Thomson_Tarih Öncesi Ege

December 1, 2017 | Author: muammer66 | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Thomson_Tarih Öncesi Ege...

Description

Eski Yunan Toplumu Ü stüne İn cele m eler

Ta r İh ö n c e s İ E g e

George Thomson

ISB N -10: 9944-483-13-3 ISBN -13: 978-9944-483-13-1 Eski Yunan T o p lu m u Ü stü ne İn celem eler T arih ö n cesi Ege G eorge T h o m so n

Ö zgün Adı Studies in A n cien t G reek Society - T h e P rehistoric A egean © G eo rg e T h o m so n varisi M argaret A lcxiou

Çeviren Celâl Ü ster

E ditör B etııl Avtınç

Tasarım Sinan T u ran

O fset H azırlık H o m er Kitabevi

Baskı ve Cilt Altan Basım Ltd. Şti.

1. Basım 1983 3. Basım 1995 H o m er K itabevi'nde 1. Basım 2007

© H o m er Kitabevi ve Yayıncılık Ltd. Şti. T ü m m etn in yaynn hakkı saklıdır. TaniLim için yapılacak kısa alın tılar dışında yazarın ve yayım cının yazılı izni olm aksızın h içb ir yolla çoğaltıl am az. H o m er Kitabevi ve Yayıncılık Ltd. Şti. Yeni Çarşı Cad. N o: 12/A Galatasaray 3 4 4 3 3 İstanbul T e l: (0 2 1 2 ) 2 4 9 5 9 0 2 • (0 2 1 2 ) 292 4 2 79 Faks: (0 2 1 2 ) 251 39 62 e-m ail: h o m er@ h o in erb o o k s.co m

Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler

T a r İh ö n c e s İ E g e

George Thomson

Çeviren: Celâl Üster

homer kitabeui

George Thom son'ın, özgün adı Studies in Ancient Greek Society olan bu yapıtı, Lawrence and Wishart Yaymevi'nin 1961 tarihli üçüncü ba­ surundan Türkçe'ye çevrilmiştir. Kitabın İngiltere'deki birinci basımı 1949'da, gözden geçirilmiş ikinci basımı da 1954'de gene aynı yayınevince yayımlanmıştır.

Notlar, Dizin ve Kaynakçaya İlişkin Bir Açıklama George Thomson, Eski Yunan ve Latin yazarları ile onların yapıtla­ rına değgin notlan sunarken, Liddel ve Scott'm Greek-English Lexicon'un­ d a k i (Yunanca-İngilizce Sözlük) ve Lewis ve Short'un Latin-English Dic­ tionary' sindeki (Latince-İngilizce Sözlük) kısaltmaları olduğu gibi ko­ rumuştu. Biz de, Türkçe'de yayımlanan bazıları dışında, çoğunu bu kı­ saltmalarla verdik. Kişi ve yer adları dizinlerinin yanı sıra kapsamlı bir kaynakçayı ki­ tabın sonunda bulabilirsiniz.

G eorge T H O M SO N 19 Ağustos 1903'te Londra'da doğdu. Cam ­ bridge'deki King's College'ı bitirdikten sonra İrlanda'ya giderek, bir süre dil üstüne incelemeler yaptı. Çalışmalarını Cambridge Üniversi­ tesi ve King's College'da sürdürdükten sonra, 1937'den 1970'e kadar Birmingham Üniversitesi'nin Eski ve Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde dersler verdi. Eski Yunan şiiri ve dili üstüne incelemeler yayımladı, Eski Yunan klasiklerinden çeviriler yaptı. I9 6 0 'ta Çekoslo­ vakya Bilim Akademisi üyeliğine seçildi. 1979'da Selanik Üniversitesi tarafından kendisine onursal doktora verildi. Aiskhylos, Zincire Vurul­ muş Prometheus (1938) ve Aiskhylos ve Atina (1941) gibi ilk dönem yapıt­ larında, Aiskhylos'un oyunlarından yola çıkarak Yunan tragedyasını inceledi. Antropolog Lewis Henry Morgan'ın Friedrich Engels tarafın­ dan Marxçılığa mal edilen görüşleri temelinde, Yunan tragedyasını ana­ erkil toplumdan erkek egemen bir topluma geçişin bir ifadesi olarak yorumladı. 1946'da yayımlanan M arxgihkve Şiir'de ise, şiirin doğuşu ve gelişimini, söz ve büyüyle olan ortak kökenini, emek süreciyle olan bağını ele aldı. Antik Çağ üstüne yapılmış en yetkin Marxçı araştırma­ lardan biri olan Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler'in ilk cildi Tari­ höncesi Ege'yi 1949'da, ikinci cildi İlk Eilozoflar’ı 1955'te yayım ladı. 1970'lerde, daha çok sosyalizmin sorunlarını ele alan kuramsal yapıt­ lar verdi. 3 Şubat 1987'da Birmingham'da öldü.

Celâl Ü STER 8 Mayıs 1947'de İstanbul'da doğdu. İngiliz Erkek Li­ sesi ve Robert Academy'yi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Ede­ biyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1970'lerin sonlarında Aydınlık gazetesinin sanat servisini, 1980'li yıllar­ da Cumhuriyet gazetesinin kültür servisini yönetti, Cumhuriyet Kitap'ın yayın yönetmenliğini üstlendi. George Thomson'm Tarihöncesi Ege ad­ lı kitabının çevirisiyle, 1983'te Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Çe­ viri Ödiilü'ne değer görüldü. Marxçı klasiklerden yaptığı çeviriler dı­ şında D. H. Lawrence, Yaroslav Haşek, Liam O'Flaherty, George Or­ well, Juan Rulfo, Iris Murdoch, Mario Vargas Llosa, Jorge Luis Borges, John Berger gibi yazarların yapıtlarını dilimize kazandırdı. Can Yayın­ ları ve P Dünya Sanatı Dergisi'nin genel yayın yönetmeni. "Yeryüzü Ki­ taplığı" başlığı altında yazdığı yazılarını Radikal Kitap'ta sürdürüyor.

Hugh Fraser Stewart'm anısına

İçindekiler

Çevirmenin Ö n sözü .................................................................................13 G ir iş ............................................................................................................. 15 BİRİNCİ B ö l ü m

A K R A BA LIK I. TOTEMCİLİK

1. 2. 3. 4. 5. 6.

Etnoloji ve Arkeolojinin Karşılaştırmalı Bir İn celem esi 27 Totemciliğin K ökeni.................................................................................30 Dıştan Evlenmenin K ök en i................................................................... 34 Totemcilikte Doğum ve Ölüm Çevrimi..............................................39 Totemcilikten D in e...................................................................................42 Yontmataş Çağı Avrupasında T o te m cilik ....................................... 44 II.

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7.

AKRABALIK AD LIĞI

Kabile Y a p ısı..............................................................................................51 Sınıflandırma Sistemi: Tip I ................................................................. 53 Kuttörenlerdeki Rastgele Cinsel İlişki................................................59 Sınıflandırma Sistemi: Tip I I ................................................................. 60 Küme E v liliğ i............................................................................................62 Sınıflandırma Sisteminin Bozulm ası.................................................. 64 Betimleme S is te m i................................................................................... 69 III. KABİLEDEN DEVLETE

1. 2. 3. 4.

İrokua B irliği.............................................................................................. 80 Romalılarda Kabile Sistem i................................................................... 85 Roma'da Krallığın Ana Soyundan G eçm esi..................................... 90 Populus R o m a n u s ...................................................................................93

8

T A R İH Ö N C E S İ E g e

/V. YUNAN KABİLE KURUMLARI

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12.

Aiol'lar, Dor'lar ve İon'lar..................................................................... 95 Attika Kabile S iste m i.............................................................................. 97 Ev H a lk ı.....................................................................................................102 Attika'da Hellenlerden Önceki K la n la r ..........................................104 Totemci Kalıntılar: Yılana Tapınm a.................................................. 106 Totemci Kalıntılar: Klan B elirtkeleri................................................113 Klan Tapımları ve Devlet T ap ım ları................................................ 115 Eleusis MysteriaTarmın Klan T e m e li..................... 119 Adam Öldürmeye Karşı Tutum .........................................................124 Kız Kalıtçı Y a s a s ı...................................................................................129 Eski Yunan Etnolojisi............................................................................ 131 Anayanlı Soyun Dilbilimsel K anıtları.............................................. 136 İk İn c İ B ö l ü m

A N A ERKİ V. EGE’NİN ANAERKİL HALKLARI

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9.

Anaerki N e d ir?....................................................................................... 141 LykiaTılar.................................................................................................. 155 Karia'lılar ve L eleg 'ler.......................................................................... 158 P elasg 'lar.................................................................................................. 162 M in o s'lu la r >.......................... 167 H ititle r.......................................................................................................169 Amazonlar Söylen cesi . . . ................................................... 170 M in yT er.................................................................................................. .1 7 4 Bazı Anaerkil K alıntılar........................................................................189 V7. BİR TANRIÇANIN YARATILMASI

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8.

Çocuk Doğurma ve A ybaşı................................................................. 194 Aya Tapınm a........................................................................................... 200 Halk Arasındaki Yunan Dininde A y ................................................205 Bitki B ü y ü sü ........................................................................................... 208 Thesmophoria ve Arrhephoria...........................................................211 Arınma K u ttö re n le ri............................................................................ 213 Proitos'un K ız la rı...................................................................................216 Yunan Tanrıçaları ve A y ......................................................................218

İÇ İN D E K İL E R

9

9. Persephone'nin K a çırılm a sı..............................................................221 10. Küçük Kadın Y o n tu ları...................................................................... 227 VII. EGE’DEKİ BAZI ANAERKİL TANRIÇALAR

1. 2. 3. 4. 5. 6.

D em eter.....................................................................................................239 A th e n a .......................................................................................................247 Ephesos'lu A rte m is .............................................................................. 258 Brauron'lu A rte m is ...............................................................................264 H e r a ........................................................................................................... 268 A p o llo n .....................................................................................................280 Ü ç ü n c ü Bö lü m

ORTAKLAŞM AC1L1K VIII. TOPRAK

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10.

Özel Mülkiyetin Başlangıcı................................................................. 285 Yunanistan'ın İlk Dönemlerinde Mülkiyet Sorunu..................... 287 İlkel Toprak K u lla n ım ı........................................................................291 İngiliz Köy T op lu lu ğu .......................................................................... 295 Eski Yunan'da Ç iftç ilik ........................................................................ 297 Günümüz Yunanistan'mda Toprak K u llan ım ı............................ 301 Eski Yunan'da Açık Tarla S iste m i.................................................... 302 Toprağın Yeniden B ölü şü lm esi.........................................................308 Bölüşüm Yöntem i...................................................................................313 Ayrıcalığın G elişm esi........................................................................... 317 IX. İNSANIN YAŞAMDAKİ PAYI

1. 2. 3. 4. 5. 6.

Meslek K lanları....................................................................................... 323 İplik Büken M oira'lar............................................................................ 325 Hora'lar ve K harit'ler............................................................................ 330 E rin y s'ler.................................................................................................. 332 Moira'ların Hint-Avrupa K ökeni...................................................... 334 Moira'nm D ö n ü şü m ü .......................................................................... 336 X. KENTLERİN OLUŞUMU

1. Thukydides Eski Yunanistan'ı A nlatıyor......................................339

lO

2. 3. 4. 5.

T A R İH Ö N C E S İ EGE

Tarihsel Dönemde Kentlerin Oluşum u........................................... 341 Kabile Kampından Kent-D evletine.................................................. 343 PhaiakTann Ülkesi ve P y lo s............................................................... 351 Atina'nın İlk D önem i............................................................................ 354 Dö r d ü n c ü B ölüm

K A H RA M A N LIK ÇAĞ I X/. MYKENE HANEDANLARI

1. Geleneksel Sü red izin ............................................................................ 361 2. Arkeolojik Ç erçeve................................................................................ 363 3. Geleneksel H anedanlar........................................................................366 XII.AKHA'LAR

1. 2. 3. 4. 5. 6.

AkhaTarın D ağılım ı.............................................................................. 377 A iakidTer.................................................................................................. 379 İo n 'lar.........................................................................................................382 Peloponnesos AkhaTarı........................................................................384 A kha'lann K ö k e n i................................................................................ 387 PelopidTer................................................................................................ 392 XIII. NKÜLTÜRLERİN ÇATIŞMASI

1. 2. 3. 4. 5.

A kha'lann Toplumsal Ö zelliği...........................................................404 Anaerkil Toplumun Homeros'da Ele A lm ışı................................ 409 Odysseus'un K rallığ ı............................................................................ 416 Batı Yunanistan'daki L eleg'ler...........................................................422 A kha'lann Ü stü n lü ğ ü ..........................................................................427 B e ş İn c î B ö l ü m

H O M EROS XIV.

ŞİİR SANATI

1. Söz ve B ü yü ..............................................................................................433 2. Ritim ve Çalışm a.....................................................................................443 3. Doğaçtan Söyleme ve Esinlenm e...................................................... 453

İÇİN D E K İLER

XV.

1. 2. 3. 4. 5. 6.

II

YUNAN EPİK ŞİİRİNİN KUTTÖRENSEL KÖKENLERİ

S o r u n .........................................................................................................462 Stro fi...........................................................................................................463 Heksam etron........................................................................................... 468 K o r o ...........................................................................................................472 Epik G iriş ..............................................................................................483 Akşam Yemeğinden Sonra Söylenen Ş ark ılar.............................. 487 XVI. ARKEOLOJİ AÇISINDAN HOMEROS

1. 2. 3. 4.

Tarihlendirilebilir Ö ğ e le r ................................................................... 495 Gömme B iç im i....................................................................................... 497 H e le n a .......................................................................................................500 Epik Biçem ................................................................................................511 XVII. HOMEROSOĞULLARI

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9.

Aiolis ve İo n ia......................................................................................... 527 Homeros'un Doğum Y e r i................................................................... 533 Saraydan Pazar Yerine.......................................................................... 536 Homeros K ü lliy a tı.................................................................................539 Destanlar Ç em b eri.................................................................................547 İlyada ve Odysseia'mn Y ay ılm ası.................................................... 552 Peisistratos'un Metin S a p ta m a sı...................................................... 559 Epik Şiirin S o n u ..................................................................................... 564 İlyada ve Odysseia'mn Y a p ıs ı...........................................................566 EK YUNANİSTAN'DA TOPRAK KULLANIMI Ü ST Ü N E

573

K aynakça.................................................................................................. 585 Süreli Y a y ın la r ....................................................................................... 603 Kişi Adlan D iz in i...................................................................................605 Söylence Kişileri D iz in i........................................................................607 Yer Adlan D iz in i...................................................................................611 Resimler D iz in i....................................................................................... 614 Çizelgeler D izin i..................................................................................... 617 Haritalar D izini....................................................................................... 618

Nerede gerçek? Parlak sözler Çelmesin aklını. Arama kaynağı, bulamazsın Kendi içinde, ey İnsan! -Birleşmenin simgesi, ey KurtarıcıGerçeği ancak aklın Ve yüreğin tüm yaşamla Uyumunda bulacaksın. PALAMAS

•3

ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ

Elinizdeki kitap, Tarihöncesi Ege, dil, edebiyat ve felsefe alanlarında Eski Yunan toplumu üstüne birçok yapıt vermiş olan İngiliz Marxçı araştırmacı ve kuramcı George Thomson'ın Eski Yunan Toplumu Üstü­ ne İncelemeler adlı başyapıtının ilk kitabı. Antik Çağ üstüne yapılmış en yetkin araştırmalardan biri olan Eski Yunan Toplumu Üstüne İnceleme­ ler, 1949'da yayımlanan Tarihöncesi Ege ve 1955'te yayımlanan İlk Filo­ zoflar adlı iki kitaptan oluşuyor. Tarihöncesi E ge'de, özellikle Tunç Çağı'na denk düşen dönem de Ege'de anaerkillik, toprağı kullanma hakkı, kentlerin gelişimi ve des­ tanın doğuşu inceleniyor; Ege'nin ilkçağ toplumları, uygarlıkları ve kültürlerinin oluşumu, yapısı, evrimi ekonomik gelişme temeli üstün­ de derinliğine ve kapsamlı bir incelemeyle gözler önüne seriliyor. 20. yüzyılın ikinci yarısında bilim dünyasının çeşitli alanlarında ger­ çekleşen gelişmeler göz önüne alındığında, 1940'lı yıllarda yazılmış bir kitabın eskimiş olabileceği düşünülebilir. Hiç kuşku yok ki, Tarihönce­ si Ege'nin kaleme alınmış olduğu günlerden 2000'li yıllara uzanan dö­ nemde, insanlığın tarihöncesi üstüne yeni bulgular elde edilmiş, yeni bilgilere varılmış, yeni kuramlar geliştirilmiştir. Ama öyle sanıyorum ki, George Thom son'ın şaşırtıcı bilgi donanımı ile hayranlık uyandırı­ cı emeğinin ürünü sayılması gereken Tarihöncesi Ege, bugün de alanı ve konusunun en temel çalışmalarından biri olarak kabul edilmelidir. Thomson'ın, insanlığın tarihöncesinin karanlıkta kalan bir köşesini ay­ dınlığa çıkarırken, antropoloji, etnoloji, arkeoloji, dilbilim , sosyoloji, felsefe ve edebiyat gibi birbirinden çok farklı alanların birikim ve ola­ naklarını birbirini sonsuzca destekler biçimde seferber etmiş olması, bu çalışmayı günümüzde de onsuz edilemez kılmaktadır. Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler'in Mehmet H. Doğan tarafın­ dan dilimize çevrilen ikinci cildi İlk Filozoflar’d a ise, Eski Yunan'daki doğa felsefesi, toplumda gerçekleşen köklü değişikliklerin düşünsel bir ürünü olarak ele almıyor, Yakındoğu ve Çin felsefeleriyle karşılaştır­ ma içinde inceleniyor. Doğa felsefesinin gelişiminde meta üretimi ve para dolaşımının işlevi vurgulanırken, ilkel düşünceyle bilimsel bilgi

i4

T a r İh ö n c e s İ E g e

arasındaki geçiş süreci, köleciliğin gelişmesi ve bilimin kökenleri teme­ linde açıklanıyor. Tarihöncesi Ege'yi 1980'lerin başlarında dilimize çevirmeye çalışır­ ken, gerek Antik Çağ dünyasına ilişkin sözcük, ad ve terimleri, gerek Thomson'm kuramsal evrenini oluşturan birçok bilim dalının içerdiği terminolojiyi Türkçe'ye doğru bir biçimde aktarmakta zorluklarla kar­ şılaştım. Çeviriyi gerçekleştirdiğim süreçte, masamın bir ucunda du­ ran ve ikide bir el attığım sözlüklerin sayısı sürekli arttı. Çeviriyi bitir­ diğimde, salt Tarihöncesi Ege'yi daha sağlam bir kavrayışla çevirebil­ mek için yüzden fazla kitap okumuş bulunuyordum. Diyeceğim, Thomson'ın yapıtını çevirmek, bir çeviri çalışmasının çok ötesine geçti, bir "okul" oldu benim için. Bu zorlu çeviri sürecinde Hilmi Yavuz, Cevat Çapan ve artık ara­ mızda olmayan sevgili arkadaşım Cem Taylan özendirmeleriyle hep yanımda oldular, yardımlarını esirgemediler. Onlara binlerce teşekkür borçluyum. Celâl Üster Mart 2007

«S

GİRİŞ

Cilalıtaş Çağı ekonomisinin gelişmesi, son Buzul Çağı'mn sona er­ mesini izleyen bir dizi iklim değişikliği sonucunda gerçekleşti. Bu ge­ lişme ilk önce Ortadoğu'da bir yerlerde başladı. Buzullar kuzeye doğ­ ru çekildikçe, bu bölgenin başlarda ılıman olan iklimi giderek astropi­ kal bir iklime dönüştü. Hemen hiç aralıksız Fas'dan İran'a kadar uza­ nan uçsuz bucaksız otlaklar yarı çöllük alanlara bölündü. Bu yarı çöl­ lük alanların ortasından, yeşil vahalar ve üstleri sık bitki örtüleriyle kaplı ırmak yatakları geçiyordu. Avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla ge­ çinen gezginci topluluklar eskisi kadar rahat dolaşamaz oldular. Avla­ dıkları hayvanlar ve topladıkları bitkilerle birlikte daha verimli yöre­ lerde yığışmak zorunda kaldılar. Bunun sonucunda çeşitli olanaklar daralınca, av eti ve m eyve elde etme olanaklarının da sınırlandığını gördüler. Eski avlanma ve yiyecek toplama uygulayımı artık yetersiz kalıyordu. Hayvanların ve bitkilerin çoğalmasını insanoğlunun dene­ timi altına alarak, onları korumanın bir yolunu bulmak gerekiyordu. Bu yöreye özgü türler arasında hepsi de kolayca evcilleştirilebilen ko­ yun, keçi, domuz gibi hayvanlar ve bizim arpa ve buğdayımızın yaba­ nıl ataları bulunuyordu. Hayvanlar güdülüyor ve ağıllara konuluyor, bitkiler ekilip yetiştiriliyordu. Her iki iş de insan emeğiyle gerçekleşti­ riliyordu elbette. Avcılık ve yiyecek toplayıcılığının yerini hayvan ye­ tiştiriciliği ve çiftçilik aldı. Yeni ekonomi düzenli bir süt, et ve tahıl üre­ timi sağlamasının yanı sıra dokumacılık ve çömlekçilik gibi, yaşama düzeyinin daha da yükselmesine neden olan bir dizi ikincil uygulayı­ mın doğmasına yol açtı. İnsanlar çoğaldı. Yerleşik olmaktan uzak, dur­ madan yer değiştiren kabile kampı, derlitoplu, kendi kendine yeterli, dirlik düzenlikli bir köye dönüştü. Ama nüfus fazlasını, sürekli olarak aynı örneğe göre kurulan yeni köylere yerleştirmek zorunda kalmıyor­ du. Böylece Cilalıtaş Çağı ekonomisi bütün bölgeye, onun da ötesinde ekilebilir toprakların bulunduğu her yere yayıldı. Yayılmanın sınırla­ rına yaklaşıldıkça, nüfusun artan baskısıyla daha yoğun tarım yöntem­ leri ortaya çıktı ve bu arada değiş tokuşun gelişmesi köylerin kendi kendine yeterliliğini zayıflattı.

ı6

Ta

r İh ö n c e s i

Eg e

Nil, Fırat ve Dicle ırmaklarının her türden canlıyla dolup taşan ba­ taklık bölümleri avcılar ve balıkçılar için her zaman çekici bir alan ol­ muş, ne var ki ilk çiftçilerin karşısına çetin bir engel olarak dikilmişti. Toprağın tarıma elverişli kılınması, ancak belirli bir tasar uyarınca ça­ lışan örgütlenmiş yığın emeğini gerektiren geniş çaplı bir sulamayla sağlanabilirdi. Cilalıtaş Çağı ekonomisi komşu bölgelerde de iyiden iyiye gelişm edikçe, bu koşulların gerçekleştirilmesi olanaksızdı. Öte yandan bu alüvyonlu topraklarda büyük bir gizil verimlilik yatıyordu. Nitekim, engeller aşılır aşılmaz, nüfusta gözle görülür bir artışın ve ya­ şama düzeyinde eski Cilalıtaş Çağı ekonomisinin olanaklarının çok öte­ sinde bir gelişmenin yolu açıldı. Köylerin yerini kentler aldı. Kentler köylerden yalnızca daha büyük değil, aynı zamanda daha kalabalık ve daha gönençliydi. Ekonomik temeli bakımından da değişiklik gösteri­ yordu. Kentlerin tahıl ve hayvan fazlası o denli büyüktü ki, çevredeki dağlarda yaşayan kabilelerin (tribü'lerin) kereste, taş ve madenleriyle sürekli olarak ve geniş ölçüde değiş tokuş edilebiliyordu. Böylelikle, çevre dağlardaki kabilelerin köy ekonomisi de giderek değişikliğe uğ­ radı ve kente bağımlı bir duruma geldi. Uzak yöreleri saymazsak, eko­ nomik kendi kendine yeterlilik geçmişte kalmıştı artık. Gidilmedik ko­ yak bırakmayan, aradaki koca çölleri aşan zanaatkarları, tüccarları ve türlü türlü aracılarıyla birlikte ticaret yaygınlaştıkça, dağınık köyler de­ ğiş tokuşun burgacına çekildi ve köyle kent arasında ilkel de olsa bir işbölümü doğdu. Kentlere gelen hammaddeler arasında madenler de vardı. Bunların bazısı, sözgelimi gümüş ve altın, süs eşyalarında kul­ lanılıyordu. Ama bazısı da, örneğin bakır ve özellikle de kalay karıştı­ rılmış bakır, araç yapımında tahtayla taşın yerini aldı ve böylece el sa­ natlarında devrime yol açtı. Yeni kent ekonomisi, tunç madeni temeli üzerinde yükseliyordu. Mısır'da tek bir ırmak vardır. Bu ırmak da her yıl taşar ve tüm ko­ yağı sular kaplar. Her yıl gerçekleşen bu taşkın, toprağın veriminin art­ masında tek etkendir, işte bu yüzden, o zamanlar her rençberin taşkın­ dan su yollarını dolduracak, ama taşırmayacak kadar su elde edebil­ mesi canalıcı bir sorundu. Hiç kuşkusuz, her çiftçinin taşkından önce uyarılması gerekiyordu. Dolayısıyla, taşkının, koyağın başlangıcından denize kadar uzanan yatağı boyunca denetim altına alınması gereki­ yordu; bu da, gökbilimcilerle tarımbilimcilerin ancak merkezi bir yö­ netimle sağlanabilecek çok ustalıklı çabalarını gerektiren dev bir örgüt­ lenmeyi zorunlu kılıyordu. İşte, Yukarı Mısır ve Aşağı Mısır krallıkla­ rının hızla güçlenmelerinin ve İ.Ö. 3000 yılından kısa bir süre sonra tek

GİRİŞ

17

bir kralın yönetim inde birleşmelerinin nedeni buydu. Açıkçası, Mısır firavunu yerini ekonom ik bir gereksinmeye borçluydu. Rahiplerin de­ netlediği merkezi bir devlet aygıtının başıydı firavun. M ezopotam ya'da M ısır'daki gibi bir birleşme görülmedi, çünkü ta­ rımsal koşullar bir değildi. M ezopotamya'da çeşitli kollardan beslenen ve bu suyolları ağıyla birbirine bağlanan iki ırmak vardı. Onun için eki­ li alanlar birbirlerine o kadar bağımlı değildi. İşte bu yüzden, burada­ ki kentler gelişip güçlenerek, kendi rahipleri ve rahip-kralı bulunan ba­ ğım sız kent-devletlerine dönüşebildiler. Bu kent-devletleri arasında am ansız bir yarışm a sürüyordu. En sonunda tüm ülke silah zoruyla Babil egem enliği altında birleşti. Bu farklılıklar bir yana bırakılırsa, Mısır ve Mezopotamya toplumlarmın sınıf yapısı temelde aynıydı. Her iki ülkede de geniş çaplı tarım yapılıyordu. Bu tarımsa, yeni bir işbölümü temelinde, üreticiler ile üre­ timi örgütleyenler arasındaki bölünme temelinde gelişmişti. Üretimi Örgütleyenler rahiplerdi. En azından kol emekçileri kadar vazgeçilmez olan kafa em ekçileri, bir başka deyişle gökbilimciler, matematikçiler, m ühendisler, m im arlar ve yazm anlar hep rahipler arasından çıkıyor­ du. Üretim araçlarının denetim ini ellerinde tutan bu kişiler zamanla üretim araçlarının sahipleri oldular. Görevlerinin niteliğinden doğan yetkeyi kullanarak üretim fazlasını kendi ellerinde topladılar. Gerçek­ te, bu da. yeni uygulayımların gelişmesi açısından ekonomik bir gerek­ lilikti. Özellikle tunç madeninin işlenmesi karmaşık ve pahalı bir işlem­ di, anam alsız gerçekleşmesi olanaksızdı. Böylece, yeni ekonominin bü­ yümesi, devletin saltık dinerki biçiminde pekişmesi sonucunu doğur­ du. M ısır'da bütün ülke, kralın kişiliğinde somutlaşan tanrının malıy­ dı ve toplumun üretimle ilgili bütün işlevleri, sözgelimi tarım, el sanat­ ları ve değişim sıkı sıkıya denetleniyordu. M ezopotam ya'daysa her kent bir tanrı-evi oluşturuyordu. Bu tanrı-evi kentin ortasında oturan bir koruyucu tanrının m alıydı ve bu tanrı adına bir rahip-kral tarafın­ dan yönetiliyordu. Kral ve rahiplerin ellerinde toplanan yetke, kabile toplum unun ileri aşam alarında kabile başkanlığının çevresinde geliş­ miş olan büyü derneklerinden geliyordu. Gene bu ilk kent-devletinin güçlü ortaklaşacılığı da Cilalıtaş Çağı köy topluluğunun bir kalıtıydı. Ama egem en sınıf, kral ve rahiplerde toplanan yetkeyi, sistemli bir bi­ çim de kendi ayrıcalıklarını korum anın bir aracı olarak kullanıyordu artık. Gerçekte, toplumdaki kah katmanlaşma, kentin yapısında da açık seçik görülüyordu. Kentin ortasında büyük, görkemli ve göz kamaştı­ rıcı bir tapınak yükseliyordu. Tapınağın çevresindeyse görevlilerin, za-

18

T A R İH Ö N C E S İ EGE

naatkârların ve her türden kol emekçilerinin çalıştıkları yazı odaları, hazine odaları, tahıl ambarları, eşya depolan ve işlikler yer alıyordu. Burada çalışanlardan bazıları savaşta ele geçirilen tutsaklardı; bazıları da sözde özgür olmakla birlikte, ekonomik yönden rahiplere, yani ken­ tin en büyük işvereni durumundaki efendilerine bağımlıydılar. Kent dışında ekilebilir topraklar uzanıyordu. Bu toprakların bir bölümü ya kiracı çiftçilere kiralanıyor ya da bir tür emek hizmeti biçiminde doğ­ rudan doğruya tapmak adına işleniyordu. Geri kalan topraklar aile mülklerine bölünmüştü; bunlar kiraya ya da daha başka biçimsel yü­ kümlülüklere bağlı değildiler, ama güçlü bir rahipler sınıfının halk yı­ ğınlarının inancım her zaman sömürdüğü birtakım törel sorumluluk­ lara bağımlıydılar. Ortak kalan, yalnızca otlaklardı. Gene de, Gordon Childe'm da belirttiği gibi, Mezopotamya'da en düşük ücretle çalıştırılan emekçilerin bile bir Cilalıtaş Çağı köyünün özgür ve eşit üyelerinden daha iyi durumda olduklarını unutmamak gerekir. Kent devrim i insanların yaşama düzeyinde su götürmez bir yükselmeye yol açmıştı. Öte yandan, emek üretkenliğindeki büyük ar­ tışı göz önüne aldığımızda, Mezopotamya'daki emekçilerin göreli ola­ rak kötü durumda bulundukları açıktır. Kent devriminin sağladığı ka­ zançlar eşitsiz bir biçimde bölüşüldü. Nitekim yeni ekonominin yay­ gınlaşmasını duraklatan etken de bu oldu. Bir yanda egemen sınıf üre­ tim fazlasının gitgide artan bir bölümünü lüks mallara ayırıyor, öte yanda satın alma gücü ister istemez sınırlanan halk yığınları artık ge­ reksinme maddesi durumuna gelmiş bulunan birçok şeyi yeterince edinemiyordu. Bu arada kent-devletleri hammadde ve pazar uğruna birbirleriyle yarışmaya giriyorlar, bunun sonucundaysa egemen smıf ken­ di yaşam düzeyini ancak üreticiler üzerindeki sömürüsünü yeğinleş­ tirerek koruyabilir bir duruma geliyordu. Kaçınılm az bir çelişmeydi bu. Ticaret alanındaki yarışma ve düşmanlıklar gitgide tunçtan silah­ larla ve büyük hırslarla yürütülen savaşlara yol açtı En sonunda, bü­ tün ülke, daha da keskinleşen sımf çatışmasının yeni biçimlere bürün­ düğü ve çok daha geniş boyutlara eriştiği bir dizi imparatorluğun bo­ yunduruğuna girdi. Mısır çöllerle kuşatılmış ve gemi yapımında kullanılan keresteden yoksun bir ülkeydi, dış ticareti daha geriydi, bu yüzden ilk üreticiler üzerindeki sömürü hem daha yoğun, hem de daha dolaysızdı. Köylü yığınları egemenler için görkemli gömütler yapmaya zorlandılar. Bu gömütler aynı zamanda bakımları için rahipleri gerektiren birer tapı­ nak da olduklarından, ölüler için dikilmiş birer anıt oldukları kadar,

GİRİŞ

19

yaşayanlar için de birer gelir kaynağıydılar. Angarya ve amansız ver­ giler halk yığınlarını neredeyse kölelerden farksız bir duruma düşür­ dü. Aynı zam anda krallık, daha güçlü soyluların karşı koyuşuyla yüz yüze geldi, çünkü bu soylular krallara ödenen vergilerden kurtulma­ ya, kendi m ülklerinin başına buyruk egemenleri olmaya çalışıyorlardı. I.Ö. 2200 dolaylarında Eski Krallık iç savaşlar sonucunda yıkıldı. Ne var ki, merkezi bir yönetim e duyulan karşı konulmaz gereksinmenin bir kez daha dayatmasıyla krallık yeniden kuruldu. Orta Krallığın fira­ vunları kuzeyde Suriye'ye kadar uzanan temkinli bir yayılma, ticaret ve yağm alam a siyaseti izlediler ve böylece Onsekizinci Sülâlenin tam anlamıyla gelişm iş emperyalizm inin yolunu açtılar. Böylelikle impara­ torluklar arası bir çatışm anın temeli yaratılmış oldu. Babil İmparator­ luğu yıkıldı, yerini A sur İmparatorluğu'na bıraktı; sonra Asur İmparatorluğu'nun yerini Pers İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu'nun yeri­ ni de M akedonya İm paratorluğu aldı. Mısır sırasıyla Asurlular, Persler ve Makedonyalılarca alındı. Bunları daha sonraları Romalılar ve Araplar izledi. Ve Nil köylüleri, efendilerinin durmadan değiştiği bu beş bin yılı aşkın dönem boyunca, yeryüzünün bu en bereketli topraklarını yok­ sulluk ve hastalıklarla boğuşarak ekip işlemeyi başardılar. Kent devrim inin bir özelliği de, madenlerin geniş ölçüde işlenmesi için gerekli üretim fazlasını tek başına sağlayabilecek uçsuz bucaksız alüvyonlu toprakların m adensel zenginlik bakım ından doğal olarak yetersiz olm alarıydı. M adenlerin dışardan alınması gerekiyordu. Ör­ neğin, bakır İran'dan, Suriye'den ve Sina Yarımadası'ndan; kalay İran ve Suriye'den; altın N ubya'dan; kurşun ve gümüşse Kappadokia'dan geliyordu. Demek ki, yeni ekonominin can damarı ticaretti. Ticaret yay­ gınlaştıkça, Cilalıtaş Çağı köyleri ve dağ kabilelerini kapsayan daha da geniş bir alanı uygarlığın yörüngesine çekti. İ.Ö. 3000 dolaylarına gelindiğinde bakır kullanımı tüm Ortadoğu'ya yayılmış olmakla birlikte, henüz evrensel bir düzeye ulaşmaktan uzak­ tı. M ezopotam ya'da bile bakırın maliyeti henüz yüksekti ve Mısır'da bütün bir Tunç Çağı boyunca köylüler çalışmalarını tahta ve taş araç­ larla sürdürdüler. Daha geri bölgelerdeyse bu yeni madeni kullanma­ ya ancak kabile başkanlannın gücü yetiyor, onlar da bakırı saban de­ miri yapımında değil de, daha çok kılıç yapımında kullanıyorlardı. Ba­ kırın bol olduğu yerlerde bile insanların yerel bir sanayi geliştirmektense, bakırı işlenm em iş olarak dışa satmayı yeğledikleri, bu işi daha kârlı buldukları anlaşılıyor. Demek ki, Mezopotamya ve Mısır dışında ortaya çıkan ilk kent toplulukları başlangıçta ticaretle uğraşan yerle­

20

T A R İH Ö N C E S İ E g e

şim merkezleriydi. Sözgelimi, Kappadokia'daki Kaniş kentini, arala­ rında Toros dağındaki madenleri elinde tutan Hititlerin de bulundu­ ğu yerel kabilelerle alışverişe girişen Mezopotamyalı tüccarlar kurmuş­ tu. Gene, topraklarında zengin bakır ve kalay yataklarının yanı sıra üs­ tün nitelikli keresteyi de fazlasıyla barındıran Suriye'de, içlerinde Byblos ile Ugarit'in de bulunduğu birçok kent Mısır'la çok canlı bir ticarete gi­ rişmiş ve sonraları gitgide büyüyerek Mısır, Mezopotamya ve Anado­ lu arasındaki alışverişin büyük bir bölümünü ellerinde tutan varlıklı kent-devletlerine dönüşmüşlerdi. Deniz ulaşımının sağladığı bütün üstünlükleriyle birlikte Akdeniz, kent devrimine açılmıştı artık. Ugarit'den denize açılan ilk tüccarlar sa­ nırız rotalarını ya Nil Deltası'na çevirmişlerdi, ya da bakır adası Kıb­ rıs'a. Kıbrıs'ın bakırca zengin olmasının bu adada kentlerin gelişmesi­ ni geciktirdiği anlaşılıyor. Adalılar Suriye kıyılarındaki ileri topluluk­ lara yakınlıkları dolayısıyla bütün çabalarını kendi sanayilerini geliş­ tirmeye değil de, dışarıya külçe külçe bakır satmaya yöneltmişlerdi. Gene de, Anadolu'nun girintili çıkıntılı güney kıyılarının tam karşısın­ da bulunan Kıbrıs adasının konumu ticaret açısından hiç de elverişli değildi. Girit adasının durumuysa farklıydı. Suriye ve Mısır'a eşit uzaklık­ ta bulunan Girit, karayla kuşatılmış küçük körfezlerden, dolambaçlı koyaklardan geçerek Balkan dağlarına, oradan da Tuna'ya ve Orta Av­ rupa'ya kadar geçit veren Ege havzasının, adaları ve dağlarıyla basa­ mak basamak yükselen o görkemli bölgenin girişini tutuyordu. Dör­ düncü bin boyunca, Cilalıtaş Çağı göçmenleri ürkek ürkek Thessalia ve Peloponnesos içlerine sokulmuşlardı. Bilindiği kadarıyla, Girit ada­ sına ilk yerleşenler de, kimi Anadolu'dan, kimi Nil Deltası'ridan gelen Cilalıtaş Çağı insanlarıydı. Bunlar adanın doğusuna ve güneyine yer­ leştiler. Bu arada bakır kullanımı Anadolu'nun içlerinden geçerek Ege kıyılarına ulaşmıştı. Bakır kullanımıyla birlikte nüfus giderek arttı ve bunlardan bazıları İ.Ö. 3000 dolaylarında denize açılarak Kyklad'lara ve Girit adasına yerleştiler. Mısır ya da Mezopotamya'yla karşılaştırıldığında Girit'in tarımsal kaynakları yetersizdi. Gerçi yemyeşil otlaklar ve ekin, üzüm bağları, hurma ağaçları ve zeytinlikler için elverişli yaylalar yok değildi, ama gene de adanın büyük bir bölümü dağlar, ormanlarla kaplıydı; sonra deniz de hiç kuşkusuz yayılmanın önüne dikilen bir engeldi. Buna kar­ şılık, bol kereste ve çok sayıda elverişli limanın bulunması, adalıların daha ilk başlarda dört bir yanlarının deniz olmasından yararlanm ak-

Harita I. Doğu Akdeniz

ZZ

T A R İH Ö N C E S İ EGE

rım sağladı. Bunun sonucu olarak, Girit kentlerinin zenginliği büyük ölçüde ticaretten geliyordu ve ticaretin hızlı gelişmesi iktidarın büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmasını engelleyici bir rol oynuyordu. Minos kentleri, genellikle, bir prensin sarayının bitişiğindeki bir açık­ lığın çevresinde kuruluydu. Bu prens hem yüksek rahip, hem baş yö­ netici, ama hepsinden önce bir tüccar-prensti. Öteki tüccarlar da sara­ yın hemen yakınında bulunan ve prensin saraymdan yalnızca biraz da­ ha az gösterişli olan konaklarda oturuyorlardı. Gerek prensi, gerek öte­ ki tüccarları topluluğun geri kalan bölümünden ayıran hiçbir şey yok­ tu. Bu kentlerin belirli bir düzene göre kurulmamış olmaları bile, top­ lumsal ilişkilerin daha bir özgür ve esnek olduğunu gösteriyor. Demek ki, Mezopotamya ve Mısır'la karşılaştıracak olursak, Girit'de kent devriminin, kabile toplumu yapısında daha az çözülmeye yol açarak ger­ çekleştiğini görürüz. Madenlerin kullanılmaya başlandığı Erken Minos döneminde (İ.Ö. 2900-2200) ticaret büyük ölçüde Mısır ve Kyklad'lara yönelikti; kentler de daha çok adanın doğusunda ve güneyinde gelişmişti. Tunç kullanı­ mının gelişmesiyle belirlenen Orta Minos döneminde (İ.Ö. 2200-1600) nüfusun durmadan arttığı, Mısır'la ticaretin yoğunlaştığı, Suriye'yle dolaysız bir ilişkinin kurulduğu göze çarpar. İ.Ö. 1700'den bir zaman sonra Kassitler, Babil'i ele geçirip de doğunun düzeni bozulunca, Su­ riye'yle ilişkiler koptu ve Minos prensleri Ege'de yeni olanaklar ara­ maya koyuldu. Kyklad takımadalarıyla ilişkilerini güçlendirdiler, Ar­ gos yaylasında ve Orta Yunanistan'da yerleşim merkezleri kurdular. Bu gelişmeler, Girit adasmda Knossos kentinin önem kazanmasıyla so­ nuçlandı. Geç Minos döneminde (İ.Ö. 1600-1200) Knossos prensleri ka­ lelerin koruduğu bir yollar ağı kurarak adadaki egemenliklerini pekiş­ tirdiler ve im paratorluklarını denizaşırı yörelere kadar, Kyklad'lara, Argolis ve Attika'ya, dahası belki de Sicilya'ya kadar genişlettiler. Bu prenslerin iktidarını, büyük bir olasılıkla İ.Ö. 1450 dolaylarında Yuna­ nistan anakarasından gelen ve Girit adasını baştan başa ele geçirerek kentleri yerle bir eden Minoslulaşmış kabilelerin başkanları yıktı. Mer­ kezi, Mısır ve doğu Akdeniz kıyılarıyla dolaysız ilişkilere giren Mykene'de bulunan imparatorluk, varlığını birkaç yüzyıl daha korudu. Da­ ha sonraları, barbar sürülerinin Ege'ye doluşmaları ve tüm Doğu Ak­ deniz'i karadan ve denizden ta Nil deltasına kadar ele geçirmeleri so­ nucunda yıkıldı gitti. Mykene tipik bir Minos kenti değildi. Kentin çekirdeğini son dere­ ce güçlü bir kale oluşturuyordu. Kalenin içinde soyluların evleriyle çev­

GİRİŞ

23

relenen ve çok iyi korunan saray ve ambarlar yer alıyordu. Kalenin du­ varları dibinde açıklık bir yerleşim merkezi bulunuyor, burada sarayın gereksinmelerini karşılayan zanaatkarlar ve tüccarlar oturuyordu. Baş­ taki yönetim, egemenliğini, öncelikle savaşlarda kullandığı tunç ma­ denini tekeline alarak kurmuştu. Tiryns, Thebai ve Troya gibi öteki mer­ kezler de aynı tipe uyuyordu. Bu Mykene prenslerinin egemenliği pek uzun sürmedi. Bunlar Mi­ nos kültürünün uygulayımsal başarılarını savaşma sanatına uygulaya­ rak başa geçmişlerdi. Özellikle atlı savaş arabasını, yeni kılıç türlerini, meç, tolga ve zırhı kullanmaya başlamışlardı. Ama üretim uygulayı­ mını ilerletmek için pek az çaba harcadılar, işte bu yüzden de, demir­ le donatılıp silahlandırılmış yeni bir istilacılar dalgası karşısında bo­ yun eğmek zorunda kaldılar; tunçtan silahları ve zırhlarıyla Mykene savaşçıları bu yeni istilacılarla başa çıkamadılar. Dor'lar tunçtan ucuz olmasına karşın demir kullanıyorlardı, üstelik hâlâ kabile düzeni teme­ linde örgütlendiklerinden demiri yalnızca önderler değil, herkes kul­ lanıyordu, işte üstünlüklerini bu olguya borçluydu Dor'lar. Demir tek bir sınıfın tekelinde değildi. Dolayısıyla, Tunç Çağı'm n sona ermesi, Yunan toplum yapısmda ortaya çıkan önemli değişikliklerle aynı dö­ neme rastgeldi.

Birinci Bölüm

AKRABALIK İlk Yunanlıların bugünkü barbarlara benzer bir biçimde yaşadıklarını ortaya koyan birçok kanıt gösterilebilir. THUKYDİDES

27

I

TOTEMCİLİK

1. Etnoloji ve Arkeolojinin Karşılaştırmalı Bir İncelemesi Günümüzde kabile düzeninde yaşayan topluluklar yiyecek elde et­ me biçimlerine göre şu sınıflara ayrılıyorlar: Aşağı Avcılar (yiyecek top­ lama ve avlanma); Yukarı Avcılar (avlanma ve balık tutma); Çobanlık (iki evre); Tarımcılık (üç evre).1 Yukarı Avcıların Aşağı Avcılardan baş­ lıca farkı, kargı kullanmalarının, çömlekçilik ve dokumacılık sanatları­ nın ve hayvanlan evcilleştirmelerinin yanı sıra bir de yay kullanmala­ rıdır. İkinci Çobanlık evresinde sığırtmaçlık tarımla bütünleşir; Üçün­ cü Tarımcılık evresindeyse çapayla yapılan bahçe tarımının yerini sa­ banla yapılan tarla tarımı alır ve tarım sığırtmaçlıkla birleşir. Bu iki ev­ rede el sanatlarının, kalıcı yerleşim merkezlerinin, kabileler arası değiş tokuşun ve madenlerin işlenmesinin daha da geliştiğini görürüz. Da­ ha geri evrelerden kalma kabile toplumu yapısı bu aşamada artık çö­ zülmeye yüz tutar. Bu sınıflandırma bir soyutlamadır elbette. Organik bir süreci ele al­ dığı için başka türlü olması da beklenemez. Sözünü ettiğimiz sınıfla­ maların birbirini bütünüyle dışladığı düşünülmemelidir. Avcılık ve hatta yiyecek toplayıcılık bile daha ileri evrelerde de varlıklarını sür­ dürürler, ama hiç kuşkusuz önemlerini yavaş yavaş yitirerek. Sonra, 1

L.T. Hobhouse, G.C. Wheeler ve M. Ginsberg, Material Culture and Social Instituions o f the Simpler Peoples (ilkel Halklarda Maddesel Kültür ve Toplumsal Kurumlar), (Londra, 1930), s. 16-29. Yalınlık kaygısıyla Bağımlı Avcılık evresini almadım. Totemciliğe ilişkin günümüzdeki görüşler için bkz. A. Van Gennep, Litatactuei du problime tatimique (Totem Sorununun Şimdiki Durumu), (Paris, 1920). Benim görüşüm A.C. Haddon tarafından da sezinlenmiştir: Bkz. A.W. Howitt, Native Tribes o f SouthEast Australia (Güneydoğu Avustralya'daki Yerli Kabileleri), (Londra, 1904), s. 154. R. V. Russel ve R.B.H. Lal, Tribes and Castes o f the Central Provinces of India (Hindistan'ın Orta Eyaletlerindeki Kabileler ve Kastlar), (Londra, 1916), c. I, s. 96.

28

T A R İH Ö N C E S İ EGE

belirli bir zaman sırası da izlemez bu sınıflamalar. Her yerde ilk önce avcılık ve yiyecek toplayıcılığın ortaya çıktığı söylenebilir, ama daha ileri evrelerin gerçekleşmesi yerel hayvan ve bitki toplamına ve öteki çevresel etkenlere bağımlı olmuştur. Doğa koşullarının elverişli oldu­ ğu birçok yörede çiftçilik ile sığırtmaçlık daha başından çoban çiftçilik ya da karma çiftçilik biçiminde birleşmiştir.2 Tarihöncesine ilişkin arkeolojiye dönersek, avcılık evrelerinin aşağı yukarı Yontmataş Çağı'na, öteki evrelerin de Ortataş Çağı ve Cilalıtaş Çağı'na denk düştüğünü görürüz. Bir Cilalıtaş Çağı ekonomisinin ar­ dışık evrelerini somut bir örnekle ortaya koyabiliriz. Arkeologlar, Tu­ na havzasının tarihöncesi kültürünü üç evreye ayırıyorlar.3 Birinci ev­ rede avcılık çoktan ikincil duruma düşmüştür. Gerçi küçük domuz, ko­ yun ve sığır sürülerine rastlanır, ama insanlar daha çok çapayla işle­ nen bostanlarda arpa, fasulye, bezelye ve mercimek yetiştirerek sağlar­ lar geçimlerini. Elyapımı çömleklere ilişkin kaba bir uygulayım ve bi­ raz da dokumacılık bilgisi göze çarpar, ikinci ve üçüncü evrelerdeyse, el sanatlarının geliştiği, ekilebilir topraklar üzerindeki baskının artma­ sından dolayı da sığırtmaçlığm yaygınlaştığı görülür. İnsan toplumunun tarihöncesine değgin bütün bilgilerimizi bu iki araştırma alanından, etnoloji ile arkeolojiden elde etmemize karşın, bu iki bilim dalı henüz verimli bir eşgüdüm içine girmiş değildir. Etnoloji alanındaki bilgilerin bir arkeoloğa büyük yararlar sağlayacağını kimse yadsıyamaz. Bunu Tuna kültürüne ilişkin bir örnekle açıklayabiliriz. Ya­ pılan kazılar, Tuna havzasındaki yerleşim merkezlerinin bütün bölge­ de yoğun ve benzeşik bir dağılım gösterdiğini, ancak, bunların hiçbirin­ de uzunca bir zaman oturulmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu durumun açıklaması, Afrika'nın çeşitli yörelerinde bugün hâlâ varlığını koruyan koşullara bakılarak yapılabilir. Ekilebilir topraklar üzerinde bir yerle­ şim yeri kurulur, sonra bu topraklar verimliliğini yitirinceye kadar iş­ lenir, ekilir. Toprağın verimliliği tükenince de yerleşim merkezi terk edi­ lir, ekiciler de kalkar başka bir yere giderler. Göçebe tarımıdır bu. Arkeoloji, yok olmuş toplulukların maddi kalıntılarıyla uğraşır; top­ lumsal örgütlenmeyle ilgili doğrudan doğruya hiçbir şey söylemez. Oy­ sa bazıları, bu boşluğun günümüzde aynı maddi düzeyde varlıklarını sürdüren kabilelere ilişkin bilgilerimizle doldurulabileceğini yadsıyor­ 2 3

V.C. Childe, Man Makes Him self (Kendini Yaratan insan), (Londra, 1936), s. 85. F. Heichelheim, Wirtschaftsgeschichte des Altertums (Eskiçağda Ekonomi). (Leiden, 1939), I, s. 48. V.C. Childe. The Dawn of European Civilization (Avrupa Uygarlığının Doğuşu), (Üçüncü basım, Londra, 1939), s. 96-108.

T O T E M C İL İK

29

lar. Gordon Childe soruyor, diyor ki: "Bu kabilelerin ekonomik ve mad­ di kültürünün, AvrupalIların onbin yıl kadar önce geçtiği bir gelişme aşamasmda kaldığına bakarak, onların zihinsel gelişiminin o noktada donup kaldığını mı varsayacağız?"4 Sonra da bu soruya çok haklı ola­ rak olumsuz bir yanıt veriyor. Ne var ki, sorun bu kadarla bitmiyor, iki bilgi kümesinin karşılaştırılabilir olduğu kabul edildiğine göre, uygun karşılaştırma yöntemini bulup ortaya çıkarma yüküm lülüğüyle yüz yüzeyiz demektir. Bu, önemli olduğu kadar güç bir iştir. Burada ancak bazı yol gösterici ilkeler saptamakla yetinebiliriz. Modern anamalcı uygarlık, olağanüstü bir hızla gelişen tarihöncesi Avrupa ve Yakındoğu kültürlerinin bağrından doğdu. Bu kültürlerin tersine, yeryüzünün öteki yörelerinde varlığını hâlâ koruyan ilkel kül­ türlerse, geciktirilmiş ya da durdurulmuş bir gelişmenin ürünüdür. Hiç kuşkusuz bunlar iki uç örnektir ve bunların tartışmasına girmeden ön­ ce bu karışıklığın çözümlemesini yapmanın bir yolunu bulmalıyız. Bu­ rada bir eşitsiz gelişme sorunu söz konusudur. Gordon Childe'ın belirttiği gibi, günümüzdeki bu kabilelerin top­ lumsal kurumlan olduğu gibi kalmamıştır. Gelişmelerini sürdürmüş­ ler, ama elbette bu gelişme egemen üretim biçiminin belirlediği yön­ lerde olmuştur. Kaldı ki, sorunun anahtarı da buradadır. Sözgelimi, to­ temcilik, dıştan evlenme ve erginleme törenlerinin Avustralya'da rast­ lanan biçimlerini inceler ve başka yerlerde görülen aynı kurumlarla karşılaştırırsak, bunların uzun bir gelişme döneminden geçtiklerini ve olağanüstü bir yetkinliğe ulaştıklarım görürüz. Ama bunların hepsi de basit bir avcılık ekonomisine özgü kurumlardır. Başka bir deyişle, bu kabilelerin ekonomik gelişmesi nasıl durakladıysa, kültürü de öyle içe­ dönük kalmıştır. Dolayısıyla, bu kurumlara Yontmataş Çağı Avrupasında aynı biçimde rastlanmasını bekleyemeyiz, ama şu ya da bu bi­ çimde rastlamamız olasıdır. Sonra, bu kabileler, salt geriliklerinden ötürü, ilişkiye girdikleri da­ ha zengin ve ileri kültürlerin etkisine uzun bir dönem açık olmuşlar­ dır. Kültürel yayılma hiç kuşkusuz bütün çağlarda görülen bir olaydır, ama etkileri belli bir birikim sonucunda kendini gösterir, günümüzde­ ki bu kabilelerdeyse bu etkiler son derece uzun süreli ve güçlü olmuş­ tur. Bu noktada da AvustralyalIlar uç bir örnektir. Çünkü Avustralya­ lIlar, Yontmataş Çağı ekonomilerini korumakla birlikte, son zamanlar­ da kendilerini hızla yutan Avrupa anamalcılığının etkisine girdiler. Bu­ 4

Man Makes Himself, s. 51; bkz. n. 61.

30

T A R İH Ö N C E S İ EGE

gün varlığını sürdüren ilkel topluluklara ilişkin bilgilerimizin, bunla­ rın arasına giden tüccarlarımızın, misyonerlerimizin, devlet görevlile­ rimizin ve etnologlarımızın bilgileriyle sınırlı olduğunu unutmamak gerektir. Bu ilkel topluluklar bazı durumlarda Güney Afrika'nın altın madenlerinde çalışan Bantular gibi açıktan açığa proleterleşmişlerdir. Bazı durumlardaysa bunların kendi kurumlan, İngiliz Sömürgeler Ba­ kanlığı tarafından, dolaylı bir egemenliğin aracı olarak kullanılmak amacıyla, bile bile korunmuştur. Bu tür kültürler, ilişkilerinin sertliğin­ den dolayı, ister istemez kendine özgü bazı özellikler gösterir. Bunlar ancak anamalcı sömürünün etkilerinin sistemli bir biçimde çözümlen­ mesiyle açıklanabilecek özelliklerdir. Oysa hiçbir kentsoylu etnoloğun kendiliğinden üstlenmeye yanaşmayacağı bir iştir bu. Bu durumda, konumuzu geliştirmek istiyorsak, karşılaştırmalı yön­ tem, yararlanabileceğim iz ve yararlanmamız gereken bir araçtır. De Pradenne korkusuzca söylüyor "Tarihöncesi konusunda dar bir bakış açısıyla bir yere varılamayacağı kanıtlanmıştır, çünkü çıkmaza giril­ mekte, yerinde sayılmakta ve bataklığa saplanılmaktadır. Bütün bir sü­ reç boyunca karşımıza dikilen bütün sorunların üstüne üstüne gitmek, bir çözüme varmanın tek yoludur."5 Üstelik elimizdeki araçları yetkinleştirinceye dek beklememiz de olanaksızdır. Çünkü araçları ancak kul­ lanarak geliştirebiliriz. Gerçeği güruşığma çıkarabilmek için yanılma­ yı göze alabilmek gerekir.

2, Totemciliğin Kökeni Kabile toplumuna özgü büyüsel-dinsel bir sistemdir totemcilik. Ka­ bileyi oluşturan her klanın doğadaki bir nesneyle bağıntısı vardır. To­ tem adı verilen bu nesne, çoğu zaman ya bir bitkidir ya da bir hayvan. Klan üyeleri, totemi akraba bilirler ve onun soyundan geldiklerine ina­ nırlar. Totem sayılan bitki ya da hayvanı yemek yasaktır,6 tam tersine totem türünü çoğaltmak amacıyla her yıl tören düzenlenir. Aynı tote­ min üyeleri birbirleriyle evlenemezler. 5 6

A.V. De Pradenne, La PrMstoire (Tarihöncesi Dönem), (Paris, 1938), s. 14. Burada yasak olan, totem türünün öldürülmesi değil, özellikle yenmesidir: B. Spencer ve F.J. Gillen, Northern Tribes o f Central Australia (Orta Avustralya'daki Kuzeyli Kabileler), (Londra, 1904), s. 149. Başka bir klanın totem türünün izinsiz yenmesi de yasaktır: Aynı yerde, s. 159, 296. B. Spencer ve F.J. Gillen, Native Tribes o f the Northern Territory of Australia (Avustralya'nın Kuzey Yöresindeki Yerli Kabileleri), (Londra, 1914), s. 324.

T O T E M C İL İK

31

Bugün totemcilik en eksiksiz biçimiyle Avustralya'da aşağı avcılık evresindeki kabilelerde görülüyor. Totemciliğe az çok çözülmüş biçim­ leriyle Amerika, Afrika, Hindistan ve Asya'nın öteki bazı yörelerinde de rastlanıyor.7 Avrupa, Sami ve Çin uygarlıkları ya totemciliğin so­ mut uzantıları ya da bu ideolojinin kalıntıları sayılan birçok gelenek içeriyor. Totemci uygulamalardan doğan bu gelenekler derinlere kök saldıkları için dirençli oluyor. Avustralya'daki totemcilik bizim için önemlidir, çünkü dolaysız bil­ gi edinebildiğimiz en ilkel düzeyi gözler önüne sermektedir. Avustral­ ya'daki totemciliğin şimdiki biçiminin bir çözümlemesini yaparak ilk baştaki biçimini ortaya çıkarabilir ve her iki biçimi tutarlı bir evrim sü­ recine oturtabilirsek, genel olarak totemciliğin tarihi konusunda yak­ laşık da olsa bir sonuca varmış sayılabiliriz. Avustralya totemlerinin büyük çoğunluğu yenilebilir bitki ve hay­ van türleridir.8 Geri kalanlar da çokluk ya taşlar ve yıldızlar gibi doğa­ daki nesneler ya da yağmur ve rüzgâr gibi doğa olaylarıdır. Bu cansız totemler önceden varolan kalıba örnekseme yoluyla oluşturulmuştur ve ikincildir. Sistemin kökenini araştırırken daha çok bitkiler ve hay­ vanlar üzerinde durmak gerekir; bunların çoğunun yenilebilir olması totemciliğin kökeninin yiyecek sağlamayla bağıntılı olduğunu düşün­ düren önemli bir ipucudur. Totem türünün çoğaltılması için düzenlenen törenler, çiftleşme mev­ siminin başmda toteme bağlı olan klamn avlağında, totem merkezi de­ nilen önceden belirlenmiş bir yerde gerçekleştirilir. Totem merkezi ge­ nellikle söz konusu türün gerçek çiftleşme yeridir.9 Örneğin, tırtıl kla­ nının atalarının, bugün tırtılların çoğalması için törenlerin düzenlendi­ ği yere bir zamanlar hangi nedenle gelmiş olabileceklerini düşündü­ ğümüzde, akla gelen tek yanıt tırtıl yemek için geldikleri olmaktadır. Günümüzde klan üyelerinin totem türünü öldürmeleri değilse bile yemeleri yasaktır, ancak bu konuda kuraldışı örnekler de vardır. Orta 7

8

9

Hirıt-Avrupa totemciliği sorununa Frazer şöyle bir değinmiş [Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), Londra, 1910, 4, s. 12-14], Lowie ise bu sorunu gözardı etmiştir [Primitive Society (İlkel Toplum), New York, 1929, s. 131). Sami, Çin ve Hindistan totemciliği için bkz. W. Robertson Smith, Religion of the Semites (Samllerin Dini), (Üçüncü basım, Londra, 1927); M. Cranet, La Civilisation Chinoise (Çin Uygarlığı), (Paris, 1929), s. 180; O.R. Ehrenfels, Mother-right in India (Hindistan'da Ana Türesi), (Oxford, 1941). Speneer ve Gillen’ın saydıkları iki yüz totem türünün yüz elliden fazlası yenilebilir türlerdir: Northern Tribes o f Central Australia, s. 768-773. Aynı yerde, s. 147, 288; J.C. Frazer, Totemica, (Londra, 1937), s. 59, 62, 69, 70, 99, 185, 189. Tören her yıl çiftleşme mevsiminin başında düzenlenir: Aynı yerde, s. 72, 78,195.

32

T A R İH Ö N C E S İ EGE

Avustralya'daki çoğaltma töreni sırasında klan başkanının totem tü­ ründen bir parça yemesi zorunludur. Klan başkanı, bu durumu, büyü yapabilmek için "totemi içine alması" gerektiğini söyleyerek açıklıyor.10 Yasağın tören sırasında çiğnenmesi, ilk başlardaki genel bir uygulama­ dan geliyor. Klan atalarının bir alışkanlık olarak, hatta salt kendi totem türlerini yiyerek besleniyormuş gibi gösterildikleri kabile gelenekleri bunu kanıtlıyor.11 Bu da, totemciliğin, avlanma uygulayımının son de­ rece geri olduğu dönemlere kadar uzandığını, yiyecek aramaya kesin sınırlamaların konulduğu ve ancak belirli türlerin yenildiği dönemle­ re kadar uzandığını gösteriyor.12 Totemci klan, beslendiği belli bir hay­ van ya da bitki türünün ürediği yere gelen küçük bir göçebe topluluk ya da "sürü"den kaynaklandı. Şimdi geriye, bu durumun nasıl olup da karşıtına dönüştüğünü ortaya çıkarmak kalıyor. Çoğaltma töreni sırasında, totemin, eğer bir bitkiyse büyümesi, bir hayvansa belirleyici davranışları, devinimleri ve çıkardığı sesler, kimi zaman da o hayvanın yakalanıp öldürülmesi oyunlaştırılarak sunulur. O hayvanın ya da bitkinin kılığına girmiş dansçılar genellikle o türü ku­ sursuz bir biçimde yansılayarak dans ederler, kimi zaman da kayalara ya da toprağa onun resmini çizerler. Sanırız, bu gösterilerin ilk baştaki amacı, söz konusu türü daha kolay yakalayabilmek için onun davranış­ larını olduğu gibi yansılamak, böylece onun alışkanlıklarını, devinim­ lerini iyice öğrenmekti. Daha sonralarıysa, avlanma uygulayımının ge­ lişmesiyle birlikte bu işlev yerini büyüsel bir denemeye bıraktı. Klan üyeleri başarıh bir avlanma eylemini önceden yansdayarak gerçek av­ lanma sırasında gerek duyacakları güç ve yetiyi bedenlerinde toplamış oluyorlardı. Büyünün özü budur. Büyü, insanoğlunun gerçekliği denet­ lediği yanılsamasının yaratılarak, gerçekliği gerçekten denetleyebilme­ sinin sağlanması ilkesine dayanır. Gerçek uygulayımın yetersizlikleri­ ni gideren aldatıcı bir uygulayımdır büyü. İnsan bilinci, üretim düzeyi­ nin geriliğinden dolayı, henüz dış dünyanın nesnelliğinin tam anlamıy­ la farkında değildir. Bu yüzden dış dünyayı dilediği gibi değiştirebile­ ceğini sanır ve gerçek eylemde elde edilen başarıyı önceden düzenle­ nen törene bağlar. Ama aynı zamanda, bir eylem kılavuzu olarak büyü 10 Northern Tribes o f Central Australia, s. 323; Native Tribes o f the Northern Territory of Australia, s. 198; B. Spencer ve F.J. Gillen, The Arunta, (Londra, 1927), s. 82. 11 Northern Tribes o f Central Australia, s. 321, 324, 394, 405; The Arunta, s. 331, 332, 334, 339, 341, 342; bkz. G. Thomson, A/skhylos ve Atina. 12 Totem türünün tek besin durumuna geldiğini söylemek istemiyorum. Besin elde etme temelde yiyecek toplayıcılığa bağımlılığını sürdürüyordu. Ama avcıların üzerinde yoğunlaştıkları yiyecek totem türüydü.

T O T E M C İL İK

33

ideolojisi önemli bir gerçeği de içerir: İnsanoğlunun dış dünya karşısın­ daki öznel tutumu, dış dünyanın gerçekten değiştirilmesini sağlayabi­ lir. Yansılama dansı sırasında güç ve yetilerini uyaran ve örgütleyen av­ cılar artık hiç kuşkusuz eskisinden daha iyi birer avcı olmuşlardır. Klan üyeleri totemleri olan türe büyük bir yakınlık duyar, dahası kendilerini onunla bir tutarlar.13 Beslenmelerini tırtıllardan sağlayan insanlar, tırtıllar semirdiğinde semirir, tırtıllar açlık çektiğinde açlık çe­ ker, tırtılları denetimleri altına alabilmek için onların devinimlerini yan­ sılar, böylece onlarla tam anlamıyla bütünleşirler. Kaldı ki, bu ilişkiyi kendilerinin tırtıl olduklarım söyleyerek dile getirirler. Dolayısıyla, klan yaşlılarınca kullanılan yetke atalara tapınmayı doğurduğunda14 insan biçiminde atalara değil de, totem hayvanı ya da bitkisi biçiminde ata­ lara tapınılır. Öyleyse, totemciliğin evrimindeki ilk aşamanın, ilkel sürünün fark­ lı yiyecek kaynaklarının elde edilebilmesi amacıyla bölünm esiyle be­ lirlenmesi gerekir. Ortaya çıkan bu topluluklar birbirleriyle bağlantıla­ rını yitirdikleri sürece bu değişiklik niceliksel bir değişiklik olmaktan öteye gidemedi. Yani bir topluluk yerine iki topluluk çıkmıştı ortaya. Ama belli bir aşamaya gelindiğinde bu değişiklik niteliksel bir durum aldı. İki topluluk yiyeceklerini kendi başlarına elde etmekten vazgeçe­ rek, birbirine bağımlı iki klan biçiminde bütünleşti. Her birinin üretti­ ği yiyecek iki klan arasında bölüşüldü ve bu işbirliği düzeni totem tü­ rünün dolaysızca edinilmesine konulan tabu aracılığıyla korundu. Baş­ ka bir deyişle, totem türünün bulunduğu anda ve yerde yenilmesi ya­ saktı, bölüşülmek üzere klana getirilmesi gerekiyordu. Her topluluk, ürünlerini öteki klanla paylaşan bir totem klanı durumuna geldi. Bu değiş tokuşun nasıl gerçekleştirildiğini daha ileride ele alacağız. Üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte bu sistem ekonomik temeli­ ni yitirdi. Tırtıl arama artık özel bir uygulayım olmaktan çıktığından, tırtıl klanının işlevi totem türünün topluluk yararına artıp çoğalması­ nı sağlamakla sınırlı salt biiyüsel bir niteliğe büründü,15 totem türü üze­ rindeki tabu da artık ekonomik kökeninden koptuğu için saltıklaştı. Bu arada törenler de değişikliğe uğradı. Artık totem türünün devi­ nimlerini, davranışlarını yansılamak yerine, totem atalarının yaşamın­ 13 Aruntalardan biri kendi fotoğrafını göstererek, "Bu tıpkı ben," demiş, “demek ki bir kanguru" (totemi kanguruydu); The Arunta, s. 80. 14 C. Landtman, Origin o f the Inequality of the Social Classes (Toplumsal Sınıflardaki Eşitsizliğin Kökeni), (Londra, 1938), s. 125. 15 Northern Tribes of Central Australia, s. 327.

34

T A R İH Ö N C E S İ E g e

daki olaylar kutlanıyordu. Bu değişikliği de Orta Avustralya'ya baka­ rak inceleyebiliriz.16 Tören, totem türünün döllenmesi açısından hâlâ gerekli sayılmakta, ama bu iş artık dansın eyleme geçmeye çağırdığı atalar aracılığıyla yapılmaktadır. Bu biçimiyle tören, aynı zamanda klan geleneklerinin yeni yetişen kuşağa aktarılmasına da hizmet etmekte­ dir.17 Böylelikle, üretim biçiminin ayrılmaz bir parçası olarak ortaya çıkmış bulunan bir yöntem, salt büyüsel-dinsel bir sisteme dönüştürül­ müş olmaktadır. Kendi bağrından doğan bir toplum yapısının onay­ lanmasını sağlayan bir sistemdir bu. Avustralya'da totemcilik ideolojisi, doğa dünyasına ilişkin kapsam­ lı bir kurama vardırıldı. Toplumsal organizma nasıl her birinin kendi totem türü bulunan birçok klandan ve klanlar topluluğundan oluşu­ yorsa, doğa dünyası da (deniz, ırmaklar, dağlar, tanrısal varlıklar ve doğada varolan her şey) totemci örneğe uygun bir biçimde sınıflandı­ rılmıştır. Çeşitli ağaç cinsleri o ağaçlarda yuva yapan kuş cinsleriyle aynı kümede toplanmış, su ise su kuşları ve balıklarla aynı kümeye so­ kulmuştur.18 Doğanın topluma dayattığı örgütlenme yansıtılarak do­ ğa dünyasına bir düzen verilmiştir. Dünyanın düzeni toplum düzeni­ nin bir yansımasıdır; insanoğlunun doğa karşısındaki güçsüzlüğünden ötürü hâlâ basit ve dolaysız olan bir yansımadır bu. Ekonomik gelişmenin bu ilk aşamada tıkanıp kalmadığı dünyanın daha başka yörelerinde sistem bütünüyle çöktü, geriye yalnızca ortak bir soydan esinlenen bir akrabalık duyarlığı, ayırt edici bir atalara tapınma, dıştan evlenme uygulaması, belli bir bitki ya da hayvanın salt biçimsel olarak tabu sayılması ve totem söylencelerinin çoğaltılması kaldı.

3. Dıştan Evlenmenin Kökeni Klan üyeliğini belirleyen soydur. Geçen yüzyılda, Bachofen'in ar­ dından etnologlar soyun ilk başta anadan geldiği konusunda birleşmiş­ 16 Aynı yerde, s. 297. 17 Aynı yerde, s. 328-392; G. Landtman, Origin o f the Inequality of the Social Classes, s. 21. 31; H. Webster, Primitive Secret Societies (İlk İnsanlarda Gizli Dernekler), (İkinci basım, New York, 1932), s. 27. 32, 60, 140. 18 Native Tribes o f South-East Australia, s. 454. 471; A. R. Radcliffe-Brown, "The Social Organisation of the Australian Tribes” (Avustralya Kabilelerinde Toplumsal Yapı). Oceania, (Melbourne/Londra, 1931); R.B. Smyth, The Aborigines of Victoria (Victoria Yerlileri), (Londra, 1878), c. I. s. 91; E. Durkheim ve M. Mauss, "De quelques formes primitives de classification”, Annie sociologique, (Paris. 1896); P. Radin, Indians o f South America (Güney Amerika Yerlileri), (New York, 1942), s. 141.

T O T E M C İL İK

35

lerdi. Oysa bugün bu görüş Sovyetler Birliği dışında hemen herkesçe yadsınıyor, ancak üzerinde birleşilen başka bir görüş de getirilemiyor. Geçen yüzyılda kabul edilen görüş son zamanlarda Briffault tarafın­ dan yeniden doğrulandı. Kanımca, karşıt görüştekilerden çok daha bü­ yük bir çabayla derlediği çok sayıda belge ve bilgiyle Briffault eski gö­ rüşün doğruluğunu kanıtlamış bulunuyor. Günümüzdeki kabilelerde anayanlı soydan babayanlı soya geçildi­ ğini gösteren birçok örnek saptanmasına karşın, bu sürecin tersini or­ taya koyan hiçbir duruma rastlanmamıştır.19 Her ikisinin de hemen he­ men eşit oranlarda ve genellikle birbirine karışmış olarak bulunduğu Avustralya'da, bazı bölgelerde yakın zamanlarda gelişmiş bir sistem olan dıştan evlenme sistemi yetkinleştikçe babayanlı soya da daha sık rastlanmaktadır. Ayrıca kadınların durumunda son zamanlarda mey­ dana gelen değişikliklere ilişkin daha başka kanıtlar da vardır.20 Baş­ ka yerlerdeyse anayanlı soydan babayanlı soya geçişin Avrupa kültü­ rüyle kurulan bağlar sonucunda daha da geliştirildiği bilinmektedir. Bir zamanlar bir Chocta yerlisi karşılaştığı bir misyonere Amerika Bir­ leşik Devletleri uyruğuna geçmek istediğini, çünkü o zaman kalıtının kız kardeşinin oğluna değil, kendi oğluna kalacağını söylemişti.21 Bu geçişin yeni gerçekleştiği Nijerya'da, yerliler bunu, baba-oğul ilişkisi konusundaki kendi kentsoylu değerlendirmelerinde direten İngiliz yar­ gıçların etkisine bağlıyorlar.22 Eldeki kanıtlara bir bütün olarak göz attığımızda, avcılık evrelerin­ de anayanlı soyun az çok ağır bastığını, ama sonraları çobanlık evrele­ rinde hızla, tarım evrelerindeyse çok daha ağır bir biçimde gerilediği­ ni görüyoruz.23 Bu da soy biçiminin üretim biçimiyle karşılıklı bir iliş­ kisi olduğunu gösteriyor. Avcılıktan önceki aşamada üretim diye bir şey yoktu, yalnızca to­ humların, meyvelerin ve küçük hayvanların basit bir biçimde elde edil­ mesi söz konusuydu ve dolayısıyla işbölümü diye bir şeyden söz et­ 19 Bkz. E.W. Smith ve M. Dale, The lla-speaking Peoples o f Northern Rhodesia (Kuzey Rodezya'da İla Dili Konuşan Halklar), (Londra, 1920), c. I, s. 292. Son zamanlarda toplum yaşamına paranın girmesiyle birlikte değişen anaerkil bir Hint topluluğu örneği için bkz. Mother-right in India, s. 62. 20 The Arunta, s. 150,167, 328, 340, 346. 21 l. H. Morgan, Ancient Society (Eski Toplum), (Chicago, 1910), s. 166. 22 C. K. Meek, A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study of theJukun-speaking Peoples o f Nigeria (Bir Sudan Krallığı: Jukun Dili Konuşan Nijerya Halkları Üzerine Etnografık Bir inceleme). (Londra, 1931), s. 49, 61. 23 Material Culture and Social Institutions o f the Simpler Peoples (İlkel Halklarda Maddesel Kültür ve Toplumsal Kurumlar), s. 150-154.

36

T A R İH Ö N C E S İ E g e

mek de olanaksızdı. Oysa kargının bulunmasıyla birlikte avcılık erkek­ lerin işi oldu, kadınlarsa yiyecek toplama işini sürdürdüler. Kadınla­ rın gebelik ve emzirme dönemlerinde eskisi kadar rahat devinememelerinden kaynaklandığı için24 bu cinsel işbölümü avcı kabilelerde ge­ nel bir olgudur.25 Avcılık giderek hayvanların evcilleştirilmesine yol açtı. Av hayva­ nı öldürülmüyor, canlı olarak eve getirilip bir yere kapatılıyordu. Do­ layısıyla, sığırtmaçlık hemen her yerde erkek işidir.26 Öte yandan, yi­ yecek toplayıcılığı da yerleşim merkezinin hemen yanındaki toprak parçalarına tohum ekimiyle sonuçlandı ve böylece bahçe tarımı da ka­ dınların işi oldu.27 Daha sonraları, öküzle çekilen sabanın bulunmasıy­ la birlikte çiftçilik de erkeklere geçti.28 Afrika'da sabanın yeni yeni kul­ lanılmaya başlandığı yörelerde çiftçiliğin kadınlardan erkeklere geçi­ şini bugün de gözlemlemek olasıdır.29 Kadınla erkeğin üretim biçimiyle olan ilişkilerinde görülen bu yer değiştirmeler babayanlı soyun ortaya çıkışını açıklıyor. Bu süreç avcı­ lıkla başladı, sığır yetiştiriciliğiyle yoğunluk kazandı, ama tarımın ilk evresinde tersyüz oldu. Bazıları, soy ilk başta anayanlı olduğuna göre nasıl oluyor da en ge­ ri halkların bir bölümü soylarının baba yanından geldiğini varsayıyor, buna karşılık daha ileri kimi halklar eski biçimi koruyor diye bir soru sormuşlardır. Bu soru, avcılık ekonomisine özgü cinsel işbölümünün 24 S. Zuckermann, “The Biological Background of Human Social Behaviour", Proceeding of the Second Conference on the Social Sciences at the Institute of Sociology ("Sosyoloji Enstitüsü'nde Yapılan Toplum Bilimleri Konulu ikinci Konferansın Tutanakları" adlı kitapta “insanın Toplumsal Davranışının Biyolojik Temelleri" bölümü), (Londra, 1936), s. 10. 25 B. Malinowski, The Family Among the Australian Aborigines (Avustralya Yerlilerinde Aile), (Londra, 1913), s. 275-283; H.H. Bancroft, Native Races of the Pacific States of North America (Kuzey Amerika'nın Pasifik Kıyısındaki Eyaletlerinde Yaşayan Yerli Irklar), (Londra, 1875-76), c. I, s. 66 , 131, 186, 196, 218, 242, 261-65, 340; Wirtschaftgeschichte des Altertums (Eskiçağda Ekonomi), c. I, s. 14, Erkeklerin yalnızca silahlarıyla dolaşmalarının gerekliliği yükleri niçin kadınların taşıdığını açıklıyor: H. Basedow, The Australian Aboriginal (Avustralya Yerlileri), (Adelaide, 1929), s. 112; J. Roscoe, The Bağanda, (Londra, 1911), s. 23; Origin o f the Inequality of the Social Classes, s. 15. 26 Aynı yerde, s. 15; E. Westermarck, The Origin and Development o f Moral Ideas (Ahlaksal Fikirlerin Doğuşu ve Gelişm esi), (Londra, 1906-8), c. I, s. 634, c. II, s. 227. 27 Material Culture and Social Institutions of the Simpler Peoples, s. 22: Wirtschafi-geschichte des Altertums, c. I, s. 14; bkz. Hold. Pont. RP. s. 23; Eus. PE. 6.10.18. 28 R.H. Lowie, Primitive Society (ilkel Toplum), (N ew York, 1929), s. 71,174,184; Mon Mokes Himself (Kendini Yaratan insan), s. 138. 29 E.J. Krige, Social System o f the Zulus (Zulu'larda Toplumsal Dizge), (Londra, 1936), s. 190: "Bugünlerde bu kural [toprağın kadınlar tarafından işlenmesi) büyük ölçüde Avrupa uygarlığının etkisi yüzünden gevşemiş bulunuyor, öküzlerin koşulduğu sabanın kullanılmasıyla birlikte çift sürme işini tümden erkekler üstlendi, çünkü kadınlar öküzlerle başa çıkamamakta."

T O T E M C İL İK

37

doğası gereği o ekonomiye babayanlı soya yönelik bir eğilim kazandır­ dığı ileri sürülerek yanıtlanabilir. Günümüzdeki avcı kabilelerin büvük bir bölümünün babayanlı olmalarının nedeni ekonomik yaşamla­ rının o düzeyde tıkanıp kalmış olmasıdır. Ne var ki, ileride de görece­ ğimiz gibi, uygar halkların tarihöncesinde anayanlı soyun, etnolojik bilgilere bakarak umabileceğimizden çok daha ileri bir aşamaya kadar varlığını koruduğu göze çarpıyor. Bu olgu da bu halkların avcılıktan tarıma hızla geçmiş olmalarıyla açıklanabilir. On dokuzuncu yüzyıl uzmanlarının yanılgısı, anayanlı soyun köke­ nini hesaba katma çabalarında yatıyordu. Morgan, toplumun ilk aşa­ malarına denk düştüğünü varsaydığı ortaklaşa evlilik koşullarında ço­ cukların babaları bilinmediği için ister istemez analarının klanına bağ­ lı sayıldıklarını ileri sürüyordu. Ama o koşullarda çocuğun anasının ya da babasının kim olduğu hiç önemli değildi.30 Ortaklaşa evliliği çöker­ ten de, bireysel mülkiyet haklarının gelişmesi sonucunda ana ve babanııı ilerici bir biçimde tanımlanması oldu. Dolayısıyla Morgan'm kura­ mının bu noktada düzeltilmesi gerekir. Bol bol bilgi edinme olanağı bulduğumuz birbirine epey uzak iki Avustralya kabilesinde, evli erkeklerin yakaladıkları avın bütününü ya da en iyi parçasını karılarının ana-babasına vermelerini zorunlu kılan ayrıntılı kurallara rastlıyoruz.31 Benzer kurallar dünyanın başka yerle­ rinde de karşımıza çıkıyor.32 Bu kurallar, erkeklerin gidip karılarının klanında, kadınları merkez alan anayanlı bir klanda yaşadıkları bir top­ lum düzeninin göstergesidir. Yukumbil adlı başka bir Avustralya kabilesinin eskilere uzanan bir geleneğine göre, erkekler ava giderken kanlarıyla çocuklarını da yan­ larına alırlarmış, ama sonraları çocukları yaşlı bir kadının gözetimin­ de geride bırakmayı uygun görmüşler.33 Avcılığın gelişmesiyle doğan işbölümü halkın belleğinde iyice yer etmiş. İlk kurulan kampı kadın­ lar çekip çeviriyordu. Klan, kadınları merkez alıyor ve çocuklar hangi klanda doğmuşlarsa o klana bağlı sayılıyorlardı. 30 Yeni Britanya Adasında yaşayan bir yerli kendisinin iiç anası olduğunu ileri sürerek böbürleniyordu. Üstelik kadınlar da "Onu üçüm üz doğurduk," diyorlardı: J.G. Frazer, Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik). (Londra, 1910), c. I, s. 305. 31 The Arunta, s. 494; Howitt, Native Tribes o f South-East Australia, s. 756-66. 32 A.C. Haddon, Reports o f the Cambridge Anthropological Expedition to the Torres Straits (Cambridge Tarafından İnsanbilimsel İncelemeler Amacıyla Torres Boğazına Yapılan Gezi Raporlan), (Cambridge, 1908), 5, s. 149-50; R. Briffault, The Mothers (Analar), (Londra, 1927), c. I. s. 268-430. 33 A. R. Raddiffe-Brown. 'Totemism in Eastern Australia",Journal o f the Anthropological Institute (Antropoloji Enstitüsü Gazetesi'nde "Doğu Avustralya'da Totemcilik” başlıklı yazı), (Londra, 1872), s. 403.

38

T a r ih ö n c e s İ Ege

İlkel sürüde ister istemez içten evlenme kuralı egemendi. Avustral­ ya geleneği bu olguyu anımsatan ipuçları da içeriyor. Kabile ataları kendi totemlerinin kadınlarıyla gelişigüzel cinsel ilişkide bulunuyorlarmış gibi gösteriliyorlar.34 İlkel sürüden kabileye (dıştan evlenme ku­ ralına dayalı klanlar toplancasma) geçişin, basit yiyecek edinme aşa­ masından üretim aşamasına geçiş tarafından zorunlu kılındığını; klan­ ların ekonomik karşılıklı bağımlılığının totem türüne konulan bir tabu biçimini aldığını ve bunun da her klanı kendi avlağında edindiği yiye­ cekleri öteki klanlarla paylaşmak zorunda bıraktığını söylemiştim. Pe­ ki, bu klanlar neden soyundan geldikleri ilkel sürü gibi kendi içlerin­ de çoğalmayı sürdürmüyorlardı? Başlangıçta her klanın yalnızca özel bir yiyecekle geçindiğini, erkeklerin evlendikleri kadının klanında ya­ şadıklarını ve emeklerinin ürünlerini o klanın üyelerine verdiklerini nedenleriyle birlikte görmüştük. Bu koşullarda, başka klanlardan koca alma uygulaması, her klanın kendi üretmediği yiyecekleri de elde etmesini ve böylece yiyecekleri­ ni çoğaltmasını sağladı. Dıştan evlenmenin başlangıçtaki işlevi, yiye­ cek dolaşımının gerçekleştirilmesiydi. Kabile, düşük üretim düzeyince belirlenen, dıştan evlenmeyle ger­ çekleştirilen, yansılama büyüsüyle bütünleştirilen ve ideolojik izdüşü­ münü hayvansı atalara tapınma biçiminde bulan bir işbölümü teme­ linde ilkel sürüden evrilip ortaya çıkan çok-gözeli bir organizmadır. Aşağı Avcılık evresindeki kabileler arasında bu totem kurum lan, doğrudan doğruya başlangıçtaki ekonomik işlevlerinden doğup geliş­ miş olmalarına karşın, hâlâ kabilelerin kendileri kadar kalıcı ve belir­ lenmiş olan uyumlu bir sistem oluşturmaktadır. Ama kabile yapısı, ço­ banlık ya da çiftçilik ekonomisi koşullarında çözüldüğünde, kutsal bit­ ki ya da hayvanla ilgili yansılama dansları ve resimleriyle, tüm canlı­ ların akrabalığına ilişkin örtük kuramıyla birlikte totem büyüsü ve onun dış dünyanın denetim altına alınmasını sağlayan somut işlevi de dağı­ lır ve üretim güçlerinin daha da gelişmesi sonucunda boy atan yeni işbölümleriyle beslenen ve sanatlar, bilimler, söylenceler, dinler, felsefe­ ler biçiminde ortaya çıkan birbiriyle bağıntılı bir yığın etkinliğe dönü­ şür. Basit yiyecek edinmeden üretime geçiş, insanoğlunun hayvanlar­ dan ayrıldığı andan başlayarak, insan kültürünün üzerinde gelişeceği temeldir artık.

34 B. Spencer ve F.J. Gillen, Native Tribes of Central Australia, (Londra, 1899), s. 419.

T O T E M C İL İK

39

4. Totemcilikte Doğum ve Ölüm Çevrimi Totemcilik bireyin yaşam tarihi üzerinde de izini bıraktı. Başlangıçta bütün çalışma ortaklaşaydı. Birey ancak bir topluluğun üyesi olarak sürdürebiliyordu varlığını, topluluk dışında varlığım sür­ dürmesi olanaksızdı. Topluluğun çoğalması, geçim araçlarının üretil­ mesinden ayrüamazdı. Avcılıkla geçinen kabilelerde, daha önce sözünü ettiğimiz cinsel iş­ bölümünün yanı sıra klan üyeleri çocuklar, yetişkinler ve yaşlılar diye sınıflara ayrılırlar. Çocuklar yiyecek toplama işinde kadınlara yardım eder, erkekler avlanır, yaşlılarsa yönetir ve denetler.35 Bu yaş sınıfları işlevsel bir temele dayanır. Gençlerle yaşlılar yiyecek bakımından ye­ tişkinlere bağımlıdır. Dolayısıyla, bu yaş sınıflarının en basit biçimleri avcılıktan öncelere rastlar. İlk başlarda iş göremez olanlar ölmeye bı­ rakılırdı, ama daha sonraları yaşlılar uzun deneyimleri sonucu bütün gelenek ve görenekleri doğal olarak çok iyi bildiklerinden ekonomik bir değer kazandılar ve böylece topluluğun ürün fazlası üzerinde hak sahibi oldular. Öte yandan, çocuk edinme her zaman yiyecek edinme kadar dirim­ sel bir işti. Gençlerin tüm eğitimi bu iki uygulayım üstünde yoğunlaş­ mıştı ve kadının çoğalmadaki rolü erkeğinkinden çok daha belirgin ve zor olduğundan çoğalmaya yardımcı olmak üzere yaratılan büyü da­ ha başından dişil bir damga taşıyordu. Bir yaş sınıfından öbürüne geçiş, erginleme törenleriyle gerçekleş­ tirilir. Bu törenlerin en önemlisi, ergenlik çağında düzenlenenidir; üre­ tim ve çoğalma konularında eğitilen delikanlı topluluğun tam bir üye­ si olur artık. Bu canalıcı değişikliğin (bedensel, zihinsel, toplumsal, eko­ nomik) önemi, ilkel düşüncedeki anlatımını, bireyin tören sırasında ölüp yeniden doğduğu inancında bulur.36 Bu, bütün bir din tarihinin temelinde yatan ana kavramlardan biri olduğundan ne anlama geldi­ ğini kavramak önemlidir. Yeni doğan bir çocuk, klan atalarından birinin yaşama geri dönme­ si, klan toteminin yeniden bir bedene kavuşması olarak karşılanır.37 35 Bu konuda yapılmış en iyi İnceleme hâlâ H. Webster'in Primitive Secret Societies (ikinci basım, New York, 1932) adlı yapıtıdır. Başlı başına kadınların erginlenmesine ilişkin bir yapıt yoktur. 36 Bkz. A. L. Cureau, Sovage Man in Central Africa (Orta Afrika'da Yabanıl insan), (Londra, 1915), s. 167: “Yerliler fiziksel yaşamdaki bütün önemli olayları, ardından bir dirilişin geldiği ölümle özdeşlerler.” 37 R. Karsten, The Civilisation o f the South American Indians (Güney Amerika Yerlilerinin Uygarlığı), (Londra, 1926), S. 416: “Bir çocuk dünyaya geldiği zaman, varedilen yaşam yeni bir yaşam değildir.

40

T A R İH Ö N C E S İ E g e

Dünyanın hemen her yerinde çocuğa dedelerinden birinin adını verme göreneği buradan kaynaklanmaktadır;38 adı verilen kişinin ölmüş ol­ masını gerektiren kuralla çoğu zaman ilintili bir görenektir bu.39 Ad, to­ teme ilişkin bir simgedir, bu yüzden de büyüseldir. İlkellerin adlarım yabancılara söylemeye yanaşmadıkları çok iyi bilinir. Çünkü bu adlar toteme değgin gizlerdir.40 Bu düşünceler öylesine köklüdür ki, kendi dil ailemizde bile name (ad) ve mark (işaret), kin (akraba) ve know (bilme, tanıma) sözcüklerinin kökeninde (latincesi nomen, nota, gens, gnosco) or­ tak bir temel görülür. Ad ile işaret aynı şeydir; ad sözlü olarak, işaret ise görsel olarak, o ad ya da işareti taşıyanda cisimleşen totemi dile ge­ tirirler. Erkek akraba taşıdığı ad ya da işaretle, yani totemiyle bilinir. Klanın atası bir çocuk olarak nasıl yeniden doğarsa, çocuk da ergen­ lik çağma eriştiğinde bir çocuk olarak ölür ve bir erkek ya da kadın ola­ rak yeniden doğar. Bu olay ona yeni bir ad verilerek belirlenir. Yetiş­ kinin yaşlılığa geçmesi de aynı biçimde gerçekleştirilir. Gerçi bu ikin­ ci aşama birincisi kadar kalıcı olmamıştır, ama gene de otacılığa ya da büyücülüğe alınma törenlerinde varlığını yaygın bir biçimde sürdür­ mektedir. Bu törenlerde de çırağa yeni bir ad verilir.41 Yaşlı bir adam en sonunda öldüğü zaman en yüksek sınıfa, totem atalarının arasına girmiş sayılır, zamanı geldiğinde bu sınıfın içinden yeniden ortaya çı­ karak aynı çevrimden bir kez daha geçecektir. Doğum ölümdür, ölüm de doğum. Doğum ve ölüm, sonsuz bir değişim sürecinin birbirini bütünleyen iki yönüdür. Üyeliğe alman kişinin yeniden doğuşu oyunlaştırma yoluyla sunu­ lur. Çoğu zaman son derece gerçekçidir tören. Ölme ve dölyatağından doğma eylemi olduğu gibi yansılanır, otacılığa ya da büyücülüğe alı­ nacak olan çırak, bir tanrı ya da ruh tarafından yutulup kusuluyormuş gibi devinimlerde bulunur.42 Daha ileri kültürlerde tören daha ince bi­

38

39 40 41

42

Doğan çocuğun varlığında yeniden dünyaya gelen atalardan birinin yaşamıdır. Öte yandan, bir yerli ölünce yaşamı sona ermez. Ölüm, yaşamın sona ermesi demek değildir, bir yaşam biçiminden başka bir yaşam biçimine geçiştir yalnızca." Totemism and Exogamy, 2, s. 302, 453, 3, s. 298; The Civilisation o f the South American Indians, s. 417; Social System o f the Zulus, s. 74; A.C. Hollis, The Masai, their Language and Folklore (Masai Halkı, Dilleri veTöresel Yaşamları), (Oxford, 1905), s. 305. Ancient Society (Eski Toplum), s. 78; J. H. Hutton, The Sema Nagas, (Londra, 1921), s. 237; A. Playfair, The Caros, (Londra, 1909), s. 100. Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), c. I, s. 196-7, 489. Native Tribes o f South-East Australia (Güneydoğu Avustralya’daki Yerli Kabileleri), s. 738; A. Van Gennep. Les rites de passage (Geçiş Törenleri), (Paris, 1909), s. 89; Webster. Primitive Secret Societies (İlkel insanlarda G izli Dernekler), s. 174-5. Primitive Secret Societies, s. 38; J. Hastings, Encyclopaedia of Religion and Ethics (Din ve Ahlâk

T O T E M C İL İK

41

çimler alır. Sözgelimi, büyü uykusu ya da büyü düşünde çırak bir ço­ cuk olarak yatırıldığı uykudan bir yetişkin olarak uyanır43 ya da yeni kimliğine bürünmeden önce eski kimliğinden kurtulması gerektiği dü­ şüncesiyle erkek çocuksa kız çocuk gibi, kız çocuksa erkek çocuk gibi giydirilir.44 Erginleme töreninden geçecek adaylar köyden alınıp götü­ rüldüklerinde, anaları, sanki ölmüşler gibi arkalarından yas tutar. Aday­ lar törenden döndükleri zaman konuşmasını ve yürümesini bilmeyen ya da akrabalarını tanımayan küçük çocuklar gibi davranırlar. Bu törenlerin yaygın özelliklerinden biri de bedenin bir parçasının ameliyat edilmesi ya da kesilmesidir. Kızlık zarının delinmesi, sünnet derisinin kesilmesi ya da alttan yarılması, dişlerden birinin çekilmesi, saçların kesilmesi gibi işlemlerdir bunlar 45 Kızlık zarının delinmesi dı­ şında, bunların hiçbiri yararcı bir değer taşımaz; sünnetin de başlan­ gıçta kızlık zarım delme töreninden örnek alındığı ileri sürülmüştür.46 Bütün bu örneklerde, kesilen parçanın özenle saklanması zorunludur.47 Dolayısıyla, bu işlemler, ölülerin yeniden doğabilmeleri için bedenle­ rinin tümü ya da bir parçasının alıkonulduğu gömme törenleriyle bel­ li bir koşutluk gösterir. Yeryüzünün birçok yerinde, ölünün, kollarıy­ la bacakları göğsünün üstünde toplanmış olarak iki büklüm durumda gömülmesinin temelinde de aynı ilke yatar; böylece çocuğun dölyatağındaki duruşu benzetlenmiş olur.48 Ayrıca bir de arındırma ve sınama törenleri vardır. Gençler su ya da kanla temizlenir, ırmak ya da denizde yıkanır ya da ateşten geçirilir­ ler; kimi zaman da zorlu engelleri aşmak zorunda oldukları yarışlara girer ya da çokluk ölümle sonuçlanan düzmece dövüşlere sokulurlar; bayılıncaya dek kamçılanırlar, kulak memeleri ya da burunları delinir, bedenlerinde yaralar açılır ya da dövmeler yapılır. Bu sınama törenle­ rinin çoğunda rastlanan bedensel acı çekme her yerde başarısızlığın ye­ tersizlik ve aşağılanma anlamına geldiği bir güç sınaması olarak açık­

43 44 45 46 47 48

Ansiklopedisi). (Edinburgh, 1908-18). 7, s. 318: "Benediktin rahipliğine alınma töreninde rahip adayı dört mumun arasına yatırılır ve üzerine bir kefen örtülerek bir ölü için yapılan işlemler yapılır, orada bulunan topluluk da hep bir ağızdan Mezmurlar Kitabından 51. Mezmuru okur." Totemisin and Exogamy, 3, s. 370-456; Primitive Secret Societies, s. 154. W.R. Halliday, “The Hybristika", Annual o f the British School at Athens (Atina Ingiliz Okulu Yıllığı), (Londra, 1894), 16, s. 2 12 . Primitive Secret Societies, s. 32-8. The Mothers (Analar), s. 325-33. Primitive Secret Societies, s. 36. E.D. Earthy, Vaknge Women (Oxford, 1933) adlı yapıtında, "amacın, çocuğu dünyaya geldiği sıradaki koşullarda ve durumda gömmek olduğunu" açıkça belirtir.

41

T A R İH Ö N C E S İ EGE

lanır.49 Çoğu zaman töreni yöneten yaşlılar sınamanın acımasızlığını bile bile artırırlar, böylece gençleri iyice sindirerek onlarda tartışmasız boyun eğme alışkanlığının yer etmesini sağlamaya çalışırlar.50 Ama bü­ tün bunların ardında bedensel istekleri körletme ya da arındırma, döl­ lendirme ya da yeniden doğuş dürtüsü yatar. Nasıl kirlenme hastalık, hastalık da ölüm anlamına gelirse, arındırma da yaşamın yenilenmesi anlamına gelir. En sonunda gençlere cinsel ve toplumsal davranışla ilgili bilgiler ve­ rilir. Bu iş vaızlar, sorgulamalar ve yansılama danslarıyla ve kutsal nes­ nelerin, özellikle de cinsellik simgelerinin açıklanmasıyla gerçekleşti­ rilir.51 Tören tümüyle gizlidir; yerleşim merkezinin uzağında, genellik­ le önceden hazırlanmış bir tören alanında yapılır. Yaşlılar ve erginle­ me töreninden geçmiş yardımcılar dışında herkes tören alanından uzak­ laştırılır ve oraya yaklaşırlarsa ölüm cezasına çarptırılacakları yolunda uyarılır. Çoğu zaman gerçek erginleme töreninden önce adaylar de­ nenmek amacıyla bir süre yalnız bırakılırlar, törenden sonra salıveri­ lince de yaptıkları, gördükleri ya da duydukları konusunda törenden geçmemiş olanlara hiçbir şey söylememeleri yolunda sıkı sıkıya tem­ bihlenirler.

5. Totemcilikten Dine Totemcilik gelişmiş dinden, Tanrı yakarılarına başvurulmamasıyla, buyrukların bulunmasıyla ayrılır. Tapınıcılar kendi istemlerini toteme büyünün zorlayıcı gücüyle dayatırlar52 ve bu ortaklaşa zorlama ilkesi topluluğun her bir üyeden ve üyelerin tümünden üstün tutulduğu bir toplum düzeltine uygun düşer. Bütün topluluğun birleşik çabası top­ luluğun varlığını korumayla sınırlı kaldığı sürece, bireysel yetilerle ka­ zanılan saygınlık dışında hiçbir ekonomik ya da toplumsal eşitsizlik söz konusu olam az.53 Avustralya'da durum hâlâ böyledir. Kabilenin 49 Primitive Secret Societies, s. 34-5. 50 Aynı yerde, s. 59-66. 51 Aynı yerde, s. 49-58. Avcı kabilelerin çoğunda delikanlılar erginleme törenlerinin hemen ardından evlendirilir ve evlenme sırasında ayrı bir tören yapılmaz. Delikanlıların erginleme töreni sırasında verdikleri sınavlar evlilik için bir önkoşul sayılır ve bazan gelinin klanından erkekler tarafından uygulanır. Sonradan bütün dünyada yaygınlaşan evlenme öncesi yarışmalar buradan kaynaklanmıştır. 52 J.G. Frazer, Totemica, (Londra, 1937), s. 257. 53 Aşağı Avcılık evresinin kabilelerinde yaşlıların durumu, C. Hose ve W. McDougall'ın Pagan Tribes of Borneo (Londra, 1912), ve B. Spencer ve F.j. Gillen'in The Arunta (Londra, 1927) adlı yapıtlarında

T O T E M C İL İK

43

başındaki adamın durumu herkesin onayına bağlıdır. Avustralya ka­ bilelerinde ne şefler vardır, ne de tanrılar. Din adını verdiğimiz şeye özgü daha ileri tapınma biçimleri, azınlı­ ğın çoğunluğun sırtından geçinmesini olası kılan üretim fazlasını ge­ rektirir. Başkanlık giderek seçime dayanma niteliğini yitirir, soydan geçme bir şeflik olur çıkar. Toteme yakanlar ve övgülerle yaklaşılır, to­ tem insan biçimine bürünür ve Tanrı olur.34 Uyrukları için şef neyse, topluluk için de Tanrı odur. Tanrı, ideal şefe yakıştırılan tüm nitelik­ lerle donatılır. Tanrı'ya, gerçek şefe sunulan hizmetlerin örnek alındı­ ğı törenlerle tapınılır.55 Bir Yunan atasözünde belirtildiği gibi, arma­ ğanlar tanrıları da yola getirir, yüce kralları da.56 Tanrı düşüncesi kral­ lık gerçekliğinin bir izdüşümüdür. Ama insan bilincinde bu ilişki ters­ yüz edilmiştir. Kralın gücünü Tanrı'dan aldığına inanılır ve kralın is­ temi Tanrı'nın istemi olarak kabul edilir. Kendi doğrulanışını tanrısal güçlerde bulan sınıf ayrıcalığının daha da artması, bu tanrısal güçlerin gitgide karmaşıklaşmasına yol açar. Egemen klan, yetkesini genişlettikçe, öteki klanların totem tanrılarını kendine bağlar ve kendi totem tanrısına katar. Egemen klanın totemi, kabilenin ya da kabileler birliğinin tanrısı durumuna gelir ve en sonun­ da da devletin tanrısı olur. Kimi tanrılar öteki tanrılara üstün gelir; kral­ lar ve ülkeler arasında patlak veren savaşlar bir kez de gökyüzünde ve­ rilir. Mısır firavunlarının görkemli giysilerini süsleyen totem belirtkeleri gerçekte kabilelerin çözülerek bir krallık altında birleşmelerini sim­ geler. Tigris (Dicle) ve Euphrates (Fırat) kentleri arasındaki bitmek tü­ kenmek bilmeyen düşmanlıklar ve savaşların yansıması, Babil tanrıla­ rının birleşik ve değişken niteliklerinde görülür.57 Ama gene de bu tanrılar kökenlerinin izini hiçbir zaman sırtların­ dan atamamışlardır. Hâlâ hayvan kılığına bürünüp cisimleşebilmektedirler; hâlâ çevrelerinde uşakları ya da belirtkeleri olarak ortaya çıkan

54 55 56 57

çok güzel anlatılmıştır: "Başlı başına yaşlılık hiçbir ayrıcalık getirmez, yaşlılık ancak özel bir yetenekle birleştiği zaman belli bir ayrıcalık sağlar, kabilenin şefi diye bir şey kesinlikle yoktur." Northern Tribes o f Central Australia (Orta Avustralya'daki Kuzeyli Kabileler), s. 490-1; Native Tribes o f South-East Australia (Güneydoğu Avustralya'daki Yerli Kabileleri), s. 488-508. A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study o f the Jukun-speaking Peoples o f Nigeria (Bir Sudan Krallığı: Jukun Dili Konuşan Nijerya Halkı Üzerine Etnolojik Bir inceleme), s. 217. Platon (Eflatun), Devlet, (Üçüncü basım, Haziran 1975, Remzi Kitabevi, Çevirenler: S. Eyüboğlu - M. Ali Cim coz), 390. Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), 1, s. 81. 2, s. 139,151,166; A. Moret ve G. Davy, From Tribe to Empire (Kabileden İmparatorluğa). (Londra. 1926), s. 143-5; W. Robertson Smith, Religion o f the Semites (Samilerin Dini), (Üçüncü basım, Londra, 1927), s. 73; F. Engels. Ludwig Feurbach, s. 65-9.

44

T A R İH Ö N C E S İ E g e

kutsal hayvanlar dolaşmaktadır;58 hâlâ olağandışı bir biçimde hayvan­ lar tarafından dünyaya getirilmektedirler. Dinsel simgecilik hâlâ Taıırı'nm kökeninde yatan hayvanların izlerini taşımaktadır. Totemin tanrıya dönüşmesiyle birlikte totem töreninin yerini de kur­ ban töreni aldı. Çoban toplulukların çoğunda sığırların etinden değil, sütünden yararlanılır ve dolayısıyla da özellikle ineklerin etinin yenil­ mesi yasaktır.59 Böylece totem tabusu yeni bir işleve uyarlanmıştı. Bu arada çoğaltma töreni de ortak bir şölene dönüşmüştü; klan üyeleri za­ man zaman şeflerinin yönetiminde bir araya geliyor ve tören gereği kutsal sürülerin etinden bir parça alıyorlardı. Şölen bir kurbanla başlı­ yordu; yani ilk kesilen et klan üyeleriyle birlikte sofraya oturan klan tanrısına sunuluyordu. Çünkü klan tanrısı klan üyelerinin akrabasıydı ve şeflerin şefi sayıldığı için klan şefinden önde geliyordu. Tarım topluluklarında, ilk hasadın Tanrı'yı simgeleyen şef ya da rahibe su­ nulması da, ekin böliişülürken ilk payın şefe ayrıldığı zamanlardan kal­ ma bir görenektir.60 Daha sonraları bile, gizemsel derneklerin törenle­ rinde de aynı örneğe rastlanabilir. Sınıf çatışmaları karşısında belleri bükülen ve ezilen insanlar, rahiplerinin yönetimi altında, tanrılarının etini yiyip kanını içiyor, böylece yitirilmiş bir eşitliğin yanılsamasıyla besleniyorlardı. Kullarının yaşayabilmesi için Tanrı'nın ölmesi gerek­ tiği inancı, daha o zamanlar, örtük bir biçimde de olsa totem törenle­ rinden birinde vardı; her yıl düzenlenen bu törende kutsal hayvan öl­ dürülür, böylece çoğalacağına inanılırdı. Dinsel tören nasıl totem ya­ sağının tören sırasında çiğnenmesinden kaynaklanmışsa, paylaşım tö­ reni de klanın ortaklaşa emeğiyle yaratılan zenginliğin ortaklaşa ola­ rak tüketilmesinin yüceltilmiş bir imgesidir.

6. Yontmataş Çağı Avrupasında Totemcilik Çağdaş arkeologların çoğu karşılaştırmalı yöntemi yadsıyor.

58 ilinti kurulan nesne ilk ağızda tanrısal gücün bir yığınağı olarak görülür; The Civilisation of the South American Indians (Güney Amerika Yerlilerinin Uygarlığı), s. 207. 59 Religion o f the Semites, s. 223;). Roscoe, The Bakitara or Banyoro, (Cambridge, 1923), s. 6 ; Social System o f the Zulus (Zulu'larda Toplumsal Dizge), s. 55. Bu kural evrensel değildir:). H. Hutton, The Sema Nagas, Londra, 1921; P. R. T. Gurdon, The Khasis, Londra, 1914. Daha sonraları saban öküzünün kesilmesi de yasaklanmıştır. 60 Religion o f the Semites (Samilerin Dini), s. 244-54.

T O T E M C İL İK

45

Yalnızca arkeoloji tarafından bilinen bazı halkların bazı şeyleri nasıl ger­ çekleştirmiş ya da nasıl açıklamış olabileceklerini gözler önüne serebil­ mek için sık sık günümüzdeki ilkellerin düşünce ve uygulamalarına başvuracağız. Ne var ki, günümüzdeki bu tür uygulama ve inançların somut olarak gözlemlenen eski nesneler, yapılar ya da işlemlere ilişkin birer açıklama ya da yorumlama olarak kullanılmaları dışında hiçbir geçerlilikleri yoktur. Kalıcı sonuçlar bırakan ve arkeologun kazmasıy­ la ortaya çıkarılabilen eylemlerde dile getirilmiş olanları saymazsak, ta­ rihöncesi insanların düşünceleri ve inançları bir daha geri gelmemecesine yok olup gitmiştir.61 Burada kimi noktalar abartılırken, kimi noktalar da küçümseniyor. Bir kere, etnolojik bilgilerin toplumsal bağlamlarını çözümleyip sınıf­ landırmadıkça, onları bir açıklama ya da yorumlama olarak bile kulla­ namayız. Örneğin, Bantuların yaşamsonrasına ilişkin düşüncelerinin Aurignacien gömme törenlerinin yorumlanmasıyla bir bağıntısı oldu­ ğunu kabul edemeyiz, çünkü Bantu toplumu Aurignacien kültürün­ den daha ileri bir aşamanın toplumudur. Buna karşılık, tarihöncesi in­ sanların düşünce ve inançlarının, kazılarla ortaya çıkarılabilenler dı­ şında, yok olup gittiğini ileri sürmenin hemen hiçbir anlamı yoktur. Bütün sorun, bunların ne ölçüde yok olup gittiğidir. Bunu yanıtlamanın tek yolu da, genel olarak ilkel düşüncenin niteliğini gözden geçirmek, yani karşılaştırmalı yöntemi uygulamaktır. Soruna bu açıdan yaklaşır­ sak, sorunu uygun bir temelde ele alırsak, arkeoloğun kazmasının ge­ nellikle sanıldığından çok daha derinlere indiğim görebiliriz. Arkeoloğun günışığına çıkardığı Yontma taş Çağı kalıntıları arasın­ da köpek kemiklerine rastlanır. Bu hayvanların çevrelerine karşı tıpkı Pavlov'un köpeği gibi tepki göstermiş olmaları gerekir, çünkü onunla aynı türdendirler. Hayvan davranışını belirleyen, dış uyarımlara tep­ ki olarak gösterdiği bedensel güdülerdir. İnsandaysa bu güdüleri, hem de uygarlığın gelişm esiyle orantıü olarak artan bir ölçüde geliştiren, toplumsal gelenektir. Dahası, insanoğlunun toplumsal geleneğinin ge­ lişmesini belirleyen de, araçları kullanmasıdır, üretimdir. Uygar dü­ şüncenin zengin bireyselliği, toplumsal ilişkilerimizin karmaşıklığı, çok yönlü işbölüm leri, m odern sanayinin üstün uygulayım ı hep üretim 61 Man Makes Him self (Kendini Yaratan insan), s. 53. Childe bu tutumunu değiştirm iştir, bkz. Southwestern Journal o f Anthropology dergisinde (2. s. 343) “Arkeoloji ve Antropoloji" başlıklı yazı: “Yaşam biliminde paleontoloji ile zooloji nasıl karşılıklı bir onsuz edilemezlik taşıyorsa... arkeoloji İle antropoloji de insan biliminde birbirini bütünleyen iki gelişmedir."

46

T A R İH Ö N C E S İ EGE

güçlerinin yüksek gelişmesinin farklı düzeylerdeki yansımalarıdır. Kal­ dı ki, insan bilincinin çevresi üzerindeki denetimini durmadan geniş­ letebilmesini sağlayan da bu üretim güçleridir. Daha alt düzeylere git­ tikçe, üretim uygulayımının gerilediğini, işbölümlerinin bir bir orta­ dan kalktığını, toplumsal örgütlenmenin yalınçlaştığım, insan bilinci­ nin daha yalınkat bir niteliğe büründüğünü ve salt varolma savaşımı tarafından daha dolaysızca belirlendiğini ve en sonunda da hayvanla­ rın düzeyine indiğimizi görürüz. De Pradenne'in deyişiyle, "insanın gelişme aşaması ne kadar ilkelse, yaşamı da o kadar daha fazla çevre­ si tarafından koşullandırılır."62 Bu, günümüzdeki AvustralyalIlar için ne denli doğruysa, Yontma­ taş Çağı insanı için de o ölçüde doğrudur. Ve bu iki durumda da, yi­ yecek toplayıcılığı ve avcılığa bağımlı olan üretim biçimi aynıdır. Bu yüzden, ortak bir ekonomik temele dayanmaları bu iki kültürün karşılaştırılabilirliğini kanıtlamaktadır. Hiç kuşku yok ki, tarihöncesi kültürü inceleyip öğrenme yolunda­ ki bütün çabalar arkeoloğun kazmasının açığa çıkarabildikleriyle sınır­ lıdır. Peki, nedir arkeoloğun açığa çıkardığı? AvustralyalIlar kayaları ve mağaraları insan ve hayvan resimleriy­ le bezemlerler.63 Bu "resimli mağaralar"a Batı Avustralya, Kuzey Böl­ gesi ve Queensland gibi birbirinden epeyce uzak yörelerde rastlanmış­ tır. Özellikle çokça rastlandıkları Kuzey Kimberley'de her yerel toplu­ luğun avlağında mutlaka bir resimli mağara bulunduğu anlaşılmakta­ dır. İnsan resimleri arasında hem erkek, hem de kadın resimleri bulun­ makta ve kadın resimlerinde abartılmış cinslik işaretlerine rastlanmâktadır. Hayvanlar ve bitkilerse, anlaşılabildikleri kadarıyla, hep yenile­ bilir türlerdir: Kangurular, kertenkeleler, nalgo meyvaları.64 Aynı za­ manda, kanguru taşıyan bir erkeği ya da ceplerinde yavrularıyla bir dişi kanguru sürüsünü gösteren bileşik resimler de görülmektedir. Sık rastlanan çizimler arasmda bir de insan elinin izi ya da kalıbı göze çarp­ maktadır; bunlar elin ayasına yaş boya sürülerek ya da el kayanın üs­ tüne konulup elin tersine toz dökülerek yapılmışlardır.65 62 A. V. De Pradenne, Prehistory, (Londra, 1940), s. 12. 63 C. Grey, Journals o f Two Expeditions of Discovery in North-Western and Western Australia (Kuzeybatı ve Batı Avustralya’da yapılan iki Keşif Seferinin Tutanakları), (Londra, 1841), 1, s. 201-6; A. P. Elkin, ’’Rock Paintings of North-West Australia" (Oceania, (Melburn/Londra, 1931), s. 257-79. 64 Aynı yerde, s. 277. 65 Journals o f Two Expeditions of Discovery in North-Western and Western Australia, s. 204; “Rock Paintings of North-West Australia” (Kuzeybatı Avustralya’daki Kaya Resimleri), s. 261. 66 Aynı yerde, s. 261-3.

T O T E M C İL İK

47

Bu resim ve çizimleri yorumlayabilmek için, bunları bugün de tören­ sel amaçlarla kullanmakta olan yerlilerin kendilerine danışabiliriz. Çift­ leşme mevsiminin başında, yağmur yağmasını ya da betimlenen türle­ rin çoğalmasını sağlamak amacıyla resimler yeniden boyanır ya da dü­ zeltilir. Böylelikle kanguruların ya da nalgo meyvalarınm bollaşması sağlanır ve kadınlar doğurgan kılınır.66 Çoğaltma töreninin değişik bir biçiminden başka bir şey değildir bu. Resim sanatı adım adım bağım­ sızlığına yürümektedir, ama gene de henüz büyüden kopmuş değildir. Bu resimlerde kullanılan uygulayım, kaba ve ilkeldir. Çoğu zaman resimlere ulaşmak oldukça güçtür. Kuzey Kimberley'de tavanında bezemler bulunan bir mağara vardır; bu bezemleri görebilmek için emek­ leyerek epeyce gitmek, sonra da sırtüstü dönmek gerekir.67 Bu da, kuttörenin yerli kültürün çözülmesinden önceki dönemlerde daha karma­ şık olduğunu göstermektedir. Mağara resimlerine Avustralya dışında da rastlanıyor. Avcılıkla ge­ çinen başka bir totemci topluluk, Afrikalı Buşmanlar azala azala en so­ nunda Güney Afrika'da yaşayan birkaç bin kişiye inmişlerdir, ama bir zamanlar tüm Afrika'yı dolaştıkları anlaşılmaktadır, çünkü bunların yaptığı resimler Büyük Sahra'da ve Tanganika Gölü yöresinde de gö­ rülmüştür.68 Gerçi bu sanat bugün artık ölmüştür, ama bundan elli yıl öncesine kadar Transval'da hâlâ yaşıyordu ve günümüzde de yerliler tarafından hâlâ açıklanabiliyor. Buşmanların bu mağara resimleri Avustralya'dakilerle karşılaştırıldığında, uygulayımsal bakımdan daha ile­ ri ve anlayış bakımından daha sağlamdır. En güzel örneklerden birin­ de, bir devekuşu sürüsü betimlenmiştir; devekuşlarından biri ok ve yay taşımaktadır ve ayakları insan ayağıdır.69 Hayvanlara ok atabilecek ka­ dar yaklaşmak amacıyla devekuşu kılığına girmiş bir avcı olmalıdır bu. Belki de bu avcı bir devekuşu klanının üyesiydi. Bir başka resimdeyse, dans eden altı erkek vardır. Kafalarına antilop başı geçirilmiş dansçı­ ların çevresinde kadınlı erkekli toplanmış el çırpan izleyiciler görül­ mektedir.70 Bu da olsa olsa bir antilop klanının yansılama dansıdır. Yukarı Yontmataş Çağı Fransasmdaki ve özellikle de doğu Ispan­ ya'daki mağara resimlerini Buşmanların bu sanatıyla karşılaştırabili­ riz.71 Aralarında o denli büyük bir benzerlik vardır ki, kimi uzmanlar 67 Aynı yerde, s. 258. 68 L. S. B. Leakey. Stone Age Africa (Taş Çağı Afrikası), (Oxford, 1936), s. 137-60.

69 L. Adam, Primitive Art (İlkel Sanat). (Londra, 1940), s. 88. 70 Aynı yerde, s. 4. 71 M. C. Burkitt, Prehistory, (İkinci basım, Cambridge. 1925). s. 192-221.

48

T A R İH Ö N C E S İ E g e

bunların hepsini aynı halkın elinden çıkma yapıtlar olarak görmekte­ dir. Yontmataş Çağı'nda basit oyma ve kabartmalara, sarmallara ve ka­ ba hayvan resimlerine rastlanmaktadır. Zamanla bunların yerini insa­ nı şaşırtacak kadar canlı erkek geyikler, yaban sığırları ve daha başka hayvanlar, av ve savaş sahneleri ve geyik başı takmış erkekler almış­ tır. Sık görülen çizimlerden biri de insan eli kalıbıdır.72 Mağaralarda sürekli oturulduğunu gösterir hiçbir belirti yoktur, üstelik resimlerden bazıları Kuzey Kimberley'dekilerden bile daha zor erişilebilir yerler­ dedir. Örneğin, Niaux'daki bir mağara bir buçuk kilometre derinliğindedir. Mağara ağzında resim yapmaya elverişli birçok yüzey bulun­ masına karşm, ilk resimlere ancak altı yüz metre kadar içerilerde rastlanmaktadır. Bugün bütün arkeologlar bu resimlerin büyüsel amaçlar­ la yapıldığı konusunda birleşmektedirler. Hiç kuşkusuz, hayvan kılı­ ğına girmiş bir erkekle hayva­ nın kendisini birbirinden ayırt etmek kolay değildir, ama ki­ mi örneklerde bu ayırım yanıl­ gıya yer bırakm ayacak kadar açıktır. Pirene D ağlarınd aki mağaralardan birinde kafasına geyik boynuzları geçirmiş, ar­ kasına da kısa bir kuyruk tak­ mış bir erkek resm i vardır.73 Mege'deki bir kaya sığınağın­ da bir geyik boynuzu bulun­ muştur. Boynuzun, dağkeçisi Resim 1. Dağkeçisi dansı: Yontmataş Çağı geyik boynuzu. postlarına bürünmüş, kafaları­ na dağkeçisi başlan geçirmiş dans eden üç insan resm iyle süslendiği görülmektedir.74 Bu da başka bir totem dansıdır. Bu Yontmataş Çağı toplulukları totemci topluluklardı. Totemci ol­ duklarına göre, totemcilikteki doğum ve ölüm çevrimiyle bağıntılı ol­ 72 R. A. S. Macalister, Textbook o f European Archaelogf (Avrupa Arkeolojisinin Ders Kitabı), (Cambridge. 1921), 1, s. 456. El izine Libya mağaralarında da rastlanmaktadır: R. F. Peel, 'Rock Paintings from the Libyan Desert', ('Libya Çölünde Kaya Resimleri') An. 13. 389. 73 Prehistory, s. 311. 74 Aynı yerde, s. 308: Res. I. Macalister'in, bu resimlerin totemciliği ele verdiği yolundaki yorumlara karşı çıkması, totemciliği yanlış anlamasından kaynaklanmaktadır.

T O TE M C İL İK

49

duklarını varsaymamız gerekiyor. Burada da arkeolog bir kere daha elini uzatıyor bize. Ölülerin iki büklüm olarak, başka bir deyişle çocu­ ğun anasının dölyatağm daki durumunda göm ülm elerine A vustral­ ya'da olmasa bile öteki bütün anakaralarda ileri kabileler arasında yay­ gın bir biçimde rastlanmaktadır. Ölülerin bu durumda gömülmesi Yontmataş Çağı'ndaki ölü gömmelerde büyük bir yaygınlık göstermekte, Cilalıtaş Çağı'ndaysa nerdeyse her yerde görülmektedir.75 Erginleme törenlerinde gövde sakatlamanın Avustralya'ya özgü bi­ çimleri gövdede yaralar açma ve diş sökmedir. Gövdede yaralar açma­ nın Yontmataş Çağı Avrupasında uygulanıp uygulanmadığı sorusunu arkeolojinin yanıtlaması hiçbir zaman olası değildir. Ama Kuzey Afri­ ka'daki Kapsiyen kültürün kalıntıları arasında üst öndişleri sökülmüş birçok kafatası bulunmuştur. Bu dişlerin kendiliğinden sökülmediği açıktır.76 Burada söz konusu olan, Yontmataş Çağı'na özgü bir ergin­ leme törenidir. Açılmış el izi, Akdeniz ve Yakındoğu'da kötülüklere karşı koruyu­ cu bir simge olarak hâlâ yaygındır. Bu yörelerde kapılara ve duvarla­ ra çıkarılmış ya da kadınların yüzlerine dövme olarak yapılmış el izle­ rine rastlanabilmektedir.77 Yontmataş Çağı'na değgin çeşitli örnekler­ de bir ya da birkaç parmağın bir bölümünün ya da tamamının kopuk olduğu görülmektedir.78 Bu da, erginleme törenlerindeki gövde sakat­ lamanın başka bir örneğidir ve bunu uygulayanlar arasında Avustral­ yalIlar ve Buşmanlar da vardır.79 Böylesine garip bir göreneğin doğ­ masının birden çok nedeni olamaz. Son olarak, bu tarihöncesi kültürler totemciyseler, aynı zamanda dıştan evlenme kuralına bağlı olmaları gerekir. Çünkü dıştan evlenme, totem klanının yapısının özünde varolan bir kuraldır. Böylece koşut­ luk tamamlanıyor. M organ'ın yetmiş yıl önce ortaya attığı savın, yani evrensel olarak insanın toplumsal evrimüıdeki ilk aşamanın kabile dü­ zeni olduğunu ileri süren savın doğrulanmasında arkeoloji ile etnolo­ ji birleşiyor. M organ'ın o zamanlar bilmediği arkeolojik veriler tartışıl­ mıyor; Morgan'ın yol göstermiş olmasına karşın bu veriler yorumlan­ madan öylece bırakılmıştır. Oysa kazı çalışmaları yapılmıştır, hem de büyük bir ustalıkla. Öyleyse M organ'dan sonrakiler ellerinde bunca 75 76 77 78 79

Aynı yerde, s. 163. A. V. De Pradenne. Prehistory, s. 161. Textbook o f European Archaelogy, 1, s. 509. Aynı yerde. 1. s. 458.511. Native Tribes o f South-East Australia (Güneydoğu Avustralya'daki Yerli Kabileleri), s. 746-7.

50

T A R İH Ö N C E S İ EGE

gereç de bulunmasına karşın gerekli sonuçları çıkarma konusunda ne­ den bu kadar isteksizlik göstermişlerdir? Çünkü onlar, Morgan'm, in­ san ilerlemesinin birlik ve sürekliliğine ilişkin kavrayışını yitirmişler­ dir. Birbirlerinin bahçesine girmemek, toplumsal bilim ler alanındaki kentsoylu uzmanlar için bir onur sorunu olup çıkmıştır. Gelişigüzel ve bölük pörçük çabalar dışında arkeologların etnoloji alanındaki bilgiler­ den yararlanmaları nerdeyse "yasadışı" sayılmaktadır. Gene, etnoloji ve toplumsal antropoloji uzmanlarının arkeoloji konusunda vardıkla­ rı sonuçlan açıklamaları da aynı ölçüde yasadışıdır; bu tür açıklamala­ rı ancak rastlantısal bir "m erak" sonucu yapabilirler. Bakın, böyle dü­ şünenlerden biri ne diyor: Arkeolog geçmişle değil, şimdiyle ilgilenir... Uzak geçmişe gömülmüş bulunan ilk insanların ve belki de kendi unutulmuş atalarımızın bazı inanç ve göreneklerinin merak sonucu açığa çıkarılmış ve tanımlanmış olması ise bir başka konudur.80 Demek ki, etnologlar, tarihöncesi totemciliği, arkeologların genel olarak totemciliği ele aldıkları gibi ele alıyorlar. Her iki durumda da, geriye anlatacak kim senin kalmadığı "b ir başka konu"dur bu. Tüm konunun baştan sona anlatılması, yalnızca geçmişin bir uzantısı ola­ rak şimdiyi günışığına çıkarmakla kalmayacak, aynı zamanda gelece­ ğin üzerindeki örtüyü de kaldıracaktır. Gerçekte, bütün sorun da bu­ radadır.

80 A. Goldenweiser, Anthropology (Antropoloji), (Londra, 1937), s. 47.

51

II

AKRABALIK ADLIĞI

1. Kabile Yapısı İlkel sürü kendi içinde bölünerek evrildi. Önce ikiye bölündü, son­ ra her yarım yeniden iki ya da daha fazla birime ayrıldı. Böylece, her biri birçok klanı içeren iki yarım'dan oluşan kabile doğmuş oldu. Da­ ha sonraları bu klanlar da bölündüler ve ortaya, her biri birçok fratri ya da klan kümesi içeren iki yarım'dan oluşan bir kabile çıktı. Temel birim, klandır. Fratri, tek bir klandan evrilen bir klanlar kümesidir. Ya­ rım ise, başlangıçtaki bölünmeden doğan bir fratriler kümesidir.1 Ka­ bile, baştaki çekirdeğin birliğini koruyan tüm toplancadır. Kabile sistemi, hiç kuşku yok ki, gerçek yaşamda bu denli yetkin bir bütünlük içinde gelişmedi. Karmaşıklıklar ve sapmalar oldu. Bu da, el­ bette, değişik çevrelerde gerçekleşen organik bir süreçte kaçınılmazdı. Kabile sisteminin, kabaca ve tek başına ekonomik güçlerce sürdürül­ düğünü söylemek de güçtür. Böylesine özenli bir yapı, savaşlar ve kıt­ lıklarla sık sık bozulmuş olsa gerek. Kaldı ki, kimi özel durumlarda, dı­ şarıdan yeni klanların sisteme katılmasıyla ya da eski klanların bir fratriden öbürüne aktarılmasıyla kabile sisteminin yapay bir biçimde ye­ niden oluşturulduğunu biliyoruz. Ama böyle istediğince yeniden dü­ zenlemeler, kabile sisteminin ne denli canlı olduğunu ve insan zihnin­ de ne denli güçlü bir biçimde yer etmiş olduğunu gösterir. 1 Yarım, işlevsel bir birim olarak daha çok Avustralya’da varlığını sürdürmektedir, ancak yarım ’a dünyanın her yanında rastlamak da olasıdır: TheArunta, s. 41-3; W. H.R. Rivers. History o f Melanesian Society (MelanezyaToplumunun Tarihi), (Cambridge, 1914), 2. s. 500-6; W. H.R. Rivers. Kinship and Social Organisation (Akrabalık ve Toplumsal Yapı), (Londra, 1942), s. 205-6; J. Layard, Stone Men o f Malekula, (Londra, 1942), s. 53-73); Ancient Society (EskiToplum ), s. 90-3. 2 A.C. Hollis, The Nandi, their Language and Folklore (Nandi Yerlileri, Dilleri ve Töresel Yaşam ları),

52

T A R İH Ö N C E S İ EGE

Şimdi, dıştan evlenme kuralım daha açık seçik formüle edebilecek durumdayız. Bu kural, yalnızca evlilik ilişkisi için değil, her türlü cin­ sel ilişki için geçerlidir.2 Yasaklama Afrika ve Am erika'da genellikle klan içi evlenmeyle sınırlıdır, ama dıştan evlenme kuralının uygulan­ dığı birimin bir zamanlar fratri olduğu yolunda Kuzey Amerika'da ka­ nıtlar elde edilmiştir;3 daha geri Avustralya kabilelerindeyse yasakla­ manın uygulandığı birim hâlâ yarım'dır.4 Fratrinin dıştan evlenme ku­ ralı bu birimin tek başına bir klan olduğu zamana kadar uzanmakta, yarım'da gördüğümüz dıştan evlenme kuralıysa sürünün ilk baştaki bölünmesinde yatan kuralın kökenine kadar gitmektedir. Yarım'lar, kabile sisteminin oluşmasındaki belirleyici adımdır. Be­ lirleyicidir, çünkü ilk adımdır. Dıştan evlenmeye dayalı yarım'lara bö­ lünmüş kabileye özgü akrabalar arası sürekli evlenme, kendiliğinden, her bireyin öteki bütün bireylere çifte bir bağla, kan ve evlilik bağlarıy­ la bağlı olduğu çapraşık bir ilişkiler ağı yaratır. Bu karşılıklı ilişkiler, bunları dile getirm ek amacıyla düzenlenen akrabalık adlığmda (nomanklatura) yansır. Akrabalık adlığı, gerçekte, temel aldığı edimsel iliş­ kiler değiştikten sonra da varlığını sürdürme eğilimindedir. Dolayısıy­ la, ilkel akrabalık adlıklarının incelenmesi, evliliğin tarihöncesine iliş­ kin ipuçları sağlar. Sözcüklerin kendilerine yakıştırılan anlamlardan daha yavaş değiş­ meleri, bu incelemenin bağlı olduğu tarihsel dilbilimin temel önerme­ lerinden biridir. Bu terimler sistemlerini incelediğimizde, gerçekte va­ rolan ilişkiler ile akrabalık adlığmm yansıttığı ilişkiler arasında hemen her durumda ayrılıklar bulunduğu görülür. Bu tür ayrılıklar, o akra­ balık adlığının gerçekliğe uygun düştüğü daha eski bir aşamadan devralındığmı kanıtlar. Bu ilke, her iki bilimin de, yani dilbilimin ve etno­ lojinin de çocukluk çağında oldukları bir dönemde Morgan tarafından açıklanmış ve doğanın ve toplumun evriminin incelenmesiyle de doğ­ rulanmıştır. Varlığını koruyan canlı organizmaların yapısının incelenmesi olan biyoloji, nasıl taşılların incelenmesi olan paleontolojiden destek aldıy­ sa, biz de tarihlerini başka türlü öğrenemeyeceğimiz ilkel toplulukla­ ra dilbilimsel yöntemi uygulayarak onların geçmişlerinin derinlikleri­ ne uzanabiliriz.

3 4

(Oxford, 1905), s. 6 ;). Roscoe, The Bagesu and other Tribes o f the Uganda Protectorate (Uganda’daki Bagesu Kabilesi ve Diğer Kabileler), (Cambridge, 1924), s. 33. Eski Toplum, s. 90. Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlllik), c. 1, s. 339-95.

A K R A B A L IK A D L IĞ I

53

Şimdi, bu saptamadan yola çıkarak, M organ'ın belirlediği başlıca üç akrabalık terimleri sistemini gözden geçirelim. M organ'ın vardığı sonuçlar, Avustralya dışında bütün anakaralardan toplanm ış yüz el­ li dile ilişkin bir çözüm lem eye dayanm aktaydı. Ben, günüm üzde Avustralya'da bulabildiklerim iz de içinde olmak üzere, yüz otuz ka­ dar dil daha topladım ve bunları çözümledim.5 Bu konudaki çalışm a­ larım sonucunda, M organ'ın vardığı genel sonuçların sağlam olduğu kanısına ulaştım, ancak bu sonuçları bazı bakımlardan, özellikle Morgan'm bilmediği ya da açıklamadığı türden belli sapm alar açısından geliştirdim.

2. Sınıflandırma Sistemi: Tip I Tip I'e birçok Polinezya dilinde ve bir Avustralya dilinde, Tip H'ye ise Avustralya, Polinezya, Hindistan, Kuzey Amerika ve Afrika'nın ki­ mi yörelerinde rastlıyoruz. Bunlar, Morgan'ın, sınıflandırma sistemi olarak tanımladığı sistemin iki ayrı biçimidir. Betimleme sistemi ola­ rak tanımlanan Tip III ise seyrek olarak Asya ve Amerika'da, özellikle de Eskimolar arasında görülmektedir, ama bu ayrıksı durum lar dışın­ da Hint-Avrupa ve Sami dilleriyle sınırlıdır. Tip I çok basittir. Her kuşak için yalnızca bir ya da iki terim kulla­ nılır. Sözgelimi, benim kuşağımdaki herkes benim "erkek kardeşim " ya da "kız kardeşim"dir; başka bir deyişle, gerçek erkek kardeş ya da kız kardeş için kullanılan terimler, aynı zamanda en uzak dereceden de olsa bütün kuzen ve kuzinler için de kullanılmaktadır. Buna uygun olarak, bir önceki kuşaktan herkes de ya "baba" ya da "ana"dır, bir son­ raki kuşaktan olanlar ise "oğullar" ya da "kızlar" ya da bazı dillerde cins aynını yapılmaksızın yalnızca "çocuklar"dır. İki önceki ve iki son­ raki kuşaklar içinse, bütün yarı öğeleriyle birlikte hem büyükbaba ile 5

Morgan dışında başlıca kaynaklarım şunlardır: Avustralya: Native Tribes o f Central Australia (Orta Avustralya'daki Yerli Kabileleri), s. 66 , 77, 79; Northern Tribes o f Central Australia (Orta Avustralya'daki Kuzeyli Kabileleri), s. 77-8, 80-8. Okyanusya: C. Hose ve W. McDougall. Pagan Tribes o f Borneo, (Londra, 1912), s. 80; C. G. Seligman, The Melanesians o f British New Guinea (İngiliz Yeni Ginesindeki Melanezyalılar), (Cambridge, 1910), s. 66,481,707. Afrika: C. G. Seligman, Pagan Tribes o f the Nilotic Sudan, (Londra, 1932). s. 52. 117, 152, 218. 258, 315, 379, 434, 507. Amerika: F. Eggan, Social Anthropology o f the North American Tribes (Kuzey Amerika Kabilelerinin Toplum sal Antropolojisi), (Chicago. 1937); A. V. Rojas, ''Kinship and Nagualism in a Tzeltal Com m unity", American Anthropologist (Washington/New York, 1888-). Avrupa: P. Kretschmer, “Die griechische Benennung des Bruders” (Yunanca'da Erkek Kardeş Adlari), Glotta, (Gottingen, 1907-), c. 2, s. 201.

54

T A R İH Ö N C E S İ E g e

büyükanneyi, hem de torunları içeren ve iki cins için de ortak olan tek bir terim söz konusudur. Morgan, bu tipin, her kuşakta cinsel ilişkiye hiçbir sınırlamanın ko­ nulmadığı bir döneme ilişkin olduğunu ileri sürmüştür. Örnekse, ba­ bam annemin erkek kardeşi olabilir, annem de babamın kız kardeşi. Erkek kardeşlerimle kayınlarım, kız kardeşlerimle baldızlarım birdir, onların çocukları ile benim çocuklarım arasında da bir ayrım yoktur, işte ilkel sürüde görülen içten evlenme kuralı budur. İki ayrı kuşak için tek bir ortak terimin kullanılm ası, topluluğun gençler, yetişkinler ve yaşlılar diye üç yaş kümesine bölünmesinin bir yansımasıdır. Her çocuk, konuşmayı öğrenirken, "büyükbabalar" ya da "büyükanneler"e, "babalar" ya da "anneler"e ve "erkek kardeşler" ya da "kız kardeşler"e bölünmüş bir topluluğun en alt kümesinde bu­ lur kendini. Çocuk, ergenlik çağma geldiğinde, ikinci yaş kümesine gi­ rer ve böylece "oğullar" ya da "kızlar"dan oluşan yeni bir yaş küme­ si doğar, ama bu arada "büyükbabalar" ve "büyükanneler" yitip git­ miştir.6 "Erkek kardeş" ve "kız kardeş" için kullanılan iki terim vardır. Bun­ lardan birini erkek kendi erkek kardeşleri için, kadın kendi kız kardeş­ leri için kullanır. Ötekiniyse, erkek kendi kız kardeşleri için, kadın ken­ di erkek kardeşleri için kullanır. Dolayısıyla, örneğin Tikopia dilinde, taina, konuşan erkekse "erkek kardeş", konuşan kadınsa "kız kardeş", anlamına gelir. Kav e, konuşan kadınsa "erkek kardeş", konuşan erkek­ se "kız kardeş" anlamına gelir. Bunlar, "karşılıklı olarak birbirinin ye­ rini alan" terimlerdir. Eğer A, B'ye göre taina ise, B de A'ya göre taina'dır. "Büyükbabalar" ya da "büyükanneler" ve "torunlar" için kul­ lanılan terim de bu türden terimlerdendir. Bu nedenle, Dobu dilinde benim büyükbabam ve büyükannem benim tubuna'm olurlar, ama ben de onların tu b u m ’sı olurum. Bu ilke, sınıflandırma sisteminin temel özelliklerinden biridir. Bu ilkeye, kimi Polinezya dillerinde ana-baba ve çocuklar için kullanılan terimlerde bile rastlamak olasıdır. Örneğin, özgün Polinezya dilinde "baba" anlamına gelen tama, kimi dillerde "oğul" ya da "kız" anlamına gelir. Tikopia dilindeyse, "baba" anlamı­ na gelen tam am "ran yanı sıra, "oğul" ya da "kız" anlamına gelen tama görülür. 6

Ağabey ve ablanın küçük kardeşlerden ayrı terimlerle belirtilmeleri genel bir kuraldır, hele Avustralya'da nerdeyse bütünüyle böyledir. Sistemde görülen tek yaş ayrımı da budur ve bunun özgün olmadığı, büyük olasılıkla erginlemeden doğan kıdemliliğe dayandığı konusunda Krichevsky ile aynı kanıdayım (W.H.R. Rivers, Kinship and Social Organisation, s. 187-9).

A K R A B A L IK A D L IĞ I

55

Öyle anlaşılıyor ki, bütün bir sistem daha başından karşılıklı olarak birbirinin yerini alan terim lerden oluşmaktadır. Böylece, başlangıçta karşımıza, üç terim dizisi çıkmaktadır. Bunlardan birincisi birbirini iz­ leyen kuşaklar arasında, İkincisi yakın kuşaklar arasında, üçiincüsüyse aynı kuşak arasında kullanılm aktadır. Ve bu üç terim, üç ayrı yaş kümesine özgü değişik davranış biçimlerine uymaktadır. Rivers, sınıflandırm a sisteminin en ilkel tipinin, daha geri halkları saym azsak Polinezyalılar tarafından pek korunmadığını ileri sürerek, Morgan'ın Tip Ti yorum lam asına karşı çıkmıştır. Rivers, Polinezyalıların bu tipe ilişkin terimcelerinin soysuzlaştığı kanısındaydı. Tip IJ'yle karşılaştırıldığında, bu dillerde bulunmayan ayırımlar yitirilmiştir. Bu, karşılaştırıldığı kadarıyla, iç kanıtlarla doğrulanmış değildir. "A nne­ nin erkek kardeşi" ya da "babanın kız kardeşi" için kullanılan Polinez­ ya sözcükleri, varoldukları yerlerde, ya tek bir dil ya da yöreyle sınır­ lı yalıtılmış biçimlerdir, dolayısıyla da özgün Polinezya sistemine bağ­ lanmaları olası değildir; ya da bunlar, bütün yöreye kusursuz bir ben­ zerlik içinde dağılm ış bulunan, "baba", "anne", "erkek kardeş" ve "kız kardeş" için kullanılan ilk baştaki sözcüklere dayalı bileşik sözcükler­ dir.7 Fotuna dilinde "annenin erkek kardeşi" anlamına gelen tua-tina; "erkek kardeş" dem ek olan tua ve "anne" demek olan tim sözcükleri­ ne dayanmaktadır. Noka-noka dilinde "babanın erkek kardeşi" anla­ mına gelen nganei-tama bileşik sözcüğü; "kız kardeş" anlamına gelen ngane ve "b ab a" anlam ına gelen tavıa sözcüklerine dayanm aktadır.8 Tonga dilinde, annenin erkek kardeşinin oğlu ya da kızı için kullanı­ lan sözcük de aynı biçimde bu üç ilişki için kullanılan ilk baştaki terim7

8

İlk baştaki Polinezya terimlerinin ne denli geniş bir alanı kapsadığı şu örneklerden anlaşılabilir: "baba” anlam ına gelen tama aynı biçim iyle Motu, Trobriand, Tube-tube, New Ireland, Bugotu, Florida, Eddystone, C uadalcanar, Pentecost. Fiji ve Sam oa’da görülür ve bu terimin benzerleri de şöyle sıralanabilir, tantana (Tikopia. Aniwa, Fotuna, Dobu), taman (Kayan), tamau (Kingsm ill), tamai (Mota, Tonga), sama (DulT, sına ’’anne"), etma (Anaiteum, etpo "büyükbaba" ve "büyükanne”), timin (Weasisi), rimini (Kwamera. rini “anne"), to (Tavua, Navatusila, ngwani-ta “babanın kız kardeşi”), ama (Noka-noko. ina "anne”), amai “babanın erkek kardeşi" (Kayan), ma (Nggao. Loh, Narambula), maa (Lau, Fiu), m ou (Savo. Arosi matı "annenin erkek kardeşi"), 1vama (Rafurafu, waforo), mama (Koita, Vella Lavella, Hiw. Rafurafu mamou "annenin erkek kardeşi”), imam (Vanua Lava, Rowa), makua (Hawaii) vb.: “anne" anlamına gelen tina aynı biçimiyle Solomon ve Fiji adalarında görülür ve benzerleri de şöyle sıralanabilir: tinana (Tikopia, Fotuna), tinan (Kayan), sina (Motu, Tube-tube, Duff), sınano (Dobu), tinau (Kinsgm ill), rini (Kwamera). etna (New Ireland, Anaiteum) etma “baba” ina (Noka-noka), vb. Ngane biçim inin, ya akrabanın ya da konuşanın cinsini belirten ikinci öğe olan tua-kane'den (Samoa tua-ngane. Duff to-kant, vb.) türetildiği anlaşılıyor: Demek ki, Tavua’da ngtvandi (ngıvone-tina) "annenin erkek kardeşi". Ayrıca, Mota’da, ululama öneki ra ile birlikte, "anne” demek olan veve’den “babanın kız kardeşi” anlamına gelen ra-veve.

.

*

Dobu

Tikopia

Urabunna

Kayın

Babanın kız kardeşinin oğlu

Annenin erkek kardeşinin oğlu

Annenin kız kardeşinin oğlu

Babanın erkek kardeşinin oğlu

Erkek kardeş

Kaynana

Babanın kız kardeşi

Annenin erkek kardeşinin karısı

Babanın erkek kardeşinin karısı

Annenin kız kardeşi

Anne

Kaynata

Annenin erkek kardeşi

Babanın kız kardeşinin kocası

Annenin kız kardeşinin kocası

Babanın erkek kardeşi

nuuna

tasina

lawana

sinana

bwosiana

tamana

1

ma. taina

kave

taina 1

tinana fongovai

masikitanga

tinana

tamana fongovai

tuatına

tamana

wittewa

1 kupuka 1 \ /

/ nuthie 1

nowillie

luka

kawkuka

nia

kadnini

Annenin annesi

Baba

nowillie

tupuna

Babanın annesi

tupuna

thunthi

III

Annenin babası

II kadnini

/

AKRABALIK TERİMCELERİ

Babanın babası

Cerçek ilişki

Çizelge!

anna

bava

i tam m udu V

/

atta

men - atta

atta

talli

mam a

mena-mama

mama

tandri

avva

tata

Telugu

kayın

kuzen

erkek kardeş

kaynana

yenge

teyze

hala

anne

kaynata

dayı

enişte

amca

baba

büyükanne

büyükbaba

Türkçesi

58

T a r ih

ön cesi

Eg e

Çizelge I'e İlişkin A çıklam a İlk sütunda akrabalık ilişkileri geniş bir biçimde sıralanmaktadır. Kısaltmalar: e.k erkek konuşurken, k.k. kadın konuşurken. I, II, III. sütunlardaysa, bu ilişkilerin, sınıflandırma sisteminin Tip I ve Tip ll’si ve betimleme sistemi (111) içinde nasıl sınıflandığı gösterilmektedir. Sınıflamalar yatay çizgilerle belirlenmiştir. Öteki sütunlarda da, beş dilde kullanılan terimler verilmektedir. Ancak bazı ayrıntılar dışarıda bırakılmıştır. D ob u (Polinezya) dili, hepsi de Tip II doğrultusunda birer gelişme olan kaynata ve kaynana, erkek kardeşin çocukları (k.k.) ve kız kardeşin çocukları (e.k.) için ayrı terimlere sahip olm ası dışında, Tip Te uygun düşmektedir. Tikopia (Polinezya) dili ise, Tip I ile Tip II arasında bir yerdedir. Bu iki dilde, erkek kardeş ve kız kardeşi karşılayan eş terimler, konuşanın cinsine göre kullanılmaktadır. Urabunna (Güney Avustralya) ve Telugu (Güney Hindistan) dilleri, Tip ITye girmektedir. Bu iki dilde, erkek kardeş ile kız kardeşi karşılayan eş terimler, konu şa nla ilişkisine göre daha yaşlı ve daha genç olanı ayırt etmek için kullanılmaktadır.

lerden türetilmiştir (tama-a-tuasim); buna karşılık, Fiji dilinde buna denk düşen terim (tavale), sözcüğü sözcüğüne concumbens anlamına gelmek­ tedir,9 dolayısıyla da erkek kardeş ve kız kardeş için ilk başlarda kul­ lanılan terimlerin bir sıfatıdır. Eğer bu bileşik sözcükler ikincilseler, ki açıkça öyle olmaları gerekmektedir, o zaman belirtmekte kullanıldık­ ları ayrımlar da ikincildir. Polinezya toplumunun birçok bakımdan ileri olduğu doğrudur,, ama bu toplumda madenlerin işlenmesi diye bir şey söz konusu değildir. Bu olgu, başka bir durumla ilintili olarak göz önüne alınmalıdır. Polinezyalılarm yaşadığı yöre, Büyük Okyanus'da geniş bir alana dağılmış bir yığın adacıktan oluşmaktadır ve yeryüzünün dil açısından en benzeşik bölgesidir. Polinezyalılar bu yöreye, o zamanki kültürlerinin şim­ dikinden ileri olduğunu ortaya koyan bir denizcilik başarısı sonucun­ da, İ.Ö. onuncu yüzyılla on dördüncü yüzyıl arasında yerleşmişlerdir. Bir başka deyişle, Polinezyalılarm kültürü, göçler dönemiyle belirle­ nen en yüksek noktasına ulaştıktan sonra durağanlaşmıştır. Bu da, Polinezyalıların dillerinin ayrı ayrı varoldukları dönem boyunca niçin bu denli küçük değişikliklere uğradıklarını açıklamaktadır. Göçlerden ön­ 9

B.H. Thom son, "Concubitancy in the Classlficatory System of Relationship", Journal o f the Anthropological Institute (Antropoloji Enstitüsü Dergisinde "Sınıflayıcı Akrabalık Dizgesinde KadınErkek Birlikteliği" başlıklı yazı), (Londra, 1872), 24, s. 371.

A K R A B A L IK A D L IĞ I

59

ce, başlangıçtaki ilkel koşullarda çok hızlı bir gelişme gerçekleşseydi, ilkel tipte bir akrabalık sisteminin kuraldışı bir biçimde varlığını sür­ dürmesi, son derece keskin diyalektik çelişmeler tarafından belirlenen bir sürecin parçası olarak yerli yerine oturacaktı.

3. Kuttörenlerdeki Rastgele Cinsel İlişki İlkel sürü bugün artık yeryüzünde kalmamıştır, dolayısıyla Morgan'ın ahlâk anlayışları incinen hasımları rastgele cinsel ilişkinin do­ laysız kanıtlarının artık nasıl olsa bulunamayacağı düşüncesiyle gönül rahatlığına kavuşabilirler. Ne var ki, totemcilikten öğrendiğimiz gibi, ekonomik ilerlemenin ıskartaya çıkarttığı toplumsal kurumlar, tarihçi­ nin salt terk edilmiş uygulamaların ve gözden düşmüş inançların üst üste dizildiği bir yığmak olduğu için ilgi duyduğu dine sığınırlar. İn­ sanlar, gündelik yaşamlarında ataları gibi davranmayı bıraktıktan çok sonraları da, dirlik düzenliklerinin her nasılsa atalarının iyi niyetine bağlı olduğu inancına sarıldılar, bunun sonucunda, bireyin yaşamının canalıcı anlarında ya da toplumun bir yıkımla yüz yüze geldiği zaman­ larda ataların görenekleri yeniden canlanma eğilimi gösterir oldu. Orta Avustralya'daki Arunta kabilesinde, her kadının evlenmeden önce belirli akrabalık ilişkileri içinde bulunduğu çeşitli erkeklerle bel­ li bir sıraya göre cinsel ilişkide bulunması gerekir; üstelik bunlardan sonuncusu dışında hepsi cinsel ilişkinin yasak olduğu akrabalık derecesindendir.10 Evlenme ediminden önce, daha geniş olan eski hakların biçimsel olarak tanınması gelir. Gene Aruntalarda ve daha birçok kabilede, her evli kadının yaşa­ mında bir kez bir törene katılması gerekir. Bu tören süresince evli ka­ dına, babası, erkek kardeşleri ve oğulları dışında, dıştan evlenme ku­ rallarına bakılmaksızın orada bulunan bütün erkeklerin ortak malıy­ mış gibi davranılır. Yerliler, kuralların çiğnendiği bu törenlerin, atala­ rının uygulamasına uygun düştüğünü söylemektedirler.11 Fiji Adalan'nda, bir kabile şefi hastalandığında, oğlu babasının iyi­ leşebilmesi için erginlenme isteğiyle bir rahibe başvurur. Hastanın ya­ şayabilmesi için erginleme törenine katılan aday ölür. Erginleme töre­ ninden sonra, dıştan evlenme kurallarının ve mülkiyet haklarının tüm­ 10 The Arunta, s. 412-6. 11 Aynı yerde, S. 472-6: Northern Tribes o f Central Australia, s. 73.

60

T A R İH Ö N C E S İ EGE

den bir yana bırakıldığı bir şenlik düzenlenir. "Şenliğin sonlarında do­ muzlardan bir farkımız kalmamıştır artık," diye açıkça belirtmektedir bir yerli. Olağan yaşamda birbirlerine dokunmaları bile yasak olan er­ kek ve kız kardeşler karı-koca gibi davranırlar. Bu şenliklerde ortaklaşmacılığa hem cinsel, hem de ekonomik yönlerden törensel olarak ge­ ri dönüşün çifte önemi, yerlilerin bu durumlarda "domuzların da, ka­ dınların da sahibinin bulunmadığını" söylemelerinde açıkça dile geti­ rilir. Bu olayın ayrıntılarını belgelemiş olan dini bütün, ama dürüst bir Hıristiyan misyoneri, Fison şöyle demiştir: Bunun, herhangi bir anlam ve amaç taşımayan, salt kuraldışı bir patla­ ma olduğuna inanmamız hiçbir zaman söz konusu olamaz. Bu, dinsel bir törenin parçasıdır ve ataların hoşuna gittiği varsayılmaktadır. Ama, ataların çok eski zamanlardaki davranışlarına uygun düşmese, neden hoşlarına gitsin?12

4. Sınıflandırma Sistemi: Tip II Sınıflandırma sisteminin Tip H'sinde, Tip I'in her sınıflaması ikiye bölünür. Baba ve babanın erkek kardeşinden farklı olarak, annenin er­ kek kardeşi için ayrı bir terim kullanılır ve bu terim kaynatayı da kap­ sar. Anne ve annenin kız kardeşinden farklı olarak, babanın kız karde­ şi için ayrı bir terim kullanılır ve bu terim kaynanayı da kapsar. Baba­ nın erkek kardeşinin ve annenin kız kardeşinin çocuklarıyla hâlâ bir tutulan erkek kardeş ve kız kardeşten farklı olarak, annenin erkek kar­ deşinin ve babanın kız kardeşinin çocukları için ayrı terimler vardır ve bu terimler kayın ile baldızı da içerir. Oğul ve kız için kullanılan terim­ ler, erkek tarafından kendi çocukları ve erkek kardeşinin çocukları için, kadın tarafından da kendi çocukları ve kız kardeşinin çocukları için kullanılır. Ama bir erkeğin kız kardeşinin çocukları ve bir kadının er­ kek kardeşinin çocukları için ayrı terimler kullanılır ve bunlar damat ile gelini de kapsar. Babanın anne ve babası annenin anne ve babasın­ dan, oğulun çocukları da kızın çocuklarından ayrı tutulur. Tip I'de olduğu gibi, her terim sınıflandırma amacıyla kullanılır, ya­ ni her terim sonsuz bir soydaşlar zincirini kapsar. Örneğin, baba için kullanılan terim, babanın erkek kardeşini, babanın babasının erkek kar­ 12 L. Fison, "The Nanga "Jo u rn a l o f the Anthropological Institute, (Londra, 1872), 14, s. 30.

A K R A B A L IK A D L IĞ I

6l

deşinin oğlunu, babanın babasının babasının erkek kardeşinin oğlunun oğlunu, vb. içerir. Anne için kullanılan terimse, annenin kız kardeşini, annenin annesinin kız kardeşinin kızını, annenin annesinin annesinin kız kardeşinin kızının kızını, vb. içerir. Babanın kız kardeşi için kulla­ nılan terim, babanın babasının erkek kardeşinin kızını; annenin erkek kardeşi için kullanılan terim de, annenin annesinin kız kardeşinin oğ­ lunu içerir. Aynı biçimde, erkek kardeş ve kız kardeş için kullanılan te­ rimler, "baba" ya da "an ne" denilen herkesin çocuklarını da kapsar. Oğul ve kız için kullanılan terimlerse, bir erkek tarafından "erkek kar­ deş" dediği herkesin çocuklarını kapsayacak biçimde; bir kadın tara­ fından da "kız kardeş" dediği herkesin çocuklarını kapsayacak biçim­ de kullanılır. Konuşan kişinin kuşağının iki sınıflamaya ayrıldığı görülür. Birin­ cisi, erkek kardeşle kız kardeşi, babanın erkek kardeşinin çocuklarını ve annenin kız kardeşinin çocuklarını içerir. Bunlar, "koşut kuzen ya da kuzinlerdir. İkincisiyse, annenin erkek kardeşinin çocuklarım ve ba­ banın kız kardeşinin çocuklarını kapsar. Bunlar da, "çapraz kuzen ya da kuzinler"dir. Bu ayrımın kavranması önemlidir. Çapraz kuzen ya da kuzinler, konuşan erkekse kaynı, konuşan ka­ dınsa baldızı da içerir. Dolayısıyla, bir erkeğin çapraz kuzeni kaynı olu­ yorsa o zaman çapraz kuzinin de karısı olması gerekir; gene, bir kadı­ nın çapraz kuzini görümcesi oluyorsa çapraz kuzeninin de kocası ol­ ması gerekir. Birçok dilde kan ve koca birazdan inceleyeceğimiz özel terimlerle belirtilir. Ama Avustralya'da, çapraz kuzen ya da kuzin için kullanı­ lan terim, konuşan erkekse karıyı, konuşan kadınsa kocayı da içerir. Başka bir deyişle, annenin erkek kardeşinin ve babanın kız kardeşinin çocuklarının bir erkekle ilişkisi kayın ile karı arasındaki ilişki; bir ka­ dınla ilişkisi de koca ile baldız arasındaki ilişkidir. Aynı biçimde, bir Önceki kuşakta kaynata annenin erkek kardeşidir, kaynana da babanın kız kardeşi. Bir sonraki kuşaktaysa, bir erkeğin damadı onun kız kar­ deşinin oğludur, bir kadının damadı da onun erkek kardeşinin oğlu. Bütün sistem, çapraz kuzen ya da kuzinlerin sürekli olarak kendi ara­ larında evlenmeleri üzerine döner. Çapraz kuzen ve kuzin evliliği, evlilik ilişkilerinin, dıştan evlenme kuralına bağlı iki kümenin her kuşağındaki karşılıklı evlenmeden do­ ğan bir biçimidir. Bütün akrabalar, konuşan kişinin kendi kümesine ya da öteki kümeye bağlı olmalarına bakılarak sınıflandırılır. Demek ki. Tip I'in içten evlenmeye dayalı sürüye özgü ilişkileri yansıtmasına

62

T A R İH Ö N C E S İ EGE

karşılık, Tip II dıştan evlenmeye dayalı iki yarım 'dan oluşan bir top­ luluğa uygun düşer. Bunlar arasındaki farklılık, yani Tip IPnin Tip Pin her sınıflamasını ikiye bölmesi, sürünün ikiye bölünmesinin bir sonu­ cudur.

5. Küme Evliliği Sistemin mantığını anlaşılır kılan biricik yorum budur. Dilbilimsel kanıtlar öylesine kesindir ki, dayanaksız bile olsalar kabul edilmek zo­ rundadırlar. Ne var ki, gerçekte, çapraz kuzen ve kuzin evliliği, bütün Avustralya'da, Polinezya ve Melanezya'mn bazı yörelerinde, Hindis­ tan'da kimi kabileler arasında, Kuzey, Orta ve Güney Amerika'nın ve Afrika'nın çeşitli yörelerinde hâlâ kural durumundadır.13 Çapraz kuzen ve kuzin evliliği, bireysel ya da ortaklaşa olabilir. Gü­ nümüzde, Avustralya dışında her yerde bireyseldir, ancak kız kardeş­ lerin en büyüğüyle evlenen bir erkek, erginlik çağına geldikleri zaman küçük kız kardeşler üstünde de hak ileri sürebilir. Bu koşullarda, or­ taklaşa ilişkiler ilkesine dayanan terimce, gerçekteki uygulamayla çe­ lişir. Ama Avustralya'nın kimi bölgelerinde çapraz kuzen ve kuzin ev­ liliği ortaklaşadır, en azından son zamanlara değin ortaklaşaydı. Bir er­ kek kardeş kümesi bir kız kardeş kümesiyle evlendirilir.14 Burada adlık sistemi gerçekliğe uygun düşmektedir. Bir zamanlar Tip II'nin du­ rumunun her yerde böyle olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Tıpkı Tip I'in her sınıflamasının ikiye bölünmesinin sürünün içten evlenme kuralını dıştan evlenme kuralıyla sınırlaması gibi, yeni sınıflamalar içer­ sinde daha ileri ayrımların bulunmaması da cinsel ilişkilerin daha sıkı bir kısıtlamaya bağımlı olmadığını göstermektedir. Evlilik ortaklaşaydı. Aslına bakılacak olursa, bu aşamada evlilik sözcüğünü kullanmak bile pek doğru değildir. Çünkü, ilerde de görüleceği üzere, biçimsel ev­ lilik, en sonunda ortaklaşa ilişkilerin yerini alan bireysel ilişkilerin ta­ nımını belirler.15 Her kuşakta, bir yarım'ın erkekleri öteki yarım'ın ka­ dınlarının edimsel ya da gizil eşleriydiler. Morgan'ın küme evliliği kuramına büyük bir çaba ve inatla karşı çı­ kıldı. Yetmiş yıl önce ortaya atılmış olmasına karşın, bu kuram bugün 13 The Mothers (Analar), c. 1, s. 563-84. 14 Northern Tribes o f Central Australia, s. 73. 95; Native Tribes o f South-East Australia, s. 173-87. 15 The Mothers (Analar), c. II, s. 1-96.

A K R A B A LIK ADLIĞI

63

de eskisi kadar tantanalı bir dille suçlanıyor. Gerçekte, M organ'ın sa­ vının bu denli dayanıklı ve dirençli olması şaşırtıcıdır. Onun vardığı sonuçların yeni kanıtlarca eskitildiği birçok kez söylendi. Doğrusu, bu tutum, elde edilen bilgiler biraraya getirilerek desteklenseydi, hiç kuş­ kusuz daha etkili olurdu; ama anlaşılan, M organ'ın kuramını çürüten kanıtlar o kadar çok ki bir türlü toparlanıp biraraya getirilemiyor. Söz­ gelimi, Morgan'ın derlediği yüz elli kadar dil bugün iki katına, dahası üç katma çıkarılabilirdi, ama bu yapılmamıştır. Bir yığın tamamlayıcı bilginin ve gerecin yüzlerce monografi ve dergide dağınık bir biçimde yatmasına karşın, bugün bu konudaki ana derleme hâlâ Morgan'ın Kan­ d aşlık ve Akrabalık Sistemleri (1871) adlı yapıtıdır. Edimsel evlilik alışkı­ ları açısından, terimcelerden ayrı olarak, Morgan'ın yapıtını günümü­ ze ulaştırma konusunda yalnızca tek bir yöntemsel çaba gösterilmiştir, o da Briffault tarafından.16 Briffault, Morgan'ın en güçlü savunucula­ rından biridir; Morgan'a karşı çıkanların bilimsel olmayan uslamlama­ larını tümden gözler önüne sermekte ve Morgan'a karşı ortaya atılmış olanlardan çok daha geniş ve eksiksiz bir somut bilgi yığınını Morgan'ı destekler nitelikte sıralamaktadır. Bunu söylerken, VVestermarck'm İn­ san Evliliğinin Tarihi adlı yapıtını unutuyor değilim. Bu yapıta güven duyan her okur Briffault'ya başvurmalıdır.17 Morgan'ın günümüzdeki karşıtlarından Lowie, onun toplumsal iler­ lemeye olan inancının "özellikle 1870'lerin evrimci iyimserliğiyle bir­ leştiği zaman, doğallıkla, tarihsel yasalara duyulan inanca yol açtığı­ nı" gözlem lem ektedir.18 Demek ki, Lowie tarihsel yasalara inanm a­ maktadır. Kendi tarih anlayışının bilimsel olmadığını kabul etmekte­ dir. Öyleyse bizim inanmamızı nasıl bekleyebilir. Burada söyledikle­ ri, hiç kuşkusuz, Morgan'ın haklı olarak Darwin'inkiyle kıyaslanan ya­ pıtının,19 olgunluk çağındaki anamalcılığın düşünsel bir başyapıtı ol­ ması bakımından oldukça doğrudur. Aynı zamanda, Lowie'nin, "uy­ garlık denilen o karmaşa, o yamalı bohça"20 konusundaki iğneleyici özdeyişlerinde dile getirdiği toplumsal ilerlemeye olan inançsızlığının, aynı ölçüde, çürüyen anamalcılığın kendine özgü bir ürünü olduğu da doğrudur.

16 12 18 19 20

A g .y„c, I, s. 614-781. Ag.y., c. I, s. 764-5, c. II, s. 16-64. R.H. Lowie, Primitive Society (İlkel Toplum), (New York, 1929), s. 427. F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 31. Primitive Society, s. 428.

64

T a r İh ö n c e s İ E g e

6. Sınıflandırma Sisteminin Bozulması Küme evliliğinin başlangıç noktası sürünün ikiye bölünmesi oldu­ ğuna göre, ilişkinin ortaklaşa niteliği ilk başta tamdı anlaşılan; başka bir deyişle, bir klanın bütün erkekleri öteki klandaki bütün kadın ya­ şıtlarıyla evleniyorlardı. Ama başlangıçtaki iki klan, klan kümelerine ya da yarım'lara ayrılınca, cinsel ilişkiler alanı sözde hâlâ yarım içinde başlayıp bitmekle birlikte, uygulamada yarım 'ı oluşturan klanlardan biri ya da ötekiyle sınırlandı. Tek bir ortaklaşa birliğin yerini çeşitli or­ taklaşa birlikler aldı. Aynı süreç, klan fratriye dönüştüğünde de yine­ lendi; ta ki, en sonunda, dıştan evlenme kuralı tek başına klanda yo­ ğunlaşıncaya kadar. Bu, farklılaşmamış sürüden yola çıkarak, bir yarım'lar, fratriler ve klanlar toplancası durumuna gelmiş bulunan kabi­ le düzeninin evriminin en yüksek noktasıdır. Bu nokta geride bırakıldıktan sonra, sistemin gelişmesini belirleyen ekonomik ve toplumsal farklılaşmanın çoğalan güçleri yıkıcı bir nitelik aldı. Üretim biçimi, bireyselleştikçe, üreticilerin ortaklaşa örgütlenmesi ile çatışır duruma gelir. Her üreticinin kendi kendine yeterliliği arttık­ ça, sahip olduğu mallar da artar. Ve böylece ortaklaşa evlilik çöker. Bir erkek kardeşler kümesinin bir kız kardeşler kümesiyle eşit koşullarda birleşmesinin yerini, her erkek kardeşin bir ya da daha fazla kız kardeş­ le evlenmesi alır; ancak burada, evli olan erkek kardeş evinden uzakla­ ra gittiğinde karısının ya da karılarının öteki erkek kardeşlerce kullanıl­ ması söz konusudur. Daha da sonraları, klanın yaşça daha büyük üye­ si olarak kalıt üzerinde öncelik hakkı kazanan en büyük erkek kardeş, bu hakka uygun olarak, kız kardeşler kümesinin bütünü üzerinde hak elde eder, ancak kendisi ölünce kız kardeşler küçük kardeşlerine kalır. Bir kız kardeşler kümesinin aynı erkekle evlenmesine baldızla ev­ lenme; ağabeyin dul kalan karısı ya da karıları üzerinde hak sahibi ol­ maya da kayınla evlenme denir.21 Bu yaygın alışkılar, bireysel evlili­ ğin, artık üretimde egemen rolü oynamakta olan cinsin yararına, tekyanlı gelişiminin bir göstergesidir. Baldızla evlenmenin tersi olan kar­ deş çok-kocalılığına -bir erkek kardeşler kümesinin aynı kadınla evlen­ mesi- çok daha az rastlanır, çünkü kadının toplumdaki üstünlüğü or­ tak mülkiyetin, dolayısıyla da bozulmamış biçimiyle küme evliliğinin varlığını korumasıyla birarada varolma eğilimindedir.22 21 Kayınla evlenme ve baldızla evlenme için bkz. The Mothers, c. I, s. 614-29, 766-81. 22 Ag.y., c. I, s. 628.

AKRABALIK ADLtĞI

65

Tip Il'ye döndüğümüzde, yarım, dıştan evlenmeye dayalı temel bi­ rim olmaktan çıkar çıkmaz sistemin bir çelişme içerdiğini gözlemleriz. Her sınıflama içinde, adlık sisteminde görülmeyen bir ayrım doğmuş­ tur uygulamada: Bir erkeğin aym ortaklaşa birleşmeden doğmuş ger­ çek erkek kardeşleri ve kız kardeşleri ile öteki ortaklaşa birleşmelerden doğmuş sınıflandırıcı "erkek kardeşleri" ve "kız kardeşleri" arasında­ ki bir ayrımdır bu. Bu ayrışma, "yakın erkek kardeşler" ve "uzak er­ kek kardeşler", "öz erkek kardeşler", vb. gibi betimleyici sıfatların kul­ lanılmasıyla karşılanmıştır. Birincil terimleri sınırlamak üzere düzen­ lenen bu türden sıfatlar, sistemin yaygın bir özelliğidir.23 Bunlar yeni bir ilke getirirler, çünkü "yakın erkek kardeşler" ve "yakın babalar" bi­ çimindeki bu yeni sınıflamalar belli sayıda bireyle sınırlanmıştır. Ve bu durumda bile, yalnızca geçici bir önlem niteliğindedirler. Bireysel evlilik haklarının benimsenmesiyle birlikte, gerçek karı-ko­ cayı öteki çapraz kuzen ve kuzinlerden, gerçek ana babayı öteki "babalar"dan ve "analar"dan, gerçek kaynatayla kaynanayı "annenin er­ kek kardeşleri" ve "babanın kız kardeşleri"nden ayırt etmek çok ko­ laylaştı. Bu yeniliğin oluşturduğu gerilim, doğallıkla, dolaysızca etki­ lendiği noktada son derece yeğindi ve bundan dolayı da Avustralya ve Melanezya'nm bazı bölgeleri dışında kalan dillerin çoğunda karı ile ko­ ca için ayrı terimler gelişti. Bu terimlerin ikincil kökenleri, birçok du­ rumda anlamları hâlâ anlaşılabilen sözcükler tarafından ele verilmek­ tedir: "erkek", "kadın", "ortak", "çift", "ikisi birarada", vb 24 Ne var ki, bir kez benimsendikten sonra bu betimleme ilkesi, yeni birimin, yani bireysel ailenin sınırları son biçimini alıncaya kadar kendini bütün di­ rimsel noktalarda ortaya koydu. Böylece, akrabalığa ilişkin sınıflandır­ ma sistemi, kabile toplumu sisteminin yıkılışıyla birlikte ortadan kalk­ mış oldu. Bu sürecin ayrıntılarını gözler önüne sermeden önce, gelişmeleri ka­ bile toplumu aşamasında duraklayan halkların akrabalık terimcelerinin ne olduğunu görelim. Tip Il'den başlıca iki sapma olmuştur. Birinci sapma, kabile düzeni­ nin olduğu gibi kaldığı Avustralya'ya özgüdür. Avustralya anakara­ sındaki birçok dilde, karmaşıklığıyla insanı şaşırtan bir terimce tipine rastlarız; oysa Tip II nasıl Tip I'den oluştuysa, bu terim ce tipi de Tip 23 L.H. Morgan, Systems o f Consanguinity and Affinity of the Human Family (insan Ailesinde Kandaşlık ve Evlilik Yoluyla Akrabalık Sistemleri), (New York, 1871), s. 523. 24 Aynı yerde, s, 369.

66

T A R İH Ö N C E S İ E g e

Il'den oluşmuştur. Tip II Tip I'in her sınıflamasını nasıl ikiye böldiiyse, bir anlamda Tip Ha da Tip Il'nin her sınıflamasını öyle ikiye böler. Tip II rastgele cinsel ilişkiyi çapraz kuzen ve kuzin evliliği kuralıyla na­ sıl sınırlamışsa, Tip Ha da bazı çapraz kuzen ve kuzinleri evlenilemez diye ayırarak çapraz evliliği sınırlar.25 Bütün bu kabilelerde birinci dereceden çapraz kuzen ve kuzinler arasında evlenm e yasaklanmış ve bütün terimce buna uygun olarak yeniden kurulmuştur. Tek bir çapraz kuzen ve kuzinler sınıflamasının yerini, evlenilemez ve evlenilebilir diye iki sınıflama almıştır. Birinci sınıflama, annenin erkek kardeşinin ve babanın kız kardeşinin çocuk­ larıyla birlikte bunların "erkek kardeş" ya da "kız kardeş" dedikleri herkesi, yani annenin annesinin kız kardeşinin oğlunun ve babanın ba­ basının kız kardeşinin kızının çocuklarını, vb. içerir. İkinci sınıflamay­ sa, karı ve kocayı, kayınları ve baldızları, annenin annesinin erkek kar­ deşinin kızının ve babanın babasının kız kardeşinin oğlunun çocukla­ rını, vb. içerir. Annenin erkek kardeşi, kaynata ve bunların "erkek kar­ deş" dedikleri herkes için kullanılan tek bir terimin yerini, biri anne­ nin erkek kardeşi ve onun sınıflayıcı "erkek kardeşleri", öbürü de kay­ nata ve onun sınıflayıcı "erkek kardeşleri" için olmak üzere iki terim alır. Aynı alt bölünme, kabile örgütlenmesinin kendinde de ortaya çı­ kar. Yarım 'lar ve fratrilerden oluşan olağan yapı yerine; her yarım'ın iki fratri, her fratrinin de iki alt-fratri içerdiğini görürüz.26 Bu, akraba­ lık sisteminde somutlaşan evlilik kuralının başka bir anlatımından baş­ ka bir şey değildir. Bağlı olduğum yarım'a karşıt yarım'daki bir alt-fratriden bir kadınla evlenmem gerekir. Bu alt-fratrinin benim kuşağım­ dan olan üyeleri, yukarıda tanımladığımız gibi, evlenilebilir çapraz ku­ zen ya da kuzinlerdir. Aruntalar bir zorluk daha çıkarmışlardır. Evlenilemez çapraz kuzen ve kuzinler sınıflamasından bir kadınla evlenmem yasak olduğu gibi, eğer benimle aynı yerel kümedense evlenilebilir sınıflamadan bir ka­ dınla evlenmem de olanaksızdır. Bu kısıtlama da akrabalık terimleri­ ne yansır. Pek haklı olarak, bu koşullarda bir Arunta erkeğinin kendisine bir eş bulmasının çok güç olduğunu düşünebilirsiniz. Gerçekten de öyle­ dir. Hem de eş bulmak o denli güçtür ki, kabilenin soyunun tiikenme25 G. Thomson, Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), (ikinci basım, Londra, 1946), s. 395. 26 8u, "sekiz-sınıf sistemi diye bilinen şeydir Native Tribes o f Central Australia, s. 77-9; Northern Tribes o f Central Australia, s. 78-85; Native Tribes of the Northern Territory of Australia, s. 73-5; The Arunta, s. 41-6.

A K R A B A L I K AD LIĞ1

67

si doğrudan doğruya evlilik kuralları tarafından çabuklaştırılmadadır. Avustralya toplum unun bu özelliği sayrılıklı bir özelliktir. Burada gene, bu ilkel yerlilerin nasıl olup da, bir çizge üzerinde in­ celenmesi bile adam ın aklını karıştıracak ölçüde ayrıntılı bir adlık sis­ temini algılayabildikleri sorulabilir. Gerçekte, bu konuda en küçük bir zorluk çekmezler. Tartacak ekinleri, yetiştirecek sığırları olmayan bu ilkel insanlar beşe kadar saym ayı zor becerirler,27 ama akrabalıkla ilgi­ li olguları akıllarında öyle bir beceriyle tutarlar ki, şaşar kalırsınız. Öte yandan, onların terimcesi bizim için ne denli şaşırtıcıysa, bizim terim­ lerimiz de onlar için o ölçüde şaşırtıcıdır. Aslına bakılırsa, kullandıkla­ rı sınıflandırma sistemini böylesine karmaşıklaştırmış olmalarının ne­ deni, sistemi bireysel ilişkiler açısından yeniden düşünmelerini sağla­ yacak bir düşünsel devrim i gerçekleştirememeleridir. Tip ila her yerde babayanlı soyla bağıntılıdır ve günümüzde hâlâ yayılmakta olduğu belirtilm ektedir 28 Gerçekte, son zamanlarda gös­ terdiği bu gelişm e, onu açıklayabilmemiz için bazı ipuçları sağlamak­ tadır. Bu kabileler, geri olmalarına karşın, bir yüzyılı aşkın bir süredir Av­ rupalI altın arayıcılar, koyun yetiştiriciler, misyonerler, polisler ve bi­ zim kültürüm üzün daha başka savunucularıyla sürekli bir ilişki için­ de olmuşlardır. Tanrıya inanmanın yanı sıra, özel mülkiyete saygı duy­ mayı öğrenmişlerdir. Birinci dereceden çapraz kuzen ve kuzinler ara­ sında evlenmeyi yasaklayarak, karı-koca arasındaki kanbağım en aza indirgemişler ve böylelikle kocanın yetkesini güçlendirmişlerdir. Spen­ cer ve G illen'ın saptadıkları gibi, bunların akrabalık sistemlerinin ken­ dine özgü nitelikleri, "bireylerin, terimin bizim kullandığımız anlamıy­ la belirli aileler oluşturm ak üzere ayrılmasının ilk aşam asını" göster­ mektedir.29 Bütün bunlar, ölüp gitmek üzere olduğu için köklü bir bi­ çimde yeniden kurulam ayacak kadar katılaşmış bir sistem içinde bir bireysel evlilik kuralı formüle etme çabasıdır. Benzer etkenler, ikinci sapma olan Tip Ilb'nin en özyapısal örnekle­ rini sunan Kuzey Amerika yerlileri arasında görülmüştür. Kuzey Ame­ rika'nın batı ve orta bölgelerinde, erkeğin yalnızca kendi klanı dışın­ dan değil, aynı zam anda ilk üç dereceden akrabalarının da dışından bir kadınla, başka bir deyişle aralarında hiçbir gerçek kanbağı bulun­ 27 Spencer, The Arunta, s. 21. 28 Totemita, s. 5. 52. 256. 29 The Arunta, s. 49.

68

T A R İH Ö N C E S İ E g e

mayan bir kadınla evlenmek zorunda olması, genel bir kuraldır.30 Sa­ nırız, bu da son zamanlarda meydana gelen bir gelişmedir, çünkü ba­ zı kabileler çapraz kuzen ve kuzin evliliğinin yalın biçimini hâlâ koru­ maktadır.31 Bu Amerika yerlilerinin büyük bir bölümü Yukarı Avcılık evresine ya da Birinci Tarım evresine bağlıdır. Bunların kabile kurumlan Avus­ tralyalIlara oranla daha ileri, dolayısıyla daha değişkendir. Demek ki, bireysel evlilik bunlarda sınıflandırma sisteminin genişlemesine değil, bozulmasına yol açmıştır. Çapraz kuzen ve kuzin evliliğinin bırakılmasından sonra, sistemin en zayıf noktası doğallıkla çapraz kuzen ve kuzin ilişkisidir. Karı ile kocayı, kayın ile baldızı çapraz kuzen ve kuzinlerden ayırt etmenin bir yolu bulunmak zorundadır. Bu dillerin büyük bir bölümünde karı ve koca için ayrı terimler vardır, ama gene de birçoğunda hâlâ koca kar­ şılığı kullanılan terim kaynı da (kadın konuşurken), karı karşılığı kul­ lanılan terim baldızı da (erkek konuşurken) kapsamaktadır.32 Tinnehler ve Kayalık Dağları kabileleri arasında, annenin erkek kardeşinin ve babanın kız kardeşinin çocukları, artık evlenilebilir olmaktan çıktıkla­ rı için, erkek kardeş ve kız kardeş sınıflamasına aktarılmışlardır.33 Dakota'da bunlar, kayın (takarı, shechay) ve baldız Umnka, eclıapan) için kul­ lanılan terimlere bir sonek konularak (tahanshe, shechayshe, hankashe, eclıa-panshe) belirtilirler.34 Bu önlemlerden birisinin benimsendiği yerler­ de terimce olduğu gibi kalmıştır. Ne var ki, pek çok dilde, çapraz ku­ zen ve kuzinler kendi kuşakları dışındaki sınıflamalara aktarılmıştır. Böylelikle de, kimi durumlarda olağanüstü bir karışıklık yaratan yeni bir çelişme getirilmiştir sisteme. Dolayısıyla, MinnitareeTerde annenin erkek kardeşinin çocukları oğul ve kızla bir tutulmaktadır. Buna uy­ gun olarak, bunların karşıtları, babanın kız kardeşinin çocukları anne ve babayla, babanın kız kardeşi büyükanneyle, vb. bir sayılmaktadır. Osagelerdeyse tam tersi bir yöntem benimsenmiştir. Babanın kız kar­ deşinin çocukları oğul ve kızla, annenin erkek kardeşinin çocukları da annenin erkek kardeşi ve anneyle özdeşlenir. Daha ileri yansımaları Çi­ 30 Systems o f Consanguinity and Affinity of the Human Family, s. 164; Ancient Society, s. 467. 31 F. Eggan, Social Anthropology o f North American Tribes, (Chicago, 1937), s. 95; The Mothers, c. I, s. 572. 32 Systems o f Consanguinity and Affinity o f the Human Family, s. 291; Social Anthropology o f North American Tribes, s. 105. 33 Systems o f Consanguinity and Affinity o f the Human Family, s. 291. Bu sistemlerden bazıları, büyük bir olasılıkla, doğrudan doğruya birinci tipe uzanmaktadır. 34 Aynı yerde, s. 291.

AKRA B A LIK ADLIĞI

69

zelge Il'de görebilirsiniz.35 Amerika yerlilerinin bütün bozulmuş sis­ temleri bu iki tipten birine yakınlık gösterir. Sanırız, oğul ve kız için kullanılan terimlerin kimi dillerde annenin erkek kardeşinin çocuklarını, kimi dillerde de babanın kız kardeşinin çocuklarını kapsayacak biçim de genişletilmesinin nedeni, zaman za­ man annenin erkek kardeşinin karısıyla ya da babanın kız kardeşinin kocasıyla evlenm eyle ilintilidir.36 Birinci durumda annenin erkek kar­ deşinin çocukları, ikinci durumdaysa babanın kız kardeşinin çocukla­ rı üvey çocuk olacaklardır, ancak bu dillerde üvey çocuklar genellikle öz çocuklarla bir tutulurlar. Bu türden evlenmeler, doğaları gereği, ay­ rıksı ya da seyrek oldukları için bozulmaya yol açmış olamazlar, olsa olsa bozulmanın yönünü belirlemiş olabilirler. Art arda bozulm a ilkesi salt Amerika'yla sınırlı değildir. Melanezya ve Afrika'da da görülür.37 Özellikle anababa ile çocuklar arasında­ ki ilişkilerde yarattığı karışıklık, sınıflandırma sisteminin gerçeklikle bağıntısını yitirdiğini gösterir. Yeni çoğalma birimi, bir erkek, bir ya da daha fazla kız kardeş ve onların çocuklarından oluşan bireysel ailedir. Oysa bambaşka bir birim e göre düzenlenmiş olan sınıflandırma siste­ mi artık paramparça olmaktadır. Bu kabilelerin durakladıkları bundan sonraki adım, sm ıflandırm a sisteminin yerine, yeni gerçekliğe uygun düşen yeni bir sistem koymaktır.

7. Betimleme Sistemi Hint-Avrupa dilleri ailesi, Ukrayna'dan doğuya uzanan geniş düz­ lüğün bir bölüm ünde yaşayan halkın konuşmasından kaynaklanmış­ tır. I.Ö. üçüncü binde, bu halk dağıldı, çeşitli yönlerde göçe başladı ve bu halkın konuştuğu dil birçok türevine bölündü; bu türevlerden de günümüzde hâlâ varlığını koruyan ya da yazılı belgelerde saklı duran Hint-Avrupa dilleri doğdu. 35 Minnltaree tipi: Aynı yerde, s. 291; Social Anthropology o f North American Tribes, s. 289. Osagetipi: Systems o f Consanguinity and Affinity o f the Human Family, s. 191; Social Anthropology o f North American Tribes, s. 252 36 Aynı yerde, s. 274. 37 Minnitaree tipi: History o f Melanesian Society, c. I, s. 28, 30-31, 192 (hepsi anayanli). Osage tipi:). Roscoe, TheBakitara or Banyom, (Cambridge, 1923), s. 18; J. Roscoe, The Northern Bantu, (Cambridge, 1915), s. 292; Pagan Tribesofthe Nilotic Sudan, s. 117, 258; C. Bateson, Nüven, (Cambridge, 1936), s. 280 (hepsi babayani»).

70

T A R İ H Ö N C E S İ EGE

Çizelge II A M E R İK A Y E R L İL E R İN İN A K R A B A L IK S İS T E M L E R İN D E K İ B O Z U L M A L A R M İN N İT A R E E B ir T u tu ld u ğ u İlişk i

G erçek İlişk i Annenin erkek kardeşinin

Babanın kız kardeşinin

oğlu

O ğul

kızı

Kız

oğlunun karısı

Celin

kızının kocası

Dam at

oğlu

Baba

kızı

Anne

oğlunun karısı

Anne

kızının kocası

Baba

Babanın kız kardeşinin

kocası

Büyükbaba

Annenin erkek kardeşinin

oğlunun oğlu

Erkek torun

oğlunun kızı

Kız torun

kızının oğlu

Erkek torun

kızının kızı

Kız torun

Büyükanne

Babanın kız kardeşi

O SACE G erçek İlişk i Babanın kız kardeşinin

Annenin erkek kardeşinin

Babanın kız kardeşinin

B ir T u tu ld u ğ u İlişki oğlu

O ğul

kızı

Kız

oğlunun karısı

Gelin

kızının kocası

Dam at

oğlu

Annenin erkek kardeşi

kızı

Anne

oğlunun karısı

Annenin erkek kardeşinin karısı

kızının kocası

Baba

oğlunun oğlu

Erkek torun

oğlunun kızı

Kız torun

kızının oğlu

Erkek torun

kızının kızı

Kız torun

A K R A B A L I K ADLIĞJ

7t

Bazı arkeologlar, dağılıp bölünmemiş Hint-Avrupalıları, Güney Rus­ ya'daki Cilalıtaş Çağı Kurgan Kültürüyle özdeşlerler. Bu kültüre adı­ nı veren "kurgan'Tar ya da höyüklerde çanak çömlek, at gemleri ve te­ kerlekli araba parçaları bulunmuştur. Bütün bunlar, ormanların bol ol­ duğu bir yöredeki göçebe çoban ekonomisinin göstergeleridir.38 Dilbi­ limsel kanıtlar, Hint-Avrupalıların dağıldıkları dönem de çiftçilik ve madenlerin işlenmesi konularında az çok bilgi sahibi olmakla birlikte, çobanlık yanlarının ağır bastığını; bir tür kabile şefliği ya da krallık yö­ netiminde klan yerleşim alanlarında örgütlendiklerini; soyun erkek ya­ nından geldiğini varsaydıklarını ve kadınların evlendiklerinde erkeğin klanına ya da evine gelin gittiklerini ortaya koymaktadır.39 Bu yüzden, ikinci Çobanlık evresine bağlı oldukları söylenilebilir. Bunların ilkel akrabalık adlıkları, smıflandırma sisteminden haber­ siz dilbilimciler tarafından, varlığını sürdüren dillerin karşılaştırmalı çözümlemesine dayanılarak yeniden kurulmuştur. Aslında, bu adlık sistemi, hemen göze çarpan ve dilbilimcilerin de açıklayamadığı birta­ kım aykırılıklar taşım aktadır.40 Bu sistemin, evlilikle ilgili olarak en azından beş ayrı ilişki kabul ettiği anlaşılmaktadır; ayrıca, annenin er­ kek kardeşi, kuzen ve kuzinler, erkek yeğenler ve kız yeğenler, amca, dayı ve enişteler, teyze, hala ve yengeler için hiçbir ilkel terime rastlan­ mamıştır. Bu adlık sistemi, bütün bu noktalarda, daha sonraki HintAvrupa terimceleri ve dünyanın her yöresinde görülen az önce incele­ diğimiz sınıflandırma sisteminin çeşitli biçimleriyle çarpıcı bir karşıt­ lık içindedir. Varlığım koruyan Hint-Avrupa terimceleri içinde en eskisi, Latin terimcesidir. Şimdi buna bir göz atalım. Klasik Latince'de babanın kız kardeşinin ya da annenin erkek kar­ deşinin çocukları için özgül terimler yoktur, ama babamın erkek kar­ deşinin çocukları benim patrueles'im, annemin kız kardeşinin çocukla­ rı da benim cotısobrini'm olurlar.41 Bunlar, sınıflandırma sistemindeki ikinci tipin erkek kardeş ve kız kardeşle bir tuttuğu düz kuzen ve ku­ 38 ).L. Myres, Cambridge Ancient History'de, (Cambridge. 1925-39), c. I, s. 83-5. 39 V.G. Childe, The Aryans, (Londra, 1926), s. 78-93. 40 A. Meillet, Introduction d l'tlude comparative des langues indoeuropinnis (Hint-Avrupa Dillerinin Karşılaştırmalı incelemesi), (ikinci basım, Paris, 1937), s. 389-92. 41 Consobrinus terimi kimi zaman genel olarak kardeş çocukları için kullanılıyordu, ama ilk baştaki kullanımı kökenine (consuesrinus) bakılarak belirlenmiştir. Annenin erkek kardeşinin oğlu karşılığı matruelis ve babanın kız kardeşinin oğlu karşılığı amitinus daha sonraları, Roma imparatorluk hukuku hazırlanırken ömekseme yoluyla oluşturulmuşlardır.

72

T A R İH Ö N C E S İ E g e

zinlerdir. Demek ki, Latince'de, bu sözcükler, /rater ve sorar'un sıfat­ landır; gerçekten de, "öz erkek kardeş" anlamına gelen frater germamıs'un karşıtı olarak frater patruelis ve frater consobrinus biçiminde sık sık kullanılırlar.42 Dahası, bu sıfatlardan vazgeçilebilir de. Frater ve so­ rar, babanın erkek kardeşinin ya da annenin kız kardeşinin çocukları için çoğu zaman tek başlarına kullanılırlar; başka bir deyişle, sınıflayıcı anlamda kullanılırlar 43 Sınıflandırma sisteminin Tip H'sinde, babamın erkek kardeşi benim "babam "dır, annemin kız kardeşi de benim "annem "; ama babamın kız kardeşi ve annemin erkek kardeşi ayrı terimlerle belirtilirler. Demek ki, Latince'de, babamın erkek kardeşi, pater’in bir uzantısından başka bir şey olmayan pat runs'u m du r, annemin kız kardeşi de ma ter'in bir uzantısı olan matertera'mdır; öte yandan, babamın kız kardeşi benim amita'm, annemin erkek kardeşi de benim auonculus'um dur. Auonculus, Latince'de büyükbaba anlamına gelen fl/ıos'dan türetilmiş bir küçültmeli addır. Sınıflandırma sisteminde, babanın babası, annenin annesinin erkek kardeşiyle aynı terimin kapsamına girer. Çünkü çapraz kuzen ve kuzin evliliğinde, babanın babası, annenin annesinin erkek kar­ deşidir. Eğer benim annemin annesinin erkek kardeşi benim ouos'um idiyse, annemin erkek kardeşi de doğallıkla auonculus'um olabilir. Latince'de, oğul ve kız çocuk için kullanılan ilkel Hint-Avrupa te­ rimleri yitmiştir. Keltçede de öyle. Vendryes'in gözlemlediği gibi, İtalyanca-Keltçe dil kümesinin bu özelliği, Keltçe'nin İtalyanca'dan ayrıl­ masından önce meydana gelen toplumsal bir değişiklikten kaynaklan­ mış olsa gerektir.44 Latince'de, filius ve filia, "ana sütü" anlamına gelen felo'dan türetildiği varsayılan sıfatlardır.45 Dolayısıyla bunlar, az önce sınırlayıcı terimlerin betimleyici sıfatları olarak kabul ettiğimiz patrue­ lis ve conşobriııus'la benzeşirler. Hint-Avrupa terimcesinin sınırlayıcı kökeni belirlenir belirlenmez, kuraldışı özelİikleri de kendi kendini ele verir. Hint-Avrupa terimcesinde sınıflayıcı bir terim olarak yer alan auos, babanın babasını ve annenin annesinin erkek kardeşini kapsıyor42 Cicero, Oratiopro Plancio, 11. 27; Cicero, De Finibus, 5.1.1.; Plautus, Aulularia, 2.1.3. 43 Cicero, Oratiopropre Cluentio. 24. 60; Cicero, Epistuloc ad attieum, 1. 5.1; Catullus, 66. 22; Ovidius, Metamorphoses (Dönüşümler), 1. 351. 44 J. Vendryes, "La Position linguistique du celtique”, Proceedings o f the British Academy (İngiliz Akademisi Ders Metinleri), (Londra), 33, s. 26. 45 A. Walde v e ). Pokomy, Vergleichendes Woterbuch der indogermenischen Sprachen, (İkinci basım. Leipzig, 1928-33), c. I, s. 830.

9I\

Çizelge III HİNT-AVRUPA AKRABALIK ADLIĞI H in t-A vru p a

La tin ce

Babanın babası

*auos

auos

pahanın annesi

*auia *ana

T n nenin annesi

pater

Baba

Tabanın erkek kardeşi "annenin kız kardeşinin kocası Babanın kız kardeşinin kocası Annenin erkek kardeşi

*patğr

patruus

*suğkuros

aunculos

-m itSr

mater matertera

socer

Kaynata Anne Annenin kız kardeşi "Babanın erkek kardeşinin karısı Annenin erkek kardeşinin karısı Babanın kız kardeşi

*suekrus

Kaynana

Erkek kardeş Babanın erkek kardeşinin oğlu

amita socrus

*bhrât#r

frater

Annenin kız kardeşinin oğlu Annenin erkek kardeşinin oğlu Babanın kız kardeşinin oğlu

*daiuer

Kayın Kız kardeş Babanın erkek kardeşinin kızı Anhenin kız kardeşinin kızı

leuir suğsâr

soror

Annenin erkek kardeşinin kızı Babanın kız kardeşinin kızı Baldız

*g(e)l6u glos

Oğul Erkek kardeşin oğlu (e.k.)

Filius *sunus

Kız kardeşin oğlu (k.k.)

nepos

Erkek kardeşin oğlu (k.k.) Ktz kardeşin oğlu (e.k.) Damat Kız

*geme

Erkek kardeşin kızı (e.k.) Kız kardeşin kızı (k.k.)

*dhught6r

gener filia

nepos

Erkek kardeşin kızı (k.k.) _ü'z kardeşin kızı (e.k.) Celin

*snusös nurus

^ğulun oğlu Kızın oğlu

*anğp6tios

_°gulun kızı Kızın kızı

*anepûtia

nepos

74

T A R İH Ö N C E S İ E g e

du. Daha sonra Latince, Ermenice ve Eski N orveççe'de salt "büyük­ baba" anlamını aldı; Latince'deki auonculus'da, Eski İrlanda dilinde­ ki am nair'de, eski Standart Almanca'daki oheinı’d a ve Litvanyaca'daki avynas’d a. gövdeye bir -en öğesi eklenerek geliştirildi ve annenin erkek kardeşi anlamını aldı.46 Fransızca'da, Modern Almanca'da ve Gal dilinde bu gelişmiş biçim "uncle" (dayı, amca) olarak genelleşti­ rilmiştir. Aııos'un annenin erkek kardeşi anlamını alması, bu ilişki için kulla­ nılan daha eski bir terimin ortadan kalkmış olduğunu gösterir. Yitiri­ len terim, Hint-Avrupa terimcesindeki seukuros idi ve bu terim anne­ nin erkek kardeşini, kaynatayı ve babanın kız kardeşinin kocasını kap­ sıyordu. Bu terim, kaynata (Latince'de socer) tarafından sahiplenilmişti. Hint-Avrupa terimcesinde, babanın kız kardeşini, kaynanayı ve an­ nenin erkek kardeşinin karısını karşılayan sııekrııs da aynı biçimde kay­ nana (Latince'de socnıs) tarafından sahiplenilmişti. Böylece, babanın kız kardeşi için kullanılan terim de ortadan kalktı. Babanın kız karde­ şi Latince'de cımita sözcüğüyle karşılanır oldu ve bu sözcük her ikisi de "büyükanne" anlamına gelen Eski Standart Almanca'daki ana ve Eski Prusyaca'daki ane ile ilintiliydi. Bundan da anlaşılıyor ki, Latince'de "annenin erkek kardeşi" anla­ mına gelen auonculus nasıl babanın babası ve annenin annesinin erkek kardeşi için kullanılan Hint-Avrupa teriminden oluşturulmuşsa. La­ tince'de "babanın kız kardeşi" anlamına gelen amita da Hint-Avrupa terimler sisteminde annenin annesini ve babanın babasının kız karde­ şini belirten ana teriminin gövdesi uzatılarak oluşturulmuştu. Babanın erkek kardeşi ve annenin kız kardeşi, gövde uzatılarak ba­ ba ve anneden ayrıldı. Latince'deki patruus ve matertera ile benzeşen bi­ çimler Yunanca'da, Sanskritçe'de, Eski Standart Almanca'da, AngloSaksonca'da ve Galce'de vardır 47 Hint-Avrupa terimcesindeki bhrater ve suesor, Latince'de düz kuzen ve kuzinleri kapsayarak varlığını sürdürdü. Slav dillerinde bunlar çap­ raz kuzen ve kuzinleri de kapsayacak biçimde genişletildi. Ayrıca ele alacağımız Yunanca'yı saymazsak, öteki dillerde bu terimler öz erkek kardeş ve öz kız kardeşle sınırlandırıldı. Böylece düz kuzen ve kuzin­ ler için kullanılan terimler yitip gitti. 46 A. Emout ve A. Meillet, Dictionnaire 6tymologiquc de la langue latine (Kökbilgisel Latince Sözlüğü), (Paris, 1932), bkz. Avonculus. 47 Öteki dillerde benzeri olmayan Yunanca'daki metroos, polroos'dan örnekseme yoluyla kurulmuştur.

AKRABALIK ADLIĞI

75

Hint-Avrupa terimcesinde kaynı ve çapraz kuzeni kapsayan daiııer, kayın (Latince'de leııir) tarafından sahiplenildi. Bu terimin dişili olan g(e)loıt- da aynı biçimde baldız (Latince'de glos) tarafından sahiplenil­ di. Sonuç olarak da, çapraz kuzen ve kuzinler için kullanılan terimler ortadan kalktı. Hint-Avrupa terimcesinde sunus ve dlmghter öz oğul ve öz kızla sı­ nırlandırılmıştı, yalnızca İtalyanca-Keltçe'de bunlar ortadan kalkmış­ tı. Bu durum, bir erkeğin erkek kardeşinin çocukları ve bir kadının kız kardeşinin çocukları için kullanılan sözcüklerin kalkmasına yol açtı. Hint-Avrupa terimcesinde kız çocuğun kocasını, bir erkeğin kız karde­ şinin oğlunu ve bir kadının erkek kardeşinin oğlunu kapsamış olan ge­ me-- ve onun dişili smısos sırasıyla kız çocuğun kocası ve oğulun karı­ sıyla (Latince'de gener ve nımıs) sınırlandırıldı. Böylece, erkek yeğen­ lerle kız yeğenler için kullanılan terimler kaldırılmış oldu. Çapraz kuzen ve kuzin evliliğinde, babamın babasının, annemin an­ nesinin erkek kardeşi olduğunu görmüştük. Demek ki, erkek konuşur­ ken, oğlumun oğlu kız kardeşimin kızının oğludur. Bunlar, birbirinin yerini alan ilişkilerdir. Buna uygun olarak, Hint-Avrupa terimcesinde aııos nasıl büyükbaba ile annenin erkek kardeşi arasında bölündüyse ve annenin erkek kardeşi en sonunda "dayı" olarak genelleştirildiyse, onun karşıtı olan nnepotios da erkek torun ile kız kardeşin oğlu arasın­ da bölündü ve kız kardeşin oğlu "erkek yeğen" olarak genelleştirildi. Ancak, fliıes'un ikinci kullanımının gövdeyi geliştirerek belirlenmiş ol­ masına karşılık, aııepotios'un ikinci kullanımı böyle değildi, dolayısıy­ la da bölünme daha belirsizdi. Terim, Sanskritçe'de erkek torunla. Es­ ki Irlandaca'da kız kardeşin oğluyla sınırlandırılmıştı; Yunanca, Eski Norveççe, Eski Standart Almanca ve Eski Slav dillerinde "erkek yeğen" olarak genelleştirilmişti; Latince, Eski Litvanyaca ve Anglo-Sakson di­ linde erkek yeğen ile erkek torun arasında değişiyordu. Geriye, Hint-Avrupa terimcesinde kocanın erkek kardeşinin karısı­ nı belirten icnaier kalıyor.48 Bu terim, kocanın erkek kardeşinin karısı­ nın kız kardeşle özdeşlendiği sınıflandırma sistemine yabancıdır.49 Do­ layısıyla, kaynak dilin, daha önce gördüğümüz gibi toplumsal birimi öteki kümelerden gelen karılarıyla birlikte yaşayan erkek kardeşler kü­ mesinin oluşturduğu son evresine değgin bir terimdir. 48 Lâtince'de ianitrices, Yunanca'da einateres, Sanskritçe'de yatar. Eski Slavca'da jentry. Bu akrabalık İlişkisi için kullanılan betirrileyici terimlere sınıflandırma sistemlerinde de rastlanır. 49 Systems of Consanguinity and Affinity of the Human Family, s. 291; Social Anthropology of North American Tribes, s. 105.

76

T a r İh

ö

Nc e s İ Eg e

Böylece, Hint-Avrupa adiığı, sınıflandırma sisteminin olağan bir ör­ neği olarak, yani Tip II olarak yerli yerine oturmaktadır. Bu adlık siste­ mi, her terim yüklendiği çeşitli akrabalıklardan yalnız biriyle sınırlan­ dırılarak, bu yapılırken de daha yakın akrabalık ilişkileri daha uzak ak­ rabalık ilişkilerine ve koca tarafından akrabalıklar karı tarafmdan akra­ balıklara yeğ tutularak yeniden kuruldu. Ortadan kalkmış sınıflamalar için, gövdede değişiklikler yapılarak, betimleyici sıfatlar getirilerek ve bazı durumlarda da başka kuşaklara aktarmalar yapılarak yeni terim­ ler bulundu. Bunlar, dünyanın her yanmdaki ilkel dillerde uygulandı­ ğını gördüğümüz aynı önlemlerdir. Öteki sistemlerin bıraktığı yerden Hint-Avrupa sistemi devralır. Eğer bütün bulgu ve kanıtları biraraya getirecek olursak, bunun tek bir kesintisiz tarihsel süreç olduğunu apa­ çık görebiliriz. Özellikle, Hint-Avrupa sisteminde saptadığımız terim­ leri kendi kuşaklarmın dışına taşırarak onlara başka anlamlar yükleme eğilimi, Kuzey Amerika dillerine özgü daha yaygın bozulmalara ilişkin çözümlememizi doğrulamaktadır. Ayrıca, bu eğilimin, Kuzey Amerika dillerinde Hint-Avrupa dillerine oranla daha ileriye götürülmesinin ne­ deni, Amerika yerlilerinin kabile düzeninin ötesine geçmeyi başaramamalarma karşılık, Hint-Avrupa dilleri konuşan halkların kısa bir durak­ sama döneminden sonra sistemlerini tümden yeni bir temel üzerinde yeniden düzenleyebilecek kadar büyük bir hızla gelişmeleridir. Bu yeni temel, bireysel aileydi. Betimleme sisteminde, baba erkek kardeşlerinden, anne kız kardeşlerinden, erkek kardeşler ve kız kar­ deşler düz kuzen ve kuzinlerden, oğullar ve kızlar erkek yeğenlerden ve kız yeğenlerden ayrılır; kaynata ile kaynana, kayın ile baldız, damat ile gelin de ayrı terimlerle belirtilir. Aile tanımlanır. Öte yandan, sınıf­ landırma sisteminin ikinci tipinin tersine, babanın erkek kardeşi ve kız kardeşi annenin erkek kardeşi ve kız kardeşiyle, düz kuzen ve kuzin­ ler çapraz kuzen ve kuzinlerle, erkek kardeşin çocukları kız kardeşin çocuklarıyla, baba tarafmdan büyükbaba ve büyükanne ana tarafından büyükbaba ve büyükanneyle, oğulun çocukları kızın çocuklarıyla iç içe geçerler. Çapraz kuzen ve kuzin evliliğinin zorunlu kıldığı bu ayrım­ lar gerekliliğini yitirmiştir artık. Morgan bu sorunlar üstünde çalışırken, Hint-Avrupa adlığını yeni­ den kurmak için gerekli olan gereçler daha elde edilmemişti; ama gene de, Hint-Avrupa dilbilimi açısından sınıflandırma sisteminin önemine ilk dikkat çeken Morgan oldu.50 Morgan, bizim dillerimize özgü betim50 Ancient Society (Eski Toplum), s. 491.

AKRABALIK A

d

LIĞI

77

[eme sisteminin başlangıçtaki sistem olamayacağını gördü. Morgan'dan sonra bu sorun üstünde çalışmalar yapanlar da onun izinden yiirüselerdi, Hint-Avrupa adlığı çok önceleri açıklığa kavuşturulabilirdi. Morgan'm sınıflandırma sistemi kuramı, Fison, Howitt, Spencer ve Gillen gibi AvustralyalI klasik alan-antropologları tarafından kabul edildi. Bunlar M organ'm ölüm ünden sonra, onun vardığı sonuçları doğrulayan yeni bilgileri günışığına çıkardılar. Fison'un duraksadığı tek nokta, M organ'a yazdığı bir mektupta da içtenlikle kabul ettiği gi­ bi, dinsel meslektaştan arasında doğan utancadan kaynaklanıyordu.51 Morgan'm da kendi bölgesinin papazı J. H. M cllvaine'le başı beladay­ dı; Eski Toplum adlı yapıtı üstünde çalışırken, Tevrat'a ters düşmekle suçlanabileceği korkusuyla Mcllvaine'le birçok ciddi tartışmaya giriş­ mişti. Kitap yayımlandığı zaman, Morgan'm manevi danışmam, belki biraz da dostuna olan sevgisinden dolayı kavrama yetisini yitirerek şöyle yazıyordu ona: "Bence büyük bir yapıt bu. Bugüne kadar Darvvincilere karşı ve türlerin değişmezliğinden yana ortaya atılmış en güç­ lü sav."52 Ne var ki, bu kadar kolay aklanmayanlar da yok değildi. Marx ki­ tabı hemen alkışladı; tıpkı bir zamanlar, bilim adamlarınca öfkeyle suç­ landığı sıralarda Türlerin Kökeni'ni alkışladığı gibi. Engels, "D arw in'in evrim kuramı biyoloji açısından, Marx'm artı-değer kuramı ekonomi politika açısından ne denli önemliyse, bu yapıtın da antropoloji açısın­ dan o ölçüde önemli olduğunu" açıkladı.52 Gerçekte, hiç kuşkusuz, öte­ kiler gibi bu yapıtın da suçlamalara uğramasının nedeni buydu. Darvvin'e karşıçıkış en sonunda yıkılıp gitti, çünkü Darwin'in getirdiği ku­ ram sanayinin gelişmesi açısından vazgeçilmez nitelikteydi. Ama Mor­ gan ile Marx, dünyanın pek çok yerinde hâlâ birer tabudur. Bu işin içinde dinsel önyargıdan öte bir şey vardır. Tanrı gibi aile de özel mülkiyetle el ele yürür. Özel mülkiyeti "baştan beri varolan" bir 51 Fison şöyle yazdı: "Aslında onun (bölünmemiş komün yani içten evlenmeli sürünün) varlığının yeterince kanıtlandığını kabul ediyorum, ama şu iki nedenle bunu açıkça belirtmiyorum: 1) Böyle bir açıklama karşısında şiddetli bir karşıtlık oluşacağını sanıyor ve tartışma ortamını elimden geldiğince dar tutmaya çalışıyorum; 2) Bölünmemiş komün, 'cinsel ilişkilerin rastgele gerçekleştiği' bir düzenden başka bir anlam taşımamaktadır, bu durumsa rahiplerimizden pek çok yakın dostum için korkunç bir olgu olarak algılanacaktır..,. Kısacası, Bölünmemiş Komün'ün daha önce yaşandığı konusunda kuşkum yok ama kendi amaçlarım doğrultusunda bunu açıklamayı gerekli görmüyorum; dahası, (çevremden dolayı) bir açıklama gereksiz olduğu sürece bunu belirtmemeyi yeğliyorum” [B. J. Stern, Lewis Henry Morgan, (Chicago, 1931), s. 162). Yaşam yolu dikenlidir ve fısıltılı diller hakikati zehirleyebilir. B. J. Stern, Lewis Henry Morgan, (Chicago, 1931), s. 27. 59 F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 31.

78

T a r İh ö n c e s İ E g e

şey sayan kentsoylu düşünürler, Morgan'a baştan sona karşıçıkılması gerektiğini içgüdüsel bir biçimde ayrımsamışlardır. Gel gör ki, ona elbirliğiyle karşı çıkmalarına karşın, ortak bir cephe kuramamışlardır, bunun nedeni de başka bir seçenek üzerinde anlaşmayı bir türlü becerememiş olmalarıdır. Radcliffe-Brown şunu ileri sürmüştü:"... Morgan'a ve onun izinden gidenlere karşı, herhangi bir kabilenin akrabalık terimcesi ile bu kabi­ lenin bugün varolduğu biçimiyle toplumsal örgütlenmesi arasında çok kapsamlı bir işlevsel bağ olduğu ortaya konulabilir," dolayısıyla, "ak­ rabalık terimcesinin, salt varsayımsal bir geçmişteki bambaşka bir top­ lumsal örgütlenme biçiminin günümüzdeki bir uzantısı olduğunu dü­ şünmek için en küçük bir neden yoktur."54 Başka bir yerde de ayrıntı­ lı olarak ele aldığım gibi, Radcliffe-Brown'm sınıflandırma sistemini bu temele dayanarak açıklaması, savunulması olanaksız bir açıklamadır.55 Bu arada, bir başka seçkin antropolog, Kroeber bunun tersini kanıt­ lamaya çalışmıştır. Kroeber, akrabalık terimcelerinin toplumsal örgüt­ lenmenin ışığında açıklanabileceğini tümden yadsımaktadır: E ğ e r ak rab alık terim lerinin öncelikle dilbilim sel etk en lerce belirlendiği v e to p lu m sal k o şu llara an cak a ra sıra , o d a d o lay lı bir b içim d e bağlı ol­ d uk ları d a h a açık seçik k av ran say d ı, san ırız b etim lem e sistem i ile sınıf­ lan d ırm a sistem i arasın d ak i ayrım ların özn el v e y a p a y o ld u ğ u h erk es­ çe ço k ö n celeri an laşılırd ı.56

Arunta sistemini iyice anlayabilmek için kafa patlatan okur, bû sis­ temin nesnel olarak kendisininkinin aynısı olduğunu öğrenince rahat­ layacaktır. Ve elbette, bundan sonra tüm sorunu gerçeklik dünyasının dışına çıkarmak için atılması gereken bir adım kalıyordu. Bu adımı da Mali­ nowski attı. Malinowski, "sınıflandırma sistemlerinin günümüzde va­ rolmadıkları gibi, daha önce de hiçbir zaman varolmadıklarının açık bir gerçek olduğunu" keşfetti.57 Lowie, aynı şeyi totemcilik konusun­ da yaptı. Lowie, "bu konuda ortaya serilen bütün uğraş ve bilgilerin, 54 A. R. Radcliffe-Brown, The Social Organisation of the Australian Tribes", Oceania, (Melburn/Londra, 1931-.), c. I, s. 427. 55 Bkz. Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), s. 396-401. 56 A. L. Kroeber. “The Classiflcatory System of Relationship”, Journal o f the Anthropological Institute, (Londra, 1872-.), 39, s. 82. 57 B. Malinowski, "Kinship", Man (insan adlı yapıtta "Akrabalık" bölümü), (Londra, 1901-,), 30, s. 22.

A K R A B A LIK ADLIĞI

79

totem olgusunun gerçekliğini kanıtlayamadığı" kanısındadır.58 Açık­ çası, sorun, sorunun varlığı yadsınarak çözülmekledir. Her zaman ol­ duğu gibi, sonunda bilir bilmez söz söylemeye varan kentsoylu kuş­ kuculuğunun son sözü budur işte. Ama hiç kuşku yok ki, M alinowski'nin keşfinden teselli bulanlar, onun çağdaş Anglo-Amerikan toplumsal antropoloji okulunun temel görevini yerine getirmede tam bir başarısızlığa uğradığını itiraf ettiği­ ni gördüklerinde biraz düşkırıklığma uğrayacaklardır: İşin içinde olan biri olarak diyebilirim ki. Bayan Seligmaıı ya da Dr. Lowie ile ne zaman biraraya gelsem, Radcliffe-Brown ya da Kroeber'le ne zaman bazı konuları tartışsam, o anda karşımdakinin konudan haberi bile olmadığını fark ediyor ve sonunda çoğu zaman bunun benim için de geçerli olduğu duygusuna kapılıyorum. Akrabalık konusunda yaz­ dıklarımızın hepsini de buna katabiliriz ve bu hepimiz için geçerlidir.59 Görüldüğü gibi, bir türlü kafa kafaya verip anlaşam ıyorlar! Morgan'ı çürüteceğiz diye yıllar yılı çabaladıktan sonra yalnızca birbirleri­ ni çürütmeyi başarabiliyorlar. Bu arada, Engels tarafından geliştirildi­ ği biçimiyle Morgan'm yapıtındaki savlar, Sovyetler Birliği'ndeki et­ nologlar ve arkeologlar tarafından geniş bir cephede sürdürülüyor.

58 Primitive Society, s. 137. 59 Kinship, s. 21.

80

T A R İH Ö N C E S İ EGE

III

KABİLEDEN DEVLETE

1. İrokua Birliği

M organ'ın İrokua'lara ilişkin incelemesi, antropoloji alanında öncü bir çalışma ve kendi türünün bir başyapıtıdır. Morgan, eski Yunan ve Roma'daki kabile örgütlenmesiyle ilgili ipucunu, bu yerlilerin arasına gittiği sıralarda bulmuştu. Morgan, Amerika yerli toplumuna ilişkin genel görüşlerini şöyle be­ lirtir: Amerika yerlilerinin yönetim tasarı, gens (klan) ile başlıyor, yönetsel kurumlarının eriştiği en yüksek nokta olan genbirlikte (konfederasyon, ç.n.) sona eriyordu. Bu yönetim tasarı organik olarak şöyle sıralanıyor­ du: Birincisi, bir kandaşlar topluluğu olan gens; gens üyesi kandaşlar gens'i ıralayan ortak bir ad taşıyorlardı, İkincisi, birtakım ortak amaç­ larla daha yüksek bir birlikte biraraya gelmiş bulunan bir akraba gentes (gens'in çoğulu, ç.n.) topluluğu olan fratri. Üçüncüsü, genellikle fratrilerde örgütlenmiş, bütün üyeleri aynı lehçeyi konuşan bir gentes'ler topluluğu olan kabile (tribü, ç.n.). Ve dördüncü olarak da, her biri ay­ nı dil ailesinin ayrı lehçelerini konuşan kabilelerden meydana gelen genbirlik. Bu, bir siyasal toplum ya da devletten (civitas) farklı olarak, bir gentilice toplum (societas) ortaya çıkarıyordu, ikisi arasında büyük ve köklü bir ayrım vardır. Amerika bulunduğu zaman orada ne bir siya­ sal toplum vardı, ne bir yurttaş, ne bir devlet, ne de herhangi bir uygar­ lık. Amerika'daki en ileri yerli kabileleriyle genellikle bilindiği anlamıy­ la uygarlığın başlangıcı arasında koskoca bir budunsal dönem vardı.1 1

Ancient Society (Eski Toplum), s. 65. irokua’ları yeniden inceleyen Quain, onların son derece ilen

Ka b il e d e n D e v l e t e

8i

Altı ayrı lehçe konuşan altı İrokua kabilesi vardı. Bunların dördün­ den her biri iki fratri ve sekiz klana bölünmüştü. Öteki ikisindeyse, fratj-j yoktu, yalnızca üç klan vardı.2 Bunların ortak kökeni klan adlarıyla gösterilmiştir; klan adlarından üçü altı kabilede de geçmekte, buna kar­ şılık yalnızca ikisi tek bir kabileyle sınırlı kalmaktadır. Biri dışında bütün klanlar hayvan adları taşımaktadır. Bunlar, klan totemleridir. Sözgelim i, bir söylenceye göre, çok sıcak bir yaz günü gü­ neş bir kaplumbağanın yaşadığı küçük gölü kurutuvermiş, kaplumba­ ğa da kabuğunu sırtından attığı gibi insana döniişüvermiş. İşte bu in­ san, kaplum bağanın adını ve belirtkesini taşıyan klanın atasıymış.3 Çizelge IV İR O K U A B İRLİĞ İ Fratri

Kabile

Klanlar

Seneca

1 II

Ayr

Kurt

Geyik

Çulluk

Cayuga

1 II

Ayı Geyik

1

Kunduz Balıkçıl

Kaplumbağa Şahin

Kurt Şahin

Kaplumbağa

Çulluk

Yılan Balığı

Kurt Geyik

Kunduz Ayı

Kaplumbağa Yılan Balığı

Çulluk

Top

Ayı Bozkurt

Kunduz Sarı Kurt

Büyük Kaplumbağa Küçük Kaplumbağa

Yılan Balığı Çulluk

Mohawk

Ayı

Kurt

Kaplumbağa

Oneida

Ayı

Kurt

Kaplumbağa

Onondaga Tuscarora

II 1 II

Kunduz

M organ'ın zam anında dıştan evlenmeye dayalı birim klandı, ama geleneklere bakıldığında bu birim in bir zamanlar fratri olduğu anlaşı­ lıyordu. İrokua'ların "fratri" için "kardeşlik" anlamına gelen bir söz­ cük kullanmaları da bunu doğrulamaktadır. Aynı fratriye bağlı klan­ lar, "kardeş" klanlardı; ayrı fratrilere bağlı klanlarsa "kuzen" klanlar­ dı.4 Senecalar, başlangıçta kabilelerinin Ayı ve Geyik adlarını taşıyan askeri örgütlenmelerinin, Avrupalı sömürgecilerle ilişkiler sonucunda geliştiğini ileri sürmektedir. B.H. Quain, "The Iroquois", Meade, s. 240. 2 Ancient Society (Eski Toplum), s. 69 . 2 E. A. Smith, “Myths of the Iroquois", Annual Reports of the Bureau of Ethnology (Etnoloji Kurumu Yıllık Raporları, "irokua Yerlilerinin Söylenceleri"), (Washington, 1887-.) II, s. 77. 4 Ancient Society, s. 90.

82

T A R İH Ö N C E S İ EGE

yalnızca iki klanı bulunduğunu, daha sonraları bunların bölündüğü­ nü, ilk baştaki birimlerin her birinin kendi fratrisi içinde eski ve saygın klanlar olarak varlıklarım koruduklarını ileri sürüyorlardı. Klan üyeleri "uzun ev" denilen ortak bir konutta yaşıyorlardı; bah­ çelerle çevrili olan "uzun ev"in kapısının üzerine klan totemini belir­ ten bir simge işlenmişti.5 Ev ve bahçelerin bakımı kadınlar tarafından yapılıyor, erkeklerse avcılık ve savaşçılıkla uğraşıyorlardı. Toprağın iş­ lenmesinde çapa kullanılıyordu. Başlıca ekin mısırdı. Toprak on ile yir­ mi yıl arasında değişen bir sürede ürün vermez duruma geliyor, o za­ man kabile yeni bir yerleşme yerine taşmıyordu.6 Soy ve kalıtım anayanlıydı. Her klanın kendi özel adlar kümesi var­ dı. Bu adlardan herhangi biri, klanın yaşayan üyelerinden birinin adı olmaması koşuluyla çocuğa verilebiliyordu.7 Bir erkeğin kişisel eşya­ ları dayıları, erkek kardeşleri ve kız kardeşlerinin oğulları arasında pay­ laşılıyordu. Kendi çocuklarına kalmıyordu. Bir kadının kalıtçılarıysa, kendi çocukları, kız kardeşleri ve kız kardeşlerinin çocuklarıydı. Böylece, klanın malları gene klan içinde kalmış oluyordu. Ölünün ardın­ dan kendi klanının üyeleri yas tutuyor, ama gömü tün hazırlanması ve gömme işlemi öbür klanlarca yerine getiriliyordu. Ölen önemli bir ki­ şiyse, ardından bütün fratrisi yas tutuyor, gömme töreniyse öteki fratri tarafından gerçekleştiriliyordu. Morgan'ın zamanında ölüler gelişi­ güzel gömülmekteydi, ama Morgan çeşitli belirtilere bakarak eskiden her klanın kendi gömütlüğünün bulunduğu sonucuna varmıştı.8 İrokua'lar her yıl altı şenlik düzenliyorlardı. Bu şenlikler, önceden her klandan seçilmiş belirli sayıda kadın ve erkek görevli tarafından yönetilmekteydi, İrokua'larda özel bir klan tapımı yoktu, bunun yeri­ ni klan örneğine göre kurulmuş gizli derneklerin tapınma törenleri alı­ yordu. Gerçekte bu, Amerikan yerli kabilelerinin genel bir özelliğidir, ancak kimi kabilelerde totem çoğaltma töreninin değişik bir biçimine rastlanılabilir. Sözgelimi, Mandan'ların her mevsim yaban sığırının ço­ ğalması için yaptıkları yaban sığırı dansının bilinen tipten tek farkı, bel­ li bir klana özgü olmamasıdır.9 5 6 7 8 9

L. H. Morgan, The League o f the Iroquois (irokua Birlikleri), (Kochester, 1851), s. 318. Gem’i bulgulamadan önce kaleme aldığı bu yapıtında, Morgan, bunu bir “kabile aygıtı” olarak tanımlıyor. H. Hale, The Iroquois Book o f Rites (İrokua'larda Kuttörenler), (Philadelphia. 1883), s. 50; Totemism and Exogamy, III, s. 3-4. Ancient Society (Eski Toplum), s. 77-80. Aynı yerde, s. 74-5, 83-4, 96. Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), III. s. 137, 472.

KABİL ED EN D E V L E T E

83

Klan, yabancıları evlat edinme hakkına sahipti. Bu yabancılar, ken­ dilerini evlat edinen kişilerin "erkek kardeşi" ya da "kız kardeşi" ola­ rak klanın gerçek üyeliğine kabul ediliyor ve bir klan adı alıyorlardı. Tutsaklar ise ya evlat ediniliyor ya da öldürülüyordu. Kölecilik diye bir şey yoktu.10 Klan, üyelerinin davranışlarından ve onların çıkarlarının korunma­ sından sorumluydu. Bir klanın üyesi başka bir klanın üyesince öldü­ rüldüğünde, öldüren adamın klanına yakınmada bulunuluyor ve za­ rarın ödenmesi için bir istem sunuluyordu. İstenilen ödence verilirse genellikle mal olarak ödeniyordu- sorun kalmıyordu. Yok verilmezse, o zaman ölenin klanının üyeleri arasından bir öç alma bölüğü kurulu­ yor, bunlar öldüreni yakalayıp öldürmekle görevlendiriliyordu. Eğer ölenle öldüren ayrı fratrilerdense, dava ilgili klan adına fratri tarafın­ dan ele alınıyordu.11 Klan içinde adam öldürme konusunda belirlenmiş bir işlem yoktu. Kaldı ki, bu türden suçlar çok ender işleniyordu. Özel mülkiyetin bu­ lunmadığı bu koşullarda bu türden suçlarm işlenmesine yol açan baş­ lıca dürtü bazı eksikliklerdi, ama klana can veren güçlü dayanışma ru­ hu bu konuda olumlu bir caydırıcı rol oynamaktaydı. Klanın, her iki cinsten yetişkinlerin özgür oylarıyla seçilen bir şefi (1scıchenı) vardı. Gerçi klan şefi yaşam boyu görevde kalmak üzere seçi­ lirdi ama, seçmenleri hoşnut edemezse her zaman görevden alınabilir­ di.12 Şeflik kalıtımsal bir eğilim gösteriyor, şef ölünce şeflik onun erkek kardeşlerinden birine ya da kız kardeşlerinin birinin oğluna geçiyor­ du, İrokuaTarda şefliğe yalnızca erkekler seçilebiliyordu, ama bunun çok eskilere dayanıp dayanmadığı belli değildir. W isconsin'deki Winnebago'lar, ölen şefin erkek kardeşi ya da kız kardeşlerinden birinin oğlu yoksa, şefliğin ana tarafından en yakın kadın akrabaya geçmesi kuralını uyguluyorlardı.13 Her kabilenin kendi bölgesi ve kendi kabile konseyi vardı. Kabile konseyi, savaş ve barışla ilgili sorunları karara bağlamak ve seçilen klan şeflerini onaylamak üzere kabile halkı önünde toplanırdı ve seçilen klan şefini veto etme hakkına sahipti. Kararlarını oybirliğiyle almak zorun­ daydı. Kabile konseyi, klan şeflerinden ve ayrıca kişisel kahramanlık­ larından dolayı seçilmiş bazı askeri şeflerden ve belli klanlarda kalıt­ 10 U 12 13

Ancient Society, s. 80-1. Aynı yerde.s.77,9S. Aynı yerde, s. 70-3. Aynı yerde, s. 161-2.

84

T A R İH Ö N C E S İ E g e

sal olarak geçen ve kabileyi genbirlik konseyinde temsil etmekle gö­ revli özel bir şefler sınıflamasından oluşmaktaydı.14 İrokua'ların en yüksek organı olan genbirlik konseyi, az önce sözü­ nü ettiğimiz özel şeflerden oluşuyordu. Bu konsey de halk önünde top­ lanırdı ve kararlarını oybirliğiyle almak zorundaydı. Genbirlik konse­ yinin görevini yürütebilmesi için altı kabilenin de onayı gerekliydi.15 Askeri eylemlerin yürütülmesi görevi, Seneca'larm Kurt ve Kaplum­ bağa klanlarından seçilen iki yüksek askeri şefe verilm işti.16 Morgan, bu kabilelerin, ata soyundan nasıl ayrıldıkları ve sonun­ da nasıl yeniden birleştikleri konusunda bazı uyarıcı görüşler öne sü­ rüyor: Doğal büyüme sonucunda durmadan yeni kabileler ve yeni gentes'ler oluşmaktaydı. Amerika anakarasının uçsuz bucaksız alanları bu süre­ ci gözle görülür bir biçimde hızlandırmaktaydı. Yöntem basitti. En baş­ ta, yaşama olanakları bakımından çok elverişli olan, dolayısıyla da aşı­ rı bir yığılmaya uğrayan bir coğrafi merkezde giderek bir taşma mey­ dana geliyordu. Yıldan yıla sürüp giden bu taşma sonucunda, kabile­ nin başlangıçta yerleşmiş olduğu merkezden uzakta bir yerde bir nü­ fus birikimi gerçekleşiyordu... Böylece yeni bir kabile doğuyordu. Artan insan sayısı yaşama olanaklarını zorladığında, insan fazlası ye­ ni bir yere taşınıyor ve oraya büyük bir beceriyle yerleşiyordu, çünkü her gens'de ve bir bölükte bir araya gelen gentes'ler de yetkin bir yöne­ tim vardı... Genbirliklerin oluştuğu koşullar ve dayandığı ilkeler son derece ba­ sittir. Bu genbirlikler, doğallıkla, belli bir zaman süreci içinde önceden varolan öğelerin bağrından doğup gelişmişlerdir. Bir kabile çeşitli ka­ bilelere bölünmüş, bu altbölümler birbirinden bağımsız, ama sınırdaş bölgelere yerleşmişler, genbirlik de bunları içerdikleri ortak gens'ler ve konuştukları yakın lehçeler temelinde daha yüksek bir örgütlenme için­ de yeniden bütünleştirmiştir. Gens'de somutlaşan akrabalık kavramı, gens'lerin ortak bir soydan gelmeleri ve birbirlerinin konuştukları leh­ çeleri hâlâ anlayabilir durumda olmaları, bir genbirlik için gerekli mad­ di öğeleri sağlamaktaydı. Demek ki, genbirliğin temelinde ve merke­ zinde gentes'ler, daire çevresindeyse dil ailesi yer almaktaydı.17 14 15 16 17

Aynı yerde, Aynı yerde, Aynı yerde, Aynı yerde,

s. s. s. s.

113-20. 35. 150-1. 105,125.

K A B İL E D E N D E V L E T E

85

Görüldüğü gibi, kabile sistemi, durmadan yer değiştiren bir toplu­ ma son derece yetkin bir biçimde uyarlanmıştı. Kabilelerin çoğalması, kabilenin kendisini yaratm ış olan bölünme sürecinm bir devamından başka bir şey değildi. Ne var ki, genbirlikte bu gelişme tersine dönmüş­ tür ve işte tam bu noktada, yüksek askeri şeflerin görevinde eşitlik ilke­ sinden ilk uzaklaşm ayı gözlemleriz. İrokua Birliği'nde, kabileler, daha ileri, ama sınıflara bölünm üş devlet biriminde birleşmek üzeredirler. İrokua Birliği, savaşa göre düzenlenmiştir. Birlik, Algonkin'lerin ko­ vulmasından sonra, bugün New York eyaletinin bulunduğu bölgede kurulmuştu.18 O sırada Irokua'lar, varolan üretim düzeyinde özgürce yayılmanın sınırına varm ış bulunuyorlardı. Ama, hâlâ göçebe tarımı aşamasında oldukları için, yalnızca toprak uğrunda savaşını veriyor­ lardı. Eğer Birliğin oluşum undan önce tarımları daha ileri bir düzeye erişmiş olsaydı, onlar da Orta Amerika'daki Köy Yerlileri gibi yerleşik düzene geçerlerdi; ya da, Birlik yönetimi altında tarımlarını geliştirebilselerdi, M eksika'da daha sınırlı bir bölgede Aztek Birliği'nin yaptı­ ğı gibi, bu aygıtı hiç kuşkusuz öteki kabileleri şu ya da bu biçimde sö­ mürmekte kullanırlardı. Ne var ki, İrokua'ların gelişmesi, Kristof Koiomb'un izleyicileri tarafından bu noktada kesiliverdi.

2. Romalılarda Kabile Sistemi Her Romalının ya da hiç değilse her soylu Romalının üç adı vardı. Nomen ya da "a d ", proenomen ya da "ilk ad" ve cognomen ya da "soya­ dı". Proenomeıı kişisel addı. Nomen o kişinin geus'ini ya da klanını be­ lirtiyordu. Cognom en ise fam ilia’sini ya da ailesini belirtiyordu. Örne­ ğin, Gaius lulius Caesar, lulia gens'inin Caesar ailesindendi. Familia, gens' in bir altbölümüydü. Paterfamilias'ı (erkek aile reisi, ç.«.), onun karısını, oğullarını ve evlenm emiş kızlarını, oğullarının oğulları­ nı ve evlenm em iş kızlarını, kölelerini ve öteki mal mülkü kapsıyordu.19 Gens, ortak bir ataya bağlı erkek soyundan gelen bir fa m il iae’ ler küme­ siydi. Familia sözcüğü başlangıçta mülk edinilmiş köleler (famuli), ya­ ni gens'm ortak m ülkiyetinden ayrı olarak edinilmiş mallar anlamına gelmekteydi. 18 Aynı yerde, s. 169: Systems o f Consanguinity and Affinity of the Human Family (İnsan Ailesinde Kandaşlık ve Evlilik Yoluyla Akrabalık Sistemleri), s. 150-1. 19 Ancient Society, s. 293-5; H. F. Jolowitz, Historical Introduction to the Study o f Roman Law, (Cambridge, 1939). s. 122.

86

T a r ih ö n c e s İ E g e

Vasiyetname bırakmadan göçüp giden birinin malı mülkü ilk ağız­ da karısına ve çocuklarına kalırdı. Çocukları yoksa, erkek tarafından gelen dolaylı torunlarına, daha sonra baba soyundan gelen akrabaları­ na, yani erkek kardeşlerine ve evlenmemiş kız kardeşlerine, babasının erkek kardeşlerine ve evlenmemiş kız kardeşlerine ve son olarak da bunların hiçbiri yoksa gens'ine kalırdı. Bu öncelik kurallarını tersine çe­ virirsek, onları, gens'in ortak mülkiyetinin ardışık çiğnenişlerini göste­ ren tarihsel sıraları içinde görürüz. Evlenmiş kız kardeşlerin ve kız ço­ cukların dışlanm asının nedeni, kadının evlendiği zaman kocasının geııs'inin bir üyesi durumuna gelmesiydi. Romalılarda evliliğin tarihinin başlangıç dönemi belirsizdir ve ancak el yordamıyla açıklanabilir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde üç evlilik biçimi vardı: Usıts, confarreatio ve coemptio.20 Birincisi, birlikte yaşama­ dan öte bir şey değildi. Hiçbir tören gerektirmiyor, istenildiği anda bo­ zulabiliyor ve mal mülkün aktarılmasına ilişkin hiçbir koşul getirmiyor­ du. İlk Etrıisklerin az sonra anlatacağımız gevşek anaerkil birliklerini andırıyordu ve büyük bir olasılıkla, pleblerin evlenmelerinin ve mülki­ yet haklarının patriciler tarafından tanınmadığı döneme uygun düşü­ yordu.21 Patricilerin evlenme biçimi, confarreatio idi; gelini kocasının yet­ kesi altına sokan bir aktarma olayıydı. Coemptio da pleblere uygun dü­ şen biçimdi; bu, kocaya, karısının sahibi olduğu konusunda sözleşme­ ye dayalı bir hak tanıyan bir satın almaydı. Sonradan, patricilerle plebler arasındaki ayrım ortadan kalktığında, bu evlilik biçimlerinin yerini, eski ıısus kadar gevşek bir birleşme aldı, ama bu kez özel mülkiyet çı­ karları vasiyetname düzenleme hakkıyla güvence altına almıyordu. Bu ataerkil patrici birleşmelerinin ardında yatan amaç oldukça açıktır: Eğer, der Cato, karını seni aldatırken yakalarsan, onu yargılamadan öl­ dürebilirsin ve en küçük bir ceza yemezsin; ama eğer sen karını alda­ tırsan, karın senin kılına bile dokunamaz.22 Confarreatio, kalıtımın babadan oğula geçmesini sağlama almak ama­ cıyla kadının özgürlüğünü sınırlıyor; coemptio da, aynı ilkeyi daha alt 20 C. W. Westrup, "Recherches sur les formes antiques de mariage dans l’ancien droit romain” ("Eski Roma Yasalarındaki Evlilik Biçimleri") Oversigt over det kongelige Danske Videnskabernes Selskobs Forhondlinger, (Kopenhag, 1816-.), 30,1. Historical Introduction to the Study o f Roman Law, s. 113-6, 243-4. 21 Usus'un eskiliğine ilişkin bilgi için bkz. C. W. Westrup. 22 Cellius, 10. 23.

KA B İL E D E N D E W L E T E

87

katmanlara yaygınlaştırıyordu. Bunlar, eski kabile haklarınım tüzel bir kısıtlaması olarak mülkiyetin gelişmesi sonucunda resmi ev/liliğin na­ sıl ortaya çıktığını göstermektedir: Tarihte ortaya çıkan ilk sınıf ayrılığı, tekeşli evlilikte erkek ile kaıdın ara­ sındaki karşıtlığın gelişmesiyle, ilk sınıf baskısı da erkeğin kaodın üze­ rindeki baskısıyla aynı zamana rastlar.23 Familicı, geııs'in bir altbölümü olduğundan, aile adına cognıonıen, "so­ yadı" ya da ek ad deniliyordu. Nomen, kesin olarak gens'i bellirtiyordu. Gene, edinilmiş mülkiyeti belirten fannlia'nuı daha geç ortay a çıkmış bir sözcük olmasına karşılık, gens ve nomen, yani "akraba" vce "ad ", da­ ha önce de gördüğüm üz gibi, erkek akrabanın kendi klanı adı ya da klan belirtkesiyle tanındığı ilkel klandan gelmektedir. Ve bu nomina’lara baktığımızda, kökenleri apaçık görülür. Aquilia Gensi K artal klanı, Asinia Gensi Eşek klanı, Aurelia Gensi Altın klanı, Caecilia Hera'nın da izleri Knossos'a uzandığından, ancak Eileithyia'nm Hera'nm gerçek çocuğu sayılabilmesi olasıdır; Eileithyia dışında bu çocukların hepsi uydurmadır. Herodotos'un belirttiği gibi, Yunan tanrı ve tanrı­ çalarının doğuşunu Homeros ve Hesiodos düzenlem işti;183 başka bir deyişle, tanrıların doğuşu, kökleri Mykene döneminde yatan epik ge­ leneğin bir ürünüydü. Minos ana-tanrıçasmm biçimlerinden biri olarak Hera'nm bir erkek eşi vardı mutlaka. Kimdi bu peki? 181 A.B. Cook. “Who was the Wife of Zeus?" (“Zeus'un Karısı Kimdi?"), Classical Review. (Londra. 1887). 20. 365,416. 182 Hera Ares'l Zeus'un yardımı olmadan, bir çiçeğe dokunduktan sonra doğurmuştu: Ov. F. 5. 229-56 183 Herodot Tarihi. 2. 53. 2.

E g e ’d e k î B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r

275

Herakles ile İphitos ikizdiler. Biri ölümsüzdü, biri ölümlü.184 Herakles öyküsünün çıkış noktası buydu. Bu çıkış noktası, ikizlerden birini öldürme biçimindeki yaygın uygulamaya uygun düşmekteydi; yetiş­ tirme güçlüğünün zorunlu kıldığı185 ve öldürülenin ölüm süzlük ka­ zandığı inancıyla haklı gösterilen186 bir uygulam aydı bu. H erakles Thebai kentinde doğmuştu, ama anası Argos O vası'ndandı, nitekim Herakles'in başardığı on iki işin merkezi de Argos Ovası'ydı.187 Dola­ yısıyla, Herakles öyküsü Mykene kültürünün iki ana bölgesinde geç­ mekteydi,188 öykünün Minos çıkışlı olduğunu gösteriyor bu da. Öykü­ nün en ilginç özelliklerinden biri, kahramanın, anasının doğduğu ye­ rin tanrıçasıyla olan ilişkisidir. Bu tanrıça, daha anasının karnındayken Herakles'in haklarını elinden alır ve gün ışığını görür görmez onu boğ­ maları için iki yılan gönderir.189 Herakles'in cinnet getirip karısıyla ço­ cuklarını öldürmesine yol açan; Amazonları ona karşı silaha sarılm a­ ya kışkırtan; Herakles yeryüzünün batı ucundan G eryoneus'un sığır sürüleriyle dönerken yollarına bir atsineği çıkarıp sığırların dört bir ya­ na dağılmasını sağlayan da aynı tanrıçadır.190 Bu tanrıça başından so­ nuna kadar Herakles'in amansız düşmanıdır. Mitologya çözümlemesinin benimsenmiş bir ilkesi de, iki kavram arasındaki asıl ilişki bozulduğu zaman bu ilişkinin tam karşıtına dö­ nüştürülmeye yatkın olmasıdır. Hera'nın Herakles'e düşmanlığı "çok ileri gider", ama öykünün yazılı yorumlarını bir yana bırakıp yerel ge­ leneklere baktığımızda çok farklı bir durumun anılarıyla karşılaşırız. Sparta'da bir Hera tapınağı vardı. Bu tapmağı Herakles, Hippokoon'la dövüşünde kendisine yardımcı olduğu için Hera'ya şükran borcunu ödemek amacıyla yaptırmıştır.191 Herakles Hera'nın dev Porphyrion'la boğuştuğunu görür görmez koşup yetişmiş, Hera'ya saldıran devi can­ sız yere serm işti.192 Herakles Hesperid'lerin (Batı Kızları'nın) Bahçe­ si'ne gittiği zaman da, oradan Altın Elmalar'ı alıp döndüğünde de onu 184 Hesiodos. Sc. 48-52. 185 C. K. Meek, A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study o f theJukun-speaking Peoples o f Nigeria (Sir Sudan Krallığı: Nijerya'da Jukun Dili Konuşan Halklar Üzerine Etnolojik Bir inceleme), (Londra, 1931). s. 357. 186 j,G. Frazer, The Colden Bough (Altın Dal), (Londra, 1923-27), "The Magic Art and the Evolution of Kings” ("Büyü Sanatı ve Kralların Evrimi"), c. 1, s. 267-69. 187 Apollodoros, 2.4. 6, 2. 5.1. 188 M.P. Nilsson, Mycenaean Origin o f Creek Mythology, (Londra, 1932), s. 207. 189 ilyada, 19. 95-133; Pi. N. 1. 33-40; Apollodoros, 2. 4. 5-8. 190 Euripides, HP. 843-73; Apollodoros. 2. 4.12, 2. 5. 9-10. 191 Pausanias, 3.15. 9. 192 Apollodoros, 1. 6. 2.

276

TARİHÖNCESİ EGE

karşılayıp kutlayan Hera'dır.193 Bütün bu yerel geleneklerde Herakles Hera'nm dostu ve yardımcısıdır. Yunanlılar, bu yüz kızartıcı çelişmeyi, aynı adı taşıyan iki kahraman olduğunu söyleyerek çözmeye çalışmışlardır: Kolları kıllı Argos'lu yi­ ğit ve ondan daha büyük olan yumuşak bakışlı Giritli delikanlı.194 Megalopolis'deki bir toplu yontuda, Demeter'le kızının yanında bu Girit­ li Herakles de görülmekteydi.195 Aynı Herakles Mykalessos'daki (Mykale Burnu) Demeter tapmağında hizmet görmüştü.196 Yazılı geleneğe ba­ kılırsa, Olimpiyat Oyunları'nm kurucusu Argos'lu Herakles'di; ama durumu daha iyi bilmeleri gereken yerel rahipler Olimpiyat Oyunları'nı Girit'ten gelen öteki Herakles'in kurduğunu söylüyorlardı.197 Dio Khrysostomos bir gün Olympia yakınlarında bir kır gezintisi yapar­ ken yol kıyısında bir Herakles tapmağına rastgelmiş, tapmağın yanın­ da yaşlı bir köylü kadın oturuyormuş. Yaşlı kadın, kaba bir Dor lehçe­ siyle, tapınağın bakıcısı olduğunu, Tanrıların Anası'nm kendisini ödül­ lendirerek bilici yaptığını söylemiş. O yörenin çiftçileri sürülerinin ve ekinlerinin encamını öğrenmek için ona danışırlarm ış.198 Herakles'le Tanrıların Anası'nm ortak tapımmın kırsal kesimlerde yaygın olduğu anlaşılıyor.199 Bu sapa yörelerde köylüler kahramana eski niteliğiyle tapınmayı sürdürüyorlardı. Resmi görüşe verdikleri tek ödün, kahra­ manı, kendileri için pek az anlam taşıyan Zeus'un Olymposlu karısın­ dan alıp yerli, anaerkil niteliğini korumuş olan bir tanrıçaya aktarmış olmalarıydı. Sonra bir de adın kendisi var. Kahraman ister Hera'nm düşmanı ol­ sun, ister Dem eter'in dostu, başından sonuna kadar "H era'nm ünü" anlamına gelen bir adla tanınmıştır. Bu, nedendir bilinmez, yanlış an­ laşılmıştır. Nilsson, Giritli Herakles'den hiç söz etm eksizin Argos'lu Herakles ile Thebai'lı Herakles'in ayrıntılı bir incelemesini sunduktan sonra, "Herakles adının, Hera'nm Herakles öyküsündeki rolünün çı­ kış noktası olduğunu" belirtir.200 Bu varsayıma göre, kahramanın adı­ nın başlangıçtaki seçimi bir rastlantıdır. Daha sonra tanrıçayla arala­ 193 O. Cruppe. Criechische Mythologie und Religionsgeschichte, (Münih, 1906), s. 460-61. 194 Herodot Tarihi, 2. 43-44; Pausanias, 9. 27. 6-8. 195 Pausanias. 8 .3 1 .3 . 196 Pausanias. 9.19. 5, 9. 27. 8. 197 Pausanias, 5. 7. 6-7. 198 D. Chr. 1 .6 1 .R . 199 l.R . Parnell, Creek Hero Cults (Yunan Yarı-Tanrı Tapımları), (Oxford. 1921), s. 129. 200 Mycenaean Origin of Creek Mythology, s. 211.

E g e ’d e k İ B a z i A

n a e r k İl

Tan

r iç a l a r

277

rında bir bağ kurulması da rastlantıdır; elbette aralarındaki düşmanlık da bir giz olarak kalmaktadır. Eldeki ipucu bir yana bırakılırsa soru­ nun çözülememesi doğaldır kuşkusuz. Herakles adı, avazı çıktığı ka­ dar haykırarak, Herakles'in ana-tannçanın erkeği olduğunu açıklamak­ ta, erkek çocuğa anasının adının verildiği bir toplumda cinslerin duru­ munu belirlemektedir. İki yüzlü balta bir şimşek simgesiydi. Karia başkenti M ylasa'da Karia'lılara özgü bir Zeus Labrandeos, yani İki Yüzlü Baltalı Zeus tapımı vardı. "Niçin," diye soruyor Plutarkhos bıkıp usanmadan, "Karia'h Ze­ us elinde kutsal değnekle ya da yıldırımla değil de, baltayla gösterili­ yor?" Herakles, Amazonların ecesini öldürünce onun pusatlarını da al­ dı; pusatlar arasında bir de balta vardı. Herakles, bu baltayı, hizmeti­ ne girdiği Lydia kraliçesi Om phale'ye sundu. Bu balta Om phale'den sonra, Karia'h Arselis'in öldürdüğü Heraklidlerin (Heraklesoğulları) sonuncusuna kadar bir evladiyelik gi­ bi elden ele aktarıldı. Arselis'e gelince, o, baltayı aldı, M ylasa'ya götürüp Ze­ us'un eİine verdi.201 Zeus Labrandeos, baltasını Herakles'den aldı açıkçası; o da Hititlerden almıştı. Eski bir Etrüsk gömüt anıtmda, elin­ de iki yüzlü balta, başında kocaman sorguçlu bir tolgayla bir savaşçı görül­ mektedir.202 Savaş başlığının tepesin­ deki sorguç, Lykia'lılarla Karia'lılara özgü bir buluştu.203 Dahası, Yunanlı­ ların Heraklesi'yle Herası nasıl bir iliş­ ki içindeyseler, Etrüsklerin H erklesi'yle Uniali ve Romalıların Herculesi'yle Iunosu da tıpatıp öyle bir ilişki içindeydiler. Roma'daki bir tunç yon­ tuda, Iupiter'i, Hercules'le İuno'yu ta­ nıştırırken görüyoruz. İupiter'in ama­ cı, yalnızca bir uzlaştırmayla sınırlı de­ Resim 43. Etrüsk zırhı: Vetulonia'dan ğildir. Bunu, ayaklarının dibinde du­ bir dikilitaş 201 Plutarkhos, Moralia, 301 f. 202 Cambridge Ancient Histoıy'de (Cambridge. 1925-39), 4. 392, R. S. Conway. 203 Herodot Tarihi. 1. 171. 4.

278

TARİHÖNCESİ E g e

ran kadın ve erkek üreme organları da doğrulamaktadır.204 Gerçekte bir kutsal evlenmedir söz konusu olan. Roma düğünlerinde gelinin be­ line sardığı kuşak İuno'ya adanır, bu kuşağın güvey tarafından yatağa girilirken çözülen düğümüne nodus Herculaneııs205 denirdi. Bu kanıt] ortaya koyan Cook, "Herakles tapımı çok erken bir tarihte İtalya'ya ya-

204 “Who was the Wife o f Zeus?", s. 374. 205 Festus. 63.

Eg e ’d e k İ B a z i A

n a e r k İl

Tan

r iç a l a r

279

yıldığında, Herakles'in benimsenmiş kadın eşinin Hera olduğu"206 so­ nucuna varmaktadır. Bugün elimizdeki bilgiler bu konuyla ilgili Yu­ nan söylencesinin ne zaman yeniden düzenlenmiş olduğunu belirle­ memize el vermiyor, ama en azından bir yerel tapımda söylence kah­ ramanı evliliğe ilişkin işlevini korumuştur. Kos Adası'nda evlenme tö­ renleri onun tapmağında düzenlenir, ona düğüne gelen konuklardan biriymiş gibi yemekler sunulurdu.207 Bundan ötesini açık seçik göremiyoruz, ama gene de belli belirsiz birtakım izler bizi daha da gerilere çekiyor. Herakles'in Knossoslu Hera'yla birleşmesi, Girit'de bir tarlada İason'la sevişen Demeter'i getiri­ yor aklımıza 208 Herakles'in Olimpiyat Oyunları'm başlatmak için Gi­ rit'ten getirdiği arkadaşlarının adları Paionaios, Epimedes, İdas ve İasios'du.209 İlk ikisi ilkel tıbbın kurucularıdır. İdas, adını G irit'deki İda'dan almıştır, İasios ise İasion'dan güç ayırt edilir bir addır.210 Bu da bir dizi ikilemeye vardırıyor bizi: Herakles-İasion, Demeter-Persephone, Hera-Eileithyia, Eileithyia-Eleusis. Hera ile Dem eter'i kendi top­ raklarında daha iyi araştıracak duruma geldiğimizde, belki de her iki­ sinin de Cilalıtaş Çağı ana-tanrıçasında yatan kökenlerine varabiliriz. Bir soru daha: Eğer Hera Herakles'den Zeus'la evlenmek için boşandıysa, Zeus'un ilk karısı kimdi? Aristoteles'den, Hellenlerin en eski yur­ dunun, Dodona kenti dolayındaki yöre olduğunu öğreniyoruz.211 Dodona'da çok eski bir Zeus tapmağı vardı, belki de Yunan toprakların­ daki en eski Zeus tapınağıydı bu. Zeus'un Hint-Avrupalı yanım, Ege etkilerinden uzak olarak ancak burada bulabileceğimizi düşünebiliriz. Anlatıldığına göre, Dodona'da Hera'ya Dione deniliyormuş 212 Dione ya da Dia, Zeus'un (Hint-Avrupa dilinde dyeus) dişilinden başka bir şey değildir. Cinslerin belli koşullardaki konumlarına uygun olarak, ataerkil Hint-Avrupa tanrıçası erkek efendisine göre adlandırılm ıştı, hpkı anaerkil Minos tanrısının kadın efendisine göre adlandırıldığı gi­ bi. Bu iki kültürün ataerkil Yunanistan'da kaynaşması da, anaerkil tan­ rıça ile ataerkil tanrının evliliğinde ustaca simgeleştirilmişti. 206 “Who was the Wife of Zeus", s. 375. 207 V.R. Paton ve E.L. Hicks. Inscriptions o f Cos, (Oxford. 1891). s. 76. 28 208 Odysseia, 5.125-27. 209 Pausanias, 5 . 7. 6 . 210 C. Picard, "Sur la patrie et les peregrinations de Demeter" (“Demeter'in Yurdu ve Gezileri Üzerine"), Revue des itudes grecs, (Paris, 1887-). 40. 357. 211 Aristoteles, Mote. 1.14. 212 Odysseia, 3 . 91.

z8o

TARİHÖNCESİ EGE

6. A p o llo n Bu konunun ayrıntılarına pek fazla girmek niyetinde değiliz. Önem­ li tanrıçalardan birini, Aphrodite'yi buraya almadık, ileride, Homeros destanlarındaki H elena'yı incelerken Aphrodite'yle ilgili söyleyecek­ lerim olacak. Bu bölümü, Apollon'la ilgili bazı gözlemlerle sona erdir­ mek, Apollon'un nasıl anaerkil Artemis ve Leto tapanından evrildiğini göstermeye çalışmak istiyorum.

Resim 45. Apollon ile Artemis: M e lo s A d a sı’ndan bir vazo

Apollon'un bazı özellikleri, sözgelimi kehribar ticaretiyle ilişkisi bi­ zi kuzeye, Orta Avrupa'ya yöneltiyor.213 Bunlar, Hint-Avrupalı özel­ likler olabilir. Ama Apollon genellikle güneybatı Anadolu ve Girit'le bağıntılı bir tanrıdır. Nilsson ortaya koymuştur bunu: Apollon şenlikleri anakarada daha seyrektir. Her yerde aslında kendi­ siyle ilgili olmayan daha eski şenliklere el koymuştur Apollon... Dolu­ nay zamanını yeğleyen öteki bütün Yunan tanrılarının tersine, Apol­ lon'un bütün şenlikleri ayın yedinci günü kutlanır. Babillilerin şabatfu'su ile eksiksiz ve hiç de rastlantısal olmayan bir benzerlik gösterir... Anası Leto güneybatı Anadolu'dan çıkmıştır. Leto ile uygunluk göste­ ren özel adlara yalnızca güneybatı Anadolu'da rastlanması bu konuda son derece inandırıcı bir kanıttır. Dilbilimciler, Leto'nun adını, Karia di213 M.P. Nilsson. Creek Popular Religion, (New York, 1940). s. 79.

Eg e ’d e k i Ba z i A

n a e r k îl

Ta n r iç a l a r

281

ündeki lada, "kadın" sözcüğüne bağlamaktadırlar. Yunanistan'daki Leto tapımlarının sayısı az olduğu gibi, kaç yıllık oldukları da belirsizdir; yalnızca Girit'te Leto adına düzenlenen bir şenlik vardır.214 Nilsson'un vardığı bu sonuçlar, Picard'm Klaros'da yaptığı çalışma­ nın ışığında bir adım daha ilerletilebilir. Klaros Meryemi'nin yerini na­ sıl oğlunun aldığını görmüştük. Benzer bir gelişme, öteki Karia yerle­ şim merkezlerindeki, özellikle Miletos ve Delos'daki Apollon için de düşünülebilir. Delphoi'daki Apollon tapımı, tarihsel dönemde bütün ötekilere baskın çıkacak kadar etkili bir duruma gelmişti, ama Deiphoi'da bile Apollon tapmağının ilk bakıcılarının Girit'ten gelen yabancı­ lar olduğu anımsanmaktaydı.215 Eğer Apollon Delphoi'ya Girit'ten gel­ mişse, Girit'e de Anadolu'dan geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Karia'lı Apollon Delos Adası'na geldiğinde, anası, yani Kadın, ora­ da kendisine ve kızma bir yer sağlayacak kadar güçlüydü daha.216 Ama Apollon Parnassos D ağı'nm eteğine indiğinde kendini "Z eus'un oğ­ lu"217 ilan etti. Deiphoi'da Apollon'un anası ve kız kardeşi söylence­ den de, kuttörenden de çıktılar.218 Denilebilir ki, Delphoi'lu Apollon, kendismi yaratmış olan toplumsal değişikliklerin eksiksiz bir yansıma­ sıdır. Ephesos'da tanrılık anadan kıza geçerdi, Klaros'da ve Delos'da ise anadan oğula. Deiphoi'da ana da, kız da ellerini eteklerini çektiler bu işten; Oğul'u yüce Baha'sının yetkesiyle donatılmış olarak bıraktı­ lar: Öylesine güçlü bir tanrı oldu ki Apollon, dünyaya bir CUalıtaş yontucuğunun kucağında bir bebek olarak geldiğini unuttuk nerdeyse.

214 Minoan-Mycenaean Religion, s. 443-44 215 Homeros, H. 3,475-80. 216 Call. Del. 36-58. 217 Homeros, H. 3, 480. 218 Cults o f the Creek States (Yunan Devletleri Tapımları), c. 2. s. 465.

Üçüncü Bölüm

ORTAKLAŞMACILIK Ve toprak hiçbir zaman satılmayacaktır; çünkü toprak benimdir. Leviticus

Benim tarlam, Tanrının toprağıydı. Nereyi sürdüysem, orası benim toprağımdı. Toprak herkesindi. Hiç kimsenin kendisinin olduğunu söyleyemediği bir şeydi toprak. İnsanların, kendilerinin olduğunu söyledikleri tek şey emekti. Tolstoy

28s

vın TOPRAK

1. Özel Mülkiyetin Başlangıcı Avcılıkla geçinen toplulukların bir özelliği vardır: Avcı, yakaladığı avı kendine ayırmaz, bölüşülmek üzere yaşadığı topluluğa getirir.1 Bu kural, uygulayım düzeyinin düşüklüğü yüzünden üretimin de, tüke­ timin de ortaklaşa olduğu bir ekonomiye uygun düşer.2 Emeğin üretkenliği arttıkça, insan, kendi elleriyle edindiği zengin­ liğe kendisi ve en yakınları adına sahip çıkma eğilimi gösterir. Kabile (tribü) düzenini önünde sonunda devlete dönüştüren özel mülkiyetin 1

B. Spencer ve F.J. Cillen, Northern Tribes o f Central Australia (Orta Avustralya'nın Kuzey Kabileleri), (Londra, 1904), s. 609; B.Spencer ve F.J. Cillen, Native Tribes o f the Northern Territory o f Australia (Avustralya'nın Kuzey Bölgesindeki Yerli Kabileler), (Londra, 1914), s. 36; B. Spencer ve F.J, Gillen,

The Arunta (Arunta'lar), (Londra, 1927), s. 52; A.W. Howitt, Native Tribes o f South-East Australia (Güneydoğu Avustralya'nın Yerli Kabileleri), (Londra, 1904), s. 756; B. Malinowski, The Family Among the Australian Aborigines (Avustralya Yedilerinde Aile), (Londra, 1913), s. 283-86; H .H . Bancroft, Native Races o f the Pacific States o f North America (Kuzey Amerika'nın Pasifik Devletlerindeki Yerli Irklar), (Londra, 1875-76), Cilt 1, s. 118, 417,506; W .H.R. Rivere, Kinship and Social Organisation (Akrabalık ve Toplumsal Örgütlenme), (Londra, 1932), s. 108: R.W. Williamson, Social and Political Systems o f Central Polynesia (Orta Polinezya'nm Toplumsal ve Siyasal Sistemleri); A.F.R. Wollaston, Pygmies and Papuans (Pigm e’ler ve Papua’lar), (Londra, 1912), s. 129; E.W. Smith ve M. Dale, The Ita-speaking Peoples o f Northern Rhodesia (Kuzey Rodezya'deki İla Dili Konuşan Halklar), (Londra, 1920), Cilt 1, s. 384; L.T. Hobhouse, G.C, Wheeler ve M. Ginsberg, Material Culture and Social Institutions o f the Simpler Peoples (ilkel Halkların Maddi Kültürü ve Toplumsal Kurumlan), (Londra, 1930), s. 244; G. Landtman, Origin o f the Inequality o f the Social Classes (Toplum sal Sınıfların

2

Eşitsizliğinin Kökeni), (Londra, 1938), s. 7; M.P. Buradkar, "Clan Organisation of the Gonds" (“Gond'ların Klan Örgütlenmesi”), Man in India, (Haydarabad, 1920-), 27,127, s. 155. W.E. Roth, Ethnological Studies among North-West Queensland Aborigines (Kuzeybatı Queensland Yerlileri Arasında Etnolojik incelemeler), (Brisbane/Londra, 1897), s. 96, 100; J. Mathew, Two Representative Tribes o f Queensland (Oueensland'den iki Örnek Kabile), (Londra, 1910), s. 87; A.C. Hollis, The Nandi, their Language and Folklore (Nandi'ler, Dilleri ve Folklorları). (Oxford, 1909), s. 24; bkz. ).L. Myres, Cambridge Ancient History, Cilt 1, s. 50.

286

TARİHÖNCESİ E g e

ve ailenin tohumudur bu. Ne var ki, bu tohum, ilk aşamalarında, ka­ bile düzeninin bağrında gelişir, dahası önceleri de gördüğümüz gibi kabilenin dayandığı ortaklaşa işlevleri yoğunlaştırarak kabile düzeni­ ni güçlendirir. Klanlar, birbirlerine karmaşık bir karşılıklı hizmetler ağıyla bağlıdır; bu karşılıklı hizmetler ağı içinde, yapıcı bir yarışma ru­ hundan kaynaklanan istekle saygınlık uğrunda yarışırlar birbirleriyle.3 Bir av ya da savaş vurgunu fazlası elde eden kimse, başka bir kla­ nı kendi klanıyla şölene katılmaya çağırarak başarısını gözler öniine serer. Onun bu çağrısı bir meydan okumadır; karşısındakileri, saygın­ lıklarını yeniden kazanabilmek için bu çağrıya olabilirse fazlasıyla kar­ şılık vermek zorunda bırakan bir meydan okuma.4 Bu yükümlülük ye­ rine getirilemezse, bir tür iş hizmetiyle de karşılanabilir. Böylelikle, eşit olmaktan çıkar klanlar. Bu arada, aynı süreç klan içinde de işlemeye başlar, giderek klan ailelere bölünür. Günümüzde var olan kabilelerde, mülkiyetin büyümesine yönelik bu eğilimler, sömürüyle büyük ölçüde hızlandırılmıştır. Bu eğilimler, bireysel hakların kabile düzeni içinde gelişebileceği en yüksek noktayı belirler; dolayısıyla, uygar halkların tarihöncesini incelerken, ortak mül­ kiyetin daha ileri bir aşamaya karşı direndiğini görmeye hazırlamamız gerekir kendimizi. Kendi geçmişimize dönüp baktığımızda, başlıca et­ kenlerden birinin, hayvancılık ekonomisinin benimsenmesi olduğu doğ­ rultusunda birçok belirtiyle yüz yüze geliriz. Latince'de, "sığır" demek olan pecns sözcüğünden gelen pecunia sözcüğü kendi kendini açıkla­ maktadır; kaldı ki, daha birçok dildeki benzer sözcüklerin kökenleri de bunu doğrulamaktadır.5 Av bozulup çürüyebilir, toprak bir yerden bir yere taşınamaz; ama hayvanların ele geçirilmesi, bölüşülmesi ya da de­ ğiş tokuş edilmesi kolaydır. Hayvancılıkla geçinen kabileler, hepsi de göçebe olduklarından, zenginliklerini sığır talanları ve savaşlarla çabu­ cak artırırlar; savaş da erkeklerce yapıldığından, bu ekonominin özün­ de var olan zenginliğin erkeklerin elinde toplanması eğilimi daha da 3

L. H Morgan, Ancient Society (Eski Toplum), (İkinci basım, Şikago, 1910), s. 96; Northern Tribes of Central Australia, s. 164; H. Hubert, Creatnessand Declineofthe Celts (Kelt'lerin Büyüklüğü ve Çöküşü). (Londra, 1934), s. 195; Origin o f the Inequality o f the Social Classes (Toplumsal Sınıflardaki Eşitsizliğin

4

Native Races o f the Pasife States o f North America, Cilt 1, s. 192, 217, Cilt 2 s. 711; J. Roscoe, The Bağanda (Baganda'lar), (Londra, 1911), s. 6 ; J.G. Frazer, Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), (Londra, 1910), Cilt 3, s. 262, 300-01, 342-44, 519, 545; M.Granet, La civilisation chinoise (Çin Uygarlığı), (Paris, 1929/ Londra, 1930), s. 165, 267; V. Grönbech, Culture o f the Teutons (Töton'ların Kültürü), (Oxford, 1931), Cilt 2, s. 8,87; Greatness and Decline o f the Celts, s. 54,193-96 F.Heichelheim, Wirtschaftsgeschichte des Altertums (Leiden, 1939), Cilt 1, s. 47.

Kökeni), s. 70.

5

To p ra k

287

güçlenir. Bu atılgan, durmak oturmak bilmeyen kabileler, her yeri yağ­ malarlar, erkekleri öldürüp kadınları köle olarak alır götürürler; ta ki, en sonunda, bir tarım bölgesine kalıcı bir biçimde yerleşip oradaki yer­ li halkı düzenli vergiye bağlaymcaya kadar. Yerli halkın köleleştirilmesinin ilk adımıdır bu.6 Babil'i ele geçiren Kassitlerin, Mısır'daki Hyksos krallarının, Minos Girit'ini yağmalayan Akha'ların başlangıçta yaptığı buydu.7 Hint-Avrupalı göçebeler, bir de, evcilleştirilebilir hayvanların en hızlısına, ata sahiptiler. Dillerini, bu denli uzaklara yayabilmelerinin nedeni, kendilerinden gelen bir üstünlük değil, toplumsal ve tarih­ sel koşulların onlara Yakındoğu'nun yerleşik tarım uygarlıklarını bo­ yunduruk altına alma ve özümleme olanağı veren özel bir bileşimiydi. Savaş, tek ve bölünmez bir önderliği gerektirir. İşte bu yüzden, bu kabilelerde krallık askerileşm iştir.8 Başarıyla sonuçlanan bir seferin ardından, kral ve ona bağlı şefler gerek köle, gerek toprak olarak sa­ vaş vurgunundan aslan payını alırlar. Böylece belli ellerde toplanan zenginlik eşitsizlikleri arttırır, toplumun dokusu doruktan başlayarak sarsılır.

2. Yunanistan'ın İlk Dönemlerinde Mülkiyet Sorunu Marathon'daki "ünlü utku"yu koca bir bölüm boyunca uzun uza­ dıya anlatan Cambridge Ancient History, Eski Yunan'm ilk dönem lerin­ deki toprağın kullanımı sorununu tek bir tümceyle geçiştirir: Yunanlılar, toprağın klanın ortak malı olduğu ve özel mülkiyetin bilin­ mediği aşamayı -kuşkusuz, böyle bir aşanın olmuşsa eğer- çoktan geride bı­ rakmışlardı.9 Bkz. j. Roscoe, The Bakitara or Banyoro (Bakitara’lar yada Banyoro’lar), (Cambridge,1923), s. 6-9. Bunun ilk aşaması, Strabon'un, yılın belirli zamanlarında yerleşik ovalıların topraklarınıele geçirme ve yağmalama hakkını elde eden Massaget'leri ve öteki Kafkasya göçebelerini anlatışında görülebilir: Strabon, s. 311, 511. 2 I.Ö. 1700 dolayında Babil'e giren ve buraya atı getiren Kasslt'lerin dili bir ölçüde Hint-Avrupa diliydi: H,R. Cali, Ancient History o f the Near East (Yakındoğu'nun Eskil Tarihi), (Onuncu basım, Londra, 1947), s. 199-203. I.Ö. 1600 dolayında Mısır’a giren Hyksos'lar ya da "çoban krallar" Anadolu ve Hint-Avrupa öğelerini de kapsıyorlardı; M ısır’ı hızla ele geçirmeleri at ve araba kullanmalarına bağlanmıştır Aynı yerde, s. 212-13; R.M. Engberg, The Hyksos Reconsidered (Hyksos'ların Yeniden incelenmesi), (Şikago, 1937), s. 23,41-50; H.R. Hail, The Civilisation o f Greece in the Bronze Age (Tunç Çağı'nda Yunan Uygarlığı), (Londra, 1928), s. 84-85. ® Bkz. Bu bölümde “ 10. Ayrıcalığın Gelişmesi". ® Cambridge Ancient History'de F.E. Addock, Cilt 4, s. 42. 6

288

TARİHÖNCESİ EGE

O zaman, insanın aklına şu soru geliyor hemen: Peki, özel mülkiyet Cennet Bahçesi'nin çevresine çit çekilmesinden bu yana var olmuş ola­ maz mı? Ama temkinli yazarımız hiç değinmiyor bu konuya. Özel mül­ kiyetin kökenini rahatlıkla gözardı edebilmek için, bu konuyu çok es­ kilere götürüp bırakmayı yeterli görüyor. Tarihin böyle yazılabileceği­ ni söylemek çok güçtür. İlyada'da şu dizelerle karşılaşıyoruz: Tarlaları ortak iki adamdı sanki bunlar, ellerinde ölçü vardı sanki, sınırı çizmek için de çekişmedeydiler. Hiçbiri gözden çıkarmıyordu eşit payını.10 Bu dizelerin ardında nasıl bir toprak kullanımı yatıyor dersiniz? Bizdekine benzediği söylenemez, çünkü toprağın ortak olduğundan söz ediliyor. Bu durumu gerçekten kavramak istiyorsak, konuyla ilgili bü­ tün öteki bilgilerle birlikte kendi bağlamı içinde incelememiz gerekir. Kuşkusuz, sağduyu da bunu gerektirir. Ama çoğu zaman kılı kırk ya­ ran ünlü uzmanlarımız, bu konuyla karşılaştıklarında, insanı şaşkmlığa düşürecek kadar kestirmeci bir tutum takınıyorlar. Yaşayan en büyük Homeros çağı arkeoloğu olan Nilsson'un şu sözlerine kulak verelim: Eski bir varsayıma göre, Homeros, toprak mülkiyetinin ortak olduğun­ dan ve toprağın zaman zaman yeniden bölüşüldüğünden söz eder. Oy­ sa bu varsayımın kanıtı olarak gösterilen dizeler başka türlü de yorum­ lanabilir. "Epiksynos" sözcüğünün "ortaklaşa" anlamına gelip gelme­ diği belirsizdir. Bu sözcük, yalnızca "herkese açık", yani "mülkiyeti tar­ tışmalı" anlamına gelebilir; o zaman, Homeros'un sözünü ettiği çekiş­ me, tarlaları komşu iki çiftçi arasındaki çekişme de olabilir.11 "O rtak" ile "herkese açık" arasında yapılan bu pek ince ayırımın, dahası "herkese açık, yani mülkiyeti tartışmalı" biçimindeki daha da ince eşitlemenin anlamı nedir? Bunlar, benimki kadar okurun sağdu­ yusunu da zorlayacak sorulardır. Okur, bu soruları yanıtlamayı başarsa bile, gene de kendi kendine, tartışma konusu toprağın mülkiyeti ise bu iki adam neden toprağı eşit parçalara bölmeye uğraşıyor, diye sor10 İlyada, (Sander Yayınları, dördüncü basım, İstanbul, 1981,Türkçesi: Azra Erhat-A. Kadir), 12.421 -2311 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae (Homeros ve Mykene), (Londra, 1933), s. 242.

To prak

289

inak zorunda kalacaktır. Kaldı ki, bu belirsiz görüş uğruna bir yana atı­ lan o "eski varsayım", bundan yarım yüzyıl kadar önce Esmein'in yap­ tığı bir yorumdur ve konunun karşılaştırmak bir incelemesinden çıka­ rılmıştır-12 Demek ki, bu "eski varsayım" gerçekte hiç de bir varsayım değil akla uygun bir görüştü. Nilsson, bu görüşü bir yana fırlatıp ata­ rak, yerine en küçük bir destekten yoksun kendi varsayımını koymuş­ tur; bir başka deyişle, Homeros'un dizelerinin, modern anamalcı mül­ kiyet ilişkilerinin ışığında hemencecik yorumlanabileceğini varsaymıştır. Açıktır ki, tarih böyle de yazılamaz.* Bu tarihçiler özel m ülkiyetten niçin bu kadar utanıyorlar acaba? Gerçekte, her zaman böyle değildiler. Kentsoylu tarihçilerin en eski­ leri -Ferguson, Millar, Adam Smith- özel mülkiyetle övünürlerdi. İn­ sanlığın ilerlemesinin özel mülkiyete dayandığına inanırlardı ve bir za­ manlar insanlığın ilerlemesi gerçekten de özel mülkiyete dayanırdı. Bu yazarlar, özel mülkiyetin uygarlığın gelişmesinde belirleyici etken ol­ duğunu Marx ve Engels'den daha önce görmüşlerdi. Görmeden de ede­ mezlerdi, çünkü savundukları anamala mülkiyetin gelişmesi onların döneminde hâlâ feodalizmin kalıntılarınca kösteklenmekteydi. 1795'de Çitleme Yasaları'nm göziipek bir savunucusu olan Sir John Sinclair'in kimi gözlemlerine bakacak olursak, o günlerde kentsoyluluğun mül­ kiyete karşı tutumunun ne denli değişik olduğunu görebiliriz: Toprakların ortak olması düşüncesi, haklı olarak belirtildiği gibi, insan­ ların avcılık ve çobanlıktan öte bir uğraşa yabancı oldukları ya da top­ rağın işlenmesinden sağlanan yararlan daha yeni yeni tattıkları, o bar­ bar toplum düzeninden alınmıştır.13 Cambridge Ancient History'd e okuduklarımıza karşılık, ne tuhaftır ki, bilgisiz bir toprakağasının "kötü Kral George" dönemindeki bu açık­ laması bilimsel olarak doğrudur. Hiç kuşkusuz, eski tutumun göziipek dobralığı da, yeni tutumun belirsiz kapalılığı da kentsoyluluğun m ül­ 12 A. Esmein, "La propiiti fonciere dans les poemes homiriques", Nouvelle revue historique du droit français et dtranger, (Paris, 1855). * Burada bir noktayı belirtmekte yarar var. Benim bu çeviride kendime temel aldığım Azra Erhat-A. Kadir çevirisinde İlyada'da "ortak" sözcüğü yerine "komşu" sözcüğü; "eşit pay" sözcükleri yerine de "en küçük pay" sözcükleri kullanılmaktadır. Bu açıdan, Azra Erhat-A. Kadir çevirisinin yorumu, Nilsson'un yorumuna daha yakın düşmektedir. Ama, George Thomson, kitapta temel aldığı İngilizce çeviride "ortak" ve “eşit pay" sözcüklerini kullanmaktadır, (f.n.) 13 ).L. Hammond ve B. Hammond. The Village Labourer (Köy Emekçisi), (Dördüncü basım, Londra, 1936), s. 12.

290

TARİHÖNCESİ EGE

kiyetteki çıkarından doğmaktadır. Ama dünya değişti artık. Ortaklaşmacılığı salt tarihöncesine ilişkin bir olgu olarak bir yana atmak ola­ naksızdır; bu yüzden de, bu konu tabu olup çıkmıştır. Hakikatin ay­ dınlığa kavuşturulmasına hangi tutumun daha yardımcı olduğunu be­ lirtmeye bile gerek görmüyorum. Marx'çılar, zaman zaman, gerçekleri kendi ilkelerine uydurmak ama­ cıyla çarpıtmakla suçlanırlar; oysa karşı görüştekileri kendi yanılgıla­ rıyla suçlamak, kentsoyluluğun alışkanlıklarından biridir. Bu deneyci­ lerin öngördüğü tümevarım yöntemi, eldeki konunun tümüne sınırla­ ma konmaksızın uygulandığı sürece belli am açlan sağlayabilir, ama bu durumda bile yetersizdir. Ne ki, bir de önümüzdeki örnekte oldu­ ğu gibi, konunun ancak bütünle bağıntısı içinde kavranabilecek küçük bir parçasıyla sınırlı tutuldu mu, genel sonuçlara varma olasılığım da engellemekten başka bir işe yaramaz. Modern bilimin onsuz edemeye­ ceği karşılaştırma yöntemi, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda kentsoylu tarihçilerce uygulanmış ve olağanüstü sonuçlar vermişti. Ama son zamanlarda, elde çok daha fazla gereç olmasına karşın bir ya­ na bıraktılar bu yöntemi. Toplumculuğun gelişm esiyle karşı karşıya gelince, öncüllerinin kazandığı mevzileri birbiri ardı sıra terk ettiler. Öte yandan, özel mülkiyetin kökenleri göz önünden uzaklaştırılabilirse, bugün onun tepesinde dolaşan gölgelere biraz daha uzun bir süre gözlerimizi kapayabiliriz. O lente, lente currite, noctis eqiti. Ve böylece tarih yazımı gitgide daha içekapanık bir niteliğe bürünür; bir bilim ol­ maktan çıkar, bir "sanat" olur. Bu tutumun yol açtığı inatçı körlük, Toutain'in İlyada'dakı sorunu­ muza ilişkin sözlerinde bütün açıklığıyla ortadadır: İşte önümüzde ortak mülkiyetin eksiksiz bir örneği, diyor Esmein. Doğ­ rusu, insanın bu görünümü böyle yorumlayabilmesi için önyargılı bir düşüncenin kölesi olması gerekir. Oysa tam tersine, bana öyle geliyor ki, iki komşunun davranışları özel mülkiyetin varlığını ve her birinin kendi payı için ne denli inatçı bir biçimde dövüştüğünü kanıtlıyor.14 Hepsi bu; ne bir görüş öne sürülüyor, ne de Esmein'in görüşleri ya­ nıtlanıyor. Köle hangisi acaba? Ve bu içi boş yadsım a, karşılaştırma yöntemine yöneltilen bir suçlamayla bütünlük kazanıyor: 14 ). Toutain, Economic Life o f the Ancient World (Eski Dünyanın Ekonomik Yaşamı), (Paris, 1927/Londra, 1930), s. 14.

toprak

291

Kimi ilkel halklarda toprak mülkiyetinin ortak olduğu gerekçesiyle, ay­ nı düzenin aynı biçimde bütün ilkel halklarda var olduğunu düşünmek gereksizdir. Bu sonucu çıkaranlar, toprak mülkiyetinin niteliğinin top­ rağın ve iklimin niteliğinden bağımsız olamayacağını unutuyorlar... Ne olursa olsun, kanımca, böyle bir konuda bir ülkenin sonuçlarını başka bir ülkeye aktaran bir yöntem tümden tehlikelidir.15 Belli bir toprak kullanım ı biçim i, her somut durumda, yalnızca top­ rağa ve iklim e göre değil, bütün bir doğa ve toplum koşulları karma­ şası göz önüne alınarak belirlenir. Toutain'in yüz yüze gelmekten ka­ çındığı önerm e budur. Ö te yandan, "böyle bir konuda", hele bugünkü akışkan durum uyla Avrupa anakarasında bir ülkenin sonuçlarını bir başka ülkeye aktarm akta belli bir tehlike olduğu da kabul edilebilir.

3. İlkel Toprak Kullanımı Olguları araştırm anın vakti artık. Gerçekte, pek kolay olmayacak bu. îlkel toprak kullanım ının tarihi daha yazılmadı. Eski Yunan'da ve da­ ha başka yerlerde daha çözülm em iş birçok sorun var. Ben burada olsa olsa, benim elim dekilerden daha geniş bir bilgiyle uygulandığında bu sorunların çözülmesini sağlayacak yöntemi özetlemeye çalışabilirim. Hobhouse, W heeler ve G insberg'in etnolojik bilgilerin sayılara da­ yalı çözüm lem elerinden elde ettikleri sonuçları özetleyerek başlaya­ yım işe: Bütün bir eğilimi en iyi şöyle dile getirebiliriz: Komünal ilke, aşağı kül­ tür evrelerinde egemendir, çobanı! halklar arasında da az farkla da ol­ sa ağır basmaktadır. Özel mülkiyetse, daha ileri tarım evrelerinde art­ ma eğilimi göstermektedir, ama gene de bu özel mülkiyet bir ölçüde komünal ilkeyle iç içe, bir ölçüde yalnızca şefle sınırlıdır, kimi durum­ larda da feodal toprak kullanımını andırır niteliktedir. Gerçekte, bu be­ lirsizlikten, kendi tarihimizin başlangıcında rastladığımız senyörlük mülkiyeti ile halk mülkiyeti arası bir şey çıkıyor karşımıza. Hep görü­ yoruz ki, barbarlığın uygarlığa dönüşmeye başladığı aşamada komü15 Aynı yerde, s. 12-13. Karşıt görüş için bkz. P. Vinogradoff, Growth o f the Manor (Malikânenin Gelişimi). (Londra, 1950), s. 18: “Öyle görünüyor ki, eski hukukta, toprağın ilk başlarda tek tek bireylerce değil, gruplar tarafından mülk edinildiği ve toprağa tek tek bireylerin sahip olmasının uzun bir gelişme süreci sonunda gerçekleştiği yolundaki görüşten daha kesin bir şey yoktur.”

292

T a r İh ö n c e s } E g e

nal, özel ve senyörlük mülkiyet ilkeleri iç içe geçmiştir... ve senyöre üs­ tünlüğünü sağlayan aşamanın, uygarlığa giden yoldaki bir sonraki aşa­ ma olduğu anlaşılmaktadır.16 Şimdi de, bu genellemeleri sağlam bir temele oturtabilmek amacıy­ la Afrika, Asya ve Avrupa'dan bazı tipik örnekler vermek istiyorum. Junod'un Güney Afrikalı Bathonga'larla ilgili açıklamasıyla başlayaca­ ğım işe. Bathonga'larm düzeni, son zamanlarda sığırlarının bir hastalık so­ nucu tümden kırılmasından önceki dönemden kaynaklanan bir düzen­ dir. Dolayısıyla da, büyük ölçüde hayvancılığa bağım lı bir ekonomi­ nin düzenidir. Bugün saban bir ölçüde kullanılıyorsa da, bu bir yeni­ liktir gerçekte. Bütün topraklar şefindir, daha doğrusu gereksinimi olan herkes toprağı bu şef aracılığıyla elde eder. Şef, her köy başkamna ge­ niş bir toprak parçası bağışlar. Köy başkanı da, bu toprak parçasının en iyi yerlerini kendi yönetimi altındaki aileler arasında paylaştırır. Bu topraklar kalıtsaldır, ama ne satılabilir, ne de başka birine aktarılabilir. Toprak alınıp satılamaz. Ayrıca, o bölgeye yerleşm ek isteyen bir ya­ bancının dilediğince toprak elde edebilmesi için, şefin buyruğu altına girmeyi kabullenmesi yeterlidir; ardından toprağı temizleyip işleme­ ye koyulur. Yeni geleni özendirmek, köy başkanmın çıkarmadır, çün­ kü böylelikle toprağın değerini, dolayısıyla da bölgenin zenginliğini ve insan gücünü arttırmış olacaktır. Kaldı ki, köy başkanınm bazı iş hiz­ metleri sağlama durumu vardır.17 Böyle bir düzen, toprak fazlasını ge­ rektirir. Her gelene bol bol yer vardır, topraklar tarımın her bölgeye ya­ yılmasına elverişlidir. Bathongaiar bu koşullarda ekonomik büyüme­ nin sınırına tam yaklaşırlarken İngilizlerin vergileri araya girmiş, Bathonga erkeklerini madenlerde çalışmak zorunda bırakmıştır. Yeniden Hindistan'a dönersek, kimileri ilkel Hint-Avrupa kültürü için varsayılmış koşullara benzerlik gösteren farklı ve çok çeşitli koşul­ la karşılaşırız. Örneğin, en bereketli yörelerde temizlenip açılması güç olan toprak aynı zamanda sulamayı gerektirir.18 Bu etkenler, tarıma ge­ çiş için elverişli değildir. Yaygın bir örnek olan rcıiyahvcıri tipi köy ko­ mününü Baden-Powel şöyle anlatıyor: 16 Material Culture and Social Institutions of the Simpler Peoples, s. 253. 17 H.A. )unod, Life o f a South African Tribe (Bir Güney Afrika Kabilesinin Yaşamı), (İkinci basım, Londra, 1927), Cilt 2, s. 6-7; E.). Krige, Social System o f the Zulus (Zulu'larda Toplum sal Dizge), (Londra. 1936), s. 176-77; The lla-speaking Peoples o f Northern Rhodesia, Cilt 1, s. 387. 18 B.H. Baden-Powell, The indim Village Community (Hint Köy Topluluğu), (Londra, 1896), s. 51, 66

Toprak

293

Bu tip köylerin çokluğuyla belirlenen ülkelerde, hemen her zaman, ka­ bile toplum düzeninin kanıtlarına rastlayabiliriz... Birkaç köyü kapsa­ yan klan bölgeleri vardı ve bunların her birinin başında kendi başkanı ya da şefi bulunuyordu... Her köy kümesi birtakım hane ya da aile top­ raklarını içerir... Başkan ya da şef önemli bir kişi olduğundan, hiç kuş­ kusuz, tarım için açılacak ve yerleşilecek yerin seçimi onun yönetimin­ de yapılırdı... Daha sonraki dönemlerde, başkanın, yeni ekim alanları­ nı düzenlediğini ve yeni topraklara el konulmasıyla ilgili anlaşmazlık­ ları çözüme bağladığını görüyoruz. Racalık kurulduğunda (belki daha da sonraki dönemlerde), Racanın izni olmadan hiçbir boş toprağın mülk edinilemeyeceği düşüncesi egemendi. Ama uygulamada buna çoğu za­ man dolaylıca izin verilir, dahası bu tutum açıkça özendirilirdi; eski devlet görevlileri daha fazla ekili toprak görmekten çok hoşnut olurlar­ dı, çünkü kralın çok eski zamanlardan beri tek gelir kaynağı olan üre­ timden aldığı pay artmış olurdu böylelikle... Toprak sahipleri genellik­ le ekilebilir toprakların orta yerine kurulan merkezi bir köyde oturur­ lardı. Bu köyde, başkanın ötekilerden daha büyük ve daha iyi yapılmış bir konutu bulunurdu... Başkanın, evini, yağmacılara karşı korunabile­ ceği gerçek bir kaleye dönüştürdüğü de görülürdü... Başkan, topluluk­ taki yerinden ötürü, değerli bir toprak parçasıyla ödüllendirilirdi ve bu genellikle köydeki en iyi toprak parçası olurdu... Başkanın ayrıca çeşit­ li ayrıcalıkları ve öncelik hakları da vardı.19 Yazar, zanaatkarların durumunu ve toprak kullanımı koşullarını da şöyle dile getiriyor: Yerli zanaatkarlar ve hizmetkârlar, götürü ücret almazlar, önceden köycek belirlenmiş bir ödül karşılığı çalıştırılırlar. Bu ödül, kimileyin kira­ dan (ve belki de vergiden) bağışık bir toprak parçası, kimi zaman hasat mevsiminde yapılan küçük ödemeler, bazen de alışıldığı üzere verilen belli sayıda ekin demetidir... Hindu yasaları uyarınca toprak sahibi öl­ düğünde özel toprak parçası ortak bir biçimde onun soyundan inenle­ re kalır; onlar da bu toprağı koşullar elverdiği ölçüde aralarında payla39 Aynı yerde, s. 9-15; R.V. Russell ve R.B.H. Lal, Tribes and Castes o f the Central Provinces o f India (Hindistan'ın Orta Eyaletlerindeki Kabileler ve Kastlar), (Londra, 1916), Cilt 1, s. 43-44; "Sahip olma hakkı İngiliz hükümetince kendisine verilen patelya da köy başkanı hiç kuşkusuz daha önce bu hakka sahip değildi; köy topluluğunun sözcüsü ve temsilcisiydi yalnızca." Özel mülkiyetin Hindistan'da Ingilizler tarafından bir politika sorunu olarak dayatılması konusunda bkz. R.P. Dutt, India Today, (Bugünkü Hindistan), (Londra, 1940), s. 209-15.

294

TARİHÖNCESİ EGE

şırlar... Konukların ağırlanması, bayramların kutlanması, vb. gibi köy harcamalarından yalnızca başkan sorumludur ya da bir zamanlar böyleydi.20 Toprakların paylaşılma biçimi, Güneybatı Bengal'deki bu tip köy­ lere bakılarak örneklenebilir. Önce, ayrıcalıklı kişilere ayrılan özel pay­ lar vardır: Bir pay yörenin sefine, bir pay başkana, bir pay da rahibe. Ekilebilir toprakların geriye kalanıysa, gereksinmelerine göre hane sa­ hipleri arasında bölüştürülür ve dönem dönem bu bölüşüm yeniden düzenlenirdi 21 Başlangıçta Raca'nm geliri yalnızca, kendilerine her köyde kiradan bağışık topraklar bağışlanan emekçilerce işlenen kendi özel toprak parçalarının (majhhas) üretimine dayanıyordu. Ama zaman­ la buna bir de köy topraklarının üretiminden alman zorunlu vergi ek­ lendi.22 Toprakların dönem dönem yeniden bölüştürülmesinden amaç, ai­ lelerin değişen gereksinmelerine bağlı olarak toprak mülkiyetinde el­ den geldiğince gerçek bir eşitlik sağlayabilmekti. Yeniden bölüştürme kura yoluyla gerçekleştiriliyordu. Bu işlem, Peşaver'den verilen aşağı­ daki örnekten de anlaşılabileceği gibi, kimi durumlarda kılı kırk yarar­ casına uygulanıyordu: Topraklar kura çekme yoluyla alınıyordu... Bölüşülecek topraklar nite­ lik bakımından ayrım gösteriyorsa, klan yetkilileri iyi, iyice ve şöyle böyle topraklardan oluşan ya da başka bir biçimde ayırt edilen çember­ ler ya da sıralar düzenliyorlardı. Topraktan pay alanlar topraklarını her sıradan bir parça almak zorundaydılar... Ama gene de, toprakların sı­ nıflandırılmasına karşın eşitsizlik tümden önlenemediğinden, dönem dönem toprak değiştirme ya da toprağı yeniden bölüştürme sistemine uzun zaman bağlı kalındı.23

20 Aynı yerde, s. 16-20. 21 Aynı yerde, s. 179-80, bkz. s. 132, 324-25; S.A. Dange, Land Fragments and O ur Farmer (Toprak Parçaları ve Çiftçim iz), (Bombay, 1947), s. 35-38. 22 Aynı yerde, s. 181. 23 Aynı yerde, s. 253-55, bkz. s. 262, 324-25. Dönem dönem yeniden bölüşüm Ortadoğu’nun bazı yörelerinde de sürmektedir. Bkz. D. Warriner, Land and Poverty in the Middle Fast (Ortadoğu'da Toprak ve Yoksulluk), (Londra, 1948), s. 18, 66-67, 19: "Filistin, Ürdün ve Suriye'de daha da başka bir yarı-ortaklaşa mülkiyet biçimi vardır... Kabile ilk başta yerleştiğinde, her köyün ekilebilir topraklan üyeler arasında eşit bir biçimde bölüştürülüyordu; her üye köyün değişik bölgelerinde bir toprak parçası alıyordu. Üyeler arasında eşitliği korumak için de toprak belli aralıklarla yeniden dağıtılıyordu "

Toprak

295

4. İngiliz Köy Topluluğu Avrupa ve Asya köy topluluklarının temelinde yatan benzerlikleri büyük bir başarıyla ortaya koyan, Henry Maine'di. Avrupa'da feoda­ lizm öncesi toprak kullanımı biçimlerine ilişkin bir inceleme, Eski Yunan'la ilgili çok değerli sonuçlar çıkarma olanağı sağlamaktadır bize. Hiç kuşku yok ki, çok temkinli bir yaklaşımla kullanılm alıdır bu so­ nuçlar, ama gene de bölük pörçük oldukları için tek başlarına hiçbir şey anlatmayan birtakım bilgilerden bir anlam çıkarmamıza olanak ta­ nımaktadırlar. Daha 1885 yılında Ridgeway, Homeros çağı toprak sis­ temine değgin şaşırtıcı yazısını yayımladığı zaman, bu yaklaşımın umut verici olduğunu kendine özgü bir kavrayışla sezmişti. Bu yazı, klasik bilginler arasında pek ilgi uyandırmadığı gibi hiçbir zaman destek de görmedi. Ridgew ay'in ardından bu doğrultuda tek adımı, H.E. Seebohm attı. Genel olarak ilkel toprak kullanım ını inceleyen H.E. Seebohm, Homeros çağma ilişkin durumu dolaysızca görme olanağını el­ de etti.24 Şimdi, Ridgeway ve Seebohm'un çalışmalarını gözden geçir­ meden önce, tıpkı onların yaptığı gibi dayanılacak temeli hazırlama­ mız gerekiyor. Bunu da ancak, kimileri bugün bile tam anlamıyla or­ tadan kalkmamış daha sonraki çeşitli kalıntılarını da unutmadan, ken­ di ülkemizde onaltmcı yüzyıla kadar varlığını koruyan toprak sistemi­ ni inceleyerek yapabiliriz. Başka konularda olduğu gibi bu konuda da işe kendi yurdumuzdan başlamakta yarar var. Tipik İngiliz köyü, her biri ayrı toprak parçalarına bağlı olan belli sayıda dilim lere bölünm üş açık tarlalar ya da "shot"larla çevriliydi. Tarlalar ekinlerin büyüme döneminde çitlerle çevriliyor, ürünün kal­ dırılmasından sonraysa otlağa açılıyordu. Otlaklar da dilimlere bölün­ müştü ve her yıl ekilebilir toprakların sahipleri arasında kurayla pay­ laştırılıyordu. Çorak topraklar bölünmüş değildi, buraların kullanımı toplulukça düzenlenmekteydi. Çiftlikler ayrı ayrı işletiliyordu, ama ilk zamanlar bunlar bile kimi durumlarda kurayla yeniden bölüşülmekteydi.25 İngiltere'nin batısında, Galler'de, İskoçya'da ve İrlanda'da "runrig" denilen değişik bir sistem vardı. Bu sisteme göre, hem ekilebilir 24 W.Ridgeway, ‘T h e Homeric land System" (“Homerik Toprak Sistemi"), journal o f Hellenic Studies. 6 . 319; W. Ridgeway, "Measures and Weights" ("ölçüler ve Ağırlıklar"), A Com panion to Creek Studies, (Cambridge, 1905); H.E. See-bohm, The Structure o f Creek Tribal Society (Yunan Kabile Toplumunun Yapısı), (Londra, 1895). 25 F. Seebohm, The English Village Community (İngiliz Köy Topluluğu), (Dördüncü basım, Cambridge, 1926), s. 105-17; Growth o f the Manor, s. 165-66, 173.

296

T a r i h ö n c e s İ Eg e

topraklar, hem de otlaklar, bir başka deyişle bütün topraklar her yıl y e _ niden bölüşülüyordu. Bu bakımdan "run-rig" sistemi daha eskitil bir sistemdi.26 Doğrudan doğruya şu ilkeye dayanmaktaydı: Toprak bireylere kalıcı olarak verilmez, kabile topluluğunun mülkiye­ tinde kalırdı. Buna karşılık, toprağın tarımsal amaçlarla kullanımı bel­ li kurallara göre haneler arasında bölüşülürdü, ekilecek dilimlerse ku­ rayla belirlenirdi.27 Dilimin uzunluğu yörenin uzanımına ve toprağm niteliğine göre de­ ğişiyordu, ama genellikle 40 rod (200 metre), yani 1 "fur-long", 1 karık uzunluğu olarak belirlenmişti; bir başka deyişle, sabanın hiç durmak­ sızın sürülebildiği yaklaşık uzunluktu bu. Her ikisi de "dilini" ya da "acre" (yarım dönüm) anlamına gelen Fransızca'daki journel ve Almaııca'daki Morgeıı terimleri buradan kaynaklanmıştır.28 İngilizce'deki "acre"ın kökeni de aynıdır. Uzunluğu 1 "fur-long" olarak saptanmışsa ge­ nişliği de 4 "rod " olur ki, bu da dilimin yerleşik genişliğiydi.29 Bir toprak parçasmm büyüklüğünü hesaplamanın alışılagelmiş bi­ rimi "hide" idi. Bu birim yörelere göre değişmekteydi, ama genellikle 120 "acre" (527 dönüm) olarak hesap ediliyordu.30 Anglosakson döne­ minde toprak ne satılabiliyor, ne de başka birine aktarılabiliyordu.31 Toprak erkek çocuklara kalıyor, onlar da bunu ortaklaşa ekip biçiyor ya da eşit bir biçimde bölüşüyordu. Bu, Kent'de uygulanmış olan "ga­ velkind" (kalıtın erkek çocuklar arasında eşit olarak bölüştürülmesi) kuralıdır.32 Ancak, tek bir parçadan oluşmaz bölüştürülen toprak. Onu oluşturan dilimler değişik "shot'Tara dağılmıştır; öyle ki, her kalıtçıya değişik nitelikte topraklardan pay düşer.33 26 27 28 29

30 31 32 33

The English Village Community, s. 438-41. Growth of the Manor, s. 18. TheEnglish Village Community, s. 124-25, Aynı yerde, s. 2. Seebohm’un “dilim ” ile "acre’’ı özdeşlemesine C.S. Orwin "dilim ”in büyüklüğünün değiştiği gerekçesiyle karşı çıkmıştır. \The Open Fields (Açık Tarlalar), Oxford, 1938, s. 43]; ama bu “bovate", "carucate” ve “virgate” gibi öteki toprak ölçüleri için de geçerlidir. Orwin "dilim”i, bu ülkede hâlâ yaygın bir biçimde kullanılan kulaklı sabanla işlenen "toprak’Ma özdeşliyor. Bu görüşü kabul etsek bile, "toprak”ın boyutlarının açıklanması gerekiyor; üstelik dilim sistemine Avrupa ve Asya'nın birçok yerinde rastlanm asına karşın, görüldüğü kadarıyla saban kulağının kullanım ı Kuzeybatı Avrupa'yla sınırlı. Eski Yunan'da kullanılan sabanın kulağı yoktu: Bkz. Resim 46 ve Resim 47. The English Village Community, s. 49-57; Growth of the Manor, s. 141-44. Büyük malikânelerden değil, köylülerin kiraladıkları küçük topraklardan sö z ediyorum. Büyük malikâneler ya da daha çok bunlar üstündeki haklar tümden satılabilir nitelikteydi. The Structure of Greek Tribal Society, s. 95; The Indian Village Community, s. 417. Growth of the Manor, s. 175-77.

Toprak

297

Bede, "hide"ı, ortalama bir ailenin gereksinmeleri için yeterli bir top­ rak parçası, terra un'ıus fam iliae diye tanımlıyor. Bloch'un da belirttiği gibi, Bede bu sözcüğü Latince'deki anlamında kullanmaktaydı: Bede'in kullandığı sözcüklerin, bize, kurumu ilkel biçimiyle kavrama­ mızı sağlayacak anahtarı verdiği kesindir. Burada aklımıza, daha son­ raki çağların, evliliğe dayalı küçük ailesi gelmemelidir. Uygarlığımızın şafağındaki kan bağlarının tarihine ilişkin bilgimiz eksik ve yanlış ol­ duğundan, başlangıçtaki barınağı "manse" olan kümenin, ortak bir ai­ le ocağı çevresinde yaşayan çeşitli kuşaklardan ve aynı soydan gelen çeşitli hanelerden oluşan ataerkil bir aile olduğunu düşünmemiz çok doğaldır.34 Bu ortak haneler bizi gerilere, kıyılarımıza ilk ayak bastıkları sıralar Saksonların örgütlendikleri gerçek ya da düş ürünü ya da her ikisinin iç içe geçtiği akraba kümelerine götürüyor.35 Bunların adları, o pek iyi bildiğimiz Tooting'lerde, W oking'lerde, Epping'lerde ve Hopping'lerde sürmektedir. Bu adların hepsi de ata adıyla ilintili36 -ingas'a dayan­ maktadır ve bu da köyün klan örneğine dayalı bir klan ya da küme ta­ rafından kurulmuş olduğunu düşündürmektedir.37

5. Eski Yunan'da Çiftçilik Kışları yağışlı, yazları kurak geçen bir ülkedir Yunanistan. Alçak yörelerden, yüksek yörelere, güneyden kuzeye gidildikçe büyük öl­ çüde artar yağış. Kimi bölgelerde topraktaki humusu sürükleyip gö­ türen aşırı bir yağış görülürken, kimi bölgelerde yağış yetersizliği an­ cak sulamayla giderilebilir. Sulamanın tarihöncesi dönemde uygulan­ makla birlikte ülkenin doğasından dolayı geniş çapta uygulanm adı34 M. Bloch, "The Rise of Dependent Cultivation and Seignorial Institutions", Cambridge Economic History, Cilt I, s. 268, 1941. Bloch, "manse" ile "hide"ı bir görüyor. 35 H.M. Chadwick, The Origin o f the English Nation (İngiliz Ulusunun Kökeni), (Cambridge, 1906), s. 303. 36 Growth o f the Manor, s. 140; The English Village Community, s. 346-47. 37 Son iki kesimle ilgili kanıtlar, Tacitus’un şöyle çevrilmesi gerektiğini gösteriyor “Her topluluk, kendi rençperlerinin sayısıyla orantılı bir toprak parçası işgal eder. Bundan sonra topraklar toplumsal statüye göre bölüştürülür. Geniş düzlükler, bölüşümü kolaylaştırır. Tarlalar her yıl değiştirilir ve gene de bir toprak fazlası vardır. Meyva yetiştirerek, otlakları çitle çevirerek ya da sulama yaparak toprağın verimini ve kapsamını arttırma zahmetine bile girmezler."

298

TARİHÖNCESİ E g e

Resim 46. Çift sürme: Attika vazosu

ğını ve tarih çağında da bu konuda önemli gelişmeler sağlanmadığı­ nı biliyoruz.38 Toprak iki bölüme ayrılıyor, her yıl bir bölümü ekiliyordu.39 Dör­ düncü yüzyıl öncesinde her yıl dönüşümlü ekin ekmenin izlerine rast­ lanmıyor. Nadasa bırakma toprağın düzeltilmesi için yeterli olmadı­ ğından, nadasın yanı sıra belleme, yakma ve gübreleme de uygulan­ maktaydı.40 Belleme killi topraklardaki bağlar için yararlıdır, ancak ta­ hıllar için pek o kadar etkili olduğu söylenemez. Yakma yalnızca bir yan önlemdir. Giibrelemeyse Homerik şiirlerde anılmakta, Hesiodos'da hiç geçmemektedir.41 Gübrelemenin en kolay yolu, sığırları nadasa bı-

Resim 47. Çift sürme: Varı’den bir vazo

rakılmış tarlaya salıvermektir; ama üçüncü yüzyılda yalnız bir kez rast­ lanan bu yöntem günümüze kalmış çeşitli kira sözleşmelerinde yasak­ 38 Eski Yunan'da tarım için bkz. C. Daremberg ve E. Saglio'nun Dictionnaire des antiquitis grecques el romoines' inde (Paris, 1877-1919) A.S. Dorigny, 4.902-10, H. Michell, Econom ics of Ancient Greece (Eski Yunan'da Ekonomi), (Cambridge, 1940), s. 38-88. Michell hayvancılığı çok güzel anlatıyor, ama toprak kullanımı konusunda bir şey söylemiyor. 39 ilyada, 18. 541 Pi. N. 6 . 9-11. 40 X. Oec. 16.14-5,18.2. 41 Odysseia, (Sander Yayınları, İkinci basım, İstanbul, 1978, Türkçesi: Azra Erhat-A. Kadir), 17. 299.

To prak

299

lanmıştır.42 Bu yöntemin pek benimsenmemiş olmasının nedeni, sanı­ rız, ekilebilir toprakların bitişiğindeki alçak otlakların genellikle çok kötü nitelikte olmasıdır; söz konusu yöntemin kira sözleşmelerinde ya­ saklanmış olmasıysa, tarlaların çevresinin sığırların girmesini engelle­ yecek kadar kapatılmadığını düşündürmektedir. Nadasa bırakılan toprak yeniden ekileceği zaman en az üç kez sü­ rülüyordu. Birincisi, ilkyaz mevsiminde bir çift öküzün çektiği bileşik sabanla (pekton arotron) yapılıyordu.43 İkincisi, hasattan sonra yapılı­ yordu ve bu kez toprak ilkinin çaprazlamasına sürülüyordu.44 Bunda, daha hızlı oldukları ve karığı daha düz açtıkları için öküzlere yeğlenen katırların çektiği basit saban (autogyon arotron) kullanılıyordu;45 Üçüncüsüyse, ekim ayında ekimden hemen önce yapılıyordu.46 Yetiştirilen başlıca tahıllar, arpayla buğdaydı. Ekimi hem daha ko­ lay, hem de daha eski olan arpa, kölelerin ana besini olagelmişti.47 Ekim ayında, yağmurlar başlar başlamaz ekiliyordu arpa. Buğdaysa, çok faz-

Resim 48. Zeytin hasadı: Attika vazosu 42 Economics ofAncient Greece, s. 54. 43 Hesiodos. işler ve Günler, (Hesiodos, Eseri ve Kaynakları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1977, Ankara, Türkçesi: Sabahattin Eyuboğlu ve Azra Erhat). 432-33; Odysseia, 13. 32. 44 İşler ve Günler, 462; Plinius, NH, 18.178. 45 İlyada. 10. 351-53 Odysseia, 8.124; işlerve Günler, 46. 46 Attika’da. ekim ayı olan Pyanepsion'un beşinde düzenlenen Proerosia bayramından sonra; Plutarkhos, M 378 e. 47 E. C. Semple, Geography ofthe Mediterranean Repon (Akdeniz Bölgesinin Coğrafyası), (Londra, 1932), s. 342-43; C . Thomson. Aeschylus, Oresteia (Aiskhylos. Oresteia), (Cambridge, 1938), 2.109-10.

300

TARİHÖNCESİ EGE

la ya da çok az yağış yüzünden daha başından bozulmaya yatkın ol­ duğu için daha büyük bir özen gerektiriyor, dolayısıyla da bütün bir güz sonu boyunca seçmeli aralıklarla ekiliyordu.48 Ekin, yörenin yüksekliğine göre ya mayısta ya da haziranda kaldı­ rılıyordu. Ancak harman dövme işi bildiğimiz harman döveniyle ya­ pılmıyordu, buğday taşlık bir yerde sığırlara çiğnetiliyordu. Harman elekte (liknon) sallanıp elendikten sonra sepetlere doldurulup rüzgâra savruluyor, rüzgâr çöpü taneden ayırıyordu. Tahılların geç boy vermesi, bahçeciliğe, özellikle de incir, asma ve zeytine çok daha elverişli olan toprağın niteliğinden ötürüydü. İncir genellikle kölelerin beslenmesinde kullanılmaktaydı. Zeytin gerçi pek az bakımı gerektiriyordu, ama yetişmesi yıllar aldığından yetiştiriciler akınlar ve savaşlar sırasındaki yağmalamalar yüzünden büyük ölçüde ürün yitirebiliyorlardı.49 Gene de, zeytin ve asma bugün olduğu gibi o zamanlar da epeyce kazanç getiriyordu. Minos Knossos'unun olduğu

Resim 49. Kır dansı: İonia vazosu 48 X.oee. 17.4; Thphr. HP. 8 .6 .1 . 49 Geography o f the Mediterranean Region, s. 394,434; W.E. Heitland, Agricola. (Cambridge, 1921), s. 104.

Toprak

301

gibi demokratik Atina'nın da başlıca dışsatım ürünleri zeytinyağı ve şaraptı; içteki tahıl yetersizliği, deniz tecimiyle giderilmekteydi. Bes­ belli, Thessalia, Elis ve Lakonia gibi buğday ürünü bakımından en ve­ rimli bölgeler siyasal açıdan uzun bir süre geri kaldılar. Ülkenin çoğu yöresinde düzdeki otlaklar yalnızca koyunlar, keçiler ve domuzlar için elverişlidir. Büyükbaş hayvanlar yaz boyunca dağ­ larda otlar; yük hayvanlarıysa bütün bir yıl ahırlarda beslenm ek zo­ rundadır. İyi otlak az olduğu için inek sütünün niteliği düşüktür; pey­ nir daha çok koyun ve keçi sütünden yapılır. Koyun yetiştirilen başlı­ ca bölgeler Thessalia, Boiotia, Korinthos İsthmos'u ve Anadolu kıyısı­ nın ardında kalan bölgeydi.

6. Günümüz Yunanistan'ında Toprak Kullanımı Yukarıda kısaca özetlediğimiz çiftçilik biçimi bugün de Yunan köy­ lülüğü arasında pek az bir değişiklikle sürmektedir. Bu nedenle, günü­ müz Yunanistan'ındaki toprak sistemine, özellikle daha geri bölgeler­ de varlığını koruyan eski biçimlere bir göz atmakta yarar var.50 Bugün köylülüğün büyük bir bölümü Amerika'dadır. Solon zama­ nında olduğu gibi, gene yoksulluktur onları yurtlarından söküp atan. Kalanların birçoğuysa nerdeyse birkaç dönüm toprakla ayakta durma­ ya çalışmaktadır. Toprak parçaları birçok yörede kesintili ve aralıklı­ dır; bunların bir zam anlar dilimler biçiminde düzenlendiğini göster­ mektedir bu da. Köylüler ayrı ayrı malikânelerde değil, köylerde bir arada oturmaktadırlar. Toprak sahibi vasiyetname bırakmadan ölürse, toprak parçası çocuklar ya da bir sonraki en yakın akrabalar arasında eşit bir biçimde paylaşılmaktadır, ancak kalıt bırakan kişi eşit payla­ şımdan sonra dolaysız kalıtçıların her birine kalacak kadar kalıttan faz­ lasını bırakamamaktadır. Kalıtçılar arasında bölüşüm isteğe bağlıdır. Çoğu zaman toprağa ortaklaşa sahip olmayı kararlaştırırlar. Gerçi bu ortak aile toprakları sistemi bugün nerdeyse ortadan kalkmıştır, ama geçen yüzyılda hâlâ varlığını sürdürmekteydi; nitekim Ansted'in İonia Adaları'yla ilgili yazısı (1863) bize bu konuda değerli bilgiler sunmak­ tadır. Baba öldüğünde oğullar ve kızlar malikâneden eşit pay alıyor, ama bir kural olarak onu bölmüyorlardı. Gençseler, evlilik ya da bir 50 Bu konunun Bizans'daki toprak kullanımıyla bağıntılı olarak incelenmesi gerekir. Özellikle bkz. W. Ashburner, "The Farmer's Law" ("Çiftçi Hukuku"), Journal of Hellenic Studies, 32, 70.

302

TARİHÖNCESİ EGE

uğraş nedeniyle oradan ayrılmak zorunda kalıncaya kadar birlikte otur­ mayı sürdürüyorlardı. Kız kardeşler, evlendiklerinde, paylarına düşen kalıt kadar çeyiz alıyorlardı. Erkek kardeşlerden kimilerinin başka yer­ lere gittiği, başka yollardan geçimini sağladığı oluyordu; ama hangi kaynaktan elde edilmiş olursa olsun gelirlerinin tümünü, babadan ka­ lan malikâneye dayanan aile anaparasına katmayı sürdürüyorlardı. Ge­ nellikle erkek kardeşlerden biri evde kalarak çiftlik işlerini çekip çevi­ riyor, biri de çiftlik ürünlerinin satıcısı olarak en yakın kente yerleşi­ yordu. Ötekilerse öğretmen ya da avukat olabiliyordu. Ama hepsinin geliri bir araya toplanıyor, yapılan bütün işlerin sıkı sıkıya hesabı tu­ tuluyordu. Erkek kardeşlerden biri öldüğünde, onun payı çocuklarına kalıyor, onun kız çocukları büyüyüp evlendiklerinde ortak anapara­ dan kendilerine düşen payı çeyiz olarak alıyorlardı; bu pay verilirken, kız çocukların babalarının geliri göz önüne alınmıyordu.51 Ansted'in Santa Mavra'da (Leukas) ve bir ölçüde de Kephalonnia ve Zante'de (Zakynthos) karşılaştığı sistem buydu. Eski Atina oikos'una şaşılacak kadar benzemektedir bu sistem. Tek önemli ayrım, eskiçağ­ da ortak mülkiyetin dördüncü kuşakla sınırlandırılmış olmasıdır.

7. Eski Yunan'da Açık Tarla Sistemi Bugünkü Yunanistan'daki ortak aile, anamalcılık öncesi dönemin ayrıksı bir kalıntısıdır yalnızca. Oysa eski oikos o dönemin toplum ya­ şamının ayrılmaz bir parçasıydı. Kent-devleti, o/Tcos'lardan oluşan bir topluluktu. Aile m alikânesinin sahipliği, kentin kurucularından biri­ nin soyundan geçiyor ve yurttaşlık haklarını da yanmda getiriyordu. Atina gibi tecimin egemen olduğu kentlerde, bu eski ayrıcalıklar bü­ yük ölçüde ortadan kalkmıştı gerçi, ama Sparta'da başlangıçtaki ayrı­ calıklar kesinlikle unutulmuş değildi32 ve sanırız denizaşırı kolonile­ rin birçoğunda da anımsanmaktaydı. Atina'da bile bir yabancıya yurt­ taşlık haklan verilmesi demek, uygulamada, onun bir kabileye, fratriye ya da bucağa alınması53 ve kimi zaman da ev ve toprak sahibi ya­



D.T. Ansted, The Ionian Islands (İonia Adaları), (Londra, 1863), s. 199-201. H iç kuşkusuz, bu hane tipinin doğrudan doğruya oikos’dan geldiğini söylemek doğru olmaz, ama her şeye karşın bu konuda aydınlatıcıdır; Yugoslavlardaki zadruga ile bağıntılı olabilir; O. Lodge, Peasant Life in Jugoslavia (Yugoslavya’da Köylü Yaşam ı), (Londra. 1941). s. 92-11. 52 Held, Pont. RP. 2. 7. 53 S/C. 162,175, 40, 226. 16, 310. 21. 312. 30, 353. 5, 531. 30, 543.

T oprak

303

pılması54 demekti; ancak böylelikle topluluğun gerçek bir üyesi duru­ muna gelebiliyordu. Atina mahkemelerinde, bir kimsenin, ölen mülk sahibinin akrabası olduğunu savunarak bir mülkte hak ileri sürdüğü­ ne rastlanır da/5 alım satımla ilgili toprak anlaşmazlıklarına hiçbir za­ man rastlanmaz: Hak ileri sürme, her zaman, daha önceki mülk sahibiyle kan bağının ya da evlat edinme yoluyla yakm akrabalığın bulunduğunun kanıtlanma­ sıyla sonuçlanır. Kalıt alma hakkı da, gerekli akrabalık ilişkisinin kabul edilmesinden sonra tartışılmaz bir biçimde tanınır.56 Elbette, malikânelerin hiç alınıp satılmadığı anlamına gelmiyordu bu. Ama bir para ekonomisinin var olduğu Atina'da bile, akrabalık sav­ ları göz önüne alınm aksızın bir mülkün resmen devredilmesi söz ko­ nusu olamazdı. Öteki kentlerde de, doğuştan geçen malikânelerin baş­ kasına bırakılması açıkça yasadışı sayılmaktaydı.57 Demek, kent-devleti, ortak ailelerin bir birliği olarak doğmuştu. Bu ailelerden her biri, kentin kurucularından birinin kalıt bıraktığı bir top­ rak parçasının değişm ez sahibiydi. O toprak parçası aileyle aynı za­ manda oluşmuştu. Kim i topraklar sonradan bölünmüştü, ama ancak o toprağın sahibi olan ailenin de bölündüğü durumlarda. Aile, üstünde yaşadığı toprağa bağlıydı. Böyle olduğuna göre, toprak parçalarının nasıl bölüşüldüğünü olabildiğince saptamak bize kalıyor. Bu yönde belli bir yere varmış bulunuyoruz. A ttika'daki bucakla­ rın, başlangıçta, tıpkı Anglosaksonların "ing'Teri ve "ham "leri gibi klan yerleşim merkezleri olarak kurulduğunu belirtmiştik. Oikos'la ilgili ar­ dıllık kuralının, Anglosaksonlar'daki "gavelkind" yasasına uygun düş­ tüğünü de göstermiştik. Eski İngiliz toprak sisteminin salt bu ülkeye özgü bir sistem olm adığını da akıldan çıkarmamalıyız kuşkusuz. Bu sistemin benzer biçimleri Avrupa'nın her yerinde, Hindistan'da, Çin'de, Orta Amerika'da, Güney Amerika'da da karşımıza çıkmaktadır.58 Ger­ 54 H .C . Lolling, "Inschriften von Hellespont", Mitteilungen des deutschen archaologischen Instituts: Athenische Abteilung. 9. 60. 55 Is. 1.17. 56 The Structure o f Greek Tribal Society, s. 83. 57 Aristoteles, Politika, 1319a. 9; Held. Pont. Rp. 2. 7. 58 The English Village Community, s. 186-206, 214-62, 336-88; W.F. Skene, Celtic Scotland (Kelt iskoçyası), (İkinci basım, Edinburgh, 1908), 3. 139; M.M. Kovalevsky, Tableau des origines de Revolution de la jam ille et de la propriitt. (Stockholm, 1890), s. 162-70; ICA. Wittfogel, Wirtschaft und Gesellschaft Chinas, (Leipzig, 1931), 5. 348-409; Native Races o f the Pacific States of North America, Z 226; |.E.

304

TARİHÖNCESİ EGE

çekte ilkel köy topluluğuna özgü bir sistemdir bu59 ve Eski Yunan'daki toprak kullanım sistemine kafamızda belli bir örnekle yaklaşacak­ sak göz önüne alacağımız kurum bu olmalıdır, yoksa yirminci yüzyıl­ da keyif için çiftlik işleten beyzadelerin sınır kavgaları değil. Demokrasi yönetimindeki Atina'da hem işsizliği azaltmak, hem de stratejik noktalan güvenlik altına almak için sürekli bir siyaset izlenir, yoksul yurttaşlar denizaşırı ülkelerde ele geçirilen yerlere yerleştirilir­ di.60 Ayrılan topraklar yurttaşların sayısı kadar parçaya eşit bir biçim­ de bölünür, sonra da kura çekilerek dağıtılırdı. Koloniye yerleşenlerin kendilerine verilen topraklarda oturmaları istenirdi ama, bir kural ola­ rak bunlar toprağı kendileri işlemezlerdi. Toprak, yıllık bir kira ödeye­ rek uğraşlarını sürdürebilen yerli mal sahiplerince işlenirdi. Bu kleroukhiai ya da "kura topraklarT'nın en iyi bilineni, İ.Ö. 427-426 yılla­ rında Lesbos'da yer alan ekim alanıdır. Bu tarihten bir yıl önce, Methymna kenti dışında Lesbos Adası halkı Atina yönetimine başkaldırmıştı. Ayaklanmanın önderleri idam edildi ve Thukydides'in anlattığı gi­ bi Lesbos Adası bütünüyle bir ekim alanına dönüştürüldü: Toprakları, Methymna'nm topraklan dışında, üç bin parsele bölündü. Bu parsellerin üç yüzü tanrılara ayrıldı. Gerisi kurayla Atina'lı kolon­ lara dağıtıldı. Lesbos'lular her yıl parsel başına iki minos vergi ödeme­ ye ve toprakları kendileri işlemeye söz verdiler.61 Bu parseller eşit değerdeydi. Düzenin doğasında var olan bir şeydi bu; kiranın her parsel için aynı oluşuyla da kanıtlanmaktaydı. Yerli halk topraklarında kaldı. Peki, topraklar kurayla Atinalı kolonlar arasında nasıl bölüştürüldü öyleyse? Genellikle varsayıldığı gibi, ada daha önce modern anamalcı çiftlikler gibi çevreleri kapatılmış ve birbirinden ayrıl­ mış toprak mülkleri biçiminde işlenmiş olsaydı, bu toprak mülklerinin büyüklükleri birbirinden çok farklı olurdu. Dolayısıyla da, yerli ayrıca­ lıkları kesin bir biçimde yeniden düzenlenmeksizin bu toprakları eşit par­ sellere bölmek olanaksızlaşırdı. Ama Thukydides'e göre böyle yapılma­ mıştı. Bir başka yolsa, kirayı çiftliğin büyüklüğüne göre belirlemek ve geliri kura çekenler arasında bölüştürmek olabilirdi. Ama böyle bir yol Thompson. Archaeology o f South America (Güney Amerika'nın Arkeolojisi), (Chicago, 1936), s. 49. 59 The Structure o f Greek Tribal Society, s. 88. 60 G.B. Grundy, Thucydides and the History o f His Age (Thukydides ve Çağının Tarihi), (Londra, 1911). s. 177-78, 201. 61 Thukydides. Peloponnesos Savaşı, (Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1976, Türkçesi: Tanju Gökçöl), 3.50.

Toprak

305

da tutulmamıştır. Bu durumun gereklerine uygun düşen koşullar, ilkel Köy topluluğunun koşullarıdır yalnızca. Dlimler biçimindeki bir bölü­ şüm birimiyle, var olan topraklan bozmakuzın farklı büyüklükteki top­ rak parçalarını birleştirmek ya da eşit parsellerle bölüştürmek olanaklı olabilirdi. Her köy yöresi belli sayıda parsele ayrılabilir, borçları paylaş­ ma işi Hindistan'da olduğu gibi köylülerir kendilerine bırakılabilirdi. Bu sonuç, çıkarımları bakımından o denli geniş kapsamlıdır ki, göz­ lerinden kaçmış gibi görünen bir soruna tarihçilerin dikkatini çekme­ nin ötesinde bu noktada diretmenin bir anlamı olmayacaktır. Ama bu sorundan doğan bir iki düşünce vardır ki burada rahatlıkla sözü edi­ lebilir. Lesbos'daki yöntemin olağandışı olduğunu düşünmemiz için hiçbir neden yoktur. Lesbos'dakinden selsen yıl önce (İ.Ö. 506) Khalkis'deki (Euboia) tarımda bir ikinci örneje rastlam aktayız.62 Khalkis örneğinde parsellerin sayısı dört bindi. Söıiinü ettiğimiz dönemde Euboia'nın toprak sahibi soyluları hâlâ yönetimdeydi ve işte Atmalılar toprağı işleyen rençberlerin yerine değil,bu toprak sahibi soyluların yerine geçtiler. Euboia Adası'ndaki topraksahipleri Attika'daki toprak sahiplerinden daha uzun süre korumuşlcrdı varlıklarını, çünkü kolo­ nilere yayılma olayı Euboia'daki toprak sıvaşımım yumuşatmıştı. Bu da, eğer kolonileşme olanağı sözkonusuysa, ilkel bir toprak sisteminin hızlı bir tecimsel gelişmeyle bir arada varolabileceğinin rahatlıkla dü­ şünülebileceğini gösteriyor. Doğru, Lestos'da dem okratik akım çok daha önceleri başlamıştır; ama öte yandaı da, altıncı yüzyılda Pers istilasmca durdurulmuştur bu demokratikakım.63 Büyük çiftlikler, Lesbos'lu çiftçileri kira ödeyen köylüler durumuna düşürdü. Daha başından vergiye bağlanmş bir köylülük temeli üstün­ de kurulmuş olan öteki Yunan devletlerinle de aynı sorun ortaya çık­ maktadır. Dor'lar, Sparta'yı ele geçirdiklerinde, ülke halkını yerinden yurdundan etmediler, eski köylerinde otırmalarına izin verdiler onla­ rın.64 Buna karşılık, toprakları, alınıp satılnayan aile malikânelerine bö­ lerek paylaştılar; bu toprakları Dor'lar içiı işleyen yerliler ürünün ya­ rısını onlara vermek zorundaydılar.65 Htm bu m alikâneler eşitti; bir 62 Herodot Tarihi, (Rem zi Kitabevi, İstanbul, 1973, Türlçesi: Müntekim öktem , Yunanca aslıyla karşılaştıran ve sunan; Azra Erhat), 5. 77, 6 .100. 63 Elim izde Lesbos'dan (Roma dönemi) birçok yazıt var. 61 yazıtlarda çiftliklerin ne kadarında tahıl, zeytin ağacı, bağ ve çayır bulunduğunu gösteren listele veriliyor ve çiftliklerin büyüklüğü epeyce değişkenlik gösteriyor; IG. 12. 2. 33-7. 64 Titus Livius. 34. 27. 65 Held. Pont. RP. 2. T. Aristoteles, Politika, 1270a; Tyrt. 5.

3o6

T a r i h ö n c e s i Eg e

başka deyişle büyüklükleri daha başından, ortak aşlara yapacakları kat­ kıyı bu malikânelerden sağlamak zorunda olan sahiplerinin gereksin­ melerine göre düzenlenmişti.66 Ne var ki, beşinci yüzyılda Lesbos'daki durum ne olursa olsun, on birinci yüzyıl Sparta'smda toprağa yay­ gın bir biçimde elkonulnıuş olamayacağı açıktır. Demek ki, burada da, toprakların yerlilerde kalmış olması, yeni toprak parçalarının dilim sis­ temi temelinde bölüşülmüş olduğunun bir belirtisidir. Daha bu erken tarihte fetihlerle durulan Sparta soyluluğu, değişikliğe karşı direnme­ de olağanüstü başarılıydı. Sparta soyluluğunun ilkel niteliğinin bir baş­ ka kanıtını da, kentin görünüşü gözler önüne serm ektedir. Sparta, Thukydides zamanında bile hiçbir zaman tam anlamıyla bir kent de­ ğildi, bir komşu köyler topluluğuydu.67 Bu gelişmemiş, eksik kentleş­ menin, ilkel köy komününde görülen kabile yaşayışıyla iç içe geçmiş olması da, duruma ilişkin genel varsayımlarla uygunluk içindedir. Herodotos, geometri biliminin kökenini şöyle açıklıyor: Kral Sesostris bütün topraklan Mısırlılar arasında bölüştürmüş, herke­ sin payına aynı ölçüde toprak düşmüştür; her toprak sahibi yılda bir ve belli zamanda kira gibi bir şey ödüyor, kral da kendisine bu yoldan bir gelir sağlamış oluyordu. İrmak bunlardan birinin toprağım yerse, o adam gidip krala durumu anlatıyor, bunun üzerine Sesostris adamla­ rım gönderip toprağı ölçtürüyor, ne kadarının eksildiği saptanıyor ve köylü vergisini o ölçüde eksik ödüyordu; bana öyle gelir ki, sonradan Yunanistan'a da geçmiş olan geometrinin kökeni budur.68 Yunanlılar bu konuda M ısır'a Herodotos'un öne sürdüğü ölçüde dolaysızca borçlu olmayabilirler, ama gene de Herodotos'un69 belirtti­ ği ana nokta sözcüğün kendisince kanıtlanmaktadır. Geometrinin çı­ kış noktası, toprağı bölüştürme gereksinmesiydi. Batı Avrupa'nın "acre", "Journel" ve "Morgen" gibi toprak ölçüleri­ nin nasıl dilimin boyutlarından kaynaklandığını görmüştük. Yunan di­ linde de, Yunan diliminin boyutlarını bulmamıza yarayacak benzeşik bir terim vardır. Homeros'da bir toprak ölçüsü olarak kullanılan gı/es sözcüğü, ger­ çekte "saban-ağacı" demektir. Bu sözcük, ülkenin kimi yörelerinde bu­ 66 Plutarkhos, Lyc. 8 ; Polybius. 6 . 45. 3. 67 Peloponnesos Savaşı, 1. 10. 2. 68 Herodot Tarihi, 2. 109, 1. 66 . 2. 69 ilyada, 9,579; Odysseia, 7. 113, 18. 374.

Toprak

307

gün bile rastlanabilen, yalnızca çatallı bir daldan oluşan ilkel saban için de kullanılmıştır. Ridgew ay'e dayanarak, bir ölçü olarak gyes'in baş­ langıçta bir saban-döniimü, yani belli bir süre içinde sabanla sürülebilen toprak parçası anlamına geldiği sonucunu çıkarabiliriz. Sanırız bu süre bir gün boyuydu, çünkü Homeros'un "akşam" anlamında kullan­ dığı sözcüklerden biri de boıılytos, başka bir deyişle "öküzlerin çözül­ düğü saattir.70 Eski yorumcular, gyes'in bir Plethron'a eşdeğer olduğunu söylüyor­ lar.71 30,5 metreye eşit bir uzunluk ölçüşüydü bu.72 Demek ki, gyes, bir yanı 30,5 metre uzunluğunda olan bir saban-dönümüydü. Ama hangi yanı? Homeros'da ourorı diye bir toprak ölçüsü daha geçer. Bir "öküz ouron'u" ve bir de "katır ouron'u" deyimleriyle karşılaşırız. Bunlardan İkincisi daha uzundur.73 Bu sözcük, bir olasılıkla, oııreus, "katır" ve La­ tince'deki urvum, "saban-kuyruğu" sözcükleriyle bağıntılı olan ouros, "sınır" sözcüğünün heteroklit bir biçimidir.74 Yorum cular, "katır ouroıı»"nu, "bir katırın bir atılım da sabanla sürebileceği toprak parçası" olarak açıklıyorlar.75 Yani "bir plethron'dur" diyorlar. Bundan da, gyes ile ouron'un bir oldukları anlaşılıyor. Karıklar boyunca 30,5 metre tu­ tan saban-dönümüdür bunlar. "Karığın uzunluğu konusunda elimizde tek bir ipucu var. Bütün ül­ kelerde uzunluk ölçüsü birimlerinin genellikle toprağın işlenmesinden doğduğunu anımsayarak, Yunanca'da 6plethra'mn 1 stadion, yani 183 metre olduğunu belirtelim. Stadion alışılagelmiş uzunluk ölçüşüydü, ni­ tekim stadyum ya da yarış alanı sözcüğü de buradan geliyordu. OIympia'daki ve başka yerlerdeki bütün koşu alanları 183 metre uzunluğundaydı.76 Ancak, Argos Dorcasmda sözcük stadion değil,spadion bi­ çimindedir. Sesçil değişkeler değildir bunlar, farklı sözcüklerdir. Her iki­ si de karığın uzunluğuna uygun düşen tanımlardır, çünkü sta "dur" de­ mektir, spıı ise "çek" anlamına gelir; burada, öküzün ya da katırın durup geriye dönünceye kadar sabanı çektiği uzunluk dile getirilmektedir. De­ mek ki, Yunanca'daki stadion, İngilizce'de "bir karık uzunluğunda" de­ mek olan furlong ile aynı kökenden gelen bir birimdir. Bu varsayım, Yu­ 70 71 72 73 74 75 76

İlyada, 16. 779; Odysseia, 9. 58. İlyoda. 9. 579. İlyada, 21. 407; Odysseia, 11. 577. İlyada. 10. 351-53; Odysseia, 8.124-25. E. Boisaq, Dictionnaire dtimologique de la langue grecave. (Üçüncü basım, Paris, 1938). ilyada, 10. 351. A. Pauly ve G. Wissowa, Realencyclopadie der KlassischenAltertumswissenschaft, (Stuttgart, 1894-1937), 2.5.1969.

308

TARİHÖNCESİ EGE

nan koşu alanının genişliğinin genellikle 30,5 metre kadar olduğunu öğ­ rendiğimizde doğrulanmaktadır.77 Başlangıçta, koşu alanı bir dilimdi. Şimdi dilerseniz, konudan bu uzun ama yararlı kopuştan sonra ye­ niden işe başladığımız Homeros ahntısına dönelim: T arlala rı o rta k iki a d a m d ı sanki b un lar,

ellerinde ölçü vardı sanki, sınırı çiz m e k için çek işm ed ey d iler.

Hiçbiri gözden çıkarmıyordu eşit payını. İşte onlar, bir duvarla birbirlerinden ayn, gelmişlerdi böyle göğüs göğüse.78 Dilimin genişliği olarak oııron, çitten çite olan uzunluktu. Eski Yunan'da çit bir dizi taştan (ouroi) oluşuyordu; tıpkı bugün bile Filistin'de rastlanabileceği gibi, tıpkı İsrailoğulları komşularının smırtaşına do­ kunmamaları için uyarıldıkları zamanlar olduğu gibi.79 Böylece, dili­ min genişliği anlamına gelen oııron ile bir dilimi ötekinden ayıran taş dizisi anlamına gelen ouros arasındaki ilinti açıklanmış oluyor. Söz ko­ nusu taş dizisi de, İlyada destanında Akha'larla Troya'lıların üstünde göğüs göğüse geldikleri alçak duvarı açıklığa kavuşturuyor. Karşılaş­ tırma yerindedir. Benzetmedeki iki adam, açık tarlalardan birinde ken­ dilerine ayrılan paylarını ölçmektedir. Tarla pek o kadar büyük bir tar­ la değildir; belki de daha o sıralar özel çitler çekilmiştir bile. Dolayısıy­ la, iki adam paylarını eksiksiz alabilmek için çekişmektedirler. Ama tarlanın sahibi değildirler. Salt kullanım amacıyla bölüşmektedirler tar­ layı. Aynı tarla belki bir gün yeniden bölüşüİecektir. İşte bu yüzden, "ortak" diye söz edilmektedir tarladan. İlkel ortaklaşmacılığm bu stirdürücülerinin bağlı oldukları köy komününün ortaklaşa sahip olduğu bu "ortak" tarla o döneme hiç yabancı değildir.

8. Toprağın Yeniden Bölüşülmesi İlyada ve Odysseia'run son biçimlerini aldıkları dönemde, tarlanın za­ man zaman yeniden bölüşülmesi alışkısı büyük bir olasılıkla yitnıek77 Aynı yerde. 78 İlyada, 12. 421-25. 79 İlyada, 21. 403-05: Deut. 19. 14.

Toprak

309

teydi. Ne var ki, Homeros'un bize her şeyi anlatmak gibi bir am acı yok­ tur, onun için birtakım sonuçlar çıkarmadan önce kanıtları gözden ge­ çirmemiz yararlı olacaktır. Altıncı yüzyıl başlarında, Attika'nın kırsal bölgeleri hoşnutsuzluk ve tedirginlikle kaynarken, Solon birtakım tarım reform ları çıkardı. Gerçi bu reformlar bunalımı geçici olarak giderdi, ama köylülerin gön­ lünü kandıramadı. Çünkü köylüler "toprağın yeniden bölüştürülm e­ sini" istemişlerdi.80 Gerçekte, böyle bir işlem, Libya kıyılarında bir Yu­ nan kolonisi olan Kyrene'de uygulanmıştı. Altıncı yüzyılda anayurt­ tan gönderilen yeni yerleşmeciler "toprağın yeniden bölüştürülm esine" katılmaya çağrılmış, bu temel üstünde yeni gelenlerin de içinde bu­ lunduğu bütün halk, kralın başrahiplik payı olarak birtakım özel m a­ likânelerin bir yana ayrılmasından sonra, üç kabileye bölünm üştü.81 Çoğunun yorumunun tersine, Attika köylülerinin isteği devrimci bir istek değildi, kutsal özel mülkiyet haklarına karşı yıkıcı bir meydan okuma değildi. Karşı-devrimci bir istekti; eski komünal hakların kut­ sallığını ayaklar altına alan toprağa elkoymaya karşı bir protestoydu. Geleceğe yönelik değil, geçmişe yönelik bir istekti. Yeniden bölüşüm ilkesi, Kyrene örneğinde gördüğümüz gibi, hâlâ yürürlükteydi. Bu il­ kenin bir zamanlar dönemsel olduğunu göstermek kalıyor geriye. Yunanlılar bu uygulamanın hiç de yabancısı sayılmazlardı. Strabon, Dalmaçyalıların toprağı her sekiz yılda bir yeniden parsellediklerini söylev.82 Diodoros da, bu uygulamanın Ispanya'daki VaccaeTer arasın­ da her yıl yerine getirildiğini anlatır: Vaccae'ler toprağı her yıl bölüşürler; her biri, ortak mal sayılan ürün­ den pay alır. Elkoymanın cezası ölümdür.83 Altıncı yüzyıl başlarında, Rodos ve Knidos'dan bir Dor topluluğu Sicilya'ya doğru yola çıktı. Amaçları Lilybaion'da bir koloni kurmak­ tı, gel gör ki Fenike'lilerce geri püskürtüldüler. Daha sonra yelkenlile­ riyle Liparai Adaları'na giderek oranın yerli halkıyla güçlerini birleş­ tirdiler. Öykünün bundan sonrasmı Diodoros'un ağzından dinleyelim:

80 Aristoteles. Ath. 11. 2. İ.Ö. beşinci yüzyılda, Sicilya'da bir kent olan Leontinoi'da halk toprakların yeniden bölüşülmesini istemişti; Peloponnesos Savaşı, 5. 4. 2. 81 Herodot Tarihi, 4.159-61; Peloponnesos Savaşı, 8 . 21. 82 Strabon, 315. 83 D.S. 5. 34; Nic. Dam. 126.

310

TARİHÖNCESİ EGE

Lipara'da iyi karşılanan yerleşmeciler, toprağı yerli halkla paylaşmaya razı oldular... Bir zaman sonra, Etrüsk korsanlarının saldırıları karşısın­ da, bir donatıma kurmak ve uğraşlarını bölmek zorunda kaldılar. Bir bölüğü toprakları ortaklaşa işlemeyi sürdürürken, bir bölüğü de kor­ sanlara karşı savunmayı örgütledi. Mülkiyet ortaktı, yemekleri de or­ taklaşa yiyorlardı. Bu komünal yaşamı bir süre sürdürdükten sonra, kentin de bulunduğu Lipara'yı bölüştüler, ama öteki adalardaki top­ rakları ortaklaşa işlemekten vazgeçmediler. En sonundaysa, bütün ada­ ları yirmi yıllık dönemler için bölüştüler; her dönemin bitiminde top­ rağı yeniden parselliyorlardı. Denizlerde Etrüsklere karşı birçok utku kazandılar, ele geçirdikleri savaş vurgunlarından Delphoi'a sayısız de­ ğerli armağan gönderdiler.84 Diodoros, istediğimizden de fazlasını anlatıyor bize. Bir Yunan kentdevletindeki dönemsel yeniden bölüşüm sisteminin sözünü etmekle kalmıyor, aynı zamanda toprakların geçici bir bölüşme bile olmaksızın köy komünlerince sahiplenildiği ve işlendiği daha da eski bir evreye götürüyor bizi. Okuyucu, günümüz tarihçilerinin, özellikle de köle kafalı Esmein'i suçlayışı hâlâ belleklerden çıkmayan Toutain'in, Diodoros'un bu söz­ lerini başka türlü yorumlamayı nasıl becerdiğini sorabilir. Gerçekte, Toutain'in tek yaptığı, Diodoros'un bu yazdıklarmdan hiç söz etmeme cüretini göstermesidir. Cambridge Ancient History'deki yazar da bizi Yu­ nanların Diodoros'un tanımladığı evreyi çoktan geride bırakmış olduk­ larına inandırmaya çalışırken, aynı şeyi yapıyor. Anlaşılan, Cambridge Ancient History yazarı da, Toutaiıı de, bu sorunun G uiraud'nun hâlâ konuyla ilgili temel yapıt sayılan La propriete fonciere en Grece'inde tüm­ den çözülmüş olduğuna inanıyorlardı. Toutain, Guiraud'nun "gayret ve vuzuh"undan sık sık söz eder ya! Alın size "gayret ve vuzuh": Diodoros'un Liparai Adaları'nda tarımın ortaklaşa olduğu konusunda anlattıklarını sorgulamamız için bir neden yoktur. Onun anlattığının tek su götürür yanı, bu sistemin benimsenmesine yakıştırılan güdüdür. Son olarak Theodore Reinach, Livius'dan bir alıntıya dayanarak Liparai Adası halkının da tıpkı Etrüskler gibi korsan olduğunu ortaya koymuş­ tur. Durum böyle olunca, ada halkının ortaklaşmacılığınm geçmişin bir kalıntısı olmak şöyle dursun, belirli bir amaç için yaratılmış yapay bir 84 D.S. 5.9.

Toprak

311

d ü zen o ld u ğ u n u a n la m a k g ü ç o lm asa g erek . B u ra d a h içb ir s iy a sa l y a d a to p lu m sal ilke sö z k o n u su d e ğ ild ir. Bu ad a lıla r b ir e şk iy a çe te sin e en u y g u n k u ru m lan b en im sem işlerd ir, h epsi o k ad ar... Ü stelik in sa n o ğ lu n da ço k g ü çlü olan ö zel m ü lk iy e t tu tk u su çok g e çm e d e n bu d ü z e n in b ozu lm asın a yol açm ıştır. En g e ç beşin ci y ü zy ıl içind e, h iç k u şk u su z bi­ ricik su rla çev relen m iş v e y a şa n ılır a d a o lan an a a d a y ı b ö lü şm e y e b aş­ lam ışlard ır. Ö teki a d a la rs a o ld u ğ u gibi bırak ılm ıştır.85

"Siyasal ve toplumsal ilkeler"e geçmeden önce olgulara bir göz ata­ lım. Aslında, düzene bir güdü yakıştırdığı yoktur Diodoros'un. Bunu yapan, Guiraud'nun kendisidir. Ana adanın ne zaman bölüşüldüğünü gösterir hiçbir belirti yoktur ortada. Diodoros, anlaşılan, öteki adalar­ dan hiç değilse kimilerinde insanların oturduğu kanısındadır ve bu ko­ nuda sözüne güvenebileceğimiz ikinci bir yetkili olan Strabon da Di­ odoros'un bu kanısına katılmaktadır. Strabon sekiz adanın adını an­ makta ve bunlardan yalnızca ikisinde yaşanılmadığını söylemektedir.86 Dolayısıyla, Guiraud'nun bu bölümle ilgili yorumu, bölümün kendi­ siyle çelişmektedir. Mos erat civitatis vehıt publico latrocinio partam praedam divide re.57 "Görenekleri, bir tür ortaklaşa eşkiyalıkla elde edilen vurgunlan bölüşmekti." Bu Yunan ortaklaşmacıları hiç değilse tutar­ lıydılar. Dinibütün bir davranışla tanrılara bir armağan sunduktan son­ ra, kalanı kendi aralarında paylaşıyorlardı. Taşınır ya da taşınmaz mal­ lar, bir yerden edinilmiş ya da kalıt kalmış bütün mülkler ortaklaşaydı. İlkel ortaklaşmacılık bütün öğeleriyle ortada. Olguları gözler önüne serdiğimize göre, şimdi de ilkeleri inceleyebi­ liriz. Yurtları dışmda bir soyguncudan başka bir şey olmayan bu adalı­ lar, doğaldır ki yurt içinde tıpkı Sir John Sinclair gibi Guiraud'nun da uygarlığın denektaşı olarak gördüğü özel mülkiyete saygıyı geliştire­ memişlerdi. Ama kurumlarınm hiçbir "siyasal ya da toplumsal ilke" içermediğini varsaymak, doğrusu biraz acelecilik olur. Eğer bu ilkesiz adalılar korsan idiyseler, o zaman Etriiskler, Kartacalılar, Fenike'liler, Karia'lılar,88 dahası Yunanlılar da içinde olmak üzere bütün eski deniz­ ci halklar da korsanlık yapma fırsatım hiçbir zaman kaçırmamışlardı.89 85 P. Guiraud, La propriitifonciire en Grice, (Paris, 1893), s. 13-14. 86 Strabon, 275-77; Peloponnesos Savaşı, 3. 88. 2; Pausanias 10. 11. 14. Yıl boyunca sürekli yaşanılan tek ada, ana adaydı. 87 Titus Livius, s. 28. 88 D.S. 5. 9; Polybius, 3. 24. 4; Peloponnesos Savaşı, 1.4. 7-8; Odysseia, 15.415-84. 89 Herodot Tarihi, 1.166, 6.17; Peloponnesos Savaşı, 1. 5; D. 50.17; Lycurg. Leo. 18.

312

T A R İH Ö N C E Sİ EGE

İlyada'mn ve Odysseia'nın Akha'lı kahramanlan da korsandılar ve bun­ dan onur duyuyorlardı.90 Üstelik, az sonra göreceğimiz gibi, kötü yol­ lardan elde ettikleri kazançlarım aynı biçimde paylaşıyorlardı.91 Siya­ sal ve toplumsal ilkeleri Guiraud ve benzerlerince insanlığın önüne bir örnek olarak sunulan uygar Yunanlılar korsanlıkta bir beyefendinin onuruyla bağdaşmayan bir yan görmüyorlar, dahası korsanlık hakları­ nın uygulanmasını çeşitli antlaşmalara açıkça bir koşul olarak geçiriyor­ lardı.92 Ne de olsa, deniz yağmacılığı ile kara yağmacılığı arasında ilke açısından bir ayrım yoktur. Bütün korsanlar, bütün yağmacılar, bütün fetilıçüer, bütün imparatorluk kurucuları, özel mülkiyetin kutsal varlı­ ğı önünde ne denli saygıyla eğilirlerse eğilsinler, onu bir kez ele geçir­ diler mi, tıpkı Lipara'lılar gibi çalmakla başlarlar işe. Eğer Guiraud bi­ raz daha çaba gösterip düşünmeyi biraz daha sürdürebilseydi, kendi uygarlığının temelinde soygunculuğun yattığı biçiminde bir siyasal ve toplumsal ilkeyle yüz yüze gelecekti. La propriete c'est le vol (Mülkiyet hırsızlıktır).93 Guiraud, bu ve daha başka Yunan kaynaklarındaki ortak mülkiyet­ le ilgili bütün kanıtları "tersinden yorumladıktan" sonra şu sonuca va­ rıyor: İnsanın bunlara azıcık değer verebilmesi için, görülmedik ölçüde yan­ lı bir kafaya sahip olması gerekir. Aklı başında bir biçimde yorumlan­ dığında, bütün bir eski yazında böyle bir görüşü doğrulayan tek bir bö­ lüm yoktur.94 Eğer aklı başında olmak yansız olmak demekse, o zaman hepimiz akıldan bir parça yoksunuz. Bir ölçü sorunudur bu. Ama bu gayretkeş tarihçinin oluşturmayı başardığı hiç değilse bir toplumsal ve siyasal il­ ke var. Gayretkeş tarihçimiz, modern kentsoylulugun özel mülkiyet tutkusunun, yaşamı onsuz düşünemeyecekleri kadar müthiş bir güç olduğunu en küçük bir kuşkuya yer bırakmayan bir açıklıkla ortaya koymuştu: 90 İlyada, 11. 625; Odysseia, 4. 81-90, 9. 40-42,14. 229-34. 91 Bkz. Bu bölümde "10. Ayrıcalığın Gelişmesi". 92 ). Hasebroek, Staat und HandeI im alten Griechenland, (Tubingen, 1928). Trade and Politics in Ancient Greece (Eski Yunan'da Tecim ve Siyaset), (Londra, 1933); s. 117-21. 93 F. Engels, Origin o f the Family, Private Property and the State (Ailenin. Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni), (Londra, 1940), s. 127. 94 La PropriM fonciire en Grice, s. 21-22.

Toprak

313

W as ih r niclıt fasst, d a s fehlt euch g a n z u nd g a r, W as ih r n ich t re ch n e t, glau b t ihr, sei nicht w a h r. (A klınızın a lm ad ığ ı şeylerin tü m ü y le y o k lu ğ u n a , D ikkate alm ad ık ların ızın d a gerçek o lm ad ığ ın a in an ırsın ız.)

9. B ö lü şü m Y ö n tem i Şimdi yeniden kleroııkhia'ya dönelim. Yerleşmecilerin sayısı belir­ lendikten sonra, yerleşilecek topraklar aynı sayıda parsele bölünüyor­ du. Gerçi yerleşmecilerin nasıl seçildiği anlatılmıyor, ama öyle anlaşı­ lıyor ki bazen başvuranlar eldeki topraklara göre çok fazla oluyordu. O zamanlar demokraside kura çekmenin yaygın bir biçimde uygulan­ dığını biliyoruz; öyleyse başvuranların aralarında kura çektiklerini var­ saymamızda bir sakınca olmasa gerek. Aynı zamanda, toprakların ana ülkede var olan kalıtım kurallarma bağlı olduğunu varsaymalıyız. Her pay sahibi, bir oikos'un, normal tipte bir aile malikânesinin kurucusu oluyordu. Bu aile malikânesinin tek ayrılığı, yeni olduğu için üstünde kalıtsal haklar ileri sürülememesi, dolayısıyla da temlikinin daha ko­ lay olmasıydı. Birçok durumda, kuralların tersine, pay sahiplerinin top­ raklarını satıp yurda geri döndüklerini biliyoruz.95 Kleroııklıin'nın sıradan bir koloniden (cıpoikia) ayrımı, üyelerinin Ati­ na yurttaşları olarak bütün haklarını korumalarıydı.96 Koloni, metropolise dinsel bağlarla bağlı, ama siyasal bakımdan bağımsız olan yeni bir kent-devletiydi. Bunun dışında, örgütlenme biçimi aynıydı. Kyrene, yedinci yüzyılda, tam Thera Adası kıtlıkla karşı karşıya bulundu­ ğu sırada bu adadan seçilenlerle kolonileştirilmişti. Adadaki her aile­ nin iki oğlundan biri kurayla seçilmişti.97 Benzer bir işlemi de, Lydia'dan ayrılırlarken Etrüsklerin ataları uygulamışlardı. Orada da kıtlık söz ko­ nusuydu. Kral, halkı iki eşit bölüğe ayırmış ve aralarında kura çekmiş­ ti.98 Bir koloninin kurucularının kurayla seçilmelerinin geleneksel bir uygulama olduğu açıktır. Beşinci yüzyıl ortalarında Thrakia kıyılarındaki Brea'da bir Atina kolonisi kuruldu. Buradaki işlemin nasıl yapılacağını düzenleyen ya­ sa günümüze kalmıştır. Bu yasanın maddelerinden biri şöyledir: "H er 95 96 97 98

G. Grote, History o f Greece (Yunanistan Tarihi), (İkinci basım, Londra, 1869), 6.37-38. Cambridge Ancient History'de E.M. Walker, 4.161. Herodot Tarihi, 4.153; Parth. 5. Herodot Tarihi, 1. 94. 5.

314

T A R İH Ö N C E Sİ EGE

kabileden bir kişi olmak üzere on adam toprak paylaştırıcısı seçilecek ve bunlar toprakları kurayla bölüştüreceklerdir."99 Toprak paylaştırı­ cısı (geonomos), toprakların sınırlarım çizen toprak ölçücüden farklı ola­ rak, topraklan bölüştürüyordu. Buradan da anlıyoruz ki, topraklar ku­ ra yoluyla bölüştürülüyor ve bu da her nasılsa kabile düzeniyle eşgü­ dümlü bir biçimde yapılıyordu. Hiç kuşkusuz düşsel bir durum söz konusudur bu örnekte; ama Platon'un bu işlem için gerçek uygulama­ yı örnek aldığı da bilinmektedir: H e r şey d en ö n ce, k en t, b ölgen in elden geld iğ in ce m e rk e z in d e k u ru la ­ cak tır... S o n ra, kentin d e içind e b u lu n d u ğ u b ü tü n b ö lg e, H estia, Z eu s ve A th e n a 'm n A k ro p o lis adı verilecek ve su rla çev rilecek tap m ağ ın d an b aşlay arak on iki b ö lü m e ayrılacak tır. Bu b ö lü m ler eşit o la ca k ve to p ­ rağın niteliğin e u y g u n bir b içim d e d ü zen len ecek tir. T o p la m 5 0 4 0 to p ­ ra k p arçası b elirlen ecek v e b u n lard an her biri, biri k en t için d e , biri d a ­ ha u zak ta o lm ak ü z e re iki p a rça y a b ö lü n ecek tir... O n d a n s o n ra , y u rt­ taşlar d a on iki ö b e ğ e b ölü necek ler v e öbekler a ra sın d a eld en geld iğ in ­ ce eşit bir b içim d e b ölü ştü riileb ilm esi için y u rtta şla rın kişisel m alları­ nın ek sik siz bir d ö k ü m ü çık a rıla ca k tır. En s o n u n d a , h e r ö b e k O n İki T a n rı'd a n b irine b ir to p ra k p arçası a y ıra ca k v e kabile ad ın ı a la ca k tır.100

Platon'un ortaya çıkardığı toplam toprak parçası sayısı, Plutarkhos'un kedi ve yavruları için saptadığı formüldeki aynı gizemsel di­ ziyle varılmaktadır: Ix2x3x4x5x6x7= 5040. Ama bu bile bir olguya da­ yanmaktadır. Uygun bir toplam olarak benimsenen sayının yarısından biraz fazladır.101 Amphipolis'deki Atina kolonisi 10.000 toprak parça­ sına bölünmüş, Syrakusa'hlar da Atina'daki kolonileri için aynı sayıyı saptamışlardı.102 Platon'un pay sahipleri, aile başkaniarıydı. Yasalar'm öteki bölümle­ rinden açıkça anlaşılıyor bu. Ne var ki, bu aileler, daha büyük bir biri­ min, kabilenin öğeleri olarak ele almıyordu. Bu da daha başka kaynak­ larca doğrulanıyor. Erken Rodos'da üç yerleşim merkezi vardı: Lindos, Ialysos, Kameiros.103 Bunlar, İli/ada'dan öğrendiğimize göre, göçmenle­ 99 M.N. Tod, Greek Historical Inscriptions (Tarihsel Yunan Yazıtları), (Oxford, 1933X s. 88-90. 100 Platon. Leg. 745. 101 Aristoteles. Politika, 1267 b. 3. 102 Poloponnesos Savaşı, 1.100; D.S. 11.49. 103 İlyada, 2. 655-56; Pi. O. 7. 73-74; SIG. 339 n. 1 İlyada’ya göre bu yerleşim merkezlerinin kurucusu Ephyra’lı (sanırız Thessalia Ephyra'sı) Tlepolem os'du; ama Pindaros'a göre ve gene C irit'li

Toprak

31s

rin üç kabilesine denk düşmekteydi. Dahası, kurayla belirlenmişlerdi. Pindaros'un bu kentlere ilişkin anlattıklarından bu sonuca varıyoruz, çünkü Pindaros gene aynı şiirde tanrıların yeryüzünü paylaşmak için nasıl kura çektiklerini dile getiriyor. Güneş-tanrı kura çekilirken orada yokmuş, bu yüzden de paysız kalmış. Güneş-tanrmın paydan yoksun kalışı, o zamanlar denizin altında bulunan Rodos Adası'nın kendisine verilmesiyle giderilmiş. Rodos Adası'nın dipten deniz yüzeyine doğru yükseldiğini gören Güneş-tanrı olmuş ve Pay Tanrıçası Lakhesis de bu düzenlemeyi onaylam ış.104 Yeni fethedilen dünyanın Kronosoğulları arasında pay edilmesi, yeni fethedilen adanın Heliosoğulları, yani on­ ların adlarını taşıyan üç kabile yerleşim merkezinin kurucuları arasın­ da paylaştınlmasının kutsal bir örneği olarak sunulmaktadır. Buraya kadar, klan adının kullanıldığını görmedik. Nedenini anla­ mak da o kadar zor değil. Gelişkin kent-devletinde, fratrinin salt din­ sel bir birliğe, klanın da ailelere dönüşmesinden çok sonraları bile ka­ bile askercil ve siyasal bir birim olarak varlığını koruyordu. Klan var­ lığını bir ölçüde soylular arasında sürdürüyordu, ama kolonilere daha çok aşağı sınıflardan insanlar, toprak isteyen insanlar gönderiliyordu.105 Ve bu kesim, klan bağlarının en çok ortadan kalktığı kesimiydi toplu­ mun. Klanın izlerini bulmak istiyorsak, tarihöncesi dönem e dönmek zorundayız. Atina'daki kleroukhia'nın, sekizinci yüzyıldan altıncı yüzyıla dek sü­ ren büyük koloni yayılması döneminde izlenen örgütlenme biçimine uyduğunu görmüştük. Büyük koloni yayılması, Yunanlıların bütün Ak­ deniz'e dağılmalarını sağlayan akımdı. Şimdi de, daha da gerilere gide­ rek, bu kolonilerin ana-kentlerinin yapılarını örnek aldıklarını düşünür­ sek, bunların Yunanistan'da ve Ege'de ana-kentlerin kendilerini kur­ muş olan daha da eski akımların sürdürülmesi olduklarını görebiliriz. Yunanlılar, sürekliliğe saygı duyarlardı. Troya Savaşı'ndan önceki günlerde Rodos'un kurucusu Tlepolemos'un nasıl "toprakları eşit bir biçimde bölüştürdüğünü"; daha önceleri Makar'm nasıl Lesbos'daki "toprakları paylaştırdığını"; Kydrolaos'un nasıl "Sam os'a yerleştiğini ve toprakları paylara böldüğünü"; Tenedos Adası'na adını veren Tenes'in topraklan halkı arasında nasıl paylaştırdığım ve kendisine ayrı­ Althaimenes'in öyküsüne bakılırsa adaya Helios’un üç oğlu yerleşmişti: Apollodoros, 3.2.1 -2. Gerçekte art arda birçok yerleşim olmuştu: Strabon, 653-54. 104 Pi. O. 7. 54-76: Apollodoros, 2. 8.4; Pausanias. 8.4. 3. 105 Brea yasasında (y. 41) kolonicilerin en yoksul sınıflardan seçilmesi belirtiliyordu. Platon. Leg. 73536; Iso. 4. 182.

316

TA R İH Ö N C ESİ EGE

lan özel topraklarda (temenos) ölümünden sonra bir kahraman olarak Tenes'e nasıl tapmıldığmı anımsarlardı.106 Bu tarihöncesi yerleşim mer­ kezlerinin, kesinlikle kent-devletleri değil, kabile birlikleri oldukları açıktır. Dolayısıyla, klanın daha öne çıkmış olabileceği beklenebilir bu­ ralarda. Nitekim öyleydi de. Dor istilasından sonra kurulan İonia ko­ lonisi Teos pyrgoi'ya ya da bucaklara bölünmüştü; beşinci yüzyıla ka­ dar bunların birçoğunda, adlarım almış oldukları klanlar yaşamaktay­ dı. Rodos'un üç bölgesi de bucaklara bölünmüştü. Bunlardan biri Nettidai'larm Netteia'sı, öteki de Hippotadai'ların Hippoteia'sı idi.107 Bu bilgiler, Attika bucaklarını incelememizden çıkan sonucu doğrulamak­ tadır. Doğru, Attika'da atalarının bucağında yaşamayı sürdüren tek bir klan -Boutadai- biliyoruz (bkz. Bölüm I1I/2). Bunun nedeni, altıncı yüz­ yıldaki toplumsal karışıklıklar sonucunda ülkenin değişikliklere uğra­ mış olmasıydı. Ne var ki, Attika'da bile eski bağlar, kopmuş olmaları­ na karşın, unutulmuş değildiler. Philaidai'larm Kimon'u Atina ile Eleusis arasındaki Lakiadai'dandı; ama atalarının, Philaios'un Attika top­ raklarına ilk ayak bastığı yer olan Brauron yakınlarındaki Philâidai'dan geldiklerini biliyor olmalıydı, yoksa bizler de bilemezdik. Bir yoruma göre de, Kral Theseus ülkeye yeni bir düzen verirken kırsal yöreleri do­ laşmış, "bucakları ve klanları gezm işti".108 Anlaşılan, o eski günlerde bu iki birim özdeşti. Bu sonucu daha önce Dördüncü Böliim'de de göz­ den geçirmiştik; son bir doğrulama ise sözcüğün kendinden geliyor. Homeros'da demos sözcüğü hem işlenmiş bir toprak parçasını, hem de orada yaşayan insanları dile getirir.109 Daha doğrusu, genellikle topra­ ğın bölüşümü ya da dağıtımı için kullanılan dasmos sözcüğüyle aynı kökten geldiğinden, bir "bölüm "dür rf£>mos.110 Demek, köken bakımın­ dan bucak hem bölgesel, hem de siyasal bir birimdi; tıpkı İngilizce'de­ ki Woking, Tooting, Epping, Fransızca'daki Aubigny, Corbigny, Pontigny, Almanca'daki Geislingen, Gottingen, Tübingen111 ve Vaat Edil106 107 108 109 110

D.S. 5. 59, 81-83.

SIC. 932. 24,3 3.118.5.695. 21. Plutarkhos, Thes. 24. ilyada. 5. 710. 20. 166. Dictionnaire itymologique de la langue grecque. Günümüz bilim adamları, kabile topi umunun yapısını

çözümlemeyi savsakladıkları için, klan ile köy arasındaki bu doğal bağdan kaçınılmaz olarak habersizdirler. Dolayısıyla, Cary'nin izinden giden F.E. Adcock da, "demos"un kökeninden söz ederken klanı tümden dışlamakta (“soyluluğun bir yansıması olan klan, ginos henüz gelecektedir") ve bunun sonucunda kabile üyelerinin köylerde yaşadıkları gerçeğiyle yüz yüze geldiğinde bunu "içgüdüleriyle" böyle yaptıklarını söylemekten öteye gidememektedir. (Cambridge Ancient History, 3. 688). 111 The English Village Community, s. 355-67.

To p r a k

317

miş Toprak'a yerleşmiş olan İbrani "aileleri" ya da klanları gibi bir klan yerleşim merkeziydi: İsrailo ğ u lların a sö y le v e o n la ra d e: Ü rd ü n 'd e n K enan d iy a rın a g e ç tiğ i­ niz z a m a n , m em lek e tte o tu ra n la rın hepsini ö n ü n ü z d e n k o v a ca k sın ız ... V e m em lek eti aşire tle rin iz e g ö re kura ile m ira s a lacak sın ız; ç o k olan ın m irasın ı ço ğ a lta ca k sın ız v e a z olan ın m irasııiı a z a lta ca k sın ız ; b ir a d a ­ m a k u ra n ered e d ü şe rse o y e r on u n o la ca k ; ataların ızın s ıp tla rın a g ö re m ira s ala ca k sın ız .112 V e Y eşu İsrailo ğ u lların a d e d i: A taların ızın A llahı R abbin s iz e v e rd i­ ği d iy ara m ü lk ed in m ek için g irm e k te n e va k te k a d a r gevşek lik e d e ce k ­ sin iz? H er sıp ttan k en d in iz için ü ç a d a m seçin ; v e on ları g ö n d e re c e ğ im ; v e kalkıp m em lek eti d o la şa ca k la r ve m irasların a g ö re on u y a z ıp bana gelecek ler... Ve siz m em lek eti y e d i hisse olarak y a z a ca k sın ız v e y azıy ı b u ray a bana g etirecek sin iz v e b u ra d a A llah ım ız Rabbin ö n ü n d e sizin için k u ra çe k e ce ğ im .113

10. Ayrıcalığın Gelişmesi Yunanca'da, toprak parçası karşılığı olarak, "pay" anlamına gelen kleros kullanılır. Şiirde de moira ve lakhos aynı anlamda geçer. Bu söz­ cüklerin hepsi de Hint-Avrupa kökenlidir. Kleros'u n ilk anlam ı, İrlan­ da dilinde "tah ta" ya da "kereste" demek olan clar sözcüğü gibi, bir "tahta parçası" idi; küçük tahta parçalarının kura çekmekte kullanıldı­ ğını gösteriyor bu da. Bu sözcüğün kla tabanını, Yunanca'da "dal, kol" anlamına gelen klados ve "kırm ak" anlamına gelen klao sözcüklerinde; İngilizce'deki "lo t" (pay) ile aynı kökten ve eşanlamlı olan G ot dilin­ deki hlauts sözcüğünde de görürüz. Bu köken ortaklıkları, Hint-Avru­ pa kültüründe pay ya da kuranm kullanımının eski bir özellik olduğu­ nu gösteriyor. Bu özellik, topluluğun her üyesinin topluluğun emek ürününden eşit pay almaya hakkı olduğu ilkesine dayanıyordu.114 Bu ilke, erken Yunanistan'da, rahiplerin, şeflerin ve kralların özel yararına toprak parçalan ayırma töresiyle çoktan sınırlandırılmış bu­ lunuyordu. Lesbos'daki ekim alanında bir toprak payı tanrılara "ayrı112 The Books of the Old Testament, (Eski Ahit), "Numbers” (“Sayılar”), 33. 51-54. 113 The Books of the Old Testament, “Joshua”, 18.3-6 114 Yunanistan'da “kura", Delphoi bilicisinin kehanetine yaklaşım önceliğini belirlemek ve klan şeflerini atamak amacıyla seçimlerde de kullanılageldi. Aiskhylos. E. 32; J. Topffer, Attische Genealogie, (Berlin,

3 i8

T A R İH Ö N C ESİ E g e

Resim 50. Kura çekim i: Attika vazosu

lıyordu". Brea'ya yerleşenlere, rahipler için "ayrılan" birtakım toprak­ lar dışında kalan bütün topraklar verilmişti.115 Kyrene'de de kral için benzer türden topraklar "ayrılmıştı".116 îlyacia'da, Kral Nausithoos Phaiak'ları götürüp yeni yurtlarına yerleştirdiği zaman, kentin dört yanını onlar için surla çevirir, tekmil topraklan dağıtır ve tanrılara tapınaklar yapar.117 Homerik şiirlerde, kralın elinde çeşitli ayrıcalıklar bulunma­ sına karşın, toprağın halkın denetiminde olduğu açık seçik görülür. Lykia Kralı bütün krallık onurlarını Bellerophontes'le bölüşür, ama Bellerophontes'e verimli, zengin toprakları bağışlayan Lykia halkıdır.118 Akhilleus, kendisiyle dövüşmeye gelen Aineias'ı uyanrken şöyle ses­ lenir: A m a sen ö ld ü rsen d e beni,

Priamos vermez senin eline onur yerini, deli değil o, aklı başında, hem oğullan var onun. T ro y a h la r sa n a bir top rak m ı ay ırd ı y o k sa, g ü zel b a ğ lar m ı, tarlalar mı a y ırd ılar,

115 116 117 118

1889), s. 21; W.R. Paton ve E .L Hicks, Inscriptions of Cos (Kos Yazıtları), (Oxford, 1891), s. 137. Creek Historical Inscriptions, s. 88-90, Aiskhylos, E. 403-05. Herodot Tarihi, 4. 161. 3. Odysseia, 6. 9-10. ilyada, 6.195-95.

Toprak

319

o n la ra mı k o n acak sın b eni ö ld ü rü rse n , h iç d e k o lay d eğ il bunu y a p m a k .119

Burada da onur yerini veren Kral Priamos, bağları ve tarlaları ve­ rense Troya halkıdır. Sanırız gerçekte klan şefleri olan Aitol yaşlıları, kendileri uğrunda çarpışmaya, illerini korumaya razı etmek için güzel Kalydon ovasının en bereketli yerinde toprak vermeyi önerirler Meleagros'a.120 İşte bu ayrılan topraklara temenea adı verilir; halk arasında bölüştürülen toprakların geriye kalanından "kesip alm an" (temno) ya da "ayrılan" (eksaireo) topraklarıdır bunlar. Temenos, kabile düzeninin bağrında göğeren tohumudur özel mülkiyetin. Aynı komünal ve bireysel ilkeler bileşimi, yağmanın paylaşılmasın­ da da görülür. Bölüşüm işlemi aynıdır: Savaş vurgunu (dasmos) kura çekilerek bölüşülür. Ve tıpkı topraklar paylaşılırken krala özel bir top­ rak parçası armağan edildiği gibi, savaş vurgunları bölüşülürken de genel paydan ayrılan özel bir "ayrıcalık" (geras) ya da "ödül" (time) alır kral.121 Kılık değiştirmiş Odysseus, dokuz akın düzenlem iş olmakla böbürlenirken, bu akmların her birinde talanın paylaşımından kendi payının kat kat üstünde, değerli armağanlar aldığını söyler.122 Akha'lar, Thebai kentini yağmaladıktan sonra "talanı bölüşürler, Khryses'in kı­ zını da Agamemnon'a ayırırlar."123 Daha sonra kızı geri vermek zorun­ da kalan Agamemnon buna karşılık ödence ister, ama A khilleus'un kendisine anımsattığı gibi çok geçtir artık: Ü n lü A tre u so ğ lu , ey d o y m a k b ilm ez ad a m ! Ulu canlı A k h a la r a rm a ğ a n ı (g e ra s) n erd en bulsun v ersin s a n a , elim izd e y e d e ğ e alınm ış m al mı v a r ki. 119 ilyada, 20.178-86. 120 ilyada, 9. 574-80. Yaşlılar büyük olasılıkla klan şefleriydi. G. Glotz, La solidarity de la/amille dom le droit erimimi en Grice, (Paris. 1904). s. 12. Temenos, orada çalışacak köleleri de içeriyor olmalıydı: H. Jeanmaire. Couroiet Couretes. (Lille, 1939), s. 75; ilyada, 9.154-56. Toprak kullanımındaki ayrıcalıklar belirsiz; bir olasılıkla, bu ayrıcalık şeflerin elindeydi. 121 ilyada, 1.166-67, 368-69, 2. 226-28; Aiskhylos, Agamemnon, 945; Euripides, Troyalı Kadınlar, 248. 273; Native Races o f the Pacific States o f North America, 2. 225; The Indian Village Community, s. 195; W. Robertson Smith, Kinship and Marriage in Early Arabia (Arabistan'ın Erken Çağında Akrabalık ve Evlilik), (İkinci basım, Londra, 1903), s. 65. 122 Odysseia, 14. 229-33. Ege'de, daha İ.S. on sekizinci yüzyıl sonlarına kadar, tecim ya da korsanlık amacıyla sefere çıkan bir gemi geri döndüğünde, elde edilen kazanç iki bölüme ayrılırdı. Bir bölümü geminin ortaklarına verilir, öbür bölümü de geminin mürettebatı arasında eşit bir biçimde paylaştırılırdı. 123 ilyada, 1. 368-69.

320

T A R İH Ö N C ESİ EG E

İllerd en ne y a ğ m a ettiysek h ep b ö lü şü ld ü , d o ğ ru o lu r m u to p lam ak bu m a lla n y e n id e n ? H a y d i d u rm a , sun tan rıya sen şu kızı, b iz A k h a la r v eririz sa n a ü ç d ö rt katın ı; iş ki g ü zel su rlarla çevrili T ro y a ilini talan etm ey i b u y u rsu n Z eu s b iz e .124

Elde edilen zenginliklerin halk arasında bölüştürülmesi, çok diren­ gen bir ilkeydi; yalnız Liparai Adaları gibi uzak köşelerde görüldüğü söylenemez bu ilkenin. İ.Ö. 484'de bile Atinalılar gümüş madenlerin­ den elde edilen gelir fazlasının bütün yurttaşlar arasında paylaştırıl­ masını önermişlerdi. Ama Themistokles, Atmalıları bu parayı dağıt­ mak yerine savaş gemisi yapımına harcamaya razı etti.125 Eski kabile alışkısı, devletin büyüyen çıkarlarına ayak uyduramıyordu artık. Talan için geçerli olan, yiyecek konusunda da geçerliydi. Plutarkhos'un yazdıklarına bakılırsa, yemekleri Moira ya da Lakhesis'in eşit­ lik ilkesine göre sundukları ilk zamanlarda her şey dürüst ve özgür bir biçimde düzenlenmişti. Dahası, Plutarkhos, şölen anlamında kullanı­ lan eski bir sözcüğün tastamam "bölüşüm " anlamına geldiğini belirti­ yor.126 Plutarkhos'un sözcüklerin kökenleri konusunda söyledikleri doğrudur: dais, dasınos ile aynı kökenden gelmektedir. Et payları (moirai) eşit olarak bölüştürülmekteydi. Kılık değiştirmiş Odysseus, uzun serüvenlerden dönüp evinden içeri girdiğinde akşam yemeğinde et da­ ğıtılmaktadır; Telemakhos içeri giren partal giysili adama da "herkese ne kadar pay verilmişse o kadar pay verilmesi" için diretir.127 Hermes'e yakılan Homerik Ö vgü'de, on iki Tanrı'ya sunulan et on iki parçaya ayrılır ve kurayla dağıtılır.128 Öte yandan, etin en iyi yeri sayılan sırt, bir geras olarak, masanın ba­ şında oturan şefe ayrılırdı. Menelaos, konuklarını masaya oturttuğun­ da, uşakların kendi önüne koydukları sırt yerini alıp konuklarına su­ 124 l/yada. 1.123-29. 125 Herodot Tarihi, 7. 144; 3. 57.2. 126 Plutarkhos. M. 644a; Odysseia, 8.470: Hesiodos, Tanrılann Doğuyu (Theogonia), (Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1977, Türkçesi: Sabahattin Eyuboğlu-Azra Er ha t). 544; Thgn. 677-78. İlkel ortak aş'ın gelişmiş bir kalıntısı olan Eski Yunan'daki halk şölenleri için bkz. N.D. Fustel de Coulanges. La c iti antique, (Yedinci basım, Paris, 1878). s. 179; M.P. Nilsson, History o f Creek Religion (Yunan Dininin Tarihi), (Oxford, 1925), s. 254-5S: W. Robertson Smith, Religion o f the Semites (Samilerin Dini), (Üçüncü basım, Londra, 1927), s. 282. 127 Odysseia, 20. 279-82. 128 Horn. H . 4 . 128-29.

Toprak

321

nar.129 Odysseia'da, çobanbaşı etleri pay ederken domuzun sırtını kılık değiştirmiş Odysseus'a verir; dokunaklı bir davranıştır bu, çünkü çobanbaşı etin onur payını kim olduğunu bilmeden efendisine vermek­ tedir.130 Oidipus, oğulları kendisine etin sırtım değil de budunu sun­ dukları zaman ilençler onları.131 Oropos'daki Amphiaraos tapm ağın­ da ne zaman kurban kesilse, hiç şaşmaz, etin sırtı rahibin payına dü­ şerdi.132 Sparta krallarının öncelik haklan da nerdeyse aynıydı. Her iki­ si de hem kral, hem rahipti. Bir ülkeye savaş açtılar mı, dilediklerince koyun ve keçi kurban ederler, sırt etleriyle kurban derilerini kendileri­ ne ayırırlardı. Bütün şölenlerde bir medimnos arpa unu, dörtte bir ölçek de şarap verilirdi onlara.133 Thukydides'in belirttiği gibi, Yunanlılarda krallık "belirlenmiş öncelik haklan" na dayanıyordu.134 Bu öncelik hak­ larının hangi koşullarda kullanıldığı, İlyada'nm ünlü bölümlerinden bi­ rinde anlatılır: Glaukos, Lykia'da neden çok sayarlar bizi, neden oturturlar bizi baş köşeye, neden etlerle, dopdolu taslarla ağırlarlar, neden bakarlar bize tanrıymışız gibi, ulu Ksanthos kıyılarında neden geniş topraklanınız (temenos) var, hem bağ olmaya, hem buğday olmaya elverişli? öyleyse burda bizim ödevimiz ne, Lykia'lılanıı ön sıralarında savaşmak değil mi? Kalın zırhlı bir Lykia'lı o zaman diyecek ki: Lykia'da bize baş olan krallar, yağlı koyun etleri yerler gerçi, şarabın en iyisini içerler ama, 129 Odysseia, 4. 65-66; ilyada, 7. 321; Horn. H. 4. 122. 130 Odysseia, 14.433-38. 131 Sophokles, Oidipus Kolonos'da, 1375. 132 S/G. 1004. 30-1. Kos’ta et sunularının özel yerleri belirli klanlara ayrılırdı; Inscriptions o f Cos, s. 88-90; SIC. 271. 589; Plutarkhos. M. 294c.; D.S. 5. 28. Çağımızdan örnekler için bkz. Social System o f the Zulus, s. 55-56: Life o f a South African Tribe, 1. 329: E.D. Earthy. Volenge Women (Valenge Kadınları), (Oxford, 1933), s. 37,159; J. Roscoe. The Banyankole, (Cambridge, 1923), s. 165; J.H . Hutton. The Sema Nagas, (Londra, 1921), s. 75; P.R.T. Gurdon, The Khasis, (Londra, 1914), s . 48: W .G. Ivens. The Melanesians o f the South-East Solomon Islands (Güneydoğu Solomon Adalari'ndaki Melanezyalilar), (Londra. 1927), s. 408. 133 Herodot Tarihi, 6. 56; X. RL. 15. 3. 134 Peloponnesos Savaşı, 1.13.1.

3 23

IX

İNSANIN YAŞAMDAKİ PAYI

1. Meslek Klanları Kabile toplumunun daha yüksek evrelerinde, uzmanlık uğraşları belirli klanlarda soydan geçme eğilimindedir. Eski Yunan'da böyle bir­ çok m eslek klanı adına rastlarız: Asklepiadai (hekimler), Homeridai (ozonlar), İamidai, Brankhidai, Krontidai (biliciler), Kerykes, Theokerykes, Talthybiadai (ulaklar).1 Sparta'da bütün ulaklar Talthybiad'lardandı. Herodotos, ulaklığın bu klanın geras'ı olduğunu anlatır.2 Daha bir­ çok klan vardır adları bir mesleği dile getiren: Poimenid'ler (sığırtmaç­ lar), Bouzyg'ler (öküz sürenler), Phreorykh'ler (kuyu kazıcılar), Daidalid'ler (yontucular), Hephaistiad'lar, Eupyrid'ler, Peleke'ler (silahçılar ve dem irciler).3 Bu meslek klanları bir bakıma loncalar olarak da ta­ nımlanabilir. Bir çeşit oybirliğiyle girilebilen bir meslek örgütü olan or­ taçağ loncası, Grönbech'iıı de göstermiş olduğu gibi, zanaat klanının değişip gelişmiş bir uzantısıydı.4 Ama Yunan loncaları, kökenlerine da­ ha yakın bir yerdeydiler. İlk başlarda Homerid'ler ya da Homerosoğulları Homeros'uıı gerçek torunlarıydılar; kurucuyla hiçbir soybağı bu­ lunmayan ozanları aralarma almaları daha sonralarıdır.5 Doğuştan ka1

2 3 4 5

W .H. Roscher, Ausführlicftes Leakon der griechischen und römischen Mythologie, (Leipzig, 1884-1937), Keryke'lerle ilgili olarak bkz. bu kitapta IV. Bölüm, "8. Eleusis Mysteria'larının Klan Temeli". J. Toepffer, Auische Genealogie, (Berlin, 1889), s. 80-91 iamid'lerin Elis, Sparta, Messenia ve Koroton'da kolları vardı: Herodot Tarihi, 9. 33, 5. 44. 2; Pausanias, 3.12. 8, 4. 16. 1, 6. 2. 5, 8. 10. 5; Pindaros, O. 6. Günümüzdeki zanaat klanları için bkz. A.C Hollis, The Nandi, their Language and Folklore, s. 8-11; G. Landtman, Origin o f the Inequality o f the Social Classes, s. 83. Herodot Tarihi, 7. 134. attische Genealogie, s. 136-46,166, 310-15. Culture o f the Teotons, 1. 35. Pindaros, N. 2; Strabon, 645; bkz. bu kitapta "Homerosoğulları” bölümü, “3. Saraydan Pazar Yerine."

324

T A R İH Ö N C ESİ E g e

zaıulan hak, üyelerin oybirliğiyle yaygınlaştırılmıştı. Asklepiad'lar da aynı biçimde dışa açıldılar. Üstelik Asklepiad'ların bunu nasıl yaptık­ larını da biliyoruz. Yeni üye "ana-babasına gösterdiği saygıyı ustasına da göstereceğine, onu geçimine ortak edeceğine, kazancını kara günde onunla paylaşacağına, onun akrabalarına kendi kardeşleriymişler gibi davranacağına" and içiyordu.6 Bu, klana almanın, evlat edinmenin bir biçimiydi; bunun da bir yenidendoğuş kuttöreni olarak, bir zamanlar ilkel klanın olağan bir özelliği olduğunu biliyoruz. Olasıdır ki, bütün bu değişikliklere karşın, soy zinciri hiçbir zaman tümden yok olmamış­ tı. Asklepiad'lar dan olan Aristoteles dördüncü yüzyılda hâlâ Asklepios'un soyundan geldiğini ileri sürebiliyordu.7 Kaldı ki bundan kuşku yoktu, çünkü ortaçağda olduğu gibi Yunanistan'da da oğul babasının yolundan gitme eğilimindeydi. Asklepiad'lar soy zincirlerini hekimlerin ustasına kadar vardırıyor­ lardı. Homerid'ler ozanların en yücesine; İamid'ler bilicilik tanrısı Apollon'un oğullarından birine; Keryke'ler ulaklığın tanrısı Hermes'in bir oğluna; Theokeryke'ler ulak Talthybios'a; Daidalid'ler Minos Giritiniıı destansı sanatçısı Daidalos'a; Bouzyg'ler öküzleri ilk kez sabana koşan Bouzyges'e kadar vardırıyorlardı soy zincirlerini. Hepsinde de klanın soydan gelen mesleği, kurucuya yakıştırılıyordu. Zeus, Kronos'a ve Titan'lara savaş açmadan önce, eğer bu savaştan utkuyla çıkarsa var olan ayrıcalıklara saygı göstermekle kalmayıp ay­ rıcalığı olmayanlara da ayrıcalıklar bağışlayacağına ant içer tanrılar önünde. Ve sonunda, savaş son bulduğunda, tanrılar ölümsüzlerin ba­ şına geçmesini, Olympos'un efendisi olmasını isterler ondan.8 Verdiği askeri hizmetin ödülü olarak Olympos'un kralı olur Zeus. Tanrıların başına geçer geçmez de onur paylarını dağıtır her birine. Hephaistos'un geras'ı ateştir,9 Atlas'ın payına düşen moira, göğü ayakta tutm aktır;111 nympha'ların payına düşen moira ise, ölümlülerin gençliğini beslemek­ tir.11 Apollon'un payına müzik ve dans düşerken, Hades'in lakhos'u sis­ li karanlıklar ülkesidir.12 Moira' sı ya da t ime' si sevişmek olan Aphrodi6

Hp. Jusj. 1- 298-300. Bunun Asklepiad'ların andı olduğu açıkça belirtilmiyor, ama başka hangi meslek

klanına yakıştırılabilir bilemiyorum. D.L.5.1. Tanrıların Doğuşu, 73,74,112-13, 383-403, 881-85; Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 218, 24447; Alkman, 45. 9 Zincire Vurulmuş Prometheus, 38. 10 Tanrıların Doğuşu, 520. 11 Aynı yerde, 348. 12 Stesikhoros, 21

7 8

İNSANIN YA ŞA M D A K İ PAYI

32S

te bir keresinde dokuma tezgâhının başmda çalışırken yakalanır. At­ hena buna çok kızar, Aphrodite onun kleros'unu çalmıştır; M oira'ların kendisine yakıştırdıkları işle uğraşmayacaktır artık Athena.13 Apollon Orestes'i Erinys'lerin elinden kurtardığında, Erinys'ler M oira'ların ken­ dilerine doğuştan verdikleri lakhos'u kendilerinden çalmakla suçlarlar Apollon'u.14 Asklepios da aynı nedenle cezalandırılır: Ölüleri diriltme­ ye kalkışmakla Hades'in moira'sim ayaklar altına alm ıştır.15 Herodotos'a göre, "Yunan tanrılarının soy zincirini düzenleyen" ve "tanrılara sıfatlarını, ayrıcalıklarını, görevlerini veren, görünüşlerini belirleyen", Homeros ile Hesiodos'du.16 İstilacı kabileler nasıl Ege'yi ezip geçmişlerse, Kronosoğulları da dünyayı öyle ele geçirmişlerdi. İs­ tilacılar toprakları nasıl kurayla bölüşmüşlerse, Kronosoğulları da yer­ yüzünü öyle bölüşmüşlerdi. Bu kabilelerin kralları, yerlerini, verdikle­ ri askeri hizmete borçluydular; tıpkı Olympos'un kralı gibi. Gene, mitologyada karşımıza çıkan tanrılararası işbölümü de, m eslek klanları sisteminin, bir başka deyişle insanın uğraşının -yaşamdan aldığı payın, doğuştan elde ettiği hakkın- doğduğu klan tarafından belirlendiği sis­ temin bir yansımasıdır.

2. İplik Büken Moira'lar Peki, bu Moira'lar, başka bir deyişle zenginlik "pay"ları ya da iş "bölümler"i nasıl oldu da yazgı ipliğini büken üç tanrıça olup çıktılar? Bu sorunun yanıtını ararken, W ilamowitz'in yaptığından daha iyisini be­ cermemiz gerekiyor; çünkü Wilamowitz bu düşünceyi "salt şiirsel bir buluş" olarak ele almıştı, sanki şiirsel buluşlar ya kendi kendini açık­ lar ya da hiç açıklanamazlarmış gibi.17 Ayın üç evresiyle ilintili daha birçok şeyin yanı sıra bir de büyüsel bir sayı vardı.18 Bir zaman bölücüsü ve kadınların tapındığı bir nesne 13 14 İS 16 17

Tanrıların Doğuşu, 204-05; Nonnus, D. 24. 274-81. Aiskhylos, Eumenides, 173,335-36, 730. Aiskhylos, Agamemnon, 1004-14. Herodot Tarihi, 2. 53. U. von Wilamowitz-Moellendorff, DerCIaube derHellenen, (Berlin, 1931), 1.359. Krause, Moira'ların dokumacı oluşunu "ölçünme” olarak değerlendiriyor “Die Ausdrücke fur das Schicksal bei Homer”, Clotta, 25. 143. W. Drexier ise, Moira'ların bulut ve sis tanrıçaları olduklarını, ilkel insanın yazın gökyüzünde kümeler halinde gördüğü bulutları “eğriltmiş iplikler" olarak düşlediğini ileri sürüyor W.H. Roscher, Ausfiihrliches Lexikon der griechischen und römischen Mythologie, (Leipzig, 1884-1937), 1.2715. 18 R. Briffault, The Mothers (Analar), (Londra, 1927), 2. 603-06.

3 26

TA R İH Ö N C ESİ EGE

olan aym, her zaman dişi olarak tasarlanan Moira Tarla ikili bir bağın­ tısı söz konusuydu. M oira'ların adları Kiotho, Atropos ve Lakhesis'di. Klotho, iplik bükmenin kişileştirilmişidir açıkça; üçünün en yaşlısıdır. Homeros, M oira'lardan hep birlikte "yazgı ipliğini büken güçlü tanrı­ lar", yani Klothes diye söz eder, ama öbür ikisinin adını anm az.19 Da­ ha sonraların yazınında Atropos "sık dokunmuş yaşamı kesen" iğrenç tanrıça olarak belirir. Anlaşıldığı kadarıyla, bu benzetme, dokunmuş kumaşın dokuma tezgâlundan kesilmesinden kaynaklanmaktadır: "Ha­ yatımı bir çulha gibi dürdüm; o beni erişten kesecek."20 Ne var ki, bu yoruma ilk Yunan yazınında rastlanmıyor;21 bu adın geleneksel yoru­ mundan da bu sonuç çıkmıyor: Atropos geri döndürülemez, ipliği çö­ zülemez.22 Kaldı ki, Aiskhylos'a kadar uzanan bu yorum bile sonradan düşünülmüş bir yorum gibi görünüyor. İplik eğirenin eğirdiğini çöz­ mesi ya da dokumacının dokuduğunu sökmesi o kadar güç bir iş de­ ğildir; Penelope bunun en açık örneğidir. Dolayısıyla, belki de söz ko­ nusu olan, yanlış bir köken belirlemesidir. Sözcük "döndürm e" (trepo) düşüncesinden kaynaklanmaktadır, burası kesin. Ama belki de önek olumsuzluk belirten bir ek değil, pekiştirmeli bir ektir. Bu durumda da, Atropos, p ile k'nin yer değiştirmesiyle atraktos'un bir yan biçimidir yal­ nızca; "döndürülemez olan" değil, döndürücü'diir, iğ'in bir kişileşme­ sidir. Lakhesis'e, yani lakhos ya da ayrılmış pay tanrıçasına gelince, öte­ ki ikisinin yanında yer alması, onun iplik bükme sanatıyla -iplik eğirenler arasında ya işlenmemiş yünün ya da iği doldurmaya yetecek ka­ dar yünün, ki ikisi de aynı kapıya çıkar, paylaştırılması- bağıntılı bir çağrışım taşımış olabileceğini akla getirmektedir.23 Öyleyse, ne oldu da bu üçlü, insan yazgısının ipliğini büker oldu? Bu sorunun yanıtı, onların insan ilkörneklerinde (prototiplerinde) aran­ malıdır. Unutmayalım ki, buradaki gelenek tutarlıdır: İnsanın yazgısı insan doğar doğmaz bükülmeye başlar.24 Bu da MoiraTarı, gene bir ip­ lik büken olarak betimlenen Eileithyia ile bağıntı içine sokar.25 Bu açı­ 19 Odysseia, 7. 197. Üçlü ilk kez Hesiodos'un Tanrıların Doğuşu'nda görülüyor: 218. 20 The Books o f the Old Testament, "Isaiah", 38.12. 21 Bu düşünceyi eskil yazın'da hiç bulamadım, ama Vergilius'un Aeneis'inde dolaylı olarak geçtiği görülüyor 10. 814. 22 Aiskhylos, Eumenides, 335-36 (dipnotuma bakınız); Platon, Devlet, 620e; Cali. LP. 103; Nonnus, D. 25. 365,40. 1; Luc. JTr. 18; Euripides, fr. 491; Jo. Diac. ad Hes. Sc. 236. 23 Orph. t. 70, AP. 7. 5; Erinna, 23. 24 ilyada, 20.127-28; Odysseia, 7.197-98; Aiskhylos, Eumenides, 348; Euripides. Helene, 212; Euripides, İphigeneia Tauris’te, 203; Euripides, Bakkha lar, 99; Plutarkhos, Moralia, 63 7f. 25 Pausanias, 8. 21. 3; Pindaros, O. 6. 42.

İNSANIN YA ŞA M D A K İ PAYI

327

dan bakıldığında M oira'lar, ebelerdir, doğuma yardımcı olan yaşlı ka­ dın akrabalardır.26 Peki o zaman bu kadınlar bir çocuğun doğumunda ne diye iplik bükmekle uğraşıyorlardı? Bana kalırsa, bir tek yanıtı var­ dır bu sorunun: Çocuğun giysilerini hazırlıyorlardı. Giysilerin başlıca işlevi, en azmdan soğuk iklimlerde, bedeni koru­ maktır. Bu işlev, bir insanın giysilerinin her nasılsa onun yaşamıyla bağ­ lantılı olduğu düşüncesine dayalı büyü uygulamalarıyla iç içedir her yerde. Bu da, insan gövdesinin boyalı ya da dövmeli büyü nişanlarıyla süslenmesi alışkısını, gerdanlık, bilezik, yüzük türünden takılar takıl­ masını açıklamaktadır.27 Yunanistan'da yeni doğan çocuk kundak bezi­ ne sarılır, çocuğa nazarlıklar takılırdı. Bu süslere genellikle gnorismata, "nişanlar" denilirdi, çünkü bunlara bakıp çocuğun kimliğini anlamak olasıydı.28 İstenmeyen bir çocuk bir yere bırakıldığı zaman, nişanları da birlikte bırakılırdı. Çocuğun yaşayabileceğini ummaları bir yana, anababanın çocuğun ortadan kalkması konusunda kararlı oldukları durum­ larda bile bırakılırdı nişanlar. Kyros doğup da, yabanıl hayvanlara bıra­ kılması için bir sığırtmaca verildiğinde renkli kundak bezine sarılıydı ve alhn takılarla süslenmişti. Yumuşak yürekli sığırtmaç, Kyros'u kendi ye­ ni doğmuş bebeğiyle değiştirirken, Kyros'mı takılarını da çıkarıp kendi çocuğuna taktı.29 Dolayısıyla, çocuk bırakılırken nişanların da bırakıl­ ması, salt çocuğun sonradan yeniden bulunabilmesi umudundan kay­ naklanmış olamaz, bu ancak belirli durumlarda ikincil bir neden olmuş olabilir. Çocuğun ruhunun, bir ölçüde, onun kökeninin izlerini taşıyan giysilerince içerildiği inancından esinlenen kuttörensel bir davranıştı bu. Araplar sığırlarını masın dedikleri belirgin bir işaretle dağlarlar. Bu, başlangıçta, Robertson Sm ith'e göre, tıpkı Bantu'larm hem klan sığır­ larını, hem de klan üyelerini işaretlemekte kullandıktan türden bir klan 26 E.D. Earthy. Valenge Women (Valenge Kadınları), (Oxford, 1933), s. 69; The Boğanda, s. 51; The Bakiıara or Banyoro, s. 242; J. Roscoe, The Bagesu and Other Tribes of the Uganda Protectorate (Bagesu'lar ve Uganda Protestorasındaki öteki Kabileler), (Cambridge, 1924), s. 24; The Sema Nagas, s. 233. 27 Religion ofthe Semites, s. 335; R. Karsten, The Civilisation ofthe South American Indians (Güney Amerika Yerlilerinin Uygarlığı), (Londra, 1926), s. 1-197; The Nandi, Their Language and Folklore, s. 27. 28 Romalı çocuklar boyunlarına içinde bir “phallus’' bulunan küçük bir kutu takarlardı. Erkek çocuklar togo virilis'i (geleneksel beyaz Roma giysisi; erkek çocuklar belli bir yaşa kadar togo protexta, erginlik çağına erişince de togo virilis giyerlerdi) giyinceye kadar, kız çocuklar da ola ki evlenene kadar takarlardı bu küçük kutuyu boyunlarına: Dictionnaire des antiques grecques et romaines. Yunan nişanlarının sonradan ne yapıldığı açık değil, ama Orestes'in durumunda titizlikle korunmuşlar, başka bir örnekte de evlenen bir genç kız tarafından adak olarak sunulmuşlardır. Longus, 4. 37. Atina'da kundak bağları genellikle bu amaçla saklanm ış bezlerden yapılırdı. Bu bezler, ana-babanın Eleusis'de erginleme töreninden geçtikleri sırada kullanılan bezlerdi: Aristophanes, Plutos, 845. 29 Herodot Tarihi, 1.111. 3; Horn. H. 3.121-22.

328

TARİHÖNCESİ E g e

belirtkesiydi.30 Wasm sözcüğü, Arapça "ad" anlamına gelen isin sözcü­ ğüyle aynı köktendir. Aynı benzerlik Hint-Avrupa dillerinde de görü­ lür: "m ark" (işaret) ve "nam e" (ad). ThebaiTı SpartosTarın biri yılan, öbürü kargı olmak üzere iki belirtkeleri vardı. Öyküye göre, her klan üyesi doğuştan kargı işaretini taşıyordu. Ama doğuştan var olan bu işaretler kalıtımsal değildi; kaldı ki, kargının gerçekte dövme olduğu görüşü de akla uygundur.31 Erekhtheus'un, kızınm çocuğunu, atası yılan-adam onuruna bir yılan gerdanlıkla süslediğini unutmayalım; işte kargı dövmesi de yılan gerdanlıkla aynı işi görmekteydi. Orestes, yur­ duna döndüğünde, kendisini çocukluğundan beri görmemiş olan kız kardeşi İphigeneia'ya kimliğini onun dokumuş olduğu bir giysiyi gös­ tererek kanıtlar; belki de Orestes'in kundak bezidir bu giysi.32 Giysiye hayvan motifleri işlenmiştir. Tüm eski çağlar boyunca, hayvanlar, ma­ deni takılarda ve bebeklerin kundaklandığı süslü bezlerde geleneksel bir motifti. M enandros'da bunun birçok örneğine rastlarız; örneğin, Syriskos terk edümiş bir bebeğin nişanlarını incelerken şöyle der: "İş­ te altın kaplama demir bir yüzük. Ya mühre işlenmiş olan ne, bir boğa mı, yoksa bir keçi m i?" Bir başka yerde: "Git, şu m ücevher kutusunu getir bana. Biliyorsun, saklaman için sana vermiştim... Şu ne, bir keçi mi, bir öküz mü, yoksa başka bir hayvan mı?.. İşte beni bebekken sarı­ lı buldukları kundak bezi bu."33 Gnorismata, yani "nişanlar", çocukla­ rın klan totemiyle işaretlendiği dönemin uzantılarıydı. Bunlar, klan ata­ sının bir yeniden kişileşmesi olarak, çocuğun klanının soysal görevle­ rini ve ayrıcalıklarını -moira'larım- doğuştan kalıt aldığım gösteriyor­ lardı. Ve dolayısıyla, nakışlı kundak bezleri dokuyan kadınların izdü­ şümleri olarak MoiraTar, her insanın doğuştan kazandığı hakkı belir­ leyen soysal alışkının yetkesini simgeliyorlardı. Aynı sonuca bir başka yoldan da varabiliriz. O rpheus'çuların ve Pythagoras'çıların daimon'u, genius ya da bir başka deyişle insana do­ ğar doğmaz egemen olan, onun yaşamının tüm canalıcı olaylarını çe­ kip çeviren koruyucu ruhtu. Bu Mısırlılarda ka, MeksikalIlarda nagıtal, 30 Kinship and Marriage in Early Arabia, s. 213; The Masai, their Language and Folklore, s. 290; The Nandi, their Language and Folklore, s. 22. 31 Aristoteles, Poetika, 1454b; D. Chr. 1 . 149R; Gaius lulius Hygius, Fabularum Liber, 72; Plutarkhos, Moralia, 563a; T. Harrison, Savage Civilisation, (Londra, 1937), s. 435; A.B. Cook, Zeus, (Cambridge. 1914-40), Z 122. 32 Aiskhylos, Khoephoroi, 230. 33 Menandros, Epit. 170-74; PK. 631-60. Philostratos, Imagines, 1. 26: Burada, Phllostratos, Hora’lann bebek Hermes'in kundak bezlerine "nişanlardan yoksun kalmasınlar diye” çiçekler serpiştirdiklerini anlatır.

İNSANIN YA ŞA M D A K İ PAYI

32 9

/Vrnerikan yerlilerinde ınanitıı'dur.34 Klan totemine örnekseme yoluyla oluşturulmuş totemlerdir bunlar ve çoğu zaman iç içe geçmişlerdir.35 Yunanca'da bile, bu tek daimon dışında, klana bağlı kalıtımsal bir dai­ mon görülür.36 Dahası, bu sözcük, sürekli olarak moira sözcüğüyle nerdeyse eş anlamda kullanılırdı. Yunanca'da "talihini denemek" anlamın­ da "daimon'unu sınamak" ya da "moira'm araştırmak" deyimleri kulla­ nılırdı.37 Empedokles, bir insanın yaşamını başlatan iki tür daimon ya da moira bulunduğunu söylüyor.38 İphigeneia hem kendisini anasının dölyatağmdan çıkaran uğursuz daimon'a, hem de anasına böylesine acı­ nası bir çocuk doğurtan Moira'lara birlikte ilenç yağdırır.39 Konuyu bi­ raz daha perçinleyecek olursak, daimon sözcüğü "yem ek" anlamına ge­ len dais ve "bölüm " anlamına gelen dasmos sözcükleriyle aynı köken­ dendir. Her insanın mo/ra'sıru çekip çeviren ata ruhudur daimon. M oira'lar erginleme, evlenme ve ölüm konularında da etkindirler. Atina'da, daha önce ölüm haberi gelmiş ve akrabalarınca ardından yo­ lu yordamıyla ağıtlar yakılm ış bir adam bir gün ansızın çıkagelirse, gerçekte bir doğum yansılam ası olan bir tören düzenlenir, başka bir deyişle adam topluluğa yeniden kabul edilirdi. Bu durumda, toplulu­ ğa yeniden alman adamdan, ikinci bir potmos edinmiş kişi anlamında deuteropotmos40 diye söz edilirdi. Burada, potmos, insanın payına "dü­ şen" (Latince'de casus) anlamında moira ile eşanlamlıdır. Mitologyada, Zeus ile Hera'nın düğün yatağının başucunda M oira'lar vardır.41 Ta­ pımdaysa, gelin Artem is'e ve M oira'lara saçından bir tutam sunar.42 Gerdek gecesi şöyle denilirdi: "Bu gece, yeni bir potmos, yeni bir dai­ mon b aşlatıy or."43 Ö te yandan, "ölüm payı" anlam ına gelen moira 34 Cambridge Ancient History’de T.E. Pcet. 1. 334; E.A.W. Budge, The Cods o f the Egyptians (Mısırlıların Tanrıları), (Londra, 1904), 1.163; A. Moret ve C . Davy, Des dans aux empires, (Paris, 1923), From Tribe to Empire (Kabileden İmparatorluğa), (Londra, 1926), s. 8.145; C.K. Meek, A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study o f the Jukun-speaking Peoples o f Nigeria, (Londra, 1931), s. 202-07; Native Races ofthe Pacific States o f North America, 2.277; H.R. Schoolcraft, Indian Tribes ofthe United States (Birleşik Devletlerdeki Yerli Kabileleri), (Philadelphia, 1853-56), 5.196. 35 H. Webster. Primitive Secret Societies (ilkel G izli Dernekler), (İkinci basım. New York, 1932). s. 154. 36 Aiskhylos, Agamemnon, 1478,1568. 17 Aiskhylos, Thebai’ye Karşı Yediler, 493; Khoephoroi, 511. 38 Empedokles, 122; Plutarkhos, Moralia, 474b. 39 Euripides. İphigeneia Tauris’te, 203-07; Euripides, Helene,212-14; ilyada, 3.182. 40 Plutarkhos, Moralia, 265a. Hindu'larda yurt dışından ülkesine geridönen bir kimse "yeniden doğmak" zorundadır: J.G. Frazer, The Golden Bough, (Altın Dal), (Londra, 1923-27) “Taboo and the Perils of the Soul” ("Tabu ve Ruhun Korkulan"), s. 113. 41 Aristophanes., Av. 1731 -43; Pindaros, fr. 30. 42 Pollux. 3. 38. 43 antipho Soph. fr. 49.

330

T A R İH Ö N C E Sİ F.GE

thanatou44 gibi deyimler de, insanın öbür dünyadaki yaşamda da ken­ dine ayrılmış bir payı bulunduğunu göstermektedir. İşte bütün bu dü­ şünceler toplancasının anahtarı, insan yaşamının olağan bölümleri ya da moiralarının, yani doğum, erginleme, evlenme ve ölümün ilkel dü­ şüncede aynı nitelikte olaylar olarak ele alınmasında yatmaktadır. MoiraTar, ata alışkısının kişileştirmeleri olarak; ilkel ortaklaşmacılığın ekonomik ve toplumsal işlevlerinin -avın paylaşılm ası, talanın paylaşılması, toprağın paylaşılması, klanlar arasında işin böliişülmesisimgeleri olarak doğdular. Denilebilir ki, Moira'ların kökeni, Cilalıtaş Çağı ana-tanrıçalarıdır. Anaerkil klanın kadın-yaşlılarından kaynakla­ nan bu ana-tanrıçalar, klanlarda yaşamaya başladıklarından bu yana erkeklerin yaşamı üstünde su götürmez bir egemenlik kurmuş olan sa­ yısız kadın-ata kuşağının ortak yetkesini simgeliyorlardı. Aiskhylos, dünyanın başlangıcında Moira'ların her şeye egemen olduklarını, en üstün sayıldıklarını anımsıyordu.45

3. Hora'lar ve Kharit'ler Moira'ların kimliğini belirledikten sonra, İngiliz şiirinde "Hours" (Saatler) ve "G races" (Güzeller) olarak boygösteren Hora'lar ile Kharit'leri yorumlamakta pek güçlük çekeceğimizi sanmıyorum. Hora'ların adları, Eunomia, Eirene, Dike46 sınıflı topluma değgin adlardır. Eunomia, yani Yasa ve Düzen yeterince açık. Eirene, yani Ba­ rış, kent-devletleriyle birlikte biçimlenen bir düşünce 47 Dike ise, az ileride göreceğim iz gibi, H om eros-sonrası dönemde Moira'nm yerini alan bir kavram. Ama gerçekte Hora'ların kendileri adlarmdan eskidir. Yılın bölümlerini yansıtan ortak adları ve kendile­ rine doğurganlık ruhları olarak tapımlması, ilkel dönemlere uzanan varlıklarını kanıtlamaktadır.48 Hora'lar toprakta çahşmanm zamanla­ rını ve mevsimlerini belirlemelerinin,49 sepetlerini çiçekler, buğday de­ metleri ve yemişlerle doldurmalarının50 yanı sıra, Sem ele'nin evlenAishkylos, Periler, 917; Aiskhylos. Agamemnon, 1462; ilyada, 16. 457, 23. 9. Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 531-34. Tanrıların Doğuşu, 901-2. J. Hasebroek, Staot und Handel im alien Griechenland, (Tübingen, 1928), Trade and Politics in A n c i e n t Greece (Eski Yunan’da Tecim ve Politika), (Londra, 1933), s. 118. 48 Philokhoros, 18,171; Aristophanes, Pa. 308. 49 Tanrıların Doğuşu, 903; Pausanias, 1. 40.4. 50 Eusebios, PE. 3.11. 38; Eusebios, AP. 6. 98.

44 45 46 47

İn s a n in Y a ş a m d a k i P a y i

331

meşine yardım cı olm uşlar/1 yeni doğan Hermes'i kundağa sarıp diz­ lerinde hoplatm ışlardır.52 KharitTerin adlarıysa Euphrosyne (Sevinç), Thalia (Eğlenti) ve A glaie'dir (Parlak).53 KharitTer Kadmos'un düğü­ nünde,54 Peleus'un düğününde,55 Aphrodite'yle,56 Olympos Bayram­ larında Hora Tarla,57 Persephone doğduğunda Hora'larla veM oira'larla dans ederler.58 Bu kutsal üçlülerin, yani KharitTer, M oira'lar ve Hora'ların gerçek­ te bir oldukları açıktır. Hepsi de, eskil anaerkil devletin doğuşuyla bir­ likte kadın-atalardan kaynaklanıp bireyselleşen ana-tanrıçalardan ay­ rı olarak, kadın-atalarm anonim biçimden çoğalmasından başka bir şey değildir. Bunlar durmadan, korobaşı olan şu ya da bu ana-tanrıçayla

R esim 51. Kharit’ler: Attika duvar kabartması 51 Nonnus. D. 8.4-5; M oskhos, İd. 2.164. 52 Philostratos, Imagines, 1. 26; Pindaros, P. 9. S9-62; Euripides. Bakkha'lar, 418-20; Pausanias, 2.13. 3. Bunlar aynı zam anda doğum tanrıçalarıydılar: Nonnus, O. 3.381-82,9.12-16,16.396-98, 48. 801. 53 Tanrıların Doğuşu, 907-09. 54 Theognis, 15-16. 55 Quintus Sm yrnaeus, 4. 140. 56 Odysseia, 18.193-95, 8. 362-66; İlyada, 5. 338. 57 Horn. H. 3.194-96 58 Orph. H. 43.

332

T A R İH Ö N C ESİ E G E

birlikte bir tür koro olarak çıkarlar karşımıza. Artemis'e Moira'larla bir­ likte tapm ılırdı.59 Dem eter'in bir adı da HoraTarı Yaratan'dır.60 Arg o siu Tanrıça Hera'nın, Hora'lar ve Kharit'lerin resimleriyle süslü bir tacı vardır.61 Odysseia'da, Kharit'ler dans ettiğinde başı çeken Aphrodite'dir.62 Aynı tanrıça Attika geleneğinde MoiraTarm en yaşlısı diye tanımlanır.63 Gerçekte en gençlerinden biriydi.

4.

E rin y s 'le r

Erinys'ler ilk bakışta tümden farklıdırlar: N e bir tan rı, n e b ir in san , ne bir h a y v a n s o k u lu r y a n la rın a , T ik sin ç g e n ç k ızlar, yılların saçların ı ağ a rttığ ı ço cu k la r, N e g ö k y ü z ü n d e bir seven leri v a r, n e y e ry ü z ü n d e , U ğ u rsu z g elm işler bir k ez bu d ü n y a y a , T a rta ro s 'u n dibindeki karan lık ta y a ş a rla r.64

ErinysTerin işi, akrabasını öldüreni, yalan yere ant içeni, ana-babasma kötü davrananı, konuklarını hoş tutmayanı cezalandırmaktı. Bu suçlardan birincisini Dördüncü Bölüm'de incelemiştik. Ötekilerse, Eleusis'deki Orpheus'çu mysteriaTarm, yani gizli tapmaların üç "yazılı ol­ mayan yasa"sma denk düşerler: Tanrılara saygı göster, ana-babana say­ gı göster, yabancıya saygı göster.65 ErinysTerin verdiği cezalar çıldır­ ma, kıtlık, dölsüzlük, salgın hastalıktı. Başlangıçta, ErinysTerin hemen davranıp suçlunun ölümüne yol açtıklarına inanılırdı. Minos Giritinin söylencelerdeki Yasa Koyucusu RhadamanthysTn bulduğu uygulama­ yı anımsayacaksınız. Rhadamanthys, suçlu olabilecekleri ant içirterek sınardı.66 işte bu uygulama, ErinysTerin rolüne de açıklık getiriyor. Suç­ lanan kişi kendini koşullu olarak ilençlerdi; eğer suçluysam klanımla birlikte yok olayım, gibisinden bir dua ederdi. Böylece, ant içme, su­ 59 C/G. 1444. 60 Hom. H. 2. 54. 192, 492; Cali. Cer. 122-24; Nonnus, O. 11. 501-04; 1C. 12. 5. 893; Cali. Ap. 87: Pausanias, 3.18.10. 8. 31. 3. 61 Pausanias, 2. 17. 4. 62 Odysseia, 18.193-95. 63 Pausanias, 1.19. 2. 64 Aiskhylos, Eumenides, 68-73. 65 G. Thomson, Aeschylus, Oresteia, 1. 51-52, 2. 269-72. 66 Platon, Leg. 948.

İNSANİN YA ŞA M D A K İ F A Y I

333

çun edimsel bir sınanması olmaktan çıkıp da tanığın gözünü korkuta­ rak kanıtı güçlendirmenin bir aracına dönüştüğünde,67 ErinysTer öte­ ki dünyaya çekildiler, orada ölüler ülkesi tanrıçası Persephone'nin ce­ hennem elçileri olarak ilençlilerin ruhlarına işkenceler çektirdiler. Erinys'lerin yazılı olmayan yasalarla bağı Homerik şiirlerde bile gö­ rülür, ama bu yasalar ilkel dönemlerin yasaları değildir. A nt içirerek sınama, kabile düzeninin ileri aşamalarında görülür yalnızca. Ana-babava boyun eğme, ailenin var olmasını gerektirir. Dilencilere ve yaban­ cılara yakıştırılan kutsallığın bir ereği vardı: Topraktaki işgücü yeter­ sizliğini, daha som aları da tecimin gereklerini karşılamak. Bütün bun­ lar, Rhadamanthys ve Persephone'ye yapılan gönderm elerle birlikte düşünüldüğünde, yazılı olmayan yasaların Minos G iritinden kaldığı­ nı akla getiriyor.68 ErinysTer, Kadmos soyundan gelen Oidipus'un söylencesinde ağır­ lıklı bir yer tutar. Oidipus'un babası Thebai Kralı Laios'dan başlayarak Oidipus ve oğullan ErinysTer tarafından ilençlenir ve cezalandırılır; Erinys'lerin ilenci en sonunda hanedanın yıkımına yol açacaktır.69 Delphoi'dan kaynaklanan bir gelenekti bu.70 Öte yandan, O dysseia'da, Oi­ dipus'un başına bela olan kötü cin Furia, babasının değil, anasımndır;71 bu öç perilerinin başlangıçta dişisoylu olduklarını gösteren, cinsiyetle­ rinin yanı sıra daha başka belirtiler de vardır.72 Meleagros, anası Althaia'nın erkek kardeşini öldürünce, Althaia oğlunun üstüne öç perile­ ri Erinys'leri salmıştı. Analarını öldürdükleri suçlamasıyla O restes'i ve Alkmaion'u cezalandıranlar da Erinys'lerdi.73 Bunların hepsi de akra­ balar arası adam öldürme örnekleriydi; bir kabile üyesinin işleyebile­ ceği en korkunç suç. Sonuçta, Erinys'lerin "ilençler" olarak tanım lan­ masına74 ve yılanlar biçiminde tasarlanmasına bakarak, tem elde, in­ sanları ilençleyerek kabile töresinin çiğnenmezliğini savunan o anaer­ kil kadın-ataların belli bir yönünü görebiliriz. 67 A.S. Diamond. Primitive Law (ilkel Hukuk), (Londra, 1935), s. 52. 68 Ant verdirerek sınama, Gortyna Yasaları'nda öteki ilkel yasalardan daha ağırlıklıdır: Primitive Law, s. 364-65. G irit’i istila eden Dor'lar, Minos yasalarına uymayı sürdüren oradaki eski halktan birçok kurumu devraldılar: Aristoteles, Politika, 1271b. 69 Pindaros, O. 2. 42-46; Aiskhylos, Thebai’ye Karşı Yediler, 710-12, 751-52, 770-72, 776; Sophokles, Oidipus Kolonos’ta, 1434. 20 Herodot Tarihi, 4. 149. 21 Odysseia, 11.279-80. 22 Moira'lar gibi bunlara da yalnızca kadınlar tarafından tapındırdı: Euripides, Mel. Capt. 18-21. 23 İlyada. 9. 565-72; Apollodoros, 1. 8. 3, 3. 7. 5. 24 Bkz. bu kitapta. IV. Yunan Kabile Kurumlan, 9. Adam Öldürmeye Karşı Tutum, s. 140-45.

334

T a r ih ö n c e s i Eg e

ErinysTerin de tanrıçalarla bağları vardı; ama yalnızca Demeter ve Persephone'yle. Erinys'ler, Homeros'da, yalan yere ant içenlerin ruh­ larını cezalandırma görevini Persephone ile paylaşırlar.75 ArkadiaTı Demeter Erinys, onların adını taşır görüldüğü gibi; üstelik nereye bak­ sanız yılan ile Demeter arasında bir bağ görürsünüz.76 Erinys'ler, Mi­ nos Giritinin Moira'larıdır.

5. Moira'ların Hint-Avrupa Kökeni Kimileri Erinys sözcüğüne bir Hint-Avrupa kökeni bulabilmek için çok çaba harcamış, ama bu çabaların tümü de boşa çıkmıştır. Çoğu bi­ linmeyen yabancı dillerden kaynaklanan birçok öğe içeren Yunan di­ lini ele alırken, ortaya bir Hint-Avrupa kökeni koyabilmek için salt dil­ bilimsel bir olasılıktan öte bir şey gereklidir; çünkü örneğin niteliğine bakarak, karşı yandaki öteki seçenekleri kestirmemiz olanaksızdır. Önü­ müzdeki örnekle ilgili olarak, Latince'deki Furia ve Yunanca'daki erirıyo, yani "öfke"nin gösterdiği gibi, sözcüğün "çılgınlık"ı çağrıştırdığını söyleyebiliriz ancak.77 Bu da, kendisini doğrulayacak hiçbir Hint-Av­ rupa kökeni bulamadığımız aşırı bir görüştür. Öte yandan, moira kesinlikle Hint-Avrupa kökenlidir ve bu nokta­ ya dayanarak çözümlememizi bir adım daha ilerletebiliriz. Analık hak­ kıyla bağıntılı olduklarından, Moira'lar, çok gerilere, Hint-Avrupa tarihöncesine kadar gitseler gerek. Bizi çok eskilere, en sonunda avcılık ekonomisine kadar götüren yemeğin paylaşılmasındaki rolleri de ay­ nı sonucu çıkarmamızı sağlamaktadır. Böyle olunca, Hint-Avrupa kül­ türünün öteki kollarında aynı kökten gelen kavramlar bulmayı uma­ biliriz. Konu burada incelenemeyecek ölçüde kapsamlı, ama belki Ro­ malıların Parka'ları, Keltlerin Matres Dea'ları ve Germenlerin Norn'larıyla ilgili bir iki söz söylenebilir. Parka'ların bize pek yardımcı olacağını sanmıyorum. Doğum peri­ leri olarak hiç kuşkusuz aynı kökenden gelmektedirler; ama iplik eğirici bir üçlü olarak sunulmaları Yunan etkisinin bir sonucudur. Bunun dışında, Parka'ları, Romalı din görevlilerinin halkı başlarına gelebile­ cek gazaba karşı sürekli korku içinde tutmak amacıyla düzenledikleri, 75

ilyada. 9.454-57.

76 Pausanias, 8. 25. 4. 77 Pausanias, 8. 25. 6.

İNSANİN YA ŞA M D A K İ PAYI

335

geniş kapsamlı bir büyüler ve tılsımlar sistemini oluşturan iyi ve kötü periler, kişileştirmeler ve soyutlamalar kalabalığından ayırt etmemize yarayacak pek bir ipucu yoktur.78 Eğer Moira düşüncesi Latince'de var olmuşsa, bu "e t" anlamına gelen caro (Umbria dilinde "bölü m " anla­ mına gelen karıi), "pay" anlamına gelen sors (sero "örgü" demektir) ve casus (Yunan dilinde potmos) gibi sözcüklerde aranmalıdır.79 Matres D ea'lar çoğunlukla İ.S. ikinci yüzyıldan başlayarak Kuzey İtalya'da, Fransa'da, Ispanya'da, İngiltere'de ve Ren Nehri'nin batısın­ da kalan A lm anya'da bulunmuş yüzlerce adak kabartm ası ve levha­ sında karşımıza çıkar.80 Bunlardan biri kucaklarmda meyva sepetleriy­ le oturan bir kadınlar üçlüsü; başka biriyse el ele tutuşmuş dans eden bir kadınlar korosudur. Oturan gruplardan kimilerinde figürlerden bi­ rinin elinde bolluk boynuzu vardır; Yunanlılarda Amaltheia'nın boy­ nuzudur bu.81 Son örnek ise özellikle ilginç, çünkü Laussel Venüsünü akla getiriyor: Bir Yontmataş Çağı taş oymasında çıplak bir kadın elin­ de bir yaban sığırı boynuzu tutuyor.82 Matres Dea'lar, Kelt ana-tanrıçalarımn, kadın yontucuklarıyla bağıntılı daha eski tapımların bir bir­ leşimi olarak görülebilir. Norn'lardan günüm üze hiçbir tapım anıtı kalm am ış. G ene de, Norn'lar söylencelerde bol bol boy gösterirler ve M oira'lara çok ben-

Resim 52. M atres D e a’lar: Avigliano’dan bir duvar kabartması

Resim 53. Laussel VenüsCi: Yontm ataş Çağı oym ası

78 Ausjiihrliches Lexikon der griechischen und römischen Mythologie; Polybius, 6. 56. 6-12. 29 C.D. Buck. Comparative Grammar o f Creek and Latin (Karşılaştırmalı Yunanca ve Latince Dilbilgisi), (Chicago, 1944), s. 49; A. Ernout ve A. Meillet, Dictionnaire itymologique de la langue latine, (Paris. 1932). 80 Ausfiihriiches Lexikon, Z 2464-79: Resim 51 Bkz. bu kitapta, VII. Ege'deki Bazı Anaerkil Tanrıçalar, 1. Demeter, s. 282-90: Dipnot 10, s, 325. 82 Cambridge Ancient History, Plates 1. 8: Resim 53.

336

T a r ih

ö n cesi

Eg e

zerler. Onlar da doğum, evlenme ve ölüm tanrıçalarıdır. Onlar da yaz­ gının ipliğini bükerler.83 Yunan etkisini görmek olası. Bu etki olsa olsa Roma'dan geçerek gelmiştir. ParkaTarın Roma'da iplik bükenler ola­ rak tasarlanması, yalnızca yazınsal bir aktarma olduğu için, eğitim gör­ müş sınıflarla sınırlıydı. Eğer halk düşüncesinde herhangi bir etki uyan­ dırmış olsaydı, Matres Dea'larda izi kalmış olurdu; ama bulgular çok olmakla birlikte iplik bükenlerin ParkaTarla özdeşlendiği yalnızca tek bir bulgu söz konusudur ve ParkaTarın doğrudan iplik büktüğü tek bir örnek yoktur. Öyle görünüyor ki, Norn'lar ve MoiraTar ortak bir HintAvrupa kalıtımından gelmektedirler.

6. Moira'nın Dönüşümü Yunan m itologyasında MoiraTar ile ErinysTer arasında yakın bir ilişki göze çarpar. Aiskhylos, başlangıçta yeryüzünün o sıralar Zeus'dan da güçlü olan Üç MoiraTar ve Unutmak Bilmez ErinysTer tarafından çekilip çevrildiğini söyler.84 Oidipus'un kadınları, "kötülük veren Moira'ya ve Oidipus'un hayaleti Kara Erinys"e kargışlar yağdırırlar.85 Aga­ memnon, Akhilleus'un geras'mı, onur payını elinden almaktan duy­ duğu pişmanlığı dile getirirken, kendisinin suçlu olmadığını ve Zeus, Moira ve Erinys'lerin aklını çeldiklerini söyler.86 Zeus, Poseidon'u moi­ ra'sim, yazgısını aşmaması yolunda uyarırken, en büyük erkek karde­ şin payının ErinysTer tarafından korunduğunu anımsatır ona.87 Homeros-sonrası şiirde Moira'nın yerini çoğu zaman Dike alır. Aga­ memnon ve M enelaos, Aias'm gömülme hakkını -ölülerin moira'sı- ge­ ri çevirdiklerinde, ölünün erkek kardeşi onlara Zeus, ErinysTer ve "doğ­ ruluk getiren" (telesphoros) Dike adına ilenç yağdırır.88 M oira'nın gele­ neksel bir sanıydı bu. Oresteia'da, çocuklarının davranışları karşısında yürekleri kan ağlayan ana-babalar Dike'ye ve Erinys'lere başvururlar. Herakleitos da, eğer Güneş kendisinin koyduğu "ölçiiler'T {metra) aşa­ 83 H. Paul, Grundriss dergermanischen Philologie, (Strassburg, 1900), 3. 282; W. Mannhardt, Germanischc Mythen, (Berlin, 1858), s. 576, 609); H.M. Chadwick, The Growth o f Literature (Edebiyatın Çelişmesi). (Cambridge, 1932-40), 1. 208, 218, 646. 84 Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 531-34. 85 Aiskhylos, Theboi’ye Karşı Yediler, 962-64. 86 ilyada, 19.86-87. 87 İlyada, 15. 204. 88 Sophokles, Aias, 1389-92, 1326-27; Sophokles, Antigone, 1070-75: Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 527.

İNSANİN YA ŞA M D A K İ PAYI

337

cak olursa, Dike'nin elçileri Erinys'lerin kendisini bulacaklarını açıkla­ mıştır.89 Metron düşüncesi moira'nın Homeros-sonrası bir gelişimiydi.90 Bu bölümler, M oira'nm işlevlerini Dike'nin üstlenmiş olduğunu91 ve her ikisinin de Erinys'lerle bağıntılı olduğunu gösteriyor. Şöyle bir iliş­ ki görülür aralarında: M oira insan davranışlarına konulan sınırların aşılması karşısında gücenip öfkelenir, ama suçlunun cezalandırılması Erinys'lere bırakılır. M oira'lar yargıyı verir, Erinys'ler de cezayı.92 Bu geleneksel işbirliği, Yunan uygarlığının temelinde yatan kültürlerin kaynaşmişliğim yansıtır; Hint-Avrupa öğesinin başatlığı ise Moira'larm yetke üstünlüğünde yansır. Agamemnon, yaptığı yanlıştan ötürü özür dilerken, Zeus'un adı ile Moira ve Erinys'ler arasında bağlantı kurar. Zeus'un M oira'larla nasıl bir ilişkisi vardı? Burada gene krallığın evrimine geliyoruz. Uzmanlık gerektiren bir uğraş olarak krallık en sonunda kalıtımsal bir niteliğe bürünmüştür,93 ama krallığın babadan oğula geçmesi uzun bir süre halkın onayına bağım lı kalmıştır. Nitekim, Tem enos'un oğulları kral­ lığın babadan oğula geçmesini sağlamak için babalarını öldürdüklerin­ de, halk duruma elkoyarak krallığı damada vermiştir.94 Telemakhos'un gönlü babasının tahtmdaydı, ama yalnızca babasından ona kalan mal mülk üstünde hak ileri sürebiliyordu.95 Gene, Agamemnon talandan payına düşenden fazlasını almakla suçlandığında, görürüz ki, kral ar­ tık gerçekte halkının bir armağanı olan şey üstünde hak ileri sürmeye başlamıştır.96 Zeus için de geçerlidir aynı şey. A iskhylos'a bakılırsa, başlangıçta, M oira'ları alt edecek güçte değildi Zeus.97 Oğlu Sarpedon savaşta vurulup ölm ek üzereyken Zeus yüreğinden onu kurtarmayı geçirir; ama Hera eğer yazgınm yargısına karşı gelirse öteki tanrıların da başkaldıracağını söyleyerek caydırır Zeus'u.98 Öte yandan, moira theoıı ve epeklosanto theoi gibi deyimler, Moira'larm yetkelerini yitirmek­ te oluşlarının belirtileridir.99 Daha ileri bir tarihteyse, Olympos'lu Ze89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99

Aiskhylos, Eumenides, 514-15; Herakleitos, 94, C . Thomson, Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), (İkinci basım, Londra, 1946), s. 78. Pindaros, P. 4.145-46; Platon Leg. 943e; İşler ve Günler, 256-62; İlyada, 1.286; Herodot Tarihi, 7. 35.2. işte bu yüzden, Akhilleus'un atı Ksanthos söylemeye yazgılı olduğu her şeyi söyledikten sonra Erinys'ler tarafından susturulur ilyada, 19. 418. The Bağanda, s. 13; Indians o f South America, s. 16. Apollodoros, 2. 8. 5. Odysseia, 1. 389-98. ilyada. 9. 330-34, 367-68Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 534. ilyada, 16. 433-49. Odysseia, 11. 292, 22. 413, 1.17; ilyada, 24. 525.

338

T A R İH Ö N C ESİ E g e

us ve DelphoiTu Apollon için kullanılan tapım adı moiragetes ile birlik­ te M oira'ların en sonunda boyuneğişleri açığa çıkar.100 Yeni tanrılar egemendir artık. Kabilenin yerini devlet almıştır. İplik eğirme, kadının işiydi. Bu açıdan bakıldığında M oira'nın öne­ mi, Yunan düşüncesinde kökeni erkeklerin çalışmasında yatan başka bir öğeyle karşıtlık oluşturabilir. Moira'yı en sonunda toplumsal önem bakımından gölgede bırakacak bir sözcüğün temelinde otlak kavramı yatar. İlk başlarda nonıos sözcüğü, tıpkı moira sözcüğü gibi, "bölüm " ya da "pay" anlamına geliyordu, ama iki yönden farklıydı. Kurayla hiç­ bir ilintisi olmadığı gibi yalnızca otlağa değgin olarak kullanılıyordu.101 Klan moira'sının aile topraklarına bölünmesinden çok sonraları da ot­ laklar ortak kaldılar. Kullanımları ise göreneksel haklar tarafından dü­ zenleniyordu. Böylelikle nomos giderek bir ortak kullanım, benimsen­ miş görenek anlamı kazandı ve dolayısıyla yerleşik yasa niteliğinde bir göreneğe dönüştü.102 Nomos'un da moira'nm da kökleri kabile yaşanan­ daydı; ama tarihsel dönemin başlangıcında Moira'nın yok olmaya yiiztutmasma karşılık, Nomos yalnızca demokratik kent-devletinde olgun­ laştı. Moira'nın düşüşü ve Nomos'un yükselişi, anaerkil kabileden ata­ erkil devlete geçişin bir göstergesidir. Sınıf eşitsizliklerinin büyümesiyle birlikte, zenginliklerin bölüşümünde kura çekme yöntemine gitgide daha az başvurulur oldu. Bu­ nun sonucunda, bütün insanların emeklerinin ürünlerine sahip olma­ larının doğuştan kazanılmış bir hak olduğunu savunm uş olan Moi­ raTar, çoğunluğun mülksüzleştirildiği yeni toplum düzeninde insan­ ların ne denli az olursa olsun paylarına düşenle yetinmelerini sağla­ makta kullanılan değiştirilemez Yazgı'lara dönüştüler. En sonunda da, gerçek dünyada doğuştan kazanılmış haklarından, başka bir deyişle "bereketli topraklardan, bol ekin ve şaraptan" paylarına düşenden yok­ sun kılınan insanlar, bu dünyada yitirdiklerini düşsel bir dünyada ye­ niden elde etme gizemsel umuduyla avunmak zorunda bırakıldılar. Doğum ile kazanılan hak, ölüm ile kazanılan hak oldu çıktı.

100 Pausanias, 5. 15. 5, 8. 37. 1, 10. 24. 4; Euripides, fr. 260; Euripides, Elektro, 1247-48; Orph. H. 59. 11-14, fr. 248. 4. 101 F.M. Cornford, From Religion to Philosophy (Dinden Felsefeye). (Londra, 1913), s. 27. 31. 102 nomos (1) "bir hayvan ya da bitkinin yetiştiği yer" (2) "alışkanlık", "alışkı".

339

X

KENTLERİN OLUŞUMU

1. Thukydides Eski Yunanistan'ı Anlatıyor Thukydides, Yunan polis'inin doğuşunu ve gelişimini gözler önüne sererken, birinci sınıf maddeci bir tarihçi olarak çıkıyor karşımıza: B ugü n Y u n an istan (H ellas) ad ı verilen ülk ede, b aşlan g ıçtan itib aren is­ tikrarlı b ir b içim d e yerleşilm işe b en zem iy o r; ü lk ede ö n ce g ö ç le r o ld u , çü n k ü o tu ra n la r, say ıları d u rm a d a n ço ğ alan yeni gelen lerin baskısıyla sık sık b ö lg e d eğ iştiriy o rla rd ı. T ica re t y o k tu ; h alk lar a ra sın d a k i ilişki­ ler k arad a d a , d e n iz d e d e g ü v e n li d eğ ild i; ü lk ed e o tu ra n la rın h e r biri to p rağ ın d an a n cak ö lm e y e ce k k a d a r bir şey çık arab iliy o rd u : se rv e t bi­ rik tirm iyor, tarım işletm eleri k u rm u y o rla rd ı, çü n k ü , m ü sta h k e m şeh ir­ ler b u lu n m ad ığ ın d a n , b ir istilacın ın o rta y a çıkıp h e r şey i ele g e ç irm e ­ y eceğ in d en em in d eğ illerd i. Bu k o şu llar altın da in san lar, g ü n lü k y iy e ­ cek lerini n e rd e o lsa b u la ca k la rın ı d ü şü n m e k te , k o lay ca g ö ç e tm e k te , g ü çlü şeh irler k u ra ra k ya da h erh an g i bir başka y o ld an ü stü n lü k s a ğ ­ la m a y a çalışm am ak ta y d ıla r. H alk d eğişikliklerine en ço k u ğ ra y a n y e r­ ler özellikle en iyi to p rak lard ı: b u g ü n T hessalia ad ı verilen b ö lg e; B oiotia; A rk ad ia d ışın d a P elo p o n n e so s'u n en b ü y ü k kısm ı; kısacası g e n e l­ likle en elverişli b ölgeler. A slın d a , to p rağ ın bereketliliği sa y e sin d e d u r­ m ad an a rta n g elirle r a y a k la n m a la ra yol a çıy o r, ülkeyi h a ra p ed en bu a y a k la n m a la r, ay n ı z a m a n d a d a y ab an cıların h ü cu m la rın a d a h a açık bir h ale g e tiriy o rd u . A ttik a ise, top rağın ın çoraklığı y ü z ü n d e n u z u n s ü ­ red ir ay a k la n m a la rd a n u z a k tı v e k esintisiz olarak ay n ı in san ların o tu r ­ d u ğ u bir y erd i... İşte eski Y u n an istan 'ın g ü çsü zlü ğ ü n ü d aha k u su rsu z b ir b içim de g ö s­ teren bir şey d ah a: T ro y a sa v a şın d a n ö n ce Y u n an istan o rta k la şa h içb ir

340

T A R İH Ö N C E Sİ EG E

işe g irişm işe b e n z e m iy o r ve b en ce bu ad bile tü m Y u n a n is ta n 'a u y g u ­ lan m ıy o rd u . D eu k alio n 'u n oğlu H ellen 'd en ö n ce bu ad v a r o lm u şa bi­ le b e n z e m iy o r, h e r h alk , özellik le P elasgoi halkı, Y u n a n is ta n 'a kendi özel ad ın d an g e lm e b ir ad v erm ek tey d i... K ısacası, H ellen ler adını ö n ­ ce site site, yani ay n ı dili konu şan in san top lu lu k ları h alin d e, so n ra da h ep b ird en alan bu h a lk la r, T ro y a sa v a şın d a n ö n ce , g ü çsü z lü k le ri ve ilişkilerinin azlığı n ed en iy le o rtak laşa h içb ir işe g irişm e m işle rd ir. Ü ste­ lik bu sefere d e a n ca k d en iz tecrüb eleri artın ca k alk ışm ışlard ır. G elen eğ e g ö re , bir d o n a n m a y a ilk olarak M in os sa h ip o ld u ; b u g ü n Y u n an d en izi a d ın ı v e rd iğ im iz şeyin b ü yü k kısm ına g ü c ü n ü kabul e t­ tirdi; K yk lad es a d a la n n a b o y u n eğdirdi ve K aria'lıları k o v d u ğ u bu a d a ­ lard a ilk o larak k o lo n iler k u rd u ; a d a la ra vali o la ra k ö z o ğ u lların ı y e r­ leştirm işti; ay n ca v erg ilerin to p lan m asın ı d a h a k o lay ca sa ğ la m a k a m a ­ cıyla k orsan lığı elind en geldiğince o rtad an k aldırdı. G e rçek ten , eski Y u ­ n anlıların b a rb a rla r ü lk esin d e, deniz kıyısında o tu ra n la rı v e ad a la rd a y a şa y a n la rı b irb irleriy le d en iz y o lu y la d ah a sık ilişk iler k u ru n ca k o r­ san lığa b aşlad ılar; en gü çliileri k orsanlığı zen g in leşm en in ve g ü çsü z le ­ ri b eslem en in b ir yo lu olarak g ö rü y o rla rd ı; su rları o lm a y a n şeh irlere ve k asab alara d ağ ılm ış h alk lara sald ırıy o r, y a ğ m a lıy o r v e gelirlerin in bü­ yü k kısm ını bu seferlerd en sağ lıy o rlard ı; çü n k ü korsan lık ta hiçbir o n u r­ su zlu k y o k tu ; tam tersin e, b ira z ün bile k a z a n d ırm a k ta y d ı. B u g ü n bile b irk aç d en iz halkının korsan lık y ap m ak tan o n u r d u y m a la rı v e h er y e r­ d e eski o zan ların şiirlerind ek i kişilere, g em icilere k o rsan o lu p olm ad ık ­ larım so rd u rm a la rı ço k iyi g ö ste rir b u n u ; bu so ru n u n yön eltild iğ i kim ­ selerin bu işi in k âr etm ed ik leri, soran ların da so ru y a b ir h ak aret g ö z ü y ­ le b ak m ad ık ları g ö rü lü r. K ıtad a, h alk lar birbirlerini y a ğ m a la m a k ta y d ı­ lar. B ugü n bile, Y u n a n ista n 'ın birçok bölgesin d e, L ok ris'lilerin , O zö l'lerin , E to lia'h la rın , A k a m a n ia 'h la rm b ölg esin d e v e kıtan ın bu y an ın d a, eski tarza u y g u n y a şa n ır... D aha y ak ın b ir ta rih te , se y rü se fe r k o lay laşın ca v e z e n g in lik ler b iri­ k in ce k u ru lan tü m şe h irle r, d e n iz kıyısınd a y a p ıld ı, tah k im ed ild i ve kıstakları işgal etti; b öylece ticaret kolaylaştırılıyordu v e h e r birinin k om ­ şu ların a k arşı g ü v en liğ i d a h a fazlaydı. Eski şeh irlerse, tersin e, u z u n sü ­ re d e v a m ed en k orsan lık y ü z ü n d e n , a d a la rd a d a , k ıta d a da o lsa la r te r­ cih an d e n iz d e n u z a ğ a k u ru lu y o rla rd ı v e b u g ü n e k a d a r to p rak ların iç kısm ınd a k ald ılar; çü n k ü h erk es birbirini y a ğ m a lıy o r, h atta d en izci o l­ m ad ık ları h ald e k ıy ılard a o tu ra n halk lar bile ça p u la u ğ ru y o rla r d ı.1 1

Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 1. 2-5, 7.

K EN TLER İN O L U ŞU M U

34i

Böylesine dengesiz koşullar, bir yerden ayrılmak zorunda bırakılan insanların sürülerini de yanlarında götürebilmeleri gibi bir üstünlüğü olan çobanıl zenginliğe öncelik kazandırıyordu. Homerik şiirlerde sı­ ğırların çalışmasından çok söz edilir,2 nitekim Thukydides'in anlattığı yağmacılıklar da hiç kuşkusuz büyük Ölçüde bu niteliktedir. A ynı ko­ şulların toprağın işlenmesi üstünde tersine bir etkisi vardı. Ö zellikle bağlar ve zeytinlikler, sulamayı gerektiren uzun dönemli yatırım lar ol­ dukları için, ilk zam anlar olanaksızdılar. Yerleşim yerlerinin durm a­ dan değişmesi, insanların toprağa kalıcı bir biçimde bağlanm alarına olanak tanım ıyordu. D olayısıyla, daha geri bölgelerde tarım , çabuk ürün veren tahıllarla sınırlıydı. İşte bu yüzden, ülkenin durum u, eki­ lebilir toprakların dönem dönem yeniden bölüşülmesine olanak tanı­ yan göçebe tarımına elverişliydi.3 Thukydides, polis deyimini her iki türden yerleşim merkezi için de; hem surla çevrilmemiş köyler topluluğu, hem de surla çevrili kent için kullanıyor. Sözcüğün bu geniş kapsamlı kullanımı, ilkel köy toplulu­ ğundan başlayıp, Thukydides'in çöküşünü de görecek kadar yaşadığı büyük kente dek uzanan kesintisiz bir gelişimi ortaya koyuyor.

2. Tarihsel Dönemde Kentlerin Oluşumu Kentler ile köyler arasındaki kültürel gelişme farklılığı, kırsal bölge­ lerin çıkarlarının sistemli bir biçimde kentlerin çıkarlarına bağımlı kılın­ dığı modern anamalcılığın bildik bir özelliğidir. Sanayi kenti, anamalcı üretime özgü yerleşme birimidir. Köy ise, feodalizmin bir kalıntısıdır. Eski Yunan'da da benzer bir ayrım söz konusuydu. Ama toplumun bütününün geri düzeyine uygun olarak, uygarlık ile barbarlık arasın­ da bir karşıtlık biçiminde beliriyordu bu ayrım. Açık köylerdeki bar­ barca ya da yarı-barbarca yaşama alışkanlığının karşısında kent-dev•eti uygarca yaşamanın belirgin bir göstergesiydi. Strabon, barbarların köy yaşamından birçok yerde söz ediyor: 2 ilyada, 1.154; 11. 672; 20.91; Odysseio, 21.16-19. 2

J.K. Das. 1905’den başlayarak Viyana’da yayımlanan Anthropos'da yer alan “Notes on the Economic and Agricultural Life of a Little-Known Tribe on the Eastern Frontier of India" ("Hindistan'ın Doğu Sınırındaki Az Bilinen Bir Kabilenin Ekonomik ve Tarımsal Yaşamı ÜstOne Notlar") başlıklı yazısında Manipur Dağları'ndaki Kuki kabileleri için şöyle der: "İşlenen toprakların değiştirilmesi, zenginliğin özel ellerde birikmesine ve böylece kişilerin rütbelerinin yükselmesine yol açmamış; buna karşılık, toplumsal ve siyasal yaşamlarında çok ileri bir demokratik ruh yaratmış."

342 TARİHÖNCESİ EGE Kimi yazarlar, Ispanya'daki İber'lerin bini aşkın kenti olduğunu belir­ tiyorlar. Ama bana kalırsa, İber'lerin büyük köylerinden söz ediyor bu yazarlar. Belki toprağın verimsizliğinden, belki arada büyük uzaklık­ lar bulunmasından, belki de ülkenin yabanıllığından, doğa koşullan bu­ rada birçok kentin kurulmasına elvermemektedir. Kaldı ki, güney ve doğu kıyılarında yaşayanlar dışında, halkın yaşayışı ve görgüsü insan­ da kentli izlenimi uyandırmıyor, İber'lerin çoğunluğu köylerde yaşı­ yor, böyle olduğu için de uygar değiller.4 Strabon, Y u n an lıların da bir zam anlar aynı biçim d e yaşadıklarının çok iyi farkında: Homeros zamanında Elis kenti daha kurulmamıştı, halk köylerde yaşı­ yordu... Bu kentin ortaya çıkması, çeşitli bucakların birleşmesiyle oluş­ ması Pers Savaşları'ndan sonradır. Homeros'un sözünü ettiği birkaç ku­ raldışı durum dışında, aynı şey Peloponnesos'daki hemen bütün yerle­ şim merkezleri için de geçerlidir. Bunlar kent değil, yöresel bucak kü­ meleriydiler. Kentler, daha sonraları, bunların bağrından doğdu. Söz­ gelimi, Mantineia kenti, beş bucağın, Tegeia ve Heraia sekiz bucağın, Patrai yedi bucağın, Dyme sekiz bucağın birleşmesiyle oluştular.5 Megara bölgesi de, her biri birkaç köyü kapsayan beş yöreden olu­ şuyordu. Bunlar en sonunda M egara adını taşıyan kentte birleştiler.6 Çoğu zaman, kentleşme aşama aşama gerçekleşti; köyler küçük bir kent­ te, küçük kentler de büyük bir kentte birleşiyordu. Ö rneğin, Roma dö­ nem inde, Keos adasında İoulis ve Karthaia adlı iki kent bulunmasına karşılık, daha önceleri aynı adada dört kent vardı.7 R odos'un birliğine kavuşması I.Ö. 408 yılına kadar uzanır. Adanın adını taşıyan yeni baş­ kentin halkı Lindos, İalysos ve Kameiros adlı üç eski kentten gelm ey­ di. Bu üç kentin her biri de birkaç bucağı içerdiğinden, bunların da kom­ şu köy küm elerinden evrilip oluştukları açıktır.8 Bu örnekler, kent-devletlerinin oluşumunun bütün bir Yunan tari­ hi boyunca sürüp gittiğini gösteriyor. Thukydides zam anında, Aitoüa ve A karnania'daki Yunanlılar hâlâ surla çevrili olm ayan, açık yerleşim 4 5 6 7 8

Strabon, 163,186, 218, 241, 250; D.S. 5.6; Herodot Tarihi, 1. 96. Strabon, 336-37; Polybius. 4. 73. 7. Plutarkhos, Moralia, 295b; Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 4. 70. Strabon, 486, 657; Platon, xxvil. Strabon, 653-54; S/C. 329 n. 2, 570 n. 4.

K e n t le r i n O lu ş u m u

343

merkezlerinde oturuyorlardı9 ve Sparta bile "eski Hellenik tarzda" bir köyler kümesiydi.10 Bir iki kuşak sonra, iki olay kent-devletinin yapı­ sını açık seçik gözler önüne serdi. İ.Ö. 386 yılında Spartalılar Mantineia'lıları kentlerini yıkıp yok etmeye ve kenti oluşturmuş bulunan köy­ lere dağılmaya zorladılar.11 Saati geriye doğru işletmeye çalışıyorlardı aslında. On altı yıl sonra, Sparta yönetüni yıkıldığında, Mantineia'nın disjecta membra'lan yeniden bir araya geldi ve ayrıca M egalopolis'de çevredeki bütün küçük kentlerle köyleri birleştiren yeni bir kent kurul­ du.12 Aristoteles'in, polis'den "çeşitli köylerin birliği" diye söz ederken ne demek istediği anlaşılıyor.13

3. Kabile Kampından Kent-Devletine Kitabımızın VIII. Toprak bölümünde, Attika demos’unun, bildik tür­ de bir köy topluluğu olarak, klana denk düşen bölge birimi olarak doğ­ duğunu öne sürmüştük. O sıralar Yunanca'da "köy" anlamında kome sözcüğü kullanılıyordu. Aristoteles, kome (koma) sözcüğünün Attika di­ lindeki demos’un Dor dilindeki karşılığı olduğunu söyler açıkça. Plutarkhos'un hep bucak ile klanı birlikte anması, bunların bir zamanlar aynı yerde ve aynı anda varolduklarını gösterir. Aristoteles de, kentdevletini (polis) "klanların (gene) ve köylerin (komai) birliği" olarak ta­ nımlar.14 Tipik Yunan köyünün kökeni, klanın yerleşim yeriydi. Polis’in tarihi, adında saklıdır. Sözcüğün anlamındaki en üst kat­ man soyut olarak "kent-devleti"dir, bir başka deyişle uygar topluma özgü örgütlenme biçimi. Bu katmanın altında, somut olarak, kendisi­ ne bağlı çevre köylerle birlikte kentin kendisi yatar. Bu düzeyde, kale ile aşağı kent arasında, akropolis ile asty arasında bir ayrım belirir. Da­ ha sonraları Yunan dilinde genelleşecek olan akropolis, Odysseia'da iki kez geçer; ama İlyada'da yalnızca ayrık biçimi olan akre polis’e rastla­ rız ve birçok bölümde kale hiçbir niteleme getirilmeksizin polis'dir yal­ 9 10 11 12 İ3

Thukydides. Peloponnesos Savaşı, 3.9 4 .4 . Aynı yerde, 1.10. 2. Ksenophanes, Hellenica, 5.2. 5-7. Pausanias, 8, 27; D.S. 15. 72. Aristoteles, Politika, 1252b. S IC . 344'de (Hellenistik dönem, Teos) kentin yeniden düzenlenmesi yolunda alınmış bir karara rastlıyoruz. Amaç, Lebedos'dan gelen halkı da kente katmaktır. Lebedos'lular öğünden sonra ayn kimliklerini yitirerek Teos'lular diye anılacaklardır. Yalnızca, kendi ayn gömütlükleri kalacaktır. 14 Aristoteles, Poetika: 1448a; Aristoteles Politika, 1281a. 14.

344

T a r İh ö n c e s i E g e

nız.15 Bu da bizi sözcüğün temeldeki anlamına götürür: Doğal bir sur, Thukydides'in sözünü ettiği zorlu zamanlarda bir köy için elverişli bir yerleşme yeri. Şimdi, daha önceki bölümlerde ortaya koyduğumuz genel düşün­ celerin ışığında ve ayrmtılara ilişkin ek bilgilerden de yararlanarak, bu Yunan köylerinin gelişimini kabataslak çizmeye çalışalım. Çizeceğimiz taslak, ister istemez çok kaba olacak; ama şimdilik üstünde çalışabile­ ceğimiz bir varsayım sağlayacak bize. Bu varsayımı daha sonra sına­ yabiliriz. Yunan kabile yerleşim merkezlerinin en eskileri geçiciydiler. Bura­ larda bir yıl, birkaç yıl, bir kuşak boyu oturuluyordu belki; ama kabi­ le önünde sonunda oradan ayrılmak zorunda kalıyordu. Bu tür bir de­ ğişken yerleşim merkezinin göçebe kabile kampı düzenini yaratmış ol­ ması gerekir, çünkü durağan kılınmış olmasma karşın gene de bir kamp­ tan başka bir şey, değildir. Gerçi hiçbir zaman hepsi bir araya getirilmemiştir ama, kabile kamp­ larıyla ilgili bilgiler boldur. Ben burada birkaç tipik örnek vereceğim. Avustralya'daki AruntaTar kamplarını daire biçim inde düzenlerler. Daire, iki yarım daireye ve dört çeyreğe bölünmüştür. İki yarım daire­ ye iki yarım (moety), dört çeyreğe de dört fratri yerleşmiştir. Bir fratrinin üyeleri, yelkıranlarını kendilerine ayrılmış çeyreğin sınırları içinde diledikleri yere dikebilirler, ancak bir toprak parçası mutlaka toplantı yeri olarak ayrılır.16 Amerikan yerlilerinin kampları da aynı ilkeye gö­ re düzenlenmiştir. Örneğin, Kansas kabilesi her biri sekiz klandan olu­ şan iki fratriye ayrılm ıştır; kamp, sınır çizgisiyle ikiye bölünmüş bir daire biçimindedir. Her fratri bir yarım daireye yerleşmiştir. Dıştan ev­ lenme kuralının bir tanımı da, erkeğin dairenin öbür yarısından kadın almak zorunda olmasıdır.17 Kabile kampı, kabile düzeninin bir resmi­ dir gerçekte. Dolayısıyla, kabile göçebe olmaktan çıktığında, köy yer­ leşim merkezleri de aynı yolu izlerler. Her klan kendi köyünde ya da bölgesinde oturur.18 Meksika'da da topraklar her yıl yeniden paylaşıl15 Odysseia, 8.494,504: ilyada, 6.88,257,297, 317,22.383; İlyoda. 6.86,17.144; Odysseia, 14.472-73. 16 The Arunta, s. 501 -04. 17 J.O. Dorsey, "Siouan Sociology” (“Sioux Sosyolojisi"), Annual Reports of theBureau of Ethnology, (Washington, 1881-), 15. 230-32; H. Hale, The Iroquois Book of Rites (İrokua’ların Dinsel Törenler Kitabı), (Philadelphia, 1883), s. 184; J. Haeckel, "Totemismus und Zweiklassen system bei den SiouxIndianerm". Anthropos, (Viyana, 1905-), 32.457-60. 18 A.S. Gatschet. A Migration Legend o f the Creek Indians (Creek Yerlilerinin Bir Göç Söylencesi). Philadelphia, 1884), 1. 154; ).G. Bourke, The Snake Dance o f the Moquis o f Arizona (A riz o n a ’daki Moqui’lerin Yılan Dansı), (Londra, 1884), s. 229.

KENTLERİN OLUŞUM U

345

mak üzere klanlar (calpıılli) arasında bölüşülmüştü ve halkın oturdu­ ğu yerleşim merkezleri klan sayısı kadar bölgeye ayrılm ıştı.19 Rodos'daki üç eski yerleşim merkezinin üç kabileye denk düştüğü­ nü ve bunların klanlara denk düşen köylerle çevrili olduğunu görmüş­ tük. Demek, Erken Rodos tipik bir kabile yerleşim merkeziydi. Gene, beşinci yüzyılda hâlâ surlarla çevrili "olmayan, açık köylerde yaşayan Aitol'ler üç kabileye bölünmüştü: Apodotoi, Eurytanes ve Ophioneis.20 Malis halkı da üçe bölünmüştü ve Zakynthos adası dört kentten olu­ şan bir tetrapolis ya da genbirlikti (konfederasyon).21 Benzer bir köken, Marathon, Oinoe, Probalinthos ve Trikorythos temaslarından oluşan ve dinsel bir birlik olarak korunmuş olan eski Attika tetrapolis"i için de varsayılabilir.22 Bunların hepsi de farklı gelişme ya da gerilem e aşama­ larındaki kabile genbirlikleridir. Bu yerleşim merkezlerinin nasıl oluşturulduklarını kafamızda can­ landırmaya çalışalım. Bunu yapabilmemiz için, Cilalıtaş Çağı'nm köy topluluğuna dönmemiz gerekecek. Gerçi Cilalıtaş Çağı Yunanistanmda yerleşmecilerin ataerkil olmaları bir kuraldan çok kuraldışı bir du­ rumdur, ama ortaya koyacağımız örneği yalınlaştırmak amacıyla ben yerleşmecilerin artık ataerkilliğe geçmiş bulunduklarını varsayacağım. Kabilenin yerleşeceği bölge ve klanlara ayrılan yerler, toprağın ni­ teliğine, suyun elde edilebilirliğine ve belki de savunma gereksinm e­ lerine göre saptanır. Her klan kendi köyünü kayalık ve yüksek bir ye­ re ya da konumu çevreyi gözetlemeye elverişli bir tepeye kurmaya özen gösterir. En iyi yer, kabile şefinin klanına ayrılır. Kabile şefinin klanı­ na ayrılan yer yeterince genişse, köyün tümü oraya kurulur; değilse, şef ile ailesi seçilen merkeze yerleşirler, öteki haneler de merkezin çev­ resinde toplanır. Ama bir tehlike başgösterdiğinde şefin oturduğu mer­ keze sığınmaya hazırdırlar. Belki de, bütün köy öteki köylerin de ge­ rektiğinde sığınabileceği biçimde bir duvar ya da çitle çevrilir.23 Köyün içinde, her ailenin, önünde bir de çitle çevrili bahçesi bulu­ nan kendi konutu vardır. Oralarda bir yerde, belki de şefin evinin önün­ de açık bir alan uzanır: Eski agora, daha sonraki plateia, bizdeki köy meydanı. Bu alanın ortasında yaşlıların oturması için taştan bir pey­ 19 20 21 22 23

Native Races a f the Pacific States o f North America, 2. 226-27. Thukydides, Peloponnesos Sava}1, 3. 94.4-5. Aynı yerde, 3. 92, 2. 30. S/C. 541 n.l. Kurucuları Lapith’ler olabilir. F. Tritsch, “Die Stadtbildung des Altertums und die griechische Polis”, Klio, (Leipzig. 1901-), 22.1. 70; The Indian Village Community, s. 67.

346

T a r İh ö n c e s İ E g e

keyle çevrili köy ağacına bugün Yunanistan'da hâlâ rastlanabilir.-1Klan üyelerinin toplandığı yerdir burası. Hane başkanları, şefin evinde top­ lanma, yemek yeme, sorunları tartışma haklarına sahiptirler. Şef, ana hanenin başı olarak, klan atasının temsilcisi özelliğini taşır; dolayısıy­ la şefin ocağı özel bir kutsallıkla donatılmıştır. Klanın ata ocağıdır bu­ rası; klanm daha ailelere bölünmemişken tek bir kamp ateşi çevresin­ de toplandığı günleri anımsatmaktadır. Köyün dışında, ama köy böl­ gesinin içinde, sürülü tarlalar, az ötede otlaklar ve çorak topraklar uza­ nır. Toprağın işlenmesi ve hayvanların otlatılması, yaşlıların yöneti­ mindeki köy meclisince denetlenir. Ekilebilir alanlar, küçük açık top­ rak parçalarına ayrılır ve aileler arasında bölüştürülür. Bu bölüşüm dü­ zenli aralarla yinelenecektir. Otlaksa bölünmez. Tek yerleşik işbölümü kadınlarla erkekler arasındadır. Köyün iç örgütlenişi konusunda diyeceklerimiz bu kadar. Köyler arasındaki ilişkiler de aynı ilkeler temelinde düzenlenmiştir. Nasıl klan şefinin evi köyün en iyi korunan eviyse, kabile şefinin köyü de bölge­ nin en iyi korunan köyüdür. Nasıl klan şefi klanın ata ocağına başkan­ lık ediyorsa, kabile şefi de kabilenin ata ocağına başkanlık etmektedir. Tıpkı klan şefinin öteki hane başkanlarmı, klanın yaşlılarını ağırladı­ ğı gibi, kabile şefi de öteki klan şeflerini, kabilenin yaşlılarını ağırla­ maktadır. Nasıl her köyde klan üyeleri için bir toplanma yeri varsa, bütün klanlardan kabile üyeleri de kabile şefiyle yaşlıların yönetimin­ de savaş, barış, göç ve yabancıların kabul edilmesi gibi tüm toplulu­ ğu ilgilendiren canalıcı sorunları karara bağlamak için ana köyde top­ lanırlar. Buraya kadar, topluluğu kendi içinde bir birim olarak ele aldık..Topluluğun başka benzer topluluklarla da ilişkileri bulunabilir, ama top­ luluğun Cilalıtaş Çağı'na özgü kendi kendine yeterli yapısını bozabi­ lecek nitelikte değildir bu ilişkiler. Madenlerin kullanılmaya başlama­ sıyla birlikte yeni bir evreye erişilir. Madenden yapılmış araçlar tahta ya da taştan yapılm ış araçlardan çok daha kullanışlıdır. Ya o yörede yapılan ya da gezgin demircilerin oraya getirdikleri araçlardır bunlar. Ama her iki durumda da, madenden yapılmış araçların kullanılmaya başlamasıyla emek üretkenliği artar ve demirci, duvarcı, sepici, vb. gi­ 24 Herodot Tarihi, 4. 15. 4; The Indian Village Community, s. 23; P.R.T. Gurdon. The Khasis, (Londra, 1914), s. 33; H.M. Chadwick, The Growth o f Literature, (Cambridge. 1932-40), 1. 324. Agora' mn krai eviyle ilişkisi için bkz. F. Tritsch, "Die Agora von Elis und die altgriechische Agora", Jahreshet des östeıreichischen archaologischen Imtituies, (Viyana, 3897-). 27. 63; R.E. Wycherley. "The Ionian Agora", Journal o f Hellenic Studies, (Londra, 1880-), 62. 22.

Ke n t l e r in O

luşu m u

347

bi uzmanların varlığını olanaklı kılacak bir düzeye yükselir emek üret­ kenliği- Hiç kuşkusuz, bu yeni işbölümleri de, üretim uygulayımında­ ki (tekniğindeki) daha ileri gelişmelerin yolunu açar. Artık her toplu­ lukta, şeflerin ve toprağı işleyenlerin yanı sıra, bir de zanaatkârlar -Yunanca'da demiourgoi- vardır; "topluluk için çalışan" bu kişilerin emek­ lerinin karşılığı toplulukça aynı olarak ödenmektedir.25 Bu yeni uygulayımların gelişmesi, yalnızca tarımdan belli bir faz­ la ürün elde edilmesini değil, aynı zamanda o güne kadar tek tek eki­ cilere azar azar dağıtılmış olan bu ürün fazlasının daha da verim li kı­ lınabilmesi için belli bir yerde toplanmasını da gerektirir. Ürün fazla­ sı şeflerin eline teslim edilir böylece. Ondalık ya da iş hizmeti biçimin­ deki düzenli vergiyi şefler alır. Klan üyeleri bu tür ödemeleri, elde et­ tikleri birtakım yararlar karşılığı, gönüllü olarak yaparlar. Elde ettik­ leri yararlarsa, ya yağmacılara karşı korunma ve savaşta başarılı ön­ derlik gibisinden gerçek yararlardır ya da şefin büyü gücü aracılığıy­ la bol ürün kaldırma gibisinden düşsel yararlar. Ama temeldeki etken ekonomiktir. Yeni uygulayımsal gelişmeler için yeterli anamal ancak böyle biriktirilebilir. Gene de madenler bollaşmaz. Şefler, elde edile­ bilen madenleri kendi kullanımları için bir yana ayırma eğilim inde­ dirler. Bakır ya da tunç üstünde çalışan zanaatkârlar, şefler için yeni bir araç bulgularlar; kılıçtır bu yeni araç. Şefler de, işte kılıç denilen bu yeni aracı kullanarak, komşu toplulukların ürün fazlalarına zorla elkoyarlar.26 Savaş, başlı başına bir uğraş olur çıkar. Toprakta ve yağ­ mada aslan payının nasıl şeflere gittiğim VIII. Toprak bölümünde an­ latmıştık. Artık şeflerin, savaşta ele geçirdikleri kölelerce ekilip biçi­ len kendi temenos'ları vardır; elde ettikleri ürün fazlası artık öylesine boldur ki, değiştokuşta bulunm ak üzere birtakım m addelerin üreti­ mine girişebilirler. Meta değişimi, kabilelerarası konukseverlikten doğup gelişti belli belirsiz. Kabilenin akrabalar çemberi içinde evrilip gelişen toplumsal ilişki yasaları, başlangıçta o çemberle sınırlıydı. Çemberin dışında ka­ lan tüm erkekler, istendiğinde öldürülebilecek ya da soyulabilecek ya­ bancılar ve düşmanlardı.27 Dolayısıyla, kabileler arasında barışçıl iliş­ kiler oluştuğunda, yabancı biri akrabalar çemberine kabul edilirken onunla simgesel bir biçimde yiyecekler paylaşılıyordu. "Birlikte otu­ 25 Odysseio, 3. 432-35,17. 383,85,19.135. 26 V.G. Childe, Scotland Before the Scots (İskoçlardan Önce iskoçya), (Londra, 1946), s. 48, 27 Burada, aynı anlamda kullanılan Yunanca sözcük de hem "bilinen, tanınan", hem de "akraba" anlamına gelir. İngilizce’deki "kith and kin" (hısım akraba) sözü de aynı anlayıştan geliyor.

348

T a r İh ö n c e s İ E g e

rup yemek yiyenler/' diyor Robertson Sm ith, "bütün toplumsal işler­ de birleşmiş olurlar. Birlikte yemek yemeyenler birbirlerine yabancı­ dırlar. Ne bir din kardeşliği vardır aralarında, ne de karşılıklı toplum­ sal görevleri."28 Yem eğe alıkonulup ağırlanan bir yabancı, artık ya­ bancı sayılmaz. Düşman, konuk (Latince'de lıostis) olmuştur. Sözge­ limi, Odysseus Phaiak'larm sarayına vardığında kralm ilk işi ona ma­ sada yer vermek olur.29 Gene, konuk ağırlandığı yerden ayrılırken, yeni kurulan ilişkinin bir belirtisi olarak ev sahibinden bir armağan alır. Giderek, karşılıklı armağan verme, sonunda bir dostluk güven­ cesi olarak görülm eye başlar. Her ayrılık arm ağanı, ileride yeniden ağırlanma hakkını sağlar. Küreksever Taphos'luların kralı kılığına bü­ rünmüş olan Tanrıça Athena Telemakhos'un yanından ayrılırken, Telem akhos değerli bir arm ağan sunar ona. A thena da Telem akhos'a öbür gelişinde daha da değerli bir armağan vereceğini söyler.30 Troya Savaşı sırasında, Lemnos'dan Eunos, Akha'ların kampına gemiler­ le şarap gönderir. Agamemnon ile M enelaos'a tam bin ölçü şarap ar­ mağan ettikten sonra geri kalanını tunç ve dem ir, sığır, deri ve köle karşılığında değiştokuş eder gür saçlı Akha'larla.31 Aslına bakarsanız, burada apaçık bir takas işlemiyle yüz yüzeyizdir; ancak bu işlemden önce resmi bir armağan sunma işlemi söz konusudur. Bu armağanın kabul edilmesi, daha sonraki alışveriş için bir güvence göstergesidir. Armağan aynı zamanda krallara verilen bir paydır; bir tecim vergisi­ dir belki de. Bu örnek, takas işleminin neden şefin denetiminde geliştiğini açık­ lamaktadır. Topluluk, mutlak üretim fazlası aşamasına ulaştığında, köyün ortasındaki toplantı yeri yerel şeflerin ürün fazlalarını öteki top­ lulukların ürün fazlalarıyla takas ettikleri bir pazar yerine dönüşür. Zanaatkarlar da aynı yolu izlerler. Üretim güçleri kendi klan üyeleri­ nin gereksinmelerince tüketildiği sürece çalışma alanları da kendi köy­ leriyle sınırlı kalır. Ne var ki, gelişen uygulayım, köyün gereksinme­ sinden daha fazla üretmelerini olanaklı kıldığında, onlar da ürün faz­ lasını pazara götürürler. Sonuçta, bütün toplumsal ilişkiler değişir. Tem enos'un sahibi, ondalıkları alan, artık bu ayrıcalıklar sağladığı hiz­ 28 W. Robertson Smith. Religion of the Semites, (Üçüncü basım, Londra, 1927), s. 269. 29 Odysseia. 7.167-71. 30 Odysseia, 1. 305H8: ilyada, 6. 230-31; Name Races of the Pacific States of North America, 1. 192: "armağan verme sistem leri bile bir tür tecimdir, verilen her armağanın gerçek değerinin ertesi bayramda başka bir armağanla karşılanması beklenir." 31 İlyada, 7.467-75; Sümer'lerde nigba: CambridgeAncient History'de S. Langdon, 1. 378.

KENTLERİN O LU ŞUM U

349

metlerin bir karşılığıymış gibi davranamaz olur. Çünkü artık bu ayrı­ calıkları daha fazla kâr elde etm ek için kullanmaktadır. Bu da ona sö­ mürü oranını daha da artırma gücünü ve dürtüsünü verir. Zanaatkâr­ lar için de aynı şey geçerlidir. Bir kez meta üretimine geçtiler mi, ken­ di köylerindekilerle de tecim temelinde alışveriş yapmanın kârlı oldu­ ğunu görürler. Artık "topluluk için çalışanlar" olmaktan çıkar, kendi­ leri için çalışanlar durumuna gelirler. Sonuçta, gerek şefler, gerek za­ naatkarlar ergeç köylerini terk eder, pazarın yanında ev kurarlar. M er­ kezdeki köy, bir pazar kasabasına dönüşür. Köydeki elsanatları tüm­ den yok olmaz, ama köy artık kendi kendine yeterli değildir. Gitgide, kasabanın nitelikli emeğine bağımlı duruma gelir. Şefler ve zanaatkar­ lar bu adımı atarlarken klanla olan bağlarını koparırlar. Şefler, kendi klanlarının ayrı çıkarlarını temsil etmekten uzaklaşmışlardır artık. Yok­ sul klan üyelerine karşı, ortak bir çıkarda birleşmiş toprak sahibi soy­ lulara dönüşm ektedir şefler. Zanaatkârlarsa, klan düzenine göre ku­ rulan loncalarda örgütlenirler; ama ekonomi tarıma bağlı kaldığı sü­ rece toprak sahiplerinin üstünlüğüne karşı koyacak durum da değil­ dirler. Küçük toprak sahiplerine, taşralı akrabalara gelince, onlar da daha sınırlı da olsa kendi olanaklarıyla aynı ereğin ardında koşarlar. Temewos'un varlığı bile onun ekonomik üstünlüğünün kanıtıdır. Yeniden bölüşüme elverişli olm adığından, ekinlerin daha iyi korunm ası için çevresi kalıcı olarak kapatılabilir ve emek uzun dönemli bir yatırım ola­ rak konulabilir içine. Açık tarlalar tükendikçe tarım boş topraklara taş­ maya başlar; böylece tarıma elverişli kılınan topraklar komünal dene­ time gireceği yerde özel mülkiyete dönüşür. Bu arada, nüfus artışı, her yeniden bölüşümde açık tarlalardaki payları azaltmaktadır; dolayısıy­ la yeniden bölüşüm uygulamasından vazgeçilir. Ve toprak parçaları sabitleştiğinde, toprakların zaman zaman dilimler halinde bölüşümü işlevini yitirir, tam bir başbelası olup çıkar; toprak için savaşımda kü­ çük toprak sahibine fazladan bir ayakbağıdır artık. Son olarak diyebiliriz ki, toplumun ekonomik temelindeki bu dev­ rim, topluluğun kültürel yaşamını değiştirmiştir. Klan şefleri kasaba­ ya geldiklerinde klan tapımlarını da yanlannda getirdiler. Klan farklı­ lıklarından sıyrılıp da ortak sınıf çıkarında birleştiklerinde, tapımlar onların ortak denetiminde devlet şenlikleri biçiminde yeniden örgüt­ lendi; amaç, yeni toplum düzenine bir kutsallık kazandırmaktı. İşte, herkesin gereksinm esine göre kurayla eşit paylara bölüşülen kabile yerleşim merkezini kent-devletine, toprak sahibi soyluluğun yö­

3S °

T a r ih ö n c e s İ E ge

nettiği ve bağımlı köylerde yaşayan yoksul düşmüş köylülerin çevre­ lediği kente dönüştüren süreç kabaca buydu. Bu yeni birim, hem ta­ rımsal, hem de sınai bakımdan yeni bir işbölümünün yansımasıydı. Bir kez yerleşip gerçekleşti mi, daha başka işbölümlerine yol açan, böylece insan yaşamını köleci bir temelde yeni karmaşıklık düzeylerine yük­ selten bir işbölümüydti bu. Gerçi bu süreç bütün bir eskil çağlar boyunca ülkenin değişik yöre­ lerinde süredurdu; ama sürecin kendine özgü biçimi her zaman yal­ nızca sonsuz çeşitlilik gösteren yerel koşullarca değil, toplumun söz konusu dönemdeki genel diizeyince de belirlenmekteydi. Tarihi ne den­ li geçse, sınıf niteliği de o ölçüde belirgindi. Bu da, dördüncü yüzyılda Mantineia'da neler olduğunu yorumlamamızı olanaklı kılıyor. Kentin ortadan kaldırılmasını buyuran Spartalılar, her zaman olduğu gibi, bü­ yük toprak sahiplerinin çıkarlarının gerektirdiği doğrultuda davranı­ yorlardı. Oysa, bizim polis tanımımıza göre, polis'i yaratmış olan çıkar­ lardı bunlar. Evet, ama zaman değişmişti artık. Altıncı yüzyılda, meta üretiminin gelişmesi bütün ileri kent-devletlerinde hızla daha da ileri bir devrime, bir başka deyişle toprak sahibi soyluluğun tecimen sınıfınca yıkılmasına yol açmıştı. Dördüncü yüzyılda toprak sahipleri yal­ nızca Arkadia gibi geri bölgelerde hâlâ iktidardaydılar. Dolayısıyla, bu bölgelerde, kentleşm enin itici gücü toprak sahiplerinden değil, tecimenlerden ve zanaatkarlardan geliyordu ve kentleşme toprak sahiple­ rine karşı savaşımın bir parçası olarak gerçekleştiriliyordu. Toprak sa­ hiplerinin amacıysa, bu süreci durdurmak ya da Mantineia'da bir sü­ re için başardıkları gibi süreci tersine çevirmekti. Bütün bunlar göz önüne alındığında, Yunan siyasal terimlerindeki ilginç bir özelliğin anahtarı ortaya çıkmaktadır. Atina'da arklıon terimi, hem klan şefi anlamına geliyor, hem de her yıl seçilen devlet görevli­ lerinden birini belirtiyordu. İlk anlam, yani klan şefi anlamı eski kulla­ nımdı; ikinci anlamsa, kent-devletinin gelişmesiyle birlikte birinci an­ lamın bağımdan çıkmıştı. Soyluların yönetiminin başladığı sıralarda, kentin yönetim organını oluşturanlar klan şefleriydi. Demokratik dev­ rimle birlikte bu görevler halkın denetimine girmiş, ama eski ad da ko­ runmuştu. Atina'dan daha sonra kurulan başka devletlerde, her yıl se­ çilen yöneticilere demiurgoi, yani "zanaatkârlar" deniliyordu.32 Bu ye­ ni terim, sınıf güçleri dengesindeki değişikliği yansıtmaktaydı.

32 Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 5.47.9; S/C. 183.

K EN TLER İN O L U Ş U M U

35i

4. Ph aiak lan n Ülkesi ve Pylos Odysseus'un yolculuğunun son uğrak yeri, Phaiak'lar tarafından ağırlandığı Skherie Adası, Kerkyra olarak, yani bugünkü Korfu olarak belirlenmişti.33 Skherie Adası'nda yaşayanların eskiden H ypereia'da (yeri belli değil) oturdukları söy­ lenir. Yabanıl kom şuları Tepe­ gözlerin, yani Kyklop'ların bit­ mek bilmeyen saldırılan karşısın­ da kalkıp Skherie'ye göç etmiş­ ler.34 Skherie'liler yaman deniz­ ciymişler. Denir ki, bir seferinde Rhadam anthys'i bir günde Gi­ rit'den Euboia Adası'na götürüp geri getirmişler.35 Gerçi Homeros onlardan epey abartarak söz eder, ama Rhadam anthys'i bir günde Girit'den Euboia'ya götü­ rüp geri getirmeleri, Minos'un deniz egemenliğini akla getirmektedir; Leleg'lerin yerleşim merkezlerinin aym kıyı şeridindeki Leukas ve Akarnania'da bulunduğundan söz edildiğini de belirtmekte yarar var. Minos'un korsanlığı bastırmasından sonra kurulan, hepsi d e surlar­ la çevrili olan ve deniz kıyısında yer alan kentler konusunda Thukydides'in söyledikleri, Odysseia'da anlatılan Skherie'nin konum una cuk oturmaktadır. Bir yarımadanın ucundadır kent. Kente, iki yanında bi­ rer liman bulunan daracık bir kıstaktan varılır.36 Limanların arasında pazar yeri vardır; ortasında bir Poseidon anıtı bulunan, düzgün taşlar­ la döşeli bir alandır burası.37 Burada, kralın ve danışmanlarının otur­ maları için cilalı taştan sıralar vardır.38 Kente giden yol, pazar yerinin hemen ardında, kıstak boyunca uzanan bir surla kesilir. Tanrıça Athena'nm korusunun bitişiğinde yer alan tarlalarla otlaklar, kralın teme33 Hellanikos, 45; Strabon, 44, 269, 299; Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 3. 70. 4. 34 Hypereia, Sicilya'da ya da Argos'da çeşitli yerlerde gösterilir (Odysseia, 6.4.), ama bunların hepsi de, Anadolu'dan kaynaklandığını sandığım ız Kyklop’lar söylencesinden yapılan çıkarsam alardır: Ausftihrliches Lexikon der griechischen und römischen Mythologie, 2 , 1688. 35 Odysseia, 7. 321-24; Herodot Tarihi, 1. 171. 2. 36 Odysseia, 6. 262-65. 37 Aynı yerde, 6. 266-67. 38 Aynı yerde, 8. 5-7; ilyada, 18. 503-04; F. Tritsch, “Die Agora von Elis und die altgriechische Agora”, s. 83,87, 99.

352

T a r ih ö n c e s i Eg e

ııos'u hep anakaradadır.39 Kralın temenos'u, kentten bağrılsa duyulacak uzaklıktadır.40 Odysseia’d a birçok kez geçtiğine bakılırsa, "bağırsan du­ yulur" diye dile getirilen, benimsenmiş bir uzaklık ölçüşüydü; eğer Hindu'lardaki kos’a bakarak bir sonuç çıkarabilirsek, yaklaşık iki bu­ çuk kilometreye denk düşüyordu. Kos, Hindistan'da yerleşik bir uzun­ luk ölçüsüdür ve eski bir kurala dayanır. Bu kural da, köyün sınırları­ nın köy merkezinden bağrılsa duyulacak uzaklıkta olmasıdır.41 Kralın sarayı kentin içindedir; sarayın önündeki bahçede kent hal­ kının su aldığı bir pınar vardır.42 Ancak bu topluluğun önderini kral olarak tanımlamak biraz yanıltıcıdır. En azından, her şeyi tek başına yöneten bir hükümdar değildir. Alkinoos bir basileus'dur, ama on iiç basileus'dan biridir yalnızca.43 Bu on üç şef, yaşlılar kurultayını (boule) oluşturur. Kralın sarayında toplanıp yemek yerler, sorunları tartışıp görüşürler ve pazar yerindeki toplantılara başkanlık ederler.44 Yaban­ cının geldiği günün ertesi sabahı Alkinoos onlara yol gösterir, pazar yerindeki cilalı taşların üstüne oturtur onları. Bu arada Alkinoos'un ulağı da -tellal- kent halkını pazar yerine toplamaktadır. Toplantıda, yabancının nasıl ağırlanacağı, baba toprağına dönüşünün nasıl sağla­ nacağı görüşülecektir. Alkinoos, öteki şefleri sarayında şölene çağırır; bu arada denize bir gemi indirilecek ve halk arasından elli iki delikan­ lı seçilecektir kürek çekmek için.45 Şölenden sonra kralm ozanı çalgı ça­ larak çağrılıları eğlendirir, daha sonra yeniden pazar yerine gidilir, ora­ da top oyunları oynanır, horalar tepilir. Ardından, yabancıya verilmek üzere konukluk armağanları hazırlanır. Şeflerden her biri bir gömlek, bir kaftan, bir külçe de altın verir yabancıya.46 Günbatımında şefler ak­ şam yemeğine saraya dönerler. Yemekten sonra Odysseus onlara kim­ liğini açıklar, başından geçenleri anlatır bir bir. Odysseus'un öyküsü karşısında büyülenen Alkinoos, daha önceki armağanlara ek olarak şef­ lerin her birinin Odysseus'a bir büyük üçayak, bir de leğen vermeleri­ ni, bunun da halka ödetilmesini önerir; dostlan da kabul ederler bu öneriyi.47 39 40 41 42 43 44 45 46 47

Odysseia, 6. 259, 291-93. Aynı yerde. 6. 294, 5. 400, 9. 473,12. 181. The Indian Village Community, s. 11 Odysseia, 7 . 112-31. Aynı yerde, 8. 390-91. Aynı yerde, 7.136-37,185-227, 8. 40-45, 4-7. Aynı yerde, 8. 35-36. Aynı yerde, 8. 390-93. Aynı yerde, 13.13-15, 19. 196-98.

K EN TL ER İN O L U ŞU M U

353

Yunan destanlarında ağır basan soyluluk ruhu gereği sıradan hal­ ka ancak zaman zaman değinilmektedir. İşte bu ara sıra değinmeler­ den anlıyoruz ki, Skherie tek bir kentten oluşan bir topluluktur. Ken­ tin dolayında köyler yoktur. İlk ağızda, çizdiğimiz varsayımsal görü­ nümle çelişir gibidir bu. Ama unutmamak gerekir ki, bu kent o sırada bulunduğu yerde oluşup gelişmiş değildir. Başka bir yerden göç eden insanlar tarafından deniz tecimine elverişli bir yere kurulmuştur. Kal­ dı ki, kentin yapısına daha yakından baktığımızda, varsaydığımız ör­ neğe uygun düştüğü daha eski bir aşamanın belirtilerini görebiliriz. Odysseus'u yurduna götürecek gemiye seçilen delikanlıların sayısı, şef­ lere bağlı olarak seçilmiş görünmektedir. Her şef dört adam vermek­ tedir. Bu da, kentin on üç yöreye bölünmüş olduğunu göstermektedir. Sonra, şefler yabancıya birer leğenle üçayak armağan etmeyi kararlaş­ tırdıklarında, paraların bu yörelerden toplandığına tanık oluruz. Bu yöreler ya da Attika lehçesindeki deyimiyle demos'lar gerçekte başlan­ gıçtaki ilk yerleşim merkezindeki ayrı ayrı köylerdir, ama burada gü­ venliğin ve tecimin gerektirdiği nedenlerden ötürü tek bir yerde top­ lanmışlardır. Telemakhos, Pylos'a vardığında, halkı deniz kıyısında toplanm ış bulur. Oysa halkın her zaman toplandığı yer değildir burası. Nestor'un kıyının az uzağındaki sarayının dışında cilalı taştan bir sıra vardır. Es­ kiden babasının yaptığı gibi Nestor da oraya oturur.48 Halkın olağan durumlarda orada toplandığı söylenebilir. Oysa bu özel bir durumdur. Nestor Ocağı'nın kutsal atası sayılan deniz tanrısı Poseidon'a kurban­ lar kesilmekte, boğalar sunulmaktadır. Deniz kıyısında dokuz hedrai vardır, bunların her birine beş yüz kişi ve dokuz boğa düşmektedir 49 Sayılarının çokluğuna bakılırsa bu hedrai oturulacak yer anlammda "sı­ ralar" değildir; halkın bölündüğü dokuz küme için belirlenm iş ayrı alanlardır. Homeros başka yerlerde de pazar yerinin olağan bir biçim­ de böyle bölündüğünden söz etmektedir.50 Nasıl Telemakhos Pylos'a vardığında halk deniz kıyısında dokuz küme olarak sıralandıysa, İh/cıda’da anlatıldığı gibi, Nestor'un krallığı da dokuz bölgeyi içerir. Bu ka­ dar da değil; her küme nasıl Poseidon'a dokuz boğa kurban ediyorsa, Nestor da Troya'ya Her bölgeden on tane olmak üzere doksan gemiy48 Aynı yerde. 3. 406-12. Troya’daki pazar yeri, sarayın önündeydi; İlyada, 2. 788-89. O lym pia'lılar Olympos'un tepesinde, yani kendi akropolis'lerinde toplanırlardı; İlyada, 8. 2-3. 49 Odysseia, 3.5-8. 50 ilyada, 1 99. 211; Odysseia, 3.31,8.16.

354

T a r ih ö n c e s i E g e

le g i d e r .51 E v e t , N e s t o r 'u n k ra llığ ı, k a b ile d ü z e n i te m e l i n d e ö r g ü tl e n ­ m iş ti.

5. Atina'nın İlk Dönemi Ş im d i d e , k e n t -d e v le tl e r in in e n b ü y ü ğ ü n e g e ç e l i m v e b u k e n t-d e v le tin in o l u ş u m u n u b ilg ili b ir a r k e o lo ğ u n u s ta lığ ıy la d ile g e tir e n T h u k y d i d e s 'd e n d in le y e li m :

Kekrops ve ilk kralların hükümdarlığından Theseus'un zamanına ka­ dar Attika'da, her birinin kendi arklıon'u ve kendi pn/taneiorı'u olan çe­ şitli yörelerde oturuluyordu. Bir tehlikeyle karşı karşıya gelinmedikçe, arkhon'lar kralla birlikte meclis toplantısına katılmıyor, işleri kendi ye­ rel meclislerinden, bağımsız olarak yönetiyorlardı. Dahası, Eleusis'lilerin Erekhteus'a karşı Eumolpos'u desteklediklerinde olduğu gibi, za­ man zaman birbirleriyle savaşa bile girişiyorlardı. Ne var ki, güçlü ve uzak görüşlü bir kral olan Theseus, bütün bu yerel meclisleri ve yetki­ leri ortadan kaldırıp onları tek bir merkezî meclis ve prytaneion oluş­ turduğu Atina'da toplayarak ülkeye yeni bir düzen verdi. Malına mül­ küne el sürmedi kimsenin, yalnızca onları tek bir kentin yurttaşları ol­ maya zorladı. Dört bir yanı surlarla çevrili olan bu kent hızla büyüdü, genişledi ve Theseus'un ardıllarına kaldı. Bu olayın anısına o gün bu­ gündür Atinalılar Synoikia denilen halk bayramlarını kutlarlar. O za­ mana kadar kent, Akropolis'den ve onun güneye uzanan eteklerinden oluşuyordu. Hemen bütün eski tapmakların ya güney yamaçta ya da Akropolis'de olmaları bunun kanıtıdır... Gene, şimdi Dokuz Pınar diye bilinen kuyu, tiranlar zamanında yeniden yapılmadan önce, Kallirhoe denilen açık bir pınardı. Eski zamanlarda, kolay erişilebilir olduğu için başı öteki pınarların hepsinden daha kalabalık olurdu bu pınarın. Bu alışkı bugün de sürdürülmekte, düğünlerden önceki kuttörenlerde ve başka kutsal olaylarda bu pınarın suyu kullanılmaktadır. Son olarak, Akropolis'in çok eskiden oturulan bir yer olması bugün Atinalüarın ona niçin Kent (polis) dediklerini açıklamaktadır.52 51 İlyada, 2. 591-602; Odysseia, 3. 7; G. Glotz, La citi grecque, (Paris, 1928), s. 44. Bu sayılar titizlikle hesaplanmıştır kumsalda toplananların toplam sayısı olan 4500 (90x50), askeri birlikteki savaşçı sayısına (90x50) uygun düşmektedir. 52 Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 2.15.

K e n t l e r İn O

lu şu m u

355

Kent-devletinin yaygın bir özelliği olan prytaneion,53 kent konağıy­ dı; kent ocağının, sürekli yanan ateşin bulunduğu yapıydı.54 Bir kolo­ ni kurulacak oldu mu, göç edecek kişiler yanlarına bu ocaktan yanan odunlar alırlar, gittikleri denizaşırı ülkede bunlarla yeni bir prytaneion başlatırlardı.55 Seçkin yabancılar, yabancı ülkelerden gelen elçiler, sa­ vaşta ya da Yunanlılararası oyunlarda kazandıkları başarılarla halkın övgüsünü toplayan yurttaşlar bu yapıda ağırlanırlardı.56 Sözcüğün kö­ keni açısından bakarsak, prytaneion, prytanis'in ya da "başkan'Yn evi demektir. Bu da gösteriyor ki, tarihçi Thukydides her kentin kendi arkhon'u ve pn/tatıeion'u bulunduğunu söylerken, yaşlüar meclisi toplulu­ ğun kutsal ocağında asıl şefin başkanlığında toplandığında asıl şefin ötekileri ağırladığı evden söz etmektedir. Demek, kent konağı, ta geri­ lere götürüldüğünde, uzun ama kesintisiz bir yolun sonunda ilk kamp ateşine varmaktadır. TlteseusTa ilgili ayrıntıları Aristoteles anlatıyor. Theseus, halkı üç sınıfa ayırm ış: Eupatrid'ler, G eom or'lar ve D em iurgos'lar.57 Eupatrid'ler, merkezdeki kentin m eclisinde görev yapma hakkına soydan sahip olan şeflerin aileleriydiler; adlarının "soylu babaların oğulları" olması da, soylu bir kast olarak birleşmeleri ile babayanlı soyun resmi olarak tanınmasının aynı zamana rastladığını düşündürmektedir. Geomor'lar, kırsal bölgede yaşamayı sürdüren küçük toprak sahipleriydi­ ler. Demiurgos'lar, yani zanaatkârlar, diyebiliriz ki çoktan kentte yo­ ğunlaşmaya başlamışlardı. Tarihsel dönemde, Demiurgos'ların bir ke­ simi olan çöm lekçiler, kent yöre ya da bucaklarından birinde, Kerameikos'da kendi mahallelerinde oturuyorlardı ve anlaşıldığı kadarıy­ la oraya çok eski zamanlarda yerleşmişlerdi.58 Eğer bu yörelerin tari­ hini izleyebilseydik, büyük bir olasılıkla, kent genişledikçe zaman za­ man yeniden kurulmalarına karşın bunların Akropolis çevresinde kü­ melenen köylerden geliştiklerini görecektik; hiç kuşkusuz, Akropolis'in, o doğal kalenin, sözcüğün başlangıçtaki anlamında bir polis ol­ duğu dönemde. 53 Publius Aelius Aristides, Panothenaikos, 103.16; Titus Livius, 41. 20. 54 Pindaros. N, 11.1; Pausanias, 5 .1 5 .9 . Kimi toplu ant içme törenlerinde Hestia Zeus'dan daha çok geçiyordu: S IC. 527.10; Platon. Leg. 745b, 848d; Pausanias, 5.14. 4. 55 EM. Prytaneia. 56 Dictionnaire des anliquites grecques et romaines, bkz. Prytaneion. Olympia prytaneion'u için bkz. E.N. Gardiner, Olympia, its History and Remains (Olympia. Tarihi ve Kalıntıları), (Oxford, 1925). s. 16769. 57 Aristoteles, fr. 385; Plutarkhos, TJıes. 25. 58 Pbilokhoros, 72; Menecl. 3=FGH. 4.449.

356

T a r İh ö n c e s İ E g e

Gerek Thukydides'in, gerek Aristoteles'in bu konuda anlattıkları el­ bette sözlü gelenekten alınmıştır ve özünde doğru sayılabilirler. Yalnız değişikliklerin nasıl gerçekleştiği ve bunların Theseus'un adıyla bağ­ lantıları konularında kuşku duyulabilir. Theseus'a yakıştırılan son bir­ leştirmeden önce, doğallıkla daha küçük çaplı benzer çabalar olmuştur. Strabon'a bakılırsa, Theseus'un bütün yaptığı, daha önce Kekrops'un kurduğu on iki kentlik bir genbirliğini merkezileştirmekti.59 Atina bu on iki kentten biriydi; bir başkası ise, daha önce de sözünü ettiğim Ku­ zeydoğu Attika'nın fetrapolis’iydi. Anlaşılan, Kekrops'un genbirliği bi­ le kendi türünün ilk örneği değildi. Eupatrid'lerin sonunda yükselme­ leri de, krallığın ağır bir süreç içinde gerçekleştiğini bildiğimiz çöküşü ile uygun adım meydana gelmiş olmalıdır. Dor'ların Peloponnesos'u istilalarından sonra, NeleidTerin bir kolu olan Medontid'lerde krallık soydan geçer oldu. Neleid'leri Dor'lar Pylos'dan atmışlardı. Öyle gö­ rünüyor ki, kralın yetkelerine gelen ilk sınırlama, EupatridTerin kendi aralarından seçtikleri ayrı bir savaş şefinin (pokm arkhos) ortaya çıkışıy­ la birlikte görüldü.60 Sekizinci yüzyıl ortalarında krallık MedontidTerde hâlâ soydangeçmeyken krallar on yıllık bir görev süresi için seçil­ meye başladılar ve bir sonraki yüzyılın başlarında krallığın yerini, Eu­ patridTerin tüm üyelerine açık olan ve bir yıl için göreve gelen dokuz arkhont aldı. Ama o zaman bile krallık ortadan kalkmadı. Kurultay, arkhon basileus'un, "kral arkhon"un başkanlığında Kral Konağı'nda top­ lanmayı sürdürdü.61 Medontid'ler ise, krallık ayrıcalıklarını son kalın­ tısına kadar korudular. Akropolis'in eteklerinde bir toprak parçasına sahiptiler; eski zamanlardaki ternenos'larıydı bu toprak parçası.62 Bir de, Theseus'un kendisiyle ilgili bir sorun var. Theseus'un aslen Kuzeydoğu AttikaTı olduğuna ve altıncı yüzyılın ikinci yarısında ulu­ sal kahraman mertebesine yükseltildiğine inanmamız temelden yok­ sun sayılmaz. Bundan da anlaşılıyor ki, Theseus'un Attika'nın birliği­ ni sağlamadaki rolü o dönemde yakıştırılmıştır. Theseus, beşinci yüz­ yılda, Atina demokrasisinin kurucusu olarak sunuldu; gönülsüz köy ileri gelenlerini kaba koltuklarından kalkıp kentin rahatlıklarına yönel­ meye zorladıktan sonra Theseus krallıktan vazgeçmiş, yönetimi halka bırakarak Atina demokrasisini kurmuştu.63 Schefom d'un geçenlerde 59 60 61 62 63

Strabon, 397. Aristoteles, Ath. 3. 3; Pausanias, 4. S. 10,1. 3.1; Justinus, 2. 7; Cambridge Ancient History'de Cary, 3. Aristoteles, Ath. 57. /G. 1.497. Plutarkhos, Thes. 25.

K EN TL ER İN O L U ŞU M U

357

belirttiği gibi Atina demokrasisinin kurucusu Kleisthenes'in uydurmuş olabileceği bu güzel masala ille de inanmamız gerekmiyor.64 Yerel şef­ lerin köylerden ayrılmak istemedikleri yolundaki görüş, gerçekte, Attika'lı köylülerin yuvalarına bağlılıklarıyla ün yaptıkları beşinci yüz­ yılın koşullarına uygun düşmektedir.65 Öte yandan, EupatridTerin kent­ te oturmakla yitirecekleri hiçbir şey olmamasına karşılık, kazanacakla­ rı çok şey vardı. Çünkü mallarını mülklerini korudular ve güçlerini ar­ tırdılar. Kendi çıkarlarını kollamak için hiçbir dış dürtüye gerek duy­ madılar; krallığın yerine kurdukları düzen en sonunda öylesine katla­ nılmaz bir nitelik aldı ki, halk başkaldırdı, kodamanları ülkeden attı ve onların geniş topraklarını kendi aralarında bölüştü. Öykünün bu bö­ lümüyle ilgili olarak, ilk kralların yetkesinin hiç kuşkusuz hâlâ canlı bir kabile eşitliği düşüncesiyle kısıtlandığı söylenebilir olsa olsa. Çün­ kü kabile eşitliği, yok olup gittikten sonra bile, insanların kafalarmda ne zamanın, ne de zorlukların silip atabildiği bir dem okratik ülküler kalıtı bırakmıştı. Bizdeki demokrasi geleneğinin esin kaynağı da, be­ şinci yüzyıldaki yeni demokrasinin bu eski anılarının coşkusu olabilir pekâlâ.

64 K. Schefold, "Kleisthenes", Museum Helveticum, (Basel, 1943-}, 3. 65-67. 65 Thukydides, Peloponnesos Savası, 2.16. 2; Aristophanes, fij. 805-07.

Dördüncü Bölüm

KAHRAMANLIK ÇAĞI Benim tü m v a rlığ ım , k a rg ım , kılıcım v e k alk an ım ; b un larla ekip b içer, b un larla şa ra p alırım ü z ü m d e n , k en d im e b u n larla b ey d ed irtirim k ölelerim e. H Y B R İA S

K a rd e ş k a rd e ş le d ö v ü ş e c e k v e k a rd e ş k a rd e ş i b o ğ azlay acak v e bacıların çocu kları hısım ak rabalığa leke sü recek .

Völuspa*

*

Völuspa, İskandinav mitologyasının başyapıtlarından Edda'nın evren ve tanrı doğumunu kapsayan bölümü. Bu bölümde, evrenin ve tanrıların yaratılışı, tanrıların soy zinciri anlatılır. Özellikle Saemund'un Edda'sı Kuzey mitologyasının başlıca kaynaklarındandır. Gerçekte iki Edda vardır ve ikisi de yedinci yüzyıl ile on ikinci yüzyıl arasında yazılmıştır, (f.n.)

3& ı

XI

M YKEN E H ANEDANLARI

1. Geleneksel Süredizin Dördüncü yüzyıldan sonra, Yunan tarihçileri, yılları O lim piyatlar­ la, iki Olimpiyat Oyunları arasındaki dört yıllık dönemlerle hesapla­ maya başladılar. Yerel olayların, her yıl seçilen yüksek görevlilerin ad­ larıyla tutanaklara geçirilmesi sürdürülüyordu. Tarihçiler, daha eski zamanlara ilişkin hesaplamalarını geleneksel soyağaçlarına dayandır­ mak zorundaydılar. Kapsamlı bir süredizin hazırlama yolundaki ilk çaba, İ.Ö. 264-263 tarihine uzanan uzun bir yazıtla, Paros M ermeri'yle gerçekleşti. Daha sonraki yıllarda Eratosthenes ikinci bir girişimde bu­ lundu. Ama Eratosthenes'in girişim inin sonuçları da Paros Mermeri'nden çok farklı sayılmaz. Nitekim Eratosthenes Troya kentinin dü­ şüşünü İ.Ö. 1209 yılma değil de, İ.Ö. 1183 yılına yakıştırır. Modern arkeoloji bu konuya yepyeni bir yaklaşım getirdi. M ısır'da­ ki kazı alanlarında Minos yapıtları, Minos'daki kazı alanlarında da Mı­ sır yapıtları bulundu. Böylelikle, Yunan tarihöncesi, M ısır tutanakla­ rıyla birçok noktada eşzamanlı kılındı; buna karşılık, M ısır tutanakla­ rı da M ısır takvimince gökbilim e göre tarihlendirildi. Kuşkusuz, bu yöntem kesin belirlemeler açısından umut verici, ama gene de birçok sorunun üstesinden gelinmiş değil. Arkeoloji, Yunan söylencesindeki kadın ve erkek kahramanları tüm­ den tarihdışı sayarak bir yana bırakan birçok on dokuzuncu yüzyıl bil­ gininin akademik kuşkuculuğuna son verdi. Artık, ne denli akü almaz, düş ürünü abartmalarla dolu olurlarsa olsunlar bu geleneklerin gene de çoğu zaman gerçeğin çekirdeğini içerdikleri kabul ediliyor. Gerçi kimi modem tarihçiler de öbür uca kaydüar. Örneğin, Perseus, Herakles, Mi­ nos, Theseus ve İason gibi söylence kişilerini gerçek kişiler saydı Bury.

362

T A R İH Ö N C E S İ E g e

Bu kişilerin gerçekliğine Yunanlıların kendilerinin de inandığını, Homeros'da temel alman soyağaçlarının şaşırtıcı ölçüde tutarlı olduğunu ileri sürdü.1 Gelin görün ki, Yunanlılar İ.Ö. 1521 yılma yakıştırdıkları ataları Hellen'in ve İ.Ö. 1600 yılma yakıştırdıkları insan soyunun yara­ tıcısı Prometheus'un da gerçek olduğuna aym ölçüde inanıyorlardı. En azından Hellen ile Prometheus katıksız birer söylencedir; ötekilerden tek farkları, kendilerine yakıştırılan değer ölçüsüdür. Doğrusu, Homeros'daki soyağaçlarının tutarlılığı da su götürür. Hemoros'da karşımı­ za çıkan soyağaçlarmda, başlangıçta birbirinden bağımsız olan bir yı­ ğın gelenek, rastgele uyarlamalar ve çarpıtmalarla dolu tek bir birleşik sisteme indirgenmiştir. Nilsson, bu soyağaçlannı böyle görüyor.2 Nite­ kim, sözkonusu soyağaçlarının arkeolojinin vardığı sonuçlarla birçok noktada çelişmesi de Nilsson'un bu görüşünü güçlendiriyor. Çizelge XII E R A T O S T H E N E S ’İN S Ü R E D İZ İN İ I.ö. 1313 1261 1225 1213 1200 1183 1176 1124 1104 1053 1044

Thebai kentinin Kadmos tarafından kurulması. Herakles'in doğumu. Argonaut'ların yolculuğu. Yediler’in Thebai'a karşı savaşı. Agamemnon'un Mykene'de tabta çıkışı. Troya kentinin düşüşü. Akha'ların Salamis'e (Kıbrıs) yerleşmeleri. Thessalia'nın Thessal'ler tarafından ele geçirilmesi. Oor'ların Peloponnesos'u istila etmeleri. Aiol'ların Lesbos'a yerleşmeleri. lon'ların göçü.

Minos, Troya Savaşı'ndan önceki üçüncü kuşağa, yani Eratosthenes'in hesabına göre İ.Ö. 1260 yılının kuşağına yakıştırılmıştı. KariaTı korsanları Ege Denizi'nden sürüp atan Girit kralıydı Minos. Knossos kentindeki yönetime on beşinci yüzyılda son verilmişti; büyük bir ola­ sılıkla da A kha'lar son vermişti bu yönetime. İşte bu yüzden, Bury de, Minos'u Girit'in Akha'lı bir yöneticisi olarak aldı.3 Oysa öyle olsaydı, Minos korsanlığın köküne kibrit suyu ekmiş olam azdı; çünkü Mısır kaynaklarından öğrendiğimize göre, Ege Denizi on üçüncü yüzyılda 1 2 3

J.8. Bury, Cambridge Ancient Histoıy'de, 2.478; J.L. Myres, Who Were the Creeks? (Yunanlılar Kimlerdi?), (Berkeley. 1930). s. 340-46., M.P. Nilsson, Homer and Mycenae (Homeros ve Mykene), (Londra, 1933), s. 58. j.B. Bury, History o f Greece (Yunanistan Tarihi), (İkinci basım, Londra. 1913), 2.475.

M YKENE H ANEDANLARI

363

çeşitli halkların düzensiz akınlan sonucu tam bir kargaşa içine düşmüş­ tü ve bu halklar arasında Akha'lar da bulunuyordu; Akha'ların ise ne denli yasal bir denizcilik anlayışları olduğunu İlyada ve O dysseia’d a okuduklarımızdan çıkarabiliriz.4 Bu geleneğin tarihi, ancak içeriğin­ den vazgeçilerek korunabilir. Oysa içeriğini kabul etmek, tarihini ise bir yana bırakm ak çok daha akla uygundur. M inos'un denizlerdeki egemenliğine ilişkin öykü gerçektir, ama tarih bakımından Knossos'un düşüşünden önceki döneme denk gelmektedir.5 Kendilerine arkeolojik temelde kabul edilebilir bir yer bulunabilen bütün tarihöncesi kişiler için de aynı görüşler bütünüyle geçerlidir. Hepsi de kendi zamanlarından daha sonraki tarihlere yakıştırılmıştır. Bu ilk kuşaklar, geleneği yazan tarihçilerce daha yakın zamanlara ge­ tirilmiştir. Bu durumda, kişilerin kendilerinin gerçekliğini de gözü ka­ palı kabullenmemiz güçtür. Bunlar, hanedan değişiklikleri, istilalar, sa­ vaşlar ve göçler gibi çok uzak geçmişte yatan, ama can alıcı bir etkile­ yicilik taşıyan olayların, halk arasında yaygınlık kazanmış simgeleri olarak ele alınmalıdır.

2. A rk e o lo jik Ç e rçe v e Mykene'de İ.Ö. 1600'den kısa bir süre önce, krallarıyla kraliçeleri Oluk Göm ütler'e gömülen güçlü bir hanedan boygösterdi. Bu gömütlerin en eskilerinde pek az Minos etkisine rastlanır, ama daha sonraki­ lerde Minos etkisi çok belirgindir; altından ve gümüşten çanaklar ve taçlar, süslü tunçtan kılıçlar, gerçekçi av sahneleri işlenmiş hançerler. En ilginciyse, kuşatılmış bir kentin surları dibinde bir savaş sahnesiy­ le süslenmiş gümüşten bir mühür. Saldıran erlerin tolgalarındaki at kuyruğu sorguçlar, Karia'lılarla Lykia'lıları akla düşürüyor hemen, Bu krallar, Mykene ve Tiryns kentlerini surlarla çevirerek berkitmişler, ül­ keyi Korinthos Kıstağı'na (berzah) kadar denetimleri altına almışlar, Thebai ve Orkhomenos kentlerinin ilk hükümdarlarıyla Korinthos Kıs­ tağı üzerinden bağ kurmuşlardı.6 4 5

6

İlyada, 11. 625; Odysseia, 4. 81-90, 9. 40-42,14.229-34. H.R. Hall, The Civilisation o f Greece in the Bronze Age (Tunç Çağı’nda Yunanistan Uygarlığı), (Londra, 1928), s. 265-66. Paros Mermeri'nde yazılanlara bakılırsa, Minos adını taşıyan iki kral vardı. Bunlardan biri İ.Ö. on beşinci yüzyılda, öteki ise İ.Ö. on üçüncü yüzyılda yaşamıştı. Bkz. Plutarkhos, Thes. 20; O.S. 4. 60. Minos adı, tıpkı Firavun ya da Sezar gibi, bir krallık sanıydı büyük bir olasılıkla. Mykene hanedanlarıyla ilgili bu bilgileri verirken, A.J.B. Wace'in açıklamalarını temel aldım.

36 4

T A R İH Ö N C E S İ E g e

İ.Ö. 1500 dolayında bu hanedanın yerini Ta­ pmak Gömiit Hanedanı aldı. Bu türden gömütler Messenia'da ve Lakonia'da ortaya çı­ karılmıştır. Tapmak Gömüt Hanedanı'run yö­ netimi süresince, Mykene kenti gücünü Peloponnesos'un dört bir yanmda duyurdu; Thebai ve Orkhomenos kentleriyle ilişkiler sıklaştı ve bu kentler aracılığıyla Mykene kültürü Thessalia'ya girdi. Resim 55. O luk G öm üt İ . 0 . 1450 ile 1400 yıllan arasında bir zaman­ H anedanı'nın altından da, içlerinde Knossos'un da bulunduğu Giyapılmış ölüm maskı rit'in bütün kentleri bir yangın sonucu yok ol­ du. Bu yıkıma bir savaş mı yol açtı, yoksa söz­ gelimi deprem gibi doğal bir neden mi, şimdilik belli değil. Ama daha sonraki kalıntılarda, buraya yabancıların gelmiş olduğunu düşündü­ recek hiçbir belirtiye rastlanmıyor; Akha'larm daha bu olaydan önce Girit'de oldukları akla yatkın görünüyor.7 Knossos düştükten sonra, Mykene Ege dünyasının siyasal ve kültü­ rel merkezi durumuna geldi. On dördüncü yüzyıl başlarında ortaya çı-

Resim 56. M ykene’de yaban dom uzu avı: Tiryns’den bir duvar resmi 7

J.D.S. Pendlebury, Archaeology o f Crete, (Girit Arkeolojisi), (Londra, 1939), s. 281; A.J.B. Wace, "History of Greece in the third and second milleniums BC" (“İ.Ö. üçüncü ve ikinci binlerde Yunanistan Tarihi"), Historia, 2. 87-88.

Myk en e Ha n

edan lari

365

Resim 57. Cem iye binm e sahnesi: Tiryns'den bir m üh ü r

kan yeni bir kral, kenti yeniden kurdurdu. Kentin ortasında bir saray, sarayın çevresinde saray görevlilerinin konutları ve kralın gelirleri ta­ hıl ve zeytinyağının saklandığı ambarlar yer alıyordu. Kentin duvar­ ları üç metre kalınlığında kocaman taş parçalarıyla örülüydü. Kentin ana girişinde ünlü Aslan Kapısı bulunuyordu. Aslan K apısı'nın tepe-

Resim 58. Mykene’deki Aslan Kapısı

366

T a r ih ö n c e s İ E g e

sinde, bir kutsal sütunun iki yanında yüzleri birbirine dönük, art ayak­ ları üstüne kalkmış iki aslandan oluşan bir kabartma vardı. Kapının he­ men içersinde, Oluk Gömüt Hanedanı'nm gömütlüğünü çember biçi­ minde çevreleyen taşlar; gerideki bayırda da belki de aynı kralın yap­ tırdığı ve Atreus'un Gömütü diye bilinen ilençli gömüt yer alıyordu. Mykene halkıysa kalenin aşağısındaki kentte yaşıyordu.8 Aynı yüzyılın sonlarında Tiryns kentine yeni ve daha büyük saray yapıldı. Bu kez halk, saray dışındaki kalede oturmuyordu; ama güçlü bir biçimde berkitilmiş olan kale, çevresinde yer alan kentteki insan­ larca bir sığmak olarak kullanılıyordu. Tiryns kentinin krallarının, Korinthos'a kadar bütün ülkeyi doğrudan denetimleri altında tutan Myke­ ne krallarına bağımlı olduklarını düşünmek yanlış olmaz. Lekhaion'un doğusundaki Korakou'da bir limanları vardı. Bu limandan kalkan ge­ miler tecim yapmak amacıyla Korinthos Körfezi'nden aşağılara iniyor, karşıya Thisbe'ye geçiyorlardı; Thebai'a ve Orkhom enos'a varıyordu yolları.9 Ege'nin dört bir yöresinde ve çok daha ötelerde yığınla Mykene ya­ pıtı bulunmuştur. M ykene'liler batıda Sicilya ve İspanya'ya kadar so­ kulmuşlardı. Doğudaysa Troya, Kıbrıs, Suriye ve M ısır'la yakın ve sü­ rekli ilişkileri vardı. Ancak her zaman barışçıl değildi bu ilişkiler; öyle görünüyor ki, on üçüncü ve on ikinci yüzyıllarda Mykene kültürünün taşıyıcıları, yasal tecimenlerden çok yağmacılar ve yurtlarından kop­ muş göçmen topluluklarıydı. Son olarak, M inos'dan esinlendiği her zaman açık olmasına karşın Mykene kültürünün Minos-dışı birçok özelliğinin de bulunduğu söy­ lenebilir. Bu özelliklerin en göze çarpanları "m egaron" tipi ev, kışa kol­ lu harmani, çengelli iğne ve kehribar kullanımıdır. Göründüğü kada­ rıyla, bunların hepsi de kuzeyden gelmiştir.10

3 . G e le n e k s e l H a n e d a n la r Mykene, Tiryns, Thebai ve Orkhomenos'la ilgili söylenceler bu çer­ çeveye ne ölçüde oturtulabilir? "Ege'nin Anaerkil Halkları" başlıklı bö­ lümde (ikinci Bölüm, V) bu soruna bir yaklaşımda bulunmuştuk. Do­ 8 A.J.B. Wace, Cambridge Ancient History'de, 2.457-60. 9 Aynı yerde. 2. 457-60. 10 Homer and Mycenae, s. 72-82.

Myk en e Han

edanlari

367

layısıyla, orada ortaya koyduğumuz sonuçları özetlemekle başlayabi­ liriz işe. Erken Kyklad ve Hellas dönemlerini Karia'lılar ve Leleg'lerle bir tutmayı önermiş, öte yandan belirleyici özelliğini "M inias çömle­ ğ in d e bulan kültürü de Pelasg'lara yakıştırmıştık. Bu özdeşlemeler­ den, çok açık seçik görünen birincisi daha fazla yorumda bulunmayı gerektirmiyor, ama İkincisi daha karmaşık. Minias çömleği Girit'de de­ ğil, KykladTarda bulunmuştur; buna karşılık, Pelasg'lara KykladTar­ da değil, G irit'de rastlanabilmektedir. Varsayımımızı savunacaksak, bu çelişmeyi açıklamak zorundayız. Öteki Girit halkları gibi Pelasg'lann da G irit'e A nadolu'dan gelm iş oldukları düşünülebilir; A nado­ lu'daysa, Pelasg'ların izi güneye, Maiandros ovasındaki Tralles'e ka­ dar sürülebilir.11 Demek ki, Pelasg'lar, Makedonya üstünden Troas'dan geçip Thessalia'ya varan ana koldan, Minias çömleğinin ayırt edici özel­ likleri daha gelişmemişken kopmuş olabilirler. Gene de, Pelasg'ların KykladTarda görülmemesi, Minias çömleğinin güneye doğru yayılma­ sında bir başka etkenin bulunması gerektiğini göstermektedir. Bura­ da, Tyroid'lere ve Lapith'lere başvurabiliriz. Bu iki topluluğun adları, ilk kez, bir deneme olarak Dimini kültürüyle özdeşlendikleri Thessalia'da duyulmuştur. Tyroid'ler de, Lapith'ler de, Orkhom enos'un yö­ rüngesine girmişler, güney Yunanistan'a doğru yayılmışlardır. Tyroid'lerin izine Korinthos'da, Elis'de ve Messenia'da; Lapith'lerin izine de Attika'da, Korinthos'da, Elis'de, Arkadia'da, Argolis'de ve aym za­ manda KykladTarda rastlanabilir. Argos soyağaçlarmda ve Rodos'da karşımıza çıkan Phorbas ile Triopas, Lapith adlarıdır.12 Oğulları Diktys ile Polydektes'in Seriphos'a yerleştikleri Magnes kesinlikle Thessalia'lı ve sanırız Lapith'lerdendi.13 İşte bu nedenlerden ötürü, güney Yu­ nanistan'da Minias çömleğinin Tyroid'ler ile Lapith'lerin yardımıyla Pelasg'lar tarafından yaygınlaştırıldığı; Tyroid'lerle Lapith'lerin Mini­ as çömleğini Pelasg'lardan Thessalia'da ya da Boiotia'da aldıkları varsayılabilir. Orkhomenos soyağacı tam bir yamalı bohçadır. Bu kitapta "Ege'nin Anaerkil Halkları" bölümünde incelediğimiz Thessalia'yla olan bağ­ lantıları dışında, M iny'ler, bir Demeter saray tapımma bağlı Minoslulaştırılmış Pelasg'lar olarak kabul edilebilirler; Trophonios ve Agamedes tapmaklarının mimari güzellikleri hiç kuşkusuz Kopais havzasmst. B. 12 Pausanias, 2 .1 6 .1 ; Hyg. Asi. 2.14. 13 Apollodoros, 1. 9. 6. 11

368

T a r ih

ön cesi

Eg e

da ortaya çıkarılmış olan Geç Mykene yapılarından esinlenmişti. Bü­ tün diyebileceğimiz bu kadar. Poseidon ile Libya'nın iki oğulları vardı: Belos ve Agenor. Belos, Mı­ sır kralı oldu. Agenor ise, Fenike'ye yerleşti ve Europa, Phoiniks, Kiliks ve Kadmos adlı dört çocuğu dünyaya geldi. Boğa kılığına bürünen Zeus, Europa'yı Girit'e kaçırdı. Ve Europa Girit'de M inos'u dünyaya getirdi. Europa'yı arayıp bulmak amacıyla yurdundan ayrılan Kiliks, Kilikia'ya yerleşti; Kadmos'un yolu ise Rodos'a, Thasos adasma ve en sonunda Delphoi'a vardı. Orada Delphoi bilicisi, kız kardeşini aramak­ tan vazgeçmesini ve bir kent kurmasını öğütledi Kadm os'a. Kadmos da yolda bir ineğin ardına takıldı, ineğin çöküp oturduğu yere Thebai kentini kurdu.14 Bu öyküyü ne edeceğiz? Bir yana bırakamayız. Kadmosoğulları en azından altıncı yüzyıla kadar Yunanistan'ın çeşitli yörelerinde yaşa­ mışlar ve her zaman Fenike'liler olarak kabul edilmişlerdir.15 Buna kar­ şılık, Fenike'liler dokuzuncu yüzyıldan önce Ege'de en küçük bir iz bı­ rakmamışlardır. Bir görüş, Kadmos söylencesinin bir sözcük karışıklı­ ğına dayandığı yolundadır. Phoiniks sözcüğü hem Fenike'li, hem de "kızıl derili" anlamına gelmektedir; Kadmos'un da, Girit'den gelen "kı­ zıl derili" bir M inos'lu anlamında Fenike'li olduğu ileri sürülmekte­ dir.16 Kadm osoğullarının bir bakıma Minos'lu oldukları, Europa'nın öyküsünden ve onların Demeter tapımından bellidir. Ne var ki, Minos'lularm "kızıl derililer" olarak ayırt edildikleri ya da edilmiş olabi­ lecekleri yolunda hiçbir kanıt yoktur. Bu sorunun ipucunun, Suriye'de­ ki Orontes ırmağının ağzı yakınlarında, Ugarit'de (Ras Şamra) yapılan son kazılarda yakalanabileceğine inanıyorum. Bu kent çok eski zaman­ lardan beri, Mezopotamya, Mısır, Anadolu ve Girit arasındaki tecimin bir antreposu niteliğindeydi. Burada, en eskileri on yedinci yüzyıla ka­ dar uzanan birçok Minos ve Mykene yapıtı bulunmuştur.17 Dahası, Wo­ olley, Orta M inos kültürünün bazı belirleyici özelliklerini doğrudan doğruya bu bölgeden almış olabileceğini öne sürm üştür.18 İ.Ö. ikinci binde bu bölgede Babilce, Hititçe, Mısırca ve Fenikece ile İbranicenin anası olan İlk Fenikece de içinde olmak üzere en azından yedi ayrı di­ 14 15 16 17

Apollodoros, 3 .1 .1 ; 3. 4,1. Herodot Tarihi, 2. 49, 5. 58. vb. Bkz. Homer and Mycenae, s. 131. T.H . Caster, "Ras Shamra, 1929-39", Antiquity, 13. 304; C.F.A. Schaeffer, Cuneiform Texts o f Rot Shamra (Ras Şam ra’daki Çiviyazısı Metinler), (Londra, 1939), s. 3. 18 L. Woolley, “Tal Atchana", Journal o f Hellenic Studies, 56.132.

My k e n

e

Han

edanlari

369

lin konuşulduğu biliniyor.19 Dolayısıyla, Kadmosoğullarımn, Orta Mi­ nos döneminde Girit üstünden Yunanistan'a ulaşmış FenikeTiler olma­ ları güçlü bir olasılıktır. Gerçekte bir olasılıktan da ileridir böyle olma­ s ı , çünkü Ugarit'deki çiviyazısı metinlerde anlatılan bir Fenike söylen­ cesinde boğa-tanrı El ile ana tanrıça Aşerat, Zeus ile Europa'ya büyük bir benzerlik göstermektedir.20 Bir kez daha görüyoruz ki, modern ar­ keoloji eski geleneği şaşırtıcı bir biçimde doğrulamaktadır; üstelik, bu örnekte, bir başka kitapta ortaya koyacağımız gibi, belirtiler çok geniş kapsamlıdır. Argos soyağacı, Troya Savaşı'ndan önceki on yedi ya da on sekiz kuşağa kadar uzanır. Gerçi Argos soyağacı eldeki en uzun soyağacıdır, ama içinde yer alanlar düşkırıcıdır. Bu soyağacının, M ykene'ye ve Tiryns'e üstüniüğii ancak Dor istilası sonrasına kadar uzanan Argos'un çıkarları doğrultusunda istenildiği gibi yeniden düzenlendiğini ortaya koyan her türlü belirti vardır. Argos soyağacı, Çizelge X lll'd e, kendi yorumunu yerel geleneğe dayandıran Pausanias'm verdiği biçimde su­ nulmuştur.21 Adların bazıları nerdeyse hiçbir şey dem iyor bize, onun için bundan sonraki görüşlerimi belirtirken kendimi yalnız som ut so­ nuçlar çıkartılabilecek adlarla sınırlamak istiyorum. Soyağacının tepesinde, kentten geçen ırmak İnakhos'dan olma Phoroneus yer alıyor. Phoroneus, göçebelere kentlerde nasıl yaşanılacağım öğreten "ilk insan" olarak tanımlanmaktadır.22 Gene, Megara'da da, Karia'lı Kar'ın babası olarak çıkmaktadır karşımıza. Bu da, Erken Hel­ las yerleşmecilerini temsil ettiğini akla getirmektedir. Phoroneus'dan sonraki üçüncü ve dördüncü kuşaklarda, kuzeyden gelen istilacıların ilk belirtileriyle karşılaşıyoruz. Phorbas ve Triopas, Lapith adlarıdır; Pelasgos'u ise açıklamaya gerek yok. Argos akropolisi Larissa diye bi­ linirdi; Larissa gerçek bir Pelasg yer adıdır. Ayrıca Pelasgos'un kızı­ nın da adıdır Larissa. Kentte, Pelasgos'un olduğu söylenen bir gömüt, gömütün yanıbaşmda da bir Demeter Pelasgis tapmağı bulunm aktay­ dı.23 Pausanias, Pelasgos'un erkek kardeşlerinden biri olan İasos'dan İo'nun babası olarak söz etmektedir; İasos'un yerini Hesiodos'da Pei19 Cuneiform Texts ofRos Shamra, s. 39. Fenike ve Ugarit dilleri arasındaki yakınlıklar için bkz. W.F. Albright. "The Phoenician Inscriptions of the Tenth Century B.C. from Byblos” (“İ.Ö. Onuncu Yüzyılda Byblos’daki Fenike Yazıtları") Jo u rn a l o f the American Oriental Study, 67.153. 20 Cuneiform Texts o f Ras Shamra, s. 61. 21 Pausanias, 2.15-16; Apollodoros, 2.1 -4. 22 Pausanias, 2.15. 5. 23 Pausanias, 2. 24.1, 2 .2 2 .1 .

370

T a r ih ö n c e s i E ge

Çizelge XIII A R C O S SO Y A Ğ A C I Inakhos

I

Phoroneus

I

Niobe

I

Argos

Peirasos

Phorbas

I Triopas

lasos

Agenor

.1

I

Pelasgos

I

Krotopos

lo

Larissa

I

Epaphos

I

Libya

Sthenelas

I

Belos

r~

ı

Aigyptos

D anaos

I

I

Celanor

Lynkeus = Hypermestra

I

Abas

Akrisios

I

Danae

Proitos



I

Perseus =

Megapenthes

Lysippe = M elam pous

Androm eda

Elektryon

C orgop h on e

|

= Perieres

Alkm ene Herakles

iphianassa = Bias

Pelops

Sthenelos = Nikippe

Atreus =

|

Klymene

Euiystheus

I

Agam em non

Menelaos

M YKENE H ANEDANLARI

37i

ren, Aiskhylos'da ise İnakhos almaktadır.24 Aslında bu ayrılıklar çok önemli sayılmaz, çünkü İo, Hera rahibelerini sim geleyen salt kuttörensel bir kişidir. Daha önce de gördüğümüz gibi, İo M ısır'a gitmiş ve onun soyundan gelen Danaos Argos'a dönerek, tahtını kendisine bı­ rakan Agenor'un yerine kral olmuştur.25 Birçok yönden önemli bir ki­ şidir Danaos. Tıpkı Kadmos gibi Danaos da Akdeniz'in doğusundan gelmiştir. Tıpkı Kadmos gibi Danaos da Rodos'da bir yerleşim merkezi bırakmış­ tır ardında. Tıpkı Kadmos gibi Danaos da Demeter'i Yunanistan'a ge­ tirmiştir. Bütün bunlara, Kadmos'un kız kardeşi Europa'dan Danaos'uıı karısı olarak söz edildiğini de ekleyebiliriz.26 Benzerlik çok fazladır; sa­ nırız Yunanlılar da farkındaydılar bunun. Libya ile Belos'un, uymama­ larına karşın, Argos soyağacmda karşımıza çıkmaları da bunu göster­ mektedir. İasos'dan Danaos'a uzanan çizgi beş kuşağı kapsamaktadır; Agenor'dan Gelanor'a uzanan çizgiyse yalnızca üç kuşağı. Libya ile Belos, Kadmosoğullarından devralınmışlardır. Bu devralma düşüncesi ise, az önce değindiğimiz benzerliklerden ve Argos'lu antika düşkün­ lerinin kendi kentlerinin Thebai'dan daha eski olduğunu kanıtlamada­ ki çıkarlarından kaynaklanmıştır. Kadmos nasıl Fenike'den gelmişse, Danaos da M ısır'dan gelmişti. Peki, bu da sonradan düşünülüp düzenlenmiş bir şey miydi acaba? Bu sorunun yanıtı, İo'ya nasıl bir anlam verdiğimize bağlı. İneğe dönüş­ türülen bir kadın olarak İo, kutsal hayvanı inek olan Isis ile özdeşlen­ m işti27 Bu özdeşlemenin yedinci yüzyıldan daha eskilere gitmediği ko­ laylıkla söylenebilir. İo'nun Mısır kralı olan oğlu Epaphos, ya Kanobos'da oturuyordu ya da Memphis'de.28 Kanobos kenti, Nil ırmağının Naukratis ve Sais'den geçip M emphis'e kadar uzanan kollarından bi­ rinin denize döküldüğü yerdeydi. Naukratis ise, İ.Ö. 600'den az önce kurulmuş bir Yunan tecim durağıydı. Sais'e gelince, o sıralar yönetim­ de bulunan XXVI. H anedanın oturduğu kentti Sais. Bu hanedanın Memphis kentiyle de bağlantısı vardı.29 Elimizde yalnızca bu kanıt bu­ lunsaydı, İo'nun Mısır yolculuğu öyküsünün Naukratis'Ü Yunanlılar­ ca uydurulduğundan kuşku duymazdık. 24 25 26 27 28 29

Apollodoros, 2.1. 3: Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 614-15. Apollodoros. 2 .1 .4 . Apollodoros, 2.1. 5. Bkz. Bu kitapta "Ege'deki Bazı Anaerkil Tanrıçalar” başlıklı bölüm, Not 172. Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 872-78; Apollodoros, 2 .1 .4 . H.R. Hall, Cambridge Ancient History'de, 3. 276, 285.

372

T a r İh ö n c e s i E g e

Ama buna hiç uymayan bir öykü daha söz konusu. Herodotos, Thebai bölgesinde N il'in yukarılarında bir kente, Khem m is'e gittiğin­ de kendisine bir Perseus tapmağı gösterirler. Bu tapmağa bağlı bir de Yunan tapımı vardır. Törenlerde, Mısırlılara yabana bir uygulama olan atletizm yarışmaları düzenlemektedirler. Rahipler, Herodotos'a, atle­ tizm yarışm alarının, Gorgon'un başını bulmak üzere Libya'ya gider­ ken M ısır'a geldiğinde Perseus tarafından başlatıldığım söylerler. Per­ seus, bu atletizm yarışmalarını, atası Danaos'un Khem m is'li oluşunun ve Argos'a gelmek üzere Khemmis'den yelken açışının anısına başlat­ mış.30 Bu öykü yedinci yüzyıla yakıştırılamaz. Çünkü Nil Deltası'nda daha yeni yeni at oynatmaya başlayan o zamanm Yunanlılarımı! Thebai bölgesini biliyor olmaları uzak bir olasılıktır. Aynı sorun, İlyada ve Odysseia'da, M ısır'daki Thebai kentinin yer­ yüzünün en zengin kenti olarak tanımlandığı bölüm lerde ortaya çık-

R e sim 59. Perseu s ve G o rg o n : Attika v a zo su

maktadır.31 Yedinci yüzyılda Thebai en küçük bir önem taşımıyordu, çünkü İ.Ö. 663'de Asurlarca yok edilmiş, bir daha da hiç kurulmamış­ tı. Homeros geleneğinde, Thebai kentinin ortadan kaldırılmasından ön­ ceki durumuna değiniliyor olsa gerek. Ama, Odysseia'da hiçbir bilgi bulunmamasından da anlayabileceğimiz gibi, bütün bir sekizinci yüz­ yıl boyunca ve ta on ikinci yüzyıla kadar Yunanlıların M ısır'la hiçbir 30 Herodot Tarihi, 2. 91. 31 İlyada, 9. 381-82; Odysseia, 4.126-27.

M YKENE H AN ED AN LAR I

373

bağlar* yoktu ve M ısır'a ilişkin pek az şey biliyorlardı.32 On üçüncü yüzyıla gittiğimizde, Egeli yağmacıların Nil Deltası'nı talan etm ekte olduklarını görüyoruz, ama orada bozguna uğradıklarına bakılırsa Thebai'uı yakınma bile sokulmuş olamazlar.33 Böylece, en geç on dördün­ cü yüzyıla kadar geriye sürükleniyoruz. O zamanlar Thebai hiç kuşku­ suz yeryüzünün en zengin kentlerinden biriydi. XVIII. Hanedanın baş­ kentiydi. Ve bu dönem, Tapmak Gömüt Hanedanı'nın M ykene'de hü­ küm sürdüğü dönemdi.

Resim 60. M in o s ’lular M ısır'da: M ısır resmi

Homeros'daki sorunun Lorimer ve Nilsson tarafından öne sürülen çözümü,34 bizim sorunumuzu da çözmektedir. Egeli elçiler, XVIII. Ha­ nedanın gömüt resimlerinde hâlâ görülebilmektedir. Eğer İonia'lı tecimenler (tüccarlar) Naukratis'e yedinci yüzyılda gelmişlerse, o zaman Mykene'li tecimenlerin Khem m is'e on beşinci yüzyılda yerleşm em iş olmaları için hiçbir neden yoktur. Ve eğer, Mykene'liler orada önceden bir Perseus tapımı kurmuşlarsa, İonia'lıların İo'ya Mısır'da bir yurt ara­ ^2 Odysseia, 3. 321-22, 4. 355-57; Hom erand Mycenae, s. 136. 33 Bkz. bu kitapta "Akha'lar" başlıklı bölümün ”6. Pelopid'ler" başlıklı altbölümü. 34 H .l. Lorimer, “Hom er's Use o f the Past" ("Hom eros'un Geçm işi Kullanışı"), Journal oJHellenic Studies, 49.153; Homer and Mycenae, s. 157-58.

374

T a r İh ö n c e s İ E g e

malarının gerekçesini sağlamıştır bu. to ile Danaos söylencesi, Yunan halk belle­ ğinin Mısır ile Mykene arasında Tapmak Gömüt Hanedanı zam anında var olan yakın ilişkilerden yüzyıllar sonra çıkar­ dığı bir üründür. Danaos'un yerine yeğeni ve damadı Lynkeus, onun yerine de Abas geçmiş­ ti. A bas'ın adına bakılırsa, Euboia'lı AbantTardandır.35 Euboia'da İo söylencesinin yerel bir biçim i vardı. Abas'ın iki oğlu, Proitos ile Akrisios, babaları ölünce kimin kral olaca­ ğı konusunda birbirlerine girmişler. Proitos Lykia'ya kaçmış, oradan bir Lykia ordusuyla geri dönerek Tiryns kentine yerleşmiş.36 Proitos, kızlarım Tyroid'lerden Melampus ve Bias'a vermiş. Bir başka kuzeyli olan Bellerophontes'i Lykia'ya gönderen de Proitos'muş. Akrisios'uıı ise Danae adında da bir kızı varmış. Delphoi tapınağının tanrı sözcü­ sü, Danae'nin bir erkek çocuk doğuracağım, ama bu erkek çocuğun, yani torununun onu öldüreceğini söylemiş Akrisios'a. Akrisios da Danae'yi yerin altmda çepeçevre tunçla örülü bir odaya kapatmış. Gel gör ki, Danae'ye gönül vermiş olan Zeus altın yağmuru halinde çatı aralı­ ğından Danae'nin içine kadar akmış. Danae de Perseus'u doğurmuş. Bunun üzerine Akrisios, kızıyla torununu bir sandığa koyarak denize atmış. Ana oğul Seriphos adasında karaya çıkmışlar. Perseus orada bü­ yümüş, koca adam olmuş, Gorgon'un başım getirmek üzere Libya'ya doğru yola çıkmış. Filistin'den geçerken Andromeda'yı bir deniz cana­ varının elinden kurtarm ış, Seriphos adasına gelm iş, Andromeda ve anasıyla birlikte Argos'a dönmüş. Tanrı sözcüsünün dediklerini anım­ sayan büyükbabası kral Akrisios Thessalia'daki Larissa kentine kaç­ mış.37 Perseus onun ardından gitmiş ve bir rastlantı sonucu Larissa'da düzenlenen yarışmalara katılmış. Perseus disk atarken yel almış attığı diski Akrisios'un kafasına indirmiş, böylece Argos kralı Akrisios öl­ müş. Ne var ki, Perseus öldürdüğü adamın dedesi olduğunu anlayın­ ca o kadar üzülmüş ki, Argos tahtına çıkmayı kabul etmemiş. Proitos'un yerine Tiryns'e kral olan Megapenthes'e Argos'u verip kendisi Tiryns'i almış. Böylece Megapenthes Argos kralı olmuş; Perseus da Mideia ve Resim 61. Ege gemisi: M .s.r resmi

35 Apollodoros, 2. 2. 1; Pindaros, P. 8. 73. 36 Apollodoros, 2. 2.1. 37 Apollodoros, 2. 4. 4. Öykü belki de, Argos’luların Argos’daki Larissa’nın Thessalia'daki Larissa'dan daha önce kurulduğu yolundaki savlarını desteklemek amacıyla böyle düzenlenmişti: A.R. 1. 40.

M Y K E N E H A N ED A N LA RI

375

Mykene kentlerini surlarla çevirip sağlamlaştırdıktan sonra Tiryns'e yerleşmiş. Perseus'un yerine geçen oğullarından Elektryon'un Alkmene adlı bir kızı olmuş. Alkmene, Herakles'i dünyaya getirmiş. Sthenelos ise, Elektryon'un yerine tahta çıkan Eurystheus'un babasıymış. Bu noktada yeni birileri daha çıkıyor sahneye. Eurystheus'un anası, Pelops'un kızlarından biridir; Pelops'un yerine de onun erkek kardeşi Atreus geçer.38 Burada, Perseus ve Pelops soyağaçlarını birleştirm enin güçlüğünden kaynaklanan bir yanlışlık olsa gerek. Biraz da anlaşılmaz bir biçimde, Atreus'un Sthenelos tarafmdan "çağırtıldığı", Sthenelos'un Atreus'a Mideia kentini verdiği; ama Eurystheus'un ölümünden son­ ra Atreus'un Mykene halkı tarafmdan gene "çağırtıldığı" söyleniyor.39 Atreus'un karısı, Katreus'un kızlarından biri ve Minos'un torunudur. Paris, Menelaos'un karısını, Menelaos Girit'teyken, Katreus'un göm­ me töreni sırasında kaçırmıştı.40 Bütün bunlardan tarih olarak çıkarılacak pek bir şey yok. Proitos'un hükümdarlığı zam anındaki Lykia'ya değgin bilgiler şaşırtıcı ölçüde açık seçik; ama burada işin arkeolojik yönüne baktığımızda, veriler ya­ nıltıyor bizi. Danae'nin yeraltında kapatıldığı oda, Oluk Gömütler'in, ergenlik çağındaki kızların bir yere kapatılması göreneğiyle karıştırı­ lan belli belirsiz bir anısı gibi görünüyor. Eğer Perseus, göründüğü gi­ bi, yeni bir soy çizgisinin başlatıcısıysa, belli belirsiz Tapınak Gömüt Hanedanı'nı temsil ettiği kabul edilebilir. Herakles gerçekte bir tapım kişisidir ve üstesinden geldiği işler­ den yalnızca biri burada anılmaya değer. Eurysthenes onu Girit Boğası'nı getirmeye yollamıştı.41 Minos'a bağlı olan bu hayvan, Knossos'uıı boğa başlı canavarı Minotauros'un bir başka yorum undan başka bir şey değildir. Atina geleneğinde, ay­ nı kuşakta Herakles olarak tanınan Theseus42 tarafından öldürülm üş­ tü Minotauros. Bu iki söylencede, Knossos'un düşüşünün belli, belir­ Minotauros: Altın takı 38 39 40 41 42

Apollodoros, Apollodoros, Apollodoros, Apollodoros, Apollodoros,

2. 4. 6. 2. 4. 6; Epit. 2.11. Epit. 3. 3. 2. 5. 7. Epit. 1. 7-9

376

T a r İh ö n c e s i E g e

siz de olsa gerçek bir anımsaruşmı görebiliriz ve bu olayın Atreus'un tahta çıkışının hemen öncesine yerleştirildiği açıktır. Kimdi Atreus, ne­ reden gelmişti? Bu soru Yunan tarihöncesiııin can alıcı sorunlarından birine sımsıkı bağlıdır ve bu sorun öylesine kafa karıştırıcıdır ki sonun­ da "Akha sırrı" adını almıştır.43 Son olarak, iki noktanın açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Bu soyağacmın tüm Mykene dönemini kapladığım gördükten sonra, Perseus'un zamanından önce Mykene'den hiç söz edilmemesine ve Girit'e yalnızca iki kez değinilmesine şaşırdık. Daha önce de belirttiğim gibi, bu nokta Argos kentinin daha sonraları üstünlüğü ele geçirmesiyle açık­ lanmıştır. Eğer Agamemnon'un oturduğu merkez olarak Mykene'nin anısını koruyan Homeros ozanları geleneği olmasaydı, bu kent tüm­ den yok sayüacaktı diye düşünüyor insan ister istemez.44 Perseus'dan önceki kralların gerçekten Argos kralları mı oldukları, yoksa Argos ege­ menliği altında Mykene'den mi aktarıldıkları, benim yanıtlayamayacağım bir soru. İkinci noktaysa, hem Argos, hem de Thebai soyağaçlarmı ilgilendiriyor. Eğer Kadmos ve Danaos'un değişik yollardan Yu­ nanistan'a getirdikleri Demeter tapımı Minos kökenli idiyse, o zaman birinde Girit'le yalnızca dolaylı bir ilişkinin görülmesinin, ötekinde Gi­ rit'le hiçbir ilişkinin bulunmamasının nedeni nedir? Kanımca, daha son­ raki tarihte yatmaktadır bunun açıklaması. Dor'larm yol açtığı yıkım­ dan sonra Girit'in Yunanistan'la bağıntısı kesilmişti. Doğu Akdeniz ye­ niden açıldığında, Yunanlılar Girit'e uğramaksızm doğrudan doğruya Mısır'la ve Akdeniz'in doğusuyla tecimsel ilişkilere girişmişlerdi. So­ nuçta, sürecin kopan bağıntıları toparlandığında, Kadmos ve Perseus'a ilişkin Fenike ve M ısır geleneklerini, Minos'un geçmişteki görkemini pek az gözöniine alan yeni yorumlarda yeniden bütünleştirdiler.

43 C.D. Buck, Creek Dialects (Yunan Lehçeleri), (ikinci Basım, Boston, 1928), s. 7. 44 Argos'lularla bağlaşma yapılmasından hemen sonra yazılan Oreste/o'da Aiskhylos Mykene'nin yerine Argos'u geçirdi. Ama Sophokles ve Euripides sonradan bunu düzelttiler.

377

XII

AKH A'LAR

1. Akha'ların Dağılımı Homeros ozanları, Agamemnon komutasında savaşanlardan ayırım yapmaksızın Argos'lular, Danao'lar ya da Akha'lar diye söz ederler. Argos'lular gerçekten de Argos ya da Argolis halkıydılar. Danao'ların adı Danaos'dan geliyordu. Mykene kentinin egemenlik döneminde, Ar­ gos'lular ve D anao'lar terimleri, Argos ovasının egemen hanedanına bağımlı herkes için kullanılır oldu. Üçüncü ad da aynı biçimde gelişmi­ şe benziyor. Çünkü genel kullanımın tersine, bir iki bölümde belli bir budun anlamında kullanılıyor. Ayakta kalan kullanım da bu olmuş za­ ten. Daha sonraki yazarlar, Akha'lardan söz ettiklerinde, Homeros ozan­ ları geleneğini bile bile izledikleri yerleri saymazsak, belli bir yörede yaşayan gerçek bir halkı kastederler hep. Demek ki, bizim ilk görevi­ miz, tarihsel zamanlardaki Akha'ların kimliğini belirlemek olacak. Akha'lar, her şeyden önce, Akhaia'da oturanlardı. Bu adı taşıyan iki böl­ ge vardı. Biri, güneydoğu Thessalia'daki Akhaia Phthiotis'di; ben burada kolaylık açısından Thessalia Akhaia'sı diyeceğim. Bu yöredeki Akha'lar, Dor'larm Peloponnesos'u istila ettikleri dönemde Thessalia'yi ele geçiren Thessal'lere bağımlıydılar. Öbür Akhaia ise, Korinthos Körfezi'nin güney kıyıları boyunca uzanan on iki kentten oluşan bir birlikti. Pellene, Aigeira, Bura, Helike, Aigion, Patrai, Pharai, Tritaia, Rhypes, Olenos ve Dyme idi bu kentlerin adlan.1 Dilerseniz buraya da Peloponnesos Akhaia'sı diyelim. Bir de, Akha'ların tüm Doğu Akdeniz'e dağılmış daha küçük yerle­ şim merkezleri vardı. Thukydides, Homeros'un Kephallen'ler2 diye söz 1 2

Herodot Tarihi, 1.145; Pausanias, 7. 6. 1. İlyada, 2.631.

378

T a r i h ö n c e s i Eg e

ettiği Zakynthos adası halkını Akha'lar olarak tanımlıyor.3 Bunlar hiç kuşkusuz Dor'larm önünden kaçanlardı. Pausanias, Lakonia'nın hemen güneyinde, Kyparissia akropolisinin hemen altında, bir zamanlar Parakyparis Akha'larmın oturduğu bir kentin yıkıntılarını görmüştü.4 Ro­ dos adasının üç kentinden biri olan İalysos'un akropolisine Akhaia de­ niliyordu ve burada oturan Akha'lar Kilikia'daki Soloi kentinin kurul­ masına katılmışlardı.5 Kilikia'lılar (Kilik'ler) ilk zamanlarda Hypakhai'lar, yani karışık Akha'lar diye biliniyorlardı.6 Troya yakınlarında bir başka yerleşim merkezi daha vardı Kilik'lerin.7 Burada yaşayanlar, gü­ neydeki adaşlarıyla akraba olduklarını savunuyorlardı8 ve bunlardan bazıları Troya Savaşı'ndan sonra güney Kilikia'ya göç ettiler.9 Başka bir Kilikia kenti olan Olbe, torunları orada rahip-krallar olarak hüküm sü­ ren Teukros'un oğlu Aias tarafından kuruldu.10 Bu Teukros, Salamisliydi. Teukros, Troya Savaşı bittiğinde babası Telamon tarafından yur­ dundan kovulunca Kıbrıs'a doğru yelken açtı. Kıbrıs'da Akhaion Akte, Akha Kıyısı'nda karaya çıktı ve Kıbrıs Salamis'ini kurdu. Kıbrıs'daki Salamis kenti dördüncü yüzyılda hâlâ Teukros'un torunları tarafın­ dan yönetilmekteydi.11 Daha da uzaklarda, Nil Deltası'ndaki Arkhandros Polis adlı yerleşim merkezi de, Akhaios'un torunlarından ve Akha'larm önderlerinden biri olan Arkhandros'un adını taşımaktaydı.12 Yeniden kuzey Ege'ye dönüp baktığımızda, Makedonia kıyısında­ ki Skione kentinin Peloponnesos'lu Akha'lar tarafından kurulduğunu öğreniyoruz; Peloponnesos'lu Akha'lar Troya Savaşı'ndan dönerken bir fırtınaya yakalanmışlar ve Skione kentinin bulunduğu yerde kara­ ya çıkm ışlar.13 Troya'da da, Yunanlıların kamp kurdukları yer Akha Ovası olarak biliniyordu.14 Yakınlarda bir yerde Killa ve Khryse adlı iki köy vardı. Killa, Pelops'un araba sürücüsü Killos'un gömütünün 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14

Peloponnesos Savaşı, 2. 66.1. Arkadia'dan gelmişlerdi: Pausanias, 8. 24. 3. Pausanias, 3. 22. 9. Athenaeus, 360e; Strabon. 671. Herodot Tarihi, 7.91; P. Kretschmer. “Die Hypachaer" Clotta, 21.213; P. Kretschmer, “Nochmal die Hypachaer und Alaksandus”, Clotta, 24. 203. ilyada, 6. 386-97, 415-16; 1. 366. Strabon, 676. Herodot Tarihi, 7. 91; Strabon, 668. Strabon, 672. Strabon, 682; Herodot Torihi, 1. 90; isokrates, 9.17-18. Herodot Tarihi, 2. 98. Kıbrıs’ta Akha’ların olduğu söylenebilecek öteki yerleşim merkezleri Kourion (Herodot Tarihi, 5.113. 1), Lapathos (Strabon, 682) v e C o lgo i’dur (Pausanias, 8. 5. 2). Peloponnesos Savaşı, 4. 120.1. Strabon, 595.

A k h a ’l a r

379

bulunduğu yerdi.15 Khryse ise, İlyada'da kızı Khryseis onca soruna yol açan Apollon rahibi Khryses'in yurduydu.16 Khryse, Girit'den gelen ye Teukrosoğulları denilen göçmenler tarafından kurulmuştu. Bu gelenek sekizinci yüzyıla kadar gerilere götürülebilir,17 ama Attika'da değişik bir yorum daha vardı. Salamis'in karşı kıyısındaki Ksypete daha önce­ leri Trun Bucağı ya da Troia diye biliniyordu.18 Öyküye göre, bu bu­ caktan Teukros adlı biri (Telamon'un oğlu değil, onun atalarından bi­ ri) kurmuştu Troya'daki Khryse köyünü.19 Bu Attika geleneğinde, Troya Savaşı'ndan önce, Troya'ya karşı düzenlenen ve Telam on'un da ka­ tıldığı bir sefere değiniliyor. Telamon, kenti ele geçirdikten sonra Priamos'un kız kardeşlerinden biriyle evlenmiş.20 Yoldaşlarından bazıları Yunanistan'a dönecekleri yerde, doğuya doğru gitm işler ve Kafkas­ ya'ya yerleşmişler. İşte, Heniokh'lar ve Zygi'ler, yani tüm eskil çağlar boyunca varlıklarını koruyan ve Akha kökenli olduklarını hiç unutma­ yan gerçek Kafkasya halkları bunların soyundan inmiş.21 Bu gelenekler hiç kuşkusuz birbirine karışmıştır, ama onlara inan­ mamamız için bir neden değildir bu. Tam tersine, onların bağımsızlı­ ğının bir göstergesidir. Troya, Attika, Salamis, Kilikia, Kıbrıs ve Girit'e dağılmış olan bu Teukrosoğulları arasmda gerçek bir hısımlık olsa ge­ rek. Bunlar Kilikia'da, Kıbrıs'da ve Kafkasya'da Akha adıyla doğrudan bağıntılıdırlar. Ayrıca, Odysseia'da Akha'lardan G irit'de oturanlar di­ ye söz edildiğini de eklememiz gerekir.22

2. Aiakid'ler Eğer Homeros ozanları Odysseia'yı söyledikleri sırada A kha'lar Gi­ rit'de idiyseler, Dor istilasından önce de orada olmaları gerekir. Bu du­ rumda, Yunan dilini getirenler de onlar olabilir. Yunanca'nın Dor'lardan önce Girit'de konuşulduğu biliniyor.23 15 16 17 18 19 20 21 22 23

Theopompos, 339: Strabon, 612-13. İfyada. 1.37-38. Kallinos, 7; Strabon, 604. Strabon, 604; W.H. Roscher. Aıısfiihrliches Lexikon dergriechischen und römischen Mythologie, (Leipzig. 1884-1937), 5.1231. Strabon, 604. Apollodoros, 2. 6.4. Strabon, 416,129,496; F H C , 3.639; Ammianus Marcellinus, 22.8.25; D.H . 1. 89; “Die Hypachaer", s. 241-43. Odysseia, 19.175. Bkz. Bu bölümde, “Akha’ların Kökeni" başlıklı altbölüm.

380

T A R İH Ö N C E S İ E

g e

Akhilleus'un Troya'daki izleyicileri, babası Peleus'un Thessalia Akhaia'smdaki krallığından geliyorlardı. Bunlar Halos, Alope, Trakhis, Phthia ve Hellas'daki yerleşim merkezlerinden gelen Myrmidon'lar, A kha'lar ve HellenTer olarak tanım lanırlar.24 M yrm idon, Peleus'un krallığında yaşayanların tümünü kapsayan genel bir addı.25 Halk, beş kümeye ayrılmıştı; her kümenin kendi şefi vardı.26 Bu kümeler, az ön­ ce sıraladığımız beş yerleşim merkezine denk düşmektedir. Öyleyse, denilebilir ki, Myrmidon'lar, Akha'lardan ve Hellen'lerden oluşan bir kabile birliğiydi. Akhilleus'un dedesi Aiakos, Zeus'un Aigina'dan doğma oğluydu; anasının adını taşıyan adada dünyaya gelm işti.27 A iakos'un üç oğlu Çizelge X IV A İA K İD ’LER A so p o s

I

Thebe

I

I

Aigina = Zeus

I

Psam athe = Aiakos = Endeis

Eriboia = Telamon = Hesione

Phokos

I

I

Ornytos

I

Aias

N aubolos

Eurysakes

Teukros

Philaios

Aias

Peleus = Thetis

I

Akhilleus

Neoptolem os

I

Antiphateia = Krisos Strophios = Anaksibia

I

Pylades 24 İlyada, 2.681-85. Peleus'un egemenlik alanının Sperkheios'un güneyinde nereye kadar uzandığı açık değil: Strabon, 431-33; T.W. Allen, The Homeric Catalogue o f Ships (Hom eros’da Gemilerin Sayımı), (Londra, 1921), s. 109-114. 25 ilyada, 1.180,16. 200, 266-69,18. 69. Danao'lar nasıl aslında Argos’da Akha’lardan önce oturanlar idiyseler, büyük bir olasılıkla Myrmidon adı da gerçekte Argos’da Akha'lardan önce yaşayanlardan geliyordu. Peleus'un, kızıyla evlenerek yerine geçtiği Eurytion, Myrmidon'un soyundan gelmeydi: Apollodoros, 1. 7. 3; 1. 8. 2. 26 ilyada, 16. 168-97. 27 Apollodoros, 3. 12. 6; D.S. 4. 72.1-5; Pausanias, 2. 5.1-2; 5. 22. 6. Aiakos'un buradakinden daha ayrıntılı bir biçimde ele alınması gerekir.

A

k h a ’l a r

381

vardı; Peleus, Telamon ve Phokos. İlk ikisini Skiron'un kızlarından bi­ ri doğurmuştu ona. Skiron, Korinthos'luydu ve Poseidon ya da Pelops'un oğullarından biriydi.28 Phokos'un anası, Nereid'lerden Psamathe id i29 Phokos, yani "fok balığı", Phokis bölgesinin ata adıydı; ayrı­ ca, Agamemnon ve Orestes'le dostlukları Pelopid'lerin tarihinde yer etmiş bir olay olan Strophios ve Pylades'in ataşıydı Phokos.30 Aiakos zamanında, Arkadia'da Pelops'un işlediği bir cinayetten son­ ra Yunanistan'da kuraklık başgöstermiş. Kuraklık, Aiakos'un Aigina'daki Panhellenion Dağı'na çıkıp yağmur yağdırması için babasına yakar­ masıyla sona ermiş. Bir sonraki kuşakta, üvey erkek kardeşleri Phokos'u öldürmüşler ve gereğince cezalandırılmışlar.31 Peleus, Pthia'ya giderek Nereid'lerden Thetis'le evlenmiş ve Thetis ona Akhilleus'u doğurmuş.32 Akhilleus'un oğlu Neoptolemos dağlık Dodona yöresine göç etmiş.33 Telamon, Salamis'e giderek orada Pelops'un torunlarından biriyle ev­ lenmiş; Pelops'un torunu ona Aias'ı doğurmuş. Priamos'un kız kardeş­ lerinden biri olan Hesione'den ise ikinci bir oğlu olmuş Telam on'un: Te­ ukros. Kıbrıs'daki Salamis kentinin kurucusu olmuş Teukros.34 İşte, Aiakid'lerin öyküsü böyle. Öykünün çeşitli değişkeleri de söz konusu. Bunlardan birinde, Aiakos Tlıessalia'ya yerleştirilir.35 Bu öy­ kü, Aiakos'un tek oğlu olarak Peleus'un admın anıldığı Homeros gele­ neğine uymaktadır.36 Aiakos'un Phokos'la ilişkisi dolaylı bir biçimde doğrulanmaktadır: Aiakidas, Delphoi soyluları arasında bir özel ad ola­ rak belirmektedir.37 Aiakos'un Aigina ile bağları da, Hom eros'da sözü 28 Apollodoros, 3. 12. 6., Epit. 1. 1. Bir başka yorumda, Telam on'un, Aktaios’un Glauke'den olma oğludur; Glauke, Kykhreus'un kızıdır: Pherekydes, 1S. Bu da, Aiakid'ler ile Attika kıyılarındaki eski (Minos'lu?) yerleşmeciler arasında karşılıklı evlenme olduğunu gösteriyor. 29 Theogonia, 1003-1004; Pindaros. N. 5.7-13. Psamathe, kendisine vurulan Aiakos ile sevişmek istemez, ondan kurtulmak için bir fok balığı kılığına girer (Euripides, Andromakhe, 687); kılık değiştirerek totem hayvanının biçimine dönüşmenin örneklerinden biridir bu: Bkz. bu kitapta VII. Bölüm, “4. Brauron'lu Artemis". 30 Pausanias, 2. 29. 4; Euripides, Orestes, 33. 31 Apollodoros, 3.12. 6; Pausanias. 2. 29-30; D.S. 4. 72. 6-7. 32 İlyada, 18.85-87,432-34. Peleus'un ilk karısının, yerine geçtiği Eurytion'un kızı olduğu söylenir (bkz. Not 25): Apollodoros. 3 .1 3 .1 . Bu geleneği Homeros biliyordu: İlyada, 16.173-78. Anlaşılan, Thetis de Psamathe gibi kendisine koca olarak seçtikleri Peleus’a varmamak için kılıktan kılığa geçmişti: Apollodoros, 3.13. 5. Bkz. Not 29. 33 Apollodoros, Epit. 6.12; Plutarkhos, Pyrrhus, 1; Proklus, Chr. 1.3. Molossoi kralları, Neoptolemos'un soyundan iniyordu: Strabon, 326. 34 Apollodoros, 3.12. 7; Pindaros, I. 6.45. 35 Strabon 4.401 36 ilyada. 16.15. vs. 37 Supp. Epig. Cr. 2. 298.14-15, vs.

382

T A R İH Ö N C ESİ EG E

edilmemekle birlikte, gerçekte bir temele dayanıyor olmalı, çünkü Aia­ kid'ler beşinci yüzyılda Aigina'da varlıklarım hâlâ sürdürüyorlardı.38 Varabileceğimiz en akla uygun sonuç, Aiakid'lerin, Thessalia'dan Phokis'e, oradan da kıyı boyunca aşağılara Salamis ve A igina'ya yayılan bir Akha klanı olduklarıdır. Bu da, soyağaçları en sonunda sistemleştirildiğinde Aiakos'un yurdunun niçin Thessalia olarak değil de, Aigina olarak belirlendiğini açıklamamızı sağlamaktadır. O görkemli tarihöncesinden sonra Thessalia kültürel bakımından durgun bir bölge duru­ muna düşüp yüzyıllarca böyle kalırken, Aigina Dor istilasının ardın­ dan yeniden canlanan deniz teciminin akışı içine çekilen ilk devletler­ den biri olmuştu.

3. İon'lar Şimdi de gelelim Peloponnesos Akhaia'sına. AkhaiosTm torunu Arkhandros ya da Pelops komutasında Thessalia'dan çıkan bir Akha top­ luluğu, kendilerine eşlik eden bir Boiot birliğiyle birlikte, Argolis'i ve Lakonia'yı ele geçirdi ve Dor'lar tarafından sürülüp atılmcaya kadar orada kaldı.39 Daha sonra, Orestes'in oğullarından birinin önderliğin­ de Peloponnesos'un kuzey kıyısına gittiler ve yörede eskiden beri otu­ ran İon'Iarı oradan attılar; yörenin adı Akhaia olarak değişti.40 Attika'ya kaçan İon'lar oradan da Anadolu'ya geçtiler, Anadolu'da on iki kent­ ten oluşan Panion Birliği'ni kurdular. Bu on iki kent, atalarının Peloponnesos'da bir zamanlar ele geçirdiği on iki kente denk düşmekteydi.41 Tarihsel dönemin İon'Iarı, İonia ve Attika'nın birbirine çok yakın lehçeler konuşan Yunanlılarıydılar. Ama, Herodotos'un belirttiği’gibi, Panion Birliği içinde bulunmayan Atmalılar ve Asya İon'Iarı İon adını aşağılama eğilim indeydiler,42 bu da, İon adının temelinin çok sağlam olmadığım düşündürüyor. Göçün koşullan doğruluyor bunu. İonia'mn kurucuları, Orkhom enos'lu Miny'lerden, Thebai'lı KadmosoğuHarın­ dan, Euboia adasından gelmiş olan Abant'lardan, A ttika'dan gelmiş 38 39 40 41

Pindaros, N. 4.11, 7. 9-10; Pindaros, 0 . 13.109. Pausanias, 7.1. 7, 2. 6. 5 {Herodot Tarihi, 2. 98), Strabon, 365. Strabon. 383-84. Herodot Tarihi, 1.145,8.73; Strabon 365,383,385-86. Panion Birliği. Poseidon Helikonios’a adanmıştı (Herodot Tarihi, 1.148); burada ancak Boiotia’daki Helikon Dağı kastediliyor olabilir, yoksa Helike değil. 42 Herodot Tarihi, 1.143. 3.

A k h a ’l a r

383

olan Neleid'lerden, Arkadia Pelasg'lanndan, Epidauros D or'lanndan ve daha birçoklarından oluşan bir yamalı bohça olarak tanımlanıyor­ lar.43 İon'larm bileşimi böyle olduğuna göre bildiğimiz biçim iyle İon lehçesi, bu öğelerin İon'larm yeni yurdunda kaynaşmasından önce or­ taya çıkmış olamaz.44 Homeros ozanlarının şiirleri de aynı sonuca yö­ neltiyor bizi. Homeros ozanlarının şiirlerinde, Troya Savaşı zamanın­ da İon'larm Peloponnesos'da bulunduklarını gösteren hiçbir ipucuna rastlayamıyoruz. Sözü edilen İon'lar, Menestheus'un Atinalı izleyici­ leridir yalnızca.45 Bu da, İonia'nın Attika'nın eski adlarından biri oldu­ ğunu söyleyen geleneğe46 ve İon kolonicilerinin "en soyluları"nın Ati­ na kent ocağmdan gelenler olduğunu ileri süren Herodotos'a uymak­ tadır.47 Bu sonucun, Hellen'in üç oğluyla ilgili öyküyle çeliştiğini kabul et­ mek gerekir. Öyküde, Hellen'in üç oğlu, yani İon'un babası Ksuthos, Aiolos ve Doros ülkenin tüm soyağacırun tepesine yerleştirilmişlerdir 48 Ama bunların hiçbirinin geçmişte yatan gerçek bir kökü yoktur. Bun­ lar, ayrı ayrı geleneklerin sistemleştirilmesindeki en son aşamayı, son fırça darbesini, yapıtının kilit taşını temsil ederler. Tarihöncesinde, Yu­ nanlılar dağınık ve bölünmüş bir durumdaydılar, ortak bir adları yok­ tu, dolayısıyla da ortak bir köken bilincinden yoksundular. Budunsal bilinci ancak tarihsel dönemin başlarında geliştirdiler. Nitekim, Hellen ve oğullan öyküsü de bu bilinci dile getirmek amacıyla uyduruldu. İlk ata olarak Hellen'in seçilmesi, önümüzdeki bölümde açıklanacak. Ho­ meros, Hellen'den habersizdi; Aiolos'u saymazsak Hellen'in oğulları­ nı da bilmiyordu. İlk ortaya çıkan Aiolos'du, çünkü Asya kıyılarında­ ki Aiol dili konuşan Yunanlılar destan geleneğini ilk geliştirenlerdi. Dor'ların isim babası Doros'un hiçbir yaşam öyküsüne rastlanmaz; hiç­ bir yerde herhangi bir dölünden de söz edilmez. Dor şefleri, kendi soy çizgilerini Herakles'e vardırarak tuhaf bir saygı gösterisinde bulun­ 43 44 45 46 47

Herodot Tarihi, 1.146. 2. Vardığımız bu sonuç, ileride dilbilim açısından yeniden incelenecektir. ilyada, 13. 685, 690, 2. 546-52. Strabon, 392. Herodot Tarihi, 1.146. 2. Herodotos kendisi de İon'lar ile Akha'lar arasında yakın bir bağ olduğunu söylüyor: Herodot Tarihi, 9. 26. 3. Herodotos, İon'larm, Ksuthos'un oğlu ion’un adını almadan önce Aigia Pelasg'ları adını taşıdıklarını vurguluyor (Herodot Tarihi, 7, 94). Ben, Herodotos'un bu sözlerinden, Pelasg'ların İon'lar oldukları sonucunu çıkarmıyorum, kesinlikle olası görünmüyor bu bana; yalnızca, Peloponnesos'un bu yöresinin daha önceleri Pelasg'ların işgali altında olduğu sonucunu çıkarıyorum. 48 Apollodoros, 1. 7. 3.

384

T a r İh

ö n cesİ

Eg e

muşlardır Doros'a. Ayrıca, Akhaios'un geçmişte kökleri bulunsaydı, bizlere Akha'lardan o kadar çok söz eden Homeros tarafından es ge­ çilmezdi. İon'a gelince, anası aracılığıyla Erekhteid'lerle yakm bağı var­ dı onun; İon'a, dört Attika-İon kabilesine adlarını veren ataların baba­ sı olarak tapınılıyordu. N eleid'ler kaçıp Attika'ya geldiklerinde, Ati­ na'nın kabile düzeni onların kabul edilebilmeleri için yeniden düzen­ lenmişti. İon söylencesi, bu olayın resmi bir biçimde anılmasını belir­ lemekteydi. Erekhtheus'un torunlarından biri olarak İon, Erekhtheus'un erkek kardeşi Boutes'e benzerlikler göstermektedir. Her ikisi de topluluğa ya da evlatlığa kabul etme söylenceleridir.49 Eğer N eleid'ler Attika'ya yerleşmeden önce İon'lar yok idilerse, o zaman onların Akha'lar tarafından Peloponnesos'dan atıldıklarını an­ latan öyküyü ne yapacağız? Bu sorunun içinden, İon'lar ile Akha'ların aynı oldukları yolundaki kaba varsayımla çıkılmıştır. İon Yunanlıları adlarını geriye doğru, Peloponnesos'dan gelmiş olan tüm atalarına ka­ dar vardırıyorlardı. Söylencenin kendisi de bunun ipucunu vermekte­ dir; İon ile A khaios'un kardeş olarak sunulması, onların birbirlerine yakınlıklarının her birinin Aiolos'a ya da Doros'a olan yakınlığından daha fazla olduğunu düşündürmektedir. Peloponnesos'da varlığını sürdürmüş olan Akha Birliği'yle aynı sayıda kenti içeren Panion Birliği'ııin yapısından da aynı sonuç çıkmaktadır.50 İon'ların denizötesindeki yeni yurtlarında dodekapolis (on iki kent) geleneklerini yeniden oluşturmaları çok doğaldı, ama İon'Iarı yurtlarından süren Akha'lar onların bu düzenini neden benimsesinlerdi? Bir örgütlenme biçiminin sürekliliği ille de belli bir halkın sürekliliği demek değildir. Pelopon­ nesos'da hiçbir zaman bir İon yaşamamıştı. Daha sonraki zamanlarda, İonia İon'larmın Akha'lı atalarına verdikleri addan başka bir şey değil­ di bu.

4. Peloponnesos Akha'lan Dor istilasından önce, Peloponnesos Akha'Iarınm oturduğu bölge­ ler Argolis ve Lakonia'ydı. Bu geleneği saymazsak, çıplak gerçeklere bakıldığında, Peloponnesos Akha'lan Argolis'de en küçük bir iz bırak­ 49 Burada, ion ve lon'larla ilgili olarak benimsenen bu görüş, ilk kez E. Meyer tarafından ortaya atılmıştır Ceschichte des Allertums, (İkinci basım, Stuttgart, 1937), 3. 397-403. 50 Polybius, 2.417-18.

A

k h a ’l a r

385

mamışlardır.51 Ama Lakonia'da, Parakyparis A kha'larım n yerleşim merkezinin yambaşında, Boiotia ve Thessalia ile olan geleneksel bağ­ ların tüm izlerini görüyoruz ve bu bağların çoğu değilse bile birçoğu Akha'lara kadar vardırılmalıdır. İ.Ö. birinci yüzyılda, Sparta egemenliğinden yeni kurtulan Lakonia halkı, Özgür Lakonia'lılar Birliği (Eleutherolakones) adını verdiği yir­ mi dört kentlik bir genbirlik (konfederasyon) kurdu. Bunlar arasmda Parakyparis Akha'ları da vardı. Gerçi hepsini saymak gereksiz, ama şu kentleri belirtmekte yarar var: Gytheion, Teuthrone, Akriai, Leuktra, Kharadra, Thalamai, Las, Oitylos, Gerenia, Brasiai, Asopos.52 Bir öyküye göre, Orestes'in deliliği Gytheion'da iyileşmişti.53 Bu öy­ küde, Teuthrone ile Agamemnon'un oğullarından Teuthras arasında,54 Akriai ile de Hippodameia'yla evlenme konusunda Pelops'un rakibi olan Akrias arasında55 bağ kuruluyordu. Leuktra, Kharadra ve Thalamai'ın Pelops tarafından kurulduğuna inanılıyordu.56 Bütün bunlar, Pelopid'lerin, Pelopsoğullarının Peloponnesos'da iktidarda oldukları günlere kadar uzanan yerel geleneklerdi. İlyada'nm Dokuzuncu Bölümünde, Akhilleus'u yatıştırmaya çalışan Agamemnon ona Peloponnesos'un güneyinde yedi kent vermeyi öne­ rir: Kardamyle, Enope, Hire, Pherai, Antheia, Aipeia ve Pedasos.57 Enope kenti, Özgür Lakonia kentlerinden biri olan Gerenia ile özdeşlen­ mişti.58 Pherai, Akha Birliğinin üyelerinden birinin adını taşımaktadır. İlycıdn'mn İkinci Bölümünde, yedi kent Agamemnon'un kendi egemen­ lik alanı içinde sıralanmaz, ama Peloponnesos'un bu yöresinde içlerin­ de Laas ve Oitylos da bulunan birçok kent Agamemnon'un erkek kar­ deşi Menelaos'a bağlı gösterilir.59 İlyada'da belirtildiği gibi, Agamem­ non'un egemenlik alanı doğudan batıya doğru Mykene, Korinthos, Kleonai, Orneiai, Sikyon, Hyperesie, Genoessa, Pelİene, Aigion, Aigialos 51 Herodotos, Kynuria’da konuşulan Dor-öncesi lehçenin İon lehçesi olduğunu söyler. (Herodot Tarihi, 8. 73; Pausanias, 2. 37. 3). Ben, bunu, Akha-öncesi lehçe olarak alıyorum. 52 Pausanias, 3. 21. 6-7. 53 Pausanias, 3. 22.1. 54 ilyada, 5. 705. 55 Pausanias, 6. 21.10. 56 Strabon, 360; Athenaeus, 625e. Epidauros ve Letrinoi'un, Pelops'un oğulları tarafından kuruldukları söylenir; Pausanias, 2. 26. 2, 6. 22. 8. 57 ilyada, 9.149-52. Pausanias, Aipeia kentini, adını Boiotia'daki Koroneia'dan almış olan Koronai ile bir tutar (4. 34. 5). 58 Pausanias, 3. 26. 8. 59 ilyada. 2. 581-86. Pelopid'ler, bu yöreyi, Lakonia ve Messenia'nın yerli hanedanlarıyla evlenme yoluyla edinmişlerdi.

386

T

a r

İh

ö n c e s

İ E

g e

ve Helike'der» oluşur.60 Eğer Kıstaktan Mykene'ye doğru güneydoğu­ daki uzantısını saymazsak, bu bölge, Peloponnesos Akhaia'sma denk düşmektedir. Aigion, Helike ve Hyperesia (sonradan Aigeira) kentle­ ri61 gerçekte Akha Birliği'nin üyeleriydi. Demek ki, O restes'in oğlu Akha'ları Lakonia'dan Peloponnesos Akhaia'sma götürürken, daha bü-

A

B

C

D

Harita VII. Peloponnesos’daki Akha yerleşim merkezleri 60 ilyada, 2.569, 77. Agamemnon'un hükümdarlığı, Sikyon'da anımsanıyordu: Pausanias, 2. 6. 7. 61 Pausanias, 7. 26.1-4.

Akh

a 'l a r

387

yükbabasının zamanında Akha'lar tarafından işgal edilmiş olan atala­ rının egemenlik alanlarmdan birine sığınmaya çalışıyordu. Pelops'un Thessalia'dan Peloponnesos'a götürdüğü A kha'ların ya­ nında, geleneğe bakılırsa, bir Boiot topluluğu da vardı. Bunlar da izleri­ ni bıraktılar. Özgür Lakonia kentlerinden biri olan ve Pelops tarafından kurulan Leuktra, Boiotia'daki öteki Leuktra'nın bir kolonisiydi ve bura­ da Kadmos'un kızı İno'ya bağlı yerel bir tapım vardı.62 İno'ya aynı za­ manda Brasiai'da ve Thalam ai'da da tapınılıyordu ve Thalam ai daha sonraki zamanlarda Boiotoi diye bilinecekti.63 Bir başka özgür La­ konia kenti olan Asopos da biri Boiotia'da, öteki Peloponnesos Akhaia'smda iki ırmakla aynı adı paylaşmaktadır.64 Gytheion'da, öç alm a tanrıça­ ları Erinys'lerin yerel bir biçimi sayılabilecek Praksidik'lerin bir tapımı yer almaktaydı.65 Praksidik'lere aynı zamanda Boiotia'daki Haliartos kentinde de tapmılmaktaydı; bilebildiğimiz kadarıyla da başka hiçbir yerde tapınılmamaktaydı.66 Gerenia'da, Thessalia'daki Trikka'dan akta­ rılmış bir Asklepios Trikkaios tapımı vardı.67 Teuthrone'nin güneyinde, biri Akhilleus'un adını almış, öteki Phokos'un anası Psamatho ya da Psamathe'nin adına kurulmuş iki liman bulunmaktaydı.68 Laas halkı, Helena'nm taliplerinden biri olarak Sparta'ya gittiğinde Akhilleus'un öldür­ düğü Laas adlı bir adamın soyundan gelmekteydi.69 Kardam yle'de Nereid'lerin, yani Nereus Kızları'nın bir tapınağı vardı. Nereid'ler, Menelaos'un kızıyla evlenmek üzere Sparta'da bulunduğu sırada Neoptolemos'u kutlamak için orada karaya çıkmışlar.70 Bu geleneklerin hepsi de bakışları Boiotia ya da Thessalia üstünde toplamakta; kimileri somut ola­ rak Boiot'lardan, kimileri de Akha'lardan söz etmektedir.

5. Akha'ların Kökeni Yeniden kuzeye dönelim. Thessalia Akhaia'sında A kha'ların Peleus yönetiminde Hellen'lerle birleştiklerini görmüştük. Az önce de, Boi62 63 64 65 66 67 68 69 20

Strabon, 360, Pausanias, 3. 26.4. Pausanias, 3. 24.4,3. 26.1; Strabon, 360. Pausanias, 2. S. 2, 2. 6.1. Pausanias, 3. 21. 2 Pausanias. 9. 33. 3. Strabon, 360; Pausanias, 3. 26. 9. Pausanias, 3. 25. 4. Pausanias, 3. 24.10. Pausanias, 3. 26. 7.

388

T a r ih ö n c e s i Eg e

ot'larla yakından ilişkili olduklarını gördük Akha'ların. Kimdi bu halk­ lar peki? Burada bir varsayım öne süreceğim: Bunlar, bir zamanlar dağ­ lık Epeiros bölgesinde yaşamış olan tek bir soyun kollarıydılar. Hellas, İlyada'nın "G em ilerin Sayım ı" bölüm ünde, Thessalia Akhaia'sındaki yerleşim merkezlerinden birine verilen addır, İlyada'ran öteki bölümlerindeyse, genellikle Pthia'dan Boiotia'nm güney sınırla­ rına dek uzanan tüm ülke için kullanılır Hellas.71 Eğer Akha'lar, Boiot'lar ve Hellen'lerin gerçekte aynı halk olduğunu düşünürsek, bu yay­ gınlaştırılmış kullanım anlaşılır bir niteliğe kavuşur. Adlarını Boiotia'ya vermiş olan Boiot'lar Thessalia'dan gelmişlerdi. Thukydides, Boiot'ların Boiotia'yı istilasının Troya Savaşı'ndan önce başlayıp altmış yü sonra tamamlandığım söyler.72 İlyada'nın "Gemile­ rin Sayımı" bölümünde, hâlâ Miny'lerin yönettiği Orkhomenos ve Aspledon'u saymazsak, bütün ülke Boiot'ların elindedir. Demek ki, güne-

Harita VIII. Thessalia Akhaia'sı

71 ilyada, Z 683,9.447,478, 2. 683; Strabon, 431-32. 72 Peloponnesos Savayı, 1. 12. 3. Gephyra’lıları Tanagra topraklarından kovanlar Boiot’lardı: Herodot Tarihi, 5. 57.

A k h a ’l a r

389

ye iki aşamada gitmişlerdir. Birinci aşama, Boiot'ları ve A kha'lan Pe­ loponnesos'a getiren harekettir. İkinci aşamaysa, Thukydides'in belirt­ tiği gibi, Thessalia'da kalanların Thessal'ler tarafından güneye sürül­ düğü dönemdir. Bu dönem, AiolTarın göçüyle, yani Yunan dilini ku­ zeybatı A nadolu'ya yerleştiren hareketle özdeşlenebilir. Strabon, bu göçmenlerin ana kolunun Boiot'lar arasından geldiğini söylüyor.73 Boiot'lar Aigina halkıyla akraba olduklarını savunuyorlardı. Bu sav­ larını, Thebai kentinin ata adı olan Thebe'nin, Aiakid'lerin kadın atası Aigina'nın kız kardeşlerinden biri olduğunu.söyleyerek dile getiriyor­ lardı.74 Babaları, Asopos'du: Az önce Peloponnesos A kha'lan arasın­ da rastladığımız bir ad. Onlara adını veren ataları Boiotos, İtonos'un oğullarından biriydi; Boiot'ların tapımı ise Athena İtonia tapımıydı.75 Athena İtonia tapımı, Thessalia Akhaia'smdaki İtonos'dan gelm işti, llı/fldfl'da, Phylake ve öteki yerleşim merkezleriyle birlikte İtonos'un da, Phylake'li olan ve orada beşinci yüzyılda bile hâlâ tapımları Protesilaos'un buyruğunda olduğu söylenir.76 Böylece görülüyor ki, Peleus, Thessalia Akhaia'sının tek egemeni değildi. Gerçekte, Protesilaos, Peleus'un akrabası olarak tanımlanmıyor gerçi; ama haritaya bir göz ata­ cak olursak, iki ülkenin, s ık ı' bir işbirliği olmaksızın yönetilemeyecek kadar iç içe geçmiş olduğunu görürüz. Dolayısıyla, Protesilaos ve buynığundakiler, hâlâ Akha'larla yakın ilişkide oldukları Thessalia'da ya­ şayan Boiot'ların bir kesimi olarak kabul edilebilirler.77 İ l y a d a ' mn On Altıncı Bölümünde, Patroklos son dövüşüne gittiğin­ de, Akhilleus onun sağ salim dönmesi için şöyle yakarır: D od on alı Z e u s, P elasg s o y u n u n tanrısı, u z a k la rd a , so ğ u k kışlı D o d o n a 'd a h ü k ü m sü ren , çev resin d e, ay ak ların ı y ık a m a z , y e rd e y a ta r sö zcü leri (Selloi) o tu ra n ...78

73 74 75 76

Strabon. 402. Herodot Tarihi, 5.80. D.S. 4. 67; Pausanias, 9.1.1, 9. 34.1; Strabon, 411. ilyada, 2. 695-701; Pindaros, 1. 58-59; Arrianus, Anabasis o f Alexander; 1 .1 1 .5 . Skione’ye yerleşen Akha'lar, Protesilaos'un izleyicileri olarak tanımlanıyor. Apollodoros, Epit. 6 . 15b. ilyada’nırı "Gemilerin Sayımı" bölümünde sözü edilen tüm Thessalia'lı şeflerin, Euneos, Gouneus ve Prothoos dışında, sözcüğün gerçek anlamında Akha'lı olduklarını varsaymak güvenli bir yoldur. 77 Çok sayıda Boiot’un geride Thessalia'da kalmasıyla ilgili olarak, gelenekte, Thessalia'lı serfler arasında yurtlarını terk etmektense boyun eğmiş olan Arne'li Boiot'ların da bulunduğu belirtiliyor F H C . 4.134. 78 ilyada, 16. 233-35.

390

T A R İH Ö N C E S İ E G E

Bu canalıcı anda Akhilleus'urı çok uzaklardaki Dodona'nın tanrısı­ na seslenmesinin nedeni, hiç kuşkusuz, kendisi de Zeus soyundan gel­ diği için kendi ata yurdunun tanrısına başvurup yakarıyor olmasıdır. Gene, oğlu Neoptolemos da savaştan sonra bu bölgeye yerleşirken as­ lında atalarının ülkesine geri dönmekteydi. D ahası, Selloi ya da Helloi'un Hellen'lerden başkası olmadıkları görüşüne herkes katılıyor. Bunlardan "sözcüler" ya da yorumcular diye söz edilmektedir; bir baş­ ka deyişle, tanrının gönderdiği işaretlerin anlamını çözen biliciler ya da rahiplerdir bunlar. Aristoteles, Hellen'lerin, Dodona dolayındaki ülkeden geldiklerini ve orada Graikoi diye bilindiklerini söyler.79 Bu, Romalıların Hellen'leri tanıdığı adı açıklayabilir, çünkü Hellen'lerin İtalya'da yaşayan halk­ larla ilk ilişkisi doğallıkla Adriya Denizi üstünden kurulmuştu. İ/ı/adn'daki "Gemilerin Sayım ı" bölümünde, Boiotia'hlarm yerleşim mer­ kezleri arasında Graia da sayılır; Aristoteles de, G raia'nm , sonradan Oropos adım alan yer olduğunu söyler.80 Eğer Boiotia'hlarm bu adı Dodona'dan yanlarında getirdiklerini düşünürsek, H ellen'lerin nasıl Graikoi olarak tanındıklarım anlayabiliriz. Ama bu işin kolayına kaçan bir varsayım olur, çünkü Oropos adı da aynı yoldan açıklanabilir. Protesilaos'un Thessalia Akhaia'sından gelen bir Phylake'li olduğunu da­ ha önce belirtmiştik. Dodona'nın birkaç kilometre güneyinde başka bir Phylake daha vardı; Oropos adı verilen bir ırmağın kıyısındaydı bu Phylake.81 Tüm eskil çağlar boyunca varlığını sürdürmüş olan bir bağ, bu bir bakıma seyrek sayılabilecek bağları perçinliyor. Boiotia'lılar, en ünlü bilicilik merkezi sayılan Zeus tapınağının bulunduğu Dodona kentine her yıl hac düzenlerlerdi; dolayısıyla özel bir ayrıcalıkları vardı Dodona'da. Tapmaktaki bilicilerin açıkladığı Zeus buyrukları gerçekte rahibelerce aktarılırdı, ama Boiotia'lılar kehaneti erkek yorumcular ya da sözcülerden öğrenme hakkına sahiptiler.82 İşte burada söz konusu olan, Selloi'dur. Bu ayrıcalık, eski akrabalığa gösterilen bir saygının sonu­ cuydu. Eğer Akha'lar ile Boiot'lar arasında ortak bir Hellen kökeni var idiy­ se, Yunan dilinin yayılmasında önemli bir rol oynamış olmaları gere­ 79 Aristoteles, Mete. 1.14. 80 ilyada, 2 .498. 81 Titus Livius, 45.26. Aynı biçimde, Thessalia bölgesindeki Arne kenti, Boiotia bölgesinde de karşımıza çıkıyor İlyada, 2. 507; Strabon, 413. 82 Ephoros, 30; Strabon, 402.

A k h a ’l a r

391

kir. Şimdi bakalım, Akha'lar ile Boiot'ların göçleri dilbilimsel bilgiler ışığında nasıl bir görünüm sunuyor. Yunan dilinin Peloponnesos'a ilk kez Neleid'ler ve Lapith'ler tara­ fından getirildiğini kitabımızın daha önceki bölümlerinde değişik açı­ lardan belirtmiştik. N eleid'ler Messenia'nm batı kıyılarına, Lapith'ler de Argolis, Arkadia, Elis ve Korinthos Kıstağı dolayına yerleşmişler­ di.83 Neleid'lerin hangi lehçeyi konuştuklarını ortaya çıkaracak hiçbir ipucu yok elimizde. Ama konuştuktan lehçenin, Lapith'lerin lehçesine yakın olduğu düşünülebilir. Homeros'daki Yunanca sorununa geldi­ ğimizde, Lapith'lerin kullandığı lehçeyle ilgili bazı şeyler söyleyebile­ ceğiz. Tarihsel dönemlerde Argolis, Messenia ve Lakonia'da konuşulan lehçe, Dor'caydı. Elis ve Akhaia halkları, Kuzeybatı Yunancası konu­ şuyorlardı. Kuzeybatı Yunancası, Dor'caya yakın bir dildi ve Dorca'yla aynı zam anda ortaya çıkm ıştı. Ama A rkadia'da konuşulan dil ne Dor'caydı, ne de Kuzeybatı Yunancası; Aiol diline yakın bir dildi. Ki­ min lehçesiydi bu peki? Argolis ve Lakonia'da konuşulan Dor'ca, Arkadia dili olarak belir­ lenmiş bazı biçimleri içerir. Bu da, Arkadia dilinin bir zam anlar daha geniş bir alanı kapsadığını gösterir. Üstelik, Argolis ve Lakonia, Akha'ların işgal ettikleri iki bölge olduğu için, Arkadia dilinin bu öğele­ rini Akha'lara bağlamamızı sağlayacak kanıt da vardır elimizde. Girit'deki, Rodos'daki ve Pamphylia'daki Dor'canm tem elinde benzer öğeler bulunmuştur. Bütün bu bölgelerde Dor'lardan önce A kha'lar yaşamıştı. Dahası, Dor'ların ulaşamadığı Kıbrıs'da kullanılan Yunan­ ca, nerdeyse aynı lehçe sanılacak kadar çok benzer Arkadia diline.84 Dolayısıyla bunun A kha'ların dili, yani Thessalia'daki Aiol'canm bir kolu olduğu açıktır. Dor'lar Argolis ve Lakonia'ya girdiklerinde, Ak­ ha lehçesini oralardan kaçanlar Arkadia ve Akhaia'ya taşımışlardı. Boiotia lehçesi, temelde, Kuzeybatı Yunancası ile örtüşmüş Aiol'caydı. Buck, bu örtüşmenin temelindeki Aiol'canm M iny'lerin dili oldu­ ğunu, kuzeybatı öğesini Boiot'ların getirdiğini öne sürmüştür.85 Bu gö­ 83 Elis’de, Lapith'ler Epeo'lulara hükmediyorlardı (fiyada, 2. 620-24; D.S. 4, 69). Epeo’lular sanırız Karia’lılardı: Pausanias, 5. 1.5. Bu bölgedeki bir başka Lapith yerleşim merkezi de Dulikhion’du: İlyada, 2. 625-29; Pausanias. 5.1.10. 84 C.D. Buck, Creek Dialects (Yunan Lehçeleri), (İkinci Basım, Boston, 1928), s. 6-7; Homer and Mycenae, s. 86-87. 85 Creek Dialects, s. 3. Buck'ın ileri sürdüğü gibi. Boiot'ların adlarını Boion Dağı'ndan alm ış olmaları olasıdır, ama bundan onların Kuzeybatı Yunancası konuştukları sonucu çıkmamaktadır.

392

T A R İH Ö N C E S İ E G E

rüş gerçeklerle bağdaştırılamaz. Anadolu kıyısındaki (Aiolis) Aiol di­ li, Kuzeybatı Yunancasıyla bozulmamış olması yönünden, Thessalia ve Boiotia'daki Aiol dilinden farklıdır.86 Dolayısıyla, Ege'nin karşı yaka­ sına, Kuzeybatı Yunancasının Thessalia ve Boiotia'ya gelişinden önce götürülmüş olması gerekir. Ama Boiot'lar daha Troya Savaşı'ndan ön­ ce Thessalia ve Boiotia'daydılar. Dahası, Aiolis'e göç edenlerin büyük bir bölümünü Boiot'lar oluşturuyordu; o kadar ki, yeni yurtlarına za­ man zaman Boiotike de deniliyordu.87 Demek, bunların konuştuğu dil Kuzeybatı Yunancası değil, Aiol diliydi. Boiot'lar ile Akha'lar arasın­ da var olduğunu ileri sürdüğüm yakın ilişki, böylece, Aiol dili ile Arkadia dili arasındaki yakınlıkla doğrulanmaktadır. Zeus adı, Hint-Avrupa kökenlidir. Poseidon adının kökeni yeterin­ ce açığa çıkarılabilmiş değilse de, eski Hint-Avrupa yağmur tanrısının koşut bir biçimi olabilir pekâlâ.88 Eğer Zeus'u Dodona'ya Akha'lar ge­ tirmişse, o zaman Akha'ların Adriya Denizi kıyısından aşağılara doğru geldikleri, sonra Pindos dağını aşıp Peneios ırmağım izleyerek Thessa­ lia ovasına vardıkları düşünülebilir. Thessalia ovasında Akha'lardan önce Tyroid'ler ve Lapith'ler vardı. Aksios ırmağından aşağı ve Petra ya giden kıyı boyunca doğu yolunu tutmuşlar, orada bir Poseidon tapımı kurmuşlardı Tyroid'ler ve Lapith'ler. Bu yüzden, Yunan dilinin Yuna­ nistan'a ilk girdiği iki ana yerin Dodona ile Petra olduğu söylenebilir. Böylelikle, Akha adının Mykene döneminde genelgeçer bir terim olarak yaygınlaşması, Akha'ların Mykene'deki egemen hanedanın yö­ netimi altında yayılmalarıyla açıklanmış oluyor. Öte yandan, Mykene, Thebai ve Orkhom enos'un parlak kültürünü özümsedikten sonra bu kültürü yanları sıra Yunan destanının beşiği Aiolis ve İonia'ya taşıyan Akha'lar ile Boiot'ların ortak Hellenik kökeni, Hellenik adının nasıl da­ ha da görkemli bir geleceğe yazgılı olduğunu görebilmemizi sağlıyor.

6. Pelopid'ler Geriye dönüp de Akha'ların yayılışına baktığımızda, Akha'ların yer­ leşim merkezlerinin büyük çoğunluğunun denize yakın olduğunu gö­ rüyoruz. A khilleus'un su perisi Thetis'in oğlu olm ası, Phokos'un da 86 Creek Dialects, s. 5-6. 87 Strabon, 402; Pelopormesos Savaşı, 3. 2. 3, 7. 57. 5, 8.100. 3. 88 A.B. Cook, "Zeus, Jupiter and the Oak", Classical Review, 17.174-75.

A k h a ’l a r

393

adını fok balığından alması boşuna değildir. Akha'lar Thessalia'ya ulaş­ tıktan sonra denizi tanıdılar. Onların da denizlere yelken açmayı tıpkı Tyroid'ler gibi Pagasai Körfezi'nde öğrendiklerini varsaym ak yanlış olmasa gerek. Tyroid'lerin Akha'larla sanırız yakın ilişkileri vardı, çün­ kü Troya Savaşı zam anında Pherai'da ve İoİkos'da hâlâ Tyroid'lerin bir kolu bulunuyordu.89 Forrer, H attuşa'da bulunan Hitit belgelerinde geçen kim i Yunan prenslerinin adlarını çözüp okuduğunu açıklayalı yirm i yıldan fazla oldu. Forrer'ın belirlediği birçok adın çevresinde ateşli tartışmalar pat­ lak verdi; ben burada Forrer'm belirlemelerinden yalnızca birinden ya­ rarlanacağım. Murşil'den (İ.Ö. yaklaşık 1350-1320) başlayarak birçok Hitit kralı, Ahhiyava denilen bir ülkenin yönetenleriyle karşılıklı ilişki içindeydi. Bunların Akha'lar oldukları kabul ediliyor. Gel gör ki, Yu­ nan anakarasının A kha'lan değildi bunlar. Ahhiyava ülkesinin tam ne­ rede bulunduğu şimdilik açık değil, ama Anadolu'nun güney ya da ba­ tı kıyılarında bir yerlerde olduğu anlaşılıyor. Ahhiyava kralı, Murşil'in oğlu Muvatallu'ya armağanlar göndermekte, ondan armağanlar almak­ tadır (İ.Ö. yaklaşık 1300); Ahhiyava'lılar bir kuşak sonra Hititlere kar­ şı Assuva (neresi olduğu belirsiz) kralıyla birleşmişlerdir. İ.Ö. 1240'da kralları Attarisyas Kıbrıs'ı ele geçirir.90 Öte yandan, Ahhiyava'dan Hi­ tit sarayına gelerek savaş arabası sürmeyi öğrenen prenslerden söz edil­ mektedir.91 Akha'lar, Mısırlıların da yabancısı değildiler. İ.Ö. 1288'de II. Ram­ ses Kadeş kentinde Hititlerce bozguna uğratılmıştı. Bu savaşta Hititlerin bağlaşıkları arasmda Luka'lar (Lykia'lılar), İliunna'lar (Troyalılar?) ve Kalikişa'lar (Kilik'ler) vardı.92 Altmış yıl sonra, Merneptah'm yöne­ timi sırasında Mısır bir kez daha LibyalIların batıdan "bütün ülkeler­ den kuzeyli sürüleri"yle birlikte giriştikleri ortak bir saldırıyla yüz yü­ ze geldi. Sözü edilen "Kuzeyli sürüleri" arasmda Luka'lar, Şardina'lar, Turşa'lar ve Akaivaşa'lar vardı. Şardina'lar ya Sardes kenti halkıdır ya da Sardunyalıların ataları; ama her ikisi de olabilirler.93 T urşa'lar, Tyrsen'ler ya da Tyrrhen'lerdir. Akaiyaşa'lar da Akha'lardır. Daha son­ 89 90 91 92

ilyada, 2. 711-15. E. Cavaignac, Le probleme hittite (Hitit Sorunu), (Paris, 1936), s. 41-42, 50, 58-59, 86, 92-95. Aynı yerde, s. 42. H.R. Hall, "Keftiu and Peoples of the Sea", Annual o f the British School at Athens, 8.157; Cambridge Ancient History'de. 2. 275-76, 281-83. 93 Sardunyalıların kökeni Kafkasya'ya kadar götürülmüştür (“Die Hypachaer", 225); Sardunya'nın Tunç Çağı kültürünün Ege'yle olan yakınlıkları için bkz. G. Childe, The Dawn o f European Civilisation (Avrupa Uygarlığının Şafağı), (Üçüncü basım, Londra, 1939), s. 242-46.

394

T A R İH Ö N C E S İ E G E

raları, İ.Ö. 1194 yılında, 111. Ramses benzer bir kuzeyliler sürüsünü Nil Deltası'nda yenilgiye uğratacaktı. Akha'ların, ta on dördüncü yüzyılda Hitit İmparatorluğu'yla ilişki­ li oldukları sıralarda Anadolu kıyılarında etkin oldukları açıktır. İşte, Pelopid'leri bu bağlam içersinde incelememiz gerekiyor. Birçok bilim adamı, Pelopid'lerin, kendilerini izleyen Akha'larla ay­ nı soydan geldiğini öne sürmüştür. Kendi içinde epey akla uygundur bu görüş; hem de, eski çağdan bir yazar da bu görüşten yanadır. Ken­ disiyle ilgili pek bilgimiz bulunmayan Autesion adlı bir yazarın, Pelops'u Olenos'lu bir Akha olarak tanımladığı belirtilm iştir.94 Kuşku­ suz, Akha'ların yöneticileri olarak Pelopid'lerin bir ölçüde Akha'laşmış olmaları çok olasıdır, ama Pelopid'lerin Akha kökenli olmaların­ dan kuşku duymamızı gerektiren nedenler vardır. Eğer Akha'ların Thessalia'dan Peloponnesos'a gitmelerine önderlik eden Pelops kendisi de bir Akha idiyse, Akha'ların geldiği yörede iz­ ler bırakmış olması beklenirdi. Ama bırakmamıştır. Boiotia'dan ayrıl­ madan, kız kardeşi Niobe'yi Thebai'lı Amphion'la evlendirmiş, Niobe Amphion'a Khloris'i doğurmuştur; Khloris de Neleus'un karısı olmuş­ tur.95 Thebai, Mykene ve Pylos hanedanları arasındaki eski bağların bir belirtisi olması bakımından ilginçtir bu. Pelops, Peloponnesos'a yerleş­ tikten sonra, Kadmos Ocağı'ndan Laios'u ağırladı orada.96 Khaironeia'da onun değneği kutsal bir emanet olarak saklandı. Pelops'un değ­ neği Khaironeia'ya Phokis'den getirilmişti. Phokis'e de, Pylades ile ev­ lendiğinde Agamemnon'un kızı Elektra tarafından M ykene'den geti­ rilmişti.97 Hepsi bu. Pelops'un Boitia'yla üç bağı söz konusu; bunlar­ dan biri Mykene'ye kadar gidiyor gerilere; Thessalia'da ise Pelops'un en küçük bir izine rastlanmıyor. Dahası, niteliği pek bilinmeyen bir ya­ zar olan Autesion'u bir yana bırakırsak, tüm eski yazarlar, Pelops'un Anadolu'lu olduğu (bir Lydia'lı, bir Paphlagonia'lı ya da bir Plırygia'lı) konusunda birleşiyorlar.98 İsterseniz, gelin bir de yaşamöyküsüne ku­ lak verelim Pelops'un. Çünkü, Pelops'un yaşamöyküsü, tarihsel ger­ çek kırıntılarının bir kuttörenler yıkıntısıyla kaynaştırılarak nasıl tipik bir Yunan destanına dönüştürüldüğünü görmek bakımından öğretici bir örnektir. 94 95 96 97 98

Pindaros, O. 1. 37. Strabpn, 360; Odysseia, 11. 281-83; Apollodoios, 1.9.9. Apollodoros, 3.5.5; Athenaeus, 602-03; Euripides, Ph. 1760. Pauşanias, 9. 40,11-11 Peloponnesos Savaşı, 1. 9; Pindaros, O. 1. 24; B. 7. 53; Herodot Tarihi, 7. 8, 7.11.4; Pindaros, 0 . 1. 37.

A

k h a ’l a r

395

Pelops'un babası Tantalos, tanrı Zeus'un oğluydu; Lydia'daki Sipylos dağında dünyaya gelm işti." Pelops'un Broteas ve Daskylos adlı iki erkek kardeşi ve Niobe adlı bir kız kardeşi vardı.100 Tantalos sık sık tanrılarm sofrasına çağrılma onuruna erişirdi. Bir gün, daha küçük bir ço­ cukken oğlu Pelops'u kesip pişirdi, yemek diye tanrıların önüne koy­ du. Tanrı Zeus yemeğin ne olduğunu anlayınca hemen geri götürül­ mesini ve Pelops'un bedeninin yeni baştan yaratılıp diriltilmesini bu­ yurdu. Buyruğu yerine getirildi Zeus'un: Moira'lardan biri, yaşam ip­ liğini büken IĞotho, çocuğu yeniden yaşama döndürdü.101 N e ki, da­ ha önceden Demeter ya da Thetis Pelops'un bir omzunu yemiş bulun­ muştu. İşte bu omzunun yerine fildişinden yeni bir om uz yapıldı Pelops'a. O günden sonra Pelopid'ler omuzlarındaki beyaz bir doğumizinden tanınır oldular.102 Tantalos'u da yıldırımlar çarptı. Pelops büyüdüğünde, tanrı Poseidon ona kanatlı atların çektiği bir araba armağan etti. Hiç ıslanmadan denizleri aşabiliyordu bu araba.103 Yunanistan'a doğru yola koyulan Pelops, arabasının sürücüsü Killos ölünce, Lesbos adasında duraklamak zorunda kaldı. Killos'u Lesbos'da ya da Troas bölgesindeki Killa'da toprağa verdi.104 Yeniden yola koyu­ lup Olympia yakınlarındaki Pisa'ya geldi. Pisa kenti o sıralar Ares ile Harpina'nın oğlu Oinomaos'un yönetimindeydi.105 Oinom aos'un gü­ zeller güzeli bir kızı vardı; her gören hemen gönlünü kaptırıyordu bu kıza. Gelgelelim, Oinomaos pek istekli değildi Hippodam eia'yı evlen­ dirmeye; çünkü ya kızının oğlunun kendisini öldüreceği yolunda uya­ rılmıştı ya da kendisi vurgundu kızma. Karşısına gelen her damat ada­ yını kendisiyle araba yarıştırmaya zorluyordu. Yarışılan yer de, Pisa kentinden Korinthos Kıstağı'na kadar uzanan bitmez bir yoldu. Damat adayı, Hippodameia'yı da yanma alıp sürüyordu arabayı; kızın baba­ sı Oinomaos da başka bir arabayla artlarına düşüyordu. Damat adayı yarışta yenik düşerse öldürülüyordu.106 On üç aday can verdi Hippodameia ile evleneceğim derken. Ama Pelops hepsinden talihli çıktı. Hippodameia, Pelops'a gönlünü kaptırınca, gitti babasının seyisi Myrtilos'u kandırdı. Babasının arabasının tekerleklerindeki dingil çivilerini 99 Pausanias, 2. 22. 3; Hyg. F. 82; Apollodoros, 3.5. 6.100 Pausanias, 3. 22 4; A.R. Z 358. 101 Pindaros, 0 . 1. 23-51. 102 Pindaros, 0 . 1. 37; Hyg; F. 83. 103 Pindaros. 0 . 1. 75-78,87; Apollodoros, Epit. Z 3. 104 Theop. 339; Strabon, 613. 105 Pi. O. 1.65-88: Pausanias. 5. 22. 6. 6. 21. 8. 106 Apollodoros, Epit. 2.4; D.S. 4. 73.

396

T a r İh ö n c e s İ E g e

çıkarttırdı. Sonunda, Oinomaos'un arabası dingilden çıkıp parampar­ ça oldu. Kimine göre, Oinomaos yere düşerken dizginlere dolaşıp öl­ dü; kimine göre de, Pelops kargısmı saplayarak öldürdü onu.107 Gel gör ki, seyis Myrtilos geline, Hippodameia'ya vuruldu bu ara­ da. Arabayla Ege Denizi'ni aşarlarken (orada ne aradıkları açık değil) bir ara Pelops arabadan inip su getirmeye gitti. Myrtilos da kaşla göz arasında Hippodameia'yı becermeye kalktı. Tam o sırada geri dönen Pelops, arabacı M yrtilos'u denize atıp öldürdü.108 Bu serüvenlerden sonra Yunanistan'a dönen Pelops, Peloponnesos'u ele geçirdi (nasıl ele geçirdiği anlatılmıyor) ve kendi adını verdi bu bölgeye. Daha önceleri bu bölgeye Apis ya da Pelasgiotis deniliyordu.109 Pelops, Pisa kentin­ de kayınbabasımn yerine geçti ve birçok oğlu oldu. Bunlardan Atreus ile Thyestes bir zaman Makistos'da (Triphylia) oturduktan sonra Myke­ ne'ye ve Tiryns'e geçtiler.110 Pelops'un kemikleri, Olympia'da kendi­ sine adanan bir temenos'a, kutsal alana konuldu.111 Pelops'un Amphion'la evlendirdiği kız kardeşi Niobe'ye gelince, bir sürü çocuk doğur­ du. Niobe, çocuklarıyla o denli onur duyuyordu ki, Apollon ile Artemis'in anası Leto'dan bile daha mutlu olduğunu söyledi herkesin için­ de. O zaman, Apollon ile Artemis, Khloris dışında tüm çocuklarını öl­ dürdüler Niobe'nin. Niobe derin acılar içinde yurduna, Spylos'a dön­ dü ve taş kesildi.112 Pelops'un kaynatılıp pişirilmesi, bir erginleme söylencesidir.113 Klotho'yu doğum tanrıçası olarak önceden de biliyorduk; oysa burada bir yeniden doğum tanrıçasıdır Klotho. Hippodameia uğruna düzenlenen araba yarışı, svayamvara'ya ya da evlilik öncesi yarışmasına dayanmak­ tadır: Evlenmeden önce gençlere uygülanan erginleme sınavının ata­ erkil toplumdaki bir gelişmesidir bu.114 Ancak burada bizi asıl ilgilen­ diren, kuttörenlerle ilgili temel değil, bütün bunlardan artakalan tarih­ sel olgulardır. Eğer Pelops kız kardeşini Boiotia'da evlendirmişse, dosdoğru Sipylos'dan Pisa'ya gelmiş olamaz. Bu aykırılık, iki ayrı gelenekle karşı kar­ şıya olduğumuzu gösteriyor. Thessalia'dan söz edip de Sipylos ya da 107 Pindaros, O . 1.127: Pausanias, 6. 21. 7; Apollodoros. Epit. 2. 6-7. 108 Apollodoros, Epit. 2. 8-9; İlyada, 2.104. 109 Apollodoros, Epit. 2.9. 110 Euripides, Orestes, 5. 111 Pausanias, 6. 22.1. 112 İlyada. 24. 602-17; D.S. 4. 74; Apollodoros, 3. 5. 6. 113 G.Thomson, Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), (İkinci basım, Londra. 1946), s. 113-18. 114 Briffault, The Mothers (Analar), 2.199-208.

A

k h a 'l a r

397

Pisa kentlerinin adını anmayan gelenek Akha'ların yorumudur; Thessalia'yı ve A kha'lan görmezden gelen ikinci gelenek ise Pisa kentinin vonımu. Eğer Pelops Peloponnesos'u ele geçirdiyse, Mykene kenti ya da o dönemde çevreye nam salmış başka kentler dururken, kendine başkent olarak Pisa'yı seçmiş olması tuhaftır. Bir süre Olim piyat Oyunları'm denetimi altında tutmuş olmasını saymazsak Pisa kenti hiçbir dönem­ de önemli bir kent niteliği kazanmamıştı. Kaldı ki, Olimpiyat Oyunla­ rı da sekizinci yüzyıldan önce tüm Yunanistan'ı kapsayan bir niteliğe büriinmemişti. Eğer Pisa kenti herhangi bir dönemde Pelopid'lerin mer­ kezi olmuşsa, İlyada'da Agamem non'un egemenlik alanlarından biri olarak adının geçmesini beklememiz doğaldır; ama geçmemektedir. Pi­ sa kentiyle bağıntının söylenceye sonradan eklenmiş olmasından kuş­ kulanmamak elde değil. Dor istilasından kısa bir süre sonra, Agorios diye birinin önderliğin­ deki bir Akha topluluğu Peloponnesos Akhaia'smdaki Helike'den göç ederek Elis'e yerleşti. Agorios, Orestes'in torunlarındaridı.115 İpucu da burada işte. Pelops tapımı, bu geç tarihlerde Pelopid'lerin bir kolu ta­ rafından Elis'e getirildi. Olimpiyat şenliği yöneticilerinin hiç kuşkusuz böylesine görkemli bir geleneği kendilerine maletmekte çıkarları var­ dı. Böylece, şenlik yöneticilerinin çabası sonucu, Olympia kentinde bir yurt buldu kendine Pelops tapımı. Öteki belirtiler de aynı doğrultuda. Hippodameia, Olympia'ya gö­ mülmüştü; ama kemikleri Olympia'ya Mideia'dan getirilmişti, kocasıy­ la kavga ederek gidip yerleştiği Mideia'dan.116 Oinomaos nerdeyse yal­ nızca PelopsTa bağmtılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Pisa kentinde Oinomaos'dan önce bilinen bir kral yoktu. Yanşın varış yerini niçin Korinthos Kıstağı olarak belirlemişti peki Oinomaos? Sanırız, kendisi de o yöreden gelmeydi de ondan. Oinomaos'un anasının babası, ırmak Asopos'du.117 Helike de, Mideia da, Korinthos da, Asopos ırmağı da, Ho­ meros ozanlarınca Mykene'li Pelopid'lere yakıştırılan bölgenin içinde kalmaktadır. Bu nedenlerle, Pelops söylencesinin Yunan topraklarına ilk kez burada, Peloponnesos'un kuzeydoğu köşesinde ekildiğine ina­ nıyorum. Ne var ki, bundan, Pelops'un bir zamanlar Mykene'de hüküm sürdüğü sonucu çıkmaz. Tam tersine, Pelops'un Yunanistan'a hiçbir za­ i l 5 Pausanias, 5. 4. 3. 116 Pausanias. 5. 20. 7, 6.20. 7. 117 Pausanias, 5.22. 6, 6.21. 8. Pelops'un arabası Phleius'da korunup saklanmıştı: Pausanias, 2.14. 4.

398

T a r ih

ö n cesİ

Eg e

man erişmediğini gösteren belirtiler söz konusudur. Pelops'un kemik­ lerinin Troyalı Athena imgesine uydurulduğu yolunda bir gelenek var­ dı.118 Pelops'un arabacısı Anadolu'dan ayrılmadan ölmüştü; bu gele­ nekte Pelops'un da daha Anadolu'dayken öldüğü ileri sürülmektedir. Üstelik bu sav, Olympia yorumunun tam tersme, Oinomaos'un Lesbos kralı olduğunu savunan bir başka görüş tarafından desteklenmektedir.119 Tıpkı Pelops'un pişirilmesi gibi araba yarışı da, Pelopid'lerin Anado­ lu'dan gelirken getirdikleri bir ata söylencesinden başka bir şey değildi. Sipylos, Sardes kenti ile deniz arasında kalan Hermos koyağına ba­ kan dağdır. Çocuklarının acısından gözyaşlarına boğulan Niobe bura­ da taş kesilmişti. Pelops'un Tahtı diye bilinen kaya buradaydı. Tanrı­ ların Anası'mn, erkek kardeşi Broteas tarafından yaptırılan eski tapı­ nağı buradaydı. Yakındaki koyaklardan birinde, ilk başlarda Pelopeia diye bilinen Thyateira kenti yer alıyordu.120Hermos ırmağı, Hitit kül­ türünün Ege'ye ulaştığı ana yoldu. Niobe imgesi, Pelops'un Tahtı, Broteas'm yaptırdığı tapınak, bütün bunlar Sipylos dağında bugün hâlâ görülebilen Hitit anıtlarını akla getiriyor. Bu kadar da değil. Pelops'un öteki erkek kardeşi Daskylos, Lydia kral ocağı Merm nad'ların ilki olan Gyges'in babasının adaşıydı aslında. Sürücü Myrtilos da, Lydia'lı Heraklesoğullarının sonuncusu Myrsilos'un ve Ahhiyava prensesiyle ba­ şından geçenleri Hattuşa'da tutanağa geçirten Hitit kralı Murşil'in ada­ şıydı. Söz konusu gelenekte, Pelops'un Lydia'lı olduğu doğrultusun­ da somut belirtilerin bulunduğu açıktır. Pelops aynı zamanda Paphlagonia'lı ve Phrygia'lıydı. Paphlagonia, Hattuşa kentinin hemen kuzeyindeydi ve Hititler oldukları söylenen Leukosyr'lerin ülkesiydi. Thrakia'lılarla akraba olan ve Hellespontos'u, yani Çanakkale Boğazı'nı geçerek Hitit İmparatorluğunu istila eden Phrygia'lılar Hint-Avrupa dili konuşan bir halktı. Tıpkı Knossos'u ele geçiren Akha'lar gibi onlar da daha eski bir kültürün etkisi altına gir­ 118 Dion, Rhod. 5; Clem, Pr. 4. 14: İlyada, 4. 92; Lykophron, 53, 911; Pausanias, 5. 13. 4-5. 119 Euripides, Orestes, 990. 120 Pausanias, 5 .1 3 .7 ,3 . 22. 4. Anadolu'yla daha birçok bağıntı vardır. Olympia'da Artemis'e bağlanan kordaks dansı Sipylos'dan gelmişti: Pausanias, 6. 22. 1. Pygela’daki Artemis Munykhia tapınağı. Agamemnon tarafından yaptırılmıştı: Strabon, 639. Hippodameia’nın daha önceki talipleri arasında Mermnes, Hippothoos, Alkathoos ve Lokris bölgesindeki Opuntia'dan Pelops da vardı: Pausanias. 6. 21. 10; Pindaros, O. 1. 127. Mermnes, Mermnad'ların ata adıdır. Hippothoos, Teutam os’un torunlarından biriydi: İlyada, 2.840-42. Hesiodos, Alkathoos'un Porthaon’un Pieuron'dan olan oğlu olduğunu söylüyor (Pausanias, 6.21.10), ama Homeros’a göre, Alkathoos Aineias'ın kayınbiraderidir ve karısı da Hippodameia'dır (ilyada, 13. 428-29): Pleuron'da ilk oturanlar, Kuzeybatı Anadolu'dan gelen Leleg'lerdi.

A k h a ’l a r

399

diler. Phrygia'lı Kybele, Hitit ana-tannçasmm yeni bir biçimiydi; günü­ müze kadar gelen birçok Phrygia anıtı, eğer doğrudan doğruya Hititli ustaların elinden çıkmamışsa bile en azından H itit'deki asıllarm dan esinlenilerek yapılmıştır. Bunlar arasında, Ayazzin ve D im erli'nin as­ lan gömütleri sayılabilir.121 Bu iki gömütün kapılarının üstünde büyük birer taş parçası vardır. Bu taş parçasına, art ayakları üstüne kalkmış ve birbirlerine bakan iki aslan figürü oyulmuştur. İki aslan arasındaysa dik bir sütun göze çarpmaktadır. Garstang'm belirttiği gibi, Hititlere özgü bir anlayıştı bu. Daha önce Mykene'de rastlamıştık aynına. Yunanlıların, daha sonraları onların kültürünü devralan halklardan ayrı olarak Hititlerle ilgili doğrudan hiçbir bilgileri yoktu. Dolayısıyla, Pelops'un Lydia'lı, Paphlagonia'h ya da Phrygia'h olduğunu söylerler­ ken, onun bir Hititli olduğunu ancak bu kadar söyleyebilirlerdi. Hitit İmparatorluğu'nun yıkılışı İ.Ö. 1200 yılında tam amlanm ış ol­ malı. Cavaignac da, Phrygia'lılarm istilasının aynı dönem de gerçekleş­ tiğini söylüyor.122 Eğer doğruysa, bundan, Troya Savaşı dönem inde Troya kentinin istilacılar tararından çoktan ele geçirilmiş olduğu sonu­ cu çıkabilir. Homeros-sonrası gelenekte Hekabe Thrakia'dan gelen bir Pelasg'dır; ama Homeros'da Hekabe'nin babası Dymas PhrygiaTılarm kralıdır.123 Priamos'un kendisi bir Phrygia'h değildir; ama Troya soya­ ğacı o denli karışık ve belirsizdir ki, bu aykırılık önemli sayılm am alı­ dır. Bir seferinde, Priam os, Sangarios koyağında A m azonlara karşı Phrygia'hlarla birlikte dövüştüğü bir çarpışm ayı anım sar.124 Bu da, PhrygiaTılarm daha Troya Savaşı'ndan önce Hititlerle ilişki içinde ol­ duklarım gösteriyor. Bir de, açıklam ası güç de olsa, b u savaşta Phrygia'lılarm başındaki kralın, Atreus'un Aiol dilindeki biçim i olan Otreus olduğunu belirtmekte yarar var.125 Kybele'nin, Hitit tanrıçasından aldığı bir özellik de, aslanın çektiği arabasıydı.126 Hititler arabalarıyla ünlüydüler. Aynı köken belki de Pe­ lops'un serüvenlerinde karşım ıza çıkan araba için de varsayılabilir. Tanrıça, Kappadokia'da Ma adıyla tanınmıştı ve merkezi de Hititler 121 J. Garstang, The Hittite Empire (Hitit İmparatorluğu), (Londra, 1929), s. 16. 85. Bellki de, Garstang, bu gömütlerin doğrudan doğruya Hititlerin yaptığı asıllarmdan alındığını söylemekle fazla ileri gidiyor; Hiç kuşkusuz, bunlar tarih bakımından Mykene'deki Aslan Kapısı'ndan çok sonraydılar, ama ortak bir Anadolu ilkörneğinin var olduğu varsayımıyla çelişmiyor bu. 122 Le probleme hittite, s. 152. 123 ilyada, 16. 718. 124 ilyada. 3.185-89. 125 İlyada, 3.186; Homl. H. 5.111. 146. 126 The Hittite Empire, s. 114; A.j. Evans, "The Ring o f Nestor", Journal o f Hellenic Studies, 45. 33-37.

400

T A R İH Ö N C E Sİ EGE

zamanında önemli bir kent olan Komana'daydı. Bu kentte, yani Komana'da, ta Roma çağma kadar varlığını koruyan, Agamemnoneion Genos ya da Orestiad'lar denilen bir rahipler klanı vardı. Bunlar, Orestes'in Tauris'den getirdiği Artemis'in kendilerinin olduğunu ileri sü­ rüyorlardı.127 Kimdi öyleyse Pelopid'ler? Yunan geleneği, bu konuda Hititlere yö­ neltiyor bizi. Ancak, Hattuşa'daki tarih tutanaklarında, Hitit yönetimi­ nin Yunanistan'a kadar uzandığına değgin hiçbir ipucu yok. Belki de Pelopid'ler, Hitit kültürünü özümlemiş Akha'ların Anadolu'daki bir koluydular. Bugünkü bilgi düzeyimizle, daha kesin bir sonuca varma­ ya çalışmak pek akıllıca bir iş olmayacak. Homeros'da verildiği biçimiyle Pelopid'lerin soyağacı dört kuşağı kapsıyor: (1) Pelops; (2) Atreus ve Thyestenes; (3) Atreus'un oğulları Ç izelge XV P E L O P İD ’LER Tantalos

I

Pelops

Atreus

Strophios = Anaksibia

Thyestes

Menelaos

Pylades = Elektra

I

Strophios

Agam em non

Aigistho s

Herm ione = Orestes = Erigone

I IPenthilos

Tisam enos

Kometes

Dam asias

I

Agorios

Ekhelas

I

C ra s

Agamemnon ve Menelaos ile Thyestenes'in oğlu Aigisthos; (4) Aga­ m em non'un oğlu Orestes. Orestes'in oğulları Tisam enos ve Penthi­ los'un temsil ettikleri kuşak soyağacınm dışında kalmıştır, çünkü şiir127 D.C. 36.13: Stiabon, 535: C/G. 4769.

A

k h a 'la r

401

leıin söylendiği dönemden sonraya denk düşmektedir. Bu soyağacı, sanrız, şiirler söylendiği sıralar Lesbos'un kralları olan Penthilid'lerin aü? geleneğinden çıkarılm ıştı.128 Anakaradaki Yunanlıların değişik bir yorumu vardı. H esiodos'a gö­ re, Agamemnon ile Menelaos'un babası Atreus değil, A treus'un Pleisthmes adlı oğludur.129 Pleisthenes tam bir bilmecedir. Onu soyağacm a kamak için de, soyağacından çıkarmak için de hiçbir ipucu bulunam amıktadır. Ama her iki durumda da, soyağacmdaki kuşakların sayışı­ mı her zaman doğru anımsanmadığı kanıtlanmaktadır. Tisamenos ve Penthilos, Dor istilasıyla aynı dönemde yaşam ışlardı. Lfkonia'dan atılan Tisamenos kaçıp Helike'ye yerleşti; orada öldü, ora­ da göm üldü.130 Oğlu Kometes daha önceden A nadolu'ya göç etm iş­ ti.131 Lesbos adasındaki Aiol kolonisini kuran Penthilos, iki oğlunu Peloaonnesos'da bıraktı. Bunlardan biri, Damasias, A gorios'un babasıy­ dı132 İşte, bir Akha topluluğunun başına geçip onları E lis'e götüren Ajorios, bu Agorios'du. Yerel geleneğe bakılırsa, Agorios, E lis'd e Oksibs adında bir şef tarafından karşılanıp ağırlanmıştı. Burada, gelenek­ sel sitredizindeki bir başka zayıf noktaya parmak basabiliriz. Eratosthenes, bir kuşağın ortalama süresini kırk yıl olarak belirle­ nişti. Bu ortalama süre, en azından Thukydides'e kadar gerilere uzan­ maktadır. Thukydides, Dor istilasının tarihini Troya kentinin düşüşündtn seksen yıl sonra diye saptamıştı. Bu tarih, Agam em non ile onun Ebr'lar tarafından kovulan torunları arasındaki iki kuşağa denk düş­ mekteydi.133 Burn'ün belirttiği gibi, çok uzundur bu süre.134 N e var ki, Bırn'ün önerdiği çözümle, yani Eratosthenes'in tarihlerini b ir bir hesıplamakla güçlük ortadan kalkmamaktadır. Başka bir deyişle, Burn, kışakların sayısının doğru olduğunu varsaymaktadır. Ama bana öyle giliyor ki, kuşakların sayısı sürelerinden daha güvenilir değildir. Bu audan Pleisthenes yerinde bir örnekse, Oksylos da bir başka yerinde önektir. Elis geleneğinde Oksylos, Thoas'ın torunudur ve Aitolia'hdır. Eor'larla elbirliği etmiş, bir Aitolia'lı topluluğuyla Elis'i ele geçirm iş­ im Aristoteles, Politika, 1311b. 19; Strabon, 402, 447, 582; Pausanias, 3. 2.1. 19 Hesiodos, fr. 98; Stesikhoros, 15; Aiskhylos, Agamemnon, 1568. 10 Pausanias, 2.18. 8. 2. 38.1, 7.1. 7-8. 11 Pausanias, 7.6. 2. 12 Pausanias, 3.2.1,5.4. 3. 13 Peloponnesos Savaşı, 1.12. 3; Herodot Tarihi, 1. 7. 4,2.142. 2. 14 A.R, Burn, “Dates in Early Greek History” ("Erken Yunan Tarihinde Tarihler”), Journal o f Hellenic Studies; The Growth o f Literature, 1. 193, 198. Yanılgının kaynağı, büyük olasılıkla, beşinci yüzyıl Atina’sındaki geç evlenmelerdi.

402

T A R İH Ö N C E S İ E g e

tir.135 Bu da, İh/ada'daki "Gemilerin Sayımı" bölümüne uygun düşmek­ tedir. Orada, Thoas'dan, Troya kuşatması sırasında Aitolia'lıların bir şefi diye söz edilmektedir.136 Aynı zamanda, Dor istilasının Troya Savaşı'ndan iki kuşak sonra gerçekleştiği yolundaki varsayıma da uygun düşmektedir. Ama savaştan sonraki dördüncü kuşağa yakıştırılan Agorios'un soyağacma uygun düşmemektedir. Hiç kuşkusuz, bu aykırılı­ ğa karşın bu kuşaklar aynı dönemde yaşamış da olabilirlerdi, çünkü bir kuşağın kapsadığı süre değişmektedir. Ama bu, geleneksel süredizine olan inancımızı sarsmaktan başka bir işe yaram az; geleneksel süredizinde soyağaçları belirli bir dönemdeki değişik aileler için aynı sa­ yıda kuşaklar varsayılarak aynı birimle ölçülebilir kılınmışlardır. Bu soyağaçlarından birinin ya da ötekinin değiştirilip bozulmuş olması çok daha akla yakmdır. Peki, hangisi daha güvenilirdir bunların? Eratosthenes'in yapay bir biçimde tutarlı kılınmış sistemine boyun eğen mi, yoksa bağımsızlığını ilan eden yerel biçim mi? Bu görüşlerin ışığında, Pelops'u hanedanın Anadolu'da yatan kö­ keninin bir simgesi olarak almak daha akla uygundur. Bu krallar, bir kez M ykene'ye yerleştikten sonra, Asya'daki geçmişlerinin eksiksiz bir tutanağmı saklam ayı akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdir. Hiç kuşkusuz, iktidarda oldukları sürece kendi adları yazılı olarak korun­ muştur; ama hanedan devrilince gelenekleri de kendileri gibi iki kola ayrılmıştır. Lesbos'lu PenthilidTer krallık m evkilerini ellerinde tutu­ yorlardı; ama adlarından da anlaşılacağı gibi geleneklerinin işlevi, kral­ lık mevkiini devraldıkları Orestes'in oğullarından birinin soyundan geldiklerini kanıtlamaktan öteye gitmiyordu. Yer ve zaman bakımın­ dan çok uzaklarda kalan ilk kuşaklar ise söylenceler dünyasının için­ de yitip gitme eğilimindeydi. Bu arada, ailenin Agorios önderliğinde­ ki öteki kolu Peloponnesos'da varlığını sürdürdü; ama ancak aile ser­ veti kadar nerdeyse aile geleneğinin de sarsıldığı bir altüst oluştan son­ ra. Ve Elis'e yerleştiklerinde, bu aile geleneğinin artakalanı, Olympia rahiplerinin çıkarları doğrultusunda değiştirilmiş bulunuyordu. Argos'lular, Agamemnon'un gömütiinün M ykene'de olduğu konu­ sunda Homeros'la birleşiyorlardı. Ama Spartalılar Agamemnon'un gömütünü Amyklai'da gösteriyorlardı.137 Eğer benim düşündüğüm gibi, 135 Pausanias, 5. 3. 6. Bu, Kuzeybatı lehçesini Elis'e getiren göçtü. 136 İlyada, 2. 638. 137 Pausanias, 2. 16. 6, 3. 19, 6. Amyklai, Dor istilasından sonra da bir süre Akha'ların elinde kaldı: Pausanias, 3.2.6. Anlaşılan, Agamemnon'un Sparta'daki konağı, Odysseia'nın ozanlarınca biliniyordu: The Homeric Catalogue o f Ships, s. 66-69.

A

k h a 'l a r

403

Agamemnon'un somut bir tarihsel kişi olarak kabul edilm esi gereki­ yorsa, o zaman bu seçenekler arasmda bir seçim yapma zorunluluğun­ dan kurtulduk demektir. O zaman da, şunu söylememiz yeterlidir: Ha­ nedanın Menelaos tarafından temsil edilen kolu Eurotas ırmağı dola­ yına yerleştiğinde, ata tapımını da yanında getirdi ve bu tapımı yeni gömütlüğünde sürdürdü. Çok sonralan onların terk ettikleri bu gömüt­ lük, Akha'lar tarafından, en yüceleri Agamemnon olan eskil kralları­ nın gömüldüğü yer olarak anımsanır oldu. Pelopid geleneği varlığını sürdürdü; ama yerelleşmiş, tutarlılığım yitirmiş, yozlaşmış biçimlerde ve ezilmiş serflerin eski parlak günlerinden anımsayabildikleri ya da Anımsamak istedikleri her şeyi temsil ederek.

404

T A R İH Ö N C E S İ E g e

XIII

KÜLTÜRLERİN ÇATIŞMASI

1. Akha'ların Toplumsal Özelliği Gerçi çok şey söylenildi ama, Yunan anaerkil toplumunun gerçek tarihi hâlâ yazılmayı bekliyor. Konuya ilişkin genel incelememiz sonu­ cunda, ana hukukunun tüm çarpıcı özelliklerinin Yunan anaerkil toplumunda bulunduğu kanıtlanmış oldu. Gelgeldim , onu tüm canlılığıy­ la bir düzen olarak ortaya koyabilmiş ya da bu toplum düzeninin ge­ lişme ve gerilem e evrelerini tanımlayabilmiş değiliz. Minos yazısını okumayı başaracağımız güne kadar da bu işin üstesinden gelebilece­ ğimizi sanmıyorum. Şimdilik şunu söyleyebiliriz: M inos'daki dokuz evrenin ilkiyle sonuncusu arasında, mülkiyetin krallık hakları zararı­ na gelişmesini ve kadın ile erkeğin toplumsal ilişkilerindeki dengenin yavaş yavaş yer değiştirmesini içeren sürekli bir değişim süreci yat­ maktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, dengedeki bu yer değiştirme ana­ erkil çerçeve içersinde gerçekleşmiş ve anaerkil düzen incelememizde şimdi vardığımız döneme kadar derinleşen çelişmeleriyle varlığını sür­ dürmüştür. Eğer Yunanistan dış dünyaya daha kapalı kalabilse ve da­ ha kolay m erkezileştinlebilseydi, eski sistem, M ısır'daki kadar uzun ömürlü olabilirdi; M ısır'ın Hyksos'lara yaptığı gibi, barbar saldırıları­ nın birbiri ardı sıra gelen dalgalarını yutup özümleyebilirdi. Ama Ak­ ha çağında dıştan gelen bu zorlama, iç çelişmelerle de birleşince, bildi­ ğimiz Yunan uygarlığının boy atmasına yol açan bir bunalım doğdu; Yunan uygarlığı, özel mülkiyete dayalı bir sınıflı toplumdu ve ilk dö­ nemlerinde, anaerkil geçmişin kurumlarını değiştirme ya da bastırma uğrunda verdiği bilinçli savaşımda canlılık bulmaktaydı. Akha toplumunun Homeros'da betimlenen genel özelliklerini Chad­ wick çözümlemiştir. Başka başka "kahramanlık" çağlan arasındaki ay-

KÜ LTÜ RLER İN Ç A T IŞ M A S I

405

dmlatıcı benzerliğe parmak basmıştır Chadwick.1 Kaba olmakla birlikte daha güçlü ve canlı istilacılar, kendilerinden daha üstün bir kültürü bas­ tırır ve özümlerler ve böylelikle zenginliklerin güçlü bir askeri kastın elin­ de birikmesiyle belirlenen bir ekonomik ve toplumsal altüst oluşa yol açarlar. Kendi içinde ölümcül taht ve kalıtım kavgaları eksik olmayan bu askeri kast, kabile bağlarından koparak zora dayalı, kendini zorla kabul ettiren bir bireyciliği başarıyla uygular. Ne var ki, parlak olduğu kadar kısa ömürlü bir başandır bu, çünkü tüm kazançları üretim güçlerinin her­ hangi bir gelişmesi sonucu değil, kılıç gücüyle elde edilmiştir. Bu Akha şeflerinin zenginliğini, her şeyden önce, hayvan sürüleri oluşturur. "Kargı salan Troya'lılarla savaşa gelmiş değilim ben," diye bağırır Akhilleus Agamem non'a. "N e sığırlarımı çaldılar, ne atlarımı götürdüler."2 Akha şeflerinin hayvan sürülerine, ele geçirdikleri ülke­ lerin halklarından aldıkları aynî vergileri de eklemeliyiz. Agamemnon, Akhilleus'a M essenia'daki yedi ili vermeyi önerirken, oralarda yaşa­ yanların "kendisine bir tanrıymış gibi armağanlar sunacaklarını"3 söy­ ler; bir başka deyişle, ellerindeki mal mülkün bir bölümünü Akhille­ us'a vereceklerdir. Kadın tutsakların değeri, dokuma tezgâhındaki be­ cerileriyle ölçülür, fiyatları öküzlerle biçilir.4 Dahası, bu doymak bil­ mez serüvenciler, altın ve gümüş leğenlere, tunçtan üçayaklara, kazan­ lara, kaplara, sözün kısası Minos işçiliğinin el koyabilecekleri her tür­ lü ürününe göz dikerler. Değer sıralamalarını, yarışmalarda verdikle­ ri ödüllerden çıkarabiliriz. Araba yarışı: Birinci gelene el işlerinde çok becerikli bir kadm ve yirmi iki ölçeklik kulplu bir üçayak; ikinci gele­ ne altı yaşında gebe bir kısrak; üçüncü gelene dört ölçeklik, ateşe değ­ memiş, yepyeni bir kazan; dördüncü gelene iki ölçeklik altın; beşinci gelene iki kulplu, ateşe değmemiş bir kap.5 Yumruk dövüşü: Altı ya­ şında dayanıklı bir katır ve iki kulplu bir sağrak.6 Güreş: On iki öküz değerinde bir üçayak ve dört öküz değerinde bir kadm.7 Koşu: Birin­ ciye Sidon'lu ustaların elinden çıkma, altı ölçeklik gümüşten bir testi; İkinciye yağlı, kocaman bir öküz; üçüncüye yarım ölçek altın.8 1 2 3 4 5 6 7 8

The Heroic Age; The Growth o f Literature; F. Engels. Origin o f the Family, Private Property and the State, (Londra, 1940), s. 115-22,186-87. ilyada, 1.154. ilyada, 9.154-55: ilyado, 23. 703, 885; Odysseia, 1. 431. ilyada, 23. 262-70. ilyada, 23. 653-56. ilyada, 23. 702-05. ilyada, 23. 741-51.

406

T a r ih ö n c e s i E g e

Bunların ahlâk değerleri, kişisel ülküleri ve halka karşı tutumları, ozanlarının onlara anlattıkları tann öykülerinde yansır. Zeus, Olympos dağının bulutlarla kaplı doruğunda oturur.9 İlk başlarda, Bulutlan Dev­ şiren ve Şimşek Savuran niteliklerini taşıyan Zeus yalnız başına yaşa­ maktadır; öteki tanrılar başka yerlerde oturmaktadırlar. Sözgelimi, He­ ra Argos'da, Aphrodite Paphos'da, Athena da Erekhteus Ocağı'nda oturmaktadır. Ama sonradan tanrıların hepsi gökyüzünde tek bir ko­ runaklı yerde bir araya gelirler. Zeus merkezdeki sarayda, öteki tanrı­ lar da Hephaistos'un yaptığı ve Zeus'un sarayını çevreleyen konaklar­ da oturmaktadırlar artık. Zeus'un egemenliği ve üstünlüğü hepsince kabullenilmiştir; ama Zeus'a sık sık kafa tutmaktadırlar, özellikle de karısı. Zeus, kendine bağlı tanrıları toplantılara çağırmakta, bu toplan­ tılarda insanlığın yazgısıyla ilgili kararlar alınmaktadır. Toplantıya ka­ tılan tanrıları et, şarap ve müziğe boğmaktadır Zeus. Bu tanrılar ben­ cil, acımasız, açgözlüdürler; tüm tensel zevklere fazlasıyla düşkündür­ ler. Kendilerine tapan insanlardan yalnızca bir konuda ayrılmaktadır­ lar: Hiç ölmemektedirler. Bu ayrıcalıklarını da büyük bir kıskançlıkla korumaktadırlar. İnsanoğlu şu ölümlü dünyadaki yaşam ından daha yükseklere göz dikmemelidir, yoksa yıldırımlar çarpabilir. Sıradan in­ sanlar kabile şefleri karşısında ne ise, insanoğlu da tanrılar karşısında odur.10 Akha'ların Olympos'u, toplumsal gerçekliğin aynasıdır. Destansı pırıltılarmı çıkarıp attığımızda, o ölçüsüz coşkunluklarını, canlılıklarını saymazsak, hayranlığımızı uyandıracak pek az şey var­ dır bu adamlarda. Kılık değiştirmiş Odysseus'un, çobanbaşı Eumaios'da iyi bir izlenim yaratmak için ne diller döktüğüne kulak verelim: Ö v ü n ü rü m b en y a y g ın G irit'te d o ğ m u ş o lm ak la , ço k varlıklı b ir a d am d ı benim b a b a m , o ğ u lla n v a rd ı k on ağın d a o n u n d a h a b ir sü rü , hepsi d e d o ğ m u şlard ı asıl k arısın d an . O ysa beni satın alınm ış b ir an a d o ğ u rm u ştu , b ir k a p a tm a . A m a H y la k o so ğ lu K a sto r say ard ı beni ö z ço cu k la rı gibi, K asto r, so y u n d a n olm akla ö v ü n d ü ğ ü m a d a m . B ir z a m a n la r m u tlu lu ğ u , m alı m ülkü v e y a ra rlı o ğ u lla rıy le o G irit'te h alk tan say g ı g ö rü rd ü tanrı gibi. A m a ne vak it ki ö lü m tan rıçaları on u alıp H a d e s 'e g ö tü rd ü , 9 Homer and Mycenae, s. 267. 10 History o f Creek Religion, s. 158-59.

KÜ LTÜ RLERİN Ç A T IŞ M A S I

407

k ura çek ip p a y e ttiler taşkın can lı o ğ u lla n m alın ı m ü lk ü n ü , çok a z b ir m al v e b ir e v a y ırd ıla r b ana d a. A m a ben g en e d e ço k varlıklı b ir a d a m d a n kız alab ild im , e rd e m liy d im , sa v a şta n k a çm a z d ım , işe y a ra m a z a d a m d eğ ild im . Şim d i h epsi g eçti gitti, h epsi h ayal old u am a sen g en e d e sa m a n ın a b ak, b aşağın ı an la: Eh, n e y a p a rsın , bu b aşa nice d e rtle r geld i! A re s'le A th e n e atılg an lık v e pazı g ü cü v erm işti b a n a , p u su y a y a tm a k için seçtiğ im z a m a n yiğit a d a m la rım ı, v e d ü şm a n la ra k ö tü lü k dileğim i tasa rla d ığ ım d a , y iğ it y ü re ğ im hiç g ö rm e z o lu rd u ö lü m ü , h erk esten ö n ce ö n e atılır, tep elerd im k arg ım la d ü şm a n erlerd en b en im k a d a r k o şa m a y ıp a y ağ ım ın altın a d ü şe n i. İşte b öyle g ö z ü p e k b ir a d a m d ım ben s a v a şta , am a hiç m i h o şla n m a z d ım tarla işlerin d en, gü zel ço cu k y e tiştirm e d e n v e ev işlerin d en , ben kürekli g e m ile ri, sa v a şla rı se v e rd im h e r v ak it, se v e rd im g ü z e l cilalan m ış k argıları, ok ları, herkesi titreten k o rk u n ç ara çla rı sev erd im . B ütün b un ları b ir tan rı k o y m u ştu benim g ö n lü m e: H er in san ın h o şlan d ığ ı şey ler başka başka. A k h ao ğ u lları T ro y a to p rağ ın a b a sm a d a n ö n ce, d o k u z k ere g ö tü rm ü ştü m ad a m la rım ı y ab an cı ü lk elere, hızlı g em ilerim le g ö tü rm ü ş , çok d a k azan cım o lm u ştu . A ld ık tan so n ra b u talan d an g ö n lü m ü n d iled iğ in i, k u rad a n d a b ir sü rü şey ler d ü ştü y d ü p a y ım a , b ö y lece evim in varlığı geliştiyd i ça b u cak , d eğerli b ir a d a m o ld u y d u m G irit'tiler ara sın d a , ço k sa y g ı g ö re n . A m a n e v a k it ki k ararlaştırd ı g ü r sesli Z e u s b u n ca yiğ id in dizlerin i b ük ecek o belalı seferi, bana ve şanlı İd o m e n e u s'a b u y u rd u la r g em ileri İly o n 'a g ö tü rm e m iz i, o lm a z , d iy e m e z d im , halk ara sın d a k ö tü y e çık ard ı a d ım .11

İh/ada'da rastladığımızda Phoiniks ağırbaşlı, yüreğinde tanrı korku­ su taşıyan yaşlı bir adamdır; oysa onun da fırtınalı bir geçmişi olmuş­ tur: >1 Odysseia, 14. 1951-239.

408

T A R İH Ö N C E S İ E g e

O g ü n b a b a m la k av g a etm iş, k a çıy o rd u m , g ü z e l sa çlı k a p a tm a sı y ü z ü n d e n k ızm ıştı b a n a , o n u s e v iy o r, in sa n d a n sa y m ıy o rd u asıl k a rısın ı, a n a m ı. A n a m s a , d iz le rim e k a p a n ır, y a lv a r ırd ı b ite v iy e , n e o lu rs u n , d e rd i, y a t o k a rıy la , y a ş lı b a b a n d a n iğ re n sin , s o ğ u s u n .

Öyle yaptım ama anladı babam işi, lanetledi beni, yalvardı uğursuz Erinys'lere, ne olur, dedi, vermeyin kucağıma torunumu. Tanrılar getirdiler adağını yerine, bir yandan yeraltı tanrısı Zeus, bir yandan yırtıcı Persephone. Sivri tunçla babamı öldüreyim dedim, ama bir tanrı yatıştırdı öfkemi, bir bir saydı insanların başına gelenleri, doğru yolu gösterdi bana, yoksa adım çıkacaktı, olacaktım baba katili. Ama öfkeli bir babanın yanında yaşamak çok sıkıyordu göğsümde yüreğimi. Hısım akrabam, amca kardeşlerim, yalvardılar, dediler ne olur kal. Kocaman koyunlar kurban ettiler, p a y ta k p a y ta k yürüyen boynuzlu öküzler, yağlan fışkıran bir sürü dom uz. H ephaistos'un ateşinde, şişlerde kızartıldı. İhtiyarın küplerinden bol bol şarap içildi. Benim le geçird iler dokuz geceyi, biri bekledi kapalı avlunun kem eri altında, biri oda kap ılan önünde, iç avluda bekledi. A teş boyuna yandı, hiç sönm edi.

Ama karanlık gecenin onuncu gelişinde, odanın sağlam menteşeli kapısını kırdım çıktım, avlu duvannın üstünden atladım gittim, ne nöbetçiler farkına vardı, ne hizmetçiler. Engin Hellas boyunca kaçtım uzaklara, kuzuların anası Phthie'ye vardım , vardım Kral Peleus'un yanm a. Çok iyi karşıladı beni o, oğlunu seven bir baba gibi sevdi,

KÜ LTÜ RLERİN Ç A T IŞ M A S I

409

bolluk içinde büyüttüğü oğlunu, gözbebeğini. Bir hayli er verdi buyruğuma, beni mal mülk sahibi etti. Dolop'ların kralıydım Phthie'nin ta ucunda.12 Bu bölümleri okuduktan sonra, bir Homeros uzmanının, Akha'ların "evlilik ilişkilerinde tertemiz ve sevecen bir anlayış"a sahip olan "ince ve cömert bir soy" oldukları yolundaki kibar sözleriyle karşıla­ şınca doğrusu ağzı açık kalıyor insanın.13 Etleri ve içkileri böylesine miğdesine indiren "hısım akraba" nın sa­ yısı, hiç kuşkusuz, bir ailenin sınırlarını epeyce aşmaktaydı. Burada, klanı tarafından dayatılan sınırlamalardan kurtulmakta olan bir Akha ile karşı karşıyayız. Bu Akha, yani Phoiniks, kurtuluşunu gerçekleştir­ dikten sonra salt bireysel bir ilişkiyle bir yabancıya bağlanm aktadır: Bir vasal ile derebeyi arasındaki kişisel bağlılık ilişkisidir bu. Phoiniks'in babası Ormenos'un yasal karısının üstlendiği rol de çok ilginçtir. Ormenos, kılıcın elde edebileceği, sığırın satın alabileceği kadar kadına sahip olmakla, kuzeyli atalarının izinden gidiyor olabilir. Ama karısı buna tepki göstermiş ve Klytaimestra gibi karşı koymuştur. Yeni ge­ lenler, kadınlık onuru konusunda farklı düşünceler taşıyan yerli soy­ lularla evlenmişlerdi. İşte bu yüzden, bu "destansı" öykülerin çoğun­ da, kanlar ve kapatmalarla ilgili kavgalar kopmaktadır. Bu kadınların en güzeli, Helena, uğrunda yarışan Akha'lar arasından kendisi seçmiş­ ti kocasını; başından özgürce seçtiği için de düşüncesini değiştirmek­ te özgürdü. Bu durumda, karşı çıkan kocaydı ve Akha'lar da onun ya­ nında yer aldılar. Bin gemiye yelken açtırılması, sırf Helena'nın güzel yüzü uğruna değildi. Paris, Helena'yla birlikte epey mal da alıp götür­ dü.14 Mal mülk ve varlık, kadınla birlikte gidiyordu o zamanlar. Güzel kadınlar uğrundaki dövüşler, para pul uğrunda dövüşlerdi.

2 . A n a e r k i l T o p l u m u n H o m e r o s 'd a E l e A l ı n ı ş ı Homeros ozanları, kahramanlarının savaşa savaşa üne eriştikleri dünyanrn kendi dünyalarından çok değişik olduğunun bal gibi farkındaydı­ 12 İlyada. 9. 447-84. 13 R.C. )ebb, Homer (Homeros), (Yedinci basım, Glasgow 1905). s. 53-S4. 14 ilyada, 3. 72, 7. 362-64.

4io

T a r ih ö n c e s İ Eg e

lar ve birçok ayrımı özenle vurguluyorlardı. Ozanların yaşadığı dönem­ de, demir tunçtan daha önemli bir madde olmuş, Peloponnesos'da Dor'lar üstünlüğü ele geçirmişlerdi. Oysa şiirlerde demire pek az rastlanır. Dor'lar ise önemsenmez. Homeros ozanları, bu gibi konularda, geçmişi bilinçli olarak idealleştirilmiş bir biçimde betimlemişlerdir. Bu betimleme, mül­ kiyetin gelişimi ve ataerkil ailenin güçlenmesi açısından çok daha öznel­ dir, açıldıktan yoksundur. Oysa kadınların toplumdaki yerinin bir deği­ şikliğe uğradığım biliyorlardı. Nitekim şiirleri bu gözle ince eleyip sık dokursak, gerçekleri bu ozanların kendi sözlerinden de çıkarabiliriz. İlyada'yı okuyanların çoğu, Troya'yla ilgili sahnelerde Yunan olma­ yan bir havanın ağır bastığı görüşünde birleşecektir. Agamemnon ile yol­ daşları, korkunç savaş naraları patlatan, kıüç sallamakta, kargı savurmak­ ta kimsenin ellerine su dökemediği komutanlardır. Oysa Priamos, savaşkanlıktan çok uzak, yumuşak başlı, ince bir kraldır. Evet, Hektor'un bir Akha'lı gibi davrandığı söylenebilir, ama öyküde daha eski bir figür ol­ duğu anlaşılan Paris hiç de yiğit değildir.15 Sonra, Andromakhe'nin Hek­ tor'un karısı olarak toplumdaki konumu Penelope'nin konumundan pek değişik olmamakla birlikte, Helena güzelliğiyle herkesin aklını başından alarak sokaklarda özgürce dolaşabilmektedir ve Hekabe'nin çok saygın ve etkileyici bir kişiliği vardır. Troya kentinin korunması için Tanrıça Athena'ya yalvanlırken, kral değil, Hekabe'dir yakarıyı yöneten: B öyle d ed i o , an ası da gitti s a ra y a , h izm etçileri ça ğ ırd ı. O n lar da to p la d ıla r yaşlı k adınları d ö rt b u ca k ta n . G üzel kokulu am b a ra indi an a. O rd a ren k ren k şallar v a rd ı, S id onia'lı k adınlan n-işled iği şallar. Y a y g ın d en izin ö tesind en H elen e'yi k açırd ığ ın d a, T a n rıy a b e n z e r A lek san d ro s Sidon 'd an g e tirm işti. H ek ab e seçti şallard an bir tanesini, a rm a ğ a n d iy e g ö tü rd ü A th en ey e, en b ü y ü ğ ü , en gü zel işlenm işiyd i o, p a rlıy o rd u san d ığ ın d ib in d e y ıld ız la r gibi. S o n ra yola k oyuldu H ekabe, ö b ü r y a şlıla r d a k o şu ştu lar a rd ın d a n . V a rd ıla r k aleye, A th e n e 'nin ta p ın a ğ ın a , g ü zel y an ak lı K isses'in kızı T h ean o a çtı k apıyı,

15 ).A. Scott, The Unity o f Homer (Homeros’da Birlik), (Berkeley, 1921), s. 205-06.

KÜ LTÜ RLERİN Ç A T IŞ M A S I

4 1i

a tla n iyi sü re n A n te n o r'u n karısıydı o, T ro y a h la r k o m u şlard ı onu o ra y a , A th e n e 'y e d u acılık y ap ıy o rd u . K ald ırd ı b ü tü n k ad ın lar ellerini, y a k a rd ıla r A th e n e 'y e h ep b ir a ğ ız d a n , G ü zel y an ak lı T h ean o d a aldı şalı, g ü z e l sa çb A th en e'n in d izlerini ö rttü .16

Aynı tanrıçaya, hiç kuşkusuz, tüm geçmişi boyunca gerek Atina'da, gerek başka yerlerde rahibeler hizmet etmişti. Ama daha sonraki dö­ nemlerde tanrıçaya değgin tüm hizmetler (kurban sunmalar, tören alay­ ları, oyunlar) erkek devlet görevlilerince denetlenir olmuştu. İlyada’da anlatılan bu Troyalı Athena, Atina'lı Athena'nın bir zamanlar taşıdığı nitelikleri taşıyordu. Priamos'un sarayı şöyle düzenlenmişti: T a m elli tan e o d a v ard ı o rd a , cilalı taştan yan y a n a o d a lar, P ria m o s'u n o ğ u lla n y a ta rd ı asıl k a n la rıy la . A v lu n u n ö b ü r y a n ın d a , k arşıd a, k ız la n n m o d a la rı v a rd ı, on iki tan e, cilalı taştan , y a n y a n a , d ü z d am lı. S a y g ıd e ğ e r k a n la rıy la P ria m o s'u n g ü v e y le ri y a ta r d ı.17 B u aile ocağı, ataerkil ortak hane olarak tanımlanmıştır;18 ama biraz düşünecek olursak böyle bir yorumun olanaksızlığını görürüz. Ataer­ kil ortak hane, paterfamilias (ailenin başı, erkeği, başkanı), karısı, oğul­ ları, evlenmemiş kızları ve gelinlerinden oluşur. Evlenmiş kızlar ya da damatlar yoktur, çünkü bunlar ayrı hanelerde otururlar. Priam os'un evinin olağandışı bir örnek olduğu anlaşılıyor, çünkü evlenm iş çocuk­ lar aynı anda iki evde birden oturuyor olamazlardı. Olağandışı olma­ sının nedeni, kralın sarayı olmasıdır. Kral evi, oğulların kız kardeşle­ riyle evlenerek babalarının tahtına geçmeyi güvence altına almalarmı sağlayan anaerkil içevlilik ilkesi üstüne kurulmuştur. Bunun, bir za­ manlar Priamos'un kentinin tümünde geçerli bir kural olduğu da, onun

16 ilyada. 6. 286-303. 17 İlyada, 6. 243-50. Nestor’un Pylos'daki sarayı da aynı biçimdeydi: Odysseia, 3. 387,451. 18 W. Erdmann, Dit Ehc im alten Criechenland, (Münih, 1934), s. 126.

412

T A R İH Ö N C E S İ EGE

sarayının düzenlenişiyle kanıtlanmaktadır. Homeros ozanları, bunun farkına varmadan betimlemişlerdir sarayı. Ama söz konusu uygula­ madan da tümden habersiz değildiler. Rüzgârların kralı Aiolos, büyü­ lü bir adada, tunçtan duvarlarla çevrili bir sarayda oturuyordu: A io lo s'u n on iki ço cu ğ u v ard ı k o n ağ ın d a, altısı kızd ı, altısı erkek, delikanlı ça ğ ın d a , o ğ u lla rın a karı d iy e verm işti kızlarını A iolos. Şölen y a p a rla rd ı bu ço cu k la r sık sık sevg ili b ab aların ın , sa y g ıd e ğ e r an aların ın y a n ın d a , tü rlü y iy ecek içeceklerle d o lu y d u so fraları, tü te rd i y a ğ d u m an ları b ütün gü n ev in için d e, k av al sesleriy le çın lar d u ru rd u e v b ü tü n g ü n , g e ce le riy se herk es yatard ı say ın eşinin y a n ın d a , kilim ler d öşeli olm alı se d irle rd e .19

Mitos dünyasında, yasak kılınmış geçmişin kandaşıyla cinsel ilişki alışkıları varlığını sürdürür, çünkü artık gerçeklikten kopmuşlardır, za­ rarsızdırlar. Phaiakia'nın olağanüstü krallığını daha önce de görmüştük. Phaiakia krallığı, bir söylence de olsa, gerçek dünyadan alınmış öğelerle do­ ludur; gerçek dünyayı görebilmemiz için bu krallığa dikkatlice bakma­ mız yeterlidir. Aslında, Minos Girit'inin yitip gitmiş dünyasıdır bu. Kral Alkinoos'un yük­ sek çatılı sarayının bahçesinde tunçtan duvar­ lar uzanır iki yanda, mavi mineden kuşaklar vardır bu duvarlarda; ağaçlar dal budak sal­ mıştır; armut ve nar ağaçları, pırıl pırıl yemiş­ li elma ağaçlan, bal gibi incirler, yemyeşil fış­ kıran zeytinler... Bir bağ vardır ötede, salkım salkım üzümlü. Kızarmış salkımlar koparılıp ezilmeye hazırdır. En dipte, bağın öbür ucun­ da, yol boyu çeşit çeşit bitkiler fışkırmaktadır. Bağın içinde iki çeşme akmaktadır; biri bütün bahçeyi dolaşmakta, öbürü avlu eşiğinden sa­ raya doğru gitmektedir. Sarayın eşikleri tunç­ tan, söveleri gümüştendir; iki yanları ve kapı 19

Odysseia, 1 0 . 5 -1 2 .

KÜ LTÜ RLERİN Ç A T IŞ M A S I

413

tokmaklarıysa altından. Yerde iki köpek vardır, biri altından, öteki gü­ müşten. Dansçılar hora tepmekte, şaraprengi topu havaya fırlatıp mü­ zikle uyumlu bir sıçrayışla yakalamaktadırlar, ozan elinde sazı Ares ile Aphrodite'nin sevgilerini söylemektedir baştan çıkancı bir ezgiyle. Ka­ dınların davranışları özgür ve bağımsızdır. Bütün bunlar, aklımıza, Mi­ nos Sarayı'run duvar resimlerindeki görüntüleri getiriyor. Alkinoos'un kızı Nausikaa, anasıyla babasına nasıl yaklaşacağı ko­ nusunda titiz öğütler verir Odysseus'a: Avluyu aşıp girince evin içine, geç büyük sofayı bi koşu, anama var, oturur ocak başında, yün eğirir ateşe karşı, alacalı renklere bak bak şaş, sırtını direğe dayamıştır anam, oturur hizmetçileri de arkasında. Tahtındadır babam, sırtı ocağa dönük, şarabını içer yudum yudum, ölümsüz bir tanrı sanırsın onu. Dosdoğru gider, dayarsın ellerini anamın dizlerine, görürsün sıla gününü, olursun mutlu: Ne kadar uzaklardan gelirsen gel, iyi duygular kıpırdatırsan yüreğinde anamın, hazır ol sevdiklerine kavuşmaya, güzel yapılı evine, baba toprağına.20 Kral yalnızca süsleyici bir öğedir. Karar kraliçenindir. Kraliçe, ola­ ğanüstü bir kadındır. Odysseus tam kente girecekken, elinde bir tes­ tiyle küçük bir kız çıkar karşısına. Küçük kız Odysseus'a saraya giden yolu gösterir ve kralın ailesini anlatır: Alkinoos kendine karı aldı onu, Arete'yi öyle saydı, öyle saydı ki, hiçbir kadın böyle sayılmadı yeryüzünde, erkeğinin buyruğunda, evinde yaşayan hiçbir kadın, hem çocukları, hem kocası saydı onu yürekten, halk da bir tanrıça gibi baktı ona, tatlı sözlerle selam verirlerdi kente inince o, 20

O dysseio, 6. 3 0 3 -1 5 .

4 H

T

a r

İh

ö n c e s

İ E

g e

çok akıllıydı, iyi yürekliydi de ondan, yatıştırırdı bütün kavgalarını erkeklerin. İyilik dilerse o kadın yüreğinde sana, umudun olsun sevdiklerini bir daha göreceğine, yüksek çatılı evine döneceğine, baba toprağına.21 Buraya kadar her şey iyi güzeldir de, Odysseus saraya vardığında bambaşka bir durumla karşılaşır: Çok çekmiş tanrısal Odysseus yürüdü evin içinden, yoğun sis vardı üstünde, Athene'nin döktüğü, yürüdü Arete'ye ve kral Alkinoos'a doğru. Dizlerine kapandı Arete'nin, sarıldı kollarıyla ona, Odysseus'u saran sis hemen dağıldı. Birdenbire önlerinde bir adam görünce ordakiler, yuttular dillerini, apışıp kaldılar, Odysseus da başladı yalvarmaya: Arete, tanrıya denk Reksenor'un kızı, saygıdeğer eşi ulu yürekli Alkinoos'un, çok acılar çektikten sonra, bak işte, kapanıyorum ayaklarına, dizlerine senin, yalvarıyorum tekmil konuklarına ayrı ayrı, mutlu yaşamayı bağışlasın tanrılar size, bırakasınız çocuklarınıza evinizin varlığını, halkın size verdiği onur payını bütün! Yola koyun beni, tezelden gönderin yurduma, çile doldururum ne zamandır sevdiklerimden uzakta. Böyle dedi, gitti ocağın külleri içine oturdu, kesiliverdi bir anda herkesin sesi soluğu, Yaşlı Ekheneos söz aldı az sonra, en yaşlısıydı o Phaiak yiğitlerinin, söz söylemede de çok üstündü, eski şeyler bilirdi bir sürü. İyiniyetle konuştu, dosdoğru dedi ki: Olmadı bu, Alkinoos, yakışmaz doğrusu konuğun yerde oturması, ocağın külleri arasmda. Hepimiz sustuk sen konuşasın diye. 21

Odysseia, 7. 6 6 -7 7 .

KÜ LTÜ RLERİN Ç A T IŞ M A S I

4 15

Hadi kaldır, gümüş kakmalı bir tahta oturt konuğu, karsınlar şarabı, buyur uşaklara, sunu sunalım yıldırım savuran Zeus'a, odur yalvarıcılara yoldaşlık eden. Kâhya kadın da yemek versin içerden konuğumuza. Duyunca bu sözleri Alkinoos'un kutsal gücü, çok bilmiş, akıllı Odysseus'u elinden tuttu, kaldırdı ocak başından, parlak bir tahta oturttu, yerinden kaldırmıştı yanıbaşındaki Laodamas'ı, yiğit oğlunu, Alkinoos severdi bu oğlunu çok.22 Odysseus, kendisine tembihlendiği gibi, dileğini kraliçeye sunar, ama bir yanıt olamaz ondan. Kraldır kararı verecek olan. Burada, aynı izleğin (temanın) iki ayrı yorumuyla karşı karşıyayız. Birinde, yalvaran Odysseus kraliçenin ayaklarına kapanır, dizlerine sa­ rılır: Simgesel bir doğum, yeniden doğuş, evlat edinme, yakarış davra­ nışı, çalımıdır bu. Ötekindeyse, Odysseus ocağın (aile yaşam ının m er­ kezi) külleri içine oturur; kral onu kaldırır masaya götürür, yer göste­ rir; böylece akrabalığa kabul edilir Odysseus. Aslında ikisi de birer ya­ karı töreni, ama biri anaerkil, öbürü ataerkil. Odysseia'ya son biçimini veren ozanlar bu ikisi arasında kararsız kalmışlar. Kral ile kraliçenin soylarını araştırdığımızda, bir başka olağandışılık daha giinışığına çıkıyor. Gene testili kız anlatıyor: Saraya girer girmez git doğru kraliçenin yanına: onun adı Arete'dir, kendi de erdemli, anası babası Alkinoos'u dünyaya getiren soydan.* Poseidon, yeri sarsan tanrı, Nausithoos'a baba olmuştu ilkin, birleşmişti kadınların en güzeli Periboia ile, en küçük kızıydı Periboia ulu canlı Eurymedon'un, taşkın canlı devlerin kralıydı Eurymedon bir vakitler, ama yok etti tanrıya saygısız halkını da, kendini de. İşte bu Periboia ile birleşti Poseidon, 22 Odysseia, 7.139-71. * Azra Erhat-A. Kadir çevirisinde. Arete'nin anasıyla babasının “Alkinoos'u dünyaya getiren soydan" oldukları söyleniyor. Oysa George Thomson, bunun “aynı ana-babadan” diye çevrilmesi gerektiğini söylüyor ve örneğin kimi uzmanların “ana-baba” sözcüğünü “atalar" diye yorumlamasının yanlış olduğunu vurguluyor, (f.n.)

4 16

T A R İH Ö N C E S İ EGE

k adın d a d o ğ u rd u ulu canlı N a u sith o o s'u , N a u sith o o s da so n ra d a n P h aiak 'lara k ral o ld u , b abası old u R ek sen or'la A lk in o o s'u n , g ü m ü ş y a y lı A p o llo n ö ld ü rd ü R ek sen or'u y en i ev liy k en , oğlu o lm a m ış, kız ço cu k b ırakm ıştı b ir tek, A re te bu kız ç o c u ğ u y d u işle, A lk in oos kend in e karı ald ı o n u .23

Yukarıdaki alıntının son dizelerinde, Arete'nin, kocasının erkek kar­ deşinin kızı olduğunu öğreniyoruz. Burada söz konusu olan, kadın ka­ lıtçıyla ilgili Attika yasasına uygun düşen ataerkil içevliliktir. Arete tek çocuktu, dolayısıyla da babasının en yakın akrabasıyla evlenmişti. Bir­ kaç dize önce ise, Alkinoos ile Arete'nin "aynı ana-babadan doğdukla­ rını" okuyoruz. Kimi uzmanlar, "ana-baba" sözcüğünü "atalar" diye yorumlayarak durumu kurtarmaya çalışmışlardır. Oysa bu onları, Al­ kinoos ile Arete'yi kardeş olarak tanımlayan Hesiodos'la çelişmeye dü­ şürmekten başka bir işe varamamaktadır.24 Homeros en azından burada başıyla doğrulamaktadır. In flagrante delicto [suçüstü] yakalanmıştır Homeros. Kadın kalıtçı konusundaki bil­ dik ve yaygın yasaya uygun düşen bir soyağacı, Yunan ozanlarının an­ lamadıkları ve anlamak da istemedikleri anaerkil içevlilik kuralına bir seçenek olarak uydurulmuştur. Ufak bir dil sürçmesi ele vermiştir ozan­ ları. Çıkan sonuç açıktır; bu sonuçtan varılabilecek noktalarsa rahatsız edici. Kimbilir, benzer dürtülerle, ama daha büyük bir ustalıkla daha kaç soyağacı çarpıtılmıştır? Gerçekte düpedüz bir çarpıtma olmasına karşın, bu örnekte bile üç bin yıl süreyle yutturmayı başarmışlardır. Çünkü Homeros ozanlarının kadın ile erkeğin toplumdaki konumları­ na ilişkin tutumunu, onların günümüzdeki yayımcıları da o bilgince yansızlıklarına karşın başlarıyla doğrulamışlardır.

3. O d y sse u s'u n K ra llığ ı Örtünün bir ucunu kaldırdık. Şimdi artık örtünün bu ucunun kalk­ tığı köşeden pırıl pırıl gözler önüne serilen görünümü kısaca da olsa 23 Odysseia, 7. 53-66. Bkz. Ausftihrliches Lexikor der griechiscben und römischen Mythologie, 3. 2206-07; J.A.K. Thomson, Studies in the Odyssey (Odysseia Üstüne incelemeler), (Oxford, 1914), s. 168. 24 Hesiodos, fr. 95; Odysseia, 7. 54. Bu farklılığa R.M. Burrows dikkati çekmişti; The Discoveries in Crete (Girit'teki Bulgular), (Londra, 1907), s. 217.

KÜ LTÜ RLERİN Ç A T IŞ M A S I

4 17

izleyebiliriz. Eğer Odysseus'u İthaka'ya kadar götürürsek, acım asız Akha korsanlarının bu yabansı anaerkil dünyaya girdikleri zaman or­ taya çıkan karışıklığı göreceğiz. İthaka'daki yaşamın Homeros ozanlarınca anlatılışındaki belirsiz­ likler ve tutarsızlıkların bir bölümü, gelenekte yazılı olan toplum du­ ru m u n u nerdeyse hiç bilmeyen ozanlardan kaynaklanmaktadır. Ama bir bölümü de, iki ayrı kültürün çatışmasından ve birleşmesinden do­ ğan geçiş döneminin kuraldışılıklarıyla dolu koşullardan kaynaklanı­ yor olsa gerek. Kephallen'lerin yaşadığı Odysseus'un krallığı, anlatıldığına göre, İthaka, Samos (sonraları Kephallonia) ve Zakynthos adı verilen üç ada­ dan, bir de ya Akarnania kıyılarında birer kent ya da körfezde birer

A

B

C

Harita IX. O d ysse u s’un Krallığı

4 18

T A R İH Ö N C E S İ EGE

adacık olan Krokyleia ve Aigilips'den oluşmaktadır.25 İthaka adası, kı­ raç ormanlık, çayırsız çimensiz, at yetiştirmeye elverişsiz bir yer ola­ rak anlatılır.26 Odysseus'un büyük bölümü anakarada bulunan varlı­ ğı, daha çok hayvanlardan oluşur. Mal dökümü şöyledir: Anakarada 12 sığır sürüsü, 12 koyun sürüsü, 12 domuz sürüsü, 12 keçi sürüsü var­ dır. Adadaysa taliplerin oburluğuna karşın 11 keçi sürüsü, 600 dişi do­ muz, 360 erkek domuz ve Odysseus'un kendisine ayrılm ış bir temenos, yani tarla.27 Bütün bu hayvanlara ve topraklara sayısı belirsiz kö­ leler bakmaktadır. Öyküde bunlardan yalnızca çobanbaşı Eumaios'un adı anılır doğru dürüst. Eumaios, Kyklad Adaları'ndan biri olan Syros adası kralının oğludur. Küçük bir çocukken Fenike'li korsanlarca kaçı­ rılır. Eumaios'u korsanlardan Odysseus'un babası Laertes satın alır ve aile içinde büyütür.28 Savaştan önce, Odysseus, Eum aios'a bir ev, bir tarla ve bir kadın bağışlamayı, başka bir deyişle onun bağımsız bir çift­ çi olarak yerleşm esini sağlam ayı tasarlar.29 Kadın köleler de vardır; bunlardan on ikisi değirmen taşlanın çevirmekte, arpa ve buğday öğüt­ mektedir; sarayda da elliden fazla kadın köle hizmet etmektedir.30 Sa­ raydaki kadın kölelerden Aktoris, Penelope'nin çeyizinin bir parçası­ dır.31 Odysseus'un dadılığını yapmış olan hizmetçi Eurykleia'yı Laer­ tes körpecik bir kızken yirmi sığır karşılığında satın almıştır. Laertes Eurykleia'ya vurgundur, ama karısının öfkesinden ödü patladığı için onu bir kez olsun yatağına almamıştır.32 Odysseus'un Phokis'li olan anası ölmüştür, ama Laertes hâlâ sağ­ dır. Odysseia'nm genellikle son bölümü sayılan XXIV. Bölümünde, yaş­ lı adam bir zamanlar anakaraya nasıl akın düzenlediğini anımsar ve o vakitler kendisinin kral olduğundan söz eder.33 Ama Odysseia'nın baş­ ka hiçbir yerinde bir daha geçmez bu konu; bir zamanlar kral olan Laertes'in sonradan tahtını neden bıraktığı da anlatılmaz. Bu noktanın be­ lirsizliği, Odysseus'un, babasının yerine geçerek değil de, bir başka yol­ dan tahta çıkmış olabileceğini akla getirmektedir. 25 26 27 28 29 30 31 32 33

İlyada,

2. 631-35; Strabon. 452-53.

Odysseia, 4. 601-18,13. 242-47. Odysseio, 14.13-20,100-04,17. 299. Odysseia, 15. 403-84. 363-70. Odysseia, 14.62-64,17.320-23; P. Vinogradoff, Growth o f the Manor (Malikânenin Büyümesi), (Londra, 1905). s. 202,230; M. Bloch, Les carocttres originauıt de 1‘histoire ruralefrançaise, (Oslo, 1931), s. 239. Odysseia, 20.105-08, 22. 421-23. Odysseia, 23. 228. Odysseia, 1.429-35. Odysseia, 24. 377-78.

KÜ LTÜ RLER İN Ç A T IŞ M A S I

419

Laertes sarayda oturm az; daha önceleri oturduğundan da hiç söz edilmez. Kentten uzakta, içinde bir ev, bir harman yeri, bir de bahçe bulunan bir kır malikânesinde oturur Laertes.34 Odysseia'nın XXIV. Bö­ lümünde, bu malikâne, Laertes'in çalışıp çabalayarak edindiği kendi malı olarak tanımlanır. Başka bir deyişle, Laertes'in boş, ıssız bir yöre­ de kendisi için düzeltip açtığı bir yerdir burası.35 Yaşlı Laertes bahçe­ sinde çapa işleriyle oyalanmakta, topraklarını ise Dolios ve ailesi işle­ mektedir.36 Evlenip de İthaka'ya geldiğinde Penelope'ye babası İkarios'un verdiği bir köledir Dolios.37 Tıpkı Aktoris gibi Dolios da Penelope'nin çeyizinin bir parçasıdır. IV. Bölümde, Penelope hizmetçilerine şöyle der: Gitsin bir koşucu, çağırsın yaşlı Dolios'u, buraya gelirken babam vermişti onu yanıma, bağıma bahçeme bakar o şimdi benim. Kimindir bu bahçe? Odysseia'nm XXIV. Bölümünün öteki bölümle­ rine uymadığını burada bir kez daha görüyoruz. IV. Bölümden anla­ şılmaktadır ki, Penelope'nin çeyizi toprağı işleyen köleyle birlikte top­ rağın kendisini de içermektedir. Odysseus, Troya'ya on iki gemilik bir filoyla gitmişti. Çeşitli yerler­ de anlatılanlardan, toplam 624 kişi olduklarını çıkarabiliyoruz; yani her gemide bir kaptan, bir dümenci ve elli kürekçi vardı.38 Demek, nüfus büyük ölçüde azalm ıştı. Anlaşılan, kral kendisi de gemiye binm ekle yetinmemiş, yetişkin erkeklerin birçoğunu yanma almıştı. Ve yirmi yıl geçmiştir aradan. Bu yirmi yıl boyunca bir kral seçilmediği gibi, ne bir yaşlılar kurulu toplanmıştır, ne de bir kurultay.39 Bu arada yeni bir ku­ şak oluşmuştur. Yeni kuşakta, Telemakhos gibi babalarını bir kez bile görmemiş, hırslı, tutkulu birçok delikanlı vardır. Delikanlılar, olağan zamanlarda büyüklerinin kendilerine dayatacakları sınırlam alardan kurtulmuş durumdadırlar; doğal olarak da Odysseus'un öldüğünü dü­ şünerek, her türlü baskıdan kurtulmak ve yeni bir kral seçmek için sa­ bırsızlanmaktadırlar. 34 35 36 37 38 39

Odysseia, 1.189-93, 23. 359 60. Odysseia, 24. 205-07. Odysseia, 24. 220-25. 387-90,497. Odysseia, 4. 735-37. İlyado, 2.637; Odysseia. 9. 60-61.159-60.195, 289, 311,10.116,128-34. 203-08. Odysseia, 2. 26-27.

420

T A R İH Ö N C E S İ E g e

İşte, Penelope'nin talipleri de bu genç adamlar arasından çıkar. Ta­ liplerin sayısı 108'dir: 12'si İthaka'dan, 24'ü Sam os'dan, 20'si Zakynthos'dan, 52'si de Dulikhion'dan.40 Üç yıldır Penelope'yi bunaltmak­ ta,41 konağın içinde Telemakhos'un kesesinden yiyip içip yatmaktadır­ lar. Taliplerin bu yüzsüzlüğü, kral ocağının konukseverliğine layık ol­ duklarını ileri sürmelerinden kaynaklanıyor olmalıdır; olağan zaman­ larda kentin büyüklerine, yaşlılarına gösterilen bir konukseverliktir bu.42 Talipler, İthaka halkının ses çıkarmamasından güç almakta,43 Pe­ nelope içlerinden biriyle evlenmeden konaktan ayrılmaya yanaşmamaktadırlar. Telemakhos da onların kılma dokunamamakta, onları ba­ şından atamamaktadır. Tek yapabildiği, babasının evinin, uşaklarının ve mallarının kendisine kalması gerektiğinde diretmektir.44 Talipler de onaylamaktadır bunu. Nitekim, Telemakhos'u öldürmeyi tasarlamala­ rının bir nedeni de, böylece ailenin ocağını söndürerek Telemakhos'a babasından kalan malı mülkü aralarında pay etme umududur.45 Öte yandan, Telemakhos, babasının yerine tahta çıkmaktan özellikle kaçın­ maktadır. Adalarda babasının yerine geçebilecek başka birçok prens bulunduğunu kabul etmektedir.46 Peki, talipler Penelope'yle evlene­ rek ne elde etmeyi ummaktadırlar öyleyse? Gerçekle bütün öykü biraz da bu sorunun çevresinde dönmekte ve sorunun yanıtı hiçbir yerde açıklıkla verilmemekte, verilmiş varsayılmaktadır yalnız. Ama durum yalnızca tek bir yanıta elvermektedir; bu yanıt da XV. Bölümde bir rast­ lantı sonucu çıkmaktadır ortaya. Telemakhos, taliplerin amacının "ana­ sıyla evlenip babasının mallarına igeras) konm ak"47 olduğunu söyle­ mektedir. Penelope'yi alan, Odysseus'un yerine geçecektir. Krallık er­ keğin soyundan gelmemektedir, erkekyanlı değildir; ancak kraliçeyle evlenerek olasıdır tahta çıkmak. 40 Odysseia, 16.247-51. Dulikhion'un nerede olduğu belli değildi. Eski yetkililer, Dulikhion ile Kephallonia'yı aynı yer olarak tanımlıyorlardı (Strabon, 456); son zamanlarda ise Dulikhion'un Leukas'la (The Homeric Catalogue o f Ships, s. 83-87) ve ithaka adası ile anakara arasındaki adalarla [R. Rodd, Homer's Ithaca (Homeros’un ithaka'sı), (Londra, 1927), s. 78-97) aynı yer olduğu ileri sOrüldü. Orada oturanlar, Taphioi olarak tanımlanırlar: Euripides, İphigeneia Tauris’te, 283-87. Dulikhion, İlyada'da babası Elis’den gelmiş olan Meges tarafından yönetilir (2.625-29), ama Odyssieo'da anası babası bilinmeyen Akastos yönetir Dulikhion'u ve Meges'den hiç söz edilmez (14. 335-36). 41 Odysseia, 13. 377-78. 42 G. Glotz, Lo c iti grecque, (Paris, 1928), s. 55. 43 Odyssio, 2. 239-41,16.375. 44 Odysseia, 1. 397-98. 45 Odysseia, 2. 335-36, 368. 46 Odysseia, 1. 394-96. 47 Odysseia, 15. 518-22.

KÜ LTÜ RLER İN Ç A T IŞ M A S I

42i

Odysseus, taliplere saldırmak için, bir ok atma yarışma girdikleri anı seçer. Penelope, taliplerden hangisi Odysseus'un yayını kolaycacık gerebilir ve okunu on iki balta arasından geçirebilirse onunla evlene­ ceğine söz vermiştir. Bu da, evlilik öncesi yarışmanın bir başka örneği­ dir; ayrıca, belirtmek gerekir ki, Homeros-sonrası bir öyküde Odysse­ us kendisi de Penelope'nin babasının düzenlediği bir koşuda bütün ra­ kiplerini geride bırakarak hak kazanır Penelope'yle evlenmeye.48 II. Bö­ lümde, talipler Teiem akhos'dan anasını babasının evine göndermesi­ ni ve Penelope'nin evleneceği adamı babasının seçmesini isterler.49 XV. Bölümde, Penelope'nin babası İkarios ve erkek kardeşleri taliplerin en iyilerinden biri olan Eurymakhos'la evlenmesi için baskı yaparlar Penelope'ye.50 Penelope'nin babası İkarios'un nerede yaşadığı söylenmi­ yor, ama bu bölümde anlatılanlardan çok uzaklarda olmadığı anlaşılı­ yor. Daha sonraki dönemlerin yazınında İkarios'un Sparta'da yaşadı­ ğı söylenmiştir; ama Odysseia'det İkarios'un Sparta'da oturduğu dolay­ lı bir biçimde de olsa söylenmiş olamaz, yoksa Telemakhos Sparta'ya gittiğinde İkarios'un adının mutlaka anılması gerekirdi. Odysseia'nın bu konudaki suskunluğu, Strabon'un daha sonraki destanlardan ak­ tardığı bir öyküyle giderilebilir: İkarios ile Tyndareos, Sparta'da doğup büyümüş iki kardeşmişler. Delikanlılık çağlarında Sparta'dan kaçmak zorunda kalmışlar. Korinthos Körfezi ağzındaki Pleuron'un kralı Thestios'un yanına sığınmışlar. Gel zaman git zaman, Tyndareos Sparta ken­ tine geri dönmüş ve kral olmuş. İkarios ise kuzeyde kalmış ve Akarnania krallığına getirilmiş. Oğulları Alyzeus ve Leukadios'la birlikte yö­ netmiş Akarnania'yı.51 Öyleyse, bu Alyzeus ile Leukadios, Penelope'nin Odysseia'da adları anılan erkek kardeşleridir. Alyzeus Akarnania'da bir kent olan Alyzia'yı temsil etmektedir, Leukadios da Leukas'ı. Burala­ rı Odysseus'un Odysseia'da tanımlanan bölgesine yakın olduğuna gö­ re, ister istemez, Odysseus' un İkarios'a bağımlı bulunduğu, onun bir vasalı olduğu ve krallık hakkını onun kızıyla evlenerek elde ettiği so­ nucuna varıyoruz. Odysseus'un evliliğinin bir başka yorumu daha vardır; Sparta'dan yerel bir öyküdür bu. Düğünden sonra İkarios O dysseus'a kendisiy­ le birlikte oturm aları için yalvarm ış, ama Odysseus kabul etmemiş. Odysseus ile Penelope İthaka'ya gitmek üzere yola koyulduklarm ­ ış 49 50 51

Pausanias, 3.12 I. Odysseia, 2.113-14. Odysseia, 15. 518-22. Strabon, 452, 461.

422

T A R İH Ö N C E S İ EGE

da, onlardan ayrılmam akta direten İkarios da artlarına takılmış. So­ nunda Odysseus dayanamam ış, Penelope'ye dönüp kararını verme­ sini söylem iş: Ya benim le birlikte benim yurduma gel, demiş, ya da bensiz babanın yurduna dön.52 Bu, açıkça, anayerli evlilikten, yani evlendikten sonra kadının ailesinin bulunduğu yere yerleşm e ilke­ sinden, babayerli evliliğe, yani evlendikten sonra erkeğin ailesinin yaşadığı yere yerleşme ilkesine geçişin halk belleğindeki bir örneği­ dir. Burada hem en, Yakub'un yirmi yıl karılarının ailesinin yanında yaşadığı, bu yirmi yılın on dördünü onlara hizm etle geçirdiği, ama en sonunda karılarını alıp kendi babasının evine kaçtığı, kızlarının m alları üstündeki denetim ini yitirm ekte olduğunu sezinleyen Laban'ın da onların ardına düştüğü akla geliyor.53 Penelope de aynı şe­ yi yapm ıştı; ana-babasını terk etmeye, kocasıyla birlikte gitmeye ka­ rar vermişti. Demek ki, Odı/sseia, ana hukukundan baba hukukuna geçişi belirle­ yen çatışmalar ve çelişmelerin belli belirsiz anılarıyla doludur. O za­ man da şu soru çıkıyor ortaya: Öyküde geçen kişiler ve halklar, Yunan tarihinin bu canalıcı döneminde etkin oldukları bilinen budunsal top­ luluklarla ne ölçüde bir tutulabilir, özdeşlenebilirler?

4 . B a t ı Y u n a n i s t a n 'd a k i L e l e g 'l e r Homeros'da, Odysseus yetiştirilişiyle, davranışlarıyla ve dış görü­ nüşüyle Akhilleus'dan ayırt edilemez. Gerçek anlamda bir Akha olup olmadığı belli değildir. Destanda, büyükbabası Arkeisios'un adı geçer, ama kökeni konusunda en küçük bir ipucu verilm ez.54 Odysseus'un ailesi adalarda bir başına gibidir; kendi çevresi dışında kan bağıyla bağ­ lı hiçbir akrabası yoktur ailenin. Odysseus'un savaşa giderken ev işle­ rini çekip çevirsin diye geride bıraktığı Mentor bile ailenin eski bir dos­ tudur yalnızca.55 O dysseus'un, doğrudan akrabaları dışında akraba saydığı tek kişi, ordusunun öteki bölüğünün kom utanı Eurylokhos'dur.56 Eski yorum culara bakılırsa, Eurylokhos, O dysseus'un kız 52 Pausanias, 3. 20.10. 53 Kitabı Mukaddes, I. Eski Ahit (Tevrat). Tekvin, Bap 31,1-43, (Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1969): Euripides, fr. 318. 54 Odysseia. 13.182,16.118. 55 Odysseia, 2. 225-27. 56 Odysseia, 10. 205, 441.

KÜ LTÜ RLERİN Ç A T IŞ M A S I

423

Ktimene'nin kocasıdır; destanda, Klimene'nin evliliğinin aile­ ye sayısız armağanlar getirdiği anlatılmaktadır.57 Kephallen'lerle ilgili, Odysseia’d a geçmemekle birlikte orada söyle­ nenlere uygun düşen ve İkarios ile birçok bağmtısı olan bazı öyküler vardır: İthaka halkı suyunu kentin hemen dışındaki bir çeşm eden alır­ mış. Çeşme, nympha'ların taştan sunağının yambaşmdaki kutsal bir kavak korusunun ortasındaymış. Polyktor, Neritos ve İthakos yaptır­ mışlar bu çeşmeyi. Bu bilgiler Odysseia'da veriliyor.58 Sözü edilen üç­ lünün yerel kahramanlar olduğu açık. Penelope'nin taliplerinden biri­ nin babasının adı da Polyktor. Bu da, onun soyundan gelenlerin hâlâ adalarda olduğunu düşündürüyor,59 PolyktorTa ilgili başka bir şey bil­ miyoruz. Neritos, İthaka adasının ortasındaki dağın ata adıydı, İtha­ kos da adanın kendisinin. Öyle görünüyor ki, Odysseia’m n ozanları, destanda anlattıklarından daha çok şey biliyorlardı bu eskil kişilerle il­ gili. Başka kaynaklardan, Neritos ile İthakos'un kardeş olduklarını ve Kephallonia'da doğduklarını öğreniyoruz. Babaları Pterelaos'du; Pterelaos'un Taphios ve Teleboas admda iki oğlu daha vardı.60 Taphiosoğullart ile Teleboasoğulları, Leukas'la Korinthos Körfezi arasında da­ ğılmış küçük adaları ellerinde tutan haydutlardı. Odysseia’d a , Taphiosoğullarından birçok kez söz edilir. Öte yandan, Apollodoros, Mykene'lilerin bir keresinde Teleboasoğullarını cezalandırmak amacıyla bir sefer düzenlediklerini söyler.61 Taphiosoğulları da, Teleboasoğulları da Akarnania'dan geliyorlardı ve kimi yetkililerce aynı halk olarak ka­ bul ediliyorlardı.62 Taphiosoğulları aynı zamanda Kadrnos soyundan inen Fenike'liier olarak da tanımlanıyorlardı.63 Aristoteles'in de doğ­ ruladığı bir başka öyküde ise64 Taphios ile Teleboas, Hippothoe'nin Poseidon'dan olan oğullarıdır. Apollodoros, Hippothoe'nin Perseus'un torunlarından biri olduğunu söylemektedir; ama A ristoteles'e bakılır­ sa, Hippothoe'nin babası Leukas'lı bir "toprağın oğlu" idi ve adı Leleks'di.63 Bu iki yorum arasında bir uyuşmazlık yok gerçekte. Perseus k ard eşi

57 58 59 60 61 62 63 64 65

10.441.15. 363-67. 17. 204-11. 18. 299. Acııs, 30; A.R. 1. 747. Soyağacı karışık: Bkz. Aus/uhrliches Lexikon dergriechischen und römischen Mythologie, s. 3. 3261-62. Odysseia, 1.105.181, 419.14. 452,15. 427,16. 426: Apollodoros, 2. 4. 6. Strabon, 461; A.R 1. 747. Telebois, Akarnania’nın eski adıydı. EM. 748. 40. Aristoteles, fr. 546. Apollodoros. 2. 4.5; Aristoteles, fr. 546. Odysseia, Odysseia, Odysseia,

424

T A R İH Ö N C E S İ E g e

Kyklad adalarından gelmişti; Minos'un Kyklad'lardan kovaladığı kor­ sanlar ise Karia'lılar ve Leleg'lerdi. Bütün bunlardan şu sonucu çıka­ rabiliriz: Taphiosoğulları ile Teleboasoğulları ve onlarla birlikte Kephallen'ler, Ege Denizi'nden Adriya Denizi'ne sürüldükten sora Korinthos Körfezi'ne giden yollarm çevresinde eşekarıları gibi dolanıp duran Kadmosoğulları ile Leleg'lerin bir karışımıydılar. Topografya da doğruluyor bunu. İthake'yi (İthaka) ve Akarnania kıyılarındaki A stakos'u saymazsak, -ake ve -akos ile biten yer adlarına Yunanistan'da hiç rastlanmaz. Bu tür yer adları Anadolu'da yaygın­ dır.66 Pleuron yalanlarında denize ulaşan Euenos ırmağıyla adaş bir ır­ mak vardır Troya dolayında.67 Kephallonia'mn Homeros'daki adı Sa­ mos, Leleg'lerin en eski yerleşim m erkezlerinden biri olan Ege Sam os'una denk düşmektedir. Ayrıca, Ege Sam os'undaki Leleg'leri yö­ netmiş olan Ankaios'un oğullarından birinin adı Alitherses'di; Alitherses, Odysseia'det İthaka'nm yaşlı bilicisinin adıdır.68 İkarios'un öyküsünü anlattım. Sparta'da dünyaya gelen İkarios, kar­ deşiyle birlikte Pleuron'a kaçmış, orada Thestios tarafından karşılan­ mış ve Akarnania kralı olmuştu. Yorumlardan biriydi bu; ama iki yo­ rum daha vardı. Spartalılar, İkarios'la kardeşinin Sparta'dan hiç ayrıl­ madıklarım ileri sürüyorlardı. Sparta krallarından Perieres, Perseus'un Çizelge XVI P ER İER ES V E T H E S T İO S Ares

Perieres = C orgop h on e

ikarios

Aphareus

Thestios

Euenos

Tyndareos = le d a = Z e u s |

|

Penelope

Idas =

Klytaimestra

Helena

= O d ysse u s

M arpessa

= Agam em non

= M enelaos

M arpe ssa = İdas

66 Yunanca bir sözcük olan Phylake'yi saymıyorum, örnekler: Karadeniz’de Artake, Rhyndakos, Khabake; Thrakia’da İdakos, Andriake; Lydia’da Akharake; Kappadokia’da Mazaka. Assarakos ve Hyrtakos gibi kişi adları da Anadolu kökenlidir. 67 Strabon. 327, 614. 68 Pausanias, 7. 4. 1; Odysseia, 2. 157-59. Heurtley, Pelikata yıkıntılarında Erken Hellas döneminden kalma çok sayıda çömlek buldu ve Pelikata yıkıntılarını Odysseus'un sarayı olarak tanımladı; “İthaka’da Miny ve Mykene etkileri, varlığını sürdürmekte olan daha eski bir uygarlığın üzerine ancak ince bir biçimde yayılmıştı," dedi: W.A. Heurtley, "The Site of the Palace of Odysseus”, Antiquity, 9. 414.

KÜ LTÜ RLERİN Ç A T IŞ M A S I

42 5

kızıyla evlenmiş ve dört oğlu olmuştu: İkarios, Tyndareos, Hippokoon ve Oibalos. Kral Perieres ölünce, yerine kimin geçeceği konusunda oğullan birbirine düşm üştü. İkarios'un desteğini alan H ippokoon, Tyndareos'u Sparta'dan atm ış, Tyndareos da Eurotas'm birkaç kilo­ metre yukarısındaki Pellana'ya kaçmıştı. Ama daha sonra H erakles Hippokoon'u öldürünce, Tyndareos Sparta'ya geri dönerek kral olmuş ve TTıestios'un kızı Leda'yla evlenmişti.69 Gelgelelim, hiç değilse ilk za­ manlar Spartalıların Thestios'u Korinthos Körfezi'nin ötesindeki Pleuron'un krab olarak gördükleri su götürür; çünkü Spartalılar onu ken­ di bölgelerindeki Eurotas ırmağının kıyısında bulunan Thestia adb bir köyün kurucusu olarak anımsıyorlardı.70 M essenia'hların yorumu ise daha da değişik. Messenia'lılar, Tyndareos'un bir başka kardeşinin, ya­ ni Aphareus'un yanma kaçtığını; Aphareus'un da onu Thalam ai'a yer­ leştirdiğini ve Tyndareos'un orada Leda'yla evlendiğini söylüyorlar­ dı. Leda'nm nereden geldiği belirtilmiyor, ama Aphareus'un oğlu İdas güzel Marpessa'yı kaçırmıştı; Marpessa'mn babası Euenos ise Thestios'un kardeşiydi ve Pleuron'luydu.71 Bu yorumların hangisi doğru diye sormak anlamsız. Hepsi de uy­ durma çünkü. Ama gene de, kendini bu yorumların çelişmeleri arasın­ dan belli eden bir tarihsel hakikat açığa vuruluyor. Eğer birçoğunda ol­ duğu gibi bu söylence de sistemleştirilseydi, sanırız gerçek anlamın bir daha ortaya çıkarılması umudu kalmazdı. Oysa söylence, üç ayrı yö­ renin üç ayrı yorumuyla önümüzde durmakta ve kendi kendini açık­ lamaktadır. Dolayısıyla, sorun, söylencenin kökenini belirleyebilm ek­ tedir; ama söylencenin söz konusu yörelere dağılmasmm nedenini açık­ layacak biçimde. Leleg'lerin, Leukas ve Akarnania'daki yerleşim merkezlerinin yanı sıra Korinthos Körfezi'nin daha yukarısındaki Ozolai Lokris'inde ve körfezin burnunda da yerleşim merkezleri vardı. Leleks, M egara'nın ilk krallarından biriydi. Leleks'in torunu Pylas, bir Leleg topluluğunu Megara'dan alıp Messenia'ya götürmüş, orada Pylos kentini kurmuş­ 69 Pausanias, 3.1. 4-5.

70 Cedr. Hist. Comp. 212; Mal. Chron. 82. 71 Apollodoros, 1. 7. 7-8. Tahtın anayanlı olması ilkesinin bir belirtisine Meleagros söylencesinde rastlanır. Meleagros, Kalydon Avı diye anılan bir serüvenin kahramanıdır. Artemis tanrıça, Kalydon'a korkunç bir yaban domuzu salar. Meleagros bu hayvanı avlamaya kalkışır. Kalydon Avı'na bütün ünlü yiğitler katılır. Yaban domuzu öldürülür. Av sona erince, Meleagros yaban domuzunun postunu Ataiante'ye (Artemis'in bir simgesi) vermek ister. Ama annesinin erkek kardeşleri, Thestios'un oğulları, buna karşı çıkarlar. Onlara göre, eğer Meleagros postu kendine ayırmayacaksa, post “doğuştan onların kazandığı bir hak"tır. Bunun üzerine Meleagros dayılarını öldürür; Apollodoros. 1. 8. 2-3.

426

T A R İH Ö N C E S İ E g e

tu. Oradan Neleid'lerin kovduğu Leleg'ler kıyı boyunca yukarılara git­ tiler ve Triphylia bölgesinde öteki Pylos kentini kurdular.72 Leleks ay­ nı zamanda, ilk kez Leleg'lerin oturduğu Sparta'nın da ilk kralıydı. Sparta kentindeki Artemis Orthia tapımının bulunduğu rfemos'lardan, bucaklardan birinin adı Pitana'ydı. Pitana, anakara Yunanistan'ında adını bir Amazondan alan tek yerleşim merkezidir; Anadolu'daki on iki Aiol kentinden biri olan Pitana'yı (Pitane) kuran da aynı Amazon­ du.73 Kitabımızın "Ege'deki Bazı Anaerkil Tanrıçalar" başlıklı bölü­ münde Artemis Orthia tapımını Ephesos'a kadar geriye götürmüş, bu tapınım Karia'lılar ve Leleg'ler tarafından Ephesos'dan Peloponnesos'a getirildiğini görmüştük. Leda'nm iki kızı vardı: Klytaimestra ve Helena. Klytaimestra'nın ba­ bası Tyndareos'du. Ama Helena bir yumurtadan çıkmıştı; kuğu kılığı­ na giren Zeus'un becerdiği Leda'nm doğurduğu ya da bulduğu bir yu­ murtadan.74 Bu totem söylencesi, tüm öykünün çekirdeğidir. Tyndareos adı köken bakımından Yunanca değildir. Eğer bir bileştirme ya da aykırılık sonucu değilse, -d- birleşimi Yunanca'ya yabancıdır. Bu birle­ şim özellikle Karia'da yaygındır: Lindos, Myndos, Karyanda, Alaban­ da, vb. Ve Leda (Dor lehçesinde Lada) gerçekte Leto'nun değişik bir bi­ çiminden, Karia dilinde "kadın" anlamına gelen lada'dan başka ne ola­ bilir (s. 281 )?75 Agamemnon ve Menelaos'un karıları Klytaimestra ile Helena, bizi Pelopid'lere geri götürüyorlar. Bu hanedanın üç egemenlik alanı var­ dı: My kene ile Korinthos Kıstağı arasındaki bölge; Peloponnesos Akhaia'sı; M essenia'yla birlikte Lakonia. Mykene ile Korinthos Kıstağı arasındaki bölge, Perseid'lerin eski Mykene krallığıydı. Pelopid'leriıı Akhaia'yı ele geçirmeleri, belki de, korsanları körfezden uzak tutma gereksinmesinin bir sonucuydu. Üçüncü bölgeyse, Menelaos'un Spar­ ta yakınlarında Therapne'deki sarayından yönetilmekteydi. Therapne, 72 Pausanias, 4. 36.1. 73 Pausanias, 3.16. 9: D.S. 3. 54; Herakleides, 34. 74 Euripides, Helene, 16-22; Sappho, Şiirler, (Çeviren: Cevat Çapan, Cem Yayınevi, İstanbul, 1972). s. 15; Apollodoros, 3. 10. 7. 75 leda’nm kuğu ile ilişkisi, Sparta ve Stymphalos'daki Artemis Limnaia tapırtılarında betimlenen su kuşunu anımsatıyor:).E. Harrison, Themis, (Cambridge. 1912). s. 114: F. Imhoof-Blumer ve P. Gardner “Numismatic Commentary on Pausanias", Journal o f Hellenistic Studies, 7. 103. Penelope bir su kuşunun adını taşımaktadır. Penelope'nin Mantineia'da gömülü olduğu (Pausanias. 8. 12. 5.) ve Arkadia’lı çobanların tanrısı Pan’ın anası olduğu (Pindaros, fr. 422; Herodot Tarihi, 2.145.4: Pausanias. 8. 14.4-5) söylenir. Bu Arkadia'lı Penelope, Karia'lıların ve Leleg'lerin tanıttıkları Artemis Limnaia tapımlarından kaynaklanır: Studies in the Odyssey, s. 48-50.

KÜLTÜRLERİN Ç A T IŞ M A S I

427

Leleks'in kızlarından birinin adıydı aynı zamanda.76 Bu nedenlerle, Menelaos'un Lakonia'yı Leleg'Ierin yönetimindeki hanedanından bir kız­ la evlenerek eline geçirdiğini düşünebiliriz; tıpkı Odeysseus'un İkarios'un kızıyla evlendiği gibi.

5. A k h a 'la rın Ü stü n lü ğ ü Ilyada ve Odysseia'yi yaratan insancıl ozanların bu yapıtlarının ardmda, özel mülkiyetin gözüpek öncülerinin, Minos anaerkil toplumu­ nun zengin, ileri, incelikli uygarlığını yağmaladıkları bir yabanıllık ve zorbalık çağı yatar. Phaiakia'nm eski dünyası kararmıştır artık; kaba ve acımasız İthaka'nındır gelecek. Ozanlar Odysseus'un aslım değiş­ tirmişlerse de, gene de tıpkı Akhilleus gibi kahramanlık çağı erkekliği­ nin ülküsü olarak kalmıştır Odysseus. Yerinde duramayan, uyanık, gi­ rişken Odysseus on yılını savaşarak, on yılını da gezip dolaşarak, te­ cim yaparak, yağmalayıp talan ederek, zenginliklerine zenginlik kata­ rak, Kirke ya da Kalypso'ııun kollarında gönül eğlendirerek geçirmiş­ tir. Bu arada, açgözlü taliplerden çekmediği kalmayan Penelope, onla­ rın sözlerine kulaklarını tıkamış, başını dokuma tezgâhından kaldır­ mamış, boynunu büküp beyinin geri dönmesini beklemiştir: H a y d i e v in e d ö n , bak işine g ü cü n e , git d o k u m a te z g â h ın a , ipliğine bak, b u y u r h izm etçilerin e, işe g ö zk u lak o lsu n lar k o n u şm a k erk ek lere v erg i, en başta b ana, b enim bu evin tek efendisi.77

Aslına bakılırsa, Phaiak'ların kralı Alkinoos'un karısı Arete kadar yüceltilmemiştir Penelope. Ama Penelope kahramanlık çağı kadınlığı­ nın tipik örneğidir; kocasının tutumuna karşı çıkan, boyun eğmektense ölmeyi yeğleyen Klytaimestra'nın karşısına çıkarılmıştır bilinçli ola­ rak. Bilindiği gibi, Agamemnon on yıl sonra yanında bir kapatmayla geri döner ve kimse bir şey söyleyemez ona. Bu arada Klytaimestra da kendini bir sevgiliyle avutm uştur ama, aynı hoşgörüyle bakılam az Klytaimestra'mn davranışına. Eski düzenin kadın kahramanı, yeni dü­ 76 Pausanias, 3.19.9. 77 Odysseia, 1. 356-59.

428

T A R İH Ö N C E S İ E g e

zende bir suçludur artık. Yeni düzenin büyük ozanı Aiskhylos, gerçi kadının boyuneğişini doğru bulmaktaydı, ama gene de eski aile gele­ neklerinden artakaldığı söylenilebilecek bir başkaldırı vardı içinde. İş­ te bilinçaltında yatan bu başkaldırı, Yunan şiirinin başyapıtlarına ege­ men olan bu görkemli konunun bağrındaki çatışmanın yaratıcı bir sim­ gesi olarak yeniden boyverdi Aiskhylos'da.78 Gelişmiş Yunan toplumunun, tahtın babadan oğula geçtiği, kadının tek bir erkeğe bağımlı, koçanınsa özgür olduğu temel birimi, tahtın ka­ dın soyundan geçtiği, evlilik diye birşeyin var olmadığı ve kadının er­ keğini gönlünce seçtiği bambaşka bir düzenin bağrında verilen uzun bir savaşım sonucunda zorla kabul ettirilmişti. Hem de bu savaşımı, yeni ataerkil ideolojiyi pekiştirmenin en etkili araçlarından biri olan ve somut anlatımını îlyada ve Odysseia'da bulan destan geleneğini yara­ tan insanlar vermişti. İşte, îlyada ile Odysseia'ya o olağanüstü canlılığı veren bu tarihsel etkendir. Minos uygarlığının çöküşü ve yıkılışı, Roma'nm çöküşü ve yıkılışı­ na benzetilir. Her ikisinde de, ileri, ama bitkin ve verimsiz bir toplum, barbar istilalarının zoru karşısında çökmüştür. Her ikisinde de, fetihçiler ele geçirdikleri ülkelerin kültürünü özümlemişler ve epik şiir adı verilen özgün bir şiir biçimi geliştirmişlerdir. Her ikisinde de, sonuçta, daha yüksek türde yeni bir toplum yaratılmıştır. Ama temel bazı ay­ rımlar da vardı hiç kuşkusuz. Nitekim, bu ayrımlardan biri vardır ki, hiçbir zaman açıklanmamıştır. Roma İmparatorluğu'na bağlı eyaletle­ re yerleşen Cermen budunları Latin dilini benimsemişlerdi; Akha'lar ise kendi dillerini korumakla kalmamışlar, ele geçirdikleri yerlerin halk­ larına zorla benimsetmişlerdi dillerini. Bu bakımdan, Akha'ların tutu­ mu, Hin t-AvrupalIların Hindistan'ı istilasına daha fazla benzemekte­ dir; Hint-Avrupalılardan önceki anaerkil kültürlerin çözülmesiyle bir­ likte istilacıların dili yavaş yavaş yayılmıştır.79 Akha'ların Yunan dili­ ni dayatmalarmı sağlayan en önemli etkenlerden biri, toplumsal örgüt­ lenme biçimleriydi. Bir kere, Akha'ların örgütlenme biçimi, özel miil78 Klytaimestra’nın Agamemnon’u öldürmesi, kendilerini terk eden kocalarını öldüren Lemnos'lu kadınların (bkz. s. 165) ve gene kocalarını öldüren Danaos Kızları'nın (bkz. Aiskhylos ve Atina) suçlarıyla aynı toplumsal anlamı taşımaktadır. Panwar-Rajput’larda, evlenecek olan kıza anası koşuk biçiminde bir öğüt okur. Eğer kız anası, güveyi anaerkil kurala uygun olarak kendisiyle birlikte oturmaya razı edemezse, kızına verdiği öğüdü, kocasını zehirlemesini söyleyerek bitirir (Tribes and Castes of the Central Provinces o f India, 4. 344). Bu artık hoş bir şaka olarak görülmektedir, ama Ehrenfels'in belirttiği gibi (Mother-right in India, s. 142) bir zamanlar "şakayla uzak yakın bir ilgisi yoktu, gerçek yaşamın bir parçasıydı." 79 Mother-right in India, s. 138.

K Ü L T Ü R L E R İN Ç A T IŞ M A S I

429

kiyetin gelişmesine uyarlanmış olduğundan, olağanüstü tarihsel gizilgüçlerle doluydu. İkincisi, aynı zamanda ataerkil olduğundan, başka halklarla karşılıklı kız alıp verme sonucu Yunan dilinin eski dil ve leh­ çelerle yüz yüze geldiği her yerde, terazinin erkeklerin ve erkeklerin dilinin bulunduğu kefesinin ağır basmasını sağlıyordu. Akha'lar bu işi D or'lann gelişinden önce ne ölçüde başarmışlardı, bu işi kim tam am ladı, bilm iyoruz. Çünkü Homeros ozanlarının Akhaİarın geçmişini nereye kadar götürebildiklerini kestiremiyoruz. Ama gene de, Orestes'in başına gelenler, Pelopid'ler zamanında baba sanı­ nın hâlâ pek o kadar güvenceli olmadığını düşündürüyor insana. Da­ hası, Orestes'in oğulları ve torunları Ege Denizi'nin karşı kıyısına kaç­ tıklarında, kendilerini yeniden eski anaerkil dünyanın içinde bulmuş­ lardı. Savaşımın yeniden verilmesi gerekiyordu. Akha'larm ozanlık sa­ natı, Aiolis ve İonia'ya aktarıldığında, yeni bir gelişme evresine girdi ve yavaş yavaş olgunlaşarak epik şiire dönüştü. Yunan uygarlığı, Olympos'dan inen İris gibi, barışçıl koyaklara kon­ mamıştır. Yunan uygarlığı, yanan kentlerden yükselen dum anlar ve yurtlarından edilen tutsakların çığlıkları arasında gerçekleştirilen sayı­ sız akınlar ve çarpışmalarla dolu bir savaşımın ürünüydü. Onu ilerle­ ten güç, sınıfların çatışmasıydı. Bunu görmezden gelirsek, hem Yunan­ lıları beceriksizce övmüş, hem de kendimize haksızlık etmiş oluruz.

Beşinci Bölüm

HOMEROS M ü zik b içim le ri ile s ö z a ra s ın d a k i ilişk i, s a n a t y a ra tıcılığ ın ın o ld u ğ u k a d a r, b ilim in d e in ce le m e k on u su o lacak b ir g ü n . YEA TS

433

XIV

ŞİİR SA N A T I*

1. S ö z ve B ü y ü Bu bölümün konusu, şiirin kökeni ve doğası. Bu konuyu bilimsel bir sorun olarak ele alacağız. Şiirden salt şiir olarak tat almakla yetmenlere uygun ya da çekici gelmeyebilir bu yol; ama şiir, bilimsel olarak in­ celendiğinde, daha az değil, daha çok tat verir. Şiirin tadma bütünüy­ le varabilmemiz için, şiirin ne olduğunu anlamamız gerekir; ne oldu­ ğunu anlamamız için de nasıl ortaya çıkıp geliştiğini araştırmamız. Bu sorunu ele almaktaki amacımız, Yunan şiirinin tarihöncesine ışık tutmak. Ne var ki, bu işin üstesinden ancak olabildiğince geniş bir alan­ dan seçilecek örnekler karşılaştırılarak gelinebilir. Dolayısıyla, verece­ ğimiz örnekler yalnızca Yunan şiiriyle sınırlı olmayacak. İngiliz ve İr­ landa şiirinden rasgele örnekler sunacağım. İngiliz şürinden örnekler, en iyi büdiğimiz şiir olduğu için yararlı olacak. İrlanda şüriyse, çağdaş Avrupa şiirinin gelişmesinde daha erken bir aşamayı örneklemektedir. Bunlar dışında, bir de ilkel halkların şarkı ve danslarından örnekler ve­ receğim. Yunan şiiri ile çağdaş İngiliz şiiri arasındaki en belirgin ayrım lar­ dan biri, eski Yunan'da şürle müziğin birbirine sıkı sıkıya bağlı olma­ sıdır. Eski Yunan'da salt çalgısal bir müzik yoktu, en güzel şiirlerin ço­ ğu müzik eşliğinde okunmak için yazdırdı. İrlanda dilinde de şiirle mü­ *

George Thomson, kitabının "Şiir Sanatı" başlıklı bu bölümünü bir süre sonra Marxism and Poetry adını taşıyan bir kitapçıkta ufak tefek birtakım değişikliklerle ayrı olarak yayımladı. Bu kitapçık, Türkiye'de Cevat Çapan çevirisiyle önce Marksizm ve Şiir (Uğrak Kitabeyi Yayınları, Şiir Sorunları Dizisi 1, İstanbul, Kasım 1966) adıyla, daha sonra da Şiir Sanatı (Üç Çiçek Yayınevi, Sanat-Edebiyat Kuramları 1, İstanbul. Mart 1984) adıyla yayımlandı. Dolayısıyla, bu bölümü çevirirken, Thomson'ın kendi yaptığı değişiklikleri bir yana bırakırsak, Cevat Çapan'ın çevirisini olduğu gibi korumaya çalıştım, (ç.n.)

434

T a r ih ö n c e s İ E ge

zik arasında yakın bir bağ var. Üstelik çıkarsama yoluyla vardığımız bir sonuç değil bu, bugün bile yaşayan bir gerçeklik. Nicedir kitaplar­ dan bildiğim kimi İrlanda şiirlerini, geleneksel biçemle okuyan usta bir köy türkücüsünden dinlediğim ilk günü hiç unutamayacağım. Yepye­ ni bir yaşantıydı bu benim için. Şiir olarak da, müzik olarak da, buna benzer bir şey duymamıştım daha önce. İrlanda şiirinin bir başka özelliği daha var. İngiliz şiiri, birçok İngi­ liz için rafa kaldırılmış bir kitaptır. Kimsenin ne bildiği vardır, ne de il­ gilendiği. İlgilenen az sayıda insan arasında bile, şiirin günlük yaşayış­ larına büyük ölçüde ya da derinliğine karıştığı söylenebileceklerin sa­ yısı pek çok değildir. İrlanda dili konuşan köylüler arasındaysa, bu hiç de öyle değil. Onlar için kitaplarla hiçbir ilintisi yoktur şiirin. Pek çoğu okuryazar bile değildir ya da yakın zamanlara kadar değildiler. Şiir, dil­ lerinde yaşar onların. Herkes bilir, herkes sever şiiri. Durmadan günlük konuşmaya karışır. Üstelik bugün bile yaşayan bir güçtür! Ne zaman önemli bir olay olsa, onu kutlamak için bir türkü bestelenir. Bestelenir diyorum ama, bu sözcük pek yerinde değil aslında. Bu türküler bizim anladığımız anlamda bestelenmez. Doğaçtan söylenir. Daha son zaman­ lara kadar, birçok İrlanda köyünde, bir esinlenme anında, genellikle gü­ nümüz İngilizcesindeki koşuk biçimlerinden çok daha işlenmiş koşuk biçimleriyle şiir uydurabilecek yetenekte geleneksel bir ozan bulunur­ du. Benim en iyi bildiğim köyde de, kırk yıl kadar önce ölmüş ünlü bir ozan varmış. Şiirlerinin hemen hepsi belli zamanlarda, belli olaylarla il­ gili olarak uydurulmuş. Anımsıyorum, ailesi anlatmıştı; ölüm döşeğin­ de bile başını koluna dayayarak bütün gece durmadan şiir okumuş. Elbette üstün yetenekli biriydi bu ozan. Sanatını bir önceki kuşak­ tan gelme bir ozandan öğrenmiş meslekten bir ozandı. Ama çok geç­ meden gördüm ki, meslekten ozanla köyün öteki insanları arasında ke­ sin bir ayrım yok. Bütün iş ustalığın ölçüsünde. Bir yere kadar hepsi ozandı bu insanların. Konuşmaları hep şiirleşme eğiliminde. Şiir gele­ neklerini bizim toplumumuzda olduğundan çok daha yaygın bir biçim­ de biliyorlardı, sokaktaki insan da bir çeşit ozandı. Bir örnek vereyim. Atlas Okyanusu'na bakan bir tepe üzerine tünemiş gibi duran bu köyde bir akşam dolaşırken, köyün kuyusuna geldim. Tanıdığım yaş­ lı bir köylü kadına rastladım orada. Kovalarını daha yeni doldurmuş, durmuş denize bakıyordu. Kocası ölmüş, yedi oğlu da, onun deyişiy­ le "toparlanıp" Massachusetts'in Springfield kentine "gitmişlerdi". Bir­ kaç gün önce oğullarından birinden bir mektup gelmiş, son günlerini rahat geçirsin diye onu da yanlarına çağırıyormuş, yol parasını da gön-

ŞİİR S A N A T I

435

gerecekmiş, yeter ki o razı olsun. Ayrıntılarıyla anlattı bütün bunları bana, sonra da tepelerdeki tezek yığınına gitmek için nasıl yorulduğun­ dan, tavuklarının öldüğünden, karanlık, isli kulübesinden yakındı; ar­ dından, düşündeki Amerika'nın taşı toprağı altın bir Eldorado oldu­ ğundan, Cork'a kadar yapılması gereken tren yolculuğundan, deniz­ leri aşmaktan söz açtı, ama tek dileğinin kemiklerinin İrlanda topra­ ğında dinlenmesi olduğunu söyledi. Konuştukça coştu, dilinin akıcılı­ ğı arttı, daha renkli, ritimli, ezgili bir nitelik aldı. Gövdesi de düştey­ mişçesine, bir beşik gibi sallanarak sözlerine eşlik ediyordu. Sonra gü­ lerek kovalarım aldı, bana iyi geceler diledi, evinin yolunu tuttu. Okuma yazma bilmeyen, hiçbir sanat kaygısı olmayan bu yaşlı ka­ dının beklenmedik coşuşuııda şiirin bütün özellikleri vardı: Esinli bir konuşmaydı bu. Bir şairin esinlendiğini söylediğimiz zaman ne demek isteriz? Bu soruyu yanıtlayabilmemiz için, gününmüzde yaşayan ilkel in­ sanların dillerinde sürdürüldüğü biçimiyle ilkel şiire dönm em iz gere­ kiyor. Ama bu insanların toplum yapılarını bilmezsek, şiirlerini de an­ layamayız. Üstelik, şiir özel bir söz biçimidir. Bu da insanın başlangı­ cına dönmeyi gerektirir, çünkü söz (konuşma) insanın ayırt edici özel­ liklerinden biridir. Sorunun ta başına dönmemiz gerekiyor. İnsanın nasıl yaratıldığını tam olarak bilmekten oldukça uzağız da­ ha, ama bilim adamları bir temel nokta üzerinde anlaşıyorlar. İnsan iki temel özelliği ile hayvanlardan ayrılır: Araçlar ve konuşma. Yüksek memeliler ayakta durabildikleri ve önayaklarım el olarak kul­ lanabildikleri için aşağı omurgalılardan ayrılırlar. Beyindeki devimsel organların sürekli incelmesi anlamına gelen bu gelişme, çevredeki özel koşulların bir sonucudur. Bunlar ormanlarda yaşayan hayvanlardı; ağaç­ lar arasında yaşamaksa görme ve dokunma duyuları arasmda yakın bir işbirliği ve incelmiş bir kas düzeni gerektirir. Ellerin gelişmesiyse, be­ yin için yeni sorunlar, yeni olanaklar çıkardı ortaya. Böylece, daha baş­ langıçta, el ile beyin arasında bütünsel bir bağ kurulmuş oldu.1 İnsan, yüksek m em elilerin bir sonraki aşaması olan insansı may­ munlardan, ayakta durabilmesinin yanı sıra yürüyebildiği için de ay­ rılır. İnsanın ormandan çıkıp toprağa basmak zorunda kalması sonu­ cunda yürümeyi öğrendiği ileri sürülüyor. Böyle de olm uş olsa, asıl önemlisi böylece insanda eller ile ayaklar arasındaki işbölümünün ta1

C . Elliot Smith, Evolution o f Mon, (Oxford, 1924), s. 17-46; C . Clark, From Savagery to Civilisation, (Londra, 1946), s. 1-6.

436

T a r ih ö n c e s i Eg e

marnlanmış olmasıdır. Ayak parmakları kavrama özelliğini yitirmiş, el parmaklarıysa maymunlarda olmayan bir beceriklilik kazanmıştı. May­ munlar ellerine sopa ve taş alabilirler, ama yalnız insan eli bunlardan araç yapabilir. Bu belirleyici bir adımdı. Yepyeni bir yaşama yolu açıyordu. Araç­ larla donanan insan, artık geçimi için gerekli şeyleri arayıp bulmaktan kurtuluyor, onları üretiyordu. Doğayı denetimi altına almak için kul­ lanıyordu araçlarını. Ve bunu başarmaya çalışırken, doğanın, insan is­ teminin dışında kendi yasalarına göre yönetildiğini anladı. Çevresin­ de olup bitenlerin nasıl olduğunu öğrenerek bu olayları gerçekleştir­ mek için ne yapması gerektiğini de öğrendi. Doğadaki yasaların nes­ nel gerekliliğini tanıdıkça, onları kendi amaçları doğrultusunda kul­ lanma gücünü elde etti. Bu yasaların kölesi olmaktan kurtulup onlara egemen olmayı başardı.2 Öte yandan, doğa yasalarının nesnel gerekli­ liğini anlayamadığı sürece, çevresindeki dünyayı salt kendi istemini öne sürerek değiştirebileceğini sandı. Büyünün temeli de budur. Başlangıç evrelerinde üretim çalışması topluca yapılırdı. Birçok in­ san elbirliği yaparak birlikte çalışırdı. Bu koşullarda araçların kullanıl­ ması yeni bir iletişim yolu çıkardı ortaya. Hayvan seslerinin anlatımı son derece sınırlıdır. İnsandaysa açık seçiklik kazanmıştır sesler. Geli­ şip düzenlenerek çalışan toplulukların eylemleri arasında bir uyum sağlamıştır. Böylece, insan araçları bulmakla konuşmayı da bulmuş­ tur.3 El ile beyin arasındaki bağ gene karşımıza çıkıyor. Konuşma, asıl üretim uygulayımının bir parçası olarak doğmuştur. Çalışma sürecini önceden canlandırarak gövdenin kassal devinimlerine yardımcı olu­ yordu konuşma; çalışma süreci açısından vazgeçilmez olduğu için de öznel olarak onun nedeniymiş gibi görünüyordu; bir başka deyişle, biiyüseldi. İlkel düşüncede, söylenen sözcük, her zaman ve her yerde büyüsel bir güçle donanmıştır.4 Uygulayım geliştikçe, çalışmaya sesle eşlik etme fiziksel bir gerek­ lilik olmaktan çıktı. İşçiler kendi başlarına çalışma yeteneğini edindi­ ler. Ama toplu davranış ortadan kalkmadı. Asıl işe başlamadan önce onun bir provası olarak, daha önce işin kendisinden aynlamayacak olan 2 3

4

F. Engels, Doğanın Diyalektiği. B. Malinowski, "The Problem o f Meaning in Primitive Languages", C.K. Ogden ve I.A. Richards'ın The Meaning o f Meaning'inde (Londra, 1927); B. Malinowski, Cora/ Cardens and Their Magic, (Londra. 193S), C iltli, s. 232. R. BrifTault, The Mothers, (Londra, 1927), Cilt I, s. 14-23; bkz. Coral Cardens and Their Magic, Cilt II. s. 232.

Ş if R S A N A T I

437

toplu devinimlerin canlandırıldığı bir dans olarak, varlığım sürdürdü. İlkel insanların bugün bile yaptıkları yansılama dansı budur. Bu arada konuşma gelişti. Araçların kullanılmasında yönetici bir eş­ lik olmaktan çıktı, bireyler arasmda, bütünüyle açık seçik, bütünüyle bi­ linçli bir iletişim yolu, yani bugün anladığımız anlamda dil oldu. Yan­ sılama dansındaysa sözlü bölüm olarak varlığını sürdürdü ve büyü gö­ revini korudu. Böylece bütün dillerde iki konuşma biçimi olduğunu görüvoruz: Biri, insanların birbirleriyle iletişimde bulunmalarına yarayan, bildiğimiz, günlük konuşma; öbürü de, toplu olarak kuttörenlerde kul­ lanılan, daha yoğun, olağandışı, ritimli ve büyüsel olan şiirsel konuşma. Bu açıklama doğruysa, şiir dili genel olarak ritim, müzik ve düşlem niteliklerini daha çok koruduğu için, konuşma dilinden daha ilkeldir. Elbette, yalnızca bir varsayım bu, ama ilkel diller üzerine bildiklerimiz de bu varsayımı doğruluyor. Bu dillerde şiirsel konuşma ile günlük ko­ nuşma arasında tam bir ayrımın iyice belirmediğini görüyoruz. İlkel insanların günlük konuşmalarında çok belirgin bir ritim ve oy­ nak, ezgisel bir vurgu vardır. Kimi dillerde vurgu öylesine m üziksel, anlama öylesine bağlıdır ki, bir türkü bestelendiğinde, türkünün hava­ sını daha çok konuşulan sözün doğal ezgisi belirler.5 Konuşan kimse de, sözünü ettiğim M andalı köylü kadın gibi, arada coşarak yarı şiir­ sel bir dil kullanma eğilimindedir. Bu özelliklerin ilk ikisine değilse bi­ le, sonuncusuna bir örnek verebiliriz burada. Bir İsviçreli misyoner Umbosi demiryolu yakınlarında, Zulu bölge­ sinde kamp kurmuş. Yerliler için Umbosi demiryolu D urban'a, Ladysmith'e, Johannesburg'a yapılan yolculuk demekmiş; köy delikanlıla­ rının seçim hakkı vergisi yüzünden sazdan kulübelerini bırakıp maden ocaklarında gençliklerini tüketmek, genç kızların çoğunun da arka so­ kaklardaki genelevlerde çalışarak daha korkunç bir duruma düşmek için her yıl çıktıkları yolculuk. Kamptaki uşaklardan biri, karşıdan bir tren göründüğünde bulaşık yıkamaktaymış; tam o sırada şu sözleri mı­ rıldandığı duyulmuş: U z a k ta n h o m u rd a n ıp g elen , D elikanlıları e z ip g e çe n , K arılarım ızı b aştan çık a ra n . S

I. Schapera, The Bantu-speaking Tribes o f South Africa, (Londra. 1937), s. 282-3. 286. 401-2; R.S. Rattray, Ashanti (Oxford, 1923), s. 245-7; bkz. Platon. Devlet, (Çevirenler Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz; Remzi Kitabevi, Oçtincü Basım, Haziran 1975), 398d.

4 38

T a r İh ö n c e s İ E g e

Bizi b ırak ıp k en tlere g id iy o rlar, kötü o lu y o rlar. Irz d ü şm a n ı! B izse y aln ız k alıy o ru z b u ra d a .6

İşte sanat kaygısı taşımayan bir söylenme daha. Yaşlı bir zenci uşa­ ğın kendi kendine mırıldandığı sözler, ama gene de şiir bu. Tren ada­ mın dikkatini çekiyor. Bulaşığı unutuyor. Sonra treni de unutuyor. Tren, tren olmaktan çıkıp en çok sevdiklerini yok eden bir gücün simgesi olu­ yor. Bilinçaltının dilsiz yakınması bir açıklanma yolu buluyor. Sonra trenin gürültüsü yitiyor, adam da bulaşıklarına dönüyor. Demek ki, ilkel insanların günlük konuşmaları ancak şiir için dü­ şündüğümüz ölçüde ritimli, ezgisel ve olağandışıdır. Bu insanların gün­ lük konuşmaları şiirselse, şiirleri de büyüseldir. Bildikleri tek şiir tür­ küdür, türkü söyleyişleriyse hemen her zaman gövdesel bir devinim eşliğindedir ve dış dünyayı bir değişikliğe uğratma, yanılsamayı ger­ çekliğe dayatma amacım güder. MaoriTerin bir patates dansı vardır. Körpe ürünler doğu rüzgârla­ rından zarar görebileceği için, genç kızlar tarlalara gidip dans ederler, gövdeleriyle rüzgârın esişini, yağmurun yağışını, bitkilerin büyüyüp yeşermesine öykünürler. Bir yandan da türkü söyleyerek, ekinleri de kendilerine uymaya çağırırlar.7 Gerçekleşmesini istedikleri sonucu düş­ sel bir biçimde yerine getirirler. Bu, asıl uygulayımın bir tamamlayıcı­ sı olan aldatıcı bir uygulayım, yani büyüdür. Ama aldatıcı da olsa, boş bir şey değildir bu. Dansın patatesler üstünde doğrudan doğruya bir etkisi olmayabilir, ama dansa katılan kızlar üstünde hiç de küçümsen­ meyecek bir etkisi olabilir, nitekim vardır da. Dansın patatesleri koru­ yacağı inancıyla esinlenerek, daha büyük bir güven ve güçle tarlaları­ na bakmaya başlarlar. Böylelikle dansın ürünler üstünde de bir etkisi görülür sonunda. Dans, kızların gerçeklik karşısındaki öznel tutumla­ rını, dolaylı olarak da gerçekliği değiştirmiş olur. MaoriTer Polinezyalıdır. Yeni Hebrid adalarında yaşayanlar da öy­ le. Bunların değişik ritimli iki bölümden oluşan geleneksel bir türkü türleri vardır. Birinci bölüme "yaprak", ikinci bölüme "m eyva" derler.8 Bir başka Polinezya adası olan Tikopia'daysa üç bölüm lük bir türkü türü var. Birinci bölüme verilen ad "ağaç gövdesinin tabanı", ikinci böIümünki "ara sözler", üçüncü bölümünkiyse "m eyva dem eti" anlamı6 7 8

H.A. Junod, Life o f a South African Tribe, (ikinci Basım, Londra, 1927), Cilt II, s. 196-7. K. Bücher, Arbeit und Rhythmus, (Beşinci Basım, Leipzig, 1919), s. 409-10. Burada sözkonusu olan patates, tatlı patatestir (Batatas edulis). ). Layard, Stone Men ofMalekula, (Londra, 1942), s. 315.

ŞİİR SANATI

439

ııa geliyor.9 Bu terimler de gösteriyor ki, bu türkü türleri, M aori kızlarmmkine benzeyen yansılama danslarının evrimi sonunda ortaya çık­ mıştır. Şiir, büyüden doğmuştur.

Resim 64. Dansçılar; Attika vazosu

Biraz daha ilerletelim kanıtlamamızı. Aşağıdaki alıntı, Malinowski'ninTrobriand Adaları'nda derlediği okuyup üfleme dualarından biri: G eçer, g e çe r, K av al k em iğinin acısı g e çe r. D erin d e açılan y a ra g e çe r, K arn ın d ak i d e rin sızı g e ç e r, G eçer, g e ç e r.10

Şiirsel diyebileceğimiz bir şey değil bu şiirin konusu. Ama biçimi şi­ irsel. Malinowski'nin de belirttiği gibi, bu duaların dilinin özelliği "ses­ çil ve ritimli olması, eğretileme ve ses yinelemesi etmenlerinin zengin­ liği, garip titreşimler ve yinelemelerden yararlanmasıdır".11 Gerçekleş9 R. Firth, We, the Tikopia, (Londra, 1936). s. 285. 10 Coral Cardens and Their Magic, Cilt II, s. 236-7. 11 Aynı yerde. Cilt II, s. 213, bkz. s. 222; R.H. Codrinton, The Melanesians. (Oxford, 1891), s. 334; Stone Men ofMalekula, s. 285; J. H. Driberg, The Longo: a Nilotic Tribe o f Uganda, (Londra, 1923), s. 245.

440

T A R İH Ö N C E Sİ E G E

meşini istediğin şeyin gerçekliğini öne sürerek onu gerçekleştirmiş olu­ yorsun. Bu öne sürüşte kullandığın dil de, özlenen gerçekliğin yerine gelmesi için yaptığın yansılama dansındaki coşkun müziğin yankıları­ nı taşıyor. Bu da, bir kayanın içinde yaşadıkları söylenen iki kadma söylenen bir Yeni Hebrid türküsü: T ü rk ü d u y u lu y o r, tü rk ü b ağ ırıy o r. T ü rk ü b a ğ ırıy o r, g elsin k arım olsun! O ra d a d u ra n kadın. O rad a k i iki k ad ın , K u tsal k a y a d a k i k ad ın lar. K ay an ın için d e o tu ra n , k ayanın için d e y a ş a y a n , T ü rk ü b a ğ ırıy o r, ikisi d e d ışarı çık sın !12

Burada düşle gerçeği birbirine karıştıran bir anlatım yerine, bir buy­ rukla karşı karşıyayız. Ama bu buyruk doğrudan doğruya ilgili kim­ selere yöneltilmiyor. Türkünün büyüleme gücünün aracılığıyla açıkla­ nıyor. Türkü doğaüstü bir güç olarak dışsallaştırılıyor. Bundan sonra­ ki örneğim, bir Alman ormancı türküsü: Sen sö yle, sen sö y le , o rm a n . Sen çın la, se n çın la, b ayır, G en e u ğ u ld a , g e n e u ğ u ld a , k oru , G en e yan k ılan , g e n e yan kılan , o rm an , Y in ele benim g ü zel sesim , Y in ele b en im altın b aşım , Y in ele b en im şark ım , En se v d iğ im seslerin g eld iğ i y erd e: Y ak ın d a ça lıla r k ırılacak, A ğ a ç g ö v d eleri y ığılacak , K ü tü k ler a v lu d a to p lan acak , S a m a n la r o rta y e re birikecek, Ellerini s ü rm e d e n d elikanlılar B ilen m iş b a lta la rın a .13 12 Stone Men o f Malekula, s. 142. 13 Arbeit und Rhythmus, s. 473.

ŞİtR SANATI

44i

Ormancılar, türkülerinin karşılığında, ağaçların devrilmesi, kütük­ lere ayrılması, ormandan yuvarlanarak avluya yığılması için sesleni­ yorlar. Söyledikleri şeylerin olmayacağım onlar da çok iyi biliyorlar, ama olacağını düşlemek hoşlarına gidiyor, çünkü çalışm alarına yardnncı oluyor. Şiir büyüden çıkıp gelişmiştir. Şimdiki örneğim de, İrlanda'dan eski bir bilicilik şiiri: İyi h ab erler: d e n iz b ereketli, k ıyılar d alg alı, g ü lü m se y e n k o ru lar; tılsım u ç u y o r, m e y v a la r to m u rcu k lan ıy o r, ta rla la r b aşak d o lu , a rıla r vızıld ıy o r, y e ry ü z ü s e v in ç için d e , b arış v e bolluk, m u tlu gelen y a z .14

Uğurlu, iyi bir mevsimin gelmesi için bir bilicinin okuduğu dua bu. Özlenen gelecek, daha o anda gelmiş gibi tanımlanıyor. Böylece, nerdeyse sezilmesi güç bir gelişmeyle, çok iyi bildiğimiz bir şiir türüyle karşı karşıya geliyoruz: Y a z m e v sim i g eliy o r, Ş ak ıy o r g u g u k kuşu! T o h u m b aşak ta, ç a y ır rü z g â rd a O rm a n y e şe riy o r g en e Ö t g u g u k kuşu!

Bir gerçeği bildiriyor bu sözler, ama burada bile bir buyruk var so­ nunda. Kökleri Avrupa'daki köylü yaşayışına kadar inen bu mevsim­ lik türküler, topluluğun özlem lerinin gerçekleşmesini kutlamak için yakılırdı. Ama bu kutlamada bir duanın yankıları sürüp gitmektedir. Şiir büyüden çıkıp gelişmiştir. "Parlak yıldız, ben de senin gibi değişmez olsam !" Den lieb' ich, der Unmögliches begehrt. Neden şairler olmayacak şeyleri özlerler? Çünkü şiirin, büyüden aldığı başlıca görevi budur da ondan. Kendilerini yan­ sılama danslarının coşturuculuğuna kaptıran aç, korkmuş ilkel insan­ lar, doğa karşısındaki güçsüzlüklerini gerçek dünyanın, dış dünyanın bilincinden uzaklaşıp özledikleri dünyaya, bilinçaltına, düşlerdeki iç dünyaya geçişlerini, ruh ve bedenlerinin katıldığı yoğun bir esrime için­ 14 K. Jackson, Early Celtic Nature Poetry, (Cambridge, 1935), s. 170.

442

T A R İH Ö N C ESİ E g e

de dile getiriyorlardı. İnsanüstü bir çabayla, yanılsamayı gerçekliğe da­ yatmaya çalışıyorlardı. Gerçi bunu başaramıyorlardı, ama çabaları da boşa gitmiyordu. Böylece, kendileriyle çevreleri arasmdaki fiziksel ça­ tışma çözülüyor, denge sağlanmış oluyordu. Öyleki, gerçekliğe dön­ düklerinde, gerçeklikle eskisinden daha iyi baş edebilecek bir duruma gelmiş oluyorlardı. Keats, son bir çabayla sağlığına kavuşmak için İtalya'ya doğru yo­ la çıktığında yirmi dört yaşındaydı. Fanny Brawne'u son bir kez gör­ müştü. Manş Denizi'nde kopan bir fırtına yüzünden gemisi Lulvvorth Körfezi'ne sığınmak zorunda kaldı. Keats burada karaya çıktı. İngilte­ re topraklarında son bir kez dolaştı. Akşamleyin gemisine döndü, için­ de Shakespeare'ın şiirleri bulunan bir kitabm arkasına bu soneyi yaz­ dı. Dört ay sonra da İtalya'da veremden öldü. P a rla k yıldız, ben d e senin gibi d e ğ işm e z o lsam !

Bilinçli bir istek bu, ölmekte olan bir insanın isteği. Ama daha o an­ da şiirsel anılarla yüklü: A m a ben k u tu p yıldızı gibi k ım ıld am am y e rim d e n , D iretip y e rin d e n ay rılm am ak ta G ök lerd e eşi o lm a y a n o yıldız gibi.

Bu sözler, şairin kendi düşlerini harekete geçiriyor. Kendisini yıl­ dızla, sonra da insanların en eski çağlardan beri sonsuz yaşamın sim­ gesi olarak tapındıkları ayla özdeşliyor. Keats gözünü aydan çevirip, körfezde sallanan gemisinden, bu gezegeni belirten çizgilerin üstünde alçalıp yükselen sulara bakıyor: Y a p a y a ln ız , g ö rk em iy le gecen in d o ru ğ u n d a n , D o ğ a'n ın sabırlı D ervişi gibi, K a p a n m a y a n g ö zlerle b ak ak alm am ak Y e ry ü z ü n ü n kıyılarında su d ö k ü n ü p D ua ed en keşişler gibi k oşuşan d a lg a la ra , Y a d a d a ğ la ra , fundalıklara ilk y a ğ a n k arın Y u m u ş a k ö rtü sü n e d alıp g itm e m e k -

Sonra, böylece sonsuzluğa çekilmiş, hâlâ geminin uyutucu sallanı­ şını duyarak ve ölümsüzlüğe erişmiş olarak yeryüzüne iniyor:

ŞİİR SANATI

443

H ay ır, a m a g en e d e a y m , g en e d e d eğ işm e d e n , Y a sla n ıp sev d iğ im in k ab aran g ö ğ sü n e , H ep o n u n y u m u şa k alçalıp yükselişini d u y m a k , O tatlı sallan tıy la h er an u y an ık , D inlem ek , d u rm ak sızın o ılık so lu y u şu , V e h ep b öyle y a şa m a k -

Ama olanaksızdır bu. Ölümsüz aşk olamaz, işte bu yüzden de şai­ rin ölümsüzlük yakarışı karşıtına dönüşür: V e h ep b öyle y a şa m a k , y a d a hiç u y a n m a m a k .

Uyanır. Geminin sallanışıyla gelen bir düş gibidir bu; uyuyan sev­ gilisinin beyaz göğsünün, koşuşan dalgalarla ve dağlara yağan karla simgelendiği bir düş. Ama bu düşün yardımıyla üstündeki sıkıntıyı at­ mıştır. Yeniden dinginliğe kavuşmuştur. Dünya nesnel olarak gene G ençliğin so lu p e riy e re k ö ld ü ğ ü

dünyadır, ama şairin bu dünyaya karşı öznel tutumu değişmiştir. Bu yüzden, şair için artık aynı dünya değildir. İşte bu, büyünün oldu­ ğu gibi, şiirin de diyalektiğidir.

2. Ritim ve Çalışma Ritim, en geniş anlamıyla, perde ve temposu belli aralıklarla düzen­ lenmiş sesler dizisi olarak tanımlanabilir. Fizyolojik bir başlangıcı var bunun kuşkusuz, ama o düzeyde insanlarla hayvanların ortak bir ni­ teliği bu. Burada, ritmin fiziksel temeliyle değil de, insanın onu ne du­ ruma getirdiğiyle ilgiliyiz. Ben, insan ritminin, araçların kullanılmasıy­ la başladığını ileri süreceğim. Hepimiz biliyoruz ki, çocuklar yazı yazmayı öğrenirken, çoğu za­ man elleriyle birlikte dillerini de kımıldatırlar, dahası yazdıkları söz­ cükleri yüksek sesle söyledikleri bile olur; dinleyen biri olduğu için de­ ğil, parmakların kalemi oynatmasına yardım etmek için yaparlar bu­ nu. Aslında beyinde eli devindiren alandan dili denetleyen alana bir "taşm a" olur. Çocuk yaza yaza kolaylık kazamnca, bu taşma ortadan kalkar.

444

T A R İH Ö N C E Sİ E g e

Gene, kütük ya da taş kaldırmak gibi ağır bir iş yapan bir adam, kas­ larını zorlayacak her devinimden önce derin bir soluk almak için du­ rur, soluk borusunu kapar; kasları gevşeyince de ciğerlerindeki solu­ ğu çıkarır, böylece ses tellerinin titreşiminden anlaşılmaz bir homurtu duyulur. İlkel insanlar, konuşurken, çocuklar gibi ellerini kollarmı kullanır­ lar. El kol kullanmanın işlevi yalnızca söyleneni başkalarının anlamasına yardım etmek değildir. Kendi kendilerine konuşurlarken de kul­ lanırlar ellerini kollarını. Daha önce anlattıklarımız gibi içgüdüsel bir devinimdir bu. Ses organlarının devinimiyle gövdenin kaslarındaki öbür devinimler birbirine karışır sanki. Bizim için önce konuşma, son­ ra el kol devinimi gelir, ama ilk atalarımız için bunun böyle olduğu söy­ lenemez. İlkel insanlara değgin ruhbilimde, konuşma ile el kol devi­ nimleri arasındaki doğal karşılıklı bağımlılık, kanıtlanmış bir olgudur.15 Yarım yüzyıl önce Bücher, bu görüşlere dayanarak, konuşmanın, araçların kullanılmasında kasların zorlanmasıyla ses organlarında or­ taya çıkan tepkeli devinimlerin bir evrimi olduğunu ileri sürdü.16 El­ ler ustalaştıkça, ses organları da gelişti, sonunda bilinçlenen insan bu tepkeli devinimleri toplumun tanıyabileceği bir iletişim düzeni olarak geliştirdi. Bücher, bu varsayımı geliştirirken, iş türkülerini kapsamlı bir biçim­ de inceledi. İş türkülerinin işlevi, ritimli, coşturucu bir nitelik kazandı­ rarak üretim çalışmasını hızlandırmaktır. İplikçi kız, türküsü çıkrığını döndürecek diye türkü söyler; söylediği türkü kendisinin çıkrığı dön­ dürmesine yardım ettiği için de çıkrığın dönmesini kolaylaştırmış olur. Büyüye çok yakın bir şey bu. Belli durumlarda bu türkülerin okuyup üfleme duaları olarak ortaya çıktığı kanıtlanabilir.17 Yeryüzünün her yanında bütün kültür aşamalarında iş türkülerine rastlanır; makinelerin uğultusunun bu türküleri bastırdığı yerler dışın­ da elbette. Kol emeğini gerektiren bir işe giriştikleri anda, ilkel insan­ ların dudaklarından kendiliğinden dökülür iş türküleri; özellikle ka­ 15 l.H . Gray, Foundations o f Language, (New York, 1939), s. 155; R.B. Smyth, The Aborigines of Victoria. (Londra, 1978), Cilt II, s. 412; Ashanti, s. 247. Birçok ilkel halkın, suskunluk tabularının üstesinden gelmek için başvurdukları gelişm iş "sağır-dilsiz" dilleri vardır; B. Spencer ve F.|. Gillen, The Arunta, (Londra, 1927), s. 433, 600-8; A.W. Howitt, Native Tribes o f South-East Australia, (Londra, 1904), s. 723-35: The Aborigines o f Victoria, Cilt II, s. 4, 308. 16 Arbeit und Rhythmus, s. 395. Bücher'den sonra Paget de az çok benzer bir varsayım ortaya atmıştır. Paget'nin varsayımı ruhbilimsel açıdan daha kapsamlı olmakla birlikte, sorunun öteki yönlerinin pek derinine inmemektedir. 17 H.M. Chadwick, The Growth o f Literature, (Cambridge, 1932-40), Cilt III, s. 783.

ŞİİR SANATI

445

dınlar arasında günlük yaşa­ yışın tekdüzeliğine bastırıl­ maz bir eşlik sağlar.18 İş tür­ küleri birtakım anlamlı deği­ şimlere karşın, dil ile çalışma arasındaki ilk ilişkiyi koru­ dukları için, şiirin kökeni ba­ kımından da özel bir önem ta­ şır. Bunu gören Biicher'dir. Re sim 65. M ü zik e şliğ in d e e km ek p işiren ler: Bücher'in vardığı başlıca so­ Boiotia'd an bir terrakotta nuç, bir başka deyişle insan ko­ nuşmasının ritm inin çalışm a sürecinden kaynaklandığı, hiç kuşkusuz doğrudur. Bücher, bu sonu­ cu, belli ritimleri belli süreçlerle özdeşleyerek doğrulamaya çalışm ış­ tır.19 Kanıtlamasının bu bölümü yanlıştır, nitekim ben de buraya alma­ dım. Bücher'in vardığı sonucun en açık seçik kanıtı, türkü yapısı ilke­ lerinin çözümlenmesinde yatmaktadır ve ben bu işi üstlenebilirim. Kürek çekme işi, değişikliği olmayan, düzenli aralıklarla yapılan ya­ lın bir kas işlemidir. Kürekçilerin tempo tutması için en yalın biçimiy­ le iki seslemli bir heyamola kullanılır: Ho - hop! İkinci seslem zorlanma anını belirtir, birincisiyse hazırlayıcı bir işarettir. Bir geminin yönünü değiştirmek, kürek çekmekten daha ağır bir iş­ tir. Bu yüzden, zorlanma anları da daha yeğindir ve daha uzun bölüm­ lere ayrılmıştır. Bu da İranlIların Ho - li - ho - hup! diye bağırdıkları he­ yamolada olduğu gibi hazırlayıcı sesleme yayılma olanağı sağlar. Ki­ mi zaman Rusların heyamolasında olduğu gibi son seslem bir rahatla­ ma seslemidir: £ -yuh - nyem! Kimi durumlardaysa bu heyamolaların tümüyle ya da bir bölümüyle açık seçiklik kazandığı görülür: Heave o - ho! Haul away! (Yisa! Vira salpa! ç.n.) İki seslemli yalın heyamolaların değişen ve değişmeyen öğelerinin, dansta el ya da ayağın kaldırılışını ve indirilişini belirten ölçülü düze­ nin vurgusu ve durgusu oldukları anlaşılıyor.20 Demek ki, ritimde vur­ gu, ilkel çalışma süreciyle, sürekli olarak ağaç kütüklerini çekmek ya 18 Arbeit und Rhythmus, s. 63-243; bkz. The Growth o f Literature, Cilt III, s. 583, 648, 783; The Bantuspeaking Tribes o f South Africa, s. 285; C.S. Orde Brown, The Vanishing Tribes o f Kenya, (Londra, 1925), s. 167; E.J. Krige, Social System o f the Zulus, (Londra. 1936), s. 338; Life o f a South African Tribe, Cilt II, s. 207-9. 19 Arbeit und Rhythmus, s. 407. 20 Aynı yerde, s. 25,402.

446

T A R İH Ö N C E S İ E g e

d a b e lli b ir a r a c ı d e ğ n e ğ e y a d a ta ş a v u r m a k la b a ş lıy o r . İn s a n y a ş a m ı ­ n ın ta b a ş la n g ıc ın a , in s a n ın in s a n o ld u ğ u a n a u z a n d ığ ı iç in d e b iz i b ö y ­ le d e r i n d e n s a r s ı y o r . A ş a ğ ı d a k i t ü r k ü y ü d e , d a h a ö n c e a n d ı ğ ım ı z İ s v iç r e li m i s y o n e r Ju n o d , y o l k ıy ıs ın d a A v r u p a l ı iş v e r e n iç in ta ş k ır a n T h o n g a T ı b i r ç o c u k ­ ta n d u y m u ş : Ba hi sh an i-sa ehe! Ba ku hi h lu p h a, ehe! Ba n w a m ak h ofi, ehe! Ba n g a hi n yik i, ehe! (B ize kötü d a v ra n ıy o rla r, ehe! Bize h iç acım ıy o rla r, ehe! K ah velerin i içiyorlar, ehe! B ize h iç v e rm iy o rla r, e h e!)21 H e r d i z e d e y in e le n e n eh e! ç e k ic in v u r u ş u n u b e lir te n h e y a m o la d ır . D e ğ i ş m e y e n ö ğ e , b u s e s ti r . H e r d iz e d e b u d e ğ i ş m e y e n s e s t e n ö n c e g e ­ le n a n la ş ılır s ö z l e r s e , iş ç in in y a p tığ ı iş e k a r ş ı ö z n e l t u t u m u n u d ile g e ­ ti r m e k te d ir . T ü r k ü h e y a m o l a d a n ç ık ıp g e li ş m iş ti r , tıp k ı h e y a m o la n ın y a p ıla n iş in k e n d is in d e n ç ık ıp g e liş tiğ i g ib i. H a y d i, asıl k üreğe! N asıl ta şıy o r ça rp a n y ü reğ im G ö zlerin d e çakan ışıkla, E y P u h i-h u ia! H a y d i, asıl k ü reğ e !22 B ir M a o r i k a y ık ç ı tü r k ü s ü d ü r b u . K ü re k ç ib a ş ı b e lli a r a l a r l a h e y a m o ­ la ç e k iy o r , h e y a m o l a l a r ı n a r a s ı n d a d a k a y ık ta b u l u n a n o y m a k b e y in in k ız m a ş iir le r d ü z ü y o r . Ş iirin u y d u r u lm a s ı s ır a s ın d a s ö z c ü k l e r in r i tm iy ­ le t e m p o t u t u l m u ş o l u y o r . H e y a m o l a iş l e v s e lliğ i n i y i t i r m i ş d e ğ ild ir , a m a n a k a r a t o lm a y o l u n u d a tu tm u ş t u r . B u n d a n s o n r a k i ö r n e ğ i m , V o lg a k ü r e k ç ile r in in tü r k ü s ü :

21 Life o f a South African Tribe, Cilt II, s. 284. 22 J.C. Andersen, Maori Life in Ao-tea, (Wellington, Yeni Zelanda, 1907), s. 373.

Ş İf R S A N A T I

447

E -y u h -n y e m ! e -y u h -n y e m ! Y e şço razik! y e ş ç o d a raz! R a z o v y o m m i b e ry o z u , ra z o v y o m m i k u d ria v u ! A id a d a, a id a ! ra z o v y o m ! A id a d a, a id a ! k u d ria v u ! E -y u h -n y em ! e -y u h -n y e m ! Y e şço razik ! y e ş ço d a ra z !25

Burada, yapılan işi kolaylaştırmak için uydurulan yüreklendirm e sözlerinin başına ve sonuna bu sözleri içine alan ve tanımlayan heya­ mola ekleniyor. İş türküsü, çalışma sırasmdaki zorlanma anları arasında uydurulan değişik sözlerin çoğalmasıyla gelişmiştir. İşçiler çalışırken geleneksel bilgi dağarcıklarına göre bir şeyler düşünürler ya da kafalarını kurca­ layan günlük olaylar üstüne rasgele yorumlarda bulunurlardı. Sözleri arasında tiran Pittakos'a değinen, "Öğüt, değirmen, öğüt!" nakaratlı eski bir Yunan değirmenci türküsü biliyoruz.24 Kocasını arayan candarmalara bilgi vermek istemeyen bir kadının arpa öğütürken uydur­ duğu çağdaş bir Yunan türküsünde de gene aynı nakaratla karşılaşı­ yoruz.23 Asıl işle ilgili olan nakaratın değişmeden kalma eğilimi gös­ terdiği, değişen öğeninse gününe göre biçim aldığı anlaşılıyor. Türkü­ lerimizdeki anlaşılmaz noktalardan pek çoğunun, bu belli sözlere esin kaynağı olan yaşayış düzeninin unutulmasından kaynaklandığı söyle­ nebilir. Bu türden örneklere, bir yandan çalışanları rahatlatmaya yara­ yan, bir yandan da Incil'in öğretisini yayan zenci ilahilerinde26 ve aşa­ ğıya aldığımız on sekizinci yüzyıl sonu İngiliz denizci türküleri gibi türkülerde rastlanır: F ra n sa k ralıy d ı L o u is, D e v rim d e n ö n ce, H e y a m o la , k a rd a şla r, h ey am o la! B oyn u n u v u rd u la r L o u is'n in , ele g e çin ce , H e y a m o la , k a rd a şla r, h e y a m o la !27

Bu arada türkü sanatı çalışma sürecinden ayrıldı. Türküler boş za­ manlarda, dinlenme saatlerinde uyduruluyordu. Ama bu türküler ge­ ne de geleneksel örneklere uyuyordu. Aşağıdaki türkü, Orta Afrika'da 23 Arbeıt und Rhythmus, s. 235. Bunun birçok değişkesi vardır, çünkü dörtlüğün ortası bugün bile doğaçtan söylenmektedir. 24 Carm. Pop. 30. 25 N.G. Polites, Eklogoi, (Atina, 1932), s. 241, 26 Arbeit und Rhythmus, s. 263-73. 27 Aynı yerde, s. 239.

448

T a r İh ö n c e s i E g e

beyaz gezginlerin eşyalarını taşıyan yerli hamalların akşamleyin kamp ateşinin çevresinde söyledikleri bir türküdür: K ö tü b e y a z a d a m u zak laşır k ıyıdan - p uti, puti! G id eceğ iz kötü b ey az ad a m ın a rd ın d an - p u ti, puti! B ize y e m e k v erd iğ i sü re ce - p u ti, puti! A şa ca ğ ız d ereleri, tepeleri -p u ti, puti! Bu k oca b ezirg an ın k erv an ıy la -p u ti,p u ti!28

Ateşin çevresinde, hepsi uykuya dalmcaya kadar biri bırakır, biri alırmış türküyü. O anda doğaçtan söylenen sözleri herkes teker teker sırayla okurmuş, yinelenen puti ("yiyecek" anlamına gelen bir sözcük) sözüyse hep bir ağızdan okunurmuş. Bu da bize hepimizin bildiği so­ lo ve koro düzenini açıklıyor.29 Heyamola artık bir nakarat olup çık­ mıştır. Çalışma sürecinden kopunca, heyamolaların değişmez öğesi de ge­ nişlemeye başladı. Bütünlüğü sağlayan düzenli yinelem e anlayışını tümden ortadan kaldırm aksızın ritim yapısında çeşitlilik sağladı ve sözcükler tam bir açık seçiktik kazandı. N iy e b ö y le kana b oyalı kılm cın, E d w a rd , E d w a rd 'im ? N iy e b öyle kana b oyalı k ılm a n , N iy e b öyle ü z g ü n sü n , oy ? S o rm a! zo rlu şah an ım a kıyd ım , A n a m , an am ; S o rm a! zo rlu şah an ım a k ıyd ım , Ş ahan sız k aldım , oy.*

Böylece balad dörtlüğüne gelmiş oluyoruz. Bu dörtlüklerde nakarat or­ tadan kalkıyor, ancak sav ve karşısav, sesleniş ve karşılık olarak dört­ lüğün ritim yapısında beliriyor:

28 R.F. Burton, The Lake Regions of Central Africa, (Londra, 1860), s. 361-2. 29 H. Basedow, The Australian Aboriginal, (Adelaide, 1929), s. 376; The Melanesians, s. 335; Stone Men of Malekula, s. 315, 611; The Vanishing Tribes o f Kenya, s. 167; P.A. Talbot, The Peoples of Southern Nigeria, (Londra, 1926), s. 808; The Lango: a Nilotic Tribe o f Uganda, s. 127,129, 245; The Growth of Literature, Cilt III, s. 353, 355-6, 581; W.). Entwistle, European Balladry, (Oxford, 1939), s. 19, 35. * Türkçesi: Can Yücel, (f.n.)

ŞİİR S A N A T I

449

B ir g ü zel o tu ru rm u ş şu d eren in d ü z ü n d e . A şa ğ ı d e re b o y u n d a , o y . Bir g ü z e l, K ath rin e Jaffray a d ın d a . N ice yiğitlerin o y n aşı, o y .30

Balad biçiminde, dörtlük bir müzik "tümcesi", beyit bir müzik "tümceciği", dize de bir müzik "birim i"dir. Her tümcecikte iki birim , her tümcede de iki tümcecik vardır. Her çiftte birbirine benzeyen, ama ge­ ne de ayrı olan birimlerin birbirlerini tamamladığı görülür. Müzik ku­ ramcıları ikili biçim diyorlar buna: AB. Balad biçiminin böyle müzik açısından yorumlanması, yalnızca bir örnekseme değil, tek doğru çözümlem e yöntemidir. O kullarım ızda okutulan dilbilgisi yaşayan dil tarihinden ne denli uzaksa, ders kitap­ larındaki şiir kuralları da yaşayan şiir tarihinden o ölçüde uzaktır. Baş­ langıçta bir dans biçimiymiş balad. Bugün bile, Faroe A dalan'nda ol­ duğu gibi Avrupa'nın kimi yerlerinde bir dans biçimi olarak yaşar: K orobaşı b aladı sö y le r v e ay a k v u ra ra k tem p o tu tu lu r. D an sçılar, sö z­ leri y an sılay arak b elirtecek leri için , korob aşın ı d ik k atle d in lerler. E ller bir sav aş p atırtısı için d e sım sıkı kenetlen ir; sevin çli b ir s ıçra m a u tk u y u b elirtir. H er d ö rtlü ğ ü n so n u n d a b ü tü n d a n sç ıla r k o ro y a k atılır, a m a d ö rtlü ğ ü n ö b ü r d izelerin i an cak ün y ap m ış belli bir iki kişi sö y le r.31

Müzikbilimin çözümsel ilkeleri, şiirin, müziğin ve dansın ortak te­ meli olan ritmin incelenmesine bağlıdır. Türkülerimizin çoğu ikili biçimdedir, ama daha gelişmiş olanları da vardır. Örneğin, Volga kürekçilerinin türküsünde, başına ve sonuna geleneksel heyamola dizelerini alan ve doğaçtan söylenen bir bölüm­ den oluşan dörtlüğü görürüz. Müzik terimleriyle söylersek, birinci ko­ nuyu ikinci bir konu izler, sonra ya birinci konu yinelenir ya da sürdü­ rülür. Bu, üçlü biçimdir: ABA. Usta ellerde A2, A l'in yalnızca bir yine­ lenmesi değildir: A l'in B ile koşullanmış yeni bir biçimidir. Öyle ki, üç­ lü biçim ikili biçimden daha organik, daha diyalektik bir nitelik taşır. Modern müzikte geniş ölçüde işlenmesi de bu yüzdendir.32 Yunanlı­ lar her iki biçimi de kullanmışlardı. Yunan müziğinin ezgisi bugün ar­ 50 F.B. Gummere, Old English Ballads, (Boston, 1894), s. 169, 263. 51 European Balladry, s. 35. 52 S. Macpherson, Form in Music, (Londra, 1915), s. 61-90.

45°

T A R İH Ö N C E S İ E g e

tık b ili n m iy o r , a m a e p ik v e d r a m a t ik s ö y l e ş i m l e r d ış ın d a Y u n a n ş iiri­ n in b ü y ü k b ir b ö l ü m ü ş a r k ı o la r a k o k u n m a k a m a c ı y l a b e s te le n d iğ in ­ d e n , r itm i s ö z l e r i n d e n ç ık a rıla b ilir . B u n u Y unan Lirik Ş iirin d e Ö lçü a d ­ lı k i ta b ım d a e le a l m ı ş v e e s k i Y u n a n 'd a k o r o ü y e l e r i n i n s a ğ d a n so la d o ğ r u h a r e k e t e d e r k e n o k u d u k la r ı ş iir p a r ç a s ın ın (s t r o f i) , m o d e r n d ö r t­ lü k le b ü t ü n ü y l e a y n ı tü r d e n o ld u ğ u n u g ö s t e r m i ş t i m . Ö z e t le r s e k , d a n s , m ü z ik v e ş iir d e d i ğ im i z ü ç s a n a t , b ir te k s a n a t o la ­ r a k b a ş la m ı ş tır . B u s a n a tla r ın k a y n a ğ ı, to p lu c a ç a lı ş a n in s a n g ö v d e l e ­ rin in ritim li d e v in im id ir . B u d e v in im in iki ö ğ e s i v a r d ı: G ö v d e s e l v e s ö z ­ lü . B irin c is i b a ğ r ı n d a d a n s ı n to h u m u n u t a ş ı y o r d u , İk in c is i d ilin . D il, r itm i b e lir tm e k iç in ç ık a r ı la n b e lir s iz s e s l e r b iç im in d e b a ş la y ıp ş iirs e l k o n u ş m a v e g ü n l ü k k o n u ş m a b iç im in d e fa r k lıla ş tı. A n l a m s ı z b a ğ ır tı­ la r , in s a n s e s i n d e n a y r ı l ı p a r a ç l a r ı n v u r u ş u y l a e l d e e d i l e r e k ç a lg ı s a l m ü z iğ i n ç e k ir d e ğ in i o r t a y a ç ık a r d ı. B iz im a n l a d ı ğ ı m ı z a n l a m d a k i ş iire d o ğ r u a tı la n ilk a d ı m , d a n s ın b ir y a n a b ır a k ıl m a s ıy d ı. B ö y le c e tü r k ü o r t a y a ç ık tı. T ü r k ü d e ş iir m ü z iğ in iç e r iğ i, m ü z ik d e ş iirin b iç im id ir. D a h a s o n r a b u ik isi d e b ir b ir in d e n a y ­ rıld ı. Ş iirin m ü z ik e ş liğ in d e n y o k s u n b iç im i, tü r k ü d e n a ld ığ ı , a m a k e n ­ d i m a n tı ğ ın ın iç e r iğ in e g ö r e y a lı n l a ş tır a r a k g e li ş tir d iğ i r i tim y a p ıs ıd ır . Ş iir, ritim d ü z e n i n e b a ğ lı o lm a k s ız ın , k e n d i iç b ü t ü n l ü ğ ü o la n b ir ö y ­ k ü a n la tır . B ö y le c e , d a h a s o n r a la r ı, a n la tıs a l ş iir d e n d ü z y a z ı , ö y k ü ve r o m a n d o ğ m u ş o l d u ; b u n l a r d a ş iirs e l k o n u ş m a n ın y e r i n i g ü n l ü k k o ­ n u ş m a a lm ış , a y r ı c a k o n u d e n g e li, u y u m lu b ir b iç im g e r e k ti r m iy o r s a r itim d e k u l la n ılm a z o lm u ş t u . B u a r a d a s a l t ç a l g ı s a l b ir m ü z ik tü r ü g e liş ti. S e n f o n i , r o m a n ı n b ir k a r ş ı t l a m a s ı d ı r . R o m a n r i tim s i z s ö z l e r s e , s e n f o n i d e s ö z s ü z r itim d ir . R o m a n a b irliğ in i k a z a n d ı r a n , a n la ttığ ı ö y k ü d ü r v e b u ö y k ü a lg ıla n a b i­ lir y a ş a m d a n a lı n m ış tır ; s e n f o n iy s e g e r e ç l e r in i b ü t ü n ü y l e d ü ş l e m d e n a lır. K e n d i b iç im i d ış ın d a b ir iç b ü t ü n l ü ğ ü y o k t u r . D e m e k k i, r o m a n ­ d a o r t a d a n k a lk m ış o la n b ü tü n b u y a p ıs a l ilk e le r m ü z i k t e g ö r ü lm e m iş ö lç ü d e g e liş m iş tir . B u ilk e le r b ö y le c e m ü z iğ in ö z e l a la n ı s a y ı l m a y a b a ş ­ la m ış tır . B iz g e n e llik le " m ü z ik s e l b iç im " d iy o r u z b u n a . A m a m ü z ik d u ­ y a r l ığ ıy la i n c e le d iğ i m iz z a m a n , ş iir d e şiirin y a ln ız c a r itim d ü z e n in d e d e ğ il, k o n u s u n u n d ü z e n le n i ş in d e d e b u ilk e le rin k a lın tıla r ın ı g ö r e b ili­ riz . Ş im d i, y a ln ız c a s ö z k o n u s u n o k ta y ı a ç ık la m a k la k a lm a y ı p ş iirin b ü ­ y ü y e n a s ıl b a ğ lı o l d u ğ u n u g ö s t e r e c e k iki ö r n e ğ i in c e le y e l im . S a p p h o 'n u n A p h ro d itey e Y akarış'ı, A v r u p a 'n ı n e n e s k i lirik ş iir id ir ; h e m d e ta m a n l a m ı y l a lirik b ir ş ii r , lir e ş l i ğ i n d e s ö y l e n e n b ir tü r k ü . S a p p h o , k e n d ile r in i ta n r ı ç a A p h r o d i t e 'y e a d a y a n g e n ç k ı z l a r d a n o lu ­

ŞİİR S A N A T I

45i

şan dinsel bir derneğin önderiymiş. Tutkuyla bağlandığı kızlardan bi­ ri sevgisine karşılık vermemiş Sappho'nun. E y ta h tı ışıl ışıl ö lü m s ü z A p h ro d ite , U lu Z e u s 'u n d ü z e n ci kızı, Y a lv a rırım y ü re ğ im i acılarla d a ğ la m a ! Y a rd ım ım a g el g en e, h an i eskiden S esim i d u y u n c a nasıl çık ıp B ab an ın sa ra y ın d a n , k a n a t çırp a n k u şlarm Ç ek tiğ i yald ızlı a ra b a n a b in er, Y e ry ü z ü n e in erd in b u lu tsu z m avilik ten ; Ö lü m s ü z d u d a ğ ın d a o ayd ın lık g ü lü şle so ra rd ın , "G e n e n e n v a r ? " d e rd in , "n e d ir g en e. Deli g ö n lü n ü çelen ? T ılsım ım la kim i B aştan çık arıp y o lla m a m g e re k iy o r k o y n u n a? S öyle S a p p h o , kim seni ü zen ? K a çıy o rsa , k açsın, b ırak, Y a k ın d a o sen in ard ın a d ü şecek , B u g ü n a lm ıy o rsa v erd ik lerin i, Y a rın o san a a rm a ğ a n la r v erecek ; Seni se v m iy o rs a , iste m e se d e, e rg e ç se v e ce k ." G eleceğ in v a rsa , şim d i g el, k u rta r beni! K u şk u d a n , n e d iliy o rsa gö n lü m Y e rin e g etir, sen d e katıl b enim le sav aşa!

Sappho dileğini açıklayarak başlıyor söze. Sonra, buna benzer ya­ karışlarının daha önce nasıl karşılandığını anımsıyor. Sonra yakarış yi­ neleniyor. Bu, bilinçli bir sanatçının ustalıkla kullandığı üçlü biçimdir. Yakarış olum suz, çekimser bir havayla başlıyor; sanki arada olup bi­ tenler dileğinin yerine getirileceği inancını vermişçesine olumlu, gü­ venli bir havayla sona eriyor. Arada neler olup bitmiştir? Aphrodite'ye geçmişi anımsatıyor Sappho: "Eskiden... nasıl... geldiysen... gene gel." Geleneksel bir şeydi bu. Tan­

45 2

T a r İh ö n c e s i E g e

rılara yakardığınız zaman, daha önce onlardan yardım gördüğünüz, si­ ze iyi davrandıkları zamanları anımsayarak isteğinizi pekiştirirdiniz.33 Bir tapınma biçimiydi bu. Tapmma da bizi büyüye götürüyor. Büyüde olmasını istediğiniz şeyi, düşlemde oldurursunuz. Sappho'nun da bu­ rada yaptığı bu; ancak, eylem yerine, dans etme yerine, burada yalnız­ ca düşgiicünün kanatlanması var. Sappho, tanrıçaya gelmesi için yal­ varıyor; sonra gelişini kafasında canlandırıyor, onu görüyor, sesini du­ yuyor; sonra da düşgücünün bu çabasıyla coşup daha bir güven kaza­ nıyor, yeniden yakarıyor tanrıçaya. Sanata dönüşmüş büyüdür bu. İngiliz şiirinde miiziksel biçimin bu çeşit kalıntıları tek tiiktür. Bu yüzden, şiirin kaynaklarıyla ilgilenmeyen eleştirmenler görememişler­ dir bunları. Oysa Shakespeare'in üçlü biçimin Yunan şiirindekiler ka­ dar yetkin bir örneği olan şu sonesmi hepsi bilir: D ü şü n ce in san ların v e k aderin g ö z ü n d e n , A fo ro z lu la r gibi, y ap a y a ln ız a ğ larım ; İrkilir s a ğ ır g ö k le r çığlıklarım y ü z ü n d e n , B ahtım a lan et o k u r, yü reğ im i d a ğ la rım ; Talihi y a v e r gid en h erk ese gıp ta ed er, Şu d enli g ü z e l o lsam , d o stlarım olsa d e rim ; Ş u n d a s a n a ta , b u n d a d e h a y a içim g id er, O ysa so ld a sıfırd ır y a p m a k istediklerim ; K en d im d en iğrenirk en aklım san a d o ğ ru lu p G ö n lü m k ara d ü n y a y ı gerilerd e bırakır, G ün d o ğ a rk e n yü k selen bir tarla kuşu olu p C e n n e t kapılanında kutsal ezg iler şak ır; Ö y le bir se rv e ttir ki sevgin i an m ak bile, S u ltan larla y e r d eğ iş d eseler d e nafile.*

Bu şiirin yapısını tek bir eleştirmen açıklamıştır, o da bir müzik kuramcısıydı.34 Bu on dört dize boyunca şairin dünyaya karşı tutumun­ da köklü bir dönüşüm oluyor. Başlangıçta kendisine kulak vermeyen 33 Homeros, ilyada, (Türkçesi: Azra Erhat-A. Kadir, Dördüncü Baskı, Sander Yayınları, Mayıs 1981), 1. 39-42, 394-5,453,5.116-7,16. 236-8; Homeros, Odysseia, (Türkçesi: Azra Erhat-A. Kadir, ikinci Baskı, Sander Yayınları, Eylül 1978), 4. 763-6; Herodotos, Herodol Tarihi, (Türkçesi: Müntekim ökmen, Remzi Kitabevi, Aralık 1973), 1.87.1. * Türkçesi; Talât Sait Halman. (f.n.) 34 W.H. Hadow, A Comparison of Poetry and Music, (Cambridge, 1926), s. 10-12. Bkz. George Thomson, Aeschylus, Oresteis, (Cambridge, 1938), Cilt I, s. 14.

ŞİİR S A N A T I

453

göklere karşı gözyaşı döken aforozlu biriyken, sonunda cennet kapıla­ rında övgüler okuyan bir sultan oluyor. Ve bu köklü dönüşüm, şairin başlangıçtaki durumunu tersine çeviriyor. Büyük bir umutsuzluk ha­ vası içinde başlayan şiir bir utku türküsünün coşkunluğuyla bitiyor. Dünyaya karşı tutumumuzda köklü bir dönüşüm yaratmak. Daha önce, şiirin içeriğinden -dualar, mevsimlik türküler, Keats'in o sonesiyola çıkarak şiirin başlıca işlevinin bu olduğu sonucuna varmıştık. Şim­ di, şürin biçimini incelediğimizde de aynı sonuca varmış oluyoruz.

3. Doğaçtan Söyleme ve Esinlenme Bizim dünyamızda doğaçtan şiir düzen kimse yok gibidir hemen hemen. Kâğıt kalem işidir bizim için şiir. Çağdaş şairler arasında şiir­ leri yüksek sesle okunmamış olanlar bile vardır. Bu şiirler ilkin şair ta­ rafından yazılmış, daha sonra basılıp yayımlanmış, kitabı satın alanlarca da sessizce okunmuşlardır. Bizim şiirimiz, günlük konuşmadan daha güç, daha yüksek düzeyde bilinçli bir çabayı gerektiren yazılı bir sanattır. Modern şiirin bu özelliğinin yepyeni bir özellik olduğunu unutma­ mak gerekir. İlkçağ ve ortaçağda, günümüzde de köylüler arasında şa­ irle halkı birbirinden ayıran okuryazarlık gibi bir engel yoktur. Gerçi günlük konuşmadan ayrıdır şairin dili, ama gene de hem kendisinin, hem de halkın kullandığı konuşma dilidir bu. Şair bu dili herkesten da­ ha büyük bir akıcılıkla kullanır, ama bu da kendisinin dil konusunda daha ustalaşmış olmasındandır. Bir yere kadar herkes şairdir.35 Bu yüz­ den de adsız kişilerin sanatıdır halk şiiri genellikle. Günlük yaşayış için­ de kendiliğinden doğar, doğaçtan söyleme yeteneği tükeninceye dek, renk değiştire değiştire, ağızdan ağıza, babadan oğula geçer. Ancak do­ ğaçtan söyleme yeteneği tükendiği zaman durağanlaşır, ama o zaman bile belirleyici niteliğini korur; işçilik açısından ne denli yetkin olursa olsun bilinçli sanat niteliğinden yoksun olduğunu söyleyerek tanımla­ dığımız bir niteliktir bu. Asıl eksiği budur halk şiirinin: Bireysel bir ki­ şiliğin damgası. Bu da, halk şiiri bir kişinin değil, bütün bir topluluğun ürünü olduğu için, kaçınılmaz bir eksiktir. İlkel şair, kullandığı aracın, günlük konuşmadan farklı bir şey olduğunun bilincinde değildir; aslı­ 35 Growth o f Literature, Cilt III, s. 65, 178, 659; Stone Men ofMalekula, s. 314-5; The Bantu-speaking Tribes o f South Africa, s. 285.

454

T a r ih ö n c e s İ E ge

na bakılacak olursa, daha önce de gördüğümüz gibi, ilkel şairin diliy­ le günlük konuşma arasında çok büyük bir ayrım yoktur. Bu yüzden doğaçtan şiir düzebilir. Kullandığı dili nesnelleştirmeyi başardıkça, do­ ğaçtan söyleme yeteneğini yitirir, ama aynı zamanda onu kendi kişili­ ğine uyarlama gücünü elde eder ve böylece bilinçli bir sanatçı olur. Öte yandan, şiirin uyandırdığı etki, her zaman olduğu gibi hâlâ, bi­ lincimizin duyular aracılığıyla algılanabilen dünyadan düşlem dünya­ sına çekilmesidir. Şiirsel konuşmayla günlük konuşmayı karşılaştırdı­ ğımızda, şürsel konuşmanın daha ritimli, daha düşlemsel, daha uyum­ lu, daha büyüsel olduğunu görmüştük. Bilinçli yaşayışımızda, insan olma özelliğimizi belirleyen ekonomik, toplumsal ve kültürel öğeler en etkin; bireysel ayrımlar en belirgin durumlarındadırlar. Öyle ki, nasıl bilinçli yaşayışımızın zihinsel süreçleri bireyler arasındaki en büyük çeşitliliği yansıtıyorsa, bu zihinsel süreçlerin dili olan günlük konuşma da en özgür bireysel anlatım yolu olarak belirir. Ama duyularla algıla­ nabilen dünyadan çekilip uykuya ve düşlere daldığımız zaman, birey­ selliğimiz de uykuya yatar ve bilinçli yaşayışımızda toplumun baskısı altında kalan hepimize özgü tepiler ve istekler bu baskıdan kurtulmuş olur. Düş dünyamız uyanık yaşayışımızdan daha az bireyselleşmiş, da­ ha birörnek bir dünyadır. Bir çeşit düş dünyasıdır şiir. Yeats'in bir sözünü anacağını: Ritm in a m a cı, d ü ş ü n ce y e d a lm a an ın ı, u y u r u y a n ık o lm a an ın ı, biricik y aratım anını u za tm a k tır; b ir y an d an tek d ü ze bir n in niyle bizi u y u tm a ­ ya çalışırk en , bir y a n d a n da çeşitliliği ile u yan ık tu ta ra k y a p a r b u n u ; bu kend in d en g e çm e içind e istem im izin b askısından k u rtu lan zih n im iz d e kendini sim g elerle a çık la r.36

Buradaki "K urtulan" sözü tartışılabilir, ama konumuz için büyük bir önemi yok bunun. Şiir dili, ritimli olduğu için, ninni gibidir. Ama bütün bütüne uyutan bir ninni gibi de değil. Herhangi bir dilin hangi şiir ölçüsünü çözümlersek çözümleyelim, Yeats'in söylediği gibi, zih­ ni bir çeşit kendinden geçme, şiirin kendine özgü tılsımında, düşlem dünyasında uyku ile uyanıklık arasında tutmak için gerekli olan o tek­ düzelik ve çeşitlilik, benzerlik ve başkalık karışımını buluruz. İşte bu yüzden, bir şair için esinlenmiş dediğimiz zaman, kendisi­ nin bu bilinçaltı düşlem dünyasında öbür insanlar gibi yabancı olma­ 36 W.B. Yeals, Essays, (Londra, 1924). s. 195-6.

Ş İİR S A N A T I

455

dığım söylemek isteriz. Şair ruhsal kopuntuya olağanüstü yatkındır. Bu sürecin yardımıyla, iç çatışmalarından, toplumla olan ilişkisinden doğan çelişmelerden kurtulmuş olur. Gerçekliğin düğümleri düşlem­ de çözülür. Ama, şairin çekildiği bu dünya öbür insanlarla kendisi ara­ sında ortak bir dünya olduğu için, bu dünyanın yaşantısını yansıtan şi­ iri de genel bir tepki yaratır, başkalarının duyup da dile getiremediği duyguları dile getirerek onlar arasında daha güçlü bir duygu ve dü­ şünce birliği sağlar: Ve acıd an dili tu tu lu n ca in san ın , bir tanrı Ç ek tiğim i an la ta y ım d iy e b an a dil v e rm iş.37

İnsanların açıklayamadıkları, dile getiremedikleri özlemleri vardır. Şair de açıklayamaz bunları, ama esinlenme yeteneğiyle dile getirir hiç değilse. Şair özlemlerini dile getirince de, öbiir insanlar kendi özlem­ lerini bulurlar şairin sözlerinde. Onun şiirini dinlerken, şiirin yazılışı­ nın yaşantısını paylaşırlar şairle. Onunla aynı düşlem dünyasına uçar, aynı dinginliğe kavuşurlar. Yansılama dansında, ilkel avcılar içlerinden birinin önderliğinde, büyük bir istem gücüyle düşlerini gerçekleştirmek için avın başarılı bir uygulamasının provasını yaparlar. Gerçekte bütün yaptıkları doğa kar­ şısındaki güçsüzlüklerim açığa vurmaktır, ama güçsüzlüklerini açığa vurmakla onu bir ölçüde yenmiş olurlar. Dans sona erdiği zaman, ger­ çekten de eskisinden daha usta birer avcıdırlar artık. Şiirde aynı süre­ ci daha yüksek bir düzeyde görürüz. Uygar insan doğa üzerinde bü­ yük ölçüde bir üstünlük sağlamayı başarmıştır, ama ancak toplumsal ilişkilerini karmaşıklaştırarak yapabilmiştir bunu. İlkel toplum yalın­ dı, sınıfsızdı, doğaya karşı zayıf da olsa birleşmiş bir bütün olarak çı­ kıyordu. Uygar toplumsa daha karmaşık, daha zengin, daha güçlü ol­ makla birlikte, bütün bunların kaçınılmaz bir sonucu olarak da her za­ man kendine karşı bölünmüştür. Demek ki, toplum ile doğa arasında­ ki çatışmaya -büyünün temeli- birey ile toplum arasındaki çatışma -şi­ irin temeli- eklenmiştir. İlkel avcıların dansını yöneten önder onlar için ne yapıyorsa, şair de bizim için aynı işi yapar. ilkel ozan kendi başına çalışmaz. Dinleyicileri de işbirliği yapar onun­ la. Kendisini dinleyen bir kalabalığın uyarımı olmadan hiçbir şey ya­ pamaz. İlkel ozan yazmaz, yüksek sesle okur. Şiirlerini durup düşüne­ 37 Goethe, Tasso, 3432-3.

456

T A R İH Ö N C E S İ E g e

rek değil, doğaçtan söyler. Kendisine esin geldiği zaman, dinleyenleri hemen bunun etkisini duyar. Anında içtenlikle o yanılsamaya kaptırır­ lar kendilerini. Böyle durumlarda şiirin yaratılması ortaklaşa bir top­ lumsal eylemdir. Bir şiir okurken ya da dinlerken bizim de derinden duygulandığı­ mız olur, ama öyle kolay kolay "kendimizden geçmeyiz." İlkel bir din­ leyici topluluğunun tepkisi daha az incelmiştir. Böyle durumlarda bü­ tün topluluk kendini bir düş dünyasında bulur, herkes kendinden ge­ çer. Batı İrlanda'da sık sık rastladım buna. Şimdi, Onega Gölü'ndeki adalardan birinde bir kulübede, bir Rus halk ozanının nasıl türkü söy­ lediğini açıklayan şu sözleri dinleyin: U tka ö k sü rd ü . H e rk e s kulak kesildi. Başını g e riy e a ttı, g ü lü m se y e re k şöy le b ir b aktı ç e v re sin e . Sabırsız, istekli bakışları g ö rü n c e h em en baş­ ladı tü rk ü sü n e. Y a v a ş y a v a ş d eğişti yaşlı tü rk ü cü n ü n y ü z ü . B ütün k u r­ n azlığı u çu p gitti. Ç o cu k su , y ap m acık sız bir y ü z o ld u . E sin d olu b ir ışı­ m a y la ay d ın la n d ı. G ü v e rcin gibi g özleri b ü y ü y ü p p a rla m a y a başlad ı. İki d a m la y a ş b elirdi g ö z le rin d e ; e sm e r y ü zü al al o ld u , sinirli gırtlağı d ü ğ ü m le n m e y e b aşlad ı. O tu z yıl d ö şe ğ in d e n k a lk a m a y a n M u ro m 'lu U y a ile birlikte acı çek iy o r, h ay d u t Solovey'in h akk ın d an gelişin e o n u n ­ la birlikte sev in iy o rd u . B ütün d in leyen ler d e b aladın k a h ra m a n ı ile b ir­ likte y aşıy o rlard ı. A ra d a birinin şaşırıp b ağırd ığı, bir başkasın ın k ahk a­ hasının çın lad ığı o lu y o rd u . Bir b aşk asm ın sa, g ö z le rin d e n b o şa n a n y a ş ­ ları istek sizce sild iği g ö rü lü y o rd u . T ü rk ü b itin cey e k a d a r h epsi g ö z le ­ rini k ırp m ad an o tu rd u . Bu tek d ü ze, a m a çok tatlı v e y u m u ş a k h avanın h er n otasın ı se v iy o rla rd ı.38

Okuryazar değildi bu insanlar; ama şiir, bugünkü İngiliz halkı için asla taşımadığı bir anlam taşıyordu onlar için. Bizim Shakespeare'imiz Keats'imiz vardı, doğru; üstelik Utka'dan daha büyük şairlerdi bunlar. Ama Utka'yı halk seviyordu; bizse aynı şeyi kendi yurdumuzda Sha­ kespeare ve Keats için söyleyemezdik bugün. Rusya'dan Orta Asya'ya uzanalım, bakalım bundan altmış yıl önce Türkmenler nasıl şür dinlerlermiş: E tre k 'd e y k e n , b ir halk o zan ın ın çad ırı v ard ı bizim ça d ırın y a n ın d a . K i­ mi a k şa m la r sazın ı alıp gelir, b ütün k om şu çad ırların d elikanlıları onun 38 Grou/th of Literature, Cilt II, s. 241 'de kaynak olarak veriliyor.

ŞİİR S A N A T I

457

yiğitlik d estan ların ı d in lem ek için to p lan ırlard ı. Bu a d a m ın tü rk ü leri, tü rk ü d en ço k , gırtlak tan çık an hırıltılara b e n z iy o rd u ; ön celeri bir y a n ­ d an tü rk ü sö y lerk e n , b ir y a n d a n d a o k şa r gibi sazın ın tellerin e d o k u ­ n u y o rd u . A m a kendisi c o ştu k ça , sazın ın tellerine v u ru şu d a h ız la n m a ­ ya b aşlad ı. A n lattığ ı s a v a ş kızıştık ça, tü rk ü cü n ü n d e , g e n ç d in ley icile­ rinin d e co şk u n lu ğ u a rttı. Bu g e n ç g ö çe b e le r n ara a tıp k ü lah ların ı h a­ v a y a fırlattık ça, co şk u y la saçların ı sıv azlad ık ça, san k i b ir s a v a ş öfk esi­ n e k a p ılıy o rla r, d e s ta n s ı b ir sa h n e y i c a n la n d ırıy o rla rd ı g ö z le rim iz in ön ü n d e.39

Bu Türkmenler, ozanıyla, dinleyenleriyle, gerçekten kendilerinden geçmişlerdi. Şimdi de, eski çağlara dönüp, Attila'nın otağında bulunmuş bir Bi­ zanslI yazarın sözlerine kulak verelim: A k şam olu p k aran lık çö k ü n ce m e şa le le r yakıldı. B u n la r d a n ikisi ö n e çıkıp A ttila'n ın karşısına g e çtile r, o n un k azan d ığ ı u tk u ları, s a v a ş la rd a gö sterd iği yiğitliği ö v e n tü rk ü le r sö y lem ey e b aşlad ılar. Ş ö len e k atılan k on u k lar gözlerin i tü rk ü cü le rd e n a y ırm ıy o rlard ı. S av aşları a n ım sa d ık ­ ça bazıları k end in d en g eçm işçesin e dalıp gid iyor, b azılan b ü y ü k b ir co ş­ k un lu ğa k ap ılıy o r, y e rle rin d e n k ıp ırd a y am a y a n y a şlıla rsa g ö z y a ş la rı­ na b o ğ u lu y o rlard ı.40

İşte, İlyada'yy ve Odysseia'yı da bu bağlamda incelememiz gerekir. Acaba eski Yunanlılar ne yaparlardı Homeros'u dinlerken? Tıpkı bi­ zim gibi davrandıklarını sanırız biz, oysa yanlıştır bu. Platon'un söyleşimlerinden birinde, Homeros destanlarını okuyan bir ozan, şiir oku­ yuşunun kendisi ve dinleyicileri üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: A cıklı b ir şe y a n la tıy o rs a m , g ö z le rim y a şla d o la r; a n la ttığ ım k o rk u n ç ve d u y u lm a m ış b ir şe y s e , tü y le rim d ik en d ik en o lu r, y ü re ğ im in atışı d u y u lu r... K ü rsü d e n n e z a m a n b en i d in ley en lere şö y le b ir g ö z a ts a m , b ak arım k endilerini d u y d u k la rı sö zlere k ap tırm ış, şaşk ın lık için d e a ğ ­ lıy o rlar.41 39 A. Vambery, Travels in Central Asia, (Londra. 1864), s. 32i 40 Prisc. 8. - FH C . 4.92. 41 Platon, ion, (1- Eflatun, Küçük Diyaloglar, "ion: Şiir Üstüne11, Çeviren: Tacettin Ünlü, Remzi Kitabevi, 1960:2- Eflatun, I, "İon: ya da ilyada Üzerine", Çeviren: Tanju Gökçöl, Hürriyet Yayınlan, Nisan 1973), 535.

458

T A R İH Ö N C ESİ E g e

Bu tür ozanlar, uğraşlarının niteliği sorulduğunda, hep aynı yanıtı verirler. Hepsi de esinlenmiş olduklarını, ciğerlerini tanrının soluğuy­ la doldurduklarını ileri sürerler: Usta bir Kırgız halk ozanı, olayların sırasını bildiği sürece, her konuda doğaçtan şiir söyleyebilir. En usta ozanlarından birine her türküyü söy­ leyip söyleyemeyeceğini sorduğumda, "İstediğiniz her türküyü söyle­ yebilirim," diye karşılık verdi, "türkü söylemek tanrı vergisi bana. Söz­ ler, benim arayıp bulmama kalmadan, tanrıdan iniyor bana. Söyledi­ ğim türkülerden hiçbirinin sözlerini ezberlemedim. Bütün sözler yüre­ ğimden dökülür dudağıma."42 Sonra, düşlerinde kendisini görmeye gelen bir melekten esinlenen Caedmon,43 Helikon Dağı'run yamaçlarında koyun güderken güzel ez­ gileri esin perilerinden, M usa'lardan öğrenen Hesiodos,44 İthake ve Phaiak ülkesinin usta ozanları Phemios ile Demodokos geliyor aklımı­ za. "U stasız öğrenmişim ozanlığı," diyor Phemios, "kendi kendime. Tanrı esinledi bana türkülerin her türlüsünü."45 Bütün ilkel insanlar arasında, ozan, tanrıyla esinlenmiş, tanrıyla esrimiş, tanrının sesiyle konuşan bir yalvaçtır. Eski Yunanlılarda, yalvaç­ lık (maııtike) ile delilik (mania) arasındaki bağ sözcüklerin kendisinde belirir. Onlar için şiirin ve yalvaçlığın büyüsel başlangıcı kendiliğinden anlaşılır bir olaydır, çünkü her ikisinin de belirtileri onlara Dionyos tapımlarmdaki esrime danslarını anımsatır: Bütün iyi destan ozanları sanatçılıklarıyla değil, tanrısal bir esinlemey­ le ya da esrimeyle yazarlar şiirlerini. Lirik ozanlar da öyledir. Korybant'lar nasıl ancak kendilerinden geçtikten sonra dans edebilirlerse, onlar da ancak kendilerinden geçerek yaratabilirler şiirlerini. Kendile­ rini bir ritim ve uyuma kaptırdılar mı, çılgınlıkla ırmaklardan süt ve bal akıtan Bakkha'lardan farksızdırlar.46

42 V.V. Radlov, Proben der Volkslliteratur der türkischen Stamme und der Dsungarischen Steppe, (St. Petersburg, 1866-96), Cilt V, XVII. 43 Bede, Ecclesiastic History, Cilt IV, s. 24. 44 Hesiodos, Theogonia, 22-3. (Hesiodos: Eseri ve Kaynaklan, Çevirenler. Sabahattin Eyuboğlu-Azra Erhat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1977.) 45 Odysseia, 22. 247-8, 8. 479-81. 46 Platon, /on, 533e.

Ş İİR S A N A T I

459

Bakkha'lar, müziğin etkisiyle esrime nöbetlerine tutulan Dionysos rahibeleriydiler. Bu esrimeyi, enthcoi oldukarını, yani "içlerinde bir tan­ rı" olduğunu söyleyerek açıklıyorlardı.47 Bu düzeye gelindiğinde, sa­ nattan söz edemeyiz artık. Burada, sanatın büyüde yatan köklerine var­ mış oluyoruz. Esinlenme ve esrime aynı şeydir. İlkel toplumlarda, bilincin yitiril­ mesi ve çırpınma ya da katılma gibi ruh bozuklukları, bir tanrı, bir hay­ van ya da atalardan birinin ruhunun yol açtığı bir delilik, bir tür cin çarpması sayılırdı.48 Bu düşünce, yansılama danslarında dansçıların kendilerinden geçip coşarak, totem hayvanını, başka bir deyişle dan­ sın doğurduğu yükseltilm iş ortak ben'in simgesini kişileştirm elerin­ den, canlandırmalarından kaynaklanıyor. İsteri, bir sinir hastalığı, birey ile çevresi arasında bilinçaltının ayak­ lanması biçiminde beliren bir çatışmadır. İlkel insanlar bu tür çatışma­ lara daha yatkın olduklarından değil, bilinçleri daha yüzeysel ve daha az esnek olduğu için isteri daha yaygındır onlarda. Bu hastalık büyüy­ le iyileştirilir. İlk belirtiler ortaya çıkınca, hastanın başında bir türkü okunur. Bu türkü nöbeti hızlandırır, bedensel çözülmeyi kolaylaştırır.49 Demek ki burada, salt büyüsel düzeyde bir şiirle ya da daha doğrusu şiir olmayıp da şiiri doğuran sağaltıcı büyüyle karşı karşıyayız. Çün­ kü büyü de aynı yoldan iyileştirilen bir bilinçaltı ayaklanışıdır. Arada şu ayrım vardır yalnız: Yansılama danslarında bu isteri eğilimi toplu­ ca düzenlenir, düzenli yığın isterisidir bu; tek tek kişilerde rastlanan isteri nöbetleriyse düzensizdir. Ama iyileştirme yolu her ikisinde de te­ melde aynıdır. Hastanın cinleri kovulur. Hastanın benliğini saran kö­ tü ruh bir türkünün büyüsüyle uyandırılıp uzaklaştırılır. Bu cin kovuculuk işini yapan kimse -şaman, otacı, büyücü de denilebilir yerine gö­ re- çoğu zaman özel eğitim görmüş bir isteri uzmanıdır.30 Bu bakım­ dan, cin kovucuyla hastası arasındaki ilişki yansılama danslarındaki oyuncularla önderleri arasındaki ilişkiye benzer. Bilicilik, ruhların ya da cinlerin etkisiyle esrimenin bir gelişmesidir. Bir hastayı etkisine alan ruh ya da cinden kurtarmanın en yaygın yol­ larından biri, o ruh ya da cini adını açıklamaya zorlamaktır; çoğu za­ 47 G. Thomson, Aiskhylos ve Atina, (ikinci Basım, Londra, 1946), s. 374, 377-8. 48 Ufe o f a South African Tribe, Cilt II, s. 479-503; E.W. Smith ve M. Dale, The llo-speaking Peoples of Northern Rhodesia, (Londra. 1920), Cilt II, s. 136-52; The Bantu-speaking Tribes o f South Africa, s. 253; ). Roscoe, The Boğanda, (Londra, 1911), s. 274, 318, 320-2. 49 The lla-speaking Peoples o f Northern Rhodesia, Cilt II, s. 137-8. 30 Aiskhylos ve Atina, s. 375.

460

T a r İh ö n c e s İ Eg e

man da, ruh ya da cin, adını açıkladıktan sonra kurbanını salıvermesi­ ne karşılık kendisinin de yatıştırılmasım ister. Böylelikle bu işlem tan­ rıların isteğini açıklama ve dolayısıyla da geleceği haber vermenin bir yolu olur. İsteri nöbeti yalvaçsı bir kendinden geçme biçimini alır ve bu kendinden geçme sırasında hasta günümüzdeki ruh çağırma olay­ larındaki gibi bir aracı, bir tanrının ya da ruhun sesini duyuran bir araç durumuna gelir.51 Bu durumda, gelecekle ilgili ve bilinçliyken duyum­ sadığı korkuları, umutları, sezinlemeleri dile getirir. Bugün bile, gele­ cekteki olaylarm önceden gölgeleri vurur, deriz. Bunlar bilinçaltımıza doluşarak tanımlanması güç bir kargaşa ve tedirginliğe yol açar; bilin­ çaltı olağanüstü etkin olduğundan her an patlamaya yatkın olan bili­ cideyse yüzeye çıkarlar. En sonunda bilici ozan olur. İlkel düşüncede bilicilik ile şiir arasın­ da kesin bir ayırım yoktur. Homeros destanlarında anlatılan ozanlara ikinci bir görme yetisi tanınır, kişilikleri kutsal sayılırdı.52 Ozan, daha üstün ruhsal ve toplumsal düzeye erişmiş bir bilicidir. Gerçi ozandaki kendinden geçm enin bedensel yeğinliği azalm ıştır, ama gene de bir kendinden geçmedir bu. Ruhu bir düşlem dünyasında bulur kendini, bilinçaltı bu düşlem dünyasında bir boğuşma içindedir ve istekler bir çıkış yolu bulur. Bilicinin gelecekten verdiği haber nasıl herkesçe be­ nimsenirse, ozanın sözleri de bütün yürekleri duygulandırır. Böylelikle, Caudwell'i okuyarak, şiirin özsel niteliğini tanımlayabi­ liriz: S an at d ü n y a y a d ah a in ce v e d ah a d erin d en tepki g ö stereb ilsin d iy e in­ san ın b ilincinin co şk u s a l içeriğ in i d e ğ iştirir. İç g e rçe k liğ in bu e le g e çi­ rilişi, to p lu lu k h alin d ek i in san larca b aşarıld ığ ı v e tek in san ın ü ste sin ­ d en g eleb ilece ğ i b ir g ö re v in ö te sin d e bir k a rm a şa sı o ld u ğ u için, insan k ard eşlerin in y ü rek lerin i d e o rta y a k o r ve to p lu m d a k i tü m o rta k d u y ­ g u y u yen i b ir k a rm a ş a d ü z e y in e y ü k se ltir, in sa n la r a ra s ın d a e k o n o ­ m ik ü retim in y a ra ttığ ı yen i m ad d i d ü zen len iş se v iy e le rin e u y g u n d ü ­ şen yeni bilinç d u y g u d a şlığ ı, an lay ış v e sev g i d ü z e y le rin i m ü m k ü n kı­ lar. Tıpkı k abile d an sın ın ritm ik içe d o ğ ru d ö n ü ş ü n d e d a n s a h e r katılan ın , b ir a lg ı d ü n y a sın ı d e ğ il d e , b ir içg ü d ü v e k anı k a y n a ta n ritim d ü n y asın ı a rk a d a ş la rıy la o rta k la şa b ö lü şm ek için k e n d in e , k alb in e, iç­ g ü d ü le rin in k a y n a ğ ın a çek ilişi gibi b u g ü n d e sa n a tın iç g ü d ü s e l eg o 51 Aynı yerde, s. 376. 52 Theogonia, 31-2; Odysseio, 8. 479-81, 22. 345-6.

Ş İİR S A N A T I

46i

d ü n y a sı h e m cin sle rim iz le ilişki k u rm a k için içine çe k ild iğ im iz g e n e l in san d ır.53

Burada, esinlenmenin bir yönüne daha değinilebilir. Büyü uzun bir zaman kadınların uğraşı olduğundan, her yerde bilicilik ve şiirde esin­ lenmenin özellikle kadınlara değgin bir şey olduğunu görüyoruz.54 Ka­ dınların ilkel toplumdaki yeri erkeklerin yeri kadar açık seçik belgelen­ mediğinden, bunun kanıtları daha da ilginçlik kazanıyor.55 Bu konu­ nun ayrıntılarına burada girm eyeceğim. Bücher'in, Briffault'nun ve Chadvvick'in kitaplarından inceleyebilirsiniz bu konuyu. Homeros'un iki büyük destanına, Hesiodos'un da Theogonia'sına, dokuz esin peri­ sine, yani Musa'lara seslenerek başlamaları, yalnızca bir ozanlık çalı­ mı olarak açıklanabilir mi? Kadının müziğin ortaya çıkışındaki yeri, müzik sözcüğü ile M usa'lar arasındaki ilişkiden bile yeterince anlaşıl­ maktadır.

*3 C. Caudwell, Yanılsama ve Gerçeklik, (Türkçesi: Mehmet H. Doğan, Payel Yayınevi, Aralık 1974), s. 187-8. 54 Arbeıt und Rhythmus, s. 434-52: The Mothers, Cilt II, s. 514-71; Growth o f Literature, Cilt III, s. 186-8, 413,663, -895-8. Estonya, Letonya ve Litvanya'da derlenen 1202 türküden 678’i kadın türküsü, 355’i erkek türküsüdür, 169’u ise belirsizdir (Arbeit und Rhythmus, s. 450). 55 Bkz. Arbeit und Rhythmus, s. 435-6: Growth o f Literature, Cilt III, XXII.

462

TA RİH Ö N C ESİ EG E

XV

YU N A N EPİK ŞİİRİNİN KUTTÖRENSEL KÖKENLERİ

1. Sorun S a n a t , k u t t ö r e n l e r i n ta p ın m a t ö r e n l e r in in b a ğ r ı n d a n d o ğ m u ş t u r . G e r ç e k t e n d e , b e lli b ir g e n e lle m e iç in d e s ö y l e n d i ğ i n d e , h iç b ir a k lı b a ­ ş ın d a ö ğ r e n c in in y a d s ı y a m a y a c a ğ ı b ir ö n e r m e d i r b u . B ir ç o k la r ın ın , sö z k o n u s u ö n e r m e y i ö n e m s i z s a y ıp g ö r m e z d e n g e ld iğ i d o ğ r u d u r . N e d e n m i? Ç ü n k ü tıp k ı b ü y ü g ib i s a n a t d a y e r y ü z ü n d e b ü y ü k b ir g ü ç t ü r y a d a b ü y ü k b ir g ü ç o la b il ir v e o n l a r s a n a tı u y s a l , e v c i l t u t m a k is te r le r . O y s a g e r ç e k t e , s a n a tın k ö k e n le r in in in c e le n m e s in i k ü ç ü m s e m e k l e , s a ­ n a tın n e o ld u ğ u n u a n la m a v e b ö y l e c e s a n a tın ta d ın a v a r m a fırs a tın ı k a­ ç ır m ış o lu r la r . O n la r ın e lin d e n k u r ta r m a lıy ız s a n a tı. H i ç h a k la r ı y o k s a ­ n a tın k o lu n u k a n a d ın ı k ır m a y a . Y u n a n ş iir in in k u t t ö r e n l e r l e o la n b a ğ la r ı , ç o ğ u z a m a n , b ir b a k ış ta a n la ş ılır H o m e r i k Ö v g ü 'l e r d e , P in d a r ik Ö v g ü 'l e r d e , A t tik a d r a m s a ­ n a tı d a h e p b ilin ç li b ir e r ta p ın m a e y le m iy d i. N e v a r k i, Y u n a n ş iiri ile k u ttö re ııle r a r a s ı n d a k i b a ğ ın tı, b ir te k e p ik ş iird e a ç ık s e ç ik g ö z l e r ö n ü n ­ d e d e ğ ild ir . Y u n a n e p ik ş iirin in ta r ih s e l e le ş tiris i iki a n a ç iz g i iz le m iş ­ tir. B ir ç o k k la s ik b ilg in y ü z y ılı a ş k ın b ir z a m a n d ı r İlı/ada v e O dysseifl'n ın y a p ıs ın ı t a r t ı ş m a k t a d ı r . T a r tı ş m a n ın ş im d ilik b ir ç ö z ü m e v a r d ı ­ ğ ın ı s ö y le m e k z o r . A m a s o n z a m a n l a r d a ta r tış m a n ın t ü m d e n b o ş a ç ık ­ m a y a c a ğ ı n ı g ö s t e r e n b e lir tile r d e y o k d e ğ il. Ö r n e ğ i n , b ir A n g lo s a k s o n p r o f e s ö r ü y e n i b ir y a k la ş ım a ö n c ü l ü k e tti. K a r ş ıla ş t ır m a l ı y ö n te m i d e ­ ğ iş ik h a lk la r ı n e p ik ş iir in e u y g u l a y a n C h a d w i c k , b u t ü r ş iiri b e lli b ir t o p l u m s a l v e ta r ih s e l k o ş u l la r ç e r ç e v e s i n e o t u r t m a y ı o la s ı k ıla n b ir d i­ z i k a rşılık lı b a ğ ın tı s a p t a d ı . A m a e p ik ş iirin k ö k e n le r in in k u t tö r e n le r d e y a t m a s m a d e ğ g i n s o r u n ö y le c e d u r u y o r .

Y u n a n E p ik ŞİİR İN İN K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i

463

Olgunluk evresine erişme sırasıyla alırsak, Yunan şiirinin üç ana bi­ çimi epik şiir, lirik şiir ve dramatik şiirdir. İlyada ve O dysseia'nm orta­ ya çıkışı en geç sekizinci yüzyıl olabilir. Lirik şiirin en eski ustaların­ dan Alkman yedinci yüzyılda yaşadı. Aiskhylos ise ilk ürünlerini be­ şinci yüzyıl başlarında verdi. Tarih sırasıyla bakarsak böyle. Oysa bu sıralama, bize yalnızca her şiir biçiminin bilinçli sanat düzeyine ulaş­ tığı dönemleri gösteriyor. Kökenleri açısından bakarsak, bu tarih sıra­ sı altüst olur. Dram sanatı şarkı, dans ve kişileştirmeyi birleştirir; yan­ sılama büyüsünün başlangıçtaki birliğini korur. Koral lirik şiir şarkı ile dansı birleştirir. Epik ise salt ezberden okuyup anlatmaya dayalıdır. Lirik şiir strofi ya da kıta (stanza) temelinde kurulur; epik şiirdeyse strofi'ye rastlanmaz. Demek ki, üç biçimin en az farklılaşmış, dolayı­ sıyla da en ilkel olanı, en geç olgunlaşmış olanıdır. Ama hakikatin bü­ tününü açıklamaya bu kadarı da yeterli değil. Dram sanatında ezber­ den okuma vardır; en eskileri olması açısından yapısı da içlerinde en ilkel olanıdır gerçi, ama tekniği de, içeriği de ilkel değildir. İşte bu ne­ denle, her üç biçimin bir bütiinlenişidir dram sanatı. Bütün bu karmaşıklıklar, bilginin tek kaynağı olarak görgüsel de­ neye güvenenleri yıldırmış, sonunda hiç kimse Yunan şiirinin bilim­ sel bir tarihini yazmaya girişmemiştir. Oysa bu karm aşıklıkları açıklı­ ğa kavuşturmak o kadar da güç bir iş değildir. Sözünü ettiğim iz üç sa­ nat biçimi, Yunan toplumunun gelişiminde birbirini izleyen üç evre­ ye denk düşer: Erken krallık evresi, toprak soyluluğu evresi, dem ok­ rasi evresi. Sınıflar arasındaki çatışmaların diyalektiğini yansıttıkları kavranılır kavranılmaz, bunlar arasındaki karşılıklı çelişmeler yerli ye­ rine oturur. Bu bölümün sorunu, üç ana başlık altında incelenecek: Strofi'nin ya­ pısı, koronun evrimi ve kadınla erkek arasındaki ilişkiler. İlk ağızda, okurlar haklı olarak bu sorunların İlyada ve Odysseia ile ne ilgisi var di­ ye düşünebilirler. Görelim bakalım.

2. Strofi Stanza ve strofi bütünüyle aynı şeylerdir. Stanza bir "du ru ş" ya da "duraklam a"dır. Strofi ise Latince'deki versus gibi bir "dönüş"tür. İki­ si de, bir dans devinimindeki bölümleri dile getirir. İngiliz şürinde balad ölçüsünün (vezin) iki ana tipi vardır. Sekiz vur­ gudan oluşan kısa ikilik (couplet, beyit) ve on dört vurgudan oluşan

464

T A R İH Ö N C E S İ E g e

u z u n ik ilik .1 İk in ci tip te , ik ilik g e n e llik le a lt b ö l iim l e r e a y r ı l ı r v e b u n u n s o n u c u n d a o r t a y a b i ld iğ i m iz b a la d d ö r t l ü ğ ü ç ık a r . B u r a d a , s ır a s ıy la d ö r t v u r g u l u v e ü ç v u r g u l u o la r a k d e ğ iş e n d ö r t d i z e v a r d ı r . İkili y a p ı­ y ı b e lir le y e n , u y a k l ı (k a fiy e li) o l u ş u d u r . U y a k , ik in c i v e d ö r d ü n c ü d i­ z e l e r d e , b a ş k a b ir d e y iş le h e r tü m c e n in s o n u n d a d ı r . D e m e k ki, u y a k ­ la r , d a n s d e v i n i m i n d e k i m i n ö r v e m a j ö r ik i d u r a k l a m a y a d e n k d ü ş ­ m e k te d ir . U y a k l a r , d a n s ç ıla r ı n h e r k o ş u ş u n d a k i b e lir le y ic i, s o n a d ım ­ la r ın y a n k ı la r ı d ı r s a n k i. U y a ğ ı n k ö k e n i d e b u r a d a d ı r iş te . E ş g ü d ü m lü b ir b e d e n d e v i n i m i n e s e s in e ş lik e tm e s in d e n k a y n a k l a n m ı ş t ı r u y a k . B a la d d ö r t l ü ğ ü n d e r i tm ik y a p ı, o r g a n ik b irliğ in i k o r u y a b i le c e k en k ü ç ü k a l a n a i n d i r g e n m i ş tir . A m a Y u n a n s l r o f i 's i , k o r a l k ö k e n in e ço k d a h a y a k ın b ir d u r u m d a d ı r . B ü t ü n Y u n a n lirik ş ii r in e , y a n i s tr o f i b iç i­ m i n d e s ö y le n e n b ü tü n ş iir e lir y a d a flü t e ş lik e d e r d i . M o n o d i 'y i , y a n i te k s e s le o k u n a n ş a r k ıy ı s a y m a z s a k , lirik ş ii r d e d a n s e d e n b ir k o ro n u n e ş liğ i d e s ö z k o n u s u y d u . D o la y ıs ıy la , m ü z ik e ş liğ in in in c e lik le rin i o r ­ ta y a ç ı k a r a n , d a n s ç ıla r ı n e l v e a y a k d e v in im l e r in in g e li ş m e s in i s a ğ la ­ y a n lirik ş iirin y a p ıs ı d a h a ö z e n li, d a h a y e tk in d ir . S tro f i b iç im in in ü ç tip i v a r d ı r : M o n o s tr o f ik , t r ia d ik v e a n tis tr o f ik . M o n o s tr o f ik ö v g ü 'd e , tıp k ı m o d e r n ş iird e k i s t a n z a 'd a o l d u ğ u g ib i tek b ir s tr o f i d u r m a d a n y in e le n ir ( A A A ). T r i a d 'd a , s t r o f i 'y i , ö n c e s tr o fi'n in y in e le n m e s in d e n b a ş k a b ir ş e y o lm a y a n b ir a n tis tr o f i, s o n r a d a b ir e p o d iz le r (A A B ). E p o d , a y n ı y a d a b e n z e r r itim ö ğ e le r iy le s ö y le n e n , a m a d e ­ ğ iş ik b ir b iç im d e d ü z e n le n e n v e b itiş b ö lü m ü (k o d a ) y e r i n e g e ç e n bir s is te m d ir . V e s ö z ü n ü e ttiğ im iz b u tria d d u r m a d a n y in e le n ir (A A B A A B A A B ). A n tis tr o f ik b iç im is e , s tro fi v e a n tis t r o f i'd e n o lu ş a n b ir ç if tle r d i­ z is id ir . Ç ifti o l u ş t u r a n b ö lü m le r a y n ı, a m a h e r ç ift b ir ö n c e k i n d e n fa rk ­ lıd ır ( A A B B C C ) . O g ü n l e r d e n b u g ü n l e r e k a la n e n e s k i Ö v g ü 'l e r ( O d 'l a r ) , d a h a d o ğ ­ r u s u A l k m a n 'm (y a k la ş ık İ.Ö . 6 6 0 ), A lk a io s 'u n v e S a p p h o 'n u n (İ.Ö . 6 3 0 5 8 0 ) Ö v g ü 'l e r i h e p m o n o s tr o f ik tir . A lk a io s v e S a p p h o 'n u n Ö v g i i'le r in d e n b i r ç o ğ u , d a n s e ş liğ i o l m a d a n te k b ir ş a r k ıc ın ın s ö y le d iğ i m o n o d ile r d ir . T r i a d 'ı , b ir s o n r a k i k u ş a k ta n S te s ik h o r o s 'u n b u l d u ğ u s ö y le n ir . T r ia d , h e r z a m a n k o r a ld i v e d a h a s o n r a k i s o y l u l u ğ u n e g e m e n b içim i o ld u . P i n d a r o s 'u n h e m e n b ü tü n Ö v g ü 'l e r i tr ia d ik tır . G e n e k o r a l o la n a n tis tr o f ik b iç im is e , y a ln ız c a d r a m s a n a tın d a k u lla n ılır . T a r ih s e l s ır a d ü z e n b ö y le . A m a b iz im b u r a d a k i iş i m iz , g e li ş m e y i y e n i d e n e le a lıp k u rm ak . 1

F.B. Gummere, Old English Ballads {Eski İngiliz Baladları), (Boston, 1894), s. 307-309.

Y u n a n Ep ik Şü

r İn in

Ku t t ö r e n s e l K ö k e n

ler

İ

465

Bu şiir biçimlerini tarihsel bağlamlarına yerleştirir yerleştirmez, be­ lirgin birtakım karmaşalıklarla karşılaşıyoruz. Alkman Sparta'da ya­ şamıştı; o sıralar uzun sürecek egemenlik döneminin başlarındaydı Sparta soyluluğu. Ama Alkman gerçekte Lydia'daki Sardes kentinden bir ozandı. O dönemin Sparta şiiri, genellikle yabancıların elinden çık­ maydı. Ayrıca Lesbos'luTerpandros'dan ve Giritli Thaletas'dan da söz ediliyor. Dahası, Alkman'daki koşuk biçimlerini incelediğimizde, Alkaios ve Sappho'ya o denli yakın benzerlikler görüyoruz ki, üçünün de ortak bir Yunan-Anadolu geleneğine bağlı olması gerektiğini düşünü­ yoruz ister istemez. Alkaios ve Sappho, Lesbos'luydular. Terpandros'dan sonraki ku­ şaktandılar ve yurtlarından hiç ayrılmadılar. İkisi de soyluydu. Ama onların döneminde bir demokratik devrimin eşiğindeydi Lesbos ada­ sı. Bu gerçeği unutmazsak, Alkaios ile Sappho'nun yapıtlarının Alkman'm yapıtlarından daha ileri olduğunu gördüğümüzde şaşırmayız. Stesikhoros, Himera'da doğmuştu. Himera, Sicilya'da, Syrakusa'dan gelen D or'lar ile Khalkis'den gelen İon'ların ortaklaşa kurdukları bir koloniydi. Stesikhoros da, Alkman gibi, Dor lehçesi kullanıyordu, ama tekniği farklıydı. Triad'ı Stesikhoros'un bulduğundan kuşkulanmamız için bir neden yok, ama hiç kuşkusuz triad'ı yoktan var etmemişti Ste­ sikhoros. Daha önceden var olan bir malzeme üstünde çalışmıştı. Triad'in yapısı, iki yarım-koroya (iki ayrı cins, iki ayrı klan, iki ayrı yaş kümesi ya da her ne idiyseler) bölünmüş bir koroyu gerektirir. Bu iki yarım-koro, strofi ve antistrofi'yi ayrı perdelerden, epod'u ise aynı per­ deden söyler. Ancak, bilebildiğimiz kadarıyla, en eski triadik Ovgii'lerin hiçbiri gerçekte ayrı perdelerden değildi. Aynı perdeden söyleni­ yorlardı. Ayrı perde (antiphony) uygulaması bırakılmış olm akla bir­ likte, yapı varlığını korumaktaydı. Demek ki, Stesikhoros'un yaptığı, bu kuttören biçimini kuttörensel işlevinden soyutlayarak bir sanat bi­ çimine dönüştürmek olmuştu. Üçüncii tipte, antistrofik biçim de, yinelem e en aza indirilm iştir. Bu, antistrofik biçimin ayırt edici özelliğidir. Üçü arasında en esne­ ği, dolayısıyla da en dram atiği antistrofik biçimdir. Dram sanatına Özgü bir biçim olmasına bakılırsa, oyun yazarlarınca yaratıldığı söy­ lenebilir. Eğer triad'daki epod, aynı perdeden ve bir ağızdan söylenmek üze­ re düzenlendiyse, o zaman kökeninde bir nakarattı. Ve eğer epod ilk başlarda antistrofi gibi strofi'ye eklenmişse (AX AX AX), o zaman so­ lo ve koro, doğaçlama ve nakaratta olduğu gibi gene birbirini izleyen

466

Ta

r İh ö n c e s i

Eg e

ilkel ikiliyle karşı karşıyayız demektir. Gerçekte böyle olduğunu dü­ şünmemizi gerektiren birçok neden de var. Bir kez, antistrofik biçimi inceleyecek olursak, aynı sonuca varırız. Oyun yazarları kimi ÖvgüTerinde epod'u kullanırlar, ama yalnızca bü­ tünün sonunu belirleyen tek bir bitiş bölümü olarak (AA BB CC D). Oyun yazarları bir de ephymnion diye bilinen bir bitiş bölümü kullanır­ lar. Ephymnion, her zaman yalın ve yaygın bir ritimdedir ve çiftlerin her iki bölümüne de eklenir (AX AX BX BX). Bu düzenleme, triad'm az ön­ ce açıkladığımız özgün biçiminden yalnızca bir özelliğiyle ayrılır: Az önce bir yenilik olarak gördüğümüz çiftlerin eşitsizliği. Aristoteles'e göre, tragedya, dithyrambos'dan geliyordu. Eski çağ­ larda bir korobaşı ve koroyla söylendiği bilinen bir tür koral övgü'ydü dithyrambos. Korobaşı bir dizi doğaçtan dörtlük (stanza) söylerken, koro da nakaratları okuyordu.2 Bu durumda, antistrofik biçimin nasıl geliştiği de açıklık kazanıyor. Antistrofik biçim, solo ile nakaratın ilkel bir biçimde birbirini izlemesiyle başlamıştı. İkinci aşamada solist kalk­ tı ortadan. Artık övgü'yü baştan sona koro söylüyordu. Ephyumion'hrı (ephymnia) olan monostrofik bir övgü'ydü bu. Üçüncü aşamada, öv­ gü, antistrofik çiftlere bölünerek daha esnek kılındı. En sonunda, ephymnion'lar bir yana bırakıldı, geriye yalnız tipik antistrofik övgü kaldı. Ancak, Yunan lirik şiirinin günümüze kalan örneklerinin hemen tü­ münün bilinçli sanatın başyapıtları olduğunu unutmamamız gerekir. Tapmaklardaki gündelik tapınmalarda kullanılan Ö vgü'ler, sanırız o denli yetkin ve işlenmiş değildi. Gerçi bu konuda pek az şey biliyoruz, ama bildiklerimiz bu tür Övgü'lerdeki solo ve koro geleneğinin bütün bir eskil çağ boyunca sürdüğünü göstermeye yeterli. Bu gelenek, gü­ nümüzdeki Hıristiyan kutsama törenlerinde de varlığım koruyor. Ay­ nı gelenek, korobaşlarınm doğaçlamalarının anlaşılmaz haykırışlarla yanıtlandığı ağıtlarda da sürm üştür.3 K ureta'ların (Ana Tanrıça Rhea'nın rahipleri) Girit Övgüsü'nde4 ve Elis'deki Dionysos'a Övgü'de de görüyoruz ayru geleneği. Dionysos'a Övgü Plutarkhos'da karşımı­ za çıkmakta ve Plutarkhos bu Övgü'nün nakaratından epod diye söz etmektedir.3 2

3 4 5

Arkhilokbos, 77; A.W. Pickard-Cambridge, Dithyramb, Tragedy and Comedy (Ditiramb, Tragedya ve Komedya), (Oxford, 1927), s. 19. Yunanlılarda solo ve koro geleneği İçin bkz. H.W. Smyth, Creek Melic Poets (Yunan Lirik Ozanları), (Londra, 1906), XXI, XL, XLVI, XLVIII, CXI, CXV, CXVI, CXXII, s. 503. ilyada, 2A. 719-76. E. Diehl, Anthologia Lyrica Craeca (Yunan Lirikleri Güldestesi), (Leipzig, 1925), 2. 279-81. Plutarkhos, Moralia, 299b.

Y u n a n Ep ik Ş u r î n in K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i

467

Bir de sözcüğün kendisi var. Epoidos ne demektir? Epoidos, triad'm üçüncü parçasına bağlı olarak, bir "şarkı-sonrası", bir koda, bir bitiş bölümü diye açıklanıyordu. Ama teknik bir ayrıntıydı bu. Halk düinde epiodos, tıpkı Hektor'un ölüsü başmda düzülen ağıt, hastayı iyileş­ tirmek için hastanın yanı başmda söylenen büyülü yakarış ya da suç­ luyu ilençlemek için suçlunun başında çağrılan kargışlama gibi, "bü­ yü", "tılsım ", "büyü duası" ya da birinin başında söylenen şarkı anla­ mına geliyordu. Hiç kuşkusuz, sözcüğün başlangıçtaki anlamıydı bu. Nakarat, ilk başlarda bir büyü yakarışıydı. Oresteia'da ErinysTer kaça­ ğı büyüyle bağlamak için bir büyü dansı yaparlar.6 Burada, ephyımıiou'larıyla birlikte Övgü antistrofiktir ve büyü Erinys'lerin kurbanları­ nın çevresinde dans ederken söyledikleri nakaratlar aracılığıyla ger­ çekleşir. Aiskhylos'un Yalvarın K ızların da da ephymnion aynı biçimde kullanılır; Yalvarıcı K ız la rd a , Danaos Kızları artlarına düşen erkekleri ilençlerler ve tepelerine fırtınalar yağdırmak için yakarıda bulunurlar.7

6 ?

Aiskhylos, Eumenides, 307-99. Aiskhylos, Yabancı Kızlar, 118-81.

468

T A R İH Ö N C E S İ E g e

Bu nakaratlar bizi doğrudan doğruya ilkel büyünün yansılama duala­ rına götürmektedir. Geriye monostrofik biçim kalıyor. Epod ve ephymnion'da yaptığımı* gibi, nakaratın somut bir kalıntısından söz etmemiz olanaksız burada. Nakarat, monostrofik biçimde tümden ortadan kalkmıştır. Ama bir za­ manlar kesinlikle vardı. Bunun kanıtı, strofi'nin kendi iç yapısında gö­ rülebilir.

3. Heksametron Gelelim, Yunan epik şiirinin ölçüsü (vezin) olan daktilik heksametron'un [bir açık, iki kapalı seslemden oluşan altı ölçü kalıbı, ç.n.\ köke­ nine.8 Şiirin çekirdeği, ilkel şarkı ile dansın ayrışmamış bütünündeki söz­ lü öğeydi. Bu çekirdek büyüdükçe, kabuk çürüyüp bozuldu. Önce dans atıldı, sonra müzik. Giderek ritmik biçim yalınlaştı. Strofi'nin nasıl da­ raldığını görmüştük. Şimdi de nasıl ortadan kalktığını göreceğiz. Daktilik heksam etron'u inceleyeceksek, trokaik tetram etron [biri uzun, biri kısa iki seslemden oluşan dört ölçü kalıbı, f./ı.] ve iambik trimetron [birincisi kısa, İkincisi uzun iki seslemden oluşan üç ölçü kalı­ bı, ç.n.] ile bağıntılı olarak yapmalıyız bunu. Kolaylık olsun diye, bu üç ölçüden heksametron, tetrametron ve trimetron diye söz edeceğim. Tetrametron ve trimetron karşımıza ilk kez, sekizinci yüzyılın ikin­ ci yarısında ürün verdiğini söyleyebileceğimiz Arkhilokhos'un yapıt­ larında çıkıyor. Solon da bu iki ölçüyü kullanmıştı. Tetrametron, baş­ langıçtaki oyun yazarlarınca tragedya diyaloğunun anlatım biçimi ola­ rak benimsenmişti, ama daha sonraları tetram etron'un yerini Aristo­ teles'e göre gündelik konuşmanın ritmine daha yakm düşen trimetron aldı.9 Bu ölçülerin yapısı şöyledir: -uu-uır/u/ıruu-utrü Heksametron:-u-irırû/_ıriruü Tetrametron: ü- u~ü/- u/_ü- uü Trimetron: 8

9

Bu konuda, değişik bir yaklaşım izleyerek, kuramları artık genellikle terk edilmiş olan Bergk ve Usener ile bütünüyle aynı sonuca vardım. Bowra'nin, heksametron'un kaynağı “dörtlük birimlerinden değil, dize birimlerinden oluşan anlatısal şiirin ilkel bir türü olsa gerektir" yolundaki görüşü sorunu geçiştirmekten başka bir şey değildir. Aristoteles. Poetiko, 4.18-19; Demetrios, 43.

Y

unan

E p i k ŞİİRİN İN K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i '

469

Bunlar genellikle birbirini izleyen şu kadar daktil (~uu), şıu kadar troki ("u) ya da şu kadar iamb (u- ) diye ele alınır. Bu çözümleme di­ zenin süresini ve uzunluğunu gösterir, ama organik yapısı konusunda hiçbir ipucu vermez. Organik yapı, sözcüklerin iç kırılışlarına ya da bir dize okunurken hafifçe durulacak yerlere bağlıdır; bu da, heksametron'da ve trnnetron'da her zaman bir ayağın ortasına denk düşer. Ayak, tıpkı danstaki ayrı bir adım ya da müzikteki eşzamanlı ölçü çizgisi gi­ bi, organik değeri olmayan bir soyutlamadır. Organik birim, parçala­ rının bir toplamı olarak değil, tek bir birlik olarak işlev gören bir adım­ lar ya da vuruşlar dizisini temsil eden figürdür. Burada biraz durup, kendisini oluşturan figürleri ve tümcecikleri ayırt etmek için bir Yunan lirik şiir örneğine uyguladığımız deneyleri açıklamalıyım.10 Bunlar üç tanedir: Sözcüklerin bölünmesi, üıilü boş­ luğu [bir sözcükte ya da birbirini durak olmadan izleyen iki sözcük ara­ sında, ayrı seslemlere bağlı iki ünlünün rastlaşması, ç.n.J ve kuraldışı seslemler. Diyelim, her yinelenişinde strofi'nin aynı yerinde sözcükler­ de bir kırılma oluyordur; ünlü ile biten bir sözcüğü ünlü ile başlayan bir sözcük izliyordur ve orada her ünlünün ölçü (vezin) açışımdan ba­ ğımsız bir işlevi vardır; kısa bir seslemin yerini uzun bir seslem ya da uzun bir seslemin yerini kısa bir seslem alıyordur. Bütün bu saydıkla­ rımız genellikle iki figürün bitiştiği yerde gerçekleşir. Bu da, kökenin­ de, danstaki duruşa denk düşen müzikteki duraktır. Uç öiçii kalıbımıza dönecek olursak, onları lirik şiirden aıyıran ilk özellik, monofrastik, yani tek tümcecikli ya da tek figürlü olmalarıdır. Bir başka deyişle, sürekli yinelenen tek bir dizeden oluşmaları. İkinci­ si, eşzamanlı bir ölçüye sahip olmalarıdır. Heksametron'da dört vur­ gulu tempo vardır. Öteki ikisindeyse üç vurgulu tempo. Karışık tem­ po yoktur. Bunların yapısal benzerlikleri, şiirlerin sunuluş biçiminden gelmekteydi. Bu ölçülerle bestelenen şiirler ezberden okunmaktaydı. Herkesin dikkati söylenen sözde toplanmaktaydı. Ölçü düzeninin böylesine yalın olmasının nedeni budur. Ama bu yalınlık, kabalık anlamı­ na gelmiyordu. Tam tersine, böylece yalınlaştırıldıktan sonra ölçü dü­ zeni yeni türden ritim incelikleri için bir klavye olarak kull anılmıştı. Oysa yapısal çeşitliliği strofi'yi bu tür yeni ritim inceliklerinden yok­ sun bırakıyordu. Bu ölçü düzeni, gündelik konuşmanın doğal akışına uygun düşen sonsuz bir dize çeşitliliği geliştirilmesine olanak tanıdı. 10 Elimizdeki elyazmalarındaki bölünmeler ancak İskenderiye dönemindendır [İ.Ö. 300-30. ç.n.J; daha eski dönemlerde lirik şiir tıpkı düzyazı gibi kesintisiz bir biçimde yazılıyordu.

47°

TA R İH Ö N C ESİ EG E

Homeros'daki Yunanca'nm en çarpıcı özelliklerinden biri, çokseslemli sözcüklerinden yana zenginliğidir. Daha sonraki Yunanca'da özellikle Attika lehçesinde, bitişik ünlülerin atılması sonucu çokseslenıli sözcükler de azaldı. Bu değişikliğin dilin ritmi üstünde belirgin bir etkisi oldu. Homerik dize daktilik'tir, Attika lehçesindeyse dize trokaik olur. Heksametron'un giderek ortadan kalkmasında bunun da payı olsa ge­ rek. Dil gittikçe daha az daktilik oldukça bu ölçü de yaşamsallığını yi­ tirmiş, konuşma diline daha yakın başka ölçülere bırakmıştır yerini. Heksametron ve trimetron'da, her zaman bir ayağın ortasına düşen durağın iki konumu vardır: Birincide, üçüncü daktil'in ikinci seslemin­ den önce ya da sonra; İkincide, üçüncü ya da dördüncü ayakta. Bu öl­ çüleri bu denli esnek kılan, durakların yerlerinin değiştirilebilir olma­ sıdır. Her dize bütünün zaman düzeniyle çatışan iki birim e bölünür ve aynı zamanda birbirini izleyen her dize ölçü bakımından bir öncekiy­ le aynı olmakla birlikte ritim açısından farklı kılınabilir. Benzeyen ile benzemeyenin bu sürekli etkileşimi, ölçünün (vezin) ruhudur. Tetrametron bu üstünlüklerden yoksundur. Durağın tek bir yeri var­ dır tetrametron'da: Ayağın sonunda. Durak, zaman örgüsüne her za­ man uygun düştüğünden, ritmi daha az esnek, dolayısıyla daha tek­ düze kılar. Aristoteles'in dediği gibi, çok "danssı"dır. Oyun yazarları, tetrametron'dan bu yüzden vazgeçmişlerdir. Sözünü ettiğimiz üç ölçü içinde, üçlü temposu ve değişken duraklarıyla gündelik konuşmaya en yakın olan trimetron'u yeğlemişlerdir. Durak nereden geliyordu peki? Durağın ritmik etki açısından çok önemli olduğunu görüyoruz, ama.gene de doğal olarak var olan bir ge­ reksinimi karşılamak amacıyla yaratıldığını düşünmemiz için bir ne­ den yok. Yunanca'da da, başka dillerde de hiç durak içermeyen birçok ölçü vardır. Durağın kökeninin tarihsel olması gerekir. Ele aldığımız üç ölçünün en kabası olan tetrametron, aynı zamanda yapısıyla kendini en fazla ele verenidir. Tetrametron'da kuraldışı ses­ lemlerin varlığına bakarak şu formülü çıkarabiliriz: u-ü-u-ü/-u-ü-u . Bu, birbirinden yalnızca sonlarında ayrılan iki figürden oluşan bir tümceciktir. Demek ki, durak, iki figürlü bir tümcecikteki iç bölünmeden kaynaklanmıştı. Epik söyleyimin ileride inceleyeceğimiz bir özelliği de kalıp-tümcelerin kullanılmasıdır. Birçoğu çok eskidir bunların. Epik şiir bu kalıptümcelerden dokunur. Kalıp-tü nicelerin çoğu duraktan önce ya da son­ ra gelen bir yarım-dizeden oluşur.

Y u n a n E p İ k ŞH r î n î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i

471

Konunun gerektirdiği her yerde sürekli olarak ve hiç değiştirilm e­ den kullanılan bu kahp-dizelerin biçimselliği, bunların çok eski çağla­ ra uzandığını akla getirmekte; heksametron'un da iki figürün birleşi­ minden doğduğunu, iki figürün birbirinden kopuşunun ise durakta sürdüğünü düşündürmektedir. İlk başlardaki figürlerin ne olduğuna gelince, bu daha güç bir soru. Yunan ölçülerinin en eskisi olan heksa­ metron'un tarihinin ilk evresi bilinmemektedir. Ancak temelde, heksa­ metron'un, ilk başlardaki Yunan lirik şiirine egemen olduğu bilinen ve ikili biçimin sesleniş ve karşılık'ma dayanan bir tür iki figürlü tümcecikten kaynaklandığını belli bir güvenle ileri sürebiliriz. Vardığımız bu sonucu, değişik türden bir kanıt da doğrulam akta­ dır. Bu kanıt, aradaki aşamalar ne olursa olsun Yunan epik şiirindeki dize biçiminin koral lirik şiirden geldiğini kesin kılmaktadır. Tarihsel dönemde, epik şiirde eşlik yoktu. Ozan, elinde bir değnek, söylerdi şiirini. Hesiodos da söz ediyor ozanın değneğinden. Üstelik bir öyküye göre Hesiodos bir keresinde bir ozanlık yarışmasında oku­ duğu şiire çalgısıyla, yani liriyle eşlik edemediği için yenik düşm üş.11 İlyada ve Odysseia'nm birçok yerinde, kahramanlık çağı betimlenirken ozanların şiir okumalarından söz edilir. Bu örneklerin hepsinde, ozan şiirini söylerken bir yandan da liriyle şiire eşlik eder. Daha sonraları ozan değneğinin, lirin yerini tutan törensel bir öğe olduğu açıktır. Odj/sse/fl'nın Dördüncü Bölümünde Telemakhos Sparta'ya vardığın­ da Menelaos düğün dernek kurmuştur. Bir ozan lir eşliğinde şiir oku­ makta, iki cambaz ortada şarkı söyleyerek dönüp durmaktadır.12 Phaiakia'da da benzer bir eğlentiye tanık oluruz: T an rıy a d en k A lk in oos b ö y le d ed i, haberci d e kalktı, o y u k k an n lı sazı g e tirm e y e gitti kral evin d en . H alk ara sın d a n d o k u z h ak em seçilm işti, b u n lar kalkıp h er şeyi ek sik siz h azır ettiler, g ü z e lce d ü z e ltip g en işlettiler o y u n alanını. H ab erci d e g e ld i, v erd i sa z ı D e m o d o k o s'a , o z a n sazın ı alıp g e çti o rta y a , h o ra d a u sta g e n ce cik d elik an lılar d izildiler çe v re sin e , b aşlad ılar tan rısal to p ra ğ a ay ak larıy la v u rm a y a , 11 Pausanias, 10. 7. 3; M. Murko, "Neues über Südslavisches Volksepik", Neue Jahrbücher fü r das klossisches Altertum, (Leipzig, 1898-), 43. 285. 12 Odysseia, 4.17-19.

472

T A R İH Ö N C E S İ E g e

b akak ald ı O d y sse u s, şaştı g ö n lü n d e, ışıl ışıl d ö n e n ay ak ların a delikanlıların. D em o d o k o s, elin d e sazı, gü zel bir e z g iy e k o y u ld u , A re s'le g ü zel belikli A p h ro d ite'in sev g ileri ü stü n e 13

İşte, ilk baştaki özgün konumuyla epik sanatı. Burada, Yunan şiirinin şarkıyla dansın iç içe olduğu ilkel tapınma törenlerinin bağrından evrilişini, onun ölçü (vezin) biçimlerini somut olarak çözümleyerek gözler önüne serdik. Ortaya çıkan sonuç, On Dör­ düncü Bölümde genel olarak şiirin kökeni konusunda vardığımız so­ nuçları doğrulam aktadır. Gösterinin tarihini ortaya serdikten sonra şimdi de bakışlarımızı göstericilere çevirelim. Epik şiirdeki heksamet­ ron ile şarkı-dans bileşkesi arasındaki ilişki neyse, epik ozan ile şarkı söyleyip dans eden koro arasındaki ilişkinin de o olduğunu gösterebi­ liriz.

4. Koro Yunan devlet dini, polis'e yerleşen büyük toprak sahibi ailelerin klan tapımları üstüne kuruluydu. Her aile, bir yandan saygınlığını artırmak için kendi tapımını güçlendirirken, öte yandan, da egemen sınıf olarak konumunu güvence altına almak için tapınmayı öteki ailelerle ortak­ laşa tekelinde tutuyordu. Demokratik devrimden sonra, çoğu zaman yönetimleri kalıtımsal sahiplerinin elinde kaldıysa da tapımlar devlet denetimi altına alındı. Dolayısıyla, pek az kuraldışı örnek sayılmazsa, klan tapımlarını ancak devlet tapınılan oldukları ölçüde tanıyabilmişizdir. Ama klan tapınılan, hiç kuşkusuz, devlet tapımına dönüşme süreci içinde değişmişlerdir. Pek değişmeyen klan tapınılan ise, özel bir çevre içinde kaldıklarından, o günden bugüne pek az iz bırakmış­ lardır. Gene de, eski klan kuttörenini hiç değilse ana çizgileriyle açıklaya­ biliriz. Eski klan kuttöreni, koral övgü'nün ilkörneğiydi. Dram sanatı ne denli demokrasiye özgüyse, epik şiir ne denli kahramanlık çağı kral­ lığına özgüyse, koral lirik şiir de o ölçüde soyluluğa özgüdür. Koral li­ rik şiirin ta kabile döneminden gelen tekniği, soyluluğun bu tutucu ai­ lelerince büyük değişikliklere uğratılmaksızm kuşaktan kuşağa akta13

Odysseia, 8 . 2 5 6 -6 7 .

Yu

nan

Ep îk

ş î İr î n İ n

Ku ttö r e n se l Kö k e n l e r İ

4 73

rılmıştı. Dolayısıyla, ancak epik şiir olgunluk evresini geride bıraktık­ tan sonra boy göstermesine karşın koral lirik şiir yapısı bakımından da­ ha eskiydi. Lirik şiirin soylu niteliği en geç ürünlerinde bile açık seçiktir. Pindaros, eski soyluluğun Sparta, Elis ve Thessalia dışında hemen her yer­ de demokrasiyle uzlaşmaya zorlandığı bir dönemde yaşamıştı. Pindaros'un bugün elim izde bulunan bütün Ö vgü'leri, spor şenliklerinde ödül kazananlar için yazılmıştır. Spor şenliklerini kuşkusuz gezginci satıcılardan ve gezmeye çıkan halktan oluşan bir kalabalık da doldu­ ruyordu; ama oyunlar gene de soylu bir nitelik taşıyordu. Ancak var­ sılların cim nastik çalışm alarına ayıracak zamanları vardı. En gözde ödül olan araba yarışı ödülü, aslında bir binicilik geleneği bulunan top­ rak sahibi sınıfın üyelerine ayrılmıştı. Övgü, yarışı kazanan kişi kendi kentine döndüğünde düzenlenecek törende okunmak üzere yazılırdı. Övgii'yü meslekten bir ozan yazar­ dı, ama ozanın kendisi şiirin okunuşuna katılmazdı. Ö vgii'yü, bir çal­ gıcı eşliğinde, yarışı kazananın akrabalarından oluşan bir koro okur­ du. Ödülü alan ve ailesi için yazılmış bir övgü şarkisiydi bu. Tipik Pindaros övgü'sünde, yarışı kazanan kişi şiirin başında ve sonunda övü­ lür; şiirin ortası ise, çoğu zaman, ödül alanın ailesi ya da klanının ge­ leneklerinden alınmış bir söylenceye ayrılır. Piııdaros zamanında uy­ gulama böyleydi, ama bu iş için meslekten bir ozanın tutulması bir ye­ nilikti. Daha eski çağlardaysa, ödül alanın akrabalarının hem yazıp hem söyledikleri ve klanın övüldüğü bir koral'in sözkonusu olduğunu dü­ şünebiliriz. Pindaros, bugün artık hepsi yitmiş olan birçok türde Övgü yazmış­ tı: İlahiler, tören şarkıları, şükran ya da utku şarkıları, ditiramb'lar, ağıt­ lar, partheıteia. Özellikle ağıtları ilginç olsa gerek. Başka yerlerde oldu­ ğu gibi Yunanistan'da da gömme töreni ne zaman ortaya çıktığı anımsanamayacak kadar eskilere uzanıyordu ve tıpkı spor yarışmalarında­ ki övgüler gibi soylularca aile saygınlığı uğruna sürdürülüyordu. Bir­ çok kent-devletinde, gömme törenlerinin büyüklüğünü, süresini ve har­ camalarını sınırlayan yasalarla karşılaşırız.14 Atina'da Solon'la başlar bu tür düzenleyici yasalar. Bu yasaların tek amacı özel savurganlığın önünü almak değildi. Aynı zamanda klanlara karşı bir önlemdiler. Bir adam bir kavgada öldürüldüğünde, adamın bütün klanı ölüsünün ar­ dından klan gömütlüğüne gider, orada gömüt başında söylenen ağıtı 14 Plutarkhos. Solon, 12: D. 43.62: SIG. 1218-9; GDI. 2561.

474

T a r İh ö n c e s İ Eg e

dinlerken herkes nerdeyse cinnet getirerek ken­ dinden geçerdi. Ve bu cinnet, kangütmeyle so­ nuçlanırdı. Böyle çıldırtıcı törenlerden birine de Oresteia'da rastlanır: Agamemnon'un çocukla­ rı, babalarının gömütii başında ağıt söylerler­ ken, birden öfkeyle öç alacaklarını haykırmaya koyulurlar.15 İlkel ve daha sanata dönüşmemiş biçimiyle ağıt kadınlarca söylenirdi. Bu yüzden, az önce sözünü ettiğimiz yasalar ölü evine ancak ölüy­ le belli bir yakınlığı olan belli sayıda kadının Resim 68. Mykene'li girmesine izin verir, kadınların gömiit başında­ dansçı: Vapheio'dan bir ki davranışlarına çeşitli smırlamalar getirir. Geç­ süstaşı mişin alışkılarına inatla sarılan kadınlar çok kavgacıydılar. Ataerkil toplum daki aşağı ve ikincil konumları kadınlarda geleneksel olarak yasa ve düzene karşı bir saygısızlık yaratmıştı. Gerçi Pindaros ağıtının yapısını bilmiyoruz, ama daha eski bir ör­ nek var elimizde: tlyada'nm sonunda Hektor için tutulan yas. Sırasıyla Andromakhe, Hekabe ve Helena birer ağıtla Hektor'a seslenirler; her birinin ağıtının ardından çevredeki kadınlardan inleyiş ve hıçkırıklar yükselir. Burada üç ağıtçı korobaşıdırlar, öteki kadınlar da koroyu oluş­ tururlar.16 Gösterinin kuttörensel özellikleri ister islemez hafifçe törpü­ lenmiştir, ama daha başka kaynaklardan da biliyoruz ki burada sözkonusu olan konuşma değildir, ağıt hep birlikte söylenir ve ağıta kadın­ ların kendilerinden geçmişçesine yaptıkları, göğüslerini dövüp .saçlarını yoldukları bir dans eşlik eder.17 Günümüzde ağıtın bütün dünya­ daki biçimidir bu.18 Pindaros'un parthetıeia'sının yitmiş olmasına karşılık, Alkman'ın ay­ nı türden bir şiirinin bugüne erişmiş olması bir ölçüde su serpiyor in­ sanın yüreğine. Birtakım değerli bilgiler içeriyor Alkm an'ın şiiri. 15 Aiskhylos, Khoephoroi, 305-476. 16 ilyada, 24. 719-76. Bu bölümde bir terslik var. Üç kadının ağıtın başını çektiği (723. 747, 761), öteki kadınların da nakaratı söylediği (746) belirtiliyor. Ama başlangıçta, korobaşlarının erkek ozanlar olduğu (720-22) söylenmişti. Sanırım, ilkel kadın ağıtı daha sonraki profesyonel ağıtla karıştırılmış. Bkz. II. M. Chadwick. The Growth o f Literature, 3. 61. 17 ilyada, 18. 50-51: Aiskhylos, Khoephoroi, 423; Aiskhylos, Pettier, 123-28: Aiskhylos, Yolvarıcı Kızlar, 126-28; Peloponnesos Savaşı, 2. 34. 4. 18 K. Bücher, Arbeit und Rhythmus, (Beşinci basım. Leipzig. 1919), s. 442.

Y u n a n Ep İk

ş ü r in în

Ku ttö r e n se l Kö k e n l e r i

4 75

Anlaşılan, şiirin yazılış nedeni, Artemis tanrıçaya yeni bir giysinin sunulmasıydı.19 Her yıl bu tür armağanların sunulması çok yaygın bir gelenekti. İlyada'da, kadınlar Troyalı Athena'ya çok güzel işlenmiş bir şal sunarlar.20 Atina kentinde, Thargelion'un (Mayıs-Haziran) yirmi bi­ rinde tapınaktaki Athena Polias yontusu tülle örtülerek yerinden indi­ rilir, yıkanırdı.21 Daha sonra Athena Polias, arrhephoroi'un, yani giz ta­ şıyıcı kızların dokuduğu yeni bir şala sarılırdı.22 Bu tören, Praksiergid'ler klanının yönetiminde gerçekleştirilirdi.23 Athena Polias yontu­ sunun yerinden indirildiği gün bir dies nefasta idi; başka bir deyişle, At­ tika takvimindeki en uğursuz günlerden biri.24 Kimi araştırmacılar, o günün uğursuz sayılmasının törenin kendisinden kaynaklandığını öne sürmüşlerdir,25 ama olası değildir bu. Çünkü aynı gün, Hesiodos'un İşler ve Günler’in d e de uğursuz, belalı bir gündür.26 Gerçekte, o günün uğursuz sayılmasının nedeni, ayın tam küçüldüğü döneme rastgelmesiydi; o güne bağlanan tören de gerçekte her ay düzenlenen bir arınma kuttöreniydi. Ephesos'daki Artemis rahibelerinden birine kosmeteira derlerdi. Kosnıeteira'mn bu görevi soydan geçerdi. Sıfatından da anlaşılabileceği gi­ bi, armağanlara bakardı kosmeteira.27 Bütün bunların tam olarak ne za­ man olduğunu bilmiyoruz, ama sanırız bu da bir başka arınma ya da yenidendoğuş kuttöreniydi. Aynı tanrıçanın Brauron'daki tapımında, tanrıçaya sunulan şal doğum yaparken ölen kadınların giysilerinden dikilirdi.28 Alkman'm partheneion'unu, on ya da on bir evlenmemiş kızdan olu­ şan bir koro söylerdi. Tanrıçaları için olduğu kadar kızlar için de bir yenidendoğuş ya da erginleme töreniydi bu. Anlaşılan, kızlar bir agela oluşturuyorlardı. Agela, erginleme törenine katılacak adayların oluş­ 19 Sanırım, tanrıçaya sunulan şal yıldızlarla süslüydü; bkz. ilyado, 6. 295; Orpheus, fr. 238. O zaman şu dizeler anlaşılır oluyor: "Artemis Orthia’ya hoş kokulu gecenin içinden Sirius'u andıran bir şal sunduğumuzu gören Pleiad'lar kahroluyorlar kıskançlıktan." Başka bir deyişle, şal, Pleiad yıldızlarını gölgede bırakmaktadır. 20 ilyoda, 6. 286-3U3. 21 Plutarkhos. Alkibiades, 34. 22 Harpokration: Aristophanes. Af. 826-27. 23 Plutarkhos. Alkibiades, 34. 24 Plutarkhos. I.c: Ksenophon. Hellenica, 1. 4.12; Polluks. 8.141. 25 L. Deubner, Attische Feste, (Berlin. 1V32). s. 22. 26 Hesiodos. i;ler ve Günler, 803. 27 SIC. 1228; C/G. 2823. 28 Euripides, İphigeneia Tauris'de. 1450-67. Tanrıçalara giysi sunmayla ilgili benzer örnekler için bkz. Hypereides. 4. 25: Pausanias. 3. 16. 2. 3.19. 2. 5.16. 7. 23. 5. IG. 5. 2. 265.19.

476

T a r İh ö n c e s } E g e

turduğu bir arkadaşlık derneğiydi. Delikanlılar gibi genç kızların da böyle örgütlendikleri biliniyor.29 Erkek agela'sının bütün üyeleri erkek yanından aynı soydan gelirlerdi. Alkman'ın şiirinde de önde gelen iki genç kızdan kuzin diye söz edilmektedir. Dolayısıyla, agela'nın, klan içinde bir akrabalık kümesi olduğu anlaşılıyor. Gerçekten böyle idiy­ se, bu genç kızların katıldığı kuttören de bir klan tapımıydı. Kızlar korosuna A lkm an'ın kendisi eşlik ediyordu. Yapıtlarından bugüne kalan öteki örneklerinden bu sonuç çıkıyor. Alkman kendi de katılıyor şarkıya. Örneğin, bir yerde, alaycı bir şarkı söyleyerek çok yaş­ lı olduğundan dem vuruyor, dansa katılamadığı için korodaki genç kız­ lardan özür diliyor.30 Alkman'ın bu partheııeion'u elimizdeki en eski koral övgü'dür, ama bu tür övgii'lerin Alkman'dan önce yüzyıllar süren bir süreç içinde ge­ liştiği söylenebilir. Kaldı ki, Yunanlılarda "H om erosöncesi ozanlar"m var olduğunu ayrımsamışlardı ve birtakım adlardan söz ediyorlardı. Bu ozanlardan hiç değilse ikisinin tarihsel bir dayanağı olsa gerektir. Bir Atinalı olan Pamphos'un adı, Pamphid'ler denilen ve kuşaktan kuşağa geçen bir kadın tapım derneğince sürdürülüyordu.31 Bu oza­ nın Sappho'yu da etküediği söylenen yapıtları arasında Demeter'e, Persephone'ye ve Kharit'lere yakılmış övgü'ler bulunuyordu.32 Ölen adlı ozana gelince, Delos'a yerleşmiş bir Lykia'lıydı o. Delos'da Tanrı Apollon için övgü'ler yazmıştı.33 Bunlardan biri, ergenlik çağma yeni erişmiş kızlardan ve oğlanlardan oluşan ikili bir koro tarafından söyleniyordu.34 Bir başka övgü'de, doğum tanrıçasına seslenilmekteydi. Leto doğum yaptığı sırada, Delos nym phaiarı "Ebe Tanrıça Eileithyia'mn kutsal şarkısı"nı mırıldanırlarken, Anadolu'dan gelen kuğular da Leto'nun başında yedi şarkı söylemişlerdi.35 Hera'ya yazılmış bir öv­ gü ve daktilik heksametron'u bulma onuru da Olen'e yakıştırılıyordu.36 Bu övgü'lerde değinilen tapımların hepsi de anaerkil kökenli tapan­ lardı. Övgü'ler, tıpkı Alkman'da olduğu gibi, erkek korobaşımn önder­ liğinde kadınlar korosunca söyleniyordu. En çok bilinen Yunan söy­ lencelerinden biri de bu görüşü doğruluyor. Müzik, dans ve şiir sanat­ 29 30 31 32 33 34 35 36

Pindaros. fr. 112. Alkman, 94. Hsch. Pausanias, 1. 38, 3, 1. 39.1. 7. 21. 9,8. 35. 8, 8. 37. 9, 9, 27, 2, 9. 29. 8, 9. 31. 9, 9. 35. 4. Herodot Torihi, 4. 35; Pausanias, 8. 21. 3,9. 27. 2. Kallimakhos, HDel. 296-99. Aynı yerde, 249-57. Pausanias, 2. 13. 3; 10. 5. 7.

Y u n a n E p i k Ş İİ r î n î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ

ları Tanrı A pollon'un ve M usa'ların, yani esin perilerinin koruması altındaydı. Pindaros, elinde yedi telli liriyle Apollon'un başı­ nı çektiği M usa'ların Peleus ile Thetis'in dü­ ğününde nasıl dans ettiklerini anlatır.37 Alkman, Musa'lara, kız dansçıları için yeni bir şarkı söylesinler diye yalvarıp yakarır.38 Terpandros'un olduğu söylenen bir övgü, Leto'nun oğlu Apollon'a, M usa'ların önderine çağrıyla başlar39 İlyada'da, Olympos'lu ölüm­ süzler karınlarını doyurduktan sonra taslar şarapla dolup boşalmaya başladığında Apol­ lon lirini çalar, M usa'lar da karşılıklı şarkı­ lar söylerler ,40 Homerik övgü'lerde, Musa'lar gene karşılıklı şarkılar söyleyerek tanrıların ölüm süzlüğünü ve insan soyunun çektiği acıları dile getirirlerken, H ora'lar ile Kharit'ler A pollon'un müziği eşliğinden el ele dans ederler ve bir ara A pollon da katılır dansa.41 Tanrıçalardan kurulu korosuyla bu lir çalan tann, tarihöncesi partheııeion'un gökyüzündeki bir yansımasıdır düpedüz. A pollon'a tek bir yerde rastlayanlayız: Akhilleus'un gömme töreninde:

477

Re sim 69. A p o llo n ve lir: A ttika v a zo s u

Deniz ihtiyarlarının kızları aldılar çevreni senin, tanrısal rubalar giydirdiler sonra ağlaya sızlaya. Dokuz Musa da karşılıklı ağıtlar okudular güzel sesleriyle.42 Doğası gereği yas tutup gözyaşı dökemeyeceği için aydınlık ve sağ­ lık tanrısı Apollon'un Akhilleus'un gömme törenine katılması olanak­ sızdı. Herkesçe bilinen bir şeydi bu 43 Apollon'un yas tutması düşiinü37 38 39 40 41 42 43

Pindaros, N. 5. 22-25; Hesiodos, 5c. 201-06; Pausanias, 5 .18.4. Alkman, 7,68. 94. Terpandros, 3; T. Bergk, Ueberdas olteste Versmaass derCriechtn, (Freiburg. 1854). İtyado, 1. 603-04. Horn. H. 3.188-201. Odysseio, 24. 60-61; ilyada, 18. 50-51. Aiskhylos, Agamemnon, 1058-63; Aiskhylos, Persler, 608; Euripides, Yalmana Kızlar, 971-79; Stesikhoros, 22; Sappho, 109.

478

T a r îh

ö n cesİ

Eg e

lemezdi, çünkü Apollon erkek korobaşını temsil ediyordu ve tarihöncesinde ağıt salt kadınlarca söyleniyordu. Koruyucu tanrıları bakımından koral lirik ile epik arasında hiçbir ayırım yoktu. Nitekim , günümüze kadar gelebilm iş tüm epik şiirler Musa'lara yakarışla başlar. Odysseus, Phaiakia'h Demodokos'u övmek istediğinde, "Sanatını ya Musa'lar öğretti sana ya da Apollon," der.44 Dahası, bu evrede ozan rahibe karışır, onunla iç içe geçer. Ozanın kişi­ liği kutsaldır. Apollon'dan esinlendiği ve kendinden geçtiği için ozan olduğu kadar bilicidir de.43 Apollon da öyleydi. Bilicilik ile müziği ken­ dinde birleştırirdi, çünkü ilkel toplumda her türlü ruhsal çözülmenin yolu müzikti ve bilicilerin esriyip kendilerinden geçmeleri de bu ruh­ sal çözülmenin bir parçasıydı. Aynı anda hem ozan, hem bilici, hem ra­ hipti o; bir kadın tapımının rahibiydi. Peki, bu Apollon ve M usa'lar kavramı ne denli geriye gidiyordu? Hiç kuşku yok ki, tarihöncesine değgin bir kavramdı. Ama inceleme­ mizi daha da gerilere götürecek olursak, bu tanrısal koronun bölün­ düğünü görürüz. M usa'lar kuzeyden gelmişlerdi: Boiotia'daki Heli­ kon dağından ve Olympos dağının eteklerindeki Pieria'dan 46 Adları, büyük bir olasılıkla, "çılgın kadınlar" anlamına gelmektedir.47 Bunlar, tıpkı kendileri gibi kuzeyden gelen ve Dionysos tapımının dinsel tö­ renlerini çılgınca kendilerinden geçerek kutlayan Bakkha'ları andıran bir kadın yoldaşlar (thiasos) topluluğudur 48 Tarihsel dönemde, Mu­ sa'ların başlıca merkezi Thespiai idi; Thespiai'da H esiodos'un adını taşıyan bir derneğin üyeleri Musa'lara tapm ırlardı49 Delphoi'da pek bilinmeyen M usa'ların yerini Delos'da Deliad'lar ve M inoid'ler almış­ tı.50 Apollon ise güneyliydi, Giritliydi. Nitekim Apollon'un simgesel çalgısı, vedi telli lir G irit'de Hagia Triada lahitinin üstünde hâlâ görü­ lebilir.51 44 Odysseia, 8. 487-88; Hom . H. 25. 2-3. 45 Odysseia, 8. 479-81, 2 Z 345-46; Tanrıların Doğuşu, 31-32; ilyada, 1. 70. 46 Tanrıların Doğuşu, 52-53; Strabon, 410, 471. 47 W.H. Roscher, Ausführliches Lexikon der griechischen undrömischen Mythologie, (Leipzig. 1884-1937). 2. 3238. 48 Musa'lar Orkhomenos'daki Agriania'da Dionysos'a tapınanlar olarak görünürler; Plutarkhos, Moralio. 717a; Eratosthenes, Catalogoi, 24.140. 49 Pausanias, 9. 31.4; 1C Sept. 1785,4240, bkz. 1735,1760,1763. Thespiai,gerçekte Musa'lara ilişkin bir tapım adıdır. Musa’ların, Boiotia'da Kharit'lerin yerini almış olmaları olasıdır. Kharit’lere ilişkin tapım Orkhomenos'da çok eskiydi (Pausanias, 9. 35. 1; Ausführliches Lexikon, 1. 877-78) ve sanırız Suriye kökenliydi; T.H . Gaster. “The Graces in Semitic Folklore", JRA 1938. 37. 50 A.J. Evans, The Palace o f Minos (Minos Sarayı), (Londra, 1921 -35), 3. 74. 51 Aynı yerde, 2. 834-36; Resim 73.

Y u n a n E p Jk Ş ü r î n İn K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i

479

Bütün bunlara dayanarak şu görüşü ileri sürebiliriz: Apollon ve Mu­ sa'lar kavramı, Minos etkisi altında ve anaerkil toplum düzeninin ge­ rilemesindeki belli bir evreye tepki olarak Yunan anakarasında, belki de Boiotia'da belirginleşmiştir; tam da, daha önce kadınlara bağlı olan tapımların bir erkek rahibin denetimi altına sokulduğu sırada. Eğer bu kadınlar korosunun başı bir davetsiz misafir idiyse, o za­ man nasıl girmişti koroya? Kadın kılığına girerek. Bakkha'ları gözetle­ meye gittiğinde Pentheus da böyle yapmıştı.52 Dionysos şenliklerinde erkeklerin kadın giysilerine bürünmesine çok sık rastlanırdı.53 Lydia'lı rahiplerin sırtındaki, gerçekte kadın giysisiydi.54 Bizi şaşırtmamalı bu. Tam tersine, bizim din adamlarımızdaki piskoposluk taçlarına, ipek at­ kılara, cüppelere daha keskin bir gözle bakarsak iyi ederiz. Dünyanın her yerinde, dinsel yetkenin bir cinsten öteki cinse, kadından erkeğe aktarılması, rahibin bir rahibe gibi giydirilmesiyle gerçekleşm iştir.55 Kuşkusuz bunun bir nedeni de, hiçbir değişiklik olmamış gibi davra­ narak değişikliği kabullenilebilir kılmaktı; ama başka bir şey daha var­ dı. Geleneksel giysi kutsaldı, büyülüydü, dolayısıyla bir yana atılması olanaksızdı. Knossos'daki duvar resimlerinden birinde bir zeytinlikte düzenle­ nen bir şenlik betimlenir.56 Resmin sağında ve önde on dört kadından oluşan bir koro dans etmektedir, kollarını uzatmışlar, sola doğru iler­ lemektedirler. Arkalarında izleyiciler görülmektedir. Dans alanının he­ men ardında, çimenlere oturmuş aralarında söyleşen kadın öbekleri göze çarpmaktadır. Kadınların ardında, korkulukla ayrılmış bir yerde bir sürü erkek tıkış tıkış ayakta durmakta, dikkatle gösteriyi izlem ek­ tedir. Görüldüğü kadarıyla, erkekler yalnızca birer izleyicidir; çimen­ lerde oturan kadınlarsa belki de az sonra kalkıp dansa katılacak göste­ ricilerdir. Freskonun, dansçıların kollarını uzattıkları sol yanı kırılıp dökülmüş, ama gene de orada ne olduğu konusunda çok fazla düşün­ memiz gerekmiyor. Aynı dönemden kalma altın bir mühür yüzüğün­ de, zambaklarla kaplı kırda dans eden üç kadın görülüyor.57 Kadınla­ rın ikisi kollarını yukarıya kaldırmışlar. Daha yüksekte duran dördiin52 Euripides, Bakkha'lar, 821-36. 53 Loukianos, de cat. 16. 54 W.M. Ramsay, Asianic Elements in Creek Cmlisatian (Yunan Uygarlığındaki Asyalı Öğeler), (Londra, 1927), s. 174. 55 The Mothers, 1531-36. 56 The Palace of Minos, 3.67-68. 57 Aynı yerde, 3. 68: Resim 71.

480

TA RİH Ö N C ESİ EGE

cü bir kadın daha var; onun da bir eli kalçasında, öbür eli alnında. Bi­ raz daha yukarıda beşinci bir kadın figürü göze çarpıyor, ama sırtında eskil bir giysi olan bu kadın ötekilerden kırık, dalgalı bir çizgiyle ayrıl­ mış. Bu çizgi, Evans'm belirttiği gibi, yeryüzü ile gökyüzü arasındaki sınırdır. Bir kadınlar korosu ve bir kadın korobaşından oluşan tapmmacılarınm çağrısına uyan tanrıça, onları dansın coşkusuyla esinlen­ dirmek üzere yeryüzüne inmektedir.

R e sim 70. K n o sso s'lu kadınlar: D uvar resm i (on arılm ış)

R e sim



T a n rıça n ın yeryüzüne inişi: M inos m ü h ü r yü zü ğü

Y u n a n E p ik Ş iir in

in

Ku t t ö r e n s e l K ö k e n

ler

İ

481

Gerek duvar resmi, gerek mühür yüzüğünü Evans. Orta Minos III dönemine yakıştırmıştı. Ancak bu iki örnekteki figürler daha sonraki Örneklerde de görüldü. Geç Minos dönemine değgin bir terrakotta ör­ neğinde aynı figüre yeniden rastlarız nitekim: Üç kadın, kollarmı aç­ mış, halka olmuşlar, dans etmektedirler; dördüncü bir kadın ise orta­ da oturmuş, lir çalmaktadır.58 Minos korosunun tümden kadınlardan oluşan bir koro olarak kaldığı anlaşılmaktadır. Evans'ın dediği gibi, "Anaerkil aşamanın bir belirtisidir" bu.59 Ancak, Geç Minos III döne­ minde bir değişikliğin belirtileri çıkıyor karşımıza. Hagia Triada lahitinde görülen tören alayında lir çalan bir delikanlı vardır; yeni yeni or­ taya çıkmakta olan Apollon'dur bu delikanlı aslında. Onun erkek ol­ duğunu teninin renginden anlarız.60 Eğer bu delikanlının teni değişik bir renge boyanm am ış olsaydı onu kadın sanabilirdik. Çünkü, tıpkı önünde duran genç kız gibi, etekleri bileklerine kadar inen uzun bir giysi ve göğsü açık bir kadın yeleği var sırtında. Bir kadın gibi giyin­ miş, çünkü bir kadının görevini yerine getiriyor.

Resim 72. M in o s korosu: Terrakotta 58 Aynı yerde, 3. 73: Resim 72. 59 Aynı yerde. 3. 75. 60 Aynı yerde. 2. 836.

Resim

73. Lir çalan

M inos'lu: Hagia T riada Lahiti

Y u n a n Ep ik Ş iir in in K u t t ö r e n s e l K ö k e n

ler

İ

483

/Ukman'dan yola çıkarak, korobaşı erkek olan kadınlar korosundan korobaşı kadın olan kadınlar korosuna, ozan rahibe ve rahipten rahi­ beye doğru gerilere gittik. Peki, ozanın yeri neydi bu gelişme içinde? Tarihsel dönemde ozan ya da o zamanki adıyla rapsod, bir çalgıcı y a da yaratıcı bir ozan değil, yalnızca meslekten bir şiir okuyucuydu. Arna ozan daha eski zamanlarda kendi koşuğunu kendi yazar, okudu­ ğu şiire çalgısıyla eşlik ederdi. Bu, geleneksel Homeros figürünün, "fır­ tınalı Khios'un kör ozanı"nın temsil ettiği aşamadır. Homeros destan­

Resim 74. Karma koro: Attika vazosu

larında geçmişi anlatır, ama Homeros koşuklarında anılan ozanlar o günlerin olaylarını doğaçtan dile getirirler. Daha önce de belirttiğim iz gibi, Odysseia'nın bir yerinde, anlatılan konu kahramanlık çağma iliş­ kin değildir, epik değildir: Dans etmekte olan koroya eşlik etm ek üze­ re söylenen ezgide Ares ile Aphrodite'nin sevişmelerinden söz edilir. Demek, geçmişe doğru gidildikçe epik şiir koral lirik şiire dönüşm ek­ tedir. Ama zincirin bir halkası ortada yok gene de. İlyada ve Odysseifl'da ozan ve dansçıları hep erkektir. Gerçi genç kızlarla delikanlıların katıldığı karma danslardan da söz edilmektedir, ama bu kez de ozan yoktur.61 Bu noktayı açıklayabilmemiz için soruna bir başka açıdan yak­ laşmamız gerekiyor.

5. Epik Giriş Bütün büyük şenliklerde epik şiir okuyanlara ödüller verilirdi. Mes­ lekten ozanlar kent kent dolaşır, her gittikleri yerde birbirleriyle yarı­ 61

İlyada. 1 8 . 5 6 7 -7 2 , 5 9 0 -6 0 6 .

484

T a r ih

ön cesi

Eg e

şırlardı.62 Ozanların başlıca merkezi Delos'du.63 Delos'daki Apollo^ şenliğine kadınlı erkekli her yaştan insanlar akın akın gelirler, müzik yarışmalarına her kentten korolar katılırdı. Hom eros'un da Delos'da yarıştığı söylenir. Bu şiir resitallerinden önce, bugün Homerik Ö v g ü ler diye andığı­ mız türden, giriş niteliğindeki övgüler (prooitnia) söylenirdi. Bunların çoğunun yedinci ve altmcı yüzyılların ürünü olduğunu söyleyebiliriz. On iki dizeyi geçmeyenleri de vardır, yüzlerce dizeden oluşanları da; uzunlukları değişir. Çeşitli tanrılar için yazılm ışlar ve hiç kuşkusuz farklı şenlikler için tasarlanmışlardır. Epik ölçüsüyle ve epik lehçesiy­ le yazılmış olmalarına karşılık, konularının niteliği bakımından epik şiirlerden çok farklıdırlar. Epik şiirlerde kahramanlık konuları, "insan­ ların şan ve şerefi" anlatılır; bunlar ise hep tanrı söylencelerine ayrıl­ mıştır. Geleneksel bir ayırımdı bu. Helios için söylenen Homerik Övgü'de, ozan tanrıyı övdükten sonra şöyle bitirir sözlerini: Kal sağ lıca k la , e y tan rım ! G ö n lü m e g ö re bir y a ş a m b ağ ışla b an a. Senin adını an ara k b aşlad ım ; şim di d e M u sa'ların in san oğlu n a tanıttıkları kah­ ram an ların , ö lü m lü so y u n tü rk ü sü n ü sö y le y e y im .64

Re sim 75. Lir çalan adam : Attika v a zo su

Bu bilgileri bir araya getirerek uygulanan yol yor­ damı yeniden gözümüzün önüne getirebiliriz. Ya­ rışma bir girişle, o şenlik ya da bayramın tanrısına bir övgü'yle açılırdı. Sonra ilk yarışmacı öne çıkar, değneği (rhabdos) eline alıp başlardı İh/ada'dan oku­ maya. Kendisine ayrılan bölümü okuyup bitirdiğin­ de, bir sonraki yarışmacı değneği alır, okumayı sür­ dürürdü. Bu destan anlatma yarışmalarından önceyse ozan­ lar için yarışm alar düzenlenirdi. Bu yarışmalarda ozanlar yarışırlarken ezgilerlerdi şiirlerini. Homeros ile Hesiodos arasındaki bu tür bir yarışmanuı öy­ küsü günümüze dek değişen biçimlerde sürmüştür. Sonradan uydurulmuş da olsa bu öykü konumuza ışık tutmaktadır: "Homeros ve ben, şarkımıza yeni

62 Platon, Devlet, 600d; Platon, İo, 541b; Platon, Certomen, 55. 63 Bkz. Bu kitapta Homerosoğulları başlıklı bölüm: 3. Saraydan Pazar Yerine. 64 Horn. H. 31. 17-19.

Y u n a n E p ik Ş İ İr İ n în K u t t ö r e n s e l K ö k e n

ler

İ

48 5

ezgiler katarak Delos'da Leto'nun oğlu Apollon'a övgü'ler düzen ilk ozanlardık."65 Yarışmacılar sırayla doğaçtan söylerlerdi, biri söylerken öteki susardı. Lirin ya da değneğin her seferinde elden ele geçmesi ger­ çekte sürekli bir ezginin bölümlerini belirliyordu. Nitekim, "şarkı dü­ zen" anlamına gelen rapsod (rhapsoidos) deyimi de buradan kaynakla­ nıyordu.66 Yukarıda özetlediğimiz işlemde dinsel olan ile dindışı olan, giriş ile epik arasında kesin bir ayırım vardır. Ama ilk başlarda bu ikisi arasın­ da kesinti olmadığı söylenebilir. Delos Apollon'una övgü'nün kuşku­ suz Homerosoğullarmdan biri olan ozanı, kendini Homeros diye tanıt­ makta ve şenliği tıpkı Homeros zamanındaki gibi anlatmaktadır: N e k a d a r g ü z e l, n e k a d a r g ö n ü l çelici şu D elo s'lu k ızlar, A p o llo n 'u n h izm etk ârları. Ö n ce A p o llo n 'u , L e to 'y u ve A rte m is'i ö v en b ir e zg i s ö y ­ lerler, so n ra d a esk ilerin k adınların ı, erkeklerini a n a rla r ş a rk ıy la .67

Anlaşılan, ikinci bölümün birinci bölümü kesintisiz izlediği dönem­ dir burada söz konusu olan. Burada, dönüp dolaşıp Alkm an'a geliyo­ ruz gene. Alkman'ın partheneion'u tamamlanmış değildir, ama tamam­ lanmışa yakındır. Herakles ile Hippokoon'un oğulları arasındaki kav­ gayla ilgili bir söylenceyle başlar; ardından yapılması gereken göreve, yani şalm sunulmasına geçer. İkinci bölümdeyse dansçılar arasında coşkulu bir atışma yer alır. Aynı yapıdır karşımızdaki: Ölümsüzlerle ilgili bir giriş ve ölümlülerle ilgili bir bitiriş. Bu ardıllığın Yunan şiirinde çok derin kökleri vardır. Ozanın işe "tanrıyla başlam ası", herkesçe bilinen bir kuraldır. Şöyle der Pindaros: "Ey, çalgıma yön veren övgü'ler! Hangi tanrıyı, hangi kahrama­ nı, hangi ölümlüyü kutlayacağız bugün?"6®Gene Pindaros, M usa'la­ rın Thetis için söyledikleri düğün şarkısından söz ederken, "Z eus ile başladılar, sonra Thetis ile Peleus'a geçtiler," der.69 Alkman da aynı yoldan yürür: "Zeus ile başlayacağım şarkıma." Alkman'dan önce Terpandros da aynı yöntemi kullanmıştır: "Ey Zeus! Her şeyin başlangı­ cı, herkesin ulu önderi! Sana adıyorum bu övgü'nün girişini."70 Bütün 65 66 67 68 69 70

Hesiodos, fr. 265. Bkz. CM. Bowra, Tradition and Design in the Iliad (İlyada'da Gelenek ve Tasarım), (Oxford, 1929), s. 41. H o m .H . 3.156-61. Pindaros, O. 2.1-2. Pindaros, N. 5. 25-26. Alkman, 9; Terpandros. 1; Ksenophanes, 1.13.

486

T a r I h ö n c e s İ Eg e

bunların en eski örneklerinden, İlyada ve Odysseia'daki örneklerinden birazdan söz edeceğiz. Pindaros tarzı övgü bir bakım a kuraldışı gibj. dir. Yarışı kazananla başlar ve gene onunla sona erer. Ama ozan çoğu zaman bu tasarımı tanrılara seslenen bir giriş bölüm üyle birleştirme­ ye çalışır.71 Şimdi, Delos'daki işlemin nasıl geliştiğini görebiliriz artık. Epik re­ sitaller Delos'a dışardan getirilmişti. Homerosoğullarınm yaygınlaş­ ması sırasında Delos'da yer etmişti epik resitaller. Daha önceleri, sıra­ sıyla tanrılara ve ölümlülere söylenen bir koral övgü vardı yalnız. Ho­ merik resitaller, yani Homeros destanlarından bölümler okumalar tü­ müyle övgü'nün yerini almadı; onun dindışı bölümünü öziimsedi ve böylelikle eski koral övgü daralarak bir girişe, asıl okumadan önceki salt biçimsel bir açılış bölümüne dönüştü. İlyada ve Odysseia'ya bakacak olursak, aynı ardıllığın kalıntılarını görebiliriz. Her ikisi de Musa'lara seslenişle başlar. Çok kısa bir sesle­ niştir bu; anlatıyı başlatmak için hazırlanmış bir formüldür yalnızca.72 Ama bu M usa'lara sesleniş biçimindeki girişin orada bulunması bile kahramanlık şiirinin kendisinin de bir zamanlar Övgü niteliğinde bir şey olarak ortaya çıktığını düşündürmektedir. Bunu Hesiodos da doğ­ ruluyor. İşler ve Giinler'in girişindeki seslenişin kendi içinde bir bütünlüğü vardır; küçük çapta bir Zeus Övgüsü'diir bu. Tanrıların Doğuşu'nda ise, giriş bölümü yüz dizeyi aşar; Homeros'daki girişlerin çoğundan uzun­ dur. Tanrıların Doğuşu'nun girişinde, yani Musa'lara Sesleniş bölümün­ de, Musa'ların ilkin tüm ölümsüz tanrılar soyuna, sonra tanrıların ve insanların babası Zeus'a, en sonunda da insanlara ve güçlü devler so­ yuna Övgü'ler okudukları anlatılır. Tanrıların Doğuşu'nun bütünü tan­ rıların kökenini ve geçmişini öyküler, ama bu öyküyü ölümlülerle ev­ lenen tanrıçaların sıralanması izler ve şiir şu sözcüklerle sona erer: "Şim­ di ey tatlı dilli M usa'lan Olympos'un/Siz, ey eli kalkanlı Zeus'un kız­ ları/ Anlatm şimdi o ölümsüz kadınları ki..." Kadınların Sayımı diye anı­ lan son bölümden günümüze yalnızca birkaç parça kalmıştır, ama Tan­ rıların Doğuşu'nun sonu iki şürin bir arada tasarlandığını, Hesiodos'un 71 Pindaros, O. 2.1-5, 3 .1 4 ,4 .1 -1 0 , 5.1-3 vb. 72 Odysseia’nm Sesleniş bölümü şöyle sona erer (1.10): “Al bir yerinden, tanrıça, anlat bize de". Anlaşılan, öykü daha önce başka ozanlarca birçok kez anlatılmıştır (“Bize de anlat" denilmesinin nedeni budur) ve Odysseıo'daki öykü anlatmalar nerdeyse rastgeledir. Bkz. 8. 500,1.492, 8. 493. Cemilerin Sayım' ve Agamemnon'un Kahramanlıkları adlı bölümlerin (İlyada, 2. 484-92,11. 218-20) başındaki toplu yakarılar, bunların o sıralar ayrı şiirler olarak da söylendiğinin belirtileridir.

Yun

an

E p î k Ş İ î r î n İn K u t t ö r e n s e l K ö k e n

ler

!

487

sıravla tanrıların tarihini ve kadın kahramanların tarihini açıklamayı amaçladığını göstermektedir. Dolayısıyla Kadınların Sayımı'm n konu­ s u kahramansı, destansı bir konudur, ama söz konusu olan erkek kah­ ramanlar değil, kadın kahramanlardır. İçerdiği öğeler Homeros-öncesi döneme değgindir ve tarihöncesindeki anaerkil döneme kadar uzan­ maktadır. Tanrıların Doğuşu ile birlikte düşünüldüğünde Kadınların Sa­ yımı, DelosTu genç kızların önce Apollon ile Leto'yu, ardından geçmiş­ teki kadın ve erkekleri kutladıkları Övgü'yle aynı yapıya sahip olan bir Övgü'dür. Hesiodos okulu, Homeros okulu kadar dindışı olmadığı için eski yapıyı sürdürüyordu. Böylece, koral lirik şiir ile epik şiirin gerek içerik, gerek biçim bakı­ mından ortak bir kuttören temeline dayandıkları çıkıyor ortaya. Her ikisinüı de temelinde aynı konu ardıllığını buluyoruz. Şim di, bu ardıl­ lığın ne olduğunu biraz daha yakından tanımlamaya çalışm amız gere­ kiyor.

6. Akşam Yemeğinden Sonra Söylenen Şarkılar Ozanların Odysseia'da anlatılan gösterilerinin kimileri koral'dir, ki­ mileri koral değildir. Koral örnekler, düğün ya da Odysseus onuruna düzenlenen eğlentiler gibi özel durumlarda söyleniyordu. Koral olma­ yan örneklerde söyleniş daha az değişiklik gösteriyordu. Bu koral olmayan şiirlerden üçü var elimizde. İkisi Demodokos'un, biri Phemios'un. Demodokos, Odysseus ile Akhilleus arasındaki kav­ ganın ve Tahta A t'm ezgilerini okuyor.73 Phemios, A kha'larm savaş­ tan yurtlarına dönüşlerini söylüyor.74 Bu izleklerin (tem a) hepsi de destansıdır ve hepsi de akşam yem eğinden sonra söylenir. Buydu kural: Ne güzel şeydir dinlemek bir ozanı, hele sesi bu ozan gibi tannlara denkse, bundan daha güzel başka ne var yeryüzünde, az şey mi barış içinde yaşaması bütün halkın, evlerde şölen yapıp ozanı dinlemesi, sıra sıra oturulması et ve ekmek dolu sofralarda, 73 Odysseio, 8. 72-82, 485-35. 74 Odysseio, 1. 325-27.

488

T A R İH Ö N C E S İ E g e

şa ra p k arılan sa ğ ra k ta n d o ld u rm ası ş a ra p su n an ın , ve g etirip d ö k m esi herkesin tasm a ay rı a y rı.75

Tahta At söylencesiyle ilgili şiiri, Odysseus'un isteğiyle söyler Demodokos: D aha ço k s a y a rım , D em o d o k o s, seni tekm il ö lü m lü le rd e n , san atın ı y a M u sa 'la r ö ğ retti sa n a , y a d a A p o llo n . N e g ü z e l sö y led in A k h aların d estan ım , o ld u ğ u gibi, n eler y a p tık la rım ne g ü zel söyled in , n elere k atlan d ık ların ı, neler çektiklerini. O rd a m iy d in se n , başka birind en m i d u y d u n y o k sa ? H a y d i şim d i g e ç b aşka bir k o n u y a, şu tah ta a t olayını an lat şim di bize... O d y sse u s b öyle d e d i, o zan d a tan rıd an h ız aldı v e kalk ıp b aşlad ı şiirini d o k u m a y a .76

"Tanrıdan hız aldı" ya da "tanrıdan başladı": İşte ta gerilere gittiği­ mizde, kahramanlık çağında aynı formül çıkıyor karşımıza. Üstelik söz­ leri onun salt biçimsel bir açılış olmadığı, şiirden ayrı bir şey olduğu izlenimi uyandırıyor. Odysseia'nm başında, Telemakhos bir yabancıyı ağırlar. Gerçekte kı­ lık değiştirmiş Athena'dır bu yabancı. Telemakhos, yitik babasını ya­ bancıya sormak için fırsat kollar, ama orada bulunan anasının taliple­ rinden utanır. Kolladığı fırsatı akşam yemeği yendikten sonra yakalar. Y en ilip içilin ce d o y a sıy a , uyanda y ü re k le rin d e başka istekler, ça lg ıy la , o y u n la şö len ta m o lsu n d u . U şak , ço k g ü z e l bir sa z verd i P h em io s'u n elin e, b u o z a n a d ü şm ü ş tü talip lere e zg i sö y lem ek , d o k u n d u tellere, bir tü rk ü tu ttu rd u . O sıra T elem ak h o s seslen d i g ö k g ö z lü A th e n e y e , eğ m işti başını o n a, d u y m a sın d iy e ötek iler.77

75 Odysseia, 9. 3-10. 76 Odysseia, 8. 487-99. 77 Odysseia, 1.150-57.

Y u n a n E p i k Ş İİ r In î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ

489

Söyleşileri sona erince yabancı yani Athena Tanrıça kuş olup uçar, gözden ırak olur. Telemakhos da taliplerin yanma döner. Talipler ses­ siz sedasız oturmuş, AkhaTarm acıklı dönüşünün türküsünü çağıran ozanı dinlemektedirler.78 Ama az önce de, yüreklerinde başka istekle­ rin uyandığı, çalgı çalmaya, oyun oynamaya daldıkları anlatılmıştı. Öy­ leyse, bu son şiir nereden çıkmıştı? Öyle görünüyor ki, solodan, yani kahramanlık şiirinden önce koral övgü vardı. Bu, Delos'da rastladığımız ardıllıktır. Orada, tanrılar için söylenmiş bir övgü'yü izleyen bir epik resital; burada, bir koral övgü'yü izleyen bir kahramanlık şiiri. Destanlar Delos'a dışardan hazır bir biçimde gel­ miştir. Ama O dysseia'daki bu kahramanlık şiiri bir Akha şefinin sara­ yında, yani özgün konumundadır. Dışardan bir yerden getirilmiş ola­ maz; Övgü'den doğup gelişmiş olsa gerektir. Baştaki koral girişiyle bir­ likte alındığında, Hesiodos'un "Tanrıların Doğuşu" ve "Kadınların Sa­ y ım ıy la ve Delos Övgüsü'yle aynı düzeni izlemektedir. Akşam yemeği sonrası şarkıları, kahramanlık şiirinin doğuşuna yol açmalarından sonra da söylenegelmişlerdir. Bütün bir tarihsel dönem boyunca, soylular arasında yerleşik bir gelenek olmuşlardır. Bu gele­ nek incelenmeye değer; çünkü ilk baştaki özgün konumu içinde korun­ duğundan, ozanlık sanatının terk ettiği özellikleri açığa çıkarabilir. En iyi bilinen örnekler, Attika'da içki içilirken söylenen şarkılardır. Akşam yemeğinden sonra şarap getirildiğinde, hep birlikte Apollon'a bir şükran şarkısı söylenir, bu arada tanrılar, kahramanlar ve Kur-

78 O dysseia, 1 .3 2 5 - 2 7 .

490

T A R İH Ö N C E Sİ EGE

tarıcı Zeus onuruna yere şarap dökülürdü.79 Ardından herkese şarap sunulurdu. Bir mersin ya da defne (aisakos) dalıyla birlikte iki kulplü bir şarap tası elden ele gezdirilirdi. Sırayla her konuk tas ile dalı alır dal elinde, doğaçtan bir dörtlük (stanza) söylerdi. Bu dörtlüklerin ge­ nellikle dindışı bir izleği olurdu; siyasal ya da özlü bir deyiş niteliğindeydi bunlar.80 Konukların elden ele dolaştırdıkları bu dal, M usa'ların çiçeğe dur­ muş bir defneden koparıp Hesiodos'a verdikleri o güzelim dalı81 ve Homeros destanlarındaki ozanların değneğini anımsatıyor. Öte yan­ dan, şükran duasında epik girişi (Prooimion); doğaçtan söylenen dört­ lüklerde de kahramanlık şiirini sezinliyoruz. Bu alışkı, hiç kuşkusuz, Attika'ya özgüydü; İonia'dan gelen etkiler altında gelişmişti. İonia'daki gelenek ise, sanatsal biçimini, altıncı yüz­ yıl başlarında yaşamış olan Teos'lu Pythermos'a borçluydu büyük öl­ çüde. Attika şöleninde, izlencenin dindışı bölümü, ardışık sololar söyle­ yen bütün toplulukça yerine getirilirdi. Kahramanlık çağı şöleninde, meslekten bir ozanın söylediği tek bir uzun soloya dönüştü bu. Arala­ rındaki başlıca ayrım budur ve bu ayrım kahramanlık çağı krallığının özel koşullarına bir göz atıldığında hemen açıklık kazanmaktadır. Ozan­ lar sarayın buyruğu, kralların koruması ve desteği altındaydılar; sanat­ ları uzmanlığı gerektiren bir uğraştı. Daha önceleri, bu kralların atala­ rı olan ilkel kabile şefleri şarkıya kendileri de katılırlardı. Homeros'da bile bu tür durumların anısı tümden silinmiş değildir. Akhilleus, canı sıkıldı mı, çalgısını çalıp "yiğitlik türküleri" söyleyerek gönlünü eğlen­ dirir.82 Bu onun meslekten bir ozan olduğunu göstermez. Akhilleus'un geldiği kaba ülkede ozanlık sanatı Mykene'de olduğundan daha az uz­ manlık gerektiren, ama daha yaygın bir sanattı. 79 Aiskhyios. Agamemnon, 257-58: KsenopHon, Şölen, 176a; Platon, Şölen, 176a. 80 Platon, Corgias, 451e; Atheneos, 694a; Aristophanes, Nu. 1364; Plutarkhos, Moralia, 615b. Yunanistan'da varlığını hâlâ sürdüren ve kuşkusuz çok eskilere dayanan bu geleneğin tarihini izlemek ilginç olurdu. Anglosakson İngiltere'sinde, akşamları köylüler içki içmek üzere bir araya geldiklerinde, herkes sırayla arp eşliğinde şarkı söylerdi. Geçen yüzyılın başlarında, İrlanda'da, Limerick ozanları aynı biçimde bir araya gelerek belli bir düzene bağlı olarak doğaçtan stanza'lar söylerlerdi; Limerick'in [birinci, ikinci ve beşinci dizeleri bir uyakta, üçüncü ve dördüncü dizeleri başka bir uyakta olan nükteli bir şiir, ç.n.] kökenini anlamak için bunları duymak bile yeterliydi. (P. Dinneen. Filidhe na Maighe, Dublin, 1906). Cambridge'deki öğrencilik günlerimde de her yıl benzer şölenler düzenlenirdi, ama doğaçtan şiir söyleme kimi uygunsuzluklara yol açtığından yasaklandı. 81 Tanrıların Doğuşu, 30-31. 82 ilyada, 9.186-89.

Y u n a n E p ik Ş ü r î n İ n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i

491

R e sim 77. D a n s eden gen ç kız: Attika şa ra p tası

Bir karışık noktayı daha açıklığa kavuşturursak, sorunumuz kalma­ yacak. Alkaios'un içki şölenlerinde söylenen kimi şarkıları, Sappho dörtlüğü biçimindedir.83 Peki, Sappho içki şölenlerinde söylenen şar­ kılar da yazıyor muydu? Kadınların da kendi aralarında şölen kurup gönül eğlendirdikleri düşüncesi, Victoria çağı bilginleri arasında destek bulmadı. Onlar, Yu­ nan kadınlarının temiz adına sürülmüş bir leke olarak gördükleri bu düşünceyi bir yana attılar.84 Şarap tanrısına tapınmanın daha çok ka­ 83 Alkman, 77-78, 85, 92. 84 R. Reitzenstein, Epigromm und Skolion, (Giessen, 1893), s. 18-19. illyria'da erkeklerin içki şölenlerinde

492

T a r İh ö n c e s ) Ege

dınlara düşen bir görev olduğu ve suyun pek az bulunduğu bir ülke­ de, kadınların tıpkı kocalan gibi şarap içip eğlenmelerinde ne gibi bir uygunsuzluk olabileceğini düşünmeye yanaşmadılar. Demokratik Ati­ na'da böyle bir alışkıya rastlanmadığı doğrudur. Ne var ki, Atina tüm Yunanistan demek değildi; hem sonra, demokratik Atina'nın kadınla­ ra karşı garip tutumu da pek ünlüydü. Oysa eski çağ yazarları, kadın­ ların şölen düzenleyip eğlenmeleri konusunda herhangi bir kaygıya kapılmış görünmüyorlar. Sikyon'lu bir hanımdan, Praksilla'dan, içki şöleni şarkılarının bestecisi diye söz ediyorlar; Sappho'dan da.85 Sappho, Lesbos adasında genç kızları toplum yaşamına hazırlayan bir okulun başındaydı. Toplum yaşamına hazırlayan okul diyorum ama, aynı kurumun daha ilkel bir biçimi olan erginleme okulu demek daha doğru olur sanırım. Bu okul, Alkman'ın Partheneion'unu yazdığı Sparta'daki agela gibi bir kadın tapımı derneğiydi gerçekte. Bu küçük topluluğun yaşamındaki en canalıcı anlar, öğrencilerin ev­ lenmek üzere ayrılıp gittikleri günlerdi. Sappho, aralarından ayrılan her kıza bir düğün şarkısı yazardı.86 Genç kızlar kadınların şenliklerin­ deki halkaya katılırlardı; bu şenliklerin en önemlilerinden biri de, Sapp­ ho'nun ağıtlar yazdığı Adonis bayramıydı.87 Bu genç hanımların ak­ şamlan neler yaptıklarını bilmiyoruz, ama Sappho'nun övgü'lerini oku­ dukları bir akşam yakarıları vardı sanırız. Dolayısıyla, akşam yemek­ lerinden sonra şarkı söylemeleri çok uzak bir olasılık olarak görülme­ melidir. Sam os'daki Adonis bayramında genç kızlar içkili eğlentiler düzen­ lerler, bu eğlentilerde birbirlerine bilmeceler sorarlardı.88 Adonis tapımının bu özelliği salt Samos'a özgü olmasa gerek, çünkü başka yerler­ deki tapanlarda da görülmektedir. Boiotia'da kadınlar Agriania sıra­ sında dışarı çıkıp yitik Dionysos'u ararlar; yemekten sonra da bütün akşamı birbirlerine bilmeceler sorarak geçirirlerdi.89 En eski çağlara kadar uzanan ve dünyanın çok yerinde rastlanan bil­ mece, kökeninde, topluluğa ahnma, kabul edilme gizlerini sorgulama­

85 86 87 88 89

kadınlann da bulunması olağandı; Claudius Aelianus, Variae Historiae. 3.15. Şu örneklerden, benzer bir alışkının tarihöncesindeki Yunanistan'da da var olduğu sonucu çıkarılabilir Odysseia, 4. 219-34; Aiskhyios, Agamemnon,- 254-58. H iç kuşku yok ki, aynı alışkı Atina'da da köle kızlar ve fahişeler için geçerliydi: Platon, Şölen, 176e. Aristophanes, V. 1240. Sappho, 115-33. Sappho, 21,107. Atheneos, 451b. Plutarkhos. Moralio, 717a.

Y u n a n E p İ k Ş İİ r î n î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i

493

nın bir yoluydu.90 Avrupa'nın birçok yöresinde olduğu gibi Yunanis­ tan'da da bilmece zamanla nitelik değiştirerek en sonunda bir çocuk oyununa dönüştü. Ama bilmecenin büyüsel anlamı şu öyküde çok açık değil mi: Ünlü bilicilerden Kalkhas, rakibi Mopsos'un sorduğu bir bil­ meceyi bilemeyince öfkesinden canına kıymış.91 Hint-Avrupa mitologvasmda bu tür öykülere çok rastlanır.92 Yunanistan'da bilmece ölçülü (vezinli) biçimini korumuştur. Bu da bilmecenin bir zam anlar şarkı gi­ bi söylendiğini göstermektedir. Demek, bu şenliklerde, kadınların belki de tıpkı o duvar resminde­ ki Minos'lu hanımlar gibi dışarda oturduklarını ve duruma uygun ko­ nularda doğaçtan müzikli bir sorgulama yürüttüklerini düşünebiliriz. Gerçi tablo tamamlanmıyor ama, erkeklerin akşam yemeği eğlentile­ riyle olan koşutluk ortada. Her ikisi de, en eski geçmişlerine dek izleri sürüldüğünde, klanın kamp ateşini çevreleyen alacakaranlıkta birbiri­ ni izleyen solo ve nakarat dizilerine varmaktadır. Bu incelemenin başında, klan toteminin etkinliklerinin yansılanışımn klan atalarının basanlarını yansıtan dramatik danslara nasıl dönüş­ tüğünü, böylece yiyecek üretme olanaklarının çoğaltılm ası için klan atalarının büyü gücüne nasıl başvurulduğunu görmüştük. Sınıf eşit­ sizliğinin artmasıyla birlikte bu ata ruhlarının nasıl birer tanrıya dö­ nüştüğünü de. Yunan tanrıları bile, egemen klanların ataları, kurucu­ ları olarak, kendilerine tapmanlarla ata bağlarını koruyorlardı. "Tanrı­ lar soyu ile insan soyu birdir," diyordu Pindaros.93 Ancak genel ola­ rak, sınıflı toplumun pekişmesiyle birlikte tanrılar kendilerine tapınanlara bir anababa ilgisi, sevecenliği gösteren, ama ölümsüzlük ayrıcalı­ ğına sahip olan ayrı bir soy olup çıktılar. Totem kuttöreninin evrilerek nasıl kurban sunma törenine, dans ve şarkı eşliğinde tanrıyla paylaşılan bir şölene dönüştüğünü de gördük. Bu, ev sahipleriyle konukların yemek yedikten sonra ilkin tanrılarına övgülerini gönderdikleri, ardından destansı atalarının geleneklerini anımsadıkları koral övgü'niin kökeniydi. İlk başlarda toplumun ana­ erkil yapısına uygun olarak tanrıçalara ve kadın kahramanlara övgü­ ler söyleyen kadınlar ağır basıyordu koral övgü'de. Ama daha sonra­ ları, savaşların yaygınlık kazanması ve kişisel mülkün çoğu kuzeyden 90 A. Pauly ve G. Wissowa, Realencyctopoedie der klossischen Alteriumswisserachafi, (Stuttgart, 18941937); The Growth o f Uteroture, 3.152-53, 834-36. 91 Strabon. 642-43. 92 The Growth o f Literature, 1. 474. 93 Pindaros, N. 6.1.

494

T A R tH Ö N C E St E g e

yeni gelen ataerkil askeri şeflerin elinde toplanması sonucunda, yeni türden bir koral övgü çıktı ortaya: Savaşçıl, erkeksi, kişisel ve dindışj. "Kadınların şan ve şerefi" yitip gitti. "Tanrıların şan ve şerefi" onur­ lu yerini koruduysa da, kesilip biçilip yeniden düzenlenerek yeni ko­ numuna uygun kılındı. Artık ağırlık "erkeklerin şan ve ş e r e flid e y ­ di; erkekler oradaydılar ve ozanı dinliyorlardı. Erkek ozan, dansçılar korosuna yol vermişti; geriye çalgısını, yani lirini de bırakması kalmış­ tı artık.

495

XVI

ARKEOLOJİ AÇISINDAN HOMEROS

1. Tarihlendirilebilir Öğeler Attika'lı tragedya yazarları, tarihsel tutarlılık kaygısı duymaksızın, kendi zam anlarının düşünce ve alışkılarını dile getirerek sahnedeki kahramanlarını az çok gündeş bir konumda sunarlardı. Epik gelenek­ se epey değişikti. Tıpkı genelde kahramanlık şiiri gibi epik şiir de bi­ linçli bir biçimde eskiseldi (arkaistik). Bu şiirlerde, Mykene uygarlığı sanki yeni yeni boy atıyormuş gibi anlatılır, o zamandan bu yana olup bitenler bilerek gözardı edilirdi. Sözgelimi, Peloponnesos'da Dor'lara, Anadolu'da İon'lara rastlanmazdı, silahlar tunçtandı, altın ve gümüş­ ten geçilmezdi. Bu ozanlar geçmişte yaşıyorlardı. Kuşkusuz, kimi ters­ likler de vardı. Ama yeri geldikçe anlattıkları kimi konulardan anlıyo­ ruz ki, bu ozanlar demirin kullanılışını iyi biliyorlardı. Sonra, temelde, kadınların toplumdaki konumu konusunda kafalarının epeyce karışık olduğunu daha önce saptamıştık. Gene de, eski çağlara ilişkin bilgile­ rinin genelde doğru olduğu arkeoloji tarafından onaylanmıştır. Homeros arkeolojisi, karşılaştırmalı bir incelemedir. Şiirleri kazılar­ da ortaya çıkarılan kalıntılar ışığında, kalıntıları da şiirler ışığında yo­ rumlar. Şiirlerde, arkeologların, erken ya da geç, on beşinci yüzyıldan oıı yedinci yüzyıla kadar belli dönemlere göre tarihlendirdikleri öğe­ ler -maddi nesnelerin ve toplumda uyulan kural ve törelerin tanımla­ maları- vardır. Bunlar bugüne kadar birçok kez tartışıldı. Burada, Ho­ meros eleştirisinin kimi ilkelerini aydınlatmak am acıyla yalnızca en açık seçik örnekleri ele alacağım. İh/ada'ııın On Birinci Bölümünde, Patroklos Nestor'un barakasından içeri bakar ve masanın üstünde iki ayaklı çok güzel bir kupa görür:

496

T a r ih ö n c e s i Eg e

A ltın k akm alıyd ı k up an ın ü stü , k ulpu v a rd ı tam d ö rt tan e, g a g a lıy o rd u h er k ulpu altın dan iki k u m ru .1 B u s o n a y r ın tı H o m e r o s u z m a n l a r ı n ı ç o k şa ­ ş ırtm ıştı; ta k i, M y k e n e 'd e k i d ö r d ü n c ü O lu k G öm i i t 'd e ç o k s ü s lü k u l p l a r ı o la n v e İly a d a 'd a k i ta n ım a ç o k y a k ın d ü ş e n b ir iç k i b a r d a ğ ı b u lu ­ n u n c a y a k a d a r .2

İlyada'nm O n u n c u B ö lü m ü n d e , M e rio n e s tol­ g a s ın ı O d y s s e u s 'a v e r i r : Resim 78. D ö rd ü n cü O lu k G ö m ü t’den b ir altın kupa

K ayışlarla iyicene gerilm işti tolgan ın içi, d ışına bir y ab an d o m u z u n u n ak dişleri çe p e çe v re , sık sık, u staca d izilm işti.3

B u b u l m a c a , M y k e n e s a n a tın d a k i to l­ g a ö r n e k le r i y le ç ö z ü l d ü ; ö te y a n d a n , g ö ­ m ü tle rd e b içü rıle n d irilm iş v e tu ttu r u lm a k ü z e r e b ir u ç la r ı d e lin m i ş y a b a n d o m u z u d iş i p a r ç a l a r ı n ı n b u l u n m a s ı , b u l m a c a y ı tü m d e n ç ö z d ü . P a r ç a l a r d e r i b a ş lığ ın içi­ n e t u t t u r u l m u ş v e y a n y a n a d ik ilm iş ti.4 B u iki ö r n e k o n b e ş in c i y ü z y ıl o la r a k ta r i h l e n d i r i l m i ş t i r , d o la y ı s ı y l a H o m e r o s g e le n e ğ in in M y k e n e ç a ğ ı n a k a d a r g e r i le ­ re u z a n d ığ ı y o lu n d a k i b e n im s e n m iş g ö ­ rü şü d o ğ ru la m a k ta d ır. A m a g e n e b u ö r­ n e k le r , a n la tı ld ık la r ı b ö lü m le r in o k a d a r e s k id e g e ç tiğ in i k a n ı tla m a m a k ta d ır , ç ü n ­ k ü e p ik ş i i r d e b u t ü r e s k i t a n ı m l a m a l a r g e le n e k s e l b ir e r iz le k o la r a k k o r u n u r , k u ­ ş a k la r b o y u d u r m a d a n a n la tı lır . B u r a d a y a ln ız c a b ö lü m le r in iç e r iğ i ta r ih le n d ir il­ m iş tir. 1 2 3 4

ilyada, 11. 632-35. M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 137-38. Bkz. Resim 78. ilyada, 10. 261-65. M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 138; Bkz. Resim 79.

ARKEOLOJİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

497

On Birinci Bölümde, Agamemnon Kıbrıs'dan armağan olarak gön­ derilen zırhını geçirir göğsüne: O n sırası k oyıı g ö k ta şın d a n d ı, o n iki sırası a ltın d a n , y irm i sırası k alay d an , iki y a n d a n b o y u n a d o ğ ru ü ç yılan d o la m y o rd u . K ro n o so ğ lu n u n ö lü m lü in san lara b ir belirti d iy e b u lu tlara d a y a d ığ ı g ö k k u şak ların ı a n d ırıy o rd u .5

Yılan M ykene'de süsleyici am açlarla kullanılm ıyordu, ama Feni­ ke'de ve Doğu biçem i taşıyan erken Yunan sanatında yaygındı.6 Bu zırh yedinci yüzyıldan daha eski olamaz. On Yedinci Bölümde, Troyalı dostlardan birinden, Euphorbos'dan "Tanrısal saçları hemen bulandı kana/altmla, gümüşle sarılı lüleleri kana bulandı"7 diye söz edilir. M ykene'li erkekler saçlarını lüle yap­ mazlardı, ama lüle saç altıncı yüzyılda hem erkekler, hem kadınlar ara­ sında geçerlikteydi.8 Euphorbos'un lüleleri, Agamemnon'un zırhından daha eski değildir. Bir nesneyi betimleyen sözcüklerin biçimi o nesneden daha yeni ola­ bilir, ama daha eski olamaz. Zırh ve saç yaptırma erken tarihsel döne­ me ilişkinse, İlyada'daki bu bölümlerin de erken tarihsel döneme değ­ gin olması gerekir ve aynı ölçüde geç ve daha ortaya çıkarılmamış baş­ ka şiirler de olması gerektiğinden bu şiirlerin yedinci yüzyılda hâlâ ya­ yılmakta olduğu sonucuna varabiliriz. Bir bütün olarak şiirlerin zamandizinirıi saptayabilmek için, böyle bir­ birinden kopuk bölümler yeterli değildir. Salt birer eklenti olarak açıklanamayacak kadar derinliğine gömülü ya da kapsamlı öğeler bulmaya çalışmamız gerekiyor. Gerçi böyle birçok öğe var, ama gene de çoğu tar­ tışmalı. Ben bunlardan ikisiyle yetineceğim: Gömme biçimi ve Helena.

2. Gömme Biçimi Mykene prensleri ölülerini gömerlerdi. Şiirlerdeyse ölüler yakılmak­ tadır. Daha sonraki dönem Yunanistan'ında her iki uygulama da sözko5 6

7 8

İlyoda, 11.19-28. M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 125-26. İlyoda, 17. 52. M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 127-30.

498

T a r i h ö n c e s i Eg e

nusuydu. Homeros arkeolojisinde en çok tartışılan çelişmelerden biridir bu. Genel olarak gömme kurallarıyla ilgili birkaç sözle başlayayım işe. Ölünün gömülmesi kuralının geçerli olduğu her yerde ölünün yanıbaşına çanak çömlek, araç gereç, silah, sözün kısası her türden alet bırakmak bir alışkanlık olagelmiştir. Uzmanların çoğu bu alışkanlığı öleni gelecekteki bir yaşam için donatmanın bir yolu olarak açıklamak­ tadır; birçok örnekte bu alışkanlığı uygulayan insanların kendileri de aynı nedeni göstermektedirler. Ancak çok iyi biliyoruz ki, ilk baştaki amaçlarından uzaklaşmış uygulamaların sürm esini haklı göstermek için durmadan yeni nedenler bulunup çıkarılır. Sözgelimi, bu uygula­ mada bu açıdan önemli sorunlar vardır. Ölünün yanıbaşına bırakılan her nesne yararcı bir değer taşımamaktadır. Kimileri, örneğin küçük yontular, kamış simgeleri, muskalar açıkça büyüyle ilgilidir. Dahası, çanaklar gömüte konulmadan önce çoğu zaman bilerek kırılmaktadır.9 Sanırız, en azından bunların öbür dünyada kullanılması düşünülmü­ yordu. Karsten'in ileri sürdüğü gibi, bu nesnelerin, içlerindeki büyü­ yü salıverm ek amacıyla kırılıyor olmaları çok daha olasıdır. Demek, aynı şey öteki nesneler için de düşünülebilir.10 Bunlar, ölenin kişisel eş­ yası olarak, onun yaşamından bir şeyler taşımaktadır; dolayısıyla onun eski durumuna döndürülmesinde özellikle etkili olacaklardır. Söz ko­ nusu uygulama, böyle yorumlandığında, aynı ölçüde yaygın olan baş­ ka gömme alışkılarına da uygun düşmektedir: Ölünün gömüte doğum­ dan önce dölyatağmdaki durumda yerleştirilmesi; kemiklerin aşıboyasına, kırmızıya boyanması; ölünün yanma tohum ya da yaprak serpil­ mesi; gömütün üstüne çiçek dikilmesi. Gömme töreni, özel bir ergin­ leme töreninden başka bir şey değildir. Amaç, yaşamı yenilemektir. Ölülerin yakılması da öyledir. Doğum ölüm, ölüm de doğum oldu­ ğundan, yeniden doğma ölüp yok olmayı gerektirir. Yaşlı Adem ölme­ lidir ki, onun bağrında yeni insan boy atabilsin. En yaygın erginleme törenlerinden biri de ateşle sınamadır; o arındırıcı yanıyla ateşle sına­ ma yeniden doğmaktan başka bir şey değildir. Ölülerin yakılmasının anlamı da budur. Gömme ve yakma, aynı ilkenin olumlu ve olumsuz yönleridir yalnızca; ama ilkenin parçalanıp dağılmasıyla birlikte ayrı niteliklere bürünmüşlerdir. 9

R. Karsten, The Civilisation o f the South American Indians, s. 244-45, 246, 251-53; J. Roscoe, The Banyankole, s. 147. Bu uygulama Yunanistan'da hâlâ sürmektedir N .C . Polites, "On the Breaking of Vessels as a funeral Rite in Modem Greece" (“Modem Yunanistan'daki Gömme Törenlerinde Çanak Çömlek Kırma Üstüne"), Journal o f the Anthropological Institute. (Londra, 1872-), 23. 29. 10 R. Karsten, The Civilisation o f the South American Indians, s. 244-45.

ARKEOLOJİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

499

Kimileri, yakmanın gömmeden daha maddeci bir bakış açısını içer­ diğini söylerler.11 Bu da yanlış bir değerlendirmedir. Ölünün kırık ça­ nak çömlekle yaşama geri döndürülebileceği inancı kaba ilkel madde­ ciliğin tipik bir örneğidir. Yakma inancındaysa, ölü yalnızca gövdeden ayrılmış bir ruh olarak varlığını korur. Homeros'da ruhun bir hayalet ya da yaşayan kişinin gölgesi olarak görülmesi, ruhun maddedışı ya da Ölümsüz bir şey olarak ele alındığı Orpheus'çu gizem ciliğe giden yolda atılmış bir adımdı. Soruna bu açıdan yaklaşırsak, Mykene'deki uygulama ile Homeros geleneği arasındaki uçurumun sanıldığı kadar geniş ya da derin olma­ dığını görürüz. Birçok Mykene göm ütünde ateş izi kalmıştır. Dendra'da bulunan yağmalanmamış bir gömüt, uygulamanın nasıl yapıldığını açığa çıkar­ mıştır sonunda: Ölü gömülmüş, ama kişisel eşyası gömü tün hemen ya­ nındaki sığ bir çukurun içinde yakılmış. İkinci bir çukur ise, gömme töreni sırasında kurban edilmiş insan ve hayvanların köm ür olmuş ka­ lıntılarıyla dolu.12 Nitekim, İlyada'da, Patroklos için düzenlenen tören sırasında Akhilleus dört at ve dokuz köpekle birlikte on iki Troyalı tut­ sak öldürür, Patroklos'un ölüsünün altında yanmakta olan ateşe atar hepsini.13 Böylece Patroklos'un ölüsü de yakılır. Bu gömme töreni, ola­ ğandışı ve korkunç bir olay olarak anlatılır. Homeros'daki olağan göm­ me töreniyse çok daha yalındır. Birkaç hayvan kesilip kurban edildik­ ten sonra ölü yakılır, kem ikleriyle külleri bir kutuya konur, kutu bir çukura indirilir ve üstünde bir gömiittaşı bulunan bir tümsekle örtü­ lür.14 Şimdi bu yakma mıdır, yoksa gömme mi? Kuşkusuz, ikisi de. Ölü gömme sekizinci ve yedinci yüzyıllarda uygulanıyordu, dola­ yısıyla Homeros ozanlarının bu olaya yabancı olm am aları gerekir.15 Ama onlar ölülerin gömülmesinden hiç söz etmezler. Bundan, Home­ ros ozanlarının kahramanlık çağının uygulaması olduğuna inandıkla­ rı şeye bağlı kaldıkları anlamı çıkarılmalıdır. Az önce gördüğüm üz gi­ bi, ozanların geleneği gerçek gelenekten değişikti. Çünkü Mykene dö­ neminde ölüyü gömüp eşyasını yakıyorlardı. Epik şiirdeyse ölü önce yakılmakta, sonra gömülmektedir. Homeros destanlarındaki işlem da­ lı 12 13 14

H.L. Lorimer, "Pulvis et Umbra "Jo u rn a l 0/ Hellenic Studies, (Londra, 1880-), 177. M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 155. İlyada, 23.164 69. İlyada, 24. 788-801, 6.418-19: Odysseia, 1.291,2.222; İlyada. 21.320-21,23.91.239,252-53; Odpseia, 24. 6S-84. 15 H.L. Lorimer, "Pulvis et Umbra". 170-71.

5oo

T a r ih ö n c e s i Eg e

ha yalındır ve kuşkusuz Mykene'deki işlemden kaynaklanmış olması gerekir; yoksa neden külleri toprağa gömsünler? Eğer Mykene ve Pylos hanedanlarının soyundan inen Aiol ve İon soyluları arasındaki kural bu idiyse, o zaman ozanların kahramanlık çağına neden bu kuralı ya­ kıştırdıkları açıklık kazanmaktadır. Ve eğer, yurtlarından kalkıp baş­ ka yerlere göç eden bu insanları atalarmın uyguladığı kuraldan uzak­ laşmaya neyin zorladığını soracak olursak, bunun yanıtının, yeni yurt­ larının kısıtlı olanakları içinde böyle bir uygulamayı yerine getirebile­ cek durumda olmamalarında yattığını görürüz. Vardığım bu sonuç desteksiz kalsaydı tek başına bir ağırhk taşıma­ yacaktı, çünkü bir arkeolog değilim ben. Ama Akha'larm ölülerini Yu­ nanistan'da da bilinem eyecek kadar eski bir zam andan beri yakıyor olabileceklerini, ancak Mykene etkisi altında uygulamada değişiklik yapmış olmalarının da gözden uzak tutulmaması gerektiğini bile ileri süren Lorimer'ın vardığı sonuca da yakındır benim ulaştığım sonuç.16 Eğer ölüyü yalnızca yakmakla yetinip kalıntıları gömmeselerdi, arke­ ologun bulacağı hiçbir şey kalmazdı geriye.

3 . H e le n a Yüzünün güzelliği uğruna bin geminin denizlere yelken açtığı He­ lena bir söylencedir; kadının ölümsüz güzelliğinin söylencesi: G ü n ışığı in er g ö k y ü z ü n d e n , G en ç v e g ü zel ö lü r eceler, H e le n a 'n m gözlerin i to p rak ö rter.

Bu söylencenin kaynağına ilişkin yöntemlice bir araştırmanın, onu yaratan ozanlara olan tutkumuzu daha da artıracağını göstermeye ça­ lışacağım. Helena'nm söylencedeki kökeni artık hemen herkesçe benimsen­ m iştir.17 Kuğu kuşuna dönüşen Zeus'un gebe bıraktığı Karia'lı "kadm "m (bkz. Kültürlerin Çatışması başlıklı bölümde: 4. Batı Yunanis­ tan'daki Leleg'ler) doğurduğu yumurtadan çıkan Helena, hem Karia'lı Leleg'lerin tapımmda bir su kuşu olarak simgelenen Bataklıkların Ar16 Aynı yerde, 176. 17 M.P. Nilsson, Mycenaean Origin o f Creek Mythology, s. 74-75,170-75.

A rk eo lo ji A ç is in d a n H o m e r o s

501

tem is'ine,18 hem de Fenike'lilerin aydan düşen bir yumurtadan çıkan Aphrodite-Astarte'sine yakındır.19 Helena'nın sevgilisiyle kaçışının öy­ küsü, ancak bölük pörçük bildiğimiz yitik Homeros'su destanlardan birinde, Kypria'da (Kıbrıs Destanı) anlatılmıştı. Aleksandros (öbür adıy­

la Paris) günlerden bir gün Sparta'ya Menelaos'u görmeye gider, ama lam o sırada evsahibi M enelaos G irit'e çağrılır, daha aradan üç gün geçmeden Aleksandros Helena'yla birlikte soluğu Troya'da alır. Bu 18 T. Harrisson, Savage Civilisation (Yabanıl Uygarlık), (Londra, 1937), s. 114; F. Imhoof-Blumer ve P. Gardner, "Num ism atic Commentary on Pausanias", Journal of Hellenic Studies, 1.103. 19 Hyg. F. 197. Helena'nın yumurtasının da aydan yere düştüğü söyleniyordu: Ath. 57f; Plutarkhos, Moralia, 637b.

502

T A R İH Ö N C E S İ EG E

öyküden İlyada'da yalnız bir kez söz edilir: O da, Hekabe Athena için şal seçerken dolaylı olarak: G ü zel koku lu a m b a ra indi an a, O rd a renk ren k şa lla r v a rd ı, S id o n ia'lı k ad ın ların işlediği şallar. Y a y g ın d en izin ö tesind en H elen e'y i k a çırd ığ ın d a , T an rıy a b e n z e r A lek san d ro s S id o n 'd an g e tirm işti.20

Herodotos'un da ayırdma vardığı gibi İlyada'daki bu bölüm Kypria ile çelişmektedir.21 Aleksandros, Sparta'dan Troya'ya dönerken neden Fenike'nin başkentinden geçmiştir? Troya kentinin düşüşünden sonra M enelaos'un yaptığı yolculuklar Odysseia'da anlatılır.22 Agamemnon'la kavga eden Menelaos, kış bas­ tırmadan Ege Denizi'ni aşma kaygısıyla Agam em non'u almadan ge­ miye atlar, yola çıkar. Lesbos'da, yurduna erişmeye çalışan Nestor'la karşılaşır, gemileriyle yan yana yelken açarlar, Sunion'a varırlar. Ora­ da dümencisi ölünce Menelaos mola verir, zaman yitirir. Yeniden yel­ ken açıp da Maleia dağının sarp kayalıklarına geldiğinde bir kasırga patlar, gemiler Mısır ve Girit'e sürüklenir. Yurduna döniinceye dek ye­ di yıl geçer aradan. Menelaos Kıbrıs'a, Fenike'ye, Ethiopia'ya, Mısır'a ve Libya'ya uğrar. Mısır'dayken, tanrıların istediği bir kurbanı kesip sunmadığı için bir fırtına çıkar, Menelaos'u Pharos adasında ahkoyar. Orada, Deniz İhtiyarı Proteus'la karşılaşır. Proteus, yazgısını anlatır Menelaos'a: S ana M e n e la o s, Z e u s'u n besled iği, n asip d eğil a t y etiştiren A rg o s 'ta ö lü p k aderini d o ld u rm a k , ö lü m s ü z d ü n y a n ın u cu n a g ö tü re ce k sen i, E ly sio n o v a sın a , sarışın R h a d a m a n ty s'in y a n ın a , ö y le ra h a t y a ş a r ki in san lar o rd a : H iç kış o lm a z , n e k ar y a ğ a r, n e y a ğ m u r, in san ları serin letm ek için y ü k selir O k e a n o s'ta n ese n yelleri Z e p h y ro s 'u n tatlı tatlı. 20 İlyada. 6.288-92. 21 Herodot Tarihi. 2. 117; Aiskhylos, Agamemnon. 696. Kypria1nm bu bölümü daha sonraları ilyada’ye uydurulmak üzere yeniden yazıldı; Proclus, Chr. s. 103; bkz. T.W. Allen, Homer: Origins and Transmission, (Oxford, 1924), s. 151. 22 Odysseio, 3.130-69, 276-302,4. 351-586.

ARKEOLOJİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

5O3

N ed en m i b öyle o lacak bu, sen H elen e'n in k o cası, Z e u s'u n d am ad ısın da o n d a n .

Bunun üzerine M enelaos M ısır'a döner, tanrılara kurbanları su ­ nar, yola çıkıp Sparta'ya gelir. Onu Sparta'da tüm öyküyü Telem akhos'a anlatırken buluruz; Helena da çırağıların ışığında iş işlem ek­ tedir. Bu öykünün ilginç yanı, az önce alıntıladığımız bölümü saymazsak, Helena'yı pek önemsememesidir. Krallar Helena uğruna Troya'yı yağ­ malayacaklarına ant içmişlerdir; oysa bu öyküde, Helena'nın on yıl kan döküldükten sonra kocasına geri verildiğini ve yedi yıl denizlerde do­ laşan kocasına bağlı kaldığını varsaymaktan başka bir seçenek bırakıl­ mıyor bize. Helena'nın Menelaos'un serüvenlerindeki konumu konu­ sunda bütün öğrenebildiğim iz, Helena'ya iki kez şöyle bir değinilen dizelerden çıkarabildiklerimizden öteye geçmiyor: Hekabe'nin gümüş sepeti Mısır'daki Thebai kentinin kralı Polybos'un eşi Alkandre'nin ar­ mağanıdır. Bir de, Helena'nın bir ilacı vardır; Mısır'da Thon'un eşi Polydamna vermiştir bu ilacı ona; ilaç içkiye atıldığında yası öfkeyi dindir­ mekte, tekmil acıları unutturmaktadır.24 Helena savaştan önce Fenike'ye gitmişti; savaştan sonra yurduna Mısır'dan döndü. Peki, Troya'ya hiç gitmiş miydi acaba? Stesikhoros, hayır diyor. Yalnızca hayali gitmiş Troya'ya Helena'nın. Bir hayalet uğruna savaşılmış. Gerçi daha önceki bir şiirinde Stesikho­ ros Homeros'daki yorumu benimsemişti, ama sonra ansızın görüş de­ ğiştirdi ve ünlü reddiyesini yazdı: "Bu öykü doğru değil. Sen ne bir ge­ miye ayak bastın, ne de Troya'nın surlarına çıktın."25 Bu görüş zaman zaman salt kimin söylediğine bakılarak doğru sayılmıştır, ama bir Yu­ nan ozanının sırtım dayayacağı başka bir yetkili olmadan İlyada'ya mey­ dan okumayı göze almış olabileceğine inanmak güçtür. Nitekim, Stesikhoros'un gerçekten güvendiği böyle bir yetkilinin var olduğu anla­ şılıyor. Çünkü Tzetzes'e bakılırsa, Helena'nın hayaleti düşüncesini da­ ha önce Hesiodos da ortaya atmıştır.26 23 Odysseio, 4. 561-69. 24 Odysseio, 4. 125-32, 220-30. 25 Stesikhoros. 11. Homerosoğulları arasında, Helena'nın bir gün Homeros'un düşüne girdiği ve ondan “Troya seferi" üstüne bir şiir düzmesini istediği söylenirdi: Iso, Hel. 64-65. Aynı türden başka öyküler için bkz. Pausanias, 9. 23. 3; Platon, Phaidon, (Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri: 12, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1945, ikinci basım), 60e; Plutarkhos, Moralia, 543a. 26 Hesiodos, fr. 266; Lykophron, 822.

504

T a r i h ö n c e s i Eg e

B ir ta r ih ç i o l a r a k e k s ik le ri b u lu n m a s ın a k a r ş ın , y e te n e k li b ir edebi­ y a t e le ş t ir m e n i o la n H e r o d o t o s d a a y n ı s o r u n u e le a l m a k t a d ı r . H e ro d o t o s , M ıs ır k ra lla r ın ı a n la tı r k e n b u s o r u n a d e ğ i n m e k t e d i r : P h e ro s 'd a n so n ra g e le n , b ana d ed ik lerin e g ö re , M en ıp h is'U b irisid ir; a d ı, Y u n an sö y le y işin e g ö re P ro te u s 'tu r v e b u g ü n M e m p h is'te p ek g ü ­ zel, pek bakım lı b ir k utsal y eri [tem en os] v a rd ır; H ep h a isto s tap ın ağ ı­ nın g ü n e y y ü z ü n ü n karşısına d ü şer. T y r Fenike'lileri b u n u n çevresin ­ d e o tu ru rla r v e b ü tü n b u ralara T y r'lü le r m ah allesi d enir. P ro te u s'u n bu yerin d e, Y ab an cı A p h ro d ite tap m ağ ı denilen bir tap ın ak v a rd ır. Bu ta­ p ın ak , T y n d a re o s kızı H elen e için k u ru lm u ş olsa g e re k tir; b an a an latı­ lan v e H elen e'y i P ro te u s'u n y an ın d a g ö steren h ik ay ed en v e A p h ro d ite 'y e tak ılan Y a b a n cı sıfatın d an ben böyle çık a rıy o ru m . Ç ü n k ü bu ta n ­ rıça, b aşk a h içb ir ta p m a ğ ın d a b öyle anılm ış d eğ ild ir.27 H e r o d o t o s , b u s ö y l e d i k l e r i n i n a r d ı n d a n , t a p m a k t a k i r a h ip le r d e n d in le d iğ i ö y k ü y ü a n la tı y o r : A l e k s a n d r o s , H e l e n a 'y ı S p a r t a 'd a n k a ç ır­ d ık ta n s o n r a T r o y a 'y a d o ğ r u d e n i z e a ç ılm ış . A m a te r s e s e n y e lle r on u M ıs ır k ıy ıla rın a a tm ış . M ıs ır 'd a , A l e k s a n d r o s 'u n k im i k ö le le r i o n u n M en e l a o s 'u n y a p tık la r ın ı r a h ip le r e a n la tm ış la r . N il ı r m a ğ ı n ı n a ğ z ın ı b e k ­ le y e n T h o n is d e d u r u m u P r o te u s 'a ile tm iş. B u n u n ü z e r i n e P r o te u s A leks a n d r o s 'u y a k a l a t m ı ş , H e l e n a 'y ı d a k e n d i k o r u m a s ı a lt ın a a lm ış . S o n ­ ra d a , A l e k s a n d r o s 'a ü ç g ü n iç in d e ü lk e d e n a y r ı lm a s ın ı b u y u r m u ş . R ah ip lerin b ana a n lattık ların a g ö re, H elen e, P ro te u s 'u n y a n ın a böyle gelm iş; zate n b an a ö y le g eliy o r ki, bu h ik ayeyi H o m e ro s d a b iliyord u ; am a h erh ald e an lattığ ı d e sta n a layık b u lm am ış o la ca k ki b un u bilerek k ü çü m sem iştir, a m a bildiğini d e belli etm iştir; b u , İly a d a 'n m , A lek san d ro s'u n g ö çe b e gezişini v e H elen e'y i k açırırk en , en so n Fen ik e'd ek i Sid o n 'a y a n a ş m a d a n ö n ce, nasıl o kıyıdan bu kıyıya atıldığını an latan (ve d estan ın başka bir y e rin d e tersi söylen m iş o lm a y a n ) d izelerin d en an la­ şılm ak tad ır.28 H e r o d o t o s d a h a s o n r a ş a lla ilg ili b ö lü m d e n b ir a k t a r m a y a p ı y o r ve b u b ö l ü m d e a n la tı la n ın K y p ria1d a k i y o r u m l a ç e liş tiğ in i s ö y le y i p H e le ­ n a 'n m M e n e l a o s 'a n a s ıl d ö n d ü ğ ü n ü ş ö y le d ile g e t i r i y o r : 27 Herodot Tarihi, 2. 112. 28 Aynı yerde. 2.116.

ARKEOLOJİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

505

M en elao s M ısır'a gelir, M e m p h is'e d o ğ ru yelken a ç a r; olan ı biteni d o s ­ d o ğ ru an latır; ço k iyi karşılanır, bir sıkıntı çek m em iş olan H elen e'y i alır v e on u n la b erab er b ü tü n servetin i geri getirir. A m a M en elaos, b ütün bu iyiliklerine karşılık M ısır'a haksızlık etm iştir. Y o la çık acağ ı sıra d a u y ­ gu n rü z g â r b u la m a d ığ ı için o ld u ğ u y e rd e k alm ış; bu b ö y le u z a y ın c a , d in e ayk ırı bir kurban k esm ek istem iş; iki M ısırlı ço cu k alm ış, bıçak la b o y u n ların d an kesm iş. S o n rad an bu su ç o rta y a çıkınca p a ça la rı tu tu ş­ m u ş, g em ileriy le b erab er L ib y a 'y a k açm ış.29

Durmadan yinelenen Proteus, Pharos ya da Pheros, Thon ya da Thonis gibi adlar Herodotos yorumunun Homeros yorumuyla belli bir bağıntısı bulunduğunu gösteriyor, ama bu iki yorum gene de te­ mel noktada çelişiyor. Helena Troya'ya hiç gitmemişti; yalnızca M ı­ sır'a gitmişti. Peki, Helena'nın Mısır'da kalışıyla ilgili bu öykü ne ka­ dar eskiydi? Pharos adası Nil Deltası'nın hemen dışındadır. Oysa Odı/sseia'da bu adanın kıyıdan gemiyle bir günlük yolda olduğu anlatılır.30 Yunanlı­ ların D elta'da, Naukratis kentinde bir tecim merkezi kurdukları İ.Ö. 600 yılından sonra, Pharos adasının uzaklığının böylesine yanlış hesap­ lanması olanaksızdır. Kaldı ki, Yunanlılar Nil dolayını büyük bir ola­ sılıkla çok daha öncelerden biliyorlardı. Dahası, Lorimer ve Nilsson'un belirttikleri gibi, Mısır'daki Thebai kentinden sanki krallık başkentiy­ mişçesine söz edilmektedir. Oysa Asurbanipal Mısır'daki Thebai ken­ tinin İ.Ö. 663 yılında tümden yok etmişti ve bu kent on üçüncü yüzyıl­ dan sonra hiç başkent olmamıştı.31 Herodotos'daki yorumun eskiliğini doğrulayan bir başka nokta da­ ha var. Bu nokta, Homeros yorumunda eksik olanı tamamlıyor. Odysseia'da şöyle bir değinilen kurban kesme olayı, Herodotos'a Memphis'de anlatılanlarla açıklığa kavuşuyor. Çünkü M enelaos'un, erkek kardeşinin benzer bir durumda yaptığını yaptığı, aynı türden bir kuttörene başvurduğu anlaşılıyor. İphigeneia'nm kurban edilm esinden söz ediyorum. Herodotos'a olayı anlatanlar, Tyros'lular mahallesindeki Aphrodi­ te rahipleriydi. Demek, bu öykü Fenike kökenliydi. Ancak, bu nokta­ da, Dracontius'un sürdüregeldiği bir başka yorumu da gözden kaçır­ 29 Aynı yerde, 2.119. 30 Odysseio, 4. 354-57. 31 H . L Lorimer “Homer’s Use of the Past" (“Homeros’un Geçmişten Yararlanması”) Journal o f Hellenic Studies, 49.153; M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 157-58.

5o 6

T a r İh ö n c e s İ E g e

m a m a l ı y ı z .32 A l e k s a n d r o s , H e l e n a 'y l a K ıb r ıs 'd a k i A p h r o d i t e ta p ın a ­ ğ ın d a k a r ş ıl a ş ır v e t a m M e n e la o s G i r it'd e n K ıb r ıs 'a g e ld iğ i s ır a d a H e ­ le n a 'y l a b ir lik te g e m i y e a tl a y ıp T r o y a 'y a d o ğ r u y e lk e n a ç a r . D r a c o n tiu s K a r t a c a 'n ı n y e r l is iy d i, d o la y ıs ıy la o d a b ir F e n ik e 'li y d i . H e r o d o t o s v e D r a c o n t iu s , H e l e n a 'n m g e r ç e k t e D o ğ u A k d e n iz li o l­ d u ğ u v e A p h r o d i t e - A s t a r t e 'n i n te m e lin i o l u ş t u r d u ğ u n o k t a s ın d a bin­ le ş i y o r la r . H o m e r o s 'd a F e n ik e 'd e k i S id o n k e n t in e y o l c u l u ğ a d e ğ in ilm e s in in a r d ı n d a y a t a n b u d u r . H e l e n a 'y ı S p a r t a 'y a y e r l e ş t i r e n v e T ro ­ y a 'y a g ö n d e r e n l e r , H o m e r o s o ğ u l l a r ı o ls a g e r e k t i r . H o m e r o s o ğ u l l a r ı , H e l e n a 'n m D o ğ u A k d e n i z l i k ö k e n in i u n u t t u r m a y a ç a l ı ş m ı ş l a r , a m a a r a d a is t e m e y e r e k a ğ ız l a r ın d a n k a ç ır m ış la r d ır . D a h a s o n r a , H e le n a 'n m D o ğ u A k d e n iz k ö k e n li o lu ş u , K yp ria'd a g e n e g ö z d e n k a ç ırılm ış tır. O n u n g e r ç e k k ö k e n i, g e r ç e k H e l e n a ile d ü ş s e l H e le n a a r a s ı n a b ir a y ır ım k o ­ y a r a k d u r u m u d ü z e l t m e y e ç a lış a n H e s i o d o s o k u l u n c a a n ım s a n m ış tır . F e n ik e 'lile rin d o k u z u n c u y ü z y ıld a n ö n c e E g e ile d o la y s ız h iç b ir b a ğ ­ la n tıla rı o l m a d ı ğ ı s ö y le n e b ilir . D o ğ r u d u r b u . Y u n a n y e r l e ş im m e r k e z ­ l e r in d e y a p ıla n k a z ı l a r d a ç ık a r ıla n , M ıs ır v e A s u r ö r n e k le r i n e b a k ıla ­ r a k y a p ılm ış F e n ik e g ü m ü ş ç a n a k l a r ı d a b u n u g ö s t e r m e k t e d i r . S ö z ü n ü e ttiğ im iz g ü m ü ş ç a n a k l a r s e k iz in c i y ü z y ıld a n d ı r . D a h a ö n c e le r i , b ü y ü k b ir o la s ılık la F e n ik e g e m i le r iy l e g e tirilip s a tıla n , M ıs ırlıla rın k u ts a l s a y ­ d ık la r ı b o k b ö c e k le r i n e v e k ü ç ü k y o n tu la r a r a s t la n ıy o r . A p h r o d ite 'n in b u d ö n e m d e K ıb r ıs 'lı v e K y t h e r a 'h d iy e ta n m d ığ ı k e s in d ir .33 F e n ik e 'lile r K ıb r ıs 'a a ş a ğ ı y u k a r ı o s ır a la r d a y e r l e ş m iş le r d i v e K y t h e r a a d a s ı F en ik e 'lile r in E g e D e n iz i 'n d e k i te c im d u r a k l a r ı n d a n b i r i y d i .34 N ils s o n , b ü tü n b u n la r a d a y a n a r a k , F e n ik e 'li le r in o n u n c u y ü z y ı l d a n ö n c e E g e D e n iz i 'n e g i r m i ş o la m a y a c a k l a r ı n ı ile ri s ü r ü y o r ; T r o y a S a v a ş ı 'm n g e ­ le n e k s e l ta r ih in in iki y ü z y ıl s o n r a s ı d e m e k tir b u .35 F e n ik e 'li le r in O d y sseia 'd a a n la tıla n ö y k ü l e r i, F e n ik e 'li d e n iz c ile r in E g e s u la r ı n d a d o la ş tı k l a r ım g ö s te r m e k te d ir . D o l a y ıs ıy la , F e n ik e 'lile rin E g e 'd e k i v a r l ı ğ ı o n u n c u y ü z y ı l a y a d a d a h a s o n r a l a r a y a k ış tı r ılm a lıd ır .36 A m a A l e k s a n d r o s v e M e n e la o s 'u n y o lc u lu k la r ı , E g e li d e n i z c ile ­ rin F e n ik e s u l a r ı n d a d o la ş tı k l a r ın ı o r t a y a k o y m a k t a d ı r . F e n ik e 'lile rin d a h a D o ğ u A k d e n i z 'e e g e m e n o lm a d ık la rı d ö n e m e , D e n iz H a lk la rı'n ın S u r iy e v e F ilis tin 'e a k m e ttik le ri, N il D e lta s ı'n ı y a ğ m a l a d ı k l a r ı d ö n e m e 32 33 34 35 36

Dracontius, Rapt. Hel. ilyada, 5. 330, 8. 288,18. 193; bkz. Pausanias, 3. 23.1. Herodot Tarihi, 1.105. M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 134. Odysseia, 13. 271-86,14. 288-91,15. 415-84; bkz. ilyada, 23. 740-47.

ARKEOLOJİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

H a rita X . A n ad o lu ve Karadeniz

507

508

TA RİH Ö N C ESİ EGE

g e r i g it m e k te d ir le r . B u n la r a r a s ı n d a , H itit b e lg e le r in d e n ö ğ r e n d i ğ i m i ­ z e g ö r e , d a h a İ.Ö . 1 2 4 0 y ılın d a K ıb r ıs 'a y e r l e ş m iş o la n A k h a 'l a r d a v a r ­ d ı.37 A n la ş ı la n , P h e r o s d a a y n ı d ö n e m d e n d i r , ç ü n k ü X I X . H a n e d a n ın k r a ll a r ın d a n b iri o l a r a k b e lir le n m iş ti r .38 P e k i, F e n ik e 'li A p h r o d ite 'n in izi o d e n li g e r i le r e s ü r ü le b ili r m i ? Ö y le g ö r ü n ü y o r k i, s ü r ü le b ilir . O n B irin c i B ö l ü m d e , K a d m o s 'u n k ö k e n in i t a r t ı ş ı r k e n , s o n z a m a n ­ la r d a K u z e y S u r i y e 'd e g e r ç e k le ş t ir il e n v e M in o s G i r it'i v e M y k e n e Y u ­ n a n i s ta n 'ı ile b a ğ ın tıla r ı a ç ığ a ç ık a r a n k a z ıla r d a n s ö z e t m e v e O r ta M i­ n o s k ü l tü r ü n ü n k im i ö ğ e le r in in b u b ö lg e d e n k a y n a k la n m ı ş o la b ile c e ­ ğ i g ö r ü ş ü n ü o r t a y a a t m a o la n a ğ ı b u lm u ş tu k . B ö y le i d iy s e , o z a m a n iki y ö n lü b ir a k ım s ö z k o n u s u y d u : O r ta M in o s d ö n e m i n d e S u r i y e 'd e n G ir i t 'e v e K n o s s o s 'u n d ü ş m e s in d e n s o n r a M y k e n e 'd e n S u r i y e 'y e . B irin ­ c is i, D e m e t e r 'i G i r i t 'd e n Y u n a n i s t a n 'a g e ti r e n K a d m o s 'u n n iç in F e n i­ k e 'li s a y ıld ığ ın ı a ç ık lı y o r . İk in c is iy s e , H e le n a s ö y le n c e s in in D o ğ u A k ­ d e n i z 'i y a ğ m a l a y a n A k h a 'l ı d e n i z c ile r d e n k a y n a k la n d ığ ın ı d ü ş ü n d ü ­ rü y o r. B ir g i i v e r c i n - t a n r ı ç a o la r a k A p h r o d i t e - A s t a r t e , H itit r e s i m y a z ıia r ın d a g e ç e n K u b a b a 'n ın , K a r g a m ış ta n rıç a s ın ın s o y u n d a n in m i ş tir .39 T a n ­ r ı ç a K u b a b a , e ş i S a n d a s 'l a b irlik te , G ü n e y b a tı A n a d o l u 'd a d o ğ m u ş t u r ; o r a d a o n a K y b e b e a d ıy la r a s t la r ız .40 Y u n a n A p h r o d i t e 's i n i n a n a s ı o la n M in o s g ü v e r c i n - t a n r ı ç a s ı y l a d a b ir b a ğ ın tıs ı o ls a g e r e k . D o l a y ıs ıy la , ta­ r ih s e l d ö n e m d e k i A p h r o d i t e , s a n la r ı n d a n ik is in i d o k u z u n c u v e s e k i­ z in c i y ü z y ı l l a r d a g e t i r i l e n F e n ik e ta n r ı ç a s ın a b o r ç l u o lm a k l a b irlik te , b u ta n r ıç a n ın k e n d is i S u r i y e 'y e y e r le ş e n E g e lile rin e tk is i a lt ın d a b iç im ­ le n m i ş ti. S ö z ü n k ıs a s ı, b ü t ü n b u n l a r , T y r o s 'l u l a r m a h a l l e s i n d e k i Y a ­ b a n c ı A p h r o d i t e t a p ın a ğ ı ra h ip le r in in a n la ttığ ı H e l e n a ö y k ü s ü n ü n , b ir z a m a n l a r F e n ik e 'li le r in A k h a 'l a r la p a y la ş tığ ı b a ğ ım s ı z b ir ö y k ü o ld u ­ ğ u n u g ö s te riy o r. P e k i, H e l e n a 'n m iz le ri b ir ta n r ı ç a y a v a r ı y o r s a , M e n e l a o s n e r e y e ç ı­ k a r ? M e n e la o s H e l e n a 'd a n d a h a g e r ç e k o lm a k la b irlik te , o b ile tü m d e n b u d ü n y a d a n d e ğ ild ir . D a h a ö n c e d e g ö r d ü ğ ü m ü z g ib i, E l y s i o n 'a , b a ş ­ ka b ir d e y iş le C e n n e t 'e g ö n d e r ili r M e n e la o s . B u b e n z e r s iz a y r ıc a lık " Z e ­ u s 'u n d a m a d ı o l d u ğ u i ç i n " v e r i lm iş t ir o n a .41 37 38 39 40 41

E. Cabaignac, Le probleme hittite, (Paris, 1936), s. 95. C.A. Wainwright, The Sky-Religiorı in Egypt (Mısır’da Gök Dini), (Cambridge, 1938), s. 75. E. Cavaignac, Le probleme hittite, s. 168. Herodot Tarihi, 5.102. Kadmos ile Rhadamanthys de Elysion Çayırları’na, Fenike'lilerin deyişiyle “El'in Ç ayırların a gönderilmişlerdi: C.F.A. Schaeffer, Cuneiform Texts of Ras Shamra, (Londra, 1939), s. 61.

ARKEOLOJİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

50 9

Sparta'dan altı yedi kilometre uzaklıkta, Eurotas ırmağına bakan bir Mykene yerleşim merkezi vardır: Therapne. Therapne'de, Menelaos ile Helena'nm gömülü oldukları söylenen bir tapmak bulunmaktaydı.42 Ancak bu söylenti Menelaos'un ölümsüzlüğü söy­ lencesiyle çelişmemektedir. Tam tersine, söylen­ ceye açıklık getirm ektedir. Çünkü Therapne'de, Helena'nm yanı sıra M enelaos'a da bir tanrı ola­ rak tapınılmaktaydı.43 Menelaos, o yörenin Helena-Aphrodite'siyle evlenerek tahta çıkmış bir rahip-kral mıydı yoksa? Yalnızca bir varsayım bu, ama benzer bir örnek güçlendiriyor bu varsayımı. Kinyrasoğulları, yani Kıbrıs'ın rahip-kralları, Aphrodite rahibi Kinyras'ın kızlarından biriyle evlenmiş olan Akha şefi Teukros'un soyundan geldiklerini savunuyorlardı.44 Kinyrasoğullarının Akha'larla olan ilişkilerine Ho­ Resim 81. Güvercin meros'da da değiniliyordu: Agamemnon'a göğüs başlı Aphrodite: Kıbrıs zırhını armağan eden Kinyras'dı. Kinyrasoğullaterrakottası rmın sarayı, A phrodite'nin de yaşadığı yer olan Paphos'daydı.45 Tarihsel dönemde Paphos'da en büyük Aphrodite tapınaklarından biri vardı. Kral gömütleri çevrede bulunuyordu ve rahiplik ailenin ayrıcalığındaydı.46 Kinyrasoğullarının bir anlamda A phrodite'ye eşlik ettikleri yolundaki görüş, Kıbrıs adasının ata adı da olan Kypros'un, Tanrıça Aphrodite'nin Kinyras'dan olan çocuğu olduğunu dile getiren öyküden kaynaklanmaktadır.47 Bu tapım Kıbrıs'a Kuzey Suriye'den gelmişti. Lübnan'da Kinyras'ın yaptırdığı bir Aphrodite tapınağı vardı.48 Aphrodite'nin gönül verdi­ ği Adonis'den dolayı kutsal sayılan Byblos kentindeyse Kinyras'ın bir sarayı bulunuyordu.49 Dahası, Kinyras'ın bir Asur kralı olduğu bile söylenir.50 Gerçekte bütün bunlar birbirini tutmaktadır. Söylenceye ba­ 42 43 44 45 46 47 48 49

Pausanias, 3 .1 9 .9 ; Herodot Tarihi, 6. 61. 3. isokrates, Hel. 63. Pausanias, 1. 3. 2; Pindaros, P. 2.15-17. Odysseia. 8 . 362-63. Tacitus, Historioe, 2. 3; Pausanias, 2.29; Ptol. Meg. 1. P h ilo ste p h .il. Luc, DSyr. 9; Strabon, 755; kz. Herodot Tarihi. 1.105. 3. Strabon, 755; Luc. DSyr. 6 ; S.H . Hooke, Myth and Ritual (Mitos ve Kuttören), (Oxford, 1933), s. 8283. 50 Hyg. F. 58, 242, 270.

510

T A R İH Ö N C ESİ E g e

kılırsa, Babil'in anatanrıçası İştar ile erkeği Temmuz, Suriye ve Kıbrıs üstünden Yunanistan'a aktarılarak Aphrodite ile Adonis adlarını al­ mışlardır. Tapınma törenlerindeyse, rahip-kral Suriye ve Kıbrıs'da Kinyras adıyla, Sparta'da Menelaos adıyla belirmektedir. Bu benzeşme doğruysa, kadın kahramanımız Helena'nm yaşam öy­ küsündeki en önemli olay, yani sevgilisiyle kaçması da açıklığa kavuş­ maktadır. Genellikle, Helena'nm ırzına geçilmesinin kuttörensel bir te­ mel taşıdığı görüşünde birleşilir. Buna benzer birçok öykü vardır. Ama bunların en yakını az önce ele aldığımız tapmadadır. Tıpkı Suriye ve Babil'deki aynı tanrıçaya olduğu gibi, Aphrodite'ye de Paphos'da kut­ sal fahişeler hizmet ederdi.51 Herodotos, Kıbrıs'daki alışkının Babil'dekinin aynısı olduğunu söylüyor ve ayrıntılarıyla anlatıyor: H e r kadın ö m rü n d e bir kez, A p h ro d ite ta p m a ğ ın d a o tu rm a lı v e k en d i­ ni y a b a n cı b irisin e v e rm e lid ir. P arasın a g ü v e n e n v e k a lab alığ a k arış­ m ak istem ey e n k ad ın lar, tap m ağ ın y a n m a k a d a r a ra b a ile g id e rle r ve p eşlerin d e b ir sü rü h izm etçi b u lu n d u ğu h ald e b ek lerler. A m a ç o ğ u n ­ luk için şö y le olu r. A p h ro d ite d u v arları içersin de, b a şla n k u rd ele ile ça ­ tılm ış b irçok k adın o tu ru r, kim ileri g id e r, yenileri g elir; y e rle r gerili ip ­ lerle b ö lü n m ü ştü r; y a b a n cıla r ön lerin d e d o laşır, isted ik lerin i seçerler. Bu d u v a rla r içerisin e g irip o tu ra n k ad ın , b ir y a b a n cı g e lip d e , ta p m a ­ ğın d ışın d a o n u n la çiftle şm e k için d izleri ü z e rin e b ir p a ra a tm a d ık ça evine d ö n em e z ; p a ra y ı atark en ayn en şunları söylem ek z o ru n d a d ır. "Se­ nin şah sın d a ta n rıça M y litta 'y ı ç a ğ ırıy o ru m ". M y litta , A p h ro d ite 'n in A su rca s ıd ır.52

Aynı alışkı, K inyras'ın kızlarıyla ilgili bir öykünün de temelini oluşturuyor. Tanrıça Aphrodite'nin öfkesini üstlerine çeken bu kız­ lar birer yosm a olm uşlar. Kıbrıs'a gelen giden yabancılara verirler­ miş kendilerini. Sonunda da M ısır'a göç etm işler.53 Helena da öyle yapmıştı. Eğer Troya'ya hiç gitmemiş olan eski Doğulu Helena Homeros et­ kisine karşın Hesiodos geleneğinde varlığını koruduysa, o zaman Ho­ meros'daki Helena Dor'ların gelişinden sonra Aiolis'de ya da İonia'da biçimlenmiş olsa gerektir. Kan ve gözyaşı dolu on yıl boyunca güzel51 Herodot Tarihi, 1.199. 5; Clem. Pr. 2.13; Arnobius, Ada. Not. 5.19. 52 Herodot Tarihi, 1.199. 53 Apollodoros, 3.14. 3; j.G. Frazer, The Golden Bough, "Adonis, Attis, Osiris", s. 36-41.

A RKEO LO Jİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

51i

üğiyle erkeklerin soluğunu kesmekten bir an geri kalmayan kadın, onu ölümsüzleştiren ozanların bir yaratışıydı: O rd a , Batı k ap ıların ın ü stü n d ek i k uled e, P a n th o o s, T h y m o ite s, L a m p o s, K lytio s, A re s 'in filizi H ik etao n , Aklı b aşın d a O u k a le g o n 'la A n ten o r, P ria m o s'u n ç e v re s in d e k u rm u şla rd ı y a şlıla r d ern eğ in i. Y aşlılık on ları s a v a ş ta n a lık o y u y o rd u , a m a çok iyi k o n u şa n a d a m la rd ıla r, o rm a n d a , a ğ a ç la n d o lan a d o la n a , incecik öten a ğ u sto sb ö ce k le ri gibi tıpkı. K u led e b ö y le o tu ru y o rd u T ro y a 'lı u lu lar. H elen e'n in g ö rü n c e çıktığını k uleye şu k anatlı sö z le ri sö y le d ile r u su lcacık : "T ro y a h la rla A k h a la n n , b ö y le b ir k adın için y ıllard ır acı çe k m e le ri h iç d e a y ıp değil. Y ü z ü n e b ak an ö lü m s ü z ta n n ça la ra b en zetir o n u . A m a g e n e d e b in se g e m iy e keşke gitse, g itse d e , bizi, ç o c u k la n m ız ı b elaya s o k m a s a ."54

Dolayısıyla, İlyada ve Odysseia'nin kökleri çok daha gerilere, Myke­ ne çağına uzansa da, bu şiirlerin bir bütün olarak onuncu ve dokuzun­ cu yüzyıllarda Anadolu'da biçimlendiği ve yedinci yüzyılda daha hâ­ lâ yayılmakta olduğu anlaşılmaktadır. Bu arkeolojik sonuç, Homeros'a yakıştırılan geleneksel tarihe uygun düşmektedir. Homeros, Thukydides'e bakılırsa, "Troya Savaşı'ndan çok sonraları" yaşamıştır; Herodo­ tos ise, "Homeros ve Hesiodos benden, herhalde, dört yüz yıldan da­ ha eski değildirler," diyordu; ki bu da yaklaşık İ.Ö. 950'ye denk düş­ mektedir.55

4. Epik Biçem Epik şiir, ünlü kişilerin bir zamanlar yaptıklarının anımsanmasını sağlar. Bireysel, soylu, ataerkil ve savaşçıldır. Epik şiirin bütün temel 54 İlyada, 3.146-60. 55 Peloponnesos Savaşı, 1. 3.3; Herodot Tarihi, Z 53. 2.

512

T A R İH Ö N C ESİ E g e

özellikleri, tarihin belli bir aşamasına, sınıf savaşımımı! ortaya çıktığı aşamaya özgü özelliklerdir. Sınıf savaşımının bağrında geliştiği özel koşullar her durumda farklıdır ve epik şiir için en elverişli koşullar ge­ çişin hızlı ve birdenbire olduğu koşullardır. Bu koşullarda, geri halk­ lar daha üstün bir kültürle ilişkiye geçmeleri sonucunda kabile düze­ ni içinde toplumsal eşitsizlikleri körüklerler, ardından da bu iç gerilim, ler onları uygar komşularını yağmalayıp baskı altına almaya, zengin­ liklerine ve sanatlarına el koymaya yöneltir. Roma sınırlarına dayanan Cermen kabilelerinin tarihi böyle özetle­ nebilir. Caesar'm Yorumlar'ında ilk kez karşılaştığımız Cermenler hâlâ kabile düzeni içinde yaşamaktadırlar. Tacitus'u okuduğumuzda, göz­ le görülür bir biçimde ilerlemiş olduklarım görürüz. Birkaç kuşak son­ raysa, Roma İmparatorluğu'na bağlı illerden krallıklar koparmaktadır­ lar. Tacitus'dan biliyoruz ki, Cermen kabileleri, Arminius gibi büyiik önderlerin anılarının canlı tutulduğu eski şarkıları geliştirmişlerdir.56 Ege Denizi'ndeki ilk korsanlıkları anlatırken Thukydides, her za­ manki derin görüşlülüğüyle, yağmalamaların ardında yatan güdüyü, önderlerin kişisel kazanca olan susamışlıklarıyla ve kendilerinden da­ ha yoksul olan adamlarını besleme zorunluluklarıyla açıklar.57 Bu soy­ guncu şefler Mykene krallıklarının kurucularıydılar ve uğraşlarının yan ürünleri arasında epik sanatı da bulunuyordu. Bunların başa ge­ çişlerinin hızlılığı, Yunan epiğinin bağrından doğup evrildiği koral danslardan neden o denli kesin bir biçimde ayrıldığını da açıklar. Ger­ çekten de, yaşamda olduğu gibi sanatta da geçmişten kesin bir kopuş gerçekleşmişti. Ama gene aynı nedenle, Yunan epik sanatı, tıpkı Beo­ w u lf da ve Edc/aTarda olduğu gibi, olgun sınıflı toplumun sözümona "yazınsal" destanlarının yitirmiş olduğu birçok ilkel özelliği korumuş­ tur. Homeros Avrupa'daki bütün epik geleneğini etkisi altına aldığın­ dan, bu karşıtlık daha da çarpıcıdır. Vergilius Homeros'u örnek almış­ tır kendine, Dante de Vergilius'u; Milton'sa her ikisini de. Ama H o n ıe ros biçeminin kimi özellikleri vardır ki, hiçbir zaman yeniden üretme­ ye kalkışmamışlardır. Çünkü Homeros biçemi çok temel bir açıdan on­ lara yabancıydı ve öykünülemezdi: Yazıöncesi dönemin ürünüydü. Yazı sorunu, Homeros tartışmasının çıkış noktasıydı. On sekizinci yüzyılda Vico ve öbürleri, Homeros destanlarının oluştuğuna inanıl­ dığı dönem de yazının bilinm ediğini ileri sürm üşlerdi. Bu görüşü, 56 Tacitus, G . 2, Ann. 2. 88. 57 Peloponnesos Savaşı, 1.5.1.

ARKEOLOJİ A Ç IST N D A N H O M E R O S

513

17 9 5 'de, Avrupa Fransız Devrimi'nin coşkusu içindeyken W olf da ele almıştı.58 Wolf, H om eros destanlarının, altıncı yüzyılda A tina'da bir araya getirilmiş daha kısa şiirlerin derlemeleri olduğunu savunmuştu. VVolf'un görüşlerini, İlyada'yı ayrıntılı bir biçimde çözüm leyen Lachmanıı geliştirmiş ve kısa bir süre sonra da Kirchhoff aynı yöntemi Ody­ sseia' ya uygulamıştı.59 On dokuzuncu yüzyıldaysa, Hom eros Sorunu dört bir yarn sarmış ve doktora peşinde koşan üniversite mezunları için bulunmaz bir nimet olup çıkmıştı. En sonunda, Fick, O dysseia’y ı "in­ san aklına karşı işlenmiş bir suç" olarak mahkum ettiğinde, iş çığrından çıkmıştı artık.60 Bu suçlamaya karşı çıkanlar yıldırılarak susturul­ muştu. Ne var ki, Homeros destanlarının ayrı ayrı kişilerin düzdüğü kısa şiirlerden oluştuğunu savunanların, kendi aralarında bir görüş bir­ liğine ulaşmak şöyle dursun, her iki destanı da ancak sonradan yapıl­ mış eklemeler olarak mahkum edebildikleri zamanla anlaşıldı. Yirmin­ ci yüzyılda, destanları tek bir kişinin oluşturduğunu savunanlar, bu te­ dirgin edici sonuçtan yüreklenerek karşı saldırıya geçtiler ve destanla­ rın tek bir kişinin elinden çıktığı görüşünü ötekilerin yadsıdığı kadar gözüpek bir biçimde savundular: Y u n a n ista n 'd a , b ö y lesin e o la ğ a n ü stü , bu denli gö rk em li s a n a t y a p ıtla ­ rını tasarım layab ilecek b ir insanın v a r o ld u ğ u n a in an m ak o lasıd ır. A m a Y u n a n ista n 'd a , h e rh a n g i b ir d ö n e m d e b ö y lesin e yeten ek li iki in san ın ya d a bir in san lar to p lu lu ğ u n u n b u lu n d u ğ u n u d ü şü n m e k b ile o la n a k ­ sızd ır.61

Kentsoylu düşüncesini yakından incelemiş olanlar, bu yavan çekiş­ menin özünde ne denli temelsiz olduğunu göreceklerdir. Kentsoylu ta­ rihçilerin bir kesimi insanlığın bütün ilerlemesini bireylerin bilinçli et­ kinlikleriyle açıklamaya çabalamışlardır; öteki kesimse, insanlığın bü­ tün ilerlemesini karşıkonulmaz ekonomik güçlerin işleyişine indirge­ miştir.62 Dolayısıyla, iki destanı da tümden tek bir kişinin oluşturdu­ ğunu savunanlar, Homeros'un kişiliğinde olağanüstü bir yeteneğin yü­ 58 Homeros tartışmasının tarihi için bkz. R.C. Jebb, Homer (Homeros), (Yedinci basım, Glasgow. 1905), s. 103-55; M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 1-51. 59 L Lachmann, Betrachtungen über Homers llias, (Berlin, 1847); A. Kirchhoff, Homer's Odyssee, (Berlin, 1859). 60 A. Fick, Die Entstehung der Odyssee, (Göttingen, 1910), s. 168. 61 J.A. Scott, The Unity o f Homer, (Berkeley, 1921), s. 268-69. 62 G.V. Plekhanov, Role o f the Individual in History (Tarihte Bireyin Rolü), (Londra, 1940).

5H

T a r i h ö n c e s i Eg e

ce bir örneğini görürlerken; destanları ayrı ayrı kişilerin oluşturduğu, nu ileri sürenlerin gözünde, halkın dudakları arasından ortaklaşa ve doğal bir biçimde doğmuş olan bir rastgele halk şiirleri derleminin ata­ sı olup çıkmıştır Homeros. O çok iyi bilinen, eski kentsoylu ikilemidir bu; idealizm ile mekanik maddecilik arasındaki kısır karşıtlıktır. Schliemann ve Evans sağolsunlar, son elli yıldır, yazının ta İ.Ö. 2500 yılında Ege'de var olduğu biliniyor artık. Minos yazısıydı bu yazı. Yu­ nan alfabesi, belki de ta dokuzuncu yüzyılda FeııikeTilerce bulunmuş­ tu. Öte yanda, 1887 yılının 2 Ocak günü ile 15 Şubat günü arasında bir Hırvat ozanın Agram'da İlyada ve Odyssm'nın iki katı uzunluğunda bir dizi şiiri ezberden okuduğunu biliyoruz.63 Demek ki, erken ya da geç, Homeros'un yazmasını biliyor olması olasıdır; bilm iyor idiyse bi­ le kendi adıyla anılan şiirleri gene de kendisi yaratmış olabilir. Bu ko­ nuda bir sonuca varabilmemiz için, Homeros'un yapıtlarını, tümden sözlü olarak aktarıldıkları bilinen öteki epik şiir geleneklerinin ışığın­ da incelememiz gerekiyor. Bugün Kırgızlar, Hindukuş'un kuzeyindeki Tanrı Dağları'nda yer alan Kırgızistan Cumhuriyeti'nin özgür ve eşit yurttaşlarıdır. Oysa 1917 Devrimi'nden önce, geri, hastalıktan kırılan, yok olup gitmeye yazgı­ lı, ama şiirleriyle ün salmış göçebelerdi Kırgızlar. Gerçi bugün de şiir­ leriyle ünlüler, ama bütün öteki yönlerden değişmiş dürümdalar. Bu­ rada sunacağım ız bilgileri, Kırgızları ilkel konumlarında tanıyan on dokuzuncu yüzyıl gezginlerinden aldık.64 Kırgızların hepsi de ozandı. Gerçi yalnızca ozanlığı uğraş edinenler halk önüne çıkıyordu, ama hemen herkes doğaçtan bir kahramanlık şi­ iri söyleyebiliyordu. Ozanlıkla uğraşanlar ülkeyi boydan boya dolaşı­ yor, gittikleri yerlerde düzenlenen şenliklere katılıyor, şiir ya da türkü­ lerini kopuz denilen iki telli çalgı eşliğinde söylüyorlardı. Her yörede­ ki beyin kendi ozanı vardı, ozanın görevi, beyinin başarılarını şiirleriy­ le kutsamak, övmek, yüceltmekti. Bu ozanlardan biri 1860 yılında Kırgızistan'a gönderilen bir Rus ke­ şif birliğine katılmıştı: O zan ın h a y ra n la n h e r a k şa m ağ zı açık a y ra n b u d a la la rı gibi çev resin i alıy or, o n u n ö y k ü v e tü rk ü lerini d inlerken k en d ilerin d en g eçiy o rla rd ı. 63 M. Murko, "Neues über südslavisches Volksepik”. N eueJahrbücherftir das klastisches Altertum. (Leipzig. 1898 ). 43. 284. 64 Bundan sonraki alıntılarda Chadwick’den yararlandım: H.M . Chadwick, The Growth o f Literature, 3.174-91.

ARKEOLOJİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

O zan ın d ü şg ü cü ö y lesin e sın ırsızd ı ki, bir bey oğlu o lan k a h ra m a n ı a d ı­ n a ak ılalm az y iğitlik ler y a ra tıy o r, tan sık lar ü lkesine d o ğ ru yü rek lilik le k an at çırp ıy o rd u .65

Radlov, bu ozanların tekniğini şöyle anlatıyor: B ir K ırgız o z a n m , k o n u şm a y ı ço k sev d iğ i ve d in leyicilerin i in celikli d i­ zelerle v e cu k o tu ra n d e y im le rle etk ilem eye çalıştığı g ö rü lü y o r. D inle­ yen lerin d e b u n la rd a n h oşlan d ığı v e d eyim lerin cu k o tu ru p o tu rm a d ı­ ğım an lay ab ild iğ i kesin. K arşısın d ak ileri b üyü lem esin i bilen b ir o zan ı d erin bir su sk u n lu k içind e d in liy o rlar. B aşlan ö n lerin d e, g ö zleri ışıl ışıl, ö y le o tu ru y o rla r. O z a n m d u d a k la rın d a n d ö k ü len sö z le ri iç iy o rla r sa n ­ ki. H er u stalıklı d e y im , h e r incelikli sö zcü k o y u n u y ü re k te n alk ışlarla k arşılan ıy or... A z ço k y eten eğ i olan h er o z a n tü rk ü lerini h e r z a m a n a n ın d a d o ğ a ç ­ tan o k u y o r. D o lay ısıy la, bir tü rk ü y ü b ü tü n ü y le ay n ı b içim d e y e n id e n söylem esi olan ak sız. A m a h er sö y ley işte yeni bir şiir d ü z d ü ğ ü a n la m ı­ na g elm iy o r bu. O z a n m d o ğ a çla m a işlem i tıpkı bir p iy an istin y a p tığ ı­ na b en ziy o r. P iy a n ist nasıl o a n d a k i esin len işin e g ö re b ild iğ i e z g ile ri u y u m lu bir b içim e d ö k e r, b ö y lece eskinin b ağrın d an y en iyi o lu ş tu ru r­ sa, epik o zan d a ay n ı şeyi y a p ıy o r. U zu n d en ey im leri s o n u c u n d a , d e ­ yim y e rin d e y se , bir çeşit "ü re tm e ö ğ eleri" dizisi e d in m iş. A n la ttığ ı ö y ­ k ünün ak ışın a u y g u n bir b içim d e bir a ra y a g e tiriy o r b u n ları. B ir k a h ra ­ m an ın d o ğ m a s ı, b ü y ü m e si, silah ların g ö rk em liliğ i, s a v a ş h a z ırlık la rı, sav aş k asırg ası, bir k ah ram an ın sa v a şta n ö n ce sö y led ik leri, in san ların v e atların an latılm ası, ünlü k ah ram an ların dile g e tirilm e si, b ir gelin in g ü zelliğ in in ö v ü lm e si gibi belli o lay ların v e d u ru m la rın b e tim le m e le ­ rind en o lu şu y o r b u n lar... O z a n m san atı, bu d u ru k p a rç a la rı d u ru m u n g e rek tird iğ i b içim d e b ir a ra y a g e tirm e k v e g en e d u ru m a g ö re u y d u r­ d u ğ u d izeleri b u n larla b irleştirm ekte yatıy or. B ütün bu k alıpları ço k d e ­ ğişik b içim lerd e k u llan ab iliyo r. Bir olayı birk aç fırça v u ru ş u y la ca n la n ­ d ırm ay ı b ecereb ild iği gibi, o olay ı d a h a d erin liğin e y a d a ep ik b ü tü n lü ­ ğü için d e tü m ay rın tılarıy la işlem eyi d e biliyor. Bu öğ eleri n e k a d a r ço k k ullan ab ilirse, gösterisi o ö lçü d e zen gin leşiy or, tek d ü zeliğ e d ü ş ü p d in ­ leyicilerin i sık m a d a n k en d in i u z u n sü re d in le tm e g ü c ü o ö lç ü d e a rtı­ y o r. Y eten ekli b ir o z a n , k en d i d iled iği y a d a d in ley icilerin isted iğ i h e r­ h an g i b ir ö y k ü y ü d o ğ a çta n söy leyeb iliy o r, y e te r ki o la y la rın ak ışını iyi65 J. ve R. Michell, The Russians in Central Asia (Orta Asya'daki Rusiar), (Londra, 1865), s. 290.

515

5i6

T a r i h ö n c e s i Eg e

ce bilsin. En u sta o z a n la rd a n birine h er tü rk ü y ü sö y le y ip sö y le y e m e y e ­ ceğini so rd u ğ u m d a bana şu yanıtı verdi: "S ö y ley em ey eceğ im türkü yok­ tu r, çü n k ü T an n bu tü rk ü sö y lem e yeteneğini y ü re ğ im e so k m u ş bir kez. Benim a ra y ıp b u lm a m a g e re k k a lm a d a n , T an rı d ilim in u c u n a g e tirir sözcü k leri. T ü rk ü le rim in hiçbirini ö ğ ren m iş d eğilim . O n ların h epsi de y ü re ğ im d e n g ö ğ e rir." A d a m haklıydı. S öy ley ecek b ir d u ru m çıktığın­ d a , o zan b ir an d u r u p d ü şü n m ek sizin , içind en g elen b ir g ü çle d o ğ a ç ­ tan sö y le m e y e b a şlıy o rd u ... Tıpkı hiç d u rm a d a n k o n u şu p an latab ilece­ ği gibi, bir g ü n , bir h afta, b ir a y aralık sız tü rk ü d e sö y le y e b iliy o rd u .66

Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, tıpkı şiir söyleme yetisinin herkeste bulunması gibi, şiirsel söyleyiş özellikleri de gündelik konuş­ malarında daha alt bir düzeyde görülebiliyordu: K ırgızların h e p sin d e , sö z cü k le r d a n s e d e rce sin e d u d a k la rın d a n d ö k ü ­ lü yor. H e r K ırgız d ile u z u n şiirleri d o ğ a çta n sö y le y e b ile ce k k a d a r e g e­ m en olm akla k a lm ıy o r, gü nd elik k o n u şm asın d a bile ritm in ve y ap m a bir d ü zen lem e n in izlerin e rastlan ıy o r. K u lland ığı dil d e ğ işm e ce li (m e­ ca z i), k ullan d ığı d e y im le r etkili v e açık seçik .67

Radlov, ozanın sanatının püf noktasını açıklamış. Koşukta sözcük­ ler yapma kalıplara göre düzenlenir. Eğer ozan koşuk dilini konuşma dili kadar kolay kullanabiliyorsa, elinin altında, konusuna uygun dü­ şen tüm olayları, ilkel yaşamın bilinen tüm törelerini ve süreçlerini kap­ sayan bir geleneksel kalıplar dağarcığı bulunduğu için yapabiliyordur bunu. Ustalığı bir parça da buna dayanır. Epik anlatımın bu kadar ko­ lay olmasının nedeni, bu kadar biçimsel olmasıdır. Kökeni doğaçtan söylemeye dayandığı için, belirli kalıplara bağlı bir nitelik taşır.68 Bu özellikler evrenseldir. Kırgız ozanların toplumsal konumu nasıl Odysseus'un sarayında da karşımıza çıkıyorsa, dili kullanımları d a //y ad a ve Och/sseıa'da öyle y a n k ı la n ır . Ya da, Chadw ick'in y a p t ı ğ ı gibi 66 V.V. Radlov, Proben der Votkslitteratur der türkischen Stâmme und der Dsungarischen Steppe, (St

Petersburg 1866-96), s. Iil, xvi. Radlov’un belirttiği gibi, ozan gösterisini durumun niteliğine göre ayarlar. Örneğin, "Eğer kendisini dinleyenler zengin ve önde gelen Kırgızlarsa, övgülerini büyük bir ustalıkla onların ailelerine yöneltmeyi çok iyi becerir... Eğer dinleyicileri yalnız yoksullardan oluşuyorsa, o zam an da zenginlerin gösterişli yaşamlarına ilişkin kin dolu sözler etmekten çekinmez; hele dinleyicilerinin kendisini onayladıklarını gördükçe daha da ağır sözler söylemeye başlar": Aynı yerde, 5. xviii-xix). 67 V.V. Radlov, Aus Sibirien, (Leipzig, 1884), 1.507. 68 H.M . Chadwick, The Growth o f Literature. 3. 669.

A

rkeolojİA ç isin d a n

Hom

eros

517

Y ıın an e p ik şiirin i C e r m e n e p ik ş iir iy le k a r ş ıla ş tır a c a k o l u r s a k , y a t m a k , k a lk m a k , y e m e k h a z ı r l a m a k , k o n u k l a n a ğ ır la m a k , a tl a r ı a r a b a y a k o ş ­ m ak g ib i iş le rin h e p a y n ı k a lıp la ş m ış s ıf a tla r , s ü s lü d e ğ i ş m e c e l e r ( m e ­ c a z la r ) v e y in e le n e n b ö lü m le r le a n la tıld ığ ın ı g ö r ü r ü z . C h a d w i c k 'i n b e ­ lirttiği g ib i, " h e r iki e p ik ş ii r d e s ö z l ü g e le n e k le s ü r d ü r ü l e c e k b iç im d e d ü z e n le n m i ş tir ." 69

Bıı özelliklerin İlyada ve Odysseia'da bulunması, bu şiirlerin Radlov'un anlattığı koşullarda geliştiğini gösteriyor. Ama bu hiç kuşkusuz, sözkon u su şiirlerin elimizdeki biçimleriyle çok daha ileri bir düzenin malı ol­ duğuna inanmamızı engellemez. Elbette daha ileri bir düzenin malıdır­ lar, ama bu noktaya nasıl geldiklerini anlamak istiyorsak, temkinli dav­ ranmalı, her adımımızı dikkatli atmalıyız. Homeros'un o "üretm e öğeleri"ni kullanışında, onun hâlâ canlı olan bir sözlü geleneğin bu yazıöncesi aşamasının ötesine geçtiğini düşündürecek bir yan var mıdır? Bovvra'mn belirttiği gibi, bunlarm dinleyiciler için işlevsel bir değe­ ri vardır.70 Gerçekte, ozan için ne denli gerekliyseler, dinleyiciler için de o ölçüde gereklidirler. Tıpkı ozanm akıcı bir biçimde şiir düzmesi­ ni sağladıkları gibi, araya giren bu kalıplaşmış sözcükler, deyimler, bö­ lümler aracılığıyla dinleyicilerin zaman zaman rahatlamasını sağlarlar. Zaman zaman araya giren bu kalıplaşmış sözcükler, deyim ler ve bö­ lümler, herkesçe bilindiğinden, dikkat kesilmiş koşuğu dinleyen insan­ ların bir an için rahatlamalarına olanak tanırlar. Demek ki, bu şiirler halk önünde söylendikleri, okundukları sürece, sözkonusu öğelerin varlığını korumak zorundadırlar. Vardığımız bu sonuç doğru gerçi; gel gör ki, sözünü ettiğimiz öğeler ilkel toplum koşullarında da aynı işle­ vi yerine getirdiklerinden, önümüzdeki sorun konusunda bir sonuca varmamıza pek bir katkıda bulunmuyorlar. Kalıplaşmış sıfat, anlama pek az şey katar. Kaldı ki, özelliği de budur. Dolayısıyla, kalıplaşmış sıfat, olduğu gibi alındığında, kimi du­ rumlara öbürlerinden daha az uygun düşer. İlkel ozan bundan rahat­ sız olmaz, ama gelişmiş ozanlar bu konuda daha titizdirler. Öyleyse, Homeros'un bu kalıplaşmış sıfatları devingen bir biçimde, bağlamı bi­ linçli olarak gözönüne alarak kullandığı ortaya konulabilirse, bu onun ilkel tekniğin ötesine geçtiğinin bir göstergesi olacaktır. Odysseia' da, Klytaimestra'nm evlilikdışı ilişkisinin, yani AigisthosTa sevişmesinin öyküsüne, "kusursuz Aigisthos"a (1.29) ilişkin bir araş­ 69 H.M. Chadwick, The Heroic Age (Kahramanlık Çağı), (Cambridge, 1912), s. 320. 70 C.M. Bowra, Tradition and Design in the Iliad, (Oxford, 1929), s. 81.

5i8

T a r i h ö n c e s i Eg e

tırmayla girilir. "Kusursuz" sıfatı, Odysseia'nin öteki bölümlerinde bütünüyle etkin bir anlamda kullanılır. Ama burada kalıplaşmış, duruk bir sıfattan öte bir anlamda kullanılsaydı, gülünç olmaktan öteye gide­ mezdi. İlyada'nın On Altıncı Bölümünde, koca bir dağın doruğundan koyu bir bulutu uzaklaştırırken Zeus "şimşek devşiren" diye tanımlanır. Bu­ rada Zeus için genellikle kullanılan "bulut devşiren" sanlığının yerine "şimşek devşiren" sıfatının kullanılmasını, Bovvra çok ince bir ayırım olarak değerlendirmişti.71 Gene de bu örnek çok şey söylemiyor bize. Çünkü ilkel bir ozan bile bulutları dağıtmakta olan Zeus'a "bulut dev­ şiren" demeye kalkışmazdı sanırız. Dahası, "bulut devşiren" kadar yay­ gın olmamakla birlikte "şimşek devşiren" sanlığı da geleneksel olarak kullanılan bir sıfattı.72 Bowra'nm verdiği öteki örnekler uzun uzadıya incelenmeye değ­ mez. Hiçbir şey yoktur bu örneklerde. "Gür naralı" Diomedes, savaştanrısının saldırısı karşısında tir tir titrerken, Bovvra'ya kalırsa, "bu sı­ fatın, gereksiz ya da yersiz olmak şöyle dursun, ömründe ilk kez kor­ kan bir yiğiti çok iyi yansıttığını"73 anlamamız gerekir. Oysa bana öy­ le geliyor ki, Diomedes burada, yataktan kalkarken bile "gür naralı" diye tanımlanan M enelaos'la aynı biçimde verilmektedir.74 Bowra'nm gözünden kaçan şudur: Bu sıfatlar arada sırada bile Bowra'nm dediği gibi kullanılmış olsalardı, birer duraklama olarak, başka bir deyişle oza­ nın dinlenmesini sağlayan birer öğe olarak işlevlerini koruyamazlardı. Dinleyenler durmadan yeni bir sözcük oyunu beklerlerdi. Bu özelliğin Homeros'daki kullanılışı, ilkel ozanların kullanımıyla kesin bir uygun­ luk içindedir. "Bütün ozanlar için olduğu gibi Homeros için d e," diye yazmıştı Parry, "şiir düzmek demek, ona epik şürin geleneksel biçemini kalıt bı­ rakm ış olan ozanların anlatımlarından sözcükler, deyimler, deyişler anımsamak dem ektir."75 Parry'nin bu görüşünün doğruluk ölçüsünü, Homeros destanlarının dizelerini süreklilik içinde inceleyerek anlaya­ biliriz. Sözgelim i, İlyada'nın ilk elli dizesinden hiç değilse otuz altısı, bütünüyle ya da yer yer, "üretme öğeleri" sayılabilecek deyimlerden oluşturulmuştur. 71 72 73 74 75

Aynı yerde, s. 83. Bkz. İlyada, 1.580; Hesiodos, Tanrıların Doğuşu, 390. C.M. Bowra, Tradition and Design in the Iliad, s. 84. Odysseia, 4. 307. M. Parry, Lesformules et la metrique d'Homere, (Paris, 1928), s. 6.

A r k e o lo jî A ç is in d a n H o m e ro s

519

Parry, Homeros'un biçeminde en küçük bir özgünlük bulunmadığı görüşündeydi. Gerçi edebiyat eleştirmenlerini çok şaşırtmıştı bu; ama Parry kendi açısından haklıydı. Gerçekten de, Homeros'daki anlatım bireysel değildir, gelenekseldir. Sözlü anlatı gereklerine uygundur. Ama biçern ele avuca sığmaz bir şeydir. Eski öğeler yeni birtakım bi­ çimlerde bir araya getirilebilir. Eski kalıplar, benimsenmiş yöntemler­ den açıktan açığa uzaklaşmaksızın, nitel olarak geliştirilebilir, yetkin­ leştirilebilir. Belirli birtakım nesnel dil koşullarınca ortaya çıkarılan epik lehçenin, onun bağrmda yatan gizilgüçleri bilinçli bir biçimde kavra­ yan ozanlarca düzenlendiğini ve genişletildiğini görmüştük. Aynı şey epik biçem için de geçerlidir. İlyada'yı öteki eski epik şiirlerden ayıran özelliklerden biri de, ben­ zetmelerin (teşbih) çok sık kullanılmasıdır. Benzetme hiç kuşkusuz Cer­ men epik şiirinde de kullanılır, üstelik aynı biçimde kullanılır. Ama bu kadar sık kullanılmaz. İlyada'da benzetmeler hem çok iyi düzenlenmiş­ tir, hem de şiirin yapısına yedirilmiştir.76 Homeros'daki benzetmelerin çoğu kır yaşamından alınmıştır. Kır­ sal hayvancılığa dayalı yalın, dingin ve yerleşik bir toplumdan tutarlı bir görünüm yansıtırlar. Bu benzetmelerin az çok geç bir dönem e iliş­ kin olduğu, destansı geçmişten çok ozanların kendi zamanlarıyla ilin­ tili olduğu öne sürülmüştür.77 Genel özellikleri çok iyi bilinir bunların. Çoğu zaman sözcüğü sözcüğüne durmadan yinelenirler; sık sık ger­ çekliğe bağlı kalınmaksızın geliştirilirler; kimilerinin de konuyla ilgisi yoktur açıkça. Bu bakımdan kalıp sıfatı andırırlar. Kalıp sıfat nasıl dik­ kat kesilmiş dinleyiciyi bir an için rahatlatıp dinlendirirse, benzetme de bir süre için konudan uzaklaşmayı sağlar. Benzetme, hiç değilse kö­ keninde, bir "üretme öğesi"dir. İlyada'nm İkinci Bölümünde, Akha'lar savaşa hazırlanmaktadırlar: K a v u ru cu ate ş b ir d a ğ d o ru ğ u n d a b ü y ü k b ir o rm a n için d e ışıld ar hani, g ö rü lü r p arıltısı d a u z a k ta n , y ü rü y en o rd u la rd a silahların parıltıları ö y lece g ö k le re a ğ ıy o rd u yayıla yayıla. K anatlı k u şlar, k az la r, tu rn alar, u zu n b o y u n lu k u ğ u la r nasıl sü rü sü rü , 76 j.T. Sheppard, The Pattern o f the Iliad, (Londra, 1922). 77 H. Frankel, Die homemchen Gleichnisse, (Göttingen, 1921).

520

T A R İH Ö N C ESİ EG E

A sy a ç a y ırla rın d a , K a y stro s'u n iki y a k a sın d a , sa lla y a ra k k an atların ı kibirli kibirli, nasıl u ça rla rsa bir o y an a, bir bu y a n a , ça ğ rış a ra k y e re k on u n ca ç a y ır çın çın ö te rse n asıl, ö y le ce g e m ile rd e n , b arak alard an p ıtrak gib i in san S k a m a n d ro s o v a sın a aktı yayıldı; in san ların , atların ay ak ları altın da inledi to p rak . B a h a rd a y e şe re n y a p ra k la r gibi d u rd u b in lerce kişi çiçek li ça y ırla rın d a S k am an d ro s o v a sın ın .78

Buraya kadar her şey açık seçiktir, ama birden: S ü rü lerle sin ek , k o y u n ağılının d ö rt bir y a n ın d a h ani b irb irlerin e y ap ışıp nasıl u çu şu rlarsa s ü t k a p la n d o ld u n ılu rk e n b ah ar gü n leri, g ü r saçlı A k h a la r da işte ö ylece T ro y a lıla n y o k etm ek hırsıyla y an a y an a b ir a n d a d o ld u rd u la r o v a y ı.79

Bu benzetme şiire bir şey kazandırmamakta, tam tersine ondan bir şeyler eksiltmektedir. Savaşçılar yerlerini aldıklarmda hâlâ uçuşan si­ neklerden söz edilmektedir. Dahası, On Altmcı Bölümde aynı benzet­ me bir kez daha yinelenecektir.80 Ozan, anlattığı olayın etkisini artıra­ bilme kaygısıyla, söz dağarcığım bizim bugünkü beğenimize göre bi­ raz fazla özgürce kullanmıştır. Hektor'un Akhilleus'dan kaçtığı o ünlü bölümde de benzer bir du­ rum sözkonusudur: Ö n d e bir y iğ it k o şu y o rd u a m a d a h a yiğ it biri g e liy o rd u ark ad an v a r h ızıyla, bu y a rış b ir k urbanlık, bir ök ü z derisi u ğ ru n a d eğ ild i, a t sü rü cü s ü H e k to r'u n ca m u ğ ru n ay d ı bu yarış. Ç o k y a rış k a z a n m ış tek tırnaklı a tla r nasıl b ü y ü k b ir hızla d ö n erlerse sınırı, b ir ölü n ü n şerefin e y ap ılır b u k o şu , b ü y ü k tü r ö d ü lü , 78 ilyada, 2. 455-68. 79 ilyada, 2. 469-73. 80 ilyada, 16. 641-43.

A r k eo lo ji A ç is in d a n H o m e r o s

521

b ir ü ça y a k tır, ya d a bir k adın; H ek to P la A k h illeu s d a k o şarak o n lar gibi, d olan d ı ü ç k ere kentini P ria m o s 'u n .81



i



^

n

i

r

i

^

^

Resim 82. Koşu: Attika vazosu

Benzetme, burada da geleneksel. Nitekim aynı benzetmeye desta­ nın bir başka bölümünde de rastlamıştık.82 Peki, Akhilleus'un Hektor'u kovalamasını önce iki insanın yarışmasına benzettikten sonra, ardın­ dan onları yarış atlarma benzetmenin ne gereği var? Sakın yanlış anlaşılmasın; ötekiler kadar yerinde olmayan bu ben­ zetmeleri sonradan yapılmış eklemeler sayarak bir yana atmıyorum. Eğer sandığım gibi, bu benzetmeler ortak bir dağardan alınmış "üret­ me öğeleri" iseler, şiirlerin hâlâ canlılığını koruduğu, hiçbir zaman ay­ nı biçimde iki kez söylenmediği bir döneme ilişkin sözlerdir. Bunlar, şiirin evrimi içinde, doğası gereği sonradan ekleme olasılığını dışlayan ya da bütün şiirin sonradan eklemeden başka bir şey olmadığı bir ev­ renin malıdırlar, ki her ikisi de aynı kapıya çıkar. Üstelik, bu tür ben­ 81 İlyada. 22.158-66. 82 llyoda, 22. 22-23.

522

T A R İH Ö N C E S İ EGE

zetmeler o koşullarda yerinde bulunan benzetmelerdi. Eğer bu ozan­ lar, daha sonraki Yunan ozanlarının öğrenmek zorunda kaldıkları der­ si -"tohum u torbayla değil, elle saçmayı"83- öğrenmemişlerse, bunun nedeni onların değişik bir ortamda şiir düzüyor olmalarıdır. Demek, buraya kadar, benzetmenin Homeros'daki kullanımı, ilkel teknikte bir ilerleme olarak gözükmemektedir. Ama bununla kalmıyor Homeros. Çünkü kaba etkiler uyandırmak amacıyla bol bol kullanılan bu sanatsız benzetmelerin yam sıra, öylesine cuk oturan, o denli canlı benzetmeler var ki, o günlerden bu yana bütün ozanlara hâlâ parmak ısırtıyor. Bunlar arasında her Homeros okurunun kendince sevdikleri vardır. Benim en sevdiğim benzetme de, az önce alıntıladığım bölümde kullanılıyor; Hektor'un artık kaçamaz duruma geldiği anı betimliyor: D a ğ la rd a b ir k ö p ek nasıl izlerse g ey ik y a v ru s u n u on u in in d en k ald ırm ış, k o v a la r d e re tepe, g ey ik y a v ru s u sığınıp sak lan ır çalıların altın a, izini k o k lu y a k oklaya k o şa r k öpek d e h abire, b u lu n ca y a d e k d iren ir, b ırak m az p eşin i, işte H e k to r d a tıpkı o n u n gibi k a ça m ıy o rd u a y a ğ ı çab u k P eleu so ğ lu 'n u n g ö z ü n d e n .

Bu benzetme çok etkili olmakla birlikte gelenekseldir. Bu tür kovalamacalara daha önce de birçok metinde rastlamışızdır. Ama ozan bu kadarla da yetinmiyor: D ü ş g ö re n b ir a d a m k açan birini nasıl k o v a la y a m a z sa , k açan nasıl k a ç a m a z , k o v alay an da y a k a la y a m a z s a , A k h illeu s H e k to r'a ö yle y e tişem iy o rd u , H ek to r da k açıp k u rtu la m ıy o rd u A k h illeu s'tan .84

Daha iyisi can sağlığı. Burada benzetme konuyu saptırmıyor, aydın­ latıyor. Üstelik İlyada’da bu düzeye erişen başka dizelere rastlamak ola­ naksız. Bilinçli sanatın havasını taşıyor bu benzetme. Bir dizi bağıntılı imgeye bakacak olursak, aynı izlenimi daha da güç­ lü bir biçimde ediniriz. Örneğin, tanrıların İda dağlarından ya da Olympos'dan yeryüzüne inişleri anlatılırken: 83 Plutarkhos, G lor. Ath. 4. 84 İlyada. 2 2 .189-201.

ARKEOLOJİ A Ç IS IN D A N H O M E R O S

523

B öyle d ed i, ale v le n d ird i A th e n e 'n in içindeki ateşi, A th e n e fırladı indi O ly m p o s'u n d o ru k ların d an ; K ro n o s'u n oğ lu nasıl bir yıldızı g ö n d erirse b elirti d iy e y ay g ın o rd u n u n erlerin e ya d a gem icilere, işte P allas A th e n e ö y le ce , ışıklar saçarak on

indi y e ry ü z ü n e bir y ıld ız gibi, ak tı ortaların a. B öyle d ed i, yel gibi hızlı İris d e d inledi on u , indi İd a d ağ la rın d a n k utsal İlyon 'a. G ök ten d o ğ m a B o reas'ın b askısı altın da b u z gibi d olu y a d a k a r nasıl y a ğ a rsa b u lu tlard an , hızlı İris d e ö y le çab u k fırladı u çtu .86

Giriş ve son, iki örnekte de neredeyse aynı formülden oluşuyor. Da­ hası, benzetmelerin yerini değiştirseniz hiçbir şey fark etmeyebilir. Ge­ lenek, böyle durumlarda benzetmeyi gerektiriyordu. İlkel bir ozan, tıp­ kı aynı kalıp sıfatı yinelediği gibi, aynı benzetmeyi yinelemeyi yeğ tu­ tardı. Oysa Homeros biçimi koruyor, ama içeriği değiştiriyor. Gelene­ ği, destanın bir köşesini canlı ve şaşırtıcı bir süsle bezemenin bir yolu olarak kullanıyor. Küni zaman daha da gözüpek: B öyle d ed i, ak kollu ta n rıça H ere d e dinledi o n u , İda d ağ la rın d a n k o y u ld u y o la , k oca O ly m p o s'a d o ğ ru . Y e ry ü z ü n ü k arış k arış d o laşırk en b ir a d a m , k afasın d a b ir sü rü d ü ş ü n c e le r g e çirir d e h ani, " ş u ra y a bi v a rs a m " d iy e b ir fikir ça k a rsa b ey n in d e n asıl, u lu H e re d e b ö y le, istekle atıldı ileriye.87

Burada, Odysseia'da rastladığımız "kanat kadar, düşünce kadar hız­ lı"88 kalıbı ustalıkla geliştirilm iş. Ama hız düşüncesinin ötesinde bu benzetmenin Hera ile uzak yakın bir ilgisi yok; hiç de düşünceli değil o sırada Hera, tam tersine çok öfkeli. Sanki ozan kalıplardan bıkmış da, düşgücüne dayalı bir yenilik getirmeye kalkmış yüreklilikle. Gene de, üstünde pek fazla düşünülmeden yapılmış, salt ölümsüz­ lerin alışılm ış davranışlarını betimlem eyi amaçlayan benzetm elerdir 85 İlyada. 4.73 78. 86 İlyada. 15.168-72. 87 İlyada, 15. 78-83. 88 Odpseia, 7. 36.

524

T A R İH Ö N C E Sİ E g e

R e sim 83. İris: Attika v a zo su

bunlar. Gerçekte bunun ötesinde bir yanları varsa, ozanın özgünlüğün­ den gelmektedir bu. Anlatılan durum alışılmışın dışında bir öğeyi ge­ rektiriyorsa, ozan fırsatı kaçırmamaktadır. İlyada'nın öyküsü, Agamenınon'la Akhilleus arasındaki ölümcül kavganın üstüne oturtulur; Apollon'un saldığı vebayla başlar bu kavga: B ö y le y a k a rd ı o, P hoibos A p ollon d a d in led i on u indi O ly m p o s 'u n d o ru k ların d an , k ö p ü rm ü ş, öfkeli. O m u z la rın d a y a y ı, iki ucu kapalı ok lu ğu . K ım ıld an d ı m ı, o k lar o m u z la rın d a ç a n g ırd ıy o rd u . K ızgın tan rı y ü rü y o rd u g e ce gibi.89 89

il y a d a ,

1 . 43 -47 .

A R K EO LO Jİ A ÇISIN D A N H O M ER O S

525

B u r a d a , b iç im s e l g ir iş k a lk m ış o r t a d a n ; b e n z e t m e , s o n r a d a n a k la g e ­ len b ir d ü ş ü n c e y e in d i r g e n m i ş . B ö y le lik le b e n z e t m e ç o k d a h a e tk ili k ı­ lm ıy o r. O l g u n la ş m ış s a n a t ı n ö r n e ğ i b u ; k a lıt a lı n m ış b ir g e le n e ğ in ö z ­ g ü rc e k u lla n ılış ın ın g ü z e l b ir ö r n e ğ i.

İlyada'da hemen bütün benzetmeler, savaşın betimlendiği bölümler­ de geçer. Savaş bölümlerindeki kırımların yürek karartıcı bir biçimde uzun uzadıya sayılıp dökülm esine bir renk ve tat katar benzetmeler. Bu, hiç kuşkusuz, ozamn bilerek yaptığı bir şeydir. Zeus'un Agamemnon'a yalancı bir düş gördürerek Troya'yı alabileceğini bildirdiği ve savaşa dönmesini sağlamak amacıyla Akhilleus'a elçiler gönderildiği ara bölümlerde nerdeyse hiç benzetme yoktur. İlyada'dan çok daha de­ ğişken ve dingin bir olay örgüsüyle karşılaştığımız Odysseia'da da he­ men hiç benzetmeye rastlanmaz. Demek ki burada tutarlı bir bütünlük anlayışını ortaya koyan gerçek bir sanatsal ayırım örneği sözkonusudur. Homerosoğulları aktarmaktan öte bir iş yapmışlardır. Aktarırken dönüştürmüşlerdir. Hepsi de soydan ustalardı, ama bu ustaların en iyi­ leri yaratıcı sanatçılardı. Ancak bunlar bile özgünlüklerini köklü yeni­ likler getirmekten çok, tekniklerine incelik ve uyum kazandırarak göz­ ler önüne sermişlerdir. İlyada ve Odysseia'nm dokusu ve işlenişi ile il­ kel destanların dokusu ve işlenişi aynıdır, ama doğaçtan söylenen ko­ şuğun nitelikleri bu iki destanda öylesine geliştirilm iştir ki, bunların kendiliğindenliğini yitirmeden sanata dönüşebilmeleri sağlanmıştır. Homeros'un biçemini böylesine eşsiz kılan o akıcı, zorlamasız ustalık, yüzyıllar süren bir uygulamanın, olgunlaşmanın ve yetkinleşmenin so­ nucudur. Bütün estetik yargılar, önünde sonunda kişisel deneyime dayanır; onun için HomerosTa ilgili yanılmalarımın bir gün nasıl ortadan kalk­ tığını burada açıklamak isterim. Önce Odysseia'y\ okumuş ve şu çevrilmesi olanaksız, dizelerle karşı­ laştığım zaman bütün öğrenciler gibi kendimden geçmiştim: toz h o rtu m u için d e y a tıy o rd u n boylu b o y u n ca , a t sü rm esin i, a ra b a sü rm esin i u n u tm u ş tu n .90

Olağanüstü, esinlenmiş dizelerdi bunlar. Daha sonra aynı dizelere İlyada'da da rastladım. Çok şaşırtıcıydı. Gerçekten esinlenmiş dizeler idiyseler, nasıl yeniden kullanılabilirlerdi? Kimileri bir bölümü öbür 90 Odysseia, 2 4 . 39 -4 0 ; ilyada, 1 6 . 7 7 5 -7 6 .

5 26

TA RİH Ö N C ESİ EGE

bölümün öykünmesi olarak açıklıyorlardı, ama bu açıklama yetmiyor­ du bana. Öyleyse, gerçeğinin düzmecesinden ayırt edilmesi olanaksız bir yamalı bohçadan başka bir şey değildi bu şiirler. Daha sonra, aym türden başka yinelemelere de rastlayınca, hepsini "ilkel" diye damga­ ladım, ama bunun ne anlama geldiğini kavramadan. O sıralar İrlanda'ya gittim. O yoksul köylülerin konuşmalarım bi­ raz sökmeye başladığımda aklım başımdan gitti. Sanki dirilmişti Ho­ meros. Soluğu tükenmeyen bir konuşma diliydi bu; ama gene de ritimli, ses yinelemelerine yer veren, biçimsel, yapay bir dil, her an şiire dö­ nüşebilecek bir dildi. Daha fazla tanımlamaya çalışmanın gereği yok, çünkü bu konuşma dili Radlov'un Kırgızların konuşmaları konusun­ da değindiği bütün nitelikleri taşıyordu. Bir gün biri geldi, köyde bir kadının doğurduğunu söyledi. Ama şöyle dile getirdi bunu: Tri se tarraigthe aniar aice; yani "Kadın batıdan getirip yıktı yükünü". Ne demek istediğini anlamıştım. Çünkü tezek azaldığında, bayırlardan topladık­ ları çalıların yükü altında iki büklüm olmuş kadınların köye dönüşle­ rini birçok kez görmüştüm. Ne hoş bir imge, dedim kendi kendime, ne güzel bir söz sanatı! Oysa akşama kadar aynı deyimi üç dört kişiden daha duyacaktım. Herkesin kullandığı bir deyimdi bu. Buna benzer daha birçok deneyimden sonra, bu insanların dillerinden dökülen in­ cilerin hiç de yeni şeyler olmadığım, yüzyılların ardından geldiğini an­ ladım. Dil gerçekte bu deyimlerden oluşturulmuş, bu deyimlerden do­ kunmuştu. Nitekim bu dili akıcı bir biçimde konuşmaya başladığım­ da, aynı inciler benim dilimden de dökülür oldu. Homeros'u yeniden elime aldığımda, yeni bir anlayışla okudum onu. Bir halk ozanıydı Ho­ meros. Gerçi soyluydu kuşkusuz, ama smıf eşitsizliklerinin kulübe ile konak arasında daha bir kültür kopukluğu yaratmadığı bir çağda ya­ şamıştı. Kullandığı dil yapaydı; ama ne tuhaftır ki, doğal bir yapaylık­ tı bu. Homeros'un dili, daha güçlü kılınmış, yüceltilmiş bir halk diliy­ di. Dolayısıyla, onu dinlerken halkın kendinden geçmesine hiç şaşma­ mak gerekiyordu.

5*7

XVII

HOMEROSOĞULLARI

1. Aiolis ve İonia Karayla çevrili iki deniz ile iki anakara arasındaki anayollara ege­ men bir konumda bulunan Troya kentinin yöresi, daha çok eski çağ­ lardan başlayarak insanlara çekici gelmiş, insanların gelip oraya yer­ leşmelerine yol açmıştı.1 Troya 1, Anadolu'ya özgü cilalıtaş çağı kültü­ rünün egemen olduğu, duvarlarla çevrili bir köydü. Troya II, orta ye­ rinde tıpkı Dimini ve Sesklo kentlerinde olduğu gibi bir saray bulunan, surlarla çevrili bir kentti. Orta Avrupa'dan çekiç-baltalar, Kafkasya'dan ustura ağızları, Kyklad'lardan çanak çömlek alan gönençli bir pazar kentiydi Troya II. I.Ö. 2300 dolayında yerle bir oldu. LÖ. 2300 tarihi bel­ ki de Pelasg'ların Ege'de ilk kez göründükleri döneme denk düşmek­ tedir. İki köy (Troya III ve IV) yıkıntılar arasında varlığını sürdürdü. Daha sonraları kent yeniden kuruldu ve genişletildi (Troya V ve VI). Homeros'da geçen kent ise, Troya VII idi. Artık Minos etkisi ağır bas­ maktaydı. Akha'ların yağmaladıkları Troya, Akha'ların M ykene ken­ tiyle aynı kültürdendi. Daha sonra Troya kenti tümden ortadan kalktı. Tarihsel etkenler kentin doğal üstünlüklerini geçersiz kıldı. Korsanlığın yeniden boy gös­ termesi, Hellespontos'daki, yani Çanakkale Boğazı'ndaki deniz ulaşı­ mına son vermişti; Hitit İmparatorluğu çökmüştü; kısa bir süre sonra da karaköprüsünden geçen tecim yolu Phrygia'lıların Anadolu'yu ele geçirmeleri sonucunda kesildi. Fııit İlium (Artık her şey bitmişti). Ege Denizi'nin Anadolu yakasına ilk yerleşen Yunanlılar buraya te­ cim amacıyla gelmemişlerdi. Yerleşip yaşayabilecekleri bir yer arıyor­ 1

V.C. CHilde. The Down o f European Civilisation, (Üçüncü basım, Londra, 1939), s. 35.

528

T a r İ h ö n c e s İ Eg e

lardı. Kıyı bölgesinin en çekici yeri, Hermos ve Maiandros ırmakları arasmda kalan geniş düzlüktü. Burada çok sayıda ve kullanışlı limanlar, aşağı koyaklarda elverişli otlaklar vardı; öte yandan, yukarılarda Ana­ dolu'nun dağlık yörelerinin içlerine kadar giren kervan yolları, bu dağ­ lık bölge ile Kappadokia, Suriye ve Doğu'nun uçsuz bucaksız impara­ torlukları arasında tecimi olanaklı kılıyordu. Burada, Minos ve Hitit et­ kileri birleşmiş, Mykene kültürü kadar görkemli olmamakla birlikte on­ dan daha derin ve güçlü bir kültür oluşturmuştu Karia'ülar ve Leleg'ler arasında.2 Bu bölge saldırılara uzun zaman direndi. Mykene'nin çökü­ şünden sonra göçmenler dalga dalga akın ettiler buraya; ama Aiolia'lıİar daha çok Hermos ırmağının kuzeyine, Dor'lar da Maiandros ırma­ ğının güneyine yerleştiler. Ortadaki verimli bölgenin İonia'ya dönüş­ mesi göç alanının hemen hemen sona erdiği döneme rastlar. Eratosthenes, Aiol'lerin göçünün başlangıç tarihini I . 0 . 1124 olarak belirler. Troya kentinin düşüşünün altmış yıl sonrasına, İon'ların gö­ çünün seksen yıl öncesine denk düşer bu tarih. A iol'lerin göçünün, İon'ların göçünden daha dağınık ve daha uzun süreli olduğu söylenir.3 Herodotos'a göre, ilk başlarda Aiolis'de on iki kent bulunmaktaydı: Troas bölgesindeki Killa; Kaikos ırmağı ağzındaki Pitaııe; Pitane ken­ tinin güneyine düşen kıyıda ya da bu kıyının dolayında yer alan Gryneia, Myriııa, Aigaia ve Kyme; Hermos ırmağına bakan tepelerdeki Temnos; aşağı Hermos koyağında, Kyme'den gelenlerce kurulan Larissa, Neonteikhos ve Smyrna; daha da güneyde, Kolophon dolayındaki kı­ yıda Notion; bir de yeri belirtilmeyen Aigiroessa.4 Sözünü ettiğimiz kentlerden kimileri, bu yörede eskiden beri oturanlarca -kıyı yörelerin­ de Pelasg'lar, KariaTılar ve Leleg'ler; daha içerlerde Karia-Lydia so­ yundan iki halk, yani Mysia'hlar ve Maionia'hlar- ele geçirilmişti. He­ rodotos, bu on iki kentin bir tür Aiol Birliği oluşturduğuna değiniyor; ama nerdeyse Aiol kentleri kadar eski ve ünlü başka kentler de vardı: Tenedos, Lesbos ve Sipylos dağı eteğindeki Magnesia. Bu yerleşim merkezlerinin ne düzende kurulduğu konusunda iki olaydan yola çıkarak bilgi edinebiliyoruz. Bu bilgileri, İ.Ö. beşinci yüz­ yılda yaşamış Lesbos'lu bir tarihçi olan Hellanikos'dan Strabon akta­ rıyor bize. D or'lar Peloponnesos'u ele geçirirlerken, Orestes komuta­ 2

3 4

Bu bölgedeki Hitit kalıntılarıyla ilgili olarak, "Anaerki” başlıklı İkinci Bölüm'de V. Ege'nin Anaerkil Halkları, 6 . Hititler'e bakınız. Miletos'un da, Kolophon'un da, Erythrai’ın da, Khios’un da başlangıçta Girit'den gelenlerce kurulduğu ileri sürülüyordu: Pausanias, 7. 2-4. Strabon, 582. Herodot Tarihi, 1.149.

Ho m e r o s o ğ u l l a r i

529

sında bir topluluk Sparta'dan yola çıkmış. Orestes Arkadia'da ölünce topluluğun önderliğini oğlu Penthilos üstlenmiş. Penthilos, bu sürgün­ ler topluluğunu Lokris bölgesindeki Phrikion dağına kadar götürmüş. Kimileri oraya yerleşmişler. Penthilos ise yolculuğunu karadan Thrakia'ya kadar sürdürmüş ve anlaşılan orada ölmüş. Ondan sonra önder­ liği Penthilos'un oğlu Ekhelas ele almış; Hellespontos'u ve Bosphoros'u geçerek Daskyleion'a kadar gelmiş. Sonunda, Ekhelas'in en küçük oğ­ lu Gras güneye yönelmiş ve önderliği altındakileri Lesbos'a götürmüş.5 Öte yandan, geride kalıp Lokris'e yerleşmiş olan topluluk, gene A ga­ memnon soyundan gelen Kleuas ve Malaos'un önderliğinde Aulis'den yelken açıp yola çıkmış ve Ege bölgesindeki Kyme kentini kurmuş.6 Gerçi öykünün ayrıntılarının tartışmalı olduğu söylenebilir, ama ge­ ne de değinilen noktalardan ikisi doğru sayılabilir ve Homeros soru­ nuna ışık tutabilir. Çok uzun bir zaman yolculuk ettiği ve nereye gittiğini de açık seçik bilmediği anlaşılan birinci topluluk gerçekten de umutsuz bir serüven yaşamışa benzemektedir; alt-Mykene dönemindeki Peloponnesos'un yoksul kültürüne uygun düşen bir yorumdur bu.7 Denizden giden ikin­ ci topluluksa daha iyi örgütlenmiş gibidir. Her iki durumda da, göç­ menlerin çoğunluğu Thessalia ve Boiotia'dan geliyor olsa gerektir. Pe-

Resim 84. Alt-Mykene askerleri: Mykene’den bir vazo 5 6

7

Strabon, 582: Hell. 114; Pi. N. 11. 34-35; Pausanias. 2.18. 6 , 3. 2.1. Strabon, 401, 582. H.R. Hail, The Civilisation o f Greece in the Bronze Age, (Londra, 1928), s. 239-86.

5 JO

T A R İH Ö N C E Sİ EGE

loponnesos'dan yola çıkarılmalarının tek nedeni, önderlerinin sürgün edilmiş Pelopid'ler, bir başka deyişle Pelopsoğulları olmasıdır. Bunu bir olgu olarak kabul edebiliriz. Lesbos'un en büyük kenti Mytilene'nin ilk başlarda Penthilid'ler, yani Penthylosoğulları soyundan krallarca yönetildiğini biliyoruz.8 Sonra, Kyme'de Kleuas ve M alaos'un temsil ettiği öteki kola bağlı olması gereken Agamemnon diye bir kraldan söz ediliyor.9 PelopsoğuHarının sonuncusuna bağlılıklarını sürdüren bu göçmenlerin amacı, geçmişten kopmak değil, tam tersine geçmişi Troya Savaşı'nm geçtiği yere yakın düşen yeni yurtlarına taşımak ve ora­ da korumaktı. İonia'mn kolonileşmesi çok daha canlı ve çarpıcı bir olaydı. Bu ola­ yın başında, Pylos'dan Atina'ya sürülmüş olan Neleid'ler, yani Neleusoğulları vardı.10 NeleusoğuHarına Atina'da toprak bağışlanmış ve belki de onlar için yeniden oluşturulan kabile düzeninde bir yer veril­ mişti. A ttika'da durumları iyiydi. Neleusoğullarına bağlı klanlardan biri olan M edontid'ler, yani Medonoğulları Atina krallığını ele geçir­ mişlerdi; gene onlara bağlı bir başka klan, Kodrid'ler, yani Kodrosoğulları İonia'ya düzenlenen göçe önderlik ettiler. Kodrosoğullarınm bu göçte oynadığı rol, elimizdeki öyküde abartılmış olabilir, nitekim öy­ küde geçmişe Atmalıların gözüyle bakılmaktadır; ama gene de Kodrosoğulları göçte azımsanmaması gereken bir rol oynamış olsalar gerek­ tir. Kurdukları kentlerden kimileri, dört Attika kabilesi temelinde ör­ gütlenmişti;11 ikisi dışmda bütün kentler Attika'ya özgü Apaturia* bay­ ramını kutlamayı sürdürüyordu.12 Herodotos, İoıı Birliği'nin on iki kentini, kullandıkları lehçelere ba­ karak dört kümeye ayırıyordu: (1) Khios ve Erythrai; (2) Ephesos, Kolophon, Lebedos, Teos, Klazomenai, Phokaia; (3) Miletos, Myus, Priene; (4) Sam os.13 Bunların dördü (Khios, Klazomenai, Phokaia ve Sa­ mos) ana göç akımının dışındadır. Khios, Euboia'dan gelenlerce; Kla­ zomenai, Kleonai'dan ve Phleius'dan gelenlerce; Phokaia, Phokis'den gelenlerce; Samos da, Epidauros'dan gelenlerce kurulmuştu.14 Samos Aristoteles, Politika, 1311b. Poll. 9. 83. Smyrna yakınlarında Agamemnon'un adının verildiği bir pınar vardı: Philostr. Her. 2.18. Herodot Tarihi, 1.146: Pausanias, 7. 2.1. C/C. 3078, 3664. Apaturia, özellikle İon soyundan gelen Grek (Yunan) boylarınca düzenlenen şenliklere, bayramlara verilen addır. Atina kentinde Pyanepsion ayında (Ekim-Kasım) düzenlenir ve üç gün sürerdi, (ç.n ) 12 Herodot Tarihi, 1.147. 13 Aynı yerde, 1.142. 14 Pausanias, 7. 3-4.

8

9 10 11 *

H o m e r o s o ğ u lla r i

S3 1

kertti, İort Birliği'ne, Ephesos'dan düzenlenen bir sefer sonucunda zor“ la sokulmuştu.15 Phokaia ve Klazomenai, Neleid'ler, yani N e l e u s P ğ u l lan soyundan kralların egemenliğini benimsedikten sonra Birliğe alın­ mıştı: Phokaia kentinin başına Erythrai ve Teos'dan gelen, Klazor^enai kentinin başına da Kolophon'dan gelen Neleusoğulları soyundan b a l ­ lar geçmişti.16 İlk başlarda on iki kent de krallarca yönetilmekteydi/ bu krallar, Kodrosoğulları soyundan ya da Glaukid'Ier, yani G iauko?°ğulları soyundan, kimi durumlarda da her iki soydan geliyorlardı.1 Glaukosoğulları, yüzyıllar önce Lykia'nın başkenti Ksanthos'a yerleşm iş olan ve Yunanca konuşan bir klandı. İon kentlerinin başına, Mile't°s ve Teos'da, bir olasılıkla da her yerde yaşayan yerli halkı yatıştırmak ama­ cıyla getirilmiş olsalar gerektir. Oradaki yerli kültür bastırılama'yacak kadar güçlüydü. Birliğin resmi merkezi, Mykale dağındaki Pam onioıı'daydı, ama burası merkez için elverişli olamayacak kadar gü ney­ deydi, nitekim daha sonraları İo n iar dört bir yöne yayıldıkların^3 Delos'daki Apollon bayramında yeniden birleşeceklerdi. Ephesos'da, Kodrosoğulları bordo giysi giyme ve Eleusis'de-ki Demeter tapınağının rahipliğini ellerinde tutma haklan gibi birtakıım kral­ lık ayrıcalıklarını ta Roma dönemine kadar korudular.18 İonia'dalki kral­ lık ne kadar sürdü bilmiyoruz, ama Aiolis'deki krallıktan daha1çabuk çöktüğünü sanıyoruz. İonia'lılar gelişip gönence kavuştular. Sahneye Aiol'lerden d?>ba geç çıkmalarına karşın, çok geçmeden bütün üstünlük alanlarını (Onların elinden alacak kadar güçlendiler. Khios, erken bir tarihte İon'^aŞhrıldı. Ardından Smyrna elden çıkacaktı. Smyrna kenti Hermos ırn^ağı ağ­ zında, elverişli bir konum daydı; ama halicin girişinde. Pholkaia ve Klazomenai kentlerince köstekleniyordu; nitekim çok geçmec$en Kolophon kentinden yola çıkan bir birlik Sm yrna'yı ele geçiırece^ti. Smyrna'nın yerli halkının A iolis'in öteki yörelerine çekilm esine izin verildi ve Smyrna bir İon kenti oldu.19 Hellespontos yolu açıldüğmda, Aiol'ler Sestos'a ve Abydos'a yerleştiler, ama daha sonraları A bydos kenti Miletos'a bağlandı, ardından da Phokaia'dan gelenler L-am psakos kentini kurdular ve M iletos'lular Propontis'in (Marmara Denizi) daha da kuzeyinde, Kyzikos'da güvenlikli bir yer sağladılar ikendile'5 Pausanias, 7. 2. 8, 7. 4. 2. H Aynı yerde, 7. 3.10. 17 Herodot Tarihi, 1. 147. Strabon, 632. *9 Herodot Tarihi, 1. 149-1 SO; Pausanias, 7. 5.1.

532

T A R İH Ö N C E Sİ EGE

rine.20 Aiolis üstünlüğü gene elden kaçırmıştı, bir daha da ele geçiremeyecekti. Çatalağzmdaki (delta) Naukratis kentinde, Yunanlıların ta­ nıdığı ayrıcalıkla güvenlikli bir yer edinen M ytilene'yi saymazsak,21 A iol'lerin yerleşim merkezlerinin hiçbiri İonia'nm üstünlüğüyle baş edemedi. Gerçi bu kolonilerin ilk dönemlerinin tarihi çoktandır biliniyor, ama bu tarih, bölük pörçük de olsa, Homeros sorunu açısından daha önce hiç irdelenmemiş birtakım değerli ipuçları da içeriyor. Epik şiir, kralın utku ve başarılarının sayılıp döküldüğü saray ozan­ lığından doğm uştur. Her yer için olduğu kadar Yunanistan için de geçerlidir bu dediğimiz. Odysseia'mn dizelerini okuduğumuzda, Aga­ m em non'un M ykene'deki ozanının saygın bir yüksek görevli oldu­ ğunu görüyoruz.22 Agamemnon'un soyundan inen Penthilid'ler, ya­ ni Penthylosoğulları uzun yolculuklarının bitim inde, içinde bulun­ dukları zor koşullar elverdiği ölçüde, geleneksel saray yaşamlarım yeniden kurdular. Bu girişimlerinde tümden başarısızlığa uğradıkla­ rı söylenem ez, çünkü dünyalıklarım hepten yitirmiş olmalarına kar­ şın, kim senin ellerinden alam ayacağı, kuşaktan kuşağa aktarılmış, çok değerli ve kutsal bir varlıkları vardı: Aiolis bölgesinin geriliği yü­ zünden krallık kurumu korunmuş, böylece epik şiirin gelişmesi ko­ laylaşmıştı. Beowulf un, Anglosakson saraylarında okunan kahramanlıkları, as­ lında bir zam anlar Kuzey Denizi'nin ötesindeki yörelerde gerçekleş­ mişti, onun serüvenlerini cankulağıyla dinleyen krallar ile Beowulf ara­ sında doğrudan hiçbir bağ olamazdı. Gerek B eo w u lf da, gerek Widsitlı'de, Offa'yı saymazsak, İngiliz ölan tek bir kişi yoktur.23 Günümü­ ze ulaşan biçimleriyle Eski Edda İzlanda'yla, Nibelınıgenlied de Bavyera'yla ilgilidir, ama bu destanların kahramanlan, çıkarabildiğimiz ka­ darıyla, Gotlar, Hunlar ve Burgondiyalılardır.24 Cermen epik şiirinin yaygın bir özelliği de, ozanların şiirİeri, kahramanlıklarım dile getir­ dikleri kişilerden, anlattıkları olaylardan zaman ve yer bakımmdan çok uzaklaştırılmış bir biçimde sürdürmüş olmalarıdır; bunun bir nedeni de, Töton halklarının nerdeyse bütün Avrupa'ya yayılmalarıyla sonuç­ lanan göçlerin geniş kapsamlı ve uzun süreli oluşudur. 20 21 22 23 24

Cambridge Ancient History’de J.L. Myres, 3. 657-60. Herodot Tarihi, 2.178.3. Odysseia, 3.267-71. H.M. Chadwick, The Heroic Age, (Cambridge, 1912), s. 32. Aynı yerde, s. 33-34.

Ho m e r o s o ğ u l l a r i

533

Oysa bizim sözünü ettiğimiz Penthylosoğulları topu topu Ege Denizi'ni aşmışlardı; savaş alamna bakan İda dağı yakınlarındaki yeni yurt­ larında, doğrudan Agamemnon soyundan gelen bu insanlar İlyada'yı dinliyorlardı. Yanlarındaki konuklarına dönüp, "Gerçi önemsiz bir şey ama, hiç değilse bizim ," dediklerini gözünün önüne getirebiliyor insan. Ardından Kodrosoğulları geldiler. Yurdu atalarının yaşadığı yere çok yakın olan Odysseus'un öyküsünü Homeros destanına Kodrosoğullarmın katmış olması hiç de uzak bir olasılık değildir. O dysseus'un batıdaki yolculukları ile Argonaut'larm yolculukları arasmda garip bir­ takım benzerlikler vardır. Bu da, destanın, İolkos'dan göç ettiklerinde Neleusoğullarınca doğudan batıya aktarılmış olabileceğini düşündür­ mektedir.25 İoııia'da krallık, ancak bu iki kolu birleştirecek kadar sürdü ve ora­ da sanat, hiçbir kesintiye uğramadan, o güne kadar ve o günden son­ ra hiçbir epik ozanın solumadığı bir ortama, tecimle uğraşan kent-devletinin keskin, eleştirel, sarıcı ortamına aktarıldı.

2. Homeros'un Doğum Yeri Homeros'un doğum yeri, ancak, İlyada ve Odysseia’nın bizim anla­ dığımız anlamda bir yazarı bulunup bulunmadığı sorusu karşısında herhangi bir önyargı taşımaksızın araştırılabilir. Yunanlılar böyle biri­ nin var olduğu inanandaydılar; bu konuda neler söylediklerine bir bak­ makta yarar var. Homeros Sorunu, günümüzde ortaya çıkmış bir sorun değil. Bu iki destanı aynı kişinin yazıp yazmadığı, Hellenistik bilimin parlak gün­ lerinde bile tartışılıyordu. Bu tür tartışmalar zamanla daha da gelişti. Uçüncii yüzyılda nereye varıldığım, Lukianos o canlı anlatımıyla şöy­ le dile getiriyor: A rad an iki ü ç gü n geçm işti ki, o zan H o m ero s'a rastlad ım . İkim iz d e kim ­ se y e bağlı o lm ad ığ ım ız için, o n a b irçok k onu d a gön ü l rah atlığ ıy la s o ru ­ lar so rab ild im . N e re d e d o ğ d u ğ u n u d a so rd u m bu a ra d a . B u n u n b izler a ra sm d a hâlâ çetin b ir ta rtışm a k onu su o ld u ğ u n u açık lad ım kend isin e. H o m e ro s, çeşitli u z m a n la rca kendisinin d o ğ u m yerinin K h ios, S m y rn a ya d a K olop h on olarak g ö sterild iğin i, o y sa g erçek te b irço k ların a T ig ra 25 J.A.K. Thomson, Studies in the Odyssey (Odysseia Üstüne incelemeler), (Oxford, 1914), s. 80-99.

534

T a r ih ö n c e s i E ge

nes d iy e d e bilinen Babylon'lu o ld u ğu n u söyled i; a n ca k Y u n an lılara kö­ le (h o m ero s) o la ra k satıld ık tan so n ra H o m e ro s ad ım alm ıştı. Başka so ­ ru la r d a so rd u m . P eki, d e d im , d e stan ları k itap ta to p la y a n la rın y a d sı­ dıkları d izeler g e rçe k te senin m i? H epsinin kendisinin o ld u ğ u n u söyle­ di. O z a m a n , A rista rk h o s v e Z en o d o to s ok ulun u n b ütün o bilgiççe sa ç­ m alarını b ir b ir sa y d ım H o m e ro s'a . A rd ın d an d a, İly ad a 'y a niçin Aklıilleu s'u n öfk esiyle b aşladığını so rd u m . G erçekte h içb ir n eden i o lm ad ığ ı­ nı, salt kafasına ö y le estiği için öyle b aşladığını söyled i. B irçok uzm an ın ileri sü rd ü ğ ü gibi ilk ö n ce O dysseia’yı y azıp y a z m a d ığ ın ı da ço k m erak e d iy o rd u m . B u s o ru m u , h ay ır, d iy e yan ıtladı H o m e ro s. A rtık körlüğü k o n u su n d a söylen ilenlerin d o ğ ru olu p olm adığın ı so rm a m a gerek yok ­ tu, çü n k ü k ö r olm ad ığ ın ı kendi gö zlerim le g ö re b iliy o rd u m .26

Lukianos'un sözlerindeki bu ince alayın yersiz olmadığı, Homeros araştırmasının sonuçlarını özetleyen Bizanslı sözlük yazarı Suidas'm şu girişinden de anlaşılabilir. Homeros'un doğum yerine ilişkin bölü­ mü aktarıyorum: B öylesine u lu bir o z a n m ölü m lü olu p o la m a y a ca ğ ı yo lu n d ak i k uşk u lar, on u n d o ğ u m yeri k o n u su n d a d a b enzer bir b elirsizliğe yol açm ıştır. Ç e­ şitli u z m a n la r H o m e ro s'u n S m y rn a 'd a , K h io s'd a, K o lo p h o n 'd a , İos'd a, K y m e 'd e , T ro a s b ö lg esin d ek i K e n k h e ra i'd a , L y d ia 'd a , A tin a 'd a , İthak a'd a, K ıb rıs'd a, S ala m is'd e , K ııo sso s'd a, M y k e n e 'd e , M ısır'd a , T h essalia'd a, İta ly a 'd a , L u k a n ia 'd a , G ry n e ia 'd a , R o m a 'd a v e R o d o s'd a d o ğ d u ­ ğ u n u ileri sü rm ü ş le rd ir.27

Olağanüstü bir adaylar listesi. Ne var ki, hakikatin nerdeyse iki bin yıl süren aranılışından sonra, İ.S. on birinci yüzyılda derlenmiş bir lis­ te bu. İşe, Hıristiyanlıktan önceki dönemin tanıklarından kaynaklan­ mayanların hepsini bir yana bırakarak başlayabiliriz. Geriye yedi yer­ den oluşan kısa bir liste kalıyor: Kaynak A pollon'a Hom erik Ö vgü A m o rgo s'lu Sem onides (?) Keos’lu Sim onides (?) 26 Luc. VH. 2. 20. 27 Suid. Homeros.

Tarih (İ. Ö. yüzyıl)

D o ğ u m Yeri

vıı-vı vıı-vı vı-v

Khios Khios Khios

Ho m e r o so ğ u lla r i

535

Khios

Sigeion’lu Dam astes

V

Pindaros

V

T h a so s’lu Stesim brotos

V

Sm yrna

Eiis'li Hippias

V

Kyme

Keos’lu Bakhylides

V

ios

Kolophon'lu Antim akhos

V-IV

Kolophon

Kyme’li Ephoros

IV

Kyme

Aristoteles

IV

ios

Atinalı Philokhoros

IV

Argos

K o s’lu Theokritos

III

Khios

Samothraike’li Aristarkhos

lll-ll

Atina

Kolophon’lu Nikandros

II

Kolophon

Thraiks’li Dionysios

II

Atina28

J

Khios

I

Sm yrna

Şimdi bu aday kentleri, en güçsüzünden başlayarak bir bir gözden geçirelim: Atina: Daha ilk ağızda yitiriyor adaylığını. Atina, İon'ların anaken­ tiydi; İon'larm başarılarının saygınlığı bu kente yakıştırılırdı. Nitekim, İon'lar çok sonraları Atina kökenli görülmeyi bir övgü sayacaklardı. Smyrna'lı Aristeides, kendi kentini bir Atina kolonisi, atalarını da Atinalı olarak tanımlar.29 Atinalı tiran Peisistratos'un bir yontusuna kazı­ lı bir yazıt var elimizde: Ü ç k ez tiran o lan , ü ç k ez s ü rg ü n e g ö n d erilip y en id en b aşa g e çe n d e v ­ let a d a m ı P e isistra to s'u m b en ; H o m e ro s'u n d ağın ık şiirlerin i to p la y ıp b ira ra y a getiren P eisistrato s. Ç ü n k ü S m ry n a kentini A tm a lıla r k u rd u k larına g ö re , o y ü ce o z a n d a b izim y u rttaşım ızd ı.

îos: Öyküye bakılırsa, bu adada yaşayan Kretheis adlı bir genç kız, tanrılardan birinden gebe kalmış. Smyrna kentinde köle olarak satılan genç kızı Maion adlı bir Lydia'lı almış. Maion kızla evlenmiş ve genç 28 Horn. H. 3.172: Sim. 85: Pi. fr. 264; Dam. 10 = F H C . 2. 66 ; Stesim. 18; Hippias. 8 = F H C . 2. 62; fr. 48 Blass; Antim. 18 = F H C . 2. 58; Eph. 164; Aristoteles, fr. 66 ; Philokhoros, 54; Theoc. 7.47; Nicand. fr. 14; VHom. 5-6. 29 Aristides, 23. 26, 29. 27, 40. 759,42. 776. 30 VHom. 5-6 = AP. 11.441

536

T a r ih ö n c e s i Eg e

kız Homeros'u dünyaya getirmiş.31 Hiç kuşkusuz, Bakhlides ve Aristoteles'in değindikleri öykü bu. Gelgelelim, bu öyküden Homeros'un doğum yerinin İos değil, Smyrna olduğu sonucu çıkıyor. Argos: Homeros şiirleri Argos'da kuşkusuz siyasal nedenlerden ötü­ rü çok tutulurdu. Homeros'la Apollon'u konuk olarak çağırdıkları bir müzik şenliği vardı ArgosTuların.32 H om eros'un, Maion ile Hyrnetho'nun oğlu olduğunu söylerlerdi.33 Bu öyküde H ym etho, İos'lu genç kızın az çok değişik biçimlisi olarak çıkar karşımıza. Hyrnetho, Doröncesi topluluklardan oluşan Argos kabilelerinden birinin, Hyrneth'lerin ata adıydı. Bir Mykene ozanları geleneğinin, Homeros geleneğin­ den bağımsız olarak, burada Dor akınlarmdan sonra da varlığını koru­ muş olması hiç de uzak bir olasılık değildir. Kolophon: Bu kentin Homeros'un doğum yeri olduğunu savunanlar Kolophon'lulardır, onun için yansız oldukları pek söylenemez. İleri sürdükleri sav, Kolophon'dan gelen İon'ların Sm yrna'yı yeniden ba­ yındır kılmalarından kaynaklanıyor olabilir. Geriye kalıyor Kyme, Symrna ve Khios. Kyme'nin Homeros'un do­ ğum yeri olması çok uzak bir olasılık; belki de, salt Sm yrna'nın ana­ kenti olduğu için çıkıyor karşımıza Kyme. Öte yandan, en güçlü olası­ lık Khios'da. Homeros'su Övgü ve Amorgos'lu Semonides kaynaklan da Khios olasılığını doğruluyor; elbette, alıntıda değinilen Keos'lu Si­ monides değil de Amorgos'lu Semonides ise gerçekten. Ayrıca, Khios Homerosoğullarımn yurdu sayılıyordu.34 Smyma'run adaylığından ya­ na bir varsayım ise, Homerosoğullarımn Sm yrna'nın Kolophon kenti­ ne yenik düşmesinden sonra merkezlerini Sm yrna'dan Khios'a taşımış olmasıdır. Bizim için en uygun yol> Khios ve Sm yrna'da karar kılmak, Kyme'yi de en yakın aday olarak belirlemektir. Üç kent de Aiolis ile İonia'nın sınır bölgesinde, Hermos ırmağının döküldüğü körfezin kıyı­ saldadır. Yunan epik şiirinin beşiğinin burası olduğunu biliyoruz.

3. S a ra y d a n P a z a r Y e rin e Homeros, Homerid'lerin, yani Homerosoğullarımn ata adıdır. En azından Homeros adı gerçek bir addır. Girit'den Thessalia'ya kadar 31 32 33 34

Plutarkhos, VHom. 3. İos adasında aylardan birinin adı Homereon’du: 1C. 12 (5) 15. Aelianus, Variae Historbe, 9.15. VHom. 4.1-2, 6 . 27; Certamen, 25. Strabon, 645; Akusilaos, 31; Hellanikos, 55.

H O M E R O SO Ğ U L LA R I

5 37

birçok yerdeki yazıtlarda kişi adı olarak geçen Homaros'un İon lehçe­ sindeki biçimidir Homeros.35 Cins adı olarak homeros ise "köle" anla­ mına geliyordu. Nitekim, bir öyküye göre, ozan Sm yrna'dan Khios'a köle olarak götürülm üştü.36 Öykü, adm kendinden anlaşılıyor. Akla daha uygun bir başka öyküye bakılırsa, homeros "kör" anlamına gelen eski bir sözcüktü.37 Demirciler hep topaldır ya, ozanlar da aynı neden­ le hep kördür. Meslek seçimini bedensel eksiklik belirtiyordu. Körlük, y an ı sıra "ikinci bir görme duyusu"nu, önseziyi, bir başka deyişle biliciliği ve şiiri getiriyordu.38 Demodokos kördü, Thamyris ve Stesikhoros da öyle.39 Eğer Homeros yalnızca bir "kör ozan" idiyse, adının onun gerçek olduğunu gösterdiği pek söylenemez. Homerosoğullarının "ilk başlarda Homeros'un torunları oldukları kuşaktan kuşağa aktarılan bir geleneğe göre Homeros'un şiirlerini söy­ ledikleri, ama daha sonraki çağlarda Homeros'la akrabalığı bulunma­ yan ozanlara Homerosoğulları denildiği"ni40 öğreniyoruz. Başka bir deyişle, başlangıçta bir klan olan Homerosoğulları sonunda bir lonca­ ya dönüşmüşlerdi. Belli bir soydan gelmenin yerini lonca üyeliğine se­ çilme almıştı. Merkezleri Khios'daydı. Bütün halk ozanları gibi onlar da her gittikleri yerde tanınan gezgin sanatçılardı ve hiç kuşkusuz Yu­ nanistan'ın birçok yerinde üyeleri vardı. Bunlardan biri olan Khios'lu Kynaithos, altıncı yüzyıl sonlarında Syrakusa'ya göç etti.41 Platon'dan öğrendiğimize göre, Homerosoğullarının sayısı dördüncü yüzyılda hâ­ lâ artmaktaydı. Halkın okuyamadığı, yalnız bu ozanların elinde bulu­ nan birtakım gizli şiirlerden söz eder Platon.42 O sıralar artık şiirler üs­ tündeki tekellerini yitirmiş olabilirler, ama gerek Attika yazınında, ge­ rek yazıtlarda Atina doğumlu bir halk ozanından söz edilmemesi ilgi çekicidir. Platon bu sanatın tipik bir temsilcisini tanıtmak istediğinde, Ephesos'dan İonia'lıyı seçer. Bu şiirler Pelopsoğullarmın ve Kodrosoğullarmm saraylarında ser­ pilip boy atmışlarsa, krallığın çöküşünden epeyce etkilenmiş olmaları gerekir. Kyme kentini İ.Ö. 700 yılına kadar bir kral yönetmişti, ama uç bir örnekti bu. Krallık, hiç değilse İonia'da, bu tarihten çok önceleri kal­ 35 36 37 38 39 40 41 42

GDI. 1033; S/C. 1059.1.3. Proklus, Chr. 99.17. Aynı yerde, 19-20; Ephoros, 164. B kî. The Growth o f Literature, 3. 619. Odysseia, 8. 63-64; İtyada, 2. 599-600; Isokrates, Hel. 64. Pindaros, N. 2.1. Aynı yerde, 2.1. Platon, Phaedros, 252b; İo, 530d; Devlet, 599e.

538

T a r İh ö n c e s İ E g e

dırılmıştı. İşte, epik şiir geleneğinin hiç aralıksız bir sonraki aşamaya aktarılmasını olanaklı kılan, Asya YunanistanYıun değişik yörelerini^ eşitsiz bir biçimde gelişmesiydi. Sarayın çöküşüyle birlikte, ozanlar pazar yerinde şiir söylemeye baş­ ladılar. Pazar yeri derken, köylülerin, sığır satıcılarının, köy zenginleriyle ileri gelenlerinin doldurduğu sessiz ve dingin bir pazar yerinden söz etmiyorum. Sözgelimi, Hesiodos şiir söylemiştir böyle bir pazar ye­ rinde; bu da onun HomerosTa boy ölçüşmesine yol açmıştır. Diyece­ ğim, Yunanlıların, Karia'lıların, Fenike'lilerin, tecimen denizcilerin, do­ kumacıların, tefecilerin, bankerlerin doluştuğu kalabalık bir liman ken­ tinin meydanından söz ediyorum, özellikle de Delos'da her yıl düzen­ lenen panayırdan. Küçücük bir ada olan Delos, mavi Ege'de gnays ve granitten oluşan, deniz yüzeyi üstüne taşmış bir kaya parçasıdır. Ama Kyklad adaları­ nın ortasında yer alan Delos, kültürel bakımdan İonia'nın anakenti ol­ muştur. E y T an rı A p o llo n , ne k a d a r ço k tu r senin ta p m a k la rın , o rm a n la r arasın ­ d aki d ü zlü k lerin . B ü tü n to p rak ları, d a ğ d oru k ların ı, d e n iz e d o ğ ru akan b ü tü n ırm ak ları d e ğ e rli say arsın sen . A m a en d eğ erlisi D e lo s'd u r senin g ö z ü n d e . K arıları v e ço cu k larıy la birlikte İo n 'lar, u zu n giysilerin i sü rü ­ y e re k o ra d a to p la n ırla r. Y u m ru k d ö v ü şle ri, d a n s la r v e m ü z ik le senin a n ım y a şa tırla r. Ö y lesin e g örk em li bir g ö rü n ü m d ü r ki b u , in san o ka­ d ın lar, erk ek ler, g e m ile r v e m allar y u m ağ ın a b ak ıp b a k ıp , b u ra d a her şey z a m a n d a n v e ö lü m d e n b ağ ım sız d iye d ü şü n eb ilir.43

Yalnız İonia'dan değil, Yunanistan'ın dört bir yanından hacılar bu bayram yerine akm ederlerdi. Sekizinci yüzyıl başlarında Messenia'dan gelen bir koronun, Korinthos'lu Eume-İos'un kendileri için besteledi­ ği bir övgü'yle yarışmaya katıldığını biliyoruz.44 Atinalılar da Solon za­ manında ve belki daha önceleri de yarışmalara katılıyorlardı.45 Çok yü­ rekten şarkı söyleyen birisi için Yunanca'da şöyle bir söz vardı: "San­ ki Delos'a gidecekmiş gibi söylüyor."46 Delos adası önemini ta Perslerin bölgeyi ele geçirmelerine kadar ko­ rudu ve Perslerin yenilgisinden sonra adanın geleneksel saygınlığı De43 44 45 46

Horn. H. 3. 143-55. Pausanias, 4. 4.1. Ath. 234e. Philokhoros, 158. Zenon, 2. 37.

H O M ERO SO ĞU LLARI

539

lo s'u n A tina ken tin ce kurulan yeni İon birliğinin kültür m erkezi olm a­ sını sağladı. D elos şen liğ in d e H o m ero s'su şiirlerin okunm ası düzenlenen izlen­ cede önem li b ir yer tu tardı, bu kesin. D elos A pollon'unun tapm ağın­ dan O dysseia' s ö z edilir.47 A yrıca, bir öyküye göre, kör ozanın ken­ disi de D elos'd a kalabalıkları büyülem işti: A p o llo n v e A r t e m i s 'i n s e v g is i ü z e r in iz d e n ek sik o lm a s ın , k alın s a ğ lı­ c a k la , D e lo s'lu k ızlar! S ak ın b e n i g ö n lü n ü z d e n çık a rm a y ın . Bir g ü n u z a k ­ la r d a n b ir y o lc u g e li r d e , " B u r a y a y o lu d ü ş e n o z a n la rd a n en ç o k h a n ­ g isin i s e v d in iz ? " d i y e s o r a r s a , b ir a ğ ız d a n şu y a n ıtı v e rm e y i u n u tm a ­ y ın : " K ö r b ir a d a m , k a y a lık K h io s 'd a y a ş a r , tü rk ü s ö y le m e k te k im se le r su d ö k e m e z e l i n e ." 48

Şiir dinletilerinin D elos'da ne zaman başladığını bilmiyoruz. Doku­ zuncu yüzyıla kadar uzanıyor olabilir. Ayrıca, geçen bölüm de gördü­ ğüm üz gibi, söz konusu şiirler yedinci yüzyılda hâlâ yayılm aktaydı. Toplum sal değişiklik, H om eros destanları daha tamamlanmadan mey­ dana geldi. D olayısıyla, biçim lendiriri bir etkisi oldu bu şiirler üstünde. Gerçekten de devrim ci bir değişiklik olsa gerekti. Epik şiir, eski bir dün­ yanın soylu lu ğu nu n güvenlikli saray yaşam ında, geçmişin anılarıyla beslenerek gelişm işti. İonia'daki tecim, politika ve bilim cümbüşünün içine düştüğündeyse çiçeğe durdu bu şiirler. Koşullar benzersizdi.

4. Homeros Külliyatı Daha önceki bölümlerde, İhyada, Odysseia ve Övgüler'den topluca Homerik, yani H om eros'su şiirler diye söz ettik. Eski çağlarda Homeros'un ya da onun okulunun adıyla bilinen ve bugün artık yitip gitmiş olan on iki kadar yapıt daha vardı. Homeros külliyatıydı bu. H om eros külliyatı ikiye ayrılır: İlkin, herkesin ya da hemen hemen herkesin ustanın kendisine, Homeros'a yakıştırdığı şiirler, yani İhyada, Odysseia ve Ö vgüler vardır. Bunlardan bundan sonra da Homeros şiir­ leri diye söz edeceğim . Kimileri Homeros'a, kimileri de onun izdeşlerine yakıştırılan öteki şiirlerse, destanlar çemberi diye bilinir. 47 Odysseia, 6.162-63; Certamen, 315-21; Hesiodos, fr. 265. 48 Horn. H. 3.165-73.

540

T A R İH Ö N C E S İ EGE

Destanlar çemberine ilişkin bilgilerimizin çoğu, yeniplatoncu Proklos'dan (İ.S. beşinci yüzyıl) geliyor. Proklos'un Homeros külliyatı için derlediği kılavuzun bir özeti günümüze kadar ulaşmış.49 Öyle görü­ nüyor ki, Proklos işini büyük bir özenle yapmış. Proklos dışında, bu konuyla ilgili olarak yalnızca Hellenistik Çağ, Yunan-Roma Çağı ve Bi­ zans döneminin öteki yazarları ve yazı parçalarındaki alıntılar ve de­ ğinmeler var elimizde. İh/ada, Agamemnon'la Akhilleus arasındaki kavgadan başlayıp Hek­ tor'un göm m e törenine kadar, Troya Savaşı'nm onuncu yılını anlatır. Odysseia'mn konusuysa, Odysseus'un İthaka'ya dönüşü, ailesine ka­ vuşması ve karısının taliplerinden öç almasıdır. İlyada 15693 dizeden, Odysseia'd a 12110 dizeden oluşur. İskenderiyeli yayıncılar her iki des­ tanı da yirmi dört bölüme ayırmışlardır. İlyada hemen herkesçe Home­ ros'un yapıtı sayılmıştır; bu görüşe karşı çıktıkları bilinen kimi Helle­ nistik Çağ bilginleri bir yana bırakılırsa, Odysseia da öyle.50 Otuz dört Övgü vardır, ama bunlardan beşi dışında hepsi çok kı­ sadır. Thukydides (beşinci yüzyıl) Apollon'a Ö vgü’n ü n , Karystos'lu Antigonos (üçüncü yüzyıl) da Hermes’e Ö vgü'nün Hom eros'un oldu­ ğundan söz eder.51 Athenaios (İ.S. ikinci üçüncü yüzyıl), Apollon'a Öv­ gü'nün "H om eros'un ya da Homerosoğullarından birinin" olduğunu söyler.52 Syrakusa'lı Hippostratos (tarihi yok), bu övgii'nün gerçekte H om erosoğullarından biri, yani Khios'lu K ynaithos'u n olduğunu, ama "H om eros'un dizelerine kendinden birçok dize eklediğini" ve İ.Ö. 504 ile 500 yılları arasında Syrakusa'ya gittiğini belirtir.53 Son yıl­ larda W ade-Gery bu şiirin gerçekte iki övgü'den oluştuğunu inandı­ rıcı bir biçimde öne sürmüştür. VVade-Gery'ye göre, bunlardarı Delos A pollon'u için olanı İ.Ö. 600 yılından önce, Delphos A pollon'u için olanıysa İ.Ö. beşinci yüzyılda oluşturulmuştur. Bu ikisinin birleştiril­ mesi ise K ynaithos'un işidir.54 Kanımca, W ade-Gerynin vardığı bu sonuç doğrudur. Destanlar çemberi konularma bakılarak Troya Çemberi, Thebai Çem­ beri ve Çeşitli diye sınıflandırılabilir. 49 Khrestomathia'nın yazılışı konusunda bkz. T.W. Allen, Homer: Origins and Transmission, (Oxford, 1924), s. 51-60. 50 Proklus, 102. 3. 51 Peloponnesos Savaşı, 3.104; Antigones, 7; bkz. Pausanias, 4. 30. 4; 9. 30.12; 10. 37.5. 52 Athenaios, 22b. 53 Pindaros, N. 2. 1. 54 H.T. Wade-Gery, “Kynaithos”, Creek Poetry and Life, (Oxford, 1936), 56.

541

Hom erosoğullari

Çizelge XVII H O M E R O S KÜLLİYATI Ozan

Başlık

jlyada

H om eros

Odysseia

H om eros

Tarih 950

övgüler: f

Apollon’a Övgü

H om eros Kh io s’lu Kynaithos

ötekiler

500

Hom eros

Troya Çemberi: Kypria

f

Kıbrıslı Stasinos

1

Salam is'li Hegesinos

Aitbioph

Küçük İlyada

M iletos'lu Arktinos

744

f Sparta'lı Kinaithon

762

1 Mytilene’li Leskhes

710

1

Phokaia'lı Thestorides

V. Erythrai'li Diodoros

Troya'tun Yağmalanıp

M iletos'lu Arktinos

Yurda Dönüşler Telegonia

““

Troizen’li Agias

744 -

f

Sparta’lı Kinaithon

762

|

Kyrene'li Eugam m on

566

762

Thebai Çemberi: Oidipodeia

Sparta’lı Kinaithon

Thebais

Hom eros

Epigonoi

Teos’lu Antim akhos

753

Çeşitli: Oikhalia’nın Ele Geçirilişi Titan'ların Savaşı

S a m o s’lu Kreophylos

-

f

M iletos'lu Arktinos

744

|

Korinthos'lu Eum elos

750

Phokais

H om eros

Margites

H om eros

Amazonia

Lydia’lı M a gne s

700

Herakleia

Lindos’lu Peisinos

750

542

TARİHÖNCESİ EGE

Troya Çem beri'nde altı destan vardır. Birincisi, Kypria, yani Kıbnsh Destan on bir bölümdür. Kypria'mn konusunu Aleksandros'un yargı­ lanması, Helena'nm ırzma geçilmesi, A kha'ların savaş düzenine gir­ meleri, İphigeneia'nın kurban edilmesi ve savaşın Agamemnon'la Akhilleus arasındaki kavgaya kadar olan akışı oluşturur.55 Herodotos (be­ şinci yüzyıl), şiirin dizelerini inceleyerek Kypria'nin Homeros'un ola­ mayacağını ileri sürer; demek, bu destanın Homeros'un olduğunu dü­ şünen birçok kimse vardı.56 Sonunda Pindaros'a (beşinci yüzyıl) maledilebilecek bir öyküde, Homeros'un Kypria'yı damadı Kıbrıslı Stasinos'a düğün armağanı olarak verdiği anlatılır.57 Platon (dördüncü yüz­ yıl) bu destandan alıntı yaparken kimin destanı olduğundan hiç söz et­ mez.58 Pausanias (İ.Ö. ikinci yüzyıl) da bir açıklama yapmaz bu konu­ da.59 Athenaios, Kypria için, "Kıbrıslı Stasinos'un, Hegesias'm ya da bir başkasının olabilir"60 der. Proklos ise, Kypria'y\, Stasinos'a ya da Salamıs'li (Kıbrıs'daki Salamis kenti) Hegesinos'a yakıştırır.61 İkincisi, Aithiopis beş bölümdür. Konusu: Hektor'un gömme töre­ ninden A khilleus'un ölümüne kadar savaşın onuncu yılı.62 Proklos, Aithiopis'in Miletos'lu Arktinos'un olduğunu söyler. Arktinos, Suidas'a (İ.S. on birinci yüzyıl) göre, Homeros'un izdeşlerinden biridir.63 Do­ ğum tarihi İ.Ö. 744 diye geçer.64 Üçiincüsü, Küçük İlyada dört bölümdür. Konusu: Akhilleus'un zır­ hı uğruna düzenlenen yarışma ve Tahta A t'ın yapılması.65 Küçük İlya­ da, Sparta'lı Kinaithon'a (Hellanikos, beşinci yüzyıl), Mytilene'li Leskhes'e (Proklos), Phokaia'h Thestorides'e ya da Erythrai'lı Diodoros'a yakıştırılır.66 Kinaithon'un doğumu tarihi İ.Ö. 762 diye geçer.67 Leskhes ise Arktinos'la aynı dönemde yaşamışta.68 Bir yoruma göre de, Thes55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68

Proklus, 102-05. Herodot Tarihi, 2.117. Ael. VH. 9.15; bkz. lamb. VP. 146; Suid. Homeros, 29. Platon. Euthyphro, 12a. Pausanias, 4. Z 7. Athenaios, 682d, bkz. 35c, 334b. Proklus, 97.15. Aynı yerde, 105-06. Suidas, Arktinos - F H G . 4. 314. Suidas, I.e.: Homer: Origins and Tronsmisson, s. 62-63. Proklus, 106-07. Euripides, Tr. 821. Homer: Origins and Transmission, s. 63. Clemens. Stromata. 1. 21. Leskhes’in (bir şiirde mi?) Homeros ile Hesiodos arasındaki bir ozanlık yarışmasından söz ettiği söylenir (Plutarkhos, Moralia, 154a). Bu öykünün bizim için önemli yanı, her iki ozanın da doğaçtan söyleme yeteneğini vurgulamasıdır.

H o m er o so ğ u lla ri

543

torides'le birlikte Phokaia'da kalırken Homeros kendisi oluşturmuştur Kiiçiik İlyada'yı. Thestorides'in gene bir epik ozan olan oğlu Partheni0s, Homeros'un soyundan diye tanımlanır.69 Pausanias ise Küçük İlyada'yı ortaklaşa oluşturulm uş bir şiir olarak görür.70 Dördüncüsü, Troya'ntn Yağmalanışı iki bölümdür v e Aithiopis'in oza­ nı Arktinos'undur 71 Beşincisi, Yurda Dönüşler beş bölümdür. Konusu: Diomedes, Nes­ tor, Neoptolemos, Agamemnon ve Menelaos'un savaştan sonraki se­ rüvenleri. Ozanı: Proklos'dan öğrendiğimize bakılırsa Troizen'li Agias (Hegias).72 Pausanias da aynı adda bir ozandan söz eder, ama Yur­ da Dönüşler’i ortaklaşa gerçekleştirilmiş bir yapıt olarak görür.73 Altıncısı, Telegonia iki bölümdür. Konusu: Penelopeia'nm talipleri­ nin gömme töreninden Odysseus'un ölümüne kadar Odysseus'un ba­ şından geçenler.74 Ozanı: İ.S. üçüncü yüzyılda yaşamış olan Eusebios'a göre, Sparta'lı Kinaithon; İ.S. ikinci-üçüncii yüzyılda yaşamış olan Klemens'e göre, Kyrene'li Eugammon.75 Eugammon'un doğum tarihi İ.Ö. 566 olarak verilir. Troya Çem beri'ni tartışırken, Aristoteles'in, Homeros'u bu destan­ ların ozanı olarak görmediği anlaşılmaktadır.76 Daha sonra, üç şiirden oluşan Thebai Çemberi gelir. Oidipodeia'da, Oidipus'un babasını nasıl öldürdüğü, anasıyla nasıl evlendiği, oğulla­ rını nasıl ilençlediği anlatılır. Thebais, oğullar arasındaki savaşı, Argos'lularm Thebai kentine düzenledikleri ilk seferi, seferin birbirlerini öldürmeleriyle son buluşunu dile getirir. Epigonoi, düzenlenen ilk se­ ferde can veren Argos'lu komutanların oğullarının gerçekleştirdiği ikin­ ci bir sefer sonucunda kentin yok oluşunu anlatır. Thebais de, Epigonoi da 7000 dizeden oluşuyordu.77 Yazıtlardan birinde, Oidipodeia'nm Kinaithon'un olduğu belirtilir.78 Pausanias ise bu destanı ortaklaşa gerçekleştirilmiş bir şiir olarak gö­ rür.79 Ephesos'lu Kallinos, Thebais'i, sekizinci yüzyılda Homeros'a ya69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79

Suidas, Parthenios. Pausanias, 3. 26.9. Proklus. 107-08. Aynı yerde. 108-09. Pausanias, 1. 2.1.10. 28. 7; bkz. Athenaios, 281b. Proklus, 109. Eusebios, Khrikhon;Olen, 4; Clemens, Stromata, 6. 25.1. Aristoteles, Poetika, 23.5-7. Certamen, 255-60; bkz. C/C. It. Sic. 1292. 2.12. C/C. İt, Sic. 1292. 2.11. Pausanias, 9. 5.11.

544

TARİHÖNCESİ E ge

kıştırmıştır.80 Bu, külliyattaki bir şiir ile ustanın adı arasında kurulan en eski ilişkidir. Herodotos, "Homeros'un Epigonoi'u" der, ama ardın­ dan hemen ekler: "Elbette bu destanı gerçekten Homeros söylemişse."81 İskenderiye'de bir yapıtta, bu destan Antimakhos'a, sanırız Teos'lu Antimakhos'a (İ.Ö. 753) yakıştırılır.82 Geriye çeşitli yapıtlar kalıyor. Oikhalia'nm Ele Geçirilişi. Konu: Herakles'in son kahramanlığı. Ozan: Üçüncü yüzyılda yaşamış olan Kallimakhos'a göre, Samos'lu Kreophylos.83 Platon, Kreophylos'dan "Homeros'un bir dostu" diye söz eder.84 Bir başka yerde, tıpkı Stasinos gibi Kreophylos'un da Homeros'un dama­ dı olduğu vurgulanır.85 Kallimakhos'un anlattığı ve sanırız Platoıı'un da bildiği bir öyküye bakılırsa, Kreophylos Samos'da Homeros'u ağırlayıp eğlendirmiş, buna karşılık Homeros da bu destanı Kreophylos'a armağan etmiş.86 Klemens, bu destanı Halikamassos'lu Panyasis'iıı Kreophylos'dan çaldığını söyler.87 Ama belki de çalmmamıştır da, uyarlanmıştır. Titan'larm Savaşı'nı, Athenaios, Miletos'lu Arktinos'a ya da Korinthos'lu Eumelos'a yakıştırır.88 Eumelos (İ.Ö. 750), soylu Bakkhid'ler klanmdandır. Korinthia adlı bir başka destanın da ozanı sayılıyordu Eu­ melos.89 Messenia'dan gelen koronun Delos'da okuduğu övgü de Eumelos'undu. Phokais'ın, Homeros'u Phokaia'da ağırlayan Thetorides tarafından Homeros'dan alındığı söylenir.90 İçeriğiyle ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Margites, hem heksametron, hem trimetron ile oluşturulmuş bir taş­ lamadır. Kendisini anasının mı, yoksa babasının mı doğurduğunu bil­ meyen ve anasına söyler korkusuyla karısıyla sevişmekten çekinen bir budalayı anlatır.91 Platon ve Aristoteles, Margites'i Homeros'un sayar­ lar; ama daha sonraki yazarlara bakılırsa bir Homeros öykünmesidir M argites92 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92

Pausanias, 9. 9. 5. Herodot Tarihi, 4. 32. Aristophanes, Pa. 1270; Plutarkhos, Rom. 12 Cali. Ep. 6. Platon, Devlet, 600b. Suidas, Kreophylos. Strabon, 638. Clemens, Stromata, 6. 25. 2. Athenaios, 22c, 277d. Pausanias, 21. 1,2. 2. 2,2. 3. 10. Ps. Hdt. VHom. 16. Aeskhines, Ct. 160. Platon, Alkibiades, 1147c; Aristoteles, Poetika, 4. 3.10-12; Hephaistion, Enkheiridion, 17.

H o m er o so ğ u lla r i

545

Bir de Amazonia ve Herakleia var. Amazonia, Lydia'lı M agnes'indir (İ.Ö. 700). Herakleia ise, Klemens'e göre, Kameiros'lu Peisandros (İ.Ö. 750) tarafından Lindos'lu Peisinos'dan çalınmıştır.93 İki noktaya daha değinirsek, elimizdeki bilgiler tamamlanmış ola­ cak. Birincisi, Platon'un İon'u, hani şu Ephesos'lu ozan, yalnızca Ho­ meros'un yapıtlarım okuyan, ustalığını gösterirken yalnızca Home­ ros'dan yararlanan bir ozan olarak tanıtır kendini.94 Nitekim, İon'un yaptığı bütün alıntılar İlyada ve Ocfyssm'dandı. Ksenophon da, Homeros'u baştan sona ezbere bilen bir Atinalıdan söz eder; metinden anla­ şılacağı gibi, baştan sona Homeros derken İlyada ile Odysseia'yı söyle­ mektedir.95 İkincisi, Proklos, "eskiler"in bütün bir destanlar çemberi­ ni, yani külliyatın tümünü Homeros'a yakıştırdıklarını belirtir.96 Görüldüğü gibi, eskilerin verdikleri bilgiler belirsiz ve karışık. Pe­ ki, ne yapabiliriz? Bu sorun bugüne kadar en hafif deyimle rastgele ele alınmış. Ayrıcılara, yani destanların ayrı ayrı ozanlarca oluşturuldu­ ğunu savunanlara göre, eski çağlarda bu şiirlerin hepsi de Homeros'a yakıştırılınıştı, Homeros ise tarihsel gerçekliği olmayan bir ata adından başa bir şey değildi. Öte yandan, birciler, yani bu destanları tek bir oza­ nın oluşturduğunu savunanlar, iki başyapıt dışında öteki destanlardan hiçbirinin eski çağlarda Homeros'un özgün yapıtları sayılmadığını or­ taya koymaya çabalamışlardır. Her iki görüşü de destekleyen çelişik bilgiler vardır, demek ki gerçek her iki görüşten de farklı olsa gerektir. Her iki yanın da yanılgısı, kanıtlardaki çelişkileri birer ipucu olarak ya­ kalayacaklarına onları ortadan kaldırmaya çalışmalarıdır. Yunanlı tarihçinin bir büyük üstünlüğü var. Kent-devletlerinin si­ yasal ayrılıkları, ortak bir kökenden kaynaklanan benzer tapımların varlığını sürdürmesini, aynı olayların değişik yorumlarının yapılabil­ mesini olanaklı kılmış, böylece karşılaştırma ve çözümleme yoluyla ha­ kikatin parça parça yeniden bulunması için bol bilgi ve kaynak sağla­ mış. Yunan geleneği, arapsaçına dönmüş bir yün çilesine benzer; çöze­ bilmek için tek tek iplikleri bulup çekmek gerekir. İçlerinde en güçlüleri olan Atina geleneği, beşinci yüzyıldan sonra bütün öteki gelenek­ leri kendi bağrında toplamayı başarmıştı. Ama İonia'lılarm da kendi kültürleri vardı, hem Atmalıların kültüründen daha eski bir kültürdü bu; ta Hellenistik Çağ'a kadar büyük ölçüde bağımsız kalmıştı. Son za93 94 95 96

Nic. Dam. 62; Clemens, Stromata. 6. 25. 2; Suidas Peisandros. Platon. İo, 531a. Ksenophon, Symposium. 3.5; Athenaios, 620b. Proklus, 102.

54 &

TARİHÖNCESİ Ege

martlarda, "İonia'h bazı İskenderiye bilginlerinin, Atina kentine h iç ulaşmamış ciltler dolusu bilgiyi anayurtlarından İskenderiye'ye getir­ dikleri" ortaya konuldu.97 İşte bütün bunların ışığında incelendiğinde, Homeros geleneğindeki çelişmeler çözülebilir. Sekizinci yüzyılda, bir İonia'lı olan Kallinos, Thebais destanının Ho­ m eros'un olduğunu söyler. Üç yüzyıl sonra Pindaros, Stasinos'a ve­ rilen düğün arm ağanının öyküsünü anlatırken, Kypria'nm ozanının Homeros olduğunu söylem ek ister. Ama daha sonraları, Lesbos'lu Hellanikos Küçiik İlyada'y\ Kinaithon'a yakıştırırken, A tina'da oturan bir Anadolulu olan Herodotos Kypria ve Epigonoi destanlarının Ho­ m eros'un olduğu yolundaki görüşe karşı çıkma gereğini duyar. Ati­ na'da, Thukydides Apollon'a Öugıi'nün H om eros'un olduğunu söy­ ler, ama dördüncü yüzyılda Ksenophon İlyada ve Odysseia dışında hiç­ birinin Homeros'un olmadığını savunur. Platon ve Aristoteles de Ksenophon'la aynı kanıdadırlar, yalnız onlar M argites'in Homeros'un ol­ duğunu kabul ederler. İskenderiye döneminde, H om eros'a seçenek olarak gösterilen birçok addan söz edilir ve bu konudaki genel tutum yansızdır. Burada bir gelenek değil, iki gelenek söz konusudur. Bu iki gelenek ayrı ayrı boy atıp gelişmiş ve en sonunda karışıp iç içe geçmiştir. Biri, Homerosoğullarının kendi geleneğiydi. En eski çağlarda, bu "Homeros'un oğulları" gerçek bir ozanlar klanının üyeleriyken, bu tür topluluklarda çok sık rastlanan bir alışkanlığı sürdürürler, dağarları­ nın tümünü ustanın kendisine yakıştırırlardı. İpse d ix it* Daha sonraları, klan loncaya dönüştüğünde, daha bir bireysellik ka­ zandılar. Kalıt aldıkları destanları hâlâ yaygınlaştırmak ve geliştirmek­ le uğraştıklarından, kişisel çabaları ile birlik duygularını, kendi adla­ rıyla ustanın adının simgesel bir biçimde birleştiği öykülerde, hani o düğün ve konukluk armağanlarına ilişkin öykülerde uzlaştırdılar. Ki­ mi durumlarda, aynı izleği (tema) birçoğu art arda yeniden işliyordu. Destanların sözlü olarak okunduğu koşullarda doğal ve kaçınılmazdı bu. Ama daha sonraki çağlarda, bireysel yazarlık savlan ağır basmaya başladığında, bu durum ister istemez yanlış anlamalara yol açtı. Ger­ çekte birbirlerinin ardı sıra gelmiş olan ozanlar, birbirlerinin yapıtları­ na eklemelerde bulunan ya da birbirlerinin yapıtlarını aşıran, birbirle­ rini geçmeye çalışan ozanlar gibi göründüler. 97 L. Pearson, Early Ionian Historians, (Oxford, 1929), s. 9. * Kendileri söylüyorlar, başka kanıt yok. (f.n.)

HOMEROSOĞULLARI

547

Bu destanlar Yunanistan anakarasına ulaşıp da halk arasında okun­ maya başladığında, ilk ağızda İonia'lıların eski tutumu benimsendi ve hepsi de Homeros'un destanları olarak kabul edildi. Ama dördüncü yüzyılda, edebiyat eleştirisi yavaş yavaş boy atmaya başladığında, Attika'h yazarlar Homeros'un adını iki başyapıtın yanı sıra Ionia'da bile belli bir ozana bağlanmamış olan Övgüler ve Margites ile birlikte anma­ yı yeğlediler. En sonunda iki gelenek İskenderiye'de iç içe geçti. Arktinos'un, Leskhes'in, Kinaithon'un ve İonia'dan aktarılan öteki Homeros'su ozanların adları artık herkesçe biliniyordu ama bu adları yadsı­ yan Attika edebiyatının etkisi yüzünden, mürekkep yalamış kişilerin tutumu kuşkucuydu. Öte yandan, halktan kişiler külliyatın tümünün Homeros'un olduğuna inandıkları için böyle bir kuşku duym uyorlar­ dı. Bu konuda birisi kendilerine karşı çıkacak olursa, Homeros'un ana­ sının babasının ölümsüz, tanrısal kişiler olduklarım söyleyip çıkıyor­ lardı işin içinden.

5. D estanlar Çemberi Troya Çemberi ile Thebai Çemberi'ne ilişkin olarak adları anılan on ozandan yalnızca beşinin Aiolis ya da İonia'nın yerlisi olduğu söyle­ nir. Ötekiler ya Peloponnesos, Kıbrıs ve Libya'da doğmuş ya da oralılarca evlat edinilmişlerdir. Bu ozanlara yakıştırılan destanları ve do­ ğum tarihlerini gözden geçirirsek, Homerosoğullarımn yayılması ko­ nusunda kimi ipuçları bulabiliriz belki. Sparta'lı Kinaithon için İ.Ö. 761-758 tarihi veriliyor. Doğum tarihi diye alsak bile çok erken bir tarih. Küçük İlyada'daki rakibi Leskhes'den yirmi yıl, Telegonia'daki rakibi Eugammon'dan iki yüz yıl erken. Kina­ ithon Küçük İlyada'yı Proklos'un anlattığı biçimde oluşturmuş olamaz, çünkü bu destanın konusu, Arktinos'un yapıtları olan Aithiopis ve Troya'nmYağmalanışı ile bağıntılı bir biçimde tasarlanmış olması gerekti­ ğini gösteriyor. Öte yandan, Kinaithon, Küçük İlyada'nın daha eski bir yorumun ozanı olarak da kabul edilebilir. Gene, Kitaithon'un Telego­ nia' sı, Eugammon için bir örnek oluşturmuş olabilir. Kyrene kenti Thera'dan gelenlerce kolonileştirilmişti, Thera kenti de Sparta'dan gelen­ lerce.98 Geriye, tek ozan adayının Kinaithon olduğu Oidipodeia destanı kalıyor. Bu noktada, Kinaithon için verilen tarih, Epigonoi'un ozanı An98 Herodot Tarihi, 4.147-59.

548

T a r İh ö n c e s i E g e

timakhos için verilen tarihle ve Kallinos'un da bildiği Thebais destanı­ nın eskiliğiyle uyuşuyor. Kallinos'un yaşadığı dönem, Arkhilokhos'dan "çok önce değildi." Son zamanlarda, Arkhilokhos'un İ.Ö. 740-670 ara­ sında yaşadığı ileri sürülmüştür.99 Demek, Kinaithon büyük bir olasılıkla sekizinci yüzyılda yaşamış­ tır. Sparta kentine baktığımızda Kinaithon'a çok uygun bir ortamda gö­ rürüz. O sıralar daha askercilleşmemiş olan Sparta kenti bir kültürel yenidendoğuş yaşıyor, ozanlar Yunanistan'ın dört bir yöresinden Sparta'ya akın ediyorlardı: G irit'den Thaletas (tarih yok), Kolophon'dan Polymnastos (tarih yok), Lesbos'dan Terpandros (İ.Ö. 676'da yaşlı bir adamdı), Sardes'den Alkman (İ.Ö. 672 ya da 657) ve Atina'dan Tyrtaios (İ.Ö. 630). Karneia'daki ilk müzik yarışm alarını başlatan Terpandros'du.100 Alkman da Odıjsseia'yı mutlaka biliyordu, çünkü Kral Alkinoos'un kızı Nausikaa top oynarken Odysseus'un ortaya çıkıp onu şaşırttığı bölümü anlatan bir danslı oyun hazırlamıştı.101 Ayrıca, Spar­ ta yasalarım değiştiren devlet adanu Lykurgos'un Samos'daki Kreophylos ailesinden edindiği İlyada ve Odysseia’yla ilgili dinletiler başlattığı söylenir.102 Lykurgos pek somut olmayan, bir bakıma mitolojik bir ki­ şidir, dolayısıyla Lykurgos'la ilgili bir tarih verilemez, ama Homerosoğullarının sekizinci yüzyılda Sparta kentinin koruması altında olduk­ larını göstermesi yönünden bu öykü öteki anlatılanlara uygun düşmek­ tedir. Oidipus söylencesinin Sparta'yla özel bir bağıntısı bulunduğu­ nu da ekleyebiliriz bütün bunlara. Oidipus, Sparta krallarının ataların­ dan biriydi.103 Yurda Dönüşler’in ozanı Troizen'li Agias için hiçbir tarih verilmiyor. Homeros'un da çağrıldığı Argos'daki şenliğe ve Hyrnetho'nun öykü­ süne daha önce değinmiştik. Yedinci yüzyılın ortalarına kadar, Argos kralları Peloponnesos'un kültürel önderliği için Sparta krallarıyla ya­ rıştılar. Son Argos kralı Pheidon (İ.Ö. 675), Olimpiyat Oyunları'nın de­ netimini eline geçirdi.104 Eğer daha o sıralar Sparta sarayında Home­ ros ozanları çalıp söylüyorduysalar, bunlar Argos'a da gitmiş olmalı­ dırlar. 99 Homer: Origins and Transmission, s. 61; A.A. Blakeway, “The Date of Archilochus", Creek Poetty and Life, (Oxford), 1936), 34. 100 Hellanikos, 121 101 Alkman, 16. 102 Plutarkhos, Lykurgos, 4; Herakleides, PP. 2.3; Claudius Aelianus, Variae Historiae, 13.14. 103 Herodot Tarihi, 6. 52. 2. 104 Aynı yerde, 6.127. 3.

HOMEROSOĞULLARI

549

Kypria'nin ozanları oldukları söylenen Stasinos ve Hegesinos için de bir tarih yok elimizde. İkisi de Kıbrıslıydı. Hegesinos, Teukrosoğullarınm krallık merkezi olan Salamis kentindendi. Paphos'da, Kinyrasoğullan denilen bir başka kral soyu daha vardı. Her iki soy da Akha kökenli olduklarını öne sürüyorlardı. Teukrosoğulları da, Kinyrasoğulları da varlıklarını Hellenistik Çağ'a kadar sürdürdüler. Stasinos ve Hegesinos'u koruyup gözetenler bunlar olsa gerektir. Kıbrıs'da Ho­ meros okuluyla kaynaşmış bir Akha ozanlık okulunun bulunması bi­ le olasıdır. Kyrene'li Eugammon için kesin olarak İ.Ö. 566 tarihi veriliyor. Kyrene kenti bir önceki yüzyılın son çeyreğinde kurulmuştu daha. Kyrene'de de Battosoğullarının egemenliğinde krallık sürüyordu. O zaman, kentin epik şiirle bağı perçinleniyor kuşkusuz. Telegonia, Odysseia'nm bir devamıydı. Yunanlıların Batı Akdeniz'e girmeleriyle birlikte, bu yö­ relerle büyük ölçüde bağıntılı olan Odysseus'un öyküsü Homeros'su sınırlarının çok ötelerine taşırıldı ve geniş bir ailenin babası oldu Ody­ sseus. Dahası, Eugammon, Telem akhos'un Arkesialos adlı bir erkek kardeşinin bulunduğunu söyledi.105 En azmdan dört Kyrene kralının adıydı Arkesialos. Anlaşılan, Battosoğulları OdysseusTa akraba olduk­ larını söylemek istiyorlardı. İlişkinin tam olarak ne olduğu belirsiz, ama Odysseia'yı geliştirirken Battosoğulları ile Odysseus arasındaki bağın­ tıyı vurguladığma bakılırsa Eugammon bu durumu biliyor olmalıydı. Demek ki, Homerosoğulları, Sparta'da sekizinci yüzyılda, Argos'da sekizinci ya da yedinci yüzyılda, Kyrene'de yedinci yüzyılda ve Kıbns'da aşağı yukarı aynı dönemde benimsetmişlerdi kendilerini. İonia dışında, kral saraylarında kendilerine kucak açan dost bir ortam bul­ muşlardı. Aristoteles, yazılarında sık sık rastladığımız o kısa ama unutulmaz bölümlerden birinde, Destanlar Çemberi'ni İlyada'dan ayırmaktadır: Dolayısıyla, daha önce de belirttiğim gibi, Homeros'un İlyada’da bile Troya Savaşı'nın başını ve sonunu anlatmakla birlikte, savaşı başından sonuna betimlemeye kalkışmaması, olağanüstü bir sezgidir nerdeyse. Çünkü konu tek bir şiirde ele alınamayacak kadar uzundu; Homeros her şeyi tıkış tıkış doldurmaya kalksaydı, öykü çok karmaşık, içinden çıkılmaz bir duruma gelecekti. Homeros tek bir bölümde yoğunlaşma­ yı ve o bölümü Gemilerin Sayımı gibi birçok yanöyktiyle çeşitlendirme­ 105 Eustathius. 1796. 50.

550

TARİHÖNCESİ EGE

yi yeğlemiştir. Öteki ozanlar, sözgelimi Kypria ve Küçük İlyada'nın ozan­ ları, bütün bir dönemi kapsayan koca bir olaylar dizisi içinde tek bir ki­ şiyi ele alırlar. İşte bu yüzdendir ki, İlyada ve Oıiı/ssm'dan yalnızca bi­ rer ya da ikişer tragedya oluşturulabilmiş olmasına karşılık, Kypria'dan birçok, Küçük İlyada'dan da sekizden fazla tragedya çıkarılmıştır.106 Destanlar çemberinin ozanları yaratıcı güç bakımından daha geriy­ diler. Bu herkesçe benimsenen bir kanıydı. Horatius da bu ozanları Homeros'dan ayırmakta, Proklos ise bu ozanların daha çok işledikleri ko­ nular açısından incelenmeye değer olduklarını söylem ektedir.107 Aristoteles'e göre, Homeros'un üstünlüğü, konusunu şiire tıkış tı­ kış doluşturmaya kalkışmamasındaydı. Destanlar çemberinin ozanla-

106 Aristoteles, Poetika, 23. 5-7. 107 Horatius, Ars Poetica, 140, Proklus, 97.

HOMEROSOĞULLARI

55i

nysa böyle yapmışlardı. İlı/ada ile Odysseia'da anlatılan olaylar birkaç haftalık bir süreyle sınırlı olmasına karşın, her ikisi de yirmi dört bölü­ mü bulmuştu. Oysa Kypria on bir bölümde on yıllık bir dönemi. Yurda Dönüşler beş bölümde sekiz yıllık bir süreyi anlatıyordu. Ölçekleri çok daha küçüktü. Öte yandan, Troya Çemberi incelendiğinde, İlyada ve Odı/sseia'mn gerçekte de günümüzdeki biçimlerinde oldukları ortaya çıkmaktadır. Kypria, İlyada'nın başladığı yerde biter. Kiiçiik İlyada, bü­ yük İlyada'nın sona erdiği yerde başlar. Yıtrda Dönüşler, Odysseia'ya bir ek, Telegonia ise gene Odysseia'nm sonudur. Homerosoğullarımn yara­ tıcı gücünü aşmak olanaksızdı. Bu geldiğimiz noktada, Homeros eposunun tarihindeki üç evreye değinmemiz gerekiyor. İlk olarak, Aiolis ve İonia'da saray ozanlarının yalnız o yörede söy­ ledikleri kısa şiirlerinin söz konusu olduğu ilkel dönemden söz edebi­ liriz. Phemios ve Demodokos'un şiirlerinde yansıyan evredir bu. Baş­ larda sayısız ozanlar klanından biri olan Homerosoğulları, zamanla sa­ natlarının büyük ustaları oldular ve ünlerini artırdılar. İlyada ve Ody­ sseia daha o sıralar yoğrulup biçimlenmekteydi, ama daha organik bi­ rer bütün olmaktan çok, gevşek örülmüş bölümler durumundaydılar. Belirgin bir biçime bürünmemişlerdi. Homerosoğulları daha sonra kendilerine Delos'daki Apollon şenli­ ğinde bir yer sağladılar. Yeni sorumluluklar, yeni olanaklarla yüz yü­ ze gelen Homerosoğulları yeniden örgütlendiler ve genişlediler. Dışa kapalılıklarını bir yana bırakarak, gerekli nitelikleri taşıyan bütün ozan­ lara açık bir meslek örgütüne dönüştüler. Rakiplerini de aralarına ala­ rak kendilerini zenginleştirdiler. Halk onları öylesine tutuyordu ki, şen­ lik izlencesinin büyük bir bölümü, belki de birkaç günü onlara ayrıldı; böylelikle büyük çaplı başyapıtlarını oluşturabilecekleri elverişli bir ko­ numa kavuştular. İlyada ve Odysseia’nm yapısında kendini gösteren tek­ nik ustalık, yüksek düzeyde bir düzenlemeyi gerektiriyordu. Demek, Apollon'a Övgü'den dolaylı da olsa çıkan sonucu kabul edebiliriz: Bü­ tün İonia'nın kendilerini dinlediği kör ozanm izdeşleri, Delos'da, sa­ natlarını daha sonra kimsenin erişemediği bir yetkinlik düzeyine yük­ selttiler. Gerçi destanlar hâlâ yoğrulabilir, biçimlendirilebilir durum­ daydılar, ama Delos'da her yıl söylene söylene biraz daha bütünsellik kazanarak, her söylenişte biraz daha yetkinleşerek belli bir kalıba dö­ küldüler, belli bir inceliğe, uyuma ve bütünlüğe eriştiler. Üçüncü evrede, epik şiir sanatı İonia ötelerinde kök sürdü. Ama bu yaygınlaşması sırasında gerilemeye de başladı. Gerçi ozanlar Sparta,

552

TARİHÖNCESİ Ege

Argos, Kıbrıs, Kyrene gibi yerlerde çok iyi karşılandılar, ama bu yöre­ lerde daha çok kısa şiirler tutuluyordu, ozanlardan kısa şiirler bekle­ niyordu, dolayısıyla onlar da bir zamanlar atalarının yaptığı işe dön­ düler, kralların saraylarında zamamn olaylarını koşukla yazmaya baş­ ladılar. Epik şiir sanatı, gelişme yönünün tersine çevrilmesiyle birlikte sona erdi. Giderek yaratıcı olmaktan çıktı. Yepyeni bir maddi ve dü­ şünsel yaşam düzeyine ulaşmış bir çağda, epik şür, tarihsel anlatı için yeterli bir yol olmaktan çıkmıştı artık. Artık Homeros'un gelişmiş kentdevletindeki gerçek kalıtçısı, Platon'un İon’unda anlatüan kuş beyinli virtüöz değil, zamanın olaylarım düzyazıya döken vakanüvistti. Tıp­ kı halk ozanları gibi Herodotos da halk önünde söylerdi108 ve başvur­ duğu yol yeni olmakla birlikte, coğrafî ve tarihsel yanöykülerle çeşit­ lendirdiği ana izleginde, yani Yunan-Pers Savaşı'nda kullandığı teknik temelde Homeros'su bir teknikti. Diyeceğim, tarihin babası aslında epik şiirin çocuğuydu.

6. İlyada ve Odysseia'nm Yayılması Geldik Homeros Sorunu'nun canalıcı noktasına. Bu şiirler ne zaman yazıya geçirildi? Eski gelenek çok kesin bu konuda. Bölük pörçük şiir­ ler olarak tanındıktan sonra İlyada ve Odysseia'yı altıncı yüzyıl sonların­ da Atinalı tiranlar toplayıp biraraya getirdiler ve bugün elimizde bulu­ nan biçimleriyle yayımladılar. Bu iki yapıtın ayrı ayrı kişilerce meyda­ na getirildiğini savunan ayrıcılar, bu duruma bakarak, şiirlerin bütün­ sel birer sanat yapıtı değil, derleme yapıtlar olduğunu ileri sürdüler. İl­ yada v e Odysseia'nm tek bir ozan tarafından oluşturulduğunu savunan birciler ise kanıtları körü körüne yadsıdılar. Ayrıcalık daha çok Alman­ ya'da, bircilik genellikle İngiltere'de boy gösterdi; giderek, dil ve yazm alanındaki bu karşıtlığa ulusal karşıtlıklar da eklendi. Kendi düşünce­ mi hemen belirteyim. Ayrıcılar kanıtı kabul etmekte haklıdırlar; birci­ lerin yanlışı ise ayrıcıların kanıtı yanlış yorumlamalarına göz yumma­ larıdır. Ben kendimi, aşırı uçlar arasında ılımlılığı savunan bir konum­ da görüyorum; belki alışılmamış bir konum bu, ama gönlüm rahat. Kimi bilim adamları, şiirlerin nerdeyse ustanın kafasında doğar doğ­ maz görünmez kanatlarla uçarak dört bir yöreye dağıldığını düşünür gibidirler. Hiç kuşkusuz bir yanılgıdır bu. İlyada v e Odysseia'nm yayıl­ 108 Eusebios, Chr.; Olen, 83; Strabon, 18.

HOMEROSOĞULLARI

553

ması, en azından kent-devletlerinin gelişmesi kadar eşitsiz bir biçimde gerçekleşmiştir. Dahası, bu destanların halka ulaşmadan önce meslek­ ten ozanlarca bilinebileceği ve birer bütün olarak tanınmadan önce par­ ça parça söylenmiş olabileceği de açıktır. Öyleyse, îlyada ile Odysseia'nm îonia dışında halk önünde ilk kez ne zaman, nerede ve nasıl okundu­ ğunu sormakla başlayalım işe. Bu iki başyapıt Sparta ve Argos'da daha İ.Ö. sekizinci ve yedinci yüzyıllarda biliniyordu. Ama burada bir sorun var. Sözünü ettiğimiz kültürlü Peloponnesos krallıkları uzun ömürlü olmadı. Yedinci yüzyü sonlarında serfler arasındaki tedirginlik ve kıpırdanmalardan korku­ ya kapılan Sparta'lı toprak sahipleri kralhğa el koydular ve sarayı kış­ laya dönüştürdüler. Artık Eurotas koyağında tek bir ozan kalmamıştı. Bu arada Argos, Korinthos karşısmdaki tedmsel üstünlüğünü yitirmiş­ ti. İsthmos Kıstağı'nda yer alan Korinthos, Ege Denizi'nden Adriya Denizi'ne giden ve artık açılmakta olan dolaysız yol üstündeydi. Home­ ros dinletileri Argos'da sürmüş olabilir, ama Sparta'da sürmedi. Daha sekizinci yüzyıl başlarında Korinthos önemli bir gemi yapım merkeziydi; Korinthos çömlekçiliğinin yayılmaya başlaması da o sıra­ lara rastlar.109 Ama Korinthos'un kendine özgü bir gelişmesi söz ko­ nusuydu. Sparta'da soylular iktidan tecimin gelişmesini önleyecek ka­ dar erken ele geçirmişlerdi. Korinthos'da, ise kentin elverişli konumu soyluların tecimin gelişm esini önlemelerine olanak tanım ıyordu; bu durumda soylular başka bir şey yaptılar: Bakkhid'lerin yönetiminde tecimi tekellerine aldılar ve tecim üstünde boğucu bir egemenlik kur­ dular. Bunları bir tecimen prens ya da bildiğimiz türden bir tiran olan Kypselos alaşağı etti (İ.Ö. 657). Kypselos ve oğlu Periandros'un yöne­ timinde, tecim ve kültür yaşamı yeniden canlandı. Lesbos'lu ozan Arion'un koruyuculuğunu Periandros üstlenmişti.110 İşte, Korinthos'lu va­ zo bezekçilerinin, İh/ada'dan sahneleri, bu destanı çok iyi bildiklerini kanıtlayacak kadar doğrulukla çizmeye başlamaları bu döneme rast­ lar.111 Destanlarla ilgili bu bilgileri, tiranların başlattığı destan dinleti­ lerinden edindikleri düşünülebilir. Sikyon kentinin -İsthmos Kıstağı İçin de geçerli- ilk tiranı, Kypselos'la aynı dönemde yaşamış olan Orthagoras'dı. Orthagoras da ozan­ 109 Cambridge Ancient History’de H.T. Wade-Gery, 3. 535, 539.

U0 Herodot Tarihi, 1. 23-24. 111 K.F. Johansen, lliaden i tiglidgraesk kurut, (Kopenhag, 1934);Journal o f Hellenic Studies’de J.D. Beazley, 54.85; H.T. Wade-Gery, “Kynaithos", Creek Poetry and Life, (Oxford, 1936), s. 77. Johansen'in kitabını ele geçiremedim.

554

T a r İh ö n c e s İ Ege

ları koruyup gözetmiş olsa gerek, çünkü yarım yüzyıl sonra Orthagoras'm ardılı Kleisthenes'in "ozanların Homeros şürleri okumalarını Argos'u ve Argos'luları yücelttikleri gerekçesiyle yasakladığını" öğreni­ yoruz Herodotos'dan.112 Kleisthenes bu yasağı Argos'la yapılan bir sa­ vaştan hemen sonra koymuştu. Ne ki, böyle bir yasağın fazla sürdüğü­ nü sanmıyoruz. Bir zamanlar Agamemnon'a bağlı bir kent olarak Sikyon, kendi Homeros geleneğinden onur duymaktaydı. Sikyon'lu bil­ ginler, İlyada'da bir yanlış bulduklarını ileri sürüyorlardı. Günümüz­ deki metinde Agamemnon'un Sikyon yakınlarındaki toprakları olarak geçen Gonoessa'nın bir yanlış okuma olduğunu, bu yerin gerçek adı­ nın Donoessa olması gerektiğini söylüyorlardı. Bu çarpıtmanın Atma­ lı yayıncılardan kaynaklandığı kanısmdaydılar.113 Kuzeye yönelip Boiotia'ya geldiğimizde, bağımsız bir epik şiir oku­ lunun boy gösterdiği bir yörede buluruz kendimizi, demek koşullar epeyce değişiktir Boiotia'da. Hesiodos, kendisine yakıştırılan bütün yapıtların yazarı değildir ger­ çi, ama tarihte gerçekten yaşamış bir kişidir. Herodotos, Homeros'un çağdaşı sayar H esiodos'u,114 ama Hesiodos'un kullandığı dil kesinlik­ le Homeros-sonrası bir dildir ve günümüz bilim adamları onun seki­ zinci yüzyılda yaşadığını savunurlar. Thebai dolayında bir köyde, Askra'da yaşamıştır Hesiodos. Ama orada doğup doğmadığı belli değil­ dir. Kyme'li bir göçmen olan babası Dios onu daha çocukken Askra'ya getirmiş olabilir.115 Demek, hemen bütün sanatların soysal bir nitelik taşıdığı bir çağda, babası Homerosoğullarının beşiği olarak saptadığı­ mız yöreden gelen, meslekten bir ozanla karşılaşıyoruz Askra'da. Pe­ ki, Hesiodos'un babası Dios da Homerösoğullarmdan mıydı acaba? Es­ kiler Dios'un Homeros'un akrabası olduğunu öne sürüyorlar ve ortaya bir soyağacı çıkarıyorlardı.116 Kuşkusuz uydurmaydı soyağacı; ama deneyimlerimiz, bize bu savı salt uydurma olduğu gerekçesiyle gözardı etmememiz gerektiğini gösteriyor. Hesiodos külliyatının tarihönce­ si Thebai ve Orkhomenos'daki koral şiirden alınmış olan içeriği Boio112 Herodot Tarihi, 5. 67. 113 Pausanias, 7. 26.13. 114 Herodot Tarihi, 2. 53.2. Ceriamen, İki ozan arasındaki yarışma anlamına geliyor, her birinin öbürünün başladığı heksametronları tamamlaması gerekiyor. Eski İrlanda edebiyatında da geçen bu tür yarışmalar yakın geçmişe kadar sürmüştür: bkz. D. Hyde, Abhrain diadha Chuige Chonnacht, (Londra. 1906). 115 Hesiodos, işler ve Günler, 633-40; Ceriamen, 51-5Z. 116 Ceriamen, I.e.; Proklus, 100.

HOMEROSOĞULLARI

555

tia ile ilgilidir, ama biçimi tümden Homeros'sudur. Hesiodos'un kul­ landığı lehçe ve altı ölçü kalıbı (heksametron) Homeros'dakiyle aynı­ dır. Bu da olsa olsa, bildiğimiz biçimiyle Hesiodos okulunu, Homerosoğullarının bir kolunun kurduğu anlamına gelir. Hesiodos'un zamanında Homeros şiirlerinin Boiotia'da ne denli yay­ gın olduğu, ne ölçüde bilindiği ayrı bir konu. Hesiodos'un bir ozanlık yarışmasında Homeros'la boy ölçüştüğü söylenir; ama Boiotia'da de­ ğil, Khalkis ve Delos'da.117 Hesiodos okulu yerini bir tek orada koru­ yabilmişti. Hesiodos okulu ozanları sanırız rakiplerinin yapıtlarını çok iyi biliyorlardı, ama halk önünde şiir söylerlerken rakiplerinin yapıtla­ rını da kullanmaktan nefret ediyorlardı mutlaka. Öte yandan, kendi dağarlarındaki şiirlerle birlikte rakiplerinin şiirlerini de öteki meslek­ taşlarına aktarmış olmaları çok olasıdır.118 Demek, Boiotia'yı İlyada ve Odysseia'nm ikincil bir yayılma merkezi sayabiliriz. Adriya Denizi'nin ötesindeki kolonilere baktığımızda, Hippostratos'un "Homeros şiirlerinin Syrakusa'da ilk kez 69. Olimpiyat sırasın­ da -yani İ.Ö. 504 ile 500 arasında- Kynaithos tarafmdan okunduğu" yo­ lundaki açıklamasıyla karşılaşıyoruz.119 Apollon 'a Övgü'nün düzenle­ mesini yapan da Kynaithos'du. Yalnız, Hippostratos'un bu şiirlerin bu bölgede daha önce hiç bilinmediğini Öne sürmediğini gözden kaçırma­ yalım. Homeros şiirleri, ailesi Lokris'li olan ve Hesiodos'la akraba ol­ duklarım söyleyen Stesikhoros'un hiç kuşkusuz elinin altındaydı.120 Hippostratos'un asıl söylemek istediği, Kynaithos'un 69. Olimpiyat sı­ rasında ilk dinletiyi sunduğu ve ondan sonra Homeros şiirlerine Syrakusa takviminde resmi bir yer verildiğidir. Olmayacak bir şey değildir bu. Elimizde bulunan aynı türden öteki bilgilere de uymaktadır. En es­ ki Homeros uzmanlarından biri sayılabilecek Theagenes, İtalya'nın gü­ neyindeki Rhegion kentindendi; Theagenes'in ölüm tarihi aşağı yuka­ rı altıncı yüzyılın son çeyreği diye belirlenebilir.121 Ayrıca, Kynaithos Syrakusa'ya ayak bastığında, tarihinin en görkemli evresinin eşiğinde bulunuyordu Syrakusa kenti. Gerçi toprak sahibi soylular hâlâ baştay­ dılar, ama tecimen smıf hızla gelişiyordu. Nitekim bir sonraki kuşak­ ta, tiran Gelon kenti yeniden kurdurtacak, yeni bir liman yaptırtacak 117 Certa/nen; Hesiodos, fr. 265. 118 Korinthos'lu Eumelos anlaşılan Hesidos okulunun bir sürdürücüsilydü; gerek Titanomokhia'sı, gerek Korinthia'sı Hesiodos'su konular içerir. 119 Pindaros, N. 21. 120 Aristoteles, fr. 524. Stesikhoros’un söylenceleri ele alışı büyük ölçüde Hesiodos'suydu. 121 Tat. Or. Cr. 31.

556

T a r İh ö n c e s İ E g e

ve öteki kentlerden zorla insan getirterek nüfusu artıracaktı (İ.Ö. 485). Gelon'un sarayı giderek batının en parlak sanat merkezine dönüşecek, gücünün doruğundaki Atina'yla bile boy ölçüşecek düzeye erişecekti. Görüldüğü gibi, Syrakusa kenti, Yunanistan'ı incelerken vardığımız sonucu bir kez daha doğruluyor. Saray yaşamının bağrından doğmuş olan epik şiir sanatı, bu tecimen prenslerin cömert koruyuculuğu ve sahiplenişi sonucunda yeniden kendini bulmuştu. Gelelim Atina'ya. Peisistratos, İ.Ö. 540 yılından 527 yılma kadar baş­ ta kaldı. Onun yerini oğulları Hipparkhos ve Hippias aldılar. Hipparkhos İ.Ö. 514'de öldürüldü. Üç yıl sonra da Hippias görevden uzaklaş­ tırıldı. Demek Atina tiranlığı topu topu otuz yıl sürdü, gelgelelim ger­ çekleştirdikleri olağanüstüydü. Peisistratosoğulları, başkalarının ya­ pam adıklarını yaptılar. Sam os kentinin açgözlü tiranı Polykrates, Ege'deki tecimi tümden egemenliği altına almayı kafasına koymuştu, bu yüzden Delos'a özel bir önem veriyordu. Polykrates'in buyruğuy­ la, Delos adasının hemen yakınındaki Rheneia adası Delos Apollon'una adanm ıştı.122 Ama Perslerin İonia'yı ele geçirmeleri, Polykrates'in iş­ lerinin yarım kalmasına yol açtı. Peisistratos da Polykrates'i örnek al­ dı kendine. Delos adasını arındırmaya girişti, tapmağm çevresindeki gömütlerin hepsini ortadan kaldırttı.123 Amacı, büyük İonia şenliğinin koruyuculuğunu ele geçirerek kişisel saygınlığını artırmaktı. Üstelik, şenliğin koruyuculuğunu üstlenmek için dayandığı sav da yabana atı­ lır cinsten değildi. Neleid'lerin, yani Neleusoğullarınm torunlarından biri olan Peisistratos, İonia'nın saygın kurucularının soyundandı. On­ ların atalarının da Homeros destanlarında onurlu bir yeri vardı. Hem de Peisistratos, Pylos'dan Sparta'ya yolculukta Telemakhos'a eşlik eden Nestor oğlu Peisistratos'un adını taşıyordu.124 Bu olağanüstü ailenin Avrupa kültürüne önemli bir katkıda bulunduğunu, tragedya sanatı­ nı onların başlattığını bilmeyenimiz yoktur. Ama günümüz bilim adam­ ları, onların epik şiir sanatına sağladıkları yararı pek önemsememişlerdir. Platon'un söyleşimlerinden birinin adı Hipparkhos'dur. Gerçekte Hipparkhos'u yazan Platon değil, Platon'un dördüncü yüzyılda yaşamış izdeşlerinden biridir. Hipparkhos'da Sokrates bir dostuyla söyleşirken şöy­ le der: 122 Peloponnesos Savaşı, 3.104. 2. 123 Aynı yerde, 3.104.1. 124 Herodot Tarihi. 5. 65. 4.

HOMEROSOĞULLARI

557

Adı Hipparkhos. Philaidai'lı Peisistratos'un oğullarının en büyüğü ve en bilgilisi. Parlak başarıları arasında, Homeros'un şiirlerini bu ülkeye getirmesi de sayılmalı mutlaka. Ozanların Homeros şiirlerini art arda baştan sona okumalarım buyuran yasayı o çıkarmıştı; bugün de yürür­ lükte bu yasa. Sonra Teos'dan Anakreon'u getirtmişti; Keos'lu Simonides'i yanından ayırmaz, gönlünü hoş tutardı. Bütün bunları halkını eğit­ mek amacıyla yapmıştı.125 Başka yerlerde olduğu gibi Atina kentinde de tiranlık sonunda ge­ riciliğe dönüştü. Tiranlan alaşağı eden demokratlar, tiranlığa gözü ka­ palı hüküm giydirdiler. Böylece, tiranların reformlarından kimilerini, örneğin az önce değindiğimiz yasayı, demokrasinin gerçek babası say­ dıkları Solon'a mal eder oldu herkes.126 Ama hiç değilse bu örnekte ya­ sayı gerçekte kimin çıkardığı açık. Burada da çömleklerin üstündeki çürütülemez kanıtlara başvurabiliriz. Gerçi Attika vazolarında İlyada destanından görüntülere daha altıncı yüzyılın ikinci çeyreğinde rast­ lanır, ama ressamların İlyada'yı baştan sona bildiklerini ortaya koyan bezekler ancak altın a yüzyılın son çeyreğinde, demek Hipparkhos za­ manında yapılm ıştır.127 Bütün bu belirtiler, ipuçları bizi belli bir sonuca vardırıyor. Bu so­ nuca kuşkuyla bakmamızı gerektirecek en küçük bir neden yok. Ailen şöyle diyor; Hipparkhos'daki açıklama çok önemlidir, çünkü söz konusu olayın üs­ tünden daha yüz elli yıl geçmemişken yapılmıştır. Homeros destanla­ rının Kleisthenes yönetimindeki Sikyon'da yaygın ve saygın oluşu, bu destanların önceden bilinmediği yolundaki görüşü yalanlamaktadır. Sigeion olayında Homeros destanlarına başvurulması, destanların daha önceden Atina'ya ulaşmış olduğunu göstermektedir... Dördüncü yüz­ yıl sonlarının tarih imgeleminin, Peısistratosoğullarınm zamanına ka­ dar destaıısız bir Attika düşleyebilmesi doğrusu çok şaşırtıcıdır.128 Aslına bakılırsa, Eski Yunan'da şaşırtıcı olan o kadar çok şey vardır ki, Eski Yunan'ı inceleyen günümüz tarihçileri de kendi imgelemleri­ ni dizginlemekte zaman zaman güçlük çekmektedirler. 125 Platon. Hipparkhos, 228b. 126 D. L. 1.57. 127 K.F. Johansen; bkz. Not 111. 128 Homer: Origins and Transmission, s. 228.

558

TARİHÖNCESİ E g e

Sigeion olayı şuydu: Altıncı yüzyılda, Peisistratosoğulları yönetimi sırasında ya da daha önceleri, Atina kenti ile Mytilene kenti arasında Troas bölgesinde yer alan ve Hellespontos'un denetimi bakımından ki­ lit noktası niteliği taşıyan Sigeion'un kimin olduğu konusunda bir an­ laşmazlık çıkmıştı. Atina kentinin sözcüleri, kendi savlarını bir temele dayandırmak amacıyla, Atmalıların Troya Savaşı'na katıldıklarını ka­ nıtlayabilmek için İlyada'ya başvurdular.129 Ama gerek Hipparkhos'da, gerek bir başka eski uzmanın yazdıklarında, "destanların önceden biLinmediği"ni doğrulayacak hiçbir açıklamaya rastlanmamaktadır. Kal­ dı ki, Sikyon'da altıncı yüzyıl başlarmda ozanlık yarışmalarmm düzen­ lenmiş olması, bu Kir yarışmalarm birkaç on yıl sonra Atina'da başla­ tıldığından kuşkulanmamızı gerektirmez. Ailen, Kynaithos'u ele alırken daha da saygıbilmez bir tutum içinde: 69. O lim p iy at İ.Ö . 5 0 4 'd e yap ılm ış o lam az, çü n k ü 7 3 3 'd e k u ru lan Syrakusa k en tin d e H o m e ro s 'u n iki y ü z yıl b ilin m ed en k alm ası o lan ak sız­ dır. A y n ca , Apollon'a Ö vgü'de y er alan ve y e r a lm a y a n n o k ta la r, bu övg ü 'n ü n b eşinci y ü zy ıl b a şla n n d a yazılm ış o la m a y a ca ğ ın ı g ö ste rm e k te ­ d ir. Ü stelik, T h n k y d id es kendi d o ğ u m u n d a n elli yıl k a d a r ö n ce y azıl­ m ış bir şiirin H o m e ro s'u n o ld u ğ u n u sö y le y e m ez d i. D em ek ki, verilen tarih y an lıştır... S y ra k u sa kentin d e H o m e ro s d esta n la rı ilk kez 5 0 4 yı­ lınd a işitild iyse, A tin a elçisi İlyada'daki G em ilerin S ay ım ı b ö lü m ü n d en tiran G elo n 'a nasıl sö z ed eb ilm ek ted ir? Bu y ü z d e n , H e ro d o to s'u n a n ­ lattıklarına in a n ıy o ru z v e K y n aith o s S y rak u sa'n ın k u ru lm a sın d a n h e­ m en so n ra , yani t.Ö . 7 0 0 'd e n ö n ce k entte y a şa m ış v e H o m e ro s şiirleri­ ni o k u m u ştu r d iy o ru z .130

İşte, birci bilim adam ım ız, ayırıcı Almanların "saçm a yöntembilim "ini böyle yerden yere vuruyor.131 Ayrıcılar hiç kuşkusuz budala­ ca çamlar devirmişlerdir, ama Ailen da sırça köşkte oturmaktadır. Ha­ di diyelim, W ade-Gery'nin, Apollon'a Övgii'yle ilgili çözümlemesinden önce yazdığı için bu konuda bağışlanabilir; ama Apollon'a Övgü baştan sona Kynaithos'un olsaydı bile Thukydides onu aynı tanrı için düzül­ müş öteki övgü'lerden gene de ayıracak, geleneksel olarak Homeros'a 129 Herodot Tarihi, 5. 94. 2. 130 Homer: Origins and Transmission, s. 65-66. 131 Aynı yerde, s. 7.

H O M ER O SO Ğ U LLA R I

559

yakıştıracaktı. İ.Ö. 481'de Syrakusa kentindeki Atina elçisine gelince,132 adamcağız Atina'da halk önünde otuz yılı aşkm bir süredir, Syrakusa'da da yirmi yıldır okunan bir şiirden alıntı yapıyordu. 500'ü bir ka­ lemde 700 yapmak cesaret işi doğrusu. Üstelik, bunu yaparken öne sü­ rülen tek gerekçe, Syrakusa kentinde "H om eros'un iki yüz yıl süreyle bilinmemiş olam ayacağı". Niçin? Buna bir yanıt getirm iyor Ailen. Bu konuda Ailen yalnızca ozanın metninin baştan beri her yerde dolaştı­ ğı yolundaki desteksiz kanısına güvenebilir. Açıktır ki, geçmişteki bü­ tün şiirlerin, günümüz edebiyat eleştirisinin ölçülerine uyduğunu var­ sayıyor Ailen. Birciler, bu tutumdan ayrılırlarsa, kapıların ardına kadar düşmana açılmasından, düşmanın kaleden içeri girip onların bütün değerli var­ lıklarını param parça etm esinden korkuyorlar. Dilerseniz yüreklerine biraz su serpm eye çalışalım.

7. Peisistratos'un Metin Saptaması "K im ," diyor Cicero o bildik sorgulama yöntem iyle, "kendi çağın­ da Peisistratos'dan daha bilgili, söz sanatında daha usta ve daha kül­ türlüydü; H om eros'un o günlere kadar karm akarışık olan yapıtlarını bugünkü biçim leriyle düzene soktuğu söylenen P eisistratos'd an ?"133 Platon'uıı söyleşim inde H ipparkhos hangi gerekçeyle övülüyorsa, Ci­ cero da burada Peisistratos'u o gerekçeyle göklere çıkarıyor. A tina'yı iyi incelem işti C icero ve bu sözleri söylerken gerçekte bir A tina gele­ neğini aktarıyordu. Aynı konu, yeni hiçbir şey eklem eyen Pausanias ve A elianus'da ve yüzyıllar sonra Bizansh yazın incelem ecilerinin üç yorum unda da ele alm ıyor: I. Derler ki, Peisistratos Homeros'un şiirlerini biraraya getirmişti, çün­ kü Homeros şiirleri rastgele ve bölük pörçük okundukları için zaman­ la iç tutarlılıklarını yitirmişlerdi. II. Derler ki, Homeros'un şiirleri yok olup gitmekteydi, çünkü o za­ manlar bu şiirler yazılı değil, sözlü olarak aktarılmaktaydı. Atina tira­ nı Peisistratos, soylu kişiliğine yaraşır bir davranışla, Homeros şiirleri­ ni yazıya geçirmeyi tasarladı, böylece saygınlığını daha da artıracaktı. > .--------------------------------------------------

132 Herodot Tarihi, 7.161. 3. 133 Cicero, O. 3.137.

56 0

T A R İH Ö N C E S İ E g e

H a lk a r a s ın d a b ir y a r ış m a d ü z e n le d i v e ş iir le r i b ile n v e o k u y a b ile n h e r ­ k e s e d iz e b a ş ın a b ir g ü m ü ş s ik k e v e r e c e ğ in i s ö y le d i. B ö y le lik le H o m e ­ r o s ş iir le r in i t o p la d ı v e u z m a n la r a v e r d i. [B u n d a n s o n r a , " H o m e r o s 'u n D o ğ u m Y e r i " b a ş lık lı b ö lü m d e a k t a r d ığ ım ız , P e i s is t r a t o s 'u n b ir y o n t u ­ s u n a k a z ılı y a z ıt g e liy o r .] III.

D a h a ö n c e d a ğ ın ık b ir d u r u m d a b u lu n a n H o m e r o s ş iir le r in e , P e i-

s is t r a t o s 'u n y ö n e t im i s ır a s ın d a A r is t a r k h o s v e Z e n o d o t o s 'u n s e ç t iğ i iki b ilg in b u g ü n k ü b iç im le r in i v e r d i; a n c a k A r is t a r k h o s v e Z e n o d o t o s , P to le m a io s d ö n e m i n d e y a ş a y a n a y n ı a d lı b ilg in le r le k a r ış t ır ılm a s ın . K im i u z m a n la r , H o m e r o s m e t in le r in in P e is is t r a t o s z a m a n ın d a s a p t a n m a s ın ı d ö r t y a y ın c ıy a y a k ış t ır ır la r : K r o to n 'lu O r p h e u s , H e r a k l e ia 'lı Z o p y r o s , A tin a lı O n o m a k r it o s v e ... [s o n ad o k u n m u y o r ].134

Burada öykü, Bizanslı okul çocuklarının kolayca okuyabilmeleri için renkli ayrıntılarla süslenmiş, ama ana izlek gerçek. Arınmalar adlı bir şiirin ozanı olan Orpheus'çu Onomakritos'un adına Herodotos tarihin­ de rastlarız. Herodotos, Onomakritos'un, eski bir kehanete Lemnos'la ilgili uydurma bir kehanet sokuşturduğu gerekçesiyle Hipparkhos ta­ rafından Atina'dan kovulduğunu söyler.135 Pek açık olmamakla birlik­ te bu olayın altında yatan neden, büyük bir olasılıkla siyasaldı. Nite­ kim, birkaç yıl sonra (İ.Ö. 502-495) Lemnos adası Atina kentine bağım­ lı kılındı.136 Plutarkhos ve Aelianus, Homeros destanlarının benzer bir basımı­ nı Lykurgos'a yakıştırırlar.137 Lykurgos'la ilgili öyküler genellikle tar­ tışmalıdır; bu öykü de salt Atina'da saptanan Homeros metninin kar­ şısına bir de Sparta metni çıkarmak amacıyla uydurulmuş olabilir.. Ama eski Sparta'da, böyle bir şeyin şiir dinletilerini düzene koymak ama­ cıyla yapılmış olması olanaksızdır. İlyada'nm Gemilerin Sayımı bölümünde, Salam is'den gelen birlik­ ler iki dizeyle anlatılıyor: S a la m is 't e n A ia s g e t ir m iş t ir o n ik i ta n e g e m i ta m d a A t m a lıla r ın d iz ild iğ i y e r d e d u r u r l a r .138

134 135 136 137

Bkz. Homer. Origins and Transmission, s. 230-33. Herodot Tarihi, 7. 6. 3. Aynı yerde, 6.140. Plutarkhos, Lykurgos. 4.; Aelianus, Variae Historiae, 13. 14.

138 ilyada, 2 . 5 5 8 -5 9 .

Hom

erosoğ ullarj

561

İkinci dizeye birçok metinde rastlayamazsınız ve bu dizenin yer al­ madığı metinler arasında papirüse yazılı en iyi metinlerden biri de var­ dır. Strabon'dan öğrendiğimize göre, bu dize, destanın daha sonraki birkaç bölümüyle çeliştiği gerekçesiyle İskenderiyeli yaymcılarca çıka­ rılmıştı.139 Çelişkiler ve tutarsızlıklar, hiç kuşkusuz, destanın değişik ellerden çıktığının bir kanıtı olarak gösterilemez. Homeros'un bile be­ ni başıyla doğruladığım görür gibi oluyorum. Ama bu dize aslında bir başka açıdan tartışmalıdır. Anlaşılan, bu dizeyle, Salam is'in Atina'ya bağımlı olduğu ya da en azından Salamis'lilerin Atmalıların yakın bağ­ laşıkları oldukları söylenmek istenmiştir. Ne var ki, elim izdeki öbür kaynaklarda, iki topluluk arasında bu kadar erken bir tarihte herhan­ gi bir ilişki bulunduğunu düşündürecek hiçbir açıklama ya da değin­ meye rastlayamıyoruz. Dolayısıyla, bu dizenin açıkça sonradan eklen­ diği çıkıyor ortaya. Eskiler bunu anlamışlardı, dizenin nereden geldi­ ğini biliyorlardı. Peisistratos'un bir başarısı da, daha önce Megara'ya bağlı olan Salamis adasını Atina'ya katmak olmuştu. Peisistratos, bu dizeyi İlyadcı'ya sokuşturarak ününe 1in katmak istemişti. Aristoteles de aralarında olmak üzere eski uzmanların hepsi, bu dizenin Home­ ros'un olmadığını söylemişlerdi. 140 Megara'lılar da kendi bölgelerin­ deki dört yer adının geçtiği dizeleri anımsadıklarını, bu dizeleri Peisis­ tratos'un çıkardığım ileri sürüyorlardı.141 Burada öne sürülen neden akla uygun, ama bir başka neden daha olabilir. P hilaidai'lı olan Peisistratos bu adı taşıyan klan üyeleriyle aynı köydendi; bunlar, A ias'ın oğullarından biri olan ve Salam is'den göç etmiş bulunan Philaios'un soyundan geliyorlardı. O sıralar Miltiades'di şefleri. M iltiades, H ellespontos'un Thrakia yakasına göç et­ miş, o yörede A tina'ya bağım lı bir tiranlık kurm uştu.142 Lem nos'u, M iltiades'in yerini alan yeğeni ele geçirdi. Bütün bu olaylar arasında daha aydınlığa kavuşturulm am ış bir bağ olsa gerektir; ama öyle gö­ rünüyor ki, tiranın Salam is ile Atina arasında var olduğunu uydur­ duğu bağ, çocukluğundan bildiği bir öyküye dayanıyor olabilir. Bel­ ki de iki kent arasındaki bağ tiranın sarayındaki ozanlar tarafından sokulm uştu şiire; bir başka deyişle, ozanlar koruyucularına yaran­ mak istemişlerdi. 139 Strabon, 394. 140 Aristoteles, Rh. 1.15; İlyada, 3. 230: Quintilianus, 5.11.40. 141 Strabon, 394. 142 Herodot Tarihi, 6. 34-35.

SÖ2

T A R İH Ö N C E S İ EGE

Peisistratos'urı eklediği söylenen iki bölüm daha vardır: Theseus'la ve Herakles'in ölümsüzlüğüyle ilgili dizeler.143 Theseus'la ilgili dize­ ler, Atina'nın gerçekte Homeros-sonrası bir nitelik taşıyan bu ulusal kahramanına övgü dizeleriydi. Ötekilerse, Herakles'in ölümünü onun tanrısallığıyla bağdaştırm ayı amaçlıyordu. Eğer Homeros destanları bir araya getirilip yayımlanırken yapılan değişiklikler bu kadarla kalı­ yorsa, çok abartmamak gerekir. Son olarak, Dolon'un Öyküsü (İlyada, Onuncu Bölüm) ile ilgili bir yorumda şöyle deniliyor: B u ö y k ü y ü H o m e r o s 'u n İlyada’n m b ir p a r ç a s ı o la r a k d e ğ il, a y r ı o la r a k o lu ş tu r d u ğ u , İlyada'ya s o k u ş t u r a n m is e P e is is t r a t o s o ld u ğ u s ö y l e n ir .144

Bu alıntı, ayrıcılar için savlarını doğrulayan güçlü bir kanıttır. Ger­ çekte, Dolon'un Öyküsü, destana sonradan yapılmış birçok eklemenin sonuncusuydu. İlyada, değişik öğelerden m eydana gelen bir yamalı bohçaydı. Böyle olması, bircilerin gözünde çok utanç verici bir durum­ dur. Onlar Peisistratos'un Homeros destanlarını biraraya getirdiği yo­ lundaki görüşü tümden yadsırlar; ama akla uygun bir nedene dayana­ rak değil, salt buna inanmak istemedikleri için. Ayrıca, çok haklı ola­ rak, İlyada'nm Onuncu Bölümünde kullanılan dilde bu bölümün son­ radan yazilıp eklendiğini gösterir bir özellik bulunmadığını belirtirler. İlyada'nm bu bölümü ya da Odysseia'nm başka birtakım bölümleri sonradan mı eklenmiştir? Homeros tartışması ne kadar sürerse sürsün, bu soru hiçbir zaman yanıtlanamayacaktır. Tıpkı Akha'lar ve Troyalılar gibi ayrıcılar ve birciler de bir hayalet uğrunda savaşmaktadırlar ve kendilerine savaş alanı olarak seçtikleri eskil kaynaklarda işin doğru­ sunu özlü bir biçimde bulduğumuzda, onların boşuna göziipekliği da­ ha da sırıtmaktadır. Bizanslı yorumcuları küçümsemek kolay. Onlar da birtakım yanıl­ gılara düşmüşlerdi. Zaman zaman iyice saçmaladıkları da olmuştur. Ne var ki, Yunanca konuşuyorlardı ve Yunan kalıtını kesintisiz bir bi­ çimde devralmışlardı. Bu çok değerli özellikleri, kimi zaman hiç anla­ madan gerçeği söylemelerini olanaklı kılıyordu. Aiskhylos'un metni üstünde çalışırken ayırdına vardım bunun; daha sonra bunu Homeros üstüne yaptığım incelemeler de doğruladı. 143 Plutarkhos. Theseus, 20; Odysseia, 11. 602. 144 İlyada, 10.

H O M ER O SO Ğ U LLA ^r ,

"Şiirlerin iç tutarlılığı bozulmuştu." Şiirlerin hiçbir zaman b^r birli­ ği olmadığı söylenmiyor, bu birliği yitirdikleri söyleniyor. Birciijer bu­ nu gözden kaçırmışlar. "Şiirler yok olup gitmekteydi, çünkü y%zıh de­ ğil, sözlü olarak aktarılmaktaydılar." Bu konuda izdeşlerince b,ııe aşa_ ğılanan Wolf haklıydı. İlyada'yı okumak ne kadar zaman alıyordu? Tek bildiğimiz, A tina'd a­ ki tiyatro şenliklerinde bir günde dört oyun sergilendiği. Bu da İhyada'nm dize sayısının yarısından daha az demektir. Odysseia biraz daha kısadır. İlyada ve Odj/sserâ'nm bir günde okunabileceğini pek aklım kesm iyor. Homeros şiirleri İonia'da gelişti. Homeros dinletilerinin ilk lbaşlatıldığı dönemde Delos'daki izlence bu destanlara göre düzenler^jyordu. Şenliğin en önemli olayı Homeros şiirleriydi. İonia'lılar varsı^ ve gö_ nençliydiler, uzun süreli bir şenliğin altından kalkabiliyorlardı! Daha sonra bütün Yunanistan'a yayıldı şiirler. Ne var ki, Y /U rıa n js _ tan'da, İonia'daki kadar kendi topraklarında değildiler. Yerel) ozanla­ rın şiirleriyle boy ölçüşmek zorundaydılar. Hele uzunlukları l^ir engel olup çıkmıştı. Daha kısa olan Destanlar Çemberi'ndeki şiirler yenj ]
View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF