Tülay Aydemir - Tarihten Ders Almak

September 15, 2017 | Author: debian_8 | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Descripción: Tarih, bir devletin yıkılışını, bir antlaşmanın şartlarını ya da bir hükümdarın ölümünü anlatan hikâyeler t...

Description

TARİHTEN DERS ALMAK

1

Yayın Hazırlık

Bülent Tellan

Kapak Tasarım

Hayri Otman

1. Baskı Temmuz 2010

ISBN: 978-605-5579-05-0 Basım: : MRK Baskı ve Tanıtım Hiz. Ltd. Şti. Uzayçağı Cad. 1254 Sok. No: 2 Yenimahalle / Ankara Tel: 312. 354 54 57

© Dama Ltd. Şti Hilal Mah. 673. Sok. 20/1 Yıldız Çankaya/Ankara Tel/Faks: 312. 439 01 40 www.damayayinlari.com [email protected]

2

TARİHTEN DERS ALMAK

Tülay Aytekin

3

4

İÇİNDEKİLER

Önsöz.........................................................................................9 Yüzyıl Kavramı .......................................................................19 Mete ve Çinlileşme Tehlikesi ..................................................24 Pantolon-Entari-Pantolon ........................................................27 Türküz İnançlıyız Ancak Araplaşamayız! ...............................29 Hazarlarda Musevilik ..............................................................32 İslam Dünyasında Resim ve Heykel Yasağı............................34 At Avrat Silah mı? Yoksa Toprak mı Vatan mı? ....................37 Türklerde Mezar Kültürü ve Vehhabilik .................................40 Anadolu’da Türkçenin Resmi Dil Olması ...............................45 Çin Toplumu ve Laoçe, Konfuçiyus........................................48 Gâvur İzmir ve Tarih Bilmeyenler ..........................................51 “Parti Politikası” ve “Ulusal Politika”.....................................53 Türklerde Denizcilik................................................................57 Sosyal Devlet (Bilge Kağan Anıtı)..........................................65 “Türk” Adı İle Kurulan İlk Devlet ve Türklerden Bizans’a İlk Elçi....................................................67 Anadolu’ya Türkmen Akınları ve Malazgirt ...........................69 Halifelik İle İlgili Olarak .........................................................79 II. Bayezid Dönemi Bir Duraklama mı?..................................88 Doğudan Gelenlerle Yapılan Başarısız Savaşlar .....................92 III. Mustafa, Ahmet Resmi Efendi, Prusya Kralı Büyük Friedrich..................................................99

5

İnsandaki Kincilik İnançla da Yok Olmuyor! .......................102 III. Mustafa’dan Günümüze .................................................110 Enderun..................................................................................111 Osmanlılarda Karantina Uygulaması.....................................118 II. Mahmut ve Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa ...........120 Gâvur Padişah, Gâvur Ahmet................................................123 Türk Devletlerini Türk Ordusu Kurmuş, Siyasiler Yıkmıştır....125 Batılılaşma ve II. Mahmut’un Damadı ..................................130 1848 İhtilali ve Mülteciler .....................................................131 Korumaların, İnsanların Ağzını Kapatması Ne Kadar Demokratik?..........................................................135 Dömeke Savaşı 1897 .............................................................139 Devşirme Sistemi...................................................................142 Anadolu’nun Kesin Türk Yurdu Haline Gelmesi..................146 Yunanistan’ın Mora ve Attik’te Kuruluşu ve Bugünkü Yüzölçümüne Ulaşması ....................................149 Lale Devri’nden Önce Osmanlı Ülkesinde Matbaa Yok muydu? .............................................................157 “Türkiye Cumhuriyeti Payidar Olacaktır” Kâhin misin? ......164 Çanakkale’de Evliyalar… Ya Sarıkamış ve Diğerlerinde? ...165 Cumhuriyet ve Laiklik...........................................................167 Türk Kadını ve Türk Medeni Kanunu’nun İsviçre’den Alınması ..............................................................169 Bireysel Tercih mi, Yoksa… .................................................172 Nazım Hikmet’in İlk Şiiri “Merak”.......................................174 Anadolu Makamı ...................................................................180 Mustafa Kemal’in Üstün Kişiliği ve Milli Mücadele’nin Dönüm Noktası......................................182 6

Milli Mücadele’de Şans Yanımızda mıydı? ..........................192 Zekât ve Fitre.........................................................................197 Laiklik ve Türk Toplumu İçin Önemi ...................................198 “Türk” Diye Bir Millet Yokmuş............................................200 “Baba ve Piç”ten Çıkardığım ................................................201 Uygurlarla Bugün ..................................................................202 İnkılâp ve İrtica......................................................................205 Müsadere ...............................................................................206 Osmanlı Devleti’nin Yıkılma Sebeplerinden Biri de Tek Başına Rusya’dır ................................................209 Budha mı Fransızlar mı?........................................................235 İlköğretim Müfredatı İle İlgili… ...........................................238 Rüşvet-Seçim-Demokrasi......................................................241 Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti’nin Devamı mı? .......243 “Biz De Olsak Böyle Yapardık”............................................245 30 Ağustos .............................................................................247 Kökler ....................................................................................257 Laiklik ve İrtica .....................................................................259 ABD Lozan’ı İmzalamadı mı? ..............................................264 Ordu ve Siyaset......................................................................269 Osmanlı Devleti’nin İlk Anayasasında Resmi Dil.................273 Osmanlı Devletin’de Ketumiyet ve Uymayanlar ..................275 Osmanlı’da Bilim mi? ...........................................................278 Sultan İbrahim ve Vardar Ali Paşa ........................................288 Sultan Mahmut, Firdevsi ve Şehname ...................................290 Kurtuluş Destanı....................................................................292 7

“Pyrrhos”vari Zafer ...............................................................296 II. Mahmut ve İlköğretimin Zorunlu Olması.........................303 Ermeni Soykırımı Meselesine Ben de Değinmek İstedim.....307 Kaynaklar ..............................................................................311

8

 

ÖNSÖZ “Tarih Okumayı Ben İstemedim.” Ankara Kurtuluş Lisesi’ni bitirdiğim yıl (1965) üniversite sınavına girdim. O dönemde sınav iki oturumda tamamlanıyordu. Lise mezuniyet sınavlarımız da (her dersten) haziran ayı boyunca devam etmiş ve her ders tekrar tekrar gözden geçirilmişti. 5 Temmuz günü sabahtan ve öğleden sonra olmak üzere sınavı tamamlamıştık. Tercihlerimizi de sınav başvurusunda yapmıştık. Okuma-anlatma konusunda pek başarılı olmadığım için Tarih dersi her yıl en düşük not aldığım ders olmuştur. Lise ikinci sınıfta tahtada ağladığımı hatırlarım. Sevmiyor ve çalışamıyordum. Lise son sınıfta Tarih iki karnede de “4-4”tü. Mezuniyet sınavında, kitabın yarısını çalıştım, 2 soru geldi, yaptım. Bir soru da İnkılâp Tarihi’nden geldi. Neticede sorulan beş sorudan ikisini tam, birini biraz yapabilmişim ki 5 alarak en düşük notum bu olmak üzere -iyi- derece ile liseden mezun olmuştum. Altı tercihim içinde Hukuk Fakültesi yoktu, olamazdı, çünkü okuma-anlatma-ezberleme benim işim değildi. Yine de altıncı tercihim Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türkoloji Bölümü idi. Edebiyat dersi, tarihle kıyaslanmayacak kadar iyi ve sevdiğim bir dersti. 08920 aday numarası ile girdiğim üniversite sınavının sonuçları gazetede yayınlandı, T. Akpınar olarak son tercihimi kazanmıştım: Türkoloji bölümü. En yakın arkadaşım Ferihan Keskin kazanamamıştı. Onun da etkisiyle Ankara Hukuk Fakültesi’ne dilekçe verdim. İlk 9

yedek listede benim adım çıktı. O, yine açıkta kalmıştı. Ancak ben zaten hukuk okumak isteseydim ilk altı tercihimde yer verirdim. 17 yaşındaydım. Hukukçu olmayı, parayı vereni savunmak olarak en dar çerçevede düşünürdüm, ayrıca kalın kitapların ezberlenmesi gerektiği inancındaydım. Onu hiç yapamazdım. Hem rahmetli anneciğim Dil-Tarih’e gitmemi ve öğretmen olmamı daha çok istiyordu ve Dil-Tarih’e yazıldım. Kasım ayı başında fakülte açıldı. Henüz dersler tam başlamadan, 2-3 gün sonra salondaki ilan tahtasına listeler asıldı. Türkoloji bölümünü kazanan öğrenciler Tarih-Coğrafya-Edebiyat bölümlerine puanlarına göre ayrılmış ve ben Yeniçağ Tarihi bölümüne yerleştirilmiştim. Şoktaydım, hiç böyle olabileceği aklıma gelmemişti. Demek ki Türkoloji bir depo idi ve oradan dağıtılmıştık… Yıl 1965. Bölümlerin kodları yok! Altı tercihiniz oluyor ama tercihinizde olmayan fakültelere de başvuru yapabiliyordunuz. İlkokul 3. sınıftan itibaren eğitimimi Ankara’da tamamlamış olduğum, kapalı dar bir çevrede yetişmemiş olduğum halde, dilekçe verip Edebiyat ya da Coğrafya’ya geçmeyi düşünemedim. Hatta İngilizce puanım hayli iyiydi (12 puan). Filoloji bölümü 14 puanla öğrenci alıyordu. Puanları takip etmedim, düşmüş olabilirdi, yabancı dil dersim her zaman çok iyi düzeyde olmuştu. Bunu bile değerlendiremedim. Ama zamanla şunu anladım ki kader devreye girdiği anda basiretiniz bağlanıyor… Ve kendime dedim ki; Tülay, bu senin kaderin, en sevmediğin, en başarısız olduğun dersi, üniversite hayatında okuyacaksın! Dersler başladı, sevmeden çalışıyordum; iddiasız, amaçsız… Osmanlıca dersim çok iyi, iki yılsonunda 10 alarak geçtim. Farsça derslerim çok iyi, yazılı ve sözlü sınavda iyi notlar aldım. İlk iki yıl baraj dersi olarak İngilizce derslerimiz vardı. Gramer ve Tercüme olarak, yazılısı çok iyiydi. Sözlü sınava 10

Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hamit Dereli’nin huzurunda girdim. Netice çok iyiydi. Son sınıfta evliydim, ilk oğlumu kucağıma aldığımda sınavlara hazırlanıyordum. Eşim Zonguldak’ta Kömür İşletmelerine tayinini yaptırdı. Oğlum Beste bir yaşını doldurduğu zaman biz de Zonguldak’a taşındık. Mezun olmuştum. Diploma derecem: ORTA. Zonguldak’ta tayinim çıkana kadar liselerde ücretli derslere girdim. Bir tarih öğretmeni olduğuma inanamıyordum, çalışıp gidiyorum, bir sonraki konuyu bilmiyorum. Yani hiç iç açıcı değil! Bu arada oturduğumuz apartmanda komşuların ortaokul da okuyan çocukları var. Matematik (klasik matematik) dersinden problemliler. Öğretmenleri, kendisinden özel ders almalarını istiyor ve baskı yapıyor. Zonguldak’ta 1971’de dershane yok! Çocuklar, üniversite mezunu diye bana geliyorlar, problemlerini bana soruyorlar… Aman Allahım, ne çok seviniyorum, nasıl zevkle çözüyorum problemlerini. Ben matematik soruları ile uğraşırken kendime geliyorum… Oh be! İlkokuldan beri matematik en sevdiğim, en zevk aldığım ders. Rahmetli babacığımla birlikte 5. ve 6. sınıflardaki ablalarımın problemlerini çözdüğümde 4. sınıf öğrencisiydim. Babacığım “Akıllı kızım” derdi bana. Çocuklar, çözdüğüm problemleri çok iyi anlıyorlardı. Neticede ailelerden teklif geldi. Onlara göre, çocuklar beni sık sık rahatsız ediyorlardı ve bunun bir adı konmalıydı. Onlara ücretle ders vermeliydim. Saati 10 lira olarak tespit ettik. Ettik diyorum çünkü rahmetli kayınvalidemle birlikte tespit ettik. Dört orta son öğrencisi ile Pazartesi-Perşembe 14.00’den 16.30’a kadar ekim ayı başında derse oturduk, haziran ortalarına kadar hiç aksamadan çalıştık. Bir de orta 2. sınıf öğrencimle yine haftada iki gün derse oturuyorduk. 11

Hayatımda ilk parayı matematik öğretmenliğimden kazandım. Çocuklar “7-8”den aşağı not almadılar. Son sınıf öğrencilerimden ikisi kardeştiler ama apartmandan değildiler (bir kız bir erkek). İlk ücretlerini bir kutu şeker içinde zarfa koymuşlardı. Ailelerini de hiç tanıyamadım. Daha sonra orta ikinci ve üçüncü sınıftan iki öğrenciyi de yazın, bütünleme sınavına hazırladım. Tayinim çıkınca matematik öğretmenliğim sona erdi. Ancak bugün hâlâ matematikle ilgimi kesmedim. Elime geçen her sınav kitapçığındaki matematik sorularını çözmeye, klasik yöntemle çözebileceğime inandığım sorular üzerinde dakikalarca uğraşmaya devam ediyorum. Evet… Gelelim Tarih’e. Babacığımın uğraşmaları sonucunda Zonguldak Kilimli Lisesi’ne Sosyal Bilgiler öğretmeni olarak tayinim yapıldı. Eş durumundan Elbistan Mükrimin Halil Lisesi’ne naklim olduğu zaman da Sosyal Bilgiler öğretmeniydim. Sorun yoktu. Genel kültürüm bu derse yetiyordu. Ancak lise kısmında Tarih derslerine girmem gerekince; özellikle lise 1. sınıflardan ders aldım… İki-üç yıl sürekli lise 1. sınıflara girdim. Tarihin temelidir. Genel Tarih bilgileri Eskiçağ uygarlıkları v.s. harıl harıl çalışıyordum. Ama ikinci, üçüncü sınıfın tarih konularını ancak başlık olarak belki biliyordum o kadar! Elbistan’da kaldığımız beş-beş buçuk yıl içinde bir Tarih öğretmeni olarak bence hiçbir varlık göstermiş değildim… Aydın’a eş durumundan geldik! Meslek Lisesi’nde, her sınıftan ders verildi. Artık kararnamem Tarih öğretmeni olarak çıkmıştı. Kendi kendime dedim ki Tülay, ya sınıftan başın dik çıkacaksın ya da gerine tekme yemiş gibi çıkacaksın… başka seçeneğin yok. Bence en önemli müfettiş öğrencilerdi! Matematik zekâmı burada çok kullandım. Tarih okurken, anlatırken, muhakeme gücüm, olaylar arasında bağlantı kurmak ve 12

yorumlamak yeteneğim benim işimi kolaylaştırıyordu. Milas Ticaret Lisesi’nde 6 yıl çalıştığım zaman artık eksiğim kalmamıştı, öğrencileri üniversiteye yönlendirmek gibi bir çabanın da içine girmiştim. “Meslek liselerinin amacı, ara eleman yetiştirmektir, kendinizi yormayın” diyen arkadaşlarım oluyordu. Birkaç yıl sonra, Ticaret liselerinde iki ve üçüncü sınıflarda Tarih- Coğrafya gibi kültür dersleri kaldırıldığı halde ben kitapları özetliyordum. Öğrenciler de daktilo ederek, teksir makinelerinde çoğaltıyorlardı. Her çabanın başarı üzerinde etkili olduğuna inanıyorum, ayrıca şansım da vardır. Bir gayret gösterdiysem, on misli gayret göstermiş gibi olumlu tepki almışımdır. Muğla’da Meslek liselerinin müdürleri bir toplantı halindeyken, üniversite sınavlarında neden Milas Ticaret Lisesi’nin başarısı birinci sırada diye soru yöneltilen okul Müdürüm Sayın Nihat Gürgün, biz de bir tarih öğretmeni var, çocuklara kitabı özetliyor, ek dersler veriyor, şeklinde cevap verdiğini bana bizzat aktarmıştır. Sağ olsun. Matematik ve Türkçeye ek olarak başarıları üzerinde ancak birkaç soruluk katkım olmuş olabilir… Hep eş durumundan okul değişikliklerim oldu. Son olarak Milas Ticaret Lisesi’nden Yatağan Lisesi’ne Tarih öğretmeni olarak naklim yapıldı. 1990 teftiş yılıymış, Okul Müdürü Sayın Mehmet Çiçekli “15 günlük mehil müddetini kullanmayın bir an evvel öğrencileri tanıyın, ilk müfettiş sizin dersinize girecek” diye telefon etti. Haklıydı… Derslere başladım, bir hafta sonra Milli Eğitim’deki son teftişim oldu. Sayın Süleyman Devirel, dersimden birlikte çıktıktan sonra Müdürün odasında “Bir Tarih dersi ancak bu kadar güzel olur. Mimikleriniz, ses tonunuz, hareketleriniz çok yerinde” diyerek beni çok mutlu etti. İkinci kez girmedi dersime… İçimden “Tülay, sen bu işi başardın” dedim.

13

Bu arada bana, beş seçenekli sorular hazırlayabileceğimi söyledi. Derhal kolları sıvadım… Küçük oğlum için almakta oluğumuz MTS dergisi soru istiyordu. Kırk kadar sorumu yolladım. Beşi yayınlandı ve 125.000 lira zarfın içinde gönderildi. Artık Tarih öğretmeni oluyordum, bu gerçekti… Yatağan Lisesi’nde, daha önce aldığım Kaymakam, Milli Eğitim Müdürlüğü “Teşekkürname”lerine ek olarak yine Kaymakam teşekkürü ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan “Aylıkla Ödüllendirme” ile taltif edildim. Mutluydum… Yatağan Lisesi’nde üçüncü, dördüncü yıllarımda Muğla’ya dershanelere giden öğrencilerim her pazartesi günü “Hocam size teklif getirdik” diyorlardı. Öğrencilerimin Muğla’ya dershaneye gelen (çevre ilçelerden Marmaris, Fethiye, Köyceğiz, Bodrum v.b.) öğrencilerden çok farklı olduğu, bizzat benimle tanışmaya gelecekleri, dershane sahipleri ve Tarih öğretmenleri (Örnek Dershaneden Hasan Bey) tarafından hem öğrencilerime hem veli durumunda olan öğretmen arkadaşlarıma söyleniyordu. Çok çok mutluydum! Yatağan Lisesi’ndeki son yılımda (1994) ÖSYM’den gelen bir ajanda diyebileceğim kitapçıkta Türkiye’deki 1400 kadar lisenin ÖSS-ÖYS’deki başarı durumları belirtiliyordu. Okul Müdürümüz Nail Ongun, öğretmenler odasında elinde bu kitapçık, gayet sakin okuyor, Yatağan Lisesi 1993-94 ÖSS-ÖYS’de Tarihten 16. sırada Coğrafya, Fizik ve Felsefe’de de önemli başarı göstermiş durumda (sıralamalarını yanlış yazabilirim) diyordu. Tabii ki hepimiz çok mutlu olduk! Zaten Cihan Tuzcu adlı öğrencimiz ki benden 10 alan tek öğrencidir, ODTÜ ElektrikElektronik bölümünü bir hayli üst sıralarda (belki ilk 300 içinde) kazanmıştı. Ve Milli Eğitim’den emekli olarak ayrılmama neden olan teklif geldi. Muğla Yönelt Dershanesi Müdürü ve ortağı Sayın 14

Akil Met, Yatağan Lisesi’ni ziyarete ve anlaşılan benimle tanışmaya geldi. Biz de Muğla’da lojmanda oturduğumuz için beni arabası ile Muğla’ya götürdü ve yolda emekli olmayı düşünürsem, kendileriyle çalışmamı teklif etti. Nisan ayı sonunda sözleşme imzaladık. 10 Mayıs’ta 1. dereceye geldim. Ağustosta emeklilik işlerim sürdü. 1 Eylül’de Yönelt Dershanesi’nde çalışmaya başlamıştım. Çok yorucu ilk yılın sonunda çok başarılı bir performans çıkarmıştık ortaya. İki Anadolu Lisesi öğrencisi, Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık bölümünü kazandılar ve Türkiye derecesi yaptılar. (8. Burçin Akgönül, 34. Elif Akalp). İngilizce, Türkçe ve Sosyal Bilgiler yapmışlardı. Tarih sorularında hataları yoktu! 14 Hukuk, 10 Tarih bölümü daha da neler, neler… El üstünde tutuyorlardı. 25 Haziran’da doğum günümü de dershanede kutladılar. İkinci yılımda ücretimde müthiş bir artış, yine başarılı bir performans. Ankara’ya yerleşme kararımız Sayın Akil Met’i gerçekten üzmüştü, ricasını kabul ettim. Öğrencilerime önümüzdeki yıl Ankara’da olacağımı söylemedim. Gecikmiş olarak hepsinden özür diliyorum. Tabii ki Turgut Reis Lisesi’nden gelen lise 2. sınıf öğrencileri ertesi yıl dershane yöneticilerini biraz üzmüşler “Öğretmenimizi istiyoruz” diye! Muğla’dan, Coğrafya öğretmeni arkadaşım Sayın Enise Çapan’ın telefonda bu söyledikleri beni hem üzdü hem de içimden mutlu oldum desem… Kötü müyüm acaba? Gelelim sadede; azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor. Şayet benim bugün hâlâ 16 yıldır dershane hayatım devam ediyorsa bence başarıdır, azimdir, sebattır… Çünkü özel sektör, verim alamadığı öğretmeni elinde tutmaz! Ayrıca, çok sayıda tarih öğretmeni öğrencim var… Onların varlığı beni her şeyden çok mutlu ediyor. 15

Çalışma odamda bir duvarda asılı duran Atatürk portresi, dört çerçeve içinde ödüllerimin belgeleri ve emekli olunca, Muğla Valisi (Türkiye’nin ilk ve tek kadın valisi) çok değerli Sayın Lale Aytaman’ın verdiği “HİZMET ŞEREF BELGESİ” benim meslek hayatımı özetliyor gibi. Çok değerli rahmetli babacığımın sözü her zaman rehberim olmuştur. “Mutluluğun sırrı sevdiğin işi yapmakta değil, yapmaya mecbur olduğun işi sevmektedir.” Bu işi başardığıma inandığım andan itibaren hep şunu söyledim; Tarih bilmeseydim nasıl olurdum acaba! Kör mü? Sağır mı? Dilsiz mi? Ama mutlaka bir uzvumun olmadığını düşünürdüm herhalde. Çevremdekilere baktığımda; nereden geldiklerini, dünyanın neresinde durduklarını (Coğrafya bilgisi yetersiz olanlar) bilmeyenlerin yerinde olmayı herhalde hiç istemezdim, diye düşünüyorum. Bu kitabı yazma fikri birden bire geldi aklıma. Üzerinde durulması gereken konular vardı. Tarihe meraklı ancak çok da akademik olmayan kitapları tercih eden okurları düşünerek; günümüzdeki siyasi gelişmelere de değinerek, tarihi olayları güncelleştirerek, konuları tespit edince işin büyük kısmı bitmişti. İnşallah amacına ulaşır. Kim bilir belki ikincisini de hazırlarım! 15 Mayıs 2010 TÜLAY AYTEKİN

16

Çocuklarım Beste ve Mustafa ile gelin kızım Özgür’e ve dünyada en çok değer verdiğim torunlarım Kaan ve Barış’a ithaf ediyorum.

17

“Ey kahraman Türk kadını! Sen omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın.” MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

18

YÜZYIL KAVRAMI Bu konuya değinme ihtiyacını duydum çünkü; hâlâ bazı üniversiteye hazırlık kitaplarında Tarih öğretmenleri büyük hatalarına devam ediyorlar. Öğrencilere yanlış bilgi vermekte ısrarcı davranıyorlar. Yüzyıl-Asır: Yüz tane yılın tamamlanmasıyla olur. Hatalı anlatım:

Anlamak mümkün değil! 99 yıl nasıl yüzyıl olur? Doğru anlatım:

31 Aralık 100’de I. yüzyıl tamamlanmıştır. 1 Ocak 101’de II. yüzyıl başlamıştır.

19

Daima yeni bir yıl veya yüzyıl 1 Ocak’ta başlar, 31 Aralık’ta biter. Buna göre: VIII. yüzyıl 1 Ocak 701’de başladı, 31 Aralık 800’de bitti. Daha matematiksel açıklarsam, herhangi bir yılın yüzyıl olarak okunması için; Örnek-1 1071 olsun, sağdan iki basamak ayıralım 10,71 sol tarafta 10 varsa, sağda 01 dahi olsa yani 1001 olsa bu yıl XI. yüzyıldır. 1000 olsaydı X. yüzyılın sonu dememiz gerekirdi. 1001-1050 XI. yüzyılın ilk yarısı, 1050’den sonra XI. yüzyılın ikinci yarısı, 1100 ise XI. yüzyılın sonudur. Ayrıntılı olarak 25’e kadar ilk, 75’den sonra son çeyrektir. Örnek-2 1453’ü yüzyıl olarak okursak; XV. yüzyılın ortaları. Örnek-3 1700 İstanbul Antlaşması XVII. yüzyılın sonudur. Çünkü 17 yüzyıl tamamlanmıştır. Tabii tamamlanması 31 Aralık 1700’dür. Devam edersek; Örnek-4 XIX. yüzyıl: 1 Ocak 1801’de başladı 31 Aralık 1900’de tamamlandı. Örnek-5 XX. yüzyıl: 1 Ocak 1901’de başladı 31 Aralık 2000’de tamamlandı. Örnek-6

20

XXI. yüzyıl 1 Ocak 2001’de başladı 31 Aralık 2100’de bitecek! Hatırlanacak olursa 1 Ocak 2000’de XXI. yüzyıla girdiğimiz belirtildi (Radyo ve TV kanallarında çok büyük hata yapılarak). Bu konuda açıklama ihtiyacını duyan Bilim ve Teknik mecmuası dışında doğru bir açıklama gelmedi! Yine hatırlayanlar olacaktır 31 Aralık 2000 gece saat 24.00’te, yani bir dakika sonrası 1 Ocak 2001 oldu! Rusya Federasyonu XX. yüzyıl bittiği, XXI. yüzyıl başladığı için coşku içinde kutlama yaptı ve televizyon haberlerini sunan bazı spikerler, gayet şaşkın, sanki Rusya yanlış yapıyormuş gibi bir ifadeyle olayı verdiler. Oysa gerçek Rusya’nın kutlamasıydı. Bu arada 1000 yıllık süreye MİLENİUM denir. 1000’li yıllar bitip 2000’li yıllar başladığı için Milenium şenlikleri, kutlamaları oldu. 31 Aralık 2000’de II. bin yıl da bitti. III. bin yıl 1 Ocak 2001’de başladı. Yani XXI. yüzyıl başlarken III. bin yıl da başlamıştı. Genellikle yüzyıllar Romen rakamlarıyla yazılır. Tarih öğretmenlerinin bu konuyu da iyi bilip, öğrencilerine öğretmesi gerekir. Üniversite sınavında sorularımız başlarken XVIII. yüzyıl veya XIX. yüzyıl diye başlayabiliyor. Bu konuya değinmişken, Romen rakamlarını da göstermek istiyorum. Romen rakamlarını belirten harfler şunlardır: I=1 ( 3 kez yan yana gelebilir) I=1, II=2, III=3 V=5, VI=6, VII=7, VIII=8 X=10 (3 kez yan yana gelebilir) X=10, XX=20, XXX=30 L=50 LX=60, LXX=70, LXXX=80 C=100 (3 kez yan yana gelebilir) CC=200, CCC= 300 D=500 DC=600, DCC=700, DCCC=800 21

M=1000 (3 kez yazılabilir) MM=2000, MMM= 3000 I, X, C harfleri, V, X, L, C, D, M harflerinin soluna yalnız bir kere yazılarak; IV=4 IX=9 XL=40 XC=90 CD=400 CM=900 yazılır. Buna göre:

22

1=I

40=XL

2=II

50=L

3=III

60=LX

4=IV

70=LXX

5=V

80=LXXX

6=VI

90=XC

7=VII

100=C

8=VIII

200=CC

9=IX

300=CCC

10=X

400=CD

11=XI

500=D

12=XII

600=DC

13=XIII

700=DCC

14=XIV

800=DCCC

15=XV

900=CM

16=XVI

1000=M

17=XVII

1453=MCDLIII

18=XVIII

1789=MDCCLXXXIX

19=XIX

1980=MCMLXXX

20=XX

2008=MMVIII

30=XXX

2010=MMX

Bugün 10 Ocak 2010 Bir özel TV kanalında “Sıcak Para” yarışması var. İzliyorum. Soru, “ARTIK” sözcüğü ile ilgili geliyor. “Son ARTIK YIL aşağıdakilerden hangisidir?” A) 2005 B) 2006 C) 2007 D) 2008 Yarışmacı bilemiyor (2007 dedi). Sunucu da garip bir açıklama yaptı ki onun bilmediği de anlaşılıyor, çok da komikti açıklaması. Hayret ettim! Daha ilkokulda öğrendiğimiz bir konu. Dünyanın güneş etrafındaki bir tam dönüşü 365 gün 6 saattir. 6 saatler dört yılda 24 saat yani 1 gün olur ve Şubat ayına eklenir. Bu nedenle Şubat ayı dört yılda bir 29 gün olur. Böyle yıllara ARTIK YIL denir. Genellikle öğrencilerimin kavraması için Yaz Olimpiyatlarının yapıldığı yıllar Şubat 29 gündür derim, ondan sonra gelen üç yıl Şubat ayı 28 gündür. Yani; 2008 (Pekin Olimpiyatları) son ARTIK YIL’dır. 2012 Şubat 29 gün olacaktır. 2016 Şubat 29 gün olacaktır. 2020 Şubat 29 gün olacaktır. Öğretmen arkadaşlardan ricam, bildiğiniz her şeyi öğrencilerinize aktarın. Nefesinizi onlardan esirgemeyin!

23

METE VE ÇİNLİLEŞME TEHLİKESİ Uzaydan bakıldığı zaman görülen insan yapısı olarak, yakın zamana kadar Çin Seddi tek yapıydı. 2250 km. uzunluğunda 6 m. yüksekliğinde ve 4 m. genişliğinde bu devasa eser, Çin tarafından kuzey komşuları olan Hunların akınlarına karşı yapılmış bir savunma duvarıdır. M.Ö 214’te yapıldığı kabul edilir. Bilinen ilk Türk hükümdarı Teoman zamanında, Çin’e yapılan akınlar üzerine planlanmış ve ortaya çıkmıştır. Zamanla tamamlanmıştır. Teoman’ın oğlu Mete zamanında, bu duvar Hun akınlarını kesememiştir. Temelde İpek Yolu’na hâkimiyet amacıyla Hunlarla ve diğer Orta Asya Türk toplulukları ile Çinliler hep mücadele içinde olmuşlardır. Mete Çin Seddi’ni de aşmış ve Çin imparatoru Kao-ti’yi meydan savaşında yenerek Peteng Kalesi’ne kapanmak zorunda bırakmıştır. Her an kaleyi ele geçirip, Çin ülkesini idaresi altına almak kudretine de sahiptir… Böyle bir durumda Çin İmparatoru’nun, Mete’ye bir elçi göndererek onu, Çin’i yönetmek konusunda uyardığını böyle bir hata yapmamasını, Çin’in yönetiminin çok zor olduğunu, ülkenin büyüklüğünü, nüfus çokluğunu, yerleşik kültürün derinliğini vurgulayarak yönlendirmeye çalıştığını görüyoruz. Mete, iyi bir komutan ve devlet adamıdır. Bu fotoğrafı çok iyi değerlendirecek durumdadır. Ve onun da Çin politikası; Çin’i vergiye bağlamak, uzaktan kontrol altında tutmaktır. Çünkü Çin’in yerleşik toplumsal hayatı, göçebe Hunlara nazaran daha köklü bir kültür dokusu ortaya koymuştur. Çin’e dışarıdan giren kültürlerin kendi varlıklarını devam ettirme şansı neredeyse yoktur ve Çinlileşmek yani asimile olmak adeta kaçınılmazdır. 24

Bu nedenle Mete’nin Çin politikası dediğimiz zaman, vergiye bağlamak ama kesinlikle yönetmeye kalkmamak anlaşılmalıdır. Mete’nin üzerinde hassasiyetle durduğu, Hun toplumunun kendi değerlerini kaybetmemesidir… Bazıları bu güzel tarihimize baksınlar, illaki Arap kültürünü yerleştireceğiz diye boşuna uğraşmasınlar!

25

“Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.” MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

26

PANTOLON-ENTARİ-PANTOLON Toplumların birbirini kültürel alanda etkilemeleri, özellikle aynı coğrafyada yaşıyorlarsa kaçınılmazdır. Yerleşik hayata geçmiş, kültürel dokusu bakımından, göçebe toplumlara göre çok daha yoğun özellik gösteren Çinliler de kuzey komşuları olan Hunlardan pek çok şey öğrenmişlerdir. Zaten, dünya medeniyetine askerlik alanında en çok etkisi olan toplum Türklerdir. Bu bakımdan Çinliler, askerlik başta olmak üzere pek çok alanda Türklerden etkilenmişlerdir. Bu alanlardan biri de kıyafettir. Çinli erkekler eteklik giyerlerdi ve askerlik yapanlarda da etek yaygın bir kıyafetti. Hunlar, atı, savaş aracı olarak kullanan ilk toplumdur. At sırtındayken mükemmel ok kullanan Türklerin bu başarılarında pantolon giyiyor olmanın çok önemli yeri vardır. Etek giyen Çin askerlerinin hareketleri, pantolon giyen Hunlar kadar rahat değildir. İşte, Çinliler pantolon giymeyi, Hunlardan öğrendiler. Ordularını da Mete’nin M.Ö 209’da kurduğu onluk sistemi örnek alarak oluşturdular. Hunların savaş taktiklerini bile taklit ettiler. Ancak başarıya ulaşabildiler. Tabii Çin entrikalarını da bu taklitlerine ekleyerek! Tokalı deri kemer, ilik, düğme gibi kıyafetlerde çok önemli yer tutan unsurları da Türklerden öğrenmişlerdir. Keza, deri çizme de önemli bir unsurdur. Erkek gibi erkek kıyafetlerdir, Orta Asya Türklerinin giyimleri. Türkler, Araplarla ilişkilere başladığı zaman, Tek Tanrı inançlarını, İslamiyet olarak adlandırdılar. Araplardan etkilenerek inançlarını isimlendirirken Arapların sosyal, siyasal, eko27

nomik, kültürel etkisi altına da girdiler ister istemez. Arap alfabesi, hicri takvim gibi… Anadolu’ya Türkmen olarak girdiler (Türkmen=Müslüman Oğuz) Anadolu’da güçlü devletler kurdular. Anadolu Selçuklu Devleti, Selçuklu Beylikleri, Osmanlı Devleti gibi. Araplardan, kıyafet konusunda da etkilendiler. Entari giymeye başladı erkeklerimiz, bellerine kuşak taktılar, üstlerine kaftan giydiler… Yüzyıllarca sürdü bu, özellikle saray çevresi bu giyim tarzını en çok benimseyen bir alandı. Orta Asya’da Çin’e örnek olan erkek kıyafetimiz, Arap dünyası ile karşılaşınca, toplumsal yapımızın temeli olan kadınerkek eşitliğinin bozulması gibi bozuldu. II. Mahmut, XIX. yüzyılın ilk yarısında, ilk kez kılık- kıyafet konusunda kökten deşiklikler getirdi. Erkeklerin pantolon ve uzun ceket (setre) giymelerini yasalaştırdı. Çünkü o dönemde modern dünyayı temsil eden Avrupa’da da erkekler pantolon giyiyorlardı. Bizim taaa… Orta Asya’dayken giyip de Çin’e örnek olduğumuz pantolonu… Bazen düşünüyorum da… Acaba Araplarla karşılaşmak Türk toplumuna neler kazandırdı, neler kaybettirdi?

28

TÜRKÜZ İNANÇLIYIZ ANCAK ARAPLAŞAMAYIZ! Türk milleti tarihin en eski toplumlarından biridir. Çok yüksek hasletlere sahiptir; dost canlısıdır, cesurdur, özgürlüğüne düşkündür. Merttir, kalleş değildir, düşmanını bile arkasından vurmaz. Bu özelliklerini bin bir örnekle kanıtlayabiliriz. Düşmanını affetmekteki büyüklüğünü Alparslan’ın Romanos Diogenes’e gösterdiği yakınlık tek başına ifade eder. Orta Asya’da Türk’ün, her şeyi yaratan bir Gök Tanrı’nın varlığına inandığını ve Tengri (Tanrı) diye adlandırdığını yazılı kaynaklardan da biliyoruz. Ahiret inancına sahip olduğu ve bu inanç doğrultusunda, ölenlerin mezarına, özel eşyalarının konduğu gerçeği bütün kalıntılarda belgelenmektedir. Türklerin İslamiyet’ten önce birçok dini sistemlere ilgi duyduklarını ve benimsediklerini görüyoruz. Türk-İslam ilişkileri ilk önce Hz. Ömer zamanında İran’ın Arap-İslam Devleti’ne katılmasıyla başladı. Hz. Osman döneminde Horasan’ın alınması ve kuzeyde Kafkaslara kadar Arap hâkimiyetinin genişlemesi, hem Doğu’da Marevaünnehir’deki Türk boyları ile hem kuzeyde Hazar Türkleri ile Arap münasebetlerinin başlamasına neden oldu. Açıkça kabul etmeliyiz ki Arapların fetih politikaları günümüzdeki yayılmacı politikalardan farklı değildir. İstila, yağma, şiddet Arapların girdiği her yerde görülmüştür. Ancak adı İslamiyet’i yaymak olduğundan işin bu kısmını görmek kimsenin işine gelmemiştir. Oysa Arap-İslam devletlerinin en önemli geliri ganimetlerdir. 29

Doğuda Emeviler döneminde, Türk-Arap ilişkileri gözden geçirildiğinde, Emevilerin önce kendi soylarını, sonra Arapları üstün tutan siyasetleri, Arap olmayan Müslümanlar arasında hoşnutsuzluk yaratmıştır. Bu arada Türklere karşı baskıcı tutumları nedeniyle Emeviler döneminde Türklerin İslamiyet’e pek katılmadıkları görülmektedir. Özellikle Emevi Valisi’nin, Türgiş Hakanı’nı (Bağa Tarkan) ordusunun gözü önünde astırması Türkler arasında Araplara karşı bir yakınlaşmayı mümkün kılmamıştır. 750 yılında Arap-İslam dünyasında iktidar Abbasilerin eline geçince, Emevilerin ırkçı-Arap politikası yerine ümmetçi=din kardeşliği anlayışı ön plana çıkmıştır. Abbasilerin işbaşına gelişleri sırasında Orta Asya’da başlayan Çin yayılmacılığına karşı, bazı Türk boylarının Arap ordusu yanında yer alarak Çin’e karşı 751 Talas Savaşı’nın kazanılmasını sağlamaları, Türk-Arap ilişkilerinde olumlu bir gelişme sağlamıştır. Harun Reşid’in oğlu Mutasım’ın annesinin Türk olması, çocukluk yıllarını Horasan’da Türk yakınları arasında geçirmesi, onun döneminde Türklere büyük değer verilmesinin nedenleridir. Halife Mutasım’ın hassa ordusunu Türklerden teşkil ederken, Türk askerinin Araplarla ilişkilerini engellemek, böylece ahlâken olumsuz etkilenmemelerini sağlamak için Samarra şehrini kurduğunu, evlenmeleri için de Horasan’dan Türk kızları getirildiğini biliyoruz. Türklerin, Abbasiler döneminde İslamiyet’i kitleler halinde kabul etmelerinin nedenlerinden bazıları bunlardır. Ayrıca Abbasiler döneminde Araplar artık savaş güçlerini kaybetmişlerdir ve İslam dünyasını iç ve dış tehlikelerden koruyacak durumda değillerdir. Mükemmel savaşçı olan Türkler, bu noktada İslam dünyasına taze bir kan gibi girmiştir. Hem iç hem dış tehlikeler, Türkler sayesinde bertaraf edilmiştir.

30

XI. yüzyılda ise artık Bağdat’ta oturan Halife’nin, İslam Devleti’ni, İran’daki Şiilere karşı bile koruyacak gücü yoktur. Selçuklu Devleti’ni kuran Tuğrul Bey, Şii Büveyhoğulları’nın baskısına son vererek Bağdat’taki Abbasi halifesini askeri ve siyasi otoritesi altına almıştır. Masraflarının bile, bazı eyaletlerin yıllık gelirlerini bağlayarak, karşılanmasına izin vermiştir. Bu tarihten itibaren (1055) İslam dünyasında siyasi otorite ile dini otorite birbirinden ilk kez ayrılmıştır. Türkler, İslamiyet’i kendi inançlarına da uygun buldukları için kabul etmişlerdir. Ancak Arap adetlerini benimsedikleri asla düşünülmemelidir. Köklü, derin bir kültüre sahip olmaları, Türklerin Arap kültürünü taklit etmemelerini, hatta reddetmelerini sağlamıştır. Şu hadise bu ifadeyi kanıtlamaktadır sanırım. Büyük Selçuklu Sultanı Celaleddin Melikşah, kızı Mahmelek Hatun’un, Bağdat’taki Halife Muktedi tarafından zevce olarak istenmesi (1087) üzerine, bu izdivaç teklifini siyasi açıdan memnuniyetle karşılamıştır. Eşi Terken (Türkan) Hatun’a konuyu açtığı zaman, Terken Hatun’un şiddetle itiraz ettiğini görür. İkna etmeye çalışır ancak Terken Hatun, “Ben kızımı bir Arap’a vermem” diyerek düşüncesinde ısrar eder. Bu izdivacın İslam dünyasında Selçuklu Devleti’ne kazandıracağı otorite ve itibardan söz edilerek Terken Hatun ikna edilmeye çalışılır. Bu durum karşısında Terken Hatun yumuşarsa da şartını kesinlikle koyar! Halife, kızı ile evli olduğu süre içinde ikinci bir eş almayacaktır! Türklerin, İslamiyet’i bir inanç olarak kabul ettiklerini ama asla Araplaşmak istemediklerini ne güzel ifade ediyor değil mi?

31

HAZARLARDA MUSEVİLİK Hazarlar (486-965); 16 Türk Devleti içinde Museviliği resmi din olarak kabul eden ilk ve tek devlettir. Bu olayın nedenini Türk-Arap ilişkilerinde aramanın doğru olacağı inancındayım. Hz. Ömer zamanında Arapların İran’daki Sasani Devleti’ni ortadan kaldırmasıyla (642) ve İran’a yerleşmeleriyle başlayan Türk-Arap ilişkileri, Hz. Osman zamanında, Arap ordularının kuzeyde Ermenistan, Gürcistan ülkelerini alıp Kafkasya’nın kuzeyine çıkmalarıyla devam etti. Bu tarihlerde Kafkasya’nın kuzeyinde Hazar Devleti vardı ve Belencer (İdil) merkezdi. Ayrıca Semender-Etil gibi önemli şehirler vardı. Emeviler döneminde İstanbul’un kuşatılması sırasında, Bizans’a yardım eden Hazarlar, Arapların tepkisini üzerlerine çektiler (718). 721-723 yıllarında Hazar ülkesine saldıran Araplar, başkent Belencer’i yakıp, yıktılar. Belencer’den sonra önemli Hazar şehri olan Etil’de işgale uğradı. Hazarlar, Araplar karşısındaki bu başarısızlığa rağmen güçlenmeyi başardılar. Özellikle Kırım ve Azak çevresinde güçleri oldukça arttı. Arap saldırısından 30 yıl sonra Kafkasları aşarak, Arap hâkimiyeti altında olan Ermenistan ve Azerbaycan’a giren Hazar ordusu 100.000 Müslüman’ı esir aldı. Hazarlar, Hıristiyan Bizans ile Müslüman Arapların Musevilere karşı yaptıklarına karşılık Harun Reşid (786-809) zamanında Museviliği resmen kabul ettiler (800).

32

Hazarların, Museviliği resmi din olarak kabul etmelerinde şüphesiz Arapların yağmacı, kavgacı tavrı birinci derecede rol oynamıştır. Fetihlerle yayılan İslamiyet, gidilen ülkelerde ganimet derdine düşen Arapların, bu yönleri nedeniyle kendi yüzünü gösterememiş ve İslamiyet’in kabulü daha geç olmuştur. Hazar ülkesinde yapılan kazılarda havra yanında kilise ve cami kalıntılarının da bulunması, sonraları diğer Tek tanrılı dinlerin de Hazarlar arasında benimsendiğini göstermektedir. Hazar Türk’ü kardeşlerimiz, biz de I. Dünya Savaşı’nda Arapların, ihanet eden, hain yüzlerini gördük… Osmanlı’yı sırtından bıçakladılar… Ancak, Müslümanlığımız bu olay nedeniyle hiç değişmedi!

33

İSLAM DÜNYASINDA RESİM VE HEYKEL YASAĞI Hz. Muhammed’in 632 yılında vefatı ile birlikte dini kural koyma işi de bitmiştir. Veda Haccı sırasında son vahiy gelmiş ve Kur’an tamamlanmıştır zaten. Hz. Muhammed’in Medine’de kurduğu Medine İslam Devleti’ni, ondan sonra Halife unvanıyla yöneticiler yönettiler, Müslümanlara baş imam oldular. Ancak onun halefi olan bu yöneticiler dini kural koyamazlardı. Toplumsal gelişmeler karşısında alınan kararlar, konulan yasaklar, dini özellik taşımazdı. Bir halifenin koyduğu kural ve yasağı bir başka halife yürürlükten kaldırabilirdi. Hz. Ebubekir ile başlayan büyük İslam fetihleri, Hz. Ömer ile birlikte geniş ülkelere yayıldı. Doğuda Irak ile İran ele geçirilirken (Sasani Devleti yıkılarak 641), Batıda Bizans’ın elinden Filistin-Suriye ve de Mısır alınarak Kuzey Afrika’ya da geçilmiş oldu (642). Bizans’ın elinden alınan topraklarda Hıristiyan halk varlığını sürdürmeye devam etti. Haraç ve cizye ödeyerek inanç ve ibadetlerinde de serbest kaldılar. Hıristiyan inancı içinde olanların genellikle evlerinin bir köşesinde, kilisede olduğu gibi ancak oldukça küçüğü, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş heykelciği, Hz. Meryem’in, aziz ve azizelerin resimleri (ikonalar), mum v.s bulunur ve Hıristiyan kişi bunların karşısında istavroz (haç) çıkarır, ibadetini yapardı. Araplar bu tarihten 25-30 yıl evvel putlara tapan insanlardır. Ve Hıristiyanların, heykel ve ikonaların önünde tapınmaları, 34

onlarda putperestlik dönemlerinin hatırlanmasına sebep olmaktadır. İslamiyet’in gelişmesi önünde bir engel olarak görünen bu durum karşısında, Hz. Ömer, resim ve heykeli yasaklamıştır. Bu yasak Batıda, Bizans’ın elinden alınan ve Hıristiyanların yaşadığı Mısır-Suriye-Filistin bölgesinde etkili olarak uygulandı. Yukarıda bahsettiğim gibi bir halife dini kural koyamaz. Ya da koyduğu yasak dini yasak sayılamaz. Ancak yüzyıllarca İslam dünyası bunu dini yasak olarak algılamış ve resim-heykel İslam dünyasında gelişmemiştir. Hat sanatının, resim ve heykel yerine gelişmiş olduğunu biliyoruz. Fatih Sultan Mehmet (1451-1480) İstanbul’un fethinden sonra, bu dönemde Avrupa’da görülen Rönesans hareketlerinin Osmanlı Devleti’ne yansımasını sağlamış, İtalya’dan getirttiği Gentile Bellini’ye (Venedik 1429-1507) kendi portresini yaptırmıştır. Bugün Londra’da National Gallery’de bulunan bu portrenin aslının oraya nasıl götürüldüğünü bilmiyorum ama Topkapı Saray’ında kopyası mevcut. Ancak tahmin etmeye çalışınca şu fikirler aklıma geliyor. XV. yüzyılın ikinci yarısında Fatih gibi kültürlü açık düşünceli bir hükümdar, bu portresini yaptırmak cesaretini gösterdi ama sürekli sarayda o resmi asmak cesaretini gösteremedi. Orijinali onun için mi İstanbul dışına gönderildi? Böyle ise muhtemelen daha sonra kopyası getirilerek asıldı diye düşünüyorum. Portresini resmi dairelere astıran ilk hükümdar II. Mahmut’tur. Heykelini yaptıran ilk ve sanırım tek hükümdar da Abdülaziz’dir. At üstündeki heykeli Topkapı Sarayı’ndadır! O halde; resim ve heykel dini yasak değildir. Olsaydı ne Fatih ne II. Mahmut ve Abdülaziz bu tavırda olmazdı. Günümüzde hâlâ resim ve heykelleri putperestlik olarak görenler keşke bu kısa ve basit açıklamamı okusalar… 35

“Bir hükümdarın akıllılık ölçüsünü ortaya koyan noktalardan biri, bakan seçimidir. Onun hakkında ilk fikir, buna bakarak edinilir. Bakanlar becerikli ve sadık olurlarsa hükümdar da akıllı ve erdem kişi olarak kabul edilir.” MACHIAVEL (XV. Yüzyıl) “HÜKÜMDAR”

36

AT AVRAT SİLAH MI? YOKSA TOPRAK MI VATAN MI? Türk toplumunda, Türk erkeği için önem taşıyan üç varlık dile getirilir. At, avrat, silah gibi! Bilinen ilk Türk Devleti Asya Hun (Büyük Hun) İmparatorluğu’nun en güçlü hükümdarı Mete’nin kararına bakalım… Bakalım ki söylenenler doğru mu, anlayalım… Asya Hun İmparatorluğu’nun bilinen ilk hükümdarı Teoman’ın (Tou-man), Mao-tun (Mete) adlı büyük bir oğlu vardı. Sonra, çok sevdiği bir hanımla evlendi. Bu hanımdan da bir oğlu oldu. Bu nedenle Teoman, veliaht Mete’yi bertaraf edip yerine küçük oğlunu geçirmek istiyordu. Mete’yi Yüeçilere rehin olarak gönderdi ve bir müddet sonra da aniden Yüeçilere saldırdı. Doğal olarak Yüeçiler ellerinde rehin olarak bulunan Mete’yi öldürmek istediler, zaten üvey ana ile birlikte istedikleri de buydu. Ancak Mete, güzel bir ata binip memleketine kaçmayı başardı. Babası, onu takdir etti ve onu 10.000 süvarinin başına geçirmek suretiyle güvenini gösterdi. Mete ıslıklı bir ok (vınlayan ok) icat etmişti. Talim sırasında okçu süvarilerine, ıslıklı ok nereye atılırsa herkesin de o hedefe ok atmasını ve bunu yapmayanların öldürüleceğini ilan etti. Bütün ordu sürgün avına çıktı. Islıklı okun atıldığı hedefe ok atmayanlar öldürüldü. Mete sonra dönüp kendi atının karnına ıslıklı bir ok attı, aynı şeyi yapmaya cesaret edemeyenler de öldürüldü. Çok geçmeden bu defa da sevgili karısına ıslıklı bir ok attı, fakat bu durumda da ok atmaya cesaret edemeyen ve karşısında donup kalan maiyeti de öldürüldü. 37

Az zaman sonra Mete, bir av sırasında devlet reisi olan babasının atına ıslıklı bir ok attı. Bunu gören maiyeti istisnasız olarak aynı hedefe oklarını fırlattılar. Mete askerlerinin bu hareketi ile artık babasını tamamen bıraktıklarını anladı. Gene av sırasında bu defa dönüp okunu babasına attı, bunu gören maiyeti aynı hedefe oklarını atıp devletin reisi, Mete’nin babası, Teoman’ı öldürdüler. Mete bundan sonra üvey annesini, küçük kardeşini, babasının nazırlarını ve kendisine itaat etmek istemeyenlerin hepsini öldürttü ve kendini Hun Hakanı ilan etti. Mete’nin hükümdarlığı ele geçirdiği sırada Tung-Hular (Tunguz) en kudretli devirlerinde bulunuyorlardı. Mete’nin, babasını öldürerek yerine geçtiğini öğrenen Tunguzlar, derhal bir elçi ile babası Teoman’ın bir mil yol kat eden meşhur atının, kendilerine verilmesi için haber gönderdiler. Mete nazırlarını toplayarak onlara danıştı ve bütün nazırlar atın Hunlar için çok kıymetli olduğunu ve bu teklifin reddedilmesini istediler. Fakat Mete şöyle dedi: “Ne? Ben bir atı komşu bir devletten daha mı kıymetli tutacağım?” Ve atı Tunguzlara verdi. Tunguzlar bu durumdan cesaret alarak Mete’nin silahını istemek için yine bir elçi gönderdiler. Mete nazırlarını topladı ve durumu önce onların değerlendirmesini istedi. Tartışmalar aynı yöndeydi. Tunguz hükümdarı kim oluyordu da Mete’nin, Hun Hakanı’nın silahını isteyebiliyordu? Tunguzlara hadleri bildirilmeliydi... Mete son sözü söyledi. Bir silah için komşuları ile savaşılmazdı. Silah elçiye verildi ve gönderildi. Tunguzlar, onun kendilerinden korktuğu zannına vardılar ve bir elçi daha göndererek Mete’nin çok sevdiği karısını istediler. O, tekrar nazırlarını topladı, herkes büyük bir kızgınlıkla şöyle bağırdı: “Tunguzlar ahlak denen şeyden habersizdirler, başkasının karısını istemek ne demektir. Biz onlara akın yapılmasını teklif ediyoruz.” 38

Mete ise şöyle dedi: “O nasıl şey, ben bir kadını komşu bir devletten daha mı üstün tutacağım?” Ve çok sevdiği karısını çağırarak Tunguzlara verdi.Artık Tunguz hükümdarının küstahlığı büsbütün fazlalaştı. Batıya yani Hunların sınırına doğru gitti ve Tunguzlar ile Hunlar arasında bulunan, insan yaşamayan bir araziyi elde etme hevesine düştü. Bir milden fazla büyüklükte olan bu arazi insanlar tarafından terk edilmiş ve batısında Hunlar, doğusunda da Tunguzlar bulunuyorlardı. Tunguz hükümdarı bir elçi gönderip Mete’ye şöyle dedi: “Terk edilmiş bu arazi, benim ve senin devletinin bir sınırıdır. Hunların işine yaramayan bu araziye sahip olmak istiyoruz.” Bunun üzerine Hunların kurultayı toplandı ve bazı nazırlar bu çorak arazinin kendilerinde kalmasındansa verilmesinin daha hayırlı olacağı fikrini ileri sürdüler. Hatta “Atını istediler verdin, silahını istediler verdin, avradını da istediler verdin. Çorak bir arazi için Tunguzlarla düşman mı olalım!” dediler. Bunun üzerine Mete çok kızdı ve şöyle dedi: “Atımı verdim, çünkü benimdi, silahımı verdim, çünkü benimdi, karımı verdim, çünkü benimdi. Ama Tunguzların şimdi istediği çorak arazi devletin temelidir, milletindir. Biz bunu başkasına nasıl verebiliriz?” Ve derhal bunu tavsiye edenlerin boynunu vurdurdu. Atına atlayıp devleti içinde dolaştı kendisinden geri kalanları affetmedi. Doğuya taarruz ederek Tunguzlara saldırdı. Tunguzlar, Mete’yi o kadar hafife almışlardı ki kendilerini savunmak için silahlanmamışlardı bile. Mete ordusu ile ileri atıldı ve bir hücumla Tunguz hükümdarını çok ağır ve mahvedici bir yenilgiye uğrattı. Halkını esir edip, sığırlarını ve bütün mallarını ele geçirdi… İşte böyle… Siz söyleyin, at, avrat, silah mı? Yoksa toprak, vatan mı? 39

TÜRKLERDE MEZAR KÜLTÜRÜ VE VEHHABİLİK İslamiyet öncesi Türk tarihine bir göz attığımızda Atalar Kültü diye ifade edilen bir inanç ve gelenek karşımıza çıkar. Ölmüş atalara saygı göstermek ve onlar için kurban kesmek, pederşahi ailede görülen baba hâkimiyetinin, inanç alanındaki belirtisiydi. Baba ve genellikle ataların, öldükten sonra, ruhları aracılığıyla aile bireylerini korumaya devam ettiklerine inanılırdı. Bu nedenle onlara karşı duyulan minnet, çeşitli şekillerde gösterilirdi. Asya Hunları her yıl mayıs ayı ortalarında atalarına kurban sunarlardı. Atalara ait hatıralara verilen önem, mezarlara yapılan saldırıların ağır bir şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır. Örneğin; Attila’nın II. Balkan Seferi’nin (447) sebeplerinden biri olarak, Hun hükümdar ailesi mezarlarının, Belgrad civarındaki bir kale piskoposu tarafından açılarak soyulması gösterilmektedir. Bugün de büyüklerimizin, kaybettiklerimizin mezarı bizim için çok kutsaldır. Sık sık ziyaretine gider, çiçeklendirir, otlarını ayıklar, sularız. Dua ederiz. Genellikle mermerden yapılan mezar ile çevresi temiz tutulmaya çalışılır. Büyük Ata’mızın mezarı da, on binlerce insanın ziyaret edebileceği, bir anda bulunabilecekleri, saygı duruşu ve dua edebilecekleri bir şekilde dizayn edilmiş, görkemli bir anıt mezardır. Türkler kendi mezarlarına verdikleri önemi, diğer toplumlara ait mezarlara da vermektedirler. 20 Nisan 1933’te meydana

40

gelen Razgard olayını anımsamamız, bu noktada iyi olur kanısındayım. Bulgaristan’da Türklerin yaşadığı Razgard kasabasındaki Türk mezarlığı, Rodna Zaştira (Vatan Savunması) adlı bir kuruluşa bağlı Bulgarlar tarafından tahrip edildi. Olay, kısa süre içinde Türkiye’de duyuldu. Gençler, Milli Türk Talebe Birliği’nin yöneteceği bir protesto mitinginin hazırlığına giriştiler. Bir grup genç, Bulgar Konsolosluğu’nun önünde toplandı. Çoğunluğu Darülfünun öğrencisi olan toplulukta Milli Türk Talebe Birliği Başkanı Tevfik İleri, Cihat Baban, Lebit Yurtoğlu vardı. Konsolosluk önünde, Tevfik İleri’nin yaptığı konuşmadan sonra öğrenciler, Feriköy’deki Bulgar mezarlığına yürüyerek, buraya bir çelenk bıraktılar. Türklerin soyluluğunu anlatan çok örneklerden sadece biridir bu davranış. Şimdi gelelim Vehhabilere. Bugün, Suudi Arabistan Devleti’ni yöneten Kral ve soyu, Vehhabi mezhebindendir. Vehhabilik ise XVIII. yüzyılda Arabistan’da ortaya çıkan bir Müslüman mezhebidir. Beni Temim kabilesinden Abdülvehhab bin Muhammed tarafından kuruldu (1745). Vehhabiye, Sünnilikten inanış bakımından değil, ibadet yönünden ayrılır. Vehhabilere göre; Allah’a araçsız ibadet edilir. Dinin gerektirdiği ibadetleri bırakmak küfürdür. Namazı terk edenler kâfirdir; Peygamberden ve evliyadan yardım istemek şirktir (Allah’a ortak koşma) türbe yapmak, kandil yakmak, ölüleri ziyaret etmek, evliyaya adak adamak, tütün, afyon içmek ve tespih çekmek yasaktır. Bu kurallara göre; Vehhabiler dışındaki bütün Müslümanlar kâfir, onları öldürmek ve mallarına el koymak helal sayılmıştır. Osmanlı yönetimi sırasında, Vehhabiliğin yayılmasında en önemli rolü oynayan kişi Deriye Şeyhi Muhammed Bin Suud’dur. Oğlu Abdülaziz zamanında bu mezhep bütün Arabistan’a yayıldı. Sünni ulemadan birçok kimse öldürüldü. Abdülaziz halifeliğini ilan etti. Üzerine gönderilen kuvvetleri dağıttı. Vehhabiler, Kerbe41

la’ya saldırınca İran Şahı Bağdat’a yürüyeceğini bildirdi (1802). Taif Kalesi’ni alan Vehhabiler, bütün halkı öldürdüler; dinî, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar. Kur’an’a hakaret ettiler. Din büyüklerinin mezarlarını yıktılar. Hz. Hatice’nin de mezarını yıktılar. Abdülaziz’in oğlu Suud, Mekke’ye girerek oradaki İslam büyüklerinin mezarlarını da yıktırdı. Cidde’ye yürüdü fakat valinin kuvvetlerine yenildi. Vehhabilerin başına Suud geçince, oğlu Abdullah’ı ordu komutanı yaptı ve Bağdat ve Umman’a seferler yapıldı. Hac mevsiminden sonra Medine’yi kuşattılar. Medine halkına Vehhabiye’nin esaslarını kabul ederlerse aman verecekleri bildirildi. Suud Bin Abdülaziz kendini Necid hükümdarı ilan etti. Yemen halkından da Vehhabiliği kabul etmelerini istedi. Yemen kadısı bu teklifi reddetti. Vehhabiyeyi, kâfirlik olarak ilan etti. Suud’da buna karşılık Medine’deki bütün ashab (Hz. Muhammed’le yüz yüze sohbet etmiş olanlar) mezarlarını yıktırdı; yalnız Hz. Muhammed’in mezarına (Ravza-i Mutahhara) dokunmadılar. Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa Vehhabilerin bu hareketini bastırdı. Suud bin Abdülaziz’in yerine geçen Abdullah yakalanarak İstanbul’a gönderildi ve İstanbul’da idam edildi. Osmanlılar, I. Dünya Savaşı sırasında, Hicaz Emiri Hüseyin’in İngilizlerle işbirliği sonucu Hicaz’dan çekilince, Vehhabi Emiri Abdülaziz, Şerif Hüseyin’i ülkeden çıkardı; Mekke, Medine ve Cidde’yi alarak Necid-Hicaz Krallığı’nı kurdu (1923). Bugünkü Suudi Arabistan kralları onun soyundan gelmektedir. Birkaç yıl önce ölen Suudi Arabistan Kralı’nın naaşı, toprağa verilmiş üstü toprakla örtülmüş ve en ufak bir iz bile mezar olduğunu belirtecek şekilde bırakılmamıştır. Ayrıca bugün Arap kültürünü Türk toplumu üzerinde hakim kılmak isteyenler, Suudileri taklit ediyorlarsa, kutsal kitabımıza Arapların gösterdiği saygısızlığı kabul edebiliyorlar mı? Önce bunu düşünsünler! 42

Şimdi hafızamızı yoklayalım. Bir 10 Kasım töreni sırasında Anıtkabir’e elinde Kur’an ile gelen, hatta protokolün önüne adeta fırlayan bir meczup, taşa tapıyorsunuz diye çığlık çığlığa bağırıyordu. Bu olayı bugün Suudi Arabistan’da hüküm süren Vehhabiliğin Türkiye’ye bir yansıması olarak görebiliriz. Kim bilir ne kadar insan o meczubun görüşündedir. Arapların etkisindedir! Tabii derhal müdahale edildi. Biz Türküz, Arap değiliz. Hele, mezara karşı olan Vehhabi Araplardan hiç değiliz!

43

“Gerçeklerin, er geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.” ERDAL İNÖNÜ

44

ANADOLU’DA TÜRKÇENİN RESMİ DİL OLMASI İlk Türk-İslam Devleti olarak Karahanlılar Devleti’ni (8401212) görüyoruz. Orta Asya Türk Boyları üzerine kurulmuş olan bu devlet, Türklük karakterini korumuş, dayandığı halk kitlelerinin Türk olması nedeniyle resmi dili Türkçe olmuştur. Uygur yazısının kullanılması, Hakaniye lehçesinin bu dönemde çok gelişmesi, milli özelliklerini devam ettirdiğini gösteriyor. Karahanlılarla bir süre aynı zamanda var olan bir diğer Türkİslam Devleti’nde, Gaznelilerde (963-1186) devletin dayandığı halk kitleleri Türk olmayan unsurlardan oluşuyordu, Afgan, Arap, İranlı, Hindu vb. Sadece sarayda ve orduda Türkçe konuşuluyordu. Bu nedenle devletin resmi dili Farsça ve Arapçaydı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na gelince (1040-1157) Bu Türk-İslam Devleti İran topraklarında (Horasan dahil) kurulmuştu. Hakim olduğu toplum İranlıydı. Hanedan-saray-ordu Türk’tü. Genellikle halkın konuştuğu dil resmi dili belirler. (Tabii ki tarih, kuralları, kanunları olan bir bilim değildir. Örneğin Memlük Devleti, Mısır’da Arap halk üzerinde kurulmuştu. 1250-1390 arası Türk hükümdarlar devleti yönetmişlerdir. Resmi dil Türkçedir. 1390-1517 arası Çerkez Memlükleri söz konusudur.) Büyük Selçuklu Devleti’nde halk İranlı olduğu için resmi dil Farsçadır. Edebiyat dili Farsçadır. Medrese dili (bilim dili) Arapçadır. Türkçe, sarayda ve orduda konuşulan bir dil durumundadır. Edebiyat ve bilim alanında kullanılmadığı için Türkçenin gelişmesinin geri kalması kaçınılmazdır. 26 Ağustos 1071 Malazgirt zaferinden sonra Türkmenler, Anadolu’ya yerleşmek amacıyla, girmeye başladılar, ilk Türk beylikleri 45

kuruldu ve Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı İznik merkez olmak üzere Anadolu Selçuklu Devleti de 1076-1308 arasında Anadolu’ya hakim olacak bir devlet olarak ortaya çıktı. Anadolu Selçuklu Devleti siyaseten Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı, onun vasalı olarak kurulduğu için, resmi dil Büyük Selçuklu Devleti gibi Farsça olmuştur. Yine edebiyat dili Farsça, bilim dili Arapçadır. Oysa Büyük Selçuklu Devleti gibi İran halkı söz konusu değildir. Anadolu’ya 1071’den sonra doğudan devamlı gelen Türkmen göçleri sonucunda Anadolu’da nüfus çoğunluğunu Türkler oluşturmaktadır ve halkı büyük çoğunlukla Türkçe konuşmaktadır. Ancak Anadolu Selçuklu Devleti resmen Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olarak kurulduğu için resmi yazışmalar Büyük Selçuklu Devleti’nin resmi dilinde, Farsça olmak durumundadır. Şimdi Anadolu Selçuklu Devleti, 1243 Kösedağ yenilgisinden sonra yıkılış dönemine girince, Türkmen beyleri, Moğol etkisinden uzak uç (sınır) bölgelerine çekildiler ve bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. 1308 yılında Anadolu Selçuklu Devleti resmen ortadan kalktığı zaman Türkiye tarihinin üçüncü devri olan Selçuklu Beylikleri Dönemi başladı. Yeri gelmişken bu dönemle ilgili yorumumu da belirteyim; Anadolu’nun Türkleşmesi, İslamlaşması çizgisinde görevi Anadolu Selçuklu Devleti’nden devralan Beylikler, adeta bir bayrak yarışı gibi, Osmanlı Devleti kurulup Anadolu’ya hakim olacak güce gelinceye kadar, Anadolu’nun Türkleşmesi ve imarı için çalışmışlar ve görevi Osmanlı’ya devretmişlerdir. Evet, şimdi bu beyliklerden biri üzerinde duralım. Karamanoğlu Beyliği Larende, Ermenek, Konya çevresinde hâkimiyetini kurdu ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin mirasçısı olarak, diğer beyliklerle mücadele etmeye başladı. Osmanlı Devletiyle de Anadolu ‘da en çok uğraşan Karamanoğlu Beyliği’dir. Ancak bu beylik; Anadolu’da Türkçeyi ilk defa resmi dil olarak kabul edecektir ve bu yönüyle örnek olacaktır. Şimdi bu gelişmeyi açıklamak istiyorum: 46

Oğuzların Afşar boyundan gelen Karamanoğulları güçlü bir beylik kurmuşlardı. Sınırları Niğde, Kayseri, Nevşehir, İçel, Ankara, Antalya ve Isparta’yı çevreliyordu. Karamanoğlu Mehmed Bey, hüküm sürdüğü toprakların ortasında kalan Konya’yı almak sonra da sınırlarını bir bütün haline getirerek, harsiyle, kültürüyle, diliyle kaynaşmış bir halk kitlesi meydana getirmek istiyordu. Bu amacına 3 Mayıs 1277’de erişti ve dağılmaya başlayan Selçukluların elinden çok önemli bir kültür merkezi olan Konya’yı aldı. Böylece, büyük hedeflerinden birini gerçekleştirmiş oldu. Sıra, ikinci büyük hedefine ulaşmaya gelmişti. Konya’yı aldığı gün maiyetindeki divan şairleri ona Farsça, Arapça kasideler sıralıyor, halk ozanları ise Konya’nın alınmasını, temiz bir Türkçe ile kutluyor ve önemini dizeleriyle dile getiriyorlardı. Karamanoğlu Mehmed Bey’in, Farsça ve Arapça söyleyenlere iltifat etmeyip, halk ozanlarıyla ilgilenmesi herkesin dikkatini çekmişti. Bunun sebebini, ancak pek yakını olan kişiler biliyor, onun gerçekleştirmek istediği dil devrimi için vaktin geldiğini seziyorlardı. Nitekim öyle oldu. Mehmed Bey, Konya’yı fethinden kısa bir süre sonra 14 Mayıs 1277 yılında Karamanoğlu Beyliği‘nin bütün ileri gelenlerini, ilim adamlarını ve silah arkadaşlarını topladı. Onlara kararını açıkladı: “Bundan sonra divanda, dergâhta, bârgâhda, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır…” Arapçayı ve Farsçayı üstün görenler bu kararın karşısında direnmeye yeltenince, Mehmet Bey’in sert ve kararlı tepkisi karşısında sustular. Beylikleri kuran beylerin, medrese eğitimi almamış, halk içinden yetişen kişiler olduğunu, Türkçeden başka bir dil bilmediklerini ekleyerek bu konuyu tamamlamış olalım. Nur içinde yat Karamanoğlu MEHMED BEY!

47

ÇİN TOPLUMU VE LAOÇE, KONFUÇİYUS Uzakdoğu tarihlerini incelediğimizde çok önemli özellikler görüyoruz. Çok renklilik, çeşitlilik her alanda kendini gösterir. Hindistan’a baktığımızda M.Ö 1200’lerde Hindistan’a gelen Ariler, hâkimiyetlerini güçlendirmek için Hint toplumunu KAST’lara ayırmışlar (meslek grupları) ve bu gruplar arasında geçiş olanağı yok edilmiş, böylece toplumda karışıp kaynaşma olamayınca da Hint toplumu bir millet haline gelememiştir. Çin’e baktığımızda ise; eski çağlardan beri nüfusunun çokluğu ile bilinen Çin toplumunun, bir millet haline gelmiş olması Lao Çe ve Konfuçiyus gibi düşünürlerin, toplumda yerleşmiş prensipleri ile izah ediliyor. Tabii ki Çin yazısının da bu bağlılığın oluşması üzerinde büyük rolü var. Hatta toplumun organize olmasında ki birliktelik açısından çok katkısı vardır, sulu tarımın da etkisi şüphe götürmez. Lao Çe ve Konfuçiyus, M.Ö VI. yüzyıllarda yaşamış iki önemli filozof. Peygamber değiller. Bir din getirmiş değiller. Ancak bugün Çin’de görülen üç büyük dinden ikisi bu filozofların düşüncelerinden çıkmıştır, üçüncüsü Budizm’dir. Lao Çe’ye göre insana gerekli olan şey, alçak gönüllülük göstermek, fikirlerini, başkalarına kabul ettirmeye çalışmamak, her şeyi hoş görmek, her hale kendini uydurmaktır. Fenalığa karşı iyilikle karşılıkta bulunmak, Lao Çe’nin birinci düsturudur. O der ki “Bana iyilik edene ben de iyilik ederim. Bana iyilik etmeyene, ben yine iyilik ederim. Bu suretle hareket edilirse, herkes iyi olur.” Bunlar bizim inanç sistemimize de çok yakın, hani İslamiyet’ten sonra yaşamış olsalar, insan İslamiyet’ten etkilendi-

48

ler mi acaba diye düşünebilir ama aralarında yaklaşık 1100 yıl var. İmkânsız! Lao Çe’ye göre kâinat bir yaratıcının eseridir. O da Tao’dur. (Taoizm-Taoculuk). Tao her şeyin anasıdır, her yerde bulunur, ölçülmez ve kavranmaz! Büyük filozof Konfuçiyus’un ise savunduğu erdemler; dostluk ve hak bilirliktir. Bunlar insanlar arasında soyluluk, onur ve karşılıklı saygı duygularının kurulması amacını güder. Konfuçiyus’un bu yüce ahlak prensipleri, zamanının ahlak anlayışına, insan ilişkilerindeki içtenlik ve çabanın değerini belirtmekle, daha yüksek bir nitelik kazandırmıştır. Onun yolundan gidenlere göre bilge kişi, kendi manevi varlığını işlemekle çevresine bir düzen ilkesi yayar, bu ilke diğer varlıklara da geçerek kişiden bütün evrene uzanır. Ölümünden iki kuşak sonra namı her tarafa yayılmış, kurduğu okul milli ve dinî bir yenilik hareketinin merkezi olmuştur. Konfuçiyus’un fikirleri tamamen hayatidir (dünyevidir). Ona göre; bir dünya olduğu ve onun düzeni bulunduğunu bilmek yeterliydi. Bu dünyayı kim yaratmış, nasıl yaratmış bunların o kadar önemi yoktu. Ahlak hakkında şunları söylemiştir: “Kabahatlerimizi örtmek, gizlemek hüner değildir. Hüner hiç kabahat işlememektir”… “İnsanların bana yapmalarını istemediğim şeyleri başkalarına yapmam”… “Bir şeyin iyi olduğunu görüp de onu yapmamak cesaret noksanlığıdır.” Siyasi görüşlerini yansıtan ve benim de çok önemsediğim şu cümleleri keşke yöneticilerimiz de okusalar: “Milleti yönetenlerin dürüst olması gerekir. Yöneten kimse dürüst ise devleti kanunlar koymadan da yönetebilir, dürüst değilse saymayacağı kanunları yapması neye yarar?” Okusalar diyorum ama inançları onları düzeltememişse Konfuçiyus’u okumaları neye yarar? 49

“Bizde erkekler savaşır ama kime karşı savaşacağımıza kadınlar karar verir.” MELİKŞAH

50

GÂVUR İZMİR VE TARİH BİLMEYENLER Tarihi geçmişi, oldukça eskiye dayanan İzmir’in Smyrna adı ile M.Ö XI. yüzyılda İonia göçleri ile ilgili olarak kurulduğu bilinir. Efesliler tarafından körfezin kuzeydoğu kıyısında kurulan Smyrna, M.Ö VII. yüzyılda Lidyalılar tarafından alındı. M.Ö VI. yüzyılda Persler tarafından yakılıp yıkıldı. Lysimakhos’un buyruğuyla eski yerinde değil, Pagos Dağı (Kadifekale) eteğinde yeniden kurulup M.Ö II. yüzyılda Roma egemenliğine girdi. 395’te Roma İmparatorluğu ikiye ayrılınca İzmir, Doğu Roma (Bizans) egemenliği altında kaldı. 1071 Malazgirt zaferi kazanılınca Türkler, Anadolu’ya yerleşmeye başladılar ve İzmir 1076’da Türklerin eline geçtiyse de birkaç kez el değiştirdi. İzmir’i alıp, burada ilk egemenlik kuran Türk Beyi Çaka Bey’dir (1081). İlk Türk denizcisi olarak da bildiğimiz Çaka Bey, Sakız, Sisam ve Rodos adalarını ele geçirdi. I. Kılıçarslan’ın kızı ile evlenerek damadı oldu. Ancak yine bir iddiaya göre Çaka Bey, Bizans entrikası sonunda I. Kılıçarslan tarafından zehirletilerek öldürüldü. IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Haçlılar tarafından işgal edilince (1204), bu kargaşalık sırasında Venedik ve Cenevizliler, Ege kıyılarında adeta cirit attılar ve kıyılarda önemli yerleri ele geçirdiler. Anadolu Selçuklu Devleti yıkılma sürecine girince (1243), Aydınoğlu Mehmet Bey’in, Birgi merkez olmak üzere 1300’de kurduğu beylik denizcilikte de ilerledi. Ayasulug (Selçuk) İske51

lesi’nde bir tersane kurulup hazırlanan donanma ile 1328’de İzmir’in kıyı kesimi alındı. 1335’te Alaşehir fethedilerek gücü denizciliğe dayalı bir beylik haline geldi. Aydınoğlu Beyliği, Gazi Umur Bey zamanında Ege Denizi’nde bir güç olarak varlık gösterdi. Haçlılar, İzmir’i geri alınca, Gazi Umur Bey, İzmir’i kuşattı. Ancak 1384’te kuşatma sırasında şehit düştü. İzmir, 1390’da Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı topraklarına katıldı. Venediklilerin elinde bulunan kısmı “Gâvur İzmir” diye adlandırılıyordu. 1402’de Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid’i yenen ve esir alan Timur, 8 ay Anadolu’da kaldığı süre içinde İzmir’in tamamını ele geçirdi ve Aydınoğlu Beyliği’ni yeniden canlandırdı. Aydınoğlu Beyliği, Osmanlı Devleti’ne karşı çıkan iç isyanları destekledi. II. Murat zamanında Aydınoğlu Cüneyt Bey’in yenilmesiyle, 1424’te kesin olarak Osmanlı Devleti’nin bir sancağı haline getirilen Aydın ile birlikte Anadolu Beylerbeyliği’ne bağlandı. İnsanların doğru bilgiye sahip olmadan söyledikleri sözler, eğer bir şehir halkının onuru ile oynamak anlamına geliyorsa ne diyelim, önce tarih öğrensinler; kulaktan dolma sözlerle komik duruma düşmesinler…

52

“PARTİ POLİTİKASI” VE “ULUSAL POLİTİKA” Büyük Selçuklu Devleti 1040’ta Horasan’da kurulduktan sonra İran’ı ele geçirdi, merkezini bugünkü Tahran yakınlarında REY şehrine nakletti. Bizans’ın elinde bulunan Anadolu’yu gözlerine kestiren Selçuklular, 1040’tan sonra sistemli bir şekilde akınlar yaptılar ve Anadolu’yu ele geçirmek için altyapıyı hazırladılar. Tuğrul Bey’den sonra Alparslan, Malazgirt zaferiyle Anadolu’nun kapılarını açacak, daha sonra Melikşah aynı politikayı takip ederek Anadolu’nun fethini devam ettirerek, ilk beylikler ve Anadolu Selçuklu Devleti kurulacaktır. Anadolu’nun yurt edinilmesinin, Büyük Selçuklu Devleti’nin bir “devlet politikası” olduğu anlaşılmaktadır. Devletin en üst düzeyindeki yöneticiler, ordu, Selçuklu Devleti’ni kuran Oğuz boyları (ki Müslüman olunca Türkmen adını almışlardır) bu politikayı desteklemişlerdir. İkinci bir örneği kendi tarihimiz dışından vermek istiyorum, ancak doğrudan da bizi ilgilendiriyor. Rusya’nın batıya açılması, Romanof soyunun işbaşına gelmesiyle başladı (XVII. yüzyıl başları). XVII. yüzyıl sonlarında ise bu soydan gelen Çar I. Petro, Rusya’nın büyük bir devlet olması için mutlaka ticarete önem verilmesini, bunun için de mutlaka devletin denizlere açılmasını şart görüyordu.

53

Rusya’nın Beyaz Deniz’e kıyısı vardı, Arkanjelsk Limanı’nı burada yapmışlardı. Ancak yılın 6-7 ayında buz tutan bu limanda denizcilikle uğraşmanın zorluğu malûm… Çar Petro kendinden sonra gelen çarlara, sıcak denizlere inmeyi hedef olarak gösterdi, ordusuyla, devlet adamlarıyla Rus halkıyla bu hedefin gerçekleşmesi için çalışıldı. İlk hedef Karadeniz idi, daha sonra Boğazlar ve Boğazlardan Akdeniz, Doğu Anadolu’dan Basra Körfezi hedeflerindeydi. Çar Petro’nun “Sıcak denizlere inme” politikası bir “devlet politikası” olarak karşımıza çıkıyor. Gerçi bir siyasi hedefin devlet politikası olması mutlaka gerçekleşeceği anlamına da gelmez ayrıca… Nitekim Rusya ancak Karadeniz’e inme hayalini gerçekleştirmiştir XVIII. yüzyılın sonlarında… Diğerlerinin gerçekleşmesi ise imkânsızdır… Şimdi, günümüze dönersek; Türkiye Cumhuriyeti’nin 60. hükümetinin ortaya attığı “Kürt açılımı” ifadesi, ısrarla “Bu bir devlet politikasıdır” söylemlerine rağmen bir türlü açılamadı, adı değişti “Demokratik açılım” dendi açılamadı, artık devlet politikası diye ısrar edilmiyor… Zaten açılım mıdır yoksa bir şeylerin kapatılması mıdır belli değil, hâlâ anlayamadık… Bir icraatın devlet politikası olabilmesi için, siyasi partilerin muvafakati, ordunun, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının yani odaların, baroların, sendikaların, sanat dünyasının, halkın desteği şarttır. Ayrıca sadece mevcut iktidarın, hükümetin değil, gelecek hükümetlerin de devam ettirmesi gerekir. Aksi halde buna hükümet veya falanca partinin politikası demek daha doğru olur! Aslında ortada 91 yıldır, milletçe takip edilen bir politika vardır… Millet politikası, “Ulusal Politika” diyebileceğimiz bu politika, muhtemelen “Kürt Açılımı”na izin vermiyor. Nedir derseniz; 54

“Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz!” “Türkiye Cumhuriyeti, vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütündür…” “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır.” “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik sosyal bir hukuk devletidir.” “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ve NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!

55

“Fazla uzun bir barışın dertlerini çekiyoruz. Lüks, kılıçtan beter eziyor bizi.” MONTAIGNE “DENEMELER” Bizi de…

56

TÜRKLERDE DENİZCİLİK Türkler, denizcilikle profesyonel olarak Anadolu’ya yerleştikten sonra uğraşmaya başlamışlardır. 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşı’nın kazanılması, Bizans gücünün bu savaşta imha edilmiş olması, Anadolu’yu Türk akınları karşısında savunmasız bir duruma getirdi. Genellikle meydan muharebelerinde elde edilen zaferler, peşinden yerleşme amaçlı fetihleri getiriyor. Bu nedenle de Anadolu’ya 1015-1020’den beri başlamış olan Türkmen akınları 1071’e kadar yerleşme amacı taşımamıştı. 1071’de kesin zaferin kazanılması, düşman gücünün imha edilmesi ile Anadolu’ya yerleşmek için giren Türkmen komutanlar ilk fetihlerini başlattılar. Doğu Anadolu, Orta Anadolu fetih hareketlerine sahne oldu. Çaka Bey İzmir’i alarak Çaka Beyliği’ni kurdu ve ilk Türk Denizcisi unvanını da kazandı. Anadolu Selçuklu Devleti kurulduğunda (1076-1308) merkezi İznik’ti ancak ilk Haçlı Seferi sırasında İznik, Bizans’ın eline geçince merkez Konya’ya taşınmıştı ve daha ziyade orta Anadolu’da denizlere kıyısı olmayan bir devletti. Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı bir devlet olarak kurulan Anadolu Selçuklu Devleti, siyasi çalkantılardan sonra yükselme döneminde Antalya’yı, Sinop’u, Alanya’yı alarak buralarda birer tersane kurdu. Akdeniz ve Karadeniz ticaretine önem verdi. I. Alaaddin Keykubat döneminde ilk deniz aşırı sefer Karadeniz’de, Kırım’daki Suğdak Limanı’na yapıldı.

57

Anadolu Selçuklu Devleti 1243 Kösedağ yenilgisinden sonra Moğollara tabi bir devlet durumuna gelince, Türkmen Beyler uç bölgelere çekilerek bağımsız beylikler olarak varlıklarını sürdürdüler. Karesioğulları (Balıkesir-Çanakkale), Saruhanoğulları (Manisa), Aydınoğulları (Birgi-Aydın-İzmir), Menteşeoğulları (Milas-Muğla), Hamitoğulları (Antalya), Candaroğulları (Kastamonu-Sinop), Canikoğulları (Samsun) gibi kıyılarda hakim olan beylikler aynı zamanda denizcilikle de uğraştılar. Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu dönemde denize kıyısı yoktu (Söğüt-Domaniç). Önce Mudanya’yı alarak, Bursa’nın denizden yardım alması engellendi. 1330’dan sonra (Pelekanon-Maltepe Savaşı) İznik ve İzmit alınarak Marmara’nın güneydoğu sahili ele geçirildi. 1346’da iç sorunları ile uğraşan Karesioğulları Beyliği’ni sona erdirerek, topraklarına yerleşen Osmanlılar, Marmara’nın bütün güney kıyılarını ele geçirdiği gibi, Ege Denizi’ne de ulaştı. Karesioğullarının deniz gücüne de sahip oldu. Osmanlı’nın denizcilik alanında ilk çekirdek donanmasını, Karesioğullarından elde edilen gemiler oluşturdu diyebiliriz. Osmanlı Devleti kurulduğu dönemde Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de Venedik ve Ceneviz güçlü, denizci devletlerdi. Bizans’ın ticareti de bu devletlerin elindeydi. İpek Yolu’nun mallarını Karadeniz limanlarından Baharat yolunun ürünlerini Akdeniz limanlarından alarak Avrupa’ya satan yine bu devletlerdi ve bir hayli de zenginleşmişlerdi. Zaten Rönesans’ın İtalya’da başlama nedenlerinden biri de bu olacaktır. Osmanlı Devleti, Gelibolu’yu ele geçirince (Gelibolu tersanelerini kurdu) Çanakkale Boğazı, Osmanlı kontrolü altına girmeye başladı. Osmanlı, Venedik ilişkileri de bozulmaya… Venediklilerle ilk deniz savaşı I. Mehmet (Çelebi) zamanında oldu. Ancak yeterli deniz gücüne henüz sahip olunmadığı için yenildik. Komutanlardan Çalı Bey şehit düştü. Osmanlı Devleti İzmit’te, Gelibolu’da kurduğu tersanelerde ürettiği gemilerden ilk ciddi donanmayı II. Mehmet (Fatih) döne58

minde ortaya koydu. Diyebiliriz ki ilk önemli donanma onun döneminde 400 parçadan oluşmak üzere gerçekleştirildi. Tabii ki İstanbul’un fethine karar verilmişti ve 1451’de tahta çıktıktan itibaren bu amacını gerçekleştirmek için yaptığı hazırlıklar içinde Edirne’de büyük toplar döktürmek ve donanma hazırlatmak en önemlileriydi. Ayrıca Rumeli Hisarı’nı (Boğazkesen), Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın (Güzelce Hisar) karşısına yaptırarak Karadeniz’den gelmesi muhtemel tehlikeyi önlemek istemiştir. Bu da çok önemli fetih hazırlıkları içinde yer alır. 29 Mayıs 1453’te Bizans ortadan kaldırılarak İstanbul ele geçirilince, Boğazlar tümüyle Osmanlı denetimi altına girdi. Daha sonra donanmadan da yararlanılarak Amasra’nın Cenevizlilerden alınması, Sinop’taki Candaroğulları Beyliği’ne son verilmesi, 1461’de Trabzon Rum İmparatorluğu’nun ortadan kaldırılması ve 1475’de Gedik Ahmet Paşa komutasındaki donanma sayesinde Kırım’ın Osmanlı Devleti’ne bağlanması, buradaki Ceneviz varlığına son verilmesi ile Karadeniz bir Osmanlı gölü haline getirilmiştir. Mora Yarımadası ve Ege adaları da alınarak Ege’de hâkimiyet kurulmuştu. Bütün bu gelişmeler, Venedik ve Ceneviz’in, Karadeniz ile bağlantısını kesen olaylardır. Bizans’tan sonra Osmanlı’nın karşısına şimdi Venedik, en önemli düşman olarak dikildi. 1453-1469 yılları arasında 16 yıl süren Osmanlı-Venedik savaşlarında, Venedik karşısında kesin bir galibiyet sağlayamadık. Yapılan antlaşmayla resmen ilk ticari ayrıcalıklar Venedik’e verildi. İstanbul’da daimi elçi bulunduracaklarını ve Venedik bayrağı çeken diğer Avrupa devletlerinin, Osmanlı sularında ticaret yapabileceklerini kabul ettik.

59

Venedik karşısında, denizde ilk kesin galibiyet II. Bayezid döneminde alındı. 1469 Antlaşmasıyla Venedik’te bırakılan Preveze, Koron, Modon, İnebahtı gibi liman ve kaleler ele geçirildi. Osmanlı Devleti, I. Selim (Yavuz) zamanında (1512-1520), 8 yıl İslam dünyasında hâkimiyet kurmak için uğraştı. Doğuda Şii Safevi Devleti, güneyde Memlüklerle. Ancak denizcilik alanında çok önemli gelişme de bu dönemde sağlandı. Haliç Tersaneleri, Yavuz döneminin denizcilik alanında önemli bir aşamasıdır. Kanuni dönemi genelde en parlak dönemdir. 46 yıl Osmanlı tahtında kalan Kanuni, bu uzun sürede seferden sefere koştu ve bilindiği gibi yine seferde vefat etti (Zigetvar 1566). Kanuni dönemi denizlerde de en başarılı olunan bir dönemdi. 1522’de Fatih’in almak isteyip alamadığı Rodos alındı. Barbaros Hayrettin’in Osmanlı hizmetine girmesi, donanmanın Akdeniz’deki tehditkâr duruşu, Venedik başta olmak üzere Ceneviz, Napoli, Papalık, İspanya, Portekiz gibi Avrupa devletlerini endişelendirerek, bir Haçlı donanmasının hazırlanması gerçekleşti. 26 Eylül 1538 yılında Preveze’de kazanılan büyük deniz zaferi ile Akdeniz’de yenilmez Armada konumuna geldik. 1560 Cerbe Deniz Savaşı’nda İspanyolları yenmemiz, Trablusgarp’ın 1561’de alınması, Preveze’yi tamamlayan diğer başarılarımızdır. Kanuni döneminde, deniz aşırı seferlerden biri Hint seferleridir. Üzerinde pek de yeterince durulmayan, ancak çok önemli strateji eksikliğimizi kanıtlayan bu olay baştan aşağı hatalarla, ileriyi görememe gibi hem de bir büyük imparatorlukta olmasını istemeyeceğimiz bir olumsuzluğu sergilemesi bakımından bence çok önemli. Nedense hep başarılarımızı ön plana çıkarmak, eksiklerimizi sümen altına itmek gibi bir milli tarih politikamız olmuştur. Ancak şunu söyleyebiliriz ki; eğer Osmanlı Devleti, Hint seferlerine gereken önemi verseydi, Hint Okyanusu’nda da gücünü gösterir, Portekiz’in ayağını o bölgeden keserdi. 60

Kanuni’den sonra Osmanlı tahtına o tahtın hak etmediği nitelikteki ilk hükümdar olan II. Selim çıkmıştır. Rus asıllı Roksana’nın (Hürrem’in) oğlu Sarı Selim dönemi, yükselme devri olarak devam ettiyse de bunda devlet adamlarının rolü vardır. Ordunun başında sefere çıkmayan ilk hükümdardır. 8 yıllık hükümdarlığı döneminde çok önemli bir başarıyı Lala Mustafa Paşa komutasında Osmanlı donanmasının, 1571’de Kıbrıs’ı 11 aylık kuşatma sonucu Venedik’ten alması teşkil eder. Ancak Venedik, Kıbrıs’ı kaptırmanın acısını, aynı yıl bir Haçlı donanmasına öncülük ederek, İnebahtı’da (Lepanto) demirlemiş bulunan Osmanlı donanmasına saldırmakla çıkardı. Donanmamızı yaktılar. Bu olay Osmanlı donanmasının ilk önemli yakılışıydı. Bu olayın Osmanlı Devleti üzerindeki etkisini anlamak için Sokullu’nun huzuruna gelen bir Venedik elçisinin amacı anlaşılınca, Sokullu kendisine; “Biz, Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz donanmamızı yakmakla sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi çıkmaz ama tıraş edilen sakal, eskisinden daha gür olarak çıkar” dedi. Tabii Venedik elçisi bir hayli morarmıştır! Sokullu, daha sonra Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya (İnebahtı olayında kendi filosunu İstanbul’a getirmeyi başaran Uluç Ali Reis) derhal yeni bir donanma yapılmasını emretti. Kılıç Ali Paşa, bir kış içinde, büyük bir donanma hazırlanmasının zor olduğunu, gereçlerinin sağlanamayacağını söyleyince Sokullu; “Paşa Paşa! Sen henüz bu devleti anlayamamışsın. Bu devlet öyle bir devlettir ki isterse bütün donanmasının direklerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapar. Bütün gemileri tam olarak yetiştiremez isen, benden iste!”demiştir. Hazırlanan yeni bir donanma ile 1574’te Tunus alındı. Osmanlı Devleti, Akdeniz’de yeniden en büyük güç haline geldi. XVII. yüzyıl boyunca Duraklama Dönemi devam etti. Mali güçsüzlük, donanmaya gereken önemin verilmesini engelledi, yeni gemiler yapılamadı. 61

1645’te başlayan Girit’in fethi 24 yılda, 1669 yılında tamamlandı. Siyasi, askeri, mali, coğrafi birçok sebebi olsa da neticede temel sebep, donanmanın aczine gelip dayanıyor. Osmanlı tersanelerinde sipariş üzerine gemi de yapılıyordu. Birecik’te Fırat kıyısında da ırmak gemileri yapan tersaneler vardı. Ancak genelde görülen bozulma, hepsini ilgilendirmektedir. XVIII. yüzyılda (Gerileme dönemi) Rusya, Avusturya, İran ile yapılan savaşlar devletin daha ziyade kara ordusu ile gerçekleştirildi. Yüzyılın ilk yarısında bazı başarılar elde edildiyse de ikinci yarısında özellikle Rusya karşısında başarısız olundu. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı başladığı zaman, Ruslar iki koldan Balkanlar üzerinden, iki koldan Kafkaslar üzerinden saldırırken, Baltık kıyılarında hazırladıkları donanmalarını İngilizlerin de yardımıyla ilk kez Cebelitarık’tan Akdeniz’e ve Ege’ye geçirdiler. 1770’de Çeşme’de demirlemiş bulunan donanmamızı yaktılar. İkinci büyük zarardı donanmamızın karşılaştığı. Devrin Padişahı III. Mustafa gayet üzgün ve şaşkın. Rus donanmasının Çeşme’ye nereden geldiğini anlayamamış, öyle ya bütün gün Boğazı izlemiş hiç Rus gemisi geçmemiş… Bunlar nereden gelmiş olabilirler diye merak etmiş. Coğrafya bilgisi bir devlet adamı için şart! İbrahim Müteferrika’nın dediği gibi coğrafya bilmeyen yöneticilerin yönettiği devletler ne kadar yaşayabilirler? Yakılan donanmanın telafisi için III. Selim döneminde tersanelere önem verildi. Yeni gemiler yapıldı. Mühendishane-i Bahri Hümayun geliştirilmeye çalışıldı. XIX. yüzyılda (Parçalanma dönemi) Osmanlı Devleti azınlıkların bağımsızlık hareketleri ile eyalet isyanları ile (Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa) Rus savaşları ile uğraştı.

62

Rum isyanını Mısır valisinin yardımlarıyla bastırdı (1827). Ancak azınlıkları kışkırtan Avrupalı devletler başta Rusya olmak üzere İngiltere ve Fransa, Rumların bağımsızlığını kabul etmemizi istediler bir ültimatomla… Reddetti Osmanlı Devleti. İç işlerimize karışmayın dedi! Çok güzel… Ancak karşımızdakiler kararlı! Özellikle Rusya… 1827 yılında Navarin’de yandaşları İngiltere ve Fransa ile birlikte donanmamızı bir kez daha yaktılar. Üçüncü büyük zarar. Yüzyılın ortasında, İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki emellerinden kaygılı… Hasta adam da olsa Osmanlı Devleti’nin varlığının devamını istiyorlar. Rusya’nın, Akdeniz’e inme ihtimali uykularını kaçırıyor… İngiltere için Akdeniz “İmparatorluk Yolu”, sömürgelerine ulaştıran en kısa yol buradan geçiyor, (Henüz Süveyş Kanalı açılmış değil 1869 yılında açılacak) bu nedenle Rusya’yı kuzeyde tutmak en önemli dış politikalarından biri. Rusya ise 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Karadeniz’de sağladığı güvenceyi 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesiyle kaybetmiş olmanın hırsıyla Osmanlı Devleti’nden Boğazlar konusunda ve kutsal yerlerle ilgili isteklerde bulunmakta… Osmanlı Devleti ne cevap vereceğini bilemezken İngiltere ve Fransa’nın destekleri ile Rusya’nın isteklerini reddediyor. Sen misin reddeden, 1853 yılında bir Rus donanması Sinop’ta Batum’a erzak götürmek için beklemekte olan 11 parçalık filomuzu baskınla yakıyor. Dördüncü zarar… 1876 yılında Jön Türk hareketi ülkenin rejimini değiştirmeyi hedefliyor. Padişah Abdülaziz, Meşrutiyet’e yakın değil. Dolmabahçe Sarayı denizden donanmayla kuşatılıyor. Karadan da ordu tamamlıyor kuşatmayı. Abdülaziz (tahttan) indiriliyor. Önce V. Murat tahta çıkartılıyor, 93 gün sonra akli dengesi bozuk olduğu için tedavi görmesi gerektiğinden tahttan indiriliyor ve II. Abdülhamit anayasayı ilân edeceğini vaat ederek tahta çıkarılıyor. 63

Sözünü yerine getiriyor. 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi ilan ediliyor. Gerçekten Meşrutiyet’i benimsemiş mi?.. Öyle olsaydı 11 ay sonra Mebusan Meclisi tartışmalar ve Rus savaşı bahanesiyle kapatılmazdı. 1878-1908 arası otuz yıl İstibdat Dönemi. Özgürlükler kısıtlandı, toplantı hürriyeti bile kaldırıldı. Padişah, donanmadan ürküyor Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde rol oynadı donanma. Kendisi Yıldız Sarayı’na çekildi, denizle irtibatı kalmadı ama donanma bu, hiç belli mi olur? En iyisi Haliç’e çektirip bakımdan mahrum etmek… Evet 30 yıl Haliç’te çürümeye terk edildi donanma! Bu olay ise donanmaya kendi elimizle verilen son darbedir. 1911 Trablusgarp Savaşı, donanma tam da şimdi lazımdı! Yok! Yine de mevcutlarla Balkan Savaşlarında bir şeyler yapılabildi. Hamidiye Kruvazörü ile Yunan hareketi kontrol edildi. Ama Ege adalarının işgali önlenemedi. I. Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’ye iki savaş gemisi (Osman-Reşadiye) siparişi verildi. Hazinede para yok. Bedelini halktan toplanan paralarla ödediler. Kimi kadınlarımız saçlarını kesip sattılar, parasını donanmaya bağışladılar. I. Dünya Savaşı çıkıp da biz Almanların yanında savaşa girince İngiliz mikrobu bedeli ödenmiş olan gemilerimize el koydu, göndermedi. Çanakkale’de Nusret Mayın Gemisi ve Muavenet ile burunlarından getirdik. İngiliz savaş gemisi Goliat’ın batırılması üzerine Hamilton günlüğüne şunları yazdı: “Düşman madalyayı hak etti… kahrolsunlar”. Her neyse bugün hep şunu merak etmişimdir. Osmanlı Devleti’nde Bahriye Nezareti vardı…

Şimdi bir Denizcilik Bakanlığı niçin yok!

64

SOSYAL DEVLET (BİLGE KAĞAN ANITI) II. Göktürk (Kutluk) Devleti’nin en parlak dönemi Bilge Kağan dönemidir. (684-742?) Kutluk Kağan’ın oğlu olan Bilge Kağan, Kapağan Kağan’ın ölümünden sonra Göktürk Devleti’nin başına geçti (716). İki kardeşin devlete birlikte omuz vermelerine ikinci örnek de budur. Bilge Kağan “Tanrı gibi gökte yaratılmış Türk Bilge” lakabını aldı. Sivil yönetimi kendi üzerine alan Bilge Kağan, kardeşi Kültigin’i de askeri işlerle görevlendirdi. Vezir Tonyukuk da yaşının ilerlemiş olmasına rağmen vezirlik görevinde bırakıldı. Bu üç büyük Türk devlet adamı, kendi adlarına dikilen Orhun kitabeleri (Göktürk yazıtları) ile Türk tarihine eşsiz hizmette bulunmuşlardır. Bilge Kağan, kendi adına dikilen yazıtında; tahta çıktığı sırada Göktürklerin iç düzeninin ne kadar bozuk olduğunu açıkça söylemektedir. Prens Yolluğ Tigin tarafından yazılan Bilge Kağan yazıtında, Bilge Kağan şunları bildirmektedir: “Varlıklı, zengin boya Kağan olmadım. İçte aşsız, dışta donsuz (çıplak); düşkün boyun kağanı oldum. Küçük kardeşim Kültigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazandığı boyun, adı, sanı yok olmasın diye, Türk boyu için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kültigin ile iki şad ile öle yite çalıştım (…) Çıplak boyu giydirdim, yoksul boyu zengin kıldım. Az boyu çok kıldım (…)” Bilge Kağan yazıtı; “Doğu Yüzü”. Sayın siyasetçiler, sosyal devletin ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmiyorsanız; Bilge Kağan gibi olmayı deneyiniz… 65

“Komünizm, sefaletin eşit dağılımı, kapitalizm, refahın adaletsiz dağılımıdır.” W. CHURCHILL

66

“TÜRK” ADI İLE KURULAN İLK DEVLET VE TÜRKLERDEN BİZANS’A İLK ELÇİ Tarihimize baktığımızda, hükümdarların taht kavgaları ile zaman zaman çok uğraşmak zorunda kaldıkları görülür. Ancak çok az da olsa kardeşlerin devletin kurulması ve güçlenmesine birlikte omuz verdikleri de görülmektedir. İlk örnek olarak, I. Göktürk Devleti’nin kurulmasını gerçekleştiren, Bumin Kağan ile kardeşi İstemi Yabgu’yu verebiliriz. Ergenekon Ovası’ndan çıkıp, Altay Dağlarının güney eteklerinde yerleşen Göktürk budunu, Orta Asya’da güçlü bir devlet kurmuş olan ve yine bir Türk toplumu olan JuanJuan’lara (Avar) bağlı olarak yaşamaktaydı. Bumin’in unvanı Han’dı. Bumin ve Göktürk budunu demircilikle uğraşıyor, Avarlara silah ve demir aletler yapıyorlardı. Çin bu dönemde de Asya’nın en saygın, büyük bir devletiydi. Çin imparatoru, JuanJuan (Avar) Devleti’ne karşı ittifak amacıyla Bumin Han’a bir elçi gönderdi. Bu elçinin gelmesi, Göktürkler için gerçek bir manevi kuvvet kaynağı oldu. Çünkü Çin, önemsemediği, küçük gördüğü topluluklara elçi göndermez! Göktürkleri büyük bir geleceğe namzet gördüğü için elçi göndermiştir. Bumin Han, çevredeki Türk boylarını da (Tölesler gibi) itaat altına alarak, Çin ile de ilişkiler kurduktan sonra Orta Asya’da müstakil ve kendi varlığını komşularına tanıtmış bir kudret haline geldiğini idrak etmiştir. Bumin Han, önceden tabi olduğu JuanJuan’lara elçi göndererek, eşit haklara sahip iki devletmiş gibi Kağan Anakay’ın kızını istemeğe teşebbüs etti. Bu duruma sinirlenen JuanJuan’lar, gelen Göktürk elçisine hakarette bulunarak Göktürklerin kendilerine tabi, 67

demircilikle uğraşan kabileler olduklarını hatırlattılar. Bununla da yetinmeyip Bumin’e haddini bildirmek üzere bir elçi gönderdiler. Bumin Han gelen JuanJuan elçisini öldürttü ve ordusu ile taarruz etti. JuanJuan’lar mağlup ve perişan oldular. Ve kağanları da ıstırabından öldü. Halefleri, eski müttefikleri olan doğudaki Çin Devleti’ne iltica ettiler. JuanJuan’ların bir kısmı daha sonra Avarlar kavim adıyla Karadeniz ve Balkanlara göç ettiler ve Avrupa’da devlet kurdular. Merkez Ötüken olmak üzere ve Türk adı ile ilk Türk Devleti bağımsız bir devlet olarak kuruldu (552). Bumin, İlighan unvanını aldı. Bumin Kağan, kardeşi İstemi’yi Yabgu unvanı ile batı illerinin yönetimine memur etti. Kendisi merkezde Kağan’dı. İstemi Yabgu ise ülkenin bir bölümünü yarı müstakil yöneten bir idareci olarak, devletin büyümesine ve güçlenmesine yardımcı olan önemli bir devlet adamıydı. İstemi Yabgu, Göktürk Devleti’nin batısında yer alan Maveraünnehir’e hakim bir diğer Türk Devleti olan Akhun (Eftalit) Devleti’ni, İran’daki Sasani Hükümdarı Hüsrev Nuşirevan ile anlaşarak yaptığı saldırılar sonucunda yıktı (564) ve tüm Maveraünnehir, Göktürklerin eline geçti. Ancak Sasanilerle komşu olunca, anlaşmazlıklar da başladı. Sasaniler, Göktürk kervanlarının batıya geçmesine izin vermeyince, ittifak için Bizans’a elçi gönderildi. Bu Türk dünyasından Bizans’a giden ilk elçi oluyordu. (MANİAH) 568. Bu sayede Sasanilere karşı Bizans’ın ittifakı sağlanmıştır. Daha sonraları devam eden Bizans-Sasani Savaşları, Sasanilerin zayıflamasına sebep olacak, bu durum Hz. Ömer zamanında, Arapların İran’ı ele geçirmesini kolaylaştıracaktır. Türklerin tarihe nasıl yön verdiğine küçük bir örnekti bahsedilen olay! “Türk diye bir millet yoktur” diyenler biraz düşünsünler!  

68

ANADOLU’YA TÜRKMEN AKINLARI VE MALAZGİRT Anadolu’ya yapılan Türkmen (Müslüman Oğuz) akınlarının 1015-1020 yıllarında başladığını biliyoruz. Bu arada Müslümanlığı kabul eden ilk Oğuz boyunun Selçuklular olduğunu belirtmeliyim. Selçuklular, Maveraünnehir’de kendilerine Nur kasabasını veren İran kökenli Samanoğulları Devleti yıkıldıktan (999) sonra, Maveraünnehir’e hakim olan Karahanlıların baskısı ile Ceyhun (Amuderya) Nehri’ni geçerek Horasan’a indiler. Bu dönemde Horasan, Gaznelilerin elindeydi. Bu kez de Gazneliler ile uğraşmak zorundaydılar ve bir yurt arayışı içindeydiler. Bu nedenle İran üzerinden Anadolu’ya akınlarda bulundular. Ancak henüz Selçuklu Devleti kurulmuş olmadığı için Anadolu’ya 1015-1020’de başlayan Selçuklu (Türkmen) akınları düzensiz oluyordu. Akınların amacı Anadolu’yu tanımak, alınması güç kaleleri zayıflatmak, Anadolu’ya hakim olan siyasi otoritenin gücünü tartmak, ganimet elde etmekti. Henüz, yerleşmek söz konusu olamazdı. 1040 Dandanakan Savaşı’nda, Gaznelilerin kesin yenilgiye uğratılması Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu tamamlaması demekti. Şunu da açıklamalıyım ki Tuğrul Bey, 1037 yılında Nişabur’u alıp, adına hutbe okuttuğu zaman aslında Büyük Selçuklu Devleti kurulmuştur. Ancak karşısında, mücadele içinde oldukları Gazneli Devleti’nin kesin yenilgisiyle (1040), devlet de kuruluşunu tamamlamıştır dedik. Tuğrul Bey, Horasan ve İran’ı fethederek Rey’i merkez yaparken kardeşi Çağrı Bey, Anadolu’ya yapılan akınları yönetti. Anadolu’ya yapılan 1040’tan sonraki akınlar artık düzenlidir. Her ilkbahar ve her sonbahar da siyasi otorite tarafından tayin

69

edilen komutanların yönetiminde akınlar yapıldı. Prens Hasan, Prens İbrahim Yinal, Prens Kutalmış bunlardan bazılarıdır. Selçuklu akınlarını kolaylaştıran âmillerden biri akınların öncesinde Doğu Anadolu’daki Ermeni prensliklerinin, Bizans tarafından ortadan kaldırılmış olmasıdır. Selçuklu akınlarının sıklaşması sırasında Bizans, iç çekişmeler yüzünden zaaf içindeydi. Ancak sıklaşan Türkmen akınlarına karşı harekete geçmekte gecikmedi. Bizans komutanı Katakalon ve Abaza kuvvetleriyle de birleşmiş olan Bizans’ın vasalı Gürcistan hakimi Liparit, Selçuklularla 18 Eylül 1048’de Pasinler’de savaş yaptılar. Savaşı Selçuklular kazanırken, Liparit esir edildi. Bizans ağır bir yenilgiye uğradı. Liparit fidye ödeyerek esaretten kurtulabildi. Anadolu’ya yapılan akınlar, Tuğrul Bey’in bu konuyu fiilen eline alması ile yeniden hız kazandı. Bugünkü Türkiye sınırlarını (Anadolu’yu fethetmek amacıyla) aşan ilk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’dir. İlk zapt ettiği yer, Van’ın kuzeydoğu ucundaki Muradiye (Bergri) oldu. Sonra, Erciş halkının itaat ettiğini görüyoruz. Tuğrul Bey, Malazgirt Kalesi’ni iki kez kuşattıysa da alamadı. Bizans’ın iç olaylarla meşgul olması Anadolu’yu kendi kaderine terk edilmiş bir durumda bıraktı. Selçuklular akınlara devam ettiler. Sivas ilk defa bu dönemde ele geçirildi (4 Temmuz 1059). Bir haftalık işgalden sonra, Selçuklular memleketlerine geri döndüler. 1071’den önce yerleşme görmüyoruz… Alparslan’dan önce Anadolu’ya yapılan Selçuklu akınlarının önemi, ileride yapılacak fetihlere zemin hazırlamış olmasıdır. Bu akınlar Bizans mukavemetini, mukavemet ruhunu yıkmıştır. 1064’te Selçuklu Devleti’nin başına geçen Alparslan, Anadolu seferlerine devam etmek kararındaydı. Bizans’ın doğudaki 70

en müstahkem şehri ve kalesi olan ANİ fethedildi. Bu fetih, İslam dünyasında büyük sevinç yarattı. Alparslan, Anadolu’ya akınları komutanlarına bıraktı. Afşin, Gümüş Tekin, Kurtçu, Sanduk gibi Selçuklu prens ve kumandanları Anadolu’ya muntazam akınlar yaptılar. Selçuklu akınlarına son vermek üzere Bizans İmparatorluğu’nun başına geçirilen cesur Romanos Diogenes (10681071) derhal harekete geçti. Türk tehlikesi belirdiğinden beri ilk defa bir Bizans İmparatoru, akınlara karşılık vermek üzere sefere çıkmaktaydı. Olayın önemini belirtmesi bakımından şunu da ilave edelim; uzun zamandan beri Bizans imparatorları ordunun başında sefere gitmiyorlardı. Bu bakımdan Romanos Diogenes’in sefere bizzat komuta edecek olması, doğudaki gelişmelerin önemini belirtmektedir. Bu arada Alparslan, Mısır’daki Fatımi Devleti’ne karşı sefere çıkmıştır. İran Azerbaycan’ı üzerinden Anadolu’ya girerek Malazgirt’i zapt etti ve Ani’den sonra ikinci önemli şehir Selçukluların eline geçti. Burada bir garnizon bırakarak yola devam eden Alparslan, Erciş’i de aldı. Fırat’ı geçen ilk Türk hükümdarı oldu. Halep’i aldıktan sonra Şam’a yönelen Alparslan, İmparator Romanos Diogenes’in Doğu Anadolu’ya doğru ilerlediğini haber aldı. Bunun üzerine bir kısım kuvvetlerini Halep’te bırakarak süratle geri döndü. Fırat’ı geçerken hayvanlarının çoğu boğuldu, Irak askerleri dağıldı. Alparslan, Musul’a geldiği zaman, Malazgirt’i işgal eden Bizans ordusunun önünden kaçan Müslümanlar, başta kadı olmak üzere, kendisinden yardım istediler. Alparslan, Azerbaycan’a döndü ve Hoy’u hazırlıkları için merkez olarak kullandı. Alparslan 4.000 has gulam ve kendisine katılan mükemmel teçhizatlı 10.000 kişilik bir kuvvetle Ahlat’a

71

hareket etti. Yolda daha başka kuvvetlerin katılmasıyla Selçuklu ordusu 40.000’i aştı. Bizans İmparatoru ise Anadolu’ya geçerken bazı Türkler (Peçenek-Uz-Kıpçak), Rumlar, Franklar, Gürcü, Ermeni, Rus, Harzem, Alan ve Balkan toplumlarından oluşturduğu ücretli askerlerden kalabalık bir orduya kumanda ediyordu. Birbirinin dilini anlamayan, inançları farklı ve para için savaşa katılan bu ordu, hepsi Türk ve Müslüman olan Alparslan’ın ordusu karşısında ne kadar başarılı olabilir? Alparslan ordusu ile Ahlat’a ilerlerken, öncü kuvvetlerin kumandanı Sanduk, Bizans ağırlıklarına ani bir baskın yaptı. İmparator, Ermeni Vasilakes’in kumandasında yardım kuvvetleri gönderdiyse de Vasilakes yenilerek, Sanduk’un eline esir düştü. Savaş öncesinde meydana gelen bu hadiseler Bizans ordusunun moralini bozmuş ve heyecanlanmalarına neden olmuştu. 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü, şafakla beraber Sultan, Bizans ordugâhının bir fersah (5 km-3 mil-4 saatlik yol) yakınına geldi ve bir çayın çevresine yerleşti. Genellikle savaş öncesinde düşmana elçi göndermek Türkİslam adetlerindendir. Nitekim Malazgirt öncesinde de Selçuklulardan Bizans’a elçiler gidip, geldiler. Abbasi Halifesi de muhtemelen Alparslan’ın teşvikiyle İmparatora bir elçilik heyeti gönderdi. Heyete başkanlık yapan, Halife ricalinden (çevresinden) İbn Muhelbân’dı. Heyette Selçuklu kumandanı Sav Tekin de bulunuyordu. Aynı şekilde Bizans da daha önce Sultan’a elçi göndermiş ve Bizans elçisinin Selçukluların durumu hakkında söyledikleri, İmparatoru strateji konusunda yönlendirici olmuştu. Şimdi Selçuklular tarafından gönderilen heyetin hem boşuna kan dökülmemesi için, son bir barış girişiminde bulun-

72

duğunu hem de Bizans’ın askeri donanımı hakkında bilgi edinilmesinin amaçlandığını görüyoruz. Elçilik heyetinin izlenimine göre; Bizans öncü kuvvetlerinin yenilmiş olması, Bizans ordusunda yılgınlık havasının yaygınlığı bile, İmparator’un nihai zafere olan inancını sarsmamıştır. Hatta elçilik heyetinin gelişini, Alparslan’ın kendisi ile savaşmaktan kaçındığı şeklinde yorumlayarak, savaş yapıp yapmamak konusundaki tereddütlerinin de giderilmesini sağlamıştır. Elçilik heyetinin başında bulunan İbn Mühelbân’ın anlattığına göre; İmparatorun kendisine ilk sözü, İsfahan’ın mı yoksa Hemedan’ın mı daha iyi olduğunu sormak olmuş, kendilerinin İsfahan’da atlarının da Hemedan’da kışlayacaklarını söyleyerek, savaşın sonucundan emin olduğunu, sonrasında İran’a gireceklerini işaret etmiş, bu niyetini barış için gelmiş olan elçiye söylemekten çekinmemiştir. Elçinin, İmparator’a verdiği cevap ise dikkate şayandır. Elçi şu cevabı vermiştir: “Atların Hemedan’da kışlamaları doğrudur. Sana gelince onu bilmiyorum.” Elçinin barış teklifine ise İmparator’un verdiği cevap şudur; “Rum ülkesine yapılanı, İslam ülkelerine yapmadıkça dönmeyeceğim.” Böylece Bizans İmparatoru’nun, Anadolu’ya yapılan Türk akınlarına kesin son vermek amacında olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu arada bir başka gelişmeye değinmeden geçemeyeceğim. Alparslan’ın veziri Nizamülmülk, daha İran’dayken toplanan orduyu teftiş etmektedir. Güherayin adında komutanın birliklerine sıra gelince, gözüne ilişen bir köleyi (gulam) ordudan çıkarmak (iskat etmek) istemiş ancak Güherayin’in, kölenin lehine konuşması üzerine ısrarından vazgeçerek müstehzi (alaylı) bir şekilde “Belki de bize Rum Melikini esir olarak getirir” demiştir. 73

Savaş başlamadan önce Alparslan, biri daha Hoy’da, ordu ileri gelenlerine, diğeri hemen savaş öncesinde, bütün ordusuna iki söylevde bulunmuştur. Birinci nutku bir nevi siyasi vasiyetname niteliğindedir. Gazileriyle birlikte çok tehlikeli bir işe giriştiğini, muzaffer olursa bunun Tanrı’dan olacağını, ölürse oğlu Melikşah’a itaat etmelerini ve yerine geçirmelerini söyledi. Alparslan, yapacağı savaşın yalnız askeri, siyasi veya milli bir savaş olmadığını aynı zamanda dinî bir savaş olduğunu belirtmiştir. Bu savaşla yalnız Selçuklu Devleti değil, İslam dini de müdafaa edilmiş olacaktır. Sünni İslam dünyasının başı olan Halife de bunu böyle telakki etmekte ve Alparslan’a gönderdiği mektupta Sultan’a cesaret vererek, cuma namazında zaferi içi dua etmelerini her tarafa emrettiğini bildirmektedir. Alparslan, savaş meydanında yaptırdığı bir resmigeçitten sonra bütün ordusuna şöyle hitap etmiştir: “Biz ne kadar az olursak olalım, onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün İslam dünyasının bizim zaferimiz için dua ettikleri şu saatte (cuma namazı sırasında) kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer oluruz, ya şehit olarak cennete gideriz. Ayrılmak isteyen ayrılsın. Bugün burada Sultan yoktur, ben de ancak sizlerden biriyim, Müslümanlara (içinde) zenginlikten başka bir şey olmayan kapı açtım.” Alparslan, tarihin yetiştirdiği en büyük komutanlardan biridir ve ordusuna tüm İslam dünyasının manevi desteğini duyurmuş ve onlara şu iki şıktan birini işaret etmiştir: Ya toptan şehit olarak cennete girmek, manevi mükâfata nail olmak yahut zaferi kazanarak maddi servete kavuşmak. O üçüncü bir şıkkı, mağlup olma veya ricat şıkkını kabul etmemektedir. Ordunun alkışlarla verdiği cevap ise şudur: “Ey sultan, biz senin kullarınız; ne yaparsan, senin arkandayız.” 74

Ordusuyla beraber cuma namazını kılan Alparslan, Türk âdeti gereğince atının kuyruğunu kendi eliyle bağladı; eline kılıç ve gürzünü aldı. Selçuklu Hükümdarı beyaz bir elbise giyinmişti. “Öldürülürsem kefenim budur” dedi ve ileri atıldı, ordusu da peşinden hücuma geçti. Dikkat edilirse; Bizans İmparatoru, Malazgirt’te yapacağı savaşı çoktan kazanacağını varsayarak savaş sonrası için planlar yapmaktayken (İran içlerine kadar girmek gibi), Alparslan, bütün dikkatini savaş kazanmak noktasında toplamıştır. Ayrıca Romanos Diogenes karargâhından savaşı izlerken, Alparslan’ın bir nefer gibi ordusuyla birlikte saldırıya geçtiğini anlıyoruz. İşte, bunlar ve daha başka faktörler Selçuklu ordusunun zaferi üzerinde şüphesiz etkili olacaktır. Alparslan’ın eski Türk savaş taktiği olan sahte ricat ve çember içine alma planı mükemmel uygulandı. Meydan savaşı yapmak zorunda bırakılan İmparator da esir düşünceye kadar elinde kılıç çarpıştı. Elinden yaralanan ve atına bir ok isabet ederek yere yıkılan İmparator, elbisesinden ve başındaki tolgadan tanındı. Cuma öğleden sonra başlayan savaş, akşama kadar bitmişse de takip gece de devam etmiştir. Şüphesiz temizleme hareketi ertesi günü de akşama kadar sürmüştür. Savaş literatüründe “Topyekûn İmha Muharebesi” olarak ifade edilen Malazgirt Savaşı’nda elde edilen ganimet tek kelimeyle muazzamdır. Savaşın bitmesinden sonra çadırına çekilen Alparslan, yorgunluğunu gidermeye vakit bulamadan, komutanlarından Güherayin huzuruna gelerek kölelerinden (gulam) birinin Rum Meliki’ni esir etmiş olduğunu bildirdi ve şunu da ilave etti: “Nizamülmülk orduyu teftiş ederken, bu köleyi ıskat etmek (ordudan çıkarmak) istemişti. Ancak kalmasını ısrar etmiştim. İşte yüce Tanrı, Rum Meliki’ni onun eliyle esir etti.” 75

Alparslan köleyi huzuruna getirtti. Olayı bir de ondan dinledi. Köle, başının üstünde iki haç ve etrafında Rus muhafız kıtası bulunan bir atlı görerek öldürmek için hücum ettiğini, muhafızlardan birinin “Yapma bu Melik’tir” dediğini anlattı. Alparslan köleyi hil’atledi ve onu has adamlarından biri yaptı. Köle, yaptığı işin önemini kavramıştır ve verilenlerle yetinmeyerek Gazne Valiliği’ni istemiştir. Sultan da bu isteğini kabul etmiştir. Gazne’nin 1040 Dandanakan Savaşı’ndan sonra Selçuklu hâkimiyetinde olduğunu biliyoruz. Tarihte ilk kez Bizans İmparatoru bir Türk hükümdarına esir düşmüştür. 26 Ağustos 1071’de gerçekleşen Malazgirt zaferi ile biz Türkler, Anadolu gibi dünya güzeli bir memlekete yerleşmek amacıyla girmeye başladık. 1015-1020’den beri tanımaya çalıştığımız bu güzel ülkeye, artık karşımızda direnecek ciddi bir güç kalmadığı için kısa zamanda yerleştik ve 20 yıl içinde Ege kıyılarına vardık. Alparslan, esir Bizans İmparatoru ile antlaşma yaptıysa da bu sırada İstanbul’da Romanos Diogenes’in yenildiği ve esir düştüğü ve Alparslan ile anlaştığı duyulmuş ve tahtı VII. Mihael ele geçirmiştir. Alparslan’dan ayrılıp İstanbul’a doğru yola çıkan Romanos Diogenes, yeni imparatorun adamları tarafından yakalanmış ve gözlerine mil çekilmiştir. Onun ölümüyle yapılan anlaşma geçersiz sayılarak Anadolu’ya yapılan Selçuklu akınları yeniden hız kazanmıştır. Alparslan, komutanlarına, Anadolu’ya girmelerini emrederken, ele geçirecekleri toprakları kendilerine ikta olarak vereceğini vaat etmiştir. Bu, fetihleri hızlandıran bir etki yapmıştır. Böylece Anadolu’da ilk Türk beylikleri kurulmuştur: Erzurum’da Saltukoğulları; Erzincan’da Mengücekoğulları; Sivas, Kayseri, Tokat’ta Danişmentliler; İzmir ve çevresinde Çaka Beyliği. 76

Mardin ve Diyarbakır’da Artukoğulları Beyliği ve 1076’da İznik merkez olmak üzere Selçuklu Prensi Kutalmışoğlu Süleymanşah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu Devletinin vasalıdırlar. Yani siyasi olarak Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlıdırlar. Bizans’ın burnunun dibinde bir Selçuklu Devleti’nin kurulması, Malazgirt’te imha edilen Bizans gücünün küçümsenmeyecek bir güç olduğunu gösterir. Anadolu’ya girdiğimizde artık karşımızda direnecek bir güç kalmamıştır! Türkler, Anadolu’ya bileklerinin gücü ile girmiş ve sahip olmuşlardır. Bizans Anadolu’da hâkimiyeti yeniden ele geçirecek gücü kendinde bulamamıştır. Siyasi ömrünü tamamladığı zaman Türkler tarafından İstanbul’daki varlığına da son verilecektir! Anadolu’daki farklı etnik gruplar, Bizans sultası altında yaşarken, bundan böyle Türk’ün adil, yüksek haysiyetli yönetimi altında yaşamak durumuna geldikleri için şanslı olduklarını düşünmelidirler!

77

“Ve susmada bile sözler, yalvarmalar vardır.” MONTAIGNE “DENEMELER”

78

HALİFELİK İLE İLGİLİ OLARAK Büyük Selçuklu Devleti; 1040 Dandanakan Savaşı’nı Gaznelilere karşı kazanarak kuruluşunu tamamladı. Tuğrul Bey, devletin merkezini Nişabur’dan Tahran yakınlarındaki Rey (1042-1043) kentine taşıdı, İran’ın büyük bir kısmını ele geçirdi. Bu tarihlerde Bağdat’taki Abbasi Devleti siyasi, askeri ve mali bakımdan zayıflamış ve İran’ın batısındaki Şii Büveyhoğulları’nın işgal ve baskısı altına girmişti. Tuğrul Bey, Bağdat’a yaptığı iki sefer sonrasında Bağdat’ı Büveyhoğulları’ndan alarak Abbasi Halifesi’ni bu baskıdan kurtardı (1055-1060). Bu tarihten itibaren İslam dünyasında İLK KEZ dini ve siyasi otorite birbirinden ayrılıyordu. Sünni İslam dünyasında siyasi, askeri, mali güç Büyük Selçuklu hükümdarının elinde toplanırken Bağdat’ta oturan Abbasi Halifesi yalnız dini otorite olarak varlığını korumaya çalışıyordu. Halife’nin yıllık masrafları da Tuğrul Bey’in takdir ettiği bir meblağ ile karşılanacaktır. Halife Kaim bin Emrillah (10311075) ile Selçuklu Veziri Kündüri arasında geçen müzakereler sırasında Halife’nin, teşrifat masrafları, meliklere, emirlere, kadılara, eşrafa ve muhtelif sınıflardan halka hilatler ve mükâfatlar vereceği ileri sürülerek takdir edilen meblağın az olduğu belirtildi ve günde 2000 dinar ödenmesi kararlaştırıldı. Bu geliri karşılayacak ülkelerin seçimi Halife’ye bırakıldı. O da geliri her sene toplam 120.000 dinar olan yerleri seçti. (Bağdat, Vasıt, Basra). Bu açıklamalar Halife-Selçuklu ilişkileri bakımından önemlidir. Dünyevi (siyasi) yetkilerin, Selçuklu hükümdarının elinde olmasının doğal neticesi olarak, bütün ülkeler Selçuklu Dev79

leti’nindir. Devlet kendisine ait olan bu arazinin bir kısmının gelirinden Halife’nin yararlanmasına izin vermiştir. Halifenin ordusu da yoktur. Böylece Sünni İslam dünyasının dini reisi olarak kalan Halife, siyasi bakımdan Selçuklu Devleti’nin vasalı durumundadır. Böyle olmakla beraber, Selçuklu hükümdarları ona dini reis olarak saygıda kusur etmemişler, bastırdıkları paralarda ve okuttukları hutbelerde önce onun adını zikretmişlerdir. Halifenin, dini reis olarak kalması ve siyasi yetkilerin Selçuklu hükümdarına devredilmesi, yalnız Türk tarihi bakımından değil, İslam tarihi bakımından da çok önemli bir olaydır. İslam tarihinde ilk kez din ve dünya işleri birbirinden resmen ayrılmıştır. Bu durum zaman zaman Halife’nin siyasi güce tekrar ulaşmak için yaptığı girişimlere rağmen Büyük Selçuklu Devleti 1157 yılında yıkılıncaya kadar devam etmiştir. Bağdat’taki Abbasi Devleti’nin varlığı 1258’e kadar sürdü. Bu tarihte Moğolların İran kolu İlhanlılar, Hülagü Han komutasında Bağdat’a karşı giriştikleri saldırı sonunda, son Abbasi Halifesi Al-Mustasım şehri teslim etti (1258). Hazinelerini ortaya çıkarmak zorunda bırakıldıktan sonra idam edildi. Hanedan mensupları da aynı akıbeti paylaştılar. Yalnız pek azı Mısır’a kaçmayı başarmıştı. “Bunlardan bazılarının Halife hanedanından geldikleri pek uluorta kabul edilemez. Nil sahillerinde uydurma bir Abbasi Halifesi Mısır’ın, Osmanlılar tarafından zaptına kadar (1517) halifelikte bulunmuştu”, şeklinde açıklama yapan kaynaklar da vardır. (Bertold Spuler, İran Moğolları Çev. Cemal Köprülü, TTK, s. 63). Her neyse gerçek şu ki; 1258 yılında Moğollar tarafından Abbasi Devleti’nin Bağdat’taki varlığına son verildikten sonra Halifelik, Mısır’da suni bir şekilde devam ettirilmeye çalışıldı.

80

1250 yılında Mısır’da Aybey Et Türkmani tarafından Memlük (Kölemen) Devleti kurulmuştu. Sonraki Sultan Baybars (1223-1277) Moğolların 1258’de Bağdat’ı ele geçirmesiyle Mısır’a kaçan Halife Zahir’in oğlu Ahmet’i Kahire’ye getirterek, Memlük Sultanlığı’na meşruiyet vermek için ona biat etti. Mustansır Billah II. lakabı verilen yeni halife, Baybars’a Kasımüddevle unvanı ve saltanat menşuru verdi. Mısır’da bu Halife’nin soyundan 17 halife işbaşına geldi. Memluk sultanları Halife’yi sadece dini otorite olarak kabul ediyor ve siyasi hayata karıştırmıyorlardı. Yani Selçuklu döneminde ilk kez görülen siyasi ve dini otoritenin ayrılmış olması durumu, Memlüklerde de 1261’den 1517’ye kadar devam etmiştir. Şimdi Hilafet’le Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiye geçiyoruz… 1299’da Osmanlı Devleti’nin kurulduğunu kabul ediyoruz. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla da resmen sona erdiğini biliyoruz. 623 yıllık bir siyasi hayat süren Osmanlı Devleti diğer Türk-İslam devletleriyle karşılaştırıldığında; önceki Türk-İslam devletlerinde bağımsızlık ilânının en belirleyici özellikleri, kurucunun Sultan unvanını alması, adına hutbe okutması, para bastırması ve Bağdat’taki Halife’nin bu sultanlığı Menşur ile onaylamasıdır. Osman ve Orhan Gazi’nin Sultan unvanını kullanmadıklarını ilk kez I. Murat’ın Sultan unvanını kullandığını görüyoruz. (Genel Türk-İslam tarihi içinde İlk sultan unvanı Gazneli Mahmut’a, Abbasi Halifesi tarafından verilmiştir.) Aslında Osman ve Orhan Gazi dönemlerinde Osmanlı Devleti’nin, merkezi Tebriz olan İlhanlılar Devleti’ne vergi ödemekte olduğunu da biliyoruz (Berthold Spuler-İran Moğolları). Osmanlılardan bir önceki Türk-İslam Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’ne baktığımızda, Kutalmış Oğlu Süleymanşah’a, Melikşah tarafından Sultan-ı Muazzam unvanı verildiğini oku81

nacak hutbelerde ve basılacak paralarda nasıl bir hiyerarşi uygulandığını da görüyoruz. Büyük Selçuklu Devleti ve onun vasalı olarak kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nde hutbe okunurken; Büyük Selçuklu hükümdarı önce dinen bağlılığını belirtmek için Bağdat’taki Abbasi Halifesi’nin adını, sonra kendi adını zikrettirirdi. Anadolu Selçuklu hükümdarı ise önce Bağdat’taki Abbasi Halifesi’nin adını sonra siyaseten bağımlı olduğu Büyük Selçuklu Devleti hükümdarının adını sonra kendi adını zikrettirirdi. Bu hiyerarşiye uymamak, başkaldırı olarak değerlendirilir ve ceza yoluna gidilirdi. Aynı hiyerarşi para basımında da geçerliydi. Önce Halifenin adı, sonra bağımsız hükümdarın adı, Anadolu Selçuklu Devleti’nde ise üçüncü sırada Anadolu Selçuklu Sultanı’nın adı yazılırdı. Şimdi tekrar Osmanlı Devleti’ne dönersek; Osman Gazi zamanında ilk paranın bastırıldığı kabul ediliyor. Öyle de olmalı, eğer 1299 bağımsızlık tarihi olarak kabul ediliyorsa! Bu iddia 1980’den sonra ders kitaplarında yer almıştır. Öncesinde ilk parayı Orhan Gazi bastırdı şeklinde bilgi vardı. Osman Gazi döneminde bastırılan paranın ön ve arka yüzünü ders kitaplarından ayrıntılı göremedim. Ancak Orhan Gazi’nin bastırdığı akçeler üç türlüdür. 1) Üzerinde tarih ve kesim yeri yazılı olmayan beş akçelik para. İki yüzünde de “Orhan Halledallahu mülkehu” yazılıdır; çapı 22 mm’dir. 2) Üzerinde tarih ve kesim yeri yazılı olmayan tek akçelik para. Ön yüzünde Dört Halife’nin adı ve Kelime-î Şahadet, arka yüzünde “Orhan Halledallahü mülkehu” yazılıdır. 3) Tarihi 729 ve kesim yeri Bursa olarak işaretlidir. Kutru (çapı) 18 mm. Ön yüzünde yine Dört Halife’nin adı, arka yü82

zündeki “Bursa” kelimesinin altında Orhan Gazi’nin üçüncü saltanat yılını gösteren 3 rakamı yazılıdır. II. Mehmed’e (Fatih) gelinceye kadar altın akçe kesilmedi. II. cülusunda (1451-1481) Konstantini’ye ve Novar’da 10 akçelikler kesildi. Bu akçelerin ön yüzünde “Sultan El Berreyn ve Hakan el Bahreyn Es Sultan Bin Sultan” arka yüzünde “Mehmed Bin Murad Han Halledallahu Sultanıhu Durube Konstantiniye-Sene 875” yazılıdır. Görüldüğü gibi Selçuklularda görülen ve Bağdat’taki Abbasi Halifesi’nin adının para üstüne yazılması geleneği Osmanlılarda devam etmemektedir. Bu, ne anlama gelir derseniz, Mısır’da Memlük Sultanı’nın yanında bulunan ve Abbasi soyundan geldiği söylenen Halifeyi tanımadıklarını gösterir. Gelelim Osmanlı-Memlük ilişkilerine. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Memlüklerle ilişkiler belli bir düzeyde devam etti. Osmanlı hükümdarları, fetihlerini İslam dünyasına Fetihnamelerle duyururlardı. Yıldırım Bayezid Niğbolu zaferini, Zafername ile duyurdu ve Mısır’daki Memlük Sultanı’nın yanındaki Halife, Bayezid’e “Sultan-ı iklim-i Rum” unvanını verdi. II. Mehmed (Fatih) döneminde Osmanlı Devleti ile Memlükler arasında başlayan sorunlara yenileri eklendi (Hicaz suyolları) ve II. Bayezid döneminde altı yıl süren (1458-1491) çatışmaya dönüştü. Kesin sonuç alınamadı. Memlük sorununa son noktayı koymak için harekete geçen I. Selim (Yavuz Sultan Selim) 1516’da Mercidabık’ta Memlük Sultanı Kansuh El Guri’yi (Kansu Gavri) 6 saatte yendi ve Memlük Sultanı öldü. Suriye ve Filistin’i ele geçiren Yavuz, Kansu Gavri’nin yerine geçen Tomanbay’ı 1517 Ridaniye Savaşı’nda yendi. Böylece 267 yıl süren (1250-1517) Memlük Sultanlığı sona erdi. Yavuz, İstanbul’a dönmeden önce Kahire’deki bazı hükümdar oğulları ile son Halife El-Mütevekkil Alâlah Muham83

med III.’ü, ileri gelen bey, bilgin ve şeyhlerden bir kısmını ve Mısır’ın sayılı mimar mühendis, tüccar ve sanatkârlarını deniz yoluyla İstanbul’a yolladı. Yanında yakınları olduğu halde İstanbul’a gelen Halife, burada kendisine emanet edilen mallara el koyarak eğlenceli bir hayat geçirdi. Bu yüzden 1520 yılında Yedikule’ye hapsedildi. Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine hapisten çıkarılarak günde 60 dirhemlik bir görevle Mısır’a gönderildi ve orada öldü. Halife’nin İstanbul’da bulunduğu sırada Halifeliği törenle Sultan Selim I.’e bıraktığı söylentisi varsa da gerçek değildir (Güya Ayasofya’da yapılan bir törenle). Çünkü Selim, daha Halep’te iken halifelik alametlerini (kaftan, kılıç, Kur’an vb.) Halife’den aldı ve Halep’te adına hutbe okundu. Yavuz Selim’in, Mısır ve Suriye’yi alarak halifeliği ele geçirmesinden sonra ilk cuma hutbesinde imamın kendisi için “Sahib-ül Haremeyn” diye söz etmesi üzerine Yavuz Selim’in “Hadimül Haremeyn” diye hutbeyi değiştirmesi önemli olaylardan biri sayılır. “Hadim-ül Haremeyn ül Şerefeyn” Yavuz ve daha sonra Kanuni’nin kullandığı unvanlardır. Halife unvanını kullanmamışlardır. (Prof. Dr. Halil İnalcık’ın ders notları 1965-1966) Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “Osmanlı Sarayında Hayat” kitabının 156. sayfasında Sultan IV. Mehmed’in (1648-1687) unvanları belirtilirken; “İslam’ın ve Müslümanların Koruyucusu, Sultanların ve Hakanların En Büyüğü, Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı, Karaların ve Denizlerin Hükümdarı, Sultan Torunu, Sultan Oğlu, Sultan İbrahim Hanoğlu, Sultan Gazi Mehmed Han” ifadelerinin kullanıldığını görüyoruz. Yani XVII. yüzyılın ikinci yarısında da “Halife” unvanı görülmemektedir. Yavuz’un ve Kanuni’nin kullandıkları “Hadimül Haremeyn-ül Şerefeyn” yani Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı unvanı, aynen kullanılmıştır.

84

Halifelik iddiası daha çok XVIII. yüzyıl sonlarında Kırım’ın elden çıkmasına sebep olan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması sırasında ortaya atılmış, Kırım halkının Türk ve Müslüman olması nedeniyle dinen Osmanlı Halifesi’ne bağlı oldukları ifade edilerek, Halifelik gündeme getirilmiştir. Halifelik unvanının özellikle Avrupa’ya karşı Osmanlı Hükümdarı’nın gücünü ifade etmek maksadıyla en çok kullanıldığı dönem XIX. yüzyılda II. Abdülhamit (1876-1909) dönemidir. Ancak, Avrupalılar özellikle Almanların, bu unvanın İslam dünyası üzerindeki etkisini nasıl ciddiye aldıklarını ve I. Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti’ni sokarken bu unvandan da yararlanmayı planladıklarını hatırlarsak iyi olur. Cihad-ı Mukaddes ilan edildiği zaman Anadolu dışındaki Müslümanlardan Osmanlı Devleti’ne bir destek gelmediğini, tam tersine Hicaz Emiri Hüseyin’in İngilizlerle işbirliği yaparak Hicaz’da ayrı bir devlet kurduğunu da biliyoruz. 1 Kasım 1922’de Saltanat ve Hilafet birbirinden ayrılıp saltanata son verildiği zaman; Saltanat, Hilafetsiz, Hilafet, Saltanatsız olmaz diye ahkâm kesenlere biraz tarih okumaları öğütlenmeliymiş… Arapların ihanetleri daha yeni bir olayken, Halifelik sıfatının birleştirici bir güç olmadığı görülmüş ve yaşanmışken; 3 Mart 1924’te Hilafet’e son verildiği zaman bazı kıt görüşlülerin bu inkılâba karşı çıkmış olmaları son derece anlaşılmazdır. Sonuç olarak; Osmanlı hükümdarları, kuruluşundan 1517’ye kadar Mısır’daki halifenin adına ne bastırılan paralarda, ne okutulan hutbelerde yer vermişlerdir. Resmen tanınmamış bir makamın (Hilafetin) Osmanlı hükümdarlarına geçmiş olması aklın kabul etmeyeceği bir şeydir. Halifelik, Hz. Muhammed’in vefatından (632), Moğolların, Abbasi Devleti’ne son vermesine kadar (1258) hep Kureyş kabilesinden gelen kişilerce yürütüldü. 1258 yılında resmen sona erdi. 85

1258’den sonra sunî olarak Mısır’da devam ettirildiyse de (1261-1517) yine Kureyş kabilesine mensup oldukları söylenen Halifeler işbaşına geldi. Yani bu bir kuraldı, Halifelerin Arap ve Kureyşli olması… Hal böyle olunca... Yorumu okurlara bırakıyorum!

86

“Çocuklara, babalarının yeteneklerine göre değil, kendi yeteneklerine göre meslek bulmak gerekir.” PLATON

87

II. BAYEZİD DÖNEMİ BİR DURAKLAMA MI? II. Bayezid dönemi, ders kitaplarımızda Fatih ve Yavuz dönemleri arasında bir duraklama devri olarak ifade edilmektedir. Eğer, tarih eğitiminde sürekli fetihlerin yapıldığı dönemler parlak, fetihlere ara verilip, imara, eğitime, karşılaşılan doğal afetlerin verdiği zararları telafi etmeye çalışmak “duraklama” olarak değerlendiriliyorsa ki böyle, hata yapıyoruz diye düşünüyorum. II. Bayezid döneminde de durum böyle… Ancak fetihler “0” noktasında durmuş değil! Bizzat padişahın katıldığı önemli seferler gerçekleştirildi. Örneğin Boğdan, II. Bayezid’in seferi sonunda kesin olarak Osmanlı Devleti’ne katıldı. Mora Seferi sonunda da Fatih zamanında Venedik’e bırakılan Mora kıyısındaki kale ve limanlar Osmanlıların eline geçti. II. Bayezid devri, Osmanlıların Akdeniz’de bir deniz kuvveti olarak ortaya çıkması devridir. Venedik ilk kez onun zamanında yenilgiye uğratılmıştır. Bunların dışında, Mısır’daki Memlük Devleti ile ilk çatışmalar bu dönemde yaşandı. 1485-1491 yılları arasında altı yıl süren savaşlardan önemli bir netice alınamadı belki ama 31 yıllık II. Bayezid dönemini meşgul eden önemli bir dış olaydı. II. Bayezid döneminde, 1502’de İran’da Akkoyunlu Devleti’nin yıkılmasıyla kurulan Şii Safevi Devleti’nin, Anadolu’ya karşı politikası da dikkatli olmayı gerektiriyordu. Şah İsmail’in amacı Şiiliği Anadolu’da yaymak, önce ideolojik yayılmayı gerçekleştirdikten sonra, siyasi bakımdan da 88

batıda yayılmaktı. Ve gönderdiği propagandistlerin çalışmaları sonunda Şahkulu Ayaklanması çıktı. Osmanlı kuvvetleri bu ayaklanmayı bastırmak için epey uğraşmak zorunda kaldılar. II. Bayezid döneminde büyük fetihlerin olmadığını söyleyenler, Selahattin Tansel’in “II. Bayezid” adlı kitabını okumalılar. Cem olayı bile tek başına buna bir cevap olabilir. Bir iç olay olarak başlayan Cem İsyanı, Cem’in ağabeyi II. Bayezid’e ilk yenilgisiyle Memlüklere sığınması, ikinci kez yenilmesiyle Rodos şövalyelerine sığınması nedeniyle, dış sorun haline gelmiş ve Osmanlı Devleti olayı 14 yıl takip etmek zorunda kalmıştır. Nitekim yukarda değindiğim Osmanlı-Memlük Savaşlarının nedenlerinden biri Memlüklerin, Cem’i korumalarıdır. Rodos şövalyelerine sığındığı zaman da Fransa Kralı, Cem’in durumundan faydalanmak istemiştir. 14 yıl Osmanlı Devleti’ni meşgul eden Cem olayı, Cem’in ölümü ile neticelenmiştir. II. Bayezid döneminde salgın hastalık ve doğal afetler de devleti bir hayli meşgul etmiştir. Edirne’de çıkan veba salgınında halkın 1/3’ü telef olmuştur. 1510’da Edirne’den Sivas’a kadar olan hat üzerinde 390 gün süren deprem, taş üstünde taş bırakmamıştır. Devlet, afetzedelerin yanında olmak zorunda kalmıştır. Yine, Kıyamet-i Suğra (Küçük Kıyamet) denen, şiddetli fırtına İstanbul’da camii minarelerini, kubbelerini yıkmış, İstanbul yerle bir olmuştur. Şimdi bütün bu açıklamalardan sonra belki de hepsinden daha önemli ve II. Bayezid’in tahta geçtiği zaman takip edeceği dış politikayı bilinçli bir şekilde tespit ettiğini gösteren, başka bir konu üzerinde durmalıyız. 89

Fatih’in, 1451-1481 yılları arasında 30 yıl boyunca, Bizans’ın ortadan kaldırılması (İstanbul’un fethi 29 Mayıs 1453) başta olmak üzere birçok seferi vardır. Bunlar, çoğunlukla zaferle sonuçlanmış seferlerdir. Belgrad ve Rodos’u almak istemiş ancak alamamıştır. Bu iki noktada durdurulmuştur sadece. Bütün seferleri, halktan alınan avarızla yani olağanüstü dönemlerde halktan salma şeklinde alınan vergiyle gerçekleştirilmiştir… 30 yıl boyunca, özellikle Anadolu halkı, seferlerin sonucu ne olursa olsun, önce kendi ekonomisini düşünmek zorunda kalmıştır. Amasya’da sancakbeyi olarak görev yapan Şehzade II. Bayezid, Anadolu halkının ekonomik çöküntüsüne şahit olmuş, sık sık insanların şikâyetlerini dinlemiştir. Mümkündür ki daha şehzadeliği zamanında halkın kendine gelmesi için, yeni fetihlere girişmeme kararı almış olabilir. II. Bayezid zamanında, İstanbul gerçek bir Türk-İslam şehri haline getirilmiştir (Prof. Mükrimin Halil Yinanç). Yine bu dönemde Bayezid Kütüphanesi’ni de içeren Bayezid Külliyesi yapılmıştır. İstanbul gibi Edirne ve Bursa şehirleri de süratli bir gelişme göstermiştir. II. Bayezid devri, içeride bir kalkınma devridir. 30 yıllık bir dinlenme, onarım ve telafi döneminden sonra arka arkaya Yavuz ve Kanuni dönemlerinin büyük fetihleri yapılabilmiştir, şeklinde de yorumlayabiliriz. Aslında bu konuya değinmemin asıl amacı, yeni bulgulara ders kitaplarımızda yer vermek, bilime olan saygımızın mutlak gereğidir şeklindeki düşüncemdir…

90

“Devlete veda, birliğe veda ile başlar.” İLHAN BARDAKÇI

91

DOĞUDAN GELENLERLE YAPILAN BAŞARISIZ SAVAŞLAR 1141 Katvan Savaşı, 1243 Kösedağ Savaşı, 1402 Ankara Savaşı… Doğudan gelen ordular karşısında genellikle başarısız olduk! Büyük Selçuklu Devleti (Gaznelilere karşı) 1040 Dandanakan zaferi ile kuruluşunu tamamladıktan sonra İran, Azerbaycan, Anadolu gibi başlıca ülkeleri hâkimiyeti altına aldı. Bağdat’taki Abbasi Halifesi’ni de siyasi, askeri, mali bakımdan kontrolü altında tuttu. 100 yıl kadar güçlü devlet konumunu muhafaza etti. Anadolu, Suriye, Irak, Kirman Selçuklu Devletleriyle adeta bir vasal devletler bütününü ortaya çıkardı. Bu arada Haçlı Seferleri Atabeyliklerin kuruluşu taht kavgaları, Batîniliğin yıkıcı faaliyetleri, içeride Oğuz İsyanları, devleti zaafa düşürdü. Hilafet kurumunun olumsuz faaliyetlerini de ekleyebiliriz. 1141 yılında doğudan gelen, Çin kültürü almış ama Moğol kökenli Karahıtaylarla Katvan’da Sultan Sencer, savaşmak zorunda kaldı ve yenildi. Bu yenilgi Büyük Selçuklu Devleti için sonun başlangıcı oldu. Savaşta yenilen Sultanın içerde prestiji bir hayli sarsıldı. Oğuz İsyanları hız kazandı. Oğuzlara esir düştü. Sultan, 3 yıllık esaret hayatı bittikten sonra çok yaşamadı. 1157 yılında ölünce Büyük Selçuklu Devleti de sona erdi. Selçuklular Anadolu’da varlıklarını devam ettireceklerdir. Büyük Selçuklu Devleti’nin vasalı olarak 1076’da Süleymanşah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti, Alaaddin Keykubat döneminde en parlak dönemini yaşadı. Karadeniz ticaretini kontrol altına aldı. Alanya, Antalya’dan sonra alınarak tersaneler açıldı. Ticaret, mimari, ekonomik refah en iyi seviyelere ulaştı. 92

Aynı zamanda devlet için, Anadolu halkı için büyük bir tehlike de bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. 1155’de Dülüm Boldak’ta doğan Timuçin, Kurultay’dan 1206’da Cengiz unvanını alan, Orta Asya’ya hakim olmuş bir Moğol hükümdarıdır. Cengiz 1220’de Harzemşahlar Devleti’nin Horasan ve İran’daki varlığına son vererek o topraklara da hakim oldu. 1226’da ölünce oğulları ve torunları Moğol İmparatorluğu’nu Çin merkezli devletler halinde yaşatmaya devam ettiler. Merkez Tebriz olmak üzere İran’da Hülagü Han tarafından kurulan İlhanlılar Devleti de bu Moğol devletlerinden biridir. Moğollar Anadolu’nun doğusuna kadar yanaşmışken, Alaaddin Keykubat gibi uzağı gören, basiret sahibi bir hükümdarın bu duruma karşı önlem almaması düşünülemez. Yıkılan Harzemşahlar Devleti’nin temel unsuru Harzemler, Moğol tehlikesinden dolayı Anadolu’ya doğru göç edince, Alaaddin Keykubat onları Doğu Anadolu’ya yerleştirerek, gelebilecek Moğol tehlikesine karşı Doğu Anadolu’da Harzemlerden bir duvar kurdu. Bu sırada Harzemşahların başına geçen ve Alaaddin Keykubat gibi ileriyi gören bir kişiliğe sahip olmayan Celaleddin Harzemşah’ın, Anadolu da hakim olmak amacı gütmesi üzerine, 1230’da Erzincan’da Yassıçemen Savaşı’nı yaptı ve Celaleddin Harzemşah’ı yenilgiye uğrattı. Moğollara karşı tedbirlerine devam etti. Doğudaki kaleleri onarttı ve güçlendirdi. Diplomatik ilişkilere de önem verdi. Moğol hükümdarına elçilerle hediyeler yollamayı ihmal etmedi. Mısır, Suriye, Filistin’i elinde tutmakta olan Eyyubilerle ittifak oluşturmak istedi. Bütün bunlar doğudan gelmesi muhtemel Moğol tehlikesine karşı önlemlerdi. Ancak bu değerli hükümdar, Eyyubilerden ve Bağdat halifesinden gelen elçilere verdiği ziyafette yediği zehirli yemekten dolayı vefat edince (1237) yerine oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev 93

geçti. Eğlenceyi, içkiyi seven, isabetsiz kararlar veren; yani babasının yerini dolduracak güçte olmayan bir hükümdar… Veziri Saadeddin Köpek ile birlikte Alaaddin Keykubat’ı öldürmüş olduğu kabul edilir. Alaaddin Keykubat küçük oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı veliahdı yapmış olduğu halde, II. Gıyaseddin Keyhüsrev veziri ile birlikte hareket ederek tahtı ele geçirdi. Saadeddin Köpek, çok önemli devlet adamlarını ortadan kaldırdı. Doğu Anadolu’ya yerleştirilmiş olan Harzem Türklerinin beylerini de (Gayır Han) öldürdü. Niyeti anlaşılınca Saadeddin Köpek öldürüldü. Ancak Harzemler bulundukları bölgeleri terk ederek güneye doğru indiler. Doğu Anadolu’da meydana gelen boşluk ve karışıklık, devletin ağır vergiler alması, ayaklanmaya ortam hazırladı. 1240 yılında çıkan Baba İshak İsyanı bir hayli genişledi. Adıyaman ve Maraş’tan Amasya, Tokat’a kadar yayıldı, güçlükle bastırıldı. İran’da, Anadolu’nun gücünü anlamaya çalışan İlhanlı Moğolları, Yassıçemen Savaşı’nda Anadolu Selçuklularının gücünü görüp geri adım atmışlarken, Baba İshak İsyanı karşısında zorlanan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kuvvetinin azaldığını, eski gücünü kaybettiğini kavradılar. 1243’te Moğol Komutanı Baycu Noyin Anadolu’ya girdi ve Erzurum’u alarak şehir halkını öldürdü ve çekildi. İki taraf hazırlıklarını tamamladı. 80.000 kişilik ordu ile yola çıkan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, tedbirli devlet adamlarının, Sivas önlerinde Moğolları karşılama teklifini kabul etmedi. Zara ile Suşehri arasındaki Kösedağ’a gelindi. Çevresindeki, kendisi gibi tedbirsiz, ileriyi göremeyen adamları ile geceyi içki ve eğlenceyle geçirdi. Ertesi gün 20.000 kişilik bir güçle askerlikten anlamayan adamların komutasında saldırıya geçtiler. Moğollar önce sahte bir geri çekiliş yaptılar, ani bir geri dönüşle 20.000 kişilik Selçuklu ordusuna bir darbe vurdular. 94

Bu gelişmeler üzerine hükümdar ve yanındakiler, orduya haber vermeden kaçtılar. Sonra ordu da dağıldı. Moğollar ancak iki gün sonra durumu anladılar ve müthiş bir ganimeti yükleyip götürdüler. Sivas, teslim olduğu için halkı öldürülmedi ama yağmalandı. Erzincan ve Kayseri halkı öldürüldü. Ankara Kalesi’ne çekilmiş olan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Vezir Mühezzibüddin Ali’nin kendisinden habersiz Moğol Komutanı Baycu’nun yanına giderek bir barış yapmış olması sayesinde rahatladıysa da 1246’da içki içerken aniden öldü. Kösedağ Savaşı, Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir gün içinde Moğollara tabi bir duruma gelmesine sebep oldu. Bundan sonra 60 yıl boyunca (Yıkılışı: 1308) iç karışıklıklar sona ermeyecek, Moğollar, Anadolu halkını canından bezdirecektir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Avrupa Haçlılarını 1396’da Niğbolu’da yenmiş olan Yıldırım Bayezid, doğudan gelen Timur’a karşı neden aynı başarıyı gösteremedi? Anadolu Türk beyliklerini ortadan kaldırarak Anadolu siyasi birliğini büyük ölçüde sağlamış olan Yıldırım Bayezid’in Timur’la karşılaşması da yine bu faaliyetleri ile yakından ilgilidir. Beyliklerine son verilen beyler doğuda önemli bir güç haline gelmiş olan Timur’un yanına sığındılar. Timur, Semerkant merkezli devletini kurduktan sonra İran’da İlhanlı Devleti’nin yerine kurulmuş olan Muzafferoğlu Devleti’ni, Bağdat’taki Celayir Devleti’ni, Tebriz merkezli Karakoyunlu Devleti’ni ortadan kaldırarak Irak ve Azerbaycan’ı da hâkimiyeti altına aldı. Yıldırım Bayezid ise Kayseri ve Sivas’a hakim Kadı Burhanettin Ahmet Beyliği’ne son verdi. Böylece Malatya dahil bu bölgeleri egemenliği altına aldı. Timur, Osmanlı Devleti’nin Anadolu’nun doğusuna doğru genişlemekte olduğunu görerek, ileride kendisi için endişe duyuyordu. Önce Çin’e bir sefer düşünürken vazgeçti ve önce Os-

95

manlılara bir darbe vurmaya ve Çin seferine daha rahat, batısından emin olarak çıkmak istedi. Timur’un, Osmanlı’ya karşı sefere çıkmak düşüncesini oğulları ve torunları ve devlet ileri gelenleri tasvip etmiyorlardı. Onlara göre Osmanlılar, Hıristiyanlarla savaşıyor yani cihat yapıyordu ayrıca Osmanlı askerinden de çekiniyorlardı. Timur, savaş bahanesi yaratmak ve savaşın sorumluluğunu Osmanlılara yıkmak için, beyliklerini kaybederek kendisine sığınmış olan beylerin haklarını geri almak, kendi önünden kaçarak Yıldırım Bayezid’in yanına sığınmış olan Karakoyunlu Hükümdarı Kara Yusuf ve Ahmet Celayir’i Yıldırım Bayezid’den geri istemek için girişimde bulundu. İsteklerine, Bayezid’in oğullarından birinin rehin olarak verilmesini de ekledi. İstekleri reddedilince Sivas’ı kuşattı ve teslim oldukları halde muhafızlarını diri diri gömdürdü ve Anadolu’dan ayrıldı (1400). İki Türk hükümdarı arasında mektuplaşmalar devam etti. Timur her mektubunda isteklerini arttırıyor Bayezid ise reddediyordu. Timur, Sivas’tan ayrılınca Suriye’ye indi ve Suriye şehirlerini (Halep-Şam) yağmaladı ve Karabağ’a geçti. Beyazıt, Timur’un Suriye’ye indiğini duyunca Sivas’a geldi. Timur’un eline geçmiş olan Kemah ve Erzincan Hükümdarı Tahirten ve ailesini rehin olarak Bursa’ya getirdi. Timur ile arası daha çok açıldı. Timur’un tehdit dolu mektupları karşısında savaşa karar veren Yıldırım’a sadrazam Çandarlıoğlu Ali Paşa ihtiyat tavsiye ediyor ve Timur ile savaşmanın doğru olmayacağını söylüyordu. Yıldırım ise Sadrazam’ın bu sözlerine karşı “Şerefimiz ve karşı koyacak kuvvetimiz vardır. Timur’a tabi olamayız, istiklalsiz yaşayamayız” sözleriyle karşılık veriyordu. Timur’a yazdığı son mektubunda çok ağır sözler kullanmış ve kendi adını yaldızlı büyük harflerle yazdırdığı halde, Timur’un adını siyah ve küçük olarak yazdırmıştı. Üstelik ona, “Ey Timur 96

adiyle söylenen kudurmuş köpek, Bizans hükümdarından daha kâfir olan Timur… Haberin olsun ki mektubunu okudum, ey uğursuz adam” diye yazmıştı. Timur, bu mektup üzerine Karabağ’dan hareket etti. Erzincan ve Kemah’ı geri alarak Sivas üzerine yürüdü. Yanında 150.000 kişilik bir süvari kuvveti ve savaş filleri vardı. Yıldırım, haber alınca onu dağlık arazide savaşa zorlamak, süvarilerini etkisiz kılmak, kendi yaya kuvvetlerinden yararlanmak istedi. Timur dağlık arazide, öncü kuvvetlerin çarpışmasından, durumu kavradı ve dağlık arazide savaşmanın kendisi için sakıncalarını gördü. Batıya doğru hızlı bir harekete geçti ve Yıldırım’ın hareket üssü olan Ankara’ya yürüdü. Kızılırmak’ı sağına alarak ilerledi. Yıldırım, Timur’un planını anladı. O da Kızılırmak’ı soluna alarak Ankara’ya doğru yürüdü. Ankara önlerine ilk gelen Timur oldu. Kaleyi kuşattı. Kale Komutanı Yakup Bey, kaleyi şiddetle savunmaya başladı. Tam bu sırada Yıldırım Bayezid kuzeydoğudan Ankara’nın üstüne gelerek Timur’u ters cephede bastırdı. Timur neye uğradığını şaşırdı. Yıldırım’ın yanındaki komutanları ve oğulları hemen saldırmalı dedilerse de Yıldırım, Timur’a savaş için hazırlanma fırsatı vermek istedi, Timur’u arkadan vurmak değil, onunla göğüs göğüse erkek gibi dövüşmek istiyordu. 28 Temmuz 1402’de Ankara’nın kuzeyinde Çubukova’da savaş yapıldı. Osmanlı ordusunun ustaca manevraları Timur’u zorladı. “Yahu bu dervişler ne yaman dövüşüyorlar” diyerek sonuçtan korkmaya başladı. Ancak savaş sırasında, Osmanlı ordusunda bulunan Kara Tatarlar, önceden Timur tarafından elde edilmiş olduklarından, Osmanlı ordusuna ok atmaya başladılar. Beylerin askerleri de Timur’un yanında beylerini görünce taraf değiştirdiler ve Osmanlı ordusunun sağ ve sol kanatları dağıldı. 97

Oğulları, komutanlar, geri çekilmeyi teklif ettiler. Ancak Yıldırım kabul etmedi. Yedekteki Sırp Kralı birlikleri ile ayrıldı. Sadrazam ve Şehzade Süleyman Çelebi, Rumeli askerleri ile beraber Bursa’ya doğru kaçtılar. Mehmet Çelebi’de Amasya’ya doğru çekildi. Yıldırım, Çataltepe’ye çekilmişti. Yalnız kaldığı halde, pek az kuvvetle akşama kadar dövüştü. Elinde birkaç kılıç kırıldı. Altında birkaç at öldü. Akşam olunca çaresizlikten kendisini saran düşman kuvvetlerini yararak geri çekilmeye karar verdi. Yanında kalan oğulları ve komutanları ile birlikte dövüşe dövüşe düşman saflarını yarmaya başladı. Timur durumu anlayınca kovalamaca gece boyu sürdü. Yıldırım’ın atı bir taşa çarparak kapaklanınca Timur’un adamları Yıldırım’ı ve maiyetindeki komutanları yakaladılar. Yıldırım, Timur’un yanına getirildi. Bu hadiseden sonra Osmanlı Devleti 1413 yılına kadar siyasi birlikten yoksun kaldı. Edirne, Bursa ve Amasya’da ayrı ayrı şehzadeler hüküm sürdüler. Anadolu siyasi birliği bozuldu. Beylikler yeniden kuruldu. Bizans kârlı çıktı. Ömrü 50 yıl uzadı. Rumeli’de fetihler durdu. Yıldırım ise Timur’un elinde 7 ay kadar esir olarak her yere gezdirildi. Timur, Anadolu’da kaldığı bu zaman zarfında Yıldırım’ı demir bir kafes içinde gezdirdi. Hastalanan Yıldırım 1403’te vefat etti. Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti (1402-1413) 11 yıl süren bir bunalım (Fetret Devri) yaşadı. Sonuç olarak Türkler, doğudan batıya doğru bir hareket takip ettiler. Genellikle de karşımıza çıkan güçleri yene yene Anadolu’da, Balkanlarda ilerledik… Batı orduları karşısındaki gücümüzü, doğudan gelenler karşısında gösteremediğimiz olmuştur… Neyse… Batıdakileri yenmemiz bizim için daha önemli! Aslında o dönemde batı ordularını, biz de doğudan gelenler olarak yenmedik mi? 98

III. MUSTAFA, AHMET RESMİ EFENDİ, PRUSYA KRALI BÜYÜK FRİEDRİCH III. Mustafa, XVIII. yüzyılın ortalarında Osmanlı Devleti’ni 16 yıl, 11 ay, 22 gün yönetmiş bir hükümdardır. III. Ahmet’in hayattaki büyük oğludur. Amcası oğlu III. Osman’ın vefatı üzerine kırk iki yaşında hükümdar olmuştur. 13 Aralık 1754’ten, 30 Ocak 1757 tarihleri arasında 2 yıl kadar tahtta kalan III. Osman zamanında ülkede musibet eksik olmamış Hocapaşa ve Cibali yangınlarında İstanbul’un dörtte üçü yanmış, Taun (veba) afeti ve denizi donduracak kadar soğuk kış, bu dönemde insanları bezdirmişti. III. Mustafa’nın tahta çıkışı memnuniyet ve rahatlama sağlamıştır. Babası III. Ahmet’in tahttan ayrılmasından sonra 28 yıl kafes hayatı yaşamış olan III. Mustafa, III. Osman’ın bütün şehzadeleri öldürtme planları yüzünden; zehirlenmelere karşı panzehirler geliştirerek kendini tehlikelere karşı korumuştu. Aldığı panzehirlerden dolayı rengi solgundur. Tutumlu bir mali politika izleyen III. Mustafa zamanında, hazineye önemli miktarda para konmuş ve hazine mevcudu çok artmıştır. III. Mustafa uyanık fikirli, ilim ve fazilet sahiplerini himaye eder, çalışkan ve araştıran bir hükümdardı. Böyle olmakla beraber İlm-i Nücum (Astroloji) denilen yıldızlardan ahkâm çıkarma işine meraklıydı. Zamanında Osmanlı sarayı rüya tabircileri, müneccimler, kâhinlerle doldu. Bir işe başlamadan evvel istihareye yatar, gördüğü rüyayı yorumculara anlatır, yorumlatır ve ona göre işlerine yön verirdi.

99

Bu arada XVIII. yüzyıl ortalarında Osmanlı sarayı böyleyken, Avrupa aynı yüzyılda Aydınlanma (Akılcılık, yani Rationalizm) çağını yaşıyor ve her olguyu akıl süzgecinden geçirerek değerlendiriyordu. Nitekim siyasi yapıyı da değerlendirdiğinde nüfusun yüzde birini oluşturan soyluların yüzde 99’a hükmetmesi gibi bir yapılanmayı, halk açken bu kesimin ülke kaynaklarını har vurup harman savurmasını, halkın siyasi hayatta söz sahibi olmamasını akla aykırı buldukları içindir ki bu yüzyılın sonunda (14 Temmuz 1789) Fransa’da halk isyan etti ve mutlak monarşiye karşı bir hareket başladı. İlk kez ABD Anayasası’nda yer verilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Fransız İhtilali ile dünyaya yayıldı. Yani; netice olarak demek istediğim şu ki; XVIII. yüzyılda Avrupa düşünce alanında, siyasi alanda, bilim ve teknikte çok hızlı gelişmeler yaşarken, Osmanlı sarayında devleti yönetecek olan hükümdarın düşünce yapısı ortaçağ görüntüsü vermektedir… Falcılara, müneccimlere, astrologlara kalmıştır koca imparatorluğun geleceği… Kendi içimizde kalsaydı bu durum, belki biz bizi affederdik. Ancak, III. Mustafa bu konuyu o kadar ifrata vardırmıştı ki o dönemde Avrupa’da başarılarıyla yıldızı hayli parlamış olan Prusya Kralı II. Friedrich’e elçi göndererek, başarılarını hangi müneccimlerle çalışmasına bağladığını sordu ve kendisine de üç müneccim göndermesini rica ederek, aynı zamanda en mühim ve en büyük işlerin başlangıcının tayini ile değerli kumandan ve işadamlarının seçilmelerinin ne suretle olacağının öğretilmesini istedi. Bu anda Avrupa’ya cehalet içinde olduğumuzu açıkça göstermiş olduk. Elçi Giritli Resmi Ahmed Efendi’dir. Birtakım siyasi sorunların konuşulmasının ardından Resmi Ahmed Efendi, Padişah’ın isteklerini arz etmiş ve II. Friedrich buna karşılık olarak kendisinin, tarih ve tecrübelerden istifade etmek (yani tarih bilmek), askerini daimi surette harbe hazır bu100

lundurmak üzere talim ettirmek ve muharebe için hazinede para bulundurmak gibi üç müneccimi olduğunu söylemiş ve böylece haber göndermiştir. Bu tavsiyelerden yalnız para biriktirmek maddesini tatbik eden, diğer bütün işlerinde nücum (astroloji) ile hareket eden Sultan Mustafa, bu alışkanlığından vazgeçememiş, müneccimlerin telkinleri ile açtığı Rus seferinde, biriktirdiği dış ve iç hazineyi bitirip, batıl inancının uğursuzluğundan ölmüştür. Büyük Friedrich’in üç tavsiyesine dikkat edersek önce “tarih bilmek” diyor. Osmanlı Padişahı tarih biliyor mu? XVIII. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş ve Yükselme döneminde yaşanan olaylar ve hurafelere dayanan bir Arap tarihi var. Bunları da okudukları şüpheli! 28 yılını kafeste geçirmiş bir şehzadenin ne derece tarih okuduğunu bilemeyiz. Prusya Kralı’nın ikinci müneccimi, ordunun her zaman savaşa hazır bulundurulması… Yeniçeri ordusu bütün disiplinsizliği ile varlığını sürdürmektedir. Tımarlı Sipahi ordusu XVII. yüzyıldan beri çökmüştür… I. Mahmut ve kendi döneminde Batı tekniği ile orduda yapılan ıslahat hareketleri devamlılık göstermemektedir… Prusya Kralı’nın üçüncü müneccimim dediği, hazineyi daima savaş yapılacakmış gibi dolu bulundurmak meselesine gelince… Bir devletin hazinesinin devamlı dolu olması güçlü bir ekonomik yapı ile mümkün olabilir. Kuruluş ve Yükselme döneminde devletin geliri, fetih ekonomisine dayandırılırsa, ganimet, haraç, cizye en önemli gelir kaynakları olursa, artık o devletin maliyesi ne kadar gücünü devam ettirebilir, düşünün… Zaten XVII. yüzyılda da (Duraklama Devri) ve sonraları çıkan isyanlar, temelde maliyenin bozukluğu ile ilgili değil mi? Sağlam bir mali yapı için çok iş yapılması gerekirdi, hiçbir zaman yapamadılar!

101

İNSANDAKİ KİNCİLİK İNANÇLA DA YOK OLMUYOR! İslamiyet öncesi Arap toplumunda, coğrafi koşulların bir sonucu olarak, geçim kaynaklarının azlığı nedeniyle sık sık savaşlara ve kavgalara rastlanır. Bu, yol kesme, kervan soyma olaylarını da içerir. Tabii kan davaları da çok sık rastlanan olaylardandır. Genelde hayat tarzı göçebeliktir. Bedevi denilen Arap göçebeleri, savaşçı kişilerdir. Şehirlerin de sayısı azdır. Hicaz’da Mekke, Medine, Taif sayılabilir. Mekkeliler kuzeyli, Medineliler güneyli Araplardan oldukları için yan yana gelseler kavga ederlerdi. Medine’de Yemen asıllı Evs ve Hazrecler bile aynı şehirden (hemşehri) oldukları halde geçinemezlerdi. Bazı hadiseleri okuyunca ya da izleyince söylenenlere de inanmıyor insan… İslamiyet öncesinde Arap toplumunda kadına değer verilmediği okutuldu, ilkokuldan beri. Ancak olaylara bakıldığında, mantıklı irdelendiğinde farklı kanaatler de uyandırıyor insanda! En bilinen örnek Peygamberin büyük düşmanlarından Ebu Süfyan’ın karısı Hind. Bu hatun, kölesi Vahşi’den, Hz. Hamza’yı öldürmesini ve karaciğerini kendisine getirmesini istiyor. 625 yılında Mekkelilerin ikinci saldırısı Müslümanlar tarafından Uhut Dağı eteklerinde karşılanıyor. Arap savaş geleneğine göre, savaşacak olan iki taraf karşı karşıya geldiğinde önce sözle sataşırlar, sonra iki taraftan da birer kişi ortaya çıkar ve dövüşürler… Bedir Savaşı’nda Hz. Hamza kahramanlıklar göstermiş bir yiğit insan… 102

Uhut Savaşı’nda İslam ordusunda şehit düşen 74 kişiden biri Hz. Hamza. Vahşi adlı kölenin attığı mızrak ile ölmüştü. Vahşi, Hamza’nın karaciğerini çıkarıp Kureyş orduları başkumandanı Ebu Süfyan’ın karısı Hind’e götürmüş o da çiğnemişti. İşte bu olayda Ebu Süfyan’ın karısı Hind’i evinde sözü geçen bir otorite olarak görüyoruz. Kim demiş ki kadının değeri yok! Kölesini nasıl kullanacağını da biliyor… Neyse, bu vahşiliği anlayabiliyoruz. Neticede elleriyle şekil verdikleri hurma hamurundan putlara tapıyorlar. İnançları o kadar, yaptıkları iş de bu kadar! Mekkelilerin genelde, hicret öncesinde Müslümanlara yaptıkları eziyet çok büyük. Ancak Müslümanların Peygamberinin insanlığı da çok büyük… 630’da Mekke’nin fethine karar verdiği zaman bu fikrini çok az kişiye söylüyor. Yani bir devlet adamında olması gereken ketumiyet var! İslam ordusu 10.000 kişiyle Mekke’yi kuşattığında, baş düşmanı Ebu Süfyan bu sırada İslamiyet’i kabul etmiştir. Samimi olmadığı, şahsi menfaatlerini korumak endişesi ile İslamiyet’i kabul ettiği bilinmektedir. Son Mekke muhaciri Abbas’a (Hz. Peygamber’in amcası) yeğeninin gerçek bir peygamber olduğuna inandığını değil, onun muhteşem bir hükümdar olduğunu söylemiştir. Ebu Süfyan ile Hz. Muhammed arasında kuşatma sırasında alınan kararları, Ebu Süfyan, Mekke’ye dönerek hemşerilerine bildirdi. Buna göre, her kim Ebu Süfyan’ın evine sığınır veya silahını bırakıp evine kapanırsa hayatı ve malı emniyette olacaktır. Mekkeliler birkaç müfrit dışında direniş göstermediler. Mekkelilerin Müslümanlara yaptıklarını Hz. Muhammed affetmişti… Araplar, Peygamberimizin bu davranışından, dinimizin güzellik ve iyilik temelinde, insan ilişkilerini değerlendirdiğinden bîhaber olarak cinayetlerini sürdürüp gittiler… Birkaç örnek vermek istiyorum… 103

Hz. Muhammed’in yerine, onun Medine’de kurduğu İslam Devleti’ni yönetmek ve din başkanlığı görevini de yerine getirmek üzere işbaşına gelen yöneticilere Halife denir. İlk dört Halife (Hulefayi Raşidin. Yani meşru halifeler) döneminde halifeler bir nevi seçimle işbaşına geldiler. Dört halifeden ilki, Hz. Ebubekir eceliyle öldü sadece. Diğer üçü Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali öldürüldüler… Hz. Ömer adaletiyle tanınıyordu, ancak 644’te İranlı Firuz tarafından çok vergi aldığı iddiasıyla, hem de camide namaz kıldırırken, hançerlenerek şehit edildi. Hz. Osman, onun yönetiminden memnun olmayanlar tarafından haksızlık yaptığı, kendi akrabalarını kayırdığı iddiaları ile evinde Kur’an okurken şehit edildi. Hz. Ali ise Hariciler tarafından şehit edildi. Hz. Ali’nin şahadeti ile Halifelik Kureyş kabilesinin Ümeyye ailesinden Muaviye bin Ebu Süfyan’a geçti. Bu nedenle merkezi Şam olan yeni İslam Devleti’ne EMEVİLER dendi. Emevilerin hâkimiyetini Irak halkı kabul etmedi ve Hz. Ali ve Fatma’nın büyük oğlu, Hz. Muhammed’in torunu Hasan’ın halifeliğini benimsediler. İslam dünyasında bölünme, istenmeyen bir durumdu ve bu noktada fedakârlık Hz. Hasan’dan geldi. Muaviye ile anlaşarak halifelik iddiasından vazgeçti. Anlaşmalarına göre Muaviye de halifeliği saltanata dönüştürmeyecek, kendisinden sonra tekrar halifeler seçimle belirlenecekti. Oysa Muaviye bu düşünceyi hiçbir zaman benimsememiştir. Hz. Hasan’a verdiği sözden kurtulmak için Hasan’ı zehirletti. Hatta dul kalan eşiyle de evlendi. Muaviye, Hasan’dan kurtulunca oğlu Yezit’i veliaht tayin etti ve ölümünden sonra da oğlu Yezit Emevi halifesi (hükümdarı) oldu. Artık halifelik babadan oğla geçen bir saltanat haline gelmişti. Ancak Yezit’in halifeliğini yine Irak halkı kabul etmedi. Hicaz’da bulunan, Hz. Ali ve Fatma’nın küçük oğlu Hüseyin’i 104

(625-680) Irak’taki Kûfe’ye çağırdılar. Hüseyin, kadın ve çocuklar dışında 200’ü bulmayan bir kafileyle yola çıktı. Sene 680. Yezit’in emriyle Kûfe Valisi Ubeydullah’ın gönderdiği bir devriye kuvvetinin kumandanı olan Hürr ve askerleriyle karşılaşan kafile Fırat’a yakın kurak ve ıssız bir çöl bölgesi olan Kerbela’da konakladılar. (2 Muharrem 680). Yine Kûfe Valisi’nin gönderdiği 30.000 kişilik bir kuvvet o bölgeye geldi. Hüseyin’e teslim olmasını teklif etti. Hüseyin bu teklifi reddetti. Yezit’in ordusu tarafından Kerbela’da kuşatılan Hüseyin ve yanındakilerin 7 Muharrem’den itibaren Fırat’tan su almaları önlendi. 10 Muharrem günü (Aşure günü) savaş başladı. Hüseyin’in yakınları öldü. Hüseyin altı aylık çocuğu küçük Ali’yi (Ali Asgar) düşman saflarının karşısına götürdü ve kendisini Yezit’e biat etmediği için suçlu saydıklarını fakat bu küçük çocuğu niçin susuz bıraktıklarını sordu. Ali Asgar, Hüseyin’in kucağında iken ok atılarak şehit edildi. Hasta olarak yatan ve imamlığı devam ettirecek olan oğlu Ali’den (Zeynel Abidin, Seyyid üs Sacidin) başka kimse kalmayınca, Hüseyin kadın ve çocukları kız kardeşi Zeynep ile Ali’ye emanet etti. “Hak yolunda ölmek, yük altına girmekten evladır” anlamında bir beyit okuyarak savaş meydanına girdi. Yapılan bir saldırıda atından düşürüldü. Yetmişe yakın kılıç, ok ve mızrak yarası aldı. Sinan bin Enes Nahaî, boynuna ve göğsüne mızrak sapladı. Bir rivayete göre Nahaî, daha yaygın bir rivayete göre de Zilcevşen oğlu Şimr, Hüseyin’in başını bedeninden ayırdı. Bu olay Hz. Muhammed’in ölümünden sadece 48 yıl sonra meydana geliyor. Gerçi tüm İslam dünyasında lanetlendi ama olan olmuştu bir kere! Devam edelim… İslamiyet’in ortaya çıkışını takip eden ilk iki yüz yıl içinde kin ve nefretin neler yaptırdığını görelim…

105

Emevi Devleti’nde, daha 732 Puvatya yenilgisinden sonra fetihler sona ermiş, devletin en önemli gelir kaynağı olan ganimetin devlet hazinesine girişi de durmuştu. Şam’da Bizans hükümdarları gibi şatafat içinde yaşayan Emeviler, bu hayatı sürdürebilmek için halktan ağır vergiler almakta, yoksullara yardım kandırmacasıyla toplanan fitre ve zekât, sefih hayatlarına devam için kullanılmaktadır. Emevilerin Arap politikası, İslam dünyasında birçok bölünmeye sebep olduğu gibi Araplar içinde bile Emevi saltanatına karşı muhalefeti giderek güçlendirmektedir. Hariciler, Şiiler ayrı ayrı Emevilere karşı yıkıcı faaliyetlerini sürdürmektedir. Emevi Devleti’ne vurucu darbe Hz. Muhamed’in amcası Abbas’ın soyundan geldi. İran kökenli Horasanlı Ebu Müslim’in desteğini alan Ebülabbas Abdullah, Irak’ta Halife ilan edildi. Yeni Halife’nin amcası Abdullah Bin Ali, Zap Suyu kıyısında son Emevi Hükümdarı II. Mervan’ı büyük bir bozguna uğrattı. Önce Şam’a sonra Mısır’a kaçan II. Mervan, Mısır’da yakalandı ve öldürüldü. Bununla kalınmadı, Emevi büyükleri kılıçtan geçirildi. Bu yetmedi, kinleri yatışmadı, ölen Emevi halifelerinin (bir-ikisi hariç) mezarları açıldı ve kirletildi… Bunları yapanın (Abdullah Bin Ali), Abbas’ın soyundan geldiğini hatırlatmakta zorlanıyorum… Bu nasıl nefret, kin, insanlık dışı duygu… Abbasiler döneminde her şey güllük gülistanlık olmadı doğal olarak, içinde bu duyguları kanla beslemiş olanların kan içmeye devam etmeleri beklenebilir! Abbasi Devleti’nin ilk Halifesi olan Ebülabbas, Seffah lakabıyla tanınmıştır. Çıkan ayaklanmaları çok kanlı şekilde bastırdığı için “Kan dökücü” anlamına gelen bu lakap verilmiştir. Halifeliğin kendi hakkı olduğunu ileri süren, Emevi Devleti’nin yıkılmasında birinci derecede rol oynayan Abdullah Bin Ali, Ebu Müslim kullanılarak ortadan kaldırıldı. 106

Devletin kuruluşunda hizmetleri görülen Ebu Müslim’in, özellikle İran-Horasan bölgesinde nüfus sahibi olmasından rahatsızlık duyan Ebu Cafer Mansur (ikinci halife), Ebu Müslim’i öldürtmekten çekinmemiştir… Ancak Ebu Müslim’den sonra yine bir Horasan kökenli ve Abbasi Devleti’nin kurulmasında büyük hizmetlerde bulunmuş olan Bermekoğulları işbaşına getirilmiştir. Bu aileden Halit, Harun Reşit’e hocalık yapmıştı. Harun Reşit, Halit’in oğlu Yahya’yı kendisine vezir yaptı. Cafer ve Fazlı’da büyük memuriyetlere getirdi. Özellikle Cafer’i kendisine nedim yapmış ve saray işlerini ona bırakmıştır. Harun Reşit dönemi en parlak dönem olmakla beraber, tarih bakımından en büyük hatasını Belmekoğullarına karşı gösterdiği haksızlıkla yapmıştır. Belmekoğullarından, önce Cafer’i öldürtmüş, ailenin malına mülküne el koyup Bağdat’tan sürdürmüş ve taraftarlarını da idam ettirmiştir. Bu olayın nedeni bugün de bilinmemekle birlikte ailenin nüfuzunun artması, aileye toplum tarafından duyulan saygı, Abbasi hükümdarını rahatsız etmiş olabilir diye düşünmemize sebep olmaktadır… Eveeet… Gel zaman, git zaman yıl 1258 oldu. Doğudan Moğolistan’dan gelişen bir tehlike batıda İslam dünyasını tehdit ediyordu… Cengiz Han liderliğinde Moğollar, egemenlikleri altındaki toplumları tir tir titreterek, hâkimiyet alanlarını genişletiyorlardı. Harzemşahlar Devleti’ni ortadan kaldırarak ülkesine geri dönen Cengiz Han’ın 1226 yılında ölümünden sonra ülkesi oğulları ve torunları arasında bölündü. Çin’de Kubilay Hanlığına bağlı devletler ortaya çıktı. Altınorda, Çağatay, İlhanlılar gibi… Merkezi Tebriz olan İlhanlı Devleti, İran ve Horasan’a hakimdi. 107

Yıl 1258’di ve Bağdat’ta Halife, Mustasım’dı. Cengiz’in torunu Hülagü Han, kuvvetli bir Moğol ordusu ile Bağdat’a geldi. Elli gün süren bir kuşatmadan sonra Bağdat’a giren Moğollar görülmedik derecede vahşet gösterdiler. Halkı insafsızca kestiler. Beş yüz yıldan beri, koca İslam imparatorluğunun, İslam kültür ve uygarlığının merkezi olan Bağdat’ı baştanbaşa talan ettiler, ne buldularsa yağma ederek, bütün sanat eserlerini yakıp, yıktılar. Evet bunlar, bunu yapanlar Moğollardı ve Moğollar bu işleri yaparken henüz İslamiyet’i kabul etmiş değillerdi… Onlardan beklenirdi de… Abbasilerin Emevilere yaptığını 500 yıl sonra Moğollar da Abbasilere yapıyorlardı. Peygamberimizin ölümünden 20-25 yıl sonra iktidar için birbirlerini katleden Araplar, 1400 yıl sonra bugün daha ileri bir noktadadırlar doğal olarak. Arap dünyası, öyle işte… Bunu çok iyi tahlil eden Amerikalılar, Irak’ta fitne tohumlarını ektiler, çekiliyorlar. Artık Sünni’si, Şii’si, şusu busu birbirlerini yesinler dursunlar!

108

“Kendi kendini tanı!” SOKRATES

109

III. MUSTAFA’DAN GÜNÜMÜZE Yıkıluptur bu cihan sanma ki bizde düzele Devleti, Çarh-ı deni verdi kamu mübtezele. Şimdi erbab-ı saadette gezen hep hazele İşimiz haldı heman merhamet-i lemyezele” Çarh: Felek, Talih Deni: Alçak-soysuz Kamu: Bütün, Cümle, Hepsi-Herkes, ülke halkı Hazele (Tek-Hazl): Alçaklar, Yüzsüzler, Adiler. Mübtezele: İtibarsız-haysiyetsiz Erbab-ı Saadet: Yetkililerin bulunduğu yer (Saraydaki yetkililer olabilir) Lemyezel: Yok olmaz-Zeval bulmaz, Daimi Merhamet-i Lemyezele: Daimi Merhamet (Tanrı’nın merhameti) Bu cihan yıkılmaktadır, bizde düzeleceğini sanma. Kötü talih Devleti, toplumu itibarsız yaptı. Şimdi sarayda gezen yetkililer hep alçak. İşimiz kaldı artık Tanrı’nın merhametine

III. Mustafa bugünleri de mi görmüş acaba? 110

ENDERUN Kelime anlamı; bir şeyin iç yüzü. Eskiden saraylarda harem ve hazine dairelerinin bulunduğu kısım. Osmanlı saraylarında, yüksek devlet adamı ve komutan yetiştiren eğitim kurumları-Saray Mektebi. İlk Enderun Mektebi’ni I. Murad (Hüdavendigâr) Edirne’deki eski sarayda kurdurdu. Bu mektep üç sınıflıydı. Birinci sınıfa Seferli Koğuşu, ikinci sınıfa Kiler Koğuşu, üçüncü sınıfa da Hazine Koğuşu denilirdi. Mektepte Kur’an, ilmihal (din işleri kitabı), tecvid (Kur-an’ı uygun telaffuzla okuma) akaid ve mesaili diniye (dini meseleler) okutulurdu. Sultan Murad II. devrinde ise bu derslere tefsir, fıkıh, hadis, efraiz (miras hukuku), şiir ve inşa, musiki, heyet, (astronomi), hendese, (geometri), coğrafya, ilmi kelam, siyer-i nebevi (Peygamberin seferleri), mantık, belagat, felsefe dersleri eklendi ve bu dersleri okutmak için çeşitli İslam ülkelerinden bilginler getirildi. Mehmet II. (Fatih) döneminde İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda açılan Enderun, bir yüksek okuldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun en yüksek dereceli öğrenim müesseselerinden biriydi. Fatih bu mektebe, öğrencilerin çeşitli sanat dallarındaki kabiliyetlerini geliştirmek için sanatkârlar ilave etti. Bunun sonucu Enderun Mektebi’nden hattat, müzehhib, tuğrakeş (tuğra çeken), katı (oymacı) ve ressamlar yetişecekti. II. Bayezid döneminde, Enderun Mektebi’ne büyük bir önem verildi ve öğrencilerin bedeni kabiliyetlerini de geliş-

111

tirmeleri için cündilik (binicilik), silahşorluk, kemankeşlik (okçuluk) talimleri arttırıldı. Devşirme Kanunu’nun uygulandığı dönemlerde Acemi Oğlanlar Ocağı’ndan, uzun boylu, yakışıklı, zeki olanlar Enderun’a seçilirlerdi. Devşirme sistemi kaldırıldıktan sonra, köleler alınmaya başlandı. Enderun Mektebi’nden yetişenler, zamanla devletin önemli mevkilerinde görev aldıklarından, devlet ileri gelenleri de çocuklarını bu mekteplere verirlerdi. Öğrenim süresi 14 yılı bulan Enderun Mektebi teşkilat bakımından orijinaldi. “Oda” denen 7 daireye bölünmüştü. Bir çeşit sınıf olan bu 7 odanın isimleri en basitten en yüksek dereceliye doğru şöyleydi; Küçük Oda, Büyük Oda, Doğancı Odası, Seferli Odası, Kiler Odası, Hazine Odası ve Has Oda. Küçük ve Büyük Odalarda yani Enderun Mektebi’nin tahsil basamaklarında XVI. yüzyıl sonlarına kadar kadro, 160 öğrenciden ibaretti. Sonradan 400’e kadar çıktı. Bu sınıflarda bulunan gençler Türk, Arap ve Fars dilleri ve edebiyatını, dini ve askeri ilimleri okur, spor yapar, her türlü silahı kullanmasını öğrenir, saray protokolünün bütün inceliklerini ezberlerdi. Kabiliyetleri olanlar, güzel sanatların; musiki, hat, minyatür, tezhip gibi çeşitli dallarına ayrılırlardı. Bir yandan da fiilen saray hizmeti görürler, bunun için gündelik ücret alırlardı. Doğancı Odası 1675’te kaldırıldı. Bundan dolayı Büyük Oda öğrenimini bitiren Enderun öğrencisi bu tarihten sonra, 1625’te kurulmuş olan Seferli Koğuşu’na alınmaya başlandı. 1831’e kadar varlığını sürdüren Seferli Koğuşu’nda XVII. yüzyıl sonlarında 100 kadar öğrenci vardı. Bu sınıfa giren bir genç artık subay sayılırdı. Bu sınıfın amiri “Saray Kethüdası” denen Albaydı. Kethüda ile beraber 12 subay bu sınıfta eğitim verirlerdi. 112

Seferli Koğuşu’ndan sonra gelen sınıf Kiler Odası idi. Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulmuştu. 1772’de 144 öğrenci vardı. “Kilercibaşı” denen Albay’ın 7 yüksek rütbeli subayla beraber sorumlu bulunduğu bu Oda’nın mensupları, bir yandan padişahın yiyeceği ile ilgili hizmetlerde bulunur, bir yandan da öğrenim ve eğitimlerine devam ederlerdi. Kiler Odası’nın üstündeki Hazine Odası’nı da Fatih kurmuştur. Bu odada 1772 yılında 157 öğrenci subay vardı. Dairenin amiri “Hazinedarbaşı” denen ve rütbesi sancakbeyi yani tümgenerale eşit bir subaydı. Maiyetinde 5 yüksek rütbeli subay vardı. Hazine dairesinden başka 2000 kadar işçi çalıştıran, saray atölyelerinden sorumluydu. Hazine Odası’nın (dairesinin) en önemli ödevi 2 daire halinde 4 büyük salonu kaplayan Enderun Hazinelerini korumaktı. Bu hazinelerde milyonlarca parça mücevher, sandıklar dolusu altın ve gümüş para, pek değerli kürkler, halılar, şallar, akla gelebilecek her türlü antika eşya saklanırdı. Bu eşyanın bütün vasıflarıyla yazılı bulunduğu 2 büyük defterde yapılacak en küçük bir kalem oynatması için, baş defterdarın yani maliye bakanının imzası şarttı. Her padişahın en az bir takım elbisesinin hatıra olarak hazinede saklanması gelenekti. Hazinedarbaşı’nın günde 24.000 lira tutarında maaşı vardı (1976’ya göre). Saray hizmetinden ayrılırsa beylerbeyi yani orgeneral olurdu. Hazine Kethüdası denen yardımcısının da rütbesi sancakbeyi idi ve bu da yükselirse beylerbeyliğine atanırdı. Hazineyi kapayıp açmak vazifesi, Hazine Kethüdası’na aitti. Yeryüzünde devrin padişahından başka hiç kimse, Hazine Dairesi’ne yalnız sokulmazdı. Padişah ise tek başına girebilirdi. Padişah bulunmadığı zaman hazineye girmek icap edince 20-30 kişi birden girmesi kanundu. “Hazine-i Hümayun” denen bu imparatorluk hazinesi, tahta çıkan her yeni padişaha zabıt düzenlenerek teslim edilirdi. Milli müze özelliğinde olduğu için, hükümdarın şahsi malı değildi. Hazinedeki tarihi eşyayı padişah 113

satamaz ve kimseye veremezdi. Ancak nakit parayı harcayabilirdi. Enderun’un en yüksek kademesi, “Has Oda” denen sınıftı. Fatih devrinde 32 subayla kurulmuş, Yavuz’un emriyle subay sayısı 40’a yükseltilmişti. Öyle kaldı. Ancak Padişah Has Oda’nın birinci subayı sayıldığı için gerçekte Has Oda mensuplarının sayısı 39’dan ibaretti. Odanın en yüksek rütbeli subayları sırasıyla Hasodabaşı, Silahdar, Çuhadar (padişahın yağmurluğu, giysileri ile ilgilenir) ve Rikabdardı (padişahın atının üzengisini tutan). Bu generallere “Arz Ağaları” denirdi. Çünkü kimseden izin almadan hükümdarla görüşebilir, mabeyincilik (padişahın sarayda hizmetine bakan) görevinde de bulunurlardı. XVII. yüzyıl başlarında Silahdar, Hasodabaşı’nı geride bıraktı ve Has Oda’nın başı oldu. Has Oda’ya giren her subay, şahsen padişaha takdim edilirdi. Enderun’un diğer dairelerinde böyle bir adet yoktu. “Mukaddes Emanetler” denen ve hâlâ Topkapı Sarayı’nda bulunan, dinî büyük değer taşıyan eşyanın muhafazasından Hasodabaşı sorumluydu. Yüksek gündelik maaşlarından başka gelirleri de olur, sık sık padişah ihsanı alırlardı. (1772’de 1500-1200700 lira) Has Oda’nın diğer büyük subayları arasında Hünkâr Müezzini, Sır Kâtibi, Sarıkçıbaşı, Başçuhadar, Kahvecibaşı, Berberbaşı, Tüfekçibaşı, Tırnakçıbaşı sayılabilir. Bunların görevleri, isimlerinden anlaşılmaktadır. Mesela Berberbaşı, padişahın saç, sakal tıraşını yapardı. Bir şehzadenin ilk saç ve sakal tıraşını yapmak görevi de Berberbaşına aitti ve bu takdirde 500.000 lira tutarında büyük bir bahşiş alması gelenekti. Bu görevliler padişahla şahsen devamlı surette ilgili oldukları için büyük nüfuz sahibiydiler.

114

Hasodabaşı ve Silahdar’ın rütbeleri vezire yani mareşale eşitti. Saraydan çıkınca doğrudan doğruya sadrazam yani başbakan olan Hasodabaşılar ve Silahdarlar vardır. Has Oda’nın en kıdemsiz subayı bile saray hizmetinden çıkınca Alaybeyi olurdu. Bir sınıftan diğer sınıfa geçmek için kabiliyet ve başarıya bakılırdı. Birkaç yıl içinde Has Oda’ya kadar ilerleyenler görülürdü. Enderun kanunları pek sıkıydı. Düzenlenmemiş, tesadüfe bırakılmış hiçbir şey yoktu. Yatılacak, kalkılacak, dinlenilecek zamanlar dakika şaşmazdı. Enderun öğrencileri ilmî öğrenimlerini, medreselerden getirilen müderrislerden, askeri eğitimlerini de yukarıda anılan subaylarından görürlerdi. Silahdar Ağa, bütün sınıflardaki öğrencilerin derslerden ne kadar faydalandıklarını teftiş ederdi. General derecesindeki Enderunlular haftada bir geceyi saray dışında geçirebilirlerdi. Yüksek rütbeli subaylar gece saraya dönmek koşuluyla haftada bir gün izne çıkarlardı. Kıdemsiz subaylar ancak ağalarının nezaretinde şehre inebilirlerdi. General rütbesinde olmayanlar evlenemezler, evlenirlerse saray dışına rütbelerine uygun bir göreve çıkarılırlardı. Bu sıkı disiplinin amacı, Enderunluların her çeşit insanla temaslarını önleyip terbiyelerinin bozulmamasını sağlamak, hükümdarın şahsına ait hizmetlerin aksamaması, saray haberlerinin dışarıya sızmasını önlemekti. Enderunlular genellikle 30 yaşını bulmadan saraydan çıkarlardı. Enderun Mekteplerindeki eğitim ve öğretim Sultan Mahmud II. devrine kadar bu şekilde sürdü. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması üzerine ordu için Enderun’dan çok sayıda subay alınması mektebin düzenini bozdu. Tanzimat’tan sonra modern mekteplerin açılması, Enderun kökenli devlet görevlilerinin başarılı olamayışı üzerine önemini 115

kaybetti. 1833’de Galatasaray Enderun Mektebi kapatılmıştı zaten, 1908 Meşrutiyeti’nden sonra hepsi kapatıldı. Düşünüyorum da Saray’da, Harem’de, Enderun’da onlarca güzel kadın ve yüzlerce yakışıklı, genç, sağlıklı Enderunlular… Üstelik Enderunluların çoğu haftada bir gün, o da gece dışarıda kalmamak şartıyla saraydan çıkabiliyorlar… Bilmem acaba çok mu fesadım? Sizin de aklınıza geliyor mu?

116

“Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek bile, ancak kendi aklımızla akıllı olabiliriz.” MONTAIGNE “DENEMELER”

117

OSMANLILARDA KARANTİNA UYGULAMASI Tarihte karantinalar vebalı ve cüzamlıların tecridi için kurulmuş misafirhanelerdi. İlki 1348 yılında Venedik’te SainteMarie-de Nazareth Adası’nda kuruldu. XVI. yüzyılda Marsilya’da şüpheli gemiler için bir karantina yeri açıldı. Tıp okulunun açılması gibi sağlık işleriyle ilgili ilk yenilikler II. Mahmut zamanında başlamıştır. Bunlardan biri de karantina usulünün uygulanmasıdır. III. Mustafa’nın (1757-1774) Prusya Kralı’na elçi olarak gönderdiği Ahmet Resmi Efendi, Avrupa’dan döndükten sonra, orada gördüğü karantina usulünün yararlarını anlatmaya kalkınca zamanın ileri gelenlerinden biri tarafından “Akılsızlıkla” azarlanmıştı (Niyazi Berkes). İslam dünyasının öteki bölgelerinde de bu karantina sorunu XIX. yüzyıl başlarında ulema arasında tartışılan bir konu olmuştu. Özellikle Tunus’ta Hanefi müftüsü Şeyh Muhammed Bayram ile Maliki mezhebinden müderris Şeyh Muhammed Menai arasında uzun tartışmalara yol açan bu konuda, Hanefi Müftü, karantinanın şeriat açısından yalnız caiz değil, üstelik vacip olduğunu ileri sürerken, Maliki müderrise göre “Karantina, Tanrı’nın kaza ve kaderinden kaçmaya kalkışmak” demekti. II. Mahmut zamanında karantina uygulanmasını gerektiren başlıca neden 1831 ve 1833 arasında Hindistan’dan gelerek Yakındoğu yolu ile Avrupa’ya yayılan korkunç kolera salgını olmuştu. Koleranın Avrupa’ya yayılmasında bir köprü durumunda 118

olan Osmanlı ülkelerinde, karantinanın uygulanması gerektiği için, II. Mahmut’un emri ile bu yolda ilk adımlar atılmıştır. Şeyhülislam Mustafa Asım Efendi (Mekkî Zâde 1832-1845) karantinanın şeriata uygun olup olmadığı konusunda fetva verebilmek için öncelikle Kur’an’a başvurdu. Cevap bulamayınca hadislerde araştırma yaptı. Hz. Muhammed’in son seferi olan Tebük Seferi sırasında söylediği bir hadisi, karantinaya gerekçe teşkil edecek şekilde aldı. Olay şudur; Hz. Muhammed, 631 yılında Bizans ile ilgili olarak gelen bir haber üzerine Medine’den kuzeye doğru sefere çıkar (Tebük Seferi, son seferi). Habere göre Bizans İmparatoru, İslam dünyasına doğru harekete geçmiştir. Arap yarımadasının kuzey sınırı sayılabilecek bir yer olan Tebük’e gelindiğinde imparatorun İran üzerine sefere çıktığı anlaşılır ve geri dönüş kararı alınır. Ancak orduda bulunan bazı komutanlar Tebük’e kadar gelindiğine göre Şam’a gidilmesini ve alınmasını isterler. Şam o zaman da son derece önemli bir şehirdir. Fakat alınan duyumlara göre Şam’da o sıralarda veba salgını vardır. Hz. Muhammed bunu duyunca; “Veba olan yere girmeyiniz” der. Mustafa Asım Efendi bu hadisi şerifi, “Kötülüklerin dışındaysanız, içine girmeyiniz” şeklinde tespit ettikten sonra karantina uygulanmasının dinen de caiz olduğu yolunda kararını verdi (Fetva). Nur içinde yat Mustafa Asım Efendi! Ya karantinayı sen de Tunus’taki Maliki müderris gibi “Tanrı’nın kaza ve kaderinden kaçmaya kalkışmak” olarak yorumlasaydın ve olur vermeseydin, ne olurdu hali Osmanlı halkının? Hızlı tren faciasında 39 kişinin ölümünü “Kaderleri öyleydi” deyip geçiştirmeye çalışanların Maliki müderristen ne farkı var acaba?

119

II. MAHMUT VE RUSÇUK AYANI ALEMDAR MUSTAFA PAŞA III. Selim’in yaptığı ıslahat hareketlerini, yeniçeri ordusu dışında ilk kez kurulan Nizam-ı Cedit Ocağı’ndan dolayı “Nizam-ı Cedit” olarak adlandırıyoruz. Islahatçı bir kadroya sahip olmadığı, karakter olarak adını anımsatan, halim ve selim bir kişiliğe sahip olduğu, ikiyüzlü yöneticilerle birlikte çalışmak zorunda olduğu ve en önemlisi XVII. yüzyıldan beri disiplinsiz davranışlarını gördüğümüz, politize olmuş bir Yeniçeri Ocağı’nın varlığı yüzünden, yapılan ıslahat çalışmaları geri teper. Kabakçı Mustafa adlı bir yeniçeri yamağının etrafına topladığı başıboş, yeniliklere karşı bir gurubun ayaklanmasıyla Nizam-ı Cedit döneminin sona erdiğini görüyoruz. Kabakçı Mustafa İsyanı’nda, isyancıların özellikle Nizam-ı Cedit askerlerinin eğitim, donanım, giyim, kuşam konularını dile dolamış olmaları “Gâvur kıyafeti” diye nitelendirmeleri, ayaklanmanın irticaî özelliğini göstermektedir. III. Selim’i tahttan indiren asiler, IV. Mustafa’yı tahta çıkardılar (1807). Asiler ellerine geçirdikleri Nizam-ı Cedit erlerini katlettiler. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Tuna boylarında Ruslarla savaş durumundaydı. (1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı). İstanbul’daki katliamdan kaçabilen Nizam-ı Cedit erleri, Tuna boylarında Rusçuk Ayanı olan Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına giderek yardım istediler. Kapısında 10.000 silahlı adamı bulunan Alemdar, III. Selim’i çok sevdiği ve öldürülmesinden endişe ettiği için adamlarıyla İstanbul’a geldi. Bu arada Kabakçı Mustafa kendini Boğaz Nazırı tayin ettirmiş, yandaşlarını da önemli mevkilere getirmişti. IV. Mustafa asilere yakayı kaptır120

mış görünüyordu. Alemdar, İstanbul’a gelince önce asileri temizledi, sonra saraya yürüdü. Bu sırada sarayda IV. Mustafa’nın akıl hocaları, iki kişiyi ortadan kaldırmadığı takdirde, tahtta kalamayacağını söylüyorlardı. İki kişiden biri tahttan indirdiği III. Selim diğeri veliaht Şehzade Mahmut’tu. Osmanlı tarihinde İstanbul isyanlarının hiçbir zaman amacı padişahlığı Osmanlı soyunun elinden almak olmamıştır. Asiler, mevcut padişahı, eğer yerine aynı soydan tahta çıkarabilecekleri bir şehzade varsa tahttan indirmişler, yoksa dokunmamışlardır. Bu nedenle IV. Mustafa iki veliahdı ortadan kaldıracak olursa yerine geçirilecek bir şehzade kalmayacağına göre, Alemdar onu tahttan indiremeyecektir. IV. Mustafa derhal cellâtları III. Selim’in ve Şehzade Mahmut’un dairesine yollar. III. Selim ney üflemektedir. Mücadele verdiyse de şakağından aldığı darbeyle vefat eder. Şehzade Mahmut ise yanında bulunan cariyelerin cesareti ve mücadelesi sayesinde odasından sarayın çatısına kaçmaya muvaffak olur. Alemdar saraya, III. Selim’i tekrar tahta çıkarmak için geldiyse de cesedi ile karşılaşır. Artık ağlamak boşunadır. Halen hayatı tehlikede olan Şehzade Mahmut’a yardım edilir ve IV. Mustafa tahttan indirilerek yerine II. Mahmut getirilir. II. Mahmut canını ve tahtını Alemdar’a borçludur. Onu sadrazam yapar. Alemdar bir yıl kadar bu görevde kalır. Sened-i İttifak adıyla bildiğimiz belge bu dönemde (7 Ekim 1808) gerçekleşir. Alemdar, kendisi gibi ayan (derebeyi) konumuna gelmiş olan kişileri, saraya davet ederek, hepsi gelmemiş olsa bile, onların varlığını kendi kendilerine elde etmiş oldukları hakları padişaha kabul ettirir. Buna karşılık ayanlar da padişaha bazı konularda yardımcı olacaklardır. Böylece padişahla ayanlar arasında karşılıklı vaatlere dayanan ve tarihimizde demokratikleşme konusunda ilk adım olarak kabul edilen bir belge ortaya çıkmıştır. Mutlak bir monark tarafından varlıkları asla kabul edilmek istenmeyen ayanların, bir sözleşme ile kabul edilmesi, hüküm121

darın yetkilerini ilk kez sınırlandırması bakımından önemli bir belge olarak kabul edilir. II. Mahmut bu belgeyi tabii ki canını ve tahtını borçlu olduğu Alemdar yüzünden ve istemeyerek imzalamıştır. O noktada padişah güçsüzdür! Alemdar bir yıl kaldığı sadrazamlık görevi sırasında askeri ıslahata da girişti. Kabakçı İsyanıyla ortadan kalkmış olan Nizam-ı Cedit Ocağı’nın yerine Sekban-ı Cedit adıyla yeni bir ocak kurdu. Ancak biliyoruz ki; Yeniçeri Ocağı varken, onun dışında kurulan ocakların yaşama şansı yoktur. Sekban-ı Cedit Ocağı’nın varlığını, kendi gelecekleri açısından tehdit olarak gören yeniçeriler, Alemdar’ın bu çalışmalardan sonra devlet işlerinden uzaklaşmasını takibe almışlardır. Fırsat buldukları zaman onu ortadan kaldıracaklardır. Ve… O zaman gelir çatar. Bir Kadir Gecesi konağını çevirirler, tehditler savrulur. Alemdar yanındakilerin hemen hepsini konaktan çıkarır. 400 kadar yeniçeri konağın damına çıkmışlardır. Son dakikaya kadar, padişahtan yardım gelebileceğini umar. Alemdar ümidini kestiği anda yanındaki 2-3 kişi ile konağın cephane bölümüne ateş eder ve çatıdaki yeniçerilerle birlikte yok olurlar. II. Mahmut kendini tahta çıkaran Alemdar’a karşı minnet borçlu olduğu için serbest değildir. Şimdi artık padişahlık yapacaktır. Sened-i İttifak’ı tanımaz, merkezî otoriteyi yeniden güçlendirmek için ayanlarla dişe diş, göze göz mücadeleye başlar. Sekban-ı Cedit Ocağı da kapatılmıştır. Eşkinci Ocağı kurulur ama nafile; yeniçeri ortalarından çekilerek oluşturulan ocakta zihniyet Yeniçeri Ocağı ile aynıdır. Ne talim isterler, ne disiplin. II. Mahmut, Eşkinci Ocağı’nı da kapatır. Haziran 1826’da da Yeniçeri Ocağı’nı kapatarak Vaka-yi Hayriye’yi (Hayırlı olay) gerçekleştirir. Padişah tahta çıkarmak zor zanaat vesselam!

122

GÂVUR PADİŞAH, GÂVUR AHMET Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyılda gördüğü en değerli hükümdar olarak tanımlayabileceğimiz II. Mahmut, devletin eskimiş ve işlemez duruma gelmiş birçok kurumunu, gerçekleştirdiği radikal reformlarla işler hale getirmiş, Avrupa’da ortaya çıkan ve yayılan insan hakları konusunda, öncülük yapan bir hükümdar olmuştur. Divan teşkilatını kaldırarak kabine sisteminin temelini oluşturmuş, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak merkezi otoriteyi güçlendirmeye çalışmış, müsadere usulünü kaldırarak kişi mülkiyetinin (mülkiyet hakkının) kabul edilmesini sağlamıştır. Din ve vicdan özgürlüğünü ifade etmiş, kılık kıyafet alanında da önemli düzenlemeler getirmiştir. Fes, memurların zorunlu başlığı olmuştur. Batıya öğrenci gönderilmesi, posta teşkilatı ve karantina uygulaması ve resmi dairelere portresini astırması gibi yenilikler onun döneminde gerçekleşmiştir. Özellikle kılıkkıyafet alanındaki düzenlemeler, her zaman olduğu gibi toplumda (bugün bile kemikleşmiş bir grup olduğunu biliyoruz) tepki ile karşılanmıştır. Kendisine “Gâvur Padişah” lakabı takılan II. Mahmut, gerçekleştirdiği ıslahatlarla devletin birkaç soluk daha almasını sağlamıştır. 1976-1982 yılları arasında görev yaptığım Maraş’ın Elbistan ilçesi Mükrimin Halil Lisesi’nde; bir öğlen vakti, öğretmen arkadaşların çoğu cenazeye katılmak için okuldan ayrıldılar. Kimin vefat ettiğini sorduğum zaman “Gâvur Ahmet” dediler. Önemli bir kişiydi, herkes son vazifesini yapmak için adeta koştu. 123

Gâvur Ahmet, Elbistan’da bir dönem Belediye Başkanlığı yapmış saygı değer bir kişi olarak anılıyordu. Daha sonra neden “Gâvur Ahmet” dendiğini sorduğumda aldığım cevap son derece düşündürücüydü: 25 Kasım 1925’te Mustafa Kemal’in, Şapka Devrimi’nden sonra Elbistan’da şapka giyen ilk kişiymiş. Tutucu kesim hemen ona “Gâvur” lakabını takıvermiş. Fesi getiren, kılık-kıyafette düzenleme yaptıran, resmi dairelere portresini astıran Padişaha “Gâvur”, fesi çıkarıp şapka giyene “Gâvur”! Aradaki zaman sadece 100 yıl kadar (18251925). Ne çabuk fese sarılıp sahiplendiniz ve de dinî simge yaptınız!

124

TÜRK DEVLETLERİNİ TÜRK ORDUSU KURMUŞ, SİYASİLER YIKMIŞTIR Dünyanın en eski ordusu Türk ordusudur. Bugün Kara Kuvvetleri’nin kuruluşu M.Ö 209 olarak kabul edilmektedir. Bu tarih Hun İmparatoru Mete’nin Türk ordusunu 10’lu sisteme göre teşkilatlandırdığı tarihtir. Dünya medeniyetine katkımız özellikle ve öncelikle ordu sistemi ve savaş konusunda olmuştur. Güçlü, disiplinli, donanımlı Türk ordusu sayesinde Türk devletleri kurulmuştur. Zaten Türk milletinin en önemli özelliklerinden biri güçlü ordulara sahip olması ve de devlet kurma özelliğidir. 2200 yıllık resmi tarih içinde Türk ordusu, Türk devletlerinin kurulmasında birinci derecede rol oynamıştır. Şüphesiz orduya komuta eden değerli devlet adamlarını, ordusu ile birlikte kastetmek yerinde olur. Tarih boyunca birçok Türk Devleti kurulmuştur. Bunların içinden, kurucusu bakımından, çevre siyasi olaylarını yönlendirmesi bakımından Türk ve dünya medeniyetlerine katkıları bakımından, tam bağımsız devlet olmaları bakımından bazıları seçilmiş ve Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 yıldız olarak sembolize edilmiştir. Forsta yer alan 16 ışınlı güneş, Türkiye Cumhuriyeti’ni simgelemektedir. 16 bağımsız Türk Devleti’nden ilk sekizi İslamiyet’in kabulünden önce ikinci sekizi ise İslamiyet’in kabulünden sonra kurulan Türk devletleridir. Bunlar: 1- Asya (Büyük) Hun İmparatorluğu 2- Batı Hun Devleti 3- Avrupa Hun Devleti 125

4- Akhun Devleti 5- Göktürk Devleti (I. Göktürk ve II. Göktürk ) 6- Uygur Devleti 7- Avar Devleti 8- Hazar Devleti 9- Karahanlılar 10- Gazneliler 11- Büyük Selçuklu İmparatorluğu 12- Harzemşahlar 13- Altınordu Devleti 14- Timur Devleti 15- Hint-Babür Devleti 16- Osmanlı İmparatorluğu Tam bağımsız Türk devletleri olarak sıraladığımız bu devletler Türk ordusunun başarıları sayesinde kurulmuştur. Birkaç örnek vermek gerekirse; I. Göktürk Devleti, Bumin Han’ın Avar hükümdarını yenmesi sonucu 552 yılında kuruldu. II. Göktürk Devleti, Kutluk Kağan’ın Çin’e karşı başarılı olup ordusu ile Ötüken’i ele geçirmesiyle kuruldu (681). Büyük Selçuklu Devleti 1040 Dandanakan Zaferi ile resmen kuruluşunu tamamladı. Timur, Çağatay Hanlığı’na karşı kazandığı zaferle devletini Semerkant’ta kurdu. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu her ne kadar 1299 olarak bilinirse de sayın hocamız, Prof. Dr. Halil İnalcık 1302 Bapheon Savaşı’nı esas alır. Çünkü 1302 yılında Osman Gazi, Bizans’a 126

karşı net bir zafer kazanmıştır ve Avrupalı tarihçiler Osman Gazi’den söz etmeye başlamışlardır. Hint Babür Devleti, 1526 Panibat Savaşı’nın Racalara karşı Babürşah tarafından kazanılmasıyla kuruldu. Keza Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda arka arkaya kazanılan askeri başarıların ve özellikle Büyük Taarruz’un ardından Başkomutanlık (Dumlupınar) Meydan Muharebesi’nin kesin olarak rolü vardır. 16 kez kurulma, 16 kez yıkılmayı çağrıştırmaktadır. Türk Devletleri, Türk ordusu sayesinde kurulmuş, siyasilerin başarısızlıkları yüzünden yıkılmıştır. Bu ifadeyi anlaşılır hale getirmek için devletlerin yıkılış nedenlerini de gözden geçirmek gerekir. İslamiyet öncesi kurulan Türk devletlerinde hâkimiyet anlayışına göre ülke hükümdar ve ailesinin ortak malıydı. Ülke merkez sağ-sol, kuzey-güney gibi bölümlere ayrılıyor ve yönetimdeki bu bölünme giderek fiili bölünmeye zemin hazırlıyordu. Asya Hun Devleti’nin, Göktürk Devleti’nin yıkılışı buna örnek teşkil etmektedir. İlk Türk-İslam devletlerinde de hükümdarlık makamında oturanların ileriyi görememeleri, tedbir alamamaları, askeri ve siyasi hataları, prenslerin yönetimde rol oynamaları, devletin yıkılmasına zemin hazırlamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in öncelikle iyi bir yönetici olamaması, atadığı vezirlerin (Saadettin Köpek gibi) halkı idare edemeyişi ve çıkan Baba İshak İsyanı’nı güçlükle bastırmalarından sonra, Moğollar karşısında 1243 yılında kaybettiği Kösedağ Savaşı sonunda yıkılma sürecine girmiştir. II. Gıyaseddin, Moğol ordusu ile savaşmaya cesaret edemeyip Ankara Kalesi’ne kaçarak elçi göndermiş ve kayıtsız şartsız Moğol Devleti’ne bağlanmayı kabul etmiştir. O127

nun devleti önceden zaafa düşüren birçok hatası vardır. Çok ayrıntıya girmek gibi bir amaç taşınmadığı ve Kösedağ ile ilgili ayrıca bilgi verildiği için, bu kadar ifade etmekle yetinilmiştir. Osmanlı Devleti’ne gelince yıkılma nedenleri o kadar çeşitlidir ki! Siyasi, mali, askeri, kültürel çökmüşlük devletin başını yemiştir. 623 yıllık siyasi ömrün ilk 300 yılında gururla okuyup anlattığımız şaşaalı gelişmeler, ikinci 300 yıl başlarken kendini her alanda zaafa düşmüş bir devletin tipik özellikleri haline dönüşmüştür. Zaman zaman çöküntüyü fark eden ileri görüşlü hükümdarların başlattığı ıslahatlar ve çoğu kez çok önemli jeostratejik konumu dolayısıyla büyük devletlerin rekabet alanı olan toprakları sayesinde uygulanan denge politikasıyla varlığını I. Dünya Savaşı sonuna kadar devam ettirebilmiştir. İster siyasi, ister mali, ister askeri veya kültürel çöküntü olsun hepsinin ortak temel nedeni yöneticilerde görülen yetersizliktir. Bu durumda yukarıdaki sözümüzü yinelersek; “Tarih boyunca Türk devletlerini Türk ordusu kurmuş, siyasiler yıkmıştır”. İşte bu noktada söylemek istediğimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin akıbeti diğerleri gibi olmayacak ve Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal hukuk devleti kimliği ile ilelebet yaşayacaktır. Siyasilerin zaaflarına, basiretsizliklerine, becerisizliklerine ve de ihanetlerine, BU DEVLET TERK EDİLMEYECEKTİR!

128

“Acele, gecikmedir.” QUINTUS

129

BATILILAŞMA VE II. MAHMUT’UN DAMADI II. Mahmut XIX. yüzyılın ilk yarısında (1808-1839) Osmanlı Devleti’ni yöneten enerjik, ıslahatçı, Batılılaşma hareketlerine hız veren bir değerli hükümdardır. Yaptığı yenilikler her alanda son derece önemli ilkler ve devleti köhne yapısından kurtarmaya çalışan faaliyetlerdir. II. Mahmut’u, Batılılaşma yolunda yoğun çalışmalara sevk eden adeta onu motive ederek yönlendiren bir ikinci adam damadıdır. Müşir Halil Rıfat Paşa’nın 13 Ocak 1830 yılında Rusya Büyükelçiliği’nden Kaptan-ı Derya olarak İstanbul’a geldiğinde, II. Mahmut’un yaptığı işleri takdir ederek “Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmemizden başka çare yoktur” demesi, II. Mahmut’un, Batılılaşma hareketlerine hız vermiştir. 1837 yılında Mekteb-i Tıbbiye’nin açılış konuşmasını yaparken II. Mahmut, Batılılaşmanın önemi üzerinde bizzat duran ve Batılılaşmayı ilk telaffuz eden Osmanlı Padişah’ı olmuştur.

130

1848 İHTİLALİ VE MÜLTECİLER 1789 Fransız İhtilali, Fransa’da aydınların, burjuvanın istediği siyasi düzeni, tam anlamıyla sağlayamamıştı. Anayasalı monarşiye geçilmişti. Ancak ihtilal savaşları, Napolyon’un imparatorluk hevesi, yenilgileri, istikrarlı bir meşruti rejimi mümkün kılamamıştı. Napolyon’un yenilgisinden sonra 1815 Viyana Kongresi’nde alınan kararlar, Avrupa’da mutlakıyeti yeniden güçlendirme ve özgürlükçü hareketlere karşı birlikte hareket etme özelliğindeydi. Özellikle Avusturya ve Rusya gibi, bünyesinde farklı ulusların bulunduğu devletler bu kararları daha sıkı uygulamaya başladılar. Avusturya’da bu rejimi en katı uygulayan Avusturya Başbakanı Meternich’tir. Yani Fransa’da yaşanan ve kan dökülmesine neden olan ihtilalden Avrupa devletleri kendi bünyelerine göre etkilenmişlerdi. Ancak anlaşılan Fransızlar elde ettikleri ile yetinecek değillerdi. Onlar yeniden ayaklanma, yeniden ölme ve istediklerini eninde sonunda elde etme azim ve kararındaydılar. Napolyon, Fransa’dan sürülünce, XVIII. Lui, kral oldu. Fransa’da yeniden meşruti krallık kuruldu. Fransız Anayasası herkese seçim hakkı tanımamıştı. Seçmen olabilmek için yılda en az 300 Frank, milletvekili seçilmek için de en az 1000 Frank vergi vermek gerekti. Yani Fransa’da ancak zenginler devlet işlerine karışabileceklerdi. XVIII. Lui’den sonra kardeşi X. Charles zamanında ülkede mutlakıyet taraftarları güçlendi, kral, asilere ve kiliseye dayanarak anayasayı kaldırmak istiyordu. Meclisi dağıttı. Özgürlükleri kısıtladı. O, “Meşruti kral olmaktansa oduncu olmayı tercih ederim” diyecek kadar, mutlakıyet taraftarıydı. Basın 131

özgürlüğünü kaldırdı, seçim koşullarını ağırlaştırdı. Üniversiteleri ve diğer okulları kilisenin kontrolü altına soktu. İşsizler, halk, üniversite öğrencileri ayaklandılar. Fransa bir kez daha isyan yaşıyordu (27 Temmuz 1830). Tahttan vazgeçen X. Charles’in yerine Louis Philippe, kral oldu. Anayasaya sadık kalacağına yemin etti. Yeniden meşruti krallık kuruldu. Fransa’da yaşanan bu olaylar Batı Avrupa ülkelerinde liberal hareketleri güçlendirdi. Avrupa’nın orta ve doğusunda ise baskıcı rejimler, toplum üzerindeki yumruklarını daha çok sıktılar. 1830 İhtilali ile Avrupa, Batı Bloğu ve Doğu Bloğu olarak ikiye ayrıldı. Batı, liberal yönetimleri temsil ederken, Doğu antiliberal yani özgürlük karşıtı yönetimleri ifade ediyordu. Bu sistem Avusturya Başbakanı Metternich’in adı ile özdeşleşmişti. Bir müddet sonra, Fransız İhtilali’ne sempatisi ile tanınmış olan Louis-Philippe, liberal politikasını terk ederek, sırtını, iktidarını, burjuvaziye dayandırdı. Çünkü 1789 İhtilali, Fransa’da asilleri toplumun egemen sınıfı olmaktan çıkarmış, ekonomik hayata egemen olan burjuvaziyi birinci plana getirmişti. Louis Philippe, şahsi servetini de ekonomik faaliyet alanlarına yatırdı. Ancak, bu dönemde Avrupa’da milliyetçilik hareketleri yaygınlaşıyordu ve bir yandan da ekonomik yapı değişikliği, sanayinin gelişmesi, o zamana kadar Avrupa’da var olmamış bir sınıfın ortaya çıkmasına sebep olmuştu. İşçi sınıfı! Bu sınıfın birçok sosyal, ekonomik problemleri vardı. Fazla iş saati, az ücret, fabrikalarda kötü sağlık koşulları, küçük çocukların çalıştırılması, iş güvenliğinin olmaması gibi… Yani bu yeni sınıfın sorunu; işçi ile iş, işçi ile fabrikatör ve işçi ile devlet arasındaki ilişki ve hakların ne şekilde ve nasıl düzene konacağı sorunu idi. XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren bu sorunlarla uğraşan, bunları çözümlemeye çalışan ve bunlar için yazılar ve eserler yazan fikir adamlarına sosyalist adı verildi. 132

Fransa’da bu sorunlar yoğunlaşırken, Louis Philippe bu sorunlara eğileceği yerde, işçileri susturmak için sert tedbirler alma yoluna gitti. Kişi hürriyetlerini her gün biraz daha kısıtladı. Bu durum ise liberallerin tepkisine ve liberallerle işçi haklarını savunan sosyalistlerin krala karşı birleşmesine sebep oldu. Şikâyetler dinlenmiyor tam tersine sertliğe başvuruluyordu ve muhalefet de sertleşiyordu. 22 Şubat 1848 gecesi muhaliflerin toplantı hürriyetleri, hükümetçe engellenmeye çalışılınca, biriken tepkiler patladı. Üç gün kanlı çarpışmalar oldu. Louis Philippe ülkeden kaçtı. 1848 İhtilali yaşanıyordu. Kurucu Meclis seçimlerinde en çok milletvekilini Cumhuriyetçiler (500) çıkardı ve ülkede 4 yıl sürecek olan ikinci Cumhuriyet dönemi başladı. Louis Napolyon Cumhurbaşkanı oldu. (Dört yıl sonra imparator olacak). Yine Fransa’da özgürlük isteyenler ölmüş, Fransızlar, tırnakları ile kazıya kazıya haklarını elde etmişlerdi. Çünkü 1848 İhtilali ile öncelikle idam cezası kaldırıldı. İkinci olarak esir ticareti yasaklandı, üçüncü elde edilen önemli siyasi hak, seçme seçilme şartları ekonomik güce dayandırılmayacaktı. Fransa’da yaşananlardan yine Avrupa devletleri siyasi bünyelerine göre hisseler çıkardılar. Batı Avrupa devletlerinde liberal hükümetler işbaşına gelirken, anayasal hareketler yaygınlaşırken, Doğu Bloğu’nda endişeler arttı. Avusturya Başbakanı Metternich, Avrupa’da başlayan kaynaşmalar karşısında 1847 yılında Prusya Büyükelçisi’ne “Ben ihtiyar bir doktorum. Geçici hastalıklarla öldürücü hastalıkları birbirinden ayırmasını bilirim. Fakat bu sefer bu sonuncu hastalıkla karşı karşıyayız” diyordu. Gerçekten, 1848 İhtilali, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, Metternich sistemini yok etti. İmparatorluk bünyesindeki Macarlar ayaklandılar. Ayrı bir devlet kurmak istediler. 133

Aynı gelişmeler Rusya bünyesindeki Polonyalılar arasında da görüldü. Polonyalı milliyetperverler, Avusturya İmparatorluğu içindeki Macarların yardımına koştular. Rusya, Avusturya’ya yardım amacıyla 200 bin kişilik bir orduyu Macaristan’a gönderdi ve Macar Ayaklanması çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Macar lideri başta olmak üzere birçok Macar ve Polonyalı Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar. Şimdi… Devreye bu noktada Osmanlı Devleti girmiş bulunuyor... Bir taraftan Rusya, diğer taraftan Avusturya, Macar ve Polonyalıların iadesini Osmanlı Devleti’nden resmen istediler. İddialarına göre bunlar asi olmayıp eşkıya idiler… Osmanlı Devleti, Macar ve Polonyalı milliyetçilerin faaliyetlerini, mutlakıyetçi bir devlet olarak tasdik etmiyordu şüphesiz; ancak Osmanlı Devleti kendine sığınanları iade etmeyi egemen bir devlet olarak şerefine yediremezdi. Esasen bu mülteciler, Devletler Hukuku’na göre siyasi mülteci olduklarından iadeleri de gerekmezdi. Fakat Avusturya ve Rusya iade hususunda o kadar ısrar ettiler ki Osmanlı Devleti’ne ültimatom gibi birer nota verdikleri gibi, İstanbul’daki elçilerini de geri aldılar. Bütün bu baskılara Osmanlı Devleti dayandı, direndi. Osmanlı Devleti’nin bu direnişi İngiltere, Fransa, hatta Amerika’da büyük bir sempati uyandırdı ve bu ülkelerde Osmanlı Devleti lehine gösteriler yapıldı. O kadar ki Londra’da gösteri yapan İngiliz gençleri bir gün Osmanlı elçisi Muzurus Paşa’ya rastlayınca, atları sökerek, arabasını elçiliğe kadar kendileri çektiler. 1853-1856 Osmanlı-Rus Savaşı’nda (Kırım Savaşı), İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı Devleti’nin yanında yer almasının, kendi çıkarları ilk sırada olmakla birlikte bir diğer nedeni de bu gelişmelerdir diye düşünebiliriz. Osmanlı Devleti bir Türk Devleti’dir. Türklük karakteri bu olayda en açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Davranış, Türk’e yakışır bir davranıştır… 134

KORUMALARIN, İNSANLARIN AĞZINI KAPATMASI NE KADAR DEMOKRATİK? Hemen her gün televizyon ekranlarında değişmeyen bir görüntüyü, haberi üzülerek izliyoruz. Bir hükümet yetkilisinin, herhangi bir ziyareti sırasında, halkın içinden çıkan; belki bir anne, bir emekli veya bir dertli… İnsanımız sesini duyurmak için yüksek sesle konuşmaya başlayınca, korumalar derhal harekete geçerek yaka paça o insanı o bölgeden uzaklaştırmaya çalışırlar, bir taraftan da sesini kesmek için ağzını elleri ile kapatırlar… Gözaltına bile alırlar… Bu olay, açık alanda da kapalı bir salonda da meydana gelebilir… Değişmiyor yani... Neden susturulmaya çalışılıyoruz? Sesimizi nasıl duyurabiliriz, kendimi insanların yerine koyuyorum… çok üzülüyorum. Tarih öğretmeni olmak böyle bir şey işte… Günümüzdeki fotoğrafları, tarihteki değerlerle yorumlayınca “Demokrasi bu mu?” demekten kendimi alamıyorum. Çok değerli hocamız Sayın Prof. Dr. Halil İnalcık’ın derslerinde gördüğümüz bir konuya değinmek zorundayım… Devlet otoritesini temsil edenlerin, halka (reaya) karşı, bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyanname şeklindeki Padişah hükmüne Adaletname denirdi. Ortadoğu devlet anlayışında; devletin mutlak otoritesi ile adalet arasında bir bağlılık vardır. Devlet, hükümdarın kuvvet 135

ve kudretinden, devletin gayesi de bunu arttırmaktan ibarettir. Bu gayenin tehlikeye düşmemesi için, halkın mal ve canını ve namusunu emniyette bulundurmak lazımdır. Kutadgu-Bilig’de (Yusuf Has Hacib tarafından, Karahanlılar döneminde Türkçe yazılmış Siyasetname) adalet dairesinin ifade edilişi şöyledir: “Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse beylik çözülmeğe yüz tutar.” Selçuklular döneminde, Sultanın kapısı herkese açık olurdu. Yöneticilerin kapısı herkese açık olurdu ki halk eziyet görmesin, şikayetlerini en serbest, kolay şekilde iletebilsinler. Durum böyle olunca kişilerin halka eziyet etmesi olasılığı en aza inmiş olurdu. Yine Selçuklu Sultanlarının, Divan-ı Mezalim adı altında, haftanın belli günlerinde, halkın şikâyetlerini bizzat dinledikleri bilinmektedir. Nizamülmülk, Siyasetname’de: “Onlar haftada iki gün halkın şikâyetlerini dinleyeler ve haklının hakkını haksızdan alalar, adaleti yerine getirerek aracı olmaksızın kendi kulaklarıyla riayetin (halkın) söylediklerini dinleyeler”… şeklinde ifade etmektedir. Bundan maksat; bu haberin memleket içinde yayılması ve zalimlerin, kötülük yapmaktan çekinmeleridir. Aynı şekilde Osmanlı Devleti’nde de Orhan Bey ve II. Murat’ın halkın şikâyetlerini dinlediklerini biliyoruz. Sonraları Adalet Köşkü’nde divana açılan pencereden duruşmaları dinlerlerdi… Evet, bunlar mutlakıyetle yönetilen Türk-İslam devletlerinde, halkın zulüm görmemesi için alınan tedbirlerden birkaçı… 136

Bugün, demokratik yolla iktidara geldiklerini söyleyenlerin, derdini anlatmak isteyen halkın ağzını tıkatmaları ne kadar demokratik? Tabii bu noktada kendilerini savunmak için birçok enstrümanı ileri süreceklerdir. Başta TBMM’nin varlığı, siyasi partilerin varlığı, halkın dilekçe verme hakkı vb. Ancak… Yüz yüze direkt şikâyetini veya isteğini bildirmek anarşi mi sayılmalı, terör mü sayılmalı? Bu insanlara uygulanan muamele anarşistlere ve teröristlere bile uygulanmıyor… Emniyet güçlerinin, tecavüz ettiği çocuğu öldüren bir katili linç edilmekten korurken, kendi yeleklerini giydirip kamufle ederken; masum insanların seslerini kesmek için yaka paça iteleyip kakmaları, hakaret etmeleri içime dokunuyor…

137

“Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim.” MONTAIGNE “DENEMELER”

138

DÖMEKE SAVAŞI 1897 Türkiye ile Yunanistan arasında Çiller Hükümeti işbaşında iken ve Ege kıyılarımızdaki Kardak Kayalıkları ile ilgili gerginlik yaşanırken, Yunan Parlamentosu’nda bir Parlamenter, konuşması sırasında, Yunan Parlamenterlere, Dömeke Savaşı’nı hatırlamalarını salık verdi. Tabii Dömeke’den yaklaşık 25 yıl sonra (1897-1921) Kurtuluş Savaşı daha çok hafızalarında vardı kuşkusuz, ancak o zaman bir Mustafa Kemal komutasında Türk ordusuna, Türk milletine yenilmişlerdi. Bu doğaldı. Özellikle Dömeke’nin hatırlatılmasının başka bir anlamı vardı ki o da 1897’de bu yenilgiyi, yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti karşısında hem de kendi topraklarında almışlardı. Yani açıkçası Parlamenter şu mesajı veriyordu; “Ayağımızı denk alalım, ölmek üzere olan Osmanlı Devleti’nin karşısında aldığımız yenilgiyi unutmayalım. Atina yolu Osmanlı’ya açılmıştı. Avrupalı dostlarımız olmasaydı, Atina’nın işgal edilmesi işten bile değildi.” Şimdi Dömeke Savaşı’nın neden yapılmış olduğunu biraz anlatmaya çalışalım. Yunanistan, bir Osmanlı-Rus Savaşı neticesinde Osmanlı Devleti’nin yenik olarak yaptığı, 1829 Edirne Antlaşmasıyla bağımsızlığını kazandı. Mora’da Yunanistan Devleti kuruldu. Girit’teki Rumlar da Yunanistan’a bağlanmak istiyorlardı. Bu yüzden Girit Rumları, zaman zaman isyan ve ihtilaller çıkartarak, Osmanlı Devleti’ni uğraştırmışlardır. Bu yüzden, Osmanlı Devleti’nin başına 78 yıl sürecek bir Girit sorunu çıkmıştı.

139

İlk Girit İsyanı, 1841 yılında, daha büyüğü ise 1866 yılında çıktı. İkinci isyan ilki kadar çabuk bastırılamadı. Girit’teki asiler geçici bir hükümet kurarak adanın Yunanistan’a bağlanmasını istediler. İsyan bastırılmaya çalışıldığında Avrupalılar işe karıştılar. Sadrazam Ali Paşa, bu işle bizzat uğraştı ve Giritlilere Halepa Fermanı (1868) ile bazı imtiyazlar verdi. Ancak isyan devam etti… Yunanistan, isyanı destekliyor ve adaya cephane ile gönüllü asker gönderiyordu. Osmanlı Devleti bu konuda Yunanistan’ı uyarmak amacıyla bir nota verdi. İki devlet arasındaki gerginlik savaşa dönüşeceği sırada, büyük devletler araya girerek, Paris’te bir konferans topladılar (1879) ve Halepa Fermanı’nın tam olarak Girit’te uygulanmasına karar verildi. Fakat bu da Giritlileri memnun etmedi. 1885’te Bulgaristan’ın Doğu Rumeli’yi kendisine bağlaması, Giritlileri harekete geçirdi ve onlar da Yunanistan’a bağlanmak için isyan ettiler. Bu sefer, Osmanlı Devleti şiddetli davrandı. Giritliler Halepa Fermanı’na razı oldular. Buna göre; Girit’in bazı sancaklarına Hıristiyan, bazılarına da Müslüman vali atandı. Yeni meclisler kuruldu. Bu durum, 1896’ya kadar devam etti. Bu tarihte Girit’te yeni bir isyan çıktı ve Yunanlılar Girit’e bir filo göndererek karaya asker çıkardılar. Osmanlı Devleti bundan dolayı Yunanistan’ı protesto etti. Yine, Avrupalı büyük devletler araya girerek, Yunanistan’a Girit’ten askerlerini çekmesini bildirdiler. Yunanistan bu teklifi kabul etmediği gibi seferberlik ilan etti (1897). Bunun üzerine Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında savaş başladı. Gazi Ethem Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Teselya’yı alarak Dömeke denilen yerde Yunanlıları fena halde bozguna uğrattı. Bu zafer Osmanlılara, Atina yolunu açtı. 140

Türk ordusu, Atina’ya gireceği sırada İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya araya girdiler. İstanbul’da Yunanlılarla bir antlaşma imzalandı (1897). Buna göre; Yunanistan Girit’teki askerlerini geri çekecek ve Osmanlı Devleti’ne 4,5 milyon lira savaş zarar ödentisi verecekti. Buna karşılık, Girit’e muhtariyet verilecek ve Yunanistan krallık soyundan bir prensin vali olması kabul olunacaktı. Bu koşul, Girit’in elden çıkması demekti. Zira bu kararla Girit’te Türk egemenliğini temsil eden yalnız bir bayrağımız kalmış oluyordu. Sayın İlhan Bardakçı’nın “İmparatorluğa Veda” adlı kitabında yazdığı gibi; “Cephede alev alev kazandığımız zaferi, barış masasında bir sigara külü gibi bırakmıştık”. Bu durum 1908 yılına kadar sürdü. Bu tarihte İkinci Meşrutiyet ilan edildi ve Osmanlı Devleti içinde yaşanan değişim heyecanı, çalışmaları, fırsat bilinerek Girit yönetimi adayı Yunanistan’a ilhak ettiğini ilan etti. Osmanlı Devleti bu durumu II. Balkan Savaşı sonunda Yunanistan ile imzaladığı Atina Antlaşmasıyla (1913) kabul etti. Geçmiş olsun! Yöneticilerinin basiretsiz olması, enerjilerini devlet işlerinde harcayacakları yerde haremde tüketmeleri sonucu Girit, devletin kaybettiği ilk toprak olmadığı gibi sonuncu da olmayacaktır!

141

DEVŞİRME SİSTEMİ Kelime anlamı “Toplama” demek olan Devşirme, Osmanlılarda Yeniçeri Ocağı ve Saray hizmetleriyle, Bostancılıkta (saraya ait bahçe ve bağlarda çalışan hizmetliler) kullanılmak üzere reaya çocuklarını (Hıristiyan) toplama usulüdür. Devşirme yapılmasına, Divan-ı Hümayun’da karar verilir ve görevliler tarafından gerçekleştirilirdi. Devşirme sistemi XV. yüzyılda önce Çelebi Mehmet zamanında başladı, II. Murat zamanında da kanunla sistemleştirildi. Devşirmeyi gerçekleştiren görevliler Yayabaşı, Turnacıbaşı, Sekbanbaşı, Solakbaşı, Zağarcıbaşı, Sansoncubaşı, Hasekiler, Zemberekçibaşı, Devecilerdi. Devşirme; kırsal kesimlerde yaşayan Hıristiyan ailelerin çocuklarından yapılırdı, çok çocuklu ailelerin sadece bir çocuğu alınırdı. Tek çocuklu ailelerden hiç alınmazdı. Şehirli ailelerden ve Yahudilerden devşirme yapılmazdı. İhtiyaca göre 3, 5, 7 yılda bir defa 8, 10, 15, 18, 20 yaşlarında ve çoğunlukla 14-18 yaşlarındaki erkek çocuklar toplanırdı. Her defasında 2000-10.000 arasında çocuk toplamak esastı. Sağlıklı, uzun boylu, yakışıklı olanlar tercih edilirdi. Bosna’dan Hıristiyanlığı bırakıp Müslüman olan Poturalardan da (Boşnak) devşirme yapılırdı. “Sürü” adı verilen 100-200 kişilik gruplar halinde, merkeze getirilen çocuklar, kayıtları yapıldıktan sonra Türk ve Müslüman ailelerin yanına gönderilerek (Anadolu’da) Tımarlı Sipahi geleneklerini öğrenmeleri sağlanırdı.

142

Ne Türkleşmeleri ne Müslümanlaşmaları tam anlamıyla sağlanabiliyordu tabii ki. Zaten sonradan Türk olunmaz ki… Hıristiyan çocukları (14-18 yaş), hatta gençleri ne derece Müslüman yapabilirsiniz? Zaten Müslüman yapılamayacağı için değil mi ki Yahudi çocukları devşirilmezdi! Arap adı vererek, sünnet ederek ne kadar İslamlaştırabildik ki Hıristiyan gençleri? Bu nedenle olmalı ki Yeniçeri Ocağı kurulduğu zaman (1363) Bektaşi tarikatı tarafından kutsandı. Yeniçeriler, Bektaşi olarak, İslam’ın Hıristiyanlığa en yakın bir tarikatına mensup olarak 1826’da ortadan kaldırılıncaya kadar bu özelliklerini koruyacaklardır. Yani bir Hıristiyan’ı da ancak Bektaşi yapabilirdik… Öyle yaptık… Devşirmeler ilk askeri eğitimlerini, Gelibolu Yarımadası’ndaki, Acemioğlanlar Ocağı’nda alırlardı. İhtiyaç durumunda buradan Yeniçeri Ocağı’na hatta Süvari Ocağı’na aktarılırlardı. Yetenekli, zeki, uzun boylu, yakışıklı olanlar saray görevlisi ve devlet kadrolarında hizmet için yetiştirilmek üzere Enderun’a alınırlardı. Bu sistem III. Murad’ın kanunnamelere uymaması sonucu bozulmaya başladı. III. Murad, oğlu III. Mehmed’in sünnet düğününde, konukları eğlendiren cambaz ve hokkabazların ocağa yazılmalarını Yeniçeri Ağası Ferhad Ağa’ya emrettiyse de Ferhad Ağa bunu, kanunnamelere aykırı olduğunu belirterek reddetti ve istifa etmek zorunda kaldı. Onun yerine getirilen Yusuf Ağa, Ağa Çırağı adıyla bunları ocağa aldı, zamanla da pek çok kişi bu şekilde ocağa girdi. Evlenen yeniçerilerin oğulları da Kuloğlu adıyla ocağa alınınca devşirme ihtiyacı azaldı. XVII. yüzyılın ortalarında büsbütün devşirme sisteminden vazgeçildi. Bu arada kanunnamelere uyulmaması, askerlik eğitimi almamış kişilerin Yeniçeri Ocağı’na yazılmaları, bu ocağın bo143

zulmasının temel nedenlerden birini oluşturdu. Artık XVII. yüzyılda Yeniçeri Ocağı “Ocak devlet içindir” anlayışını terk ederek “Devlet ocak içindir” anlayışıyla hareket eden disiplinsiz bir ocak durumuna gelmiştir. Her vesileyle kazan kaldıran, padişahı tahttan indiren veya istediği şehzadeyi tahta çıkaran, yani politize olmuş bir ocaktır. İç politikada etkisini güçlü bir şekilde gösterdiği halde, savaşlarda aynı gücü gösteremeyen dejenere, yoz bir kurum haline gelmiştir. Tabii ki yönetici hatasını, kanunnameleri ihlâl etmekle dar bir çerçeveye sıkıştırmamak gerektiğini, Avrupa’da savaş teknolojisinde meydana gelen gelişmelerin takip edilmemesinin, devlet maliyesinin, daha güçlü ekonomik politikalarla istikrarının sağlanamamasının, bunun sonucunda ulûfelerin zamanında ödenememesinin de yönetimdeki zafiyeti gösterdiğini ilave etmemiz gerekmektedir. Bütün bu faktörler bir sistemi yok etmiş, XVII. yüzyılda Yeniçeri Ocağı bozulurken Devşirme Sistemi de terk edilmiştir. Devşirme Sistemiyle oluşturulan Kapıkulu ordusunun başarılı olduğu dönemlere bakarsak, Fatih, Yavuz, Kanuni dönemleridir genellikle… Ancak dikkat ediniz, ordunun başında hangi hükümdarlar var? Kanunnamelere riayet eden, Türk geleneğine göre orduya komuta etmeyi en önemli görev kabul eden hükümdarlar! Adam gibi adamlar…

144

“İşin yapılmasını istiyorsan kendin git, istemiyorsan başkasını gönder.” BENJAMIN FRANKLIN

145

ANADOLU’NUN KESİN TÜRK YURDU HALİNE GELMESİ 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi, Anadolu’nun kapılarını Türklere açtı. Bizans ordusunun, gücünün Malazgirt’te imha edilmiş olması, Anadolu’yu Türk fetihleri karşısında savunmasız bıraktı. Artık Anadolu fethedilmeye, ilk beylikler kurulmaya başladı. 1076 yılında İznik merkez olmak üzere Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. Selçuklu Prensi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk sultanıdır. 1308 yılına kadar varlığını sürdürecek olan Anadolu Selçuklu Devleti, Haçlı Seferlerine karşı Anadolu ve İslam dünyasını koruyan, mücadele veren bir devlettir. I. Haçlı Seferi’ne katılan 500.000’in üzerindeki Haçlı kuvvetine karşı, I. Kılıçarslan, meydan savaşları yerine gerilla savaşı ve vur-kaç taktiği ile müthiş zayiat verdirmiş, kırıla, döküle Anadolu’dan geçen Haçlılar, Kudüs önlerine 3 yılda gidebilmişlerdir (1099). Haçlıları, Anadolu’ya boğazlardan geçiren, onları malzeme bakımından destekleyen Bizans, hizmetlerine karşılık Selçuklulardan alınacak yerlerin, kendisine geri verilmesini şart koşmuştu. İznik bu sırada Haçlılara ve de Bizans’a geçmiş oldu. Haçlılar Urfa, Antalya, Trablus, Şam, Suriye ve Kudüs’ü alarak, merkez Yafa, Nablus ve Kudüs olmak üzere Avrupa’daki feodal düzeni kurmaya çalıştılar. Ancak Türk bey146

likleri, özellikle Musul Atabeyi Zengi, Haçlılarla kıyasıya mücadele ediyordu. 1144 yılında Urfa’yı Haçlılardan geri almayı başardı. Haçlılar, Urfa’yı kaybetmiş olmaktan dolayı büyük bir telaşa düştüler ve Avrupa’dan yardım istediler. Bu durum Avrupa’da Papa’nın da desteği ile yeni bir Haçlı Seferi’nin düzenlenmesine neden oldu. Alman Kralı III. Konrad ile Fransa Kralı VII. Louis’nin katıldığı II. Haçlı Seferi başladı. Öncekinde olduğu gibi bunda da Anadolu Selçukluları müthiş mukavemet gösterdiler. I. Mesut ve II. Kılıçarslan, Anadolu’yu, Haçlılara dar ettiler. Neticede Haçlılar bir başarı gösteremeden geri dönmek zorunda kaldılar. Doğaldır ki bu büyük mücadele, Anadolu Selçuklularını da bir hayli yordu. Bu arada Haçlılara gerekli tüm yardımları yaparak Selçukluların üzerine salan Bizans, Anadolu Selçuklu Devleti’nin güçlenmesine fırsat vermemek, I. ve II. Haçlı Seferi’nin bu devlet üzerinde yaptığı tahribattan yararlanmak üzere harekete geçti ve İmparator Manuel Komnen hazırladığı orduyla Anadolu’ya girdi. Manuel Komnen, önceden II. Kılıçarslan ile (1156-1192) bir dostluk antlaşması yapmıştı ve II. Kılıçarslan, Bizans’a kadar gitmiş ve büyük bir törenle karşılanmıştı. Bu yakınlaşma isteği özellikle II. Kılıçarslan’dan gelmişti. Çünkü Anadolu’da Danişmentlilerle uğraşmak zorunda olan Sultan, batıda da Bizans ile uğraşmak istemiyor ve düşman sayısını bire indirmek istiyordu. Bu nedenle bir dostluk söz konusu olmuştu. Şimdi görüyoruz ki Bizans imparatoru dostluk peşinde değildir. Selçuklulara bir darbe de kendisi vurmak istemiştir.

147

Esasen 1071 Malazgirt zaferinden beri Selçukluları Anadolu’dan çıkarmak ümidini yitirmemiş olan Bizans’ın bu saldırı girişimini anlamak gerekiyor. Anadolu’ya giren Bizans İmparatoru’nun ordusunu, Sandıklı’nın doğusunda Hayran Gölü yakınında (Sandıklı-Çivril arasında) bulunan dar ve sarp Miryokefalon Vadisi’nde basarak müthiş bir bozguna uğratan II. Kılıçarslan bu zaferi ile öncelikle Bizans’ın, Türkleri, Anadolu’dan çıkarma umudunu sona erdirmiştir. Buna paralel olarak, Anadolu Türkleri için Bizans tehlikesi ortadan kalkmıştır. 1176 Miryokefalon Savaşı, Malazgirt’ten 105 yıl (1071) sonra Anadolu’ya Türklerin kesin olarak yerleşmesini sağlamıştır. Bundan böyle Avrupalı yazarlar Anadolu’dan “Türkiye” diye bahsetmeye başlamışlardır! Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!

148

YUNANİSTAN’IN MORA VE ATTİK’TE KURULUŞU VE BUGÜNKÜ YÜZÖLÇÜMÜNE ULAŞMASI II. Mehmet (Fatih) döneminde İstanbul’un fethinden kısa bir müddet sonra, Mora’daki despotluklar da ortadan kaldırılarak (1460) 360 yıl sürecek bir Osmanlı idaresi süreci başlamıştır. Bu süreç içinde Rumlar inanç, ibadet, gelenek, göreneklerinde serbest yaşadıkları gibi, devlet hizmetinde de bulunmuşlardır. Tercümanlık gibi çok önemli bir görevde özellikle tercih edilmişlerdir. XVIII. yüzyılın sonlarında Avrupa’da meydana gelen Fransız İhtilali’nden (1789) sonra yayılan ve XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’ni de çok meşgul eden milliyetçilik akımları öncelikle Balkanlarda etkisini gösterdi. Çünkü gayri müslimler bu bölgede çoğunluktaydı ve çok farklı unsurlar yaşamaktaydı. Milliyetçilik akımlarının etkisiyle Balkanlarda ilk ayaklanan toplum Sırplardır (1804). Ayaklanmaları, Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırılmıştır. Ancak 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda yapılan Bükreş Antlaşması ile ilk defa bazı imtiyazlar kazananlar da yine Sırplardır. Bu arada Rumlar da harekete geçmek için örgütlenmektedirler. 1814’te Odesa’da (Kırım’da) eski Eflâk Beyi’nin oğlu Aleksandr İpsilanti Bey tarafından, Yunanistan’ın bağımsızlığını amaçlayan Etnik-i Eterya Cemiyeti kuruldu. Cemiyet ilk Rum isyanını, Rusya’dan yardım gelebilir düşüncesiyle Eflâk’ta çıkardı (1820). Ancak halk desteklemediği için başarılı olmadı. Ertesi yıl 1821’de ayaklanma Rumların 149

çoğunlukta olduğu Mora’da çıkarıldı. Bu kez doğru yerde harekete geçmişlerdi. Kısa zamanda ayaklanma Mora’ya yayıldı. Avrupa’dan gönüllüler geldi. Ayaklanma, Avrupa’da medeniyetin, barbarlığa karşı mücadelesi şeklinde nitelendirildi. İngiliz şair Lord Byron da Yunan bağımsızlığı için Mora’ya gelen gönüllüler arasındaydı. “Medeniler uğruna” hayatını kaybetti… Olay, II. Mahmut döneminde (1808-1839) gelişiyordu. Osmanlı Devleti ayaklanmayı bastırmak için Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Kavalalı, şartları kabul edilince oğlu İbrahim Paşa yönetiminde bir donanma gönderdi ve ayaklanma kısa zamanda bastırıldı. Kavalalı’nın, Osmanlı Padişahı’na kabul ettirdiği şartlar, Mısır valiliği yanında Mora, Girit valilikleri, oğlu İbrahim Paşa için de Adana ve Cidde valiliği idi. Ayaklanma bastırıldığına göre, Padişah sözünde duracak ve Mora ile Girit’i, Mısır Valisi Kavalalı’ya verecekti. Bu durum ise Doğu Akdeniz ile ilgili gelecek planları yapan İngiltere, Fransa ve Rusya’yı endişelendirdi. Doğu Akdeniz’de zayıf bir Osmanlı Devleti’ni çoktan kabul etmiş olan bu devletler, güçlü, çalışkan bir Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hâkimiyetini kabul etmeyeceklerdi. Bu durum karşısında, Osmanlı Devleti’ne birlikte bir ültimatom vererek Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmesini istediler. Osmanlı Devleti bu ültimatomu reddetti ve İngiliz Sefirine, “Ben, sizin İrlanda sorununuza, karışıyor muyum, o sizin iç meselenizse bu da bizim iç sorunumuz” diye cevap verdi. Ancak üç büyükler, Doğu Akdeniz’de bir Mehmet Ali gücünü kabul etmemeye kararlıydılar, ayrıca Osmanlı Devleti’nin geri adımlarla Balkanlardan (Avrupa’dan) uzaklaştırılması yıllardan beri istedikleri bir şeydi.

150

Ültimatomun Osmanlılar tarafından reddedilmesi üzerine 1827 yılında Navarin’de demirlemiş olan Osmanlı ve Mısır donanmasını abluka altına aldılar, hemen arkasından sudan bahane ile yaktılar, batırdılar. Osmanlı Devleti, her üç devlete nota göndererek, olayın izahını ve zararının tazminini istedi. Cevapları şu ortak noktada birleşiyordu. Suç, Osmanlı kaptanlarındaydı. Böyle bir açıklamayı Osmanlı hükümeti reddetti. Üç devletin elçileri, İstanbul’u terk ettiler. Osmanlı Devleti’nin üç devletle siyasi ilişkileri kesilmişti. Bu durumda Fransa, sorun çözümleninceye kadar Mora’yı işgal etti. İngiltere, ticari kafasıyla para kazanma peşinde koştu ve Mora’da kalan Mısır kuvvetlerini ücretle Mısır’a taşımaya başladı. Rusya ise hepsinden baskın çıkarak Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı böylece başlamış oldu. Osmanlı Devleti’nin savaşa hazır olmadığını belirtmeliyiz. Çünkü Yeniçeri Ocağı yeni kaldırılmış (1826), donanmamız Navarin’de mahvedilmişti (1827). Ruslar, hem Kafkasya’dan hem Eflak-Boğdan üzerinden saldırdılar. Doğuda Erzurum’a kadar geldiler ve şehir düştü. Batıda Edirne’ye kadar geldiler ve şehre girdiler. Padişah II. Mahmut ve devlet adamları korku ve telaş içinde Rusya ile Edirne Antlaşması’nı yaptılar (14 Eylül 1829). Buna göre; 1) Yunanistan’ın bağımsızlığı tanındı. 2) Eflak-Boğdan ve Sırbistan’a imtiyazlar verilmesi kabul edildi vb. Böylece yeni bağımsız devletlerin kurulması için altyapı hazırlanmaktaydı. Evet! Böylece Rumlar, Etnik-i Eterya Cemiyeti’nin çalışmaları sonunda Mora Yarımadası’nda ve Attik Yarımadası’nda 14 Eylül 1829 yılında bir Yunan Devleti (Yunanistan) kurdular. 151

Yunanistan 1829 yılında kurulduğu tarihten itibaren, II. Dünya Savaşı sonuna kadar, topraklarını sürekli olarak önce Osmanlı Devleti sonra Türkiye aleyhine genişleten bir ülke durumundadır. Ancak peşinen belirtmemiz gereken durum şu ki Yunanistan bir karış toprağını bile, bizimle bire bir mücadele sonucu elde etmiş değildir. Bağımsızlığını kazandığı durumu izah ettik. Osmanlı Devleti, Rus savaşında yenilince masada bu durumu kabul etmek zorunda kaldı. Aynı şekilde R. 1293’te olduğu için “93 Harbi” denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın, hem doğu hem batı cephesinde, Osmanlı kuvvetlerinin yenilmesi, savaşın Osmanlı yenilgisiyle sona ermesi üzerine, Rusya ile önce Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması yapıldı. Yunanistan, Rusya’nın ve kendisinin Ortodoks mezhebinde olması dolayısıyla, toprak kazancı hayallerine daldı. Çünkü ağabeyi Rusya, daha önce böyle bir kıyak yapmıştı. Alıştırmıştı Yunanistan’ı. Ancak Ayastefanos’ta umduğunu bulamadı. Tam tersine Büyük Bulgaristan Krallığı’nın kurulmuş olması, onu çok kıskandırmış ve kızdırmıştı. Ayastefanos Antlaşması’nın başta İngiltere olmak üzere Berlin’de yeniden görüşülmesini Rusya kabul etmek zorunda kaldı. Berlin Antlaşması’nda (13 Haziran 1878) Yunanistan’ın kuzey sınırının Yunanistan lehine değiştirilmesi temenni edildi. Daha sonra (Mart 1881) Teselya, Yunanistan’a bırakıldı. Girit, kesin olarak 1669 yılından beri Osmanlı adasıydı. Yunanistan 1829 yılında bağımsız olunca Girit Rumları zaman zaman isyan ve ihtilaller çıkararak Yunanistan’a bağlanmak istediler. Osmanlı Devleti, Girit halkını memnun etmek için Dömeke konusunda da değindiğim imtiyazlar verdi, ada halkına. Ancak ateş bacayı sarmıştı bir kere…

152

Ne yapsanız nafile. Ada, Yunanistan’a bağlanmayı kafasına ve gönlüne yerleştirmişti. Yunanistan, Etnik-i Eterya Cemiyeti’nin de parmağı olduğu halde, Girit’e asker, cephane sevk etmeye devam etmekteydi. 1885 yılında Doğu Rumeli’nin Bulgaristan’la birleşmesi, olayları iyice tırmandırdı. Neticede 1897 yılında Osmanlı-Yunan Savaşı patlak verdi ve Dömeke’de Yunan ordusu ağır bir yenilgiye uğratıldı. Osmanlı ordusuna Atina yolu açılmışken, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya duruma hakim olarak aldıkları kararları Osmanlı Devleti’ne bildirdiler. Buna göre; Ada, Osmanlı hâkimiyetinde kalmaya devam edecek, Yunan Prensi Yorgi, umumi vali olarak adayı yönetecekti. Karar Rus Çarı tarafından bildirildiği için II. Abdülhamit önce mırın kırın ettiyse de sonunda kabul etmek durumunda kaldı. Adada bir tek bayrağımız kalmıştı. Bu tarihten itibaren Girit müstakil bir Hıristiyan Devleti haline gelmişti. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Osmanlı Devleti’nde meydana gelen değişim heyecanı ve seçim stresi sırasında Girit meclisi, adayı Yunanistan’a ilhak kararı aldı. Ada elden gitmişti! 1912 Ekiminde başlayan I. Balkan Savaşı sırasında Yunanlılar Yanya ve Selanik’e saldırdılar ve aldılar. Ege Denizi’nde Hamidiye Kruvazörü’nün başarılarına rağmen adalar, Yunan işgaline uğradı. Balkan Savaşları sonunda imzalanan Atina Antlaşması ile Yanya, Selanik ve Girit’in Yunanistan’a ait olduğu resmen kabul edildi. Ege adalarının durumu I. Dünya Savaşı sonuna kaldı. İmroz (Gökçeada), Bozcaada dışında Ege adaları Yunanistan’a bırakıldı (12 ada hariç).

153

Yunanistan kuzeye doğru ve Batı Anadolu’ya doğru epey büyük adımlar atıyordu. I. Dünya Savaşı’nda Bulgaristan, Çanakkale Savaşı’nın sonucunu bekledi ve zannetti ki Osmanlı Devleti bu işi götürebilir ve İttifak Devletlerinin yanında savaşa girdi. (Osmanlı Devleti, Bulgaristan’a bu kararı üzerine Dimetoka’yı verdi.) Ama sonuç malum hep birlikte yenik durumdalar. Ekonomik bakımdan savaş karşısında ilk pes eden Bulgaristan oldu ve ateşkes istedi. Bulgaristan’ın 27 Kasım 1919’da imzaladığı Neuilly (Nöyi) Antlaşması’nda, Bulgaristan’ın elindeki Ege kıyıları (KavalaSerez) Yunanistan’a verilerek, Meriç Nehri’nin batısında, Bulgaristan dışında Yunanistan, Türkiye’nin komşusu oldu. Bulgaristan’ın, Ege Denizi ile ilişkisi kesildi. Yunanistan ile Türkiye arasında sınır değişikliği Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Lozan’da yapıldı. Karaağaç kasabasını savaş tazminatı olarak Yunanistan’dan aldık. 15 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşması, İtalya ile yapılan Trablusgarp Savaşı’na son vermişti. Savaş sırasında İtalya’nın işgal ettiği en büyüğü Rodos Adası olan 12 Ada, Uşi’de şimdilik kaydı ile İtalya’da bırakılmıştı. Çünkü bir müddet evvel başlamış olan I. Balkan Savaşı’nda adaları Yunan saldırısına karşı koruyamayacağımızı düşünüyorduk. İtalya’dan nasıl olsa sonra alırdık. Yani adaları bile koruyacak gücü kendinde bulamıyordu Osmanlı Devleti! Şimdilik kaydı ile bıraktığımız adalar I. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya’ya resmen verildi. Lozan’da geri alamadık. II. Dünya Savaşı’na Almanya ve Japonya yanında giren İtalya 1943’te yenilgiyi kabul ederek savaş dışı bırakıldı. 1945’te savaş bitince 12 ada, İtalya’dan alındı ve Yunanistan’a verildi. Bu arada Kaş ilçemizin karşısında bulunan ve horoz ötse duyulan en yakın ada Meis Adası da İtalyanlardan, 154

Yunanistan’a geçti. (On İki Ada; Ege Denizi’nin güneydoğusunda Yunan takımadaları Rodos, İstanköy (Kos), Kerpe (Karpathos), Kaşot (Kasos), Tilos, Harki (Khalkhi), Leros, Patmos, Nisyros, Sömbeki (Symi), Astropalya (Astypalaia), Kalimnos (Kalymnos) adalarıdır.) 12 adayı da ele geçiren Yunanistan, gözünü Kıbrıs’a dikti 1945’lerde. İngiltere’den Kıbrıs’ı istedi. Türkiye ayaklandı… 1954’te Türkiye Yunanistan arası bu nedenle açıldı. ENOSIS (Kıbrıs’ı Yunanistan’a katma) hayallerini gerçekleştiremeyen Yunanistan, günümüzde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni hazmedememektedir.

155

“Halkın sevgisinden daha iyi bir kale yoktur”. MACHIAVEL (XV. yüzyıl) “HÜKÜMDAR”

156

LALE DEVRİ’NDEN ÖNCE OSMANLI ÜLKESİNDE MATBAA YOK MUYDU? İnsanların bilgilendirilmesinde, bilgili insanın yetişmesinde en önemli araçlardan biri basım tekniğidir. Dünyada bu konuda ilk örnek, birçok değerin ortaya çıkmasında olduğu gibi, Çin’de görülmektedir. Çin’de kâğıt, mürekkep, baskı tekniği ve M.Ö 1550-1450 yıllarından beri Çin yazısının kullanılması, kitabın da ilk defa bu uygarlıkta ortaya çıkmasına neden oldu. Türklerde de ilk kitabın Uygur Türklerinde görülmesi, Çin ile yakın ilişkileriyle izah edilir. Barut, pusula gibi değerlerin yanında kâğıt ve baskı tekniği de Çin’den, önce İslam dünyasına daha sonra XIII. yüzyılda Haçlı Seferleriyle Avrupa’ya taşındı. Ancak bugünkü anlamda bir matbaanın bulunması daha sonraki dönemlerde, XV. yüzyılın ortalarında Avrupa’da gerçekleştirilmiştir. İlk matbaayı tahta harfler yaparak Felemenkli (Hollandalı) Laurens Janszoon Coster (1405-1468) bulmuştur. Bir müddet sonra da Almanya’da Johannes Gutenberg (1394-1468), antimon ile kurşunu karıştırarak yeni bir alaşım meydana getirdi. Bununla madeni harfler dökerek bugünkü seri kullanıma uygun matbaayı buldu (1450). Şimdi, Avrupa’da matbaa icat edilip kâğıt da paçavradan, oldukça bol ve ucuza elde edilince, düşünce ve kültür alanında ne büyük değişimler meydana gelmiş olabileceğini düşünebiliyoruz. Rönesans’ın ve Reform’un ortak nedeni kâğıt ve matbaanın geliştirilmesi ve yaygın kullanılmasıdır.

157

XV. ve XVI. yüzyıllarda, Osmanlı Devleti en güçlü en parlak zamanlarını yaşadı. Avrupa ortalarına kadar (Viyana önleri) Mehter Takımı sesini duyurdu, yeniçerilere gövde gösterisi yaptırıldı. Yani askeri anlamda fethetmeye çalıştık… Oldu ya da olmadı… Bunun üzerinde durmayacağım… Belki bir miktar ganimetle de dönüldü yapılan seferlerden ama herhalde en büyük ganimet matbaanın Türk ve Müslüman kesimin kültürel kalkınması için getirilmesi olurdu… YOK! Askeri seferler kalıcı olmuyor ne yazık ki. XVII. yüzyılın sonlarından itibaren (1699 Karlofça) Mehter Marşı’yla ve geri adımlarla geri çekilmeye başladık… Eğitimsizliğimizle içimize kapanıp, cehaletimizle baş başa kalarak… Biraz rahatlayalım… Lale Devri’nde 1720 de Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed (Yeniçeri Ocağı’nın 28. ortasından yetiştiği için ) on bir ay Paris’te kaldı ve oğlu Sait Mehmet Efendi yaptığı incelemeler sonunda İstanbul’a gelirken matbaayı da getirdi. Arkadaşı İbrahim Müteferrika ile birlikte çalıştılar, 1726 yılında basımevinin hazırlıkları başladı. Basımevi ikisi adına açılacaktı. O zaman 49 yaşlarında bulunan İbrahim Müteferrika’nın daha 1719’dan beri bazı denemeler yaptığı biliniyor. İbrahim Müteferrika’yı tarihimizde matbaa konusu ile birlikte hatırlarız. Ama onun devrinin en ileri görüşlü, bilgili, aydın şahsiyeti olduğunu pek bilenimiz yoktur. İbrahim Müteferrika, o zamanki Avrupa’da en ileri ulusların, demokratik düzende bulunan uluslar olduğunu söylerken (Hollanda ve İngiltere’yi gösterir) bunların yasalarının, Tanrı’dan gelme şeriat ilkelerine göre değil, akıl yoluyla bulunmuş, felsefi ilkelere dayandığını da sözlerine ilave eder. Ayrıca Avrupa devletlerinin ve en son Moskof Devleti’nin (o zaman henüz Rusya adı kullanılmazdı) nasıl güçlendiğini; bunların karşısında, Osmanlı Devleti’nin nasıl zayıf bir duruma düştüğünü, tek çarenin, bunların yöntemlerini benimsemekte olduğunu “Usul ül Hikem fi Nizam 158

ül Ümem” adlı kitabında yazmıştır. Ayrıca Coğrafya Keşiflerinin, Avrupa ticaretini dünya ölçüsünde genişlettiğini, fizik ve astronomi gibi bilimlerle bugünkü jeopolitik anlamda coğrafya bilgisinin, devlet yönetimindeki önemi üzerinde durdu ve flaş cümlesi: “Bu bilgilerin gelişmediği bir ülkede güçlü bir devlet olamaz” demekte ve devam ederek “Dünyadaki değişikliklerin farkında olmayan, coğrafya bilgisinden yoksun olan adamların elinde devlet yönetmek, pusulasız gemi yürütmek gibi bir şeydir!” diye ilave etmektedir. Aman, neyse, aldırmayalım! Macar asıllı İbrahim Müteferrika işte… İbrahim Müteferrika kitabında; Avrupalıların yeni kıtadaki ve eski kıtayı çevreleyen denizlerdeki gelişmelerine karşılık, Osmanlılığın ve bütün İslam dünyasının derin bir cehalet içinde kalmasının tehlikelerini anlatır. Böyle kişilerin yönetiminde, İslam ülkelerinin bir gün Avrupa devletlerinin egemenliği altına gireceğini haber verir. Avrupa’dan ders alan, oradaki gelişmelerin en yararlı olanlarını seçmesini bilen Petro’nun nasıl başarı kazandığına işaret eder. Osmanlı Devleti de aynı şeyi yapmazsa, ilerde Osmanlı ülkelerinin Rusya karşısında güçsüz ve yoksul kalacağına da işaret eder. Ve de İbrahim Müteferrika, Osmanlı Devleti’nde “Geleneksel düzen” anlayışı yerine “Çağdaş düzen” kavramını ilk getiren adamdır. Yaa… İşte böyle… XVIII. yüzyıl Avrupası’nın aydınlığını bizim ülkemize de getirmeye, yansıtmaya çalışanlar da var, yok değil ama anlamak lazım! Matbaaya geri dönelim izninizle… 1726 yılında basımevinin hazırlıkları başlarken İbrahim Müteferrika, bir yandan da basma sanatının gerekliliğini ve değerini anlatan bir muhtıra hazırlıyordu. Vesilet ül Tıbaa adını taşıyan bu rapor, Sadrazama, Şeyhülislama ve Ulemaya su159

nuldu. İbrahim Müteferrika burada, basma sanatının İslam ülkesinde uygulanmamış olmasının zararlarını, ilerde sağlayacağı yararları, Müslümanların Avrupalılara kıyasla geri kalmalarının nedenlerinden birinin, basma sanatının yokluğu yüzünden, cahilleşme olduğunu açık ve güçlü bir dille anlatır. (Bu rapor, ilk basılan kitap olan Vankulu Lügati’nin ön sözünde de yer almıştır 31 Ocak 1729). Basımevinin açılması için gerekli fetvayı Şeyhülislam Abdullah Efendi hemen vermiş, ulemadan on bir kişi ilk kitabın başına konmak üzere “Takriz”ler (övmeler) yazmışlardır. Padişah III. Ahmet de gereken fermanı çıkarmıştır. Dini kitapların hattatlar tarafından yazılması prensibi kabul edilmiş, böylece sayıları oldukça fazla olan bu meslek grubuna geniş bir alan bırakılmıştır. Matbaa müsaadesi yalnız İbrahim Müteferrika ile Sait Efendilere verilmiştir. Başkasının matbaa açması, o gün için söz konusu olamayacaktır. Zaten yüz yıl boyunca İstanbul’da matbaanın sayısı ancak üçe ulaşmıştır. Matbaacılık II. Mahmut döneminde, gazeteciliğin başlamasından sonra özel bir girişim haline gelecektir. Matbaada ilk basılan kitap Vankulu Lügati’dir. Bin adet olarak basıldı ve 35 kuruş fiyat kondu. İlk basılan kitaplar dil, tarih, coğrafya, müspet bilimler, askerlik konularındadır. Basım çok yavaş olmakta, uzun yıllar boyunca çok az sayıda kitap basılmaktadır. Bunun nedenleri ise; * Yeterli teknik ilerlemenin sağlanamaması * Yeterli bir kâğıt üretiminin olmaması * Yeterli bir okuyucu kitlesi olmaması XV. yüzyılda Avrupa’da 1700 matbaa bulunduğu, bunların toplam 15-20 milyon arası sayıda kitap bastığı düşünülürse, XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin bu alanda neden çok geri kalmış olduğunu sormak gerekir diye düşünüyorum. 160

Rusya’da da matbaa 1711’de Petro zamanında geç bir tarihte açılmış ve onun çarlığı zamanında 600 çeşit kitap basılmıştır… Buna ne demeli? Bunlar neden geri kaldığımızı çok iyi açıklıyor kanaatindeyim! Neyse… Kâğıt ihtiyacını karşılamak için üretmeye karar verdik! 1744’de Polonya’dan üç kâğıt ustası getirilmiş ve 1749 yılında ustalar kâğıt yapımına başlamışlardır. Yalova’da Lale Devri’nde açılmış olan kâğıt imalathanesi yeterli olamıyordu… Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan azınlıkların eğitim, kültür, ekonomik şartlar bakımından neden imparatorluğun gerçek sahibi Türklerden daha ilerde olduklarını ise şimdi yazacaklarım çok daha iyi ifade edecek sanırım… Evet… Sıkı durun! Osmanlı topraklarına ilk matbaa Lale Devri’nde (17181730) gelmedi. 1727 yılında gelen matbaa Türk ve Müslümanlar için gelen matbaaydı. Oysa Osmanlı topraklarına ilk matbaayı Yahudiler (Musevi-İbrani) getirmiştir. 1494 yılında (II. Bayezid dönemi) İspanyol zulmünden, Osmanlı gemicileri tarafından kurtarılıp Türkiye’ye getirilen Yahudiler yanlarında matbaayı da getirdiler ve Osmanlı topraklarında basılan ilk kitap Yahudilere ait “5 kitap”tır. 1495’te İstanbul’da ilk Yahudi matbaasından sonra Selanik’te ve tekrar İstanbul’da (1579’da) Yahudi matbaalarının açılmış olduğunu görüyoruz. Dahası var! 1567 yılında Türkiye’de Ermeniler matbaalarını kurdular. 1627 yılında da Rumlar matbaanın nimetlerinden faydalanmaya başlamışlardır. Rumlar bizden 100 yıl önce kendi matbaalarını kullandılar. 161

Ne diyelim? HELAL OLSUN! Şakır şakır kitaplar bastılar, öğrendiler, aydın insanlar olarak yaşadılar… Biz… Cehaletimizle baş başa, kara çarşafların içinde “Bir lokma bir hırka” felsefesiyle bu dünya geçicidir anlayışıyla yaşamaya devam ediyorduk ki; bu güzel yurdu, bizim bu anlayışımıza layık görmeyenler, elimizden almaya, bizi kendilerine uşak yapmaya karar verdiler… Ta ki Mustafa Kemal’le beraber, Türk milleti uşak değil, beyefendi, hanımefendi olmaya, aydınlanmaya karar verene kadar… Mustafa Kemal’e de Türk milletine de Helâl olsun!

162

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk hukuk tarihinde ilk kez “Ulusal egemenlik”ten söz eden Başkomutanı’nın izindedir ve ulusal egemenliğin garantisidir. TÜLAY AYTEKİN

163

“TÜRKİYE CUMHURİYETİ PAYİDAR OLACAKTIR” KÂHİN MİSİN? Mustafa Kemal, 16 Haziran 1926’da İzmir gezisi öncesinde kendine suikast girişiminin önlendiğini duyduğu zaman “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” diyerek duygularını ifade etmiştir. Bir belediye başkanı, yobaz bir yalaka, Mustafa Kemal’e “Kâhin misin?” diyerek yetmiş yıl sonra cevap veriyor. Biraz bu lafı edenin duygularına kulak verirsek, bu lafın açılımını daha rahat anlarız. Bir kere hırslı ve kızgın, neden Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacakmış! Mustafa Kemal ne biliyormuş? Kendisi daha iyi görebiliyor geleceği demek ki? Kim bilir içinden, yakında senin Cumhuriyeti’nin defterini düreceğiz… diyordur, büyük ihtimalle… Cevabım mı? Behey sersem, sen küçücük çocuğunun başını okşarken, benim oğlum (veya kızım) doktor olacak derken kehanette mi bulunuyorsun? A MANYAK!

164

ÇANAKKALE’DE EVLİYALAR… YA SARIKAMIŞ VE DİĞERLERİNDE? Çanakkale’yi gezmeye gidenler bilirler. Mehmetçiğin kahramanlıkları nedense evliyaların yardımları ile ikinci plana atılır. Rehberler, olağanüstü olaylarla izah etmeye çalışırlar cesareti, vatanseverliği, yiğitliği, kahramanlığı… İyi de 250 bin şehidi de izah etmiş olabiliyorlar mı ermişlerle, dervişlerle… İnsan; aklın, bilimin ön plana alınması gereken bir çağda, bu türlü açıklamaları kabul edemiyor… Hatta bu iddialara karşı, şu soruları sormak istiyor! Evliyalar, Çanakkale’de yardım ettiler de Sarıkamış’ta donarak ölen 90 bin Mehmetçik için neden bir şey yapmadılar? Tifüsten, açlıktan, bakımsızlıktan, -30, -40 derece soğuktan ölmek kadar doğal bir şey var mı? Komutan Enver Paşa, güneyin sıcağından gelen Mehmetçikleri, -30 derecede 60-70 cm kalınlığında kar içinde kilometrelerce, azıksız, botsuz yürütürse, tifüsten, kırılan askere yeterince sağlık hizmeti verilemez ise bu kadar insan tabiidir ki donacak, can verecek! Bu normalidir… Evliyalar yardım etseydi ya! Aynı şekilde Cemal Paşa Kanal Harekatı’nda iki büyük saldırı düzenledi başarısız oldu. Sina çöllerinde susuzluktan şehit verdik binlerce Mehmetçiğimizi… Neredeydi Çanakkale’deki evliyalar? Hz. Muhammed dönemine kadar birçok örnekle aynı soruları sorabiliriz.

165

Uhud Savaşı’nda bir galibiyet alınamadı, Peygamber efendimize de yardım etmediler Çanakkale’deki ermişler dervişler… Taif Seferi’nde yine başarılı olamadı Peygamberimiz, hatta Taif halkı taşa tuttular elleri kırılasıcalar, bir evliya çıkıp da o taşları geri, Taiflilerin kafasına atamaz mıydı? Yoo… Oralara değinmeyelim… Konumuz sadece Çanakkale! “Çanakkale geçilmez” dedirten, deniz savaşı ve Gelibolu’da yapılan kara savaşlarıdır. Mustafa Kemal vardır karada, Anafartalar’da, Conkbayırı’nda, Arıburnu’nda… Öyle ya! Mustafa Kemal’in askerlik dehasını nasıl gölgeleyecekler ki başka! Evliyaları kullanarak tabii ki! İnsanlarımız saf, temiz, imanlı ve bilgisiz, hemen inanırlar… Tanrım şüphesiz ki olağanüstü zeki, yetenekli insanlar yaratır ve insanlık her alanda bunlar sayesinde daha ileriye, daha güzele, daha büyük başarılara ulaşır. Edison, Jan Gutenberg, Fatih, Kanuni, Mimar Sinan, Mustafa Kemal olağanüstü yaratılış özellikleri ile tabii ki Tanrının birer lütfudurlar. Bunu bilmek insana huzur ve mutluluk vermektedir… Ama kalkıp da canını vatanı için esirgemeyen şehitlerimizin ve onları yönlendiren olağanüstü, deha sahibi komutanlarının kahramanlıklarını bir tarafa bırakıp başarıları evliyalara mal etmenin altında yatan amacı anladıktan sonra… bu anlatılanlar masal olmaktan öteye gitmez! Evliyalarla izah; Tanrıya şirk koşmaktan başka bir şey de değildir!

166

CUMHURİYET VE LAİKLİK İktidar partisinin gerçek niyet ve düşüncesi 75 milyon Türk halkı tarafından bilinmektedir. Onların ne kökten dinci olduklarını bilmeyen yoktur. Yine de bir yerde açık verdikleri zaman derhal takiyye yapıp “Cumhuriyet’e bağlıyız, Cumhuriyet’e karşı olmak aklını peynir ekmekle yemek demektir” diye çark etmektedirler. Öyle ya insanlarımızın hepsi cahildir ve Cumhuriyet’e bağlılık ile laik düzene bağlılığın aynı şeyler olduğu anlaşılmaktadır! Onlar böyle zannediyorlar ve zannetmeye devam etsinler… daha çok hata yapsınlar, hataları giderek katlansın, altından kalkamasınlar… T.C. İnkılâp Tarihi dersi alan her Türk insanı bilir ki; 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildiği zaman Halifelik makamı vardı… 1921 Anayasası yürürlükteydi ve şeriat hükümlerini uygulamak TBMM’nin yetkisindedir maddesi yer alıyordu. Medreseler, dili Arapça olan ve öbür dünya için adam yetiştirmeyi amaçlayan, çağdışı kalmış eğitim kurumlarıydı. Modern okullarda yetişen gençlerle, medrese gençleri arasında kültür, dünya görüşü farklılığı vardı. Türk Medeni Kanunu henüz kabul edilmemişti ve dini hukuk kuralları uygulanmaktaydı. Her din, mezhep ve tarikat mensubu kendi dini kurallarını uyguluyordu ve bir cümbüştür gidiyordu. Dolayısıyla Hukuk Birliği yoktu. Arap harfleri kullanılıyordu, Arap kültürünün etkisi, yazım hayatımızda da “Kutsallık” adı altında devam ediyordu.

167

Hâlâ Din İşleri Bakanlığı “Şeriye ve Evkaf Vekâleti” hükümet içinde yer almakta ve resmen din, siyasetin göbeğinde sakız gibi çiğnenmekte ve mıncıklanmaktaydı. Okuma yazma oranı 1920’lerde erkeklerde yüzde 10’dan az, kadınlarda yüzde 04’tü. Arap harflerinin bin yıl kullanımının sonucuydu bu… Tekke ve zaviyeler eğitimsiz insanımızı bilimden batıla yönlendiren kurumlar olarak ayaktaydı. Yani; devletimizin adı Cumhuriyet’ti ancak laik değil Teokratik Cumhuriyetti. Bu bakımdan Cumhuriyet’e bağlıyız diye nutuk atan takiyyeciler, insanlarımızın, hangi dönem Cumhuriyet’e bağlı olduklarını anlamadıklarını sanmasınlar. Cumhuriyet, Hilafet varken ilan edildiği için laik düzeni ifade etmez! Cumhuriyet tabii ki laik sistemle daha güçlü, daha demokratik, daha çağdaştır. Erkekseler “Laik Cumhuriyet’e bağlı olmayan, aklını peynir ekmekle yemiş demektir” desinler de alınlarından öpelim!

168

TÜRK KADINI VE TÜRK MEDENİ KANUNU’NUN İSVİÇRE’DEN ALINMASI Biz, kökleri Orta Asya’ya giden bir büyük milletiz. İslamiyet’ten önce Orta Asya’da, Doğu ve Orta Avrupa’da tarihe yön veren güçlü devletler kurduk. İslamiyet öncesi Türk devletlerinde, kadının yeri her zaman her yerde erkeğinin yanı başıdır. Tektir, kıymetlidir. Saygındır. Türk kadını, Türk ordusunun da bir parçasıdır. Çünkü Türk toplumu Ordu-Millettir. Kadın-erkek, çoluk-çocuk savaşır. Türk kadını mükemmel at biner, ok kullanır. Kendini koruyacak yeteneklere sahiptir. Hatun, Hakan’ın eşidir. O olmadan kurultay toplanmaz, yabancı elçi kabul edilmez, Onun da adı geçmeden bir emirname yayınlanmaz! Orta Asya Türk toplumunda fuhuş olayı yoktur! Genç kıza tecavüzün cezası ölümdür, ancak tacize uğrayan genç kız, evlenmeyi kabul ederse ölüm cezası kaldırılır. Evli bir kadına tecavüzün cezası ise mutlaka ölümdür. Bu gibi olaylar da nadiren görülür. Çünkü Türk erkeği, Türk kadınına saygılıdır. Kendini bilir ve kontrol eder. Delikanlı adamdır… Yavuklusu olmayan kadın, onun bacısıdır… Araplarla ilişkiler başladıktan sonra kadının toplumdaki yeri, konumu da değişmeye başladı. Uzun yıllar yine Türk gelenekleri devam ettiyse de Araplardaki çok kadınla birlikte yaşama (çok eşli evlilik demiyorum çünkü bizde tek eşli evlilik geleneği vardır ve birden fazlası için başka deyimler kullanılır) alışkanlığı, sürekli akıllarının uçkurlarında olması, bizim toplumuzda da bu yolda olan erkekleri etkiledi. Dinen de caizdir savunmasına sığınarak 8-9 yaşlarında kız çocuklarını bile ya169

taklarına atmaktan çekinmediler. Hiçbir yasal güvenceleri olmayan çocuk kadınlar sokaklarda perişanlığa itildiler. Toplumda kadınlar aleyhine büyük bir değişim başladı. Özellikle şehirlerde kadınlar kafes ardında yaşamak, peçe ardından dünyaya bakmak zorunda bırakılırken, kırsal kesimde Türk gelenekleri nispeten devam ettirildi. Tarlada, bağda, bahçede kadınlar ve erkekler yan yana çalıştılar. Vatan savunmasında erkeklerden hiç de geri kalmadılar. 93 Harbi’nde Erzurum tabyalarında Ruslarla savaşan Nene Hatun birdir. Kurtuluş Savaşı’nda binlerce Nene Hatun çıktı ortaya. Cephe gerisinde, elinin hamuruyla erkek işine karıştı, zaferde büyük pay sahibi oldu… Zaferden sonra Mustafa Kemal, Türk kadınının toplumdaki yerini kalıcı bir şekilde hukuki statüye bağlamaya, sağlığında toplumun bu çok önemli sorununu halletmeye karar verdi. Bir medeni kanun hazırlanmalı ve kabul edilmeliydi. Bu konu bir hukukçu kadroyu oluşturmayı gerektiriyordu. Osmanlı Devleti hukuk okulları açmıştı şüphesiz. Ama yetersizdi… Ancak bir kadro oluşturulsa bile Medeni Kanun’un hazırlanması zaman alacaktı. Bu konu geciktirilemezdi… Avrupa’da yürürlükte olan Medeni Kanunlar incelenecek ve uygun olan alınacaktı. Çünkü modern toplumlarda ihtiyaçlar aynıydı. Türk kadını bir Avrupalı kadından daha değersiz değildi. Avrupa’da kadın, evi, çocukları üzerinde erkekle eşit haklara sahipse, Türk kadını da bu haklara sahip olmalıydı. Miras, boşanma, tek eşli evlilik Türk kadınının da hakkı olmalıydı. Eğitim hakkına bir Alman, Fransız, İsviçre kadını sahipse Türk kadını da sahip olmalıydı. Osmanlı döneminde 1869 yılında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanan ve Mecelle denen bir medeni kanun var idiyse de sadece Hanefi mezhebinden olanların bazı sorunlarını fıkıh esas alınarak çözmeye çalışan bir ki170

taptı. Yetersizdi. Kaldı ki gelişen bir olgu olan toplumun ihtiyaçları, dini hukuk ile karşılanamaz ve halledilemez! Mecelle’nin hazırlandığı dönemde Ali Paşa, Fransız Medeni Kanunu’nun alınmasını önermiştir. Yani Türk Medeni Kanunu kabul edilmeden 50 yıl önce Osmanlı yöneticileri de Medeni Kanunu dışarıdan almak gibi bir fikri gündeme getirmişlerdi. Şimdi ihtiyaçlar ortadayken, mevcutlar, Mecelle gibi, yeterli değilken bir an önce bu çok önemli sorunun halledilmesi gerekiyorken, Avrupa’dan almaya karar verildi. Araştırıldı, Avrupa’da en son hazırlanan medeni kanun, İsviçre Medeni Kanunuydu. Kendinden öncekilerin eksikleri giderilmişti, anlaşılması kolay ve pratikti. 17 Şubat 1926 yılında kabul edildi, 4 Ekim 1926 yılında da yürürlüğe girdi. Türk kadını toplumda hak ettiği konuma gelmişti. Tek eşli evlilik, boşanma hakkı, miras hakkı, evi, çocukları üzerinde erkeği ile eşit haklara sahip olma ve eğitim hakkı gibi çok önemli haklara sahip oluyordu. Türk kadını Orta Asya’daki konumuna bin yıl sonra Mustafa Kemal sayesinde geliyordu…

NOT: Siyasi haklar Türk kadınına sonraki yıllarda verildi. 1930 yılında belediye seçimlerine katılma hakkı, 1933’te köy ve mahalle muhtarı seçme, seçilme hakkı ve 5 Aralık 1934’te milletvekili seçme, seçilme hakkı elde etti. Artık Bakan, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olabilecekti... Türk Medeni Kanununun kabulü ile Kanun karşısında din ve mezhep farkı ortadan kalktı. Hukuk birliği sağlandı… Böylece laiklik yolunda önemli bir aşama daha kat edilmişti… Unutmayalım ki hukuk birliği ulusal birliğin de temelidir. 171

BİREYSEL TERCİH Mİ, YOKSA… Eşlerinin türbanlı kafasını açıklamaya çalışırken “Bireysel tercih” ifadesini kullanıyorlar. Gerçekten bireysel tercih mi, yoksa Büyük Türk İnkılâbı’na karşı kitlesel bir hareketin simgesi mi? Kamusal alanda da başlarını istedikleri gibi örtmek isteyenler acaba şunu düşünebiliyorlar mı? Kadınlardaki baş örtme şekli tarikatlara göre de değişiklik gösteriyor. Kılık kıyafetin serbest bırakılması, bir üniversite bahçesinde farklı mezhep ve tarikatları temsil eden kıyafet şekilleri, gençlerin gruplaşmasına, hatta tatsız olayların çıkmasına neden olacaktır. Laik düzenin amacı, hiçbir alanda özellikle de kanun karşısında kişilerin din ve mezhep tercihlerinin, kararlarda etkili olmamasını sağlamaktır. Bu düzenin bir metre bez için, hem de Diyanet yetkililerinin baş örtmenin dinimizin öncelikli şartı olmadığını açıklamalarına rağmen tehlikeye düşürülmesi herkesi düşündürmelidir.

172

“Cimrilik, bütün insan deliliklerinin en gülüncüdür” MONTAIGNE “DENEMELER”

173

NAZIM HİKMET’İN İLK ŞİİRİ “MERAK” (FANTAZİ KÖY HİKÂYESİ) 1919’da yayım hayatına başlayan Ümid Mecmuası’ndan (Sayı: 14, Sayfa: 15) Yeni Türk Harflerine çevirdiğim Nazım Hikmet’in ilk şiiri “Merak”ı sizlerle paylaşmak istedim. Veli diyordu ki geçdi üç Salı Bu kız köyümüze ayak basalı; Sıkıntı veriyor burada yeri; Köye ilk geldiği salıdan beri. Çıkmadı en ufak bir işi bile, Yüzünü görmedi bir kişi bile, Hatta tanımıyor kadınlarımız, Köye merak oldu doğrusu bu kız! Yaşıyor bizlerden büsbütün ayrı Ne şerri dokunur ne de hayrı, Yerden yüksek görüb kendi yerini, Bozmasaydı köyün adetlerini! Gücümüze giden budur diyordu Sonra birer birer nakl ediyordu: Köyü saran çitin dışarısında, Dağa giden yolun tam yarısında Yağan yağmurlarla damı kararmış, 174

Divarları çökük bir evi varmış, Bu yer benziyormuş adeta ine, Kadınları gitmiş safa geldiye, Kapısını birçok defa çalmışlar, Ne kapı açan var, ne bir cevab var! Senelerce evvel, yine bu köyle Kurulan, eski bir âdete, böyle Riayet etmeyen kim olabilir? Böyle saygısızlık kimin haddidir? Bu sır günden güne derinleşmede; Her akşam toplanub kızlar çeşmede: “Dertli bir sultandır bu” diyorlarmış Evinin önüne gidiyorlarmış. Çıkmadan dağların sert rüzgârına, Yetmeden güneşli tarlalarına, Her sabah o yoldan geçen gençlerin Manalı gözleri, daha çok derin. Kiminde boncuklar, kiminde çiçek Hepsi de diyor ki; beni sevecek! Kahvede yine bu dedikodu var, Ev ev dolaşarak koca karılar Diyorlar ki: “Bu kız kahbe bir kadın!” Bu hali mutlaka kem bir maksadın! Kötü söz söylerken herkes bu hale, Eminim bütün köy girdi vebale. Fakat taassubun omzunda merak 175

Kartopu gibi yuvarlanarak Saatler geçtikçe bir çığ oluyor Köy susuz bir hayvan gibi soluyor. *** Nihayet kahvede karar verdiler, Bu kız kapısını açmazsa eğer Çeşmeye gelince yine bu gece Zorla açılacak yüzünden peçe! Bu karara imam itiraz etti, Köylüler ilk önce biraz naz etti Sonra yemin edüb hepsi Allah’a, Dediler: gidilsün bir kere daha Kapıyı açmazsa bu sefer de biz O kıza haddini bildireceğiz! *** Kadınlar kapıyı yine çaldılar, Fakat yine aksi cevab aldılar! Köyü baştanbaşa sarstı bu haber, Coşan halkla doldu, her sokak her yer, Hepsinin bir kalbe toplanub kalbi Dalgalarla akan bir nehir gibi Homurdanarakdan çıktılar yola Bazı sağa taşup, bazen de sola Nihayet o eve gelüb durdular, Kapıya bir kere daha vurdular, Fakat netice çıkmadı bundan, 176

Belki bayılmışdı kız korkudan! Şimdi camları bir bir kırıyorlar: Hep emrediyorlar haykırıyorlar: “Ya evi yakarız! ya evinden çık!” Bu coşan kitlenin önünde artık İmamın sözleri kâr etmiyordu, Herkes: yakılmalı evi! Diyordu, Şimdi son noktaya gelmişdi merak, Fakat içlerinden kimse çıkarak Bu belalı işi baş edemedi: Hepsi, gece gelsün görelim dedi! *** Zavallı üç gece çıkmadı suya, Dalarken zulmetde dağlar uykuya Köylüler yolunu hep beklediler, Yarın gece mutlak çıkar dediler. Bu işde heyecan duyuyordum ben, Nihayet dördüncü gün bilmeden Merakın önünde boynumu eğdim, Ben de köylülerin içlerindeydim… Hepimiz insafın çok haricinde Göğüslerimizden bir an içinde Fırlayacak gibi çarpan kalbimiz Karanlık yolları bekliyorduk biz! Yüksek çınarların altına yattık, Hep birbirimizi gülüb aldattık. 177

İşte bak karşıdan geliyor diye; Kimimiz: bir öküz olsun hediye, Şunu ilk görene benden! Diyordu Canı sıkılanlar hep gidiyordu. Nihayet kalmışdık on on beş kişi, Sonuna erdirmek için bu işi Dedikodusunu, yaparken kızın Bilmem nasıl oldu, susduk ansızın Ne bir söz söyleyen, ne de bir gülen, Baktım uzaklarda, ufka gömülen Dağların ardında, ateş yanıyor, Gökler ağır, ağır aydınlanıyor, Yola çınarların düşdü gölgesi, Yorgun köpeklerin, ürüyen sesi Akisler inletdi boş sokaklarda, Damlar aydınlattı loş sokaklarda, Dağların ardından ateş yükseldi, Parlayan bir kuş, boşluğa daldı, Ay doğuyor dedi, yanımdan biri, Elimle eşerek yatdığım yeri: Artık vakit geçti, gelmez ki dedim, Bu gece boş yere ben de bekledim. Ayın doğduğunu haber veren ses Dedi ki; sus artık lakırdıyı kes! Bak yolun ucunda, bir karaltı var, Bakdım bembeyazdı uzayan yollar, 178

Uzakda bir gölge, bu oydu mutlak; Bazen ilerleyüb, bazen durarak Büyüdü şekil aldı, geçdi önümden Bir anda düşünüb anladım ki ben Nihayet çıkmışdı, kalınca susuz, Uzun gecelerden, sanki uykusuz, Her adım atdıkça bir sallanır, Bu gece yolları emin sanıyor. Şimdi titriyorken heyecanımdan: Dur! Diye haykırdı biri yanımdan, Bir anda fırlayub tarlayı aşdım, Ben de köylülerle kıza yaklaşdım; Öyle vahşiydik ki zavallı yıldı! Birden bir hamle ile peçe açıldı! Yan gözle şöyle bir yüzüne bakdım, Kendimi sıkmasam ağlayacakdım: Yarabbi ne çirkin bir kadındı bu! Yarabbi ne çirkin kadındı bu!

179

ANADOLU MAKAMI Bir müzik sesi geliyor kulaklarıma Karıştırdıkça yaprakları Tarih çağları içinden Bu usta, bir yolcu Tellere ruh veren bu yolcu, TÜRK! En güzel ezgileri Nal sesleriyle karışmış Irmaklardan, göllerden, yaylalardan Akislerle bezenmiş. Gelen melodiler Türk’ün karakterini Özgürlüğe aşkını, insan sevgisini, Doğaya inancını Hissettirir… Dinleyenin gönül tellerini titretir. Bulamaz insan o seslerde Yiğitlikten, mertlikten, merhametten gayri Yaban bir iz… Orta Asya’dan çıkar yolcu yola Rast olur, Batı Türk elinde Bir saba oluverir Avrupa’ya geçerken Durduğu, geçtiği yerlerde tatlı bir esinti Bir meltem gibi Hoş bir seda kalır geride Dolaşır atı ile 180

Sürüsü, otağı ile İlk yurdum dediği Ötüken’de Kıpçak bozkırlarında, Orta Avrupa’da Dokunduğu her makamda Eserler bırakır Mete gibi, Atilla, Batuhan gibi Keman sesi mi, ud mu, tambur mu Sesler güzel, eserler güzel Ya makam! Her doğduğu yerde değişik Her değişiklikte mucize eserler var! Anadolu’da duyulur sesi Başka türlü geliyor kulaklara Karadeniz, Ege, Akdeniz Dalgalarında yıkanan sesi Bu topraklarda dolaşır durur Ezer engelleri, aşar dağları Nihayet kılar Türk kararı Makamı Anadolu’dur En güzel eserlerini bu makamda verir ALPARSLAN, FATİH, MUSTAFA KEMAL GİBİ

TÜLAY AYTEKİN 1985 181

MUSTAFA KEMAL’İN ÜSTÜN KİŞİLİĞİ VE MİLLİ MÜCADELE’NİN DÖNÜM NOKTASI Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı zaman 9. Ordu Müfettişliği görev ve yetkisine sahipti. Verilen görevin merkezi Erzurum’du ve çevre vilayetlerdeki askeri ve sivil makamlara emir verme yetkisine sahipti. İstanbul, Mustafa Kemal’e bu görevi verirken, kendisinden Doğu Karadeniz’de Pontusçu Rum hareketine karşı oluşan Türk direnişinin kırılması ve Mondros’a rağmen halen lağvedilmemiş birliklerin, dağıtılması istenmişti. Öyle ya, İtilaf Devletleri aksi takdirde Doğu Karadeniz’i de işgal edebilecekleri tehdidinde bulunuyorlardı! Mustafa Kemal ise Samsun’a giderken Doğu Karadeniz’de başlamış olan direnişi bütün yurda yaymak, milletçe kalkışmayı sağlamak istiyordu. 28 Mayıs 1919’da (Havza Genelgesi) valilere, müstakil mutasarrıflıklara (sancaklara) ve bazı kolordu komutanlıklarıyla, Konya’da Ordu Müfettişliği’ne gönderdiği genelgede “Siyasi bütünlüğümüzün muhafazası için, işgaller karşısında büyük ve heyecanlı mitingler yapılması ve milletimizin bu şekilde sesini duyurması zorunludur” dedi. Havza Genelgesi ardından 30 Mayıs’ta Mustafa Kemal’in de katıldığı Havza Mitingi’nin yapılması işgal devletlerini Mustafa Kemal’in Anadolu’ya hangi amaçla geçtiği konusunda şüpheye düşürdü. Müttefiklerin Karadeniz Ordusu Başkumandanı General Milne, İstanbul Hükümeti’ne bir yazı göndererek “Mustafa Ke182

mal ve yanındakileri derhal İstanbul’a çağırmanızı talep ederim” dedi (6 Haziran 1919). Harbiye Nazırı; General Milne’in, Mustafa Kemal’in geri çağrılmasını isteyen 6 Haziran tarihli yazısına cevap verdi. “Mustafa Kemal bir ordu kumandanı değil müfettiştir. Onun gezmesiyle karışıklık olmaz!” (8 Haziran 1919). Bu arada Mustafa Kemal, Samsun yoluyla İstanbul’a gönderilmekte olan 10.000 sürgü kolu ile 12 top kamasına Havza’da el koydu. Havza silah deposundaki silahları evlere taşıttı. İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal’i İstanbul’a geri çağırmakta, müttefiklerin isteği doğrultusunda, kararlıdır. Bir yandan müttefikleri yatıştırmaya çalışırken bir yandan da Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa, Mustafa Kemal’e telgraf çekerek “Beraberinizdeki istimbotlardan biriyle İstanbul’a gelmeniz rica olunur” diyordu (8 Haziran 1919). Mustafa Kemal, İstanbul’u oyalamak için 11 Haziran 1919’da çektiği telgrafta “Davet sebebinin lütfen açıklanmasını rica ederim” isteğinde bulundu. Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa, neden İstanbul’a çağrıldığını gizli olarak soran Atatürk’e, “Kıymetli bir generalin Anadolu’da seyahati, kamuoyuna iyi bir tesir yapmayacağı cihetle İngilizlerin kendisini istediği” yanıtını verdi. Mustafa Kemal, aynı gün Padişaha çektiği telgrafta, İngilizlerin emrindeki kişilerin, kendisini İstanbul’a çağırdığını, gitmeyeceğini, millet için gerekirse görevinden ayrılıp çalışmaya devam edeceğini bildirdi. Mustafa Kemal, Amasya’da kaldığı süre içinde sürekli komutanlıklara ve valiliklere hatta İstanbul’daki yetkililere çektiği telgraflarla, Türk milletinin mücadele azmini ve yurdunu düşmandan kurtarmak düşüncesindeki kararlılığını bildiriyordu. Sürekli, milletin duygularını dile getiren telgraflarla, adeta millet adına tek başına mücadeleyi sırtlanmış durumdaydı. Anka183

ra’da bulunan Ali Fuat Paşa’yı ve Rauf Bey’i daha Havza’dayken yanına çağırmıştı. 12 Haziran’dan beri bulunduğu Amasya’da 13 Haziran günü sabahı, kendisini ziyaret eden Amasya heyetine şu konuşmayı yaptı: “Ortada İttihatçılık, İtilafçılık yoktur, memleket meselesi vardır!” Mustafa Kemal, bir taraftan milli heyecanı sürekli ateşlemeye devam ederken, bir yandan da İstanbul Hükümeti’nin milli mücadeleyi engelleyici tedbirlerine karşı mücadele veriyordu. Bir örnekle belirtmek gerekirse 16 Haziran 1919’da Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü Redd-i İlhak dernekleri tarafından verilecek telgrafların çekilmemesini postanelere emretti. 20 Haziran 1919 günü Mustafa Kemal, Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü’nün, Redd-i İlhak ve Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetlerinin telgraflarının çekilmesini yasaklaması üzerine Amasya’dan Sadaret’e (sadrazamlık makamı), Harbiye Nezareti’ne, Valiliklere, Kolordulara, Posta ve Telgraf Başmüdürlüklerine bir genelge yayımladı… “Milletin sesini boğarak, yasal hakkını istemekten menetmeye ve vatanın mahvına sebep olmaya yönelik bu emri, hiçbir namuslu telgraf memurunun yerine getireceğini ümit etmem; fakat böyle bir namussuzluğa cüret edecek olanlar olursa, derhal divanı harplere gönderilmesini ve durumdan bilgi verilmesini emrederim.” Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, milli mücadelenin fedailiğini üzerine almış ve karşı hareketin canlı hedefi durumuna korkusuzca gelmiştir. Şimdi İstanbul sıkı dursun, bakalım buna ne diyecekler, ne yapacaklar, Mustafa Kemal ile baş edebilecekler mi? Tarih 22 Haziran 1919. Amasya’dan Anadolu’daki mülki ve askeri makamlara çekilen telgraflarla 184

-Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. -İstanbul Hükümeti üzerine düşen görevi yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok göstermektedir. -Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır, kararlarıyla milli mücadelenin amacı, gerekçesi ve yöntemi belirtildi. İmzalayanlar Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Refet Bey, Erzurum’dan telgrafla onaylayan Kazım Karabekir Paşa, Konya’dan telgrafla onaylayan Cemal Paşa… Mustafa Kemal bildiriyi 21/22 Haziran gecesi Cevat Abbas (Gürer) Bey’e dikte ettirmişti. Bu belge bağımsızlık savaşını başlatıyor ve Sivas’ta Ulusal Kongrenin toplanacağını bildiriyordu. Güya gizli tutulması isteniyordu. Ancak sağır sultan bile duydu deyim yerinde ise. 23 Haziran 1919 günü İstanbul Hükümeti, yaptığı toplantıda, Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’yı Harbiye Nazırlığı’nın emrine uymayarak İstanbul’a gelmediği ve halkı hükümete karşı kışkırttığı gerekçesiyle görevinden almayı, hiçbir resmi sıfatı kalmadığı için Mustafa Kemal’in genelgelerinin dinlenilmemesi konusunda illere genelge gönderilmesi işinin de Dâhiliye Nazırlığınca yapılmasını kararlaştırdı. Tabiidir ki Dâhiliye Nazırı Ali Kemal, hiç vakit kaybetmeden vilayetlere gizli genelgeler göndererek Mustafa Kemal ile hiçbir resmi muameleye girişilmemesini, hiçbir isteğinin yerine getirilmemesini bildirdi. Ali Kemal (18 Haziran 1919’da) illere gönderdiği bir genelgeyle, halkı işgallere karşı ses çıkarmamaya çağıran Dâhiliye Nazırıdır! Ve Mustafa Kemal, Dâhiliye Nazırı Ali Kemal’in bu genelgesi üzerine 24 Haziran 1919’da Padişah Vahdeddin’e gönderdiği telgrafta, “Böyle bir zihniyetin hiçbir yerde kabul ve uygulama noktası bulmadığını şükranla arz eylerim” dedi.

185

Görüldüğü gibi devleti yönetenler teslimiyetçi, Türk milletinin bağımsızlık azmine inanmayan, onurdan yoksun kişilerdi. İstanbul, Mustafa Kemal’i yolundan etmek niyet ve kararlılığındaydı. Onu, İstanbul’a bir kez de 28 Haziran 1919 tarihli acele telgrafla geri çağırdı, Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa. 12 Haziran’dan beri Amasya’da olan Mustafa Kemal 26 Haziran’da sessizce Tokat’a geçti. Tokat’ın ileri gelenlerine milli mücadelenin gereğini anlattı. 27 Haziran akşama doğru Sivas’a geldi ve şehir girişinde Vali Reşit Paşa tarafından karşılandı. Bu arada Harbiye Nazırı, Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgraflarda hem İstanbul’a dönmesini hem Padişah’ın kendisine hava değişimi ve istirahatı tavsiye eden telgrafını gönderiyor, bir taraftan da Dâhiliye Nazırı gizli genelgelerle illerdeki yöneticilerin, azledilmiş Mustafa Kemal Paşa’nın emirlerini dinlememelerini istiyordu. Bunlar hemen her gün gerçekleşiyordu. Bir taraftan da İngiliz General Milne, Yüksek Komiser Calthrope, Mustafa Kemal’in ve Cemal Paşa’nın, İstanbul’a çağrılması ve Mustafa Kemal’in kanun dışı ilan edilmeleri konusunda ısrar ederek İstanbul Hükümeti’ne baskı yapıyorlardı. Dâhiliye Nazırı Ali Kemal bu arada Milli Direnişe karşı amansız tutumundan dolayı istifaya zorlandı ve menfi davranışlarına gazeteci olarak devam etti. 3 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal, Rauf Bey ve beraberindekilerle Erzurum’a geldi, halk ve asker tarafından sevgi gösterileriyle karşılandı. 5 Temmuz’da Erzurum’da Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Rauf Bey, Erzurum Valisi Münir, Süreyya, Kazım, Hüsrev, Doktor Refik Mazhar, Müfit Beyler bir toplantı yaptılar. Mustafa Kemal, hareketin başına geçecek kişiyi seçmelerini istedi. Toplantıya katılanlar Mustafa Kemal’i başkanlığa seçtiler. 186

Görevinden azledilmiş olmasına rağmen Mustafa Kemal’in eline henüz bu yolda resmi bir belge geçmiş değildir. Dolayısıyla gereken makamlara gereken emirleri telgraf yoluyla göndermeye devam etmektedir. Erzurum’dan bütün komutanlara, Babıâli’nin muhtemel (olası) menfi genelgelerini kontrol altına alma gayesiyle, haberleşme merkezlerinde önlem alınması emrini gönderdi. Bu tarihlerde, İstanbul’da Padişah iradesiyle 8 Mart’ta kurulan Özel Divanı Harp, İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerini, gıyaben idam, sürgün ve kürek cezalarına çarptırdı. Cemal Paşa, Enver Paşa bunlardan ikisi. Talat Paşa daha önce yurtdışına kaçmıştı. Yeni Harbiye Nazırı Ali Ferit Paşa, telgraf başında Mustafa Kemal ile (5 Temmuz 1919) konuştu. Döndüğü takdirde tutuklanmayacağı konusunda güvence aldıklarını bildirdi. Mustafa Kemal bu ricayı da reddetti. İstifa edebileceği cevabını verdi. 6 Temmuz’da çektiği telgrafta ise İngilizlerin verdiği, tutuklanmayacağı yolundaki güvenceye inanmanın saflık olduğunu belirtti. Harbiye Nazırı Ali Ferit Paşa 3. Kolordu Komutanı Albay Refet Bey’e uzun bir telgraf çekerek, M. Kemal’in İstanbul’a dönmesi için ikna edilmesini… Mustafa Kemal dönmezse, İngilizlerin onu askerle İstanbul’a getireceklerini bildirdi (7 Temmuz 1919). The Times, ilk kez Mustafa Kemal’den söz ediyordu, aynı günkü sayısında ve Samsun ve Trabzon’a eşkıyalığı (münasebetsizler, Milli Direniş ne zamandan beri eşkıyalık oldu) engellemek için giden Paşa’nın, İstanbul’a dönmediğini, Padişah’a saygısız bir tel çektiğini, yerel bir parlamento toplamaya çalıştığını yazıyordu. 7/8 Temmuz 1919 gecesi Mustafa Kemal, Saray’dan makine başına çağrıldı. İstanbul’a dönmesi istendi. Mustafa Kemal isteği bu sefer de reddetti. Saray’a peş peşe çektiği telgraflarda, 187

göreve Padişah iradesiyle atandığını, kendisini görevden almaya da ancak Padişah’ın yetkili olduğunu ileri sürerek vakit kazanmak amacıyla bu kararı da tanımadığını bildirdi. 8 Temmuz’da Harbiye Nazırlığı’na çektiği telgrafta İngilizlerin Samsun’a artık tek bir asker dahi çıkarmamaları için gereken tedbirlerin alındığını, içerilere bir tek İngiliz askerinin hareketine izin verilmeyeceğini bildirdi. Teşebbüs ederlerse sorumluluğun kendilerine ait olacağının İngilizlere bildirilmesini istedi. Aynı gün Vükela Meclisi, Mustafa Kemal’in 3. Ordu Müfettişliği’nden alınması gerektiğine dair karar aldı. Durum Mustafa Kemal’e bildirilince 8/9 Temmuz gecesi 22.50’de Harbiye Nezareti’ne ve 23.00’da Padişah’a resmi vazifesiyle beraber askerlik mesleğinden istifa ettiğini bir telgrafla bildirdi. “Büyük bir aşk ile bağlı bulunduğum yüce askerlik mesleğime de istifamı sunarak veda ettiğimi arz ederim.” Daha 23 Haziran’da 3. Ordu Müfettişliği görevinden azledilmiş olan Mustafa Kemal’i 3 Temmuz’da Erzurum’da Kazım Karabekir askeri törenle karşılamıştı. İstanbul, 3. Ordu Müfettişliği görevine Kazım Karabekir’i vekâleten getirmiş, Sarayın ve Babıâli’nin emrini yerine getirecek olursa asaletinin onaylanacağını ve bir rütbe daha terfi ettirilerek, Anadolu’da en yüksek rütbeli kumandan olacağı fısıldanmıştı. Ayrıca Mustafa Kemal’i tevkif edip (Damat Ferit Paşa’nın kullandığı cümle ile) eli kolu bağlı İstanbul’a getirecek heyet de yoldaydı. Nitekim 8 Temmuz günü tevkife memur edilen heyet de Kazım Karabekir Paşa’yı ziyaret etmekte ve hükümet kararını tebliğ etmektedir. Mustafa Kemal, Erzurum’da kaldığı evde günlerden beri vereceği karardan dolayı, yemekten içmekten kesilmiş, sararmış solmuştur. 188

Nihayet en sevdiği mesleğinden, askerlikten, istifaya karar vermesi gereken 8 Temmuz’un onun Milli Mücadele yıllarının en acı günü olduğunu, Rauf Orbay hatıralarında anlatmaktadır. Her an kendisini tevkif etmeye geleceklerini düşünerek perişandır. Bir ara eve gelen 3. Ordu Müfettişliği’nin Kurmay Başkanı Manastırlı Miralay Kazım Bey (daha sonra İzmir Valisi ve Trakya Umum Müfettişi rahmetli General Kazım Dirik) içeri giriyor ve artık 3. Ordu Müfettişliği teşkilatı lağvedildiğinden, kendisinin XV. Kolordu emrine verilmesi için Paşa’dan müsaade istiyor. Mustafa Kemal’in yüzü sararmıştı. Daha çok bir baş hareketiyle bu isteğe “EVET” derken dudaklarında hazin bir tebessüm, Rauf Bey’in yüzüne bakıyor… Böyle endişelerle devam eden bir bekleyiş sırasında evin bulunduğu sokağın başından adı Kolordu olmakla beraber, Maveray-ı Kafkas Ordusu’nun, elde kalabilmiş gücü ile bir ordu hüviyetinde olan On Beşinci Kolordu bandosunun sesi duyuluyor. Mustafa Kemal ve Rauf Bey, bu ileri saatte, bu bando sesine mana vermeye çalışır ve daha çok, İstanbul heyetinin taşıdığı rütbe ve temsil ettiği vazifeye gösterilmesi şart seremoni göstergesi olarak karamsar heyecan içinde bekleşirken, Mustafa Kemal, Rauf Bey’e: “Bu işin sonu geldi…” diyor. Ahşap merdivenlerden, asker adımları ile yukarı çıkan ve salonun kapısını açan Binbaşı Hüsrev Bey (Hüsrev Gerede), Kazım Karabekir Paşa’nın geldiğini haber veriyor. Artık kendisini tutuklamaya geldiğinden emin olarak Mustafa Kemal salonun ortasında dimdik durmakta ve Rauf Bey ile birbirlerine bakmaktadırlar. Kapıda, Kazım Karabekir Paşa görünür. Hayret… Paşa, seferi kıyafet içindedir. Savaş kılığı içinde içeri giriyor, Mustafa Kemal’in önünde üst rütbedeki komutanlar önünde alınacak tazim vakfesine giriyor, selam veriyor, eli selam durumunda ve 189

hazır ol vaziyetinde yüksek sesle ve adeta gürlercesine kararını bildiriyor: “Şu anda ben ve Kolordum emrinizdeyiz, PAŞAM! ” Mustafa Kemal’in yanaklarından iki damla gözyaşı sızdığını Rauf Bey söyler… İki kumandan kucaklaşmıştır. İstanbul heyeti yüzgeri dönmüştür. Mustafa Kemal’in, Türk milletinin bir ferdi olarak, Milli Mücadele çalışmalarına devam edeceği, telgraflarla bütün yurda ve hatta dış ülkelere bildirilmiştir. İşte o an, Milli Mücadele’nin başarıya ulaşacağının işareti olmuştur… Türk milletinin, bu dahi evladı, farklılığını, olağanüstülüğünü meslektaşlarına, millete ve dünyaya kabul ettirmiş, kanıtlamıştır.

190

“Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden yoksun kalınca hiçbir zevki tatmamaya karar verdim.” TARENTIUS

191

MİLLİ MÜCADELE’DE ŞANS YANIMIZDA MIYDI? Bu sorunun cevabı tabii ki evet olmalıdır. Nasıl olmasın ki? Türk milletinin bağımsızlık azmi, tarih boyunca bağımsız yaşamak için verdiği mücadelelerin temel taşı olmuştur. Bu yapımız, en büyük şanslarımızdan biridir. Mustafa Kemal? O, Türk’ün bağımsızlık azminin sembolü, idolü, gerçekleştiricisi, muzaffer komutanı ve Tanrının Türk milletine bahşettiği bir lütfudur… Bu şanslarımız muhakkak ki en önemli avantajlarımız ve başarımızın temel faktörleridir. Bir de karşımızdaki devletlerin yaşadıkları sorunların adeta bizim lehimize birtakım gelişmelere neden olduğunu görüyoruz ki bu da bir şans olarak değerlendirilebilir. Rusya, I. Dünya Savaşı’na İtilaf Devletleri grubunda katıldı (1914). 1915-1916’da Rusya ile Kafkas Cephesi’nde karşı karşıyayız… Maalesef Sarıkamış’ta 90 bin Mehmetçiğimizi soğuktan, tifüsten, bakımsızlıktan vb. kaybediyoruz ve Rusya ileri hareketle Trabzon, Erzurum, Erzincan, Bitlis, Muş illerimizi ele geçiriyor. Çanakkale Zaferi’nden sonra Doğu Cephesi’ne atanan Mustafa Kemal Bitlis ve Muş’u geri alıyor. Yıl 1917… Çanakkale’den geçemeyen İtilaf donanması, Rusya’yı destekleyecek yardımı yapamamıştır. Rusya’daki ekonomik sorunlar ağırlaşmıştır. Çarlık rejimine karşı muha192

lefetin güçlenmesi, köylü meselesi, işçi meselesi, önceden gelen sorunlardır… 1917 Şubat Devrimi ile çarlık devrilir. 200 yıldır Rusya’yı yöneten Romanof sülalesi iktidardan düşürülür. Sibirya’ya sürülür ve daha sonra bebeklere kadar kurşuna dizilirler… İyi de… Otorite ortadan kalkınca bir kaos ortamı yaşanmaya başlar… Ekim 1917’de bir devrim daha… Rus komünistleri (Bolşevikler) iktidarı ele geçirirler. Rusya artık Avrupa’nın, liberal, demokratik Avrupa’nın kabul edemeyeceği, totaliter, anti demokratik, antiliberal bir yönetimle yönetilecektir. İngiltere ve Fransa derhal Bolşevik Rusya ile arayı açarlar. Bolşevikler, Avrupa Savaşı’na son vermek için 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması’nı yaparak (Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan ile) savaştan çıkarlar. Osmanlı Devleti’nin imzaladığı bu antlaşma son kazançlı antlaşmadır. 1878’den beri Rusya’nın elinde olan Kars, Ardahan, Batum 40 yıl sonra geri alınmıştır. Rusya, yeni rejimi hazmedebilmek, uygulayabilmek için, içine kapanır… Bolşevik yönetim, Çarlık Rusya’yı güya gözden düşürmek, Çarlık Rusya’nın emperyalist politikalarını açıklamak için, I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere, Fransa, İtalya ile yapılan gizli anlaşmaları Dışişleri Komiseri Trotsky eliyle deşifre etti. Biz de böylece Osmanlı Devleti’nin nasıl paylaşılacağını öğrendik ve yine anladık ki Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ve Sevr Barış Antlaşması (10 Ağustos 1920) bu gizli antlaşmaları uygulamak içinmiş… Bu arada (Mac Mahon Antlaşması ile) Arapların ihaneti de açıkça ortaya çıkmıştır… I. Dünya Savaşı’na İngiltere, Fransa, Rusya birlikte müttefik olarak girmişlerdi, ancak savaş sonunda yolları ayrılmıştı. Bolşevik Rusya artık İngiltere ve Fransa’nın karşısındadır. Aynı 193

devletler TBMM’nin de karşısındadır. Bolşevik Rusya, güneyinde siyasi istikrar içinde bir devletin varlığını kendisi için önemsemektedir. Dolayısıyla 3 Haziran 1920’de TBMM’yi ve Misak-ı Milli’yi tanıyan ilk devlet olmuştur. Ortak düşman karşısında kader onları bir araya getirmiştir. Bu gelişmenin bir şans mı olduğunu anlamak için tersini düşünelim… Rusya, bu devrimleri hiç yaşamasaydı ve Çarlık Rusya siyasi varlığını devam ettirseydi… Gizli antlaşmalarla Rusya’ya vaat edilmiş olan Doğu Anadolu, Doğu Karadeniz, Boğazlar ve İstanbul, Rusya tarafından işgal edilmiş olacaktı ki bu durum Milli Mücadele’yi daha zorlayacaktı… İtalya’ya baktığımızda büyük bir açgözlülük ve iştahla savaşa İtilaf Devletlerinin yanında girerken, hem önce içinde bulunduğu ittifak grubundaki arkadaşlarına ihanet etmişti hem de yeni arkadaşları ile Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşma hayalleri, savaş sonunda suya düşmüştü. Gizli anlaşmalarda İtalya’ya (St. Jean de Mauriene 13-20 Haziran 1917) Antalya, Konya, Aydın ve İzmir bölgeleri veriliyordu. (İngiliz ve Fransızlar, İzmir’de birer serbest liman kurabileceklerdi. İtalya da Mersin, İskenderun, Hayfa ve Akka’da serbest limana sahip olacaktı.) Ancak bu anlaşma, Rusya’nın da onaylamasına bağlı tutulmuştu. Rusya’daki geçici hükümet bunu onaylamamıştır. Barış Konferansı’nda bu, sorun yaratacaktır. I. Dünya Savaşı sonunda yapılacak barış antlaşmalarının esaslarını tespit etmek amacıyla 18 Ocak 1919’da Paris’te Barış Konferansı toplandı. Galip devletlerin yanında konferansa katılan İtalya hiç itibar göremedi. İngiltere ve Fransa adeta onu yokmuş gibi görmezden geliyorlardı. Aç gözlülüğünün cezasını mı çekiyordu? İngiltere Başbakanı Lloyd George, ABD Başkanı Wilson’ın Cemiyet-i Akvam’ı (Milletler Cemiyeti), resmen kurduktan 194

sonra konferanstan ayrılarak Amerika’ya gidişine tabii ki çok sevindi. Meydan kendisine ve Fransa’ya kalmıştı. Barış antlaşmalarının esaslarını istedikleri gibi hazırlayacaklardı. Yunanistan’ı temsilen Paris’e gelen Başbakan Venizelos, müthiş bir propaganda ve yalan belgelerle Batı Anadolu’da çoğunluğu Rumların oluşturduğunu, Wilson Prensiplerine göre de çoğunluk oluşturan toplumlara kendi yönetimlerini kurma hakkı verilmesini Konferans’tan talep etti ve İngiltere’nin de desteği ile İzmir ve Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesini kabul ettirdi. Hatta Batı Anadolu’daki Rumların, Türkler tarafından katledildiklerini de sahte belgelerle Konferans’a sununca İzmir’in, Yunanlılar tarafından işgal edilmesine karar verilmesini sağladı. Şimdi, gizli antlaşmalarla İtalya’ya bırakılmış olan İzmir’in, Konferans’ta Yunanistan’a verilmiş olması üzerine İtalyan Başbakanı hırsla konferansı önce terk etti, bir müddet sonra “Ne koparsak kârdır” diye düşünerek (herhalde) geri döndü ve oturdu. İngiltere, Akdeniz’de güçlü bir İtalya yerine, elinde kukla gibi oynatabileceği bir Yunanistan’ı tercih etmişti. Ayrıca Yunanlıların Megalo İdeaları nedeniyle, Anadolu’ya daha çok asılacaklarına ve Türklerin başına daha ciddi sorunlar açacaklarına inanıyordu. Bu yüzden Yunanistan’ı desteklemişti. İtalya küstürülmüştü, bu durumun Türklerin işine yarayacağını hiç akıllarına getirmemişlerdi anlaşılan! İtalya kendisine vaat edilen İzmir dışındaki yerleri işgal etti. Ancak kırgındı ve işgal ettiği topraklarda sempatik olmaya çalışıyordu, emperyalizmin şirin yüzünü gösteriyordu. Batı Cephesi’nde başarılarımız olmasaydı İngiliz destekli Yunanlıları yenmeseydik, İtalyanların da gerçek, çirkin yüzünü görecektik!

195

II. İnönü Zaferi’nden sonra işgal ettiği yerlerden çekilmeye başladı. Sakarya Zaferi’nden sonra tamamen boşalttı topraklarımızı… İyi ki İngiltere, İtalya’yı küstürmüştü, iyi ki İtalya, yandaşlarına kırgındı! Bu da Tanrının Türk milletinin yanında olduğunu gösteriyor değil mi?

196

ZEKÂT VE FİTRE Arap-İslam devletlerinin (Hz. Muhammed Dönemi Dört Halife Dönemi, Emeviler, Abbasiler Devri) gelir kaynaklarına baktığımızda en önemli şer’i gelirler olarak, ganimetlerin 1/5’i (Humsuşeri), haraç, cizye, öşür, gümrük, maden, tuzla, orman gelirleri ve de zekat ve fitre gelir. Güya yoksullara dağıtılmak üzere devlet tarafından toplanan bu zekât ve fitreler özellikle hilafet kurumunu saltanata çeviren Emevilerle birlikte yöneticilerin refahı, şaşaası için kullanılmıştır. Günümüzde ise İran’da mollaların en önemli gelir kaynaklarıdır ve devlet fitre ve zekâtı halktan toplar mollalara verir. (Taha Akyol- “Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet”) Kendi tarihimize baktığımızda ise Türk-İslam devletlerinin hiçbirisinde (Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı İmparatorluğu) devletin mali kaynakları arasında halktan alınan fitre ve zekât yer almaz! Her vesileyle belirttiğim gibi biz Türk’üz. Dinimizi de Türk’ün efendiliği, tokgözlülüğü, merhameti ve zayıfı kollayan karakteri ile birleştirerek yaşıyoruz!

Yani Türk-İslam Devletleri fitre ve zekât işini kişinin takdirine bırakmıştır. Ve Türk insanı kendi iradesiyle çevresindeki muhtaçlara en iyi yardımı yapmıştır. Bugün de böyledir! Bunun aksine bir davranış içine girecek iktidarları şahsen düşünemiyorum!

197

LAİKLİK VE TÜRK TOPLUMU İÇİN ÖNEMİ Laiklik, inancımızın olduğu kadar ahlâki yapımızın da garantisidir… Laikliği ortadan kaldırdığınız anda ülkede tam bir curcuna dönemi başlar. Kimin eli, kimin neresinde belli olmaz… Her din, her mezhep, her tarikat mensubu, evlenme, boşanma, miras meselelerini kendi anladıkları, yorumladıkları şekilde uygular. Kadın haklarını koruyan Medeni Kanun yürürlükten kalkar, dini hukuk kisvesi altında kadınlarımız, kızlarımız onun bunun gecelerine meze olur. Laik Türkiye’den önce uygulanan ve romanlara da konu olan hülle olayını bilmeyenler var ya! Onlar bunu iyi okusunlar… İğrençliğin de ötesinde bir iş… Kadını bu kadar aşağılayan bir sistem yoktur… Anadolu’da çok uygulanmış… Orhan Kemal’in “El Kızı” romanını okuyun! İmam nikâhlı eşini 3’ten 9’a şart olsun diye öfke anında boşayan bir koca, pişmanlık duyup eşiyle tekrar evlenmek istediğinde, kadının bir hülleci ile evlenmesi şart oluyor. Evlilik her bakımdan gerçekleşiyor. Hülleci ile aynı evde kalmaya ve yatmaya başlıyor kadın… Bazen de hülleci çok beğendiği kadını boşamıyor. Önceden bir anlaşma yapılmışsa boşuyor ve kadın önceki kocasıyla yeniden evlenebiliyor… Yani kadın elden ele kadeh gibi dolaştırılıyor…

198

ATV izleyicileri “Elveda Rumeli” dizisinde bu hülle olayına tanık oldular, hatırlamaları lazım, tabii bilinçli izleyiciler daha çok farkına varmışlardır… Allah kahretsin! Türk toplumunda en önemli konulardan biri kızlarımızın temizliğidir. Evlenecek erkek, el değmemiş kız arar. Bu, Türk insanının saflığa, temizliğe verdiği önemdir. Kızlarımız da beyaz gelinliği hak etmek isterler… Türklüğümüzden gelen bir gelenektir masumiyet. Başka bir erkeğin yatağından kalkan kadını hangi Türk erkeği yeniden karım diye alabilir? 7/8 yaşındaki kızları yatağa atıp tecavüz eden, bu tecavüze de evlilik diyen Araplarla karşılaştıktan sonra yapımız bozulmuş olsa bile (toplumumuzun büyük kısmı bu sözümün dışında, geleneklerine bağlıdır) laik düzen, bu bozuklukları giderici, şırgöz erkeklerden kadınlarımızı, kızlarımızı koruyan kanunları sağladı. Laiklik kadının onuru, güvencesi ve namusunun garantisidir. Bir de bu açıdan bakmanızı istedim!

199

“TÜRK” DİYE BİR MİLLET YOKMUŞ “… Anadolu’da karışık bir toplum varmış”, Eee? “Türk diye bir millet yokmuş.” Avrupa’dan geri zekâlı bir parlamenterin, içerideki hainlerin isteği ile belki de para karşılığı söylediği bir zırva… Bu adamın, bu zırvasından sonra içerde de bir alt kimlik üst kimlik sözleri aldı başını gitti. Yani, sanki danışıklı dövüş gibiydi… Cevabım mı? Onun için mi içeride 75 milyon, dünyada 300 milyon insan Türkçe konuşuyor? Türkçe dünyada en çok konuşulan BEŞİNCİ DİL… SALAK… BİRAZ OKU!

200

“BABA VE PİÇ”TEN ÇIKARDIĞIM Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” adlı romanını okudum. İğrenç bir ilişki temelinde gelişen olaylar anlatılıyor… Ancak bir açıklama vardı ki pek hoşuma gitti… Amerika’da bulunan, Türkiye’den gitme bir Ermeni ailesinin fertleri konuşuyorlar… “Türkiye’de azınlıklar (gayrimüslimler) Türkçe konuşur. Ama hiçbir Türk, Ermenice, İbranice veya Rumca konuşmaz.” Yani… Ancak mı anladınız yavrum! Burası Türkiye, yani Türklerin yurdu… Bin yıldır hakim gücü oluşturan Türkler, Anadolu’da Türkçenin de hakimiyetini sağlamışlar demek ki!

201

UYGURLARLA BUGÜN Bugün Çin’in batısında (Doğu Türkistan’da) Sincan Özerk Bölgesi’nde yaşayan 10 milyonun üzerindeki Uygur Türkleri, Orta Asya tarihimizle aramızdaki en önemli bağdır. İlk yerleşik hayata geçen Türk topluluğu olan Uygurlar, okur-yazar oranının yüksek olması ile de Türk toplulukları arasında önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle Ötüken’deki siyasi varlıkları sona erip (840) güneye yani Çin’in kuzeyine indikleri zaman, Turfan-KarahoçoKaraşar bölgelerinde yerleşik hayata geçerek tarım ve ticarete öncelik tanıyan Uygurlar, Çin uygarlığı ile temasları sonucu baskı tekniğini, kâğıdı tanımış ve Türk kültür hayatında ilk defa kitap meydana getirmişlerdir. Yerleşik hayatla birlikte mimaride, şehircilikte, resim ve heykel gibi, minyatür gibi sanatlarda ileri gitmişlerdir. Yukarıda belirttiğim yerleşim merkezlerinde İngiliz, Alman, Fransız ve Rus bilginleri tarafından yapılan araştırmalar ve kazılar, bu bölgede çok eski ve ileri bir Türk uygarlığının yaratılmış ve yaşanmış olduğunu göstermiştir. Bu kazılarda elde edilen birçok kıymetli sanat eseri, heykeller, minyatürler, çiniler, kumaş parçaları ve duvar resimleri bugün Berlin, Moskova ve Kalküta müzelerini süslemektedir. Bu kazılardan birini yöneten Alman bilginlerinden Fon Lö Kok (Ven le), Uygurlar hakkında şunları yazmaktadır: “Bu yağmursuz ve kurak kıtada, yüzyıllarca örtülü kalmış olan büyük binalar, heykeller, freskler, canfes ve kâğıt üzerine çizilmiş resimler, kitaplar, zengin edebiyat kalıntıları, burada çok yüksek bir uygarlığın varlığına şahittirler. Gerçekten Karahoço şehrinde büyük ve hayret verici bir uygar202

lık vardı. İngiltere, Fransa ve Almanya’da böyle şeyler yokken, güzel ve büyük bir uygarlığa sahip olan ataları ile Türkler hakkıyla övünebilirler.” Bu sözler, Uygurların, Türk uygarlık tarihindeki önemini ve yerini çok güzel belirtmektedir. Ya şu Uygur dörtlüğü? “Bilig biling ya begim Bilig songa eş bolur Biligsizning belinge Kaş kurşanza taş bolur” Yani; Bilgi bilin (bilgilen, öğren) ey beyim Bilgi sana arkadaş olur Bilgisiz adam beline Mücevher kuşansa taş olur… Günümüzde dış görünüşlerini süsleyip püsleyen ama ağızlarını açtıkları anda, cehalet dökülenlere ne güzel hitap ediyor. Gerçekten Uygur soydaşlarımızla ne kadar övünsek azdır!

203

“Eğitimin insanı bozmaması yetmez, daha iyiden yana değiştirmesi gerekir.” MONTAIGNE “DENEMELER”

204

İNKILÂP VE İRTİCA Toplumun her alanında (siyasal, hukuksal, toplumsal, kültürel, ekonomi) meydana gelen ani, köklü ve çağdaş değişime inkılâp denir. Bu ani, köklü, çağdaş değişimin inkılâp sayılması için bir de halkın desteklemesi gerekiyor. İnkılâp yerine devrim sözcüğünü de aynen kullanabiliriz. Ancak “Türk İnkılâbı”nı tercih ediyoruz. Daha kapsamlı bir anlam katıyor. Türk İnkılâbı içinde Şapka Devrimi, Harf Devrimi şeklinde de kullanabiliyoruz. Bu ani, köklü değişim, daha önceden denenmiş ama başarılı olamamış bir yapıyı geri getiriyorsa buna da irtica yani gericilik denir. İnkılâbın yönü → İleri İrticanın yönü ← Geriyedir İkisi arasındaki farkı bilmeyenler için açıklamak istedim…

205

MÜSADERE Müsadere, İslam hukukunda, mal varlığının bir bölümüne ya da tümüne devletçe el konulmasıdır. Devletin verdiği görevler sırasında edinilen mal varlığının kamuya ait sayılması kuralına dayanarak, birçok İslam devletinde uygulanan müsadere, II. Mehmet (Fatih) döneminde (1451-1481) başlayarak Osmanlılarda da benimsendi. İlk örnek de 1453’te Çandarlı ailesinin mallarının müsadere edilmesiydi. Müsaderelerin temel amacı önemli mevkilere yükselenlerin, öldükten sonra varislerine bir şey bırakamayacaklarını düşünerek dürüst davranmalarını sağlamaktı. XVI. yüzyılda müsadere yöntemi bütün mal varlığını kapsamıyordu. Ölen ya da idam edilen vezir ve beylerbeylerinin nakit servetleri, değerli eşyaları, silahları, hayvanları ve askeri araç gereçleri kamu adına müsadere edilirken, emlak ve akar nitelikli mirasının büyük bölümü varislerine bırakılıyordu. Önemli bir varlık bırakmadan ölen devlet adamlarının varislerine ise devlet hazinesinden aylık bağlanıyordu. XVII. yüzyılda müsadere uygulamaları daha da yaygınlaştı. Taşra yöneticileri, giderleri karşılamak, padişaha ve sadrazama armağan sunabilmek ve kazanç sağlamak için, yörelerindeki zenginlere müsadere yöntemi uygulamaya başladılar. Bunu sağlamak için de çoğu zaman sudan gerekçelerle zenginleri suçlayıp öldürttüler. Bu olumsuz yaklaşım XVII. yüzyılın sonunda merkezi yönetimce de yer yer benimsendi. Örneğin II. Mustafa (16951703) vezirlerin, zengin ağaların mallarını savaş gerekçesiyle müsadere ettirdi. Zamanla vezirler taşra yöneticileri ve zenginler “hileli vakıf” olarak adlandırılan yolla bütün varlıklarını 206

bir vakfa bağlamaya ve mütevellilik hakkını soylarına bırakmaya yöneldiler. Bunun sonucu olarak XVIII. yüzyılda müsadere uygulamaları azaldı. II. Mahmut (1808-1839) müsaderenin ancak, kamu malı olduğu mahkeme kararıyla saptanan servetlere uygulanması kuralını getirdi. II. Mahmut, Avrupa’da insan hakları konusundaki gelişmelerden etkilenmiş olmalı ki bu konuda ilk adımı attı. Kendi ifadesiyle “Bundan böyle saltanatın millet için bir dehşet ve korku kaynağı değil, fakat bir destek olmasını istiyorum. Bunun için kişinin malına devletçe el konulması (müsadere) geleneğini kaldırıyorum” diye bir ferman yazdı. 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı ile resmen İslam hukukuna dayalı müsadere kaldırılmış ve mülkiyet hakkı tanınmıştır. Ancak yüzlerce yıllık uygulama anayasal güvence de (1876 ve 1908) olduğu halde zaman zaman devam ettirilmiş, gözden düşen, görevden alınan devlet adamlarının malına mülküne el konmuştur. Bu uygulamalar o dönemlerde yazılan romanlara da konu olmuştur. Mehmet Rauf’un “Define-Kan Damlası” adlı romanında olduğu gibi… Bu açıklamalara yapılabilecek ilave şu olabilir; Müsadere uygulaması, Osmanlı Devleti’nde kişi mülkiyeti kavramının olmadığını göstermektedir. Günümüzde komünist rejimlerde olduğu gibi, mülkiyet hakkı denen bir anlayış gelişmemiştir. Şüphesiz ki birçok monarşilerde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de hükümdarın en önemli çekincelerinden biri, halkın içinden miras yolu ile zenginleşen kişilerin güçlenmesi ve iktidarları için tehlike arz etmeleridir. Miras hakkını tanımadıkları gibi, ölmeden önce de kişilerin edindiği mal ve mülke el konabilmektedir. 207

Günümüzde şeriat özlemcileri olduğunu biliyoruz. Müsadere de İslam hukuku ile alakalı olduğundan kaçınılmaz bir şekilde bunu da uygulamayı hayal etmektedirler bu insanlar… Acaba ellerine fırsat geçse müsadereyi kendileri için, gayrimeşru yollarla elde ettikleri mal ve mülkleri için uygularlar mı? Yoksa servetlerini arttırmak amacıyla alın teriyle kazanıp ev ocak sahibi olanların elinden, mallarını alıp sefalete mi sürüklerler insanları?

208

OSMANLI DEVLETİ’NİN YIKILMA SEBEPLERİNDEN BİRİ DE TEK BAŞINA RUSYA’DIR Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Karadeniz’in kuzeyinde Altınordu Devleti vardı. Cengiz Han’ın vefatından sonra (1226) Moğol İmparatorluğu oğulları ve torunları arasında bölünmüştü. Merkezi Pekin olan Kubilay Hanlığı başta olmak üzere Marevaünnehir’de Çağatay, İran’da İlhanlılar ve Karadeniz’in kuzeyinde Altınordu (Kıpçak) Hanlığı ortaya çıkmıştı. Altınordu, halkın çoğunluğu Kıpçak Türklerinden (Kuman) olduğu için aynı zamanda 16 Türk Devleti’nden biridir. (Cengiz, Moğol yani Tatar’dır, Türk değildir!) Bu açıklamaların sebebi, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu dönemde kuzeyde bir Rus komşumuzun olmadığını ifade etmektir. Timur 1402 Ankara Savaşı öncesinde 1395’lerde Altınordu Devleti ile de savaştı. Hükümdar Toktamış’ı yenilgiye uğrattı. Hep deriz ya Timur’un Türk tarihine zararı dokunmuştur diye. İşte biri de budur. Altınordu Devleti bu yenilgilerden sonra parçalandı. Birkaç hanlığa bölündü. Kırım Hanlığı, Ejderhan Hanlığı, Astırhan Hanlığı, Kazan Hanlığı, Nogay Hanlığı. Tabii ki Altınordu gibi bir güçlü devletin, özellikle Kiev ve Moskova’yı da zaman zaman egemenlik altına almış bir devletin parçalanması, kuzeyde bir Rus gücünün oluşmasında etkili olmuştur. Kırım Hanlığı 1475’te II. Mehmet zamanında Osmanlı Devleti’ne bağlanarak, Karadeniz bir Osmanlı denizi haline geldi. 209

Bu dönemde, yani XV. yüzyılın sonlarında Doğu Avrupa’da şimdiki Rusya’nın yerinde Moskof (Moskova) prensliği vardı. Moskof prensleri bu yüzyılın sonlarında Çar III. İvan’ın çalışmaları sonunda Altınordu Devleti’nin parçalanmasıyla kurulan hanlıklardan bazılarını kendilerine bağlayarak, bugünkü Rusya’nın temelini atmışlardır. Slav ırkından ve Ortodoks mezhebinden olan Rusya, XVI. yüzyılda daha çok kuvvetlendi. Ural boylarına kadar bütün Doğu Avrupa’ya sahip oldu. Bununla beraber bu yüzyıllarda Rusya’nın, Avrupa ile siyasal hiçbir ilişkisi yoktu. XVII. yüzyıl başlarında Rusya hâlâ bir Doğu Devleti’dir. Denizlere açılmamıştır. Batısında, Lehistan, kuzeybatısında İsveç, güneyinde ise Osmanlı İmparatorluğu ile çevrilidir. Batı Avrupa ile de siyasi ilişkisi hemen hemen yok gibidir. Bununla beraber bu yüzyılda (XVII.) Rusya’nın, Batılılaşmaya başlaması 1613’te Romanof soyundan gelen çarların işbaşına geçmesi ile gerçekleşti. Mihael Romanof, Rusya’nın düşmanları olan İsveç ve Lehistan ile anlaştı. Sonra hükümeti dinlemeyen derebeyleriyle (boyar) uğraştı. Onları sindirerek merkezi bir krallık kurdu. Kendisinden sonra işbaşına gelen çarlar onun politikasını takip ettiler. Avrupa ile ilişkilere giriştiler. İsveç, Fransa ve İngiltere’ye çeşitli heyetler göndererek bu devletlerle ekonomik ve kültürel ilişkiler kurdular. Rusya’nın, Avrupalı bir devlet konumuna gelmesi XVII. yüzyılın sonlarında işbaşına geçen Çar I. Petro (Deli Petro) ile başlar. Petro’nun amacı Rusya’yı Avrupalılaştırmak, açık denizlere çıkmaktı. Bu amaçla ıslahata başladı. Önce orduyu ıslah etti. Gemi tezgâhları yaptırdı. Hollanda’ya savaş gemileri ısmarladı. Yılın sekiz ayında donan Beyaz Deniz kıyısında, Arkanjelsk Limanı’nı kurdurarak açık denizlere bir kapı açmak istedi. (Senenin sekiz ayı donan bir denizde, denizcilik ne kadar başarılı olabilir. Sadece bu açıdan bile bakarsak Çar I. Petro’nun ken210

dinden sonra da devleti yönetecek olan Rus hüküm-darlarına adeta vasiyeti olarak bıraktığı ve Rusya’nın XVIII. ve XIX. yüzyıl boyunca devlet politikası haline gelmiş olan “sıcak denizlere inmek” konusunu daha iyi anlamış oluyoruz). Çar I. Petro bir taraftan da dış siyasetle uğraştı. Osmanlı Devleti’nin II. Viyana Bozgunu’ndan faydalanarak (1683) Kutsal İttifak’a (Bağlaşma) katıldı. Karadeniz’e bir kapı açmak bahanesiyle Don Irmağı’nın Azak Kalesi’ne saldırdı. İlk saldırıda bozguna uğradıysa da ikincisinde bu kaleyi almayı başardı. 1700 İstanbul Antlaşması ile de Osmanlı Devleti’ne bunu kabul ettirdi. Deli Petro bundan sonra Avrupa’da bir geziye çıktı. Kuzey Almanya, Hollanda, İngiltere, Venedik, Roma ve Avusturya’yı ziyaret etti, Hollanda’da gemi tezgâhlarında çalıştı. İngiltere’de gemicilik tekniğini öğrendi. Daima yeni şeyleri görmek ve öğrenmek istiyordu. Hep “Görmeliyim” sözünü tekrarlardı. Gerçekten I. Petro bu Avrupa gezisinden büyük faydalar sağladı. Rusya’ya döndüğü zaman, Avrupa’dan birçok subay, mühendis, doktor, öğretmen ve teknisyen getirtti. Bunlarla Rusya’da esaslı bir ıslahat yaptı. Rus Ortodoks Kilisesi’ni siyasi otoritenin hizmetine verdi. Kilisenin yüksek sınıflar üstündeki etkisini de yok etmeye çalıştı. İsveç’in, Lehistan Seferi’nden yararlanarak Finlandiya Körfezi kıyılarını işgal etti ve Petersburg (1703) şehrini kurdu. Artık Rusya, Avrupa’nın büyük askeri güçlerinden biri haline gelmiş ve Avrupa’ya kendini kabul ettirmişti. Rusya, bir taraftan Baltık kıyılarına inmek için İsveç ile didişirken, bir yandan da Karadeniz’e inmek için Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetini kontrol ederek politikalar üretti. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin en çok savaş yaptığı bir devlet oldu. Bu savaşların genel ve ortak nedeni Rusya’nın, Osmanlı Devleti üzerindeki emelleridir. 211

Şüphesiz Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyılda gerileme, XIX. yüzyılda parçalanma dönemlerini yaşıyor olması, yani iç ve dış siyasette, askeri yapıda, ekonomide, mali alanda, eğitim ve kültür alanında zayıflamış olması temel sebeptir. Ancak Rusya gibi bir düşman da dikkate alınması gereken çok önemli bir faktördür. Çünkü Rusların, Osmanlı Devleti üzerindeki emelleri dediğimiz zaman, XVIII. yüzyılda Karadeniz’e inmek, Kafkaslara yerleşmek, kendisi gibi Ortodoks olan Balkan uluslarının Ortodoks karakterlerini kullanarak bu toplumların korumacılığını üstlenerek, Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmak, XIX. yüzyılda ise milliyetçilik hareketlerinin yaygınlaşması, Balkan toplumlarının Slav olmaları, aslen Slav olan Rusların, Panslavizm politikasıyla Balkanlarda Slav devletler kurulmasını sağlamak ve Osmanlı’nın, Balkanlardaki varlığını sonlandırırken, oluşacak Slav devletleri kendi güdümüne almak. Bunları basamak taşı yaparak Boğazlara hakim olmak, hatta Akdeniz’e inmek. Bu amaçlarının ne kadarını gerçekleştirecek? 1700 İstanbul Antlaşması ile *Azak Kalesi’ni aldı Karadeniz’e bir kapı açtı. *İstanbul’da daimi elçi bulunduracaktı. Böylece Osmanlı Devleti’ni içeriden daha iyi tanımak ve ona göre politikalar üretmek imkânını elde ediyordu. Rusya bir taraftan Karadeniz’e inmek için Osmanlı’nın açığını ararken, bir taraftan da Baltık kıyılarına inmek için İsveç ile savaş yapmayı göze alıyordu. İsveç ile yaptığı savaşlarda arka arkaya yenilmiş de olsa ümidini yitirmedi. Çar Petro, “Yenile yenile yenmesini öğreneceğim” diyerek hedefinden ayrılmadığını gösterdi. 1709’da Poltava’da (İsveç topraklarından uzak, Rus toprakları içinde) İsveç Kralı XII. Karl’ı (Demirbaş Şarl) yendi. Yenilen İsveç Kralı, Osmanlı topraklarına sığındı, onu kovala212

mak bahanesiyle Rus kazakları Osmanlı topraklarına saldırdılar. İsveç Kralı, İstanbul’a getirildi. Padişah, III. Ahmet ve Sadrazam, Baltacı Mehmet Paşaydı. Osmanlı Devleti 1699 Karlofça ve 1700 İstanbul Antlaşmaları ile kaybettiği toprakların acısı içindeyken, İsveç Kralı’nın da kışkırtmaları sonucu Rusya’ya savaş açtı. 1711’de Prut Savaşı yapıldı. Ardından 1711 Prut Antlaşması, Osmanlı Devleti’nin Rus ordusunu çevirmiş olduğu halde durumdan yararlanamaması, Rusların barış teklifini kabul etmesiyle ortaya çıktı. Prut Antlaşması, 1700 İstanbul Antlaşması’nın hükümlerini ortadan kaldırıyordu. Yani Azak Kalesi geri alınıyor, İstanbul’daki Rus elçisi geri gönderiliyordu. Osmanlı Devleti, kaybedilen toprakların geri alınabileceği ümidine kapıldı… XVIII. yüzyıl başlarında İran’da Safevi Hükümdarı Şah Hüseyin, Kafkasya ve Azerbaycan’da bulunan Sünnileri zorla Şii yapmaya çalışıyordu. Sünniler, Şah’a karşı İstanbul’a başvurarak yardım istediler. Afganistan’daki Sünniler ayaklanarak Mahmut Han liderliğinde Kandehar’ı ele geçirip bugünkü Afganistan Devleti’nin temellerini attı (1722). Mahmut Han, Şah Hüseyin’i ele geçirdi. Şah Hüseyin’in oğlu Şah Tahmasp, Mahmut Han ile savaşa başladı. Komşu İran’daki bu iç karışıklık hem Rusya’nın Derbent, Bakü taraflarını işgal etmesine hem de Osmanlıların Rusya’nın bu hareketi üzerine Hoy, Kirmanşah taraflarını alarak Kafkasya’ya girmesine neden oldu. Böylece; İran toprakları üzerinde, iki devletin işgal faaliyetleri yeni bir Osmanlı–Rus Savaşı durumunu yaratmıştı. Fransa’nın arabuluculuğu ile Osmanlı Devleti ve Rusya bir anlaşma yaptılar.

213

1724 İstanbul Antlaşması ile içerde karışıklık içinde olan İran Safevi Devleti’nin batısındaki topraklar Rusya ve Osmanlı Devleti tarafından paylaşılıyordu. İlk defa Rusya ile bir konuda ittifaka varılmıştı. Komşunun topraklarını paylaşmak konusunda! Buna göre Ruslar; Dağıstan ve Hazar kıyılarını, Osmanlılar da Gence, Karabağ, Revan ve Tebriz’i işgal edeceklerdi! İki taraf da payına düşen yerleri işgal etti. İran, içerdeki sorunları halledince Osmanlı ve Rusya’ya karşı savaşa girdi. İran ile zaman zaman başarılı savaşlarımıza rağmen Nadirşah ile birlikte İran’da Avşar soyunun hâkimiyeti başlayınca başarılarımız devam etmedi ve 1746 II. Kasr-ı Şirin Antlaşması ile günümüze kadar süregelen bir barış dönemi başladı. 1639’daki sınır yineleniyordu. Osmanlı Devleti, 1718 Pasarofça’dan itibaren batıda yirmi yıl kadar savaş yapmadı. Ancak Rusya’nın Balkanlardaki Ortodokslara güvenerek kuzey sınırlarımızda bazı hareketlerde bulunması, doğuda İran ile devam eden savaşlar sırasında, Kırım kuvvetlerinin Osmanlı ordularına katılması söz konusu olunca, Rusların Kabartay bölgesinden Kırım ordularının geçmesine izin vermemesi, hatta daha ileri giderek bu bölgede hak iddia etmesi üzerine, Rusya’ya savaş ilan edildi. Rusya’nın, Osmanlı Devleti’ne karşı Avusturya ile gizli bir bağlaşma yapmış olması, Avusturya’nın da kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’ne savaş açmasına sebep oldu. 1736-1739 Osmanlı, Rus ve Avusturya savaşlarında, iki cephede birden savaşılmasına rağmen hem Avusturya hem de Kırım’a giren ve Boğdan’a saldıran Rus kuvvetleri geri püskürtülerek başarılar kazanıldı. 1739 Belgrad Antlaşması ile Ruslar işgal ettikleri toprakları Osmanlı Devleti’ne geri vereceklerdi. Ancak Buğ ve Dinyeper

214

Irmağı arasında kalan bir kısım arazi ve yıkılması koşuluyla Azak Kalesi, Rusya’ya bırakılıyordu. Karadeniz’in bir Osmanlı denizi olduğu son kez Rusya’ya bildirildi. Rusya, Karadeniz’de savaş ve ticaret gemisi bulunduramayacaktı. Bir müddet sonra Avusturya ile de 1739 Belgrad Antlaşması imzalandı ve 1718 Pasarofça ile verilmiş olan Belgrad geri alındı. XVIII. yüzyılda göreceğimiz son başarılı anlaşmalar sayılır bu iki Belgrad Antlaşması. Fransa’nın bu antlaşmaların yapılmasında arabuluculuğunun bedeli ödenmiştir. 1740’da kapitülasyonlar sürekli hale getirilmiştir. 1923 Lozan’a kadar ekonomide olumsuz etkileneceğimiz ayrıcalıklar, 1740 kapitülasyonlarıdır. Padişah I. Mahmut’tur. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Rusya ile yaptığımız savaşlarda başarı göremedik. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında tampon bir devlet olan Lehistan’da sık sık taht kavgaları yaşanır ve büyük Avrupa devletleri bunu bahane ederek Lehistan’ın iç işlerine karışırlardı. Rus Çariçesi II. Katerina, Çar Petro’nun amaçları doğrultusunda, aynı hedefe ulaşmak için çalışıyordu. Rusya’nın geleneksel hedefi sıcak denizlere inmekti. Bu bir devlet politikası olmuştu. Osmanlı Devleti, Lehistan’da çıkan taht sorununa Rusya’nın dahil olmasından rahatsızdı. Ölen Leh Kralı III. Ogüst’ün yerine Çariçe Katerina kendi gözdesi Stanislas Ponyatofsky’yi zorla kral seçtirdi. Leh halkı bunu kabul etmedi. Vatanseverler Bar kasabasında toplanıp, Osmanlı Devleti’nden yardım istemeye karar verdiler. Yardım karşılığında Podolya’yı Osmanlı Devleti’ne geri vereceklerdi. Ancak bir Rus ordusu Bar kasabasını basıp Leh vatanseverleri dağıttı. Osmanlı topraklarına kaçanları kovalamak ba-

215

hanesiyle topraklarımıza girip Lehlilerle, Türkleri kılıçtan geçirdiler. Osmanlı tahtında Rus düşmanı III. Mustafa vardı ve savaş ilan edildi… 1768-1774 dönemi Osmanlı–Rus Savaşı’nda her cephede yenilen Osmanlı Devleti 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Buna göre; *Kırım bağımsız oluyordu. Böylece halkı Türk ve Müslüman olan bir eyalet elden çıktı. Karadeniz, Osmanlı denizi olmaktan çıkıyordu, Rusya’nın “Parçala yut” politikasının ilk aşaması gerçekleşiyordu. *Kerç, Yenikale, Dinyeper Irmağı ağzındaki Kılburun Kaleleri ile Azak Kalesi etrafındaki arazi ve Buğ Irmağı ile Dinyeper Irmağı arasında kalan topraklar Rusya’ya verilecekti. Böylece Rusya, Karadeniz’in kuzeydoğu, kuzeybatı sahillerinde önemli basamak taşları elde ediyordu. *Savaş sırasında işgal ettiği topraklardan, Eflak, Boğdan, Besarabya’dan çekiliyordu ama şartları vardı. Bunlar : *Bu yerlerde genel bir af ilan edilecek, *Belli bir süre halktan vergi alınmayacak, *Arzu eden halk istediği yere göç edecek *Buralarda halka din ve mezhep özgürlüğü verilecek *Rus Hıristiyanları ve rahipleri kutsal yerleri serbestçe ziyaret edeceklerdi, *Ruslar Karadeniz, Akdeniz ve diğer Türk sularında ve limanlarında serbestçe ticaret yapabilecekler ve İngiltere ile Fransa’ya tanınan kapitülasyonlardan faydalanacaklardı. *Gerekli gördükleri her yerde Konsolosluk ve İstanbul da devamlı bir elçi bulunduracaklardı. 216

*Osmanlı Devleti içinde yaşayan Ortodoksların ve Eflak, Boğdan Beylerinin haklarını koruyacaklardı. *Osmanlı Devleti üç taksitte ödenmek üzere, 15 bin kese akçe savaş zarar ödentisi verecekti. Görüldüğü üzere Küçük Kaynarca Antlaşması ile toprak da kazanan Rusya, Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışma fırsatını da elde ediyordu. Kapitülasyonlardan yararlanacak olması, savaş tazminatı alacak olması da cabası. Bu savaş döneminde 1770’de Çeşme’de Osmanlı donanmasını da İngilizlerin yardımı ile yaktıklarını ilave edersek XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin en önemli yenilgisi ve en kötü antlaşması diyebiliriz. XVIII. yüzyılda Rus savaşlarından fırsat bulabilirse Osmanlı Devleti ıslahat hareketlerini sürdürme çabası içinde oluyor ya da ıslahat hareketleri tam anlamıyla uygulanamadan yeni bir Rus savaşı ile ekonomisi, maliyesi yeniden bozuluyordu. Anlayacağımız Rusya, Osmanlı Devleti’nin iflahını kesmiş, arka arkaya yumruklarını indirerek nefes almasına izin vermemiştir. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım bağımsız oldu demiştik. “Parçala yut” politikasının birinci etabı gerçekleşmişti. İşte şimdi Rusya bu politikasını tamamlamaya girişti. Önce Kırım’da Han seçimlerine karışarak kendi güdümünde olan Şahingiray’ı Han seçtirdi ve bunu bir Rus ordusunun desteğiyle yaptı. Osmanlı Devleti taraftarları ile Rus taraftarları arasında iç savaş başladı. Osmanlı Devleti ile Rusya yine karşı karşıya gelmişlerdi. Neyse ki Fransa gibi bir dost (!) vardı. Aynalıkavak Köşkü’nde yapılan görüşmede iki tarafı anlaşmaya ikna etti. Buna göre Rusya, Kırım’daki ordusunu geri çekecek, Osmanlı Devleti de Şahingiray’ın Hanlığını kabul edecekti (1779).

217

Ancak Kırım’da sular durulmuyordu. İç isyanlar yeniden çıkınca bunu bahane eden Rus Çariçesi II. Katerina, bir Rus ordusu göndererek Kırım’ı Rusya’ya bağladığını ilan etti (1783). Önce parçalamıştı, şimdi de yuttu! Osmanlı Devleti bir şey yapamadı… 1787-1792 Osmanlı Rus ve Avusturya savaşlarında nedenlerden biri bu olaydır. Ancak Kırım’ı almakla Rus arzuları bitmiyordu. II. Katerina’nın asıl arzusu eski Bizans’ı yeniden kurmaktı ve İstanbul’da torunu, XIII. Konstantin adıyla kral olacaktı. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için Avusturya ile ittifak yaptı ve zaten Osmanlı topraklarında Avusturya’nın da gözü olduğu için birlikte güzelce topraklarımızı paylaştılar. Tabii kâğıt üzerinde… Buna göre Avusturya; Hotin, Küçük Eflak, Sırbistan, Bosna-Hersek ve Adriyatik kıyılarını alacak, Ruslar da Eflak ve geri kalan kısmıyla Boğdan’ı işgal edecek burada bir Dakya Devleti kuracaktı. Bizans ile ilgili düşüncelerini yukarıda belirtmiştim. Rus Çariçesi ile Avusturya İmparatoru II. Jozef, Kerson’da görüştüler ve üzerinde “Bizans Yolu” yazılı takların altından geçtiler. Bütün bu gelişmeler İngiltere’yi de tedirgin ettiğinden, Osmanlı Devleti’ni uyardı ve savaşa kışkırttı. Prusya da ayrıca Osmanlı Devleti’ni kışkırtıyordu. Al sana savaş! 1787-1792 Osmanlı Rus ve Avusturya Savaşı başladı. Fakat Osmanlı Devleti, Rusya ve Avusturya cephesinde başarı gösteremedi. Savaşta Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı daha ileri gidebileceğini gören İsveç, Rusya’ya savaş ilan etti (1789). Fransa İhtilali de Avusturya’nın dikkatini bu olaya vermesine sebep oldu. (Fransa Kraliçesi Marie Antuanet aslen Avusturya 218

Prensesiydi). Ayrıca Avusturya Tuna’yı aşarsa, Prusya, Avusturya’ya karşı savaşa girecekti. Avusturya 1791 Ziştovi Antlaşması ile savaşa son verdi. Rusya yalnız kalınca, o da barışa karar verdi. Osmanlı Devleti’nin başında III. Selim vardı ve ordunun durumu savaşa devam etmesine zaten müsait değildi. 1792’de Rusya ile Yaş Antlaşması yapıldı ve Kırım’ın Rusya’ya ait olduğu resmen kabul ediliyordu. Özi Kalesi, Buğ ve Dinyester Irmağı arasında kalan arazi Rusya’ya veriliyordu. Rusya ile sınırımız batıda Dinyester olurken, Doğu sınırında bir değişiklik olmuyordu. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti Parçalanma Dönemine girmişti. XVIII. yüzyıl sonunda Rusya ile Napolyon’un Mısır’ı işgali nedeniyle farklı bir siyasi olay yaşandı… Napolyon, Fransız hükümetini, yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’nin elinden Mısır’ı almak konusunda ikna etmişti. Hem savaş halinde oldukları İngiltere’ye de iyi bir darbe vurulurdu. 1798’de Napolyon, bir Fransız donanması ile Mısır’ı işgal edince, İngiltere ve Rusya, Osmanlı Devleti’ne yardım teklifinde bulundular. Her ikisi de Akdeniz’de, Fransa’nın, Mısır’a yerleşerek, avantajlı duruma gelmesini istemiyorlardı. Yardım teklifini, Osmanlı Devleti kabul etti. Böylece Osmanlı Devleti, dış politikada “Denge Politikası”nı uygulamaya başlamıştı. Devletin zayıflığı ve topraklarının stratejik önemi denge politikasının en önemli nedenleridir. İngilizler, Abukır’da, Fransız donanmasını yaktılar. Rus donanması ilk kez bu olay vesilesiyle Boğazlardan geçti. Güya Osmanlı Devleti’ne yardım edecekti. Ege Denizi’nde, Yedi

219

Ada’yı işgal etti ve Ada halkını Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttı. Napolyon, Osmanlı Devleti’ni ikna etmek için Akka kalesini kuşattıysa da Cezzar Ahmet Paşa komutasında Nizam-ı Cedit ordusu kaleyi mükemmel savundu ve Napolyon geri çekilmek zorunda kaldı. İngilizlerin de etkili müdahalesi sonunda önce Napolyon, sonra Fransız ordusu Mısır’ı terk ettiler (1801El-Ariş). Osmanlı Devleti, XIX. yüzyıla El-Ariş Antlaşması ile girdi, hemen ardından Rusya’nın kışkırtmalarıyla başlayan Sırp İsyanı (1804) gündeme oturdu. Eflak, Boğdan’da da Rus kışkırtmasıyla isyanlar başladı. Osmanlı Devleti egemen devlet olarak siyaseten kendine bağlı olan Eflak-Boğdan Beylerini azletti ve Ruslara karşı Boğazları kapattı. Bu dönemde Fransa’ya karşı, İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya birlikte savaş halindeydiler (İhtilal Savaşları). Amaçları 1789 İhtilali’nin getirdiği prensiplerin yayılmasını önlemek, mutlakıyet rejimini güçlendirmekti. İngiltere, Fransa’nın ihtilalden sonra güçlenmesinden endişe duyuyordu. Onun ittifaka katılmasının nedeni bu idi. (1688’den beri meşrutiyetle yönetiliyordu İngiltere ve bu bakımdan Fransa’daki siyasi gelişmelerden bir endişesi yoktu!) İngiltere, Osmanlı Devleti’nin, Rusya’ya karşı aldığı karar karşısında, doğal olarak Rusya’yı koruyan bir tavır içine girdi. Osmanlı Hükümeti’nden kararın geri çekilmesini; Eflak, Boğdan Beylerinin görevlerine iadesini ve boğazların Rusya’ya açılmasını istedi. Osmanlı Devleti istekleri reddederken Rusya, Osmanlı topraklarına saldırdı. Ruslar, Hotin, Bender, Kili, Akkerman kalelerini aldılar, İsmail Kalesi önünde yenildiler ve Rusya’ya savaş ilan edildi. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı, bir ara ateşkes antlaşması ile durduysa da Rus istekleri (Eflak-Boğdan’ı ve Gürcistan’ı 220

istiyorlardı) reddedildi. Devam eden savaş 1812’de BÜKREŞ Antlaşması ile sona erdi. Buna göre; *Ruslar işgal ettikleri Eflak-Boğdan’dan çekildiler. *Dinyester ile Prut arasındaki arazi Rusya’ya verildi. Prut sınır oldu. *Doğuda sınır değişmedi. *Sırbistan’a bazı imtiyazlar verildi. Osmanlı Devleti, Rusya karşısında başarılı olamayınca Sırbistan’a ayrıcalık tanıdı. Böylece ilk imtiyaz (ayrıcalık) elde eden azınlık Sırplar oldu. Bu arada peşinen belirtmeliyim ki; Balkanlarda hiçbir azınlık Osmanlı Devleti ile bire bir mücadele ederek bağımsızlık kazanmış değildir. Tek tek gelemiyorlar zaten… Bu arada, milliyetçilik hareketlerinden bahsetmeliyim… Fransız İhtilali’nden sonra tüm dünyada etkisi görülen Milliyetçilik (Ulusçuluk) fikirlerinin yayılması ile Osmanlı Devleti gibi çok uluslu devletlerde ayaklanmalar başladı. Osmanlı Devleti’nin, Balkanlardaki topraklarında çok farklı gayrimüslim uluslar yaşadığından ilk etkisi, ilk parçalanmalar da Balkanlarda görüldü. Milliyetçilik akımlarının etkisi, Avrupa devletlerinin kışkırtması (Fransa ve özellikle Rusya) sonucu bağımsızlık amacı ile ilk ayaklanan Balkan toplumu Sırplardır (1804). İlk imtiyaz kazanan toplum yine Sırplardır. 1812 Bükreş Antlaşması ile (Rusya sayesinde). Rusya XVIII. yüzyılda, Balkan toplumlarının çoğunluğu Ortodoks olduğu için, bu özelliklerini kullanarak onların Osmanlı Devleti’ne karşı koruyuculuğuna soyunmuştu. XIX. yüzyılda milliyetçilik hareketleri Rusya’nın, Slav olma yani ırksal özelliğini ön plana çıkarmasını sağladı. Balkan toplumlarını, Slav özelliklerini ön plana çıkararak kışkırtma politikasına Panislavizm (bütün Slavların birleşmesi) diyoruz. 221

Tabii ki etkisini gösterdi. Sırplardan sonra Rumlar ayaklandılar. Rumlar, Slav değildir. Ortodoks olma özellikleri nedeniyle Rusya, onları kışkırtmakta ve desteklemektedir. 1820’de Eflak’ta ayaklandılar, başarılı olamadılar. 1821’de Mora’da başlayan Rum İsyanı bastırılamadı. Osmanlı Padişahı II. Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Karşılığında Mora ve Girit valiliği verilecekti. Mısır ordusu ve donanması Mora’daki isyanın bastırılmasını sağladı. Ancak İngiltere, Fransa ve Rusya, Akdeniz’de Mısır dışında Girit ve Mora’da da güçlü bir valinin varlığını kabul edemeyeceklerinden, Osmanlı Devleti’ne ültimatom vererek Mora’da, Yunan Devleti’nin bağımsızlığını kabul etmesini istediler. Osmanlı Devleti “Bu benim iç sorunumdur” diyerek reddetti. Ancak karşımızdakiler kararlıydılar. Navarin Limanı’nda demirlemiş olan Osmanlı ve Mısır donanmasını, sudan bir bahaneyle yaktılar (1827). Açıklamaları da kabul edilir gibi değildi. Siyasi ilişkiler kesildi ama Rusya, Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı başlıyordu. Ruslar, Osmanlı kuvvetlerini zayıflatmak için son savaşlarda uyguladığı gibi, hem batıdan hem Kafkaslardan saldırdılar. Osmanlı Devleti savaşa hazır değildi. 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırılmış, yapılan askeri ıslahat henüz tamamlanmamıştı. 1827’de Navarin’de donanmamız yakılmıştı. Batıda ilerleyen Ruslar, Silistre’de yenildilerse de bir müddet sonra takviye kuvvetlerle Silistre’yi aldılar. Edirne önlerine kadar geldiler. Doğuda ise Erzurum’u aldılar. Rusların Edirne’yi almaları üzerine II. Mahmut barış antlaşması imzalamaya karar verdi. 1829 Edirne Antlaşması bu şartlarda gerçekleşti. Ne bekleyebiliriz? Savaş meydanlarında yenildiysen, masada kaybetmeye mahkûmsun. Bu nedenle, antlaşmaya bozulmamak gerekiyor. 222

*Yunanistan’ın bağımsızlığı tanındı. *Tuna ağzındaki adalar Rusya’ya bırakıldı. Ruslar, Eflak ve Boğdan’ı geri verdiler. *Eflak-Boğdan ve Sırbistan’a ayrıcalıklar verildi. *Doğuda Anapa, Poti, Ahıska, Akçor, Ahıkelk Kaleleri Rusya’ya bırakıldı. *Rus ticaret gemileri boğazlardan serbestçe geçebilecekti. *Rusya’ya 8,5 milyon lira savaş zarar ödentisi verildi. Balkanlarda bağımsızlık kazanan ilk devlet Yunanistan’dır. 1829 Edirne Antlaşması ile Eflak-Boğdan ve Sırbistan’a yine Rusya’nın sayesinde birtakım ayrıcalıklar verildi. Bu, bir müddet sonra bağımsız olacaklarının işaretidir. Bekleyelim! XIX. yüzyılın ilk yarısında Ruslarla iki büyük savaş dönemi yaşandıktan sonra hiç beklenmedik, karşılıklı yardım antlaşmasının ortaya çıktığını görüyoruz. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mora İsyanı’nın bastırılması için donanma yollamış ve başarılı olmuştu. Ancak arkasından yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı ve sonunda yapılan 1829 Edirne Antlaşması ile Yunanistan kurulunca kendisine verilen sözler tutulamadı. Artı, Mehmet Ali Paşa’nın, Osmanlı Padişahı’nı dikkate almayan davranışları da kendisine duyulan güveni sarsmıştı. (1827 Navarin’de donanma yakılınca Mora’da kalan kuvvetlerini İngilizlerle anlaşarak, Padişah’a danışmadan Mısır’a çekmişti. Rus Savaşı’nda yardım etmemişti.) Bu nedenlerle Mora yerine Girit’in yanı sıra Suriye Valiliğini isteyince, II. Mahmut reddetti. Kavalalı Mehmet Ali Paşa istediklerini zorla elde etmek için ordusunu harekete geçirdi. Suriye’de Belen Geçidi’nde ve Konya’da Osmanlı kuvvetlerini yenerek Şam, Adana, Konya gibi önemli merkezleri ele geçirdi. Kütahya’ya kadar geldi. İstanbul yolu açılmıştı. Telaşlanan II. Mahmut “Denize düşen yılana sarılır!” diyerek Rusya’dan yar223

dım istedi. Rusya bayıla bayıla kabul etti. İstediği şeydi. Yardım bahanesiyle kim bilir neler koparmayı hayal ediyordu! Osmanlı Devleti’nin bir valisi ile bile baş edememesi, Rusya’dan yardım istemesi İngiltere’nin konuya dahil olmasına sebep oldu. Rus donanması Hünkâr İskelesi’ne yerleşmişken İngiltere’nin aracılığı ile 14 Mayıs 1833’de Kütahya’da Osmanlı Devleti ile Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa arasında antlaşma yapıldı. - Mısır ve Girit’e ek olarak Suriye Valiliği, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya verildi. - Oğlu İbrahim Paşa’ya da Adana ve Cidde Valiliği verildi. Mısır meselesi görünüşte halledilmişti. O halde Rus donanmasına ihtiyaç yoktu geri gidebilirdi ama Ruslar bir şeyler koparmadan geri dönerler miydi? Nitekim II. Mahmut’un da Mehmet Ali Paşa’ya güveni olmadığından, aynı güvensizliği İngiltere ve Fransa’ya karşı da duyduğundan, Ruslarla 8 Temmuz 1833’te Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı imzaladı. Buna göre; * Osmanlılar ve Ruslar bir savaş zamanında birbirlerine yardım edeceklerdi. * Osmanlı Devleti’ne bir saldırı olursa, Rusya masrafları Osmanlı Devleti tarafından ödenmek üzere ordu ve donanma gönderecekti. * Rusya’ya bir saldırı olursa Osmanlı Devleti boğazları kapatacaktı. * Bu antlaşma 8 yıl yürürlükte kalacaktı. Bu antlaşmayla tarihte ilk kez Boğazlar sorunu gündeme geliyordu. 224

Karadeniz’de kendini emniyete alan Rusya karşısında, İngiltere ve Fransa, Akdeniz’de o derecede güvensizlik içindeydi. Antlaşmadan memnun kalmamışlardı. Osmanlı Padişahı ise muhtemel bir Mısır saldırısına karşı Rus yardımını garantilemişti. Nitekim Kütahya Antlaşması II. Mahmut’u da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı da memnun etmemişti. Bir müddet sonra Nizip Ovası’nda savaş yeniden başladı (1839). Ancak Osmanlı kuvvetleri yenildi. Donanma komutanının ihaneti ile Osmanlı donanması Mısır Valisi’ne teslim edildi. Osmanlı Devleti çok kötü bir duruma düştü. Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın 8 yıllık süresi dolmamış olduğundan, Rusya’nın yardımı gündeme geldi. Ancak bu konuda hassasiyetini bildiğimiz İngiltere yine devreye girerek Rusya’nın, Osmanlı Devleti üzerinde bir güç oluşturmasını engellemek üzere, Osmanlı Devleti ile Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, 1840 Londra Mukavelenamesi’ni imzalamalarını sağladı. İngiltere, yanına Avusturya, Prusya ve Rusya’yı almıştı. Fransa bu dönemde Mısır’daki ıslahat hareketlerine yardım ettiği için Mehmet Ali Paşa’nın yanındaydı. Londra’da alınan karara göre; *Mısır hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmakla beraber, yönetimi Mehmet Ali Paşa ve oğullarına bırakıldı. *Mısır, Osmanlı Devleti’ne yılda 80 bin kese vergi verecek, Osmanlı donanmasını geri gönderecekti. *Suriye, Adana, Girit, Osmanlılara geri verilecekti. 1841’de Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın 8 yıllık süresi bitince İngiltere, Fransa derhal konuyu uluslararası bir masaya taşıdılar. Osmanlı Devleti, Rusya, Prusya ve Avusturya da katılarak, Londra Antlaşması ile Boğazların statüsünü kabul ettiler. 225

*Boğazlar, Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındadır. *Barış zamanında boğazlardan hiçbir yabancı savaş gemisi geçmeyecektir. Ohh… İngiltere, Fransa, Akdeniz’de güvenlik içindeydiler, rahatlamışlardı. Rusya’ya gelince Karadeniz’e hapsedilmişti… 1841 Londra Antlaşması ile Boğazlar tarihte ilk kez, uluslararası bir ortamda görüşülüyordu. “Boğazların Kapalılığı” ilkesi burada kabul edilmiştir. XIX. yüzyılın ortalarına gelince Rus Savaşı olmadan olur mu? Tabii ki var! Kırım Savaşı (1853-1856). Her Osmanlı-Rus Savaşı’nda olduğu gibi nedenlerden biri Rusya’nın, Osmanlı Devleti üzerindeki emelleridir. “Hasta Adam” ifadesini Osmanlı Devleti için kullanan Çar I. Nikola, İngilizlere, Osmanlı topraklarını paylaşmayı teklif etmişti. O dönemde İngiltere zayıf da olsa Osmanlı Devleti’nin varlığını devam ettirmesini Doğu Akdeniz’deki emelleri için uygun gördüğünden Rusya’nın bu teklifini reddediyordu. Rusya kendi başına Hasta Adam’ın önemli uzuvlarını ele geçirmeyi planlamaya ve savaş bahaneleri yaratmaya başladı. Osmanlı Devleti’nden kutsal yerlerde Katolikler kadar, Ortodoksların da hak sahibi olmasını istedi ve bu isteklerini bildirmek üzere Prens Mençikof’u İstanbul’a gönderdi. Gizli istek ise Hünkâr İskelesi Antlaşması’nda olduğu gibi, Boğazlardan geçebilmek ve Osmanlı Ortodoksları üzerinde himaye hakkı elde etmekti. Mençikof’un isteklerini, İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçilerine bildiren Osmanlı Devleti, onların desteğiyle bu istekleri reddetti. Zaten Osmanlı Devleti XVIII. yüzyılın sonundan beri denge politikası ile siyasi varlığını devam ettiriyordu. Ruslar 226

isteklerini zorla kabul ettirmek için harekete geçtiler. Tuna boylarında Ruslarla savaş başladı. İngiliz ve Fransız donanmaları 1841 Londra Antlaşması’na rağmen Çanakkale Boğazı’nı geçerek, İstanbul önlerine gelince, Rusya buna tepki olarak Sinop’taki 10 parçalık filomuzu bastı ve yaktı (30 Kasım 1853). Bunun üzerine, Osmanlı-Rus Savaşı başladı. Kırım Savaşı’nda ilk kez Osmanlı Devleti’nin yanında İngiltere ve Fransa da yer aldılar. Amaçları belliydi. Henüz Osmanlı Devleti’nin Rusya eline düşmesini istemiyorlardı. Rusya’yı mümkün olduğu kadar kuzeyde tutmak istiyorlardı. Bakalım ne zaman Rusya’yı kuzeyde tutmaya yarayan kolları çözülecek ve Osmanlı Devleti üzerine iyiden iyiye salacaklardı? Savaş üç yıl sürdü (1853-1856). Rusya yenildi. 1856 Paris Antlaşması imzalandı. Buna göre; *Osmanlı Devleti bir Avrupa Devleti sayıldı. Avrupa devletler hukukundan yararlanacaktı. Toprak bütünlüğü Avrupa devletlerinin garantisi altına alındı. *Karadeniz tarafsız bir deniz olacaktı. Osmanlı Devleti ve Rusya bu denizde savaş gemisi bulunduramayacaktı ve tersane yapamayacaktı. Savaş gemilerine kapalı, ticaret gemilerine açık olacaktı. *Boğazlar, 1841 Londra Mukavelenamesi’ne göre yönetilecekti. *İki taraf savaş öncesi duruma çekilecek, Besarabya sınırı, Boğdan lehine düzeltilecekti. *Eflak-Boğdan’a muhtarlık verilecek. Büyük devletlerin kefilliği altına alınacaktı. *Tuna üzerinde ticaret gemileri serbestçe dolaşacaktı.

227

*Osmanlı Devleti’nin 1856’da ilan ettiği Islahat Fermanı dikkate alınacak, uygulamaya karışılmayacaktı. Lehimize bir antlaşma mı? Güya galiplerin grubundaydık ama yenilmişten farkımız yoktu! Osmanlı Devleti; *Topraklarını koruyamayacak durumda olduğunu resmen kabul ediyordu. *Karadeniz’in tarafsızlığı yenilen Rusya gibi Osmanlı Devleti’ne de kabul ettirilmişti. *Eflak-Boğdan’a muhtariyet verilmesi biliyoruz ki bir adım sonra bağımsızlığa giden yolun başıydı. Hem Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti ediyorlar hem parçalanmaya zemin hazırlıyorlardı! Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması’nın bir faydası oldu tabii. Rusya geri adım attı. Bir süre Osmanlı Devleti rahat etti. İngiltere ve Fransa, Kırım Savaşı’nda, Osmanlı Devleti’nin yanındaydılar, ancak savaş masraflarını Osmanlı Devleti karşıladı. Hem de İngiltere’den borç olarak. Aldığı 3.000.000 altın lira (1854-ilk borçlanma). Padişah Abdülmecit’ti. Avrupa’da 1848’den itibaren gelişen Almanya ve İtalya’nın, siyasi birliklerini kurma çabaları 1870’de İtalya’nın, 1871’de Almanya’nın kurulması ile sonuçlandı. Bu önemli siyasi değişim İngiltere ve Fransa’nın dikkatlerini çeken önemli olaylardı ve de Rusya bu durumdan yararlandı. İlgili devletlere nota göndererek Paris Antlaşması’nın, Karadeniz’in tarafsızlığına ilişkin maddesini tanımadığını bildirdi. Londra’da toplanan kongre, Rusya’nın isteğini kabul etmek zorunda kaldı. Çünkü İngiltere, tek başına Rusya ile başa çıkamazdı. Almanya siyasi birliğini kurmaya çalışırken Fransa’yı ağır bir yenilgiye uğratmış, elinden Alsas Loren’i almıştı (1871). 228

Rusya, Avrupa’daki bu siyasi konjonktürü lehine kullandı ve Balkanlarda Panislavist propagandalarına başladı. Mahmut Nedim Paşa gibi Rus taraftarı bir hainin çabaları ile Sultan Abdülaziz, Bulgar Kilisesi’nin muhtarlığını kabul etti. Bu, Bulgaristan’ın bağımsızlığına yol açacak bir ayrıcalıktı. (Günümüzde PKK’lıların isteklerinden biri kendi diyanetlerini kurmak!) İsyanlar Hersek’te başladı, kısa zamanda Bosna’ya geçti. Mahmut Nedim Paşa, Fransa’nın tavsiyesi ile Mostar’a (Hersek’in merkezi) bir heyet gönderdi. Ancak asilerin daha çok şımarmalarına yol açtı. İsyanlar Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’da yayıldı. Devlet, Sırbistan ve Karadağ’daki isyanı güç kullanarak bastırdı. Sırp Prensi, Avrupa’dan yardım istedi. Rusya işe karıştı. Sırbistan ve Karadağ ile bir ateşkes antlaşması yapılması için Osmanlı Devleti’ne bir ültimatom verdi. Osmanlı hükümeti bunu kabul etti. Avrupa Devletleri yeni bir savaştan çekindikleri için konuyu bir Avrupa sorunu olarak ele aldılar ve İstanbul’da bir konferans toplanmasına karar verdiler. 23 Aralık 1876 günü, konferansın toplandığı gün, Kanuni Esasi ilan edilerek Avrupalı delegeleri etkilemek isteyen Osmanlı Devleti, konferans sonunda alınan ağır kararları reddetti. Kabul etseydi Balkanlara veda etmek zorunda kalacaktı. Konferans dağıldı. Londra’da toplanan Konferans kararlarını da reddetti. Bunun üzerine Rusya, savaş ilan etti. 24 Nisan 1877 (Rumi 1293) 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başlıyordu. Her zamanki gibi batıdan, Romanya üzerinden (EflakBoğdan) ve doğudan Kafkasya’dan olmak üzere iki koldan ilerleyen Rus kuvvetleri batıda Plevne’de Gazi Osman Paşa tarafından durdurulduysa da daha sonra takviye birliklerle saldırdı ve Gazi Osman Paşa yaralanarak Rusların eline esir düştü. Kahramanca yaptığı savunma Rusya’da da takdirle karşılandı ve 229

Moskova’da tutulduğu süre içinde kılıcını taşımasına izin verildi. Doğuda ise Ahmet Muhtar Paşa’nın komutasındaki Türk orduları Rusları defalarca yenmelerine rağmen sonuçta Kars, Ardahan, Erzurum Rusların eline geçti. Batıda Plevne’yi aşan Ruslar, Edirne’ye geldiler. II. Abdülhamit, İstanbul’un da Rusların eline geçmesinden endişe duyarak Çar’a başvurup ateşkes istedi. (19 Ocak 1878). Rusların, Edirne’ye girmesi, İngilizleri de harekete geçirdi. İstanbul’daki İngiliz uyruğundan olan kimselerin can ve mallarını korumak bahanesiyle, Çanakkale Boğazı’nı geçip Mudanya’ya geldi. Bu duruma kızan Ruslar, Edirne’den hareketle ateşkes hattı olan Çatalca’yı geçip Ayastefanos’a (YeşilköyAtatürk Havalimanı) geldiler. ‘93 Harbi sonunda Ruslar, Osmanlı delegelerine istedikleri şartları kabul ettirdiler. Ayastefanos Antlaşması adını alan, yürürlüğe girmeyen antlaşmaya göre; *Büyük bir Bulgar krallığı kurulacaktı. Bulgaristan dışında Makedonya ve Doğu Rumeli de dahil olacaktı. *Bosna, Hersek’e muhtariyet verilecekti. *Sırbistan, Romanya ve Karadağ tam bağımsız olacaktı. * Kars, Ardahan, Batum ve Doğu Beyazıt, Rusya’ya verilecek. *Osmanlı Devleti, Rusya’ya 30 milyon lira savaş zarar ödentisi verecekti. Osmanlı Devleti’ni en zor zamanında saran Ruslar bu istediklerini kabul ettirdilerse de bu antlaşma Avrupa devletleri, öncelikle İngiltere’nin ve Balkanlarda kendi gözü olan Avusturya’nın işine gelmemişti. Almanya’yı da yanlarına alarak antlaşmaya itiraz ettiler. Rusya karşı gelemedi. Berlin’de Alman

230

Başbakanı Bismarck’ın başkanlığında toplanan kongrede alınan kararları kabul etti. 13 Haziran-13 Temmuz 1878 tarihleri arasında yapılan görüşmeler sonucunda Berlin Antlaşması imzalandı. Buna göre; *Büyük Bulgaristan üçe ayrıldı. Asıl Bulgaristan, Osmanlı Devleti’ne bağlı, vergi veren bir prenslik oldu, Makedonya ıslahat koşuluyla Osmanlı Devleti’ne bırakıldı, Doğu Rumeli’ye Hıristiyan Vali yönetiminde muhtariyet verildi. *Bosna–Hersek, Osmanlı toprağı sayılacaktı. Ancak Avusturya tarafından yönetilecekti. *Karadağ, Sırbistan, Romanya tam bağımsız olacaktı. *Kars, Ardahan ve Batum, Rusya’ya bırakılacak, Doğu Beyazıt Osmanlılarda kalacaktı. *Ermenilerin oturdukları bölgelerde (Rumeli, Anadolu) ıslahat yapılacaktı. *Teselya, Yunanistan’a bırakılacaktı. *Osmanlı Devleti, Rusya’ya 60 milyon lira savaş zarar ödentisi ödeyecekti. ‘93 Harbi’nin Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sona ermesi, şartları ağır bir antlaşmanın yapılması Büyük Avrupa Devletlerinin (İngiltere, Fransa), “Hasta Adam” olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin iflah olmaz bir hastalıkla pençeleştiğine olan inançlarını arttırdı. İyileşmesi olanaksız görülen Osmanlı Devleti’nin önemli parçalarını ele geçirmeye başladılar. XIX. yüzyıl ortalarında (1856 Paris Antlaşması) Osmanlı toprak bütünlüğünü garantileri altına alan bu devletlerin, bu aşamadan sonra artık Osmanlı Devleti’nin topraklarını bizzat ele geçirdiklerini görüyoruz. Rusya karşısındaki bu hezimet (hem askeri hem de diplomatik, siyasi yenilgi), parçalanmayı hızlandırdı. 231

1829’dan sonra Fransa, 1830’da Cezayir’i ele geçirmişti. 1878’den sonra 1881’de Tunus’a girdiler ve ele geçirdiler. Gerekçe Cezayir’in güvenliği idi. 1878’de Osmanlı Devleti’nden Kıbrıs’a yerleşme izni alan İngilizler, 1882’de Mısır’ı ele geçirdiler. Böylece Doğu Akdeniz’de iki önemli stratejik mevkii ele geçiren İngilizler (1869’da Süveyş Kanalı açılmıştır.) I. Dünya Savaşı sırasında Fransa, Rusya ve İtalya ile yapacakları gizli antlaşmalarda Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu, İstanbul ve Boğazları Rusya’ya veriyorlardı. Kıbrıs ve Süveyş Kanalı dahil Mısır’ı ele geçirdikten sonra İngiltere, Rusya’nın sıcak denizlere inmesinden pek de rahatsız olmayacaktı anlaşılan! Osmanlı Devleti’nin, Rusya ile ilişkileri I. Dünya Savaşı başlayınca, Kafkasya Cephesi’nde devam etti. Osmanlı Devleti’nin Kafkasya Cephesi Komutanı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın hataları yüzünden on binlerce Mehmetçiğimiz telef oldu. Ruslar, Erzurum, Bitlis, Muş ve Trabzon’a kadar indiler. Kafkasya Cephesi’nde Miralay Mustafa Kemal’in bu cepheye atanması ile başarı görülmeye başladı. Mustafa Kemal, Bitlis ve Muş’u, Ruslardan geri almayı başardı. 1917’de Rusya’da önce Şubat Devrimi ile çarlığın devrilmesi, Ekim Devrimi ile de Bolşeviklerin (Rus komünizmi) iktidara gelmesiyle, Kafkasya Cephesi’nde savaşlar önemini kaybetti. 3 Mart 1918 Brest Litovsk Antlaşması ile Kafkasya Cephesi kapandığı gibi, 1878 Berlin Antlaşması ile Rusya’ya bırakılan Kars, Ardahan ve Batum 40 yıl sonra geri alınıyordu. Liberal Avrupa devletlerinin kabul edemeyeceği komünizmin yerleşmesi, Rusya ile müttefiklerinin aralarının açılmasına sebep oldu. Artık İngiltere ve Fransa, Rusya ile yollarını ayırmıştır ve Bolşevik Rusya bu iki devletin tehdidi altındadır. Bu 232

nedenle, Ankara’da kurulan TBMM ile iyi ilişkiler kurmak, ön plana çıkmıştır. Müşterek düşmanlar karşısında Ankara-Moskova yakınlaşması anlaşılır bir şeydir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında son 200 yıl önemli rol oynayan Rusya, yeni Türk Devleti’nin kuruluş aşamasında işe yaramıştır. Sonrasını inşallah ikinci kitabımda anlatırım. Bugün mü? Şu PUTİN var ya, çok karizmatik, en beğendiğim devlet adamı… Ancak korkutuyor da… İyi geçinmek lazım!

233

“Hükümdarlar kabiliyetlere saygı göstermeli, sanatları korumalı, esas olarak da ticaret ve tarımı desteklemelidirler.” MACHIAVEL (XV. yüzyıl) “HÜKÜMDAR” Buna “Yöneticiler” desek!

234

BUDHA MI FRANSIZLAR MI? İnancımıza göre insanlık tarihi boyunca 125.000’den fazla peygamber gelmiş. 29 peygamber isimleriyle biliniyor. Bunlar arasında, peygamber olmadıkları için, Lao Çe, Konfuçiyus, Zerdüşt ve Budha yok! Ama insanlığa getirdikleri ahlâk prensipleriyle bu filozoflar bugün birer din kurucusu konumundalar. Dördünün ortak özelliklerinden bir diğeri ortalama M.Ö VI. yüzyılda yaşamış olmalarıdır. Zerdüşt (Mecusilik) inancı İran’da yaklaşık bin yıl hakim olmuştur. İslamiyet, İran’a 642’den itibaren yerleşmeye başlayınca Zerdüşt inancı Hindistan’ın batısında tutunabilmiştir ancak bugün de taraftarları Batı Hindistan’da vardır. Budha asıl adı ile Sakyamuni, koyu bir Kast sisteminin Hindistan’da bir milletin oluşmasını önlediği, Brahman denilen din adamlarının, toplumu adeta çekip çevirdiği ve son derece karmaşık, ağdalı dinî ritüellerin, toplumun kendilerine kayıtsız, şartsız itaatlerini sağladığı bir ortamda ve dönemde, mevcut sosyal sisteme tepkili, soylu bir kişi olarak karşımıza çıkıyor… Şaşaadan, debdebeden uzaklaşarak, sade bir hayatı öneren Brahmanların öğütlerine uyarak oruç, açlık ve uykusuzlukla geçen bir hayata başlayan Sakyamuni, bu şekilde çile çekmenin işe yaramayacağını anlayarak bundan vazgeçti. Tam altı yıl ıssız bir ormana çekildi ve derin düşüncelere daldı. Altı yıl sonra Both Gaya yakınlarında, kutsal bir incir ağacı dibinde otururken, birden gerçeklere erdiğini hissetti. Böylece Budha (bilge, tanrının ilhamını almış kişi, ermiş) olmuştu. 235

Budha’nın esas prensibi, insanları iyiliğe götürmek ve sonra toplumu yükseltmekti. O, söylevlerinde (sutralarında) şöyle diyordu: “Olgun bir adam, eğer düşkünlerin yardımına, felakete uğrayanların tesellisine koşmazsa, o insan gerçekte hiçbir şey değildir. Benim mezhebim sevgi, yardım ve şefkat yoludur.” “İnsanlar arasında doğum itibariyle fark yoktur. Herkes eşittir.” Ona göre dünya esas itibariyle fenadır. Fakat fenalıklardan kurtulmak için fenalıklarla dolu toplumdan kaçmak değil, insanlar içinde ve fenalar arasında iyi olarak yaşamak, herkese iyilik yolunda örnek olmak gerektir. Budha, hayatın esasının elem olduğunu kabul eder. Ona göre, doğuş elemdir, ihtiyarlık, hastalık, ölüm, istek, bütün bunlar elemdir, ıstıraptır. Elemden kurtulmak için hırsın, isteğin yok edilmesi gereklidir. Bunu başaran insan, NİRVANA’ya kavuşur. Nirvana, ruhun huzur ve sükûna erişmesi demektir. Budha, dinle ilgili törenleri kaldırarak, yerine ahlaki görevleri koymuştur. Bu yüzden, Brahmanların nüfuzunu kırmış, insanlar arasında sınıf farkı gözetmemesi ve herkesin Nirvana’ya çağırılması da Kast örgütünü temelinden sarsmıştır. Onu anlayanlar asil sınıftakiler ve özellikle aydınlar olmuştur. M.Ö 478’de öldüğünde, etrafında aydın, imanlı ve ahlâklı bir topluluğun oluştuğunu görmek mutluluğuna ulaşmıştı. Tanrısız bir din olan Budha dini, doğu Asya’ya yayıldığı sırada oldukça değişmiş, Budha bir tanrı mertebesine çıkarılmış ve adına parlak dini törenler yapılmaya başlamıştır. Hindistan’da hemen hemen kalmamış olan Budizm; Çin’de, Çinhindi’nde, Tibet’te, Japonya’da ve Avustralya adalarında pek fazla yayılmıştır.

236

Budha’nın düşüncelerine bir kez daha baktığımızda, bize hiç de yabancı gelmeyen şu sözcüklere takılıyorum. “Doğum itibariyle insanlar arasında fark yoktur, herkes eşittir.” M.Ö. VI. yüzyıl sonlarında, V. yüzyılın başlarında, Hindistan’da, Fransız İhtilali’nden (1789) 2400 yıl önce… Fransızların kulakları çınlasın!

237

İLKÖĞRETİM MÜFREDATI İLE İLGİLİ… 2009 başlarında Doğu’da, sınırda Aktütün Karakolu’na PKK saldırısı olduğu zaman, ekranlarda Aktütün’deki okulun kapısına kilit vuran öğretmene lanet ettim. O güzel çocukları okuldan mahrum etmeye kimin hakkı var? Ağladım, ağladım… Yaşıma rağmen Milli Eğitim’e başvurup Aktütün’e gönüllü gitmek istediğimi bildirmek geldi içimden… Ama çevremdeki insanların bana ihtiyacını düşünerek geri adım attım… Ancak; Hayallerimden asla vazgeçmedim. Oraya bir şekilde gittiğimi ve güzel çocukları kendi hazırladığım bir müfredat programı ile mükemmel yetiştirdiğimi canlandırdım gözümde… Ayrıntıları da düşündüm elbette. Okulun iç düzeni, temizliği, hijyenik ortamı, bahçe dizaynına kadar… Yapmayı düşündüğüm fiziksel değişimleri yazmak değil amacım… Çoktan beridir aklıma takılan bir sorunun çözümüne yönelik, müfredat programı ile ilgili fikirlerimi uyguladığımı hayat ettim. İlköğretim değil, lise mezunlarının bile Türkçe okuma, anlama, güzel yazı yazma, fikirlerini açıklama gibi en önemli konularda iyi yetişemediklerine bizzat şahit olduğum için… Ayrıca matematik bütün derslerin Türkçe ile birlikte temeli… Bu nedenle, matematik için de ne yapmak gerektiği konusunda fikirlerimi uyguladığımı hayal ettim… Sizlerle de paylaşmak istediğim şeyler bunlar… Ben olsam; (hep böyle söylenir…) İlkokulda (5 yıllık bölüm) Türkçe ve matematik dışında hiçbir ders koymam. 238

Türkçe I. II. III. … vs. 5 sene sonunda belki 20-25 Türkçe kitabı bitirilir. Hatta daha fazla… Okuma, anlama, anlatma, özet yazma, konuları kendi devam ettirme, konuları sorularla değişik yönlere kanalize etme gibi yeteneklerin geliştirilmesi, çok güzel el yazısı yazmak gibi özelliklerin kazandırılması, günlük tutmak... Hatta 4., 5. sınıflarda masal, hikâye, şiir yazmalarını sağlamak gibi… Türkçe kitaplarında belki AT AT TUT ile başlayan konular, kısa zamanda tarihten, coğrafyadan, bilimden, genel kültürden, sanattan, vs… seçilmiş konularla ilgili parçalardan örnekleri içerecek… Bayrak sevgisini de vatan sevgisini de anne baba, aile sevgisini de bu parçalardan öğrenecekler. Arşimet’i de öğrenecekler, Peygamberimizi de. Matematik’ten ise sayıları yazmak ve 10’a kadar saymakla başlayan konular 5 yıl boyunca çarpım tablosu sayı saymaca (3’ten başla 5’er 5’er, 7’den başla 6’şar 6’şar vs.) en mükemmel şekilde tamsayılarla, rasyonel sayılarla toplama, çıkarma, çarpma, bölme, ondalık sayılar, oran orantı, alan, hacim, çevre ölçüleri, ağırlık ölçüleri vs. 5 yıl sırf bu konular temel olarak mükemmel öğretilecek. Problem çözmede ustalaştırılan öğrenciler, güzel yazan, düşüncesini iyi ifade eden, kafası çalışan, muhakemesi gelişmiş öğrenciler olarak yetişmiş olacaktır. İlköğretim ikinci 3 yıllık döneminde, fen derslerinde de sosyal bilimlerin her dalında da başarılar arka arkaya gelecektir. İlköğretimde müzik, resim, beden eğitimi dersleri hobi olarak mutlaka verilmeli ancak notla değerlendirilmemeli. Beden eğitiminde mümkünse derslere başlamadan tüm çocuklara jimnastik hareketleri yaptırılarak alışkanlık haline getirilmeli... Yine bu programda okul sabah erken başlayıp 13.00’te bitmeli. Öğleden sonra haftada 3 gün zorunlu, saat 14.00’te başlayan resim, müzik, spor eğitimi dersleri konmalı. Resim; el işleri, resim yapma, plastik işleri gibi öğrencinin ilgi alanına göre çeşitlenmeli. 239

Müzikte de öğrenci çalmak, söylemek, folklor gibi eğilimlerine, yeteneklerine göre eğitim almalı. Spor eğitiminde, çok çeşitli çalışma ortamları bulmalı öğrenci. Aletli, aletsiz jimnastik, futbol, voleybol, tenis, basketbol vs. notla değerlendirme olmamalı dedim ama çok başarılı olanlar bir şekilde taltif edilmeli tabii ki…. Bilmem çok mu şey hayal ediyorum ama bunun iyi olacağına inanıyorum. Düşünsenize çocuğun çantasında bir Türkçe kitabı ve defteri (Türkçe I. II. III. vs.) birde matematik kitabı ve defteri (Matematik I. II. III. vs.) ne kadar hafif bir çanta ile giderler değil mi? Bir başka düşündüğüm konu da İmam Hatip Liseleri… Tabii ki din adamına da ihtiyaç var… Ancak; düşünüyorum da İmam Hatip Liseleri de normal liselere dönüşse, düz liseden mezun olan gençlerimizin isteklerine ve başarılarına göre ya iki yıllık “Din Adamı Yüksek Okulu”na ya da “İlahiyat Fakülteleri”ne gitseler bence birtakım puan tantanası da ortadan kalkar… Din adamlarımız da herkesle beraber lise eğitimi almış olur. Neden böyle düşünemezler anlamıyorum!

240

RÜŞVET-SEÇİM-DEMOKRASİ Son seçimlerde 70 milyonun gözü önünde seçmenlerin oyları, bir çeyrek altınla, bir file erzakla, 200-300 liralık alışveriş çekleriyle, Kur’an üzerine yeminle, beyaz eşya ile ipotek altına alınıyor, çalınıyor, yani rüşvetle oylar adeta satın alınıyor, bunun sonucunda iktidara gelen parti, “Biz seçimle iktidara geldik, biz demokrasinin sonucu iktidardayız” diyebiliyor… Kimi kandırıyorlar diyebilmek istiyorum ama ne yapılabiliyor? Zaten seçim kanununda, milletvekillerinin dokunulmazlıkları konusunda yapılması gerekenler yapılmıyor. Yüzde 10 baraj da başlı başına demokrasiye aykırı. Ayrıca kim gelecekse gelsin neden çekiniyorsun? Seçmenlerin, düşüncelerini temsil ettirmek hakları. Daha iyi! Ufak tefek partiler olur, koalisyon olur, rejim düşmanı bir partinin, ülke bütünlüğüne düşman bir partinin, tek başına iktidara gelip ortalığı kızıştırmasından, gerginleştirmesinden, tek başına ülke kaynaklarını amaçları uğruna, kendi yandaşlarına peşkeş çekmesinden daha iyidir. İtalya’da bir dönem hatırlıyorum da 10’dan fazla partinin katıldığı koalisyon hükümeti vardı. Dokunulmazlık sayesinde suçlular bile TBMM’nin çatısı altında güya milleti temsil ediyorlar… Herhalde kendileri gibi olanların temsilcileridir… Eee…. Zaten demiştim her görüş ve düşünce sahibi Meclis’te temsil edilmelidir diye… Olsun varsın!

241

Yüzde 10 barajı ile dokunulmazlık birbirine bu kadar mı uyar, bu konuda özellikle… Yani bir taraftan yüzde onun altında oy alan partilere (belki de ülke geleceği açısından çok iyi programları vardır) Meclis’e girme yasağı koyacak seçim kanunu, bir taraftan en adi suçlardan yargılanması gerekenler bir büyük partinin eteğine yapışıp dokunulmazlıktan yararlanmak için Meclis’e girebilecek… Hayret… Bu ülkede aydınlar, düşünenler, yurtseverler var sanıyordum… Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda bu tezatların olması, beni gelecek konusunda ümitlendirmiyor… Karamsarım, üzgünüm! Bu uygulama şu açıdan da çok tehlikeli, birçok partiden sadece biri yüzde 10’u geçse, diğerleri barajı 9.99 ile bile geçemezse tek başına yüzde 10,1 oy alan parti, Meclis’te bütün sandalyelere sahip olabiliyor. Anayasada yapılması düşünülen değişiklikler, daha demokratik, daha özgürlükçü ve özgürlükleri yargı güvencesi altına alan, suçluları kollamayan hükümler taşımalı… Yoksa neye yarar?

242

TÜRKİYE CUMHURİYETİ OSMANLI DEVLETİ’NİN DEVAMI MI? Türk tarihi kesintisiz akıp gider. Bir Türk Devleti’nin yıkılış tarihi, bir sonraki Türk Devleti’nin kuruluş tarihi olabilir. Örnek: “II. Göktürk (Kutluk) Devleti’nin yıkılışı 745, Uygur Devleti’nin kuruluşu 745, Uygurların yıkılışı 840, Karahanlılar Devleti’nin kuruluşu 840 gibi. Şüphesiz ki bir önceki devletin kurumsal deneyimi, sonrakinin işine yaramaktadır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin teşkilatı, müesseseleri Osmanlı Devleti tarafından kullanılmıştır. Divan, Tımar sistemi vs. gibi. Bu arada Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin devamıdır diyen yok! Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden karakter olarak çok farklıdır. Siyasi yapısı, sosyal yapısı, ekonomik politikaları her şey farklıdır. Tabii ki tarihi, coğrafi ve kültürel mirasçısıdır. Ancak aynı durum Osmanlı ve Anadolu Selçukluları için de geçerliydi… Şimdi iddialardan bazıları hakkında kısaca görüşümü ortaya koymak isterim! Diyorlar ki; bugün halen fonksiyonunu devam ettiren kurumların Osmanlı Devleti döneminden kaldıklarını görüyoruz. Polis teşkilatı, Kızılay, Ziraat Bankası, Danıştay vb. gibi. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin devamıdır. Ben de diyorum ki Türk ordusunun kurulması M.Ö 209 Mete zamanına kadar inmektedir. 243

Buna göre Türkiye Cumhuriyeti, Asya Hun Devleti’nin devamı mı oluyor acaba? Yine diyorlar ki Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin devamı olduğu için Osmanlı borçlarını Lozan’da ödemek zorunda bırakıldı. Bende diyorum ki; biraz okuyun. Osmanlı borçlarını yalnız Türkiye Cumhuriyeti ödemedi ki! Osmanlı Devleti’nden ayrılan birçok devlete bu borç paylaştırıldı. Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, Yemen vs. hatta 12 adayı o tarihte elinde bulundurduğu için İtalya bile Osmanlı borçlarından nasiplendi. Şimdi İtalya, Osmanlı Devleti’nin devamı mı oluyor yani?

244

“BİZ DE OLSAK BÖYLE YAPARDIK” Moğol İmparatoru Cengiz Han, Moğolistan’da kurduğu devletin sınırlarını kısa zamanda Orta Asya ve Çin’e hakim olacak kadar genişletti. Hâkimiyet alanı batıda Maveraünnehir’in doğu sınırı olan Seyhun Nehri’ne kadar geldi. Maveraünnehir, Horasan, İran ülkelerinde ise Harzemşahlar Devleti vardı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu 1157 yılında yıkıldıktan sonra, onun mirası üzerinde yine bir Türk–İslam Devleti olarak kurulmuştu. Merkezi Gürgenç’ti. Moğol İmparatorluğu ile sorunlar yaşamaya başlayan Harzemşahlar, Otrar şehrinin valisi Kayı Han’ın açgözlü davranışı yüzünden Moğolları adeta üzerlerine çektiler. Kayı Han, Moğollarla yapılan anlaşmaya rağmen bir Moğol kervanını ele geçirmiş ve mallarına el koymuştu. Kervancılarından neredeyse hepsini öldürtmüştü. Yaralı olarak kaçmayı ve Moğol başkenti Karakuruma gitmeyi başaran bir kervancı, Cengiz Han’a başlarına geleni anlatınca olanlar oldu ve Cengiz, ordusu ile Harzemşah ülkesine saldırıya geçti. Dört koldan Seyhun Nehri’ni aşarak Maveraünnehir’e girdi. Harzemşah Hükümdarı Muhammet Tegiş, oğullarının ve komutanlarının ısrarla önerdikleri, “Kuvvetlerimizi bölmeyelim” düşüncesine rağmen kuvvetlerini böldü ve Moğollar karşısında güçsüz durumda kaldı. Bu arada Otrar şehri valisini sağ olarak isteyen Cengiz ele geçirilen valinin ağzından, burnundan, kulaklarından, gözlerinden içeri kaynatılmış gümüş dökerek cezalandırdı. Muhammet Tegiş, Gürgenç şehrinden kadınları ve kız çocuklarını alarak ve Moğollara yenile yenile güneye indi ve 245

İndus’un kollarından birinin kıyısında durdu. Kıyı uçurumdu ve uçurumun dibinde ırmak çağlayarak akıyordu. Karşı kıyıya ise Moğol ordusunun başında Cengiz yerleşti. Artık sonun geldiğini anlayan Muhammet Tegiş, Cengiz’in gözü önünde Moğolların eline geçmesinden korktuğu kadınları ve kız çocuklarını birer birer kayalıklardan, çağıl çağıl akan ırmağa attı. Bu manzarayı gören Cengiz, yanındaki komutanlara; “Çok takdir ettim Türk hükümdarını. BEN DE OLSAM BÖYLE YAPARDIM” dedi. Tarih 1221… idi. 700 yıl sonra yıl 1920. Amerikalı Tümgeneral James G. Harbord ile Mustafa Kemal arasındaki konuşma, Falih Rıfkı Atay’ın anlatımıyla: Harbord: “Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük kumandanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalım. Başta Almanya olmak üzere müttefiklerinizle birlikte dört yıl harp ettiniz, yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri zaman zaman görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?” Mustafa Kemal: “Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalist pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş, aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa, babalarımızın oğulları olarak, vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.” Amerikalı general ve arkadaşları sessizce ayağa kalktılar: “BİZ DE OLSAK BÖYLE YAPARDIK.”

246

30 AĞUSTOS Sayın Karaincir Tatil Köyü Sakinleri, Güzel yurdumuzu üç yıldan fazla işgal altında tutmuş olan düşmanı kesin olarak topraklarımızdan atmamızı sağlayan bu büyük zafer, ardından yapılan Mudanya Ateşkes Antlaşması ile İstanbul ve Doğu Trakya’yı savaşsız kazandıran, ulusal egemenlik mücadelemize, saltanatın kaldırılması ile güç kazandıran, Lozan’da Yeni Türk Devleti’nin bütün dünya tarafından bağımsız, onurlu bir devlet olarak tanınmasını sağlayan, Milli Mücadele’nin beyni ve kalbi olarak 4 yıl 24 saat uyumadan hizmet veren, kahramanlarımızı bir ana gibi bağrına basan güzel Ankara’nın başkent olmasını sağlayan, İtilaf Devletlerinin son kalıntıları olarak donanmalarının İstanbul’u terk etmesini ve bütün bu olumlu gelişmelerin üzerini adeta bir taç gibi süsleyen Cumhuriyetimizin ilanını sağlayan, bu büyük zafer, 87. yılında hepimize kutlu olsun! Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda parçalanma-dağılma devrinin en belirgin göstergesi olmak üzere toprak kayıpları yaşadı. Avrupa’da gelişen ve yayılan milliyetçilik akımları Balkan topraklarının kaybedilmesine, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ, Romanya gibi ulus devletlerin kurulmasına neden oldu. Balkanlarda milliyetçilik temelinde gelişen, ulus devletlerin kurulmasına giden olaylar XX. yüzyılın başında da devam etti. Bulgaristan ve en son Arnavutluk bağımsızlıklarını ilan ettiler. II. Balkan Savaşı sonunda Meriç’in batısında hiç toprağımız kalmamıştı. Yine XIX. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyıl başlarında sanayileşmelerini tamamlamış olan güçlü Avrupa devletlerinin sö247

mürgeci politikaları sonucunda Kuzey Afrika toprakları kaybedildi. Ancak bütün bu kayıpların temelinde Osmanlı Devleti’nin zayıflığını ve güçsüzlüğünü belirtmeliyim. Cezayir ve Tunus’u, Fransızlar işgal ederken Mısır, İngilizler tarafından işgal edildi. Siyasi, ekonomik, askeri, kültürel alanlarda çok güçsüz ve geri kalmış olan Osmanlı Devleti, Kıbrıs’a İngilizlerin yerleşmesine de izin vermişti (1878). Kuzey Afrika’da elden çıkan son toprak Trablusgarp (bugünkü Libya) oldu (1912). Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na, Almanya’nın yanında girdiği zaman sınırımız batıda Meriç Nehriydi. Doğu Trakya, Anadolu, Suriye, Irak, Filistin toprakları ve Arap Yarımadası’nda Yemen, Hicaz gibi önemli topraklar Osmanlı yönetimi altındaydı. Kars, Ardahan, Batum 1878’de Rusya’ya verilmişti. (‘93 Harbi’nden sonra). I. Dünya Savaşı sırasında Suriye, Irak, Filistin ve Arap Yarımadası’ndaki topraklar da elimizden çıkacaktır. (Bu toprakların elden çıkışı da Arap milliyetçiliği, Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinin sonucudur. Yemen’i bu arada Arap toprakları içinde ayrı tutmak gerekir. Yemen, Hicaz Emiri gibi Osmanlıya ihanet etmemiştir. Osmanlı Devleti ortadan kalkınca otomatikman bağımsız duruma gelmiştir.) Savaşın sonunda Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Mondros Ateşkes Antlaşması’nın, 30 Ekim 1918’de imzalandığı gün, Türk ordusunun çekildiği çizgi, Misak-ı Milli sınırımız olarak ifade edilecektir. Hemen hemen bugünkü sınırlarımızı belirleyen Misak-ı Milli sınırlarımıza Musul da dahildir. Çünkü 30 Ekim 1918’de Musul elimizdedir. I. Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti için fiilen Mondros Mütarekesi ile bitmişti belki ama Türk milletinin, Türkiye için kan dökme süreci yeni başlıyordu… Toprağımız olmadığı halde müttefiklere yardım için, Galiçya, Makedonya, Romanya cephelerinde kan dökmüş olan Mehmetçik (100.000’den fazla şe248

hit), bundan böyle anavatanı için, Türkiyesi için kan dökmeye hazırlanıyordu. Çünkü Mondros Mütarekesi’nin o kadar ağır koşulları vardı ki bunlar ülkemizi, sömürgeci devletlerin Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaştıkları “Gizli Antlaşmalar”ı uygulamalarına zemin hazırlıyordu. Bu ateşkes antlaşmasıyla topraklarımız işgale açık ve savunmasız duruma geliyordu. Ve Mondros sonuçlarını vermeye başladı. İtilaf devletleri ülkemizi işgale giriştiler. Mondros’tan sonra ilk işgal İngilizler tarafından Musul’a yapıldı (3 Kasım 1918). Hemen ardından Fransızlar, Adana, Pozantı, Dörtyol gibi yerlerimizi işgal ettiler. Giderek işgal alanını genişlettiler. 13 Kasım’da Yunan gemilerinin de içinde yer aldığı 57 parçalık İtilaf donanması İstanbul’a geldi ve İstanbul fiilen işgal altına alındı. Ancak Mustafa Kemal’in o gün dediği gibi “Geldikleri gibi gideceklerdir!” Anadolu’nun işgali süratle devam ediyordu. İtalya, önceden kendine vaat edilen, sonra Yunanistan’a verilen İzmir’i alamadığı için yandaşlarına kızgındı ama yine de Muğla, Antalya çevrelerini işgalden geri kalmadı. 15 Mayıs 1919’da İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilince Anadolu’da yer yerinden oynadı. Her yerde mitingler işgali protesto ediyordu… Çünkü bu işgal kalıcı olabilirdi. Yunan Megalo İdeaları bu düşünceyi güçlendiriyordu. Yani nazlı yurdumuz düşmanın açgözlülüğüne peşkeş çekilmişti. İşgaller karşısında halkın tepki göstermemesi için, baş eğmesi için “Nasihat Heyetleri” İstanbul’dan yola çıkarılmışlardı. Bu arada Mustafa Kemal’i de Doğu Karadeniz’de azmış durumdaki Pontusçu Rum saldırıları karşısında direnme gösteren vatanseverleri sindirmesi için 9. Ordu Müfettişi unvanıyla Ana249

dolu’ya yolluyordu Padişah… Doğu Karadeniz’de başlamış olan direniş hareketleri İngilizleri kızdırıyor ve İngilizler, Sarayı, o bölgeyi de işgal etmekle tehdit ediyorlardı… Devleti bu durumdan Mustafa Kemal kurtarabilirdi ve yine İtilaf Kuvvetlerinin diğer isteği olan, henüz lağvedilmemiş ordu güçlerini Mustafa Kemal dağıtabilirdi. Bandırma Vapuru ile Samsun’a giderken Mustafa Kemal kendisinden beklenen görevleri ve kendisinin esas amacını gözden geçirdi. Amacı, Doğu Karadeniz’de başlamış olan direniş hareketlerini güçlendirmek ve bütün yurda yaygınlaştırmaktı… Milli Mücadele yedi düvele karşı yapıldı sözü asla abartılı değildir… Hatta dahası vardır. İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Rusya, I. Dünya Savaşı’ndan çekildikten sonra İngilizlerin kışkırtmasıyla Kars ve çevresini işgal etmiş olan Ermenistan ile Ardahan, Artvin, Batum’u işgal etmiş olan Gürcistan, İtilaf Devletlerini özellikle İngiltere’yi destekleyen ABD… Dahası mı? İçerde düşmanla işbirliği yapan 5. Kol diyebileceğimiz işbirlikçi Rum ve Ermeni azınlıklar, İstanbul’da Milli Mücadeleye karşı olan ve İtilaf Devletleri ile yan yana durarak, kendi makamlarını korumaya çalışan, teslimiyetçi yöneticiler! Bunlar da cabası… Savaştığımız devletlerle daha sonra siyasi, kültürel, ekonomik ilişkilerimiz yeniden başladı… Yaşadıklarımızı görünürde belki unutmuş olduk. Ama içimizdeki hainler tarihimizde hep ihanetleri ile anılmaya devam etmektedir. Milli Mücadeleyi başlatmak o kadar kolay değildir. Art arda yaşanmış olan savaşlarda (Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve Dünya Savaşı) binlerce insan yitirilmiştir. Kalanlar ümitsizdir, sağlıksızdır, varlıksızdır, perişandır, bir de geleneksel bir bağ ile Padişah-Halifeye bağlılık içindedir.

250

Ülkenin kötü ekonomisinin ağırlığını omuzlarında hisseden, bu ruh hali içindeki bir toplumu yeniden savaşa hazırlamak, cepheye götürmek kolay değildir. İstanbul asırlardır Anadolu’dan kopuktur. Ne çiftçinin, ne zanaat sahibinin sorunları ile ilgilenilmiştir. Ne yol vardır, ne sulama sistemleri. Sadece savaş dönemlerinde hatırlanan, kaderine terk edilmiş bir toplum… Ama efendi, ama kanaatkâr, ama devletine yine de bağlı, itaatkâr. Ama en önemlisi şerefli bir tarihe, bağımsızlık azmine, asil kana sahip bir millet… Mustafa Kemal bunu bildiği için bu milletin esir, köle olarak yaşamasına asla razı olamazdı ve parolasını da bu gerçeği görerek belirledi. “YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM” Toplumu, Milli Mücadele’nin içine çekmek, Milli Mücadeleyi topluma mal etmek üzere 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi bütün askeri ve sivil makamlara telgrafla duyuruldu. Bu genelgede Milli Mücadele’nin amacı, gerekçesi ve yöntemi belirtiliyordu. *Vatanın bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir. *İstanbul Hükümeti üzerine düşen görevi yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok göstermektedir. *Ulusun bağımsızlığını, yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır. Milli Mücadele’nin programını, ilkelerini belirlemek üzere Erzurum’da ve Sivas’ta Kongreler yapıldı. Alınan kararlardan bazıları şunlardır: *Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür parçalanamaz! *Manda ve himaye kabul edilemez! *Azınlıklara siyasi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez! 251

Bu kararlar o günkü şartlarda, Mustafa Kemal’in ifadesiyle “Çok namüsait bir mahiyette tezahür etmiş” bir durumda iken alınmış çok cesur kararlardır. Şahsiyetli, şerefli, onurlu insanların alabileceği kararlardır! Gelişmeler arka arkaya geldi. 23 Nisan 1920’de TBMM çalışmalarına başladı. Mücadelemiz dışta işgalci devletlere karşı ulusal sınırlar içinde, tam bağımsızlık mücadelesi olarak başlatılırken, içerde İstanbul’a karşı, ulusal egemenlik mücadelesi şeklinde sürdürülüyordu, TBMM’nin açılması ulusal egemenlik mücadelemizin en önemli aşamasıdır. TBMM ilk resmi cephe olarak Doğu Cephesi’ni Ermenistan’a karşı açtı. Kazım Karabekir Paşa’yı Doğu Cephesi Komutanlığı’na getirdi. İlk askeri ve siyasi başarımız Doğu Cephesi’nde alındı. Kars ve çevresinden çıkarılan Ermenilerle 3 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması yapıldı. Ermenistan Sevr Antlaşması’nı tanımadığını ve Doğu Anadolu’da toprak iddiası olmadığını kabul ediyordu. Artvin, Ardahan, Batum’u işgal etmiş olan Gürcistan, TBMM’nin notası üzerine işgale son verdi ve topraklarımızı geri aldık. Savaşmamıza gerek kalmamıştı. Ermenistan’ın başına gelenleri Gürcistan iyi görmüştü. Güney Cephesi’nde Fransızlar Antep, Urfa, Maraş halkından epey derslerini aldılar. İlk silahlı direniş zaten Fransızlara karşı Dörtyol’dan gelmişti. Yani Fransızlar işgal ettiklerine, edeceklerine çoktan pişman edilmişlerdi. Kendini işgalden ilk kurtaran şehrimiz, Maraş oldu (12 Şubat 1920). Ardından Urfa kurtuluşunu, Maraş gibi halk milisleriyle sağladı. Antep’e Fransızlar 11 aylık kuşatmadan sonra girebildiler. TBMM bu illerimize hak ettikleri unvanları vererek Türk milletinin minnet ve şükranlarını da ifade etmiş oldu. Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Gaziantep… 252

Fransızlar daha I. İnönü Zaferi üzerine işgale son vermek istedi. Ama yandaşları biraz daha beklemesini sonunda kârlı çıkacaklarını söyledikleri için beklediler. Sakarya Zaferimiz üzerine kesin karar verdiler. TBMM ile 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması’nı yaparak işgal ettikleri yerlerden çekildiler. Hatay hariç Türkiye-Suriye sınırı çizildi. İtalya’nın Muğla ve Antalya bölgesindeki işgalleri sırasında bir çatışma yaşanmadı. Zaten Batı Anadolu, Yunanlılara verilmiş olduğu için kırgın ve kızgındılar. I. İnönü Zaferi’nden sonra işgale son vermek gibi bir tavır içine girdiler, yandaşları onları da ikna ettiler. Bir süre daha işgale razı oldular. Yandaşları da İngiltere ve Yunanistan; ahbap çavuşlar! II. İnönü Zaferi’nden sonra çekilmeye başlayan İtalya, Sakarya’dan sonra tamamen bölgeyi boşaltmıştır. Bu arada avuçlarını yalamakla yetiniyorlardı dememe gerek var mı? Sayın Karaincir Tatil Köyü Sakinleri, Milli Mücadele’nin en önemli cephesi Batı Cephesi’dir. Yunanlılarla mücadele edildi gibi görünse de İngiliz desteğindeki Yunanlıların Megalo İdealarını da düşünürsek en tehlikeli cephe olarak da ifade edebiliriz. Zaten önce gizli anlaşmalarla İtalya’ya vaat edilen Batı Anadolu’nun sonradan Yunanistan’a verilmesindeki en önemli neden de budur. İngilizler geçmişlerinden dolayı, Yunanlıların, Anadolu’ya daha sıkı asılacaklarını düşünerek Türklerin başına gerçek bir dert açmak istemişlerdir. Tabii Akdeniz’de güçlü bir İtalya’ya da güvenmiyorlardı. Batı Cephesinde Yunanlılarla 5 muharebe yaptık. I. İnönü II. İnönü Eskişehir-Kütahya 253

Sakarya Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi. Sakarya dahil ilk dört muharebe 1921’de yapıldı ve Yunan ordusu saldırı, Türk ordusu savunma durumundadır. Eskişehir-Kütahya Muharebeleri dışında diğerleri Türk ordusunun zaferleriyle sonuçlanmıştır. Yunan saldırılarının nihai hedefi Ankara’yı ele geçirmektir. Amaçları Osmanlı Devleti’nin onayladığı SEVR Antlaşmasını, TBMM’ye de onaylatmaktır. İtilaf Devletleri daha I. İnönü Zaferimizden sonra net olarak şu gerçeği anlamıştır ki; Türk milletinin gerçek temsilcisi TBMM’dir ve bu Meclis’in onayından geçmeyen Sevr’in uygulanmasına imkân yoktur. Bu nedenle İngiliz desteğindeki Yunanlılar hep Ankara’yı ele geçirmek için saldırdılar. Sakarya Zaferi bu Yunan saldırılarını kesin olarak durdurdu. 22 gün 22 gece aralıksız süren Sakarya Muharebesi’nde Mustafa Kemal ilk kez Başkomutan olarak ordumuza, dünya savaş literatüründe o güne kadar hiç uygulanmamış olan bir taktik uygulattı. Bu taktik Mustafa Kemal’in şu komutunda belirmektedir. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır ve o satıh bütün vatandır, vatanın her bir karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça asla terk olunamaz!” Böylece Yunan ordusunun son saldırısı Sakarya’da kırılmış oldu ve Yunan ordusu geri çekilerek Kütahya-Eskişehir, Afyon’un doğusuna çekilen bir hattın batısında, Türk ordusunun saldırısını beklemeye başladı. Başkomutan Mustafa Kemal, hazırlıklarını eksiksiz tamamlayıncaya kadar saldırı emrini vermedi. Yaklaşık bir yıl hazırlık yapıldı. Kesin olarak kapanmış olan Doğu ve Güney Cephesi’nden ve diğer yörelerden Batı Cephesi’ne malzeme sevkiyatı ilkel araçlarla (kağnı, eşek, at, katır sırtında) yapılıyordu. Doğru düzgün yol yoktu, zorlu kış şartları, olan yolları da kapatmıştı. 254

Silah-cephane ya üretiliyor ya da dışarıdan temin ediliyordu, bu da zaman alıyordu. Bu arada İstanbul’daki yurtseverlerin işgal altındaki şehirden kaçırabildikleri silah ve cephane teknelerle Karadeniz yolu ile İnebolu’ya iletiliyor “İstiklal Yolu” dediğimiz İnebolu, Ankara yolundan cepheye gönderiliyordu. Yiyecek, giyecek ihtiyacı halktan temin ediliyor, bunların da Batıya sevk edilmesi zaman alıyordu. Ayrıca ordunun yıllarca savunma konumunda olması, taarruz eğitimi almasını gerekli kılıyordu ki bu da zaman alıyordu. Şimdiye kadar yapılan muharebelerde subay rütbesinde birçok şehit verilmişti. Bu eksikliği kapatmak kolay değildi. Bütün bu hazırlıkların zaman alması yanında, Batı Cephesi’ne sevkiyat gizlilik içinde yapılıyor, gündüz hiçbir hareket görülmezken gece karınca gibi, insanlarımız cepheye yığınak yapıyorlardı. Bir başka çalışma kolu da haber alma örgütlerinin İstanbul’dan, işgal altındaki Batı Anadolu şehirlerinden bilgi sızdırmasıydı ki bu bilgiler çok işimize yaradı. Ayrıca taarruzun elverişli bir mevsimde yapılması düşünülmüştü. Bunun için de ağustos ayı belirlenmişti. Büyük Taarruz öncesi komutanlar Batı Cephesi’nin karargâhı Akşehir’de taarruz tarihini, planını belirlemek için bir araya geldikleri zaman gazeteler komutanların futbol maçı izledikleri haberini geçiyordu. Yunanlılar aylarca Türk tarafında hiçbir hareketin olmadığını gündüz havalanan uçaklarının raporlarıyla öğreniyorlar, içip eğlenceye dalıyorlardı. Yaklaşık 190 bin Yunan askeri Batı Anadolu’da bulunuyordu. 26 Ağustos günü için, bir gün önceki gazeteler, Mustafa Kemal’in Çankaya Köşkü’nde çay partisi vereceği haberini geçiyorlardı. (T. Özakman “Şu Çılgın Türkler”de Azerbaycan’dan gelen bir diplomatın ağzından da bu haberin çıktığını belirtiyor.) 255

Çankaya Köşkü’nden Akşehir’e gizlice gece yarısı, annesinin bile haberi olmadan hareket eden Mustafa Kemal, taarruz öncesinde ordunun başındaydı. Büyük Taarruz’un amacı işgal altındaki yurt topraklarını işgalden kurtarmak ve düşmanı yurttan atmaktı. Savaş planı ise Yunan kuvvetlerinin ağırlığının bulunduğu Afyon’a güneyden ve doğudan saldırarak Yunan ordusunu çember içine almak ve imha etmekti. 26 Ağustos 1922’de (Malazgirt Zaferi’nin kazanıldığı gün, bu tarihi Mustafa Kemal özellikle belirlemiştir.) sabah erken saatlerde başlayan taarruz, 30 Ağustos’ta çemberin tamamlanmasıyla meydan savaşına dönüştü ve Yunan kuvvetleri büyük ölçüde imha edildi. Kaçanlar 3 yıl boyunca yaptıkları yetmiyormuş gibi yakıp, yıkıp, tecavüz ederek kaçıyorlardı, şerefsizce… Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Altay birlikleriyle kaçanları denize kadar sürdü. 2 Eylül’de Uşak’ta, 9 Eylül’de İzmir’de yeniden Türk bayrağı dalgalanmaya başladı. Yunan Başkomutanı Trikopis esir edildi. 16 Eylül’de Batı Anadolu’da bir tek Yunan postalı kalmamıştı. Ege adalarına canlarını zor atan Yunanlıların birçoğu da denizde boğuldu. Yunanistan’a gitmeyi başaran ve komuta kademesinde olan birçok Yunan subayı bu başarısızlıklarından dolayı Yunanistan’da ölümle cezalandırıldılar. Anadolu maceraları fiyasko ile sonuçlanmıştı. Mustafa Kemal’in başkomutanlığında Türk ordusu çok değerli komutanları ve askerleriyle hak ettikleri zaferi kazandılar. Bu zafer bütünüyle bir milletin zaferidir. Bu zafer, yeni Türk Devleti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlamış olması bakımından Türk milleti açısından en önemli zaferdir… Kutlu olsun! 30.08.2009

256

KÖKLER Birleştiler, elbirliği ettiler Yıkmak için devleti Ezmek için milleti Bölmek için vatanı İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan ve Yunan’ı Basit bir işti onlar için Öyle ya hastaydı Osmanlı Devleti Çürümüştü için, için. Yanıldıklarını anlamaya Bir 18 Mart yetti. Sularda eridi ümitleri, Karada çöktü nice güçleri Geçemediler Çanakkale’yi İnledi yer gök avaz avaz ÇANAKKALE AŞILAMAZ! 18 Mart 1915! Unutamayacakları bir tarihti Yedikleri ilk tokat yüzlerine, Bir de ilk tekme gerilerine Şaşkındılar, beklemedikleri bir şeydi Kim attı bu tekmeyi bize 257

Diyerek, dönüp baktılar İhtiyar çınarın öyle dalları Öyle canlı damarları vardı ki Bitmez, tükenmez bir kaynak Bu Türk gerçeği! TÜLAY AYTEKİN 7 MART 1985

258

LAİKLİK VE İRTİCA Sayın Karaincir Tatil Köyü Sakinleri, Türk milletinin, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın başkomutanlığında kazandığı zaferin 84. yılında, çok şeyi bilmemiz, hatırlamamız gereğini düşünerek hazırladığım konuşma metninde, bazı konulara çok dar çerçeve içinde değinebildim. Zaferin kazanılmasında yalnızca silahlı güçlerimizin değil, kadın-erkek, çoluk-çocuk topyekûn milletimizin de payı olduğunu biliyoruz. Çünkü biz ordu-milletiz. Ve tarihimizi öğrenmek mutluluğunu da Cumhuriyetimiz gibi Laik, Demokratik, Hukuk Devleti niteliklerimiz gibi, Mustafa Kemal’e borçluyuz. 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun kurulması ve araştırmaları sonunda Orta Asya Türk Tarihi (İslamiyet öncesi Türk Tarihi) bütün onurlu, özgürlük timsali olmuş karakteri ile dünya tarihine yön veren asaletiyle ortaya çıktı ve kendimizi, kimliğimizi, kültürümüzü birinci dereceden kaynaklar vasıtasıyla öğrendik… Ve gördük ki bugün bile dünya toplumlarına örnek olabilecek bir kadın-erkek eşitliğine dayalı toplumsal yapı… Gördük ki kocasının tek eşi, yuvasının ve çocuklarının üzerinde kocası ile eşit haklara sahip haysiyetli bir Türk Kadını… Hakan eşi olarak, Hatun unvanıyla Kurultaya katılan, yabancı elçileri Hakan ile birlikte kabul eden, emirnamelerde, Hakan ile birlikte adı geçen bir Türk kadını… Savaşta da erkeğinin yanında, mükemmel at binen, ok kullanan, kendini her bakımdan koruyabilecek yeteneklerle donatılmış bir Türk kadını… Güçlü, soylu… 259

Yine Orta Asya Türk Tarihi’ni gün ışığına çıkardığımız zaman gördük ki tek eşli evliliği yeterli gören, kadınına değer veren bir Türk erkeği… Türk kadınının iffetine önce kendi sahip çıkan, koruyan, onurlu, aklı başında, yavuklusu dışındaki kadınlara bacısı gibi değer veren bir Türk erkeği… Güçlü, soylu, ahlaklı... Yine Orta Asya Türk Toplumlarına bakmaya devam edince, her şeyi yaratan bir Gök Tanrı inancı gördük. VIII. yüzyılda Göktürk Hakanı Bilge Kağan, Kültigin ve Tonyukuk adına yazılmış olan kitabelerde Tengri denilen Tek tanrı, en açık ve net bir şekilde ifade edilmekte… İslamiyet öncesi Türk toplum yapısına bakmaya devam edince bilinen ilk Türk devletlerinin Hunlar, Göktürkler, Uygurlar gibi; devlet yapılarının askeri ve siyasi temellere dayandığını, İslamiyet öncesi hiçbir Türk Devleti’nin dini karakterli olmadığını gördük… Şu halde laik devletlerdeki temel özellikler, kadın-erkek eşitliği, devletin dini karakterli olmaması gibi temel özellikler, bu dönem Türk devletlerinde açıkça görülmektedir. Türklerin 751 Talas Savaşı’ndan sonra İslamiyet’i kitleler halinde kabul etmesinin çeşitli nedenleri vardır. Örneğin Selçuklular siyasi nedenlerle İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Dini inançları ile müşterek noktalar bulmalarının yanı sıra siyasi nedenlerle İslamiyet’i kabul ettikleri görülen bir durumdur. İlk Müslüman Türk devletlerinde katı bir teokratik yapı (Şeriat Devleti) asla görülmez. Çok küçük bir iki örnek vermem gerekirse; Arap-İslam devletlerinde fitre ve zekât devlet eliyle toplandığı halde (Emeviler-Abbasiler gibi) Türk-İslam devletlerinde Osmanlı Devleti de dahil olmak üzere fitre ve zekât kişilerin kendi takdirine bırakılmıştır. Devlet kesinlikle bunu bir vergi olarak toplamamıştır…

260

Ayrıca Osmanlı Devleti’nin içkiyi yasak etmediğini, sarayda bile içki içildiğini görüyoruz. IV. Murat içki yasağı getirdiyse bile kendisi içmeye devam etmiştir. Zaten yasak getirmesi bile, içkinin var olduğunu göstermektedir… Sayın dinleyenler… Türk İnkılâbı’nın en önemli özelliklerinden biri teokratik devlet yapısından laik devlet yapısına geçilmesini sağlamış olmasıdır. Saltanatın kaldırılması ile başlayan laikleşme süreci, Halifeliğin kaldırılması ile en önemli aşamayı gerçekleştirmiş, Tevhid-i Tedrisat Yasası ile eğitim ve öğretimin birleştirilmesi, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla devam etmiştir. 17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile Türk kadını, daha önce, özellikle söz ettiğim Orta Asya’daki konumuna gelebilmiştir. Yaklaşık bin yıllık bir süre Türk kadını için kaybedilmiş bir zamandır. Türk kadını toplumdaki yerini (Orta Asya’daki konumunu) ancak Cumhuriyet döneminde geri almıştır ve bunu Mustafa Kemal’e borçlu olduğumuzu biliyoruz. Bu konuda Mustafa Kemal’in “Mümkün müdür ki bir toplumun yarısını ayaklarından zincirle toprağa bağlayıp, diğer yarısı ile kalkınma gerçekleşsin” sözü ne kadar yerindedir. Ulusal birliğimizin temeli hukuk birliğidir. Laiklik, sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil; hukukun akıl ve bilime dayandırılmasıdır. Türk Medeni Kanunu, kanun karşısında kadın-erkek eşitliğini sağlarken aynı zamanda din ve mezhep farkını da ortadan kaldırdığı için hukuk birliğini sağlamıştır. Laik sistemi ortadan kaldırdığımız zaman, her din ve mezhep hatta tarikat mensubu kendi kafasına ve inancına göre koyduğu kurallarla hayatını düzenlemeye kalkar ve toplumda bir 261

karmaşa başlar ki hukuk birliğinden, dolayısıyla da ulusal birlikten eser kalmaz… Laikliğin üstüne titreyişimizin nedeni de budur. Bu sisteme karşı çıkmak isteyenler bugün ortalara dökülmüşlerdir. Simgeleşmiş olan kılık kıyafetleri ile eski teokratik düzeni geri getirmek niyetlerini belli etmektedirler. Bu da İrticadır! Osmanlı Devleti’nin dini yapısı ve son dönemde imparatorluğun Müslüman kesimini devlete bağlamak için uygulanan ümmetçi politikalar devletin yıkılmasını engelleyememiş, başarısız olmuştur. Bizzat Araplar, Osmanlı Padişahı’nı, Halife olarak tanımamışlar ve I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle anlaşarak Osmanlı’ya ihanet etmişlerdir. Osmanlı “Bizler Müslümanız, kardeşiz, din kardeşiyiz bizi birbirimize bağlayan harç İslam’dır” dedikçe Araplar; “Biz Arabız, devletimizi kurarız” diye yanıtlamışlardır. Osmanlı’ya Balkanlarda Hıristiyan azınlıklar ne yaptılarsa, Ortadoğu’da da Araplar aynı davranışı gösterdiler. Milli benliklerini, dini inançlarından daha önde tuttular… Bugün de aynı sahneleri izliyoruz! Ama ne yazık ki “Ben Türk’üm” diyenler neredeyse aşağılanıyor, suçlanıyor! Kaldı ki Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu gücü olan biz Türkler, Osmanlı halkları içinde milli benliklerini en son ortaya koyanlardık. Diğerleri etkilenmesinler diye! Netice olarak, başarısız olmuş Ümmetçi politikayı yeniden gündeme getirmek bir irticadır! Bu niyette olan iktidarlar gaflet ve dalalet, hatta hıyanet içindedir. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! 30.08.2006

262

“İtalya hükümdarları ülkelerini kaybetmişlerse bunu talihsizliklerine değil, kendi alçaklıklarına ve ileriyi görememelerine yormalıdırlar.” MACHIAVEL (XV. yüzyıl) “HÜKÜMDAR”

263

ABD LOZAN’I İMZALAMADI MI? ABD 1787’de Amerikan Anayasası’nın kabul edilmesi ile kurulmuştur. Tabii ki öncesinde İngiliz monarkına karşı verilen ve tarihin, sömürgeciliğe karşı ilk mücadelesi olarak kabul edilen, bir başkaldırı sürecini yaşadıktan sonra, İngiltere 1783’te Versay Antlaşması ile Amerikalılara bağımsızlıklarını vermek zorunda kaldı. Amerikalılar bu mücadelede kendilerini destekleyen başta Fransa olmak üzere İspanya ve Hollanda’ya da teşekkür borçlandılar. 1783’ten 1787’ye kadar 13 koloni arasında devletin rejimi, yönetimi konuları tartışıldı. Farklı düşüncedekiler arasında kanlı çarpışmalar yaşandı ve sonuçta 1787 Anayasası ile (dünyanın yazılı en eski anayasası) devlet kuruldu. İlk başkan George Washington, iki devrelik görev süresi bittiğinde 19 Eylül 1796 tarihli Daily American Adversite gazetesinde yayınlanan Veda Mesajı’nda gelecek için Birleşik Amerika’nın dış politikasında şu tavsiyeyi yapıyordu: “Avrupa ile ticari ilişkilerimizi genişletelim ama onların siyasi olaylarına karışmayalım.” George Washington’ın bu sözleri aşağı yukarı 150 yıl Birleşik Amerika’nın dış politikasına egemen olan “infiratçılık” yani Avrupa diplomasisinden uzak kalma ilkesinin başlangıcını teşkil etmiştir. Özellikle Fransız İhtilali sonrasında İhtilal Savaşları ile Avrupa kavrulurken hem Fransa hem İngiltere Birleşik Amerika’yı bu ateşin içine çekmeye çalıştılar. Ayrıca 1820 yılında Rusya, ABD’yi Kutsal İttifak’a katılmaya davet etti. Tabii ki Birleşik Amerika bunu da tereddütsüz reddetti. 264

ABD Dışişleri Bakanı Adams, “Amerika’nın olduğu kadar Avrupa’nın da sakin kalabilmesi için Avrupa ve Amerikan sistemleri mümkün olduğu kadar birbirinden ayrı ve uzak tutulmalıdır” diyordu. Rusya’nın, Kuzey Amerika’nın 51. kuzey enlemine kadar olan Pasifik kıyılarında hak iddia etmesi, Kuzey Amerika’da yayılma çabaları, İspanya’nın Güney Amerika’daki sömürgeleri ile ilişkilerinin Fransa ve Rusya’yı da kıtaya çekmesi, İngiltere’nin Güney Amerika’daki ticaret avantajını koruma kararlığında olması ve yanına Amerika Birleşik Devletleri’ni almak istemesi gibi gelişmeler ve nedenler ABD Başkanı James Monroe’yu, ABD’nin dış politikası konusunda kesin karar almaya yöneltti. 2 Aralık 1823’de Kongre’ye (Halk Meclisi+Senato) gönderdiği mesajında Amerika’nın, Avrupa’ya karşı izlediği politikaya, geleceği de içine alacak şekilde son şeklini verdi. Monroe Doktrini adını alan ve ABD dış politikasına bir yüzyıldan fazla egemen olan bu prensipleri iki maddede toplayabiliyoruz. *ABD, bağımsızlığını almış olan Amerika kıtalarının, Avrupa devletleri tarafından herhangi bir şekilde kontrol altına alınmasına müsaade edemez ve bu hususta yapılan herhangi bir teşebbüsü gayri dostane bir hareket olarak karşılar: “Unfriendly Disposition”. *Birleşik Amerika’nın, Avrupa devletlerinin meseleleriyle hiçbir ilgisi yoktur ve bu meselelere karışmayacaktır. Fakat buna karşılık Avrupa devletleri de Amerika kıtalarının meselelerine karışamazlar. Bu ilkeler karşısında Avrupa devletleri Güney Amerika’ya müdahaleden vazgeçtiler ve bu ise İspanyol sömürgelerinin bağımsızlıklarını almalarını kolaylaştırdı.

265

Birleşik Amerika bu doktrinlerin uygulanması ile Avrupa politikasından uzak kalmıştır ki buna “İnfirat Siyaseti” (İsolation) adı verilir. Amerika, kendisine Avrupa’dan bir tehlike yönelmedikçe Avrupa işlerine karışmamıştır. Ancak ticari ve kültürel ilişkilerini devam ettirmiştir. I. Dünya Savaşı 1914’te başladığı zaman ABD’nin dış politikasına bu prensipler hakimdi. Ancak 1917’de Almanya’dan ABD’ye yönelen denizaltı saldırıları, Almanya tarafından Amerikan ticaret ve yolcu gemilerinin batırılması, Almanya ile Meksika arasındaki ABD’ye karşı oluşturulan ittifakın ortaya çıkması (Zimmerman telgrafının deşifre edilmesi ile) ABD’nin İnfirat politikasından ilk kez ayrılmasına neden oldu ve 1917’de savaşa girdi. Başkan Woodrow Wilson’du. Savaş bitince 18 Ocak 1919’da Paris’te yapılan Barış Konferansı’na, Wilson katılmış ve savaşa girerken, ilan ettiği 14 maddelik prensiplerinden; Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam) kuruluşunu resmileştirmiştir. Ancak bunu Amerikan Kongresi onaylamamıştır. Milletler Cemiyeti’nin paktının X. maddesine göre, cemiyetin bütün üyeleri birbirlerinin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstermeyi ve dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı korumayı taahhüt ediyordu. Muhalefetteki Cumhuriyetçi parti liderlerinden Senator Lodge, X. madde dolayısıyla “Hicaz Kralı, bedevilerin saldırısını defetmek için Amerikan askerlerinin gönderilmesini istemek hakkını kazanmaktadır” diyordu. Sonuçta Wilson iki seçim döneminde başkanlık yaptıktan sonra, partisi 1920 seçimlerini on milyon farkla kaybederek (9 milyona karşı 19 milyon) Cumhuriyetçi Parti Adayı Warren Harding kazandı. Amerikalılar Amerika’yı savaşa sokan Wilson’a değil, infirat politikasına devam edeceğini seçim konuşmalarında bildiren Harding’in partisine oy vermiştir. 266

Artık ABD 1920’den sonra tekrar İnfirat politikasına çekilmiş ve Avrupa’nın siyasi olaylarına, organizasyonlarına katılmamıştır. Hatta Milletler Cemiyeti’nin fikir babası kendi olduğu halde, Paris Barış Konferansı’nda resmen kuruluşunu da sağladığı halde, Milletler Cemiyeti’ne ABD üye olmamıştır. Bu arada Lozan’a da imza koymamış olması bu açıklama ile anlaşılır bir şeydir. Yoksa yeni Türk Devleti’ni tanımamak hiçbir devletin haddi değildir, bu devlet ABD bile olsa! 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde de ABD yoktur. 1939’da II. Dünya Savaşı çıktığı zaman Hitler’in saldırılarına maruz kalan İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Amerika’ya yanlarında savaşa girmesi için adeta yalvardılarsa da ABD savaşın ilk iki yılında tarafsızlığını korudu. Ancak ABD, Avrupa’ya karşı İnfirat politikası izlerken Pasifik’te faaliyetlerini hiçbir zaman yavaşlatmadı. I. Dünya Savaşı sonunda Uzakdoğu’da kuvvetler dengesi bozulup Japonya avantajlı duruma gelince (savaşın ilk aylarında Japonya, Almanya’nın Pasifik’teki sömürge adalarını; Marianne, Marshall ve Caroline adaları ile Çin’de Kiachow’u ele geçirmişti ve Versay Antlaşması ile Almanya bu durumu kabul etmişti.) ABD, Japonya’nın Uzakdoğu’da egemenlik kurmaya çalışmasına seyirci kalmak istemedi. Uzakdoğu’daki Japon ve ABD çıkarlarının çatışması, Japonya’nın 27 Eylül 1940’da Almanya ve İtalya ile Üçlü Pakt’ı imzalaması ve son olarak da 7 Aralık 1941 sabahı Japon uçaklarının Hawaii’deki Pearl Harbor’da bulunan Amerikan üslerine ani bir baskın yapmaları sonucunda ABD, II. Dünya Savaşı’na katılmış oldu ve Almanya, Japonya ve İtalya’ya (Mihver Devletlere) savaş ilan etti.

267

Pearl Harbor’a saldırı yapan Japon komutanlarından biri “Galiba iyi yapmadık, uyuyan devi uyandırdık” diyerek gelecekte neler olabileceğini adeta kavramış gibidir. ABD’nin savaşa girmesine en fazla İngiltere sevindi. Amerika’nın yanlarında savaşa girmesi üzerine Başbakan Churchill, “Haritadan silinmeyecektik, tarihimiz sona ermeyecekti” demiştir. (I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkleri haritadan silmeyi planladınız ama! ) ABD, II. Dünya Savaşı’ndan çıktıktan sonra Monroe Doktrini’nden ayrılarak (1948) bir dünya politikası izlemeye başlamıştır. ABD bugün dünyanın her yerinde, her taşın altından çıkmaktadır.

268

ORDU VE SİYASET İttihat ve Terakki gizli cemiyet olarak kurulduğu zaman, kurucuları 5 askeri tıp öğrencisidir. Gizli cemiyet olarak kurulmuştur dedim çünkü 1878-1908 yılları arasında, 30 yıl süren İstibdat döneminde kurulmuştur ve birçok özgürlüğün kısıtlandığı; toplantı özgürlüğünün de olmadığı o dönemde, cemiyet kurmak da yasaktı. Meşru otoriteden izin alınmadan kurulan cemiyetler gizli cemiyetlerdir. Kurucuları askeri tıp öğrencileridir dedim. Yani daha sonra Türk demokrasi hayatının ilk siyasi partisi olarak gördüğümüz bu cemiyet, kurulduğu dönemde ordu-siyaset ilişkisinin bir ifadesidir. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1889 tarihinde İstanbul’da Sarayburnu’nda Gülhane Bahçesi’nde kurulan İttihat-ı Osmanlı Cemiyeti ile 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin 1907’de birleşmesi ile oluşmuştur. Amacım bu partinin serüvenini anlatmak değil. Mustafa Kemal’in ordu-siyaset ilişkisi ile ilgili düşüncelerini ve icraatını anlatmak olduğu için konuya o doğrultuda devam etmek istiyorum. İttihat ve Terakki, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra siyasi parti kimliği kazandı. Ancak parti içinde yönetici konumda olanlar subaydı. Yani ordu ve siyaset iç içeydi. Mustafa Kemal, partinin bu özelliğini kabul etmemiş ve zaman zaman asker kökenli partililerin, partiden ayrılmaları gereğini söylemekten çekinmemiştir. İttihat ve Terakki Partisi ile Mustafa Kemal arasındaki uyuşmazlıkların temeli bu konuya dayanmaktadır. Nitekim Mustafa Kemal’in “Ordu siyasete karışmamalı” düşüncesinin haklılığı hem I. Balkan Savaşı’ndaki yenilgi, hem 269

I. Dünya Savaşı’ndaki birtakım başarısızlıklarda kendini göstermiştir. Olağanüstü bir dönem olarak belirttiğimiz Milli Mücadele döneminde ordu mensupları milletvekili olabiliyordu. Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak aynı zamanda ordu mensubu ve milletvekili olarak TBMM’deydiler. Hatta bugün Genelkurmay olarak bildiğimiz Erkan-ı Harbiye bile bir vekâlet (bakanlık) olarak Bakanlar Kurulu’nun bizzat içinde yer alıyordu. Ancak şunu ifade etmeliyim, I. TBMM’de hiçbir siyasi parti yoktur, farklı düşünceleri yansıtan gruplar bile ortak hedef olan Misak-ı Milli ortak paydasında birleşmişlerdir. Milli Mücadele kazanılıp, Lozan’da bağımsız Türk Devleti resmen tanınınca ve Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edilince, varlığını halen devam ettirmekte olan ve Çağdaş Cumhuriyet’le bağdaşmayan bazı müesseselere de son verilmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924’te TBMM’de kabul edilen; *Halifeliğin kaldırılması *Tevhid-i Tedrisat Kanunu *Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması *Erkan-ı Harbiye Vekâleti’nin kaldırılması *Osmanlı Hanedanı’nın yurtdışına çıkartılması gibi kararlar yasalaştı ve gerçekleştirildi. Dikkat edilirse Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması ile din siyasetten uzak tutuluyor, dinimizin siyasi partilerin elinde kullanılması önlenmek isteniyordu. Erkan-ı Harbiye Vekâleti’nin kaldırılması ile de ordunun siyasetten uzak tutulması için ilk adım atılıyor. Yine dikkat edilirse Mustafa Kemal iki önemli kurumu siyaset dışına çıkarmaya kararlıdır. Din, insanların vicdanında yer alması, şekillenmesi gereken bir olgudur. Ordu ise şu veya bu partinin hizmetinde değil, milletin hizmetinde olma270

sı gereken bir güçtür. Bu ilk adımdan sonra siyasi gelişmeler kesin olarak ordunun siyasetten ayrılmasını sağladı. Bu gelişmeleri kısaca şöyle açıklayabilirim. Hilafetin kaldırılmasından (3 Mart 1924) sonra, TBMM’de CHF içinde birtakım kıpırdanmalar başladı. Zaten II. TBMM, genel seçimlerden sonra açıldığında, farklı siyasi düşünceleri temsil eden kişiler vardı. Her ne kadar Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adayları milletvekilliklerini kazanmış olsalar da farklı görüşten kişiler de aynı cemiyet mensubu olarak TBMM’ye girmişlerdi. Keza Halk Fırkası adı altında birleştikleri zaman da bu farklılık devam etmektedir. Halk Fırkası, TBMM’de tek parti durumundaydı ve parti içinde bir muhalefet havası esmeye başlamıştı. Partinin, Meclis üzerinde baskı yaptığı iddia ediliyordu ve bunun kaldırılması isteniyordu. Bu düşünceler, ayrılıklar, 17 Kasım 1924’te Ankara’da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasına neden oldu. TBMM içinde kurulan bu partinin Başkanı General Kazım Karabekir, İkinci Başkanı Rauf Orbay ve Genel Sekreteri de Ali Fuat Cebesoy’du. Tam da bu sıralarda genç Türkiye Cumhuriyeti önemli bir dış sorun yaşıyordu. Lozan’da halledilmeyen yani üzerinde karara varılamayan tek konu olan Irak sınırı (veya Musul meselesi) sorunu, İngilizlerle bizi karşı karşıya getirmiş, görüşmeler netice vermemişti. Bu durumda Türk ordusunun bir Musul hareketi söz konusu olmaktaydı. İşte tam bu noktada Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması, kurucu ve üyelerinin aynı zamanda ordu komutanı olması, siyasi çalışmaları nedeniyle orduyu ihmal etmeleri üzerine, Mustafa Kemal orduyu iç politika çekişmelerinin dışında tutmak gerektiğini bildiğinden, komutanlardan milletvekilliklerinden istifa ederek ordularının başına dönmelerini istedi. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak, Üçüncü Ordu Komutanı) Cevdet Paşa (Çobanlı) ve 1. 2. 3. ve 5. Kolordu komutanları siyasi hayattan ayrılarak, milletvekilliğini bırakarak, askeri hizmetlerine devam ettiler. 271

Hükümetçe alınan bu karar daha sonra 19 Aralık 1924 tarihli kanunla, kesinleşti. Böylece, ordunun siyasetten ayrılması ile ordu bütünü ile birlikte, vatan hizmetinde, devletin yüce menfaatlerini koruyan, devletin temel güvenliğini sağlayan bir kuruluş niteliği kazanmıştır. Cumhuriyet tarihimizde ordumuzun zaman zaman darbe yapmak zorunda kalmış olması, istenilen bir durum olmamakla beraber, siyasilerin hatalarından kaynaklanmaktadır kanaatindeyim. Rejimi tehlikeye düşürecek, demokratik hayatımızla bağdaşmayan uygulamalar, ülke bütünlüğümüzü tehdit eden gelişmeler, şüphesiz ki ordumuz tarafından yakından takip ediliyor ve Türk milletinin çelikleşmiş bir ifadesi olarak tanımlayabileceğimiz Türk ordusu gerektiği zaman gerekeni yapmak için vardır. Bence siyasiler basiretli olsunlar, devleti iç ve dış tehlikelerle karşı karşıya bırakmasınlar, ordu kışlasından çıkmasın. Daha evvelki bir konuda “Tarih boyunca Türk devletlerini Türk ordusu kurmuş, siyasiler yıkmıştır” demiştim. Türkiye Cumhuriyeti’ni de Türk ordusu kurdu ve siyasilerin, bu yüce varlığı tehlikeye atmalarına bu kez ordu asla izin vermeyecektir! Bu konuda söylemek istediğim son sözler: Türk ordusunun siyasetle ilgisi 19 Aralık 1924 tarihinde TBMM’de kabul edilmiş olan kanunla kesin olarak bitmiştir. Yani aynı zamanda asker, aynı zamanda milletvekili olunamayacaktır… Bu kadardır! Ordu mensupları (muvazzaf askerler) seçim zamanı oy verebildikleri gibi gerektiğinde siyasi gelişmeler karşısında fikirlerini de söyleyebilirler…

272

OSMANLI DEVLETİ’NİN İLK ANAYASASINDA RESMİ DİL 23 Aralık 1876’da ilan edilen Kanuni Esasi’ye göre çift meclis sistemi uygulanacaktı. Umumi meclis biri Ayan öbürü Mebusan olmak üzere iki ayrı meclisi ifade etmektedir. Mebuslar halk tarafından seçilecek, Ayan üyeleri de Padişah tarafından tayin edilecekti. Yani Mebusan Meclisi seçilmişlerin, Ayan Meclisi atanmışların oluşturduğu meclislerdi. Başka bir ifadeyle millet iradesi Mebusan Meclisi’nde ortaya çıkıyordu. Mebusların seçimi için geçerli kanun hazırlanması, Mebusan Meclisi’ne bırakılmıştı. İlk Mebuslar Meclisi’nin seçimi için de geçici bir yöntem olarak Vilayet Meclisleri üyelerinin seçiminde kullanılan yöntem kabul edilmişti. Bu yöntem ise iki dereceli idi. Mebus seçimi için imparatorluk, sancak esasına göre 29 büyük bölgeye ayrılmıştır. Adana, Ankara, Aydın, Bağdat, Basra, Bosna ve Hersek, Cezayir Bahri Sefid, Dersaadet (İstanbul), Diyarbakır, Edirne, Erzurum, Girit, Halep, Hicaz, Hüdavendigar (Bursa), İşkodra, Konya, Kosova, Mamuretülaziz (Elazığ), Selanik, Manastır, Sivas, Suriye, Trablusgarp, Trabzon, Tuna, Van, Yanya ve Yemen. Şimdi, bu sancakları gözümüzün önünde yerli yerine koyalım, hatta üşenmeyelim, kütüphanemizin başköşesinde bulunması gereken tarih atlasını (coğrafya atlası da olabilir) alalım ve bu yerleri haritadan bulalım… Her bir bölge merkeze bağlı, aynı hükümdar tarafından yönetiliyor, insanlar aynı bayrak altında yaşıyorlar… İmparatorluk topraklarında yaşayanların ana dilleri farklı farklıdır… 273

Ancak… Kanuni Esasi’nin 18. maddesine göre ”Devletin resmi dili Türkçedir”. Yani Osmanlı Devleti’ni kuran ve İmparatorluğun temel unsurunu oluşturan, Anadolu’nun hakim gücünü ifade eden Türklerin dili Türkçe, İmparatorluğun resmi dilidir. Türkçe dışında en çok konuşulan dil, sancaklara bakarsanız K. Afrika, Arap Yarımadası, Suriye, Filistin, Irak vb. Arapçadır. Ancak resmi dil konusunda tartışma yoktur ve neticeye bakarsanız Türkçenin hakim olduğu topraklar, sonunda elimizde kalmıştır… Türk köylüsü toprağına sahip çıkmıştır… Bugün ulus-devlet yapımızı bozmaya çalışan kimi yönetici bozuntuları, dış düşmanların oyununu sergilemeye çalışmaktadırlar, ateşle oynamaktadırlar! Ülkeyi etnik grupların konuştukları ana dile göre mi, bölmek istiyorlar acaba? Bir de farklı kültürleri, benden güzel konuştukları Türkçe etrafında birleştirmeye çalışsalar. Mesailerini bu yönde harcasalar… Daha başarılı olurlar! Kendini benden ayırmak isteyen, “Ben farklıyım” diyenlerin, o güzel Türkçelerini dinledikçe (İstanbul lehçesi olmasa bile) ayrılıkçı hareketlerine çok içerliyor ve güceniyorum… Çünkü biz yetişirken, böyle bölücülüğe çanak tutan yöneticiler görmedik! Bugünkü siyasiler, işin bu duygusal yönünü hissedemez ve anlayamazlar!

274

OSMANLI DEVLETİN’DE KETUMİYET VE UYMAYANLAR II. Mehmet (Fatih) son seferine çıktığı zaman nereye gideceğini kimseye söylememişti. Anadolu yakasına geçti, Rumeli orduları ve Kapıkulu askerleri. Ancak tahminde bulunabiliyoruz. Rodos’a sefer düzenlemiş olabilirdi. Çünkü almak isteyip de alamadığı iki yerden biriydi. (Diğeri Belgrad’dı). İkinci tahminimiz de Memlük Devleti’ne karşı bir sefer olabilirdi. Çünkü Mısır’a Suriye ve Filistin’e hakim olan Memlük Devleti ile Hicaz su yolları sorunu yaşanmıştı, ayrıca Anadolu’daki Dulkadiroğulları Beyliği’nin üzerinden elini çekmiyordu Memlük Devleti. Sadece tahminlerimiz bunlar. Fatih, Gebze’ye geldiği zaman, zaten hasta yola çıkmıştı, hastalığı arttı ve Sultan (Hünkâr) çayırı denilen yerde ordugâh kuruldu ve burada günlerce hasta yattı ve 1481 yılında ordugâhta çadır içinde öldü. Seferi nereye düzenlediğini kimseye söylememişti. Bu kadar tedbirliydi… Sultan İbrahim’e gelince (1640-1648); saltanatının 5. yılında Donanmayı Hümayun’a sefer emri verilir. Hareketin nereye yapılacağı belirtilmemiştir. Kaptanıderya’ya verilen Hattı Hümayun’un Girit sularına yaklaşınca açılması emredilmiştir. Başta Kaptanıderya olmak üzere kimse bir şey bilmemektedir. Neyse, Girit sularına ulaşılır ve Kaptanıderya Hattı Hümayun’u mühürlü kabından çıkarır açar ve okur. Sefer, Girit üzerinedir. 275

Ada kuşatılır… Gerçi hemen alınamayacaktır, hatta 24 yılı bulacaktır tamamen elimize geçmesi… (1645-1669) Ancak Fatih gibi Sultan İbrahim de devletin önemli planlarını gizli tutmak gerektiğinin farkındadır. Bir üçüncü örneği Kurtuluş Mücadelemiz ile ilgili vermek istiyorum… Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Zaferi’nin kazanılmasından sonra yaklaşık bir yıl hazırlık yapılmasını, Büyük Taarruz’a dört dörtlük bir hazırlıktan sonra girişilmesini planlamıştı. Bir taraftan hazırlıklar sürdürülürken bir yandan da gizliliğe önem verir. Gizlilik hem Yunan tarafına karşıdır, hem TBMM’ne karşıdır. Saldırı tarihi ile ilgili açıklamalar yapmaz, bu yüzden eleştirilir de. Ama her eleştiriyi göğüsleyerek bu davranışından asla taviz vermez. Komutanları ile toplantılarını bile futbol maçı izlemek gibi faaliyetlerle kamufle eder. Hatta saldırı günü için birkaç gün öncesinden gazetelerde Çankaya Köşkü’nde çay partisi vereceği haberi bile çıkar. Her ayrıntıyı düşünerek, taarruzun tehlikeye düşmemesi için bütün tedbirleri alır. O, deha sahibi bir insan, mükemmel asker, mükemmel devlet adamıdır… Şeffaflık zırvaları ile devletin gizli bilgilerinin iç ve dış düşmanların eline geçmesine ortam hazırlayanlar, kendilerini devlet adamı zannediyorlarsa yazık! İster istemez insanın aklına bunlar geliyor… Hatırlıyorum da ağzı gevşek olanlar da var! 14 yaşında Osmanlı tahtına çıkan ve en genç ölen Padişah II. Osman (Genç), Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmak için yaptığı planı cariyelerine anlatır çok tecrübesizdir, toydur, cariyeler vasıtasıyla saray dışına çıkan sözleri, yeniçerilerin kulağına gider ve hayatından olur… 276

Diğer bir örnek, I. Dünya Savaşı sırasında yaşanır. Kanal Harekâtı Komutanı Cemal Paşa, Haydarpaşa’dan uğurlanmaktadır. Kalabalık bir kitle kendisini uğurlamaya gelmiştir. Tabii ki İngiliz ajanları da vardır. Cemal Paşa gördüğü iltifattan heyecanlanır, coşar ve Mısır’ın fethine gittiğini söyler, “Mısır’ı yeniden fethederek döneceğim” der! Kanal’a yaptığı ilk saldırıda İngilizler tam teçhizatlı Osmanlı ordusunu beklemektedir. Yüzlerce şehit verilir! Genç Osman ketum davranmadığı için kendi hayatından olmuştur. Cemal Paşa’yı Allah affetsin! Yüzlerce Mehmetçiğimiz, hem boş boğazlığından hem çölü geçmek için su stoklarının yetersizliğinden ve hem de nakil vasıtalarının yetersizliğinden telef olmuştur. Komutan olarak bunları düşünmeliydi değil mi? İşte, herkes komutan, herkes devlet adamı olamıyor ne yazık ki!

277

OSMANLI’DA BİLİM Mİ? Güldürmeyin beni… Yoksa kızdırmayın mı demeliyim? XV. yüzyılda Osmanlı eğitim-öğretim sistemi daha sonraki yüzyıllarda da olduğu gibi dine dayanmaktaydı. En esaslı öğretim kurumları medreselerdi. Bunları padişahlar, vezirler ve diğer zenginler yaptırırlardı. Medreseler daha çok camilerin yanlarında kurulurdu. Fatih, İstanbul’da Sahn-ı Seman denilen büyük bir medrese yaptırmıştı. XV. yüzyılda medreselerde öğretim iki koldan yapılırdı. Birinci kolda din dersleri (Kur’an, kelam, tefsir, hadis, fıkıh, felsefe ve mantık), ikinci kolda ise astronomi, matematik, tıp gibi dersler okunurdu. Birinci koldan çıkanlar, imam, hatip, kazasker, müftü ya da müderris (profesör), ikinci koldan çıkanlar ise mühendis, doktor ve mimar olurlardı. Fatih Medresesi’nde o devrin en yüksek bilginleri ders verirlerdi. Bunlar arasında Molla Gürani, Molla Hüsrev, Ali Kuşçu, Molla Zeyrek, Mirim Çelebi, Hocazade ve Hatipzade ünlü kişilerdi. XV. yüzyılda Avrupa’da ise barut ateşli silahlarda XIV. yüzyılda kullanıldıktan sonra toplar, kurşun atan tüfekler, havan topları icat edildi. Pusulanın da sapma açısının Kristof Kolomb tarafından düzeltilmesi sonucunda, güvenli deniz yolculukları başladı. Bu gelişmeye paralel olarak gemicilik tekniği de geliştirildi. 1450’de Alman Jan Gütenberg matbaayı bularak eğitim ve kültür hayatına önemli katkıda bulundu. Bu arada paçavradan 278

kâğıt yapmayı da başardılar Avrupalılar. Ucuz ve bol miktarda kâğıt kullanıldı… Fatih devrinde başlayan kültür hareketleri, XVI. yüzyıl boyunca gelişmesine devam etti. Kanuni devrinde İstanbul büyük bir bilim merkezi oldu. Süleymaniye Medresesi’nde matematik, astronomi ve tıp derslerine önem verildi. Zembilli Ali Cemali Efendi, İbni Kemal, Ebussuut Efendi ün kazandılar. Bunlar genellikle müftü idiler. Bu yüzyılda tarih, coğrafya eserleri yazılmıştır. Padişahların yaptıkları işleri anlatan eserlere Şehname denirdi. Hoca Sadeddin Efendi’nin yazdığı Tac üt Tevahir ilk büyük ve resmi Osmanlı tarihidir. Ayrıca Âli (Künh-ül Ahbar), Peçevi, Lütfi Paşa tarihleri önemlidir. Coğrafya alanında Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye, Dünya Atlası, Seydi Ali Reis’in Muhit, Mir’at ül Memalik, Mirat Ül Kâinat, Hülasa-tül Heye adlı eserleri vardır. Ancak yükselme devrinin son, duraklama devrinin ilk hükümdarı olan III. Murat zamanında Takiyüddin’in Tophane sırtlarındaki (1576) rasathanesinde astronomi çalışmalarının yapılması durduruldu. Çünkü 1577’de kuyruklu yıldızın görülmesi ve ardından veba salgınının ortaya çıkması, astronomi çalışmalarının uğursuzluk getirdiği şeklinde yorumlandı ve devrin şeyhülislamının verdiği fetva ile rasathane, Kılıç Ali Paşa tarafından yıkıldı ve rasatla ilgili bütün çalışmalar yasaklandı. İyi olmuş! Bu olay, bundan sonraki yüzyıllarda bilimsel çalışmaların duracağının çok açık bir belirtisiydi! Osmanlı toplumunda medrese eğitimi alanlara Ulema (yani alimler) denirdi. İlimle uğraşan bu alimler; nakil ve akıl yollarıyla, yani kitap ve sünnetten gelen, kıyas ve icma ile yorumlanarak geliştirilen, şeriat bilgisi ile ilgilenmektedirler.

279

XVI. yüzyılda Avrupa’da Bilim Rönesans’ı gerçekleştirildi. Bu yüzyılda Kopernik ile başladı bilim Rönesansı. Kopernik, dünyamızın yuvarlak olduğunu ispat ettiği gibi “Güneş Sistemi” hakkındaki teoriyi de ileri sürerek bu husustaki ortaçağ düşüncesini yıkmıştır. XV. yüzyılın sonları ile XVI. yüzyılda yapılan coğrafi keşifler de bilimin ufkunu genişletmiştir. Yeni kıtalar, okyanuslar, boğazlar, uygarlıklar, yıldızlar keşfedildi. Macellan (1519-1522) ilk kez dünyayı dolaşarak yuvarlaklığını da ispat etti. XVI. yüzyılda Avrupa bu gelişmeleri yaşarken Osmanlı Devleti’nde XVII. yüzyılda bilimde büyük bir gerileme görüldü. Medreseler bozuldu. Bilgisizlik ve yobazlık fazlalaştı. Ulema sınıfı arasında çıkan tartışmaların İstanbul’da gerginlik yarattığını görüyoruz. Tartışma konularından bazıları ise; -Medreselerde matematik tedris edilmeli mi, edilmemeli mi? -Tütün içmek dinen günah mı? -Hz. Muhammed’in anne ve babası, imanlı mı öldüler, imansız mı öldüler? -Hızır Peygamber yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Evet… XVII. yüzyılda Osmanlı bilim adamlarının tartışma konuları bunlar! Neticesinde medrese müfredatından matematik, tıp, felsefe dersleri çıkarıldı. Evvelce sadece medreseden yetişen ulema sınıfı, XVII. yüzyılda siyasal entrikalar neticesinde medrese ile hiç ilgisi olmayan kimselere de ilmi payeler verilerek bozuldu. Bu şekilde işbaşına gelen ulema, henüz medreseye bile başlamamış çocuklarına müderrislik makamları verdiler. Böylece XVII. 280

yüzyılda “Beşik Uleması” türedi. Bunlar dünyalarını hoş geçirmek, para ve servet sahibi olmak için her türlü ikiyüzlülüğü ve sahteciliği yapmaktan çekinmediler. Bilim ve kültür adına hiçbir şey kalmadı, yerini birtakım safsatalar ve skolastik düşünceler aldı. Medrese dışından yetişmiş Kâtip Çelebi’ye ait eserlerden Cihannüma (coğrafya), Fezleke-i Osmani (Osmanlı Tarihi) Tühfetül Kibar fi Esfar ül Bihar (Osmanlı deniz savaşlarına ait) adlı eserler bilim adına memnuniyet vericidir. Yine tarihçi, Vakanüvis (resmi tarihçi) Naima Efendi’nin tarih kitabı (altı cilt) önemli eserdir. Bakalım XVII. yüzyılda şu Avrupalı komşularımız ne yapıyorlarmış? Evet baktık… Biraz rengimiz uçtu… Çünkü XVII. yüzyılda Avrupa bilim ve kültür bakımından çok ilerlemiştir. Avrupa’da Bilim Rönesansı olmuş, bu sayede bilim, skolastik düşünceden tüm kurtulmuştur. Yani Türkçe konuşursak, Avrupalılar dinin etkisinden uzak, özgür düşünce yapısına kavuşarak, bilim alanında önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bilim Rönesansı, İngiliz Bacon ile başlamıştır. Deneme metodunu bularak, bilimde denemeyi temel almıştır. Ardından, Fransız Descartes’in, Metot Hakkında Nutuk (Discours de La Methode) adlı eserini yayınlaması bilimsel çalışmanın yollarını açmıştır. İtalyan Galilei Galileo, deneysel metodun gerçek kurucusu oldu. Matematik ve astronomi alanında Pisa Katedrali’nin tavanında asılı duran lambanın sallanmasını inceleyerek, Salınımların eş zamanlı olduğunu gördü ve zamanı belirtmede sarkacın kullanılabileceğini ortaya koydu. Sıvılı termometreleri ilk kullanan odur. Venedik’te 1609’da ıraksak mercekli dürbünü yaptı ve gökcisimlerini incelemeye başladı. Dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü söyledi. Engizisyon 281

Mahkemesi’nde yargılandı. Dava 20 gün sürdü sonunda diz çökerek Kopernik öğretisinden vazgeçtiğini kabullenmek zorunda kaldı. Kalkarken ayağını yere vurarak “Eppur si muove” (her şeye rağmen dünya dönüyor) dediği söylenir. Kilise baskısına rağmen bilimsel çalışmalar devam etmiştir. XVII. yüzyılda Avrupa’da fen alanında büyük ilerlemeler oldu. Toricelli, havanın basıncını ispatladı, Pascal, fizik ve matematikte yeni keşifler yaptı. İngiliz Newton, yer çekimi kanunlarını, Galile teleskopu buldular. Kepler, gezegen yıldızların bağlı oldukları kanunları bularak modern astronominin öncüsü oldu. Alman Leibniz (1646-1716) matematikte yeni buluşlar yaptı. Fransız Denis Papin buhar kuvvetini bularak, bunun endüstride bir enerji kaynağı olarak kullanılabileceğini gösterdi. Bu buluş bir sonraki yüzyılda büyük Endüstri Devrimi’nin gerçekleşmesini sağladı. Gelelim XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde eğitim ve kültür faaliyetlerine… Eveeet geldik… Gördüklerimize inanamıyoruz. Eğitim ve öğretim alanında temelli bir yenilik olmamıştır. Ülkede tek bilim kurumu olan medreselerin yanında birtakım teknik okullar açılmıştır. Teknik okulların açılmasında, daha çok askeri amaçlar ve ihtiyaçlar düşünülmüştür. Osmanlılar ilk kez XVIII. yüzyılda Avrupalıların her bakımdan kendilerinden üstün olduklarını anlamışlar, her şeyden önce askeri temellere dayanan bir devlete sahip oldukları için önce bu alanda yenilik yapmak ve Avrupalılara yetişmek arzusunu duymuşlardır. Bununla beraber bu yüzyılın ilk yarısında Lale Devri’nde matbaa gibi önemli bir teknik buluşu kabul ederek, ilk Türk matbaasını açmışlardır (1727). Yüz yıl kadar matbaanın sayısı 3’ü geçmemişte olsa (1839’dan sonra sayıları arttı) teşekkürler Sait Efendi… Teşekkürler İbrahim Müteferrika… 282

XVIII. yüzyılda bilim alanında bazı çalışmalar yapılmıştır, tamamen sıfır değildir yani. Doğu klasiklerinden bazıları Türkçeye çevrilmiş, kara ve deniz mühendishaneleri için Avrupa’dan teknik kitaplar getirilmiş, bu okullarda yabancı dil olarak Fransızca öğretimine önem verilmiştir. III. Selim döneminde Avrupa başkentlerinde daimi elçilikler (sefarethaneler) kurulmuş ve sefirlerden gördüklerini, incelediklerini yazmaları istenmiştir. (Sefaretnameler ortaya çıkmıştır.) İşte bunlarla buyurun avunun… Tabii daha beteri vardır… Buna da şükür! Şimdi Avrupa’ya başımızı uzatalım ve XVIII. yüzyılda Avrupalılar ne yapmışlar, bakalım bizden daha ileri bir çalışma yapabilmişler mi acaba? Görelim... Daha XVI. yüzyılda bilim alanında başlayan Rönesans, XVIII. yüzyılda gelişmesine devam etti. Bu yüzyılda Avrupa’da özellikle kimya, fizik, tabiat bilgisi, tıp gibi bilimlerde ve felsefede büyük ilerlemeler oldu, bugünkü modern bilimlerin temelleri atıldı. a) Kimya alanında ilerleme: İngiliz Priestley ile Fransız Lavuaziye, modern kimyayı kurdular. Priestley havadaki oksijeni buldu. Lavuaziye suyun analizini yaptı. (H2O). Havanın oksijen ve azottan ibaret olduğunu ispatladı. Solumun olayının bir yanma olduğunu açıkladı. Nihayet tabiatta mevcut bütün elemanların ancak şekil değiştirdiklerini ve ağırlıklarından bir şey kaybetmediklerini ispat ederek şu ünlü kanunu koydu: “Tabiatta hiçbir şey kaybolmaz ve hiçbir şey de yeniden yaratılamaz.” b) Fizik alanında ilerleme: Özellikle ısı ve elektrik üzerinde büyük keşifler yapıldı. İngiliz Fahrenheit, Fransız Reaumur, İsveçli Celcius termometrenin üç şeklini, Fransız Mongolfiye kardeşler, ilk balonu buldular (1773). İskoçyalı James Wat, Fransız Denis Papin buhar kuvveti üzerinde çalıştı. Cugnot ve Marki De Jouffroy buhar kuvvetinden gemi ve arabalarda faydalandılar. Hollandalı Layd, elektrik şeraresini meydana getirdi. 283

Amerikalı Benjamin Franklin şimşeğin bir elektrik şeraresi olduğunu düşünerek paratoneri buldu (1760). c) Tabiat bilgisi alanında ilerleme: XVIII. yüzyılda en çok gelişen bilimlerden birisi de Tabiat Bilgisidir. Bu alanda Fransız Kont de Buffon’un büyük hizmetleri dokunmuştur. Bufon 29 cilt tutan bir Tabiat Tarihi yazarak, hayvan, bitki ve madenlerin tabiat ve niteliklerini incelemiştir. En ünlü eseri Tabiatın Devirleridir (Epogues de la Nature) ve Paris’te büyük bir botanik bahçesi vücuda getirmiştir. d) Felsefe alanında ilerleme: XVIII. yüzyılda yetişen filozofların en ünlüleri Fransa’da yaşadı. Montesguie, Volter, J. J. Rousso, Diderot ve Dalamber çok değerli eserlerini yazdılar. XVIII. yüzyıl Avrupa’da aydınlanma (Rasyonalizm=Akılcılık) çağıdır ve merkezi Fransa’dır, hatta ortak dili Fransızcadır. Bu düşünürler Fransız İhtilali’nin de fikir olarak hazırlayıcısıdırlar. e) Matematik ve Astronomi: XVIII. yüzyılda matematik ve astronomi alanında da büyük ilerlemeler kaydedildi. Pascal, L’Agrange, Laplace matematikte çok ün kazanırken, dünyanın yuvarlaklığı üzerinde çalışmalar devam etti. Newton’un dünyanın kutuplarda basık, ekvatorda şişkin olduğuna dair ileri sürdüğü tez üzerinde tartışmalar oldu. Bu tezi reddeden Fransız Cassini’ye karşılık, 1735’te bir fen kurulu, bir derecelik meridyeni ölçmek için Peru’ya gönderilirken aynı amaçla diğer bir kurul Laponya’ya (İskandinav adaları) gönderildi ve Newton’un tezi doğrulandı. f) Tıp alanında ilerlemeler: Bu yüzyılda anatomi ve fizyolojide (canlıların doku ve uzuvlarının vazifelerini ve kullanışlarını inceleyen bilim dalı) büyük ilerlemeler kaydedildi. Ancak… Avrupalılar sanmasınlar ki bu yüzyılda çiçek aşısını ilk defa kendileri buldular. İngiliz sefirlerinden birinin karısı olan Lady Montegu, Türkiye’de çiçek aşısı gördüğünü çok önceden memleketine yazmıştı. Ayrıca Avrupalılar XVIII. yüzyıla gelinceye kadar delilere işkence yaparlarken, XVIII. yüz284

yılda bunun bir hastalık olduğunun farkına vardılar ve tedavi yöntemleri geliştirdiler. Türkler ise şefkatle yaklaştıkları delileri müzikle, su sesiyle tedavi ederlerdi. Bunlarla gururlanabiliriz. g) Coğrafya’da ilerlemeler: James Cook, Güney Kutbu’na yaklaştı yani coğrafya keşifleri bu yüzyılda da hız kesmeden devam etti. Yeni Zelanda ve Avustralya’nın bir kısmı da James Cook tarafından keşfedildi. h) Ekonomi alanında ilerleme: Bu yüzyılda Avrupa’da birçok düşünür yetişti. Fransız Gournay, “Hükümet sanatçıları ve tacirleri işlerinde tüm serbest bırakmalıdır. Zira onlar kendi çıkarlarını hükümetten daha iyi düşünürler” demiştir. (Laisser Faire, Laisser Passer) Bu yüzyılın en büyük ekonomisti ise İskoçyalı Adam Smith’tir. Ekonomik doktrinleri “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinde toplamıştır. XIX. yüzyılda Osmanlı bilim hayatına iyisi mi hiç bakmayalım, ola ki hayal kırıklığına uğrar, üzülürüz. Hatıralarımızda, Fatih, Yavuz, Kanuniler kalsın. Onlarla onların zaferleri ile avunalım… Hem bilim de neymiş! Avrupa’daki bilimsel gelişmelere XIX. yüzyılla devam edelim. Daha çok matematik, fizik, kimya ve biyoloji bilimlerinde büyük gelişmeler oldu. Fransız Lagrange, Monge, Laplace, İngiliz Herschel matematik ve astronomide yeni buluşlar yaptılar. Herschel büyük teleskoplar yapmayı başardı. Fizikte; Fransız Fresnel deniz fenerlerinin bulunmasına yarayan optik keşiflerde bulundu. Fransız Ampére ve Arago ile İngiliz Faraday elektromekaniği keşfettiler. İtalyan Volta, pili icat ederek devamlı elektrik akımı elde etti. İngiliz Stephenson ilk lokomotifi yaptı. Avrupa dışından ama eklemeden geçemem Amerikalı Thomas Alva Edison 1847-1931 elektrik ampulünü, ilk ses kayıt aracı “Fonograf”ı yaptı. 285

XIX. yüzyılın ilk yarısında, İngiliz Marxwell ile Alman Hertz, telsiz telgraf ve telefonun esaslarını buldular. Amerikalı Morse telgrafı ve kendi adıyla söylenen telgraf işaretlerini (Mors alfabesi) bularak haberleşmeyi sağladı. Amerikalı Alexander Graham Bell telefonu, Alman Röntgen, X ışınlarını, Fransız karı–koca Curie’ler radyumu (Madam Curie) buldular. İtalyan Marconi telsiz telgraf ve telefonun gelişmesine çalıştı ve ilk defa İngiltere ve Kanada arasında telsizle haberleşti. XX. yüzyılda fizik alanında gerçekleşen büyük keşiflerin endüstriye uygulanmasıyla yeni buluşlar yapıldı. Otomobil, sinema, radyo, uçak, televizyon icat olundu. Atom bombası yapıldı ve atomun endüstriye uygulanması üzerinde çalışmalar hızlandı. Kimya alanında Fransız Gay-Lussac gaz buharlarının genleşme kanunlarını buldu ve kimyayı endüstriye uyguladı. İngiliz Dalton kendi adıyla söylenen kanunları keşfetti. “Bir gaz karışımının basıncı, karışımdaki gazların aynı sıcaklıkta, ayrı ayrı karışımın hacmine eşit bir hacimde oldukları takdirde, gösterecekleri kısmi basınçlarının toplamına eşittir.” Of be… bu da neydi böyle? Bu adamlar deli mi ne? Nelerle uğraşmışlar yahu? İsveçli Berzelius, kimyasal olayların genel kanunlarını arayarak ilk defa atom teorisini düşündü. Organik kimya alanındaki gelişmelerle kimya sanayi ve eczacılık ilerledi. Biyoloji alanında Lamarck çevrenin etkisi altında tüm canlıların ve cinslerin değiştiğini söyleyerek transformasyon teorisini ileri sürdü. Fransız Jofran Sentiller ve Fransız Cuvier, Jeoloji’nin temellerini atıp, bilim haline getirdiler. XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz Darwin, Lamarck’ın transformasyon teorisini geliştirdi. Evrim teorisini ileri sürdü… Katılırız, katılmayız ama bilim bilimdir… 286

Fransız Claude Bernard, fizyoloji biliminin esaslarını saptadı. Fransız Pasteur ile Alman Koch mikrop ve bakterileri keşfederek Bakteriyoloji bilimini kurdular. Tıp bilimi gelişti, bulaşıcı hastalıklar daha iyi anlaşıldı. Kloroform ve eter gibi kimyasal keşifler sayesinde cerrahlık son derece gelişti. Alman Nietzsche, Bergson ünlü metafizikçilerdir. Onlara göre insan zekâsının ve bilimin belli bir sınırı olduğu, bu sınırın ötesinde metafizik bir alem bulunduğu, insan zekâsının ve bilimin bu metafizik aleminin olaylarını çözümleyemeyeceğini kabul etmek gerekiyordu. Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte’tur. Ona göre, “Bilimlerin amacı insanları tabiata hakim, hiç değilse ona karşı bağımsız kılmaktır.” Pozitivistlere göre; Bilimin ve insan zekâsının ulaşamayacağı hiçbir şey yoktu. Auguste Comte, sosyolojiyi felsefeden ayırarak bağımsız bir bilim haline getirmiştir. Daha neler neler! XIX. ve XX. yüzyıllarda her alanda büyük gelişme oldu. Endüstride ticarette ve taşıt araçlarında büyük bir devrim oldu. İnsanlığın sosyal, siyasal ilişkilerinde büyük değişmeler meydana geldi. Sömürgecilik başka şekle girdi, daha çok önem kazandı. Milletlerarasındaki savaşların oluş nedenleri değişti. Bu Avrupalılar bu yüzden mi bugün çok ileri bir yaşam standardına ulaşmışlar yani? Daha neler?.. Güldürmeyin insanı!

287

SULTAN İBRAHİM VE VARDAR ALİ PAŞA XVII. yüzyılda (Duraklama Devri) Osmanlı Devleti’nde Anadolu’da yaygınlaşan isyanların, neden Celali diye ifade edildiğini çoğumuz biliriz. Ama amacımız bilmeyenleri aydınlatmak olduğundan kısaca izah etmeliyim. Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-1520) Bozoklu (Yozgat) Celal adında bir şaki, etrafına binlerce adam toplayarak isyan etti. Devlet bu isyanı bastırdı. Fakat Celal’in adı dillere destan oldu. Bundan dolayı bu tarihten sonra Anadolu’da çıkan ayaklanmalara Celali İsyanları denmesi bir gelenek haline geldi. XVII. yüzyıldaki Celali İsyanlarından en ilginç olanı ve Osmanlı yönetim sistemindeki bozukluğu en iyi anlatan bir örnek olması bakımından da önemli olanı Sultan İbrahim zamanında yaşandı. Lakabıyla söylersek Hükümdar Deli İbrahim zamanında (1640-1648), Sivas Valisi Vardar Ali Paşa, Celali oldu. Bu, hamiyetli ve dürüst bir devlet adamıydı. Sultan İbrahim, Vardar Ali Paşa’dan Sivas’ta bulunduğunu haber aldığı İbşir Paşa’nın güzel karısıyla, bir miktar bayram harçlığı (yani rüşvet) istemişti. Vardar Ali Paşa, padişaha yazdığı mektupta Sivas halkının vermesi gereken vergiyi ödediğini, halktan yeni bir vergi istemesinin kanunsuz olduğunu ve nikahlı bir kadının ise Türk-İslam adetlerine göre gönderilemeyeceğini bildirdi. Sultan İbrahim buna çok kızdı. Öyle ya deli-meli ama Padişah! Her istediğini elde edebileceğine inandırılmış, inanmıştı!

288

Vardar Ali Paşa’nın idamını istedi. Ali Paşa da böyle deli bir Padişah’ın memleketi batıracağını ileri sürerek Sultan İbrahim’i tahttan indirmek üzere harekete geçti. Sultan İbrahim bunu haber alınca, karısına göz koyduğu İbşir Paşa’yı Vardar Ali Paşa’nın üzerine gönderdi. İbşir Paşa, Vardar Ali Paşa’yı kurnazlıkla yakalayarak kafasını kestirdi. (Vay be… tam senaryoluk). Fakat bir süre sonra kendisi de isyan etti. Sultan İbrahim’den sonra Padişah olan IV. Mehmet, İbşir Paşa’yı sadrazam yapmak zorunda kaldı. Fakat ilk fırsatta o da idam edildi. ETME BULMA DÜNYASI!

289

SULTAN MAHMUT-FİRDEVSİ VE ŞEHNAME Türk-İslam tarihinde “Sultan” unvanını ilk taşıyan Türk hükümdarı Gazneli Mahmut’tur. Kendisine bu unvanı, Bağdat’taki Abbasi Halifesi vermiştir. Çünkü Gazneli Mahmut, Halifeyi, İran’daki Şiilerin baskısına karşı korumuştur. Sultan Mahmut döneminde, İran edebiyatının muhteşem bir eseri; 60.000 beyitlik, İran tarihinin İslamiyet’ten önceki kahramanlıklarını ve mitolojisini canlandıran, büyük bir destan olan Şehname adlı eser tamamlandı. Bu muhteşem mesnevinin yazarı Firdevsi, 35 yılda tamamladığı bu eserini Sultan Mahmut’a sundu (1010). Eserinde Sultan Mahmut’u lütuf sahibi (iyilik sahibi) eli açık bir hükümdar olarak övdüğü halde umduğu karşılığı alamadı. Bunun üzerine eseri için Sultan’ın kendisine ancak bir bardak boza alacak kadar para verdiğini belirten bir yergi yazdı. Söylenenlere göre bundan sonra Herat’ta İsmail Verrak’ın yanına giderek altı ay gizlenmiş ve Mazenderan’da Şehname’yi, Şehriyar’a ithaf etmek istemiştir. Sultan Mahmut’un emri altında bulunan Şehriyar’ın bu ithafı kabul etmediği, fakat Sultan’ı küçük düşüren yergiyi 100.000 dirheme satın alarak yok ettiği ileri sürülür. Sultan Mahmut’un Firdevsi’ye gereken ilgiyi göstermediği için pişmanlık duyduğu ve şaire 60.000 dinar değerinde çivit gönderdiği, fakat bu armağan Taberan şehrinin bir kapısından girerken başka bir kapıdan sanatçının cenazesinin çıktığı da söylenenler arasındadır. 290

60.000 beyitlik ŞEHNAME dünya destan edebiyatının en güçlü eserlerindendir. İyi bir iş yapmak için, geç kaldığınız oldu mu?

291

KURTULUŞ DESTANI 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi Yurdumun kutsal toprakları üstünde Düşman çizmesi Ağıtlar, iniltiler gözyaşları Hıçkırıyor milletim bir ağızdan Göklere yükseliyor sesi “VATAN, VATAN” diye! 15 Mayıs 1919 Ege’nin incisi İzmir’de Yunanlılar! Hasan Tahsin sıktı ilk kurşunu İzmir Türk’ündür “GELME GELME” diye! İstanbul kayıtsız İstanbul vurdumduymaz Mustafa Kemal, İstanbul’da durmaz Bandırma vapuru, aldı götürdü O’nu…

292

19 Mayıs 1919 Samsun’da bir ümit Samsun’da bir nefes Samsun’da bir güneş Bir taze kan gibi Yorgun, argın Türk’ün Damarında yeni can gibi Mustafa Kemal, Bir’di geldiğinde Bin oldu, on bin oldu Şahlandı bir arslan gibi Kükredi “GELDİK, GELDİK” diye! Amasya’da Erzurum ve Sivas’ta Kenetlendi milletin elleri Bir düşüncede toplandı Tek bir sesle haykırdı Yüce Türk Milleti “YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM ” diye 23 Nisan 1920 Türkiye Büyük Millet Meclisi Bağımsızlık sembolü Yeni bir yürek oldu, Vatanın bağrında çarpan Düşmana karşı savaş açan 293

Seslenen “GİDİN, GİDİN” diye! 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması Çizildi vatanımın üstünde Renk, renk çizgiler Çoktan üşüşmüşlerdi topraklarımıza Çeşit çeşit parazitler “BANA DA BANA DA” diye Aldılar derslerini I. İnönü’de II. İnönü’de, Sakarya’da 26 Ağustos 1922 Bir vücut olup cephede Mehmetçik Ezdi düşmanı, Başkomutanı ile Ayakta yok, sırtta yok Ne kutsal savaştır onunki Yüreklerden kopup gelen tek bir ses “ALLAH, ALLAH” diye 30 Ağustos 1922 Kolay olmadı kazanması Nice canlar uğruna Duyurdu Türk sesini Zeybekler, Seymenler, Dadaşlar 294

Verdiler el ele halaylarda Çınlattılar yeri göğü Tarihe işlediler bir daha “ZAFER, ZAFER” diye! MUSTAFA KEMAL Büyük Önder Tarihte eşin yok senin Ne destana sığarsın Ne deryalara Damarlarımdaki asil kandasın Durmadan atacak yürekte Sönmeyecek cansın 29 Ekim 1923 En büyük eserin CUMHURİYET Teslim ettin bu yüce eserini Güvendin, inandın ATAM “GENÇLİK, GENÇLİK” diye! TÜLAY AYTEKİN 19 MAYIS 1984

295

“PYRRHOS”VARİ ZAFER Eskiçağın (ilkçağ) en etkili, en detaylı devlet yapısına sahip, tarihte ilk Cumhuriyet yönetiminin uygulandığı (M.Ö 510-M.Ö 27), Akdeniz’de hâkimiyet kuran ilk ve tek devlet olan Roma İmparatorluğu ve Roma uygarlığı, bugünkü Batı uygarlığını anlamamızda, bilmek zorunda olduğumuz önemli bir konudur. Öncelikle bir şehir devleti olarak kurulan Roma, İtalya’da siyasi birliği sağladıktan sonra, tüm Akdeniz’i çevreleyen kıyılarda da hâkimiyetini kurmuş ve Balkanlar, Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır, tabii ki İstanbul gibi doğu ülkelerinde uzun süre hâkimiyetini devam ettirmiştir. Roma şehrinin kuruluşu ve gelişmesi de dikkate alındığında bu devlete tam on bir asır (1100 yıl) devamlı bir yaşam nasip olmuştur. Hatta doğudaki “Doğu Roma Devleti” (Bizans) bunun merkez değiştirerek (Constantinepolis: İstanbul) bütün müesseseleri ile bir devamı kabul edilirse (ki gerçek budur) Roma Devleti’nin hayatı bir on asır daha uzun sürmüştür, denebilir. Dünya tarihinde bu değerde ikinci bir olay zor bulunur. Roma tarihinin, dünya tarihindeki önemi, devletin sürdüğü bu uzun ömürden değil, belki onun devlet olarak yaptığı tesirlerle, medeniyet ve kültür başarılarından gelmektedir. Her şeyden evvel Batı dünyasına miras kalan “Tam Devlet” anlayışı, bir şehir devleti halinden, Akdeniz dünyasında bir Cihan Devleti haline gelen bu Roma Devleti’nin eseridir. Avrupa hâlâ onun yarattığı hukuk nizamı içinde yaşamaktadır. Bir diğer muazzam başarısı, İtalya’da siyasi birlik kurduktan sonra, önceden içinde etnik birlik bulunmayan bu memlekette “Kan” esası üzerine değil, “Vatandaşlık” esası üzerine 296

(burada herkes “Ben Roma vatandaşıyım-Civis Romanussum” derdi.) hukuki bir birlik meydana getirdi! Sonra bu devlet kendi dilinin (Latince) her taraftaki hükümranlığı sayesinde, burada “Lisan” üzerine de kültürel bir birlik kurdu. Ülke toprakları üzerindeki kavimleri bir millet haline soktu. Bugün İtalyan halkı milli anlamda varsa, Roma Devleti’nin en çok devam eden başarısıdır. Roma uygarlığından söz ederken söylenecek o kadar çok şey var ki… Bir iki noktaya daha değinip Pyrrhos’a geçmek istiyorum. Cumhuriyet yönetimini ilk defa Roma’da görüyoruz. M.Ö 510 ve M.Ö 27 yılları arasında baştaki yönetici, seçilerek ve belli bir süre için iş başına geldi. Zaten cumhuriyetin görünen ilk özelliği budur. Roma Cumhuriyeti’nde devleti yöneten, aynı yetkiye sahip iki KONSÜL vardır. Seçilerek işbaşına gelen Konsüller, görevlerini bir yıl için ve aynı yetkiye sahip olarak sürdürürlerdi. Birinin yaptığı işi diğeri onaylamazsa VETO yetkisi kullanırdı. Yani bugün bize tanıdık gelen Veto gibi Senato gibi cumhuriyet rejimi müesseselerinin prototiplerini Roma uygarlığında görüyoruz. Roma, önce İtalya ve sonra Akdeniz’deki hâkimiyetini, Cumhuriyet Döneminde gerçekleştirmiştir. İçerde yaşanan sınıf mücadelelerinde ise Roma Hukuku büyük bir gelişme göstermiştir. Kitabın amacı bir konuda detaylı, akademik bilgi vermek değil ama merak uyandırmak! Okuyucuyu belki araştırma yapmaya yönlendirmek. Bu konuda da merak edenlere Roma halk sınıflarının (Patrici–Plep) mücadelelerini okumayı öneririm… Şimdi… Pyrrhos’a geçebiliriz. Roma İtalya yarımadasında hâkimiyetini kurmaya çalışırken, Güney İtalya’daki Yunan kolonileri ile çatışmak zorun297

daydı. Samnitlerle yaptığı savaşlar sonunda (M.Ö 343- M.Ö 290) Samnitler, Roma egemenliğini kabul etmek zorunda kaldılar. Tarentliler ise Roma’nın, Tarent Körfezi’ne kadar inmesini hoş karşılamadılar. Limanlarına giren bir Roma donanmasına saldırdılar. Roma donanmasından ancak beşi kurtulabildi. Tarentliler işi bu kadarla da bırakmadılar; Thurii’ye yürüdüler. Muhafız Roma garnizonunu çekilmeye mecbur ettiler. Böylece Roma ile Yunan kolonisi olan Tarentum arasındaki gerginlik son haddine vardı. Harp artık kaçınılmaz bir hal aldı. Roma bir taraftan diplomatik baskılarla Tarentum’u kendi hegemonyası altına alma yollarını denerken, bir yandan da vatandaşlarını Tarentum ile savaşmaya hazırlıyordu. Tarentum, zengin ve müreffeh bir şehir olmakla beraber, askeri bakımdan önemli sayılmazdı. Dolayısıyla zafer çılgınlıkları geçtikten sonra, düşünmeye başladılar. Tarentum, Roma ve müttefikleri ile yalnız başına çatışmayı göze alamazdı. Şimdi kendini korumak için, dışarıdan yardımcı çağırmaya karar verdi. Kendine en yakın bir devletten Epeiros Kralı Pyrrhos’tan yardım istedi. (Epeiros bugünkü Yunanistan’ın kuzey batı kıyılarında, Arnavutluk’un güneyinde bir bölgedir.) Başta Tarentum olmak üzere, İtalya’daki Helen (Yunan) şehirlerinin başları sıkıştığı zaman, dışarıdan yardım istemeleri yeni bir şey değildi. Önceden de İtaliklere karşı hep bu yola başvurmuşlardı. İtaliklerin yerine Roma geçiyordu. Roma, bu Yunan şehirlerinin varlığını tehdit ediyordu. Roma güçlenirken, kendi işleriyle uğraşmayı tercih eden bu şehirler, coğrafi parçalanmışlığın da (Partikülarizma) etkisiyle müşterek bir harekete geçememişlerdi. Ancak zamanı gelmişti. İtalya ve Sicilya’daki Helen güçlerinin, Helen davası uğrunda birleştirilmesi, zorunlu bir hal almıştı. Bu Helenler artık ya birleşecekler yahut da İtalya’da birliği kurmaya çalışan Roma karşısında eriyip gideceklerdi. 298

Pyrrhos, Tarentum’un teklifini kabul etti. Gerek şahsını, gerekse vasıtalarını, Tarentum için ortaya koymaya hazır olduğunu bildirdi. Ancak çok geniş yetkilerle, başkomutanlık istedi. Ayrıca, içine muhafızlarını yerleştirmek üzere Tarentum Kalesi’nin de kendisine teslimini şart koştu. M.Ö 281’de bir Roma ordusu Tarentum ordusunu mağlup ederek memleketi yakıp yıkınca, şehir Pyrrhos’un tekliflerine razı oldu. Şimdi Epeiros Kralı Pyrrhos, İtalya Hellenlerinin, Roma’ya karşı olan savaşında önder oluyordu. Muhtemel savaş, bu suretle dünya tarihi çapında bir önem kazanmaya namzetti. Fakat acaba Pyrrhos, Batı Hellenlerine bir İskender olabilecek miydi? Pyrrhos, cesur ve mahir bir generaldi. Ayrıca vasıtaları da önemliydi. Ülkesi ve Adria Denizi’ne girişi kontrol eden Kerkyra (Corcyra) Adası’nı hatırlatmak isterim. Ordusu da çok önemliydi. Bu ordu devrin meşhur Makedonya ordusunun mektebinde yetiştirilmiş ve ona göre organize edilmişti. Ve o zamanki dünyanın en iyi süvarisi olan, Thessalia süvarisi de bu orduda idi. Ayrıca Pyrrhos’un elinde bunlardan başka bir de Romalılarca meçhul ve burada ilk defa kullanılacak yeni bir silah olan, harp filleri mevcuttu. Pyrrhos, Tarentum’a gelirken başka şeyler de taşıyordu. Bunlar şahsi kusurları, düşünceleri ve kendi özel planları idi. Bir defa Pyrrhos entrikacı, kavgacı, sebatsız bir adamdı. Harp tekniğinden başka bir şeyden anlamayan, devlet adamı meziyetleri olmadığı halde devlet idare etmeye kalkan, her Hellenistlik kral gibi, yüksekten atan hükümdardı. Şahsi planları içinde, batıda büyük bir devlet kurmak, Büyük İskender’in doğudaki Pan-Hellenik eserine, batıda da bir

299

örnek vermek isteği vardı. Yani Tarentum’a yardım etmek bir gaye değil, bir vasıta oluyordu. Henüz şehir devleti (Polis) düşüncesini aşamamış olan Hellen şehirleri ile İskender’in dehasına sahip olmayan ama İskender olmayı kafasına koymuş bulunan Pyrrhos arasında, güven yoktu. İtalya’da siyasi birlik kurmayı hedeflemiş olan Roma ile Helenistik Epeiros (Epir) Devleti arasında ilk harp başlıyordu. İki taraf arasında anlaşma söz konusu bile değildi. Pyrrhos bunun farkında idi. Elindeki harp vasıtalarının, kalite açısından Romanınkilerle kıyaslanması imkânsızdı. Ancak elinde öyle plan vardı ki uygulandığı takdirde kati netice alınabilirdi. Bu da müttefiklerini Roma’dan ayırma planı idi. Gerçekleşmesi halinde Roma yalnız kalacak ve kesinlikle mağlup olacaktı. Pyrrhos, diğer Hellenistik krallar tarafından da kışkırtılıp, hatta desteklenerek M.Ö 281’de Tarentum’a bir kıta asker gönderdi, M.Ö 280’de de ordusunun büyük bir kısmı ile bizzat kendisi İtalya’ya yollandı. Pyrrhos, İtalya’ya gelir gelmez, Roma savaş ilan etti. Roma önceden her ihtimale karşı hazırlanmıştı. Hazırladığı dört ordudan biri Lavienus komutasında Güney İtalya’daki yerleri savunmaya gönderildi. Diğer ikisi Etrüsklerle, Samnitleri kollayacaktı. Dördüncü bir ordu da Roma’da ihtiyatta bırakıldı. Roma’nın güney ordusu ile Pyrrhos’un askerleri arasında ilk muharebe Heraclea’da oldu. İki tarafın uyguladığı taktik, tecrübelerine dayanan farklı taktiklerdi. (Roma’nın Samnit Harplerinde geliştirdiği taktik ile Makedonya’nın kanatlarda ağır süvarinin ve ortada derinlemesine dizilen piyadenin muharebe nizamı olan Phalanks birliğinin taktikleri çarpıştı.) 300

Zaferi, Hellenistik dünyanın taktiği kazandı. Bu zaferde şüphesiz ki Pyrrhos’un komutanlık vasfının, yüksek kaliteli süvarisinin ve özellikle fillerinin büyük payı vardı. Ancak zafere rağmen kati netice alınamadı. Ama Pyrrhos’un hedefi gerçekleşiyor gibi oldu. Çünkü o zamana kadar beklemiş olan Güney İtalya Helenleri Samnitler, Messapiler, Lucanlar, Bruttlar, Pyrrhos’un bu zaferinden sonra, Roma davasını terk ettiler, onun tarafına geçtiler. Pyrrhos için planının, kesin sonucu almayı tasarladığı kısmına girişmek zamanı gelmişti. Roma üzerine yürüdü. Ancak Roma çok güçlü surlarla çevriliydi. Roma’ya 40 km. yaklaştığı halde Roma, onun karşısına hiçbir ordu çıkarmadı. Hareket üssünden de uzaklaşmış olması ayrı bir risk oluşturuyordu, geri dönmek zorunda kaldı. Tarentum’a geldi (M.Ö 280). Pyrrhos, geri çekilmekle savaşı genel olarak kaybetmiş oluyordu. Ancak büyük bir Batı Devleti kurmak sevdasından vazgeçmemişti. Güney İtalya’daki toplulukları, ordusuna katmak için hazırlıklarını sürdürdü. Ertesi sene M.Ö 279’da bu sefer Adriya Denizi tarafından Orta İtalya’da yeni bir taarruza kalktı. Romalılar, onun taarruz planını keşfettiler. Bir Roma ordusu yolunu kapadı. Bununla beraber Aufidus Irmağı kenarında Ausculum’da iki gün süren savaş sonunda Pyrrhos, mahareti, ordu birliklerinin manevra kabiliyeti ve filler sayesinde gene galip geldi. Ancak onun kaybı da Romalılardan az değildi. Hatta kendi bile yaralanmıştı. Bundan dolayı muharebeden sonra söylediği bilinen “Böyle bir zafer daha kazanacak olursam mahvolacağım” sözü, galibin, mağlup kadar zayiat vererek kazandığı zaferlere tarihte “Pyrrhos Zaferi” denmesine sebep olmuştur. Pyrrhos’un sonu mu? 301

Roma karşısında aldığı bu galibiyet, siyasi sonuç getiremedi. Bu arada Pyrrhos karşısında, üst üste uğradığı yenilgilerden ders almış olan Roma, fillere karşı yeni bir harp taktiği geliştirmişti. Son muharebede Roma’nın taze kuvvetleri filleri ok yağmuruna tutunca, filler geri dönerek Pyrrhos’un kendisine saldırdılar. Romalılar da kargaşalıktan faydalanarak zaferi kazandılar. Mağlup olan Kral Pyrrhos bir kısım askeriyle harp meydanından kaçtı. Tarentum’a geldi. Fakat takip ediliyordu. İtalya’yı terk etmek zamanı gelmişti. Balkan yarımadasına geçti. Macera dolu hayatı üç yıl sonra Argos sokaklarında bir muharebede sona erdi (M.Ö 272). “Böyle bir zafer daha kazanacak olursam mahvolacağım” sözünü kimler söyler günümüzde… Tabii ki yüksek sesle söylenmesini beklemeyelim. Ama kesin içlerinden söylerler… Mesela, seçimlerde maddi varlıklarını tüketecek kadar harcama yapan, hele iktidardaki bir partiyse bahsedilen, devletin kaynaklarını da seferber ederek, çok açılıp saçılan bir parti, seçimleri kazanır belki ama işçiye, memura, emekliye vereceği “Yaşama payını” veremez duruma geldikleri için ne grevler, ne ölüm oruçları, ne intiharlar onların umurunda olmaz! Çünkü tükenmişlerdir ve tüketmişlerdir… İşte, o zaman içlerinden mutlaka bu sözü söylerler. “Böyle bir zafer daha kazanacak olursak, ülke ve millet mahvolacak!”

302

II. MAHMUT VE İLKÖĞRETİMİN ZORUNLU OLMASI XIX. yüzyılda 1808-1839 yılları arasında Osmanlı Devleti’ni yöneten II. Mahmut, son derece enerjik, yenilik taraftarı ve yoğun olarak yaşanan dış gelişmelerle birlikte, içerde radikal değişiklikleri gerçekleştiren bir hükümdardır. Zamanında; yönetimde, askeri alanda, eğitim ve ekonomi alanında çok önemi çalışmalar yapıldı. Bu dönemde Osmanlı toplumunun özellikle Türk ve Müslüman kesiminde iki tip insan vardır; biri âlim (ki ilimle uğraşan kişidir. Ancak burada sözü edilen ilim, bildiğimiz bilim anlamında değil. Şeriat bilgisi demektir. Bu, medresede öğretilir) diğeri ise cahil yani halktır. Yine bu dönemde “Cehalet” yalnız halk yığınlarına özgü okuma-yazma bilgisizliği demek değildir. Türkiye’yi bu dönemde ziyaret eden yabancılar, hüküm süren cahilliğin genişliği ve derinliği konusuna sık sık değinirler. Cahillik halk yığınlarını aşmış, ulemayı ve devlet adamlarını da içine almıştır. Halk yığınları gibi ulema da ne İslam ilmini ne de modern fenleri biliyorlardı. Ulemanın bilgi kaynaklarından biri olan akıl ile öteki bilgi kaynağı olan nakil (İslamiyet’in asli kaynakları) arasında artık bir fark kalmamıştı. Ezbercilik yüzünden ikisi de tarihsel anlamları bilinmeden tekrarlanan gelenek bilgileri olmuştu. Aileler, erkek çocuklarını 5-6 yaşına gelince, geçim düşüncesiyle, zanaatkâr esnaf yanına çırak verir “Eti senin kemiği benim” diyerek bir meslek öğrenmesini isterdi. Çırak, kalfa, 303

usta derken yetişkin olduğu zaman bir altın bilezik sahibi olurdu. Artık terzi, marangoz, ayakkabıcı vb. olarak hayatını kazanırdı belki ama “Elif’i” tanımazdı... Halkın yoksulluğu, dinin de öğrenilmesini engelliyordu. Dinini öğrenmek için ise mahallelerindeki cami ve mescidin yanında bulunan SIBYAN Mekteplerine gitmesi gerekiyordu. Bu bile belli ekonomik gücü olanlar için mümkündü. II. Mahmut, eğitim alanında bir ilk adım olarak ilköğretimi zorunlu hale getiren fermanını 1824’te çıkardı. Buna göre, her aile, çocuklarını Sıbyan Mekteplerine gönderecekti, mesleki eğitim sonra geliyordu. Çünkü çocukların 56 yaşında terzi, marangoz vb. zanaatkâr esnafın yanına çırak verilmesi yüzünden cahilliğin genişlemekte olduğu, yani halkın İslamlığı bilmez hale geldiği; din işlerini öğrenmek, dinin gereği olduğu için, bundan sonra çocukların zanaata verilmeyip mahalle okuluna gitmeleri zorunlu hale getiriliyordu. Bu fermanın gereklerini hoca ve mahalle imamları, kadılara bildirecekti. Yanında öksüz çocuk olan esnaf bunları Sıbyan Mektebi’ne (mahalle mektebi) yollayacaktı. Okul hocalarının baş görevi çocuklara İslamlığın şartlarını, inançlarını öğretmek olacaktı. Anlayacağınız ilköğretim zorunlu kılındı dediğimiz zaman, günümüzde bir zamanlar 5 yıl olan ve matematik, fen, sosyal, Türkçe, hayat bilgisi, resim, müzik, beden eğitimi, derslerinin görüldüğü bir ilköğretimden bahsetmiyoruz. Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma” kitabını okumadan evvel bu gerçeği bilemezdim… Bu kitabı okumadan da zaten Tarih öğretmeni olunamayacağını çoktan kavramış bulunuyorum. Neyse… II. Mahmut’un ilköğretimi zorunlu yapmasının aslı şudur; II. Mahmut, Elif’i bile tanımayan insanların durumunu

304

görerek, çocukların, Sıbyan Mekteplerine gitmesini “Ölülerinin arkasından Kur’an bari okusunlar” düşüncesiyle istemiştir. İş böyle olunca burada da durup bir yorum yapmamız gerekmektedir… II. Mahmut bir Osmanlı Padişahı’dır ve başta kendisi olmak üzere kutsal kitabımızın ölülerin arkasından okunmak için gönderilmiş olduğu inancı hakimdir insanlarımızda… Zaten başka türlü nasıl düşünülebilir ki Kur’an henüz ulusal dillere çevrilmiş değildir. XIX. yüzyılda hâlâ Arapça okunmakta ve hiçbir şey anlaşılmamaktadır. Anlamak için ayrıca Arapçayı dil olarak öğrenmek gerekmektedir. Öncelikle; bugün çoğumuz Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptığı açıklamalarla şunu biliyoruz ki Kur’an da ölülerimizin arkasından okunabilecek bir tek Fatiha suresi vardır. Onun dışında Kur’an yaşayanların okuması ve anlaması için vahyolunmuştur. Doğaldır ki ulusal dillere çevrilmesi şart olmuştur. Zaten Kur’an’da 12. sure (1-2. ayet), 20. sure (113. ayet), 46. sure (359. ayet), 39. sure (27-28. ayet), 41. sure (3. ayet), 43. sure (3. ayet), 42. sure (7. ayet), 26. sure (193-195-198-199. ayet), 16. sure (102-103. ayet), 41. sure (44. ayet) ve 13. sure (37. ayet)’leri Arapça, filoloji ve semantik (mana ile ilgili) bilgilerine bile lüzum olmadan her sağduyu sahibi okuduğu zaman görür ki bunların hiç birinde Tanrı; “Sözlerimizi kimse başka bir dile çeviremez” dememektedir. Çevrilemez iddiaları Kur’an’ın ve İslamlığın üniversal gerçekliği olduğu görüşüne, aykırı düşer. Aksi takdirde İslam dininin yalnız Araplara gönderilmiş bir din olduğunu kabul etmek gerekir ki bu, cahiliye görüşü olur. Keşke bu noktaya 500 yıl önce varılmış olsaydı da insanlarımız kutsal kitaplarını anlayarak okusalardı… Kur’an’ın Türkçe olarak yazılması Atatürk sayesinde gerçekleşmiştir. 305

Mustafa Kemal; Elmalılı Hamdi Yazır’a ücretini de kendi ödemek suretiyle Kur’an’ı Türkçe meali ile yazdırmıştır. “Bu millet yüzyıllardır dinini yeterince öğrenemedi. Türkçe okuyup, öğrensin” diyerek bu büyük hizmette bulunmuştur. Nur içinde yat ATAM!

306

ERMENİ SOYKIRIMI MESELESİNE BEN DE DEĞİNMEK İSTEDİM Bu konuya ben de bir tarih öğretmeni olarak kendimce açıklama getirmek istedim. Şöyle ki; Çarlık Rusya’nın Kafkaslarda hakim olduğu dönemde Azeriler, Gürcüler ve Ermeniler, Rus yönetimi altındaydılar. I. Dünya Savaşı devam ederken Ruslar, Erzurum, Erzincan, Trabzon, Bitlis ve Muş’u ele geçirdikleri dönemde (1915), Doğu Anadolu’daki Ermeniler, Rus orduları ile işbirliği yapmışlar, ordularımıza, kasaba ve köylerimize saldırmışlardır. Osmanlı hükümeti 14 Mayıs 1915’te Tehcir Yasası çıkararak, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin bir kısmının Suriye’ye göçüne karar vermiştir. I. Dünya Savaşı sonlarında 1917’de Rusya’da önce Şubat Devrimi ile Çarlık devrildi, 200 yıldan beri Rusya’yı yönetmekte olan Romanof soyu Sibirya’ya sürüldü ve daha sonra kurşuna dizildi. Çarlık devrilince, Ekim 1917’de Rus komünistleri (Bolşevikler) yönetimi ele geçirdiler ve ilk komünist rejim Rusya’da işbaşına gelmiş oldu. Doğal olarak Rusya bu değişimleri yaşarken dünya, savaşına devam edemedi. 1917’de başlayan savaştan uzaklaşma, 3 Mart 1918’de İttifak Devletleri ile Brest-Litovsk Antlaşması’nı yapmasına sebep oldu. Resmen savaştan çekildi. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti’ne, savaş sırasında işgal ettiği yerleri geri verirken, 1878’den beri (40 yıl) elinde tuttuğu Kars, Ardahan, Batum’u da iade etti. 307

Ancak İngiltere (Çarlık Rusya’nın müttefiki) Bolşeviklerin yaptığı Brest-Litovsk Antlaşması’nı tanımadığı gibi, Rusya’nın boşalttığı Kars, Ardahan, Batum’u önce işgal etti ve çekilirken de Kars ve çevresinin Ermeniler, Ardahan ve Batum’un da Gürcüler tarafından işgaline sebep oldu. TBMM, Brest-Litovsk’la bize geri verilmiş olması gereken bu yerlerimizi almak için mücadeleye girişecektir. İngiltere’nin mikropluğu yüzünden… Bu arada Kafkaslardaki bir gelişmeye de değinmek gerekmektedir. Rusya’nın 1917 Devrimlerinden sonra Kafkaslardan da çekildiğini ve 1918 Nisan, Mayıs aylarında Kafkasya’da Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan Cumhuriyetlerinin kurulduğunu söyleyebiliriz. I. TBMM ilk resmi cepheyi Doğu’da Ermenilere karşı açtı. Kazım Karabekir Paşa’yı resmen Doğu Cephesi Komutanlığı’na atadı. Kazım Karabekir’in emrinde I. Dünya Savaşı’ndan kalan tek düzenli ordu, XV. Kolordu (Mondros’a rağmen lağvedilmeyen) vardı. Ermenilerle mücadele zaten çoktan başlamıştı (Haziran 1920) ve o nedenle resmen açılan ilk cephe Doğu Cephesi oldu. Ermeniler, Türk ordusu karşısında yenile yenile geri çekildiler. Türk ordusu Gümrü’ye girmişti, Kars ve çevresi, Ermeni işgalinden kurtarılmıştı (7 Kasım 1920). TBMM’nin ilk askeri başarısı kazanılmıştı. İlk siyasi başarıyı da bu cephede elde edecekti. Ermenistan’ın barış istemesi sonunda 3 Aralık 1920’de TBMM ile GÜMRÜ Antlaşması imzalandı. Türk hükümetini Doğu Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir, Erzurum Mebusu Süleyman Necati Bey, Erzurum Valisi Hamit Bey, Ermenistan Cumhuriyeti’ni ise eski Başvekil Aleksandr Khactissian, eski Maliye Vekili Abraham Kulhandyan temsil ettiler.

308

Tamamı 18 madde olan antlaşmanın önemli noktaları şunlardır: 1- 1878’de Rusya’nın terk ettiği Kars ve çevresi Türklere geri verilecek 2- Aras Nehri’nden Çıldır Gölü’ne kadar uzanan hat doğu sınırı olacak 3- Sevr Antlaşması’nı ve Türkiye çıkarlarına uygun olmayan antlaşmaları Ermeni hükümeti kabul etmeyecek (Doğu Anadolu’da hak iddia etmeyeceklerdi). Ermenistan 1922’de Rus topraklarına katılınca Gümrü barış antlaşması hükümleri de Moskova ve Kars Antlaşmalarına alındı. Evet… Gelelim yorumumuza! Şimdi… Hep deriz ya “Ben olsam” diye… Ben Ermenistan olsam, 1915’te bir soykırım yapmış olan Türklerle anlaşma masasına oturmam… Derim ki; yendiniz Kars’tan çıkardınız, Gümrü’ye kadar sürdünüz kabul… ama anlaşma yapmam, çünkü halledilmesi gereken bir soykırım meselesi var aramızda bu sorun çözülmeden anlaşma olamaz! Tabii, şayet gerçekten böyle bir iddia varsa ortada… Ermenistan bizzat barış isteyen taraf ve böyle bir iddianın en ufak bir belirtisi bile yok! Yıl 1920. Tehcirden 5 yıl geçmiş… Ermenistan, o tarihte varlığı devam etmekte olan Osmanlı Devleti ile görüşmesi gereken bir konuda, TBMM’yi muhatap almamış da olabilir. Eğer böyleyse zaten sorun yok! Tehcir Kanunu’nu çıkaran Osmanlı Hükümeti’dir ve bir problem varsa Ermenistan’ın muhatabı Osmanlı Devleti’dir. Böyle de olsa netice aynıdır… 16 Mart 1921 Moskova, 13 Ekim 1921 Kars Antlaşmalarında da en ufak soykırımı anımsatacak bir hüküm yok! 309

Her nasılsa yıllar geçtikten sonra özellikle Avrupa ülkelerinde, ABD’de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir soykırım suçlaması almış başını gidiyor! Tehcir sırasında ölümler olmuştur; anlaşmazlıklar, doğal şartlar, disiplinsizlik gibi nedenlerle olmuştur… Kasıt yoktur ve Türkler tarih boyunca hâkimiyetleri altındaki hiçbir topluma soykırım yapmamışlardır. Ölümler ise karşılıklıdır, onlar toplu katliam yaptılar, yüzlerce yıl huzur içinde yaşamalarını sağlayan devlete ihanet ettiler, eee.. Türkler de bu ihanetin, bu katliamın altında kalamazlardı. Bazı istenmeyen gelişmeler olduysa da bu bir soykırım değil olsa olsa yapılan ihanete, vahşete karşı bir misilleme olarak kabul edilmelidir. Zaten soykırım yapılsaydı herhalde soyları kırılırdı… kalmazlardı… (SON)

310

KAYNAK KİTAPLAR  “Bayezit II Devri” – Selahattin Tansel  “Bilinmeyen Tarihimiz” – Cemal Kutay  “Diriliş” – Turgut Özakman  “Hunlar-Göktürkler-Uygurlar” – Prof. Bahaeddin Ögel  “Genghıs Khan The Conqueror” – Harold Lamb  “İmparatorluğa Veda” – İlhan Bardakçı  “İran Moğolları” – Bertold Spuler  “İslam Tarihi” – Prof. Ali Sevim  “Meydan Larousse”  “Osmanlı Tarihi” – İsmail Hakkkı Uzunçarşılı, TTK  “Osmanlı Tarihi” – Ord. Prof. Enver Ziya Karal, TTK  “Osmanlı Tarihi Ders Notları” – Prof. Halil İnalcık  “Osmanlı Sarayında Hayat” – Prof. Dr. İlber Ortaylı  “Osmanlı Padişahlarının Hayat Hikâyeleri” – Yılmaz Öztuna  “Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet” – Taha Akyol  “Roma Tarihi” – Prof. Halil Demircioğlu  “Selçuklu Devri Türk Tarihi” – Prof. Mehmet Altay Köymen 

“Tarih Kitabı” – Emin Oktay

 “Tarih Kitabı” – Niyazi Akşit  “Tarih Kitabı” – Yılmaz Öztuna  “Türkiye’de Çağdaşlaşma” – Niyazi Berkes  “20.Yüzyıl Siyasi Tarihi” – Prof. Fahir Armaoğlu

311

312

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF