Tasavvufi Ahlak Cilt 3

August 2, 2017 | Author: Rıdvan Yıldırım | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Tasavvufi Ahlak Cilt 3...

Description

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

M AİL

ARŞİV

KAYIT

SİTE HARİTASI

ARA

GALERİ

FORUM

KÜTÜPHANE

M EDYA

ANA

SAYFA

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 Cum, 11/05/2010 - 20:45 — seyyahin

PAYLAŞIM

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 MEHMED ZAHİD KOTKU SEHA NEŞRİYAT

İÇİNDEKİLER Kanâat.....................................................................3 Tokluğun âfetleri ve açlığın kerametleri..........................11 Tokluğun zararı, açlığın faydaları..................................14 Çok yemenin zararları................................................19 Az yemenin faydaları.................................................22 Az yemenin çâreleri...................................................22 Az yemenin faziletleri................................................23 Az uyumak..............................................................26 Gece ibâdetlerinin faydaları ve faziletleri........................30 Çok uykunun zararları...............................................33 Rızâ.......................................................................40 Şükür.....................................................................42 Sadâkat...................................................................44 1- Sözde sadâkat.......................................................50 2- trâde ve niyette sadâkat...........................................51 3- Azminde sadâkat...................................................51 4- Ahdine vefada sadâkat............................................51 5- Amellerinde sadâkat..........................,....................52 6- Muamelât-1 dîniyyenin hepsinde sadâkat....................53 Ahde vefa................................................................57 Emânete riâyet ve hiyâneti terk....................................58 Komşuluk haklarının muhafazası..................................59 Komşuluk haklan üzerine İbrahim Hakkı Hazretlerinin beyânları...............................................61 Bazı kötü ahlâk örnekleri...........................................62 Yedirmek, içirmek ve selâm vermek...............................63 Âhiret sevgisi ve dünyaya buğz.....................................67 Dünyanın keyfiyeti.....................................................67 Hasenattan kaçmamak ve etrafını muhafaza etmek..........80 Ezalardan uzak kalmak ve belâlara tahammül.................81 Hakk'ı gözleme, Hakk'dan gayrıdan kesilme ve kalbin sükûneti.1.................................................................81 Nefisleri şehvet ve lezzetleririden men ve arzularına muhalefet..............................................................106 Allah'tan korku ve recâ.............................................110 Korku nasıl elde edilir?.............................................114 Sahâbe-i kiram ve selef-i sâlihînin korkulan hakkında.....115 Recâ ve ümîd..........................................................119 Sehâ......................................................................126 Isâr............................'...........................................136

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

1/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Cömertliğin hududu.................................................140 Nasihat..................................................................142 İffet......................................................................146 İhsan.....................................................................148 Teslîmiyyet............................................................. 148 Sükût ve az konuşma................................................150 Tevekkül................................................,................167 Şecaat...................................................................183 Himmet..................................................................187 Fütüvvet................................................................187 Mürüvvet...............................................................188 Şeyhü'l-İslâm İmâdüddin el-Vâsıtî (k.s.) Hazretlerinden iktibaslar................................................................189 Mehmed Zâhid Kotku (Rh.a.) Efendi Hazretlerinin tavsiyeleri 195 KANÂAT El-hamdü lillâhi Rab'bil-âlemîn, ves-salâtü vesselâmü ala seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Kanâat Kanâat tükenmez bir hazînedir. Kanâatsız insanlar her zaman çok zahmet çekerler. Büyüklerimiz dünyaya iltifat etmeyip dâima kanâatle, güzel ve hoş vakit geçirmişlerdir. Hele o İbrâ-hîm Edhem Hazretlerinin, sayısız saray ni'metlerini ve saltanatını terk edip, ehl-i kanâatin arasına girdikten sonra aldığı zevk-i ma'nevîyi anlatabilmek mümkün değildir. Bahusus Peygamber Efendimiz s.a.s. Hazretlerinin ve ehl-i beytinin kanâatleri bütün ümmete büyük bir ders-i ibrettir. Hâne-i saadetlerinde çok kereler ocak yanmaz ve yemek pişmezdi, su ve hurma ile iktifa ederlerdi. Arpa ekmeği ile dahî birbiri üzerine her gün mübarek karınlarını doyurmazlardı. Bir kaç gün aç olup Hak'ka tazarru' ve niyaz etmeyi bir gün de bir miktar yiyip Hak'ka şükr etmeyi severlerdi. Bazan aç oldukları halde bile oruç tutarlardı. Dâima ümmetini de böylece, kanaatkârlığa teşvik ederlerdi. "Şeref-i niL met^Jetâartla; izzet takvada, hürriyet de kanâatte bulunur?' bu-" vurmuşlardır. (3/1) ~ ~ " (3/1) Câmi'ul-Usûl'ün 156. sahifesinde hâyât-ı tayyibenin kanâatte, azabın da kanâatsizlikde olduğu bildirilmiştir. TASAVVUF! AHLÂK III t Ve yine Efendimizi s.a.s. buyurmuşlar ki: "Cenâb-ı Hak beş şeyi, yine beş şey üzerine keymuşdur: tz-zet, tâatte; zillet ma'siyyette; heybet, gece namazlarında; hikmet, boş midede; zenginlik de kanâattedir." demişlerdir. Ey sâlik! Tamâı ve tûl-u emeli kökünden kes, at. Ancak büyüklerden biri: "Tilki olup da kendini arslana besletmektense, arslan olup tilki gibileri beslemek daha iyidir!' demiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, kanâat tenbellik demek değildir. Bu ders, hakikate güzel bir misal teşkil eder. Abdülvehhâb nâmındaki bir zât diyor ki: Ben Cüneyd (k.s.)'in yanında oturuyordum, bir çok da misafirleri vardı. O arada bir zât beşyüz dinar getirip, "Bunu lütfen kabul buyurun" dedi. Cüneyd Hazretleri de: "Paha başka paranız var mı?" diye sordu. O da: Evet, var" dedi. Cüneyd (k.s.) "Paranızın daha fazla olmasını ister misiniz?" diye bir sual daha sordu. O zât da "evet isterim" deyince, "Öyle ise sen bunlara daha ziyâde muhtaçnuşsm" diyerek, parayı kabul etmemişlerdir. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine sormuşlar: "Sen bu mertebeye nasıl vâsıl oldun?" Cevaben: "Esbâb-ı dünyayı cem edip kanâat ipine _bağladım" buyurmuş. F&nâata münâffhuylardan biri de hırs ve israftır. Bilhassa yeme, içme ve giyimde israfı mutlaka bertaraf etmek lâzım gelir. Nitekim mühim tasavvuf! eserlerden olan Ma'rifet-nâme'nin en çok üzerinde durduğu şeylerden biri de.açhktır. Ona çok önem vermiş olması, insanlarda matlûp olan kemâlin tahsîli, herşey-den evvel açlığa vabeste olduğundandır. Açlıktan muradı, az yemeyi tavsiyedir. Hakîkaten bugünün insanı, bütün gücünü ve ömrünü yemek, içmek için feda etmektedir. Bu hal bizlere tabiî gibi görünürse de, hakîkat-i insaniye sahipleri, zekî ve akl-ı kâmil insanlar için adetâ şaşılacak kadar gayr-i tabiîdir. Zîrâ bu hayattan murat, ancak Allahü celle ve âlâyı tanıyıp, lâzım gelen kulluğu yapabilmektir. Bunun için de fazla bir şeye ihtiyaç yoktur. Ev ve şâir eşyalar da buna göredir. Onlar dünyaya ve dünya ziynetlerine kat'iyyen iltifat etmezler. Çünkü onların gönüllerinde bunların en iyisi ve en güzelleri vardır; hem de külfetsiz olarak, her mevsimde her çeşidi bulunur. Lâkin onlar, bunlara da iltifat etmezler. Gayeleri, Hak sübhânehû ve teâlâ ve O'nun rızâsıdır. KANÂAT Gönül âlemine erişen bahtiyarlar, Cenâb-ı Hak'kın namütenahi ni'metlerine mazhariyetlerinden nâşî, fânî olan bu dünyanın alâyişine kapılmazlar ve fânî olacak olan bu kıymetli hayatlarını hiç bir zaman boşa geçirmek istemezler. Olana kanâat edip, hemen Hak sübhânehû ve teâlânın zikrine dalarlar. Bu esnada herşeyi de unuturlar. Şimdf sen, bizim gibi dünyaya mübtelâ olanları görüp herkesi de öyle zannetme. Mâ'rifetnâme sahibinin sözleri bize göre değil, o ehlullah olan ve hak yolun yolcularına, o bahtiyarlara göre söylenmektedir. Eserin 304. sahifesinde, irfan yolcularının az yemesi hususunda geniş ma'lûmat vardır ve bu mevzûyu altı fasılda îzâh etmektedir. Birinci fasıl sekiz bölüme ayrılmıştır. Onun da birinci bölümünde, az yemenin fayda ve hâssaları beyan olunur. "Yiyiniz, içiniz ve lâkin israf etmeyiniz; muhakkak Allâhii celle ve alâ müsrifleri sevmez" (3/2) fermân-ı ilâhîsinde ne güzel buyrulmuştur. İsraf herşeyde mezmum olduğu gibi, yemek ve içmekte de caiz olmadığı bildirilmektedir. Tabiî bu israflar, bizim dünya için fazla çalışmamıza, fazla kazanmamıza ve do-layısıyle fazla yorulmamıza sebep olmaktadır. Bu ise, en kıymetli metâımız olan ömrümüzü ve daha doğrusu âhiretimizi elimizden almaktadır. Bu yol akıllıların yolu değil ancak câhillerin yoludur. Akıllı insan, o baha biçilmez kıymetli ömrünü fânî dünyanın fânî lezzetlerine elbette feda edemez. Bir hadîs-i kudsîde, Cenâb-ı Hak "Ey âdem oğlu! Ben iz-/ zet denilen devleti, bana yapılacak tâatin içine koyduğum halde, insanlar o izzeti, sultanların kapısında (yâni me'muriyetler-l de) arıyorlar. Halbuki onu orada kat'iyyen bulamıyacaklardır." diyerek, gayet açık bir lisanla hakikatleri beyân buyurması ne kadar şâyân-ı dikkattir. Bugün iş tam tersinedir. Zîrâ bugün bütün gençlerimizin yaptıkları tahsillerin gayesi, hep birer memur olabilmek ve bu suretle istikballerini te'mine çalışmaktır. Bu ise, çok yanlış bir harekettir. İnsan okumalı, okumalı amma devlete memur olmak ve milletin başına yük olmak için değil. Başka sahalarda memlekete faydalı olabilmek için okumalıdır. Bu, daha çok mümkündür. Baksana, bugün memlekette ticaret sahası (3/2) A'raf, 31. TASAVVUF! AHLÂK III üç-buçuk yahudinin elinde, bu bizim için ne kadar acıdır. Gençlerimiz bu hususta acaba ne düşünüyorlar? Bunun için okumalı, fakat memlekete daha faydalı olmağa çalışmalıdır. Hem de ne olacak memur olup da, nihayet muayyen bir maaş sahibi olacaksın. Halbuki ticaret ve sanayi, Hak kapısıdır. Kul kapısına iltica edip sığınacağına Hak sübhânehû ve teâlânın kapısına sığınmak elbette evlâdır. Onun vereceği rızık az bile olsa, herhalde memuriyetten alacağın çok maaşdan daha hayırlıdır. Bir kere Hak'ka dayanmak yeter. Sonra bugün .servet sahiplerinin çoğu hep erbâb-ı ticaretten olduğu hepimizin gözü önündedir. Ben bildiğim bir kardeşten bahsedeyim: Şimdi merhum olan bu zât kafasını çalıştırıp, ufak çapta tor kaba kâğıt fabrikası kurdu, fakat çok borçlanmıştı. Ömrü vefa etmiyerek, -sizlere ömür-dünyasını terk edip âhirete gitti. Geride kalan üç evlâdı fabrikaya sahip çıktılar. Az zamanda babalarının bıraktığı bir milyonun üstündeki borcu ödediler. Hem de bugün çok müreffeh bir

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

2/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

hayata sahipdirler. Mütemadiyen de fabrikalarını tevsî' etmektedirler. Şunu da yazmadan geçemiyeceğim; hepimize bir ibret levhası olsa gerek, bu fabrikanın kâtibi bir ermeni vatandaşdır. Tabiî hergün pahalılık biraz daha artmaktadır. Çocuklar bu erme-ninin maaşını artırmak istedikleri vakit, bu ermeni bakın ne demiş: "Efendiler, sizin fabrikanızın çok borcu var, şimdi benim maaşımın artırılacak zamanı değil, siz ne zaman borçtan kurtulur ve para kaz^raa^aba^sam^n^^gj^^ya^^^.' Ben, bunları duyû^âlüylerîm ürperdi. Böyle bir fedakârlığı maalesef bizler gösteremiyoruz. Bugün milletimizin hali ma-lûm,maaş alan memurlar hiç bir türlü kanâat edip yeter diyemiyorlar. Her sene zam,her sene zam. Yalnız bu sene 22 milyar bütçedeki memur maaşlarının karşılığı, bu ne demek? Onun için bizim memleketimiz bir türlü kalkınamıyor. "İşden artmaz; diş-den artar" dediklerini unutmamalıyız. İnsan ne kadar çok kazansa, harcadıktan sonra birşey artmaz, onun için "Kanâat tükenmez bir hazînedir" demişlerdir. Şimdi israfın neden haram olduğunu bilmem anlayabiliyor muyuz? Saadet ve selâmet, çok kazanıp israf ile harcamakda değil, I KANÂAT

belki kanâat ile iktisad edip, devlet ve milletin kalkınmasına hizmet etmektedir. Bu, her vatandaşın başlıca vazifelerinden biridir. Biz, avrupalının yaşadığı gibi yaşamaya özenirsek, hiç bir zaman kölelikten kurtulup hakîkî hürriyetimize kavuşamayız. Allahu teâlâ dünyanın hemen en güzel yerini bizlere ihsan etmiş. El-hamdülillah herşeyi ne kadar bol; bol amma biz yine yiyeceğimiz ekmeğin ununu vesâir bir çok ihtiyaçlarımızı hep dışarıdan, dış yardımlardan temin etmeye çalışıyoruz. Halbuki gözümüzün önünde iki devlet var ki, bunların ne arazileri var, ne de bağ ve bahçeleri; herşeylerini ticaretleri vasıtasıyla dışarıdan , bol bol getirip yaşıyorlar. Eğer bizim bu arazilerimiz onların elinde olsa, emin olun ki, dışarıdan birşey almadan çok müreffeh geçinirler, belki de dışarıya çok da ekin vesâir hububat satarlar, keselerini ve hazînelerini altınla doldururlar. Bunun yerine bizim köylü kardeş, köyünü, tarlasını, işini, gücünü bırakır, okuyup nihayet memur olmaya çalışır. Evvelce de arz ettiğim gibi, bizim kendi tarlamızdan aldığımız velev az da olsa, kanâat ettiğimiz takdirde bizim için daha çok iyidir. Bir kere israftan korkar ve kaçarız. İkincisi, bol para7 lar İslâmî bakımdan iyi yetişmemiş insanları haram yerlere ve haram işlere sürükler. Allahü zü'1-celâle, artık boyun bükmesi ve ibâdet etmesi zor gelir. Biraz da şöhretlerin verdiği azamet, kibir ve gururu buna eklerseniz, israfın neden haram olduğunu daha güzel anlamış olursunuz. Netice olarak, mevzûumuz olan izzet, memuriyetlerde değil, belki Allahu teâlâ Hazretlerine yapılan tâatlerdedir. Sen bu izzeti bırakıp da, izzeti memuriyette ararsan çok aldanırsın. Bak, İbrahim Edhem (k.s.) adlı bir velî vardır ki, bu zât Horasan ilinde bir pâdişâh iken, izzetin padişahlıkta değil, belki tâ-atte olduğunu anlamış, o canım sarayını ve saltanatını terk edip, kendisini irşâd edici birini, bir velîyi aramak üzere memleketini terk ederek Arabistan çöllerine düşmüştür. O terkine mukabil adı dillere destan bir velî olmuştur. Öyle pâdişâh olarak kalsaydı bugün çoktan unutulmuş gitmişti. İster unutulsun, ister unur tulmasın da ismi tarihlere altın yazıyla yazılsın mezarı da, altından yapılsın, ne çıkar, Allahü teâlânın sevmediği bir kul olduktan sonra. İşte Mısır'da da, ne Firavunlar yatmaktadır, fakat yerTASAVVUF! AHLÂK III leri hiç şüphesiz Cehennem'in tâ dibi. Öyle ise o muvakkat saltanat ve saadet artık neye yarar? "izzef'edâir hükümleri hâvî olan hadîs-i şerîfin ikinci kısmında, "Ben hakîkî ilmi^aç kimselere nasîb kıldım, halbuki insanlar onu toklukda arıyorlar, bulSâlarin ¥lml«Hl7öEîür^bû^ yürütüyor " ~~~ Aya gitmek, göklerde uçmak, füzeler yapmak ve çeşitli teknik îcâdlar da birer ilme vabestedir. Fakat din ve âhiret için matlûb > olan ilim, bu ilim değildir. Bunlara dünya ilmi, ilm-i zahir, ilm-i maaş derler. Cenâb-ı Hak'km yarattığı bütün mahlûklar, hattâ o ufacık, gözle görünmeyen mikroplar bile hayatlarının idâmesi için çalışırlar; vücutlarımızı hiç acımadan tahrîb ederler, hatta ölümümüze bile sebeb olurlar. Bunlar gibi, tok insanın da kafası, ancak dünya işlerine çalışır, bu âlemin arkasında olan âhi-reti ve Hak rızâsını düşünemez. İşte bak, bütün zenginler ekseriyetle faizden korkmaz ve kaçmazlar. Üstelik bir de "Onsuz bugün ticaret olmaz, mümkün değildir" derler. Böylece belki İslâ-miyetten bile çıkarlar da haberleri bile olmaz. İşte bu, tokluğun verdiği bir âfettir. Böyleleri açlığa tahammülü ve kanâate yüzü olmadığından, büyük günahların altında ibâdet ve tââtten de bir lezzet almadan bir gün Azrail aleyhisselâmın pençesine düşer giderler vesselam. Hadîs-i şerîfin üçüncü kısmında ise, Cenâb-ı Hak, "Ben kalbin cilasını, parlaklığını, sabahın seherinde, gecenin uykusuzlu^ ğunda ve gece ibâdetlerinde kıldığım halde: insanlar o gönül cî^ lâsııu, gönül uyanıklığını, Hak âşıklığını uykuda aramaktadırlar, n tâkriirdy fiaşıl lrıılafrilirl?r7" hTiym-nfaiftaHır ~* Heyhat ne mümkün! Azîz kardeş, mutlaka iyi bil ki, insanlık bu gönül uyanıklığına bağlıdır. Karnı tok, merhametteauzak, bir sürü emellerin peşinde dolaşan; yalan, hile ve faizlerle halka zararlı olan kimselerin gönülleri nasıl cilalanır? Geceleri uyu-masalar bile, işleri ya günah veya zevk-u safa ardında koşmaktır. Kâr, hesap-kitap peşinde, ne namaz, ne cemâat var; ezan seslerini işitir fakat, çok kere gururu onu camiye çıkarmaz. Bazan, câmîyi beğenmez, "pisdir" der, bazan da imâm veya müezzini beğenmez, çünkü onlar, ona nazaran seviyesiz kimselerdir. Allah bu gibilerin şerlerinden Ümmeti Muhammedi kurtarsın. ElKANÂAT bet bir gün canı ve malı elinden gidince, kimin seviyeli, kimin seviyesiz olduğu meydana çıkacaktır. Yine, teneşir tahtasında ve musalla taşında, o beğenmediklerinin eline düşecektir. Fakat ne yazık ki, ibret alan yok, vesselam. Hadîs-i şerîfin dördüncü kısmı da şöyledir: enhikmeti sükûta koydum, halbuki insanlar onu çok kofiîkînet nasiî~bu=Hikmet, öyle bir devlettir ki, işlerinde, hallerinde, sözlerinde isabetli hareket edip, eşyanın hakikatlerine muttalî olmaktır. Hikmet, ilim, zekâ, fehim, idrâk gibi, bütün hasletlerin aslı olup diğer ilimler fer'îdir. İşte bu ilim, çok konuşan kimselerden umulmaz. Hak ile ünsiyet yerine, onun mahlûku olan insanlarla ün-siyet eden kimselerde bulunmaz. Allahü teâlânın sevgisi, dünya sevgisiyle bir arada bulunmaz. Öyle ise sen, ilim ile ameli açlıkta, kalbin cilasını gece uykusuzluğunda, hikmeti sükûtta, Allah'la (c.c.) ünsiyeti ve O'na mülâkî olmayı halvette ve uzlette, O'nun sevgisini ve rızâsını da, terk-i dünyada bulabilirsin. Dünyayı ancak âhıretin bir geçidi olarak görür ve bilirsen O'nun sevgi ve rızâsını kazanabilirsin. Terk-i dünya demek, dünyayı bırakıp gitmek demek olmadığını herkes bilir. Bu dünyada bulundukça, yeme, içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarımız zarurîdir. Bunların tedâriki de, elbette çalışmaya bağlıdır. Yalnız bütün bunlara rağmen, insan Mevlâsını unutmasın ve onun emirlerinden dışarı çıkmasın. O zaman dünyâ o kimseye hiç bir zarar vermez. Kul, âhiretini burada kazanacağına göre, dünya onun için bir ni'met olmuş olur. İki cihan serveri, başlarımızın tacı, Allah'ın sevgilisi, dostu, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, yemek hususunda bizleri irşâd ederek buyururlar ki, "Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kab doldurmamıştır." Bu irşada göre, ona bir kaç lokma yeter ki, vücuduna kuvvet ve kıvam ola. İmdi herkim şehvetle yemeğe müptelâ olup karnını doldurmak isterse bari midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye, yani suyuna ayırsın, geri kalan üçte biri de nefesi için kalsın. Tok iken yemek hem marazdır (derttir), hem de mezmûmdur. Hırs ile yiyenin kalbi katıdır. Hikmet ve ilimden de mahrumdur. Hak teâlânın velîsi olanlar, açlık ve 10 TASAVVUF! AHLÂK III susuzluğa tahammül ve sabır edenlerdir. Bunları inciten şakî olur, yerleri de ateştir... Kim onlara hor bakıp inciterse, Azîzün züntikâm olan Allahü teâlâ Hazretleri onlara çeşitli hastalıklar verip, bütün âleme rüsvay eder ve hayatını, yaşayışını haram eder. Kimin ki, kalbi yumuşak, karnı aç, gönlü Hak'kı gözetici ve dili zikredicidir, onun, Allah'ın sevgili ve yakın kullarından olduğunda şüphe yoktur. Muhakkak ki şeytan, âdemoğlunun damarlarında kan gibi akmaktadır. Bunun önüne geçmek için, yolların ac^ lık ve susuzlukla daraltılması gerekmektedir. Bu da ancak Allah dostlarının işîdîrT"/\Çliklâri uzun olan kimseler, ind-i İlâhîde, dereceleri en yüksek olanınızdır. Muhakkak sizin en gazaba uğrayanınız, çok yiyenlerle, çok uyuyanlar ve tenbellerinizdir. Kimin karnı aç olur, kalbinde nûr-u ma'rifet parlar. Açlığa tahammül edenlerin, içlerinden hikmet kaynar. Bedenleri sıhhat ve afiyet üzere olur. Hak teâlâya halkın en yakını, ahlâkı en güzel olanıdır -îman ve İslâm üzere olmak şartıyla-. Karnı aç, yüreği susuz olanların kalbleri mahzun olur. Hak teâlâ kullarını doyurur lâkin evliyasını aç ve susuz eyler. Nefsinizi aç ediniz.tâki kalbiniz nûr-u irfan dolsun. Böylece kalbiniz hikmet menbaı ola ki, yer ve gök ehli sizinle ferah bula. Hazret-i Ömer (r.a.), günde bir kere taam yerdi ve onbir lokma ilejktifâ_ederlerdi. Oburluğa düşrneyuTve"aç*gözlü olmayın ki, deveyi yardan aşağı uçuran bir tutam ottur. Nazım Habîbullah mübarek karnına taş bağladı yâni, Taam isterse batnın ver ana taş, verme sen nâm.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

3/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Şikomperver ki, pür-hâk eylemiş divâr-ı a'zâsın, O kalmış hâne-i muzlimde görmez şems-i tâbâni. Şikâyet eyleyen üç günlük açlıkdan değil arif, O nâdân kâr ü kesb etsin ki, yokdur hakka tüklânı. Desen açlıkta var za'f, ol keseldir mânî-i tâat; Deriz açlıktadır üns-ü Hak oldur kût-ı rûhânî. TOKLUĞUN AFETLERİ^ 11 Taâm-ı Hak'dır açlık anı mahsûs-ı havas etmiş Bulur cû ehli vecd ü hâl ü zevk ü cezb-i hakkâni. Bulan açlıkta bulmuştur, fenadan devlet-i fakri, Duyan açlıkta duymuştur rumûz-ı sırr-ı Sübhân'ı. Gören açlıkta görmüştür, eğer aşkı, eğer ravhı, Alan açlıktan almışdır, künûz-i nefs-i inşânı. Eren açlıktan ermişdir, huzûr-ı Hazreti Hak'ka, Bilen açlıkta bilmiştir, ulûm-ı bahr-i irfanı. Kamu açlıktadır devlet, saadet, izzet-ü lezzet. Bulur cû' ehli ilm ü hilm, olur ahlâkı Rabbânî. Zaîf et nefsi tâ kim, kuvvet-i kudsî bula ruhun, Hayât-ı candır açlık hem, memât-ı nefs-i şehvanî. Gel ey HAKKÎ bu ehl-ü nevmi koy, fakr ü fena iste, Ki vîrân olsa ten köşkü, bulursun genc-i pinhânı. Tokluğun Âfetleri ve Açlığın Kerametleri Ey azîz! Ehlullah demişler ki; "Her kim yemek ve içmekten başka ni'met bilmiyorsa, onun ilmi az, aynı zamanda azabı çokdur!' TokJjjjLZ£kj|y2jmaJıy_«Jky\ Midenin doluluğu hikmeti if-sâd eder. Tokluk bütün dertlerin başıdır. Açlık da şifâların en iyisi ve menfaatlisidij. Az yemekte az "hastalık vardır. Çok ye-" mek hastalıkları mûcibdir. Korkulu rü'yalar görmeye ve ihtilâm olmaya sebeb olur. Tokluğa devam, yâni çok yemek hastalıkları tahrik eder; hikmetleri söndürür. Çok yemek, kalbe kasavet ve cesede illet getirir. H&k tealâ bir kuluna inayet ve ikram eylese, onun karnını taamdan, fercini (namusunu) de haramdan pâk eder. Hak teâlâ kime ki, ikram eder, ona az yemek, az uyumak ve az konuşmak ilham eder. Kim ki, açlığın kıymet ve hikmetini 12 TASAVVUF! AHLÂK III bilmez (gerek oruçla ve gerek riyazetle), safâ-yı fikri bulamaz. Çok yemek insana hem maddî hem de ma'nevî zarardır. Çok uyku da insana keder verir. Her kimin ki, taamı az olur, onun elemi az olur, sıhhati de uzun olur. Mide dolgunluğu ile sıhhat bir arada cem' olmaz. Açlıkla da hastalık cem' olmaz. İnsanın canı çok çeşitli yemekleri ister ve hazırlar. Halbuki, bunlar hastalıkları celb eder, sıhhati bozar. Açlık enbiyâların yolu ve velîler makamıdır. Açlık deniz gibidir ve zekâ kaynağıdır. Açlık ruhların da, bedenin de rahatıdır ve vücudu teşrîhdir yânî, vücudu iyi anla-makdır. Açlık dertlerin devâsıdır ve akılların çjlâstdtr. Açlık ruhun istediği bir gıdadır ve yaralı kalblere devadır. Sıhhat açlık ağacının meyvasıdır, ziyneti safvet ve iffettir. Açlık asîl bir ihsandır ve vuslat-ı ilâhiyeye bir binektir. Açlık dertleri nefy eder, giderir, şifâların en kuvvetlisidir. Açlık evliyâ-ı kiramın ziynetidir ve düşmanlara azabdır. Açlık tasfiye-i ruhdur, ruhu pâk ve safî kılmakdır, gayb mütâlâasına sebebdir. Açlık, vücuttaki kötü fikirleri kahr eder ve nefsin hevâ ve hevesini, fena ve kötü arzularını öldürür. Gönüle hayat ve safa verir, ilmin inceliklerine ve derinliklerine nüfuza sebebdir. Açlık dünya talihleri için du -raklamadır; zâhid için açlık pür-hikmettir. Arifler için açlık saf-vettir, Allah dostları için kurbettir. Açlık nefislere zillet, kalblere rikkat verir. Ssmâiâilimlerin ıttılaına dikkat verir.. Arifin nûr-u hikmeti, açlık acılarını ve ıztırabını bir çok günler söndürür ve birşey yiyeceği vakit, beş on lokma ile ve hazır olanla iktifa eder. Vesveseler şeytanın tohumudur. Ektiği yer ise, tok ve dolu midelerdir. Kim ki Allah için bir gün af kahr veya oruç tutar, onun kalbinde, hikmetten başka bir kapı açılır. Açlık ilim ve zekâyıJrâs eder. Tokluk ise cehil ve zulmet getirir. En güzel taam, açhîcdır. Nefis sahipleri ise bundan çok korkar ve feryad ederler. Açlık, Hazret-i Allah'ın ziyafetidir. Tokluk ise, akıl ve zekânın yokluğuna alâmettir. Kim nefş-i hayvânîsini açlıkla keserse, buna mukabil nûr-u ma'rifetle, hayât-ı kalbi satın alır ve kâr eder, kazanır. "Bend eden dehânı, Seyr eder cihanı." Yânî, her kim ağzım kaparsa, cihanı seyr etmeye isti'dâd kazanır. TOKLUĞUN AFETLERİ 13 "Ol lokma ki lezzetinden buldun zevki, Keski bulsa anı düşman halkı." Yâni, lezzetli yemeklere iltifat, Hak yolcusuna yakışır birşey değildir. Onun için, bu söz, bu gibi dünyaya meyli olanların zevk aldığı lezzetli yemekleri, dünyaperest düşmanlara lâyık görmektedir. Kim ki, karnını dolduruncaya kadar yer, o ancak hayvana benzer; yâni, hayvan doyduğunu bilmez, mütemadiyen yer, böyle doyuncaya kadar yemek ehluUaha yakışmaz. Yukarıda belirtildiği gibi açlığını giderecek kadar birşeyle iktifa eder. Açlık, yeryüzünde Cenâb-ı Hak'kın kullarına lütfudur. Zîrâ onunla hem sıhhatlerini korurlar; hem de ibadete bol vakit bulurlar. Velîlerin karınları bu açlıkla doyar yani az yemekle doyar. Çünkü karınlar insanın başlıca düsmanıdırjnsan onun keyfi için ne kadar yorulur ve zahmetlere katlanır? Ariflerin yemesi, hemen ihtiyaçları kadardır. Uykuları da öyle; ancak,_uyku galebe ettiği zaman biraz uyurlar o Jcadar. Zîrâ ömürlerini uyku ve yemekle geçirmek akıl işi değildir. O (Gafil) kişi ise ne kadar yerse yine hep inkârdadır. Hemen her saat durmadan yemek ister. İlim vç_ hikmet ancak açlıkta bulunur. Cehil ve ma'siyet de tokluktadır. Açlıkta olan zevki, eğer yer yüzünün hükümdarları bilseler, muhakkak saltanatlarını terk ederlerdi. Açlık ancak havâss-ı evliyaya mahsus bir ziyâfet-i ilâhîdir vesselam... Nazım Geldi ramazan ayı, ey yâr-i kamer-sîmâ, Ol sâim ü az uyu, tâ kalbin ola bina. Hâli ol u hâli ol, nây ol leb-i nâyı bul, Ney misli deminden dol, nûş et şeker ü helva. Bu nehr-i şikemden gil, nezh olmalıdır her yıl, Tâ ayn-ı hayât-ı dil, ten arzı ede ihya. Savm ile ten ü canı, pâk eyle yeme nâm, Dolsun mey-i ruhanî, tâ mest ola her ecza. 14 TASAVVUF! AHLÂK III

TOKLUĞUN ZARARI* Bu demleri gûş eyle, meydir bunu nûş eyle, Seller gibi cûş eyle, tâ kalbin ola derya. Cû' oldu taâm-ullah, kût-ı dil-i her agâh, Yermiş o kuluna şâh, kim aşk iledir şeydâ. HAKKI dün ü gün dâim, ol kâim ü hem sâim. Dol aşk ile ol hâim, koy sureti bul ma'nâ. Tokluğun Zararı, Açlığın Faydaları: Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Üç şey vardır ki, kalbe kasvet verir: "Çnk yemek, çok uyku jyffi çok söz". Karınlar tok olunca, insaniyetteki rühâniyet ölür. Ne zaman ki karınlar acıkır, o zaman rühâniyet bedene rücû eder. Bedenin sıhhati az yemektir; ruhun

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

4/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

sıhhati de az uykudur. Kim ki tok olur, midesini doldurursa, ondanjıkıl gider, bir daha dönmez. Az yemek uykunun azlığına, az uyku da, az konuşmaya sebep olur. Tokluk, hastalıkları celbeden Bahusus ruhî hastalıklar, ekseriyetle çok yemekten ileri gelir. Tokluk bütün hastalıkların başıdır. Açlık da bütün şifâların başıdır. Bütün vesvese ve evhamlar, belki de bütün nefsânî ateşler açlıkla söner. Nefsi aç olanın vesvesesi yok olur. Hattâ~deliler~bile aç bırakıldığı zaman, r delilikleri gidin akıîl^hjrTar. Ar.lıfc ibret'tarlasıdır ve hikmet kaynağıdır; ruhlannjkernâlL, muhabbetin de anahtarıdır. Aynı za-manda'mârifet kandilidir, hakîFat~yoludur:_Nefis, feryâd ü figan eden bir rnarîza benzer, onuiTşîfâsı açlıktır. Tokluk jilejö^ nüldeniıikmet .gider. ÂçTîFiIe~Ker"iIim hâsıfolur. AçTık gönüllerin safâsı, müttekîlerin de yoludur! " Beyit Acıkmak kim vücûdunda safadır Şiâr-ı evliya ve asfiyâdır. 15 Takâzâ-yı taam olmaz velîde, Velînin kutu çün zikr-i Hudâdır. Açlık bütün ahlâk-ı hamîdelerin başıdır, kaynağıdır. Tokluk ıse"T>îPaT(îsT)üîü!râTn^^ aç olunca bütün a'zâlar tok, karın tok olsa bütün a'zâlar aç olurlar. Açlık nefse zindandır, kalbe ise gülistandır. Toklarda vesveseler yetip yetişir ve sabit olur. Açlıkda olan vesveseler ise hem âtıl ve hem de bâtıl olur. Kimin ki karnı aç olur, onun kalbi iki âlemden geçip, Mevlâ'ya huzur bulur. Açlık, kalbi hikmetle doldurur, tokluk da kalbi sağır ve dilsiz yapar. Açlık bedende hiffet (hafiflik) ve ılîet, gözae ıoret, gönülde de hikmettir. Kalbin cilâsı, iki şeye vabestedir. Biri açlık, biri de gece uykusuzluğunda yapılan ibâdet, tâat ve dualardır. Ekmek yemek bedenin gıdasıdır; açlık da gönülün gıdasıdır. Bir şeyhin mürîdi birkaç gün aç kalıp şeyhinden ekmek istemiş; şeyh efendi ona, Allah zikrini tavsiye etmiş. Üç gün sonra derviş yine dayanamamış, tekrar ek-ifîek istemiş. Şeyh efendi de bu defa ona "Hayyü lâ yemût" zikrini tavsiye etmiş. Dördüncü gün derviş, zâkir ve sâim bir cezbe-i Hak ile iftar edip, berhudar olmuşdur; can ve gönül gıdasını al-mışdır, devlet ve ma'rifet-i ilâhiye erişmişdir, eczâ-yı vücûdu, şarâb-ı aşk-ı ilâhî ile dolup, meczûb-u ilâhî olmuştur. İbrahim Hakkı Hazretlerinin tokluğun zararları ve açlığın faydaları hakkında, uzun uzadıya söyledikleri sözler, şüphesiz hep mâkul ve memduhdur. İnsan başına musîbet gelip de, doktorların eline düşünce, bu sözlerin ve nasihatlerin ne kadar doğru olduğunu anlar. Fakat iş işden çokdan geçmişdir. En iyisi büyüklerin nasîhatlarına kulak verip, i'tidal üzere hareket etmektir. Bu suretle hem sıhhatini korumuş olur ve hem de asıl mühim ve lâzım olan, ruhunu ve gönlünü öldürmemiş olur. Zâten gönül öldükten sonra, cismin ve hayatın hiçbir kıymeti kalmaz. Onun için merhum, kitabında az yemenin faydalarını yazarken, îsâ Aleyhisselâmın bir buyruğunu da yazmışdır. Şöyle ki: "Sizler karnınızı aç tutunuz, ola ki kalbinizle Rabbinizi göresiniz" ve hadîs-i şerîfde "İnsan, karnından daha zararlı ve şerli bir kab doldurmamıştır." buyurulmuştur. Zîrâ, buradan alınan gıdalarla vücud her cihetten kesb-i kuvvet eder. Kendisi şişmanlar, kilosu 16 tasavvuf! ahlâk ııı artar; vücudun muvâzenesi bozulur; bununla da kalmaz, kendisine bir azamet ve büyüklük gelir; kendisinden zayıflara, belki de emsallerine, kafa tutmaya başlar; çalımı değişir, dövüşden, kavgadan çekinmez, etrafındakilere zararlı olmaya başlar. Tabiî bu kadarla da kalmaz, bu sefer şehvetinin de esîri olur. Artık hakkından gelinmez, tam bir haylaz olur. Şimdi insanlık nerede kaldı? Halbuki, bu yemeklere ve zevklere iptilâ, insanın mertebe-i ne-bâtiyesidir. Şehvetlere iptilâsı da mertebe-i hayvâniyesidir. İnsan bu iki mertebeyi geçmedikçe insan olamaz. Bu iki kuvvetin elinde esir olan kimsenin "hayvanlar mertebesinden ve belki de daha aşağı olduğu" (3/3) bir âyet-i celîlede beyan buyrulmuşdur. Elbette, hiç bir akıllıya yakışmaz ki, insana lâyık olan melekiyet sıfatını ,böyle âdî bir duruma düşürsün. Onun için o nefis denen zâlimin elinden kurtulmak ve matlûb ve majcsûd olan kemâfât-ı insâniyeyi elde etmek için muhakkak arifler yoluna sülük edip, tasfiye-i kalb ile ruhunu cilâlandırıp, kâmil bir ahlâka sahip olarak kemâlât-ı insâniyeyi elde etmek ve bu vesîle ile hem dünyasını hem de âhiretini ma'mûr ettiği gibi, beşeriyete de faydalı bir insan olmak lâzımdır. Nebatî ve hayvânî mertebeleri aşarak, kâmil ve olgun bir insan olabilmek için az yemenin şart-ı a'zam bir rükün olduğunu unutmamak gerekir. Yemek, içmek ve zevk ü safa ile geçirilen ömürlerde ise, ne insanlık ve ne de matlûb olan kemal elde edilebilir. Bunun için İbrâhfm Hakkı Hazretleri: "Bir insan ki, kâmil, arif ve gönül sahibi olmak ister, ona günde, 150 gramdan 300 grama kadar gıda gerekir; ekmeği, suyu, meyvesi vesaire hepsi bunun içinde olmalıdır. Evvelâ 300 gramdan başlayıp, tedricen günde birkaç gram eksilterek 150 grama indirmelidir" der. Belki ilk bakışta bu bize biraz garip gelirse de, herhalde uzun tecrübelere dayanan bu hesap, pek yerinde olsa gerektir. Bir vakitler Şâm-ı şerîfi ziyaret esnasında, beldenin Şeyhü'l-İslâm'ı olan, müftî-i âm dedikleri zât bizi yemeğe davet etmişti. Esnâ-yı sohbette kendisinin çok müşkül bir hastalığa tutulduğunu, bir türlü tedavi olamadığını, nihayet bir Rus doktorunun (3/3) A'râf, 179. TOKLUĞUN ZARARI 17 eserini okuyup, onun tavsiyesine uyarak kırk gün ılık ma'den suyuyla, biraz da meyva suyundan başka birşey yiyip içmediği bir rejimi tatbike kalktığını anlattı. Neticede, tam 27 gün sonra hastalıktan eser kalmadığını söyledi. Sofrada hizmet eden 20 yaşlarındaki torununun da bu perhize on gündür devam ettiğini anlatmıştı. Buna benzer bir çok misaller hepinizin ma'lûmudur. Açlıkta, hem vücuda hem de ruha şifâ vardır. Cesedi besleyip ruhu öldürmek, şüphesiz akıllı insanların kârı değildir. Bu sözler hem ilme ve hem de tecrübelere dayanmaktadır. "Tecrübe edilmiş şeyleri tekrar tecrübeye kalkmak ahmaklıktır" derler. Bu açlık devresi, tâ ölünceye kadar devam edecek demek değildir. Muvakkat bir zaman, nefsin ıslâh ve terbiyesi içindir. Nefis kemâle eriştikten sonra bu açlığa lüzum yoksa da yine ipin ucunu bırakmağa gelmez. Zîrâ nefse pek emniyet edilemez. Perşembe Pazartesi oruçlarını, Arabî ayların 13,14, 15'inci eyyâm'ı biyz denilen günlerini ve üç ayları tutmak suretiyle nefsin dizginlerini dâima elde bulundurmak lâzımdır. Azgın bir atın gemini bırakıvermek ne kadar tehlikeli ise, nefsi de kendi haline bırakmak o kadar, hattâ daha fazla tehlikelidir. Açlığa sabır, sabr-ı cemîldir. Nazım Her lâhza, ol vahy-i âlâ, ervaha eyler hoş nida. Derd olma hâki etme câ, pâk ol, gel et azm-i semâ. Her can ki ol tenbel olur, çün derd-i hum ka'rın bulur, A'lâ-yı huma hoş gelir, ger bulsa kedretten safa. Olmazsa tende hâk-i nân, safî olur bu âb-ı cân, Esrar olur kalbe ayan, bulur kamu derdin deva. Canın çü, şu'ledir hemân, nurundan ekserdir dühân, Dûd içre nûr olmuş nihân, dil hanesi bulmaz ziya. 18 TASAVVUF! AHLÂK III Az olsa ger bu dûd-ı nân, kalbin bulur nuru ayan, Ruşen olur hoş bî-giimân, hem bu sera henvol sera. Seyr et mükedder olsa mâ, ne su görünür ne semâ, Pinhan olur şems-i duhâ, gaym u duman olsa hava. Şu beyitler ne kadar canlıdır. Cenâb-ı Hak hemen bizim gönüllerimizi uyandırsın da şu dünyâ ile âhireti iyi bilmeyi bizlere nasîb eylesin. Zîrâ bu insanoğlu öyle bir ekmel tarzda yaratılmış iken, her an Cenâb-ı Hak'tan gelecek ilhamları almaya kabiliyetli ve müsteîd olduğu halde, bunu zayi' etmesi kadar acı bir şey yoktur. Hak'kın kuluna verdiği o gönül aynasıyla her iki âlemi de görmesi ve seyri mümkün iken, insanın onu çamura atması ve paslandırması hiç reva mıdır? Onu hergün beş vakit ibâdet ve tâatle cilâlandırmak yerine tenbellik edip, ibâdet ve tâ-atten geri kalınca elbette bu ayna kararıp bozulacaktır. İşte buna meydan vermemek için hem ibâdete devam edilir hem de riyazetlere; tâ ki bu ayna eski haline gelip parlasın, Herkes bilir ki, su bulanık olduğu zaman ne dibi görülür ne de semâ, ne ay ve ne de yıldızlar görünür. Bizim günahlarımız tıpkı bunun gibi, ya su bulanık veya hava çok bulutlu ki güneşi görmek mümkün olamıyor; ya o bulutlar çekilmezse vay halimize!!. Onun için; açık, temiz ve güneşli bir hava, temiz ve berrak bir su istiyorsak, muhakkak tevbe edip Hak'ka dönmek, onun hem emirlerine hürmet ve riâyet, hem de ekmek ve yemeği bir müddet azaltarak, riyazetle o pislenen suyu temizlemek, hem de üzerimize çöken ma'nevî zulmet bulutlarını gidermeye çalışmak, elbette ilk vazifelerimizden birisidir. Bak, zengin çocuklarının içinde yüksek tahsil yapanlar pek azdır. Ekseriyetle muvaffakiyet kazananlar fakir çocuklarıdır. Bir de at koşuları vardır, burada koşacak hayvanları bile önce riyazete çekip, yemlerini ve sularını keserler. Zîrâ işkembesi dolu ve tok olan hayvanın koşuda muvaffak olamayacağını erbabı iyi bilir. Câhil olan bir kimse onu koşuyu kazansın diye çok yedi-rir, içirirse, herkese gülünç olur. Atının kıymeti hemen düşer. Öyle ise:

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

5/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

TOKLUĞUN ZARARI 19 Azîz evlâd ve sevgili kardeşim! Bu dünyaya bu kadar bel bağlayıp dünya ve âhiretini zâyî etme. Yine bak, insanın bir tahsil devresi var, tam gençliğin en kıymetli zamanı, lâkin istikbâlimi te'min edeceğim diye nice seneler ne ıztıraplar çekilir. Gece gündüz mütemadiyen çalışmak, sabah git, akşam gel; evde de rahat yok, hemen kütüphanenin başına geçip derse çalışmak lâzımdır. Eğer çalışmazsa imtihanlarda muvaffak olması ne mümkün. İşte âhiret de böyle kardeşim. Bu dünya evinde dînine hizmet etmiyenler, âhiret selâmetini bulamazlar, öyle ise, sen gel söz dinle, inatlıktan birşey çıkmaz, tenbellik de bir fayda vermez. Yemeni, içmeni biraz kıs ve ibâdete devam et, Peygamber'imiz (s,a.s.) Hazretlerinin yolundan da ayrılma. Bugün bizim camimizde saçlı, sakallı bir genç gördüm. Namazdan sonra biraz konuştuk. Kendisi Hollanda'lı bir Hıristi-yanmış; sekiz lisan biliyor, Müslüman olarak Yusuf ismini almış. Müslümanlığı nasıl seçtiğini sordum. Şöyle dedi: "Okudum ve düşündüm, en doğru ve güzel yolu Müslümanlıkta bulduğumuz için evvelâ ben, sonra da babam Müslüman olduk" Aynı zamanda Paris'te bulunan bir şeyh efendiden tarîkat dersleri alarak, günde 7000 defa "lâ ilahe illallah" diyerek Allah'ı zikrediyormuş. Allahü celle ve alâ , cümle mü'minleri sâlih ve kâmiller zümresine ilhak buyursun âmîn, bi-hürmeti Seyyidi'l-mürselîn ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Çok Yemenin Zararları İbrahim Hakkı Hazretleri, çok yemenin on mazarratı olduğunu da kitabının 309. sayfasında şöyle zikretmektedir: Ey azîz! Ehlullah demişlerdir ki, tâlib-i irfan olup, nebat ve hayvan mertebelerinden insan mertebesine yetmek ve tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb ve tahliye-i ruh etmek murâd eden kimseye lâzımdır ki, evvelâ karnını haramdan hıfz ve ıslâh ede, sonra da yemeğini azaltarak, helâlin bile fazlasından sakınarak, ondan muhabbet ve ma'rifet yoluna doğru gide. Zîrâ insan karnının ıslâhı, cemi' a'zâların ıslâhından daha çok zor ve meşakkat20 TASAVVUF! AHLÂK III lidir. Zararı ise cümleden daha büyüktür. Zîrâ o bir mâdendir ki, cümle a'zâlara kuvvet ve za'f ondan gelir, afatları pek çoksa da biz on tanesini saymakla iktifa edeceğiz: BİRİNCİ ZARARI: Çok yemekle kalb katı olur; nurunun kayıp olması tehlikesi vardır. Nitekim, Peygamber'imiz(s.a.s.')Efen-dimiz Hazretleri buyurmuşlar ki: "Kalblerinizi çok yemekle öldürmeyiniz. Ekinleri çok suyun öldürdüğü gibi, muhakkak fazla yemekle de kalb ölür." Yâni çok su içinde kalan ekinler büyümezler ve çürürler. Hattâ tanesi olduktan sonra bile çok suya, yağmura, veya sellere mâruz kalırlarsa, onlar bile mahv olurlar. Bu, herkesin bildiği bir şeydir. İşte insan da böyledir. İKİNCİ ZARARI: Çok yemekte a'zâların fitnesi ve fesadı vardır. Karınlar tok olunca, onun verdiği kuvvetle gözlerin günah şeylere bakması, kulakların günah şeyleri dinlemesi, ağızların fena, faydasız ve boş sözleri söylemesi, ayakların günah yerlerine gitmesi ve ellerin de başkalarına zarar vermesi kolaylaşır ve çoğalır. Amma insanın karnı aç olursa, tabiatiyle bunların hiç birisini yapmaya gücü yetmez. Binâenaleyh, insanın ef âl ve ahvâli, yemesi ve içmesine göredir. Maazallah, eğer bir de haram taam yerse, mutlaka ondan fena ve haram fiiller sâdır olur. Eğer helâldan dahî çok olursa, bu sefer gönül karalığı, basîret-sizlik, tenbellik, atâlet, mekrûhât ve sağâir (küçük) günahlar sâdır olur. Şu halde yemekler insanlığın mi'yârı olmaktadır. Aynı zamanda da söz ve işlerimizin tohumu demektir. ÜÇÜNCÜ ZARARI: Çok yemek ilim ve idrâki azaltır. Zira "Tokluk zekâyı giderir!' demişlerdir. Eğer dünya ve âhiret hacetlerinden birşey dileyecek olursan, muradın hasıl oluncaya kadar birşey yemezsen muradın çabuk hasıl olur. Zîrâ "Gıdanın buharı, fehim ve zekâya hicâbdır!' demişlerdir. DÖRDÜNCÜ ZARARI: Çok yiyenin ibâdeti az olur. Zîrâ beden ağırlaşıp hemen uyku basar, havas ve kuvâsına fetret gelir ve leş gibi yatıp uyur. Halbuki, ibâdet bir san'attır ki, onun dükkânı halvet ve yalnızlık, âletleri de gayret ve mücâhededir. Patlamayan veya mermisi olmayan silâh neye yarar?. BEŞİNCİ ZARARI: İbâdet tadının azlığı vardır. Nitekim efdal-i ümmet olan Ebû Bekrini's-Sıddîk (r.a.) buyururlar ki: ÇOK ^EMENİN ZARARLARI 21 "İslâm'la müşerref olduğum zamandan tâ bu güne kadar, kat'iyyen karnımı doyurmuş değilim, Rab'bimin ibâdetinin lezzetinden mahrum olmayayım kaygısıyla. O zamandan bu zamana kadar, kana kana su içmiş değilim, likası iştiyakından fetret bulmayayım kaygısıyla. Bir kâmil demiş ki; "Tâatimin en lezzetli vaktini, karnımın çok aç olduğu zamanda bulmuşumdur!' ALTINCIZARARI: Çok yiyeceklerde haram olma şaibesi nisbet olarak daha fazladır. O halde çok yemekle insanın haramlara düşme tehlikesi vardır. Zîrâ helâl damla damla yâni az az gelir, haram ise sel gibi çok çok gelir. Hadîsde de vâkîdir. YEDİNCİ ZARARI: "Çok yemekte çok yorgunluk ve zahmet vardır. Onları kazanma ve hazırlamakta da, yedi türlü meşakkat mevcuttur" demişlerdir. Bunlar: yemesi, hazırlaması, hazmı, defi, ihracı, vakit zayiatı, hastalık tevlîdi gibi. SEKİZİNCİ ZARARI: Çok yemekte sekerât-i mevt denilen ıztırablı halin şiddetli olma tehlikesi vardır; yânî tokluk ölümün çok zor ve şiddetli olmasına sebebdir. Zayıf ve aç olanlar daha kavî olurlar. Bil'akis tok ve kuvvetli olanların da ölümleri o kadar şiddetli ve ızdırabl; olur. Buna dâir hadîs de vardır. DOKUZUNCU ZARARI: Çok yemekte âr ve melâmet, pişmanlık vardır; çünkü, şehveti talebe ve fazla şeyleri almağa insanı mecbur eder. Halbuki helâlına hesab, haramına da azâb olduğunu bilmeyen yoktur. Az yemeyi i'tiyâd eden ve hazır olana kanâat edenler, bir çok kerametlere nail olup mesrur olurlar. ONUNCU ZARARI: Çok yemekte vücûdun lüzumundan fazla kilo alması vardır ki, bu sebeble kalbin etrafı yağ tabakasıyla kaplandığı için rahat nefes alıp veremez. Sonra kollestirin (kanda yağ birikmesi) denilen hastalığın başlıca sebebidir. Sonra, böbrekler vaktinden önce yorulur ve bozulur, vazifesini yapamaz olur. Daha sonra, mide tabiî halini kaybeder, büyür, elâs-tikiyyetini muhafaza edemez. Bütün bunların neticesi olarak da "Tevessü-ü mide" husule gelir ki, yediklerini kolay kolay hazm edemez; bu yüzden bütün vücud rahatsız hale gelir. Çok kere mide ülseri denilen, mide veya,kalın bağırsakda çıban da husule gelir. İşte bu saydıklarımız belki de daha bir çok rahatsızlıklar 22 TASAVVUF! AHLÂK III hep bu çok yeme ve çok içme neticesi meydana gelen zararlardır. Allah hepimizi bu gibi hastalıklardan muhâfâza buyursun. Âmîn. Az Yemenin Faydaları Az yemenin sayısız faydaları arasında şunlar sayılabilir: Sıhhat-i beden, neş'ey-i dâimi, hafızaya kuvvet, safâ-yı hatır, kalbin nûr ve cilâsı, zekâsında sür'at-i intikal, kıyamet açlığını hatırlamak, fukarâ-yı müslimîne acımak, ibâdetlere devam, ibâdetlerde huzû' ve huşu', abdestin muhafazası (Zîrâ çok yiyip içenin abdesti muhafazası da kolay değildir). Artan yemek vesâireyi başkalarına, fukaraya, yetimlere vermeye ve onların dualarını almaya da vesîle olur. Halbuki, çok yiyenler birşey artırıp da fukaralara vermeyi, belki hatırlarına bile getiremezler. İsteseniz de ellerinden bir şey alamazsınız. Alsanız bile devede kulak kabilinden olur. Az.Yemenin Çâreleri Az yemenin yolu, evvelâ zararlarını göz önünde bulundurmak, sonra az yemenin faydalarını hatırlamaktır. Daha sonra, yemeklerin en güzelinden yiyesin ki, az ile doyasın. Bir de, yağlı olmak üzere bir kab yemek yiyesin. Açlarla ve çok yiyenlerle beraber sofraya oturmayasın, yalnız başına yemeyi tercih edesin. Daha iyisi, tartı ile yiyesin. 300 gramdan başlayıp, hergün birkaç gram eksilterek 150 grama kadar inesin. Rübâîyât Nefsim beni çok yemekle eyler piir-gam, Ağırlaşıp olurum esamm ü ebkem.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

6/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

AZ YEMENİN ÇARELERİ 23 Az yiyip az içsem ola gönlüm hurrem, Cismim hem olur hafîf ü canım pür-dem. Nefsim beni aldatmakta fırsat bekler, Çün sofra bulur o dem çekip emekler. Terğîb eder ifratı yemek, içmekler, Düşman beni dostumdan alıkor eyler. Her lokma ki sen serehle yersin ânı, Gafletle dolup gönül olur zulmânî. Hayvana ver ol lezzet-i âb u nâm, HAKKI ânı yâd edip ye kût-ı canı. Her lokma ki lezzetiyle buldum zevki, Ol lokmayı keşke bulsa düşman halkı. Hayvana ver ol nebatı sen ey HAKKI, Can lezzetin al gönülden, iste Hak'kı. Az Yemenin Faziletleri Ey azîz! Açlık hakkında ehlullah demişler ki: Açlık her derde devadır. Açlık iki kısımdır: Bir kısmı, sâlikler, dervîşân, ehl-i tarîk ve irfan yolcuları içindir ki, bunlara muhakkak riyâzât denilen az yemek mecburiyeti vardır: zîrâ başka türlü işin içinden çıkamazlar. Açlık aynı zamanda uykusuzluğu da mücibdir. Uzlet ve halvet nasıl sükûtu mûcib ise, açlık da uykuyu giderir. Zîrâ halvette konuşacak kimse olmadığı gibi, aç kimsenin de canı konuşmak istemiyeceği tabiîdir. Bu açlık ancak sâliklere mahsustur. Bu da, sâlikin haline göre 10 günden 20 güne veya 40 güne kadar devam eder. Bu müddet içinde hep oruçlu olması ve aldığı dersleri yapması lâzımdır. Bundan çıktıktan sonra yine yeme ve içmede i'tidali bozmamak lâzımdır. Bazan yine riyâzât ha24 TASAVVUF! AHLÂK III line dönmesi münâsib olur. Nefsi boş bırakmamak bakımından bu lâzımdır. Olgun ve kâmil insanların, yemeklerini âdetleri veçhile yemeleri caizse de, ihtiyatı elden bırakmamak daha evlâdır. Bu riyâzâtlarla sâlikler ve dervişler, kendilerine lüzumlu halleri elde edebildikleri gibi, kâmilin ve muhakkikin makamlarına da erişerek, bazı esrarlara nail olurlar. Lâkin "Hal veya makam sahibi olacağım" diyerek yapılan riyâ-zât ve açlıklar, çok büyük tehlikeler îrâs edebilir. Bazan, bu niyetle hareket edenlerin bir takım evham ve hayalâta kapılarak "Velî olacağım" derken deli olup çıkmalarından korkulur. Bu gibilere lâzım olan, devamlı oruç tutmak ve sünnet-i seniyye veçhile yemeğini azaltarak, günde bir öğün yemeye kendisini alıştırmak ve haftada ancak iki kere katıkla yemeği yemektir. Riyazetin bize göre daha münâsibi, Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimizin buyruklarına uyarak, sahur yemeğini de bırakmamaktır. Zîrâ, sahur yemeğinde hem bereket, hem de sünnet-i seniyyeye riâyet vardır. Hele 21 kuru üzümle, biraz de ekmek olursa daha güzel olacağını zannederim. Bu riyâzâtlarda mübtedîler için huşu', huzû, zül, meskenet, iftikar ve sükûnet husule gelir, fena hâtıralar olmaz. Muhakkikin için ise açlıkta, rikkat, safâ, Hak ve ün-siyet ve havâtınn tamâmiyle kaybolması vardır. Onlar böylece izzet-i ilâhiye ve saltanat-ı Rabbâniye ile şereflenerek, beşerî sıfatlardan temizlenir ve melekiyyet sıfatlarını kesb eder. Makamları ise, makâm-ı Samedânî'dir. Bu makam öyle âlî bir makamdır ki, onun ahvâl-i acibesi ve esrâr-ı garibesi vardır. Himmet sahiplerinin ye azimet sahiplerinin açlıkla kesb ettikleri faydaları ve kemalleri saymakla bitirmek mümkün değildir. Rübâiyât Açlık ki tok eyler ol kamu a'zâyı, Açlıkta bu nefis terk eder dünyâyı. Hem açlık açar rumûz-ı her ma'nâyı, Açlıkta bulur bu cân-ii dil Mevlâyı. AZ YEMENİN FAZİLETLERİ 25 Nândan boş olan kimse ne pür-hikmettir Gönlü gözü uyanık, işi ibrettir. Açlık ki temâm-ı hıffet ü iffettir, Her derde şifâdır ol tene sıhhattir. Hakkı, az yer eyle batna halkı mîzân, Açlıkta yok ol, ziyan ki toklukta ayan. Açlıktan olan ziyana besdir bir nân, Toklukta marazlara gerek çok derman. Hakkı, yemek az ye, az uyu, az söyle, Cân sağlığı, dil hoşluğu bul sen öyle. Her ne dilesen gönlünde bul zevk eyle, Kim iki cihan seâdetidir böyle. Bend eyle dehânı bu cihanı seyr et, Koy hâbı gönüle her nihânı seyr et. Aşk aça yürekte çün dehânı seyr et, Deryalar içip safâ-yı canı seyr et. Nefs ehline gerçi açlık olmuş zindan, Amma ki gönül ehlinedir hoş seyrân. Açlıkta gönül safa bulur, lezzet-i cân, Pes cû'dur ehl-i Hak'ka Hak'dan ihsan. Hakka ki taâm-ı enbiyâdır açlık, Hem hâl ü makâm-ı evliyadır açlık. Hem safvet-i kalb-i asfiyâdır açlık, Her derde deva ve hoş nevadır açlık. Hakka ki safâ-yı asfiyâ cû' olmuş, Takva-ve reşâd-ı etkıyâ cû' olmuş. 26 TASAVVUF! AHLÂK III Hem fıtnat-i re'y-i ezkiyâ cû' olmuş, Bel zirve-i cây-i irtikâ cû' olmuş. Çok uyumak oldu ilm ü fazlı hadim, Nevvâm ü ekûl olur alîl ü nadim. Şeb kâim ü gündüzü dahî ol sâim, Tâ menba-ı ilm ü fazl olasın dâim. Hakkı Hak için nehâr ü leyi ol kâim, Ölmezden ölüp sen ol gamından hâim. Oldukça bu nefs hay, gönüldür nâim, Nefs ölse gönül bulur hayât-ı dâim. Az Uyumak İrfan yolcularının altı esâsından biri olamaz uykunun faydalarını Ma'rifetnâme kitabı on nevi' ile beyân etmektedir: BİRİNCİ NEVİ': Âyet-i kerîmelerde az uyuyanlar hakkında medh ü senalar çoktur; gece namazları ve teheccütler hakkında emirler vardır. Zebur'da "Kulum, beni gecenin karanlığında bulursun, ben sana yakın olduğum halde beni istesen bulursun" denilmektedir. Hadîs-i kudsîde de, "Ey âdem oğlu! Çok uyumak suretiyle o kalb parlaklığını nasıl bulursun? Uykunu kabrine bırak. Kalbinin nurunu az uykuda ve gecenin uyanıklığında iste. Gece olunca benim zikrimden gafil olarak uyuyanların, bana muhabbet iddia etmeleri yalandır." buyrulmaktadır. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir: Aceben lil-muhibbi keyfe yenâmü Küllü nevmin alel-muhibbi harâmü. AZ UYUMAK

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

7/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

27 Mânâsı, muhabbet iddiasında olanlar nasıl uyuyabilirler? Hâlbuki, her uyku, muhabbet sahihlerine haramdır. Nazım Uyuma sen bir gece ey mehlikâ, Tâ sana yüz göstere genc-i beka. Dil güneşinden gece çün germ ola, Bu iki cismin aça ol tûtiyâ. Bir gece sabr eyle yere koyma baş, Mürğ-i seâdet kona tâ başına. Gündüz olur kesb ü gece aşk-ı yâr, Âşık eder her gece zikr-i Huda. Halk varıb uykuya düşler görür, ** Bulmuş uyanık kerem-i kibriyâ. Hak dedi Dâvûda: Benim âşıkım, Gece uyumaz bana eyler sena. Âşık olur tâlib-i halvet ki tâ, Göstere dildâre dilinden rızâ. Hâb-ı girân teş'neye mümkün değil, Uyuşa düşünde görür ayn-ı mâ. HAKKI, erer her gece Hak'dan hıtâ, Kalk ve teveccüh bana kıl bul hüdâ. r

İKİNCİ NEVİ': Her gece yarısından sonra, Hak teâlâ semâ-

/ yi dünyâya rahmetini inzal edip, "Kim bana duâ ederse, ben ona / icabet ederim; kim benden birşey isterse, ben ona istediğini veJ ririm, kim benden mağfiret dilerse, ben onu mağfiret ederim" \buyurur. Beyit Nida edib gece ervaha der o nûrünnûr, Bana teveccüh eden cân bulur; gönlünde huzur. Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: "Benim gözlerim uyur, fakat kalbim âlemlerin Rabbinden gafil olup uyumaz." 28 TASAVVUF! AHLÂK III Beyit Sağ yanı üzre yatardı, kıbleye istikbâl edib, Her nefesde açılırdı ana bin gaybî kapu. Sabah olduğu vakit uyumak rızka manîdir ve gamları getirir. Efendimizin müezzini Bilâl-i Habeşî (r.a.), her gece vakt-ı seherde aşağıdaki beş beyti okurdu: Teyakkazû teyakkazû yâ niyâm, Fekad hezeme'l-fecrü cenûde'z-zalâm. Yâ nâimen nıin nevmike fentebih, Leylüke kad esrea f'il-inhizâm. Yâ men kad istağraka nevmuhû Ente tenâmii ve Rabbüke lâ yenâmu. Rabbüke yed'ûke ilâ bâbihî, Fes'elhü'1-afve bi-ğayrı intikam. Sallû ala seyidine'l-Mustafâ, Ahmede'1-Hâdî aleyhis-selâm. "Meâl-i şerîfi: Ey gaflet uykusuna dalanlar, artık uyanınız,-uyanınız. Muhakkak sabahın fecri, aydınlığı, gecenin karanlığını giderdi. Ey uykuda uyuyan, artık uykudan kalk, uyan ve sabaha kadar seni dinlendiren Rab'bine teveccüh eyle. Çünkü gecen süratle gitmektedir. Ey kendisini uykusu istîlâ eden zavallı, sen uyuyorsun fakat iyi bilki, Rab'bin azze ve celle kat'iyyen hiç bir zaman uyumaz ve Rab'bin seni kapısına davet ediyor. İntikam almadan, seni afv buyurmasını ondan taleb eyle!' ÜÇÜNCÜ NEVİ': Gece ibâdeti ve gafillerin uyuması hakkındadır. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: "Uykuyu az uyumak, Mev-lâya teveccühde ihtimamdır; dikkatle emek çekmektir. Tâlib-i irfanı olan kimselere gece uykuları haramdır. Çünkü onun matlûbu, uyumayan Hay ve Kayyûm olan Allahü teâlâ HazretleriAZ UYUMAK 29 dir. Avamın uykusu ise, gaflet ve yokluktur, zayiattır. Gaflet ise, gönüle zulmet, karanlık getirir". Bir Arap şâiri: c&$* cp2^ çP °i fi21 z} "Da'in-nevme, inne'n-nevme lil-fazlı hâdimîn" diyor. Mânâsı: "Uykuyu bırak, muhakkak uyku faziletleri mahv eder", demektir. Sakın sen de gafiller gibi hemen dünyadan, yemek ve içmeye, uykuya razı olma. Sen geceleri uyanık ol da yüksek ve âlî mertebeleri Mevlâ'dan iste. Ariflerin uykusu, müşahede ve murakabedir. Ervah ile tanışma, bilişme ve oynaşmadır. Dostlarla muânaka, sarılışma ve buluşmadır. Gece âşıklara ni'mettir. Gece uyanıklığı iki hayatın biridir; diğeri de açlıktır. Gece uyanıklığında gönül diridir. Bu uyanıklık ibâdetlerin anahtarıdır. Sa-bah vakti uyanık olmajç»jaâilej_amrnetidir. Zikrullah ile bera-" ber gece uyanıklığı, ebrârın ibâdetidir. Hürrıyet-i hakîkiyeye kavuşanların âdetidir. Zikrullah ve gece uyanıklığı, Hak'ka müştakların sıfatı ve âşıkların devletidir. Zikrullahla birlikte gece uyanıklığı, evliyanın ve asiiyânın kazancıdır. Zikrullahla birlikte gece uyanıklığı, nüzhet-i evliya ve süa-dâdır. Zikrullahla beraber olan gece uykusuzluğu, merdlere âhiret ganimeti, ebdâl olan velîlere de fırsattır. Zikrullahla geceleri uyanık olmak, Allah'ın has kullarına ve Allah'a yakın olan bahtiyarlara Cennet bahçeleridir. Yâni Cennet bahçelerine vesiledir. Zikrullahla, uykusuzlukla geçen geceler, ariflere hediyye-i ilâhîdir. Kâmil mü'minlere de birer hazînedir. Nazım Çün gelir şeb vakt-i halvetgâh olur, Kıble-i uşşak vech-i mâh olur. Hâbı koy mehtâb iken ey meh-perest, Mâhdan agâh ana hem-râh olur. Uyku bahrinde kamu halk olsa "lâ", Uykusuzlar vakti "illallah" olur. r 30 TASAVVUF! AHLÂK III Gece İbâdetinin Faydaları ve Faziletleri DÖRDÜNCÜ NEVİ': Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Saadetimizin yegâne sermâyesi gecelerdir^ Nâsdan kurtuluş ve uzletimiz, dost ikjıajvejimizı^gecelerdir. Çiecelei^aşıkların derd ar^J^^^, arifTenr^derdi âriflerin_başıjartart Gece, kâmîlIefnTen"bahtiyar velilere "Tıklan zamandır.^Kalb^ejna^mamâ^nevf güneşin ffîşT3îr7TIe7ğece~ derler. Her seher vaktijjıer mura

^lZ75î^

y.müşküldür, jeTîei>^5rm1I5afek^saattir. Ol saatteuyanıktan, ehl-i saadettir. Seher vakti âşıklar uyumazlar ve ârîf-Eâ âçı^

ghrnezTeiTSerler vakti rahmefîcapTlSrl

olan, zevk-rcân ve safâFyrî'tâtir*' t>ULİıxr.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

8/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Nazım Ehl-i aşkın dîdesi bîdâr olur vakt-i seher, Cân-i ehl-i dil dolu esrar olur vakt-i seher; Şehr-i dil bî-kesret-i nâ-cins tenhâdır gece, Bezm-i cân bî-zahmet-i ağyar olur vakt-i seher. Ref eder dildâr vechinden nikâbın vakt-i subh, Ânı seyr eyler o kim, hoşyâr olur vakt-i seher. Mürde-dil hâb içre gafil devlet-i bîdârdan, Ârif-i âgâhe devlet yâr olur vakt-i seher. Pertev-i hurşîd-i dilbere âşık olan, Ehl-i hâlin gönlü pür-envâr olur vakt-i seher. Hak nida eyler ki "hel min sâilin" her nîm-i şeb, Kim ne isterse o berhudar olur vakt-i seher. Bâb-ı ihsân-ı Hüdâ feth olmak istersen sana, Dil kapısın beklemek hoş kâr olur vakt-i seher. GECE İBADETLERİNİN FAYDALARI VE FAZİLETLERİ 31 Ol ki eki ü şürb olur şüğlü gece gündüz hemân, Uyku lâzımdır ana bîmâr olur vakt-i seher. HAKKI, bîdâr ol seher vaktinde tenbel olma kim, Uyumak insana ayb ü âr olur vakt-i seher. Bu beyitler ne kadar canlıdır. O seher vakitlerinde gözleri uyanık olan bahtiyarlar, hep gönül sahipleri olmakla, içleri esrâr-ı İlâhî ile dolu olduğu halde tefekkür, murakabe ve zikirle meşgul olurlar. Eğer o esrâr-ı İlâhîden bir nebze de olsa, elbette bizim de gözlerimize uyku gelmez. Fakat içlerimizi istilâ eden fâ-nî dünya zevk ve muhabbeti bizleri nâmütenâhî olan saâdet-i ser-mediyeden mahrum bırakmaktadır. Bu gaflet ne unutulur, ne de başka birşeyle telâfi edilebilir. Muradlarına nail olmayı ve ihsan kapılarının kendilerine açılmasını isteyenlere, muhakkak surette seher vakitlerine uyku ile kaçırmamak; Cenâb-ı Hak'ka cân ü gönülden yapılacak iltica ve duaların hiç bir zaman boşa gitmeyeceğini iyice bilmek gerekir. Cenâb-ı Hak sübhânehü ve te-âlâ Hazretleri cümlemizi seher vakitlerinde uyanık olan ve kendisine candan sarılıp yalvaran kullarından eylesin, âmîn. Azîz kardeş! Şimdi sen ve ben bunları okuduk ve dinledik. Bir kere de kendi halimize bakacak olursak, bizde şeyhlik, nerede, dervişlik nerede? Sofuluk, kılık, kıyafet, bilgi, hüner, sanat, edebiyat, belâğât, fesahat, tasavvuf ve daha sonra insanlık, insanlıkta kemâl, İslâmiyet, İslâmiyette kemâl bizden ne kadar uzak! Bunları yazarken ne kadar zayıf ve bîçare olduğumuzu müşahede etmekteyiz. Cenâb-ı Hak cümlemizin muîni olsun vesselam. BEŞİNCİ NEVİ': Az uykunun kerîmler huyu ve hasleti olduğunu bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, efdal-i evliya Sıddîk-ı Ekber Hazretleri (r.a.) her gece yatsı namazından sonra biraz ev halkıyla oturup sohbet eder, onlar yattıkdan sonra kalkıp abdestini tazeler, iki rek'at nafile namaz kıldıktan sonra seccadesinde oturup, huzu' ve huşu' ile murakabeye dalar, tâ sabaha bir saat kalınca mübarek başım kaldırıp bir kere âh ederdi. Ol âh ile mübarek ağızlarından bir nûr zahir olurdu ki, onun 32 TASAVVUF! AHLÂK III aydınlığından evin duvarlarında olan saman çöpleri bile belli olurdu. Sonra kalkar, on rek'at teheccüd namazı ve üç rek'at da vitir namazı kılar, arkasından evlâd ü ıyâlini sabah namazına kaldırırdı. Sabah olunca, sabahın sünnetini evinde kılıp mescid-i şerife giderlerdi. Bir adam bir câriye satın almış, yatacakları sırada câriye efendisine sormuş ki: "Sizin de bir Meylânız, efendiniz var mıdır?" Efendi cevap vermiş: "Evet benim de bir Mevlâm vardır, ben de onun kuluyum" Câriye tekrar sormuş: "Sizin Mevlânız uyur mu?" Efendi yine cevap vermiş: "Hayır onun için uyumak, uyuklamak yokdur, Hayy ü Kayyûm'durî' O zaman câriye efendisine demiş ki: 'Yâ sen hiç haya etmez misin, hiç bir zaman uyumayan Mevlânın huzurunda nasıl yatıp uyursun?". Efendiye bu söz çok te'sir ediri, bundan sonra gece namazlarını kendine âdet etmiş ve bir daha yatağına girmeyip ömrü boyunca az uyku ile iktifa ederek evliyalar arasına dâhil olmuş. Evliya yollarına gidenler, ancak üç haslet sayesinde evliya olmuşlardır: Biri, acıktıkları vakit, ancak açlıklarını giderecek kadar az birşey yerler; diğeri: Uykuları gelince hafif bir uyku ile iktifa ederler, üçüncüsü de; konuşmak lâzım gelince, ancak zûrûret miktarı ve muhtasarca söylerler. Kim ki, ekmeği çok yer, uykuyu çok uyur ve sözü de çokdur, iyi bilsin ki, onun canı hastadır, işi dünyâ ve âhirette çok zordur. Nazım Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde, Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde. Bak hey'et-i âlemde bu hikmetleri seyr et, Bul Sâniini ol ana hayran gecelerde. Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil, Koy gafleti dildârdan utan gecelerde. Gafletle uyumak ne reva abd-i hakire, Şefkatle nida eyleye Rahman gecelerde. Cümle geceyi uyuma, Kayyûm'u seversen, Tâ hay olasın Hay ile ey cân gecelerde. GECE İBADETLERİNİN FAYDALARI VE FAZİLETLERİ 33 Âşıklar uyumaz gece, hem sen uyuma kim, Gönlün gözüne görüne cânân gecelerde. Dil beyt-i Hüdâdır onu pâk eyle sivâdan, Kasrına nüzul eyler o sultân gecelerde. Az ye, az uyu, hayrete var, fânî ol andan, Bul cân-ı baka ol ana mihmân gecelerde. Allah için ol halka mukârin gece, 'gündüz, Ey HAKKI nihân aşk oduna yan gecelerde. Gönül Hak'kın evidir. Sivâyı, Allah'dan gayri, mâsivâ denen herşeyi gönülden çıkar ki, orası Hak'kın evi olduğu için orada başka birşeyin bulunması c'âiz olmaz. Çünkü Hak sübhânehu ve teâlâ Hazretleri orasını daima gözetmekte ve oraya bakmaktadır. Orada kendisinden başka birşeyin olmasını kat'iyyen istemez. Onu temiz ve pâk tutmak, her mümin ve müvahhidin birinci vazifesidir. Bunun için de en güzel çâre, İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği gibi az yemek, az uyku ve az konuşmak, uzlet, zikrullah ve tefekkürdür. Bunlara riâyet eden kimselerin az zamanda kemâlât-ı insaniyeye ulaşacaklarında hiç şüphe olmamalıdır. Bil'akis, bu usûllere riayetsiz olan kimseler çok bocalar ve yorulur, neticede eline birşey geçmeden bu fânî dünyâya gözlerini yumup gider. Gaflet ona derler ki; insanın hergün gözünün önünde bir çok kimseler tabutların içerisinde bu dünyâdan veda edip giderlerken, bir intibah ve uyanıklık hâsıl olmayıp; hâlâ kendi çıkarı yolunda koşup gider. Cenâb-ı Hak cümlemizi, düştüğümüz bu gafletten kurtarsın, âmîn. Bi-hürmeti Seyyidi'l-mürselîn ve sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sah-bihî ecmaîn. Çok Uykunun Zararları Ey azîzî Ehlullah demişler ki, çok uyku ve gaflet mezmûm-dur, tenbellik ve şeamettir. Çünkü gafilin uykusu, a'zâ-yı bedeni muattal edip, işe yaramaz hale sokar. Ömrün kıymetli vakitlerini zayi' eder. İnsanın, telâfisi mümkün olan ufacık bir şeyi zayi' olsa, kaybolsa, kıymeti nisbetinde ömrü boyunca acınır du34 TASAVVUF! AHLÂK III rur da; acaba neden bu telâfisi mümkün olmayan, kıymetine de bahâ biçilmesi kabil olmayan ömrün zayiatına acımaz;acımamak herhalde akıllıların işi olmasa gerektir. Uyku ölümün küçük kardeşidir. Hak'dan kaybolan ehl-i hasrettir. Uyku da ayrıca bir musibettir. Arifler dâima huzûr-u Hak-da uyanıkdırlar. Bunlara uyku, teveccüh ve lezzettir. Ol uyku ki, huzurdan habersiz gaflet içindedir, ol mûcib-i tard, bu'd ve nedamettir; hüsran, cehalet ve melâmettir; ilm-ü hikmetten mahrum olmaya alâmettir. Zîrâ ki, arifin lezzeti huzûr-u izzettir ve hayâtı muhabbettir. Mevlâyı sevmenin alâmeti de üçtür: Gece uykusuzluğu, güzel konuşma, Hak teâlâ'ya güzelce hamd ü senadır. Doğrusu gece uykusu Hak'dan i'râz ve vebaldir. Eğer uyku iyi birşey olsaydı, Cennette de olurdu. Öyle ise, uyku galebe etmedikçe uyuma ve ona iltifat etme. Uykuya i'tibar olunmaz; çünkü uyku ile kemâlât hâsıl olmaz ve tahsil olunmaz. Nazım Azîz başın içün, gece yâr için uyuma, Uğurla leyli, felekten, şikâr için uyuma. Çün uyudun nice bin gece, hazz-ı nefs için, Bir iki şeb ne olur, yâr-i gâr için uyuma. Latîf yâr ki hergiz uyumaz ânınla Huzur edip geceler, ol nigâr için uyuma. Helâl olur mu ağır uyku hasta sahibine! Terahhum eyle bu kalb-i figâr için uyuma. Hüdâ demiş ki, "benim âşıkım gece uyumaz" Haya edersen eğer şeb, o âr için uyuma. İşitmedin mi ki, şeb kâm alır kamu uşşak, Bu aşk-ı padişah-ı kâm-kâr için uyuma. Hezâr kerre dedim Hakkı! Hak'ka gel geceler, Yok olduğun bilesin tâ o var için uyuma. YEDİNCİ NEVİ': Az uykunun kalblerin cilâsı, gözlerin de kuvetlendiricisi olduğu hakkındadır. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: "Mücâhedesiz müşahede olmaz. Mücâhede kılmayan müşahedeyi bulamaz. Gönlünün gözü

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

9/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

ÇOK UYKUNUN ZARARLARI 35 de açılmaz. Mücâhede eden için, müşahede hazırdır. İsterse murad etsin, isterse etmesin müşahedeyi bulur. Öyle olunca, müşahede hasıl oluncaya kadar mücâhede lâzımdır. Mücâhedeyi murad eden kimse için de, açlık yâni az yemek ve az uyku ile iktifa etmek gerekir. Zîrâ ki, tâlib-i irfan mücâhede edince, az yemek ve az uyku uyumakla onun bedeninde eczâ-yı anâsırdan hâsıl olan ahlât-ı erbaa eriyip azalır. Zikrullah ile ecza-yı beden inceleşir, letafet peyda eder. Gönlü, hicâb-ı anâsırdan müberrâ ve libâs-ı bedenden muarrâ olur. Uykusu halinde âlem-i berzaha varıp rahat bulduğu gibi, yakaza halinde hem berzaha ve hem de melekûte muttali' olarak, hem rahat ve hem de saadet bulur. Uykunun i'tidâli, bedenin rahatlığı olduğu gibi, can da rahat eder. Lâkin, tâlib-i irfan uyku ve rahatı bırakıp gecenin karanlığında aynı hayât-ı canı müşahede ile görmüştür!' Nazım Sulh u salâh oldu bu kavgâ-yı şeb Oldu çü sahra, bize deryâ-yı şeb. Şâhid-i gaybın sevgilisi gecedir, Âşıka rûz olmadı hem tây-ı şeb. İstemez uykuyu kaçar hâbdan, Eylese bu dîde temâşâ-yı şeb. Çok dil-i pür-nûr u nice cân-ı pâk. Oldu kamu bende-i Mevlâ-yı şeb. Dîk-i siyahdır göze, şeb zulmeti, Tatmasa dil lezzet-i helvâ-yı şeb. Gündüz olur gerçi bu sevdâ-yı kâr, Başka safadır dile, sevdâ-yı şeb. Bağladı şeb desti, çü her kârdan, HAKKI eder subha dek ihyây-ı şeb. Bundan anlıyoruz ki, müşahede mertebelerine nail olmak isteyen ariflere ve sâliklere, mutlak ve mutlak mücâhede lâzımdır. Bunun aslı, az yemek, az uyumak ve az konuşmak olup, halvetle birlikte zikrullaha devamdır. Bunlarsız ne ahlâkda ve ne36 TASAVVUF! AHLÂK III de insanlarda matlûb olan kemâli elde etmek mümkün olmaz. SEKİZİNCİ NEVİ': Uykunun esrar ve faydalarını bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, "İnsan ruhu âlem-i ulvîden âlem-i süflîye garip gelmiştir. Ancak nefs-i hayvanimizin işlerini tedvirle meşguldür. Nefs-i hayvaninin menfaatlerini celb w mazarratlarını def için ona taalluk ve bedene teveccüh kılınmıştır. Bu sebeble, bu dar yerde mahpus kalmıştır. Nefse, yâni cisnu uyku geldikte, ol rûh-u ulvî kendi âlemine gidip, iki türlü faydû bulmuştur: Birincisi; darlıktan kurtulup rahat ve serbest olmuş ve beden hizmetlerinden kurtulmuştur; âlem-i likada ervah ile mülâ-kât edip zevk ve huzur bulmuştur. İkinci faydası; rûh-u ulvî kendi vatanına varıp, akl-ı evvelden bazı esrara muttalî oldukda, bir çok meânî tahsil kılınmıştır. Biz buna rü'yâ deriz ki, bu da iki kısımdır: Biri rüyâ-yı sâdı-ka, diğeri kâzibedir. Eğer ruh berzâhdar geçip akl-ı külle mukabil geldiyse, vasıtasız müşahede edip ilhâmât almıştır. Uykusu, yakaza halinde olup, mürâkebe ve keşiflere dalmıştır. İnsan vücudu bağlanmış bir tahta misâlidir. Uyku halinde rûh- revanı, ondan alıp başka yerlere götürürler. Tâ bu altı cihetten başka bir menzil ve bu âlemden başka bir âlem olduğunu görüp, anlaya ki, ondan gelmiştir ve yine o âleme dönecektir. Binâenaleyh, bu dünyâya meyi etmeyip, o yüksek makamına, vatanına muhabbet kıla va ona vâsıl olabilmek için mücâ-hedelerine devam eyleye ve bin netice ma'rifetullah mertebesini bula ve muhabbetullahanâil ola. Gerek uyku halinde ve belki de ölüm vaktinde bile âlem-i berzahda kalmayıp, melekûttan içeri gidip gelebile ve saâdet-i üns ve huzur ona müyesser ola. Bir kâmil, ziyaretçilerin çokluğundan müteessir olmuş ve demiş ki: "Ey dostlar izninizle bir saat kadar vahdete varayım" ve yatıp hırkasını başına çekip uyumuş. Zîrâ, gönül gözü açık olan kâmilin cismi uyumak ister, ruhu da kendi âlemine rücû' eder. Huzûr-u Hazret'te huşu' ve huzû' eder, gelip gideceği yer olan akl-ı külle gider. > ÇOK UYKUNUN ZARARLARI 37 Nazım Gözlerin yumdu bu cihandan o cân, Açtı hüsnü nikâhını cânân. Dikdi cânân yüzüne cân gözünü, Açamaz yummayan cihan gözünü. Yine canında buldu cânânı, Yine tahtında gördü sultânı. Kalb-i ârifde zahir oldu o nûr, Kıldı evvelki suret ile zuhur. Nevm-i ehl-i dil huzûr-u hazret-i dildâr olur, Çünkü her dem arzusu dilde ol dîdâr idi. Arifin gözü uyur kalbi uyumaz aşk ile, Kim ezelden aşk ana herhalde yâr-ı gayr idi. Hâb hoş olsun helâl o ayne kim düşde görür, Anı kim HAKKI anınçün bir zaman bîdâr idi. Hâzır ol herdem demimden bir hayât-ı taze bul, Gece, HAKKI hâbi az et, hâbı az et.hâbı az. Sen bizi öyle ferâmuş eyledin gûyâ ki sen, Bir dahî râci' değilsin aslına gel etme nâz. Nîm-şeb kalk ağla derdinle teveccüh kıl bana, Tâ seni cezb eyleyem, kûtâh ola râh-ı dirâz. Uyku gaflettir ehl-ü mevt olma, hayy öl aşkîyle, Dinle her şeb sözlerin ma'lûmun olsun cümle râz. DOKUZUNCU NEVİ': Uykunun hakikatini, avam uykusunun berzahda kaldığını, havas uykusunun Melekûte yol bulduğunu bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, uykunun hakikati budur ki, rutubetli gıdalar, yürek damarlarına rehavet verip, havas ve a'za-yı beden, his ve hareketten kalır. Damarlar, ciğer ve bütün beden gıdalarını alıp beslenir ve büyürler. Uyku işte bedenin bu haletinden ibarettir. Rutubet ve gıda, mûcib-i nevm, uyku getirir olduğu için çok su ile uyku ağırlaşır ve balgamla, gaflet ve unutkanlık ziyâde olur. Eğer uyuyanın kalbi gafil ve nefsiyle meşgul 38 TASAVVUF! AHLÂK III ise, kendi kemâlini kazanmaktan âciz olur ve âlem-i berzahda haps olup, hayâlen, rü'yâ, "edgâsü ahlâm" bir takım karışık rüyalar ile kalır. Eğer uyuyanın kalbi uyanık ve mücerred ise, âlem-i berzah denilen (ölenlerin ruhlarının toplandığı yer, dünyâ ile âhi-ret arasında bir mekân) yerden geçip kendi asıl âlemine varır. Orada huzur içinde asla uyku gelmez ve bedenin uykusu, böyle kalbi hiç bir zaman hareketsiz kılmaz; teveccüh ve terakkiden de bir nefes bile hâlî kalmaz. Uyku cahillere atâlet ve gaflettir. Uyku, ruhanî ise, Huzûr-ı Hazrettir. Câhilin uykusu muvakkat bir ölümdür. Arifin uykusu ise, hâtıraları açar. Avamın uykusu perişanlık ve azabdır. Havassın uykusu ise, Hak'ka tam tevec-cühdür. Nakısın uykusu, vakitlerin ziyâıdır. Kâmilin uykusu tâ-atın özüdür. Gönül ehli, kâmil bir zât, on gün kadar bir dergâha misafir olmuş. Çokça yer, çok uyur ve çok da konuşurmuş. Bunu şeyh efendiye şikâyet etmişler. O da o zâtı çağırıp, şikâyetlerini anlatmış. Misafir olan kâmil zât cevaben demiş ki: "Eğer bu şikâyetçilerde biraz irfan olsaydı, şikâyet yerine teşekkür ederlerdi. Zîrâ benim yediklerim nurdur, uykum huzura gitmekdir, sözlerim ise hiç boş değil, hep hikmettir" deyince şeyh efendi bu zâtın kemâlini görerek, onu kendi makamına oturtup kendisi ona mürîd olmuş ve onun işaretiyle bir çok günler açlık ve yemezlik, sükût ve uykusuzluğa devamla, ol dahî nûr-u hikmet ve huzuru bulmuştur. Lâkin bu kemâle vâsıl olmayan âşık, çok yemek ve çok uyku ile, hâib ü hâsir, zarar ve ziyan içinde kalmıştır. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle gaflette bırakmasın. Nazım Nîm şeb aşk eyledi dilden yana vâfirce nâz, Çok itâb etti, dedi: Âşık sen eyle, hâbı az. Biz seninle geceler, tâ subha dek söz söyleriz, Sen ayağın eylemişsin câmehâb içre dirâz. Gündüzün gaflettesin bizden, dahî şeb, hâbda, Yâ ne vakt eylersin ey âşık bize tatb niyaz. ÇOK UYKUNUN ZARARLARI 39 ONUNCU NEVİ': Uykusuzluğun kısımlarını, hal ve makamlarını bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Uykusuzluk açlığın neticesidir. Zîrâ mi'dede gıda olmazsa uyku gelmez. Uykusuzluk iki kısımdır: Biri gözlerin uyumaması, biri de kalbin uyumamasıdır. Lâkin kalbin uyanıklığı, müşahedeyi taleb içindir. Aynı zamanda gaflet uykularından intibahdır, uyanıklıkdır. Amma gözün uyanıklığı, müşahedeyi taleb için, gönülde olan himmetin bekasına ve devamına rağbettir ki, tevfîk-i ilâhidir. Zîrâ göz uyuyunca, ekseriyetle kalb ameli de bâtıl olup kalır. Eğer göz uyuduğu halde gönül uyumayıp ameli, hali üzere kaldıysa, ol müşahede, evvelki gecelerin uykusuzluğunun mükâfatıdır. Bu uyanıklığın faydası, amel-i kalbin hali üzere istimrarı, bekası ve devamıdır. İnd-i ilâhîde olan menzil ve hazînelerine yükselmek ve nail olmaya vesiledir. Mübtedî olan sâliklerde ise, uykusuzluk gafletle geçen vakitlerin telâfisi ve ta'miridir. Kâmil ve muhakkikinde ise, hallerinin ziyâdeliğine sebebdir ve ahlâk-ı ilâhiye ile

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

10/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

ahlâklanmaları-na vesiledir ki, inâyet-i ilâhiyenin esâsı, kökü ve ilkidir. Uykusuzluk makâm-ı kayyûmiyettir. Zîrâ, Esmâ-i ilâhîyede bir isim kalmaz illâ ki, insân-ı kâmil onu hâmildir. Uyanıklığın bir hâssası da, nefsini bilmeye yaramasıdır. Bir efendi bir sevdiğine âşık olduğunu bildirmiş. O da, bu gece yarısı ben size gelirim demiş. Fakat âşık olan zat gece bir müddet bekledikten sonra uyuyakalmış. Sevilen zat eve gelmiş, bakmış ki âşık uyuyor, önüne biraz ceviz döküp eteğinden de bir parça keserek gitmiş. Âşık sabahleyin uyandığı zaman gördüğü manzaradan çok utanıp, pişman olmuş, olmuş amma iş işten çokdan geçmiştir. Bundan sonra uykusunu tamâmiyle terk edib, huzûr-u ilâhîde ünsiyetffasîbini almıştır. Nazım Sakın ey yâr-ı mihmandar uyuma, Gelir gönül evine dildâr uyuma. Ko hâbı-gafleti şebi-kalbe sirayet, Nice zahir olur esrar uyuma. 40 TASAVVUF! AHLÂK III I RIZA 41 Dilersen Hayy ü Kayyûmun rızâsın, Gece tenhâ otur zinhar uyuma. Çü şebi ikbâlde ferah buldu uşşak, Gözet sen, sen de bul dîdâr uyuma. Edib tazyîd-ı evkât uyuşa halk, Sen etme zâyı', ol bîdâr uyuma. Gâm-ı aşk eylese, şeb-i kalbi meksur, Gelir tahtına ol Cebbar uyuma. Gâm-ı aşk olsa mihmân, koyma tenhâ, Ana ver Hakkı her neyin var uyuma. Mevlâ cümlemizi hakîkî kanaatkarlardan eylesin âmîn, bi-hürmeti seyyid'il-mürselîn. Rızâ Hak celle ve âlânın hükümlerine, kaza ve kaderine teslimiyettir. İster ekşi, ister tatlı olsun hükm-ü ilâhîyeye rızâ ve inkıyattır. İnsanlık derecelerinin en üstünü ve ahlâk-ı hamîdenin de en mühimidir. Şu kıssa bunu pek güzel anlatır: Sa'd bin ebîVakkas (na.)'ın ihtiyarlık sebebiyle gözleri görmez olmuş, halbuki, duası da pek müstecâb olan bir zât imiş. Dostları kendisine, gözlerinin görmesi için Cenâb'ı Hak'ka duâ etmesini rica etmişlerse de, cevaben demiş ki, "Ben Hak'kın kaza ve kaderini gözümün nurundan daha çok severim de, onun hikmetlerine i'tirâz etmem." Bu, büyüklük ve kemâl alâmetlerinden başka bir şey olmadığı malûm bir hakikattir. Rızânın evveli, insanın sa'yı ve gayreti eseri, sonu da Cenâb'ı Vâcib'ül-vücûdun bir mevhibesidir. Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de buyuruyorlar ki: J\ "Allahümme innî es'elüke nefsen bike mutmeinneten, tü-minü bi'likâike ve terdâ bi kadâike ve takne'u bi'atâike" duâsiy-le ümmetine ne güzel bir ders vermiştir. Makâm-ı mutmeinneye ulaşmış olan hakîkî zâkir, her an Hakka mülâkî olacağına inanan, kazâ-yı ilâhiveye râzî olan ve hiç bir veçhile i'tirâz ve şekvada bulunmayan, her zaman ihsân-ı ilâhîye ve atâ-i sübhânîye kanâat eden, başkalarının mal ve servetinde gözü olmayan tok gözlü insanlar, hem Hâhk'ın hem de kullarının sevdiği makbul kimseler olduğunda şübhe yokdur. Fakat bu güzel ahlâkın ve benzerleri diğer ahlâkların, insanlarda yer alabilmesi ve bulunması tabiatiyle kötü ahlâklardan kurtulmasına, nefsânî ve şehevânî temayüllerinin tamâmiyle kesilip kırılmasına bağlıdır. Azgın nefislerde ya'ni, nefis ve şehvetlerinin esîri olan zavallılarda rızâ ve diğer huyların bulunmasına imkân yoktur. Onun için rızâ sahipleri dünyâda dahî Cennette imiş gibi rahattadırlar. Zîrâ rızâ, "Allah'ın en büyük kapısıdır, dünyanın Cennetidir" buyrulmuştur. Halbuki kulun Hâlik'ının hükümlerine razı oluşu, Hâlık-ı zül-celâl'in o kulundan râzî oluşundan sonradır. Nasıl ki, yerdeki otların bitişi ve mahsulâtın oluşu, gökden gelen yağmurlara ve güneşin hararetine bağlıdır. Yağmur yağmaz, güneş de bulunmazsa, bütün emeklerin boşa gideceği herkesin bildiği bir şeydir. Kadınların sultanı Râbiat'ül Adeviyye (k.s.)'nun sözleri ne kadar kıymetlidir. Mübarek kadın buyuruyor ki: "Bir kimse nail olduğu ni'metlere sevindiği gibi, belâ ve musibetlere de sevin-medikçe rızâ sahibi olamaz." Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri de; "îmânın tadını AUâh-ü celle ve alâ Hazretlerinin hükümlerine râzî olanlar ve O'nu hakîkî mü-rebbî ittihaz edenler tadabilir" diye beyân buyurmuşlardır. Bu sebebdendir ki, dualarında evvelâ nefs-i mutmeinneyi istemelerinin sebebi pek güzel anlaşılır. Çünkü nefs-i mutmeinne makamına erişilmedikçe güzel ahlâk elde edilemez. Mûsâ Aleyhisselâm Hazretleri Cenâb-ı Hak'ka "Yâ Rab! Beni öyle bir amele delâlet et ki, ben onu işlediğim zaman sen benden razı olasın" demişler. Cevaben: "Yâ Mûsâ, sen ona takat getiremezsin" buyrulunca, hemen secdeye kapanıp tazarru' ve niyazda bulunmuş, bunun üzerine: "Yâ ibn-i İmrân, muhakkak benim senden razı olmakhğın; senin, benim verdiğim hü42 TASAVVUF! AHLÂK HI kümlere, kaza ve kadere razı olmana vabestedir" diye vahiy buy-rulmuştur. İşte çeşitli ruhî buhranlar ve muhtelif sinir hastalıkları ve hattâ -Mevlâ cümlemizi muhafaza buyursun- intiharlar, tetkik .edilirse hep hükm-ü ilâhîye, kaza ve kadere rızâsızlıktan neş'et etmekte olduğu müşahede edilmektedir. Bu sebeptendir ki, rızâ ahlâk-ı hamîdenin ve fezâil'i-insâniyenin en mühimlerindendir. Cenâb-ı Hak cümlemizi hükm'ü-İlâhiye münkâd, razı ve teslim olan kullarından eylesin, âmîn bi hürmeti seyyid'il-mürselîn, Sa-lavât'ullâhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn. ŞÜKÜR 43 " Rab'bin hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, îmân etmiş olmazlar.^5/4) Şükür Sahâbe-i kiramdan bazıları Hazreti Âişe validemize, Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) Hazretlerinden, görmüş olduğu acâib şeylerden bazılarını söylemesini rica etmişler, validemiz de ağlayarak anlatmaya başlamışlardı: "Onun her hâli taaccübe şayandı. Bir gece benim yatağına dahil olmuşlardı, hattâ cildi cildime değmişti. Sonra buyurdular ki: "Yâ Ebâ Bekr'in kızı, Rabbime ibâdet etmek için beni bırakmaz mısın?" Dedim ki: "Ben senin Hak'ka kurbiyetini severim. Evet izin veririm." Resûl'ü Ekrem kalktılar. Abdest aldılar, fazlaca su dökün(3/4) Nisa, 65. düler, namaza durdular. Baktım ki, ağlıyorlardı, gözyaşları göğüslerine dökülüyordu. Sonra rükû' ettiler. Yine ağlamakta idiler. Sonra secde ettiler. Yine ağlıyorlardı. Başlarını kaldırdılar, hâlâ ağlamakta idiler. Bu hâl devam etmekte iken, Hazreti Bilâl (r.a.) sabah ezanını okumağa başladı. Ben, "Yâ Resûlallah, neye ağlıyorsunuz? Cenâb-ı Hak sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı afv etmedi mi?" dedim. Cevaben buyurdular ki: "Allâhü teâlâ'nın ni'metlerine karşı şükr edici bir kul olmayayım mı?" Şükür hakkında söylenen sözler pek çoktur. Şükrün hakî-kati, Mün'îm-i hakîkî olan Allahü celle ve alâ Hazretlerinin vermiş olduğu ni'metleri ta'zîm üzere i'tirâf edip, Muhsin-i hakîkî olan Allahü teâlâyı ihsanından dolayı sena etmektir. Bu da üç nev'îdir. Dil ile şükür, beden ile şükür ve kalb ile şükürdür.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

11/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Cüneyd (k.s.) Hazretlerinden, daha çocuk iken, şükür hakkında fikri sorulmuş. Cevaben: "Cenâb-ı Hak'kın ni'metleriyle tene'um ederek ona isyan etmemektir" buyurmuştur. Şiblî (k.s.) Hazretleri de; "Şükür, ni'meti değil, ni'meti vereni görmektir" demiştir. Mûsâ aleyhisselâm münâcâtında "İlâhî, Âdemi yed-i kudretinle halk ettin. Ona sayısız ni'metler verdin. O sana nasıl şükr etti de bu ihsana nâi) oldu?" Cevaben: "Onların hepsinin benden olduğunu bilmesi onun şükrüdür." buyruldu. Sehl ibn-i Abdillâh (k.s.) Hazretlerine, bir adam, evine hırsız girip eşyalarını çaldığından bahs edince, demiş ki; "Allah'a şükr et, eğer o hırsız kalbine girip de tevhidini ifsâd etseydi ne yapardın?" Sırrîy-yi Sakatî (k.s.) Hazretlerine de şükürden sorulmuş; buyurmuşlar ki: "Allahü celle ve âlânın ni'metlerinden faydalandığın şeylerle, meâsîye cür'et etmemendir." Hazreti Ali (k.v.)'nin oğlu demiş ki: "Yâ İlâhî, ni'metlerini verdin, beni şâkir olarak bulmadın. Sana şükr etmediğimden dolayı ni'metlerini elimden almadın. Sabırsızlığımdan dolayı da ip-tilâlarımı artırmadın. İlâhî, Kerîm'den umulan ancak keremdir".

44 TASAVVUF! AHLÂK III Dört amel vardır ki, hiç bir faydası yoktur: 1-

Sağırla konuşmak,

2-

Ni'meti, şükr etmeyene vermek,

3-

Tuzlu ve çorak yerlere tohum atmak,

4-

Güneş varken ışık yakmak.

Haber-i sahîhde bildirildiğine göre, Allahü teâlânın ni'metlerine hamd edenler, Cennete ilk girenler olacaktır. Cenâb-ı Hak cümlemize verdiği maddî ve mâ'nevî ni'metlerine lâyıkıyla şükr edebilmek devlet ve şerefini ihsan buyursun; âmîn bi hürmeti seyyid'il-mürselîn ve sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Sadâkat *j> - -I "Ey müminler! Allah'tan korkun, îmanda ve sözünde doğru olanlarla beraber olun'Y3/5/ Bu fermân-ı İlâhî karşısında başka bir söz söylemeğe hakkımız yoktur. Yalnız îkâz sadedinde bazı hadîs-i şerîfler'le, büyüklerin sözlerini nakl etmeyi uygun bulduk. Sıdka devam eden ve sıdkı arayan insan, indi İlâhîde sıddîk olarak yazılır. Sıdk, her işin temeli ve direğidir. Sadâkat nübüvvet derecesinden sonra gelir. Sıdkın en azı, iç ve dış birliğidir. Sâdık, söylediğini doğru söyleyen, Sıddîk da, bütün akvâl, efâl ve harekâtında sadâkatten ayrılmayandır. Sıdk, tehlikeli yerlerde hakkı söylemekten kaçınmayı engellediği gibi haram yemekten men eder. Nefsinin esîri olan, sıdkın kokusunu koklayamaz. Başkalarına müdâhe-ne eden de böyledir. Bir zâtın annesi ölmüş, elli dînar mîras kalmış. Bununla hacca gitmeye niyyet etmiş. Giderken yolda eşkıyalarla karşılaşmış, neyin var diye sormuşlar. O zât diyor ki, "Nefsimde biraz düşündüm. Doğruyu söylememin hayırlı olacağına inanarak tereddütsüz "elli dînârım var" dedim. "Ver" dediler. "Kesesiyle be(3/5)Tevbe, 119. SADÂKAT 45 raber verdim". Adamlar saydılar. Baktılar ki para tamam, kendilerine gelen bir hâlet-i ruhiye ile geri verdiler ve dediler ki, "Senin doğruluğun bizi tesir altında bıraktı ve böyle yapmaya sevk etti". Sonra reisleri atından inerek zorla beni atına bindirdi. Hicaz'da gideceğim yere kadar seyis gibi arkamdan yürüyerek geldi. Ertesi sene bizim meclisimize katılarak ölünceye kadar hizmetimizden ayrılmadı. Cüneyd (k.s.): "Asıl sadâkat, yalandan başka bir şeyle kurtulmak imkânı olmadığı yerde, doğruyu söyleyebilmektir?' buyururlar. Zünnûn-ü Mısrî (k.s.) Hazretleri: "Sadâkat Allah'ın kılıcıdır, nereye konsa onu keser" buyurur. Sâdık kimseden üç hal hiç ayrılmaz: Sözlerinde halâvet, hal ve tavrıyla herkesin hürmetini celb etmek ve nurlu bir yüz. Sana zarar vereceğinden korkduğun yerde sıdkda sebat et, muhakkak fayda bulursun. Fayda bulacağını ümid ettiğin yalanı da terk et. Muhakkak zarar görürsün. Bunlardan anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hak cümlemizi içi ve dışı daimî surette doğru olan kullarından eylesin; âmîn ve sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Sıdk yalancılığın zıddı olan doğruluktur. Cenâb-ı Vâcibül Vücûd Hazretleri doğruluğu ve doğrularla birlikte olmamızı tavsiye buyurmuştur. Bir insan daima doğruluğu ve doğru olmayı kasd ve arzu ettiği ve aradığı müddetçe Cenâb-ı Hak indinde nihayet sıddîk yazılır. Bil'akis yalanı ve yalancılığı ve kaçamak yolları aradığı müddetçe de, nihayet ind-i ilâhî de yalancı olarak yazılır. Doğruluk her işin gereği, kökü ve esasıdır. Bütün işlerde muvaffakiyet doğruluğun neticesidir. Nübüvvet derecelerinden sonra gelen bir derecedir. Sıdk, sözde, işde ve ahvalde olur. Yalnız sözde olursa sâdık denir. Söz ve işlerinde, hâl ve hareketinde de sıdkı muhafaza edebilirse, o zaman kendisine sıddîk denir. Allahü teâlâ'nın yardım ve nusreti, hıfz ve himâyesi kendisiyle beraber olmasını isteyen her kişiye, sıdka devam tavsiye olunur. Zîrâ Allahü teâlâ Hazretleri daima sâdıklarla beraber olduğunu beyan buyurmaktadır. Sâdıkların kalbleri de o kadar nurlu ve feyizli olur ki, bu hâli tavsîfe lisânen imkân yokdur. Asıl doğrulukta hüner, tehli46 TASAVVUF! AHLÂK III keyi mûcib olan bir yerde, yânî yalanla kurtulmak imkânı olduğu halde doğruluktan şaşmamakdır. Yine doğruluk, iç halinin dış haliyle uygun olmasıdır. "Yanı içi dışına muvafık olması gerekir. Bahusus doğruluk, herşeyden evvel insanların haramlardan ve haramı mûcib olan herşeyden uzak kalmasıyladır. "Vanî haramları irtikâb edenlerin sözlerindeki doğruluğun kıymeti olmaz. Bunun için doğruluk, bütün iş ve amelleriyle Allahü celle ve âlâya karşı vefasını gösteren kimsedir. Doğruluğun kokusunu, bir kul koklayamaz, nefsine esfr ve köle olduğu müddetçe. Bundan dolayı derler ki; sâdık kimse ölüm geldiği vakitte bütün sırları meydana çıkarılsa dahî, kendisini utandıracak bir hali bulunmayan kimsedir. Sâdıkların sözleri bir okdan daha ziyâde te'sirlidir. Ölmek istedikleri vakitte bile, istekleri olan herşey red edilmeden, derhal vaktinde yerine getirilir. Bu hususta pek çok vak'alar zikr edilmiştir. Onun için sâdıklar, öyle boş şeylerle kat'iyyen uğraşmazlar. "Onları yâ farzların edasında veya Allah için yapılan hayırlı işlerde görürsünüz" demişlerdir. Sâdıklar, sözlerindeki halâvet, yüzlerindeki melâhat, tavır ve hareketlerindeki heybetle ziynetlendirilmişlerdir. Yüzdeki melâhat, gece namazlarına devamın mükâfatıdır. Heybet de Allahü celle ve âlânın hoş görmediği yerlerden ve işlerden uzak kalmalarının neticesi kendilerine verilen bir ilâhî lütufdur. Lisanlarındaki halâvet ise, hakkı, rıfk ve suhuletle konuşmalarının neticesi olarak verilmiştir. Bu hasletler her kimde bulunursa, hiç şüphesiz onlar, çok bahtiyar kimselerdir. Dâvûd aleyhisselâma olunan vahiyde buyrulmuştur ki: "Yâ Dâvûd, herkim beni içinden, gizli bir halde tasdik ederse, ben de onu mahlûklarımın arasında alenen sâdık olarak zikr eder, anarım." Bu iç tasdiki çok mühimdir. Allahü teâlâ'ya tam manâsıyla teslim olan insanların hâlidir. Bu hâle canlı bir misâl verelim: İki arkadaş bir yola çıkmışlar. Sıdkı kâmil olan zât ya-nındakine demiş ki: "Dünyalık neyin varsa hepsini bırak, hattâ ayakkabının tasmasını dahî". Öteki diyor ki: "Ben de onun sözünü tutarak neyim varsa hepsini terk ettim. Fakat yolda ayakkabımın tasmaları kopdukça yenisini hazırca buluyordum!' Arkadaşım bana dedi ki: "Allahü celle ve alâ

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

12/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Hazretleriyle sıdk ile SADÂKAT 47 muamele edenlerin hâli böyle olur. Onu hiç bir yerde mahrum bırakmaz!' Her fenalık üzerinde olan bir kimse müslüman olmak istemiş; fakat senelerden beri mûtadı olan kötü huyların hepsini birden bırakamayacağını da söylemiş. Ona, "Sen yalnız yalanı terk et ve doğruluktan ayrılma" denilmiş, o da kabul etmiş. Sonra içki içmek istemiş, fakat yakalandığı takdirde doğruyu söylemek mecburiyetinde olduğu için cezalanacağını düşünerek içkiyi terk etmiş. Hırsızlık yapacak olmuş, tutulursa yine doğruyu söyleyeceği için ceza göreceğini hatırlayınca ondan da vaz geçmiş. Nihayet yalanı terk etmekle bütün fenalıklardan kurtulmuş, bu suretle de hem kendine hem de cemiyete faydalı bir müslüman olmuştur. Sıddîkların kendiliklerinden söyledikleri nefsânî sözler sa-dakata hıyanet addedilmiştir. Zîrâ, sıddîklık makamına ulaşan kimselerin sözlerinin de nefsânî değil rûhânî olması gerekir. Fethu'l-Mevsilî (k.s.) adındaki zattan . sıdk hakkında sormuşlar, yani sıdkın mahiyetini öğrenmek istemişler de, o mübarek zât, yanında bulunan bir demircinin ateşinde kızarmış~olan demiri eliyle tutarak ateşden çıkarmış ve avucunun içine alarak; "İşte evlâdım sıdk buna derler" demiştir. Tabiî bu, pek şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ bütün eşya Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd Hazretlerinin yed-i tasarruflarındadır. İbrahim Aleyhisselâmı yakmayan ateş nasıl yakmadıysa, Allah'ın sevgili kullarını da yaka-mıyacağı şüphesizdir. Bunun gibi, Mûsâ aleyhisselâmı ve kendisiyle beraber olan kavmini, Kızıl denizden geçerken su boğama-mıştı. Bir de herşeyi kesen bıçak, İsmâîl aleyhisselâmı keseme-miştir. Daha bir çok misaller varsa da, bu kadarı'kâfîdir. Yanî Allahü celle ve alâ Hazretleriyle muamelesi dürüst olanların hafızı, hâmîsi, yardımcısı her yerde ve her zaman Allah (c.c.) olduğunu unutmamalıdır. Yeter ki biz, o sadâkate sahip olan kullardan olalım. Bundan dolayı Yûsuf ibn-i Isbat (k.s.) "Benim bir gecelik Allah ile sıdk üzere muamelem, düşmanla fî sebîlillâh dövüşüp boyunlarını vurmaktan, bana daha sevgilidir" diyerek sıdkın lüzumunu ve ehemmiyetini belirtmiştir. Ebû Alliyyini'd-Dekkâk (k.s.) Hazretleri de: "Sıdk, yani doğruluk, yâ göründüğün gibi olmak veya olduğun gibi görünmektir" 48 TASAVVUF! AHLÂK III buyurmuşlardır. Sâdıklarda, halkın gönlünde yer alma hevesi kat-iyyen bulunmaz;insanların iyi amellerine muttalî olmalarını istemedikleri gibi, kötü hallerine de muttalî olmalarını kerfh görmezler. Çünkü kötü amellerinin bilinmemesini istemek, onların yanlarındaki kıymetlerinin ziyâdeliğini istiyor demektir. Bu ise sıddîklara yakışmayan bir ahlâktır. Bazı büyükler buyurmuşlar ki, "Daimî olan bir farzı eda edemiyen insanın vakitli farzları kabul olunmaz!' Bunun üzerine daimî farz nedir demişler de bu suâle, "Sıdkdır, yani doğruluktur" diye cevap vermişlerdir. Bundan da anlıyoruz ki, doğruluk her müslümanın daimî ve ebedî bir borcudur. Bundan ayrıldığı zaman muvakkat olan vakitler-deki, muayyen saatlerdeki ibâdetlerin de kabul olunamıyacağı-na da işaret olunmuştur. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'yı sıdk ile isteyenlere Allahü teâlâ Hazretleri bir ayna verir ki, o aynada dünya ve âhiretin bütün acayibini pek aşikâr olarak görürsün. Zannederim, bu ayna da gönül aynası olsa gerektir. Azîz kardeş! Öyleyse sen sıdkdan ayrılma. Her ne kadar korkulu yerlerde sana zarar verecek gibi olsa bile, asla korkma. Doğruluk hiç bir zaman zarar vermez, dâima sana fayda verir. Yalanı kat'iyyen bırak. Her ne kadar sana faydalı gibi görünürse de, muhakkak sana zarar verecektir. En büyük zararından birisi de, artık gönlünün tamamiyle kararıp hiç birşeyi görmesine imkân . kalmamasıdır. Zîrâ doğruluk kişiyi iyiliklere ve hayırlara sevk eder. Hayırlar da dolayısıyla Cennete götürür. Kişinin gayesi sadâkat olunca, ind-i İlâhîde sıddîklar defterine yazılır. Yalancı lık ise, muhakkak insanları kötülüğe sevk eder. Kötülükler de, tabiatiyle kişinin Cehennem'e girmesine sebeb olur. Yine kişi yalancılığa alıştığından dolayı, bu kötü huy, nihayet ind-i İlâhîde onun yalancı olarak yazılmasına sebeb olmuştur. Sıddîk veya kez-zâb olarak yazılmanın ne demek olduğunu artık sizler düşününü/. İlâhî kitabımızda bütün Peygamberler övülürken sıddîki-yet sıfatlarıyla övülmüşlerdir. İbn-i Abbâs (r.a.) buyururlar ki, "Dört şey her kimde bulunursa, muhakkak en büyük kazancı elde etmiş olur. Bunlar, sıdk, haya, şükür ve güzel ahlâkdır." Allahü teâlâ Hazretleriyle muamelesinde sadâkat üzere hareket edenler, insanlardan tabiatiyle tavahhuş ederler. Onun için senin bineğin sadâkat, olsun, Hak da kılıcın, Allahü celle ve alâ SADAKAT 49 da gayen ve talebin olsun. Bir adam, hakîm bir zâta, "Ben senin dediğin gibi sâdık bir kimse göremedim" demiş. Bu hakîm zât da, "Eğer sen sâdıklardan olsaydın sâdıkları bilir ve tanırdın!' demiştir. Allahü teâlâ'nın dîni, üç erkân üzerine kurulmuştur: Hak, sıdk, adalet. Hak olan, a'zâ-yı cevârih üzerine görülür. Adalet ise, kalblerde, sıdk da, akıllar üzerinde tezahür eder. Bir kişi ki, Allahü teâlâyı severim iddiasında bulunur ve bu iddiasında sâdık olmazsa, kıyamet gününde yüzleri kapkara olacağı bildirilmiştir. Bütün ulemâ ve fukahânm ittifakıyla, bir kimsede üç haslet sahîh olursa onun kurtuluşu mümkündür. Fakat bunlar birbirinden ayrılmazlar: Birincisi; bid'at ve hevâdan ârî hâlis bir İslâmiyet. İkincisi; amellerinde Allahü teâlâya sıdkını göstermesi. Üçüncüsü de; yiyip içmesinde tıyb (helâl ve güzel) olanı ara-masıdır. Her ne zaman ki yaptığı iş ve amellere nefsinin nazlarından birşey karıştırıyorsa, o zaman bu amel, sıdktan ârîdir. Ma1 lümdur ki sıdkın olmadığı yerde ihlâs da olmaz. Sıdkın ve İhlasın bulunmadığı iş, amel ve harekâtta da hayır, bereket olmaz vesselam... Bazı kitablarda kurtuluşun şartlarından olarak zikr olunan, aşağıda yazılı 22 ufak, fakat ma'nâlan çok derin olan kelime ve cümleler üzerinde titizlikle durulması tavsiye olunur: 1- İlimden daha faydalı bir hazîne olamaz. 2- Hılimden daha ziyâde kârlı mal olmaz. 3- Gazabını yenmekten daha iyi hesab olmaz. 4- Amelden daha ziynetli dost olmaz. 5- Cehaletten daha kötü refîk (arkadaş) olmaz. 6- Takvadan daha azîz şeref olmaz. 7- Hevâsını terk etmekten daha iyi kerem olmaz. 8- Tefekkürden efdal amel olmaz. 9- Sabırdan a'lâ hasene olmaz. 10- Kibirden beter (fena) günah olmaz. 11- Rıfkdan daha makbul ilâç olmaz. 12- Akılsızlıktan daha acı dert ve musibet olmaz. 13- Haktan daha adaletli elçi olmaz. 50 TASAVVUFÎ AHLÂK 111

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

13/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

14- Sadâkatten daha iyi nasîhatçi ve delîl olmaz. 15- Tama'dan daha zelil fakirlik olmaz. 16- Şekavetle toplanan maldan zenginlik olmaz. 17- Sıhhatten daha güzel hayat olmaz. 18- İffetten daha tatlı maîşet olmaz. 19- Huşû'dan daha güzel ibâdet olmaz. 20- Kanâatten daha hayırlı zühd olmaz. 21- Sükûttan daha ziyâde muhafaza eden bekçi olmaz. 22- Ölümden yakın da gâib olmaz. Şimdi bunları birer birer inceliyecek olursak, beşerin saadet ve selâmetinin nerede olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz, sanırım. Ebû Bekrini'l-Verrâk (k.s.), "Kendinle Hak arasında sıdkı ve halk ile kendi arandaki rıfkı muhafaza edebilmek, kişinin saadet ve selâmetinin icâbıdır!' buyurmuştur. Hayattaki selâmet ve saadet yollarının doğruluk, sehâ ve şecaatte olduğunu, bir de bunlara ilâveten, ittikâ, haya ve gıdanın tıybi olarak bildirilmiştir. İbn-i Abbâs (r.a.) der ki, "Resulü Ekrem (s.a.s.) Efendimizden kemal denilen şey soruldu. Buyurdular ki, "Hak sözü söylemek, sadâkatle amel etmektir!' Sıdkın altı mânâda müsta'mel olduğu da ayrıca zikr edilmektedir: 1- Sözde sadâkat. 2- İrâde ve niyette sadâkat. 3- Azminde sadâkat. 4- Ahdine vefada sadâkat. 5- Amellerinde sadâkat. 6- Muâmelât-ı dîniyyenin hepsinde sadâkat. 1- Sözde sadâkat: Yalnız çocukların terbiyesinde ve bazan da hanımların terbiyesinde, karı koca aralarını ıslâhda, kardeşlerin aralarını ıslah ile barıştırmakta, harp esnasında ve usullerinde ihtiyaç ve zaruret miktarı söylenen sözlerin kizib denilen yalandan sayılamıyaSÖZDE SADÂKAT 51 cağı belirtilmiştir. Bu ise ne kadar dikkate şayandır. Şu mezmûm olan ve herkes tarafından da hiç beğenilmiyen yalanı görüyorsunuz ki, iki kardeş arasını veya karı koca arasındaki dargınlık ve münâfereti gidermek için bu fena olan yalana cevaz verilmiş olması, müslümanlann ve ailelerin birbirlerine karşı dargınlık ve küslüğü, demek ki, yalandan daha fena birşey olduğundan, onları barıştırmak için bu gibi yalanlara cevaz verilmiştir. Meselâ, "O benim için şöyle, şöyle söylemiş, yani iğrenç, kötü, fena sözler sarf etmiş" diyene, siz de inkâr sadedinde, "Hayır birader ben de oradaydım, o adam sizin için kat'iyyen öyle söylemedi, size yanlış anlatılmış, belki şöyle şöyle dedi" diyerek onun hoşuna gidecek bir ifade kullanmak gibi... 2- İrâde ve niyette sadâkat. Niyyet ve irâdesinde Hak'kın rızâsından gayrı birşey düşünmemek ve istememektir. 3- Azminde sadâkat. Yâni Cenâb-ı Hak şöyle bir servet verirse ben onun şu kadarını hayırlara harcayacağım dediğinde ve buna mümasil bütün yapacağı işlerdeki azminden sadâkatini bilfiil dediği gibi göstermesidir. Bunlarda göstereceği za'f, azminde sadakatsizliğe delildir. Meselâ, "Cenâb-ı Hak bana para ve kuvvet verirse hemen hacca gideceğim" diye azmeden insan, bilâhare çeşitli bahanelerle bunu tehîr etmesi azminde sadakatsizliğe alâmettir. 4- Ahdine vefada sadâkat: Ahdinde vefa da böyledir. Bir şeyi va'd etmek kolaydır. Fakat va'dini zamanında yapmak hünerdir. Meselâ, Enes (r.a.)'ın amcasının oğlu Enes (r.a.). Bedir muharebesine iştirak edememiş ve buna çok üzülmüş, "Nasıl olur da ben Resûlullah'ın bulunduğu bu ilk muharebede bulunamıyayım" diyerek çok acın52 TASAVVUF! AHLÂK III mış ve bir daha muharebe olursa bakın ben kendimi nasıl göstereceğim ve Bedir'de bulunamadığımın acısını çıkaracağım" diye söz vermiş. Vaktaki Uhud muharebesi başlıyor, Sa'd ibn-i Muâz (r.a.) bu zâta, Uhud meydan muharebesine giderken rastlıyor ve soruyor. "Hayır ola nereye böyle?" deyince, cevaben "Cennet kokuları burnuma gelmektedir" diyor ve muharebe meydanına atılıyor. Öyle aşkla cenk ediyor ve dövüşüyor ki herkes hayrete düşüyor. Nihayet şehâdet şerbetini içip ruhunu teslim ediyor. Muharebe bitince bir de bakıyorlar ki, tanınacak hali kalmamış, yalnız kardeşi elbisesinden tanıyabilmiş, aldığı ok ve kılıç yaralarını saymışlar, seksenden fazla yara almış, Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle sözlerinde ve ahidlerinde vefakâr olan bahtiyar insanların şefaatine nail eylesin ve onları da "Radıyallahü anhüm ve radû anh" sırrına mazhar buyursun, âmîn. 5- Amellerinde sadâkat: Bu da pek ince ve dikkate değer bir iştir. Yaptığı amellerde, dışı nasılsa içi de öyle olmalıdır. Meselâ, dışından pek güzel namaz kılan insanın o andaki iç harekâtı dışının göründüğü gibi değilse, aranan sadâkat bunda bulunmaz. Namazda herkes dışını, duruşunu ve kıldığı namazı pek beğenir. Fakat onun içi gönlü, kalbi, evde, işte, çarşıda, pazarda olup da bu harekâtıyla içi dışına uymadığından ötürü, hareketlerinde ve amellerinde sadâkat bulunmamaktadır. Elbette bu pek kolay birşey değildjr. İçimiz her ne kadar dışımıza uymasa dahî biz yine vazifemizi yapmakla me'muruz. Kendimizi ıslaha sa'y ve gayretle beraber gönlümüzü de Hak'ka tam ma'nâsıyla çevirmeye çalışıyoruz ve Cenâb-ı Hak'kın yardımını ve tevfîkını da mütemadiyen isteriz. Çünkü bizim aczimiz malûmdur. Onun lütfü ve ihsanı olmazsa, hiç bir şeyde muvaffak ölamıyacağımız tabiîdir. Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimiz bir duasında şöyle buyurmuşlardır: "Yâ Rab! Benim sırrımı aşikâr olan amellerimden hayırlı kıl ve aşikâr, alenî amellerimi de sâliha kıl." Bir mü'min de dâima böyle duâ etmelidir. İçle dış müsâvî olursa, o vakit yan yarıya demektir. Asıl iç dışdan efdal olursa a zaman makbul ve memdûh olur. Bunun AMELLERİNDE SADÂKAT 53 aksine, dış içden üstün ve gösterişli olursa, o makbul değildir. Onun için bazı büyükler, sadâkat "İç ve dışın Hak'ka muvafık olması gerektir!' demişlerdir. 6- Muamelât-i dîniyyenin hepsinde sadâkat: Mü'minin sırrı zahirine uyarsa, Allah teâlâ o kulu ile meleklerine mübâhât edip, "İşte benim bu hak kulumdur" buyurur. Sıdk, derecelerin en a'lâsı ve azizidir. Din makamlarında Allah'tan korkudaki, recâdaki, ta'zîm, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi ve sâiredeki sadâkatini göstermesidir. Hiç şüphesiz ki, bunların başlangıcıyla sonuna ulaşanlar bir olamazlar. Bunlardaki korku, ümid, ta'zîm, rızâ, tevekkül ve sevginin herkesteki tezahürü bir olamaz. Burada za'f ve kuvvet nisbetinde, herkeste ayrı ayrıdır. Derece derecedir ve galebe nisbetindedir. Allah teâlâ'ya îmân eden herkes Allah'dan korkar. Fakat bu korku, herkesde bir değildir, îmânın kuvveti nisbetinde korkarlar ve severler. Ta'zîm ve tevkîr de böyledir. Meselâ Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, Cebrail a|pyhissplârnı hılkat-i âsliyesiyle, şark ile garb arasını doldurmuş

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

14/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

fff görünce bayılır gibi olmuştu. Cebrail aleyhisse~ lâm: "Ya İsrafil aleyhisselâmı görseydin ne olacaktı, onun büyüklüğü ta'rife sığmaz derecededir. Halbuki, o kadar büyük olmasına rağmen huzûr-u Rabbi' 1-âlemînde korkusundan ufacık bir kuş gibi kalır" buyurmuştur. Allah'tan gayrisinden korkanlar hakîkat-i îmâna ulaşamazlar. Fakat cibilliyet-i insaniye iktizâsı, insanda za'f ve âcz vardır. Yırtıcı canavarları görünce korkmaması, sultanlardan, zâlimlerden, eşkiyâlardan korkmamak herkese müyesser değildir. Filvâ-kî bazı büyük zevat, bu canavarlara da sözlerini geçirebilmişler-dir. Amma bunlar pek mahdud bahtiyarlardır. Yoksa bizim gibi âcizlerin işi değildir. Sıdk dercelerinin sonu yoktur. Herkes na-sîbi kadarını alır. Tevhîdde sadâkat, tâatte sadâkat, ma'rifet-i ilâ-hiyede sadâkat, sıdkm esaslarındandır. Tevhîddeki sadâkatte bütün ehl-i îmân müsâvîdir. Tâattaki sadâkat ise ehl-i ilme mahsustur, denilmiştir. Ca'fer-i Sâdık (r.a.) Hazretlerine göre sıdk, mücâhede ve Al54 TASAVVUF! AHLÂK III lah'dan gayrisini ihtiyar etmemektir. Sıdkın alâmeti olarak da, tâatlerini ve musibetlerini tamamen saklamaktır demişlerdir. Şu da şâyân-ı dikkattir ki, Sûre-i Münâfıkûn'da bildirildiği veçhile münafıklar Resûlullah (s.a.s.) Hazretlerine gelip: "Biz senin, Allah teâlâ'nın hak Resulü olduğuna şehâdet ederiz" (3/6) demelerine mukabil Cenâb-ı Hak onların yalan söylediklerini ve kâzibînden olduklarını bildirmesi ne kadar güzeldir. Çünkü söylenen söz hakikatte pek doğru, fakat bu söz dilin sözüdür. Hakikatte ise gönülleri ona inanmış olarak söylemedikleri için, Cenâb-ı Hak da onların yalancılıklarım meydana koymuştur. Bundan pek güzel anlıyoruz ki, sözlerin muhakkak surette özlere uygun olması gerektir. Kur'ân-ı kerîm'de Bakara sûresi'nin ikinci sayfasında bu yalancı münafıkların halleri pek güzel ve açık bir surette tasvîr edilmiştir. O günün yalancı, müfteri, aldatıcı münafıkların hali, her devirde her zaman görüîegelmektedir. Bunlar bâtıl akîdelerin-ce, yalanlarıyla insanları aldattıklarını zannederlerse de hakikatte kendilerinin aldandıklarım ve bu iki yüzlü olmaları ise beyinsiz ve akılsız olduklarının alâmeti olduğunu pek açık bir lisan ile belirtmişlerdir. Pek azîz ve muhterem kardeşim: Şu okuyagelmiş olduğun sıdk bahsi hakkında herhalde gönlünde bir takım belirtiler hâsıl olmuştur. Mahlûkların en mükemmel ve efdali olan insana dâima her yerde ve her zaman sadâkatin yakışacağına kanâatin mevcuddur. Bugünkü insan camiası, herhangi bir kavim ve milletten veya dinden olursa olsun doğruluğun, sadâkatin lüzumunu hiç biri inkâr edemez. Doğruluğun lüzumuna herkes kail fakat, doğru olmak ve doğru olabilmek kolay bir mesele değildir. Herkesin sevdiği ve istediği bu doğruluk, oldukça zor bir iştir. Zîrâ, her kıymetli şey gibi o da pahalıdır. Herkes alamaz. Ancak büyük zenginler alabilir. Meselâ, yakut ve platin cevherleri olsa da çok değil, birazcıktır. Halbuki doğruluk, hiç bir cevherle ölçülemiyecek kadar üstün ve kıymetlidir. Onu elde edebilmek için çok kuvvetli ve üstün, sağlam bir îmâna sahip olmalıdır. Sâdık, doğru, düzgün, (3/6) Münâfikûn, 63. MUAMELÂT-I DÎNİYYENİN HEPSİNDE SADÂKAT

55

tam, kâmil bir müslüman olması da pek kolay bir şey değildir. Bunun için Hazret-i celle ve alâ, bizlere dâima sâdıklarla yâriî, tam, kâmil, olgun müslümanlarla beraber olmamızı tavsiye etmiş ki, onların güzel ahlâkları, kemâlleri, tedricî bir surette temas ettiği insanlara, müslümanlara da sirayet eder, geçer ve bir gün bakarsınız ki, o da güzel, kâmil, olgun bir müslüman olmuştur. Kötü ve yaramaz kimselerin kötülükleri nasıl kendileriyle temas eden kimselere geçerse, iyilik de böyledir. Hattâ bu kaide nebatlarda da böylece carîdir. Meselâ, beyaz kabağın yanına ekilen bir karpuz, bir müddet sonra kırmızı rengini kaybeder. O da kabağın rengine boyanır. Bu haberi çiftçilerden dinlemiştim. Bizde de şu ata sözü meşhur değil midir? "Üzüm üzüme baka baka kararır". Yerin güzelinden güzel mahsul alındığı da ma'lûmdur. Çorak ve çöl arazide ise ne kadar uğraşsanız güzel mahsûl alamazsınız. Çiftçiye güzel yeri aramak nasıl lazımsa, müslümanlara da güzel müslümanları aramak ve onlarla hemdem ve hem ahenk olmak mutlak surette lâzımdır. Zîrâ, dünya ve dünyanın her çeşit ni'meti ne kadar güzel ve kıymetli de olsa, sonu yoktur, bekası yoktur, fânidir. îmân ve islâmiyette kemal ise, hiç de böyle değildir. Onlar hep ebediyet yolunun meyveleridir. Ne biter, ne de tükenir. Her lokmasının tadı ayrı ayrıdır, birbirinden üstün lezzetleri vardır. Sert bir demiri hemen şöyle bir kızdırmakla onu istenilen şekle sokmak mümkün olmaz, belki ateş gibi kıpkırmızı olacak ki, istenilen şekle sokulabilsin. İnsan da tıpkı böyledir. İyileri görmek, onlarla sohbet etmek veya onlara biraz hizmet etmekle, onların hallerini tam mâ'nâsıyla almak mümkün olmaz. Demirin tam manâsıyla kızarması nasıl lazımsa, kâmil, olgun müslümanların arasında uzun zaman bulunup onların hallerini tam almadıkça, insanda kemal tezahür etmez ve edemez. Bu hususta ne kadar büyük ve devamlı bir mücâhedenin lâzım olduğuna inanmak gerekir. Küçük muharebeden büyük muharebeye dönüşün ne demek olduğunu herkes pekâlâ bilir. Binâenaleyh, böyle mücâhedelere alışmamış ve hazırlanmamış kimseler için, îmânda kemâl, ahlâkda kemâl, insanlıkta kemâl, islâmlıkta kemâli ummak adetâ muhaldir, derseniz pek hatâ et56 TASAVVUF! AHLÂK III miş olmazsınız sanırım. Büyüklerin ata sözleri de buna delildir: "Kötü huyu teneşir temizler" derler ya, evet yerleşen ve kökleşen kötü huyların değişmesi ve terki çok zordur. Onun için "Dağı yerinden söküp kaldırmışlar denirse inan, fakat, alışılan kötü huyların bırakıldığını söylerlerse inanma" dedikleri de meşhurdur. Fakat ne yazık ki henüz küçük yaşlarda ve kanların kaynadığı çağlarda bunları seçip ayırmak, iyisini alıp kötüsünü bırakmak, hele bu devirde ne kadar müşküldür. Sinemalar, tiyatrolar, televizyonlar, radyolar, gazete ve mecmualar, deniz ve kara banyoları, artık kimde can bırakır bilmem? Böyle sefâhatlara, israflara, haramlara alışan insanlarda, artık ne insanlık ne de İslâm'lık aranabilir. O gibiler âhireti çoktan unutmuş, tam bir dünya adamı olmuştur-amma ecel şerbetini içip de âhiret âlemine intikal edince, nasıl yanlış yolda olduğunu anlıyacak fakat, iş işten geçmiş, herşey bitmiş olacaktır. Nedamet, pişmanlık kimseye fayda vermez. Onun için ey azîz kardeşim: Sen bu fakîr-i pürtaksîr, günahkâr kardeşinin sözlerine iyi kulak ver ve onu kabul et de bir an evvel tevbe ve nedamet edip İslâm'ın yoluna dön. Namazını kıl, cemâate devam et ve nasîhat dinle. "Ben ondan daha iyisini bilirim" deme. Zekâtını fazlasıyla ver, yardımlardan ve sadakalardan sakın kaçma. Elinden gelirse her sene hacca git, orada akümülâtörünü doldur. Sonra memleketine faydalı olarak dön. Medîne-i Münevvere'yi de ziyaret etmeyi ihmal etme, Resûlullah (s.a.s.) Efendimizin huzurlarında göz yaşlarını dökerek çok çok salâtü selâm getir. Sakın kimseyi hakîr ve hor görme, herkesi her bakımdan kendinden iyi ve üstün görmeye bak. Servete, bilgiye, varlığa, sağlığa, sakın güvenme. Kimseyi incitme ve kimseden yardım bekleme, elinden geldiği kadar herkese yardımcı olmaya çalış. Kat'iyyen sert konuşma ve çok ta konuşma, yüksek sesle hele hiç konuşma, gayet yumuşak ve tatlı konuşmaya dikkat et. Bahusus, zuafâ ve fukaraya karşı gayet mülayim ol, kimsenin gönlünü kırma. Kat'iyyen bilgiçlik taslama, makamlara göz dikme, onların parlaklıklığına hiç aldanma, mümkün olduğu kadar devlet kapılarından uzak ol, oradan birşey bekleme. İhtiyar dahî olsan, sakın genç kadınlarla hattâ yaşlı kadınlarla dahî sohbete çalışma. Yazlık diye deniz kıyılarında ev tutMUAMELAT-t DÎNİYYENİN HEPSİNDE SADÂKAT

57

ma, günah yerlerinden kaç, çocuklarını da öyle yerlere bırakma ve onları günahlara alışmaktan koru. Dünya için zinhar dînini zâyî etme, ölümü unutma, gözünün önünden ayırma. Dâima Hak'kın rızâsını kazanabileceğin hayırlı ibâdetler ve amellerle meşgul ol. Bid'atlardan sakın, hevâ ve nefsinin arzularına uyma. İyi, sâlih, âbid, zâhid, kişileri ara bul, onlardan ayrılma, hizmetlerine devam et. Kat'iyyen kimsede kusur ve kabahat görme ve arama, kendi kusur ve kabahatlerini ara ve onları gidermeye sa'y ve gayret eyle. Komşularınla son derece güzel geçinmeye bak, onları mümkün oldukça hediyelerle taltif et, çocuklarına da hediye vermekten geri kalma, onların kusurları olursa örtmeye çalış. Kimsesiz ve yardıma muhtaç olanlarını ara bul, hizmetlerinde kusur etme. Güler yüz ve tatlı dilden ayrılma. Boş vakitlerinde Kur'ân-ı Kerîm'i oku ve zikrullah ile meşgul ol. Boş ve faydasız dedi-kodulardan son derece uzak ol. Hak'kı unutma ve Hak'dan zerre kadar ayrılma. Lokmalarına son derece dikkat et, onların dâima helâlından olmasına çalış. Şüphelerden sakın. Faizlere kat'iyyen karışma, hırs ve tama' hiç bir zaman iyi birşey değildir. Dünya ziynet ve süslerine iltifat etme, fuzûlî masraflardan sakın. Haramlardan, milyonları kazanacağını bilsen kat'iyyen tenezzül etme. Kızlarını ve hanımını sakın me'mure etme ve ticaret yapmalarına da izin verme, son derece zaruret olmadıkça. Fakrü hale rızâ ve kanâat ile geçinmek ve her türlü sıkıntılara sabır ve tahammül etmek hiç şüphe yoktur ki, dünyanın müreffeh hayatlarının hepsinden daha iyidir. Âhiretteki mükâfatı da o nisbette büyük ve hesapsızdır. Sabır bahsini mütâlâanızı tavsiye ederim. Ahde Vefa vji; 3ir j^ 5ı "Ahdi (yapılan sözleşmeyi) yerine getirin, çünkü verdiği sözden cayan (kıyamet günü) sorumludur" (3/7).

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

15/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

(3/7) İsrâ, 34. 58 TASAVVUF! AHLÂK III EMÂNETE RİÂYET VE HİYÂNETİ TERK 59 İslâm ahlâkının en mühimlerinden biri de ahde vefadır. Ahde vefa hususundaki âyet-i kerîmeler on taneden fazladır. Sözünde duran kimseleri, ahidlerini, va'dlerini, verdikleri sözü yerine getirenleri, hem Allah celle ve alâ sever, hem de insanlar. Sözlerinde ve va'dlerinde durmayan kimseleri, Allah celle ve alâ sevmediği gibi kulları da sevmez. Emânete riâyet etmeyenin îmânı olmadığı gibi, ahde riâyet etmeyenin de kâmil bir dîni olmadığı Hâzreti Enes (r.a.)'den rivayet edilmiştir (3/8). Müslim (r.a.)'m rivayet ettiği bir hadîsin sonunda: "Bic-müs^ liimana gadr ve ahdini nakz edenlere, Allah'nıj«jmıejleldenn ve n ^ k k bi ,

jjj

^^

çok açık bir şe-

kilde tehdld~öaffinl|IeMr7Bulehdîd hiçfşüphesiz ki, ahde vefanın çok mühim olduğunu güzelce bildirmektedir. Esasen münafıklığın başlıca-üç alâmetinden biri de ahdini bozanlar teşkil etmektedir. Ismâîl aleyhisselâmın va'dinde sebatı Kur'ân-ı azîmü'ş-şan'da övülmüştür. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri peygamberliğinden önce birisinç vermiş olduğu sözden nâşî üç gün orada beklemişti. Emânete Riâyet ve Hıyaneti Terk

"Gerçekten Allah size, emânetleri ehline vermenizi emreüer."(3/9) Emânete riâyet şeâir-i islâmiyedendir. Mukabili hıyanettir. Emânet sahipleri, ind-i ilâhîde ve insanlar yanında makbul ve memdûh kimselerdir. Ondan dolayı Cenâb-ı Peygamber de, emânete riâyet edenleri Cennet'le tebşir buyurdukları gibi, mukabili olan hıyanetliği de o kadar mezmûm ve kötü olarak bildirmiştir. Hattâ, muharebe meydanlarında şehîd olanların bile, bütün günahları afv olduğu halde, emânetsizlikten dolayı olan günahlar üzerinde kalır. Bunu ödemesi kendisine teklif olunur. Tabiî (3/8) Et-Tergîb ve't-Terhîb, c.4, s.ll. (3/9) Nisa, 58. o günde mal ve mülk bulunup da ödemesi mümkün olamayacağından -Allah korusun- Cehennem'e sürüklenir. Namaz, abdest, ölçü, tartı ve buna benzer bir çok şeyler emânetten addedilmiştir. Bundan dolayı, abdesti olmayanın namazı sahih olmadığı gibi, emânete riâyeti olmayan kimselerin de îmânı kâmil olamaz. Hazret-i Ali (k.v.)'nin rivayet ettiği bir hadîsi şerîfde buyuruyorlar ki, "Biz Resûlullahla beraber oturuyorduk. Ehl-i Âli-yeden bir recül geldi. "Ya Resûlullah, bu dînin en şiddetlisinin ve en yumuşağının neler olduğunu haber verir misiniz?" Buyurdular ki, "En kolayı kelime-i şehâdettir. (Eşhedü en iâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû) En şiddetlisi de ey Âliyenin kardeşi, emânettir." Muhakkak emânete riâyet etmeyen kimsenin dini de yoktur. Yânî kâmil değildir. Onun namazı ve zekâtı da makbul değildir. Bunun için devrin en iyisi, Efendimiz (s.a.s.)'den sonra ashab-i kiramın, daha sonra tabiîn ve tebe-i tabiînin devridir. Ondan sonra gelen insanlarda şekavet, hıyanet ve emânete riayetsizlikle beraber, nezirlerini îfâ etmeyen bir takım insanlar gelecektir ki, onların bütün gayeleri hayât-ı dünya olup, leziz taamlar ve içkilerle karınlarını doldurmaktan başka düşünceleri olmayacaktır. (3/10) Münâfıkın alâmetlerinin de, konuştuğu zaman yalan söylemek, va'dinde hulf etmek, emânete hıyanet etmek olduğu, Bu-hârî ve Müslim hadîslerinde belirtildiği gibi, bu husus herkesçe de malûmdur. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri de, açlık ve hıyanetlikten Cenâb-ı Hak'ka iltica etmişlerdir. Cenâb-ı Hak cümlemizi emânete riâyet eden sevgili kulları arasına ilhak buyursun, âmîn. Ve sallal-lâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Komşuluk Haklarının Muhafazası Komşuluk hakkı, İslâm haklarından ayrı bir hakdır. Hak üçe bölünürse, bir hak komşunundur. Bunda din ve millet farkı (3/10) Muhammed, 12. 60 TASAVVUF! AHLÂK III gözetilmez. İkincisi, İslâm komşu hakkıdır. Bunda, hem müslümanlık hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır. Üçüncüsü de, komşu akrabadan olursa, onun da üç hakkı vardır. Biri komşuluk, biri müslümanlık, biri de akrabalık hakkıdır. Güzel komşuluk yapmak, olgun müslümanlık alâmetidir. Cebrail aleyhisselâm, Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerine komşu hakkında o kadar çok vasiyette bulunmuşlar ki, Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri şöyle buyurmuşlardır. "Allah ve kıyamet gününe inanan, komşusuna ikram etsin". Ve yine "Bir kulun kâmil bir mü'min olmasına imkân yoktur, ancak komşusu, onun şerrinden emîn olmadıkça. Hattâ komşusunun köpeğini bile taşlamak ona ezadır" buyurmuşlardır. Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerine demişler ki, "Filân kadın oruç tutar, gece namazı kılar, bununla beraber komşularına ezâ eder!' Efendimiz (s.a.s.) "Bu kadının cehennem ehli olduğunu beyan buyurmuşlardır" Komşuluğun, her evin dört tarafından kırkar eve şâmil olduğu da ayrıca bildirilmiştir. Komşu hakkı yalnız ezâ etmemek değil, belki aynı zamanda ezalara da tahammüldür. Hattâ bu da kâfî değildir. Komşuya nfk ile muamele etmekle beraber, ona hayırlarını ulaştırmakla da memurdur. Onu, her gördükçe, ondan önce selâm vermek de komşu hakkından sayılmıştır. Hâl hatır sorarken sözü çok uzatmamak, halinden çokça soru sormamak, hastalığında ziyaretine gitmek, musîbet zamanında taziye etmek, sevinç halinde tebrik etmek, sevincine ve musibetine iştirak etmek, hatâlarını afv etmek, pencereden veya damdan evine bakmamak, evinin duvarları üstüne birşey koymamak, evinin içerisine su akıtmamak, evine getirdiği şeylere dikkatle bakmamak, gördüğü veya duyduğu ayıplarını örtmek, yokluğunda evini muhafaza etmek, aleyhinde konuşulanları dinlememek, kadınlarına, genç kızlarına, hattâ hizmetçilerine dahî bakmamak, çocuklarını güzel sözlerle okşamak, din ve dünyadan bilmediklerini öğretmek, yardım isterse yardımda bulunmak, borç isterse vermek, borcunu ödemekte zorluk çekerse müddeti uzatmak, vefatında cenazesinde bulunmak, ondan izin almadan evini onun evinden yüksek yapmamak. Hiç bir hususta ona eziy-yet etmemek, bahçeden topladığın veya çarşıdan aldığın meyvaKOMŞULUK HAKLARININ MUHAFAZASI

61

lardan onlara hediye etmek, kendi çocuklarını, ellerinde meyva ve şâir yiyecek şeylerle sokağa çıkarmamak, komşu haklarındandır. Abdullah ibn-i Ömer (r.a.) bir gün bir koyun kesmişler ve kölesine, koyunu yüzdükten sonra evvelâ yahûdî komşudan dağıtmaya başlamasını emretmişler ve unutmasın diye ısrarla tekrarlamışlardır. Dînimizde, kurban etlerinden yahûdî ve hristiyan komşulara da vermek, komşu hakkı olarak sayılmıştır. Hazret-i Âişe (r.a.) mekârim-i ahlâkı şöyle sıralamış:Sözlerinde doğruluk, insanlara sû-i zan etmemek, sıla-i rahim yapmak, emâneti muhafaza etmek, komşu ve dostlarının haklarını müdâfaa etmek, misafiri barındırmak, bütün bu iyi huyların başı da hayadır. Komşuların senin için iyi derse iyisin, kötü derlerse bu senin kötülüğünün alâmetidir. Allah teâlâ Hazretleri hayır murad ettiği kimseleri komşularına sevdirir. Bizleri de komşu hakkına riâyet edenlerden etsin, âmîn. Komşu Hakları Üzerine İbrâhîm Hakkı Hazretlerinin Beyânları Komşunun komşu üzerine olan hakları sekizdir:

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

16/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

1- Eğer senden bir nesne istese veresin. 2- Eğer seni davet ederse, dâvetine gidesin. 3- Eğer senden yardım isterse, yardım edesin. 4- Eğer bir hayra ulaşırsa tehniye edesin. 5- Bir musîbet erişirse taziye edesin. 6- Hasta olursa ziyaret edesin. 7- Eğer ölüm erişirse cenazesine gidesin. 8- Eğer kayıp olursa onu ve ehl-i ıyâlini muhafaza edesin. Komşu üç kısımdır. Bazısının üç kat hakkı vardır. Bazısının iki hakkı vardır. Bazısının da bir hakkı vardır. Üç hakkı olan komşun akraban ve müslüman olan komşudur. Bunun birisi akrabalığı için, birisi müslümanlığı için, birisi de komşuluk hakkı içindir. İki kat olan komşu hakkının birisi müslümanlığından birisi de komşuluk hakkıdır. Bir kat olan hak ise, hıristiyan zim-mîniii komşuluk hakkıdır. Cennet'teki köşkler, saraylar o müminler içindir ki, onlar it'âm-ı taam, ifşâ-i selâm ve gündüzleri 62 TASAVVUF! AHLÂK III sâim geceleri kâimdirler. Nitekim, İbrâhfm aleyhisselâm, taam yemek istedikleri vakitte, kendisiyle beraber yiyecek bir misafir olmazsa, iki mil kadar yol gidip misafir arardı. Evinin dört kapısı vardı. Herbirin-de misafir, arzusuyla beklerdi. Onun için İbrahim aleyhisselâ-ma "Misafirler babası" diye ad verilmiştir. Bazı Kötü Ahlâk Örnekleri Bu bir dindir ki, size lâyık görmüşümdür. Halbuki, kim bunu ıslah eylemez illâ iki haslet eyler. Birisi hüsn-ü hulkdür. Birisi de sehâdır. Bunlarla bu dine ikram eylemek lâzımdır. Mü'mine helâl olmaz ki, üç geceden ziyâde küs (dargın) olup hicret eyle-ye. Birbirlerine mülâkî oldukda, yüzlerini döndürüp îrâz ederler. İkisinin hayırlısı, evvelâ selâm verip konuşandır. Az bir sadakada çok fazilet vardır. Kim ki iki mü'minin arasını ıslâh eyler, Hak teâlâ Hazretleri ona her bir kelime için bir köle âzâd etmiş kadar sevap bahş eyler. Bir_miljnejâfe_gidip bir hastayı __ziyaret eyje^Jjci mil mesafe yürü^üiiEiEjiıüirnirık"ardeşinizTyâret eyle;Ü£mınnesa^

ıslah eyle.

~~TŞ5î£aa^yakın olan, rahmetten uzakölur îtblu çok olanın, şeytanı da çok olur. Malı çok olanınTcâ^fveTcederi hesapsız ve şiddetli olur. Hükümdarlar ve ümerâ, ilim ve hikmeti size terk etmişlerdir. Siz de onların mülkünü onlara bırakın. Kim ki kadı nasb olunur, ol bıçaksız zebh olunur. Zenginlerle komşuluktan, ümerâ ile muaşeretten ve ulemâ-i dünyadan sakHfmttzrrMütevâz}-leri görürseni&_fli)iar^grâzu^eyje^^ r^grâzu^_eyj^^ evlçyiniz.Bu onlara mezellettir, sizlere ta- k

lbiii

ceTönnTâiFâ^ekebhür eçy sadduk ve izzettir. Kim ki papucun dikip, elbisesini yamarsa ve Mevlâya sücûd yüzünü tozlarsa, muhakkak o kimse kibirden bendir. Kim ki iyâliyle arpa ekmeği yiyip sofu elbisesiyle na'lini giyip koyununu sağarsa, miskinlerle oturup, merkebine binip yoluna giderse, o kimsenin kalbinden kibir mahv olmuştur. Dört şey orucu ve abdesti bozup iyi amelleri yıkar ki, bunlar, yalan, gıybet, nemîme ve mahremi olmayana bakmaktır. Bu dört şey her kötülüğün aslıdır. Su her ağacın sulanmasında asıl BAZI KÖTÜ AHLÂK ÖRNEKLERİ 63 olduğu gibi. Hazreti îsâ aleyhisselâm ashabına demiştir ki, "Bana haber veriniz ki, eğer siz bir uyur kimsenin üzerine gelseniz de, rüzgâr onun avret yerlerini açmış bulsanız, siz onu örter misiniz?" deyince "Evet örteriz" demişler. Ol hazret bunlara "Hayır" demiş, "Belki kalan yerlerini de açarsınız" deyince, "Sübhânallah, biz o açılmayan yeri nasıl açarız?" demişler. Ol hazret bu söze cevaben demiştir ki, "Bir kimse sizin yanınızda kötülüğüyle zikr olunduğu zaman, şiz onu müdafaa edecek yerde onun kötü hallerini söylemez misiniz?" diye onları îkâz buyurmuştur. Yedirmek, İçirmek ve Selâm Vermek İslâmm güzel huylarından biri de, yemek yedirmek, susuzları sulamaktır. Bu hususta gerek Cenâb-ı Hak'kınve gerekse Cenâb-ı Peygamberin bir çok emirleri ve teşvikleri vardır: (Ve yut'ımûne't-taâme alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ). Bu konuda Hazreti Hasaneyn (r.a.) Efendilerimizin şu hareketleri güzel bir misal teşkil eder: Bu iki muhteremden biri hasta olmuşlar. Peder ve valideleri de, çocukları sıhhatine kavuştuğu takdirde üç gün oruç tutmağı nezretmişler. Hazreti Ali (k.v.) Efendimizin mâli durumları pek müsâ'id olmadığından, iftar ve sahur için biraz ödünç yiyecek almışlar. Akşam iftar edecekleri sırada kapıya bir miskin gelip Allah rızâsı için bir yiyecek istemiş. Bu durum karşısında o akşamki nafakalarını ona vermişler. Kendileri su ile iktifa etmişler. Ertesi akşam tam iftar vakti olunca bir yetim gelmiş. O akşam da iftarlıklarını ona vermişler ve kendileri yine su ile iktifa edip, ertesi günün orucuna niyetlenmişler. Üçüncü gün de bir esîr gelerek "Allah rızâsı için açım" demiş. Bu akşam da yiyeceklerini o esîre vererek îmân-ı kâmilin en yüksek derecesini fi'len göstermişlerdir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak onları Kur'ân-ı azîmü'ş-şân'ında, kıyamete kadar gelecek Muhammed ümmetine örnek olarak bildirmektedir. Allah zü'1-celâl ve'1-kemâl Hazretleri, bizlere de bu güzel hallerden birer parçacık ihsan buyursun, âmîn. 64 TASAVVUF! AHLÂK III YEDİRMEK İÇİRMEK VE SELÂM VERMEK 65 Aç bir mü'mine doyuncaya kadar ikram eden bir mü'mini, Cenâb-ı Hak Cennet kapılarından hangisini isterse oradan onu Cennet'ine koyar ve o kapıdan da ancak onun gibileri girer. Allah celle ve alâ Hazretleri, kullarım doyuran (İfâm eden) kimselerle meleklerine mübâhât eder. Yemek yedirmenin faziletleri sayılamıyacak kadar çoktur. Bu yemekler sebebiyle insanların birbirine karşı sevgi ve saygıları, bağlılıkları artar. Kuvvet ise müslümanların birbirlerine sıkı bağlılıklarıyla olacağından Cenâb-ı vâcibü'l-vücûd Hazretleri, miskin, yetim ve esirlere sevgi ile yemek yedirenleri medh ve sena buyurmuştur. Cenâb-ı Peygambere de, İslâm'daki hayırlardan sorulunca: "Yemekjgdjrmek, tanıyın tanımadığınajelâm vermek olduğunu" bildirdiğini Buhârî ile Müslim beyan etmişlerdir. Ebû Hureyre (r.a.)'in bir rivayetinde, Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerine bir adam, "Bana bir şey bildir ki, onu işlediğim vakit Cennet'e gireyim" demiş. Efendimiz (s.a.s) cevaben: "Yemek yedir. Selâmı açıkla, akrabana sıla yap, gece herkes uyurken sen namaz kıl, bunları yaparsan Cennet'e girersin" Diğer bir rivayette de: "Sıla-i rahme devam edin, taam yedirin, selâmı açıklayın, selâmetle Cennet'e girersiniz" buyurmuştur.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

17/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

"Cennet'te bir köşk vardır ki, içinden dışı, dışından da içi görülür." Ebû Mâlim Eş'arî (na.) Hazretleri, "Bu kimin içindir?" diye sormuş. Buyurmuşlar ki: "Edeble konuşan, taam yediren ve herkes uyurken gece namazı kılan kimsenindir" buyurmuşlardır. Sizin hayırlınız yemek yedirenlerdir. Mağfiret-i ilâhiyeyi mûcib olan şeylerden biri de aç müslü-manı doyurmaktır ve bunun Cennet'e girmeyi mucip olduğu da bildirilmiştir. Sizin birinizin bir aç kimseye verdiği bir hurma veya bir lokma öyle büyütülür ki, sizin tay ve danalarınızı ve deve yavrularını büyüttüğünüz gibi, o bir lokmanız da Uhud dağı gibi olur. Bundan dolayı şu üç kişinin Cennet'e gireceği bildirilmiştir. Biri, kazanan ve emreden, ikincisi, yapıp meydana getiren, üçüncüsü de, onu miskîn veya fakîre götürendir. Bir A'râbî gelmiş, "Ya Resûlallah bana bir amel bildir ki, benim Cennet'e girmeme vesiyle olsun" demiş. Cevaben: "Bir canlıyı âzâd et, bir köleyi kurtar, bunlara gücün yetmezse, açı doyur, susuzu sula." buyurdular. Bir kimse müslim kardeşjne doyuncaya kadar yemeğini, ka-nıncaya kadar suyunu verirse, Cenâb-ı Hak onu Cehennemden yedi hendek boyu uzak kılar. Her hendeğin arası beşyüz senedir. Yânf Cehennem'den uzak edip, Cennet'inde karar ettirir. Bunun için en efdal sadaka, aç bir canlıyı doyurmaktır. Her hangi bir mü'min, bir mü'mini açlığından kurtarırsa Cenâb-ı Hak da onu kıyamet gününde Cennet meyvalarıyla it'âm edecektir. Herhangi bir mü'min susamış bir mü'mini sularsa, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onu ağzı mühürlü Cennet şaraplarıyla sulayacaktır. Yine hangi bir mü'min, çıplak bir mü'mini giydirirse, Cenab-ı Hak da kıyamet gününde ona Cennet elbiseleri giydirecektir. Kıyamet gününde bütün insanlar çıplak, aç, susuz oldukları halde haşr olunacaklar, ancak kim Allah için yedirdi, giydirdi veya suladı ise, Cenâb-ı Hak da onları yedirip, içirip, giydirecektir. Bir gün Resûlullah (s.a.s) Efendimize sormuşlar: "Sizlerden bu gün oruçlu olanınız kimdir?" Ebû Bekîr (r.a.) "Benim yâ Resûlallah" demiş. Tekrar sormuş: "Bugün sizden kim bir miskine yemek yedirdi?" demiş. Yine Ebû Bekîr (r.a.) "Ben" diye cevap vermiş. Efendimiz (s.a.s.) sormuş: "Bugün sizden hanginiz bir cenazeye gitti?" demişler. Yine Ebû Bekîr (r.a.) "Ben" demiş. Tekrar sormuşlar: "Bugün hanginiz bir hasta ziyaretine gitti?" demişler. Yine Ebû Bekîr (r.a.): "Ben" diye cevap vermiş. "Bugün hanginiz sadaka verdi?" yine Ebû Bekir (r.a.) "Ben ya Resûlullah" demiş. Efendimiz (s.a.s.) buyurmuşlar ki: "Bu huylar kimde toplanırsa o ancak Cennet'e girer" buyurmuşlardır. Üç şey kimde varsa, Allah teâlâ onuJümâvesi-altHia alır ve Cennetine idhâl eder. BjnI^Sı]£_njjça_viIi5^ne şüflıul, külü ~ lennjLİhsandııs. Yine üç şey vardır ki kimde bulunursa, Cenâb-î_^ ""HaLpnu himâyesi altına alır. Rahmetini eriştirip azabından uzak eder. Bunlar da, soğuk havalarda abdesti_tam_dmak, karanlıkta mescide gitmek ve açljn_doyü7mal(tir7 ~^ ^~~ Fukaralara ve miskinlere yardım edenlere ve iyi davrananlara va'd olunan bu mükâfatlar karşısında, din kardeşlerine yapılan ziyafetler de köle azadından sonra sevgili olduğu gibi; bir

66 TASAVVUF! AHLÂK III din kardeşine bir lokma ile bile yaptığı ikramın bir miskine verilen bir dirhemden ve yine bir kardeşine verdiği bir dirhemin, miskine yapılan yüz dirhemden daha sevgili olduğu bildirilmiştir. Bu tasaddukların mükâfatı olarak yarınki kıyamet gününde, vermiş oldukları zuafâ, fukara ve âbidlerin de ayrıca şefaatlerine nail olacaklarına dâir bir çok rivayetler mevcuttur. Bir kişi hararetin şiddetli olduğu bir zamanda yolda bir kuyuya rastladı. Kuyuya indi, su içerek çıktı. Tam o sırada kuyunun ağzında bir köpeğin susuzluktan, ıslak toprakları yalayıp durduğunu gördü. Kendi kendine, "Benim gibi bu zavallı da çok susamış" dedi. Tekrar kuyuya indi. Mestini su ile doldurdu. Dişleriyle tutarak çıkıp köpeği suladı. Bunun bu hareketini beğenen Cenâb-ı Hak onun bütün günahlarım mağfiret etti. Her canlı1 için bu mükâfatın carî olduğu ve bir rivayette Cennet'e idhal olunacağı beyân buyrulmuştur. İbn-ü Mübârek'in rivayetinde, bir adamın dizlerinde çıkan bir çıban, yedi sene devam etmiş. Yapılan ilâçlar fayda etmediği gibi, doktorlar da âciz kalmış. Abdurrahman Ebû Abdurrahman diyor ki, "Git, halkın suya muhtaç olduğu falan yerde bir kuyu kazdır. Umarım ki, oradan çıkacak su sebebiyle senin yaran şifâ bulur!' Adam bunu yaptı. Cenâb-ı Hak da ona şifâsını verdi. Bunlar bize insanların hemcinslerine faydalı olmalarının, Cenâb-ı Hak tarafından mükâfatsız bırakılmayacağına dâir kuvvetli delillerdir. Şimdi bizim bir Ramazan'ımız vardır. Bu mübarek ayda yapılan her ibâdet ve hayırlar yetmiş mislini yapmış gibi oluyor. Ramazan sabır ayıdır. Sabrın mükâfatı da Cennet'tir. Ramazan ihsan ayıdır. Mü'minin rızkı arttırılır. Her kim bir oruçluyu iftar ettirirse, onun günahlarına keffâret ve mağfirete sebep olduğu gibi, Cehennem'den de âzâd olur ve oruçlunun ecri kadar da ecir verilir. Oruçlunun ecrindense bir şey eksilmez. Her kim Ramazan ayında helâl kazancından bir oruçluya iftar ettirirse, ona bütün Ramazan geceleri, rahmet melekleri mağfiret dilerler ve Cebrail aleyhisselâm da, Kadir gecesinde onunla musâfaha eder. Her kime ki, Cebrail aleyhisselâm musâfaha ettiyse, onun kalbi rakîk olur, îmânı artar, Allah'dan korkusu çoğalır, amel-i sâlihini arttırır. Bunun için herkesin elinden geldiği YEDİRMEK İÇİRMEK VE SELÂM VERMEK

67

kadar, bir lokma, bir yudum su ile de olsa, bu büyük nimetlere ve ihsanlara kavuşabilmesi için çok gayret göstermesi ne kadar gereklidir. (3/11) Âhiret Sevgisi ve Dünyâya Buğz Âhiret sevgisi her mü'min ve muvahhid için en önemli bir vazifedir. Zîrâ âhiret bakî, dünya ise fânîdir. Binâenaleyh, bakî olan ve her türlü arızalardan ârî, ni'metleri tükenmez, her zaman istediğine nail olmak, hastalık, fakirlik ve ölüm gibi hallerin de olmayacağı ve en a'lâsı ise, varlıkların sahibi, bütün niL metleri bize bahş eden Allah zü'1-celâl Hazretlerinin cemâlini de müşahede etmek, ni'met-i uzmâsına mazhariyyet te âhirette olacağına göre, fânî olan dünyaya, âhiret sevgisini tercih etmek elbette en akıllıca bir işdir. Dünyaya buğza gelince: Âhiret yolu olan bu dünyada, îmâna ve âhiret sevgisine zarar verecek, kötü ve yasak olan fenalıklardan uzak kalma demektir. Dünya sevgisiyle âhiret sevgisi bir arada imtizaç edemeyeceğinden, bunlar terazinin iki kefesine benzetilmiştir. Dünya tercih edilince âhiret kefesi boş kalır. Âhiret tarafı tercih olunsa dünya kefesi boş kalır. Binâenaleyh, i'tidâl ile kullanabilmek ve yaşayabilmek en akıllıca bir iştir. Çünkü, dünya sevgisi bütün günahların başı olduğu herkesin ma'lûmu-dur. Cenâb-ı Hak cümlemizi dünya fitnelerinden muhafaza buyursun ve âhiretin, gözlerin görmediği, kulakların da işitmediği, hatırlara bile gelmeyen güzel ni'metlerine de nail eylesin, âmîn ve sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Dünyânın Keyfiyeti (Erzurumlu İbrâhîm Hakkı Hazretlerinin Ma'rifetnâme-sinden.) Üçüncü kısım: Dünyanın keyfiyyeti, mihnet ve meşakkati, (3/11) Et-Tergîb ve't-Terhîb c.2, s.65 (Taam yedirme bahsi). 68 -. TASAVVUF! AHLÂK III ona meyi edenlerin şekâvetini, terk edenlerin de saadetini bildirir. Ey azîz, ehlullah demişler ki; "Dünyanın misâli, uyku ve gölgeler gibidir. Dünyâ dâr-ı fena, yorgunluk ve meşakkat yeridir. Şimdiye kadar kimsenin elinde kalmamıştır. Dünya, meşakkat, mihnet yeri ve günahlara vesîle olan bir yerdir. Aynı zamanda intikâl yeridir. Akıllı ve zekî insanlar dünyâyı boşamışlar, yani, ona iltifat etmemişlerdir. Dünyanın terki büyük bir saadet ve devlettir. Dünyaya rağbet ise, Hâlık-ı zü'1-celâl'in gazabını muciptir. Dünya tıpkı bir bulut gölgesi gibidir. Uykuda görülen rü'yâ-lar ve aldanmalar gibidir. Dünya, bir zıl-li zail ve uykuda olanın halidir. Ona meyleden gafil, elbette pişman olacaktır. Dünya, dâima değişen ve bir hal üzere olmayan bir yerdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın, kalamazsın. Dünya, mü'minin zin-' damdır. Ölüm, onun emniyet yolculuğunun ve yerinin başlangıcıdır. Cennet, onun mekânıdır. Kim ki dünyayı terk eder, onun ayıplarını anlamıştır. Dünyadan cesedin çıkmazdan önce, sen onu kalbinden çıkar. Zîrâ, dünyanın Allah teâlâ yanında hiçbir kıymeti yoktur. Ona muhabbet, her belânın esasıdır. Dünya lezzetlerini terk eden, Cennet ni'metlerini bulur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünya harapdır. Şarapları seraptır. Ni'metleri azaptır. Safâsı kederdir. Dünya, bedenleri yok eder. Emelleri tazeler. Kendini sevenlerden yüz çevirir. Sevmiyenlere de ikbâl eder. Dünya kuşları ve balıkları tutan bir ağdır. Ona meyleden âkil değildir. Dünya, zehirli bir helvaya benzer. Ona aldanıp yiyenin hali ma'lûmdur. Dünya ni'metleri elden ele dolaşır. Ahvâli dâima değişiktir. Sen ona aldanmadan dünyadan çıkarsan, selâmete erişirsin. Dünya ve ehline i'timad ve itibar olunmaz. Zîrâ, dünyada ve ehlinde vefa ve safa bulunmaz. Allah'ı isteyenler, buradan geçer gider. Âhirete râgıb olanlar, onu sevenler ve isteyenler, buradan kaçarlar. İmdi, fâniyi terk edip bakî olan âhireti alasın. Dünya sevgisi, bütün fitnelerin başı, mihnetlerin aslıdır. Dünyayı terk ise, bütün necatların başı ve felaha sebeptir. Fânî-yi terk, bakîyi almak hünerdir. Ne teaccüb olunacak şeydir ki, kendini ve nefsini bilen kişi bu dünya ile nasıl ünsiyet edebilir?

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

18/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Dünyanın sonu fenadır. Dinin gayesi ise, rızâullahtır. Eşkıyaların rağbeti dünyayadır. Saîdlerin, mes'ud olanların rağbeti de âhi-retedir. Dünyanın çokluğu, âhireti için zarardır. İzzeti de, nihâDÜNYANIN KEYFİYETİ 69 yet zillettir (yâriî âhirette, belki dünyada da.) Dünyaya aldanan-lar câhillerdir. Akıllılar ise, onu kabul etmekten kaçmışlardır. Eğer cihanı gönlünden cüda edersen sen.. Huzûr-u zevkle zikr-i Hüdâ edersin sen.. Dünya işlerinde câhil ve laîn, din işlerinde âkil ol. Bedeninle dünyada ol, kalbinle âhireti bul. İlm-i yakîni sahîh olan, bakîyi bırakıp fânîyi almaz. Şehvetleri terk eden pâk olur. Âfetlerden selâmet bulur. Dünyayı anlayan zühd eder. Dâima Hak'la beraber olmak isteyen yalnızlık arar. Kıble-i hâcât, Hazret-i Hak-dır. Hak'kı bırakıp, halkdan isteyenler zarardadır. Allah teâlâyı çok zikr edenler, dünyaya aklanmazlar. Kim ki Allah için bir nesneyi terk eder, Hak teâlâ ona, ondan daha hayırlısını ihsan eder. Rahat ve selâmet istiyen, dünya ile kalmaz ve meşgul olmaz. Kim ki nefsinden haberdardır ve dünyanın arzularından uzak kalmıştır, ol Mevlâ'sını bulmuştur. Mevlâsım bilene dünya hizmet eder. Dünyaya hizmet edeni de, dünya kendine köle eder. Her doğurduğunuz, netice itibariyle toprağa girer. Her yaptığınız da, nihayet harâb olur, yıkılır gider. Dünyada kanâat tükenmez bir hazînedir. Bu dünya, ibâdet edenler için bulunmaz bir ganimettir. İbretle bakanlar için bin hikmet yeridir. Mâ'nâsmı anlayanlar için selâmet evidir. Dünya dar bir yer ve meşakkatle doludur. Âhiret ise, hem bakî hem de çok geniş, sonsuz saadet ve selâmet yeridir. Cenâb-ı Hak'la ünsiyet ve huzur yeridir. Artık hangisini istersen, beğenirsen, onu almak senin elindedir. Buna ihtiyâr-ı cüz'î derler. Mükâfat ve mücâzâtlar da buna göre olacaktır. Dördüncü Kısım: Nelerin dünyadan ve nelerin âhiretten olduğunu bildirir. Ey azîz, Ehlullah demişler ki, her nesne ki insan için ölümden evveldir, (hayır olsun, şer olsun) dünya cümlesinden ma-dûddur. Habîb-i Ekrem (s.a.s.) Hazretleri, dünyayı bize anlatırken, hayırlı şeyleri ayırıp, ibâdât, tâat, Kur'ân-ı kerîm okumak, dînî sözler, ameller ve hallerin, mezmûm olan dünyâdan olmayıp, âhiret amellerinden sayıldığını bildirmiştir. Halbuki, bunlar da yine bu dünyada kazanılmaktadır. Zîrâ, kul öldükten sonra, bu hayırlı işlerini yanı başında bulacaktır. 70 TASAVVUF! AHLÂK III DÜNYANIN KEYFİYETİ 71 Bundan anlaşılıyor ki, her lezzet kesilir; insan öldükten sonra onun semeresi bakîdir. O lezzetler bu mezmûm olan dünyadan değildir. Vâkıâ o lezzetler, yine bu âlemde ve bu dünyada hâsıl olmaktadır. Fakat bunların semerelerinin âhirette bulunmasından nâşî, bunlar da âhiretten sayılmıştır. Dünyada yapılmış, fakat âhiret için yapıldığından ötürü, âhiretten addedilmiştir. Zî-râ dünya âhiretin tarlasıdır. Âhiret için olan şeylerin hepsi, âhiretten bilinmiştir, makbul ve memdûh, medh ü sena kılınmıştır. Amma ol eşya ve ameller ki, öldükten sonra onların hiç bir faydası olmayacaktır, (Maâsî, günahlar ve emsali, hacetten fazla mubahlar ile iştigâl) bunların hepsi mezmûm olan dünyadan ma1 dûddur. Âhirete yardımı olan ve onlarsız yaşamak ve ibâdet etmek mümkün olmayan, yeme, içme, uyuma, kazanma, ticaret, san'at ve ziraat gibi şeyler de yine dünyadan sayılmayıp, âhiretten sayılmıştır. Şu kadar var ki, bunları yaparken günahları ve haramları irtikâp etmeyip, ibâdetlere de noksanlık vermemek şarttır. Meselâ, yerken, öyle aç gözlüler gibi karnını tıka basa doldurmak, envâ-ı çeşit meşrubatı israf edercesine içmek ve sabahlara kadar uyumak, süslü, saltanatlı, ziynetli evlerde oturmak, süslü, kıymetli, ziynetli elbiselere iltifat etmek, doğrusu âhiret yolcusu bir müslümana hiç yakışmaz. Daha iyisi, bunlardan yapılacak iktisatla muhtaçların yardımına koşmak ve onları sevindirmek, onların dualarını almak ve bunun için her halde iktisada riâyet etmek mecburiyetinde olduğumuza inanarak, Peygamberimiz (s.a.s.) Hazretlerinin ve ashabının yolunu yol edinmek en doğru ve en akıllıca bir iştir. Hattâ bu hususta biraz da sözlerinde iktisad eder, fazla ve lüzumsuz şeyleri konuşmamağa dikkat ederse daha iyi olur. Malûm ya insan, birşeyle meşgul iken diğer işlerden gafil olursa, bu sefer gönülde asıl maksad ve gaye olan huzurdan mahrum kalacağını düşünerek, sözleri muhakkak terk etmek gerektir. Dünyâda bizlere verilen her çeşit mal, mülk, hayvanat, bağ ve bahçelerin, tabiatiyle hiç bir kabahati yoktur. Kabahat, yalnız bunları kullananlarındır. Bu ni'metleri, âhiretimizi kazanabilmek için kullanırsak, bunlar âhiretten sayılır. Hattâ muharebelerde kullanmak için bu hayvanlara, atlara verilen yemler, sular ve hattâ bunların gübrelerinin bile kişinin terazisine konulacağı muhakkaktır. Şu halde bunlar, dünya ni'metlerinden olmakla beraber, âhiret saadetini kazanmaya vesile oldukları için âhiretten sayılmışlardır. Bilâkis bunları kullanan zat, îmân ve İslâm'dan uzak, sırf kendi menfaati iktizâsı iftihar ve gurura, diğer günahlara ve israflara vesile olarak kullanırsa, elbette o zaman bu mallar ve mülkler, servetler mezmûm olan ve insanı huzûr-u Hak'tan alıkoyan, dünyâdan addolunmuştur. Bu sebepden, mal ve mülk, iyi ve sâlih kimseler için ne kadar güzelse, sâlih olmayan kişiler için de o kadar kötüdür vesselam. Binâenaleyh, yemek ve içmekte, Peygamber yoluna gidip, iktisada riâyet ederek, boş sözleri de bırakarak, hayır ile konuşsa ve ilm-i hâlini de öğrenip bilse, muhakkak o kimse, dünya lezzetleri ile beraber Mevlâ'nın rızâsını da bulmuş olur. Bunlardan anlıyoruz ki, mezmûm olan dünya öyle bir şeydir ki, seni âhiret amellerinden mahrum ve Hak'dan meşgul eder, alıkor. Her ne ki, Hak teâlâya teveccüh etmek, O'na dönmeye, tâat ve ibâdetine yardımcıdır, o şeyin aynen âhiret ameli olduğu, ehli indinde sabittir. Hakikatte din umurundan sayılmıştır. Bir kâmilin dediği gibi, "Seni Mevlâ'dan uzaklaştıran her şey dünyaya aittir!' Halbuki, cemî insanlar, ibâdet için halk olunmuşlardır. İbâ-detlerdeki esrarlar da, mâsivâdan fariğ olan kalb-i selîm ile celâl ve cemâl-i ma'bûdu zikir ve fikir edinmek bilinmiştir. Binâenaleyh, seni bundan alıkpyan herşey, mezmûm olan dünyadan olup, işçi, amele ve hizmetkârlarla, mal ve mülkünün kesreti ile avunarak, iftihar ve gururlar, kibir ve ucübler, hırs ve hasedlerle ve şehvetleriyle meşgul olarak Rab'bine teveccüh edemiyen zavallı insana ne kadar yazıkdır dersek azdır. Çünkü, asıl özü, cevheri bırakmıştır, posası ile meşgul olmaktadır. Bu, elbette akıllılar işi olmadığı cümlece ma'lûmdur. Onun için, Peygamberimiz Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri buyurmuşlar ki: "Benim indimde, gıbta olunacak, imrenilecek evliya, şol mü'mindir ki, yükü hafif, namaz ve orucundan fazlasıyla nasibini almış, gizli ve aşikâr, Rabbine gerçek ibâdet kılan ve nâs içinde kendisi meşhur olmayıb, gizli bulunan ve herkes tarafından bilinmeyen, miktar-ı kâfî rızıkla geçinen ve her haline sabr edendir" deyib, sonra onun hüsn-ü hâlinden, malının azlığına, dünya ziynet ve saltanatları72 TASAVVUF! AHLÂK III DÜNYANIN KEYFİYETİ 73 na kıymet vermediğinden ve çok sevinç ve aynı zamanda korku ve hüznü olmadığına taaccüben "Her arzusu hazır ve her safâsı tebrik olunmağa şâyeste bir kimsedir, bir mü'mindir" diye medh ü sena buyurmuşlardır. Nazım Bu vücudun mülkü elinden çıkmadan.. Devr-i eyyam ol hisarı yıkmadan, Suret ü ma'nâ, ikisi yâr iken, tki âlem de elinde var iken, Hubb-u dünyâyı içinden gider; Tâ alasın âlem-i candan haber, Nûr u zulmetten yoğurmuşlar seni. Canını nûr anla, zulmet bu teni. Ten, murad ı eki ü şürb, mülk ü mal. Cân temennası, cemâl-i zü'1-celâl. Lâcerem ednâ yeri ednâ sever. Yani, ten dünyâ ve cân Mevlâ sever. Ariyet gömlekdir on günlük tenin. Besle canı ariyet nendir senin? Âlemin hem canı hem sultânı sen. Ne reva kim olasın mağlûb-ı ten. Mecmau'I-bahreyn sensin, aç gözün. Ayn-ı cemsin, hiçe sayma kendüzün.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

19/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Son beyit pek canlı bir şekilde insanın ne demek olduğunu ve onun kemâlini pek açıkça anlatmaktadır. (Mecmau'I-bahreyn), iki derya yani, sen dünya ve âhiretin en makbulü bir mahlûksun. Aynı zamanda yine sen, (câm-ı cem) öyle bir aynasın ve öyle bir metâ'sın ki, mahlûkat içinde emsalin bulunmaz ve sende, Hak sübhânehû ve teâlânın celâl ve cemâli, kudret ve azameti, pek aşikâr bir surette görülür. Binâenaleyh, kadir ve kıymetini bil de, kendini yok yere ve boşu boşuna zayi' edib, topraklar içinde çürüyüp gitme. Bu dünyaya gelen sayısı belirsiz insandan hiç kimse kalmamış, vaktini dolduran, bu misafirhaneyi bırakıp gitmiştir. Sen de bunu unutma. Ey azîz ve sevgili evlâd! İnaddan birşey elde edilmez. Firavunluktan da birşey hâsıl olmaz. Gel, iyi düşün, Hak'ka yönel. Ölümden sonra başa gelecek Cennet ni'metlerini bırakıp, Cehen-nem'i satın alma. Beşinci Kısım: Dünyanın insanları kandırmakta, aldatmaktaki hünerlerini ve saadet sahihlerinin de kanâatle, onun hilesinden emîn olup, rahat ve selâmete erdiklerini bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: "Dünya, bir sâhire sihirbaz-lıkdır ki, kendisini dâima seninle sakin gibi gösterir. Sen öyle zannedersin ki, ol seninle ebedî kalır!' Halbuki, gece ve gündüz o senden firar üzeredir. Dünyanın önırü, bir gölgenin durmayıp gittiği, bir suyun aktığı gibi akıp gitmektedir. Öyle ise bunda nasıl ikâmet olunur. Bu dünya bir gaddar, bir zâlimdir ki, sana sadâkatler arzeder, muhabbetler gösterir ve seni kendine meyil ve muhabbet ettirdiği zaman derhal yüz çevirip katline kasd eder. Yine bu dünya öyle bir ihtiyar kadına benzer ki, kendini gayet ziynetli altın, gümüş, yakut, inci gibi şeylerle süsleyip, seni kendisine rağbet ettirerek evine misafir edince, hemen senin canına kasd eder. Evinde soyunduğu vakit, kendisinin bütün ayıbları meydana çıkar. Sen pişman ve nadim olarak kaçacak yer ararsın amma bir kere kafese tutulan kuş gibi çıkacak hiç bir yer bulamaz, onun elinde helak olursun. Nitekim, feyiz kaynağı olan İmâm-ı Gazâlî (k.s) Hazretleri de, şöyle îzâh eder: "Bu dünya misafirhanesinde misafirliğini, kendini ve Rab'bini unutan adamın misâli şöyledir: Şol hacı kafilesine takılıp hacca giden gafil kişi gibidir ki, bazı güzel gördüğü çöllerde, hayvanını besler ve onu tımar eder; bazan da, hayretlere düşüren güzel manzaraları temâşâ ederken, kafilesini unutup kaçırır ve o çöllerde yalnız başına kalır, yırtıcı canavarlar 74 TASAVVUF! AHLÂK III tarafından parçalanarak mahvolur. tşte dünyanın nefis yemeklerine ve süslü, ziynetli elbiselerine, muhteşem konak ve saraylarına aldanıp, ibâdet ve tâati unutan, îmân ve İslâm'dan mahrum kimselerin hâli de tıpkı böyledir. Kafilesini kaçırıp yalnız başına kalarak, canavarlara yem olan gafil kişi gibi, Cenâb-ı Hak cümlemizi dünyaya aldanıp, bu acı âkibetlere düşmekten muhafaza buyursun, âmîn.. Şüphesiz akıllı ve uyanık o kimsedir ki, kendi nefsî işlerinde ve dünyası hususunda bir gam ve keder çekmez. Emelini mümkün mertebe kısaltıp, yarını düşünmez. İbâdette kuvvet bulacak ve arifler yoluna sâlik olacak miktardan ziyâde maîşet düşüncesi yapmaz. Bundan anlaşılıyor ki, saîd odur ki, niçin halk olunduğunu bilip, ona göre hazırlanır ve ondan başkasını terk edip, istemez. İşleriyle, ancak zarurî ihtiyaçları kadar meşgul olur. Şakî de o kimsedir ki, şehvet ve gafleti kendisine galip olur. Nefsi ve dünyası için çalışır. Yiyip, içip şehvetiyle lezzetlenir. İbâdât ve tâati bırakıp ticarete gider. Gider ama bu dünyadan gözlerini yumunca, âhirete de eli avucu boş olarak gider. "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!' Yâ Rab bizi ve kardeşlerimizi, senden ayıran herşeyden muhafaza eyle. Hak yolunda hidâyetler nasîb eyle ve bizleri dâLve mudil olanlardan etme yâ Rab. Ve sallallâhü alennebiyyi Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ey gönül gafletten agâh ol, hazer kıl zinhar. Mekr eder, bîdâr-ı hasm olmuş sana bu rüzgâr. Kısmet-i mîrâs hordur, mülk-ü mal sandığın. Hubb-u mülk ve cem-i mâlı koy, hiç etme i'tibâr. Bu cihan dârü'l-belâdır, ol cihan dârü's-sürûr. Bu cihan bi'se'I-karîn, ol cihan ni'me'l-karâr. Zahmet-i dünyâ kadardır, ni'met-i ukbâ sana. İzzinin çevri kadar lezzet verir, dâr-i diyar. Yedinci Kısım: Dünya, ehl-i dünya ve nefs-i hevânın mü1 mine düşman ve tâatlerine ve Hak'kın huzuruna mâni' olduğuDÜNYANIN KEYFİYETİ 75 nu bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: "Mü'min kulunu ibâdet ve huzûr-u Mevlâ'dan alıkoyan manîlerden sakınmak, en mühim işlerden biridir. Halbuki, tâat ve huzûr-u Hak'tan kesilenlerin, ya dünya ile, ya halk ile veya nefsiyle meşgul oldukları mücer-reb ve meşhurdur. Amma dünya sana lâzımdır. Ancak andan zühd edib sakınca üzerine olasın. Zîrâ, emir üçden hâlî değildir: Ya sen basîret ve fıtnat ehlindensin, bu sana kifayet eder ki, dünya senin dostun ve habîbin olan Rab'binin düşmanıdır. Yahut sen, ibâdete himmet ehlindensin. Sana bu da kifayet eder. Veya, sen cehil ve gaflet ehlindensin, ne basiretin var ki, Hak ile olasın ve ne himmetin var ki, O'na ibâdet kılasın, tâ ki huzûr-u ünsü bulasın; o da sana kifayet eder ki, muhakkak dünya bakî kalmaz, ya sen dünyadan ayrılırsın veya o senden ayrılır. Eğer sen onunla kalsan, o seninle kalmaz. Dünya böyleyken, onu talep etmekte ve ömr-ü azîzi- telef etmekte ne fayda vardır? Amma halk sana lâzımdır ki, bunlardan uzlet edesin. Eğer sen halk ile ihtilât edip, âdât ve nevalarında onlara muvafakat edersen, kalbin halini ifsâd ve âhiretin umurunu berbad ederler. Eğer onlara muhalefet edersen ve doğruyu söylersen, cefâlarıy-la müteezzî olursun. Sonra şerlerinden emîn olmayıp, düşmanlıkları, adavetleri fikrinde kalırsın. Eğer seni medh ve ta'zîm etseler, senin için ucüb ve fitneden korkulur. Eğer seni zem ve tahkir etseler, o zaman sende ya. hüzün veya gazap bulunur. Öyle ise gerek medh ve gerek zem, âfât-i mühlikedendir. Böyle olunca, bu vefasız kalble ömrünü zayi' edersin ve Mevlâ'ya dönüp ibâdet eylemezsin ki, âkibet O'na rücu' edip gidersin. İnsan, şehvet halinde korkunç bir deli gibidir. Gazab halinde yırtıcı bir canavar kesilir. Musîbet halinde çocuk gibi korkak olur. Ni'met halinde, Firavun misâlidir. Aç kalırsa feryâd ve figânı basar. Tok olduğu zaman, boş sözler söyler. Böyle bir dünyaya akıllıca bakan bir insan, elbette bundan kaçmaktan başka çâre bulmaz. Hem bekası yok, hem de kalbi meşgul eder ve bedeni zahmetlere, zararlara sokar. Binâenaleyh, sen dünyada zâhid olursan, ondan ancak ibâdette kuvvet bulacak miktarını alırsın. Şâir nimetler ve ziynetlerden kaçarsın. Böylece de selim bir kalb ile huzûr-u Hak'ka gidersin. İyi bil ki, halkın asla vefa76 TASAVVUF! AHLÂK III sı yoktur. Sana olan zahmet ve sıkıntıları, yardımlarından daha çoktur. Sana yakışan, halkdan kaçıp, hayırlarıyla intifa, şerlerinden uzak kalınandır. Nâs ile ateşe olan ihtiyâç kadar muamele edersin. Ateşe yakın olursan, seni yakacağı muhakkakdır. Öyle ise, senin muînin olan ve senin Halikın olan Allah'ınla ol. Halkdan uzak olduğun kadar, Hak'ka yakın olursun. Saadet dâ-nnı bulursun. Yine iyi bil ki, nefs-i emmâre, gayet şerli ve bir hîlekârdır. Akl-ı külle âsî ve ehl-i âhirete büyük bir düşmandır. Öyle ise, az uyumak ve az konuşmakla beraber gafil insanlardan da uzak kalırsan, nefsini kendine mutî eder ve onun düşmanlığından ve şerrinden halâs olup huzûr-u Mevlâ'ya gidersin. Ebû Tâlib-i Mekkî (rh.a.) demiştir ki: '^Evliyalar evliya olmadılar. Ancak açlık, uykusuzluk, sükût ve uzletle oldular. Bu zât Mekke-i Mükerreme dağlarında, on veya daha ziyâde seneler, otlarla gıdalanıp, uzletle yaşamıştır. Sonra şehre inip, Kûtü'l-Kulüb ismindeki kitabını yazmıştır. Bir kâmil der ki: "Sermâye-i saadetimiz açlıktır. Yâni, bizim için hasıl olan zevk ve ma'rifet, şevk ve muhabbet, ilim ve hikmet, neler varsa, hepsi açlıkla bulunur. Kevnü fesâd âleminin sânıdır fena. Bu şeş cihette gayre taalluk nedir ınâ. Nûr-i Hüdâ olur, çü gıda ruha dembedem. Bu nânı-âbı yüklem olmaz ana gıda. Dil verme bu hayâta, sakın kılma i'tibâr. Kim sende ariyettir, anı hem alır Hüdâ.

,

Ver Hak'ka bu emâneti, sen zinde ol ebed. Âb-ü beka ile doludur kâse-i fena. Birdir iki cihan ve bir aynadır hemen. Zahri bu âlem oldu, yüzü âlem-i beka. HAKKI, cihân-ı fâniye dil verme, fânî ol. Tâ âlem-i bekada bula cân ve dil beka.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

20/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

DÜNYANIN KEYFİYETİ 11 Sekizinci Kısım: Dünyadan ve ehlinden uzak olmayı ve nefsini koyup, gönülden içeri Mevlâ'ya rücû' edip gitmeyi bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: "Kim ki dünyâdan zühd ve î'râz edip Mevlâ'sına teveccüh ve rağbet eder. Hak teâlâ ona inayet edip, ma'rifet ve muhabbetini i'tâ ve ihsan eder. Bu hak ile ünsi-yette şâd edip ondan razı olur ve âhiretteki yerini rıdvân bahçeleri eder. Kim ki, mevlâsını unutup, zikir ve fikirden, ibâdet ve tâatten î'râz ile dünyaya ve ehl-i dünyaya meyil ve muhabbet eder ve nefsine uyup, hevâ ve arzusunca giderse, Hak teâlâ ondan i-râz edip, ona olan lütuflarını alır ve onu kendi hevâsına bırakıp, âhirette Cehennem'e odun olur. Nitekim, Hazreti Mûsâ aleyhisselâm zamanında Erzurum'un cenup tarafında büyük ve meşhur bir âlim, oradaki dağın tepesinde inziva halinde bulunmaktaydı. Büyük velîlerden Belâm ibni Bâğur ismiyle şöhret bulan bu zât evliya makamlarının en üstününe ulaşmıştı. Buna rağmen hatâsı, dünyaya ve ehl-i dünyaya meyil edip, Hazreti Mûsâ aleyhisselâma isyan ile muhalefete düşmüştü. Hak teâlâ onu kahredip, ma'rifetini almış ve huzurundan tard edip bir kelb misali kılmıştır. Bu zatın ilk devirlerinde, va'z meclislerinde, onikibin kişi divit ve kalem ile bunun sözlerini dinler ve yazarlarken, son zamanda bu dünya sevgisi sebebiyle helak olup gitmişti. Artık sen bu dünyayı kıyâs eyle ki, ona meyil ve rağbet eden ulemâ ve sulehâyı ne belâlara düşürüyor. Hemen Rab'bine ibâdet kıl ki, Ol sana Hâdî ve nasırdır. Dünyayı ve ehlini terk et ki, afatları pek çoktur. Öyle ise ey kardeş, Kerîm olan Allah (c.c.) için hulûs ile âmil ve rızâsına mail ol ki, amelin makbul ve sa'yin meşkûr ola ve senden razı olup, sana muhabbet kıla ve seni cümleden müstağ-nî kıhb, sana avn-ü inâyetiyle kifayet ede ve seni herhalde hıfzı ile sıyânet ede. Eğer irâde ve sa'yîni Allah için etmeyip, kulların rızâsını murâd edersen, O Allah kalbleri senden i'râz ettirir, kullar da senden nefret ederler. O zaman çok pişman olursun. Gel bu vefasız insanları unutup, ol Rab'bine ibâdet kıl ki, seni yokken var eden O'dur. Sonra seni güzelce yetiştirip, sana hesabsız nimetleriyle berhudar etmiştir. Zîrâ dünyayı ve halkı terk edip hevâ-yı nefsinden geçen, kalbinden Mevlâ'sına gitmiştir. 78 TASAVVUF! AHLÂK III Li külli şey'in izâ fâraktehû ıvezun... Ve leyse lillâhi in fârakte min ıvezin. Mânâsı: "Allah için terk ettiğin şeyin bir karşılığı bir mükâfatı, Cennet'i, Cemâl'i vardır. Lâkin Allahı bıraktığın vakit sana hiç bir şey yoktur!' Bunu iyi bilmek lâzımdır. Belki, azâb ve ıkâ-bı vardır. Sana ey dil felekler gerçi zahir sâyebân olmuş. Velî sen, sende seyr et kim makamın arş-ı cân olmuş. Bir ayak cisme bas, ol bir kademde cân zuhur eyler. Anınla dilde sakin ol ki, cism ehl-i revân olmuş. Tevazu' eyle mahlûk-ı Hûda'yı senden a'lâ bil. Ki zül ve ihtikâr evc-i a'lâya nerdübân olmuş. Namaz olmuş anınçün mü'minin mi'râcı her saat. Ki re'si arza vaz' etmek urûc-1 âsumân olmuş. Namaz ve ravza-i arif ki, hıfz-ı Hak'tır ol sanma. Salâtı hırz-ı can olmuş, siyamı hıfz-ı nân olmuş. Rızâ-yı Hak içindir dâima ef'âl ve akvâli.

;

İbadullaha ikramı, kamu bî imtinân olmuş. Kitâb ve sünneti hıfz et, amel tohmun zirâat kıl. Ki mahsûl-i cihan, canı mezra' bu cihan olmuş. Çü buldun nûr-ı Kur'ân-ı, ne hacet ilm-i yûnânî. Ki ol aşkı ıyân etmiş, bu eşyayı beyân olmuş. Ölüm aşk ile yek zinde olmaktan bu akl ile. Ki aşkın sânı irfandır, bu akl andan zemân olmuş. Eğer irfan ve burhanın dilersen farkın, andan bil. Ki arif dostunu bulmuş, o âkil nâme hân olmuş. DÜNYANIN KEYFİYETİ 79 Gözün bend eyle, tâ her kıl dibinden bir göz açılsın. Lisânın bağla bak kim, her sırrını bir lisân olmuş. Teallûk kes kamu hâheşdenyâzâd ol Cehennem'den. Gözün yum kendine bak kim, cananın çok cinân olmuş. Ko, sûret-i ziynetin, kalbin güzel huylarla tezyin et. Ki sûret-i ziynetin, ma'nâda mâr-i cânsitân olmuş. (3/12) Üçüncü Fasıl: Nev-i evvel: Mevzı-ı füyûz-ü irfan, derûn-i kalb-i inşân olduğunu, âyât ü beyyinât ile bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, Hak teâlâ kendi merhame-tiyle, kullarını kendisinden uzağa atmamıştır. Kemâl-i re'fetiyle, devlet-i ma'rifet ve muhabbeti, saadet, huzur ve kurbiyyeti onlardan esitgememiştir. Mahall-i irfanın gönlün içi ve insanın cam olduğunu ve kendisinin de kalblere rakîb olduğunu bildirmiştir. Beyitler İste, sen de bu dostunu sen hâ!. Mâsivâyı koy ânı bul tenhâ. İste, sen de ânı ki ol ma'nâ. Eylemiş cümle âlemi ra'nâ. İste, sen de ânı ki Rabbındır. Hem o'dur nûr-ı cümle arz u semâ. İste Hak'kı, ânı bir bakidir. Hâlik-i fânidir kamu eşya. İkinci nevi': Mahall-i irfan, kalb-i insan olduğunu ve kalbinden içeri teveccüh eden huzûr-u üns bulduğunu bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, Hak teâlâ kullarına mü'min kulunun kalbinin genişliğini duyurmak üzere bir hadîs-i kutsî-de "O, bana arz ve semâvâttan daha geniştir" buyurmuştur. (3/12) İbrahim s.281-282. Hakkı Erzurumî, Ma'rifetnâme, Ist.1330, 80 TASAVVUF! AHLÂK III Beyitler Ben matlûbum, kim beni talep ederse bulur. Başkasını arayan kimse beni bulamaz Ancak ben maksûdum. Benden başkasını kasdetme. Hayrı çok olanlar, beni ararlar ve bulurlar. Ben, azabından korkulan bütün âlemlerin Rab'bıyım. Ey bütün mahlûkat! Beni arayınız, bulursunuz. Ben, kendisinden başkasına ibâdet edilmeyen tek ma'bûdum. Ben Cebbâr'ım. Beni talebediniz, bulursunuz. Ben, asla eşi ve benzeri olmayan bir Allah'ım. Ben Deyyân'ım. Beni arayınız, bulursunuz. Ben, kadri çok yüce olan Melîk ve Müheyminim. Mülküm sınırsızdır. Beni arayınız, bulursunuz.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

21/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Hasenattan Kaçmamak ve Etrafını Muhafaza Etmek Hasenat bütün iyilikleri ve iyi âmelleri içine alan bir kelimedir. Kötülüğün zıddıdır. Bunu bir zaman devam ettirip de sonra terk etmek çok kabindir. Binâenaleyh, iyilikleri mümkün oldukça, iyi amelleri de ömür boyunca devam ettirmek gerekir. İnsanın kendini fenalıklardan koruyup muhafaza etmesi nasıl lazımsa, efrâd-ı ailesinin, akraba ve taallukâtınm, konu ve komşusunun, din ve milletinin de her fena cereyandan korunmasına gayret göstermesi de evâmir-i ilâhîler içerisinde ve ahlâk-ı hasenelerdendir. EZALARDAN UZAK KALMAK VE BELÂLARA TAHAMMÜL 81 Ezalardan Uzak Kalmak ve Belâlara Taham mül İnsanın kendisine başkası tarafından eziyyet yapılmasına nasıl içi razı olmazsa, kendisinin de başkalarına karşı, hattâ hayvanlara bile ezâ etmesi ve yapılan ezaları bile sabır ve tahammül ile karşılayıp mukabele etmemesi ve hattâ o gibilerin ezalarına mukabil ikram ve ihsanda bulunması, en büyük ve en güzel huylardan sayılmaktadır. Gayzlarını yutma, kabahat sahihlerini afv etme ve üstelik onlara ihsan etmek de Kur'âtfın emir-lerindendir. (3/13) Belâlara sabır da ayrı bir meziyettir. Hem Hak'kın kaza ve kaderine teslimiyettir. Hem de âhireti için çok büyük mükâfatlar alacağına göre, belâlara sabr etmek, onlardan şikâyet etmemek te gerekir. Bu hususta yazılacak çok şeyler varsa da bu kadarla iktifa ediyoruz. ve Hak'kı Gözleme, Hak'dan Gayrı dan Kesilme Kalbin Sükûneti Hak'kı gözlemek, yânî Hak'km rızâsını gözlemektir. Hak'tan gaynsmdan i'râz ise, Hak'km rızâsını gözlemenin alâmetidir. "Vânî açıkça emirlerine itaat ve nehy ettiklerinden kaçmaktır. Hakkın razı olmadığı işleri yapanların kalblerinde sükûnet bulunmaz. Daimî bir ıztırap içindedirler. Halbuki kalbin sükûneti, Cenâb-ı Hak'kın zikriyle mümkündür. Cenâb-ı Hak'kın zikri ise, emirlerine imtisal ile, nehiylerinden kaçan kimselere müyesserdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Ma'rifetnâme adlı eserinden: Üçüncü Nevi': Ey azîz! Ehlullah demişler ki, Hazret-i Habîb- i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, ümmetine şefkat ve merhametiyle Hak teâlâ'nın, kullarının kalblerine yakın ve rakîb, nazır ve gözleyici olduğunu beşaretle buyurmuştur. Nitekim, ehâdîs-i şerîfesiyle işaret buyurmuştur ki: "Rabbimi nûr-u mutlak bulmuşum ve muhakkak ben O'nu müşahede kılmışım. Gözlerim uyur, kalbim (3/13) Âl-i İmrân, 68. 82 TASAVVUF! AHLÂK III hiç uyumaz. Hazret-i Allah ile dâima huzurda bulunurum. Hak teâlâ ile benim öyle bir vaktim olur ki, anda ne bir mukarreb meleğe i'tibar edebilirim ne de bir nebiy-yi mürsele iltifat edebilirim. Ancak onunla meşgul olurum. Rabbimin indinde beytû-tet eylerim. Yâni, gece O'nun huzurunda, onunla ünsiyet eylerim. Kendisi bana yedirip içirir. Kim ki beni görmüştür, hakikaten o kimse Hak'kı görmüştür. Kim ki benimle musâfaha etmiştir, tahkîkâ ol kimse Hak ile musâfaha etmiştir. Bu yedullahdır ki, onların elleri fevkındadır. Mü'minin kalbi Bey tullah-dır. Mü'minin kalbi Arşullahdır. Mü'minin kalbi, arz ve semâdan geniştir. Mü'min, mü'minin aynası ve gözcüsüdür. Muhakkak Allah teâlâ, mü'min kulunun kalbinde va'z ve nasihat eyler. Allah teâlâ, mü'minlerin kalblerine muhakkak hayır ilham eder. Ey benim ümmetim! Sizden biriniz yoktur, illâ ki, Rabbi onunla tercümansız tekellüm eder. Bir emri işlemek murad eylediğinde, kalbinden fetva iste. Eğer kalbin sana fetva verirse o emri işle, zîrâ hayır vardır. Kalb onunla mutmaîn olur, rahatlar. Şer odur ki, kalb onunla mütereddid kalır. Eğer sana nâs onunla fetva verirlerse de, onu işleme! Hak teâlâ her emirde rıfk ve mülâyemeti sever. Hazîn ve rahîm olan kalbe, sohbetiyle nazar eder. Kulların kalbleri, yer üzerinde Hak teâlâ için kablardır. O-nun indinde, onların en sevgilisi, refik ve şefîk olandır. Şüphesiz Allah teâlâ, sizin suretinize ve güzelliğinize bakmaz, lâkin kalplerinize ve niyetlerinize bakar. Şefkatli bir valide, evlâdının terbiyesinde her nice ise, muhakkak Rabbü'l-Âlemin andan daha erhamdır. Hiç bir mü'min yoktur ki, onun kalbinde gayb hazineleri olmaya. Hak teâlâ bir kuluna hayır murad eyledikde, onun için kalbinden bir kapı açıp, acâip ni'metlerini ve garâib-i kibri-yâsını ona gösterir. Hiç bir mü'min yoktur ki, ancak, onun dört gözü başındadır. Onlarla zahirî işlerini görür. İki gözü de kalbin dedir ki, onlarla gayb işlerini müşahede eder. Hak teâlâ bir kuluna hayır murad eylese, onun kalbinde olan basîret gözünü açar. Kulların kalbleri, Rahmân'ın iki parmağı arasındadır. Yâ ni, ce lâl ve cemâl sıfatları arasındadır demektir. Bütün kalbler bir kalb gibidir. Her ne semte murad ederse o tarafa çevirir. Kalb-i HAKKI GÖZLEME 83 selîm, onu taklib edeni görür." Ve duâ etmiştir ki: J* Ç (Allâhümme yâ mukallibe'I-kulûb, sebbit, kulûbenâ, alâ dînike ve tâatike bi rahmetike yâ erhâme'r-râhimîn). Beyitler Şu kalbe nazil olur pertev-i cemâl-i Habîb Görüne cân gözüne bedr-i bâ'kemâl-i Habîb. Ne iltifatı kalır kâinat lezzetine. Anın ki canda olur lezzet-i visâl-i Habîb. İki cihanı getirmez hayâline asla. Ol gönül ki anda olur dembedem hayâl-i Habîb. İki cihanda bulunmaz Habîbe misl-i bedel. Eğerçi her dü cihandır bize zilâl-i Habîb. Tulu' edince gönül meşrıkinden ey HAKKI, Nücûmu mahv eder ol şems-i bî zevâl-i Habîb. Dördüncü Nevi': Ma'rifetullah'ın mahalli olan insan kalbinin künhünü ve mahiyyetini bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki; "Çünkü kulların kalbleri nazargâh-i İlâhîdir. Öyle ise, o kalbi mâsivadan pâk etmek, her tâatten evlâdır. Kalbinden fetva isteyen kişi pişmanlıktan uzaktır. Fetvalara muhalefet edenin işi hatâdır!' İnsanın kalbi Rahmân'ın kapısıdır ki, kulun, mevlâsı huzurunda duracağı mekândır. Gönül, bedenin emîridir. Minnetlerin de esiridir. Gönül, levh-ı kudrettir, nükûş-ü akıl ve ma'ri-fettir. Gönül surette bir nokta-i süveydâdır. Ma'nâda, menba-ı 84 TASAVVUF! AHLÂK III HAKKI GÖZLEME 85 rûh ve nazargâh-ı Hüdâdır. Gönül bir lâtîfe-i Rabbâniye'dir ve ma'deni, bu nokta-i cismâniyedir. Gönül, zahir akl-i maâdîdir. Rûh-u insanî onun bir adıdır. Gönül, bir şeyi acîbdir. Onu anlamakta bu akıl garîbdir. Kalb ıslâh olsa, cesed ıslâh olur. Zîrâ, emîrin salâhıyle maiyyeti felah bulur. Emîrin bozukluğuyla da, maiyyeti bozuk olur. Gönül hilkatin aslıdır. Onun sânı muhabbettir. Çünkü muamele kalbe müntekil olur. A'zâ ve cevârih rahat bulur. Sanma ki üstünlük söz ve amellerledir. Belki üstünlük, kalb ve ahvâlledir. Bir kâmil demişdir ki: "İki sene kalbimin muhafazasında oldum. Sonra mahfuz olub rahat buldum". Kalb, ma'den-i îmândır. Gönül menba-ı tevhîd ve irfandır. Kalb, makâm-ı huzurdur. Gönül nûr şehridir. Beden bir deridir ki, tabaklanmıya muhtaçdır, Nefis bir hayvandır ki, riyazete muhtaçdır. Gönül bir câmi'dir ki, tamire muhtaçdır. Gönül sermâye-i kabuldür, lâkin zanlar ile meşguldür. Kim ki gönlünün hâtıralarına gözcüdür, ol harekât-i âzây-ı cevârihinde ma'sûmdur. Ehl-i vahdetin kalbleri, ma'ri-

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

22/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

fet ve muhabbet-i ilâhiye kablarıdır. Görmek gözlerin, müşahede kalblerin, mükâşefe de sırlarındır. Beyit Hâb-ı gaflet bağlamış halkın basîret gözünü. Yoksa ol hurşîd-i dâim dilde doğmuş bî sehâb. Gönül huzûr-u ilâhîde hazır olsa, hisler ma'mûr ve mesrur olur. Dünyâ yollarını yürüyüp geçmek binekledir. Ma'nâ âlemlerini geçmek de kalblerledir. Kalb-i selimin kıblesi Hûda'dır. Âdeti de kazaya rızâdır. Kalbler üçdür. Biri Allah'ın ihsanına nazır olan kalb, biri Allah'ın rızâsına bakan kalb, biri de, Allah teâlâ'nın likasına nazır olan kalbdir. Gönül bahçelerinde gül ve irfan kokularını koklamak, vahdet bahçelerini seyir ve aşk nâmelerini dinlemek, bütün eşyadan daha lezzetli ve tatlıdır. Beyit Nazargâh-ı Hûda'dır gönül, anı sen benliğinden sil. Gönül olsa aşk ile rfişen, olur ma'şûka hoş mesken. O gönül ki dünya iledir, zarar ve ziyandadır. O gönül ki uk-bâ iledir ve tîbdir, Mevlâ iledir. Gafil olan kalb, dünyaya bağlıdır. Zâhid olan kalb, ukbâya bağlıdır. Arifin kalbi de Mevlâ'ya bağlıdır. Gönül gayet ince ve parlak, âlî ve yüksek bir şeydir. Ona havf ve helak çok zordur, yani mümkün değildir. Kalbin Hak ile olsun. Kalıbın halk ile kalsın. Kimin ki kalbini Hak istilâ eder, cemi' halk onun nazarından düşer gider, insan kalbinin hayatı, sıfât-ı Hazreti Rahmân'dır. Mahzâ Rahmet-i adi ve ihsandır. Acâib-i kalb havassın idrâkinden müberrâdır, ârîdir, halîdir. Ruhun ni'metlerini artıran hayat-ı eşyadır. \Snî eşyadaki hayatı gören rûh feryad etmeden duramaz. Eşyada görülen hoş sesler, terennümler melâhî çalgı ve şâir seslerden daha çok tatlı ve a'lâdır. Muhabbet şarabları her ni'metten daha fazla lezzetli ve faydalıdır. Bu ehl-i muhabbetin, yâni ehlullahın topluluğu, cemiyetleri her zevk ve safâdan azîz ve evlâdır. Veya gönül topluluğu, dağınık olmayan bir gönülün hali, her zevk ve safadan izzetli ve evlâdır. Çünkü bu cemiyet her mâ'nâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi cami' ve nazargâh-ı Mevlâdır. Beşinci Nevi': İrfan mahalli olan insan kalbinin ahval ve hu-susiyyetini bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: "Gönül bir kubbe misâlidir. Ona gelip giden, havâtır ve ahvaldir. Gönül dikili bir hedef misalidir. Her taraftan gelen oklarla delinmektedir. Gönül dikilmiş bir aynaya müşâbihdir. Bütün eşkâl ve suretler, o aynaya karşıdır. Gönül pek derin ve tertemiz bir sudur. Zahir ve bâtın havaslarının getirdiği suların döküldüğü bir yerdir. Gönül her hikmetin kaynağıdır. Gönülsüz bir gözün görmesinin kıymeti yoktur. Gönül her sanatkârın üstadıdır. Asi olan kalbin uyanıklığıdır. Gönül de beden gibi yorulur. Gayet zarîf ve hikmetâmiz, neş'e veren sözlerle kuvvet bulur, açılır. Gönülün neş'eli zamanlarında olan işler makbul, neş'esiz ve melûl zamanlarında olan işler de iyi değildir!' 86 TASAVVUF! AHLÂK III Kalblerin içi gayb ve gizli şeyleri bilmeğe yakındır. Vücudun orucu, mi'deye bir şey vermemekledir. Yemek ve içmek gibi. Lisanın orucu ise, lüzumsuz sözlerden sakınmaktır. Kalbin orucu da, boş fikirlerden ve evhamdan korunmaktır. Kalbin orucu, âdâti kirâmdandır. Bir gönül ki mâsivâdan halîdir, zevk-ı huzûr-u Mevlâ onun halidir. Gönül körlüğü, başdaki gözün körlüğünden daha fenadır. Gönül uyanık olursa, gözün görmemesi önemsizdir. Çünkü göz, teferruatı görür. Gönül ise aslı görür. O gönül ki Hak'kı bulur, halkın cümlesinden müstağnî olur. Cismin havâss-ı zahiresi vardır ki, onunla bu âlemin eşyasını görür ve anlar. Bunun gibi, kalbin de havâss-ı bâtmesi vardır ki, onunla gayb işlerini ve eşyasını görür. Gönlün kulakları da vardır ki, ehl-i gaybın kelimelerini, sözlerini işitirler ve yine koku alan iç havasları vardır ki, onunla gayb kokularım koklarlar, tatmak kuvveti vardır ki, onunla îmânın tadını ve irfan lezzetlerini tadarlar ve Hâlık-ı zü'1-Celâl'in muhabbet zevkini alırlar. Kalb, akıl vasıtasıyla cemî' ma'kûlâtın cümlesinden müstefîd olur. Kalbin âlem-i ervaha açılması, bedendeki havâss-ı zahirenin kapanmasına bağlıdır. Ne zaman ki havâss-ı zahirîden uyku ile veya uzlet ve halvetle kendini idrâk edip, gördüklerini kapayarak, muattal kılarsa, o zaman kalbin iç yollan açılır ve tebdîl-i mâ'nevî husule gelip, o kimsenin kalbinden hikmet menba'la-rı, lisan üzerine câri olur. Zîrâ gönül, bütün mülk ve melekût âleminin mâ'nevî çeşmelerinin başıdır. Lâkin, havâss-ı hamse-i zahire ile gönüle dökülen pis ve kirli sular, rö güzel gönül havuzunu berbat etmiştir. O su kullanılmaz hale gelmiştir. Artık iyiyi kötüyü fark edemiyecek durumdadır. Çâresi, göz, kulak, el, ayak, ağız, burun vasıtalarıyla, gönle dökülen ve orada kokup kalan suları çıkarmak için, evvelâ gönüle giden su yollarının kapatılması şarttır. Sonra da, kuvvetli motorlarla, hortumlar ve kovalarla içerdeki suları dışarı akıtıp, havuzu temizlemek ve ondan sonra da, dâima gönle temiz ve güzel şeylerin girmesine dikkat etmek gerektir. İşte o zaman gönülün içindeki hakîkî kaynaklar fışkırır ve lisan üzerinde hikmetler cereyan etmeğe başlar ki, bu da azim ve sebat sahihlerinin, hiç olmazsa her sene kırk gün bir halvette bulunması ve zikrullaha cân-u yürekten devam etmesine vabestedir. HAKKI GÖZLEME 87 Çünkü gönül, beyt-i Hûda'dır. Gönlüne gelmeyen Hûda'dan cüdadır, (uzaktır) Çünkü gönül dergâh-ı Mevlâ'dır. Ana teveccüh elzem ve evlâdır. Sarây-ı lî maallâhi gönüldür. Tecelli-hâne vallahi gönüldür. Ne istersen yürü var O'ndan iste. Hûda'nın ulu dergâhı gönüldür. Ey gönül her ne dilersen.sensin ol. Sen sana gel, sende iste, sende bul. Hizır'veş âb-ı hayâtı zulmet-i tende ara. Verâmı var eyleyen Mevlâ'yı sen sende ara. Gafilin kalbi, karanlık bir zulmet ve zindan, hapishaneden daha korkulu ve dardır. Arifin kalbi ise, Arş ve Kürsîden daha geniş olduğu muhakkaktır. Zîrâ, Arş ve Kürsî ve bunların içindekiler, âlem-i cismânîdir. Kalb-i selîm ise, rûh-u insanîdir ki, o, emr-i Rabbanidir. Öyle ise, gönül ve can, irfan yeri ve Arş-ı Rahman'dır. Kalbi, mâsivâdan pâk eden, arif ve kâmil insandır ve sultân-ı cihan, yâni cihanın sultânıdır. Bir milletin veya kavmin değil, cihanın sultânıdır. Altıncı Nevi': İnsan kalbinin cevheri olan akl-ı maâdın had ve hakikatini bildirir. Ey azîz! Habîb-i Ekrem (s.a.s.) Hazretleri buyurmuşlar ki: "Hak teâifl'nın ibâdıni tezyin eylediği ziynetlerin ahseni, akıldır" ve Dâvûd aleyhisselâm buyurmuşdur ki: "Akıl odur ki, insana her nesneyi unutturup, ma'rifet-i Hak'ka meyi ettirir, nail eder. Ve hevâ odur ki, insana kendi nefsini unutturup, fânilere mail eder." Ehlullah da demişler ki: "Aklın haddi, fânîden infisâldir, ayrılmakdır ve bakîye ittisaldir. Hadd-i akıl, kazaya rızâdır. Marifet, nefis ile ma'rifet-i Hûda'dır. Akıl zîndir, güzeldir. Nefis şîndir, kötüdür. Akıl şifâdır. Hevâ-yı nefis şekavettir. Akıl bir sıddîk-ı sâdıkdır, her şeyden ibret alır, fâikdir, üstündür. Akim şanı teslim ve itaattir. Âkil olan ehl-i saadettir. Kimin ki aklı kâmil olur, onun kelâmı az olur. Âkil TASAVVUF! AHLÂK III odur ki, câhilin rağbet ettiği şeye tenezzül etmez. Şerîata muhalif ve âdete mugayir gitmez. Hak teâlâ bir kuluna muhabbet ey-lese, ona kalb-i selîm, hulk-u kerîm ve akl-ı kavîm ihsan eder. Aklın kemâli, gayreti, cehlini i'tirafdır. Âkilin dili kalbine bağlıdır. Nice zelîli, aklı celîl eder, kıymetlendirir, yükseltir. Nice ka-bîhi, kötüyü hulku cemîl eder. Aklın yarısı tegâfüldür. Yarısı da tahammüldür. Tecâhül gibi akıl olmaz. Tegâfül gibi hilim olmaz. Tegâfül, bilerek kendini gafil, bilmez göstermektir. Tecâhül de böyledir. Edebsizin aklı yoktur. Akılsızın da dîni yoktur. Akıl, Hazreti Allah'ın hitabını kabildir, yani kâbil-i hıtâbdır. Akıl iki cihan servetinin sermayesidir ve bir nûr-i fıtrîdir ki, hikmet nurlarını iktibas ile ziyası artar. Akıl odur ki, işlerin sonunun ne olacağını gösterir ve kâinat defterini okutur. Âkil odur ki, nefsini şehvetlerden kat' edip, kalbini şüpheli şeylerden uzaklaştırır. Ruhunu halka nazardan, halka bakmaktan men' edip, cümleyi huzûr-u dâimde cem' eder. Akıl bir nûr-u kâmildir ki, kalbin küllîsine şâmildir. Her-şeyi anlamak ve bilmek onunla hâsıl olur. Akıl, insanın ruhudur, nûrânîdir ve ulvîdir. Akıl ve kalb, melekût-ü semaviyedir. Nefis ve beden, melekiye, arzıye, zulmâniye ve süfliyedir. Kulun aklını veren Hazreti Haîlâk'dır. Seyyid-i ahlâk, hasenelerin başı

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

23/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

ve efendisidir. Akim nam ve sânı gayet çoktur. Evvelki nâmı budur ki, dünya ile bir şuğlü ve işi yoktur. Aklın zahiri, lisanın sükûtudur. Aklın iç yüzü, sırlarını saklamasıdır. Âkil odur ki, eşyayı Hak ile bulur ve herşeyde Hak'ka rücû' eder. Akıl bir âlettir ki, ma'rifet-i ubudiyet için gönülde hâsıldır. Akıl, bir vezîr-i nâsıhdır. Yânf nasîhat eden bir vezirdir. Akıl, yürekte bir nûr ve beşarettir. Gönül gözlerinin nurudur. Ona muhalefet zarar, hüsran ve hakarettir, kim ki sükûta maildir ve sıdk ile kâimdir, yâni doğru söyleyicidir, o Hak ile âlimdir ve hayr-ı halka vâsıldır. Âkil odur ki, Hak'kı mâsivâdan tercih ve ihtiyar eder. Hevâ-yı nefsi koyup, huzûr-u ünse gider. Âkil kimse Hak'kın dostudur. Dosta, kat'iyyen muhalefet olmaz. Aklın selâmeti hüsn-ü ahlâkdır ve Hazret-i Hak'kı tevhîddir. Akıl özlerin özüdür. Rab'bi'l-âlemînin sevdiği ve mahbûbudur. Herşeyin hâlisi ve özüdür. Her öz akıl olur. Lâkin her akıl öz olmaz. Zeyrek, akıllıdır. HAKKI GÖZLEME Akl-ı maâdm sânı, Hâlık'ını sevmek ve halkı irşaddır. Doğru yolu bulup, tutup ondan sapmamaktır. Lütuf, sevgi vg doğruluktur. Âlemde iyi kötü her ne varsa, bilcümle eşyayı güzel, hasen görür ve bir araya getirir, akıl ve dirayeti sayesinde bunları yapar. Çünkü akıl, bârigâh-ı ezelden gelmiştir. İzin, ruhsat, Hudây-ı lâyezeldir. İlim, amel ve nizamlar onunla nizam bulmuştur. Geçmiş ve gelecek umur ve ahvâli gösteren akıldır. O, tıpkı bir ayna misali. Hak yolunda delîl, akıldır. Her zaman ve mekânda dost olarak, akıl kâfidir. Güneşin doğumudur, nûr-u ezeldir. Akıl, kudretli bir padişahtır, âlemde zıllullahdır. Akıl çün sâye-i Hûda'dır. Gölge, sahibinden hiç bir zaman ayrılmaz. Ancak sahibine tâbi'dir. Akıl, insan ruhunun iç âlemidir. O, bir cevher-i latîf-i Rabbanidir. Akıl, gönülde parlayan bir nurdur ve onda Hak ile bâtılı ayırır. Akıl, his ve kıyasdan âlâdır. Zîrâ o, Mevlâ'nın sakladığı gizli bir sırdır. Akıl, Yezdânın veziridir. İki cihanın işlerini görendir. Âkilin hiç bir gamı olmaz. Çünkü, kazada bir kusur bulmaz. Akıl, âlemin yapısında, âlemde rahmet-i Hak'tır. Akıl, âdemin içinde Hak'kın hüccetidir. Beyitler Akıldır âlim olan cemî eşyayı ve esmayı. Akıldır arif olan bir müsemmâyı. Akıldır kethûdâ-yı şehr-i beden. Akıldır hayrı ve şerri fark eden. Akıl sultan ve gayriler hizmetkârdır. Zîrâ ki akıl, cümleden a'lemdir. Akıl, insan kalbinin hayâtıdır. Gayb babında tercümandır. Nefs-i natıka ile bu akl-ı şerîf, ana ve baba gibidir. Bunlara âsî olan mahrum olur. Nitekim, güneş, suyu ve rutubeti yerden alıp göğe çeker. Keza bunun gibi akıl da insanı kendi benliğinden, enâniyetten alıb Mevlâ'ya çeker. Hevâ-yı heves küfürdür. Akıl dindir. Hevâ körlük, akıl ise âkibeti görücüdür. Aklın el ve dili kısadır yânî, yaramazlık yapmaz. Murad ve arzu, sermâye-i eblehdir yânî, ahmakların ser90 TASAVVUF! AHLÂK III mâyesidir. Beş zahirî, beş bâtınî, on havas asker gibidir. Akıl da onların kumandanı makanundadır. Emîre muhalefet edenler, hor ve hakîr olurlar. Vaktaki beden uykuya gider, akıl ol zaman kendi âleminde seyahat eder. Akıl, güzel bir göz dürbünüdür. Onun nuru, usûl-ü dindir. Kim ki gazab ve şehvetine mağlub olursa, onun aklı nursuz, görmeyen bir göz gibidir. Akıl iki cihanda azizdir ve ol ehl-i birr ve ihsandır. Kimin yüzü güzel, aklı azdır, onun ahmaklığı kötü huylarına delildir. Ol güzel ki, akılsız ve hakîkati görmekten uzaktır, onun yüzü bulanık bir yüzdür. Akılsız güzelin gönlü, perakende ve dağınıktır ve kapalıdır. Akıl öyle suretlere bakmaz. Akıl kendi sahibini ateşlerde yakmaz. İmdi, aklıyla bu suretten sarây-ı kalbe giren fânî, cihandan geçip, asıl cihanı bulur. Akıl, gönülde seyrân edip, hüsnüne hayran olur. Ma'rifet devletine erişib, muhabbet kadehleriyle dâima kendinden geçip, huzûr-u Bârî'de murad alır. Beyitler Akıl hiç mâl ü câha meyi etmez.

,

Ayıb ve utançların peşinden gitmez. Akıl, din iş'ârınca âr eyler. Yalan işlerden ol firar eyler. Akıl kimseyi medh ve zem eylemez. Akıl bir kimseye sitem eylemez. Çok kötü ve fena huylardan, akıl utanır, âr eder. Kötü ve fena işler onun harcı değildir. Akıl, din ve âhirete meyi eder. Dünya işleriyle alâkası yoktur. Akıl, muhakkak bir hocadır. Hakkı, irfanda müdakkiktir. Yedinci nevi': tnsan aklının menşei ve rûh-u revanın mebdei olan akl-ı kâmilin azamet ve sânı ve Hak teâlâ'nın ona olan lütuf ve ihsanını bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişlerdir ki: "Ma'lûm olsun ki Cenâb-i Peygamber'in haber verdiğine göre, Hak teâlâ, cümle âlemden HAKKI GÖZLEME 91 mukaddem aklı halk eylemiş ve Cenâb-ı Hak'kın her emrine bi-lâ kusur ve fütur riâyet etmesine mukabil, "Ben senden daha muhterem ve mahbûb ve mükerrem bir mahlûk halk etmedim ve halk etmem. Ancak seninle bilinir ve seninle kullarımı tezyin ederim, ziynetlendiririm, seninle onlara mükâfatlar ihsan ederim, dostlarımı ihya ederim ve senin için âlemleri halk ettim" buyurmuştur. İmdi bu akıl, cümleden akdem (önce) ve efdaldir. İnsan ruhunun mebdeidir ve hayât-ı kalb ehl-i irfandır. Bu akılla insan, Hazret-i Allah'ı bilmek kabiliyyetini hâizdir. Bundan dolayı kâinat ve cemî' eşya, insanın hadimi ve hizmetkârıdır. Bu olmasaydı, eflâkde yâni kâinatta bir şeyler olmazdı. Elbette bu rûh-u pâki ta'zîm ve tevkîr lâzımdır. Zîrâ bu akıl, gölgeli ruhu izafîdir. Nûr-u Muhammedî ve aşk-ı ilâhîdir. İki cihan ki, dünya ve âhiretin illet ve gayesi, yer ve göklerin neticesi ve bütün kâinatın mecmuu, bu hazreti insandır ki, rûh-u izafiyle kalbi pâk, selîm ve zinde oldukça Allah teâlâ'nın velîsidir, cihanın da canıdır. Bu akl-ı külle hep enfüsî ve âfâkî işler görülür. Âlemlerin bütün eczasını, gerek felek, gerek melek, bu rûh-u a'zamın âlât ve âzası misilli hizmetçisidir. Bu akıl, akdem olan rûh-u a'zamdan, eczâ-yı âlemîn ve benî Âdemin her biri, kendi isti'dadı kadar nasîb almıştır. Rûh-u hayvaniyesinden meyyit olan insan, bu rûh-u Rabbaniyle hay ve bakî olmak isti'dâdını bulmuştur ve onunla ebedî kalmıştır. Cemî eşyayı hakikati üzere görüp, geldiği ve gideceği yeri bilmiştir. Öâire-i vücudu tekmil edip, insan-ı kâmil olmuştur. Çünkü, rûh-u insan, iptida bu rûhdan tenezzül edip rae-râtib vücuda gelmiştir ki, eflâk ve anâsırdan nüzul ve mevâlîd-i selâseden (nebatat, ma'deniyat, hayvanat) urûç ile sûret-i insana gelip, yine bu ruhu kendi kalbinde bulup, tekrar ona vâsıl olmuştur. Bu rûh-u a'zam bir nurdur ki, bir hâl üzere dâimdir ve cemî eşya onunla kâimdir. Bu cihana daha bunun gibi milyarlarca insan gelip gitse, bu rûh-u a'zam, anların cümlesine hayat ve can ihsan eder ve kendi hali üzere bakîdir ki, ona zerre kadar ziyâde veya noksanlık gelmez. Meselâ, yüzbinlerce evlerin pencereleri güneşe karşı açılıp, hepsine güneş girerse, güneşe hiç bir noksanlık ânz olmayacağı aşikardır. İşte bunun gibi, iç âlemlerine doğan ma'nevî güneş nuru da aynen böyledir. Onun nûr ve 92 TASAVVUF/ AHLÂK III ziyası daimîdir. Güneş gece gayb olur fakat nûr-u ilâhî gece gündüz gönüllere vâsıl olmaktadır. İşte bu rûh ile hayat bulanlar, insan-ı kâmil zümresine dahil olup (mü'minler ölmezler) tebşîrâtına mazhardırlar. Zîrâ, hayât-ı ebediyye saadetine nail olarak, ehl-i beka mertebesine vâsıldırlar. Hakkı, ehl-i bekayı yâd eyle. Hatırın yâdıyla şâd eyle. İki cihanın bütün esrarları, gelmiş, geçmiş, gelecek neler varsa, hep rûh-u izafiyle bulunmuştur. Onun için halk olunmuştur. Her kemal ve ma'rifet, cemal ve muhabbet bu nurdan isti-fâze kılınmıştır. Zîrâ, bu rûh-u izafî, kullar için vesîle-i kurb-ü Mevlâ ve terbiye ve tekâmül için halîfe-i Hüdâ bulunmuştur!' Kalb ve gönül denilen, bazan da can dediğimiz insan kalbinin büyüklüğü, fazl ve kemâlini ta'rif ve tavsif mümkün değildir. Her ne kadar bu hususta yazılmış ve

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

24/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

söylenmiş çok kitablar ve sözler varsa da asıl doğrusunu isterseniz bu öyle anlatmakla, söylemekle bilinecek bir şey değildir. Bu ancak, ehl-i basîretin, kâmil insanların, evliyâullahın anladığı, gördüğü ve bildiği bir-şeydir. Amma, anlatmak ve bildirmek çok güçtür. Bu hususta merhum Ma'rifetnâme sahibi, kitabının 291. sayfasında ve dördüncü faslında, âyet-i kerîmeleri ve ehâdîs-i şerifleri zikr etmiş ve bu vasıta ile Hak teâlâ Hazretlerinin lütuf ve inâyetiyle, kullarına kalb ve gönül ahvâlini beyân buyurmuş, fakat ancak ilim deryasına dalmış bahtiyarların bundan istifade edebileceği söylenebilir. Bizim gibi âcizler de, onların ağızlarının tadından bir parçacık istifade edebilirsek kendimizi bahtiyar sayarız. Hazret-i Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz de buyurmuşlar ki: "Muhakkak insanın vücudunda bir parça et vardır ki, her zaman o ıslâh olsa cemî' beden ıslâh olur. Eğer o fâsid olsa cemî' beden de fâsid olur. Agâh olunuz ki o, kalb-i insandır." Öyle ise kalbin salâhı cümleden ehem ve elzemdir. Zîrâ gönül, hükmü her tarafa geçen bir sultandır. Bütün a'zâlar onun hizmetkârıdır. Kalbin ıslâhı odur ki, onu evsâfı zemîmeden sıyırmak ve ahlâk-ı hamîde dediğimiz ve bu kitabda uzun uzun bahsedilen o ahlâklarla ahlâklanmak gerekir. Bu da ancak, ol HAKKI GÖZLEME 93 Resûl-ü Müctebâ'nın akval, efâl ve ahvâlini, (gidişatını) öğrenip, tamamiyle kendisini ona uydurmakla mümkün-olabilir. Çünkü, Peygamberimiz (s.a.s.) Hazretleri: "Ben ahlâkı tekmil için ba's olundum." buyurmuşlardır. Bu buyrukla, insanın ahlâk-ı ha-mîdesiyle iki cihan saadetine nail olacağını beyan buyurmuşlardır. İkinci Nevi': insandaki kalbin hakîkî mâ'nasını ve bulunduğu yeri bildirmektedir. "Ehl-i irfan için hakikat-i kalb-i insanî ve rûh-u revne taallukunu bilmek gerekir. Kalbin makamı ve merkezi yürekdîr. Yüreğin ortasında siyah bir nokta vardır ki, o mahall-i süveydâdır. Bu nokta-i süveydâ, iç âlemin güneşi ve rûh-u cihandır. O, insan âleminin arşıdır ki, ismi kalbdir. İnsan ruhunun mebdeidir. Bu noktaya taalluk eden can, nefs-i natıkadır ki, beden İklîminde sultândır!' Akıl, gönülün halîfesidir ve bu da gizlidir. Bu gizli noktanın büyüklüğünü, ancak insanlıktan melekliğe geçen ve huzuru daimîye erişen bahtiyarlar, o büyük velîler bilebilirler. Yalnız asıl olan ve âhiret âlemine taalluk eden, akıl dediğimiz cevher işte o noktanın asarıdır. El-fi'lü nûrün fil-kalbi "Fiil, kalbde bir nurdur!' cümlesi de bunu göstermektedir. Güneşin ziyası nasıl yeryüzünü dolduruyorsa, kalbdeki bu nûr da mü'minlerin kalbini, dolayısıyla bütün vücudunu doldurur. Havâss-ı hamsemiz muattal kalıp uykuya vardığımız zaman bile, ona uyku yokdur. O dâima uyanıktır. Gördüğümüz rü'yâlar da buna şâhiddir. İşte bu nurun, gönülden dimağa ziyası aks eder. Güneş nasıl yeryüzündeki mahlûkat ve mevcudata hayat bahş ediyorsa, bu nûr da gönül iklimine hayât-ı ma'neviyeyi bahş eder. Herbir a'zâ bu nurdan aldıkları kuvvet sayesinde vazifelerini îfâya çalışırlar. Gözde görmek, kulakta işitmek, ağızda tad alma, burunda koku alma ve sair vücudun a'zâları buna göre hareket ederler. Binâenaleyh, gözdeki görme, kulaktaki işitme, bu nurun ziyası kesilince hepsi muattal olup kalırlar. Ondan sonra tabiat kanunları filân kalmaz. Şimdi sen, iyi düşün de bu kuvvet ve kudreti sana bahş eden Allah celle ve âlâya teşekküren, emirlerini dinle ve onun emrinden dışarı kat'iyyen çıkma ki, dünyanın ne ciyfe, âhiretin 94 TASAVVUF! AHLÂK III de ne saadet yeri olduğunu güzelce öğrenmiş olasın. (3/14) Gel gönül şemsin gözet bu gökteki mehtabı koy. Der-i deryâ-yı kademsin bu geçen seylâbı koy. Evet kardeşim, bu gönüldeki güneşi.görünce, zâten öteki dünya güneşine hacet ve lüzum kalmaz. Çünkü dünya güneşi maddelerden mürekkeb, çeşitli mâdenlerle yanar durur. Yana-dursunlar, o da Hak'kın bir nizâmı, o yanmasa âlemde hayat mümkün olmaz. Fakat, gönül güneşi öyle yanan mâden veya cisim değil, o varlıkları yaratan, herşeyi yerli yerinde güzelce halk eden, Allah celle ve alâ'nın nurudur ki, bütün kâinat, felekleri, melekleri, arşı, kürsüsü hep o gönülün içindedir. Sen bu gönülü bırakıp da, o fânî olan ve çürüyüp cîfe olacak cisminin, nefsinin esîri, kölesi olup kalmayı nasıl olur da ihtiyar edersin? Elbette akl-ı selîm buna kat'iyyen razı olmadığı için bizi uyandırıp, güneşleri yaratan Allah celle ve alâ'ya ve onun verdiği gönül güneşine, nuruna, saadetine da'vet etmektedir. Ve der ki, bu yürekde olan mahall-i süveydâ, bir nokta-i sevdadır ki, hakîkat-ı insaniyeyi câmi'dir. Bu hakîkat-i camia bir hülâsadır ki, tafsilâtı cemî' kâinat, ulvî ve süflî hepsi bunun içindedir. Nitekim, her meyvanın içindeki çekirdek, kendi ağacının bir kısaltılmış, hülâsa edilmiş olarak dürülüp içine konulduğunu bize her zaman göstermektedir. Tıpkı bunun gibi, yânf kocaman bir ağaç, ufacık bir çekirdeğin içine sokulduğu gibi, bütün kâinat da, bu hakîkat-i insâniyye camiası içine konulmuştur. Kâinatta ne varsa hepsi sende mevcut demektir. Sana yeter ki, kendindeki bu cevherden gafil olmayıp, bunları meydana çıkararak saâdet-i uzmâya nail olasın. Nüsha-i nâme-i ilâhî, gönüldür. Bütün esrâr-ı ilâhiyeyi hâmil olan yine gönüldür. Gönlüne sahip olan kimse, bütün zahmetlerden kurtulup, can ve gönül sohbetini bulmuştur. Hak sübhânehû ve teâJâ'ya zahmetsiz olarak cezb olunmuştur ve her muradını almıştır. Kalbi, nokta ile ta'rif, bizim bildiğimiz nokta ve harfler gibi değildir. Harfler suretler(3/14) Bu hususta İbrahim Hakkı Hazretlerinin Ma'rifetnâme1 sinin 293. sayfasına müracaat edilebilir. HAKKI GÖZLEME 95 dir. Bu anlatılan nokta ise mâ'nâdır. Suretler fena bulur, yok olur. Mâ'nâlar ise bakîdir ve kâbil-i taksim değildir,-tecrübe kabul etmez. Kıt'a Dildir bulan envâr-ı Celâl ve Cemâl'i Hakdan dile her anda nazardır mütevâlî. Dil çü nazargâh-ı refî' hâzır. Nazırdır o sultân ve budur manzar-ı âlî. Şu iki beyitte, ne güzel belirtmiştir ki, celâl ve cemâl sıfatlarının nurunu bulan ve bunlara mazhar olan ancak gönüldür. Zîrâ o gönüle, hiç durmadan Hak'kın nazarı vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ancak kulunun gönlüne bakar. Onun şâir sıfatlarına ve hallerine bakmaz. Meselâ çok güzel bir beden, göz kamaştırıcı bir servet, çok da güzel bir giyinmek, kuşanmak ve süslenmek, tabiî halk bunlara bakar. O kimseye iltifat eder. Lâkin Allah sübhânehû ve teâlâ Hazretleri bunların hiç birine bakmaz, onun baktığı yer doğrudan doğruya kulunun kalbidir. O kalb, Allah teâlâ'nın zikriyle meşgul ise, ne mutlu o kula, eğer zikrul-lahdan gafil ise, ibâdet ve tâat bilmiyorsa, ona da ne yazık! Üçüncü Nevi': İnsan kalbinin azamet ve genişliğini ve Hakka

yakınlığını bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişlerdir ki, yürekde olan nokta-i sevdanın bulunduğu yer, hakîkat-i insaniyedir ki, onun rûh-u revâ-nîsidir. Bu rûh-u insanî, bir emr-i Rabbanidir. Bu emrin makamı ve merkezi, ol nokta-i sevdadır ki, iki yüzlü bir ayna gibi yuvarlak ve mücellâdır. Bir yüzü âlem-i gayba, melekût âlemine, bir yüzü de bu bulunduğumuz âleme müteveccihdir. Bu ayna, parlak, temiz ve cilâlı olursa, onda âlem-i gayb zahir olur. Esrar ve mâ'nâlar onda suret bulur. Her insanın içinde bu ayna mevcuddur. Lâkin, cehil, gaflet ve günahlarla pislenmiş, küflenmiş, paslanmış olduğundan, ga-zab, şehvet ve dünya sevgisi yüzünden ayna bozulmuştur. Bu96 TASAVVUF! AHLÂK III nun ta'miri, temizlenmesi, ilim, hakîkat, kitâbullah ve sünnet-i Resûlullaha tam manâsıyla ittibâ edip, âleme ibret gözüyle bakmak, hılim, iffet, zühd, tâat, zikr-i kesîr ve tefekkürler neticesi o ayna, yine güzelce sana âlem-i gaybdan ve âlem-i şehâdetten haberler verir. Ma'büdumuz olan Hazret-i Allah'dan gelecek feyizleri almağa kâbiliyyet kesb eder ve Hâhk-ı zü'1-Celâl'in dâima kendisiyle beraber olduğunu idrâk eder. Bu beraberlik keyfiyetini ancak ehlullah bilirler. Ehlullah ise şol kimselerdir ki, nefsini tevazu ile toprak gibi, kalbini de mâsivâdan pâk edip bey-tullah etmiş ve Hâlık-ı zü'1-Celâl'ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu bilmiştir. Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleri: "Ben yere göğe sığmam ve lâkin mü'min kulumun kalbine sığarım" buyurmuştur ki, bu ta'bir ile gönülün ne kadar büyük ve geniş olduğunu bizlere duyurmuş oluyor. Onun için, gönülün beytullah olduğunu ve arz ve semâdan, Arş ve Küraîden daha geniş bulunduğunu, binâenaleyh beytullah olan mü'minin kalbi, başka herşeyden boş kalınca, beytin sahibi kulunun kalbini doldurur ve her haline vâkıf olur, her dediğini duyar ve dinler ve herşeyini görüp gözetir. Mademki evin sahibidir, evini herhalde yoklayacaktır. Nitekim: "Gönül sarayın pâk eyle, şâyed gele sultân sana!' dedikleri de meşhurdur. Şüphesiz ki, kul Allah ile olduğu müddetçe, Allah eelle ve alâ da o ku) ile olacağı aşikârdır. Binâenaleyh, kul, Cenâb-ı Hak'km kahr ile lütuf sıfatları arasında olduğunu görür. Rahmân'm Arş üzerindeki istivasının ne olduğunu idrâk ile beşerî sıfatları mahv olup melâike evsafını hâmil olmuş ve bu huzur içinde ebedî hayata nail olmuş olur. Beyitler Dildedir dildâr, dâim sanma bir dem dûr olur. Gerçi dil gafletle andan, dem bedeni mehcûr olur.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

25/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Hâb-i gafletten uyansa, dil bulur dildârını. Cân olur hâzır, huzur eder gönül mesrur olur. Cennet-i erbâb-ı dil, cânân cemâlin seyr eder. Hûri-gılmân olmaz, ol Cennet'te nûr, nûr olur. HAKKI GÖZLEME İstersen bîdâr-ı dildârını nazar kıl gönlüne. Hazret-i Mûsâ gibi, cana âşık ve dîl-i tûr ol. Sen kitâbullahsın ey cân, sendedir cümle ulûm. Her ne var iki cihanda, sende hem mestur olur. Arif oldur kim görür nefsin bilir Hak'kı hemen. Ol ki nefsin bilmedi, bunda hem anda kör olur. Şu beyitler bizlere ne güzel hakîkatleri açıklamaktadır. Birinci beyitte Hak teâlâ'nın dâima kul ile beraber olduğu, ikinci beyitte gafletten uyanan gönüllerin O'nu bulacağı, üçüncü beyitte de gönül Cennet'inde Cemâl ullahın seyr edileceği ve bu Cennet'te başka zevke dâir şeylerin bulunmayacağı, dördüncü beyitte ise, Cenâb-ı Hak'kı görmek isteyenlerin gönüllerine hâkim olmaları ve onu Hak'kın hoş görmediği herşeyden temiz ve pâk tutması gerektiği, beşinci beyitte ise, "sen kitâbullahsın" diye-rekten, insanın ne büyük şân ve mevki sahibi olduğu ve bütün ulûmun, iki cihanda olanların hepsinin senin gönlünde yazılı ve hazır bulunduğu beyan edilmektedir. İyi bil ki, sen ne kadar muhterem, âlî-cenâb ve çok kıymetli ve bahtiyar bir mahlûksun. Onun için arif ol, nefsini bil. 6. beyitte nefsini bilmeyenin bu dünyada ve yarınki âhiret âleminde kör olacağını açıklamış bulunmaktadır. Dördüncü Nevi': İnsan kalbinin fazl, kemal ve şerefini bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: "Her feyiz, âlem-i lâhutdan âlem-i ceberûta ve ondan da âlem-i melekûta -ki ervah âlemidir-, oradan da bu bizim âlemimize nazil olur. İnsan kalbi ne zaman mâsivâdan tâhir olursa, bunda acâib-i melekût zahir olur ki, işte insan aklı bunun vasfından âcizdir. Kalbin mahalli, her ne kadar yürek dediğimiz et parçası ise de, lâkin kendisi mahal ve mekândan, ayıp ve noksandan berîdir. Kalbin kılıfı olan vücud, bu âlemdendir. Lâkin kendisi lâhûtîdir. Beyan buyrulduğu veçhile, "Benim için Arş'dan büyük, Kür-sîden geniş, melekûttan daha ziynetli, Cennet'ten çok daha tîb 98 TASAVVUF! AHLÂK III HAKKI GÖZLEME 99 bir hazînem vardır ki, onun yeri îmân, sîmâsı da ma'rifet, güneşi şevk, mehtabı muhabbet, yıldızlan havâtır, bulutları akıl, yağmuru merhamet, nehirleri hizmet, ağaçları tâat, meyvaları da hüsn-ü ahlâktır. Köşkleri kulun himmetine bağlıdır. Bu hazinenin dört erkânı vardır. Biri tevekkül, biri tefvîz, biri sabır, birisi de rızâdır. Agâh ve mütenebbih olunuz ki, işte bu vasf olunage-len hazînem, kâmil ve arif kulumun kalbidir." Bundan da anlaşılıyor ki, ehl-i irfanın kalbi, kâinatın en büyüğüdür, Hazret-i Hak'tan gelecek feyizleri almağa müsâiddir ve beyt-i Hazret-i Rahmân'dır. Kalbin kemal ve fazlını bilib, nefsine arif olursa, kendisinde ma'rifetullah isti'dâdını bulması için bu kadar kâfî-dir. Şüphesiz ki, koca deryaların bir dağa çıkamayacağı herkesin malûmudur. Binâenaleyh, insan kalbinin ahvali yazmakla bildirilmesi mümkün olmayan bir hakikattir. Ne zamanki zikrul-laha devamla gönül aynası parlar ve saf olur, o zaman gönüle içdeki nur güneşinin aks-i zıya ettiğini kendinde görür. Binâenaleyh, kalbini bilen, söylemez, söyleyen de bilmez. Şimdi anlaşılıyor ki, arif olan kimseler tay-yı mekân, semâvâtı seyir ve mi'râc-ı ruhanî, cânü cânân, fakrü fena, lika ve beka ne imiş, bunları anlar ve bilir de, iki cihan, dil (kalb) ve can (ruh) insan gönlünden bir nişan imiş der. Beyitler Âlem-i dilde Hak'kın Cennet ve bağı vardır. Cân-i uşşâkın o gülşende durağı vardır. Ehl-i dil, dilde bulur, ol gül-i gülzâri müdânı. Mest olur hoş kokudan, ol ki dimağı vardır. Var iken dilde bu devlet, feleğe yok minnet. Arifin taşrada yok meyli, ferağı vardır. Kalb ayağıyla bir an içre cihanı devr et. Başka seyyahdır ol, başka ayağı vardır. İbrâhîm Hakkı (k.s.) bu beyitlerinde de, kalb gönlünü ne güzel tavsîf etmektedir. Bir gönül ki, Hak'km Cennet ve bağı vardır, artık âşıklar o gülistandan tabiî ayrılmak istemezler. O gönül âşıkları, o gülistan bahçesine devamla beraber, oradan aldıkları hoş kokulardan mest olurlar. Fakat, o kokuyu alacak kabiliyetlerin olması şarttır. Gönülde böyle bir devlet varken, artık insan başka şeye minnet eder mi? Onun için ariflerin gönüllerinden başka yerlere iltifatları yoktur. Zîrâ bu gönül, ayaklarıyla anda cihanı dolaşır. Artık senin füzelerin bunun yanında ne kalır bilmem? Beşinci Nevi': İnsan kalbinin yedi tavrını bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, kalb-i insan, nefs-i natıka, rûh-u insan, hakîkat-i insaniye ve lâtîfe-i Rabbâniye, akl-ı me-âd, cümlesi bir candır ki rûh-u revândır. Bu isimlerle müsemmâ olan kalb-i insan, akl-ı kâmil olan o rûh-u izafîyi birler, ol zaman hayât-ı câvidânî bulur ki, hayvan ve melek mertebelerini aşıb, insan-ı kâmil mertebesine vâsıl olur. Nitekim, Hazret-i İsâ aleyhisselâm buyurmuş ki, "Bir kimse iki kere doğmadıkça me-lekût ve semâvâta ve zümre-i melekûte dahil olamaz. Birinci doğuşu, ana rahminden bu dünyaya gelişidir. İkinci doğum odur ki, mezmûm ahlâklardan ve zuimet-i nefsâniyeden kurtulup melek hasletli olmasıdır!' Nitekim, gönül âlemine gelip, zümre-i me-lâikeden olarak meclis-i ünse yol bulur. Ol âlem-i mânâ'da ehl-i dil olup, kalbin turlarını birer birer görüp geçer. Birinci turunda, hakkı bâtıldan fark ve temyiz kılıp, mü'min olursun. İkinci turunda, inşirâh-ı sadr hâsıl olur. Üçüncü turunda, gam ve ne-şâtı unutup, rahat edersin. Dördüncü turunda, ilhâm-i cemâli ve celâl-ı nefsânî bulup, feraset ve dirayetle farkını bilirsin. Beşinci turunda, cezbe-i Rahmaniye kendisini alır ve dünyadan bi'l-külliye göçüp gidersin. Altıncı turunda fuâd diye yâd olunur ve irâdât-ı Rahmaniye hâsıl olup, nefsin ilhamından halâs olarak mazhar-ı Cemâl olursun. Yedinci turunda, sıddıklar zümresine dahil olursun ve kalbin mir'ât-ı cemâli ve nazargâh-ı zü'1-Celâli olursun ve ebedi'1-ebed huzur ve zevk içinde olursun. 100 TASAVVUF! AHLÂK /// HAKKI GÖZLEME 101 ı Beyitler Gönül tez eyle veda', cihan kevn-i fesâd. Semâ-yı ruha sefer kıl, sefer-i mübarek bâd. Muhakkak kitâb-ı Hüdâdır, derûnun ey HAKKI. Zehî sahâyif-i tâbân, zehî beyaz ü sevâd. Anladığımıza göre insandaki kemâlâtın son noktası bu altı devri atlattıkdan ve yedinci devreye eriştikten sonra kemâlini bulur. Fakat şu birinci tur, devir bile bizim için çok şâyân-ı dikkattir. Daha birinci devredeki mü'minin Hak ile bâtılı tefrik etmesi lâzım gelirken, maalesef bugünkü müslümanlık dâvasını eden ve câmi'den çıkmayan nice müslümanlar vardır ki, din düşmanlarını destekler ve onların neşriyatını muntazaman alır, böylece bâtılı destekler de, sonra da mü'minlikden dem vururlar, heyhat! Altıncı Nevi': İnsanın nail olduğu irfanı, tasarrufâtı ve kemâle ulaştıktan sonra teslim ve rızâ halinde kaldığına dâirdir. Ey azîz! Ehlullah demişlerdir ki, insandaki kalb, melâike cinsinden bir kudrete mâliktir ki, şâir hayvanlarda bu yoktur. Meselâ, Cebrail aleyhisselâmın, Lût kavminin bulunduğu yeri alt üst etmesi ve diğer bütün eşyadaki tasarrufları, gerek kendi vü-cudlarımızda ve gerekse mahsulâtımızın yetişmesinde ve çocuklarımızın ana rahminde iken bile meleklerin terbiyesinde oldukları bilindiği gibi, insandaki kalb de, melâike cinsinden olmakla, aynı tasarrufa ve belki daha fazlasına sahibtir. Yine, insanın kendi tasarrufâtındandır ki, kalemi eline aldığı vakit istediği gibi yazabilmesi ve diğer işleriyle anlıyoruz ki, kişi kendi a'zâları-na tasarrufa kadirdir. Her gönül kendi cisminde tasarrufa mahirdir. Cemî' a'zâ, kalbe mutî' ve müsahhardır. Bir gönül ki, tabiat âdetlerinden kurtulmuş ve melek misli hayvani ve habîs hallerden pâk ve münezzeh olmuşsa, melâike-i tîybe ahlakıyla dolmuştur. Bu cismin sahibi, başka cisim üzerine tasarrufa da kadir olur. Meselâ, ol gönül sahibi, arslana bile, şöyle heybetiyle bir baksa, her biri bir kedi gibi bir kenara büzülüp kalırlar. Has-

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

26/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

talara muhabbetle bir baksalar, şifâ ve sıhhat bulurlar. Sağlam kimselere de hışım ve gazabla baksalar, derhal .hasta ve marîz ve dertli olurlar. Bu haller bir çok tecrübelerle sabittir. Kars'da-ki Ebû Hasan Harkânî (k.s.) Hazretlerinin arslanlara yük yüklediği gibi emsalleri pek çokdur. Sihirbazların habîs olan nefes-leriyle nasıl tasarruf ettikleri de görülegelmektedir. Hâsidlerin göz değmesi (halk dilinde nazar) denilen nazarlar da böyledir. Kalbin tasarrufu üç veçhiledir. Birincisi, rü'yâ iledir. Cemi' nâ-sa keşf olur. İkincisi, ilimdir ki, umum nâsâ ta'lim ve taallüm ile hâsıl olur. Lâkin, enbiyâ ve evliyada taallümsüz, Hak tarafından ilham ile nice ulûm ve sanatları meydana koymuşlardır. Buna ilm-i ledünnî veya ilhâm-i Rabbânî denir. Üçüncüsü ise, kalbin te'siridir ki, kendi bedeninde tasarruflar eder. Amma, enbiyâ ve evliya hem kendilerinde, hem de başkalarında tasarrufa kadirdirler. Lâkin, gönül âlemine girenler ve huzûr-u Mevlâ'da edeble oturanlar, makâm-ı tevekkülde teslim ve razı olup, tedbir ve tasarrufdan el çekerler. Herhangi kâmilde bu üç tasarruf hassası bulunursa, ona havâss-ı evliya derler. Rü'yâ ile ilm-i ledünnî ve ecsâm üzerine tasarruf onların alâmetidir. 102 TASAVVUFI AHLAK III Beyit Vasf-ı lisân seninledir, vasf edemem gönül seni. Nutk-u beyân seninledir, vasf edemem gönül seni. Fikrin olsa ber Hüdâ, kalmaya sende mâsivâ. Emn ü emân seninledir, vasf edemem gönül seni. Olmasa kibr ile riya, sensin ol beyt-i Kibriya. Genc-ü nihân seninledir, vasf edemem gönül seni. Binâen alâ zâlik, Cenâb-ı feyyâz-ı mutlak Hazretlerinin biz kullarına olan ikram ve ihsanının ne kadar büyük, had ve hududa sığmaz derecede olduğunu görünce,bu halimize acımamak mümkün olmuyor. Bu fânî olan dünyaya ve nihayet ciyfe olacak bir vücuda ne kadar kıymet veriyoruz da, asıl lâzım olan gönlümüzden habersiz kalıyoruz. Halbuki bütün saadet ve selâmet, hep bu gönülün temizliğindedir. Onun temizliği yıkanmakla değil, belki kötü ve fena ahlâkları çıkarıp, iyi ahlâklarla doldurmakla olacağından, kötü ahlâkları öğrenip onlardan sıyrılmak ve keza, iyi ahlâkları da öğrenip onlarla ahlâklanmak, her mü'min için en güzel bir yoldur. Yedinci Nevi': İnsan kalbinin kendi âleminden, gerek uyku halinde ve gerekse tasfiye-i kalb ile ilhamlar aldığına dâir malûmatı bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Gönülden âlem-i berzaha pencereler açıldığı iki delîl ile sabittir. Birisi uyku halinde gördüğümüz rü'yâlardır ki, bazan aynı çıkar, bazan da misallerle gösterilir ve tâ'birlere muhtaç olur. Bu havas, pencereleri uyku ile kapatıldığı zaman, gönül aynası kirlerden ve kötü huylardan safî olur ki, o zaman gönül aynasına umûr-u gaybiye aks eder. Eşkâl-i acibe ve ahvâl-i garibeyi seyr eder. Lâkin, mevt esnasında havâss-ı beden, bi'1-külliye münkatı' olduğundan ve hicablar da ortadan kalkdığı için gönül, âlem-i melekûtu gayet parlak bir şekilde seyr edebilir. İkinci delîl de şudur ki, hiç bir kimse yoktur ki, onun havâtır^ ı kalbiyyesi olmasın. Yani herkes görüp işitmediği nesneleri ilHAKKI GÖZLEME 103 ham tarîkıyla idrâk edebilir. Lâkin, gönül âlem-i melekûtte iken herşeyi güzelce seyrediyordu, ondan i'râz edip, bu âlemdeki cis-miyle ve zahirî havâslarıyla meşgul olarak veya hayvani sıfatlarla kirlendiğinden ötürü, kendi âleminden mahcûb ve asıl geldiği vatanını seyirden men' edilmiştir. Onun için insana lâyık olan şey, dış havaslarla beraber iç havaslarını da kullanabilmek ve iç âlemini, gönül âlemini temiz tutup, Hak'kın ilhamlarını alabilmektir. Arifin kalbi musaffa görünür. Vech-i dildârî ol aynada peyda görünür. Ondördüncü Nevi': İnsan ruhunun tedenni ve terakkisini ve kamâlini bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki; ruh-u insanî olan, emr-i Rab-bânî, a'lây-ı İlliyyîndir. Bu âlem-i esfele, yâni melekût âleminden dünya âlemine ve bedenimize nazil olmuş o nûrâniyet bu zulmetle, o isti'dât bu nisyâna tebdil olmuştur. Bunun neticesi insan evvelâ hayvan mertebesinden, sonra canavarlar mertebesinden, daha sonra şeytanlar mertebesinden ve daha sonra melekler mertebesinden, ondan sonra da mertebe-i nefsâniyeden geçmedikçe, insan-ı kâmil mertebesini bulamaz. Bu da kendinden fânî olmadıkça, rûh-u izafî ile bakî olamaz. Tehzîb-i ahlâk etmeyen, yânî kötü huylan bırakıp, iyi huylarla ahlâklanmıyan hayvan mertebesinde kalarak, insan mertebesine yükselemez ve ârif-i billâh olamaz. Azizim, insanda üç rûh vardır ki, şâir hayvanât ile müşterektir. Birisi, rûh-u tabîîdir. İkincisi, rûh-u nebatîdir. Üçüncüsü de, rûh-u hayvanidir. İnsana mahsus bir de dördüncü rûh vardır kî, buna nefs-i natıka derler ki, onun taallûk ettiği yer, ancak yürekte olan nokta-i sevdada bulunan rûh-u hayvanidir. Eğer rûh-u hayvani, bu rûh-u insanî üzerine galip gelip gazab ve şehvete esîr olduysa, ol kimse hayvan bilinmiştir. Zîrâ, hüküm galibindir. Madem ki, rûh-u insanî mağlup olmuştur, o zaman idare rûh-u hayvaninindir. O kimsenin kalbi ölü, cesedi, nefsi diridir. Diridir amma, gönülsüz bir cesed halindedir. Eğer Cenâb-ı Hak1 kın inâvetiyle rûh-u insanî, rûh-u hayvaniye galip gelirse, gazab 104 TASAVVUF! AHLÂK III ve şehvetine mâlik ve sahib olursa, o kimsenin nefsi ölü, ruhu diridir. Rûhânî ve belki insân-ı kâmil olup, makamından daha âlâ makamlara vâsıldır. Rûh-u izafînin bir çok adları vardır. Akl-ı kül, akl-ı evvel ve bu sıra ile 30 kadar isim saymışlar ve en son bütün ruhların neş'et ettiği, sultân-ı hakîkat ve sırr-ı İlâhîdir demişlerdir. Bu arada rûh-u kudsî, rûh-u Muhammedî ve nûr-u Mu-hammedî demişlerdir. Şimdi, sen kendinin hangi mertebeden olduğunu bilmek istersen, kendi hallerine iyice bak. Eğer muradın yiyip içmek, uyumak ve şehvet arzularını görmekse, iyi bil ki, behâim denilen hayvan mertebesindensin. Eğer yiyip içip, şehvet arzularıyla beraber gazab, kavga, gürültü, şiddet, adavet, kahır, zulüm ve şerirlikle halkı incitip, makam peşinde isen canavarlar mertebesinde olduğunu anlarsın. Eğer bununla beraber yiyip içip uyuyup eğlenip ve şehvetinin esîri olmakla beraber yalan, hiyle, hıyanetlik ve çeşitli düzenlerle aldatıp, münafıklık da ediyorsan, bil ki mevkiin şeytan mertebesidir. Eğer az yiyip, az uyuyup, yalan ve hiyle bilmez ve cemî' halka rıfk ile muamele eder, insanlara hayırlar yapıp dualarını alır ve mülayim konuşursan, muhakkak ki, melâike-i kiram mertebesine nail olmuş-sundur. Eğer i'tidal ile hareket edip, yemek ve içmek ve uyumakta mutedil bulunur, gazab ve şehvetine mâlik olursan, ma'rifet ve mu-habbetullah yoluna da gönülden gidersen, kendi sıfatında fânî ve halik olursan iyi bil ki, hem arif ve hem ma'rûfsun. Ahlâk-ı hamîde ile mevsûfsun. Allah teâlâ'nın katında da, insanlık mertebesinde kâmil insansın. Makâm-ı âliye vâsılsın. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle kâmiller zümresine, fazl-ı keremiyle ilhak buyursun. Âmîn, bi hürmeti seyyidi'l-mürselin ve'1hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn. Azîz kardeşim! Ruh ve kalb hakkında İbrahim Hakkı hazretlerinin Ma'rifetnâme'sinde yazmış olduğu ve ekserisi Arabî ve Fârisî ile karışık cümleleri hem ihtisar hem de mümkün mertebe anlayabileceğiniz şekilde yazmağa çalıştım ise de, daha iyisi onu kitabından okumak daha a'lâ ve daha faydalı olacağını bildiğim için, mümkün olursa oradan okumanızı tavsiye ederim. Fakat bu muhtasar da olsa, bizler için faydadan hâlî olmayacağını umarım. Bu gönül işi, evvelce de arz ettiğim veçhile, lâf ile, dinlemekle veya söylemekle veya yazmakla veya okumakla olaHAKKI GÖZLEME 105 cak birşey değildir. Ne kadar güzel yazı yazanlar, ta'rif ve tavsîf edenler vardır ki, kendilerinde ise hiç birşey yoktur. Cenâb-ı Hak bizleri öyle lâf ebesi dedikleri gibi, gönülsüz sözlerden muhafaza buyursun ve gönüllerimizi îmân nuruyla doldurub, ahlâk-ı hamîde sahibi ve Peygamber (s.a.s.) Efendimizin her halimizle izi ve yolu üzerinde giden sevgili bahtiyar kullarının zümresine ilhak buyursun ve o yoldan hiç bir zaman ayırmasın. Gönüllerini unutup, şehvetlerinin esîri, cisimlerini besleyip, ahlâk-ı zemîme-lerle mülevves oldukları halde, kemâlât-ı insâniyeye ulaşamadan gözlerini bu dünyaya yuman ve ahirete de eli boş, yalnız günah-larıyla birlikte, şirk ve küfür üzerine yuvarlanıp gidenlerden etmesin, âmîn. Bi hürmeti seyyidi'l-mürselîn. Yine merhumun, bu, gönülleri uyandırma hususundaki asıl ta'kîb ettiği yol, tam Peygamberimizin (s.a.s.) gösterdiği bir yoldur. Fakat tatbîki, tabiî bu günün biz müslümanlarına hiç de kolay değildir. Çünkü bizler, hep göregeİdiğimiz bir an'anenin kurbanlarıyız. Dünya telâşelerinden kendimizi kurtarıp, şöyle bir düşündüğümüz de yok. Düşünsek de faydası yok. Çünkü önümüze kattığımız bir sürü işler vardır ki, bunlardan ayrılmamız, dünyadan ayrılmamızdan daha çok zordur. Halbuki, hepsi fânî ve boşuna kürek çekme dediğimiz nevi'den boşuna bir faaliyettir. Nihayet hepsinin sonu olan ölümden kimsenin kurtulmasına imkân olmadığını herkes pek iyi bilir. Fakat insan bir kere kendini kaptırmış olmakla kurtulması da mümkün olmuyor. Ancak Cenâb-ı Hak'kın lütuf edip esirgedikleri müstesna. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu esirgediği kullarından eylesin, âmîn. 106

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

27/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

tasavvuf! ahlâk m NEFİSLERİ ŞEHVET VE LEZZETLERİNDEN MEN

107

Nefisleri Şehvet ve Lezzetlerinden Men' Arzularına Muhalefet ve Yüce Rabb'imiz Nâziât Sûresi'nin 40 ve 41. âyetlerinde şöyle buyurur: "Her kim Rab'binin makamından korkmuş ve nefsini şehevâttan alıkoymuşsa, muhakkak Cennet, onun varacağı yerdir." Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinin ümmeti üzerine en çok korktuğu şey, hevâsına uyması ve uzun emeller beslemesi olmuştur. Zîrâ, nefsinin hevâsına uymak, mü'mini Hak'tan uzaklaştırır ve men' eder. Tûl-ü emel âhireti unutturur. "Muhâlefet-i nefs, ibâdetlerin başıdır" denilmiştir. Bazı meşâyıhdan, "İslâm nedir?" diye sormuşlar "Muhalefet kılıcıyla nefsi kesmekdir" demişlerdir. Zünnûn-u Mısrî (k.s.) Hazretleri "İbâdetin anahtarı düşüncedir", (tefekkürdür). Tefekkür demekteki isabetinin alâmeti de, nefs ü hevâsına muhalefet ve şehvetlerini terktir. Nefis haddi zatında tıynet ve cibilliyet iktizası sû-i edeb üzerinedir. Kul da, bunda edebe devamla me'murdur. Nefis, tabiatı iktizâsı kötülüklere meyyal olup, mü'min kul da bunu iyi yollara çevirmekle görevlidir. Her kim, nefsin arzusuna uyarsa, fesat işlerde müfsitlerin ortağı olur. Herkim nefsini devamlı olarak itham etmez ve onun arzularına muhalefet göstermezse, -nefis onu kötü yerlere ve işlere sürükler ve helakine sebeb olur. Akıllı bir insana nefsinden razı ve hoşnud olması nasıl mümkün olur ki, Yûsuf aleyhisselâm bile, nefs-i emmârenin kötülüğünden şikâyette bulunmuştur. Cüneyd (k.s.) der ki: "Bir gece virdimi yapmak için kalk-dım. Fakat bir tad ve halâvet bulamadım. Yatmak istedim olmadı. Oturdum olmadı, kapıyı açtım, dışarıya çıktım. Bir de baktım ki, bir adam abasına bürünmüş olduğu halde kapının önünde duruyordu. Benim çıkışımı görünce dedi ki: "Yâ ebel-Kâsım, bir dakika konuşmama müsâade eder misiniz?". Ben de "Bu vakitte hayır ola" dedim. Adam, "Ben kalbleri tahrik eden Allah-dan senin kalbini de tahrik edip dışarıya çıkmanı istedim!' Ben, "Peki muradın hâsıl oldu, hacetin nedir?" Dedi ki, "Nefsin derdine deva nasıl olur?" Dedim ki, "Nefsin hevâsına muhalefet edince dertlere deva olur!' Bunu işiten adam, nefsine dönüp, "Duydun mu?" dedi. "Ben sana tekrar tekrar söylemedim mi? Sen ise illâ Cüneyd'den duymak istedin, işte duydun" diyerek ayrıldı gitti!' Ni'met-i uzmâ, nefsin arzularına karşı koymaktır. Çünkü nefis, kul ile Hâlık arasında büyük hicabtır. Yânı, maniadır. Sehl ibn-i Abdullah (k.s.) Hazretleri, "Nefs-ü hevâya muhalefetten daha a'lâ bir şeyle ibâdet olunmadı" demiştir. Cenâb-ı Hak'kın gazabına insanı yaklaştıran şey de, "nefsin efâl ve harekâtına razı olmaktır" demişlerdir. İbrâhîmü'ş-Şeybân (k.s.) Hazretleri, nefsine muhalefet kas-dıyla kırk sene her tarafı kapalı bir yerde yattığını söylemişdir. Sırrî-i Sakatı (k.s.) Hazretleri, "Otuz veya kırk seneden beri nefsim istediği halde, eti yağda pişirip de yemedim". Ceddimden işittim ki, "Kulun âfeti, nefsinden razı oluşudur". Yûsuf-u Belhî (k.s.) Hazretleri, Hâtemü'1-Esam (k.s.) Hazretlerine bir şey göndermişler. O da kabul etmiş, "Neye kabul ettin?" diye sormuşlar. Cevaben, "Almakla kendimin zilletini, onun izzetini gördüm. Geri çevirmekte ise kendi izzetimi, onun zilletini buldum. Bunun için, onun izzetini izzetime, zelîlliğimi onun zelîlliğine tercih ettim!' demişlerdir. Bir zât demiş ki: "Ben hacca yalnız gitmek istiyordum. Bana dediler ki, "Evvelâ kalbini dünya muhabbet ve sevgisinden temizle, nefsini hevâiyâttan, dilini de boş laflardan koru, sonra istediğin yere, istediğin gibi git." "Gecesini ibâdet ve tâatle geçirenlerin gündüzleri, gündüzlerini ibâdet ve tâatle geçirenlerin geceleri, çok güzel ve hoş olur!' buyurmuşlardır. Herkim şehvetinin terkinde sadâkat gösterirse, Cenâb-ı Hak, onun ihtiyaçlarına kâfî olur. Allah için şehvetini terk edenler, Cenâb-ı Hak'kın azabından emin olurlar. Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma vahiy buyurmuşlar ki: 108 TASAVVUF! AHLÂK III "Yâ Dâvûd, eshâbım, arzu ettikleri şeyleri yemekten sakındır. Çünkü, dünya şehvetlerine bağlı olan kimselerin akılları, beni idrâkten uzaktırlar!' Bir kimse havada oturur halde görüldü de, "Sen buna nasıl nail oldun?" diye sordular. Dedi ki: "Arzularımı terkettim. Cenâb-ı Hak da bana bu kudreti müsahhar kıldı!' Bir mü'mine bir şehvet arz edilse, kendisini rızâ-yı ilâhiye-den uzaklaştırırlar korkusuyla, onların hiç birini istemez. "Hiç bir zaman işlerini, nefsinin isteklerine bırakmak mümkün olmaz. Ancak, şiddetli bir korku veya son derece aşk ve muhabbet sayesinde mümkün olur!' Her kim kötü arzularım terk eder de onun mukabilinde tad bulamazsa, o adam dâvasında kâzibdir. Ca'fer ibn-i Nasır isminde bir zâtı muhterem, Cüneyd (k.s.) Hazretlerine bir dirhem vermiş, "Bununla bana sultanî incir al" demiş. O da ahb getirmiş. İftarda bir tanesini ağzına koymuş, hemen geri çıkarmış ve ağlamış. Yemesi için ısrar etmişler. Cevaben, "Kalbime bir ses geldi ki, "Bizim rızâmız için terk ettiğin arzuna uymaktan utanmıyor musun?" denildi" buyurmuştur. Bunları okuyup anlıyoruz ki, kemâlât-ı insâniyye bizim bildiğimiz gibi kolay bir şey değildir. Çünkü nefis, haddi zâtında insanları kötülüğe doğru götürmeğe me'murdur. İnsana yakışan şey, nefsin da'vet ettiği kötü yollara girmemektir. Nefis bizim için bir binektir. Bununla âhiret yolculuğu yapmak için bu dünyaya gönderilmiş bulunuyoruz. Buna şerîat gemlerini vurmazsak, o bizi helake götürür ve sonunda yerimiz Cehennem olur. Binâenaleyh, bu kötü âkibetten kurtulmak için Cenâb-ı Hak'kın emirlerine son derece sarılıp, yasaklarından da böylece korunmak üzere hareket ederlerse, inşâallah bu gibilerin yerleri de Cennet olur. Zîrâ, ömür bir cevherdir. Kıymetine baha biçilmez. Bunu ibâdetlerle geçirebilirsek bize ne mutlu!. Bu sebebden dolayı büyüklerimiz ve ashâb-ı kiram Hazretlerinin mücâhedelerinden ve nefislerine muhalefetlerinden de biraz bahs edelim. Kırkıncı müslüman Hazret-i Ömer (r.a.), gece ibâdetlerini yaparken, nefsi bazan atâlet görterirmiş de mübarek ayaklarını kırbaçla dövermiş. Bir gün her nasılsa ikindi namazının cemâatini kaçırdığı için, ikiyüzbin dirhem kıymetinde-ki bahçesini tasadduk etmiştir. NEFİSLERİ ŞEHVET VF IF7.7ETLERÎNDFN MEN

109

Gene, Talha (r.a.) Hazretleri de bahçesinde meşgul iken, cemâatle namazı kaçırınca, o da bahçesini Resûlullah'ın emrine tasadduk etmiştir. Hazret-i Ömer (r.a.)'ın oğlu da kaçırdığı bir cemâatin sevabını kazanabilmek için, yirmibeş vakit namaz fazla kılarmış. Hattâ bir akşam namazını iki yıldız görünceye kadar te'hir ettiğinden dolayı iki köle âzâd etmiştir/5//5j (3/15) Îhyâü'1-Ulûm, c.3, s.367. 110 TASAVVUF! AHLÂK III ALLAH'TAN KORKU VE RECÂ 111 Allah'tan Korku ve Recâ "Hikmetin başı, Allah korkusudur." Hâif, şeytandan daha ziyade nefsinden korkandır. Dâvûd aleyhisselâmı insanlar hasta diye ziyaret ederlerdi. Halbuki, Allah korkusundan ve ondan hayasından dolayı hasta gibi olur, herkes de onu hasta zannederdi. Ağlayıp gözlerinin yaşını silene hâif denmez, asıl hâif azâb olunmak korkusundan kötülükleri terk edendir. Hâif, ancak Allah'tan korkana denir. Havf ile recâ, erkek ile kadın gibidir. Hakîkat-ı îmân bundan doğar. Korkudan, rahmet, ilim ve rızâ hâsıl olur. îmânın kemâli ilimle, ilmin kemâli ise Allah korkusuyladır. İlim, îmânı kazandırır, korku da, ma'rifet-i ilâhiyeyi. Muhabbet şerbetini ancak Allah'tan korkanlar içebilir. Allah'tan korkar mısın suâline susmak lâzımdır. Çünkü, hayır dersen küfre gidersin, evet dersen yalan söylemiş olursun. Zîrâ sıfatlarımız, Allah'tan korkanların sıfatlarına benzememektedir.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

28/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Allah'tan korkanların ulemâ-i billâh olduklarını ve bu korkunun kalbdeki bütün kötü ahlâkları yakıp, beden ve cevâriha sirayet ettiğini ve bu suretle de bütün maâsîlerden uzaklaşıp, tâat-ı ilâhiye ile meşgul oldukları bir gerçektir. Çünkü bir şeyden korkanın ondan kaçtığı gibi, Allah'tan korkanların da günahlardan kaçması tabiî bir şeydir. Zîrâ, bütün kötülüklerin bir zehir olduğunu bilir de onlardan uzak kalır. Bütün a'zây-i cevârîh, huzu' ve huşu' içerisinde evâmîr-i ilâhiyeye teslim olurlar. Murakabe, muhasebe, mücâhede hep Allah korkusundaki kuvvete bağlıdır. Allah'tan korkanın kuvveti, kulun, Cenâb-ı Hak'kın celâl ve azametine ma'rifeti nisbetindedir. Korkunun en küçük derecesi, mahzûrâttan kendisini men' etmesidir. Hattâ, işlenmesinde mahzur olmayan şeyleri terk etmesi dahî, kendisinin korkusundaki sıdkına delildir. Onun için bu gibi zevat dünyanın hiç bir şeyine iltifat etmezler ve ellerindeki mal ve mülkü ve hattâ nefeslerinden hiç bir nefesi bile Allah teâlâ'nın razı olmayacağı bir yere harcamazlar. Bu korkudaki sıdkları sebebiyle sahib-i iffet olup, şehvetlerinin arzularına tâbi' olmazlar. Bu korku, âhirette insanın saâdet-i uzmâsıdır. Kul için en büyük saadet de Mevlâ'sına mülâkî oluşudur. Halbuki, bu saadete ulaşmak, ancak Hak'kın muhabbetini kazanmakla olur. Bu muhabbet de, ma'rifet-i ilâhiye ile hâsıl olur. Ma'rifet-i ilâhiye ise, ancak devamlı bir tefekkür ve zikrullah ile hâsıl olur. Buna nâiliyyet ise, ancak dünya muhabbetinin kalbden çıkmasıyla olur. Bu da ancak dünya lezzet ve şehvetlerini terk ile mümkündür. Bunun için de, ancak şehvetleri yıkıcı hakîkî bir korku lâzımdır. Bu korku, öyle bir fezâili câmi'dir ki, iffeti, takvayı, verâ'ı mücâhedeyi ve Allah celle ve alâ'ya sevgili olan amelleri yapmasına ve Cenâb-ı Hak'ka tekarrübe vesiyle olur. Hidâyet ve rahmet-i ilâhiye, Hak'dan korkanlar için olduğu gibi, Allah teâlâ'nın kullarından ve kullarının da Allah teâ-lâdan razı olmaları, bu korkuya bağlıdır. Hak'tan korkanlar, refîku'l-a'lâda Peygamberlere arkadaş olurlar. Refîku'1-a'lâ, en büyük makamdır ki, Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, ölüm hastalığında iken, dünyada kalmakla, âhirete göçmek hususunda muhayyer bırakıldıkları zaman, bu makamı istemişlerdi. "Allah teâlâ'nın indinde, sizin en ekreminiz müttekîlerinizdir" buyurulnıuştur/3/76^ Onun için hiç bir mü'minden Hak korkusunun ayrılması tasavvur olunamaz. Hak korkusunun za'fiyeti, îmân ve ma'rifet-i ilâhiye zayıflığından ileri gelir. Hakîkî korkucular Cennât-ı âliyâ-ta hesapsız dahil olurlar. Bu sebebledir ki, Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, İbn-i Mes'ûd (r.a.)'a: "Benden sonra bana mülaki olmayı istiyorsan, (3/16) Hucurât, 13 112 lAÜAVVUtl AHLAK-HI Allah'tan korkmayı çoğalt, kuvvetlendir. Allah korkusu, insanları hayırlara sevk eder. Zikrullah da yine Allah korkusu olanlarda bulunur. Bunlara iki Cennet va'd olunmuşdur. Allah'tan korkanlar her şeyden korkar. Allah'tan gayrisinden korkanı ise, Allah, her şeyden korkutur. Allah'tan çok korkmak, aklın kemâline alâmettir", buyurmuşlardır. Yahya ibn-i Mu'âz (r.a.) buyurmuş ki: "Âdem oğlu fakirlikten korkduğu gibi âhiret ateşinden de korksaydı, şüphesiz Cennet'e girerdi!' Zünnûn-u Mısrî (k.s.) Hazretleri de: "Allah'tan korkanın kalbi erir ve Allah'a muhabbeti artar. Saadetin alâmeti şekavetten korkmaktır" buyurmuşlardır. Çünkü korku, Allah ile kul arasında bir rabıtadır. Korkunun yokluğu ile o vasıta ortadan kalkar ve kişi helake gider. Kıyamet gününde halkın emniyette olanlarının, bugünkü korku sahipleri olacakları da bildirilmiştir. Sehl ibn-i Abdullah (r.a.) Hazretleri: "Helâl lokma yemeyenlerin içlerinde Allah korkusu bulunmaz" demişdir. Süleymân-i Dârânî (k.s.) Hazretleri de, korkudan ârî olan kalblerin harab olacaklarını beyan etmiştir. Hazreti Âişe (r.a.) validemiz, Resûlullah (s.a.s.) Efendimize sormuşlar ki, "Allah teâlâ'nın verdiklerini taşadduk edenlerin kalblerindeki korku nedendir? Bu adam hırsızlık mı yaptı yoksa zina mı işledi?" Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri buyurmuşlar ki, "Hayır, ne zina ve ne de hırsızlık yapmıştır. Belki bu adam, oruç tutar, namaz kılar ve taşadduk da eder. Bununla beraber kabul olunamamak korkusu içerisindedir. Hiç bir kul yok dur ki, Allah korkusundan dolayı gözlerinden bir damla yaş çıkarsa, onun yüzüne Ce-hennem'in ateşi değmeyecektir ve yine mü'minin kalbinin Allah korkusundan titremesi ile yaprağı kuruyan ağaçların yapraklarının döküldüğü gibi, onun da günahları dökülür". Bu suretle Allah korkusundan dolayı ağlayan gözlerin sahibi kimselerin Ce-hennem'e girmeyeceği de bildirilmiştir. Ukbe ibri-i Âmir'e "Necat ne ile mümkündür?" diye sormuşlar. Cevaben: "Dilini tut, evinde otur, yânî fitnelere karışma ve hatâlarına ağla" demiştir. Hazreti Âişe validemizin: "Yâ Resûlellah, ümmetinden Cennet'e hesabsız girecekler var mıdır?" sualine cevaben Efendimiz (j.a.s.) "Evet, günahlarını hatırlayıp ağlayanlardır" buyurmuşlardır. Allah teâlâ Hazretlerine en sevgili damlalar, fî sebîlillah şehitlerin kanlan ile, Allah korkusundan ağlayanların göz yaşlarıdır. Kıyamet gününde, Arş'ın gölgesinden başka hiçbir gölgeliğin bulunmadığı zamanda, ancak Allah korkusundan göz yaşları akıtanlarla, gizli olarak Allah'ı zikr edenler Arş'm gölgesinde gölgeleneceklerdir. Yâni, ancak onlar istirâhat-ı kâmile sahibidirler. Ebû Bekrinis-Sıddîk (r.a.) Hazretleri de: "Ağlamaya gücün yeterse ağla, ağlayamazsan ağlar gibi hüzünlü ol" buyurmuşlardır. Bazı büyükler ağladıkları vakitte göz yaşları ile yüzlerini mesh ederler ve "Göz yaşlarının değdiği yerlere Cehennem ateşi değmeyecektir" derlermiş. ' Kâ'bül Ahbâr (r.a.) buyurur ki, Allah teâlâ'ya kasem ederek, "Allah korkusundan dolayı gözlerinden yaşların akması, bana, bir dağ altının tasaddukundan sevgilidir:' Abdullah ibni Ömer (r.a.): "Allah korkusundan dolayı gözlerimden bir damla yaşın damlaması, bana bin dînâr taşadduk etmekten sevgilidir" buyurmuştur. Allah korkusu insanları güzel amellere sevk etmekle beraber, şehevânî ve nefsânî meyillerden ve dünyaya bel bağlamak-dan uzaklaştırır. Onun için kula lâyık olan, Cenâb-ı Hak'ka korku, recâ ve muhabbet üzerine ibâdetine devam etmektir ki, bunlara hakîkî muvahhid derler. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhis-selâma: "Beni kullarıma sevdir" diye vahy etmişler, o da (Nasıl sevdireyim?) deyince, "Benim ni'metlerimi, ihsanlarımı onlara hatırlat" buyurmuştur. Çünkü, saadetin en büyüğü O'nu bilmekle olur. O'nu bilmek te, dünyâyı kalbten çıkarmakla olur. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri de, Cenâb-ı Hak'ka şöyle yalvarmışlar:

,

,ÜI

(Allâhümme'rzuknî hubbeke ve hubbe men ehabbeke ve hubbe mâ yukarribünî ilâ hubbike ve'c al hubbeke ehabbe ileyye min'el-mâ'il-bârid). 114 TASAVVUFf AHLÂK III Mânâsı: "Yâ Rab, beni seni sevmekle ve seni seveni (dostlarım) sevmekle ve beni senin sevgine yaklaştıracak şeylerle (amellerle) nzıklandır ve senin muhabbetini bana soğuk sudan daha sevgili kıl!' demektir. Korku nasıl elde edilir? Korku, îmânın kuvveti ve yakînın kendisinde zuhur etmesidir. Allah teâlâ'ya, kıyamet gününe, Cennet ve Cehennem'e, he-sâb ve teraziye, kabir azabına yakînen inanmakla beraber, günahı mucib hareketlerden nefsine hâkim olmak ve Cennet'e lâyık olmak için de, ibâdet ve tâatte dâim olmak gerektir. Hazreti Alî (k.v.) Efendimiz, "Cennet'e müştak olanlar, şehvetlerinden uzaklaşırlar. Cehennemden korkanlar da, haramlardan kaçarlar" buyurmuştur. Bunun için insana düşen, dâmî surette nefsiyle mücâhede ilerzikrullah ve tefekküre devam ederek Hak'ka olan ma'rifetini kemâle ulaştırması lâzımdır. Ma'rifet-ten sonra ki makam ancak muhabbet makamıdır. Mahbûbunun işlerine razı olmak ve ona i'timâd edip tevekkül etmek de muhabbetin îcâbmdandır. Bunun da iki yolu vardır. Meselâ, bir çocuk, odasında otururken bir yılan gelse, çocuk ondan korkmaz. Belki onunla oynamak ister. Hattâ elini ona uzatır. Lâkin onun yanında babası varsa yılanı görünce kaçar. Çocuk da babasının kaçışından korkarak o da kaçar. Çocuğa korku ancak, o zaman gelir. Babanın korkusu yılanın zehirli ve öldürücü olduğunu bil-mesiyledir. Çocuğun korkusu ise babasını taklid iledir. Babasına olan i'timâdından dolayı o da korkmuştur. Cenâb-ı Hak'kın azabından hakkîyle korkmak, ulemâ-i bil-lâh ve erbâb-ı kulûb olan kimselere mahsusdur. Cehennem'den korkmak ve Hak'tan ayrılmak korkusu ise,

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

29/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

ârif-i billâh için bahis konusu ise de, diğerlerinin korkuları taklid iledir, çocuğunki gibi. Çocuk kemâle geldiği vakit, nasıl bizzarure korkarsa, bilerek korkar. İşte halk da ibâdet ve tâate devam ve isyanlardan uzun müddet uzak kalarak, ma'rifet-i ilâhiye zirvelerine yükselirse, o da kemâle gelen çocuk gibi bizzarure korkar. Yırtıcı hayvanlardan korkmak, onların gaddar pençesine düşmek tehlikesinden korunmak, idrakten ileri gelir. Bir kimse, Allah'ın hududKORKU NASIL ELDE EDtLİR? 115 suz kudretini ve Kahhâr sıfatını ve istediğini yapmakta muhtar ve Kadir olduğunu bilince, bizzarure o da Allah'tan korkacaktır. Hâlık-ı zü'1-celâl'e mâ'rifeti kemâle erince, ne hayvandan ne de şâir korkunç şeylerden korkar. Zîrâ bilir ki, her şey Allah te-âlâ'nın emrine müsahhardır. Asıl korkulması lâzım olan, bunların yaratıcısı olan ve bunlara o kuvveti veren, Hâlık-ı zü'l-celâl'dan korkmanın lüzumu tezahür eder. Gözlerden perde kalkınca bilir ki, canavarlardan korku, Allah'tan korkunun aynıdır. Çünkü, bu durumda Hâlık-ı zü'1-celâFın Kahhar sıfatının tecellisi o hayvan vasıtasıyladır. Binâenaleyh, korkmak lâzım gelirse, varlıkların sahibi Hazret-i Allah'tan korkmak lâzımdır. Sahâbe-i Kiram ve Selef-i Sâlihînin korku lan hakkında Ebû Bekrinis-Sıddîk (r.â.) Hazretleri, bir uçar kuşu gördüğü zaman: "Ah ne olur ey kuş! Ben de senin gibi olaydım da, beşer olarak yaratılmayaydım." dermiş. Ebû Zer (r.a.) de, kesilen bir ağaç olmasını istermiş. Hazreti Talha ve Osman (r.a.) da, öldükten sonra ba's olunmamalarını isterlermiş. Hazreti Ömer (r.a.) da, Kur'ândan bir âyet işittikleri vakit bayılarak yere düşerlermiş ve bu hastalığından nâşî dostları ziyaretine gelirlermiş. Bir gün yerden bir saman çöpü alarak, "Keşke ben de böyle bir unutulan bir şey olsaydım ve keşke anam beni doğurmasaydı" diye müteaddid sözlerle, Allah korkusunun kendilerine verdiği dehşeti ifade etmişlerdir. Hazreti Ömer (r.a.) ağlamaktan yüzlerinde iki siyah çizgi peyda olmuştu. "Eğer kıyamet günü olmasaydı, bizi başka türlü görürdünüz" derlermiş. Bir gün: "(Herkesin işlemiş olduğu amellerin tesbit edildiği) defterler (hesap için) açıldığı zaman" (3/17) âyetine gelince düşmüşler. Yine bir gün, namaz kılan birinin evinin yanından geçerken adam (Tûr) sûresini okuyormuş; "Ki Rab'binin azabı muhakkak vuku bulacaktır." (3/18) âyeti(3/17) Tekvîr, 10. (3/18; Tûr, 7. 116 TASAVVUF! AHLÂK III ne gelince Hazreti Ömer (r.a.) merkebinden inip, uzun müddet duvara dayanarak öylece kalmış, evine döndüğü zaman bir ay hasta yatmıştır. Eshâb-ı kiram onun neden hasta olduğunu bilememişler. Hazreti Ali (k.v.) de, sabah namazından sonra kendilerini bir hüzün istilâ eder, ellerini ovuşturarak, ashâb-ı Resûlullahın yokluğundan, onların yerine gelenlerin onlara benzemediklerinden üzüntü duyar, ashab-ı kiramın namazlarını, secdelerini, tilâvetlerini hatırlarlar, sabah zikirlerinde, rüzgârlı havalarda ağaçların yatıp kalkdığı gibi sallanır ve aynı zamanda elbiseleri ısla-nıncaya kadar gözlerinden yaşlar akıtırlardı. Halbuki, bulundukları kavmin gafletine üzülerek, tâ şehîd oluncaya kadar güler yüzle görülmemiştir. İmrân ibn-i Hüsayn ise, kendisinin çok ince savrulan kumlardan olmasını, Ebû Ubeyde ibni Cerrah (r.a.) de, kendisinin bir koyun olup, ehlinin kesib yemesini istermiş. AR ibni Hüseyin (r.a.) da, abdest aldıkları zaman sapsarı kesilirlermiş de, ailesi tarafından hâli sorulduğunda: "Ben kimin huzuruna çıkmağa gidiyorum biliyor musunuz?" derlermiş. Mûsâ bin Mes'ûd, İmâm-ı Sevrî'nin huzurlarında oturdukları vakitte, onun korkusundan ve feryadından nâşî kendilerini de bir ateş ihata edermiş. Abdü'l-Vahîd bin Zeyd (r.a.) bir gün okunmakta olan "İşte (içine amellerinizi yazdırdığımız) kitabımız! Yüzünüze karşı hakkı söylüyor. Çünkü sizin yaptıklarınızı hep (meleklere) yazdırıyor-duk"(3/19) âyet-i kerîmesini işitince bayılmış, ayıhnca: "Yâ Rab izzet-i Celâl'ın hakkı için sana kasden isyan etmedim. Bana tev-fikin ile tâatın üzerine yardım eyle" diye yalvarmıştır. Sevr bin Mahreme, âyetleri dinlemeğe takat getiremediklerinden, harf-harf okur, yine öyleyken, sayhalar atıb bayılırlar ve günlerce kendilerine gelemezlerdi. Bir gün kendilerine: "Takva sahiplerini elçiler gibi Rahmân'ın huzuruna toplayacağımız gün, mücrimleri de susuz olarak Cehenneme süreceğiz" (3/20) âyet-i kerîmesi okununca, "Ben müttakîlerden olamayan bir (3/19) Câsiye, 29. (3/20) Meryem, 85,86. SAHABE-Î KİRAMIN KORKULARI 117 mücrimim" diyerek bu âyetin tekrar okunmasını istemiş ve o sırada sayha atarak Hak'ka mülâkî olmuşdur. Bunun gibi korku âyetlerinin okunduğu zaman" tahammül edemeyip bayılanların sayısı pek çoktur. Bunlar gibi sabahlara kadar ağlayıp, sızlananları da yazmağa güç yetmez. İbn-i Abbâs (r.a.) dan, hâifînin (korkanların) hallerinden sorulmuş, buyurmuşlar ki: "Kalbleri korkudan yaralanmış, gözleri de ağlamaktan... Nasıl sevinebiliriz ki? Ölümün arkamızda, kabrin önümüzde, kıyametin de en son varacağımız yer, yolumuzun da Cehennem üzerinden geçtiğini ve Huzûr-u Rab'bil âle-mînde durulacağını bilen kimseye sevinmek nasıl mümkün olur?" Gülmekte olan bir gence demişler ki: "Ey genç, sen sıratı geçtin mi? Cennete mi yoksa Cehenneme mi gideceğini biliyor musun?" Genç: "Hayır" demiş. Öyle ise bu gülmek nedendir?" demişler. Hâtemü'1-Esam (k.s.) Hazretleri: "İyilerin arasında bulun^ duğuna mağrur olma, çünkü, Cennet'ten daha iyi bir yer yokken, Âdem aleyhisselâmın başına gelen ma'lûm. Çok ibadetten de mağrur olma, İblis'in de o kadar ibâdetten sonra başına gelen ma'lûm. Çok bilgine de mağrur olma, çünkü (Bel'am) îsm-i A'zamı da bilirdi. Onun da akıbeti ma'lûm. Sâlihleri gördüm diye de mağrur olma, zîrâ Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimizden daha büyük kimse var mıdır ki, onu hergün gören akrabalarının ve Ebû Cehil gibi düşmanlarının da hâli ma'lûm!' demişlerdir. / Ma'siyetten korkuya, sâlihler korkusu, Allahdan korkmaya da, sıddıklar ve muvahhidlerin korkusu denir. Bu korku Allah teâlâ'yı ve onun sıfatlarım bilmekten neş'et eder. Bundan nâşî hiç bir kusur ve kabahatleri olmadığı halde, azamet ve CelâFin-den korkarlar. Âsîler Cenâb-ı Hak'kı lâyıkı veçhile bilmiş olsalardı, günahlarından değil, Hak'kın kendisinden korkarlardı ve bu da yerinde olurdu. Zîrâ Cenab-ı Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerini Cenâb-ı Hak, A'lâyı illiyyîne, bi gayri vesiyletin çıkarmış, Ebû Cehl'i de, min gayri cinayetin esfel'i sâfilîne indir-mişdir. İşte bunu ve emsalini iyi düşünmek lâzımdır. Dâvûd aleyhisselâma olunan vahiyde: "Yâ Dâvüd, yırtıcı hayvanlardan korktuğun gibi, benden de kork. Çünkü bu hayvanlardan korkmak, yapılan bir cinayetin sebkat etmesinden de118 TASAVVUF! AHLÂK III ğil, belki o hayvanın satvet ve heybetinden ileri gelip, katlinden müteezzî olmaz, kalbi incinmez ve bir şey yapmazsa, o da onun şefkatinden değildir!' İnsanlar bu gibi canavarlardan nasıl korkarlarsa, sekerâti'l-mevt ve onun şiddeti, münkereynin suâli, kabir azabı, huzûr-u Rab'bil-âleminde duruş ve intizâr, ayıpların meydana çıkışından utanma, bütün hesaplann ortaya dökülüşü, sırat köprüsünde yedi yerde duruş, sorgu ve cevaplan, köprünün inceliği, Cehennemin şiddeti, Cennet ni'metlerinden mahrûmiyyet, Cemâl-i İlâhîyi müşahede mahrumiyetinden dolayı olacak korkular, acaba bir hayvandan korkma ile mukayese edilebilir mi? Hâiflerin en a'lâ rütbesi ayrılık ve Allah'tan hicablanmala-rıdır. Bu ise ancak ariflerin korkusudur. Allah celle ve alâ'ya olan ma'rifetleri kemâle ulaşmamış kimselerin basiretleri kapalı olduğundan, vuslat lezzetini, ayrılık ve uzaklık elemini idrâk edemedikleri gibi, bütün lezzetleri hayvanı ve şehevânî olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Allah korkusu bahsinde pek çok şeyler yazılabilirse de, Hazret-i Ömer (r.a.)'ın bir kıssasını da zikr ederek bahse son vermek isteriz: Abdullah ibn-i Dînâr (r.a.) Hazretleri, Ömer ibni'l-Hattâb (r.a.) ile Mekkeye giderken, dağdan inen bir çobana, "Bu koyunlardan bize satar mısın?" demişler. Çoban; "Ben köleyim satamam" demiş. "Efendine kurt yedi dersin" demişler. Çoban mukâbeleten, "Ya Allah'a ne söyleyeyim?" demiş. O zaman Hazret-i Ömer (r.a.) kendini tutamayarak ağlamaya başlamış ve köleyi efendisinden satın alarak âzâd etmiştir. "İşte Allah korkusu seni dünyada nasıl kölelikten kurtardıysa, âhirette de Cehennem azabından öyle kurtaracağını ümid ederim" demiştir.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

30/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

RECÂ VE ÜMÎD 119 Recâ ve Ümîd Recâ, sâlikin makamlarından biridir. Makam demek, sabit olan şey demektir. Sabit olmayana ise hâl denir. Bunu anlatmak için şu misal sanırım kâfidir. Meselâ, korkudan veya hastalıktan neş'et eden benzin sararmasına hâl denir ki, korku veya hastalık gidince eski hale avdet eder. Bir de altın sarısı gibi bir sarılık vardır ki, hiç bir zaman evsafını kaybetmez. İşte recânın da böylesi lâzımdır. Erbâb-ı kulûb bilirler ki, dünyâ âhiretin tarlasıdır. Kalb arz misâli, îmân da tohum misâlidir. Tâatler, arzın sürülüp ıslah edilmesi ve suların kanallarla şevki mesabesindedir. Dünya mihnet ve meşak kaderiyle boğulmuş bir kalb, çorak tarlaya benzer, ona atılan tohumlar boşa gider ve âhirette biçecek mahsul bulamaz. Halbuki, insan ne ekdiyse onu biçecektir. Binâenaleyh, ahlâk-ı mezmumelerle dolu olan bir gönül, tıpkı bir şey bitmeyen çorak arazî gibidir. İşte böyle bir yerden mahsûl ummak abdallık ve ahmakhkdır. Bu nasıl ahmaklıksa, temiz kalblilerin ibâdet ve tâati de verimli ve bakımlı bir araziden umulan mahsûldür ki, buna da recâ derler. Kul îmân tohumunu toprağa serper ve onu tâat sularıyla sular ve kalbini ahlâk-ı mezmûme dikenlerinden temizlerse, Allah teâlâ'nın fazlını beklemesine hakîkî recâ denir. Eğer îmân tohumlarını tâat sularıyla sulamaz ve kalbi ahlâk-ı rezîlelerle dolu olduğu halde dünyanın lezzetlerine kendini kaptırır, sonra da mağfiret beklerse, işte buna da ahmaklık derler. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, ahmağı ta'rif ederken, "Nefis ve hevâsına tâbi olup, Allah'tan kurtuluş umanlardır" buyurmuşlardır. İbâdet ve tâatte çalışanlar ve maâsilerden sakınanların, Allah teâlâ'nın fazlını beklemeleri ve ni'metlerin tamâmına 120 TASAVVUF! AHLÂK III ulaşmalarım istemeleri yerinde bir hakdır. Ni'metin tamâmı da ancak Cennet'e girmekle kemâle erer. Yahya bin Mu'âz (r.a.) Hazretleri: "Benim indimde en büyük gurur ve aldanma, günahların devamıyla beraber nedâmet-siz olarak Allah teâlâ'dan af ummaktır!' Korku hiç bir zaman recânın zıddı değil, belki onun arkadaşıdır. Kişiye hayatında her ne kadar korkulu olmak yakışırsa da, âhirete göçüş sırasında recâsınm, ümidinin galip gelmesi yerindedir. Hazreti Alî (k.v.) bir günahkâra, "Senin Allah teâlâ'nm rahmetinden ümitsizliğe düşmekliğin, günahından daha büyüktür" buyurmuşlardır. Bir adam, insanlara ödünç para verir, sonra vakti gelince veremeyen zenginlere müsamaha gösterir, fakirlere de alacağını bağışlamış. Bu yüzden Allahü teâlâ'ya mülâkî olduğu zaman bu hali, onun affına sebeb olmuştur. Böylece, insanları ümidle-re sevk etmek, korkutmakdan daha evlâ olduğu bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak Dâvûd aleyhisselâma, "Beni sev, beni seveni de sev ve beni mahlûklarıma sevdir" buyurmuşlardır. O da "Y£ Rab seni kullarına nasıl sevdireyim?" deyince: "Beni hüsn-ii Cemil ile zikr et. Ni'metlerimi ve ihsanlarımı onlara sayarak hatırlat." buyrulmuştur. Hayat, ilim, görme, işitme ve daha sayılamayacak kadar çok olan bu ni'metleri tefekkür, elbette insanı, bu nimetleri verene karşı şükran borcunu yapmağa mecbur eder. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri bile, çok namaz kılmakdan mübarek ayaklan şişince, ashâb-ı kiramın şefkatlerine karşı ve onların, "Evvel ve âhir bütün günahlarınız mağfiret edilmiş olduğu halde, bu kadar kendinize zahmet vermeseniz" yollu ricada bulunmalarına mukâbeleten "Cenâb-ı Hak'kın bu kadar ni'met-lerine karşı şükr edici bir kul olmayayım mı?" buyurmuşlardır. İbâdet ve tâatten mahrum ve isyanlara boğulan bir kimsenin, Allahü teâlâ'nın geniş ve namütenahi rahmet deryalarından, merhamet ve af ümid etmesi, gurur ve ahmaklık alâmetidir. Zî-râ, balın şifâ olduğu herkesçe ma'lûmdur. Fakat, kendisinde hararet galip olanlar için bir semmi katildir (öldürücü bir zehirdir). Bunun gibi Hak'dan i'râz eden kimselerin merhamet4 İlâhiyeye ilticâlarıyla birlikte, onun azamet ve heybetinden ve Kahhâr sıfatından korkarak ümidleriyle korkularını müsâvî bir hale geRECÂ VE ÜMÎD 121 tirmeleri lâzımdır. Çünkü matlub olan, bütün ahlâk ve maksatlarında adalete riâyet ederek (Hayrü'l-umûru evsatühâ) "Amellerin hayırlısı, orta olanıdır" demektir. Bu kaideden dışarıya çıkmamak lâzımdır. Zîrâ, korku ile recâ (ümîd) bir kuşun iki kanadı gibidir. Her ne zaman denk olurlarsa, kuş, rahat rahat uçar. Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.) Efendimize vahiy buyurulmuş ki: "Senin ümmetinin hesabını sana bırakacağım." Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri"Hayir yâ Rab, sen ümmetime benden daha hayırlısın." O zaman Cenâb-ı Hak da, "Biz seni ümmetin hususunda hiç bir zaman mahzun etmeyiz." buyurmuşlardır. Nitekim "İlerde (kıyamet günü) Rab'bin sana (şefaat makamını) verecek de sen hoşnud olacaksın" (3/21) mealindeki âyet-i kerîme de buna şahittir. Yine bir vahiylerinde, "Senin ümmetin benim kullanırıdır. Ben onlara senden daha merhametliyim ve onların hesabını başkalarına bırakmam. Çünkü onların kusurlarını ve günahlarını, ne senin ne de başkalarının görmesini isterim". O zaman Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, "Benim hayatım da, ölümüm de sizler için hayırlıdır. Hayatımda sünnetim ve şerîatimle sizlere hayat veren hakîkat yollarını açtım. Âhirete göçtükten sonra da, amelleriniz bana arz olunur. Hasenatınızı görünce Cenâb-ı Bârî'ye hamd eder, seyyiâtlarınızdan dolayı da Rab'bimden mağfiret dilerim" buyurmuşlardır. Bazı haberlerde bildirildiğine göre, kulun günahları göklere kadar ulaşsa dahî, mağfiret dilediği müddetçe ve tevbesinin kabul olunacağını umdukça, mağfiret-i îlâhiyeye mazhar olacağına dâir bir çok tebşîrat vardır. Şu da muhakkak ki, günah işleyince kulun defterine derhal yazılmaz. Altı saat kendisine tevbe etmesi için mühlet verilir. Bu müddet içinde tevbe ederse hiç yazılmaz. Tevbe etmediği takdirde ancak bir günah yazılır. Halbuki, kulun işlediği bir haseneye karşılık derhal on sevab yazılır. Sağdaki melek, soldaki günahları yazan meleğe der ki, "Sen o bir günahı sil, ben de hasenatından bir eksik yazayım." Resûlullah (s.a.s.) Hazretlerine gelen bir zât, "Yâ Rasûlal-lalı, ben Ramazan orucunu tutar, başka ziyade yapmam, beş vakit (3/21) Duhâ, 5. 122 TASAVVUF! AHLÂK III namazımı kılar, başka ziyade yapmam, malımdan verilecek zekâtım, hac ve tatavvuum da yoktur. Öldüğüm zaman halim nice olur." demiş. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri tebessüm buyurarak; "Kalbini iki şeyden (ki buhül ve haseddir) ve gıl (yânî ganî-met malına hıyânet)den, lisânını da iki şeyden (ki, gıybet ve yalandır), gözünü de iki şeyden (ki harama bakmak ve bir müslü-manı hakir görmektir) uzak tuttuğun, yani bunları yapmadığın takdirde benimle Cennet'e girersin" buyurmuşlardır. Cenâb-ı Hak, Kâbe-i Muazzama'yı çok şerefli kılmışdır. Eğer bir kimse bunun taşlarını birer birer yıksa, sonra da yaksa, Al-lahü teâlâ'nın velîlerinden bir velîyi istihfaf edişinin günahına erişemez. Bir A'râbî Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerine gelip dedi ki, "Allah'ın velîleri kimlerdir?" Efendimiz Hazretleri de: "Bütün müminler Allah'ın velileridirler" buyurdular. Ve şu âyet-i celîleyi okudular. "Allah îmân edenlerin yardımcısıdir. Onları dalâlet karanlıklarından (kurtarıp) hidayet nuruna çıkarır." (3/22) Bazı haberlerde, mü'min-i kâmillerin Kâ'beden efdal olduğu, tîyb ve tâhir olan mü'minin Allahü teâlâ'ya meleklerinden ekrem olduğu bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak celle ve alâ Hazretleri, fazl ve rahmetiyle kullarını Cennet'e sevk etmek için Cehen-nem'i kamçı mesabesinde yaratmıştır. Çünkü, "Ben halkı benden faydalansınlar diye yarattım, yoksa ben onlardan faydalanayım diye değil" buyurmuştur. Yine Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri buyuruyorlar ki, "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâ'ya kasem ederim ki, Cenâb-ı Hak mü'min kuluna müşfik bir ananın evlâdına olan şefkatinden daha erhamdir. Kıyamet gününde Cenâb-ı Hak kullarına öyle bir mağfiretle tecellî buyuracaklar ki, hattâ hiç bir kimsenin tahayyül edemeyeceği bu mağfiretten iblîs dahî nasîb umacaktır. Cenâb-ı Hak'kın yüz rahmetinden birisiyle, dünyanın evvelinden sonuna kadar bütün mahlûkat müstef îd olacaklardır. Anaların evlâtlarına, hayvanların yavrularına acıması, hep

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

31/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

(3/22) Bakara,257. RECÂ VE ÜMÎD 123 bu bir rahmetin eseridir. Halbuki kıyamet günü, bu bir rahmet de doksan dokuz rahmete katılarak, tam yüz rahmetle mahlû-katına tecellî buyuracaklardır." "Sizden hiç biriniz Cennet'e amelleriyle giremez, Cehennemden de kendini kurtaramaz" diyen Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerine, Ashâb-ı kiram (r.a.): Sende mi? yâ Resûlallah dediler. Cevaben: "Evet ben de" buyurdular. "Ancak Allahü teâlâ beni rahmetiyle ihata ve muhafaza buyurmuştur." "Kının kılıcı sakladığı gibi, ben de şefaatimi ümmetimin büyük günâhları için kıyamet gününe saklıyorum" buyurdular. Bir gece şiddetli bir yağmurla havanın kararması sebebiyle tavaf mahalli boşalmışdı. İbrâhîm ibni Edhem (k.s.) Hazretleri diyorlar ki, "Ben mültezem kapısı önünde durdum ve dedim ki, yâ Rab sana ebediyyen isyan etmemek üzere beni mâsûmînden kıl." Hâtifden bir ses kulağıma geldi. "Yâ İbrâhîm sen benden ismet istiyorsun, bunu bütün kullarım da istiyor, ben herkesi mâ-sûm edince kime mağfiret edeceğim?" Beriî İsrâfl devrinde iki kişi âhiret kardeşi olmuşlar. Fakat bunlardan biri âbid, diğeri de günahkâr imiş. Âbid olan dâima günahkâr kardeşine nasîhat edermiş. Bir gün günahkar, âbid olana demiş ki, "Allah seni bana gözcü mü gönderdi?" Ve yapmakta olduğu büyük bir günahdan dolayı âbid ona kızarak, "Cenâb-ı Hak sana mağfiret etmez" demiş. Halbuki Cenâb-ı Hak'dan, "Kıyamet gününde benim rahmetimi kim önleyebiliri' diye ferman-ı ilâhî tecellî etmiş. Neticede günahkâr affedilmiş, âbi-din ise rahmet-i ilâhiyeyi esirger şekilde sözleriyle dünya ve âhi-reti mahv olmuştur. Buna benzer bir kıssada da şöyle denilmektedir: Benî İsrail devrinde bir adam kırk sene yol kesicilik yapmış. Bir gün îsa aleyhisselâm havârîsiyle beraber oradan geçerken eşkiyâ, "Allah'ın nebîsi havârîleriyle birlikte geçiyorlar, ben de onlara katılsam" hevesiyle bulunduğu yerden inmiş, bir yandan onlara yaklaşmakta ve aynı zamanda da nefsini hakîr görüp; "Benim gibi bir günahkârın bunların arasında yer alması doğru mudur" diyerek nefsini küçültmekte imiş. Onun bu halini hisseden bir havârî, böyle bir adamın bizim aramızda ne işi var gibi düşünmüş ve îsâ aleyhisselâmın yanına sokularak şâkîyi geride bırakmıştır. Bu hal Cenâb-ı Hak'kın hoşuna gitmediğinden, îsâ aleyhisselâ-ma bildirmiş ki, "Ben onların amellerini mahv ettim, yeniden başlasınlar. Havarinin hasenatını, kendini beğendiği için, ötekinin de seyyiâtını nefsini hakir gördüğü için mahv ettim" buyur-muşdur. Bu vak'alar delâlet ediyor ki, recâ üzerine ibâdet efdal-dir. Zîrâ, recâda muhabbet vardır. Bir Mecûsî İbrâhîm aleyhisselâma misafir olmak istemiş. İbrahim aleyhisselâm da "Müslüman olursan misafir ederim" demiş. Bunun üzerine Mecûsî ayrılıp gitmiş. Bu sebeble Cenâb-ı Hak, İbrâhîm aleyhisselâma: "Bu kulumu dinini değiştirmeyince ıt'âm etmedin. Ben ise onu yetmiş seneden beri ıt'âm etmekteydim. Bir gece de sen misafir etsen ne olurdu?" Bu hitâb-i İlâhî üzerine İbrahim aleyhisselâm koşa koşa Mecûsîyi bulup geri çevirmiş ve misafir etmiş. Bunun üzerine Mecûsî, "Ne sebeble fikrinden döndün diye sormuş?..!' İbrâhfm aleyhisselâm da hâdiseyi anlatınca, Mecûsî, "Cenâb-ı Hak benim için böyle mi dedi? İslâmiyeti öğret bana" diyerek, İslâm'la müşerref olmuştur. Bir zât uşağına dört dirhem para vererek meyva almasını emretmiş. Uşak giderken Ammâr ismindeki bir zâtın va'zını dinlemek için bulunduğu yere gitmiş. Vaiz de vazında "Bir fakirin dört dirheme ihtiyacı var, bu miktarı kim verirse ben de dört duada bulunacağım" deyince, uşak hemen elindeki dört dirhemi uzatarak "buyurun" demiş. Vaiz, "Ne duası istiyorsun?" diye sormuş. Uşak da evvela ben köleyim, azadımı istiyorum. İkincisi, verdiğim paranın karşılığını Allah'tan istiyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ'nın efendime tevbe nasıp etmesini istiyorum. Daha ne istiyorsun? deyince, "Allah-ü teâlâ'nın beni, efendimi, seni ve kavmimi mağfiret etmesini istiyorum" demiş. Vaiz de bunları Cenâb-ı Hak'ka duâ ile arz etmiş. Köle efendisinin yanına döndüğünde, efendisi neye geç kaldığını sormuş. O da hâdiseyi anlatmış. "Evvelâ nefsimin azadını istedim" deyince, efendisi "Hemen seni âzâd ettim!' demiş. İkincisini sormuş. Verdiğim paraların mukabilini Allah'tan istedim deyince, hemen çıkarıp dört dirhem yerine dört bin dirhem vermiş. Üçüncüsünü sormuş. Sana Allah'ın tevbe nasîb etmesini istedim deyince, hemen tevbekâr olmuş. Dördüncüyü sormuş. O da, Allahü teâlâ'nın, beni, seni, RECÂ VE UMID 125 vaizi, cemâati mağfiretini istedim" demiş. O zaman efendisi, "Ben bana düşeni verdim. Buna benim gücüm yetmez" diyerek ayrılmışlar. O gece efendiye rü'yâsında hitâb edilmiş. "Ey kulum sen yapabileceklerini yaptın. Ben de bana düşeni yapayım mı?" denilmiş ve hepsinin mağfireti müjdelenmiştir. Korku ve recâ bahsinde yukarıdan beri zikredilen mütead-did vak'alar, hâdiseler, haberler, âyet-i kerîmeler gösteriyor ki, Allah'tan korkan ve ümidlerini kesenlere recânın rûhü celb edici olduğu gösterilmiş, ahmak ve mağrur kimseler ise bunlardan lâzımgelen ders-i ibreti almaktan mahrum olup, bu gibilere re-câdan ziyâde havfi mucib vak'aları ve sebebleri zikr etmek daha yerinde olurdu. Çünkü insanların çoğu, recâdan ziyâde korkudan ıslah olurlar. Kötü hayvan, kötü kul ve yaramaz çocukların recâ ile değil ancak sopa ile ve şiddet ile yola geldikleri bilinen hakîkatlerdendir. (3/23) (3/23) Îhyâü'l-Ulûm,c.4 (recâ bahsi), İmâm-ı Kuşeyrî'nin Tasavvuf Risalesi (Korku ve Recâ bahsi). 126 TA S A VVUFÎ AHLÂK III Sehâ Cûd ve Sehâ, lügatte aynı ma'nâya gelir. Yânî, cömertlik demektir. Sahî diye, malının bir kısmını fî-sebîlillah verip bir kısmını da kendisine alıkoyan kimseye denir. Cûd ise, çoğunu verip, azını kendine alıkoyandır. îsâr ise, meşakkat ve zaruretlere tahammül ile bi'1-kuvve cömertlik edendir. Bunun için îsâr, mertebelerin en yükseğidir. Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmesinde bunları övmüş ve medh ü sena etmiş, müflihûndan olduklarını beyan etmiştir. Sehâ, Allah'a yakın, kullara da yakın, aynı zamanda Cehennem'den uzak olandır. Bahîl ise, bunun zıddıdır. Yânî, Allah'dan da kullardan da uzak, Cehennem'e yakın olandır. îsâr hakkında tarihte canlı bir misâl: Cüneyd (k.s.) mürîd-leriyle beraber îdâma mahkûm olunup, infaza sıra gelince, Nuri isminde bir gencin celladın önüne fedai olarak müteaddid defalar atılması sonunda durum tekrar mahkemeye aksettirilerek, tetkik neticesinde günahsız oldukları meydana çıkmış, hepsinin kurtulmasına sebep olmuştur. Nurinin bu fedakâr hareketinin, kendini arkadaşları uğruna feda etmesinin mükâfatı kurtuluş olmuştur ki, işte îsârın delâlet ettiği ma'nâ budur. Cömertliğiyle meşhur Abdullah brn Ca'fer (r.a.) bir hurma bahçesine girmişler. Siyâhî bir kölenin orada çalışmakta olduğunu görmüşler. O sırada bahçenin sahibi de gelmiş, köleye üç parça ekmek verip gitmişti. Bu üç parça ekmek kölenin günlük ücreti idi. Neredense oraya bir köpek geldi. Köleye yaklaştı. Köle ekmeğinin birini ona verdi. Hayvan onu yedi, fakat doymadı. Bir parçasını daha verdi. Onu da yediği halde, yine bekliyordu. Köle son parçayı da verdi. Hayvan onu da yiyince gitti. Bu hali merak eden Abdullah bin Ca'fer (r.a.) köleye sordu: SEHA 127 ^'Günlük ücretin nedir?" Cevaben: "Hergün şu gördüğün üç parça ekmektir" dedi. "O halde niçin bütün gıdanı köpeğe verdin?" dedi. Köle de dedi kî: -'Bizim buralarda köpek bulunmaz, anladım ki, bu hayvan uzaklardan gelmiştir ve açtır. Onu kovmak hoşuma gitmedi. Bunun üzerine: -"Peki sen ne yiyeceksin dedim?"

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

32/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

-'Yarına kadar karınımı sıkar ve sabr ederim dedi". "O zaman anladım ki, bu köle benden de cömerttir!' bunun üzerine Abdullah bin Ca'fer (r.a.) o bahçeyi bütün âlât ve edevatıyla beraber satın alıp, köleyi âzâd ederek, bahçeyi de ona hediye etti. Bir üçüncüsü de, bir adam bir dostundan dört yüz dirhem borç istemiş. Dostu ağlayarak parayı getirip vermiş. Karısı da parayı verdiğine üzülüp ağladığını sanarak, "Madem ki üzülecektin bir özür dileyip vermeyeydin" deyince, cevaben demiş ki: "Ben dostumun halini daha evvel araştırmadığımdan dolayı ağlıyorum ki, muhtaç olup ta benim kapıma kadar gelip halini beyan etmesine meydan verdim" demiştir. Bir diğeri de, Mutraf isminde bir zat, ihtiyaç sahihlerine, "Hacetlerinizi bana yazılarınızla bildirin. Çünkü ben, hacet sahibinin yüzündeki zelilliği görmekle üzülürüm" dermiş. Ebû Mürşid isminde bir zâta bir şâir gelerek onu medh etmiş. O da "sana verilecek bir şeyim yok, git beni kadıya da'vâ et. Benden on bin akça alacağın olduğunu bildir. Kadı beni mahkemeye celb eder, ben de borcu kabul ederim. Fakat parayı vermeyince beni hapse koyarlar. O zaman benim ehl-i ıyâlım bu parayı sana vererek beni kurtarırlar" demiş. İmâm-ı Şafiî (rh.a) Hazretleri, San'â ile Mekke arasında giderken, Mekke'ye yakın bir yerde çadır kurub, yanındaki on bin dinarının hepsini öğleye kadar dağıtmış. Halbuki, bunu kendisine bir bahçe alması için vermişlerdi. İhtiyacı olduğu halde, tok gözlülük ederek insanların ellerindekine göz dikmemek, mev-cud parasını dağıtmaktan daha efdal olduğu bildirilmiştir. Çünkü, 128 TASAVVUFf AHLÂK III cömertlik yalnız varlıkta vermek değil, yoklukta iken de vermektir ve bunun daha efdal olduğu bilinen bir hakikattir. (3/24) Fakirlik halinde insana lâyık olan kanâattir. Varlık halinde de lâyık olan cömertlik ve hayırlar işlemek ve daha yüksek olarak, kendi muhtaç olduğu halde kardeşlerinin ihtiyaçları için fedayı cân ve mal etmek ve hasislikten, cimrilikten son derece uzak kalmaktır. Zîrâ cömertlik, enbiyâların ahlâkı olmakla beraber, kurtuluş esaslarından birisidir. Cömertlik Cennet'te bir ağaç olup dallan dünyaya yayılmıştır. Her kim dallardan birisine yapışırsa onu cennet'e götürür. Bu din, Allahü teâlâ'nın razı olduğu bir dindir. Buna yakışan ise cömertlik ve güzel ahlâkdır. Gücünüz yettiği kadar bu iki şeyle dininize ikram ediniz ve zinetlendiriniz. Cenâb-ı Hak bütün velîlerini ancak cömertlik ve güzel ahlâklarla cibilliyet-lendirmiştir. Amellerin en efdahnm sabır ile cömertlik olduğu da ayrıca beyân edilmiştir. Cenâb-ı Hak'kın iki huyu sevdiği, iki huya da buğz ettiği bildirilmiştir. Sevdikleri huylar, güzel ahlâkla cömertlik, buğz ettikleri ise, kötü ahlâkla hasisliktir. Allahü teâlâ bir kuluna hayır murad ederse onu, insanların ihtiyaçlarını görmeye me'mur eder. Cennet'e girmeye sebeb olacak amellere delâletini isteyenlere, Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri "Bol bol selâmı açıklayın, güler yüzle konuşun ve yemek yedirin" diye buyurmuşlardır. Cömertlerin kusur ve hatalarıyla ilgilenmeyiniz. Çünkü onlar kusur yapdıkça Allahü teâlâ onların ellerinden tutar. Ya'ni affedilmelerine vesiyleler kılar. Yemek yedirenlerin rızıkları ve kısmetleri, deve hörgücüne vurulan bıçaktan daha çabuk gelir ulaşır. Allahü teâlâ, yemek yedirenlerle, melâikelerine iftihar eder. Kendisi cömert olduğundan, cömertleri ve güzel ahlâkları sever. Sözlerin adîsini hoş görmez. Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, İslâm üzerine kendisinden ne istenirse onu muhakkak verirdi. Hattâ bir kere bir adama, iki dağ arasındaki bütün koyunları vermiştir. Adam kavmine vardı. "Ey kavmim hemen müslüman olun. Muhammed (s.a.s.)

SEHA 129 (3/24) Câmiül-Usûl, sahife 126. Hazretleri, fakirlikten korkmayan insanlar gibi ihsan etmektedir!' demiştir. Allahü teâlâ Hazretleri, kullarının faydalanması için bazı kullarını me'mur etmişdir. "Menfaatlere hasislik eden kimselerden me'muriyetlerini alıp başkasına verin" buyurulmuştur. Ya'ni, "Kulların menfaatine yaramayan hasislerin elinden servetini alıp başkasına verin" demektir. Cömertlerin yemeği derdlere deva, bahîllerin yemeği de dertlere sebeb olur. îsâ aleyhisselâm, "Ateşin yiyemeyeceği şeyleri çoğaltınız" buyurmuştur. O nedir diye sormuşlar "Ma'rûftur" demiştir, (yani, hayırlar, ikramlar, ihsanlar) Cennet cömertlerin yeridir. Câhilin cömerti bile, hasis olan âlimden iyidir. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri: "Ümmetimin evliyaları, Cennete fazla oruçlarıyla ve fazla namazlarıy/a değil, belki nefislerinde-ki cömertlik, içlerinin temizliği ve mûslümanlara nasihatlariyle girerler." İkram ve ihsanlarını kullardan esirgemeyen insanlara, Allah'ın rahmeti öyle erişir ki, çorak yerlere düşen yağmurlarla nasıl oralar hayat bulursa, bunlar da öyle bir hayata kavuşurlar. Her ma'rûf bir sadakadır. İnsanın nefsine ve ehline olan infâkı da sadakadır. Irz, namus ve şerefin muhafaza ve müdâfaası için verilen şeyler de sadakadır. Kişinin infak ettiği sadakaların mukabilinde Allah celle ve alâ tarafından kendine karşılığının verileceği bedîhîdir. Bütün hayırlar sadaka olduğu gibi, hayırlara delâlet eden de sadakayı veren gibidir. Mûsâ aleyhisselâma Allahü celle ve alâ Hazretleri, Sâmi-rî'yi cömertliğinden dolayı kati etmemesini emr etmiştir. Hazret-i Alî (k.v.) buyurmuşlar ki, dünya sana ikbâl edince, ondan dâima infâk et ki, tükenmesin. Dünya senden yüz çevirince, yine infâk et ki, bu hal devanı etmesin. Hazret-i Alî'nin oğlu, Hazret-i Hasan (r.a.)'e keremden sormuşlar. "İstemeden önce hayırları ve iyilikleri işlemek ve mahallinde yemek yedirmek ve isteyince vermekle beraber ona acımaktır!' Yine Hazret-i Hasan'dan bir kimse mektup yazarak bir hacet istemiş. Mübarek, mektubu okumadan uşağına, "İsteklerini verin" diye emr etmiş. "Mektubu okusaydınız da sonra 130 TASAVVUF/AHLÂK III verseydiniz" diyenlere, "Mektubu okuyuncaya kadar onu zillet makamında tutmak istemedim" buyurmuştur. Yine buyurmuşlar ki: "Bir malı isteyene vermek sehâvetten sayılmaz. Asıl sehâ, hukuk-u İlâhiyeye riâyetle beraber tâat ehline şükrünü beklemeksizin vermektir!' Hasan Basrî (k.s.) Hazretleri de, sehâdan yani cömertlik-den sorulduğunda, "Malını Allah yolunda vermekten ibarettir" demiştir. Yine israftan sormuşlar. "Riyaset sevgisiyle vermektir" demiş. Ca'fer-i Sâdık (r.a.) Hazretleri de; "Akıldan iyi yardımcı bir mal oimaz, cehilden de, büyük musîbet olmaz!' buyurmuştur. Allah celle ve âlâ Hazretleri: "Ben cömerdim, kerîmim, bana leîm olanlar yaklaşamazlar" buyurmuştur. Leîm, hasis ve soyu bozuk ma'nâsınadır. Bu hal de küfürdendir. Küfrün yeri ise Ce-hennem'dir. Cömertlik ve kerem, îmândandır. Ehl-i îmânın yeri de Cennet'tir. Hazret-i Huzeyfe (r.a.) dininde Hak'tan uzaklaşan, maîşe-tinde bilgisi olmayan, akılsız olup bir işe veya san'ata muktedir olmayan kimselerin bile cömertlikleri sebebiyle Cennet'e gireceklerini bildirmiştir. Kays'ın oğlu Ahnef, bir adamın elinde para görmüş. "Bu para kimindir?" diye sormuş. Adam , "Benimdir" deyince; Cevaben "Hayır, o senin elinde oldukça senin değildir. Ne zaman infâk edersen o zaman senin olur", demiştir. Hazret-i Hasan (r,a.), kardeşi Hazret-i Hüseyin (r.a.)'a yazdığı bir mektupta şâirlere verdiği paralardan dolayı onu tenkid etmiştir. Kardeşinden aldığı cevapta; "Malın hayırlısı, ırz, namus ve şerefin muhafazası için harcanan paradırî'denilmektedir. Uteybe'nin oğlu Süfyân'a, "Cömertlik nedir?" diye sormuşlar. Cevaben; "Din kardeşlerine yapılan iyilikler ve mallarıyla yapılan cömertliktir!' demiştir.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

33/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Ubey Hazretleri, elli bin dirhem mîrâsa erişmiş. Bunları keselere koyup ihvanlara dağıtmıştı. "Niçin böyle yapıyorsun?" diyenlere, "Ben kardeşlerime bahâ biçilmeyen Cennet'i, namazda iken istiyorum da, mal cihetinden onlara hiç bahîllik edebilir miyim?" demiştir. SEHA 131 Ba'zı sahîlerin halleri: Hazret-i Muâviye, Hazret-i Âişe (r.a.) validemize, yüz seksen bin dirhem para hediye göndermiş. Hazreti Âişe (r.a.) validemiz ise, cariyesini çağırıp, bunların hepsini fukara ve muhtaçlara dağıttırmıştır. O gün oruçlu oldukları için, akşam iftarda ekmek ve zeytinden başka bir şey olmayınca cariyesi, "O paranın bir dirhemiyle et alsaydık da iftar etseydik olmaz mıydı?" deyince, buyurmuşlar ki, "Önceden söyleseydin öyle yapardık" demiş ve hareketiyle kendisinin aza kanâat ederek, gelen hediyenin hepsini muhtaçlara dağıtmakla örnek bir sehâ göstermiştir. Enes (r.a.)'den: Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinin, Zübeyr ibn-i Avvâm Hazretleri için buyurdukları şu hadîsi şerîf şâyân-ı dikkattir. Meali, "Yâ Zübeyr, sen bil ki, muhakkak kulların ıraklarının anahtarı, Arşın hizâsındadır. Cenâb-ı Hak, her kula in-fâkı nisbetinde rızık verir. Çok verene çok, az verene az ihsan eder. Sen de bunları bilirsin" buyurmuşlardır. Basra âlimleri, İbni Abbâs (r.a.)'a gelerek, çok oruç tutan ve gece ibâdeti yapan komşularından bir zâtı medh ü sena etmişler. Bu zât kızını kardeşinin oğluna tezvîc etmiş, fakat fakirliğinden dolayı ona verecek bir şeyi olmadığı için üzülüyor-muş. Bu sözleri dinleyen İbn-i Abbâs (r.a.) Hazretleri, bunlara çok para vermek istediği halde demiş ki, "Bizim bu âbidi böyle paralarla meşgul etmektense, onun kızının cihazını biz tekeffül ediyoruz. Onun Rabbine olan ibâdetine manî olmak keremden değildir. Biz Allah'ın evliyalarına hizmet etmekle iftihar ederiz." buyurmuşlardır. Hazret-i Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile, Abdullah İbn-i Ca'fer (r.a.) birlikte hac dönüşlerinde aç ve susuz kalmışlar. Kendilerine ikramda bulunan bir ihtiyar kadından gördükleri ikrama karşı, yurtlarına vardıklarında, Hazret-i Hasan ve Hüseyin (r.a.) biner koyunla biner de dinar, Hazreti Abdullah (r.a.) da iki bin koyun ve iki bin dînâr göndermek suretiyle ikram ederek, bir öğün yemek ve bir parça suya mukabil, mürüvvetlerinin derecesini göstermişlerdir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bunların şefaatlerine nail eyıesin; âmîn. Abdullah ibn-i Âmir (r.a.) câmi'den yalnız başına evine dönerken, bir genç yanına sokulmuş. Abdullah (r.a.) "Bir hacetin mi var?" diye sormuş. Genç, "Hayır, yalnız sizin iyiliğinizi iste132 TASAVVUF! AHLÂK III rim. Sizi yalnız gördüm de bir zarara dûçâr olmanızdan korkarak, sizi korumak üzere geldim" demiş. Abdullah (r.a.) gencin elinden tutarak evine götürmüş, kendisine bin dînâr ikramda bulunmuş ve bu terbiyesinden dolayı da onu takdir etmiştir. Arabdan bir kavm, bazı cömertlerin kabirlerini ziyaret etmişler ve orada yatmışlar. Çünkü çok uzaklardan gelmişlerdi. İçlerinden biri, rü'yasmda kabrin sahibini görmüş ve kendisinin güzel bir devesiyle, gelen misafirin devesini değişmek üzere anlaşmışlar. Bunun üzerine kabir sahibi değiştiği deveyi kesmiş. Tam bu sırada uyanan adam kendi devesinden kanlar aktığını görünce, hemen kesimi tamamlayıp etini taksim etmiş ve pişirip yemişler. Ertesi gün memleketlerine giderlerken yolda bir adamla karşılaşmışlar. O adam "Sizin içinizde falan adam var mı?" diye sormuş. Devesi kesilen adam, "Benim" diye cevap vermiş. "Senin deveni biri kesti mi?" deyince, adam "Evet" demiş. "O halde ben onun oğluyum. Bu gece rü'yamda babamı gördüm, bana dedi ki, eğer sen benim oğlumsan, benim güzel devemi götür, falan oğlu falana ver" diye bana tenbih etti. "Buyurun devenizi" demiş. Bu hikâyeler garib görülmemelidir. Gönül gözü açık olanlar, bunlardan çok dersler alabilirler. Zayıf bünyeli bir adam kendisine verilen paraların çokluğundan dolayı ağırlığım kaldıramaymca ağlamaya başlamış. "Niye ağlıyorsun? Yoksa verdiğimizi az mı buldun?" diyenlere cevaben, "Hayır, ancak sizin gibi hayır sahiplerini bu toprağın nasıl yiyeceğini düşündüm de onun için ağlıyorum" demiştir. Abdullah ibn-i Âmir (r.a.) Ukbe'nin oğlu Hâlid (r.a.) den, doksan bin dirheme evini satın almış. Akşam olunca, komşusu olan Hâlid'in evinden çoluk çocuklarının, evlerinin satılmasından dolayı ağladıklarım duyunca, derhal hizmetçisini yollamış ve demiş ki, "Git onlara bildir ki verdiğim parayı da, evlerini de tamamıyla onlara bağışladım" diyerek şefkat ve merhametinin derecesini cihana duyurmuşlardır. Hârûnü'r-Reşîd (rh.a.) Hazretleri Mâlik ibn-i Enes (rh.a.) Hazretlerine beşyüz dinar vermelerini haznedarına emr etmiş. Haznedar ise bin dînâr vermiş. Harun buna kızmış. "Beşyüz dediğim halde sen ne diye bin veriyorsun? Halbuki, sen benim bir me'murumsun" deyince, O zât "Yâ emir el-Mü'minin, benim her SEHÂ 133 günkü kazancım bin dînârdır. Ondan daha az vermeğe haya ettim de o sebeble bin dinar verdim" demiş. Hakîkaten bu zâtın hergün bin dînâr geliri olduğu halde kendisine zekât vâcib olmayan, tarihin pek az kayd ettiği müstesna simalardan bir zat imiş. Bir kadın bu zâttan (El-Leys ibn-i Sa'd) (rh.a.)'den biraz bal istemiş. O da bir tulum bal vermiş. "Neden böyle yapıyorsun? Bir miktar versen kâfiydi" diyenlere cevaben "O ihtiyacı kadar istedi. Bize lâyık olan da kerem ehli olmakdırî' demiş. Bu zât hergün üçyüz altmış miskine tasadduk etmedikçe konuşmazmış. (3/25) Kays ibn-i Sa'd (rh.a.) hasta olmuş, fakat ziyaretçileri gelmediğinden üzülmüş. Üzüntüsünün sebebini bilenler onu teselli için "Sana borçlarından dolayı utandıkları için gelmiyorlar" demişler. Cevaben "Allahü teâlâ, ihvanlarımın ziyaretime gelmesine manî olan malı yok etsin" demiş ve hemen bir dellâl çıkararak, Kays ibn-i Sa'd, kimde alacağı varsa helâl etmiştir. Alâkalılar bilsinler diye îlân etmiştir. İşte bu devir, cömertlik sahasında örnek teşkil edecek bir çok misâllerle doludur. Ebû İshâk (rh.a.) diyor ki, "Ben Küfede, Eşas'ın mescidinde sabah namazını kıldım. Bir zât benim önüme bir kumaş kaftanla bir çift papuç bıraktı. Ben adama buralı olmadığımı söyledim. Fakat o adam bana, "Camiin sahibi akşam Mekke'den geldi. Camisinde sabah namazı kılanlara, kim olursa, olsun bu hediyelerin verilmesini emretti!' dedi. İşte bu da cömertliğin bir başka örneği. Mekke'de mücavir olan İmâm-ı Şafiî (rh.a.) Hazretlerinden işitilmiştir ki, Mısır'da fukaranın hizmetine âmâde, ma'rûf bir zât varmış. Fakir bir adamın bir çocuğu dünyaya gelmiş. Fakat hiç bir şeyleri olmadığından ve kimseden de yardım görmediklerinden bu zâta gitmişler. Halbuki o da o tarihde rahmet-i Rah-mân'a kavuştuğundan mezarına gitmişler. Hallerini arz etmişler. O gece rüyalarında cömertliğiyle mâruf o zâtı görmüşler. Onlara, "Bütün dediklerinizi duydum. O zaman cevaba izin olmadığından, şimdi bildiriyorum. Evlâtlarıma gidin, söyleyin. Fa(3/25) İhyâü'1-Ulûm, c.3, s.217. 134 TASAVVUFÎ AHLÂK III lan yeri kazsınlar, oradaki bir kavanoz içindeki beşyüz dinarı size versinler" demiş. Adam o zâtın evlâtlarına gitmiş, söylemiş. Hakikaten parayı çıkararak adama vermişler. Adam demiş ki, bununla hüküm olunmaz. İçinden bir dînâr almış, gerisini olduğu gibi derhal fukaraya dağıtmış. Bu da başka bir örnek. Bu hali duyan Kays ibn-i Sa'd (rh.a.), "Bu adam bizden daha cömerttir" demiş. Bu hâdise ayrıca cömert insanların ölmediğine bir işarettir. İmâm-ı Şâf ıî (rh.a.) Mısır'da ölüm hastalığına tutulduğu vakitte, "Beni falan yıkasın" diye vasiyyet etmiş. Vefatında o zâtı çağırmışlar. Vasiyyetnâmesini istemiş. Bakmış ki yetmiş bin dirhem borcu var, hemen bu borcu kendi üzerine alıp ödemiş ve "Kendini bana yıkatmaktan maksadı, borçlarını ödetmek içindi" demiş. Bu zâtın zürriyetleri de hâlen bu cömertlik sıfatlarıyla muttasıflarmış. Halbuki Şafiî (rh.a.) Hazretleri San'â'dan Mekke-i Mükerreme'ye gelirken on bin dînârı bulunuyormuş. Bunların hepsini, daha Mekke'ye girmeden evvel, sabandan öğleye kadar bir müddet içinde tasadduk etmiştir. Bir zât Halîfe Me'mûn'a gitmiş. Me'mûn ona yüzbin dirhem ikramda bulunmuş. Fakat adam bunları derhal tasadduk etmiş. Me'mûn'a bu durumu bildirmişler. Adam tekrar yanına gelince, Me'mûn onu azarlamış. Adam cevaben, "Yâ Emîr el-Mü'minîn, mevcud olanı vermemek Ma'bûda sû-i zandır!' Bu ce-vab üzerine Me'mûn da ikiyüzbin dirhem daha ikramda bulunmuştur. Yine bir adam Sa'd İbni'1-Âs (r.a.) Hazretlerinden ihsanda bulunmalarını rica edince, yüzbin dirhem ikram etmişler. Bu büyük ikramı gören adam ağlamağa başlamış. Sebebi sorulunca, "Bu toprağın sizin gibilerini nasıl yiyeceğini düşünüyorum da onun için ağlıyorum" demiş. Bu söze mulcabeleten yüzbin dirhem daha ikramda bulunmuşlar. Hazret-i Osman (r.a.)'m, Talha (r.a.)'dan elli bin dirhem alacağı varmış. Bir gün, Hazret-i Talha (r.a.) "Paranızı getirdim buyurun" demiş. Fakat Hazret-i Osman (r.a.) "Onların hepsi senindir" diyerek almamışlar ve mürüvvetlerini izhar buyurmuşlardır. Halbuki Hazret-i Talha (r.a.)'ın kendisinde bir gün çok hüzün görülmüş. "Bu hal nedir?" diye sorulunca, cevaben, "Elimdeki malların çokluğu beni hüzne sevk ediyor" demiş. Buna ceSEHÂ

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

34/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

135 vaben de, "O halde kavmini çağır, mallarını dağıt" demişler. O da bu tavsiyeye uyarak mallarını kavmine dağıtmıştır. Ne kadar tasaddukta bulunduğunu hizmetçisine sormuşlar, cevaben, "Dört-yüz bin dirhem dağıttık" demiş. Bir Arabî, Hazret-i Talha'ya (r.a.) gelip bir yardım istemiş. Herhalde mevcud parası yokmuş ki, üçyüz bin dirhem kıyme-tindeki arazîsini ona vermek istemiş ve demiş ki, "İstersen bu arazîyi al, istersen satıp parasını vereyim" demiş. Adamın arazîye ihtiyacı olmadığından parasını istemiş, o da satıp, parasını vermiş. İşte yukarıdan beri sıralanan cömertlik örnekleri, bugünkü ölçülerle havsalamıza sığmayacak kadar büyük, büyük fedâkârlıklardır. Bunlarla aramızdaki farkın mukayesesini okuyanlarımızın ferasetine bırakmaktan başka çâre görmedik. Çünkü, bunları dile getirip anlatabilmek ne kafamızın, ne de kalemimizin harcıdır. İşte bir daha : Hazret-i Alî (k.v.) Efendimizi birgün ağlarken görmüşler. "Hayır ola, ağlamana sebeb olan ne diye?" sormuşlar. Cevaben "Ben, yedi gündenberi evime misafir gelmediğinden, Cenâb-ı Hak'kın kahrına uğradım korkusuyla ağlıyorum" buyurmuşlar. Binâenaleyh, her evin bir misafirhane odası hattâ, bir de mes-cid odasının bulunması şeâir-i islâmiyedendir. Hem de bunların eski ta'bir ile, harem ve selâmlık olması gereklidir. Zîrâ, gelen misafirlerin istirahatlerine ev sahihlerinin manî olmaması ve ev sahihlerinin de rahatsız olmamaları îcâb eder. Fakat bugün yapılan apartmanlarda bu hususlara, hiç de riâyet edilmediği görülmektedir. Halbuki, evin zekâtı, onun misâfirhânesidir. Misafirhanesi olmayan evler zekâtı verilmeyen paralara benzer. 136 TASAVVUF! AHLÂK III ISÂR 137 îsâr Sehâ derecelerinin en yükseğine îsâr denir ki kendisi muhtaç olduğu halde, malıyla, canıyla başkasına cömertlik etmek demektir. Sehâ ise, muhtaç olana ve olmayana ihsan etmektir. Kendisinin ihtiyacı olduğu halde başkalarını tercih etmek, elbette daha âlâ ve daha zordur. Bahîl, ihtiyacı olduğu halde yemeyen, hasta olduğu zaman tedâvî olmayan ve arzularını bahîlliği sebebiyle yerine getirmeyen ve bedava bulduğu zaman da yemekte tereddüd etmeyendir. Buna mukabil, kendi ihtiyacı varken başkalarını nefsine tercih edip, onların hacetlerini görmek ve onları doyurmak, giydirmek ve sair ihtiyaçlarına bakmak, ne büyük bir fazilettir. İkisi arasındaki fark, apaçık meydandadır. Cenâb-ı vâcibü'l-Vücûd Hazretleri, eshâb-ı kiram (r.a.) Hazretlerini, bu yüksek vasıflarından dolayı, Kur'ân-ı Azîmüş-şânda övmüştür. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri de, her kim ki, arzularından herhangi birini reddeder de başkasını nefsine tercih ederse, mağfiret-i ilâhiyeye mazhar olacağını beyân buyurmuşlardır. Hazret-i Aişe (r.a.) validemiz, Resülullah (s.a.s.) Efendimiz Hazretlerinin üç gün birbiri üzerine karınlarını doyurmadıklarını ve bunun dünyadan ayrılıncaya kadar böyle olduğunu bildirmiş ve "Eğer isteseydik, Cenâb-ı Hak herşeyi emirlerine âmâde kıldığı halde; biz yine başka ihtiyaç sahihlerini nefsimize tercih ederdik" buyurmuşlardır. Birgün Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerine bir misafir gelmişti. Aileleri yanında misafire ikram edilecek birşey olmadığını öğ^ renince, ensardan bir zât (Talha (r.a.) olduğunu sanırım) evine götürmüş. Onun da evinde ancak kendilerine yetecek kadar yiyecekleri olduğundan, onu misafire ikram etmişler ve sofrada bir şey yemediklerini misafire göstermemek için ışık yakmamışlar, ellerini boş olarak yemeğe uzatıp çekmişlerdir. Sanki yiyorlarmış gibi yaparak misafiri doyurmuşlardır. Sabahleyin Resülullah (s.a.s.) Efendimiz, bu hareketlerinden Cenâb-ı Hak'kın razı olduğunu kendilerine tebşîr etmiştir. Şu âyet-i kerîmenin de bu sebeble nazil olduğu bildirilmiştin"Muhacirlerden önce, Medine'yi yurt ve îmân evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinde ihtiyaç bile olsa, (onları) nefisleri üzerine tercîh ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte bunlar, felaha kavuşanların tâ kendileridir." (3/26) \ Cömertlik ahlâk-ı İlâhiyeden bir ahlâktır. îsâr ise, sehânın en yüksek derecesidir. Resülullah (s.a.s.) Efendimizin edeb ve usûlleri de böyleydi. Onun için Cenâb-ı Hak "Muhakkak sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin" (3/27) diye övmüşlerdir. Sehl ibn-i Abdullah (k.s.) Hazretleri buyururlar ki, Mûsâ aleyhisselâm, Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimizin ve ümmetinin bazı derecelerinin kendisine gösterilmesini istemiş de, Cenâb-ı Hak celle ve alâ Hazretleri buyurmuşlar ki; "Yâ Mûsâ sen buna takat getiremezsin. Lâkin sana Cennet'deki menzillerinden bir menzili göstereyim de, senin ve bütün halkın üzerine onların faziletlerini anlayasın." Melekût-ü semâvât açılarak Cennet'teki menzilleri gösterilmiştir. Hazret-i Mûsâ, oradaki nurun ve Hak'ka yakınlıkların yüksekliğinden adetâ hayran olarak demişler ki: "Yâ Rab, bu keramete bunlar ne sebeble ulaştılar." Cenâb-ı Hak da buyurmuşlar ki: "Sizlerin arasından ona vermiş olduğum husûsî bir ahlâk iledir ki, o güzel ahlâk da îsâr denilen, sehânın yüksek derecesidir. Yâ Mûsâ, bu güzel ahlâkla her kim huzuruma gelirse, onu hesaba çekmekten haya ederim ve Cennetimi de onun arzusuna terk ederim." Abdullah ibni Ca'fer (r.a.)'ın yukarıda zikr edilen hikâyesi de îsârın canlı bir misâlidir. Kendi günlük yiyeceği ekmekleri aç bir köpeğe vererek, ertesi güne kadar açlığa sabr etmeyi göze alan kölenin hikâyesi. (3/26) Haşr, 9. (3/27) Kalem,4. 138 TASAVVUF! AHLÂK III Hazreti Ömer (r.a.), ashâb-ı Resûlullah'dan bir muhtaca, pişmiş bir koyun başı ikram etmişler. Bu zât ise, "Falan kimse benden daha muhtaçtır!' diyerek başı ona göndermiş, o da kendisinden daha muhtaç olan bir diğerine... böylece baş yedi ev dolaşmış, her biri "O benden daha muhtaçtır" diyerek diğerine göndermişler. Bu suretle de kerem ve kanâatlerini, âlem-i İslâm'a kıyamete kadar örnek vermişlerdir. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, Mekke-i Mükerreme'den Medîne-i Münevvere'ye hicretleri esnasında, düşmanların kurmuş oldukları tuzaktan, Cenâb-ı Hak'kın vahyi ile haberdar olunca, Hazret-i Alî (k.v.)'yi kendi yataklarına yatırarak, düşmanlarla muhasarada olan evin içinden çıkıp, düşmanlarının üzerine bir avuç toprak serptiler. Onları gaflet uykusu bastığı sırada aralarından rahatça geçerek Hazreti Ebû Bekir (r.a.)'m evine gidip, oradan birlikte hicret yolculuğuna çıktılar. Bunun üzerine Cenâbı Hak ve tekaddes Hazretleri, Cebrail ve Mikâil aleyhisselâmlara, "Ben sizi birbirinizle kardeş ettim ve birinizin ömrünü diğerinden fazla kıldım. İmdi hanginiz kardeşinin ömrünün daha uzun olmasını istemekte ise söylesin; sizleri muhayyer kıldım" buyurdu. Fakat bunların ikisi de birbiri için tercih yapamayıp, her ikisi de uzun ömüre talip oldular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bunlara vahy etti ki, Ebû Tâlib'in oğlu Alî (k.v.) kadar olamadınız. Onu ben, Habîbim Muhammed (s.a.s.) ile kardeş ettim de, o Ha-bîb'imin hayâtını, kendi hayâtına tercih etti ve nefsini feda ederek onun yatağına yattı. Şimdi siz yere inin ve onu düşmanlarından muhafaza edin. Cebrail aleyhisselâm, Hazreti Alî'nin (k.v.) başı ucunda, Mikâil aleyhisselâm da ayak ucunda bekledikleri halde, Cebrail aleyhisselâm, Hazret-i Alî (k.v.) için, "Ne hoş, ne hoş yâ Ebû Tâlib, (babasının adı ile zikredilmiştir.) sana benzer kim olabilir ki Cenâb-ı Hak bugün seninle meleklerine mübâ-hât etmektedir!' Bunun üzerine "İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızâsını isteyerek nefsini Allah'a ibâdet yolunda sarfeder. Allah ise kullarına çok merhamet edicidir" (3/28) âyet-i celilesi nazil olmuştur. Ebü'l-Haseni'l-Antâkî'den rivayet olunur ki, otuz küsur kişi onun evinde toplanmışlar. Bunlar Rey'e yakın köylerdendiler. Yanlarında bir miktar ekmekleri varsa da hepsine kâfî gelmiyordu. (3/28) Bakara,207. ISÂR 139 Bu ekmekleri parçaladılar ve ışığı da söndürüp yemeğe oturdular. Vaktaki yemekten kalktılar ve ışığı yaktılar, gördükleri, ekmekleri doğradıkları gibi duruyor. Herbiri arkadaşını kendine tercih edip o yesin diyerek hiçbir şey yememişlerdir. Onların bu halleri o günkü mü'minlerin, kardeşlerini kendilerine tercih hususundaki yüksek ahlâk ve sehâ örneğini gösterir. Onların bu hallerini düşünürsek, kendi durumumuzun ne kadar düşünmeğe değer olduğu açıkça görülür. Huzeyfetü'l-Adevî (r.a.) Yermük muhaberesinde hasta ve yaralılara yardımda bulunmak üzere harb meydanına gitmişlerdi. Evvelâ amcasının oğlunu yaralı olarak bulmuş ve ona biraz su ikram etmek istediği sırada, yakınlarından duyulan bir iniltiye işaret eden amcasının oğlu, o sesin sahibinin yardımına koşmasını söylemişti. Huzeyfe (r.a.) diyor ki; "Gittim, gördüm Hişâm ibni Âs yaralı yatıyor!' "Ona, sana su getirdim" dediğim sırada, yanı başından bir "âh" sesi geldi. Bunu işiten Hişâm, onun yardımına koşmamı istedi. Gittim, bir de ne göreyim? Zavallı rahmet-i Rahmân'a kavuşmuştu. Hiç olmazsa Hişâm'ın imdadına yetişeyim diye geri döndüm ve

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

35/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

gördüm ki o da Mevlâsına kavuşmuştu. Hemen amcamın oğluna koştum. Ne yazık ki, o da Rahmetlik olmuştu. Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn. Abbâs ibni Dehkan (r.a.) buyuruyor ki, dünyadan kimse geldiği gibi çıkmamıştır. Yalnız Bişr ibni Hars müstesna. Çünkü ona hastalığı halinde bir kişi gelmiş, ihtiyacından şikâyet etmişti. O mübarek hasta haliyle sırtındaki gömleği çıkarıp ona vermiş ve kendisi de ödünç bir esvab alarak onun içindeyken vefat etmiştir. Bâzı sofilerden şöyle nakledilmiştir: Biz Tarsusta bulunuyorduk, bir cemâat olarak cihad kapısından çıkmakta idik. Şehrin köpeklerinden biri arkamıza takıldı. Biraz sonra bir hayvan ölüsüne rast geldik. Onu görünce yüksek bir yere çıktık. Güzelce bir yer bularak oturduk. Arkamızdan gelen köpek, hayvan ölüsünü görünce derhal şehre doğru geriye döndü. Biraz sonra arkasına taktığı yirmi kadar köpekle leşin yanına geldi. Onları getiren köpek bir kenara durmuş, ötekilerin yiyişlerini seyr ediyordu. Köpekler doyduktan sonra gittiler. O vakit kendisi de geride kalan kırıntıları yemek üzere leşe yaklaştı. İşte bu hal, hayvanlarda bile tercihin bulunabildiğini bize göstermektedir. W^ 140 tasavvuf!ahlâk ııı Cömertliğin Hududu Bahîllik şer'an mühlikâttandır. Yanî, helak edicilerdendir. Tabiî bunun bir hududu vardır. İnsan ne zaman hasis olur? Bunu bilmek herkese nasıl borçsa, sehânın da hududlarım bilmek ve insan ne zaman sahî olabilir? Onu da bilmek şüphesiz her müslümana lâzımdır. Bazan insan kendini cömert görebilir. Fakat, onu başkaları da bahîl görebilir. Onun için hududlandınl-ması lâzımdır. Meselâ, bir insan yemek yerken başkaları geliyorsa, hemen yemeği ortadan kaldınvermek hasislik alâmetidir. Cömertlik hakkında çok sözler söylenmiştir. Onlardan bazılarım, bir fikir vermek için arz edelim. Cömertlik, istemeden vermek, verirken de az görmektir. Cömertlik, sâili görünce sevinmek, verirken de ferahlık duymaktır. Çünkü, mal Allahü zü'1-celâFindir. Kul da onundur. Allah'ın malını, Allah'ın kullarına, bahîllikden korkmayarak bol bol vermektir. Bir kısmını verip, bir kısmını alıkoymak sehâ, çoğunu,verip, azını kendine bırakmaya da cömertlik derler. Başkasını kendisine tercih etmeye de, hepsinden üstün olarak îsâr derler. Mal, bir hikmete ve bir maksada mebnî yaratılmıştır. O hikmet te, hacet sahiplerinin ıslahı için sarf olunan kısımdır. İstenilen yere verilmemesi veya istenilmeyen yere verilmesi doğru olmayan bir şeydir. Onun için tasarrufa çok dikkat edilmek gerekir. Hıfz olunacak yerde hıfz etmek, verilecek yere vermek, işte tasarrufta adalet budur. Verilmesi vacip olan yerde vermemek nasıh bahîllik ise, lüzumsuz ve gayr-i meşru yerlere vermek te israftır. İşte bu ikinin ortası arzu edilen şeydir. Sehâ ve cömertlik bundan ibarettir. Ve bunda kalbin hoşnud olması da şarttır. Hattâ, kalbin mal ile fazla alâkası olmaması lâzımdır. İnsan üzerine vâcib olan vergi ise iki kısımdır. Birisi zekât gibi hududlandırılmış bir borçtur. Diğeri ise, mürüvvet ve âdât üzere olan hududsuz borçdur. Eğer cömert, şer'an ve mürüvveCÖMERTLİĞİN HUDUDU 141 ten vacip olan şeyi yapabiliyorsa ne a'lâ. Eğer, bunlardan birini yapıyor da diğerini yapmıyorsa, ona o zaman cömert demek caiz olmaz. Belki, bahîl dahî denebilir. Eğer, zekâtını da vermiyorsa, o zaman buna bahîlin bahîli, ebhal derler. Mürüvvette vâcib olan etrafındakilerin yardımına yetiştiği gibi, ev halkını da müzayakaya sokmamaktır. Dînin muhafazası, malın muhafazasından daha mühimdir. Binâenaleyh, mallarını ve zekâtlarını saklayanlar dine karşı olan, sıyânet vazifesine ihanet etmiş olur. Bunlar mal sevgisi dolaymyla, mürüvvet perdelerini yırtmağa cesaret göstermişlerdir. Bazan da insan, zekâtını vermiş olabilir. Ve mürüvvet icab-larını da yapmış olabilir, lâkin, malının çokluğu sebebiyle eğer bunları tasadduk ve muhtaçlara lüzumu kadar vermiyorsa, bu haller de büyük zekâ ve akıl sahihleri indinde bahîllikten addedilmişlerdir. Avam her ne kadar buna cömertlik dese de kıymeti yoktur. Herkim şer'an ve mürüvveten kendisine lâyık olan ikram ve ihsanları yapmış olduğu için, her ne kadar kendisine hasis denmezse de, sahî ve cömert de denemez; tâki, malının ziyâdesini bezi etmedikçe. Bir de bunlara karşı hiç bir hizmet ve karşılık, şükür ve sena beklememesi lâzımdır. Yoksa, hayırlarını medh mukabilinde satmış olur. Cömertlik bir. şeyi karşılıksız bezi etmektir ki, bu haslet te, insan oğlunda pek az mümkün olan bir haldir. Verilen ihsanların karşılığında âhiret sevabı ve fazîlet kazanmak için ve nefsini bahîllik rezaletinden temizlemek kasdıyla verilirse, o zaman bu rızâ-yı Bârî'ye uygun bir cömertlik olmuş olur. Bâzı âbide hanımlar demişler ki, "Sehâ, hemen parada ve pulda mıdır?" Cevaben "Yâ nededir?" diye sormuşlar. "Asıl sehâ, bizim nazarımızda can fedaîliğidir" demişlerdir. Nefislerde fedaîlik, dinde sehânın en yüksek mertebesidir ki, bizde buna şehîdlik derler. Bundan beklenen, dünya ve âhiret sevablannı kendi ihtiyarına bırakıp, Mevlâ'sına tevekkül etmektir. Et-tergîb vet-terhîb adlı hadîs-i şerîf kitabında bu hususta yüz yetmiş iki aded hadîs zikr edilerek, sadaka ve sehâ hakkında geniş ve uzun îzahda bulunulmuştur. Allahü celle ve alâ Hazretleri cümlemizi tevfîk, hidâyet, sehâ ve kerem gibi nimetlerle müzeyyen ve müşerref kılsın, âmîn. Bi hürmeti seyyidi'l-mürselîn. Sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. 142 TASAVVUF! AHLÂK III Nasihat (Ed-dînü'n-nasîha) Dînin nasihatle kâim olacağı, her akl-ı selîm sahibi için malûmdur. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, dînin nasihatle kâim olacağına işâreten üç kere "Din nasihattir" buyurmuşlardır. Yânî, dînin nasihatle kâim olduğunu bildirmiş olmaları bizim için kâfidir. Nasîhat hususunda bir çok büyüklerimiz, pek çok eserler yazarak bizlere yadigâr bırakmışlardır. Bunların hepsini toplayıp yazma da kolay bir şey olamayacağı aşikârdır. Biz şimdi, gayet kısa ve vecîz olarak şöylece hülâsa etmek istiyoruz: Nasîhat, haddi zâtında kitâb-i İlâhiyeye ve Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz Hazretlerinin buyruklarına ve fiillerine uymaktır. Tkbiî bunları herkesin bilmesi ve yapması pek te kolay değildir. Onun içindir ki, büyüklerimizin yapmış oldukları nasihatlerden ba'zı-larını siz kardeşlerimize duyurmağa çalışmayı bir borç biliriz. Mezhebimizin sahibi, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (rh.a.) Hazretlerinin evlâdı Hammâd (k.s.) Hazretlerine yazdığı nasihati, biz de sizlere bildirmek isteriz. Evvelce de Gümüşhâneli üstadımız Ahmed Ziyâeddîn (k.s.) Hazretlerinin de vasiyyetlerini yazmıştık. Hazreti Alî (k.v.) Efendimiz Hazretlerinin ve daha bir çok büyüklerin zamanlarına göre yapdıkları vasiyyetler ve nasihatler ma'lûm olanlardandır. Ebû Hanîfe (rh.a.) evlâdına: "Ey benim oğlum, Allahü te-âlâ seni irşâd etsin ve sana yardım eylesin. Sana bir takım vasiyyetler edeceğim ki, sen onları beller, muhafaza eder ve onlarla amel edersen, inşâallahü teâlâ, dîninde senin için saadetler umarım. NASÎHAT 143 1— Takvaya riâyet eyle. Takva demek, a'zâyı cevârihini, Allah korkusundan nâşî isyan ve günahlardan korumak, ya'ni yapmamak ve evâmır-i İlâhiyeye ittibayla ubudiyette dâim olmaktır. 2— İlmine muhtaç olduğun hiç bir şeyde, çehl üzerinde kalma. Yani, gerek dünya ve gerekse âhiretin için bilinmesine muhtaç olduğun bütün ilimleri öğrenmeye sa'y ve gayret et. (Bunların içine atom, füze ilimleri gibi bugünün hattâ yarının bütün ilimleri de girer. Bunları öğrenip, yenilerini de keşif sadedinde çalışmak. Çünkü, hürriyet diye tepinip bağırdığımız da'vânın kökü ilme dayanmaktadır. Bu ilimlerle mücehhez olmayan insanlar, elbette bilenlerin mahkûmu olurlar). 3— Yaşama hususunda, din ve dünyada muhtaç olduğun kimselerden ayrılma. 4— Nefsine ancak zaruret miktarı insaf göster. Nefsin için zaruret olmadıkça kimseden intikam almaya kalkma. 5— Gerek müslim, gerek gayri müslim, kimseye adavet besleme. Bilhassa din kardeşlerini sev. 6— Allahü teâlâ'mn, mal ve makamdan seni merzûk ettiğine kanâat et. Çünkü kanâat tükenmez bir hazinedir. Kanâatin zıddı hırsdır. Hırs ise gayet tehlikeli ve mezmûm bir huydur. 7— Allahü a'lem, nâsdan müstağni olduğun zaman sana fayda verecek işlerde çâre ve tedbirini güzel eyle. 8— İnsanlardan kimseyi hor görme. Hiç kimsenin de seni hakîr görmesine meydan verme.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

36/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

9— Nefsini fuzûlî sözlerle hor ve zelîl etme. Ya'ni, mâlâ-ya'nîden uzak ol. Çünkü her nefes bir ömürdür. Onu boş yere harcama. 10— İnsanları evvelâ selâmla karşıla ve onlara güzel sözler söylemekle, hayır sahiblerini sevindirici ve şerirleri de idare eder şekilde sözlerini ayarla. Ve sözlerini güzelleştir. 11— Allahü teâlâ'mn zikrini ve Resûlullah (s.a.s.) Efendimize salât ü selâmı çok eyle. 12— Seyyidü'l-istiğfâr ile çok meşgul ol. Seyyidü'l-iştiğfar ise şudur: 144 TA SA VVUFÎ AHLÂK III Ijlj 2ijlp Ulj ^j^- cJ' VI, iJI,V ^j cJ "• * K c-Jji (Allâhümme ente Rabbî, lâ ilahe illâ ente halaktenî, ve ene ab-düke ve en alâ ahdike ve va'dike, m'esteta'tü, eûzü bike min şerri mâ sana'tü ve ebûü leke bi-nı'metike aleyye ve ebûü bi'zenbî, fağ-firlî fainnehû lâ yağfirü'z-zünûbe illâ ent.) Her kim bu seyyidiü'l-istiğfârı, akşam üzeri söyler de o gece emr-i hak vâkî olup göçerse, Cennet'e gireceği ve keza her kim bu istiğfarı sabah vaktinde yaparsa ve o gün emr-i hak vâkî olur da âhirete göçerse, onun da Cennet'e gireceği bildirilmiştir. Onun için gaflet edilmeyip, sabahda ve akşamda ve hattâ fırsat buldukça her zaman dilden bırakılmaması tavsiye edilir. Ebüd'derdâ (r.a.) bir yangın dolayısıyla evinin de yandığını bildirenlere, "Hayır benim evim yanmaz. Çünkü, benim Resû-lullah (s.a.s.)'den işittiğim bazı dualar vardır ki, her kim o duaları günün evvelinde okusa ona hiç bir musibet etmeyeceğini bildirmiştir. Duâ şudur: oır os iı İı, vı i Jî J* NASİHAT 145 (Allâhümme ente Rabbî, lâ ilahe illâ ente, aleyke tevekkeitü ve ente Rabbü'l-arşi'l-azîm, mâşâaliâhü kâne ve mâ lem-yeşe' lem yekûn, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l azîm, ı'lem en-nellahe alâ külli şey'in kadîr. Veennellahe kad ehâta bikülli şey' in ilmâ. Allâhümme innî eûzü bike min şerri nefsî ve min şerri külli dâbbetin, ente âhızün bi-nâsiyetihâ, inne Rabbî âlâ sıra tın müstekîm) Bu duaların faydalarını yazmaya hiç lüzum görmeyiz. Bir müslümanın Cenâb-ı Hak'ka candan ilticaları sebebiyle umulmadık şeylerin meydana geldiği bir çok vak'alarla sabittir. Hemen Cenab-1 Hâk cümlemizi kendisine boyun büküb candan yalvaran, hakîkî âbid ve zâhid ve muhlis kullarından eylesin, âmîn. 13— Her gün Kur'ân-ı azîmüş-şân'ın kıraatine devam eyle. Sevablarını da Resûlullah (s.a.s.) Efendimize ve vâlideynine ve üstâzlarına ve sair müslümanlara hediye eyle ve bunu hiç bir zaman bırakma. Bu nasîhatten bizlerin de hissemize düşeni alıp, Kur'ân-ı azîmüş-şân'ın kıraatine devam etmemizi, Cenâb-ı Hak cümlemize müyesser kılsın, âmîn. 14— Düşmandan daha ziyade dostlarından sakın. Zîrâ, insanlarda fesad çoğaldı. Düşmanın, dostundan istifade edeceğini unutma. Şu sözleri de unutma: "Sırrını söyleme dostuna, o da söyler dostuna" (3/29) Bu nasihatler tabiî pek çoktur. Hepsini yazmak belki insanı usandırır diye bu kadarla iktifa etmek münasib görülmüştür. Sırası geldikçe de başka nasihatler yazılır inşâallah. (3/29) Câmi'ul-Usûl kitabından alınmıştır. 146 TASAVVUF! AHLÂK III İffet İffet, lügatte, nefsi haramlardan ve menâhîden, yâni yapmamakla emr olunduğumuz bütün yasak şeylerden men etmeye derler. İffet, her insan için lâzım olan en güzel ahlâklardan birisidir. İffet, bizim lisanımızda, namusun muhafazasına da denir. Ahlâkan düşük, kötü huylu ve kötü yollarda bulunan kişilere de, "ne iffetsiz adam" dediğimiz ma'lûmdur. İffet aynı zamanda fakirlik ve zaruretini saklayıp halini ve ihtiyacını muztar kalmadıkça kimseye açmayan kimselere de denir. Zaruret sahibi oldukları halde, hallerini ketm edip, açlığa ve zaruretlere tahammül eden, Resûlullah (s.a.s) Efendimizin talebeleri ve aynı zamanda, fî-sebîlillah harbe hazır askerleri mesabesinde olan ashâb-ı kiramdan Ashâb-ı Suffe denilen ve bazaıi sayıları 400'ü hulan ve ömürlerinin büyük bir kısmını oruçla ve Peygamber (s.a.s.) Efendimizin hadîslerini dinlemek ve ezberlemekle geçiren, bu muhterem zevat hakkında, husûsi âyet nazil olmuş ve sûre-i Ba-kara'mn 273. âyet-i celîlesi ile medh ü sena buyurulmuşlardır. Birgün Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri de onların hallerine bakarak, fukaralıklarını ve çekmekte oldukları zahmetleri gördü. Mübarek kalblerini tatyîb için "Ey Ashâb-ı Suffe! Müjdeler olsun ki, her kim sizin şu bulunduğunuz hal ve sıfattan ve bulunduğu halden razı olarak bana mülâki olursa, o benim refîklerimdendir" buyurarak onları sevindirmişlerdir. Yukarıdaki mezkûr âyet-i celîlenin hükmü umûma da şâmildir. Binâenaleyh, Allah rızâsı için medreselerde dirsek çürüterek, veya düşmana karşı koyarak, veya Allah rızâsı için âmme hizmetlerine kendini vakf ederek nafakasını kazanmaya vakit bulamayan veya kudreti yetişmeyen fukara-yı müslimîn, hep bu hükme dahildir. Binâenaleyh, bunlara verilecek sadaka ve yardımÎFFET 147 ların en makbul ve yerinde olan birer hayır olduğu, merhum Meh-med Hamdi Elmalı'nın tefsirinin ikinci cild 939-941. sayfalarında pek güzel açıklanmıştır. Hattâ zenginler ve cahillerin bu gibi fukarâ-yı sâbirîni,hallerini açıklamadıklarından ötürü zengin sandıklarını, yine şu âyeti celîle "İffetlerinden dolayı, tanımayanlar» onları zengin zanneder." (3/30) buyurarak ortaya çıkarmaktadır. İffetli bir insana, ister kadın, ister erkek olsun, iffetsizlik isnat etmek de en büyük günahlardan biridir. Zîrâ iffet, inşanın en büyük şerefidir. Bunu ihlâl etmek kadar kötü bir şey olamaz. Kişinin nefsinin esiri olup da hevâyı hevesine uyarak yapacağı günahlar sebebiyle iffetinin zail olması, ne kadar fena bir şeydir! Hele hanımefendilerin istikballerinin ne büyük tehlikeye düşeceği de unutulmamalıdır. Bundan nâşîdir ki, bir iffetli kadına iftira eden, fi'l-i şenî isnâd eden kimse, bunu dört şahidle isbat edemediği takdirde, kendisine şer'an seksen değnek vurulması ve şehadetinin (tevbe etmedikçe) kabul edilmemesi gibi ağır bir ceza verilmesi, şüphesiz pek yerindedir. Her kabahate iki şâhid yettiği halde, buna dört şâhid istenmesi de şâyânı dikkattir. Günah bahsinde iftiranın nasıl büyük bir günah olduğu da ayrıca bildirilecektir. İffetsizlik, hayâsızlığın tâ kendisidir. Haya ise îmândandır. Hayanın olmadığı yerde, îmânın da olmayacağı bir çok rriu'te-ber kitablarda zikr olunmaktadır. Haya ile îmânın bir karın kardeşi oldukları, îmânın bulunduğu yerde behemehal hayanın da bulunacağı ve hayanın bulunmadığı yerde ise îmânın da bulunmadığı, yânî o anda îmânın o kimsenin sırtından esvabının alındığı gibi alınacağı da bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammedi razı olmadığı bütün kötü ve yaramaz huylardan emîn ve mahfuz eylesin ve razı olacağı bütün iyi ve güzel huyları ve ahlâkları nasîb ve müyesser eylesin, âmîn.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

37/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

(3/30) Bakara, 273. 148 TASAVVUF! AHLÂK III TESLÎMİYYET İhsan Bu hususta cömertlik bahsinde geniş tafsilât verilmiş olduğundan onunla iktifa edilmiştir. Teslîmiyyet Güzel ahlâklardan biri de teslimiyettir. Yânı, Hak'ka mutî ve emirlerine münkâd olup, hayır ve şer bütün hükümlerine razı olmak ve ondan gelen herşeyi hoş görmek, her başına geleni, Allah'tan bilmek, feryâd u figân etmeyip, hemen emrine teslim olmaktır. Erbâb-ı tarikat, teslimiyyete pek ehemmiyet vermiş, üstadına tam manâsıyla teslim olmayan mürîdleri, mürîdden saymamışlar ve bunun için kendilerini imtihan etmek üzere bazı ağır işleri kendilerine tahmil etmişler, yapamayanlar kapı dışında kalıp, kendi kendilerini aldatmışlardır. Bunun için Niyâzî merhum bir şiirinde: Yağma edersin varlığın, Gider gönülden darlığın. Mahv eyle sen ağyarlığın,

'

Yâr olısar mihmân sana. Sermâye bu yolda hemân, Teslîm olur, buna inan. Sıdk ile Allah'a dayan, Etmez mi gör ihsan sana. 149 Bütün sermâyenin hemen teslimiyette olduğu pek güzel bir şekilde açıklanmıştır. Teslimiyyet, hemen Allah'ı iyi bilmekten neş'et eder. Çünkü, bizi en güzel surette ve hiç kimsenin müdâhalesi olmadığı halde, ana rahminde, şu güzel suret ve sıfatla, akıl ve havassımızla en güzel ve en mükemmel bir kul olarak yaratan Hak sübhânehû ve teâlânın emirlerine teslîm ve inkıyadı, hiç şüphesiz, insan kendisine vâcib hattâ farz bilir de, çok hem de çok rahat ederek hayatını geçirir ve öylece mevlâ'sına rücu' eder. Erbâb-ı tarikatta ise teslîmiyyetin pek büyük ehemmiyeti vardır. Teslîmiyyeti tam olmayan mürîdânın bu yolda kat-ı tarîk edip, kemâle ulaşmaları mümkün olmamıştır. Teslîmiyyet, tevekkül ve tefevvüz, inşâallah tevekkül bahsinde zikrolunacaktır. 150 TASAVVUF! AHLÂK III Sükût ve Az Konuşma İrfan yolcularının altı esasından biri de az konuşma ve sükûttur. Birinci nevi': Az konuşma hakkında âyet-i kerîmeler ve ehâdîs-i şerîfelerdir. Ben yalnız size bir tanesinden bahs edeceğim. Kâf Sûresinin ikinci sayfasında "Siz hiç bir söz konuşmazsınız, ancak o sizin konuştuğunuzu zabt eden, hıfz eden, gözleyen, hazırlanmış gözcü melekler vardır" ki, bunlar sizin konuştuğunuz her-şeyi gerek lehte ve gerek aleyhte, gerek sevab gerek günah, hiç birini kaçırmadan güzelce zabt ve muhafaza ederler. Tıpkı sizin teyplerinizin, konuşulan sözleri alıp, zabt ettikleri gibi, bir misâl olarak zikr edilebilir. Binâenaleyh, konuşurken çok dikkatli olmak ve lüzumsuz, faydasız sözleri söyememeye, hele gıybet dediğimiz, çekiştirmeyi katıyyen yapmamaya gayret etmelidir. Zî-râ hadîsi kudsîde beyân buyurulduğu veçhile "Ey âdem oğlu, eğer sen kalbinde kasavet, vücudunda hastalık, rahatsızlık, rızkında darlık ve zorluk görüyorsan, iyi bil ki, sen boş ve faydasız sözlerle vakitlerini zâyî ediyorsun ki, onun cezası olarak kalbinin katılığı, vücûdunun hastalığı, rızkının darlığı ile uyandırılmak istendiğini anlamak gerektir." Bazatı insan, ben bu kadar iyi bir kimseyim diye kendine hüsnüzan eder de, acaba bu musî-betler bana neden ve nereden geliyor düşüncesine kapılır. İşte bunun yegâne sebebi, hesaba katmak istemediğimiz veya bilemediğimiz bu sebeb, vakitlerimizin de zayiatına yarayan boş laflardır. Fakat bunu anlamak ve bundan dönmek kadar da zor birşey olmadığını göregelmekteyiz. Bu bir alışkanlık eseri olarak, kimbilir ne zamandan beri devam edegelmektedir. Şimdi anSÜKÛT VE AZ KONUŞMA 151 ladık amma, terki çok müşküldür. Büyük riyazetlere ve mücâ-hedelere ve halvetlere, uzletlere devam neticesinde, belki de Cenâb-ı Hak'kın inayetine mazhariyetin ve mücâhededeki azmin sayesinde kurtulmak mümkün olabilir. Bunlar yapılmadıkça öyle kuru kuruya okumakla, dinlemekle veya bilmekle bunları halledip, sükût sahibi, vakar sahibi olarak nefeslerini boşa geçirmeyip, zik-rullah ile meşgul olabilmek, kolay birşey değildir. Herhalde mü-câhedelere azim ve sebatla devam etmek gerektir. Maazallah bir memleketi işgal eden bir devlet ve ordusu artık oradan kolayca, "alın memleketinizi" deyip bırakıp gider mi? Herhalde eğer onu oradan çıkarmak istiyorsak, her hâl ü kârda neye mal olursa olsun, kanlı mücâdelelerin neticesindeki zafere bağlı olduğunu hepimiz pek iyi biliriz. İşte Çanakkale, işte Anadolu, işte Filistin ve Kudüs! Bak gürültüye pabuç bırakan var mı? Herhalde mücâhede ve zafer gerekir, yoksa lafla hürriyet olmaz. Aynı bunun gibi nefsin elinden kurtulup, insanlıkta matlup olan kemâli elde etmek için, nefsi ve şeytanı yenmedikçe ve bunları mağlup edip yere sermedikçe, insan ne dünyada ve ne de âhirette rahat ve huzur bulamaz. Bunlar ise diğer düşmanlar gibi, el ile tutulur, göz ile görülür cinsden olmadıklarından ötürü, bunlarla mücâhede, düşmanlarla yapilan mücâheden daha zordur. Bir de şu var ki, düşman bizi mağlup etse dahî, en nihayet onların idaresinde yine yaşar ve dünyalıklarımızı temin ederiz. İşte bugün dahî olduğu gibi, bir çok hıristiyan memleketlerinde müslüman tüccar, sanatkâr ve işçiler mevcuddur. Bunlar dünyalıklarını pek a'lâ temin ettikleri gibi, içlerinde dinî ve millî akidelerini muhafaza edenleri de çoktur. Fakat bu nefsi em-mâre ki, şehveti, gazabı, kin ve hırsı, hased ve riyakârlığı, kibir, gurur ve azametiyle şeytanın esîri olup, maazallah bir kere de Allah'ı, zikrini, ibâdetini unutturdu mu tamam, artık birşey istemez. Bunun için gerek Cenâb-ı Hak'kın ve gerekse Peygamber (s.a.s.) Efendimizin ve büyüklerimizin sözlerine, nasîhatle-rine son derece ehemmiyet verip, daha küçü&pişdan itibaren nefsiyle mücâdeleye alışmak ve ona hiç bir zaman teslim olmamak, hem islâmî hem de insanî bir vazifedir. Çok yiyip vücudu semizlendirmek ve çok uyuyup ömrü zâyî etmek ve çok konuşup vakitleri boş yere harcamak, pis ve gü152 TASAVVUF! AHLÂK III nah yerlerde geçirmek, elbette ne müslümana ne de insana yakışır birşey değildir. Çünkü müslüman öldükten sonraki âhiret âleminde, bu hayattan sorulacak. "Dünyada hayatını nasıl geçirdin, paralarını nasıl kazandın, nerelerde ve nasıl harcadın, ömrünü, gençliğini nasıl geçirdin?" gibi soruların cevabını vermek mecburiyetinde kalacaktır. İnsan velev müslüman olmasa bile, hayvan olmadığı için, o da hayatından sorumludur. Çünkü dünyada ona düşen ilk vazife, kendini yaratan yüce Rab'bini tanımasıdır. Bundan sonra da ilâhî emir ve yasakların ışığı altında hayatım geçirmek mecburiyetindedir. Kul, insanlık sıfatını taşıdığından dolayı, mutlaka insana yakışan şekilde yaşaması ve insanlığa zararlı değil, faydalı olarak yaşaması îcâb ederken, bunu terk ve ihmal ederse, mes'ûliyeti ağır olup, cezasının Cehennem olacağını unutmamalıdır. Evet, insan belki îmânsız olabilir ve istediği gibi yaşar, amma muhakkak ölümde biten bu hayatın arkasındaki âhireti unutmamak gerektir. Buna inanmamak, Allah'ın varlığına inanmamak demektir. Bundan da daha büyük cahillik ve gaflet olamaz. Allah razı olsun, bizleri uyandırmaya sa'y ve gayret gösteren bi'1-umum büyüklerimizden. Eğer onlar ve onların güzel eserleri olmasaydı, nefis ve şeytanın bizleri bir lokmada yutacaklarından hiç şüphemiz yoktur. Şimdi Mârifetnâme sahibinin 318. sayfasından itibaren, çok konuşmak hususunda söylediklerini can kulağıyla bir dinleyelim: "İnsanın, kalbinin katı, vücudunun hasta, rızkının dar ve zor olmasının en birinci sebebî, ornrimü boşa zâyî edip, lüzumsuz konuşmalarındandır" Sakın sen deme ki, falan ve filânlar o kadar geveze, boşboğaz, lâfazan oldukları hâlde hem vücud-ları çok dinç, rızıkları da çok boldur. Ey azîz kardeş! Bu vücud sağlığı ve rızık bolluğunun en güzeli hayvanlarda var, Eyyûb Sultan'daki güvercinlerin yaşayışını sen görmüyor musun? Hele Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Mü-nevvere'deki güvercinlerin sayesinde biz insanlar da yaşıyoruz. Sakın ve sakın sen böyle bir hayata özenme. Maddî rızıkların ne kıymeti olur? Onların kıymeti ancak çıkardıklarımız kadardır. Tenezzül edilecek birşey değildir. Ona ancak hayvanlar özenir. İnsanların gayesi, gönüllerinin arzusu olan ma'nevî azıklardır ki, ancak bunlarla Hak sübhânehû ve teâlâ'nın rızâsını ve âhi-retin sonsuz nimetlerini kazanabiliriz. Bu fânî ve sonu gelen ni-

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

38/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

SÜKÛT VE AZ KONUŞMA 153 metlerin ne kıymeti vardır? Öyle ise sen bu ebedî nimetlerden bizleri mahrum eden çok lâfdan sakın ve bahusus kardeşler arasını açan dedikodu ve mâsivâ dediğimiz gıybetler tamamen ya-sakdır ve haramdır. Zinhar bir müslüman kardeşinin aleyhinde hiç amma hiç konuşma, ona bir kırgınlığın dahî olsa, konuşanlara da müsâade ve müsamaha etme. Herkesin kusuru, günahı kendine aittir. Sen dâima ayıp örtücü ol, ayıp açmak, kusur, kabahat görmek kendini bilmemek ve görmemekten ileri gelir. Bir kere şöyle dikkatle kendimizi yoklayacak olursak, kimbilir ne ka? dar yüz kızartıcı hallerimiz olmuştur. Hiç bir şeyimiz olmasa bile gafletimiz yeter. Eğ er kendimizi olgun bir insan sanıyorsak, bu da büyük bir hatâdır. Çünkü olgun bir efendi, kat'iyyen kimseyi gıybet etmez, kusur ve kabahatini açmaz. İnsanların güneş gibi âmmeye faydası olması, geceler gibi de ayıpları örtmesi, yaz gibi herkesi ısıtması, su gibi akıp herkese hayat bahş etmesi gerektir. Böyle olmayıp da ömürlerini boşuna geçirenlerin zararları hem kendilerine, hem de örnek oldukları diğer kimseleredir. Nitekim, Hadîs-i şerîfin arkası şöyledir: "Ey âdem oğlu! Bu kadar çok lafla, sözle, hikmet denilen nimeti nasıl umarsın? Hikmeti, kalbinin ve lisanının sükûnetinden iste" yânı, hikmeti ancak o zaman bulabilirsin. Hikmet bir nimet ve devlettir ki, her kime verilse, o kimseye hayr-ı kesîr verilmiş demektir. Onun için (İnnâ a'taynâ) süresindeki (Kevser) kelimesini, hikmet ile tefsir edenler de olmuştur. Lügat-i Remzî'de, hikmet, şöyle ta'rif edilmiştir: Adi, ilim, hilim, nübüvvet, Kur'ân-ı Kerîm, esas İncîl-i şerîfe denildiği gibi, Allahü teâlâ'nın hikmetlerdeki gayesini, şek ve şüpheden ârî olarak eşya ve mevcudatı bilmek, hayırlı işler işlemek sıfatı ve eşyanın hakîkatine muttali olmak ve mevcudatın ahvâl ve keyfiyât-ı hâriciye ve bâtıniyesinden bahs eden ilme denir. Ulûm-u şâire, yânf diğer ilimler onun ecza ve fürûudur. Esas olan ilim, hikmet ilmi olup, şâir ilimler onun fer'idir. Cenâb-ı Hak'ka tâat, fıkıh ilmi, din, dini ile amel, Allahü teâlânın emirlerine ittiba', havf, haşyet, zekâ, idrâk, takva, akıl, işinde sözünde ve hareketlerinde isabet ve tefekkür ma'nâlarını taşır ki, hemen herşey bunun içinde mevcuttur. (Kevser)'in diğer ma'nâla-rıyla beraber bir de bu ma'nâda tefsîri yerinde olmuştur. Binâenaleyh, böyle bulunmaz bir nimetin, çok konuşan kimselere verilmemesi, en büyük bir cezaya çarptırılması demektir. 154 TASAVVUF! AHLÂK III SÜKÛT VE AZ KONUŞMA 155 Öyle ise ey muhterem kardeş! Sakın nefsine aldanıp ta, âleme kendini beğendireceğim diye, ağzına gçleni söylememeye alışmanı hem tavsiye, hem de rica ederim. Hem kendi ömrünü ve hem de başkalarının vakitlerini zayi' etmekten kork ve kaçın. Hadîs-i şerifin üçüncü bölümünde "Ey âdem oğlu, hiç bir kimseyi ebediyyen gıybet etme! Muhakkak herkim gıybeti terk ederse, içinin nuru ve esrarı dışına çıkar" buyrulmuştur. İSnî herkes istifade eder demektir. Mâdenlerin yer altından çıkıp beşeriyetin faydalandığı gibi, esrar hazineleri kerametler zahir olur. Hak sübhânehû ve teâlâ'ya muhabbeti zahir olur, artar ve dâim olur. Kadir ve kıymeti de o derece yüksek ve âlî olur. Hadîsi şerifin dördüncü bölümünde de şöyle beyân buyru-lur: "Ey Âdem oğlu, senin lisânın doğru olmadıkça, dinin doğru olmaz, kalbin doğru olmadıkça dilin doğru olmaz; benden hakkıyla utanmadıkça, kalbin de doğru olmaz." Az konuşma, günahlardan kaçmak, muradlarma nail olmak, insanlarla hüsn-ü muaşeret etmek ve esrarı muhafaza etmek gibi bir çok faziletleri hâvîdir. Zîrâ, insanın selâmeti, dilin muhafazasına bağlıdır. Buyurulmuş ki, "Söylersen hayır söyle veya sükût eyle." Dil, vücudun ufak bir parçasıdır. Fakat kabahati, günahı hepsinden bü-yükdür. Alenî hatâsı çoktur. Cennet de onunla kazanılır, Cehennem de. Kim ki sükût eder, her belâdan kurtulur. Kim ki yalan söyler, o kimse zarar ve ziyanda olur. Yalan söylemek, imandan uzaklaşmaktır. Yalanın en kötüsü, iftiradır. Rü'yada çok söylemek Allahü teâlâ'ya iftiradır. Gıybet sözlerin en kötüsüdür ve İslâmdaki zinadan daha eşed ve haramdır. Gıybet olunan mümine yardım etmek, yânf onu müdâfaa etmek, kıyamette Hakkın affına mazhar olmaya sebebdir. Mü'min hiç bir zaman ta'n edici, lanet edici ve hayâsız olmaz. İnsanları ayıplayan, kendisi o aybı işlemedikçe ölmez. Kur'ân'ı erkânına riâyet ederek tertîb üzere okuyunuz. Ehl-i fışkın okuduğu musikî ve tegannî ile okumayınız. Kelime-i tayyibe, yânı güzel söz ve sohbetler sadakadır. Kardeşlerin yüzlerine gülümseyerek bakmak sevabdır. Yemek yedirmek ve gece nafile namazlara kalkmak ve kılmak, güzel, doğru ve edebe riâyetle konuşmak, Hazret-i Allah'ın rızâ-yı şerîfini celbeden Kalbin safâsı iki huyda tamam olur. Birisi malının fazlasını vermekte, biri de sözün fazlasını, lüzumsuzunu tutmaktadır. Çok gülmek insan kalbini öldürür. Çok şaka ve lâtife, kişiyi ateşe götürür. Fâsık medh olunduğu zaman, yânf Allah teâla ve tebârek Hazretlerine karşı isyan edip, tâat-i ilâhiyeden huruç eden kimse medh olunduğu zaman, Cenâb-ı Hak, gazab edip, Arş titrer buyurulmuştur. Mü'mini yüzüne karşı medh etmek onu kesmektir. Kişi dilini muhafaza etmedikçe, îmânın hakikatini bulamaz. Allah hakkı için, zindanda hapis olmaya, lisandan elyak hiçbirşey bulunmaz. Lisanın sükûtu öyle mümtaz bir hikmettir ki, onu işleyen pek azdır. Zikrullahdan gayrı kelâmı çok etme ki, kalbin katı olur. Halbuki, kalbi katı olan Allah teâlâ'dan uzak ve âsî olur. Lisânına sahip olana müjdeler olsun ki, evine sığınıp nâs-dan uzlet etmiştir. Her nimet sahibinin hasetçileri bulunacağından, hacetlerinizin hasıl olması için onları saklayınız, ifşa etmeyiniz. Biz cemâat-i Enbiyâ, emr olunmuşuzdur ki, nâs ile akılları miktarmca tekellüm edelim. Sen bir kavme akıllarının ermediği sözü söylersen, ol söz onların çoğuna fitne olur. Öyle ise sakın insanlara akıllarının ermediği şeyleri, esrarları söyleme. Çünkü fitne uyur, onu uyandırma. Onu uyandıran tard olunmuştur, kovulmuştur. Sırları açmak, ifşa etmek haramdır. İfşa eden pişmandır. Kişi bir kimseye tenhada bir söz söylese, o söz onda emânettir. Onu kimseye söylemesin ki, hıyanetlik etmiş olur. Kâmillerin göğüsleri, gönülleri esrar hazinesidir. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Efendimiz mübarek ağızlarında taş saklarlar, bu suretle çok söz söylemekten korunurlardı. Ancak zaruret zamanında taşı çıkarıp konuşurdu. "Bu dildir ki insanı belâlara ve kabîh cefâlara salmıştır!' diye ahbablarını uyandırırdı. İmâm-î Alî (k.v.) Hazretleri de buyurmuşlar ki, "Eğer Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Hazretlerinin mübarek fem-i saadetlerinden işittiğim esrarı ben size söylesem, siz benim yanımdan çıkıp dersiniz ki, muhakkak Alî kezzâbdır. Çünkü bunları benden başka kim işitmiştir. Kişi bilmediği şeyin düşmanıdır"buyurmuştur. Zeyne'l-Âbidîn (k.s.) Hazretleri de bir şiirinde bunu açıklamıştır. "Susmak hikmettir. Fakat ona riâyet eden çok azdır. Kimin ki mâlâyânî olarak kelâmı çok olursa o kimsenin hatâsı da çok olur." Ebu'd-Derdâ (r.a.) Hazretlerinin rivayet buyurdukları bu hadîsi şerîfdeki hükümden murad, ilimden bir hikmet olduğunu 156 TASAVVUF! AHLÂK III beyân buyurmuşlardır. Sükût, her ne kadar mu'teber bir nesne ise de, bunun tefekkürle birlikte olması matlûptur. Tefekkürsüz sükûtlar, mühim bir ma'nâ ifade edemezler. Sükûtu işleyenlerin azlîğı da bunu müeyyeddir. Boş sözlerle vakitlerini geçirenlerin, hatâ, ve günahlarının da o nisbette olacağı beyân buyurulmuş-tur. Sükûtun faydalarındandır ki, insanı ekseriyetle cehilden, se-fihîikten men eder. Sükûta hikmet tesmiye olunmasının sebeb-lerinden biri de, hikmetlerin; sükût ile beraber olan düşünce ve tefekkürlerden neş'et etmesidir. Kalbde gayet nâfî mev'ızalar ve hükümler îrâs ettiğinden dolayı (hükmün) buyurulmuştur. "Sükût, ahlâkın başıdır ve esasıdır." Hazret-i Enes (r.a.)'ın beyân buyurduğu bu hadisi şerif, bizlere sükûtun ne demek olduğunu pek güzel bir şekilde anlatmak tadır. Sükût olmadıkça, diğer güzel ahlâkların da bulunması müşküldür. Zîrâ lisan insanın tercümanıdır ve insanın kemâli, kelâmının altındadır. Binâenaleyh, sükût halini muhafaza edenlerin halleri mestur kalır. Ne olduklarının bilinmesi müşküldür. Fakat konuşan kimselerin sözlerinden, kemâl ehli kimseler, onların ne kıratta adam olduklarını derhal anlarlar. Binâenaleyh, sükût, aynı zamanda cahilin cehlini örttüğü gibi, ilim sahihleri için de güzel bir ziynettir. Vakar ve sükûnet sahihlerinin konuşmalarının da, gayet basiret üzerine olması gerektir. Konuşmalar ekseriyetle insanı, nefsini kontrol etmekten uzaklaştırır. Halbuki, başlıca vazifelerimizden birisi de, nefsini kontrolda ve kendisiyle Rab'bi arasındaki hallerin muhafazasına, ancak sükûtla imkân bulunabilir. Bu imkânı elden kaçırmamak için her mümin ve muvahhide yakışan sükûttur, vesselam. İkinci Nevi': Az konuşmanın günahlardan korunmayı, izzet ve ihtiramı muris olduğunu bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Bu zaman sükût zamanıdır. Evlere mülâzemet zamanıdır. İnsan iki küçük parçanın idaresi altındadır. Bunlardan biri yürekdir. Diğeri de dildir. Gerçi tekellüm insanda keramettir. Lâkin sükût, her belâdan selâmettir. Lisan insanın mizanıdır. O bir arslandır ki, onu bırakmak çok tehlikeli ziyandır. Sükût, vakar elbisesidir. Özür dilemene lüzum kalmaz. Söylemediğin söz, henüz kendi hükmün altındadır. Söylediğin zaman sen onun hükmü altına girersin. Az konuşan pişSÜKÛT VE AZ KONUŞMA 157 manlıkdan emin olur. Kimin ki, sükûtu uzundur, onun kadri ce-mîldir. Kim ki, her zaman ayıp örtücüdür, onun da ayıpları örtülü kalır, her gönül sahibi tarafından sevilir. Kim ki, halkı gıybet eder ve lâf taşırsa, o kimse bütün insanların sevmediği, buğz ettiği bir kimse olur. Çok kelâm çirkin ve ardır. Sükût, izzet ve vakardır.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

39/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Sükût, emnü emândır. Kalbin sükûtu, irfanı celb eder. Lisanın tehlikesi çoktur. Bu kadar diş, taş gibidir. Lisan çakmak-dır. Söz ateştir ki, söyleyen ahmaktır. Dinleyen, işiten, ya pamukçu dükkânı veya baruthanedir. Pamuk ve baruta çakmak çakan divânedir. (Bu sözü çok dikkatli dinlemeni ve üzerinde durmanı tavsiye ederim. Çok konuşmayı bir meziyyet sanıp da her mec-lisde ileriye atılarak, bilgiçlik taslayan insanlara, ne güzel bir derstir. Allah celle ve âlâ Hazretleri, cümlemizin muini olsun.) Alışkanlık çok kötü bir âdettir. Terki de o nisbette zordur. Onun için daha küçük yaşta iken sükûta alışabilmek meziyyeti elbette çok gereklidir. Üç nesne vardır ki, bütün âfetleri celb eder; şaka, lâtife, boş ve mânâsız sözler. Gıybet edenlerin ve laf taşıyanların azabları şedîd olur. İnsanlardan ve AHah'dan uzak olurlar. Çok söz dostluğa zarar verir. Çok söz ayıpların meydana çıkmasına sebeb olur. Kalblerde adavet peyda eder. Acı söz söyleyenlerden ahbabları ve dostları nefret ederler. Dostların gıybeti rezalet ve her yönden utanç vericidir. İnsanların akıllısı, kat'iyyen mücâdele yoluna gitmez. Ahmağı cezalandırmakta sükût kâfidir. Kelime-i tayyibedeki fayda, sahibine aittir. Eğer kelâmda belâ-ğat varsa, söylememekte de selâmet vardır. Latifedeki âfet, korku ve tahkire uğramasına sebeb olmasıdır. Söylersen doğru söyle, va'd edersen ifâ eyle. Yumuşak konuşmak ve selâmı açıklamak sünnettir. Yumuşak kelâm ve çok selâm, insanların, kendisini sevmesine sebep olur. Güzel konuşmayı itiyâd etmek, insanın muradlarının husulüne sebeptir. Sözde doğruluk, insanın selâmetini mûcibtir. Çok sükût, vekarı mucibdir. Çok kelâm, kulakları rahatsız eder. Bir iş için zorlamak, usandırmak, o işin men'ini mûcibtir. Çok gülmek hafiflik ve utançtır. Çok şaka ve latife, töhmeti celb eder. Çok gülmek kalbi öldürür. Çok latife cehil alâmetidir. Çoksöz, noksan meânîden ileri gelir. Sükût aklın ziynetidir. Güzel sözlü ol, güler yüzlü ol. Asîâ yalan söyleme, kendini rezil eyleme. Sözü tatlı olan gönüllerde azîz olur. Gül158 TASAVVUF! AHLÂK III mesi çok olanın heybeti az olur. Kimin ki sözü mülayimdir, onun muhabbeti lâzımdır. Sözleri doğru olanın, güzelliği fazla olur. Halktan şekva eden, Hak'tan şikâyet etmiş olur, hiç bir zaman şâkir olmaz. Gizli ayıpları sormak kâmillere yakışmaz. Kendini medh eden, kendini kesmiş olur ve kendini zemmeden selâmet bulur. Sözünde sadâkat, işlerinde rıfk, yumuşaklık, hâlinde güzellik, ind-i İlâhîde kabulüne sebep ve işarettir. Kişi, diliyle, yânî sözüyle insandır. Halbuki, lisânı kendine, kendi varlığına düşmandır. Bed cevab, kötü söz seyleyen pişmandır. Âkil insana lâzımdır ki, câhile karşı hüsn-ü muamele, rıfk ye müdârâ eyleye. Doktorun hastasına yaptığı muamele gibi mülayim söyleye. Dedikoduyu terk eden, gönül hoşluğunu idrâk eder. Sükûtun menfaatleri sonsuzdur. En ednâ faydası, ömrünün selâmetidir. İnsanın, canının helaki dilinin ucundadır. Sırrını sen sakla ki, sır, emânet olmaz. (Buna çok dikkat etmek gerekir, sır başkasına söylenmez). Sırrını emânet veren selâmet bulmaz. Sırrını saklarsan, sırrın selâmet olur. Sırrı izharın sonu nedamettir. Dostundan hiç bir nesne gizleme, lâkin her sırrı ona dahî söyleme. Nazim Açma razı ki, zâr olitaayasın. Mihnet ve kederde yâr olmayasın. Sakla sırrını ki, sır selâmet ola. Sırrı izhâr eden melârnet ola. Aşikâre eden şikâr oldu. Fikrini fikr eden fekkâr oldu. Nice sır var ki, ger zebana gele. Nice canlar revâ-yı dünhâne gele. Dil kafesi râz-ı mürg-u vahşîdir. Mürg-u vahşî kafesde yahşidir. Râh-i devlette kim ki gence erer. Saklamazsa hezâr rence erer. Hak olan halka aşikâr olmaz. Sayd edeyim derken şikâr olmaz. SÜKÛT VE AZ KONUŞMA 159 Üçüncü Nevi': Lisânın, vaktin, amellerin, ahvallerin, hayatın muhafaza ve âfetlerden selâmetinin, sırları saklamakta olduğunu bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, sükût, ilimlerin efdalidir ve Al-lahü teâlâ'nın hikmetidir. Dil konuşunca, gönül sükût eylese, gönül hikmet söyler. Söz gümüş olsa, sükût altın olur. Çok konuşanlar çok kere pişman olurlar. Lâkin, her sükût eden salim olur. Lisânın sükûtu, lâfızların, kelâmın terkiyledir. Gönlün sükûtu, i'tirâzı ve i'râzı terk etmektir. Gönlün sükûtu hayrete, hayret te, varidat ve keşiflerin vukuuna sebebdir. Arif sükût eylese, hâline sahib olur. Sükût ile gönül gözü açılır. Akıl ziyade rahat bulur. Hemen dilini zabt eyle ki, onun isyanı ve tuğyanı, diğer a'zâlar-dan daha eşed ve a'zamdır. Yine dilini bağla ve tut ki, onun fe-sad ve adaveti bütün âzalannkinden daha zararlı ve umûmidir. Böyle olunca lisânın muhafazası, cümleden ehem ve elzemdir. Zîrâ lisanın muhafazasında a'zâların muhafazası da dâhildir. Haberde gelmişdir ki, "âdem oğlu sabaha dâhil olunca cemî' a'zâ-sı diline, "Allah için müstekîm ol! Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz, eğer sen yamuk olursan, biz de yamuluruz" derler. Sözlerin insan a'zâları üzerinde iyiye de, kötüye de te'siri aşikârdır. Ey âdem oğlu, eğer yüreğinde bir berklik, katılık, bedeninde bir zayıflık, rızkında bir noksan buldunsa, anla ki, faydasız, boş sözler söylemişsin. O sözlerin te'sirinden «türü bu belâlara düşmüşsün. Lisânın muhafazasında, vakitlerin muhafazası da vardır. Çünkü insanın ekseriya sözleri boş ve ma'nâsızdır. Bunların hepsi de, vakitlerin zayi' olmasına sebep olur. Vakit ise na-kittir. Hem de bir daha ele geçmesine imkân yoktur. Zâyî olan mal, mülk belki ele geçebilir, fakat gayıp olan vakitleri bulmak mümkün değildir. Şâir demiş ki; "Bâtıl ile konuşmayı kasdettiğin zaman, derhal onun yerini teşbihlerle doldur. Kelâmın her ne kadar fasîh dahî olsa sükûtu tercih etmek, konuşmaktan hayırlıdır!' Lisânın muhafazasından, vakitler muhafaza olunduğu gibi, amellerin muhafazası dahî vardır. Zîrâ çok konuşan gafil, elbette gıybet eder. Bu da onun hasenatının, düşmanlarına gitmesine sebeb olur. Bir arif demiş ki, "Eğer gıybet eylesem, ken160 TASAVVUF! AHLÂK III di validemin gıybetini ederim tâ ki hasenatım ona gide". Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi îcâbeden bir husustur. Lisânın muhafazasında, vakitlerin, amellerin muhafazası gibi, ahvâlin de muhafazası vardır. Zîrâ dil, irfan hazînelerinin anahtarıdır. Binâenaleyh, çok sözle gönül, cevher-i hikmetten hâlî kalır ve ehliyetsiz kimselerin yanında zâyî olur. Lisânın muhafazasında, dünya âfetlerinden de selâmet vardır. Lisan, pusudaki arslan gibidir. Sükût, ondan emnü emândır. Lisânın muhafazasında âhiret âfetlerinden de selâmet vardır. İnsanları yüzleri üzere ateşe düşüren, dilin hatâlarıdır. Öyle olunca lisânın muhafazası, iki cihanın selâmetidir demek oluyor. Ehl-i irfanın sermayesi sükût olmuştur. En metin kale, gönül ve candır. Lokman Hakîm, Dâvûd aleyhisselâmm huzuruna gelmişler, bakmışlar ki, demir parçalan onun elinde bal mumr gibi yumuşak ve istediği gibi küçük halkalar halinde birbirine eklemektedir. Hiç görmediği bu san'ata, Lokman Hakîm teâccüb edip, bunların ne olacağını sormak istediğinde, onun kalbinde olan hikmet, onu sormaktan men' etti. Vaktâ ki, Dâvûd aleyhisselâm, mu'cizesini tamamlayıp onu giydi ve Lokman HakîmV hitab ederek, "Bu zırh insan için, muharebe esnasında metin bir kaledir!' deyince, Lokman Hakîm ona demişdir ki; "Benim bu sükûtuma ne dersin ki, ben onu senden sormadım?" Hazret-i Dâvûd da cevaben, "Sükût bir hikmettir ki, faili azdır. Sükût, dil ve cân için konuşma sırasında gayet mükemmel bir kaledir" Sükût eden selâmet bulur. Dilin hatâları, helakin en şiddetlisidir. Sırrın iyi bil ki, senin esirindir ve sen onun emîrisin. İfşa ettiğin zaman, sen onun esîri olursun. Her sözün bir yeri vardır. Her işde de bir maksat vardır. Dert yanmak, içini dökmek, er kişiye yakışır birşey olmadığı gibi, aynı zamanda gönlün muhafazası için -ki, hepimize pek lâzım ve mühimdir- dili'tutmamak ve her akla geleni hemen söyleyivermek, çok abes bir şeydir. Sonra insan binlerce defa pişman olsa da faydası yoktur ve olmayacağı da herkesçe malûmdur. Dördüncü Nevi': Az konuşmanın faydalarıyla, halinin muhafazasını bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, dilini altın muhafaza eder gibi, SÜKÛT VE AZ KONUŞMA muhafaza eyle, yâni altınlarını nasıl saklıyorsan, dilini de öylece tut ki, sonra pişman olmayasın. Dilin iki dudak ve iki diş tabakası ark asında yaratıldığının hikmetini unutma. O bize her zaman söylüyor ki, az söyle, çok dinle. Eğer böyle eder, az konuşur, sükûtu çok edersen, selâmeti bulursun. Kişi, kendi dili altında gizlenmiştir. Her ne ki lisana gelir, o ziyana gider. İnsanın bütün belâsı ve çektikleri, dillerinin belasıdır. Nice boş sözler, sahibi için noksanlıktır. Nice dil var ki, sahibine düşmandır. Meclis emânettir. Meclislerde konuşulan sözleri dışarıya nakletmek o meclise hıyanettir. İnsanın salâhı, lisânının muhafazasına ve cömertliğine bağlıdır. Evvelâ düşünüp sonra söylemek, en akıllı bir işdir. Akıllı insanın dili kalbinde, ahmak kişinin de kalbi ağzmdadır. Hakkı söylemeyi ganimet bil, bâtıldan da sükût ile emîn ol. Her insan lisanıyla miıâhaze olunacaktır. Beyit Sükût eyle HAKKI ki, sükût içre var. Nice bin lisân ve nice bin beyân. Hayırlı söz, lafzı kısa ve ma'nâsı geniş olandır. Nice sükûtlar vardır ki, konuşmaktan çok evlâdır. Çok konuşma, bir çok ni'metlerin elden gitmesine sebep olur. Dil hatâsı, ayak hatâlarından büyüktür. Dil yarası, hançer yarasından daha şiddetlidir. Lisânın muhafazası, îmânın başıdır. Konuşmalar, Allah zikrinin nurlarını gönülden giderir. Çok söz, kalbi katı yapar. Katı kalbliler ise, Allah teâlâ'dan ve onun rahmetinden uzak olan kimselerdir. Müjde o kimseye ki, lisanı sâkit ve kalbi zâkirdir. Yine müjde o kimseye ki, lisânına mâlik, her haline de şâkirdir. Lisânını muhafaza eden, nefsine ikram eder. Hikmetle konuşan izzet bulur. Nâsa ancak bildiklerini söyle, bilmediklerini ve akıllarının ermiyeceği şeyleri söyleme. Güzel sözlerinle halka yakın ol. Fakat gönlünle onlardan uzak ol. Bilmem demek ilmin yarısıdır. Ayıp örtmek,

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

40/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

tam hilimdir. Fakirliğini halka açıklayan, velev rumuz ile dahî olsa, kendi kadir ve kıymetini yok eder. Malınla cömert ol ve lâkin sözlerinle sıkı ol. Malına karşı bahîllik eden zelîl olur, sözlerinde sık', olan, yâni az konuşan, azîz olur. Gizli 162 TASAVVUF! AHLÂK III şeylerini saklamıyan ahmaktır. Başkasımn onu saklâmıyacağı mu-hakkakdır. Vâkıf-ı esrar olmayana sırları açmak ve herkesin, her sualine cevab vermek doğru değildir. Kimseye karşı sakın çirkin hitablarda bulunma ki, sen de mukabil çirkin cevablara muhatap olmayasın. Hikmetli sözleri ehli olmayana kat'iyyen söyleme. Haberde vârid olmuştur ki: "İncileri köpeklerin boyunlarına asmayınız, takmayınız. Cevherleri hınzırların boyunlarına asmayınız. Hikmet ise, inci ve cevahirlerden çok daha kıymetlidir. Onun kadir ve kıymetini bilmeyen münkirlere söylemek, pek büyük hatâdır!' Eğer nutuk gümüş olsa, sükûtun altın olur. Beşinci Nevi': Dilin sükûtunun, gönüllerin muhafazasına yaradığını bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, ariflerin içinde esrar hazîneleri vardır. Sakın bunları ehli olmayan kimselere söylemiyesin. Ehlinden de saklamamahdır. Hak teâlâ, bazı has kullarına tah-sîs eylediklerini, avam kullarına vermemiştir. Zîrâ liyâkatleri yoktur. Bir hâkim, İlâhî hikmet ve havâssı bir kelime ile veya bir harf ile avamdan bir şahsa verse, o arif hikmete muhalefet eylemiş ve kendi katlini hazırlamış olur. Ebû Hureyre (r.a.) Hazretleri bir rivayetinde, "3en Resûl-ü Ekremden (s.a.s.) iki ilim ahz eyledim. Birini halka izhar eyledim, diğerini ise sakladım. Eğer onu da izhar etseydim benim boynum kesilir, yâni halk onu anlamazlar ve benim katlime kadar giderlerdi" buyurmuştur. Nitekim, Hallâc-ı Mansûr (k.s.) da kendisine verilen hikmeti muhafaza edemeyip, "Ene'1-Hak" dedi. Başına kıyametler koptu. Bunun gibileri pek çoktur. Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Hazretleri de, bir dervişini esrarları izhâr ettiğinden ötürü tekdir etmişlerdir. Merhum, kitabının 323. sayfasında, irşâd sahiplerini îkâz edip, vasiyyet buyurmuştur ki, "Eğer avamdan bir zat, tevâzû ile bizlere gelip, mutî' ve emirlerinize münkâd ve hükümlerinize tam ma'nâsıyla teslim olarak varını, yoğunu hükmünüze bırakıp, herşeyden geçer, yânî bütün dünyalığı hattâ çocuklarını da emrinize teslim eder, hizmetinize girerse, o zaman ona lâzım olan hizmeti îfâda kusur etmezsiniz. Size kul olduğu kadar siz de ona hâmî ve muhafız olursunuz. O kimse ki dünyayı sever, evliyayı inkâr eder ve casus, hayâsız, münafıklara, havâssa mahsus hikmetleri söylerse, o zâSÜKÛT VE AZ KONUŞMA 163 lim, hikmet ve emânetlere hıyanetlik etmiş olmakla, kendisi de rahmet-i İlâhîden tard olunmuş olur. Zîrâ hikmet-i evliya, ilm-i ledünnîdir. izhârı memriû'dur. Havâssa mahsus olan esrarın, avama ifşası meşru' değildir, izhâr edenin sözü dinlenmeye değmez. Altıncı Nevi': Sükûtun kısımlarını, bal ve makamlarının neler olduğunu bildirir. Ey azîz! Ehlullah demişler ki, lisânın sükûtu gece uykusuzluğunun, yâni geceleri uyanık olup, ibâdet, tâat, tefekkür ve zik-rullahla meşgul olmanın neticesidir. Çünkü gerek gece ve gerek gündüzleri uyanık olan zevât-ı muhteremler gönüllerinin şenliğinden çanları kat'iyyen konuşmak istemez. Sükût iki kısımdır. Biri, dilin sükûtudur ki, Hak'tan gayrı birşey konuşmak istemezler. Gönüllerinin uyanık olması sebebiyle, mâsivâ ile vakit geçirmekten korkarlar ve dâima sükûtu ihtiyar ederler. Birisi de, kalblerin sükûtudur ki, gönüllerine hiç bir havâtır gelmez. Zîrâ bilirler ki, gönül Rahmân'ın nazargâhı-dır; Arşürrahmân'dır. Orada mâsivâ ve hâtıralara mahal yoktur. Hem hiç bir kötü huy da kendilerinde bulunmaz. Ne hırs, ne haset, ne kin, ne gazap ve ne de kibir, gurur, azamet, hele riyakârlığa, ve şehvete dair birşey bulundurmazlar. O zaman tabia-tiyle, gönüller hikmetle dolar. Konuştukları vakit etrafındakile-ri mest ve hayran edip, feyze gark ederler. Eğer dil ve gönülleri durmadan ağzına geleni konuşacak olursa, o kimse artık şeytan memleketi ve onun maskarası olur. Sükût, sülük ehli için bir menzildir. Bunu geçmedikçe ebrâr denilen bahtiyarlar arasına girmek mümkün olmaz. Kalbin sükûtu ise, şühûd ehlinin sıfatıdır ki, bunlara mukarrebîn denilir. Sükût, mübtedîler için, âfetlerden selâmettir. Mukarrebîrilerde ise, Hak ile ünsiyete vesiyledir. O kimse ki, herhalde sükûtu iltizâm eder, onun kimse ile bir sözü kalmaz. Ancak Rab'bi ile olur. Zîrâ insanin içinde mâsivâ olsa, o kimsenin sükût edip, susması mümkün olmaz. Ne zaman ki mâsivâ konuşmayı terk edip, Mevlâ-yı müteâl Hazretleriyle meşgul ola, o zaman selâmete erişip, mukarrebînden olur. Konuştuğu zaman, hak üzere dâima doğruyu konuşur. Bu doğru konuşma ve hak üzere konuşma, sükûtun mükâfatıdır. Nasıl ki boş ve ma'nâsız konuşanların hatâlarının çokluğu, mâsivâ İP1' 164 TASAVVUFÎ AHLÂK III SÜKÛT VE AZ KONUŞMA 165 ile tekellümlerinin cezasıdır. Mâsivâ ile konuşmak her veçhile hatâdır. Sükûtun faydalarından biri ve hattâ en mühimi, kendilerine ma'rifetullahın zuhurudur. Bu ise saltanatların ve saadetlerin en büyüğü ve en güzelidir. Bir kimse ki, ma'rifet ni'met-i ce-lîlesine mazhar olmuştur, artık onun kadir ve kıymetini ta'rife ve tavsife kimsenin gücü yetmez. Ehl-i irfanın tasavvuf hakkında yazmış oldukları eserleri okuyup da, kendini bilmeyen cahil sofuların, o kelimelerle ma'rifet iddiasında bulunmaları kadar abes birşey yoktur. İnsan olan onları okuyup kendi noksanım anlar ve ıslâh-ı hal etmeye çalışır. Bu ise en büyük meziyyettir. Her ilim, ehlinden okunarak öğrenilir. Bu kalb ilmi, gönül ve ahlâk ilmi ise, okumakla beraber, bu ilmin sahiblerine ihlâs ile yapılan hizmetlerin neticesinde, onlara Hak'kın lütuf ve ihsanıdır. Onun için demişler ki, "Mürşid-i kâmil olunca, sana mür-şid olarak Kitap ve sünnet-i Resul yetişir" Fakat ne de olsa dün ve bugün de göregeldiğimiz birşey varsa, o da ehl-i ilmin hemen ekserisi, nefislerinin esîri ve kölesi olup, gönül alemiyle ilgi kuramamışlardır. Onların bilgileri ve kitaplarının mütâlâası, ömürlerinin sonuna kadar böylece devam edip gider de, gönüllerinden habersiz olarak nihayet âhireti boylarlar. Bu sebepten olsa gerektir ki, "İrfan sahihleri, gönül sahipleri, muhabbeti ilâhîye, aşk-ı ilâhiyeye mazhar olan zevât-ı muhtereme, bu gibi gönülsüz, dünyaya meyyal ve muhip olanlara esrâr-ı muhabbeti ifşa etmesinler" diye sıkı sıkı tenbihlerde bulunmuşlardır. Ancak, hakîkî tevbeye muvaffak olmuş ve dünyayı terk ile cân-ü gönülden hakîkî ve tam ma'nâsıyla teslim olmuş bahtiyarlardır ki, esrara vâkıf olabilirler. Sen de, fânî bir zâta tâlib olursan ki numunesi, senin herhangi bir a'zândan kan aktığı vakit onun da aynı a'zâsından kan akar derecede birliğe ulaşmış kimselerdir; buna, fenâ-fiş-şeyh derler. Tabiî bu herkese müyesser olmaz. Ancak ve ancak hakîkî taliplere nasîb olur. Kalb ilmi, ancak hal ilmidir. Tezekkür ve tefekkürler kalbe dolmuştur. Onun için birinin hali diğerine aks etmekte ayna misâlidir. İlm-i zahir ise böyle değildir. Halbuki, bizlere islâmiyeti ta'rif edib anlatanlar diyorlar ki, mü'minler ve müslümanlar bir cesed gibidir. Evet, cesedin herhangi bir tarafında bir arıza olsa, bütün vücuda sirayet eder. Bütün vücud, bundan müteessir ve müteellimdir. Halbuki, rahatsızlık, farz edelim ki ayağın parmağında veya tırnağındadır. Fakat bütün vücud bu ağrıya ve sızıya iştirak halindedir. İşte hakîkî müslümanın böyle olması lâzım gelirken, bugün bizlerin hali ağlanacak derecede acıdır. Bu acıyı da kimse hissetmemektedir ki, bu hal acının daha acısıdır. Müslümanlık bir bina gibidir. El ele verdikleri takdirde, birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe güzel işler başarırlar. Dinleri de dünyaları da ma'mur olur. Ne zaman ki, bölünürler, fırkalara, partilere ayrılırlar; işte o zaman tıpkı göçmeye yüz tutan bir bina gibi, ansızın yıkılıp giderler de haberleri bile olmaz. Allah muhafaza buyursun, âmîn. Azîz kardeş; sen bu sözleri sakın yabana atma. "Bak dünyanın her tarafında bir nizam carîdir. Bizde de öyle olursa neden yıkıhrmış?" deme. Ben yazmayayım, fakat sen düşün ve bul. Emînim, bulacaksın. Bir akşam, iftar vakti, radyoda bir konuşma yapan Diyanet İşlerine mensup bir müdür, konuşmasını , müslümanlıkta tevhîdin, birliğin lüzumuna dâir yapıyordu. Bu arada şöyle bir de vak'a nakletti. Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinin zamân-ı saadetlerinde ashâb-ı kiram Hazretleri, mescid-i şerîfde öbek öbek oturmuşlar, muhabbet ediyorlarmış. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri bunların bu hallerini beğenmedikleri için, bir beyânda bulunarak, bu halin iyi birşey olmadığına, kötü ve fena akıbet doğuracağına dâir sözleriyle onları îkâz buyurmuşlardır. Evet bu herkesin bildiği birşeydir ve kaide hiç bir zaman bozulmaz. Ancak bozulan birşey varsa o da kaideleri bozmaya çalışanlardır. İyi bil ki, sular toplandığı zaman ne kadar çok olursa faydası da o kadar çok olacağından kimsenin şüphesi olamaz. Bu büyük suları arklara taksim edip, dağıttığınız vakit, elbette kuvvetten düşeceği yine herkesçe bilinir. Şimdi, şu parti, bu parti, acaba ne demektir? Biz, hep bir milletiz ve aynı dine mensubuz. Buna rağmen neden ayrılıklar yapıyoruz? Bunların zararının umum millete olduğunu hâlâ anlayamıyoruz. Azîz kardeş! Tefrikada, azâb, vahdette saadet ve selâmet olduğunu unutma. Kim ne derse desin, sakın aldanma. Bunu bütün kardeşlere duyurmaya ve birlikden ayrılmamalarını te'mine çalış ve çalıştır. Bak, Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerini nasihatlerinin birinde, ihtilâf anlarında bile dâima büyük topluluğu, cemâati tercih edip,, ihti-lâfcılan kendi başlarına bırakmak suretiyle cezalandırdıkları biz-

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

41/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

166 TASAVVUF! AHLÂK III TEVEKKÜL lere anlatılmakla güzel bir ders verilmiş olmaktadır. İbrâhîm Hakkı Hazretlerinin, güzel ahlâklara sahip ve kâmil bir insan olmak isteyen her irfan sahibi için tertib ettiği eserinde, az yemek, az uyumak ve az konuşmak hakkında söyledikleri bütün sözler, hep birer ayn-ı hakîkat olduğu, erbâb-ı ilim tarafından takdire şayandır. Bunların hiç birisi hakkında ufak bir i'tiraz dahî mesmu' değildir. Bütün kusur kendimizdedir. Biz ne zaman kendimizin ıslahına gayret edersek, o zaman bunların ne kadar doğru ve lüzumlu olduğunu takdir ederiz. Şimdi ise hep nefislerin adamı olduğumuzdan ötürü, yiyip içmeye ve bol bol uyuyup, çok çok konuşmaya ahştığımızdandır ki, bunların zararını görmekten uzak kalıyoruz. Cenâb-ı Hak fazl u keremiyle bu gafleti üzerimizden gidersin ve bizi kâmil, olgun müslüman-lar arasına ilhak buyursun, âmîn. Tevekkül Allahü teâlâ Hazretleri şöyle buyurdu: "Kim Allah'a tevekkül ederse, O ona kâfidir." (3/31) Rab'bimiz diğer bir âyet-i celîlesinde de: "Artık gerçek mü'minlerseniz Allah'a tevekkül ediniz." (3/32) Tevekkül, vekâletten müştaktır. Meselâ, "Falanı vekil tayin ettim, işlerimi ona terk ettim!' demektir. Vekilinin ilim, kudret ve kuvvetine ve şâir hallerine olan i'timadına mukabil, Allah celle ve âlâ Hazretlerinin de gücünün, kuvvetinin, ilminin lütuf, ihsan ve inayetinin hudutsuzluğunu ve kemâlini bilip de, onun kuvvet, kudret ve kemâlinin üstünde, hiç bir kuvvet ve kemal olamayacağını ve fâil-i hakîkînin de ancak Hak sübhânehû ve teâlâ olduğunu bilip, idrak eden her ehl-i basiret için, her umur ve hususda, Allah celle ve alâ'yı vekîl ittihaz etmesinden daha makbul birşey olamayacağı pek aşikârdır. O zaman insan, ne kendi kuvvet ve kudretine ne de başkasının kuvvet ve kudretine iltifat etmez. Bilir ki, bütün güç ve kudret ancak Allah'ındır. Şüphesiz bu hal, ancak îmânın kuvveti ve kalbin mâsivâdan temiz olmasına bağlıdır. Tabiîdir ki, îmânı ve Hak'ka i'timadı zayıf olan bîçârelerin, Hak'ka tevekkülleri o nisbette zayıfdır. (3/33) Tevekkülün üç mertebesi vardır. İlki, kişinin vekiline olan itimadı gibi ki, iyi bir vekîli olan insan, ona itimat ile rahat eder. İkincisi, çocuğun anasına olan itimadı^gibi ki, hemen anasına |î (3/31) Talâk, 3. (3/32) Mâide, 23. (3/33) Ihyâü'1-Ulûm, c.4,s.233. 168 TASAVVUF! AHLÂK III sığınır ve eteğini bırakmaz. Hattâ çocuk, yemek ve temizlik vakitlerinde ihmal etse, anne kendiliğinden çocuğunu çağırıp doyurur ve temizler. Üçüncüsü ise daha kuvvetlisi ve alâsıdır ki, Allah celle ve alâ'nın huzurunda cenazenin yıkayıcıya teslimiyeti gibi teslîm olmasıdır. Yânı, Hak sübhânehü ve teâlâ Hazretlerine ve her emir ve irâdesine teslim ve razı olup, itirazı terk etmesidir ki, îmânın kuvvetine alâmettir. Bu mertebeye eren insanlar, duâ ve isteme yapmazlar. Bilirler ki, kendilerini yaratan Hak celle ve alâ Hazretleri, kulunun her işine âgâhdır. Onun muhtaç olduğu şeyleri o istemeden ihsan edeceğine kanâat-i kâmile-leri vardır. Nitekim hadîsi şeriflerde, bir kimse zikrullah ve Kur'ân-ı azîmü'ş-şânın tilâveti, tetebbu'u ile meşgul olursa, Cenâb-ı Hak da o kulunun muhtaç olduğu şeyleri, istemeden vereceğini beyân buyurmuştur. Tevekkülün aslı, hakîkat-ı îmâna bağlıdır. Yâm, kişi Alla-hü teâlâya bilgisi, ma'rifeti nisbetinde tevekkül edebilir. "Lâ ilahe illallah" demek, "lâ faile illallah" demektir. Kâinatta fâil-i hakîkî, yalnız Allahü teâlâ ve tekaddes Hazretleridir. Binâenaleyh, mevcudattan hiç bir zerre, ne yerde ne de gökte, izn-i İlâhî olmadıkça kendi başlarına harekete muktedir değildirler., Güç ve kuvvet Allahü teâlâ Hazretlerine mahsustur. (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) bunun yegâne delilidir. Allahü teâlâ'ya îmân ise, onun esmâ-i Hüsnâsma îmân ile tamam ve kâmil olur. Rahman ve Rahîm olan Allahü teâlâ Hazretleri, aynı zamanda mülkünün sahibidir. Evveli ve âhiri olmayan Allahü teâlâ Hazretleri, ihya edip yaratan ve dirilten, sonra öldüren, ifna edip yok eden, kıyamet gününde tekrar ba's eden, diriltip hesapdan sonra Cennet veya Cehennemine koyan, envâ-ı ni'metlerle -ki, akıl, fikir ihata edemez- ikram ve ihsan eden ve cemâlinin müşahedesini lütfederi ve yerlere gömülenleri, konanları, girenleri ve yerden çıkanları, gökten inenleri, göklere çıkanları ve dâima kullarının bütün iç ve dış âlemlerini bilen hattâ, gönüllerinden geçirdikleri saklı ve gizli olan şeyleri de bilen ve her cihetten kendilerini muhît olduğunu, Hazret-i Allah celle ve şânenin, kullarının rı-zıklarını da daha onları yaratmadan evvel takdir ve tayin etmiş olduğunu, kendisinden başka her şeyin ona muhtaç olup emrine müsahhar olduğunu iyice bilerek ona göre hareket etmeliyiz. TEVEKKÜL 169 Yüce Rabbimiz; "Allah'a tevekkül et. (İşini O'nun vekâletine bırak.) Sana bütün işlerinde vekil olarak Allah yeter." (3/34) "Dâima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah'a tevekkül et." (3/35) "Kim Allahü teâlâ'ya tevekkül ederse, O, ona kâfidir." (3/36) "Allah bize kâfidir. O ne güzel vekildir!" (3/37) diye buyurmaktadır. Buna benzer bir çok âyet-i celîlelerde beyan buyurulduğu gibi Zât-ı ecell-ü a'lâsına tam bir tevekkülle bağlanıp, Allah'dan gayrı her şeyden ümid ve alâkasını keserek, lâyık olduğu veçhile kulluk vazifesini yapmağa çalışması gerektir. Bunun için îmânın mertebelerini beyân etmek mecburiyeti hasıl olmuştur. Çünkü herkesin böyle kâmil olmasına gayret etmesi lâzımdır. îmâna dört mertebe ta'yin etmişlerdir. Birinci mertebe, içi inanmamış olduğu halde, itikadı yokken veya şüphe üzerinde olan îmândır ki, buna münafık îmânı derler. Bu ancak dünyada müs-lümanların kılınandan hayatını kurtarmış ve belki de bir müs-lüman mezarlığına gömülmüş olabilir; lâkin bunların hiç bir faydası oimadığı gibi, âhiretteki azabı da o kadar şiddetli ve devamlı olur. Bunlara şeriat dilinde münafık denir. Münafıklık da iki kısımdır. Biri, itikadda diğeri, ameldedir. Amelde olanın îmânı vardır. Fakat, ameli muntazam değildir ki, bu diğerlerinden hafifidir. Lâkin, itikadda münafık ise, dilinde tevhid var amma, kalbinde bir şeyi olmayandır ki, bunlar hakkında zikredilen âyetlerden bazılarına işaret edelim: "Ey yüce Peygamber! Kâfirlere karşı silâhla, münafıklara delil ve hüccet getirerek muharebe et. Onlara karşı çetin ol. Onların barınağı Cehennem'dir ve o, ne kötü bir dönüş/yeridir!" (3/38) (3/34) Ahzâb, 3. (3/35) Fürkân, 58. (3/36) Talâk, 3. (3/37) Âl-i İmrân, 73. (3/38) Tevbe, 73.

170 TASAVVUF! AHLÂK III Diğer bir âyet-i celîlede de: "Ey Resulüm, o münafıklar için ister mağfiret dile veya mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağfiret istesen de, yine Allah, onları asla bağışlamıyacaktır. Bu mağfiretten mahrum edilişleri şundandır: Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulünü tanımadılar, inkâr ettiler. Allah ise öyle fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez." (3/39) Başka bir âyet-i kerîmede de: "Münafıklardan ölen hiçbir kimse üzerine, hiçbir zaman namaz kılma. Kabri başında (gömülürken veya ziyaret için) durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü tanımadılar ve kâfir olarak can verdiler." (3/40) Cenâb-ı vâcibü'l-vücûd Hazretleri, küffâr ve münafıklar hakkında nasıl mücâhede yapılması ve onlara gösterilecek gıl-zat ve sertliği beyân buyururken, netice, onların karargâhlarının en kötü yer olan Cehennem'in olacağını bildirmiş ve onlara yapılacak istiğfarın velev yetmiş defa dahî olsa, küfürlerinden kinaye olarak ne kadar çok olsa dahî fayda vermiyeceğini ve şâyân-ı mağfiret olamayacaklarını, çünkü onların, Allah ve Re-sûl'ünü tekzib etmeleri, kâfir olmaları sebebiyle Allah teâlâ'nın fâsık kavimlere hidâyet etmiyeceği bildirilmiş ve aynı zamanda bu gibi münafıkların, asla ve kat'â cenaze namazlarının kılın-maması için emir verilmiş, kabirlerini ziyaret

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

42/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

etmeye müsaade edilmemiştir; çünkü, bunlar Allah ve Resulüne düşman olup, fısk üzerine fâsık oldukları halde ölmüşlerdir. Binâenaleyh, ne namazları kılınır, ne de onlara okunur. Ne yazık, bunların başlarına dikilip okuyanlara ve bunlara çelenkler koyarak saygı duruşu yapanlara... Artık bunların ne kadar kötü adam oldukları pek aşikâr bir şekilde anlaşılmaktadır. Dünyâda iken böyle rezil ve rüsvay olanların, âhiretlerinin de ne kadar acı ve müşkül olacağı da malûmdur. Bu îmân, cevizin üst ve yeşil kabuğuna benzetilmiştir, bu kabuk nasıl bir işe yaramazsa, münafığın da îmânı böyle hiç bir şeye yaramaz. Cenâb-ı Hak, cümlemizi ve cümle TEVEKKÜL 171 (3/39) Tevbe, 80. (3/40) Tevbe, 84. ümmet-i Muhammedi münafıklıktan muhafaza buyursun, âmîn. Bi hürmeti Seyyidi'l-mürselîn, salavâtullâhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn. İkinci îmâna gelince: Bu da bi'1-umum avam mü'minînin îmânlarıdır ki, bunların îmanları gelişmemiş ve olgunlaşmamış ve kemâle ulaşmamış olan kimselerin îmânıdır ki, bunu da son nefesine kadar muhafaza edebilirse, ebedî âhiret azabından in-şâallah kurtulur ve Cennet'e de kavuşursa da, erbâb-ı müşahede ve mükâşefe sahibleri gibi olamıyacakları tabiîdir. Bu îmânı da ehl-i tasavvuf, cevizin yeşil kabuğunun altındaki sert ve katı olan kabuğa benzetmişlerdir. Halbuki, bu da yeşil kabuk gibi bir işe yaramaz. Yalnız olsa olsa bir odun gibi yakılır, bir ısıtma yapılabilir. Halbuki, cevizden murad, ne o yeşil kabuğu, ne de bu sert kabuğudur, bunlar en nihayet cevizin içindeki özü muhafazaya memur kabuklardır. Maksad cevizin içidir. Bunu elde edemiyenlerin, kendilerini nasıl aldattıkları görülünce, bu kıymetli ömrün, şu fânî dünyanın çeşitli ve yine fânî lezzetlerine aldanıp, âhiret saadetlerini zayi etmeleri ne kadar acıklıdır! Cevizi yemeden veya yiyeme-den ölmenin, onları, "Benim de cevizim var" diye yanında taşıyıp ve onun ağırlık zahmetine katlanıp, kendisinden istifâde edemeyenin, kesesinde bir çok paraları ve anbarında bir çok zahî-resi olduğu halde aç kalıp ölen insandan ne farkı olabilir? Tabiî Huzûr-u Rab'bi'l-alemînde de "Kulum, ben sana bu kadar nimetler vermişken niçin onları yiyip bana şükretmedin" diye acaba sorulmaz mı? Bu ikinci îmânın sahibi, (evhîd-i hakîkîye ulaşamadığı için dâima kesret âleminde perişan bir halde yaşar şöyle ki, gayet dalgalı ve fırtınalı havada gemisini yürütmeye çalışan kaptan gibi, bir dalgadan kurtulup diğerine tutulur ve böylece, bocalaya bocalaya, sahilden uzak olduğuna göre, pek çok defalar batar çıkar. \ Bazıları yakayı kurtarıp, zorluk ve müşkülât içinde sâhıl-i selâmete ulaşabilirlere de, pek çoğu da, denizin derinliği içinde, dibine giderek mahv olurlar. Allah (c.c.) cümle ümmet-i Muhammedi ve bizleri de muhafaza buyursun, âmîn. Bu kesret içerisinde ve esbâb âleminde dolaşan zavallılar bilmezler ki, kâinatta hiç bir zerre kendi başına, hiç bir harekete 172 TASAVVUF! AHLÂK III TEVEKKÜL 173 kadir değildir. Bütün eşya ve mevcudat, küçük, büyük hepsi, Hâhk-ı Kâinat ve Mâlikül-mülk olan Hak celle ve alâ Hazretlerinin emir ve irâdesine müsahhardırlar. Kendi başlarına hareket etmelerine imkân yoktur. Bir beyaz kâğıda yazılan yazılara, hal diliyle sorsanız ki, "Sizi kim böyle karaladı? Sen beyaz temiz bir kâğıttın!' Cevap verir, der ki, "Bilirsiniz, ben kendimi kara-layamam. Beni bu hale sokan mürekkebe sorun. Mürekkebe sorsanız, o da der ki, "Bilirsiniz ki benimkendi başıma bunu yapmaya gücüm yetmez. Binâenaleyh, benden alıp kâğıda yazan ve karalayan kaleme sorun". Kaleme de sorulunca, o da tabiî şöyle cevab verir: "Efendi bilirsin ki, ben sulak yerlerde biten bir nebatım. Oradan beni kesip, kalem haline getirerek o kâğıda bu yazıları yazan parmaklara sorun. Benim hiç bir kabahatim yok" diyeceği tabiîdir. Parmaklara sorsanız ki, "Niçin böyle yaptın?" diye, o da der ki "Ben, de kemik ve deriden ibaret, canlılar kadar ölülerin de ellerinde bulunan bir parmağım. Kendi kendime hiç bir şey yapmaya kudret ve takatim yoktur. Binâenaleyh, onu bana emreden irâdeden sorun" der. İrâde de bunu ilme, akıla, ve kalbe havale eder. Nasıl ki, otomobilin yürümesi her ne kadar tekerlekler vasıtasıyla ise de, bunu tekerlekden sorsanız, aynen kâğıdın verdiği cevap gibi silsile-i merâtible, tekerlek dingile, dingil dişliye, o pistona, o da benzine ve ceryana havale edecekleri gibi, en nihayet iş şoförün anahtarı açmasına ve cerya-nın benzini ateşlemesine nasıl bağlanıyorsa, bunların hiç birisinin kendi başlarına fâil-i muhtar olmadıkları anlaşılıyorsa, kâinatta bütün zerrâtın dahî hareketleri böyledir. Lâ ilahe illâllâh"ın ma'nâsı "Lâ faile illâ hû" demek oldu- -ğu tezahür eder, yânı, meydana çıkar. Şeytan ve nefis bizi aldatmasın. Cenâb-ı Hak, bizleri mes'ûl etmesi için, bize de bir irâde-i cüz'iyye vermiştir ki, bununla Cennet veya Cehennem kazanıla-bilir. İrâdelerimizi hayırlara sevk edersek, bundan Cenâb-ı Hak da razıdır. Cennet kazanılır. Kötü ve günah yerlere harcarsak, şüphesiz bundan da Cehennem kazanılır ve sahibi, mes'ûl olur. Yine ikisinin de, hayrın da, şerrin de halikı Allahü zü'1-celâl Hazretleridir. Bunların işlenmesine kuvvet ve kudret veren yine kendisidir. Halikıdır ve lâkin, o kötü fiillerden de razı değildir. Bundan dolayı sahibi mes'uldür. Cezaî sebeblerdendir. (Âmentü billahi) de, (hayrihî, ve şerrihî) dediğimiz işte budur. Ne zaman ki bu kesretten kendimizi kurtarır, müsebbibü'l-esbâb olan Allahü teâlâ'nın fiilini görüp, müşahede ve mükâşe-feye erersek, işte o zaman fâil-i hakîkînin, Allahü teâlâ ve te-kaddes Hazretleri olduğu tezahür eder ki, buna "Lâ faile illâ hû" denir. "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (3/41) âyet-i celîlesinde bunu apaçık beyân etmektedir. İşte o zaman insan kendini kesretten kurtarıp, gayet durgun bir deniz, fırtınası da yok, gemi de sağlam, hava da güzel olunca, o seyahatin tadına doyum nasıl olmazsa, bu îmân sahihlerinin keyfine ve saltanatına da öylece doyum olmaz. Lâkin bu makama ulaşan bahtiyarların sayısı da pek azdır. Bütün insanlar hemen hemen kesret âleminden çıkamadan ve dünyanın lezzetine doyamadan âhi-reti boylarlar. Şeriat malûm olduğu gibi 54 farzın îfâsıyla tamam olur. Fakat sahibi, yine kesret âleminden çıkamaz ve îmânın tadını bulamaz. Nitekim, bir hadîs-i şerîfte: "Üç şey vardır ki bunlar kimde bulunursa îmânın lezzetini tadar: 1- Allah ve Resulünün sevgisi, her şeyin sevgisinin üstünde olmalıdır. 2- Kişi, sevdiğini ancak Allah için sevmelidir. 3- Kul, Cenâb-ı Hak'kın kendisine îmân nuru nasîp ettikten sonra Cehennem'e atılmayı kerih görmesi gibi küfre dönmeyi kerîh görmesidir/' (3/42)

,

îmânın tadı ancak üçüncü îmân mertebesi olan, hakîkat âleminde iken anlaşılır. Erbâb-ı tarikatın merâtibi ise kırkdır. Ancak insan bunları atlatınca hakikate erişebilir. Yoksa her tarîka giren için bu mümkün değildir. Çok mücâhede lâzımdır. Yalnız verilen ve yapılan evrâd ve zikir kâfî gelmez. Her halde, ferâiz, vâcibât ve sünen-i Nebeviye son derece, harfi harfine riâyetle beraber, imdâd, lütuf ve ihsân-ı İlâhînin de inzimamı şartıyla ha-kîkate ulaşması mümkün ise de, bu da peX kolay olamayacağı aşikârdır. Çünkü, günahların her cinsinden sıyrılabilmek ve yapılacak işleri de, insanın kendi başına yapabilmesi her halde (3/41) Saffât, 96. (3/42) Buhâri ve Müslim, Hz. Enes (r.a.)den rivayet etmiştir. 174 TASAVVUF! AHLÂK III tevfîkât-ı samedâniyye ile olacağını, her mü'min ve muvahhid tasdik eder. İşte bundan nâşî, bizlere dâima (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) dememiz tavsiye edilmektedir ki, bunda ne kadar haklı oldukları açıkça görülmektedir. İnsanın kesret âleminden kurtulabilmesi ve saadete kavuşabilmesi için, nefsin emmâre ve levvâme ve mülhime denilen şu üç devresini atlatıp, nefs-i mutmainneye ulaşması ve hattâ, onu da geçerek râzıye ve merzıye derecelerini bulabilmesi gerektir. Lâkin bunları atlatmak öyle kolay bir şey de sanılmamalı-dır. Zîrâ bu devrelerin atlatılması öyle memuriyetlerdeki gibi, üç beş senede bir yapılan terfiler gibi değildir. Her birisi için uzun zamanlar mücâhedelere ve muvaffakiyetlere bağlıdır. Bu müca-hedelerde de daimî bir sebat ister, yoksa ufak bir ihmal veya nefsin arzusuna muvafakat, insanın çok yükseklerden bile düşmesine sebep olabilir. Onun için mücâdele ve mücâhedeyi tâ ölünceye kadar bırakmamalıdır. Zîrâ, Hak sübhânehû ve teâlâ'nın kitâb-ı mübîni olan Kur'ân-ı azîmü'ş-şâmnda buyurduğu ma'lûmdur (3/43). Buradaki yakînden murad, tâ ölüme kadar ibâdete devamı beyân eder. İbâdette tekâmül ise, o da yine mücâhede ve mücâdeleye bağlıdır. Çünkü, nefsin kölesi ve esîri olan kimselerin ibâdetinin, taklitçilikten ileri, geçmediği herkesin gördüğü ve bildiği bir şeydir. İbâdet yalnız Allahü teâlâ'nın istediği, meselâ, namaz, oruç, ve şâire gibi, ibâdetleri yapmakla bitmez. Muhakkak yasak olan, yine Allahü teâlâ'nın men ettiği ufak, büyük bil'umum kötü, mezmûm ve menhî olan, yeme, içme ve giyinme, oyun ve şâir âdât ve an'anelerinden tamâ-mıyle sıyrılması ve bunlardan kurtulup kaçması hem de arslan-dan kaçar gibi lâzımdır. Nefs-i emmâre, dâima kötülükle emr eden, tevbe ve istiğfarı bilmeyen ve yapmayan bir nefs-i anûddur. Islâhı ancak tevbe, istiğfar ve salavât-i şerîfelere ve tevhîd zikrine devamla ve üstadından alacağı talim ve terbiye ile mümkündür. |i i

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

43/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

iî TEVEKKÜL 175 (3/43) Hicr, 99. Konuşurken yalan söylemek, vadinde durmamak, emânete hıyanet etmek münafıklık alâmetidir. Aynı zamanda gıybet, iftira, riya, şöhret meyli, kibir, ucüb, hased, hırs, kin, adavet, namaza ve cemâate devam etmemek, alenî ve aşikâr Ramazan-ı Şerifte, -velev özürlü dahî olsa- oruç yemek, zekâtını vermemek, kudreti varken hacca gitmemek, müslüman kardeşinin ihtiyacı halinde yardımına koşmamak, cihaddan ve harbden kaçmak, düşmanla, küffârla, münafıklarla mücadeleyi terk etmek ve şâire gibi şeyler, hep nefs-i emmârenin ve münafıklığın alâmetleridir. Hele kendini beğenip, kendi kendine insanların irşadına hizmet edeceğim diye, esaslara dayanmayan uydurma ve kendi düşüncesine uygun kitap yazmalar, çok konuşmalar ve makam düşkünlükleri gibi hallerin sahipleri bir türlü kendilerini emmârelikten ve münafıklıktan kurtaramazlar. O takdirde, çok azgın bir deniz ve fırtınalı havada denizlerin dibine gömülen gemilerden hiç farkı olmadan maazallah îmânsız olarak âhireti boylamak, ne kadar acı bir sonuçtur. Kâinata ibret nazarıyla bakıp, tefekküre dalarak, bu mülkün sahibine teslîm ve inkıyâd eder, tevbekâr olur da, birer ikişer müptelâ olduğu kötülükleri terk ederek, ibâdet ve ezkâra devam ederse, nefs-i emmâresi, nefs-i levvâmeye döner. Artık yaptığı her kusur ve günahdan hemen nedamet edip, ağlaya, sızlaya tevbeler eder, yaptığına derhal pişman olup, bir daha yapmamağa çalışır amma, yine kendini selâmet sahiline atamamıştır. Yine kesret âleminde bocalayıp durur, her şeye karışır, neden, niçin-miş diye kendini yer bitirir, hırslanır, sinirlenir, bir türlü vahdet âlemine geçemediği için, kesret âleminde boğulur gider. Bu gibilerden pek az kurtulan olur. Nefs-i levvâmelikten kurtulmak ve nefs-i mülhimeye atlayabilmek için de, emr-i ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker icrâsıyla beraber, sünnet-i Resûlullahın icrasına sa'y ve gayretle, ferâiz ve vâcibâtı, sünen ve müstehâbbâtı bi'1-fiil işleyip, bütün münke-râttan yânî yasak olan her şeyden, son derece sakınmakla beraber, nefs-i levvâmenin elinden kurtulmak mümkün ise de, iç ahlâkları, yânî, ahlâk-ı mezmûmeler, istenmeyen, beğenilmeyen kötü huylar bakî kalır ve bu sebeple kendisinden istenilen tevekkül meydana gelemez. Zîrâ, henüz nefis ve şeytanın tasallutundan kendini kurtarabilmiş değildir. Bu sebepden HaJc'ka teslim olup 176 TASAVVUF! AHLÂK III tevekkül edemez. Buraya kadar, terfî-i derecât, insanın kendi sa'y ve gayretiyle mümkünse de ve ne kadar zâhid, ehl-i takva ve mu-tasavvifînden ve ulemây-ı zevi'lihtirâmdan olsalar bile, bundan ileriye kendi başlarıyla terakkî mümkün değildir. Ancak, üstâd-ı kâmillerinin hizmetine ve onlara teslimiyete vabestedir. Hizmeti ve teslîmiyyeti nisbetinde nefs-i mutma-inneye ayak basmaları ve erişmeleri mümkündür. Lâkin, nefs-i mutmeinne kendisine hal oluncaya kadar da yine uğraşmak lâzımdır ki, velayet kademesine ayak basabilmiş olsun. Bu da ancak tarikat ehline nasîb olan ilk makamdır. Bütün ahlâk-ı zemî-meleri artık ahlâk-ı hamîdeye tebdil olmuş pek muhterem insanlardır. Bunlar şöhretten de çok sakınan ve mahviyet, şiarları olan kimselerdir. İnsana lâzım olan da bu makamdır. Zîrâ kişi, nefs-i mutmainneye ermeden yaptığı bütün va'z ve nasihatlerde onu dinleyenler için bir fayda temin edemez. Yabanî meyvaların, nasıl insanlara bir zevk-i tabiî vermediği gibi, bunların nasihatleri de böyle olur. Nefs-i mutmainne sahiplerinin efâlleri, efâl-i cemileye ve ekseri ahlâkları da, ahlâk-ı hamîdeye tebdil olmuş bahtiyarlar olduklarından, bilâ irâde tevekkül-ü tam ile Cenâb-ı Hak'ka mütevekkil olurlar. Yine bilâ irâde Hak'ka teslîm-i tam ile teslim olup, zerre kadar dünya cihetinden olan şeyleri düşünmez ve gam da yemezler. Gerek Cennet arzusu ve gerekse Cehennem korkusu kendilerinden alınmış olup gussa çekmezler. Bütün işleri, Allah rızâsı için ibâdet ve tâate devamdan ibarettir. Teveccüh ve murakabelerinde huzûr-u maallah kendilerine hâl olup, bir nefes gaflet üzere olmayıp, dâimi zâkir ve uyanık bulunurlar. Çok ümîd olunur ki; "Biliniz ki, Allah'ın velîleri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (3/44) sırrı haklarında sâdır olmuştur. İşte tevekkülün başlangıcı nefs-i mutmainnedir. Tabiî kuru ve boş lâflarla, söz ebeliğiyle bu işler tahakkuk etmez. (3/44) Yûnus, 62. TEVEKKÜL 177 Tevekkül alâmetlerinden biride, sabırdır. En az beş günlük açlığa sabrı olmayan kişilerin tevekkülden bahs etmesini abes görmüşlerdir. Bütün ahlâk-ı zemîmelerin başı, benlik ve enâniyet, varlık ve dünya sevgisidir. Bütün kötü huylar bundan neş'et eder. Bunun için varlık, benlik büsbütün selb olunmadıkça, mahv olmadıkça, kötü ve mezmûm ahlâkların da, memdûh ahlâk-ı hamîdeye tebdil olunmasına imkân yoktur. Şu halde, bu gibi kimselerden tevekkül beklemek te doğru olmasa gerektir. Yalnız şu kadar var ki, levvâme ve mülhimede olan zâtların, dâima düşmelerinden korkulur velâkin mutmainne sahibi için böyle bir şey olmaz ve korkulmaz. Bununla beraber şöhret afatından da o kadar sakınırlar ve kaçarlar ki, insan hayretlerde kalır. Meselâ, bir büyük zât, şehire gireceği sırada kendisini karşılamaya gelen insanların ellerinden kurtulmak için hırsızlık yapmayı ve sonra da çaldığı şeyi sahibine verip helâllaşmayı, fitnelerden kurtulmanın çâresi olarak uygun bulmuştur. Bazıları da, Ramazan'da herkesin gözü önünde orucunu yemeye ve sonra 61 gün kefaret orucu tutmaya nefislerini mecbur etmişler. Bütün bundan maksatları, halkın gözünden düşmek içindir. Hak'ka tam manâsıyla bağlanabilmeyi kendilerine gaye edinmiş âlîcenâb insanların halleri böyle olur. Hattâ bir adam, böyle bir zâtın kemâlini anlayabilmek için onu evine yemeğe davet etmiş, tam evin önüne gelince, adamı bir bahane ile geri çevirmiş ve bu harekâtını dört beş defa tekrarlamış, zavallı adam hiç itiraz etmeden her davetine, pe-kiy deyip icabet etmiş ve "Sen beni kaç defadır aldatıyorsun, ayıp-dır, günahtır, hadi şuradan, ben artık senin davetine gelmem, bu kaçıncı oldu, ben senin eğlencen miyim?1" dememiş. Bunun üzerine, o davet eden zât, "Ben sizi tecrübe için böyle yaptım. Kusurumu afv edin ve beni de mâ'nevî evlâtlarınız arasına kabul buyurun" diyerek her ne kadar ricada bulunduysa da, "Evlâdım, o gördüğün hiç de kemâl alâmeti değildir, çok aldanmış-sın, görmez misin ki, köpeği ne kadar kovarsan kov, o yine çağırınca kuyruğunu sallayarak gelir. "Demin kovdun, şimdi gelmem" demez. Binâenaleyh, bizde gördüğün o huy da, ancak bir köpek sıfatından ve huyundan başka bir şey değildir!' diyerek te-vâzû gösterip, ızhâr-ı acz eylemekten çekinmemişlerdir. 178 TASAVVUF! AHLÂK III TEVEKKÜL Tevekkül sahihlerinden birisi, gayet kıymetli bir atını yanına bağlayıp namaza durmuş. O sırada bir hırsız gelip, atı alıp kaçmış. Adam da hiç sesini çıkarmamış. Kendisine "Niçin böyle yaptın?" diyenlere, "Namaz bana atımdan çok kıymetlidir. Bir at için huzûr-u Rab'bil-âlemînden nasıl ayrılabilirdim?" demesi üzerine, orada bulunanlar hırsızın aleyhinde bed duâ, (yani Allah onu kahr etsin gibi dualar) etmeye başlamışlar. Atın sahibi onlara, "Aman susun, ne yapıyorsunuz? O zavallı bir kere büyük bir günaha girdi, şimdi bir de siz onun üzerine bir yük daha yüklüyorsunuz. Yazık ona, onun o at sebebiyle haram yememesi için ben ona hakkımı helâl ettim. Belki onu, kendine bir sermaye eder de, bir daha böyle şeyler yapmaz" diye etrafındakilere lâzım gelen nasâyihi vermiştir. Bunların emsali pek çoktur. İşte diğer bir misâl: Bir zât, bir arkadaşıyla bir odada yatmışlar. Sabahleyin, arkadaşı parasının zâyî olduğunu görmüş ve "Bunu sen aldın, çünkü burada senden başka kimse yoktur" demiş. O güzel insana bak ki, hiç itiraz etmeden, "Ne kadar paran vardı?" demiş ve hemen hepsini ödemiş. Biraz sonra başka arkadaşları gelmişler, vaziyeti anlamışlar ve demişler ki, "O paraları sana şaka olsun diye biz aldık, çok yazık böyle oluşuna da çok üzüldük. Haydi şimdi hep beraber gidip arkadaşımızdan özür dileyelim" diyerek arkadaşlarının evine gitmişler. Ona, "Efendi, kusura bakma biz bir hatâ ettik, afv edin, hem de sizin paralarınızı getirdik, özür dileriz" diye her ne kadar ricada bulun-muşlarsa da, o efendi parayı kabul etmemiş ve nihayet çocuğunu çağırıp, verdiği çokça parayı tamâmiyle tasadduk ettirmiş (3/45). Cenâb-ı Hak hepimizi lütfuyla böyle insanlar zümresine ilhak buyursun, âmîn, bi hürmeti seyyidi'l-mürselîn. Sehl ibn-i Abdullah (k.s.) Hazretleri: Mütevekkilin üç alâmeti vardır: 1- İstemez, 2- Red etmez, 3- Saklamaz, buyurmuşlardır. Yine, tevekkülün ilk makamı kulun, Allahü teâlâ'nın hüküm, irâde ve kazalarına karşı, ölünün yıkayıcıya teslîm olduğu (3/45) Ihyâü'1-Ulûm, cilt, 4, Tevekkül bahsi. 179

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

44/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

gibi teslîm olmasıdır, buyurmuştur. Tevekkülün yeri kalbdir. A^ zâların hareketi,kalbin tevekkülüne mâni' değildir. Şöyle ki, kulda takdîr-i ilâhînin cereyanına tahakkuk hâsıl olur, zorluklar ve darlıkların onun takdiri ile, ikram, ihsan ve bollukların da yine onun takdiri, ihsanı ve ikramı olduğunu bilmesiyledir. Hamdûn (k.s.) Hazretleri de, "Tevekkül, Allahü teâlâ ve te-kaddes Hazretlerine tam manâsıyla sarılmaktır" buyurmuştur. Enes ibn-i Mâlik (na.) Hazretlerinin rivayetine göre, bir adam devesiyle birlikte geldi: "Ya Resûlallah, devemi bıraktım ve Allah'a tevekkül ettim" demiş te, Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, "Onu bağla da sonra tevekkül et" buyurmuşlardır. Bişr-i Hafî (k.s.) Hazretleri de, "Allah'a tevekkül ettim" diyen insan yalan söylemiş olur. Zîrâ, tevekkül eden insan, Cenâb-ı Hak'kın kendisi hakkındaki işlerine ve hükümlerine razı olur" buyurmuşlardır. Yahya ibn-i Muâz (r.a.) Hazretlerinden "Kişi ne zaman mütevekkil olur?" diye sormuşlar. O da cevaben: "Allahü teâlâ'nın vekâletine razı olduğu zaman" buyurmuştur. Ebû Türâb en'Nahşî (k.s.)ya göre tevekkül, kişi kendini ubudiyete hasr edip kalbini Mevlâya bağlar, verdiğine râzî olur ve şükr eder, vermezse sabr eder, buyurmuştur. Zünnûn-u Mısrî (k.s.) Hazretleri de, tevekkül, kul ne zaman bilirse ki, Allah sübhânehû ve teâlâ Hazretleri, kulunun her halini £örüp bilmektedir. O -zaman kendi tedbirinden vaz geçip, Hak'ka teslîm olur, buyurmuştur. Tevekkülün kemâli, îbrâhîm aleyhisselâmd*-tahakkuk etmiştir. Cebrail aleyhisselâmın yardımını istemeyip, benim halimi Rab'bimin bilmesi bana kâfîdir buyurması gibi. Ömer ibn-i Sinan (k.s.) Hazretleri, bir rivayette kendilerine Hızır aleyhisselâm mülâkî olmuşlar ve beraber yolculuk murâd etmişler de, Hak'ka tevekkülüme mâni' olursun diyerek istememişler. Ebû Aliyyini'd-Dekkâk (k.s.) Hazretleri, "Tevekkül üç derece üzerinedir. Evvelâ tevekkül, sonra teslimiyet daha sonra tef-vîzdir!' Mütevekkil, Allahü teâlâ'nın vadine sakin ve emîn olur. Rahat ve sükûnet sahibidir. Teslimiyet, Cenâb-ı Hak'kın halini bilmesiyle iktifa ve tefvîz, hükmüne razı olmasıdır. Tevekkül

180 TASAVVUF! AHLÂK III TEVEKKÜL 181 bidayet, teslimiyet ortası, tevfîz de nihayeti demişlerdir. Sehl ibn-i Abdullah (k.s.) Hazretleri de, "Tevekkül, Peygamberimiz (s.a.s.) Hazretlerinin halidir:' buyurmuşlardır. Kisb de onun sünnetidir. Çalışanlara karışmak, sünnet-i Resûlullaha ta'n; müteyvekkîl ta'n ise, îmâna ta'n demektir. Yâni zemmetmektir. İbrâhîm'el Havas (k.s.) Hazretleri, tevekkülde en ileri derecede gösterilen zât idi. Bununla beraber iğnesi ipliği ve su ibriği yanından eksik olmadı. Soranlara da, "Fakirin başka elbisesi olmaz ki, yırtılınca nasıl namaz kılacak? İbriği olmazsa, tahareti mümkün olmaz" derlermiş. Ca'fer el Haddâd (k.s.) Hazretleri, yirmi seneye yakın, tevekkülüne binâen çalışır, kazandığını fukaralara dağıtır, o kazancından ne bir şu parası ne de başka ihtiyaçları için bir şey ayırmazmış. Mütevekkil insan olarak, ancak bir çocuğun, anasının memesinden başka bir şey bilmediği gibi, kulun dâima Mevlâsına müracaatı ve ondan bir kapı bilmemesi gerekir. Bir rivayette bazı kimseler, bir kafilenin önünde gitmekte olan bir hatuna, onun ağır ağır gidişinden dolayı,yorulmuş olduğunu ve yardıma ihtiyacı bulunduğunu zannederek, kendisine bir miktar yardım etmek istemişse de, hanım efendi ellerini havaya kaldırmış, avuçları altın ile dolu olarak: "Siz paralarınızı ceblerinizden çıkardınız, biz de işte böyle mintarafillâh gayb hazînelerinden harcarız" diyerek herkesi hayretlere düşürmüştür. Tevekkül, Allahü teâlânın hazînelerine güvenip, nâsın ellerindekiler'n ümîdini kesmektir. EbûAlî Ruzbârî (k.s.) Hazretleri, "Beş gün açlığa tahammül edemeyip, açlığını izhar eden kimsenin tasavvufta yeri yoktur" demiştir. Ebû Türâb en-Nahşî (k.s.) Hazretleri, üç gün açlıktan sonra, bir karpuz kabuğuna elini uzatan söfî bir devrisi görünce ona, "Sana tasavvuf gerekmez, lâyık değildir, çalış, kazan ye" diyerek onu aralarından uzaklaştırmıştır. Hasan el Hayyât (k.s.) Hazretleri, Ben Bişr'il Hafi (k.s.) Hazretlerinin yanında bulunuyordum. Şâm-ı şerifden hacca gitmek üzere bir kafile gelip selâm verdiler ve kendisini beraberlerinde götürmek istediklerini söylediler. Onlara teşekkürden sonra, "Siz-

lere ancak üç şartım vardır. Kabul ederseniz, kafilenize iltihak edebilirim. Yanınıza yiyecek, içecek, giyecek bir şey almamak, kimseden bir şey istemek,verirlerse de almamak suretiyle sizinle yolculuk yapabilirim" demesi üzerine "Peki almayalım, kimseden de bir şey istemeyelim, fakat verilince almamayı yapamayız" demişler. Bunun üzerine "Öyle ise Allah'a tevekkül değil,hacıla-rın vereceklerine güvenerek yola çıkmış bulunuyorsunuz, beni mazur görün" diyerek hakîkî mütevekkil olduğunu göstermiştir. Hasan Basrî (k.s.) Hazretleri de buyurmuşlar ki, fukara üç kısım üzeredir: Birincisi, istemez, fakat verilince de almaz. Bu ruhânîyûn kısmındandır. İkincisi, istemez fakat verilince kabul eder. Bunlara da mü-kâfâten Cennet bahçelerinde, envâ-ı çeşit sofralar vaz' olunur. Üçüncüsü ister, verilince kifayet miktarı alır. Bu istemesine keffâret olarak açlığında sadık olduğuna, ancak zaruretini giderecek kadar alması alâmettir. Bu haller mütevekkilînin derecelerini îzâh etmektedir. İbn-i Mübarek (k.s.) Hazretleri de, "Bir dirhem haramdan bir pare alan mütevekkil olamaz" buyurmuşlardır. Ebû Hamza el Horasanı buyururlar ki, "Bir kimse hacca giderken, yolda boş bir kuyuya düşmüş. Kurtulmak için oradan geçenlere bağırmak istemiş, fakat tevekkülü buna mâni' olup, "Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleri sana herkesden daha yakın iken, onu bırakıp da kullarına ilticaya sıkılmaz mısın?" diye içinden bu sese hak verip, tecellî-i ilâhînin zuhurunu beklemeye karar vermiş, tam o sırada oradan geçenlerden bazı kimseler, kuyuya birisi düşer düşüncesiyle ağzını kapatmışlar. Bu mütevekkil zat da hiç sesini çıkarmadan beklemiş. Fakat, az bir zaman sonra bir hayvan gelip, kapanan kapağı eşeleyerek açmışve ayaklarını da uzatıp, sanki bana tutun diye homurdanmış. Bu hali gören zât, hayvanın ayaklarına sarılıp, kuyudan çıkmış. Bu da gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, çeşitli ve akla hayâle gelmez işlerle, kuvvet ve kudretini izhâr buyurmalarından ibaret hâdiselerle mütevekkil kullarının imdadına yetişir. Hemen Cenâb-ı Hak ve te-kaddes Hazretleri, bu îmân kuvvetine sahip ve mâlik olan kullarının arasına bizleri de ilhak buyursun, âmîn. Bi hürmeti 182 TASAVVUF! AHLÂK III Seyyidi'l-mürselîn, ve'1-hamdü lillâhi Rab'bil âlemîn. Hülâsa: İşte bunlar hepsi şu duanın, kullar üzerindeki tecellîsinden ibarettir: 1 ŞECAAT 183 "AUâhümme innî es'elüke nefsen bike mutmeinneten, tü1 minü bi-Iikâike ve terdâ bi-kazâike ve takne'u bi-atâike." Mânâsı: Yâ Rab, senden öyle olgun ve kâmil bir nefis isterim ki, seninle rahat bulur, kendisinde sükûn hâsıl olur ve sana mülâkî olacağı o âhıret gününe inanıp îmân eder ve senin bütün hüküm ve kazalarına razı olup, ikram ve ihsanlarına az veya çok, zayıf veya kavî, sağlam veya dertli, senden gelen her nesneye hem razı ve hem de kanaatkar olsun. İşte bu kulun îmânı, ind-i ilâhîde pek makbuldür ve o tam mütevekkil bir kimsedir.

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

45/49

14 07 2012

Tasavvufi Ahlak Cilt 3 | İslam ve Tasavvuf

Şecaat Bu bir güzel huydur ki, diğer iyi huylan da, arkasından çekip getirir. Yalnız şu kadar var ki, şecaat, cesurluk, bahadırlık, i'tidâl üzere olmazsa, zulüm ve taaddîye yol açar. Bununla beraber bir de gurur ve kibir gibi bütün hasletler arız olabilir ki, tabiatiyle bunlar da pek mezmumdur. Nasıl ki, şecaat îcâb eden yerde sükût, korkaklığın iktizâsıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Hazretleri de, bir çok hadîslerinde, korkaklık demek olan (Cübün)den Cenâb-ı Hak'ka sığınmışlardır, îmân ve İslâm'ın bekası şüphesiz ki, mücâdele ve muhâ-rebelerdeki muvaftakiyyetlere vabestedir. Korkak ve sabırsız insanların muvaffak olmaları mümkün değildir. Her zaman görülmektedir ki, bir çok bâtıl işlerde bile, muvaffak olmak için insanlar, kendi çıkarları ve menfaatleri iktizâsı, pek çok mücâdele ve muharebelere azim ve metanetle devam etmektedirler. Halbuki, bu hususta ne bir sevap ve mükâfatları vardır, ne de şehâ-det gibi bir mertebeye ulaşabilirler ki, belki zulüm ve haksızlıklarının cezasını çekmek üzere, büyük azâb ve felâketlere uğratılırlar. Halbuki bir müslim-muvahhid, gerek gaza, gerek cihâd ve gerekse her hangi bir haksızlığa karşı mukavemeti neticesinde ölecek olursa, buna şehît rütbesi verilir. Makamı Cennet olur. Günahları da daha kanının ilk damlasıyla silinir, sorgu ve suâl de olunmazlar. Bu güzel haslete sahip olan ferdler ve cem'iyet-ler dâima bahtiyardırlar. Mü'minin îmân'ı öyledir ki, ecel gelmedikçe hiç bir kimseye ölüm erişmez. Bu da, Cenâb-ı Hak'kın ezeldeki takdiri ile verilmiştir. Değiştirmek kimsenin elinden gelmez. Binâenaleyh, korkaklık insana hiç bir fayda te'mîn etmediği gibi, bir çok hak ve hürriyetin de ziyâına göz yummasına sebep olur. Yine ölüm hiç kimsenin yakasını bırakmış değildir. Şan ve şerefle ölmek, elbette zuafâ ve kadınlar gibi korkup evlerinde saklanarak ölmekten bin kat evlâdır. îmân ve İslâm'ın te184 TASAVVUF! AHLÂK III âlî ve tarakkîsi ve intişârı için, rahat ve huzurlarını, iş ve güçlerini bırakıp ta, küffâr ile cenk ede ede, tâ buralara kadar gelmiş ve İslâm sancak ve bayraklarını bir tarafdan bir tarafa ulaştıran ve İslâm'ı yayan, o büyük ecdadımızın saymakla bitmez fütuhatları, hep bu yüksek sevginin eseri değil midir? Şüphesiz bu da îmânın kuvvetine ve Hak'kın rızâsını kazanma emelini taşıyan kimselere mahsusdur. Cenâb-ı feyyâz-ı mutlak'ın Kur'ân-ı Kerîm'inde, sûre-i Feth'in sonundaki bir âyet-i celîle pek çok faydaları şâmil olduğundan, imamımız, İmâm-ı A'zam (k.s.) Hazretlerinin de virdidir. Bu âyet-i celîle, bütün (elifba) harflerini câmi'dir. İmamımızın virdi: Js }\ ja ^ytj J> jjjjl 4\)\ JlPj jUSOl ^ç Ja-«J ^ijJJ» s-^^ Meali: "Muhammed (s.a.s.) Allah'ın Peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar (Ashâb-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rükû ve secde «der halde (namaz kılarken) Allah'dan sevap ve rızâ istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz kılmaları yüzünden meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıflan budur. İndideki vasıfları da şu: Onlar filizini çıkarmış bir ekine benzerler. Derken o filizi kuvvetlendirmiş de kalınlaşmış, nihayet gövdeleri üzerinde doğrulup kalkmış; zira-atçilerin hoşuna gidiyor. ŞECAAT 185 (İşte ashâb-ı kiram da böyle olmuştur. Bidayette sayıları azdı. Sonra çoğalıp kuvvetlendiler ve güzel bir cemiyet meydana getirdiler.) Bu teşbih kâfirleri ashâb ile öfkelendirmek içindir. Onlardan îmân edip sâlih amel işleyenlere, Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat va'd etmiştir." (3/46) Âyet-i celîleyi herkim murâd ettiği bir şey için on iki kere okursa, duası, indi ilâhîde kabul olup, şifâlar, bereketler hasıl olacağını erbâb-ı ilim beyân etmişlerdir. L>Ui UBE: HACIBAYRAM CADDESİ NO: 12 i \US-ANKARA TEL: 312 65 28 ZIZ VE MUHTEREM KARDEŞ, ¦¦ MEZARLIKLARA BİR BAKMAK, lBASÎRETİ OLANI DÜŞÜNDÜRMEK p- için yeter de artar bile. bir i

zamanlar onlar da bizim gibi f/,

kuvvet, kudret, saltanat, mal, mülk, ¦',

servet sahipleriydiler. nasıl bırakıp

gittiler. şimdi hiç sesleri bile flıyor. çıkmıyor amma, lisân-ı hâl «ze nasihat ediyorlar. sanki, aldandık, uyuduk, çalışmadık, irimizle boğuşduk, birleşmedir, , Phased, kin, kibir, bizi mahv etti, /// dünyaya daldık, âhireti unuttuk, ¦/'/ düşmanların oyuncağı olduk. siz ,'/ bizim bu halimizden ibret alın" ' diyorlar.

‹ Tasavvufi Ahlak Cilt 2

www.islamvetasavvuf.org/kutuphane/content/tasavvufi-ahlak-cilt-3

yukarı

Tasavvufi Ahlak Cilt 5 ›

49/49

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF