Tarihe Yolculuk

August 5, 2017 | Author: Burak Yoldaş | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Tarihe Yolculuk...

Description

TÂRİHE YOLCULUK

1

Allâh Teâlâ buyurur: “…Bir toplum, sâhip olduğu hâli değiştirmedikçe, hiç şüphe yok ki, Allâh da o toplumun hâlini değiştirmez. (Bir millet ahlâkını bozmadıkça Allâh da onların güzel hâlini bozmaz.)…” (er-Ra’d, 11) “…Bir millet, kendilerinde bulunan (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirmedikçe, Allâh da onlara verdiği nîmeti (güzel hâli) değiştirmez...” (el-Enfâl, 53) “…O (zafer) günlerini Biz, insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bâzen bir topluma bâzen diğer bir topluma nasîb ederiz.) Bu da Allâh’ın, îmân edenleri ortaya çıkarması ve aranızdan şâhitler edinmesi içindir. Allâh zâlimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 140) “…Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır…” (el-Enbiyâ, 105)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Allâh şu Kur’ân’la bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn 269) “…Allâh’ın ahdini (emirlerini) ve Rasûlü’nün sünnetini terk eden her milletin başına Allâh, mutlaka kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindekilerin bir kısmını alır...” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623)

2

Târih değil, hatâlar tekerrür eder. (Sultan II. Abdülhamid Han) Geçmişini hatırlamayanlar, o ıztıraplı günleri tekrar yaşamak mecbûriyetinde kalırlar. Atalarının dindarlığıyla kurtulacağını sananlar, babalarının yemesiyle doyacağını zannedenler gibidir. (İmâm-ı Gazâlî) Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer. (İbn-i Haldun)

Aslanlar kendi târihlerini yazmadıkları sürece, avcı hikâyelerine inanmak zorundayız. Eski hatâlarına hayıflanmakla zaman kaybetme. Onlardan ders al ve arkana bakma. Târih, hükümdarların en iyi danışmanıdır. Târihte her hareket, hep bir kişinin ayağa kalkması ile başlar. Geçmişi değiştiremezsin ama, gelecek daha elinin içindedir. Geçmişin kaybını gelecek ile telâfî etmek dâimâ mümkündür. Geleceği satın alabilecek tek şey, bugündür. Üç bin yıllık geçmişinin hesâbını yapmayan insan, günübirlik yaşamaya mahkûmdur. Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki fark, terâzînin bir kefesini diğerinden ağır getiren bir gram gibidir. Yetişmiş bir avuç insanın varsa gâlipsin, yoksa mahkûm!..

3

ÖNSÖZ Biz âciz kullarını îman nîmetiyle şereflendiren Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâlar olsun! İnsanlığı zulüm ve cehâlet karanlıklarından kurtarıp İslâm’ın nurlu iklîmine kavuşturmaya vesîle olan kâinâtın Fahr-i Ebedî’sine salât ü selâm olsun! Bu mübârek ve cennet vatanı, canları pahasına bizlere hediye eden azîz şehidlerimizin ruhları şâd olsun! Milletler belli bir coğrafya diliminde ömürlerini sürdürürken asıl hayatlarını, kökleri olan mânevî dinamikleri ile devâm ettirirler. Bu târihî kökler, geçmişteki bütün maddî ve mânevî değerler manzûmesi, zaferler silsilesi, âbide şahsiyetler gibi millet gövdesini omuzlarında taşıyan temel köklerdir. Öyle ki bütün dallar, ancak bu köklerden beslendikçe yaşar, çiçeklenir ve meyvelenir. Dolayısıyla millet ağacının canlılık emâresi, dallarında müşâhede edilir. Çünkü kök ve gövdedeki bütün faâliyet, dalların yapraklanması, çiçeklenmesi ve meyve vermesi içindir. Bu gâyeyle devamlı olarak millet ağacı, kökleri ve gövdesiyle birlikte dallara enerji sevkiyâtı yapar durur. Çünkü bu dallar, o milletin yarınlarını oluşturacak olan yeni nesli, yâni gençleridir. Bu gerçekten hareketle bir milletin istikbâlini görmek, kerâmet değildir. Sadece onun genç nesillerine bakmak kâfîdir. Çünkü her devrin gençliği, kendi karakterine uygun, enerjisini harcayabileceği ayrı bir heyecan âleminde yaşar. Eğer bir millette gençler; güçlerini ilim, irfan, mâneviyat, hayır ve fazîlet yollarına sarf ediyorlarsa, o millet, istikbâl va’deden bir millet demektir. Bunun aksine, gençler, güç ve enerjilerini süflî arzulara, eğlenceye, kaba kuvvete esir ve râm ediyorlarsa, âkıbet hüsran ve hezîmettir. Bunun içindir ki târihten beri ayakta kalabilmiş bütün milletler, gençlerini yönlendirme husûsunda tecrübeli davranan milletlerdir. Millî ve mânevî değerleri konusunda milletler, genç nesillerini, bilhassa târih şuuruyla devamlı olarak zinde tutarlar. Bilirler ki geçmişin köklerinden beslenmeyen dalların geleceği, ancak kurumak ve kaybolmaktır. Onun için Almanlar, daha eğitimin başlangıcında iken gençlerine, kurşunlanan şehirlerini ve yanan ormanlarını; Japonlar ise, atom bombalarının buharlaştırdığı şehirlerini gösterip mâzîde yaşadıkları acı felâketleri hatırlatırlar. Veya bunun aksine millî birlik ve beraberlikleri sâyesinde kazandıkları zaferleri sermâye edinerek genç nesillerinin heyecanlarını geliştirmeye çalışırlar.

4

Milletlerin işte böyle büyük gâyelerle yaslandığı millî iftihar ve ibret tablolarına, bizler ise, diğer milletlere hiç nasîb olmadığı ölçüde fazlasıyla sâhip bulunmaktayız. Bir yanda İstanbul Fethi, bir yanda haçlılar karşısında kazandığımız büyük zaferler, bir yanda yirmi dört milyon kilometrekareye taşan aşk ve fetih sancaklarımız, bir yanda maddî gücümüzün olmadığı bir dönemde dünyâ devlerini devirdiğimiz Çanakkale Muhârebeleri ve İstiklâl Harbi… Sadece bunları bile lâyıkıyla ve doğru bir şekilde okumak ve anlamak, bu hususta kâfî bir misâl teşkil eder. Lâkin onca eşsiz târih ve kültür hazînemize rağmen, târihî köklerimizden lâyıkıyla istifâde edemezsek, üstelik hayırsız bir mîrasyedi edâsıyla geçmişimize sırt dönme gaflet ve umursamazlığına düşersek, hazin neticelere dûçâr oluruz. Günümüzde dehşetli bir hızla yayılan kültür ve medeniyet istîlâsına karşı ne direnecek ne de bir varlık gösterebilecek tâkatimiz kalır. Hele millî ve mânevî değerlerimiz talan edilirken sessizce ve kayıtsızca seyretmek, emânetin elden çıkmasıyla neticelenebilecek dehşet verici bir gaflettir. Uğrunda nice canlar verilerek elde edilen emânetleri muhâfaza için bugün lâyıkıyla gayret gösterelim ki, yarın o ağır bedelleri tekrar ödemek mecbûriyetinde kalmayalım. Târihî bir hakîkattir ki, korunmayan emânetler elden çıkmış ve ona lâyık olununcaya kadar da elde edilememiştir. Millî şairimiz M. Âkif’in şu beyti bu gerçeğin ifadesidir: Sâhipsiz olan memleketin batması haktır, Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır… Unutmamak gerekir ki târih, hâfıza-yı millettir, millî tecrübeler mecmuasıdır. Bu yüzden mâzinin bittiği yerde, millet biter, insan biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma târihinden ibârettir. Onu mânevî değerlerinden ve târih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Bu itibarla mâzinin devrettiği unsurların zenginliği nisbetinde yeni eserler ve yeni nesiller canlı ve devamlı olur. Milletlerin bekâsı; hassas, duygulu ve mânen seviyeli bir kalbe sâhip olan nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çocuklarına, târihini ve Çanakkale destânını ninni yapan nesiller, îmânına, milletine ve bütün maddî ve mânevî değerlerine sâhip çıkacaktır. Bu sâhip çıkışla târih boyunca milletimiz, ilim, irfan, ahlâk, fazîlet ve sanatta müstesnâ bir mevkiye nail olmuştur. Buna da bütün cihan şâhittir. Kahraman ve fazîletli ecdat, her sahada destanlar yazan bir millet olmanın maddî ve mânevî husûsiyetlerini en güzel şekilde sergileyerek, bunu târihin altın sahifelerine de tescil ettirmişlerdir.

5

Bu gerçeklerden hareketle yeni nesle târih şuurunu doğru ve tam olarak verebilmek, hayâtî derecede mühim vazifelerimizdendir. Aksi hâlde gençlik, muazzam bir hazînenin üzerinde zavallı bir dilenci gibi yaşamaya mahkûm olur. Nitekim yabancı kültür, var kuvvetiyle böyle bir hissiyâtı gençlerimize aşılamakta ve üstelik yeni neslimizin taptaze dimağlarını kabul edilemez bir aşağılık kompleksi ile kasıtlı emellerine karşı hayran bir ruh esiri gibi yetiştirmeye gayret sarf etmektedir. Bu acı gerçeği görmek için çevremize dikkatli bakmaya bile gerek yok. Onca târihî zenginliğimize rağmen kendisini son derecede fakir hisseden ve hattâ düşmanına bile muhtaç bir zavallı farz eden fikir ve kalb âmâlarının sayısı az değildir. Bu bakımdan gençliğimiz için en mühim meselelerden biri de, târihî zenginliğimizi ve şerefli mevkîmizi fark etmek. Neler yapabildiğimizi görüp neler yapabileceğimizi kavramak. Hangi göz kamaştırıcı başarılara ve şahsiyetlere sâhip olduğumuzu müşâhede edip daha nice muvaffakıyetler sergileyebileceğimizi ve nice âbide şahsiyetler yetiştirebileceğimizi idrâk etmek. İşte buna vesîle olması niyet ve azmi ile bizler de âcizâne, karınca kararınca faydalı olabilmek için küçük bir eser hazırladık. Şanlı milletimizin ve bilhassa gençliğimizin mânevî duygularının ve târih şuurunun inkişâfına bir nebze de olsa hizmette bulunma yolunda kaleme aldığımız bazı yazılarımızı bir araya topladık. Okumayı kolaylaştırması ve hissiyâtı daha ziyâde beslemesi gâyesiyle de hikâye üslûbu içerisinde bir anlatım metodu tâkip ettik. Genç bir delikanlıya «târihe yolculuk» yaptırdık. Bu yolculukta delikanlı, başta Osman Gâzî olmak üzere bazı Osmanlı sultanlarını, evliyâullâhı, ulemâyı, şühedâyı «Târih Baba» ile birlikte ziyaret etti. Elinizdeki kitap, işte bu ziyaretler neticesinde delikanlıda oluşan intibâ, heyecan ve târih şuurunun, velhâsıl aşk ile yaşanan bir îmânın tercümanı oldu. Hâsılı, şunu iyi idrâk etmeliyiz ki, atalarımızın mukaddes emâneti olan din, dil, târih ve kültür mîrâsına lâyıkıyla sâhip olabilmek, sadece harâbe hâline gelmiş olan maddî eserlerin tâmirinden ibâret değildir. Aslolan, o rûh, heyecan ve medeniyetin canlandırılması ve müstakbel nesillere intikâlidir. Ne mutlu, mâzîmizin ibret ve fazîlet levhalarını doğru okuyup, kendileri için en mühim zirveleri hedefleyerek milletimizin müstakbel kaderinde hayırlı hizmetlere namzet olan, kökleri mâzîye, dalları istikbâle uzanan, kadirşinas, asil ve genç nesillere… Allâh’ım! Millet ağacımızın taze dalları olan genç neslimizi târihî köklerimizdeki şan ve şeref hasletlerine lâyık meyvelerle bereketlendir! Aslına lâyık bir nesil eyle! Geleceğimizi geçmişimiz gibi parlak,

6

muhteşem ve münevver eyle! Bu cennet vatanımızı, cennet ehli bir nesille kıyâmete dek muammer eyle! Âmîn!..

7

TÂRİHE YOLCULUK - 1 MÜJDE DOLU BİR RÜYÂ Târih sayfaları incelendiğinde, büyük oluş ve hâdiselerin temelinde, büyük hayâl, düşünce ve ideallerin bir başlangıç teşkil ettiği açıkça görülür. Bu oluşlar, Hakk’ın rızâsına muvâfık bir vasıfta ise, bunların tezâhürleri de, azim ve irâdeleri güçlendirici bir müjdeyle başlar. Cihan târihinin en mübârek ve en azametli bir safhasını teşkil eden Osmanlı’nın başlangıcı da, Allâh’ın lutuf ve keremiyle böyle bir müjdeyle gerçekleşmiştir. Bütün kaynakların şehâdetiyle sâbit olduğu üzere Osmanlı Devleti’nin velî bânîsi Osman Gâzî Hazretleri, büyük Allâh dostu Şeyh Edebali Hazretleri’nin hâne-i saâdetlerinde, müjdelerle dolu bir rüyâ görmüştür. Şeyh Edebali Hazretleri’nin evinde misâfir kaldığı bir gece Osman Bey, rûhuna sükûnet veren, nefsinin çırpınışlarını dindiren sohbetin huzûru içinde heyecan dolu anlar yaşamıştı. Bir rivâyette, kendisine yatması için gösterilen odanın duvarında asılı bir Kur’ân-ı Kerîm olduğu için ona hürmeten ayağını uzatmayıp, oturduğu yerde tatlı bir uykuya dalmıştı. Rüyâsında, Şeyh Edebali Hazretleri’nin göğsünden çıkan ve giderek hilâl şeklini alan Ay’ın, bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebali Hazretleri arasından çıkan bir fidanın çınar hâline geldiğini, bu çınarın dallarının üç kıt’aya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını gördü. Bu topraklarda haşmetli kule ve kubbeler üzerinde Ezân-ı Muhammedî okunuyor; bülbüller Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ediyorlardı. Semânın görülebilen her yeri gülşen hâline gelmişti. Osman Bey, rüyâsında bu güzel manzaraları büyük bir hayranlıkla seyrederken, âniden bir ceylanın ortaya çıktığını gördü. Batıya doğru kaçmaya çalışan ceylana ok atmak üzere nişan alırken uyandı. Abdest aldı. Müsâade isteyerek Edebali Hazretleri’nin huzûruna girdi. Rüyâsını anlatmaya başladı. Anlattıkça şeyhin yüzünde tatlı tebessümler beliriyor, gözleri, nûrânî bir ışık ile parlıyordu. Zîrâ Edebali Hazretleri, kalb gözüyle bu rüyânın sırrını çözmüştü. Osman Bey susunca, Şeyh, başını kaldırdı; gözlerinin içine bakarak, yumuşak ve âhenkli sesiyle şöyle dedi: “–Oğlum! Gâibi ancak Allâh bilir. Lâkin gördüğün bu rüyâda dolu dolu hayır vardır. Cenâb-ı Hak, sana ve soyuna saltanat nasîb edecektir. Dünyâ, oğullarının himâyesine girecektir. Benim zürriyetimden bir kız ile evleneceksin. Bu izdivaçtan doğanlar, senin kuracağın ve giderek büyüyecek

8

olan büyük bir devletin başına geçeceklerdir. Bu devlet de Batı’ya doğru genişleyecektir...” Osman Bey’in gençlik zindeliği ile kaynaşan müthiş bir enerji, böylece devreye girdi ve dinamik bir ilerleyiş ve yükselişin âmili oldu. Muazzam bir medeniyetin temelini teşkil etti. Bu gençlik enerjisi, bir kudret menbaı hâline gelerek bütün cihâna yayılan adâlet ve i’lâ-yı kelimetullâh güneşinin güçlü bir kaynağı oldu. İnsanlık semâsı parıl parıl aydınlandı... Ancak! Dün Osman Gâzî’nin gençlik yıllarında gördüğü ve gerçekleştirdiği rüyâya mukâbil, bugünün gençleri ne gibi bir rüyâ görebilir? Bunu hayâlimizde nasıl canlandırabiliriz? BİR GENCİN RÜYÂSI Yirmi yaşlarında bir delikanlı... Kemâl-zevâl dengesi içinde akıp giden bu âlemdeki hâlden hâle geçişlerin sonsuzluğuna berrak bir şekilde vâkıf olamıyordu. Birbirine dolaşmış iplik yumakları gibi karmakarışık his ve fikirlerin zebûnu olmaktan kendini kurtaramıyordu. Zihninde müthiş bir yangın vardı. Yüreğinde sanki mahşer kaynıyordu... İdrâki, dünyâya geliş ve dünyâdan gidiş gibi iki muazzam sırrın arasına sıkışmış kalmıştı... Aklı, hayâtın türlü iniş ve çıkışları; sayısız aldanmalar, kazanmalar, kaybetmelerle dolu ihtilâç zincirleri ile âdeta bağlanmıştı... Esrar yüklü muammâları aşamıyordu. Sayısız mahlûkâtın, birbirinden değişik kader programları neyin nesiydi? Velhâsıl binbir türlü çalkantı içinde yüzüp gidiyor, kendisini âdeta köksüz bir ağaç gibi kurumaya mahkûm görüyordu... Genç, böylece gönlüne huzur verecek bir görüş berraklığına ulaşamadan saatlerce önündeki târih kitabının, sonsuza tutulmuş bir aynanın içi kadar derinleşmiş sayfalarına loş nazarlarla bakmaya devâm ediyordu. Uyku ile uyanıklık arasında, yâni yakaza hâlinde âdeta bir zaman tüneline girmişçesine mânidar bir rüyâ gördü: TÂRİH BABA Rüyâsında Âdem -aleyhisselâm- ile hayâta başlayan ve asırları elinde tutan bir ihtiyarla karşılaşmıştı. Bu yaşlının adı Târih Baba’ydı. Yüzü, binlerce yıllık beşerî târihin acı-tatlı hâtıralarından bin bir iz taşıyordu. Sayısız mâcerâlar, dramlar, trajediler; sevinçler, üzüntüler ve insanlığa âit daha

9

neler neler onun bakışlarından yansıyordu. Sanki geçmişteki bütün vâkıalar onda, üst üste çakışan milyonlarca gölgeler gibi girift bir hâlde idi. Nice zaferlerin sevinci ve mağlûbiyetlerin hüznü, iç içe onun hâlinden okunmaktaydı. Gelip geçen hâdiselerin akisler yığınıydı. Çok yaşlı olduğu, yaşadığı hâdiselerle iki büklüm olan beli ve uzun hırpânî saç ve sakalının bembeyaz kesilmesinden anlaşılan Târih Baba, sanki haritalar mecmuasıydı. Muzdarip delikanlının alnını şefkatle okşadı ve: “–Evlâdım! Seni çok bedbin, sıkıntılı ve muzdarip görüyorum. Binlerce yıldır akıp giden insanlık târihinin yalnız bir tek kesitine nazar edenler, dar bir ufuktan bakanlar, hakîkate vâsıl olamazlar. Sen mü’min ve şerefli bir ecdâdın mirasçısısın; hayâtın ilâhî tecellî itibârıyla müthiş bir kar-kış mevsimine rastlasa bile, mükedder olup aslâ ye’se düşme! İstikbâldeki baharın ümit ve tesellîsiyle kendini teskîn edebilmelisin. Bu dirâyeti kazanabilmen için şimdi seninle bir seyahate çıkacağız.” dedi. Sonra elinden tuttuğu genci dolaştırmaya başladı. OSMAN GÂZÎ’Yİ ZİYARET Garip ve meçhul bir âlemdeydiler. Târih Baba: “–Evlâdım! Fazla vaktimiz yok; onun için mübarek ecdâdından bazılarını ziyaretle iktifâ edeceğiz!” dedi ve genci, Osmanlı Devleti’nin bânîsi Osman Gâzî’nin huzûruna çıkardı. Dört yüz atlıdan büyük bir devlet kuran, ömrü Allâh yolunda hizmet ve gayretle geçen, at sırtından hiç inmeyen, vefât ettiğinde kendisinden sadece birkaç silah, beş on at ve üç beş koyun mîras kalan 1 mütevâzı Osman Bey, onları ayakta karşıladı. Sade ve temiz giyinmişti. Oldukça mülâyimdi. Buna rağmen üzerinde mânevî bir heybet vardı. Genç onun karşısında titremişti. Dünyâdaki hizmetlerinin karşılığını kat kat görerek âhirette mes’ûd bir hayâtı olan Osman Gâzî, asırlar sonrasından, böylesine genç bir torununu görünce kendi hareketli ve ele avuca sığmaz gençliğini hatırladı. Gözlerini ufka dikti, bir iç çekti. Sanki bir daha o günlere dönmek, hatta tekrar tekrar dönerek her defâsında Allâh yolunda gayret etmeyi ve şehâdet şerbetini içmeyi arzu ediyordu. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın hükmü insanların dünyâya bir defa gelmeleri şeklindeydi. Bu dünyâ hayâtı, insanoğluna bir defâya mahsus verilen bir hak idi. Vakarlı bir edâ ile konuşmaya başladı. İnsanların İslâm’a ve onun ulvî ahlâkına ihtiyâcından bahsetti. Nefsi; menfaat, hırs, haset, tembellik gibi kötü vasıflardan kurtararak bütün insanlara karşı mütebessim bir çehreyle 1

Mustafa Nûri Paşa, Netâicü’l-Vukuât, Ankara 1987, I-II, 20.

10

muâmele etmek gerektiğini, yumuşak huylu, firâsetli ve güzel ahlâk sâhibi olarak herkesle iyi geçinmenin faydalarını anlattı. Sonra da şunları söyledi: “–Anadolu beylikleri arasındaki faydasız boş çekişmelere hiçbir zaman karışmadım, hattâ etrafımdaki tekfurlarla da iyi geçinmeye gayret ettim. Hep batıya doğru fetih rûhuyla ilerledim, zâlimlere karşı cihâd ettim. Çevremdeki yiğitlerin ve askerlerimin samîmiyetini gören pek çok insan bizim yanımızda yer aldı, etrafımızda sarsılmaz bir tevhîd hâlesi oluştu…” Genç, bu söylenenleri kafasında bir yerlere oturtmaya çalışıyor, ancak tam olarak idrâk etmekte zorlanıyordu. Târih Baba’ya baktı, o da bu sözleri tasdîk eder mâhiyette hafif hafif başını sallıyordu. Görüşme devâm ettikçe genç, Osman Gâzî’nin ne kadar büyük bir muvaffakıyete mazhar olduğunu fark etmeye başlamıştı. Acaba bunun sebebi nedir, diye düşünürken Osman Gâzî, bir devletin en mühim unsurunun “adâlet” olduğunu söyledi. Doğruluktan ayrılmamak, haksızlığı mutlaka gidermek ve hakkın yerine getirilmesini sağlamak gerektiğini söyledi. Bu sebeple kendisinin Hazret-i Ömer’i örnek alarak resmen kadılar tâyin ettiğinden ve bu kadıların vazîfelerine, ne kendisinin ne de bir başkasının karışmadığından bahsetti. İkinci bir husustan bahsedecekti ki, biraz durdu. Târih Baba ile gence baktı, onların pür dikkat dinlediklerini görünce konuşmaya başladı: “–Babam Ertuğrul Gâzî, Şeyh Edebali’nin dizinin dibinden ayrılmadı. Ben de onun dergâhına sık sık giderdim. Daha sonra büyük oğlum Alâaddin Paşa’yı onun hizmetinde bulunması için yanına gönderdim. Bunu söylemekten maksadım; bir devletin üzerinde Allâh dostlarının mânevî tasarruf ve himmetleriyle hayır duâları olursa, o devlet, sağlam esaslar üzerinde yükselir ve uzun ömürlü olur. Babam Ertuğrul Gâzî, Allâh dostlarına ihtimam gösterme husûsunda benim şahsımda bütün haleflerimin ruhlarına yön verecek olan şu kıymetli vasiyette bulunmuştu: «Bak oğul! Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme! O, bizim aşîretimizin mâneviyat güneşidir. Terâzîsi dirhem şaşmaz! Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur!

11

Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasiyetim say!..» Bakın, bu hususta size mühim bir hâdiseyi daha nakledeyim: Kumral Abdal isminde bir gönül ehli vardı. Yenişehir taraflarında otururdu. Dervişleriyle Rum köylerine akın eder, onların hidâyeti için gayret sarf ederdi. Bir gün Allâh yolunda ehl-i hâlden büyük bir zât ile görüşmüş. O zât, Kumral Abdal’a: «–Allâh Teâlâ, Osman Gâzî’ye uzun müddet ayakta kalacak büyük bir devlet ihsân etti, git müjdele!» demiş. Kumral Abdal, beni tanımadığı için o mübârek zât, çehresini târif etmiş ve bazı alâmetler söylemiş. Kumral Abdal da beni bulup bu müjdeyi verdi. Çok sevinmiştim. Kumral Abdal’a: «–Şu anda bir kılıçla bir maşrabamdan başka bir şeyim yok. Bunları hediyem olarak kabul et!» deyip, onları verdim. Kumral, maşrabayı alıp kılıcı geri verdi. Sonraları ben de ona bir zâviye yaptırdım ve Yenişehir civârında bazı tarlalar vakfettim.” Bu esnâda Târih Baba gence bakıyor, ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu. Osman Gâzî, genç torununa, bir de ahde vefânın ehemmiyetini anlatmak istiyordu. Çünkü hayatta kendisine çok lâzım olacaktı. Dedi ki: “–Bak yavrum! İnsan için en mühim vasıf, onun emîn olması, sözünde durması ve çevresine güven ve şahsiyet telkîn etmesidir. Bu olmadan hiçbir iş yapılamaz. Kitleleri peşinden sürükleyen; karakter ve şahsiyettir. İnsanları da zirveleştiren, onların önündeki âbide şahsiyetlerdir. Toplumlar dâimâ muhtaç oldukları insanı ararlar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- senin gibi gençken Mekke-i Mükerreme’de «el-Emîn» vasfıyla meşhur olmuştu. Hattâ bu vasıf O’nun ikinci bir ismi hâline gelmiş, «Emîn» diye çağrılır olmuştu. İşte bizlere düşen de, O’nun yolunda yürüyerek emîn ve sâdık olmaktır. Bundan en fazla istifâde edecek olan da yine kendimizdir. Şimdi sana ve arkadaşlarına ibret olsun diye başımdan geçen bir hâdiseyi anlatacağım: Devletimizin sağlam esaslar üzerinde hızla büyümesini önlemek isteyen Kete Tekfuru, diğer tekfurları da kışkırtarak büyük bir orduyla bize saldırmıştı. Allâh’ın izniyle onları mağlûp ve perişan ettik. Kete Tekfuru kaçarak Ulubat Tekfuru’na sığındı. Biz de Ulubat’ı kuşatarak ısrarla Kete Tekfuru’nu teslim etmelerini istedik. Ulubat Tekfuru, benim ve benden sonra

12

gelecek Osmanlı sultanlarının Ulubat Köprüsü’nden geçmememiz şartıyla Kete Tekfuru’nu vereceğini bildirdi. Bunun üzerine: «–Ben ve benden sonrakiler bu köprüden geçmeyecekler.» diye söz verdim. Elhamdülillâh, kâfire verilen bu sözü bile en güzel şekilde tuttum ve Ulubat köprüsünden hiçbir zaman geçmedim. Allâh onlardan râzı olsun, benden sonra gelen pâdişah evlâtlarımın da hiçbiri, büyük bir vefâkârlık göstererek, sözümü bozmadılar. Geçmek mecbûriyetinde kaldıklarında bile, köprüyü kullanmayarak kayıklarla geçtiler. Onların bu tavrını gördükçe çok mesrûr oluyorum. Herhâlde sizin idârecileriniz ve büyüklerinizde de böylesi misâller mevcuttur…” Genç, daha önce hiç işitmediği, hattâ hayâl bile edemediği şeyler duyuyordu. Zihnindeki karışıklığa mukâbil, gönlünde tatlı meltemler estiğini hissetmişti. Osman Gâzî Hazretleri, son bir-iki cümle daha söylemek istedi. Dedi ki: “–Oğlum Orhan Gâzî’ye bir vasiyette bulunmuştum. Onu tuttu ve Allâh’ın izniyle muvaffak oldu. Aynı şeyleri şimdi size ve neslinize de tekrarlamak istiyorum. Çünkü hepiniz benim evlâdımsınız: Oğlum!.. Aslâ zâlim olma!.. Âlemi adâletle şenlendir ve Hak yolundaki gayretleri terk etmeyerek benim rûhumu şâd et!.. Âlimlere hürmet eyle ki; din ve dünyâ işleri nizam bulsun!.. Nerede bir ilim ehli duyarsan, O’na rağbet, ikbal ve hilim göster. Askerlerinin çokluğu ve servetinin büyüklüğüyle mağrur olup Hak ehlinden uzaklaşma!.. Bizim mesleğimiz, Allâh yolu ve maksadımız Allâh’ın dînini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir.” 2 Osman Gâzî’nin sözleri bitince Târih Baba ile genç, müsâade istediler. Büyük bir ihtiramla elini öpüp edeple oradan ayrıldılar. I. MURAD HÂN’I ZİYARET Bir müddet sessiz yürüdüler. Dinledikleri sözlerin muhâsebesini yapıyorlardı. Târih Baba: “–Evlâdım, senin ecdâdın içinde böyle karakter ve şahsiyette zirveleşenler çoktur. Onları tanıdıkça hayranlığın artacak, zihnindeki mes’eleler

2

Âşıkpaşazâde Târihi, s. 35.

13

hâllolacak ve gönlün huzur bulacak. Şimdi gel benimle!” dedi ve genci Kosova fâtihi ve şehid sultan I. Murad Hân’ın yanına götürdü. I. Murad Hân’ın üzerindeki şehâdet kanları henüz kurumamıştı. Muazzam, cengâver bir devletin haritasını çizen kalemin mübârek mürekkebi acaba o şehâdet kanı mıydı? Sultanın yüzü sürûr ve neş’e ile doluydu. İlâhî dergâha yüz akıyla varabilmiş olmanın saâdet ve vicdan huzuru içindeydi. Çünkü o, bir yerde bir aydan fazla durmayıp i’lâ-yı kelimetullâh yolunda sürekli cihâd ederek bereketli bir hayat yaşamıştı. Genci görünce uzun uzun süzdü ve gür bir sesle konuşmaya başladı: “–Oğlum! Bütün iş, mal ve canı onların verilişlerindeki gâyeye göre kullanabilmeyi bilmektir. Bilirsen, bunlar ebedî yaşar. Bu sebeple ben Kosova meydan muhârebesinde bir oğlumu bir yanıma, diğer oğlumu öbür yanıma alarak harbe girdim ve duam kabûl oldu; zaferin şükür kurbanı da ben oldum... Kosova’da hâlâ devâm eden ezanlar, benim rûhumu nasıl mes’ûd ediyor bilemezsin!.. Şimdi cennet bahçesinde hep o lâhûtî hoş sadâların içindeyim... Çünkü oğlum, insanlığın hidâyete kavuşması yolunda yapılan seferler ve bu seferlerde şehâdet şerbetini içmek, bizler için birer şeb-i arûs (düğün gecesi) ve ilâhî şenlikti. Hakîkaten biz: Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!.. Oğlum! Babam Orhan Gâzî bana: «İ’lâ-yı kelimetullâh (Allâh’ın dînini yüceltip insanları ebedî saâdete kavuşturma) azmi iki kıt’aya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır. Selçuklu’nun olduğu gibi Roma’nın (Avrupa’nın) da vârisi biziz!» demişti. Ben de bu yolda yürüdüm ve nice fetihlerde bulunarak ardımca büyük bir devlet ve memleket bıraktım. Rabbim, yüce dîni te’yîd ve takviye için sebepler plânında bizi seçmişti. Bunca şan ve şereflere o yüce takdîr sâyesinde mazhar olduk. Kosova meydanında yaralandığımda oğlum Bâyezid’e haber göndermiştim. Yanıma gelip beni kanlar içinde yatarken görünce, gözyaşlarını tutamadı. Âhh çekiyordu... Yavaş yavaş başımı kaldırdım ve kahraman evlâdıma şu nasihatte bulundum: «–Oğlum! Dünyâda kim akıbetinden kaçabilmiş ki, benim için ağlıyorsun? Eğer ağlayacaksan, mes’ûl olduğun müslümanların dertleri için ağla!.. Onları perişan hâlde bırakma! Yerim sana kalıyor... Adâletinle kendini sevdir... Halkını sev ve muhabbetlerini kazan... Beni de hayırlı bir evlât bırakmış, diye hayırla yâd ettirmeye çalış... Şunu hiçbir zaman unutma ki,

14

pâdişahlığın sermâyesi adâlettir. Saltanatı rahat bir iş sanma... Dünyânın en zor işlerinden biri, saltanatı omuzlamış pâdişahların vazîfesidir. Dünyâda güzel bir nâm bırakmaya çalış... Ecdâdının şanına lâyık olasın...»” Bu târihî ifâdelerin ardından Murad Han, gence aktardığı nasihat dolu sözlerini son bir öğütle: “Sizler de bu nasihatime cân u gönülden kulak verin!” diyerek tamamladı. Genç, bu söylenilenleri teessür ve sükût ile dinlerken bir yandan da buram buram terlemeye başladı. Hiçbir şey diyemedi. Derin bir iç çekti, yutkundu ve I. Murad Hân’ın huzûrundan Târih Baba’yla beraber edeple ayrıldılar. Sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın yanına revân oldular. FÂTİH SULTAN MEHMED HÂN’I ZİYARET Huzûra çıkmadan önce Târih Baba, gence Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın doğumunu anlattı. Dedi ki: “−Babası II. Murad Hân, 30 Mart 1432 sabahı Edirne Sarayı’nda Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ediyordu. Tam Muhammed Sûresi’ni okumaktaydı ki, kendisine bir erkek çocuğunun doğduğunu müjdelediler. Şâir ruhlu Sultan, bu müjdeli haber üzerine okumakta olduğu Kur’ân-ı Kerîm’den başını kaldırıp: «Bağ-ı İrem’de gül-i Muhammed açtı. (Cennet gibi bir İrem bahçesinde bir Muhammed gülü açtı.)» dedi ve Fâtih’in ismini «Muhammed» koydu.” 3 Târih Baba’nın sözleri henüz bitmişti ki, Fâtih Sultan Mehmed’in huzûruna vardılar. “Muhammed” ism-i şerîfini liyâkatle taşıyan Fâtih, şimdi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: «Ne güzel kumandan!» diye buyurduğu iltifâtın mânevî ihtişâmı içindeydi. Yeryüzündekilerin hayâl bile edemeyecekleri muazzam bir sarayda yine muhteşem bir taht üzerinde oturuyordu. Genç, büyük bir huşû ve temennâ ile zihnindeki istifhamları arz etmeye teşebbüs etmişti ki, Sultan Fâtih elini havaya kaldırarak buna meydan vermedi ve ona şöyle hitâb etti: “–Evlâdım! Bilesin ki ben, 14 yaşından beri İstanbul’un projeleriyle yatıp kalktım. Fetih hazırlığı olarak Rumeli Hisarı’nı yapmak istedim. Plânlarını kendim çizdim, daha sonra Mimar Muslihiddin de üzerinde çalıştı. İn3

Mehmed Doğan, Kur’ân ve Târih Önünde Türk’ün Muhâsebesi, Ankara 1992, s. 150.

15

şaatında askerlerimle birlikte büyük bir îman heyecânıyla çalıştık. Ben de sırtımda taş taşıdım. Altı bin işçinin geceli gündüzlü vecd ve îman heyecanı içinde çalışması neticesinde yüz otuz iki gün gibi akıl almaz bir zamanda hisarın inşâsını tamamladık. Hisar’ın plânına kuş bakışı nazar edildiğinde, Arapça «Muhammed» yazısı okunur. «Mim» harflerinin olduğu yerlerde kuleler, «Ha» ve «Dal» harflerinin olduğu yerlerde ise istihkâmlar yer alır. 4 53 gün İstanbul surlarında ne çileler çektik!.. Öyle bir hâlet-i rûhiye içine girdim ki: «Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul’u!..» dedim. Arslan yürekli cengâver askerlerim de, İstanbul surlarına ateş lâvları arasında tırmanırken âdeta şehidliği paylaşamayıp: «–Bugün şehidlik sırası bizde!» diyerek birbiriyle yarış ediyordu. İşte benim ve sînesi îman dolu askerlerimin kalbi bu kıvâma varınca Rabbim bize zafer nasîb eyledi. Böylece ben, Peygamber müjdesinin bereketiyle çağ kapatıp çağ açtım... Asırlardır ecdâdımızın hayâliyle yaşadığı bu büyük fetih, bizi rehâvete sürüklemedi. İstanbul’da 18 gün kadar kaldıktan sonra tekrar sefere çıkıp Allâh yolunda cihâda devâm ettim. Burada bir başka hâtıramı anlatayım: Trabzon Rum imparatorluğu üzerine sefere çıkmıştık. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâziden geçiliyordu. Bazen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde atımın ayağı kaydı, bir kayaya tutunmak için uğraşırken ellerim kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberimizdeki Uzun Hasan’ın anası Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek: «–Oğul! Hân oğlu hânsın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?» dedi. Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorluğu ile akrabâlık te’sîs etmiş ve bu yüzden anasını, bu seferden vazgeçmemiz için bize ricâcı göndermişti. Kendisine çok saygı gösterip iltifatlar ettik, lâkin niyetimizden de vazgeçmedik. Yaralı vaziyette doğruldum ve şöyle dedim: «–Ey ihtiyar ana! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıcıdır. Sen zanneyleme ki, çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir 4

Muammer Yılmaz, Fâtih’in Şahsiyetinden Çizgiler, Kayseri 1993, s. 10. Bu hâdise, mâneviyâtın maddeye aksedişini gösteren muhteşem bir misâldir.

16

toprak parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretlerimiz, Allâh’ın dînine hizmet etmek ve insanları hidâyete kavuşturmak içindir. Yarın Allâh’ın huzûruna vardıkta, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve yüceltme imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercîh edersek, bize gâzî denilmesi revâ olur mu? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.» 5 İşte oğlum, bu sözlerim, bizim hayâta bakışımızı ve âhiret endişemizi hulâsa etmektedir.” Fâtih Sultan Mehmed Hân, sözü tebaasının durumuna getirerek onların güzel hâllerinden ve fazîletli davranışlarından bahsetti. Dedi ki: “–Kendi devrimden bir misâl vereyim. Tebaamdan bir müslüman, malının senelik zekâtını alıp günlerce dolaşmış, verebileceği fakir bir kimse bulamamış. Bunun üzerine zekâtının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu’ndaki bir ağaca asıp, üzerine de: «Müslüman kardeşim! Bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekâtımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen, hiç tereddüt etmeden bunu al!» diye yazmış. Bana bildirdiklerine göre bu kese üç ay kadar o ağaçta asılı kalmış. 6 Tahmin ederim torunlarım şimdi de aynı minvâl üzeredir. Dînî hassâsiyet sâhibi ve vatan muhabbetiyle doludur…” Genç, içini çekti, Târih Baba’nın yüzüne baktı, sonra da hafifçe başını önüne eğdi. Fâtih’in hitâbından dimağ ve idrâkine sunulan bu hakîkatler, onu derin bir tefekküre sevk etti. Ancak genç, hâlâ rûhî ihtilâçlarının girdabında kıvranıyordu. Oysa onun, su içen bir ceylân sükûneti ile huzur bulması gerekirdi. Genci bin bir endişenin zebûnu olmuş bir hâlde görmek, sultânı üzdü. Ayağa kalktı; böylece görüşmenin bittiğine işaret etmiş oldu. Buradan Osmanlı kültür ve medeniyetinin bânîsi olan II. Bâyezid Hân’ın yanına revân oldular. II. BÂYEZİD HÂN’I ZİYARET

5

Bkz. Kınalızâde Ali Efendi, Devlet ve Âile Ahlâkı, haz. Ahmed Kahraman, ts., 191-192; Mustafa Nûri Paşa, Netâicü’l-Vukuât, I-II, 45. 6 Ali Hüsrevoğlu, “Vermesini Bilen Bir Toplum”, Altınoluk, Şubat 1994, sayı: 96, s. 7.

17

II. Bâyezid, velî bir pâdişahtı. O, Sultan Fâtih Hazretleri defnedilmek için götürülürken, babasının tabutunu omuzlayıp taşımış, yeniden sıraya girerek tekrar omuzlamış ve bu kabre kadar böyle devâm etmişti. Cihan pâdişâhı da olsa âkıbetin ne olacağını çok iyi idrâk etmiş ve hayatına da bu idrâk ile istikâmet vermişti. Velî lâkabıyla anılan o zâhir ve bâtın sultânı, huzûruna gelen gencin gönlündeki bulanıklığı yüzünden okuyarak onun bir şey sormasına meydan vermeden söze başladı ve: “–Oğlum!” dedi: “İslâm, gönüllere huzur veren bir râyiha gibidir. Bu şuurla ben tahta çıktığım zaman garb âleminin en büyük mîmarı olan Leonardo da Vinci, İstanbul’u îmâr etmek ve câmîlerle donatmak için bize mürâcaat etmişti. Paşalarım, çok istekli bir alâka ile bunu kabûle yanaşırken ben, o hristiyan mîmarın teklifini reddettim. Bunu yapmasaydım, Mîmar Sinan’ı idrâk edemezdik. Kendi öz şahsiyetimize kavuşamazdık. Mâbedlerimize hristiyanî bir ruh hâkim olurdu. Şunu da unutma ki, felâketler gibi saâdetler de daha ziyâde baht işidir. Cehd işi olan, ilim tahsilidir; ilmin dışındakilerde bahtın rolü gâliptir. Bazıları, kardeşim Cem’in sultan olmasını istiyordu. Tahta onu lâyık görüyordu. Lâkin o, ülkeyi bölerek milletin birlik ve beraberliğine zarar vermek gibi bedbaht bir arzu ve düşüncenin bedelini yâd ellerde ölerek ödedi. Unutma oğlum! Vatan toprağı aslâ bölünmez!.. Gerçi kardeşim Cem, son günlerinde hatâsını anladı. Papa İnnocent, ona hristiyan olmasını teklif etmiş. Bu teklif, kardeşime çok ağır gelmiş. Son derece mahzûn olarak Papa’ya: «–Değil Osmanlı saltanatını, bütün dünyâyı verseniz yine de dînimi değiştirmem!..» cevâbını vermiş. Haçlılar tarafından İslâm aleyhine kullanılmak istendiğini anlayınca, büyük bir gayret-i dîniye ile Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyazda bulunmuş: «Yâ Rabbi! Kâfirler eğer müslümanlığa zarar vermek için beni âlet etmek istiyorlarsa, bu kulunu daha fazla yaşatma! Rûhumu bir an önce dergâh-ı izzetine al!..» Kardeşimin duâsı müstecâb oldu ki, otuz altı yaşında Napoli’de vefât etti. Fânî dünyâya vedâ ettiği son demlerinde yanındakilere şu vasiyette bulunmuş: «Benim ölüm haberimi mutlak bir sûrette her tarafa duyurun! Bunu mutlakâ yapın ki, kâfirlerin benim vesîlemle müslümanlar üzerinde oynamak istedikleri oyunlar son bulsun! Bundan sonra ağabeyim Sultan

18

Bâyezîd’e varın. Ricâ eyleyin ki, ne kadar zor olursa olsun, nâşımı vatana aldırsın. Kâfir bir memlekette gömülmeyi istemiyorum. Şimdiye kadar ne oldu ise oldu. Sakın bu ricâmı reddetmesin! Lutfedip bütün borçlarımı ödesin. Borçlu olarak huzûr-i İlâhî’ye gitmek istemiyorum. Âilemi, çocuklarımı ve bana hizmet edenleri affetsin. Hâllerine göre memnûn etsin...» Onun bu hassâsiyeti beni çok duygulandırdı. Hatâsını affettim ve vasiyetini yerine getirdim. Çünkü affetmek büyük bir fazîlettir. Cenâb-ı Hak ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanların birbirlerini affetmeleri üzerinde çok durmaktadır. Zîrâ insan, affede affede Allâh’ın affına layık hâle gelmelidir.” Sultan ayağa kalktı. Muhâtabının içindeki kör düğümlere bir neşter atmıştı ve onun bir dolunay hâlindeki rûhunda yaşanan küsûfun (güneş tutulmasının) azaldığı müşâhedesiyle vedâ temennâlarını kabûl etti. Yolda giderken Târih Baba, II. Bâyezid zamanında hicrî 915 senesinde vukû bulan bir zelzeleden bahsetti. O güne kadar görülmemiş şiddette yaşanan zelzeleyle İstanbul ve civârı harâb olmuştu. Dersaâdet’te 109 câmî, binlerce ev hâk ile yeksân olmuş, kara tarafındaki surların tamamı, Yedikule’den başlayan saray duvarları, temelden tepeye kadar yıkılmıştı. Bâyezid-i Velî Hazretleri bu duruma çok üzülmüş, müslümanların günlerini ve gecelerini çadırlarda bin bir zorluk içinde geçirdiklerini görerek o da çadıra çıkmıştı. Hattâ Edirne tarafında da büyük tahribat olduğu bildirilince, pâdişah durumu yerinde görmek üzere Edirne’ye gitti. Meriç Nehri üzerindeki köprünün yıkıldığını görünce hemen meydanda Ayak Dîvânı yapıp devlet erkânına şöyle hitâb etti: “–Ey vezirlerim, kadılarım, subaşılarım, ağalarım, beylerim! Şu felâketi görüyorsunuz. Bu topraklar üzerinde böyle misline rastlanmaz bir âfet vukû bulmamıştır. Ben bunda sizlerin halka zulmettiğiniz intibâını alıyorum. Ayağınızı denk alın! Vazîfenizi adâletle yapın! Kimseye zulmetmeyin! Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bize bir îkâzıdır. Ben de bunu size bildiriyorum ki zulüm irtikâb edeni vazîfesinden hal’ ederim.” Bu zelzeleden sonra memleketin her tarafından getirtilen ustalar ve kalfalar, zelzelenin sene-i devriyesinde bütün yıkıntıları tâmir ettiler. Bu büyük zelzelenin meydana getirdiği zarar, devlet hazinesinden karşılanmak sûretiyle yaralar çabucak sarıldı. Felâketin sene-i devriyesinde İstanbul’un bütün fakirlerine, saraydan üç gün yemek verildi. Bâyezid-i Velî de fakirlerle birlikte oturup bu yemeklerden yedi.

19

Bu mütevâzı sultan, ömrünü Allâh yolunda cihâd ederek geçirmişti. Bu uğurda yaptığı seferler esnâsında üzerine bulaşan tozları silkeleyip biriktirerek bunlardan bir tuğla döktürmüş ve böylece Allâh’ın “cihâd” emrine uyduğunu temsîlen ifâde etmişti… Genç, duyduklarına inanamıyordu. Daha önce böyle şeyleri hiç işitmemiş ve okumamıştı. Bir pâdişâhın halkını bu kadar düşünebileceğini ve bu derece mütevâzı olabileceğini hiç tahmin edemiyordu. Genç, cihâd mefhûmunun ne olduğunu iyice anlamıştı. Zîrâ cihâd kelimesi, nefisleri ıslâh edip Allâh Teâlâ’nın rızâsı için, i’lâ-yı kelimetullâh (Allâh’ın dînini yüceltmek) uğrunda fert ve cemiyet olarak İslâmî bir hayat yaşama maksadıyla sarf edilen bütün cehd ve gayretleri ifâde etmekteydi. Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde ifâde buyrulan “mal ve can ile cihâd”dan maksat, yalnız silâhla savaşmak değildi. Zîrâ dînimiz silâhı, zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir vâsıta olarak tanıtıyordu. Ecdâdımızın yaptığı asıl fetih ise, gönüllerin fethi idi ki, o, başta sözlü ve yazılı teblîğ olmak üzere pek çok vâsıta ile îfâ edilebiliyordu. Zâten Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bütün savaşlarına umûmî olarak baktığımızda, İslâm’da müdâfaa ve i’lâ-yı kelimetullâh, yâni Allâh’ın dînini yüceltmek gâyeleri dışında yapılabilecek bir harbin olmadığını görüyoruz. Sırf toprak elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası birer zulümdür. Hâlbuki İslâm’da savaş, mutlakâ hakkı tevzî, hidâyete vesîle olmak ve zulmü bertarâf etmek gibi ulvî maksatlara dayanmaktadır. Bundan sonra Târih Baba’yla genç, Yavuz Sultan Selim Hân’ın huzûruna revân oldular. YAVUZ SULTAN SELİM HÂN’I ZİYARET Yavuz’un çehresinde dehşetli bir mehâbet vardı. Çaldıran, Mercidâbık ve Ridâniye’nin çileli hâtıraları hâlâ dipdiriydi. Cenk meydanlarından gelen tekbir seslerini dinliyor gibiydi. Diğer taraftan Hicaz’ın iki mübârek beldesi olan Mekke ve Medîne’nin hizmetini deruhte etmekle müftehir bir derviş vasfındaydı. Âdeta iki dünyâyı mezcetmişti. Şöyle konuştu: “–Oğlum! Başarıyı nefsinden bilerek gurura kapılan, o nîmete liyâkat kazanamamış demektir. Allâh’ın lutf u keremiyle Hâdimü’lHarameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde Mekke ve Medîne’nin hizmetkârı) olduk. Lâkin bu nîmeti nefsimizden bilip gurura kapılmaktan son derece hazer ettik. Bütün nîmetler Allâh’ın lutfundan ibârettir.

20

Evlâdım! Bir seferde devrimin meşhur âlimlerinden Kemâl Paşazâde’nin atının ayağından sıçrayan çamur, kaftanımı baştan başa boyamıştı. Büyük üstâdın üzülmesine mukâbil ben âdeta sevinmiş ve: «–Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir, mübârektir! Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın ki, gelecek neslime bir ibret müzesi olsun!» demiştim. Çünkü gerçek zafer, kalbin zaferidir. Onun için böylesi bir zaferle sonsuz vuslattan nasibdâr olabilmek yolunda bu çamurlu kaftan, benim için nice sırlar taşıyan müstesnâ bir semboldür. Lâkin ne eseftir ki, artık ibret alacak ziyaretçiler bile kalmadı! Nerede o mübârek nesil?!. Evlâdım! Sekiz senelik saltanatım, Rabbimin lutfu ile kazandığım zaferler, şanlar, şerefler ve fânîlerin iltifatları, bizleri sekre (nefsî sarhoşluğa) sürükleyip mağlûb edemedi. Şu hakîkati çok iyi bildim: Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş, Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş!.. Oğlum! Sen de iyi bilesin ki, gerçek muvaffakıyetlerin temeli, «nefs engelini aşmak ve onun aldatmacalarına kanmamak»tır. Anadolu’nun dirilik ve canlılığı, hep böyle bir muhteşem düstûr ile gerçekleşmiştir. Böylece oluşan mânevî ve millî şuur sâyesinde Anadolu, dâimâ genç kalmıştır. Nice düşman istilâları görse bile, kurumuş ağaçların kökünden filizlenen yeni sürgünler gibi dâimâ bereketli bir yeşerme ve gelişme tezâhür etmiştir… Evlâdım, kısacık imtihan dünyâsında çok çalışmak îcâb ediyor. Bak; benim sekiz senelik saltanatımda sarayda kaldığım zaman çok azdır. Ömrüm seferlerde geçmiştir. Tabiî bunun karşılığını da kat kat fazlasıyla Allâh Teâlâ’nın indinde buluyoruz...” Yavuz Sultan Selim Hân’a Târih Baba da hayrandı. Onu iyi tanıyor ve o konuştukça muhtelif hâtıralar gözünün önünde canlanıyordu. Tahta geçtiğinde şu sözleriyle bey’at istemişti: “Ben pâdişah olursam gâyem; Arabistan’ı, Çerkezistan’ı ve bütün beldeleri yanlış îtikatlardan temizlemektir. Hattâ İslâm’ı bir noktaya cemetmek için Hind ve Turan’a gideceğim. Doğuda ve batıda i’lâ-yı kelimetullâh’a çalışacağım. Zâlimlere evlâdım olsa bile merhamet etmeyeceğim. Zamanımda rahata varmak ve ahâliye tasallut etmek mümkün olmaz. İşte benim hâlim budur. Birâderim ise rahatı sever ve hilim ile muttasıftır. Seferden korkmaz ve haddi aşmak istemezseniz bana bey’at ediniz...”

21

Târih Baba, Yavuz Hân’ın büyük muvaffakıyetlerini, onun helâlharam husûsundaki titizliğine bağlıyordu. Nitekim Mısır seferine giderken Gebze yakınlarındaki bağlık-bahçelik bir arâzide mola verdiğinde Yavuz Sultan Selim Hân, bütün askerlerinin heybelerini arattırmıştı. Hiçbirinde meyve cinsinden bir şey çıkmaması üzerine ellerini ilâhî dergâha kaldırıp: “Allâh’ım! Sana sonsuz şükürler olsun. Bana haram yemeyen bir ordu lutfettin. Eğer askerimin içinde tek bir kişi, sâhibinden izinsiz bir meyve yeseydi ve ben bunu haber alsaydım, Mısır seferinden vazgeçerdim.” diyerek Rabbine sonsuz hamd ü senâlarda bulunmuştu. Bununla birlikte o, gözünü budaktan sakınmayan bir kahraman idi. Mercidâbık Savaşı’nda ordusunun önünde askerleriyle birlikte yüz yüze çarpışmak için atını mahmuzlamıştı. Sadrazam Sinan Paşa’nın ellerine sarılıp: “–Şevketlü hünkarım! Olmaya ki heyecana gelir kendinizi ateşe atarsınız, yüreğimiz dilhûn olur!” diye yalvarması üzerine: “–Biz cennetmekân Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın torunuyuz, çadır içinden savaş idâre etmeyüz!” diye haykırmıştı. Yavuz Sultan Selim’in huzûruna girerek yer öpüp îtimadnâmesini arz eden Venedik elçisi Antonio Jüstiniani’ne, ülkesine döndüğünde pâdişahın nasıl biri olduğu soruldu. Elçi şaşkınlık içinde: “–Kılıcı öyle parlıyordu ki yüzünü göremedim.” demişti. Bu sözleri daha sonra duyan Haşmetli Hünkâr: “–Paşalarım, Osmanlı’nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı dâimâ önde olur. Ama Allâh korusun, bu kılıç kınına girer ve paslanmaya başlarsa, o zaman bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bir gün bize yukardan bakar…” demişti. Yavuz Sultan Selim Hân’ı bu derece cesur ve kahraman yapan, sâhip olduğu sağlam îman ve yüksek mâneviyâtı idi. Mısır Seferi’nde, daha önce Cengiz ve Timur’un geçemeyip geri döndükleri korkunç Tih Çölü’nü mûcizevî bir şekilde on üç günde geçmişti. Bu esnâda askerinin önünde yaya olarak mütevâzı bir şekilde iki büklüm yürüyen Cihân Padişâhı’na vezirleri: “–Hünkârım, atınıza binseniz.” demişlerdi. O da gözyaşları içinde: “–Nasıl binerim... Görmüyor musunuz, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz önümüzde bize yol gösteriyor?!” cevâbını vermişti.

22

Târih Baba, bir an dalmış ve öylece kalakalmıştı. Zihninde yıldırım hızıyla birbirini tâkip eden hâdiseler geçidini seyrediyordu. Yavuz’un mâneviyâtına dâir şunları da hatırlamıştı: Kânûnî’nin doğum haberi Yavuz Sultan Selim’e ulaştırıldığında, o huşû içinde Kur’ân-ı Kerîm okuyordu. Haber gelince, okumakta olduğu Kur’ân-ı Kerîm’den başını kaldırarak: “–İsmini Süleyman koydum.” deyip okumaya devâm etmişti. O esnâda okuduğu âyet ise şuydu: “Mektup Süleyman’dandır, Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle (başlamakta)dır.” (en-Neml, 30) 7 Târih Baba bir an için daldığı âlemden uyandı. Bütün bu tatlı hâtıraları zamanı geldikçe gence anlatmayı düşünerek izin istediler. Yavuz Hân’ın huzûrundan da iki büklüm olarak ayrılan genç, Târih Baba’nın peşi sıra gidiyordu. “–Rahmetli Selim Hân’ın uykusu çok azdı.” dedi Târih Baba ve devâm etti: “–Çoğu gecelerini kitap okumakla geçirirdi. Süslenmeye, gösterişe aslâ heves etmezdi. Bazı yakınları bunun sebebini sorduğunda: «–Vezirlerin ve kumandanların resmî giysiler giymesi, pâdişahlarını tekrîm ve ona güzel görünmek içindir. Biz kime güzel görüneceğiz ki o külfete katlanalım!» cevâbını verdi.” Târih Baba ile genç, bu defa da Kânûnî’nin yanına revân oldular. KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMAN HÂN’I ZİYARET Kânûnî dalgındı. Ufuklara bakıyordu. Sanki hâlâ Akdeniz’den gelen top seslerini dinliyordu. Târih Baba ile genci karşısında görünce derin bir iç çekerek şunları söyledi: “–Ben üç kıt’ada hakkın ve adâletin bükülmez bileği oldum. At sırtında tâ Almanya’ya gittim; şimdi de gidenler var; hem de teknik vâsıtalarla ve çok kısa bir zamanda... Ama gidişlerdeki gâyeler nedir ve izzetimiz ne durumda?!. Evlâdım! Preveze deniz zaferinden sonra Barbaros, esir dolu düşman kadırgalarını önüne katmış olduğu hâlde donanmasıyla Haliç’e giriyordu. Ben de zamanın devlet erkânıyla birlikte Sarayburnu’ndaki sahil sa7

Mehmed Doğan, Kur’ân ve Târih Önünde Türk’ün Muhâsebesi, Ankara 1992, s. 276.

23

raylarından birinin önünde bu manzarayı seyrediyordum. Gemiler beni selâmlıyordu. Halk, coşkun bir tezâhüratla Barbaros’un zaferini tebrik ediyordu. Yanımdaki paşalardan biri bana dönerek: «–Efendimiz! Zaman-ı saltanatınızda böyle bir zafer müyesser olduğu için ne kadar iftihar etseniz azdır! Acaba târih, böyle bir zaferi kaç kere kaydetti?» dedi. O anda Allâh’ın müstesnâ bir lutuf ve keremiyle kalbim, irâdem, dimağım yalpalamadan ona şu cevâbı verdim: «–İftihar mı, şükür mü? Paşa! Zaferi ihsân eden kimdir?» Bence uzun saltanatım boyunca kazandığım zaferlerin en büyüğü, şu iki cümlelik cevapla nefsime karşı kazandığımdır.” Bu ifâdelerden sonra Kânûnî Sultan Süleyman Han, ayağa kalktı. Târih Baba ve genç, buradan idrâk berraklığına medâr olacak büyük bir nasîb almış olarak ayrılıp o büyük sultânın arkasındaki mânevî güç olan, Müfti’s-Sekaleyn Şeyhülislâm Ebu’s-Suûd Efendi’yi ziyarete revân oldular. EBU’S-SUÛD EFENDİ’Yİ ZİYARET Büyük âlim, kendisini ziyarete gelen Târih Baba ile gence bir hâtıra nakletti: Birgün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için benden aşağıdaki beyitle fetvâ istemişti: Dırahta ger ziyân etse karınca Zararı var mıdır ânı kırınca? Pâdişâh’ın bu fetvâ talebi üzerine, ben de, bir beyitle şöyle cevap vermiştim: Yarın Hakk’ın dîvânına varınca; Süleyman’dan hakkın alır karınca! Böylece o cihan pâdişâhının bir karıncayı bile incitmekten kaçınan bir adâlet ve merhamet duyguları içinde yaşamasına yardımcı ve muvaffak oldum. Oğlum! Devrinizin kendi öz bünyesinde kaybettiği ahlâk, zarâfet, incelik, diğergâmlık, sebat ve doğruluk gibi ölçüleri yeniden kazanmanız zarûrîdir. Yoksa maddî ve zâhirî mânâda tâlip olduğunuz yükselişlere ulaşmış bulunsanız bile bu, öz itibârıyla ham ve sakat kalmaya mahkûmdur. Ha-

24

yat ve hâdiseleri böyle ince ve derin bir perspektiften telâkkî etmedikçe üzerinizdeki îman nîmetinin îcâb ettirdiği olgunluğa kavuşabildiğinizi sanmamalısınız...” Târih Baba’nın, elinden tutarak dolaştırdığı genç, şâhid olduğu ibretli manzaralarla, îmâlı derslerle, hikmet dolu tavsiye ve irşadlarla o hâle gelmişti ki, aldığı nasipleri hazmederek kendi kendisini yeniden inşâ etme ihtiyâcını hissediyordu. Bu oluşun heyecan ve ağırlığı ile başı dönüyor, kalbi sıkışıyordu. Târih Baba, ona dönerek: “–Evlâdım!” dedi. “Bu ziyaretlerimizde ecdâdından aldığın îkaz ve irşad derslerini iyi hazmetmelisin! Bunların çoğu büyük kalabalıklar için anlaşılmaz bir sırdır. Bunlar sana ifşâ edildi. Onları iyi idrâk et ve gerideki nesillere de intikâl ettir. Bir insan için en ağır yük, sır ve hikmettir. Görüyorum ki, sen de bu yük altında iyice bunaldın. Evlâdım! Bir başka sefer, yine âlem-i mânâda, duraklama ve çöküş devirlerine uğrayacağız. O devirlerde Özi Kalesi elden çıkınca, bunun acısına dayanamayıp kısa zamanda vefât eden I. Abdülhamîd’in hâli, nasıl îzâh edilebilir? «Asker evlâtlarımız ve mâsum ahâlî parçalandı!» diye sultana hayatına mâl olacak derecede «âhh» çektiren ve gönlünü elemle dolduran îman hassâsiyeti ne müthiştir! Bütün bu ibretler ışığında Çanakkale’ye gideceğiz, İstiklâl Harbi’nin kahramanları olan Kuvâ-yı Milliye ile görüşeceğiz... Ancak bugün, son olarak I. Ahmed Han ile Hüdâyî Hazretleri’ni ziyaretle iktifâ edelim.” I. AHMED HÂN VE AZÎZ MAHMUD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ’Nİ ZİYARET Huzûruna girdiklerinde I. Ahmed Hân, yine Peygamber aşkının coşkunluğu içindeydi. Sanki kendi yazdığı: N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün mısrâlarını duygulu bir şekilde yaşıyordu. Hemen yanı başında heybetli bir zât vardı. Gözleri dünyâya kapalı, âhirete açıktı. Ufuklara sığmayan bakışları derin, mehtaplı bir gece gibi başka âlemlerden akisler dağıtıyordu. Bu zât, velîler pîri Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ydi. Çehresi, tebessüm ve huzur doluydu. Sanki etrafındaki melekler ona pervâne olmuştu. Civârında bulunan dervişânın ise, gözlerinden bahar dallarında biriken şebnemler misâli

25

yaşlar süzülüyordu. Cihan sultânı I. Ahmed Han ise derin bir sükûtun içindeydi. Ancak bu sükût, kelimelerin hudutlarını aşan ifâdeler hâlindeydi. Bu sebeple sultan konuşmadı. Fakat hikmet ve sırrı ancak kelimeler çerçevesinde idrâk edebilen genci düşünen Hüdâyî Hazretleri, delikanlıya döndü. Mütebessim bir çehre ile şu öğütlerde bulundu: “–Evlâdım! Benim garip-gurabâ, fakir-fukarâ, dul, yetim, muhtaç, kimsesiz ve zavallı insanlar ile talebe hizmetleri için kurmuş olduğum vakfımda yine sadakalar, infaklar ve Hak için hizmetler her dâim devâm eyleye! Garipler bir tas olsun sıcak çorba içeler! Hüdâyî yuvasından uçan kuşlar, ufuklara kanat çırpalar! Bileler ki, bir kuş, yuvasında yumurtalar yapar. Bu yumurtalardan da yavrular çıkar. Sonra bu yavrular palazlanırlar. Sonra da bir başka yuva daha inşâ etmek sevdâsında olurlar. Onun için bizim öz iklîmimizde yetişenler de, her gittiği mekâna bu sıcak yuvanın güzel iklîmini taşıya, oralarda da böyle şefkat, merhamet ve hizmet yuvalarını artıralar!.. Evlâdım! Vakfın ehemmiyeti çok büyüktür. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve ashâbının, sâhip olduğu arâzileri vakfetmesi, bizler için ne mükemmel bir numûnedir. Hak için menkul veya gayr-i menkul vakfedenlerin «ecirlerinin vefatlarından sonra da devâm edeceğine» dikkat çeken hadîs-i şerîfler, târihte merhamet ve şefkat akışının bir çığır hâline gelmesine vesîle olmuştur. Bu sebeple asr-ı saâdetten günümüze kadar nice mü’minler bu nurlu yola tâbî olarak vakıf ve hayır müesseseleri kurmuşlar, hizmet yolunda gayret ederek âhiret kazançlarının devâmını hedeflemişlerdir. Böylece o merhametli müşfik gönüller, âdeta bütün varlıkları içine alan bir dergâh, bir anne kucağı olmuştur... Oğlum! Her zaman Hüdâyîler yetişir. Bunu iyi belle. Bil ki, sizin zamanınız da yeni Hüdâyîler bekliyor. Lâkin bu sevdâda olmak lâzım. Bir zamanlar ecdâdınız öyle bir sevdâya nâil olmuştu ki, bu sevdâ onlara Hint Okyanusu’nda yelken açtırmıştı. Bu sevdânın bahşettiği heyecan, aşk ve vecd rüzgârları, üç kıt’ada birden esmişti; Kafkas yamaçlarını dolaşmıştı. Balkanlar’ı kucaklamıştı... İstanbul’u fethettiren ruh da bu sevdâ idi. Yine bu sevdâ ile ecdâdın altı yüz küsur sene cihâna adâlet tevzî etti. Bu sevdâ ile mübârek beldelerin hâdimliğini yaptı. Neydi bu sevdâ? Bu sevdâ; Allâh aşkıyla yoğrulmuş zinde gönüllerin hayat iksîriydi. Bu sevdâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetini kazanmış âşık gönüller arasına girebilmekti. Bu sevdâ milletçe şahlanıp ufukları doldurmak ve bütün âleme adâlet bahşedebilmekti. Bu sevdâ insan sevdâsıydı.

26

Bu sevdâ ebedî saâdet sevdâsıydı... Onun içindir ki, şanlı ecdâd, bu sevdânın iksîriyle her sahâda îman zindeliğinde bir faâliyet, sayısız zafer, maddî ve mânevî muvaffakıyet ile bir cihan devleti hâline geldi. Düşmanlarının hayâl bile edemeyeceği fikir, ilim, sanat, ahlâk ve fazîlet hamlelerini gerçekleştirdi... Bak oğlum! Allâh Teâlâ sevdiği kulunun muhabbetini diğer insanların gönüllerinde de yeşertiyor. Buna mazhar olduğum için bak şimdi ne kadar ziyaretçilerim var; dolu dolu, grup grup, fevc fevc... Bu bereketle, şükürler olsun ki bizlerdeki rûhâniyetin füyûzâtı, aradan 400 küsûr sene geçmiş olmasına rağmen devâm etmektedir. Sizlerin gayretleri ile kıyâmete kadar da devâm etmelidir. Çünkü insanların asıl yaratılış gâyelerine ulaşmaları, ancak yüce bir olgunluğun elde edilmesi ile mümkündür. Aksi hâlde nesil ham kalmaya mahkûm olur. Nitekim bugün bu gerçekten uzak kalan, yâni millî ve mânevî gücünü kaybeden nice genç, âdeta yirmi yaşında ölüyor, yetmiş yaşında gömülüyor... Şunu unutma ki evlâdım; yüreksiz cübbelerden hiçbir fayda beklenmez! İnsanı pişiren çile, ızdırap ve dertlerdir. Toprak, kışın çilesini çekmeden bahara kavuşamaz. Anne, yavrusunun dokuz aylık çilesine katlanmadan ona sâhip olamaz. Evlâdım, nasıl ki toprak, dâimâ yağmur dolu bahar bulutlarının hasretini çekiyorsa, sizler de istikbâli bahara döndürecek bereket bulutlarının iştiyâkı içinde olmalısınız!.. Evlâdım! Ben burada daha yakînen gördüm ki, ancak millî ve mânevî kahramanlar hiçbir zaman ölmez; onların yüce eseri olan mukaddes hâtıraları ve müesseseleri de aslâ çürümez ve pörsümez. Dayandıkları kökün altındaki pınardan dâimâ beslenir ve yeşerir. Etrafını inbât ederek gülistâna çevirir. Yâni millete ve memlekete yapılan yüce hizmet ve gayretlerin şeref ve izzeti, tarif edilemeyecek derecede büyüktür. Sen de bu istikamette yürü! Yürürken de, unutma ki, bütün yaptıklarınla sen, yüce bir gâye ve yolda lutfen ve keremen kabul ve istihdâm olunan en kıymetli hizmet ehli vasfında olacaksın...” Hüdâyî Hazretleri, daha neler neler söyleyecekti. Ancak o anda sabâ makâmında bir ezânın, mücessem bir rûhâniyetle gencin odasından içeriye dolması, onun bu uzun rüyâsına nihâyet verdi. Bambaşka bir hâlet-i rûhiye ile uyanmış bulunan genç, kendi kendine:

27

“Bugün bir başka sabah oldu!..” dedi ve pencereden engin göklere doğru bakarak şu duâda bulundu: “Allâh’ım! Bizleri de ecdâdımız gibi azîz ve şanlı eyle!.. Enerjimizi; îman, irfan, fazîlet, vatan ve millete hizmet duygu ve şuuru ile istikâmetlendir!” Âmîn!..

28

TÂRİHE YOLCULUK - 2 SİLİNMEZ İZLER Rüyâsında Târih Baba’yla beraber şanlı târihimize yolculuk eden genç, o günden beri değişik bir ruh ve şuur dünyâsında idi. Ziyaret etmiş olduğu mübârek ecdâdının vakur sîmâları ve derin sözleri dimağında ve gönlünde silinmez izler bırakmıştı. Gözlerinde onların hayalleri, gönlünde hâtıralarıyla birlikte târihimizin o şanlı mîmarlarının türbelerini ve eşsiz mîraslarını tek tek ziyarete başladı. Bu arada gönlünde derin bir târih merakı uyanmıştı. Şanlı mâzîye âit köklü eserleri okumaya azmetti. Okudukça, görmüş olduğu rüyâ, kendisi için daha bir mânâ ve ihtişam kazandı. Ancak? ÇÖKÜŞ DEVİRLERİNDEKİ İBRETLER Satırlar, Lâle Devri’ne geldiğinde, yâni Hak yolunda hizmet ve gayretin yerini ten ve nefsâniyet plânındaki yönelişlerin aldığı demleri okumaya başlayınca içine tarifsiz hüzünler çöktü. Koskoca bir mîrâsın nasıl hân-ı yağma, yâni çar-çur edildiğini öğrendikçe yüreği burkuldu. Bilhassa şu cümleler dimağını kanattı: “Devleti yücelten mânevî güç kaybolup dünyevî boş övünme yarışları ve nefsânî meyillerin başlaması ve Sâdâbad safâlarının ön plana çıkmasıyla fetih rûhu zedelenerek fütûhat akâmete uğradı. Böylece mânevî kuvvet ve heybetle birlikte maddî güç de kayboldu. Uçsuz bucaksız topraklar korunamaz hâle geldi. Koca imparatorluk, güçlü devletlerin erozyonuna sürüklendi… Onların tesiriyle rûhî fazîletler cılızlaştı ve nefsânî temâyüller ön plâna geçti. Öyle ki, bir lâle soğanının bin altına satıldığı zamanlar oldu. Böylece koca bir devletin kaderi değişti. Lüks yaşama hevesi israfları iyice artırdı. Batı devletleriyle ilim, irfan, teknik terakkî güç ve kudretinden ziyâde, lüks bakımından ihtişam yarışları başladı. Ne ibretlidir ki, Topkapı Sarayı dışında bütün saraylar, Osmanlı’nın son yıllarının saraylarıdır.” Delikanlı, artık bu gerçeklerin hazin neticelerinin ağırlığı altında muzdaripti. Günleri artık çok mahzun bir hâlde geçiyordu. Iztırap içinde: “−Âh Târih Baba! Sen beni bu ıztıraplara salmak için mi karşıma çıktın?” dedi. Sonra cevâbını yine kendi verdi:

29

“−Hayır! Târih Baba’nın yaptığı; farkında olmadığım gerçekleri bana gösterip aynı hatâlara düşmemem, yâni geçmişten ibret almam içindi…” Suskunlaştı. Oysa etrafındaki yakın arkadaşlarına okuduklarını anlatıyor, anlatıyordu o âna kadar. Fakat şimdi… Okuduklarını anlatmaya utanır gibiydi. İKİNCİ RÜYÂ VE TÂRİH BABANIN SÖYLEDİKLERİ Bir gece iyice bunalmış bir vaziyette yastığa başını koydu. Saatlerce uyuyamadı. Bir ara dalar gibi oldu. O da ne? Târih Baba yine karşısındaydı. Keskin bakışları ve derin nazarları ile ona bakıyordu… Târih Baba, tane tane konuştu: “–İşte oğlum! Devletler de doğar, büyür ve ölür. Bu kaderdir. Ancak mühim olan, ibret ve hikmetleri kavramak ve gerekli dersleri almaktır. Senin de idrâk ettiğin gibi, kalblerdeki niyet ve gâyeler nefis plânına yönelip ten rahatlığıyla gölgelenince rahmet hazîneleri kapanıyor… Kısacası devletler, bir aşîret olarak doğarlar. Tekâmül ederek devlet olurlar. Daha da geliştiklerinde bir imparatorluk hâline gelirler. Halkı ve idârecisiyle İslâmî terbiyeyi en güzel şekilde alıp o istikâmette hayata yön veren devletler, ihlâslarının devâmı nisbetinde daha uzun yaşarlar. Lâkin meziyetlerini kaybetmeye başladıklarında da küçülür ve târih sahnesinden çekilirler. Nihâyet yenileri doğar. Bunlar da, imkânlarına göre hayâtiyetlerini devâm ettirirler. Bu hâl, târih sahnesinde milletlerin bir kader programıdır. Çünkü bu âlemde bekâ yoktur. Yükselişler, sonunda düşüşe müncer olur. Lâkin o düşüşte de bekâ yoktur. Yine bir yükseliş başlar. Bu gerçeğe sadece düşüşlerin penceresinden bakanlar, senin gibi böyle bedbin ve muzdarip olurlar. Aksine yükseliş penceresinden bakanlar da, gereğinden fazla şen şatır olurlar. Kader sırrına vâkıf olanlar ve ilâhî gidişattaki hikmete nazar edenler ise, ne fazla sevinir ne de fazlaca üzülürler. Zîrâ hâdiselerin arkasındaki murâd-ı ilâhîye vukûfun huzur ve sükûnuna ererler. Sadece üzerlerine düşen vazîfeleri en güzel şekilde îfâ etmeye çalışırlar. Bilirler ki, târihteki birçok hâdiseler, med-cezirler, yâni kalb grafiği gibi iniş-çıkışlar, öncekilerden ibret alınmadığı için tekerrür etmektedir. Deden Mehmed Âkif bu gerçeği ne güzel ifâde etmiştir: Târîhi tekerrür diye târîf ediyorlar, Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi!..

30

Aslında târihin tekerrür etme kâidesi, idrâk sâhipleri için ne büyük bir nîmettir. Olgun insanlar, bu kâideyi göz önünde bulundurarak târihin ihtişamlı devrelerini tekerrür ettirmeye çalışır, çöküş devrelerine de ibret nazarıyla bakarak îcâb eden tedbirleri alırlar. Bu sâyede îman şuuru ile istikbâle, Allâh’ın rızâsı istikâmetinde yön verirler.” Sözlerinin burasında Târih Baba, derin bir iç çekti ve ekledi: “–Gel evlâdım! Geçen sefer yaptığımız yolculukta uğramadığımız birkaç yere daha gidelim. Böylece hikmet ve ibreti mezcetmesini de öğrenmiş olursun!..” Önce II. Mahmud Hân’ın huzûruna revân oldular. II. MAHMUD HÂN’I ZİYARET II. Mahmud Hân, üzüntülüydü. Gözlerinde kurumaya hiç fırsat bulamamış nemler vardı. Bünyesi de zayıf, nahif ve cılızdı. Huzûruna gelen gence doğru başını yavaşça döndürüp şöyle dedi: “–Evlâdım! Haremeyn’deki vakıfların birçoğunda benim tuğram var. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetiyle o mübârek beldelere güzel hizmetler götürdüm. Ancak batının ve gâfil, menfaatperest devlet adamlarının tesiri altında yaptığım yanlışlıklar yüzünden halk bana «gâvur pâdişah» dedi. Bunu duyunca dünyâ başıma yıkıldı. Benim hayâtım size bir misâl olsun! Ben yanlış bir siyâset tâkip edip koca bir medeniyetin sarsılmasına sebep oldum. Aslında böyle olmasını istememiştim. Batıya râm olmak, onu körü körüne taklîd etmek, bana ve milletime zül idi. Lâkin ilmî ve rûhî bir hamle yapacağım yerde şeklî ve nefsânî bir hendesenin içine sıkıştım. Hayâtımın son demleri de bu hatâmın acı meyvelerini yemekle geçti. Hatâlarımı anlayarak sonunda: «–Beni bir câmîye götürün! Son nefesimi Allâh’ın bir mâbedinde vermek istiyorum…» dedim. Aman evlâdım! Benim yaptıklarımdan ve hazin neticelerinden ders alın da kendi dînî ve millî şahsiyet ve ahlâkınızı kaybetmeyin!..” Sultan daha fazla bir şey söylemek istemediğinden ayağa kalktı. Gözlerinden akan yaşları göstermek istemiyor gibiydi. Târih Baba ve genç, huzurdan ayrılıp II. Mahmud’un oğlu, şehid Sultan Abdülazîz Hân’ın yanına revân oldular.

31

ABDÜLAZİZ HÂN’I ZİYARET Abdülaziz Han, babasına nisbetle oldukça heybetliydi. Yaklaşık iki metre boyunda endamlı bir yapıya sâhipti. Ceddi Yavuz Sultan Selim Hân’ı andırıyordu. Şehîd edildiği hâl içerisindeydi. Önündeki küçük masada Sûrei Yûsuf sayfaları açık bir Kur’ân-ı Kerîm vardı. Mübârek Mushaf’ın üzerine de kan damlaları sıçramıştı. Ancak Abdülaziz Han, nâil olduğu ebedî mükâfât ile mütebessimdi. Huzûruna gelen delikanlıyı iyice süzdükten sonra konuşmaya başladı: “–Evlâdım! Benim devrimde Osmanlıyı çökertmek isteyenler bize hasta adam yaftasını vurmaya kalktılar. Ancak ben bu yaftayı silmeye muvaffak oldum. Dünyânın en güçlü donanmasını kurdum. Donanmam, İngiliz donanmasını Hint Okyanusu’ndan öteye geçirmedi. Batılılar gemilerini benim tersanelerimde tamir ettirir oldular. Böylece ben, Tanzîmat’la başlayan yılgınlıktan milletçe silkinip doğrulma temâyüllerinin bir başlangıcı oldum. Fransa’ya gittiğim zaman Marsilya’dan Paris’e kadar sevinçten yer yerinden oynadı. Benim bu ziyaretim Fransa için bütün dünyâ memleketlerine karşı bir izzet ve şeref vesîlesi oldu. Mısır’a gittiğimde ise, daha evvel babamı mağlûb eden Mısır vâlisi, o gün benim atımın yularını tutar oldu. Faâliyetlerimin ana hedefi, Tanzîmat’la birlikte başlayan ve terakkî adı altında daha çok ahlâkî, dînî, millî ve kültürel sahada gerçekleştirilmeye çalışılan dış mihraklı batılılaşma ve mânevî çöküntü hareketlerini durdurmak, kendi dînî ve millî hüviyetine sâdık kalmak ve bu yolda ilerlemekti. Millî kültürü muhâfaza edip güçlendirmedikçe ve Batı’dan sadece, ama sadece teknik itibârıyla istifâde yolunu tutmadıkça, ayakta kalmanın mümkün olmadığını iddiâ ettim ve bütün icraatımı da bu yolda gerçekleştirdim. Etrafımdaki devlet erkânına şöyle derdim: «–Sizinle benim aramdaki fark şudur: Siz Avrupa’nın istediği değişikliği yaparsak, onların menfaatlerini gözetirsek, kanunlarda ve kılık kıyâfette onlara benzersek, batılı devletlerin bizi himâye edeceğini söylüyorsunuz!.. Ben de diyorum ki, kuvvetli bir ordu ve donanma vücûda getirir, bunun ihtiyaçlarını da kendimiz temin eder ve Rusya’yı da mağlûb edersek, elli sene daha rahatız ve büyük devletiz!» 8 İşte evlâdım ben bu uğurda şehâdet şerbetini içtim.

8

Ziya Nur Aksun, Osmanlı Târihi, III, 422-423.

32

Oğlum! Bilesin ki şu an bulunduğum makâma nâil olmamın yegâne sebebi, saltanatın ihtişam ve debdebesine kapılmayıp, dürüst, dindarâne ve intizamlı bir hayat yaşamamdır. Hayâtım boyunca dâimâ su yerine zemzem içtim. Hattâ Avrupa’ya seyahate gittiğim zaman, abdest alacağım suyu beraberimde götürdüm. Muntazaman namaz kılar ve çok çok Kur’ân-ı Kerîm okurdum. Gönlüm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aşkıyla doluydu. Bunun için Medîne-i Münevvere ahâlîsine hürmetkâr oldum. Bir gün hasta yatağımda baygın ve sararmış bir vaziyette yatarken bana: «−Medîne-i Münevvere mücâvîrlerinden (Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ravzasına komşu olanlardan) bir dilekçe var!» denildiğinde yâverlerime: «–Derhal beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den gelen talepleri ayakta dinleyeyim! Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talepleri, böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenemez!..» diyerek Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet edebini kendime şiâr edindim. Her Medîne-i Münevvere postası geldiğinde abdest tazeledikten sonra mektupları: «–Bunlarda Medîne-i Münevvere’nin tozu var!» diye öpüp alnıma götürür, ondan sonra başkâtibe uzatarak: «–Aç, oku!» derdim. Şimdi bu muhabbet ve edebin berekâtıyla rûhum huzur içindedir.” Bu sözleriyle gencin gönül dünyâsına ve dimağına farklı bir pencere açan Sultan Abdülaziz Han, sadrındaki sırları ve hikmetleri onu almaya müsâit bir sadra emânet etmiş olmanın memnûniyetiyle görüşmenin bittiğini ifâde için ayağa kalktı. Genç; aziz şehid Sultan Abdülaziz Hân’ın hâlinden çok müteessir olmuştu. Târih Baba’ya meraklı gözlerle bakarak biraz bu kahraman insandan bahsetmesini istedi. Târih Baba, denizciliğe âşıkâne bir sûrette meftûn olan merhum Abdülaziz Hân’ın, Haliç’te tesis ettiği tersânede inşâ edilen gemilerin pek çoğunun projelerini büyük bir dirâyetle bizzat kendisinin çizdiğini 9 , hayattayken; “Devletin ve milletin muhâfazası için uğraşmaktan ağzımda diş kalmadı!” 10 dediğini, bir defâsında memleket mes’eleleri sebebiyle duyduğu üzüntü ve keder ile üç gün hasta yattığını, mâbeyn-i hümâyuna çıkamadığı9

Bkz. İsmail Hâmi Danişmend, Osmanlı Târihi Kronolojisi, İstanbul 1972, IV, 263; İlber Ortaylı, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, İstanbul 2006, s. 113. 10 İbnü’l-Emin, Osmanlı Devrinde Son Sadrâzamlar, s. 597.

33

nı, yemekten içmekten kesilip limonata ve gevrekten başka bir şey yiyip içemediğini 11 anlatınca gencin hayranlığı ve hayreti iyice arttı. Târih Baba şöyle devâm etti: “Sultan Abdülaziz Han merhûmun, dünyâ siyâseti ve kendi devletinin geleceği hakkında gösterdiği dirâyetin bir başka tezâhürü de ülkede bir askerî harekât vukûunda ulaşımı kolaylaştırmak için demiryolları inşâsına teşebbüs etmiş olmasıdır. Halefi olan Sultan Abdülhamid’in büyük bir mahâretle yürüttüğü “demiryolu inşâsı siyâseti”ne ilk başlayan pâdişah, Sultan Abdülaziz Han’dır, denilebilir. O, bununla da kalmayarak zamanına göre en ileri şekilde bir “telgraf ağı tesis eylemek” sûretiyle dünyâda olup biten hâdiseleri yakînen ve süratli bir şekilde tâkip etmek istemiştir.” MECELLE Târih Baba, Sultan Abdülaziz zamanında, Cevdet Paşa riyâsetinde “Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye” nâmıyla bir heyet teşkil edilerek “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye” ismiyle o meşhur ve büyük hukuk âbidesinin vücûda getiriliş safhalarını anlattı. Bu hareketin, Fransız Medenî Kânûnu’nun iktibas yoluyla aynen alınmasını engellemiş olmasına rağmen, gördüğü büyük alâka ve takdir sebebiyle Fransız İlimler Akademisi’nin, heyetin reisi olan Ahmed Cevdet Paşa’yı bir altın madalya ile taltif ettiğini 12 bildirdi. Genç buna da çok şaşırdı. Büyük âlim Ahmed Cevdet Paşa’nın ilmî dirâyetine, edebî kâbiliyetine, cesâretine, karakter ve şahsiyetine hayran kalmamak mümkün değildi. O, bir milletin esas kânunlarını böyle birden bire değiştirmenin o milleti imhâ hükmünde olacağını biliyordu. 13 Târih Baba, Sultan Abdülaziz’in tevâzu, mahviyet, mes’ûliyet şuuru ve vatan muhabbeti gibi güzel hasletlerini sergileyen bir hâtırasını nakletti: ABDÜLAZİZ HÂN’IN ARZUSU Abdülaziz Hân, Avrupa’ya davet teklifine “evet” dedikten birkaç gün sonra mâbeynci Hâfız Mehmed Bey’e tam bir samimiyetle içini döker ve şu beyanda bulunur: “...Zaman zaman ne isterdim bilir misin? Ya Kapalıçarşı’da ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkânı olan esnaf, ya da bir zanaatkâr olayım. Sa11

Hâfız Mehmed Bey, Sultan Abdülaziz Han, s. 36-37. Ord. Prof. Ebu’l-Ulâ Mardin, Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa, İstanbul, 1948. 13 Bkz: Cevdet Paşa, Tezâkir, II, 62-63. 12

34

bah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allâh ne kâr verdiyse onunla çoluk çocuğumun nafakasını alayım. Atıma değil, hattâ eşeğime bineyim, yorgun argın, amma kafamın içi bin bir dertle dolmamış olarak evime geleyim. Hanımım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yıkanıp sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Âlî ile Fuad paşalar, ille de, Frengistan’a gitmeli derlerken de, ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli-vakti yerinde, unvansız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek! Ben de istemez miyim oraları görmeyi? Amma gelgelelim bu koskoca devletin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde. Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde, halk ortasında rahat nefes alabilir misin? Neylersin ki tahtta bulunmanın da bir esâreti var.” BABAM KALKSAYDI… Sultan Abdülaziz zamânına âit bir hâdise daha vardı ki, o da çok hissiyât yüklü idi. Yıllarca Kafkasya’nın istiklâli için bir an bile fütur getirmeden mücâdele vermiş olan büyük dâvâ adamı İmam Şâmil, nihâyetinde Ruslara esir düşmüştü. Bir oğlunun Çar nezdinde rehine kalmasına mukâbil, hacca gitmek maksadıyla Rusya’dan ayrılmasına müsâade edilmişti. Şeyh Şâmil âilesi ve kalabalık maiyyeti ile önce İstanbul’a geldi ve Sultan Abdülaziz Han merhum tarafından samîmî ve parlak bir merâsimle karşılandı. Sultan Abdülaziz, bütün teşrîfat kâidelerini ve saray an’anelerini bir kenara bırakarak Şeyh Şâmil’i Dolmabahçe Sarayı’nın kapısında karşıladıktan sonra: “–Babam Sultan Mahmud mezarından çıksa idi, ancak bu kadar sevinç ve heyecan duyabilirdim!..” diye Kafkasya’nın kahraman müdâfiine karşı rûhundan taşan hudutsuz muhabbet ve hayranlığını ifâde etti. Osmanlı Hükümdârı, Dağıstan’ın muhteşem arslanını nasıl ağırlayacağını bilemiyor, bunu temin için hazîne-i hümâyununu ve her türlü ihsanlarını büyük bir cömertlikle önüne seriyordu. “–Benim muazzez ve mükerrem misafirim! Size memleketimin her tarafı açıktır. Gerek pek kıymettâr olan mübârek şahsınız, gerekse evlâd ü

35

ıyâliniz hakkında her türlü arzularınızı yerine getirmek bizzat benim ve hükûmetim için en zevkli ve vicdânî bir vazîfe olacaktır.” diyordu. Şeyh Şâmil, Sultan Abdülaziz’in bu iltifatları karşısında çok duygulandı, derin bir hissiyatla teşekkür ettikten sonra ne kendisi, ne de evlâtları için hiçbir maddî arzusu bulunmadığını, tek bir emeli varsa, onun da Medîne’ye gitmelerine ve orada kurb-i Rasûlullâh’ta (Allâh Rasûlü’nün yakınında) ikâmet ve ibâdetine müsâade buyurmaları olduğunu söyledi. 14 Târih Baba son olarak halkın Sultan Abdülaziz’i çok sevdiğini, vefâtını öğrendiklerinde; “Babamız öldü!” feryatlarıyla sokaklara döküldüklerini 15 anlattı. Delikanlının gönlü, artık sürûr ile hüznün birleştiği bir kap hâline gelmişti. Dalgın bir şekilde Târih Baba’nın ardında yürümeye devâm etti. Târih Baba, ona dönerek: “–Haydi evlâdım! Şimdi en dirâyetli sultanların sonuncusu olan koca bir sultanı, II. Abdülhamid Hân’ı ziyaret edelim.” dedi. II. ABDÜLHAMİD HÂN’I ZİYARET Sultan Abdülhamid Han, hayattayken her ziyaretçisine davrandığı gibi onları da ayakta karşıladı. Hâlbuki sultanın bir kimseye ayağa kalkması hükümdarlık mehâbetine aykırı sayılmaktaydı. Lâkin o tevâzu ehli bir pâdişahtı. Kendilerini ayakta karşılayan bu koca sultânın karşısında genç, şaşkınlaştı. Büyük bir hayranlıkla ulu hâkânı seyre koyuldu. II. Abdülhamid Han, hep ufuklara bakıyor gibiydi. Düşünceliydi. Sanki Târih Baba’nın sîmâsı, onun yüzünde kendisini sergiliyordu. O çehrede, târihin bütün ince tecellîlerini seyretmek mümkündü. Hani hiçbir söz söylemese bile bakışlarının ve sîmâsının anlattıkları kâfî olurdu. Ancak gencin idrâkini daha berrak bir hâle getirmek için müşahhas mâlumatlar vermek gerektiğinden Sultan, hafif ve tesirli bir sesle konuşmaya başladı: “–Evlâdım! İlâhî tecellîde kahır 16 ve lutuf 17 , bir terâzinin iki kefesi gibidir. Cenâb-ı Hak, kahır kefesine ağırlık vermek isterse, lutuf kefesi kendiliğinden havaya kalkar. Ekseriyetle kahır inançsızlara, lutufsa mü’minlere 14

Bkz. Târık Mümtaz Göztepe, Dağıstan Arslanı İmam Şâmil, İstanbul, 1994, sh. 425 vd. Yavuz Bahadıroğlu, Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi, İstanbul 1986, III, 678. 16 Kahır tecellîsi: Allâh’ın çile ve ıztıraplarla imtihan etmesi veya cezâlandırması. 17 Lutuf tecellîsi: Allâh’ın lutuf ve ihsânıyla imtihan etmesi veya mükâfatlandırması. 15

36

müteveccihtir. Zâten küfür, kahır tecellîsinin, îmansa lutuf tecellîsinin zirvesidir. Böyle olduğu hâlde bazen kâfirler küfür ve isyanlarına rağmen lutfa nâil; zıddına mü’minler ise îmanlarına rağmen kahra dûçâr olabilirler. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemde zıtların birbirini yok edemeyip birbirlerine âdeta nöbetleşe üstünlük kurmaları şeklinde hikmet dolu yüce takdîrinin bir neticesidir. Benim hükümdarlık zamanım, -dünyânın iklim itibârıyla yavaş yavaş kış mevsimini idrâk etmekte olması gibi- kahır tecellîsinin mü’minlere, lutfunsa ehl-i küfre takdîr edilmesi istikâmetinde bir gelişmeye sahne idi. Zîrâ beni tahttan indiren heyet, devlet adamı kâbiliyeti bakımından değerlendirsem, bana siyâsette talebe olabilecek bir vasıfta bile değillerdi. Lâkin Allâh’ın murâd-ı ilâhîsine onların şer ve kahır olan niyetlerinin denk düşmesi neticesiyle sırtım yere geldi. Bir cihan pehlivanının kudreti karşısında ancak yok denecek kadar küçücük bir mikrobun ne ehemmiyeti olabilir? Lâkin o mikrop, murâd-ı ilâhîye denk düşmesiyle güçlenirse, o pehlivanı öldürmeye kâdir olur. Hasımlarım ne elde ettilerse, Cenâb-ı Allâh’ın, mü’min kullarına işledikleri mâsıyetler mukâbilinde veya bir imtihan olarak kahırla muâmele etmeyi murâd eylediği bir mevsimde iş başına gelmeleri sâyesinde elde etmişlerdir. Çünkü bu âlemde her şey fânîdir, saltanat da. Bu sebeple tahtımdan: «

ِ‫ﻚ َﺗ ْﻘﺪِﻳ ُﺮ ا ْﻟ َﻌﺰِﻳ ِﺰ ا ْﻟﻌَﻠِﻴﻢ‬ َ ‫» َذِﻟ‬

(Yâsîn, 39)

“Bu, izzet ve ilim sâhibi Allâh’ın takdîridir.”

âyetini okuyarak indim.

Kısacası evlâdım! Bu hakîkatlere muvâzî ölçüde devr-i saltanatımda en büyük bir çöküşün önüne geçen güçlü bir bend olmaya çalıştım. Dünyâ siyâsetine vurduğum mühre yabancı devlet adamları bile boyun büktü. Ancak içerde beni anlayamayan gâfiller yüzünden koca bir imparatorluk sonunda hâk ile yeksân oldu. Bazı paşalar, evlâd-ı Fâtihânı ateşin ortasına attılar. Onlar, bir haritaya bakmayı bile akıl edemeyen kimselerdi... Cihan sathında esen fırtınaları saltanatım müddetince bâdiresiz atlatmaya çalıştım, ama bazı mâceraperest gâfiller, devleti ve milleti, neticesi çok ağır bâdirelere körü körüne sürüklediler. Doksan bin vatan evlâdını Sarıkamış’ta Allâhuekber Dağları’nda dondurdular. Aman evlâdım, siz milleti böyle bâdirelere atmayın. Akıllı olun! Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da sık sık «akıl sâhipleri, akıl sâhipleri» demiyor mu? Kur’ân ve Sünnet, aklın bileyi taşı değil mi?..

37

Evlâdım! Ben, Filistin’in ilk mazlûmuyum. Ora ahâlîsi benim yetimimdir. Bilmiyorum, İslâm âlemi bugün o yetimlere ne kadar sâhip çıkıyor… Oğlum! Ömrüm boyunca edindiğim büyük tecrübelerden biri de şudur ki, birtakım insanların yüzlerinde maske vardır. Aslında kimi tilki, kimi sırtlan, kimi yılan, kimi domuz, kimi de maymun karakterindedir, ama hepsi insanlık maskesi takmıştır. İşte bunun için firâsetli olman gerekir. O maskelerin ardındaki asıl çehreleri göremezsen, sonunda büyük ziyanlara uğrarsın. Evlâdım! Biz âl-i Osman, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet ve bağlılığı kendimize en yüce şiâr edindik. Ben de ceddimin yolundan gittim. Mü’minler, o mübârek topraklara rahatça ulaşabilsinler diye İstanbul’dan Medîne-i Münevvere’ye kadar tren yolu yaptım. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in seferlerinde konakladığı yerlerde de istasyon kurdum. Tâ ki O’nun mübârek hâtıralarıyla teberrük edilsin!..” MUKADDES HAT Burada Sultân’ın gözleri doldu. “Mukaddes Hat” projesinin tatbîkâta konulduğu günleri hatırladı. Bu yolun, bütün zorluklarına rağmen sadece müslümanların parasıyla yapılmasını istemişti. Onun için hiçbir hristiyan devletten sermaye kabul etmedi ve ilk teberrûyu büyük bir meblâğ ile bizzat kendi yaparak müslümanlara örnek oldu. Hakîkaten de bu asil davranış kalblerde mâkes bularak Pasifik adalarında yaşayan fakir insanlardan dahî yardımlar gelmeye başladı. 18 Hint müslümanlarının yaptıkları fedâkârlıkların haddi-hesâbı yoktu. Osmanlı için yardım sandıkları açılmış, herkes ellerinde ne varsa buraya yetiştiriyordu. Genç kızlar çeyizliklerini, öğrenciler harçlıklarını, velhâsıl herkes ne imkânı varsa buraya taşımaktaydı. O topraklar o zamanlar İngiliz hâkimiyetindeydi. Gelişmeleri tâkip eden bir İngiliz, şöyle kayıt düşmüştü: “Herkes elindeki her şeyi Osmanlı’ya yardım için getirip bırakıyordu. Bir ara kalabalık telâşlandı, bir hareketlilik görüldü. Kucağında bebek bulunan fakir bir kadın can havliyle sağa sola koşuşturuyor; «Yok mudur bir hayırsever, Allâh rızası için bu çocuğumu satın alsın, bedelini Osmanlı’ya göndereyim.» diyordu. Herkes şaşkın, herkes perişandı. Yürekler parçalan18

Joan Haslip, Bilinmeyen Taraflarıyla Abdülhamid, İstanbul 1964, s. 256.

38

mıştı sanki. Aynı derdi paylaşmanın bu derecesi mümkün müydü? Neyse ki bir hayır sâhibi çıktı ve kadın adına istediği meblâğı yardım sandığına, çocuğu da annesine bıraktı.” 19 Pâdişah artık gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Oradaki herkes ağlıyordu… Koca Sultan, vatana, millete, ilme ve medeniyete yaptığı bazı hizmetlerinden de bahsetti. “Bunları övünmek için değil, sizlere örnek olsun diye ve tahdîs-i nîmet kabîlinden söylüyorum.” dedikten sonra sözünü şöyle bağladı: “Kısacası ömrüm boyunca dünyâ saltanatı değil, âhiret saltanatı için çalıştım. Çünkü dünyâ saltanat ve debdebesine kapılanlar, târih boyu hep hüsrâna uğramışlardır. Nitekim sarayların debdebeleri ile harâbat yerlerin üzerine doğan güneş aynı güneştir. Dünyevî debdebeye râm olanlar, dâimâ târihin çöplüğünde kaybolmuşlardır. Arkalarından ne semâ ağlamıştır, ne de gönüller. Buna mukâbil âhiret saâdetine râm olanlar, hem târihin altın tahtına kurulmuşlar hem de arkalarında hayırlı bir nâm ve nice şerefli hâtıralar bırakmışlardır… Haydi evlâdım! Yolun îman parıltılarıyla münevver alnın gibi açık olsun!..” Sultan Abdülhamid Hân’ın bu son sözünden sonra Târih Baba’yla birlikte huzurdan ayrılan genç, yeni vâkıf olduğu derin hakîkatlerle tefekkür âleminde hayli mesafe almış, artık kuru kuruya bir hüzün okyanusunda boğulmaktan kurtulmuştu. BEHİCE SULTAN Gencin zihni, daha önce hiç rastlamadığı bir akıl, idrâk ve firâsette gördüğü II. Abdülhamid Han’da kalmıştı. İbret için onu biraz daha tanımak istiyordu. Bu fikrini Târih Baba’ya açtığında, birlikte II. Abdülhamid Hân’ın zevcesi Behice Sultan’a gittiler. Yıllarca gurbet hayâtı yaşayıp bin bir çile ve ıztırapla yoğrulan bu cefâkâr hanımefendi, onları büyük bir incelik ve zarâfetle karşıladı. Söz eski günlere geldiğinde şunları söyledi: “Sultan Abdülhamid Han, haramlardan son derece sakınırdı. İki eli kanda olsa, namaz vaktini geçirmez, evvel vaktinde namazını kılar, günlük vazîfesi olan Delâil-i Hayrât’ı okur, tesbihlerini çekerdi. 19

Hindistan Arşivi, H. Pol, Ekim 1913; Azmi Özcan, Pan-İslamizm, İstanbul 1992, s. 218.

39

Küçük yaşta Arapça tahsiline başlamış, ilk öğrendiği lisan, Arapça olmuştur. Birçok Kur’ân-ı Kerîm ilimlerini, en fazla da tefsir ilmini okumuştur. Âyet-i kerîmeleri bazen okur ve îzâh ederdi... Sarayda namaz kılmayan kimse yoktu. İstisnâsız herkes namaz kılardı. Dili dönmeyen bazı yabancılar hizmete gelince, hiç olmazsa namaz kılacak kadar sûreleri, İslâm dîninin esaslarını ezberlemek mecbûriyetindeydi. Cennetmekân, yattığı odada Kur’ân-ı Kerîm bulundurmazdı. Kur’ân’ın olduğu yerde ayaklarını uzatıp yatamazdı... Cennetmekânın başı ucunda bir tuğlası bulunurdu. Onu hiç yanından eksik etmezdi. Uykudan uyanınca hemen teyemmüm eder, ondan sonra musluğa kadar gider, abdestini alırdı. Abdestsiz yere basmazdı. Her gün muhakkak yedi defa Yâsîn-i Şerîf okurdu. Zâten ezberindeydi. Kendisine bir şey söylendiğinde eğer cevap veremiyorsa, muhakkak okumakla meşguldü. Durak başında durur ve cevap verirdi... Günlük evrâd-ı şerîflerini muhakkak okur, bir gün tehir etmezdi. Devrinin kutbu olduğu söylenirdi. Bazen öyle olurdu ki, sarayda olduğu muhakkak olmasına rağmen, her yerde aransa bulunamazdı... Yunan harbi olduğu zaman hiç uyuyamadı. Sabaha kadar elinde haritalar, «Askerim şu saatte burada, bu saatte burada olması lâzım.» derdi. Her saat başı haber alır ve devamlı duâ ile, niyâz ile meşgul olurdu. Son derece merhametliydi. Hayâtına kastedenleri, en büyük cezâ olarak sürgün eder, lâkin maaşlarını da beraber gönderirdi... Hicaz ve Bağdad demiryolu yapılırken herkes elinde olan zâtî malını verirdi. Bunların arasında ben de elimde ne varsa vermiştim. Bir madalya vermişlerdi. Sonradan saray basıldığı zaman onu da çaldılar. Bir şey bırakmadılar.” 20 Behice Sultan, o günlere âit daha pek çok şeyler anlattı. Nihâyetinde içini çekerek: “–Darmadağın olduk!” deyince ortalığı kesif bir hüzün havası kapladı. Onu daha fazla üzmemek için müsâade istediler. Oradan II. Abdülhamid Hân’ın kızı Şâdiye Sultan’a gittiler.

20

Târih ve Düşünce, Aralık-Ocak-Şubat 2005, sayı: 55, s. 40-41.

40

ŞÂDİYE SULTAN Bu sultânın gurbet ve çileleri ise daha çocukluğunda başlamıştı. Babası II. Abdülhamid Hân’ın tahttan indirilmesiyle başlayan çile ve ıztırap dolu günleri o da beraberce yaşamıştı. Gencin ricâsı üzerine babası II. Abdülhamid’den bir nebze bahsetti. Târih Baba anlatılanları biliyordu, ancak genç, ilk defa duyuyor ve Koca Sultan hakkındaki düşünceleri altüst oluyordu. Büyük bir dehşet ânı yaşıyordu. Bir taraftan da târihi yanlış öğretenlere kızıyordu. Şâdiye Sultan şöyle dedi: “Babam, sıhhatli bir zât idi, sağlam bir bünyesi ve idmanlı bir vücûdu vardı. Küçüklüğümde onun bir defa hastalandığını hatırlarım. Çok az uyurdu. Şafaktan önce kalkardı, beş vakit namazını kılar, dâimâ Kur’ân-ı Kerîm ve Buhârî-i Şerîf okurdu. Dindar, Allâh’ına bağlı, büyük bir müslüman idi. Abdestsiz yere basmazdı. Çok çalışkandı. Devlet ve millet işlerinden iyi anlar ve onlarla meşgûliyeti canı kadar severdi. Kâtipleri ve mâbeyncileri ile beraber çalışır, günün mühim kısmını onlarla geçirirdi... Cuma selâmlığından dönerken, tek atlı faytona biner ve kendi kullanırdı. Yemekleri gâyet sâde idi. Yoğurt ve yoğurtlu yumurtayı (cılbır) çok severdi...” 21 Şâdiye Sultan’ın anlattıkları arasında câlib-i dikkat bir husus daha vardı. Bunu da şöyle dile getirdi: “Babam hayvanları çok severdi. Bilhassa beyaz papağanı yıllarca ona arkadaşlık etmişti. Bu papağan, aynı zamanda onun istihbârat vâsıtası idi. Odasının dışında konuşulan şeyleri gelir, babama haber verir, gayet güzel bir teleffuz ve sadâkatle tekrar ederdi.” 22 Genç, bunu dinlerken bir taraftan tebessüm etmiş bir taraftan da tefekküre dalmıştı.

21 22

Şâdiye Sultan, Hayâtımın Acı ve Tatlı Günleri, İstanbul ts. Bedir Yay. s. 23. Şâdiye Sultan, a.g.e., s. 29.

41

Daha sonra, bir idârecinin nasıl bir mes’ûliyet şuuru içinde olması gerektiğine güzel bir misâl teşkil eden hâdiseler dinlediler. Şâdiye Sultan şöyle diyordu: “Babamın zaman-ı saltanatında yalnız bir tek harp hatırlıyorum. O da Yunan Harbi’dir. Bu benim çocukluk zamanıma rastlamıştır. Hatırladığıma göre, haremdeki dâirelere top top bezler getirilip dağıtılmıştı. Yaralı askerler için gecelikler dikilirdi. Hizmetkârlarımızla beraber sabahın erken saatlerinden, gece uyku vaktine kadar dikiş makinelerimizin başında bizden istenilen sayıda giyeceği yetiştirmeye çalışırdık. Bu hummâlı faâliyet bütün muhârebe müddetince devâm etti. Ben de çamaşırlara düğme dikerdim. Aklımca büyük bir iş gördüğümü sanırdım. Babam (II. Abdülhamid) aramıza gelir: «–Âferin evlâtlarım, Allâh sizlerden râzı olsun, vatan için çalışmak ne tatlıdır, Allâh vatanımızı düşmanlardan muhâfaza buyursun!» derdi. Biz bu sözlerden kuvvet ve şevk alırdık. Zaman kaybolmasın diye gözümüzü iğnemizden ve makinemizden ayırmaksızın onu dinlerdik. Vatan! Vatan! Babam bunu bizlere ne kadar çok söylemişti. Bir Tâlimhâne Köşkü vardı. Geniş ve büyük bahçesindeki askerî kışlada maiyyet bölüğü bulunurdu. Tâlimlerini gider seyrederdik. Yunan Muharebesi’nde kışlanın bir kısmını hastahâne yapmışlardı. Yaralı askerler geldikçe onlara nasıl ihtimam göstereceğimizi bilemezdik. Babam bizzat buraya gelir, «Ahmetçik»lerini, «Mehmetçik»lerini okşar, hatırlarını sorardı. Yaralılara evlerimizden şeker ve sâire hediyeler gönderirdik.” 23 II. Abdülhamid Han, Osmanlı Devleti’ni herhangi bir savaşa dâhil etmemek için bütün siyâsî kâbiliyetini kullanmıştı. Devleti tehdit eden tehlikeleri önlemek için siyâsetin silâhtan daha müessir olduğunu, siyâsî târihimize en büyük bir ders olarak bırakmıştı. Otuz üç senelik saltanatında sadece bu harp vukû bulmuş, o esnâda Cihân Pâdişâhı işte böylesine bir telâş ve titizlik içinde olmuştu. Bir taraftan elinden gelen her şeyi yapmış, bir taraftan da gece gündüz uyumadan duâ etmişti. Genç, büyük bir sürûr içindeydi. Biraz sonra hüzünlü haberler duyacağını hisseder gibi olunca, bu sürûru yavaşça yok olmaya başladı. Şâdiye Sultan, babasının milletini ve vatanını ne kadar çok sevdiğini gösteren şu hâtırasını anlatmaya başladı:

23

Şâdiye Sultan, a.g.e., s. 30-31.

42

“(Babamın hal’ edildiği hâdiseler başladığında) sarayda emniyetin yok olduğu o telâşlı sıralarda, İngiltere, Fransa, Almanya gibi büyük devletlerin elçilerinin babamla mülâkatları vardı. «Hâlihazırdaki vaziyet karşısında, kendilerine mürâcaat vâkî olduğu takdirde, devletlerinin babamın emirlerine âmâde olduğunu» resmen bildirmişlerdi. Babam bilmukâbele teşekkür etmiş ve «Böyle bir şeye lüzum olmadığını» beyân etmişti. Mülâkâtı tâkiben babamın: «–Bu hazırlıkların tamamı, benim hayâtım üzerinde olduğu, gün gibi âşikârdır. Amcam şehid Abdülaziz’in âkıbetine mâruz kalacağım ise bence mâlum! Bununla beraber, etlerimi cımbızla koparacaklarını bilsem, bir ecnebî devlete ilticâyı düşünemem. Vatanımdan kaçmak mûcib-i ârdır. Hattâ bu, benim gibi otuz üç sene bir devlete pâdişahlık etmiş bir insanın irtikâb edemeyeceği en büyük alçaklıktır. Ben Allâh’ıma ve mukadderâtıma tâbîyim» dediğini bizzat kulaklarımla işittiğim vakit, içinde bulunduğumuz hâlin vahâmet derecesini ancak kavrayabilmiştim.” 24 II. Abdülhamid’in, bu ulvî ahlâkı ve vatan muhabbetine rağmen mâruz kaldığı hâller genci çok üzdü ve düşündürdü. Birden mahzunlaştı. “Aman yâ Rabbî, ne günler geçmiş, neler yaşanmış!” diye hayıflandı. Şâdiye Sultan, babasının yüksek karakter ve şahsiyetini gösteren şu sözleriyle sohbetini bitirdi: “Babam tahtan indirilince, yaka-paça tutuklanıp götürüldük. Sirkeci istasyonundan subayların refâkatinde trene bindirildik ve derhal sessizce hareket ettik. Babama bakıyordum, sâkindi. Hâlinde telâş ve keder görünmüyordu. Ye’simi ve mahzun mahzun baktığımı görünce: «–Benim teessürüm sizin gibi gençlerin ve saraydaki kızların taarruz ve tecâvüze mâruz kalmaları ihtimâlini düşünmekten ileri geliyor. (Çünkü saray işgâl edilmiş, eli süngülü askerler hareme kadar girmişlerdi.) Bana gelince canımın hiç kıymeti yoktur. Ecdâdım bu devlet ve millete büyük hizmetler îfâ ettikleri hâlde birçokları ne felâketlere, ne fecî âkıbetlere uğramışlardır. Hânedânımızın kıymetini hiçbir zaman takdir edemediler. Vatanımız diye Meşrûtiyet’in başından beri bar bar bağıranlar içinde, vatan mefhûmunun ne olduğunu bilmeyen gâfiller çoktur. Farkında olmadan yaptığım hatâlar bulunabilir. Kusurdan yalnız Allâh münezzehtir. Ben bir insanım ve milletime hizmet ettiğime kâniim» dedi.

24

Şâdiye Sultan, a.g.e., s. 31-32.

43

Tahtı, sarayı, hazînesi ve askerleri elinden alındıktan sonra, böyle karanlık bir gecede, silâhların tehdidi altında, hangi âkıbetin bizi beklediği meçhul iken, babamın hâkimâne bir edâ ile söylediği bu sözleri dinlediğim vakit, hayâtımda onun o kadar büyük, o kadar kuvvetli ve o kadar sabırlı bir insan olduğunu ilk defa anlıyordum.” 25 Genç bunları duyup öğrendiği için bir taraftan mahzun oluyor, bir taraftan da seviniyordu. Yaşanan hâdiselere üzülüyor, ancak bunları öğrendiği ve artık arkadaşlarına da anlatabileceği için huzur duyuyordu. İyi ki Târih Baba ile beraberdi. Onunla birlikte olmak kendisine çok şeyler öğretiyordu. Târih Baba, gencin işbâ hâlindeki merakını tatmin için iki hâtıradan daha bahsetmek istedi. Genç kendisini pür dikkat dinliyordu: “1897 senesinde Türk-Yunan Harbi zaferle neticelenmiş ve yıllardır sevince hasret İslâm âleminin mağlûbiyetlerle kırık gönlü huzur ve sevinçle dolmuştu. Fakat Abdülhamid Hân’ın sevincini bir dert gölgelemekteydi. Sultan, savaşta yaralananların hepsini İstanbul’a getirtmiş, onları Gümüşsuyu Hastanesi’ne, Şişli’de yeni yaptırdığı Etfal Hastanesi’ne ve Yıldız Sarayı’nın bitişiğindeki sergi binâsına yerleştirerek tedâvilerini başlatmıştı. Hastaların durumunu günü gününe tâkip ediyor ve yaralıların istatistiklerini tutturuyordu. Aynı zamanda usta bir marangoz olan müşfik Sultan, marangozhânesine gitti ve Yüzbaşı Mehmed Efendi’ye seslendi: «–Haydi Mehmed Usta! Yüz elli tane baston ağacı kesiver!» Yüzbaşı şaşırmıştı. Merakla sordu: «–Ferman efendimizindir; lâkin bu kadar baston ağacı ne olacak hünkârım?» Yüzünde hayırlı bir iş yapmanın mutluluğu okunan Sultan cevap verdi: «–Tahkîk ettim, yaralılarımızın birçoğu ayaklarından yara almışlar. Bunlar iyileşseler bile ileride bastona ihtiyaçları olacak. Onları hastaneden taburcu edip memleketlerine gönderirken kendilerine birer baston hediye edeceğim.» Bak evlâdım, bu ne merhamettir ki Sultan kendi eliyle askerlerine baston yapıyor! 25

Şâdiye Sultan, a.g.e., s. 38.

44

II. Abdülhamid Han Hazretleri’nin tebaasına düşkünlüğünü gösteren şu misâli de iyi dinle: Zamanın fırıncıları, okkası 30 paraya satılan ekmeğin fiyatına 10 paralık bir zam yapmak istemişlerdi. Şefkatli Sultan onları huzûruna çağırdı ve şöyle dedi: «–Siz yine ekmeği 30 paraya satmaya devâm edin. Sattığınız her ekmek için istediğiniz 10 parayı ben vereceğim. Çünkü bir memlekette ekmek fiyatına zam yapılırsa, bunu bütün zarûrî ihtiyaçların pahalılaşması gibi bir hareket tâkip eder ki, halkımız bundan büyük ıztırap çeker.» 26 Nitekim II. Abdülhamid Han, vefât edip Beylerbeyi Sarayı’ndan ebedî istirahatgâhı olan Dîvanyolu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ne doğru uğurlanırken, bütün evlerin pencerelerinden sarkan mahalle halkı: «–Bizi doyuran pâdişâhım, bizi bu hâlde bırakıp nereye gidiyorsun?» diye ağlamışlardı. 27 İşte evlâdım, ecdâdının arasında böyle ulvî şahsiyetler vardır. Onların hayâtını ne kadar araştırıp öğrensen azdır.” Bundan sonra Târih Baba, îmanlı Türk milletinin artık bitmiş, tükenmiş sanıldığı demlerde dahî nice zaferlere mühür vurabilecek kudrette olduğunu göstermek için genci Çanakkale şühedâsının yanlarına götürdü. ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNİ ZİYARET Çanakkale şehidlerinden kanlar içinde kalkan biri, gence şöyle hitâb etti: “–Torunum! Bugün Anadolu’da tüten her evin kudsî hâtırasında bir Çanakkale şehîdinin olduğu muhakkaktır. Her âile bir Çanakkale yetimidir. Bu hâl, nesilden nesile intikâl eden bir şeref madalyasıdır. Çanakkale, târihe müşahhas şehidlik mefhûmunu bir kez daha nakşetmiştir. Bu şehidlerin kabirleri sîne-i millettir. Yavrucuğum! Sen de bizim bıraktığımız yetimimizsin, oğlumuzsun! Bizim gayretlerimiz, maddî ve mânevî yapımız, sizlerde de devâm etsin!..”

26 27

Nihat Sâmi Banarlı, Târih ve Tasavvuf Sohbetleri, İstanbul 1984, s. 148. İlber Ortaylı, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, İstanbul 2006, s. 83.

45

Bir başka Çanakkale şehîdi şunları söyledi: “–Bak oğlum! Ben buraya gelirken ninen, senin babana hâmileydi. Ben ona bir kova buğday bile bırakamadım. İstanbul’dan buraya gelene kadar ayağımdaki postal parça parça oldu. Üstümdeki elbiselerim yamalıydı. Ancak verdiğimiz şerefli mücâdele neticesinde şimdi öyle bir durumdayız ki, nâil olduğumuz ilâhî nîmetleri saymakla bitiremem!.. Nasıl Bedir’deki ihlâsa mukâbil Cenâb-ı Hak meleklerini indiyse, biz de burada meleklerin kucaklarında can verdik. Buna düşman bile şâhit oldu. Evlâdım! Güç, Allâh’ın gücü. Biz ne kadar kul olursak o kadar kuvvet gelir. Allâh, yerlerin ve göklerin hazinelerinin kendisine âit olduğunu bildirmiyor mu? İşte biz bunu bildik. Nasîbimizi aldık. Sizler de bizim hâlimizden nasîb alın!.. Asıl hayat buradaki hayat imiş! Dünyâdaki gafletler bunu nasıl da perdeliyormuş! Şimdi kabrimizde cennet huzuru içindeyiz... Aman evlâdım! Târihine, lisânına, dînine sâhip çık! Geçmişini hatırlamayanlar, o ıztıraplı günleri bir kez daha yaşamak mecbûriyetinde kalırlar. Lisanlarını muhâfaza edemeyenler; kültürlerini, medeniyetlerini, hattâ dinlerini dahî muhâfaza edemezler. Kendi dilini bilmeyen, başka dil de öğrenemez. Deden Mehmed Âkif’in şu ifâdelerini hiç unutma: Îmândır o cevher ki ilâhî ne büyüktür! Îmânsız olan paslı yürek sînede yüktür!.. ........ Sâhipsiz olan memleketin batması haktır, Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır... Evlâdım! Kendine dön; tâ derinlere giden köklerini iyi bil! Bil ki, ecdâdın beldelerden daha çok kalbleri fethetti. Çünkü kılıç, gönülle kullanılırsa zafere götürür. Gönül yoksa, kılıç, can yakan bir demir parçasından ibârettir. Sen de kılıçtan ziyâde gönlünle insanlığın fâtihi ol! Üstelik kılıcın zaferi geçici, kalemin ve gönlün zaferi dâimîdir.” Bir başka şehid: “–Evlâdım! Çanakkale’den alacağın bir ders de şudur ki; eğer bir harpte Allâh için, vatan ve millet için hakîkî şehidler veriliyorsa, bu kurbanların arkasından büyük zaferler gelir. Eğer bunun zıddına, bir muhârebede

46

sadece molozlar, yâni iç dünyâsı bomboş yürekler ölüyorsa, onların ardında da yalnızca bir enkaz yığını kalır…” Bir başka şehid: “–Evlâdım! Her zafer bir fedâkârlığın mahsûlüdür. Cenâb-ı Hak, kâinatta ilâhî tanzimde her şeyi bir bedel mukâbili lutfetmiştir. Bir tohuma emek verdiğin ölçüde o neşv ü nemâ bulur. Zaferler, sabır, sebat ve çilenin eseri olduğu gibi bu dünyâ da âhiretin bedelidir. Hakîkaten nasıl yaşarsanız öyle ölüyorsunuz. Bunun için îman ve hizmeti aşk hâline getirerek yaşayın! Ulvî bir aşkla yaşarsanız bu âlemde ve mahşerde Allâh’ın Arş’ı sizi gölgeleyecek, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, size kucağını açacaktır...” Bir başka şehid: “–Oğlum! Japonlar, nesillerine, Amerika tarafından atom bombasının atıldığı yerleri gösteriyor ve onlara, eğitimlerinin ciddî bir temel dâvâsı olarak: «Eğer gayret etmez ve maddî-mânevî her bakımdan güçlü olmazsanız, karşılaşacağınız felâket böyle olur. Yaşadığımız bu acı tabloyu unutmayın; onu dâimâ hatırda tutarak ileriye yürüyün, çalışın, çalışın!..» diyorlar... O hâlde sen de gel bak; târihten bu yana, şu Anadolu topraklarında, Balkanlarda, Yemen’de, Cezâyir’de, Kırım’da ve daha nice yerlerde ceddinin yaşadığı acı-tatlı hâtıraları unutma! Yunan mezâlimini, Moskof mezâlimini ve Ermeni mezâlimini bir oku! En son olarak bilhassa Çanakkale’yi ve İstiklâl Harbini devamlı hatırında canlı tut! Son yıllarda yaşadığınız Bosna-Hersek gibi hâdiselerde de büyük ibretler var! Dostunu, düşmanını iyi tanı! Ayrıca yer altında ve yer üstünde hem maddî hem mânevî nice hazînelerin var. Bunları en güzel şekilde kullanmayı bil! Sakın kendini küçük görme! Şunu iyi bil ki, bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir memleketi kurtarabilir!..” Son olarak genç ve Târih Baba, bir de Çanakkale’nin yiğit gâzîsi Seyyid Onbaşı’nın annesine uğradılar. Etrafında melekler ve şühedâ hizmet ediyordu. Konuşmaya başladı: “–Oğulcağızım! Hiç unutma ki, bir millet dâimâ iffetli, îmanlı ve vatanperver annelerle zafer kazanır. Cennet, ancak bu meziyetlere sâhip hakîkî annelerin ayakları altındadır. Böyle annelerle toplum âbâd olur;

47

böyle olmayanlarla da berbâd olur! Zîrâ her evlât, müsbet veya menfî ilk feyzini annesinden emer. Evlâdım! Eğer bir cemiyette fedâkâr, vefâkâr ve çilekeş anneler, yâni gerçek analar varsa, orada Fâtihler, cihangirler ve evliyâullâh vardır... Anneler, târihin gözükmeyen, gizli kahramanlarıdır. Bizler, evlâdını hep abdestli olarak ve Yâsîn’lerle emziren annelerin çocuklarıyız... İşte Seyyid de böyle yetişti. Çanakkale Harbi’nden sonra da iffetiyle yaşadı. Fakirlik, yoksulluk ve pek çok sıkıntılar çekti, lâkin dîninden ve ahlâkından hiçbir zaman tâviz vermedi…” Bundan sonra Târih Baba, genci bugünlere getirdi. BUGÜNLERİ ZİYARET Delikanlının önünde şimdi bir vîrâne vardı; kültür, dil ve târihinin talan edildiği bir vîrâne... Genç sordu: “–Târih Baba! Buradaki arslan yürekli delikanlılara ne oldu? Burada yağız yiğitler vardı; ne oldu onlara?” Târih Baba mahzunlaştı. Gözlerinden boşalan yaşlar sakalını ıslatmaya başladı: “–Evlâdım! Az evvel gördün ya; yüce bir sevdâ ile onların kimi Kosova’ya, kimi Niğbolu’ya, kimi Viyana’ya, kimi Çanakkale’ye gitti. Sonuncuları da İstiklâl harbine koştu. Onlar, târihin şeref sayfalarına îmanları, ilimleri, irfanları, malları, canları ve kanlarıyla imza attılar. Sonra da seni mirasçı bıraktılar. Şimdi sana düşen, o mukaddes mîrâsa sâhip çıkmaktır! Sakın ye’se kapılma; sen onların torunusun! Osmanlı Devleti’nin 623 senelik şan ve şeref dolu târihini temessül etmiş bir şahıs gibi konuşturan şu mısraları dinledin mi hiç: A’sâra 28 sorarsan, beni söyler sana kimdi? Bir başka denizdim, kürenin rub’u 29 benimdi!.. A’sâr elimin çizdiği mecrâdan akardı, Üç kıt’ada mağrûr atımın izleri vardı... Hançerdi hayâlim, bütün akvâm 30 ona kındı, 28

A’sâr: Asırlar. Rub’: Dörtte bir. 30 Akvâm: Kavimler. 29

48

Gûyâ küre şeydâ-yı irâdemdi, 31 kadındı... A’sâbına 32 kalbimdeki âhengi verirdim, Kasdeylediğim şekli verir, rengi verirdim... Dünyâ bilir iclâlimi, 33 “ben böyle değildim!” «Ben altı asırdan beri bir def’a eğildim!..» Evet evlâdım! Sen bir defa da olsa eğilmek zorunda kaldın. Niçin? Çünkü vasıflı insanların ve buna muvâzî olarak da güçlü dînî ve millî şevk ve ideallerin azalmış, hattâ yön değiştirmişti. İşler, cılız şahsiyetlerin ellerinde perişan olmuştu. Bu itibarla bilesin ki: Toplumu mahveden şey, vasıflı insan noksanlığıdır. Osmanlı’nın başlangıcında nasıl ki zirve şahsiyetler devleti yüceltmişlerse, son demlerinde de cılız kimseler cüceleştirdiler. Vasıflı insan yokluğu ve eksikliği sebebiyle son Osmanlı’da orman bakanı bir Rum idi. Ticâret kötü niyetli etnik grupların eline geçmişti. Siz liyâkatli adam yetiştiremeyince insanlarınızı yabancılar yetiştirir oldu. Bu yabancılar, sizin gençlerinizi kendi memleketlerine götürüp onlara bir nevî kalb ameliyatı yaptılar. Böylece onları iç dünyâları batılı, sadece dış dünyâları, yâni apoletleri Türk olarak aranıza geri gönderdiler. Böyle yetişen kimselerin dışı sizden, içi ise birer yabancı oldu... Tahterevalli oyunu gibi biri gitse, bir benzeri geldi. Maskeli dolaştıkları için temiz halk, onların iç dünyâlarını sezemedi. Sezse de elinden bir şey gelmedi. Şu hâdise pek ibretlidir: 1911’de İtalyanlar eski bir Osmanlı toprağı olan Trablusgarb’a (Libya’ya) saldırmışlardı. İttihatçıların hâin sadrâzamı İbrahim Hakkı Paşa, burasını âdeta işgâle âmâde bir hâle getirmişti. Oradaki askeri Yemen’e sevk etmiş, askerî vâli ve kumandanı da bir bahâneyle İstanbul’a çağırmıştı. Hâlbuki kendisi, Roma büyükelçiliğinden sadrâzamlığa intikal etmiş bulunuyordu. İtalyanlar’ın niyetlerini, herkesten iyi bilmesi gerekirdi. Ancak bütün bunlar bir tarafa, Trablusgarb çıkarması hakkındaki İtalyan ültimatomu kendisine ulaştığında dahî Osmanlı ordusunda müşâvir olarak çalışmakta bulunan İtalyan asıllı Robilan ile «briç» oynamaktaydı. Arz edilen ültimatomu: «–Şuraya koyun; oyunum bitsin!..» diyerek saatler sonra açmak gibi bir gaflet ve ihânet göstermişti. 31

Şeydâ-yı irâdem: İrâdemin âşığı, irâdemle hareket eden. A’sâb: İnsan vücûdundaki sinirler. 33 İclâl: Büyüklük, ululuk, yücelik. 32

49

Hâsılı böyle gaflet tezâhürleri neticesinde de milletinizi âbideleştiren emânet, liyâkatle taşınamaz oldu. Yâni yüce ve kudsî hisler, faâliyetler ve emânetler ihmâl edildiği an çöküş başladı... Tahribat fecî oldu. Muhteşem bir millete yazık oldu...” Bunları söylerken yüreği parçalanan Târih Baba, yaşanan bâdirelerden dolayı gencin bunalıp da kendisine olan güveninin sarsılmaması, bedbinliğe düşmemesi ve geleceğe başarılı adımlarla yürüme azminin kırılmaması için, sâhip olduğu târihî kuvveti bilhassa hatırlatmak ve rûhî yapısını güçlü inşâ etmesinin ehemmiyetini vurgulamak ihtiyâcını duydu. Şunları söyledi: SEN BÜYÜK MİLLETSİN! “−Evlâdım! Dikkat edeceğin en mühim husus; târihte yaşananlardan ibret alarak nefsini aşmak ve onun aldatmacalarına kanmamaktır. Gönlün; Allâh -celle celâlühû-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve vatan muhabbeti ile dolu olsun!.. Sakın dünyânın ihtiraslarına meyledip gönlünü gel-geç boş sevdâlarla ziyan etme! Evlâdım, bilesin ki: Milletler, îmanları, lisanları ve târihleriyle yaşar. Topraklar bu muazzez varlıkların üzerinde vatandır. Sizler bu idealde olduğunuz zaman târih, elinizin çizdiği mecrâdan aktı. Dünyâ sizin için bir ringdi. Avrupa ovaları bir hipodromdu. Sizler, târih sayfalarından kazınamayacak sayısız madalyalar aldınız. Bu şerefi düşün; mîras olarak böyle bir şeref yeter sana!.. Oğlum! Köklü ve muhteşem bir mâzîye sâhip bir evlâd olarak şunu aslâ unutma: Anadolu’nun kapılarını açarken bembeyaz elbisesini giyip: «Bu benim kefenimdir!» diyerek ordusunun en ön safında savaşan bir Alparslan’ın mevcutsa, Hazret-i Mevlânâlar, Yunuslar ve Hüdâyîler gibi yüreklerini dergâh yapan gönül erlerin ve onlardan feyz alarak izlerini tâkip eden güzel insanların varsa,

50

Osman Gâzî ve nesli gibi diğergâm, gönül eri ve kendisini Cenâb-ı Hakk’a adayan âbide insanlara sâhipsen, Bu zaferin kurbanı ben olayım diyen I. Murad Hân’ın varsa, Tebaasıyla mahkemeye çıkan ve adâlet tevzî eden bir Fâtih’in varsa; SEN BÜYÜK MİLLETSİN!.. «–Pâdişahım, benim vazifem, senin âhiretini kurtarmaktır!» diyerek sultanı yanlış kararından vazgeçirebilen bir ilim adamın varsa, bunları yetiştiriyorsan, sen mâzînin olduğu gibi istikbâlin de büyük milletisin!.. Yabancı tebaayı, onların idârecilerinden daha çok memnun eden değerli şahsiyetlerin varsa ve senin adâlet idealin, cemiyeti bir ağ gibi dokuyorsa, İstanbul fethinde kızgın alevlerin üzerine atılan ve: «Şehidlik sırası bizde!» diyerek neticede surlara zafer sancağını diken Ulubatlı Hasanların varsa, Bir karıncanın hukûkunu düşünen Kânûnî Sultan Süleyman’ın varsa, Özü Kalesi düştüğü zaman halkın sıkıntı ve ıztırâbını düşünerek üzüntüsünden felç olan I. Abdülhamid gibi bir örnek şahsiyetin varsa, Ufkunda Allâh Rasûlü’nün muhabbeti ile kavrulan ve hislerini sulara nakşeden bir Fuzûlî gözüküyorsa veya yeni bir Fuzûlî yetiştirme idealin varsa, Sînesi Kur’ân’la dolmuş analar, arslan yürekli yiğitler doğuruyorsa, Dünyâ, senin gözünde küçülmüş, âhiret saâdeti ve Allâh rızâsı bir ideal hâline gelmişse; SEN BÜYÜK MİLLETSİN!.. Üzülme! Dün şahlanıp istiklâlini temin eden Anadolu’daki Kuvâ-yı Milliye rûhu bugün de dimdik ayaktadır… Hâdiseler karşısında aslâ me’yus ve bedbin olma! Mü’min, dâimâ nikbin (iyimser) olur. Rabbine ilticâ eder. Çünkü yeis haramdır. Şu coşkun ezanlardan sana rûhâniyet aksediyorsa, hür ve engin semâlarda dalgalanan ay-yıldızlı bayrağın sana güç veriyorsa, sen bu mukaddes emânetlere sâhipsin demektir!..”

51

Târih Baba, konuşmasına böyle devâm ederken, yine Süleymâniye’nin minârelerinden İstanbul’u seher feyziyle dolduran ve muhrik bir sadâ ile okunan sabah ezânı gencin rüyâsını nihâyete erdirdi. Artık gencin dimağı rahatlamıştı. Beyni, târihin ve kaderin handikaplarına vukûfun huzur ve sükûnuyla doluydu. Lâkin başlayan bu yeni gün, nasıl gelişecek ve ona ne ibretli sahneler gösterecekti!.. Kendi kendine: “Bugün yine bambaşka mehâbetli bir sabah oldu!..” diyerek şükür hisleriyle dolu bir hâlde kıbleye yöneldi... Ellerini yüce dergâha kaldırdı ve yanık bir gönülle şöyle duâ etti: “Allâh’ım! Bu milletin, yeni bir yükselişe mazhariyetiyle neticelenecek sabah aydınlığını bizlere nasîb eyle!” Âmîn!..

52

ÇANAKKALE’Yİ ÖLÜMSÜZLEŞTİREN RUH Çanakkale Muhârebesi günleriydi. Rumeli Mecidiye Bataryası düşman gemilerinden yapılan bombardımanlarla sukut etmişti. Raporu alan Müstahkem Mevkî Kumandanı Cevat Paşa, Çimenlik İskelesi’nden motoru ile bataryaya geçti. Durum vahimdi. Bir top hâriç diğerleri kullanılmaz hâle gelmiş, personelin çoğu şehîd olmuştu. Bunlardan kimisi canlı canlı toprak yığınları altında kalmıştı. Yaşayanlar da yaralıydı. Paşa, biraz ileride yere uzanmış, zor nefes alıp veren bir erin yanına yaklaştı, şefkatle: “–Evlâdım yaralı mısın?” diye sordu. O yiğit Mehmetçik, vakur bir edâ ile: “–Hayır kumandanım!” dedi. Cevat Paşa, biraz daha dikkatle bakınca yaralı askerin gözlerinin görmediğini anladı ve: “–Evlâdım, gözlerin!..” diye bir şeyler söyleyecek oldu. Fakat o fedâkâr, mübârek vatan evlâdı, hâlinden memnun bir şekilde şöyle dedi: “–Üzülmeyin kumandanım; gözlerimi, göreceklerimi gördükten sonra kaybettim...” Bu sözlerdeki muazzez ruh ve şuur, Paşa’yı ağlattı. O yiğidin, göreceklerimi gördüm dediği, İngiliz zırhlısı Queen Elizabeth’e iki isabet kaydedilmesiydi. İşte bu ruhtur ki, Çanakkale’yi ölümsüzleştirmiş ve 1914-1915 Çanakkale Muhârebeleri’nde Müslüman Türk milletine bir değil, iki zafer birden kazandırmıştır. Bunlardan biri, düşmana karşı zâhiren kazanılan zafer; ikincisi de ruh ve mânâ, fazîlet ve fedâkârlık, dîn, îman ve vatan sevgisi hususlarında kazanılan eşsiz zaferdir. Nitekim yukarıdaki misâlde o yiğit Mehmetçiğin düşman hücumları esnâsında gözleri kör olmasına rağmen kendisini düşünmeyerek «Yaralı değilim!» demesi, onun gönlüne hâkim olan rûhu pek bâriz bir şekilde aksettirmektedir. İstiklâl şâiri merhum Âkif bu rûhu ne güzel anlatır: Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından, Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman? Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek, İşte çiğnetmedi nâmûsunu çiğnetmeyecek!

53

Şühedâ gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar, O rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar... Bu ifâdelere ilham kaynağı olan Çanakkale’de yazılan destan, ediplerin ifâdelerinde ve şâirlerin şiirlerinde söylediklerinden daha ulvî ve büyüktür. Zîrâ orada maddî gücümüz, düşmanın gücüne nisbetle çok az idi. Askerin, İstanbul’dan Çanakkale’ye gidinceye kadar ayağındaki postal dahî yok oluyordu. Zaman zaman atacak barutu da kalmadığı hâlde müşahhas bir can ve mal infâkı yaşandığı için zafer müyesser oluyordu. Mehmetçik, silâh kifâyetsizliğini îman gücü ile telâfî ediyor ve ne pahasına olursa olsun neticeyi kendi lehine çeviriyordu. İngiliz Ordu Kumandanı Orgeneral Hamilton’un: “Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..” şeklindeki îtirâfı da bu gerçeği sergilemektedir. Hiç şüphesiz ki bu, askerin yüksek mâneviyâtı karşısında Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfu idi. Âyet-i kerîmede buyrulan: “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allâh attı...” (el-Enfâl, 17) sırrının sayısız tecellîlerinden biriydi. Bu ilâhî yardımı hissedip dile getirenlerden biri de Churcill’dir. Churcill, muhârebe sonrası, mağlûbiyeti sebebiyle sorgulanırken, itâb edici ağır suâller karşısında iyice darlandığı bir sırada, mahkeme hey’etine şöyle haykırmıştır: “Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler’le değil, Allâh ile harbettik!.. Tabiî ki yenildik!..” Bu da gösteriyor ki, Çanakkale’yi ölümsüzleştiren rûha sâhip olan kahraman ordumuz, Allâh’ın yardımına mazhar olacak bir kalbî kıvâm taşıyordu. Kumandanından erine kadar bütün bir ordu, fedâkârlık toprağında ekilmiş tohumlar gibiydi ki, o tohumlar kanlarla sulanıyordu. Zîrâ biliyorlardı ki, nihayetinde bu dünyânın da sonu gelecektir, bu dünyâya tapanların da... O âlemdekiler ise, ölümsüzdür. Bunun için onlar ölümsüz, yâni ebedî olanı seçtiler. Böylece Çanakkale’de sadece kahramanlık ve cesaret destanı değil, aynı zamanda sâhip olunan yüksek mânevî seviyenin bereketiyle bir fazîlet destanı yazıldı. Kahraman erler daha muhârebeye girmeden, onun zafer müjdeleriyle dolu rüyâlarını gördüler ve bunları

54

gerçeğe inkılâb ettirdiler. Onlar, o gün Allâh’ın lutfuna ererek ferahladılar. Târih; dîn ve vatan uğrundaki fedâkârlığı onlardan öğrendi. Çünkü onlar, Hazret-i Mevlânâ’nın: “Ey bülbül! Git de aşkı pervâneden öğren. O, kendini alevin içine attı, yandı. Sevgilisi uğruna can verdi, sesi çıkmadı.” diye tarif ettiği pervânelerden daha fedâkâr idiler. Zîrâ gönüllerinde canlarından daha aziz bir vatan sevgisi vardı. İşte bu sevgiyi aksettiren eşsiz bir tablo: 18 Mart 1915 Deniz Harekâtı’nda üstün başarılar gösteren HasanMevkuf Batarya Kumandanı Yüzbaşı Hasan Bey’in, bir kızı dünyâya gelmişti. İstanbul’dan Çanakkale Müstahkem Mevkî Komutanlığı’na telgraf çekildi. Bu telgrafı alan Cevat Paşa atı ile bataryaya geldi ve Yüzbaşı Hasan Bey’e: “–Evlâdım Hasan, bir kızın dünyâya geldi; Allâh bağışlasın, izinlisin.” dedi. Hasan Bey’in verdiği cevap, erinden kumandanına kadar Çanakkale muhâriplerinin gönül dünyâlarını aksettirmeye kâfî bir fedâkârlık ve ferâgat duygularıyla doluydu: “–Kumandanım! Vatan daha mukaddes, gidemem. Bildirebilirseniz, ismini Dîdar koysunlar!..” O gece bütün batarya ile birlikte Yüzbaşı Hasan Bey de şehîd olanlar arasındaydı. Gözlerini, yeni doğan kızını bir kere bile göremeden bu dünyâya yummuş, elini ona sallayamadan elvedâ demişti... Zîrâ sevginin en tabiî neticesi fedâkârlıktır. Seven, sevdiğine karşı, sevgisi ölçüsünde fedâkârlık yapmayı zevk ve vazîfe olarak telâkkî eder. Bu, âşığın mâşûkuna can vermesine kadar dayanır. Can ve malın Allâh yolunda, vatan ve millet uğrunda fedâ edilebilmesi de, kulun Rabb’ine karşı muhabbetinin en güzel bir tezâhürüdür. Bunun içindir ki: “Vatan sevgisi îmandandır...” buyrulmuştur. Bir şeyin ne kadar sevildiği, gerektiğinde onun için yapılabilen fedâkârlık ve göze alınabilen risk ile ölçülür. Bu bakımdan Çanakkale’de yaşananlar, her yönüyle müstesnâ bir vatan sevgisinin en canlı tezâhürlerini sergilemiştir. Her yiğit:

55

Toprak, alın teriyle gülistân olur, civan, Candır sonunda bağrına en makbul armağan!.. [Seyrî] terennümüyle fedâ-yı cân eylemiş ve böylece “Çanakkale Geçilmez” yazısı, 250 bin îmanlı vatan evlâdının şehâdet şerbetini içmesi mukâbilinde dünyâ târihine nakşedilmiştir. Gerçekten her asker, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek lisânından dökülen: “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyâya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü muhteşem îtibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyâya dönmeyi ve on defa şehîd olmayı ister.” (Buhârî, Cihâd, 21; Müslim, İmâre 109) “Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehîd olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 26) “Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehîd olmasa bile sevâbına nâil olur.” (Müslim, İmâre, 156) müjdeleriyle yoğrulmuş olarak müstesnâ bir şehidlik aşkıyla doluydu. Şehîd olabilmek, büyük bir sevdâ hâlinde idi. Sedye ile götürülen yaralı bir askerin, kumandanın yanından geçerken hayıflanarak: “Şehîd olamadım paşam!” diyerek hüznünü dile getirmesi, bu sevdânın en müşahhas bir misâlidir. Zîrâ şehidlik, Allâh’ın, kullara hitâben buyurduğu “Rabbine dön” fermânının en güzelidir ve şehidler de, bu dâvete en önde koşma nasîbine eren bahtiyarlardır. Bu dâvet ile alâkalı olarak Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Mâdemki Cenab-ı Hak seni istiyor, başını ayak yap da koş! Onun «gel» demesi, insana yücelikler verir. Mânevî sarhoşluk verir, neler neler bağışlar, yaygılar yayar, sofralar kurar.” Bu dâvete koşmuş olan şühedâya verilen ilk mükâfat, hiç şüphesiz ki şu âyet-i kerîmedir: “Allâh yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; bilâkis onlar diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar...” (Âl-i İmrân 169) Bu ilâhî hakîkat dolayısıyladır ki, Allâh yolunda öldürülenlere “ölü” değil, “şehid” denilmiştir. Şehid kelimesinin “şâhid” mânâsı da vardır. Bu

56

sebeple müfessirler; onların şehîd oldukları an, ruhlarının cennete vardığını ve oradaki nîmetleri gördüğünü beyân ederler. Diğer mü’minlerin ruhları ise, cenneti kıyâmetten sonra görecektir. Şehidlik yolunda ashâbın, evliyâullâhın, Fâtihlerin, velhâsıl yüreği îman dolu cengâverlerin hayatları, ümmete tam bir mücâhede örneğidir. Zîrâ onlar, din yolunda, vatan uğrunda fazîlet duygusuyla canlarını ve mallarını fedâkârca harcamaktan aslâ kaçınmamışlar ve şehidliği, “vuslat” olarak kabul etmişlerdir. O tâlihli kullar için âyet-i kerîmede: “Allâh mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111) buyrulmaktadır. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “İnsanların en fazîletlisi/hayırlısı kimdir?” suâline şöyle cevap vermiştir: “Canı ve malıyla Allâh yolunda gayret sarf eden mü’mindir!” (Buhârî, Cihâd, 2; Müslim, İmâret, 122)

İşte cihan târihinin en azametli harplerinden biri olan Çanakkale Muhârebeleri de, düşmanın misilsiz maddî gücüne rağmen, îman gücünün, Hak yolunda maldan ve candan fedâkârlığın, kâbına varılmaz zaferlerine sadece bir misâldir. Fuzûlî’nin dilinde: Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil, Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir, ne benim!.. şeklinde yer alan sergileniyordu.

ifâdeler,

Çanakkale’de

müşahhas

bir

sûrette

Kahraman Mehmetçiklerden Yozgatlı Hasan’ın saçlarını kınalayarak Çanakkale’ye gönderen annesi, ona yazdığı mektubunda: “Oğlum! Sen bu âilenin seçilmiş kurbanısın. Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır, ben de seni evlâtlarım arasından vatana kurban olarak adadım. Onun için saçlarını kınaladım. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır.” diyordu. 1915 senesi sonbaharının serin ve yağışlı günlerinin birinde, “Söğüt’ün Akgünlü Köyü’nden ak saçlı, beli bükülmüş, soluk benizli ihtiyar bir ana, Bilecik İstasyonu’ndan oğlunu cepheye uğurluyordu. Oğlunu bağrına basarken şöyle diyordu: “–Hüseyin’im, yiğit oğlum benim!.. Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağabeylerin Çanakkale’de şehid düştüler. Bak, son yongam

57

sensin. Eğer minâreden ezan sesi kesilecekse, câmîlerin kandilleri sönecekse, sütüm sana harâm olsun. Öl de köye dönme! Yolun Şıpka’ya uğrarsa, dayının rûhuna bir Fâtiha okumayı unutma! Haydi oğul! Allâh yolunu açık etsin!...” (A. Mısıroğlu, Kuvây-ı Milliye’nin Kadın Kahramanları, İst. ts., s. 44)

Orada her nefer, ölümü dost edinmişti. Ve ölüm de onların karşısına bir dost olarak çıktı. Ölümleri, kendi gönüllerindeki güllerin renginde oldu, yâni şehâdet gülünün renginde... Şu hâdise, ne kadar ibretlidir: Çanakkale’de Anzak Kolordu Kuvvetleri’ne karşı koyan 27. Alay ile birliklerine takviye olarak gelen 57. Alay’ın iki taburu da şehîd olmuş, ancak taarruz hâlinde olan Anzak kuvvetlerini durdurmuşlardı. Çarpışmalar, siper muhârebelerine dönüşmüştü. Muhârebe bu minvalde devâm ederken gece bastırdı. Son kalan tabur ile ertesi sabah için hücum emrini alan 57. Alay kumandanı, şu anda mezarının bulunduğu Bombasırtı güney eteklerinden aşağıya baktığında, o sisli nisan sabahı arâzide yayılmış küme küme beyazlıklar gördü ve tabur kumandanını çağırıp sordu: “–Bunlar nedir, evlâdım?” “–Kumandanım! Onlar fecre az bir zaman kala emriniz ile hücûma geçecek olan erlerimizin iç çamaşırlarıdır.” Her bir vatan evlâdı şehîd olmak için yıkanmış, temiz çamaşırlarını giymişti... İşte şehidliğe böylesine hazırlanıp vatana fedâ olan bu temiz yiğitlerdir ki, Çanakkale Karma Kolordu İngiliz Kumandanı General William Birdword’a: “Türk askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen, savaş ânında müthiş bir cesaretle fırtınalar estiren, yaralı düşmanını sırtında taşıyarak onu ölümden kurtaran bir başka asker yeryüzünde görülmemiştir.” dedirtmişlerdir. Türk askerinin oradaki başarısının sırrı buydu. Böylece her yiğit asker, rûhunu saran sevdâ hâlindeki şehidlik aşkı ile düşman karşısında aşılmaz bir sebatkârlık duvarı oluşturuyordu. Bu hâl üzerine acze düşen Sir Coben Korbet diyor ki: “Çanakkale’de bizim gemi ateşlerimizde büyük kayıplara uğrayan birlikler Türk olmasaydı yerlerinde kalamazlardı. Hâlbuki Türkler, bütün muhârebe süresince yerlerinden ayrılmadılar. Gösterdiğimiz bütün îtiyat ve basîretlere rağmen baş döndürücü bir muzafferiyet kazandılar.”

58

Bu muzafferiyetin bir sırrı da, erden kumandana her gönlün, hattâ bütün bir milletin Çanakkale’de yekvücûd olması, birlik, beraberlik hâlinde bölünmez bir bütün oluşturmasıydı. «Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!» rûhunun yaşanmasıydı. Yâni Çanakkale’de düşmanı, Mehmetçiğin şahsında bir milletin yüreği karşıladı. Zîrâ üzerlerine gelen sayısız ve muhtelif düşman, ancak böyle bertarâf edilebilirdi. Karşılarında, kimisi aldatılmış birçok milletten müteşekkil büyük bir kitle vardı. Çarpışmaların yükünü Fransızlar, Senegallilere; İngilizler ise kendi emelleri uğruna aldattıkları dominyon askerlerine ve Hintlilere yüklemişlerdi. Bunun yanında rakip saflarda destek olarak yer alanlar da az değildi. Bunların içinde yer alan yahudilerden Hamilton şöyle bahseder: “Yahudi gazeteciler bizim dâvâmıza renk katıyor, yahudi bankerler de kesemize para yağdırıyordu.” Hinduların içinde pek çok kandırılmış din kardeşimiz de vardı. İşte o Çanakkale Harbi’nin dehşetli günlerinin birinde Tayyar Paşa, ordunun içinde sesi güzel ne kadar asker varsa, sabah namazından önce hep birden ezan okumaları emrini verir. Emri alan yüzlerce asker, şafak kızıllığı ile birlikte, dâvudî sadâlarıyla o lâhûtî nağmeleri Çanakkale’nin kanla karışık soğuk sularına kadar dinlettiler. Çok geçmeden düşman mevzilerinden taşa sarılı bir kağıtla mesaj geldi. Açıp baktıklarında Farsça yazılmış bir not gördüler: “Bizler Hindistanlı müslüman askerleriz. İngilizler bize, Almanlara karşı Osmanlı’nın yanında savaşacağımızı söylediler. Biraz önce ezan sesi duyduk, siz kimsiniz?” Mehmetçiğin kanı dondu. Târih, kandırılmışlığın böylesine pek az şâhid olmuştur. Hemen cevap verdiler: “Burası Osmanlı pâyitahtının kapısı... Bizler de Osmanlı askerleriyiz.” Merhum Âkif, Çanakkale’de bu topyekûn bir haçlı saldırısı hâlinde cereyân eden düşman hücûmu neticesinde yaşanan manzarayı ne kadar canlı bir şekilde tasvîr eder: Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. ....... Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,

59

O ne müthiş tipidir; savrulur enkâz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak... Böyle bir manzaraya sahne olan Çanakkale, İslâm’ın son karakolu idi. Onun için bütün bir millet o hudutta nöbet tutan erler hâlinde orada göğüslerini siper yaptı. Her neferi ayrı bir müjdenin kucakladığı Çanakkale, bilhassa: “Hudutta Allâh yolunda nöbet tutanlar dışında her ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin yaptığı amellerin sevâbı ise kıyâmet gününe kadar artarak devâm eder, kabirdeki imtihanda da emniyet içinde olur.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd, 2) hadîs-i şerîfinin tecellî yeri oldu. Muhârebeler, çoğu kere hudutlarda cereyan ettiği için hudutları beklemek ve oralarda nöbet tutmak en mukaddes vazîfelerden biri olup sulh zamanı da olsa askerlik vazîfesi İslâm nazarında cihâd sayılmıştır. Nitekim bir başka hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur: “Allâh yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak, dünyâdan ve dünyâ üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 6) Vatan müdâfaasından maksat, sadece sâhip olunan toprakları korumak değildir. Bundaki asıl gâye, o topraklar üzerinde yaşayan insanların dînini, canını, malını, ırz ve namusunu korumak ve milletin fertlerini hürriyet içinde yaşatmaktır. Tabiî ki bu da bir vatan coğrafyası üzerinde mümkün olacağından, bu gâye, vatan müdâfaası olarak ifâde edilmiştir. Onun için bir kimse askerlik vazîfesi yaparken vazîfe başında ölürse, o şehîd olarak Rabbine kavuşur. Şehîdin amel defteri kapanmaz ve dünyâda işlediği güzel ve hayırlı işlerin sevâbı da kıyâmete kadar devâm eder. Şehid, kabirde meleklerin suallerinden ve kabir azâbından muaf tutulur. Ancak bunda sıhhatli bir îmâna ve cihâd şuuruna sâhip olmak zarûreti vardır. Bu sebeple bütün hadîs-i şerîflerde “Allâh yolunda” kaydı vardır. Bu itibarla Çanakkale, Türk nesillerine îman idealinin tâlimgâhı olmuştur. Gâzîlik ve şehidlik bu millet için en büyük ziyâfetti. Ölmek, şehidliğin saâdeti, yaşamak ise gâzîliğin şerefi idi. Kahraman askerlerimiz Çanakkale’de, bu saâdet ve şerefe öylesine gönül vermişlerdi ki, silâhları gibi îmanlarına, îmanları gibi silâhlarına sarılmışlardı. Öyle ki, şehid olanlardan bazıları, canlarını vermişlerdi, ama

60

silâhlarını vermiyorlardı. Bu hususta Çanakkale kahramanlarından biri olan Nakşibendî meşâyıhından Abdullah Dağıstânî Hazretleri’nin şu müşâhedesi pek ibretlidir. O, Çanakkale muhârebelerinin başından sonuna kadar içinde olmuş bir velî zâttı. Daha önce gönüllü olarak Balkan Harbi’ne iştirâk etmiş, Çanakkale’den sonra da Bağdat cephesine geçmiştir. Harp hâtıralarında Çanakkale ile igili bölümde aktardığı şu tespitler, oldukça mânidardır: “İngiliz, Fransız ve İtalya donanmaları orayı bombardıman edip karaya asker çıkardıklarında, İslâm askerleri derhâl hücûm edip, tâ denizin içerisinde dahî düşmanı süngüleyip tüketiyordu. Yalnız donanma uzaktan ateş edip de denizin içinde elinde silâh tuttuğu hâlde şarapnel ile şehîd olan askerlerimiz olurdu. Onların elinden silâhı almaya çalışırdım. Kat’iyyen o silâhı elinden almaya imkân yoktu. Öylece defnediyordum. Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna öyle çıkmak istiyor, silâhlarını bırakmıyorlardı. Yürekleri îman dolu kaç neferi böyle defnettim. Ellerinden silâhı almak mümkün olmadı. İşte vatan kıymetini bilen mü’min nefer böyle olur.” U İngiliz Generali Aspinal Oglander diyor ki: “Türk askerlerinin savaş içinde hâiz olduğu yüksek niteliklerinin önceden lâyıkıyla bilinmemesi İngilizler için felâket olmuştur. Türk askerinin ne yaman bir muhârip olduğunu İngilizler, kendileri ile dövüştükten sonra anlamışlardır.” İngiliz Generali Maude de şöyle der: “Başka millet askerlerinin artık savaşı kaybettik, yenildik diye silâhını bırakıp savaştan vazgeçtiği hâllerde Türkler için ise savaş yeniden başlamıştır.” Çanakkale’de şanlı Mehmetçiğin fazîleti elbette bunlardan ibâret değildir. O, başkalarının normal zamanlarda bile gösteremediği şefkat ve merhameti harp sahasında düşmanına dahî gösterebilecek bir olgunluk içindeydi. Ünlü Fransız yazar Pierre Loti’nin Çanakkale Savaşı’yla ilgili olarak kaydettiği ve bugün Fransız hükûmetinin herhâlde okumaya fırsat bulamadığı veya târihteki nice yaptığımız iyilik ve yardımlarda olduğu gibi gerçeği görmezden geldiği şu hatırası pek câlib-i dikkattir: 18 Mart’ta batan Fransız gemilerinden 20 kişilik bir denizci sâhile çıkmaya muvaffak oldular, ama karaya ayak bastıkları anda Türk askerlerini

61

de karşılarında buldular. Ben bu gruptan Teğmen Andre Lemoine ile daha sonra Paris’te karşılaştım. Bana dikkat çekici şu hikâyesini anlattı: “Sâhile çıktığımız vakit bitkindik. Bir taraftan üzerimizden akıp geçen mermiler, diğer yandan mayınlar... Korkulmayacak gibi değildi. Üstelik şimdi kızgın düşmanla da karşılaşmıştık. Bizi aldılar, ilerideki tepenin hemen ardındaki bir kulübeye götürdüler... İçlerinde subay yoktu... Üzerimizdeki ıslak elbiseleri çıkardık. Bize kaputlarını verdiler... Sobanın başında ısındık. Az bir zaman sonra ekmek ve azık getirdiler. Kendilerinin tayınları olduğu belliydi. Karşılıklı yedik... Çorba ikram ettiler... Düşman değil, müşfik kurtarıcılar gibi davranıyorlardı. Daha sonra bizi aldılar ve Tekirdağ’a götürdüler. Türklerin bu büyüklüklerini unutamam.” Bu ifâdeler, Mehmetçiğin, hadîs-i şerîfte buyrulan: “İnsanların en üstünü Allâh yolunda canıyla ve malıyla cihâd eden kimsedir...” (Buhârî, Cihâd 2) şeklindeki peygamberî tarifi ne kadar güzel gerçekleştirdiklerinin bir nişânesidir. Bu güzel ve ulvî davranışlar, düşmanlarımızı bile hayran bırakmış ve sonradan içlerinden Ömer nâmını alan Anzaklı gibi hidâyete erenler dahî olmuştur. U Bütün bu hakîkatler çerçevesinde merhum Âkif de, Çanakkale’de her bakımdan şerefli ve asil bir muhârebe sergileyen kahraman ordumuzda şehid düşen yiğitler hakkında şunları söylemekten kendini alamaz: Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker, Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni târîhe” desem sığmazsın! Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan, Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem, Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem, Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana..

62

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış, duruyor Peygamber... İşte böyle bir iklîm içerisinde Çanakkale, cengâver ve yiğit askerimizin canları mukâbilinde bize sundukları müstesnâ bir mîrastır. Çanakkale’de şehîd olan babaların rûhu, sanki İstiklâl Harbi’nde şehîd olacak evlâtlarına mukaddes bir vasiyet bırakıyordu. İşte bugün biz, bu mîrâsın vârisleriyiz. Ancak bu mîrâsa sâhip çıkarken bir yandan Âkif’in: Zannetme ki ecdâdın asırlarca uyurdu, Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Üç kıt’ada yer yer kanayan izleri şâhid, Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücâhid!.. mısrâlarına kulak vermeli, diğer yandan da Alman Profesör Neumark’ın şu sözlerine dikkat kesilmeliyiz: “–Çok samîmî îtirâf edeyim ki, Avrupalılar, Türkleri sevmez. Kilisenin Türk ve İslâm düşmanlığı hristiyanların hücrelerine sinmiştir. Çünkü sizler en az 400 sene sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz. Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet uğruna her şeyini fedâ etmeseydiler, İslâmiyet bugün belki sadece Hicaz’da varlığını devâm ettirirdi. Kaldı ki, Vahhâbîliği kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığı’nın adamlarıdır. Batı her yerde İslâmiyet’i sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saâdet’i devâm ettirdi. Onun için faraza lâiklik şöyle dursun, hristiyan olsanız bile size düşman olarak bakmaya devâm ederler. Sizler farkında değilsiniz ama, onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Târihten Türk çıkarılırsa târih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü târihlerin yeniden yazılması gerekir. Ve sizler gerçek hüviyetinize döndüğünüz an, Avrupa’nın refahı ve medeniyeti yıkılır. Bu bakımdan sizi silâh ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağlamaya çalışıyorlar...” U Bilmelidir ki, mâzînin bittiği yerde, millet biter, insan biter, iz’an biter. Millet, târihinden ibârettir. Onu mânevî değerlerinden ve târih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Mâzinin devrettiği unsurların zenginliği nisbetinde yeni eserler ve yeni nesiller canlı ve devamlı olur. Milletlerin bekâsı, hassas, duygulu ve seviye kazanmış bir kalbe sâhip olan nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çocuklarına, târihini ve Çanakkale destânını ninni yapan nesiller, îmânına, milletine ve bütün maddî ve mânevî değerlerine sâhip çıkacaktır.

63

Nasıl ki Alparslan’ın Allâh yolundaki gayretleri bereketiyle Anadolu’nun kapılarını açtığı bir Malazgirt, Kılıçarslan’ın binbir gazâsına ninni söyleyen Anadolu ovaları, ecdâdın kemikleri ile vatan hudutlarının çizildiği Çanakkale inkâr ve imhâ edilemezse, bu zaferleri bahşeden ve onlarla hayat bulan millî mukaddesât da yok edilemez. Millî vicdan, imhâ edilemez. Bu vicdânın sâhibi, hakkın sâhibidir. Muhâtaralar da onu güçlendirir. U Velhâsıl Çanakkale çerçevesinde söylemek istediğimiz son sözü İstiklâl şâiri merhum Âkif’in şu mânâlı ifâdelerine bırakıyoruz: Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı, Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı, Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktık atanı, Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı!.. ............ Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde, Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler. Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez, Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler!.. Yâ Rabbî! Bizleri o şanlı ecdâda lâyık bir nesil eyle! Bu mukaddes vatanı düşman ayakları altında çiğnetme! Milletçe birlik ve berâberlik içinde Sen’in rızânı kazanmaya cümlemizi muvaffak kıl!.. Âmîn…

64

ŞİŞEDE TÜRK KANI Osmanlı Devleti’nin son günlerinde devlete ârız olan zaafların, batılılaşmış yarı câhil bir kadronun ihânet ve acziyetinin eseri olarak gerçekleştiği mâlumdur. Bundan istifâde ederek son darbeyi vurmak isteyen düşmanların ilk olarak açtıkları cephe, Trablusgarb Cephesi’dir. Daha önce de ifâde ettiğimiz üzere İttihatçıların âlim(!) sadrâzam diye Roma büyükelçiliğinden getirtip hükümetin başına geçirdikleri, günümüz tâbiriyle- devletler hukuku profesörü Sadrâzam İbrâhim Hakkı Paşa, bugünkü Libya Devleti’nin esâsı olan Trablusgarb vilâyetimizi, âdeta İtalyan işgâline âmâde bir hâle getirmişti. İtalyanların oraya saldıracağını Roma’da büyükelçilik mevkiinde bulunması sebebiyle en iyi bilmesi gereken bu gâfil sadrâzam, Trablusgarb’daki askerleri gereksiz bir sûrette Yemen’e göndermiş, oradaki vâliyi de basit bir mes’ele için merkeze çağırmıştı. İtalyanlar, vâlisiz ve askersiz Trablusgarb vilâyetimize trampet çala çala çıkarma yapmıştı. Bunun üzerine îman heyecânı ile oraya koşan pek çok vatanperver askerin nisbetsiz güçler arasındaki dâsitânî mücâdelesi, bütün dünyâda haklı bir takdir ve hayranlık uyandırmıştı. Türk askerine bu takdir ve hayranlığı duyanlardan biri de Pâkistan’ın kuruluşunda fikir babalığı yapmış olan şâir, Muhammed İkbâl’dir. O büyük ve mütefekkir zât, kendi ülkesinde Hindûlara karşı müslümanları ayrı ve müstakil bir siyâsî varlık hâline getirebilmek için çalışırken, İtalyanların Trablusgarb vilâyetimize saldırmasına dâir haberle sarsılmıştı. Fakat çok geçmeden bir avuç Türk’ün orada ortaya koyduğu yiğitlik ve fedâkarlık haberleri ile tesellî bulmuş, hattâ bu kahramanlıkları kendi halkına cesâret vermek için şiirleriyle ebedîleştirmiştir. O sırada Hind müslümanları (bugünkü Pakistanlılar) Türkiye’ye destek olabilmek için bir miting tertib etmişlerdi. Muhamed İkbâl, bu mitingde topluluğu heyecâna getiren Urdu dilinde müthiş bir şiir okumuştur. O şiirde deniliyordu ki: “Bu dünyânın son derece muzdarip eden hâllerinden sıkılmış, başka bir âleme göçmüştüm. Melekler beni Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna getirdiler. Peygamberimiz sordu: «–...Bana güzel bir koku gibi yaklaştın. Söyle bana o dünyâ âleminden getirdiğin güzel hediye nedir?»

65

«–Yâ Rasûlallâh!» dedim. «–Dünyâda huzur ve rahat kalmadı. Arzu edilen hayat ele geçmiyor. (İnsan istediği gibi huzur içinde dînini yaşayıp mâneviyâtını artıramıyor.) Varlık bahçelerinde binlerce lâle ve gül var, fakat hiçbirinde vefâ kokusundan eser yok. (Dünyâdaki varlıklar fânî ve geçici... Onlara iltifat etmeye, hediye diye götürmeye değmez.) Buna rağmen huzûrunuza hediye olarak billur bir şişe getiriyorum. Bu billur şişenin içinde o derecede kıymetli bir şey var ki, emsâlini bulmak imkânsızdır. Bu şişede ümmetinizin nâmusu, şerefi ve vicdânı vardır. Bu şişede, Trablusgarb İslâm beldesinde işgalci İtalyanlara karşı harb ederken şehid düşen Türk askerlerinin mübârek kanı vardır.»” Bu müthiş hitâb üzerine, oradaki insanlar neleri varsa verdiler. Trablusgarb Harbi’nden başlayarak, I. Dünyâ Savaşı ve İstiklâl Harbi’ne kadar, devamlı Osmanlı’ya yardımda bulundular. Aynı İkbâl, harb-i umûmî musîbetleri karşısında bir başka şiirinde de: “Osmanlıların üzerine kederden bir dağ yığılmışsa da sen üzülme, çünkü bin yıldızın kanı dökülmeden şafak sökmez.” diye ümmete şâirâne bir üslûb ile ümit ve şevk vermeye çalışıyordu. İslâm şâiri İkbâl, “Tulû-i İslâm” adıyla millî mücâdelemiz için bir nevî destan kaleme almış ve bunda Türk askerinin kahramanlığını göklere çıkararak “Allâh onlara yardım etsin!” niyâzında bulunmuş ve: “–Atınız nereye kadar giderse oraya kadar atılın, düşünmeyin! Biz bu meydanda nice kereler tedbîr yüzünden mat olduk. Âlem-i İslâm arkanızdadır!..” diye Türk’ün cesâretini daha da artırmak için şiirin tesir gücünü keskin bir kılıç gibi kullanmıştır. Osmanlı cihan devleti, gizli düşman faâliyetleri netîcesinde milletine yabancılaşmış ve devlete hâkim olmuş bulunan İttihatçı gürûhun elinde bâdireden bâdireye sürüklenmiştir. Bu bâdirelerin ilki, yukarıda zikretmiş olduğumuz gibi, (1911) Trablusgarb Harbi’dir. Onu tâkiben (1912) Balkan Harbi ve (1914-18) Birinci Cihan Harbi, Türk askerinin sayısız ve emsâlsiz kahramanlık menkıbeleriyle cereyan etmiştir ki, bunun en muhteşem safhası Çanakkale Muhârebeleri’dir. O büyük devlet, hayâtına son verilirken bile Çanakkale’de mâzinin derinliklerinde kalmış, eski azametli zaferlerle boy ölçüşebilecek yeni ve nihâî bir destan yazmıştır. O derecede ki, iki yüz elli bin vatan evlâdını

66

şehid vermek pahasına, teknik üstünlüğe sâhip üç yüz bin kişilik müstevlî askerlerinin Çanakkale’yi geçmesini engellemiş; izzetini, şerefini ve pâyitahtını korumuştur. Ciltlerle yazılsa anlatılamayacak olan bu “Çanakkale Destânı” hakkındaki takdirkârlıklardan küçük bir numûne ile yazımıza son verelim: O yıllarda bir taraftan Kafkasya ve Galiçya’da Ruslarla, Filistin ve Sûriye havâlisinde İngilizlerle, diğer taraftan da Çanakkale’de İngiliz, Fransız ve İtalyan asker ve donanmasıyla harbeden Osmanlı’nın müttefiki Almanlar, bizim Galiçya cephesine iki tümen göndermiş olmamıza rağmen, bize ancak birkaç generalle destek olmuşlardır. Bunlardan birisi Liman Von Sanders’tir ki, önce Çanakkale, sonra da Sûriye Cephesi’nde, cephe kumandanlığını deruhte etmiş olması sebebiyle “Türk askeri”ni yakînen tanıma fırsatını elde etmişti. Alman asâlet ünvânı olan “Von” sıfatıyla anılmakta olan bu generalin Türk askeri hakkında sayısız hüsn-i şehâdetinden şu birkaç cümle, Mehmetçiğin dünyâda meşhûr olduğu karakter ve kahramanlığın, târihî tescil ve ikrârına en iyi bir misâldir: “Çelikten, mânevî kuvvetten, vatan aşkından bir insan yapısı ne demektir? Bu sorunun cevâbı, işte bu gösterişten uzak, mütevekkil ve sâkin Anadolu çocuğunun ta kendisidir! Yaralı düşmanını sırtında siperlerine getiriyor, sargı bezi olmadığı zaman, bir yedeği daha bulunmayan gömleğini yırtarak onu sarıyordu.” (Çanakkale 5. Ordu Kumandanı, Liman Von Sanders) Bu sözler, milletimizin karakterine nakşolmuş olan îman ve vatanperverlik duygusunu ifâde eden en müşahhas misâllerden sadece bir tânesidir. Yâ Rabbî! Vatan ve milletimizin istikbaldeki kaderini, şerefli mâzîmizde olduğu gibi şanlı zaferlerle âbâd eyle! Mübârek ecdâdımızın dîn, îman ve vatan müdâfaası uğrundaki cesaret ve sevdâ dolu fedâkârlıklarından bizlere ve nesillerimize de hisseler nasîb eyle! Âmîn...

67

LÜGATÇE a’lâ: (Daha, en, pek) yüksek. âbâd: Mâmur, şen, bayındır. akâmet: 1. Verimsizlik, kısırlık, semeresizlik, neticesizlik. 2. Kesintiye uğrama. âkıbet: 1. Son, nihâyet, âhir, encâm, netîce. 2. Sonunda. âmil: Sebep, işleyen. ârız: 1. Sonradan çıkan. 2. Muvakkat, gelip geçici. Ayak Dîvânı: 1. Ayaküstü, acele olarak yapılan toplantı. 2. Olağanüstü ve acele hâllerde padişahın katılmasıyla toplanan dîvan. bâdire: Birden ortaya çıkan tehlikeli hâl, felâket. bânî: Binâ eden, yapan, kuran, kurucu. bedbin: Kötümser, her şeyi kötü gören, karamsar. bekâ: 1. Bâkîlik, ebedîlik, sonu olmama. 2. Kalıcılık, devamlılık, zevâl bulmama. berekât: 1. Bolluklar. 2. Hayırlar, saâdetler. bey’at (bîat): Devlet reisine sadâkat ve itaati bildiren ve genellikle el tutma sûretiyle yapılan ahitleşme. 2. Bir kimsenin hâkimiyetini tanıma, itaat bildirme. 3. Uyma, bağlanma. briç: İkişer kişilik takım teşkil edilerek dört kişi arasında oynanan kağıt oyunu. cehd: Çalışma, çabalama. dâvûdî: Hazret-i Dâvûd -aleyhisselâm-’ın kalın, tok, gür ve tesirli sesine benzer ses. Dersaâdet: Saâdet kapısı, İstanbul. diğergâm: Başkalarını düşünen. dirâyet: Zekâ, bilgi, kavrayış. dominyon: 1. Müstemleke, sömürge. 2. İngiliz Milletler Topluluğuna dâhil eski sömürge ülke. ecnebî: 1. Yabancı, garip, bîgâne. 2. Başka bir devletin tebaası olan. emâre: Alâmet, nişan, iz, eser, ipucu. fevc: İnsan kalabalığı, topluluğu, cemaat. fütur: Bezginlik, gevşeklik, usanmışlık, bıkmışlık. garb: 1. Güneşin battığı taraf. 2. Memleketimizin yönüne göre Avrupa. hâk ile yeksân: Yerle bir olmuş, yıkılmış. hal’: Azletme, görevden alma, tahttan indirme.

68

halef: 1. Birinden sonra gelen; birinin yerine geçen. 2. Babadan sonra gelen oğul, nesil. handikap: Güçlük, engel, elverişsiz hâl. hân-ı yağma: Yağma edilen sofra. Devlet ve millet malının talan edilmesi hakkında kullanılan bir tâbir. hazer: Sakınma, kaçınma, çekinme, uzak durma. hilim: İnsanın tabiatında olan yumuşaklık. hipodrom: At ve araba yarışlarının yapıldığı saha, at meydanı. huşû: 1. Alçak gönüllülük, hürmet, ihtimam. 2. Huzûr-i İlâhîde boyun eğme, nefsini hor ve hakir görme. hüsn-i şehâdet: Bir şey veya kişi hakkında güzel ve iyi şâhitlikte bulunma. ihtilâç: Kasların gayr-i ihtiyârî kasılması, seyirme, çarpıntı. ihtimam: 1. Dikkatle, özenerek çalışma, davranma, hareket etme. 2. Dikkat gösterme, iyi bakma. ihtiram: Hürmet, saygı. ikrâr: 1. İnancını, fikrini açıkça söyleme. 2. Tasdîk, kabul. 3. Îtiraf. 4. Kararlaştırma, kararlı hâle getirme. iktibas: 1. Ödünç alma. 2. Bir kelimeyi, bir cümleyi veya bunların mânâlarını olduğu gibi alma, aktarma. illet: 1. Hastalık, maraz. 2. Sakatlık, bozukluk. 3. Sebep. inbât: Bitirme, bitki büyütme. inkılâb: Bir hâlden başka bir hâle dönme, hâl değiştirme, dönüşme. intibâ: Bir eşya, kişi veyâ hâdisenin zihinde bıraktığı iz, tesir. irtikâb: Kötü, fenâ, günah teşkil edecek bir şey yapma. istifhâm: 1. Zihni işgal eden soru. 2. Soru sorup anlama. 3. Söze kuvvet vermek için soru şeklinde ifâde. işbâ: 1. Doyma. 2. Doyurma. 3. Doymuşluk. itâb: Paylayıp azarlama, tersleme. îtimadnâme: Yeni tâyin edilen elçiye kendi ülkesinin devlet reisi tarafından, vazîfelendirildiği ülkenin devlet reisine sunulmak üzere verilen yazı, güven mektubu. iz’an: 1. Anlayış, kavrayış, akıl. 2. İtaat, söz dinleme, boyun eğme. 3. Terbiye, edeb. kâbına varılmaz: Derece ve üstünlüğüne erişilemeyen şey, fazîlette topuğuna dahî erişilemeyen. kadem: Ayak.

69

kânî: 1. İnanmış, kanmış, kanaat sâhibi olmuş. 2. Kanaat eden, yeter bulup fazlasını istemeyen. kemâl: Olgunluk, yetkinlik, tamlık, kusursuzluk, eksiksizlik. lâhûtî: Ulûhiyet âlemiyle ilgili, ulûhiyete âit. lebrîz: Taşıcı, ağzına kadar dolmuş. mâbeyn: 1. Ara, aralık. 2. Haremle selâmlık arasındaki kısım. 3. Pâdişah sarayında mâbeyncilerin bulunduğu dâire. mâbeyn-i hümâyun: Pâdişahların devlet işlerini gördükleri dâire. mağrib: 1. Batı, garb. 2. Güneşin batma vakti, akşam. 3. Batıda bulunan ülkeler. maiyyet: 1. Birlikte bulunma, beraber olma. 2. Birinin yanında bulunan, emrinde çalışan. 3. Bir şahsın emrinde ve yanında bulunan heyet. mâkes: Akis yeri, aksetme yeri, bir şeyin yansıdığı yer. mazhariyet: Mazhar olma hâli, nâil olma, kavuşma, şereflenme. me’yus: Ye’se düşmüş, ümidi kesilmiş, ümitsiz. mecrâ: 1. Suyun aktığı yatak, su yolu, akıntı yeri. 2. Bir işin gidiş, oluş yolu. mefhum: 1. Bir sözün ifâde ettiği mânâ, kavram. 2. Anlaşılan, anlaşılmış. mehâbet: Heybet, ihtişam. Büyük bir kişinin karşısında üzerinde saygı hissi uyandıran hâli. meşâyıh: Şeyhler, ulular. mezâlim: Zulümler, can yakmalar, haksızlıklar. mezc: Katma, karıştırma, birleştirme. mûcib-i âr: Hayâ ve utanmayı gerektiren, utanç verici. mugâyir: Uygun olmayan, başka türlü olan, farklı, zıt, muhâlif. muhâtara: Korku, tehlike. muhrik: 1. Yakan, yakıcı. 2. Yanık. mukadderât: Allâh tarafından ezelde takdir olunmuş şeyler, ileride meydana gelecek hâller ve olaylar, alın yazısı. mukaddesât: Mukaddes şeyler, mukaddesler; kudsî, mübârek kavramlar. muttasıf: Vasıflanan, kendisinde bir hâl, bir sıfat veya bir vasıf bulunan. muvâzî: Birbirine denk şeyler. mücâhede: 1. Mücâdele, çaba, gayret. 2. Kişinin nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle kendini terbiye etmesi, nefs ile savaşma. mücessem: 1. Tecessüm etmiş bulunan, en, boy ve derinliği olan, cismi olan. 2. Mânevî bir cisim durumuna gelmiş: Nâmûs-ı mücessem. müdâfî: Müdâfaa eden, karşı duran, direnen, savunan.

70

müessir: 1. Tesir eden, eser bırakan. 2. Hüzün veren, kederlendiren, dokunaklı. 3. Sözü geçen, hükmü yürüyen. müftehir: 1. İftihar eden, övünen; övünmeyi alışkanlık hâline getiren. 2. Şanlı, şerefli. 3. Fahrî. mükedder: 1. Kederli, mahzun, gamlı. 2. Bulanık. mükerrem: Tekrîm edilmiş, hürmet gören, ikrâm edilmiş. müncer: 1. Bir tarafa çekilip sürüklenen. 2. Neticelenen. münezzeh: 1. Bir şeye ihtiyacı bulunmayan, muhtaç olmayan. 2. Arınmış, temiz, berî, sâlim. müstecâb: Kabûl olunmuş. müşâhede: 1. Bir şeyi gözle görme. 2. Mânevî seyir. müşahhas: 1. Şahıslandırılmış, cisimlendirilmiş, şekillendirilmiş. 2. Gözle görülüp, elle tutulur hâlde bulunan. müşâvir: Fikrine mürâcaat edilen, kendisine danışılan kimse. mütebessim: Tebessüm eden, hafif bir şekilde gülen, gülümseyen, güleç. müteessir: 1. Hislerine dokunulmuş, üzülmüş; üzüntülü, kederli, mahzun. 2. Tesir almış. müteveccih: Teveccüh eden, yönelen, bir yere gitmeye hazırlanan, yollanan. mütevekkil: Tevekkül eden, yapması gerekenleri yaptıktan sonra işini Allâh’a havâle eden, Allâh’a güvenen. neşv ü nemâ: Yetişip büyüme, sürüp çıkma. nizâ: Çekişme, kavga. râyiha: Koku, güzel koku. revân: 1. Yürüyen, giden, akan. 2. Akıcı, gidici. riyâset: Reislik, başkanlık, baş olma. sene-i devriye: Yıl dönümü. sukut: 1. Düşme. 2. Sarkma, dökülme. şiâr: 1. Nişan, eser, işâret, alâmet. 2. Alâmet-i fârika. şühedâ: Şehidler. tahdîs-i nîmet: Nâil olunan nîmetleri îtirâf edip şükretme. tahkîk: 1. Mâhiyetini araştırıp soruşturma. 2. Kâinâtın sırrını kavrama. 3. Doğruluğunu isbât etme. teberrû: Karşılıksız ve isteyerek verme, bağışlama, bağış. teberrük: Bereket umma, mübârek görme, uğurlu sayma. teessür: Üzüntü, karamsarlık.

71

tekrîm: Saygı gösterme, yüceltme, ululama. temennâ: Eli ağıza ve başa götürerek verilen selâm. temessül: Bir şekil ve sûrete girme, şekillenme. tescil: Sicile kaydetme, resmî deftere yazma, onaylatma. teskin: Sâkinleştirme, yatıştırma, durdurma. teşrîfat: 1. Resmî toplantılarda uygulanan kabul sırası, protokol. 2. Resmî tavırlar içinde olma, kâidelere bağlı davranma. tevzî: 1. Dağıtma. 2. Herkese payına düşeni dağıtma, üleştirme. ültimatom: Bir devletin, diğer devlete, belirli istekleri ihtivâ eden, süreli olan ve istenilen yönde gelişme olmaması hâlinde savaşa yol açabilen son ihtârı. vahâmet: 1. Ağırlık, zor durum, tehlike, güçlük. 2. Hazım güçlüğü. vâkıf: 1. Haberdar olan, bilen, en ince noktalara kadar bilgisi olan. 2. Vakfeden. vukûf: Derinlemesine anlama, bilme, haberli olma. yakîn: Şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kesin bilgi; doğru ve kuvvetle bilme, mutlak kanaat ve tam bir itmi’nân. ye’s, yeis: Ümitsizlik, karamsarlık. zebûn: 1. Zayıf, argın. 2. Güçsüz, kuvvetsiz, mecalsiz, dermansız. 3. Bîçâre, zavallı, düşkün. 4. Üzgün. zevâl: Yok olma, ölme, ölüm, alçalma, iyi hâlden kötü hâle düşme, düşkünlük. zül: Alçalma, zillet.

72

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ 1. BÖLÜM TÂRİHE YOLCULUK - 1 Müjde Dolu Bir Rüyâ Bir Gencin Rüyâsı Târih Baba Osman Gâzî’yi Ziyaret I. Murad Hân’ı Ziyaret Fâtih Sultan Mehmed Hân’ı Ziyaret II. Bâyezid Hân’ı Ziyaret Yavuz Sultan Selim Hân’ı Ziyaret Kânûnî Sultan Süleyman Hân’ı Ziyaret Ebu’s-Suûd Efendi’yi Ziyaret I. Ahmed Hân ve Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ni Ziyaret 2. BÖLÜM TÂRİHE YOLCULUK - 2 Silinmez İzler Çöküş Devirlerindeki İbretler İkinci Rüyâ ve Târih Babanın Söyledikleri II. Mahmud Hân’ı Ziyaret Abdülaziz Hân’ı Ziyaret Mecelle Abdülaziz Hân’ın Arzusu Babam Kalksaydı… II. Abdülhamid Hân’ı Ziyaret Mukaddes Hat

73

Behice Sultan Şâdiye Sultan Çanakkale Şehidlerini Ziyaret Bugünleri Ziyaret Sen Büyük Milletsin! 3. BÖLÜM ÇANAKKALE’Yİ ÖLÜMSÜZLEŞTİREN RUH

4. BÖLÜM ŞİŞEDE TÜRK KANI LÜGATÇE

74

ARKA KAPAK YAZISI:

Târih Baba der ki: Osman Gâzî ve nesli gibi diğergâm, gönül eri ve kendisini Cenâb-ı Hakk’a adayan âbide insanlara sâhipsen, Tebaasıyla mahkemeye çıkarak bütün dünyâya örnek bir adâlet anlayışı tevzî eden bir Fâtih’in varsa, Hazret-i Mevlânâlar, Yunuslar ve Hüdâyîler gibi yüreklerini dergâh yapan gönül erlerin ve onlardan feyz alarak izlerini tâkip eden güzel insanların varsa, Bir karıncanın hukûkunu düşünen Kânûnî Sultan Süleyman’ın varsa, Sînesi Kur’ân’la dolmuş analar, arslan yürekli yiğitler doğuruyorsa, Dünyâ, senin gözünde küçülmüş, âhiret saâdeti ve Allâh rızâsı bir ideal hâline gelmişse; SEN BÜYÜK MİLLETSİN!..

75

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF