Tarih Sinif I Hindistan Tarihi

April 14, 2017 | Author: GüneşeDairNeVarsa | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Tarih Sinif I Hindistan Tarihi...

Description

TARİH

Hindistan Tarihi

ÇIK VE UZ SA AK TE

NE TA

1

ES

2010

T M FAK ÜL T

UL ÜN VE ANB RS ST

Prof. Dr. Muallâ UYDU YÜCEL

T.C .

1. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

2

ÖZET İlk hafta Hindistan hakkında genel bilgiler verildikten sonra, Hindistan’ın fizikî ve beşerî coğrafyası, önemli bölgeleri, şehirleri tarih boyunca kapsadığı sınırlar anlatılacaktır. Ayrıca Hindistan’ın ekonomisine de kısaca değinilecektir. BİRİNCİ BÖLÜM HİNDİSTAN HAKKINDA GENEL BİLGİLER

1-GENEL BİLGİLER: Hindistan, Uman Denizi ile Bengal Körfezi arasında, kuzeyde Himalaya sıradağlarından güneyde Hind Okyanusu’na doğru giderek daralan bir üçgen biçiminde uzanan topraklar içerisinde yer almaktadır. Büyük kısmının devâsâ boyutlarda bir yarımada olmasından dolayı coğrafya literatüründe “alt-kıta” olarak adlandırılmıştır. Hindistan bu kadar geniş topraklar üzerinde yirmi iki eyaletle federe devlet birliği (union territory) statüsünde kurulmuş, dokuz bölgenin birleşmesinden meydana gelen federal yapılı bir cumhuriyet özelliğini taşımaktadır. Hindçe adı Bhârat Varsa iken; Birleşmiş Milletler tarafından kullanılan resmî adı Republic of India olup kısaca Union of India, Indian Union adıyla da anılmaktadır; başkenti 1934’ten beri Yeni Delhi’dir. Birliği oluşturan her eyaletin ayrı bir hükümeti ve parlamentosu vardır; hükümetin başında parlamentonun tayin ettiği bir vali bulunmaktadır. Eyaletler adalet, eğitim, sağlık ve iç güvenlikle ilgili konular ile birlikte ayrıca 1947 anayasasında belirtilmiş diğer bazı alanlarda özerktirler ve yasama yetkisine sahiptirler. Ancak savunma, dış siyâset ve ekonomik planlama gibi konular merkezî hükümetle birlikte belirlenmektedir. Eyaletlerin bazıları orta büyüklükte bir ülke kadar geniş ve kalabalık iken (Mesela Andra Pradeş, Batı Bengai ve Maharaştra); bazı eyaletler ise küçüktür. Kara sınırlarının uzunluğu 15.000 kilometreyi geçen Hindistan, kuzeybatıda Pakistan, kuzeyde Çin, Tibet, Nepal, Bütan ve doğuda Bengladeş ile komşudur; güneyde Palk Boğazı ve Mannar Körfezi ile Sri Lanka’dan ayrılır. Adı geçen boğaz ve körfez arasında âdeta sıçrama taşları gibi dizilmiş “Âdem Köprüsü Adalarının” yanı sıra güneybatı kıyıları açıklarındaki Lakkadiv (Lakshadvveep) Adaları ve doğu kıyılarından 1200-1500 km uzaklıkta bulunan Bengai Körfezindeki Andaman ve Nikobar Adaları da ülke sınırları içerisinde yer almaktadır. Hem çok hareketli, hem de çok önemli hava, deniz ve kara yolları üzerinde yer alan Hindistan, aynı zamanda dünyanın toprakları en geniş yedinci ve en kalabalık ikince (Çin’den sonra) ülkesidir. Hindistan yarı kıtasının topraklarının, baharat ve ipek yolu üzerinde bulunması ve kıymetli taş, kereste ve madenlere sahip olması Avrupalı tüccar ve kâşif denizcilerin ilgisine mazhar olmuş ve bu ilgi Hindistanı esrarlı, zengin ve şaşaalı masallar ülkesi haline getirmiştir. Çok uzun ve karmaşık tarihi boyunca siyasî bakımdan Bâbürlüler ve İngiliz hâkimiyeti dönemleri hariç genellikle parçalanmış bir manzara gösteren bu geniş topraklar, bugün Hindistan, Pakistan, Bengladeş, Myanmar ve Sri Lanka arasında paylaşılmış durumdadır. Bu bölüşmede tabii kaynaklar bakımından en zengin ve sanayi bakımından en gelişmiş bölgeler ile nüfusun büyük kısmı (% 66) Hindistan Cumhuriyeti’nin payına düşmüştür.

2-FİZİKİ VE BEŞERİ COĞRAFYA: Hindistan jeolojik bakımdan en yaşlı yer kabuğu parçalarından, en genç kıvrımlı yapılara, jeomorfolojik bakımdan da farklı yapısal karakterler sergileyen hemen hemen bütün yer şekillerine sahiptir. Bununla birlikte ülke yapı ve yüzey şekilleri bakımından üç büyük ana birime ayrılmaktadır. Bunların birincisi, ilk zamanlar ülkenin güney kesiminde yeryüzünün en yaşlı parçalarından olan Gondvana kıtasının bir kısmı iken; bu toprak 130 milyon yıl kadar önce ondan kırılarak ayrılan ve kuzeydoğuya doğru ilerleyerek en

3

sonunda bugünkü mevkiine ulaşan kabaca üçgen biçimli Dekken Yarımadasıdır. Kristalin şistler ile diğer metamorfik kayalardan oluşan, kuzeybatı kesiminde bu eski kayaları örtmüş mezozoyikyaşlı kalın bir bazalt örtüsüyle kaplı olan Dekken genelde bir plato özelliği göstermektedir. Üzerindeki pek çok yer 500-1000 m yükseltisinde bulunan bu platonun kenarları da basamaklar halinde doğuda Doğu Gat Dağları ile yer yer bataklık deltalarla kaplı Koromandel kıyılarına, batıda ise daha yüksek Batı Gat Dağları ile en yüksek doruğu olan Anai Mudi Mala Bar kıyılarından aşağıya doğru iner. Uman Denizine ulaşan Narmada ve Tapti Nehirleri dışında arazinin genel meylini tâkip ederek çoğu batıdan doğuya doğru Bengal Körfezine yönelen Go-davari ve Krişna gibi akarsu vadileriyle yarılmış bulunan Dekken platosunun yüzeydeki en geniş alanı, devrîyağışlı bölgeleri karakterize eden yer şekilleri ve toprak türleri ile kaplanmıştır. İkincisini, ülkenin kuzeyinde boyu 2500 kilometreyi aşan bir yay halinde uzanan Himalayalar oluşturur. Üzerinde 8000 metreden yüksek on dört kadar doruğun bulunduğu bu sıradağların Hindistan sınırları içindeki en yüksek yeri Nepal-Sikkim sınırına rastlayan Kangchen-junga Doruğu (8585 m)’dur. Paralel sıralardan meydana gelen ve batıda Karakurum Dağlarının bir kesimini de içine alarak 50-300 km. genişliğe ulaşan bu dağlık alan, ikinci zamanın Trias devrinden bu yana geçen yaklaşık 200 milyon yıllık süre içinde, kuzeye doğru ilerleyen Dekken ile Asya arasındaki bir çizgi boyunca giderek daralan karmaşık kütlenin sıkışıp kıvrılmasıyla ortaya çıkmıştır. Himalayalar buzulları, karları ve bol yağışları ile ülkenin can damarı durumundaki büyük akarsuların kaynak ve beslenme alanı olarak Hindistan’ın hayatında çok büyük rol oynamaktadır. Üçüncüsünü, Himalayalar ile Dekken platosu arasında yer alan ve birbirinden Pencap eşiği adı verilen daha yüksek bir kesimle ayrılan İndus ve Ganj Ovaları meydana getirir. Yükseltisi hiçbir yerde 300 metreyi aşmayan bu alüviyal düzlüklerin Dekken platosundan Aravalli Dağları ile ayrılan güneybatı kesimi Thar Çölü ile kaplıdır. Buna karşılık aynı düzlüklerin kuzeybatıdan güneydoğuya doğru Ganj Nehri ve kolları boyunca çok hafif bir meyille alçalan ve genişliği 300 kilometreyi aşan doğu kesimi Hindistan’ın en verimli, en kalabalık ve en büyük şehirlerinin yer aldığı bölgesini oluşturur. Ovanın Bengal Körfezi kıyıları, burada birleşen Brahmaputra ve Ganj Nehirlerinin birçok ağzının kollara ayrılarak denize ulaştıkları, bataklıklarla kaplı büyük bir deltasıdır; bu deltanın yarıya yakın kısmı da Bengladeş’e aittir. İndus gibi Ganj da Himalayalar’dan doğarak eriyen kar ve buzul suları ve muson yağmurları ile beslenir. Ganj Nehrinin ortalama saniyede 15.000 m3 olan debisi kabarma zamanında 75.000 m3’e çıkarken, Kurak mevsimlerde 8000 m3’e inmektedir. Buna karşılık buzul ve kar suları ile daha çok beslenen Brahmaputra suların çekildiği zamanlarda bile Ganj’dan yaklaşık iki kat daha fazla su geçirmektedir. Ganj ve Brahmaputra bazı yıllarda çok büyük taşkınlara yol açarak, özellikle bütün deltayı su ile kaplarlar. Hindistan’da iklim elemanlarını, bunların rejimini ve dolayısıyla iklim tiplerini belirlemede başlıca rolü bir yandan ülkenin coğrafî konumu ile büyük boyutları, diğer yandan da yükselti, bakı ve denizden uzaklık gibi etkenlerle gelen muson rüzgârları oynar. Ülkenin yaklaşık olarak 25° paralelinin güneyinde kalan kısmı sıcak iklimler kuşağına girer. Bu kesimde yer alan bölgelerde en soğuk ayın ortalaması bile 18 derecenin üzerindedir. Yağış miktarı, yağış rejimi ve ayrıca sıcaklığın yıl içindeki seyrini belirleyen en önemli faktör muson rüzgârlarıdır. Esasında ülke bütünüyle rnevsimsellikle yön değiştiren ve adını bu özelliğinden alan bu rüzgâr sisteminin etkisindedir. Bundan dolayı genel olarak en yağışlı mevsim rüzgârların Hind Okyanusu’ndan karaya doğru estiği yaz iken, en kurak mevsim de rüzgârların karadan denize doğru estiği kışta yaşanmaktadır. Buna bağlı olarak Thar Çölünde 100 milimetrenin altında olan yıllık yağış tutarı Himalayalar’ın yamaçlarında 11.000 milimetreyi geçmektedir. Yağışlı mevsiminin süresi de konuma ve diğer şartlara bağlı olarak on bir ay (güneybatıda Kerala) ile bir-iki ay arasında değişmektedir. En yüksek ortalama aylık sıcaklık genellikle yaz musonlarının henüz başlamadığı döneme (Mayıs) rastlamaktadır. İklim unsurlarındaki farklılaşmalara bağlı olarak ülkede bazı bölgesel iklim tipleri ortaya çıkmaktadır. Bunların başlıcaları: Ülkenin güney ve güneybatı kıyı bölgelerinde hüküm süren her mevsimi

1)

yağışlı tropikal iklimi; Dekken’in büyük kısmında görülen yazı yağışlı sıcak muson iklimi;

2) 3)

Ganj Ovasının orta kesimlerindeki yazı yağışlı ılıman muson iklimi;

4

4)

Aravalli Dağları ve İndus Nehri arasındaki yarı kurak step iklimi;

5)

Thar bölgesindeki çöl iklimidir.

Dağlık alanlarda yükseltiye bağlı olarak iklim tipleri daha da çeşitlenmektedir. Meselâ Keşmir ve Himalaya Vadilerinde kış soğuk ve karlı, yazları ise oldukça sıcak ılıman bir iklimle karşılaşılır. Bitki örtüsü çok zengin olan ülkenin sınırları içinde tesbit edilebilmiş tür sayısı 20.000 civarındadır. Başlıca bitki formasyonlarının fizyonomik ve fizyolojik özellikleri esas itibariyle bölgesel iklim farklarını yansıtır. Hemen hemen bütün yıl boyunca yağış alan güney ve güneybatı kıyı kesimlerinde daima yeşil olan yağmur ormanları gelişmiştir. Bu kesimin dağlık alanlarında tik ve sandal gibi kerestesi çok kıymetli ağaçları barındıran ormanlar yer alır. Dekken’in orta yağışlı (500-800 mm.) iç kesimlerinde en yaygın bitki örtüsü kuru ormanlar, savan tipi yüksek ot toplulukları ve bambulardır. Biraz daha yağışlı bölgelerde tropikal ve subtropikal muson ormanları ile karşılaşılır. Doğu kıyılarının bataklık kesimleriyle Ganj deltasında mangrove formasyonları geniş yer kaplar. Himalaya yamaçlarında ise eteklerde başlayan sık ormanlarda yükseklere doğru çıkıldıkça orman altı güllerinin yaygın olarak görüldüğü yayvan yapraklı orman daha yükseklerde de iğne yapraklı orman katları yer alır. Buna karşılık Pencap kuru ormanlar ile Thar Çölüne komşu alanlar ise steplerle kaplıdır. Hindistan’ın bir diğer özelliği de aşırı kalabalık ve aynı zamanda hızla artan bir nüfusa sahip olmasıdır. 1900’de 238 milyon olan ülke nüfusu, 1960’ta 360 milyonu, 1981’de 685 milyonu aşmış, 1991 nüfus sayımında ise 844 milyonu bulmuştur. Doğum kontrolü uygulanmasına rağmen 1950’li yıllarda binde 30 dolayında olan nüfus artış oranı 1980’den sonra ancak binde 21 dolayına indirilebilmiştir. Hızlı nüfus artışının başlıca sebebi, ölüm oranının giderek azalmasına karşılık doğum oranının hâlâ yüksek seviyede kalmasıdır. Bu artış hızı ile ülke nüfusu 2011’de 1 milyar 210 milyona ulaşırken, XXI. yüzyıl ortalarından itibaren ise 1,6 milyarı aşacağı tahmin edilmektedir. Hind nüfusunun hemen tamamına yakını ülke sınırları içinde yaşamaktadır. Yabancı ülkelerdeki Hindliler’in toplam sayısı ancak 15 milyon dolayındadır ve bunların büyük kısmı Nepal, Malezya ve Moritus Adasına yerleşmiş durumdadırlar. Hindistan’da ortalama nüfus yoğunluğu 1991 yılındaki tespitlere göre kilometrekarede 256 kişi iken günümüzde 300 kadardır. Bu oran bölgelere göre büyük ölçüde değişiklik göstermekte ve belirleyici rolü yağış miktarı ve sulamaya bağlı olarak genelde tarım imkânları oynamaktadır. Bundan dolayı yağışlı Doğu Bengaf ile Kerala’da daha kesif nüfus yoğunluğu yaşanırken, fazla yağış almayan fakat gelişmiş sulama tesislerine sahip bulunan Pencap’ta, Dekken’in iç kısmındaki daha az yağışlı Andra Pradeş’te, Racastan’da orta yoğunlukta nüfus bulunmaktadır. Buna karşılık kuzeydoğudaki tarım arazisinin sınırlı olduğu dağlık Arundal Pradeş’te ise çok azdır. Nüfusu yarım milyonu aşan şehir sayısı elliden fazla olmasına rağmen halkın % 70’ten çoğu kırsal yerleşkelerde, % 28 kadarı da büyük kısmı gecekondu mahallelerinden oluşan şehirlerde yaşamaktadır. Hindistan’da nüfus sayımı 10 yılda bir yapılmaktadır ve 2011 yılında yapılan son nüfus sayımına göre en büyük üç şehri: Bombay 20 milyon, Delhi 17 milyon ve Kalküta 15,5 milyon’dur. Hindistan, yirmi sekiz eyalet ve yedi tane birlik bölgesinden oluşmaktadır. Puduçeri ve Delhi kendi seçilen hükümetlerine sahiptirler. Diğer beş birlik bölgesinin kendilerine atanmış memurları bulunmaktadır ve bunlar doğrudan Cumhurbaşkanının idâresi altında çalışmaktadırlar. 1956’da uygulanmaya başlayan ve halen de defam eden “States Reorganisation Act”ine göre eyaletler, dillere göre oluşmaktadır. Eyaletler ve birlik bölgeleri 610 tane ilçeye de bölünmektedir.

5

Hindistan’daki Eyalet ve Bölgeler Eyaletler: 1) Andra Pradeş, 2) Arunachal Pradeş, 3)Assam, 4) Bihar, 5) Chahhttisgarh, 6) Goa, 7) Gucerat, 8) Haryana, 9) Himaçal Pradeş, 10) Cammu Keşmir, 11) Cammu Keşmir, 12) Karnataka, 13) Kerala, 14) Madya Pradeş, 15) Maharaştra, 16) Manipur, 17) Megalaya, 18) Mizoram, 19) Nagaland, 20) Orissa, 21) Pencap, 22) Racastan, 23) Sikkim, 24) Tamil Nadu, 25) Tripura, 26) Uttar Pradeşi, 27) Uttarakand, 28) Batı Bengal. Birlik bölgeleri: 1) Andaman ve Nikobar Adaları , 2) Çandigar, 3) Dadra ve Nagar Haveli, 4) Daman ve Diu, 5) Lakşadvip, 6) Delhi Bölgesi, 7) Puduçeri. Uzun tarihi boyunca değişik ırklardan çeşitli insanların istilâsına uğramış ve istilâcılar için âdeta bir çıkmaz sokak teşkil etmiş olan Hindistan’ın etnik yapısı çok karışıktır. Ülkenin en eski halklarından biri koyu renkli Dravidler ve Avustraloidler’dir (Veddalar). Daha sonra bu topraklara M. Ö. II. Binyılın ortalarında Hind-Ârî kökenli beyazlar, M.Ö. VI. yüzyıl’da Persler, M.Ö. IV. Yüzyıl’da Yunanlılar’la Makedonlar, ardından Ak-Hunlar, Moğollar, Türkler ve Afganlar gelmiştir. Değişik ırk, dil ve dinden insanların gelişi ve tamamının veya bir kısmının mevcut halkla karışarak buraya yerleşmesi Hindistan’da dil ve kültür bakımından büyük bir çeşitliliğe yol açmıştır. Ülkede konuşulan dillerin sayısı 1600 kadardır; fakat bunlar Dravid, Hind-Ârî, AustroAsyatik ve Tibeto-Birman olmak üzere dört büyük dil âilesi halinde gruplandırılır. Hindistan Birliği’nin resmî dili anayasaya göre Hindçe’dir (Hindî, Hindustânî); ancak özellikle güney eyaletlerden gelen şiddetli muhalefet üzerine 1967’de çıkarılan bir kanunla bu dilin kullanılması mecburi olmaktan çıkarılmıştır. Ülkede yüksek öğretim İngilizce yapılmaktadır. Federe devletlerde kullanılan resmî dillerin sayısı on beş kadardır; Müslüman nüfusun çoğunluğu ise Urdu dilini kullanmaktadır. En büyük din grubunu Hindular ile Müslümanlar, geri kalanını ise Sihler, Hıristiyanlar, Budistler ve Jainistler meydana getirirler. Sayıları 1971 yılında 61 milyon kadarken 2011’de 161 milyonluk büyük bir topluluk haline gelen Müslümanların yaşadığı başlıca federe devletler Utar Pradeş, Batı Bengal, Bihâr, Maharaştra, Kerala, Asam, Andra Pradeş, Karnata, Cammû-Keşmir, Gucerât, Tamil Nadu, Medya Pradeş, Racastan’dır; ancak Müslüman Hindliler’e ülkenin başka taraftarında da rastlanmaktadır. Bazı şehirlerde nüfusun büyük kısmı Müslümanlardan oluştuğu gibi bunlar ülkenin en büyük şehirlerinden bazılarında da önemli bir azınlık teşkil etmektedirler.

2.a-Hindistan Ekonomisi:

6

Hindistan, bölgeleri arasında ekonomik gelişme düzeyi bakımından büyük farklar göstermektedir. Bir yanda küçük bir azınlık olağanüstü bir refah içinde yaşarken, buna karşılık büyük çoğunluğun sefalet içinde yaşadığı bir hayat söz konusudur. Bununla birlikte bazı endüstri dallarının çok gelişmiş olduğu, hatta nükleer enerji ve uzay araştırmaları gibi çok ileri teknoloji gerektiren bazı alanlarda başarılı çalışmaların yapıldığı da görülmektedir. Ancak bu geniş toprakların taşkın ve kuraklık pençesinden henüz kurtarılamadığı da bir gerçektir. Bu yüzden dir ki Hindistan, kendinî yeterince besleyemeyen, ancak bazı tarım ürünleri üretiminin çok büyük miktarlara ulaştığı ve görkemli sanat yapıları ile bezenmiş kentlerin halkın büyük çoğunluğunu barındıran gecekondularla çevrili olduğu bir çelişkiler ülkesi olarak tanımlanabilir. Millî gelirin kişi başına 350 doları aşmaması sebebiyle az gelişmiş ülkeler grubunda yer alan Hindistan’ın tarım yapılan ve yapılabilecek nitelikte olan geniş toprakları, kerestesi değerli ağaçlar bakımından zengin geniş ormanları, bazı dallarda oldukça ileri gitmiş endüstrisi ve önemli sayılabilecek bazı yer altı kaynakları ile gelişmiş ve müreffeh ülkeler arasında yer alması beklenir. Şüphesiz imkânlarla gerçekler arasındaki bu büyük çelişkinin birçok sebebi vardır; bunların başında da otuz yıl gibi kısa bir sürede ikiye katlanan aşırı kalabalık bir nüfus gelir. Saatte 3000 kişinin nüfusa katıldığı bu ülkede her yıl 5 milyon insan iş talebinde bulunur, fakat bunların ancak % 10 kadarı amacına ulaşabilir. Resmî kayıtlara göre işsizlerin sayısı birçok ülkenin nüfusundan daha fazladır. Hindistan ağırlıklı olarak bir tarım ülkesidir. 350 milyon kişiyi aşan faal nüfusun yaklaşık % 6O’ı tarım kesiminde çalışır ve millî gelirdeki en büyük pay da % 30 ile bu kesimden elde edilir. Tarıma elverişli topraklar 165.000.000 hektarı bulur ve bunun % 27 kadarında sulu tarım yapılır. Zaman zaman meydana gelen kuraklıklar, aşırı yağışların sebep olduğu seller, kutsal sayılan hayvanlara karşı gösterileri müsamaha sebebiyle ineklerin, maymunların, çekirgelerin ve farelerin özellikle tahıl ürününe verdikleri büyük zararlar, çok yıkanmış toprakların besin maddeleri bakımından fakirliği, toprak tuzlanmasına yol açan kötü sulamalar ve işletmelerin küçüklüğü tarımın karşılaştığı başlıca sorunlar arasında en önde gelenleridir. Başlıca toprak ürünleri çay, şeker kamışı, pirinç, buğday, mısır, pamuk, kahve, tütün, yer fıstığı, susam ve diğer birçok toprak ürünü ile baharattır. Hindistan büyük rakamlara ulaşan hayvan varlığı ile de dikkat çekmektedir. 200 milyonu aşan sığır sayısı ile dünyada birincidir. Yine büyük sayılarda manda koyun (53 milyon), keçi (107 milyon), domuz (10 milyon) ve deve (1,4 milyon) beslenir. Balıkçılık da oldukça gelişmiştir; yıllık av miktarı 3 milyon tonu geçer. 67.5 milyon hektar genişliğinde bir alan kaplayan ormanlar ülkenin diğer bir zenginlik kaynağıdır; fakat sandal, tik, abanoz, gül ağacı gibi kerestesi çok kıymetli ağaçlar sağlayan aslî ormanların büyük bir kısmı tahrip edilmiştir. Ülkenin en büyük enerji kaynağı maden kömürüdür. Millîleştirilmiş durumdaki kömür yataklarının toplam rezervi 83 milyar ton dolayında tahmin edilmektedir (dünyada yedinci). 200 milyon ton civarında olan yıllık üretimin bir kısmını Japonya gibi devletlere ihraç etmektedir. Linyit üretimi azdır. Özellikle Asam ve Bombay çevrelerinde yer alan petrol yataklarının toplam rezervinin 1 milyar tonu geçtiği tahmin edilmektedir. Yıllık üretim 60-70 milyon ton civarındadır, fakat tüketimi karşılamak için ayrıca petrol ithal edilmektedir. Elektrik enerjisi üretimi ülke ihtiyacını karşılamaya yetmemektedir. Köylerin ancak çok azında elektrik vardır. Hindistan bazı önemli maden yataklarına da sahiptir. Bunların başlıcaları çinko, kurşun, demir, kaya tuzu, bakır, boksit, mika, manganez, krom, elmas ve çeşitli değerli taşlardır. Özellikle Maharaştra. Batı Bengal, Tamil Nadu, Gucerât, Utar Pradeş, Bihâr, Andra Pradeş ve Medya Pradeş’te gelişmiş olan endüstri çalışan nüfusun % 1‘ni kapsar ve millî gelirin % 5’ini sağlar. En önde gelen endüstri kolları dokuma, şeker, çimento, demir çelik, makine, otomotiv, elektrikli cihazlar, kimya ve petrokimyadır. Demiryollarının uzunluğu 70.000, karayollarının uzunluğu 2,2 milyon kilometreyi bulur. Ülke 10 milyon tonilatoluk bir deniz ticaret filosuna ve oldukça gelişmiş bir ticarî havayolları filosuna sahiptir. Başlıca ihraç mallan inci, elmas ile kıymetli taşlar, makine ve motorlu taşıtlar, giyim eşyası, pamuklu kumaşlar, pamuk ipliği, çay, deri ve deriden yapılmış maddeler ile değerli keresteler, demir cevheri ve bazı kimyasal maddelerdir. İhracatın büyük kısmı önem sırasıyla Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Japonya, Almanya, İngiltere, Belçika, Hong Kong ve Fransa’ya yöneliktir. İthalâtta ise en ön sırayı çeşitli makineler, madenî yağlar, demir ve çelik alır. İthalât yapılan başlıca ülkeler yine önem sırasıyla Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Almanya, İngiltere, Belçika, Suudi Arabistan ve Rusya’dır.

7

Ülkenin gelir kaynaklarından biri de turizmdir. Yılda yaklaşık 6-7 milyon kadar turist Hindistan’ı ziyaret etmektedir. Bunların % 80’den çoğunu İngilizler, geri kalanını da diğer ülkelerin vatandaşları, özellikle de Amerikalılar, Almanlar, Fransızlar ve Japonlar oluşturur. En fazla ziyaret edilen yerlerin başında, ünlü Bâbürlü eserlerinin yer aldığı ülkenin kuzeyindeki Agra ve Delhi gibi şehirler ile Orta ve Güney Hindistan’daki bazı yöreler gelmektedir. SONUÇ Bu hafta Hindistan hakkında genel bilgiler verilmiştir. Fiziki ve Beşeri coğrafyası görsel materyallerle açıklığa kavuşturulmuş, yıllar içerisinde kapsadığı sınırlar anlatılmıştır. Ayrıca Hindistan’ın belli başlı ekonomik kaynakları hakkında bilgiler verilmiştir. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1)Aşağıdaki şehirlerden hangisi Hindistan’ın 1934 yılından bu yana başkentidir? a) Dekken b) Yeni Delhi c) Bombay d) Kalküt e) Ahmedabad 2) Aşağıdakilerden hangisi Hindistan eyaletlerinin özerk olduğu konular arasında yer almaz? a) Eğitim b) Sağlık c) İç güvenlik d) Ekonomik planlama e) Adalet YANITLAR:1-b, 2-d

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951.

8

BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

9

2. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

10

ÖZET İkinci hafta, kaynaklarda Hindistan coğrafyası ile Hindistan adına değinilecek, İslâm coğrafyacılarının gözünden eski Hindistan coğrafyası anlatılacak, Tarih boyunca oluşan dinî yapı ve kast sistemi üzerinde durulacak ve Eskiçağ Hindistan Tarihi anlatılacaktır. 3.TARİHİ KAYNAKLARDA ESKİ HİNDİSTAN COĞRAFYASI

3.a-Kaynaklarda Hindistan Adı: Farsça “Hind ülkesi” anlamına gelen Hindistan (Hindûsitân) ismi Eskiçağ’da Kuzey Hindistan’da oturan Ârîler’in yerleştiği alanı ifade etmiştir. Eski Farsça’da Hindu kelimesi, Ârîler’in kenarında oturduğu büyük nehrin Sanskritçe’deki “nehir, ırmak” anlamını taşıyan adı Sindhû’dan gelmektedir. Grekçe ve Latince ile çeşitli Batı dillerinde görülen Sindon kelimesi de “Hind kumaşı, doğu menşeli kumaş” anlamındadır. Pers İmparatorluğunun İndus Nehrine kıyısı olan en doğudaki topraklarına da Hinduş Satraphğı denilmiştir. İlk Arap coğrafyacıları, muhtemelen Persler’e uyarak Hindistan’ı Hind ve Sind adlarıyla ikiye ayırmışlardı. Bugün Hindistan’a bu ülkenin dillerinde eskiden Sanskritçe’de de olduğu gibi Bhârat Varsa denilmektedir.

3.b. İslâm Coğrafyacılarının Gözüyle Kadim Hindistan Coğrafyası: Hârizmî, İdrîsî ve Hamdullah el-Müstevfî gibi Müslüman coğrafyacı ve haritacıları Hindistan’ı Batlamyus sistemine göre yedi iklimden birinci ile üçüncünün arasına, Mesûdî ve Bîrûnî gibi tarihçilerde eski İran sistemine göre ikinci “kişver”e yerleştirirler. Birçok Arap coğrafyacı ve seyyahının bölge sınırlarını Maharac Krallığı’nın hüküm sürdüğü Sumatra’yı içine alacak şekilde Güneydoğu Asya’ya kadar genişlettikleri görülür. Bunun sebebi, Hind kültürünün yayıldığı veya etkisinin görüldüğü yerlerin tamamını Hindistan saymalarıdır. Meselâ Ahbârü’ş-Şîn ve’1-Hind adlı kitapta Hindistan Çin’in iki katı olarak tasvir edilmiştir. Buna karşılık dünyanın coğrafyasını X. asırda çizen Hudûdü’l-âlem adlı eserin adı henüz tespit edilemeyen müellifi Hindistan’ın doğusunda Çin ve Tibet, güneyinde Büyük Deniz (Hind Okyanusu), batısında Mihrân Nehri (İndus), kuzeyinde de Şeknan ülkesinin bulunduğunu ve Tibet’e mücavir olduğunu belirtmiştir. Esere göre Sind’in sınırlarını doğuda Mihrân Nehri, güneyde Büyük Deniz, batıda Kirman toprakları ve kuzeyde Horasan’a bitişik çöl teşkil etmektedir. Hindistan’ın coğrafî konumu hakkında geniş kapsamlı bilgi veren ilk müellif Bîrûnî’dir. Ona göre bu ülke “kuzey kıtası” (Asya)’nın Büyük Deniz’e sınırı olan bölümüdür ve üç tarafından (kuzey, batı, doğu) Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan yüksek dağlarla çevrili bir ovadır; dağların güney yamaçlarından çıkan ırmaklar Hind ovalarına doğru akar. Ayrıca Bîrûnî Hindistan’ın eski zamanlarda deniz olduğunu kabul eder ve bunu ırmak boylarındaki taşların aldığı şekillerden gözlemleyerek çıkardığını söyler. Taşlar dağlara yakın bölgelerde iri ve yuvarlak olduğu halde dağlık bölgeden uzaklaştıkça giderek küçülmekte ve nihayet nehir ağızlarında kuma dönüşmektedir. Bîrûnî, Kathiavar (Gucerât) halkının mevsimleri yağmurlu mevsim, kış ve yaz şeklinde üçe ayırdığını kaydeder ki bu ayırım Hindistan’da bugün dahi yaygın olarak yapılmaktadır. Keşmir ve Doâb bölgesi iklimlerini ayrıntılı biçimde anlatan Bîrûnî buralarda yağmurların pek yoğun olduğundan söz eder. Hindistan yağmurları Arap seyyahlarının özellikle dikkatini çekmiştir. Bunlar Hind toprağını da övülmeye değer bulmuşlardır. Mes’ûdî portakal ve greyfurt’un Batı Asya’da dikildiğinde tadını ve turuncu rengini kaybettiğini, tavus kuşunun da yine Batı Asya’ya götürüldüğünde yavrularının küçüldüğünü ve asıl güzelliklerinin yok olduğunu söylemektedir. Hindistan’daki birçok dağ Müslüman coğrafyacılar tarafından söz konusu edilmiştir. İdrîsî, Himalayaları “arsenik ve sülfür dağları” diye adlandırır. Onun neden böyle bir isim verdiğini anlamak mümkündür; çünkü eserini Hindistan’ı görmeden Sicilya’da yazmıştır ve bilgileri Batlamyus’a dayanmaktadır. Nitekim birtakım dağların adlarını da Grek telaffûzuna yakın kullandığı görülmektedir; meselâ Vindiya sıradağlarına Ûndiran demesi gibi. Bîrûnî’ye göre ise Himavanta (Himalayalar) Hindistan’ın kuzey sınırını oluşturur ve ortasında da karlı Keşmir sıradağı uzanır. Bîrûnî, muhtemelen bir seyyaha dayanarak Tibet yakınlarındaki bir dağdan

11

bakıldığında gözlemlenebilen ilginç bir olguyu anlatır ve Bhoteşar ile bu dağın en yüksek zirvesi arasındaki mesafenin 20 fersah kadar olduğunu, bu noktadan Hindistan’ın sis altında kara bir düzlük şeklinde, Tibet ile Çin’in ise kızıl göründüğünü söyler. Bu zirveden Tibet ile Çin’e inişin 1 fersahtan az olduğunu kaydeder. Hudûdü’l-âlem’in müellifi Orta Hindistan sıradağlarını, Hindistan’ın batı sahilinden başlayıp doğuya yönelen ve dıştaki Himalayalar’la Karakorum, Pamir ve Amuderya’nın kuzeyinden geçen sıradağı, içteki Himalayalar’ın Keşmir’in kuzeyinde Hindukuş Dağlarıyla birleşen kısmını oluşturan iki ana kol şeklinde tarif eder. Bu müellifler Hindistan’ın birçok nehrini de ayrıntılarıyla tanıtmışlardır; ancak ayrıntılar genelde İndus ve ona dökülen küçük ırmaklarla ilgilidir. Ganj ve Yamuna Nehirlerini de biliyorlardı. Özellikle Ganj, Hindûların kendilerini kurban ettikleri mukaddes nehir olarak tanınıyordu. Hindistan, Basra Körfezi’nden Çin’e uzanan deniz yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu yüzden Arap gemileri düzenli olarak Hind limanlarına uğramışlardır. IX-X. yüzyıl kaynaklarında zikredilen en önemli limanlar arasında çoğu batı sahillerinde olmak üzere Deybül, Kenbâye (Cambay), Berûc / Berûs (Broach), Tana (Thana), Saymûr (Chaul), Maharaştra, Kullam Mulay (Quilon) ve Kerala başta gelmektedifr. Bazan gemiler Maskat (Muskat)’tan doğrudan Kullam Mulay’a gelir, daha sonra rüzgârın yardımıyla bir ayda Arap denizini geçerlerdi. Güneydoğu sahilinde bulunan Bullîn (muhtemelen bugünkü Negapatam: Nagapattinam) de önemli bir limandı; gemiler burada demir atar ve iki-üç ay kendilerini Çin’e veya Bengal Körfezinin kuzeyine götürecek rüzgârları beklerlerdi. Koro-mandel kıyısı geçiş noktası olarak bilinirdi. İslâm müellifleri, Arap Denizi ile Bengal Körfezindeki Andaman ve Nikobar gibi adaları da çeşitli özellikleriyle anlatırlar ve bunlardan Maldiv Adalarında hüküm süren bir kraliçenin ülkesinde para birimi olarak bir tür deniz kabuğunun kullanıldığını söylerler. İbn Hurdâdbih’ten İbn Battûta’ya kadar birçok Arap coğrafyacısı ve seyyahı Hindistan’a ait çeşitli şehir ve kasabalardan bahsetmişlerdir. Bunların en önemlileri şöyle sıralanabilir: Mansûre, Nîrûn, Multan (Multan), Lehâvür (Lahore), Addhistân, Raştrakutas’ın başşehri Kannevc-Kinnevc (Kanauj), Nehrevâle (Patan). Meşhur bir Hind mabedinîn bulunduğu Sûmenât (Somnath), önemli bir rasathanenin bulunduğu Üzeyn (Ujjain), Hindu haccının önemli şehri Benâres(Varanasi) ve Dihlî (Delhi). Bazı müellifler yollar hakkında da bilgi vermişler ve üzerinde bunları gösterdikleri haritalar çizmişlerdir. İstahrî, İbn Havkal ve Makdisî Sind’i tasvir ederler. Belh coğrafya ekolüne mensûp olan İstahrî ve İbn Havkal’de yolları gösteren haritalar çizmişlerdir. Bîrûnî de Hindistan yol sistemini ortaya koyan güzel bir harita vermiştir. Bu döneme ait Arapça kaynaklar, özellikle taşıdıkları ticarî değeri göz önünde tutarak Hindistan’da yetişen bitki ve hayvanlardan geniş ölçüde bahsetmişlerdir. Bunlar arasında öd ağacı ve çeşitli buhur bitkileri, karabiber, karanfil, zencefil ve kakule gibi baharat türleri, abanoz ve tik ağacı gibi ahşabı kullanılan kıymetli ağaçlar, gergedan, fil, misk kedisi ve misk geyiği gibi boynuzundan, dişinden ve diğer özelliklerinden faydalanılan hayvanlar büyük yer tutmuşlardır.

4. ESKİ DİNİ YAPI VE KAST SİSTEMİ: 4.a. Hindistan’ın Dinî Yapısı: Araplar, İslâmiyet’in ortaya çıkışından itibaren sathî de olsa Hindlilerin içtimaî ve dinî hayatları hakkında bilgi sahibi olmuşlardır. Ancak bu husustaki ilk sistematik çalışma, 800 yıllarında Abbasî Veziri Yahya b. Hâlid el-Bermekî’nin gönderdiği bir kişi tarafından yapılmıştır. Kimliği bilinmeyen bu görevli Hind inançları ve dinî uygulamalarına dair topladığı bilgileri bir rapor haline getirmiş ve daha sonra bu rapordan birçok Arap ve Fars müellifi istifade etmiştir. O sıralarda, 1000 yıldan uzun bir süredir Hind hayat ve düşüncesine hâkim olan Budizm bir düşüş sürecine girmişti ve Hindistan, filozof Shankarâcharya (ö. 7881)’nın düşüncelerinin etkisiyle bir reform hareketi yaşıyordu. Yahya b. Hâlid’in elçisi muhtemelen İsmâilî idi ve Hind inançları ile dinî uygulamalarını kendi bakış açısından değerlendirmişti. Onun hazırladığı rapora göre Hindistan’da doksan dokuz çeşit inanç sistemi vardı ve bunlar kırk dört grupta toplanıyordu. Ayrıca halkı bir yaratıcıya inananlar, yaratıcının varlığını kabul edip peygamber gönderdiğine inanmayanlar, yaratıcıya da peygamberlere de inanmayanlar, her şeyi inkâr edip ancak ceza ve mükâfatın hak olduğuna inananlar -ki bunlar Budist zahidi olan şamanlardı- şeklinde dörde ayırmak mümkündür. Bir kısmı da ceza ve mükâfatın mutlu veya mutsuz

12

bir yeniden doğuştan ibaret olduğuna, cennet ve cehennemin ebedî olmayıp insanların amelleriyle orantılı biçimde buralarda kalacaklarına inanmışlardır. Brahmanlar yaratıcıya inanırlar ve aynı zamanda Vasudeva (Bastiv)’yı Tanrı’nın elçisi olarak kabul ederler. Mahadeva’nın takipçileri olan Kapalika da (Kabaliya) bu kategoriye girer ki bunlar Şiva (Şîb) adlı bir meleğin kendilerinin peygamberi olduğunu kabul ederler. Mahadeva, mensûplarına Şibling (Şivlinga) olarak adlandırılan, erkeğin tenasül uzvuna benzer bir cisim yapmalarını ve dünyada insan neslinin devamını sağladığı için ona tapmalarını emretmiştir. Mahakal adlı puta tapan Mahakaliya, suya tapan Jalabhaktiya ve ateşe tapan Agnihotra (Aknhutriya) gibi dinî gruplar da bu kategoride yer alan topluluklar arasındadır. Buna karşılık ikinci kategoriyi yaratıcıya, mükâfat ve cezaya inandığı halde peygamberliği inkâr eden gruplar oluşturmaktadır. Bîrûnî’nin Hind inançları hakkında yukarıdaki bilgilerden daha geniş bir tahlil sunduğu görülmektedir. Aydınların ve avam tabakasının inançlarını birbirinden ayıran Bîrûnî şöyle demektedir: “Hindular Tanrı’nın tek olduğuna inanmaktadırlar. O’nun başlangıcı ve sonu yoktur, istediğini yapar, her şeye kadirdir, her şeyi bilir, her şeye hayat veren O’dur, evreni yöneten ve koruyan da O’dur”. Bîrûnî Hind aydınlarının Tanrı’ya Isvara (işfar) adını verdiklerini, fakat soyut tanrı kavramı avama sunulmak istendiğinde onların bunu anlayamayacağını düşündüklerini söyler.

4.b. Hindistan’ın Kast Sistemi: Yahya b. Hâlid el-Bermekî’nin gönderdiği memurun hazırladığı raporda ele alınan Hind sosyal hayatına ait bir özellik de kast (sınıf) sistemidir. Portekizce kelime anlamı “ırk” demektir. Kast, Hindu cemaati içerisinde insanları oymak, devlet ve saire gibi bağlardan ayrı olarak birbirine bağlar. Raporda yedi kast sayılmaktadır: Shakthariya (muhtemelen Chakravartis veya Sâkyaputras, Budistler); Brahmanlar Kshatriya Vaisiya Şûdra. Bu beş ana kast dışında ayrıca Dömbas (Dûm) ve Candâlas (Çendâl) adlı iki kast daha zikredilir ki bunlar kast dışı (outcasts) kategorisine mensûpturlar. Bîrûnî kendi zamanındaki kastları daha iyi bir şekilde anlatmıştır. Onun kaydettiğine göre Hindular bu kastları Berene (Varna, renkler) ve nesep açısından Câtek (doğumlar) diye adlandırırlar. Bîrûnî dört ana kastı tanıttıktan sonra, önemli bir fonksiyona sahip oldukları halde herhangi bir sınıf içinde sayılmayan ve Enteze (Antyaja) diye adlandırılan meslek erbabı grubundan bahseder. Bunlar çamaşırcı, ayakkabıcı, hokkabaz, denizci ve balıkçı gibi meslek mensûplarıdır. Daha sonra çalgıcı Dömbalar (Dûm)’dan, Candâlalar (Çendâl)’dan ve Badhataular (Bedhetev, köylerin temizliğiyle uğraşan çöpçüler)’dan bahseder. Bu son grup günümüzdeki Haricanlar’a tekabül etmektedir. Genelde Araplar Hindliler’e hikmet sahibi ve esrarlı insanlar olarak bakarlar ve onları felsefe, ilim, sanat ve büyüde ileri gitmiş kişiler olarak kabul ederler. Bîrûnî Hindliler’i Grekler’le kıyaslar. Araplar için Hindistan Asya’nın her tarafına yayılmış olan dinlerin beşiğidir. Pek çok müellif Hindliler’in gelenek ve görenekleri üzerine ilginç gözlemler yapmış, onların yeme içme ve giyinme alışkanlıkları, suç işlemeleri, adalet yöntemleri, âile münâsebetleri vb. hakkında eserler kaleme almışlardır. Umumi olarak kast sisteminin genel özellikleri aşağıdaki gibidir: 1. Her

kast’ın bir adı vardır ve kast’a mensûp olan kişiler kendi adlarıyla birlikte kastlarının adını zikrederler. Kast’ın üyeleri arasında her bakımdan dayanışma vardır. Büyük ve kalabalık kastlar birçok şubeye ayrılmışlardır. Kastlar ve şubeleri arasında yükseklik ve asalet bakımından çok dikkat edilen bir mertebe zinciri vardır. 2. Evlenme

işlerinde kişi kendi kast’ı içinde ama Gotra’sı dışında evlenmek zorundadır. “Gotra” aynı cedden indikleri sanılan zümreye verilen isimdir. Baba “Gotra”sı içinde evlenmek kesin olarak yasaklanmıştır. Kast’ın en önemli bağları evlenme yoluyla kurulanlarıdır. Bu yoldaki bağlar daha ziyade alınan ilk kadın için kesin sayılır (Hindular istedikleri sayıda kadın alabilirlerdi). Kast dışı evlilik yoluyla dünyaya gelen çocuklar çok aşağı bir mertebede sayılırlar. Özellikle yüksek kastlara mensûp olan çocuklar küçük yaşta nişanlandırılır. Kızlar ise evlenme çağına gelmeden evlendirilirdi. Bu uygulamadaki amaç kızların akılları erecek yaşa gelip kast dışından bir evlilik

13

yapmalarını önlemekti. Dul kalan bir kadının tekrar evlenmesi hemen hemen her kast’ta yasaktır. Yüksek kastlarda dul kalan kadının kendi rızasıyla diri diri yakılması çok makbul görülür ve bunun gerçekleşmesi için maddî ve manevî baskı uygulanırdı. Bazı Türk ve bugünkü İngiliz idâresi bunu yasaklamıştır. Yüksek kastlarda boşanmak yasaktır. 3. Yemek

bağları önem bakımından evlilik bağlarından sonra gelir. Genel olarak bir Hindu kendisinden aşağı kasttan birisiyle yemek yiyemez; keza onların pişirdikleri yemeği de yiyemez. Bazı aşağı kastlar vardır ki gölgelerinin bir yemeğin üstüne gelmesi yemeğin yüksek kastlar tarafından pislik olarak görülmesine sebebiyet verir. Bütün Hindular inekleri mukaddes görür ve etlerini yiyemez. Brahmanlar kurban olarak kesilmeyen hiçbir hayvanın etini yiyemezler. 4. Aşağılık sayılan işler (lağımcılık, süprüntücülük gibi) sadece aşağı kastlar tarafından yapılır. 5. Kast

usûllerine saygısızlık ve itaatsizliğin en büyük cezası kasttan atılmaktır. Atılan kişinin kasta yeniden dönebilmesi hayli zordur. Bunun gerçekleşmesi için şu işlerin büyük bir bölümünün veya tamamının yapılması gerekir; Kast’tan af dilemek, kendinî alçaltmak, uzakta bir mabedi ziyaret etmek ve Gence’de yıkanmak, baş ve dilini kızgın demirle dağlamak, ineğin beş mahsulünden yapılmış bir halitayı (süt, yağ, kaymak ve iki pislik) yemek. 6. Her

kast’ın kendine özel merasimleri vardır. Bunlardan en önemlisi bağ veya ip takma merasimidir. 7 ile 9 yaşları arasındaki erkek çocuklarına birkaç gün süren şenliklerde boyunlarına ip asılır ve bu ipi ölünceye kadar taşırlar. Bu merasimden sonra tam Hindu sayılırlar. Kast gelenek ve görenekleri dinî özde sayıldığı için çok kere bunlar Brahman’ın istişaresiyle veya başkanlığı altında yapılır.

İKİNCİ BÖLÜM TARİH

1.

ESKİÇAĞ HİNDİSTAN TARİHİ

Hindistan alt kıtasında yapılan arkeolojik araştırmalar Geç Yontma Taş devrinden sonra ilk yerleşik hayata milâttan önce VII. binyıl başlarında İndus havzasındaki Mehrgarh’ta geçildiğini göstermektedir. Erken Cilâlı Taş devrine ait olan kerpiç ev ve tahıl ambarı temellerinin bulunduğu kültür katlarında VI. binyıldan itibaren de seramiğe rastlanır. Bu uygarlık ilerledikçe 5000-500 yılları arasına tarihlenen Erken İndus Uygarlığını, o da en parlak dönemini 2300-1700 yıllarında yaşayan İndus veya Harappa adıyla bilinen yüksek uygarlığı doğurmuştur. En önemli kazı alanları Harappa. Mohenjo-Daro ve Kalibangan olan bu uygarlık, bugün dahi hayranlık uyandıran bir şehircilik anlayışına sahipti. Henüz çözülememiş bir yazının da icat edildiği İndus uygarlığı milâttan önce 1500 yıllarında Asya’nın içlerinden gelen Hind-Avrupalı Ârîler tarafından yıkıldı. Halen Güney Hindistan’ın çeşitli kesimlerinde ve Seylan Adasının kuzeyinde yaşayan Dravidler’in Ârîler’in önünden kaçan İndus Uygarlığı insanları oldukları sanılmaktadır. Aslında göçebe ve İranlılar’la akraba olan Âriler yıktıkları İndus Uygarlığını hemen her unsuruyla kendi bünyelerinde asimile etmişler ve geldikleri bu yeni topraklarda yerleşik düzene geçerek adına Ganj Uygarlığı denilen medeniyeti kurmuşlardır. Milâttan önce 1500-1000 yılları arasında yaşayan Ganj Uygarlığı Hindistan dinî inanış ve sosyal geleneklerinin de oluşmaya başladığı dönemdir. Sanskritçe yazılmış Hindu kutsal metinleri Vedalar ve kast sistemi bu zaman diliminde ortaya çıkmıştır. Ganj Uygarlığının sonuna doğru sosyal hayatta belirginleşen sistemler küçük krallıkların oluşmasına zemin hazırlamış ve kutsal metinlerde adları zikredilen Gandhara, Kurupançala, Matsya, Kaşi, Avanti, Kasala, Malla, Magadha, Aşvaka ve Cedi gibi devletler kurulmuştur. Zaman içerisinde yaşanan mücadelelerde galip gelen Magadha Krallığı milâttan önce VI. yüzyılda Ganj vadisinin kontrolünü eline geçirmiştir. Bu arada Hindistan’ın kuzeybatı kesimlerini de milâttan

14

önce 518’de Pers İmparatoru I. Dârâ ele geçirmiş ve bu topraklar Büyük İskender tarafından zaptedilinceye kadar Persler’in hâkimiyetinde kalmıştır. Milâttan önce 327’de İskender İndus’u geçerek Hydaspes (Jhelum) Nehrine kadar ulaşmış; fakat askerlerinin geri dönme arzuları karşısında daha ileri gidememiştir. Bu seferin ardından burada kurulan koloniler Batı Asya ile ticaret ve haberleşmeyi sağlayarak önemli siyasî sonuçlar elde ederlerken; ileride İslâm kültürünü de etkileyecek olan Doğu Helenizmi’ni başlatmışlardır. İskender’in çekilmesinden sonra, onun Pers İmparatorluğu’nu yıkmasıyla kuzeyde ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanan Çandragupta adlı bir prens milâttan önce 321’de Maurya Krallığı’nı kurmuş ve Magadha Krallığı’nı yıkarak kısa zamanda Kuzey ve Orta Hindistan’ın denetimini eline geçirmiştir. Üçüncü hükümdar Aşoka ise (M.Ö. 73-37) bu krallığı bir imparatorluk haline getirmiş ve Dekken’in güneyi hariç bütün alt kıtayı idâresi altına almıştır. Ancak İmparator Aşoka’nın ölümüyle dağılmaya başlayan devlet, M.Ö. 185’te tamamen ortadan kalmıştır. Maurya İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla ortaya yeniden çok sayıda küçük devletler çıkmış ve bu durum milâttan sonra IV. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu devletlerin en önemlileri: 1.

Ganj vadisi ve Orta Hindistan’da Sungalar (M. Ö. 185-73);

2.

Kuzey Dekken’de Satavahanalar (M.Ö. 185- M.S. ‘‘5). Kuzey Hindistan’da krallıklar (M.Ö. II-I. yüzyıllar);

3.

Batı Hindistan’da Sakalar (M.Ö. I- M.S I. yüzyıllar);

4.

Ülkede Budizm’in kuvvetlenmesine öncülük eden Kuşanlar (78-48)’dır.

Hind-Grek kökenli

Kuzey Hindistan’ın tekrar güçlü bir devletin hâkimiyeti altında birleşmesi Gupta hanedanı ile gerçekleşmiştir. 330-540 yılları arasında hüküm süren Gupta İmparatorluğu zamanında eski Hind medeniyeti en yüksek seviyesine ulaşmış; Brahmanizm de bu devletle daha önceki gücüne kavuşmuştur. VI. yüzyılın başlarından itibaren ülke kuzeyden gelen Akhunlar (Eftalit)’ın saldırılarına marûz kalmış ve Gupta İmparatorluğu iç isyanların da etkisiyle 540’ta yıkılmıştır. Arkasından bu topraklarda birçok bağımsız devlet doğmuş ve Hindistan bir kez daha siyasî birliğini kaybetmiştir. Ülkede siyasî birliği daha sonraları VII. yüzyılda Thanesvar Kralı Harsa (606-647) sağlamıştır. Hemen hemen Orta ve Kuzey Hindistan’ın tamamını hâkimiyetine alarak bir imparatorluk kuran Harsa, önceleri Hinduizm’in, sonraları da Budizm’in etkisinde kalmıştır. Harşa’dan sonra alt kıta yine birçok bölgesel krallığa ayrılmıştır. Kuzey Hindistan, Orissa, Dekken, Tamil Nadu ve Kerala bölgelerinde kurulan bazı krallıklar birkaç yüzyıl varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bunlardan özellikle Güney Hindistan’da VI. yüzyılda ortaya çıkan Pallava ve Çalukya Krallıkları uzun süre güçlü birer devlet olarak hükümranlıklarını korumuşlardır. SONUÇ Bu hafta Hindistan’ın İslâm coğrafyacıları gözünden nasıl göründüğü, Hindistan adının nerden geldiği, dinî yapı ve kast sisteminin nasıl olduğu ile eskiçağ Hindistan tarihi anlatılmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1)Aşağdakilerden hangisi Hindistan’daki beş ana kast arasında yer almaz? a) Shakthariya b) Brahmanlar c) Şudra d) Dömbas e) Kshatriya 2) Hindistan Asya kıtasının Büyük Deniz’e sınırı olan bölümüdür ve üç tarafından (batı-doğu-kuzey) Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan yüksek dağlarla çevrili bir ovadır. Dağların güney yamaçlarından çıkan ırmaklar Hind ovalarına doğru akar.

15

Yukarıdaki bilgilerin sahibi olan ve Hindistan coğrafyası hakkında ilk defa bu kadar ayrıntılı bilgi veren İslâm coğrafyacısı aşağıdakilerden hangisidir? a) Birunî b) Mesudî c) İdrisî d) Harizmî e) Hamdullah el-Müstevfî YANITLAR:1-d, 2-a KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu,

16

İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

17

3. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

18

ÖZET Üçüncü hafta Hindistan’daki Türk Hâkimiyeti konusuna giriş yapılacak, Akhunlar hakkında bilgi verilecek ve Hindistan’a İslâmiyet’in geliş süreci ile Gazneliler ve Gazneliler’in ilim ve kültür hayatları anlatılacaktır. 1.

HİNDİSTAN’DA TÜRK HAKİMİYETİ

2.a.AKHUNLAR: Ak Hunlar (Bizans kaynaklarında Eftalit, Çin kaynaklarında Ak Hiung-nu, Hind kaynaklarında ise Sveta-Hūna olarak geçer), dördüncü yüzyılın başlarında Issık Gölü çevresinde Avarlar’a bağlı yaşarlarken bu yüzyılın ikinci yarısında Maveraünnehir’e ve Toharistan’a yayılmış bir Türk devletidir. Batı’ya doğru ilerlemelerine devam ederek Çin’in kuzeybatısındaki Gobi Çölü’nden Hazar Denizi kenarına kadar yayılan bir devlet kurmuşlardır. Ak Hunlar’ın güneye inen bir kolu da Kabil çevresinde bulunan Kuşanlar’ı yenerek Hindistan’a doğru ilerlemiş ve Hindistan’da bulunan Gubta İmparatorluğu’nun 40 yılında parçalanmasından sonra 530 yılında İndüs Vadisi’ni ve Ganj Vadisi’ni almışlardır. Fakat Hindistan’daki Ak Hunlar beşinci yüzyılın yarısından sonra tarih sahnesinden çekilerek yerli halk arasında kaybolmuşlardır. Batı Ak Hunları ise, bir taraftan Orta Asya’da hâkimiyeti temin eden Göktürkler’in; bir taraftan da İran’da hüküm süren Sâsânîler’in arasında kalmışlar, iki taraftan saldıran kuvvetli düşmanları ile başa çıkamayarak 567 yılında Göktürkler tarafından tarih sahnesinden silinmişlerdir. Ak Hun Devleti, Hiung-nu’ların bölünmesinden sonra batı’ya kayanlar tarafından kurulan bir devlettir. Çağdaş devletleri olan Sâsânî, Çin ve Bizans’ın kaynaklarında bu devletten bahsedilmektedir. Yapılan araştırmalar sonucu bu devletin kurucularının Hun birliğinin bozulmasından sonra Afganistan bölgesine gelen Uar ve Hun kabileleri olduğu tespit edilmiştir. Fars ve Bizans kaynaklarında Eftalitler olarak geçen bu devletin yönetici âilesinin “Eftal sülâlesi” olduğu kanısı yaygınsa da “Heftal adında bir kağanın sülâlesi” olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat Ak Hunlar’ın Orta Asya bozkırlarından geldikleri kesindir. Çinliler’in ise bu devlete “Hua” dedikleri bilinmektedir. Bunlar bölgedeki yönetim boşluğundan yararlanarak bugünkü Afganistan ve Tacikistan çevresinde devletlerini kurmuşlardır. İlk dönemlerde Sâsânîler ile iyi geçinmişler, Kuzey Hindistan, Pakistan ve Keşmir’e doğru yayılmışlardır. Bu arada Sâsânîler’in iç politikalarına da yardımcı olmuşlardır. Sâsânîler’e göre, Ak Hunlar, beşinci yüzyılın başlarında Ceyhun Irmağı’nı geçerek komşuları Sâsânîler’in sınırlarına dayanmışlardır. Savaşçı hükümdarları Hakan’ın yönetiminde Rey önlerine kadar ilerlemişlerse de Sâsânî Hükümdarı V. Behram bu akınları durdurmayı başarmıştır. İç Asya’da, Hun idâresinden sonra iktidara gelen Sienpiler’in yerine kurulan Avar Kağanlığı’ndaki, Uar ve Hun adlarındaki iki kabile, 350’lerde, bilinmeyen bir sebeple bu hakanlıktan ayrılarak, bugünkü Güney Kazakistan bozkırlarına gelmiş ve buradaki eski Hun halkını İtil’e doğru ittikten (Avrupa Hunları) sonra güneye yönelerek, Afganistan’ın Toharistan bölgesine inmişlerdir. Hâkimiyetini, batıda Hirkania (Gurgan, Hazar Denizi’nin güneyi)’ya kadar genişleten bu devlet, beşinci asır ortalarından itibaren Heftal adında yeni bir hükümdar âilesine sahip olmuş (bu ad ilk defa 457’de görülmüştür) ve yıkıldığı 567 yılına kadar hem sülâle, hem kavim olarak, öteki adlar ve “Ak Hun” adı ile birlikte bu adı da taşımıştır. Yapılan tespitlere göre, devlette rol oynayan kabilelerden bazıları şunlardır: • Kadis-hun (Herat civarında. Pers kaynaklarında Hvon, Prokopios’da Eftalit diye zikredilen bu kabile, sonra İran’ın batısına göçmüştür ( bundan Kadisiya). • Zavul (Zabul; bundan Zabulistan) • Çol (Gurgan: Curcaniye, havalisinde) • Kernikhion (Karmir-hyon) • Askil ya da Eskil.

19

Bunlardan bazılarının yerli olduğu ileri sürülmektedir. Akhunlar, hükümdara idâre etme hakkının Tanrı tarafından verildiğine inanırlardı. Ülkede ikili idâre vardı. Güneş doğudan doğduğu için doğu tarafı kutsal sayılırdı ve idârede doğu tarafı üstündü. Batı tarafında ise ileride ülkeyi yönetecek olan veliaht otururdu ve merkezdeki kağana bağlı olarak o tarafı yönetirdi. Ak Hun Devleti’nin en büyük iki kabilesi yukarıda da söylediğimiz gibi Uar ve Hun kabileleri idi. Yönetime daha çok bu kabileler hâkim oluyordu. Ak Hun Devleti kuruluşunu sağladıktan sonra İran üzerine baskılarını arttırmış ve 358 yılında Sâsânîler ile bir anlaşma yapmıştır. Sâsânîler’in başına Bahram Gor gelince Ak Hunlar tekrar saldırıya geçmişler ve onları çok ağır bir şekilde yenilgiye uğratmışlardır. 430’da Ak Hunlar’ın başına Aksuvar geçmiş ve İran’ın iç işlerine karışmıştır. Aksuvar himayesine aldığı Firuz’u İran tahtına çıkarmış, bunun karşılığında Firuz da, Tirmiz ve Vasgirt bölgelerini Ak Hunlar’a vermiştir. Ancak daha sonraları araları açılmış ve sonunda Firuz, Ak Hunlar’a savaş ilan etmiştir. Aksuvar ile Firuz’un orduları karşı karşıya gelmiş ve yapılan savaşta Aksuvar, Turan taktiğini uygulayarak Firuz’u pusuya düşürüp yenmiştir. Firuz, Aksuvar’ın önünde diz çökerek, özür dilemiş ve böylece ordusunu kurtarmıştır. Ama çok geçmeden kendisini güçlü hissedince yeniden Ak Hunlar’a savaş ilan etmiştir. Bu savaşta da Sâsânîler, Aksuvar’ın kazdırdığı çukurlara düşerek mahvolmuşlardır ki mahvolanlar arasında Firuz da yer almıştır. Bundan sonra iki devlet arasında yeni bir anlaşma yapılmıştır. 480 yıllarında İran’da patlak veren Mazdek İsyanı’nın bastırılmasında Ak Hunlar etkin rol oynamışlardır. Bazı Sâsânî imparatorları Ak Hunlar’a sığınmışlardır. 30 bin kişilik Hun ordusuyla Mazdek İsyanı bastırılmıştır. Hunlar’ın yeni istikametleri bu zaferden sonra Hindistan olmuş ve bu ülkeye seferler düzenlemişlerdir. Ancak bu sırada yeni kurulan Göktürk Devletini hesaba katmamışlardır. Göktürkler ise, Ak Hunların bu ilerleyişinden rahatsız olmuşlar ve onları sıkıştırmışlardır. Göktürkler’in güçlenmesi ve İstemi Yabgu’nun batı’ya yönelmesiyle Ak Hunlar ile Göktürkler karşı karşıya gelmişlerdir. Güçlenen Sâsânîler de eski müttefikleri Ak Hunlar’ın zayıflığından istifade etmek için Göktürkler ile antlaşma yaparak Ak Hun Devletinin yıkılmasına katkı sağlamışlardır. Ak Hunlar ile Göktürkler arasındaki siyasî ilişkilerin neden kötüleştiğine dair fazla bilgi olmamasına karşılık bazı kaynaklara göre Ak Hun yabgusunun kızı Göktürk Kağanı Kolo’nun oğlu ile evlendirilmek üzere çeyizi ile birlikte yola çıkarılmış ancak yolda kervana bir rivayete göre Sâsânîler tarafından; bir rivayete göre de Çinliler tarafından saldırı düzenlenmiş ve gelin adayı öldürülüp çeyizi yağmalanmıştır. Bu olaydan her iki taraf da birbirlerini sorumlu tutmuş ve böylece düşmanlık başlamıştır. İki devlet arasındaki mücadele yapılan bir savaşla neticelenmiş ve bunun sonunda da Ak Hun Devletinin parçalanması gerçekleşmiştir.

2.b. HİNDİSTAN’A İSLÂMİYET’İN İLK GELİŞİ: İslâmiyet Hindistan alt kıtasına 710-711 yıllarında Muhammed b. Kasım es-Sekafî kumandasındaki Arap kuvvetleri tarafından Sind bölgesinin fethiyle girmiş ve İndus vadisindeki Multan’a kadar ulaşmıştır. Bu bakımdan X. yüzyılın sonlarına doğru başlayan Gazneli akınları Hindistan’daki İslâm fetihleri açısından yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Gazneli Mahmud buraya on yedi sefer düzenleyerek pek çok şehri ele geçirmiştir. Ancak Lahor dışında fethedilen bölgelerde kalıcı bir yerleşim düşünülmemiş, bununla beraber İslâmiyet’in yayılması için zemin hazırlanmıştır. Xl. yüzyıl boyunca sadece Lahor’a Orta Asya ve İran’dan çok sayıda ilim adamı ve mutasavvıf gelerek yerleşmiştir. Gazneliler Pencap’ta İslâm dinîne güçlü bir dayanak noktası sağlamış ve böylece daha sonraki fetihleri kolaylaştırmışlardır.

2.c. GAZNELİLER: a. Siyasî Tarih: Adını başşehir Gazne’den alan hanedana Mahmûd-ı Gaznevî’nin Yemînüd-devle lakâbına nisbetle Yemînîler, babasına nisbetle Sebük Teginîler (Ât-i Sebük Tegin. Âl-i Nâsırüddin) de denilir.

20

IX-X. yüzyıllarda Sâmânî Devleti’nin en parlak devrinde Mâverâünnehir yoluyla İslâm dünyasına giren Türkler’in büyük bir kısmı, Abbasî halifelerinin ve eyaletlerdeki Arap ve İranlı valilerin hizmetinde asker veya muhafız olarak hizmet görmekteydiler. Bu sırada Büveyhîler ve Sâmânîler mahallî kuvvetlerin yanında ordularında Türk askerlerini kullanmaya başlamışlardır. Nitekim 912 yılından sonra Sâmânî Devleti’nde Türk vali ve kumandanlarına rastlanmaktadır. Merkezî hükümetin otoritesi zayıflayınca bu Türk kumandanları devlet yönetimini ele geçirerek yarı bağımsız bir şekilde hüküm sürmüşlerdir. Sâmânî Devleti’nin Horasan orduları kumandanı olan Alp Tegin, 961 Vezir Ebû Ali el-Bet’amî ile birleşerek kendi adayını Sâmânî tahtına çıkarmak istemiş, fakat başarısızlığa uğramıştır. Alp Tegin bunun üzerine beraberindeki çok az bir kuvvetle birlikte Doğu Afganistan’daki Gazne Şehrine çekilmeye mecbur kalmış ve mahallî bir hanedan olan Levikler’i uzaklaştırarak burayı ele geçirmiştir. Böylece de Gazneli Devleti’nin temelleri atılmıştır. Gazneli Devleti sadece Alp Tegin’in beraberinde getirdiği Türk askerlerine dayanmamış; bu bölgeye uzun yıllar önce gelen Türkler de bu devletin içerisinde yer almışlardır. Levik hanedanı Gazne’yi kolay kolay elden bırakmayacağını Alp Tegin’in yerine geçen oğlu Ebû İshak İbrahim zamanında (963-966) bu şehri ele geçirerek göstermiştir. Ancak Ebû İshak, Sâmânî emîrinin yardımını sağlayarak Gazne’ye tekrar hâkim olmuştur. Böylece Sâmânîler de bölge üzerinde hiç olmazsa ismen de olsa hâkimiyet kurmuşlardır. Ebû İshak İbrahim’in oğlu olmadığından ölümünden sonra devletin başına Türk kumandanlar geçmiştir. Bunların ilki Bilge Tegin’dir. Bilge Tegin, Gerdîz Kalesi’ni kuşattığı sırada ölmüş (974-75), yerine Böri Tegin (Pîr Tegin) geçmiştir. Ancak Böri Tegin de Gazne’de fazla hüküm sürmemiş; kabiliyetsizliği sebebiyle Türkler tarafından görevinden uzaklaştırılarak yerine Alp Tegin’in en güvendiği kişilerden biri olan Sebük Tegin getirilmiştir (977). Kırgızistan sınırları içinde bulunan Issık Göl sahillerindeki Barshân bölgesinde dünyaya gelen Sebük Tegin’in Karluk Türkleri’ne bağlı boyların birinden olması kuvvetle muhtemeldir. Sebük Tegin’in başa geçmesiyle Gazneli Devleti hükümdarlığın babadan oğula geçtiği bir hanedan şeklini almıştır. Görünüşte Sâmânîler’in bir valisi olarak hareket etmesine rağmen bağımsız Gazneli Devleti’nin gerçek kurucusu Sebük Tegin olmuştur. Çok geçmeden Türkler’in gücü Gazne’den Doğu Afganistan’daki Zâbülistan bölgesine kadar yayılmıştır. Sebük Tegin, Zâbülistan asillerinden birinin kızı ile evlenerek yöre halkını kendi lehine çevirmeye çalışmış; ayrıca rakip Türk gulâm gruplarının bulunduğu Büst Şehrine bir sefer düzenleyerek burayı ele geçirmeyi (977) başarmıştır. Kuzeydoğu Belûcistan’daki Kusdar bölgesini de Gazneli topraklarına katmış ve böylece hâkimiyetini Tohâristan ve Zemindâver’e kadar genişletmiştir. Daha sonra Hindistan’a yönelmiştir. X. yüzyılda Lâmgân ve Kabil’e kadar Aşağı Kabil (Kâbül) vadisi güçlü Vayhand Hindûşâhî hükümdarlarının hâkimiyeti altındaydı. Bu hükümdarlar İslâmiyet’in Kuzey Hindistan’da yayılmasına engel teşkil ediyorlardı. Neticede çetin savaşlardan sonra Hindûşâhî racası mağlûp edilmiş ve Sebük Tegin, Kabil Nehri boyunca Peşâver’e kadar ilerlemeye ve orada İslâmiyet’in tohumlarını atmaya muvaffak olmuştur (98687). Sebük Tegin’in bundan sonra Sâmânîler’in iç siyâsetinde önemli rol oynamaya başladığı görülmektedir. Sâmânî Emîri II. Nuh, Türk kumandanlarından Ebû Ali Simcûrî ve Faik el-Hâssa’nın ittifakına karşı Sebük Tegin’i yardıma çağırmıştır. Sebük Tegin ve oğlu Mahmud Horasan’a giderek bu isyancıları mağlûp etmişlerdir (995). Bunun üzerine Sâmânî emîri onlara unvanlar ile birlikte Mahmud’a Horasan orduları kumandanlığını vermiştir. Sebük Tegin’in 997 yılında ölümü üzerine yerine veliahdı küçük oğlu İsmail tahta çıkmıştır. Ancak güçlü bir şahsiyete sahip olan büyük oğlu Mahmud bu kararı dinlemeyip mücadeleye girişmiş ve İsmail’i mağlûp ederek Gazneli tahtını ele geçirmiştir (998). Mahmud daha sonra Sâmânî Devleti’nin iç işlerine müdahale etmiştir. Ayrıca Sâmânîler tarafından tanınmayan Bağdat Abbasî Halifesi Kadir-Billâh adına hutbe okutmuştur. Halife ona “Yemînü’d-devle ve emînü’l-mille” lakâbını vermiştir. 999 yılında Karahanlılar Sâmânîler’i ortadan kaldırmışlardır. Her ne kadar Ebû İbrahim İsmail el-Muntasır Sâmânî hanedanını diriltmeye çalışmış ise de Gaznelilerin ve Karahanlıların bu devletin topraklarını paylaştırmaları sonucu emelini gerçekleştiremeden ölmüştür. Mahmud, Horasan’da iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra Sâmânî Devleti’nin sınır bölgeleri olan Sîstan, Cûzcân, Cagâniyân, Huttel ve Hârizm’i kendi kontrolü altına almıştır. Mahmud daha sonra o döneme kadar putperest bir bölge olan Gur’u kontrol

21

altına almaya çalışmıştır. Buraya birincisi 1011’de ikincisi 1020’de olmak üzere iki sefer düzenlemiş ve bazı mahallî reisleri zorla itaat altına almıştır. İslâm dinînin esaslarını öğretmek için bölgeye hocalar tayin etmiştir. Fakat Gur bölgesi Gazneliler tarafından tam olarak itaat altına alınamamış ve İslâm’ın bu bölgede yayılması ağır bir seyir takip etmiştir. Mahmud, Sâmânî Devleti topraklarının büyük bir kısmı üzerinde hâkimiyetini kabul ettirdikten sonra Hindistan’ı almaya ve burada İslâm dinîni yaymaya teşebbüs etmiştir. Başkent Gazne’nin Kuzey Hindistan ovalarına hâkim yüksek bir yaylanın tepesinde bulunması bu seferlerin gerçekleşmesinde büyük kolaylıklar sağlamıştır. Mahmud, bazı şarkiyatçıların iddia ettiği gibi zengin kaynakları ele geçirmek için değil İslâm’ı yaymak için Hindistan’a on yedi sefer düzenlemiştir. Bunların en önemlisi, 1025-1026’deki Somnat (Sûmenât) seferidir. Bu sefer sonunda kazandığı zaferin yankılan bütün İslâm âlemine yayılmış ve Sultan Mahmud’un Sünnî İslâm dünyasının kahramanı olarak tanınmasını sağlamıştır. Abbasî Halifesi tarafından kendisine “sultan” ve âilesine yeni şeref lakâpları verilmiştir. Sultan Mahmud zaman zaman Karahanlı Devleti ile de savaşmış ve onlara üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Ayrıca batı yönünde devletini genişleten Mahmud, Irak’taki Büveyhîler’i mağlûp ederek Irak-ı acem’i kendi imparatorluk sınırları içine katmayı başarmıştır. Sultan Mahmud’un 1030’da vefatından sonra Gazneli Devleti’nde tekrar taht mücadelesi başlamıştır. Sonuçta Mesud kardeşi Muhammed’i mağlûp ederek Gazneli tahtına geçmiş ve Muhammed gözlerine mil çekilerek hapsedilmiştir. Mesud yetenekli ve cesur bir asker olmasına rağmen devlet idâresinde babası kadar başarılı olamamıştır. Mesud, babasının Hindistan’daki başarısını korumak ve kalıcı hale getirmek istediyse de Karahanlı ve Selçuklu tehlikesi karşısında buraya babası kadar çok sayıda sefer düzenleyememiştir. 1033’te yaptığı bir seferle Sarsâve Kalesi’ni ele geçirmiştir. Selçuklular 1035-1036 ilkbaharında Gazneli hâkimiyetinde bulunan Horasan’a göç ederek Merv, Serahs ve Ferâve arasındaki topraklara yerleşmişlerdir. Sultan Mesud’un Selçuklular’a karşı gönderdiği Hâcib Beg Toğdı kumandasındaki ordu Hisâr-ı Tâk’ta ağır bir yenilgiye uğramıştır (1035). Sultan Mesud Selçuklular’ı Horasan’dan atmak için çok uğraşmış, ancak 1037 ve 1038’de Çağrı Bey’in mâhirane siyâsetiyle ordusunun iki defa daha bozguna uğratılmasını engelleyememiştir. Bu mağlubiyet Gazneliler’in Horasan’daki hâkimiyetlerine son vermiştir. Mesud, Hindistan’a yaptığı seferlerde başarı kazanmasına rağmen Selçuklular karşısında büyük bir başarı elde edememiştir. Nihayet Tuğrul Bey ile Dandenakan’da karşılaşmış ve üç gün süren savaştan sonra ağır bir yenilgiye uğramıştır 1040. Bunun üzerine Mesud âilesini ve hazinelerini toplayarak Hindistan’a doğru çekilmiştir. Ancak bir ayaklanma sonucu tahttan uzaklaştırılarak kardeşi Muhammed ikinci defa tahta çıkarılmış ve kendisi öldürülmüştür (1041). Mesud’un oğlu Mevdûd, amcası Muhammed ve taraftarlarını mağlûp ederek aynı yıl Gazneli Devleti’nin başına geçmiştir. Ancak Mevdûd’un da devleti kurtaracak meziyetlere sahip olmadığı kısa bir süre sonra anlaşılmıştır. Sadece Hindliler ve Selçuklular ile mücadele edip Selçuklu istilâsını bir süre için durdurabilmiştir. Komşu devletlerle bir ittifak yaparak Selçuklular üzerine yürüdüğü bir sıradaki ölümü (1048) Mevdud iktidarının sonu olmuştur. Mevdûd’dan sonra kısa sürelerle oğlu II. Mesud ve 1. Mesud’un oğlu Ali, daha sonra da Mahmud’un oğlu Abdürreşîd sultan olmuştur (1049). Bundan sonra Tuğrul adlı bir Türk kumandanı, Abdürreşîd de dâhil olmak üzere on bir şehzadeyi öldürerek Gazneli Devleti’nin başına geçmiştir (1052). Ancak onun da hâkimiyeti çok kısa sürmüş ve o da yine bir Türk kumandanı tarafından öldürülmüştür. Daha sonra Gazneliler tahtına I. Mesud’un oğlu Ferruhzâd geçirilmiştir. Ferruhzâd Selçuklular’a karşı başarıyla mücadele etmiş ve 1059 yılında ölmüştür. Ferruhzâd’dan sonra tahta geçen kardeşi İbrahim’in başarılı en önemli olayı, uzun yıllar devam eden Selçuklu-Gazneli mücadelesini bir barışla sona erdirmesidir (1059). Sultan İbrahim, babasının ve dedesinin zamanındaki Gazneli Devleti’nin gücünü yeniden sağlamaya çalışmış ve bu barış sırasında Selçuklu sultanları ile eşit şartlarda müzakereye girişmiştir. İki devlet arasındaki barış yaklaşık elli yıl yürürlükte kalmış ve evlilik münâsebetleriyle daha da sağlamlaştırılmıştır. Sultan İbrahim Hindistan’da da bazı kaleler zapt etmiş ve Gur bölgesini hâkimiyeti altına almıştır. Sikkeleri üzerinde İlk defa “sultan” unvanı görülen İbrahim kırk yıl hüküm sürdükten sonra 1099’da vefat etmiştir. Sultan İbrahim’in yerine oğullarından III. Mesud geçmiştir. Bu hükümdar zamanında devlet daha çok Hindistan seferleriyle meşgul olmuştur. III. Mesud’un 1115 yılında ölümünden sonra oğlu Şîrzâd bir yıl kadar hüküm sürmüş, daha sonra III. Mesud’un öteki oğulları arasında taht mücadeleleri başlamıştır.

22

Bunun üzerine Selçuklular Gazneli Devleti’nin iç işlerine müdahale etmişlerdir. Şîrzâd’dan sonra tahta Arslan Şah geçti ise de kardeşi Behram Şah, Horasan meliki olan Sencer’in yardımını sağlayarak Gazneliler tahtına sahip olmuştur (1117). Arslan Şah önce Hindistan’a çekilmiş, ardından Gazneli tahtı için yeniden mücadeleye girişmek için harekete geçmiş ise de bu yolda hayatını kaybetmiştir (1118). Behram Şah, Hindistan’da daha çok isyancılarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Ödemeyi vaad ettiği yıllık 250.000 (veya günlük 1000) dinar vergiyi göndermemesi, Selçuklu Sultanı Sencer’in Gazne üzerine yürümesine sebep olmuştur (1135). Sultan Sencer Gazne’ye kadar ilerlemiş ve Hindistan’a kaçan Behram Şah’ı affederek yerinde bırakmıştır. Behram Şah devrinin olayları arasında Gazneliler’in Gurlular ile olan münâsebetleri dikkat çekmektedir. Gittikçe kuvvetlenen Gurlular intikâm duyguları içerisinde Gazne şehrini yakmışlarsa da (1150-51), Behram Şah yeniden Gazne’ye hâkim olmuştur (1152). Ancak bu hâkimiyet Gazneliler’in çöküş sürecine girmelerini engelleyememiştir. Behram Şah 1157’de ölmüş ve yerine oğlu Hüsrev Şah geçmiştir. Sultan Sencer’in Oğuzlar tarafından esir alınmasının yarattığı kargaşa ve Gazneliler’in bu sultanın yardımından mahrum kalması Gurlular’ın işine yaramış, bundan faydalanarak süratle hâkimiyet sahalarını genişletmişlerdir. Sonuçta Hüsrev Şah, Gazne’yi terkederek Lahor şehrine yerleşmiştir. Bundan sonra Gazneliler Hindistan’daki toprakları üzerinde hüküm sürmeye başlamışlardır. Hüsrev Şah’ın 1160’ta ölümünden sonra yerine oğlu Hüsrev Melik geçmiştir. Ancak bu geçiş, Gurlular’ın onu bir hile ile esir alarak Gazneli Devleti’ne son vermelerine (1186) engel olamamıştır.

b. Gazneli Devletinin İdârî Teşkilâtı: Gazneliler’de sultan, devlet yönetimine mutlak bir şekilde hâkimdi ve “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” sayılırdı. Hükümdar sarayı hem Türk geleneği hem de İran geleneği esas alınarak teşkilâtlandırılmıştır. Sultan, saraydaki toplantılarda şahsî muhafızları ile (gulâmân-ı saray) çevrilmiş oln altın bir taht üzerinde otururdu. Sarayda sıkı protokol kuralları uygulanmakta ve sultanın halk ile doğrudan teması engellenmekteydi. Gazneli saray teşkilâtında da öteki Müslüman-Türk devletlerinde mevcut görevliler yer alıyordu. Divan teşkilâtı Dîvân-ı Vezâret, Dîvân-ı Risâlet (Dîvân-ı Resâil/İnşâ), Dîvân-ı Arz, Dîvân-ı İşrâf ve Dîvân-ı Vekâlet Dîvân-ı İstifa, Dîvân-ı Berid, Dîvân-ı Ab (Dîvân-ı Mâ). Dîvân-ı Müsâdere’den oluşmaktaydı. Debîrlerin (memur-kâtip) çoğu Dîvân-ı Risâlet’te görev alırlardı. Adliye teşkilâtında yargı işlerini kadılar yürütüyordu. Her şehirde bir kadı ve her eyalette bir kâdılkudât bulunurdu. Kadının devlet idâresinde özel bir konumu vardı. Kadıların dürüst görev yapmalarını sağlamak amacıyla onlara yüksek ücret ödenirdi. Sultan Mahmud adalet teşkilâtına büyük önem vermiş, kadılar bilgi ve dürüstlükleriyle ün kazanmış müftü ve fakihler arasından seçmişti. Gazneliler’de Dîvân-ı Mezâlim’e bizzat hükümdar başkanlık ediyordu. Sultan burada halkın şikâyetlerini dinler ve karar verirdi. Bir eyalette devlet teşkilâtının üç önemli kolu mevcuttu. Bunlardan sivil idârenin başındaki görevliye “sâhib-dîvân” denirdi; sâhib-dîvân vergilerin toplanması ve yönetim işlerinden sorumlu idi. Eyaletteki ordunun ihtiyacını karşılamak da onun görevleri arasındaydı. Bunun dışında eyalette ordu kumandanı (sâlâr, sipehsâlâr), âmil, kâdılkudât ve sâhib-i berîd gibi görevliler de vardı. Gazneli Devleti başlangıçta genişleme siyâseti takip ettiğinden ordu bunu sağlayabilmek için daima savaşa hazır durumda bulunurdu. Gazneli ordusu genelde gulâmlar, düzenli birlikler, eyalet askerleri, ücretli askerler ve gönüllülerden oluşmaktaydı. Gulâmların çoğunluğu Türk olup sayıları yaklaşık 4000-6000 kişiydi. Sonraları bu gulâmlara Hindliler ve Tacikler de katılmıştır. Bunların kumandanı “sâlâr-ı gulâmân” unvanını taşıyordu. Gulâmların içinde sultanın muhafız kuvveti de yer alıyor ve bunlara “gulâmân-ı hâs” deniliyordu. Gazneli Devleti’nin çöküşüne kadar gulâmlar ordu içinde önemli bir unsur olarak yerini korudular. Orduda kuzeyden gelen ücretli askerler de yer almaktaydı. Oğuzlar, Karluklar, Yağmalar ve Halaçlar gibi gruplardan yardımcı kuvvet olarak da faydalanılıyordu. Eyalet valileri de mahallî savunmada kullanmak üzere kabilelerden asker kaydetmekteydiler. Devletin kuruluşundan itibaren düzenlenen Hindistan seferleri, orduya Horasan ve Mâverâün-nehir’den gönüllü gazilerin katılmasını sağlamıştı. Sultan Mahmud’un 1018’daki Kannevc

23

seferine Mâverâün-nehir’den 20.000 gazi katılmıştı. Gazneli ordusunda önemli bir unsuru da Hindistan’dan haraç olarak alınan savaş filleri teşkil ediyordu. Filler savaşta düşman saflarını bozmak ve yarmak, okçulara atış imkânı vermek, kumandanlara orduyu sevk ve idâre etmek için yüksek bir yer sağlamak, ağır silâh ve mancınık gibi kuşatma makinelerini çekmek için kullanılıyordu. Ordudaki fil sayısı 1700 civarında idi. Gazneli ordusunun sayısına gelince, Sultan Mahmud’un 1023’te Şâbahar’da teftişi sırasında ordunun mevcudu 54.000 civarında idi. Bu sayı, savaş zamanında gönüllüler ve eyalet kuvvetleriyle büyük ölçüde artmaktaydı. Meselâ Mahmud 1015-16’da Hârizm seferi için Belh’e ilerlediği zaman ordusunun 100.000 kişiden oluştuğu kaydedilmektedir.

c. İlim

ve Kültür Hayatı:

Gazneliler devri siyasî bakımdan olduğu gibi kültür bakımından da parlak geçmiştir. Sultan Mahmud ve oğlu Mesud geleneksel İslâm kültürüyle yetişmişlerdir. Her iki sultan da kendi saraylarında devrin en büyük simalarını toplamaya çalışmışlar, şairlere ve ulemâya hürmet ve sevgi göstermişlerdir. Ayrıca komşu ülkelerden şairleri kendi ülkelerine çağırmışlardır. Resmî dilin Farsça olduğu Sultan Mahmud’un sarayında 400 şairin bulunduğu yolundaki rivayet mübalağalı kabul edilse bile şiir ve edebiyata verilen önemi göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bu şairlerin başında, devamlı olarak efendisini ve diğer saray mensûplarını övmekle meşgul olan Melikü’ş-şuarâ Un-Surî geliyordu. Sebük Tegin ve Mahmud döneminin büyük edip ve münşilerinden biri de Ebü’1-Feth el-Büstî idi. Daha sonra Sultan İbrahim ve halefleri devrinde de Gazneliler sarayının İran edebiyatının gelişmesine yardımcı olduğu görülmektedir. Bu şairler arasında Türk asıllı Ferruhî-i Sîstânî ve Minûçihrî-i Damgâ-nî, Escedî, Gazâirî ve Şâhnâme müellifi meşhur Firdevsî, Ebü’1-Ferec-i Rûnî, Senâî, Osman Muhtâri, Mes’ûd-ı Sa’d-ı Sel-mân ve Eşref-i Gaznevî (Seyyid Hasan) sayılabilir. Bizzat Sultan İbrahim de her yıl bir Kur’an istinsah eder ve onu diğer hediyelerle birlikte Mekke’ye gönderirdi. Sultan Mesud’un da iyi bir hattat olduğu bilinmektedir. Tarih yazıcılığı bakımından da Gazneliler dönemi parlak geçmiştir. Sebük Tegin ve Mahmud devrine ait Kitâbü’l-Yemînî adlı bir eser kaleme alan Utbî, eseri Zeynü’l-ahbâr’ı Sultan Abdürre-şîd’e sunan Gerdîzî, Târih-i Beyhakî müellifi Muhammed b. Hüseyin el-Beyhakî Gazneliler devrinin önde gelen tarihçileridirler. Türkler hakkında Tafiîlü’l-etrâk alâ sâ’iri’l-ecnâd adlı bir risale yazmış olan İbn Hassûl de bir süre Gazneliler’in hizmetinde çalışmıştır. Sultan Mahmud Hârizm’e hâkim olunca, Ortaçağ’ın en büyük âlimlerinden biri olan Bîrûnî ile hocaları Ebû Nasr İbn Irak, Abdüssamed b. Abdüssamed el-Hakîm ve Gürgenç’te ilmî münâsebet kurduğu filozof hekim Ebü’1-Hayr İbnü’l-Hammâr’ı da Gazne’ye götürmüştür. Sultanla beraber Hind seferlerine katlan Bîrûnî’nin Hindistan’daki temasları, diğer inanç ve âdetler hakkındaki sınırsız merakı Tahkikti mâli’1-Hind adıyla büyük bir eser yazmasına vesile olmuştur. Bu kitap, Hindûlar’ın inanç ve âdetlerini tarafsız olarak inceleyen ilk İslâmî eser olma özelliğini taşımaktadır. Bu eserde Hindistan’ın coğrafyası, ilmî ve dinî hayatı hakkında geniş bilgi bulunmaktadır. Gazneli hükümdarları mimari faaliyetleriyle de dikkat çekmişlerdir. Sultan Mahmud ve Mesud büyük inşaa faaliyetlerinde bulundularsa da onların eserlerinden çok azı günümüze kadar gelebilmiştir. Mahmud çarşılar, köprüler, su kemerleri yaptırmıştır. Bunlardan Gazne’nin kuzeyindeki Bend-i Mahmûdî bugüne kadar varlığını korumuş ve kullanıla gelmiştir. Sultan Mahmud ayrıca Gazne’de birçok cami inşa ettirmiştir. Gazneli sultanlarının büyük şehirlerde kendilerine saraylar ve bahçeler yaptırdıkları bilinmektedir. Büyük bir mimari kabiliyete sahip olan Sultan Mesud, Gazne’deki sarayın planını bizzat çizmiş ve inşaasına nezaret ettiği bu saray dört yılda tamamlanmıştır. Bundan başka Gazne’de bir de köprü yaptırmıştır. Fransız arkeologları tarafından son yıllarda yapılan araştırmalarla Büstteki Leşker-i Bâzâr’da ortaya çıkarılan büyük saray, Gazneli saraylarının bütün zenginlik ve ihtişamını ortaya koymaktadır. Ayrıca Sebük Tegin ve Mahmud’un türbeleri bugüne kadar gelmiştir. Sultan İbrahim ve III. Mesud’a ait olduğu söylenen türbe ve mezar taşları zamanımıza kadar mevcudiyetini bozmadan gelmişler ise de bunların mimari ve sanat bakımından fazla bir değerleri olmadığı söylenmektedir. Ancak Gazneliler’in Tûs valisi Arslan Câzib’in türbesi gelişmiş mimari özelliklere sahiptir.

24

Gazneliler’den günümüze intikal eden sikkeler bu devletin para basımıyla ilgili faaliyetleri konusunda da bilgi vermektedir. Mahmûd-ı Gaznevî zamanında Lahor’da üzerinde Arapça ve Sanskritçe yazılar bulunan “tenge”ler basılmıştır. Sultanlar ayrıca Abbasî halifeleri tarzında dinar ve dirhemler de bastırmışlardır. Gazneliler’in Türk ve İslâm tarihindeki en önemli rolleri Kuzey Hindistan’ın fütuhatına yol açarak İslâm dinîne Pencap’ta güçlü bir dayanak noktası sağlamaları ve daha sonraki Hindistan fetihlerine zemin hazırlamış olmalarıdır. Gazneliler, Hind dünyası kültürüyle de doğrudan doğruya temas kurmuşlar ve yıllar sonra Pakistan Devleti’nin kurulmasında birinci derecede etken olmuşlardır. Sultan Mahmud ve Mesud hafızalarda halk kahramanları olarak yerleşmişlerdir. Mahmud daha sonraki İran edebiyatında adalet ve insaf timsali meşhur bir hükümdar olarak yer almıştır. SONUÇ Bu hafta Hindistan’da Türk hâkimiyeti, Akhunlar, Hindistan’a İslâmiyetin geliş ve yayılış süreçleri ile Gazneliler ve Gazneliler’in ilim ve kültür hayatları üzerinde durulmuştur. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Akhunlar ile ilgili bilgilerden hangisi yanlıştır? a) Akhunlar, Hiung-nu’ların bölünmesinden sonra batıya gidenler tarafından kurulan bir devlettir. b) Fars ve Bizans kaynaklarında ismi “Eftalitler” olarak geçmektedir. c) Çinliler bu devleti “Hua” adıyla anmaktadırlar. d) Akhunlar devleti bugünkü Afganistan-Tacikistan çevresinde kurulmuştur. e) Akhunlar Devletine Sâsânîler tarafından 567 yılında son verilmiştir. 2) Gaznelilerle alakâlı bilgilerden hangisi yanlıştır? a) Sultan mutlak hâkimiyet sahibidir ve “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” sayılmıştır. b) Hanedanlık adını başşehir olan “Gazne”den almıştır. c) Türk asıllı şairler bu dönemde İran etkisinde kalmışlar özgün eserler verememişlerdir. d) Firdevsi, Ebül-Ferec-i Runi, Gazari dönemin ünlü şahsiyetleridir. e) Gazneli devleti 1186 yılında son bulmuştur. YANITLAR:1-e, 2-c

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989.

25

BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

26

4. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

27

ÖZET Dördüncü haftada Delhi Türk Sultanlığı, İslâmiyet’in Hindistan’ın diğer bölgelerine yayılması, Timur’un Büyük Hindistan Seferi ve Çekildikten Sonraki Dönem ile Seyyit Hanedanlığı konuları anlatılacaktır.

3. DELHİ

TÜRK SULTANLIĞI:

Gurî Sultanı Muizzüddin Muhammed b. Sâm tarafından XII. yüzyılın son çeyreğinde kurulmuştur. Ancak bağımsız bir sultanlık haline gelişi, Türk kumandan Kutbüddin Aybeg’in Muizzüddin’i 1206’da öldürüp tahta geçmesinden sonra olmuştur. Sultanlığın gerçek anlamda kurucusu ise Kutbüddin Aybeg’in damadı ve halefi Şemseddin İltutmış (İletmiş (1210-1236)’tır. İltutmış, Kutbüddin Aybeg’in ölümünden sonra taht iddiasında bulunan Tâceddin Yıldız ve Nâsırüddin Kabâce’yi ortadan kaldırarak tahta oturmuş ve Bihâr, Ranthambhor, Mandor, Lahor, Multan, Bengal, Bilsan (Bhilsa) ve Uccain’i zaptederek yerini sağlamlaştırmıştır. Ayrıca Celâleddin Hârizmşah’ın yardım isteğini geri çevirerek Moğol tehdidinî de önlemiştir. İltutmış’ın 1229’da Abbasî Halifesi Müstansır-Billâh’tan menşur ve hil’at alması onun bağımsız bir sultan olarak meşruiyetini kuvvetlendirmiştir. Daha sonra ülkenin uzak topraklarının merkeze bağlılığını güçlendirmek için iktâ sistemini uygulamaya başlamış ve düzenli bir ordu kurarak adına para bastırmıştır. İltutmış’ın 1236’da ölümünden sonra sultanlık otuz yıl kadar süren siyasî kargaşa ve karışıklık dönemi yaşamıştır. Arka arkaya beş Delhi sultanı öldürülmüş veya tahttan indirilmiştir. Sultanlık 1266’da Giyâseddin Balaban’ın tahta geçmesiyle istikrara kavuşmuştur. Gıyâseddin Balaban’ın akıllı yönetimi ve isyancılara karşı sert tutumu kısa zamanda düzenin sağlanmasını sağlamıştır. Balaban’dan sonra torunu Keykubad tahta geçmiştir (1287). Ancak Keykubad yönetimde dedesi kadar başarılı olamamış, sağlığının da iyice bozulması sultanlıkta işlerin yeniden kötüye gitmesine vesile olmuştur. Nihayet 1290’da Emîr Celâleddin Fîrûz Şah Halacî bir darbe ile tahtı ele geçirmiş ve Keykubad’ı öldürtmüştür. Böylece Delhi Sultanlığı’nda Halacî hanedanı dönemi başlamıştır. İslâm kaynaklarındaki bilgilerin aksine Halacîler de Türk asıllı bir hanedandır. Onların idârede Afgan unsurunu ön plana çıkarmalarının sebebi, kendi yönetimlerini güçlendirmek için Afgan beylerinin destek ve bağlılıklarını kazanmaktı. Halacîler döneminde de Delhi Sultanlığı’nda karışıklıklar devam etmiştir. Celâleddin Firûz Şah çok geçmeden yeğeni ve damadı olan Alâeddin Muhammed tarafından öldürülmüştür. Böylece 1296’da tahta sahip olan Alâeddin, beş yıl süren başarılı bir askerî harekâttan sonra Gucerât, Ranthambhor, Cithor, Mândû, Sivana ve Jalor’u topraklarına katmayı başarmıştır. Aynı şekilde Güney Hindistan’da Devagiri (Deogiri), Telangana, Dvarsamudra ve Madura gibi vilâyetler Delhi Sultanının üstünlüğünü kabul ederek vergiye bağlanmışlardır. Sultan Alâeddin kendi saltanatı döneminde oldukça başarılı olmuştur. Vergi sistemini düzenlemiş, ülke ekonomisini istikrara kavuşturmuş ve Moğol tehdidinî tamamıyla önlemiştir. Alâeddin’in 1316’da ölümünden sonra kısa süren bir kargaşa dönemi yaşanmıştır. Önde gelen kumandanlardan Melik Kâfur iktidara sahip olarak Alâeddin’in büyük oğullarını hapsetmiş ve henüz bir çocuk olan Şehâbeddin’i tahta oturtmuştur. Ancak çok geçmeden Melik Kâfur, Alâeddin’in üçüncü oğlu Mübarek Halacî’ye bağlı saray muhafızları tarafından öldürülmüş ve Mübarek Halacî sultan ilân edilmiştir (13161320). Mübarek babasının sert idâre tarzını değiştirmiş; tekrar istikrarı sağlamış ve bu arada “Halîfetullah” unvanını almıştır (bu unvanı alan ve kullanan tek Delhi sultanıdır). Fakat Mübarek de bir müddet sonra yine bir saray darbesiyle öldürülmüştür. Onu öldürtenler arasında bulunan eski Hindu mühtedi Hüsrev Han, Nâsırüddin Hüsrev Şah unvanıyla tahta geçmiştir. Ancak eski sultana karşı tutumu ve Hindu asıllı olması huzursuzluklara sebep olmuştur. Türk kumandan Melik Gazi Tuğluk, Hüsrev’e karşı bir isyan başlatmış ve onu öldürterek Gıyâseddin Tuğluk unvanıyla kendisini sultan ilân etmiştir (1320-1325). Böylece Delhi Sultanlığı’nda Tuğluklular dönemi başlamıştır. Gıyâseddin Tuğluk, bir yandan vergileri azaltırken öte yandan Hindu toprak sahiplerinin imtiyazlarını arttırarak onların bağlılığını güçlendirmiştir. Bu arada Bengal’de Telangana, Jajnagar ve Leknevt’i zaptederek topraklarına katmıştır. Fakat 1325’te Bengal’den dönerken esrarlı bir şekilde ölmüştür. Bazı tarihçilerin, yerine geçen oğlu Muhammed Tuğluk’un bunda parmağı olduğunu söylemelerine rağmen son araştırmalar

28

bu iddiayı doğrulamamaktadır. Muhammed Tuğluk’un (1325-1351) uzun saltanatı oldukça yoğun geçmiştir. Muhammed öncelikle merkezî bir idarî yapı oluşturarak en uzak eyaletleri bile doğrudan kontrol etmek istemiş, fakat bu husus birçok idarî güçlüğe yol açmıştır. Muhtemelen bu yüzden bir müddet sonra Devagiri (daha sonra Devletâbâd)’yi ikinci idarî merkez yapmış ve Delhi’den idâreciler göndermiştir (1327). Fakat bütün bu tedbirler sonuç vermemiştir. Delhi Sultanlığı’nın Güney Hindistan’daki otoritesi gittikçe zayıflayınca Madura, Vlcayanagar ve Behmeni gibi krallıklar bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir. Muhammed Tuğluk’un Horasan’a ve kuzeyde Karachil’e yaptığı seferlerle bazı iktisadî tedbirleri de beklenen sonucu vermemiştir. Bununla birlikte Muhammed Tuğluk aydın, müsamahakâr ve ilme değer veren bir sultandı. Sıradan Müslümanlara ve Hindu görevlilere destek vererek kabiliyetli olanları önemli görevlere getirmiştir. Hindûlar’a değer veriyor, âlimleriyle sohbetlerde bulunuyor, hatta onların festivallerine bile katılıyordu. Aynı durum Hindistan’daki diğer dinler için de söz konusuydu. Muhammed Tuğluk, İbn Teymiyye’nin talebelerinden olan Abdülaziz Erdebîlî’yi de sarayında ağırlamıştır. Muhammed Tuğluk’un halefi Fîrûz Şah Tuğluk (1351-1388)’un saltanatı boyunca Delhi Sultanlığı’nda istikrar ve insanî değerlere önem veren bir idâre anlayışı hâkim olmuştur. Suçlulara işkence yasaklanmış, ulemâya bazı imtiyazlar tanınmıştır. Ayrıca yeterli ürün alamayan çiftçilerin vergileri azaltılmış ve bu arada İslâmî olmayan yirmi sekiz çeşit vergi kaldırılmıştır. Evlenecek fakir gençler için bir “hayrat-hâne” ile ücretsiz hizmet veren bir “sıhhathâne” kurulmuştur. Aynı şekilde işsizlere iş bulmak için bir teşkilât faaliyete geçirilmiştir. Çağdaşı olan kaynaklar Fîrûz’u barışsever bir sultan olarak zikretmekle birlikte onun Bengal’e, Jajnagar’a, Nagarkof’a ve Tatta’ya seferler düzenlediğini ve Etavah’taki isyanı sert bir şekilde bastırdığını da bildirmişlerdir. Fîrûz Şah’ın ölümünden sonra sultanlıkta yine bir taht kavgası ve kargaşalık dönemi başlamıştır. 1398’de Timur’un Delhi’yi talan etmesi bu kargaşayı iyice arttırmıştır. Bu arada Jaunpür (1394), Mâlvâ (1401) ve Gucerât (1407) valileri bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir. Tahtın kısa aralıklarla el değiştirdiği bu karışıklar içerisinde son Tuğluk Sultanı Nâsırüddin Mahmud’un ölümünden (1413) sonra Delhi, Multan Valisi Seyyid Hızır Han tarafından zaptedilmiş ve böylece Delhi Sultanlığı’nda Seyyidler hanedanı dönemi başlamıştır. Seyyid Hızır Han (1414-1421) Sultan Muhammed Tuğluk tarafından Multan valiliğine tayin edilmişti. Timur’un Hindistan seferi sırasında ona destek verince Timur kendisine dokunmamıştır. Ancak Seyyidler zamanında da ortalık bir türlü sükûnete kavuşmamıştır. Arka arkaya gelen dört Seyyid sultanı Seyyid Hızır Han, Mübarek Şah, Muhammed Şah ve Alâeddin Şah, civardaki valilerle ve kabilelerle sürekli otorite savaşı içinde bulunmuşlardır. Bu yüzden de genelde Seyyid sülâlesinin Delhi Sultanlığı tarihinde önemli bir yeri olmadığı görüşü ağırlık kazanmaktadır. Bu dönemde Delhi gittikçe artan bir tehditle karşı karşıya kalmış, bunun üzerine Alâeddin 1447’de Delhi’den ayrılıp Bedâûn’u başşehir yapmaya karar vererek oraya yerleşmiştir. Delhi’de de veziri Hamîd Han’ı bırakmıştır. Ancak Hamîd Han, Sirhind Valisi Behlûl-i Lûdi’yi davet ederek Delhi’yi işgal etmesini istemiştir. Behlûl-i Lûdî, Delhi’yi zaptedince Sultan Alâeddin tahttan resmen çekilmiş, böylece Lûdîler hanedanı devri başlamıştır (1451). Behlûl-i Lûdî (1451-1489), Fîrüz Şah Tuğluk zamanında Hindistan’a göç eden Afgan asıllı bir âileye mensûptur. Tuğluklular’a olan hizmetlerinden dolayı önce Sirhind valiliğine tayin edilmiş, daha sonra Lahor ve Dipalpûr onun yönetimine bırakılmıştır. Bu arada kendisine “hân-ı hânân” unvanı da verilmiştir. Behlül-i Lûdî, saltanatı sırasında Afganlar’ın genel karakteri olan mutlakiyetçi bir yönetim şekli uygulamamış; daha çok katılımcı bir tarz geliştirerek Afganlı kabilelerin desteğini kazanmıştır. Bu sayede Orta ve Doğu Hindistan bölgelerindeki isyankâr kabilelere hâkimiyetini kabul ettirmiştir. Düzenlediği seferler neticesinde 1482’de Jaunpûr’u zaptettikten sonra Mevar ve Gvalior’u da kendisine bağlamıştır. Böylece Delhi Sultanlığı’nın üstünlüğü tekrar bütün Hindistan’da kabul edilmiş ve sultanlık eski itibarını kazanmıştır. Behlûl’ün oğlu İskender-i Lûdî (1489-1517) babasının yolundan giderek sultanlığın sınırlarını genişletmiştir. Yeni hâkimiyet sağlanan Jaunpûr, Bayana Tirhut, Dholpûr, Gvalior, Narvar ve Chanderi gibi bölgelerin daha iyi yönetilebilmesi için sultanlığın merkezi Delhi’den Agra’ya taşınmıştır (1506). Çağdaş kaynaklar, mutaassıp bir Müslüman olan İskender’in gayri müslimlere karşı müsamahakâr olmadığından söz ederler. İskender’den sonra tahta geçen İbrâhîm-i Lûdî ise (1517-1526) maiyeti altında bulunan beylere karşı sert davranışları ile onların tepkisini çekmiştir. Kardeşlerine ve bazı kumandanlarına yaptığı kötü

29

muameleler neticesinde İbrahim’e karşı bir isyan başlamıştır. Pencap Valisi Devlet Han ile İbrahim’in amcası Âlem Han o sırada Kabil’de oturan Bâbür’den yardım talep ederek kendilerini İbrâhîm-i Lûdi’den kurtarmasını istemişlerdir. Bunun üzerine Bâbür, Delhi’ye yürümüş ve ünlü Panipat Savaşı’nda İbrâhîm-i Lûdî’yi mağlûp ederek öldürtmüştür (21 Nisan 1526). Böylece Hindistan’da Delhi Sultanlığı dönemi sona ermiş ve Bâbür Türk Devletinin hâkimiyeti başlamıştır. Delhi Sultanlığı Hindistan’ın sosyal, ekonomik ve siyasî hayatında büyük değişikliklere sebep olmuştur. Her şeyden önce Hindistan’daki çok sayıda devletçik zamanla ortadan kalkmıştır. Delhi Sultanlığı dönemi Hindistan’daki İslâm mimarisi açısından da önemlidir. Bu devrin en mühim eserleri Delhi’de bulunmaktadır. Delhi sultanlarının adıyla anılan Tuğlukâbâd, Frûzâbâd gibi Delhi şehirleri de bunu göstermektedir. Eski Delhi’de Hindistan’daki Türk-İslâm hâkimiyetinin muhteşem anıtı, 1119’da Kutbüddin Aybeg tarafından inşası başlatılıp 1130’da İltutmış zamanında tamamlanan Kutub Minâr’dır.

4. TİMUR’UN

DÖNEM:

HİNDİSTAN SEFERİ İLE HİNDİSTAN’DAN ÇEKİLDİKTEN SONRAKİ

1397 yılında Timur’un torunu Pir Muhammed’in, Multan’ı alması üzerine 1398’de Timur, Hindistan sultanlarının puta tapma işlerini ortadan kaldırmamış olmalarını bahane ederek Hindistan’a girmiştir. Delhi’yi almış ve büyük yağma faaliyetlerinde bulunmuştur. Ayrıca Hinduları öyle bir ezmiştir ki o devirde Müslümanların egemenliğini tehlikeye düşürmeleri imkânını ortadan kaldırmıştır. Timur 1399’da Türkistan’a dönerken Tuğluk Devleti’nin beylerinden olup kendi hizmetine geçmiş olan Hızır Han’ı Multan’da vali olarak bırakmıştır. Timur döndükten sonra Delhi bölgesinde başka bir beylik ortaya çıkmış ve bu Hızır Han’la mücadeleye başlamıştır. Timur’dan sonra Hindistandaki durumu kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: Bu sırada doğu’da da Cenvpur’da bağımsız bir devlet kurulmuştur. 1393’de son Tuğluk Sultanı Nasirüd Din Mahmud tahta çıktığında Hoca Cihan adıyla ünlenen Melik Server adındaki beyi, Gence’nin doğusunda oldukça kalabalık bir şekilde ayaklanmış olan Hindular’a karşı giden ordunun başına “Sultanüş-Şark” unvaniyle geçirilmiş ve bu isyanı bastırmak gayesi ile 1394’de yola çıkmıştır. Cevnpur’a yerleştikten sonra resmen olmasa da bağımsız bir hükümdar gibi davranmaya başlamıştır. Ancak 1399’da Timur’un Hindistan’dan çekildiği sırada ölmüş ve yerine evlatlığı Melik Karanfil, “Mübarekşah” adını alarak geçmiştir. Mübarekşah, resmen bağımsızlığını ilan etmiş ve hutbeyi kendi adına okutmuştur. Gücarat valisi Zafer Han da yine Tuğluk şehzadelerinin kavgaları sırasında 1396’da gerçek anlamda bağımsız hareket etmeye başlamıştır. 1397’de oğlu Tatat Han’la birlikte Delhi’yi almak ve orada yeniden güçlü bir devlet kurmak düşüncesiyle Delhi üzerine yürümeye hazırlanmış, ama Timur’un geleceğini duyunca Gücerat’ta bağımsız kalmakla yetinmenin daha iyi olacağına karar vermiştir. Gücerat’ın batısında ve Malva’nın güneyinde bulunan küçük Handeş ülkesi (Han ülkesi) de bağımsızığını 1382’de kazanmıştır. Bu devletin kurucusu Melik Ahmed, Halife Ömer soyundan geldiği iddiasında bulunduğu için Handeş’teki bu devlete Faruki Devleti de denmiştir. Malva’da vali olarak görev yapan Gur sülâlesinden Dilaver Han, Timur’un Hindistan seferi sırasında bağımsız kalmış ve 1406’da ölünce oğlu Alp Han resmen bağımsızlığını ilan ederek Huşeng Şah adını almıştır. Aşağı Sint’te ise Muhammed Tuğluk zamanından beri kâh yarı bağımsız, kâh Delhi’ye bağlı kalmış ve kendilerini ünlü efsane kahramanıyla ilgili göstermek için “Cem” adını taşıyan başkanlar ortaya çıkmıştır. Timur akınından sonra Tuğluk adında biri Aşağı Sint’te bağımsız hükümdar olarak karşımıza çıkmaktadır. Timur’un seferinden sonra Bengal, Keşmir ve Dekken’deki devletlerin durumlarında önemli bir değişiklik olmamıştır. Bütün bu devletlerden kısaca bahsetmeden önce Hindistan‘ın güçlü ve kurucu unsuru olan Türklerin

30

durumunu kısaca gözden geçirmeye çalışalım: XIV. yüzyılın ikinci yarısında Timur’un Moğolları Türkistan’dan sürmesi ve oradaki Türkleri büyük bir devletin başına geçirmesi, Hindistan‘a gitmekte olan Türk göçünün durmasına veya çok azaltmasına yol açmıştır. Bu da Hindistan Türklüğünü güçsüz bırakmıştır. Böylece Pencab’ın kuzeyindeki dağlık bölgelerde yaşayan ve büyük ölçüde Türk olan başka bir milletin, Afgan milletinin Hindistan’ın en önemli kısımlarına egemen olmasının yolu açılmıştır. XV. yüzyılın başında Afganlar arasında en çok sözü geçenler Ludi’lerdir ki bunlar da bilindiği üzere Afganlaşmış eski Halaç Türklerindendirler. Ludi’lerden Devlet Han Ludi son Tuğluk Sultanı Mahmud’un beyleri arasında en güçlüsü olmuş ve bu hükümdarı bir kukla gibi kullanmıştır. Bu sırada bazı beyler ile önce Timur’un ondan sonra da oğlu Şahruh’un Multan’da valisi olan Hızır Han’a karşı mücadeleye girişmiştir. 1413’de Sultan Mahmut ölünce, Devlet Han’ın kendini sultan ilan ettirmesi bir işe yaramamış ve Hızır Han, Delhi’yi kuşatıp alarak oraya yerleşmiştir (1414). Bu durum sadece Afgan saltanatının kurulmasını 37 yıl gecikmiştir.

5.

SEYYİT HANEDANLIĞI (1414-1451):

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Multan’da Büyük Timur’un valisi olarak kalan ve komşu beylerle savaşan Hızır Han 1414’de Delhi’ye yerleşmiş ve ölünceye kadar kendinî Timur’un oğlu Şahruh’un Hindistan valisi saymıştır. Bu sırada “Rayat-i-A’la” yani “En yüksek bayraklar” unvanını almıştır. Bununla birlikte Hindistan’da tamamen bağımsız hareket etmiştir. Hızır Han öldükten sonra oğlu Mübarek kendisine “Şah” dedirtmiş ve Türkistan’la ilgisini keserek Delhi tahtına yeni bir hanedanı çıkarmıştır. Bu hanedana Seyyid Hanedanlığı denmiştir; ancak bunların Seyyidliği, Seyyid-üs-Saadet denilen Buharalı ünlü şeyh Celal-ül-Hak veş-Şer’ vedDin’in Hızır Han’ın babası Süleyman’a bir yakıştırmasından ibarettir. Süleyman, Multan valisi Malik Merdan’ın yetiştirdiği bir çocuk olup sözü geçen şeyh onu bu valinin evinde görmüş ve Seyyidliği ona yakıştırmıştır. Firuz Tuğluk’un koyduğu bir yerin valisinin hep aynı soydan seçme geleneği dolayısıyla Multan’da, Merdan’dan sonra onun oğlu, ondan sonra sırası ile evlatlığı Süleyman ve onun oğlu Hızır vali olmuşlardır. 1395-96 yılında Dibalpur valisi Sareng Han, Hızır Han’la savaşmış ve Multan’ı ondan almıştır; dolayısıyla 1397’de Timur’un torunu Pir Muhammed Multan’ı aldığı sırada orası Sareng Han’ın elinde bulunuyordu ve Hızır Han, Biyana’da bir sığıntı gibi oturuyordu. Timur, Delhi’ye girince Hızır Han yanına gitmiş ve hizmetine girmiştir. Timur Hindistan’dan çekilirken ona: “Delhi’yi ve bütün alınmış olanları sana bağışladım” der ve daha sonra Lahor’da iken Multan ve Dibalpur’u da Hızır Han’a bırakır. Bu bilgi Seyyid Hanedanının tarihçesi olan “Tarih-i Mübarek Şahi”nin yazarı Yahya Sihrindi tarafından bildirilmiştir. Buna göre Hızır Han kendinî, Multan ve Dibalpur’un valisi görürken, Timur’un geçmiş olduğu yerler için de oraların genel vekili saymıştır. Hızır Han dönemi esas itibarı ile son Tuğluk devrinden pek farklı değildir. Bu dönemde devlet ve hükümdar daha güçlü iken, beyler saraylarda hâkimiyet kuramamışlardır. Düzendeki karışıklık devam etmiş ve vergi toplamak için biteviye seferler gerekmiştir. Zaman zaman vali veya beyden dahi vergi alınamamıştır. Bu durumda onların kurganları (kaleleri) kuşatılmış veya onlara ait yerler yağma ettirilerek vergi alınmıştır. Hızır Han’ın oğlu silik, güçsüz bir devlet adamı ve komutan portresi çizmiştir. Yukarıda gördüğümüz gibi Mübarek Şah unvanını almış ve Gürkanlı’larla (Timur oğulları) her türlü ilgiyi kesmiştir. Saltanat yılları genelde ayaklanmalar içinde geçmiştir. 1434’de nüfuzunu kırmak istediği veziri Server-ül-Mülk tarafından öldürtülmüş ve yerine kardeşinin oğlu Muhammed ve ondan sonra da 1444’de onun oğlu Ȃlem Şah tahta çıkmıştır. Hepsinin saltanatları kargaşa, ayaklanma, iç ve dış savaşlar içinde geçmiş ve devlet gittikçe daha güçsüz bir hale düşmüştür. Devlet işleri günden güne Pencab’ın büyük bir kısmına egemen olan Behlül Han Ludi adında bir Afgan beyinin eline geçmiştir. 1451’de Ȃlem Şah, Behlül’ün baskısına dayanamayarak tahtı ona bırakarak Badaun’da küçük bir toprak sahibi gibi yaşamaya başlamıştır. Böylece -Birinci Delhi Türk Sultanlığı sona ermiş ve onun yerine Birinci Delhi Afgan Sultanlığı kurulmuştur.

31

6. HİNDİSTAN’DA İSLÂMİYET’İN DİĞER BÖLGELERE YAYILMASINDA ETKİLİ OLAN DEVLET

VE HANEDANLAR:

XII. Yüzyılın ikinci yarısında Gurlular’ın Gazne’ye hâkim olmalarından sonra İslâmiyet Hindistan’ın diğer bölgelerinde de yayılmaya başlamıştır. Hârezmşahlar’ın baskısıyla karşılaşan Gurlu Sultanı Gıyâseddin Muhammed b. Sâm ve arkasından ilk olarak Gazne’nin idâresini verdiği kardeşi Muizzüddin Muhammed b. Sâm Hindistan’a yönelmişlerdir. Muizzüddin Muhammed 1186’da Lahor’u zaptederek Hindistan’daki Gazneli hâkimiyetine son vermiş; 1193’te de Racpûtlar’ı yenerek Aligarh ve Ecmîr’e kadar olan bölgeyi ele geçirmiştir. Daha sonra kumandanlarından Kutbüddin Aybeg birkaç yıl içerisinde Kuhram, Sâmâne, Bedâûn, Kannevc, Gevâliyâr ve Kâlincâr gibi yerleri alırken, onun adına hareket eden İhtiyârüddin Muhammed Bahtiyar Halacî de Bihâr ve Bengal’deki bazı bölgeleri fethetmiştir. Bu şekilde Leknevtî Halacîleri’nin temeli atılmıştır (1202). XIII. Yüzyılın başlarında Hindistan valiliğine tayin edilen Kutbüddin Aybeg, 1206’da Gurlu Sultanı Muizzüddin’in vefatı üzerine Lahor’da bağımsızlığını ilân ederek Delhi Sultanlığı’nı kurmuştur (1206); Gurlu Sultanı Gıyâseddin Mahmûd da bu durumu onaylamış ve ona “Sultan” unvanını vermiştir. Ancak Delhi Sultanlığı’nın gerçek anlamda kurucusu Kutbüddin Aybeg’in damadı ve halefi Şemseddin İltutmış (1211-1236) ’tır. Kutbüddin Aybeg’in ölümünden sonra tahtta hak iddia eden vârislerini saf dışı bırakıp sultanlığa hâkim olan İltutmış, Pencap’tan Bihâr’a ve Keşmir’den Orta Hind yaylasına kadar uzanan toprakları ele geçirerek hâkimiyetini güçlendirmiştir. Daha sonra 1229’da Abbasî Halifesi Müstansır-Billâh’tan menşur ve hil’at alarak meşruiyetini tasdik ettirmiştir. İltutmış’ın 1236’da vefatıyla siyasî bir kargaşa başlamış ve bu durum 1266’da Gıyâseddin Balaban Han’ın tahta geçmesine kadar sürmüştür. Daha sonra kumandanlardan Celâleddin Fîrûz Şah Halacî, Delhi Memlûk Sultanı Muizzüddin Keykubad’ı öldürüp iktidarı ele geçirmiş ve böylece Delhi Halacîleri dönemini başlatmıştır (1290); ancak Celâleddin Fîrûz Şah da 1296’da yeğeni Alâeddin tarafından öldürülmüştür. Böylece tahta çıkan Alâeddin, beş yıl kadar süren bir askerî hareketle Güney Hindistan’ın bazı bölgelerini sultanlığın sınırları içerisine katmıştır. Alâeddin’in 1316’da ölümünden sonra kısa süren bir kargaşa döneminin ardından Kutbüddin Mübarek Halacî sultan ilân edilmiştir. Onun da bir saray darbesiyle öldürülmesinden sonra (1320) baş gösteren karışıklıklar sırasında kumandanlardan Gıyâseddin Tuğluk duruma hâkim olmuş ve Delhi Sultanlığı’nda Tuğluklular dönemi başlamıştır. Hindistan’ın Leknevtî, Delhi ve Mâlvâ bölgelerinde hüküm süren Halacîler buralarda kültür, sanat ve edebiyat alanında önemli izler bırakmışlardır. Tuğluklu sultanları sınırları genişletmeye muvaffak olmuşlarsa da çok genişlemiş bulunan topraklardaki hâkimiyetleri gittikçe zayıflamaya başlamıştır. Çıkan isyanlar neticesinde Vicayanagar ve Mandıra Racalıkları ile Behmenî Sultanlığı kurulmuştur. Dördüncü hükümdar Fîrûz Şah Tuğluk’tan sonra taht kavgaları ve kargaşa dönemi başlamıştır. Bu sırada Mâlvâ, Gucerât ve Cavnpûr valileri bağımsızlıklarını ilân ederken Delhi de Timur’un istilâsına uğramıştır (1398). Tuğluklular’ın yıkılmasından sonra Multan Valisi Seyyid Hızır Han Delhi’yi ele geçirerek Seyyidler hanedanı dönemini (1414-1451) başlatmıştır. Ancak bu dönemde de istikrarsızlık sürmüş ve 1451’de burayı alan Sirhind Valisi Behlûl-i Lûdî (I451-1489) Lûdîler hanedanını kurmuştur. Lûdîler döneminde uygulanan katı politikalar sonucunda Delhi Sultanlığı eski gücüne tekrar kavuşmuş; özellikle İskender-i Lûdî zamanında (1489-1517) yeni fetihler gerçekleştirilmiştir. İbrâhîm-i Lûdî dönemi ise (1517-1526) genellikle iç çekişmelere sahne olmuştur. 1526’da Bâbür’ün İbrâhîm-i Lûdi’yi mağlûp etmesiyle Delhi Sultanlığı sona ermiş ve Bâbürlü Devletinin temelleri atılmıştır. Delhi Sultanlığı Hindistan tarihini çok etkilemiş ve önemli sosyal, ekonomik, siyasî değişikliklere yol açmıştır. Ülkedeki pek çok mahallî devletçik ortadan kaldırılarak merkezî idâre geleneği geliştirilmiş, başta Delhi olmak üzere şehirler mimari eserleriyle süslenmiş, bu arada Moğol istilâsından kaçan âlimlere kucak açılması ile ilim ve kültür alanında önemli gelişmeler kaydedilmiş, ticaret hayatı canlanmış ve özellikle Delhi her açıdan zamanın en büyük merkezlerinden biri haline gelip milletlerarası bif hüviyet kazanmıştır. 1347’de Delhi Sultanlığı’dan ayrılıp bağımsızlığını ilân eden Alâeddin Hasan Behmen Şah (1347-1358) Dekken’de Behmenî Sultanlığı’nı kurmuştur. Behmenîler kısa zamanda sınırlarını genişletip idarî sistemlerini yerleştirmişlerdir. Alâeddin’den sonra tahta geçen I. Muhammed Şah zamanında (1358-1375) Varangal ve Vicayanagar Racalıklarına karşı üstünlük sağlanmıştır. Behmenî sarayında 1. Muhammed Şah’tan sonra kısa bir müddet karışıklık yaşanmış; bu arada Vıcayanagar Racalığı tekrar güçlenmiş ve ülke ancak 11. Muhammed

32

Şah (1378-1397)’ın duruma hâkim olmasıyla düzene girmiştir. Tâceddin Fîrûz döneminde de (1397-1422) istikrar korunmuş; Horihara ve Gondvana Racalıkları ile yapılan mücadeleler başarıyla sonuçlanmış ve ülkede İslâmiyet’in yayılması için faaliyet gösterilmiştir. I. Ahmed (1422-1436) Telingana topraklarının büyük kısmını zaptettiyse de ondan sonra tahta çıkan II. Ahmed zamanında (I436-1458) saray içinde nüfuz mücadelesi baş göstermiştir. Onun oğlu Alâeddin Hümâyun (1458-1461) bu zaafı giderebilmek için sert bir politika takip etmiş ancak başarılı olamamıştır. 1461’de tahta geçen III. Ahmed’in yaşının küçüklüğü sebebiyle idâre vezir Mah-mûd-i Gâvân’a bırakılmıştır. Onun 1481’e kadar devam eden idâresi sırasında Behmenî Sultanlığı en geniş sınırlarına ulaşmış; idârede istikrar ve otorite sağlanmıştır. Mahmûd-ı Gâvân’in ölümünden (1481) sonra düzen tekrar bozulmaya başlamış ve kısa sürede devlet çözülerek Berâr’da İmâdşâhîler, Bîder’de Berîdşâhîler, Bîcâ-pûr’da Âdilşâhîler, önce kuzey ve Batı Maharaştra’da, daha sonra Ahmednagar’da Nizamşâhîler ve Golkon’da da Kutubşâhîler hanedanları kurulmuştur. Bengal’de Bengal Sultanlığı, Keşmir’de Keşmir Sultanlığı, Gucerât’ta Gucerât Sultanlığı, Cavnpûr’da Şarkî Sultanlığı, Mâlvâ’da Mâlvâ Sultanlığı ve Kandeş’te Fârûkiler Bâbürlüler öncesi Hindistan’da hüküm süren önemli devletler arasında yerlerini almışlardır.

SONUÇ Bu hafta Delhi Türk Sultanlığı, İslâmiyet’in Hindistan’ın diğer bölgelerine nasıl yayıldığı, Timur’un Büyük Hindistan Seferi ile çekildikten sonraki dönem ve Seyyit Hanedanlığı ile İslamiyetin yayılmasında etkili olan devlet ve hanedanlar anlatılmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Timur, Hindistan sultanlarının puta tapmaktan vazgeçmemelerini bahane ederek kaç yılında Hindistan üzerine harekete geçmiştir? a) 1398 b) 1396 c) 1397 d) 1399 e) 1395 2) Hindistandaki pek çok mahalli idâre ortadan kaldırılmış, merkezi idâre geleneği geliştirilmiştir. Hindistandaki bu önemli değişikliğe yol açan devlet hangisidir? a) Gazneliler b) Akhunlar c) Delhi Sultanlığı d) Timurlular e) Sâsânîler YANITLAR:1-a, 2-c

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400.

33

______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989.

34

The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

35

5. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

36

ÖZET Beşinci hafta Babür Devleti (Babürlüler), Babür’ün menşei ve çocukluğu, hayatı ve vefaat süreci, devletin kuruluşu, Babür yazısı ve eserleri ayrıntılı bir şekilde görsel malzemeler kullanılarak anlatılacaktır. 3.

BABÜR DEVLETİ (BABÜRLÜLER):

Babür Devletinin tarihine geçmeden önce, kurduğu devletle Hindistan’daki Türk hâkimiyetinin temellerini atan ve devlete adını veren Babür hakkında detaylı bilgi vermeye çalışarak konuya başlayalım:

7.a. Babür Dönemi: 1.

Babür’ün Menşei ve Çocukluğu:

15 Şubat 1483 (6 Muharrem 888) tarihinde Fergana’da dünyaya gelen Bâbür’ün soyu, baba tarafından Timur’a; anne tarafından ise, Cengiz Han’a dayanmaktadır. Timur’un dördüncü kuşaktan, Cengiz Han’ın da on beşinci kuşaktan torunu olan Bâbür’ün babası, Ömer Şeyh Mirza; annesi ise, Yunus Han’ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım’dır. Bâbür, Zahîrüddîn Muhammed adını İslâm geleneğine göre almıştır. Hoca Nasrüddin Ubeydullah tarafından verilen bu isminin yanına, eski Türk geleneğine riayet edilerek “kaplan” veya “panter” anlamına gelen Bâbür adı da eklenmiştir. Bâbür’ün çocukluğu hakkında bilinenler oldukça sınırlıdır. Babası Ömer Şeyh Mirza Fergana’da küçük bir Timurlu prensliğine hâkim iken annesi ile birlikte Endican (Andican) Kalesi’nde oturdukları sırada, babası bir kaza sonucu vefat etmiştir. Bunun üzerine Bâbür, henüz on iki yaşında olmasına rağmen, 10 Haziran 1494 Salı günü Fergana Hükümdârlığı tahtına oturmuştur. Bâbür’e babasından kalan topraklar çok da geniş değildir.

2. Hükümdârlığı, Siyasî Mücadeleleri ve Vefatı: Babürname’de“10 Haziran 1494 (5 Ramazan 899 Salı günü)’de, Fergana vilâyetinde, on iki yaşında padişâh oldum” diyen Bâbür, Hindistan Sultanı olmadan önce Fergana’nın son Timuroğlu hükümdârı idi. Bâbür’ün 36 yıllık saltanat hayatı ve siyasî mücadeleleri, üç ana kısımda ele alınabilir: Fergana hâkimiyeti (1494-1504), Kâbil hâkimiyeti (1504-1526) ve Hindistan hâkimiyeti (1526-1530). Bâbür, siyasî hayatının başlangıcında akrabalarıyla ve kendisini tanımayan kumandanlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Amcası ve Semerkant hâkimi Sultan Ahmet Mirza sıkıntısından kurtulduktan sonra Taşkent hâkimi Sultan Mahmud ile mücadele eden Bâbür’ün asıl amacı Endican’da saltanat sürmek değil, atalarının daha önceki yıllarda sahip oldukları Semerkant’ı ele geçirmekti. Bâbür Semerkant’a 1497 ve 1501 yıllarında iki kere hâkim olmuş, fakat elinde tutamamıştır. Bâbür’ün iki defa ele geçirdiği bu ata yurdunu kaybetmesinde en önemli sebep ise, Mâverâünnehir’in kuzeyinde var olan Özbek tehlikesi olmuştur. Bâbür, Özbek Hükümdârı Şeybânî Muhammed ile mücadeleye girişmiş, 1501 yılında gerçekleşen Ser-i Pûl Meydan Savaşı’nda Özbekler’e yenilmiştir. Bu mağlubiyetten sonra dostlarının, yakınlarının ve akrabalarının vefasızlığına kızarak inzivaya çekilen Bâbür, 1504 yılına kadar da bu hayatını devam ettirmiştir. Bir ara Moğolistan Hükümdârı olan akrabasının yanına sığınan Bâbür, pek itibar görmemesi üzerine oradan ayrılarak Afganistan’a göç etmiştir. Özbekler’e yenilmesine ve akrabaları tarafından dışlanmasına rağmen, mücadelesinden asla vazgeçmeyen Bâbür, önce Kâbil Kalesi’ni, sonra da 1507’de Kandahar’ı ele geçirmiş, böylece ayakta kalmayı başarmıştır. Bâbür, bu son fetihleriyle, HindistanAfganistan ve İran yolunu kontrol altına almıştır. Bâbür, Kandahar’ı ve Kâbil Kalesi’ni ele geçirmesine rağmen, Mâverâünnehir’e hâkim olma hevesinden vazgeçmemiştir. Bu arada 1501 yılında İran tahtına çıkan Şah İsmail de, Özbekler ile olan mücadelesi dolayısıyla,

37

tahta çıkar çıkmaz Bâbür-Özbek mücadelesine katılmak zorunda kalmıştır. 1511 yılına gelindiğinde de, Özbekler’in karşısında yine Bâbür ve Safevîler görülmektedir. Bâbür, Safevîler’in yardımı ile Mâverâünnehir’in bazı şehirlerini ve Semerkant hükümdârlığını ele geçirmiştir. Fakat kısa bir süre sonra önce Safevîler, sonra da Bâbür, Özbekler’e yenilmişlerdir. Bu durum üzerine Bâbür önce Hisâr’a, sonra da Ceyhun’un güneyine çekilmek zorunda kalmıştır. Bu arada, 1514 yılında Şah İsmail’in, Çaldıran Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim karşısında yenilmesi üzerine Özbekler yeniden Mâverâünnehir’de güçlenmişlerdir. Bunun üzerine, Safevî desteğinden bütünüyle mahrum kalan Bâbür, bütün ümitlerini kaybetmiş bir şekilde Kâbil’e geri dönmüştür. Bâbür, Kunduz taraflarında bir müddet kaldıktan sonra yeniden harekete geçmiş, 1522 yılında Kandahar’ı tekrar ele geçirmiştir. Bâbür bütün bu olanlardan sonra, Fergana, Semerkant ve Horasan’da artık kendisine yaşama hakkı tanınmayacağını anlamıştır. Bundan sonra Bâbür yüzünü güneye, Afgan geçitlerinin ötesine, farklı iklimlere yâni, zengin Hindistan’a çevirmiştir. Bâbür, Hindistan’a kendisinden önce Türkler ve Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen seferleri, hâtıratında şu şekilde anlatmıştır: “Hazret-i Peygamber zamanından bu tarihe kadar, dışarı padişâhlardan üç kişi, Hindistan vilâyetlerini ele geçirerek, orada saltanat sürmüştür. Biri, Sultan Mahmut Gâzi ve evlâdıdır; Hindistan memleketinde uzun müddet hükümdârlık tahtında oturmuşlardır. İkincisi, Sultan Şâhabeddin Gûrî, kulları ve tevâbiidir; çok senelerde bu memleketlerde padişâhlık sürmüşlerdir. Üçüncüsü benim; fakat benim işim o padişâhlarınkine benzemez”. Bâbür’ün Hindistan hâkimiyeti 1526-1530 yılları arasında geçmiştir; kısa zaman içerisinde de, beylerinin ve özellikle de oğlu Hûmâyun’un gayretleri ile başarılar ardı ardına gelmiştir. Bâbür’ün, Kâbil’i zaptettikten sonra en büyük arzusu Hindistan’a yürümek olmuştur. Ancak, beylerinin kararsızlığı ve kardeşlerinin muhalefeti sebebiyle Hindistan seferi ve hâkimiyeti bir türlü gerçekleşememiştir. Fakat en sonunda bütün engeller ortadan kalkmış, Bâbür’e Hindistan yolu açılmıştır. Bâbür’ün kesin ve en büyük Hindistan seferi 1525 yılında gerçekleşmiştir. Önce Pencap’ı istilâ etmiş, hemen ardından da Delhi üzerine yürümüştür. Bu sırada Hindistan’daki siyasî gelişmeler de Bâbür’ün yürüyüşünü kolaylaştıracak şekilde cereyan etmiştir. Şöyle ki; Kuzey Hindistan’ın hâkimiyetini elinde tutan Lûdîler’in hükümdârı İbrâhîm-i Lûdî, yakınları olan Lahor valisi ve Âlem Han ile neredeyse mücadele içerisinde idi. Bu durum, Bâbür’ün Hindistan seferine çıkmasında etkili olan sebepler arasındadır. Bâbür, Sultan İbrahim’in üzerine yürümek için Panipat Ovası’na doğru ilerleyişini sürdürmüş, Panipat yakınlarında karargâhını kurmuştur. Çok geçmeden de, Panipat Kalesi önlerindeki aynı adı taşıyan ovada, Bâbür ve Lûdî kuvvetleri karşı karşıya gelmişlerdir. Taraflar arasında gerçekleşen Panipat Meydan Savaşı, 21 Nisan 1526 günü cereyan etmiştir. Lûdî’nin ordusu çok kalabalıktı ve 1000 kadar fili vardı. Buna karşılık Bâbür’ün ordusu 12.000 civarında idi. Fakat Osmanlı savaş usûlünü uygulayan ve ateşli silahlar kullanan Bâbür karşısında Sultan İbrahim büyük bir yenilgiye uğramış ve öldürülmüştür. İbrâhîm-i Lûdî’nin ölümü üzerine Lûdîler’in hâkimiyeti de sona ermiştir. Bâbür bu zaferden sonra Delhi ve Agra’yı da hızlı bir şekilde ele geçirmiş, hemen ardından da Bâbürlü Hânedânı’nı kurmuştur. Bâbür, bu zaferden sonra Panipat’ta fazla kalmamış, oğlu Humâyun’u düşmanın takibi ile görevlendirmiştir. Bunun üzerine derhal harekete geçen Humâyun, Delhi’yi aldıktan sonra süratle Agra üzerine yürümüş, buradaki zengin hazineleri ganimet olarak ele geçirmiştir. Bâbür de daha sonra Cemne kıyılarını takip ederek, Dehli’ye gelmiştir. Burada Hâce Kutbeddin Kâki, Gıyâseddin Balaban, Alâeddin Kalaç gibi büyüklerin türbe ve imâretlerini ziyaret etmiştir; Cuma namazında da hutbe Bâbür adına okunmuştur. Bâbür daha sonra, Lûdîler’in başkenti Agra’yı ziyaret etmiş, Süleyman Fermulî köşkünde dinlendikten sonra asıl kaleye gitmiştir. Bu arada Humâyun tarafından ele geçirilen ganimetler de kendisine takdim edilmiştir. Bâbür, Lûdî âilesine oldukça iyi davranmış, onlara geçinebilecekleri kadar toprak vermiştir.

38

Böylece Bâbür, yavaş yavaş kuzey Hindistan’ı tamamen hâkimiyeti altına almıştır. Ancak karşısında iki büyük düşman bulmuştur. Bunlardan birincisi Afgan emîrleri idi ki bunlar İbrahim’in kardeşi Mahmud’u sultan seçmişlerdi. Öteki düşman ise, Çitor racası Rânâ Sângâ’nın başında bulunduğu Racputlar idi. Hiç vakit kaybetmeden harekete geçen Bâbür, Humâyun kumandasındaki kuvvetleri Afganlar’ın üzerine göndermiş, böylece Afganlar geri püskürtülmüşlerdir. Bâbür’ün kendisi ise, asıl kuvvetleri ile Rânâ Sângâ üzerine yürümüş, 17 Mart 1527 günü, Kanva’daki mücadelede Racputlar’ı bozguna uğratmıştır. Bu zafer kolay olmamıştır. Karşı tarafın ordusunun kalabalıklığını gören Bâbür, savaş idâresini bizzat kendisi üstlenmiştir. Bâbür bu Kanva Meydan Savaşı’nda da ateşli silahlar kullanmıştır. Bâbür’ün savaş taktikleri ve bu ateşli silahlar karşısında Hinduların yenilmekten başka çareleri yoktu. Bu yenilgi üzerine Çitor racası, askerlerine toplanma emri vermiş, kendisi de hızla Mevat tarafına kaçmıştır. Bu zaferden sonra Gazi unvanını alan Bâbür, o yıl kestirdiği paralara da, bu unvanı yazdırmıştır. Bu fetihten sonra Bâbür’ün tuğrasına da Gazi unvanı yazılmıştır. Bâbür ayrıca fetihnâmesinde, tuğrasının altına şu ruba’iyi yazmıştır: İslâm uğrunda çölde avâre oldum, Kâfirler ile hep çarpıştım, Kendimi şehit etmeye azmetmiştim, Allah’a şükür ki, “Gâzi”oldum. Bâbür, Rânâ Sângâ zaferinden sonra Hindistan’da haklı bir şöhret kazanmıştır. Daha önce kendisine ve oğlu Humâyun’a itaat etmeyen kaleler ve hanlar da artık bağlılıklarını göstermişlerdri. Bâbürün, Hindistan’ı hâkimiyetine alıp, düşmanlarını mağlup ettiği zamanlarda, oğullarından Humâyun ve Kâmran da delikanlılık çağlarına gelmişlerdi. Bâbür bundan sonra dikkatini, bütünüyle itaat altına alınmamış olan Afganlar üzerine çevirmiştir. Bu arada Mahmud Lûdî ise, bütün Afganlar’a hâkimiyetini kabul ettirmiş ve Bihâr’ı ele geçirmiştir. Bâbür son olarak 1529 yılında, Ganj ve Gagra Nehirlerinin birbirine karıştığı noktaya yakın bir yerde, Mahmud Lûdî ile karşılaşmış, onu kesin bir mağlubiyete uğratmıştır. Hemen ardından da Bengal üzerine yürüyen Bâbür, Bengal Hükümdârı Nusret Şah ile galip taraf olarak bir barış antlaşması gerçekleştirdikten sonra Agra’ya dönmüştür (24. 06. 1529). Bâbür, gençliğinden beri sık sık hastalanmakta idi. Özellikle de bataklık hummasından zaman zaman ölümle pençeleşen ve ayrıca birkaç defa da zehirlenen Bâbür en sonunda, İbrâhîm Lûdî’nin annesi tarafından çeşnigir Ahmed aracılığı ile verilen ve uzun vadede etkisini gösteren zehir yüzünden yatağa düşmüştür. 1530 yılına gelindiğinde Bâbür’ün rahatsızlığı artmaya başlayınca beylerini ve yakınlarını huzuruna çağırmış, siyasî vasiyetini açıklamış, sağlığında oğlu Humâyun’un veliahdlığını kabul ettirmiştir. Henüz 47 yaşında olan Bâbür, kısa bir süre sonra, 25 Aralık 1530 günü, Agra’da hayata vedâ etmiştir. Bâbür’ün ölüm haberi gizli tutulurken, saray mâteme bürünmüştür. En sonunda Arayiş Han’ın tavsiyesiyle haberin halka duyurulmasına karar verilmiş ve kırmızı elbise giymiş olan tellâl, Bâbür’ün vefatını ilân etmiştir. Ağra’da toprağa verilen Bâbür için altmış kadar güzel sesli hafız, devamlı olarak, mezar başında Kur’an-ı Kerim okumuşlardır. Bâbür’ün cesedi daha sonra vasiyeti gereğince, Ağra’dan alınarak merasimle Kâbil’e nakledilmiştir. Orada, kendisinin yaptığı on bahçeden birine, sevgili eşinin yanına defnedilmiştir. Bâbür arkasında dört oğul ve üç kız çocuğu bırakmıştır. Oğulları; Humâyun, Askerî, Hindal ve Kâmrân’dır. Kâmrân ve Humâyun Çağatayca eserler yazmışlardır. Kızları ise; Gülrenk, Gülçehre ve Gülbeden Begimlerdir. Gülbeden, Humâyun’un hayatını ve faaliyetlerini kaleme alarak, bir kadın yazar olarak devrine damgasını vurmuştur. Bâbür’ün 1526-1530 yıllarına ait altın, gümüş ve bakır paraları şu anda çeşitli müze koleksiyonlarında bulunmaktadır. Bâbür, birçok çeşitli maceralarla dolu hayatının kısa oluşuna rağmen, XVI. yüzyıl Doğu tarihinde

39

oynadığı rolün önemi ve kurduğu devletin devamlılığı bakımından, Türk tarihinin önemli simalarından biridir. Bâbür, sırf kendi zekâ ve irâdesinin gücü ile muhteşem bir saltanat meydana getirmiştir. Bâbür, Hindistan’da beş yıl gibi kısa bir zaman kalmasına rağmen, Panipat zaferini ebedileştiren Kâbilşâh Câmii, Sambhal Câmii, Âgra Câmii gibi eserleri yaptırmaya da zaman bulabilmiştir.

3. Bâbür Devleti’nin Kuruluşu ve Menşei: Devletin kurucusu ve ilk hükümdârı olan Bâbür, 21 Nisan 1526 tarihinde Panipat Meydan Savaşı’nı kazanarak Lûdî Sultanlığı’na son vermiş ve Bâbürlü Hânedanı’nı kurmuştur. Böylece temelleri atılan ve kısa zaman içerisinde Hindistan ve Afganistan’da yükselen bu büyük devlet, Batılılar tarafından Moğol (Mughal) olarak adlandırılmıştır. Bâbürlüler için Moğol tâbirini ileri süren Batılı araştırmacıları; R. S. Avasty, B. Gascoign, P. Kennedy, J. de Laet, Niccolao Manucci, F. Bernier, W. İrvine ve İ. H. Qureyşî olarak sıralanabilir. Batılılar’ın kullandığı bu Moğol tâbirinin, son menşe araştırmalarına bakıldığında, ilmî temellere dayanmadığı görülmektedir. Batılılar aslında, Bâbürlüler’in büyüklüklerini göstermek maksadıyla Moğol ismini kullanmışlardır. Fakat Bâbür ve diğer Bâbür Devleti hükümdârları her zaman Türklükleri ile gurur duymuşlar, çeşitli vesilelerle de bunu göstermişlerdir. Ayrıca Bâbür’ün, Moğollar’ı pek sevmediği şu cümlelerinden anlaşılmaktadır: “Kötülük ve bozgunluk dâimâ Moğol milletinden çıkagelmiştir. Şimdiye kadar benimle beş defa düşman oldular. Düşman olmalarının sebebi benimle anlaşamadık- larından dolayı değildi”. Bâbürler’in dilleri Türkçe idi. İngiltere’den Hindistan’a gelen elçiler hükümdâr ile ancak Türkçe yoluyla anlaşabilmişlerdir. Kâmrân Mirza’nın divânı da, Bâbürlüler’in resmî dilinin Türkçe olduğunu ortaya koyan diğer bir delil olarak gösterilebilir.

Bâbür Devleti’nin adı konusunda, Batılılar’ın kullandığı “Moğol” tâbirinden başka da çeşitli görüşler bulunmaktadır. Çünkü kurulan devletin adı belli olmadığı gibi, para ve yazıtlar üzerinde de açıklayıcı bilgi bulunmamaktadır. Daha çok tarihçiliği ile tanınan, Bâbür’ün teyzesinin oğlu Mirza Haydar Duğlat, dönemin yaygın kullanımını takip ederek Bâbürlüler’i “Çağatay” olarak nitelemiştir. Bâbür ise teyzeoğlunu “Moğol” olarak tavsif etmiştir. Humâyun zamanında onun misafiri olan ve kendisinden büyük saygı gören Osmanlı denizcilerinden Seydî Ali Reis ise Bâbür Devleti için, “Padişah-ı Hindistan” veya “Humâyun Padişah” isimlerini kullanmıştır. Bâbür Devleti için, Y. Hikmet Bayur “Gurkanlı” (Küregen); Z. V. Togan, F. Köprülü ve son olarak da E. Merçil “Babürlüler” yazılışını kabul etmişlerdir. Bâbürlüler, 1526-1858 yılları arasında, 332 yıl boyunca saltanat sürmüşler ve 28 hükümdâr tarafından idâre edilmişlerdir. Bu hükümdârlardan Bâbür, Humâyun, Ekber, Cihangîr, Şah Cihan ve Evrengzib, Bâbürlü hanedân tarihinin en önemli şahsiyetleri olmuşlardır. Bu hükümdârlar zamanında, Hindistan’daki Türk

40

hâkimiyeti altın çağını yaşamıştır. Devletin başkentleri ise, Dehli, Lahor, Agra, Fetihpur Sikri gibi merkezler olmuştur. 4.Babür’ün Şahsiyeti Bâbür; üstün bir komutan, mahir bir diplomat ve aynı zamanda büyük bir devlet kurucusu olarak, Türk ve dünya tarihinin en önde gelen şahsiyetleri arasında yer almaktadır. Ayrıca şâir, edebiyat nazariyatçısı, bestekâr ve yazı (hat) mucitliğinin yanında; mimarlık, peyzaj mimarisi, botanik, zooloji, astronomi ve İslâm fıkhı gibi pek çok konu ile yakından ilgilenen Bâbür, çok yönlü bir kişi olarak, çeşitli dallardan pek çok ilim adamının dikkatini çekmeye devam etmektedir. Kılıç kuşanmada, ok atmada, at biniciliğinde bütün rakiplerine karşı her zaman üstünlük sağlayan Bâbür, savaş meydanında da askeriyle omuz omuza çarpışan, yiğit bir cengâver idi. O, aynı zamanda, sahip olduğu üstün komuta yeteneği ile kendi askerî birliklerinden birkaç kat fazla orduları bile dize getirmeyi başaran, cihangir bir hükümdâr idi. Bâbür, disiplinli ordularına ve devamlı fethetme isteğine rağmen, hiçbir zaman kan dökmek taraftarı olmamış, hattâ kendisinden af dileyen en azılı düşmanlarını bile affetmiş bir şahsiyet olarak, bu konuda da ne kadar büyük bir insan olduğunu göstermiştir. Bâbür kendisini her zaman bir Türk olarak kabul etmiş, Türklüğü ile gurur duyduğunu da, Biyâne Emiri Nizâm Han’a vaat ve tehdit fermanlarının yanında yazıp gönderdiği şu cümlelerle gayet açık bir şekilde ifade etmiştir: “Ey Biyâne Emîri, Türkler ile kavgaya girme; Türklerin çevikliği ve kahramanlığı mâlûmdur. Eğer çabuk gelmez ve öğüt dinlemezsen, mâlum olanı beyâna ne lüzum vardır”. Bâbür, haksızlığa asla tahammül edemez, zorbalık ve yağmacılık yapanları ölümle cezalandırırdı. Masum halkın ekinlerini ve mallarını yağmalayan çapulcular, öldürüldükten sonra teşhir edilirdi. Bâbür, bir yerlinin yağ testisini zorla elinden alan askerini, herkesin gözü önünde ölünceye kadar dövdürtmüştür. Bu cezadan haberi olmayan Şah İsmail’in askerleri de aynı akıbete uğramışlardır. Son derece mütevazı bir kişiliğe sahip olan Bâbür, halkı ile aynı şartlarda yaşamak için elinden gelen gayreti göstermiştir. Hâtıratında, halkı ile birlikte tutulduğu bir kar fırtınasında yaşadıkları zorlukları anlatan Bâbür’ün, halkına karşı ne derece duyarlı olduğunu apaçık gösteren bu cümleleri ise şu şekildedir: “O gün şiddetli bir tipi oldu. Herkes ölüm korkusu içinde idi. Ben mağaranın önünde kürekle kendime bir yer yaptım. Mağaraya gitmemi söylediler ise de gitmedim. Bütün halk karda ve tipide iken, ben sıcak yerde ve istirahatte ve bütün halk burada ıstırapta ve meşakkatte iken, ben orada uykuda ve refahta bulunursam, bu, insaniyetten uzak bir hareket ve halka karşı lâkayıtlık olur; ne gibi ıstırap ve meşakkatlik olursa, ben de göreyim ve halk nasıl tahammül edip duruyorsa, ben de durayım, diye düşündüm”. Bâbür ayrıca dindar bir kişi idi. Din âlimlerine her zaman büyük saygı gösterir; hattâ onlarla sık sık bir araya gelerek dinî konularda bilgi alışverişinde bulunurdu. Bâbür, başarılarını da her zaman Tanrı’nın lütuf, şefkat ve yardımına bağlamakta idi. Bâbür’ün tek kusuru, 28 yaşlarında başlayıp, gittikçe miktarını artırdığı içki alışkanlığı idi. Hattâ çok zararlı olduğunu bildiği halde afyon macunu da kullanan Bâbür, daha sonra içkiyi bırakmak için kendi kendine söz vermiş, söz verdiği tarihte, yâni 1527’de de, tövbe ederek içkiyi bırakmıştır. Bâbür’ün en büyük özelliklerinden biri de, komutanından askerine, asilzâdesinden hizmetçisine kadar, herkesin kalbini kazanmasını bilmesi, aynı zamanda da yüksek otorite sahibi olmasıdır. O, sık sık tertiplediği içki âlemlerinde arkadaşları ile diz dize oturup eğlendiği ve birlikte saz sohbetleri yaptığı zamanlarda dahi, otoritesinden bir şey kaybetmemiştir. Bâbür’ün faziletleri arasında, son derece cömert oluşu da göze çarpmaktadır; O, dünya malına asla ehemmiyet vermemiş, Hindistan saltanatı zamanında zengin hazinelerin sahibi olduğunda, halkı ve askerlerine verdiği gibi, en uzaktaki beylerine dahi pay göndererek, hazineden kendisine neredeyse hiçbir şey bırakmamıştır. Bu sebeplerle olsa gerek, ordusu Bâbür’e, “mala rağbetsiz” anlamına gelen “Kalender” unvanını vermiştir. Bâbür’ün en büyük tutkusu ise, çokça okumak ve devamlı olarak yazmak idi. Ondaki yazma sevdası,

41

çağdaşları Şah İsmail, Şeybânî Han, Hüseyin Baykara, Selim ve Kânunî’deki gibi sadece bir merak ve güzel sanatların koruyuculuğu olarak kalmamış, Türk dili ve edebiyatına çok daha önemli katkılar sağlamıştır. Soğuk kış aylarında ve yağmurlu günlerde kütüphanesine çekilip, tarih ve edebiyat okuyan; yine astronomi, mimarlık, hat, tezhip ve müzikle meşgul olan Bâbür, sahip olduğu yaratıcılık ruhu ve sanat-estetik merakıyla, Uygur harfleri ve stili ile Arap harflerini kaynaştırarak yeni bir yazı çeşidi, yani Hatt-ı Bâbürî’yi icat etmiştir. Bâbür ayrıca bu yazısı ile bir Kur’an-ı Kerîm yazarak Mekke’ye göndermiştir. Bâbür’ün yazma tutkusu o derecedir ki; O, seferde, at üzerinde, savaş esnasında, otağında dinlenirken, kısacası her zaman ve devamlı olarak yazardı. Hattâ hastalık bile onun yazmasının önüne geçemezdi. Ayrıca, yazdığı kâğıtların seçimine varana kadar her işiyle bizzat ilgilenir, yazma işini son derece titizlikle yapardı. Bir gün Bâbür otağında yazarken aniden yağmur bastırmış, ıslanan otağı fırtına ile yıkılmıştı. Bâbür, ıslanan kâğıtlarını ve kitaplarını nasıl kuruttuğunu hâtıratında şöyle dile getirmektedir: “Yağmur dindikten sonra yatak çadırını kurdurup, mum getirtip ve zorlukla ateş yakarak, sabaha kadar uyumadan, kâğıtları ve kitapları kurutmakla meşgul oldum”. Bu durum, Bâbür’ün bu konudaki hassasiyetini gözler önüne sermektedir. Ayrıca şiir de, Bâbür’ün hayatının vazgeçilmez bir parçası idi. Hayat felsefesi ve sanatkâr ruhunun aynası olan şiirleriyle kendinî çevresindekilere sevdirmiş; onların üzerinde aynı zamanda manevî hâkimiyet de kurmuştu. Türk tarihinde edebiyatla meşgul olan, hattâ eserler veren pek çok hükümdâr vardır; fakat Bâbür, sanatkâr bir hükümdâr olmaktan öte, hükümdâr bir sanatkârdır. Türk kültürünün Hindistan’daki temsilcisi ve Türk siyâset ve kültür tarihinin mümtaz simalarından biri olan Bâbür’ün kişiliği ve faziletleri, Batı dünyasının her zaman dikkatini çekmiştir. Meselâ; S. Lane-Poole, W. Erksine, S. M. Edwards ve F. Grenard yazdıkları biyografi ve araştırmalar ile Bâbür’ün tarihi önemini vurgulamışlardır.

Bâbür Yazısının Anahtarı

5. Eserleri: Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı/Bâbürnâme/Vâkıanâme/Vâkıât-ı Bâbürî/Bâbüriyye/ Vekâyi’nâme-i Pâdişâhi/Tüzük-i Bâbürî):

42

Bâbür, on iki yaşında iken Fergana tahtına çıktığı zamandan başlayarak, vefatının bir yıl öncesine kadar olan zaman dilimi içerisindeki hayatını kaleme aldığı bu eserinde, her yılı ayrı bir fasıl halinde ele almış, herhangi bir önsöz veya giriş kısmı olmaksızın, olayları doğrudan anlatmaya başlamıştır. Bâbür bu eserinde, sadece siyasî mücadelelerini ele almamıştır; O ayrıca eserinde, yaşadığı maceraları mekân bağlantısı içerisinde işlemiş, Fergana, Semerkant ve Kâbil gibi şehirlerin yanında, Hindistan sahasının da içinde bulunduğu pek çok bölgenin coğrafî-iklim, idarî, sosyal ve etnik özelliklerini gözlemleyerek, birçok değerli bilginin günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır. Diğer yandan botanik, zooloji, tıp ve tarih hakkında da kıymetli bilgiler barındıran eserde, şâirlere ve meşhur simalara da yer verilmiştir. Her şeyden önce bir otobiyografi olan Bâbürnâme, ilk başlarda hâtırat olarak başlamış, daha sonra ise, günü gününe veya araya fazla zaman mesafesi girmeden yazıldığı için, günlük şeklini almıştır. Esere, muhtevası yönünden bakıldığında ise, yukarıda da açıkça belli olduğu üzere, adeta bir ansiklopedi özelliği taşıdığı görülmektedir. Anlaşıldığı üzere Bâbür’ün, kendi hayatını bizzat kaleme aldığı bu eseri Çağatayca yazılmıştır; fakat sadece Çağatayca’nın değil, Türk edebiyatının en güzel mensur örnekleri arasında yerini almıştır. Bâbürnâme’de gergedan avı tasviri Eserin bilim dünyasınca takdir edilmesini sağlayan en büyük özelliği ise, Bâbür’ün, hayatının her yönünü anlatırken son derece içten ve dürüst davranmış olmasıdır. O, kusur ve zaaflarını, başarısızlıklarını hiçbir şekilde gizlemeksizin, büyük bir içtenlikle anlatmış, siyasî düşmanlarının bile yalnızca kusurlarını değil, faziletlerini de belirtecek derecede dürüst davranmıştır. Bâbür’ün bu müstesna hâtıratının, bir hükümdârdan beklenemeyecek derecedeki samimiyeti ilim câmiasında hayranlık yaratmıştır. Eser ayrıca çeşitli dillere tercüme edilmiş, birçok defa da yayımlanmıştır. Netice itibariyle Bâbür’ün Hâtıratı pek çok özelliği ile birlikte, devrinin aynası olması bakımından da, paha biçilmez bir kaynak eser niteliğindedir. - Aruz Risâlesi: Bu eser, Bâbür’ün edebiyat nazariyatçılığı yönünü ortaya koymaktadır. Aruz konusunda yazılan Türkçe ve Farsça benzerlerinden biraz farklı olan bu eserinde Bâbür, bilinen vezin, sanat ile nazım şekillerini, kendisinden ve başka şâirlerden örnekler vererek açıklamıştır. Bâbür ayrıca bu eseri ile edebiyat nazariyatçılığı yönünü de gözler önüne sermektedir. - Mübeyyen:

43

Bâbür’ün, Hanefî fıkhıyla ilgili bazı konuları (sefer, misafirlik, zekât, öşür, haraç..) mesnevî tarzında ve failün vezniyle yazdığı bir risâledir. Büyük bilgin bu eseri ile de, Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi adlı eserinde olduğu gibi, dinî-tasaffufî bilgiler konusunda da donanımlı bir kişi olduğunu ortaya koymuştur. - Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi: Bir Nakşibendî şeyhi olan Hoca Ubeydullah’ın, tasavvuf ahlâkı konusunda Farsça olarak yazmış olduğu “Vâlidiyye” risâlesinin manzum tercümesidir. Bu eser, Bâbür’ün içkiyi bırakıp tasavvufa yöneldiğinin bir delili olarak kendinî göstermektedir. - Dîvân: Bu eser, Bâbür’ün hayat felsefesini, karakterini ve sanat gücünü göstermesi açısından son derece önemlidir. Bu eserinde Bâbür’ün, aşk, tabiat, güzellik gibi kav- ramları işlediği şiirlerinin yanı sıra; ictimaî, ahlâkî ve tasavvufî şiirleri de bulunmaktadır. Böylece Bâbür’ün oldukça hacimli bir şâir olduğu da gözler önüne serilmektedir. Bâbür’ün bu eserinin en az altı adet nüshası bulunmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Üniversite 2- Paris

Nüshası (Ü); İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi’ndedir.

Nüshası; Paris’te bulunan Bibliotheque Nationale’de bulunmaktadır.

3- Topkapı

Nüshası; Topkapı Sarayı Revan Kütüphânesi’nde bulunmaktadır.

4- Muallim

Cevdet Nüshası (C); İstanbul 100. Yıl Atatürk Kitaplığı’ndadır.

5- Rampur

Nüshası; Hindistan’daki Nevvab Kütüphânesi’nde bulunmaktadır.

6- Tahran

Nüshası; Tahran’da bulunan Kütüphâne-i Saltanatî’de bulunmaktadır. SONUÇ

Bu hafta Babür’ün şahsiyeti, hayatı, siyasî mücadeleleri, Babür Devleti’nin kuruluş süreci ile Babür yazısı ve eserleri konuları ele alınmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Babür kaç yılında Fergana hükümdarı olmuş ve kaç sene saltanat sürmüştür? a) 10 Haziran 1495’te hükümdar olmuş, 37 yıl saltanat sürmüştür. b) 10 Haziran 1494’te hükümdar olmuş, 36 yıl saltanat sürmüştür. c) 20 Haziran 1494’te hükümdar olmuş, 36 yıl saltanat sürmüştür. d) 20 Haziran 1495’te hükümdar olmuş, 37 yıl saltanat sürmüştür. e) 1 Haziran 1494’te hükümdar olmuş, 36 yıl saltanat sürmüştür. 2) Babür kaç senesinde Babür hanedanlığını kurmuş ve ilk hükümdarı olmuştur? a) 21 Nisan 1526 b) 21 Mart 1528 c) 21 Nisan 1527 d) 21 Mart 1526 e) 21 Nisan 1525 YANITLAR:1-b, 2-a

44

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914.

45

Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

46

6. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

47

ÖZET Altıncı hafta Babür’den sonra devletin başına geçen oğlu Hümayun dönemi, Ekberşah dönemi, Ekberşah döneminin genel özellikleri ile izlediği siyâset (genel siyâset, dinî siyâset) anlatılacaktır.

7.b. Hümayün Dönemi: Bâbür’den sonra oğlu Hümâyun (1530-1540) Agra’da tahta çıkmıştır. Devletin o sırada önde gelen rakibi Lûdî âilesinden gelen Afganlar’dı. Bengal’e iltica etmiş olan Mahmud Han Lûdî, batı’ya doğru ilerleyerek Cavnpür’u ele geçirmiştir. Hümâyun 1531’de Cavnpür’u kurtardıktan sonra Şîr Han’a ait Çunâr Kalesi üzerine yürüyerek kaleyi dört ay kadar muhasara etmiştir. Bâbürlüler’in güneybatıdaki komşusu Sultan Bahadır Şah Gucerât, 1534’te Hümâyun doğuda meşgul iken Çitor’u muhasara ettiği bir sırada Agra yakınlarına kadar ilerlemiştir. Bunun üzerine Hümâyun Gucerât seferine karar vermiş ve Bahadır’ı Mandasor’da bozguna uğratarak kaçmaya mecbur etmiş ve daha sonra Kambay Körfezine kadar ilerleyerek Gucerât’ı topraklarına katmıştır (1535). Bölgenin idâresini kardeşi Askerî’ye bırakarak Agra’ya dönmüştür. Askerî Gucerât’ın muhafazasında başarılı olamamıştır. Bunun üzerine Bahadır, Ahmedâbâd’a hücum ederek Bâbürlüleri ülkesinden atmıştır. Bu sırada iç karışıklarla uğraşan Hümâyun hiçbir bir şey yapamamıştır. Kardeşleri Hindal Mirza ve Kâmrân Mirza’nın ayaklanmaları ve tahtta hak iddia etmeleri Hümâyun’u epey uğraştırmıştır. O sırada Şîrşah, Ganj boyunca batı’ya doğru nüfuzunu yaydığı gibi Benâres’i de topraklarına katmıştır. Şîrşah 27 Haziran 1539’da Çavsa’da ani bir gece baskınıyla Hümâyun’u beklenmedik bir şekilde ağır bir mağlûbiyete uğratmıştır. 17 Mayıs 1540’ta yapılan Kannevc Meydan Savaşı Bâbürlüler’in yenilgisi ile sonuçlanmıştır. Babürlüler bu yenilgi ile Agra ve Delhi’yi boşaltıp Lahor’a çekilmişlerdir. Bunun üzerine kardeşler Hindal Mirza, Kâmrân Mirza ve Hümâyun Lahor’da buluşarak hep birlikte mücadeleye karar vermişlerdir. Ancak bir taraftan Hindal-Kâmrân rekabeti, diğer taraftan doğuda Şîrşah tehlikesi Hümâyun’u Hindistan’dan uzaklaşmaya mecbur etmiştir. Bâbürlüler on beş yıl kadar sürgünde varlıklarını devam ettirmeye çalışmışlardır. Bu sırada Hümâyun Safevîler’e sığınmış ve Tahmasb’ın yardımını görmüştür. Hindal Moğollar’la yaptığı savaşta ölmüş, Askerî ve Kâmrân da hac için gittikleri Mekke’de vefat etmişlerdir. Hümâyun ancak 1555’te Hindistan’a geri dönebilmiş ve Sûrîler’den İskender’i mağlûp ederek Delhi’yi zaptetmiştir. Böylece Bâbürlüler ikinci defa Hindistanda hâkimiyeti ele geçirmişlerdir. Mir’âtü’l-memâlik müellifi Seydi Ali Reis bu sırada Delhi’ye gelmiş ve Hümâyun’la görüşmüştür. Hümâyun 28 Ocak 1556’da kütüphnesinden kitap alırken merdivenden düşerek yaralanmış ve kısa süre sonra da ölmüştür. Hümâyun’un ölümü o sırada İstanbul’a dönmekte olan Seydi Ali Reis’in tavsiyesi üzerine gizli tutulmuştur.

7.c. Ekberşah Dönemi: Hümâyun’un ölümünden sonra tahta oturan oğlu Ebu’-Feth Celale’ddin Muhammed Ekber Şah’tır. Ekber Şah ismiyle anılmıştır. Ekber Şah 23 Kasım l542’de Amarkot’ta dünyaya gelmiştir. Annesi Hümayun’un ikinci eşi Hamide Banu Begim’dir. Ekber, babası Hümayun öldüğünde babasının tecrübeli komutanı, arkadaşı ve aynı zamanda kendisinin de Atalığı (küçük yaştaki veliahtların eğitimden sorumlu komutan) olan Bayram Han onu 14 Şubat l556’da tam bir güvenlik içerisinde tahta oturtmuştur. Bu sırada devletin önünde iki mesele vardı ve saltanatı boyunca da bunları halletmeye gayret etmiştir. Bengal’de Surlular ile Hızır Han Bahadurşah ve halefi Celaleddinşah, eski topraklarını geri almak için gayret sarfetmişlerdir. Devleti idâre edemeyecek kadar küçük yaşta olan Ekber yönetim işlerini kendisine “Atalık ve Han Baba” dediği Bayram Han’a bırakmıştır. Bayram Han’ın yardımları ile devlete yönelik ilk tehlikeler ortadan kaldırılmış ve hâkimiyet 4 yıl boyuca onun nüfuzu altında olmuştur. Bayram Han, gerekli tedbirler alarak iç huzuru sağlamıştır. Gücü zirveye ulaşmış, yaptığı seferlerle doğuda Cevnpur ve Çunar, güneyde Gavalyar, batıda Rantampor ve Caunpur fethedilmiştir. Afgan sultanı Adlî’nin veziri Hemû 1556 yılı sonlarında mağlûp edilmiştir. Bu durum 1560’dan itibaren değişmeye başlamış ve bu yıl yetkileri elinden alınarak, azledilmiş ve Mekke’ye gitmesi emredilmiştir. Azledilmesinin en büyük sebebi saray entrikaları ile sütannesi Mahan Anaga’nın Ekber’i, ona karşı kışkırtmasıdır. Bayram

48

Han, Mekke’ye giderken yolda ölmüştür. Bundan sonra Ekber Şah, yirmi yaşında olmasına rağmen devletin sorumluluğunu tam olarak üstlenememiş ve sütannesi Maham Anaga ile oğlu Adham (Edhem) ve akrabalarının etkisinde kalmıştır. Ekber Şah, bu sırada Afganların idâresinde olan Malva’yı alması için Adham’ı göndermiş o Malva’yı almışsa da kısa süre sonra kaybetmiş ve yerine ünlü komutanlardan Abdullah Han Özbek, geniş yetkilerle gönderilmiş ve o da kolayca ele geçirmiştir. Ekber, saraydaki iç çekişmelerden gittikçe rahatsız olmuş ve sonunda Edhem’in yakalanıp öldürülmesini sağlamıştır (1562). Bundan sonra devlet işlerini doğrudan kendi eline almıştır. 1562-1568 yılları arasında yapılan savaşlarla devletin hâkimiyet alanı genişletilmiştir. Ekber 1568’de Racistan’a bir sefer yapmış, önce Rana Sanga’nın oğlu Çitor racası Udey Sing’e karşı yürümüş ve ülkesini almıştır. Çitor’dan sonra Ağustos l569’da da Kalincar’ı almıştır. 1570 yılının başından itibaren Racput devletleri, açık veya gizli onun hâkimiyetini tanımaya başlamışlardır. Bunda onun uyguladığı “Sulh-ü Kül Siyasası” yani herkesle barış ve herkesin inaçlarına saygı siyâseti de oldukça etkili olmuştur. 1562’den itibaren ülkesine elçiler gelmeye başlamıştır. Bunlardan ilki İran’ın Türkmen hükümdarı Şah Tahmasp l562’de babasının ölümü üzerine baş sağlığı dilemek ve onun tahta çıkışını kutlamak üzere amcasının oğlu sait Bey’i elçi olarak göndermesi olmuuştur. 1564’de gönderdiği elçi aracılığı ile Sind (Beker)’de Ekber’in hâkimiyeti altında olan Sultan Mahmut, Tahmasp’tan pek çok altın göndererek, Ekber’in kendisine “Hanlar Hanı” unvanını vermesi için aracılık etmesini istemiş o da elçisini göndermiştir. Ancak bu istek Ekber tarafından reddedilmiştir. 1572’de Turan’ın Özbek hükümdarı Abdullah han’da ona elçi göndermiştir. 1572’de Ekber, Gurkanlıları yani Kuzey Hindistan’ı idâresi altına almıştır. Bu bölgenin en zengin ülkelerinden olan Gucerat yeni hedefi olmuş ve doğu’da Bengal’e batı’da ise Gucerat’a sefer yaparak Gucerat’ta yerli beyler ile anlaşmış ve ülkeyi kılıç sallamadan almıştır. Ancak kısa süre sonra beyler kendisine karşı taraf almışlar ve çetin bir mücadelenin yaşanmasına sebep olmuşlardır. Ekber, Güney Gucerat’ta özellikle Surat’ta sıkıntılı bir süreç yaşamış ama sonuçta 1573’de Gucerat’ı alarak devletinin bir ili yapmıştır. Daha sonra Fetihpur-Sikri’ye geri dönmüş ve burayı başkent yapmıştır. Ekber Şah 1573-1574’de Bengal ve Bihar’a da seferler yapmış ve buraları topraklarına katmıştır. 15801585 yıllarında ise Ekber’in dinî otorite olarak sadece kendisini görmesi ve bu konuda en yüksek hatta tek söz sahibi yaptırması hocaların kızgınlığına sebep olmuş ve ilk ayaklanma 1580 başlarında doğu’nun merkezi olan Cevnpur kadısının Ekber’e karşı ayaklanmanın vacip olduğunu bir fetva ile ilan etmesi üzerine başlamıştır. Kadı ve yanındakiler hemen öldürülmüşlerse de bu fetva Bengal ve Bihar’da çıkan ayaklanmalara manevi destek olmuştur. Bengal ve Bihar ayaklanmaları Ekber’e zor anlar yaşatmıştır. Bu sırada kardeşi Abd-ül Hakîm’de kendisine karşı harekete geçmiştir. Ekber hem ayaklanmaları bastırmış hem de kardeşini yenmiştir. Ancak onu kaybetmek istememiş ve Afganistan’ın idâresini ona bırakmıştır. Bu sırada Gucerat’ta da ayaklanmalar çıkmış ve 1584’de bastırılmıştır. 1585’de kardeşinin ölümü üzerine hem Kabil’i hem de Keşmir’i hâkimiyeti altına almıştır. 1586’da İran’a sınır olmasından dolayı Sind’i alarak bu sırada cereyan eden Özbek-SafeviOsmanlı savaşlarından faydalanmayı uygun görmüştür. Ekber 1595’de Kandahar’ı Türkmenlerden geri almış ve Özbek ve Türkmen devletleri ile iyi ilişkiler kurmuştur. Ekber’in askerî alandaki başarıları Dekken savaşları ile devam etmiştir ki bu savaşları Nizamşahlar yani Gurkanlı padişahı Ahmednagar ile babası Burhan’ın ölümünden sonra iktidara gelen oğlu İbrahim Nizamşah arasında karışıklıklar çıkması üzerine taraftarların kendisinden yardım isteğinde bulunmaları üzerine yapmıştır. Ekber valisini 1595’de gönderip Dekken’i kuşatmış, l599’da da Dekken’e bizzat kendisi gelmiştir. 1602’de anlaşma yaparak Agra’ya geri dömüştür. 1602’den ölümüne yani l605’e kadar büyük hazırlık ve hareket gerektiren savaşlar ve hadiseler durmuş ve Ekber daha ziyade teşkilâtı kuvvetlendirmek ve memleketinin imarı ile uğraşmıştır. Bu arada Ekber’in iki oğlu (Murat, Danyal) ölmüş ve büyük oğlu Selim tarafından yapılan isyandan müteesir olmuştur. Özellikle çok sevdiği büyük âlim Ebulfazl’ın Selim tarafından öldürülmüş olması onu çok üzmüştür. Ekberş Şah devrinin en önemli kaynağı döneminde veziri Abu’l-Fazl el Allâmî tarafından yazılan Ekbernâme adlı eserdir.

49

7.c. Ekberşah Döneminin Özellikleri:

Ekber, bir taraftan devletini kurarken diğer taraftan ülkesinin idarî, malî ve askerî teşkilâtını da vücuda getirmiştir. Ekber’in uyguladığı siyâseti genel ve dinî olarak ikiye ayırabiliriz.

a.

Genel Siyâseti:

Bu siyastin temeli insanlara insaniyet göstermek ve insana değer vermek; iyi yöneterek ekonomik kaynakların değişmesine önem vermek ve teb’anın devlet için değil, devletin teb’a için olduğunu hep göz önünde bulundurmak; Hindulara Müslümanlarınkine eş haklar tanımak, yüksek makamlarda ve orduda Hindulara da yer vermek; idâresi altındaki beyleri sıkı surette el altında turarak, onların bağımsızlık isteklerini kırmak ve onları sürekli denetleyerek yönetim ve ordusunun iyi olmasını ve halkının ezilmemeye çalışmasını sağlamak olmuştur.

b.

Dinî Siyâseti: 1.

Her şeyden önce bir hükümdar olarak kendisini hocaların egemenliğinden kurtarmak ve Hindistan’da Müslüman dinînin başı olmak,

2.

İslâmiyet ile Hindu Dinleri arasında benzerlik ve yakınlık aramak ve bunlar bulundukça belirtip aradaki uçurumu doldurmak,

3.

Hem Müslümanların hem de Hinduların gidebilecekleri bir türlü dinî yol bulup o yolun önderi olmak,

4.

Müslümanlar ile Hinduların dayanışmasını artırmak,

5.

Dinî temellere dayanan ve türlü dinlerden olanlar için başka başka olan birçok kanunlar yerine herkesçe uyulması gereken ve dinî esaslardan ayrılan laik özde kanunlar yapıp halk arasında kurmak istediği eşitliği sağlamak,

6.

Bütün halkın birlikte kutlayacağı bayramlar yapmak ve çeşitli kavimleri birleştirmek.

Ekber Şah’ın, kimsenin dinî inançları yüzünden bir zarar görmemesi ve bir baskıya uğramamasını ana gaye edinen dinî siyâsetine “Sulh-u Kül” yani “herkesle barış ve herkesin inançlarına saygı” adı verilmiştir. Bu siyâseti herkes kendi düşüncelerine ve yaşayışlarına göre anlamıştır. Bu siyâset bazı tarihçiler meselâ Ebu’l Fadl tarafından savunulurken, bazı tarihçiler tarafından Badauni ve birçok mutaassıp tarafından iğrenç olarak karşılanmıştır. Özellikle Hıristiyan misyonerler bu saiyasetten faydalanmaya çalışmışlardır. 1579’da Hind Denizlerindeki Portekiz sömürgelerinin genel merkezi olan Goa’ya bir mektup yazarak, iki rahibin İncil ve Hıristiyanlığı anlatan bazı kitaplarla gönderilmesini istemesi üzerine Cizvit misyonerleri onun aracılığı ile bütün Hindistan’ı Hıristiyanlaştırma ümidine kapılarak bu isteğini yerine getirmişlerdir. Bu siyâsetin aslında asıl amacı Müslümanlar’la Hinduları yaklaştırmak, Hinduların sevgisini kazanmak, özellikle askerliğe yatkın olan Racputların desteğini almak olmuştur. Ekber, 1580’den sonra dinî anlamda tam bir reform yapmış ve “Din-i İlahi” adını verdiği yeni bir din anlayışını ortaya atmıştır. Çok dinli ve kültürlü Hind toplumunda Müslüman, Hindu, Hıristiyan ve diğer din mensûpları arasındaki kavga ve çekişmelere son vermeyi gaye edinmiş, İslâm, Hinduizm, Zerdüştilik ve Hıristiyanlığın bazı prensiplerini bir araya getirmeyi hedeflemiştir. Din-i İlahi’nin temel prensiplerinden bazıları şunlardır: 1.

Allah birdir ve o herkesin Allahıdır

50

2.

Bu dünyada sadece Ekber Allah’ın tek halifesidir.

3.

Bu dinîn mensûpları önderleri için sahip oldukları her şeyi feda etmeye hazırdırlar.

4.

Her üye kararlaştırılan miktarda zekat ödeyecektir.

5.

Din-i İlahi mensûpları et yemeyecekler.

6.

Üyelerin kendi önderleri için canını, malını, şerefini ve dinîni, her şeyini feda etmeleri gerekmektedir vb.

Ekber, malî, idarî ve askerî işleri birbirinden ayırmış, vergi sistemin düzenlemiş, cizye’yi kaldırarak Müslümanlar ile Gayr-i Müslimler arasında ayrımı kaldırmıştır. Azınlıklara önem vermiş, onların hak ve hukuktan faydalanmalarını sağlamıştır. Ayrıca o yönetimin en iyi şekilde sürdürülebilmesi için mevcut idarî sistemi değiştirip “Mansabdari” adını verdiği yeni bir yönetim sistemi kurmuştur. Buna göre idarî sistem yeniden kurulmuş ve her birinin başına da doğrulukları bilinen, tok gözlü kişiler getirilmiştir. Ekber Şah dönemi Hindistan’daki Türk hâkimiyeti için bir dönüm noktası olmuştur. Siyasî ilkelerinin Hindistan ilerinin yürütülmesi için en elverişli şey olduğunu düşünen İngilizler dahi bunu değiştirememiş ve onun bu ilkelerini devam ettirmişlerdir.

SONUÇ Bu hafta Babür devletinde Hümayun dönemi, Ekberşah dönemi, Ekberşah döneminin genel özellikleri ile Ekberşah’ın genel ve dinî siyâseti konuları anlatılmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Hümayun Gucerat’ı kaç yılında ele geçirmiştir? a) 1535 b) 1536 c) 1537 d) 1538 e) 1534 2) Aşağıdakilerden hangisi Ekber Şah’ın dinî siyâsetlerinden biri değildir? a) Hükümdarı hocaların egemenliğinden kurtarmak Hindistan’da Müslüman dinînin ba şı olmak b) İslâm dinî ile Hindu dinî arasında yakınlıklar aramak c) Müslüman Hindu dayanışmasını arttırmak d) Müslüman ve Hinduların birbirleriyle akrabalık kurmalarını engellemek e) Bütün halkın birlikte kutlayacağı bayramlar yapmak ve çeşitli kavimleri birleştirmek YANITLAR:1-a, 2-d KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408.

51

AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958.

52

The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

53

7. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

54

ÖZET Yedinci haftada Ekberşah’tan sonra Babürlüler, Babür Devletinde Teşkilat ve Kültür konuları anlatılacaktır.

7.e. Ekber Şah’tan Sonra Babürlüler: Hindistan-Türk tarihinde büyük akisler bırakan Celâleddin Ekber’in 1605’te vefatından sonra büyük oğlunun muhalefetine rağmen Nûreddin unvanı ile tahta çıkan Cihangir, Bâbürlüler’in Ekber’den sonraki en güçlü şahsiyeti olarak kabul edilmiştir. 1612’de Afganlılar’ın Bengal’deki tehlikeli ayaklanmasını bastırmıştır. Mevar Racası Amar Sing de Cihangir ile siyasî rekabete başlamıştır. Onun saltanatı sırasında Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere Hindistan’a karşı sömürge politikalarını geliştirmişlerdir. Vereenidge Dost-lndische Compagnie adlı Felemenk Doğu Hindistan Kumpanyası, Compagnie Française des Indes Orientales ve İngilizler’in kurduğu East Indian Company ile Portekizliler’in Hindistan kıyılarında ticarî merkezleri bir bir yer almaya başlamışlardır. Türkçe bilen William Hawkins 1608’de Gucerât’taki Sürat’a gelmiş ve ülkesi için ticarî imtiyazlar istemiştir. Bu münâsebetle 1609’da Cihangir’in huzuruna çıkarak onunla dostluk kurmuştur. 1615’te Sir T. Roe İngiltere adına Bâbürlü hükümdarı tarafından kabul edilmiştir. Cihangir’in oğlu ve Dekken valisi Hürrem ona istediği bazı ticarî kolaylıkları sağlamıştır. Dekken’de Melik Amber ayaklanması ve Maratalar’ın onunla iş birliğine girmesi Cihangir’i epeyce meşgul etmiştir. Şehzade Hürrem babası adına Dekken’de sükûneti sağlamayı başarmıştır (1621). Bu sırada Safevî Hükümdarı Şah Abbas Kandehar’ı ele geçirmiştir (1622). Cihangir batı sınırı için önem arzeden bu kaleyi almak üzere Hürrem’i görevlendirmiştir. Ancak şehzade emrine itaat etmeyerek Bâbürlüler’in can düşmanı Melik Amber’le birleşmeyi tercih etmiştir. Daha sonra Cihangir yaptığına pişman olmuş ve iki oğlu Dârâ Şükûh ile Evrengzîb’i başkente yollamıştır. 1626’da Mahâbet Han Cihangir’e karşı ayaklanmış ve hükümdarı esir almışsa da aynı yılın sonuna doğru Cihangir onun elinden kurtulmuştur. Şehzade Hürrem de bu kargaşa sırasında âsi veziri desteklemiştir. Cihangir 7 Kasım 1627’de Keşmir’den Lahor’a giderken yolda ölmüş ve Ravi Nehri kıyısında Şah Dârâ denilen yere gömülmüştür. Şehzade Hürrem bu sırada Dekken’de bulunuyordu. Cihangir’in karısı Nur Cihan’ın kardeşi Âsaf Han, Cihangir’in torunu Dâver Bahş Bulâki’yi hükümdar ilân etmiştir. Ancak Dâver Bahş, kısa bir süre sonra Âsaf Han’ın kendisine ihanet ederek amcası Hürrem’i sultan ilân ettiğini öğrenerek Safevîler’e sığınmıştır (1628). I. Şah Cihan adıyla Agra’da tahta çıkan Hürrem, Cihan Lûdî ve Bundelas ayaklanmalarıyla meşgul olmuştur. Çok sevdiği eşi Ercümend Bânû Mümtaz Mahal’in hâtırasına Tac Mahal adlı âbidevî eseri yaptırmıştır. Behmenîler’in son kalıntısı olan mahallî hanedanları da Bâbürlü topraklarına katmıştır. Portekizliler’le Hugli’de yaptığı mücadele Şah Cihan lehinde sonuçlanmıştır. Dekken’deki ordu oğlu Evrengzîb’in emrindeydi. Bîder ile Kalyan da bu şehzade tarafından alınmıştır. Şah Cihan’ın 1657’de hastalandığını haber alan diğer şehzadeler ayaklanmışlardır. Murad Bahş kendisini hükümdar ilân ettiyse de bir ihanet sonucu ele geçirilerek hapsedilmiş ve daha sonra da öldürülmüştür. Şah Şücâ’da Hacva’da mağlûp edilerek Murad Bahş’ın akıbetine uğramıştır. Dârâ Şükûh, Samugarh’ta Evrengzîb’in kuvvetleri önünde bir varlık gösteremeyerek yenilmiştir. Böylece rakipsiz kalan Evrengzîb, Muhyiddin I. Âlemgîr unvanıyla 21 Temmuz 1658’de Agra’da tahta çıkmış ve babasını da kalede gözaltına aldırmıştır. 1662’de doğu’daki Assam Racasının Bâbürlüler’e karşı ayaklanması üzerine Evrengzîb muktedir ve güvenilir valilerinden Mîr Cumlâ’yı onun üzerine göndermiştir. Bu arada Yûsufzay ve Afridîler’in 1667 ve 1672’de birbirini takip eden isyanları da bastırılmıştır. Cesvent Sing’in bir halef bırakmadan ölmesi üzerine de Mârvâr, Bâbürlü topraklarına katılmıştır. Hindistan’da Hindûluğun en güçlü temsilcilerinden biri de Racpûtlar’dır. Evrengzîb, oğlu Ekber’i bunları te’dib etmekle görevlendirmiştir. Fakat tecrübesiz şehzade Racpûtlar’ın vaadine aldanarak babasına karşı isyan etmiştir. Bâbürlü ordusu hemen hükümdarın diğer oğlu Muazzam’ın idâresinde Ekber’in üzerine yürümüş, Ekber önce Dekken’e, sonra da Maratalar’a sığınmıştır. Evrengzîb’in sıkı takibi dolayısıyla canını kurtarmak arzusu ile İran’a kaçmış ve orada ölmüştür. Maratalar gün geçtikçe Bâbürlüler’e karşı düşmanca tutumlarını daha da arttırmışlardır. Reisleri Şâhcî, Ahmednagar’dan çevreye sık sık baskınlar düzenleyerek birçok yeri yağmalamıştır.

55

Evrengzîb daha sonra Şâhcî’nin oğlu Sîvâcî ile meşgul olmuştur. Amber Racası Cay Sing’i Maratalar’a karşı harekete geçirmiştir. Âsiler yenilgiye uğratıldığı gibi zapt ettikleri arazi de Bâbürlüler tarafından alınmıştır. Dilir Han Racapûr’a yürüyerek şehir ve kale yakınlarında Maratalar’ı ağır bir mağlûbiyete uğratmıştır (1679). Sîvacfye kendisi gibi muharip olan oğlu Sembhâcî halef olmuş ve Evrengzîb’i dört beş yıl kadar uğraştırmıştır. Kara koyunlular’a mensûp Kutbşâhîler ile Osmanlılar’la akraba olduklarını iddia eden Âdilşâhîler Bâbürlüler’in hâkimiyetini tanımak zorunda kalmışlardır (1687). Dekken bölgesi ve civarının hâkimiyet altına alınmasından sonra sıkı bir şekilde takip edilen Sembhâcî de esir alınmıştır. Bazı kutsal değerlere hakaret etmesinden dolayı Evrengzîb’in emriyle 1689’da idam edilmiştir. Ancak Maratalar bu defa Raca Ram ve II. Sîvâcî gibi liderler vasıtasıyla Bâbürlüler’e karşı mücadeleye devam ettmişlerdir. Evrengzîb 1705’te Maratalar üzerine son seferine çıkmıştır. Vâkinkera Kalesi’ni kuşattığı sırada hastalanmış ve 3 Mart 1707’de Ahmednagar’da ölmüştür. Cesur ve ileri görüşlü bir kişi olan Evrengzîb Bâbürlüler’in altı büyük hükümdarlarından sonuncusudur. Devlet yönetimi hakkında on iki maddelik bir de vasiyetname bırakmıştır. Hindular karşısında Müslüman nüfusu dengeleyebilmek için Türkistan’dan getirilen çok sayıda Türk’ü büyük şehirlerde iskân ettirmiş, onlara toprak dağıttığı gibi ordusunda da görev vermiştir. Evrengzîb’in ölümünden sonra oğulları A’zam Muhammed Şah ve Kâm Bahş 1707’de kısa bir süre tahtı ellerinde bulundurmuşlardır. A’zam Muhammed Şah babası gibi güçlü bir şahsiyete sahip değildi. Kâm Bahş, Bîcâpûr sübedarı iken Turaniyanlı beylerin desteğiyle tahta sahip olmak istemiş, kendi adına hutbe okuttuğu gibi para da bastırmıştır. Bu arada Evrengzîb’in diğer oğlu Şah Âlem I. Bahadır Şah da ayaklanmış, A’zam Şah’ı yendikten sonra hükümdarlığını ilân etmiş ve Dekken’de istiklâlini ilân eden Kâm Bahş’ın kendisine itaat etmesini istemiştir. Bunun üzerine Kâm Bahş, “Pâdişâh-ı Dînpenâh” unvanını alarak I. Bahadır Şah’la mücadeleye karar vermiştir. Ancak Haydarâbâd yakınlarında meydana gelen savaşta mağlûp olmuş, kısa bir süre sonra da aldığı yaraların tesiriyle ölmüştür. I. Bahadır Şah daha şehzade iken “Muazzam” unvanını taşımıştır. Babası adına Dekken’i yönetmiş ve Goa’daki Portekizliler’le savaşmıştır. Ancak Bâbürlüler’e sonraki tarihlerde büyük darbeler indirecek olan Maratalar’a mağlûp olmaktan kurtulamamıştır. 1699’da Afganistan’da Kabil valiliğine gönderilmiş ve 1707’de Bâbür tahtına geçmiştir. Saltanatının ilk yılları Marata ve Racpûtlar’la mücadele içerisinde geçmiştir. Ölümünden çok kısa bir süre önce Pencap’taki Sihler’i te’dib edip dağlık bölgeye sürmüştür. 27 Şubat 1712’deki ölümü üzerine büyük oğlu Azîmüşşe’n halef olmuş ve vezir Zülfikar Han’ın desteğini de almıştır. Bu desteğe rağmen tahtı muhafaza edemememiştir. Multan’da vali olan Muizzüddin Cihandar Şah üç gün devam eden savaştan sonra Azîmüşşe’n’i bertaraf ederek Bâbürlü tahtına çıkmayı başarmıştır. Ancak isyan eden Azîmüşşe’n’in büyük oğlu Ferruhsiyer’in isyanını bir türlü bastıramadığı gibi, oğlu İzzeddin, Barhe Seyyidlerinin desteklediğini alan Ferruhsiyer’e mağlûp olmaktan kurtulamamıştır. Sadık veziri Zülfikar Han da 1713’te âsi kuvvetlerle Agra’da savaşmaya devam etmiştir. Durumun aleyhinde geliştiğini gören Cihandar Şah Delhi’ye sığındıysa da burada ele geçirilmiştir. Ferruhsiyer 10 Ocak 1713’te Bâbürlü tahtına oturmuştur. Ancak kendisine bu mevkiiyi sağlayan Bâre Seyyidleri’yle bir türlü anlaşamamıştır. Bu sırada Bengal’de ve dolayısıyla Kalküta’da nüfuz kazanmış olan İngilizler fırsattan istifade ederek Ferruhsiyer’den gümrük resminden muaf olduklarına dair izinname almayı başarmışlardır. Ferruhsiyer’den sonra sırasıyla Şemseddin Refîüdderecât ve Refıüddevle II. Şah Cihan 1719’da Bâbürlü tahtına çıkmışlardır. Bunların döneminde Seyyidler ve bazı Hindu ileri gelenleri hükümdarın zayıflığından faydalanarak düzeni bozucu bazı menfaatler sağlamışlardır. II. Şah Cihan da selefinden farklı olamamış ve Seyyidler’in istedikleri şekilde hareket etmiştir. Maiyetiyle Agra’ya giderken Fetihpûr Sikri yakınlarındaki Bidyâpûr köyünde ölmüştür (Eylül 1719). Bu sırada Malva sûbedarı Nîkûsiyer, Çın Kılıç Han’a güvenerek hükümdarlığını ilân etmiştir. Ancak Çın Kılıç Han ve ona tâbi olanlar Nîkûsiyer’i yalnız bırakmışlardır. Ali ve Seyyid Hüseyin hanlar Bâbürlü hükümdarını Agra’da muhasara altına aldıktan sonra esir edip Delhi’ye sürgüne yollamışlardır. Bâbürlüler’in son güçlü hükümdarı Nâsırüddin Muhammed’dir. “Rûşen-ahter” lakâbını taşıyan Nâsırüddin Muhammed 29 Eylül 1719’da tahta çıkmış ve Seyyidler’in de yardımıyla mevkiini sağlamlaştırarak otuz yıla yakın saltanat sürmüştür. Onun döneminde Afganistan’da ve İran’da Avşarlılar’ı güçlendiren ve onlara parlak bir devir yaşatan Türkmen reisi Nâdir Şah, Kandehar meselesi sebebiyle Bâbürlüler’le anlaşmazlığa düşmüştür. Nadir Şah, Galzaylar’ın Hindistan’a sığınması üzerine Nâsırüddin Muhammed’e mektup yazılmasını emrederek, onu geri istemiştir. Fakat Nâdir Şah’ın gün geçtikçe artan gücünü göremeyen

56

Bâbürlü hükümdarı Avşarlılar’ın ricasını cevapsız bırakmayı tercih etmiştir. Nâdir Şah bu sebeple 1738’de Kabil’i, 1739’da da Delhi’yi işgal edip ülkeyi yağmalamış ve Hindistan’ın bütün zenginliklerini İran’a taşımıştır. Nâsırüddin Muhammed, Nâdir Şah’ın Hindistan’dan ayrılmasından sonra içte emniyeti sağlamaya çalışmıştır. 1747’de Nâdir Şah’ın öldürüldüğü haberi Delhi sarayına ulaşınca, Avşar ordusundaki Afganlar Abdâlî kabilesinden Ahmed’i kendilerine şah seçmişlerdir. Bundan sonra Afganlılar tekrar Bâbürlüler’in kuzeybatı sınırlarını kolaylıkla aşarak Pencap’ı yağmalamışlardır. Nâsırüddin Muhammed, son çare olarak oğlunun kumandasındaki kuvvetlerini Ahmed Şah Dürrânî’nin üzerine yollamak zorunda kalmıştır. PencapDelhi yolu üzerindeki Sirhind’de meydana gelen savaşta Bâbürlü kuvvetleri istilâcı Abdâlîler’e mağlûp olmuşlardır. Nâsırüddin Muhammed, oğlunun Afganlılar tarafından öldürülmesinden kısa bir süre sonra 16 Nisan 1748’de vefat etmiştir. Naaşı Delhi’de XIV. yüzyılın büyük velîsi olarak kabul edilen Şeyh Nizâmeddin Evliyâ’nın türbesi yakınlarında toprağa verilmiştir. Bâbürlüler bundan sonra hızlı bir çöküş süreci içerisine girmişlerdir. Ülke Maratalar’ın, Pindârîler’in ve hepsinden önemlisi ateşli silâhlarla donatılmış İngilizler’in istilâsına uğramıştır. Evrengzîb devrinde en geniş sınırlarına ulaşan Bâbürlüler büyük kayıplara uğrayarak süratle erimişlerdir. Afganlılar, Sindliler, Pencaplılar, Keşmirliler, Bengalliler ve Güney Hind racaları devletten paylarına düşen toprakları almakta geçikmemişlerdir. 1748-1754 Yılları arasında Babür tahtında oturan ve “Mücâhidüddin Ebû Nasr” unvanını taşıyan Ahmed Şah Bahadır, annesi Udam Bai ve haremağası Câvid Han’ın tesirinde kalmıştır. Ahmed Şah Dürrânî onun zamanında Pencap’ı istilâ ederek yağmalamıştır. Bu arada İskenderâbâd’daki Maratalar ayaklanmışlar; 1750’de de en yakın adamlarından Safder Ceng Maratalar’a katılmıştır. Bu ayaklanmadan sonra gücünü epeyce kaybeden Bahadır tahttan indirilmiştir. Bahadır’dan sonra Azîzüddin II, Âlemgîr (1754-1760), vezir İmâdülmülk Gâziddin’in yardımlarıyla nüfuz sağlayabilmiştir. Güçlükle toplayabildiği orduyla Pencap’ı Dürrânîler’den geri alma teşebbüsünde bulunmuşsa da bu teşebbüs felâketle sonuçlanmıştır. Ocak 1757’de Delhi ikinci defa Afganlılar’ın eline geçmiştir. Bu hadiseden sonra vezir Gâziddin bir komplo hazırlayarak II. Âlemgir’i tahttan indirip öldürtmüş (1760) ve yerine hükümdarın oğlu Ali Cevher’i “Celâleddin Şah Âlem” unvanıyla tahta çıkarmıştır. 1760-1806 devresinde iki defa tahta çıkan Şah Âlem, Baksar Savaşı’ndan sonra İngilizler’in himayesini kabul etmiştir. Robert Clive, 1767’ye kadar devam edecek valilik görevine getirilmiştir. Hükümdar ise İngilizler’den maaş alan bir memur durumuna düşmüştür. Bîdârbaht ve Muînüddin İl Ekber de İngilizler’in gölgesinde varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Son Bâbürlü hükümdarı Sirâceddin İl Bahadır Şah’tır. 1837-1858 yılları arasında ülkede Bâbürlüler’in eski büyüklüğünden hiçbir eser kalmamıştır. Bahadır Şah 1857’de Delhi’de patlak veren ayaklanmaya zoraki ön ayak olduğu için İngilizler tarafından sert bir şekilde cezalandırılmıştır. Aralık 1858’de Birmanya’ya Rangun’a sürülmüş ve 6 Kasım 1862’de orada ölmüştür. II. Bahadır silik bir şahsiyet olmasına karşılık şairliği, mûsiki bilgisi ve hattatlığıyla Bâbürlüler’in son temsilcisidir.

7.f. Babür Devletinde Teşkilât ve Kültür: Bâbürlü hanedanının başında bulunan hükümdara “padişah” denilmiştir. Bâbür Kabil’de iken bu unvanı benimsemiş ve kullanmıştır. Ayrıca “şehinşah”, “hakan”, “şah” gibi unvanlar da zaman zaman hükümdar isimlerinin sonuna eklenmiştir. Padişah “devlethane” denilen sarayda oturmuştur. Padişah eşleri “Nur Mahal, Nur Cihan, Begüm Sâhib, Cihanârâ, Mümtaz Mahal” gibi unvanlarla anılmışlar ve gerçek isimleri ile zikredilmemişlerdir. Padişahtan sonra devlet işlerinde en yetkili kişi, bütün sivil ve askerî işlerde padişah vekili durumunda olan “vekîlü’s-saltana” idi. Dîvân-ı A’lâ’nın başındaki maliye işlerini yürüten ve düzenleyen saray görevlisine “vezir” denirdi. Dîvân-ı Hâlise doğrudan merkezden idâre edilen topraklar ve maaş işleriyle, Dîvân-ı Ten ise “câgîr” denilen ve hizmet karşılığı verilen topraklarla meşgul olurdu. Ordunun malî ve idarî işlerinden sorumlu olan memura “mîr bahşı” adı verilirdi. Bunun yardımcıları olarak ikinci, üçüncü, dördüncü bahşılar

57

bulunurdu. Bâbürlüler’in din işlerine “sadrü’s-sudûr” bakardı ve ülkedeki vakıflarla zekât ve hayır işlerini yürütmek onun başlıca görevi idi. Askeri idâre eden kumandanlara bey karşılığı olarak “mansabdar” denilirdi. Bunlar “heft hezâri”, “penç hezârî” ve “deh başı” adlarıyla belirli sayıdaki askerin kumandanı durumundaydılar. Mansabdarlar hem Türkçe hem de Farsça unvanlar kullanmışlardır. Tımar sahipleri belirli sayıda askere bakmak ve onları savaşa hazır bulundurmak mecburiyetindeydiler. Bâbürlüler’de hassa askerine “vâlâşâhî” deniyordu. Bunlar Ekber Şah tarafından teşkilâtlandırılmış seçkin askerlerdi. Tımar sahibi ve kumandanlar ücretlerini kendileri tesbit ederler, bunun % 5 tutarını kendilerine ayırırlar, geri kalanını da askerî hizmetlere harcarlardı. Savaşta önemli roller oynayan filler ordunun önemli bir gücünü teşkil eder, bunlardan sorumlu olan görevliye “şahne-i pîlân” derlerdi. Ayrıca Bâbürlü ordusu ateşli silâhlarla da donatılmıştı. Top kullananlara “topçu”, tüfek kullananlara ise “tüfengendâz” adı verilirdi. Bâbürlü ordusunun mevcudu savaş zamanlan 200.000’den fazla olurdu. Bâbürlüler’in hâkim oldukları topraklar XVIII. yüzyıl ortalarına kadar en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Pencap, Sind, Dûâb, Kuz, Orissa, Bengal, Gucerât, Dekken ve Keşmir bölgeleri eyalet olarak kurulmuştur. Eyalete “sûbe” de denmiştir. Bunların sayılan on beş yirmi arasında değişiyordu. Eyaletlerin başında bulunanlara “vali” veya “sûbedar” (sipeh-sâlâr) adı veriliyordu. Vilâyette sûbedarlardan sonra divan, bahşı ve sadr unvanlı memurlar gelirdi. Şubeler “serkar” denilen kazalara bölünmüştü, idârecisi ise “fevcdâr” idi. Her serkar “pergene” adı verilen nahiyelere ayrılmıştı. Bâbürlüler Hindistan’da kültür ve medeniyetin gelişmesinde büyük rol oynamışlardır. Kendilerine has bir mimari tarz geliştirdikleri gibi ülkenin her tarafını önemli eserlerle süslemişlerdir. Bâbürlü başşehirleri Kabil, Lahor, Delhi, Agra ve Fetihpûr Sikri’de cami, türbe, bahçe, köprü, su arkları, köşkler meydana getirmişlerdir. Agra’daki muhteşem eser Tac Mahal, Bâbürlüler’in ulaştığı medeniyetin en mükemmel örneğidir. Ayrıca Bâbürlüler Türk-İslâm tarihçiliğinin gelişmesine de büyük hizmet etmişlerdir. Bâbürlü hükümdarların saraylarında görevlendirdikleri âlimler, diğer ilimler yanında tarihçiliğe de altın devrini yaşatmışlardır. Herat mektebi ve Hind-İran geleneği tarihçiliği tesiri altına almıştır. M. Elliot ve J. Dowson, Bâbürlü devri tarihçilerinin eserlerini külliyat halinde İngilizce’ye tercüme ederek yayımlamışlardır. Bâbürlüler devrinde yazılmış başka önemli eserler de vardır. Bâbür’ün yazmış olduğu Bâbürnâme, kızı Gülbeden Begüm’ün kaleme aldığı Hümâyûnnâme, Ebü’1-Fazl el-Allâmi’nin yazdığı Ek-bernâme bunlar arasındadır. Ayrıca Nizâmeddin Ahmed el-Herevî’nin umumi Hind tarihine dair Tabakât-ı Ekberî’si ile Firişte’nin Gülşen-i İbrâhîmî adlı eserleri de meşhurdur. SONUÇ Bu hafta Babür Devleti’nin Ekberşah’an sonrak siyasi tarihleri anlatılarak, Babür Devletinin teşkilat yapısı ile kültürü ele alınmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Nasırüddin Muhammed hakkında verilen bilgilerden hangisi yanlıştır? a) Babürlülerin son güçlü hükümdarıdır. b) Ruşen-ahter lakabı ile tanınır. c) 29 Eylül 1719’da devletin başına geçmiştir. d) Döneminde Seyyidlerin yardımını almıştır. e) 10 yıl saltanat sürmüştür. 2) Aşağıdaki eserlerden hangisi Babürlüler tarafından yazılmamıştır? a) Babürnâme b) Hümayunnâme c) Ekbernâme

58

d) Gülşen-i İbrahimi e) Seyahatnâme YANITLAR:1-e, 2-e

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972.

59

NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

60

8. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

61

ÖZET Sekizinci haftada Osmanlı Devleti’nin Hindistan’daki Müslüman Devletlerle olan ilişkileri, Babürlülerden sonra Hindistan’daki durum konuları ele alınacaktır.

8. OSMANLI DEVLETİ’NİN HİNDİSTAN’DAKİ MÜSLÜMAN DEVLETLERLE OLAN İLİŞKİLERİ: Osmanlılar’ın Hindistan’daki Müslüman Devletlerle olan ilişkilerinin tarihi XV. yüzyıla kadar gitmektedir. Bu hususta ilk adımı atan, güneydeki Behmenî hanedanından Sultan III. Muhammed Şah’tır (1463-1482). Muhammed Şah, muhtemelen İstanbul’un fethinden sonra ünü bütün İslâm âlemine yayılan Fâtih Sultan Mehmed’e bir mektup yazıp onu tebrik etmiş ve iyi ilişkiler kurmak istediğini bildirmiştir. 1427’de Behmenî Sultanlığı’nın çöküşüne kadar karşılıklı elçiler ve mektuplarla devam eden bu ilişkilerin sürdürülmesinde Hâce-i Cihân diye anılan Behmenîler’in ünlü veziri Hoca Mahmûd-ı Gâvân’ın önemli rolü olmuştur. Mahmûd-ı Gâvân, gönderdiği temsilciler vasıtasıyla Osmanlılar’la doğrudan doğruya ticaret ilişkileri kurmuş ve Bursa’da bir koloni oluşturmuştur. Behmenîler’den sorfra Gucerât’ta hüküm süren Muzafferî hanedanı da Osmanlılar’la dostluk kurmaya önem vermiştir. XVI. yüzyılda Gucerât hükümdarı II. Muzaffer Şah ile Yavuz Sultan Selim arasında karşılıklı mektuplaşmalarla siyasî ilişkiler başlatılmıştır. Muzaffer Şah, Eylül l518’de gönderdiği mektupta kazandığı zaferlerden dolayı Yavuz Sultan Selim’i kutlamıştır. Muzefferî Sultanlığı’nın büyük vezirlerinden Diû valisi Melik Ayaz da Yavuz Sultan Selim’e doğrudan mektup yollayıp ona halife olarak hitap etmiş ve Hind Okyanusu’ndaki Portekiz tehdidine karşı yardım istemiştir. Bu sırada Osmanlılar da ciddi bir şekilde Batı Hindistan’daki Portekiz üslerine yönelik bir hareket düşünmüşlerdir. Selman Reis’in bu konudaki lâyihası Portekiz üslerinin durumu, onların Hindistan, Seylan, Malaka ve Sumatra’daki faaliyetleri hakkında bilgi vermekteydi. Hatta Osmanlıların Yemen valisi Emîr Mustafa b. Behrâm ve Hoca Sefer’in idâre ettiği bir donanması 1531’de Diû’ya gitmiş ve burayı Portekizliler’e karşı savunmuştur. Ardından Gucerât hâkimi Bahadır Şah Gucerâtî, artan Portekiz baskısı üzerine İstanbul’a bir elçi yollayarak yardım talebinde bulunmuştur (1536). Bunun üzerine Hadım Süleyman Paşa idâresindeki bir Osmanlı filosu 1538 Haziran’ında Süveyş’ten hareket edip Diû’ya kadar ilerlemiş ve buralardaki Portekiz üslerini top ateşiyle yıprattıktan sonra geri dönmüştür. Bu hareket bölgedeki ilk ve son büyük askerî teşebbüs olmuştur. Bâbürlüler’in ilk zamanlarında Osmanlılar’la doğrudan ilişki kurduklarına dair bir bilgiye rastlanmamaktadır. Her ne kadar Bâbür Şah’ın saltanatı sırasında Osmanlı Türkleri’nden bazı askerî uzman ve sanatkârların Hindistan’da görevlendirildiği biliniyorsa da iki devlet arasında diplomatik çerçevede bir irtibat başlatılmadığı anlaşılmaktadır. Bunda, iki devletin Türk-İslâm dünyasının liderliği konusunda taşıdığı rekabet duygusunun etkili olduğu sanılmaktadır. Bâbür Şah’ın 1530’da ölümünden sonra yerine geçen Hümâyun Şah zamanında karşılıklı dostluk emareleri görülmüştür. Bâbürlüler’le ilk ciddi ilişkiler, 1555’te Basra’da mahsur kalan Osmanlı donanmasını buradan çıkarmak için Hind kaptanlığına tayin edilen Seydi Ali Reis’in Portekiz donanmasıyla yaptığı çarpışmadan sonra şiddetli fırtınanın tesiriyle Hindistan sularına sürüklenmesi ve Suret Limanı’na çıkıp daha sonra Sultan Hümâyun’la görüşmesi sonucunda başlamıştır. Bu görüşmede Seydi Ali Reis Osmanlı elçisi kabul edilerek ilgiyle karşılanmıştır. Ona Osmanlı Devleti hakkında çeşitli sorular soran Hümâyun’un bu sırada Kanunî Sultan Süleyman için sarfettiği sitayişkâr ifadeler en azından Osmanlılar’a karşı ön yargılı olmadığını göstermektedir. Bazı kaynaklar Hümâyun’un Seydi Ali Reis’le Kanûnî’ye bir mektup yolladığını yazıyorlarsa da Mir’âtü’l-memâlik’te böyle bir bilgi mevcut değildir. Bu durumda Hümâyun’a atfedilen mektubun onun ölümünden sonra tahta geçen Ekber Şah tarafından gönderilmiş olması lâzımdır. Söz konusu mektupta Kanunî Sultan Süleyman’a zamanın halifesi olarak hitap edilmekte ve dostluk arzulandığı belirtilmektedir. Ancak Ekber Şah’ın daha sonra tavrının değiştiği anlaşılmaktadır. Zira Osmanlılar’ın Sünnîliğin hâmisi olduğu ifade edildikçe bundan rahatsızlık duyduğu ve Dîn-i İlâhî adıyla anılan kendi oluşturduğu inanç sistemine karşı çıkan bir kişiye de “Osmanlı temsilcisi” dediği bilinmektedir. Yine Türkistan’daki hedeflerine ulaşabilmek için bir ara Safevîler ve Özbekler’le beraber Osmanlılar’a karşı bir ittifak girişiminde bulunduğu, Portekizliler’le de Yemen’e ortak bir saldırı planladığı nakledilmektedir; ancak her iki girişim de gerçekleşmemiştir.

62

Ekber Şah’ın 1605’te ölümünden sonra yerine geçen Cihangir de Osmanlılar’a karşı bu menfi tavrını devam ettirmiştir. Asıl adı Selim olduğu halde Yavuz Sultan Selim’den dolayı bu adı kullanmayan Cihangir, Tüzüki Cihangiri adlı hatıratında Ankara Savaşı’nda dedesi Timur’un Osmanlılar’a karşı elde ettiği başarıdan iftiharla bahsederek Bâbürlüler’in daha üstün olduğunu ima etmiştir. Bunun yanı sıra, saltanatının ilk yıllarında Şah 1. Abbas ile olan dostluğu ve akrabalık bağı sebebiyle Osmanlı-Safevî gerginliklerinde Safevîler’i desteklemiş; Osmanlılar’ın gönderdiği iki elçilik heyetini de hoş karşılamamıştır. Ancak bir Bâbürlü toprağı olan Kandehar’ın Safevîler tarafından zaptedilmesi üzerine bu defa onlara karşı Özbek-Osmanlı-Bâbürlü ittifakı kurmaya çalışmıştır. IV. Murad’ın olumlu baktığı bu girişim Cihangir’in ani vefatıyla sonuçsuz kalmıştır. Cihangir’in yerine geçen Şah Cihan Osmanlılar’la düzenli bir diplomatik ilişki kurmaya çalışmıştır. Kandehar’ı geri almak amacıyla Cihangir’in planladığı Sünnî ittifakını gerçekleştirmek isteyen Şah Cihan, IV. Murad’a Bağdat seferi sırasında bir elçi ve mektup göndermiştir. Hind kaynaklarında, elçinin maksadının öncelikle Bâbürlü sarayı için at satın almak olduğu belirtilmekle birlikte mektubun muhtevası ve Osmanlı tarihçisi Naîmâ’nın ifadeleri, asıl amacın Safevîler’e karşı ittifak yapılması olduğunu ortaya koymaktadır. Mîr Zarif İsfahânî adındaki elçinin getirdiği mektupta Şah Cihan İranlılar’a karşı mücadelenin gerekliliğinden bahsetmekte ve Sultan Murad’ın bir an önce Bağdat’ı bunlardan kurtarmasını istemektedir. Öte yandan kendisinin de Kandehar ve Horasan’a sefer düzenleyeceğini bildirerek, böylece doğuda Bâbürlüler, batıda Osmanlılar tarafından sıkıştırılacak olan Safevîler’in ortadan kalkacağını söylemiştir. Şah Cihan’ın bu girişiminden sonra IV. Murad, Arslan Ağa adındaki elçisini zengin hediyelerle Hindistan’a göndermiştir. Elçiye gösterilen büyük iltifatlara rağmen Şah Cihan’ın IV. Murad’ın mektubundaki üslûptan hoşlanmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim bu sırada IV. Murad’ın öldüğü ve yerine Sultan İbrahim’in geçtiği haberi Hindistan’a ulaştığı halde sadece Bâbürlü vezirinden Osmanlı vezirine hitaben bir mektup yazılmış ve hükümdarları hakkında kullanılan ifadelerden duyulan üzüntü belirtildikten sonra yeni bir elçilik heyetiyle mektup gönderilmeyeceği kaydedilmiştir. Ayrıca bu mektup İstanbul’a varmadan Sultan İbrahim’in Şah Cihan’a yolladığı, Bağdat’ın fethiyle ortaya çıkan sonuçları ve İslâmiyet’e yapılan hizmetleri anlatan, ayrıca kendisinin tahta geçişini bildiren mektubuna da cevap verilmemiştir. Bâbürlü-Osmanlı ilişkilerinde yaşanan kısa bir durgunluktan sonra bu defa ilk adım 1649’da IV. Mehmed tarafından atılarak Seyyid Muhiddin adındaki elçiyle bir mektup gönderilmiştir. Osmanlı teşebbüsünün amacı, Türkistan’da devam eden karışıklıkların ve hanlıklar arası kavgaların sona erdirilmesinde Bâbürlü desteğinin sağlanması olmuştur. Şah Cihan 1651’de görüştüğü elçiye yine büyük iltifatlarda bulunmuş ve getirdiği mektuba Hacı Ahmed Said adlı elçisiyle cevap göndererek kendisinin de Türkistan’daki gelişmelerden rahatsızlık duyduğunu ve oradaki masum Müslümanları korumak istediğini belirtmiştir. Şah Cihan yeniden kurulan diplomatik münâsebetlerden faydalanarak tekrar Sünnî ittifakını, Safevîler’e karşı Osmanlı-BâbürlüÖzbek cephesini oluşturmayı düşünmüştür. Ancak bu çerçevede karşılıklı ikişer elçi daha gidip gelmesine rağmen iyi niyet ifadeleri ve hediyelerin takdiminden öte bir gelişme sağlanamamıştır. Son olarak Osmanlı sultanı tarafından gönderilen Hüseyin Ağa adındaki elçi Hindistan’a ulaştığında (Kasım 1657) taht kavgaları başlamış ve Şehzade Murad Gucerât’ta bağımsızlığını ilân etmişti; dolayısıyla Hüseyin Ağa elindeki mektubu Murad’a vererek geri dönmek durumunda kalmıştır. Bu yüzyılda sıklaştığı görülen diplomatik ilişkiler iki kültürün birbiri hakkında daha geniş bilgiler edinmesine de vesile olmuş, meselâ klasik Türk edebiyatında önemli bir yenileşme hareketi sayılan sebk-i Hindî akımı çağın şairleri tarafından kolayca benimsenip yaygınlaştırılmıştır. Bundan sonra Osmanlı-Bâbürlü ilişkilerinde bir durgunluk dönemi başlamıştır. Hindistan’daki kargaşalığın ardından Evrengzîb tahtı ele geçirince (1658) yeni sultana İslâm dünyasının her tarafından tebrik heyetleri geldiği halde Osmanlılar’ın kayıtsız kalmaları onun da soğuk davranmasına yol açmıştır. Esasen Evrengzîb açısından yeniden siyasî ilişkiler başlatmayı gerektirecek herhangi bir sebep de yoktu: zira hem Türkistan’daki hanlıklarla hem de Safevîler’le iyi ilişkiler kurulmuştu. Ancak 1666’da Safevîler’le arası açılınca sultan İstanbul’a bir heyet göndermeyi düşünmüş, fakat Şah II. Abbas’ın ölümüyle gerginlik ortadan kalktığı için buna lüzum görmemiştir. II. Süleyman 1689’da Evrengzîb’e Ahmed Ağa adında bir elçi göndererek münâsebetleri yeniden başlatmak istemiştir. Osmanlı Devleti Avrupa karşısında uğradığı askeri mağlûbiyetler, malî sıkıntılar ve

63

kuraklık yüzünden karşı karşıya kaldığı meselelerin üstesinden gelebilmek için diğer Müslüman devletlerden destek arayışına girmiştir. II. Süleyman mektubunda hilâfet müessesesinin sorumluluğundan, çekilen sıkıntılardan bahsetmiş, kâfirlere karşı verilen cihadı anlatmış ve bu cihadda bütün Müslümanların birlik olması temennisiyle ilişkilerin geliştirilmesini arzu ettiğini belirtmiştir. Şüphesiz bu aşamada Osmanlılar’ın bekledikleri yardım sadece malî destek olabilirdi. Ancak Evrengzîb bu konuda hiçbir teşebbüste bulunmadığı gibi diplomatik ilişkileri geliştirmeye yönelik bir adım da atmamıştır. Böylece ilişkilerdeki durgunluk devam etmiş ve onun arkasından tahta geçen I. Bahadır Şah ile Cihandar Şah zamanlarında da hiçbir girişimde bulunulmamıştır. 1713’te tahta geçen Ferruhsiyer ise Hacı Niyaz Beg Han adlı bir elçiyle III. Ahmed’e bir mektup göndererek bu durgunluğa son vermek istemiştir. Anlaşıldığına göre Ferruhsiyer, Osmanlı Devleti ile diplomatik ilişki kurup Hindistan’ın karışık durumunda kendi tahtını sağlamlaştırmak istemiştir. Mektubunda Hindistan’ın siyasî vaziyeti hakkında bilgi vermiş, iki devlet arasında dostça ilişkiler kurulmasının ve karşılıklı elçi gönderilmesinin sağlayacağı faydaları belirtmiştir. Hacı Niyaz mektubu, o sırada Avusturya ile olan gerginlik yüzünden Edirne’de bulunan padişaha sunmuşsa da mektuptaki Ferruhsiyer’in üslûbu beğenilmediği ve verdiği bilgilere güvenilmediği için cevap yazılmamıştır. Ferruhsiyer’den sonra tahta geçen Muhammed Şah, Hindistan yoluyla İstanbul’a gitmekte olan bir Buhara elçisinin kendisinden yardım istemesi üzerine III. Ahmed’e bir mektup yazmıştır. Padişah için son derece nazik ve hilâfet için saygılı ifadeler taşıyan bu mektup Osmanlı-Bâbürlü ilişkilerinde dostça bir hava başlatmış ve arkasından karşılıklı birkaç elçi ve mektup gidip gelmiştir. 1730’lara gelindiğinde Bâbürlü Osmanlı ilişkilerini daha da güçlendirecek bir gelişme yaşanmıştır. Bu gelişme İran’da Avşarlılar’ın Safevî hanedanının yerine geçmesi ve zamanla hem Bâbürlüler hem de Osmanlılar için tehlikeli bir hal almasıdır. Avşarlılar’ın ilk hükümdarı Nâdir Şah, önce rahatsızlık duyduğu Afgan kabilelerini bahane ederek Hindistan üzerine yürümüş ve Karnal Savaşı (1739)’nda Muhammed Şah’ı yenmiştir. Hindistan dönüşünde bu zaferini bir mektupla Osmanlılar’a bildirip onlardan Ca’ferî mezhebinin beşinci mezhep olarak kabul edilmesini ve Haremeyn’in müştereken muhafazasını istemiştir. İsteklerinin reddedilmesi üzerine de Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açmıştır (1743). Bu sırada Nâdir Şah’a karşı destek arayışında olan Muhammed Şah, Osmanlılarla diplomatik ilişkileri güçlendirmek amacıyla 1744’te I. Mahmud’a Seyyid Atâullah adında bir elçi yollamıştır. Muhammed Şah mektubunda gittikçe büyüyen Nâdir Şah tehlikesinden bahsederek onun Osmanlılar aleyhindeki planlarını sıralamıştır. Aynı şekilde Nâdir Şah’a karşı benzer arayış içinde bulunan Osmanlılar da Muhammed Şah’tan gelen teklifi benimseyerek Mehmed Salim Efendi adında bir elçiyle cevabî mektup göndermişlerdir. Ayrıca Seyyid Atâullah Efendi de Hindistan’a dönerken I. Mahmud’un bir mektubunu beraberinde götürmüştür. Muhammed Şah, her iki mektubu aldıktan sonra yazdığı yeni mektubunda coğrafî uzaklığın iki devlet arasındaki dostluk ilişkisini zedelememesini ve bu dostluğun alenen ilân edilmesini istemiştir. Ancak Muhammed Şah’ın 1748’de ölmesi bu ilişkileri sekteye uğratmıştır. Onun arkasından gelen güçsüz sultanlar birbirleriyle uğraşmaktan dışarıya bakmaya imkân bulamamışlar ve ardından da Bâbürlü Devleti gittikçe artan bir hızla dağılma sürecine girmiştir. Muhammed Şah ile I. Mahmud arasında elçilerin gidip gelmesi sırasında, aynı zamanda Dekken valisi olan, fakat fiilen bağımsız bir idâreci gibi hareket eden Haydarâbâd Nizamlığı’nın kurucusu Vezir Nizâmülmülk Âsafcâh’ın mektupları da İstanbul’a ulaşmıştır. Nizâmülmülk, Nâdir Şah’ın ölümünün ardından yazdığı son mektubunda padişahtan iç karışıklıklar içinde bulunan İran’ı zaptetmesini istemiş, Osmanlı ordusu İran’a girdiği takdirde Şiîliğin ortadan kalkacağını ve Sünnî Müslümanlığın bu bölgeye hâkim olacağını ileri sürmüştür. Ancak Nizâmül-mülk’ün bu mektubu İstanbul’a varmadan Osmanlı-İran savaşı bir barış antlaşması ile sona ermiştir. Onun yerine geçen oğlu Nasır Ceng de I. Mahmud’a bir mektup göndermiş ve ondan kâfirlerle zalimlere karşı verdiği cihadda kendisine yardım etmesini istemiştir. Bu çabalara rağmen Bâbürlüler’in yıkılış tarihi olan 1858’e kadar Osmanlı-Bâbürlü diplomatik teması yeniden kurulamamıştır. Fakat Osmanlılar’ın Güney Hindistan’daki Müslüman sultanlıklarla ilişkileri devam etmiştir. 1774’ten itibaren Malabar Sultanı Ali Raca ve ondan sonra yerine geçen kızı Bîbî Sultan İstanbul’a elçiler göndererek İngilizler’e karşı Osmanlı hükümdarından yardım istemişlerse de I. Abdülhamid bu konuda fazla bir şey yapamamıştır. Çok geçmeden Meysûr Sultanlığı’ndan da buna benzer bir talep gelmiş ve güneydeki İngiliz istilâsına karşı mücadele veren Tîpû Sultan, Osmanlılar’ın desteğini sağlamak için İstanbul’a 1784 ve 1786 yıllarında iki defa kalabalık heyetler göndermiştir. Özellikle 700 kişiden oluşan ikinci heyet çok zengin hediyeler getirmiş ve

64

uzun süren görüşmeler yapmıştır. Tîpû Sultan, ticarî ve askerî yardım yanında Osmanlı halifesinden berat da istemiştir. Fakat bu sırada Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşları devam ettiğinden bu istekler karşılanamamış ve cevabî mektupta, İngilizlerce olan anlaşmazlıklarında ara buluculuk yapılabileceği bildirilerek kendilerine mümkün mertebe meselelerin savaşsız halledilmesi tavsiyesinde bulunulmuştur. 1792’de yenilgiye uğrayan Tîpû Sultan Fransızlar’la iş birliği yaparak İngilizler’den intikam almaya kalkışınca İngiltere hükümeti III. Selim’den bu iş birliğini önlemesini istemiştir. III. Selim 1798’de Tîpû Sultan’a yazdığı mektupta Fransızlar’ın İslâm düşmanı olduğunu söyleyerek onlara güvenilmemesini tavsiye etmiştir. Tîpû Sultan ise 10 Şubat 1799 tarihli cevabî mektubunda İngilizler’in işgalci olduğunu ve onlara karşı mücadeleden başka yol bulunmadığını yazmış; aynı yıl içerisinde de İngilizler’le yaptığı savaş sırasında ölmüştür. Böylece Hindistan’da İngiliz hâkimiyetinin yayılmasına karşı direnen son engellerden biri daha ortadan kalktığı gibi Osmanlılar’la diplomatik ilişki kuracak bir sultanlık da kalmamıştır. XIX. yüzyılın başından itibaren İngilizler’in Hindistan’a fiilen hâkim olmasıyla ortaya çıkan yeni durum özellikle Müslümanlar üzerinde derin tesirler uyandırmıştır. İngiliz hâkimiyeti, Hindular için sadece bir yönetim değişikliği iken Müslümanlar için tarihlerinde ilk defa siyasî hâkimiyetin kaybedilmesi ve gayri müslim yabancıların hâkimiyeti altında yaşama mecburiyetinde kalınması anlamına gelmiştir. Bu durum din ve kültür meselelerini beraberinde getirmiş ve Hind Müslümanlarını güvenilebilecek bir merkez aramaya, dolayısıyla zamanın en güçlü devleti durumundaki Osmanlılar’la daha fazla yakınlaşmaya sevketmiştir. Babıâli’nin XIX. yüzyılın ortalarında Bombay ve Kalküta’da konsolosluk açması da bu yakınlaşmayı etkilemiştir. Böylece gittikçe yayılan Osmanlıcı duygular 1853’te Kırım Savaşı sırasında açığa vurulmuş ve Hindistan’ın bazı şehirlerinde Türk ordusu için yardım toplanmıştır. Hind Müslümanları, İngiliz hâkimiyetine karşı 1857’de başlatılan büyük direniş sırasında Osmanlı Devleti’nden destek istemişlerdir. Fakat bu esnada Ruslar’a karşı İngiliz yardımına ihtiyaç duyan Babıâli destek verecek durumda olamamış, aksine İngilizler padişah-halifenin kendileriyle müttefik olduğunu yayarak Hind Müslümanlarının direnişini kırmaya çalışmışlardır. Bazı kaynaklar. Osmanlı sultanının Hindistan’a bu çerçevede bir mektup gönderdiğini ve halka İngilizler’e karşı koymamaları hususunda tavsiyelerde bulunduğunu ve bu mektubun camilerde okutulduğunu yazmışlardır. Hindistan, 1858’de Bâbürlü hanedanının sona ermesinin ardından resmen İngiliz sömürgesi haline gelirken; Hind Müslümanları da Osmanlı Devleti’ne karşı daha yakın bir ilişki içerisine girmişlerdir. Bunda, 1857 olaylarından sonra Osmanlı topraklarına sığınan Hindistanlı ulemânın faaliyetleri kadar gelişen haberleşme ve ulaşım imkânlarının da tesiri olmuştur. Hindistan Müslümanlarının Osmanlılar’a karşı beslediği duyguları belirleyen bir başka etken de Osmanlı-İngiliz ilişkilerinin mahiyetidir. 1880’lere kadar bu ilişki genelde pek soğuk olmadığı için Hindistan Müslümanları da duygularını serbestçe dile getirmişler, özellikle 1870’lerin ortalarından itibaren ve Doksanüç Harbi sırasında Osmanlılar için yardım toplamak, gösteriler yapmak, İngiltere hükümeti nezdinde müracaatlarda bulunmak gibi yoğun faaliyetler içerisinde olmuşlardır. Özellikle bu savaş sırasında yerli basın Osmanlıcı duyguların sözcülüğünü üstlenmiş ve kurulan Encümen-i İslâm, Encümen-i Te’yîd-i Türkiye ve Meclis-i Müeyyid-i İslâmiyye cemiyetleriyle Dârülulûm-i Diyûbend gibi dinî eğitim müesseseleri yardım toplama kampanyaları başlatmışlardır. Bu sırada Hindistan’daki hâkim duygu, İslâm dünyasının ümidi olan halifenin idâresindeki son Müslüman devletine yardım edilmesi gerektiği şeklindedir. Onlara göre eğer Osmanlılar da ortadan kalkarlarsa İslâm’ın geleceği tehlikeye girecektir. Hindistan Müslümanları başka bir devletin vatandaşı olmakla birlikte dinî açıdan Osmanlı halifesine bağlıdırlar ve bundan dolayı da gerektiğinde ellerinde bulunan imkânları halifenin kullanımına sunmaya mecburdurlar. 1880’lerden itibaren İngiliz-Osmanlı ilişkilerinde başlayan soğukluk Hindistan Müslümanlarının Osmanlılar’a karşı tavrını da etkilemiş ve Müslümanlar zaman zaman kendilerini sıkıntıda hissetmişlerdir. II. Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti’nin Hindistan’a yönelik faaliyetleri ise genel olarak ulemâ ve nüfuzlu kimselerle ilişki kurmak, gazeteler yoluyla propaganda yapmak, konsoloslar vasıtasıyla kamuoyu oluşturmak, tarikatların nüfuzunu değerlendirmek, hac ve diğer vesilelerle destek aramak gibi çalışmalarda yoğunlaşmıştır. Bunlar yapılırken hedeflenen şey, genellikle ileri sürüldüğünün aksine askerî bir ayaklanmayı teşvik etmek değil, Müslüman kamuoyunun baskısıyla İngilizlerin Osmanlı Devleti’ne karşı olan politikalarını etkilemektir. Aynı şekilde Osmanlı Devleti’nde meydana gelen gelişmeler Hindistan Müslümanlarınca yakından takip edilmiş, 1897 Yunan Savaşı ve Hicaz Demiryolunun inşası sırasında büyük meblağlarda yardım gönderilmiştir. İngilizler de Hindistan’daki Osmanlıcı duygulardan ve bu devlete gösterilen ilgiden

65

tedirgin olarak gelişmelere karşı tedbir almak için bazı İstanbul gazetelerinin ülkeye girişini yasaklamışlar, Osmanlı vatandaşlarının faaliyetlerini kontrol altında tutmuşlar ve konsoloslukların çalışmalarına kısıtlamalar getirmişlerdir. Diğer taraftan Hindistan’a yönelik Osmanlı faaliyetleri sonucunda Sultan II. Abdülhamid’in şahsına karşı büyük bir saygı ve bağlılık oluşmuştur. Nitekim II. Meşrutiyet’in ilânı ve daha sonra II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi üzerine Hindistan’da büyük bir şaşkınlık yaşanmış ve Müslümanlar bir süre bu gelişmeleri kabul etmediklerini açıklamışlardır. Ancak daha sonra, İttihatçıların hilâfet gibi bazı dinî kurum ve sembollerin önemini vurgulayarak İslâm dünyasına yönelik faaliyetler içerisine girmeleri ve Hindistan’da etkin olmaya başlayan Aligarh Okulu’na mensûp aydınların bunlarla temasa geçmeleri neticesinde tekrar güven sağlanmış, Trablusgarp ve Balkan savaşları sırasında yine aynı coşkuyla Osmanlılar için yardım toplanıp gösteriler yapılmıştır. Balkan Savaşı esnasında da bir sağlık ekibi teşkil edilerek Türkiye’ye gönderilmiş ve bu ekip savaş alanında yoğun çalışmalarda bulunmuştur. Dünya Savaşı Hindistan Müslümanlarına felâket getirmiştir. Osmanlılar’la İngilizlerin karşı karşıya gelmemeleri için gayret sarfeden Müslümanlar bunun gerçekleşmemesi üzerine Osmanlılardan yana tavır koymuşlardır. Bu durumdan rahatsız olan İngilizler daha savaşın başında, kamuoyunu yönlendirici yayın yapan gazeteleri kapatarak Mevlânâ Muhammed Ali ve Ebü’l-Kelâm Âzâd gibi etkili aydınları tutuklamışlardır. Bu arada, Müslümanların mukaddes beldelerle ve hilâfetin durumuyla ilgili beklentilerini garanti edecek teminatlar vererek ve bazı din adamlarından baskıyla Osmanlılar aleyhine fetvalar alarak halkı sakinleştirmeyi başarmışlardır. Savaşın sonunda Osmanlı Devleti’nin kaderinin tartışıldığı günlerde Hindistan Müslümanları yine yoğun bir kampanya ile İngilizler’e savaş sırasında verdikleri teminatları yerine getirmeleri hususunda baskı yapmaya başlamışlardır. Bu çerçevede oluşturulan Hindistan Hilâfet Hareketi, Hindu ve Müslüman bütün Hindliler’in katılımıyla büyük bir millî dava halini almıştır. Bir taraftan Avrupa’ya heyetler gönderilerek Osmanlılar’ın hayatta kalma mücadeleleleri desteklenirken; diğer taraftan pasif direnişle İngiltere’ye baskı yapılmıştır Sevr sonrasında ise Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’ye malî destek sağlanmıştır. Bu mücadelenin başarıyla sonuçlanması coşkuyla karşılanmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması İslâm âleminin kurtuluşu sayılmıştır. Ancak çok geçmeden Mart 1924’te hilâfetin kaldırılması şaşkınlığa sebep olmuş ve kabullenilmemiştir. Bu tarihten itibaren Türkiye’ye karşı gösterilen ilgi de yerini yavaş yavaş kayıtsızlığa bırakmıştır. I.

9.BABÜRLÜLER’DEN SONRA HİNDİSTAN’DAKİ DURUM: İngilizler XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Hindistan’ın kuzeyine yönelmişler ve Sililer, Maratalar, Racpûtlar’la çeşitli anlaşmalar yaparak alt kıtanın büyük kısmının kontrolünü ele geçirmişlerdir. Daha sonraki otuz yıl içerisinde Sind, Keşmir, Asam, Peşâver, Satara, Cihansi ve Magpûr bölgelerinin de ilhakı tamamlanarak bütün Hindistan fiilen İngiliz hâkimiyeti altına alınmıştır. 1857’de Bengal ordusundaki sipahilerin ayaklanması kısa sürede başka bölgelere de yayılmış ve Bâbürlü Sultanı II. Bahadır Şah’ın sembolik liderliği etrafında gelişen Hindu ve Müslümanların birlikte hareketiyle İngiliz hâkimiyetine karşı genel bir ayaklanmaya dönüşmüştür. Özellikle Delhi, Kanpûr ve Leknev bölgelerinde şiddetli çarpışmalar cereyan etmişse de kısa bir müddet sonra İngiliz ordusu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmıştır. Bu olayın ardından İngilizler’in uyguladığı katı siyâsetle binlerce insan öldürülmüş veya sürgüne gönderilmiştir. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra İngiliz Parlamentosu’nda çıkarılan Hindistan İdare Kanunu ile (2 Ağustos 1858) İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin yetkileri ortadan kaldırılarak ülke yönetimi doğrudan Londra’ya bağlanmış ve bu işle sorumlu bir bakanlık kurulmuştur. Ayaklanmanın Bâbürlü sultanının etrafında odaklaşması İngilizler’i daha çok Müslümanlar üzerine yönelterek onların siyasî ve ekonomik güçlerini tamamen yok etmelerine yol açmıştır. Esasen 1835’ten itibaren pek çok bölgede resmî dil olan Farsça’nın yerine İngilizce’nin ikame edilmesi, Müslümanların kültürel ve idarî etkinliklerini ortadan kaldırmaya yönelik en önemli adım olarak atılmıştır. Hindular için sadece bir değişiklik olmaktan öteye gitmeyen bu gelişmeler, Müslümanlar için asırlardır sahip bulundukları hâkim millet imtiyazlarının kaybedilmesi anlamını taşımıştır. Çoğunluğu Hindûlar’ın oluşturduğu ülkede İngiliz hâkimiyeti altında yaşamak zorunda kalmanın getirdiği çeşitli sıkıntıların yanı sıra hayatlarını müstakil bir toplum olarak sürdürebilmelerinin de tehlikeye düşmesi Müslüman liderleri yeni arayışlara sevketmiştir.

66

Nevvâb Abdüllatif, Emîr Ali ve Seyyid Ahmed Han gibi önde gelen isimler, kurdukları cemiyetler vasıtasıyla Müslümanlar’la İngilizler’i karşılıklı güven içinde bir araya getirmeye çalışmışlardır. Özellikle eğitim alanındaki faaliyetleriyle Müslümanların geri kalmışlığına çare arayan bu önderler, 1857 tecrübesinden sonra Hindistan’da varlıklarını koruyabilmenin ancak İngiliz hâkimiyetini kabullenip onlarla uzlaşmakla mümkün olacağına inanmaya başlamışlardır. Müslümanların büyük çoğunluğu 1885’te kurulan Hindistan Kongre Partisi’ni benimsememiş ve onu Hindu milliyetçiliğinin organı kabul etmişlerdir. Özellikle Seyyid Ahmed Han, başta Aligarh Okulu olmak üzere kurduğu Batı tarzı eğitim müesseseleriyle modernist bir İslâm anlayışı ortaya koymuş ve Hindûlar’dan çok İngilizler’le iş birliği yapılması gerektiğini savunmuştur. Diyûbend ve Birîlvî gibi geleneksel medrese eğitimi veren mektepler, daha çok içe kapanmayı tercih ederek modernist yaklaşımlara ve İngilizler’le iş birliği anlayışına iltifat etmemişlerdir. Gelişen Hindu milliyetçiliği, HinduMüslüman çatışmaları, zor ekonomik şartlar ve İngiliz yönetiminin tesirleri Müslümanlar arasında, ayrı bir siyasî teşkilât kurarak hakların korunması gerektiği düşüncesini doğurmuştur. Müslümanların yönetimde bağımsız olarak temsil edilmeleri yönündeki istekleri sonucunda İngiliz hükümeti 1905’te Bengal’de bir Müslüman bölgesi oluşturmaya rızâ göstermiştir. Ancak bu Hindûlar’ın şiddetli tepkisine yol açmıştır. Bunun üzerine Müslümanlar, Aralık 1906’da Hindistan Müslümanları Birliği’ni kurmuşlardır. Hemen arkasından da Aligarh gibi Batı tipi modern eğitim kurumlarının mezunları arasında gelişen Panislâmcı duygular yeni partinin genel havasında etkili olmaya başlamıştır. Artık partinin ve Müslümanların en önemli gündemini İslâm âleminde yaşanan gelişmeler, özellikle Osmanlılar’ın durumu, 1909’da II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, Trablusgarp ve Balkan savaşları gibi konular oluşturmuştur. Bu gelişmelerin yanı sıra İngilizler’in Bengal’de Müslümanlara tanımış oldukları bağımsızlık imtiyazını 1911’de iptal etmeleri ile 1913’te Kanpûr’da yol genişletme amacıyla bir camiyi kısmen yıkmalarına karşı çıkan halka ateş açmaları Müslümanların İngiliz yönetiminden uzaklaşması sonucunu doğurmuştur. I. Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin İngiltere karşısında savaşa girmesi yeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Müslüman Hindistan basını Osmanlılar’dan yana bir tavır takınmıştır. Bunun üzerine İngiliz yönetimi, halkı galeyana getirebilecek toplum önderlerini sürgün veya hapis yoluyla devre dışı bırakmış; basına da sansür uygulamıştır. İngilizler’in bu sert politikası Hindu ve Müslümanları ortak hareket etmeye yöneltmiş; hatta partilerin genel kurulları dahi birlikte yapılmaya başlanmıştır İngiliz hükümeti, 1. Dünya Savaşı sürerken Müslümanların tepkisini yumuşatmak üzere Osmanlı Devleti, halife ve mukaddes toprakların durumlarında bir değişiklik olmayacağı yönünde teminat vermiştir. Ancak savaştan sonra verilen sözler tutulmayınca Müslümanlar, Hindûlar’dan da gelen destekle İngiliz hükümetine baskı yapmak için Hindistan Hilâfet Hareketi’ni kurmuşlardır. Hareket Hindistan’da ve Avrupa’da yoğun faaliyet göstermekle birlikte amacına ulaşamamıştır. Bu arada toplumsal çatışmalar tekrar şiddetlenmiştir. Türkiye’de hilâfetin kaldırılması (1924) hem Hindistan Hilâfet Hareketi’nin çökmesine, hem de daha geniş serbestiyet için faaliyet gösteren Hindû Müslüman iş birliğinin sona ermesine yol açmış ve böylece bağımsızlık temayüllerin yoğunlaştığı yeni bir döneme girilmiştir. Muhammed Ali Cinnah ve Mevlânâ Muhammed Ali gibi önderler, Müslümanlar arasında müstakil bir vatan arayışını dile getiren kişiler olarak anayasal çerçeve hazırlığını başlatmışlardır. 1928’de Kongre Partisi’nin ilân ettiği müstakbel Hindistan anayasası taslağı Hindûlar’la Müslümanlar arasında yeni tartışmalar doğurmuş ve Müslümanlar Birliği de bir taslak hazırlayarak kendi görüşlerinde ısrar etmiştir. Kongre Partisi bütün vatandaşların eşit haklara sahip olduğu laik bir anayasa öngörürken; Müslümanlar, Hindu çoğunluğun bulunduğu ülkede bu sistemin işlemeyeceği gerekçesiyle nüfus yoğunluğuna göre özerk idâreler kurulması tezini ortaya atmışlardır. İngiliz hükümeti 1930’dan itibaren Hindistan’ın geleceğiyle ilgili taraflar arasında toplantılar başlatmışsa da bundan bir sonuç çıkmamıştır. 1935’te İngiliz Parlamentosu’nda dinî ve etnik azınlıkların haklarını teminat altına alan Hindistan İdare Kanunu kabul edilmiştir. Bu durum hem Hindular hem Müslümanlar tarafından İngiltere’nin ülkeden çekilmeye niyeti olmadığı şeklinde yorumlanmış ve tepkiyle karşılanmışptır. 1937’de yapılan seçimlerden sonra Kongre Partisi Müslümanlar Birliği ile koalisyon yapmayı reddederek kabineye girecek Müslüman milletvekillerinin partilerinden ayrılmasını şart koşmuştur. Ancak bu dayatma, Müslümanlar Birliği’nin daha da güçlenip Hindistan Müslümanlarının yegâne siyasî temsilcisi haline gelmesini sağlamıştır. Gelişmeler, İngilizler’in çekilmesinden sonra Müslümanları nelerin beklediği hususunda fikir vermiş, bu arada Hindu-Müslüman gerginliği de tırmanmaya devam etmiştir.

67

Bu şartlarda Hindu çoğunluğun arasında barış içinde yaşamanın mümkün olamayacağı görüşü kuvvet kazanmış ve ayrı bir Müslüman ülkesi kurma fikri tekrar canlandırılmıştır. Bu arada II. Dünya Savaşı’nda yapılacak fedakârlık karşılığında İngiltere’nin Hindistan’dan çekilmesini isteyen kongre hükümeti teklifinin reddedilmesi üzerine 1939’da istifa etmiştir.

SONUÇ Bu hafta Osmanlı Devleti’nin Hindistan’daki diğer Müslüman devletlerle olan ilişkileri ve Babürlülerden sonra Hindistan’daki durum anlatılmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Osmanlı’nın Hindistan’daki diğer Müslüman devletlerle münâsebetleri ilk defa ne zaman başlamıştır? a) İpek yolu ticareti sırasında Yavuz Sultan Selim döneminde b) Kanuni Sultan Süleyman’ın Nahçivan Seferi sırasında c) XV.yüzyıl’da Behmeni Sultanı III.Muhammed Şah’ın Fatih Sultan Mehmed’e İstanbul’un Fethi’nden sonra yazdığı mektupla d) Kırım Savaşı sırasında e) Trablusgarp Savaşı sırasında 2)Babürlüler’den sonra Hindistan Coğrafyasında en etkili olan Avrupalı devlet aşağıdakilerden hangisidir? a) İngiltere b) Fransa c) Almanya d) Portekiz e) İspanya YANITLAR:1-c, 2-a

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991.

68

BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

69

9. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

70

ÖZET Dokuzuncu haftada Avrupalıların deniz yolu ile Hindistan’a gelişleri; Portekizliler, Portekizlilerin Hindistan Seferleri ile Vasco Da Gama’nın seferi ve bu seferin sonuçları anlatılacaktır.

10.AVRUPALILARIN DENİZ YOLU İLE HİNDİSTAN’A GELİŞLERİ 1. PORTEKİZ: İspanya ve Portekiz’i kapsayan yarımada içinde Kastilya Devleti büyüye büyüye Portekiz’i; Endülüs Arap dünyasından ayırdıktan sonra Portekizliler varlık ve geleceklerini denizde aramaya koyulmuşlardır. Bunlar en çok Afrika kıyılarına önem vermişler ve XV. yüzyılın sonlarına doğru bu kıtanın Ümit Burnu’na kadar bütün batı kıyılarını ve oradan ötede bulunan bir kısım güneydoğu kıyılarını dolaşmışlar; oralarda türlü bakımlardan incelemeler yapmışlar ve uygun gördükleri yerlerde üsler kurmuşlardır. 8 Temmuz 1497’de Vasko da Gama (Vasco da Gama)’nın komutasında 60’la 150 ton arasında büyüklüğü olan Üç Portekiz gemisi Hindistan’a gönderildiği vakit, bunlar Kristof Kolomb (Christophe Colombe)’un gemileri gibi bilinmedik ve henüz o anda hayali olan bir amaca doğru değil, Hindistan’a ulaşmak için gönderilmişlerdi. Papa VI. Aleksandır, Mayıs 1493’te çıkarmış olduğu bir buyrultu (bulle) ile bulunan ve yeni bulunacak yerlerin Portekizli ve İspanyollar’a ait olacaklarını belirterek bu yerleri ayırmıştır. Bu buyrultu çok geçmeden bu iki devlet arasında yapılmış olan Tordesillas Antlaşmasıyla (7. 6. 1494) biraz değiştirilmiştir. Buna göre: Afrika’nın en batı noktası olan Yeşil Burun’un 370 “lieue” ı batısından geçen ve Kuzey Kutuptan Güney Kutba giden bir çizginin doğusunda bulunan yerler Portekizlilerin ve batısındaki yerlerde İspanyolların “ülkeler araştırma alanı” içinde sayılmıştır. Buna göre bütün Afrika ile Hindistan ve daha doğudaki ülkeler Portekiz bölgesinde yer almıştır.

1.a. Portekizlilerin Hindistan’a Gelişleri: Temmuz 1497’de Lizbon’dan kalkmış olan Vasko da Gama’nın üç gemisi Afrika’yı güneyden dolaştıktan sonra 17 Mayıs 1498’de bir köyün karşısına demir atmıştır. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi o ana kadar Hindistan’ın ve daha genel olarak Arabistan’dan ta Çin’e kadar giden ülkelerin denizle yapılan dış ticareti eski zamanlardan beri Arapların veya çokluk bakımından Arapça konuşan Müslümanların elinde bulunuyordu. Vasko da Gama’nın talihi, tesadüfün onu bir Hindu Devletinin kıyısına götürmüş olmasıdır; eğer bir Müslüman devletinin kıyılarına gitmiş olsaydı durumu tehlikeli olabilirdi. Kaliküt racalarının unvanları Zamorin’dir. O zamanın Zamorin’i Portekizlileri iyi karşılamış; onları başkentine çağırmış ve oradaki Müslüman tüccarların karşı çıkıp uğraşmalarına rağmen arada iyi münâsebetler kurulup alış-veriş yapılmasını sağlamıştır. Ancak daha sonra aralarında kavga çıkmış ve Zamorin bunların bazı mallarına el koymuşsa da sonraları bu malları onlara geri vermiştir. Buna rağmen Vasko da Gama 29 Ağustos 1498’de geri dönmek üzere yola çıkarken el konulan mallarına karşılık olarak yakalamış olduğu 12 yerliden beşini tutsak olarak götürmüştür. Bu olay Kaliküt’te Müslüman tüccarların Portekizliler aleyhine ve onların Afrika kıyılarında halka karşı nasıl kötü davrandıkları hakkındaki sözlerine herkesin inanmasını sağlamıştır. Vasko da Gama Lizbon’dan ayrılışından iki yıl kadar sonra geri dönmüş; üç gemisinden ikisini ve 170 kişiden ancak 55’ini sağ-salim götürebilmiştir.

1.b.Vasko da Gama Seferinin Sonuçları: Bu seferler dünya tarihinde önemli bir dönüm noktasını teşkil etmişlerdir. Çin’den Hindistan’a kadar

71

uzanan ülkelerin Avrupa ile ticareti Türkistan ve Anadolu kervan yolunu veya denizden Kızıldeniz ve Mısır yolunu bırakıp doğrudan doğruya Ümit Burnu deniz yolunu kullanmaları; Türkistan, İran, Anadolu ile çeşitli Arap ülkelerini ve bunlar arasında önemli bir ticaret merkezi durumunda bulunan Cidde limanı ile Mısır’ı büyük bir ekonomik kayba ve ticarî zarara uğrattıkları gibi, bu durum Müslüman Doğu’nun Hristiyan Batı karşısında gerilemesine de sebep olmuştur. Osmanlı padişahı Yavuz Selim’e atfedilen Kızıldeniz’i Nil’e ulaştırarak Ümit Burnu yolunu lüzumsuz kılmak, keza Kanuni Sultan Süleyman’ın vezirlerinden Sokullu Mehmed Paşa’ya atfedilen Volga ve Don Irmakları arasında bir su kanalı yaparak Hazar Denizi’ne kadar gemi gönderebilmeyi sağlamak tasarıları gerçekleşseydi Müslüman Doğu ekonomik alanda o kadar kaybetmez ve Hıristiyan Batı ile mücadelesine daha büyük bir güçle devam edebilirdi. Ancak bu yolda hiç bir şey yapılamamıştır. Vasko da Gama yurduna döndüğü vakit gitmiş olduğu bölgede, yani Dekken’in güney-batı kıyılarında, ne gibi mallar bulunduğunu ve orada hangi Avrupa mallarının istenildiğini de öğrenmiştir. Hayret edilecek bir yön de Portekizlilerin Zamorin‘in ve genel olarak Kaliküt Devleti halkının, ne Müslüman ne de Hıristiyan olmadıklarını anlamamış bulunmaları ve bunları Katolik olmayan bir türlü Hıristiyan sanmış olmalarıdır. Başlangıçta Portekizliler Hindistan yerlilerine karşı Afrika’nın birçok yerinde vahşi olan yerlilerine yaptıkları tarzda muameleye kalkışmışlarsa da çok geçmeden Hindistan’daki durumun büsbütün başka olduğunu anlamışlardır.

1.c. Portekizlilerin İkinci Hindistan Seferi: 9 Mart 1500 de Pedro Alvarez Kabral (Cabral)‘ın komutası altındaki 1200 kişi ile beraber pek çok mal taşıyan 13 gemilik bir Portekiz donanması Lizbon’dan kalkarak; arada tesadüf olarak Brezilya’yı ve Madagaskar adasını keşfetmiş ve aynı yılın 13 Eylül’ünde Kaliküt’e gelmiştir. Burada Portekizliler alış-verişe koyulmuşlarsa da yerlilerle aralarında kısa sürede bir sürü anlaşmazlık çıkmıştır. 16 Aralık’ta Portekizliler bir Arap gemisine el koyunca, aralarında çarpışmalar yaşanmıştır. 40 Portekizli öldürülmüş ve bunların ticaret yerleri yerle bir edilerek yıkılmıştır. Bunun üzerine Kabral, Kaliküt’ten çekilmek zorunda kalmıştır; o yalnızca iki gemisine mal yükleyebilmiştir. Limandan ayrılmadan önce Arap veya yerlilerden 600 gemiciyi öldürtmüş ve açıldıktan sonra da iki gün limanı topa tutmuştur. Portekizliler oradan daha güneyde bulunan Koçin limanına gitmişlerdir (24 Aralık); orada iyi bir kabul görmüşler ve kalan gemilerine de yükü buradan almışlardır. Tam yük alma işini bitirmek üzere iken Zamorin’in donanmasının üzerine doğru geldiğini duyan Kabral, hemen Koçin’den hareket etmiştir (9 Ocak 1501). Talih bu seferde Portekizlilerin yüzlerine gülmüş ve bu donanma ile karşılaşmadan Hindistan’dan uzaklaşarak Lizbon’a dönmüşlerdir. Koçin’de işler hep dostça görüldüğünden, Kabral oradaki teması muhafaza etmek için 13 Portekizli bırakmıştır. Lizbon’a vardığında yanında ancak beş gemisi kalmışsa da bunların getirdikleri mal bütün masraf ve zararları fazlasıyla çıkartmıştır.

1.d. İkinci Portekiz Seferinin Sonuçları: Bu seferden Portekizlilerin çıkardıkları en önemli sonuç Hindistan’ın tesadüfen eriştikleri bölgelerinde birbirlerini çekemeyen bir takım devletlerin bulunduğunu ve bunları birbirlerine karşı kullanabileceklerini öğrenmeleri olmuştur. Onlar Kaliküt’ten büyük zulümler yaparak ayrıldıktan sonra Kannanur limanı (Kaliküt’tün az kuzeyinde) açıklarına geldikleri vakit buranın Racası onlara yiyecek vererek ihtiyaçlarını karşılamıştır. Bu durum Portekizlilerin hemen dikkatini çekmiştir. Yine güneye Koçin’e gittiklerinde de

72

Kaliküt’e düşman bir devlete gelmiş olduklarını görmüşlerdir. Keza bu sefer sırasında Portekizliler Hindlilerin Afrika vahşileri gibi geri ve aciz olmadıklarını görerek; kendilerine karşı savaşmanın tehlikeli olabileceğini ve bunların Hıristiyan olmayıp büsbütün başka bir dinden olduklarını da anlamışlardır. Bundan başka Hindistan’la ticaret imkânlarının sonsuz olduğunu, oradaki rakiplerinin yerliler değil, Arap tüccarlar olduğunu gayet iyi anladılar. Yerli hükümdarlar ile halkda Araplar ve Portekizlilerle alışverişte bulunmanın eş sayıldığını öğrenmişlerdi. Ancak Kaliküt’teki Zamorin o bölgedeki Arap tüccarlarının çokluğu ve önemi dolayısıyla bunlardan yana bir davranış sergilemiştir. Bundan sonra Portekizlilerin başlıca siyasal amaçları yerli racalarla dost olmak ve Arap gemileri ile tüccarlarını oradan söküp atmak olacaktır. Portekizliler yukarı belirttiğimiz yönleri öğrendikten sonra ilk iş olarak iki türlü menfaat sağlamaya önem verirmişlerdir. Bunların birincisi elden geldiği kadar Hindistan’la Kızıldeniz arasındaki ticareti durdurmak veya zorlaştırmak, ikincisi doğu ülkeleriyle (Hindistan, Male Adları, Çin v. s.] Avrupa arasındaki bütün ticareti kendi ellerine geçirmek. Bu amaçla herkese dehşet ve korku salmak için hiç bir vahşetten çekinmemişlerdir. Şubat 1502‘de Vasko da Gama’nın komutasında 20 gemi ile Nisan’da onun oğullarından Estavao’da Gama’nın komutasında 5 gemilik iki donanma bu amaçları gerçekleştirmek için Hind Denizine gönderilmişlerdir. Eylül’de bu iki donanma Goa’nın az güneyinde Hindistan’a dönmekte olan büyük bir hacı gemisini yakalayarak soymuş ve kadın-çocuk dâhil bütün içindekilerle birlikte batırmıştır. Bunların denizde çabalamalarını seyreden Vasko da Gama hiç kimsenin kurtarılmasına izin vermemiştir. Böylece bu gibi davranışlarla Kızıldeniz yolu çok tehlikeli gösterilmiş ve bu nehir boyunca gidiş-geliş durdurulmak istenilmiştir.

SONUÇ Bu hafta Avrupalıların deniz yoluyla Hindistan’a gelişleri konusuna giriş yapılmış olup Portekizlilerin Hindistan seferleri, Vasco Da Gama’nın Hindistan seferi ile sonuçlarına değinilmiştir. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Aşağıdakilerden hangisi Vasco Da Gama Seferi’nin sonuçlarından biri değildir? a) Yeni ticaret yolları keşfedildi. b) Mısır, Cidde limanı gibi yerler ticari önemini kaybetti. c) Müslüman Doğu, Hristiyan Batı karşısında geriledi. d) Hindistan’da Avrupalıların istediği mallar olmadığı görüldü. e) Hindistan’daki iç durumun analizi yapıldı. 2) Aşağıdakilerden hangisi Portekizlilerin İkinci Hindistan Seferi’nin sonuçları ara sında yer almaz? a) Bu çevrede birbirlerine düşmanlık besleyen devletçikler olduğu görüldü ve bunları birbirlerine karşı kullanma siyâseti benimsendi. b) Portekizliler rakiplerinin fakir Hindliler değil Arap tüccarlar olduğunu gördüler. c) Hindistan’daki hâkimiyet in tamamen Arapların elinde olduğu kabul edildi. d) Buradaki halkın vahşi afrikalılar gibi olmadığı savaşmanın tehlikeli olduğu kanısına varıldı. e) Yerli racalarla dostluklar kurmak gerektiği fikri benimsendi.

73

YANITLAR:1-d, 2-c.

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983.

74

PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

75

10. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

76

ÖZET Onuncu haftada Portekizlilerin Hindistan’a gelişleri konusuna devam edilerek, Kaliküt Zamorini ile savaşlar, Portekizlilerin yeni siyâsetleri ve yayılmaları, D’Albülkerk’in Valiliği, Portekizlilerin ticarî faaliyetleri, zayıflamaları ve gerilemeleri konuları ele alınacaktır. 1.e. Kaliküt Zamorini ile Savaşlar: Vasko da Gama, Ekim 1502 sonlarında Kaliküt’ün karşısına gelerek konumu almıştır. Bu sırada arada devam eden bir savaş yaşanıyordu. Da Gama ilk barış şartı olarak bütün Arap tüccarların Kaliküt’ten çıkarılmasını istemiştir. Zamorin buna razı olmamış ve savaş devam etmiştir. Portekizliler bu savaş sırasında çok ağır ve lüzumsuz zulümlerde bulunmuşlardır. Bir kaç gün sonra Gama, Koçin’e giderek orada bir ticaret yeri (Pazar, factory) kurmuştur. Buranın Racası da, bilhassa alış-verişteki fahiş fiyatlar bakımından Portekizlilerin zorbalığına uğramışsa da bu sırada Zamorin’e karşı olan düşmanlığı dolayısıyla Portekizliler’e muhtaç olduğunu hissettirmiştir. Vasko da Gama o yıl Portekiz’e dönerken Koçin ve Kannanur’da memur ve adamların yanısıra kıyıları gözetlemek ve anılan kentlerde kalan Portekizlileri korumak için 7 gemilik bir donanma bırakmıştır. Ancak bu donanmanın komutanı oralarda dolaşmaktansa Kızıldeniz’in ağzına gidip oradan geçen gemileri soymayı daha karlı bulmuştur. Tabiatıyla korumakla görevli olduğu yurttaşları da bin bir tehlike ve korku içinde yaşamışlardır. Çok geçmeden Kaliküt Zamorin’i Portekizliler’e yardım eden Koçin Racasından öç almak için onun ülkesine girmiş ve raca yanında kalmış olan Portekizliler’le birlikte bir adacıktaki mabede çekilmiştir. Nisan 1502’de Alfansa Albükerk (Albuquerque)’in komutasında Portekiz’den gelen bir donanma Zamorin’i Koçi bölgesinden çekilmek ve barış yapmak zorunda bırakmıştır. Barış şartları arasında 20 ton kadar biber verilmesi de dikkat çekicidir. Albükerk geri dönerken Koçin Racası’nın yanına bin kişilik bir Portekiz birliği bırakmıştır. 1503-4 kışında bu birlik Koçin’i Zamorin’e karşı savunmada epey yararlılık göstermiştir. 1504 sonlarında 14 gemilik bir donanma ile Koçin’e yardıma gelen Lopo Soeres adında bir Portekiz’li komutan aynı zamanda bu limana başka hiçbir geminin girmesini yasaklayan yönergeyi getirmiştir. Bu kişi Kaliküt ve Koçin Racaları arasında barışı da sağlamıştır.

1.f. Portekizlilerin Yeni Siyâsetleri: 1505 yılına kadar Portekizliler her yıl güçlü bir donanma ile Hindistan’a gelmişler, getirdikleri malları satmışlar, aldıkları malları gemilerine yüklemişler, Arap veya yerlilere ait gemileri soyarak ve batırarak geri dönmüşlerdir. Koçin ve Kannanur gibi dost sayılan ve kendileri için ticaret üssü olan limanlarda, gelecek sefer için mal toplamak ve münâsebetleri devam ettirmek üzere adamlar ve gerekirse de önemli askerî birlikler bırakmışlardır. Ancak buralarda bırakılan kimseler ve bilhassa tüccarlar aylarca, büsbütün yabancı ve kendilerine ne kadar güvenileceği pek kestirilmeyen devletlerin topraklarında kaldıklarından hep korku içinde yaşamışlardır. 1505’te bu usûl değiştirilmiş; üç yıl için bir kral naibi atanmış ve gereken yerlerde kurganlar yaptırılıp Hindistan’da kalacak kimselerin bu berkitilmiş ve gerçekten Portekiz sömürgesi sayılabilecek kurganlarda kalmaları kararlaştırılmıştır. Böylelikle 1505 Eylül’ünde ilk kral naibi olarak Fransisko (Francisco) d’Almeida büyük bir donanma ve 1500 askerle Hindistan’a gelmiştir. Bir kaç yerde, ezcümle Kannanur ve Koçin’de kurganlar yapılmış ve böylece Hindistan’da karada da sağlam bir yer elde edilmiştir Artık karada sağlam üsler edinmiş olan Portekiz donanması bir taraftan sürekli Malabar kıyılarında (Dekken’in güneybatı kıyısı) dolaşıp Arap gemilerini batırmaya koyulmuş diğer taraftan Kızıldeniz’den daha doğu’ya gidip gelmek isteyen Müslüman gemileri daha güneyden, Maldiv Adaları yönünden ilerlemek

77

zorunda bırakmışlardır. Mart 1506’da Zomarin tarafından oluşturulan oldukça kalabalık bir Müslüman tüccar donanması ile 4 Portekiz gemisi arasında bir çarpışma yaşanmış ve Portekizliler Müslüman gemilerinin en büyüğünü ele geçirerek içindekilerin hepsini öldürmüşlerdir. Kannanur’da da tanınmış bir tüccarın gemisini batırmış olmaları sebebi ile bu kentteki raca da orada bulunan Portekiz kurganını dört ay kuşatmışsa da yeni bir donanmanın gelmesi üzerine kurgandakiler kurtarabilmişlerdir (Ağustos 1507). Böylelikle Portekizliler Hind Denizlerine ulaştıktan sonra geçen ilk 9 yılda yerleşmek, üsler kurmak ve Malabar kıyılarının denizlerine hâkim olmakla meşgul olmuşlardır. Talihleri, tesadüfün onları birbirini çekemeyen küçük Hindu devletlerinin bulunduğu bölgeye ulaştırmış olması ve orada sağlamca tutunmak ve üslenmek imkânını bulmuş olmalarında idi.

1.g. Bazı Hindistan Devletleri ile Mısır-Venedik Arasındaki Anlaşmalar ve Portekizlilerin Yayılmaları: Portekizliler, Hindistan’ın bütün deniz ticaretini ellerine veya murakabeleri altına almaya kalkışmakla pek çok menfaatleri sarsmışlardır: a) Bu ticareti daha önce ellerinde tutan Arap Tüccarları. b) Süveyş-Nil-İskenderiye yolundan geçen mallardan üçte bir nispetinde vergi alan ve tebaaları da taşıt işleri dolayısıyla epey para kazanan Mısır Memlûklüleri. c) Bu malları İskenderiye’den Avrupa’ya taşıyan bilhassa Venedik gemileri ve tüccarları. Bunlar çok büyük zarar görenlerin başlıcalarıdır. Ayrıca Bicapur ve Gucerat sultanları da zarar görümüşler ve bu tehlikenin giderek büyüdüğünü sezmişlerdir. Bu gibi amillerin tesiriyle Mısır sultanı, Venedikliler, Gucerat, Bıcapur Sultanları ve Kaliküt Zamorin’i arasında Portekizliler’e karşı işbirliğine karar verilmiş ve hazırlıklara başlanmıştır. Ancak bu birliktelikten pek de önemli sonuçlar çıkmamıştır. Bu haber üzerine Portekizliler yeni tedbirler almışlardır. 1507 yazında bir Portekiz donanması Aden Körfezi’nin doğu ağzında Sokotra Adasına saldırmış ve oradaki Arap kurganını almıştır. Bundan sonra Aden ve Cidde’yi almak emrini veren d’ Albükerk orada 6 gemi ile 400 kişi bırakmıştır. Donanmanın kalan kısmı ise Hindistan’a giderek oradaki Portekiz donanmasıyla birleşmiş ve Zamorin’in donanmasını yok etmiştir (Kasım 1507). Sokotra’da kalmış olan d’Albükerk ise kendisini Aden ve Cidde’yi alacak güçte görmediği için Basra Körfezi’nin ağzında Hürmüz’e saldırmaya karar vermiştir. Bu bölgede bazı başarılar sağlamışsa da kesin bir sonuç elde edememiş ve 1508’de Hindistan’a dönmüştür. 1508 başlarında, Mısır ve Gucerat donanmaları, Kuzey-Batı Hindistan kıyılarında incelemelerde bulunmak için Portekiz genel valisi Fransisco d’Almeyda’nın oğlunun komutası altında o bölgeye gelmiş olan bir donanmayı Çavl (Kolaba) limanı önünde yenerek, valinin oğlunu öldürmüşlerdir. 1509 Şubat’ında ise genel vali Mısır-Gucerat donanmasını Bender-i Dev (DİU)‘de yenmiştir. Bundan sonra ne Mısır ne de Hindistan’ın büyük Müslüman Devletleri Hind Denizleri’nde hâkimiyet elde etmek için önemli bir denemede bulunmamışlardır.

1.h. D’Albülkerk’in Valiliği: Hind Denizleri’nde Portekiz egemenliğini sağlamlaştıran d’Albükerk olmuş ve kendisine “Büyük”

78

unvanı verilmiştir. Genel valiliği 1509 sonbaharında başlamıştır. O ana kadar Portekizliler Hindistan’da bir kara devleti kurmaya önem vermemişlerdir. Bilhassa son genel vali d’Almeyda karada çok sayıda üs kurulmasına karşı çıkmıştır; onun düşüncesine göre kara üsleri Portekizliler için bir zaaf unsuru olabilirdi ve bu durum ancak onların denizdeki gücünün azalması pahasına yaşatılabilirdi. Yeni gelen vali d’Albükerk bu düşünceyi değiştirmiş, kara üslerini çoğaltmış hatta Goa’yı almakla bir de kara devleti kurmuştur. D’ Albükerk ilk iş olarak Kaliküt’e karşı harekete geçmişse de orada bir başarı sağlayamamış ve Şubat 1510’da 33 gemilik bir donanma ile Aden Körfezi’ne doğru yola çıkmıştır. Amacı Mısır donanmasını bulmaktır. Ancak yolda Bicapur Devleti’ne ait olan Goa limanı ile kurganının pek güçsüz bir durumda olduğunu öğrenince oraya almıştır. Ancak bu kazanç çok kısa bir süre sonra kayba dönüşse de sonunda burayı ele geçirmeyi başarmıştır (Kasım 1510). Dekken’in karmakarışık durumu, Behmen’li Devleti’nin dağılmasından doğan ve doğmakta olan devletler arasındaki sonsuz savaşlar, keza Bicapur’la Viceyenager Devletleri arasındaki savaşlar Portekizliler’e orada sağlamca yerleşmek ve orasını berkitmek için her türlü imkân ve kolaylığı sağlamıştır. Böylelikle Aden Körfezi’ne yapılacak Portekiz seferleri gecikmiş olsa da buna karşılık Portekizliler gemileri için çok uygun bir liman ve savunulması ve berkitilmesi kolay; saldırı ile alınması çok güç bir üs elde etmişlerdir. Bilindiği gibi kısa süre sonra Goa limanı onların Hindistan hatta Uzak Doğu’ya gitmek için kullandıkları genel merkezleri olmuştur. D’ Albükerk, Goa’yı sağlamlaştırmak ve önemli bir ticaret üssü yapmak için var gücüyle çalışmıştır. Yakın denizlerde rastlanılan ticaret gemilerini oraya sevk ettirmiş ve orada ticaret için herkese her türlü kolaylığın gösterilmesini sağlamıştır. Yine yerli bir halk husûle getirmek ve onun sayısını artırmak için Portekizlileri yerli kadınlar almaya kışkırtmıştır. Daha önce de söylediğimiz gibi o ana kadar Hindistan’ın dış ticareti, Arapların yani Müslümanların elindeydi. Bu yüzdenden de Portekizliler bilhassa onlarla uğraşmışlardır. D’Albükerk ele geçirdiği yerlerde hiç Müslüman işyar (resmi görevli, memur) kullanmamış, idarî, malî ve adlî yetkileri taşıyan Portekizli işyarların buyruğu altında yalnız küçük Hindu işyarları kullanmıştır. Bunları yetiştirmek için de okullar açmış, ayrıca Hindu erbaşlarının komutası altında Hindu askerî birlikleri de teşkil etmiştir. Bundan sonra d’Albükerk, Malaka (Singapur bölgesi)’yı almaya karar vermiştir. Çin ve Japonya ile Hindistan ve Kızıldeniz arasındaki ticaret hep bu limandan geçtiği için orayı almak bütün bu çok karlı işleri ele geçirmek demekti. O zamanki zayıf deniz vasıtalarıyla açık denizleri murakabeye çalışmaktansa bu ticaret üssünü almak daha çok faydalı ve ameli idi. Malaka, Ağustos 151l’de alınmış, Papa bu münâsebetle büyük şenlikler yaptırmıştır. Bu o bölgede, daha çok çeşitli Portekiz üssleri kurulacağı ve birçok yerli devletlerle savaşlar yaşanacağı anlamına gelmiştir. 1512 yılında Hind Denizleri’nin her tarafında “Rumiler” yani “Osmanlı Türkleri geliyor” sözü dolaşmağa başlamış ve bu söz Portekizlileri çok korkutmuştur. O yıl, Yavuz Sultan Selim daha ancak yeni tahta çıkmıştır. Onun Mısır’ı alması ve Kızıldeniz’e ulaşması belki de sadece Yavuz’un tahayyülünde bulununan bir düşünce olarak yer almıştır. l5l3’te d’Albükerk Aden’e saldırmışsa da orayı alamamıştır. Yine bu sırada rüzgârın ters esmesi onun Cidde’ye saldırmasını da önlemiştir. O, sadece Kamaran adasını almış, orada bulunan bütün berkitilmiş yerleri yıkarak geri dönmüştür. İran Şahı İsmail, l5l0’da Gucerat, Bicapur ve daha bazı Hindistan Devletlerine elçiler göndermiştir. Bicapur’a gelmiş olan elçi d’Albükerk’i Kannanur’da ziyaret etmiş ve onu Şah İsmail’e elçi göndermeye ikna etmiştir. Buna uyan Portekiz genel valisi 15l3’te İsmail’in elçisiyle birlikte İran’a bir elçi yollamıştır. Bu kişiyi Tebriz’de kabul eden Şah İsmail, onunla en çok Osmanlı padişahı ile Mekke şerifinin yok edilmeleri ve onlara karşı birlikte savaşılması konusunda konuşmuştur. D’Albükerk bir İran elçisiyle birlikte geri dönmekte olan kendi elçisini Hürmüz’de karşılamıştır. Şah İsmail’in, Yavuz Selim tarafından Çaldıran’da yenildiği sırada kendisi de Hürmüz

79

Adası ile limanına el koymuştur. Böylelikle Osmanlı’ya karşı birleşmek düşüncesinde olduğu Şah İsmail’in Osmanlılar’ca yenilmesinden o da payını düşeni almıştır. D’Albükerk 1515 yılı sonlarında ölmüştür. Hindistan’daki Portekiz egemenliğini sağlamlaştırmış, hatta onun gerçekten temelini atmış bir kişi olmuştur. Goa’yı alıp güçlendirmekle Portekizliler’in kendi ellerinde bir liman kenti ve sarp bir bölge kalmasını sağlamıştır. Malaka’yı alarak Çin, Japon ve Uzak Doğu ticaretinin, Hürrnüz’ü almakla da Basra Körfezi ticaretinin anahtarlarını elde etmiştir. Şayet Aden’i de istediği gibi alabilmiş olsaydı Kızıldeniz’in anahtarını da eline geçirmiş olurdu. D’Albükerk’in ölümünden sonra da Portekizliler, Kızıldeniz’de epey uğraşmak zorunda kalmışlardır. 1516‘da onların Kızıldeniz’de en büyük düşmanları, Mısır Sultanının hizmetinde bulunan Osmanlı Türklerinden Selman Reis’in donanması olmuştur. Bu kişi 1516 başlarında Aden’i almaya çalışmışsa da bunu başaramamıştır. Bu olaydan az sonra Portekiz donanması Aden’e gelmiştir. Aden Emiri onlara Aden’i vermek istemişse de yeni Portekiz genel valisi önce Selman Reis’in donanmasıyla karşılaşmayı daha uygun bulduğundan Aden’de asker bırakarak donanmasının gücünü azaltmak istememiştir. Ancak o, aradığı karşılaşmayı yapamamış, Aden’e döndüğü vakit emirin artık vermekten vazgeçmiş olduğunu görmüştür. Böylece bu çok önemli üssü ele geçirmek fırsatını kaçırmıştır. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in, Mısır’ı ele geçirmesi ile bundan sonra Portekizliler artık Osmanlılar’la savaşmak zorunda kalmışlardır. 1518’de Portekizliler Seylan Adasında bir üs kurmuşlardır. 1520’de büyük bir Portekiz filosu Kızıldeniz’e girmişse de bir şey başaramadan çekilmek zorunda kalmıştır. 1529 sonlarında Hindistan’a genel vali olarak gelen Nünho da Künya (Cunha) bu sırada merkez Koçin’in yerine 1530 başlarında epey gelişmiş olan Goa’yı genel merkez yapmıştır. Yeni genel valinin ana amacı KuzeyBatı Hindistan kıyılarında üsler elde etmek olmuştur. Bunun sebep ve zaruretleri ise bellidir. Portekizliler, Hindistan ve Doğu ülkeleriyle Avrupa arasındaki ticareti bir tekel olarak ellerine almaya karar verince bütün ticaret yollarını başkalarına kapamaya mecbur kalmışlardır. Malaka’yı almakla Çin, Japon ve büyük Malay Adaları (Cava, Sumatra v.s.) deniz yolunu tutmuş ve oraların ticaretine egemen olmuşlardır. Hürmüz’e yerleşmekle Basra Körfezi yolunu da denetleyebilecek bir duruma gelmişlerdir. Ancak Aden’i alamadıkları için Kızıldeniz yolu açık kalmıştı. Koçin, Kannanur ve Goa gibi Güney Dekken’deki üsler sayesinde oralara dayanan gemilerini sürekli yakın deniz ve kıyılarda dolaştırarak, öbür Güney Hindistan limanlarından kalkan veya oralara giren gemileri az çok denetlemeleri mümkün olmuştur. Fakat bu bahsettiğimiz limanlarda üslenen savaş gemilerini, Kuzey Hindistan limanlarıyla Kızıldeniz arasında işleyecek gemileri düzenli bir biçimde denetlemeleri o zamanın vasıta ve şartlarına göre imkânsızdı; olsa olsa yukarıda anılan yol üzerine ara sıra akınlar yapmak, elden geldiği kadar çok gemi soymak, batırmak ve korku salmak amacıyla bütün içindekileri boğmak kâbildi. Bu ise Portekiz ticareti bakımından faydalı olmakla birlikte bir ticaret tekeli sağlamak için kâfi değildi. Dolayısıyla Portekizliler her ne olursa olsun bu amaca erişmeye karar verince ya Aden’i alıp oraya üslenecek olan savaş gemileriyle Kızıldeniz’in ağzını kapamaya yahut Kuzey-Batı Hindistan kıyılarında bu gibi gemilerin üslenmesine uygun üsler elde etmeye mecbur kalacaklardı. Daha önce ele geçirmiş oldukları Sokotra Adası Kızıldeniz’in ağzını abluka etmeye ne elverişli ve nede yeterli idi. Öyle anlaşılıyor ki Osmanlılar’ın Mısır’a yerleşmelerinden sonra Aden’e ve Kızıldeniz’deki limanlara fazla uğramak çok güç olmuş ve tehlikeli sayılmıştır. Buna karşılık Kuzey Hindistan’la Kızıldeniz arasındaki ticaretin geçmekte olduğu başlıca limanları kapsayan Gücerat’ın durumu o kıyılarda üsler edinmek için daha uygun görülmüş ve yeni genel vali bu işe koyulmuştur. Gücerat Sultanı Bahadur, Malva’da, Handiş’te ve Dekken’de bir sürü uzun ve yorucu seferlere girişmiştir. Az sonra da Delhi’nin Gurkanlı padişahı Hümayun’la savaşacaktır. Bu savaşlar sırasında Portekizliler kâh bir tarafı kâh öbür tarafı tutarak, ya zor ve baskınla yada anlaşmalar yaparak Çavl, Bombay, Basseyn, Daman gibi bir kaç liman elde etmişler ve türlü tali’li çarpışmalar ve bazı muvakkat kayıplara rağmen bu yerlerin çoğunda yerleşip kalmışlardır; ancak o sırada Bender-i Dev(Diu)’i almak için yaptıkları deneme başarısızla

80

sonuçlanmıştır. Böylelikle elde edilen üsler sayesinde Bicapur ve Ahmednagar Devletlerinin hemen bütün ve Gücerat Devletinin Kambey Körfezi’nin güneyinde bulunan kıyılarını denetlemeleri altında tutmak Portekizliler için mümkün olmuştur. Bender-i Dev’i alınca bütün Gücerat kıyılarını gözetleyebilecek bir duruma geçmişlerdir. Portekizliler Gücerat Sultanı Bahadur’la Hümayun’un arasındaki savaş sırasında Bahadur’dan Bender’de bir kurgan yapmak hakkını almışlardır (1534 ve 1535). Badahur Şah, Hümayun Gücerat’tan çekildikten sonra bu hakkı kullandırmamak için Portekizliler’le tartışmalar yapmış ve bu münakaşalar onun Nunho da Künha tarafından gemiye çağrılıp öldürülmesine sebep olmuştur (1538). Bu sırada Mısır’ın Osmanlı valisi Hadım Süleyman Paşa’nın komutasındaki bir Türk donanması da Bender-i Dev’e saldırıp çekilmiştir (1538). Bu hadise Portekiz’de büyük bir korku yaratmış ve bunun üzerine oradaki hükümetinin yaptığı bazı öneriler dikkate alınmıştır. Osmanlı donanmasının Hind Denizlerine yeni bir sefer yapmasından korkan Portekizliler, 1541’de Osmanlı hükümetine şöyle bir teklifte bulunmuşlardır: Her yıl Portekizliler Basra’da buğday karşılığında belirli miktarda Osmanlı Devletine biber teslim edecekler; ancak bu biber Osmanlı hükumetine sadece Avrupa’ya ihraç ettirilmesi şartı ile verilecek ve bunun karşılığında da Portekiz gemileri Kızıldeniz’deki Osmanlı limanlarına serbestçe girip çıkabileceklerdir. Bu teklif ile Portekizliler Osmanlı Devletine şunu demeye çalışmışlardır: Biz Portekizliler ele geçirdiğimiz baharatlı maddeler ve bilhassa biber tekeliyle çok büyük kazançlar sağlıyoruz; size biberi az kazançla vereceğiz ve bu suretle tekelimizle sizi sömürmeyeceğiz. Ancak siz de onu Avrupa’ya satıp bize orada öncülük edeceksiniz. 1548’de Portekizliler Bicapur Sultan ile bir antlaşma yapmışlardır. Buna göre Goa Adacığının kuzey ve güneyinde bulunacaklardır. Tabi bu teklif barışı da kapsadığı için Portekizliler bir yandan Osmanlı saldırılarından kurtulmayı, öbür yandan da kendileri için önemli olan Kızıldeniz’de Osmanlı limanlarına girip çıkmayı, yani oralarla da ticaret yapma hakkına sahip olmak istemişlerdir. Ancak bu tekliften bir sonuç çıkmamıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Portekizliler oradaki Osmanlı donanmalarının gücü dolayısıyla Kızıldeniz’de önemli başarılar sağlayamamışlar ve bütün güçlerini Gücerat kıyılarında toplamışlardır. Kızıldeniz’de Porkekizlilerin başarılı hareketlerine sadece Osmanlılarl’a savaşmakta olan Habeş hükümdarına yardım için Masuva limanına yaptıkları bir çıkartma örnek olara verilebilir. 1551 yılında ünlü Piri Reis’in komutası altında Süveyş’ten gelen 30 gemilik bir Osmanlı donanması, önce Maskat’ı almış; sonra Hürmüz Adasını yağma etmiştir. Ancak şehri ve kaleyi alamayarak Basra’ya gitmiştir. 1554’te bu donanma Seydi Ali Reis’in komutası altında Süveyş’e dönerken Hürmüz Boğazını geçtikten sonra Portekizliler’le başarılı çarpışmalarda bulunmuşsa da fırtına yüzünden büyük zayiata uğramış ve Seydi Reis Gucerat’a sığınmak zorunda kalmıştır. Adamlarının çoğu Gücerat Devletinin hizmetine girerlerken, kendisi Hindistan, Kabil ve İran yolu ile Osmanlı ülkesine dönmüştür.

1.h. Portekiz’in Ticari Faaliyetleri: Portekizlilerin Ümit Burnu’nun doğusundaki denizlere egemen olduktan sonra bir ticaret tekeli kurduklarını yukarıda söylemiştik. Bu tekel şu şekilde işlemiştir: Bazı malların taşınması doğrudan doğruya Portekiz kralının tekeli sayılarak ancak ona ait veya ona bağımlı gemilerce taşınılabilmelerine izin verilmiştir. Diğer malların taşınması ancak şu şartla serbest bırakılmıştır: Bu malları taşıyan yerli, yani Avrupalı olmayan gemiler, para karşılığında Portekizlilerden izin ve vesika almalıdırlar; böylece bu tarz gemiler serbest gidip gelebilmek ve mal taşıyabilmek için Portekizliler’e haraç vermek zorunda bırakılmışlardır. İzinsiz işleyen her gemi soyulmuş ve batırılmıştır.

81

Portekiz gemilerinden başka gemilerde taşınması yasak olan maddeler bilhassa baharatlı maddelerdi. Bu şekilde orta ve yeniçağ Avrupa’sının çok aradığı bu maddeler Portekiz gemilerince Lizbon’a götürülmüş ve oradan bütün Avrupa’ya satılmıştır. Avrupa ile yukarıda verilen Doğu ülkeleri arasındaki ticaret ise doğrudan doğruya Portekiz tekeli ile olmuş ve her daim hükumet veya kral adına işlemiştir. Portekiz’den doğuya giden gemiler kral hesabına yalnız gümüş para taşımışlardır. Sadece tüccarlar kendi hesaplarına mal kabul etmişlerdir. Doğu’dan Portekiz’e geri dönen bütün gemilere mutlaka belirli bir miktarda biber getrime zorunluluğu getirlmiştir. Bu birberler hükümete aittir. Yükün kalan kısmı türlü mallardan oluşabilirdi ve bunlar arasında tüccar malı da bulunabilirdi. Bu ticarî faaliyetlerin yanı sıra Portekizliler çeşitli korsanlık ve kaçakçılık faaliyetlerinde de bulunmuşlardır. Ayrıca Gurkanlılar’la münâsebetler kurmuşlardır.

1.ı. Portekizlilerin Zayıflama ve Gerilemelerinin Nedenleri: XVI. yüzyılın sonlarına doğru Portekizliler’de genel bir zaaf ve gevşeme belirtileri görülmüştür. Sayıları 2-3 milyonu aşmayan bu milletin, bir yandan Güney Amerika’da kocaman Brezilya’yı, öbür yandan Afrika kıyılarıyla bütün Hind ve Çin’i tutmak amacıyla uğraşmaları; o zamanın şartlarının icabı denizlerde ve hele hele sıcak deniz ve ülkelerde olağanüstü güç yani insan kaybetmelerine neden olmuştur. Portekizlilerin insan gücü gibi en değerli unsurlarından mahrum kalmaları zayıf duruma düşmelerinin sebebi olarak ileri sürülmüştür. Öyle ki XVI. yüzyılın sonlarında dahi Felemenkliler ile İngilizler, Hind ve Çin Denizleri’nde görünmeden önce dahi, oralardaki Portekiz yönetiminin ve gücünün bozuk ve düşük bir durumda bulunduğu herkesçe tarafından bilinmekteydi. Bu yüzden, yeni denizci devletler Portekiz imparatorluğunu kolayca avlayabileceklerni bilyorlardı.

SONUÇ Bu hafta Portekizlilerin Kaliküt Zamorini ile savaşları, Portekizlilerin yeni siyâsetleri ve yayılmaları, D’Albülkerk’in Valiliği, Portekizlilerin ticarî faaliyetleri, zayıflamaları ve gerilemeleri konuları ele alınmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır? a) 1515 yılı sonlarında D’Albükerk öldürülmüştür. b) 1516 yılında Yavuz Sultan Selim Mısır’ı feth edince Portekiz ile Osmanlı savaş konumuna gelmiştir. c) 1518’de Portekizliler Seylan adasında üs kurdular. d) 1520’de büyük bir Portekiz filosu Kızıldeniz’e ulaşmayı başardıysada bir sonuca varamadan geri çekilmek zorunda kaldılar. e) Kızıldeniz’deki mücadelenin hemen ardından Portekiz ile Osmanlı devleti arasında bir barış antlaşması imzalandı. 2) Aşağdakilerden hangisi Portekiz’in gerilemesinin nedenleri arasında yer alır? a) Yayılmacı bir politika uygulamak istememeleri b) İnsan gücü unsurundan yoksun olmaları c) Sadece sömürge faaliyetlerine yönelmeleri

82

d) Gemilerinin yeterli donanıma sahip olmaması e) İyi denizcilerin yetişmez bir duruma gelmesi YANITLAR:1-e, 2-b

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972.

83

NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

84

11. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

85

ÖZET Onbirinci haftada Felemenkler, Felemenklerin Ticarî Faaliyetleri, İlk Hindistan Seferleri, Felemenk Birleşmiş Doğu Hind Şirketi, Felemenklerin Hindistan’a yönelmelerinin sebepleri, düzensiz ve plansız yapılan Felemenk seferleri, Felemenklerin Hindistan’da üs edinmeleri, Ticaret Siyâsetleri, Sömürgeciliklerinin ana hatları ve Felemenklerin başarıya ulaşmalarının nedenleri anlatılacaktır. 2.FELEMENKLER: Bugünkü Felemenk ve Belçika Devletlerini kapsayan ve basıklığı dolayısıyla “Basık ülkeler” diye anılan bölge İspanya Kralı ve Alman İmparatoru V. Şarl’ın miras olarak ele geçirdiği yerlerden olup XVI. yüzyılda İspanya Krallığına bağlanmıştır. Ancak özgür (muhtar) bir yönetimi anlayışı içerisinde idâre edilmiştir. Ülke 17 eyalete ayrılmıştır; her eyaletini papazları, asilleri ve kentleri temsil eden birer meclisleri ile İspanya kralı tarafından yerli asiller arasından seçilmiş bir valisi vardı. 17 eyaletin hepsine ait bir meclis ve kralca seçilmiş bir genel vali de bulunmaktaydı. Buranın halkı çok zengin olmakla birlikte çok yaygın bir ticaret ve denizcilik teşkilâtına sahipti. Gemiciler, İspanyolların Amerika’dan ve bilhassa Portekizlerin Hindistan ve Uzak Doğu’dan getirdikleri malları Sevil ve Lizbon limanlarından alarak, Kuzey ve Orta Avrupa’ya dağıtırlardı. Ahalisi ırk olarak Alman olan (Felemenkli) bu ülkenin kuzey kısmında Protestan dinî yayılmaya başlayınca Alman Kralı V. Şarl orada “Engizisyon”, mahkemeleri kurmuş ve bu mahkemeler inanalara aşırı vahşice davranmıştır. V. Şarl’ın oğlu II. Filip, İspanya tahtına çıktıktan sonra (1556) onun ünlü koyu taassubu dolayısıyla “Engizisyon” mahkemeleri alabildiklerine insaniyetsizce davranmaya başlayınca ülkede önce kargaşalıklar, sonra da ayaklanmalar çıkmıştır. 1609’da II. Filip’in oğlu 12 yıllık bir mücadele vererek ayaklanmış olan kuzey kısmın bağımsızlığını yarı resmi tanımak zorunda kalmışsa da 1621’den itibaren artan savaşlar neticesinde kuzey kısmın resmi bağımsızlığı 1648’de Vestfalya Antlaşmalarıyla tanınmıştır. Böylece Felemenk veya Hollanda Devleti resmen kurulmuştur. II. Filip Felemenkliler’le uğraştığı sıralarda Portekiz Kralı Sebastian, Fas’a karşı bir sefer yapmış ve 1578’de ordusu Tanca yakınlarında Araplar tarafından büyük bir yenilgiye uğrayarak kendisi ölmüştür. Tek mirasçısı olan ihtiyar amcası Kardinal Henry’de 1580’de ölünce annesi dolayısıyla Portekiz krallık hanedanına mensûp olan İspanya Kralı II. Filip, Portekiz’i almış ve onun kocaman deniz aşırı ülkelerine sahip olmuştur. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi Portekiz sömürgelerinin, yine Portekizlilerce sömürülmesi esası kararlaştırılmıştır.

2.a. Felemenklerin Ticari Faaliyetleri: Portekiz, İspanya’ya katıldıktan sonra Lizbon limanı tabiatıyla İspanya kralına karşı ayaklanmış bir durumda bulunan Felemenkliler’e kapatılmış ve “Basık ülkeler” denizcileri Uzak Doğu mallarını Lizbon’dan alıp Kuzey ve Orta Avrupa’ya satamaz olmuşlardır. Bazen bu kapatma işinde gevşemeler olmuşssa da Felemenkli tüccar (tacir) ve denizciler çok büyük zarara uğramışlardır. Diğer taraftan da Kuzey ve Orta Avrupa’da biber ve baharatlı maddeler bakımından çok sıkıntı çekilmeye başlanmıştır. Bu durum Felemenk denizcilerini doğrudan doğruya Hindistan ve Uzak Doğu’ya gitmeye ve oradan mal getirmeye sevk etmiştir. Öyle ki bu Felemenk sömürge imparatorluğunun kurulmasında başlıca amil olmuştur.

2.b. Felemenklerin İlk Hindistan Seferleri: Bazı Felemenkliler önceleri çeşitli iş ve sıfatlarla Portekiz gemileri ile Hindistan ve Uzak Doğu’ya gitmişlerdir. Bunların toplamış oldukları bilgilere dayanılarak 1595’te 4 gemi Uzak Doğu’ya gönderilmiştir. Bu sırada Portekizlilerin Cava ve Sumatra Adalarında berkitilmiş liman ve kurganları olmamasından veya

86

nispeten önemsiz bulunmasından faydalanarak bu donanma bu adalara gitmiş ve 1597 yazında bir gemisini kaybetmiş olarak Felemenk’e dönmeyi başarmıştır. Böylelikle yeni bir Avrupalı millet deniz yolu ile Hind ve Uzak Doğu’ya ulaşmış olur. Bundan önce Felemenkliler Kuzey denizlerinden, yani Kutup civarından ve Sibir’in kuzeyinden dolaşarak veya Asya yolu ile Hind’e gitmeyi denemişler ancak bir başarı elde edememişlerdir. Afrika’nın güneyinden dolaşarak söylediğimiz büyük adalara gidip gelen donanma Felemenkler için yeni ufuklar ve imkânlar açmıştır. Esasen Felemenkler denizcilik bilgisi ve donanımı bakımından Portekizlilerden daha ileri bir seviyede bulunuyorlardı. Öyle ki bu yönleri daha sonra üstün gelmelerini sağlayacak en önemli etken olacaktır.

2.c. Plansız ve Düzensiz Yapılan Seferler ile Felemenk Birleşmiş Doğu Hind Şirketi: 1598’den itibaren üç yıl içerisinde 60 küsur gemi Felemenk’ten Cava gibi adalara gönderilmiş ve bir hayli kâr elde edilmiştir. Bunları donatan şirketler pek çok kâr elde etmekle birlikte birbirleriyle rekabet içerisinde oldukları ve iyi geçinemedikleri için Portekizlilere karşı gerektiği gibi mücadele edemişlerdir. Keza 1600 yılında İngilizler de bir Doğu Hindistan Şirketi kurarak, Cava’ya gemi göndermişlerdir. Bu durum karşısında şu tedbirlerin alınması gerektiği anlaşılmıştır: Uzak Doğu ticareti öyle bir teşekkülün eline verilmelidir ki hem kendini koruyabilsin hem rakiplerine karşı durabilsin hem de Felemenkler’le savaşmakta olan İspanya-Portekiz Birleşmiş Krallığının donanmalarıyla çarpışabilsin. Bu amaçla 540.000 İngiliz Lirası sermayesi olan imtiyazlı “Felemenk Birleşmiş Doğu Hind Şirketi” kurulmuş ve Uzak Doğu ticareti bu şirketin tekeline verilmiştir (1602). Bu şirkete güney Atlantik Okyanusu’nda, Hind ve Çin Denizleri’nde gemicilik ve ticaret tekeli sağlandığı gibi kendisine o bölgelerde savaş ve barış yapmak, ülkeler ele geçirmek, kurganlar kurmak hakkı da verilmiştir. Aynı zamanda hükümet ilk günden beri bu şirketi millî bir kurum saymış ve her bakımdan onu desteklemiştir. Bu birleşmiş şirketin kurulmasından önce Uzak Doğu’ya giden Felemenk gemileri Portekizliler’den çekindiklerinden kaçakçı gibi davranarak işlerini görmüşlerdir. 1602’den sonra Felemenk donanmaları Portekizliler’e karşı saldırgan bir tutum takınıp her fırsatta onlarla savaşa girmişlerdir. Portekiz, İspanya’ya katılmasından sonra dahi Hind ve Çin Denizleri’ndeki durumunu muhafaza etmiş, oralardaki tekeli İspanya Kralı tarafından, aralarında yapılan katılma antlaşmasıyla tanımıştır. Yukarıda Portekizlilerin nasıl zayıf ve geri bir duruma düşmüş olduklarından bahsetmiştik. XVII. yüzyılın başlarında Felemenkler denizcilik, askerlik ve yönelimcilik bakımından üstün durumda idiler. Bu yüzden çarçabuk denizlere egemen olmuşlar ve Uzak Doğu ile Avrupa arasındaki ticareti pek geniş ölçüde ellerine geçirmişlerdir. Yine Portekiz anayurdu ile sömürgeleri arasındaki gidip gelişi de son derece güçleştirmişlerdir. Ancak başlangıçta Portekizlilerin elinde bulunan Hind Denizleri’ndeki üslere karşı o kadar başarılı olmamışlar; bunları çok uzun süren savaşlardan sonra kısmen ele geçirebilmişlerdir. Felemenkliler aynı zamanda İngilizler’le de mücadele etmek zorunda kalmışlardır; bu iki devletin Avrupa’da dost; Uzak Doğu’da ise rakip ve düşman oldukları görülecektir.

2.d. Felemenkleri Hindistan’a Götüren Sebepler: Felemenkliler, yukarıda bahsettiğimiz adalardan satın aldıkları baharatlı maddelere karşılık para vermektense pamuklu mal vermenin daha kârlı olduğunu anlamışlar ve bu pamukluları en iyi şartlar altında Hindistan’dan alabileceklerini gördükleri için bu ülkede ticaret yerleri edinmeye önem vermişlerdir. Ancak genel olarak bilhassa da başlangıçta Hindistan’da, Portekizliler gibi kendi ellerinde bulunan kuvvetlendirilmiş

87

liman ve kurganlara malik olacakları yerde, kendilerini yerli kuvvetlere tabi kılmak mecburiyetinde bırakan ticaret yerleri kurmak zorunda kalmışlardır. Bunun en önemli sebebi, Portekizlilerin Hindistan’a geldikleri zaman Dekken’in, Behmenli Devletinin dağılma devrinde ve karmakarışıklık içinde bulunması ve az sonra da Gücerat’ın bir kargaşalık devresi geçirmiş olmasıdır. Portekizliler bu sayede kolayca birçok üs kapabilmişlerdir. Felemenklilerin geldikleri sırada ise koca Babür Devleti kurulmuş ve Kuzey Hindistan’ı baştanbaşa kaplamıştı. Dekken’de de büyük ve oldukça güçlü devletler yerleşmişti. Dolayısıyla Felemenkliler yerlilere karşı daha saygılı ve çekingen olmak zorunda kalmışlardır. Bununla birlikte birçok yerli hükümetler bunların gelişini iyi karşılamışlardır. Çünkü böylece Portekiz tekeli sona ermiş ve iki Avrupalı denizci devletinin rekabeti ve düşmanlığı yerlilere daha iyi ticaret şartları sağlamıştır.

2.e. Felemenklerin Hindistan’da Üs Edinmeleri: Yerli hükümetlerin elinde bulunan bazı limanlardaki Felemenk ticaret yerlerinin Portekiz saldırılarıyla tahrip edilmesi üzerine Felemenkliler yerlilerin rıza ve hatta yardımıyla ticaret yerlerini sağlamlaştırmışlardır. Koromandel kıyısında bulunan Pulikat’ta Fort Geldria bu suretle yapılmış ve yavaş yavaş Felemenkliler de Portekizliler gibi fakat onlardan az ölçüde kendi malları olan güçlendirilmiş üs ve kurganlara sahip olmuşlar ve böylelikle Portekizliler’le daha iyi şartlarda savaşmak imkânını elde etmişlerdir. En sonunda ise Hindistan’da Portekizlilerin elinde ancak Goa merkezi ile Gucerat bölgesindeki Bender-i Dev üsleri kalacaktır. Bütün bu savaş ve istilâlar uzun yıllar boyunca yaşanmıştır. İleride göreceğimiz gibi Portekizlilerin Hindistan’da son derece önemsiz bir duruma düşmelerinde İngilizlerin de çok büyük payları olacaktır. 1640’da Portekiz ülkesi İspanya’dan ayrılmıştır. Asıl savaş bu son krallıkla Felemenkliler arasında olduğundan derhal Portekiz ve Felemenk hükümetleri görüşmelere başlamışlar ve 1641’de 10 yıllık bir mütareke yapmışlardır; ancak bunun Uzak Doğu’da uygulanması Felemenklilerce türlü bahanelerle 1643’e kadar geciktirilmiş ve bu sayede onlar işgallerini genişletmişlerdir. 1653’te mütareke bitmiş ve 1655’de yeniden fiili savaş başlamıştır. Asıl Hindistan’da ve Seylan Adasındaki Felemenk işgallerinin birçoğu bu tarihten sonra yapılmıştır.

2.f. Felemenk Sömürgeciliğinin Ana Hatları: Yukarıda da belittiğimiz gibi Portekizliler Uzak Doğu’da geniş ölçüde toprak elde etmeye çalışmamışlar ve bütün güçlerini önem verdikleri denizlerin egemenliğini sağlayacak ve oradaki ticaretin denetlenmesini mümkün kılacak liman ve üsleri ele geçirip onları sağlamlaştırmaya hasretmişlerdir. Bu üs ve limanlar sayesinde onlar bu denizlerde sık sık donanmalar dolaştırıp istedikleri gemileri yakalamışlar ve böylelikle tekellerini korumuşlardır. Felemenk sömürge siyasasını tespit eden Koen (Coen) ise kıyı ve denizleri denetleyerek ticaret tekeli kurmak yolunu tutacağı yerde istihsal bölgelerini toptan veya kısmen ele geçirmek amacını gütmüştür. Bunun o sıradaki duruma göre Hindistan’da gerçekleştirilmesi mümkün değildi; zira orada güçlü devletler vardı. Esasen yukarıda da gördüğümüz gibi orası Felemenkliler için tali bir bölge sayılmıştır. Dolayısıyla Koen bu işi Cava ve Sumatra gibi Malay Adalarında yapabilmiştir. Batavya kentini kurarak yavaş yavaş etrafı işgale koyulmuştur. Böylelikle, ahalisi nispeten güçsüz küçük devletçikler idâresinde veya oymaklar halinde yaşayan Endonezya denilen bölgede (Malay Adaları ve dolayları), kâh zor kullanılarak, kâh yerlilerle yalnız Felemenkliler’le münâsebette bulunacaklarına dair anlaşmalar yapılarak ve önemli görülen her yerde üs ve kurganlar vücuda getirilerek Felemenk sömürge imparatorluğunun temelleri atılması sağlanmış olur. Esasen Uzak Doğu’ya bir kaç Avrupa devleti sokulmaya başladıktan sonra deniz tekelinin siyâsetini

88

mihver yapmakta ayak diremek imkânsız bir şey olmuştur. Ürünlerini yalnız kendilerinin satın alabilecekleri bölgelere yerleşmek daha uygun gelmiştir. Felemenkliler genel olarak her şeyden önce ticarete ve kazanca baktıkları için halkla nispeten çok az meşgul olmuşlardır. Onların bütün Uzak Doğu sömürgelerinin merkezi Cava Adasında bulunan Batavya şehri olmuştur. Kuzey Hindistan’da da Negapatam başlıca merkez ve üst olarak kullanılmıştır. Felemenk şirketinin en büyük meselesi kendi memurlarının özel ticareti yasaklamakta uğradıkları güçlükler ve bu işte karşılaştıkları başarısızlıklar olmuştur. Ele geçirilen ülkeler büyüdükçe memurların rüşvet alma, kötü davranma, yerlilere karşı tefecilik etme geleneği de yayılmış ve kökleşmiştir.

2.g. Felemenklerin Ticaretteki Siyâsetleri: O devirde Avrupa’da çok yaygın olan ekonomik görüşe göre bir ülkenin zenginliği orada altın ve gümüş gibi değerli madenlerin bolluğu ile ölçülürdü. Bu yüzden Felemenk hükümeti yurttan bu madenlerin çıkarılıp başka yerlere götürülmesini elinden geldiği kadar önlemiş ve onların yerine başka malların çıkarılmasını istemiştir. Bu düşünceler o kadar ileri götürülmüştür ki, ileride daha çok para girmesini sağlamak için dahi dışarıya para çıkarılması bir sürü güçlüğe uğratılmıştır. Keza Şirket yurda getirdiği baharatlı maddeleri satıp paraya, yani değerli madene tahvil ettikten sonra yeni mal almak için bu parayı veya onun bir kısmını dışarıya çıkarmak istediğinde yukarıda bahsettiğimiz güçlüklerle karşılaşmıştır. Bu anlayış Felemenk şirketini şöyle bir ticaret siyâseti gütmek zorunda bırakmıştır: Endonezya halkı sattıkları baharatlı maddeler karşılığında Avrupa mallarını almıyorlardı; çünkü onların başlıca ihtiyaçları Hindistan’da yapılan pamuklulardan karşılanıyordu. Bundan başka yine Hind afyonunu istiyorlardı. Bu pamuklular ve afyon karşılığı olarak Hindliler de Avrupa malı ve genel olarak herhangi bir mal değil nakit yani değerli maden istiyorlardı; çünkü Hindistan hemen bütün ihtiyaçlarını içerden sağlayabilecek bir durumda idi. Anayurttan değerli maden yani para çıkarmak güçlüğü karşısında Felemenk şirketi iki çare düşünmüştür: Bunlardan birincisi Hindistan’dan borçlanmak ve bu borç para ile oradan mal satın almak: sonra bunun satılmasından edilecek kârla hem sermayeyi, hem de onun faizini ödemek. Bu usûlün zararı şurada idi ki faiz çok yüksekti, yerine ve zamanına göre değişiyordu, Yüzde 12 veya 18 gibi faizler istenildiği gibi bazen güvensiz ortamlarda bu, yüzde 24 hatta 36’ya kadar çıkabiliyordu. Bundan başka Hind piyasalarında istenildiği kadar borç para bulmak da pek kolay değildi. İkinci çare ki en çok bu kullanılmıştır; bir kere anayurttan çıkarılmış olan sermayeyi çeşitli Asya ve Afrika ülkeleri arasında sürekli kullanmak, onu orada nemalandırmak ve bu ticaretten hâsıl olan safi kâr ve hatta sermayeyi çoğaltılmak. İstendiğinde de ondan az bir miktarı anayurda baharatlı madde veya çeşitli Asya malı biçiminde sokmak. Bu amaçla şirket Çin, Japonya, Endonezya ve Hindistan arasında geniş bir ticaret çemberi açmıştır. Japonya’da zengin gümüş madenlerinin olması oradan mal karşılığında gümüş yani nakit elde etmesini kolaylaştırmıştır. Gümüş vermek için Japonya en çok ham ipek ve deri istemiş; bunlar Çin Hindistanı ile Hindistan’dan alınıp oraya götürülmüştür. Çin ile Çin Hindistanı da baharatlı maddeler ve türlü cins ağaçlar (kokulu sandal ağacı ve boyacılıkta kullanılan bazı ağaçlar) karşılığında gümüş ve altın vermişlerdir. Bu madenler, yani paralar Hindistan’dan pamuklu, deri, afyon vesaire almakta kullanılmıştır. Bunlar sayesinde Endonezya gibi yerlerden türlü ağaçlar ve baharatlı maddeler alınmış ve Çin, Çin Hindistan’ı ve Japonya’da satılmıştır; keza ilk iki ülkeden alınan ipek Japonya’ya götürülmüştür. Anayurttan bir defa çıkarılan para ile harekete geçirilen bu ticaret çemberinin türlü ameliyeleri sonunda sağlanan safi kârla Avrupa’ya baharatlı maddeler taşınmış ve onların bedeli anayurtta kalımıştır. Felemenkliler Endonezya Adalarında git gide büyüyen bir kara imparatorluğu kurdukları sırada bazı devirlerde yerlilerle çok çetin bir şekilde savaşmışlardır. Böylece bir takım yerler tahrip edilmiş ve öbür bölgelerden dahi biber ve diğer malları almak kabil olmamıştır.

89

Bu gibi anlarda Felemenkliler doğrudan doğruya kendi ellerinde bulunan yerleri ekip-işlettirmek için Hindistan’dan esir satın almaya dahi mecbur kalmışlardır. Tabii yukarıda bahsettiğimiz bu ülkeler arasındaki ticaret çemberi çok kârlı bir durumdu. Meselâ 1615 yılında Uzak Doğu da çalışan 21 Felemenk gemisi 900.000 İngiliz liralık bir sermaye karşılığında 400.000 lira safi kâr sağlamıştır.

2.h. Felemenklerin Başarıya Ulaşmalarının Sebepleri: Felemenklilerin İngilizler’le çatışmaları, İngilizlerin Hindistan’a yerleşmeleri bölümünde anlatılacağından burada kısaca şunu belirtelim ki küçük bir devlet olan Felemenk, kendi anayurdu henüz İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşları içerisinde çırpınırken, Uzak Doğu’da kocaman bir imparatorluk kurmuştur. Bunu mümkün kılan başlıca amil hükümetin bu işi bir ana görev saymasıdır. O sırada Avrupa’da Felemenk’le dost ve bazen bağdaşık olsa da Uzak Doğu’da ona rakip ve hatta düşman olan İngiltere, aynı ölçüde orada başarılar sağlayamamıştır; çünkü o devirde İngiliz hükumeti başlıca önemi Avrupa siyâsî işlerine verip Uzak Doğu işlerini daha çok tüccarları ilgilendiren bir konu olarak görmüştür. Uzak Doğu’daki İngiliz-Felemenk rekabeti, İngilizler’in Hindistan’da ve Flemenkler’in de Endonezya’da egemenlik kurmalarıyla sonuçlanacaktır. İngilizler bu bölgede 1682’ye kadar epey güçlükle tutunabilmişler ve daha sonra da orayı kaybetmişlerdir. Daha sonra 1824’de İngilizler’in Endonezya’da ve Felemenkliler’in de Hindistan’daki bütün üs ve sairelerinden vazgeçmeleriyle bu rekabet sona erdirilmiştir.

SONUÇ Bu hafta Felemenkler, Felemenklerin Ticarî Faaliyetleri, İlk Hindistan Seferleri, Felemenk Birleşmiş Doğu Hind Şirketi, Felemenklerin Hindistan’a yönelmelerinin sebepleri, düzensiz ve plansız yapılan Felemenk seferleri, Felemenklerin Hindistan’da üs edinmeleri, Ticaret Siyâsetleri, Sömürgeciliklerinin ana hatları ve Felemenklerin başarıya ulaşmalarının nedenleri anlatılmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Felemek Birleşmiş Doğu Hind Şirketi’i ne zaman kurulmuştur? a) 1600 b) 1601 c) 1602 d) 1603 e) 1604

YANITLAR:1-c

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408.

90

AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958.

91

The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

92

12. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

93

ÖZET On ikinci haftada İngilizler; İngilizleri Uzak Doğu’ya Yönelten Sebepler, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin kurulması, Devlet görevlerini eline alması, Anayurtta karşılaştığı güçlükler, İngiliz-Felemenk münâsebetleri, İngiliz-Portekiz anlaşması, İngiliz ticaretinin gelişmesi konuları anlatılacaktır. 3.İNGİLİZLER: 3.a. İngilizleri Uzak Doğu’ya Yönelten Sebepler: Protestan olan Kraliçe Elizabet, İngiltere tahtına çıktıktan sonra (1558) devletinin İspanya ile arası gerginleşmiştir. Bu kraliçe İspanya Kralına karşı ayaklanmış olan protestan Felemenkliler’e yardım etmekle bu gerginliği iyice arttırmıştır. Bundan başka yine yalnız İspanyol gemilerine açık olan İspanya sömürgelerine giremeyen İngiliz denizcileri İspanyol gemilerine karşı geniş ölçüde korsanlık hareketi içerisinde olmuşlardır. Diğer yandan İngilizler’de denizcilik gitgide gelişmiş ve ünlü İngiliz denizcisi Drak (Sir Francis Drake) 1576-1580 yıllarında bir dünya seyahati yapmıştır. Bütün bunlar İngiltere ve İspanya’yı birbirlerine karşı savaşa sürükleyecek yönlerdi. Kraliçe Elizabet kendi yanına sığınmış olan Skoç Kraliçesi Katolik Mari - Stuart’ı öldürtünce İspanya Kralı II. Filip ona karşı savaş ilan etmiştir. 1589’dan beri Portekiz ülkesi İspanya’ya tabi olduğundan o da savaşa sürüklenmiş ve çok geçmeden Uzak Doğu’daki üsleri ve ticareti İngiliz saldırılarına marûz kalmıştır.

3.b. İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin Kurulması: İspanya Kralının İngiltere’yi istilâ etmek için göndermiş olduğu büyük ordu ve “Invincible Arrnada” yani “Yenilmez Donanma” diye adlandırılan ünlü büyük donanması fırtınalar ve İngiliz denizcilerinin saldırıları sonucunda perişan olunca (1588) İngiliz gemicileri İspanyol ve Portekiz gemilerine karşı saldırılarını genişletmişlerdir. 1592’de bir İngiliz gemisi Malay bölgesine kadar gitmiştir ki bu gibi seferler daha sonra oldukça fazla sıklaşmıştırır. İngilizler’de Felemenkliler gibi önceleri kuzeyden ve kuzey denizlerinden Hindistan’a ulaşmaya çalışmışlarsa da bunu başaramamışlardır. 31 Aralık 1600’de “İngiliz Doğu Hindistan Şirketi” ne ait Kraliçe Elizabet’in buyruğu yayınlanmıştır. Bu buyruğa göre bu şirkete 15 yıl boyunca Ümit Burnu ile Güney Amerika’nın güneyi’ndeki Magellan Boğazı arasındaki (yani bütün Hind ve Çin Denizleri’nde ve Pasifik’te) ticaret ve denizcilik tekeli verilmiştir. Buradaki tekelden maksat o şirkete dâhil olmayan bir İngiliz’in anılan bölgede ticaret yapmamasıdır. Başlangıçta şirketin işleme tarzı şu şekilde olmuştur: Üyeler bahsedilen bölgeye yapılacak her sefer, yani oraya her defasında gönderilecek mal ve gemiler için para verecekler ve elde edilecek kârları aralarında paylaşacaklardır. Daimî sermaye işi ise sonradan halledilecektir. İngiliz şirketinin ilk seferleri Cava, Sumatra ve Moluk Adalarına ve o bölgelere yapılmıştır. Ancak çok geçmeden yukarıda belirttiğimiz güçlük kendini göstermiştir: Yerlileri satacakları baharatlı maddeler yerine Hindistan pamuklusu ve afyon istediklerinden Hindistan’a gitmek zorunda kalmışlardır. İngilizler, Hindistan’ın Babürlü padişahı Cihangir’le tercümansız konuşabilen William Hawkins (kendisi Türkçe bilmektedir)’i Hindistan’a göndermişlerdir. Ondan sonra da Sör Toma Roe adlı elçi yollanmıştır. Bütün bu uğraşların sonunda İngilizler Gücerat’taki Surat limanında bir ticaret yeri elde etmeyi başarmışlardır.

3.c. Şirketin İran’daki Uğraşları: İran Şahı I.Abbas (1588-1629), Portekizliler’in Basra Körfezindeki ticaret ve denizcilik tekelinden kurtulmak için İngilizler’in ticaret önergelerini kabul etmiştir. Bunu önlemek isteyen Portekizliler önce İngilizler’i Basra Körfezine girmekten zorla alıkoymak

94

istemişlerse de yenilmişlerdir (1620). O sırada İngiliz denizciliği de, Felemenk denizciliği gibi, Portekizlerden daha üstün bir duruma gelmişti. Bu yenilgiden sonra Portekizliler, Şah Abbas’ı yıldırıp onu İngilizler’le ticaretten vazgeçirmek için İran limanlarına saldırmışlardır. Şah da Portekizliler’in elinde bulunan Hürmüz’e karşı bir ordu göndermiştir. İngiliz donanmasının da yardımını istemiş ve eğer yardımdan kaçınacak olurlarsa bir daha onların İran’la alış-veriş yapmalarına izin vermeyeceğini bildirmiştir. Sonda İran-İngiliz işbirliği sayesinde Hürrnüz Portekizliler’den geri alınmıştır (1622). Böylelikle İngilizler, Babürlü ve Safevi Devletleriyle yapmış oldukları anlaşma ve işbirliği sayesinde Batı Hindistan kıyılarında ve Basra Körfezinde Portekiz deniz egemenliğine ve ticaret tekeline ağır darbeler vurmuşlar ve onların durumunu iyiden iyiye sarsmışlardır.

3.d. İngiliz-Felemenk Münâsebetleri: Felemenkliler’in Malay Adaları bölgesinde Portekizler’e karşı yapmış olduklarını İngilizler, yukarıda bahsettiğimiz gibi, Batı Hindistan kıyılarında yapmışlardır. Ancak o zamanın ihtiyaçlarına göre en önemli işi, Avrupa’da çok aranıldığı için baharatlı maddeler ticaretini ele geçirmekti ve bu iş Malay Adalarına el koymuş ve yerleşmiş olan Felemenklilerin elinde idi. Bunlar Portekizliler’i oradan söküp atmak işini hemen kendi başlarına gördüklerinden İngilizler’le Avrupa’da dost ve bağdaşık olmakla birlikte; onları Malay Adalarına pek sokmak istememişler hatta bu uğurda onlarla bazen savaşmışlardır. Özet olarak denilebilir ki İngilizler şu durumla karşılaşmışlardır: Bir yandan Portekizliler’i kovduktan sonra Çin Hindistan’ı ve Malay Adaları bölgesine çok sağlam surette yerleşmiş olan Felemenkliler’le, öbür yandan da Hindistan’da denizcilik bakımından geri kalmış, yönetimlerinin düzeni bozulmuş Portekizliler’le uğraşmak zorunda kalmışlardır. Bu iki kuvvetle aynı zamanda baş edemeyeceklerinden güçlerini Portekiz Hindistanı’na karşı çevirmişlerdir. Bu, hem Uzak Doğu’daki fiili durum bakımından en makûl yol olmuş; hem de Avrupa’da İngiltere ve Felemenkler dost olduklarından hükümetleri bunu istemişlerdir. Ancak gerçekleşen acı bir olay uzun süre İngiliz-Felemenk şirketlerinin, münâsebetlerinin menfi anlamda etkilemiştir. Anayurtta birbirlerine bağlı bulunan iki hükümetin baskısı altında Uzak Doğu’daki iki şirket 1619’da Portekizliler’e karşı işbirliği yapmak üzere bir anlaşmaya varmışlardır ki buna göre her iki tarafın 10’ar gemi ile iştirak edecekleri müşterek bir donanına teşkil edilmiştir; fakat çok geçmeden İngilizler bu 10 gemiyi daimî surette bulunduramaz olmuşlardır. Bundan başka arada birçok geçimsizlikler yaşanmıştır. Yine İngiliz tüccarları Batavya’da Felemenk kanunlarına uymak ve onlara göre yargılanmak mecburiyetinde kaldıklarından bu durumdan hiç hoşlanmamışlardır. Sonunda Felemenk bölgesindeki İngilizler’in geri alınmasına karar verilmişken, tam o sırada Felemenkliler Amboyna adındaki Felemenk kurganında bulunan İngilizler’in orayı ele geçirmek için hazırlandıkları kuşkusunu veya bahanesini ortaya atarak bunları yakalayıp, işkence ettikten sonra öldürmüşlerdir. Tarihlerde “Amboyna katliamı” diye geçen bu olay (1623) her iki ülke arasına derin bir kin ve acı sokmuştur. Daha soraları yeni bir anlaşma yapılmış ve İngiliz tüccarları yeniden Batavya’ya kabul edilmişlerse de anlaşmazlık ve kuşku bir daha ortadan hiç kalkmamıştır. Bunlar 1628’de oradan çekilmişlerdir. Az sonra da İngilizler Bantam’a yerleşmişler ama orada önemli bir iş görememişlerdir. Güçlü halde 1682’ye kadar orada tutundularsa da bu tarihten itibaren orayı da bırakmışlardır. Onların, Malay Adaları bölgesinden ve Felemenkliler’in Hindistan’dan çekilmesini gerektiren 1824 antlaşmasından yukarıda bahsedilmiştir.

3.e. Hindistan’da İngiliz-Portekiz Anlaşması: 1630 yılında İngiltere ile İspanya arasında Madrid Barış Antlaşmasının yapılması, bu o sırada İspanya kralına tabi olan Portekizliler’le İngilizlerin Hindistan’daki durumu üzerinde bir tesir yapmamıştır. Aynı yılda Felemenkliler İngilizler’i zarara sokmak için Hindistan’da birçok Avrupa malını gayet ucuza satmışlar ve yerli

95

malları da gayet pahalıya satın almışlardır. İngiliz-İspanyol antlaşmasının tesirleri Hindistan’da ancak 1636 yılından itibaren görülmeye başlanmıştır. Bu tarihte oradaki İngiliz ve Portekizliler arasında karşılıklı bir anlaşma yapılarak, İngiliz gemilerinin Portekiz Hindistanının limanlarına serbest girmesi kararlaştırılmıştır. Bunun üzerine İngilizler o yıl Koçin (güneybatı Dekken)’de bir ticaret merkezi kurarak oradan ilk defa olarak İngiltere’ye doğrudan doğruya biber taşımaya başlamışlardır. 1640’da Portekiz, İspanya’dan ayrılmış ve Bragans Hanedanının yönetimi altında bağımsız bir devlet olmuştur. 1642’de İngilizler’le Portekizliler arasında yapılmış olan 1635 anlaşması pekiştirilip; 1654’de yapılan yeni bir antlaşma ile İngiliz gemilerine Uzak Doğu’daki bütün Portekiz limanlarına girme hakkı verilmiştir (Çin’de Hong-Kong yakınında bulunan Makao Ayral). Bütün bu antlaşmalar sırasında dahi iki taraf arasında ufak tefek de olsa korsanlık işleri eksik olmamıştır; ancak genel olarak iyi geçinmeye çalışmışlardır. Portekizliler, Felemenkliler’e karşı mücadelelerinde az da olsa İngiliz yardımına mazhar olmuşlardır. 1661’de İngiltere Kralı II. Charles (Çarls) Portekiz Prensesi Katerin’le evlenmiştir ki; bu prensesin gelinlik çeyizi arasında Bombay Adacığı da bulunmuştur. Buna rağmen Hindistan’daki Portekiz makamları bu adacığı ancak yoğun bir baskıdan sonra, 1665’de, İngilizler’e devretmişlerdir. 1668’de İngiltere kralı o adacığın idâresini yılda 10 İngiliz lirası ödemesi şartıyla İngiliz şirketine devretmiştir.

3.f. Hindistan’da İngiliz Ticaretinin Gelişmesi: 1613’de Babür hükümdarı Cihangir’in buyruğu üzerine İngilizler’e Surat’ta bir ticaret yeri verilmiştir. Daha sonra İngiliz şirketi Broç ve Baroda’da, doğrudan doğruya Gücerat kumaşları satın almak için ticaret evleri açmıştır. Yine hem sarayla teması sağlamak ve saray adamlarına ince kumaş satmak, hem de çivit satın almak için Agra’da da bir ticaretevi daha açmıştır. 1645’de buraya Şah Cihan nezdinde gönderilmiş olan bir İngiliz doktor onun gözüne girmeyi başarmış ve bütün İngilizler’e ve İngiliz şirketlerine Babürlü Devleti içinde gümrüksüz ticaret yapma iznini veren bir buyrultu elde etmeyi başarmıştır. 1611’de İngilizler Koromandel kıyısında (Dekken’in doğusu) Mazulipatam’da bir ticaretevi açmışlardır. Oradan Malay Adalarında (Endonezya bölgesi) biber ve baharatlı maddelerle değiştirilecek kumaşları satın almışlardır. 1639’da o bölgede bulunan küçük bir hükümdarcık yıllık ufak bir ödenek karşılığında İngilizler’e Madraspatam (Madras)’da bir kurgan yapma iznini vermiş ve şehrin yönetimini de onlara bırakmıştır. 1647’de Madras bölgesi Gülkende sultanlarının eline düşmüş ve onların veziri Mir Cümle de İngilizler’e daha önce verilmiş olan hakkı yabancılardan alınan gümrük resminin yarısı sultana ait olması şart ile devam ettirmiştir. Ancak daha sonra Gülkende memurlarına hesap vermek ve onların hesapları incelemelerine katlanmak mecburiyetinden kurtulmak için 1658’de Gülkende Devleti ile bir anlaşma yapılmış ve gümrük resmine mukabil oranın hazinesine yılda götürü 380 pagoda ödenmesi ve 1672’de bunun 1200 pagoda’ya çıkarılması kararlaştırılmıştır. Dekken’in doğu kıyılarından sonra İngilizler Bengal ve Bihar’da da ticaret yerleri açmışlardır. Bunlar: Hariharpur, Balasor, Hugli, Patna ve Kasımpazar’da kurulmuştur. Başlangıçta bunları doğrudan doğruya muamele yaptıkları yerler olarak önem arzetmişlerdir.

3.g. İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin Devlet Görevlerini Eline Alması: Madras Kurganı ve Şehri, Hindistan’daki İngiliz egemenliğinin ilk mihveri olmuştur. Şirket Madras’ı ve Bombay Adasını alıncaya kadar Hindistan’da yalnızca ticaret yerlerine malik bir ticaret kurumu olmuştur. Bu iki yeri almakla yönetici ve askeri bir varlık haline gelmiştir; bununla beraber onun ülkeler ele geçirme

96

siyâseti daha çok sonraları, XVIII. yüzyılın ortalarında başlamıştır. Ayrıca bahsettiğimiz devirde yani XVII. yüzyılın ortalarında ve ikinci yarısında Şirket henüz bu gibi ihtiraslara sahip olmamıştır; ancak şirket müdürlerinden Sir Josiah Child, XVII. yüzyılın sonlarına doğru gelecekteki gelişmeyi hazırlamak için bir yandan Bombay ve Madras’ın ileride büyük ülkelerin başı ve mihveri olacak surette sağlamlaştırılmasını, öbür yandan da iyi yönetimle halkın İngilizler’e ısındırılmasını gerektiğini belirtmiştir. O, Babürlü Devleti henüz en güçlü bulunduğu devirde Felemenkliler’in Cava ve Sumatra’da yaptıkları gibi İngilizlerin de bir gün Hindistan’da bir kara imparatorluğu kuracaklarını tahmin etmiştir. Onun tesiriyle İngiliz şirketi, Felemenk şirketi gibi yalnız ve her şeyden önce ticarete önem veren bir kurum olmaktan çıkmış ve iyi yönetime de önem vermeye başlamıştır. Marata başbuğu Sıvacı 1644 ve 1670’de Surat limanını basıp soyduğu halde İngilizlerin ellerinde bulunan Bombay’a bir şey olmamıştır. Yine aynı kişi 1677 Karnatik’te Madras kapılarına kadar her tarafı yağma ederken bu kentin güven içinde kalması bazı İngiliz yazarlarınca daha o zaman halka İngiliz güç ve yönetiminin üstünlüğünü göstermiş ve itibarının temelini atmıştır. Ancak şurası da bir gerçektir ki Sir Josiah Child’ın adaşı Sir John Child, Surat ticaret merkezinde müdür iken İngilizler Alemgir’e karşı gelip onunla savaşa bile tutuşmuşlar (1686-88) ama yenilerek barış dilemişlerdir. Alemgir barış için çeşitli isteklerde bulunmuştur ki ileri sürdüğü istekler arasında bu kişinin geri gitmesi de vardı.

3.h. İngiliz Şirketi’nin Anayurtta Karşılaştığı Güçlükler: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Şirketin Hindistan’a gelişi Endonezya’dan baharatlı maddeler satın alabilmek için oraya Hind pamuklu kumaşları götürmek zaruretinden doğmuştur. Hindistan’da yeterli ölçüde Avrupa malı satmak ve onların bedeliyle pamuklu almak kabil olamamış ve Felemenklilerin yaptıkları gibi ya Avrupa, Çin, Çin Hindistan’ı, Endonezya ve Hindistan’ı içine alan geniş bir ticaret manzumesi kurmayı gerektirmiş, ya da Avrupa mallarını Çin’e satıp oradan elde edilen nakitle Hind malı almaya çalışmak lazım gelmiştir. Ancak İngilizler için Çin ve Japon ticareti, Felemenklilerin rekabeti ve Endonezya’yı yani yolları üzerindeki en önemli konak ve üsleri elde tutmaları yüzünden çok güçleşmiştir. Bu sebeple Hind malları almak için İngiltere’den nakit çıkarmak gerekmiştir ki; bu da daha önce de dediğimiz gibi o zamanın ekonomik anlayışına uymadığından anayurtta şirkete karşı birçok tenkitler yapılmasına yol açmıştır. Bundan başka, şirketin ticaret tekeline karşı da İngiltere’de birçok itiraz yükselmiştir. Bu sebeple 1673’de Kral I. Charles, başka bazı tüccarların oluşturduğu topluluğa Hindistan’da Şirket tekeline haiz olan sınırların içerisinde, onun henüz ticaret yeri açmamış olduğu şehir veya bölgelerde ticaret yapma hakkı vermiştir. Bu tüccarlar buna rağmen bu hakka pek saygı göstermeden işlerini halletmeye başlamışlardır. 1649’da İngiltere’de krallık ortadan kalkınca tabiatıyla şirketin tekeli de ortadan kalkmış ve şirket içteki ve dışarıdaki çeşitli savaşlardan zarar görmüştür. Ancak İngiltere’de egemenliği ele geçiren “Koruyucu Lord” Cromwell, 1652’de Şirkete yeni bir tekel hakkı tanımış ve bundan sonra Şirket yeniden kendinî toplayabilmiştir. Cromvel’in ölümünden sonra tahta çıkan ilk krallar da Şirketi korumuşlar ve ona yeni buyrultularla kurgan, ordu ve savaş gemilerine malik olmak, para basmak ve adalet islerini görmek üzere yargıçlar kullanmak gibi haklar tanımışlardır. Böylece bu gibi hakların zaten var olanlarını veya fiilen kullanılanlarını da sağlamlaştırmışlardır. Bundan sonra Şirket için çok kazançlı bir devre başlamıştr. 1662 ile 1691 arasında Şirket yılda ortalama yüzde 22 kadar bir kâr dağıtmıştır. Bu yüksek kazançlar iştitahı kabartmış; kaçakçı, yani şirket dışındaki İngiliz gemici ve tüccarları da bu işe koyulmuşlardır. İngiltere’de 1688 ayaklanması ve tahta Felemenk “Stathauder” i yani hükümdarı Giyom’un çıkması Şirketin durumunun bozulmasına sebep olmuştur. Bu kişiyi tahta çıkarmış olan parti (Whigs’ler) muhaliflerle iş birliği yapmış olan Şirkete karşı olmuşlardır; onlar şimdiki “liberal” lerin ataları sayıldıkları için ticarette

97

tekeli zaten beğenmiyorlardı. 1694’de ticaretin serbestliğine dair bir kanun çıkarılsa da bu yürütülememiştir. Esasen İngiliz tüccarları arasında en kuvvetli cereyan serbest ticaret yapmak olmamıştır, çünkü bu takdirde dağınık tüccarlar için Şirketin var olan büyük ve kısmen asker örgütünü (teşkilât) yaşatmak imkânsızlaşacaktır. O’nun ortadan kalkması demek İngiliz ticaretinin yaşayamaması demekti. Tüccarların istedikleri şirketin kârlarına ortak olmak ve bunun için de onun sermayesine iştirak etmekti. 1698’de hükümete verilecek 2 milyon liralık bir borç karşılığında “Genel Şirket (General Society)” adıyla yeni bir şirket kurulmuş; eski Şirket’te bunun içine alınmıştır. Kısa bir süre sonra “İngiliz Tüccarlar Şirketi (English Company of Merchants)” adıyla bir şirket daha kurulmuştur. Bu şirket, Alemgir’in yanına bir elçi yollayarak kendi memurlarına “Konsolos” unvanını vermesini sağlamıştır. Ancak bu şirketin yeterli sermayesi yoktu; o da hükümete borç para vermek üzere kurulmuştu ve hükümetten alacağı faizlerle geçinmeye mecbur bırakılmıştı. Hem bu durum, hem de öbür şirketin uzun zamandan beri Hindistan’da örgütünün bulunması bu İngiliz Tüccarlar Şirketini aciz bir durumda bırakmıştır. Sonunda hükümetin baskısıyla iki rakip şirket 1702’de birleşmişler ve bu iş 1709’da tamamlamışlardır. Böylelikle ilk şirkete karşı açılmış olan mücadele tekelin ortadan kalkmasını değil, ondan faydalananların sayısının çoğalmasını sağlamıştır.

3.ı. İngilizlerin Ticaret Siyâsetleri: İngilizlerin ticaret siyâsetleri Felemenk ticaret siyâsetiyle hemen hemen aynılık göstermiştir. Az veya çok ondan örnek alınarak geliştirilmiştir. Aralarındaki farklar kısaca şöyledir: Felemenk Devleti içinde tüccarlar daha çok nüfûz sahibi olmuşlardır. Bu da oranın şirketinin anayurttan nakit yani değerli maden çıkarmak işinde İngiliz şirketinden daha büyük kolaylıklara sahip olmasını sağlamıştır. Buna karşılık Felemenk şirketi, sermayesini hep dışarda işletmek ve anayurda ancak safi kazancın bir kısmını baharatlı madde olarak getirmek lüzumunu duymuştur. İngiliz şirketi ise bu yolda daha da köklü biçimde davranmak zorunda kalmıştır. Keza o Hindistan’dan mal almak için orada borçlanmaya, aşırı yüksek faizlere rağmen yine de daha geniş ölçüde başvurmaya devam etmiştir. İngiliz şirketi, Endonezya bölgesinde zayıf bir durumda bulunduğu için Çin, Çin Hindistanı ve Japonya ticaretinden daha az faydalanmış ve onun yerine Kızıldeniz ve Basra Körfezi limanlarıyla daha bol iş görmüştür. Ancak öyle anlaşılıyor ki bu son ticaret Çin ve Japon ticareti kadar kazanç bırakmamıştır. Çin, Japon ve Çin Hindistanı ticaretinden mahrum olan İngiliz şirketi bunu başka yoldan telafiye çalışmış ve ilk olarak Hind kumaşlarını Avrupa’da satmak işine girişmiştir; bundan da çok kazançlı çıkmıştır. Bu kumaşların en büyük alıcısı Fransa olmuştur. Şirket bu işi XVII. yüzyılın ikinci yarısında geliştirmiştir. O dönemde İngiliz dokumacılığı pek ileri olmadığı için bu malların Avrupa ülkelerine dağıtılmak üzere anayurda girmesi İngiltere’de bu işle uğraşanlara zarar vermemiş ve Fransa’ya ve daha bazı Avrupa ülkelerine yapılan satışlar sayesinde hem İngiltere’ye para girmiş, hem de şirketin sermayesini dışarıda işletmek ve anayurda yalnız safi kârların bir kısmını sokmak zarureti az da olsa karşılanmıştır. Bu durum şirketin Çin ve Japon piyasalarına fazla sokulamamasından doğan kazanç azlığını oldukça telafi etmiştir. Felemenk şirketinin Hind kumaşlarını Avrupa’da satmak işine girişmemiş olması orada dokumacılığın pek ileri bulunmasına ve dolayısıyla Hind kumaşları ithalinin bu sanayii baltalamasından korkulmasına atfedilmiştir.

3.i. İngiliz Şirketinin Yönetimi: Başlangıçta İngilizler’in Hindistan’daki bütün örgütleri Surat ticaret yerinden yani Babürlülerin elinde bulunan bir kentten yönetilmiştir. Daha sonra İngiliz toprağında olsun diye merkez Bombay’a taşınmıştır.

98

Ancak o zamanın ulaşım güçlükleriyle, o kadar dağınık ve çok büyük bir ülke içine dağılan yerleri bir tek merkezden yönetmenin imkânsızlığı görülmüş ve Bombay, Madras ve Kalküta ayrı ayrı bağımsız üç merkez yapılmıştır. Her merkezde bir meclis ve bir de vali (governor) bulunmuştur. Başlıca kararları meclis vermiş ve oylarda denklik olduğunda valinin tuttuğu tarafın düşüncesi uygulanmıştır. Meclis üyeleri, muhasebeci, veznedar, depo memuru gibi kimselerden oluşmuştur. Vali aynı zamanda komutandır. Görünüşte onun yetkileri çok az olmakla birlikte gerçekten o baş idi; çünkü doğrudan doğruya İngiltere’den atandığı gibi bir kısım işyarları atamak yetkisini kendisinde taşımıştır. İşyarlara bazı şartlar altında ve bazı sınırları aşmamak üzere kendi hesaplarına ticaret yapmak hakkı verilmiştir.

SONUÇ Bu hafta İngilizler; İngilizleri Uzak Doğu’ya yönelten sebepler, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin kurulması, Devlet görevlerini eline alması, Anayurtta karşılaştığı güçlükler, İngiliz-Felemenk münâsebetleri, İngilizPortekiz anlaşması, İngiliz ticaretinin gelişmesi konuları anlatılmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) İngiliz Doğu Hindistan Şirketi ne zaman kraliyet imtiyaznamesi almıştır? a) 31 Aralık 1600 b) 31 Aralık 1602 c) 31 Aralık 1604 d) 31 Aralık 1606 e) 31 Aralık 1608 2) Aşağıdakilerden hangisi İngiltere ile Felemenklerin Hindistan ticaret siyâsetleri arasındaki farklar arasında yer almaz? a) Felemenk Devleti içinde tüccarlar daha çok nüfuz sahibi olmuşlardır. Bu da oranın şirketinin anayurttan nakit yani değerli maden çıkarmak işinde İngiliz şirketinden daha büyük kolaylıklara sahip olmasını sağlamıştır. b) Felemenkler sermayesini hep dışarda işletmek ve anayurda ancak safi kazancın bir kısmını baharatlı madde olarak getirmek lüzumunu duymuştur. c) İngiliz şirketi, Endonezya bölgesinde zayıf bir durumda bulunduğu için Çin, Çin Hindistanı ve Japonya ticaretinden daha az faydalanmış ve onun yerine Kızıldeniz ve Basra Körfezi limanlarıyla daha bol iş görmüştür. d) İngilizler Hindistan coğrafyasında tutunamayacaklarını anladığından daha farklı ticaret yollarına yönelme politikası izlemişlerdir. e) İngiliz Şirketi ilk olarak Hind kumaşlarını Avrupa’da satmak işine girişmiştir; bundan da çok kazançlı çıkmıştır. YANITLAR:1-a, 2-d

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400.

99

______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989.

100

The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

101

13. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

102

ÖZET On üçüncü haftada Fransızlar, Danimarkalılar, Almanlar’ın Hindistan münâsebetleri, İngiliz Doğu Şirketi ve faaliyetleri, XVII-XIX yüzyıllarda Hindistan’daki genel durum anlatılacaktır.

4.FRANSIZLAR: Fransa büyük bir kara devleti idi ve zengin toprağı, halkını geçindirmeye yetiyordu. Onun krallarının başlıca amaçları karada yayılmak idi. Bu yüzden Fransızlar deniz aşırı uzak yerlere esaslı ve hazırlıklı surette gidip yerleşme işinde geç kalmışlardır. Bununla birlikte tek tük Fransız gemileri Portekizlilerin Hind Denizleri’ne ulaşmalarından 25-30 yıl kadar sonra oralara gitmeye koyulmuşlar; ancak bunlar düzensiz özel maceralardan ileriye gitmemiştir. 1664’te XIV. Louis (XIV Lui)’nin krallığı sırasında Fransız bakanlarından Colbert, Doğu Hindistan Şirketi (Cornpagnie des lndes Orientales)’ni kurmuştur. Şirketin sermayesi 15 milyon “livre” olmuştur. 3 milyonu kral tarafından verilmesi üzerine hiç bir vakit 5,5 milyondan fazla para toplanması sağlanamamıştır. Toplanan bu 5,5 milyon “livre” içinde de kral’ın hatırı veya korkusu ile hanedan ve asillerden birçok kişinin parası yer almıştır. Bu durum işin kimseyi sarmadığını göstermektedir. Şirket kurulurken İran Şahına ve Babürlü Padişahına elçiler gönderilip ticaret anlaşmaları yapmaya ve bazı kolaylıklar elde etmeye çalışılmıştır. Agra’ya giden heyet Surat limanında İngiliz ve Felemenkliler gibi bazı ticari haklar almayı sağlayabilmişlerdir. Fransız şirketi bu adı taşımakla birlikte sermayesinin teşekkül tarzından da anlaşılacağı gibi hiç bir vakit Felemenk ve İngiliz adaşları gibi gerçekten bir şirket olmayıp bir devlet müessesesi olmuş ve ona göre bir yandan siyâseti ticaretten üstün tutması, öbür yandan da başındakilerin ticaretten çok asker ve idâreci kimseler olmaları yüzünden ticaret işlerinde boyuna kaybetmiştir. İşlenilen esaslı büyük yanlışlardan birisi de, umulan sermayenin yalnız üçte birini toplayabilmiş olan genç şirkete en baştan hem türlü yerlerde ve bilhassa da Madagaskar Adasında geniş sömürgeler kurmak, hem de ticarette bulunmak görevinin verilmiş olmasıdır. Şirket bu iki görevden hiçbirini adam akıllı başaramayacak ve Madagaskar’da birçok başarısız denemelerde batırdığı para yüzünden ticaretini geliştiremeyecektir. Keza Çin Hindistanı’nda Siam’da yapılan bazı yerleşme denemeleri de büyük yıkımlarla sonuçlanacak ve Fransız şirketinin durumunu çok ağırlaştıracaktır. Bundan başka Fransa’da da naktin servet olduğu ekonomi düşüncesi galip olduğundan şirket Fransa’dan kalkan gemilerini Uzak Doğu’da satılması imkânsız birçok Fransız mallarıyla yüklemeye mecbur edilmiş ve Fransa’da dokumacılık ilerleyince Hind basmalarının anayurda getirilmesi yasak edilmiştir. Bütün bunlara eklenen Felemenkliler’in ve İngilizler’in rekabeti ve düşmanlığı ile 1672’den 1678’e, 1688’den 1697’ye ve 1702’den 1714’e kadar süren denizci devletlerle (Felemenk ve İngiltere) ve birçok Avrupa devletlerine karşı yapılan savaşlar, Fransız şirketini daima çok güç, ağır ve dolayısıyla da zararlı bir durumda bırakmıştır. Fransızlar yukarıda gördüğümüz gibi ilk ticaret yerlerini 1666’da Alemgir’in bir buyrultusu ile Surat’ta kurmuşlardır; ikincisini 1669’da Gülkende Sultanından alınmış bir buyrultu ile Masulipatam (Doğu Dekken kıyısı) açmışlardır. Malabar kıyısında da (batı Dekken’de az da olsa önemli birkaç ticaret yeri kurulmuştur.) 1670’da 10 gemilik bir donanma Fransız bayrağını ve kudretini Uzak Doğu denizlerinde tanıttırmak için Hindistan’a gönderilmiştir. Bu birçok limanı dolaştıktan, her yerde alabildiğine selam topu attıktan sonra Felemenk donanmasının üzerine geldiğini öğrenince savaştan kaçınmıştır. Bu olay Felemenklilerce her tarafa yaydırılmış ve böylece Fransızlar itibardan düşmüşlerdir. Bu donanma Madras’ın güneyinde Malyapur limanına gelince komutan De la Haye yerlilerden yeterli saygı görmediğini düşünerek oraya saldırarak almıştır (1672). Bu limanın Avrupalılarca adı Saint Thorne olup

103

Gülkende Sultanı orasını on yıl kadar önce Portekizlilerin elinden almıştır. Bu olay tabiatıyla Gülkende Devleti ile Fransızlar arasında savaş çıkmasına sebep olmuştur. Felemenkliler tercihlerini sultandan yana kullanışlar ve ona yardım etmişlerdir. Saint Thorne kenti bu iki ortak tarafından uzun zaman kuşatılmış ve nihayetinde Fransızlar burayı Felemenkliler’e bırakmayı kabul etmişlerdir (1674 Anlaşması). Bu savaşlar sırasında aynı kıyıda, daha güneyde, Bicapur Sultanlarının Şir Han Ludi adında bir valisi Fransızlar’a ileride Pondişeri Kentinin kurulacağı yerde bir ticaret ve yerleşme yeri vermiş ve çok geçmeden orası Fransızların Hindistan’daki sömürgelerinin merkezi olmuştur. XVII. yüzyılın sonlarında Alemgir’in Cinci bölgesine yerleşmiş olan Marata başbuğlarından Raca Ram’a karşı yaptırdığı sefer sırasında Pondişeri ticaret yerinin başında bulunan Marten bazen bu başbuğ, bazen de Babürlü komutanı Zülfikar Han Karamanlu ile dostluk kurmaya çalışmıştır. Bu sıralarda şehrin yakınlarında bir sürü vuruşmalar olmuş ve kente sığınanlar oldukça çoğalmıştır. Böylelikle şehrin ahalisi 60.000 kişiye kadar çıkmıştır. 1690 yılında Marten, Raca Ram’la yaptığı bir anlaşmada ona yüzde 18 faizle verdiği 6.000 çakara karşılığında (1500 altın lira kadar) Pondişeri’nin gümrüklerini yöneltmek ve öbür vergilerini toplamak hakkını elde etmiştir. Bundan sonra burası artık bir Fransız kenti sayılmıştır. Aslında Fransızlar oradan yerli, yani o sıradaki Marata egemenliğinin kalkmasını pek istememişlerdir. Çünkü bu egemenlik kendilerine -bilhassa Felemenk saldırılarına karşı- Marata yardımına güvenmek imkânını vermiştir. Raca Ram’la yapılan anlaşmada bu koruyuculuk yönü ayrıca belirtilmiştir. Ancak Raca Ram Cinci’de Zülfikar Han Karamanlu tarafından kuşatıldığından ve sıkıştırıldığından Pondişeri’deki Fransızlar’a pek yardım edememiş ve Felemenkliler orayı almışlardır (1693). Daha sonra Avrupa’da yapılan Risvik Barışı gereğince (1697) burası Fransızlar’a geri verilmiş (1699) ve 1700’de de Fransızlar tarafından iyice güçlendirilmiştir. 1690 yılında Fransızlar Bengal’de Kalküta’ya yakın olan Şandernagor’da bir ticaret yeri elde etmişlerdir. 1701’de Avrupa’da İspanya Krallığının mirası için savaş başladıktan sonra Hindistan’daki Fransız şirketi bir kere daha uzun yıllar için (1714’e kadar) bozuk ve düzensiz bir şekilde buralarda kalmıştır. Uzun zaman Hindistan ticaret merkezlerinin valiliğini yapmış olan Marten 1706’da ölmüştür. O, Felemenk ve İngilizlerin kendilerini bilhassa ticaret işine verdikleri bir devirde o yerli devletlere dayanarak öbür Avrupalıları Hindistan’dan söküp atmayı tasarlamıştır. Fakat bir yandan böyle büyük bir işi başarabilmek için merkezden gereken yardımı alamadığı, öbür yandan da durum elverişli olmadığı için bunu yapmayı başaramamıştır. Fransız şirketi 1719’a kadar anayurtta türlü değişimler geçirmiş ve imtiyazları çeşitli şekiller almıştır. 1719’da XV. Louis (Lui XV.)’nin krallığı sırasında banker Jean Law’ın iflaslarıyla ünlü büyük mali ve ekonomik tedbirleri sırasında bu şirket 1717’de kurulmuş olan Batı Şirketi ile birleştirilmiş ve her ikisi birden “Hindistanlar Şirketi” adını almışlardır. Lav’ın tedbirleri ile iflas ettikten sonra Fransız şirketi eski şeklini almıştır (1721). 1720’den 1735’e ve bu tarihten 1742’ye kadar iki vali Lerıoir ve B. Dumas zamanında Şirket hemen hep ticaret işleriyle uğraşmış ve işler az çok iyiye gitmiştir. 1742’de Fransız Hindistanı’nın başına geçen ünlü Dupleix’in valiliği sırasında Hindistan tarihinde bir dönüm noktasını oluşturacak olan büyük siyasî amaçlar güdülmeye başlanmıştır.

5.DANİMARKALILAR: 1616’da Danimarka Doğu Hindistan Şirketi kurulmuş ve bu şirket Doğu Hindistan ve Bengal’de bir kaç ticaret yeri açmıştır. Genel olarak Şirket çok az başarı ve kârla yaşamıştır. En büyük kazancı Çin’den getirdiği çayı kaçak olarak İngiltere’ye sokmak olmuştur. İngiltere’de çay üzerindeki gümrük azaltılınca bu kâr kapısı da kapanmıştır. Şirket, İngiliz ve Felemenkliler’in epey muhalefetiyle karşılaşmıştır. 1845’de Hindistan’daki

104

her şeyini 1.250.000 rupiye İngiliz Hindistan Şirketi’ne satarak oradan çekilmiştir.

6.ALMANLAR: Avrupa’da İspanya Krallığı mirasının savaşını bitiren Utreht ve Rastat Barışları sonunda (1713 ve 1714) İspanya Basık Ülkeleri denilen bölge (Ostand, Anvers ve Brüksel’i kapsar) Avusturya hanedanına, yani Alman İmparatorluğuna geçmiştir. Buradaki tüccarlarının isteği üzerene İmparator 1723’de Uzak Doğu’da gemicilik ve ticarette bulunmak üzere “Ostand Şirketi” diye tanınan bir şirket kurmuştur. Bu şirket Felemenkli ve İngilizlerin muhalefetine rağmen epey kârlı işler görse de İmparator VI. Şarl, tahtını kızı Mari Terez’e bırakmak istediği ve İngilterenin de bu uğurda kendisine yardım edeceğine dair olan inancı yüzünden İngilizlerin dostluğunu kazanmak amacıy1a 1731’de imzalanan bir anlaşma gereğince Şirketi lağvetmiştir.

7.İNGİLİZ DOĞU ŞİRKETİ: Hindistan da vukua gelen çok mühim bir hadise de İngilizlerin Şarki Hind Kumpanyasının yıllardan beri hazırladığı büyük tecavüz ve taarruzlara başlamış olmasıdır. Yukarıda biraz bahsedildiği gibi Hind kıtasının keşfi ve zenginliğinin anlaşılması üzerine Kraliçe Büyük Elizabet zamanında 1600 tarihinde İngiliz tüccarlarından teşekkül eden kumpanya, 1661’de yenilenerek ve Hind’te ticaretin kendilerine ait olmasını fırsat bilerek, para çıkarması ve bunun yanında adli kaza ve mahallinde savaş ve barış ilanı gibi başarısını sağlayıcı esaslarla donatılması ve takviye edilmesi de sağlanmıştır. Bu kumpanya Babür Padişahı Cihangir zamanında gelmiş ve yalnız Surat, Ahmetabad, Karumendel, Kembayet şehir ve iskelelerde birer ticarethane açmak gibi çok vasi bir müsaade almıştır. Bu kumpanyanın müdürleri, gitgide Hind’in karışıklığından ve hükümetlerin zaafından istifadeye başlamışlardır. Yine bu yıllarda İngilizleri taklit hevesiyle IV.Henry tarafından tasarlanarak Riş1iyö tarafından ortaya çıkarılmış Fransız-Hind Şarki Kumpanyası da varsa da bu bir devlet müessesesi olduğundan Kolberin çalışmasına rağmen devlet himayesine güvenen bu şirket olarak muvaffak olamamış hatta bir aralık Dupleiks Hind hükümetleri arasındaki ihtilaftan istifade ile İngilizleri atmayı tasarlamışsa da XV. Lui’nin nazırları tarafından himaye edilmediğinden bu maksadına ulaşamamış ve nihayet 1763’te yedi sene muharebesini nihayete erdiren Paris muahedesiyle bugün Fransızlar’a ait bulunan küçük parçalardan başka Hind’in geniş memleketlerini kudretli rakiplerine terke mecbur olmuştur. Halbûki İngilizler tarafından Lord Klayv, kumpanyanın arzularına rağmen çok faal ve entrikalı bir rol oynamaya başlamış, Bingale valisi Siracüddevleyi bir sahte muahede ile iğfal ederek ansızın bastırmak ve bilhassa Mil’ Caferi hıyanetle kazanmak yolu ile Pilasi muharebesiyle Bingale, Behar, Orisa vilayetlerinin vergi işlerini kendi üzerine almıştır. Yarı müstakil Avadh vilayetiyle muahede yaparak ve ilerideki büyük istilâlara üs olarak düzenlenen Bingale’nin kuzeyine karşı muhafazası tamamlanmıştır. Durum ve şartların nasıl geliştiğini iyice görünmek için Britanya Hükümetinin yalnız Hind içindeki faaliyetleri değil, Hind’e komşu olan ülkelerdeki girişim ve faaliyetleri de gösterilmiş ve kumpanyanın umumi müdür veya umumi valileri muazzam ordularıyla devletlerle savaşarak bir hükümdar rolünü oynamışlar ve insiyatifi de daima ellerinde bulundurmuşlardır.

8.XVII-XIX. YÜZYIL’DA HİNDİSTAN’NIN GENEL DURUM: Padişah olan Ahmet Şah iyi bir karakter ile kudret sahibi değildi. Zaten elindeki ordu ve idâre ile de çabucak bir faaliyet gösteremezdi. Yıllarca ıslahat yapılması gerekiyordu. Ahmet Şah zamanından önce Nadir Şah ordusuyla Hindistan’a gelmiş, Nadir Şah’ın ölümü sırasında Kabil, Gazne, Kandahar ve Herat’ı zapt ederek, bir hükümet kuran ve sonraları Pencab’ı zapt edip Lahora kadar ilerleyen Ahmet Şah Dürrani (Turani) Lahor valisi Müinülmülk ile anlaşma yapmış ve Pencap ve Multanı da onun emrine vererek onu kendisine vekil seçmiştir. Müinülmülk sonraları İmadülmülk Gazi ve birkaç vali ile birleşerek Hind hükümdarı Ahmet

105

Şahı tutuklayarak saltanatına son vermiştir. Ahmet Şah’ın yerine geçen II.Alemgir Şah zamanında padişah başta olmak üzere bütün işler İmadülmülk’ün elinde olmuştur. Müinülmülk, ta Lahor’daki dayısı üzerine yürümüş, onu atarak yerine başka birisini tayin etmişsede, Afganistan’da hükümdar bulunan Ahmet Şah kendisinin himaye ettiği zatın atılması üzerine tekrar gelip, barış yaparak geri dönmüştür. Gerek Ahmet Şah gerekse oğlu Timur Şah devlet sülâlesinden birer kızla evlenmişlerdir. Babür ve büyük halefleri zamanında ancak bir eyalet olan Afganistan XIX. yüzyıl boyunca gelişen devlette fiilen hâkim bir rol oynamıştır. Evvelce başvekil iken azledilmiş olan İmadülmülk, iş başında bulunan başvekil Necibüddevle’nin kaçması üzerine padişahın kendisiyle anlaşması sonucu eski yerine getirilmiştir. Ancak padişah kendisine hiçbir zaman güvenememiştir. Önce Şehzade Mehmet Ali Gevher’i şehirden uzaklaştırmış daha sonrada getirerek kalede bırakmıştır. Fakat buradan kaçan şehzade, Avadh vilayetine Şücaüddevle’nin yanına gitmiştir. Oradan Allahabad’a gelmiştir. Buradaki valiler şehzadeye olanca kuvvetleriyle yardım etmişlerdir. Diğer valiler: Sadullah, Hafız Rahmet Devende de Şücaüddevlenin imdadına yetişmişlerdir. Allahabad Savaşı İmadülmülk’ün mağlubiyet ve sulh istemesiyle neticelenmiştir. Fakat dönüşte rahat durmamış ve padişahı öldürmüştür. II. Şah Alem (Alemgir Şah) Künoli Şehrinde padişahlığını ilan etmiştir. Saltanatını ele geçirmesine sebep ve kendisine sadık olan Şücaüddevle ve Necibüddevle’ye hil’atlar giydirmiştir. Bu sırada Maharatalar ve Sihler, Lahor’u istilâ etmişler ve Ahmet Şah Dürrani’nin oğlu Timur Şahı da kovmuşlardır. Bu durum Hindistan’daki Türk devleti için de büyük bir tehlike olduğundan Şah Alam derhal Münirüddevle’yi Ahmet Şah Abdaliye’ye göndermiştir. Ahmet Şah 30.000 kişilik bir kuvvetle yürürken, Alam de 10.000 kişilik bir kuvvetle kendisine iltihak etmiştir. Sih ve Maharataların Prens Bhav başbuğluğundaki 100.000 kişilik orduları Panipatta bozguna uğratılmıştır. Ahmet Şah ta uzaklara kadar bu bozgun orduyu şiddetle kovalamıştır. Bu zafer Hindistan’da batmakta olan Türk devletinin ömrünü biraz daha uzatmıştır. Fakat millî Hind kuvvetlerinin azalması, İngilizlerin daha kolay başarılar kazanmalarına çok önemli etki ederek yardımcı olmuştur. Ahmet Şah Abdali Delhi’ye kadar gelmiş, Şah Alam tahta oturtmuş, Civanbaht’ı veliaht, Şücauddevle’yi vezir, Necibüddevleyi’de emirül ümera yaparak kendisi Kandahar’a dönmüştür. Şah Alam de Kalpi vilayetini Maharatalar’dan geri almıştır. Bu sırada baştaki vezirlerin ve nispeten padişahın temiz ahlâk ve seciyeleri ve Ahmet Şah’ın her ne gaye ile olursa olsun ıslahkâr hareket ve faaliyetleri bu çürümüş hükümete yeni ve geçici bir kuvvet aşılamıştır. Bundan sonra Sihlerin valiyi öldürüp Lahor’u almaları üzerine Ahmet Şah Abdali yedinci defa yine Hindistan’a girmiştir. Sihler yüz bini aşan kalabalıklarına rağmen SerHind’e kaçmışlardır. Zayiatları yirmi bini aşmıştır. Fakat Horasan isyanı bu zaferi yarıda bıraktırmış, Sihler bütün vilayetlerde kalmışlardır. Daha sonra Keşmir’i de zapt etmişlerdir. İngilizlerin daha evvelce Bombay civarında genişlemek arzusu yüzünden Maharatalar’la çarpışılmış, Meysorun kudretli hükümdarı Haydar Ali’de İngilizlerin görünen tehlikesine karşı Maharatalar’a yardım ettiğinden bu savaş yedi yıl sürmüş ve İngilizleri çok zor duruma sokmuş olduğundan Klayvin’in savaşa sebep olması hiçte iyi nazarla görülmemiştir. Fakat kumpanyanın çok faaliyet ve hareketi İngiltere hükümetini düşündürmeye başlamış ve 1784’te yeni bir kanunla kumpanyanın faaliyeti mülkî, askerî, malî işleri komiserlerin murakabesine tabi kılınmıştır. Başlarında üç müşavirle çalışacaklar bir de umumi müdürleri olacaktı. Bu sıkı tedbirler hep kahraman Haydar Ali’nin Britanya idâresi üzerinde vukua getirdiği tesir neticesi olmuştur. 1793’te yeni bir kanun çıkararak evvelkisini tasrihle “Fütuhat Britanya milletinin temennilerinin şeref ve siyâsetinin hilafında bir şeydir. Umumi müdür hükümetin müsaadesi olmaksızın hiç bir muharebeye girişemez. Ancak Hindistan’da Britanya menfaatleri aleyhine hazırlanmış ve girişilmiş muhasimane hareketler vukuunda yukarıdaki memnuiyet kalkar”. Buna genel müdürleri ihtilaflar ihdas etmekte ve ondan istifade ile savaşa ve fütuhata teşvik etmişlerdir. Bu yeni devrenin ilk genel müdürü olan Lord Kornvallis zamanında

106

(1786) İngilizler Bingale, Orisa Behara’ya sahip olmuşlar, Berıaris, Gazipur’ı almışlar, Avadh ise himaye altında bırakmışlardır. Bombay eyaleti de civarının kendisine katılması ile genişlemiştir. Hindistan’ın geri kalan kısmı her gün değişen bir görünüm arzetmiştir. Hükümdarın nüfûzu kalmamış, memleketin bir ucundan ötekine kadar tam bir anarşi içinde kalınmıştır. Bütün Hind’te yalnız Dekkan’ın batısındaki Meysur Sultanı Sultan Haydar Ali ve oğlu Sultan Tipudur İngiliz istilâsına karşı derin bir kin ve başarı ile savaşlar yaparak yedi sene İngilizleri zaman zaman cidden pek buhranlı ve korkutucu tesirler altında bırakmışlardır. Bu hükümet her ne kadar ilk zamanlar Fransızlardan istifade etmiş ise de Haydarabad Nizamı da Sultan Haydar Ali’nin fazla kuvvetlenmesinden telaşa düşerek ve İngiliz siyâsetine aldanarak o da Maharatalar gibi müşterek bir tehlike olan İngiliz istilâsına karşı duygusuz ve hareketsiz kalmıştır. Yine bu sırada birçok şef birleşirlerken, Pişvan’ın başbuğluğu altında toplanan Maharatalar da fazla kuvvetlenerek hatta bir aralık seri bir hareketle Delhiye bile girerek hükümdardan bazı toprakların kendilerine verilmelerini başarmışlardır. Sütleç Irmağı boyundaki Sihler dinî ve ırki sıkı rabıtalarıyla önemli bir kuvvet halini alarak doğu’ya doğru ilerlemişler ve Delhi’yi korkutan bir hale gelmişlerdir. Daima İngilizler’le beraber olan bu kuvvet Afganların istilâ cephesi üzerinde İngiliz hesabına bir mani teşkil etmişlerdir. Afganlar artık Hind’de devamlı hükümet kuracak bir istek ve kudrette olmamışlarsa da kuvvetli bir şahsiyet ve himmetli bir İslâm ideali taraftarı olan Ahmet Şah Abdali devrinde zaman zaman Hind’e ve Delhi’ye kadar ilerlemişler ve daha sonra çekilmişlerdir. 1788’de Afganistan’da Ahmet Şah ölmümü yüksek Hind-Türk devleti için de büyük bir dostun kaybolması demektir. O, hayatta kalsaydı herhalde Hindlilerin geleceğinde önemli tesirler yapacak Sihlerin, Maharataların üzerinde ezici gücüyle varlığını hissettirecekti. Nitekim yedi defa Hind’e sefer yapıp Delhi imparatorluğunu düzenleyip güçlendirmesi bunun en kuvvetli delilini teşkil etmektedir. Lord Kornvallis, Haydarabad Nizami ile Maharataların da yardımını sağlayarak Sultan Tipu’ya tekrar saldırmış, bu müttefik devletlere karşı tam bir hezimete uğrayan Meysur hükümdarı batıdaki bütün sahil şehirlerini kaybetmiştir (1792). Fakat kahraman Tipu bu hezimetten yılmamış, yeniden savaşa hazırlanırken, Afganlar’la siyasî temaslar kurmuştur. O, Hind davasını kazanarak Lahor’a kadar ilerletip Maharata ve Sihler üzerinde etkili olmayı başarmıştır. 1798’de çok ihtiyatlı bir kişi olan Kornvallis’in yerine daha becerikli ve cüretkâr Lord Vellesley gelmiştir. Britanya elinde bulunan Hind arazisine açıktan açığa düşmanca hareketler karşısında bulunulmadıkça savaş ilanını yasaklayan kanunu en geniş surette yorumlayan bu yeni genel vali, Sultan Tipu’nun Haydarabad nizamının ve Maharataların kendi ordularında Fransız zabiti bulundurduklarını fırsat telakki ederek, bunun kendisine müdahale hakkı veren düşmanca bir hareket olduğunu ilan etmiştir. Yine bu sıralarda İngilizlerin Napoleon Bonapart’a amansız bir savaş açmalarından dolayı artan İngiliz millî duygularını başarılı bir şekilde kendi siyâseti için kullanmıştır. Genel valinin çok geniş ve çok faal siyâset ve hareketi kumpanya müdürlerini telaşa düşürmüşse de o, zaten bunları “dar ruhlu ihtiyar kadınlardan mürekkep bir heyet” diyerek dinlemeye layık görmemiş, isteklerini İngiltere nazırlarına kabul ettirmiştir. Gitgide yerli devletlerin karışıklıklarını, İngiliz mülkünün mevcudiyetini veyahut sadece sükûnetini tehlikeye sokan gizli bir düşmanlık telakki etmiş ve bu bahanelerle zorla anlaşmalar yaptırarak bunları kabul ettirmiştir. Hind’in haritasını istediği şekilde değiştirmeye çalışmıştır. Napoleon’un Avrupa’da yaptıklarından kötü gördüğü şeyleri kendisi daha fazlasını Hind’de yapmıştır. Evvela Sultan Tipu’nun Fransa’dan dönen elçisinin İngilizleri Hind’ten kovmak vaadinî getirmesini yeterli bir sebep sayarak Meysur sultanına saldırmaya karar vermiş ve bunun için Haydatabad nizamına Fransız zabitlerinin düzenlediği 14.000 kişilik ordusunu

107

dağıttırmıştır. Puna Pişvasını da kendi tarafına çekerek her ikisiyle birlikte Sultan Tipu’ya taarruz ederek onu perişan etmiştir. Kahraman Tipu bu sırada ölmüştür. Kazanılan arazinin yarısını Meysur’un eski Hindu sülâlesinin varisine iade ederek onun savunmasını ve yarısını da müttefiklerine vererek sonradan yapacakları savaşlar için yardımlarını temin etmiştir. 1799 Tipu’nun ölümü ile otuz senedir İngilizler ile Madras’ı çok şiddetli tehlikelere maruz bırakan kahraman düşman sahneden çekilmiş ve artık sıra Maharatalar’a gelmiştir. Sebep Fransız zabitleri ve başlarındaki şefin İngilizlerin müttefiki Pişva aleyhinde bulunması gösterilmiştir. Bir taraftan yerli hükümetlerle aldatıcı anlaşmalar yaparken, diğer taraftan Avrupa’da İngiliz hükümeti, Fransa ile devam etmekte olan savaşta yardımlarını kazanmak istediği Rusya ve Avusturya’ya malî yardımlarda bulunmuştur. Vellesley bilakis İngiliz orduları için Avadh ve Haydarabad’tan para almıştır. Kont Vellesley gittikçe bazı vilayetlere de sahip olarak, Puna Pişvasını İngiliz otoritesi altına sokmuştur. Pişva’nın İngilizler’e tabi oluşu Maharata şeflerini kızdırmıştır. Haydarabad’ın İngilizler’e tabi olmasından dolayı da bu ükeye saldırmışlardır. Vellesley bu durumdan istifadeye kalkışarak Hind’e bir Fransız donanmasının geleceğini ve Maharataların bunlarla temas edeceklerini sebep göstererek saldırıya başlamıştır. Avrupa’da Amyens Muahedesi imzalanmasına rağmen VelIesley Hind’deki Fransız mıntıkalarını zapta devam etmiş ve ayrı bir ordu ile de Haydarabad üzerine yürümek istemeyen Sindiya ve Nagpur memleketlerini zapt etmiştir. Bu sırada Delhi’de imparatorluk tahtında bulunan Şah Alem bir taraftan da İngilizler’le uğraşmak mecburiyetinde kalmıştır. Bingale’yi zapt eden İngilizler, Patna üzerine de yürümüşlerdir. Padişahın yardımlarına rağmen orayı da zapt etmekte geçikmemişlerdir. Birkaç sene sonra İngilizler artık doğrudan padişah ile de çarpışacak kuvvet ve fırsatı kendilerinde bularak ilerlemişlerdir. Baksar da yapılan savaşta padişah’ın askerleri mağlup edilmiştir. Padişah fiilen İngilizler’in eline geçmiş olan Bingale, Behar, Orisa vilayetlerini İngilizler’e terk etmeye ve yılda bu ülkelerin yıllık gelirleri olarak 2.600.000 rupiye almak suretiyle barış yapmaya mecbur kalmıştır. Bu sırada Padişah İngilizlerden de yardım alarak kuzeydeki Marahtalar’ı girdikleri yerlerden atmıştır. Ekberabad da Sihler’in elinden Zülfikar Han’ın vasıtasıyla alınmıştır. Artık imparatorluğun bütün parçaları birbirinden ayrılan buhranlı bir devreye girmiştir. İngilizler Sindiya hükümetini de tekrar hezimete uğratarak, Cumna Nehrine kadar her tarafı ve sahilleri ellerinden almışlardır. Yapılan anlaşmaya göre Fransız zabitlerine yol verilecek, Delhi hükümetine yardım edilmeyecek ve kendi topraklarında İngiliz kıtalarını bulunduracaktı. Genel Vali Lord Hastings de 1813-1822 senesi bir askerî oligarşi eline düşmüş bulunan Nepal’e savaş açmıştır. Dağlı ve cesur Babürlüler her tarafa akınlar yaparak İngilizleri ve İngilizlerin himaye ettiği memleketleri fazlasıyla sıkıntıya düşürmüşlerdir. Ancak 1814-1816 yıllarında şiddetli bir takiple Himalaya’ya kadar atılmışlardır. Buna karşılık İngilizlerin bu taraflardaki meşguliyetleri Pindarilerin Madras’ı sıkıştırmasını ve bazı küçük racaların da İngilizler’e karşı hareketi ile sonuçlanmıştır. Her tarafta büyük bir karışıklık göze çarpmıştır. Lord Hastings merkezi Hind‘te ve İngiliz işgali altında bir teşkilât vücuda getirerek Hindistan’ı sükûnet ve asayişten mahrum bırakan başsız ve devamsız küçük teşekkülleri ortadan kaldırmayı düşünmüştür. Bu teşekilâtta devletlerin sınırları, asayiş ve emniyet bakımından görevleri kesin olarak tayin edilmiştir. Şiddetli bir hareket Maharatalar ile Puna pişvasını az bir toprak ile barınmağa mecbur etmiştir. Pindarların kuvvetli şefi Emir Han da bunu savaşmadan kabul etmiştir. Maharataların elinden alınan arazide Raçputların yeni bir hükümeti kurularak İngiltere himayesine alınmış ve artık Hindistan yutulmak için parçalanmıştır. Her hükümet nezdine bir İngiliz komiseri verilmiş ve o ülkelerde masrafı yerli devlet tarafından ödenmek şartıyla İngiliz orduları bulundurulmuştur. Bütün bu devletlerin dış işlerinin durumu anlaşmalarla kendilerine kabul ettirilmiş ve bu suretle her devlete müdahale hakkı da elde edilmiştir. Bu hakka atfen Sint, Pençap hükümetlerinden başka Hind’deki bütün hükümetlerin ya arazileri ellerinden alınmış ya da doğrudan himaye altına alınmışlardır. Bu tehlikeyi gören Birmanya hükümeti de sınır ve sınıra civar bazı yerlerin idâresinden dolayı savaşmaya karar vermiş ancak geç kalmıştır. Her tarafta rahata kavuşan İngilizler iki ordu ile Rangun’u zapt ederek Birmanyalıları barışa zorlayarak sahil vilayetlerini almışlardır. Assam üzerindeki İngiltere himayesini de tanımışlardır (1825). Bu tarihten sonra ufak bazı hareketler olsa da bir sükûnet devresi yaşatılmıştır.

108

Genel Vali Benting iki büyük karar almıştır ki bunlardan birisi Bingale’de dul kadınların yakılmasının men edilmesi, ikincisi de İngilizce’nin resmi dil olması ve ortaokuldan itibaren eğitim dili kabul edilmesidir. Dil meselesi birçok tartışmanın yaşanmasına rağmen Parlamento’da kabul ve tasdik edilmiştir. 1833 yılında kumpanyanın imtiyazı yenilenmiştir. Fakat imtiyazında büyük değişiklik yapılarak ticaret tekeli kaldırılıp artık kumpanya “muazzam bir millî mülkün idâresine memur siyâsî bir teşekkül halini almıştır”. Dışarıda 20 yıldır İngilizler’le müttefik olan Sihlerin kuvvetli reisi Rançitsing ile ticaret anlaşması yapmıştır. Genel Vali Benting ayrıca İran’la 1808 senesi yapılan, işgale uğradıklarında İngilizlerin kendilerine yardım etmesini mecburi kılan, maddeyi değiştirerek bu külfetten kurtulmuştur. Çok kuvvetlenerek batı’ya doğru inmeğe başlayan Ruslar’a İran’a yardım etmeği imkânsız gören İngilizler Hind’in müdafaa ve muhafazası için Afganistan’ı teşkillendirmeye başlamanın daha zorunlu olduğu kanaatine varmışlardır 1828’de kuzeydeki birçok vilayetleri Rusya tarafından zapt edilen İran, bunu Afganistan’da telafi etmek istemiş ve bir takım haklar iddiasına kalkışarak 1837’de Herat’ı muhasara etmiştir. İngiltere “Hindistan’ın emniyeti için Afganistan’ın istiklâl ve mülkî tamamlığının elzem olduğu” prensibiyle Basra Körfezi’ne bir filo göndermiş ve bu da İran’ın projelerinden vazgeçmesine yetmiştir. Fakat Afganistan Emiri, Rusya ile müzakereye giriştiğinden bundan fazla ürken İngilizler derhal Mahl’u Emir Şah Şucai kendi hesaplarına bir ordu ile Kabil’e götürmüşlerdir. Müşkülatsız olan bu iş (1841) İngiliz ordularına karşı şiddetli bir hareket ve İngilizlerin Celal-Abad garnizonundaki başkalarının mahvolması ile neticelenmiştir. Fakat yeni İngiliz kabinesi Afganistan’ın boşaltılmasını emretmekle Afganistan’a dost Mehmet Han, Emir olarak gelmiştir. Bu sırada Sindiya hükümeti de İngilizler’in haksız tecavüzlerine karşı silaha sarıldıysa da Afganistan’ın boşaltılması İngilizleri kuvvetlendirdiğinden mağlup olarak ülkesinin sahil kısmını kaybetmiştir. Pencap’ta liyakatli bir hükümdar olan Rancitsing otuz sene içinde ülkesini hayli yükseltmiş ve ordusunu kuvvetlendirmiştir (1836). Ölümü ile memleket bir kargaşa içine düşmüş, vali ve generaller her tarafta hâkim rolünü oynamağa başlamışlardır. İngiltere burayı da zapt ederek ölen Racanın oğlunu kendi himayesi altına alarak (1846) tahta çıkarmıştır. Bu sırada Sultac Nehrine gelen müttefik Sihler’de atılmışlardır. Pencap’ta İngiliz himayesine karşı başlayan ve önce İngiliz ordusunu mağlup eden isyan ve harp Gücerattaki mağlubiyet üzerine ve memleketin tamamen ve doğruca İngiliz eline geçmesiyle son bulmuştur (1849). Genel Vali Lord Dalhavzi, Birmanya’yı da sahillerinden mahrum bırakarak İngiliz nüfûzu altına almıştır. 1806–1853’de Şah Alem 47 senelik bir saltanattan sonra ölmüştür. Yerine tahta geçen oğlu ikinci Ekber’in zamanında ise İngilizler imparatorluğun elinde kalmış memleket parçalarının birçoğunu daha zapt etmişlerdir. Bu zatın 31 sene süren hâkimiyeti bir anlamda can çekişmek nev’inden olmuştur. Yerine oğlu Mehmet Bahadır geçmiştir. O, hamiyetli ve her türlü detay düşünen bir zattı. İdareyi düzeltmeye, devleti kuvvetlendirmeye çalışmıştır. İsabetli kararlar vermiş ve icraatında başarılı olmuştur. Bu yüzden de her tarafta iyi idâresinin tesirleri görülmüştür. İçte asayiş ve düzen sağlanarak, halk hükümete daha çok hürmet ve sevgi ile bağlanmıştır. 1852’de Lord Dalhavzi “bir memleketi ilhak etmenin himaye etmeden daha iyi olduğu” düsturunu ortaya koymuştur. Evvela Puna, Canst, Nağpur devletleri ayni düsturun zulümkar akıbetine uğramışlardır. 1856’da Avadh Devleti İngilizler tarafından müstemleke ilan edilmiştir. Hükümdar mevcut ise de memleketteki asayişi temin edememesi iddiasıyla tahttan indirilmiştir. Fakat bütün bu haksız şiddet ve zorla yapılan memleket zaptı ve ahaliye reva görülen bin bir türlü zulüm ve hakaret, Hindistan’ın her tarafında İngilizler aleyhine çok şiddetli bir kin ve intikâm hissi uyanmasını sağlamıştır. Kumpanya koca koca devletlerle harp etmek mecburiyetiyle ordusunun sayısını 38 bine çıkarmışsa da sipahi denilen yerli askerler bunun on misline yakın olmuştur. Bunun yüz elli bin kişilik yarısını Bingale ordusu teşkil etmiştir. İngilizler’e büyük ülkeleri kendilerinin kazandırdıklarını takdir eden bu askerler, diğer memleketlerin kendi âdet ve kast sınıflarını kaybettiren vaziyetinden müteessirdiler, yerli krallıklar içindeki İngiliz ordularıyla memleketin asıl askerleri arasında zıddiyet olduğunu da biliyorlardı.

109

Bilhassa büyük çoğunun asıl vatanı bulunan Avadh eyaletinin İngilizler tarafından zulüm ve şiddetle zapt edilişinden kalpleri kanamış ve yaralanmıştır. Afganistan’dan atılan İngilizlerin Hind üzerindeki manevî otoritesi de gevşemiş ve İngilizler tarafından vücuda getirilmek istenilen sosyal ıslahatta yapılan yeniliklerden millî ananeye uymayan ve inciten kısımlar da oldukça fazla olmuştur. Bütün bunlar yeni model tüfekler yüzünden bir isyanı körüklemiştir. Bu sıradaki tüfeklerin kurşunları namlıya sokulmadan efrat dişleriyle kağıdı yırtmıştır. Şaiya bu mermilerin domuz yağına sürüldüğü şeklinde yayılmıştır. Müslümanlar ve Hindular da mekruh saydıkları bu yağdan heyecana gelmişler ve buna inek yağı sürüldüğünü iddia etmişlerdir. Vişno ve Siva mezhebindekiler bu mukaddes hayvandan dolayı ateşi kesmişlerdi. 1857 Mayıs’ında önce Mirat garnizonu isyan etmiştir ki bu sonradan kendisine Gadrisyan (vefasızlık) adı verilen Hindli kıyamının ta kendisidir. Bütün İngilizleri öldürmüşlerdir. İsyan bir kaç gün içinde Delhi, Kavunpur, Laknav gibi Hindistan’ın bütün büyük şehirlerine de sirayet etmiştir. Asi askerler arasına halkta karışmış, İngiliz tebaası sıkıştırılmış, şiddet ve hakaretle öldürülmüşlerdir. Mevsimin yaz ve yakıcı sıcak olması kolera salgının başlamasına sebep olmuşsa da İngilizler bazı yerlerde cesurca dövüşmüşlerdir. Corkalar’la Türkler’e karşı kin besleyen Keşmirli Sihler, Delhi’ye hâkim tepeleri tutarak bütün şehir garnizonun taarruzlarına mukavemet etmişler ve sonra yeni takviye kıtalarının gelmesiyle de üç ay muhasaradan sonra Delhi’yi zapt etmişlerdir. Şehrin sokaklarında her iki tarafta vahşi bir gaddarlıkla dövüşmüşlerdir. İngilizler fırsat ellerine geçmişken Hindlilerin artık işini bitirmek istemişler ve İmparatoru esir alarak Rangun’a sürmüşlerdir. Bu sırada William Rayıks Hudson adlı bir subay da masum üç şehzadeyi alçakça şehit etmiştir. Bu, hükümdarı kalmayan memleketlerin İngilizler’e kalacağı düsturuna bir zemin hazırlamak için yapılmıştır. Bundan sonra bir kolla Ağra’ya hareket edilmiş, Puna Pişvasının oğlu Nana Sahip’te kin ve intikâmla dövüşerek civardaki İngilizleri mahvetmiştir. Laknav ancak 1858 senesinin Mart’ında ele geçirilebilmiştir. Burada altmış bin sipahi bulunuyordu. Nana Sahip’in kuzeye doğru sürülüp atılmasıyla Kovaunpur kat’i olarak kurtarılmış ve 1859 yılında Avadh eyaleti ancak barış ve sakinliğe geri döne bilmiştir. Bir İngiliz ordusu batıda Cansi ve Govalpuru ele geçirmiştir. İsyan sonunda yatıştırılabilmiştir. İsyan ve taarruz ne kadar şiddetli olmuşsa bastırılması da ayni derecede vahşiyane olmuştur. Amansız kütle halinde imha, birçok köylerin tamamıyla boşaltılması, yıkılması, esirlerin top ağızlarına bağlanarak öldürülmesi gibi hareketler evvelce öldürülmüş olan vatandaşlarının intikâmını almak sebebiyle yapılmış olsalar dahi Hindistan’a medeniyet götürmek iddiasındaki devlet için şerefli bir hareket teşkil etmemektedir. Nitekim bunu adil olan bir kısım İngilizler bile eleştirmişlerdir. İki sene kâbus içinde yaşayan İngilizler nihayet rahat bir nefes almışlardır. Hadiselerin vahameti sebebiyle Britanya hükümeti kumpanyayı bertaraf ederek Hindistan’ı doğrudan kendi idâresi altına almaya karar vermiştir (1858). Kararda nezarete bağlı kontrol komitesi 15 üyeli heyete başkan olan bir nazıra verilmiştir. Parlamentoya malî ve içtimaî rapor verilecek, Hindistan’ın harici bütün askerî faaliyeti kontrol edilecekti. Kral vekili olan Lord Kaning böylece hırslarını yatıştırmış ve güya artık Hindistan’ın meşru imparatoru bulunmadığından onun yerini almış olan Kraliçe Viktorya namına 1858 yılının Ekim ayının birinci gününde Allahabad’da bu durumu bir beyanname ile ilan ve neşredtmiştir. Bu ilanda eski anlaşmaların geçerli olduğu kabul ediliyor, haklara riayet edileceği bildiriliyor, din ve itikadın serbest olduğu ve her tebaanın din ve ırk farkı gözetilmeden devlet memuriyetine tayin için müracaat edebilecekleri, isyana iştirak edenler hakkında da geniş bir umumi af getirildiği ilan ediliyordu. Ancak Britanya tebaasına karşı suikast yapmış olanlar bundan muaf tutulmuşlardır. Kralın hükümeti bütün tebaalarının vaziyetini iyileştirmekten başka bir gaye gütmeyecekti. Beyannamede Hind ahalisi kastedilerek “onların refahı bizim kuvvetimizi teşkil edecek, onların memnun olmaları bizim emniyetimizi arttıracak, onların şükranlığı bizim en güzel mükafatımız olacak” deniliyordu.

110

İsyan, imparatorluğun temellerini sarsmanın yanında başka bütün devletleri bile ilgilendirmiştir. Kumpanya zamanında devamlı ve umumî bir kanun ve esas üzerinde değil günün ve hadiselerin iktidar mevkiine getirdiği şeflere tabi olarak metotsuz çalışmıştır. Talimatnameler acele yapılmış, içlerinde birçok tezatlar bulunmuştur. Bunlarda ancak günün ihtiyaçları düşünülmüştür. Halbûki isyan bütün mesele ve eksiklikleri meydana çıkarmış siyasî binanın yeniden ve umumî bir şekilde tamiri için sahayı açmıştır. Büyük Türk Devletinin uzun süren batması devrelerinde, enkazından 1717’de Avadh, 1724’te Haydarabad hükümetleriyle Sih ve Maharat’ta Hindu Devletleri vücuda gelmiştir. 1525-26’da Babür Şah’la başlayan Hindistan Türk Devleti bugün dahi hürmetle anılan siyâsî, idarî, içtimaî, iktisadî ve malî birçok müesseseler bırakarak tarihin sinesine gömülmüştür. SONUÇ Bu hafta Fransızlar, Danimarkalılar, Almanlar’ın Hindistan münâsebetleri, İngiliz Doğu Şirketi ve faaliyetleri, XVII-XIX yüzyıllarda Hindistan’daki genel durum konuları anlatılmıştır. KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Aşağıdakilerden hangisi deniz yoluyla Hindistan’a gelen Avrupalı devletler arasında yer almaz? a) Almanya b) İngiltere c) İtalya d) Danimarka e) Fransa 2) 1525-26 Babür Şah’la başlayan Hindistan Türk Devleti yok olması sonucu Hindistan’daki durum ne olmuştur? a) Bölgede İngiltere hâkim güç olmuştur. b) Birçok ufak Türk devletçikleri ortaya çıkmıştır. c) Türk nüfusu asimile olmuştur. d) Sih ve Maharat’ta Hindu devletçikleri meydana gelmiştir. e) Bölgede birlik ve düzen bir daha sağlanamamıştır. YANITLAR:1-c, 2-d

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989.

111

BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991. BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

112

14. Bölüm e-Ders Kitap Bölümü

113

ÖZET Son haftamızda Hindistan bağımsızlık tarihi ve bu tarihin büyük portresi Mahatma Gandhi’nin hayatı ve mücadelesi, Hindistan’da varolan dinler ve İslâmiyet, Hindistan’da Türk İslâm Sanatı konuları anlatılacak ve Hindistan Tarihi dersimiz sona erecektir. 10. HİNDİSTAN BAĞIMSIZLIK TARİHİ VE BU TARİHİN BÜYÜK POTRESİ MAHATMA GANDHİ’NİN HAYATI VE MÜCADELESİ: Mahatma (Yüce Ruh) lakâbı ile anılan Gandhi (Mohandas Karamçand Gandhi) 2 Ekim l869 tarihinde Karamchad Gandhi ile Putliba’nın dördüncü ve son çocukları olarak Ponbardar’ın Gucerat şehrinde doğmuştur. Kendisine, Mohandas adı verilmiştir. Soyadı olan Gandhi ismi ise, babası Karamchand’ın annesinden devraldığı ve “çerçi” anlamına gelmektedir. Ünlü Hind şairi Rabirdranath Tagore tarafından ona verilen Mahatma (Yüce Ruh) adı kısa zamada herkesin benimsediği bir ad olmuştur. Hayatı boyunca ve ölümünden sonra da bu adla anılmıştır. Porbandar mihraceliğinin başbakanı olan babası Karamchand, soylu bir âiledendi ve eğitimsiz olmasına karşı, pek değerli hayat tecrübeleri olan bir bürokrattı. Aynı zamanda Porbandar şehrinin başpapazı da olan baba, Gandhi’ye disiplinli bir tahsil temin etmiş ve 13 yaşında Kaşturbai ile evlendirmiştir. Babasının ölümünden sonra annesinin ve ağabeyinin iznine rağmen bağlı olduğu kastın ileri gelenlerinin izin vermemesi üzerine kastan atılmak pahasında da olsa 18 yaşında Londra’ya tahsil için gitmiştir. 1888 yılında üç yıl kalacağı İngiltere’ye ayak basmış ve kısa bir süre sonra kendisinde büyük bir değişim yaşanmıştır. 12 Haziran 1891’de Hindistan’a döndüğü zaman, Bombay’da avukatlık yapmayı denemiş ancak başarılı olamayınca 1893 yılında Müslümanlar tarafından işletilen bir Hindistan firmasında çalışmak üzere Güney Afrika’ya gitmiştir. İngiliz sömürgelerinden biri olan Natal’da başarılı bir meslek hayatı olmasına rağmen, Güney Afrika’daki beyaz azınlığın, bölgedeki yerli Güney Afrikalılar’a ve Hindliler’e uyguladıkları kötü muâmele ve ırk ayrımı, onun bölgedeki Hind toplumunun sosyal ve siyâsî haklara kavuşmaları için mücâdeleye başlamasına sebeb olmuştur. Gandhi kendisini Hind milletinin bağımsızlık mücadelesine adamış, Hindlilerin hakkını korumak için şiddete başvurmaksızın Güney Afrika hükümetine karşı mücâdeleye girişmiştir. Bunun sonucunda birçok defâ tutuklanmış, işkenceye mâruz kalmışsa da bütün bunlar onu yıldırmamıştır. Bir yıl kalmak üzere gittiği Güney Afrika’da yerli Afrikalılar’la Batı’lı beyazlar arasında ırk ayrımı yapan İngiliz ve Hollandalıların siyâsetinin görmüş ve onlara karşı içinde çok büyük bir düşmanlık oluşmuştur. 7 yıl süren direnişin sonucunda 30 Haziran 1914’te Güney Afrika Birliği hükûmetini, Hind toplumunun haklarını arttıran İndian Relief Bill anlaşmasını imzalamaya mecbur etmiştir. Daha sonra kendisine çok para getiren işinden ayrılarak mücâdele için tekrar 1914 yılının Temmuz’unda 21 yıl kaldığı Güney Afrika’dan İngiltere’ye dönmüştür. Gandhi’nin Güney Afrika yılları düşüncelerinin netleştiği, siyasî mücadele metodunu belirlediği ve kitleleri yönlendirme deneyimi kazandığı dönem olmuştur. Hindistan’da uygulayacağı bir Satyagraha için planlar hazırlaken, saygı duyduğu halk önderi Gokhale’nin ölüm haberi üzerine kaldığı çiftlikten ayrılmış ve l915 yılnda Aşram (Hind dilinde keşişlerin yalnız başlarına oturdukları inziva köşesi)’ı kurmuştur. Gandhi 1922’de Londra’da hapse atılmış, Şubat 1924’te geçirdiği apandist ameliyatından sonra serbest bırakılmıştır. Londra’da 1925 yılına kadar kalmış, İngiltere’nin I. Dünya savaşına katılması için çabalamış ve İngiliz ordusunda gönüllü hastabakıcı olarak görev yapmıştır. Hindistan’a gelişinden hemen sonra siyâsete atılmış ve Ulusal Kongre yetkilileri ile ilişkiler kurmuştur. Bütün Hindistan Millî Kongresi”nin başkanı seçilerek, uzun bir yurt gezisine çıkmış ve geri dönüşünde giyinişini “Keşmir Takkesi” kullanmak sureti ile yenilemiştir. Güney Afrika’daki ününe rağmen burada şiddete başvurmaksızın uyguladığı fikirleri radikal Hindliler tarafından önce tutulmamıştır. Ahmedâbâd şehrine yerleşerek Hind halkına kendi kendini yönetme fikrini aşılamaya başlamıştır. Jalianvalla Bagh katliamını, şahıs haklarını kısıtlayan yeni kanunları ve İngilizlerin Pencap eyâletinde alacağı bâzı şiddet tedbirlerini duyunca, bütün arkadaşlarının devlet

114

hizmetinden çekilmesini ve sessiz bir mücâdele, pasif bir direnişe geçmelerini sağlamıştır. Çıplak vücûduna bir beyaz bez sarıp, yanında bulunan keçinin sütü ile geçinerek pasif direnişini sürdürmüştür. 1925’i takip eden yıllarda sık sık hapsedilmiş, 1927’ye dek şiddet aleyhtarlığını yaymaya çalışmıştır. İngilizler ona önce gülmüşlerse de zamanla ideâline candan inanan ve memleketi için her şeyi fedâya hazır olan bu adamın, böyle sessiz mücâdelesinde bütün Hindistan’ı arkasından sürüklediğini hayret ve dehşetle görmüşlerdir. Gandhi 1930’lardan îtibâren ülke yönetiminde söz sâhibi olmuş ve Vallabhbhai Patel, Mevlânâ Ebul Kelam Âzâd ve Jawaharlal Nehru gibi seçilmiş idârecilerle pekçok meseleleri istişâre etmiştir. 1930 yılı Gandhi’nin olağanüstü ve destansı bir başarısına tanık olmuştur. Halk üzerinde ağır bir yük oluşturan Tur Vergisi’nin kaldırılması için düzenlenen bir Satyagraha hareketi gerek yapılış ve gerekse sonuçları itibarı ile Hindistan bağımsızlık mücadelesinde bir dönüm noktasını oluşturmuştur. Aşram’dan çıkan bir grup ile birlikte, Güney Hindistan’daki Dandi kentine kadar 24 gün yürüyen Gandhi, denizden aldığı bir avuç tuzu sahiplenerek simgesel bir mücadeleyi başlatmıştır. Çok etkili olan bu kitlesel eylem sonrasında Gandhi’nin de içinde bulunduğu 60.000 aşkın Hindli tutuklanmış, bir süre sonra Hindistan’daki İngiliz Genel Valisinin görüşme isteği üzerine serbest bırakılmıştır. 1931 yılında İngiliz Sömürge Yönetimi ile imzaladığı Delhi Anlaşması ile bu durumu tescil ettirmiştir. Ancak 1931’de İngiltere’nin isteği ile Hindistan’ın geleceğinin belirlemek üzere Londra’da toplanan “Yuvarlak Masa Konferansı”na katılmışsa da Hindistan’ın tam bağımsızlığını istediğinden toplantı başarısızlıkla sonuçlanmış ve Hindistan’a dönerek yeni bir pasif direniş organize etmiştir. İngilizler Hindistan’da yeni bir sindirme hareketine girişmişler ve Gandhi’yi tutuklamışlardır. Hapishanedeki yaşamı sırasında Hind milleti için olduğu kadar insanlık adına da büyük bir kazanım olan ünlü “Harican” hareketini gerçekleştirmiş ve mağduriyetini zafere çevirmeyi başarmıştır. 1934 yılında Hindistan toplum yapısının yenilenmesi için çalışmalarını yoğunlaştırmak amacıyla Kongre Partisinin önderliğinden çekilmişse de 1939’da yeniden siyâsete dönmüştür. Bu yıllar II. Dünya Savaşının devam ettiği yıllardı. Yine İngiltere’nin yanında yer almış ve bu durumdan istifade ederek Hind halkının bağımsızlık isteğini artık yüksek sesle dile getirmesini sağlamıştır. Bu yüzden 9 Ağustos Salı günü Gandhi, Nehru ve diğer siyâsetçiler tutuklanmışlardır. Hindistan’da büyük bir karışıklık çıkmış ve bundan kendisinin sorumlu olmadığını ispatlamak için ölüm orucuna başlamıştır. Bunun üzerine 6 Mayıs l944’de tahliye edilmiştir. 1946 yılında Hindistan’daki iç isyanlar sonucunda İngiliz hükümeti Hindistan’ın bağımsızlığını tanıyacağına dair söylemlerde bulunmaya başlamıştır. Bu durum isyanlara Müslüman Hindliler tarafından katılan liderleri Muhammed Ali Cinnah’a destek vermiş ve onun başlattığı hareket, Hindistan’da Hindu hâkimiyetini reddetmek esasına dayanmıştır. Bu sıradaki Nehru hükümeti isyanları durdurmakla güçsüzlüğe düşerken, isyanlar Bombay, Bihar ve Bengal’de yayılmaya başlamıştır. Gandhi ülkede Hindular ile Müslümanlar arasında bir iç savaş çıkma olasılığını görmüş ve hemen Hindistan’ın büyük bir bölümün kapsayan bir geziye çıkmış ama istediği başarıyı gösterememiştir. 1946’da İngilizlerin tahrikiyle Hindular’la, Müslümanlar arasında çarpışmalar başlamış ve daha sonra bütün Hindistan’a yayılmıştır. 15 Ağustos 1947’de Hindistan istiklâlini elde etmesine rağmen, Gandhi son aylarını, bu çarpışmalardan, İngilizlerin Hindistan’ı bölüp, bir kısmını Pakistan olarak ayırmalarından ve milyonlarca insanı, özellikle Müslümanları İngilizlerin Pakistan’a göçe zorlamasından dolayı üzüntü ile geçirmiştir. Sonunda 15 Haziran l947 yılında toplanan Kongre, ülke çapındaki kavganın önlenebilmesi ve fiili durumun belirlenebilmesi amacıyla ülkenin Hindistan ve Pakistan olarak iki bağımsız devlet olarak bölünmesini kabul etmiştir. Bunun üzerine 15 Ağustos l947 tarihinde ilan edilen Hindistan bağımsızlığı törenlerine Gandhi katılmamıştır. Bağımsızlığın ilanına rağmen olaylar bir türlü dinmemiş ve ülkeye barış gelmemiştir. Bunun üzerine

115

1Eylül 1947 günü ülke halkı birbirleriyle barışıncaya kadar oruç tutacağını açıklayarak son bir girişimde bulunmuştur. Ülkenin etkin örgütlerinin ve kuruluşlarının önderlerinden mutlak barış için söz aldıktan sonra 18 Ocak l947 günü orucunu bozmuş, 30 Ocak 1948’de, Hindistan’ın bölünmesinden onu sorumlu tutan fanatik bir Hindu tarafından vurularak öldürülmüştür. Bağımsızlık yolundaki savaşı sırasında Hindistan’da bulunan sınıf farklarına karşı çıkmış, azınlıkların haklarına saygılı olmayı savunmuştur. Dinlerin insanlar üzerindeki etkisini çok iyi anlayan Gandhi, İslâm dînini ve Kur’ân-ı dikkatle incelemiş ve Müslümanlığa hayran olmuştur. Bu hususta şöyle demiştir: “Müslümanlar en azâmetli ve muzaffer günlerinde bile mutaassıb olmamıştır. İslâmiyet, dünyayı yaratana ve onun eserine hayrân olmayı emretmektedir. Batı, korkunç bir karanlık içindeyken, doğuda parlayan göz kamaştırıcı İslâm yıldızı, azap çeken dünyâya ışık, sulh ve rahatlık vermiştir. İslâm dîni yalancı bir din değildir. Hindlilerin bu dîni saygı ile incelediklerinde onlar da benim gibi İslâmiyeti seveceklerdir. Ben, İslâm dîninin peygamberinin ve O’nun yakınında bulunanların nasıl yaşadıklarını bildiren kitapları okudum. Bunlar beni o kadar ilgilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanâate vardım ki; İslâmiyetin çok süratle yayılması, kılıç sebebiyle olmamıştır. Aksine her şeyden evvel sâdeliği, mantıkî olması ve Peygamberinin büyük tevâzuu ile dâimâ sözünü tutması, yakınlarına ve Müslüman olan herkese karşı sonsuz sadâkati sebebiyle İslâm dîni birçok insanlar tarafından seve seve kabul edilmiştir. Müslümanlık, ruhbanlığı ortadan kaldırmıştır. İslâmiyet başından beri demokratik bir dindir. Yaratan ile yaratılan arasında ayrı bir müessese yoktur. Kur’ân-ı (yâni onun tefsîrini ve İslâm âlimlerinin kitaplarını) okuyan herkes, Allah’ın buyruklarını öğrenir birçok eksiklikleri olduğu için türlü reformlara tâbi tutulmak zorunda kalmışken, Müslümanlığın ise, ilk günlerindeki şeklinden hiçbir şey değiştirmemiştir. Hıristiyanlıkta demokratik ruh yoktur. Bu dîne demokratik bir veche vermek için Hıristiyanların milliyet hislerinin artması ve buna göre reformlar yapılması gerekmiştir”. Müslümanlar Birliği 1940’ta yaptığı Lahor toplantısında ilk defa Pakistan adını gündeme getirmişlerdir. Cambridge’te öğrenim gören bir grup Müslüman öğrencinin formüle ettiği isim Pencap, Afgan, Keşmir, Sind kelimelerinin baş harfleri ile Belûcistan kelimesinin son ekinden meydana getirilmiştir. Lahor tasarısı, Müslümanların çoğunlukta bulunduğu bölgelerin bağımsız bir devlet çatısı altında birleşmesini öngörüyordu. O günden 1942’ye kadar Hindistan’ın bölünmesi taraflar arasındaki tartışmalarda gündemin en önemli meselesini oluşturmuş; lehte ve aleyhte pek çok çalışma, rapor, kitap ve makale hazırlanmıştır. Kongre Partisi uzun süre bu fikre şiddetle karşı çıkmasına rağmen 1942’den sonra bağımsız Hindistan’da herhangi bir coğrafî bölge halkının kendi isteği dışında yaşamaya zorlanamayacağını kabul etmiştir. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle 1945’te yapılan seçimlerde Müslümanlar Birliği Partisi Müslümanlar’a ayrılan 495 sandalyeden 467’sini alarak büyük bir güç kazanmıştır. Bu sırada İngiltere’de iktidara gelen İşçi Partisi hükümeti Hindistan’dan çekilmeyi ciddi biçimde planlamaya başlamıştır. 1946’da gönderilen İngiliz heyetinin öne sürdüğü federatif çözüm önceleri kabul edilebilir göründüyse de Hindûlar’ın bu kabulün geçici olması yolundaki ısrarları Müslümanların gelecek hakkındaki endişelerini arttırmış ve sonuçta tek çıkar yolun bağımsız ayrı devlet olduğuna karar verilmiştir. Kongre Partisi’nin direnmesine rağmen İngiltere de bu fikri kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu arada meydana gelen çatışmalar ve katliamlar da değişikliklerin bir an önce yapılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Son İngiliz genel valisi Lord Mountbatten 3 Haziran 1947’de İngiltere’nin çekilmesi, alt kıtanın bölünmesi ve Hindistan Devleti’nin batısı ile doğusunu içine alacak iki bölgeli Pakistan’ın kurulmasını öngören planını açıklamıştır. Bu plan Hindular ve Müslümanlar tarafından kabul edilmiştir: 18 Temmuz 1947’de İngiliz Parlamentosu durumu onaylamış ve plan 14 Ağustos 1947’de fiilen uygulamaya konulmuştur. Muhammed Ali Cinnah, bağımsız Pakistan’ın ilk devlet başkanı sıfatıyla gelişmelerde önemli rol oynamıştır. Ebü’l-Kelâm Âzâd gibi bazı isimlerin önderliğindeki bir kısım Müslümanlar, bağımsız Pakistan’ın Hindistan’ın tamamını kaybetmek olacağı gerekçesiyle Müslümanlar Birliği’ni desteklememişlerdir. Bölünmenin ardından iki taraflı büyük bir göç hareketi başlamış ve bu arada katliamlar da sürmüştür. Bu durum, özellikle yeni devlet Pakistan için daha başlangıçta bir felâketi teşkil etmiş, Hindistan ise bundan İngiliz hükümet geleneği ve kurumlarını devraldığı için daha az etkilenmiştir. Yine Pakistan açısından arada Hindistan’ın bulunduğu iki bölgeli bir devlet olması, sınır güvenliği gibi daha önce öngörülmeyen çeşitli yeni sıkıntıları ortaya çıkarmıştır. Doğu’da ve batı’da yer alan iki bölge arasındaki

116

etnik ve kültürel farklılıklar da birliğin ne kadar zor yürüyeceğini göstermiştir. Nitekim bu birlik ancak yirmi dört yıl sürmüş ve Doğu Pakistan kanlı bir iç savaşın ardından 1971’de Bengladeş adıyla bağımsızlığını ilân etmiştir. Bölünme sırasında alt kıtada yer alan iç işlerinde serbest, dış işlerinde İngiliz yönetimine bağlı 500 kadar irili ufaklı nizamlık, nevvâblık, racalık, prenslik ve krallık Hindistan ve Pakistan’dan dilediklerine katılmakta veya bağımsızlığı seçmekte serbest bırakılmışlardır. Bunların büyük çoğunluğu Hindistan’a katılırken Cûnâgarh Pakistan’ı, Haydarâbâd’ı bağımsızlığı seçmiştir. Keşmir ise Pakistan’la bir ön anlaşma yaparak bir müddet beklemeyi tercih etmiştir. Ancak Hindistan kısa bir süre sonra Cûnâgarh ve Haydarâbâd’ı işgal edip kendisine bağlamıştır. Halkının çoğunluğu Müslüman olduğu halde idâresi Hİndûlar’ın elinde bulunan Keşmir’in durumu ise Hindistan ve Pakistan arasında daha başlangıçta probleme dönüşmüştür. Hindistan ordularının 1948’de Keşmir’e girmesi üzerine Pakistan tepki göstermiş ve mevziî savaşlar başlamıştır. Bu sürede yaklaşık 200.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Hindistan’ın ilk başbakanı Jawaharlal Nehru ölümüne (1964) kadar bu görevini sürdürmüş, laik, demokratik ve parlamenter bir yönetim oluşturmaya çalışmıştır. 1965’te başbakanlığa Lal Bahadır Shastri seçilmiş ve aynı yıl Pakistan ile Keşmir konusunda kısa süreli yeni bir savaş yaşanmıştır. Bu sırada Shastri’nin ölümü üzerine yerini Ocak 1966’da Kongre Partisi başkanı Nehru’nun kızı İndira Gandi almıştır. Gandi’nin ilk dönem başbakanlığı Mart 1977’ye kadar sürmüş; bu dönemde Pakistan’la savaş (1971), 1974’te ilk atom bombasının patlatılması ve aynı yıl içerisinde Sikkim Prensliği’nin bir eyalet olarak ülkeye katılması gibi önemli olaylar meydana gelmiştir. Ancak bu arada İndira Gandi’ye karşı çok kuvvetli bir muhalefet oluşmuş ve Kongre Partisi 1977 seçimlerini kaybetmiştir. Janata Partisi lideri Morarji Desai başbakan olmuştur. Fakat koalisyon hükümetinin başarısızlığı ve toplumsal gerginliklerin ortaya çıkması üzerine istifa etmiş ve yerine geçici başbakan olarak Çaran Singh tayin edilmiştir. Hemen akabinde yapılan erken seçimleri ise tekrar Kongre Partisi kazanmış ve İndira Gandi ikinci defa iktidara gelmiştir (Ocak 1980). İndira Gandi’nin ikinci başbakanlığı, 31 Ekim 1984’te ayrılıkçı Sihler’den kendi muhafızlığını yapan iki asker tarafından öldürülmesine kadar sürmüştür. Aralık 1984 seçimlerinden sonra da yerine oğlu Rajiv Gandi getirilmiştir. Rajiv Gandi partisinin 1989 seçimlerini kazanamaması üzerine istifa etmiş; Mayıs 1991’de de ayrılıkçı Tamil gerillalarının suikastına kurban gitmiştir. Onun arkasından sırasıyla Vishvanath Pratap Singh, Çandra Şehar, Narasimha Rao ve Deve Govvda başbakan olmuşlardır. Pakistan’ın ayrılmasından sonra Hindistan Devleti’nin hâkimiyetindeki topraklarda kalan Müslümanlar 1947’den bugüne kadar çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Toplumun eğitimli seçkin kısmının hemen tamamı Pakistan’a göç ettiğinden geri kalanlar, ekonomik ve kültürel bakımdan en aşağı seviyede olanları meydana getirmişlerdir. Ülkenin dinî temeller üzerine kurulan tezlerle bölünmesi, ayrıca Pakistan’la yaşanan ihtilâflar yüzünden Hindistan’da kalan Müslümanlar daima potansiyel Pakistan ajanı olarak suçlanıp dışlanmışlardır. Bu süreçte gelişen ırkçı Hindu hareketleri de ülkeden İslâm kültürünün izlerini silmeye yönelik kampanyalarla mevcut sıkıntıları arttırmıştır. Bunların en belirgini Aralık 1992’de, Ayodhya şehrinde bulunan Sultan Bâbür’e ait bir caminin eski bir Hindu tapınağının arsası üzerine bina edildiği gerekçesiyle yıkılmasıdır. 1992’den beri binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan toplumsal çatışmalara sebep olan bu olay, Hindistan hükümeti tarafından çözümlenmeyip sürüncemede bırakıldığı için halen hassasiyetini korumaktadır. 2011 verilerine göre nüfusu 1 milyar 210 milyonu bulan Hindistan’da Müslümanların oranı % 13’tür. Ekonomik veya kültürel engellerle bu sayıma katılamayanların varlığı da düşünülerek Müslümanların sayısının yaklaşık 161 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakam, İslâm âleminde Endonezya’dan sonra ikinci büyük yoğunluğu oluşturmaktadır. Ancak Müslümanlar resmî ve özel sektörlerde nüfuslarıyla orantılı biçimde temsil edilmemektedirler. Hindistan’da yaşayan Müslümanların % 90’ı Sünnî olup çoğunluğu Hanefî, az bir kısmı da Şafiî’dir (yaklaşık 5 milyon). Şiîler ise genelde Ca’feridir; az sayıdaki İsmâilî’ler güneyde Bombay’da yaşamaktadırlar. Müslümanlar, ülke içinde azınlık psikolojisi içinde bulunmaları sebebiyle aralarındaki mezhep çatışmalarına son vermiş gibidirler. Sünnî gelenek Diyûbendî ve Birîlvî ekollerinden beslenmektedir. Dinî hayata tesir eden iki önemli hareket ise Cemâat-i İslâmî ve Cemâat-i Teblîğ’dir. Faaliyetleri genellikle Kuzey ve Orta Hindistan’da yoğun olan bu hareketler Müslüman toplumun her türlü ihtiyacıyla ilgilenen vakıf anlayışına sahiptirler.

117

III. BÖLÜM

DİN VE SANAT

I.HİNDİSTAN’DA DİNLER 1. Hinduizm:

Uzun tarihî geçmişi ve geniş coğrafyası içinde Hindistan’da pek çok inanç ortaya çıkmış ve bu ülke çeşitli dinleri bünyesinde barındırmıştır. Tarihte Vedizm ve Brahmanizm gibi adlarla anılmakla beraber bugün artık Hinduizm diye bilinen, Hind yarımadasında doğmuş ve ona kendi damgasını vurmuş resmî dinden başka bu dine tepki olarak ortaya çıkmış veya farklı yorumlarla ondan ayrılmış bulunan Budizm, Jainizm ve Sihizm de Hindistan menşeli dinlerdendir. Zamanla Zerdüştîlik, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın da yayıldığı Hind yarımadasında ayrıca çeşitli kabile dinleri de mevcuttur. Yarımadada hâkim din olan Hinduizm, hiçbir eleme ve ayıklama yapmaksızın çeşitli inanç ve ibadet şekillerini bünyesinde topladığı gibi diğer yerli dinler üzerinde de belirleyici bir rol oynar. Hinduizmin belirleyici oluşundaki temel faktörler değişik dinleri telif etmesi ve hoşgörülü davranmasıdır. Hinduizm’de çok geniş bir uzlaşmacılık ve serbestlik söz konusudur; pek az dinî fikir uzlaşılamaz olarak nitelenir. Hindûlar’ı diğerlerinden ayıran doktrin değil ibadet esas ve şekilleridir. Doktriner farklılıklara fazla önem verilmez; bu sebepledir ki Hinduizm, yüzyıllar boyunca birçok dinî bünyesinde birleştirerek hâkimiyetini sürdürmüştür. Çağdaş Hindistan’da sık sık ortaya çıkan uzlaşmacı (syncretist) dinî hareketlerin arkasında da şüphesiz Hinduizm’in bu özelliği vardır. Öte yandan IV. yüzyıldan itibaren Ârî ve Dravid dilleri arasındaki çekişmenin Sanskritçe lehine gelişmesi ve bu dilin bütün dinî literatürde kullanılması Hinduizm’in teorik hâkimiyetini sürdürmesinde önemli bir rol oynamıştır. Sanskritçe Hindu bilgi kavramını (epistemoloji) diğer dinlere de taşımış ve böylece Hinduizm’in hâkimiyetinde ortak bir dinî terminoloji gelişmiştir. Bununla birlikte İslâmiyet’in hâkimiyetini pekiştirmesinden sonra Bakti hareketi gibi Hindu akımlarının yaygınlaşması, Hindistan’da meydana gelen umumî dinî karakterin bütünüyle Hinduizm ile ilişkilendirilmesinin yanlış olduğunu göstermiştir. Her ne kadar kökeni Hinduizm’in klasik epiği Bhagavat Gita kadar eskiye uzansa da mistik Bakti hareketinin en azından yayılmasında mutasavvıflardan etkilendiği açıktır; bu etki, sonraları tanınmış uzlaşması mistiklerden Kebîr’de görüldüğü gibi zirveye ulaşmıştır. Böylece geniş çerçevede düşünüldüğünde Hindistan’daki dinlerin birbirlerinden karşılıklı biçimde çok şey aldıkları anlaşılmaktadır. Hindistan’da ceşitli dinlere ait mimari örnekler: a) Hindu Tapınağı, b) Sırı dinînin ibadet merkezi Altın Tapınak, c) Bahâi Tapınağı, d) Hıristiyan Kilisesi Hindistan’ın, hakkında kısmen bilgi sahibi olunan en eski dinî Ârî akınları öncesindeki Dravid kültürüne (M.Ö. 2500-1500) kadar çıkar. Bugün Güney ve İç Hindistan’da % 0,5’lik bir oranda yaşamaya devam eden bu din, animistik öğeler içermektedir. Daha sonraları Hinduizm’de de görülen Lingam ve Yoni adlarındaki eril ve dişil iki ilâhî güç ile ruh göçü (samsara), bereket ilâhları (yakşalar), kutsal mekân ruhları (caitya), yoga ve ineğe tapınma gibi inançların hemen hepsi Hinduizm’in içinde asimile olan Dravid dinîne aittir. Bölgede gelişen en önemli din durumundaki Hinduizm, milâttan önce II. binin ortalarında başlayan Ârî akınlarıyla ilgilidir. Bu tarihten itibaren kuzeyden Hindistan’a inen Ârîler, kendi dinleriyle yerli inançların karışımından oluşan yeni bir din meydana getirmişlerdir. Brahmanizm ya da Vedizm diye anılan bu çok tanrılı din sistemi milâdî I. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar devam eden bir süreçte Budizm, Jainizm, İslâm ve yerli dinlerin birbirine karışması sonucunda daha geniş ve henoteistik anlamda tek tanrılı bir inanç halini alarak

118

bugün Hinduizm diye bilinen inançlar bütününü oluşturmuştur. Brahmanizm’in temel kutsal kitabı olan ve dört kısımdan meydana gelen Vedalar önem ve otoritesini Hinduizm’de de aynen devam ettirmişlerdir. Hindu din adamları Upanişadlar’dan başlayarak Vedalar’da görülen çok tanrılı inancı sembolik değerlerle yorumlamışlarsa da kitaptaki teoloji gelişmiş bir natüralist inancı yansıtır. Hinduizm Brahmanizm’den doğmuş olmakla birlikte ondan farklıdır. Doğuş sürecindeki en büyük etkenlerden biri Budizm’in Brahmanizm aleyhine hızla gelişmesi, bir diğeri de İslâm sûfizminin Bakti hareketi adını alan mistik akımın yaygınlaşmasını sağlamasıdır. Bakti mistisizmi, İslâm sûfizminin gücünü kırmayı amaç edinîrken; Brahmanizm’in Hinduizm doğrultusunda gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bakti hareketi modern Hindistan’ın politik sürecine de yansımış ve XX. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Brahmo Samaj ve Arya Samaj gibi politik-dinî grupları etkilemiştir.

2.Budizm, Jainizm ve Sihizm: Hindistan’ın Hinduizm dışındaki yüzü, ona tepki olarak gelişen Kşatriya kökenli Budizm, Jainizm ve Sihizm gibi öğretilerce belirlenmiştir. Carvaka ve Ajivika gibi materyalist öğretiler de Hinduizm’deki kast sistemine baş kaldırı özelliği taşıyan halk hareketlerinden gelir. Bu tip baş kaldırı hareketlerinin en önemlisi Budizm’dir. Milâttan önce VI. yüzyılda Sakya kabilesinin bilgesi (Sakyamuni) Siddhartha Gotama (Buda) tarafından kurulan Budizm’in temeli, hayatın ıstırap verici olduğu ve insanın bu ıstıraptan kurtulma amacını taşıdığı tezi üzerine oturur. Hindistan’da Budizm’le aynı zamanda ortaya çıkan bir başka öğreti de Mahavira tarafından kurulduğu kabul edilen Jainizm’dir. Budizm gibi rasyonel bir ahlâkı öngören Jainizm de kast karşıtıdır ve geleneksel Hindû inançlarını reddeder. Hindistan’ın yerli dinlerinin sonuncusu XV. yüzyılda Guru Nanak Dev tarafından kurulan Sihizm’dir. Başlangıçta İslâm, Hinduizm ve Hıristiyanlık karışımı birleştirici ve mistik karakterli bir inanç sistemi olan Sihizm, Guru Gobind Singh (1675-1708) tarafından tamamen bağımsız ve örgütlü bir din haline getirilmiştir. Hindistan’a dışarıdan gelen dinlerin nüfus açısından en etkin olanlarından biri Hıristiyanlıktır. Hıristiyanların buraya ne zaman geldiği kesin olarak bilinmemekte, kendilerine göre ilk kiliselerinin kuruluşu, Tamil Nadu’da öldürüldüğüne ve Mailapûr’da gömüldüğüne inandıkları havari Thomas’a kadar çıkmaktadır. Hindistan’a dışarıdan giren bir başka din Zerdüştîlik’tir. Parsî denilen Zerdüştîler’in buraya ne zaman geldiği kesin olarak bilinmemektedir; bununla beraber ilk grupların VIII. yüzyıl başlarında İslâm ordularının önünden kaçanlardan oluştuğu düşünülmektedir. XIX. yüzyılda Batı eğitimi alarak Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinde önemli rol oynayan Parsîler’in bugünkü nüfusu 200.000 civarındadır ve çoğu Bombay’da yaşamaktadır. İslâmiyet dışında Hindistan’daki yabancı dinlerin sonuncusu Musevilik’tir. Kendi efsaneleri ilk gelişlerini Hz. Süleyman’a bağlar; ilim adamları ise bunun milâdî 70 civarında ikinci sürgünden (diaspora) sonra gerçekleştiği kanaatindedir. Yahudi tüccarlar V. yüzyıldan itibaren gelmeye başlamışlardır. Kahire’de bir sinagog’un deposunda ele geçen belgelerde, X. ve XII. yüzyıllar arasında Hindistan’da bulunan yahudi tüccarlardan bahsedilmektedir.

2. İslâmiyet

Hindistan’ın Arap dünyasıyla ilişkilerinin tarihi İslâm öncesine dayanır. Bu dönemde Arabistanlı tüccarların Hindistan kıyılarına kadar gidip buradan aldıkları malları Mısır ve Suriye yoluyla Avrupa pazarlarına ulaştırdıkları bilinmektedir. Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Hindistan hakkında bilgi sahibi olduğuna dair rivayetler yer almaktadır. Resûl-i Ekrem, bir Hind racasının kendisine gönderdiği bir kavanoz zencefil turşusunu ashabı ile paylaşmıştır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in kâfur ve öd ağacı gibi bazı Hind mallarını sevdiği, Hz. Âişe’nin de Hind elbisesi giydiği rivayet edilmektedir.

119

Hindistan kökenli Zut, Esâvire, Seyâbi ve Meyd kabileleri güçlerini kaybettiklerinde zamanla Arap yarımadasına gidip yerleşmişlerdir. Bilhassa Zutlar meşhurdu: Hatta Resûl-i Ekrem bir vesile ile Hz. Musa’nın onlara benzediğini söylemiştir. Zut kabilesinin hekimlerine zaman zaman başvurulmuş ve Hz. Âişe’nin bir hastalığında yardımları istenmiştir. Cemel Vak’ası sırasında Hz. Ali Basra’daki devlet hazinesini Zutlar’a emanet etmiş; daha sonra da Muâviye, Zutlar’ı Bizans akınlarına karşı Suriye’ye yerleştirmiştir. Zaman içerisinde ticarî ilişkiler sonucu Arabistan kıyılarında Hind, Hindistan kıyılarında da Arap kolonileri oluşmuştur. Serendibliler (günümüzde Sri Lanka) Resûl-i Ekrem hakkında bilgi edinmek amacıyla Arabistan’a bir elçi göndermişler, elçi Medine’ye ulaştığında Hz. Peygamber’in vefat ettiğini öğrenmiş ve o sırada halife bulunan Hz. Ömer’den bilgi almıştır. Elçi de yolda ölmüş, yardımcısı geri döndüğünde halka Resûlullah’ın ve ashabın yaşayışı hakkında bilgi vermiştir. O dönemde Araplar arasında Hindistan “akıl ve hikmet ülkesi” olarak ünlenmiştir. Şehristânî (XI-XII yüzyıl) Araplar’la Hindliler’in benzer felsefî tavırlarından söz eder; meselâ her iki tarafın da eşyanın sırrını araştırdığını ve olayları metafizikle açıklama yoluna gittiğini söyler. Hindistan ve Seylan adasındaki ticaret merkezleri arasında Arap kolonileri çok önemli olmuştur. Bu topraklarda özellikle Gucerât, Maldivve, Malabar kıyılarında Müslümanların siyasî hâkimiyet kurmasından önce yoğun Arap yerleşimi oluşmuştur. Belâzürî (IX. yy), Haccâc b. Yûsuf un Irak valiliği (691-711) sırasında Serendibli bir racanın iyi niyet gösterisi olarak Irak’a bir gemi dolusu hediye gönderdiğini, geminin dönüşte, erkekleri daha önce Serendib’e yerleşen kadınları onların yanına götürdüğünü kaydetmiştir. Yakın zamanda Kahire-Geniza arşivinin bulunmasından sonra yapılan bazı çalışmalar ilk zamanlardaki ilişkiler hakkında ayrıntılı bilgiler ortaya koymuştur.

3.a. İslâmiyet’in Yayılması: Hindistan’da İslâmiyet fetih, ihtida, kolonileştirme ve göçler yoluyla yayılmıştır; ancak bunlardan ihtida faktörünün önemi büyüktür. Muhammed b. Kasım es-Sekaf (710-711)’in Sind’i fethetmesinden sonra yerli halka müsamahalı davranması onları etkilemiş ve İslâm’ı cazip hale getirmiştir. Muhammed b. Kasım bütün mâbedlere dokunulmazlık hakkı tanırken halka da cizye ödemeleri karşılığında ekonomik istikrar sağlanacağı ve mevcut sınıf ve statülerine dokunulmayacağı sözünü vermiştir. Bu dönemde Halife Ömer b. Abdülazîz ele geçirilen yerlerdeki Hindu racalarına mektup göndererek ihtida ederlerse Müslümanlar’la aynı haklara kavuşacaklarını bildirmiş, bu arada Cay Sing ve diğer bazı racalar Müslüman olmuşlardır. Sind’de Müslümanların yerleştiği ilk bölge Deybül yakınları olmuş ve burada daha önce gelmiş Araplar yaşamışlardır. Ardından Mahzûze, Beyzâ ve Mansüre gibi kasabalar kurulmuş ve bunlar zamanla birer kültür merkezi haline gelmiştir. Özellikle Mansûre’nin nüfusunun büyük çoğunluğu Arap’tı. Öte yandan kaynaklar Sind’de birçok köyde Hindûlar’la Müslümanların birlikte yaşadığını, Mansûre ve Multan’da halkın Sindce ve Arapça, Mekrân’da ise Mekrânca ve Farsça konuştuğunu bildirmektedirler. 872’de Müslüman olan bir Sind racası Mekke’ye kıymetli taşlarla süslü altın bir zincir yollamış, Abbasî Halifesi Mu’temid Alellah da bunu Kabe’nin içine astırmıştır. Daha sonra bir Hind racası, Mansûre Emîri Abdullah b. Ömer b. Abdülazîz’den İslâmiyet’i anlatan bir kitap hazırlatmasını istemiştir. Racaya hazırlanan kitapla birlikte bir de Kur’ân-ı Kerim gönderilmiştir. Raca Yâsîn sûresinin tefsirini dinleyince hemen Müslüman olmuştur. Önemli bir kişinin Müslüman olması daha kalabalık grupların İslâm’a girmesine yol açmıştır. Bu alanda bir diğer gelişme Abbasîler devrinde Hindistan ile Bağdat arasında kurulan bağlantıdır. Bu dönemde her iki tarafın ilim adamlarının karşılıklı ilişkileri sonucunda bir fikir alışverişi gerçekleşmiştir. Gazneliler’in yükselişi Hindistan’da İslâm kültürünün gelişmesinde yeni bir dönem başlatmıştır. Gazneli Sultan Mahmut, Hindistan’a on yedi sefer düzenleyerek İslâmiyet’in yayılmasına zemin hazırlamış ve bölgede asırlarca sürecek Türk hâkimiyetinin temellerini atmıştır. Bunu gerçekleştirirken de Hindûlar’a karşı iyi davranmış ve ordusuna aldığı çok sayıdaki Hindu askerin inançlarına karışmamıştır. Sultan Mahmud birçok yerde cami yaptırmış ve İslâm’a girenlere dinî öğretmek için hocalar göndermiştir. Pencap’taki Müslüman hâkimiyeti, bölgenin çok geçmeden İslâm-Fars ve Türk kültürü ile tanışmasını sağlamıştır. Öte yandan daha önce Araplar tarafından başlatılan göç hareketi Hindû racaların idâresinde bulunan bölgelerde de devam ettirilmiştir. Böylece Kannevc, Bilgram, Benâres, Bedâûn, Ecmîr, Nâgevr Hâcîpûr, Manen Madan-

120

pûr ve Mahastan gibi yerlerdeki birçok şehirde Müslüman toplulukları oluşmuştur. Bu göçler beraberinde kültürel değerleri de getirmişlerdir. Ancak gerçek Müslüman-Hind toplumu Kuzey Hindistan’ın Gurlular tarafından fethedilmesinden sonra oluşmuşttur. Ele geçirilen yerleşim bölgelerinde yapılan camiler ihtida hareketleri için önemli birer merkez teşkil etmiştir. Muhammed b. Tuğluk da fethin hemen arkasından her tarafa dervişler göndererek İslâm’ı tanıtmalarını istemiştir. Sonuç olarak Hindistan’da İslâmiyet’in gönüllü ihtidalar ve sûfîlerin faaliyetleriyle yayıldığı söylenebilir. Kaynaklarda sûfîlerin bu alanda başarılarını gösteren birçok olay nakledilmektedir. XI. ve XII. yüzyıllarda Hind toplumu sıkı bir kast temeli üzerine kurulmuştur. Bîrûnî (X-XX.yy)’ye göre Hindu kast sistemine dâhil olanlar şehirlerde yaşamışlar ve geniş imkânlara sahip olmuşlardır. Diğerleri ise şehirlerin varoşlarında yaşamaya zorlanmışlardır. Bunun en önemli sebebi kast dışı Hindûlar (paryalar)’ın bulundukları yeri kirlettiklerine inanılıyor olmasıydı. Müslümanların ise fethettikleri şehirlerin halkına müsamahakâr davranmaları özellikle kast dışı Hindûlar’ı cezbetmiş ve İslâm’ı kabul etmelerini sağlamıştır. Bunda Şeyh Muînüddin Çiştî (XIII.yy) gibi sûfîlerin de çok etkisi olmuştur. Hindistan’da İslâmiyet’in yayılmasında etkili olan bir diğer faktör de XII. ve XIII. yüzyıllarda Türkistan’dan Hindistan’a göç eden Müslüman âilelerdir. Bunlar, o sıralarda gelişimini sürdüren Delhi Sultanlığı’na gereken idarî kadroları sağlamışlar ve ülkeye kültürel canlılık katmışlardır. Çünkü bu âilelerin önemli simaları hemen bir dinî-kültürel tesir sahası oluşturmuşlar ve oturdukları yerin etrafında camiler, medreseler, tekkeler, zaviyeler ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Hemen hemen Hindistan’ın bütün önemli iskân yerlerinde bunlardan bir veya birkaç âile bulunuyordu. Kaynaklarda, Moğol baskısı yüzünden Hindistan’a göç eden ve Bedâûn, Sâmâne ve Biyâne gibi şehirlere yerleşen âilelerden bahsedilmektedir. Kast dışı ve düşük kastlı Hindûlar’ın kitleler halinde ihtidası, Moğol baskısı, bitmeyen göçler, erken zamanlarda kurulan Müslüman-Arap kolonileri ve sûfîlerin faaliyetleri, değişik Müslüman grupların topyekün bir sosyal varlık olarak ortaya çıkmasını sağlayan gelişmelerdir. İslâm’ın yayılmaya başlamasıyla birlikte Hindistan ile diğer İslâm ülkeleri arasında ilmî ve kültürel ilişkiler de gelişme yoluna girerek kısa zamanda ileri bir seviyeye ulaşmıştır. Delhi Sultanı İltutmış’ın Bağdat’tan kitap getirtme arzusunu bilen Abbasî halifelerinin ona çeşitli eserler gönderdikleri bilinmektedir. Nâsır-Lidînillâh da İltutmış’a Meşâriku’l-envân’n-nebeviyye’nin müellifi Radıyyüddin es-Sâgânî’yi elçi olarak yollamıştı. Hâce Reşî-düddin Fazlullah, Alâeddin Halacri’nin sarayında İlhanlılar’ın elçisi sıfatıyla bulunmuş, Mevlânâ Şemseddin Türk de Mısır’dan Hindistan’a bir deve yükü kitapla birlikte gelmiştir. Balaban Han’ın oğlu Şehzade Muhammed Sa’dî-i, Şîrâzî ile mektuplaşmış, Sultan Muhammed b. Tuğluk Mu-înüddin elİmrânî’yi Şîraz’a elçi gönderip Kadı Adudüddin el-icî’nin yazmakta olduğu el-Mevâkü adlı eserini kendisine ithaf etmesini istemiştir. Muhammed b. Tuğluk Mısırlı âlim ve yöneticilerle ilişki içerisinde olmuştur. El-Fetâva’t-Tatarhâniyye (Hindistanlı Hanefî fakihlerinden Ferîdüddin Âlim b. Alâ (ö. 786/1384)’nın fıkha dair Arapça eseri)’den anlaşıldığına göre III. Fîrûz Şah Tuğluk zamanında İslâm âleminde yazılan bütün fıkhî eserleri Hindistan’da bulmak mümkün olmuştur. Hâfız’ın şiirleri de daha onun sağlığından itibaren okunmuştur. Türkistan kökenli Nakşibendiyye tarikatı Hindistan’da İmâm-ı Rabbânî ile yeni bir muhteva kazanmıştır. Abdullah ed-Dihlevî’nin Delhi’deki hankahında İslâm dünyasının uzak yerlerinden gelen müridlere rastlanmıştır. Bu silsile, onun müridlerinden Hâlid el-Bağdâdî tarafından Ortadoğu’ya getirilmiştir. İran ve Afganistan’da gelişen Hurufîlik, Noktavîlik, Revşeniyye, İşrâkıyye ve İhvân-ı Safa gibi birçok dinî akım da Hindistan’da yayılma imkânı bulmuştur.

3.b. Dinî Hareketler: Hindistan Müslümanları arasında ortaya çıkan birçok dinî hareketin dört farklı eğilim ortaya koyduğu söylenebilir. Bu hareketler XII. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar Hindistan’da İslâm’ın yayılmasını, XVII. yüzyılda İslâm toplumunda ve inançlarında reform yapmayı hedeflemiştir. XVIII. yüzyılda ıslah düşüncesi ön plana çıkmıştır. XIX. yüzyılda ortaya çıkan çok sayıdaki dinî hareket ise ya İslâm’ın klasik değerlerinin ya da Batı düşüncesinin ışığında İslâm düşüncesine yeni bir yön verilmesi gerektiği konusu üzerinde durmuştur.

121

Dinî yaymayı amaç edinen tasavvufî hareketlerin en önemlileri Çiştiyye, Sühreverdiyye, Firdevsiyye, Kâdiriyye ve Şüttâriyye tarikatlarıdır. Bu tarikatlar, metot ve ayrıntılarda birbirinden farklı olmakla birlikte hemen hepsinin benimsediği esas, kişinin ancak İslâmî şuurunun gelişmesiyle ahlâkî ve ruhî açıdan yükselebileceğidir. Tarikatlar, içinde bulundukları çevrenin sosyal ve kültürel şartlarına uyum göstererek toplumla kaynaşmışlar, bazı geleneksel Hind davranış biçimlerini benimsediklerinden Hindûlar’ı da cezbetmişlerdir. İslâm’ın yayılmasında çok önemli bir rol oynayan tarikat şeyhlerinin aynı zamanda vahdet-i vücûd düşüncesine olumlu bakmaları, onların Hindûlar’la entelektüel anlamda ilişki kurmalarına imkân sağlamıştır. XVII. yüzyılda ön plana çıkan reform hareketleri Müslümanların bu yöndeki beklentilerine cevap verme gayreti içerisinde olmuşlardır. İlk defa Hâce Bâkî-Billâh (ö.1603) tarafından Hindistan’a getirilen ve İmâm-ı Rabbânî ile hemen bütün ülkeye yayılan Nakşibendiyye tarikatı bu açıdan büyük önem taşımaktadır. İmâm-ı Rabbânî kendisinden önce yaşayan sûfîlerin aksine İslâm’ın yayılmasıyla öncelikli olarak ilgilenmemiş, bütün çabasını gayri İslâmî bulduğu inanç, alışkanlık ve davranışlardan İslâm toplumunu kurtarmaya harcamıştır. Bid’atlara karşı sert tepki göstererek Hz. Peygamberin sünneti konusunda çok hassas davranmış, bu arada kıyas ve içtihadı öne çıkaran ve sünnetten sapan ulemâya da şiddetle karşı çıkmıştır. Bu çerçevede halka, ulemâya ve sûfîlere yönelik telkin ve tavsiyelerde bulunurken yöneticilerle de irtibat kurmuş ve bunda etkili olmuştur. Hindistan’da XVIII. yüzyıl İslâm düşüncesinde genel olarak ıslah fikri hâkimdir. Şah Veliyyullah ve Şah Kelîmullah-ı Cihâ-nâbâdî bu fikrin iki önemli temsilcisidir. Şah Veliyyullah dinî ilimlerin ihyasına yeni bir hız kazandırmış ve yeni bir kelâm anlayışının temellerini atmıştır. Fıkıhçılarla mutasavvıflar arasındaki geleneksel soğukluğu gidermeye yönelik girişimlerde bulunmuş ve vahdet-i vücûda dair lehte ve aleyhte katı görüşleri yumuşatarak dinî araştırma ve anlama için yeni bir ruh ve heyecanın gelişmesini sağlamıştır. Şah Veliyyullah’ın ders verdiği Medrese-i Rahîmiyye bu ıslah hareketinin merkezi gibi işlev görmüştür. Hindistan’ın her tarafından ulemâ ve öğrenciler buraya akın etmişlerdir. Onun bu çalışmaları daha sonra oğulları ve talebeleri tarafından devam ettirilmiştir. XVIII. yüzyıldan sonra Hindistan’da faaliyet gösteren dinî eğitim kurumlarının pek çoğunun açılmasında Şah Veliyyullah ed-Dihlevî âilesinin katkıları olmuştur. XIX. yüzyılın sonuna doğru Mirza Gulâm Ahmed tarafından Ahmediyye adıyla bilinen bir hareket başlatılmıştır. Gulâm Ahmed kendisini Krişna, Hz. İsa’nın yeryüzündeki ruhu ve Hz. Muhammed’in yeniden tezahürü diye tanıtmıştır. İslâm inancının esasını teşkil eden Hz. Muhammed’in son peygamber olması prensibine ters düşen bu hareket büyük tepki uyandırmış; Muhammed İkbal ve birçok âlim bu konuda reddiyeler yayımlamışlardır. Pakistan’da ise bu hareket mensûpları resmen Müslüman sayılmamışlardır. XIX. yüzyılda ortaya çıkan dinî hareketler içerisinde tamamen dinî-mânevî karaktere sahip olanlar Şah Gulâm Ali, Eşref Ali Tehânevî (Tanevî) ve Muhammed İlyas Kandehlevî etrafında gelişmiştir. 1941’de kurulan Cemâat-i İslâmî’nin dinî-siyasî fikirleri Hindistan’daki yerleşik görüşlerden farklıdır. Onun özellikle fukahaya ve sûfîlere yönelik tenkitleri geleneksel çevrelerde rahatsızlığa yol açmıştır.

3.c. Şiîler: Hindistan’a İsmâiliyye İsnâaşeriyye’den önce girmiş ve dâîleri hemen propagandaya başlamışlardır. X. yüzyılın son çeyreğinde Karmatîler’in Multan’da kurduğu siyasî hâkimiyete Gazneli sultanı Mahmut 1006 yılında son vermiştir. Daha sonra İsmâilî dâîleri Sind, Pencap ve Gucerât bölgelerine dağılarak kaybolan prestijlerini tekrar kazanmaya çalışmışlardır. Gurlular’dan Sultan Muizzüddin Muhammed b. Sam. İsmâifîler’in bölgede giderek güçlendiğini görünce 1175’te onları Multan’dan çıkarmış ve kendilerine karşı tedbirler almıştır. Bunun üzerine pek çok İsmâilî varlığını ancak takiyye yaparak devam ettirebilmiş ve 1206 yılında Muhammed Gürî’ye yapılan suikastta rol almışlardır. Delhi sultanlarından İltutmış, Abbasî halifesinden hil’at ve menşur alınca İsmâilîler Delhi Sultanlığı’na karşı saldırgan bir muhalefet ortaya koymaya başlamışlar, Delhi sultanları da İsmâilîler’e karşı sert politikalar tâkip etmişlerdir. XV. yüzyılda Güney Hindistan’da üç Şiî devleti kurulmuştur: Bîcâpûr’da Âdilşâhîler, Ahmednagar’da

122

Nizamşâhîler ve Gûlkunde’de Kutubşâhîler. Kuzey Hindistan’da ise Şiî nüfuzunun ortaya çıkması İran’da Safevî hâkimiyetinin kurulması (1501) ve özellikle Hümâyun’un 1544’te Hindistan’dan ayrılmasından sonra başlamıştır. İran’dan Hindistan’a olan Şiî göçü Ekber Şah ve Cihangir zamanlarında yoğunlaşmıştır. Bu sıralarda Cihangir, Şiî âlimi Kâdî Nûrullah et-Tüsterî’yi İhköku’1-hak ve ibtâlü’l-batü adlı eseri yüzünden ölüme mahkûm etmiştir. Gittikçe artan Şiî propagandası Sünnî ulemâ arasında tepkilere yol açmış ve bunlara cevap vermek için İmâm-ı Rabbânî’nin Risâlei Redd-iRevâfızı, Molla Muhammed Muhsin’in Reddü’ş-Şîh’su Şeyh Kelîmullah’ın Redd-i Revâîız’ı ve Şah Abdülazîz ed-Dihlevî’nin Tuhfe-i İş-nâ Vlşeriyye’si başta olmak üzere çok sayıda eser yazılmıştır. XVIII. yüzyılda Mürşi-dâbâd (Bengal), Eved, Râmpûr ve Hayrpûr’da (Sind) Şiî Devletleri kurulmuştur. Bu devletler Hindistan’da Şiî inanç ve kültürünün yayılmasında önemli rol oynamışlardır. Hindistan’daki Şiî grupları arasında en iyi organize edilenler Hoca ve Bohrâ’dır. Bâtınî disiplinine inanan bu gruplarda dinî otorite olarak hiyerarşik bir silsile vardır ve bu silsile bütün toplum hayatını düzenler.

II. HİNDİSTAN’DA TÜRK-İSLÂM SANATI

Hind-İslâm sanatı, ihtişam ve zenginliği kadar İslâm sanatının diğer çevrelerindeki sanat anlayış ve zevklerinden gösterdiği farklılıklarla da dikkat çeker. Bu durumun asıl sebebini, Hindistan’ın kendi mahallî sanatı ile İslâm sanatının birlikte gelişmesi teşkil etmekte, ayrıca bunda Hindistan’a giren İslâm sanatının İran ve Orta Asya üzerinden gelmiş olmasının da katkısı bulunmaktadır. Arap sanatıyla doğrudan teması olmayan Hind-İslâm sanatı daha çok İran, Afganistan ve Türkistan sanat çevreleriyle temas halindedir. İslâm din ve sanatının Hindistan’a girmesine vesile olan bu ülkelerin Müslümanları kendi yerli anane, zevk ve anlayışlarını da birlikte getirmişlerdir. Hindistan’ın kökleri çok eskilere giden Hinduizm, Jainizm ve Budizm’den tesirler alan sanat anlayışı, kısmen pasif kısmen de aktif olarak Hind-İslâm sanatına katılırken İslâmî tesirler içinde kendinî en güçlü biçimde hissettiren muhit ise İran olmuştur. İslâm din ve kültürü Hindistan’a XI. yüzyıldan itibaren Gazneli fetihleriyle girmiş olmasına rağmen burada Türk-İslâm mimarisinin başlaması XII. yüzyılın sonlarını bulmuş ve ilk önemli eserler, güçlü bir devlet olan Delhi Sultanlığı’nın birinci sülâlesi döneminde yapılmıştır. Merkezleri Afganistan’da bulunan Gazneliler’in geniş Pencap ve Kuzey Hindistan topraklarına getirdikleri düşünce ve görüşün daha sonra ortaya çıkan İslâm sanat anlayışıyla yakın ilgisi vardır; İran ve Türkistan tesirleri de ülkeye bu yolla girmiştir. Özellikle mimaride çoğu ya yok olmuş ya da çok harap durumda günümüze gelebilmiş Gazneli camilerinin tesbit edilebilen planlarıyla Hind cami planları arasında çok yakın bir ilişki olduğu görülmektedir. Buna benzer bir durum Hindistan’da hâkimiyet kuran hükümdar veya hanedanların köklerinin bulunduğu Türkistan’daki çeşitli binalar için de geçerlidir.

2.a. Mimari: Hindistan’daki Türk-İslâm sanatının en önemli eserlerini meydana getirdiği saha hiç şüphesiz mimaridir. Minyatür hariç diğer kollar yerli tesirler altında kalırken mimari, Hind ve İslâm sanatının bütünleşmesi sonucu yeni ve değişik biçimde muhteşem eserler vermiştir. Bu eserler içinde saray ve kalelerin özellikle mahallî sanat anlayışına sadık kalmasına karşılık Hindistan topraklarında İslâm dinînin gücünü sembolize eden cami ve diğer dinî binaların daha muhafazakâr bir tutumla inşa edilmesi, Hindistan gibi dinî inanç ve mefkûrelerin hayatın esasını teşkil ettiği bir muhit için tabiidir. Aynı zamanda bu durum İslâmiyet ile diğer dinler arasındaki mücadelenin de işaretidir. Türk-İslâm mimarisi, genel özellikleri ve tarihî dönemlerle coğrafî bölgelerdeki farklı zevk ve sanat anlayışlarına göre gösterdiği değişiklikler göz önünde tutularak üç ana evrede incelenebilir. a) Delhi Sultaınlığı’nın Hâkimiyetinde Gelişen Mimari (1206-1526): Bu dönem mimarisi tarihî dönemlere bağlı olarak Muizzî Memlûk Sultanlar, Halacîler, Tuğluklular, Seyyidler ve Lûdîler tarafından temsil edilmiştir.

123

Yoğun İran tesiri taşıyan ve farklı eğilimlerine rağmen bir bütünlük arzeden bu sanat anlayışının en önemli eserleri başşehir Delhi ve çevresine dağılmış durumdadır. Bu binaların ilki, Hind camileri arasında müstesna bir yeri olan Delhi’deki Mescid-i Kuwetü’l-İslâm’dır. Memlûk hanedanının kurucusu Kutbüddin Aybeg’in henüz hükümdarlığını ilân etmeden önce Muizzî Memlûk Sultanlar döneminde melik unvanıyla görev yaptığı sırada yaptırdığı cami Hindistan’ın ilk büyük İslâm binasıdır. İnşaatı 1197’de tamamlanan eser; 1199 ve daha sonraki tarihlerde yapılan ilâvelerle de genişletilmiştir. Merkezî bir dikdörtgen avlu etrafında eski Hindu ve Jaina tapınaklarından devşirilen malzemeyle meydana getirilmiş bir revakla çevrilidir. Caminin yanında, özellikle İslâm’ın Hindistan’daki zafer ve hâkimiyetinin sembolü olarak yaptırılan Kutub Minâr isimli âbidevî minare Kutbüddin Aybeg’in banisi olduğu eserlerin en önemlisidir. Ecmîr’de 1200-1206 yılları arasında yapılmış olan Arhâî-din-kâ Chonprâ Camii, Mescid-i Kuvvetü’l-İslâm’ı hatırlatan plan semasıyla önemli bir örnektir. Delhi’deki 1213 tarihli Sultan Gârî ve yaklaşık olarak 1235 yılına tarihlenen İltutmış türbeleri, Muizzî Memlûk sultanlar devri türbe mimarisinin başlıca temsilcileridir. Değişik özellikleriyle Hind-İslâm mimarisi için büyük önem taşıyan bu türbelerden Muizzî Memlûk Hükümdarı Şemseddin İltut-mış’a ait olanı, 1229 yılında Mescid-i Kuv-vetü’l-İslâm’da başlatılan ilâve ve tadilât çalışmaları sırasında caminin kuzeybatı köşesine yapılmıştır. Kare planlı ve kaburgalı köşe kemerleriyle geçilen basık bir kubbeyle örtülü olan binanın üst kısmı bugün göçmüş durumdadır. Türbe, özellikle içindeki kûfî yazılarla birleşen yoğun İran tesirindeki göz alıcı süslemeleriyle dikkat çekmektedir. Halacîler döneminden bugüne gelebilen en önemli eser ise 1296 yılında Mescid-i Kuvvetü’l-İslâm’da gerçekleştirilen büyük genişletme faaliyeti sırasında Alâed-din Halacî tarafından yaptırılan âbidevî güney kapısıdır. Tuğluklu döneminin en erken misalleri türbelerdir. XIV. yüzyılın ilk yarısında yapılan Şeyh Rükniâlem Türbesi daha çok Pencap özellikleri gösterir. Gıyâseddin Tuğluk’un kendisi için yaptırdığı, fakat tahta çıktığında Delhi’ye giderken hocasına devrettiği türbe, tuğladan inşa edilmiş sekizgen bir gövdenin üzerine tamburla yükseltilen bir kubbe örtülmek suretiyle meydana getirilmiştir. Yine Tuğluklu dönemi cami mimarisinin en dikkat çekici örnekleri Begümpûr ve Hırki Camileri’dir. Delhi Sultanlığı’nın son devirlerini temsil eden Seyyid ve Lûdî hanedanları zamanlarında göze çarpan binalar içinde türbeler önemli bir yer tutmaktadır. 1526 yılında Bâbür’ün, Lûdîler’in son hükümdarı İbrâhîm Lûdi’yi Panipat Savaşı’nda yenmesinden sonra Delhi Sultanlığı’nın hâkimiyeti sona ermiş ve Bâbürlü devri başlamıştır. Ancak Bâbürlü Hükümdarı Hümâyun’u Hindistan dışına çıkararak (1540) on beş yıl kadar sürecek bir Afgan hâkimiyeti tesis eden Patan Hükümdarı Şîr Şah Sûr ile başlayan Sûrî sanatı da Delhi Sultanlığı dönemi mimarisine çok yakın eserlerle temsil edilmiştir. Sûrî devri eserleri arasında istisnaî bir yeri olan Purânâ Kal’a, eski Hindu Kale ve İskân mahalli üzerine inşa edilmiş olup masif surları ve diğer tahkimatıyla dikkat çekicidir. Kale ve camiyle birlikte Şîr Mendel’de de değişiklik yapan Hümâyun burayı kütüphane haline getirmiştir. Mahallî Hind sanat anlayışının oldukça hâkim bir durum arzettiği bu dönemin binaları arasında türbeler önde gelmekte ve bunların en önemlisini de Şîr Şah Sûr’un başşehir edindiği Sasaram’da kendisi için yaptırdığı türbe teşkil etmektedir. b) Mahallî Sultanlıkların Hâkimiyetinde Gelişen Mimari (1336-1686): Mahallî Sultanlıklar, Hindistan kültür ve sanat çevresinde İslâm mevcudiyetinin değişik bir yönünü temsil ederler. Özellikle güçlü merkezî otoriteye sahip Delhi Sultanlığı’nın ve daha sonra da Bâbürlüler’in hâkimiyeti dışında kalmış çeşitli bölgelerdeki bu sultanlıklar arasında Bengal Sultanlığı, Keşmir Sultanlığı, Gucerât Sultanlığı, Behmenîler, Kanpûr Şarkî Sultanlığı, Mâlvâ Sultanlığı ve Âdilşâhîler önemli imar faaliyetleri gerçekleştirmişlerdir. Bu sultanlıkların birbirlerinden değişik sanat anlayışları vardır ve bu durum yaptırdıkları eserlerde açıkça görülmektedir. İslâm âlemi ile yakın teması olan yerlerde İran; temasın zayıf olduğu daha uzak bölgelerde ise mahallî Hind tesirleri güçlenmektedir. Bengal Sultanlığı devri mimari eserleri Hind-İslâm sanatı içinde mahallî özellikleriyle dikkat çeker. Bu özelliklerin başında taş da kullanılmış olmakla birlikte binaların genellikle tuğladan yapılması ve pişmiş toprak

124

levhalarla süslenmesi gelir. Bu durum Bengal’in nemli iklimiyle yakından ilgilidir. Delhi Sultanlığı, özellikle de Tuğluklu devri eserleriyle irtibatı bulunan ve asıl ilhamını bölgenin saman damlı mahallî evlerinden alan Bengal İslâm mimarisi, merkezden uzaklığı ve tabiat şartlarının gereği diğer bölgelerden izole olmuş, onlarla ancak 1576’da Bâbürlüler tarafından fethedildikten sonra bütünleşebilmiştir. Aynı döneme ait olması muhtemel bir cami kalıntısına da Barobazar’da rastlanmakta ve Satgaçia Camii denilen yapının elde mevcut verilere göre yedi dikey nef ile bunları kesen beş yatay neften teşekkül ettiği ve üstünün otuz beş kubbeyle örtülü olduğu anlaşılmaktadır. Bengal Sultanlığı türbe mimarisinin başlıcalarını teşkil eden örnekler arasında Sultan Gıyâseddin A’zam Şah’ın Sonâr-gâon’daki türbesi güçlü biçimde mahallî Hindu tesirleri sergilemekte, Bâgerhât’ta bulunan ve Bengal’in tek kriptalı türbesi olan şehrin kurucusu Uluğ Şah Cihan’ın türbesi de XV. yüzyılın sonuna ait tek kubbeli camilere benzer plan ve yapı hususiyetleriyle dikkat çekmektedir. Gucerât Sultanlığı’nın önemli eserlerinden olan 1423 tarihli Ahmedâbâd Cuma Camii, Hind-İslâm mimarisinin önemli ve değişik örneklerinden biridir. Mahallî sultanlıkların en güçlülerinden olan Âdilşâhîler’in başşehir Bîcâpûr’da yaptırdıkları İbrahim Ravza ve Gül Kümbet türbeleri bu sultanlığın eserleri hakkında yeterince fikir vermektedir. Bâbür’ün birçok binanın banisi olduğu kendi hatıratından öğrenilmekteyse de bunların hemen tamamına yakını yok olmuştur. Günümüze ulaşabilen az sayıdaki camiden biri olan Ayodhya’daki 1528 tarihli Babri (Bâbürî) Mescidi, Lûdîve mahallî üslûpların kaynaşmasını gösteren bir eserdi. Kubbe teşkilâtı, daha sonra Bâbürlü mimarisine hâkim olacak soğan kubbelerin henüz teşekkül etmediği bir devri temsil eden bu bina, 6 Aralık 1992 tarihinde bir Hindu ilâhının doğum yerinde yapılmış olduğu gerekçesiyle fanatik Hindular tarafından yıkılmıştır. Bâbürlü mimarisinin en orijinal ve en önemli eserlerini verdiği faaliyet alanının türbeler olduğu söylenebilir. Bâbürlü türbeleri, İslâm türbe mimarisinin en müstesna ve en zevkli örnekleri arasında olup pek çok bakımdan benzersizdir. Bu devirde yapılan türbelerin ilk örneği Hümâyun’un Delhi’deki 1565 tarihli türbesidir. Muhteşem bir bahçe mimarisiyle bütünleşen bina, Hümâyun’un ölümünden (1556) sonra eşi Hacı Begüm tarafından bir grup İranlı ve Hindli sanatçıya inşa ettirilmiştir. Türbeyi kuşatan bahçe İran’ın çârbâğ tarzındadır ve Hind-İslâm mimarisi için tamamen yeni özellikler taşımaktadır. Bahçenin ortasında dört köşe bir platform üzerinde yükselerek yatay ve dikey hatlarının âhengiyle göz doldurmakta olan türbe binası, dört yan bölmenin bağlandığı bir merkezî mekândan müteşekkil plana sahiptir. Bütün mekânlar birbirleriyle irtibat halinde olmasına rağmen bağımsız tanzim edilmiştir. Cihangir’in, eşi Nûr Mahal Begüm tarafından 1627 yılında Lahor yakınlarında yaptırılan türbesi, Bâbürlü türbelerinin en önemli örneklerinden biri olup âbidevî bir binadır. Tipik Bâbürlü-İran tarzı bir bahçe içinde yer alan türbe, köşelerinde minareler bulunan arkadlı dikdörtgen bir bina ile ortasındaki, içinde muhteşem sandukanın yer aldığı sekizgen bir kısımdan ibarettir. Nûr Mahal Begüm tarafından inşa ettirilen bir başka türbe de babası İ’timâdüddevle’nin Agra’da bulunan 1628 tarihli türbesidir. Bâbürlü türbelerinin en seçkini, bütün İslâm sanatı içinde de bir şaheser olan dünyaca meşhur Tac Mahal’dir. Şah Cihan tarafından 1632-1654 yılları arasında Agra’da eşi Mümtaz Mahal ismiyle tanınan Ercümend Bânû Begüm için yaptırılan türbe Osmanlı, İranlı, Hindli ve Türkistanlı ustaların elinden çıkmış olup bütün bu bölgelerin sanat anlayışlarından tesirler taşıyan, fakat kendi Bâbürlü karakterini çok iyi bir biçimde ortaya koyan gerçek bir zarafet örneğidir. Hümâyun’un türbesi ile Tac Mahal’den izler taşıyan Delhi’deki 1753 tarihi Safder Ceng Türbesi Bâbürlü türbe mimarisinin son büyük misalidir. Bâbürlüler devrinde yapılan camiler, Hind cami mimarisinin en son ve en üstün safhasını temsil etmektedir. Yapılışlarındaki zarafet ve ölçülerindeki ahenkle dikkat çeken bu camiler, hem mimari özellikleri hem de tezyin elemanlarının ihtişamıyla büyük önem taşırlar. 1644-1658 yılları arasında yapılan Delhi Cuma Camii ve 1673-1674 yıllarında inşa edilen Lahor’daki Bâdşâhî Camii, birbirine çok benzer plan şemalarıyla Fetihpûr Sikri Ulucamii geleneğini sürdüren yapılardır.

125

Bâbürlü hükümdarları dinî mimari kadar askerî ve sivil mimariye de önem vermişler, Delhi sultanları ve mahallî hükümdarlar gibi onlar da yeni şehirler kurmuş ve saraylar, kaleler inşa ettirmişlerdir. Bu binalarda Hindistan’ın iklim ve hayat şartlarına uygun yerel anlayış önemli bir hâkimiyete sahip olmuştur. Bugüne kalabilen Bâbürlü sarayları arasında, Ekber Şah’ın Agra’da yaptırdığı Lâl Kale (Kızıl Kale) içinde yer alan, yaklaşık olarak 1570 tarihli Cihangiri Mahal önemli bir yer işgal eder. İran ve Türkistan tarzlarının tesirlerini mahallî anlayışla birleştiren bina, çeşitli avlularla teşkilâtlandırılmış bir Hindu sarayını andırmaktadır.

2.b. Mimari Tezyinat, Minyatür ve Küçük El Sanatları: Hindistan’daki Türk-İslâm mimari eserlerinin ihtişamını arttıran ve bunların dünyanın en güzel binaları arasında yer almasını sağlayan en önemli hususlardan biri kullanılan malzemenin birbiriyle gösterdiği âhenktir. Kırmızı kum taşının yanında aynı cins sarı ve gri taşlar sınırlı bir biçimde kullanılırken kırmızı kum taşı ile en çok uyum sağlayan beyaz mermer estetik ve sembolik bir değerle sıkça kullanılmıştır. Bilhassa türbe kubbelerinde beyaz rengin tercih edilmesinin, Hindu inançlarındaki ölüm ve ölümden sonra ruhun korunması anlayışıyla ilişkili olduğu açıkça bellidir. Tuğluklu türbelerinde tamamlayıcı bir unsur olarak başlayıp daha sonra da sürdürüldüğü görülen kubbeler üzerindeki çömlek şeklinde ve meyve tasvirli âlemler de ifade ettikleri bereket ve iyi talih anlamlarıyla Hindu geleneklerinden İslâm binalarına geçmiş elemanlardır. Hind-İslâm mimarisine yerel geleneklerden giren lotus ve bitki madalyonu gibi süsleme motiflerinin çoğu, taşıdıkları anlamlarla yeniden yorumlanarak İslâm anlayışına uygun biçimde kullanılmıştır. Hindistan’daki Türk-İslâm mimarisinin başlıca özelliklerinden biri tezyinata verdiği önemdir. Bu durum, Hindistan genelinde değişmemekle beraber ülkenin büyüklüğü ve farklı iklimlere sahip olması dolayısıyla kullanılan teknik ve malzemeler açısından değişik uygulamalara yol açmıştır. Bengal gibi doğuda ve muson ikliminin tesiri altında olan bölgelerde, taş kaynaklarının durumuna da bağlı olarak pişmiş toprak, İndus Nehrinin batısında ve güçlü İran tesirinin görüldüğü bölgelerde ise sırlı çini ve boya ile yapılan tezyinat türleri hâkimdir. Kuzeyde Himalayalar’ın eteklerindeki bölgelerde ahşap oyma önemli bir yer tutmakla birlikte Hind-İslâm sanatının ve İslâm öncesi Hind sanatının en önemli eserlerinin meydana getirildiği bu muhitte taşın ve mermerin kullanımı daima ilk planda gelmiştir. Mahallî sultanlıkların binalarında bulunan tezyinat muhite göre değişmekle birlikte kısmen Delhi Sultanlığı binalarıninki ile benzerlikler göstermektedir. Bengal Sultanlığının bitkisel motifli pişmiş toprak ve Gucerât Sultanlığı’nın taş oyma tezyinatına göre Mândû, Mâlvâ ve Bîcâ-pûr Âdilşâhî sultanlıklarının tezyinatı merkezle ve İran’la daha yakın temas halinde olup Mândû’daki binalarda görülen sırlı çiniler ve boyalı alçı stukolar Delhi Sultanlığı’nın, Bîcâpûr’dakiler ise Âdilşâ-hîler’in izlerini taşımaktadır. Kırmızı kum taşı ve beyaz mermerin hâkim olduğu Bâbürlü binalarında görülen süslemeler, önceki devirlerin ve mahallî sultanlıkların tezyinat anlayışından farklı özelliklere sahiptir. Dış cephelerde mimari elemanların değişik şekillerde kullanılmasıyla elde edilen tezyini görünüm bitki tasvirleri, geometrik motifler ve yazıyla takviye edilmiştir. Geliştirilen yeni bir teknikle mermer üzerine yapılan taş kakmalar ve yine mermer üzerine boya ile yapılan bitki resimleri Bâbürlü devrinin en önemli tezyinat temsilcileridir. Bu döneme ait İndus Nehrinin batısında kalan binalarda İran tesirli sırlı çiniler ve tutkallı su ile toz boyanın karıştırılarak yapıldığı tempera resimler dikkat çekmektedir. Hindistan’daki Türk-İslâm sanatının mimari ve buna bağlı sanat kollarından sonra en önemli faaliyet alanı minyatürcülük olup bu sahada meydana getirilen eserler bütün dünyada şöhret bulmuştur. Minyatürün büyük bir değer kazanarak ilk önemli misallerini vermeye başladığı devir Delhi Sultanlığı’nın son yıllarıdır. Fakat minyatür sanatının asıl gelişmesi ve hatta minyatür anlayışından kitap resmine doğru kayması Bâbürlüler devrinde olmuştur. Bâbürlü döneminde en üstün seviyesine çıkan Hind-İslâm sanatının diğer bir yönünü temsil eden el sanatları arasında hiç şüphesiz birinci derecede önem taşıyanı maden işçiliği ve daha çok da kuyumculuktur. Hindistan’ın zengin madenleri ve değerli taşlarıyla tezyin edilen silâhlar, çeşitli süs ve günlük kullanım eşyası bu husustaki önemli örneklerdir. İkinci önemli el sanatını teşkil eden dokuma ve halıcılıkta mimari ve resimle

126

yakından ilişkili bir tasvir eğilimi göze çarpmakta, özellikle de kumaşlarla halılar üzerinde görülen motifler ve sahne düzenlemeleri dikkat çekmektedir. Bu sanat kollan gibi Türkistan ve İran etkilerinin belirgin olduğu fildişi ve ahşap oymacılığı da çeşitli ve önemli eserlerle temsil edilmiştir.

SONUÇ Son haftamızda Hindistan bağımsızlık tarihi ve bu tarihin büyük portresi Mahatma Gandhi’nin hayatı ve mücadelesi, Hindistan’da varolan dinler ve İslâmiyet, Hindistan’da Türk İslâm sanatı konuları işlenmiş olup Hindistan Tarihi adlı dersimiz sona ermiştir.

KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ 1) Aşağıdaki tarihlerden hangisi Mamatha Gandhi’nin ölüm tarihidir? a) 30 Ocak 1948 b) 17 Ocak 1947 c) 1 Eylül 1947 d) 15 Ağustos 1948 e) 15 Haziran 1948 2) Aşağıdakilerden hangisi Hindistan Tarihi dersinde anlatılan dinlerden biri değildir? a) Hinduizm b) Taoizim c) Budizm d) Jainizm e) Shizim YANITLAR:1-a, 2-b

KAYNAKLAR

AKÜN, Ö. F., “Bâbür”, DİA, C. IV, s. 395-400. ______, “Bâbürnâme”, DİA, C. IV, s. 404-408. AHMAD, A., Studies in Islamic Culture in the Indian Environment, Oxford 1964. BÂBÜR, Z. M., Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı), Doğu Türkçesi’nden Çev. R.R. Arat, C. I-II, TTK. Yay., 22, Ankara, 1987. BALJON, J. M. S., The Reforms and Religious Ideas of Sir Sayyid Ahmad Khan, Leiden, 1949. BALLHATCHT, K., “Christianity”, Cambridge Encyclopedia of lndia, New York, 1989. BAYUR, Y. H., Hindistan Tarihi, I-III, Ankara, 1987. BIYIKTAY, H., Timurlular Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, TTK. Yay., 33, Ankara, 1991.

127

BRİGG, M. S., Müslim Architecture in India, Oxford, 1951. BUSSAFİA, M., Indian Miniatures, London, 1966. CİHANGİR, The Tüzuk-i Jahângiri or Memoirs of Jahângir (trc. A. Rogers-H. Beveridge). New Delhi, 1978. DUĞLAT, H. M., Tarih-i Reşidî, Çev: O. Karatay, Selenge Yay., İstanbul, 2006. ELİOT, H. M.- DOVVSON, J., History of lndia as Told by Its Own Historians, I-VIII, London, 1866-77. FARUKİ, Z., Avrangzib and His Times, Bombay, 1935. GROUSSET, R., Bozkır İmparatorluğu, (Attila, Cengiz Han, Timur), Çev: M. R. Uzmen, Ötüken Yay., 55, İstanbul, 2006. HUNTER, W. W., The Indian Musalmans, London, 1871. İBN HURDADBİH, el-Mesalik ve’l-memâlik KAİKAŞENDİ, An Arab Account of indian in the 14’h Century, Trc. O. Spies, Aligarh, 1941. KAFESOĞLU, İ-YILDIZ, H. İ-MERÇİL, E., Müslüman-Türk Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İSAR Yay, İstanbul, 1999. KONUKÇU, E., “Bâbürlüler”, DİA, C. IV, s. 400-404. __________, “Bâbürlüler; Hindistan’daki Temürlüler”, Türkler, C. VIII, Ankara, 2002, s. 744-760. __________, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. IX, Ed. K. Seyithanoğlu, İstanbul, 1989. MUGHUL, M. Y., Kanuni Devri: Osmanlıların Hind Okyanusu Politikası ue Osmanlı-Hind Müslümanları Münâsebetleri: 1517-1538, İstanbul, 1974. NATH, R., The Immortal Tac Mahal, Bombay, 1972. NİZAMİ, K. A., Studies in Medieval India History and Culture, Allahabad, 1966. PARRİNDER, G., World Religions, New York, 1983. PİGGO, S., Prehistoric India, London, 1961. ROSS, E. D., Hindu-Muhammadan Feasts, Calcutta, 1914. Sharaf al-Zamân Tâhir Marvazi on China, the Turks and India (trc. ve nşr. V. Minorsky), London, 1942. SRİVASTANA, M. P., Society and Culture in Medieval Indiana 1’06-1707, Allahabad, 1975. The Cambridge Encyclopedia of India (ed. F. Robinson], Cambridge, 1989. The Handbook of lndia, New Delhi, 1958. The History of Cartography (ed. B Harley-D Wood-ward), Chicago-London, 199’. THOMAS, T. W., Mutual Influence of Muhammadans and Hindus in India, Cambridge, 1892. YÜCEL. B., Bâbür Divânı, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.

128

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF