Sven Hassel - Parisi Yakın.pdf

October 7, 2017 | Author: TC Baris Kosar | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Sven Hassel - Parisi Yakın.pdf...

Description

LIQUIDEZ PARIS PARĐS'Đ YAKIN Sven Hassel Türkçesi: Ali Avni Öneş e yayınları : 184 Savaş Romanlan • 4 Birinci Baskı Aralık 1982 Yayın Hakları (c) Sven Hassel/onk-e yayınlan a.ş 1982 Kapak Ekin Nayır Sağıroğlu Kapak Filmi Ebru Grafik Kapak Baskısı Đbolar Matbaacılık Dizgi - Baskı Doyuran Matbaası Yazarın hazırladığı özgün baskıdan eksiksiz olarak dilimize aktarılmıştır. e yayınları a.ş. Yerebatan Cami Çıkmazı No : 40/1 Telefon: 27 87 20 Posta Kutusu: 12 Đstanbul Sven Hassel, daha önce yayınlarımız arasında çıkan romanlarında (Lanetliler Taburu, Cephe Arkadaşları, Monte Cassino Cehennemi) tanıtıldığı gibi, Đkinci Dünya Savaşından önce Almanya'da işsiz güçsüz kalmış bir Danimarkalıyken, çaresizlik içinde Alman Ordusu'na yazılmış, yönetimin Hitler'in eline geçmesinden sonra firara kalkışmış ve yakalanarak Disiplin Birliği'ne sürülmüştü. Bu birlikte de Lanetliler Taburu diye anılan, savaşın en çetin mücadelelerinin verildiği cephelere yollanıp duran bir «Ceza Taburu»na verildi. Savaş bittiği zaman, bir tank taburu olan bu taburdan hemen hiç kimse sağ kalmamıştı. Sven Hassel ise, altı bin kişilik birlikten hayatta kalan birkaç kişiden biriydi. Ölen arkadaşlarına söz vermişti, savaşın tüm iğrençliğini dünyaya duyurmak için; bu sözünü

tuttu ve birbirinin peşisıra, şu anda sayısı on üçü bulan bir dizi, «belgesel roman» yazdı. Hassel'in dünyada en çok satan savaş romanları arasına giren eserlerinin ana ö-zelliği, yaşanmış; aslı, anlatımından çok daha korkunç olan olaylar üzerine kurulu bulunmasıdır. «Lejyoner», «Küçük Kardeş», «Moruk» gibi takma adlarla Hassel'in her romanında kahramanımızın cephe arkadaşları olarak boy gösteren kişiler gerçektir ve anlatılan olayların arka planında tarihsel belgeler destek sağlamaktadır. «Paris'i Yakın», Hassel'in birliğinin Normandiya çıkarmasından sonra Paris'i savunmak üzere gönderildiği cephelerden öyküler sunuyor; soğukkanlı, objektif anlatım tarzına karşın, savaşın soğuk dehşetini insanın kemiklerinde hissettiren öyküler. .. Buğdayların bu hışırtısı insanların çılgınlık zamanlarındaki savaş alanlarının hasadıdır. 1 Bakışları ufukta gezinen Küçük Kardeş: — Yüzerek Đngiltere'ye varılamaz mı? diye soruyorum kendi kendime, dedi. — Belki, ama bu güç olur, diye karşılık verdi Lejyoner. —• Oysa yapmadılar mı? — Evet, ama yola çıkılan yer burası değil. — Dinle, diye diretti Küçük Kardeş, eğer ben Rommel'in bu lanet bölgesini aşarsam ve dosdoğru yüzersem nereye varırım? Moruk burnunu ovuşturdu: — Belki Dover'e.

— Hayır, diye araya girdi Heide, orası Brighton olur. — Aradaki uzaklık ne olabilir? — Otuz ya da kırk kilometre. —■ Hevesliler var mı? diye sordu Porta. Bu yapılabilir olmalı. — Ben, diye sırıttı Gregor. Öbürleri bizsiz zafer için gebereceklerdir. — Siz de yorgunluktan geberirsiniz, dedi Moruk gülümseyerek. —• Yine de uzak, diye mırıldandı Barcelona, «hayli uzak, hedefi şaşırırsan, Đzlanda'ya varmadan önünde bir parça yol daha kalır. Đzlanda da tutturulamazsa, Grönland'dan başka yer yoktur artık, yeter ki Bering Boğazı'nda bir bankiz üzerine çıkılmasın!» 4 — Bunlar ciddi görünüyorlar, diyerek güldü Moruk. Talimler başladı; hayli açığa doğru yüzmeye koyulduk, öylesine açığa ki bir gün kramp beni felce uğrattı, az daha orada kalacaktım. Yaşamamı Gregor'a borçluyum. Fakat bir akşam herkes onların, gece yarısı bitkin halde geri döndüklerini görünceye dek, serüven için gittiklerine gerçekten inandı. Hepsi ufukta Đngiliz kıyılarım görmüş olduklarını ileri sürdü. Ne yazık ki öykü kulaktan kulağa yayıldı ve kumsal boyunca nöbetçiler bir kat artırıldı. Đyice biliniz ki, her zaman nöbetçiler olmuştu, fakat şimdi gözetledikleri bizlerdik. 8 91. MÜFREZE'DE AMAN VERMEK YOK

Elbombaları bütün duyguları dövüp yok ediyorlar. Blokhavzlar dağılmıştır, yanlarından biri hemen hemen kuma gömülü, öbürü gri bir kesik kol parçası gibi dikiliyor. Elbombaları, öbür bombalardan beter mi beterdir; bombanın düşüşü hesaplanabilir, hem sonra elbombasınm gürültüsü başka bir bombaya kıyasla cehennemdir. Küçük Kardeş halkası tehlikeli bir şekilde sapının dışında olan bir elbombasıyla avucunun içinde oynuyor. Onunla ben müfrezenin en iyi bombacılarıyızdır, o yüz on sekiz metreye fırlatır, ben yüz on metreye; bu kadarım kimse yapamaz. Pek korkunç bir patlama... Blokhavz sallanıyor. Herşey sönüyor. Zifiri karanlık oluyor. Komutan Hinka üniforması parça parça, kesik kolundan kalan kısmı ceketinin kolundaki yırtıktan fırlamış halde önce başını çıkarıveriyor. Hemen hemen iki yıl önce kolunu yitireli beri yarası asla kapanmadı. Bir fare sürüsü sökün ediyor ve ciyaklaya-rak üzerimize üşüşüyor. Đçlerinden biri sarı dişlerini meydana çıkararak Hinka'nın göğsüne takılıp kalıyor; Küçük Kardeş, elinin tersiyle onu sığmağın öbür yanma fırlatıyor, orada kendi cinsleri tarafından parçalanıyor; bunlar ceset yiyiciler ve bir zamandan beri sayıları çoğaldı. 5 Bahriye topçusu bir çılgın gibi beton duvarlar üzerine ateş ediyor; karaya çıkan piyadeler üstümüze atılıyorlar; onları elbombalarıyla tepeliyoruz. Binlerce delinin sırayla kollarım vurduğu kocaman bir davulun üzerindeymişiz gibi geliyor bize ve bu, saatlerdir sürüyor.

Porta bir 421 partisi öneriyor, fakat kimse oyuna dikkat etmiyor. Herkes kulak veriyor... Ne zaman saldıracaklar? Alev püskürtücü kul-lanmasalar bari! Đşimiz bitmiş olur ve aman vermediklerini biliyoruz; el bildirüeri bizi uyardı: «Teslim olunuz, tüm dövüşenler temizlenecektir» Bizim propaganda amma aptalca, sırtımız duvarda, fareler gibi dövüşeceğiz. Moruk miğferine bakarak yavaş yavaş sallanıyor, kendisini gözetlediğimden de habersiz; yanaklarının üzerinden yaşlar aktığını görüyorum; artık dayanamıyor. Ani gökgürlemesi! Sığmağın damı başlarımızın üzerine yıkılıyor ve işte biz direk yerine konan canlı heykellere döndük. Atılıyoruz, büyük çekiç vuruşlarıyla direkler doğrultuyoruz. Bacaklarım ayrık, tek kelime söylemeksizin, Küçük Kardeş ile bir kişi taşıyorum. Bütün kemiklerim çatırdıyor. Porta ile komutan Hinka yere yıkılacaklar... Kiriş bizi eziyor, fakat ne mutlu ki Gregor koşuyor. Tavan yerinde duruyor. Diri diri gömülmedik henüz. Ferahlama ve sıra ile calvados'tan birer fırt çekme... Porta yeşil çuhasını tekrar alıyor. Lejyoner onun üzerine zarları atıyor. Đki paket gira (keyif veren sigara) için oynuyoruz, o sırada ise bir acemi acıdan uluyor. Top üzerine düşmüş ve iki 6 bacağı ezilmiş; sıhhiyeci ona bir morfin iğnesi yapıyor, ama o artık hiç yürüyemeyecek. Korku... Korkmaya başlıyoruz, demek ki çıldırmak uzak değil. Bir hiç için birbirimizi öldürmeye

başlayabiliriz. Meydan yeni bir fare sürüsüne kalabilir. Yeşil çuha tekrar sarılıyor. Bekleyiş... Saatler akıp gidiyor. Đnsan orduda sabrı öğreniyor. Küçük Kardeş üzerinden kamuflaj ceketinin sarktığı koca gövdesinin tümüyle tempo tutarak mızıka çalıyor. Gündüz mü, gece mi? Dışarıda canlı hiçbir şey kalmamış olmalı. Kaim bir duman, güneşe dek bizi gizliyor. Ne kadar zaman geçti? Saatler mi? Haftalar mı? Kimse bunu bilmiyor. Porta miğferini atıyor, anlayamadığımız bir şey söylüyor ve bir kez daha kartları dağıtıyor; fakat bundan da vazgeçmek gerekiyor, renkler bile seçilemiyor, hem kazanmak ya da kaybetmek, neye yarayabilir bunlar? Đnsanın hile yapma arzusu bile olmuyor. Bir obüs ateşi altında önemi olan şey nedir? Bunu uzun zamandır biliyoruz. Bekleyiş. Porta «demir taym»ı açıyor biz de ilgisizlikle yiyişine bakıyoruz; bu kesinlikle yasak olduğu halde, komutanın kendisi bile hiçbir şey söylemiyor. «Demir tayınlarının yalnız komutanın özel bir emriyle açılması gerekir. Porta bir süngüyü kaşık gibi kullanarak tıkınmaya koyuluyor, sonra makineli tüfekleri soğutmakta kullanılan suyu içiyor- Kimse de karşı çıkmıyor. Bir otobüs ateşi altında önemli olan nedir? Fakat çıldırdı mı o? işte tırnaklarını düzeltiyor, sonra sıra tek dişine geliyor, onu tüfekleri temizlemek ti te kullanılan ve içine takma dişini koyduğu bezle siliyor. Tüm bunları gülümseyerek yapıyor. Bir

obüs ateşi bile Porta'nm istifini bozmasına yetmiyor. Bombardıman durgunlaşmışa benziyor. Hemen silâhları kavrıyoruz ve zırhlı plakaları geri itiyoruz. Gregor makineli tüfeği yerleştiriyor. Kuduran cehennemin içinde insanların kalabilmesi ne garip! Rommel tarafından özenle yerleştirilmiş olan kazıklar ve dikenli teller, tümüyle yok olmuş, başka bir evren bu. Hinka umutsuzlukla telefonun kolunu çevirip duruyor «Dayanak noktası 506 bir baraj belirtiyor! diye bağırıyor. Beni duyuyor musunuz?.. Öfkeyle telefonu sarsıyor. Beni duyuyorsunuz, Yüce Tanrım. Burası 509. Baraj..» Fakat artık telefon yok, artık topçu yok. Mevziler, insanlar hepsi yok olmuş, tarihin en korkunç bombardımanı altında buhar olmuş. Đşte onlar... Plaja çıkarma yapıyorlar. Bir direnmeyi aklına getirmeyen haki adamlar kaynaşması. Obüs ateşi herşeyi yakıp yıkmış olmalı. Fakat birdenbire, 12 lik havanlar kesintisiz bir yağmur halinde bombalar püskürtüyorlar... Haki piyade tereddüt ediyor: «Đleri! Đleri!» diye bağırıyor subaylar. Makineli tüfekler yaylım ateşi açmış Porta' nm alev püskürtücüleri altında tutuşuyorlar. Bizde öldürme sırası! Birbirlerinin üzerine yıkılıyorlar; bir asker dikenli tellere asılı kalıyor ve uluyor. Dikenli tellerin içinde ölmek korkunçtur; bir arkadaşı atılıyor, fakat bir makineli tüfek salvosu onu ikiye biçiyor ve gövdesi telin üzerinde ikiye bükülmüş halde sallanıyor, feci. 12 — Đleri! Arkamdan gelin! diye bağırıyor komutan Hinka.

Dar merdivene atılıyoruz, Küçük Kardeş ile Lejyoner başta. Ben, kundağı boynumun çevresinde olarak makineli tüfeği sürüklüyorum; serbest elimle kemerimden çıkarabilmiş olduğum bombaları atıyorum. Tam önümde, bir siluet... Yassı miğfer, bir Đngiliz. Dipçik vuruşu. Bağırmalar, ulumalar, yarın üstünden sallanan gövdeler. Makinelim hâlâ boynumda olarak dikenli teller üzerinden atlıyorum. Haki bir asker kollarını kaldırıyor; miğferini yitirmiş. Midesine bir tekme, tam suratına bir dipçik vuruşu... Yüzler görünüyorlar. Barcelona ile ben aynı anda saldırıyoruz. Boğuş vuruşlar, kanlı ve delik deşik vücutlar üzerinde sendeliyoruz... Geriliyorlar. Önce ağır ağır, gelişi güzel ateş ederek, sonra miğferleri, silâhları, gaz maskelerini atıyorlar ve yaralıların boğulduğu denize doğru koşuşuyorlar. Niçin böyle dövüşüyoruz? Vatan için mi? Führer için mi? Şeref, madalyalar, terfi için mi? Asla. Đçgüdüyle. Değerli bir yaşamı yitirme korkusuyla. Her dakika bir cehennemdir: Đnsan bir an bir arkadaşı bırakır; geri döndüğünde o artık bir kan gölcüğü içinde bir et peltesinden başka bir şey değildir. Umutsuzlukla insan başını çelik bir duvara vurur, bir kuşkuculuk nöbetine tutulur, makineli tüfeğin arkasına atılır, öldürmek için öldürül'. Porta, hemen boğazını düşünüyor ve dolu bir çuval konserve getiriyor. Küçük Kardeş daha çok altın dişlerle ilgileniyor ve savaş divanından söz eden Moruk'un ayıplamalarına karşın 9

cesetlerin ağzını araştırıyor. Bitkin halde, kendimizi sığmağın yumuşak zemini üzerine atıyoruz ve Porta birkaç kutu açmak için acele ediyor. Bu tüfek yağı! Öbür dört kutu: Hep tüfek yağı. Porta bir silâh deposunu yağma etmiş, fakat Lejyoner'in bir fikri var: Dört kutu bir el bombasına bağlanıyor, hepsi fosfor çubuğuna takılıyor. — Olağanüstü! diye sırıtıyor Gregor. Yarın gazeteler yeni bir silâha sahip olduğumuzu duyuracaklardır! Đşte saldırı yeniden başlıyor... Makineli tüfekler ısınarak kıpkırmızı oldular. Barcelona lime lime olmuş çelik eldivenleriyle koca havanı kullanıyor. Atışlar arasında hemen hemen hiç mola yok. Düşman kan içinde bocalıyor ve güneşin altında, beyaz kum, demirli toprak gibi koyu kızıla dönüyor. Uzakta, denizin üzerinde, hâlâ gemiler, bir direkler ormanı var. Amfibik tekneler havaya uçuyorlar ve çelik dalgaları çıtırdatırken suyun içinde gövde parçaları yüzüyor. Ah! Bütün direnci yok etmiş olduklarını sanıyorlardı! Fakat saldırı sürüyor... Hücum dalgaları arkasından hücum dalgaları geliyor. Bütün bir ordu Nor-mandiya kıyısına atılıyor, ama başarısızlığa uğruyor, böyle bir şeye tekrar başlamak için yıllar gerekecek. Susuzluktan bunalarak makineli tüfekleri soğutmakta kullanılan suyu içiyoruz. Pis kokuyor! Ter derimizi yakıyor... Đlgisizlikle, bir askerin beyaz ve mavi bir alev içinde yanmasını seyrediyoruz; bu düşmanın kullandığı ve içinde 14

fosfor olan yeni bir elbombasi; havaya temasla alev alıyor. Düdük çalışı... Đleri! Can çekişmekte olanlar yardım dilenerek, koşan askerlere asılıyorlar. Ve öfkeyle çiğneniyorlar. Karşı saldırı bu. Elbombaları havada uçuyor, patlıyor ve öldürüyor. Đleri! Đleri! Deniz topçusu içgüdüsel olarak dostu ve düşmanı ara vermeksizin döverken adamlar koşuyorlar. Yine gemiler, daima gemiler. Topçular iniyor, piyade kumsala atılıyor, fakat onlar bunu talim sahasında öğrenmişlerdi; çoğunluğu için buradaki ateşten bir vaftizdir. Deneyimsiz bu gençler makineli tüfeklerin önüne koşuyorlar. Biz ağır ağır geri çekiliyoruz... Soluk soluğa Đngilizler üstümüze varıyorlar tam alev püskürtü-cülerimizin önüne ve tebeşirli sarp yokuşun üzerine yıkılıyorlar. Topçu bir yürüyen merdiven gibi onları izliyor; Blokhavz yıkıntı halinde, biz de çatlamış betonun yarıkları arasından içeri kayıyoruz. Kumsal boşaldı. Şimdi elbombalarının egemenliği sürüyor. Vücutlarımızın biçimini alan. onları ıslık çalarak fırlayan çelik kamçıya karşı-koruyan alt üst edilmiş, yarılmış toprağa yüzü koyun yapışıyoruz. Hâlâ diri miyiz? Hayır, kımıldayan, koşan ve öldüren ölüleriz. Daha uzun boylusunu bilmek yararsız. Ah! Parti'nin adamlarının, Nüremberg'in geçit törenindeki o pek parlak savaşçıların, bayrakları rüzgârda dalgalanan borulu, trampetli o karnı tok burjuvaların bizi görmeleri gerekirdi... Biz, kanlı pırtılar içinde yırtıcı hayvanlar, öldürme uzmanlarıyız. Bütün beden çatımı yerinden oynatan bir hıçkırık 11

beni sarsıyor; tüfeğimin dipçiğini ısmyorum, ba giriyorum, anamı, kadm dostumu çağırıyorum, sinirleri gevşediği zaman erkekler daima kadınları çağırırlar. Bu cephe sersemliğidir. Đyi bilinir. Kaçmak! Çekip gitmeliyim! Vızgelir savaş divanı, Torgau ve tüm bokları... Kaçmalı! Kaçmak!.. Bir diz sertçe sırtıma dayanıyor, katı bir el saçlarımı okşuyor. Miğferimi yitirdim. Bir sakal yanağıma sürtünüyor. Koca enayi Küçük Kardeş, bana yatıştırıcı sözler söylüyor. — Derin nefes al, dostum, nefes al, geçer bu. Pek korkunç değil ne de olsa. Bir parça savaş, yani! Henüz nalları dikmedik! Fakat kendime egemen olamıyorum, sinirlerim sarsılıyor. Bununla birlikte uzun zaman dayandım, fakat bu hepimizin başına gelir. Bir gün sıra Porta'da, Küçük Kardeş'te ve hatta bunu daha önce bir ya da iki kez geçirmiş olan Lejyo-ner'de olacak; yine o, en az on dört yıldır savaşıyor. Küçük Kardeş bir tüfek paçavrasıyla yüzümü siliyor ve beni betonun çatlağı içine daha derince itiyor, makineli tüfeğe öfkeli bir tekme vuruyor... Moruğun bize doğru süründüğünü görüyorum. — Đyi değil misin? Derin nefes al ve yarığın içinde kal. Yeni saldırı biraz daha gecikecek. Ve alnımdaki uzun bir bıçak yarasını bir sargı beziyle kapatıyor. Bana bir ölünün miğferini veriyorlar; bu pek yararlı değilse bile hiç olmazsa gözleri koruyor. Hıçkırıklarım sürüyor, fakat sigara etki yapmaya başlıyor: Yalnız değilim-, bir cephe sürüsünün sahip olabileceği en değerli şeylere sahibim: Birkaç gerçek arkadaş. Kendilerini bile düşünmeksizin beni bir ateş ce

16 lıenneminden çekip çıkarırlar, küflenmiş son ekmek parçalarını benimle paylaşırlar. Bu savaşın bağışladığı biricik lütuf tur, yalnız pis kokulu bir obüs çukurunda günler boyunca kalmış olan birinin bildiği ancak bu kutsal dostluktur. Azar azar durgunlaşıyorum. Bu kez geçti, fakat tekrar gelebilir, hem de bu önceden haber vermeden gelir. Moruk bir iskambil oyunu öneriyor. Sırtımız betonda, bana kazandırdıkları bir iskambil partisine başlıyoruz ve birden kahkahayı patlatıyoruz. Nedensiz. Aslında ortada hiçbir şey yok. Daha kötüsü olabilirdi. Bir gün sonra. Düşmanla temas kesildi, kayıplar ise korkunç. Kökünden kazınmamış tek köy yok. Porta doğal olarak yemekten başka bir şey düşünmüyor, farkettirmeksizin bir ineği takınabilir. Uzun, zayıf kemikli, oburca yiyor; doğruluyor, şiddetle geğiriyor, bir bacağını kaldırıyor, seslice bir yelleniyor ve yalnız bizi yerken görmek ona aç olduğunu düşündürüyor. O her zaman aç, kimse de nedenini bilmez. Bu kez, bir konserve talanı ile şansı yaver gitti. Artık tüfek yağı değil, Arjantin et konservesi ele geçirmişti. Gerçek bir şölen!. Küçük Kardeş tarafından toplanan alkol tabletleri üzerinde, çelik miğferler Đçinde yemek pişiriyoruz- Bu çelik miğfer altındaki küçük ateş o denli eğlenceli ki, artık el-bombaları bile duyulmuyor. Đşte komutan Hinka. Kaşığı yalamaya dek giderek onunla aynı miğfer içinden yiyoruz. Porta yahniyi bir süngüyle karıştırıyor ve ufak tuz kesesinden

tuz serpiyor. Küçük Kardeş'e gelince, o bir matara rom buldu, onunla eti ıslatıyoruz. Krallara lâyık. parisi yakın 14/2 Ben makineli tüfeğin yanında nöbetçiyim, fakat kuyu gibi açık kraterlerden çıkıyor gibi görünen sis yakıp yıkılmış görüntüyü bir kefen gibi örtüyor. Đz bırakan mermiler ve roketler kara göğü yol yol çiziyorlar. Arkadaşlarım köpek yavruları gibi tortop olmuş uyuyorlar. Yalnızım, donuyorum, inceden yağmur yağıyor, rüzgâr çıkıyor... Büyük Rus yakasını kaldırarak kaputuma sarmıyorum ve kulaklarımı miğferin kenarları altına sokuyorum, fakat yine de su sırtımın içine akıyor. Şarjöre bakalım. Şerit iyi yürüyor mu? Mermiler istenilen düzende mi? Bir saldırı sırasında sıkışırlarsa hayatımız söz konusu olur. Öte yanda çeliğin şıkırtıları çınlıyor... Birşey mi hazırlıyorlar? Kendimi tutmaya çalışıyorum, fakat başım dönüyor... Oh! Bir sarı yabani hindi ba! Kuşkusuz kilometrelerce genişlikteki çevre içinde var olan tek çiçek! Đşte, bir çiçek bile ken dini kurtarmayı başarıyor. Burası savaştan önce neye benziyordu? Kuşkusuz gepgeniş bir çayır hktı ve benekli inekler vardı. Fakat şimdi hiçbir şey güzel değil, burada oturanlar da hiç geri dö ııecekler mi? Zavallı Fransa! Kuzeyde, topçu gürlüyor. Gök kan kırmızısı renkte tutuşuyor. Orası Ohama kumsalı, Amerikalıların karaya çıktığı ve sert vurduğu yer. Güneye doğru Do bataryaları var, ben de korkunç roketlerin alev alev ışıldayan yolunu gözlerimle izliyorum; düştükleri yerde, artık hiçbir şey sağ kalmıyor.

Porta uyurken konuşuyor, rüyasında yiyecek görüyor elbette; Lejyoner kalkı yor, yıkıntı halindeki sığmağın bir köşesine çekiliyor. Su sesi. Ondan sonra Gregor ile uykulu 15 uykulu homurdanan Küçük Kardeş'in arasına yatıyor tekrar. Gregor horluyor. Ben rüya görüyorum. Bir römorkörün ocağının yanında bulunuyorum ve on beş yaşımdayım. Đşte Kopenhag'ın ıslak caddeleri. Alex'i bunun gibi bir gece sırasında almışlardı. O dört serseri bize birden bire saldırmıştı: Bunlar, römorkörlerin yanında haksız olarak biraz sıcaklık arayan genç işsizleri avlama uzmanlarıydı. Ben heriflerden birinin bacak arasına iyi bir tekme yapıştırdım, sonra da, her ikimiz polisten nefret ettiğimizi söyleyerek neşeli bir halde Havnegarde'a vardık. Fakat ertesi akşam, garın yakınındaki Wivel lokantasının mutfaklarında arkadaşımı boşuna bekledim. Kibirli bir aşçı, çakırkeyif serserilere aşırı bolluk içindeki masaların kalıntılarını dağıtıyordu. Alex gelmedi. Onu bir daha hiç gör medim. Onu bir polis taraması sırasında Đsveçli bir kafasızla (o ne yapmaya geliyordu Kopenhag'a?) enselemişlerdi ve Jutland'da yeniden bir eğitim merkezine göndermişlerdi. Birçok kez kaçtı, sonra da birgün, yakası açık güzel bir beyaz gömlekle, bir gazetede fotosu çıktı. Sarı saçlarının pırıldadığı görülebiliyordu. Dibi boylayan Od in römorköründe boğulduğu gündü, ve sanıyorum, o gün ağladım. Alex ne zamandır dos-tumdu, kısa pantolonla Nyboder okuluna gittiğimizden beri bütün sınıflarda birlikte olmuştuk.

Burada, tehdit edici bir şekilde duran makineliyi okşuyorum; uzun mermiler şeridini elle yokluyorum. Emniyet mandalını itmekten başka bir şey yok; o zaman ölüm kusacaktır. Yalanları ve politik söylevleri ile onların iğrenç demok19 rasisinden nefret edebilmeliyim. Đnsanın ayakları kuruda oldu mu öğütler vermesi kolaydır. Yalnız Kopenhag'da iki yüz yetmiş beş büı işsiz var. Hepsini niçin öldürmemen? Geçen Noel'de, Kopenhag'da, erimiş karın içine dalıp çıkarak ıssız caddeler boyunca yürüyorlardı. Noel ağacı Radhuspladen'in tam ortasında pırıldayan ışıklarını sallıyordu. Đşte orada başka bir aptala rastladım ve ikimiz de o kendinden pek memnun o-lan ağacın üzerine işedik. Aptal bana bir vurguna girişeceğini fısıldadı, ama ben reddettim; insan bir derede olabilir, ama bu çirkefe batması için neden değildir. Tek başıma Vesterbrograd'a indim. Bütün aydınlatılmış pencereler ışık saçıyorlardı. Mutlu Noelleri Mutlu Noeller! Herkes şarkı söylüyordu; «Mutlu Noeller!» diye. Fakat birinden bir parça kaz eti istemeye gidiniz; merdiveni gerisin geriye inmeniz uzun sürmez! Buna karşın, kendi kendileriyle barış içinde olduklarını o denli duyarlar ki. Noel arifesi değil mi? Az sonra, gece yarısı yemeğine gidecekler, yarın da Noel yemeğini tıka basa atıştırmış halde, ters bir tavırda olacaklardır. Fakat yaşasın yine de, herşey yolunda ve bütün pencerelerden ışık seli akıyor. Noel'in ertesi gün, akşam geç vakit, Paul'e rastladım. Đnsanlar acele acele sinemalara gidi-

yorlardı, zira bugün iki yeni film gösteriliyordu. Çoğu savaş filmi, bir başkası ise Al Capone'un ölümü üzerine. Đstenildiğince kanlı ve bu uzun Noel gününü sona erdiren iyi bir film. Paul ile ben Vesterbro pazarının yakınında bir barda iki kişi için bir fincan kahve ile bir ayçöreği önünde 20 masaya oturduk. Komiserliğe o,denli yakındı ki insan burada kendini güvenlik içinde hissedemezdi. — Bir işe ne dersin? dedi bana Paul. Her cuma günü ödeme yapılan bir iş? — Benimle dalga geçme. — Bu işleri asla alaya almam. Almanya'da bir adres bu, orada iş var gibi görünüyor. Kol gücü eksik, biliyorsun ve adam yetiştirmeyi üstleniyorlar. Bir el araçları fabrikası, kötü bir ücret değil. Bir yıl sonunda, küpünü doldurmuş gibi olursun. Đş! Đş! Bu sonu gelmez gevezeliği ben de biliyordum, fakat biraz para sahibi olmak için ne olursa olsun yapardım. En sonunda bizi kahveden dışarı attılar; iki kişi için bir ayçöreğine karşılık bu çok uzun bir konuşmaydı. Servis yapan bize: — Domuz! diye bağırdı. Baştan aşağı pırıldayan bir belediye çavuşu durdu. — Sürüklenip götürülmenizi mi istiyordunuz? Haydi, yürüyün! Baldır kemiğine bir tekme attım ve o acıdan sıçrarken gülerek sıvıştık. "VVivel'in mutfakları önünde kuyruk yaptığım sırada bana uğursuz kararı aldıran herhalde bir başkasına ayrılmış o yiyecek paketi oldu. On beş gün sonra, Paul ile bir

yük treninde gizlice yolculuk ederek Berlin'e varıyorduk. Pek az zaman sonra, Paul, bir yüksek fırından çıkarttığımız bir kül küfesinin altında kalıp öldü, ben de orduya girdim. Uzun yıllardan beri ilk kez uyumak için bir yatağım ve günde üç öğün yemeğim oldu. Yük 18 sek fırına kıyasla askeri hizmet bana bir oyun gibi göründü. Yanmış ellerim iyileşti, kopmuş tırnaklarım tekrar çıktı, Silezya güneşi altmda kazandığım esmerlik beni neredeyse güzelleştir-di; hayatımda ilk kez normal kilomu bulmuştum, çürük dişlerim bana tek meteliğe mal olmaksızın ordu tarafından çekildi; bana güzel bir üniforma ve haftada bir kez temiz çamaşır verdiler. Birden bire, kendimi bir insan olarak hissettim, mutluydum: Bunu adımlarımın sağlamlığı belirtiyordu. Beni seven küçük bir kadın dostum yardı. Yedinci süvari benim yuvam, ilk gerçek yuvam oldu. En sonunda, bir kişi olarak varlığımı sürdürüyordum. Savaş geldi. Kışladan ayrıldık ve herşey dağıldı. Breslav Polonya'nın bozuk yolları uğruna yok oldu. Demokrasi tekrar bizimle alay etmeye başlıyordu ve siz hâlâ ona inanıyorsunuz, ahmaklar! Artık insan değildik biz. Yurüyebildik-çe, dövüşebildikçe, hâlâ yararlıydık, fakat hiçbir kimse bize temiz çamaşır vermiyordu. Kirli ve bitliydik, gri-yeşil üniformalar renksizleşmişler-di. Alayımızın adı sanı yoktu. Yürüyün! Yürüyün! Yağmur altında, güneş altında, kar altında, toz içinde. Bizi kavuran susuzluğu bastırmak için çamurlu çukurlar, paçavralarla tıkanmış patlamış ayakkabılar, bizi göremeyen insanların evinde

izinler. Küçük kadın dost yoktu artık, çok asker vardı, yönetici olanlar sivillerdi. Bize ne kalıyordu? Đşaret olarak paslı bir miğferle yol kenarında yalnız bir mezar; sakatlık ya da tutsak kamplarında yavaş bir ölüm; beşer hayvanı nrn bir domuzdan çok daha az değerde olduğu bu çok acı haller. 22 Bir füzenin körleştirici parıltısı düşümü burada kesti. Kendimi bir duvar parçasının arkası" na attım, öbürleri de içgüdüyle uyandılar, ayakta, çoktan dövüşe hazırdılar. Tarafsız bölgede ne var? Makinelinin güvenlik mandalını çekiyorum; Moruk füzelik tabancasını kavrıyor ve arazi çiğ ışığa boğuluyor. Kulak veriyoruz. Ağır motorlar horulduyorlar... Şurada, burada bir makineli tüfek takırdıyor... — Arabalar! diye fısıldıyor sinirli sinirli Gre-gor Martin. — Geliyorlar, diye mırıldanıyor Porta. Hinka'nm boş ceket kolu havada dalgalanıyor. Tüfekler üzerine elbombası yuvalarını vidalıyoruz. Moruk yeni bir aydınlatma fişeği daha fırlatıyor... Hiç. Đçgüdümüz yanılmaz. Düşmanın varlığını duyuyoruz. Her adam tetikte. Sessizlik. Gözetliyoruz... Zincir şıkırtıları. Geliyorlar... Moruk fişekleri tekrar cebine koyuyor ve arabalara karşı bombaları hazırlıyoruz. Arabalar! Bir araba ordusu! Hava motor gürültüsünden titriyor, zincirler cehennemi gıcırtıları ile kendilerini duyuruyorlar. Đşte oradalar!.. Güzel bir avı lezzetle yemeye hazır bir sürüngen

sürüsünü andırıyorlar. Yarların dorukları üzerinden, yandan görünüyorlar. Hızlı atışlı ağır makineli tüfekler... Uzun bir sırıtma. Onların çapraz ateşlerinin örtüsü altında Pak topunu yerleştirmek için tarafsız bölgeye sürünüyoruz, zırhlı araba avcıları da uzun bir 7,5'luğun çevresinde uğraşıyorlar. Bir havan homurdanması, uzun, keskin bir kırmızı ışık, bir gökgürültüsü... Hızlı elbombası ChurchüTi tam 20 kulesinden vuruyor ve bir saniye önce üstü diken gibi makineli tüfeklerle kaplı çelikten canavar bir alevler zindanı halini alıyor. Yine arabalar! Bir Cromwell elli metre ilerliyor. Küçük Kardeş soba borusunu omuzluyor ve sakince nişan alıyor, izmariti tükürüyor, parmaklarını tetik üzerinde sıkıyor, her zaman yaptığı gibi kötü gözünü kapatıyor ve dilini ısırıyor. Borudan alev çıkıyor!.. Đsabet! Mürettebat yanıyor. Başka birine. Lejyoner roketi ona uzatıyor ve ikisi birlikte çift doldurma yapıyor. Bu kesinlikle yasaktır. Đntihar bu, ama onlara vızgeliyor. Cephenin domuzcukları, kimse istemeksizin silâhları düzeltiyorlar. Aynı senaryo: Küçük Kardeş kötü gözünü kapatıyor, ateş ediyor... Hedefe isabet. Arabalar duruyor, alevler göğe doğru yükseliyor, fakat arkalarından başkaları geliyor. Ne kadar var. yahu? Pak topu ezildi, düşman topçusu kudurmuş, her taşın arkasında ölüm gizleniyor, insan döküntüleri havalara fışkırıyor, patlamaların soluğu insanları havasızlıktan boğuyor... Yere yapışıyorum, toprağı tırnaklarımla kazıyorum... Harika pis toprak, tek dostumuz! Ona neden Toprak Ana denildiğini

şimdi anlıyorum. Sinirlerimizin her teli dehşetten göğe doğru ses veriyor. Birkaç metre ilerde, bir Đngiliz piyadesi benim yaptığım gibi yere yapışıyor. Öldür onu! Beynimden geçen şimşek gibi hızlı düşünce bu. Đkimiz de yirmi yaşımızı aştık mı? Yaşamayı denedik mi? Hayır. Tek birşey biliyoruz: Öldürülmemek için öldür! Elimde bir bomba var, savaşın sert kuralını 21 biliyorum, miğferli tipin benimle aynı düşüncede olduğunu biliyorum: Postunu kurtarmak için. önce atmak... Halkayı dişlerimle koparıyor um. Sayıyorum: Yirmi bir, yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört... bomba ıslık çalıyor. O da aynı anda kendininkini atıyor. Aynı saniyede iki patlama, Đkimiz de aynı deneye sahibiz ve patlama yerinden hayli uzağa yuvarlanıyoruz. O zaman makineliye atılıyorum ve bütün şeridi ona boşaltıyorum Yeni bir elbombası uçuyor ve bir şimşek miğferime çarpıyor, sanki başım çatlıyor ve beni bir tür öfke kaplıyor. Hayır! Fransa'nın çamurlu bir çayırında ölmek istemiyorum. Đngiliz'e ölüm! Ona dipçik vuruşları indiriyorum, o da umutsuzca tekmelerle beni sersemletiyor. Küreğimle vuruyorum, miğferi ters yüz oluyor, ağzından ince bir kan sızıntısı akıyor, alnının ortasında iyice açılmış bir yara var. Bitkin halde düşüyorum. O can çekişiyor. Öfkem dehşete dönüştü. Niçin ölmüyor? Bacağım kanıyor, bir yandan can çekişenlere bakarak yapabildiğim kadar yaramı sarıyorum. Hâlâ beni tepeleme gücüne sahip mi? Bana bakıyor, sıkıntılı bir hırlamayla soluk alıp veriyor. Arkadaşları beni

burada bulurlarsa, işim biter; bununla birlikte, biz dövüştük, herşey düzenli. Kan ve köpük ağzını kirletiyor; ona mataramı atıyorum. — Drink, it is for you(*). Niçin içmiyor? Bir bıçak yeme tehlikesini göze alarak onu dişlerinin arasına koymamı mı bekliyor? Kımıldıyor. Elbombalarmı düşünmeksizin (*) Đç, sana veriyorum. 25 deliğimden çıkıyorum ve makinelinin arkasına atılıyorum, fakat Đngiliz hareket yapmıyor. Yanan Churchil'in altında, Küçük Lejyoner, yatmış, L.M.G.'si ile kısa yaylım ateşleri açıyor, Küçük Kardeş ise alevler içindeki bir Cromwell'in köşesine dayanmış, yanan çeliğin kabaca aydınlattığı bir Şeytan'm ta kendisine benziyor. Düşman saldırısı kırılmıştı, bu an için; güneş yavaş yavaş ısıtıyor. Porta gürültülü bir şekilde ellinci et konservesini yiyor, Barcelona bir cin şişesini dolaştırıyor, Moruk kağıtları karıyor ve arkamızda Formigny yanıyor. Wellington ağır bombardıman uçakları Caen'in üstünde görüldü yor ve yangm dumanları gökte çok yükseğe çıkıyorlar. Yer ayaklarımızın altında titriyor. Terkedilmiş bir cipte, Porta eski bir taşınabilir gramofonla plaklar buldu. Çok canlı bir müzik çınlarken akşamın geç saatinde silâhsız gibi görünen bir grup asker çıkageldi. Bir kızıl-haç bayrağı sallıyorlardı ve miğferlerinde aynı kızılhaç vardı. Moruk, çoktan ateş etmeye hazır olan Küçük Kardeşin üzerine atıldı.

■— Kendi yaralılarını topladıklarını ve bizimkileri bıraktıklarını görmüyor musun! diye bağırdı öfkeli dev. —- îlk ateş edeni tepelerim. Anlaşıldı mı? Bırakın silâhlarınızı, diye homurdandı Moruk. Porta Moruk'a doğru tükürerek sırıttı: — Sen Selâmet Ordusu'na yazıl. Orada general olursun! Hemen hemen bütün sedyeciler bayrakları ve yaratıl arıyla çoktan kaybolmuşlardı, fakat birden bire, bir humbaracılar teğmeni bir çığlık attı ve siperin çamuru içine düştü. Bir direnişçi (savaşanların nefret ettiği şu katiller) iki gözünün arasından onu vurmuştu. Göz açıp kapayın caya kadar, üç makineli takırdıyor. Sonda kalan sedyeciler yere yıkılıyorlar. Öfkeden çıldırmış olan Küçük Kardeş bağırıyor: — Başladılar. Hemen onları öldürmemiz gerekirdi. ' Uzun ve vahşi bir savaş çığlığı: «Tanrı büyük tür! Đleri! Đleri!» Ve Lejyoner, Rusya'nın donmuş steplerinde ya da Monte Cassino'nun yamaçlarında sık sık yaptığı gibi bizimle atılıyor. Kin dolu olarak öldürüyoruz, öldürüyoruz! Sedyeciler, kurtulmuş olan yaralılar, herkes öldürülüyor, delik deşik ediliyor! Düşmanın sığmağı yok, bunlar iğreti mevzilerden ibaret. Herşey yakılıp yıkılıyor. Fakat saldırının arkasından karşı saldırı geliyor. Yine ölüler, heryerde ölüler. 91. Müfreze'de düşmana asla aman vermek yok. 27 23

2 Porta Londra'dan B.B.C.'yi yakalamaya çalışarak radyoyu kurcalayıp dururken yayın bozan parazitler duyuluyordu. — Kafadan sakat olup olmadığının farkmdasm-dır herhalde, dedi Helde. Zaten bu lâf salatalarını niçin dinlediğinizi kesinlikle anlamıyorum. Đngilizler Adolf'un adamları kadar yalan söylüyorlar. Dehşet saçmayı hedef almış boğuk, ve tehdit edici gong sesleri: «Đci Londres, ici Londres. B.B.C. pour la France.» Fransız direnişinin bütün kulaklarıyla dinlediğini bilmiyoruz, aynı şekilde XV'inci ordunun Genel Karargâhında nöbetçi radyo subayı Oberleulnant Meyer'in de... «Bütün dikkatinizi vermenizi istiyoruz. Đşte kişisel mesajlar: 'Les sanglots longs de violon de l'automne...'» Verlaine'in «Sonbahar Şarkısı»mn ilk dizeleri bu, haftalardan beri beklenen mesaj. Đvedilikle Fransa'daki askeri valiye, Hollanda'daki ve Bel-çika'daki başkomutanlara haber veriliyor. Boşuna! Bir sonbahar şiiri ciddiye alınabilir mi? Gülünç bu. «Budalalar!» diye bağırıyor Hitler. XV'inci ordunun kurmayı, esrarlı mesajları kararsız dinliyor. «Burası Londra, burası Londra. Kişisel mesajlar sürdürüyoruz: Çiçekler koyu bir kırmızılıkta-lar. Tekrarlıyorum.- Çiçekler koyu bir kırmızılıkta-lar.» 24 Bu Normandiya'daki ağalara işarettir. «Devam ediyorum: Hélène Joe ile evleniyor. Hélène Joe ile evleniyor.»

Bütün Caen bölgesi için işaret. Anında köprüler uçuruluyor, yollar da öyle; telefon hatları baltalanıyor. XV'inci orduda ciddi birşeyin söz konusu olduğundan bir saniye şüphe edilmiyor. General von Salmuth: — Bir zerre anlıyor musunuz, Meyer? diye soruyor. Üç günden beri Londra radyosu susmuştu, ama işte spikerin çenesi durmaz oldu. «Mesajlarımızı sürdürüyoruz: Zarlar atıldı. Tekrarlıyorum: Zarlar atıld>.» Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Alman nöbetçileri bıçaklanıyorlar; cesetler iz bırakmaksızın bataklıklarda ve çukurlarda gözden yitiyorlar. «Jean Rita'yı düşünüyor». Tekrarlıyorum: «Jean Rita'yı düşünüyor.» Spiker her sözcük arasında bir duraklama ile ağır ağır konuşuyor. — Şu ahmağı duyuyor musunuz? diye homurdanıyor Porta keyifle. Jean Rita'yı düşünüyor. Bir orospu daha, bu mikrofon komiği. Jean Rita'yı düşünüyor. Bu ikisini tanıyor musunuz? Her zaman herşeyi bilen Heide açıklıyor: — Bu bir koddur. Ben de radyoda çalıştım. Bu bitmez tükenmez gevezelikler yayınlanıyordu. «Pazar günü çocuklar sabırsızlanıyorlar.» Tekrar ediyorum: «Pazar günü çocuklar sabırsızlanıyorlar.» Bu Normandiya'da paraşütçüleri bekleyen, Direnişin adamları içindir. «Burası Londra. Bir saat sonra başka mesajlar göndereceğiz.» 29 SON SAAT,

Ölüleri gömmeden önce bir yük örtüsüne sarıyoruz ve her cesedin yanma, içinde adamın kişisel kâğıtları bulunan boş bir bira kutucuğu yerleştiriyoruz. Er ya da geç, büyük granit anıtlarla süslenmiş şehitliklere gereksinme olacak ve bu kahramanlar adına küçük plakalar taşıyan uzun haç dizileri sıralanacaktır. Bir çukurdan ya da bir patates tarlasından çıkarılanın kim olduğunu bilmek daha iyi değil midir? Bu kutucuklar onun için. Şehitlikler gereklidir. Yarın yeni askere alınanlara ne gösterilecek? Bakınız, Đşte kahramanlarımız. Bu haçın altında piyade eri Paul Schultze dinleniyor, bir elbombasmm bacaklarını kopardığı, fakat ileri karakolu tehdit eden düşmana karşı savaşmayı sürdüren bir yiğit. Piyade eri Schultze alayı kurtardı, sonra da dudaklarında ulusal marş olduğu halde komutanının kollarında öldü. Her haçın üzerine kazılan adın doğru olması gerekir, bu olmayınca, bozgun unutulacağı zaman elimizin altında hangi kahramanca eylemler bulunacak? Bununla birlikte ünlü kutucuk-tan yoksun ölüler de var, zira sahip olduğumuz şişelerden çok fazla adam can verdi. Gelgelelim içilip içilmediğini tanrı bilir. Đkindi vakti göm 26 melerden sonra yarım saatlik bir dinlenme arkasından mayın temizleme işi. Bu en çok nefret ettiğimiz işlerden; çünkü yaşam bir mayın arayıcısı için fecî kısadır! Teknik ilerleme yüzünden. En ufak maden parçasının yaklaşmasıyla patlayan manyetik mayınlar icat edildi. Biz de yerlerine tahta parçaları diktiğimiz

düğmelerimize dek maden olan her-şeyi bıraktık. Kauçuk çizmeler Olmadığından, ayakkabıları bez parçalarıyla sarmakla yetin mek gerekiyor, fakat bizim grubun şansı vardı. Porta kendine sarı kauçuktan bir çift Amerikan çizmesi uydurdu: Sanki saf altmmış gibi gözettiğimiz paha biçilmez bir hazine; altından da çok üstün, bizim sağ kalmamız. Durmadan çınlayan dedektöre güvenmek olanaksız. En ufak bir maden parçası için çınladığından bizi rahatsız ediyor ve dikkatimizi dağıtıyor. Đşlerin en kötüsü. Mayınlar üzerinde çalışırken üç nokta çok önemlidir: Sakınma, kuşku ve özen. En beklemediğiniz yerde, tuzak sizi gözetlemektedir. Bu işi başlatan RommeFdir ve şeytanca bir şeydir bu. Bir kapı açıyorsunuz, tam yüzünüzde patlıyor! Bir kırlangıç ailesi gibi bir dizi mandalla bir çamaşır ipi. Pek masum! Đp yolunuzu engelliyor, onu koparıyorsunuz ve toprak bir volkan patlamasıyla açılıyor. Kötü kapatılmış bir fırın kapağı, bu düzen seven insanları kızdırıyor. Onu itiyorsunuz ve herkes yok oluyor. Yola aykırı konmuş bir elarabası döküntüsü ki onu yana atıyorsunuz. Bu yaşamınızın son hareketi oluyor. Eğri asılmış bir tablo yarım tonluk bir patlayıcı maddenin ateşleyicisidir. Görünmeyen bir telin üzerinde yürüyorsunuz, elli metre iler 31 deki bir ağacın içinden on bomba fırlıyor, bütün bir bölüğü toz ediyor. Đkiz mayınlar da var: Zincirleme patlayan P2 mayınları. Başkalarının bir tüfek atışıyla patlatılması gerekir; sonra da parça parça sökülmeleri gerekenler var; ateşleyicileri en

ince camdan yapılmadır •• • Mayın temizleme işi adamı deli eder. Toprak ağır ağır, güven duyuldukça kazıya kazıya ilerlenir... Her on dakikada bir baştaki adam aygıtı ileriye, geriye sallar, toprağın içine uçma tehlikesinde olur. Öbürleri makul bir u zaklıkta birincinin izinden dikkatle yürürler ve işin en iyi gittiği anda baştaki adam, ani parlayan bir şimşek içinde bir uluma ile duman olup uçar. Dedektör ıslık çalar... Durulur. Baştaki adam aygıtı ileriye, geriye sallar, toprağın içine gizlenmiş olan şeyin yerini belirler, zemin üzerine, yatar, bir yılan sakınırlığıyla araştırır. Bir maden parçasından, bir elbombası döküntüsünden başka birşey yoktur. Her zaman aynı şey. Hiç mi hiç mayın olmadığı inancıyla sonunda öfkeden kudurursunuz, bilgi vermiş olan tutsak bir yalancıdır. O zaman bütün haberalma subaylarının yedi sülalesine sövülüp daha çabuk ilerlenir. Dehşet verici patlama. Baştaki adam havaya uçmuştur, demek ki tutsak yalan söylememiştir, haberalma servisleri haklıdırlar. Yaman tipler! Zırhlı arabalar için yapılmış bir T mayını vardır; böyle bir mayın patladığı zaman çocuklardan hiçbir şey kalmaz. Bir S mayını ise yalnız iki bacağınızı bırakırsınız; bu daha az kötüdür, zira iyi takma bacaklar yapılır ve aptal değilseniz, astsubay okuluna girersiniz. Takma bacaklı 32 birçok astsubay yeni alman erleri yetiştirirler. Otuz altı yıl için görev alırsınız ve biraz şansla on beş ya da on sekiz yılda genelkurmayın baş çavuşu olursunuz. Sonra altmış beş yaşında iyi bir aylıkla

emekliye ayrılırsınız. Demek ki bir mayın, var olan en kötü şey değildir ve bu cephenin bir domuzcuğunu korkutmaz. Savaş bitmiştir. Hepsinin karşılığının ödendiği acı deneyle bilinir, en ön cepheden kurtulmak için iki bacağını seve seve verecek olanlar vardır. Bir kol hiçbir şey demek değildir. Komutan Hinka, sol kolu olmaksızın üç yıldır cephede bulunuyor. Bacak kaybetmek daha iyidir; fakat ikisinden de olmak gerek. Zırhlı arabalarda birçok tek bacaklı vardır. Bu anda baştaki adam benim. Otlar kuşku uyandırıyor... Onları elle yokluyorum, yerlerinde tutunmuyorlar: Elimi içeri sokuyorum, madene değiyorum. Arkamda yürüyen Porta ile Lej-yoner duruyor. Birden sessizleşen soldakiler, ba-kışlarnı benden ayırmıyor. Bir dakika sonra toz olabilirim. Yatıyorum, kulağımı yere dayıyorum... Bir tik-tak işitiliyor mu? Manyetik bir mayın mı, saatli bir mayın mı? Tüm gövdemi ter kaplıyor, buna rağmen titriyorum. O susuyor, ama ölü değil... Şeytan gibi sinsi. Buna kıyasla bir kobra insana daha yakın bir nesnedir. Parmak uçlarımın görünmez antenleri var. Yuvarlak, ince kadehçiği farkediyorum, o pek ince cam boruyu. Bu normal bir T mayını. Eski dost, sana kötülük yapmak istemiyorum, nazik ol, kızma. Dikkat Sven! Kabalık yok. Dişi şeytan pek nazik! Öğrenmiş olduğun şeyi hatırla. Hiç umutsuzluk yok. Hele bakalım... Kadehçiğin altına iki parisi yakın 33/29 parmak sok, sola iki dönüş,.. Yavaşça, yavaşça.., Cam boruyu kırarsan işin biter. Tel olmadığını,

başka mayınlara bağlayan teller olmadığını umalım zira mayın koyanların hayal gücü vardır. Đki dönüş, oldu... Đki milimetre yukarıda sağa üç dönüş... Kımıldamıyor. Ne demek oluyor bu? Yeni bir model mi? Kaçma arzusundayım. O zaman savaş divanı, düşman karşısında korkaklık, ölüme mahkûm edilme, fakat divan kurulmaya vakit bulmadan önce belki savaş bitmiş olur? Tübü sökmeksizin onu kaldırmayı denemeli miyim? Bu tehlikelidir, korkunç şey toprağa yapışmış duruyor. Tek bir yanlış harekette, tüp kırılır, asit yayılır, artık Sven yok! Kuşkulu bir halde kokluyorum... Sıcak mı? Bataryalı bir mayın mı? Kadehçiği tutarak sol elimin altından sağ elimi kaydırıyorum ve dişlerimle otları koparı yorum. Bu anlarda insan ayaklarını kullanabilen maymunlara imreniyor. Mayın temizlemek için onları niçin eğitmiyoruz? Ne kurnazdırlar. Kimsenin bunu henüz düşünmemiş olması garip. Ordu güvercinler, köpekler, domuzlar, atlar kullanır; domuzları Polonya'da kullanıyorduk: Onların mayın tarlalarına salıyorduk ve hepsi havaya uçuyordu, fakat bunu çok sürdüre-medik, çünkü domuzlar değerlidir, köpekler de öyle. Şimdi en az değerli malzeme; Porta'nın dediği gibi, butu ucuz olan insanları yeğliyorlar. Yavaş yavaş, yavaş yavaş onu kendime doğru çekiyorum... Tanrım ne ağır!. Hiç kuvveti olmayan sol elimi kullanmak çok aptalca! Đşte! Yüksüğü ile, tehdit edici şekilde, bana bakıyor: Bu yüksük onun gözü, kulağı, beynidir. Ona bir tekme vurmaya, Şeytan'm yanma göndermeye bir 30

cüret etsem! Fakat ona küfür savurmaya bile cesaret edemiyorum, onunla hafif hafif konuşuyorum... Yüksüğü kopardığım zaman onu öyle bir tartaklayacağım ki, artık hiçbir zaman bir mayına benzemeyecek! Öbürlerini çağırıyorum. Porta ile Lejyoner yaklaşıyor. Porta hiçbir şey öğrenmemiş olduğu halde bir mekanik dehasıdır, fakat bunu en iyi ve en kötü amaçlar için kullanmayı sever. — Aptal! Ters yöne çevirmişsin. Bunun bir Fransız vidası olduğunu görmedin mi? Yüksüğü elle yokluyor! «Bir Đsveç anahtarı getir!» diye bağırıyor Küçük Kardeş'e. Anahtar çarçabuk geliyor. Korkunç şeyi derinliğine inceliyor. — Al, yüksüğü kapa, olmayınca biz Aziz Pierre'in önüne çıktığımız zaman kıçın mayın dolmuş olur. Lejyoner, sinirli, ıslık çalıyor ve ellerini pantolonunun gerisinde kuruluyor. — Tutuyorum! Anahtarı kavrıyor: — Siz ötekiler, kulaklarınızı sakının! Dostumuzun bir parça yollaması olanağı vardır. Alçak bir sesle şarkı söylüyor. Ne olacağız, sevgilim, biz ikimiz? Üzgün ya da mutlu mu olacağız biz? Başarı kazanmış halde, bana cam tüpü gösteriyor ve onu parmaklarının arasında kırıyor, sonra tüm gülümseyerek, mayın kolunun altında öbürlerine doğru geri gidiyor. Porta kaburgalarını tutuyor. — Bayımız salcın korkmuş olmasın? Gregor mayına bir tekme atarak bağırıyor: — Göt! Alçak! Domuz!.

— Yeter bu kahpelikler, diye homurdanıyor Moruk. Şimdiye değin on kişi öldü. — Ya sonra? diye sırıtıyor Porta. Kara kravat takmak gerekir. Başa geçme sırası onda: — Ayak prezervatiflerini getir! Ben de kauçuk Amerikan çizmelerini ona veriyorum. Ancak bir kaç adım atmıştı ki eğiliyor ve bize işaret ediyor. Lejyoner ile ben bakışıyoruz. Đkimizden hangisi? Porta telli bir mayın bulmuş, onu sökmek için iki kişi olmak gerek. Lejyoner omuzlarını kaldırıp ilerliyor; herşey iyi giderse gelecek sefere sıra benim olacak. O ve Porta teli izleyerek sürünüyorlar. Eskiden bu uğursuz tel kesilebilirdi, şimdi onu ince bir bakır telle takviye etmeyi icat ettiler. Ona madeni bir nesneyle dokunursanız, akım geçer ve herşeye veda edersiniz. Bu mayın bir ağaca asılmış ve 10,5'luk üç el bombasına bağlanmış. Gerçek bir tuzak! Bu bakır tel dalgasını keşfetmede*! önce çok kişi yitirdik. Mayına kullanma talimatını eklemeyi unutmuşlardı! — Gelsene, aptal, diye bağırdı Porta. Kendini bir salonda mı sanıyorsun? El araçlarını getirmem ve ateşleyiciyi sökmem gerek. Çok kişi bunu yaparken havaya uçmuş olmakla birlikte, bu kolay gibi görünüyor. Asla bilinmez. Yepyeni birşey icat etmiş olabilirler. Ağaca tırmanan Porta, iblisin dört telini okşuyor. Önce T mayını indiriliyor. Patlama kapsülü bir sigara paketinden büyük değil, fakat size yemin ederim ki yeter bu. Bombaların birinin

36 üzerine bir şakacı şunu yazmış: «Go to hell damned Kauts» (Cehenneme gidin, lanet Almanlar) Đmza: Đsaac. Đyi anlaşılıyor. Hiçbir Đsaac'm bizi sevmesi için nedeni yok! Biraz dinlenme. Oturuyoruz, bir sigara içiyoruz; bu sıkı sıkıya yasaktır, ama önemi yok. Herkesin buna çok ihtiyacı var. Porta sadist bir tavırla gülümseyerek: — Adolf'un bu işi yapmak için burada olmasını isterdim, diyor. Ancak bir yarım saatçik sürerdi. Bu aptalca şaka beni neşelendiriyor. Fakat işte yeni bölük komutanımız Brandt'ın yönetimi altında öbürleri yanımıza geliyorlar. Brandt başlangıçtan beri bizdendir. Bizden ancak çeşitli okullarda kısa yetişme dönemleri için ayrılmıştır. Biz eskiler onu bir arkadaş gibi kabul ediyoruz, senli benli konuşuyoruz ve küçük adı ile çağırıyoruz. Soyadı Claus. Şeritsiz, nişansız gerçek bir cephe subayı: yalnız gümüş zırhlı rengi uçmuş kasketi rütbesini belirtiyor. — Keşke bitmiş olsaydı, diye homurdanıyor Claus. Deli edecek bu oyun bizi. — Evimize döndüğümüz zaman oynanmayacak bir oyun, diyor Porta. Porta daima «döndüğümüz zaman» diyor ve asla dönersek demiyor-, cephe askerinde pek garip bir ruh halidir bu: Sırasının geleceğine asla inanmaz. Pek sık olarak, saldırıya geçmeden önce ortak çukur kazıyor, kuru otla döşüyor, ağaçtan haçlar haznlı-yorduk, fakat hiçbir zaman kendimizin oraya yatmış olacağmı düşünmedik. Havan mermisinin keskin ıslığı

duyuluyor, yere inişinin boğuk gürültüsü geliyor... Geri dönüyoruz: En yakın ar 34 kadaş yok olmuş. Horuldayarak, uzuıı yassı topundan alevler kusarak bir düşman arabası çıkıveriyor. Kulak zarlarımızı patlatacak bir infilak! Müfrezenin yarısı uçup gitmiştir. Günlük deneyimlerden, ama asla kurbanı olacağımızı düşünmüyoruz. Kolumuzu ölüme verirken bile yaşama inancımız sürer. Bir Amerikan arabasında üç ananas kutusu bulmuş olan Porta tıkmıyor. — Ben, çocuklar, Bornholmstrasse'ye döndüğüm zaman, tonlarca ananas satın alacağım. Buna bayılıyorum ve durmadan atıştırmak niyetindeyim. Đşte savaş sonrasının düşünü görmeye koyuluyoruz. Savaştan sonra geçecek olanlardan çok söz ediyoruz; fakat aramızda ne istediğini bilen yalnız bir kişi var: Astsubay Julius Heide. Subay olmak için hizmetini uzatmaya kararlı ve her gün askerî sefer elkitabındarı on sayfa öğreniyor; bulunduğu yerde, inatla, ezbere olarak! Ona takılıyoruz, ama onu anlıyoruz. Sivil yaşama dönemeyecek kadar uzun zamandır askerlik yapıyoruz, fakat kimse bunu açığa vurmaya cesaret etmiyor. Moruk yalnız çiftçilerin normal bir yaşayışa dönebileceklerini düşünüyor, belki ele haksız değil. Kentliler bizden o denli farklılar ki... Çiçek açmış bir elma ağacı onları sevince boğuyor; çoğu bir ilkbahar ağacı yüzünden askerlikten kaçtı. Bir gün, bir sabah yoklaması sırasında bize bir bildirge okuyorlar; Bekçi köpekleri bir kaçağı enselemişler ye savaş divanı çiçekli bir elma

ağacından hiçbir şey anlamıyor. Gri bir sabah vakti, cezaevinin avlusunda on iki tüfek gürledi. 38 Đşte on saattir, kimsenin bir fikir sahibi olamadığı sinirli bir gerilim içinde mayın temizleme işindeyiz. Bir an soluk almaksızın ölümün kollarında on saat. Hemen hemen bitti; arabalara ve humbaracılara geçme olanağı verecek beyaz bantları koyma işini sona erdirdik. Bir kazık çakmak üzereyim, fakat birden birşey dikkatimi çekiyor. Gözlerimi kaldırıyorum. Arkadaşlarım donup kalmışlar... Bütün bakışlar, biraz uzakta, bacakları açılmış, kolları gövdesi boyunca sarkarak ayakta duran teğmen Brandt üzerine çevriliyor... Tüylerim diken diken oluyor! Claus bir mayının üzerinde ayakta! En ufak harekette patlayacak. Son saatinin çaldığını biliyor. Mayının telli olduğu belirgin bir şekilde görülüyor. En yakın olanlar adım adım geriliyorlar. Mayın bir başkasına bağlı olmalı. Tek bir kişi atılmak istiyor; Küçük Kardeş'i zorla tutuyoruz; Bar celona da bir çılgınlık nöbetine kapılmış ve Claus'a doğru sürünmeye başlıyor. Onu bayıltmak gerek. Bir ölü yeter. — Diz çök ve onu atlatmayı elene! diye bağırıyor Porta. — Nasıl? — Sıçrayarak, bu tek şansındır. Teğmenin benzi soluk mu soluk. Şimdiden bir morfin ampulü ve pansıman hazırlıyoruz; bundan sağ çıkarsa çok pansıman gerekecek. Fakat Lejyoner rovelverini kavrıyor; sonuç olarak, Claus uzun zaman acı çekmeyecek. Đsterseniz bir

cinayet deyiniz buna. Altı yıldır ondan ayrılmadık. Altı yıl! Bu, yaşama süresinin ortalama doksan gün olduğu bir zırhlı alayındaki bir asker için çok uzun... Sonra da bir mayınla gitmek 36 ne kadar aptalca bir şey. Hem telli bir mayınla! Bir çocuk bile onu meydana çıkarabilirdi, ama işte, her zaman böyledir: Bu pis şeyler üzerinde sinirleri yıprata yıprata, insan bir saniye dik katsizlik gösterdi mi, mayınları yoklarken en büyük tehlikeyle yüzyüze geliniveriyor. Ne zamandır buradayız? Saniyelerden, dakikalardan, saatlerden, yıllardan beri mi? Zaman durmuş. Emin bir avı, büyük sabırla bekleyen ölümü bekliyoruz. Teğmen bir kolunu kaldırıyor ve selâm veriyor, sonra yavaşça, pek yavaşça, dizlerini büküyor, atlamaya hazırlanıyor... Şansınıdenemeye, mayını atlatmaya çalışmaya karar verdi. Korkunç şangırtıyı duymamak için ellerimi kulaklarımın üzerine bastırıyorum. Claus, karar verme gücüne sahip olmaksızın, çömelmiş duruyor. Mayının üzerinde ayaktayken yaşadığını hissediyordu, fakat atlarsa... Binde bir şans! Đpnotize olmuş halde ona bakıyoruz. Avuçlarını yere koyuyor, sonra doğruluyor. — Bana ceketlerinizi atın! On ceket ona doğru uçuyor, fakat yalnız üçü yanına varıyor. Küçük Kardeş tekrar atılmak istiyor, ama Porta bir kürek sapı vuruşuyla onu yere yıkıyor. Bir ölü yeter! Fakat Claus bunu farkediyor. — Teşekkür Küçük Kardeş! diye bağırıyor teğmen.

— Haydutlar, serseriler, alçaklar! diye uluyor kendine gelen Küçük Kardeş. Onu tutmak için dört adam gerek; Lejyoner rovelverini devin alnına dayıyor, o da elini öyle kıyıcılıkla ısırıyor ki, kumların adamı acıdan ba 40 giriyor. Teğmenin ceketleri bedenine sardığını görüyoruz; eğer parçalar karnını sıyırırlarsa, bitmiş olur. Sonra yine selâmlıyor... Karar vermek üzere. Fısıldıyorum: — Sıçra! Birden, uzakta çanlar çalıyor, Fransa'nın kurtuluşunu kutlayan sevinçli çanlar Rüzgâr neşeli çan seslerini bize getiriyor. Herşey unutuldu: Yıkıntılar, karaya çıkartma cehennemi; caddelerde Amerikan askerleri Fransız kızlarıyla dans ediyorlar «Yaşasın Fransa! Yaşasın Amerika! Almanlara ölüm. Ölüm!» Teğmen Brandt sıçrıyor. Körleştirici bir alev, sağır edici bir gürültü... Atılıyoruz! Đki bacağı kopmuş, biri yakınında yatıyor, öbürü kaybolmuş ve tüm bedeni ağır bir şekilde yanmış, fakat Claus kendini kaybetmemiş. Çırpman vücuduna bir iğne batırıyoruz; Porta ile ben butlarına bir boğma ipi koyuyoruz. Üniforması lime lime, bir koku yükseliyor, kavrulmuş et ve kumaş kokusu karışımı... Claus bağırıyor, acılar başlıyor artık. Biz, bunu da biliriz. Küçük Kardeş sıhhiyeciyi sarsarak: — Morfin! diye gürlüyor. Acaba onu nerde kullanıyorsun, kahpe herif? — Artık yok!

— O halde karaborsa yapıyorsun! diye bağıran dev talihsiz adamın üzerine atılıyor, o da, kendini kudurmuşcasına savunuyor. Fakat öteki onu yere deviriyor, üstünü arıyor, Kızılhaç sandığını dağıtıyor, iğneleri, şırıngaları çiğniyor. Kudurmuşcasma deli, tehlikeli, 38 kimse yaklaşmaya cesaret edemiyor. Morfin yok! O zaman rovelverini avucunda sıkıyor, tartıyor ve birden yere atıyor. Sıhhiyeci kan vermeyi öneriyor. Yirmi kol uzanıyor, fakat kan gruplarını kontrol etmek gerek, Küçük Kardeş ise, kam reddedilince yeniden çılgına dönüyor. Đstenilen grupta olmadığını ona anlatmak imkânsız. — Bok herifler! Kan kandır! Bende yüz litre var, hepinizin en güçlüsü benim! Yavaş yavaş teğmen kuvvetten düşüyor. Küçük Kardeş umutsuzlukla inliyor: — Yine de ölmeyecektir! Savaşın sonu geldi. Al, Claus, bir sigara, yardım eder bu! Ve mavileşen dudaklarının arasına bir sigara sıkıştırıyor. Her yerde çanlar çanlara karşılık veriyorlar. Normandiya'nm kurtuluşu için çalıyorlar, cesedini omuzlarımızda taşıdığımız teğmenin ölümü için çalıyorlar. Üzüntüden dilsizleşen Küçük Kardeş önde yürüyor ve onun arkasında Porta ağız mızıkasında «Yaban Kuğularının Yolculuğu» nu, Claus'un çok sevdiği havayı çalıyor. Böylece kimseye bakmaksızın, başımız, dik, arkadaşımızın, ölü teğmenimizin cesedini omuz

larımızm üzerinde taşıyarak Turqueville'i geçiyoruz. 42 3 Doğu'nuıı 439'uncu taburundan Rus teğmeni Koranin, bir gün Tatarlar bölüğüyle şaşırtıcı bir keşifte bulundu. Bir çıkarma gemisinde, üç Amerikan subayının cesedinin yanında tıka basa belgelerle dolu çantalar ele geçirdi. Rus onları komutanına götürmekte acele etti ve ikisi 84'üncü kolordu komutanı general Marcks'a gitti. General buluntunun paha biçilmez değerini çabuk kestirdi ve hemen VII. Orduya telefon etti. Ona güldüler! Ne anlatıyordu bu? Marcks kendini öfkeyle bir koltuğa attı ve yeniden belgelerin içine gömüldü-, emir subayı bily, bir dakika tereddüt etmedi: Herşey tamı tamına gerçekti. Đki subay Güvenlik Servisine haber verdi, orası kâğıtları incelerken rüya gördüğünü sandı. 84'üncü Kolordu komutanı o zaman Generalfeldmarshall von Runstedt ile bağlantı kurdu ve Normandiya'nm istilasına ilişkin gizli Müttefik planlarına sahip olduğunu bildirdi. Yeni çıkarmanın dört yıldır beklenen bu istilanın ilk belirtisini oluşturduğunun kanıtıydı bu. Von Runstedt telefon almacını yerine asarak bağırdı: — Ne budalalık! Yüksek komutanlık laf anlamıyordu. Plânlar, tüm bu çıkartma gibi basit bir tuzaktan başka şey değillerdi! Basit bir gösteri! 39

Vort Runstedt kurmay başkanına emretti: — General Marcks'ı komutanlığmian alın! Hayal gören birine bir ordunun komutanlığını bırakmaya cesaret edemem. 44 GOLGOTHA TEPESĐ Gece. Üç kol halinde yolu izleyerek 112 rakımlı mevziye varıyoruz. Yerde sürüklenen sis uzun pamuk şeritleri şeklinde yer değiştiriyor, gerçek bir Kuzey Denizi sisi, buzlu bir sis. Bu sis tarafından yutulan bölüğün başı kaybolurken Porta bitmez tükenmez kız öykülerini anlatıyor. Moruk, bacakları yay biçimini almış, sırtı kamburlaşmış, eski piposu ağzında, miğferi tüfeğinin küçük çengeline asılı, zırhlı araba askerlerinin kara başlığı kafatasının tepesinde artçı olarak yürüyor. Moruk, müfrezemizin şefi, Feldwebel Willy Beier'in ayaklarında onun için pek çok büyük piyade çizmeleri var- Bir askere de hiç mi hiç benzemiyor, ama var olan en iyi müfreze şefidir; günlerden beri traş olmamış ve sis sakalına gümüş parlaklığı veriyor. Bir şeyin ortasında yürüyoruz ki bunun geçen hafta bir orman olması gerekirdi. Şimdi yalnız delik deşik ağaç gövdeleri, yanmış arabalar, insan kalıntıları var. — Burada sıkı savaş olmuş, diyor Küçük Kardeş. : — Ağır havanlar, diye yanıtlıyor Porta. Her zamanki gibi herşeyden haberi olan Heide açıklıyor: — Yeni havan bombaları. Üniformaları gaz haline getiriyor, sonra da yakıyor. 40

Heryerde kömürleşmiş cesetler. Bir ağaç gövdesinin içinde, bacaksız çıplak bir vücut; Küçük Kardeş hâlâ miğferli kafaya bir tekme vuruyor; Lejyoner bir ürperme geçiriyor. — Yolun üzerinde suntan kellesini görmeli ne de olsa etkiliyor! — Bu zımbırtıları icat eden aşçı olmalı, diye kanısını söylüyor Martin Gregor. Önce adamı yüzüyor, sonra kızartıyor; şuna bakın! ■— Ağızlarınıza! diye bağırıyor Moruk. Bir patlamanın izlediği bir uğultu... Đçgüdüsel olarak diz çöküyoruz. — Mesafelerinizi alın! Sigaraları söndürün. Bölük, dikkat! Koşun!.. Uhiy... Uhiy... Bir ateş örtüsü göğe doğru fışkırıyor. Do bataryaları. On iki namlulu roket bataryaları. Kuru taşlardan uzun bir duvarcık-lar dizisini birerli kol halinde geçiyoruz. Do bataryaları her yaylım ateşten sonra duruş değiştirir, tam hızla kayan traktörleri fırlatıcı aygıtlarını arkalarında sürükler. —- Daha çabuk! Daha çabuk! diye bağırıyor Moruk. Bir saniye sonra üstümüzdeler!. Hakkı var, çoktan ıslık çalıyor. Göğe dek bir ateş duvarı yükseliyor. Çığlıklar, ölenler, yaralananlar. Bir delikten bir topçu teğmeni, ileri sürülmüş gözetleyici çıkıveriyor; çamurla kaplı ve yüzündeki bir kesik yarası kanıyor. — Bu ahmak sürüsüne kim komuta ediyor? Yeni bölük komutanımız Oberleutnant Löwe, titriyor. -— Kime ahmak diyorsun? — Fakat bölüğünüze basıp gitsenize! Düş

42 manın ateşini üzerinize çektiğinizi görmüyor musunuz? Bir alçak duvarın arkasındaki siperde, tartışmayı ilgiyle izliyoruz. — Kıçına bir tekme, lâyık olduğu bu! diye bağırıyor Porta. — Erleriniz bir subaya hakaret ediyorlar! diye bağırıyor topçu. Teğmen olduğumu görmüyor musunuz? Koro halinde tüm bölüğün desteğine dayanan Löwe ona bağırıyor. — Katkısız ahmak! — Ben size göstereceğim! Do bataryası, yolun öbür yanında, birkaç yüz metre uzakta mevzide. Uhiy... Roketlerin uluması. Ateş yağmuru geceyi gündüzden daha aydınlık kılıyor. Dehşete kapılmış halde ufak duvara yapışarak üst üste sıkışıyoruz- Öbür yanda doğan ateş denizinin önünde artık kimse konuşmuyor. Löwe komut veriyor — Arkamda birerli kol! Đleri! Đleri! Gerimizde cehennem boşanıyor. Bir patlama topçu subayını parçalıyor. Herşey rastlantı... Bizimle tartışmamış olsaydı, hayatı kurtulmuştu. Bakınız şu anıya; bir gün istihkâmcılarla ağaçların altında bulunuyorduk; yağmur yağıyordu, dallardan damlalar düşüyordu ve birden Porta bu duştan bıktı. Kalkarak çekip gitti, biz de onu izledik. Elli metre uzaklaşmamıştık ki, bir patlama yankılandı: Ağaçlar, istihkâmcılar, herşey yokolmuştu. Başka bir gün, zırhlı araba avcıları

bölümüyle bir kâğıt oyunu çevirmek için terkedilmiş bir eve girdik. Birden bire Porta yolun 47 üzerine gerilmiş iki tel gördü; kartları atıp telleri izlemeye koyuldu. Biz de arkasında gidiyorduk. Yüz metre yol almıştık ki, ev havaya uçtu. Rastlantı!.. Yazgının belirlediği yerde bir saniye fazla kalış, insanın sonu olur. O sırada Hitler'in Gençlik tümenine, 12. Panzergrenadier bölüğünün görevini alıyoruz. Bölüktekilerin hiçbiri onsekiz yaşma varmamış; fakat üç gündür bu sessiz, içe kapanık çocuklar ihtiyat askeri haline gelmişler. Bölüklerinin yarısı kırılmış. Tek sözcük söylemeksizin eşyalarını topluyorlar ve herşeyi götürüyorlar, boş kovanları bile. Başlarımızı sallayarak onlara bakıyoruz. — Ne disiplin! diye bağırıyor Heide hayranlıkla. Ne askerler! Gördünüz mü? Bütün subaylarının birinci sınıf demirhaçı var. Onlara grup şefi olmayı nasıl başaracağım! Porta kısaca cevap veriyor: — Kahramanlara ölüm! Fakat etki altında kalan Heide, ikili kol halinde, bombaların dağıttığı tepe boyunca uzaklaşan talihsiz çocukları gözleriyle izledi. Her donatım parçası yönetmeliğe uygun: Kimsenin, onların kimlikleri üzerinde en ufak kuşkusu olmaması için kamuflaj ceketinden dışarı çıkan, S.S. işlenmiş koyu yeşil yakalar. — Git onlara katıl, diye önerdi Porta. Seni tutan yok, savaş manyağı.

Heide kızmıyor, hayale dalıyor. Kendini çoktan subay görüyor ve çoktan üzerinde şövalye haçını hissettiği boynunu yokluyor; Küçük Kardeş ona ağaçtan bir haç uzattığı zaman bile kızmıyor. 48 — Al, hiç değilse bunu alacağından emin olabüirsin! Yağmur yağmaya başlıyor, su miğferlerimizden sırtımıza sızıyor. Ne iklim bu kıyı üzerinde! Sis, yağmur, rüzgâr, her yerde çamur. Çamurdan heykellere benziyoruz; kızıl kil herşeye, silâhlara, azık ve gereçlere dek yapışıyor. Şafaktan az önce saldırı başlıyor, fakat ötekiler S.S.'lerin yerlerinin alındığını ve bizim onları yaklaşmaya bıraktığımızı bilmiyorlar. Onların bilmedikleri ve bizim Rus cephesinde öğrendiğimiz bir ateş disiplini var. Mevzrnin birkaç metre ötesinde onları biçiyoruz. Bunlar Kanada-Mar'a benziyorlar, nefret ettiğim o kıyıcı Kanadalılar: Tutsakları dikenli tellerle arabalara bağlayıp enseye bir kurşun sıkmaları olağandır, Kanadalılardan acıma beklenmez. Sonra da Gordon Highlander birlikleri geliyor, fakat bunlardan nefret etmiyoruz. Porta ilk dikenli tellerde onların üç yaralısını toplarken, bir pipo arıyor; bu talihsizler kendilerini temizleyeceğimizi sanıyorlar ve korkudan titreşiyorlar. Daima o uğursuz yalan propaganda! Birkaç gazeteciyi kurşuna dizmek gerekirdi. Bütün gün sürekli ateş altında geçiyor. Caen'i bombalayan «Warspite»tı ve havaya ekspres lokomotifleri fırlatılmış gibiydi. Porta Caen yönünü göstererek:

— Umarım ki oraya gitmiyoruz, dedi. Bizi adım adım izleyen Đvan ile, Kiev'de oradan oraya atladığımız günü hatırlarsınız. Şehirlere dayanamıyorum artık. — Yok canım, diye karşılık verdi Küçük Kar parisi yakın 49/45 deş. Roma'da iyi eğlendim. Kardinalliğe atanmadığım kaldı! Bir düşman makinelisi takırdıyordu; bir izli mermiler sürüsü mevzimizin üzerine yağıyor ve Barcelona'nın miğferi tam anlamıyla biçilip siperin dibine düşüyor. — Katiller! Serseriler! Cesaret ediyorsanız gelsenize, boklu Đskoç sürüsü! Çamurlu zeminin üzerine yağmurluklar seriyoruz; masa yerine de birkaç ekmek torbası koyuyoruz ve Moruk kartları karıştırıyor. Anında, herşey unutuluyor; Porta'nm küçük domuz yav rusu gözleri, kaşlarının altında, kurnazca pırıldıyor, sarı silindir şapkasını o yamru yumru, biri Romanya'daki günlerin tarihini taşıyan üç delik açılmış eski silindir şapkasını alnının üzerine yıkıyor. Her zaman kuşkulu Heide, kartlarını öbür eliyle saklıyor, zira Porta'nm gözleri röntgen ışınlarından farksızdır. Yirmi bir demek üzere olan Gregor'un yüz anlatımını görüyor; Küçük Kardeş'e gelince, o çıplak ayaklarını bir gaz maskesi kılıfı üzerine uzatıyor ve derin bir zevkle kımıldatıyor. Ayaklar pis kokuyor; ne zamandan beri su da, sabun da görmemişler. Dev büyük çabayla parmaklarını sayıyor: Yirmi bir mi, on yedi mi?

Delici bir gözle parmaklarının hareketini izlemiş olan Porta, — On dördün mü var? diye sırıtıyor. Đspanyolca konuşmadan ağzını açmayan Bar celona: — Hombre! diyor. Sağ cebini kurumuş bir uğur portakalı şişi-riyor; daima Valensiya'daki portakalları hayal 50 1ediyor; bu, onda bir saplantı olmuş. Bu zaman içinde, Lejyoner herşeyi topluyor ve yüzünü damgalayan bıçak yarası moranyor. Yaşam boyu bu askerin güldüğü çok az görülür. Öfkelenen Moruk kartları atıyor ve bir tükürümlük tütün siperin içine kayıyor. Moruk, Feldwebel Willie, Berlinli marangoz, Erich Remarque'm «Kat» ma benziyor. Tıpkı «Kat» m kendi bölümü için yaptığı gibi, bombaları sesinden tanımayı bize öğreten bu Moruk'tur; bir küçük tepecik arkasında nasıl siper alındığını anlatırdı, düz bir alanda omuzları kaldırmaksızm nasıl yapışıp kalındığını gösterirdi. Moruk gibi (ya da. Kat gibi) insanlar olmasaydı, kayıpların ne olacağını Tanrı bilir! Bu türden tipler general değerindedir! er. Bir Feldmarschall'in tüm kurmayı ile çoktan sıvışacağı bir yerde, Moruk dişlerini piposuna biraz daha sıkı geçirir ve on dakikada müfreze kurtulmuş olurdu. Potsdam Harp Oku lu'ndan yeni çıkan ve en ufak ateş deneyimi olmayan subaylara bile çok şeyler öğretiyordu. Ceza olarak bize gönderilmiş bulunan S.S. Obersturmführer! asla unutamıyorduk. Đvanin ku-

şatmış olduğu bütün bir bölüğü yitirmek için bir yarım saat gerekti. Obersturmführer kendisi sıyrılmıştı, fakat savaş divanına verilmemiş olmasını komutan Hinka'ya borçluydu, sonra Moruk' un iyi bir öğrencisi oldu. Sonra da en iyisi biz olduğumuz için savaşı kazanacağımızı ileri süren genelkurmayın doktoru oldu. — Bay doktor, diyor Moruk, kazananlar her zaman en iyiler değillerdir. Birşey ona tebelleş olduğundan her zaman yaptığı gibi piposunu çekiyordu. 47 — Ya yeni silâhlar, sana göre onlara ne zaman sahip olacağız? Moruk kulağım kaşıyor: — Şaşırtıcı silâhlar; uzun zamandır sahibiz ya onlara. Parmağıyla bizi gösteriyor. «Hah, leylek boyunlu ve dizleri çarpık Obergefreiter Por-ta'ya, heryanı kas ama minyatür bir beyni olan Küçük Kardeş'e, gözleri çukura gömülmüş Sven'e, düz taban Barcelona'ya, burnunun ancak yarısı olan Gregor'a, tek kollu şefimiz komutan Hinka' ya bakın. Düşmanın yurdumuza girmesine engel olan bu askerlerdir, silâhlar değil.» Đki gün sonra, genelkurmay doktoru kafasına bir kurşun sıkıyordu; gerçek dayanılamayacak kadar katı idi. Alarm!.. Đşte onlar! Yığın halinde yassı miğferleriyle haki giyinmiş askerler. Dikenli tellerin üstünden atlıyorlar, bize bombalar yağdırıyorlar, kalçadan ateş ediyorlar; tüfeklerin uçlarında süngüler parildıyor, sürekli bir ateş önlerindeki herşeyi eziyor. Rakım 112'yi almak gerek. Bütün Đskoç

tümenine mal olsa bile Caen'i isteyen öfkeli general Montgomery'nin emri. Rakım 11.2'yi, Golgotha tepesini almak gerek. Başta Đskoçlar, arkalarında ve yanlarında zırhlılar. Gregor Martin bir makineli tüfek gibi çalışan 8Đlik havanın başında. Gregor miğferini yitirdi, dumandan kararmış yüzünden, daha açık renkli yollar açarak ter akıyor. Ceketinin boş kolu rüzgârda dalgalanan komutan Hinka bir ağır makineli aldı ve piyadeler dalgasına karşı öldürücü salvolar gönderiyor. Komutan tek sözcük söylemiyor; ağzı sıkılmış bir yarık sadece, inci griliğindeki büyük deri palto çamurdan kızıllaş 52 mış; sıhhiyeci bir Feldwebel ona yardım ediyor. Küçük Kardeş aynı anda iki elbombası hazırlıyor ve her biri yere dokunur dokunmaz patlıyor. Hiçbir başarısızlık şansı yok, Küçük Kardeş elbombası uzmanıdır. Bana gelince, makinelim tutukluk yapıyor, hain bir mermi şarjörün içinde ters dönmüş. Bu mübarek 34 model! Daima dert açar! Süngümü kınından çekiyorum ve merminin üzerine kıyasıya vuruyorum. —- Ama hayır, diye bağırıyor Porta, öyle de ğil! Onun sayesinde, iki dakikaya varmadan makineli onarıldı. Fakat bu kısa süre içinde düşman yaklaştı. Seyretmesi ne hoş! Açık mor, sarı, yeşil, kırmızı... ama pek tehlikeli! Ses tellerini yırtacak şekilde anlaşılmaz şeyler bağırıyorlar ve çarmıha gerilmişler gibi dikenli tellerde takılıp kalıyorlar. Yine başka hakiler: Montgomery Caen'i almak istiyor. Zırhlı arabaların mürettebatı makineleriyle

yanıyorlar; boğucu, pis bir kavrul muş et kokusu Golgotha tepesini sarıyor, fakat Montgomery ölmekte olanların çığlıklarını duy muyor. Caen'i almak gerek, ne bekleniyor? Komşu birliği yok ediyorlar, iki kişinin geçemediği siperin dar sıçanyolu içinde bıçakla, süngüyle, tüfek dipçiğiyle dövüşülüyor. Birlik direnmekten vazgeçerse, sıra bizdedir. — Temizleyin! diye komut veriyor Hinka. Barcelona dost ya da düşman ayırt etmeden herşeyi yaylım ateşine tutuyor ve gri askerlerle haki askerler Alman kurşunları altında düşüyorlar. Duyguya yer var mı? Golgotha tepesi bu. Bir sığmak beyaz bayrak çekiyor: Bir tüfeğin ucunda yün bir gömlek. Bir Kanada mangasının 49 oraya girdiğini ve gri askerleri çıkardığım görüyoruz. Elleri enselerinde kavuşmuş halde sığmağın önüne diziyorlar, kısa bir emir, bir çavuş hafif makinelisini kaldırıyor ve tüm diziyi yere yıkıyor. Kıvrılmış siluetlere tekmeler atıldığım görüyoruz. —- Alçaklar! diye bağırıyor Lejyoner. Onlara savaşın ne olduğunu öğreteceğim. Porta ile Küçük Kardeş'e bir işaret yapıyor. Kısa bir gizli anlaşma. Porta bir ölünün gömleğini söküp alıyor bir tüfeğin ucuna takıyor ve tarafsız bölgeye doğru, bir bomba çukuruna saklanmış Kanadalıların pek yakınma sürünüyor. Lejyoner ile Küçük Kardeş alev püskürtücülerle izliyorlar, Porta gömleği sallıyor. — Yes, Comrad'es! Kanadalı, dudaklarında bir zafer gülümse-yişiyle doğruluyor-.

— Come on, come on, sizinle ilgileneceğiz... Ve Thomson'unu okşuyor. Porta cebindeki e [bombasını hazırlarken, soğukkanlılığı etki yapıyor; ağır ağır ilerliyor ve çukura birkaç metre kala kendini yere atıyor ve bombayı Kanadalının ayaklarına savuruyor. Bu anda Küçük Kardeş'in alev püskürtücüsü şaşkın grubun üzerine fışkırmaya başlıyor. Çavuş uluyor, makineli tabancalar takırdıyorlar, bütün grup temizleniyor. Mevziine geri dönen Lejyoner — Đyi oldu, diye mırıldanıyor. Fakat işte arabalar... Sıkışık bir düzen. Churchill'lerle CromweH'ler ilk hatlarımızı eziyorlar. Yaklaşıyorlar... Pak gürlüyor, fakat piyadelerimizden bazıları bozuluyor ve zırhlı araç 54 larmın içinde bükülmüş halde kovalayan Đngilizlerin kaba kelime oyunları altında kaçıyorlar. — Goliath'lar! diye bağırıyor komutan Hinka. Bunlar, herbiri içine yüz kilo patlayıcı alan, radyo ile yönetilen mini arabalar. Karnı yarılmış arazinin üzerine ivedilikle bu küçük aygıtlardan salıyorlar. Neşeli Đngiliz piyadesinin şaşkınlığı! Bunu asla görmemişler! Sırıtan adamlar: — Bu Nazi gizli silâhı mı? diye bağırıyor. Patlamalar! Đlk Cromwell'ler havaya uçuyorlar, fakat düşman hep tanksavar toplarını düşünüyor ve bu gülünç aygıtların tehlikesini anlamıyor. Masum tavırlı iki Goliath bir bölüğün önünde duruyor; biri biraz, öbürü büsbütün eğilmiş; bu

zorlu arazide artık ilerleyemez gibi görünüyorlar. Kumbaracıların bu garip şeylere doğru süründükleri, fotoğraflarını çektikleri, cesaretlendikleri, gülerek onlara dokundukları görülüyor! Biri ona bir tekme atıyor ki bu bir subayın bağırarak bir sığınağa atılmasına neden oluyor. Bunun ne olduğunu bilse gerek! Bir onbaşı, radyoyla yönetilen bu tehlikeli bombanın üzerine zafer kazanmış biri edasıyla oturuyor, soytarılık yapıyor, «Tipperary» şarkısını söylüyor.. Barcelona tetiğe basıyor. Bir ateş geyzeri insan parçaları fışkırtarak göğe doğru yükseliyor. — Kahpe herifler! diye bağırıyor LejyonerBilinmeyen birşey görüldüğü zaman, insanın cızlamı çekmesi gerektiğini henüz bilmiyorlar! Yetmiş araba kara ve yağlı bir duman içinde yanıyor ve kapak yerlerinden kömürleşmiş vücutlar sarkıyor, fakat saldırı yeni yedeklerle 51 sürüyor. Bir deniz kabarması sanki. 88lik iki batarya ile 12'inci S.S. tümeninin bir alev püskür tücü bölüğü ileri sürülüyor. Bu, düşman piyadesinin uluyarak yutulduğu bir cehennem. Arabalar kaynamakta olan maden külçeleri halinde; bu her iki yandan korkunç kayıplarla on sekiz saat sürüyor. Güçlerimiz kesilmiş olarak kendimizi yere atıyoruz, fakat Heide bir viski bulmuş; biraz alüminyum koksa bile, ne iyi! Kendisi için dua saati çalan Lejyoner ise, Mekke'ye doğru secde ediyor. 51 Direniş örgütünün üyesi olan, adı bilinmeyen birçok Fransız istila kuvvetlerine yardım etti; Al-

man mangalarının önünde ölüp gidenlerin sayısı ise asla bilinmeyecek. Bir gün Londra, Caen Direniş örgütünün şefi mühendis Meslin'den, bu görevin neyi içerdiğinden kuşkulanmaksızın, Alman tahkimatı üzerine bilgiler istedi. Meslin başını iki elinin araşma aldı. Ne yapmalı? Kıyıya varan her patika sıkıca gözetleniyordu ve bu kesimde izinsiz dolaşan her adam, hemen kurşuna diziliyordu. Bu görev olanaksız görünüyordu. Todt Örgütünden bir çalışma istenmekle birlikte, kıyının ancak pek küçük bir parçası görülürdü ve yüz altmış kilometrelik kumsalın haritasını çıkarmak için binlerce ajan gerekirdi. Burada şans araya girdi. Grubun üyelerinden biri, «Soğuk Kanlı» takma adı verilmiş olan, serbest ressam Rene Duchez bir gün, gerçekleşmeyecek bu işi düşleyerek Caen caddelerinde geziniyordu. Vilâyetin önünde, bir afiş onu durdurdu: Todt Örgütü nitelikli bir ressam arıyordu. Duchez binaya doğru yöneldi, orada nöbetçi kendisini kabaca itti; Duchez diretirken birkaç Fransızca sözcük konuşan bir astsubay geldi. Ressam, bir subayı görmek istiyordu. — Pek önemlidir, diye ısrarla belirtti. Onu sivil yapılar kontrolörünün bürosuna soktular ve iş müracatınm cevabının sekiz gün sonra 57 verileceğini öğrendi. Duchez onlarm usulünü iyi biliyordu; soruşturma yapması için Gestapo'ya gereken zaman sekiz gündü.

Sekiz gün sonra, söylenen saatte, örgütün merkezine çıktı. O bir Oberbauführer'e örnekler gösterirken aniden Örgüt'ün bir mühendisi girdi. Adam büronun üzerine bir plân" tomarı atarak: — Heil Hitler! dedi. —Meşgul olduğumu görmüyor musunuz! diye homurdandı Oberbauführer. Mühendis kayboldu ve Alman, yine de gözlerine inanamayan Duchez'nin görünürde ilgisiz bakışları altında planları gözden geçirmeye koyuldu. Bu Honfleur ile Cherboug arasındaki bütün kıyı boyunca, Atlantik Duvarı'nm planlarıydı. Kalbinin gümbürtüyle çarptığını söylemek gereksiz. Sıkılan Oberbauführer tomarı itti ve resim örnekleri ile boyalı kâğıtlara daldı, fakat düşüncesi, bitişik büroya gelmesini isteyen kendini beğenmiş bir subay tarafından kesildi. Tüm bedeniyle titreyen Duchez belgelerin yanında yalnız kaldı; çabuk olması gerekiyordu. Bakışları umutsuzca bir gizli yer aradı ve büronun arka duvarına asılı büyük bir Hitler portresi üzerinde durdu. Burada hiçbir şey aramazlardı. Heyecanla, kâğıtları kavradı ve çerçevenin arkasına sakladı. Hemen hemen aynı anda Alman geri dönüyordu. — Budalalar! Herşey bana dayanıyor. Çimentonun içine şeker koymuş kerizler var. Buna ne-yapabilirim? Kendi işlerine baksınlar. Güzel, örneklerinize göz atalım. Büronun dekorasyonu üzerinde anlaşmaya varıldı: Pazartesi sabahı saat sekizde. Ressam büyük bir kol selâmıyla, dazlak Oberbauführer': memnunluktan gülümseten bir «Heil Hitler» selâmı çekti. Bir cuma günü ikindi vaktiydi.

58 Hafta sonu bir cehennem oldu. Her saniye Gestapo'nun çıkageleceğini sanıyordu; planları aramış ve ilk önce Fransızdarı kuşkulanmış olmalıydılar. Başka şekilde olması imkânsızdı. O halde uyumak da imkânsız. Onun faaliyetlerinden hiç haberi olmayan karısı rahatça dinlenirken, bunaltı Duchez'i eziyordu. Korku onu deli ediyordu. Hareketine ve Đngilizlere, yurtlarında pek rahat olan ve Gestapo hakkında hiçbir şey bilmeyen Đngilizlere lanet ediyordu! Ağır adımlar., hafif makineli tüfeklerle silâhlanmış bir jandarma müfrezesi... Bir el feneri evi aydınlatıyor... Fakat müfreze devam ediyor. Duchez ezilmiş, korkudan hasta bir halde, sarhoş olurcasma içti. Ortadan kaybolmak daha iyi değil miydi? Gestapo gelecekti, bu besbelliydi. Fakat Gestapo gelmedi. Pazartesi sabahı kuvvetli bir yatıştırıcı aldı ve resim takımlarıyla ve boyalı kâğıtlar koltuğunda olarak işine gitti. Islık çalarak Todt Örgütü'nün binasına girdi, nöbetçiye üstünü arattırdı ve oradakilerin şaşkın bakışları altında çalışmaya hazırlandı. Büroların yenileşmesi üzerine kimse hiçbir şey bilmiyordu ve Oberbauführer de servis değiştirmişti. Tasarıyı belli belirsiz hatırlayan bir Stabsbauführer'in yanma vardı. O da öfkeyle bağırdı: —■ Ne isterseniz yapın ve beni rahat bırakın! Ben ağır topçu ve sığmaklarla ilgiliyim. Bitsin iş! Đki gün Duchez bir ispinoz gibi şakıyarak çalıştı, fakat ancak üçüncü günün akşamı çekingenlikle tabloyu kaldırdı. Korkudan bayılacaktı neredeyse! Planlar hâlâ oradaydı ve işkenceyle ölüm demekti onları çalmak. Gideceği anda, onları kendi boyalı

kâğıtlarının tomarı içine kaydırdı ve hepsini iki tutkal çanağının arasına koydu, fakat binadan çıkışında, sapsarıydı. Nöbetçi onu durdurdu, ceplerini yokladı, çantasını karıştırdı. — Tamam, diye homurdandı Alman. 55 Duchez henüz birkaç adım atmıştı ki, çağrıldığını duydu. — Ya o kovadakiler? — Duvar kağıtları için tutkal, çavuş. S.S. sütümsü maddeyi karıştırdı ve kuşkulu kuşkulu kokladı. — Sizin ne halt edeceğiniz asla bilinmez ki. Duchez bisikletine atladı ve Direnişin genel Merkezi olan Touriste kahvesine vardı, orada planları yüzbaşı Girard'ın önüne koydu. O da, onları Paris'e götürdü ve Genel Karargâhı ChampsElysees caddesi 72'de Almanlarmkiyle komşu elan binbaşı Touny'ye götürdü. Touny arkadaşının ne getirdiğini görünce ve Duchez'nin kahramanlığını öğrenince az daha şaşkınlıktan yere yıkılıyordu. — Bu en güzel savaş darbesidir ve Gestapo'yu kudurtacaktîr. Tanrı bizi korusun. Büyük hasar olacak, ama bu zahmete değer! 60 KONAKLAMA Yavaş giden küçük amfibik Volkswagen köyün ilk evleri önünde zıplıyor, sarsılıyor ve Gregor büyük bir lâstik gıcırtısı içinde frenliyor. Hafif makineliler elde, gözlerimizle uzun uzun gri ve hüzünlü yapıları araştırıyoruz; en ufak kuşkuda ateş ediyoruz, çünkü kovalanan av hayvanlarıyız.

Herkes bizi gözetliyor. Sıkıntılı sessizlik kaim bir kadife örtüye benziyor. Arabadan ilk atlayan Porta oluyor, onu Morukla ben izliyorum. Gregor, makinelisi ön cama dayalı, parmağı tetikte olarak direksiyonda kalıyor. Birisi bir pencere açarsa, ateş ediyor. Çukur yol tahrip edilmiş bahçecikler arasında kıvrılarak gidiyor, köyü geçiyor ve çayırların içinde kayboluyor. Bu genelkurmayın haritalarında belirtilmemiş olan bir küçük köy; otuz kilometre içinde varlığını bilen kimse yok. Silâh elde, köylülerin bu tür zoraki konaklamalara karşı daima itirazda bulunduklarını deneyle bilerek en yakın evlere doğru yöneliyoruz. Vız gelir! Çatı altında konaklama işiyle yükümlüyüz, eğer bölüklerin gelmesinden önce herşey hazır olmazsa, subaylar tarafından paylanırız. Sessiz adımlarla, yaşam tekrar kendini gösteriyor, kapılar açılıyor, meraklı gözler bakıyorlar. Şuraya ya da buraya yerleştireceğimiz adamların sayışma karar vererek kapıdan kapıya gi 56 diyoruz. Mutlu köy! Buraya tek bir bomba düşmemiş. Birden, küçük bir kız atılıyor ve kollarını Moruk'un boynuna doluyor. ' — Baba! Geri döndün! Çocuğun yanaklarından yaşlar akıyor. «Geri geleceğini biliyordum.» Miğferin keskin kenarının alnına çarptığının farkında olmaksızın Moruk'un göğsüne yapışıyor. Đçerden sert bir kadın sesi: — Helene! diye çağırıyor. Ne var? — Babam bu! Babam eve döndü! Çabuk ol büyük anne!

Saçları kemikli yüzünün üstüne çekilmiş esmer uzun boylu bir kadın kapının çerçevesi içinde beliriyor.' — Ama hayır, içeri gir, o baban değil! — Evet, büyük anne, bu kez o! Yararsız bir haşinlikle, kadın küçük kızı bileğinden kavrıyor ve içeri itiyor. Yüksek yakalı basit yaz robu hâlâ yüzünün solgunluğunu belirginleştiriyor. — Bağışlayınız, bayım, bu çocuk bir tuhaftır. Babası 40'ta Liege önünde öldü, fakat hâlâ onun yaşadığına inanıyor; annesi yol üzerinde bir Stu-ka tarafından öldürüldü. Moruk çekingenlikle mırıldanıyor: — Konaklamayı düzenlemem gerek, l'inci müfreze, 3'üncü grup, yapının üzerine tebeşirle işaret yapıyorum. Komşu evde bir çift, bize şarap sunuyor; kadın modası geçmiş ipek bir rob giyiyor ve bir saplı gözlükle bizi süzüyor. Odalar pis pis naftalin kokuyorlar. Ev sahiplerimiz bize hoş geldiniz diyerek ve yakalarında ölü kafası olan, kara zırhlı 57 alay üniformamıza bakarak kadehlerimizi köle davranışıyla dolduruyorlar. Adam dokunaklı sesle: — Ah! Gestapo siz misiniz? diyor. Ih, size burada tuhaf şeyler geçtiğini söyleyebilirim. Burada en büyük belâları üstümüze çeken komünist çeteciler kaynaşıyor. Pencereden parmağıyla pek yakm bir evi işaret ediyor. «Bakın, şurada, mavi parmaklık var ya, orada sizden beş kişi öldürüldü.»

Aynı anda bir işçi giysisi içinde bir adam eski bir bisiklet üzerinde geliyor; gidonundan bir ölü tavuk sarkıyor. — Bu Jackes'tır. Jandarmalardan birinin kardeşi, Direniş'te elbette, ayrıca da bölgedeki bütün cinayetlerin arkasında olan bir haydut. Jandarma onbaşısı Pierre'e dikkat ediniz, onu ele geçirmeyi bilirseniz size ilginç şeyler söyleyecektir. Kadın doğruluyor ve küçük gözleri öç duygusuyla pırıldıyor. Kapının üzerine «l'inci müfreze, 4'üncü grup» yazıyorum. — Pis muhbirler, diye homurdanıyor Porta. Bunların canına okumak gerek. — Bizim derdimiz değil, diye söyleniyor Moruk. Biz konaklama işini yapıyoruz, hepsi bu. Köyün içinde, daha uzakta, rengi uçmuş kepi başının tepesine atılmış kısa gömlekli jandarma onbaşısına çatıyoruz. Korkudan yemyeşil olarak bağırıyor: — Heil Hitler! Ayaklarında tahta pabuçları ve kolunun altında bir calvados bidonu ile esas duruşa geçiyor. Beklenmiş olduğumuz besbelli. Yeni bir içki turnesi. Onbaşı Almanya'nın sağlığına içiyor, «3 aile fotolarını gösteriyor, konuşuyor, konuşuyor, kesilmez bir lâf yağmuru, kendi fıkralarına nedensiz gülüyor, omzumuza vuruyor ve korkudan ölüyor. — Alman askerleri dünyanın en iyisidir! Savaşı kazanacaksınız. Kısa bir duraklamadan sonra ekliyor:

— Savaş Yahudilerin eseridir. Cebinden bir liste çıkarıyor. Đşte tutukladıklarım. En sonunda ülkeyi Yahudilerden temizlemenin tam zamanı. Yüzbaşı Dreyfus'tan bu yana, bokluktan başka bir şey yapmadılar. — O suçsuzdu, diye diretti Moruk. Adli bir hata. — Vızgelir, dedi inatçı adam. Yine de bir pis Yahudi. Porta ürpertici bir tavırla makinelisini kurcalıyor. — Baksana, senin Direniş'ten olduğun ve burada tuhaf şeyler geçtiği fısıldanıyor. Doğru mu bu? ■— Hangi pislik bunu söylemiş olabilir? diye bağırıyor adam irkilerek. Ben her zaman Alman makamlarının sözünü dinledim ve komutanın dostuyum. Porta gülümseyerek: — O gitti, diye fısıldıyor, fakat görüyor, musun arkadaş, biz ülkeden ayrıldıktan sonra, şuradaki evde oturanlara bir çift söz söylemen gerekecek, seni sevmiyorlar. — Kadın kuzenimdir. — Bir neden daha! «2'inci müfreze, l'inci grup». Kapının kanadı üzerine tebeşirle yazıyorum. Bu adam Küçük 64 Kardeş'i tanıdığı zaman Almanları daha çok sevecektir. Neşeyle omzumuza vuruyor ve bize elinden geleni yapacağına söz veriyor. Biz konutundan ayrılır ayrılmaz şişeyi ağzına dikip calvados'unu içtiğini görüyoruz. —- Korkudan köpekleşmeye hazır, diye belirtiyor Porta. Kâğıttan bir kahraman. Tümü namussuz bunların, hoşuma gitmiyorlar.

— Yeter bu kadar, diyor Moruk, ne halleri varsa görsünler. Yenen her zaman haklıdır. Ondan sonraki evde yaşlı bir köylünün buz gibi karşılayışı. Göğsünün üzerinde savaş haçı var. Evi araştırıyoruz, kin dolu gözleri bizi izliyor. Mucize, bir banyo teknesi! Kovayla doldurmak gerek ama yine de bir banyo teknesi. — Buraya önemli bir kişi koymak gerek, diye öğüt veriyor Porta. Bu tipler kıçlarını yıkarlar. Moruk buraya komutanı yerleştiriyor. Kapı arkamızdan gürültüyle kapanıyor. Belediye başkanı, diken diken bıyıklı ufak tefek adam, bizi çok iyi karşılıyor ve Parti'nin üyesi olduğunu bildirmekten geri kalmıyor. — Ona Hauptfeldwebel Hoffmann'ı ver, diye sırıtıyor Porta. Partiden ayrılır! Yukarda, yolun dönemecine doğru biraz geri çekilmiş halde terkedilmişe benzeyen bir ev görülüyor. Açılması olanaksız. Vazgeçiyoruz ve dam altı avlamayı başka yerde sürdürüyoruz. Đkindiden sonra, tabur büyük gürültüyle geliyor; herkes kendine ayrılan yer için elbette homurdanıyor, Küçük Kardeş bunların dışında, çünkü iyice dolu bir mahzen bulduğu için çok memnun. Porta dik bir merdivende kaybolurken: parisi yakın 65/60 — Ona yardım edeceğim, diyor: Ben tek başıma yukardaki eve, tam dönemecin önünde görülene doğru hareket ediyorum ve dikenli bir çiti atlıyorum: Burada herşey barış soluyor, bahçe çiçeklerle dolu, paslı bir kova

tırmanıcı bitkilerin altında yarı gizlenmiş eski bir kuyunun üstünde sallanıyor. — Ne istiyorsunuz? Rovelverimi kavrıyorum, bu her zamanki bir refleks; fakat ses sık bir ağaçlıktan geliyor ve iki ağacın arasında, yaklaşık olarak yirmi beş yaşında bir kadının sere serpe yattığı bir hamak görüyorum. Uzakta boğuk komuta sesleri çınlıyorlar. Bir çift badem göz merakla beni seyrediyor. — Ne arıyorsunuz, bayım? — Evi terkedilmiş sanıyordum. Biz köyde konaklıyoruz. Genç kadm hamaktan, atlıyor; robu. yaldızlı bacakları boyunca yırtmaçlı bir Çin giysisini ha tırlatıyor. Hastane dışında bir kadının iyi giyimli olabildiğini unutmuştum. — Kahvemi içmeye gidiyordum, bir fincan ister misiniz? — Burada mı oturuyorsunuz? Aptalca bir soru, fakat söyleyecek başka hiçbir şey bulmuyorum. — Evet, ama Paris'te de oturuyorum. Paris'i bilir misiniz? — Henüz hayır, ileride giderim diye düşü nüyorum. Evli misiniz? Acı bir gülüşle konuşuyor: —■ Kocam Çinhindi'nde bir Japon kampında. Üç yıldır ondan haber almadım. Bir makine 66 li tüfeğin ya da bir dikenli telin gerisinde; böyle bir zamanda bir adam için başka hangi seçenek var? Haklı. Uğursuz bir zaman. Her gün, her, iki yandan aileler bir «Kayıp» mührüyle damgalanmış

olarak mektuplarını geri alıyorlar. Beklemekten başka yapacak şey yok. Kimileri yaşam boyu bekliyorlar, başkalarında bu sabır yok. — Savaşın yakında sona ereceğine inanıyor musunuz? Omuzlarımı kaldırıyorum. Elbette inanıyorum, buna yıllardır inanıyorum. Başlangıcından beri. —- Burası çok güzel, insan savaşı unutabilir, ama korkuyorum. Yarın Paris'e dönüyorum, kendimi daha güvenlik içinde duyuyorum, kalabalıkta insan belirsiz oluyor. Paris'in Roma gibi açık şehir ilân edileceğini sanıyor musunuz? — Bilmiyorum, Roma'nm açık şehir olduğu nu bilmiyordum, bize asla birşey söylenmedi. Bir asker ancak itaat eder. Elleri güzel ve bakımlı; gözleri bana gülümserken benimkilere do kunuyor, sonra kara gözlüğümü çekiyor, fakat ışık gözlerimi o denli incitiyor ki, genç kadın, — Pardon, daha ilginç gözükmek için tak-tığmız bir güneş gözlüğü olduğunu sandım. Önemsemeyen bir hareketle gülüyorum: — Üç ay boyunca canıma kıymaya çalışa çalışa sakat kaldım. Bir gün alevler içindeki bir arabadan atladığım sırada bir fosforlu bomba yüzünden... Işık daima canımı yakıyor. Almanya' da bir milyon savaş körü var, fakat benim beyaz baston taşıma hakkım yok, çünkü gerçek kör değilim. 62 — Burada ne kadar zaman kalacaksınız? —• Hiçbir şey bilmiyorum, birkaç saat ya da birkaç gün, bir asker asla birşey bilmez. — Ya Almanya'da nerede oturuyorsunuz?

— Paderborn'da bir kışlada; fakat esas olarak ben Danimarka'da yaşarım. — Alman değil misiniz? — Evet, şimdi öyleyim, öyle olmasaydım orduya alınmış bulunmazdım. Yabancılar Waffen S.S.'te hizmet görürler, yabancı lejyonlarında. —- Orduya nasıl girdiniz? — Gönüllü olarak. Geçim yolu arıyordum, Remarque'm Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok'u baş ucu kitabımdı ben çocukken. Bana Alman askerini sevdirdi. —• Onun askerlik karşıtı bir kitap olduğunu sanıyordum. —■ Belki, fakat binlerce genç üzerinde ters etki yaptı. Arkadaşlığı, dayanışmayı, kısacası tüm aradığımız şeyleri anlatıyordu. Danimarka' da ordu miniciktir; kimseyi tanımıyordum ve askerler orada hor görülürler; subayların üzerine açıkça tükürülür, polis de onları halkın saldırılarına karşı savunmazdı bile. — Bunun için mi Danimarkalılar 1940'ta hemen teslim oldular? — Danimarkalılar Avrupa'nın en büyük askerî gücüne karşı ne yapabilirlerdi? Fransız ordusunun kendisUbile dayanamadı. — Fakat Fransa savaşmayı durdurmadı! Savaşı Đngilizlerle birlikte sürdürüyoruz. Đngilizler bizi bırakmıyorlar! Çılgınca bir gülme sardı beni. — Đngiltere'nin kimin için dövüştüğünü size 68 söylemem gerekir mi? 40'ta sizi terkettiler. Dunkerque'te, Gamelin'iniz Fransızlari onlar için feda

etti. Đngiltere kendisi için dövüşüyor ve başka kimse için değil; hiçbir ulus başkası için dövüşmez, bu kadar saf olmayın! — Niçin kaçmıyorsunuz? Yitirilmiş bir dava için dövüşüyorsunuz. Direnişçilere katılın, burada size yardım ederler. —■ Hayır, ben bir askerim; kaçarsam, kendilerine güvendiğim gibi bana güvenen arkadaşları bırakıp gitmiş olurum. Ancak bir çılgınlık nöbetinde kaçılır. Biz bir arabada beş arkadaşız, ölüm beşlisi. Savaşın yitirildiğini biliyoruz, bunu uzun zamandan beri, politikacıların farketmesin-den çok önce biliyoruz, fakat bizi sürükleyen arkadaşlıktır. Remarque'ın kitabını tekrar okuyun. Đmparatorluk savaşının yitirilmiş olduğunu onlar da biliyorlardı, fakat onlar da arkadaşlığa, bize kalan tek şeye bağlı kalıyorlardı, çünkü biz savaştan korktuğumuz kadar barıştan, yani yalnızlığa dönüşten korkuyoruz. Đnsan yalnız olmayınca bunu anlamak güçtür. ■—• Ben yalnızım, dedi elimi okşayarak. Onu öpmeye cesaret ediyorum. Yer titriyor, bir kertenkele kaçıyor, bir ağır arabalar dizisi geçmektedir, ekzost borularının sıcaklığı bize dek geliyor. El ele, kahveyi hazırlamak için eve giriyoruz, nefis bir kahve. Bu zamanda bunu hangi cehennemde buluyorlar? — Gerçekten, kimsiniz siz? —■ Bir askerden başka bir şey değilim. Beni sarıp sıkıyor, giysilerimiz döşemenin üzerinde yatıyorlar, yağla lekelenmiş ceketimi göstererek bezginlikle gülüyorum. 64

■— Görüyorsunuz, bir öldürme ve yakıp yıkma makinesi. Ben bunu öğrendim, başka hiçbir şey. — Seçebilseydin, ne olurdun? — Söylemesi güç. Ben uzun zamandan beri askerim, emirlerin yüksek seslerine alıştım; an cak emirlerle ve bir disiplinle yaşayabilirim. Pek uzun zaman boyunca bizi öyle kırıp ezdiler ki, köle haline geldik. Zaman bizim için yok oluyor; devrilen kahve masanın üzerine akıyor, öylesine az bulunan Bre zilya kahvesi! Fakat biz herşeyi, özellikle bizi çevreleyen dünyayı unutuyoruz. . ı Birden, hızlı adım sesleri duyuluyor, motorlar horulduyor, pencereler titreşiyor. Kapıya öfkeli darbeler indiriliyor. Bir sıçrayışta gıcırdayan kanepeden kalkıyoruz ve kadm bana bir ceket atıyor. Đçeriye kasırga gibi Porta giriyor. —■ Ee? Heryerde seni arıyoruz, ne yapıyor sun, aptal? Amerikalılar geliyorlar! Onları durduruyoruz, hem de çarçabuk! Madam, emrinizdeyim. Geniş bir jestle sarı silindir şapkasını çıkarıyor ve bir gülümseme içinde tek dişi görü nüyor. «Bayımız yetenekliymiş ha? Küçük Kar deş zil zurna sarhoş!» Devrilmiş kahve ibriğini sallıyor. «Pek yazık ki boş!» Fincanların diplerini yalıyor kısaca; «Karaborsa,» diyor. «Madam bana adresini vermek ister mi?» Delici gözü bütün odayı baştan başa dolaşıyor. «Kullanılabilir birşey var mı? Pırtılarını giymeye çalış çarçabuk; 'Tekgözlü' getirildi, çok öfkeli. Yaralı olmayı yasaklayarak teğmen Schmidt'! yatağından çıkardı. 2'nciden Feldwebel Mann, kendini astı ve Obergefreiter Geri; sıvıştı. Kahpenin teki. Jan

70 darmalar iki saate varmadan onu enseleyecekler. Senin de yelken açmış olduğunu düşünüyordum. Yüz herif makinelileriyle senin peşinde.» Bu laf sağanağı tükenmez gibi görünüyor, fakat genç kadın boynuma atılıyor. —■ Kal, diye mırıldanıyor. Şimdi gitmek çılgınlıktır! Kal, Sven, seni gizleyeceğim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Başımı sallıyorum; düşler gerçek olmazlar hiç. Küçük bir kaşıkla kulaklarını temizleyen Porta soruyor: — Niçin zırlıyor? Đstediği herşey var, bir ev, ekmek, kahve, o halde? Haydi, madam, kurut gözlerini, kurtarıcılar geliyor. Uzun zaman sür m ez. Genç kadm koşa koşa çıkarak: —• Defolun, hepiniz! diye bağırıyor. — Amma da garip kızlar, diye belirtiyor Porta. Bu, uzun zamandan beri perhizde olmalı, ona erkek gerek, fakat yerinde olsaydım, yirmilikleri tıngırdatmadan kimseyi yatağıma almazdım. Çarçabuk köşeyi dönerdim. Bölük çoktan alanın tam ortasında sıraya girmişti ve safların içine gizlice kaymak benim için olanaksızdı. Öfkenin son derecesine varmış olan 'Tekgözlü' bana bağırıyor: — Savaşın belki sizi beklediğini mi sanıyor-' sunuz? Porta neşeli bir tavırla fısıldıyor: — Bir piliçle kırıştırıyordu. — Üç günlük kesin göz hapsi, diye tekrar

67 başlıyor «Tekgözlü». Sıraya ve bir daha seni gözüm görmesin!. — Hurra! sesi duyuluyor birden bire. Bu, ayakları dolaşarak gelen Küçük Kardeş: :— Hurra! Yaşasın «Tekgözlü». — Disiplinsizler sürüsü! diye homurdanıyor «Tekgözlü». Oberleutnant Löwe, ileri, bitsin bu iş! Şişko tuğgeneral tüm ağırlığıyla arabasına oturuyor ve bir toz bulutu içinde kayboluyor. Löwe kasketini doğrultuyor. Bir hıçkırığa tutulan ve aptal aptal gülen Küçük Kardeş'e hitap ederek: — Ayyaş herif! diye çıkışıyor. — Naçizane raporumu veriyorum: Ober-gefreiter Wolfgang Ewald Creutzfeldt bir hırt gibi sarhoş! Löwe omuzlarını kaldırıyor: — Bölük sağa dön, sağa, dosdoğru gözler ileri. Bir an, bölüğün düzenini gözden geçiriyor, sonra yüz seksen adam karmakarışık halde arabalara doğru atılıyor; kapaklar açılıyor, fakat en sonunda çelik döşemenin üzerine düşen, topun namlusunun dibini kucaklayan ve bir Hollanda topacı gibi horlamaya koyulan Küçük Kardeş'i içeri sokmak için dünyanın tüm zahmetini çekiyoruz. Motorları çalıştırma işareti. Bir gürültü kopuyor, bu işlemeye başlayan yirmi beş Kap-lan'ın motorlarının horultusu, fakat benim içimde birdenbire hiçbir zaman tanımamış olduğum bir dünyanın, uygar bir evin, kibar bir kadının özlemi kabarıyor. — Arabalar, marş! diye komut veriyor Mo 72

ruk. Yön anayol. Topları patlayıcı bombalarla doldurun. Elektrik donanımını gözden geçirin. Uyuşuklukla sayısız düğmelere basıyorum; elektrik motorları vınlıyor, uzun top namlusu kocaman alev önleyicilere doğru döndürülüyor; önümüzdeki 503 bir toz dumanı kaldırıyor ve katranlı yolu söküyor, tırtıllar tehdit edici şekilde şangırdıyor. Heyecanla gözümü dürbünün kauçuklu kenarı üzerine bastırıyorum. Başkaları iç tedirginliğimi görmeseler bari, bu feci olur! Ben o evde ne yapmış oldum? Çevreme, pis pis motor yağı, ter ve kızgın maden kokan bu kapalı yere bakıyorum. Bitti düşler, Sven, bu olmasa, insan delirir. Küçük Kardeş sır verircesine bana doğru eğiliyor; alkolikler gibi kokuyor ve gözleri kan çanağına dönmüş. Ölü kafası yakaları üzerinde pırıldıyor. Geğiriyor. Kalçalarıma vurarak: — Müthişti, ha, arkadaş? diyor. — Kapa çeneni! Fakat yolun dönemecinde, Jacqueline, çitin yanında, bize elkol işaretleri yapıyor. Unutalım Jacqueline'i! Birden Moruk'un çığlığı duyuluyor! — Kule hazır ol! Yedi yüz metrede düşman arabası. Elektrik aygıtı vınlıyor, uzun top dönüyor, yanlış bir alarm bu, üzerinde kömürleşmiş iki ceset görünen yanmış bir enkazdan başka bir-şey yok. Đşte gece; hayalet kadar solgun bir mehtapla aydınlanan bir gece. Geçiş yolumuzun üzerinde evler bodrumlarına dek titreşiyor, insan lar uyanıyor, korkulu gözler camlara yapışıyor. Kaplanlar yolu tamamen işgal ediyorlar ve bir kibrit gibi ikiye ayrılan bir sokak feneri bir evin 68

üzerine yıkılarak camını patlatıyor. Ekzost borularından bir metre uzunluğunda alevler çıkıyor. Üç zırhlı araba taburu hızla Đngiliz hatlarına doğru yol alıyor. Đngiliz askerleri için ne kadar kötü bir sürpriz. Bir ev yolu tıkıyor; baştaki araba evi yamyassı ediyor. Bir çocuğun bağırdığı işitiliyor. Lejyoner periskopunun arkasında «Ey ölüm gelsene!» şarkısını söylüyor. Küçük Kardeş bir umutla Porta'ya soruyor: — Biraz kuvvetli birşeyin yok mu? Porta maaş dağıtan subaya yaptığı kısa bir ziyarette aşırdığı şişeyi ona uzatıyor.- Bu Haderslev alkolü, dünyanın en iyi Schnaps'ı, çarpmayan tek içki. Şişeler bir tümen komutanı için talep edilmişlerdi; fakat işin kötüsü, önce Porta yetişmişti: Alkolün kokusunu caddeden almış olduğunu söylüyordu! Küçük Kardeş ondan kocaman bir yudum alıyor, geğiriyor, rüzgâra karşı lumbozdan tükürüyor ve tabii yüzünün ortasına geri geliyor; küfrediyor ve koca motorlar gecenin içinde horuldarken pis bir paçavrayla siliniyor. Zincirler bir ölüm gürültüsüyle gıcırdıyor; biri fırlıyor ve aynı anda dışarı bakan bir teğmenin kafasını eziyor. Bütün kule kana bulanı-yor. Đleri! Đleri! Yolun kıyısında yanmış kamyonlar, araba enkazları, kapaklara asılı kömürleşmiş cesetler. Tüm bir piyade yürüyüş kolu, bir tarlada biçilmiş halde, yatıyor. Porta soğukkanlılıkla belirtiyor: — Jabolar(*). (*) Jabo: Jagd bomber (Avcı bombardıman uçağı). 74

Arabaların şarkısını radyodan daima yayınlıyorlar mı? diye soruyorum kendi kendime. Barcelona, sözlerinin hâlâ güncel olup olmadığını sormaksızın yarım sesle 1940'm o sarkışım mırıldanıyor: Maas'm, Schelde'nin, Ren'in ötesinde, Arabalar Frankfurt'a giriyor, ı Büyük Führer'in kara hafif süvarileri Fransa'ya saldırıp istilâ ettiler, Zincirler gıcırdıyor, motorlar horulduyor, Arabalar Fransa toprağı üzerinde yol alıyor.. Sonu gelmez bir kahkaha! — Üşüttünüz mü, ne? Bu, Heide'nin açık bırakmış olduğumuz radyodaki sesi. Aşağılayıcı gülüşler öbür arabaları çınlatıyor. Coşkulu marş, alaycı bir hakaret halini alıyor. Birden, önümüzde garip bir 3aırüyüş kolu... Acaba tutsaklar mı? Hayır, tozla kaplanmış rahibelerin, vahşi gülüşlerin yükseldiği bir kalabalığı toplamak için koştuğu görülüyor. Bunlar Caen akıl hastanesinden boşaltılan deliler. Đçlerinden biri sıradan çıkıyor ve gülerek zincirlerimizin altına atılıyor, öbürleri ellerini çırpıyor, yabaniler gibi sıçrıyor, talihsiz rahibeler ise umutsuzluk ve yalvarma işareti olarak kollarını göğe kaldırıyorlar. Birden, hastane giysili bir adam doğruca önümüze ilerliyor. —■ Stop! diye bağırıyor Moruk, radyo tamamen açıkken bağırdığını düşünmüyor. Tanrı aşkına, stop! Üç tabur onu duyuyor ve işte «Kaplanlar» m uzun yürüyüş kolu duruyor; motorlar boşta ça 70 lışıyor, fakat bir araba yolun kumlarını çıtırdatarak tüm hızıyla geliyor.

Ayakta, paltosu uçuşarak, öfkeden sarhoş halde tehdit edici bir meşe sopası sallayan «Tekgözlü» bu! — Kim verdi bu emri? Savaş divanına gönderilmek isteyen ahmak kim? Zırhlılar ileri! Zincirler gıcırdıyor; bir Kaplan, delilerin yürüyüş kolunun ortasından geçiyor, fakat sürücü yetmiş iki tonluk arabasının kontrolünü kaybediyor, yolun üzerinde aykırı-olarak duruyor; yaşlı bir rahibe kapıya atılarak yumruklarını öfkeli öfkeli vuruyor. -— Katiller! Katiller! Tekgözlü'nün arabası, lâstikleri acı sesler çıkararak fren yapıyor. Kara gözbağlı adam, çelik kaplamanın üzerinde yarı çılgın halde trampet çalan rahibeyi görmeksizin bakıyor. — Bu salak araba sürme yeteneğine sahip değil, mutfağa gönderilsin! Kuleden çıkıveren pek sinirli teğmene: — Ve siz, diyor, geri dönmüş olduğumuzda nakliye bölümüne rapor vereceksiniz. Zırhlılar ileri, Şeytan, Đsa'yla kol kola gözükse bile, hepsini ezin! Đleri köpekler! Dünyaya hayattan zevk almak için geldiğinizi sanmayın! Bu anda, Kızılhaç işaretli bir arabalar dizisi bizi geçmeye kalkışıyor, fakat iri kamyonlar bataklığa saplanıyor. Mürettebatının çığlıklarına karşın, onları çukurun içine atıyoruz. Yol açın Kaplanlar'a! Bir piyade teğmeni koşar adım geliyor, onu, uğursuz yarımay biçimindeki plakası karanlıkta parıldayan bir Feldgendarmerie subayı izliyor. Revolverini çekiyor. 76

— Sabotaj! Sizi tutukluyorum! Burada komuta eden budala kim? Adam kendinden emin; Feldgendarmerie'den olanlar yaşamın ve ölümün efendisi, savaş divanı delisidirler. Onların gözünde bir albay bile bir hiçtir. — Kaplanlar'ımı durdurmaya yeltenen kim? Siz misiniz? diye bağırıyor «Tekgözlü». Adamın önünde dikilen boylu poslu, bastonlu, kara gözbağlı tümgeneral Mercedes. Bastonun ucuyla jandarma subayını dürtüyor. — Deli misiniz? Toz olun, yoksa sizi en yakın ağaca astırırım. Savaşın beklediğini mi sanıyorsunuz? Zırhlılar ileri! Az sonra yeni bir piyade yürüyüş kolu yolu tıkıyor. Bunlar kaçış halinde, korkudan çıldırmış, arabalarımızın üzerine atılan silâhsız adamlar. Lime lime hakiler içindeki Đngiliz ve Amerikan tutsaklarını çerçeveliyorlar (denilebilir). Avrupa'nın bütün ulusları bu «Alman» kolunu oluşturuyor: Ruslar, Ukraynalılar, Kazaklar, Kırgızlar, Müslüman tümeninden Boşnaklar, Kar-pat birliklerinden Macarlar, Südetler, Sakson-lar, Bavyeralılar, Alsaslılar, Polonyalılar, Đtalyanlar... Bütün bu kalabalık, karmakarışık halde, bir şey arıyor: Kaçacak bir yer! — Güzel ordu! diye bağırıyor Porta. Adolf un bunu görmesini isterdim. Birkaç paraşütçüyü gösteriyor. Ve Hermann'm delikanlıları da! Acaba savaşı kaybeder miyiz? O zaman çek Berlin'e! Fakat bir süvari birliği dört nala geliyor; geniş bir yelpaze biçiminde yayılıyor ve kollarının bütün gücüyle kaçaklara kılıç vuruyorlar. Kızıl

73 yakaları tanıyoruz: Bunlar general Vlassov'un Kazakları, cadde temizleme uzmanları. Kendilerini de gösteriyorlar! Küçük tıknaz atlarının bu runları köpüklü, dizgin dizgine değerek, üzengilerinin üzerinde ayağa kalkmış halde uçuyorlar. Rusça boğuk komutlar duyuluyor, kılıçlar parlıyor; pek kısa bir zamanda, kalabalığı durduru yorlar, kurumlu kurumlu gülüyorlar. Tam on lara, bozkırların bu ufak adamlarına yaraşır bir iş. Atlar ter içinde, süvariler bineklerinden atlıyor ve kabzası sipersiz, biraz eğri kılıçlarını sallıyorlar. Kanlı vücutlara bakıyoruz. Bir Rus generalinin komutası altında, Alman ordusunda Kazaklar, Rus kılıçlarıyla Almanları öldürüyorlar! Herşey çılgınlık! Kimin için dövüşüyorlar yahu? Bir dirhem acıma yok. Bir jandarma komutanı ellerini ovuşturuyor ve bir Rus yüzbaşısının omzuna vuruyor. Atlar dereden kana kana su içiyorlar, adamlar da atlarıyla birlikte su içmek için yüzü koyun yere atılıyorlar. Bir Kazak ala ymda, insan ile at bir bütündür. Kılıçlar yanlarında, kara gözleri pırıldayarak bize doğru ilerliyorlar, ay ışığında kürk başlıklarının üzerinde kızıl yıldız parlıyor. Boyunlarında bir kartal basılmış haç var. Pis pis votka kokan bodur bir onbaşı güle rek: — Selâm Gospodin! diyor. Kılıcını karnının üzerinde çaprazlama taşıyor; geniş Rus apoletleri Alman üniformasını süslüyor, kaim beyaz bir örgü, revolverinin kılı fını tutuyor; bileğinde, kayışı sarılmış olan na-gayka (Kazak

kırbacı) var. Dostça bir el uzatıyor. Ne dersiniz buna? Bu, 38'deki Nikolayev 74 ayaklanmasının bastırılmasını anımsatıyor. Nikolayev maden işçileri çetin kişilerdi ve polisi maden ocağının ağaçlarıyla yenmişlerdi, fakat bu onları başarıya ulaştırmadı. Kalmuk ordusuyla talimde olduğumuz Saprotçe'ye bizi almaya geldiler. — Tovariç! diye Porta'nm omuzuna vuruyor, o da suratını asıyor. Porta yere bakarak soruyor: — Sana gelecekten haber vermediler mi hiç, Gospodin Yoldaş? Ben ünlü bir büyücüyüm. Geçmişi ve geleceği görürüm. Ver pençeni, Tovariç! öbür eliyle sarılı kırbacıyla oynayan Kazak, çekine çekine avucunu uzatıyor. — Korkuyor musun? diye sırıtıyor Porta, —■ Korkmak mı diyor? Kuşkulu Rus. O da nedir ki? Fakat yazgıyı öğrenmek her zaman iyi değildir. — Görelim bakalım Porta'nm bakışları uzaklara dalar gibi bir hal alıyordu. Sen Josef S ta! in amcanın hizmetinde onbaşı idin. O sırada kırmızı haçlı bir şapka siperin vardı ve bir ara Maj kof garnizonunda kaldın. — Kazan'm Kutsal Anası! Sen yaman bir büyücüsün! Başka Kazaklar da toplanıyor ve yüzlerinden korku okunuyor. Ak sakallı yaşlı bir çavuş istavroz işareti yapıyor.

— Şeytanın büyükanasmm şeytandan beter olduğu ne kadar doğruysa, bu da o kadar doğru. Bu Germanski bir şeytan, diye mırıldanıyor. Porta Rus'un eline vuruyor. — Hoş değil, Gospodin Tovariç! Çökmüş bir yol, toz görüyorum, maşorka yok, su yok, uzun 79 bir yürüyüş kolu... Ne uzun! Bütün çocuklar Vlassov işareti taşıyor. Gerçeği dinleyecek kadar güçlü olduğunu sanıyorum Tovariç! Büyük bir masanın önüne oturmuş viski, votka içen ve iri yaprak sigaraları tüttüren Amerikan ve Rus generalleri var. Kâğıtlar imzalıyorlar, el sıkışıyorlar. Ah! Şunu da görüyorum... Adolf düşmüş ve îvan amca, yabancı ülkeye kaçmamanız için bütün Kazakları bağışlattırıyor. Babacık hepinizi kanadının altına almak istiyor! Tovariç, Sibirya' daki Dalstroy sürgün kampını bilir misin? öğreneceksin, Nagajka'yı da. Ha! Pek uzakta yepyeni bir iple bir darağacı görüyorum, fakat senin ondan kurtulma şansın var. Sonuç olarak şunu iyi bil ki, yoldaş, günlerini Woenna plenny (savaş tutsağı) olarak sona erdireceksin. Kazak elini çekip aldı ve geriye sıçradı. — Şeytan götürsün fesat herif, cehennemin dibine git! Onları dinleyen Küçük Kardeş Rus'u, bir enik gibi yerden kaldırdı. — Rus domuzu, bas git ve başka türlü konuşmayı öğren! Yoksa seni Dalstroy'a atarım ha! Hem de kıçına nagayka vura vura, Tovariç! Kazak ağız dolusu küfrediyor; biz ise, söğ-mekle lanetlemek için Ruslardan daha geniş sözlüğe

sahip bir milletin olmadığını deneyimle biliyoruz. Kazak, kızgınlık içinde bulunduğu yeri unuttu. — Yaşasın devrim! Yaşasın Stalin! Alman barbarlara ölüm! diye öfkeyle bağırıyordu. — Bunu daha önce düşüneydin, diye sırıttı Porta, Yanlış yere oynadm, Tovariç! Adam hayasızca bir söz savurdu, atma bindi ,80 ve önümüzden geçerken kılıcıyla tehdit edici bir hareket yaptı. Gözleri kinden parlayarak: — Şeytan çarpsın sizi, dedi. — Güneşin altında susuzluktan geberesiniz, pis Kalmuklar! Kazak alayı büyük bir tırısla gözden silindi ve pek kızmış görünen teğmen Löwe arabamıza yaklaştı. — Obergefreiter Porta, gönüllü müttefiklerle alay etmenizi doğru bulmuyorum! Lanet şeflerinden biri komutana şikâyete gider. Porta, ayağa bile kalkmadan topuklarını şakırdattı. —■ Teğmenim, bu bataklık kurbağası falına baktırmaya geldi. Gerçeği öğrendi, hepsi bu; bu pis herifin sonu Josef Amca'nın Dalstroy'unda gelir herhalde. — Yeter Porta! Belki senin de sonun orada gelir. — Pek olasıdır, teğmenim. Savaş bittiği zaman Josef amcanın kadrolarında eksikler olacaktır mutlaka. Teğmen Löwe pek hoşnutsuz olarak uzaklaştı ve herşeyin üzerine ağır bir sessizlik çöktü. Bir ağaçta, bir akbaba bağırdı; gece akıp geçiyordu; şafağın sisi kalktı, biz de bir kahve yaptık ki az daha arabayı tutuşturuyorduk. Maden maşrapalar dudakları yakıyordu, fakat Porta levazımdan tüm

bir kova şeker pancarı reçeli çalmıştı, şu kaba ordu ekmeği üzerinde ne iyi oluyordu! Birbirimize sokuluyorduk. Kendimizi iyi hissediyorduk. Birlikteydik. Gece kurşunî bir gündüz doğurdu. Đnsan sesleri var. Humbaracılar acılı ve pek hırçın halde parisi yakın 81/77 geliyorlardı, o sıradaysa bir Flak bataryası mevziye giriyordu; Porta, alaycı alaycı, beş metredeki ve yerdeki bir bombardıman uçakları filotillasını vuramayacaklarını ileri sürdü! Teğmen Löwe kolunu kaldırdı. — Zırhlılar ileri! Ağır Kaplan, Porta'nın nedensiz harekete geçirdiği iki koca motorun tepmesi altında titriyordu. Đki avcı uçağı, yolun alçak yanma elli kiloluk bombalarını salıvererek başlarımızın üstünden geçiyor ve Flak'ın şiddetli ateşine karşın hiçbir hasar görmeksizin kayboluyor. Yeni saldırı! Kaplanlar cephe alıyorlar. Đşte yeniden yalnız, terkedilmiş öldürücüler haline gelmişiz. Her çakıl taşının, her çalılığın, her engebenin arkasında, zırhlı arabalar, bazukalar, toplar, mıknatıslı mayınlar kisvesi altında ölüm pusu kuruyor. Periskoplar bize düşmanın gizlenme yerlerini gösteriyor. Piyadeler için yığın halinde bir zırhlı arabalar saldırısı en berbat olaydır ve düşman gözcüleri çoktan yerimizi belirlemiştir. Bombalar yağdırıyorlar, ama biz saatte kırk kilometreyle ilerliyoruz ve uzun toplar makinenin hızıyla sallanıyor. Herşey hazır.

— Kapakları kapatm, diye emrediyor Moruk' un sesi. Kapılar kilitleniyor, açmak için artık patlayıcı gerekir. — Kule hazır olsun. Mesafe 700. Pak kamufle. Gözlerimin önünde çizgiler, kareler dansediyor. Moruk omzuma vuruyor. — Hedefi buldun mu? Çalılıklardan ve yıkıntılardan başka hiçbir şey görmüyorum. 82 — Budala, alçak yıkıntı, şurada, solda. Bir topun alevi bataryanın yerini meydana çıkarıyor, bir mermi az daha bize isabet ediyordu. Şimşek hızıyla nişan alıyorum, rakamlar gözlerimin önünde geçit yapıyor: 650... Uçlar birleşiyor, kadran aydınlanıyor. — Çabuk, diyor Moruk sinirli sinirli. Ateş ediyorum. Havanın basıncı bir yumruk gibi bize vuruyor, yakıcı kovan, çelik döşeme üzerine düşüyor. Şangırtı. Top yeniden hazır. Pak topu tahrip edildi: Maden ve et döküntüleri. Herşey havaya uçuyor; kalanı geniş tırtülar altında eziliyor. — Kule hazır ol. Mesafe 5000. Doğru ileri ateş. Motor hırıldıyor, kule dönüyor ve onları hemen tanıyorum: ChurchiU'ler bunlar, uzun gövdeleri ve alçak kuleleriyle belirlemek kolay. Birbirini yakından izleyen altı tane var: Acemiler! Stop ediyoruz. Yalnız deneyimsiz tankçılar yürürken ateş eder, fakat çabuk olmak gerek: Durmuş bir araba ördek gibi avlanır. Küçük Kar-

deş bunun ne zaman havaya uçacağını görmek için kapaklardan birini açıyor. — Ateş etsenize kaz herifler! diye bağırıyor. Berlin'e varmadan önce daha engel dolu— Ört kapağı! diye bağırıyor Moruk öfkeyle. ■— Tasalanma hem benim Obergefreiter, yani ordunun belkemiği olduğumu unutma! Moruk bana doğru dönüyor: — Önce sonuncusuna, sonra dönüp birinciyi ezersin, ama kımılda biraz! Ateş! Uzun top geri çekiliyor. Alevden bir dil uzanıyor... Đsabet! Son araba tersine dönüyor. 79 — Fena değil, diye bağırıyor Küçük Kardeş. Siz Berlinlileri tanımıyorsunuz henüz. Kule dönüyor. Durmadan önce bile ateş ediyorum; birinci Churchill yolun dışına atılıyor. — Yer değiştirin! Porta vites değiştiriyor, geri gidip bir engebenin arkasına giriyor. Ben periskopta son üç ChurchüTi izliyorum; birini kare içine alıyorum, ateş ediyorum... Mermi bir kuyruklu yıldız gibi kayıyor, fakat bir ChurchüTin en yaralanmaz yerine vuruyorum: Kulenin kubbesine. Amma da korkmuş olmalılar! Fakat kapakları açıyorlar, mürettebat iniyor... Heide, iki mermi bize vurduğu anda makinelisiyle onları biçiyor; fakat atışları çok kısa, bir cehennem gürültüsüyle savuşturmuş oluyoruz. Küçük Kardeş kulenin dibine atılıyor. — Ne şamata! Öldüğümü sandım, bu tür savaş tehlikelidir! Ter içinde kalkıyor ve açık dolaptan yeni bir mermi alıyor. Đkinci ChurchüTi nişangâh içinde

tutuyorum: Uzun mermi kayıyor, ama araba yerinde kalıyor. Vuramadık mı? Hayır, tanktan biraz beyaz duman çıkıyor. Yer değiştirmeyi bile unutarak soluğumuzu tutuyoruz. Göğe doğru çıkan dik bir duman, çok gürültülü bir patlama, saman çöpleri gibi uçan bir tonluk maden levhaları... Beşinci araba yanıyor; komutanı, kuleye sıkışmış etten bir meşale halinde bağırıyor. — Zırhlılar, marş! diye komut veriyor Moruk. Yıkıntının yakında mevzilenme. Kule hazır olsun. Hedef 300. Düşman arabası, ateş! Top gürlüyor, altmcı Churchill vuruldu, 80 Küçük Kardeş de zaferimizin işaretini kulemize çizmek için hemen dışarı çıkmak istiyor. Moruk' un korkunç öfkesi boşuna, Küçük Kardeş disiplini asla öğrenmeyecek; Porta üe itaatsizliğin her çeşidini deniyorlar; birçok kurmay subayın tüylerini diken diken ettiler. Đşte tam arkamızda Do bataryaları harekete geçiyor; bir ateş şemsiyesi altındayız, piyadeler yere yıkılıyor, düşman rakım 109'u temizliyor, ve Kanada piyadesi, fanatikler gibi dövüşüyor. Onların her deliği işgali gerekiyor. Daha iyisi eline geçmediğinden, bir çavuş bize taş atıyor; makineli tüfek onu deviriyor, bir gruba yetişip tırtıllarımızın altında eziyoruz. Sonra da sessizlik iniyor yeniden. Arabalar duruyor. Alevlerin çıtırtısından başka birşey işitilmiyor artık. Acıyan göğüslerimizle öksürerek çelik hücrelerden dışarı çıkıyoruz; Porta yüzü dumandan kararmış halde, yıkılmış bir eve doğru ilerliyor; oradan kolları bira kutularıyla dolu olarak

çıkıyor. Bir soluk bile almadan hemen ikisini dikiyor ve gözleri zenci yüzünün üzerinde beyaz bilyeler gibi panldıyor. — Bütün bir mahzen dolusu var! Onların zafer biraları bunlar ve yemin ederim ki insana iyi geliyor! Küçük Kardeş bir çığlık atıp yıkıntıların içinde kayboluyor ve on kutuyla geri dönerken, edepsizce şarkılar söyleyerek onları süngüyle açıyor. Herşey unutuluyor, savaş bile, gözlerimizin önünde alev alev yanan ev bile. Fakat birden bire, bir makineli takırdıyor ve bizi amansızca içinde bulunduğumuz ana getiriyor. 85 Heide bir elbombasmın emniyetini koparıp hedeften yana atarken Küçük Kardeş: — Namussuzlar! diye bağırıyor. Bir haki üniforma, ateş içinde, doğruluyor ve kurşun yağmuru altında düşüyor. Pek mutsuz bir halde, bütün delinmiş kutulardan kaçarı biraya bakıyoruz. Savaş bu. Caen Direnişçileri bir gün, Alman polisiyle doğrudan doğruya bağlantılı olarak çalışan ve Gestapo şefi Helmuth Bernhard'm kişisel dostu olan Milis şefi Lucien Briere tepeleme emri aldılar. Briere çok sayıda Fransız'ın idam edilmesine neden olmuştu. Đşi üzerine alan tenekeci Arşene oldu. Üç arkadaşıyla birlikte, Briere'in Fosse-du-Château caddesindeki evine girdi ve birçok elbombası attı, fakat girişim başarısız oldu. Komplocular kurtuluşu kaçmakta buldular ve onların haberi olmaksızın, evin korunması Waffen SS'lere verildi.

Arşene, bir gün komutan Briere konutundan çıkarken gizlice peşine düşerek tek başına hareket etmeye karar verdi. O gün geldi ve Arşene, Caen'in en nefret edilen adamını yüzyüze tepelemek için yolun ortasında dikildi. Ona karşı âdi bir katil gibi hareket edilmemesi gerekirdi. Briere tehlikeyi gördü, ama çok geç; Arşene arkasından koşup onu geri dönmeye zorlarken, o yolunu değiştirmeye çalıştı, ama Arsene'in parabellumundan kafasına iki kurşun yedi. Caddenin bütün pencerelerinden, halk cinayet sahnesini izlemişti. Büyük bir soğukkanlılıkla, Arşene bir fotoğraf makinesi çıkardı ve cesedin bir resmini aldı, zira Londra'daki beyler sık sık emirlerinin yerine getirilip getirilmediği konusunda kuşkulanıyorlardı. Sonra Arşene kayboldu. 82, Üç gün sonra, Saint-Jean kilisesinde cenaze töreni yapılırken, Gestapo kentin nasıl bir volkan olduğunun farkına vardı. Caddeyi dolduran kalabalık cenaze arabasını görünce alkışlamaya koyuldu ve Marseüles'i söylemeye başladı. 82 HEMĐNGWAY GĐBĐ Normandiya'da kesintisiz cephe yok. Saatler süresince keşifteyiz, bir düşmanın gölgesine bile rastlamıyoruz; kapılarının dibinde öldürücü bir savaşın geçtiğinden pek haberi olmayan köylerde dolaşıyoruz. Bir yol kavşağında, iki Amerikan arabasına yol vermek için durduğumuz az olmuyor; onlar da bizim gibi keşifteler. Đçindekiler, dört tekerleği de hareketli ağır Puma'mızı kendi

arabalarından biri yerine koyarak bizi selâmlıyorlar. Hayli tedbirli olarak Montaudin'e girdiğimizde gece oluyordu. Tek bir canlı yoktu. Küçük şehir ölü gibiydi. — Vay, berbat bir kahvehane, diye belirtiyor Porta neşeyle. Bir çorba olup olmadığına bakmaya gidelim, o denli açım ki, içim kazmıyor. Ağır zırhlı aracı, barış zamanındaki bir turist arabası gibi meydanda park ediyoruz, sonra bitkin, tozlu, pek keyifsiz halde, kollarımızı kara göğe doğru gererek kendimizi makinemizden dışarı çekiyoruz. Can çıkarasıya esnemeler. Đki günden beri keşifteyiz. — Nasıl böyle yorgun olabilirim? diye inliyor Heide. Bu dizel insanı deli ediyor. Neredeyiz? Hatların gerisinde mi ve hangi hatların? Moruk ensesini kaşıyor ve burnunun ucunu oğuşturuyor. 89 — Dinleyin, başlıklarınızı arabanın içine atın, bizi ötekilerden eden tek işaret bunlar. Ne de olsa, kamuflajımız öbürlerinkine benziyor; kiminle toslaşacağımız hiç bilinmez. Rus komiserlerinin ağır tabancasını avuçla-yan Küçük Kardeş: — Ben naganımı cebime alıyorum, diye kararını bildiriyor. Kuşku verici bir dost görürsem, kıçına Rus usulü bir badem saplarım. Herkes ceplerini yumurta iriliğinde el bombaları ile dolduruyor, revolverler göğüs cebine sokuluyor, sonra elinde dolu bir silâhla Lejyoner bir tekme

vuruşuyla kahvenin kapısmı açıyor. Güçsüz bir kandille aydınlanan içerisi ıssız gibi görünüyor. — Selâm patron! Müşteri var. Korku salan bir parmak işaretiyle, Heide kolları barın üzerine uzanmış yatmakta olan Amerikan üniformalı kocaman bir silueti gösteriyor; bir konyak şişesiyle kırılmış kadehler yerde sürünüyorlar. Adam dut gibi sarhoş olmalıHeide pek sinirli halde fısıldıyor: — Bir Amerikalı! Tüyelim, Amerikan hatlarının gerisindeyiz. Porta biricik dişini emerek homurdanıyor: — Salak! Ya herif adresi şaşırarak Adolf un cephesinin arkasına düştüyse? Fakat vızgelir bana! Bu Eisenhower bile olsa, balık çorbası istiyorum, hem de çabuk. Küçük Kardeş, ortalığı temizlemeye bak, huzur içinde yemek istiyorum. Küçük Kardeş kollarını sıvıyor ve çizmelerinden bir elbombası çıkarıyor: — Hazırım, diyor. Kendini gösterirse genel karargâhı havaya uçuracağım! 90 — Patron! diye bağırıyor Lejyoner. Yağlı bir robdöşambr giymiş orta yaşlı bir adam, uykulu uykulu, gıcırdayan merdivenden ağır ağır iniyor. — Yine Amerikalılar! diye homurdanıyor. Sanki yağmur gibi yağıyorlar. — Patron, rahatsız ettiğimiz için bağışlayınız, diyor Lejyoner nazikçe, fakat bir balık çorbası içebilir miyiz? Personeliniz yoksa, size yardım etmeye hazırız. — Fransız mısınız? Siz Amerikalılar sanmıştım.

— Evet, patron, Paris yolundaki 2. zırhlı tümendeniz. Arkadaşlarım yabancı lejyonundan Alınanlardır. — Hurra! diye bağıran patron ayakları robdöşambrma takılarak yukarıya doğru dörder dörder çıkıyor- Đşte Fransızlar! Yaşasın Fransa! Herkesi indirin. — Sanki Noel, diye fısıldıyor Küçük Kardeş. Mucize olmuş gibi tozlu şişeler güründüler. Sarhoş Amerikalı başını kaldırdı ve dalgın bir gözle bize baktı; kaim bıyığı ıslanmış bir kedinin postuna benziyordu, üniforması alkol lekeleriyle kirlenmişti. — Hello boys! diye kekeledi. Viskiniz var mı? Tekrar bir konyak gölcüğü üzerine düştü ve gökgürültüsünü andıran horlamalar salıvermeye koyuldu. — Dut gibi sarhoş, diye açıkladı patron. Bütün gece iki arkadaşıyla içti. Dün sabah geldiler, besbelli Paris'e gidiyorlar; öbürleri bir ciple çekip gittiler, ama bu masanın altına yuvarlandı. 85 Lejyoner ihtiyatlıca sordu: — Burada başkaları da olmasın? — Hayn-, yalnız bu. Bütün bir viski kasasını boşalttı. Amerikalı bir gözünü açtı, bize baktı ve birden tüm boyu ile ayağa kalktı. Hemen hemen Küçük Kardeş'in boyundaydı. Sendeleyerek tezgâha doğru gitti, yumruğuyla vurup bağırdı: — Whisky damned daggers! (*) Sonra, sağlam adımlarla Barcelona'ya yaklaştı; onu omzundan iterek:

— Suratın hoşuma gitmiyor, kardeş, dedi, bana bir Kraut'u hatırlatıyorsun. Viskin var mı? Tekrar yere düştü, aptalca bir gülüş koyven di ve boş bir şişe ile tempo tutarak «My Old Kentucky Home» şarkısını söylemeye koyuldu- Hancı başmı salladı— Tam ayyaş. Bir savaş muhabiri. Dün, imla bilmediği bahanesiyle yazı makinesini ezdi. Boş şişeleri duvara kırılmaya yollayan dev yanki bağırdı: — Have a drink boyr! (**) Bir gözünü Moruk'a doğru muzipçe kırptı. — Asker, beni Paris'e götür. Elbette kim olduğumu bilmiyorsun. Bir kez hıçkırdı. Fakat seni ne ilgilendirir bu? Ölmek güç müdür? diye gelişi güzel devam etti. Başını salladı ve kendi sorusuna yanıt verdi. Hiç de güç değil, hatta yaşamaktan daha kolay, Küçük Kardeş'e doğru döndü. Uzun, uzun adam! Hemen hemen göğe varıyorsun, yere doğru eğil ve bana canlandırıcı birşey ver. Yeni hıçkırık. Nerede olduğunu öğ (*) Viski, Allahm belâsı Fransızlar (argo) (**) içelim çocuklar! 92 renmeyi pek mi isterdin, uzun adam? Bu mahremdir, son derece mahrem, fakat sen dostumsun, sana açacağım- Bire üç bahse girerim ki sen Alabama'dan geliyorsun. Sen iyi bir zenci yamyama benziyorsun. Üçüncü raf, aynanın solunda, barın arkasında- Şist! Küçük Kardeş irkildi, barın arkasına kaydı ve hemen kolları şişelerle dolu olarak çıkıverdi-

— Tanrı'nın rahmeti inmiş buraya! dedi. Patron, arkasında garson kızlar ve Porta ile ünlü çorbayı hazırlamak için mutfakta kayboldu. Đstakoz kutularını çıkarıp gösterdi. — Amerikalılara ait, ama ne! Ne bulurlarsa alıyorlar. Anlıyor musun, arkadaş, dört yıldır onları Tanrı gibi bekliyoruz, geliyorlar ve ne yaptıklarını biliyor musun? Düğünler için ayrılan calvados'ları son damlasına dek içiyorlar! Bitişik odadan kınlan bardak şangırtılarıy-la birlikte vahşi bir ses yükseldi. — Hay Allah kahretsin! Patron bir dolaptan kauçuk bir cop çıkardı. Bu askerlerin hepsi aynı, ama ben onlara gösteririm. Copunu sallayarak büyük salona atıldı, bir sürü karides kutusunu bir tabağa devirmiş olan Porta da yine arkasmdaydı. Amerikalının ve Barcelona'nm alkışları arasında yerde yuvarlanarak dövüşenler Küçük Kardeş ile Heide idi. Đki cop, barışı sağlamaya yetti. Tam da iki gözün ortasına. Birkaç yıldır bilinen bir usul. Porta uzman edasıyla başını salladı. — Đyi iş, ama Küçük Kardeş ayıldığı zaman gözüne gözükme. Onu bayıltanın sen olduğunu çakarsa, kötü olur. Mutfakta kayboldu, kafasına bir aşçıbaşı 87 külahı geçirip alaca bulaca üniformasının üzerine büyük bir önlük bağladı. — Almanca konuşuyor musun, arkadaş? Fransızcam pek iyi değildir. — Nasıl? dedi hancı soluğu kesilmiş halde-Ne zamandır lejyondasm?

— Pek uzun zaman değil, orada bütün diller konuşulur. — Ya! iyi, diye içini çekti patron ferahlamayla. Adı üstünde, yabancı lejyonu işte. Çoğunuz Alman mı? — Yığınla, diye doğruladı Porta. Elini salla-san ellisi. Ne günlere kaldık! — Haydi, görelim bakalım çorbayı. Domatesler, havuçlar, soğanın var mı? Patron ona bir avuç soğan uzattı. — Kekik ve defne, sonra maydanoz, limon diyen Porta kulak zarlarını patlatacak şekilde şarkı söylemeye koyuldu: Hazadnaak renduletlenul legy hive oh nıagyar! Bolcsod ez s majdan sirod is, mely apol es eltakar. — Bu anlaşılmaz dil de nedir yine? — Macarlarm hasat şarkısı, kardeş. Maydanoz ay ışığında bu şarkı söylenerek toplanmazsa balık çorbası iyi olmaz. Orada, herkes balık çorbası delisidir. Birkaç yıl önce Macaristan'dan geçerken tarifini elime geçirdim. Bir tabureye yıkılmış olan hancı kulaklarına inanamıyordu. — Tanrım! diye mırıldanıyordu, hiçbir şey 88 anlamıyorum, fakat zamanla insan neler öğreniyor. Porta bir demet sarımsak aldı— Gevezelik yeter. Bu tür çorba ciddi bir iştir ve beyaz şarabı esirgeyen budalalar vardır. Đki şişe boşaltıyoruz, daha az olmaz-

Hancı kendi kanısını söyledi ve Porta'ya bir tabak midye uzattıAyrıca, bir düzine daha, dedi beriki, bol bol da Đstakoz. Elinin altında balık olarak ne varsa, hepsi. Burnunu kaynayan tencerenin üstüne uzatarak, yalnız füme ringa balığı hariç elbette, diye ekledi. Đçine ekmek koymak yok. Bu kurtarıcılar için küçük bir yemektir. Patron kahkahayla güldü: — Fakat safran ile düğünçiçeğinden vazgeçilemez. Belki birazcık da rom. Bu almış olduğum tarife girmiyor, yalnız iyi bir şeyin zararı olmaz, diyerek yarım şişeyi kokulu çorbanın içine döktü. Hizmetçi kızların gülüşleri altında, patron romdan kalanı boşalttı, Porta şişenin ağzını yaladı. — Bu ısıtır ve karaciğerin tozunu atar. Đyi. Şimdi gözümüz saatin üzerinde olsun: On beş dakika, bir dakika eksik ya da fazla değil. Porta ile hancı kocaman çorba tenceresiyle göründükleri zaman bir sevinç çığlığı koptu. Amerikalı kaburgalarım tutarak: — Hayatımın en büyük serüveni, dedi- Sizi iyi gözetledim, çocuklar! Herkes sarardı. Heide elinde tabancasıyla oynuyordu. — Beni tongaya bastırmak üzereydiniz, fakat yemez95 Yaşamının pamuk ipliğin© bağlı olduğundan kuşkulanmaksızm bir Đstakoz parçasmı seyrediyordu- Porta, bozuntuya vermeden, tıkmıyordu. Hancıyla ikisi güç durumlarm içinden çıkmayı biliyorlardı.

— Herşey bilekgücü ve revolverle düzene girer, ister burada ister Washington'da, arkadaş. Göstereyim sana nasıl. Ağır P. 38'ini kavradı ve sarı silindir şapkasını ensesi üzerine itti. Hancı sarardı ve salona bir ölüm sessizliği egemen oldu. Đki el ateş tavana gitti. — Sersem, diye bağırdı korkudan ölen hancı. Beni öldürmek mi istiyorsun! Amerikalı, ayyaş inadıyla devam ediyordu: — Seni gözetledim. — Sen çok sarhoşsun, Yanki, fitil gibi sarhoşsun! — Kabul, fakat yine de sizi gözetledim. Kıçımın kenarı, sen de, dedi ani bir enerjiyle. Hem sonra viski içmeyi de bilmiyorsunuz, nanemollalar! Kendine gelen ve dev yumruklarını sallayan Küçük Kardeş gürledi: — Biz nanemolla ha! Tehlikeli oluyordu: Porta bir odun parçasını ele aldı ve ensesine iyi bir vuruş indirdi. Biz onu bağlarken, Amerikalı Porta'yı öptü. — Đyi oldu arkadaş. Bir hizmetçi kıza, benim büyük şişeyi git getir, dedi Đçkisiz kaldığımızı görmüyor musun? On dört litrelik koca bir şişeyle kızın tekrar aşağı inmesi iki dakika bile sürmedi- Amerikalı ağzını şişeye yapıştırdı, fakat böyle bir şişeden ağzından içmek kolay değildi. Viski çenesine akıyorduGürültülü geğirtiler. Sonra koca şişe Por-ta'ya uzatıldı. Herşey pis pis viski kokuyordu. Moruk kusmak için bir pencereye yanaştı ve kara perdeleri özenle açtı. Fakat şeytan alsm savaşı! Đçiliyordu, oburca yeniyordu, dumanı tüten aynı

tencereye saldırılıyordu, o sırada ise Porta elini bir hizmetçi kızın eteklerinin altma sokuyordu. — Vay! Bunun külotu yok! — Bütün ölmüş Kraut'ların sağlığına! diye zırladı Yanki. Come on boys!(*) Bir hayvan uluması sözünü kesti, bu kendine gelmekte olan Küçük Kardeş idi. — Alçaklar, namussuzlar, kardeş katilleri! Đp çatırdadı ve kollarından birini kurtarmayı başardı. Sizi bir ele geçirirsem! Đri yarı Amerikalı güçlükle kalktı, kaim bıyığından akan viskiyi sildi ve yapabileceği son şeyi yaptı: Başlığını Küçük Kardeşin ağzına dek kaldırdı! Ve şenlik devam etti. — Paris'i kurtaracağım, diye hıçkırdı. Yanki. O lanet şehrin sağlığına içelim! Barcelona hancının sırtına kustu ama, o bunu farkedemeyecek kadar sarhoştu. Tam boğulacağı anda Heine'nin başını tencereden çektiler. Amerikalı gülmeden boğuluyor ve morarı-yordu. — Paris'e mi gidiyorsunuz, çocuklar? — Paris'ten geçmeyen bir Fransa yolculuğundan söz edildiğini hiç işittin mi? — Beni de götürün! diye yalvardı- Ritz barı için bir skol, eğer ona zarar verdilerse vay o pis (*) Hadi Çocuklar parisi yakın 97/91 Kraut'larm haline. Avrupa'yı yıksınlar, fakat Ritz'in barını değil! Acaba eski dostum Jean orada mı, diye soruyorum kendi kendime. Sendeledi, tezgâhın üzerine düştü ve alık bir tavırla gözlerini kırık bir vazoya dikti-

— Amma susadım! Bir konyak şişesini kavrıyor. Porta ona rom, viski uzatıyor, ikisi, kokteyli bir soba demiriyle çalkalıyor. Bu korkunç kokteyl yumruk gibi vurur adama. Hancı hıçkırarak barın arkasına düşerken Küçük Kardeş: — Yanıyorum! diye inliyor. Porta Amerikalıya: — Revolverini bana satar mısın? diye soruyor. — Yapamam., dostum, bu ölmüş olan bir spagettinin armağanıdır. Gülüyor ve hıçkırıyor. Ya senin, satılık bir cipin yok mu, acaba? — Hayır, ama bir arabam var, diye yanıtlıyor Porta. Meydana çekilmiş duruyor. —■ Deli misin? Jandarma sana ceza keser; gel, onun yerini değiştirelim, diyor Yahki Porta' nm kolunu tutarak. Aracımızın önünde uzun bir düşünmeden sonra da: — Üstünde niçin bir Kraut haçı var? Porta bir yandan sarı silindir şapkasıyla yelpazelenerek düşünceli düşünceli gamalı haça bakıyor. Kmayıcı bir tavırla: , —- Bir kahpe bize pis bir oyun oynamak istemiş! — Ya... Ya... Yasak, diye kekeledi Amerikalı. Beyaz boya aramak gerek-; 98 Hancıda boya vardı. Đki sarhoş kara haçları beyaza boyamayı başardı, sonra eserlerini seyretmek için kaldırım üzerine oturdu. — O halde söz, diye hım hım etti Amerikalı. Otonla beni Paris'e götürüyorsun. Orada haberimi

gazeteye geçmem gerek. Dehşet bir başlığım var! " Özenle tekrarlayarak havaya harfler çizdi: «Bir savaş muhabiri ile bir sürücü Paris'i kurtarıyorlar- Bir milyon Kraut teslim oluyor. Fotoğraf çekmeyi bilir misin, kardeş?» — Hem de nasıl, diye belirtti Porta. — O halde Kraut mareşallerini alıyoruz ve fotolarını çekmek için Ritz'in barının önüne diziyoruz, hemen sonra da, her kadeh arasında kıçlarına birer tekme indiriyoruz. Gel kardeş, tüyelim! Fakat savaş muhabiri bacaklarının üzerine kalkar kalkmaz bir çuval gibi düştü. Bu kez, alkol kokteylinin sindirimi güç bir hal alıyordu. Güçlükle arabaya binmek için bundan yararlandık. Herşey yalpalayan bir tekerlek gibi dönüyordu. Porta kulak patlatacak şekilde şarkı söylüyordu; yolun sarsıntıları rahatsızlığımızı daha da artırıyordu. Birden Heide'nin inleyerek iki büklüm olduğunu gördük; yüzü kurşun rengi alıyordu- Porta sordu: — O lanet Amerikan alkolünden olmalı, diyen Heide, radyonun ve borda tablosunun üzerine kustu. Koku o derece pisti ki herkes sövüp saymak için bundan yararlandı, fakat Heide karnını tutarak çelik döşemenin üzerinde kıvrılıyordu. 93 Porta çekine çekine-. — Belki gerçekten hastadır, dedi. — Arabayı durdurun, diye komut verdi MorukOnu yoklayacağız.

Birkaç sık ağacın altında durduk, acıdan uluyan Heide'yi dışarı çıkarmak güç oldu. — Öldürün onu! diye bağırdı Küçük Kardeş, en basiti budur, bana daima ayak bağı oldu. Moruk onu uzaklaştırdı, Heide'yi soydu ve karnını yokladı. —- Apandisit bu, dedi kuru kuru. Hemen ameliyat etmek lâzım, yoksa ölür, ameliyat yapılabilecek tek yer ise, Amerikalılardadır. Ne diyorsunuz? Porta dehşetle bağırdı: — Onun için enseye bir kurşunu göze mi almalı! Ah! Asla! Apandisitine ederim! Lejyoner başım salladı: —- Karşıdaki hergelelerin ameliyat yapmaya vakti olduklarına inanmakla saflık ediyorsun. Onu öldürürler, onunla bizi de. Savaş bu. Ben Küçük Kardeş'in fikrindeyim. Porta içinde uyuşturucu olan bir sigara yaktı ve onu Heide'nm mavi dudakları arasına koydu; Küçük Kardeş nagan'ı ile oynuyordu; dalgın Moruk düşünürken daima yaptığı gibi burnunu ovuşturuyordu. Heide saçmalıyordu. «Tanrı» sözünü işittik—• Bunu düşünmek için biraz geç, diye homurdandı Porta. Moruk sonunda karar verdi: — Anteni çıkarın, dedi. En yakm birliğimizle temasa geçmeyi deneyeceğiz, ama neredeyiz? Bu pis ülkede, hiç anlaşılmıyor, ki bu! 94 lejyoner mikronun miğferini başına geçirdi ve radyoyu çalıştırdı. «Hallo! Burası Betty Grab-le.*» Bu değü, başkasını deneyelim. «Burası Hella 27,

Đvedilikle bir hekime ihtiyacımız var.» Yine onlar, bizimkiler değil. Radyo ıslık çalıyor ve anlaşılmaz bir Đngilizce ve Almanca çorbası püskürtüyor. Lejyoner bir çok kez deniyor ve birden bir Almanca ses duyuluyor. «Burası Vahşi Kedi 133. Sizi dinliyoruz» Lejyoner çarçabuk: — Bir operatöre ihtiyacımız var, diye açıklıyor. — Teması sürdürün. Neredesiniz? — Seni ilgilendirir mi bu? diye küfretti Lejyoner. Karşıclakileri ziyarete mi gideceğimizi sanıyorsun? Görünmeyen konuşmacı gülmeye koyuldu: — Güzel. Đşte bir hekim. Đyi şanslar arkadaş. Yeni Alman sesi: — Ben doktor binbaşı Eickan. Bir apandisit olduğunu nereden biliyorsunuz? Lejyoner bazı ayrıntılar verdi ki bunlar hekimi inandırdı- < — Đyi. o halde talimatımı izleyin, şaşkınlığa düşmek yok. Ellerinizi alkolle yıkayın, hastanın karnına iyot sürün ve onu sıkıca bağlayın. Küçük Kardeş'in büyük üzüntüsü karşısında, Porta, Heide'nin karnını viskiyle yıkama görevine koyuldu. — Pansuman sandığındaki âletleri alkolle yıkayın. Alkolünüz var mı? Sandıkta bir litre olması gerekir.

101 — Vardı, diye mırıldandı Barcelona, fakat insan susadı mı bulunmaz artık. — Açmadan başlayarak kanı durdurmak için pamuk tamponları hazırlayın. Ses, Moruk'un

açacağı yeri ayrıntılı olarak anlattı. Çok basmayarak, dikine, aşağıya doğru. Bıçak hafifçe tutulmalıdır. Aşağı yukarı on santimetre yarın. Moruk'un tuttuğu bıçağın altından kan fış kırdı, fakat uyuşturma olanağı bulunmamış olan Heide, uluyordu. Onu gaz maskesi kayışlarıyla sımsıkı bağlamıştık. Ameliyatı izleyen Lejyoner: — Çok kanıyor, doktor bey diye mırıldandı. — Doğaldır, ama dediğimi yapın- Deriyi her yanından penselerle tutturun. Daha derince gidin, ama çok değil; ince bağırsağı patlatma-maya çok dikkat edin- Çok kan varsa, pamuk tamponlarla silin ve sandıkta bulunan kauçuk aygıtla çektirin. Körbağırsağı görüyor musunuz? Serçe parmaktan daha büyük değildir ve biraz kıvrıktır. — Evet, doktor bey. Moruk iri ter damlaları döküyordu. Müthiş acı çekmesi gereken Heide durmadan bağırıyordu. Küçük Kardeş'e gelince, tiksintiyle gözlerini kapıyordu. — Susturun onu, dedi Moruk, artık dayanamıyorum. —- Bağışla beni, Julius, bu bir dost hizmetidir, sıra bende diye vuruyorum. Đki darbe yetti ve Heide sustu— Hastayı uyuşturduk, doktor. — Neyle? — Bir nakavtla. 96 Bir sessizlik oldu. — Nabız nasıl? — Hızlı.

— Biriniz durmadan kontrol etsin. Korkuya kapılmak yok- Acele etmeyin. Kör bağırsak nasıl? Merakla Moruk'un omzunun üstünden eğiliyoruz ve Heide'nin açık karnını seyrediyoruz— Şişkin ve kırmızı. — Uzun ve eğri âleti alın. Bağırsağı iki parmakla tutup kesin. Hiçbir şey dışarı çıkmamalıdır. Sinirli olmayın. Alt ucunu kesin ve bağırsağı iyi tutun. Alkole bulayım Şimdi iç ucunu penslerle tutun, kırmızı bir kutunun içinde küçük pensler vardır. Kutuda bulunan iplikli eğri iğneyi bastırın. Đğne geçince, ipliğin iki ucunu dü-ğümleyeceksiniz; böyle altı dikiş .yapın. Bitti mi? Hâlâ iri ter damlaları döken Moruk başını salladı. — Đyi. Bolca sülfamit ekin ve hastayı sargılayın, bunu bilirsiniz. Đlk iki saat süresince bulunduğunuz yerde kalın; hastanın rahat olması gerekir; beklenmedik, birşey geçerse aynı dalga uzunluğu üzerinden beni çağırın. Burada kalıyorum, fakat düşmanın merakını çekmemesi için radyoyu kapatın, sonra hastanın çarçabuk has^taneye götürülebilmesi için Alman hatlarına varmaya çalışın. Đyi şanslar, yalnız onu daha fazla baygın bırakmayın. Lejyoner radyoyu kapadı ve anteni içeri çektiArabanın üstüne onu hemen hemen görünmez kılan ağ gerildi, silâhlar hazırlanmıştı. Heide ağır ağır kendine geliyordu, bir ölü gibi beyazdı, nabzı güçlükle duyulabiliyordu. 103 — ölüyorum, diye inledi.

— Elbette ki hayır, diye karşılık verdi Por-ta. Asılmak için sağ kalıyorsun. Al, bağırsak parçana bak! — Dikkat, diye fısıldadı Barcelona. Düşman kamyonları. Tıka basa Amerikan piyadesi dolu bir ağır kamyonlar dizisinin izlediği bir cip yolun üzerinde göründü. Ona titreyerek bakıyorduk; ateş etmeye hazır topun içine bir mermi kaydırılmıştı. Aynı anda üç Jabo ağaçları o denli yakından yalayıp geçti ki karınlarının altındaki roketleri belirgince gördük. \ — Bu herifler bizi görürlerse, tünaydın Marie! Bir saat süresince talih bize sükunet bağışladı, sonra yeni bir konvoy çıkıverdi: Başta, ak yıldızları uzaktan görünen iki Sherman. Đçinde kiler, kulelerden yarı yarıya dışarı çıkmış, bir atışta onları ezebilecek ağır bir Pumanın pek yakında bulunuşundan kuşkulanmaksızm şarkı söylüyorlar ve gülüyorlardı. Dişlerini temizleyen Küçük Kardeş: — Onları zımbalasak mı? diye öneride bulundu; bu tiplerin ağızlarında altın dişleri vardır. Porta ensesini kaşıyarak yanıtladı: — Etimizi kıyma yaparlar. Bize ağzındaki altını vermek isteyecek bir akıllı yoktur. Küçük Kardeş pek hayal kırıklığına uğramış olarak konvoyun uzaklaşmasına baktı- Fakat şimdi, Heide için yer açmak söz konusuydu Ön oturma yeri dışarı atıldı ve ameliyatlıyı bü 104

yük güçlüklerle delikten içeri aldık. Yürek par çalayıcı biçimde inliyordu. — Ağzına, diye homurdandı Porta. Şimdi hasta değilsin artık. Senden tüm kötülük çıkarılıp alındı. Amerikalıların güvenlik kaygısıyla daima kaçındıkları küçük yolları tuttuk ve o gece alayın karşısına çıktık. Heide hemen sahra ambulansına yerleştirildi. Bizi kutladıklarını mı sanıyorsunuz? Tam tersi. Pansuman sandığı yönet meliğe uygun olmadığından zibidi bir hekimin zılgıtını yedik! Hizmette ihmal ve ceza olarak dört saat talimKüçük Kardeş zibidi hekimi ameliyat etmiş olsaydı ne yapacağmı açıkladı ve fikri büyük onay gördü. 99 0 Port-en-Bessin'li direnişçi Robineau Feldgendarmerie'nin eline düşmüştü, onu kuşkulu kişilere yapılan özel işleme tâbi tutuyorlardı. Değişik yerlerinden kolunu kırıyorlar, tükürük yalamayı öğretiyorlardı; o da sonunda! şefinin Luc-sur-Mer'den doktor Sustendal olduğunu itiraf etti. Doğal olarak doktor inkâr etmekle, başladı, bu da taşradaki gizli polisin sekreteri olan küçük topalı neşelendirdi. Tutukladığı kimselerin inkâr ettiklerini görmeye bayılırdı. Yumruk vurmak, tekmeler atmak ve kurbanlarının üzerine tükürmek yüzünden bu köpekler de yoruldular ve hekimi Robineau ile yüzleştirmeye karar verdiler. — Bağışlayın beni, doktor, diye ağladı genç adam. Artık dayanamıyorum, herşeyi itiraf ettim. Doktor Sustendal da itiraf etti: Londra'daki Fransız Haberalma Servisi'nin bağlantı ajanıydı. Az sonra

Robineau hücresinin kapısındaki tutamağa kendini astı. 100 KAYIP BĐR MAKĐNELĐ TÜFEK Savaş grubumuz ile Oberleutnant Löwe köyün giriş, yerinde savaştan henüz hiç haberi olmayan yaşlı bir çiftin oturduğu bir eve yerleştiler. Ev sahipleri bütün işgal süresince-, hâlâ imparatoruna hizmet ettiğini sanan, eski tüfeklerden bir Alman komutanını barındırmışlardı. Ayrılmasından önce, subay, o< yerin ileri gelenlerine bir veda yemeği vermişti; halk, . Hitler'den, «şu Bo.hem.yah onbaşı» diyerek söz eden, tırnaklarının ucuna, dek aristokrat, komutan Kont von Holzendorf u unutacak gibi değildi. ■ Alman subayının bu kusursuz görünüşü belleklerde henüz pek taze olduğundan, Bay ve Bayan Chaumont teğmen Löwe'yi büyük bir merakla karşıladılar ve tozlu üniforması ile kirli ayakkabılarına güçlükle gizlenen bir hayretle baktılar. Bu muydu bir Prusya subayı? Löwe iki parmağını . kasketine götürerek kısaca selâmlayıp eve el konulduğunu açıkladıBay Chaumont ürküntüye uğramış halde iti-raz etti: ' : - ' ' — Baylar, elkoyma emrinizi görebilir miyim? Teğmenin ağzı açık kaldı, Bayan Chaumont ise Portamin silindir şapkasını küçümsemeyle seyrediyordu; fakat Küçük Kardeş telefon kabloları kolunun altında ve gri melon şapkası eğri konmuş olarak çıkıverince şaşkınlık son derecesini bulduAmbulansla geri dönmüş olan Heide gürültülü bir

şekilde kabloları açıyordu; telefon santralı mutfağa yerleştirildi., i . ■— Evime haksız girişinizi kabul etmiyorum, diye itirazda bulundu evsahibi. Kont asla böyle hareket etmemişti; yüksek makamlara şikâyet edeceğim. Löwe omuzlarını kaldırarak: — Yerinizde olsaydım, von Rundstedt e bir mektup gönderirdim, bir başkasını da daha önceden, Eisenhower'e, dedi. Fakat damın üzerine makineli tüfeğin yerleştirilmesi Bay Chaumont'u hemen hemen çıldırttı. Küçük Kardeş; •— Bu sersemin hesabını görmek isterdim, diye homurdandı. Teğmen ona yapacağı şeyi söylemek üzereydi, ki Gregor Martin'in soluk soluğa çıkagelerek bitkin bir halde bir sandalyenin üzerine düştüğü görüldü. — Düşman piyade yürüyüş kolları gruplar halinde geliyorlar, dediTeğmen dürbününü kavradı: — Tanrım! Alaya haber vermek gerek. Hölzer nerede? Ona ne zaman ihtiyaç olsa ortadan yok olur. Küçük Kardeş işaret parmağını kaldırdı: — Topal ördeğin nereye gittiğini biliyorum, teğmenim. Onu aramaya çıkacağım. Beş dakika sonra, tek başına, fakat on litre Calvados yüklenmiş olarak geri geliyordu. «Holzer gitmiş, tam benim varışımdan önce kirişi kırmış, fakat matmazel çok kızgın. Koca bir kahkaha-

108 — Holzer domuzu, kızın külotlarım almışTeğmenime belirteyim ki, o şeylerin koleksiyonunu yapar. Tıpkı bizim ev sahibimiz gibi, kız da şikâyet etmek istiyor. — Feldwebel, dedi Löwe, öfkeli bir tavırla, bölüğün sorumluluğunu üstünüze alın ve ne pahasına olursa olsun mevziyi elde tutun. Barcelona ve Sven, geliniz benimle. Alaya haber vermek gerek. Oberleutnant'ın adım adım arkasından giderek, izli mermilerle ve toprağı uçuran bombalarla çevrelenmiş halde kır boyunca kayıyoruz. Kurmay takımı bir şatoya yerleşmişti ve ilk gördüğümüz patlamış bir kanape üzerine hoş bir tarzda yan gelmiş, elinde yarı boşalmış bir şampanya şişesi tutan emir subayı oldu. —■ Hoş geldiniz, teğmen Löwe, buz getirmiyor musunuz? Bulmak olanaksız; bu da, şampanyanın tadını kaçırıyor, fakat burası şirin bir yer, diyen subay görünür şekilde kafayı bulmuştu. Perdeleri gördünüz mü? Bu Fransızlar zevk sahibidirlerFransızları her zaman sevdim. Parmağıyla devirmeli çizmelerimi gösterdi. Ne zamandan beri araba erlerine Reich mareşallerinin çizmelerinden giyme izni veriliyor? Ve bu herif bir Fahrenjunker'e(*) benzemeyi mi istiyor? Bu tür şeylere nasıl izin veriyorsunuz, teğmen? Ya disiplin? Büyük Alman ordusuna olacakları Tanrı bilir. Fahrenj unker, savaştan sonra bana rapor verin, cezalandırılmanızı sağlayacağım. — Komutan nerede? diye sordu Löwe kuru bir şekilde. «(*) Bayraktar.

103 Aynı anda, gömleğinin kolları sıvalı ve şortla komutan Hinka dışarı çıkıyordu. O da elinde bir şampanya şişesi tutuyordu. — Birşey mi var, Löwe? Durumu belirtmek için kirli bir harita uzatan Löwe kızgın kızgın homurdandı: — Hem de nasıl! Đngilizler kuvvetle saldırıyorlar, en az bir yedek tabur gerekiyor, bu olmazsa alay tehdit altında kalırKüçük emir subayı yeni bir şampanya şişesinin tapasını açarak şarkı mırıldandı: — Herşey geçer, herşey tükenir, herşey yıkılırGittikçe daha çok kızan Löwe: —• Bu herifin umurunda değil, dedi. Komutan Hinka haritanın üzerine eğildi, kokulu bir yaprak sigarası yaktı ve düşündü: — Bölükle mevziyi tutuyorsunuz. Burada tepenin önünde toprağa gömülüyorsunuz; bir Đngiliz alayından çok beterini gördük, Rus alayı olmadığına dua edin. Bu durumda niye şarkı söylemeyelim yani? Sigara yanmayı inatla reddetti ve küçük emir subayı aptalca güldü. Löwe öfkeden dudaklarını ısırdı. — Yine de destek olarak bir zırhlı müfreze istiyorum komutanım. Hinka düşünceli bir tavırla baktı: —■ Oberleutnant, üeri görüşlülüğünüz tümene dek herkesçe biliniyor. Alayın komutasını alamaz mıydınız, diye soruyorum kendi kendime, bu da sonunda Köln'de emekliye ayrılmam için mü-

kemmel olurdu. Genç teğmen kızardı. Fakat yeni bir emre dek, diye alaylı alaylı devam etti Hinka, strateji bilginizi harp okuluna dönene dek saklamanız daha iyi olur sanıyorum. Kendinizi 5'inci bölüğün komutasına verin ve emirlerimi yerine getirin; kalanıyla ben ilgilenirim, bu herkes için daha iyi olur. Löwe esas duruşa geçti: —■ Başüstüne, komutanım. — Pek iyi, pek iyi, Löwe. Size söylemek isterim ki sinirlerim savaşın gidişatından daha iyi durumda değil. Hâlâ çok iyi bir ordumuz var, yine de her şeyden yoksunuz. Hiç saldırıya uğramamış olan tek şey, Wehrmacht'm Yüksek Koırıu tanlığı'dır. O halde, burada mevziyi tutuyorsunuz- Saat 2115'te, alay düşmanla teması kesiyor, ya da doğrusunu söylemek isterseniz, kirişi kırıyoruz. Seçenek yok. On beş kilometre batıda yeniden düzen alıyoruz. Haritanın üzerinde bir nokta gösterdi: — Saat 22.30'da siz de bir müfrezeyle korunarak teması kesiyorsunuz, en iyisi Feldwebel Beier'inkidir. Köprüyü uçurum. Düşmanın eline sağlam olarak düşerse, savaş divanına verilirsiniz, anlaşıldı mı? — Evet, komutanım diye mırıldanan Löwe bir yandan şöyle düşünüyordu: En iyiler feda edilecek. Teğmenin düşüncelerini keşfetmiş gibi, Hm-ka elini genç teğmenin omzuna koydu: — Yersiz arkadaşlık duygusuna gerek yok. Alay, tümen, belki tüm bölge bile söz konusudur-Tek bir müfrezeyle ilgilenmeye hakkınız yoktur, aynı

şekilde benim de, tek bir bölükle ilgilenmeye hakkım yoktur. IIS 105 Küçük emir subayı kahkahayı patlattı. — Gurur duyun, teğmen. Vatan size minnettarlığını gösterecektir, Führer'in dediği gibi. Bu kez Löwe soğukkanlılığını yitirdi; öfkesi tepesine çıkmış halde: — Yüzbaşım, dedi, Küçük Kardeş'e sizi boğ masını emredeceğim bir gün gelecek. Küçük emir subayı kayıtsızca güldü ve boş şişeyi pencereden attı. Komutan Hinka saatini Löwe'ninkine göre ayarladı— Đyi şanslar, elinizden geleni yapın, tümenin yazgısı ellerinizde. Bizim ayrılışımızdan hemen sonra, küçük subay kanapesinden atladı. — Yazık! 5'inci bölük, iyi bir bölüktür. Acaba feda edildiğini anladı mı? — Edepsizliğin beni rahatsız etmeye başlıyor diye homurdandı Hinka.. — Bu bir savunmadır, komutanım. Ailem herşeyi büyük Almanya'ya feda etti. On beş kişi, ne de olsa pek az değil, ha?' Ben de, mezar taşımızın üzerine bir kartal mı ya da bir demir haç mı koymalı bilmiyorum. Benimkilerin arasında üç rahip ile bir askeri papaz bulunmuş olduğu halde ben özellikle inançlı değilim. Şu «Gott mit uns» (*) da hoşuma gitmiyor. Hinka kötü kötü homurdandı: — Sizin mezarınızla ilgilenmekten başka yapacağım işler var-

Đnce, bezdirici bir yağmur, çiseliyordu. Müfreze Noyers kapısına çekildi ve geceyi kulak ke(*) Tanrı bizimledir. 112 sümekle geçirdik, öte yanda toprağın kazıldığı belirgince işitiliyordu. Her zamanki gibi elbombaları yığını uzanacağı yerde olan Küçük Kardeş sırıttı: — Bırak gelsinler. M.G.'sini okşadı ve bir el bombası sürdü. Gezlemeyi karın hizasında tutmayı becereceksin. Yönetmeliğin dediği gibi, ne ekersen, onu biçersin. Karşılık vermiyorum. Ben bölüğün en iyi makineli tüfekçisiyim ve Küçük Kardeş'ten bir şey öğrenecek değilim. M.G.'nin şarjörünü ve emniyetini gözden geçiriyorum: Bir makineliye yeni doğmuş bir çocuk gibi bakılır. Đki yeni er, makineli siperinin dibinde doldurma için çalışıyor. Hâlâ yığın halinde cephanemiz, var ve mermi şeritleri uç uca ayarlanıyorlar. Küçük Kardeş gibi bir doldurucuyla yapılabilir bu. Herkülümüz sırt üstü yatmış gökte avcı uçaklarının bir çarpışmasını ilgiyle seyrediyordu. —■ Yukarıda topaç gibi dönmek insana nasıl bir his verir, tanrı bilir. Hayranlık verici bir iş. Đşleri bitince hakiki bir yatakta yangelmek için dönüyorlar, oysa biz yayalar, yine çamurda bocalıyoruz. Savaş sürerse, havacılığa gireceğim. Avcılardan biri alevler içinde düşüyor ve yerde patlıyor. — Bu yatağına dek varamayacak, diyorum, soğuk bir tarzda.

— Yine de, kömürleşip ölmek korkunç oL malı, kafatasmdan beynimi çıkarsalar daha iyi Gepeu'nun merkezinde tutuşturduğumuz adamı anımsıyor musunuz? General Zepp Dietrich'in bir fikriydi; o S-S-'ler de az şey yapmadılar hani! Propaganda bültenlerinde söylenenlere göre o parisi yakın 113/107 S.S.'ler yargılanacaklarsa, S.S. olmamayı yeğlerim. Göğüs cebine vuruyor. Gri künyemiz kimin eline geçerse yaşadı. Bunlardan bir yığın bastırmak gerekirdi, isteyenin rütbesini indirmesini sağlayarak iyi para kazanılırdı- Savaş kaybedildiğinde fazla subay kalmayacağım sanıyorum. Benim Fahnenjunker rütbesini aşmamış olmam bir şans. Bu haklı bir terfi olacak. Barcelona'nm Đspanyol Haçı'nı çoktan yitirdiğini farkettin mi? Kaba bir gülüş. Göreceksin ki Adolf tan söz edildiğini işitmiş bulunan kimse kalmayacak. Şafakta geldiler, kahve saatinde, Porta'nın kamufle edilmiş bir ocakta ısıttığı ve kokusu bir kilometreden duyulan bir kahveyi içeceğimiz saatte. Küçük Kardeş Đskoçyalılann bu hoş kokulu Brezilya kahvesi yüzünden saldırmış olduklarını söyledi- Talim gibi başlamışlardı, tastamam öyle, on metre koşarak, yere yapışarak, bir sıçrayışta kalkıp tekrar on metre koşarak ve yine yatarak. Çok güzel, fakat savaşta, tümüyle aptalca. Gregor Martin ağır makinelisini yerleştirirken: ■— Acemi erler! diye sırıttı. Haklamak güç değil! — Dikkat, diye önledi. Heide Bir çaylaklar alayını bize karşı göndermek yine de pek aptallık değil. Bahse girerim ki işin içinde bir bit-yeniği vardır.

Sağ başparmağımla emniyeti yerinden fırlatıyorum ve dipçiği sıkıca kavrıyorum; ayaklarımı iri bir taşa dayıyorum, bir 42 ile bu gereklidir; öyle bir atış hızı vardır ki, atış yapan iyice 114 yerleşmezse silâhı tutmak olanağı yoktur. Đskoç lar iki yüz metre ilerdeler ve işte gece boyunca yerleştirilmiş olan mayınlar patlıyor. Artık «hurra» lar yok, fakat yaralıların çığlıkları var. Birinci dalga durduruldu; mayınlar düşündürür insanı. Bir dizi mayın patlayınca insan keyfinin kaçtığını duyar— Đleri! Đleri! diye bağırıyor subaylar. Küçük Kardeş bana kılıcını göğsüne geçirmiş halde taşıyan eteklikli bir subayı gösteriyor. Başımı sallıyorum ve nişangâhı düzeltiyorum. Bu avanak birinci olacak; hiçbir şey bilmediği hemen görülüyor. Hiç değilse yüz elli metrede olmasını bekliyorum... Parmağım tetiğin üzerinde bükülüyor. Fakat işte bana iyi bildiğim bir şey oluyor.- Sert tetiğe dokunur dokunmaz, sinirli bir hal alıyorum, parmağım felç oluyor, bana direniyor... Bütün gözeneklerimden korku fışkırıyor, ilk yaylım ateşin çok kısa düşeceğini biliyorum! Küçük Kardeş bana öfkeli bir tekme vuruyor. — Ateş edecek misin, kahpe herif? Korku içindeyim... Đlk ateşte beni daima pen çesine alan boğulması olanaksız bir korku- Đşaret parmağım tahta kesilmiş. Hücum dalgasının iki metre önünde toprak havaya fışkırıyor. — Çok kısa! diye bağırıyor Küçük Kardeş. Teğmen bir sıçrayışta aramıza iniyor ve re volverinin kabzasıyla sırtıma vuruyor.

— Deli misin? Ya kendine hâkim olursun ya da savaş divanını boylarsın! Mayın tarlasını aştılar, öndekiler yüz metre-deler... bir saniye sonra elbombaları yağmaya başlayacak. Hasta gözüm yanıyor... Dipçiği omzuma bastırıyorum, koşan bacaklar görüyorum; 109 kaslarımın, herbirini geriyorum. Makineli takırdıyor, gövdeler dikili çomaklar gibi düşüyor. Bitti! Tekrar seçkin nişancı oldum. Karm hizasındaki M.G. ile tek vücut hale geliyorum- Yeni yaylım ateş. Löwe omzuma vuruyor. Korku uçup gitti. Tak, tak, tak... Çabuk atışlı M.G.'dir bu, öbür makineliler karşılık veriyorlar, biçilen dalgalar yere yıkılıyor. Küçük Kardeş şerit üzerine şerit kullanıyor; silâh yakıcı hal alıyor. Dipçik indiriliyor, kızgın tüp çıkarılıyor, yedeği takılıyor ve MG. mermi püskürtmeyi sürdürüyor. Ufak bir yağmur silâhı serinletiyor ve beyaz buğu ıslık çalıyor. Bu hücum kırıldı. Onlar makinelilerin yuvalarını yok etmek için topçu gerektiğini bilmiyorlar mı? Ateş ediyorum. Münster kampında büyük M.G.'ler turnuvasmdaki gibi ateş ediyorum- Yerde lekeler, lekeler, lekeler, ne kadar çok lekeler? Ruslardan daha inatçılar, fakat bir daha görüşene kadar tam bir saatlik barış olacak. Niçin Jaboları göndermiyorlar O zaman pahalıya mal olmazdı onlara. Acaba madalya falan mı arıyorlardı? Belirtilen saatte teması sessizce kesiyoruz; bizi duyarlarsa, peşimize takılırlar ve zaten geri çekilmek oldukça korkunç bir iş. Hemen hemen

savunmasız haldeyiz. Köprüde bir grup istihkâm-cı sabırsızlıkla bizi bekliyor: Tecrübeli tilkiler. — Siz en sondan mı geliyorsunuz? diye soruyor bir Oberfeldwebel. Köprü havaya uçar uçmaz, çekip gidebilir, işi bitmiştir, bizse vızgeliyoruz ona. Önemli olan tek şey köprüdür. Yukarda, çukur yolda motoru rölantide çalışan amfibik arabalar gizleniyor; şo 110 förü direksiyonda koca bir yaprak sigarası içiyorHiçbir asker istihkâmcılara dayanamaz. Biz ağaçlarm arkasında siper alıyoruz; Oberfeldwebel ise çevresine araştırıcı gözlerle bakıyor. — Tamam, kapıyoruz! Parmaklarının arasından ıslık çalıyor, adamları geriye atılıyorlar, o da bir manivelanın üzerine sonuna dek basıyor. Gök gürleyişini andıran patlama. Köprü toz oluyor, su fışkırıyor ve amfibik araba hızla kayboluyor. — Şimdi arkadaşlar haber aldılar, diyor Lej-yoner. Beş dakika sonra ortaya çıkarlar. Yanılmıyordu. Öbür kıyıda haki üniformalar görünmüşlerdi bile; en yüreklileri M.G. mevziine girmeden suya atılıyorlar ve dereyi geçiyorlar. Küçük Kardeş bir elbombasınm kapsülünü dişleriyle koparıyor ve bir usta atışıyla kıyıya ayak basmış olan grubun üzerine gönderiyor. Ulumalar işitiliyor. — Geriye! diye komut veriyor Moruk. Yola çıkın, hem de çabuk. Çukur yolda iki kamyon bekliyor ki biz onlara yetişemeden gazlayıp gidiyor. — Namussuzlar! Bizi bırakıyorlar!

Fakat bu kez Jabolar uluyarak saldırıyor! Roketler ıslık çalıyor, kamyonlar tam yolun ortasında tutuşuyor, meşaleye dönen askerler yere yuvarlanıyorlar, biz de ikinci hava saldmsmda sipere girmek üzere atılıyoruz. — Geriye! Geriye! diye bağırıyor Löwe- Yaralıları bırakın, Tommy'ler onların bakımım üstlenirler. Bombalanmış bir köyde mevzi alıyoruz. Burada işi bitmiş yıkıntılardan başka hiçbir şey yok; 117 artık hiçbir duvar yıkılıp derin mahzenlerdeki savunucuları gömemez, artık hiçbir şey yana-maz; yanabilecek olan herşey yanmış, fakat yavan bir tatlılığı olan pis bir koku genzimizi sarıyor, sonra da sinekler... Çürümüş etle beslenmiş iri sinekler, ölümün sembolü olan sinekler. Bize siper olan bir moloz yığınından, Porta bir çocuğun yarı dağılmış cesedini çekti ve uzağa attı. Bir bacağı koptu, hırlayan aç bir köpek üzerine atıldı. Bu görünüş Moruk'u çileden çıkardı, bir saat süresince Porta ile konuşmadı. Moruk, çocukların acısına asla alışmadı, oysa, bu seferkinin acı çekmesi durmuştu; küçük cesetlere bile dikkat etmemiz için bu tartışma gerekli olmuştu. Đkindide posta: Barcelona için kaim bir zarf geldi ki bunda boşanma kâğıtları var. Çocukların bakımını karısının üstüne aldığı bildiriliyor. Heide onun omzu üzerinden: — Sadakatsizlik, alkolizm, diye okuyor. Porta başım sallıyor-. — Tamamen yanlış değil, fakat bu bir boşanma nedeniyse, o zaman bütün bir orduyu boşandırabilirler!

Heide yüksek sesle okuyordu: «Koca, çocukları yetiştirmeye mezun görülmediğinden çocuklar üzerindeki analık-babalık hakkı zevceye verilmiştir.» —Bak işte! diye bağırdı Porta, bu çok fazla. Beyninin içine dek kurşun yedin, sen Feldwebelsin, Elbe'den Stalingrad'a dek dövüştün, ama Alman sümüklülerini yetiştirmeye mezun değilsin! Barcelona acınacak halde açıkladı: — Đzinler yüzünden bu. Đnsan izne çıkıyor ve on beş günün yüz yü olduğunu sanıyor. Her 112 kes içmeye çağırıyor, övünüyorsun, bire bin katıyorsun, siper bıçağım pilicin karnına sokup bunun bir Rus generalinin karnı olduğunu söylüyorsun. Geridekiler böyle şeyler dinlemeye bayılıyorlar ve insan ne denli haşin rol keserse o denli çok bira ısmarlanır. Başka evli kadınlarla yatılır,» dedi kollarına göğe kaldırarak, «Yapacak bir-şey yoktur, o değişik bir dünya; sonra da sabaha doğru, diken diken bigudileriyle bekleyen eşinin yanma sarhoş halde varırsın. Ve birden bire kendi kendine karının boklu bir dişi domuz olduğunu söylersin, ona bir tokat aşkedersin ve yine bira isteyerek tartaklarsın- Sonra da bıkarsın, sivillerden bıkarsın. Đznin sona ermeden bölgenin komutanına (pinponun biri) kâğıtlarını mü-hürletmeye gidersin. Tek bir düşüncen vardır, bölüğe geri dönmek! Başlarımızı sallıyoruz. Barcelona haklı. Savaş çok uzun zaman sürmüş olacak, kimse artık bizi istemiyor, kimse artık bizi anlamıyor. Küçük Lejyoner düşünceli düşünceli mırıldandı:

— Doğru bu. Savaştan sonra durgun bir yaşam düşlüyorsun. Ah! Hemen vazgeç! Benimle Sidi-BelAbbes'in piliçlerini görmeye gelmekten başka yapacak işin yok; Fransız Cumhuriyeti iyi a,ğırlar. Sinirlerinizi oynatan uzun bir uluma... Herkes siperlerde kayboluyor. Toprak bir duvar gibi göğe doğru kalkıyor. Baraj ateşi. Ve bu iki saat sürüyor, iki çılgınlık saati, sonra başladığı gibi birden bire duruyor. Gök tozdan ve dumandan kapkara. Dikkat! Elbombalarmın kapsülleri gevşetiliyor ve makineliler yerleştiriliyor. Đşte geliyorlar! Süngü takmış piyadelerin iz 119 lediği sekiz Churchill yıkıntılara doğru ilerliyor. Yıkıntılar arabalar tarafından eziliyor. Barcelo-na ile Gregor'un soba borularını kavradıklarını görüyorum; Barcelona diz çöküyor, borusunu omzuna yerleştiriyor, en yakın Churchill'e sakince nişan alıyor, tetiğe basıyor... Hedefe vuruş. Araba ikiye bölünüyor. Gregor kuleye isabet ettiriyor ve mürettebat patlamanın soluğuyla ölüyor. Hei-de duran başka bir Churchill'in üzerine sıçrıyor soğukkanlılıkla manyetik bombasını kulenin üzerine yerleştiriyor, sonra bir bomba çukuru içinde gözden siliniyor, o sırada biz de kendisini makinelilerimizle koruyoruz. Tüyler ürpertici patlama. Herşey havaya uçuyor. Piyade yere yapışırken öbür Churchill'ler geri dönüyor, fakat arabaların kaçışı Küçük Kardeşi öfkelendiriyor. O birini havaya uçurmaya hazırlanıyordu, bombalar tutamağını atıyor. Herkülümüz elbombaları ve molotof kokteylleriyle yirmi dokuz arabayı tahrip etti, üçüncü arabada

insan sağ kalmazdı, fakat Küçük Kardeş boynunda, Varşova'da yahni yapmış olduğu bir kedinin derisinden bir muska taşıyor; bunun kendisini yaralanmaz kıldığına inanır. Geçmeye iyice karar vermiş olan Đngilizlerin yeni bir saldırısı. Bir anda makinelilerimizden üçü tahrip edildi. Fakat Küçük Kardeş'in yanında bir elbombası dağı var ve bizim M.G. o şekilde kamufle edilmiş ki kimse göremez. — Bırak onları yakma gelsinler, diye fısıldıyor Lejyoner, o zaman bir atışta hepsini haklarız . Alışkanlığı olduğu üzere «gel, tatlı ölüm gel»i, Lejyonun ünlü şarkısını mırıldanıyor. Düşman ilerliyor... Bütün kollarda bir köstebek taşıyan 114 kızıl bir kalkan var: General Montgomery'nin ünlü alaylarından biri, 9'uncu Muhafız Humba-racı Alayı. — Sakin olun, sakin olun, diye fısıldıyor Lejyoner; bırakın yaklaşsınlar. Bu sidikliler hakiki savaşın ne olduğunu görecekler. Aynı anda bizim bomba atıcılarımızdan bir grup teslim oluyordu. — Onları tepelememiz gerekirdi, diye dişlerini gıcırdatıyor Lejyoner. Kendilerinden pek emin olan Đngilizler şaka yapıyorlar ve yıkıntılar içinde geziniyorlar. Biz gözlüyoruz... Bir gürültü. Küçük Kardeş bombalarını ikişer ikişer bağlamış, makinelinin ağzı bir duvarın yarığından güçlükle görünüyor. Zafer çığlıkları işitiyoruz: — Lanet Kraut'lar tozolmuşlar!

Dipçiği omzuma bastırıyorum, parmağım tetiğe yaklaşıyor; Küçük Kardeş ateşleme kordonunu dişlerinin arasında tutuyor. Uzaklık otuz metre. Lejyoner komut veriyor: — Ateş! Cehennem ateşi. Đki 42 de aynı zamanda kusuyor, bombalar ıslık çalıyorlar. Onuncu kez, boru değiştiriyorum. Zaman duruyor. Birinci el bombası sandığı boşaldı; yeni mermi şeritleri. Herşey iyi gidiyor, fakat makineli tutukluk yaparsa, işimiz bitiktir, düşman siper aldı ve üstümüze ateş ediyor. Önümüzde bir yığın ceset var, acemilerinki bunlar; bir saldırıdan tek kurtulanlar bizim gibi pişmiş tilkilerdir. Bağışlama yok bu işte. Silâhlarımızın geri tepmesi omuzlarımızı acıtıyor; oraya bir yastık sokuyorum, fakat bu 121 çok işe yaramıyor; barutun gazı gözlerimi yakıyor, susama beni hemen hemen deli ediyor, cephane tam yolla kayıp gidiyor. Bir soluk alma anı, yıkıntıların üstünde süzülen tehdit edici bir an. Fakat an uzuyor. Bir saat dinlenme. Fakat bu kez işte duvarlara napalm yağdıran Jabo'lar, sonra topçu ve yeniden arabalar. Küçük Kardeş bir T mayını kavrıyor, bir Churchill'in üzerine atlıyor, girişimi boşa gidiyor. Mayın daire şeklinde dönmeye koyulan arabaya zarar vermeksizin yere düşüyor; Küçük Kardeş'in çevresine yağmur halinde ışıklı kurşunlar düşüyor, hiç değilse Ruslardan öğrenmiş oldukları şey budur. Bir sıçrayışta, dev arabanın gerisi üzerine iniyor... Bu bir intihar! Delirmiş! Ayağını kulenin ağzı

üzerine koyuyor ve hafif makinelisini taşıtın içine boşaltıyor, bir usta eliyle bombalarını delikten içeri atıyor. Ağır Churchill ekseni üzerinde dönüyor, birkaç Đngilizi eziyor, birkaç ağacı deviriyor, bir şeyin üzerine çıkıyor ve takla atıyor. Tutuşan benzin heryerden fışkırıyor. Bir arı, tırtılları boşa dönerek yatıyor, sonra korkunç bir gürültü içinde patlıyor. Yüzü kana bulanmış olan teğmen Löwe bağırıyor! — Geriye! Küçük gruplar halinde, bölük teması kesmeye çalışıyor. Bir 42 ile yapılmayacağını unutarak kalçadan ateş edip az daha Barcelona ile Porta'yı öldürüyorum. Geri çekilme hareketi beni yere atıyor, bütün şeridini bitiren makineliyi bırakıyorum; silâhımın korumasından yararlanmalıyım. Fakat bir kurşun Küçük Kardeş'in baldırını 116 sıyırıp onu bağırtıyor. Makineliye bir tekme atıyor, deliye dönüyor, bana bir el bombası savuruyor. — Alçak! Arkadaş katili! Sabotör! Naganmı çekip bana ateş eden bir çılgın. Öfkelendi mi, bu Herkül'le şakaya gelmez. Tabana kuvvet kaçıyorum, fakat makineliyi ele geçiriyor ve sırtıma atıyor... Düşüyorum. Üzerimde. Çoktan soluğunu duyuyorum, beni öldürecek! Đnsanüstü bir çabayla kalkıyorum, bir çukurun içinde sendeliyorum, aşağı iniyorum ve orada yaralı yatan iki Đngiliz'in yanında durmuş kocaman bir Churchill görüyorum. Arkamdan Küçük Kardeş geliyor. Korkudan deliye dönerek revolverimi ele alıyorum•• Đki atışım göğe doğru kayıp gidiyor! Beni kapan çamurlu bir çukurun içine atlıyorum, fakat büyük

korku gücümü on kat artırıyor. Arkamda dev, bir çitin içinde kösteklenmiş durumda teğmenin bağırdığı komutları duyuyorum, fakat benim için önemi yok. Bir Feld-marschall'm kendisi bile beni eğieyemez. Dolanıp duruyorum, çalılıkların altına saklanıyorum, gözlerim yanıyor ve çift görüyorum. Đşim bitik!Tarlada, avcı kolları halinde Đngiliz askerleri geliyor, fakat Küçük Kardeş'e kıyasla, tehlikeli değiller. Nerede o? Bir ağacın arkasında beni mi gözlüyor? Bir bombanın onu bulamaç haline getirmesi için dua ediyorum ve birgün kafasını demir bir tabureyle kırmış olduğum günü hatırlıyorum. 15'inci Süvari'nin nöbetçileri önüne gelene dek bağırarak tüm Paderborn'da beş gün beni aradı. O günden beri bazı nöbetçilerin dişleri takma. Orada! Onu yolun üzerinde, koca alev püs123 kürtücüsü elinde olarak görüyorum. Saldırıya uğradığını sandığında, bu ilkel adam bir panter halini alıyor. Tekrar çukura gömülüyorum ve oradan yarı boğulmuş halde çıkıyorum, onun yolun dönemecinde kaybolduğunu görüyorum. Bu anda koşar adımla teğmen ve arkadaşlar geliyorlar. — Sizi savaş divanına çıkartacağım! Öbürleri bana kinli bakışlar fırlatıyor. Düşmanla çevrilmiş halde, yalnızım. —■ Teğmenim, Küçük Kardeş beni öldürmek istiyor! — öldürsün! diye uluyor teğmen Löwe. Heide de sinsice soruyor: — MG. nerede?

Löwe gözkapaklarmı kısarak yineliyor: — Silâhın nerede? — Düştü, teğmenim. — Düştü mü? General Montgomery'nin masasında aramak gerekse bile, onu bulacaksın! Barcelona öfkeyle ciyaklıyor: — Kahpe herif! Budalaca ateşinle az daha bütün bölüğü kıracaktın! Porta iğrentiyle benim yönüme tükürüyor. Ve işte ateş yeniden başlıyor, bombalar ıslık çalıyor, kopan ağaç dallan havada uçuyor, arka daşlarım beni yalnız bırakarak kaçıyor. Đngilizlerin sesleri! Korkum son haddinde. Kendimi bir çukura atıyorum ve o denli yakınımdan geçiyorlar ki yepyeni ayakkabı derilerinin kokusunu duyuyorum. Yakalarlarsa, beni neyin beklediğini biliyorum; enseye bir kurşun. Birkaç metre sürünerek yürümeden sonra, Churchü'in yanma dönüyorum. O arada Đngiliz 118 lerden biri ölmüş, öbürü bana bakıyor. Korkuyorum. Ne istiyor benden? Bıçağımı çıkanyorum. Üzerime ateş etmeye gücü var mı? — Su! diye inliyor. Çenesinin üzerinden ince bir kan sızıntısı akıyor. Bıçağımı tuttuğumu düşünmeksizin ona elimi uzatıyorum, o da korkuyla bir gerilme hareketi yapıyor. Bıçağımı atıyorum, ağzındaki kanı siliyorum ve kendisine yardım etmeyi arzuladığımı açıkça belirtmek için ona bir pansuman paketi gösteriyorum. Üniformasını kesiyorum. Berbat bir yara Obüs ya da bomba patlaması, sonuç olarak, artık bir insan haline asla gelmeyecek. Pansuman

paketim yetmiyor, o zaman gömleğimi çıkarıyor ve küçük bantlar halinde yırtıyorum— Su! diye yalvarıyor yine. O zaman başını kaldırıyorum ve mataramı dudakianna koyuyorum. Onun su içmemesi gerek; karnından yaralı biri asla su içmemelidir, her asker bunu bilir, fakat bu ölmek üzere, o halde niçin acı çekmeye bırakmalı? Yarım kutu daha çikolatam var, uyuşturucu çikolata, ağzının içine birkaç parça kaydırıyorum. Gülümsüyor. Kim var orda? Bir Đngiliz müfrezesi... Elimi yaralının ağzına koyuyorum; bağırırsa, yandım. Sonra da, onlar geçer geçmez, kendisinden af diliyorum. Başını sallıyor, çok iyi anladı. Burnundan bir kan dalgası boşanıyor. — Ambulans! diye inliyor. Ona yine su veriyorum, o da bana künyesini almamı işaret ediyor: Onbaşı Brown, dok işçisi, evli üç çocuklu, yirmi sekiz yaşında. Korkuyorum. Fakat yanağını okşuyorum. — Olacak, arkadaş, bekle. Mataramı çikolatalardan kalanlarla birlikte yanma koyuyorum. Makinelimi aramaya gitmem gerek, anlıyor musun? Onu yitirdim. Bir makineli tüfek, bir erden daha değerlidir. Başının altına bir gaz maskesi kılıfı koyuyorum ve toprağa, dipçiğine bir miğfer yerleştirilmiş bir tüfek dikiyorum, bu sıhhiyecilerin onu bulmalarına yardım eder. Künye defterinde karısının ve çocuklarının bir fotosu var, onu eline koyuyorum. Böylece, ölürken yalnız olmayacak. Keskin bir uluma-•• Bir Jabo yeri yalayarak geçiyor. O kaybolur kaybolmaz, dibine yuvarlan

mış olduğum çukuru tırmanıyorum ve M-G.'yi yıkıntıların içinde buluyorum, fakat silâhı almak için eğildiğim anda iki Đngiliz üstüme atlıyor. Göğüs göğüse dövüşte bunu öğretmişlerdi: Tortop oluyorum, birinin bacaklarının arasına bir tekme atıyorum ve elimin keskin yanıyla öbürünün boğazına vuruyorum. Ne mutlu ki, eski askerler değil bunlar, acemi çaylaklar sadece. Makineli omzumda olarak, kaçıyorum, arabanın yanma varıyorum... James Brown ölmüş; foto elinde, çikolatalar yanında, Kulaklarımda bir yay hm ateş ıslık çalıyor ve mermiler aracın zırhı üzerinde sekiyorlar. Uzun boylu bir çavuşun yönet tiği Đngilizlerin koşar adım indiklerini görüyo rum. — Kill the damned Kraut! (*) Çarçabuk, makinelinin desteğini açıyorum, mermi şeridini yaymayı başarıyorum, dolduru-yorum, ateş ediyorum... Çavuş düşüyor, benim yapmış olduğum gibi yokuştan yuvarlanıyor ve (*) Öldürün lanet ^Almanı (argo). 120 gövdesi gelip arabaya çarpıyor, öbürleri duruyor ve kayboluyor. Ben, iki büklüm halde, çukura doğru koşuyorum, dehşetten hıçkırarak yeniden suyun içinde bocalıyorum. Çevremde kurşunlar ıslık çalıyor, biri çizmelerimden birini yırtıyor, fakat kendimi bir kilometre taşının arkasına atarak oraya makinelimi yerleştiriyorum. Beni yakalarlarsa, öldürürler, artık cephanem de yok: Cebimde iki şerit ve üç elbombası var; dişlerimle, onlardan birinin kapsülünü söküyorum. — Gelin şeytanlar!

Bombayı atarken bir deli çığlığı salıveriyorum. Bir Đngiliz onu kavrıyor, fakat bana geri göndermeden önce, bomba ellerinin arasında patlıyor ve bir kolunu koparıyor- Kendi üstünde dönerek bağırdığını duyuyorum. Başka bir bomba... Kötü atıldı, bir adama doğru yuvarlanıyor ve patlıyor. Üç Đngilizi tepeledim, öbürleri kaçmaya koyuldular. Koşuyorum, yolun dönemecine varıyorum... Ve taş kesilmiş halde duruyorum. Korkudan delirmiş gözler bana bakıyor, bir el yarı dolu bir tencere tutuyor, spegetti kalıntılarının asılı olduğu bir sakal... Başında gri bir türban olan esmer bir ufak adam: Bir Gurka, kulak kesenlerden, biri! Đçgüdüyle, elimin keskin kenarını boğazına vuruyorum, kum torbaları ve kütükler üzerinde talim edilen bir vuruş. Bu onu geri atıyor, fakat büyük kriss'ini kavrıyor. Ya, o, ya ben. Yüzüne bir tekme sallıyorum, üstüme düşüyor, elini çizmemin altında eziyorum, boğazını ısırıyorum. öldüresiye boğuşan iki yaban hayvanı, öldürücülerin bütün inceliklerinin iki uzmanıyız. Kriss sol elinde, başıma doğru vuruyor ve 121 bir tekmeyle beni fırlatıyor. Bir teke gibi, başım inik karnına atılıyorum, kriss elinden sıçrıyor... Bacaklarının arasına bir tekme vurup onu kulaklarından kavrıyorum, başının arkasını bir taşa çarpıyorum; anlamadığım sözcükler bağırıyor, ellerim kandan kıpkırmızı, gücüm kesilmiş olarak yanma yıkılıyorum. Can çekişen gövdesi sıçrıyor, fakat ben korkudan çılgın halde, onu gözlüyorum ve bıçağımı göğsüne saplıyorum.

Makineliyi tekrar alıyorum. Kaçmak gerek... Kaçmak. Bir tırtıl gürültüsü! Gürültü kuvvetleniyor. Bana doğru geliyor! Bir sıçrayışta, su dolu çukurda kayboluyorum, fakat beni geçtikleri an-, da motorların sıcaklığını duyuyorum- Kaçmayı sürdürüyorum. Tarlalar, çitler, yine tarlalar derken gece geç vakit bir Alman istihkâma takımıyla karşılaşıyorum ki komutanı bana küfrediyor. —■ Nasılsın bakalım keriz? Kuşkusuz birliğini yitirdin! Kimse buna inanmaz, ben sizin gibileri tanırım! Savaş Divanı hakkınızdan gelir sizin, dalgacılar. Yönetmeliğe uygun olarak makineli omuzda, esas duruşta: — 27'inci Panzer S.B.V., 5'inci bölük, komutanım, diyorum. — Bölüğünün seni gerektiği gibi karşılayacağını umarım, alçak herif! Seni bir daha bulursam hemen asarım. Bas git! Bölük dört kilometre batıda, bir ufak köyde. Dönüşüm yuha!ara neden oluyor, ben de Hauptfeldwebel Hoffman ile konuşmakta olan teğmen Löwe'nin yanma varıyorum. — Teğmenim, Fahnenjunker Hassel kaybo 128 lan M.G- 42 ile döndü- Belirtilecek hiçbir şey yok. Löwe anlaşılmaz sözcükler mırıldanıyor ve bana ilgisiz bir tavırla: — Bas! diyor. — Vay? Kim bu gelen? diyor Küçük Kardeş çok keyifli halde. Seni elime geçiremediğim için şükret, katil; fakat bekleyebilirim- Şu anda işim var. Moruk acı bir tavırla soruyor:

— Tüm bu zaman süresince ne yaptın, yahu? Ne demeli? Kaba kelime oyunlarından başka birşeyle karşılaşmayacaktım. Bunun üzerine sessizce makinelimi temizlemeye gittim, fakat Porta muzip bir tavırla bana bir dirsek vurdu: — Kız nasıldı? Bana adresini versene. Keskin düdük sesi. — 5'inci bölük, ileri, ileri! Marş, marş! Teğmen Löwe sabırsızlıkla bağırıyor-. — Haydi, sürüngenler! Topuklarını şakırdatıyor.— Bölük sağa, sağ! Dikkat, sol! Teğmen kendi üzerinde dönüş yapıyor, başına giden eli beyaz pansumana. — Komutanım, 5'inci bölük yürüyüş için hazır, bekliyor. Zayiat: Bir subay, üç astsubay, altmış er. Ambulansla gönderilenler: Bir astsubay, on dört er, dört kayıp; bir M.G. kaybedildi ve bulundu. Hinka, ilgisizce, iki parmağı kasketinde ola rak selâmlıyor. — Sağ ol, teğmen. Ağır ağır teftiş geçişi yapıyor, her eri gözden geçiriyor ve şaşkın halde benim önümde duruyor. Bu halin ne? Üniformana çeki düzen vermeye bak ve bana makinelini gösp arisi yakın 129/9 ter. Aç bakalım, boruyu çıkar. Tanrıya şükür, silâh iyi durumda. Löwe, bu eri kaydedin: Dinlenmeye geçtiğimizde üç saat ceza tahmi. Löwe sessizce başım sallıyor ve Hauptfeldwebel Hoffmann'a işaret ediyor. Hoffmann adımı defterine not ederken: — Asker bozuntusu! diye homurdanıyor. Seninle ben ilgileneceğim, keriz!

Dosdoğru öne bakıyorum, başka şey beklemediğimi söylüyorum kendi kendime. — Tüfek sağ omza, bölük sola marş, sol. Çizmeler tempoyla ıslak yere vuruyorlar. — Şarkı söyleyin! Bir Alman bölüğü şarkı söylemeden yürüyemez! Ben sağda sıra başıyım, ben başlayacağım, ama iki kez yanlış ton veriyorum. Weit ist der Weg zurück ins Heimatland So weit, so weit! Die Wolken ziehen dahin daher Sie ziehen wohl übers Meer Der Mensch lebt nur einmal Und dann nicht mehr... (*) Kendimi nasıl yorgun hissediyorum! Yorgunluktan ölüyorum! Fakat öbürleri gibi şarkı söylüyorum. Bir marş bu, insan artık dayanamasa bile, neşeli olması gerekmez mi? (*) Yuvanın yolu uzun Çok uzun, çok uzun! Bulutlar geçiyor, bir o yana, bir bu yana Bulutlar geçiyor denizin üzerinden buraya. Ve insan ancak bir kere yaşar Bir kere ve işte o kadar... 130 7 Kuzeyde, güneyde, doğuda, batıda Alman askeri, kahramanca ölüyor ve Völkischer Beobachter gazetesine inanmak gerekirse, Alman anaları yası gururla taşıyorlar. Tarih tekerrür ediyor: Alman gençliği her zaman birşey bağırarak ölüyor Yaşasın Đmparator, yaşasın Vatan, Heil Hitler! Adamlar boru ve trampet sesleri arasında düşüyor, ama hiçbir ana, hiçbir eş, hiçbir kız kardeş

kahramanlarına ağlamıyor. Bu bir Alman kadınına yakışmaz. Yas gururla taşınır. Fosfor yanıklarından, kesilen bacaklardan, fırlayan beyinlerden, açılan karınlardan, ovulan gözlerden kim söz etti? Bir deli, bir bozguncu, bir hain. Hiçbir kahraman böyle ölmez. Bu tarih kitaplarının hiçbir yerinde görülmez. Parlak kırmızı üniformalar, şarkı söyleyerek yürüyen yiğitler, nişanlar serpilmiş göğüsler, çırpman sancaklar, askeri müzikler ve gurur dolu olarak yas içinde böbürlenen analar. Yalnız, siperlerin çamuru içinde kıvrılıp kalan sürü hayvanı benzeri insandan, bağırsaklarını açılmış karınlarında tutmaya çalışarak analarını çağıran, can çekişenlerden sorumlu olanları, onları ateş1 ve çelik yağmuru altına gönderenleri lanetleyen lerden yalancılar söz ederler. Oysa, savaştır bu, biliyorum. Ben de Alman cephesinin gri askerlerinden biri oldum. 125 BĐR AMERĐKAN DEPOSUNUN MEYDANA ÇIKARILIŞI Tıklım tıklım dolu arabalar tüm hızlarıyla geçerlerken, düzensiz bir kalabalık bir kilometrelik yol boyunca sürünüyordu. Porta küçümseyerek sırıttı: — Eve dönmekte acele eden insanlar var. Anlaşılan kahramanlar bezdiler. Đçindekilerin (kırmızı şeritli subaylarla aptalca kurulan kadınların) bize acıyarak baktıkları iki koca Mercedes'in önü sıra üç hafif zırhlı araba gidiyordu- Feldgendarmerie ağır motosik-letleriyle buradaydı.

Elbette yolu öyle pek çabukça serbest bırakmayacağız. Parlak kırmızı flâmalı iki Horsch bizi toza buluyor; korkak telefoncular bize dostluk işareti yapıyorlar. — Bok herif! diye homurdanıyor Heide- Gerideki savaşçılar piliçleriyle çekiliyorlar. Şimdi yolun alçak yanında önümüzde sürünenleri görüyoruz. Yaralılar. Sakatlar ya da körler: Bütün bir gezici hastane personeli kaçmış ve ağır yaralıları kendi başlarının çaresini bulmaya bırakmış. Düşman geldiği zaman temizleneceklerinden o denli emin ki talihsizler, korkmuyorlar bile. Körler bacakları kesilmiş olanları taşıyorlar; arkadaşlara bacaklar ve gözler ödünç veriliyor. 132 Kilometreler boyunca, sefil yürüyüş kolu yolun üzerinde sürünmekteydi; kurmay arabaları tüm hızla onları geçiyorlar, içindekiler, erkekler ve kadmlar, utanarak gözlerini öteye çeviriyorlar. Oberleutnant Löwe küfretti. Yolun ortasına, uzun lüks askeri arabalar dizisinin tam önüne dikilip kaldı. Dizi yavaşladı, bir kurmay komutanı pencereden eğildi ve savaş divanı ile tehdit etti, tepeden tırnağa silâhlı Feldgendarmerie ise hafif makinelisini teğmenin karnına dayayarak ayaklarının dibine tükürüyordu. — Bir söz daha edersen, cephe salağı, kendini ölmüş bil! Kurmay subayı sırıttı ve bir toz bulutu içinde, lüks arabalarla jandarmanın motorları ufukta kayboldular. Löwe başını salladı ve çukurda yatan çıplak bir cesede baktı.

— Feldwebel Beier, diye emretti, erlerini yolun her iki yanma yerleştir, S-M.G- biraz daha ileri. Astsubay Kalb, bazukaları doldur. Feldwebel Blom, yolun üzerine çıkın ve domuzları durdurun. Karşı geleni, tepeleyiniz. — Hayatımın en güzel günü! diye bağırdı Porta. En sonunda yaldızlı sülün ve piliç avlayacağız. Lejyoner'in, teğmenin ayaklarının dibine bir ceset attığı görüldü. Kuşkuya hiç yer yoktu, bu ezilmiş olan bir kördü, kesik ayaklı arkadaşı ise oradan az ötede kafatası açılmış halde yatıyordu. Lastiklerin cayırtıları: Boz bir Horsch Barcelona'nm önünde zınk diye frenliyor ve içindeki yarbay yere atlıyor. — Ne oluyor size? Arabamı durdurmaya na 127 sil cüret ediyorsunuz? Kurmay flaması taşıdığımı görmüyor musunuz? Teğmen Löwe, makinelisi subayın göğsüne çevrilmiş halde ilerliyor. — Birliğimi rütbeye bakılmaksızın her türlü personelle güçlendirme emri aldım. Bu yaralıları gezici hastaneye götürmek gerek, arabanız altı kişi alır. Eşyalar atılacak, üç bayan yaya devam edecek. Şoförü yükleyici olarak alıyorum. Araba sürmeyi bilirsiniz, sanırım? Yoksa, siz bizimle geleceksiniz, şoförünüz yaralıları götürecek. . — Siz çıldırdınız mı? Löwe sevinçten yerinde duramayan Küçük Kardeş ile Porta'ya: —■. Şunu tümden bpşaltıverin! diye bağırıyor-

Üç kadın yolun üzerine iniyor, fakat subay revolverini ve armasını kavrıyor. Löwe'ye alaycı bir tavırla soruyor—■ Yaşamaktan bezdiniz mi? Size durumu hatırlatırım: Führer'in emrine göre, savaşan bir bölümün komutanı bölgesinin amiridir. Silâhla rmızı geri çekin, yoksa sizi şuradaki ağaca astırırım. On kör arabaya bindirildi—■ Yarbayım sürmek mi istiyor, ya da bizimle ateşe katılmayı mı yeğliyor? Tek söz söylemeksizin, yarbay direksiyona geçiyor. — Kurala uygun olarak, diye devam ediyor Löwe, arabanızın numarasını not ettiğimi ve ya ■ralılann gezici hastaneye varıp varmadığını kontrol edeceğimi belirtirim. 134 Yaralılar arasından bir teşekkür konseri yükselirken koca Horsh ileri sıçradı. — Burada bulunduğunuz için tanrıya şükürler olsun! diye inliyor bir piyade Feldwebel'!. Yoldan yeterince çabuk çıkmasaydık bu domuzlar bizi ezeceklerdi. Arabasında üç pilici olan bir general bize cephe pislikleri diye seslendi. Gittikçe daha öfkelenen Löwe: — Ben onlara gösteririm! diye homurdandı. Barceiona'nın önünde duran yeni konvoy. Bu kez, yumruklarını sıkmış, öfkeden uluyan bir ödeme memuru subay var. — Arabaları boşaltın! diye emrediyor teğmen. Bu söylenmesi gerekmeyecek kadar kısa zamanda yapılıyor. Yolun üzerinde zarif kadın çamaşırları kadar şişeler de var; şişko levazım subayı,

kendinden geçmiş halde, abuk sabuk sözler ediyor, ters emirler bağırıyor, ama Löwe Küçük Kardeş'e bir işaret yapıyor, o da koca naganı döverek ve elinde MPI kalaşnikofu ile yaklaşıyor. Dev, gri melon şapkasını ensesi üzerine itiyor ve tek sözcük etmeksizin, bir eniği kaldırır-mış gibi şişko< levazım subayım yerden kaldırıyor. Ödeme memuru subayı yarı boğulmuş halde gürlüyor: —■ Bir Alman subayına el kaldırmaya cüret ediyorsun, ha! — Herkesin bir saati vardır, diye sırıttı Her-kül. Bas git! Yoksa savaş divanını biz toplarızLevazımcı kırık bir burun ve birkaç eksik dişle tabanları yağlıyor, fakat sonunda eşyasının değil, hayatının söz konusu olduğunu anladı. 129 iki motorun, yolu engelleyen dizinin içinden bir geçit açtığı anda Küçük Kardeş bağırıyor: — Sıra kimde? Feldgendarmerie'nin bir Feldwebel'! makinelisini sallayarak: — Yürüyün! Yürüyün! diye uluyor. Bu köpeklerin iyi ovulmuş plakaları tehdit edici bir şekilde parlıyor ve ışıltılar saçıyor. Yerel bir komutanlığın büyük plakalı bir Merce-des'i onu izliyor. Barcelona yana doğru sıçrıyor. — Ateş! diye bağırıyor Löwe. Ateş ediyorum. Mermilerin vurduğu araba firenliyor. Arka minderde zarif kanadyeni heryandan yaldızlı, saf ipekten kırmızı şeritü bir tuğgeneral kurulmuş. Bunu hiç görmedik. Ağır ağır, gösterişli bir tavırla, aşırı saygı gösteren iki

Feldwebel'in yardımıyla Mercedes'ten iniyor. Sol gözündeki monoklü kibirle düzeltiyor; ısmarlama yapılmış çizmeleri şeritlerinin sırmasıyla yarışıyor. Löwe'ye koruyucu bir işaret yapıyor. — Buraya gelin teğmen. Herhalde kiminle çatıştığınızı bilmiyorsunuz. Löwe iki parmağını sarılı alnına götürerek selâmlıyor: — Generalim, savaş grubu şefi Löwe, generalimden yaralıları arabasına almasını ve onları en yakın gezici hastaneye götürmesini istiyor—• Ben de size ortadan çekilmenizi emrediyorum, arabamı bu siper pislikleriyle kirletmek niyetinde değilim. Yaralıların taşınması Sağlık Servisi'nin işidir. Tümenime gitmek için yola çık tim ve bu adamlarla uğraşmaktan daha önemli işlerim var. 136 — Hangi tümene generalim? —■ Sizi ilgilendirir mi? Beni geçmeye bırakın yoksa üzerinize ateş açtırırım. — Generalim, yaralıları götürüyor musunuz, evet mi, hayır mı? General bir saniye düşündü, gözleri kısıldı ve LM.G.sini hazırlayan Feldwebel'e işaret etti. Ben makinelimi omuzladım. Tam bu anda, büyük bir arazi kamyoneti ortaya çıkıverdi ve şoförün yanında bir S.S. tuğgenerali gördük, ince ve uzun, soluk üniformalı ve belirtici hiçbir işareti olmayan bir general. Herkes 12'inci Zırhlı tümeni komutanı «Panzer Mey er »i, Alman ordu sunun en genç komutanını tanıdı. — Ne oluyor?

Oberleutnant Löwe yeni gelene durumu çarçabuk anlattı. — Yaralıları götürmeyi red mi ediyor? — Evet, general arabasını bu siperlerin güb-resiyle kirletmek istemiyor—■ Bitlerden korktuğundan! diye atıldı Küçük Kardeş«Panzer Meyer» deve ters ters baktı, yönetmeliğe uygun olmayan gri melon şapkasını, N.K.V.D. komiserlerinin büyük Rus naganmı gördü. — Yaralıları almayı red mi ediyorsunuz, generalim? Sararmış olan öbürü karşılık verdi: — Tümenim savaş hattında. Bu teğmen budalası beni şimdiden bir çeyrek saat geciktirdi— Hangi tümen? — 21'inci. 131 — Garip. Tam da 21'inci Panzer Tümeni'ne komuta eden general Beyerling'in yanından geliyorum. Bana kalırsa, daha çok düşman önünden kaçıyor gibisiniz. — Deli misiniz? diye gürledi general. Beni kaçma ile suçlamaya mı cüret ediyorsunuz? Kim olduğumu bilmiyorsunuz! Panzer Meyer omuzlarını kaldırdı ve Löwe' ye işaret etti. — Götürün! Küçük Kardeş'in ağır pençesi generalin omzuna indi. —■ Gel yaldızlı kuş! Dev onu bir telgraf direğine doğru iter ve kemeriyle bağlarken, adam bağırıyor, debeleniyordu.

—■ Bu bir cinayettir! diye uluyordu hükümlü. Đmdat! Cinayet! Beni dinleyin... Katiller! Katiller!.. Rus MPT sinin kısa yaylım ateşi altında düşmeden önce hâlâ bağırıyordu. Yöntemini bilen Küçük Kardeş öldürücü son vuruşu yapmaktan geri kalmadı, sonra meraklı bir tavırla jandarmalara baktı: — Ve siz öbürleri, bu size birşey ifade ediyor mu? Yaralılara yardım etmek için çelik külüstürlerinizden iner misiniz? Jandarmalar atıldı. — Đyi yürekliler! diye gülüyor Porta, Yirmi beş ağır yaralı taşıtlara yerleştirildi ve sonuncu da yüklenince, «Panzer Meyer» Löwe' nin elini sıktı, kamyonetine atladı ve ufukta kayboldu. Fakat işte başka şey. Bir motor bize doğru hızla atılıyor, ön kısmı havaya kalkıyor... Bu bölüğün bağlantı ajanı Werner Kr um. 132 — Alayın emri! diye soluk soluğa ezbere okuyorChurchill'ler göründü. Son adama ve son mermiye dek yolu tutmak gerek. Alayın genel karargâhı Chaumont'da bulunuyor. Teğmen Löwe pansumanını düzeltiyor anlaşılmaz birşey homurdanıyor. Moruk hafif makinelisini omzuna atarak: —■ 2'inci takım tek sıra halinde arkamdan gelsin, diye komut veriyor. Birkaç evden oluşmuş bir yerleşim merkezine varıyoruz. Pek aşağı inen saman bir damın altında, yağmurdan sırsıklam olmuş siluetler farkediliyor. Bir Alman humbaraeısı bir Amerikan piyadesiyle

kardeşlik ediyor ve ikisi de tenteden bir dam altına sığınmış. — Hello boys! diye bağırıyor Amerikalı. Bütün kalbimle selâm- Siz Fransızlardan daha iyi seviyorsunuz insanı. Onlara kurtarıcılardan olduğumu açıkladım, fakat bana bok dediler! Fransızca konuşmazsanız, düşman sayıyorlar. Gelecek savaştan önce Fransızca öğrenmek gerekecek. , Yolun öbür yanında ölü bir Alman yatıyor. Kaç yaşında? Ancak on altı. Üniforması depo kokuyor, çizmeleri renksiz bir deriden, boyatmaya henüz vakit olmamış. Đşte tekrar şeker pancarları ve karnıbaharlar; toprak olağanüstü yumuşak. Değiştirmek için, kazmaya koyuluyoruz. Bize yardımcı olan iki S-S. bir arabanın bataryası üstüne takmış oldukları koca bir tencerenin yanında uğraşıyor; tencere etli meyvelerle dolu ve kapağı sımsıkı kapalı. Her zaman her şeyi bilen Heide itiraz ediyor: 139 — Deli misiniz? Bu kutu patlarsa, hapı yutarsınız. — Pöhh! diye karşılık veriyor S.S.'lerden biri. Susamadın mı? Đki gündür meyve suyu çıkarmayı deniyoruz, boyuna kaçmak gerekti. Dün daha sekizdik, bugün sadece iki. — Pişirdiğiniz nedir? — Bu yeni türdeki tencereyi yapmış olan S-Skarşılık veriyor: — Şekerli mürver. — Ya bu termometre? diye soruyor meraklı Küçük Kardeş. — Eğer bu kırmızı çizgiyi geçerse, diye açıklıyor S.S. kaygısız bir tavırla.

Dehşete kapılan dev: — Sen kaçıksın! Uzun zamandan beri geçti, diye bağırıyor ve deliğin dibine yapışıyor. — Pek olası, fakat bu kez acele etmek gerek, arkadaşlar görünmekte gecikmezler. Tencerenin kaynaması tamam, yağmur kesildi; karavana kaplarımızı uzatıyoruz ve keyifler yerine geliyor. Tuhaf bir şekilde süslenip püs-lenmiş iki siluet pancar tarlaları içinden koşar adım geliyor—- Vay! diye gülüyor Küçük Kardeş, işte kurtarıcılar! Şurubun kokusunu aldılar. — Onları tutuklamak gerek, diye emrediyor Moruk. —■ Boş konuşuyorsun! diyor Porta. Dinlenmeye geçtikten sonra çalışmıyoruz. Hiçbir şeyden haberi olmayan iki asker üzerimize geliyor ki biz de görünmeyerek onları bekliyoruz, siperimizin içine atlıyorlar. 134 —• Mahalleye hoş geldiniz diyor, Porta gülerek. Tam akşam yemeğine yetiştinizBunlar iki Amerikalı, biri rütbesiz asker, öbürü onbaşı- Söylenebilecek en az şey, bir şok geçirdikleri! — New York'tan haber var mı? diye soruyor Küçük Kardeş. Bay Eisenhower nasıl? Onbaşı şaşkın bir halde: — Burada ne halt ediyorsunuz? diye bağırıyor. — En az olası şeyi, diye sırıtıyor Porta. Savaşı kazanma tasasını size bırakıyoruz, yemin ederim buna, — Bize bölgenin serbest olduğunu söylemişlerdi! —■ Yaldızlı sülünlere asla inanmamak gerek. Hepsi yalan söyler.

Porta, büyük bir efendilikle acaip yahniyi göstererek ekliyor: — Buyurun, siz de alın! Heide sakına sakına soruyor: "— Dostlarınız buradan uzaktadır, değil mi? — Bana o boklulardan söz etme! diye bağırıyor onbaşı. Biz ikimiz Georgia'lıyız ama bizi ahmak New York'lularla karıştırdılar. Savaştan sonra bizi görmeye Georgia'ya gel, arkadaş. Yeme içme gittikçe daha kızışan bir hava içinde iki saat sürüyor. — Nereye gidiyordunuz? diye soruyor Porta Amerikalılara. — Kaybolduk. Keşifteydik ve bu lanet köye geri döndüğümüzde bölük kirişi kırmıştı, o zaman tarlalar arasına daldık ve ayrılmış olduğu 141 muz yola kardeş gibi benzeyen bir yola vardık. Bu berbat ülkede bütün yollar birbirine benziyor ve çitler insanın aklını kaçırtıyor, yön bulmak olanaksız. Sizin tutsak almadığınızı söylediler bize? — Sizin için de aynı şeyi söylüyorlar, diye karşılık verdi Barcelona, ensesine bir kurşun yiyenlerin çok olduğu doğrudur. Bir gün bir Chur chill ve kulesine dikenli telle bağlanmış bir Alman buldukMürettebata yaptığımız şeyi düşü nünü —' Evet, bu tür şeyler olur, dedi onbaşı, fakat başkaları yüzünden zarara uğrayan bir sürü suçsuz da vardır. Birisi ilerliyor... Bu teğmen Löwe- Porta çarçabuk iki tutsağı deliğin dibine itiyor. Löwe onları görürse, haber almaya gönderir; Moruk kalkıyor, safça bir tavırla teğmenin önüne dikiliyor.-

—- Yeni birşey yok. — Köye yerleşin, diye komut veriyor Löwe. Đleri karakol olarak bir makineli tüfek yeter, bu akşam bir düşman hücumu olacağını sanmıyorum. Birden burnunu çektiği görülüyor. Böyle pis pis ne kokuyor burada? Alkollü her türlü yiyecek pişirmenin yasak olduğunu bilmiyor musunuz? S.S. kalkıyor ve karavanayı teğmene uzatıyor— Bu mürver şurubu, teğmenim, tatmak ister misiniz? Löwe daha da kuşkulanarak, yine burnunu çekiyor. — Fakat dehşet bu! Bunu içerseniz çatlarsı nız! Dikkatle S.S.'e bakıyor. Ve siz tamamen sar 136 hoşsunuz! Đkinci takım, silâh başına! diye bağırıyor öfkeli teğmen. Gülerek ve birbirimize dayanarak delikten çıkıyoruz; Gregor kesinlikle kafayı bulmuş, bacaklarının üzerinde duramıyor. — Sizi görürse yandınız, kaçın! diyor Porta Amerikalılara. Havaya ateş edeceğiz. Öfkesi son dereceye varmış olan teğmen: — Ayyaşlar! diye bağırıyor- Sizi yarım saat yalnız bırakamıyoruz. Düşman gelmiş olsaydı, ne yapardınız, hırtlar! Çabuk çabuk birbirini tutmaz birşeyler söylüyor Küçük Kardeş. — Yeter, Creutzfeldt! Ve daha kötüsü: Komutan Hinka çıkıvermiş olsaydı, ne derdiniz? — Skol, diyor dev bir hıçkırıkla. Đki sıçrayışta teğmen onun üstüne varıyor; hayli korkan Küçük Kardeş, tüfeğini düşürüve-riyor.

— Yere yat, diye bağırıyor Löwe, küstah köpek! Küçük Kardeş bir kütle gibi düşüyor. — Đleri! Sürün! diye emrediyor öfkeden titreyen Löwe. Küçük Kardeş sürünmeye hazırlanıyor, fakat koca bir osuruk koyveriyor. — Bu domuz, subayının yüzüne osuruyor! diye kükrüyor teğmen. Feldwebel Beier, bu pis heriflerin sorumluluğunu sana bırakıyorum. On lan pancar tarlasının içinde altı kez koştur. Patırtıdan yararlanan Porta, gizlice toz oldu, fakat kendinden geçmiş olan teğmen dönüp uzaklaşınca, bir banço ile bir akordeonu sallayarak bir evin arkasından çıkıverdi. 143— Bir orkestra buldum! — Kes be! diye homurdandı Moruk. Kilometrelerce öteden duyarlar seni. En iyisi, şunu haber vereyim ki, dinlenmeye vardığımızda üç gün hapis yatacaksın. — Vızgelir, daha az savaşacağım demektir. Bançoyu çalmaya çalışan Amerikalı: — Sizde işi sıkı tutuyorlar, diye belirtti. O sırada Barcelona akordeonu ele geçirmişti; Porta flütünü Küçük Kardeş de armonikasmı aldı. — Haydi çocuklar, diye komut verdi Porta -«Üç Zambak». Bir... Đki... Üç... Drei Lilien, drei Lilien Die pflanzt'ich auf mein Grab... (*) Uzaktan, bir roket bataryası karşılık veriyor. Caen üzerine inen kuyruklu yıldzları gözlerimizle izliyoruz. Korkunç patlama şimşekleri görünüyorlar, fakat Porta, bir yaz gecesi boyunca

Pan'm yaptığı gibi, flütü dudaklarında siperin çevresinde dans ediyor. Amerikalılar sevinçten kendilerini tutamıyorlar, Barcelona bir lağım suyu gölcüğüne boylu boyunca uzanıyor Ş.S. VVinther bir kümesin kapısına sıkışıyor ve tüm kulübeyi yıkan Amerikalı er tarafından kurtarılıyor. Bir Fransız halk dansı başlıyor- Gözleri faltaşı gibi açılmış halde, teğmen çıkıveriyor. Dans ediliyor, flüt nağmeler döktürüyor, akordeon inliyor. Bançoyu tıngırdatan onbaşının geçtiğini görünce, teğmen çılgınca mırıldanıyor: (*) Üç zambak, üç zambak, Mezarımın üzerine diktim... 144 — Amerikalılar! Ve aniden herşey değişiyor-•• Karanlık basıyor, hayaletler beliriveriyor, yıkıntıların içinde makineliler takırdıyor. Đngilizler bunlar. Yanki askeri yere yıkılarak, kanı içinde banyo yapıyor, ben de çökmüş kümesin tahtalarının arkasında siper almak için gövdesinin üstünden atlıyorum. Elbombaları patlıyor, süngüler pırıldıyor. Vahşi çığlıklar yükseliyor, kürekle, bıçakla dövüşüyoruz. En sonunda makineliyi yerleştirmeyi başarıyorum, fakat "VVinther patlayan bir bombanın tam önüne koşuyor ve ondan ancak kopmuş bir baş kalıyorBir kurşun Barcelona'nm ciğerini delip geçiyor, Gregor onu sığmağa sürüklüyor— Ateş et! diye bağırıyor Küçük Kardeş bana doğru. Makineli tüfeğim, kendilerini çoktan zaferi kazanmış sanan Đngilizler'in yönünde çıtırdıyor. Çitler boyunca, şu saatte hayır dua ettiğimiz aşa-

ğılık çitler boyunca uzaklaşıyoruz ve yıkıntıların içine sığmıyoruz. Barcelona iyi değil, onu ivedilikle götürmek gerek; para ve sigara gibi sahip olduğumuz tüm şeylerle üstünü tıka basa dolduruyoruz. O hıçkırıyor, bizden ayrılmayı reddediyor. — Beni geri gönderemezsiniz, diye inliyor. Rudolph beni iyileştirebilir, o hemen hemen doktordur. — Haydi, cesaret Barcelona, üç hafta sonra geri döneceksin- Eğer mikroplanmazsa yaran ağır değil. — Beni alakoyun! diye yalvarıyor talihsiz. parisi yakın 145/10 Löwe başım sallıyor ve altın çakmağım ona hediye ediyor. — Bununla, uzağa gideceksin, iyi şans dostum Blom. Onu bir su geçirmez kolsuz üstlüğe sarıyoruz, hiç değilse tetiğine basarak ateş edebilmesi için dizlerinin üzerine bir hafif makineli yerleştiriyoruz. Sepetli motosiklet büyük veda işaretlerimiz arasında hareket ediyor. — Kayıplar için rapor verin, diye emrediyor Löwe. Müfreze şefleri adamlarını sayıyorlar ve bölük komutanına raporlarım veriyorlar. Alaya bir kişi gönderiliyor. — Amerikalı onbaşı ne oldu? — Kurtarıcılardan biri hesabını gördü- Tarlada koştu, ben de onu makinelimde korumaya çalıştım, ne yazık ki bir adalı kerize çattı. Fakat ben de o Đngiliz'i hakladım, en az üç takla attı! — Đkisi de yiğit adamdı, o ikisi, diye mırıldandı Gregor. Artık adreslerini atabilirsin!

Lejyoner omuzlarını kaldırarak: — Savaş bu, dedi. Yeni yaylım ateş! Porta'nın dürbünü elinden fırlıyor, kurşunun ikiye biçtiği aygıta şaşkınlıkla bakıyor. Bir santimetre daha ileri gitseydi yüzsüz kalmış olacaktı. Đşte iki yönden gelen düşman görünüyor-.- Kaçalım! Yapılacak tek şey bu, fakat makinelim beni köstekliyor... Topuğumun dibindeler; yakınımda bir el bombası yuvarlanıyor, ona bir tekme vuruyorum, o da iki haki askerin önünde patlıyor. Kaçıyoruz, kaçıyoruz. Bir tepenin arkasında toplanmaya başlıyoruz, fakat teğmen Löwe öfkeden kudurmuş halde: Bizim 146 140 uyuduğumuza inanmış- Kızgınlığı içinde savaş divanından söz ediyor. Lejyoner gücenmiş bir halde karşılık veriyor — Eğer hoşunuza giderse... Adolf'a niçin yazmıyorsunuz? — Dediğine bak! diye bağırıyor şaşıran teğmen. Bir subayla konuşuyorsun, hırt herif! Lejyoner, bütün çağırmalara karşı sağır kalarak, sırtını dönüp gidiyor, sabaha doğru ise, iki sandık reçel yüklenmiş olan Küçük Kardeş pek dikkati çekici bir geri dönüş yapıyor. — Niçin kaçtınız? diye bağırıyor uzaktan. Kurtarıcılar da toz oldu. Yalnız bir Fransız alev püskürtücüsünü aşırmayı başardılar. Ben ; bütün mağarayı tek başıma ele geçirdim. Otuz bir altm diş. Bir çavuşun tüm dişleri altındandı, o denli parlıyordu ki gözlerim rahatsız oldu bundan! Đki küçük bez torbaya imrenmeyle bakan Porta: ,

— Paylaşıyoruz, dedi. Kamuflaj ceketini özenle düğmeleyen , dev gülümsedi: — Git, kendini göster bakalımFakat bir komut çınladı: 2'inci takım Ceris ormanının kuzey batısına doğru keşfe çıkmalı. Alay ormanın işgal edilmiş olup olmadığını öğrenmek istiyor. Sertçe vuran güneşin altında terliyoruz, fakat Moruk en ufak molayı reddediyor, önce ormana varmak gerek. Baleroy yanından ateş ediyorlar. Moruk elini kaldırıyor... Yarım düzine haki giysili adam yüzlerce tonluk benzin ve elbombaları yığını arasında çalışıyor. Hemen görüldük ve büyük dostluk işaretleri ile karşılandık. — Tanrım! diye mırıldanıyor Moruk, bizi meslektaşları yerine koyuyorlarBurası tümü oluklu saçtan bir köy: Römorkların arasında iki koca kamyon cephane boşaltıyor; dev bir depo üzerine düştük. Porta ürkekçe mırıldanıyor: — Ne kadar var, diye soruyorum kendi kendime. Ateş edersek bütün dükkân havaya uçar ve bir orduya yeter bu cephane! Naganınm emniyetini çeken Küçük Kardeş'i görünce Moruk: — Sakla o çatpatı, aptal! diye homurdanıyor. —■ Hello boys! Satılık hatıra eşyanız var mı? Bir demir haç için yüz dolar! Heide doğruluyor: •— Bir şövalye haçı mı istiyorsun? Yüz elli papel. — O.K., diye güleri Amerikalı dört nala geliyor ve dehşet içinde zmk diye duruyor.

Kim olduğumuzu görmeye başlıyor! Dehşet çığlığı atıyor, ama Lejyoner bir kaplan gibi çoktan onun üzerinde ve sırtına bıçağını saplıyor. Öbürleri hiçbir şeyin farkına varmadılar- Yılanlar gibi dilsiz halde, gruba doğru sürünüyoruz, alarm vermemeleri gerekli- Panter sıçrayışları... Onları boğazlıyoruz. Rusya'dan beri alışkanlığımız var. Komandonun kalanı iki büyük masanın çevresinde yemek yiyor ve nöbetçiler dışarda dönüp duruyorlar. Fakat biz cesetlerin miğferlerini giydik, Lejyoner şarkı söylüyor: — Gel tatlı ölüm, gel! Bir elbombası yağmuru... Adamlar burunları karavanalarının içinde olarak oldukları yerde çöküyorlar ve işte, bellerinde bir havluyla 148 duştan çıkan bütün bir grup. Onlar da bizi yurttaşları sanıyorlar, ama Heide'nin M.G.'si hepsini biçiyor. — Durun! diye bağırıyor Moruk, benzine isabet ettirirseniz, havaya uçarız. — Ama hayır çocuklar! diye bağırıyor Küçük Kardeş, bu viski! Yüzlerce şişe! — Onlara dokunmak yasak! diye bağırıyor Moruk. Yoksa sakının kendinizi! Çok geç! Porta içini alkol dolduruyor; süngüler ananas ve reçel sandıklarının karnını yarıyorlar, ellerle oburcasına atıştmyoruz. Gregor sevinçten deli gibi: -— Şampanya! diye bağırıyor. Tapalar fırlıyor. Herşeyden alkol ve şampanya akıyor. Kocaman bir tencere çeşit çeşit şeyler doldurulmuş: Sığır et konservesi, köfteler, patates,

domuz yağı, yumurtalar... Gargantua için hazırlanmış bir tencere bu. — Böyle bir orduda asker olmak! diye düş görüyor Porta. Moruk öfkeden uluyor- Küçük Kardeş bir Amerikan üniformasını sırtına geçirirken bir şampanya tapası ensesine vuruyorElinde boş bir şişeyle dans etmeye koyulan Heide aptalca bağırıyor: — Sen öldün, sen öldün' Kafasına beyaz bir aşçı başlığı geçiren Porta komut veriyor: — Tıkınmaya gelin! Herşey Baküs şölenlerinin yapıldığı bir rüyadaymışız gibi geçiyor. — Her türlü sorumluluğu reddediyorum, diye acı acı söz ediyor Moruk. Yağma ve başkaldır143 ma. Silahlar elde olarak takım komutanınıza karşı geldiniz. Tehdit edici bir tavırla rapor defterine vuruyor. Herşey buraya not edildi, size önceden bildiriyorum. — Bize vızgelir, diye yanıtlıyor Porta. Bay Eisenhower'in yanma geçmek için Adolf'tan ayrılıyorum ve yiyip içtikten sonra Küçük Kardeş'i görüşmeci olarak ona gönderiyoruz. Artık hiçbir şeyin önemi yok. Heide büyük bir konyak fıçısını itiyor ve deliğini alkol doğruca ağzına akacak şekilde açıyor, sonra da eğleniyoruz, aptalca şeylerle eğleniyoruz: Ağaçlara tırmanmak, dallara asılmak, bir benzin tenekesini tutuşturmak ve alevlerin arasından atlamak. Küçük Kardeş alev alıyor! Yangın söndürücülere sarılıyoruz atılıyoruz

ve göz kırpıncaya kadar, kardan adama benziyor. Porta çılgınca karışımlar yapıyor: Rom, konyak, viski, .şeker, yumurta. Sonuç bu cümbüşün çığlıkları ormanda yankılanıyor. Birdenbire, pek tanıdık bir ses çınlıyor. — Bu kez ölçü aşıldı! diye gürleyen teğmen ortamızda beliriveriyor; Feldwebel'Beier, buraya geliniz! Fakat Moruk artık kalkacak halde değil. Sırt üstü yatmış, her elinde 10,5'luk bir bomba tutuyor. —• Pek kuvvetli bağırma, arkadaş, küçük kuşları rahatsız ediyorsun. Üstüne korkunç bir kokteyl uzatan Küçük Kardeş: — Hoş geldiniz şef, diye sesleniyor. Küçük bir damla? — Aşağüık ayyaşlar! diye bağıran teğmen 144 karavanayı itiyor, içindeki fışkırrp her ikisinin üzerine serpiliyor. Küçük Kardeş küskün bir tavırla karşılık veriyor: — Asla iyilikçi biri olmayacaksın, şef... Ve düşmemek için teğmene öylesine asılıyor ki, ikisi de yere yıkılıyor. Bu kez de acıma belirten bir tarzda söyleniyor yine: — Kıçınızı acıtmadınız ya, şef? Đlk ayağa kalkan Löwe oluyor ve deve tekmeler indiriyor, o da teğmenin çizmesini kavrayınca, ikisi de yeniden bir kollar ve bacaklar marmeladı içinde yere yuvarlanıyor. — Đşte subaylar eratla al takke ver külah oluyorlar, diye söyleniyor. Savaş divanının buna ne dediğini bilmek isterdim.

—-Bunu çok geçmeden öğreneceksiniz, reziller yığını! diye bağıran Löwe revolverini çıkarıyorsa da Küçük Kardeş büyük bir kahkaha ile onu ellerinden fırlatıyor. — Şef, nasıl şey bu! Ne de olsa eski dostun Küçük. Kardeş'i öldürecek değilsin ya! Eğer dayanamıyorsan, içme! Rom fıçıları deliniyor. Bir mareşal dahi hiçbir şey yapamaz. 3'ünCü takım 4'üncüyü yumurtalarla bombalıyor. Umutsuz teğmen korkuyla yolu gözlüyor: Her an, komutan Hinka alayın kalan kısmı ile görünebilir. Ne iş! Prusyalı bir bölük komutam ile bölüğü düşman hatlarının gerisinde kör kütük sarhoş! Adamlarına söz dinletme yeteneğinde olmayan bir bölük komutanı. Kafası son derece meşgul olan Löwe, omzuna vuran Küçük Kardeş'in arkasmdan gelmekte olduğunu duymuyor. 151 — Demek bundasın, şef, heryerde seni arıyorum. Seni öldü sanıyordum. Yönetmelik bir üstün üzerine el koymayı kesinlikle yasaklar. Kendinden geçen teğmen, devin suratına bir direk gönderiyor. — Vuruyor musun, şef? Kötü bu. Hinka'ya söylersem, Torgau'ya gidersin, bu da hoş olmazBen kapının her iki yanında da bulundum. Teğmenin elini revolverine götürdüğü görülüyor, fakat güçsüz olduğunu çok iyi biliyor. Buldozerinin üzerine tırmanan Porta, onu harekete geçiriyor, direksiyon kontrolünü kaybediyor ve barakanın yarısını yıktıktan sonra durdurmayı ancak başarabiliyor.

Umutsuzlu ktan iki yumruğuyla bir ağaca vuran teğmen: — Bu başınıza mal olacak, diye homurdanıyor. Ona bir yumurta atan Porta: — Ama hayır, ama hayır, diye söyleniyor. Önce senin evinde değiliz, dükkân değiştirdik. Gülmekten katılıyor. Seni tutsak etmeden önce kirişi kırmaya baksan daha iyi yaparsın, seni gidi Prusyalı seni- Yüzbaşı! diye bağırıyor Küçük Kardeş'e, kampta Kraut'lar var, şunu görüyor musun, Yüzbaşı? Aniden, yakındaki bir barakadan bir alev kütlesi fışkırıyor. — Havaya uçuyoruz! diye bağırıyor bir ses. Genel kaçış. Patlama Berlin'e dek duyulmuş olmalı. Yirmi dakikalık gökgürültüsü; köklerinden sökülen ağaçlar yere yıkılıyor. Porta, Diyojen gibi, bir fıçının içine saklanmış; oradan gülümsemeyle çıkıyor ve teğmene şöyle diyor: 146 — Adolf un tüm toprağındakilerin en iyisi sensin Oberleutnant. Seni çok seviyorum! Löwe ona öldürücü bir bakış fırlatıyor. Niçin o denli kzdm, şef? diye omzuna vurup tekrar başlıyor Porta Sen bir kahramansın, 5'inci bölüğü kurtardın- Sen gelmemiş olsaydın herkes kirişi kırardı. Löwe'nin raporunu göndermemiş olduğuna inanmak gerek, çünkü olayın peşine düşülmedi. 153 8

Gestapo'nun Foch caddesindeki binasında, bölüm IV/A'dan komiser Helmuth Bemhard gazeteci Pierre Brosselette'i sorguya çekiyordu. Bir Normandiya kumsalı üzerinde, Paris'in ayaklanma planını iletmek için Đngiltere'ye varmaya çalışırken tutuklanmış olduğundan beri, birçok sorgu yapılmıştı. Gestapo herşeyi biliyordu, fakat komplocuların adlarını istiyordu; bu yüzden her yola başvurarak gazeteciyi konuşturmak gerekiyordu. Komiser Helmuth'un yönteminde vurma yoktu: O budalalara özgü bir yoldu. O, başka şekilde konuşturma çeşitlerini biliyordu. Pierre Brosselette şimdiden yürüyemiyordu artık; iki bacağı kırılmıştı; sürünüyordu ve direnme gücü eriyordu. Komiser er ya da geç, onu konuşturmayı başaracağını biliyordu. Cellatlarının bir anlık dikkatsizliğinde, gazeteci kendini pencereden attı, fakat iki kat aşağıda bir taraça onu durdurdu. Gestapo'nun adamları merdiveni teker meker indiler, tutukluyu tam tara-çanm korkuluğuna tırmanırken gördüler. Herşey bir saniye içinde geçmişti. Şimdi, Foch caddesinin döşemesi üzerinde bir ceset yatıyordu. Brossolette artık hiç konuşamayacaktı. O akşam sekiz rehine kurşuna dizildi. 147 GENERAL VON CHOLTĐTZ HĐMMLERĐN YANINDA S.S. Reichsführer Heinrich Himmler genel karargâhını Salzburg'dan uzak olmayan bir şatoda kurmuştu. Đnce ve uzun S.S.'ler, konutunun çevresinde sıkı bir nöbet tutuyorlardı: Bunlar, Himmler'in özel Totenkopf

(*) tümeninin, yâni yakalarının arma levhaları üzerinde eski Cermen harfleri değil, fakat ipekten işlenmiş bir ölü kafası taşıyan tek tümenin bağnazlaşmış 3'üncü SS. Panzer'in askerleriydiler. On yıldan beri vardı bu tümen, dört komutan çoktan iz bırakmaksızın kaybolmuştu. Himmler onları sevmiyordu. Hitler'e gelince, emirleri Himmler'in kendisinden alan T-Tümeni'nden nefret ediyordu. General flaması takılı kocaman üç lüks araba şatonun büyük giriş yeri önünde beklerken, bir piyade generali ağır ağır basamakları çıkıyordu. Bir S.S. Sturmbannführer onu karşıladı ve çantasını aldı—; Bağışlamanızı dilerim, dedi S.S. subayı gülerekten, bunlar 20 temmuzdan bu yana yeni talimattır. Reich mareşalinin kendisi bile bizi ziyaret ettiği zaman bunlara uyar. — Revolverimi de ister misiniz? diye homurdandı yeni gelen. ..,(*} Ölü kafası. 155 — Sizinkini değil, generalim!. Ziyaretçi Reischsführer'in büyük bürosuna alındı ve iki adam 20 temmuzdan beri bütün ordular için kural haline getirilmiş olan selamlaşmayı yaptı. — Reichführer, piyade generali Dietrich von Choltitz, Batı cephesi başkomutanının emirleri uyarınca rapor verecek. Himmler generalin elini sıkmak için kalktı-

— Hoş geldiniz, azizim Choltitz. Atanmanız için sizi kutlayabilir miyim? Çok güzel bir meslek yaşamı! Üç yılda yarbaylıktan piyade generalliğine; bizim S.S. subayları bile bu kadar hızlı değiller. Paris'te işler nasıl gidiyor? Şu Fransızları yönetmeyi başarıyor musunuz? — Başarıyorum, diye homurdandı general. Himmler teklifsizce kolunu tuttu. — Bunu biliyorum. Rotterdam anısı mı? diye sordu von Choltitz'in boynunu süsleyen haçı göstererek. — Doğru, Reichsführer. — 18 Mayıs 1940, dedi Himmler gülerekten. Hayret verici belleği çok ünlüydü. Dosyalar altmda çökme tehlikesi olan masasını gösterdi. — Đçişleriyle uğraştığımdan beri çalışmaktan bunaldım, hainlerle çevriliyiz. Bir belgeyi von Choltitz'e uzatarak: — Buna ne dersiniz? diye sordu. General yüzünün bir kası oynamaksızm onu okudu. «Gizli Polis. Devlet Polisi Müdürlüğü. Berim Gestapo IV-2-a-27 44 G. Reichsführer S.S.'e. 149 G.K. Ersatz Heer-Alman ulusu adına incelenmiştir: Remarque soyadıyla doğmuş Bn. Elfriede Scholtz aylar boyunca bozguncu sözler söylemiştir. Führer'i ortadan kaldırmak gerekiyormuş, askerlerimiz artık namlulu etten başka birşey değillermiş, v.b... Kısacası, sınır tanımayan bir çamur atma. Ölümle cezalandırılması gerekir, "uçlayıcısı, mal sahibi, Bn- Elfiede Scholtz'un zafere asla inanmamış

olduğunu ve bunu kendisine özel olarak birçok kez yinelediğini ekliyor. Bn. Scholtz kardeşi Erich Maria Remarque'm' ünlü yapıtı «Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok» tan pek etkilenmiş, fakat bu hiçbir şekilde bir özür değildir, hatta kendisi kardeşini on üç yıldan beri görmemiş olduğunu açığa vuruyor. Apaçık bir hain olarak, bozgunculuk ajanı olarak hareket etmiştir ve onun için ölüm cezası istiyoruz. Ayrıca mahkeme harcını ödemeye de hüküm giyecektir.» Đmza: Dr. Freisler, Dr- Schulze-Weckert — Darağacı bu türden kimseler için çok tatlı bir ölümdür, diye açıkladı Himmler. Reichsführer konuğuna göstermekten pek kaçındığı başka bir belgeyi özenle bir kenara çekerken general sessizce başını salladı. O belge sürgün kamplarından toplanmış olan cep saatlerinin, kol saatlerinin, dolmakalemlerin, körlerin saatlerinin ve kronometrelerin son derece gizli listesiydi. Himmler hemen sözlerini asıl konuya getirdi: — General; Führer, size Wolfsschanze'de açıkladığı ' gibi, Paris'in yokolmasmı istiyor. Bu 157 emrin yerine getirilmesi için gereken girişimlere başlanmamış olduğunu bana söylemeniz için buraya gelmenizi istedim. Ajanlarım, Direniş'ten ileri gelen bazı küçük olaylar dışmda Paris'te yaşamın normal akışını sürdürmekte olduğunu söylüyorlar. — Reichsführer, insan ve silâh eksiğim var. Ağır havanlar gelmedi, kimse nerede olduğunu bilmiyor; ateş menzilleri pek kısa olduğundan şeh-

rin içine yerleştirmem gerek. Söz verilen birlikleri de almadım. —' Gerekenleri alacaksınız, dedi Himrnler-Roket bataryalarıyla donatılmış yeni iki alay kurmaktayım. Tor ile Gamma yolda; Model'e, size bir Z.B.V. arabaları alayı göndermesi emrini verdim; inanın ki en çetinlerindendir onlar, her ne olursa olsun yaparlar. Size yüzde yüz inanıyorum, Choltitz ve bu şekilde konuşabileceğim az sayıda yüksek rütbeli subay vardır- Sizi çok geçmeden S.S. Obergrupperführer üniformasıyla göreceğimi umarım. Yemekte, Choltitz Himmler'in sağma oturtulduEski gümüş takımları dosdoğru Romanya sarayından geliyordu, fakat yemek ağnbaşlı bir sadelikteydi. Suda haşlanmış patatesler sofrada soyuluyor ve subayların yüzleri, yemek listesinin onları yarı hoşnut ettiğini açıkça yansıtıyordu. Yemekten ikinci porsiyon alması gereken konukları Himrnler kararlaştınyordu Yalnız bir porsiyon alma hakkı olan şişman bir süvari generali Himmler'in masasında şeref konuğu olması için Danimarka'dan çağrıldığı güne lanet ediyordu. Bir komutan cebinden bir yaprak sigarası çıkarıp zevkle kokladı, fakat efendinin bir ba 151 kışı ona sigarayı hemen içeri sokturdu. Himrnler tütün kokusundan tiksinirdi. Kahve (sunî kahve) başka bir odada ayakta içiliyordu; herkesin bir fincan, yalnız ayrıcalıklıların bir bardak konyak alma hakkı vardı- Reichf ührer çetecilere karşı savaşa atanmış iki generale bir işaret yaptı.

— Oberführer Strauch, bir yığın haydudu bağışlamış olduğunuzu öğrendim ve Yugoslavya' ya gönderildiğinizden beri ikinci kez güçsüzlük örneği gösteriyorsunuz. — Reichsführer, altı kadınla on iki yaşında iki yumurcak söz konusuydu. — Azizim Strauch, yalancı duygusallık göstermek yok. Bir süt bebeğinin bize karşı çalıştığından kuşkulanırsanız, boynunu koparın! Belg-rad'da ne kadar tutsağınız var? Oberführer S.S- korkunç ev sahibinin çarpık gülümseyişi altında sarardı. — Đki bin dokuz yüz sekiz, Reichsführer. Himrnler başını salladı ve konuğunun omuz kayışına vurdu. —- Siz orada olanlar üzerine eksik haber almışsınız: Üç bin iki yüz on sekiz tutsak var. Özel mahkemeniz günde elli davaya bakıyor, bu azdırYargıçlarınız eksikse, başkalarını bulun. Hukukçu dangalakları şart değil, tamam mı Choltitz? — Savaşı kazanmak istiyorsak, sertlik kaçınılmazdır. Söz konusu olan var oluşumuzdur. Müttefikler hiçbir acıma göstermeyecekler, bunu asla saklamadılar. Himrnler ile Choltitz büyük toplantı salonuna dönünce bir emir subayı masanın üzerine bir Paris haritası yaydı. — Đstihkâm uzmanlarına göre, şehir tümüy\ 159 le felce uğratılabilir ve köprüler atılabilir, diye açıkladı Himmler. Uzun zamandan beri unutulmuş patlayıcı depolarından söz edilen eski bfr

rapor bulduk. Bazılarını tekrar ele aldık; bunun bize büyük yardımı olacaktır, ama başlangıçta ve herşeyden önce bütün Direniş'! ezmek gerekir. Sonra Yahudiler, Fransız halkı en kötü düşmanlarımızdır; yüzyıllardan beri böyledir. Paris'te iki Direniş örgütü biliyoruz. Biri, komünist; sahte rütbe şeritleri takan bir hayalci tarafından yönetiliyor, benim muhbirler ona birçok kez rastlamışlardır. Bu en tehlikeli örgüttür. Öbürü ölüme mahkûm edilmiş olan Charles de Gaulle'den yana olan bir yığın aydının çobanlığı altındadır. Bu iki çeteyi birbiriyle çarpışacak duruma getirmek gerekir ki, kızıl yoldaşlarımızı... Himmler acı bir biçimde gülümsedi, zaten ateşli ateşli bunu arıyorlar. Aydınları çekemiyorlar. Bundan dolayı belli bir zaman süresince komünistleri kullanacağız, sonra da onları asacağız. Bu lâf kalabalığını kesen von Choltitz sordu: — Birlik olarak bana ne veriyorsunuz? — Size şu an Danimarka'da olan 19'uncu S.S. zırhlı tümeni «Letland»ı ve 20- S.S. zırhlı tümeni «Estland'ı veriyorum. Ayrıca Polonya'dan iki feldgendarmerie alayı ile 35. S.S- Polizei Grenadier - Division'u veriyorum. Uzmanlarım şehri mayınlamak için size on iki gün gerektiğini hesapladılar. Bunun için emrinizde 912. Đstihkâm taburu ve 27- Z.B.V. Panzer alayı olacaktır. Bu size yeter mi Choltitz? — Evet, söz verilen birlikler gelirse, aksi halde işim olanaksız kalacaktır. — General, bu savaş sırasmda iki kez ola 160

naksız gibi görünen eylemler başardınız: Rotter-dam ve Sivastapol. Hollanda başkomutanı bir acemi değildi, fakat siz, o zaman tanınmamış yarbay olan Choltitz, onu yendiniz. Siz Monster -La-Haye yolunu tutmamış olsaydınız, Tanrı bilir neler olacaktı! Von Choltitz, arkasını döndü ve gizlice bir yatıştırıcı yuttu. Mayıs 1940'ta Choltitz Hollanda bataklıklarında nakliye uçakları JU'larla 16. piyade alayı, 3. tabura komuta ediyordu. 2'nci hava indirme tümeninin çeşitli savaş birliklerinin komutasını aldı, VVoolhaven ve Rotterdam bölgesinde dövüş başladıRotterdam'a giden yollar ve köprüler bir anda işgal edildi; her metre kan sellerine mal oldu: Subaylar takımının yüzde altmış yedisi öldü. Beş korkunç günden sonra, çarpışma sona erince, tümenin yüzde altmış beşi yok olmuştu; fakat Hollanda generali Lehmann hâlâ teslim olmaktan söz edilmesini duymak istemiyordu. Ona kayıtsız ve şartsız bir teslim için üç saat bırakıldı ki, bu mesaja albay Scharnoo karşılık vermedi. Kraliçesinin Almanların ellerine düşmesini görmek istemiyordu. O zaman Rotterdam'm bombalanmasına karar verildi. Đki bin dört yüz patlayıcı ve yangın bombası şehrin üzerine atıldı; bu da otuz bin sivüin yaşamına mal oldu. Tam tamına saat 15.05' ti. Süngü takmış Hollanda askerleri alevlerin içinden çıkıverdi, işitilmedik bir kahramanlığın beklenmeyen direnciydi bu. Ağır şekilde yaralanmış genç bir piyade teğmeni saldıran bir grubu sonuna kadar öldürdü; on

sekiz yaşındaki bir acemi er alev püskürtücüyü kavradı ve bütün bir takımı temizledi; Hollanda arabaları dumanın parisi yakın 161/11 karanhklaştırdığı caddeler boyunca ilerliyorlar ve Alman paraşütçüleri birbiri arkasına avlanıp düşüyorlardı- Almanları bir panik sardı, hücum gücünü yitiriyorlardı. O zaman, bütün subayları ölmüş olan yarbay von Choltitz'in savaşa atıldığı ve bir askeri bir makineli tüfeği yerleştirmeye zorladığı görüldü. Savaş grubunu metre metre sürükledi; kendisi, elinde bir tutam bomba ile, bir mahzendeki makineli tüfek yuvasını yok ediyordu. Bombardımandan tam iki saat sonra, general Lehmann «daha çok kan dökülmesini önlemek için» teslim oluyordu- Saat 17'de ordu, radyo ile ateşi kesme emri aldı ve tam o saatte, albay Scharroo Willemsbruck üzerinde yarbay von Choltitz'e teslim oldu. Von Choltitz buz gibi soğuktu. Birkaç saniyelik konuşmadan sonra, Hollandalının yenene uzattığı eli beriki almadı: Teslim olan bir subay, artık bir subay değildir. Savaş grubunun başmda, von Choltitz Rot terdam'a girdi ve şehri kayıtsız şartsız teslim aldı- Rotterdam'm ilk Alman valisi oldu, sert ve soğuk bir vali. 18 Mayıs 1940'ta Hitler'in ellerinden şövalye demir haçım alıyordu. Bu denli parlayışla kendini göstermiş olan subayı başka ivedi görevler bekliyordu. Đlk olarak 2. piyade tümeni, eski Oldenburg alayı, Kırım saldırısına kalktı ve ancak Sivastapol'un

müthiş topları tarafından durduruldu, fakat Büyük Reich'm şefi hücum birliklerinin basma koymuş olduğu adamı tanıyordu. Rotterdam galibine dünyanın en güçlü araçlarını verdi: 120 tondan fazla çeken 60 cm.'iik Thor havanı ve 140 tonluk 43 cm.'iik Gamma, ayrıca 55 tonluk bütün bir batarya, 80 cm.'iik Dora topları. 162 Savaş daha başlamadan önce bile, Hitler, bürosunu süsleyen büyük harita üzerinde, dünyanın en kuvvetli kalesi Sivastapol'un önceden alınmış olduğunu işaretlemek için kırmızı bayrağa yer değiştirtti. Von Choltitz kaleyi ve şehri tarihte benzeri hiçbir zaman görülmemiş olan bir bombardımandan sonra aldı. S.S. generali Zepp Dietrich kalenin almışının onurunu kendine maletmek istedi ve beyaz orduya hücum emri verdi- Tümeni 1. S.S. Panzer tümeni Lah, körü körü körüne onu izledi ve adamların yüzde doksan beşi orada kaldı- Sivastopol artık dumanı tüten bir yıkıntılar yığınından başka birşey değildi; kalede bir cesetler tepeciği vardı, bunlar Rus bahriye topçularının cesetleriydi. Đki gün içinde, şehre sekiz yüz bin dev bomba düşmüştü. Von Choltitz Führer'in kişisel teşekkürlerini aldı. Alman radyosu evrenin bütün yanküarına karşı onun adını haykırıyordu. Himmler ona S.S.' ler içinde yüksek bir rütbe sundu, fakat von Choltitz Prusyalıydı, orduyu daha çok yeğliyordu. Himmler hıncını gizledi. Choltitz'in meslek yolu bir kuyruklu yıldızın yürüyüşünü andırıyordu, Rommel'inkini geçiyordu.

Himmler hâlâ konyağını çekiyordu- Ziyaretçisinin aksine olarak hiçbir silâh taşımıyordu; bugün korkulacak bir suikast yoktu. Dosyasında generalin Waffen S.S.'leri Obergruppenführer generali rütbesine atanması bulunuyordu, bu Paris'in yakılmasını izleyecek olan armağandı. — Choltitz, son zafer üzerine belki kuşkularınız var? Hiç korkunuz olmasın, yalnız Norveç' in sabotajları bizi geciktirdi. Đki yıl daha dayanmak söz konusudur, bunu yapabiliriz; o zaman 157 şu Đngiliz - Amerikalıları denize dökeceğiz! Nor mandiye istilâsı onların son sıçramalarıdır ve bunu gerçekleştirmek için dağarcıklarının dibini kazıdılar. Fakat bu arada, sert olmak gerek, Choltitz, kendimizi hiçbir insanlık duygusuna kaptıramayız. Paris'in yıkımı gücümüzün bir gösterisi olacaktırGeneral von Choltitz derince soluk aldı. — Reichsführer, Paris ne Rotterdam'dır, ne Sivastopol. Dünyanın dört köşesinden bir kızgınlık çığlığı yükselecektir ve savaşı kaybedersek vay halimize! Himmler şeytanca güldü. — Roma yanarken Neron çalgı çalıyordu. Her zaman Neron'dan söz edilir. Bin yıl içinde, hâlâ sizden ve benden söz edilecektir; Attila'yı ve Sezar'ı geçeceğiz! Ve eğer her bekleyişe karşı, yenilmiş olmamız gerekecekse, o halde bu, güzel bir şekilde sona erecektirVon Choltitz elini. yüksek Prusyalı yakası üzerine koydu ve yeni bir komprime yuttu.

— Ya Patton'un tankları emirleri yerine getirmemi önlemek için Paris'e oldukça erken gelirlerse? — Düşündüğünüz aileniz ise, general, onun güvenliğini size garantiliyorum. Model ve Haus-ser ile temas halinde kalınız. Von Runstedt yaşlı bir pısırıktır. Speidel'e gelince, bir ayağı çoktan Gemersheim'dediri*). Himmler yavaşça sırıttı ve bakımlı ellerini birbirine sürdü. — Ajanlarım herşeyi biliyorlar, fakat saat (*) Coblenz askerî cezaevi. 158 çaldığı zaman vuracağız- Hainler biliniyor ve size yemin ederim ki Plötzensee'nin kasap dükkânının çengellerine asılacaklardır! Von Choltitz düşünceli bir tavırla yeni bir sigara yaktı. Durmadan tüttürüyordu ki bu da tütünden hastalık halinde ürken ev sahibini çok rahatsız ediyordu. -— Bana güvenebilirsiniz. Söz verilen silâhları alır almaz emir yerine getirilecektir, fakat bugün Hötel Meurice'i savunacak birşeyim bile yok. Bana doğrusu bir ağır arabalar alayı, 27. Z.B.V. sözü ediliyor, yalnız bölük başına bir araba bile yok; ayrıca onun da mevcudunun yarısı eksik. Hepsi hepsi, ne halde oldukları göz önüne alınırsa sözü edilmemesi daha iyi olan yedi Panter ile iki Kaplan, ayrıca yirmi dakikalık bir savaş için cephane yedeği var- Mürettebatı kırda geziniyor ve bunlar sadece basit savaşçılar. Plötzense'de cani gibi asılmaya hiç niyetim yok, fakat emir lerin yerine getirilmesini ancak söz verilen silâhları aldığımda garanti ederim.

Himmler başını salladı: — Gerekeni alacaksınız. Sonra iki adam genelkurmay haritası üzeri ne eğildi ve koca şehrin yakılmasını görüştü. Bütün Büyük Reich'te telefonlar çınladı. 9. S-SPanzer Grenadier Tümeni «Letland»ın konakladığı Jutland'da toplanma borusu çaldı. Yüzlerce ağır taşıt Boris askerî kampından çıktı. Flensborg'da ve Neumünster'de her türden altı yüz zırhlı araç toplandı. Bir gecede, istihkâm bir 165 ligi yollar yaptı. Şefler adamlarını hırpalıyorlardı. Zırhlı tümenlerin hareketi için hiçbir şey öngörülmemişti. Müthiş yol tıkanmaları oldu... Jutland dev bir askeri kamp halini aldı. Aynı anda, tam da Jutland'a gelmekte olan 20. S.S. Panzer Grenadier Tümeni «Estland» geri dönme emri aldı! Komutan, Obergruppenführer Wengler bir kalp krizi geçirdi. Yağmurlu gecenin içinde: — Hangi ahmak bu emri verdi? diye bağırdı. Böyle yollar üzerinde ben tümene geri dönüş yaptırabilir miyim? Kara deriden kaputundan ve ağır motorundan dere gibi yağmur akan bağlantı subayı karşılık verdi: — S.S.'ler Reichsführer'i! Komutan Wengler iğrenmeyle tükürdü. — Alay komutanlarına emir: Herkes Neu-münstCr yönüne dönüyor. Hedef bilinmiyor. Hızla, baylarSubaylar bütün yönlere kaydılar. Wengler yeniden tükürdü. Alman zırhlı birliklerinin en sert

komutanlarından biriydi; yalnız cepheyi seviyor, garnizonlardan nefret ediyordu. Delicesine bir kargaşa. Kamyonlar devriliyor, zırhlı araçlar yola aykırı halde bozulup kalıyorlar. «Sabotaj» diye bağırıyorlar kafa patlatırca-sma. Ağır ağır, kocaman dizi güneye doğru harekete koyuluyor, fakat Haderskev - Tönder kavşağında işler gerçekten kötü gitmeye başlıyor. Suçsuz bir Oberstabszahlmeister tam o anda Jutland'm ağır kıyı bataryalarına götürülen cephane kolu ile geliyor- Birden, kamyonu gıcırda 160 yan ve birbirine çarpan iki panzer'in arasında kalıyor. «Sabotaj!» Başka hiçbir duruşma biçimine yer verilmeksizin bir ağaca bağlanıyor v© kurşuna diziliyor. Besbelli ki yönünü şaşırmıştır. Bu kez, kıyının ağır bataryalarına gönderilen cephane kolu Fionie'deki bir yedek piyade tümenine yollanıyor. Yalnız, üç hafta sonra, 21 cm.'lik mermileri, 10,5'luk sahra toplarına sokamayan askerler çok şaşırıyor ve yarlar üzerine mevzilen-miş deniz topçusu, istenilen 21 cm.'lik mermiler yerme 10.5'luk sahra obüslerini ele aldığında çok güzel eğleniyor. «Sabotaj!» diye bağırıyor bütün kurmaylar. Tepesine kan sıçrayan bir albay: — Yine Direniş'in işi! diye uluyor. Birkaç talihsiz rehine kurşuna diziliyor- Birisinin cezasını çekmesi gerek. Şafakta, 20'nci zırhlı tümenin başı Neumünster'e giriyordu. Burada sürpriz son haddine vardı: Yükleme rayla-nnm üzerinde yalnız on iki eski Fransız marşandiz vagonu bulunuyordu. Aynı anda, bütün yollar 19.

tümenin arabalarmca tıkanmıştı ve birisi Doğu Jutland'dan yedek 233. Panzer Tümenini de göndermişti. Snder Omme tutsaklar kampına dek boşaltmışlardı. Kilometrelerce yol üzerinde herşey gıcırdıyor, herşey şangır şungur çatışıyordu. S.S. Reichsführer'in telgrafları «Sabotaj» diye bildiriyorlardı. Kısa emirler Kopenhag'daki Bridaden führer Bovensippen'e eriştiler. Birkaç kamyon rehineler-lo dolduruldu. Küçük Brigaden führer, Berlin'i yatıştırmak için ne yapmak gerektiğini tam tamına biliyordu. Jutland kurmayları ile Fionie'de-kiler, birbirine karşı hoşgörülü davranmıyorlar 167 di; Neumünster garından sorumlu subaylara gelince; daha çok geciktirilmeden idam edildiler. Avrupa'nın büyük bir bölümünde, iki zırhh tümeni taşımak için vagonlar aranıyordu: On dört bin araç, savaşa hazır, bekliyordu. 161 S Üç haftadan beri, ölüme mahkûm edilmiş on iki yaşında bir çocuk Fresnes cezaevinde bekliyordu. Saint-Michel bulvarıyla Sorbonne meydanının birleştiği köşede bir Alman askerinin tabancasını çalmıştı. Çocuğun annesi onu bağışlatmak için umutsuzca yeri göğü oynatmıştı; Büyük Paris'in komutanının bağlantı subayının yanına dek çıkabildi ve Dr. Sch-wanz'm bizzat kendisi dilekçeyi General von Chol-titz'e sundu. . General dosyayı iterek bağırdı:

— Ivır zıvırlarla beni rahatsız etmeyiniz. Elimde yapılacak daha önemli şeyler var. Bunu savaş divanına geri gönderiniz, işle o ilgilenir. Ertesi gün on iki yaşındaki bir oğlan Vincenne' de kurşunlar altında yere yıkılıyordu. Hiçbir general on iki yaşındaki bir çocuğu idamdan kurtarmakla ün kazanmaz. Aksine, ileriki kuşakları bir kenti yıkımdan kurtardığına inandırırsanız ün kazanır. 169 PARĐS KURTARILABĐLĐR MĐ? Sıkı sıkıya kulağı bükülen general von Chol-titz Paris'e döndü. Hava gittikçe daha karanlık bir hal alıyordu- Asker kaçaklarının sayısı felâket bir şekilde artıyordu. Tek bir akşam, kırk bir direnişçinin idam fermanı imzalandı ve cezaevi avlularında komünistlerden başlayarak hepsi biçildi. Bir sabah şafakta, cepheden iki subay Büyük Paris'in komutanının karşısına çıktı: Biri zırhlı birliklerin kara üniformasmı taşıyan tekgözlü bir binbaşı, öbürü mayın yerleştirmede uzman genç bir istihkâm yüzbaşısı idi. Her ikisi de şehirleri yıkma ve sokak çarpışmaları uzmanıydı. Büronun kapısında büyük bir pankart vardı: «Giriş kesinlikle yasaktır.» Burada Paris'in sonu hazırlanıyorduAynı anda Victor - Hugo caddesinin bir dairesinde daha az gizli olmayan bir konferans veriliyorduAmiral Canaris'in subaylarından biri, Hauptmann Bauer «Farin» takma adlı bir diplomata neler düzenlenmekte olduğunu anlatıyordu. Subay boğuk bir sesle açıkladı:

— Bay «Farin», önceden düşünülmedik bir-şey geçmedikçe şehir havaya uçacaktır. Mutlak surette general von Choltitz'i görmeye çalışmanız gerekiyor. Diplomat alnında boncuklanan teri sildi ve üst üste iki kadeh konyağı boşalttı. — Kimdir bu piyade generali? Ondan söz edildiğini hiç duymadım. — Nasıl? Rotterdam'dan ve Sivastopol'dan söz edüdiğini duymadınız mı? Bunlar şehir yakma uzmanı von Choltitz'in eseridir. Generalfeldmarschall Model ile aynı okuldandır: Körü körüne itaat. Ona bir satır veriniz ve sağ elini kesmesini söyleyiniz, bunu yapar. — Ya Bendlerstrasse'de ne diyorlar? diye sıkıntıyla sordu diplomat. Abwehr subayının gözleri kara gözlüklerinin arkasında pırıldadı. — Fazla şey demiyorlar, zira çoğu Plötzense' deki kasap dükkânının çengeline asıldı, biz de son derece tedbirli kimseler olmasaydık uzun zaman geçmeden kendimizi orada bulacaktık. Versailles'de Prince Eugene kışlasında karargâh kuran bir Z.B.V. zırhlı arabaları alayı geldi. Karısı Moabitt cezaevinde rehine olan iki kez rütbesi indirilmiş bir tümgeneralin komutasında. Generalin her üç ayda bir karısını görmeye gitme hakkı var, o da 412 no.'lu hücrede kalan bu talihsiz kadın yüzünden herhangi bir kimseyi dilim dilim doğrayabilir— Onu görmeye gitmek birşeye yarar mı? — Hemen kurşuna dizilmek istiyorsanız, e-vet. General Mercedes sizi Gestapo'nun bir kışkırtıcısı sanır. Birkaç ay önce Papa'yı tutukia-maya

hazırdı. Bu dünyanın en sert zırhlı birliğidir: 27. Panzer Alayı. Dikkat ederseniz aynı numarayı taşıyan iki alayımız var; düzenlisi Padern born II. Panzer Alayı'na kardeş bir alaydır, fakat her ikisi de Sennelager'den geliyor. Eğer 27. Z.B.V. Berlin'e varırsa, Amiral Canaris yakınlarına bile haber vermeksizin dört nala kaçacaktır. Bizim 171 164 zırhlı alaylarımız şimdi ikiye bölünmüşler, sanki iki katma çıkarılmış gibi görünüyor. Führer büyük rakamları sever! 27. Z.B-V- bir tuğgeneralin komutası altmda altı taburdan meydana getirilmiştir, onu oluşturan adamlarının herbiri birçok yıllık kalebentlikten bağışlanmıştır, Paris caddelerine salıverilince neler yapacaklarını kafanızda canlandırabilirsiniz. Diplomat bir konyak daha boşalttı. — Evet, bir kan banyosu. Direniş'in adamlarıyla birlişmiş polis tarafından sadece bir barikat kurdurabilsek! Kaldırımı arşınlayan belediye çavuşunu gösterdi. Bu tipler Fransız astsubaylarının çekirdeğidir; şehir için bir savunma oluştururlar. Bauer düşünceli bir halde karşı çıktı: — Ben Hitler'in tam da bunu aradığından korkuyorum. Dirlewanger tugayından bir tabur Paris yolunda ve onun kışkırtıcı olarak kullanılacağını bildiğimi sanıyorum. O yalnızca tehlikeli sabıkalılardan kurulmuştur. Görüşümce,, başkent ancak iki şekilde kurtarılabilir: Bir yandan Choltitz'in istediği silâhları almayacağını ummak, öte yandan Amerikan zırhlı

birliklerinin şehre girişini son derece ivedileştirmek. — Bu anda burada olmaktansa Londra'daı. olmayı çok isterdim, dedi Farin, Subayın dudaklarında ufak kuru bir gülüş belirdi: — Buna yürekten inanıyorum. Almanya'da!, korkunç şeyler geçiyor. Şefim, Amiral Canaris,, bütün kâğıtlarını yaktı. Batı'nm Başkomutana olarak kim atandı biliyor musunuz? ihanetin kokusunu yüz kilometreden alan Generalfeldmarsc 165 173 hall Walter Model. Hitler'in kendisinin dahi ondan korktuğunu sanıyorum. Birgün Rundstedt' in mahzeninde altmış kasa şampanya bulunduğunu öğrendi: Beş dakika sonra bütün şişeler tuzla buz olmuştu- Onun yastığı «Mein Kampf» tır. Choltitz'le o, artık insanlıktan çıkmış, gerçek askerî robotlardır. Diplomat kalktı, çantasını ve şapkasını aldı. — Büyük Paris'in komutanına saygılarımı sunmaya gidiyorum. Belki onu korkutabiliriz eninde sonunda. Bize, şu ya da bu şekilde, Model'in elleri arasına düşerse onun için tehlikeli olacak bir belge sağlaması gerekir. — îyi şanslar! Ben de tutuklanmadıkça, sizinle her zamanki şekilde temasta kalacağım! Sizinle aynı zamanda çıkmadığım için özür dilerim, fakat şu sıra sokak fenerlerinin bile gözleri var. 10

Stalingrad'a benzeyen Normandiya'da elli bin kişi tutsak edilmiş, kırk bin kişi ölmüştü. 27. Panzer Alayı'nm yüzde sekseni kayboldu; kalanlar bilinmeyen bir nedenle Paris'e gönderildi. Güçlükle gizlenen bir hazla, Generalfeldmarsc-hall Gert von Rundstedt Büyük Karargâh'a iki yüz bin Alman'm karşısındaki Anglo - S akson çıkarma birliklerinin şimdi bir milyon sekiz yüz bin hesap edildiğini bildiriyor. Her zırhlı tümen artık beş ya da altı arabaya sahip; alaylar bölükler haline gelecek derecede eridiler. Durum umutsuz. Durgunluğunu hiçbir zaman yitirmeyen yaşlı Rundstedt bu yüzden, deli oluyor ve telefon alıcısını kıracak şekilde sıkıyor. ■— Đşi bitirmek gerek, hemen, lanet olasıca ahmaklar! Yapılacak tek şey budur. Hepinizin bir tımarhaneye tıkılması gerekirdi! Telefonu yere atıp kırıyor ve Almanya'nın en çok nişan almış adamı olduğu halde her türlü şeritten yoksun kaputunu düğmeliyor. Generalieldmarschall von Rundstedt madalyalarını emir üzerine taşırdı. Yüksek kasketini kafasına geçiriyor ve subaylarını selâmlıyor. — Hoşça kalınız, baylar. Ya yarın yeni bir şefiniz olacaktır, ya da ben o «Bohemyah onbaşı» yı iyi tanımıyorum! 166 MEURĐCE OTELĐNĐN NÖBETÇĐ ODASI Deri paltolu ve fötr şapkaları gözlerinin üzerine düşmüş iki sivil, Hötel Meurice'in nöbetçi şefine arkadaşlık ediyordu. Ayaklarını masanın üzerine koymuşlar, delici gözlerle tüm olup bitenlerin fotoğrafını çekiyordu. ,

— Baksana, Heinrich, burada insanın canı sıkılıyor! diye belirtti biri. Lemberg'de iyiydik. Polonya'da işler hızlı gidiyordu. Brest - Litovsk' ta Tamara'yı enselediğimizi hatırlıyor musun? Ne kızdı! Onu tepelemek bana etki yaptı. Bütün bir partizan taburunu yöneten basit bir salon kızı! Generallerimizden ikisi ellerinde öldü. O bir kadındı ve benim görüşümce, onu tepelemek budalalık oldu, Moskova'da, daha kurnazlar var-Bu türden kimseler, beyinleri yıkanmaya gönderiliyor ve yararlı hâle sokuluyorlar. Bu berbat savaşı kaybedersek, ben dükkân değiştireceğim; kızıl yıldız bana oldukça uygun gelir ve oradakilerin programları bizimkinin tıpkısıdır. Đçgüdüm beni asla yanıltmaz, işte onun içindir ki hâlâ postu deldirmedim. Ben Dirlewanger'in yanındaydım, biliyorsun, Katyn'de de... — Çeneni kapasan, diye karşılık verdi meslektaşı. Katyn, Kızılların işiydi, bizim değil; şimdi iş Paris'te. Bir topçu Oberfeldwebel'i olan nöbetçi şefine doğru döndü. Sana hatırlatırım ki kardeş, buradaki konuşmalar son derece gizlidir. 175: Adam omuzlarını kaldırdı. Uzun zamandan beri bildiği bir Japon atasözü vardı: «Hiçbir şey görme, hiçbir şey işitme, hiçbir şey söyleme»; o buna «hiçbir şey düşünme» yi ekliyordu. O şurada sağ kalmak için birinci koşuldu bu. Düz arazide bir baraj ateşi, Gestapo'nun arkadaşlığından daha az tehlikeliydi. Oberfeldwebel duvar saatine de baktı. Tanrıya şükür, nöbet değiştir-

menin iki gangsteri şaşırtmaktan geri kalmayacağı besbelliydi! Oberfeldwebel raporunu hazırladı. Tam savaş sırasında Almanya'da doğmuş olmak ne kötü şans! Dortmund ile çevresi yaşama alanı olarak ona bol bol yetiyordu; Dortmund'a ne zaman geri dönebilecekti? Kapı hoyratça açıldı. Hah! Đşte nöbet değişimi. On iki zırhlı arabadan atlayan asker odayı fırtına gibi istilâ ediyor. — Selâm dükkân! diye bağırıyor birincisi. Obergefreiter Porta'ydı buHemen arkasından gelen Küçük Kardeş en ufak bir disiplin kaygısı olmaksızın masanın başına oturuyor. — Eee, kendilerine tehlikesiz hizmet sağlayanların kralı, diyor gülerekten, büyük patronuna telefon edip burada olduğumuzu söyleyebilirsin! — Hay lanet! diye homurdanıyor Oberfeldwebel, esas duruş, boynuzlu davarlar! Prusya askerinin nöbet yerinde olduğunuzu görmüyor musunuz? — Aya işemeye git, diye teklifsizce karşılık veriyor Porta. — Kes sesini! diye bağırıyor emredici bir ses. 168 Yeni gelenler, bir an şaşırmış halde Gestapo' nun adamlarını süzüyor, Fakat Porta'nm toparlanması uzun sürmüyor. Nöbetçi salonunun şefine soruyor: — Bu ikisi de kim? — Tanımıyorum.

— O halde kapıya, kuzularım. Askeri bir lokalde, sivillere yer yoktur, yeter ki tutuklu olmasınlar. Belki siz öylesinizdir? —■ Obergeffeiter, ben Untersturmführer'im, diye havladı Peter. — Bundan bana ne yani? Ben Obergefreite-rim ve yirmi dört saat için burada Büyük Paris'in patronunu koruyorum. Yaylan bakalım kardeş. Herinrich plakasını göstererek; — Gizli polis, diye açıkladıPorta dehşet verici şeye bir göz atma tenezzülünde bulunmaksızın: — Tamam, tamam, diye sırttı, fakat sandığıma göre yönetmelik değişmedi. O halde gevezelik yeter. Nöbetçi odası, nöbet içindir. Siz ikiniz, bizimkilerden değilsiniz. — Olabilir ki sizi hapse tıkmak için özellikle burada bulunuyoruz, diye homurdandı Heinrich. — Olabilir, ama bu beni şaşırtır- Porta cebinden Z.V.B. harfleri ile işaretlenmiş beyaz bir kolçak çıkardı. Bizden söz edildiğini hiç işitmediniz mi acaba? Đki polis bakıştı. — Ah! diye mırıldandı Peter, bu herşeyi değiştirir. Burada ne halt ediyorsunuz? — Öğrenmeyi çok merak ediyorsan patronuna sor. parisi yakın 177/12 Kapı yine açıldı, özel durumlarda gümüşten seçkin nişancı kaytanını gösteren Barcelona içeri girdi.

— Feldwebel Blom, 27. Panzer, 5. bölük- on iki kişilik değiştirme nöbetçi birliği komutam olarak rapor verir: Üç astsubay, iki L.M.G., on makineli tabanca ve yüz el bombasıOberfeldwebel selâma karşılık verdi. —■ Oberfeldwebel Steinmacher, 109- topçu alayı, 2. batarya, Büyük Paris'in Genel Karargâh nöbetini devreder. Cephane mühür altındadır: Yüz piyade mermisi, bir S.M.G. belirtilecek birşey yok. Barcelona esas duruşu bıraktı ve yan bakarak gülümsedi. — Belirtilecek birşey yok mu? dedi terslikle. Ya bu iki sivil ne bok yiyor? Burası yol geçen hanı mı, yoksa bir Prusyalı nöbetçi odası mı? Bu kez Oberfeldwebel durgunluğunu yitirdi— Kıçlarına tekmeyi vurmakta serbestsin, arkadaş, zira ben dokuz adamcağızımla toz oluyorum. Bıktım artık bu barakadan. Miğferini kafasına geçirdi ve kızgın bir tavırla çıktı, o sırada Barcelona onun yerine oturmadan önce özenle sandalyenin tozunu alıyordu. Birden bire gözlerini Peter adlı herifin üzerine dikmiş olduğunu farkettik, adam birkaç dakikadır, pek rahatsız gibi görünüyordu. Peter denilen, gri fötrünü kulaklarının üzerine indirerek sıcağa karşın deri paltosunu çenesine dek düğmeleyerek mırıldandı: — Gel, Heinrich, gidiyoruz-Kendilerinin belirgin karakteri olan içgüdüyle Porta ve Küçük Kardeş yavaşça kapıya 178

yanaştılar. Barcelona iki dişi arasından ıslık çaldı ve dudaklarında geniş bir gülümseme belirdi. — Olanaksız! Bu bizim eski dost senyör Gomez! Fakat görüşmeyeli yüzyıllar oldu. Söylemek gerekir ki, yeni postun sana yakışmıyor, arkadaş! Gittikçe daha çok keyifleri kaçan, Gestapo' nun iki adamı, dev ayakların engelledikleri kapıya doğru yöneldi. Porta miğferini geri itti, saçlarını kaşıdı ve başparmağıyla, Barcelona'yı gösterdi. — Bir dostunu bulduğunu görmüyor musun? Bekle biraz, kardeş! — Geçmek istiyorum! diye bağırdı Peter; o yaygaranın astsubayların en iyi silâhı olduğunu biliyordu. — Bizimle bu tonla, konuşmak yok, dedi Porta gülümseyerek. Burada iyi değil misin? Şimdiden elini büyük bıçağının üzerinde gezdiren Küçük Kardeş; — Gerekir mi?., diye soruyordu. — 22 Haziran 1938, Barcelona'da Rambla de la Flores, diye tekrar bağladı Barcelona. Sonra, bize Ritz'deki güzel dairende bir kadeh içki sundun; bunlar unutulmayan şeyler, fakat o sırada bez ceketle geziyordun. Kızıl yıldızların nereye gitti? — Delisin, feldwebel! Ben Devlet gizli poli-sinde Untersturmführer'im. — Elbette, elbette, Gomez yoldaş,: fakat biz: Rambla de Barcelona'da karşılaştğımız zaman değildin. Yüzbaşı, ya da komiser, ya da

başkomi-ser idin. Hombre! Güzel bir nutuk da çektin! Barcelona düşünceli bir tavırla yere baktı. 172 «Yoldaşlar, tutunmak gerekiyor, ben size yardım getirmek için buradayım. Sizi asla bırakmayacağız. Barikatlara!» Ne yazık ki aynı akşam arkadaşlarınla ve kızıl yıldızlarınla kirişi kırıyordun ve gemide bir sürü adı olan o Rus ge-neraliyle yemek yiyordun... Ne demek istediğimi biliyorsun... Malinovsky, ya da daha çok hoşuna giderse Manolito. Haydi, biraz belleğini işlet! Peter şapkasını çıkarıp bir sandalyenin üzerine çöktü. — Korkunç bir bellek, dedi. Evet, hatırlıyorum, özellikle de senin nişancı olduğunu. Revolverle hâlâ o kadar iyi ateş ediyor musun? Küçük Kardeş granitten bir duvar gibi hâlâ kapıyı bekliyor biz de tüm kulak kesilmiş dinliyorduk. Đspanyol kızılları arasmda komiserlik yapmış olan bir Gestapo? Đlginç mi ilginç! — Ne demezsin, ilerleme bile kaydettim. Nazik generaller yukarda bulunmasalardı bir gösteri yapabilirdim. Seni tek kurşunla temizleyebilirim. — Bravo, fakat bugün o Đspanyol namussuzları bize vızgeliyor değil mi? Đş yürüdükçe, her ikimiz de iyi dövüştük, fakat onlar için postu deldirmek neden? Falanj bizi enselemiş olsaydı, neyi göze aldığımı biliyor musun? — Sadece on iki kurşun; bazılarının da sana bir çift lâf söylemek isteyeceğinden eminim. Fakat

anlat biraz, öğrenmekten hoşlanacağım birşey var, Conchita'nm boğazını kesen sen misin? Onu Ronda de San Pedro'nun arkasındaki sokakta bulduğumuz zaman Paco çıldırdı. — O bir orospuydu, diye homurdandı Peter, hem de iki yanh bir casus— O halde niçin Calle Layetana mahkemesine getirmedin? diye bağırdı Barcelona adamı boğazından kavrayarak. Cebinde bir portakalla gezinen bu feldwebel'i hiç böyle görmemiştik. Onu öldürdün, evet, ve Paco, seni bir bulursa öldüreceğine yemin etti bana! Calle Layettana'da yaptıklarının bugün üç kaim dosya doldurduğunu biliyor musun? Bana inanmazsan oraya görmeye git. , — Emir üzerine hareket ettim. — Malûm. Fakat Conchita'yı seninle yatmayı reddettiği için öldürdün. — Yeter, Blom- Aşırı iyi bir belleğin var belki ama tehlikeli de olabilir. Ben Obergruppenführer Bergers'in dostuyum ve Polonya ile Ukrayna'da büyük işler becerdim, fakat bu son derece gizlidir, oğlum. Belki unutulması gereken ıvır zıvır vardır, fakat bu senin başına da gelmiş olmalıdır, yoldaş. Sitges olayını hatırlasana! Sen dağda, çimento fabrikasının arkasmdaydm ve rahiplere sövüp saydığın Castelldefels'e dek du-yulabiliyordu. Sen de artık, yaşamını Đspanya'da sona erdiremezdin; bak, dükkân değiştir ve bize katılmaya gel. Deri palto ile yumuşak şapka sana hiç de kötü gitmez. Barcelona gülmeye koyuldu ve bel kayışının üzerine vurdu.

— Teşekkür, şu an için Gestapo'nunkinden çok ordunun kılığını yeğliyorum. Küçük Kardeş birden bir kazık gibi dimdik ayağa kalkarak bağırdı: — Hazır ol! Pek şık, ufak tefek bir istihkâm yüzbaşısı içeri girdi. Đstihkâm sınıfının kara kordonları 181 174 gümüş şeritlerini meydana çıkarıyorlardı- Bütün topuklar sakırdadı. Ufak tefek istihkâmcı on generalden daha çok otorite hissettiriyordu; revolverinin soluk sarı kılıfı açıktı, göğsünün üzerinde altın haç vardı. Sivri ve sert bir yüz. Eldivenli bir el Barcelona'nm ceketinin yukarısmdaki iki düğmeyi ilikledi. — Acayip kılık, Feldwebel. Ceketinin sol koluna alev püskürtücülerin işareti işlenmişti; ceketinin üzerinde, çaprazlama iki bombadan çatılmış büyük istihkâmcılar madalyası var. Savaşa sıkısıkıya bağlanmış sert biri. — Yüzbaşım, diye haykırdı Barcelona, 2. zırhlı alayı, 5. bölükten nöbetçi komutanı Feldwebel Blom, Büyük Paris komutanının güvenliğini sağlama emri aldı. Bir Feldwebel, üç astsubay ve on iki er. Nöbetçi salonunda sorguya çekilecek iki sivil var. Đki sivil salyalarım yuttu, ama sustu- Subay bizim gibi onları da etkiliyordu. — Belirtilecek hiçbir şey yok, diye devam etti Barcelona, asayiş berkemal.

Ufak tefek yüzbaşı bakışıyla sahnenin fotoğrafını çekti; biz «dağılın» komutunu bekliyorduk, ama gelmedi. —■ Đki sivilin sorguya çekilmesi bitti mi? — Evet yüzbaşım. — Alıkoymak gerekiyor mu? — Hayır yüzbaşım— O halde burada ne yapıyorlar? Basın! dedi iki avanağa dönerek, onlar da en kısa zamanda yok oldular. Ufak tefek subay; Feldwebel, diye ıslık çalar gibi seslendi yeniden, seni bir daha nizami olmayan bir kılıkta görmeyeyim. Emir subayma geldiğimi bildiriniz: Đstihkâm yüzbaşısı, 914. mayıncılar bölüğü. Birkaç saniye sonra, bir teğmen dört nala geliyordu. — Yüzbaşım, general sizi bekliyor. Đkisi kayboldu, biz de geniş bir şekilde ferahladık, ama aynı anda bir kafa sakına sakına kendini gösterdi: Bu arkasında Heinrich olan Pe-ter idi. — O ukala çekip gitti mi? Heinrich size bir şişe konyak getiriyor, mutfağın hediyesi. — Hediye mi? Çok iyi bu! diye güldü Barce-lona. Şişe elden ele dolaştı fakat bizden biri kapıda nöbetçi kalıyordu: Eğer nöbet odasında bir alkol şişesiyle yakalanırsak beş yıl Torgau'da küflenme cezası yerdik. Heinrich bir sandalyeye yıkıldı ve ayaklarını Amerikalıların gangster filmlerindeki gibi masanın üzerine koydu. Amerikalılar onun gözlerini kamaştırıyordu ve çikletten nefret ettiği halde, vaktini çiklet çiğnemekle geçiriyordu; bu da Gestapo'daki üstünü müthiş sinirlendiriyordu.

— Yüzbaşı önemli bir kişi olmalı, diye kanısını söyledi Bercelona— Burada içimize • niçin sokulduğunu . tanrı bilir, diye homurdandı Porta. Bu barakada yalnız patlayıcı maddelerden söz ediliyor. — Bu elbette tuhaf, diye boyun eğdi, Peter. Ben Katyn'de bulunurken... — Ah! Ağzına! diye bağırdı Heinrich. Bu bir karın sancısından beter! — Vay, dedi Barcelona masumca, sen Katyn' de miydin, Bay Kahn? 183 176 Peter ellerini deri paltosunun altında birleştirdi, bu hareket omuz revolverlerini meydana çıkardı- Porta bir tane ele geçirmek için ivedilik gösterdi. — Bir değiş tokuş yapsak mı, kardeş? Benim bir Glicentim var. —- Getir. Pazarlık dürüstçeydi; şu ince farkla ki, Peter dünyanın en iyi revolverlerinden biri için yapılmış kurşunların temininde güçlük olduğunu bilmiyordu. — E, Katyn? diye diretti Barcelona. — Tamam, diye araya girdi Heinrich- Şimdi tüyüyoruz. Kapı yine açıldı ve Julius Heide, iki dirhem bir çekirdek, parlak bir giriş yaptı. — Kim bu hayalet? diye kurumla sordu Porta. v — Ayaklı yönetmelik. Her sabah kıçının kıllarına dek hazır ol duruma geçer.

Heide iki deri paltoya göz ucuyla baktı ve sahiplerinin kimliği üzerinde hiç şüpheye düşmedi; fakat konyak şişesini de gördü. — Barcelona, bilirsin sanıyorum; bu sana Torgau için bir bilete mal olacaktır- Yeni komutan dostlarımdan biridir, Rotterdam'da birlikteydik. Budala herifler, benim savaşa paraşütçü onbaşısı olarak başladığımı bilmiyor musunuz? — Sen kıçımı ye benim, hepsi bu, diye belirtti Porta. Astsubay Julius Heide Porta'ya dik dik baktı, oysa o anda bizden hiçbiri, onun Alman ordusunda yarbay olacağından kuşkulanmıyordu. Bu 177 Julius haylazı atışlardan ve savaşlardan başka asla birşey tanımamıştı. — Obergefreiter Porta, arkadaşız, anladık, fakat bu, birgün seni savaş divanma göndermekle görevli olduğumu düşünmüyorum anlamına gelmez! Sırtında bir tehdit hissetmiş gibi geri döndü ve gerçekten Küçük Kardeş'in sırıtan yüzünü ve dövüşe hazır goril kollarını gördü- Ne oluyor sana? Yaşamak sana ağır mı geliyor, Küçük Kardeş? O halde elini Prusya ordusunun bir astsubayına kaldır sıkıysa bitli Obergefreiter! Ne olduğunu unutma: Boksun! Biz bu savaştan sağ çıkacağız, ama sen değil, elbette. Kenevirden bir ipin ucunda sallandığını gördüğüm gün, zom oluncaya dek kafayı çekeceğim. Küçük Kardeş'in gülümseyişi daha da genişledi. Şimşekten daha hızlı olarak, devin koca ayağı

Heide'nin revolverini havaya uçurdu ve kütük gibi kolları boynunun çevresinde düğümlendi. — Ama dostluk! diye sırıttı Heinrich. — Ne diyorsun şimdi, pezevenk? — Bırak beni, diye söyleniyordu Heide, beni boğuyorsun! — Bırak o boku diye emretti Porta, defterini düreceğimiz gün gelecek ama kurala uygun şekilde yapılacak bu. — Ne dostlar! diye sırıttı Heinrich. Nöbet değişimini gürültülü protestolar karşıladı. Küçük Lejyoner kuru bir şekilde çeyrek saat geç kalındığını belirtti. 185 Paraşütçü Robert Piper, kan revan içinde, Saint Amand caddesindeki Feldgendarmerie'ye getirildi. Oberleutnant Brühner bağırdı: — Konuşmak için on iki saatiniz var! On iki saat! Gestapo ajanı S.S. Untersturmführer Stein Bauer, kahkahayı patlattı. On iki saatte bütün bir kent konuşturulabilirdi. Bir göz atışla, paraşütçüye değer biçti; bu tip yarım saat dayanamaz, dedi kendi kendine. Üç saatte en çetin cevizleri itiraf ettirmeyi başarıyordu. Đlk şok normal olarak kendini yirmi dakika sonra hissettiriyordu, arkasından buzlu banyo teknesine daldırmayla sürüyordu. Bu işlemden sonra, bütün kadınlar bitmişlerdi; hasta duygusuz bir et parçası haline geliyordu, fakat bazan beyin henüz bozulmamış kalıyordu. Arada, kamçı kullanılabiliyordu, fakat bu çalışanlar için en az onur verici olanıydı. Yüksek basınçlı bir su borusu çok daha iyi oluyordu :

Karna tekme atmak da vardı, ama bu tehlikeliydi; adam ölebilirdi. On iki saat! Bir çocuk oyunu. Untersturmführer paraşütçüyü ele aldı; adam Saussaies caddesine getirildiği andan başlayarak yirmi yedi dakikada yıkıldı. Otuz bir ad ve o kadar adres verdi, bunun üzerine avcı komandosu sekiz saat içinde otuz sekiz kişi topladı. Büyük Paris'in komutanı otuz sekiz ölüm emri imzaladı. 179 FRESNES CEZAEVĐNDEN BĐR KAÇIŞ Paris'teki Prince - Eugene kışlası daima bir eşekarısı kovanım andırıyordu: Çığlıklar, bağırmalar, sert komutlar; herkes nöbet dolaşması yapara benziyordu; fakat gerçekte bu belirgin patırtı sıkı emirlerden kaynaklanıyordu; her yerde keskin gözler uyanık duruyor ve güneşte uyuk-layan makineli tüfekler birkaç saniye içinde ateş püskürmeye hazır bekliyordu. Bugün, yaz güneşi altında, kışla ölü gibi görünüyordu, asfalt sıcağı yansıtmaktaydı; uzak bir köşede trampet sesi yankılanıyordu, borular ötüyordu, bu alayın müzik çalışmasıydı. Sabah kantine gitmeye cesaret eden adamlar pek .seyrekti; Porta dışında elbette. Küçük Kardeş ile Gregor Martin'in, şişman ve terli kantin şefi Unterfeldwebel Brandt ile zar oynamak gibi çok güzel bir bahanesi vardı- Küçük Kardeş, hep onarıma gidip gelen bozuk bir cephane sepeti sağlamıştı, Porta hep kusurlu bir optik aracı ve Gregor Martin yağlı bir beze sarılmış iki revolver ele geçirmişti. Bu kocamış tilkiler askerliğin altın kuralını

uyguluyorlardı: Yersiz sorulara yönetmeliğe uygun bir şekilde cevap vermek. Bundan yararlanarak herşey çok iyi geçiyordu. Kumlu zemin üzerinde bir acemi bölüğü, bir astsubayın vahşi ulumaları altında talim yapar 187 ken, sanki şu eski söze uyuyordu: Ne denli bağrıhrsa, iş o denli iyi gider. Her günkü idam mangasının işi ayrı tutulursa, hizmet hiç de güç değildi, fakat uzun zamandan beri bu iş de bize artık hiç etki yapmıyordu-Bir direğe bağlı adamı öldürmekle, onu bir arabanın içinde kebap etmek arasında ne fark vardı? — Savaş bu! diye tekrarlıyor Lejyoner bık madan. öğleden sonra savaş divanı mahkemesinde nöbet tutuyorduk; orada sinema gişesi önündeki gibi bir kuyruk oluşuyordu. Suçlular arasında bazıları bizden sigara istiyor ve Porta bir tutukluya yarım paket uzatıyordu. SD'den ufak tefek bir adam bağırıyor: — Bu domuza sigara yok. Bizimkilerden birini tepeledi. Đşitmemiş gibi görünen Porta, ona ateş veriyor ve gülümsüyor— Bu bir çocuk sadece. -— Senin sıran yarın, dedi SD. Beriki ilgisizlikle omuzlarını kaldırdı. — Bumun havada, diye araya girdi Gregor Martin, fakat bunun yarma değin sürüp sürmeyeceğini göreceğiz. —■ Bok canına olsun! diye homurdandı delikanlı.

— Olmadı! diye sırıttı Porta. Daha çok Moskova'daki arkadaşlarına küfret- Bu kerizlerin içine ne diye karıştın? — Ben komünistim ve emekçilerin özgürlüğü için savaşıyorum. Porta durgunlukla karşılık verdi: 181 — Elbette, elbette. Ve yarın öleceksin, fakat mermer bir levha üzerinde adın yazılı olacak. Bu sana ne yararh olur hani! Bu zaman süresince emekçilerin kıçına tekme atmayı sürdürecekler. Belki halkın yazgısının Moskova'da daha iyi olduğunu mu sanıyorsun? Hayır arkadaş, ne yazık ki orada bir tur attm mı, komiserin birinden ensenin üzerine birkaç kırbaç yiyerek fikrini değiştirirdin. — Nazilerde daha mı iyi? — Bunu söyemedim, fakat Fransa'da en iyi durumdasınız. Belediye çavuşlarınıza sövüp sayabiliyorsunuz. Bunu Moskova'da yapmayı bir denesene. — Ben faşizme karşı savaşıyorum. —. Elbette. Can sıkıcı olan şu ki, bundan hiçbir şey çıkmıyor. Sen savaştan önce senin gibi bir işçi olan birini öldürdün, bunun bir kahpelik olduğunu anlamıyor musun? Biz, bunu cephede postumuzu tehlikeye atarak yapıyoruz, sen sivilsin ve arkadan vuruyorsun. Bu seni daha çok eğlendirdiği için yapıyorsun bunu, bu kadar. Savaşçılık oynuyorsunuz. Pek şerefli değil. Lejyoner araya girdi:

— Özgürlük için dövüşen biri; yalnız kötüye kullanıldığını bilmiyor. Đngiliz radyolarının emirleri, işte sizi buraya getirir. —■ Bütün Fransızların ödevi olduğundan ben Fransa için savaşıyorum. — Doğru bu, dedi yine Lejyoner, fakat bu iş başıbozuk olmaz. Üniformalar şu anda ortalığı doldurmuş, beğen beğendiğini al. Đvan'mkini bile seçersin. Bak, Almanlar seni casus diye, Đvan' 189 m hatlarının gerisine bedava taşırlar, fakat bu Paris'tekinden çok daha az eğlenceli olur. — Beni neyle suçluyorlar? diye sözlerini kesti bir talihsiz, Fransız demiryolu memuru üniforması içinde olmakla mı? Ben hiçbir şey yapmadım. — Bu en kötüsü ya arkadaş, . diye güldü Porta. ■— Özellikle bunu söyleme onlara, diye lafa karıştı Gregor. Bu dünyada suçsuzlara yer yoktur. Herhangi birşey itiraf et, yoksa seni kurşuna dizerler. — Fakat ne itiraf edebilirim? Hiçbir şey yap madım! En iyi öğüdü veren bir SD nöbetçisi oldu. — Dinle, özellikle silâhlardan söz etme. Keyifleri yerinde değilse, bu senin başına mal olur. Hayır! Bir demir çubukla uyuyan bir askere dikkatsizlikle çarptın, bunun içindir ki o, raporunu vermek için ortaya çıkmadı. Bununla birlikte, birşey bulurlarsa, o zaman söv onlara, aptal gibi davran, tamamen budala tavrı takın, az ceza yersin.

— Benim grubum bir vagon çaldı, diye araya girdi başka bir tutuklu. Eğer bunun sana yardımı olabilirse, kullan, fakat doğrulanmasını isteyeceklerdir- Boklarının içinde fazla düzen var, bu Almanların birinci kusurudur. — Ne anlatıyor bu? dedi SD'nin adamı. Doğrulamak için kanıtlar gerek, kanıtlar olmayınca nasıl doğrulama yapılır? Zavallı demiryolu memuru cesaretini tekrar kazandı, saf rençber yüzü ışddadı. Sonunda dostlar bulmuştu. 190 — Karaborsa'dan söz et! diye bağırdı PortaAldatılmış olduğunu, sana küflenmiş bir jambon bile bırakılmadığını söyle! — Ben yalnızdım, dedi safça demiryolu memuru. — Fakat elbette, budala! Eğer başkalarıyla birlikte olduğunu söylersen, çürüyünceye kadar seni elde tutarlar. Suç ortaklarını ele vermen gerekecektir. On dakika sonra demiryolu memuru yüzü ışıldayarak dışarı çıkıyordu. — Đnandılar! Karaborsa için üç ay! Zavallı adam sevinçten ağlıyordu. Aynı anda SD'den iri yarı bir herif komünisti göğsünden dürttü. -— Sen, kızıl kardeş, seni kendi ellerimle asacağım. Kızıllardan nefret ederim. 33'te babamı öldürdüler. — Kes be! diye bağırdı Porta. Nöbetçi biziz, sen değilsin.

Moruğun barıştırma çabalarına karşın SD tekrar başladı: — Kızıllardan nefret ederim- Ve onları gece, gündüz avlarım! Bu kez sıra genç komünistindi. SD onun omzuna vurdu. — Yahudi misin, küçük dost? — Evet, Yahudiyim. — Bana öyle görünüyordu. Bir aile havası-Senin gözlerini oyacaklar, ben de hazla seyredeceğim. Çabuk ol, dedi onu kapıya doğru iterek, aceleleri var. Duruşma yarım saat sürdü. Sonuç, temyiz-siz ölüm cezası oldu. 184 Fresnes'e varmakta olan cezaevi arabasında Porta tutukluya: — Görüyorsun, insan kendini daha az beğenmeli. Ne diye bu işe karıştın? Acaba senin gibi kimselerin savaşı yarım saat kısaltacağını mı sanıyorsun? Çok aptalca birşey buAraba Saint - Michel' köprüsünü geçerken delikanlı bir baygınlık belirtisi gösterdi. Moruk acıma duygusuyla sordu: — Kaç yaşındasın, oğlum? — Yarın on sekiz yaşımda olacaktım. — O halde kıçına bir tekme yapıştırıp seni anana göndermeliydiler, diye belirtti Porta. Moruk düşünceli bir tavırla: — Yarın nöbette biz mi olacağız? diye sordu. Heide başını salladı: — Evet, tam yirmi dört saat. Birden, Moruk' un ne demek istediğini anladı. Dinle, Moruk, di->

ye tekrar söze başladı, sen karışma buna. Başımıza dert açmanın sırası değil. Moruk karşılık vermedi; birşey onu tedirgin ettiğinde, her zaman yaptığı gibi burnunu oğuşturuyordu. Ağır ağır, araba cezaevine girdi, tutuklu kaleme teslim edildi, biz de cesaret verir tarzda omzuna vurduk. —■ Kardeşlik gösterisi yok! diye bağırdı Hauptfeldwebel- Pençeler aşağı yağ tulumları! Saat 18.'de blok 4'te nöbeti devralıyorduk. Bir cezaevinde herkesin en çok meşgul olduğu andır bu; Tutukluları tuvalete götürmek ve yemek vermek gerekir. Hauptfeldwebel yoklamaya çıktı ve alarm zillerinin mandallarını indirdi; kilitlerde anahtarlar döndü ve kapılar sakladı. Tımarhane! Cezaevinin dehlizinin sonunda büyük 185 kapıyı kapayan parmaklığa asıldım, bu en az on alarm ziliyle donatılmış olan bir parmaklıktı, fakat vızgeliyordu bana!.. Barcelona üç ölüm mahkûmunun hücresinde kâğıt oynuyordu, bunlar, postlarını kurtarmak için gönüllü torpil adamlar olmayı kabullenmişlerdi. Talihsizlerin bağışlanacaklarına inançları sarsılmadı, fakat biz daha iyi biliyorduk durumu. Bütün Hitler gençliği torpil adamlığa girmek için kuyruk oluyordu. Oysa kaçaklar düşman gemilerine karşı bu tehlikeli seferler sırasında tutsak edilmelerini candan umduklarını açıklıyorlardı, Barcelona yeni bir furgonun gelişini bildiren dört düdük sesini işitmedi. Bir küfürü içimde boğdum. Bütün Paris tutuklanıyor muydu? — Posta 4, dedim sinirli sinirli.

— Hücre 409. Yeni gelen var, diye havladı astsubay. Subay üniformalı bir adam hızla dik basamakları çıkıyordu. Onu hayretle tanıdım: Bütün Paris'in en nefret ettiği adamlardan, savaş divanı yargıçlarından biriydi! Barcelona, sonunda uyandı, başını hücrenin kapısından çıkardı, o da yeni tutukluyu tanıdı. Bir hayranlık ıslığı çaldı, başparmağı kemerinin omuz kayışında olarak merdivenin başında dikildi ve adamın yukarı varmasını bekledi. Eğri bir gülümsemeyle komut verdi: — Tekrar ininiz! Astsubay sırıttı. Bu dünya kadar eski bir cezaevi numarasıydi: Tutuklu yukarı varır varmaz, ona tekrar inmesi emredilir, sonra tekrar çıkması ve bu gittikçe daha çabuk olarak bitmeden sürer. Bütün ■A parisi yakın 193/13 postalarda, astsubaylar kaynama halindeydiler, haber hızla yayılmıştı. Genel heyecandan yararlanan Küçük Kardeş hemen Hauptfeldwebel'in bürosunun kapısı-ni zorlamış ve Porta «saat 19'da yapılan ek sorgulama sonucu olarak» genç Yahudinin çıkış iznini imza etmişti. Hırsızlık ustaları, bu ikisininkinden daha iyisini yapamazlardı ve sahtekârlıkta Porta'mn yeteneği deha derecesine yaklaşıyordu. Hauptfeldwebel çıkış emrini kendisinin imzalamış olduğuna inanırdı. Porta rahat koltu-

ğa kuruldu ve ayaklarını cilâlı masa üzerine yaydı. — Hauptfeldwebel olmayı düşüneceğim- Böyle bir masa başında olmak yine de iyi. Barcelona, pek kaygılı halde, ufku gözden geçiriyordu ve geniş kanapenin üzerine uzanan Küçük Kardeş'i görünce öfkeden kızarıyordu. — Sende gerçekten bir inekten daha fazla tasa yok! — Görevimi yaparken yoktur, Feldwebel! Bana şu zımbırtıyı açma emri verdin, ben de açtım onu. Đtaat budur. Barcelona'nın şom ağızlığı tutup kehanette bulundu! — Birgün itaat edeceğin şey darağacı olacaktır. Çıkış pusulasını özenle katlayarak: — Böyle belâlara girmek akıl işi değil, diye ekledi. Çok güzel alışkanlıklarına uyarak, Porta ile Küçük Kardeş bütün parmak izlerini titizce sildiler ve Barcelona'nın haberi olmaksızın, Küçük 194 Kardeş bir avuç iri yaprak sigarasını cebe indirdi. Anlayışlı bir tavırla, Porta'ya gülümsedi, kapıyı kapadı ve kilidin içine ufak bir kibrit parçası kaydırdı. Barcelona pek şaşırmış bir halde sordu: — Ne yapıyorsun? — Bu da Feldwebel geçiniyor! Öğren şunu, hırbo, kilidi önce gözden geçirmeden, hayatımda bir kez bir kapı açtım. Bu bana dokuz ay kodese mal oldu. O ahmak içeri bir kibrit parçası sokmuştu. Dikkatli olup olmadığımı şimdi söyle bana!

Hauptfeldwebel! aldattım. O Hamburg -Al-tona'lı Obergefreiter Wolfgang Creutzfeldt henüz tanımıyor. Eğer yarın inine girerken bir kibrit parçası bulmasaydı, iş kötü olurdu, fakat şimdi koca kıçını koltuğa yerleştirip rahatça şekerleme yapabilir. Barcelona hayranlıkla bağırdı: — Yaman adamsın be! O sırada, Porta ile ben genç Yahudinin hücresine giriyor, ona bir palto veriyorduk. Delikanlı korkuyla doğruldu— Sakin ol, sakin ol, dedi Porta. Mülkünden ayrılıyorsun. — Sırtıma bir kurşun sıkacaksınız. — Kes sesini, aptal! Demek sana yardıma geldiğimizi anlamıyorsun. Eğer sizde, sözüm ona Direnişçilerde, zerre kadar kafa yoksa, bu Adolf un dostlarına yarar sağlar. Şimdi durumu çakmaya çalış: Kapı açık; biz çıkar çıkmaz, koridora dalıyorsun, hücrelere gider gibi yapıyorsun, fakat yumuşak olduğu kadar da hızlı olarak merdiveni iniyorsun. Eğer biri gelirse hücrelere geri 188 dönüyorsun ve hiç mi hiçbir şey anlamıyorsun Tamam mı? Zemin katma varınca soldaki küçük kapıdan çıkıyorsun. Dışarda, öbür hücrelere saklanıyorsun ve duvara doğru kaçıyorsun. Tam iki dakikan var. Eğer o arada barış imzalanmamışsa, projektör tekrar yanar ve nöbetçilerin tur atma sırasıdır şimdi; onlara karışıyorsun ve geri kalanı için işi düzene koyan kişilere! Fakat sana önceden bildireyim: Yakalanırsan, tepelenirsin. Senin için postu deldirmeye de niyetimiz yok.

Hayli sinirli olarak, tekrar nöbet odasına vardık ve delikanlı koridordan sıvıştı; merdivenin yakınında bir an durdu, dinledi, sonra gürül tüsüzce indi ve ilk ağır parmaklığı kaygılı bir göz atışla yavaşça açtı. Parmaklık hafifçe gıcırdayınca Barcelona sapsarı oldu. — Tanrım! Subay şimdi gelirse! —- O halde bir dua et, diye güldü Porta kızıl saçlarını kaşıyarak. Nöbet yerinde, Moruk yolun serbest olduğunu belirtmek için bir jest yaptı; çocuk çıktı. Çarçabuk, kapıları sürgüledik; bu bizi temize çıkarıyordu ve birden, bütün projektörler söndü- Bu Gregor Martin'in işiydi, o hiçbir şeyden haberi olmayan astsubayla birlikte rastlantıymış gibi sigortaları yoklamak gelmişti aklına. Elbette, bundan daha beceriksizce iş yapılamazdı. Sigortaları yere atan Gregor'un büyük sevinci karşısında astsubay sövüp sayıyordu. Herif öfkeden el kol sallayıp duruyordu. — O halde tek başına işin içinden çık, ahmak! diye bağıran Gregor nöbet yerine geri döndü. 189 Işık tekrar geldi, fakat oradan üç yüz metre ötede altı metrelik duvara yapışan silueti kimse görmemişti- Çocuk hâlâ anlamıyordu. Bu akla hayale gelmez birşeydi! Yarın kurşuna dizilmeyi beklerken kendini özgürlük yolunda bulmak... Çok güzel bir düş. Ağır adımlar, silâhların şakırtıları... Çiğ ışık huzmesi parmak gibi dönüyor, duruyor, duvar boyunca yükselerek pek ötede bulunan bir pencereler dizisini aydınlatıyor. Makineli tüfeklerin

arkasında keskin gözler pusuda bekliyorlar- Birisi avlunun duvarları içinde hafifçe ıslık çalıyor: Bu çocuğun iyi büdiği bir Fransız şarkısı. Ve karanlığın içinde çelik miğferler, o nefret edilen Alman miğferleri ışıldıyorlar. Bu miğferlerin altında, bir aziz yüzü bile tehdit edici hale gelir. Çift nöbetçi geçiyor-•• Çocuk adamların ara smdan kayıyor. Nöbetçiler ağır ağır duvar bo yunca devam ediyorlar ve ışıklı parmak Lejyo her ile Fahnenjunker Gunther Soest'in yönettiği devriye birliğini yalıyorGunther sinirden küfrediyor; ikinci kez bu angaryayı yapıyor ve daha birincisinde, bir daha başlamayacağına yemin etmişti. Hizmetin karşılığı asla görülmez- Sekiz yıl süresince, Gunther Soest zırhlı araba sürücülüğü yapmıştı-, otuz yedi arabanın gözlerinin önünde yandığını görmüştü ve kendisi de, en az dokuz kez, az daha aracının içinde kebap olacaktı. Fakat onuncu kezde, yazgı onu elden kaçırmamışti: Alev almış olan yağ yüzünü bir mumya maskesine dönüştürmüştü. Bir su yatağında geçen yedi ay--- Onu ölümün elinden çekip alıyorlardı, fakat ölüm yüz çizgilerinin üzerine silinmez biçimde kazılmıştı. 197 Parşömenden, yırtıcı hayvan pençesi gibi eller, dehşete kapılıp ondan kaçmış olan bir nişanlı, ama işte bu akşam yaşamını yine tehlikeye atıyordu. Hem de bir Yahudi için! Komünist, üstelik, belki birgün bu ölü maskesi yüzünden dolayı ona gülecektir de. Bu yüz, askere adam alırken gösterilmez, kahramanlar bu hale gelmez. Savaştan sonra, yaşamak için ne yapacak Gunt-

her? Belki bir sirke girecek? Eskiden, yakışıklıydı ye bütün kızlar ona asılıyorlardı, fakat son izni sırasında annesi bir sinir depresyonu geçirmişti ve iki kız kardeşi tiksinmelerini gizle-memişti. Gunther evinde ancak iki gün kalmıştı, sonra izninin kalanını ordunun nekahat evinde, Tols'da geçirmişti. Orada, hiç değilse, çoğu ona benziyordu, yazgısı aynı olan çok arkadaş vardı. Onların şehre çıkmalarını yasaklıyorlardı, bu iyi bir propaganda değildi, fakat şehre niçin çıkmış olacaklardı. Onları sadece bir görmekle, herkes kaçıyordu. Böyle bir ağzı hangi kız öperdi? Mavi etlerle çevrili bir deliği? Gunther yüzleri yeniden biçimlendirdiklerini biliyordu, fakat bu pahalı bir işti. Eğer Almanya savaşı kazanırsa, belki ordu ona bir yüz hediye ederdi ve işte bunun için dövüşüyordu, ama savaşı kaybederse... Devriye kolu duvarın döndüğü yerde durdu. Duvarın öbür yanından bir ip düştü. — Projektör geçer geçmez duvarı atla, dedi Küçük Lejyoner- Otuz saniyen var; işte bir kimlik kartı, fakat bunu kullanmaman çok daha iyi olur. Duvara doğru sıkışarak çocuğu ışığın acımasız gözünden sakladılar. 191 — Paris'i dört nala geç; iki saat sonra gün doğacak. Montmartre'da Sacré-Coeur kilisesine git, üçüncü günah çıkarma yerine ve mezarlıktan çiçek çaldığını söyle. Peder hangi çiçek diye soracaktır, «Unutma beni» karşılığını ver. O yapacağı şeyi bilir. — Bir rahip! diye mırıldandı genç komünist. —Gestapo'yu yeğlersen o başka! diye sırıttı

Küçük Lejyoner. Eğer böyle adamlar size yardım etmezse, siz Yahudiler yakayı kurtaramazsınız! Ondan sonra olacakları göreceksin- Haydi, kaç! — Sağol, arkadaş, diye mırıldandı delikanlı. Işık parmağı geçiyor... Gunther çocuğa omuz verirken Lejyoner: — Tırman! diye fısıldadı, fakat çocuk bir sincap gibi çevikti. Aşağıda, Gunther ile Lejyoner makineli tabancalarını doğrulturlarken, Lejyoner emniyeti iterek fısıldadı: — Başaramazsa, tepeliyoruz. Işık parmağı geri geliyor... Lejyoner makinelisini omzuna dayıyor: En ufak gevşeklikte, duvarın tepesinde büzülmüş gövdeye iki kurşun gönderecek. Gunther pek sinirli halde homurdanıyor: — Öyle olacak bu! Ateş et! Fakat duvarın yukarısını ışığın yakaladığı anda, kimse yoktu artık. Lejyoner makinelisini indiriyor, emniyeti yerine sürüyor, ve silâhı ilgisizce omzuna atıyor. Moruk memnun kalacaktı. Bu aptalca fikir onundu. Gunther bir an hareketsiz kaldı ve hayal kırıklığına uğramış bir tavırla silahını eliyle şöyle bir tarttı199 — Yine de, dedi, yapmaya değmezdi bu. — Başka fırsatlar da çıkacak, diye .belirtti Lejyoner, teselli verircesine. Devriye yoluna devam etti. Yarım saat sonra nöbet değiştiriliyordu. Bütün cezaevinde koro halinde açıklandı: — Belirtilecek birşey yok.

193 f! i 103. avcı komandosunun şefi albay Relling, uğurlu bir ele sahipti. Büyük başarılarından biri Direniş' in şefi albay Touny ile Fransa'daki Đngiliz gizli Servis subayı Yeo-Thomas'ı tutuklamak oldu. Bu iki adamın yakalanması bütün Fransa'da zincirleme tutuklamaların başlamasına yol açtı. Albay Touny'den sonra, Direniş'in komutasını general Jussieu aldı. Bu da Alman albayı ile Fransız generalinin kıyıcılıklar, vicdansızlıklar ve şiddet eylemleri bakımından yarışmasına neden oldu. Ülkenin üzerine br terör dalgası yüklendi: Bıçaklanan, asılan boğulan milisler, yakılan Alman yönetim merkezleri, yok edilen ikmal kolları, öldürülen nöbetçiler, havaya uçan yollar. Fransız subaylarınca yönetilen, iyi disiplinli askeri müfrezeler Bourg-en-Bresse'te, güpegündüz, Gestapo lokaline saldırdılar ve memurları enselerine bir kurşun sıkarak temizlediler. Buna caniler de katılıyordu: Fransızlar kadar Almanlarca da koğuşturulan haydutların işleri olan alçakça soygunlar ve cinayetler. Daha sonra, Alman, kızıl Đspanyol asker kaçaklarının, V. Đtalyan ordusundan» kaçanların söz konusu olduğu açıklandı. Bu gangsterler yakalandıkları zaman yargılanmaksızm idam ediliyorlar ve cesetleri çöplüklere atılıyordu. 201 MONTMARTRE'DAKĐ «KIRMIZI CEKET»TE — Malakoff ta saldı, diye açıkladı «Kırmızı Ceket». Onu ele geçirmek sorun değil, fakat bu-

raya dek getirmek! Sadece düşünmek bile korkutuyor insanı, fakat yine de olabilir. — Her şey olabilir, diye belirtti Porta keskin bir tonla Barcelona semte bir yol emriyle, bir kamyonla taşıma fikri ortaya attı, fakat bu fikir horgörmeyle reddedildi. — Benim görüşümce, dedi Porta, işin tek bir yolu var: Bir savaş birliği gibi Malakoff'tan Mont-martre'a yaya getirmek. — Kaçıksın! diye bağırdı Heide. Eğer bekçi köpekleri üstümüze saldırırsa-•• Elini boğazının üzerinden geçirdi. Özel paragraf 114. Çok aptalca bu! Moruk piposuyla kulağının arkasını kaşıdı-. — Julius haklı, budalalık olur bu. «Kırmızı Ceket» müşterileri karşılamak için kalktı; büyük bir beyaz önlük bacaklarını sarıyordu; gerçek bir ot yığını halindeki saçları vahşi sakalıyla birleşiyordu. Kıvrık boyunlu kazağının üstüne koyu kırmızı uzun kollu bir örme ceket geçirmişti ve yusyuvarlak, yağdan pırıldayan babacan bir yüzle «Paris köprülerinin altında» şarkısını mırıldanıyordu. Güzel bir kızın çenesini tutuyor, göz kapaklarını büzüyordu, baş 202 ka birini tutarak bir vals dönüşü yapıyordu, onu bırakınca, genç kız Küçük Kardeş'in dizleri üzerine iniyordu. Küçük meyhane, dar sıralan ve yıpranmış eski masalanyla isyancıların, karaborsacıların ve muhbirlerin pis kokusunu taşıyordu, fakat

Porta burada kendi ortamını bulmuştu. Đçgüdüyle (büyük şehirlilerin içgüdüsüyle) Parisli bir meslektaş bulmuştu. «Kırmızı Ceket» mutfaktan gelen yanmış yağ kokularını taşıyarak yanımıza döndü. Đki servisçi kadın dolu tabakları masalar boyunca kaydırıyordu; şarap ve bira sel gibi akıyordu. «Kırmızı Ceket» in konukseverliği ünlüydü. — Boşyere lâf ediyoruz, dedi Küçük Kardeş sıkılmış halde; onu tutup tepeleriz ve bindirip getiririz, hepsi bu. — Silâhları var mı, diye sordu Porta. — Silâhları olmasaydı, tam enayi olurlardı, diye karşılık verdi meyhaneci. Küçük Kardeş hemen hemen yüksek sesle tekrar söze başladı: — O halde herşey basit; kendini gösteren herkesi tepeliyoruz. Heidi elini Küçük Kardeş'in ağzına koyarak: — Sussana, diye homurdandı. Amma da hırt be! Kaçış olayından beri yeterince dert açıldı başımıza bunun gibi. Daha da bitmedi! Đşin içinde olmamaktan pek memnunum. Tutukluya yardım etmeye gelmiş olan gece kuşlarının kimler olduğunu öğrenmek için, Gestapo şehri elekten geçiriyor. Biraz kurnaz biri ne geçmiş olduğunu pek iyi meydana çıkarabilir. — Hauptfeldwebel'in kendine güveni yok! 195 dedi Porta neşeyle. Öyle olmasaydı Löwe'yle o bizi sorguya çektiklerinde düşüncelerini açığa vurmazdı. Astsubay farkında olmaksızın bize yardım etti. O Yahudi piçini öğleden sonra taşı-

ma arabasında görmüş olduğuna yemin etti! Bu olanaksızdı, çünkü o anda, o içerde benimle barbut oynamaktaydı. Bundan şu sonuç çıkıyordu ki, tutuklu bizdeyken değil, fakat taşıma sırasında, ya da Gestapo'nun ininde kaybolmuştu. Şuna dikkat etmeli ki olayla ilgilenenler bekçi köpek leridirler ve bunlar S.D. (Güvenlik Servislinden nefret ederler. Heide kaygısını saklamaksızın homurdandı: — Đstediğinizi anlatın, bu benim hiç hoşuma gitmiyor. Birisi idamından on dört saat önce kaçıyor, olay kapanmışken, o halde sorgu için geri dönmek niçin gerekti? Besbelli iş kötüye gidiyor. Porta «Kırmızı Ceket» e hitap ederek kahkaha ile güldü: — Ne yaptın onu? Meyhaneci omzunun üstünden bir başparmak işaretiyle: — Mutfakta, dedi. — Burada! diye gürledi Heide. Eh öyleyse, iş tamam! Biz de buradayken onu bulurlarsa, öldürürüm. Onu konuşturup konuşturamayacaklarmı düşünüyorsun! Belki darağacı size birşey ifade eder, ama bana değil; küçük bir Yahudi için de mesleğimi tehlikeye atamam! — Kes be! diye bağırdı Küçük Kardeş koca yumruğunu oynatarak. — Jean! diye çağırdı «Kırmızı Ceket» mutfağın kapısından. Delikanlı kapının çerçevesi içinde göründü. Otur şuraya! 196

Dar sıranın üzerinde sıkıştık-. Gözlük, bir aşçı yamağı külahı, diken diken bir bıyık bizim eski tutukluyu gülünç kılıyordu. Fazla kısa pantalonu ile daha çok belli olan bir köy masumluğu havası vardı. Heide homurdanarak kendini geri attı: Bu kötü gidecek diyorum size! Porta duvar saatine bakarak soruyordu: — Öbürleri hangi cehenneme gittiler? Ve niçin karıya gittiler? — Sakin ol, dedi Barcelona. Lejyoner Paris'i bilir, Gunther de onun yanında. Onun yüzü ile bir «Auswes» (izin kâğıdı) sayılır. Kimse Gunthher'e çatmaya cesaret edemez. «Kırmızı Ceket» kalktı, zira müşteriler onun şarkılarını istiyordu. Porta duvardan bir keman indirdi ve bir masa üzerine sıçradı; çalgıyı okşuyordu, konuşuyordu. Sessizlik genelleşti, herkes gülümsemeyi seven ağzında yalnız bir diş bulunan bu kızıl saçlı askere bakıyordu. A Paris quand le jour se lève A Paris dans chaque Faubourg A vingt ans on fait des rêves, Tout est couleur d'amour (*). «Kırmızı Ceket» şarkı söylüyordu. Onu bir vals, sonra bir tango izledi. Eski kemandan bin ses, iki taze Pernod arasında biraz sevinç doğuyordu. Savaş unutuluyordu, kin de öyle, Porta'yı dinleyenler için herşey unutuluyordu. Janette'e, yemeği elinde durmuş olan, her zaman bağıran (*) Paris'te gün doğarken Paris'te her dış mahallede Yirmi yaşında düşler görür insan Herşey aşk rengindedir. 205

iri kıyım zenci aşçı kadına dek. Onun birçok Direniş ağı ile ilişkide bulunduğunu ve daha önce onu temizlemeye çalıştıklarını, fakat «Kara Sosissin her zaman yakayı sıyırmış olduğunu biliyorduk. Porta şarkı söylüyor, keman ağlıyor ve inliyor; bir kız ona akordeonla, o yoksulun pi-yanosuyla, eşlik ediyor, anlaşıyorlar da, kötü giysili Montmartrelı kızla bu soluk üniformalı adsız asker anlaşıyorlar. — Domuz! diye homurdanıyor «Kara Sosis», buraya ne yapmaya geldi? Şimdi bu Almanları sempatik bulmaya başlarlarsa!. Fakat bir tekme vuruşuyla kapı açılıyor. Feldgendarmerie plakaları ışıldıyor, deriler parıldıyor; köşeli, acımasız yüzler, bir buz soğukluğunda gözler, çelik miğferlerin pırıltılanyla yarışan makineli tabancalar görülüyor. Göz açıp kapayıncaya dek, bütün hava değişiyor. «Kara Sosis» yumuşak bir yağ çığı gibi mutfağında kayboluyor ve Jean'm telâşlı yardımıyla kap kaçaklarını elden geçiriyor. Devriye kolunun şefi, kaslarla kamufle edilmiş ölümün ta kendisi olan bir Stabsfeldwebel bize sert bir şekilde gözlerini dikti, ince dudaklarını sıktı ve işaret parmağını Porta'ya uzattı. — Đzin kâğıdı? Esas duruş, Obergefreiter, belki Alman ordusunun rütbelerini bilmiyorsun? Porta'yı bir baş boyu geçiyordu ve ondan üç kat daha şişmandı. Kızıl saçlının gösterdiği gece izni kâğıdını tekrar tekrar çevirdiği görüldü. Kiminlesin, Obergefreiter? / Porta, köşemizde kaskatı ve dikkat kesilmiş olan bizi gösterdi. Birşey söylemeksizin kâğıtlarımızı uzattık. Porta'nın ve Küçük Kardeş'in uy

199 207 gunsuz şapkaları toz olmuşlardı. Tek bir yakışıksız harekette, işimiz bitikti. Bunlar ününü çok iyi bildiğimiz köpeklerdi: Stabsfeldwebel Ma-lowski ile 809. avcı komandosu. Dört yıldan beri Paris'in meyhanelerini, genelevlerini, barlarını araştırırlardı ve şeflerinin boynunda asılı olan. K.V.K, şövalye haçının tanıklık ettiği gibi tek bir gece avsız geri dönmemişlerdi. Sivilleri kontrol eden üç Fransız jandarmasıdır, tuvalette olan bir kız bile kâğıtlarını göstermek için kapıyı açmak zorundadır. Bu görünüş jandarmayı tamamen kayıtsız bıraktı: Lejyon'da on yıl herşeyi katı-laştırmıştı. Mutfak. Çıtırdayan sobaya kötü bir bakış fırlatarak «Kara Sosisin üstünü arıyorlar, sonra birinci kata çıkıyorlar. Jean onları hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Karyolaların altlarına bakıyorlar, iri sert parmaklar çarşafları, pufları yokluyor, makinelilerin namluları giysi dolaplarını araştırıyor. Avludaki yiyecek dolabı bile unutulmuyor. Bir saat sonra devriye duruyor, avsız mı geri dönecek. Olanaksız bu. Stabsfeldwebel birşeyin kokusunu aldı. «Kırmızı Ceket» buzlu bir pernod ile dolu bir bardak uzatıyor, adam hor görmeyle onu geri itiyor. Adamları sessizce bekliyorlar. Cebinden fotoğraflarla, donanmış kâğıtlar çekiyor ve birden bire köşede içen bazı gençlere dikkatle bakıyor. Đki uzun adımda, eskimiş gri ceketli bir delikanlının yanma varıyor. — Deutsche Feldpolizei. Ausweis bitte. (Alman jandarması. Geçiş kâğıdınız, lütfen.) Üç adam genç adamın uzattığı kâğıdı inceliyor.

— Sahte! diye belirtiyor Stabsfeldwebel. Đki aydır seni arıyordum. Bu akşam kaçaklara nasıl işlem yapıldığını öğreneceksin. Sana kim yardım etti? — Ben, diyor ayağa kalkan iyi giyinmiş bir genç kız. — Çıldırmış olmalı! diye fısıldıyor Küçük Kardeş. Malowski bize doğru dönüyor ve Barcelona Küçük Kardeş'e bir tekme atarken bakışıyla bize yıldırım yağdırıyor. Bu anda en ufak olay berbat sonuçlar doğurabilir ve Stabsfeldwebel'in aradığı tam da budur. Kaçağa ve genç kıza kelepçeler geçirilirken, tüm arama yeniden başlıyor ki bu, «Kırmızı Ceket» i daha çok rahatsız ediyor. Stabsfeldwebel'in içgüdüsü ona bulunacak daha başka şey olduğunu söylüyor; hem o cephe askerlerinden nefret eder. Disiplinsiz domuzlar, namlulu et. Geçen hafta demir haç nişanı taşıyan bir Oberleutnant'ı tutuklatmadı mı? Bel kayışı üzerinde piyano çalarak bize doğru bir adım ilerliyor. Fakat salona biri girdi. Yüzü yok. Burnunun bulunmuş olduğu yerde kara bir kumaş parçası var, gözleri kaşsız, eti kavrulmuş. Boynunun, çevresinde şövalye hacı ve boynunun kendisi bile deri bir kolye ile tutturulmuş. Ağız olmuş olan şey, konuşmak için açılıyor. — Selâmlamıyor musunuz, Stabsfeldswebel? Malowski topuklarını şaklatıyor ve elini ağır ağır alnına götürüyor. — Fahnenjunker'im: Feldgendarmerie, devriye kolu 809. XVIII. yönetim bölgesinde emir üzerine devriye görevi. Kendisine yardım etmiş 208

parisi yakın 209/14 olan bir kadınla bir asker kaçağı bulundu. Devriye Feldgendarmerie Stabsfeldwebeln Malowski' nin komutası altında. — Teşekkür Stabsfeldwebel. Bitirdiniz sanıYaşayan ölü iki parmağı başlığında olarak selâmlıyor. Bacakları dizlerinden aşağı takma, fakat bu güçlükle görülüyor; yürümeyi yeniden öğrenmek için haftalarca insanüstü bir enerji gerekti; sol kolu dört çelik kancadan oluşmuş. Gunther ölmeye çalışıyor, herkes bunu biliyor. Ona Wafen S.S.'te subay olması önerildi, fakat o hafif süvari erlerini bırakmak istemiyor; alay onun yaşamıdır ve onun en iyi arkadaşları bizleriz, herkes onun önünde titriyor. Dumanlı meyhaneye sessizlik çöküyor. «Kara Sosis» korkudan gri hal alıyor. Bu dayanılmaz görünüş ancak cehennemin bir şeytanı olabilir; ' ırkının bütün saçma inanışları kanını donduruyor. Gunther dudaksız ağzına bir sigara koyuyor, fakat altın tabakayı süsleyen kızıl yıldız Maj, lowski'nin gözünden kaçmıyor. Gunther nesneyi gösterişle ona uzatıyor! Yıldızın dibindeki altın zemin üzerinde kırmızı mineden orak ve çeKkiç iyice görünüyordu. —1 Zırdeli! diye fısıldadı Barcelona. — Sizi o denli ilgilendiren bu mu, Stabsfeldwebel? Bir Stalingrad anısı, anlarsınız ya. Üç yüz bin Alman askeri orada öldü, bu size hiçbir şey | ifade etmiyor mu? Malowski apaçık tükürüğünü yuttu. S.S. Reichsführer bunu iyi bilir ve benden satın almayı öyle isterdi ki. Hayaletin sol gözü

birden ışıldar gibi göründü. Bitirdiyseniz, basın gidin, o halde! Bekçi köpeklerinin çarçabuk çıkışı-■• Gözlerini Gunther'den ayıramamış olan «Kara Sosis» onun kendisine doğru yaklaştığını gördü ve mutfağına dalıp yok olarak anahtarı bir kez döndürdü: Gestapo, Feldgendarmerie, bütün bu köpekler, onun ne olduğunu biliyorlardı, fakat yüzsüz bir adam cinlerle ilişküidir. — Đsa Mesih, Aziz Bakire, acıyınız bize! — Ne oluyor? diye sordu Jean kaygıyla. — Şeytan'm ta kendisi burada, kör iblis. Burnu yok--- Ne gözler... Yakıcı gözler. Polis tutuklularla birlikte kaçtı. — Onların üzerine ateş mi etti? — Hayır, onlara ateşten gözlerle baktı! — Đyi oynadm, Gunther diyordu Lejyoner gülerekten, o köpek korkudan donuna ediyordu. Gunther omuzlarını kaldırdı ve akordeon tekrar bir dans havasına başladı. Parmi la foule un amour se pose Sur une âme de vingt ans Poıır elle tout se metamorphose Tout est coueur de printempsi*). Yarım ay biçimindeki plakalar ve öldürücü miğferler unutuldu. Đblis aramızda ve bizi koruyor. Gunther içiyor: Bununla yağda pişmiş yüzünü unutuyor ve Heide'den bir kız kapıp götürüyor, mumya maskesini görmemek için gözlerini kapayan, fakat takma bacaklarına karşın (*) Kalabalık arasında bir aşk konuyor Yirmi yaşındaki bir ruh üzerine Onun için herşey biçim değiştiriyor Herşey ilk bahar rengindedir. 210

Gunther'in çok güzel dans ettiğini bilmeyen sarı roplu bir kız. «Kırmızı Ceket» içki boşaltıyor, herkes kardeşçe geçiniyor; Küçük Kardeş uzun kamuflaj pantolonunu yukarı çekiyor, gülüyor ve kızları gıdıklıyor. Saçmalayan Porta; — Yaşasın Fransa! diye bağırıyor. Gunther sarhoş, kız kollarında gülüyor. Uzaktan silâh sesleri. Yeni birşey yok, savaş bu. Ve kapı bir kez daha açılıyor, ama artık Feldgendarmerie değil: Jacqueline bu, Normandiya'da çiçekli bahçede rastlamış olduğum genç kadm, bana kahve vermiş olan kadın, Paris'te olduğumuz günden beri her gün gizlice onu görmeye gidiyordum; fakat ilk kez ona burada randevu veriyorum, hemen de pişman oluyorum. Porta onu derhal tanıyor. Hiçbir şeyden kuşkulanmak-sızm, kendisini her zamankinden daha solgun kılan yeşil muslin robu içinde bize doğru geliyor. — Vay, Normandiyalı pilici tekrar buldun mu? diye kuru bir şekilde belirtiyor Porta. Temizle onu, bu sevdalı kızlar, tehlikelidir. — Sana ne? Kötücül gözleri öfkeden büzülmüş halde yakamdan kavrayan Heide araya giriyor: — Eğer kız konuşursa, bu hepimizi ilgilendirir. Sen Fransız pilicinle istediğin yerde oynaşmaya git, ama burada olmaz. Beni itiyor ve parmaklar revolverinin kabzasını mıncıklıyor. Porta haklı, o tehlikelidir. Sana haber veriyorum, onu bir daha görürsem, ikinizi de harcarım. — Ne oluyor? diye araya girdi Gunther. Heide ona birşey fısıldadı ve Gunther'in tüm

yeşil güzelliği içindeki Jacqeline'i ayrıntılarına dek süzdüğünü gördüm. Arkadaşlarım bana kuş 204 kuyla bakıyorlardı; Lejyoner, kaygılı bir halde, Fas bıçağıyla dişlerini temizliyordu. — Fakat ne var ki? dedi bana Jacqueline. Bugün tuhafsın. Yapmış olduğum hatayı açıklayarak ondan özür diledim. Paris tehlikelidir. En ufak şüphede, insan öldürülür ve heryerde casuslar kaynaşıyorlar. Yeni bir randevu saptıyoruz, fakat onun artık burada görünmemesi gerek. Jacqueline beni pek iyi anlıyor ve ışıksız caddede gizlice kayboluyor. Yavaş yavaş meyhane boşalıyor, sonunda yalnızız işte! Masanın üzerine büyük bir şehir planı yayılıyor. — Elbette burası değil, diye belirtiyor Porta, o ağır da! Köprüyü nasıl geçmeli? Bütün köprüler köpekler tarafından gözetleniyor ve bütün bir tur yaparsak, buraya varmadan önce savaşın bitmiş olması tehlikesi vardır. «Kırmızı Ceket» düşünceli düşünceli: —■ Ya onu güpegündüz taşırsanız? diye söylendi. Đnsan kalabalık içinde daha iyi gizlenmeyi başarır, kimsenin de aklına gelmez bu. Alman-lar her gün birşey sürüklemekte. — Burada izinli durumda değiliz, diye karşılık verdi Barcelona. Eğer bütün grup bir çıkış izni isterse, kuşkulanırlar ve Hoffman yüzde yüz namussuz biri, istiridye gibi kahpedir, ne yazık ki henüz yeterince değil. Gece iznini ben düzenlerim, fakat hizmet saatinde kışladan ayrılmak olanaksızdır. Bir patırtıdan söz ediyorsunuz! Dün

bütün bir S.S. istihkâm taburu geldi, bugün de o köpeklerin en korkunç komandolarından biri. 205 Porta kirli bir parmağı planın üzerinde gezdirdi: — Bu akşam onu almaya gideceğiz. Đlerde olacağı fazla bilmek, Prusyalıların kusurudur ve hiçbir şeye yaramaz. Son savaştan sekiz gün sonra, gelecek olanla ilgilenildi, bunun ne verdiğini görüyorsunuz! Dostumuzun işi tamam olunca, onu bindiriyoruz, hem de canlı canlı! Gestapo' dan iki gerçek damga çaldım, «son derece gizli» diye basan kırmızı damgalar. Bu çok meraklı her köpeğin ağzına bir tıkaç sokar. Moruk kaygıyla sordu: — Ya ateş etmeye koyulurlarsa? Bir S.D. devriye koluna rastlarsak? Size peşin söyleyeyim, çatışma çıkar, bu herifler gürültüye pabuç bırakmazlar. Bunun sonu ya biz, ya onlar olur ve içlerinden biri kurtulursa, o zaman zırhlı arabalar peşimize düşer. Her zaman savaşsever olan Küçük Kardeş: —■ Birkaç soba borusu götürmekten başka yapacak şey yok, diye belirtti. — Hah! Bu iyi işte! diye homurdandı Moruk. Kendini Paris'te soba borusuyla ateş eder görüyor musun? Bizim komünist direnişçiler olduğumuzu sanırlar. — Yeter arkadaşlar, ne olacağım o zaman göreceğiz. Bu arada, işi yarın akşam yapıyoruz. 213 13 Birincisi pencerede göründü ve sakınma ile boşlukta sallandı. Silâh patladı. Adam tehlikeli bir sıç-

rayış yaptı ve aşağıda asfaltın üzerinde ezildi; sonra sıra ikincisine geldi: Gözlerini karanlığa dikti ve bir kedi gibi oluk boyunca inmeye koyuldu. Bir silâh daha patladı. Gövde birincinin zarifliği olmaksızın bir taş gibi düştü. Üçüncüsü, başı önde olarak pencereden atladı ve kaldıranın üzerinde yumuşak bir gürültü yapan düşüşü sırasında bağırdığı işitildi. Yangın iyi kök salıyordu. Bütün pencerelerden alevler çıkıyordu, yalnız yukarda, iki delikte henüz birşey yoktu. Orada birçok adam göründü. Hafif makineliler takırdarken, ikisi aynı anda atladı. Elbette Gestapo'nun işi olan bu insan kırımının sonucunu beklemeksizin gizlenme yerlerimizi terkettik: Bu yanan yer S.D.'nin on dört adamını öldürmüş olan çetecilerin bir barınağıydı. O zaman içinde, Alman polisinin koca arabasının şoförü ve bekçisi oturma yerlerinin üzerinde boğazlanmışlardı. Bu sahne Paris'te 1944 yılının bir Ağustos gecesi geçiyordu. 206 PARĐS ĐÇĐNDE GECE YOLCULUĞU Hemen hemen mürekkep gibi bir geceydi ve biz yolumuzu bulmakta pek güçlük çektik. Herkes izlenecek yol üzerinde şamata ediyordu. Kızan Porta, bizi ahbaplık edilmeyecek hırtlar yerine koyarak önden gitti. Malakoff bucağı ölmüş gibiydi; tek canlı varlıklar gibi görünen iki kızgın kedi, dikilmiş kuyruklar ve sessiz bir ağırbaşlılıkla caddeyi karşıdan karşıya geçti, bisikletli iki Feldgendarme de bize kötü kötü bakarak yanımızdan savuştu, bu Küçük Kardeş'in homurdanmasına neden oldu.

— Sakin ol! diye emretti Moruk. Küçük Kardeş j andarmalara öldürücü bir bakış fırlattı. — Bu iki namussuz geri dönerse, onları tepelerim! Porta'ya Berenger caddesiyle Kuzey Caddesinin köşesinde yetiştik. — Nerede olduğunu biliyor musun, evet mi, hayır mı? diye alayla sordu Gregor. Bütün kapıları ziyaret ettik, bunlar iki bezelye tanesi gibi birbirine benziyorlar. Yine de o aptalın nereye tünediğini bildiğini sanıyorum. Porta durdu ve çevresine bir göz attı. — Uzak değil. Bu caddeden geldik. Birini şurada kurşuna dizdiler, meyhaneyi tanıyorum. Duvarın üzerinde kurşun izleri olup olmadığına 215 bakmaya git! Tüm bu karanlık biraz saçmalık değilse, nedir! Sanki Amerikalılar Paris'in nerede bulunduğunu bilmiyorlar! Bu dağınık kasaba burada olduğu zamandan beri, saklamakta hayli güçlük çekiliyordun Caddenin öbür yanından Gregor bağırdı! — Bol bol kurşun izleri var! Porta düşünmeye koyuldu; eski enfiye kutusunu çıkardı ve XVill'inci yüzyılın bir aristokratı gibi ciddi ciddi bir tutam enfiye aldı. —- Saçmalıklar yeter, diye homurdandı Moruk. Ben kızmaya başlıyorum. Porta çatlak monoklonun içinden baktı: — Lordum, kimse sizi tutmuyor. Bildiğim kadarıyla siz çağrılı değilsiniz. — Şeytan alsın hepinizi! dedi öfkelenen Moruk. Porta alçak bir kapının altında kayboldu.

— Korkudan eriyorum, diye fısıldadı Barcelona. Keşke gelmemiş olsaydım. Her zaman aptalca birşeye burnumu sokmasam olmaz mı... Kaldırımın üzerinde yüksek topukların sakırdadığı duyuldu. Porta bir parmağını dudaklarının üzerine koydu, monoklünü sildi ve cad deye doğru koştu. — Hemen dönüyorum. Bu yerin dişilerine sadece bir göz atacağım. Porta pek memnun halde geri dönerken Moruk homurdandı: ı — Ayran budalası! — Onu yarın Clichy alanında sinemanın önünde bulacağım. Yumruğunu sıktı ve önkolunu gerginleştirdi; bütün dünyaca bilinen bir hareket. 216 Küçük Kardeş obur bir tavırla sordu: — Bir arkadaşı yok mu? Yamandır Parisli kadınlar! Moruk ile Heide bir el arabasının üzerine oturmuşlardı. — Ee geliyor mu? diye iç çektiler. —■ Evet, baylar, dedi Porta. Geniş çaplı bir harekâttan önce yaşlı peder Moltke'nin dediği şey budur. O halde durum şöyle: Porta savaş grubunun öncüsü düşmanla temastadır. Gerimizi ve yanlarımızı güvenlik içine aldık. Ben... kendini gösterdi, kısa bir keşif sırasında hafif süvariyi yendim, o halde ileri! Muhafız birliği bozgun ha linde!

Cebinden bir elfeneri çıkardı, burnunu bir sundurmanın camına bastırdı ve bize birşey gösterdi. — Bu çok güzel ha? dedi gülerekten. — Tanrım! diye içini çekti Gregor, bu, böylesine büyük olabilir mi? Bu yüzyıllar almış olmalı. Đyi, gidelim. Nereden giriliyor? Küçük Kardeş kocaman bir çekiç gösterdi. — Ben onun işini bitiririm. Tam iki gözü arasına. Eminim ki bunu unutmayacaktır. — Sakin ol, sakin ol, diye önledi Moruk. Uyanık bulunan kimseler olsa gerek. Sundurmanın kapısı bütün MaĐakoff'u uyan dıracak şekilde gıcırdadı. Bir kedi miyavladı. Kulak verdik... Ama hayır, karanlıktan ve sessiz Đlkten başka birşey yok. Herkes sakınarak sundurmanın içinde kayboldu, Küçük Kardeş çekici elinde, baştaydı. Birden, sanki bin alüminyum kova bir merdivenden karmakarışık yuvarlanır-mış gibi bir gökgürültüsü koptu. Çığlıklar ve kü 217 fürler! Bir elf eneri yandı... Küçük Kardeş baştan aşağı iğrenç bir karışımla kaplı olarak çıkıverdi. — Bu yem teknesini buraya sokmuş olan o hırtı bir enselesem!.. Ve bir kovaya öyle öfkeli bir tekme attı ki, kova bir mahşer gürültüsüyle havaya sıçradı. Lejyoner, revolver elinde caddeye koştu... Çizme sesleri duyuldu. Saks aksam ile bir ses uludu: — Wer da? Wer da? (*)

— Bir Sakson! diye gürledi Küçük Kardeş. Hoşgeldin! Bekle biraz! Karabinalarla silâhlanmış iki asker, varlıklarının anısı olarak yalnız bir çelik miğfer ile bir kopmuş kol bırakarak yolun ortasına uçuyor. Yapışkan bir şeye bulanmış olan Küçük Kardeş tehlikeli ha] e geliyor, Porta delice bir gülmeye tutulmuş. Dev çekicini yerden alıyor ve sundurmanın camından içeri bir göz atıyor. — Şimdi benimsin. Yok ama, şuna bakınız! Uyuyor! Belki savaşın bittiğini sanıyor. Yarı karanlıkta çekicin parlayışı... Vahşi bir uluma! Herkes tabanları yağlıyor. Ben yüksek sekinin arkasına yapışıyorum, fakat keskin çığlıklar sürüyor. Barcelona ile Heide caddeye kaçıyorlar; Lejyoner küçük bir duvarın üstünden atlayıp, makinelisi elde mevzi alıyor. Keskin çığlıklar Küçük Kardeş'in küfürleriyle birbiri arkasından geliyor... Fakat hücum adımlarıyla yaklaşan ağır çizmeler var: Bunlar iki istihkâm eriyle bir astsubay. — Hırsızlar! diye bağırıyor astsubay. Eller yukarı! (*) Kim var orada. 218 Olaylar hızlanıyor. Astsubay tanrı büir nerede kayboluyor. Çağırmalar, acı çığlıklar, küfürler... Đstihkâm erlerinden biri kaçmaya çalışıyor. — Đmdat! Đmdat! Katiller! Bir karabina uçup ensesini buluyor. Er düşüyor. Tüfek havada patlıyor. Porta ağız dolusu kahkahayla gülüyor.

Sidikli sürüsü! Sakin insanları rahatsız etmek ha! diye söylenen Küçük Kardeş, ölü gibi görünen dev bir dişi domuzun üzerine oturmuş. Hayvanın kulağının arkasını kaşıyor. — Cesur kız, iyi dövüştün. En sevdiği yemek üzerinde çene çalmaya başlayan Porta: — Ufak yağ parçalarıyla ne bol patates püresi diye, düş görüyor. Fakat vakit dar. Bin güçlükle, o denli de yaygarayla, hayvanı caddeye sürüklemeyi başarıyoruz. Porta saldırgan bir tavırla bana öğüt veriyor: — Hayvanın ayağını uygun bir biçimde tut-sana! — Eski generalim bunu görmüş olmalıydı, diyen Gregor o denli gülüyor ki gözünden yaşlar geliyor. Acaba size anlatmış mıydım, o gün ben ve general... —■ Evet, evet, biliyoruz onu, hem bu an için kollarımızın üzerinde çok daha önemli şeyler var. Bu domuzu taşımak söz konusu, çocuklar, ağır da hani! Aramızdan üçü dişi domuzu kaldırmayı başarıyoruz ve onu omuzlarımızın üzerine çekiyoruz. Tempolu adımlar. Fakat bir işçi, torbası omzunda, karşımıza çıkıyor ve bize şaşkınlıkla ba 211 kıyor. Porta ona bir revolverle bir paket sigara hediye ediyor. Adam gülmeye koyuluyor ve sıkılmış yumruğunu gösteriyor. — Kızıl cephe!

— Nasıl istersen Franzose! Ben Josephe Porta, Adolf'un ordusunda Obergefreiter ve senin Moskova'daki büyük amcanın kişisel dostu. Tekrar yola koyuluyoruz, işler kötü gider gibi görünüyor. Yazık, Vanves kapısının yakınında, domuz yerinden kayıyor, elimizden kurtuluyor ve kasketinin üzerinde hayretengiz genişlikte sarı şeritler taşıyan bir yüzbaşının bindiği bir Kübel arabasının tekerlekleri önüne yuvarlanıyor. Yüzbaşı arabadan atlıyor, domuza, büyük bir tekme indirerek; — Bu da nedir, bu? diye bağırıyor. Durumu kurtaran Gunther ouyor. Topuklarını şaklatıyor. — Yüzbaşım,- caddeleri temizleme komandosundan astsubay Gunther Soest... Alman devriye kollarının gidiş gelişini engellemek için Fransızlarca atılmış bu leşi kaldırmaktayız. Bu komandodan söz edildiğini yüzbaşı hiç duymamıştı, fakat yenilikler, yağmur gibi yağıyor. Đki gün önce, bir Seine temizleyicileri komandosuna rastlamıştı, cadde temizleyicileri niçin olmasın? •— Kaldırın şunu! diye emretti. Acelem var. Hızla emre uyuyoruz ve yolculuk devam ediyor. Yürüyoruz, yürüyoruz. Yürüye yürüye en sonunda büyük bir alana varıyoruz, Saint-Michei bulvarı buradan başlıyor, fakat biz de yorulmuş olduğumuzu hissetmeye başlıyoruz, herkesin üze 220 rinden dere gibi ter akıyor, tartışıyoruz ve Moruk geri dönmek istediğini açığa vuruyor. Đşte, bisikletleri ellerinde, büyük çeşmenin yanında bekleyen iki Fransız polisi. Onlardan biri yak-

laşıyor; revolverin kılıfı açık ve bir Alman askerini sorguya çekme hakkına tamamen sahip. Lej-yoner bir sigara yakıyor ve salma salma yürüyor. — Tünaydın, bay memur. Polis, Küçük Lejyonerin göğsünü süsleyen Fransız savaş haçını hemen farkediyor. Hayvanı göstererek soruyor: — Nedir bu? — El konulan karaborsa malı. Meslektaşı biraz geride kalmış, fakat revolveri elinde. Porta ile Heide uzaklaşıyor ve adı kötüye çıkmış bir otelin içinde kayboluyorlar, orada, uyuklayarak tezgâhın arkasında Pernod içen gece bekçisi onları güçlükle farkediyor. Bitişik odada bir Zenci Kongo dilinde şarkı söylüyor. Bekçi, bir sarhoş jestiyle, Heide'yi itiyor. — Çek arabanı, uğursuz Boche! (*) Porta küçük çığlıklar atarak gülüyor, fakat Heide elinin yanını oğuşturur ve bir tekme vuruşuyla telefon aygıtını ezerken bekçi tepetak-lak yere düşüyor. «Boche» sözcüğü Heide'yi deli eder. Caddede olaylar hızlanıyor. Lejyon er ateş istiyor. Bir anda polis kendini yerde buluyor ve bisikleti yol boyunca kayıyor; meslektaşı tabancasını çekerek koşuyor. Kendine ne olduğunu öğrenmeden ışıklı bir parmaklığın çevrelediği bir lağım deliğinin dibini boyluyor ve Porta, ne(*) Fransızların Almanlar için kullandığı küçümseme sözü. 213 şeyle, ızgarayı deliğin üzerine yerleştiriyor. Đki bisikletin üzerine atılıyoruz, onları birbirine bağlıyoruz, enlemesine iki karabina koyuyoruz,

işte dev gibi domuzu taşımak için tam bir sedye. Bu çok daha iyi gidiyor. Mürettebatı izlemek için koşmak zorunda bile değiliz! Luxembourg'un önünde, iki muhafız askeri bizi ilgisiz bir bakışla süzüyor; burada oldukları üç yıldır, onları artık hiçbir şey şaşırtmıyor ve en önemlisi patırtı istemiyorlar! Okullar caddesi. Tıka basa Feldgendarme dolu ve vitesi birde olan bir arazi arabası ağır ağır yaklaşıyor. — Ben sıvışmak niyetindeyim diye mırıldanıyor Moruk. Đş kötü gidiyor. Gölgenin içine gizleniyoruz ve araba caddenin köşesinde duruyor. Uzakta bir hafif makineli takırdıyor, dehşetini Paris içine yayan gece savaşı bu. Suçlu olsun, olmasın, insanlar yataklarında tutuklanıyorlar, Alman askerleri karanlık sokakların diplerinde öldürülmüş bulunuyorlar, on yaşmda bir çocuk, dikenli telle bağlanmış halde, ensesine sıkılan bir kurşunla tepeleniyor: Sırtında bir işaret var, orak ve çekiç. Ertesi gün, aynı yerde iki Alman muhafızının cesedi bulunuyor, birisinin gözleri oyulmuş. Bu Paris'in Kur-tuluşu'nu belirleyen terörün başlangıcıdır.- Gestapo, baskınlar, gözyaşları ve silâh sesleri. Şeytan eğleniyor, şiddet şiddete karşılık veriyor. Korkunç bir savaş biçimi ve her zaman altta kalan eziliyor. Uğursuz araba geçti, fakat çok yol almamıştık ki başka biri göründü. — Birşey arıyorlar, dedi Porta. Şansımız yok. 214

— iki jandarmanın boğazını kesecektik işte, bırakmadınız ki, dedi Küçük Kardeş, alarm vermiş olmalılar. Domuzu bir tonozun altına saklıyoruz ve köprünün yerini belirlemek için dolambaçlı bir yol tutuyoruz. Đki saat sonra güneş doğacak, bu düşünce Heide'yi sevindirmiyor pek. — Ödlekler! diyor Porta, bir saat kadar daha serbestiz, bol vaktimiz var. — Onu güpegündüz taşımayı düşünmüyorsundur, her halde, değil mi? Bu zamanda insanlar bir yumurta için bile öldürür. Bir domuzun söz konusu olduğu görülürse, zırhlı arabalar kıçımıza takılır. Köprü serbest gibi görünüyor, fakat avımıza doğru dönerken, yaşlı bir kadını kocaman gövdenin önünde onu hayranlıkla seyre dalmış buluyoruz. — Đsa Meryem! diye bağırıyor bizi görünce. Bayım... Bayım... Acıyınız bana! Kocam birinci savaşta askerden kaçtı. Bir Alman'm üzerine asla ateş etmedi. Biz gerçek Fransızlarız! Porta tehdit edici bir şekilde kendini gösteriyor, kinci bir işaret parmağı sallıyor ve kadın sapsarı oluyor. Porta bağırıyor, ne kadar bağırırsa karmaşık garip dilini kadının anlayacağını sanarak bağırıyor. — Biliyorsun, madam, ben şef! Domuz dostum. Anlaşıldı? Yoksa sen ölü hemen! Ve makinelisini ateşleyecekmiş gibi yaparak çevresinde dönüp duruyor. Lejyoner kaburgalarını tutuyor: — Fransızcayı nerede öğrendin?

— Tek başıma, diye kurumla karşılık veri223 yor Porta. Cermen istilaları başka dilleri öğrenmeye mecbur ediyor insanı. — Bas! diye bitirdi Porta, ama sen ölü, eğer sen konuşur. Kadın tabanları kaldırmaya hazırlanıyordu ki birden bire gölgeden iki genç tip çıktı: zamanın belirtisi olarak, elleri ceplerinde iki kişi. Por-ta'nm başparmağı çoktan revolverinin emniyeti üzerindeydi ve Küçük Kardeş hiç yanından ayırmadığı bir çelik teli kavrıyordu. — Tünaydın, baylar, dedi Lejyoner gülerek-ten. Nereye gidiyorsunuz? — Hava almaya. Yasak mı bu? — Sokağa çıkma yasağmda evet. Çizme sesleri... Sağlam ve kabaralı adımlar. Çelik tıkırdıyor... Issız caddelerde insan avcıları. Karanlık kapının içme yığılıyoruz. Bizi burada avımızla bulurlarsa, başka seçim yok: Ya bekçi köpekleri, ya, biz, Lejyoner silâhının dipçiğini kolunun altında sıkıyor; ilk kendini gösterenin karnına otuz iki kurşununu çekinmeksizin gönderecektir. Sekiz adam. Patlak miğferler, uğursuz plakalar, kol altında ateşe hazır makineliler. Başta bir Oberfeldwebel, eğer gece devriyesi en az iki ceset getirmemişse iyi uyuyamayanlardan biri. Porta domuzun boynunu okşarken devriye geçiyor. — Büyük avın peşindeler, diyor rahatça. Lejyoner sivillere doğru, döndü ve Alman ordusunun P38 revolverlerini görüp tanıdı.

— Patpatlarmız? dedi tehdit edercesine. Onları bir oyuncak mağazasından mı satın aldınız? — Bulduk. 224 — Kuşkusuz. Noel Babanın getirmediğinden emin misiniz? Şu anda pek moda olmuştur da. — Bok herif! Gestapo'yu uyandırmamı istemezsin herhalde? Devriye geçtiğinde suratlarınızı iyice gördük. Lejyoner eliyle berikinin sırtına vurdu. — Ahbap, bu tonla konuşursan, uzun zaman sağ kalmazsın. Đlmikli ipini sallayan Küçük Kardeş homurdandı: — Đşe karışıyorum. Tam da elimin ustalığmı yitirmeye başlıyordum. —■ Öldürüverin bu hırboları ve kaçalım, diye emretti.. Yetti be! Ağzını açmamış olan ikinci sivil de yaklaştı. — Kızmayın arkadaşlar, hepimiz aynı tavanın balığıyız. Almanca konuşuyor, hem de Hamburg şive-siyle! — Yaptığınız şey tehlikelidir, bu kellenize mal olabilir; bizimkiler de omuzlarımızın üzerinde daha iyi durmuyorlar, zaten. Ben askerlikten kaçtım, adım Cari, onunki Fernand ve tamamiy-le rastlantı olarak buluştuk. —• Asker kaçağı! Lejyoner acı acı güldü. — Direniş'ten bir tiple bir asker kaçağı! diyen Heide, makinelisi onlara çevrili olarak ilerliyor Pislik! Dört arkadaşımız geçen gün bir P38 ile tepelendi. Kaçaklardan nefret ederim. Pis alçaklar!

— Sizinkilere biz ateş etmedik, yemin ederim size. Benim burada görüştüğüm bir kız var, «Heil Hitler!» diye bağırmaktan da gına gelmişti bana! parisi yakın 225/15 Lejyoner omuzlarını kaldırdı; — Sizi tüymeye bırakırsak, bekçi köpeklerini çağırmayacağınıza ne garanti verirsiniz? — Canın gülmek istiyor, dedi adam. Bir domuz için postumu tehlikeye atar mıyım ben? Bana vızgelir, fakat kocakarıya dikkat edin; korkusu kalmayınca, çenesi açılacaktır ve Paris'te casuslar kaynaşıyor. Đnsan hayatı metelik etmiyor, onu öldürmeniz gerekirdi. Yaşlı kadın duvarları yalayarak kaçıyordu. — Bekle birae! diye bağırdı Lejyoner. Senin için sempati duymaya başladık. — O kapıcıdır, dışarda yapacak hiçbir işi yok. Mahallenin en edepsiz dedikoducusudur. Uzun zamandır onu tepelemeyi düşünüyoruz. Askerlerin önünde diz çöken yaşlı kadın yine: — Mesih Meryem! diye inledi. — Sana haber veriyorum, diye tekrar söze başladı Lejyoner. Eğer bir sözcük söylersen, yarın akşam ölürsün. Buradaki adamlar bu işi üstleniyorlar, bunda iyice kararlılar. Kadın yürek parçalayacak şekilde ağlıyor. Anası pek haklıymış: Paris dürüst kimselerin yeri değilmiş, köye geri dönecek. —■ Yeter! dedi Lejyoner, dilini de tut! Gözetleniyorsun.

Yaşlı kadın dehşete kapılmış halde kapıcı yerine girdi ve iki sivil yolun bir parçası boyunca bizimle yürüdü. — Asla dışarı çıkmayacaksınız, dedi Fransız, özellikle polise ait bu bisikletlerle. Seine'i nasıl geçeceksiniz? Gözetlenmeyen bir köprü yok. 226 Đşte gerçekten küçük Notre-Dame köprüsü ve öte yanda gözetçi silâhlı iki polis. — Ya şimdi? diye mırıldanıyor Moruk. Arkamızda bir Kübel arabasının motoru horulduyor. — Bu lanet domuzu yok edin! diye mırıldanıyor Gunther. Çabuk bir hareketle, hayvan Saint-Julien-lePauvre meydanının çitinin üstünü aşıyor. Bir haykırma! Domuz iki serserinin üzerine düşmüş, adamlar bağırarak küçük bir caddeden kaçıyorlar. Yaşamlarında ilk kez gökten düşen beleş bir yiyecekle uyandırılıyorlar ve olayı orospuların ve başka serserilerin uğradığı berbat bir evde anlatmak için koşuyorlar. Darağacma yaraşır suratlı biri: — Gestapo'ya haber vermek gerekirdi, diyor. — Hakkın var, Maurice, diye destekliyor yaşlı bir orospu. Bosche'lar yapılan her hizmet için para öderler, Fransızlar gibi cimri değiller: Herif yırtık pırtık giysisinin üzerine ölü bir Alman denizcisinden çalmış olduğu mavi bir palto geçiriyor, fakat bu ayrıntı, aklından çıkmış, bu da onun yaşamına mal olacak. — Nereye gidiyorsun? diye bağırıyor patron.

Kimse bu patronun 1917 Alpler avcı birliklerinden kaçmış biri olduğunu bilmiyor. Yirmi yıldır, sahte kâğıtlarla yaşıyor ve kim olursa olsun bir polisin burnunu görmeyi hiç mi hiç istemiyor. Bir yumruk vuruşuyla, Maurice'i sırasının üzerine yığıyor, fakat herif parmaklarının arasından kayıyor ve koşarak berbat evden ayrılıyor, Saint-Michel metrosuna iki adım kala, bir 220 Kübel araba bekliyor. Kara arma levhaları basılmış, inci griliğinde üniforma taşıyan iki genç adam arabadan atlıyor. — Böyle geç saatte nereye koşuyorsun, ahbap? Herif duruyor, kemerlere bakıyor ve anla-maksızm korkunç dövizi okuyor: Meine Ehre heisst Treue (Şerefimin adı bağlılıktır). Gözlerini kaldırıyor, bir çocuk maviliğinde başka gözler, kulak üzerinde başlıklar, kibirli bir kartalın altında ölü kafaları görüyor. Kara eldivenli bir el uzanıyor. — Ausweiss? Kâğıtları yok. Herşeyi unutturan Absent için onları satmıştı. Becerikli parmaklar üstünü arıyorlar. Đki metre boyundaki bir Unterscharführer de arabadan atlıyor. Gri üniforma üzerindeki apoletler Rusları hatıra getiriyor. Yirmi yaşındaki bir adamda ölümün ta kendisi. Unterscharführer Schramm, on dört yaşında bir komünist tarafından pestili çıkıncaya dek dövüldüğünden beri cesetler koleksiyonu yapıyor. Đki kez, kurallara aykırı bir tutuklama için rütbesi indirildi, ama vızgeliyor ona. Savaşın kaybedildiğini biliyor, yalnız bunu söylemeye cüret edenin vay geldi başına! Adam Obergruppenführer

Heydrich'in bağnazlarından biriydi. Kendisinden bekleneni yapmak için komando-suyla birlikte birkaç gün önce Polonya'dan gelmişti ve üniformasının üzerinde hâlâ izleri görünen Hauptscharführer şeritlerini tekrar elde etmek istiyor. Bunların tekrar kendine geri döneceklerini biliyor, zira onun gibi gençlere gereksinme vardı. 228 221 Hugo Schramm özel olarak kötü değildi; yalnız Yahudi partizanları tam bir ilgisizlikle haça geren Romalı lejyonerlere benziyordu. Đki arkadaşını itti ve eldivenli eh mavi paltoyu yokladı. — Bunu nereden buldun, kardeş? — Hotel Meurice'de bir dosttan. Schramm çabuk bir jestle büyük paltonun yakasını kopararak: — Vay! dedi; astarı yırttı ve jütten bir fişi meydana çıkardı: «Marine-Zeugamt. Kiel. U-Boot -Komando 3». Ceset soyucusu. Görünüz! Bu absente boğulmuş zavallı bir elevericinin ölüm emriydi. — Gel, arkadaş. SD'nin adamlarından biri herifi kolundan kavrıyor. Kötü bir öldürücüye seyrek rastlanır. Unterscharführer tekrar arabaya biniyor, tembelce bir sigara yakıyor ve haber alma listelerinin içine dalıyor. Herifi çoktan unuttu. Karanlık bir kapının açıklığı içinde, bir SD tutuklunun başını biraz öne doğru eğiyor. P38'in namlusunu ensesinin çukuruna dayayarak avutucu bir tonla: — Hiçbir şey hissetmeyeceksin, diyor.

Caddeye çepçevre bir bakış. Tek bir patlama, gövde çamura yuvarlanıyor ve sıcak kan lağıma akıyor. SD'nin adamları cesedin üzerine bir fiş iğneliyorlar: «muhbir»; sonra insan avı sürüyor. Sekiz gün geçince Schramm rütbesini tekrar kazanmıştır ve her gece, komandosuyla Paris caddelerinde dolaşıyor, fakat pek garip bir adamdır. Kesinlikle doğrucu, alkolden nefret ediyor, ete asla el sürmüyor, ve bir fahişeyi görmeye gittiği zaman, bunu müşteri olarak değil, fakat «Sicherheitsdienst» (SD)nin bir memuru olarak yapıyor. Acımasız bir mekanik, fakat içgüdüsü kusursuz. Bize gelince, durumu kurtaran Küçük Kardeş oldu. Bir merdivenin dibinde, müşterisini bekleyen o tabutu nereden bulup çıkarmıştı? — Bu çok güzel! diye bağırdı Heide. Domuz tabutun içine sokuldu-, makinelilerin ucu yere çevrilmiş, yüzler üzgün-•• Ağır ağır köprüyü geçiyoruz, tabut omuzlarımızın üzerinde ve Feldgendarme'ler saygılıca, hazır ol duruyorlar. Paris şimdi uyanıyor. Genel bir sempati bize eşlik ediyor ve Porta hüngür hüngür ağlamak için bundan yararlanıyor. En sonunda Monmartre! «Kara Sosis» bizi gözlüyordu, fakat tabutun görünüşü onu korkudan deli ediyor. Birden Porta duruyor. — Söyler misin? diye soruyor Moruk'a. Ne ad veriliyordu... Sen iyi bilirsin... Kuzey tanrılarının domuzuna? — Doğru bu! diye destekliyor Moruk. Odin' in domuzu vardı. Neydi onun adı yahu?

Soru aptalca, ama bütün grubu dolaşıyor. Odin'e, Fraya'ya ya da Thor'a mı aitti? Ve Kuzey mitolojisindeki domuzun adı neydi? Đş Tertre meydanına taşıyor. Mitolojik domuzun adı neydi?'.'-; ■ ■ ; —•' Bekleyin, diye gülüyor Lejyoner, polis müdürlüğüne telefon edeceğim. Karşılık olarak uzun bir küfür alıyor ve telefon kapanıyor, fakat memur meslektaşlarına doğru dönüyor. — Ünlü bir domuzun adını öğrenmek için 230 telefon eden bir namussuz. Sen biliyor musun onu? — Elbette evet, diye yanıtlıyor öbürü.. Adı Adolf! Heide aynı soruyu Feldgendarmerie'ye sormak için acele ediyor. Başka bir küfürü bir sürü tehditler izliyor, fakat atılım yapıldı. Soru caddeleri dolaşıyor. Bize gelince, Clichy meydanında bir devriye kolu bizi durduruyor ve bir kez için, onları ilgilendiren kâğıtlarımız değil. — Arkadaş, diye fısıldıyor köpeklerden biri, acaba Odin'in domuzunun adının ne olduğunu bilir miydiniz? —■ Biz de onu öğrenmeye çalışıyoruz, diye karşılık veriyor Heide. Prince-Eugene kışlasına vardığımızda bize yöneltilen ilk soru asıl beklediğimiz soru değil: Niçin yarım saat geç kaldık? — Đçinizde bir bilen var mı, salaklar yığını, Thor'un domuzunun adını?

Hayır. Kimse bilmiyor. Bizi en kötü yaptıranlarla tehdit ederek dışarı atıyorlar. Odin'in domuzunun adı neydi? 224 14 Suresnes'de, Feldgendarmerie birgün revolver taşıyan iki çocuğu tutukladı. Daha genci on üç, büyüğü on beş yaşındaydı. Binbaşı Schneider suçluların gençliği nedeniyle savaş divanının kesin emirlerine uyma cesaretini göstermedi ve general Choltitz ile doğrudan doğruya görüşmeye koyuldu. — Beni niçin rahatsız ediyorsunuz? diye karşılık verdi general. Yönetmelikleri okuyacak kadar büyükler. Emirleri uygulayın binbaşı. îki çocuk Valerien tepesinde idam edildi. 224 GESTAPO PES EDĐYOR Haber ağustos ayında bir orman yangını gibi yayıldı: Gestapo kışlada imiş. Dört adamın bindiği siyah bir Mercedes, sonra bir yeşil salata sepeti, daha sonra da iki astımlı D.K.W. Öğle yemeği zamanıydı. Küçük Kardeş lokmasını tükürdü ve üç torba altın dişi Hauptfeldwebel Hoffmann'm gül ağaçları altına gömmek için kayboldu. Genel olarak ateşli bir faaliyet var. Kimsenin en ufak iştahası yok artık. Mutfaklarda, terazilerin doğruluğunu düzeltmeye çalışıyorlar; üç Fransız aşçı yamağı doğa içinde toz oluyor. Komutan Hinka Batı Genel Karargâhımda kayboluyor; emir subayı bir humma nöbetine tutuluyor ama kimse, beş dakika önce burada olan

kurmay doktorunu ele geçiremiyor. Bizi topluyorlar. Tanrı Molok insandan kurbanlar istiyor. Gregor korkudan terliyor. — Ne bokluk! Fakat bizden ne istiyorlar? Moruk'un canavarın ağzında kaybolduğunu görünce ona yardım etmek için arkasında sıkışıyoruz. — Öyle bir korkuyorum ki! Geriye, daima bokluklar çıkar. Büyük yemekhane vızıltılı bir arı kovanı haline geliyor. Hâlâ çok renkli çelenklerin (üç gün önce kut 233 lanmış olan «Kraft durch Freude» bayramının anısı) asılı olduğu seki üzerinde altı sivil var. Sivil demek belki de fazladır: Yassı şapkalar ve yanları kabarık koyu gri renk deri paltolar açık seçik gösteriyor ki bu, Gestapo'nun üniforması-dır. Ortada kırmızı yüzlü ve göbekli ufak bir adam var. Parti'nin el ayası büyüklüğündeki amblemi, paltosunun yakası üzerinde parıldıyor. Herkes, bol bol vakitleri olan seki üzerindeki adamların sabırlı bakışı altında dibe yığılıyor; fakat ortada, yükseltilmiş ve boş bir dizi sandalye görünüyor: Đlgi çekici oturumlar için kurmay subaylar genellikle buraya yerleşirler. Porta neşeli bir tavırla ve yüksek sesle konuşarak, arkasında bütün 2. takım olduğu halde sakmmasızca o sandalyelere yöneliyor. Kırmızı yüzlü adam daha da kızarıyor. Büyük sessizlik içinde su yudumluyor ve herkes suyun boğazından geçişini işitiyor, sonra kendini tanıtıyor.

— Kriminalobersecretâr Schluckbier, Gesta-po. — Kısa mola—. Yardım için burada bulunuyorum. Gestapo dostunuzdur ve ondan yalnız kötü vicdanlılar korkar. Yüzü korkutucu görünmeye çahşıyor, kara gözleri savaş kuvvetlerinden iki bölüğün yığıldığı tıka basa dolu odayı inceden inceye gözden geçiriyor, sonra tekrar saf Vestfalya köylüsü halini alıyor. — Đyi vicdanlı olanlar ne Gestapodan, ne de başka birşeyden korkmaz. Arkadaşlar, Gestapo Reich'in belkemiği olan bu kişileri selâmlar. He 234 pimiz birlikte kalkalım ve ulusal marşımızı söyleyelim. Adam sürahiyle tempo tutuyor ve neşelenmiş gibi görünüyor, sonra tekrar söze başlıyor: — Bununla birlikte kötü birşey oldu. Yahudi sabotajcılar şerefinizi kirletiyor, açılmış sancaklarınızı lekeliyor. Anlaşılmaz tavırlarla birbirimize bakıyoruz. Sancaklarımız mı? Küçük kara gözleri şimşekler saçan polis cebinden küçük bir kitap çıkarıyor. — Karaborsanın ağır suç yasasına göre cezalandırıldığını bilirsiniz. —Küçük kitabı özgürlük meşalesi gibi kaldırıyor.— Hem de en ağır ceza ile. —Kendinden hoşnut olan kimselerin tavrıyla elini boğazının üzerine götürüyor.— Karaborsa yeni Avrupa'nın yarasıdır, nedeni Yahudi beşinci koludur, fakat onu yeneceğiz! Karaborsa yapanlar yalnız o iğrenç domuz yavrularıdır.

Đğrenç domuz yavruları-■• Varşova 1939: Yeni yoksulların sunduğu her türden malların çevresinde insanların birbirini ezdiği bir karınca yuvası. Yalnız sökülmüş yollar, su dolu çukurlar, brandalarla örtülmüş yıkık dökük evler, bir parça ekmek için dövüşen çocuklar, akla gelen her çeşit silâhla donanmış askerler görünüyor. Đlk S.S. subayları koyu gri yakalı, tertemiz kravatlı ölü kafası işaretli yüksek kasketleriyle inci grisi güzel bir üniforma içinde görünmüşlerdi. Sergilenmiş malı elle yüklüyorlardı, kendilerine uygun gelmezse çamurun içine atıveriyorlardı: Bir yapı yıkıntısının önünde durdular; çökmüş damın altında, saçları bir şalın içinde saklanmış olan bir genç kız iki benzin tenekesi üzerine den 227 ge halinde bir tahta yerleştirmişti ve bu tezgâhta zarif kadm çamaşırları sergiliyordu. S.S.'ler-den biri maldan anlayan bir kişi olarak en iyisini seçiyor ve dudaklarında hoşnut bir gülümseyiş beliriyor. Genç kız bir rakam söylüyor. — Nasıl? Şaşkınlıktan subay bir kaşım kaldırıyor: Yahudi, bu meydanda sana göz yumulduğu için memnun olman gerekirdi, ama yine de para istiyorsun ha? Kırbacını kaldırıyor ve genç kızın yüzüne vuruyor, zavallının yüzü kanamaya başlıyor. Fakat birden, onu canlı bir duvar çeviriyor, gri cephe üniformalarından bir duvar. Subay suskun erlerin sert yüzlerini süzüyor, bastonuyla pırı i dayan çizmelerine vuruyor ve yüzünde apaçık kin okunan bir Stabsfeldwebel'e hitap ediyor.

— Birşey mi istiyorsunuz, Stabsfeldwebel? Pazar meydanının üstünde tehdit edici bir sessizlik süzülüyor. — Hiçbir şey, Hauptsturmführer. — Gerçekten, ben de pek birşey görmüyordum... S.S. subayları sırıtıyorlar, rahatsız edenleri geri itip gezintilerini sürdürüyorlar ve hoşlarına giden şeyin bedelini kamçı vuruşlarıyla ödüyorlar. Varşova 1939. Şimdi de Paris 1944. Kırmızı suratlı gözlerini bize dikiyor: — Gestapo, karaborsanın köpekbalıklarına karşı size yardım etmek için buradadır. Sürahiyi boşaltıyor, geğiriyor, deri paltosunun altındaki revolver kılıfını yukarı çekiyor. On çuval kahve kayboldu, diye bağırıyor; bu kahve uluslararası Yahudilerce karaborsada satıldı; Gestapo bu 236 nu biliyor. Gestapo'dan hiçbir şey gizlenemez. Kahve nerede? Đkinci takım özellikle hedef alındığını biliyor. Herkes bize bakıyor. Moruk cep defterini parça parça ediyor; Heide ıslak bir elle bir sigarayı eziyor; Gunther gözlerini tavana dikiyor, Barcelona üniformasının bir düğmesiyle oynuyor, Küçük Kardeş canlı bir şekilde çizmelerinden biriyle ilgileniyor ve Gregor dişlerini takırdatıyor, Yalnız Porta küstah bir tavırla gülüyor ve sessiz bir düello yaparmış gibi kırmızı suratlıya bakıyor. Adam gözlerini çevirerek: — Nasıl isterseniz! diye bağırıyor. Đkinci noktaya geçelim: Üç gün önce battaniyeler dolu bir kamyon 2. bölüğün avlusunda dururken çalınmıştır. Battaniyeler nerede?. Bekliyorum.

Herkes bekliyor. Bir çeyrek saat geçiyor. Ölüm sessizliği. — Namussuzlar! diye uluyor polis. Fakat dikkat! Burada cephenin disiplinsizliği içinde değilsiniz! Gestapo sakaya gelmez! Đyi düşünün ahmak yığını! Đki bedbaht bölükle Gestapo'nun en ufak bir ilgisi olmadığını sanıyorsunuz belki de. Size ne yapacağımızı göreceksiniz! Onun arkasında doğrulayıcı baş sallamalar. Kırmızı suratlı köpürüyor, tükürük saçıyor, masanın üzerine vuruyor, revolverini sallıyor. Birden Porta kalkıyor. — Herr Kriminalrat. Bir hamlede, Porta onu yedi rütbe yukarı çıkartıyor. Gestapo'nun bize yardım etmek istediğini mi söylediniz? Anlaşılmaz homurdanmalar. 229 Kızıl saçlı Berlinli gülümseyişiyle tekrar söze başlıyor: — Size alçakgönüllülükle belirtirim ki, söyleyeceğim bir şikâyetim var. Bize pek kötü yemek çıkarılıyor. Bütün kantin burada onu dinliyor. Porta çizmesinden hacimli bir belge çıkarıyor. En yakında olanlar bunun levazım yönetmeliği olduğunu görebiliyorlar. —• Dört aydan beri, şeker tayınımıza el sürmedik: Adam başına iki gram ve çeyrek. Porta kâğıdını döver gibi okşuyor. — Đaşe astsubayı! Đki yumuşak gri şapka onu getirmeye gidiyor. — Erler şeker tayınlarını almamışlar, doğru mu bu?

— Evet, diyor tam bir ilgisizlikle. Alay Levazımdan dört aydan beri şeker almadı. Kırmızı suratlının zaferi: — Çekil! Şikâyet reddedilmiştir. Şeker savaşta vazgeçilmez şey değildir ve kesin zaferle hiçbir ilgisi yoktur. — Bay Kriminalrat, diye tekrar yavaşça başlıyor Porta, Obergefreiter yeni bir şikâyet sunmak istiyor. Bu kez salon kımıldamaya başlıyor, — Yeter! diye uluyor polis. Porta oturuyor. Hayır! Sen değil, öbürleri. Ne var yine? — Bay Kriminalrat'a şekeri geçtiğimi belirtirim, fakat ekmek savaş için önemli midir? — Evet, diyor adam alnım silerek, ekmek önemlidir. — O halde, diyor küçük kitabının sayfaları 230 nı çeviren Porta, bizden çalıyorlar. Dokuz ayda 5. bölükten yedi yüz dokuz kilo ve on yedi gram elli beş savaş ekmeği çalındı. Bu ondalıklı bir terazi üzerinde dört kez kontrol edildi. — Ondalıklı! diye sinirli sinirli mırıldanıyor kızıl suratlı. Terazi terazidir. — Bizden çok ekmek çalmıyor, diye devam etti Porta. Savaşm bu beşinci yılında pek kötü şeyler geçiyor ve namuslu kimselerin gözlerini açması gerekiyor. Kırmızı suratlı iaşe astsubayına doğru kızgın bir bakış fırlattı, astsubay da omuzlarını kaldırdı. — Obergefreiter'in rakamları doğrudur. Đki fötr şapkalı, Stabszahlmeister Rabe ye

doğru kısa ve hızlı adımlarla gidiyor. Başçavuş, tere batmış halde, genel ve düzenlenmiş hırsızlıklardan dolayı özür diliyor. Uzun rakam listeleri döktürüyor, ama kırmızı suratlı rakamlardan nefret ediyor. Đri damlalar halinde boncuk boncuk ter döken başçavuş: — Bu hırsızlıkları kapatmak için erler zaman zaman ek olarak ekmek tayınları almalıdırlar, diye açıklıyor. Böyle bir tayın üç gün önce dağıtıldı. Kırmızı suratlı herkese bakarak : — Bu doğru mu? diye havlıyor. — Doğru diye homurdanıyor Hauptfeldwebel Hoffmann, başçavuş da ona minnettarlıkla göz kırpıyor. O akşam sekreterler ek bir ekmek tayını ve aynı şekilde başka şeyler alacaklardır, fakat 239 Obergefreiter ile arkadaşları hiçbir şey alamayacaklardır. — Şikâyet reddedildi, diye gürlüyor Kırmızı suratlı. — Bay Kriminalrat, diye inatla devam ediyor Porta, ekmeği geçelim.' Başçavuşa sevecen bir bakış gönderiyor. — Belirteyim ki, iki yıldan beri ben artık ayakkabı parası almıyorum. Birçok kez kendim şikâyet ettim ve sonuncusunda, beni tehditlerle geri gönderdiler. — Führer'in askerlerine bu şekilde davranmak gerekir mi? Pabuçlarını hep kendileri temin edenlerin ayakkabı parası alma hakkı vardır. Yoklama amacıyla kendisininkilerden birini gösteriyor. Bunlar benimdir. Hiçbir ordunun malları arasından çıkmamıştır.

Kızıl suratlı gözlerini Porta'nın çizmelerine dikti. Söyleşini asla görmemişti. Elbette III. Re-ich'ta yapılmamıştı. Hoffmann keyifle gülümsüyor. Bu kez, Porta işin içinden çıkamayacak, başını yağlı ipin düğümüne soktu. Ayakkabı, parası! Ayakkabı parasından söz edildiğini hiç işiten var mı? — Bu paraya hakkınız olduğunu nerede gördünüz? Neşeli bir ata benzeyen Porta şaşırıyor ve cebinden başka bir yönetmelik çıkarıyor. — Naçizane belirtirim: Đşte: Ordunun 12.365 /IV sayılı hizmet yönetmeliği paragrafa, sekizinci satır. «Ayakkabılarını kendisi sağlayan her er, astsubay ve subayın, düzen nedeniyle bakım masraflarını alaya ödemesi koşuluyla kendisine verilen her gün için on iki fenik alma hakkı var 240 dır. Kızüsaçlı sevimli bir tarzda gülümsüyor. Bu hizmet notu ordunun üniformalar bölümünün ödeme amiri general tarafından imzalanmıştır. Gestapomun adamları köpürüyor. Şeytan alsın bu Obergefreiteri. Tartışılmaz bir kahve olayı için geliniyor, ama bu bokluk içine giriliyor! Bunu nasıl önlemeli? Gözler meşale halini alıyor. — Ne zamandan beri kendi kendinize ayakkabı sağlıyorsunuz, Obergefreiter? — Uzun zamandır, diye yanıtlıyor neşeli Porta. Pek uzun zamandır. Bana şimdiden on yedi Reichsmark ve yirmi dört fenik borçlular. Duvar saatine baktı. Ve bir saat sonra bölüğün bana borcu on iki fenik artmış olacak. Kendisini güçlükle tutan Hoffmann: — Đşittiğim en şaşılacak şey budur, diye bağırdı. Bu bir savaş divanının yetkisindedir; Büyük

Paris'in komutanı ne düşünür diye soruyorum kendi kendime. Porta başıyla onaylayıp karşılık verdi: — Hauptfeldwebel ile tamamen aynı fikirdeyim; ne yazık ki bu iş herhangi bir askeri mahkemenin yetkisi içinde değildir. Bu Berlin'deki Reich mahkemesinin yetkisi içine girer. — Porta! diye gürledi Hoffmann. Obergefreiter Porta! Ben hepimizin pişman olacağı birşey yapmadan önce kapa çeneni! Sabrım tükendi. Konuşan ordudur, artık Gestapo değil! Kırmızı suratlı su içiyor. Ne anarşi! Bir kıyamet. III. Reich çetin bir yazgıya hazırlanırken, hiç düşünülmeyecek şeyler görülüyor! Konuşan ordu! Hep bu tür zırvalar! Yeni bir bardak su içiyor. parisi yakın 241/16 — ölesiye içmesi gerek, diye fısıldıyor Küçük Kardeş. Hoffmann soluk almak için bir an duruyor ve sarsılmaz Porta tekrar başlıyor. — SDV'ye göre, Herr Hauptfeldwebel, bir ast yakınmalarım açıklarken üstünün onu tehdit etmesi kesinlikle yasaktır. Eğer daha sonra, araştırmaların ışığında bir yalanın söz konusu olduğu görülürse, şikâyet eden savaş mahkemesi önüne gönderilir. Yönetmelik, sayfa kırkbir satır üç, imza genelkurmaydan yarbay Reibert. Genelkurmaya girmiş olan bir yarbay da neden sözettiğini bilir. Polis de aynı fikirde. Genelkurmay! Derin sular bunlar! Yelkenler suya! Adolf'un gözdeleri. Genelkurmay... Hoffman suratı yeşile dönerek

kasketini mıncıklıyor. Teğmen Löwe'nin yüzünü geniş bir gülümseme aydınlatıyor. Böyle anlarda, Porta'ya bayılır. Kırmızı suratlı dikkati çeker bir şekilde yumuşuyor. Bu zırhlı birlikler Obergefreiter'i yönetmeliği biliyor ve Adolf un kendisi şöyle demedi mi: «Büyükler için olduğu gibi küçükler için de hak». Sonuç olarak bu Hoff mann bir Siyonist ajanı değil, şu Porta'ysa genelkurmayın önünde hiç de titrer gibi görünmüyor. Gestapo'nun adamı sevimli bir suratla soruyor — Porta, alayın levazımına faturayı gönderdiniz mi? — Doğal olarak, diye yırtıkça karşılık veriyor Porta. — Yalan söylüyor! Konuşurken tüm yalan söylüyor! diye uluyor Hoffmann. Bu domuz im 242 zasmı atacak yetenekte değildir ve Devletten parasını sızdırmak istediği bu çizmeleri de, elbette çalmıştır! Fakat bu bitecek. Üç yıldır bu serseriyi gözetliyordum. Kahveyi ve battaniye dolu kamyonu çalan odur. O kaşarlanmış bir dolandırıcı, bir akıl hastası, uygarlığın şerefi üzerinde bir lekedir! Tutuklaymız onu. Kovunuz büyük ordudan onu! Teğmen Löwe büyük bir kahkaha koyveri-yor, buna birinci bölük komutanı yüzbaşı Gickel yankı gibi karşılık veriyor. Genel bir gülme. Porta gülümsüyor ve üç kez topuklarını şaklatıyor. — Herr Kriminalrat, üstümün akü almaz suçlamalarını reddetmek için emrin izdeyim. Bol bol tanıklarım var, diye geniş bir el hareketiyle bizi gösteriyor.

— Creutsfeldt! diye bağıran Hoffmann, ona seçme bir aptal gibi görünen Küçük Kardeş'e doğru atılıyor. Bana, üstüne yalan söyleme: Bu çılgının pek kurumlandığı bu çizmeleri çalmamış olduğunu yeminle inkâra cesaret edebilir misin? Onu ölü bir Amerikalıdan almıştır ve cesetleri soymak ağır bir şeydir. — Baş üstüne Herr Hauptfeldwebel. Ofoer-gefreiter Wolfgang Ewald Creutzfeldt soyulan cesetler üzerine hiçbir şey bilmiyor. Porta, depoyu ateşe verdikleri gün, 117. piyade alayının başçavuşundan dört çift çizme satm aldı. — Yalan! Sahte tanıklık! diye inliyor Hoffmann. Tam bir durgunlukla, Porta kapatılmış, 177. piyade alayı Stabszahlmeister'i tarafından imzalanmış bir fatura gösteriyor. 235 Kırmızı suratlı masa üzerinde trampet çalıyor ve bir bardak su daha içiyor. — Obergefreiter Porta, 5. bölükteki hesabınızda on yedi Reichsmark ve yirmi dört fenik var. — Beş dakika sonra otuz altı fenik olacak, diye düzeltiyor Porta. Cimri olduğumdan değil, ama hak haktır. Kırmızı suratlı, Hoffmann'a kötü bir bakış fırlatarak hepsini kabulleniyor. — Hauptfeldwebel, bunu olabildiğince çabuk bir şekilde ödemeye bakınız. Daha ileri gitmeden önce bu sorunu temizlemek iyi olur. Öfkeden kuduran Hoffmann parayı Porta'ya doğru atarak homurdandı. — Hemen alabiliriz!

Gestapo'nun adamı kızıl saçlı ile ilgilenmeye başlıyordu. Bu Obergefreiter'de Krupp üslubu varmış ve bu tür insanların önünde uluslararası Siyonizm teslim olur. — Đleri süreceğin başka şikâyetler yok mu, Gbergefreiter? — Var, birkaç tane, fakat şimdi biz topye-kûn savaşa dönmüşken sayın Kriminalrat'm değerli vaktini almayacağım. — Topyekûn savaşı görecek bu boklu, diye mırıldandı Hoffmann. Beni henüz tanımıyor, fakat disiplinin ne olduğunu öğrenecektir. Bu tür Obergefreiter üe, zafere inancımı yitirdim, işimiz bitik, fakat yine de görecek o! Gestaponun adamı şimdi kahve işine döneceğini umarak ağır ağır suyunu içiyor. On çuval kahve! Bir servet! Porta'nın kahveyi almış olmasından kuşkulanmadığı bir an yok, fakat müthiş II kurnaz bir delikanlı; eğer yarısını kendisine vermeyi kabul ederse olay unutulabilir. Beş çuvai kahve beşinci bir savaş yılım çekilebilir hale getirir. — Ne yazık ki birinci soruma dönmek zorundayım. Kahve, Porta. Kahveyi çaldığınızı söylüyorlar. Porta hüzünlü hüzünlü başını salladı: ■— Bu anda çok şeyler söylüyorlar! Sorgu yöneltilen, kahve konusunda hiçbir şey bilmiyor. Zaten asla kahve içmez. Tam o anda depo şefi Feldwebel Winkelmann ortaya çıktı. — Araya girmeme izin veriniz, sayın başmüfettiş, kahve çuvallarının sayımım yaptığım depodan geliyorum. Sayıları tamamdır.

— Nasıl? diye kekeledi polis. Alman ordusunun topu cehenneme! Winkelmann duygusuzca duruyordu. — Belirteyim ki Yugoslav çavdarının arkasında on çuval kahve buldum. Depo işçileri işte, n olacak. Düzensizlik, bilinç noksanlığı gırla gidiyor, fakat içlerinden ikisi çoktan, yarın yola çıkacak olan bir yürüyüş bölüğüne verildi. — O halde hiçbir şey eksik değil mi? Kırmızı suratlının ağzı açık kalıyor. Bunu ödeyeceklerdi! Ondan aşırma yapamazlar. Beş çuval onun hakkına düşüyor. Haydutlar! — Yalan söylüyorsun, bok herif! diye bağırıyor Floffmann. Biz çuvalları birlikte saymadık mı? Hadi Winkelmann, namussuzluk etme! Sen eski bir dostsun! Fötr şapkalılar, kırmızı suratlı, Hoffmann, başçavuş ve Feldwebel Winkelmann dizi halin237 244 de alayın deposuna varıyorlar. Ordunun mührünü taşıyan on yedi çuval Brezilya kahvesi orada iyice sıralanmış. Đçindekini kokluyorlar: Kahve bu. Rasgele bir çuvalı boşaltıyorlar: Kahve. Winkelmann işi nasıl becerdi. On çuval kahve, ağaçlarda asüı olmaz ya bu! Porta ile birlikte mi çalışıyorlar? Ama hayır, Porta bundan çok fazla kuşkulanır! O halde ne? Hoffmann revolveriyle oynarken Winkelmann zaferinin sevincini tadıyor. — Çok yazık sana, depo şefi, bende sahte raporun var. Generalfeldmarschall Model'in ne düşüneceğini merak ediyorum.

Rapor mu? diye gülümsüyor Winkelmann. Elinde imzasız bir kâğıt parçası tutuyorsun. — Adm onun üzerinde. — Bu doğru Claus, fakat onu oraya koyan sensin. Fakat sen, eğer elbirliği edersek sonunda Porta'nın sana söğüp sayacağını söylemedin mi? Kırmızı suratlının şapkası, sahibinden bir yumruk yedi. — Sahte rapor, nedensiz olarak Gestapo'yu rahatsız etmek, imza taklidi. Ceza yasasının 309. paragrafı. Ciddi bir durum bu. Ayakdaşlarından biri şimdiden kelepçeleri şakırdatıyor ve bir yandan gürültülü gürültülü tartışarak, küçük grup büyük odaya geri dönüyor. Hoffmann asık suratlı ve suskun; birşey kuruyor. Bugüne değin, hiçbir zaman, onun pes ettiği görülmedi. Porta, şu rezil! Karaborsa kralı. Yirmi üç yıllık hizmeti süresince, Hauptfeldwebel bir kimseden bu derece nefret etmiş olduğunu hatırlamıyor. Tıpkı yüzbaşı Gerke'nin köpeği, 246 Hoffmann'm çizmelerinin üzerine ayak koymaya cüret eden buldok Tulle gibi. Fakat bir Feldwebel bir subay köpeğine karşı ne yapabilir? Tulle ne yazık ki Polonya ordusunu tanımıyordu ve iyi yöneltilmiş bir Polonya bombasının üzerine sıçramıştı. O günden beri Hoffmann, Polonyalılar hakkında kötü söylenmesine dayanamıyordu. Yüzbaşı Gerke'ye gelince, Varşova'nın sakınılan bir mahallesinde kahramanların ölümüne kavuştu; elbette ensesine yediği kurşun biraz gürültüye neden oldu. Bu bir 9 mm.'lik P.08 idi, fakat bu tür silâh partizanlar tarafından pek âlâ çalınmış

olabilirdi. Omuzunun üzerinde iki altın yıldız olan subay, Tulle yanında olarak şan ve şerefle gömülünce, birden çeyrek Yahudi kanma sahip olduğu meydana çıkarıldı. Gölgede bir ajan! Kahramanın ve bir Prusyalının çizmesine ayağını kaldırma izni verilmiş olan Yahudi köpeğinin kalıntıları bir Polonya çukurunu boyla-dılar; Hoffmann ise bunu düşündükçe hâlâ tükürüyor. Bütün o subaylar ve köpekleri, namussuzlar. Hoffman kalkıyor. — Obersekretör, Hauptfeldwebel Hoffmann 27. Z.B.V. zırhlı arabalar alayının 2. bölüğü, özellikle 2. takım, 1. grubunu içeren bir soruşturma yapılmasını istiyor. Amaç: Yüksek derecede ihanet, emirleri baltalama, askerlik şerefini kirletme, bozgunculuk, düşmana karşı yumuşak davranma. Aniden bir ölüm sessizliği çöktü. Gestaponun adamı ivedilikle iki bardak su yuttu ve teğmen Löwe'nin gülümsemesi donup kaldı. Herkes Hoffman'm neye dokunduğunu biliyordu, bu herkesin başmı ağrıtacak bir olaydı. 239 Bu olay güneşli güzel bir günde Normandiya' da geçiyordu. Đki Kaplan düşman mevzilerinin karşısmda bozulup kalmıştı ve bir kurmay albay kılını kıpırdatmaksızm onların getirilmesi için emir vermişti. Bunun insan canı olarak neye mal olacağını bilen teğmen kesinlikle reddetmiş, iki subay a-rasmda şiddetli bir kavga başlamıştı ki, bu, serseri bir bomba kurmay albayı delik deşik edince son buldu. Fakat Porta subayın cesedi önünde gülme edepsizliğini gösterdi, bu yüzden de teğmen

Löwe'den bir tokat yedi. Olay kulaktan kulağa yayıldı ve Hoffmann'a dek geldi, o da bundan büyük bir hoşnutluk payı çıkardı. Đki ucu boklu değnek: Bir subay, bir üstünün emrini baltalarken, bir astına vurmuştu. Bu kez, zafer Hauptfeldwebel'indi. Đşte üç yıldır bu anı bekliyordu ve bugün saldırı özellikle iyi yürütülmüş görünüyordu. Astsubaylar sınıfından olan Gestapo'nun adamı subaylar için hiçbir sempati duyamazdı, özellikle de cephe subayları için. Kırmızı suratlı neşelendi, kendini sağlam arazide hissediyordu ve terfisi ufukta parlıyordu. Elbette, bu onun kesimi değildi, bu iş kır polisinin yetkisi içindeydi, fakat bu adamlarla işi yoluna koyacaktı. Doğruluyor ve şapkasını alnına bastırıyor. — Teğmenim, bir astınıza el kaldırdınız mı, evet mi hayır mı? Teğmen Löwe ölü gibi sapsarı; cezaevi kapısının bu akşam üzerine kapanacağını biliyor. — Vurdunuz mu, evet mi, hayır mı? — Evet, diyor boğuk bir sesle. Gestapo'nun adamı nerdeyse onu kucakla,yacak. Yazgı işlemeye başladı; Yirmi dakika süresince ağzından Löwe'ye ve subaylara karşı en belirgin ölüm tehditleriyle aşağılık bir küfür seli boşanıyor. Birden ulumayı kesiyor. Porta kalkmıştır. — Bay Kriminalrat, diyor Porta aşağıdan alır bir tavırla. Tüm söyledikleriniz sağ duyunun ta kendisidir. Subaylar namussuz heriflerdir ve asılmaları gerekir. Polis ürperdiğini hissediyor. Bu denli ileri gitmiş olmalı mıydı? Bu, tehlikeli hal alabilir. O sırada

Porta tiyatro artisti jestiyle kemerinin «Gott mit uns» sloganı yazılı olan tokasını üzerine vuruyor. — Yalnız tanrı birlikte beraberdir; subayların askerlere karşı yapmakta sakınca görmedikleri şeylerin hiçbir sınırı yoktur. Führer bunlar üzerine elbette hiçbir şey bilmiyor, fakat, siz Bay Kriminalrat, bunu kuşkusuz ona anlatırsınız, hiç değilse bunu umarım. Teğmen Löwe kulaklarına inanamıyordu. Şimdiye değin, Porta'yı her zaman bir dost değilse bile, düşmanı olmayan bir kimse saymıştı. Hoffmann'a gelince, o da anlayamıyordu. Porta bir müttefik miydi? Olanaksız. Eski astsubay deneyimi hiç öyle olmadığına inandırıyordu. Porta hep gülümsüyordu. — Bay Kriminalrat'a belirtirim ki, üstlerimden gerçekten tokat yedim. Özenle burnunu temizliyor. Bununla birlikte, bu olay üzerinde durmamak daha iyi olur. Herşey uzun zamandan beri düzene konmuştur. Olay Ge.G.d.S.u.A.'daki bir dostum tarafından kapatılmıştır. 248 241 — Ne diyorsunuz, arkadaş? diye çabuk çabuk söylendi şaşıran polis. — Ge.G.d.S.u.A.! diye tekrarladı Porta bir solukta. Kırmızı suratlı öyle bir korku duydu ki, saban izi içinde yürümek için doğmuş Vestfalya köylüsünün lâl renkli yüzünden ter akmaya başladı. Đçimizden hiçbiri bu Geheimes Gericht der Soldaten und Arbeitern (Askerlerin ve emekçilerin gizli mahkemesi) anlamına gelen bu uğursuz bulmaca harflerinin anlamını bilmiyor değildik.

Bununla birlikte bu mahkemeye her emekçi ya da basit er başvurabilirdi. Orada sertlikle, ama adaletle yargılama yapılırdı ve orada tek bir hüküm verilirdi, sonra yargıçlar değiştirilirlerdi. Hukukçular yoktu, duruşmadan önce kimsenin adlarını bilmediği, sağduyuları ve hakseverlikleri nedeniyle seçilmiş siviller bulunurdu. Kapalı oturumda kura çekilirdi ve doğruca çeşitli işçi federasyonlarından ve basit erlerin saflarından gelirlerdi. Bu mahkemeden, herkes korkardı, Gestapo'nun kendisi bile. Şaşkın kırmızı suratlı başmı kaldırdı, bu belki de blöftü, fakat olay gerçekten bu lanet mahkemenin önüne götürülmüşse, ipi kırmak daha iyi olurdu; onun öz güvenliği için şimdiye değin pek çok şey söylenmişti. Adam düşünceli bir tavırla Porta'ya baktı, alnım sildi ve kâğıtlarını karmakarışık halde Reich armaları işlenmiş bir çantaya koydu. Şapkasını doğrulttu ve bir ya da iki bardak su daha içti. — Đyi, diye kesik kesik söylendi. Đşi kapatıyorum. Hoffmann'a tehdit edici bir bakış fırlat 242 tı. Gestapo'yu bir daha getirteceğiniz zaman önceden düşünmeye çalışm, yoksa küçük bir gezintiye çıkarırlar sizi. Gestapo herşeyi denetler, emekçiler mahkemesi de. Sakmmasızca sözler! Adam dilinin koparılmasını istemiş olacak. — Gidin! diye uludu. Cehenneme gidin! Dağdın hepiniz! Geçerken kızılsaçlmm omuzlarını bir koluyla dostça sararak:

— Gizli mahkemede kimi tanıyorsunuz, arkadaş? dedi. — Son derece gizli, diye cevap verdi Porta gülümseyerek. Đyi bir yurtsever, hiçbir şey söylemez. — Bu gevezelik yetti, şimdi biz bizeyiz. Benimle bir duble yuvarlamaya gelin. Unferfekhvebel Braun, kantin şefi, kızılsaç-lı ve Gestapo'nun polisi yalnız olarak bir masaya yerleştiler. Kızıl saçlı esrarlı bir şekilde: — O mahkemede çok dostum var, dedi. Acaba onları tanır mısın? Karşısındaki masum bir tavırla: —- O halde birgün karşılaşırız, diye açıkladı. Sırayla içki üzerine içki geldi; anlaştılar. — Bize gelmek ister misin? diye önerdi Kırmızı suratlı, bunu yapabilirim. —■ Vaktim yok, dedi Porta. Bir takım işler yapıyorum. —• Kahve mi? diye sevimli bir tarzda mırıldandı adam. Kızılsaçlı gülümsedi: — Niçin olmasın? Şu sırada çok isteniyor. 251 — Açık konuşalım, arkadaş. Kahveyi nereye sakladın? Bu yanda iyi para ödeyen müşterilerim var. — Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum, fakat başka bir sefer için, kimdir o müşteriler? — Yüzde elli-elli, birlikte iş yaparız. — Düş görüyorsun! On.

— Asla. Yirmi olsun ve anlaştık. Senin hiç bilmediğin müşteriler. — On yedi, bir metelik daha fazla değil. — Bayağılaşma! Ben kahveye ve sana adamlarımla elkoyabiiirim. Birşey söylemeksizin, Porta kemerinin tokasını bağladı ve çekip gidermiş gibi yaptı. — Hadi, sakin ol, arkadaş, şakayı anlaman gerekirdi! diye bağırdı kırmızı suratlı. — Porta ailesi mizah anlayışı ile ün salmıştır. Dedem Krana sirkinde palyaçoydu ve nükte-leriyle herkesi katıltırdi; kıçında da kara, beyaz ve kırmızıya boyanmış bir şalvar vardı. Gördüğün gibi çok yurtseverdi. Polis zoraki güldü. Bu, ulusal renklere en kaba hakaret değilse, neydi öyleyse? — Sana şunu söyleyebilirim ki, diye esrarlı bir şekilde fısıldadı, Büyük Paris'in komutanının göbekli küçük emir subayı kahve arıyor, hem de kendisi için değil! Onu gönderen büyük patrondur. — Herhalde, burnunun önüne bir çuval kahve sokuşturmak için generale gidecek kadar keriz olduğumu sanmıyorsundur? — Hayır elbette. Meurice'de ne sen ne ben boy gösterebiliriz. Yörede çok fazla düzenbaz var. Uluslararası Yahudiliğin ajanları da. Tüm bun 244 lar hemen ortadan kaldırılmalı. Sertlik, Krupp çeliği gibi sertlik, benim ilkem budur. Demek on yedi diyoruz. Tamam. Ve kol kola dışarı çıktılar.

Aynı akşam general von Choltitz'in emir subayı ile pazarlık yapıldı, bu da banknotların sahiciliği özenle incelenmeksizin olmadı. Hepsi Meurîce'in mutfağında bir bardak içmeye gitti. Porta birden bire Gestaponun adamına: — Sen kültür sahibisin, dedi. — Doğal olarak! îki yıldızlı rütbe işaretini gösterdi. Bunu kültürsüzlere verirler mi sanıyorsun! — O halde söyle bana, Odin'in domuzunun adı nedir? — Vay canına! Bugün dördüncü kez bu soruyu yöneltiyorlar bana! Fakat bu domuzdan ne istiyorlar? 253 15 Beaune yakınındaki «La Rolande» transit kampının polisleri acımayı bilen kimselerdi. Onlardan biri olan Unterscharführer Kurt Reimhng tutukluların bunaltısını iyi anlıyordu. Küçük yaştaki üç yavrusundan ayrılması istenen Yahudi bir anne: ■— Beni çocuklarımla birlikte öldürün, diye yalvarıyordu. Reimling onun istediğini yaptı ve çocuklardan başlamakla oldukça yüce gönüllülük gösterdi. Anne onların acı çekmemiş olduklarını görebildi. Reimling enseye kurşun sıkmakta bir uzmandı. S.S.ler kurbanlarının onlara teşekkür ettiklerini söylediler. Hiç değilse, Drancy kampındaki Oberscharführer Carl Neubourg'un dediği buydu. Onun iyiliği bir Yahudi ailesine Sabbat ışıkları yakmaya, ve sonuncusuna dek karşılıklı olarak onları birbir-

lerini asmaya zorlamadan önce Kaddisch (ölüler töreni) ni yapmalarına izin vermeye kadar varıyordu. Bu ışıklar en azından zindan hapsine ve altı ay süresince terfiden yoksun kalmasına neden olabilirdi. Yüce gönüllülük değil miydi bu? 246 PARĐS'ĐN KURTULUŞU SIRASINDA HERHANGĐ BĐR AKŞAM Hauptfeldwebel Hoffmann esaslı bir öç almayı düşünerek Prince-Eugene kışlasının duvarına dalgın bir tavırla dayanıyordu. Şu Porta'ya nasü kin besliyordu! Şimdi, kahve çuvallarının nasıl bulunmuş olduğunu pek iyi biliyordu; Feldwebel Winkelmann güvenlik alayının iaşe subayından başkalarını ödünç almıştı düpedüz. Doğru hesap çıkarmak için karşılıklı olarak çuvallar ödünç alınırdı. Bu pek güç değildi! Fakat bundan böyle kollayın kendinizi! Hoffmann işleri yakından görmeye gidiyordu ve bir olaya iyice güveniyordu. O halde vay geldi bu serseriler çetesinin başına! Hor görüşünü ve öfkesini, Prusya kışlasının tam ortasında uyuyan pis bir köpeğin yönünde tükürdü. Köpek 3'üncü bölüğe aitti - hizmet saatleri sırasında bir köpeğin tembellik etmesine izin veren disiplinsiz bir pislik bölüğü! Askerî köpekler bile yönetmeliği utanıp sıkılmadan çiğnedi mi, savaşın kötüye gitmesinde şaşılacak birşey yoktur! Hoffmann köpeğin olduğu yere karşı bazı I sözler mırıldandı, fakat hayvan sıvıştı. Müziği tanıyordu! — Đt soyu! Bir Hauptfeldwebel! dinlememek ha! Fakat beklemekle hiçbir şey yitirmeyecek! Yerini değiştirmeyi ciddi bir şekilde düşünüyordu. Bazı yankılara göre Germersheim askerî ce-

zaevinde işe uygun Hauptfeldwebel'lerin eksikliğini duyuyorlarmış orada, herşey berbat durumda olsa gerek. Bu fikir onu hemen hemen neşelendirdi. Dilekçesini kaleme almak için bürosuna girdi ve kağıdın yan boşluğunu ölçmekte kullanılan bir şerit aldı. Bir Prusya kışlasında, nizami bir dilekçe yazmayı bilirler. Birden bire üç sert vuruş kapıda gümledi. Arkasında Küçük Kardeş olarak Porta girdi. Topuk şakırtıları ve kalkan kollar. — Herr Hauptfeldwebel, Obergefreiter Porta ile Obergefreiter Creutzfeldt karşınızda. Özel bir hizmet için seçildiler. Yarın öğleye değin bir çıkış izni istiyorlar. Hoffmann tüm boyu ile doğruldu: — Dördüncü kezdir ki bu gevezeliği yapıyorsunuz bana! Şimdi bu özel hizmetin ne olduğunu bilmek istiyorum. Beni enayi yerine mi koyuyorsunuz, dangalaklar! — Son derece gizli olduğunu belirtirim, diye telâşsızca karşılık verdi Porta. — Ederim son derece gizlinize! — Anlaşıldı, Herr Hauptfeldwebel, bunu albaya bildireceğiz. — Porta... Hoffmann patlamak üzereydi. Suya giden bir testiden söz edildiğini hiç duymadınız mı? — Hiç, Herr Hauptfeldwebel. — O halde çok geçmeden öğreneceksiniz, diye uludu. Albay'm benden yarın öğleye değin çıkış izni istemek için bana sizin türünüzde iki alçağı gönderdiğinizi söyleyecek değilsiniz ya? 256

Alayın başgediklisi bunu size veremez mi? Yukarıda damgalarını satmamış olduklarını sanırım. — Hauptfeldwebel'ime belirteyim ki, şu anda herşey satılıktır. — Tastamam! Eh ben de, sizi Torgau'ya, albay Remlinger'e satacağım. Hem de az sonra! Sizin sağlığınız için. Albaydan söz edildiğini işittiniz mi, yüzsüz köpekler? — Hauptfeldwebel'ime bildiririm ki Torgau' daki albay Remlinger'i pek iyi tanırım. Öfkeden sarhoş olan Hoffmann, yine de iki çıkış iznini imzaladı, onları yere attı, sandalyeye bir tekme vurarak onu odanın öte yanma uçurdu, o da sekreterin tepesi üzerine indi, adam öfkeyle protesto etti. —- Kes ulan! diye uludu Hoffmann. Ve siz, Porta, aklınızda tutun bunu. Yalanlarınızı meydana çıkarmak için kendim albaya gideceğim. Torgau yolu size açılmıştır. Şişkin bir dosya üzerine yurdu. Bütün bunlar sizi ilgilendiriyor ve savaş divanının ne diyeceğini göreceğiz. Uzun zamandan beri sizi gözlemliyorum, fakat şimdi komedi bitti. Önceki gün Gestapo'yla oynanan oyun, sizi cennete götürmeyecek; Torgau'da giz-I li mahkemenize gideceksiniz, anladınız mı, aşağılık herifler! — Hauptfeldwebel'e belirtirim ki, gizli mahkemedeki dostuma rapor vereceğim. — Çıkın! diye bağırdı Hoffmann. Başınıza bir felâket gelmesini istemiyorsanız hemen çıkın! Porta ile Küçük Kardeş topuklarını ve kapıyı çarptılar, o şekilde ki, kendinden geçmiş olan parisi yakın

257/17 Hauptfeldwebel'in üzerine ince toz halinde sıva yağdı. Dört sekreter, on dakika süresince, bir küfürler seline uğrayarak, sandalyelerine yapışık kaldı; artık gücü kesilen Hauptfeldwebel öfkesini bir viski içinde boğmaya kantine gitti. Ne yazık ki, pencereden dışarıya bir göz atınca, tam da, Porta ile Küçük Kardeş'in kollarının altında iki koca valizle kışladan neşeyle ayrıldığını gördü. Telefon! Hoff mann telefona atıldı. Valizlerin içini aramak gerek! Fakat gerçekten şansı yok; dört kez ona yanlış numara verdiler ve en sonunda nöbetçi postasını ele geçirdiğinde iki suç ortağı toz olmuştu. Porta bize «Kırmızı Ceket» te randevu vermişti. Domuzun parası büyük bir toplam oluşturuyordu, fakat, yazık, Paris'te yaşam pek pahalıydı, biz de hiçbir cephe ödentisi almıyorduk. Şurası iyi ki, bol gelir sağlayan yeni işler çıkıyordu: Bir silâh alış verişi. Bu paraşütle gereç indirmeye yardımda bulunan «Fare» takma adlı iki yanlı bir ajan sayesinde oldu. Depo Kuzey garının arkasındaki bir fabrikadaydı. Oraya, varmak için eski bir Fransız gazhanesinde toplandık ve silâhları yerlerinde, üç raf üzerine yayılmış bulduk. — Hem de çok iyi kalitede. Dosdoğru Churchill'den geliyorlar! Birden bire kapı açıldı. Ciddî türden, elleri sol cepte ve gözleri oburcasma silâhların üzerine dikilmiş üç tip çıkıverdi. — Paraşütle mi? diye sordular «Fare»ye. — Pençeler aşağı, diye uyardı Porta, eğer canınız tatlıysa. Anlaşıldı mı?

258 — Tehdit mi? dedi tiplerden biri. Bu silâhlar çalınmıştır. Silâhlar çalmırsa ne olacağını bilirsiniz. Kızıl saçlı sevimli bir şekilde karşılık verdi: — Birine el değdirmeye çalışın isterseniz. — Evet, deneyin, dedi bir ses Bu, elinde bir Rus MPI'siyle kapıyı tutan Gunther idi. Eh, hadi, budala! Lejyoner bir colt tabanca kavradı ve acımayla başını salladı. — Pek başarılı değil, olduğunuz yerde kalmalıydınız, Gerçekten çaylaksınız siz! Güzel, açık konuşalım. Bu oyuncakları satın almak istiyor musunuz? O halde burada, ama veresiye değil, mangırınız var mı? Üç tipten en genci başını salladı. — Üzerimizde hiç yok, ama yanda var. Đçinizden biri gelebilir. — Elbette! Niçin hepimiz birlikte değil? Büyük bir karşılama ve arkasından aynasızlara haber veriliyor, değil mi? Bizi ne yerine koyuyorsunuz? Đçinizden biri aynasız çağırmaya giderse, ilk dalaverede, burada kalan ikisinin hesabı tamam olacak. Eğer kendilerini gösterirlerse, dostlarınızdan bazılarının başlarına gelecekler de ayrı. —• Fakat şu var ki, bu silâhlar sizin değil. — Senin belki! Kerizlik yeter. Burada, Alman ordusu var ve cebinizde olan şey için sizi tepeleyebilir. Zira silâh taşıma ruhsatlan için izin alınır, değil mi? — iyi, yanıldık. Basit bir karaborsanın söz konusu olduğunu sanıyorduk. Gerçek tiplerle

251 karşılaşacağımızı bilmiş olsaydık, gelmezdik. Đşten söz ^delim. Malı kaça veriyorsunuz? — Sertler yumuşuyorlar, diye sırıttı Porta. Bin papel parça başına! — Ne diyorsunuz? diye itiraz etti Fransız. Bu fiyata, bunlar her yerde bulunur. Lejyoner bir jestle onu durdurdu: — Her üçünü de bağlayıp deliklere tıkın. Savaşın sonunda onları bulurlar. — Pek çabuk değil, pek çabuk değil arkadaş, paramız var. On sten tabanca, bin elbom-bası ve on revolver, tamam mı? — Parayı sayarsan tamam. Bekliyoruz. Üçlerden en genci kapıya doğru yöneldi, orada kendisini hafif makinelisiyle geri iten Gunt-her'e çarptı. — Sen değil. Öbürlerini gösterdi. Sen, hadi git! Çabuk davranırsan ne kadar zamanda geri dönersin? — Bir çeyrek saatte. — O halde kımılda, on dakikada burada olacaksın. Yalnız başına elbette. Anlaşıldı mı? Bir kolorduyla bile gelsen, paçanı kurtaramazsın. Porta bir P2 gösterdi ve patlayıcı yeşil bir kalemi kurcaladı. — Postuna önem veriyorsan, dikkat et, yoksa... Bu zaman içinde, Küçük Kardeş öbür iki kişinin boynuna çelikten kaygan bir düğüm bağlıyor ve onları bir köşedeki iki sandalye üzerine oturtuyordu. Üzerindekileri boğmak için sandalyelere ufak bir tekme atmak yetiyordu. Dokuz dakika sonra delikanlı, Porta'nm gözlerini ışılda

260 tan banknotlarla tıka basa dolu iki çantayla döndü. — Mangır'a bayılırım. Çözülen iki rehine boyunlarını oğuşturdu-lar, sonra Fransızlar uzman kişi olarak imrendikleri silâhları seçtiler. Hava yumuşadı. Biralar içildi ve yeni randevu verildi, çünkü başka şeylerle de ilgileniyorlardı. Özellikle elbombala-n ile. Taşıma aracı olarak, arka tekerleği eğri; miş gıcırdayan bir üçtekerlileri vardı; silâhların üzerine delinmiş eski bir minder ile kocaman bir pankart koydular: «Paçavralar. Eski şişeler alınır.» Yarım saat sonra kalanla, W.L. (Wehrmacht Luftwaffe) harfleri yazılı külüstür Fransız kamyonunda savuşuyorduk. Makineliler ateşe hazırdı. Yakalanırsak, savaş başlardı. Dört bekçi köpeğinin binmiş olduğu bir amfibik araba bizi yolun kısa bir bölümü boyunca izledi ve ağır ağır yanımızdan geçti. Porta Opera meydanını aştı, güvenlik alayının iki zırhlı aracı arasına sıkıştı ki bunlar polis müdürlüğünün hizasına dek bize koruyuculuk ediyormuş gibi göründüler. Fakat son anda Saint-Michel köprüsünün engellenmiş olduğunu gördü. Orada bekçi köpekleri kaynaşıyordu. Bize boruyla seslendiler. — Özel taşıma! diye bağırdı Gregor; bir kez için yalan söylemiyordu. Notre-Dame'm arkasında bir köprü serbest gibi görünüyordu, biraz yukarda elle itilen bir yük arabasının arkasında parketmiş bir Kübel arabasını farketmeksizin oraya girdik. Kamyondan atlıyoruz. Çevreye bakıyoruz...

253 Merdiveni dörder dörder çıkıyoruz. Porta, tam neşeli, bir kapıya vuruyor. — Kim o? — Adolf ve gizli polis. Açınız yoksa kapıyı kırarız. Kapı ağır ağır açılıyor... Önümüzde, yarım ay biçimindeki korkunç plakası yüzümüze çarpan Feldgendarmerie'nin bir Feldwebel'i var. — Vay, vay! Gizli polis mi? Güzel sürpriz ha? — Tümüyle doğru! diye sırıtıyor Porta. Eller yukarı! Makinelisinin namlusunu Feldwebel'in göğsüne dayıyor. Ve kımılda yavru, götün tehlikede. Feldwebel, acele etmeksizin, kollarını kaldırıyor. —• Bu senin başına mal olacak, arkadaş. — Sen üzülme. Haydi gel. Odayı istila ediyoruz. Porta adamın midesine sertçe vuruyor ve kurbanı inliyor. Kızıl saçlı nereye vurmak gerektiğini tam olarak biliyor. Bütün oda çiğ bir ışığa boğulmuş ve yerde bir cephane sandığıyla rastgele atılmış bir tüfekler yığını var; bir adam onların üzerine eğilmiş, kimliğini hemen tanıdığımız gri fötr şapkalı bir adam. Salonun dibinde, yüzleri duvara dönük, bir bekçi köpeğince gözetlenen dört tutsak var; bitişik yemek odasında, başka bir Feldwebel bir sandalyeye oturmuş, makinelisi elinin uzanacağı yerde olarak dingince bira içiyor. Bir dehşet çığlığı. Arkadaşını elleri havada gördü. Gri fötrlü geriye dönüyor ve hayretle ağzını açıyor. — Eller yukarı! Fötr şapkalı adam hemen boyun eğiyor, Feld 253 263

gendarnıe ise biraz daha yavaş, fakat kafasının pek yakınında duvara bir bıçağın saplandığını görünce bir anda hızlanıyor. — Yer değiştiriyoruz! diye emretti Porta. Burun duvara yapışsın; geri dönerseniz post elden gider. Bir tür mucizeyle kurtarılmış olan dört sivil bundan kesinlikle hiçbir şey anlamıyor. Herşey iki dakika sürmüştü. — Caddede yine köpekler var mı? diye sordu Porta. — Olabilir. — Bakmaya gidiyorum, dedi Gregor Martin, rolünden pek gururlu olaraktan. Guther sandalyeyi aldı, revolverinin emniyetini geri çekti ve namluya susturucu işi gören bir paçavra sardı; bu ancak bir Rus MPI'siyle olabilirdi, fakat uzaktan iyi nişan alınmazdı. Tehlikeli bir adamdı Gunther; yaralanalı beri, en ufak kışkırtmada, hiç için öldürürdü. Porta duvara dönmüş olan üç polise sordu: — Burada ne yapıyorsunuz? Eski tutsaklardan biri gülümseyerek karşı-Ik verdi: — Bizi yakalamaya geldiler. Bu bronzlaşmış küçük bir Fransızdı. Düşündüğünüz gibi on iki kurşun işimizi bitirecekti. — Bu sıralarda çok şeyler vaat edilir, diye sırıttı Gunther. Söyle bakalım, Gestapo, güzel şapkanla gururlanıyor musun? Fakat şimdi ne işine yarayacak? Hem önce bu şapkayı taşımana kim izin verdi? Küçük Kardeş makinelisinin ucuyla şapkayı havaya uçurdu ve polisin burnunu duvara bastırıp ezdi.

— Bok çuvalı, kanıyor mu? Burnu biraz yarıldı. — Bunu ödeyeceksiniz, diye homurdandı Feldgendarme. Hem de pahalıya! Bunu ben diyorum size. — Sen konuşmaya da biliyorsun, dedi Küçük Kardeş. Yürekli kabadayı! Doğrusu Paris'te bu solucanlar kaynaşıyor. Ne yapıyoruz? diye sordu Porta'ya cebinden çelik yağlı kemendi çıkararak. — Biraz bekleyin, önce bu yeri nasıl bulduklarını öğrenmek gerek, dedi küçük bronzlaş-mış Fransız. Bu bir rastlantı değildi, bizi bekliyorlardı. Gunther Gestapo'lu herifi dürterek: — Güzel, anlayacağız, dedi. Adın nedir, yaramaz? — Breuer. Max Breuer. Kriminalobersecretâr. Gunther şeytanca güldü. — O halde konuşacaksın, Max'cik, yöntemleri biliriz. — Küçük Kardeş bir kova su getirdi, bir taş-bebeğe yaparmış gibi adamın başım kavrayıp aşağı indirdi ve suya daldırdı, ancak soluk alması için tekrar kaldırdı. Polis boğuluyordu... Kıvranıyordu, Küçük Kardeş onu yere attı. Gestapo kendinden geçti. Adam ayıldı, kustu, üstünü kirletti ve bize kan bürümüş gözlerle baktı. Fransız onun üzerine eğildi. — Bizi nasıl buldun? Karna bir tekme. Kurban iki büklüm oldu, tekme biraz fazla kuvvetli kaçmıştı. 255 — Aptallık yeter! diye homurdandı Lejyo-ner. Böyle olmaz Onu öldürüyorsunuz, sadece bu yaptığınız.

Ağzından hiç düşmeyen izmariti dudağının kenarında olarak, soğuk suyu adamın başına boca etti. — Şimdi daha iyi misin? Beni duyuyor musun? Polis başını salladı. — Sana gizli yeri kim söyledi? diye devam etti Lejyoner. Sana konuşmanı öğütlerim, zira şiddetten kaçınmayı severim, fakat direnirsen, o zaman seni bile şaşırtacak küçük oyunlar bildiğimizi görürsün. Tekrarlıyorum: Bu yeri nasıl buldun? Sessizlik. Lejyoner sigarasının ucunu, Küçük Kardeş'in demir bir elle ensesinden tuttuğu Gestapo'nun burun deliklerine yaklaştırdı. Bir uluma. Bir yanmış kıl kokusu. Lejyoner gülümsüyor. — Gelecek sefere daha iyi olacak, dostum. — Altm dişlerin var mı? diye soruyor Porta. Becerikli ve ani bir jestle, Lejyoner adamın bir parmağını kırdı, polis yine bağırıp yere yıkıldı. Küçük Kardeş kabaralı çizmesini elinin üzerine yapıştırdı, ağır ağır, baskıyı gittikçe artırdı. Lejyoner bir işaret yaptı ve dev ayağını geri çekti. — E, bay Beuer? Mırıltı halinde bir ad, buraya pek uzak olmayan bir adres işittik. Bir kadın adı. — Onu tanıyor musunuz? diye sordu Lejyoner Fransızlara. — Elbette! Jacques'in bir dostu. Öbür ikisi Jacques adlı olana, bununla birlikte ondan kuş 265 kulanmam sana hayli söyledik dedi. Onun Alman dostu olmalı. Almanlara gidip geldiğinden

kuşkulanıyorduk. Tüm bu tuhaflıklar şimdi anlaşılıyor. Jandarmalardan biri gülmeye koyuldu. Kafasını saçlarından kavrayan ve elinin sır-tıyla ensesine vuran Küçük Kardeş homurdandı: — Gülmeye cesaret ediyorsun ha! Kafa kaim boynu üzerine aptalca dönüş yaptı. —■ Yeter! diye emretti Moruk. Bıktım! Bu pis işlere karışmak istemiyorum artık!. — Ne de olsa onları dolaşmaya bırakmayız! diye gürledi Porta. Bir saat içinde, işimiz tamam olur! Öç alacaklarını düşünürsün herhalde. — Biz katil değiliz! diye bağırdı Moruk pek kızgın halde": — O halde neyiz? diye güldü Porta. Belki aziz falanızdır, ha? Moruk kapıya doğru yöneldi, kapıyı çarptı ve merdivenden teker meker indi. Lejyoner'in bir işareti üzerine, Gunther'i, kumarın askerini ve eski Fransız tutsaklarını bizim tutsaklarla yalnız bırakarak Moruk'un arkası sıra gittik. Caddeye henüz varmıştık ki, boğuk bir silâh sesinin yankısı bize yetişti. Pazarlığı yürütmek için hepimiz SaintMichel bulvarının bir barında bu luştuk ve Porta gizlenmeyen bir hoşnutlukla bir tomar kâğıt parayı ceketinin içine soktu. — Herifleri ne yaptınız? Gunther ile Fransızlar bakıştılar. — Ee? Gunther omuzlarını silkti: — Bir dolaba soktuk. Savaşın sonuna dek 286

ui ada kalacaklar. Yeter ki önce meydana çıkar* masmlar. — Ben artık yokum, dedi Moruk. — Ben de yokum, diye kararını açıkladı Heide. Elbette nedenleri pek değişikti: Moruk namusluluktan öyle davranıyordu, Heide ise korkudan; mesleği için korkuyordu. — Nasıl isterseniz, dedi Porta kayıtsızlıkla. Kimseyi zorlamıyoruz. Daha az olduk mu, daha çok pay düşer. Başkalarının da sizi izleme arzusu varsa, söylesinler. Fransızlardan izin istedik, yarım saat sonra Malar caddesiyle Üniversite caddesinin köşesinde, bir hafif makineliden kurşun yağıyordu. Bu, tüm hızla Orsay rıhtımına varan numaralan karartılmış gri bir Mercedes'ten geliyordu. Herkesin üzerine ateş ediliyordu. Eyleme geçen yeni terör komandosunun yöntemleriııdendi bu. Birkaç saat sonra da, S.D. Brigadenführer Grunholz nereden geldiği bilinmeyen kurşunlar altında Haussmann bulvarından yere düşüyordu, Porta hırslı bir gülümsemeyle. — Hoffmann'm nasıl olduğunu görmek için kışlaya dönelim, diye açıkladı. Dışarda uzun zaman kalırsak, düpedüz barışın imzalandığına inanır. Ben arkadaşlarımdan ayrılıyorum ve Normandiyalı Jacqueline'in, beni beklediği Kleber caddesine doğru yöneiiyorum. Kadın üzgün. — Ne öldürme çılgınlığı! diyor hüzünle. Herkes titriyor. Heryerde ölüm var. Kimsenin kimseye saygısı yok artık. — Az sonra bitmiş olacak, dedim onu yatış 258

tırmak için. Alman birlikleri heryerde geriliyorlar, burada bile, büyük kurmay bohçasını topladı. Ona karaborsa öykülerimizi anlattım, Gunt-her'in kıyıcılığı onun tiksinmeyle başını sallamasına neden oldu. — Size karşı kullanılacak olan silâhları satıyorsunuz. Para için adam öldürüyorsunuz. Bütün insanlar çılgmlaştı mı? Sustu, bana viski sundu, bir Japon kimonosu giymek için banyo odasına gitti sonra da bir tepsi üzerinde bana soğuk yemek getirdi. Bana bezginlikle bakarak: — Yurttaşların bugün caddede sakat bir adamın üzerine ateş ettiler, dedi. Ne yanıt vermeli? Avrupada o denli insan öldürülüyor ki... — Arkadaşlarm beni sevmiyorlar, diye devam etti. Beni de öldüreceklerini sanıyor musun? Benden nefret ediyorlar, «Kırmızı Ceket» te bunu onların gözlerinden okudum. — Fakat seni niçin öldürsünler? Jacqueline bir kaşını kaldırdı-. — Çünkü sen âşıksın ve âşık olanlar tehlikelidirler. Yaldızlı ipeğin altındaki ince gövdesine düşünceli düşünceli bakıyorum. Gözleri hafif bir sarhoşlukla biraz perdeli; kanapenin üzerinde geriye eğildi, uzun bacaklarını ileri sürdü ve tepsiyi itti. — Sarhoş olalım! diyor gülerek. Beni öpüyor, onu göğsümde sıkıyorum. — Seni seviyorum, Sven, anlıyor musun, se 268 ni seviyorum? Buraya geldiğin için beni tehdit ettüer.

Parmaklarından biri dudaklarıma dokunuyor; bana daha sıkıca sokularak: — Bu akşam düşünmeliyim bunu, diyor. Ellerim bedeni boyunca kaydı; kimonusunu çektim ve dudaklarımı amberimsi derisi üzerinde gezinmeye bıraktım. Ürperdi: — Sevgilim! Keşke Fransız olsaydın! Almanlardan nefret ediyorum. Ya sen, Fransızlardan nefret ediyor musun? — Kimseden nefret etmiyorum. Tekrar kendimize geldiğimizde, hemen hemen gece olmuştu. Jacqueline bir sigara aradı, ,ama paket boştu. — Sigara yok mu artık? — Almaya gideceğim, herhangi bir yerde, elbette bir karaborsa bulunur. — Seni beklerken kahve yapacağım, diyerek pek neşeli halde çırılçıplak mutfağa koştu. Karaborsa, her zaman bulunurdu. Sigaraları satın aldım ve Kléber caddesine geri dönünce araba kapısının içinde kara üniformama kaygıyla bakan iki delikanlıyla karşılaştım. Issız caddede tabana kuvvet kaçtılar, fakat Jacqueline! bulmak için çok acele ettiğimden onlara hiç dikkatle bakmadım. Merdiveni dörder dörder çıkıp zili çalmak üzereyken kapının yarı açık olduğunu farkettim. Garip şey, Jacqueline, o da, beni sabırsızlıkla bekliyor olmalıydı. Gece iznim vardı, çok güzel, uzun bir gece olacaktı bu; yarın, yarın ise savaş hemen hemen sona ermiş bulunacaktı. 260

— Sevgilim! Bir çocuktan beş paket sigara satın aldım. Sessizlik. Kaynamış olan bir kahve kokusu var. Yerde ise, tuhafça kıvrılmış bir şekil. — Jacqueline! Ona doğru eğiliyorum. Birşey ellerime bulaşıyor. Işığı yakıyorum. Bir kulağından öbürüne dek, boğazı gepgeniş bir yaradan başka birşey değil, donup kalmış gözleri lambaya bakıyorlar, göğsünün üzerine bir pusula konmuş: «COLLABO» (*) Yarı dolu alkol şişesini boşaltıyorum, ordunun ağır revolverlerini taşıyan kemerimi sıkıyorum ve tabancaların dolu olup olmadıklarına bakıyorum. Jacqueline! öldürmüş olanları bulursam, Tanrı'ya sığınsınlar. Yavaşça, kapıyı arkamdan kapıyorum; kapmmm yanma gidiyorum ve yaşlı kadını boğazından kavrayarak soruyorum: — Az önce gelen kimdi? — Hiç kimse, asker efendi, kimse gelmedi. Onu geri atıyorum. Korkudan tir tir titriyor. Bütün Paris titriyor. Issız Kiéber caddesinde bir polis memuru geziniyor. Zaten aynı akşam, Kurtuluş başlamıştır. Eve bir çocuk giriyor. Geç kalmış, acele ediyor fakat film öyle hoştu ki! Pencereden, bir lâmba ışığında bir kitabın üzerine eğilmiş gördüğü babasmı telâşlandırmamak için hem koşuyor, hem de gülüyor hâlâ. Artık elektrik yok. 270 — Baba! —O en iyi dostudur.— Gecikmemi bağışla, ama öyle güldüm ki!..

Baba arada bir oğlunun başını okşayarak akşam yemeğini hazırlarken, o bir saksağan gibi gevezelik ediyor. Çocuk için iki yumurta, ve süt, pek az bulunur bir besin. — Đki parça Alman ekmeğim var, kar^ ekmek ve küçük bir parça pudding. Bu yeter mi sana? — Elbette! Zaten aç değilim artık. Arkadaşım Jean'ı biliyor musun, babası Direniş'te olanı? O herşeyi bilir. O bana dedi ki, insan aç oldu mu, çok su içmek ve kâğıt çiğnemek gerek; o zaman açlığım fazla duymaz. Baba çocuğun yemesine bakıyor. On günden beri, kendisi hiçbir şey yemedi. Yeter ki yavrucuk kendisine gerekeni alsın. Bu, kurtarıcılar gelmeden önce daha uzun zaman süremez. Đki zırhlı tümenin yolda olduğu söyleniyor. — Fabrikada çok işiniz var mı? Sabotajdan bu yana düzene kondu mu? —: Evet, ama ne karışıklık! Hem sonra yirmi ölü daha bulundu. Herşey havaya uçtuğunda ben çizim atölyesinden yeni çıkıyordum. — Sana hiçbir şey olmayacak, geçen gün arkadaşım Raoul böyle dedi. Babası dört sabotajdan sağ çıktı, bir keresinde, yüzü aşkın kişi ölmüş. Dün, Michel bulvarında bir muhbiri öldürdüler. Tüm hızıyla iki bisikletli geldi. Gizli polis dört takla attı ve o iki kişi kaçtı. Raoul onların bizim gibi çocuklar olduğunu söylüyor, fakat bugün, öğretmen uzun bir konuşma yaptı. Şöyle dedi: «Siz küçükler, doğruca evinize dönün ve 262 (*) Fransızca «Collaboraleur —Đşbirlikçi» sözcüğü..

hiçbir şeye karışmayın..» Bütün öğretmenler Boche'lardan korkuyor, fakat ben korkmuyorum! Sınıfta, babası üç nişanla savaş haçı almış olan tek ben varım. Ne gururlu olduğumu düşün! Sen de biliyorsun. Şu anda Paris'te kara üniformalı askerler dolu, öyle görülüyor ki Amerikalılar yakında gelecekler, Raoul'un dediği bu! Müthiş korkuyorlar. Pazar günü, bir meyhane havaya uçtu, çok sayıda Boche öldü. Her yerde kan vardı, Boche kanı. Baba, yarın üniformanı fırçalayacağım, Amerikalılar çok geçmeden binlerce arabayla burada olacaklar. — Evet çok geçmeden... Fakat bu uzun sürdü yavrum, çok uzun. Gel, yatmaya gidelim. Bu ağustos ayının sıcağı bunaltıcıydı. Yarı uyuklayan çocuk lâmbayı söndürdüğünü ve odasına girdiğini duyuyor. Birden, bir patlama. Körleştirici bir aydınlık. Karyolasından aşağı fırlatılıyor. Toz ve alevler... Bağırıyor, molozlar ve cam kırıkları arasında çırpmıyor. Umutsuzlukla bağırıyor: Babasını çekip çıkarıyorlar: Kanlı bir külçe, çocuk kandan kırmızılaşmış ellerini asfalta vurarak Onun üzerine atılıyor. Onu götürüyorlar, bir iğne yapıyorlar, rahibeler onunla ilgilenecekler. Ne oldu? Bir arabanın bir an durduğu ve birinin birşey attığı görülmüş. Başkaları karanlığın içinden sivillerin çıkmış olduğunu söylüyorlar. Neye inanmalı? Çocuk dünyada yalnız kalıyor, hem de on iki yaşında ancak. Zafer arabaları çok geç geldiler. Babasını öldürdüler, fakat kim öldürdü? Almanlar mı? Fransızlar mı? Adam yargılanmadan öldürülen bir hain miydi ya da teröristlerin bombaları al

264 tmda can veren bir suçsuz muydu? Kimse bilmiyor. Kurtuluş sırasmda herhangi bir akşamdı bu. Başka yerde, aynı akşam. Simon barının kapısı bir tekmeyle açılıyor. Üç adam beliriveriyor, çevrelerine bakıyor ve en genci barda bir Alman askeriyle oturan bir kıza doğru hafif makinelisini kaldırıyor. Kız yine de bağîrabiliyor, sonra yüksek bar taburesinin üzerinden yere yıkılıyor. Alman askeri onun üzerine düşüyor. Barın patronu bir kurşunla vuruluyor ve düşerken bütün bir dizi şişeyi şangır şungur deviriyor. Pernod kokusu sıcak kanın kokusuna karışıyor. Öldürücülerden biri kızın göğsüne bir pusula iğneliyor: «COLLABO» Yüzleri sert halde, geri geri yürüyerek çıkıyorlar ve koşar adım kayboluyorlar. Polis geliyor. Tartışıyorlar, konuşuyorlar, bağırıyorlar, sonra birden sessizlik. Yeniden doğan terördür bu. Deri paltolu ve fötr şapkalı iki adam ölü askerin üzerine eğiliyor, ceplerini boşaltıyor, kimlik plakasını çıkarıyor, kızın çantasını alıyor ve hızlı parmaklarla içini karıştırıyor. Fakat banknot demetleri çorabının yukarısına gizlenmiş. Göğsüne iğnelenmiş pusula, şapkalı adamların horgörüyle gülümseyişine neden oluyor, sonra adamlar bir Feldgendarmerie Feldwebel' ine dönüyorlar: — Bunları temizleyin ve barı kapayın. Belirtilecek önemli birşey yok. Aynı akşam başka yerde. parisi yakın 273/18

Yaşlı garson genç meslektaşına homurdanıyor: — Bu altıncı Pernod. Tamamen zom oldu. Bense erken eve dönmeyi umuyordum. Haftada iki gün, böyle olur bu domuz, karısının ölümünden beri. — Kısacası mesleğimiz bu, diye karşılık veriyor genci. Böyle geçiniyoruz. — Saatinde gidebilirdi. Benim de karım hasta. Ona ilâç almak olanaksız. Eczacının bana ne dediğini biliyor musun? «Bunu Boche'lardan isteyiniz, uzun zamandır bizde yok, herşeyi onlar alıyorlar.» Elbette bu çok geçmeden sona erecek, fakat karım daha önce ölürse neye yarar? — Garson! diye çağırıyor müşteri. Đki tane daha. Bir yandan küfreden yaşlı garson, yeni bir fincan tabağı almaya gidiyor. Genci, gençliğin kaygısızlığıyla kahkahayı patlatıyor. — Seni buldu işte! Kolay kurtulamazsın. — Keşke çıkarken öbürleri yanlışlıkla bunu öldürselerdi! Karısı öldüğü zaman canına kıymaya girişmiş olduğunu duydum. Ne yazık ki, başaramamış. Şimdi kendini kadehlere verdi. Đşte iki! dedi öfkeli bir tonla müşteriye, sonra da kapatıyoruz. Sokağa çıkma yasağı çoktan başladı. — Birşey olmaz, dostum, bir kâğıdım var; istediğim gibi dışarı çıkabilirim, sizin de böyle yapabildiğinizi biliyorum. Yaşlı garson Pernod'ları bu tiksindirici müşterinin tam anlamıyla kafasma çalıyor. — Evine git, dedi genç garson, ben işi çeviririm. Bende birkaç hap var, al, bunları karma 274 ver, herşeye iyi gelir gibi görünüyor. Bir asker kaçağının zulasmdan çıktıydı.

— Sakın zehir olmasm? Şeytanm bu yardakçılarından herşey beklenebilir. — Kuşkulu adamsın! dedi genç garson güle-rekten. Bu da bir huy, zavallı dostum. Merak etme, asker kaçaklarına güvenilebilir. Bizden başka kimseleri yoktur, malları da her zaman iyidir. Alice'in evinde üç kişi olduğunu biliyorsun, nasıl işin içinden çıkıyor, git bak! En az onlardan otuz yaş büyük! Yürekli davranış! Yaşlı garson ağır ağır ceketini sırtına geçirdi ve şemsiyesine baktı. — Keşke kurtarıcılar biraz acele etselerdi! Şemsiyemin işi bitmiş; şemsiyelerin bile kıtlığı olacağı asla akla gelmezdi. Yine de şemsiyesiz kalmak olanaksızdır! Sözün kısası, haplar için teşekkür! Karım iyi değil, beni kaygılandıran da bundan önce hiç hastalanmamış olması. Bir yaşlı adam yürüyüşüyle kendini dışarı attı. En sonunda, işte cadde! Zihni başka yerde, içine iki gencin gizlendiği karanlık bir kapının önünden geçti. Yaşlı adam boğuk bir çığlık attı. Bir revolver kurşunu yetmişti. — Bravo! onu hakladın! dedi gençlerden biri. Yarı kaldırımın, yarı yolun üzerine uzanmış olan cesedin üstüne eğildiler ve talihsizi çevirdiler. — Bok canına! Bu o değil! — Ne diyorsun? Fakat bu onun giysileri ve onun şemsiyesi! Her akşam böyle eve döner! — Hayır, o değil! Bunu tanımıyorum; yanıldık, tüyelim. Đki genç tabanları yağladı. Fakat birden, tam 266

gözlerinin içine, bir projektörün ışığı vurdu... Yan ay biçiminde plakalar kötü kötü pırıldıyorlardı. Çoktan yerdeydiler, kolları bükülmüş, kelepçeler bileklerine geçmişti. Zalimce gülüşler çınladı ve uzun kara çizmelerden tekmeler indi. SD Rollcommando'dan Stabscharführer onlara gülümseyerek bakıyordu. — Dışarda revolverlerle, çocuklar ha? Haydi, yallah! Çocuklar bir kamyonetin dibine atılıyor ve kamyonet yola devam ediyor. Kurtuluş sırasında Paris'te herhangi bir akşam bu. 267 Ulaştırma eri Bruno Witt'in Paris'te çok dostu vardı, fakat ağustos ayının bu güneşli gününde onlar neredeydiler? Bağıran bir kalabalık tarafından kovalanarak, Faubourg-du Temple Caddesine atıldı. Kovalayanlarından biri genç bir kadın, yirmi dört saatten bu yana direnişçi, fakat eskiden Majestic otelindeki SD'le-rin yanına girip çıkmış olan Yvonne Dubois idi. Bugün, aksine, gerçek bir yurtseverdi. Ulaştırma eri Bruno Witt tökezlendi ve düştü. Bir saniye içinde soluk gri üniforması parça parça yırtıldı ve iki yürekli aile anası başlığı için dövüştü. Yvonne Dubois, bağırmakta olan askerin boğazmı makasıyla deldi; ellerini kanın içine daldırdı; hakiki bir direnişçi değil miydi? Çıldırmış gibi bağırdı: — Gestapo'nun bir adamını öldürdüm! Caddenin öbür yanında taşkın bir kalabalık göğüsleri üzerinde boyayla çizilmiş gamalı haçlar

taşıyan çırıl çıplak iki kızı götürüyordu. Onları tabureler üzerinde oturttular ve halkın büyük sevinci arasında saçlarını kestiler. Tüm yasak radyoları dinleyenler, âşıkları Alman olan aile anaları, içi kararmış müşterileri hakkında Meurice oteline ihbarlarda bulunan sütçüler, geceleyin dışarı çıktığı için bir kiracısını tepeletmiş olan öfkeli kapıcılar şimdi gün ışığına çıkıyorlardı... Bir elarabasmda, boynuna «COL277 16 LABO» yazılı pankart asılmış yan çıplak bir adamı gezdiriyorlardı. Kahraman bir kadın yurttaş, bir pencereden işbirlikçinin üzerine oturağını boşalttı, yazık ki içindeki adres değiştirip, kurumlu kurumlu bir F.F.I. kolçağı taşıyan yepyeni bir kahramanın üzerine indi. — Özgürlük! diye bağırıyordu kalabalık. Ve herkes yurtseverlik kanıtı göstermek için boyamalarda ve makas kullanmalarda birbirini aşıyordu. Herkes Alman öldürmüştü, milyonlarca Almanı, iyi Ruslara karşı dövüşmüş olan o korkunç Almanları! Akordeonlar gıcırdıyor, bançolar tempo tutuyor ve makaslar kadınların saçlarını kesiyor. Herkes mutlu. Demokrasi geri geldi. General Choltitz kendisini sorguya çeken Amerikan generaline şöyle diyor: — Paris'i kurtardım. Führer'in bir deli olduğunu anlar anlamaz onun emrini baltaladım.

— Üç Yahudi'yi kurtardım diyor Gestapo subayı Will Rochner de. N.S.F. subayı, teğmen Schmaltz: — 20 temmuz suikastına katılmış olan bir albay tanıdım, ama görevim olduğu halde onu Alman makamlarına bildirmedim. Herkes emirlere uymuştu. Herşey Hitler'in ve Himmler'in hatası idi. 269 EMĐRLERĐN BALTALANMASI Gece yarısını geçmiş. General Mercedes'in bürosunda, subaylar toplantı halinde. Hepsi sefer üniformasını giymiş, hafif makinelileri omuzlarında ve Mercedes bir yandan emirler vererek bir haritanın üzerine eğiliyor. Savaş grubu Paris'ten ayrılıyor ve Strasbourg' da sınırı geçecek, 2'inci tabur güvenlik taburu olarak başta bulunacak. — Direniş'in darbelerini hesaba katmak gerek, baylar, dikkat edin! Her olanakla ve ba-ğışlamasız dövüşülüyor. Emir, olabildiğince çabuk şekilde yeniden gruplanmaktır, hiçbir şey bizi geciktirmemelidir. Özerk gruplar halinde yürüyoruz ve O.B.W.'nin doğrudan doğruya emirleri altına giriyoruz. Mercedes patlamış gözünün üzerindeki kara şeridi düzeltti ve o anda telefon çaldı. Emir subayı alıcıyı kaldırıp generale uzattı. — Büyük Paris'in komutanı, generalim. Pek heyecanlı bir hali var. Mercedes alıcıyı kavradı: — Tümgeneral Mercedes, Clara 27Z.N.V.

— Ben Choltitz. Ne yapıyorsunuz, Mercedes? Bohçanızı topladığınızı söylüyorlar bana? Bu söylentinin saçma olduğunu sanıyorum! 279 — Generalim, iki saat sonra savaş grubumun tüm malzemesiyle Paris'ten ayrılmış olması gerekiyor. — Bunu aklınızdan çıkarın, generalim. Üst olarak, size eksiksiz, bütün adamlarınızla olduğunuz yerde kalmanızı emrediyorum. — Üzgünüm, generalim, fakat artık sizin emriniz altında değilim. General Model'in kendisinden, bütün malzememle iki saat içinde Paris'i terketme emri aldım. Büyük Paris'in komutanı güçlükle soluyor. — Bu cephanelerle, patlayıcılarla ve arabalarla mı demek oluyor. — Evet, generalim, Cephanelerle ve benzinle. Arabalara gelince, bende yalnız dokuz tane var. Mercedes neşesizce güldü. Benim zırhsız bir zırhlı birliği temsil ettiğimi unutuyorsunuz. Yeniden kurulmak ve fabrikadan çıkan dört yüz arabayı bulmak için geri dönüyoruz. Bir ay sonra, bizi Paris'te tekrar göreceksiniz, adamlarımı yeni zırhlı arabalara alıştırmak için de ancak on beş günüm var, fakat GeneralfeldmarschaU'ı tanırsınız. Ona göre askerler arazi üzerinde yetişirler, kışlalarda değil. — General Mercedes, yeni bir emre dek Paris'ten ayrılmanızı yasaklıyorum ve bütün sorumluluğu üstüme alıyorum. Feldmarschall Model'in emrini geçersiz kılıyorum ve hemen Büyük Genel Karargâh ile bağlantıya geçiyorum.

— Generalim, general Model'in kendisinden karşıt bir emir almazsam iki saat sonra yola çıkıyorum. — Burada komuta eden benim! diye bağırdı Choltitz umutsuzlukla. Sizin zırhlı grubunuz ba 271 na özel olarak Reichführer S.S. tarafından gönderildi. Emirlerime karşı gelirseniz, sizi özel bir mahkeme önüne çıkartırım! Anlıyor musunuz, Mercedes? Paris'ten ayrılırsanız, bu Führer'in emirlerini baltalamak olur. Savaş grubu olmaksızın, ben o lanet Direniş ile yirmi dört saat dövüşecek durumda olamam. Askerleri güpegündüz öldürüyorlar! Bu domuzlar emir subaylarımın üzerine bile ateş ettiler! Zırhlı arabalarınızdan tek birinin kışladan çıktığını öğrenirsem, O.K.W.'ye, Reich mahkemesi başkanı general Heitz'e bir rapor gönderirim. Mercedes gitmeye hazır olan subaylarına düşünceli bir tavırla baktı. — Generalim, istediğinizi yapabilirsiniz, fakat ben Generalfeldmarschall Model'in emirlerini dinlemek niyetindeyim. Choltitz kendinden geçmiş halde bağırdı: — Eğer Paris'ten ayrılırsanız, Führer'in emirlerini baltalarsınız! Mercedes telefonu uzaklaştırdı, kapattı ve subaylarına döndü. — Baylar, gidelim! Bir kez daha, yolumuzun üzerine aykırı olarak kim çıkarsa çıksın, ortadan kaldırılmalıdır. Hareket ediyoruz, hem de çabuk. Tam bürosundan ayrıldığı anda, telefon bir kez daha çınladı. — Generalim, dedi emir subayı, O.B.VV. bu!

— Tümgeneral, dokuz arabanızı bırakıyorsunuz, fakat mürettebatsız olarak. Büyük Paris'in komutanı için fazlasını yapamam ve emirlerimin yerine getirilmesinde başınız söz konusudur. Mercedes bir an aygıta baktı, çabuk bir ka 281 rar aldı ve teli duvardan kopardı. Emir subayının omzuna vurdu. — Yeni emirler almadan kirişi kıralım. Büyük Paris'in bu beyleri kıçlarına bir tekme yemeyi bekler gibi görünüyorlar! Ben, bu zaman içinde dövüşmekten çok hoşlanırdım. Büyük deri kaputunu düğmeledi ve tek silâhı olan bir bastonu sallayarak merdiveni teker meker indi. Kışla bir karınca yuvasmı andırıyordu. Taşıtlar birer birer harekete geçiyorlar ve güvenlik alayının bir keşif bölüğü dokuz savaş arabasını almaya gitmek için yola koyuluyordu. Porta, arkasında Küçük Kardeş olarak, ortalıktan çekilmek için bundan yararlandı ve ikisi başçavuşun karşısına çıktı, adam onları görünce neredeyse bir kalp krizi geçirdi. — Ne istiyorsunuz? — Herr Stabsintendant, 5'inci bölükten Obergefreiter Porta ile Obergefreiter Creutzfeldt gereçlerin yüklenmesinde yardımcı olmayı önerirler. Başçavuş ağzında bulunan iri Havana, purosunu yitirdi, çünkü bu ağzı, artık kapatamıyor-du. Bir küfürler ve lânetlemeler seli iki arkadaşa doğru aktı, onlar, kendinden geçmiş olan üstlerinin tükürüklerinin eşliğinde ağır başlı bir halde geri çekildiler. Porta'nm dostu hastabakıcı Obergefreiter Ludwig'in yanma, revirin tecrit

odasına sığınmaya gittüer ve griye boyanmış camda açılmış küçük bir delikten gereç ve azıkları taşıyan Ulaştırma ve Sıhhiye erlerini özlemle seyrettiler. — Çok şeyleri var! diye fısıldadı Küçük Kardeş. Et, domuz yağı ve çikolata sandıklan. ■• 273 — Kahve, konyak, diye zenginleştirdi Ludwig. Şişkoya bakın, şurada, sandığı omuzunda olana. Sandıkta ne bulunduğunu kim bilir? — Şeytan biliyor olmalı, diyen Porta kıçını kaşıdı; fakat eminim ki yenilir birşeydir. Bu yağ tulumu budalalara ne oyun oynanır şimdi göreceksiniz. —■ Bu kellene mal olur, diye önledi hastabakıcı. Bir sandık tütün için iki topçuyu kurşuna dizdiler, iki haftadan çok olmadı. — Sen sadece bir ahmaksın, diyerek güldü Porta, öyle olmasaydın elbette boktan yaprak sigaralarının komisyonculuğundan başka şey yapardın! Bir parmağını kaldırdı. Saymanlan soymayan bir asker hakiki bir asker değildir ve bir ikmal deposunun önünden geçerken kendisine ikmal yapmayan bir asker, yeri gaz odası olacak bir delidir. Cebinden bir el bombası çıkardı, mahzenin hava deliklerinin birinden avluya kaydı ve bir sandık yığını arkasına gizlendi. Bombanın kapsülünü dişleriyle söktü ve onu benzin bidonlarının üzerine attı, bidonlar anında bir gökgürültü-süyle patladı. Çalışmakta olan askerler her yöne kaçıştılar: Porta, bir kokarca gibi, bir kamyona tırmandı ve hemen arkadaşlarının revir salonuna taşıdığı beş sandık aşırdı. Fakat bütün kışla kaynama

halindeydi! Sinirli bir nöbetçi, talihsiz bir acemi ere ateş ediyor, gruplar aralarında dövüşüyorlar, F.F.I.'nin belkenilmeyen bir saldırısından söz ediliyordu. Sonuç olarak olay dört ölü ve on altı yaralıya maloldu. Genel şaşkınlığın ortasmda, Porta ile Küçük 283 Kardeş sandıkları 5'inci bölüğe taşıyabilmişlerdi. Onların geldiğini gören Moruk: — Tanrını! diye bağırdı-, fakat siz gerçekten gangster olmalısınız. Bir kışlayı yağma etmek için bir bomba atmak, düpedüz caniliktir ve kesin idamı gerektirir! Porta üzüntüsüzce bir sardalya kutusunu açarken karşılık verdi: — Sen çok fazla namuslusun. Devlet bizim gençliğimizi çalarken, ondan da herşey çalına-bilir! Al, dedi iri bir sardalyeyi yaşlı Feldwebei'e uzatarak, işte yorgun kahramanlar için vitamin. Sıkışık yürüyüş kolu halinde, arabalar alayı Paris'i boydan boya geçti ve Orleans kapışma vardı. Gitmekte olan Almanların üzerine ateş ediliyordu. Bir çatı penceresinden birisi üzerimize ateş etti ve bir astsubayı ağırca yaraladı. Hemen, bizden birçoğu, ateş edilmiş olan eve daldılar ve eski bir Alman karabinası ile silâhlanmış iki çocuğu tutarak aşağı indiler. En ufak şüphe yoktu: Başıbozuk savaşçılar onlardı. Korkudan titreyen çocuklar general Merce-des'in kararını beklemek üzere kamyonumuza bindirildiler-, general hırçındı: Yaşlarına karşın, cürümleri yüzünden, ikisi de Paris'in dışında kurşuna dizileceklerdi. Yaralamış oldukları astsubay

bir saat sonra, gözlerini kurbanlarından ayırmayan çocukların şaşkın bakışları arasında öldü. Porta başparmağıyla onlara ölü astsubayı gösterdi. — Belki askercilik oynama hastalığınız geçmiştir, diyerek herbirine kocaman bir tokat aşk-etti. Fakat sabahleyin iki çocuk kaybolmuştu. Ko 275 mutan Hinka, son derece öfkeyle, elbette kuşkulandığı kimseyi, yani Porta'yı yargılattı. Bir ormandaki bir mola sırasında, kızılsaçlı onlarla biraz uzağa gitmişti ve Heide onun yalnız geldiğini görmüş olduğunu söylüyordu. Gunther ile Gregor ise aksine onlardan ayrılmamış olduklarına yemin ettiler. Daha sonra öğrendik ki, Porta onları kaçırtmıştı, fakat onlara yaşamlarının en güzel dayağını atmadan değil. Bir radyo bulup çıkarmış olan Barcelona: — Şimdi kutumu dinleyin! diye bağırdı. Bir Đngiliz sesi. Çok ilginç! Barcelona dalga uzunluğunu not ediyor: 3'üncü Amerikan zırhlı tümeninin Genel Karargahmı buldu. ' — Hello Yankees! diye bağırıyor mikroya. Nasıl gidiyor? Size iyi davranıyorlar mı? Çok iyi bir Alman şivesiyle bir ses karşılık veriyor: — Günaydın Fritz, nasılsın? Radyocu Alman asıllı bir Amerikalı. Barcelona gülerek soruyor: — Acaba Odin'in domuzunun adının ne olduğunu biliyor musun? — Bekle! Bizde, Norveç'te yaşamış biri var, ona soracağım. Bağlantıyı kesme. Bir sessizlik anı, sonra radyocunun sesi tekrar başlıyor.

—• Fritz! Senin domuzun adını öğrendim. Çok geçmeden teslim olacağına yemin edersen, onu sana büdiririm. — Sana söz veriyorum. Tam da Adolf'u etkilemek için yoldayız. Domuzun adını söyle, arkadaş! — «Altın Fırça»; ama o Odin'in değil Freyja' nm domuzudur. 285 Bu bilgi bir zafer değerinde! Bütün birliklere sesleniyoruz. — Domuzun adı «Altın Fırça»! — Doğru değil, diye karşılık veriyor oto parkı bekçisi Wolf. Onun adı «Saerimmer» idi ve domuz Odin'indi. Bunu ateşli bir tartışma izliyor. 3'üncü Amerikan zırhlı tümeni «Altın Fırça» üzerinde direniyor, «Saerimmer» onlara Nazi tmlayışlı bir ad gibi geliyor. Biz hâlâ ilerliyoruz ve zorlu bir yağmur altında Ren'i geçiyoruz. Heryerde duman tüten yıkıntılar, içinde oturanların fareler gibi yaşadıkları uğursuz ölü şehirler; aç çocuklar ekmek dilenerek yürüyüş kolu boyunca koşuyorlar. Bütün ülkenin üzerinde bir yangın kokusu süzülüyor. 25 ağustosta, radyoda, bir yasak istasyon yakalıyoruz. «General Leclerc'in 28'inci zırhlı tümeni bu sabah Paris'e girdi. Almanlar teslim oldular. Şu anda şehrin bütün çanları vargüçleriyle çalıyor, halkın sevinci taşkınlığa varıyor. Kendilerini gösteren Almanlar ayaklar altında çiğneniyor, Fresnes'nin gardiyanları eski tutukluları tarafından tepeleniyor, işgal birlikleriyle dostluk etmiş olan kadınların saçları kazmıyor, giysileri

soyulup üzerlerine gamalı haç çiziliyor. Büyük Paris'in komutanı general von Choltitz Amerikan birliklerinin gözetimi altında. Bütün şehir ışıklandı. Yaşasın Fransa!» Porta baldırlarına vurdu. — Đyice görüyorsunuz! Paris'i havaya uçurmak için çatpatlarmı elde edemedi, şimdi onun koruyucusu olacak. Kodamanlar her zaman pençelerini ateşten kurtarmayı başarırlar! SVEN HASSEL'ĐN YAYINLARIMIZ ARASINDA ÇIKAN DĐĞER ESERLERĐ • LANETLĐLER TABURU «Bu kitap korkunç bir yıkımın yazar yaptığı bir insanın gerçek öyküsüdür. Sven Hassel insanlık dışı bir savaşta kaybettiği binlerce arkadaşına verdiği sözü tutmak için yazdı bu satırları. Yazar olmak ya da ün kazanmak değildi düşlediği; hemen bütün sevdiklerini elinden alan, anlamsız ve acımasız bir savaşı lanetlemekti tek isteği. Đnsanı blinçsiz bir ölüm makinesine dönüştüren, disiplin taburunun çılgmlaştırdığı savaşçıların gerçek öyküsü. • CEPHE ARKADAŞLARI Đnsanı savaşın acımasız mihenginde deneyen Sven Hassel insanlık adına tiksinti veren, utandırıcı ne varsa inanılmaz bir yalınlıkla sergiliyor bu kitapta. Her şeye rağmen yüreklerinin bir köşesinde, kafalarının bir yerinde hâlâ insan kalabilen sıradan askerlerin dehşet verici olduğu kadar dokunaklı bir öyküsü. • MONTE CASSĐNO CEHENNEMĐ Monte Cassino Savaşlarında bir günde bütün II. Dünya Savaşı boyunca Berlin'e atılandan çok bom-

ba atıldı. Yalnızca bir günde Müttefikler topçusu insanlık tarihinin en uzun, en cömert topçu bombardımanını yaptı. Böylece Monte Cassino, bu kutsal dağ, alev ve ateş kusan bir kasırgaya dönüştü. Bu kasırganın içinde hem korkan, hem de akla hayale sığmaz cesur atılımlar yapan askerler vardı. Bu kitap onların destanıdır... Umutsuzluğun, inançsızlığın destanıdır. Çılgın bir savaşın içinde insanın ne hale dönüştüğünün öyküsüdür. Çaresizlikler içinde «insan» m öyküsüdür.

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF