Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar

January 22, 2017 | Author: setherial | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar...

Description

İnsan Ne İle Yaşar T o 1 s t o y

insan

ne ile yaşar *°l ^ n

0£ Bu kitap Emine Eroğlu’mm yaytn yönetmenliğinde yayına hazırlandı. Kapak tasanmı Kenan Özcan tarafından yapıldı. 2 0 0 5 Mart ayında yeni baskısı yapıldı. Kitabın Uluslararası Seri Numarası (IS B N ) : 915-362-682-7 B askı ve cilt: Sistem Matbaacılık Yılanlı A ya zm a Sok. N o: 8 Davutpaşa- Topkapı/lstanbul Tel: (0212) 482 11 01 ©Eserin İzinsiz

< _l

î r t i b a t : A lay köşkü Caddesi. No. Cağaloğlu / İstanbul Telefon : (0212) 513 84 15 Faks : (0212) 512 40 00

z *—t >-

unm v.tim as.com .tr tim as@ tim as.com .tr

< >-

jŞ ju ! <

s:

Gu EÜ3 TİMAŞ YAYINLARI/761

h-

BATI KLASİKLERİ DİZİSİ/31

h e r h a k k ı a n l a ş m a l ı o l a r a k T i m a ş Y a y i n l a r i 1n a a i t t i r . y a yı nl an am az .K ay na k gö st eril er ek alıntı yapılabilir.

insan

neileyaşar Türkçesi:

T İ M A Ş

Y A Y I N L A R I İ S T A N B U L

İHSAN

ÖZDEMİR

2 0 0 5

Lev Nikolayeviç Tolstoy Lev Tolstoy (1828-1910)

Toprak sahibi soylu bir ailenin oğlu olarak 28 Ağustos 1828'de doğdu. Babası Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaş­ larına katılmış emekli bir yarbaydı. On altı yaşında Kazan Üniversi'ne başladı. Resmi eğitime duyduğu tepki nedeniyle okulu bıra­ kıp Yasnaya Polyana'daki çiftliğine döndü. Yirmi dört yaşında orduya katılarak Kırım ve Kafkasya'da dört yıla yakın subaylık yaptı. Savaş ve şiddete duyduğu nefret yüzün­ den ordudan ayrıldı. Yirmi dokuz yaşında Avrupa seyahatine çıktı. Proudhon'la tanı­ şarak başta eğitim olmak üzere pek çok konuda yakın ilişkiye gir­ di. Rusya'ya döndüğünde çiftliğindeki köylü çocukları için açtığı okulda alternatif bir eğitim deneyini başarıyla uyguladı. Yasyana Polyana dergisinin yanı sıra Rusya'nın birçok bölgesindeki okullar­ da da kabul gören ders kitapları yayımladı. 1869'da yayımladığı "Savaş ve Barış"ın ardından ruhsal bir bunalım yaşadı. Varlığın ma­ nasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı'na çekildi. İlahi­ yatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık

inancına duyduğu* güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit'in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü. Çok istediği halde, ailesi karşı çıktığı için topraklarını köylülere bırakamadı. Fakat, kişisel harcamalarını büyük ölçüde azalttı; aris­ tokrat yaşam tarzını bırakıp bedensel işlerde düzenli olarak çalış­ maya başladı. Huzur içinde ölümü karşılayacağı bir yer arayışı için 1910 yılının 28 Ekim gecesi malikanesini terk etti. On gün sonra bir tren istasyonunda öldü. Tolstoy'un ölümü bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Bir­ çok ülke yasını tuttu. Doğumunun yüzüncü yılında başlatılan bir çalışmayla eserleri 90 ciltte toplandı. Tolstoy, Shakespeare'den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.

İnsan

Ne

İle

Yaşar?

Simon adındaki bir ayakkabıcı ailesiyle küçük bir kulübe­ de yaşıyor ve geçimlerini zanaatıyla sağlıyordu. Kendisine ait ne bir evi ne de bir arazisi vardı. Yaptığı işten çok para kazanamıyordu, oysa geçinmek zordu. Bütün kazancı ailesinin ye­ mesine içmesine gidiyordu. Simon kansıyla bütün kış boyunca tek bir koyun derisi pal­ toyu paylaşmıştı. Fakat o da artık lime lime olmuştu. İki yıldır yeni bir palto için koyun derisi satın almak istiyordu. Kış gel­ meden az da olsa bir miktar para biriktirmişti. Karısının para kutusunda üç rublelik bir banknot duruyordu, köydeki müşte­ rilerinin de Simon’a beş ruble yirmi kopek borcu vardı. Böylelikle bir sabah koyun derilerini almak için köye git­ mek üzere hazırlandı. Gömleğinin üstüne karısının yamalı pa­ muklu ceketini, onun da üstüne kendi kumaş paltosunu giy­ di. Üç rublelik banknotu cebine koydu, kendisine ağaç dalın­ dan bir değnek kesti ve kahvaltısını edip yola koyuldu. “Bu­ gün alacağım olan beş rubleyi toplanm” diye düşünüyordu, “bendeki üç rubleyi de ekleyince kışlık palto için koyun deri­ si satın almaya yetecek kadar param olacak”

Köye gelince köylülerden birinin kulübesine uğradı. Ama adam evde yoktu. Köylünün karısı parayı gelecek hafta öde­ yeceklerine söz verdi. Kendisi o an ödeyemeyeceğim söyledi. Simon başka bir köylüye gitti. Köylü hiç parası olmadığına ye­ min ediyor ve sadece Simon’m tamir ettiği bir çift çizmenin parası olan yirmi köpeği ödeyebileceğini söylüyordu. Bunun üzerine Simon koyun derilerini veresiye almak istedi ancak satıcı ona güvenmedi. t- Ancak

parayı getirdikten sonra derileri alabilirsin” dedi, “alacak peşinde koşmanın nasıl olduğunu iyi bilirim. Ayakkabıcının o gün yapabildiği tek iş tamir ettiği çizmeler için yirmi köpeği ve bir köylünün kendisine tabanlanna deri pençe vurması için verdiği keçeden yapılmış çizmeleri almak olmuştu. Simon’m morali bozulmuştu. Yirmi köpeği votkaya harca­ dı ve hiç deri alamadan evinin yolunu tuttu. Sabah gelirken ayazı kemiklerinde hissetmişti, ama şimdi votka içtikten son­ ra üzerinde koyun derisi palto olmadığı halde soğuğu hisset­ miyordu. Bir elindeki değnekle buz tutmuş toprağa vurarak, diğer eliyle de keçeden yapılmış çizmeleri havada sallayarak güçlükle yürüyordu. Kendi kendisine “Hiç üşümüyorum” de­ di, “Üzerimde koyun derisi palto olmasa da. Azıcık içtim. Şimdi içki damarlanmda akıyor. Koyun derisi paltoya ihtiya­ cım yok. Giderim yoluma ve hiçbir şey için üzmem kendimi. İşte böyle biriyim ben! Umurumda bile değil! Koyun derisi ol­ madan da yaşayabilirim. İhtiyaç duymuyorum. Kanm kızacak elbette. Gerçekten de çok ayıp bir şey, siz bütün gün çalışın, onlar paranızı vermesinler. Dur biraz! O parayı getirmezsen yemin olsun derini yüzeceğim. Nasıl getireyim! Yirmi kopek yirmi kopek ödüyor! Yirmi kopek benim ne işime yarar? B^n

de içkiye harcadım.... Tek yapabileceğim bu! Eli dardaymış, öyle diyor! Öyledir belki, ama ya ben darda değil miyim? Se­ nin evin, sığırların, her şeyin var. Benimse içinde durduğum şu ayakkabı tamirhanesinden başka neyim var? Sen kendi hu­ bubatını yetiştiriyorsun. Bense arpa, buğday, mısır, hepsini sa­ tın almak zorundayım. Ne kadar kısarsam kısayım, haftada üç ruble sırf ekmeğe harcamam gerekiyor. Eve geliyorum bakıyo­ rum ekmek bitmiş, bir buçuk ruble daha masraf etmem gere­ kiyor. Bu yüzden şimdi borcunu ödeyeceksin, başka saçmalık duymak istemiyorum!” Bu arada neredeyse dönemeçteki türbeye varmıştı. Yukarı doğru bakınca türbenin arkasında beyazımsı bir şey gözüne çarptı. Hava gittikçe kararıyordu. Ayakkabıcı gördüğü şeye dikkatle baktıysa da ne olduğunu çıkaramadı. “Daha önce bu­ rada hiç beyaz taş yoktu. Bir öküz olabilir mi? Öküze benze­ miyor. insan kafası gibi, ama çok da beyaz. Aynca burada ki­ min ne işi olsun ki?” Baktığı şeyi iyice görene kadar yaklaştı. Şaşkınlık içerisin­ de o şeyin gerçekten bir insan olduğunu gördü. Bir adam tür­ benin duvarına yaslanmış kımıldamaksızm oturur vaziyette duruyordu. Üzerinde giysi yoktu ve ölü mü yoksa sağ mı ol­ duğu anlaşılmıyordu. Ayakkabıcı dehşet içerisinde kalmıştı. İçinden, “Birisi adamı öldürüp soyarak buraya atmış. Bu işe karışırsam başım kesin belaya girer” diye geçiriyordu. Bu düşünceyle yoluna devam etti. Adamı görmemek için türbenin önünden geçti. Bir süre gittikten sonra dönüp arkasına baktı ve adamın artık duvara yaslanmadığını, kendisine doğru bakıyormuş gi­ bi kımıldadığını gördü. Ayakkabıcı daha da büyük bir korku­ ya kapıldı. “Yanma geri mi dönsem, yoksa yoluma devam mı

etsem? Yanma gidersem başıma korkunç şeyler gelebilir. Adam kim bilir neyin nesi? İyi bir sebepten buralara gelme­ miştir. Yanma gidersem atlayıp boğazıma yapışır. Nasıl kurtu­ lacağım sonra? Boğazıma, yapışmasa bile gene de başıma dert almış olurum. Çıplak bir adamla ne yapanm? Üstümdeki giy­ siyi de çıkarıp veremem ya? Bir an önce buradan uzaklaşma­ ya bakayım!” diye düşündü. Ayakkabıcı bu düşünceyle tapmağı arkasında bırakarak hızlı hızlı yoluna devam ediyordu ki birdenbire içinde bir vic-' dan azabı duydu ve yolun ortasında durdu. “Sen ne yapıyorsun Simon?” dedi kendine, “Adam orada perperişan halde, sense korkudan sıvışıyorsun. Ne zaman zengin oldun da haydutlardan korkar oldun? Utan Simon utan!” Böylelikle geri döndü ve adamın yanma gitti.

Simon adama yaklaştı ve yüzüne baktı. Genç bir adamdı. Vücudu sapasağlamdı. Hiçbir yerinde yara bere yoktu. Sade­ ce belli ki çok korkmuş ve soğuktan donmak üzereydi. Ora­ da arkasına yaslanmış oturuyordu. Başını kaldırıp Simon’a bakmadı. Baygın gibi gözüküyordu. Gözlerini açamıyordu. Simon genç adama iyice yaklaştı. Adam kendine gelir gibi ol­ du. Başını çevirip gözlerini açtı ve Simon’m yüzüne baktı. Bu tek bakış Simon’m adama kanının kaynamasına yetti. Keçe çizmeleri yere bıraktı, kemerini çözerek çizmelerin üzerine koydu ve kumaş ceketini çıkardı. “Konuşarak vakit harcamayalım,” dedi, “gel giy şu ceketi hemen!” Simon adamı dirseklerinden tutarak kalkmasına yar­ dım etti. Genç adam ayağa kalkınca Simon adamın temiz ve sağlıklı bir vücuda, biçimli el ve ayaklara, iyi ve nazik bir in­ sanın yüzüne sahip olduğunu gördü. Ceketini adamın omuzlanna attı ama adam ceketin kollarını bir türlü bulamıyordu. Simon adamın kollannı geçirmesine yardım etti. Ceketi onun üzerine sıkıca oturttuktan sonra kemeri de beline dolayarak ceketin vücudu adamakıllı sarmasını sağladı.

Simon kendi yırtık kasketini de çıkararak adamın başına taktı. Ancak kendi başı üşüyünce, “benim başımda neredeyse saç yok, oysa onun uzun, kıvırcık saçlan var” diye düşündü ve kasketini tekrar kendi başına taktı. “Ayağına giyecek bir şeyler versem daha iyi olacak,” diye düşünerek adama otur­ masını söyledi. Keçe çizmeleri giymesine yardım ederek ona, “İşte oldu arkadaşım, şimdi hareket et ve ısm. Diğer sorunlar sonra hallolur. Yürüyebilecek misin?” dedi. Adam ayağa kalkarak nazik bir şekilde Simon’a baktı, ama hiçbir şey söyleyemedi. “Neden konuşmuyorsun?” dedi Simon. “Burası çok soğuk, burada kalamayız. Eve gitmemiz lazım. Benim değneğimi al, kendini güçsüz hissedersen değneğe yaslan. Haydi şimdi yü­ rü bakalım!” Genç adam yürümeye başladı. Yürümekte zorlanmıyor, ge­ ride kalmıyordu. Giderlerken Simon adama sordu, “Neredensin?” - Bu taraflardan değilim. - Ben de öyle düşünmüştüm. Bu civardaki insanlan tanı­ rım. Peki ya türbenin orada ne yapıyordun? - Bunu söyleyemem. - Biri sana bir kötülük mü yaptı? - Kimse bir kötülük yapmadı. Beni Allah cezalandırdı. - Elbette her şey Allah’tandır. Gene de, yiyecek ve kalacak yer bulman lazım. Ne tarafa gitmek istiyorsun? - Benim için her yer aynı. Simon şaşırmıştı. Adam üçkağıtçı birine benzemiyordu. Kibar kibar konuşuyor, ama kendisiyle ilgili hiçbir şey anlat­

mıyordu. Simon içinden, “Kim bilir başına neler geldi?” diye geçiriyordu. Yabancıya dönerek, “O halde evime gel benimle, en azından bir parça ısınmış olursun” dedi. Böylece Simon eve giderken yabancı da onunla birlikte gel­ di. Kuvvetli bir rüzgar esiyordu ve Simon gömleğinin altında üşüyordu. İçkinin etkisi geçmişti ve artık soğuğu hissediyor­ du. Burnunu çeke çeke yürüyor, karısının ceketine sarmıyor­ du. “Haydi bakalım... Buldun mu şimdi koyun derisini! Ko­ yun derisi diye gittim, sırtımda palto bile olmadan eve dönü­ yorum, üstelik çıplak bir adamla. Matryona bundan hiç hoş­ lanmayacak!” diye geçiyordu kafasından. Kansını düşününce kendini üzgün hissetti. Ama yabancıya bakıp da onun kilisede kendisine bakışını gözünün önüne ge­ tirince kalbinde bir mutluluk belirdi.

Simon’ın kansı o gün bütün işleri erkenden bitirmişti. Odun kesmiş, su getirmiş, çocuklara yemeklerini yedirmiş, kendi de oturup yemeğini yemişti ve şimdi de oturmuş düşü­ nüyordu. Acaba ekmeği şimdi mi yapsam yoksa yann mı, diye soruyordu kendi kendisine. Büyük bir parça ekmek artmıştı. “Eğer Simon kasabada yemek yediyse ve sofrada fazla ye­ mek yemezse,” diye düşündü, “ekmek bir gün daha bekleye­ cek.” Ekmek parçasını eliyle tekrar tekrar tarttı. “Bugün ekmek yapmayayım. Evde sadece bir pişirimlik un kaldı. Bununla cumaya kadar idare edelim” diye düşündü. Böylece Matryona ekmeği kaldırarak masaya oturdu ve ko­ casının gömleğini yamamaya başladı. Bir yandan yama yapar­ ken diğer yandan da kocasını kışlık palto için koyun derisi alırken hayal ediyordu. “Satıcı bizimkini aldatmasa bari. Benim iyi yürekli kocam çok saftır. Kimseyi aldatmaz ama kendisi bir çocuğa bile kana­ bilir. Sekiz ruble çok para. O fiyata iyi bir palto alması lazım.

Tabaklanmış deri olmasın ama, şöyle doğru dürüst bir kışlık palto olsun. Geçen kış sırtımda sıcak tutan bir palto olmadığı için az mı sıkıntı çektim? Ne nehre inebiliyor, ne de bir yere çıkabiliyordum. Kocam evden çıkarken bütün giysileri giyi­ yordu üstüne. Bana giyecek bir şey kalmıyordu. Bugün erken çıkmadı yola gerçi, ama gene de bu vakitler dönebilir. İnşal­ lah parayı çılgınca ona buna harcamamıştır!” Matryona tam bunlan akimdan geçiriyordu ki eşikten ayak sesleri gelmeye başladı ve birileri içeri girdi. Matryona iğneyi gömleğe batırdı ve koridora çıktı. Karşısında iki adam duru­ yordu. içlerinden biri Simon’dı. Simon’m yanındaysa keçe çizmeler giyen, şapkasız bir adam duruyordu. Matryona kocasının alkol koktuğunu hemen fark etti. “Bak sen, içki içmiş” diye düşündü. Kocasının üzerinde palto olma­ dığını, sadece bir ceket olduğunu, paket falan getirmediğini, orada öylece ayakta durduğunu ve utandığını görünce de kal­ bi hayal kırıklığından parçalanacak gibi oldu. “Parayı içkiye yatırdı,” diye düşündü, “serserinin tekiyle yemiş paralan. Tut­ muş bir de herifi eve getirmiş.” Matryona iki adamın içeri girmesine bir şey demedi. Ken­ di de onlan izledi. Yabancının kocasının ceketini giyen ufak ve ince yapılı, genç bir adam olduğunu gördü. Adamın üstün­ de bir gömlek göremedi. Bir şapkası da yoktu, içeri girdikten sonra genç adam ne bir hareket etmiş ne de gözlerini kaldmp kadına bakmıştı. Matryona, “Korktuğuna göre kötü biri olma­ lı” diye düşündü. Matryona kaşlarını çattı ve bu ikisinin ne yapacaklarını görmek için ocağın yanında beklemeye başladı. Simon şapkasını çıkararak her şey yolundaymışçasına ka­ nepeye oturdu.

- Matryona gel, varsa bize biraz yemek getir. Matryona kendi kendisine bir şeyler mırıldandı ve hiç ki­ mi İdamaksızm ocağın yanında durduğu yerde beklemeye de­ vam etti. Bir birine bir diğerine bakarak ‘hayır’ anlamında ka­ fasını salladı. Simon karısının öfkeli olduğunu görüyorduysa da bunu görmezlikten geldi. Hiçbir şey fark etmemiş gibi ada­ mı kolundan tutarak, “Otur arkadaşım,” dedi, “akşam yeme­ ğimizi yiyelim.” Yabancı, kanepeye oturdu. - Bize yemek yapmadın mı? diye sordu Simon karısına. Matryona’nm öfkesi taştı. - Yemek yaptım, ama sizin için değil. Bana öyle geliyor ki iç­ kiden senin akim başında değil. Koyun derisi palto almaya git­ tin, eve üstündeki ceketle dönüyorsun. Yanında da çıplak bir serseri getiriyorsun. Sizin gibi sarhoşlara verecek yemeğim yok. - Yeter Matryona. Sebepsiz yere çeneni yorma! Önce bir sor bakalım nasıl bir adam... - Parayı ne yaptığını söyleyecek misin? Simon ceketinin cebinden üç rublelik banknotu çıkardı ve katlanmış parayı açtı. - İşte para. Trifonof borcunu ödemedi. En kısa zamanda ödeyecekmiş. Matryona daha da öfkelendi. Kocası hiç koyun derisi alma­ dığı gibi sırtındaki ceketi de bu çıplak adama giydirmiş ve adamı evlerine getirmişti. Parayı masadan kaptığı gibi güvenli bir yere kaldırdı ve - Size verecek yemeğim yok. Dünyadaki bütün çıplak ay­ yaşları biz besleyemeyiz, dedi.

- Matryona bak, bir sus biraz. Önce bir dinle bakalım ben ne anlatacağım! - Aptal bir sarhoşu niye dinleyecekmişim? Senin gibi bir ayyaşla evlenmek istememekte ne kadar haklıymışım. Anamın verdiği keten kumaşı içkide yedin. Şimdi de bir palto almaya gittin; onun da parasını içkide yedin! Simon karısına sadece yirmi kopek harcadığını ve adamı nasıl bulduğunu anlatmaya çalıştıysa da kansı onu konuştur­ madı. O bir söylediyse kansı on söyledi. Ta on yıl önce olmuş bitmiş meselelerden bahsediyordu. - Matryona hiç durmaksızın konuştu ve en sonunda birden­ bire kocasının üstüne saldırarak adamı kolundan yakaladı. - Ceketimi geri ver. Tek ceketim bu benim. Bir daha ben­ den alıp kendin giymeyeceksin. Ver dedim sana, seni uyuz kö­ pek. Şeytan görsün yüzünü. Simon ceketi çıkarmaya başladı. Ceketin bir kolunun içi dışına çıkmıştı. Matryona ceketi kocasının elinden alırken ce­ ket dikiş yerlerinden söküldü. Kadın ceketi kaptı, sırtına ge­ çirdi ve kapıya doğru yöneldi. Dışarı çıkmak niyetindeydi. Ancak bir kararsızlık geçirdi ve duraksadı. Dışan çıkarak öf­ kesini yatıştırmak istiyordu, ama aynı zamanda yabancının nasıl biri olduğunu da merak ediyordu.

Matryona durup, - Eğer iyi bir adam olsaydı, böyle çıplak dolaşmazdı. Bak­ sana bir gömleği bile yok sırtında. Eğer düzgün biri olsaydı onunla nerede tanıştığını anlatırdın, dedi. - İşte ben de sana tam bunu anlatmak istiyorum, diye kar­ şılık verdi Simon. “Türbenin yanma geldiğimde onu çıplak ve soğuktan donmuş bir vaziyette otururken gördüm. Çıplak oturulacak hava mı! Beni ona Allah gönderdi, yoksa donardı. Ne yapsaydım sence? Kim bilir başına neler gelmişti. Aldım onu, giydirdim ve eve getirdim. Bu kadar kızma Matryona. Ayıp, günah. Bir gün hepimiz öleceğiz, unutma.” Matryona öfkeli sözler söyleyecekti ki yabancıya baktı ve sustu. Genç adam kanepenin ucuna ilişmiş, öylece hareketsiz oturuyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koymuş, başı göğsüne düşmüştü. Gözleri kapalıydı. Kaşları acı çektiğini gösterir gibi çatılmıştı. Matryona hala susuyordu. Simon, “Matryona sende hiç mi Allah korkusu yok?” dedi. Matryona bu sözleri duydu ve yabancıya baktı. Birden kal­ binde bu yabancıya karşı bir yumuşaklık hissetti. Kapıdan

geri döndü. Ocağa giderek yemeği getirdi. Masaya bir fincan koydu ve fincana bir miktar süt döktü. Kalan son ekmeği de masaya getirdi ve bıçakla kaşıklan yerleştirdi. - Yiyin yiyecekseniz, dedi. Simon yabancıyı masaya götürdü. - Geç otur genç adam, dedi. Simon ekmeği kesti ve et suyuna ufaladı. Birlikte yemeye başladılar. Matryona masanın köşesine oturmuş, başını elinin üzerine koymuş yabancıyı seyrediyordu. Matryona’yı adama karşı bir acıma duygusu sarmıştı. Ona ısınmaya başlıyordu. Adamın yüzüne derhal bir ışıltı gelmişti. Artık kaşlannı çatmıyor, gözlerini yukan kaldmp Matryona’ya bakıyor ve gülümsüyordu. Yemeklerini bitirince kadın sofrayı kaldırdı ve yabancıyı sorguya çekmeye başladı. “Neredensin?” diye sordu. - Bu civardan değilim. - Ne işin vardı peki yollarda? - Söyleyemem. - Bililerine paranı mı çaldırdın? - Beni Allah cezalandırdı. - Oracıkta öyle çıplak mı yatıyordun? - Evet, çıplaktım ve soğuktan donmak üzereydim. Simon beni gördü ve halime acıdı. Ceketini çıkartıp bana giydirdi ve beni buraya getirdi. Siz de bana yiyecek ve içecek verdiniz ve bana merhametle yaklaştınız. Bunun için Allah sizi ödüllendirecektir! Matryona ayağa kalktı. Gidip pencereden kocasının onlar gelmeden yamadığı gömleğini alarak yabancıya verdi. Adama bir de pantolon getirdi.

- Al, dedi, gömleğin yok. Bunu giy üzerine. Tavan arasına ya da ocağın üzerine, nereye istersen oraya uzan. Yabancı ceketi çıkartıp gömleği giydi ve tavan arasında uzandı. Matryona mumu söndürdü, ceketi aldı ve yatağa ko­ casının yanma çıktı. Matryona ceketin belden aşağısını üzerine çekti ve yattı. Ama uyuyamıyordu çünkü aklı yabancıya takılmıştı. Adamın kalan son ekmeklerini yediği ve ertesi gün için hiç ekmekleri olmadığı ve adama verdiği gömlekle pantolon aklı­ na gelince büyük bir üzüntüye kapıldı. Ama adamın kendisi­ ne gülümseyişini hatırlayınca kalbi mutlulukla doldu. Matryona uzunca bir süre uyumadı ve Simon’m da uyanık olduğunu fark etti. Kocası ceketi kendi üzerine çekmişti. - Simon! -H ı? - Kalan son ekmeği de yediniz, kabarmaya başka hamur da bırakmadım. Yarın ne yapacağız bilmiyorum. Belki komşu­ muz Martha’dan bir parça ödünç alabilirim. - Ölmez sağ kalırsak elbet bir şeyler yiyeceğiz. Kadın bir süre sessizce uzandıktan sonra, - İyi birine benziyor, ama bize neden kim olduğunu söyle­ miyor? - Eminim kendine göre sebepleri vardır. - Simon! -H ı? - Biz hep veriyoruz da neden hiç kimse bize hiçbir şey ver­ miyor? Simon ne söylemesi gerektiğini bilemediğinden sadece, “Bırakalım artık konuşmayı,” dedi ve uyumak için arkasını döndü.

Ertesi sabah Simon uyandığında çocuklar hala uyuyorlar­ dı. Kansı ekmek ödünç almak için komşuya kadar gitmişti. Yabancı adam yalnız başına kanepede oturuyordu. Üzerinde eski gömlekle pantolon vardı ve gözleriyle yukan doğru bakı­ yordu. Yüzü dünkünden daha parlaktı. Simon adama, - Bak arkadaşım, dedi, insanın karnı yiyecek aş ister, çıp­ lak bedeni de giyecek elbise. İnsan hayatta kalmak için çalış­ mak zorundadır. Senin elinden ne iş gelir? - Hiçbir iş gelmez. Simon şaşırmıştı. “İnsan her şeyi öğrenebilir, yeter ki iste­ sin” dedi. - İnsanlar çalışıyorlar madem, ben de çalışacağım. - Adın ne senin? - Michael. - Bak Michael, kendi hakkında konuşmak istemiyorsan bu kendi bileceğin iş. Ama yaşamak için çalışmak zorundasın. Sana dediğim işi yaparsan sana yiyecek ve kalacak yer veririm.

- Allah sizden razı olsun! Öğrenirim. Ne yapacağımı gös­ terin bana. Simon iplik alarak baş parmağının etrafına dolamaya baş­ ladı. - Gördün mü bak çok kolay! Michael önce onu izledi, sonra o da baş parmağının etrafı­ na iplik sardı ve aynı şekilde dolamaya başladı. Ustalığı kap­ mıştı. Sonra Simon ona ipliğe nasıl cila süreceğini gösterdi. Mic­ hael bu işte de ustalaştı. Arkasından Simon ona sert ipliklerin nasıl büküleceğim ve nasıl dikiş dikileceğini öğretti. Michael bunları da çabucak öğrendi. Simon kendisine öğretilen her şeyi derhal kavrıyordu. Üç gün sonunda hayatı boyunca çizme dikmiş gibi iyi dikiş yapı­ yordu. Durmak bilmeksizin çalışıyor ve çok az yemek yiyor­ du. İşi bitince sessizce oturup yukarıya doğru bakıyordu. So­ kağa nadiren çıkıyor, gerekmedikçe kimseyle konuşmuyordu. Ne kimseyle şakalaşıyor ne de gülüyordu. Onun o akşam Matryona kendisine yemek verdiği zamanki gülümseyişinden başka bir daha gülümsediğini görmemişlerdi.

Günler günleri, haftalar haftalan kovaladı ve bir yıl böyle geçti. Michael Simon’larda kaldı ve onlar için çalıştı. Ünü gün­ den güne yayılıyordu, öyle ki, insanlar artık hiç kimsenin Simonin kalfası Michael kadar güzel ve sağlam çizme dikemediğini söylüyorlardı. Yörenin bütün insanlan çizme diktirmek için Simon’a gelmeye başlamışlardı. Simon git gide zengin bi­ ri olmaya başlamıştı. Bir kış günü Simon ile Michael işlerinin başına oturmuş ça­ lışırlarken üç atın çektiği çıngıraklı bir kızak kulübeye doğru geldi. Simon’la Michael pencereden dışan baktılar. Kızak, kapılannm önünde durmuştu. Zarif bir uşak arabadan aşağı atla­ yarak kapıyı açtı. Kürk paltolu bir beyefendi kızaklı arabadan aşağı inerek Simon’m kulübesine doğru yürümeye başladı. Matryona ayağa fırlayarak kapıyı sonuna kadar açtı. Beye­ fendi başını eğerek kulübeden içeri girdi. Tekrar doğrulduğunda başı neredeyse tavana değiyordu. Odanın durduğu kıs­ mını neredeyse tamamen kaplamıştı.. Simon doğruldu, eğilerek selam verdi ve beyefendiye şaş­ kınlıkla bakmaya başladı. Onun gibi birisini daha önce hiç

görmemişti. Kendisi sıskaydı, Michael zayıftı, Matryona ise bir deri bir kemikti. Bu adamsa daha çok başka dünyadan gelmiş birine benziyordu. Adam pancar suratlı, iri yarı, cüsseliydi. Boynu bir boğanınki gibiydi ve demirden yapılmış gibi sağlam bir görünüşü vardı. Adam bir “Püf!” dedi. Paltosunu çıkardı ve kanepeye otur­ du. “Usta hanginiz?” dedi. Simon öne çıkarak, “Benim, Ekselansları” dedi. Bunun üzerine adam genç delikanlıya seslendi, “Hey, Fedka, deriyi getir buraya!” Uşak elinde bir paketle koşarak içeri girdi. Adam paketi alarak masanın üzerine koydu. “Aç” dedi. Delikanlı paketi açtı. Adam eliyle deriyi göstererek, - Bak buraya ayakkabıcı, dedi, bu deriyi görüyor musun? - Evet sayın yargıç. - Peki bunun ne tür bir deri olduğunu biliyor musun? Simon eliyle deriye dokunarak, - 1yı kalite deri, dedi - Tabii iyi kalite! Ne o seni aptal, hayatında hiç böyle deri görmedin mi? Alman derisi, fiyatı da yirmi ruble. Simon korkarak, - Nerede göreceğim ki böyle deriyi? dedi. - Ha şunu bileydin! Şimdi, bana bundan bir çift çizme ya­ pabilir r isin? - Evet ekselanslan, yapabilirim. Buıiun üzerine adam Simon’a bağırmaya başladı.

- Yapabilirsin demek, öyle mi? Bak, bu çizmeleri kime yaptum ve derinin hangi kalite deri olduğunu akimdan çıkarayn deme. Bana dikeceğin çizmeler bir yıl gitmeli, ne şekli bozimalı ne de dikişleri sökülmeli. Eğer yapabileceksen deriyi al kesmeye başla. Ama yok yapamam diyorsan da baştan söy­ le Seni uyarıyorum, eğer dikeceğin çizmeler bir yıl içerisinde sccülecek ya da şeklini yitirecek olursa seni hapse attmnm. B' yıl boyunca dikişlerinden patlamaz ya da şekillerini konırlssa sana emeğinin karşılığında on ruble vereceğim. Simon korkmuştu ve ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mich?ek baktı ve dirseğiyle dürterek, “İşi alayım mı?” diye fısıldadı. Michael “Evet al” der gibi başını salladı. jimon Michael’ın dediği gibi yaptı ve bir yıl boyunca m?acak ve şekli bozulmayacak olan çizmeleri yapacağını sö’.edi. \.dam uşağını yanma çağırdı ve sol ayağını ona doğru uz^tark çizmesini çıkarmasını istedi. jimon’a “Ölçümü al!” dedi. îimon kağıt şeritleri birbirine iğneyle tutturarak yaklaşık kır santim uzunluğunda bir mezura meydana getirdi ve eliy­ le lezurayı düzletti. Dizleri üzerine çöktü. Adamın çorabını kiEtmesin diye önlüğündeki pislikleri temizledi ve ölçüyü al­ nına başladı. Ayak tabanını ölçtü, ayak parmaklarıyla ayak bilği arasında kalan kavisli kısmın çevresini de, sonra bacağııbaldır kısmını ölçmeye başladı, ancak kağıt küçük geldi. Acımın baldın adeta bir direk kalınlığmdaydı. - Bacağımı sıkmasın ha, ona göre! Simon mezuraya yeni bir kağıt şerit dikti. Adam çorabın içide parmaklannı oynatıyor, kulübedeki eşyalara göz gezdiriyrdu. Michael’ı fark etti.

- Orada kimi çalıştırıyorsun? diye sordu. - Kalfam. Çizmeleri o dikecek. - Bak çizmeler bir yıl gidecek ha ona göre, dedi adam Michael’a. Simon da Michael’a bakıyordu ve Michaelin adama bak­ madığını gördü. Michael sanki birisini gölmüşçesine adamın arkasındaki köşeye bakıyordu. Michael uzun uzun baktı ve birden gülümsedi. Yüzü apaydınlık oldu. - Niye sırıtıyorsun aptal? diye gürledi iri yarı adam. Çiz­ meleri zamanında bitirsen iyi edersin. - Tam vaktinde hazır olacaklar, dedi Michael. - Öyle olmasına çalış, dedi adam ve çizmeleriyle paltosu­ nu giyerek ve paltosunu bedenine iyice sararak kapıya yönel­ di. Ancak çıkarken başını öne eğmeyi unuttu ve başını kapı­ nın üst eşiğine çarptı. Küfrederek eliyle başını ovuşturdu. Sonra arabasına bindi ve oradan uzaklaştı. Adam gidince Simon, - Baksana, kapı gibi adam! Kalasla vursan bile bir şeycik olmaz. Neredeyse kapıyı yıkıyordu, ama adama hiçbir şey ol­ madı, dedi. Matryona da, - Baksana ne kadar zengin, nasıl güçlü kuvvetli olmasın? Böyle kaya gibi bir adama ölüm bile uğramaz, dedi.

Sonra Simon Michael’a, İşi aldık almasına da başımız bu yüzden belaya girmesin? Deri çok kıymetli bir deri, beyefendi de çok çabuk parlıyor. Hiç hata yapmamamız lazım. Buraya gel, senin gözlerin daha keskin, ellerinde daha atik. Ölçüyü sen al ve deriyi sen kes. Ben bu önyüzleri dikiyordum, onu bitireceğim, dedi. Michael kendisine denildiği gibi yaptı. Deriyi aldı, masaya yaydı, ikiye katladı. Eline bıçağı aldı ve kesmeye başladı. Matryona gelerek onun kesişini seyretti ve deriyi kesiş bi­ çimini görünce çok şaşırdı. Matryona çizme yapılırken daha önce de izlemişti. Michael derileri çizme olacak şekilde kesmi­ yordu. Yuvarlak kesiyordu. Matryona bir şeyler söylemek istediyse de kendi kendisine, “Belki beyefendilerin çizmeleri farklı yapılıyordur. Michael her halde bu konuda benden daha bilgilidir. İşine karışmaya­ yım” diye düşündü. Michael kesme işini bitirince eline iğne iplik alıp deriyi çiz­ melerin dikildiği gibi iki ucundan değil de terliklerde olduğu gibi tek ucundan dikmeye başladı.

Matryona’nm gene kafası karışmıştı, ama gene bir şey de­ medi. Michael öğlene kadar durmaksızın dikti. Derken Simon yemek yemek için işinin başından doğruldu, etrafına bakındı ve MichaePm beyefendinin getirdiği deriden terlik yapmış ol­ duğunu gördü. “Ah!” diye inledi ve “Bir yıldır yanımda çalışan ve şimdiye kadar hiç hata yapmayan Michael böyle korkunç bir şeyi na­ sıl yapar? Beyefendi bizden vardelalı, burunları kapalı, uzun çizme istemişti. Michael ise tek tabanlı bir çift terlik yapmış ve deriyi ziyan etmiş. Şimdi ben beyefendiye ne diyeceğim? Bu kalitede bir derinin yerine yenisini almaya gücüm asla yet­ mez” diye düşündü. Michael’a, “Dostum sen ne yaptın böyle? Beni mahvettin! Beyefendi uzun çizme istemişti, sen de biliyorsun. Ne yaptığı­ nı görüyor musun bak!” diye çıkıştı. Michael’ı azarlamaya başlamıştı ki kapıya asılı demir tokma­ ğın ‘tak-tak’ sesleri duyuldu. Biri kapıyı çalıyordu. Pencereden baktılar, bir adam gelmişti ve atını bağlıyordu. Kapıyı açtılar ve daha önce efendisiyle birlikte gelmiş olan uşak içeri girdi. - İyi günler dedi. - İyi günler diye karşılık verdi Simon. Senin için ne yapa­ biliriz? - Hanımefendim beni çizmeler için yolladı. - Ne olmuş çizmelere? - Şey, efendimin artık onlara ihtiyacı yok. Efendim öldü de.. - Nasıl olur? - Sizden ayrıldıktan sonra eve gidecek kadar yaşamadı, ara­ bada öldü. Eve vardığımızda hizmetkarlar arabadan inmesine

yardım etmeye çalışınca bir çuval gibi yuvarlandı. Çoktan öl­ müştü. Vücudu kaskatı kesilmişti; arabadan güçlükle çıkarıl­ dı. Hanımefendim bana, “Ayakkabıcıya söyle kendisine çizme siparişi veren ve deri bırakan beyefendinin artık çizmelere ih­ tiyacı yok. Çabucak cenaze için terlik yapsın. Terlikleri yapa­ na kadar bekle, sonra al getir gelirken” dedi ve size gönderdi. Bu yüzden geldim. Michael deriden arta kalanları toparlayıp sardı. Yaptığı ter­ likleri eline aldı, iki terliği birbirine vurdu, önlüğüyle sildi ve terliklerle artık derileri uşağa uzatarak, “Güle güle, size iyi günler!” dedi.

Yıllar birbiri ardınca geçiyordu. Michael’m Simonlarda ka­ kışının altıncı yılıydı. Michael’m hayatında değişen bir şey yoktu. Hiçbir yere gitmiyor, gerekmedikçe konuşmuyordu. Bütün o geçen yıllar boyunca sadece iki defa gülümsemişti. İl­ kinde, Matryona kendisine yemek verdiğinde, İkincisinde ise çizme yaptırmak isteyen beyefendi kulübelerine geldiğinde. Simon kalfasından son derece memnundu. Ona artık nereden geldiğini hiç sormuyordu. Tek korkusu Michael’m onları bıra­ kıp gitmesiydi. Bir gün hepsi evdeydi. Matryona ocağa tencere koyuyordu. Çocuklar kanepelerde koşuşturuyor, pencereden dışarı bakı­ yorlardı. Simon pencerelerden birinde dikiş dikiyordu. Başka bir pencerede Michael bir topuğu sıkılaştınyordu. Oğlanlardan biri kanepeden koşarak Michael’m yanma gel­ di. Michael’m omsuzuna yaslanarak pencereden dışanya baktı. Micahel Amca, bak! Yanında küçük kızlan olan bir kadın var! Kadın buraya doğru geliyor. Kızlardan biri topal. Çocuğun bunu demesi üzerine Michael işini bırakarak pencereden yana döndü ve sokağa bakmaya başladı.

Bu durum Simonin tuhafına gitmişti. Michael asla pence­ reden sokağa bakmazdı. Şimdiyse pencereye yaslanmış, göz­ lerini bir şeye dikmiş, dikkatlice o şeye bakıyordu.. Simon da dışan baktı. Gerçekten de iyi giyimli bir bayan kürk palto giy­ miş ve yün atkı takmış iki küçük kız çocuğunun ellerinden tutarak kulübesine doğru yürüyordu. Birinin sol ayağında bir sakatlık olması ve topallayarak yürümesi dışında bu iki kız çocuğunu birbirinden ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Kadın sundurmayı geçerek kapının önüne geldi. İçeri nasıl gireceğine bakınırken kapı mandalını gördü ve mandalı kaldı­ rarak kapıyı açtı. Önce kızlan içeriye soktu, sonra kendisi de onlann arkasından kulübeye girdi. - İyi günler! - Lütfen girin içeri, dedi Simon, Sizin için ne yapabilirim? Kadın masaya oturdu. Küçük kızlar kulübedekilerden korktukları için kadının dizlerine sıkı sıkıya sarılmışlardı. - Baharda giymeleri için bu iki küçük kıza deri ayakkabı diktirtmek istiyorum. - Dikeriz. Hiç bu kadar küçük ayakkabı yapmadık, ama yapanz. İster vardelalı, ister keten astarlı ayakkabılar, siz nasıl isterseniz. Adamım Michael işinde ustadır. Simon Michael’a bakınca onun işini yapmayı bıraktığını ve gözlerini küçük kızlara dikmiş bir vaziyette oturduğunu gör­ dü. Şaşırmıştı. Gerçi, küçük kızlar çok sevimliydiler. Simsiyah gözleri, pembe yanakları vardı. Tombuldular. Üzerlerinde gü­ zel atkılar ve kürk paltolar vardı. Ama Simon gene de MichaePm kızlara neden öyle, sanki onlan daha önceden tanıyormuş gibi baktığına bir anlam veremedi. Şaşkınlığını belli etmeden kadınla fiyatı konuşmaya devam etti. Fiyat belirlendikten

sonra mezurayı hazırladı. Kadın kızlardan topal olanını kuca­ ğına oturtarak Simon’a, - Bu küçük kızdan iki ölçü al. Topal olan ayak için bir ta­ ne, sağlam olan için de üç tane ayakkabı yap. Kızların her iki­ sinin de ayak ölçüleri aynı. Onlar ikizler, dedi. Simon ölçüleri aldı ve topal kızı kastederek, - Nasıl oldu bu? Çok sevimli bir kız. Doğuştan mı böyle? diye sordu. - Hayır, bacağını annesi ezdi. Matryona da konuşmaya katıldı. Kadının kim olduğunu ve kızların kimin çocuğu olduğunu merak etmişti. - Anneleri siz değil misiniz o halde? dedi. - Hayır hanımefendi, ne anneleriyim, ne de kendileriyle bir akrabalığım var. Çocuklar benim tamamen yabancımdılar, ama onlan evlat edindim. - Kendi çocuğunuz olmadıkları halde onlan çok seviyor­ sunuz, değil mi? - Nasıl sevmem? İkisini de kendim emzirdim. Kendi çocu­ ğum vardı ama Tann onu benden aldı. Kendi çocuğumu bun­ lar kadar sevmemiştim. - O halde bunlar kimin çocuklan?

Kadın zaten konuşmaya başlamıştı. Onlara bütün hikayeyi anlattı. Anne babalan öleli yaklaşık altı yıl oluyor, ikisi de aynı hafta içinde öldü. Babalan salı günü gömüldü, anneleri de cu­ ma günü öldü. Bu yetimler babalannm ölümünden üç gün sonra dünyaya geldiler, anneleri de onlan doğurduğu gün öl­ dü. Kocamla ben de o zamanlar o köyde yaşıyorduk. Onlann komşusuyduk; bahçelerimiz bitişikti. Çocuklann babası yal­ nız bir adamdı, ormanda ağaç kesme işinde çalışıyordu. Bir gün ağaçlar devrilirken bir tanesi bunun üstüne düşmüş. Ağaç, gövdesinin tam üstüne düşmüş, bağırsaklan dışan fırla­ mış. Onu evine getirdiklerinde ruhu Tannya kavuşmak üze­ reydi. Aynı hafta içerisinde kansı ikizleri dünyaya getirdi, ya­ ni, bu küçük kızları. Kadıncağız fakir ve yapayalnızdı. Yanın­ da kalacak genç, yaşlı, hiç kimsesi yoktu. Çocuklan doğurur­ ken tek başınaydı. Ecel kapısını çaldığında da. Ertesi sabah kendisini görmeye gittim. Kulübeye girdiğim­ de zavallının vücudu çoktan kaskatı kesilmiş ve soğumuştu. Ölürken çocuğun üstüne yuvarlanmış ve bacağını ezmişti.

Köylüler geldi ve cenazeyi yıkayarak gömülmeye hazır hale getirdiler. Bir tabut yaptılar ve kadını gömdüler. Köylüler iyi insanlardı. Ama bebekler sahipsiz kalmıştı. Şimdi bu bebeklerle ne yapmalıydı? Köyde o zaman bebek ba­ kan tek kadın bendim. Sekiz haftalık olan ilk çocuğumu em­ ziriyordum. Bebekleri bir süreliğine yanıma aldım. Köylüler bir araya geldiler ve bebeklere ne olacağını düşündüler boyu­ na. En sonunda bana, “Mary, sen şimdilik kızlara bak, biz son­ ra ne olacağına karar vereceğiz” dediler. Böylelikle sağlam ola­ nı göğsümde emzirmeye başladım. Ama ilk başta bu sakat ola­ nı emzirmiyordum. Yaşayacağını zannetmiyordum. Sonra kendi kendime, zavallı masum yavrucak neden acı çeksin ki, dedim. Ona acıdım ve onu da emzirmeye başladım. Üçünü de emziriyordum, kendi oğlumu ve bu iki kızı. Genç ve güçlüydüm. İyi besleniyordum. Tann bana o ka­ dar bol süt veriyordu ki bazen bebeklere sütümün fazla geldi­ ği bile oluyordu. Bazen ikisini aynı anda emziriyordum. O arada üçüncüyü bekletiyordum. Biri yeterince emince bu se­ fer o bekleyeni emzirmeye başlıyordum. Rabbim öyle uygun gördü, bu ikisi büyüdüler de kendi oğlum daha iki yaşma bas­ madan gömüldü. Biz daha da zenginleştiğimiz halde başka ço­ cuğum olmadı. Şimdi kocam değirmendeki hububat tüccarı için çalışıyor. İyi kazanıyor, biz de zengin sayıhnz. Ama hiç kendi çocuğum yok. Bu küçük kızlar da olmasa kendimi ne kadar yalnız hissederdim, kim bilir? Onlan nasıl sevmem! Onlar benim hayattaki mutluluk kaynağım!” Kadın bir eliyle küçük topal kızı bağnna basarken diğer eliyle de yanaklanndaki gözyaşlarını siliyordu.. Matryona iç çekti ve “Atasözü ne doğru söylemiş, insan an­ nesiz babasız yaşar da Allahsız yaşayamaz, diye” dedi.

Aralannda bu şekilde konuşuyorlardı ki birdenbire Micahel’m oturduğu köşeden bir ışık geceleyin çakan bir şimşek gibi bütün kulübeyi aydınlattı. Hepsi ona doğru baktılar. Mic­ hael ellerini dizlerine koymuş oturuyor, yukarıya bakarak gü­ lümsüyordu.

Kadın kızları da alarak kulübeden çıktı. Michael kanepe­ den kalktı, elindeki işi bıraktı ve iş önlüğünü çıkardı. Simon ve kansımn önünde saygıyla eğilerek, “Efendilerim elveda. Al­ lah beni bağışladı. Bir kusur işlediysem siz de beni bağışlayın” dedi. Simonla kansı Michael’dan bir ışık çıktığını gördüler. Simon ayağa kalktı ve Micahel’m önünde eğilerek, Görüyorum ki sen sıradan bir insan değilsin. Seni alıko­ yacak ya da sorguya çekecek değilim. Bana tek şu kadannı söyle: Nasıl oluyor da seni bulup eve getirdiğimde yüzünden düşen bin parçayken kanm sana yemek verince ona gülümse­ din ve yüzün aydınlandı? Sonra o beyefendi çizme yaptırmak için geldiğinde gene gülümsedin ve yüzün apaydınlık oldu. Şimdi de bu kadın kız­ larıyla buraya gelince üçüncü kez gülümsedin ve yüzün gün gibi aydınlık oldu. Söyle bana, yüzün neden öyle parlıyor ve üç kez neden öyle gülümsedin? Michael

cevap

verdi:

- Işık saçıyorum çünkü Allah beni cezalandırmıştı ve artık affetti. Üç kez gülümsedim çünkü Allah beni üç hakikati öğ­ renmem için yollamıştı ve ben bu hakikatleri öğrendim. İlki­ ni karınız bana acıdığında öğrendim, ilk kez o yüzden gülüm­ sedim. İkincisini zengin adam o çizmeleri sipariş ettiğinde öğ­ rendim ve gene gülümsedim. Şimdi de o küçük kızlan görün­ ce üçüncü ve son hakikati öğrenmiş oldum ve üçüncü kez gü­ lümsedim. Simon, - Anlat bana, Allah seni ne için cezalandırdı? Ve o üç haki­ kat neydi? Belki ben de biliyorumdur, dedi. Michael cevap verdi: - Allah beni ona karşı geldiğim için cezalandırdı. Ben Cen­ netteki bir melektim ve Rabbime itaatsizlik ettim. Allah ben­ den gidip bir kadının canını almamı istedi. Kanatlanmla yer­ yüzüne indim. Yalnız başına yatan hasta bir kadın gördüm. Kadın daha yeni ikiz kız çocuğu doğurmuştu. Bebekler anne­ lerinin yanında çelimsizce yatıyorlardı. Anneleri onlan kaldınp memesine götüremiyordu. Kadın beni görünce Allah’ın beni ona canını almam için yolladığını anladı. Ağlayarak ba­ na, “Ey Tannnm meleği! Kocamı daha yeni gömdük, düşen bir ağacın altında kaldı. Ne bir kız kardeşim, ne bir teyzem, ne de bir annem var; yetim kalan çocuklanma bakacak kim­ sem yok. Ruhumu alma! Bırak bebeklerimi emzireyim, besle­ yeyim, ölmeden önce ayakları üzerinde yürüdüklerini göre­ yim. Çocuklar ana babaları olmadan yaşayamazlar” dedi. Onu anlayışla dinledim. Çocuklardan birisini göğsünün üzerine koydum, diğerini de kucağına verdim ve Rabbimin huzuruna çıkarak,

Annenin canını alamadım. Kocası ağaç altında kalarak can vermiş. Kadıncağız ikiz doğurmuş. Ruhunu almamam için bana yalvardı. Bana, ‘Bırak çocuklarımı emzireyim ayak­ lan üzerinde yürüteyim, çocuklar anasız babasız yaşayamaz’ dedi. Ben de onun canını almadım” dedim. O da bana, “Git annenin canını al ve de şu üç hakikati öğren: İnsan içinde ne banndırır?, İnsana verilmeyen nedir? ve insan ne ile yaşar?. Bu hakikatleri öğrendiğinde Cennet’e geri döneceksin” dedi. Böylelikle ben de tekrar kanatlarımla yeryüzüne indim ve annenin canını aldım. Bebekler kadının göğsünden düştü. Ka­ dının bedeni yatakta yuvarlandı ve bebeklerden birini ezerek bacağını büktü. Ruhunu Allah’a götürmek üzere köyün üze­ rinde havalanmıştım ki bir rüzgara yakalandım. Kanatlarım aşağı sarktı ve koparak yere düştü. Kadının ruhu kendi başı­ na semaya yükseldi. Ben de yere, yolun kenanna düştüm.

Simon ile Matryona bunca zaman kendileriyle yaşayan, ye­ dirip giydirdikleri kişinin artık kim olduğunu öğrenmişlerdi. Huşu ve mutluluk içerisinde ağlamaya başladılar. Melek onlara, Bir tarlanın ortasında yapayalnız ve çıplak bir vaziyettey­ dim. İnsanlara özgü ihtiyaçlarla daha önce hiç tanışmamıştım, insan olmadan önce soğuk ya da açlık nedir bilmezdim. Aç­ lıktan ölmek ve donmak üzereydim. Ne yapacağımı bilemi­ yordum. Tarlanın hemen yanında bir türbe gördüm. Sığınacak bir yer bulurum umuduyla oraya gittim. Ama kapı kilitliydi, içeri giremedim. Hiç olmazsa rüzgardan korunurum düşünce­ siyle kilisenin arka tarafına geçip oturdum. Hava kararmak üzereydi. Açtım, soğuktan donmak üzerey­ dim ve acı çekiyordum. Tam o sırada yoldan birinin geldiğini duydum. Adamın elinde bir çift çizme vardı ve adam kendi kendisiyle konuşuyordu. İnsan olduğumdan beri ilk defa bir ölümlünün yüzünü görüyordum. Adamın yüzü gözüme kor­ kunç gözüktü ve bakışlarımı başka yana çevirdim. Adam vücudunu kışın soğuktan nasıl koruyacağına, karı­ sıyla çocuklarına nasıl bakacağına dair kendi kendisine söyle-

niyordu. Ben de içimden, “Ben soğuktan ve açlıktan ölmek üzereyim, bu adam da karısıyla kendisinin kışın ne giyecekle­ rini ve eve nasıl ekmek götüreceğini düşünüyor. Bana yardım edemez” diye geçiriyordum. Adam beni görünce kaşları çatıldı. Yüzü daha da korkunç­ laştı. Tapmağın öbür tarafından yürüyüp gitti. Tam umutsuz­ luğa kapılıyordum ki onun geri geldiğini duydum. Başımı kal­ dırıp bakınca karşımdakinin aynı adam olmadığını gördüm: İlkin onun yüzünde ölümü görmüştüm, ama şimdi karşımda capcanlı duruyordu. Adamın içindeki merhameti fark ettim. Yanıma geldi ve beni giydirdi. Beni alıp evine götürdü. Eve gelince bir kadın bizi karşıladı ve konuşmaya başladı. Kadın adamın önceki halinden bile korkunçtu. Konuşan sanki o de­ ğil de ölümün ta kendisiydi. Etrafına yaydığı ölüm kokusu yü­ zünden nefes alamıyordum. Beni sokağa, ayaza atmak istiyordu. Ben bunu yaparsa onun öleceğini biliyordum. Derken kocası Allah’ın adını ağzı­ na aldı ve kadın derhal değişti. Bana yemek getirip yüzüme baktığında artık onun da içinde ölüm yoktu, hayata dönmüş­ tü ve onun da içinde merhameti gördüm. Sonra Tanrının benden öğrenmemi istediği ilk dersi hatır­ ladım: “İnsanın içinde ne barındırdığım öğren” Ve ben de in­ sanın içinde sevgiyi banndırdığım öğrenmiş oldum böylece! Rabbimin söz verdiği şeyi bana çoktan öğretmeye başladığını anlayınca mutlu oldum ve ilk kez gülümsedim. Ama henüz her şeyi öğrenmemiştim. Hala insana neyin verilmediğini ve insanın ne ile yaşadığını bilmiyordum. Sizinle yaşamaya başladım ve aradan bir yıl geçti. Bir adam gelip bir yıl boyunca şekli bozulmadan ve açılmadan giyilebilecek bir çift çizme siparişi verdi. Ona baktım ve aniden om­

zunun üzerinde arkadaşım olan ölüm meleğini gördüm. Onu yalnızca ben gördüm. Arkadaşımı tanıyordum ve güneş bat­ madan zengin adamın canını alacağını anlamıştım. Kendi kendime, “Adam bir yıl için hazırlık yapıyor ve akşam olma­ dan öleceğini bilmiyor” diye düşündüm. Ve aklıma Tannnın bana söylediği ikinci söz geldi: “İnsana neyin verilmediğini öğren.” İnsanın içinde ne barındırdığım daha önce öğrenmiştim. Bu defa insana neyin verilmediğini öğrendim. Kendi ihtiyaçla­ rının bilgisi insana verilmemişti. Ve ikinci kez gülümsedim. Hem arkadaşım olan meleği gördüğüm hem de Tann bana ikinci sözün anlamını da ilham etmiş olduğu için mutluydum. Ama hala üçüncü sözün anlamını bilmiyordum. İnsanın ne ile yaşadığını bilmiyordum. Böylece günler geçmeye devam etti. Allah’ın son hakikati de kalbime ilham etmesini bekliyor­ dum. İnsan olarak yeryüzüne inişimin altıncı senesinde o ka­ dınla ikiz kızlar çıka geldi. Kızlan tanımıştım. Nasıl hayatta kaldıklannı işittim. Hikayelerini öğrenince içimden, “Annele­ ri bana çocuklan için yalvarmıştı, ben de çocuklar anasız ba­ basız yaşayamazlar dediğinde ona inanmıştım. Ama bir ya­ bancı onlan emzirmiş ve büyütmüş” diye düşündüm. Kadın kendisinin olmayan bu çocuklara karşı sevgisini gösterdiğinde ve onlara sanlarak ağladığında, onda capcanlı bir merhamet gördüm ve insanın ne ile yaşadığına vakıf ol­ dum. Artık biliyordum ki Allah bana ilham yoluyla son haki­ kati de öğretmişti ve günahımı bağışlamıştı. Bunun üzerine ben de üçüncü kez gülümsedim.

Üç

Soru

Bir zamanlar kralın biri şayet bir işe doğru zamanda başla­ mayı bilirse, kimin sözüne kulak verip kimden uzak duraca­ ğını bilirse ve de hepsinden önemlisi, her zaman yapması ge­ reken en önemli şeyin ne olduğunu bilirse, giriştiği hiçbir iş­ te başarısızlığa uğramayacağını düşündü. Bu düşünceden hareketle bütün krallığına kendisine bir iş için en doğru zamanın ne zaman olduğunu, kendisi için en gerekli insanlann kimler olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretecek kişiye büyük bir ödül ve­ receğini duyurdu. Bunun üzerine alimler kralın huzuruna geldiler. Ancak kralın sorulanna hepsi farklı cevaplar veriyorlardı. İlk sorunun cevabı olarak kimisi bir işe başlamanın doğru zamanını bilmek için insanın önceden bir takvim oluşturma­ sı ve bu takvime sıkı sıkıya bağlı kalması gerektiğini söyledi. Bunu söyleyenlere göre işler ancak bu şekilde doğru zamanda yapılabilirdi. Diğerleri ise bütün işler için doğru zamanı önce­ den bilmenin mümkün olamayacağını, insanın kendisini boş

eğlencelere kaptırmak yerine etrafında olan biteni daima dik­ katle takip etmesi ve gereken neyse onu yapmasının doğru olacağını söylediler. Bir diğer grup da kral etrafında olan biteni ne kadar dik­ katli takip ederse etsin gene de hiç kimsenin tek başına her şe­ yin zamanına doğru bir şekilde karar veremeyeceği, bir kralın bilge kişilerden kurulu bir konseyinin olması ve bu konseyin kendisine her şeyin zamanına doğru olarak karar vermesinde yardımcı olması gerektiği yönünde görüş bildirdiler. Gene bir başka grup konseyin görüşüne sunulmayı bekleyemeyecek, derhal karara bağlanması gereken bazı meseleler olduğunu ileri sürdüler. Ancak bir karar verebilmesi için kişinin olacakları önceden bilmesi gerekiyordu. Bunu ise sadece büyücüler bilebilirdi. Bu yüzden her şeyin doğru zamanını baştan bilebilmek için bü­ yücülere danışmak gerekirdi.. İkinci soruya verilen cevaplar da çeşit çeşitti. Bazı alimler kral için en gerekli insanların danışmanları olduğunu söyler­ lerken, bazıları bunların din adamları, bir kısım alim doktor­ lar, diğer bir kısım alim de askerler olduğunu söyledi. En önemli uğraşın ne olduğuna yönelik üçüncü soruya ise bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyleye­ rek cevap verdiler. Kimileri ‘savaş becerisi’ dedi, diğer bazı alimler ise bunun Cenneti kazanmak için ibadet olduğunu söylediler. Verilen bütün cevaplar farklı farklı olduğu için kral bunla­ rın hiçbirine katılmadığını söyleyerek ödülü hiç kimseye ver­ medi. Ancak sorularının doğru cevaplarını hala bulmak iste­ diğinden bu konuda yalnız başına yaşayan ve kendini ibadete vermiş, bilgeliğiyle ünlü birisine danışmaya karar verdi.

Bilge, bir ormanda yaşıyor ve yaşadığı bu ormanın dışına hiç çıkmıyordu. Halktan kimseler dışında hiç kimseyi kabul etmiyordu. Bu yüzden kral üzerine sıradan elbiseler giydi. Bil­ ge kişinin kulübesine gelmeden atından indi ve muhafızlarına geride kalmalarını söyledi. Sonra yola tek başına devam etti. Kral kendisine doğru gelirken bilge adam kulübesinin önündeki toprağı kazmakla meşguldü. Kralı görünce selam verdi ve kazmaya devam etti. Bilge adam zayıf ve güçsüzdü. Elindeki bahçıvan küreğini toprağa her saplayışında sadece azıcık bir toprak parçasını kazabiliyor ve her defasında soluk soluğa kalıyordu. Kral bilge adamın yanma gelerek, - Soracağım şu üç soruyu cevaplamanız için size geldim, bilge kişi. Doğru zamanda doğru şeyi yapmayı nasıl öğrenebi­ lirim? Bana en gerekli olan insanlar kimlerdir ve dolayısıyla kimlerin sözüne daha fazla önem vermeliyim? Ve, hangi şey­ ler diğerlerinden daha önemlidir ve üzerlerine öncelikle eğil­ mem gerekir? dedi. Bilge adam kralı dinledi ama hiçbir şey söylemedi. Sadece elini tükürükleyerek kazmaya devam etti. - Siz yorulmuşsunuz, dedi kral, Küreği verin de biraz da ben kazayım. - Sağ olun! dedi bilge adam ve küreği krala vererek yere oturdu. Kral iki tarhı bellemişti ki durdu ve sorularını yineledi. Bil­ ge adam krala gene cevap vermedi. Ayağa kalktı ve elini uza­ tarak bahçıvan küreğini istedi. - Şimdi siz dinlenin, biraz da ben çalışayım dedi. Fakat kral küreği bilge adama geri vermedi ve kazmaya de­ vam etti. Aradan bir saat geçti, derken bir saat daha. Güneş

ağaçların ardında batmaya başlıyordu. Kral sonunda küreği yere saplayarak, - Size sorularımı cevaplamanız için geldim, bilge insan. Şa­ yet bana verebileceğiniz bir cevabınız yoksa söyleyin ben de evime gideyim dedi. - Bakın koşarak biri geliyor, dedi bilge adam. Kimmiş bir görelim. Kral arkasını döndü ve ağaçların arasından sakallı bir ada­ mın koşarak geldiğim gördü. Adamın, elleriyle bastırdığı kar­ nından kan fışkırıyordu. Adam kralın yanma gelince belli be­ lirsiz bir inlemeyle yere yığıldı ve kendinden geçti. Kral ile bilge adam, adamın elbiselerini gevşettiler. Adamın karnında kocaman bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğin­ ce yıkayarak üzerini kendi mendili ve bilge adamın havlusuy­ la sardı. Ancak kan bir türlü durmuyordu. Kral defalarca sımsıcak kandan ıpıslak olan sargıyı çözerek suyla yıkadı ve yaranın üzerine yeniden sardı. Kan nihayet durunca adam kendine geldi ve içecek bir şey­ ler istedi. Kral su getirip adama verdi. Bu arada güneş batmış ve ha­ va soğumaya başlamıştı. Bu yüzden kral bilge adamın da yar­ dımıyla yaralı adamı kulübeye taşıyarak yatağa yatırdı. Adam gözlerini kapadı. Sesi soluğu çıkmıyordu. Kral da adamı taşı­ maktan ve bahçede çalışmaktan öyle yorgun düşmüştü ki eşi­ ğin üzerine çömelerek uyuyakaldı. O kısa yaz gecesi sabaha kadar deliksiz uyudu. Sabah uyandığında uzunca bir süre nerede olduğunu ve yatakta uzanarak kendisine parlayan gözlerle dikkatli dikkat­ li bakan tuhaf görünüşlü, sakallı adamın kim olduğunu hatır­ layamadı.

Sakallı adam kralın uyanık olduğunu ve kendisine baktığı­ nı görünce cılız bir sesle, - Beni affedin! dedi. - Seni tanımıyorum ve ortada seni affetmemi gerektirecek bir şey yok, dedi kral. - Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum. Ben sizden intikam almaya yemin etmiş bir düşmanmızım. Siz kardeşimi idam ettirip bütün malını mülkünü elinden almış­ tınız. Yalnız başınıza bilge adamı görmeye gittiğinizi bildiğim­ den dönüşte sizi öldürmeye karar verdim. Ancak gün sona er­ di ve siz geri dönmediniz. Bunun üzerine ben de sizi aramak için saklandığım yerden çıktım ve muhafızlarınızla karşılaştım. Beni tanıdılar ve yara­ ladılar. Onlardan kaçıp kurtuldum. Ama siz yarama pansu­ man yapmasaydınız kesinlikle kan kaybından ölecektim. Ben sizi öldürmek istiyordum, sizse benim hayatımı kur­ tardınız. Şimdi hayatta kalırsam ve şayet siz de isterseniz en sadık kulunuz olarak size hizmet edeceğim ve oğullanma da aynısını yapmalannı emredeceğim. Beni affedin! Kral düşmanıyla böyle kolay yoldan banştığı ve onu bir dost olarak kazandığı için çok mutluydu ve onu sadece bağış­ lamakla kalmadı, adama kendisiyle alakadar olmalan için hiz­ metkarlarını ve kendi doktorunu da yollayacağını, kardeşinin malını mülkünü de iade edeceğini söyledi. Kral yaralı adamdan müsaade isteyerek sundurmaya çıktı ve bilge adamı görmek için etrafa bakındı. Gitmeden önce kendisinden sorduğu sorulara bir kez daha cevap vermesini rica edecekti. Bilge adam bahçede dizleri üzerine oturmuş ön­ ceki gün kazılan tarhlara tohum dikiyordu. Kral yanma giderek,

- Sizden sorularıma cevap vermenizi son defa istirham edi­ yorum bilge insan, dedi. Bilge adam ince bacaklannm üzerine çömelerek, başını yukan kaldırmış, önünde duran krala bakıyordu. - Siz cevaplarınızı zaten aldınız! dedi. - Nasıl yani? Ne demek istiyorsunuz? diye sordu kral. - Hâlâ anlamıyor musunuz? diye cevapladı bilge adam. Dün benim güçsüz oluşuma acımayıp bu tarhları benim için kazmasaydımz ve yolunuza gitseydiniz, o adam size saldıra­ cak ve siz de benim yanımda kalmadığınıza bin pişman ola­ caktınız. Dolayısıyla en önemli an o tarhları kazdığınız andı. En önemli kişi ise bendim ve en önemli uğraşınız da bana iyilik etmekti. Sonra, o adam bize doğru koşarak geldiğinde, en önemli an onunla ilgilendiğiniz andı. Zira siz adamın yarasını sarmasaydmız adam sizinle banşamadan ölecekti. Dolayısıyla sizin için en önemli adam oydu ve onun için yaptıklannız sizin için en önemli uğraştı. Şunu sakın unutmayın: Önemli olan tek bir an vardır, o da ‘şimdi’dir. En önemli an şu andır çünkü bir tek ona sözümüz geçer. İnsana en gerekli olan kişi şu an yanında olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işi­ nin düşüp düşmeyeceğini bilemez. Ve de insan için en önem­ li uğraşı o an yanında olan kişiye iyilik yapmaktır. Zira bu, in­ sanın yeryüzüne gönderiliş gayesidir!

İnsana

Ne

Kadar

Toprak

Lazım

Bir abla taşrada yaşayan kız kardeşini ziyarete geldi. Abla bir tüccarla evliydi ve şehirde yaşıyordu, kardeş ise köyde otu­ ruyordu ve bir köylüyle evliydi, iki kız kardeş çaylarını içer­ lerken bir yandan da sohbet ediyorlardı. Abla, ne kadar rahat bir yaşam sürdüklerini, ne kadar iyi giyindiklerini, çocukları­ nın ne kadar güzel elbiselerinin olduğunu, ne kadar güzel şey­ ler yiyip içtiklerini ve kendisinin nasıl tiyatrolara, gezintilere ve eğlencelere gittiğini anlatarak şehir hayatının güzel taraflanm övmeye başladı. Küçük kız kardeş ablasının anlattıklarına içerlemişti ve o da tüccarlann hayatını kötülemeye ve köylülerin hayat tarzını övmeye başladı. Kendi hayatımı seninkine değişmem, dedi, zor bir haya­ tımız olabilir ama en azından dertten tasadan uzak yaşıyoruz biz. Bizden daha iyi bir yaşam sürüyorsunuz. Fakat elinize çoğunlukla ihtiyacınız olandan daha fazlası geçse de sahip

olduğunuz her şeyi bir anda kaybedebilirsiniz. Ne derler bi­ lirsin, ‘Kazanç ile kayıp ikiz kardeş gibidir’. Bugün varlıklı olanların ertesi gün yiyecek ekmek için ele güne el açtıkları çok görülmüştür. Bizim hayatımız daha güvenli. Bir köylü ömrü boyunca sıska kalabilir, ama sonuçta uzun yaşar. Hiçbir zaman zengin olmasak da bize yetecek kadar ekmeğimiz bu­ lunur her zaman. Bunun üzerine abla küçümser bir edayla, - Demek öyle? Tabii eğer yiyeceğinizi domuzlar ve buzağı­ larla paylaşmak istiyorsanız siz bilirsiniz! Senin sevgili kocan ne kadar köle gibi çalışırsa çalışsın, ikiniz de hayvan pisliği içinde öleceksiniz, çocuklarınız da aynı, dedi. - Bu da ne demek oluyor şimdi? dedi küçük kız kardeş, “İşimiz kaba ve bayağı bir iş olabilir. Ama öte yandan emin bir iş. Ayrıca hiç kimsenin önünde de eğilmemiz gerekmiyor. Ama şehirde etrafınız sizi baştan çıkaracak şeylerle dolu. Bu­ gün için her şey yolunda olabilir, ama yann Şeytanın kocanı kumarla, içkiyle ve başka kadınlarla aldatmayacağı ve neyiniz var, neyiniz yoksa heba olmayacağı ne malum? Böyle şeyler az mı geliyor insanın başına? Evin reisi Pahom, ocağın kenarına uzanmış bu ikisinin ko­ nuşmalarını dinliyordu. “Tamamen doğru,” diye düşündü, “küçüklüğümüzden be­ ri toprakla uğraştığımız için biz köylülerin kafasına saçma sa­ pan fikirleri sokacak vakti olmaz hiç. Bizim tek derdimiz ye­ terli toprağımızın olmayışıdır. Şayet çok toprağım olsaydı ne Şeytandan çekinirdim ne bir şeyden!” İki kız kardeş çaylannı bitirdikten ve bir süre elbiselerden konuştuktan sonra çaydanlığı ve bardaktan kaldırarak yattılar.

Ama Şeytan ocağın arkasında oturmuş ve bütün konuşu­ lanları işitmişti. Karısının sözleri üzerine adamın eğer çok top­ rağı olsaydı Şeytandan bile çekinmeyeceğini söylemiş olması Şeytanı mutlu etmişti. Pekala dedi Şeytan, Kozumuzu paylaşalım bakalım. Ye­ terli toprağın olduğunda seninle yeniden görüşeceğiz.

Köyün yakınlarında küçük toprak sahibi bir hanım yaşı­ yordu. Kendisine ait yüz yüzyirmi hektar kadar bir arazisi var­ dı. Köylülerle hep iyi geçinmişti, ta ki eski bir askeri kahya olarak işe alıncaya kadar. Kahya ödettirdiği cezalarla köylüle­ ri sıkıntıya sokmaktan zevk alıyordu. Pahom ne kadar dikkat ederse etsin sürekli olarak ya atla­ rından biri hanımefendinin yulaflarına dalıyor, ya ineklerin­ den biri yolunu şaşırarak hanımefendinin bahçesine, ya da buzağılan hanımefendinin otlaklanna giriyordu. O da hep pa­ ra ödemek zorunda kalıyordu. Pahom parayı söylene söylene ödüyor, sonra sinirli bir va­ ziyette eve gidiyor ve ailesine kaba davranıyordu. Bütün o yaz boyunca Pahom’un başı bu kahya yüzünden sürekli derde gir­ di. Hatta kış gelip de hayvanlann ahıra kapatılması gerektiğin­ de mutlu bile oldu. Hayvanlar merada otlayamasa ve ahırda onlara yemi idareli vermesi gerekse de en azından böylelikle onlar için endişelenmek zorunda kalmıyordu. Kışın hanımefendinin arazisini satacağı ve anayolun üze­ rindeki hanın sahibinin arazi için hanımefendiyle pazarlığa

oturduğu haberi duyuldu. Köylüler bu haberi işittiklerinde çok tedirgin oldular. “Şayet,” diye geçti akıllarından, “araziyi hanın sahibi satın alacak olursa bizi ödettireceği cezalarla hanımefendinin kah­ yasından beter sıkıntıya sokacak. Sonuçta o araziye hepimiz muhtacız.” Bu düşünceyle köylüler, gidip hanımefendiden araziyi han sahibine değil, daha iyi bir fiyata kendilerine satmasını istedi­ ler. Kadın araziyi onlara satmayı kabul etti. Bunun üzerine köylüler toprağın bütün köy namına satın alınması ve böylece herkesin arazinin tamamına ortak olması konusunda anlaş­ maya çalıştılar. Konuyu görüşmek için iki kere toplandılarsa da sorunu çözüme kavuşturamadılar. Şeytan onların arasına uyuşmazlık tohumlan ekti ve bu yüzden birbirleriyle anlaşa­ madılar. Herkesin gücü oranında arazinin bir parçasını satın almasına karar verildi. Hanımefendi öncekini olduğu gibi bu teklifi de kabul etti. Pahom’un kulağına derhal bir komşusunun da yirmi hek­ tar kadar bir toprağı satın alacağı, hanımefendinin paranın ya­ nsını peşin almayı ve öteki yarısı için bir yıl beklemeyi kabul ettiği haberi geldi. Pahom komşusunu kıskanmıştı. “Şu işe bak” diye geçiriyordu içinden, “arazinin tamamı sa­ tılıyor, bense hiç toprak alamıyorum.” Bu düşüncesini kansına da açtı. Başkalan arazi satın alıyor, dedi, biz de sekiz on hektar kadar bir yer satın almalıyız. Yaşamak günden güne güçleşi­ yor. O kahya ödettiği paralarla bizi eziyor. Böylelikle kan koca kafa kafaya vererek araziyi nasıl satın alabileceklerini düşünmeye başladılar. Birikmiş yüz rubleleri vardı. Bir taylannı ve anlanmn yarısını sattılar. Oğullanndan

birisini birinin yanma ırgat olarak verdiler ve ücretini peşin al­ dılar. Geri kalanı kayınbiraderlerden birinden ödünç aldılar ve bu şekilde arazi için gerekli paranın yansını güçlükle bir araya getirdiler. Sonra Pahom bir kısmında koruluk olan on altı hektarlık bir arazi beğenerek pazarlık yapmak için hanımefendiye gitti. Pahom ile hanımefendi anlaştılar ve el sıkıştılar. Pahom kadı­ na depozito ödedi. Sonra ikisi şehre giderek tapu senedini im­ zaladılar. Aralanndaki anlaşmaya göre Pahom paranın yansını hemen ödeyecekti. Diğer yarısını ise iki yıl içerisinde ödeme­ yi taahhüt ediyordu. Böylece Pahom’un artık kendi toprağı olmuştu. Tohum ödünç alarak satın aldığı araziye bu tohumları ekti. Araziden iyi mahsul elde etti. Bir yıla kalmadan hem hanımefendiye hem de kayınbiraderine olan borçlannı ödedi. Artık bir top­ rak sahibiydi. Arazisini sürüp ekiyor ve kendi ekinini biçiyor­ du. Kendi ağaçlarından odun kesiyor ve sığırlarını kendi me­ rasında otlatıyordu. Tarlalarını sürmeye ya da büyüyen hububatına veya çi­ menle kaplı otlaklarına bakmaya gittiğinde yüreği sevinçle do­ luyordu. Kendi toprağında büyüyen çimenler ve açan çiçekler onun gözünde başka hiçbir yerdekilere benzemiyordu. Eski­ den oradan geçerken o arazi ona diğerlerinden farksız görü­ nürdü. Oysa şimdi gözüne ne kadar da farklı gözüküyordu.

Pahom çok mutluydu, ancak köylü komşuları onun hubu­ bat ekili tarlalarından ve otlaklarından geçmese daha da mut­ lu olacaktı. Pahom köylülerden bunu yapmamalannı kibar bir dille rica ettiyse de köylüler bu tür davranışlarda bulunmaya devam ettiler. Şimdi de köyün çobanları sürüleri onun otlak­ larına salıyor ve gece otlayan atlar onun ekili tarlalanna giri­ yordu. Pahom defalarca bu hayvanlan arazisinden çıkarmak zorunda kaldı. Sahiplerini ise bağışlıyordu. Köylülere acıdığı için uzunca bir süre hiç kimseyi mahkemeye vermedi. Ama en sonunda sabn tükendi ve Bölge Mahkemesine şikayette bu­ lundu. Aslında sorunun bu köylülerin kendilerine ait toprak­ larının olmamasından kaynaklandığını ve bu insanların her­ hangi bir kötü niyetlerinin olmadığını o da biliyordu, ama içinden, “Bu duruma daha fazla seyirci kalamam, yoksa sahip olduğum her şeyi mahvedecekler. Onlara bir ders vermek la­ zım” diye geçiriyordu. Böyle düşünerek köylüleri mahkemeye verdi. Böylece on­ lara derslerini venniş oluyordu. Arkasından bir kez daha ders­ lerini verdi. Birkaç köylü mahkeme tarafından para cezasına

çarptırıldı. Bir süre sonra komşuları Pahom’a kin beslemeye ve bilerek hayvanlarını onun arazisine salmaya başladılar. Hatta köylülerden biri gece onun koruluğuna girerek kabuk­ lan için beş tane genç ıhlamur ağacını kesti. Bir gün koruluk­ tan geçerken Pahom beyaz renkte bir şey fark etti. Yanma gi­ dip baktığında yerde duran kabuklan soyulmuş ağaç gövdele­ rini gördü. Hemen yakında da ağaçlann toprakta kalan kısını­ lan duruyordu. Pahom öfkeden küplere bindi. “Bir oradan bir buradan kesseydi de yeterince kötüydü za­ ten,” diye geçirdi akimdan, “kaldı ki hınzır herif bütün ağaç kümesini olduğu gibi kesmiş. Kim olduğunu bir öğrenirsem ona bunu pahalıya ödeteceğim.” Bunu yapan kim olabilir, diye kafa patlattı. En sonunda kim olabileceğine karar verdi: “Simon olmalı; başkası yapmış olamaz.” Böylelikle etrafı araştırmak maksadıyla Simon’m çift­ lik evine gitti. Ama orada hiçbir şey bulamadı, ve sadece ev sa­ hibiyle öfkeli bir tartışmaya giriştiğiyle kaldı. Ne var ki tartış­ madan sonra bu işi yapanın Simon olduğuna daha da emin ol­ muştu ve adamı mahkemeye verdi. Simon mahkemeye çağnldı ve dava görüldü. Ardından dava tekrar görüldü ve en so­ nunda aleyhinde hiçbir kanıt bulunamadığı için Simon bera­ at etti. Pahom kendisinin bu kararla daha da mağdur duruma düşürüldüğünü düşünüyordu ve öfkesini mahkeme başkanı ile hakimlere kustu. Hırsızlardan rüşvet alıyorsunuz siz dedi, kendiniz dürüst insanlar olsaydınız bir hırsızı serbest bırakmazdınız. Pahom bu şekilde hakimlerle ve komşularıyla kavga etme­ ye başladı. Komşulan onu evini ateşe vermekle tehdit ettiler. Pahom’un artık daha fazla toprağı vardı, ancak köy içindeki konumu eskiye göre çok daha kötüydü.

O sıralarda ortalıkta, insanların yeni yerlere göç ettikleri­ ne dair bir söylenti yayılmaya başladı. “Benim toprağımı bırakıp gitmeme hiç gerek yok” diye dü­ şündü Pahom, “ama bazıları köyümüzden gidebilir, bize de böylece daha çok yer kalır. Onlann topraklarını da ben alır ve arazimi büyütürüm. O zaman daha rahat yaşarım. Şu an için bu şartlarla rahata kavuşmam zor.” Bir gün Pahom evde otururken o köyden geçmekte olan bir köylü çıkageldi. Pahom köylüye gece onlarda kalabileceği­ ni söyledi ve ona yemek verdi. Köylüyle konuşarak nereden geldiğini sordu. Yabancı, Pahom’a Volga nehrinin ötesinden geldiğini, orada çalıştığını söyledi. Laf lafı açtı ve adam pek çok insanın o bölgeye yerleştiğini söyledi. Köyünden bazı in­ sanların oraya yerleştiklerini ve kendilerine erkek başına on hektar arazi verildiğini anlattı. Toprak o kadar verimliydi ki ekilen çavdarlar bir at boyu yükseliyor ve o kadar kalınlaşıyorlardı ki beş orak darbesiyle kesilen çavdarlardan bir deste oluyordu. Adamın anlattığına göre köylülerden biri elleri boş geldiği bu topraklarda şimdi­ den altı at ve iki inek sahibi olmuştu. Pahom’un yüreği arzuyla tutuşmaya başlamıştı. İçinden şöyle geçiriyordu: “Eğer başka bir yerde daha rahat yaşayabileceksem bu kü­ çücük delikte neden çile doldurayım? Buradaki arazimi ve çiftliğimi satar, alacağım parayla da gider orada yepyeni bir başlangıç yapanm ve her şeyi yeni baştan edinirim. Bu kala­ balık yerde insanın başı dertten kurtulmuyor. Ama önce bir gidip her şeyi kendi gözlerimle göreyim. Yaza doğru hazırlandı ve yola çıktı. Buharlı bir gemiyle Volga nehrinden aşağı doğru giderek Samara’ya geldi. Sonra

üç yüz mil kadar bir yolu da yayan olarak kat etti. En sonun­ da köylünün bahsettiği yere vardı. Tıpkı adamın anlattığı gi­ biydi. Köylülerin bol bol topraklan vardı. Herkes kullanması için kendisine verilen on hektarlık bir araziye sahipti. Parası olanlar da ayrıca dönümü yanm şiline istedikleri kadar verim­ li arazinin tam mülkiyetine sahip olabiliyorlardı. Pahom sonbahar gelirken bütün bilmek istediklerini öğ­ renmiş olarak evine döndü ve malını mülkünü satmaya başla­ dı. Arazisini almış olduğu fiyattan daha yüksek bir fiyata sat­ tı. Çiftliğini ve sığırlarını da sattı ve köyünden ayrıldı. Bahann gelmesini bekledi ve baharda ailesiyle birlikte yeni evlerine yerleşmek üzere yollara düştü.

Pahom ailesiyle birlikte yeni evlerine vanr varmaz büyük bir köyden arazi satın almak için başvurdu. Paraya kıyıp ara­ zi heyetindekilere hediyeler verdi ve gerekli belgeleri temin et­ ti. Köy arazisinden kendisine, kendisi ve oğullan için beş his­ se yani 50 hektar arazi (beş hisse de farklı yerlerdeydi) veril­ di. Aynca köye ait meradan da faydalanabilecekti. Pahom ihtiyaç duyduğu ahır vb. gibi binâlan inşa ederek sı­ ğır satın aldı. Arazisinden eskinin üç katı daha fazla ürün ala­ biliyordu. Toprak hububat yetiştirmeye çok elverişliydi. Artık eskiden olduğunun on katı daha zengindi. Bir sürü ekilebilir arazisi ve merası vardı ve istediği kadar sığır besleyebilirdi. İlk başlarda inşaat ve yerleşme telaşında Pahom hayatından son derece memnundu, ama aradan bir süre geçip de yeni çevresine alışmaya başlayınca burada da gene yeterli toprağı olmadığını düşünmeye başladı. İlk sene köy arazisinden ken­ disine verilen toprağa buğday ekmiş ve iyi bir mahsul elde et­ mişti. Buğday ekmeye devam etmek istiyordu, ama bunun için ye­ terli araziye sahip değildi. Elindeki topraklar buğday ekmeye

elverişli değildi. Zira o yörede buğday sadece işlenmemiş top­ rağa ya da nadasa bırakılmış toprağa ekilebiliyordu. Bir ya da iki yıl buğday ekiliyor, sonra toprak tekrar otlar­ la kaplanmcaya kadar nadasa bırakılıyordu. Böyle bir toprağı isteyen çok sayıda insan vardı ve bu topraktan herkese yete­ cek kadar yoktu. Bu yüzden insanlar böyle topraklar için kav­ ga ediyorlardı. Zenginler bu toprağı kendileri buğday yetiştir­ mek için istiyorlardı. Yoksul olanlar ise toprağı tüccarlara ki­ ralayıp kazanacakları parayla vergilerini ödeyebilmek için isti­ yorlardı. Pahom daha fazla buğday ekmek istiyordu, bu amaçla bir tüccardan bir yıllığına arazi kiraladı. Çok miktarda buğday ekti ve iyi bir rekolte elde etti. Ancak kiraladığı arazi köyden epey uzaktaydı. Mahsulün at arabalarıyla on milden fazla ta­ şınması gerekiyordu. Bir süre sonra Pahom bazı köylü tüccar­ ların müstakil çiftliklerde yaşadıklarını ve günden güne zen­ ginleştiklerini fark etti. Kendi kendisine, “Eğer mülkiyetinin tamamı kendime ait olan bir arazi satın alır ve üzerine bir çiftlik kurarsam her şey bambaşka olur. Her şey elimin altında olur ve bu da harika olur” diye düşünüyor­ du. Mülkiyetinin tamamı kendisine ait olan bir arazi satın alma fikri akimdan bir türlü gitmiyordu. Üç yıl daha aynı şekilde toprak kiralamaya ve buğday ek­ meye devam etti. Mevsimler iyi geçiyor ve o da iyi ürün elde ediyordu. Kenara para koymaya başlamıştı. Bu şekilde mutlu yaşayabilirdi, ancak her sene başka insanlann arazilerini ki­ ralamak ve bunun için başkalarıyla mücadele etmek zorunda olmaktan usanmaya başlamıştı. Nerede iyi bir arazi varsa bü­ tün köylüler oraya hücum ediyor ve arazi kapanın elinde ka­

lıyordu. Savaşmayı göze almadıkça hiç kimse bir şey elde edemiyordu. Üçüncü yılda Pahom bir tüccarla birlikte bazı köylülerden bir otlak arazisi kiraladı. Tam araziyi sürmüşlerdi ki köylüler­ le aralarında bir anlaşmazlık baş gösterdi. Köylüler mahkeme­ ye başvurdu ve olaylar öyle bir şekilde gelişti ki harcadıkları bütün emek boşa gitmiş oldu. “Şayet kendi arazim olsaydı,” diye düşündü, “dilediğim gi­ bi hareket ederdim ve bu tatsızlıklar da yaşanmazdı.” Böylelikle Pahom satın alabileceği bir arazi bakmaya başla­ dı. Yeni satın aldığı beş yüz yirmi hektarlık arazisini zor du­ rumda olduğu için ucuza satmaya razı olan bir köylüyle tanış­ tı. Pahom köylüyle çok sıkı bir pazarlığa girişti ve bir kısmı peşin, bir kısmı sonra ödenmek üzere bin beş yüz rubleye an­ laştılar. Anlaşmayı az kaldı sonuca bağlıyorlardı ki, bir gün köyden geçen bir tüccar atlanna yem vermek için Pahom’un çiftliğin­ de mola verdi. Pahom’la tüccar çay içip sohbet ettiler. Tüccar Pahom’a uzaklardan, Başkırlann topraklanndan döndüğünü, orada bin rubleye tam beş bin iki yüz hektar arazi satın aldı­ ğını söyledi. Pahom adama başka sorular da sorunca adam, Tek yapman gereken reislerinin dostluğunu kazanmak. Parlak kumaşlara, halılara ve bir sandık çaya yüz ruble say­ dım. İçmekten hoşlananlara şarap hediye ettim ve araziyi iki dönümünü bir peniden daha düşük bir fiyata kapattım, dedi ve Pahom’a tapuyu göstererek, Arazi hemen bir nehrin yanın­ da ve tamamı işlenmemiş toprak, diye de ekledi. Pahom adama durmaksızın sorular soruyordu. Adam da ona,

Bir yıl yürüsen de kat edemeyeceğin kadar çok arazi var, hepsi de Başkırlara ait. Koyun gibi saf insanlar. İnsan onlardan yok pahasına toprak satın alabilir, dedi. “Elimdeki bin rubleyle,” diye düşündü Pahom, “niye sade­ ce beş yüz yirmi hektar toprak satın alıp bir de borç altına gi­ reyim ki? Araziyi oradan alırsam aynı paraya on mislinden da­ ha fazla toprak alırım.”

Pahom tüccara oraya nasıl gidebileceğini sordu ve adam ayrılır ayrılmaz da yolculuk için hazırlanmaya başladı. Çiftli­ ğe göz kulak olması için kansmı evde bırakarak uşağıyla bir­ likte yola koyuldu. Yollan üzerindeki bir kasabada durarak tüccarın tembihlediği gibi bir sandık çay, biraz şarap ile başka hediyeler aldılar. Durmaksızın yol aldılar. Üç yüz milden faz­ la yol kat etmişlerdi ki yolculuklarının yedinci gününde Başkırlann çadır kurduklan yere vardılar. Her şey tıpkı tüccann kendisine anlattığı gibiydi. İnsanlar bir nehir kenarındaki bozkırlarda, keçe kaplı çadırlarda yaşı­ yorlardı. Ne toprağı işliyorlar, ne de ekmek tüketiyorlardı. Sığırlan ve atlan sürüler halinde bozkırda otluyordu. Taylar çadırlann arkasına iplerle bağlanmıştı ve kısraklar günde iki kez onlann yanma getiriliyordu. Kısraklann sütü sağılıyordu ve bu sütten kımız yapılıyordu. Kımızı kadınlar yapıyordu ve aynı kadınlar peynir de yapı­ yorlardı. Erkeklerinse tek dertleri kımız ve çay içmek, koyun eti yemek ve kaval öttürmekti.

Hepsi de şişman ve neşeli insanlardı ve bütün yaz boyun­ ca çalışmak akıllarından bile geçmiyordu. Oldukça cahildiler ve hiç Rusça bilmemekle birlikte kötü insanlar da değildiler. Pahom’u görür görmez çadırlarından çıkıp misafirlerinin etrafında toplandılar. Derhal bir tercüman bulundu ve Pahom onlara bir miktar arazi için geldiğini söyledi. Başkırlar Pa­ hom’un ziyaretinden çok memnun görünüyorlardı. Onu alıp en güzel çadırlardan birine götürdüler. Orada onu bir halının üzerindeki yastıklara oturttular. Kendileri de onun etrafına oturdular. Ona çay ve kımız ikram ettiler. Bir koyun kestiler ve etinden ona yedirdiler. Pahom beraberinde getirdiği hedi­ yeleri atlı arabasından çıkardı ve Başkırlara dağıttı. Çayı arala­ mada bölüştürdü. Başkırlar bu hediyelerden çok memnun ol­ muşlardı. Kendi aralarında uzun uzun konuştuktan sonra ter­ cümandan konuşmalarını çevirmesini istediler. - Size, dedi tercüman, sizden hoşlandıklarını ve misafiri memnun etmek için elimizden gelen her şeyi yapmanın ve kendisine getirdiği hediyeler karşılığında bizim de bir şeyler vermemizin bizim geleneğimiz olduğunu söylemek istiyorlar. Siz bize hediyeler verdiniz. Şimdi söyleyin bize, bizim sahip olduğumuz hangi şey sizi en çok mutlu ederse onu size tak­ dim edelim. - Beni en çok mutlu edecek şey, dedi Pahom, sizin sahip olduğunuz arazilerdir. Bizim arazilerimiz kalabalık, aynca topraklarımız da yorgun. Ama sizin bir sürü verimli araziniz var. Sizin topraklarınız gibisini hayatımda görmedim. Tercüman Pahom’un sözlerini çevirdi. Başkırlar bir süre ken­ di aralannda konuştular. Pahom onlann ne konuştuklannı an­ layamıyor ama neşelendiklerini görebiliyordu. Bağmyor ve gü­ lüşüyorlardı. Sonra sustular ve Pahom’a baktılar. Tercüman,

Size hediyelerinizin karşılığında istediğiniz kadar toprağı seve seve vereceklerini söylememi istiyorlar. Siz tek, elinizle gösterin, toprak sizin olsun. Başkırlar aralarında bir müddet konuştuktan sonra tartış­ maya başladılar. Pahom neyi tartıştıklarını sorunca tercüman ona içlerinden bazılarının toprak için reislerine danışmaları­ nın ve onun yokluğunda hareket etmemelerinin doğru olaca­ ğını, bazılanmnsa reislerinin dönüşünü beklemeye gerek ol­ madığını düşündüklerini söyledi.

Başkırlar konuyu tartışırlarken başında tilki kürkünden yapılmış büyük bir şapka takan bir adam yanlannda belirdi. Hepsi susarak ayağa kalktılar. Tercüman, - Bu reisimiz, dedi. Pahom derhal koşup en iyi kumaşlarla birlikte iki buçuk kilo kadar çay getirdi ve bunlan reise takdim etti. Reis hedi­ yeleri kabul etti ve sonra baş köşeye kuruldu. Başkırlar hemen kendisine bir şeyler anlatmaya başladılar. Reis bir süre onlan dinledikten sonra bir baş işaretiyle onlardan susmalannı iste­ di ve Pahom’a dönerek Rusça, - Peki öyle olsun, dedi, beğendiğin bir araziyi seç, biz de nasıl olsa çok var. “Nasıl istediğim kadar alabilirmişim?” diye aklından geçiri­ yordu Pahom, “İşimi sağlama almak için tapuyu almalıyım, yoksa şimdi ‘senin’ derler, sonra elimden alırlar araziyi.” Yüksek sesle, - Nazik sözleriniz için teşekkür ederim, dedi, sizin çok top­ rağınız var, bense bunun sadece küçük bir kısmını istiyorum.

Ama hangi toprak parçasının bana ait olduğunu kesinlikle bil­ mek isterim. Bu arazi parçası ölçülüp tapusu benim üzerime yapılabilir mi acaba? Dünyada ölmek de var kalmak da. Siz iyi insanlar araziyi bana veriyorsunuz ama çocuklannızın onu benden geri almak istemeyecekleri ne malum? - Çok haklısınız, dedi reis. Biz de tapusunu sizin üzerini­ ze yapanz. - Duyduğuma göre size bir tüccar gelmiş, diye devam etti Pahom, ona da küçük bir toprak parçası vermişsiniz ve tapu senedi imzalamışsınız. Ben de aynen bu şekilde olmasını isti­ yorum. Reis Pahom’un dediklerini anlayışla karşılıyordu. - Evet, dedi, bu kolayca halledilebilir. Bir katibimiz var. Si­ zinle şehre gider ve tapuyu gerektiği şekilde mühürletiriz. - Peki ya arazinin fiyatı ne olacak? diye sordu Pahom. - Fiyat hep aynıdır: günlüğüne bin ruble. Pahom hiçbir şey anlamamıştı. - Günlüğüne mi? Siz neyi ölçü alıyorsunuz? Bu kaç hekta­ ra tekabül ediyor? - Nasıl hesaplandığını bilmiyoruz, dedi reis, toprağı gün hesabıyla satıyoruz. Bir günde çevresinde dolaşabildiğiniz ka­ dar arazi sizindir, fiyat da günlüğüne bin rubledir. Pahom afallamıştım - Ama bir günde çok geniş bir arazinin etrafında dolaşabi­ lir insan, dedi. Reis gülmeye başladı. - Hepsi sizin olacak! dedi. Yalnız bir şartım var: Aynı gün içerisinde başladığınız noktaya geri dönmeyecek olursanız pa­ ranızı yitirirsiniz.

- Ama geçtiğim yerleri nasıl işaretleyeceğim? - Sizin seçeceğiniz bir yere gidip bekleyeceğiz. Siz oradan başlayacak ve yanınıza bir kürek alarak arazinin etrafında do­ laşacaksınız. Gerekli gördüğünüz her yere işaret bırakın. Her dönüş noktasına bir çukur kazın ve topraklan üst üste yığın. Sonra biz sabanla gelip arazinin etrafındaki çukurlan birleşti­ receğiz. İstediğiniz kadar geniş bir daire çizebilirsiniz, ama güneş batmadan başlangıç noktanıza geri dönmek zorundasınız. Kat ettiğiniz bütün arazi sizin olacaktır. Pahom çok mutluydu. Ertesi sabah erkenden başlamayı ka­ rarlaştırdılar. Bir süre daha sohbet ettikten ve biraz daha kımız içip bir parça daha koyun eti yedikten sonra tekrar çay içtiler ve gece oldu. Başkırlar Pahom’a kuştüyü bir yatak verdiler ve ertesi sabah seher vakti buluşup güneş doğmadan at sırtında kararlaştmlan noktaya gitmek üzere sözleşerek dağıldılar.

Pahom kuştüyü yatakta yatıyor, ama uyuyamıyordu. Sü­ rekli olarak sahip olacağı araziyi düşünüyordu. “Kim bilir ne kadar büyük bir araziyi işaretleyeceğim!” di­ ye düşündü. “Bir günde otuz beş mili rahatlıkla giderim. Gün­ ler şimdi uzun, kim bilir otuz beş millik bir dairenin içine ne kadar çok toprak sığar! Yoksullara toprak satarım, ya da ara­ ziyi köylülere kiralanm. Ama en iyi toprağı kendime ayırır, çiftçilik yapanm. İkişer ikişer koşmak için dört öküz alırım, iki de yeni ırgat çalıştırmaya başlanm. Altmış hektannı eker, geri kalanında da sığırlarımı otlatırım.” Pahom bütün gece uyumadı^ ve ancak şafaktan önce ken­ dinden geçti. Gözleri kapanır kapanmaz bir rüya gördü. Rü­ yasında gene aynı çadırda yatıyordu. Dışarıda birisinin kıkır kıkır güldüğünü duydu. Kim olduğunu merak ederek yatak­ tan kalktı ve dışanya çıktı. Karşısında Başkırlann reisini gör­ dü. Reis çadırın önüne oturmuş, gülmekten yerlerde yuvarla­ nıyordu. Pahom reisin yanma giderek, “Neye gülüyorsun?” di­ ye sordu. Ama karşısındakinin artık reis olmadığını, çiftliğinde

mola vererek kendisine bu araziden bahseden tüccar olduğu­ nu gördü. Pahom tüccara tam, “Epeydir mi buradasınız?” diye sora­ caktı ki karşısındakinin artık o tüccar değil de çiftliğine uzun bir süre önce Volga civarından gelen o köylü olduğunu gördü. Sonra karşısında duranın o köylü de değil, ama Şeytan’m ta kendisi olduğunu gördü. Şeytan toynakları ve boynuzlarıyla orada durmuş gülmekten kınlıyordu. Önünde yere yüzüko­ yun kapanmış, çıplak ayaklı bir adam uzanıyordu. Üzerinde bir tek pantolonu ve gömleği vardı. Pahom rüyasında kendisinin yerde yatan adama kim oldu­ ğunu anlamak için daha dikkatli baktığını gördü. Adamın ölü olduğunu ve de kendisi olduğunu gördü! Dehşet içerisinde uyandı. “İnsan rüyasında neler de görüyor” diye düşündü. Etrafına bakınca açık olan kapıdan şafağın sökmek üzere olduğunu fark etti. “Onlan uyandırmanın vakti geldi,” diye düşündü, “yola koyulsak iyi olur.” Yataktan kalktı ve gidip (arabada yatan) uşağını uyandıra­ rak ona atlan arabaya koşmasını söyledi ve Başkırlara seslen­ meye gitti. - Vakit geldi, dedi, “haydi bozkıra gidip araziyi ölçmeye başlayalım. Başkırlar kalkıp toplandılar. Reisleri de geldi. Tekrar kımız içmeye başladılar ve Pahom’a çay ikram ettiler. Ama Pahom vakit kaybetmek istemiyordu. - Madem ki yola çıkacağız, o halde bir an önce gidelim. Vakit çoktan geldi, dedi.

Başkırlar hazırlandı ve hep birlikte yola koyuldular. Kimi­ si at üstünde kimisi de atlı arabalarda geliyordu. Pahom uşa­ ğıyla birlikte küçük at arabasında gidiyordu. Yanma bir de kü­ rek almıştı. Bozkıra vardıklannda ufukta şafak kırmızısı tutuş­ maya başlamıştı. Başkırlarm “şihan” dedikleri küçük bir tepeden aşağı ine­ rek arabalanndan ve atlanndan indiler ve bir yerde toplandı­ lar. Reis Pahom’um yanma geldi ve koluyla düzlüğü göstere­ rek, - Bakın, dedi, gözünüzün alabildiği her yer sizin. Nereyi beğenirseniz orayı alın. Pahom’un gözleri parladı. Arazinin tamamı daha önce hiç ekilmemiş topraklardı. Arazi avuç içi kadar düz, haşhaş tohu­ mu kadar siyahtı ve çukur kısımlarda bin bir çeşit ot göğüs hi­ zasına kadar uzamıştı. Reis, tilki kürkü şapkasını başından çıkarıp yere koydu ve, - İşaret bu olsun. Buradan başlayın ve tekrar buraya dö­ nün. Etrafında dolaştığınız bütün arazi sizin olacak, dedi.

Pahom parasını çıkanp şapkanın üzerine koydu. Sonra ce­ ketini çıkararak gömleğiyle kaldı. Kemerini çözerek kamının altından sıkıca bağladı. Ceketinin göğüs tarafına küçük bir ek­ mek torbası yerleştirdi ve bir su matarasını kemerine bağladı. Çizmelerinin üstlerini yukarıya doğru çekti ve uşağından kü­ reği aldı. Başlamaya hazırdı. Bir an hangi tarafa gitsem diye düşündü. Düzlüğün her tarafı baştan çıkancıydı. “Fark etmez,” diye karar verdi, “doğan güneşe karşı gide­ yim.” Yüzünü doğuya döndü, gerindi ve güneşin ufukta belirme­ sini beklemeye başladı. “Hiç vakit kaybetmemeliyim,” diye düşündü, “hava hala serinken yürümek de kolay olur.” Güneşin ışıkları Pahom’u n yüzünü döndüğü tarafta, ufuk çizgisinin üzerinde ancak parlamaya başlamıştı ki Pahom kü­ reği omzuna atarak bozkırdan aşağı doğru yürümeye başladı. Pahom ne hızlı ne de yavaş bir tempoda yürüyordu. Yakla­ şık bir kilometre gittikten sonra durup yere bir çukur kazdı ve çimenli topraklan üst üste yığarak işareti daha belirgin hale getirdi. Sonra devam etti. Bacakları da açıldığı için artık daha hızlı yürüyordu. Bir müddet gittikten sonra bir çukur daha kazdı. Pahom dönüp arkasına baktı. Üstündeki insanlar ve araba tekerleklerinin parlayan lastikleriyle küçük tepe gün ışığında net bir şekilde görülüyordu. Kaba bir tahminle Pahom üç mil kadar bir yol gittiği sonucunu çıkardı. Hava ısınıyordu, ceke­ tinin astarını çıkanp omzuna aldı ve yürümeye devam etti. Hava artık epey ısınmıştı, güneşe baktı. Kahvaltıyı düşünme­ nin vakti gelmişti.

“İlk aşama tamam, üç tane daha kaldı. Henüz dönmek' için çok erken. Ama çizmelerimi bir çıkarayım hele” dedi kendi kendisine. Yere oturdu ve çizmelerini çıkarıp kemerinin içine soktu. Yürümeye devam etti. Şimdi daha rahat yürüyordu. “Bir üç mil daha gideyim,” diye düşündü, “sonra sola dö­ nerim. Arazinin bu kısmı çok güzel, kaybedersem yazık olur. İnsan ne kadar ilerlese toprak da gözüne o kadar güzel gözü­ küyor.” . Bir müddet dümdüz yürüdükten sonra arkasına dönüp baktığında tepe zar zor seçiliyordu. Tepenin üzerindeki insan­ larsa siyah karıncalar gibi görünüyordu. Sadece güneşte par­ layan bir şeyler görüyordu. “Ah,” diye düşündü Pahom, “bu yönde yeteri kadar ilerle­ mişim. Artık dönme vakti geldi. Aynca çok terledim ve de su­ sadım.” Durup büyük bir çukur kazdı ve çıkan topraklan üst üste yığdı. Sonra matarasını çözerek su içti ve sola doğru ani bir dönüş yaptı. Durmaksızın yürüdü. Otlar uzun, hava da çok sıcaktı. Pahom yorulmaya başlamıştı. Güneşe baktı ve öğlen vakti­ nin geldiğini anladı. “Hmm,” diye düşündü, “dinlenmeliyim.” Yere oturup biraz ekmek yiyip su içti. Ama uyuyakalınm korkusuyla yatıp uzanmadı. Biraz oturduktan sonra tekrar yo­ la koyuldu. İlk başta kolay yürüyordu; yemek yemek gücünü yerine getirmişti. Ama hava şimdi aşın derecede sıcaktı ve uy­ kusu geliyordu. Gene de yürümeye devam etti. Akimdan, “Şu­ rada az kaldı, sıkayım dişimi, ömür boyu sefasını süreceğim nasıl olsa” diye geçiriyordu.

Bu yönde de uzun bir yol gitmişti ve tekrar sola dönmek üzereydi ki çukurda kalan ve içi nemli bir arazi gözüne ilişti. “Burayı dışarıda bırakırsam yazık olur,” diye düşündü, “bura­ da iyi keten olur.” Bu düşünceyle araziyi geçerek karşı tarafa çukur kazdı ve sola doğru ilerlemeye başladı. Tepeden tarafa baktı. Sıcaklık görüntüyü bulanıklaştırıyordu. Sanki sıcaklık dalga dalga yükseliyordu. Bu manzara içerisinde tepedeki in­ sanlar zar zor seçiliyordu. “Ah,” dedi içinden Pahom, “kenarlan çok uzun tutmuşum. Bunu bari biraz kısa tutayım.” Üçüncü kenar üzerinde daha hızlı adımlarla yol almaya başladı. Güneşe baktı: güneş ufkun yolunu neredeyse yanlamıştı. O ise daha karenin üçüncü ke­ narında iki mil bile gidememişti. Hedeften on mil uzaktaydı. “Hayır,” diye düşündü, “arazim orantısız olsa da şimdi dos­ doğru hedefe yürümeliyim. Öbür türlü çok uzağa gidebilirim. Zaten bir sürü toprağım oldu.” Böylece Pahom yere aceleyle bir çukur kazdı ve doğruca te­ peye doğru yürümeye başladı.

Pahom hiçbir yere sapmadan tepeye doğru yürüyor, ama artık adımlarını zorlukla atabiliyordu. Sıcaktan mahvolmuştu. Çıplak ayaklan kesilmiş, yara bere içinde kalmıştı. Bacaklannda derman yoktu artık. Dinlenmek istiyordu, ama güneş bat­ madan geri dönmek istiyorsa bu imkansızdı. Güneş kimseyi beklemezdi ve git gide ufuk çizgisine daha da yaklaşıyordu. “Aman Allah’ım,” dedi içinden, “inşallah fazla toprak al­ mak için uğraşmakla hata yapmamışımdır! Ya çok geç kaldıysam!” Tepeye ve güneşe baktı. Hedeften hala uzaktaydı ve güneş de ufuk çizgisine iyice yakınlaşmıştı. Pahom durmaksızın yürüdü; çok zor yürüyordu, ama git­ tikçe de hızını artırıyordu. Canını dişine takmıştı, ama vanş noktasından hala uzaktaydı. Koşmaya başladı. Ceketini, çiz­ melerini, matarasını ve şapkasını fırlatıp attı. Elinde destek olarak kullandığı bir tek küreği bıraktı.

“Ne yapacağım ben,” diye düşündü tekrar, “gereğinden fazla toprak aldım ve bütün işi berbat ettim. Güneş batmadan önce oraya dünyada varamam.” Bu korkuyla daha da soluğu kesiliyordu. Koşmaya devam' etti. Terli gömleği ve pantolonu üzerine yapışıyordu. Susuz­ luktan dudakları kavrulmuştu. Göğsü bir demirci körüğü gi­ bi bir inip bir kalkıyor, kalbi tokmak gibi çarpıyordu. Bacak­ ları ise sanki ona ait değillermişçesine artık ağırlığını taşımak­ ta zorlanıyorlardı. Pahom’u aşın zorlanmadan ölebileceği kor­ kusu sardı. Ölmekten korksa da artık duramazdı. “Bu kadar yolu koş­ tuktan sonra şimdi durursam aptal derler bana” diye düşün­ dü ve hiç durmadan koşmaya devam etti. Tepeye yaklaşmıştı ve Başkırlann kendisine bağırdıklannı duydu. Onların bağınşlan yüreğini daha bir tutuşturdu. Kalan son gücünü de top­ layıp koşmaya devam etti. Güneş ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Buğudan bir elbise giy­ miş, olduğundan daha büyük ve kan kırmızısı görünüyordu. Şimdi, evet şimdi güneş batmak üzereydi. Güneş iyice alçal­ mıştı, ama o da hedefe epey yaklaşmıştı. Tepenin üzerinde kendisine acele etmesi için el sallayan insanlan görebiliyordu. Yerde duran tilki kürkü şapkayı, onun üzerindeki parayı ve el­ leri iki böğründe yerde oturan reisi de. Ve Pahom gördüğü rü­ yayı hatırladı. “Şimdi toprağım var,” diye düşündü, “ama acaba Allah bu topraklarda yaşamama izin verecek mi? Öldüm ben öldüm! Varış noktasına asla ulaşamayacağım!” Pahom ufka kavuşan güneşe baktı. Yansı kaybolmuştu bi­ le. Tüm gücüyle daha da hızlı koşmaya başladı. Vücudunu

öne doğru Eğdiğinden bacakları geride kalıyor, az kalsın düşe­ cek gibi oluyordu. Tam tepeye varmıştı ki ortalık birdenbire karardı. Göğe baktı, güneş çoktan batmıştı. Bir haykınş kopardı, “Bütün emeklerim boşa gitti” diye düşündü ve durmak üzereydi ki Başkırlann kendisine hala bağırmakta olduklannı duydu ve aşağıda kendisine güneş battı gibi görünmesine rağmen tepedekilerin onu hala görebildikleri aklına geldi. Derin bir nefes alarak tepeden yukarıya doğru koşmaya başladı. Tepenin yukarısı hala aydınlıktı. Zirveye ulaştı ve şapkayı gördü. Şapkanın önünde reis iki eli böğründe gülerek oturu­ yordu. Pahom tekrar rüyasını hatırladı ve bir çığlık attı. Ba­ cakları artık ağırlığını taşıyamıyordu, öne doğru yığıldı ve el­ leriyle şapkaya uzandı. - İyi adam! diye bağırdı reis, bir sürü toprağı oldu! Pahom’un uşağı koşarak geldi ve onu yerden kaldırmaya çalıştı, ama efendisinin ağzından kan geldiğini gördü. Pahom ölmüştü! Başkırlar dillerini şaklatarak üzüntülerini gösterdiler. Uşak küreği alarak efendisinin içine sığabileceği büyüklük­ te bir mezar kazdı ve efendisini bu mezara gömdü. Başından topuklanna kadar yüz seksen santim uzunluğundaki bir top­ rak parçası Pahom’a yetip artmıştı bile.

Allah Gerçeği

Bilir, Ama Bekler...

Vladimir kasabasında Ivan Dmitrich Aksyonof adında genç bir tüccar yaşıyordu. Kendisine ait iki dükkanı, bir de evi vardı. Aksyonof, yakışıklı, sarışın, kıvırcık saçlı, eğlenceli bir adamdı ve şarkı söylemeyi çok seviyordu. Henüz çok genç sa­ yılabilecek bir yaşta içkiye meyletmişti. İçkiyi fazla kaçırdığın­ da huzuru bozucu hareketlerde bulunduğu da oluyordu. Ama evlendikten sonra içkiyi bırakmıştı. Yalnızca arada sırada içi­ yordu. Mevsimlerden yazdı ve Aksyonof, Nizhny fuanna gidecek­ ti. Ailesine hoşçakal derken karısı ona, “Ivan Dmitrich, bugün yola çıkma; senin hakkında kötü bir rüya gördüm” dedi. Aksyonof gülerek karısına, “Fuarda bütün paramı çılgınlar gibi harcamamdan korkuyorsun sen” dedi. Karısı ona cevap verdi: “Neden korktuğumu bilmiyorum. Tek bildiğim kötü bir rüya gördüğüm. Rüyamda kasabadan döndüğünü gördüm. Kasketini çıkarıyordun ve saçlann iyice kıra dönmüştü.

Aksyonof gülmeye başladı. “Bu iyiye işaret,” dedi. “Bütün mallan satıp dönüşte de fuardan sana hediyeler getirmezsem o zaman konuş.” Aksyonof böylelikle ailesiyle vedalaşarak atlı arabasıyla yo­ la koyuldu. Yolun yarısına geldiğinde tanıdık bir tüccarla karşılaştı. İkisi de gece aynı handa kaldılar. Birlikte biraz çay içtiler ve bitişik odalarda yattılar. Sabahları geç kalkmak Aksyonof’un hiç adeti değildi. Se­ rinlikte yol almak istediği için şafak sökmeden sürücüsünü uyandırdı ve ondan atları arabaya koşmasını istedi. Sonra hanın sahibinin kaldığı yere doğru yürüdü, (hanın sahibi hanın arkasındaki bir kulübede yaşıyordu), adama he­ sabı ödeyip yoluna devam etti. Yirmi, yirmi beş mil kadar gittikten sonra atlann beslenme­ si için arabacıya durmasını söyledi. Bir handa konakladı. Ko­ ridorda bir süre dinlendikten sonra verandaya çıktı ve kendi­ si için bir semaver kaynatılmasını istedi. Gitarını çıkararak çalmaya başladı. Derken birdenbire çıngıraklarıyla bir troyka çıka geldi ve troykadan bir polis müdürüyle iki asker indi. Polis müdürü Aksyonof’un yanma geldi ve ona sorular sormaya başladı. Ona kim olduğunu ve nereden geldiğini sordu. Aksyonof po­ lis müdürünün sorularını eksiksiz cevapladı. Ona, “Benimle biraz çay içmez miydiniz?” diye sordu. Ama müdür onu sor­ guya çekmeye devam etti. Ona, “Dün geceyi nerede geçirdin? Yalnız mıydm yoksa bir tüccar arkadaşınla mı birlikteydin? Tüccar arkadaşını bu sabah gördün mü? Neden şafak sökme­ den handan aynldm?” diye sordu.

Aksyonof kendisine bu sorulann niçin yöneltildiğini me­ rak etmekle birlikte bütün olan biteni de eksiksiz olarak an­ lattı ve “Beni neden sanki bir hırsız ya da soyguncuymuşum gibi sorguya çekiyorsunuz ki?” demeden de edemedi. “Sadece bir iş seyahatindeyim ve sorgulanmamı gerektirecek hiçbir şey yapmış değilim.” Sonra müdür askerleri yanma çağırdı ve Aksyonof’a, “Ben bu bölgenin polis şefiyim,” dedi, “Sizi sorguya çekişimin sebe­ bi dün geceyi birlikte geçirdiğiniz tüccarın boğazı kesili olarak bulunmuş olmasıdır. Eşyalannızı aramamız gerekiyor.” Polis şefiyle askerler hanın içine girdiler. Aksyonof’un ba­ gajını çözerek eşyalannı incelemeye başladılar. Polis şefi ani­ den bir çantadan bir bıçak çıkararak haykırdı, “ Bu kimin bı­ çağı?” Aksyonof çantasından çıkan kanlı bıçağı görünce dehşet içerisinde kaldı. “Bıçaktaki kan lekelerini nasıl açıklayacaksınız?” Aksyonof cevap vermeye çalıştıysa da ağzından ancak bir iki kelime güçlükle çıkabildi. Kekeleyerek, “Bi— bilmiyorum. Be-benim değil” diyebildi. Polis şefi, “Tüccar bu sabah yatağında boğazı kesili olarak bulundu. Bunu yapabilecek olan tek kişi sizsiniz. Hanın kapı­ sı içeriden kilitliydi ve handa sizden başka kimse de yoktu. Bakın kanlı bıçak sizin çantanızdan çıktı. Ayrıca yüz ifadeniz ve davranışlarınız da sizi ele veriyor! Şimdi anlatın bakayım bana, onu nasıl öldürdünüz ve ne kadar para çaldınız? dedi. Aksyonof cinayeti kendisinin işlemediğine, birlikte çay iç­ tikten sonra tüccar arkadaşını bir daha görmediğine, üzerinde kendi parası olan seksen bin ruble dışında paranın olmadığı­

na ve de bıçağın kendisine ait olmadığına yemin etti. Ama se­ si çatlıyordu. Beti benzi atmıştı ve sanki suçluymuşçasına kor­ kudan tir tir titriyordu. Polis müdürü askerlere Aksyonof’u bağlamalannı ve atlı arabaya bindirmelerini emretti. Askerler ayaklarını bağlarlar ve onu arabanın içine fırlatırlarken Aksyonof istavroz çıkarı­ yor ve ağlıyordu. Parasına ve eşyalarına el konularak en yakın kasabaya götürülüp hapsedildi. Polis, Vladimir kasabasında onunla ilgili bir soruşturma yaptı. Tüccarlar ve kasabanın di­ ğer sakinleri onun eskiden çok içtiğini ve zamanını boşa ge­ çirdiğini, ama aslında iyi bir adam olduğunu söylediler. Der­ ken mahkeme günü geldi çattı. Mahkemede Ryazanlı bir tüccan öldürmek ve tüccarın yirmi bin rublesini çalmakla suç­ landı. Karısı ümitsizlik içindeydi ve neye inanacağını bilemiyor­ du. Çocuklannm hepsi de daha çok küçüktü, biri henüz süt­ ten bile kesilmemişti. Kadın bütün çocuklannı yanma alarak kocasının hapsedildiği kasabanın yolunu tuttu. İlk başta ko­ casını görmesine izin verilmedi. Ama görevlilere epey dil dök­ tükten sonra izni aldı ve kocasının yanma götürüldü. Kocası­ nı hırsızlar ve diğer azılı suçlularla aynı hücreye kapatılmış ve mahkum elbiseleri içerisinde zincire vurulmuş bir halde gö­ rünce kadın düşüp bayıldı ve uzunca bir süre kendine gele­ medi. Ayılınca çocuklannı yanma çekip kocasının yanma oturdu. Ona evdeki durumu anlatıp başından geçenleri sordu. Aksyonof kansma bütün olan biteni anlattı. Kansı, “Bundan sonra ne yapabiliriz?” diye sordu. “Masum bir adamın ölümüne göz yummaması için Çar’a dilekçe yazmalıyız.”

Karısı Aksyonof a Çar’a dilekçe gönderdiğini ama dilekçe­ sinin geri çevrildiğini söyledi. Aksyonof cevap vermedi ama kederi yüzünden okunuvordu. Karısı ona, “Rüyamda saçlarının kırlaştığını görmem boşu­ na değilmiş, hatırlıyorsun değil mi? Keşke o gün yola çıkmasaydm” dedi ve parmaklarını kocasının saçlarının arasında gezdirerek, “Vanya canımın içi, kanndan gerçeği gizleme, o adamı sen mi öldürdün?” diye sordu. “Demek sen de benden şüpheleniyorsun!” dedi Aksyonof ve yüzünü elleriyle kapatarak hıçkırmaya başladı. Sonra bir asker geldi ve kadınla çocukların artık gitmeleri gerektiğini söyledi. Aksyonof ailesiyle son defa vedalaştı. Ailesi gittiğinde Aksyonof’un akima karısıyla konuştuklan geldi. Kansınm da kendisinden şüphelendiğini hatırlayınca kendi kendisine, “Öyle gözüküyor ki gerçeği bir tek Allah bi­ liyor ve biz insanlar sadece ona yalvarabilir ve sadece ondan merhamet bekleyebiliriz” dedi. Aksyonof başka da dilekçe yazmadı. Bütün ümidini yitir­ mişti. Yaptığı tek şey Allah’a dua etmekti. Kırbaç ve maden ocaklarında çalışma cezalarına çarptınldı. Kırbaç cezası infaz edildi ve yaralan iyileştikten sonra diğer suçlularla birlikte Sibirya’ya sürgün edildi. Aksyonof Sibirya’da yirmi altı yıl boyunca bir mahkum olarak yaşadı. Saçlan kar gibi bembeyaz oldu. Sakalı uzadı, inceldi ve kül rengine döndü. O eski neşesinden eser kalma­ mış, omuzları çökmüştü. Artık ağır adımlarla yürüyor, çok az konuşuyor, hiç gülmüyordu. Sürekli dua ediyordu.

Hapiste çizme yapmayı öğrendi. Bu yolla az da olsa para kazanıyordu. Kazandığı bu parayla “Dervişlerin Hayatı” adlı kitabı satın almıştı. Yeterli ışık olduğunda kitabı hapiste oku­ yordu. Pazar günleri de hapishane kilisesinde Kutsal Kitaptan ayetler okuyor ve koroda ilahi söylüyordu. Hala güzel bir sesi vardı. Hapishane görevlileri uysallığından ötürü Aksyonof’u sevi­ yorlar ve hapishane arkadaşları ona saygı duyuyorlardı. Onu ‘Büyükbaba’ ve ‘Derviş’ diye çağmyorlardı. Hapishane müdü­ ründen herhangi bir konuda bir talepte bulunulacağı zaman her zaman için onu sözcü seçiyorlardı. Mahkumlar arasında bir kavga olduğunda da gene ona gelerek kendisinden işleri yoluna koymasını ve kavgada hakemlik yapmasını istiyorlar­ dı. Evinden kendisine hiçbir haber ulaşmamıştı. Aksyonof kansının ve çocuklarının hala yaşayıp yaşamadıklarından bile habersizdi. Bir gün hapishaneye yeni bir mahkumlar güruhu geldi. Akşamleyin eski mahkumlar yenilerin etrafında toplanarak onlara hangi kasabadan ya da köyden geldiklerini, hangi suç­ tan hüküm giydiklerini sordular. Aksyonof da yeni gelen mahkumların arasına oturmuş, kederli bir yüz ifadesiyle ko­ nuşulanları dinliyordu. Yeni mahkumlardan altmış yaşında, uzun boylu, güçlü kuvvetli, kısa kır sakallı biri orada bulunanlara tutuklanışmın gerekçesini anlatıyordu. Efendim, dedi, bir kızağa bağlı bir at vardı, ben sadece onu aldım. Sonra beni hırsızlıkla suçlayıp tutukladılar. Onla­ ra atı eve daha hızlı gitmek için aldığımı, sonradan da zaten

hayvanı saldığımı söyledim. Ayrıca kızağın sahibi de benim arkadaşımdı. O yüzden ben, “herhangi bir sorun yok” dediy­ sem de onlar, “Hayır var, sen atı çaldın” dediler. Ama atı nasıl ve nerede çaldığımı söyleyemediler. Bir keresinde gerçekten bir suç işlemiştim. İşte o zaman kanunlar gereği buraya gel­ meyi hak etmiştim. Ama suçu benim işlediğimi anlayamamış­ lardı. Şimdiyse bir hiç yüzünden buradayım.... Sibirya’ya da­ ha önce de geldim. Ama fazla kalmadım. İçlerinden biri adama, - Nerelisin? diye sordu. - Vladimirliyim. Ailem bu kasabadan. Adım Makar. Semyonitch de derler bana. Aksyonof başını kaldırarak, - Söyle bana Semyonitch, Vladimirli tüccar Aksyonof’un ailesiyle ilgili bir şey biliyor musun? Karısı, çocukları hala hayattalar mı? dedi. - Onlan tanıyıp tanımadığımı mı soruyorsun? Elbette tanı­ yorum onları. Aksyonoflar varlıklı bir aile. Ama babalan Sibir­ ya’da, o da bizim gibi bir günahkar anlaşılan! Biraz da sen an­ lat Büyükbaba, sen nasıl düştün buralara? Aksyonof bahtsız geçmişi hakkında konuşmaktan hoşlan­ mıyordu. İçini çekerek sadece, - Yirmi altı yıldır işlediğim günahlar için hapis yatıyorum, dedi. - Ne günah işledin? diye sordu Makar Semyonitch. Ama Aksyonof sadece, - Şey... cezamı hak etmeseydim burada olmazdım! diyebil­ di. Daha fazla açıklama yapmak istemiyordu. Ama arkadaşla­

rı yeni gelen mahkuma Aksyonof’un Sibirya’ya nasıl geldiğini, başka birisinin bir tüccarı öldürüp bıçağı Aksyonof’un eşyala­ rının arasına nasıl koyduğunu ve Aksyonof’un haksız yere na­ sıl mahkum edildiğini anlattılar. Makar Semyonitch bütün bu anlatılanları dinledikten son­ ra Aksyonof’a bakarak kendi dizine bir şaplak attı ve haykır­ dı,

- Vay anassmı! Şu işe bak! Ama ne kadar da yaşlanmışsın sen Büyükbaba! Diğer mahkumlar Makar’a neden bu kadar heyecanlandığı­ nı ve Aksyonof’u daha önce nerede gördüğünü sordular. Ama Makar Semyonitch onlann sorularını cevapsız bıraktı. Sadece, - Beyler onunla burada karşılaşmamız olacak iş değil! de­ di. Bu sözler Aksyonof’un içine bir şüphe düşürdü. Acaba bu adam tüccar arkadaşının katilinin kim olduğunu biliyor muy­ du? - Belki sen Semyonitch, dedi, bu olayı daha önceden duy­ muş ya da beni belki daha önceden görmüşsündür, ha ne der­ sin? diye sordu. - Duymamam mümkün mü? Dünyada dedikodudan bol ne var? Ama aradan çok zaman geçti. Şimdi duyduklanmı ha­ tırlamıyorum. - Tüccarı kimin öldürdüğünü duymuş olabilir misin? diye sordu Aksyonof. Makar Semyonitch gülerek cevapladı, - Bıçak kimin çantasından çıktıysa o öldürmüştür herhal­ de, kim olacak! Eğer bıçağı oraya bir başkası saklamışsa, ata-

sözünün dediği gibi, İş üstünde yakalanmadıkça kimse hırsı­ za hırsız diyemez’. Başının altındayken çantana kim bıçak sak­ layabilirdi ki? Öyle olsaydı kati surette uyanmaz miydin? Aksyonof bu sözleri işitince katilin bu adam olduğundan emin oldu. Kalkıp oradan uzaklaştı. Aksyonof o gece sabaha kadar yatağında gözünü kırpmadan yattı. Kendini son derece mutsuz hissediyor ve akima bin bir türlü hayal üşüşüyordu. Karısının, fuara gitmek için o sabah ondan aynlırkenki görüntüsü geldi gözünün önüne. O an ora­ da yanındaymış gibi görüyordu kansmı. Kansı önünde duru­ yor, gözlerini ve başını ona doğru yukarı kaldırıyordu. Onun konuşmasını ve gülüşünü duyabiliyordu. Derken çocuklarını gördü. Çocuklar çok küçüktü, tıpkı onları bıraktığı gibiydiler. Bir tanesinin üstünde kolsuz bir gocuk vardı. Bir diğeri anne­ sinin memesinden süt emiyordu. Ve sonra kendisinin eski ha­ lini hatırlamaya başladı, o genç ve hayat dolu halini. Tutuk­ landığı hanın verandasında oturup gitar çalışı geldi akima ve de bunca zaman ilgi ve şefkatten ne kadar yoksun kaldığı. Gö­ zünün önünde kırbaçlandığı yer belirdi ve de ceza infaz me­ muru. Bütün o etrafta dikilip seyreden insanlar, ayaklanna ve ellerine vurulan zincirler, bütün o hükümlüler, hapishanede geçen yirmi altı yılı ve de vaktinden önce ihtiyarlayışı. Kafa­ sından geçen bu düşüncelerle kendisini öylesine perişan his­ setti ki o an kendini öldürebileceğini düşündü. “Bütün çektiklerim hep bu caninin yüzünden!” diye geçiri­ yordu içinden. Makar Semyonitch’e karşı olan öfkesi öylesine büyüktü ki sonunda kendi canından olabileceğini bilse de, in­ tikam ateşiyle yanıp tutuşuyordu. Bütün gece bildiği dualan tekrarlayıp durdu ama yüreği bir türlü huzur bulmadı. Gündüz

Makar Semyonitch’in yanma hiç uğramadı, yüzüne bile bak­ madı. İki hafta böyle geçti. Aksyonof’u geceleri uyku tutmuyor­ du. Öylesine huzursuzdu ki ne yapacağını bilemiyordu. Bir gece hapishanede gezinirken mahkumlann yattıkları duvardan çıkma yatakların birinin altından bir toprak parça­ sının yuvarlandığını fark etti. Ne olduğuna bakmak için dur­ du. Aniden Makar Semyonitch yatağın altından sürünerek çı­ kıverdi ve korku dolu bir yüz ifadesiyle Aksyonof’a baktı. Aksyonof ona bakmadan geçip gitmek istediyse de Makar onu elinden yakaladı ve ona duvarın altına bir çukur kazdığını, çı­ kan toprağı uzun çizmelerine doldurduğunu ve her gün mah­ kumlar çalışma yerlerine götürülürlerken bu toprağı yola döktüğünü anlattı. - Sessiz kalırsan, yaşlı adam, sen de kurtulursun. Eğer boş­ boğazlık edecek olursan beni öldüresiye kırbaçlarlar, ama on­ dan önce ben seni öldürürüm. Aksyonof karşısında duran düşmanına bakarken öfkeden titriyordu. Elini geri çekerek, - Benim kaçmaya hiç niyetim yok ve de sen beni öldüremezsin çünkü zaten yıllar önce öldürdün! Dediklerine gelin­ ce, Allah ne şekilde yol gösterirse, ister öyle hareket ederim is­ terse başka türlü, dedi. Ertesi gün mahkumlar çalışmaya götürüldüklerinde kafile­ ye nezaret eden askerler mahkumlardan bir ya da birkaçının çizmelerindeki toprağı yola boşalttıklarını fark ettiler. Hapis­ hanede arama yapıldı ve tünel ortaya çıkarıldı. Vali gelerek tü­ neli kimin kazdığını öğrenmek için bütün mahkumlan sorgu­

ya çekti. Hepsi de tünelle ilgili hiçbir şey bilmediklerini söy­ lediler. Bilenler de Makar Semyonitch’e ihanet etmediler, zira bu yüzden görevlilerin onu neredeyse ölesiye kırbaçlamaları işten bile değildi. Sonunda vali dürüst bir adam olduğunu bil­ diği Aksyonof’a döndü ve sordu: - Sen doğru sözlü bir ihtiyarsın, bana şimdi Rabbinin hu­ zurunda söyle, bu çukuru kim kazdı? Makar Semyonitch olayla hiçbir ilgisi yokmuşçasına duru­ yor, valiye bakıyor, Aksyonof’un yüzüne ise pek bakmıyordu. Aksyonof’un dudaklan ve elleri titriyordu ve uzunca bir süre ağzından tek bir sözcük çıkmadı. Akimdan “Bu adam hayatı­ mı mahvetti, onu neden koruyacakmışım? Çektiklerimin be­ delini ödesin bakalım. Ama eğer onun yaptığını söylersem onu büyük ihtimalle ölene kadar kırbaçlarlar ve belki de on­ dan şüphelenmekle ben hata ediyorumdur. Kaldı ki, onu ele vermekle elime ne geçecek?” diye geçiriyordu. - Evet ihtiyar, diye tekrar sordu vali, bize gerçeği anlat. Duvann altını kim kazdı? Aksyonof, Makar Semyonitch’e bir bakış fırlattı ve - Söyleyemem sayın valim. Allah söylememe razı değil! Si­ zin elinizdeyim, bana istediğinizi yapın, dedi. Vali ne kadar uğraştıysa da Aksyonof’a başka bir şey söyle­ temedi ve mesele böylelikle kapandı. O gece Aksyonof yatağına uzanmış ve tam uykuya dalmak üzereyken biri sessizce gelip yatağına oturdu. Karanlıkta dik­ katlice bakınca Makar’ı tanıdı. - Benden daha ne istiyorsun? diye sordu Aksyonof, Neden geldin buraya?

Makar Semyonitch susuyordu. Bunun üzerine Aksyonof doğrularak, - Ne istiyorsun? Git buradan, yoksa gardiyanı çağırırım! dedi. Makar Semyonitch Aksyonof’a doğru eğilerek kulağına fı­ sıldadı, - Ivan Dmitritch, affet beni! - Ne için? diye sordu Aksyonof.. - O tüccarı öldürüp bıçağı senin eşyalarının arasına sakla­ yan bendim. Seni de öldürecektim ama dışanda sesler duy­ dum. Ben de bıçağı çantana gizleyip pencereden kaçtım. Aksyonof susuyor ve ne söyleyeceğini bilemiyordu. Makar Semyonitch yataktan kayarak yere diz çöktü. - Ivan Dmitritch, dedi, beni affet! Allah aşkına beni affet! Tüccarı öldürenin ben olduğumu itiraf edeceğim, sen de ser­ best kalıp evine gideceksin. - Senin için söylemesi kolay, dedi Aksyonof, ama ben se­ nin yüzünden yirmi altı yıl boyunca acı çektim. Şimdi nereye gidebilirim?... Karım artık yaşamıyor, çocuklarım desen beni çoktan unutmuşlardır. Gidebileceğim hiçbir yer yok... Makar Semyonitch ayağa kalkmadı. Kafasını yere vuruyordu. - Ivan Dmitritch, affet beni! diye haykırdı. Beni kırbaçla­ dıklarında bu kadar acı çekmemiştim. Seni bu halde görmek bana daha büyük bir acı veriyor.... Sen bana acıdın ve tüneli benim kazdığımı söylemedin. Allah aşkına beni bağışla, alçak herifin tekiyim ben! dedi ve hıçkırmaya başladı. Aksyonof onun hıçkmklanm işitince kendisi de ağlamaya başladı.

Allah bizi affetsin! dedi. Belki ben senden yüz kat daha ıslah olmaz bir adamımdır. Bu sözleri söylemesiyle birlikte Aksyonof’un üzerinden büyük bir yük kalktı ve evine duydu­ ğu hasret onu terk etti. Artık hapishaneden çıkmak için için­ de herhangi bir istek duymuyor, sadece son nefesini vereceği dakikanın gelmesini diliyordu. Aksyonof’un söylediklerine rağmen Makar Semyonitch su­ çunu itiraf etti. Ama çıkış emri geldiğinde Aksyonof ruhunu çoktan teslim etmişti.

Tek Bir Kıvılcım Tüm Evi

Kül

Eder

Bir zamanlar köyün birinde Ivan Stcherbakof adında bir köylü yaşıyordu. Hali vakti yerindeydi. Hayatının en güzel çağmdaydı. Köyün en çalışkan adamıydı ve üç oğlunun üçünün de elinde iş geliyordu. En büyük oğlu evliydi. Ortanca oğlu evlenmek üzereydi. En küçük oğlu ise iri yan bir çocuktu ve atlara bakabilecek yaştaydı. Oğlan çift sürmeye de başlamıştı. İvan’m karısı bece­ rikli ve tutumlu bir kadındı. Her ikisi de sessiz ve çalışkan bir gelinleri olduğu için şanslılardı. Ivan ve ailesinin mutlu bir ha­ yat sürmesinin önünde hiçbir engel yoktu. Evde çalışamayan ve bakılması gerekli tek bir kişi vardı; ivan’m astım hastası olan ve yedi yıldır tuğladan yapılmış ocağın üzerindeki yerde yatan ihtiyar babası. Ivan ihtiyacı olan her şeye -üç atla bir ta­ ya, bir inekle buzağıya ve on beş koyuna- sahipti. Evdeki kadınlar bir yandan ailenin giyecek kumaşını doku­ yor, bir yandan da tarlada erkeklere yardım ediyorlardı. Evin erkekleri ise tarlada çift sürüyordu. Daima bir sonraki hasada yetip artacak kadar hububatları oluyordu ve yetiştirdikleri

yulafın bir kısmını satarak vergilerini ödüyor ve diğer ihtiyaçlannı karşılıyorlardı. Ivan ve ailesi bu şekilde oldukça rahat bir hayat sürebilir­ lerdi; eğer ki Gordey İvanofun oğlu ve kapı komşulan olan Aksak Gabriel’le aralarında kolay kolay bitmeyecek bir düş­ manlık baş göstermiş olmasaydı. Gordey hayattayken ve İvanlarda da evi hala babası idare ederken bu köylüler birbirleriyle olması gerektiği gibi gayet iyi komşuluk ilişkisi içerisindeydiler. Kadınlar bir elek ya da leğen istediklerinde, ya da erkeklere bir çuval gerektiğinde, bir at arabasının tekeri kmldığmda ve derhal tamiri mümkün olmadığında bir aile ötekine ihtiyaç duyulan malzemeyi yol­ lar, bu şekilde birbirlerine iyi komşuluğun gerektirdiği şekil­ de yardım ederlerdi. Komşulardan birinin bir buzağısı yolunu şaşırıp diğerinin harman yerine girdiğinde tek yaptıkları şey hayvanı oradan çıkarmak ve komşulanna, “Hayvanı bir daha bu tarafa salmayın, bakın burada hububatımız duruyor,” de­ mekten ibaretti. Ahır ve ambar kapılarını kilitlemek, birbirle­ rinden bir şeyler saklamak ya da birbirlerini arkalanndan çe­ kiştirmek gibi şeyler o günlerde kimsenin akimdan dahi geç­ miyordu. Babalann döneminde bu böyleydi. Ailelerin başına oğullar geçince her şey değişti. Bütün düşmanlık ufacık bir şey yüzünden başladı. lvan’m gelininin mevsime göre erken yumurtlamaya başla­ yan bir tavuğu vardı. Gelin tavuğun yumurtalarını Paskalya için biriktiriyordu. Her gün at arabasının durduğu barakaya gidiyor ve orada bir yumurta buluyordu. Ama bir gün muhte­ melen çocuklardan korkan tavuk çitin üzerinden komşunun bahçesine uçtu ve oraya yumurtladı. Gelin tavuğun gıdakla­

masını duydu ama kendi kendisine, “Şimdi hiç vaktim yok. Pazar günü için ortalığı toparlamam lazım. Yumurtayı sonra gider alınm” dedi. Akşam olunca gelin barakaya gitti ama orada hiç yumurta bulamadı. Gidip kaynanasına ve kaynına yumurtayı alıp al­ madıklarını sordu. Hayır, almamışlardı, ama küçük kaynı Ta­ raş, - Senin Biddy komşunun bahçesine yumurtladı. Gıdakla­ ma sesleri oradan geliyordu. Sonra çitin üzerinden uçup tek­ rar bu tarafa geldi dedi. Gelin gidip tavuğa baktı. Tavuk diğer tavuklarla birlikte tü­ nekte yatıyordu. Hayvanın gözleri kapanmak üzereydi. Uyu­ maya hazırlanıyordu. Gelin, keşke hayvanın dili olsaydı da konuşsaydı, diye düşündü. Sonra komşularına gitti. Gabrierin annesi dışan çıkıp onu karşıladı. - Ne istiyorsun, küçük hanım? - Şey, Büyükanne, bu sabah, işte, tavuğum sizin bahçeye uçmuş. Bu tarafa yumurtlamadı mı acaba? - Biz hiç görmedik. Tanrıma bin şükür olsun, bizimkiler de ne zamandır yumurtluyor. Kendi yumurtamız var, kimseninkine ihtiyacımız yok! Aynca biz başkalarının bahçesinde yumurta da aramayız, küçük hanım! Genç kadın öfkelenmişti ve açtı ağzını yumdu gözünü. Komşu kadın da gayretle ona cevap yetiştiriyordu. İki kadın birbirlerine hakaretler yağdırmaya başladılar. Su almak için oradan geçmekte olan gelinin kaynanası da kavgaya katıldı. Gabriel’in kansı hızla dışarı fırladı ve genç ka­ dını gerçekte olmuş ve olmamış şeylerle suçlamaya başladı.

Sonra tam bir gürültü koptu. Herkes hep bir ağızdan, ağzın­ dan çıkanı kulağı duymamacasma konuşuyor, ağzına geleni söylüyordu. “Sen şöylesin!”, “Sen böylesin!”, “Sen hırsızsın!”, “Sen kal­ taksın!”, “Sen yaşlı kayınpederini aç bırakıyorsun, adamcağız açlıktan ölecek!” “Sen işe yaramazın tekisin!” “Sen verdiğim eleği deldin, seni sürtük! Kovalan bizim ver­ diğimiz omuz sınğıyla taşıyorsunuz. Omuz sınğımızı geri ve­ rin!” Sonra omuz sırığını çekiştirip suları döktüler. Birbirlerinin şallanna yapışıp dövüşmeye başladılar. Tarladan dönen Gabriel kansımn yardımına yetişti. İvanla oğlu da hızla evlerinden dışan fırlayarak kavgaya katıldılar. Ivan güçlü kuvvetli bir adamdı. Hepsini dağıttı ve Gabrierin sakalından bir avuç kıl kopardı. Meselenin ne olduğunu anlamak için oraya gelenler dövüşen iki aileyi güç bela ayırabildi. Her şey işte böyle başladı. Gabriel sakalından kopan kıllan bir kağıda sararak İvan’a dava açmak için Bölge Mahkemesine gitti. Duruşmada, “Ben bu sakalı çiçekbozuğu Ivan yolsun diye uzatmadım” dedi. Gabriel’in karısı da komşulara giderek İvan’ı mahkum ettirip Sibirya’ya gönderteceklerini söyleyip yüksekten atmaya başla­ dı. Böylelikle iki aile arasındaki düşmanlık gitgide büyüyordu. Yaşlı adam en başından itibaren, ocağın üzerinde yattığı yerden çocuklannı komşulanyla barışmaya ikna etmeye çalış­ tı. Ama çocuklaıı yaşlı adamı dinlemediler. Adam onlara, Çocuklar, çok aptalca bir şeyin davasını güdüyorsunuz. Ne kadar önemsiz bir şey için kavga ediyorsunuz. Düşünseni­ ze bir kere! Tüm kavga bir yumurta yüzünden çıktı. Çocuklar

almış olabilir. Ne önemi var? Bir yururta ne kadar ediyor? So­ nuçta Allah herkese yeteri kadar yururta vermiyor mu? Varsayalım komşun sana kötü binöz söyledi. Ee düzelt o zaman. Ona nasıl daha güzel konuşcağım göster! Şayet bir kavga geçtiyse aranızda -böyle şeyleıher zaman olur, içimiz­ de günah işlemeyen mi var- o takdire telafi edin hatanızı ve kavgayı bitirin! Öfkeyi büyütürseniz iz zararlı çıkarsınız, di­ ye konuştu. Ama çocuklan ihtiyar adamın dedderine kulak asmadılar. Yaşlı adamın sözlerinin bunaklıktanileri gelen saçmasapan sözler olduğunu düşündüler. Ivan kmşusunun önünde ken­ dini alçaltmamaya kararlıydı. - Asla onun sakalını koparmadım dedi. O kendi kopardı. Asıl onun oğlu gömleğimdeki bütün üğmeleri kopardı, göm­ leğimi yırttı... Bakın şuna! Ivan da mahkemeye başvurdu. Duuşmaya Sulh Hakimi ve Bölge Mahkemesi baktı. Tüm bunlar lup biterken, Gabrierin at arabasının koşum mili kayboldu, (abriel’in ailesindeki ka­ dınlar İvan’m oğlunu mili çalmakla sçladılar. - Geceleyin onu penceremizin önnden arabaya doğru gi­ derken gördük, bir komşumuz da orı meyhanede mili mey­ hanenin sahibine satmaya çalışırken örmüş, dediler. Bunun için mahkemeye başvurduır. Evlerinde de iki aile­ nin kavgasız, hatta dövüşsüz günler geçmiyordu. Çocuklar da büyüklerinden gördükleri gibi bİDİrlerine hakaretler edi­ yor ve kadınlar çamaşır yıkamak için;ittikleri ırmak kenarın­ da karşılaştıklarında dilleri çene çald|ı kadar kolları çamaşır yıkamıyordu. Ağızlarından sürekli köi laflar çıkıyordu. İlk başta birbirlerine sadece iftira diyorlardı. Ama sonrala-

n gerçekten de ellerinin ulaştığı şeyleri aşırmaya başladılar. Çocuklar da kendilerine büyükleri örnek aldı. Hayat hepsi için günden güne daha zor bir hal alıyordu. Ivan Stcherbakof ile Aksak Gabriel birbirlerini Köy Mecli­ sinde, Bölge Mahkemesinde ve Sulh Hakimin huzurunda da­ va etmeye devam ettiler, ta ki davalarına bakan bütün hakim­ ler onlardan gına getirinceye kadar. Kah Gabriel İvan’m para cezasına çarptınlmasmı sağlıyor, kah Ivan aynısını Gabriel’e yapıyordu. Bu şekilde birbirlerine nispet yaptıkça birbirlerine karşı daha büyük bir öfke duyma­ ya başlıyorlardı. Tıpkı birbirlerinin üstüne saldırıp dövüştük­ çe öfkeden daha da kuduran köpekler gibi. Nasıl köpeklerden birine arkadan vurunca köpek, öbür köpeğin kendisini ısırdığını düşünürse bu iki köylü ailesinin durumu da bundan farksızdı. Birbirlerini sürekli mahkemeye verdiler. Kah beriki hapse atılıp para cezasına çarp tınlıyordu, kah öteki. Bu durum ise sadece onlann birbirlerine karşı da­ ha da güçlü bir öfke duymalanna yol açıyordu. İki taraf da, - Dur bakalım, diyordu, sana bunu ödetmezsem! Altı yıl boyunca bu böyle devam etti. Bir tek, ocağın üze­ rinde yatan yaşlı adam onlara sürekli, - Çocuklar, ne yapıyorsunuz siz? Vazgeçin bu şekilde inti­ kam almaktan, işinize gücünüze bakın, kin gütmeyin. Kin güttükçe her şey daha kötüye gider, diyordu. Ama yaşlı adamın dediklerine kulak asan olmadı. Düşmanlığın başlamasının yedinci yılında, bir düğünde, İvan’m gelini Gabriel’i at çalmakla suçlayarak herkesin içinde utandırdı. Gabriel sarhoştu ve öfkesini frenliyemedi. Kadına

öyle bir vurdu ki kadın bir hafta yataktan kalkamadı. Üstelik kadın o günlerde hamileydi. Ivan bu duruma çok sevinmişti. Şikayet dilekçesi vermek için hakime gitti. Akimdan, “Artık kurtuluyorum ondan! Onun için artık hapis ya da Sibirya’ya sürgün cezasından kurtuluş yok” diye geçiriyordu. Ancak İvan’m dileği gerçekleşmedi. Hakim davayı geri çe­ virdi. Kadın kontrolden geçirilmiş, ama vücudunda hiçbir darp izine rastlanmamıştı. Kadın sapasağlam ayaktaydı. Bunun üzerine Ivan Sulh Hakimine gitti ama hakim dava­ yı Bölge Mahkemesine havale etti. Ivan Bölge Mahkemesinin katibine ve mahkeme başkamna bir galon likörü rüşvet olarak verdi. Bu şekilde Gabriel’in kırbaç cezasına çarptınlmasmı sağladı. Duruşma katibi hükmü Gabriel’e yüksek sesle okudu: “Mahkeme, köylü Gabriel Gordeyef’in Bölge Mahkemesinde huş ağacından yapılma bir değnekle yirmi kez vurularak ceza­ landırılmasına karar vermiştir.” Mahkemenin verdiği karan Ivan da dinlemişti. Karan nasıl karşıladığını görmek için Gabriel’e baktı. Gabriel bir yaprak gibi sararmıştı. Arkasını döndü ve koridora doğru yürümeye başladı. Atıyla ilgilenmek maksadıyla Ivan da onun arkasın­ dan gitti ve Gabriel’in, “Pekala! Sopa attırsın bakalım, sırtım yansın. Ama onun da bir şeysi daha beter yanmazsa ne ola­ yım!” dediğini duydu. Bu sözleri işitir işitmez Ivan derhal Mahkeme binasına ge­ ri koştu. Adil ve saygıdeğer hakimler! Sanık tehditler savuruyor, evimi ateşe vereceğini söylüyor. Bakın, bunu şahitlerin huzu­ runda söyledi! dedi.

Bunun üzerine Gabriel mahkeme salonuna geri çağrıldı. - Bunu söylediğin doğru mu? - Ben hiçbir şey söylemedim, istediğiniz gibi sopalatın be­ ni, yetki sizde değil mi nasıl olsa. Görünüşe göre haklı oldu­ ğum halde yalnız kalan ben oldum ve acı çekmeye mahkum edildim. Onun ise canının istediği gibi hareket etmesine göz yumuluyor. Gabriel bir şeyler daha söylemek istiyordu, ancak dudakla­ rı ve yanaklan titremeye başladı ve duvardan tarafa döndü. Bakışlarından oradaki görevliler bile korkmuşlardı. Akılların­ dan, “ Ya kendisine da komşusuna bir kötülük yapacak” diye geçirdiler. Derken yaşlı hakim, - Buraya bakın bakayım, dedi, Sen aklını başına alıp özür dilemelisin. Gabriel arkadaşım, hamile bir kadına vurman sence haklı bir davranış mıydı? Bereket versin olay kötü so­ nuçlanmadı. Ama bir düşün ya kadına bir şey olsaydı! Doğru muydu yaptığın? Hatanı kabul edip İvan’dan özür dilemelisin. O da seni affedecektir. Biz de cezanı başka bir şeye çeviririz. Duruşma katibi bu sözleri işitince: - Kanunun 117. maddesi gereği bu imkansız. Taraflar ara­ sında bir anlaşmaya vanlmadan mahkeme kararını açıkladığı için bu karar uygulanmak zorundadır, dedi. Ama hakim katibi kaale almadı. - Dilini tut dostum dedi ona. Her yasanın başı Allah’a ita­ at etmektir. Allah ise barışı sever. Hakim bu iki köylüyü tek­ rar ikna etmeye çalıştıysa da başaramadı. Gabriel hakimi din­ lemiyordu. - Gelecek yıl elli yaşında olacağım, dedi, evli bir oğlum var

ve hayatımda hiç sopa cezası almadım. Şimdiyse bu çopul Ivan beni dayağa mahkum ettirdi. Gidip bir de ondan özür mü dileyeceğim? Asla, yeteri kadar tahammül ettim.. Öyle bir şey yapacağım ki Ivan beni asla unutamayacak! Gabriel’in gene sesi titredi ve daha fazla konuşamadı. Ar­ kasını dönüp çıktı. Mahkeme binası ile köyün arası yedi mildi. Ivan eve vardı­ ğında geç olmuştu. Atm koşumlannı çıkardı ve hayvanı ahıra götürdü. Eve girdi. İçeride kimsecikler yoktu. Kadınlar sığırlan getirmeye gitmişler, erkekler de tarladan henüz dönmemiş­ lerdi. Ivan içeri girdi ve bir köşeye oturup düşünmeye başladı. Gahnel’in okunan hükmü nasıl dinlediği akima geldi. Nasıl sapsan kesildiğini ve duvardan tarafa döndüğünü hatırladı. Üzerine bir sıkıntı çöktü. Kendisi aynı cezayı almış olsaydı na­ sıl hissedeceğini düşündü ve Gabriel için üzülmeye başladı. Derken yaşlı babasının ocağın üzerinde yattığı yerde ök­ sürdüğünü duydu. Babası doğrularak bacaklarını sarkıttı ve yataktan aşağı indi. Güçlükle bir iskemleye kadar yürüyüp oturdu. Harcadığı çaba onu epey yormuştu. Boğazını temizle­ yinceye kadar uzunca bir süre öksürmeye devam etti. Sonra masaya yaslandı ve Ceza aldı mı? dedi. - Evet, yirmi değnek cezası aldı diye cevap verdi Ivan. Yaşlı adam başını salladı. - Kötü olmuş, dedi, yanlış yapıyorsun Ivan! Ah! Çok kötü, hem onun için hem senin için!... Peki, onu dövecekler de se­ nin eline ne geçecek? - Bir daha aynı şeyi yapamayacak, dedi Ivan. - Tekrar yapmayacak da ne olacak? Sen ondan daha mı iyi şeyler yaptın sanki?

- Niye ki, bana verdiği zaran bir düşünsene! dedi Ivan. Ne­ redeyse kanmı öldürüyordu. Şimdi de çiftliğimizi yakacağını söyleyerek beni tehdit ediyor. Bunun için ona teşekkür mü edeyim? Yaşlı adam iç çekerek, - Sen her tarafa gidebiliyorsun, bense yıllardır ocağın üze­ rinde şuracıkta yatıyorum. Bu yüzden zannediyorsun ki sen her şeyi görüp biliyorsun da benim hiçbir şeyden haberim yok.... Ah çocuğum! Asıl hiçbir şey görmeyen sensin. Nefret gözlerini kör etmiş senin. Başkalarının işlediği günahlan görü­ yorsun tek, kendi günahlarını hiç görmüyorsun. - O bana kötülük yaptı! Söylenecek laf mı bu? Kötülüğü bir tek o yapıyorsa neden hala bu düşmanlık sürüyor? Düş­ manlığı sadece bir taraf mı sürdürür? Düşmanlık her zaman iki taraf arasında olur. Onun yaptığı kötülükleri görüyorsun da kendi yaptıklannı neden görmüyorsun? Kötü olan taraf sa­ dece o olsaydı ve sen iyi olan taraf olsaydın arada düşmanlık falan olmazdı. Adamın sakalını koparan kimdi? Ya tınazını mahveden? Kim onu mahkemeye verdi? Gene hep o suçlu! Kendin kötü bir yaşam sürüyorsun, işte asıl kötülük bura­ da. Ben böyle yaşamıyordum, sana da böyle öğretmedim. Onun yaşlı babasıyla ben böyle mi yaşıyorduk? Nasıl yaşıyor­ duk biz? Tabii ki, iki komşu nasıl yaşarsa o şekilde! Onlarda un bitse kadınlardan biri gelip, “Trol Amca bize biraz un la­ zım” dediği zaman, “Git kızım ambara” derdim, “ne kadar ge­ rekiyorsa al. Atlannı meraya götürecek kimse bulamadılar mı sana, “Git Ivan,” derdim, “atlann başında dur.” Bende bir şey bitse ona gider, “Gordeyciğim,” derdim, “Şuna şuna ihtiyacım var.” “Al Trolcüğüm!” derdi bana. Aramız bu kadar iyiydi. So­ runsuz yaşayıp gidiyorduk. Ya şimdi?... Geçen gün o asker

bize Plevne’deki savaşı anlatıyordu. Sizin aranızdaki savaş Plevne’dekinden beter! İnsan böyle mi yaşamalı? Ne büyük günah! Sen erkeksin ve bu evin reisisin. Sorumluluk taşıması gereken kişisin. Kadınlara ve çocuklara ne öğretiyorsun? Küf­ redip laf yetiştirmeyi mi? Geçen gün senin şu küçük Taraskan komşumuz Irena’ya küfredip isimler takıyordu. Annesi de dinleyip gülüyordu. Doğru bir şey mi bu şimdi? Senin sorumlu bir şekilde dav­ ranman gerekiyor. Ruhunu düşün. Her şeyin böyle mi olması gerekiyor? Sen bana laf atıyorsun, ben sana iki misli karşılık veriyorum. Sen bana bir vuruyorsun, ben sana iki vuruyorum. Hayır çocuğum! Peygamberler biz ahmaklara bambaşka bir şey öğretmişlerdir. Birinden kötü bir söz işitirsen sessiz kal, kendi vicdanı rahat bırakmasın o kişiyi. Kendi vicdanı onu paylayacaktır. Yumuşayacak ve seni dinleyecektir. Dinimiz bi­ ze kibirli olmamayı böyle öğretti!... Konuşsana! Dediğim gibi değil mi? dedi. Ivan sessizce oturmuş dinliyordu. Yaşlı adam öksürdü ve boğazını güçlükle temizledikten sonra tekrar konuşmaya başladı. Sence peygamberimiz bize yanlış mı öğretti? Ne öğrettiyse hepsi bizim iyiliğimiz için. Şu dünyevî hayatına bir bak. Aranızda bu Plevne savaşı çıkalı beri daha mı iyi durumdasın, yoksa daha mı kötü? Sadece şu mahkemelerde harcadığın pa­ rayı bir hesap et. Gidiş gelişler ve yolda yediğin yemekler sa­ na kaça mal oldu? Bak oğulların ne güzel adam oldular. Onlar sayesinde iyi yaşar, yaşlılığında da rahat edersin. Ama şimdi paran azaldı. Ne diye peki? Bütün bu saçmalık yüzünden, gu­ rurun yüzünden. Şimdi senin oğullarınla çift sürüp ekin eki­ yor olman lazım. Oysa şeytana uyup hakimlere ve üçkağıtçı

avukatların kah birine kah ötekine gidip duruyorsun. Zama­ nında ne çift sürüldü, ne de ekinler ekildi. Tabiat ana nasıl doğru dürüst mahsul versin? Yulaflar bu sene neden olmadı? Ne zaman ekmiştin onları? Şehirden geldiğin zaman! Ne geç­ ti eline? Sadece kendi kendine işlerini zorlaştırmış oldun.... Oğlum, sen kendi işine, tarlada, evde oğullarınla çalışmana bak! Biri seni incitecek olursa, Allah’ın istediği gibi, affet git­ sin. O zaman hayat kolaylaşır ve yüreğindeki sıkıntı hafifler. Ivan susuyordu... - Oğlum Ivan, babanın söylediklerine kulak ver! Git mer­ can km atı eyerle. Tez hükümet binasına git ve bütün bu saç­ malığa bir son ver. Sabahleyin de gidip Gabriel’le Allah aşkına barış. Yannki bayram için onu evine davet et. Çay yapın, bir­ likte yemek yiyin, aranızdaki düşmanlığa bir son verin, bir da­ ha düşmanlık falan olmasın. Kadınlara ve çocuklara da aynı­ sını yapmalannı söyleyin. Ivan içini çekti, “Babam doğru söylüyor” diye düşündü. Yüreğindeki sıkıntı hafiflemişti. Bir tek, işleri nasıl yola koya­ cağını kestiremiyordu. Yaşlı adam oğlunun kafasından geçenleri bilmiş gibi tekrar söze başladı. - Git îvan. Daha fazla bekleme! Yangını büyümeden sön­ dür, yoksa iş işten geçecek. Yaşlı adamın daha fazla konuşmasına fırsat kalmadan içe­ riye kadınlar girdi. Kadınlar saksağanlar gibi çene çalıyorlar­ dı. Gabriel’in değnek cezası aldığı ve evlerini yakmakla tehdit ettiği haberini onlar da almışlardı. Her şeyi öğrenmişler, son­ ra öğrendiklerine kendileri de bir şeyler ekleyerek otlakta tek­ rar Gabriel’in ailesindeki kadınlarla kavgaya tutuşmuşlardı.

Gabriel’in gelininin tekrardan kendilerini nasıl tehdit ettiğini anlatmaya koyuldular. Gelinin dediklerine göre Gabriel sulh hakiminin teveccühünü kazanmıştı. Hakim şimdi mahkeme kararını tersine çevirecekti. Okul müdürü bu defa Çarın ken­ disine Ivan hakkında yeni bir dilekçe yazıyordu ve her şeyi koşum milini ve de mutfak kapısını- dilekçede anlatıyordu, îvanlann çiftliklerinin yansı onlann olacaktı. Ivan kadınların anlattıklarım dinledi ve yüreğine tekrar öfke doldu. Gabriel’le banşma fikrinden vazgeçti. Bir çiftlikte aile reisine yapacak çok iş düşüyordu. Ivan du­ rup kadınlarla çene çalmadı. Dışan çıkarak harman yerine ve ambara gitti. Oralan toparladığında güneş batmış ve oğulları tarladan dönmüşlerdi. Oğullan kışın mahsul almak için iki at­ la tarla sürüyorlardı. Ivan onları karşıladı, işin nasıl gittiğini sordu. Eşyalan yerlerine koymalanna yardım etti ve yırtılan bir hamutu dikmek içmek bir kenara ayırdı. Birkaç sırığı ambann altına yerleştirecekti ama alacakaranlık iyice bastırmıştı. Smklan ertesi gün yerleştirmeye karar verdi. Sonra sığırlara yemlerini verdi, ahır kapısını açarak atlan dışarı saldı. Taraş geceleyin atları otlatmaya götürecekti. Kapıyı kapatarak sür­ güledi. “Şimdi,” diye düşündü, “yemeğimi yer yatarım.” Ha­ mutu aldı ve eve girdi. O ana kadar Gabriel’i ve yaşlı babasının kendisine söyledik­ lerini çoktan unutmuştu. Tam koridora geçmek için kapının kolunu tutmuştu ki, çitin öbür yanında komşusunun birisine boğuk bir sesle lanet okuduğunu işitti. “O Allah’ın cezasına gü­ nünü göstereceğim!” diye söyleniyordu, “Ölmeyi hak etti!” Bu sözler üzerine İvan’m komşusuna duyduğu tüm öfke tekrar alevlendi. Gabriel’in söylenmesini dinledi ve adamın söylenmesi bittikten sonra içeri girdi.

içeride bir ışık vardı; gelini oturmuş yün eğiriyordu. Karı­ sı yemeği hazırlıyordu. Büyük oğlu ağaç kabuğundan yapılma ayakkabılara kayış yapıyordu. Ortanca oğlu elinde bir kitap, masanın kenanna oturmuştu. Taraş da atlan gece otlatmaya çıkarmaya hazırlanıyordu. Evde her şey güzel ve huzurlu ola­ caktı; bir de şu başbelası kötü niyetli komşuları olmasaydı! Ivan içeri girdi, suratında öfkeli ve ters bir ifade vardı. Ke­ diyi kanapeden aşağı attı. Kadınlara yal kovasını yanlış yere koyduklan için bağırdı. Kendini bezgin hissediyordu. Kaşlannı çatarak yere oturdu ve hamutu onarmaya koyuldu. Gabriel’in ağzından çıkan sözler -mahkemede kendisini tehdit edi­ şi ve az önce boğuk bir sesle, “Ölmeyi hak etti” diye söyleni­ şi- hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Karısı Taras’a yemeğini getirdi. Taraş yemeğini yedi, üzeri­ ne eski bir koyun postu ile bir ceket aldı, beline bir kuşak bağ­ ladı ve yanma bir parça ekmek alarak dışanya atlann yanma çıktı. Büyük ağabeyi Taras’ı geçirecekti ama Ivan kendisi otur­ duğu yerden doğruldu ve sundurmaya çıktı. Dışarıda hava iyi­ ce kararmıştı. Gökyüzünü bulutlar kaplamış ve kuvvetli bir rüzgar esmeye başlamıştı. Ivan basamaklardan aşağı indi ve oğlunun ata binmesine yardım etti. Bir tayı oğlunun arkasın­ dan kovaladı ve oğlunun atıyla köyden aşağı doğru gidişini ve ileride ona başka atlı gençlerin de katılışını durup dinledi. Gençler duyma mesafesinin dışına çıkıncaya kadar bekle­ di. Orada öylece durmuş bahçe kapısının yanında beklerken Gabrierin ağzından çıkan sözleri bir türlü akimdan çıkaramıyordu: - Dikkat et senin bir şeyin daha beter yanmasın! “Herifin gözü dönmüş,” diye geçirdi akimdan, “Her yer ku­ ru, üstelik rüzgar da var. Arka taraftan bir yerden gelip, bir

şeyleri tutuşturup tüyecek. Alçak herif, her yeri ateşe verip eli­ ni kolunu sallaya sallaya kaçacak! ... Şayet suçüstü yakalarsam o zaman bir yere kaçamaz!” Bu düşünce kafasında öyle bir yer etmişti ki basamaklar­ dan yukarıya çıkmak yerine dışarı çıkarak sokağın köşesine doğru gitmeye karar verdi. “Binalann etrafında bir dolaşayım, ne yapacağı belli olmaz?” diyordu kendi kendine. Sessiz adım­ larla bahçe kapısından dışan çıktı. Köşeye varınca çit boyun­ ca etrafına bakındı. Diğer taraftaki köşede bir şeyin aniden ha­ reket etiğini görür gibi oldu. Sanki birisi belirip tekrar kaybol­ muştu. Ivan olduğu yerde durup beklemeye ve etrafa bakınarak kulak kabartmaya başladı. Ortalık sakindi. Sadece söğüt ağaçlannm yaprakları rüzgarda sallanıyor ve evin sap ve sazdan örülmüş damı hışırdıyordu. İlk başta İvan’a her taraf zifiri ka­ ranlık gibi gelmişti, ama gözleri karanlığa alıştıktan sonra ile­ rideki köşenin olduğu yeri, saçakları ve yerde duran sabanı ar­ tık seçebiliyordu. Bir süre bakmaya devam etti ama kimseyi göremedi. “Galiba yanıldım,” diye düşündü, “ama gene de binalann etrafında bir dolaşayım” Küçük kulübenin yanından usulca yürümeye başladı. Ağaç kabuğu ayakkabılarıyla adımlarını öyle sessiz atıyordu ki ayak seslerini kendisi bile duymuyor­ du. Köşeye vannca sanki sabanın yanında bir şey bir müddet parlayıp sonra tekrar söndü gibi geldi gözüne. Kalbi sıkışır gi­ bi oldu ve olduğu yerde durdu. Tam o anda aynı yerde bir şey daha büyük bir ışıltıyla parladı. Ivan birisinin başında şapka­ sı, yere çömelmiş ve sırtı kendisine dönük vaziyette elindeki bir deste ekin sapını tutuşturduğunu açık seçik görebiliyordu. Kalbi göğsünde bir kuşun kanat çırpışlan gibi hızla çarpmaya

başladı. Adımlarını büyük büyük atarak, olabildiğince hızlı bir şekilde adama doğru yaklaştı. Bacaklannı neredeyse his­ setmiyordu. “Ah,” diye geçirdi içinden, “kaçamaz artık! Onu suçüstü yakalayacağım!” Adamla arasında hala biraz mesafe vardı ki aniden parlak bir ışık gördü. Bu sefer ki farklı yerdeydi ve büyükçe bir alev­ di. Sap ve sazdan örülü dam saçaklardan alev almıştı. Alevler çatıya doğru yükseliyordu ve alevlerin altında Gabriel açık se­ çik görülebiliyordu. Bir tarlakuşunun üzerine atılan bir atmaca gibi Aksak Gabriel’e doğru hızla koşmaya başladı. “Şimdi yakaladım onu, benden kurtulamaz!” diye düşünüyordu. Ancak Gabriel onun ayakseslerini duymuş olmalıydı ki, (ve nasıl yaptıysa) arkası­ na bir bakış fırlatıp ambarın önünden bir yabani tavşan gibi seğirterek uzaklaştı. “Kaçamazsın!” diye bağırdı Ivan ve arkasından ok gibi fır­ ladı. Tam yakalayacaktı ki Gabriel yana kaçıp kurtuldu. Ama Ivan Gabriel’in ceketinin eteğinden yakalamayı başarmıştı. Ceket yırtıldı ve Ivan yere düştü. Ayağa kalktı ve “Yardım edin! Yakalayın! Hırsız var! Katil var!” diye bağırıp tekrar koş­ maya başladı. Bu arada Gabriel kendi bahçe kapılarına var­ mıştı. Ivan orada ona yetişip yakalamak üzereydi ki aldığı bir darbeyle sersemledi. Sanki şakağına bir taş gelmişti. Kulağı neredeyse duymuyordu. Kapının yanından aldığı bir meşe ta­ kozuyla ona vargücüyle vuran Gabriel’den başkası değildi. Ivan afallamıştı. Gözünün önünde kıvılcımlar uçuşuyordu. Sonra her şey birden karardı ve Ivan sendelemeye başladı. Kendisine geldiğinde Gabriel orada değildi. Ortalık gün gibi aydınlanmıştı. Evinin olduğu yerden motor sesi gibi bir gürül-

deme ve çatırdama sesi geliyordu. Ivan arkasını döndü ve ar­ ka barakanın alev alev yandığını gördü. Yan baraka da alev al­ mıştı. Yanan saplardan ve samanlardan yükselen alevler ve du­ manlar eve doğru ilerliyordu. “Dostlar bu nedir?...” diye haykırdı. Bir yandan da dizleri­ ni dövüyordu. “Sadece ateşi saçaktan alıp üzerine basmam ge­ rekiyordu! Nedir bu dostlar?...” diye kendi kendine tekrarla­ yıp durdu. Bağırmak istiyordu ama nefesi kesilmişti. Sesi çık­ mıyordu. Koşmak istiyor ama bacaklanna söz geçiremiyordu. Bacakları birbirine dolanıyordu. Yavaşça hareket etti, ama tek­ rar düşecek gibi oldu ve tekrar nefesi kesildi. Nefesi düzelene kadar durup bekledi sonra devam etti. O, yangına ulaşmak için daha arka barakanın etrafından dolanamadan yan baraka da alevler içerisinde kalmıştı. Alevler evin kenanna ve üstü kapalı girişe de sıçramıştı. Evden dışan doğru fırlayan alevler yüzünden bahçeye girmek imkansızdı. Büyük bir kalabalık toplanmıştı, ama kimse hiçbir şey yapamıyordu. Komşular kendi evlerindeki eşyaları dışan taşıyorlar ve sığırlannı ahır­ lardan dışan çıkanyorlardı. tvan’mkinden sonra Gabriel’in evi de alev aldı. Derken rüz­ gar daha da hızlandı ve alevler sokağın karşı tarafına sıçradı. Köyün yansı yangında kül oldu. Yanan evden Ivan’m yaşlı babası güçlükle kurtarılabildi. Ailesindeki diğer kişiler de bir tek üstlerinde başlarında ne varsa onlarla kaçabildiler. Aile o gece otlatmaya götürülen atlar dışında geri kalan her şeyini -bütün sığırlarını, kümes­ teki tavuklarını, at arabalarını, sabanlarını, tırmıklarını, için­ dekilerle birlikte kadınların elbise sandıklarını, ambardaki tahılları- kaybetti. Sahip oldukları ne varsa hepsi yanıp kül oldu.

Gabrieller ise sığırlarını ahırdan çıkarmış ve birkaç parça eşya kurtarmışlardı. Yangın bütün gece devam etti. Ivan evinin önünde dur­ muş, sürekli olarak, “Nedir bu?.. Dostlar!.. Sadece çekip üze­ rine basacaktım!” diye tekrarlayıp duruyordu. Tam o sırada çatı çöktü ve Ivan yanan eve doğru fırladı. Yanarak kömür ha­ line gelmiş bir direği tuttu ve sürükleyerek dışarı çıkarmaya çalıştı. Kadınlar onu gördüler ve seslenerek geri gelmesini söylediler. Ama o direği dışan çıkardı ve tekrar bir başka di­ rek için eve giriyordu ki ayağı kaydı ve alevlerin arasına yu­ varlandı. Oğlu arkasından eve girdi ve sürükleyerek onu dışan çıkardı. Saçlan, sakalı ve elbiseleri hafif yanmıştı. Ellerinde yanıklar vardı ama o hiçbir şey hissetmiyordu. Onu o şekilde gören insanlar sonradan, “Üzüntüsünden kendini kaybetmiş gibiydi. Yangın kendi kendine sönüyordu ama o sürekli, ‘Dostlar!... Nedir bu?... Sadece çekip üzerine basacaktım!’ di­ yordu,” diye anlattılar. Sabah olduğunda köyün papazının oğlu İvan’a gelerek kendisiyle gelmesini söyledi. - Ivan Amca, babanız ölüyor! Beni sizi getirmem için yol­ ladı. Ölmeden önce sizi görmek istiyor. Ivan babasını tamamen unutmuştu ve çocuğun dediklerini anlamadı. - Kimin babası? dedi, Kim için göndertmiş? - Beni sizin için gönderdi, ölmeden görmek istiyor. Kendi­ si bizim evde ölmek üzere! Haydi Ivan Amca gel, dedi papa­ zın oğlu onu kolundan çekiştirerek. Ivan çocuğu takip etti. Evden dışarı taşırlarken yaşlı adamın üstüne yanan saplar­ dan düşmüş ve adamcağız da yanmıştı. Onu yangının erişme-

digi, köyün diğer tarafında bulunan papazın evine götürmüş­ lerdi. Ivan babasının yanma geldiğinde evde sadece papazın kansıyla ocağın üzerindeki yerde yatan birkaç küçük çocuğu vardı. Ailenin geri kalanı hala yangın yerindeydi. Yaşlı adam elinde tuttuğu bir mumla bir kanepede yatıyor ve sürekli ka­ pıdan tarafa bakıyordu. Oğlu içeri girince azıcık kımıldadı. Papazın yaşlı karısı adamın yanma giderek ona oğlunun gel­ diğini söyledi. Adam kadına oğlunun yaklaşmasını istediğini söyledi. Ivan babasına doğru yaklaştı. - Ben sana ne demiştim Ivan? diye konuşmaya başladı yaş­ lı adam, Köyü kim yakıp kül etti? - O yaptı baba! diye cevap verdi Ivan. Onu suçüstü yaka­ ladım. Onu yanan bir sap parçasını dama iteklerken gördüm. Yanan sapı alıp üstüne basabilseydim hiçbir şey olmayacaktı. - Ivan, dedi yaşlı adam, Ben ölüyorum. Sıran geldiğinde sen de ölümle yüzyüze geleceksin. Peki, bu günahın vebali ki­ min boynuna? Ivan susuyor ve babasına bakıyordu. Ağzını bıçak açmıyor­ du. - Şimdi Allah’ın huzurunda söyle bana, bu günahın vebali kimin boynuna? Ben sana ne demiştim? Ancak bu söz üzerine İvan’m aklı başına geldi ve her şeyi anlamaya başladı. Burnunu çekerek “Benim boynuma baba!” diyerek babasının önünde diz çöktü. “Beni affet baba, senin ve Allah’ın huzurunda suçluyum” dedi. Yaşlı adam ellerini hareket ettirerek sağ elindeki mumu sol eline aldı. Sağ elini istavroz çıkarmak için alnına götürmek is­ tedi ama yapamadı ve vazgeçti.

- Allah’ım sana şükürler olsun! Allah’ım sana şükürler ol­ sun! dedi ve gözlerini tekrar oğluna çevirdi. - Ivan! Ivan, sana diyorum! - Efendim baba? - Şimdi ne yapacaksın? Ivan ağlıyordu. - Artık nasıl yaşanz, hiç bilmiyorum baba! dedi. Yaşlı adam gözlerini kapadı ve güç topluyormuşçasına du­ daklarını oynattı. Sonra gözlerini tekrar açtı ve “Üstesinden geleceksin. Allah’ın emirlerine itaat edersen üstesinden gelir­ sin!” dedi. Durup gülümsedi ve “Sakın ha Ivan! Yangını kimin çıkardığını söyleme! Sen bir insanın bir kabahatini örtersen Allah senin iki kabahatini birden affeder! diye ekledi. Sonra yaşlı adam ellerini göğsünde kavuşturdu, bir iç geçirdi, kasıl­ dı ve ruhunu teslim etti. Ivan, Gabriel’le ilgili hiçbir şey söylemedi ve yangını kimin çıkardığını hiç kimse öğrenemedi. İvanin Gabriel’e duyduğu öfke dinmişti. İvan’m olayı kim­ seye anlatmamasına Gabriel de çok şaşırmıştı. Bir müddet korku içinde yaşadıktan sonra bu duruma alıştı. İki adam birbirleriyle kavga etmeyi bıraktılar. Aileler de birbirleriyle kav- • ga etmeye son verdiler. Yeni evlerini inşa ederlerken her iki ai­ le aynı evde kalmaya başladı ve köyün yeniden inşası sona er­ diğinde aileler birbirlerinden uzak yerlere taşınabilecekken yan yana inşa ettikleri evlerinde yaşamaya ve eskiden olduğu gibi komşu kalmaya devam ettiler. Komşuluğa yakışır bir hayat sürdüler. Ivan Stcherbakof ba­ basının kendisine söylediği, Allah’ın kanunlarına itaat etmesi

ve bir yangını henüz kıvılcımken söndürmesi yolundaki söz­ lerini hiçbir zaman akimdan çıkarmadı. O günden sonra biri ona bir haksızlık yaptığında asla intikam almaya kalkışmadı. Aksine, aralarındaki sorunu çözüme kavuşturmak için uğraş­ tı. Biri ona kötü bir söz söylediğinde daha kötü bir sözle kar­ şılık vermek yerine karşısındakine güzel güzel konuşmasını öğretmeye çalıştı. Aynı şeyi ailesindeki kadınlara ve çocukları na da öğretti. Ivan Stcherbakof yeniden ayakları üzerinde dur­ mayı başardı ve eskisinden çok daha iyi bir hayat sürmeye başladı.

y a ysnl arl

te 1 / 0.2 1 2 665

ti m a ş

finn ve Ceza / Dostoyevski |

3 5 56 - 57 faks /

SUC

ve

CEZA

dostoyevski

j

Dünya edebiyatının önemli burçlarından biri olan D ostoyevski'nin bu eserinde toplumdaki çarpık adalet anlayışı Raskolnikov sembol karekteriyle düzeltilm eye çalışılm ıştır. A sırlar değişse de bazı değerlerin değişm ediğini D ostoyevski'nin klasikleşen üslubuyla bu romanda bir kez daha farked eceksiniz. D&R, Dünya Aktüel, Net Kitabevi, Rem zi, Dost, N-T ve tüm seçkin kitapçılarda

kitapçınızdan isteyiniz..

Gnniot Baba I Honorc dc Balzac f

Goriot Baba'nın başından geçenler, okuyanları etkileyecek düzeyde gerçek olaylardır. Olay Paris'te geçmesine rağmen evrensel niteliktedir. Herkes her an buna benzer bir olayı yaşayabilir. İnsanlardaki maddi ilerlemenin bazen duyguları ne kadar silikleştirmeye çalıştığına bu romanda şahit olacaksınız. Balzac'ın klasikleşen üslubunun en seçkin örneklerinden biri olan Goriot Babayı, bir solukta okuyacaksınız.

İnsan Ne İle Yaşan A llah, vazifesi o lm a s ın a r a ğ m e n yeni d o ğ u m y a p m ı ş bir a n n e n in ru h u n u , m e r h a m e t i n e y e n ik d ü ş t ü ğ ü için, a l a m a d a n d ö n e n m e le ğ in i ü ç ş e y i ö ğ r e n m e s i için

İnsan “ İnsanın ne ile

insan suretine b ürü n dürerek d ü n y ay a gönderir:

içinde ne barındırdığını öğren, ” v e yaşadığını öğren”Bu ü ç b i l g i y i e d i n d i ğ i n d e ,

yani insanı

t a n ı d ı ğ ı n d a m e l e k R a b b ’in in s o n s u z m e r h a m e t i n i d e k a v r a d ığ ı için te k r a r s e m a y a y ü k seltilir.

“İnsan Ne ile Yaşar”, Tolstoy un

ah lak fve

din f d eğerleri ön p lan a çıkardığı h ey ecan lı, c o şk u lu ve hikm etli h ik ayelerin d en o lu şu y o r.

ISBN 975-362-682-7 T İ MA Ş

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF