Sufi Pres
August 10, 2017 | Author: Ruhi Seyfullayev | Category: N/A
Short Description
tuty...
Description
Sûfi Perspektif Kadir ÖZKÖSE*
NEFSİ
RUHUN HİZMETİNE VERME ZAMANI “İnsanda rûh ile nefis sürekli olarak birbirleriyle mücâdele ederler. Bazı kişilerde nefis, bütün bedeni ve hatta rûhu bile kontrolü altına alır; artık bütün yetenekler ve zekâ, nefse hizmet eder hale gelir. Bu durumda bütün canlılar dünyasının üzerinde bir varlık olarak yaratılan insan, hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşer. “
20
Eylül 2008
“Nefsin ayıp ve kusurlarını bilmek, arz ve semayı keşiften daha hayırlıdır. ‘Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” sözü bir hakikattir. ‘ Yer ve göklerin keşfi, seyr-i mahzdır. Kusurlarının farkında olmayan ve hakikatten uzak olan kişinin böylesi bir seyre koyulmasının bir faydası yoktur.”
N
efs, kelime olarak can, ruh, his, kan, ceset, nazar değdiren göz, bir şeyin özü, cevheri, azamet, izzet, hamiyet ve gayb gibi manalara gelir.1 Sûfîler, nefsi; kulun kötü huyları ve çirkin vasıfları, kötü his ve huyların mahalli olan latîfe ve rûh-ı hayvânî olarak tanımlamışlar, tasavvufu nefisle mücadele ve mücahededen ibaret görmüşlerdir.2 Nefis; insanın kendisi olup, latif bir yapıdır. Ahvalinin değişikliğine göre muhtelif vasıflarla nitelendirilmektedir.3 Nefis, insandaki şehvet ve gazap kuvvetini de içine alan geniş bir mânâdır. Nasıl ki, göz görgü, kulak duygu, burun koku ve ağız tatmak yeri, dinleyen, gören kokan ve tadan ancak insan olan bütün ise, onun gibi iyi vasıfların yeri ruh ve kalb, kötü vasıfların yeri de nefis’tir. Nefis bu bütünün bir parçasıyken, kalb de bir diğer parçasıdır.4 Kişinin yersiz ve yanlış sıfatlarını gidermesi, nezih ve güzel hasletlere bezenmesi, nefsin kötülüklerine karşı mücadele etmesi ve nefsini yenmesi gerekir.
et-Tamestânî (ö. 340/951) şöyle demektedir: “En büyük nimet nefisten çıkmak ve uzaklaşmaktır, nefis seninle Allah arasında bulunan perdelerin en büyüğüdür.”6 Nefis ve ruh insan denilen aynı bütünün iki ayrı parçası ve iki farklı kutbu-
Nefsin ayıp ve kusurlarını bilmek, arz ve semayı keşiften daha hayırlıdır. “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” sözü bir hakikattir. Yer ve göklerin keşfi, seyr-i mahzdır. Kusurlarının farkında olmayan ve hakikatten uzak olan kişinin böylesi bir seyre koyulmasının bir faydası yoktur.5. Bu gerçeği ifade sadedinde Ebu Bekr
21
lerde nefis, bütün bedeni ve hatta rûhu bile kontrolü altına alır; artık bütün yetenekler ve zekâ, nefse hizmet eder hale gelir. Bu durumda bütün canlılar dünyasının üzerinde bir varlık olarak yaratılan insan, hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşer. Aslında ideal olan da, nefsi devamlı kontrol altında tutmak, ruhun hizmetine vermek, yüce Allah’ın çizdiği sınırlar içinde yaşayarak can ile birlikte Allah’a ubûdiyet/kulluk görevini yapmaktır. Tasavvufun başlıca hedefi, nefisle ruh arasındaki bu çekişmeyi, rûh lehine sonuçlandırmaktır.
dur. Benliğin müspet kutbuna ruh, menfî kutbuna nefis diyoruz. Ruh, insanın Allah’tan kaynaklanan yönlerinin tamamı, nefis ise beden menşeli vasıflarının tümüdür. Ruh ezelî ve ebedîdir ama dünya planındaki seyrini nefis olmadan sürdüremez. Tasavvufî sülûkta nefsi öldürmek değil, ıslah esastır. Ruh nefsi, nefis de ruhu esir edebilir.7 Tasavvuf psikolojisinin öncü ismi Haris elMuhâsibî (ö. 243/857), nefsin üç ana eğilimini şu şekilde sıralamaktadır: 1. Nefsin gaye olarak kurtuluşu istememe niyeti yoktur; ancak, kurtuluşa giden yol ona ağır gelir. 2. Helak olmayı bir niyet olarak taşımaz, ancak, kişiyi helâke götüren şeyleri hafife alır. 3. Daima anlık hazları ve rahatı, gelecekteki dâimî haz ve rahata tercih eder.8 Bu özellikleri ile nefis, Allah ile insan arasında bir perdedir. İnsanın bu perdeyi mutlaka aşması gerekmektedir. İnsanda rûh ile nefis sürekli olarak birbirleriyle mücâdele ederler. Bazı kişi-
22
Eylül 2008
Aşık Sümmânî (ö. 1333/1915), rûh ile nefsin mücadelesini anlattığı “Nefis Destanı”nda ruhu hep iyiyi ve doğruyu emreden insanın melekî yönü; nefsi de hep süflî duyguların, geçici zevklerin peşinde koşan insanın şeytânî yönü olarak ifâde etmektedir. Rûhun hâkimiyetine sokulan ve ıslah edilen nefsi âhirete yoldaş olarak almakta ve bu manevî seyre dair terennümlerini şöyle dile getirmektedir: Nefis ile ruhu kılayım destân Bunların cengini vereyim a‘yân Eğer gûş verirse ahbâb u yârân Biri nâmert olur biri merdâne. Sümmânî destanın vasfın eylesin Aklı idrak eden derim dinlesin Mevlâ’m nefsinizi ıslâh eylesin Ahirete yoldaş etsin îmâna.9 Nefsi ruhun hizmetine verebilmek için, öncelikle nefsin sıkı bir eğitime tâbi tutulması gerekir. Bir doğan avcısının kuşunu evcilleştirmesi gibi mürşid-i kamiller de kendi hakikatinden kaçan gafilleri Hak ile ünsiyet peyda ettirmeye ve Hak sarayına yaraşır bir kıvama gelmelerine çalışırlar. Zira padişahın avcısı doğan avlayınca, önce onun gözünü, sonra ayaklarını bağlar. Doğanın nefsi körelsin, vahşiliği kalmasın ve avcıya alışsın diye gündüzleri aç ve susuz, geceleri uyanık tutar. Avcıya alışıp evcilleşince, avcı ona avlamayı öğretir. Avlamayı öğrenince, padişahın huzuruna götürür. Doğan padişahın yanına gelip eline konar. Aslında avcının maksadı, doğanın gözünü
ve ayaklarını bağlamak, onu aç, susuz ve uykusuz bırakmak değildir. Avcının tek gayesi doğana avlamayı öğretmektir. Gerçi maksat sadece doğanın avlamayı öğrenmesi de değildir. Avlamayı öğrenerek padişaha yaklaşmasını sağlamaktır. Aynı şekilde, mürşid-i kamiller de önce dervişlerini avlarlar. Avlayınca gözlerini bağlar, yani halvet hücresine alır, karanlık bir odaya sokar, kalabalıklardan kurtulup kendi iç dünyasına nazar etmesini sağlar, bir iç muhasebesi gerçekleştirmesini ister, kendisi ile yüzleşmesine zemin hazırlar, her türlü kayıtlardan uzaklaşıp Hakk’ı idrak etmesini hatırlatır ve Hak’tan kaçan yabani tabiatının giderilmesine çalışır. Dillerini bağlar, yani dervişi halvet ve uzlete sokar, günlerce aç ve susuz bırakır, geceleri uyanık tutar, geceleri kaim, gündüzleri saim olur, kötü sözlerden dilini tutmasını, hayır söylemeyi öğrenmesini, dillerini Hakk’ın zikrine alıştırmasını, kalbinde Hakk’ı murakabe ve tefekkür etmesini öngörür. Böylece dervişlerinin nefsini köreltir. Sonunda dervişin hayvânî/yabânî ve şeytanî kuvvetleri azalır. Mürşit, daha sonra ona avlamayı öğretir. Dervişin avı; ilim, marifet, muhabbet, müşahede ve muayenedir. Avlamayı öğrenince padişahın huzuruna gelip ona yakın olur. Padişaha yakın olunca kurtulur ve kurtulanlar zümresine girer. Yegane padişah ise Hazreti Allah’tır. Dolayısıyla mürşid-i kamillerin gayesi dervişlerini kendilerine bende kılmak değil, Allah’a kul olabilmelerini sağlamaktır. Onlar sadece birer kılavuzdur. Tek gayeleri; Hakk’a giden yolcuları haramilerin saldırılarından korumak, menzil-i maksuda selametle ulaşmalarını sağlamaktır.10 Mürşid-i kamiller öncelikli olarak kişinin nefsini tanımasına ve kendi farkındalığına varmasını sağlarlar. Nefsin hasletleri, hükümleri ve sıfatları ise Kur’an-ı Kerim’in ilgili ayetlerinde şu şekilde beyan edilmektedir: Şehvet,11 heva,12 lağv// faydasız ve çirkin söz,13 gizlet ve kasvet-i mizac/
huy ve mizaç sertliği,14 hıkd ve gıll/gönül darlığı, kin ve hile, hıyanet ve düşmanlık, intikam duygusu,15 huşûnet/kabalık, sertlik ve inatçılık,16 ikrah/ hayırlı ve güzel amelleri istemeyerek ve zorlanarak yapmak, iyilikten hoşlanmamak,17 vefasızlık ve ihanet,18 gazab/öfke,19 gayz/hiddet, dargınlık ve hınç duygusu,20 zulüm,21 kibir ve ucub kendini beğenme.22
Böylesi meziyetlere sahip olan nefis, ıslah edilmedikten sonra ondan hayır gelir mi? Bu özellikler olumlu niteliklere dönüştürülmeden iman nuru elde edilebilir mi? Böylesi yıkıcı ve yakıcı hususiyetler insan ve topluma huzur verebilir mi? Sayılan bu sıfatları taşıyan insanlar medenî ve uygar olabilir mi? Nefsi kabaran, kötü huylara bürünen, azmanlaşıp hırçınlaşan, benlik duygusu ile hareket edip egosunu tatmine çalışan insanların egemen olduğu dünyada paylaşmanın, sevmenin ve merhametin yeri olur mu? İşte genelde Müslümanlar özelde tasavvuf erbabı tüm dikkatleri nefse çekmişler, kişinin başına gelen tüm kötülüklerin adresini nefis olarak göstermişlerdir. Nefsi eğitmeden, nefsi terbiye etmeden, nefsi belli bir kıvama getirmeden kemale ermenin imkansızlığını dile getirmişlerdir. Tarikat erbabının benimsediği halvet, çile, erbain, mücahede, riyazet, seyahat, hizmet, sabır, sebat, tevazu, kanaat, hürmet ve metanet gibi usuller, dervişin sülûkunu gerçekleştirmesine yöneliktir.
23
Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslâm’a göre insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü nefis, alabildiğine kötülüğü emreden”23 ve kişiyi günaha yöneltmek için fısıltılar hâlinde sürekli telkinde bulunan24 bir güçtür. Böylesi bir nefis, nefs-i emmâredir. Nefs-i emmare, insan varlığının en aşağı tabakası olup bütün kötü huyların ve çirkin hareketlerin merkezidir. O, insanı daima kötülüğe sürükler, kulağa vesvese verir,25 isteklere ve kötü arzulara meyleder. İnsanın nefs-i emmaresini yenmesi,26 sabırlı olması27 ve açgözlülüğünden korunması28 gerekir. Günaha meylin ve dünyaya ait isteklerin odak noktası olarak karşımıza çıkan nefs-i emmâre, heva ve hevesin de kaynağıdır.29 Peygamber Efendimiz, nefse karşı yapılan cihadın en büyük cihat olduğunu,30 söylemektedir. Kur’ân-ı Kerim de nefsini tezkiye edenleri veya nefsini Allah’ın tezkiye ettiği kişileri felâha erenler diye nitelendirmektedir.31 Bu duygularla hareket eden tasavvuf erbabı, nefislerini arındırmanın çabasına koyulmuşlar, nefis eğitimini ciddiye almışlar, nefsi zamanında ve yerinde eğitmenin gayretine bürünmüşlerdir. Ahlâkı güzelleştirip, kötü huy ve hasletleri yok etmeye çalışan mürşid-i kamiller, irşat ve talimleri ile nefisleri ıslah ederken, müntesiplerini meşru haklardan mahrum da etmemişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber; “Üzerinde Rabbi’nin de hakkı vardır; nefsinin de. Öyleyse her hak sahibine hakkını ver.”32 buyurmuştur. Bunlara engel olmak, Allah tarafından taşkınlık olarak tanımlanmıştır: “Ey İnananlar! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”33 Bu âyet, bazı sahabîlerin birtakım meşru nimetleri nefislerine haram kıl-
“İslâm’a göre insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü nefis, alabildiğine kötülüğü emreden”23 ve kişiyi günaha yöneltmek için fısıltılar hâlinde sürekli telkinde bulunan24 bir güçtür.”
ma kararları münasebetiyle inmiştir.34 Kur’ân-ı Kerim, nefs-i emmarenin karşısında, kendini kınayan nefse, “levvâme” ve Hakk’ın rızasında huzur bulan nefse de “mutmainne” demektedir.35 Kur’ân bizlerden, nefislerimizin dizginlenmiş, eğitilmiş ve iyilik yapmayı kabullenmiş hale gelmesini istemektedir.36 Rabbim bizleri bir an bile olsa nefsimizle baş başa bırakmasın. Nefsini ıslah eden, nefsine hâkim olan, nefsini kulluk sarayına sokabilen ve nefsinin her türlü hile ve desiselerinden kurtulan kullarından eylesin.
Dipnot * Doç. Dr. 1
2
3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36
24
Eylül 2008
el-Kâşânî,Abdurrezzak, Mu’cemu Istılahatı’s-Sufiyye, tah.Abdülâl Şahin, Daru’l-Inad, Kahire 1992, s. 114–118; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yayınları, İstanbul 1993, c. II, s. 672. Ebü’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye fi İlmi’t-Tasavvuf, Haz. Ma’ruf Zerrik ve Ali Abdülhamid Baltacı, Darü’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 87; Kâşânî, Istılâhâtu’s-sûfiyye, s. 114; İmam Gazali, İhyâu ulûmi’d-dîn, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1412/1992, c. III, s. 192–196. Said Havva, Ruh Terbiyemiz İslam Tasavvufu, çev. İbrahim Sarmış - M. Sait Şimşek, Kayıhan Yayınları, İstanbul II. Baskı, 1986, s.58. Kuşeyrî, Risâle, s. 86–87. M. Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, Seha Neşriyat, İstanbul 1979, c. II, s. 14. Kuşeyrî, Risâle, s. 423. Y. Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut, İstanbul 1989, s. 1234. Hüseyin Aydın, Muhasibî’nin Tasavvuf Felsefesi –İnsan, Psikoloji, Bilgi, Ahlak Görüşü-, Ankara 1976, s. 84. Cengiz Gündoğdu, “Âşık Sümmânî’de Aşkın Metafiziği”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8, sayı: 18, Ocak-Haziran 2007, s. 140–141. Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi -İnsan-ı Kâmil-, ter. Mehmet Kanar, Dergâh Yayınları, İstanbul 1990, s. 53. 3/Al-i İmran, 14–15; 4/Nisa, 27; 19/Meryem, 59. 45/Casiye, 23; 5/Maide, 70; 53/Necm, 3–4, 23; 4/Nisa, 135; 38/Sad, 26; 26/Şuara, 15. 23/Muminûn, 1, 3; 25/Furkan, 72; 28/Kasas, 55. 2/Bakara, 74; 3/Al-i İmran, 159. 7/Araf, 195. 3/Al-i İmran, 159; 39/Zümer, 23. 2/Bakara, 256; 10/Yunus, 99; 5/Maide, 99; 26/Şura, 48. 5/Maide, 1; 61/Saff, 3–4. 11/Hûd, 75; 37/Saffat, 101. 3/Al-i İmran, 134. 31/Lokman, 13; 2/Bakara, 231; 16/ Nahl, 118; 28/ Kasas, 16; 65/ Talak, 1; 11/Hûd, 101; 3/Âl-i İmran, 108, 182. Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 127–41. 12/Yûsuf, 53. 50/Kâf, 16; 53/Necm, 23. 50/Kâf, 16. 79/Nâziât, 40. 18/Kehf, 28. 59/Haşr, 9. 53/Necm, 23. İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-hafa ve muzîlu’l-ilbâs ammâ iştehera mine’lehâdîsi alâ elsineti’n-nâs, Beyrut 1351, c. I, s. 424. 91/Şems, 9. Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail Buharî, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1981, Adâb, 84–86. 5/Mâide, 87. Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzul, Beyrut 1978, s.137–138. H. Mehmet Soysaldı, “İslâm’da Günah Kavramı”, Tasavvuf Dergisi, yıl: 3, S. 7, EylülAralık 2001, s. 150–151. 75/Kıyâme, 2; 89/Fecr, 27–28.
View more...
Comments