteğindedir. Çoğu “Kendimiz uzaya gitmeyi

“2001 Yılında” adlı filimden bir görüntü. Arthur C. Clarke’ın “Hayal Gücü” ile yarattığı “Discovery” adlı Uzay gemisi ve gerektiğinde bu gemiden ayrılarak çevrede gözlem yapan “Uzay Füzesi”.

göze aldığımız halde, ne diye henüz gerçekleşmemiştir bu karşılaşmalar!” demektedir. Öyle ya neden? Bu makul soruya verilecek bir tek cevap var. Ancak şunu da hatırınızdan çıkartmayın bu hayali bir hikâyedir. Gerçek, her zamanki gibi uzaktadır..” 4 Şimdi Arthur C. Clarke’ın ‘‘Hayal Bilim” (Science-Fiction) romanından başımızı kaldıralım ve onun bilimsel çalışmalarına geçelim. Clarke en ünlü bilimsel yapıtlarından biri olan “Geleceğin Çehresi” adlı eserinde, yine “Hayal Gücü”nü çalıştırarak, yakın bir gelecekte “İnsanoğlunun Kopyaları”nın bir televizyon dalgası gibi, bir yerden başka bir yere iletilebileceğini ileri sürmektedir. Bu durumun bir televizyon sisteminden hiç bir farkı olmayacağını iddia eden Clarke şöyle yazmaktadır: “..Televizyon sistemi, aynı anda yalnız tek ışık değeri iletir. Fakat bunların 250.000 tanesi, bir saniyeden çok kısa bir zamanda ekran üzerine aksettiği için, biz tam ve sürekli bir resim görürüz. Bu iş bir saniyede otuz defa (bazı memleketlerde yirmi beş defa) tekrarlandığı için de sahne bize kesiksiz hareket halinde görünür Demek ki televizyon vericisi, sahnenin ışık ve gölge değerleri hakkında bir saniyede birbirinden ayrı, tam 7. 500.000 sinyal göndermektedir.

4

Arthur C. Clarke, 2001 A Space Odyssey (2001 Uzay Yolu Macerası), Çevirenler: N. Olcaytu, G. Ç. Can. 1973, Sa. 6.

Şimdi biz de birçok “Hayal - Bilim” yazarı gibi, bazı teknolojik hülyalara dalalım. Bir televizyon kamerasının stüdyoda bir sahneyi kaydettiği gibi bir katı cismi (atomu) görüp kaydedebilecek bir üstün röntgen cihazı tasavvur edelim. Bu cihaz meselâ, şurada bir karbon atomu onun bir milimetrenin milyarda bir kadar sağında bir boşluk, sonra bir oksijen atomu vb. kaydederek önüne konulan cismin tamamını, bir sıra elektrik impulsları halinde tarif ve tasvir edebilecek ve bunları dalgalar halinde yayınlayacaktır. Eğer böyle bir cihaz bir gün var olabilirse, tıpkı televizyonda olduğu gibi işlemi tersine çevirmek ve bu dalgalarla iletilen bilgilerden (informasyondan) hareketle, asıl cismin mutlak şekilde aynı olan bir kopyasını yeniden meydana getirmek mümkün olacaktır. Böyle bir sisteme “Madde İletici” adı verilebilir. Gerçi bu terim, gerçeği tamamıyla açıklamaz. Çünkü televizyon nasıl ışığın kendisini iletmiyorsa, bu da maddenin kendisini götürecek değildir. O yalnızca bir informasyon iletecek ve buna dayanılarak, alıcı cihaza konulmuş bulunacak gerekli sayılarda çeşitli atomlar aslındaki şekil ve yapıda düzenlenip, o cismin tam bir kopyasını meydana getirecektir. Bunun sonucu da ani bir ulaşım, hiç değilse dünyanın çevresini, saniyenin yedide birinde dolanan radyo dalgaları hızında bir ulaşım olacaktır.. 5 Bu satırları okuduktan sonra Arthur C. Clarke’ın kişiliği, bilimsel çalışmaları ve “Hayal-Bilim” gücü insanı şaşırtıyor. “Geleceğin Çehresi” adlı ünlü kitabının bölüm başlıkları bile birbirlerinden ilginç; “ Fili minyatürleştirmek.. Yürüyen yollar.. Otomobilin ölümü.. Ehlileştirilmiş yerçekimi.. Otomatik direksiyon.. Yakıtsız taşıt.. Mesafesiz Dünya.. Madde iletici.. Dünya dışı yaratıklarla temasa doğru.. Galaksi telefon rehberi.. Yörünge gazetesi.. Düşünen makineler.. vb. gibi”. İnsan, sayfaları çevirdikçe şaşkınlığı önce hayranlığa dönüşüyor. Ve kısa bir süre sonra da kendi “Hayal Gücü”nü kullanmaya yöneliyor. Denilebilir ki Arthur C. Clarke kadar “İnsanın Hayal Ufkunu Genişletebilen’’ bilgin ve yazar çok az yeryüzüne gelmiştir. Yukarıda onun “Tanrının Dokuz Milyar Adı” adlı hikâyesinin, çok büyük yankılar yarattığına değinmiştik. Hikâyenin tamamını buraya almamıza imkân olmadığı için, şöylece özetlemeye çalışalım: New York’un elektronik beyin makineleri yapan ünlü firmalarından birine Tibet’ten bir Lama (Rahip) gelerek, Tibet’teki Manastırları için son model elektronik beyinlerden birini kiralamak istediğini bildirir. Ancak bir şartı vardır. 10 ondalığa kadar, bütün matematik işlemleri yapan bu son sistem

5

Arthur C. Clarke, Geleceğin Çehresi, Çeviren: Sebati Ataman, İstanbul. 1970, Sa. 62-63.

makine, sayı yerine Tibet harflerini basacak bir biçimde programlanacaktır. Firma Direktörü hayretle, bunun nedenini sorduğunda, Lama sakin, şöyle cevap verir: “ - Çok basit üç yüz yıldan beri, Tanrı’nın bütün adlarının listesini hazırlamak için uğraşıyoruz. Siz buna bir tür dinsel ayin yöntemi diyebilirsiniz. Bu bizim dinimizin temellerinden biridir. Yüce Varlığa verilen adlar Tanrı, Allah, Jüpiter, Yehova vb. ne olursa olsun, insanların yapıştırdığı etiketlerden öte bir şey değildir. Burada, açıklayamadığım kadar karmaşık bir felsefe yürütme sonucu, şu kanıya vardık ki, harflerin bütün karışımları arasında “Tanrının Gerçek Adları” bulunmaktadır. İşte bizim amacımız, bu adların tümünü bulup yazmaktan ibarettir. Bu makine sayesinde, on beş bin yılda yapacağımız iş, 300 günde bitecek! Direktör Lama’nın sözlerinden pek bir şey anlamamakla birlikte Tibetli rahibe, makinenin istediği biçimde hazırlanacağını bildirir. Elektronik Beyin’in New York’tan sökülüp Tibet’e taşınması ve orada monte edilerek rahibin istediği biçimde çalıştırılması için iki mühendis, üç ay süre görev yapmak üzere Tibet’e gönderilir. İki mühendis, Tibet’in dağları arasında makineyi monte eder ve çalıştırmaya başlarlar. Rahipler de, makinenin bastığı kelimelerden bazılarını çıkartıp keserler ve kocaman defterlere saygı ile yapıştırmaya başlarlar. Chuk adlı mühendis Rahiplerden biri ile yaptığı konuşmayı diğer arkadaşına heyecanla iletir: - Dinle Georges, ihtiyar demin anlattı bana. Sanıyorlar ki bütün bu adları yazdıkları zaman (ki onlara göre dokuz milyar kadarmış) Tanrısal, kutsal amaca erişilmiş olacak. İnsan ırkı, hangi görev için yaratılmış ise görevini tamamlamış olacakmış!.. Georges, sıkıntı ile sorar, - Yani, bizim işimiz bitince dünyanın da sonu gelecek öyle mi? Chuk, sinirli, sinirli güler, - Ben de ihtiyara böyle dedim işte. O zaman garip garip baktı suratıma, bir öğretmenin pek aptal öğrencisine baktığı gibi ve dedi ki: “Yok canım, bu kadar önemsiz olmayacaktır herhalde!..” Bu konuşmadan sonra iki mühendis arkadaş, bu sıkıntılı yerden bir an önce ayrılmayı kararlaştırırlar. Makineyi 24 saat çalışır bir duruma getirirler. Böylece iş, dört günde tamamlanmış olacaktır. Bir hafta sonra küçük hava alanına bir uçak ineceğine göre ona yetişip, Tibet’i terk edebilirler. Makine 24 saat çalışır durumda Tanrının Adlarını saptarken iki arkadaş usulca kaçarlar Chuk ovaya yaklaşırken seslenir;

- İşte. Amanın dünya varmış. Küçücük bir gümüş haç gibi, eski D. C. 3 tipi taşıt uçağı, aşağıya o uydurma küçük hava alanına konmuştu. Bu görünüm insanda, koskoca bir buzlu viski yuvarlama isteği uyandırıyordu. Chuk türkü çağırmaya başladıysa da hemen vazgeçti. Dağlar cesaretini kırıyordu. Georges, saatine bir göz attı, - Bir saat sonra alandayız. Ne dersin. Hesap bitti mi acaba? Chuk karşılık vermedi ve Georges başını kaldırdı ki, arkadaşının yüzü bembeyaz kesilmiş göğe dönmüştü. “Bak” diye mırıldandı Georges da gözlerini kaldırdı. Başlarının üzerinde, dağların sessizliğinde, yıldızlar, son kez, teker teker sönmekteydi... Arthur C. Clarke’ın, bu ilginç “Hayal-Bilim” hikâyesini biraz daha canlı olarak nakledebilmek için, son satırları aynen almaya çalıştık. “HayalGücü”nü kullanma sırası, artık sizindir. Bakın ünlü bilgin Clarke, “Hayal-Bilim”e nasıl bir övgüde bulunuyor: “..Verne ve Wells’in ünlü adlarını andıktan sonra, şunu açıkça söylemek isterim ki, geleceğin olanaklarını tartışmak konusunda ancak, “Hayal -Bilim” yazar ve okurları gerçekten yetkili olabilirler. Bu edebiyat türünü bir kaç yıl öncesine kadar olduğu gibi- bilgisiz ya da açıkça kötü niyetli eleştirmecilere karşı savunmaya artık gerek kalmamıştır. Fakat biz burada “Hayal-Bilim”in edebî niteliklerini inceleyecek değiliz. Biz onun, yalnızca teknik yönü ile ilgileneceğiz. Son otuz yıl içinde on binlerce kitap, geleceğin hayale sığabilen (ve çok defa sığmayan) olanaklarını işlemiştir. Olması mümkün olan her şey şurada burada, kitaplarda, dergilerde ele alınmıştır. Önümüzdeki on yıldan öteye uzanan gelecek hakkında bir görüş sahibi olmak bir kimse için, “Hayal-Bilim” yayınlarını eleştirici (sıfat önemlidir) bir gözle okumak, vazgeçilmez bir öğrenim yoludur..” 6 Sanıyorum ki Clarke’ın bu sözleri, “Hayal Gücü”nüze ve onun “Yaratma Kuvveti”ne olan güveninizi daha da arttıracaktır. Bakın son kitabını bile nasıl bitiriyor: “..Hangi Uygarlıklar varlığımızı bilmektedir? Diğer gezegenlerdeki bu varlıklarla ne zaman buluşacağız. Sanıyorum ki bu pek fazla sürmeyecektir..” 7 6

7

Arthur C. Clarke, Geleceğin Çehresi, Çeviren: Sebati Ataman, İstanbul, 1970, Sa. 8 - 9. Arthur C. Clarke, The Lost Worlds of 2001, Sidgwick and Jackson Ltd. London, 1972, Sa. 240.

YILDIZLARIN DOĞUMU 1

Bir canlı varlığın doğup yeryüzüne gelmesi yaşaması, yaşlanması ve ölmesinden söz edilebilir. Toprağa ekilen bir tohumun burada doğup büyümesi, fidan vermesi, ağaç olması ve sonra da sararıp kuruması ve yaşlanıp ölmesinden de söz edilebilir. Fakat yıldızların doğumundan ve ölümünden söz edilebilir mi? Çağımız başına gelinceye dek böyle bir konu, ne bilimsel ve hatta ne de felsefe yönünden derinliğine ele alınmamıştı. Bulutsuz gecelerde gökyüzüne baktığımızda, bütün yıldızlar yerli yerinde durur göründüklerine göre, bu yıldızların ölmesi diye bir konu olamazdı! Hem baktığımız yıldızların yanında “Yavru Yıldızcıklar” da görülemediğinden, herhangi bir “Yeni Yıldız”ın doğduğu da ileri sürülemezdi!.. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile insanoğlunun eline daha hassas aygıtlar geçtikçe, bu aygıtlarla çevresini daha derinliğine incelemek olanağı da sağlanmış oluyordu. Böylece de her geçen gün çıplak gözle yaptığı gözlemler sonunda vardığı sonuçların hatalı, bazen de çok yanlış olduğunu anlamaya başlıyordu. Günümüzden aşağı yukarı 300 yıl önce Hollanda’da Delft Belediyesinin kapıcısı olan Leeuwenhoeck, mercek yontma merakını geliştire geliştire ilk mikroskopu icat edip yağmur damlacığına baktığı zaman küçük kızı Maria’ya, - Buraya gel çabuk! Bu yağmur damlacıklarının içinde ufacık hayvanlar var! Yüzüyorlar. Oynaşıyorlar. Gözlerimizle görebildiğimiz yaratıklardan bin defa daha büyük bunlar.. Bak ne keşfettiğimi gör!.. 2 diye heyecanla seslenirken, insanoğlunun çıplak gözle göremediği bir çok gerçeklerin bu insanoğlunun icat ettiği aygıtlarla bulunabileceğini de saptamış oluyordu. Üç yüz yıl önce insanlara inanılmayacak gibi gözüken bu olay bugün bizim için hiç de o kadar heyecan verici görülmemektedir. Mikroskopun ne olduğunu hepimiz çok iyi bilmekte ve Leeuwenhoeck’in “Küçücük Hayvan-

1 2

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı 92, Temmuz 1975. Paul de Kruif, Microbe Hunters (Mikrop Avcıları), Çeviren: Mithat Enç, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1951, Sa. 11.

lar” dediği “Mikrop”ların, yüzlerce çeşidini tanımaktayız. Bu kadarla da kalmamakta ve bu mikroskopu daha da geliştirerek elektron-mikroskopu ile “Hücre Evreni”nin içine girerek, her geçen gün yepyeni gerçekleri bilime sunmaktayız. İnsanoğlu bu en küçük evreni incelediği ölçüde en büyük evrene de başını kaldırmakta ve bu konuda da icat edip kullanmaya başladığı “Dev Teleskoplar” ile gökyüzü varlıklarını incelemektedir. Bu bilimsel gelişme her geçen günle öylesine hızla gelişmekte ki basit bir örnek vermek üzere şu durumu belirleyelim: Son 25 yıl içinde yazılan kitapların toplamı, yazının icadından bugüne dek yazılan tüm kitapların sayısından daha fazladır! Son 25 yıl içinde Bilim ve Teknoloji’de yapılan keşif, buluş ve aygıtların sayısı tüm tarih boyu 25 yıl öncesine gelinceye dek yapılan keşif, buluş ve aygıtların sayısından daha fazladır! Bu durumu göz önüne getirince, insanoğlunun “Gökyüzü Varlıkları” hakkında daha önce çıplak gözle ya da ilkel aygıtlarla yaptığı gözlemlerde bazı hataların olabileceği, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim dev teleskoplar gökyüzüne çevrilince o zamana dek büyük yıldızlar - küçük yıldızlar biçiminde yapılan ayırım ve tanımlamanın yeterli olmadığı, çünkü bu yıldızların bir kısmının henüz doğduğu, bir kısmının gençlik çağını yaşamakta olduğu, bir kısmının ihtiyarladığı ya da ölmekte bulunduğu, bir kısmının ise öldüğü saptanmıştır. Hollandalı Leeuwenhoeck’in yonttuğu merceklerin daha büyüklerini işleyerek kendi gök dürbününü yapan İtalyan Galileo Galilei’nin, bu dürbününü uzaya yöneltmesiyle, bu konuda bilimsel çalışmalara da geçilmişti. Astronomi bilimi, Galileo’dan bu yana 300 yıl içinde öylesine büyük bir gelişme gösterdi ki bilim adamları, çağımız başında yalnızca yıldızların hareketlerini incelemekle Astronomi bilimi yapılamayacağını belirtmeye başladılar. Bu yıldızların gerçek yapılarını inceleyebilmek için, “Atom Fiziği”, “Çekirdek Kimyası”, “Jeofizik” ve “Radyo Astronomi”, vb. daha birçok bilimlerin bilinmesi gerekiyordu. Bu nedenle en küçük evren “Mikro - Fizik” ile ilgilenen bilginler, en büyük evren “Makro - Fizik” ile ilgilenen bilginleri ortak çalışmaya yöneldiler. Gökyüzünü kaplayan yıldızların ana maddesinin, “Atom Bileşikleri” olduğu saptanınca, “Atom Evreni”nin nasıl bir gelişme gösterdiğini araştırmaya başladılar. Fizik, Kimya. Matematiki Astronomi, Jeoloji bilimlerinin ortaklığı sonunda o kadar çok yeni bilim dalı ortaya çıktı ki, yalnızca adlarını sıralamak istesek bir sayfa yazı yazmamız gerekecektir. Konumuz yönünden bizim için ilginç olan durum “Yıldızların Doğumu” olduğu için, ilk kez bu

konuda bilginlerin ortak çalışmaları sonunda ne gibi sonuçlara vardıkları ve hangi bulgulara ulaştıklarına kısa bir göz atalım. “Yıldızların Doğumu” konusu, “Evrenin Varoluşu” ile ilgili bulunduğundan, bilginler ilk önce “Evrenin Nasıl Varolduğu” üzerinde durmuşlardır. Yapılan araştırma, gözlem ve hesaplar, bundan aşağı yukarı 4,5 ile 5 milyar yıl önce, “İlk Evren Madde”sinin çıplak atomlardan oluşan kocaman bir küre halinde olduğunu; bu çıplak atomlar arasındaki karşılıklı şiddetli itme ile bu “ilk Evren Maddesi”nin açılarak (patlayan bir bomba gibi) Evrene yayıldığını göstermektedir. Ancak bu “İlk Evren Madde”sinin nasıl meydana geldiği bugün bütün araştırmalara rağmen kesinlikle bilinememektedir. Bilginlerin saptayabildikleri husus, bugün tüm evreni kaplayan ve milyonlarca yıldızlardan oluşan Galaksilerin, birbirlerinden hızla uzaklaşmakta olduklarıdır. Bu nedenle de “Evrenimize” bilim diliyle “Genişleyen Evren” adı verilmektedir. İşte “Yıldızların Doğumu” işlemi de, bu “İlk Evren Maddesi”nin dağılıp yayılması ile her biri çıplak atomlar halinde olan parçacıkların, birer toz tanecikleri biçiminde dağılırlarken meydana gelmektedir. Bu parçacıklar çevreye dağılırlarken “Çekim Kuvveti” ile birbirlerinin çevrelerinde kümeleşmekte ve böylece de çok büyük bulutlar “Gaz - Toz Karışımı Dev Bulutlar” halinde oluşmaktadır. Ünlü İngiliz Astro-Fizik bilgini Eddington çağımız başlarında yaptığı hesaplama sonunda, aklımızın alamayacağı kadar sayıda (1079 kadar) proton ve bir bu kadar da elektronun bir araya gelerek “İlk Evren Maddesi”ni oluşturduğunu varsaymıştı. Bu sayının ne anlama geldiğini bilebilmemiz için 10 sayısının yanına 79 tane sıfır koymamız gerekecektir. Yine bir başka ünlü İngiliz Astro-Fizik bilgini Sir. James Jeans 1929 yılından 1946 yılına kadar yirmi kez basılmış olan “Etrafımızdaki Evren” adlı kitabında, “İlk Evren Maddesi”nin genişleyip açılması sonunda meydana gelen “Gaz - Toz Karışımı Dev Bulutlar”ın “Çekim Kararsızlığı” (Gravitasyonel Kararsızlık) adını verdiği nedenle birleşip, ayrı ayrı yıldızları oluşturduğunu ileri sürmüştü. James Jeans şöyle diyordu: “.. Bu gaz - toz karışımını yaratan karışıklık ne kadar şiddetli ise, yoğunlaşma da o kadar kuvvetli olur. Gerçi bu arada en küçük bir karışıklık, başka bir yoğunlaşmayı meydana getirir. Fakat bunların şiddeti çok zayıftır. Bir yoğunlaşmanın geleceği şiddetine değil, büyüklüğüne bağlıdır. Şiddeti ne kadar zayıf olursa olsun, yoğunlaşma büyüdükçe küçükleri yayılır

ve kaybolur. Zamanla da büyük yoğunlaşmalar koleksiyonundan başka bir şey kalmaz..” 3 Bu konu yalnızca İngiliz Astro-Fizikçilerini değil, tüm ulusların bilginlerini çok ilgilendirdiğinden Rus, Amerikalı, Alman Astro-Fizikçileri de derinliğine araştırmalara girişmişlerdir. Odessa doğumlu olup, yükseköğrenim dönemine kadar Rusya’da yaşayan ve sonra Amerika Birleşik Devletlerine gidip yerleşen bir diğer ünlü Bilgin George Gamow, bu konu üzerinde özellikle durmuştur. Gamow ilk kez 1940 yılında yayınlanan “Güneşin Doğumu ve ölümü” adlı eserinde James Jeans’in “Gravitasyonel Kararsızlık” olarak tanımladığı durumun, o çevrede “Isının Aynı Olması” halinde söz konusu olabileceği 4 görüşünü savunmuştu. Daha sonra yazmış olduğu “Evrenin Yaratılışı” ve “Bir .. İki .. Üç Sonsuz” adlı kitaplarında, “Yıldızların Doğumu ve Gelişimi” konusunu, oldukça ayrıntıları ile inceleyerek bizlere sunmuştur. Gamow “Helezonlu Galaksiler”in helezon kolları içinde bulunan “Mavi Dev Yıldızlar”ın nasıl doğmuş olduğu hakkında çeşitli görüşleri belirterek konuya girmektedir. George Gamow bu görüşleri şöylece sıralamaktadır: “.. Helezonlu kollar bölgesindeki tozlar içinde, belirli sayıdaki “Dev Yıldız”ların doğumunu açıklamaya çalışan iki teori vardır. Fred Hoyle ve R. A. Lyttleton tarafından ileri sürülmüş olan bu teorilerden bin, içerlerindeki yıldızların bir uçtan diğer uca doğru hareketlen nedeni ile. “Yıldızlar Arası Maddenin Birbirlerıyle Birleşmesi” esasına dayanmaktadır Bu işlemi, daha iyi göz önüne getirip anlıyabilmek için, yıldızın, hareketsiz durduğu ve yıldızlar arası maddenin, onun çevresinden geçerek akmakta olduğu varsayılmalıdır Çekim kuvvetinin etkisi ile akmakta olan bu maddelerin, başlangıçtaki yolları sapacak ve kendisini çeken yıldızın atmosferine girerek onun kütlesini durmaksızın büyütecektir. Ancak,.kesin hesaplar, orta büyüklükte (güneşimize kıyasla) bir yıldızın, normal bir yıldız hızı olan (saniyede 10 km) süratle hareket ettiği anda, bu yıldızlar arası maddenin pek azının, “Birbirleriyle Birleşme İşlemi” için birbırSpitzor vs Whipple’ye göre “GÖlgo Düşmesi”. leriyle birleşebileceğini göstermiştir Bu sayı, çok küçük kalacağından, milyarlarca yıllık bir süre dahi geçmiş olsa, bir yıldız kütlesi, ortaya çıkamayacaktır

3

4

Sir. James Jeans, Universe Around Us, (Etrafımızdaki Kâinat), Çeviren: S. M. Uzdilek, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1950. Sa. 259. George Gamow, The Birth and Death of the Sun, The Viking Press. New York 1953, Sa. 196-197.

Fred Hoyle ve R. A. Lyttleton’un görüşlerini aşağıdaki şekilde canlandırabilmekteyiz. Fred Hoyle. bu konudaki görüşlerini ise “The Nature Of The Universe” (Evrenin Yapısı) adlı kitabında şöylece belirtmektedir “Bugün Galaksimiz içinde bir kaç tane çok büyük yıldız var Onlardan yalnız bir tanesinin kütlesi. Cüneş’imizden bir milyon kez daha büyüktür Lyttleton ile ben inanıyoruz ki. bu yıldız son 100.000.000 sene boyunca, ince gaz tanecikleri arasından, yavaş bir hızı ile ilerleyerek bu duruma gelmiştir .” (4) Diğer görüşe gelince Bu görüş. “Işık Basıncıyla Yıldız Doğumu” olarak tanınmaktadır Prof George Camow bu “Işık Basıncı İle Yıldız Doğumu”nu şöyle anlatmaktadır Bu ikinci görüş. Lyman Spitzer ve Fred Whipple taralından İleri sürülmüştür Yıldızlar arası alan içinde, başıboş bir halele yüzen bir toz partlkülü (parçacığı) düşünün Bu partikül ya da tanecik. Galaksiyi oluşturan yıldızlar tarafından her yönünden aydınlatılmaktadır. Işık, bir madde parçasının yüzeyine, (yansıyacak ya da yutulacak bir biçimde) çarptığı zaman, orada. “Işık Basıncı” diye bilinen bir etki (bir kuvvet) meydana gelmektedir Biz. şimdi, böyle bir taneciğe, (ya arkasından vurarak ya da yüzeyine saplanarak çarpan) pek çok “Işık Tanecikleri” (Işık Quan-tumları) ile yapılan bir bombardımanı düşünelim. Böyle bir bombardıman sonunda neler olabilecegini göz önüne getirebiliriz Ancak, belirli büyüklükteki kütleler için. “Işık Basıncı” çok zayıftır Parlak bir şekilde aydınlatılmış bir tenis kortunda dahi, bu “Işık Basıncı” denenmek istense, onun, havada uçan topların hareketlerine hiç bir etkide bulunmadığı görülecektir. Bu nedenle, böyle bir deneye girişebilmek için çok hassas aygıtlar kullanmamız gerekecektir. Oysa, bu kütle, küçüldükçe, bu kütle üzerine çarpacak olan “Işık Basıncı”nın ne gibi etkiler meydana getirebileceği, bilinebilecektir Yıldızlar arası alanda yüzen ve ancak bir kaç mikron çapında olan tanecikler için, bu “Işık Basıncı” yabana atılamayacak derecede büyük etkiler yapacaktır Yıldızlar arası alanda yüzen bu tanecikler, her taralından eşit olarak ay-

dınlatıldığı sürece, bu “Işık Basıncı”nın etkisi tamamen hükümsüz olacaktır Fakat, orada dikkat edilmesi gereken bir durum, “Karşılıklı Gölge Düşmesi” olayıdır Simdi bu iki taneciği, çevrelerindeki yıldızlardan gelen “Isotroplk bir radyasyon alanı” içinde düşünelim. Her taneciğin, diğerinin yönünden gelen ışık quantumlarının (başka yönlerden gelen ışık quantumlarından) daha az çarpışma etkisine uğrayacağını görürüz İşte, bu “Karşılıklı Gölge Düşmesi” sonucunda, bu iki tanecik, sanki, aralarında bir “Çekim Kuvveti” ya da “Çekim Etkisi” varmışçasına, birbirlerine doğru itilecektir Sanki varmış gibi olan bu “Sözde Çekim Kuvveti”nin, Nevvton’un Çekim Kanunu’na benzemesi nedeni ile, iki tanecik arasındaki uzaklığın karesi ite ters bir orantıda olacağını, kolayca bulacağız Bir kaç milimetre çapında olan, daha büyük tanecikler söz konusu olduğunda, elbette ki, bu “Sahte Çekim Kuvveti”, “Gerçek Çekim Kuvveti” ile kıyaslanamayacak kadar küçük kalacaktır. Ancak bu tanecikler küçüldükçe, durum tamamen değişmektedir O zaman bu “Sahte Çekim Kuvveti”. “Gerçek Çekim Kuvveti”nden çok daha etkilidir. Bu durum, yıldızlar arası toz tanecikleri için, gerçekten büyük bir etki yapmakta ve bu tozları, birbirlerinin üzerine itmesi sonucunda bu “Toz”lar, “Büyük Bulutlar” halinde toplanmaktadır. Böyle bir “Embriyonik Bulut” meydana geldikten sonra, diğer taraftan yayılan yıldız ışıkları dolayısiyle. komşularında bulunan bütün tanecikler, onun “Cölge”sinde kalacağından, bu kez daha çok “Toz” tanecikleri ona doğru itilecektir. Bu “Toz Bulutu”, yeteri derecede büyüyüp ağırlaştığı zaman, bu kez, orada “Gerçek Çekim Kuvveti” meydana gelmeye başlıyacak ve yıldızlar arası alanda bulunan diğer bütün gaz ve tozları, bu gücü ile kendine doğru çekmeye başlıyacaktır. Sonuçta da, “Yeni Doğmakta” olan bir “Yıldız Çekirdeği” halinde gelişmeye başlıyacaktır...” (5) Şekilden, bu “Gölge Düşmesi” olayını kolayca izliyebilmekteyiz. Bütün bu görüşler içinde en ilginç olanı, hiç şüphe yok ki, 1943 yılında Alman Fizikçisi Cari von VVeizsaecker tarafından ortaya atılmış olan “Içiçe Anaforlar ile Yıldızların Doğması”dır. Von VVeizsaecker, “Cenişleyen Evren Madde”sinin genişlediği ölçüde parçalara ayrılacağını ve “. üstüste katlanmış bir biçimde olan gaz ve toz kütlelerinin içiçe anaforlar meydana getirerek, ayrı, ayrı yoğunlaşmaya başlayacağı, “m ileri sürmekle, “Yıldızların Doğumu” hakkında, bilim evrenine yepyeni bir bakış getirmiştir.

Von VVeizsaecker, kısaca şunu belirtmiştir : “Bir Calaksi. toz halinde, uzayda dolaşırken, kendi çekim gücü dolayısiyle, çevresinde bulunan gaz ve tozları, kendine doğru çekerken “Küçük Anafor”dan “Büyük Anafor”a doğru, içiçe anaforlar meydana getirmektedir.

Von Weizsaecker’in ortaya attığı “İçiçe Anaforlar” ya da “Anafor Girdapları”nın basit bir şekli aşağıda gösterilmektedir. Bu kadar basit bir çizim ile “Yıldızların Doğumu”nu açıklamak, insana biraz garip geliyor. Ancak, burada önemli olan, bu büyük Alman bilginin, bu “İçiçe Anaforlar” durumunu. “Sıvılarda İçiçe Anaforlar” ve “Cazlarda İçiçe Anaforlar”la. bilimsel yönden kanıtlaması ve böylece de “Yıldızların Yoğunlaşıp Doğması”nı saptamış olmasıdır

Konumuz yönünden ilginç olan durum, von Weizsaecker’in ortaya attığı “İçiçe Anaforlar Teorisi”nin, Ingiltere’de C. I Taylor, Amerika’da Theodore von Kârman, Rusya’da A. N. Kolmogo-roff ve Almanya’da Werner Heisenberg tarafından, matematik olarak doğrulanması ve Mount Wilson ile Palomar’daki dev teleskoplarla yapılan gözlemler ve çekilen fotoğraflarla da kanıtlanmasıdır. Gaz halinde olan Galaksi (Nebula) lere ait çekilen on binlerce fotoğraf karşılaştırılmış ve sonuçta, Carl von Weizsaecker’in “İçiçe Anaforların, nebula içinde döne, döne “Yıldızların Doğumu”nu sağladığı anlaşılmıştır. Fotoğrafa dikkatle bakınca, bu gaz halindeki Nebula, sanki biraz sonra “İçiçe Anaforlar” halinde dönmeye başlıyacak ve hemen “Yıldızların Doğumu” anını gösterecek gibi gelmektedir. Hepsi bir yana, burada üzerinde düşünülecek olan husus. Insanoğlu’nun, kendisi daha doğmadan önce, meydana gelen olayları araştırıp incelemesi ve bu olayları bilimsel bulgularla kanıtlayarak, “Yaşadığı Evreni Değerlendirebil-mesi”dir

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF