Sefiller (4 Cilt) - Victor Hugo

May 5, 2017 | Author: secrettime | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Sefiller (4 Cilt) - Victor Hugo...

Description

VICTOR HUGO

SEFİLLER

DÜNYA KLASİKLERİ

Romantik akımın ilk kuramcısı ve şefi Victor Hugo’nun Sefiller adlı bu romanı 19. Yüzyıl’ın en çok tanınmış ve sevilmiş klasik yapıtlarının başında gelir. Klasik tiyatronun yapay ve dar dünyasını kıyasıya eleştirerek modern dram tarzını ortaya atan, çağının sanatçılarını derinden etkileyen Hugo, yaşadığı yüzyıla damgasını vuran belli başlı sorunları, halkın özgürlük tutkusunu Sefiller'de değişik bir biçim ve şiirsel bir tarzla dile getirir. Bu bakımdan Sefiller, roman olduğu kadar trajik bir şiir, görkemli bir söz ustalığının örneğidir. Halk bir sessizliktir. Ben bu sessizliğin yılmak bilmez avukatı olacağım. Dilsizler için konuşacağım. Halkın dili haline geleceğim. Tıkacı çıkarılmış kanlı bir ağız gibi konuşacağım. Her şeyi bir bir söyleyeceğim.

ISBN 975-385-334-3 ISBN 975-385-335-1

SEFİLLER I VICTOR HUGO

Türkçesi: NURTEN TUNÇ

ISBN 975 - 3 8 5 - 334 - 3 ISBN 975 - 3 8 5 - 335 - 1 Dizgi: Tunç Reklam (0212) 292 64 86 Baskı: Umut Matbaacılık San. ve Tie. Ltd. Şti. 1. Basım Kasım 2004 ODA YAYINLARI TURİZM SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. Tünel, Kumbaracı Yokuşu 119 Beyoğlu - İSTANBUL Tel.: (0212) 252 07 63 - 252 87 53 Fax: (0212) 249 79 62 www. oda yayinlari. com. tr.

BİRİNCİ BÖLÜM

FANTİNE

BİRİNCİ KİTAP HAKTANIR BİR ADAM 1 PİSKOPOS MYRİEL Mösyö Charles François Bienvenu Myriel, 1815 yılında, Dig­ ne şehrinin piskoposuydu. Yetmiş beşine merdiven dayamış bu adam, 1806 yılından beri burada görevliydi. Anlatacaklarımızın dışında olsa bile, bu Piskoposa dair, bu­ rada göreve başladığından bu yana yayılan dedikodulara de­ ğinmek istiyoruz; doğru ya da yanlış, kişinin hayatı ve alınyaz­ sına ilişkin kulaktan kulağa yayılanların, genellikle, yaptığı iş­ lerden daha önemli işlevler üstlendiğini söylemeliyiz. Mösyö François Bienvenu Myriel, Aix Parlamentosuna men­ sup bir üyenin oğluydu. Anlatılanlara bakılacak olursa, babası da kendisinin yerine geçmesini ve aynı görevi sürdürmesini is­ tediği için, onun hayli genç bir yaşında dünya evine girmesini sağlamıştı. Böyle vakitsizce evlendirmeler bu tür aileler arasın­ da epey rağbet görüyordu. Daha yirmili çağlarında evlenen Myriel, bütün bunlara karşın kendisinden uzun uzun söz ettir­ mişti. Alımlı bir delikanlıydı, fazla uzun boylu sayılmamasına rağmen, kibar ve göz alıcıydı. Epey de nükteli konuştuğu için kadınlar katında hayli beğeni kazanmıştı. Evlenmesi onun din­ gin bir hayata kavuşmasını sağlamadı. Delikanlılık yıllarını çe­ şitli zevkler ardında koşarak harcadı. Fakat bunların yanı sıra, Fransız ihtilaliyle gelen karışık ve çetin yıllar, ailelerin mahvo­ 5

lup dağılışı, Myriel’in hayatında da bazı değişikliklere meydan verecekti. Charles Myriel, ihtilalin ilk haftalarında ailesiyle İtal­ ya’ya göçmek zorunda kalmıştı. Yıllardır ince hastalığa yaka­ lanmış olan eşi, orada hayata gözlerini kapattı. Çocuksuzlardı. Bu vefat Charles Myriel’i altüst etti ve hayatının değişmesine zemin hazırladı. Adeta alınyazısını değiştirdi. Moral bakımın­ dan yıkılmıştı. Eski Fransız sosyetesinin parçalanıp çözülmesi, kendi ailesinin yıkımı, onu hayli yıpratmıştı. Zevkperest deli­ kanlı, önceleri tek başına olmayı istedi, her şeyden vazgeçip inzivaya çekilmek istedi. Nasıl olduğunu kimsecikler bilemedi, fakat İtalya’dan döndüğünde Myriel, dine adamıştı kendini. Takvimler 1804’i gösterdiğinde Myriel, Brignolles’de rahipti. Yaşı alabildiğine geçkin olduğu için, zorlu bir yalnızlık içinde geçiriyordu günlerini. Napoleon’un taç giyme töreni için hazırlıklar hızlandırılırken, kimi işleri yüzünden ara ara Paris’e giden Rahip Myriel, Kardi­ nal Fesh’i görmeye gidiyordu. Konakta dayısını ziyarete gelen Napoleon’la karşılaştı. Kocamış bir din adamının kendisine üs­ teleyerek bakmasına işkillenen Napoleon, aniden bir yaverine, yüksek sesle: «Gözlerini benden ayırmayan şu adam kim acaba?» diye sordu. Myriel hazırcevap biriydi; kayıtsızca karşılık verdi: «Majesteleri! Siz herhangi bir adama bakıyorsunuz, ama ben karşımda çok önemli bir adam görüyorum. Bu fırsatı ikimiz de değerlendirebiliriz.» O günün akşamı, İmparator, dayısına bu hazırcevap din adamının adını sordu. Hemen sonra, Myriel, Digne şehrinde boş duran Piskoposluk makamına tayin edildiğini hayretler için­ de kalarak haber aldı. Charles Myriel’in, delikanlılık yıllarına ilişkin dedikoduların gerçeğe uygunluk derecesi nedir bilmiyoruz. İhtilalden önce onun ailesini tanıyan hayli az kişi vardı. Sonraki yıllarda, Charles Myriel, gevezeleğin bol, zekânın 6

sınırlı olduğu bu şehre yerleşince, oradakilerin öfkesini üzerine çekti. Ayrıca, piskopos olması da, bunda hayli rol oynamıştı. Ama yine de, hakkındaki dedikodular salt boş sözler olabilirdi. Gereksiz gürültü, anlamsız konuşmalar, maval da olabilir diye­ biliriz. İşin esası ise, tam dokuz yıl Digne’de görevine devam ettik­ ten sonra, hakkında söylenmiş ne varsa unutulmuştu. Bunların sözünü bile etmeye kimse kalkışamazdı. Charles Myriel, Digne’ye yerleşirken, yanına, o güne kadar evlenmemiş kız kardeşi Matmazel Baptistine’i de almıştı. Evle­ rindeki tek hizmetçi Madam Magloire da Matmazel Baptistine ile akran bir kadındı. Önce Papaz’ın hizmetçilik görevinde bu­ lunan Madam Magloire şu sırada, hem Matmazel Baptistine’in hizmetini, hem de evdeki işleri görüyordu. Ağabeyinden on yaş küçük olan Matmazel Baptistine, narin yapılı, uzunca boylu, solgun benizli bir kadındı. Hayatı boyun­ ca güzel olmayan evde kalmış kız, geçen yıllar sonucu iyi yü­ rekli olmanın güzelliği olarak adlandırılan bir güzelliğe ermişti. Gençliğinde sıskalık sayılan zayıflığı, kocamışlığında saydam­ lığa evrilmişti. Bir haleyle kuşatılmış gibiydi. Cinsiyetini geç an­ laşılsa da gösteren bedeni ışıkla dolu bir kütleye benziyordu. Parıltılı gözlerinin sürekli öne eğikliği, bir ruhun dünyada kala­ bilmesinin gerekçesi oluyordu. Madam Magloire ise gürbüz, pamuk tenli, yuvarlak yüzlü bir kadındı. Hep koşturduğu için, soluğunu sıklaştıran astım krizi yüzünden, sürekli nefes darlığı çekerdi. Charles Myriel, şehre adım attığında konumuna ve onuruna yaraşan Piskoposluk Konağına yerleştirildi. Vali ile Belediye Başkanı, onun ilk ziyaretçileri oldular. Piskopos da garnizon ko­ mutanı generali ve emniyet müdürünü ziyarete gitti. Yerleşme yeni tamamlanıyordu ki, şehir, yeni Piskoposun ne yapacağını sabırsızca beklemeye koyuldu.

7

2 CHARLES MYRIEL’İN «MONSENYÖR BIENVENU»(*) UNVANINI ALMASI Piskoposun konağı şehir hastanesinin yanındaydı. Doğrusu, bu bir konak da değil, krallara yaraşır bir saray gibiydi. Geçen asrın bitimine yakın, Monsenyör Henri Puget tarafından inşa edilmişti. Muhteşem bir binaydı. Piskopos daireleri, salonlar, odalar en kusursuz biçimde döşenmişti. Eski Floransa tarzına uygun kemerlerle bezeli şeref avlusu, güzelim ağaçlar ve çiçek­ lerle dolu epey ferah bir bahçesi vardı. 29 Temmuz 1714’te Mon­ senyör Henri Puget, burada, tanınmış yedi din adamına bir şö­ len vermişti. Bu yedi adamın portreleri hâlâ yemek salonlarını süslemenin yanı sıra, o benzersiz 29 Temmuz 1714’ü de bir ma­ sanın mermerine altın harflerle kazıyarak ölümsüzleştirmişti. Bitişiğindeki hastane ise, ufak bir bahçesi olan tek katlı bir binaydı. Şehre gelişinin üçüncü gününde piskopos, hastaneyi ziya­ ret etti. Bu ziyaretini bitirdiğinde başhekimden, konağa gelme­ sini rica etti. Şöylece bir konuşma geçti aralarında: «Doktor, şu sırada kaç hastanız var?» «Yirmi altı hastamız var, efendim.» «Evet, benim de saydıklarım bu kadardı.» «Yataklar iç içe geçmiş gibi, efendim...» «Evet. Benim de böyle bir gözlemim oldu.» «Koğuşlar fazla dar, aslında oda gibi, odaları havalandır­ mak öyle zor oluyor ki.» «Bunu ben de fark ettim.» «Biraz iyileşen hastalara güneşli günlerde hava aldırmak is­ tiyoruz, fakat bahçe çok dar.» «Evet, anladım, doktor.» «Salgın bir hastalık başladığında, hasta sayısı genellikle yü­ zü bile geçer, ne yapacağımızı şaşırırız.» (*) Monsenyör: Piskoposların bir unvanı. Bienvenu: ‘Hoş geldiniz' demektir.

8

«Sizinle aynı fikirdeyim, doktor.» Piskopos, oturdukları salonu inceledi. Bir yandan da bazı hesaplar yapıyordu. Sonra kendi kendisiyle konuşur gibi: «Beni dinleyin, doktor, bir hesap hatası var. Siz tam yirmi altı ki­ şi, beş küçük odada balık istifi yaşıyorsunuz. Halbuki biz, sadece üç kişi, altmış odalı bir konağa kurulduk. Bu doğru değil, bundan emi­ nim. Siz benim şu konağa yerleşin, ben de hastaneye yerleşeyim.» Ertesi sabah yirmi altı çaresiz hasta, Piskopos’un konağına, Piskopos da hastaneye yerleşmişti. Eskiden sahibi olduğu servetten Charles Myriel’e hatırı sa­ yılır bir şey kalmamıştı. Ailesi ihtilal günlerinde borca batmıştı. Kız kardeşinin de yılda beş yüz franklık bir geliri vardı ama, bu da sadece onun kişisel harcamalarına ayrılırdı. Piskoposun ise, on beş bin franklık bir maaşı vardı. Hastane binasına yer­ leştikten sonra, bu maaşla kendince bir bütçe düzenledi: Ev giderlerine ayrılan para Küçük Papaz Okuluna Papaz Örgütüne Dini törenlere Montdidier Misyonerlerine Paris’teki yabancı misyonlara Kutsal ruh toplantılarına Anaokulu örgütlerine Arles’deki yetimleryurduna Cezaevlerini iyileştirme Derneğine Tutuklulara Yardım Derneğine Tutuklu aile babalarına kefalet için Zor durumdaki fakir öğretmenlere Alp dağları tahıl depolarına Digne, Manosque ve Sisteron’daki fakir kızların eğitimine Yoksul ve düşkünlere Kişisel harcamalarıma Toplam

: 1500 frank : 100 frank : 100 frank : 100 frank : 200 frank : 150 frank : 300 frank : 50 frank : 400 frank : 500 frank : 1000 frank : 2000 frank : 100 frank : 1500 frank : 6000 frank : 1000 frank : 15000.000 frank. 9

Digne’deki Piskoposluk yıllarında Charles Myriel, bu çizel­ geyi hiç aksatmadan uygulayacaktı. Matmazel Baptistine bu bütçe planı hoşgörüyle karşıladı. Bu kutsal ve kocamış kız için, Charles Myriel hem bir ağabey, hem de bir Piskopos’tu. Aile bağları bakımından yakın akraba­ sı, dostu ve din bakımından kendisinin üstü olarak görüyordu onu. Ona, saygılı bir sevgi duyardı. Kâhyaları Madam Magloire sesini biraz yükseltecek oldu. Piskoposun özel harcamalarına sadece bin frank ayırmasından hiç de hoşlanmamıştı. Bu bin franka Matmazel Baptistine’in o beş yüz frankı da eklenince bin beş yüz frank ediyordu ki, Pis­ kopos ve iki kocamış kadın bu parayla güç bela geçiniyorlardı. Bu arada civar kiliselerin rahipleri de kendisini ziyarete gel­ diklerinde, Piskopos onları ağırlamayı hiç savsaklamazdı. Şeh­ re yerleşmesinin üç ay sonrasında, bir gün öfkelencek gibi ol­ du Piskopos: «Bu kadar tutumlu davranmamıza rağmen, yine de güç be­ la geçiniyoruz.» Madam Magloire bu çıkıştan hoşnuttu, hemen atıldı: «Öyle ya, Piskopos hazretleri araba giderlerine ayrılan öde­ neği istemediler ki. Oysa eskiden, piskoposların yol ve araba giderleri de karşılanırdı.» Piskopos ihtiyar kadından yana çıktı: «Hakkınız var, Madam Magloire.» Biraz zaman geçince, istediği ödenek kabul edildi. Yılda üç bin frank tutan bu ödenek Piskopos’un araba, haberleşme ve ulaşım giderleri içindi. Üzülerek belirtelim ki, şehrin ekabir takımı, buna öfkeyle karşı koydu. Üstelik bir senatör, Beş Yüzler Meclisinin eskiden üyesi olan biri, ilahiyat Fakültesi Dekanına hışım dolu bir mek­ tup yolladı: «Araba giderleri için ödenek mi? Bu ne anlama geliyor? Dört bin nüfuslu ufacık bir yer için buna ne gerek var ki? Bu az­ mış gibi bir de haberleşme ve yol giderleri? Bu gezilerin fayda­ sı ne olabilir? Bu dağlık diyarlarda yol da yok. Herkes her yere 10

atla gider. Durance nehrindeki köprü bile sadece öküz arabala­ rını taşıyacak kadar sağlamdır. Ah şu din adamları... hepsi de birbirine benziyor, hepsi de doymak bilmez ve pinti... Bu yeni gelen önce ermiş gibi görünmeyi denedi. Fakat, onun da foya­ sı ortaya çıktı. Piskopos Hazretleri binmek için, at arabası ister­ lermiş. Eski piskopos gibi, bu da rahatı seviyor... Ah efendim İmparator bizi şu tutuculardan kurtaramadı ki. Onları başınız­ dan atmadığınız sürece, işler düzelmez. Papaya da yuh, aslın­ da ben hiçbirine kulak asmam ya...» Fakat Piskopos’un bu isteğine Madam Magloire epey sevin­ mişti. Hemen Matmazel Baptistine’ye koşup güzel haberi verdi: «Ah Matmazel, artık efendimizin de kapalı bir arabası ola­ cak. O da kendisini düşünme vaktinin geldiğini nihayet anladı. Şu üç bin frank epey iyi oldu, belimizi biraz düzeltebiliriz.» Üzülerek söyleyelim ki, Madam Magloire'ın heyecanı boşu­ naydı, çünkü daha gün bitmeden, Piskopos hazırladığı bir mek­ tubu kız kardeşine uzattı: ARABA VE YOL GİDERLERİ İÇİN ÜÇ BİN FRANK Hastalara et suyu dağıtmak Draguignan düşkünleryurduna Aix Anaokuluna yardım Yetimlere Kimsesiz çocuklara Toplam

: 1500 frank : 250 frank : 250 frank : 500 frank : 500 frank : 3000 frank.

Charles Myriel’in bütçe düzeni böyleydi. Kilise ve dini işler için, ihtiyaç duyulan paraları, Piskopos varsıllardan alıp, yoksullara verirdi. Bir süre sonra bağışlar oluk gibi akmaya başladı. Parası olan da, olmayan da Charles Myriel’in kapısına ko­ şardı. Bazıları kendileri için ayrılan yardımı almaya gelir, bazı­ ları da bağışta bulunmaya gelirdi. Aradan bir yıl geçince Pisko­ pos iyilik ve yıkımların para kasası olmuştu. Elinden epey yük11

lü paralar gelip giderdi. Gelgelelim kendisi, hayat tarzını hiç de­ ğiştirmemişti. Dünyada, acılar ve yıkımlar o kadar fazlaydı ki, din adamının dağıttığı paralar, güneş gören kar gibi eriyip gidi­ yordu. Piskopos ne kadar bağış alırsa alsın, yine de para yetiş­ tiremiyordu. işte o zaman, kendi giderlerinden kısıp, sadakala­ rı vermeye çalışıyor ve bu yüzden de epey dar bir bütçeyle ya­ şıyordu. O günlerde Piskoposların yazılarına, mektuplarına, dilekçe­ lerine bütün adlarını yazmaları âdettendi. Oraların yoksulları Charles François Bienvenu adları içinde ona en yaraşanı seç­ tiler: Bienvenu. Artık onu sürekli «Monsenyör Bienvenu» diye çağıracaklardı. Myriel kendisini üçüncü adıyla çağırmalarından hoşnuttu: «Bu addan memnunum,» derdi. «En azından Monsenyör unvanının resmiyetini kaldırıyor.» Betimlediğimiz portenin makul olmadığının farkındayız. Fa­ kat aslına sadık kaldığını belirtebiliriz. 3 İYİ KALPLİ PİSKOPOS’UN ÇETİN GÖREVİ Araba ödeneğini ihtiyacı olanlara veren piskopos, gezilerini buna rağmen boşlamıyordu. Yerbilimsel anlamda sarp bir böl­ ge olan Digne’de piskoposluk epey zahmetli bir iş sayılırdı. Hiç­ bir düzlük yer yokmuş gibi olan bu dağlık arazinin yolları da hayli zorluydu. Ama ziyarete gitmesi gereken sayısız dinsel ku­ ruluş bulunuyordu. Fakat Piskopos Myriel bu zorluğu da yen­ meyi başardı. Uzak olmayan yerlere yürür, ovada iki tekerlekli arabayla gider ve dağlara katırla çıkardı. Zaman zaman, kız kardeşiyle, Madam Magloire’ı da yalnız bırakırdı. Kağnıyla çı­ kabildiği dağ köyleri de vardı. Bir gün, eski bir dinsel merkez olan Senez’e eşekle gitti. O sırada hiç parası olmadığından, başka binit bulamamıştı. Şehir valisi kendisini karşılamak için koştuğunda, onun 12

eşekten inmesine parmak ısıran ya da ayıplayan bakışlarla baktı. Valinin yanında duran birkaç kentsoylu da kahkahalar at­ tılar. Piskopos, onlara şunları söyledi: «Vali Hazretleri ve kentsoylu beyler, bana şaşkınca baktığı­ nızı fark ettim. Kim bilir, belki de benim gibi önemsiz ve parasız bir rahibi efendimiz İsa’yı taşıyan bir hayvanın üzerinde gördü­ ğünüz için beni fiyaka yapıyor diye kınayabilirsiniz! Fakat emin olun, beyler, bunu fiyaka niyetiyle değil, yalnızca zorunluluktan yapıyorum.» Böylesi gezilerinde epey uysal, cana yakın ve ilgi çekici ko­ nuşur, vaaz vermez, söyleşir gibi konuşurdu. Örneklerini hep o çevrelerden seçerdi. Oralardaki bir köyün sakinlerinin nasıl bir­ birlerine yardımcı olduklarını gittiği bir başka köyde anlatır, ha­ yırsever kasaba ya da köyün kutsanmış bir yer olduğunu söy­ lerdi. ihtiyacı olanlara yardım etmeyen bir bölgede şöyle derdi: «Briançonlu’lara bakın. Fakirlere, dul ve yetimlere ekin biçme hakkını diğerlerinden üç gün önce verdiler. Evleri oturulamaz hale geldiğinde onları, para istemeden tamir ediyorlar. Böylece, Tanrı’nın sevgisine eriştiler. Bir asırdır orada bir cinayet bile iş­ lenmedi.» Kârları konu olduğunda tutkulu olan köylerde ise: «Embrun­ lüler’e bakın. Ekin biçme vakti, bir aile reisi hasta, oğulları as­ kerde, kızları şehirde hizmetteyse, köy rahibi vaazlarında ona yardımcı olunmasını ister; pazar günü, sabah duasından son­ ra, bütün köy ahalisi, kadın-erkek, yaşlı-genç, zavallı adamın tarlasına gidip ekinini dererler, samanını, tahılını ambarına ta­ şırlar,» derdi. Para ve miras için tartışan ailelere şunu: «Devolny dağlılarına bakın, öyle vahşi bir yer ki, elli yılda tek kuş şakıması bile duyulmaz. İşte orada, bir ailede baba bu dünya­ dan göçünce, damat bulup evlenebilsinler diye, oğlanlar her şeyi kızlara terk edip gurbet ellere para kazanmaya giderler.» Davalara düşkün, köylülerin her şeyini mühürlü kâğıtlar yoluna heder ettiği bölgelerde: «Şu Queyras vadisinin iyi insanlarını görmüyor musunuz?» derdi. «Üç bin nüfuslu bir yer. Hey Yüce Tanrım! Tıpkı küçük cumhuriyet gibi. Ne yargıç, ne savcı tanır­ 13

lar. Muhtar her işi görür. Herkesi adil biçimde vergiye bağlar, geçimsizlikleri parasız giderir, mirasları vekâlet parası isteme­ den bölüştürür, ilamları para harcamadan yapar. Safların sözü­ ne kulak verir.» Aynı zamanda, cehaletle savaşmayı hiç boşla­ mazdı. Öğretmensiz köylerde şunları söylerdi: «Bakın Queyras’dakiler neler yaptılar? Sayıları fazla olma­ dığı için okul açamadılar, fakat bütün vadiden devşirdikleri o seyyar öğretmenler dağ tepe demeyip, her hafta bir başka kö­ yü okutuyorlar. Bu seyyar öğretmenlerle karşılaştım. Şapkala­ rına iliştirdikleri kalemlerden tanıdım onları. Okuma belletenle­ rin sadece bir kalemi, okuma ve matematik belletenlerin iki ka­ lemleri oluyor. Okuma, matematik ve Latince belletenler ise şapkalarına üç kalem iliştirir. Cahil olmak çok korkunç. Sizler de Queyras köylülerinin davrandıkları gibi davranabilirsiniz.» Uğradığı her yerde, kendisini sevdirir, acıları gidermeye gayret eden sevecen ve sorumluluk sahibi bir baba gibi dolaşa­ rak, dağlarda tepelerde taban teperdi. 4 TEORİ VE PRATİĞİN BİRLİĞİ Konuşmaları keyifli ve sevimliydi. Herkesin düzeyine uygun davranmasını bilirdi. Evinde beraber yaşadığı kocamış kadın­ larla sürekli şakalaşır, bir çocuk gibi içten kahkahalar atardı. Akrabası olan Lo Kontesi, mirasa konacak oğullarından her zaman söz ederdi. Oğullarının en küçüğü bir teyzeden yıllık yüz bin franklık bir gelire kavuşacaktı. Ortanca oğlu, amcasının ölümünden sonra onun Dük unvanına konacaktı. En büyük oğ­ lu ise, dedesinin unvanına, şato ve bütün mallarına konacaktı. Çoğu zaman, Piskopos bu lafazan kuzeninin sözlerini anlayış­ la dinlerdi. Fakat bir seferinde, Kontes, konuşurken onun ken­ disini dinlemediğini fark etti, kınar gibi, bağırdı: «Ama Kuzenim neler oluyor size böyle? Nerelere daldınız? Sözlerimi dinlemiyorsunuz.» 14

Piskopos ona şöyle dedi: «Aziz Saint Augustin’in özlü bir sözünü hatırladım da... Şöyleydi: ‘Dünya malına bel bağlamayın’.» Başka bir seferinde, şehir asillerinden birinin ölüm haberini bildiren mektup geldiğinde epey şaşırmıştı. Mektupta, ölenin tüm unvanlarını yazmışlardı. Aynı zamanda, taşınmazları da eklenmişti. Piskopos: «Yüce Tanrım!» diye söylendi. «Tanrı ka­ tına bu unvanlarla mı çıkacak?» Çoğu zaman, özel bir ifade içeren, cana yakın bir alayla ko­ nuşurdu. Paskalyadan önceki o kutsal «Büyük Perhiz» hafta­ sında, Digne’e uğrayan genç bir rahip, yoksullara yardım etme konusunda alabildiğine etkili konuşmuş ve parlak bir vaaz ver­ mişti. Şehirde emekli olan, epey varsıl bir alsatçı olan Mösyö Geborand, kilise kapısında, bekleşen yaşlı dilenci kadınlara bi­ raz sadaka dağıtmıştı. Bu öyle önemsiz bir miktardı ki, ayrıca, altı dilenci kadın bunu aralarında bölüşecekti bir de, hiçbirine yeterli para kalmayacaktı. Piskopos Bienvenu kiliseden çıkar­ ken kız kardeşine: «Dinle kardeşim, Mösyö Geborand, cennete birkaç kuruşluk bir bilet alıyor,» dedi. Halbuki kendisi yardım toplarken, asla yorulmak bilmez, inatla varsılların kapılarına giderdi. Şehrin epey ilginç adamla­ rından olan Ohamptercier Markisi kocamış ve epey elisıkı biriy­ di. İki yönlü kılıç gibi bir yandan Kralcı, bir yandan da Voltaire(*) hayranı olmayı yan yana getirebilmişti. Piskopos onu evinde zi­ yaret edip kendisine: «Marki hazretleri, bana yoksullarıma dağıtmak için bir şey­ ler verebilir misiniz?» diye sorduğunda, adam hışım dolu bir sesle şu karşılığı verecekti: «Monsenyör, benim kendi yoksullarım var.» «O halde onları bana verin!» (*) Voltaire: Fransız aydını (1697-1778) ve filozof, ihtilal yanlısı diğer filozoflar­ la ilk Ansiklopedi 'yi yayınlamıştı.

15

Kilisede şöyle bir vaaz verdi bir gün: «Aziz kardeşlerim, iyi dostlarım! Fransa’da bir milyon üç yüz yirmi bin köylü evinde üç delik var; bir milyon sekiz yüz binde de iki delik; bir kapı, bir de pencere. En sonunda üç yüz kırk altı bin kulübenin de bir deliği var: sadece kapı. Bu da, kapı ve pencere vergisi adlı bir şey yüzünden. Bu evlere biçare aileleri, kocamış kadınları, kü­ çük çocukları yerleştirin, sonra da salgınlara, hastalıklara ba­ kın! Ne üzücü! Tanrı havayı insanlara bağışlar, kanun ise bunu onlara satar. Kanunu suçlamıyorum, Tanrı’ya şükrediyorum, İsére’de, Var’da her iki Alpler’de, Yukarı ve Aşağı Alpler’de, köylüler el arabalarına bile sahip olmadığından, gübreyi sırtla­ rında taşıyorlar; mumları olmadığından çıralar, çam sakızında bekletilmiş ipler yakıyorlar. İşte Yukarı Daupine bölgesinde du­ rum bu. Altı aylık ekmeği aynı anda hazırlayıp, tezekte pişirir­ ler. Kışın, bu ekmeği baltayla parçalayıp, yenir hale gelmesi için de bir gün boyunca suda bırakırlar. Kardeşlerim, merha­ metli, iyi yürekli olun! Bakın, etrafınızda ne çok zavallı var!» Bienvenu Myriel, güney Fransa’nın Brovans eyaletinde doğ­ duğu için, oranın bütün lehçelerini rahat rahat konuşurdu. Bu da yöredekilerin hayli hoşuna giderdi. Her şiveyi bilen bir din adamı, hiç zorlanmadan ruhlara da işleyebilirdi. Aslında varsıllara da yoksullara davrandığı gibi davranırdı. Asla önyargılı davranmazdı. Doğru bir karar alabilmek için suçu uzun uzun incelerdi, «Hataya neden olan yolu inceleye­ lim» derdi. O şirin gülümseyişiyle itiraf ettiği gibi, gençliğinde kendisi de günah işlemişti. Bundan dolayı hiç de yobaz olmayan, kendin­ ce bir fikri vardı. Sürekli aynı şeyi söylerdi. «Ademoğlu kendisine bir yük ve hem de bir ayartıcı olan be­ denini, sürükler. Zaman zaman, onu alteder, zaman zaman onun arzularına yenilir. Kişi özvarlığına egemen olmalıdır. Fa­ kat üstesinden gelemeyeceği kimi durumlarda boyun eğip dü­ şebilir. Fakat bu düşüş dizler üzerine olup, duayla bitmeli. Bir aziz olmak, olası değildir, doğru ve haktanır olmak, yeter. Gü­ nah işleyebilirsiniz; ama kesinlikle doğru yoldan çıkmayın. Hak­ 16

tanır olun, ademoğlunun yasası, alabildiğine az günah işlemek­ tir; hiç günah işlememek meleklerin işidir. Dünyadaki her canlı, günaha boyun eğebilir, bu bir tür yerçekimidir.» Toplum kurbanı kadınlar ve yoksullara biraz daha anlayışlı davranırdı. Sürekli şunu derdi: «Kadınların, çocukları, hizmet­ çilerin, zayıfların, yoksulların ve cahillerin günahları; eşlerinin, babalarınım, efendilerinin, güçlülerin, varsılların ve bilgililerin suçlarından gelir.» Olayları herkesten farklı biçimde algılayıp, değerlendirirdi, kendi sözleriyle o «yüreğinin sesine uyardı.» Bir gün, bir salonda bir cinayetten konuşulduğunu duydu. Sevdiği kadının ve ondan doğma çocuğu uğruna bir yoksul, kalpazanlık yapmıştı. O günlerde bu suçun cezası idamdı. Dostunun bastığı sahte paraları piyasaya sürerken kadını ya­ kalamışlardı. Adam hakkında kesin kanıt bulunmuyordu. Fakat kadın onu ele verebilirdi. Halbuki genç kadın, bütün suçlamala­ rı inkâr ediyordu. Derken, Krallık Savcısının aklına şeytanca bir fikir geldi. Kadın konuşsun diye onu kıskandırmayı denedi, ona âşığının başka bir kadınla ilişkisi olduğunu söyledi. Bunu düz­ mece mektuplarla ispat etme yoluna gitti. İşte o zaman kıs­ kançlıktan gözü kararan kadın her şeyi itiraf etti. Adam, Aix şehrinde yargılanacaktı. Bu konu her yerde konuşuluyor ve herkes savcının zekâsına hayran kalıyordu. Kadının kıskançlı­ ğını alevlendirip onu itiraf etmeye zorlaması epey hoş karşılan­ mıştı. Piskopos bu öyküyü hiç yorum katmadan ilgiyle dinledi, ve sordu: «Adamla kadının yargılanma yeri neresi?» «Aix Ceza Mahkemesi!» «Peki, fakat Krallık Savcısını kim yargılayacak?» İşte Piskopos Bienvenu böyle biriydi. Aynı Digne şehrinde, acıklı bir olay yaşanmıştı. Bir cambaz, cinayet suçlamasıyla yargılandı. Cambaz bilgili olmasa da, o kadar kara cahil de sayılmazdı. Dava, şehirde fazlasıyla şama­ taya meydan vermişti, infaz gününden bir akşam önce cezaevi 17

rahibi rahatsızlandı. Rahibe haber verdiler, ama o gitmeyi iste­ medi: «Bu cambazın yanı bana uygun değil,» diye karşı koydu, «hem ben de rahatsızım.» Bunu duyan Piskopos, hemen kara­ rını verdi: «Rahibin hakkı var, bu bedbaht adama gitmek benim işim.» Hızla cezaevine gitti. Cambazın hücresine girdi, onu adıyla çağırdı ve onunla epey dostça konuştu. Ona kardeşlik, babalık ve rahiplik etti. Avutmaya çalışarak, gerçekleri gösterdi. Bu adam ölecekti. Ölüm onun için dipsiz bir kuyuydu. Cambaz büsbütün umursamaz davranamayacak ölçüde okumuştu. Pis­ kopos ona rehberlik yaptı, bu kuyunun dibinde kendisini bekle­ yen ışıktan söz etti. Ertesi sabah tutukluyu infaza götürmeye geldiklerinde, Piskopos, onunla gitti. Darağacına onun yanı sı­ ra çıktı, bir gün önceki o mahvolmuş, o perişan adamın yüzü aydınlanmış gibiydi. Artık ruhunun selamete erdiğinden emindi ve giyotinin altına başını yerleştirdiğinde, Piskopos Myriel, ona şu sözleri söyledi: «Ademoğlunun öldürdüğünü Tanrı yaşatır. Kardeşlerince kovulan, babasına kavuşur. Dua et, inan ve ebe­ di hayatı kazan. Tanrı orada seni bekliyor.» Üzülerek belirtelim ki toplum genellikle davranışları gerçek­ çi ölçülerle değerlendirmekten uzaktır. Piskopos’un bu eşsiz davranışı şehirde birçok değerlendirmeye neden oldu. Yüksek sosyete mensupları, onu fiyakacılıkla suçladılar. Ama bunu şehrin sosyete salonlarında yaptılar. Şehirdekiler bu kutsal din adamının, bu asil davranışına yürekten katıldı. Piskopos’a ge­ lince, ölümdeki şiddeti ve giyotini bu kadar yakından görmek, onda bir altüste neden oldu. Birkaç hafta, toparlanamadı. Ara­ dan bir süre geçince eski haline döndü; ama bir daha o infaz yerinden geçmemeye dikkat etti. Darağacı, insan ayakta, dimdik durduğunda bile karadüş gi­ bi görünür. İnsan kendi gözleriyle giyotini görmediği sürece, ölüm cezasına karşı biraz olsun umarsız kalır, eksiksiz bir fikir edinemez, «evet» ya da «hayır» der; fakat onu gördükten son­ raki altüst oluş epey şiddetli oluyor, artık karar vermeli, tarafta­ 18

rı veya karşıtı olmalı. Bazıları, Maistre gibi, buna bayılır; bazı­ ları da, Beccaria gibi, bundan iğrenip korkar. Giyotin yasanın hesaplaşmasıdır; adı «intikam alma»dır, kendisi tarafsız olma­ dığı için, sizin de öyle olmanıza rıza göstermez. Onu gören, es­ rarengiz bir titreyişe kapılır. Bütün toplumsal sorunlar giyotin bı­ çağının etrafına soru işaretleri bırakır. Darağacı tahta bir iske­ le, bir makine değildir; darağacı tahtadan, demirden, ipten ma­ mul cansız bir gereç değildir. Tanımı güç, karanlık özel girişim­ lere, dizgelere sahip bir tür yaratığa benzer; diyebiliriz ki, bu is­ kele görüyor, bu makine duyuyor, bu gereç algılıyor, bu tahta, bu demir, bu ipler bir şeyler bekliyorlar. Onun varlığının, ruhu içine gömdüğü karabasanda darağacı celladın suçortağıdır; kemirir, insan eti yiyip, kan içer. Yargıçla marangozun işbirliğiy­ le oluşmuş bir yaratıktır darağacı. Kendi verdiği ölümlerden ya­ pılma bir tür korkunç hayat sahibi bir hortlağa benzer. Müthiş etkili ve derindir. İdamın ertesi günü, dahası çok son­ raları, piskopos epey bitkin görünüyordu. O lanetli andaki insa­ nüstü huzuru kaybolmuştu; toplumsal adaletin hortlağı sürekli ardındaydı. Genellikle bütün işlerinden aydınlık bir sevinçle dö­ nen bu adam, şimdi kendini suçlar gibiydi. Zaman zaman ken­ di kendine söyleniyordu, kısık sesli bir monolog sergiler gibi ke­ keliyordu. işte, bu konuşmalardan kız kardeşinin bir akşam du­ yup da bir yere yazdığı, «Bu kadar vahşice olduğunu sanmıyor­ dum. İnsanların kanununu görmeyecek kadar, Tanrı kanununa saplanmak, hatadır. Öldürmek sadece Tanrı’ya hastır. Ne hak­ la insanlar bu meçhul şeye ilişebiliyorlar?» Günün rastgele bir vaktinde, onu hastalar ve ölüler için ça­ ğırabilirlerdi. Bunu, en acil işi bilir ve asla boşlamazdı. Dul ve yetimler onu çağırma gereğini duymazlardı. Bienvenu, haber­ sizce gelir, çocuğunu kaybeden ananın, eşini kaybeden ada­ mın yanında, sessizce uzun uzun otururdu. O susma vaktini bildiği gibi, konuşma vaktini de bilirdi. O «acınızı kalbinize gö­ mün» demezdi, aksine acıyı giderek koyultup, acıya bir ağır­ başlılık, bir kutsallık eklerdi. Sevdiklerini kaybedenlere, sürekli şunları söylerdi: 19

«Ölümü dipsiz bir uçurum, bir çürüyüş gibi görmeyin. İlgiyle bakınız, sevdiğinizin canlı ışığına, göklerde rastlayabilirsiniz.» O, inancın insan için vazgeçilmez olduğunu bilirdi. Acılanan insanlara, gökte parlayan yıldızları gösterip ona Tanrı yolunu gösterirdi. 5 MONSENYÖR BIENVENU’NUN AYNI CÜPPEYİ YILLAR BOYUNCA KULLANMASI Piskopos’un dış dünyası da iç dünyasından fazla farklı de­ ğildi. Onu yakından tanıyanlar için, kendisini yargıladığı bu yoksul hayat, aslında hayli yüz ağartıcı ve özlenir bir yoksulluk­ tu. Bilgelerin ve ihtiyarlamış insanların çoğu gibi, Bienvenu Myriel’in de, uykuya ayırdığı zaman epey sınırlıydı. Fakat bu kısacık uykusu çok derindi. Sabah uyandığında yaklaşık bir sa­ at boş durur, düşünür, düşüncelerine bir düzen verirdi. Daha sonra, katedralde ya da evinin dua odasında bir tören yapardı. Bunun ardından, inek sütüne batırılmış bir dilim çavdar ekme­ ğiyle kahvaltı eder ve işe girişirdi. Bir piskopos vakti epey sınırlı bir insandır. Piskoposluk da­ ire yazmanıyla her gün konuşması gerekir; hemen her gün de rahipleriyle bir araya gelip görüşür. Dinsel kurumların denetlen­ mesi, ayrıcalıkların dağıtılması, incelenecek kocaman bir din­ sel kitaplık vardır, dilekçeler yazılacak, izinler, verilecek vaaz­ lar, rahiplerle belediye başkanlarının anlaştırılması, haberleş­ meler, yönetsel yazışmalar... bir yanda Devlet, bir yanda Papa­ lık; sayısız iş. Bu kabarık işlerden, ayinlerden, dua okumalardan kalan vaktini önce yoksullara, hastalara ve ihtiyaç sahiplerine ayırır­ dı. Onlardan kurtardığı zamanı ise işe verirdi. Kimi zaman bah­ çesiyle uğraşır, kimi zaman okur, yazardı. Bu iki işi de tek keli­ meyle ifade ederdi: Bahçede çalışmak. «İnsan zihni de bir bah­ çedir» derdi. 20

Öğlen olduğunda tekrar yemek masasına otururdu. Kahval­ tısı kadar basit bir yemek yerdi. Öğleden sonra saat iki olduğunda hava elverişliyse gezinti­ ye giderdi. Şehirde ve kırlardaki, en fukara evlere uğrardı. Bas­ tonuna abanıp, dalgınca yürürdü. Üzerinde kalın mor paltosu, ayağında kaba çivili ayakkabılar ve mor çorapları olurdu. Ba­ şındaki, piskoposluk şapkasıyla oralardaki herkesin saygı du­ yup sevdiği bir din adamıydı. Geçtiği yerler, bir bayram şenliği yaşar gibi olurdu. Isıtır ve aydınlatır gibi görünürdü. Yaşlılar ve çocuklar, onun yoluna ko­ şarlardı. Piskopos karşılaştığı bu çocukları kutsar ve onların hayır dualarını alırdı. Kimi zaman durup, çocuklarla şakalaşır, genç anneleri bir gülümseyişle selamlardı. Yanında para var ise yoksulları ziya­ rete gider, cüzdanı boş kaldığında ise zenginleri görmeye gi­ derdi. Cüppelerini yıllar boyu kullandığı için, eskilikleri görünmesin diye şehirde, sürekli mor paltosunu giyerdi. Yaz sıcağında, bu durum onu epey huzursuz ederdi. Akşam yemeği saati sekiz buçuktu. Madam Magloire ona ve kız kardeşine hizmet ederdi. Öğle yemeğindeki gibi gösterişsiz yemekler yerdi. Fakat yemekte çevre köylerin rahiplerinden bir konuk oldu­ ğunda, Madam Magloire, fırsatı değerlendirip, Piskopos’a leziz bir balık ya da bir av eti hazırlardı. Kendi başlarına oldukların­ da, zeytinyağlı sebzeler ve az yağlı bir çorbayla karınlarını do­ yururlardı. Yemeğin ardından, yarım saat kadar Matmazel Baptistine ve Madam Magloire ile söyleştikten sonra, odasına kapanır, tekrar yazmaya girişirdi, kâğıtları, bazen de kitapların kenarla­ rını yazılarla doldururdu. Bilgili bir adamdı, epey eğitimliydi de. Beş-altı tane el yazması, hayli ilginç yapıtlar bırakmıştır: Bir ta­ nesi, Tevrat’ın «Tekvin» (Yaratılış) bölümündeki ayet hakkın­ daydı: «Başlangıçta, Tanrı’nın ruhu sularda yüzüyordu.» Bu ayetin, üç ayrı çevirisini birbiriyle ölçüyordu: Arapçasında: 21

«Tanrı’nın rüzgârları esiyordu» der. Flavius Joséphe: «Gökteki bir rüzgâr yere doğru atılıyordu» der. En sonunda Onkelos’un Gildani dilindeki bölümü de: «Tanrı’dan gelen bir rüzgâr suların yüzeyinde esiyordu» der. Piskopos Myriel, bir diğer yazısında da, bu yapıtın yazarının büyükamcası olan, Ptolémais Piskopo­ su Hugo’nun dinsel eserlerini incelemiş, Barleycourt takma adıyla, geçen asırda basılan çeşitli broşürlerin bu piskoposa ait olduğu kanıtlanmıştır. Kimi zaman, okurken, okuduğu ne olursa olsun, koyu dü­ şüncelere dalardı. Bunun sonunda da, hemen elindeki kitabın sayfalarına bastırılamaz bir hevesle birkaç satır karalardı. Yaz­ dığı bu satırların çoğunlukla, içinde bulundukları kitapla ilgisi olmazdı. Elimizde, bir kitabın sayfalarına düşülmüş bir not var. Bu kitabın adı, Lord Germain’in General Clinton Cornwallis ve Amerika’daki Amirallerle Yazışmalarıydı. Versailes'da Poinçot Kitabevi, Paris’te Des Augustins rıhtımında Pissot Kitabevi. Düştüğü not ise şu: «Ey, sen ki varsın! Din adamı sana Tanrı diyor; Tevrat yorumcusu Yedi Macchabées Kardeş, Yaradan di­ yor; Efeslilere gönderilen yazı, Özgürlük diyor; Barch, ebediyet diyor; Mezamir, Bilgi ve Gerçek; Jean, Aydınlık diye adlandırı­ yor; Krallar, Yüce Varlık diyor; kullar, Rab diyor; fakat Hz. Sü­ leyman, Gafur (Bağışlayıcı) adını vermiş; işte adlarınızın en güzeli.» Saat dokuz civarında, her iki kadın da, onu alt katta tek ba­ şına bırakıp, üstteki odalarına çekilirlerdi. 6 PİSKOPOS’UN EVİNİN KORUYUCULARI Değindiğimiz gibi, Bienvenu Myriel'in evi, zemin katla, birin­ ci kat arasındaydı. Altta üç ve birinci katta üçer oda ve bir de çatı katı vardı. Yarım dönümlük bir bahçe evinin arkasını çevrelerdi. Pisko­ pos alttaki odaları kullanırdı. Sokağa açılan kapısı olan ilk oda­ yı yemek salonu niyetine kullanırdı, ikinci odada uyurdu, üçün­ 22

cü oda ise dua ve çalışma odasıydı. Bu evde koridor olmadı­ ğından, dua odasından çıkmak için yatak odasından, oraya gir­ mek için yemek odasından geçmesi gerekirdi. Dua odasının bir köşesinde perde çekili bir girinti vardı; buradaki yatakta haber­ sizce gelen bir konuk yatırılırdı. Bahçedeki hastanenin ilaç konulan odasını, mutfak yerine kullanırlardı. Bahçedeki ahırda Piskopos’un beslediği iki inek vardı. Her sabah sağılan sütler hastanedeki hastalarla bölüşü­ lürdü. Büyük olan Piskopos’un odasını kışın ısıtmak epey zor olur­ du, Digne’de odun ateş pahasıydı. O, ahırın bir köşesini bir pa­ ravanla ayırmıştı ve bu bölmede fazla soğuk olan kış günlerini geçirirdi. Buraya «Kışlık salon» diyordu. Bu kış salonunda sayılı mobilya bulunurdu; bir masa, dört de hasır iskemle. Yemek odasında da aynı beyaz tahta masa ve hasır iskemleler vardı, pembe boyalı bir dolap dışında ara­ larında fark yoktu. Böylesi bir başka dolap da dua odasında «sunak» niyetine kullanılırdı. Varlıklı ve dindar kadınlar beyaz işlemeleri bir örtüyle saklı bu sunak yerine, şehrin gerçek bir sunak satın alması için para toplamışlardı. Fakat Piskopos her seferinde bu parayı yoksullara vermişti. Sürekli aynı sözleri ederdi: «Sunakların en güzeli, ilahi avuntuya kavuşan ve bu neden­ le Tanrı’ya şükreden bir zavallının ruhudur.» Kilisede, hasırdan iki dua iskemlesi, yatak odasında da yine kolları hasırdan bir koltuk duruyordu. Tesadüfen yedi-sekiz ko­ nuğu olursa -vali, general, karargâhtaki kurmay heyeti, rahip okulunun birkaç öğrencisi gibi- ahırdaki kışlık salonun sandal­ yelerini, kilisedeki dua iskemlelerini, yatak odasındaki koltuğu getiriyorlardı, böylece, konuklara yaklaşık on bir kişinin otura­ cağı kadar yer bulunmuş oluyordu. Her yeni gelen misafire bir oda boşaltılıyordu. Kimi zaman on iki kişi oluyorlardı; o zaman piskopos, bunun zorluğunu göstermemek için, kışsa ocağın önünde ayakta bek­ liyor, yazsa bahçede gezinmeyi öneriyordu. 23

Kapalı yataklıkta da bir sandalye vardı fakat hem hasırları parçalanmış, hem de üç ayağı kalmış olduğundan yalnızca du­ vara dayanırsa iş görebiliyordu. Baptistine’in odasında, bir za­ manlar yaldızlı olan çiçekli Çin canfesi kaplı irice bir koltuk var­ dı ama, merdiven epey kullanışsız olduğundan, onu yukarı pencereden çekerek çıkarmışlardı; bu yüzden, yedek mobilya sayılamazdı. Matmazel Baptistine’in en çok istediği şey, sarı kadife çiçek­ lerle süslü maun bir salon takımıydı. Üzülerek belirtelim ki, böy­ le bir şey nereden baksan beş yüz franktan aşağı olamazdı. Zavallı kadın, bu düşünü hiç gerçekleştiremeyecekti. Fakat ne önemi vardı, dünyada isteğine kavuşan kim vardı ki? Piskopos'un yatak odası, epey sade döşeliydi. Bahçeye açı­ lan camlı bir kapının tam karşısında, yeşil şayak perdelerle ör­ tülü demir bir somyası vardı. Tuvalet masasının üstünde, gü­ müş kaplı tarak ve fildişi fırçalar eski aristokrat sosyete adamı­ nın, ince beğenisini gösteriyordu. Şöminenin yanındaki kapılar­ dan biri dua odasına, diğeri yemek odasına açılırdı. Kitaplarla yüklü, camlı bir dolap, kitaplık niyetine kullanılırdı. Mermer tak­ lidi şöminede, çiçekli vazolar şeklinde süslü bir çift ocak ızga­ rası ve ayna asılması gereken duvarda bir haç duruyordu. Şö­ minede genellikle ateş olmazdı. Bahçeye çıkmak için kullanılan cam kapının önünde, üstün­ de hokka takımı duran büyük bir masa vardı, üstü kâğıtlar ve ciltli kalın kitaplarla doluydu. Masanın hemen önünde bir hasır koltuk, yatağın yanında ise dua iskemlesi dururdu. Duvarda iki portre vardı. Bunlar ünlü din adamlarının portreleriydi. Herhal­ de bir zamanlar epey yüklü miktarda bağışta bulunmuş olma­ lıydılar ki, resimleri hâlâ odadaydı. Piskopos da onları yerinden indirmemişti. Pencerenin tek kalın perdesi, o kadar eskimişti ki, yenisini almamak için Madam Magloire, tam ortasına yama vurmuştu. Bu yama haç şeklindeydi. Rahip bu perdenin tam da, bir din adamının evine uygun perde olduğunu söylerdi. 24

Evdeki odalar kirece boyanmıştı. Bu haliyle kışla veya has­ tane odalarını andırıyordu. Ancak son yıllarda boyalı kâğıtların altından çok hoş resimler çıkarılmıştı. Bunları temizlik yapar­ ken Madam Magloire bulmuştu. Galiba hastane olarak kullanıl­ madan önce burası bir kentsoylunun evi olmalıydı. Bunun dı­ şında bir neden olamazdı. Odaların zemini kırmızı tuğladan yapılmıştı. Madam Maglo­ ire onları her hafta bol suyla yıkardı. Yatakların önlerine örme hasırlar konmuştu, iki kadının hayatını sürdürdüğü bu ev terte­ mizdi. Piskopos’un esasen tek lüksü de temizlikti. O, temizlik için: «Temizliğin yoksullara zararı dokunmaz, onlardan bir şey götürmez» derdi. Unutmadan söyleyelim ki Bienvenu Myriel’in, eski servetin­ den, altı kişilik gümüş, çatal, kaşık ve bıçak kalmıştı. Bir de bü­ yücek gümüş bir kepçe. Madam Magloire bu takımları özenle korur, parlatır, dikkatle kullanırdı. Onların temiz beyaz örtülerin­ de parladıklarını görmekle gururlanır gibiydi. Piskopos Myriel’in, gerçek portresini çizdiğimize göre, onun önemsiz ve zararsız bir düşkünlüğüne de değinmek isteriz. O, sürekli şöyle derdi: «Çoğu şeyden vazgeçtim, ama gümüş takımlarla yemekten vazgeçemedim.» Bu gümüş takımlar dışında, Piskopos’un teyzelerinin birin­ den kalma iki kocaman şamdan da vardı. Saf ve ağır gümüş­ ten imal edilen bu şamdanlar konuk olduğu günlerde yanardı. Piskopos’un yattığı odada, yatağının tam baş ucundaki do­ laba akşamları, Madam Magloire bunları yerleştirirdi. Şunu da ekleyelim ki anahtar her zaman dolap kilidinin üstünde olurdu. Bahçe haç gibi çizilmiş dört çizgiden ibaretti. Çizgilerin üçü­ ne Madam Magloire sebze ekerdi; dördüncüsü Piskopos’un özel bahçesi gibiydi, orada çiçek yetiştirirdi. Birkaç kez Madam Magloire, buna karşı koyacak olmuş, çiçeklerin gereksiz olduk­ larını söylemiş, ama Piskopos şöyle demişti: 25

«Yanılıyorsunuz Madam Magloire. Güzellik en vazgeçilmez ihtiyaçtır.» Biraz düşünmüş ve şunları eklemişti: «Bazen en vazçeçilmez ihtiyaçtır.» Üç-dört çiçek tarhıyla dolmuş bu küçük bahçe, Piskopos’u fazlasıyla oyalardı. Gerçi bitkibilim alanında sınırlı bilgiye sa­ hipti ama böceklere düşman değildi. O minik canlılara fazla kı­ yamazdı. O, bitkileri incelemez sadece çiçekleri severdi. To­ humları rastgele eker ve sürgünleri her akşam yeşil bir demir kovayla sulardı. Evin kilitli tek kapısı bile yoktu. Değindiğimiz gibi yemek odası kilise meydanına açılırdı. Piskopos, buraya taşındığında, kapılarda cezaevi kapıları gibi sürgüler ve kilitler bulmuş, hep­ sini çıkarıp atmıştı. Sokak kapısı her zaman açıktı. Tokmağı döndüren hemen içeri girebilirdi. İhtiyar hanımlar önceleri bu durumdan rahatsız oldular, fakat daha sonra, onlar da Pisko­ pos’un güvenine ortak olup kilitsiz hayata alışmışlardı. Piskopos Myriel, şöyle derdi: «Doktorun kapısı asla kapalı olmamalı, fakat papazın kapı­ sı sürekli açık olmalı. İşte aradaki küçük fark!» Sonra şunu da eklerdi: «Ben de doktor gibi değil miyim? O, bedenleri sağaltır, ben­ se yürekleri ve ruhları. Benim de onlarınki gibi hastalarım var. Ben de onlara bedbahtlar derim.» Bir kâğıda şunları yazmıştı: «Kapınızı vuranın adını sorma­ yın; hele de adından utanan birinin, size sığınmaya ihtiyacı ol­ duğunu kesinlikle unutmayın.» Madam Magloire’ın üstelemeleriyle, civar köylerde papazlık eden bir adam, bir gün Piskopos’a kapısını kilitsiz bırakmakla dikkatsiz davrandığını söyleyecek olduğunda, ondan şu yanıtı duydu: «Gerektiği zaman, bir din adamı da bir asker kadar cesur davranmalı. Fakat aradaki fark şu; bizim cesaretimiz uysal ve sessiz olmalı.»

26

7 CRAVATTE Piskopos Myriel’in karakterini eksiksizce tanımlamak için, bir olayı anlatmadan geçemeyeceğiz. Ollioules boğazlarını talan eden Gaspard Bes’in çetesi da­ ğıldıktan sonra, haydutlardan biri, önceleri Nice’de saklanmış, sonra Piemont’a gitmişti. «Cravette» adlı bu haydut, çeteden kalan birkaç talancıyı yanına alarak, tekrar Fransa’nın güneyin­ de ortaya çıktı. Yine yol kesip, gelip geçeni soyuyordu. Üstelik Embrun ilçesine kadar uzanmaya bile kalkışıp, bir gece kilise­ deki en değerli ayin eşyalarını aşırmıştı. Cravatte oradakilere yaka silktiriyordu. Askerleri ardına takmışlardı, fakat nafile. O, bir yılan gibi ellerinden kayıyordu. Bütün bu karışıklıkta, Pisko­ pos onun bulunduğu yerlerde göründü. Yine bir gezideydi. Chastelar’da Vali, Piskopos'u karşılayarak, kendisinden geri dönmesini rica etti. Cravatte, Arche ilçesine dek dağı tutmuştu. Yolu sürdürmek, birkaç zavallı askerin canını tehlikeye atmak sayılırdı. Piskopos: «Ben de bu yüzden tek başına gitmeye karar verdim ya,» dedi. «Bunu aklınızdan geçiremezsiniz, efendim!» diye bağırdı Vali. «Şaka mı bu?» «Hayır, öyle ciddiyim ki asker istemiyor ve bir saat sonra yo­ la çıkıyorum.» «Tek başınıza gideceksiniz yani?» «Evet, tek başına gidiyorum.» «Efendim bunu yapamazsınız!» Piskopos o uysal sesiyle: «Dağda, küçük bir köy var. Üç yıldır oraya uğramadım. Ora­ dakiler, benim iyi dostlarım. Onlar uysal, namuslu çobanlardır. Güttükleri otuz keçiden birini kendilerine alıkoyarlar. Farklı renklerde yünden, ipler, kordonlar örerler. Delikli kavallarıyla çok hoş parçalar çalarlar. Zaman zaman onlara da Tanrı’dan söz 27

etmek gerekir. Tabansız bir Piskopos hakkında ne düşünürler? Gitmezsem beni kınayabilirler.» «Peki ama efendim, ya haydutlarla karşılarsanız ne olur?» «Bunu iyi söylediniz. Aklıma gelmemişti bu, iyi ki hatırlattı­ nız. Onlarla karşılaşabilirim, onların da Tanrı’ya dair bilgileri ol­ malı, onlara da Tanrı'dan söz ederim.» «Fakat onlar kan emici bir çete, çakallar gibi saldırırlar!» «Belki onlara faydalı olabilirim. Kim bilir, belki Tanrı, onlarla karşılaşabilmem için bana bu gezi fikrini esinlendirdi!» «Ama sizi soyacaklar?» «Güldürmeyin beni, çalınacak neyim var ki?» «Canınıza kast edebilirler!» «Dualar okuyarak giden ihtiyar bir din adamını öldürmekle ne kazanırlar ki!» «Ah Tanrım, ya onlarla karşılaşacak olursanız?..» «Onlardan yoksullar için sadaka isterim.» «Efendim, ne olur gitmeyin; canınızı tehlikeye atıyorsunuz.» «Azizim, şunu unutmayın ki, ben dünyaya hayatımı koruma­ ya değil, ruhları korumaya geldim.» Gitmesine rıza göstermekten başka yapılacak iş yoktu. Kendisine rehber olmayı öneren genç bir çocukla yola çıktı. Ondaki bu inat, her yerde uzun uzun konuşuldu ve herkes onun adına korktu. Kız kardeşini ve Madam Magloire’ı da yanına almayı iste­ memişti. Katır sırtında, dağı aştı, yolda kimseyle karşılaşmadı ve kazasız belasız, dostları olan «cesur çobanlar»ın köylerine vardı. Orada on beş gün geçirdi. Vaaz verdi, dua etti, onlarla dostça konuştu. Gitmeden bir gün önce, törensel şekilde bir «Şükran Töreni» yapmak istedi. Bu fikrinden köy papazına söz etti, fakat bu ayinde kullanılan süsler o fukara topraklarda bu­ lunmazdı. «Sorun değil,» diye kesip attı Piskopos, «biz bu ayini yapa­ cağımızı haber verelim, üst yanını Tanrı sağlar...» Civar köylerin kiliselerinde bu süsler arandı, bulunamadı. 28

Böyle sıkıntılar yaşadıkları sabahın erken vaktinde, İki atlı kilise kapısına tahta bir sandık bırakıp gittiler. Sandığın üstün­ de, bunun «Monsenyör Myriel’in olduğu» yazılıydı. Sandık açıl­ dı, altın ipliklerle işlemeli kusursuz bir tören cüppesi, elmaslar­ la bezeli bir tören başlığı, altın bir haç çıktı. Bunlar bir ay önce Embrun kilisesinden çalınan değerli eşyalardı. Bir pusulada şunlar yazılıydı: Cravette’in Monsenyör Bienevenu’ye hediyesi. Monsenyör Bienvenu muzipçe göz kırptı ve köy papazına: «Ben size her şey düzelir dememiş miydim? Tanrı gönderdi,» dedi. Papaz da gülümseyerek baş salladı: «Ah efendim,» dedi, «Tanrı mı? Acaba Şeytan mı?» Piskopos ona dik bakışlarla baktı ve çok duru bir sesle: «Tanrı!» dedi. Chastelar’a gelinceye dek yol boyu, herkes ona ilgili gözler­ le baktı. Papaz, evine vardığında, kaygılanıp yollara düşen kız kardeşini üzüntüyle bekler buldu. Madam Magloire da hanımı­ nı tek başına bırakmak istememişti. Piskopos, kardeşine şöyle dedi: «Eh, hakkım varmış değil mi? Fakir papaz, fakir çobanlara eli boş gitti, dolu dolu döndü. Giderken sadece Tanrı’ya duydu­ ğum güveni götürmüştüm, gelirken, bir kilise gömüsü getir­ dim.» Aynı gece yatmadan önce, kadınlara şöyle dedi: «Siz, hırsızlardan ve katillerden korkmayın. Bunlar dışsal, önemsiz tehlikeler. Bizler kendi kendimizden korkalım, önyargı­ lardan. İşte hırsızlık ve fenalıklar, işte katiller. En büyük tehlike­ ler bizim ruhumuzdaki fırtınalardır. Canımızı ve hayatımızı teh­ dit eden tehlikeye boş verelim. Ruhumuzu tehdit edenlerden uzak duralım.» Piskopos’un hayatında heyecan verici olaylar aslında sık sık olmazdı. Biz de sadece birkaç olayı anlatmakla kaldık. Ge­ nel olarak onun bütün günleri birbirinin aynısıydı. Neredeyse her gün aynı saatlerde dinsel görevlerini yapardı. Bir yılının ayı, hayatının bir gününe benzerdi. 29

Embrun kilisesi gömüsünün sonucunu merak edenler için şunu söyleyebiliriz. Ölümünden sonra Piskopos’un evrakları içinde şöyle bir pusula bulunmuştu: Bu gömüyü Embrun kilisesine mi teslim etmeli, hastane için mi kullanmalı? Bilemiyorum. 8 ŞARAPTAN SONRA FELSEFE Daha önceki bölümlerde değindiğimiz Senatör, aslında na­ muslu biriydi. Yalansız yaşamış, görevlerini asla boşlamamıştı. Fakat her zaman kendi çıkarlarını da dikkate aldığını söyleme­ den edemeyiz. Bu eski savcının, ihtiyarlık günlerinde, huyu da yumuşamış, oğullarına, damatlarına ve arkadaşlarına arada iyilikler etmekten de çekinmemişti. Bu arada, hiçbir fırsatı asla kaçırmazdı. Nüktedan biriydi, kendisini Epiküros’un öğrencisi sanacak ölçüde bilgiliydi. Dinsel zırvalara yürekten, tatlı tatlı güler, bunu Myriel’in karşısında da yapardı. Resmi bir törenin ardından Kont (Senatör, Kont idi) ve Mon­ senyör Myriel, Emniyet Müdürünün evindeki bir akşam şölenin­ de karşılaştılar. Şaraplar yeni içilmişti ki, biraz sarhoş olan Se­ natör, vakar ve ciddiyetle: «Biraz söyleşelim, Monsenyör,» dedi. «Aslında bir senatör­ le bir piskopos iyi anlaşamaz. Fakat bir deneyelim, ne de olsa, ikimiz de bilici sayılırız. Size bir itirafım olacak. Benim kendim­ ce bir felsefem var.» Piskopos: «Neden olmasın? Deneylerinizden faydalandığınız anlaşılı­ yor.» Cesaretlenen Senatör sürdürdü: «Açık olalım.» «Siz bilirsiniz.» Senatör: «Diderot’dan nefret ederim. O bir ideolog ve bir ihtilalci. As­ lında o, Tanrı’ya inanır ve Voltaire’den bile daha tutucu. Voltaire 30

yok yere Needham'la eğlendi. Needham Tanrı’nın bir işe yara­ madığını kanıtlamıştı. Tanrı’nın ne faydası var ki?‘Monsenyör, Yehova hipotezi beni yoruyor. Bu, nafile fikirli insanlar yaratıyor sadece. Beni huzursuz eden şu koca bütün kahrolsun, yaşasın sıfır. Doğrusunu isterseniz ben aklıselim sahibi bir adamım. Sü­ rekli özveri ve vazgeçme vaazları çeken sizin İsa’nızdan da, tek kelime anlamam. Dilencilere pinti önerisi! Ne özverisi? Niye san­ ki bir kurt başka bir kurt için harcansın? Doğanın kurallarından ayrılmayalım. Ben kendimi üstlerde buluyorum, fakat burnumun ucunu bile göremeyecek olduktan sonra bunun ne faydası var ki? Keyifle yaşayalım. Yaşam, hepsi bu. Kişinin öbür dünyada, bir yerlerde bir hayatı olacağına inanmıyorum. Neden, sanki her davranışımda dikkat olsun. Neden iyilik ya da kötülük, hak veya haksızlık diye düşünüp durayım? Ölümümden sonra diye mi? Güleyim buna, ölümden sonra bir şey yok ki. Ne iyilik var, ne de fenalık. Evet Monsenyör, ademoğlunun ölümsüzlüğü çocukları kandıran bir masal sadece... Ademoğlunun ölümden sonra ma­ vi kanatlar takarak, melek olması, çok komik değil mi? Dünya zevklerini, düşsel bir cennet uğruna bırakmak, elindekini yok ye­ re harcamaktan öteye gitmez. Ebediyetin esiri olmak. Ne ebedi­ yeti, ben buna yokluk adını veriyorum. Buna öyle yürekten ina­ nıyorum ki, kendime bir lakap bile buldum. ‘Kont Yokluk’. Doğ­ madan önce neydim ki? Sadece hiç. Öldükten sonra ne olaca­ ğım, yine hiç! Bu dünyada ne arıyorum? Tercih hakkı bende. Ya acı, ya haz. Her ikisi de yokluğa götürür. Din, çocukları korkutan umacılar kadar, nafile bir söylence... Cennetten daha saçma! Ne varsa şu dünyada var, dolu dolu yaşayalım. Ne de olsa, he­ pimiz toprak olmayacak mıyız? Evet Monsenyör, işte benim fel­ sefem. Din, yalınayak pılı pırtı içindeki fukaralar için bir teselli olabilir. Bunu inkâr edemem. Hiçbir şeyi olmayanın Tanrısı var­ dır, o da yetersizdir... Onların inançlarına da bir şey demeyece­ ğim fakat benim için, Tanrı yok. Tanrı halk için var olabilir. Fuka­ ra ve bedbahtlar için!» Piskopos bu sözleri ağırbaşlıca dinledikten sonra ellerini çırptı: 31

«Ah, çok iyi konuştunuz, Kont. Sizin şu maddeciliğinize söz yok. Ah sizin gibiler, ne şanslı! Ne olağanüstü, ne kusursuz şey. Fakat her isteyen ona öyle rahatça erişemez. Ama bu kav­ ramı kazanan da yaşadı. Kimse onu kandıramaz. Hiçbiri Caton gibi ahmakça sürgüne yollanmaz, Aziz Etienne gibi linç edil­ mez ya da Jeanne d’arc gibi inançları yoluna diri diri yakılmaz­ dı. Maddeciler, asla vicdan azabı çekmeden sağladıklarının ya­ sal olup olmadığını dert etmeden keyiflerine bakabilirler. Bunu sizin için söylemiyorum, Kont. Fakat sizi kutlamadan durama­ yacağım. Evet siz asillerin ve varsılların kendinizce bir felsefe­ si var. Yaşam tutkularının tatlandırdığı bu salçayı doya doya kullanın bakalım. Fakat anlayışlı biri olduğunuzdan, Tanrı kav­ ramını halka bırakıyorsunuz. Evet, Kont, Tanrı inancı da halkın felsefesidir. Tıpkı, varsıllar gibi mantarlı hindi yiyemeyen ve sa­ dece kestaneli kazla kalan yoksula da bu teselliyi bırakın.» 9 KIZ KARDEŞİN AĞABEYE BAKIŞI Monsenyör Bienvenu ile yaşayan iki kutsal kadının hayatla­ rına dair bir fikir edinebilmek için, Matmazel Baptistine’in bir ar­ kadaşına yazdığı şu mektubu aşağıya alıyoruz: Aziz dostum, Neredeyse her gün sizden söz ediyorum, bu bizler için bir gelenek gibi diyebilirim. Madam Magloire duvarları temizleyip yıkarken, bir şey keşfetti. Kâğıt kaplı ve beyaz badanalı odala­ rımızın duvarlarına sizinki gibi bir şatoya uygun ölçüde kusur­ suz resimler buldu. Kâğıdı çekince bu hoş resimler çıktı ortaya. Burayı hastane olarak kullandıkları için, böyle bez ve kâğıtla kaplamış olmalılar. Düşünün dostum, ninelerimizin dönemlerin­ den kalan nefis lambriler. Mobilyasız ve çamaşır kurutmak için kullandığımız salonun, tam on beş ayak yüksekliğinde, tavana; eski çağların modası yaldızlar işlenmiş, resimler de kesinlikle 32

güzel. Tanrıça Minerve’in Telemaque’ı(*) şövalye tayin etmesini betimleyen resimler... bir diğer odada Romalı güzel kadınları gösteren resimler. Bazı tamir işlemlerinden sonra, odam bir müze haline gelecek. Madam Magloire, çatı katında eskiçağ tarzında bir de küçük dolap bulmuş. Onları yaldızlamak için epey yüklü bir para istediler. Ben aslında o kadar beğenmemiş­ tim, çirkin buldum, yoksullara veririz. Ben alabildiğine mutlu sayılırım. Ağabeyim öyle iyi biri ki. Her şeyini yoksullara ve hastalara bağışlıyor. Aslında hatırı sa­ yılır ölçüde geçim darlığı çekiyorum. Burada kışları çok soğuk ve zorlu geçiyor. Bu nedenle sıkıntıda olanlara yardım etmeli. Biz yine de biraz olsun ısınıyoruz, bu da eşsiz bir rahatlık. Ağabeyimin kimseciklere benzemeyen huyları var. O bir Piskopos’un öyle olması gerektiğini öne sürüyor. Düşünebilir misiniz, kapımız asla kilitli durmaz, tokmağı çeviren evin içinde bulur kendini. Onu hiçbir şey korkutmuyor, gecenin karanlığın­ dan ürkmüyor. Kendisini sürekli tehlikelere atmasına rağmen, kaygılanma­ mı istemiyor. Dahası Madam Magloire’ın bile kaygılanmasına içerliyor. Onun tehlikelerin üstüne gittiğini fark etmemizi istiyor. Onu anlamak zor iş. Sağanak yağmura çıkıp, sulara gömüle gömüle yürür. Kışları yolculuk yapar. Ne gece korkutur onu, ne haydutlar!.. Geçen yıl haydutların yurt tuttuğu dağlık bir yere gitti. Bizi yanında götürmeyi istemedi. On beş gün sonra geri döndü. Hiçbir şeyi yoktu. Oysa bizler onun için meraktan deliriyorduk. ‘Bakın nasıl soyuldum,' diyerek mücevherler ve en değerli kut­ sal süslerle dolu bir sandığı açtı. Embrun Kilisesinden çaldıkla­ rı kutsal eşyaları haydutlar ona vermişler. İlk günlerde kendisini boşuna tehlikeye atmaması için rica­ da bulunurdum, fakat artık bunun yararsız olduğunu fark etti(*) Minerva, Telemaque: Yunan mitoloji kahramanları.

33

ğim için, tek kelime etmediğim gibi, çoğu zaman Madam Mag­ loire’a da susması için işaret ederim. Madam Magloire'la bera­ ber yukarı çıkıp odalarımıza çekiliriz, ben diz çökerek ağabe­ yim için dua ederim. Elimden bundan fazlası gelmez. Fakat içim rahat, çünkü ona bir şey olursa, ben de fazla yaşamaya­ cağımı biliyorum. Ben de ağabeyim ve piskoposumla beraber Tanrı’ya kavuşurum. Madam Magloire, ağabeyimin böylesi dik­ katsizliklerine daha zor alıştı. Beraber dua ediyor, korkuyoruz. İçimizde çok güçlü biri var. Şeytan evimize girse bile yapacağı bir şey yok, çünkü burası Tanrı’nın evi. Bu da bana yeter. Şimdi ağabeyimin bana tek kelime etme­ sine gerek yok. Çünkü sözlere ihtiyaç duymadan onu anlıyo­ rum. Kendimizi alınyazısının ellerine bırakıyoruz. Aklından yü­ ce şeyler geçen bir adam karşısında böyle hareket etmeli. Faux ailesi hakkındaki sorularınızı ağabeyime ilettim. Onun epey bilgi sahibi olduğunu ve belleğinin çok güçlü olduğunu bi­ lirsiniz. Anıları da epey canlıdır. Her zamanki gibi sadık bir Kralcı’dır. Sahiden de bu aile Caen’da köklenmiş çok eski bir Normandiyalı aileymiş. Yarım asır kadar önceleri Raoul de Fa­ ux, Thomas de Faux asil aristokratlarmış. Hem bunlardan biri de Rochefort feodalleri arasında ünlenmiş. Sonuncusu Guy Etienne Alexandre ise Brötanya Süvari Birliklerinde hatırı sayı­ lır bir ad bırakmış. Kızı Marie Louise ise, Senato üyesi Fransız Muhafızlar bölümünde Albay Louis de Gramont’un oğlu olan Adrien Charles de Gramont’la evliymiş. Aziz dostum, kutsal akrabanız Kardinal hazretlerine, saygı­ larımı bildirmenizi rica edeceğim. Sevgili Sylvanie’ye gelince, yanınızda geçirdiği o bulunmaz saatleri, bana mektup yazmak­ la harcamadığına iyi etmiş. Onun iyi ve sağlıklı olması ve beni hatırlaması yeter de artar bile. Benim de sağlığım fena değil ama giderek zayıflıyorum. Hoşça kal, kâğıdım doldu, sizden ayrılmak zorundayım. En içten dileklerimle. Baptistine

34

Ek: Görümceniz Hanımefendi ve ailesi buradalar. Küçük ye­ ğeniniz epey sevimli bir çocuk. Tanrı esirgesin, dün dizlikler takmış bir atın geçtiğini görünce bize şunu sordu: Niye atın diz­ lerini bağladılar, yoksa ağrıyor mu? Mektuptan anlaşılacağı üzere, İki ihtiyar kadın da Pisko­ pos’un arzularına kadınların o ince hisleriyle boyun eğmişlerdi. Kadının ince sezgisi erkeğin en özel duygularını sezer. Kadın, sevdiği erkeği ister kardeş, ister sevgili olsun, erkekten daha doğru anlar. Piskopos uysal davranışlarına rağmen, genellikle, sahiden canını tehlikeye atardı. Bu biçare kadınlar, onun adına korkarlar, fakat kendisine engel olmaya kalkışmazlardı. Evde birer gölge gibi ona hizmet eder ve boyun eğmemek geride kal­ mak olduğundan, susarlardı. Onu Tanrı’ya emanet ediyorlardı. Zaten mektupta da anlaşıldığı gibi Baptistine ağabeyinin ölümünün kendi ölümü olacağını belirtiyordu. Bayan Magloire da öyle olacağını sezmişti. 10 MEÇHUL BİR IŞIK KARŞISINDA Bu mektubun yazılmasının birkaç gün ardından, Piskopos epey tehlikeli bir adım attı. Digne civarındaki kırlarda yaşayan bir ihtiyar vardı. Hemen onu tanıtalım. Eski bir Konvansiyonel(*) olan bu adama G. diye­ ceğiz. Digne’de Konvansiyonel G.’den korku ve iğrentiyle söz edi­ lirdi. Bir Konvansiyonel, Yüce Tanrım, herkesin birbirine «yurt­ taş» diye seslenip «sen» diye konuştuğu o ihtilal günlerinin ar­ tığı, eski bir kurt! Bu adama bir canavar gözüyle bakılırdı. As­ lında o kralın ölümüne oy vermemişti, fakat neredeyse bir kral katiliydi. Karakteri korkunçtu. Restorasyon çağında Prensler (*) Konvansiyonel: Fransız İhtilali’nde Kral karşıtı olup, onun ölümünü isteyen­ ler. Konvansiyon Meclisi üyesi.

35

haklı unvanlarına tekrar sahip çıktıklarında savaş divanına ve­ rilmemiş olması nasıl olurdu? Hem bu adam bir ateistti. Kralın ölümüne oy vermediği için sürgünden kurtulmuştu. İşte kazla­ rın bir atmacaya dair dedikoduları. Fakat o sahiden bir atmaca mıydı? Sürdüğü münzevi hayata bakılırsa evet. Yabani olduğu da söylenirdi. G.’nin şehre bir saatlik yoldaki bu yamaçta oturduğu söyle­ nirdi. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde. Komşusunun olma­ ması bir yana, oralardan gelip giden bile olmazdı. Onun kulü­ besine giden keçiyolunu otlar bürümüştü. Burası «celladın evi» olarak bilinirdi. Fakat Piskopos kimi zaman bu münzeviyi de düşünürdü. Kulübesini saklayan o ağaçlığın olduğu yere öteden baktığında sürekli aynı şeyi geçirirdi içinden: «Orada acı çeken biri yaşı­ yor.» Sonra şunu eklerdi: «Onu ziyarete gitmeliyim.» Ama şunu belirtelim ki, Piskopos bile, bu düşünceye fazla yakın olmak istemiyordu. O da Konvansiyonel’e duyulan o düş­ manca yorumu paylaşıyordu. Kinle dolu bir tür uzaklık duygusu vardı ona karşı. İyi kalpli Piskopos ne edeceğini bilemiyordu. Çoğu zaman, onun kulübesinin olduğu tarafa doğru ilerler, hemen geri dönerdi. Ama günün birinde, şehre bir dedikodu yayıldı. Münzevinin hizmetinde bulunmuş genç çoban şehre bir doktor aramaya gelmişti. Konvansiyonel ağır hastaydı. Felç geçiriyordu, Sade­ ce birkaç saat daha yaşayacağı söyleniyordu. Piskopos asasına davrandı, cüppesinin yıpranmışlığını gös­ termemek için, mor paltosuna sarındı ve yola düştü. Hastanın kulübesine geldiğinde, güneş epeyce alçalmıştı. Bir çalılığının sakladığı mağarayı fark etti. Bu aslında tek katlı, küçük ama epey derlitoplu bir kulübeydi. Dışarıda, tekerlekli sandalyesinde, güneşe gülümseyen ağarmış başlı bir ihtiyarcık oturmuştu. İhtiyarın yanında duran o genç çoban, adama süt dolu bir kupa uzattı. Piskopos kendisine ilgiyle bakarken, ihtiyar sesini yükseltti: 36

«Teşekkür ederim, bir şey istemem,» dedi ve gözlerini gü­ neşten alıp, çocuğa çevirdi ve ona sevgiyle baktı. Piskopos yürüdü, ayak sesini duyarak başını çeviren ihtiya­ rın yüzünde, yıllarca yaşayanlarda rastlanan o derin hayret ifa­ desi belirdi. «Buraya geldiğimden beri, biri ilk defa evime geliyor, kimsi­ niz, Mösyö?» Piskopos: «Adım Bienvenu Myriel.» «Bienvenu Myriel? Bu adı duydum. Fakirlerin Monsenyör Bienvenu, dedikleri kişi misiniz?» «Evet, benim.» İhtiyar acılı bir gülümseyişle: «Bu durumda, benim de Piskopos’um oluyorsunuz yani.» «Biraz.» «Buyrunuz, Mösyö.» Konvansiyonel, Piskopos’a elini uzattı fakat Myriel onun eli­ ni görmemezlikten geldi, şunu söyledi: «Beni kandırdıklarına sevindim, sizi ağır hasta bulmadım.» ihtiyar adam: «Mösyö, iyileşeceğim,» dedi. Biraz susup ek­ ledi: «Üç saat geçince ölmüş olacağım. Biraz tıp eğitimi almış­ tım. Son saatin nasıl geldiğini, bilirim. Dün sadece ayaklarım soğumuştu, bugün dizlerime kadar üşüyorum. Bu üşümenin belime doğru usulcacık çıktığını hissediyorum. Kalbe gelince ölmüş olacağım. Güneş ne güzel parlıyor değil mi? Küçük ço­ bandan sandalyemi dışarı itmesini istedim, güneşi son defa gö­ reyim diye. Ama konuşabiliriz; bu beni yormaz. Geldiğinize çok memnun oldum. Tek başına ölmek istemezdim. Aslında şafak sökünceye kadar yaşamak isterdim, fakat yalnızca üç saatlik ömrümün kaldığını biliyorum. Gece öleceğim. Uzatmayayım. O kadar da önemli değil. Ömrü tamamlamak sıradan bir şey. Bu­ nun için sabaha gerek yok, yıldızlar altında öleceğim.» ihtiyar, çocuğa döndü: «Haydi sen git yat. Dün sabaha kadar başımda bekledin, uykusuzsundur.» 37

ihtiyar, küçük çobanın ardı sıra baktı, sonra sanki kendi kendine konuşurcasına: «O uykudayken ben de ölürüm. Bu iki uyku birbirini bütün­ ler.» Piskopos fazla duygulanmamıştı. Ölümün eşiğinde olan bu adamın, Tanrı’ya yaklaşmadığını seziyordu. Ama şunu da be­ lirtmeliyiz ki, o kadar kibirsiz olmasına karşın, Myriel adamın kendisine «Monsenyör» diye hitap etmesine incinmişti. Ona «Yurttaş» diye karşılık vermemek için kendisini denetledi. Bir zamanlar ne de güçlüydü bu adam. Konvansiyonel, Myriel’e sevinçle bakıyordu. Eceli bu kadar yaklaşmış birisine uygun bir kibirsizlikle de diyebiliriz. Oysa herkese karşı merhametli olan Myriel, bu Konvansiyo­ nel’e o kadar da hoşgörülü yaklaşmıyordu. Neredeyse onu ya­ sadışı biri gibi görüyordu, merhamet yasasının bile uzağında. Dimdik oturan G. parlak gözleriyle aslında epey zinde görü­ nüyordu. Uzmanlarda şaşkınlığa neden olan o seksenlik koca­ mışlardandı. G., sanki kendi arzusuyla ölüyordu, onun can çe­ kişmesinde bile bir özgürlük, bir vakar vardı. Gövdesinin yarısı gölgelerle doluydu. Dizleri tutmuyordu, fakat başı canlıydı, üs­ telik pırıltılı. Şu anda Binbirgece Masalları’nın birinin kahrama­ nı olan, belden aşağısı taş kesilen sultana benziyordu. Piskopos adamın hemen karşısındaki bir taşa oturdu. Dam­ dan düşer gibi konuya girdi: «Sizi kutlamalıyım,» diye başladı, «yine de kralın ölümüne oy vermediniz.» «Beni o kadar kutlamayın, Mösyö, ben tiranın yok olması için oy verdim.» Piskopos’un sert çıkışını Konvansiyonel ciddi bir yanıtla kar­ şılamıştı. Piskopos sordu: «Ne demek bu?» «Basit. Her insanın bir tiranı bulunur: Cehalet. Bu cehalet zorbası, bir yönetim biçimi olan monarşiye neden oldu. Oysa bilimin kökleri gerçektedir ve insanlığı sadece bilim yönetmeli­ dir.» 38

«Bir de vicdan,» diye ekledi Piskopos. «Yaklaşık olarak aynı şey değil mi? Vicdan içimize biriken bilgiden doğar.» Monsenyör Bienvenu, kendisi için yeni sayılan bu sözleri il­ giyle dinledi. Konvansiyonel sürdürdü: «XVI. Louis’ye gelince, ben onun ölümüne karşı çıktım. Canlı birini öldürme hakkım yok. Ama demin değindiğim gibi, ben tiranlığın son bulması için oy verdim. Bu da kadının etini satmaktan kurtulması, erkeğin esaretten, çocuğun geceden kurtulması demektir. Cumhuriyet’e oy verirken, bunlara oy ver­ dim. Kardeşlik adına oy verdim. Birlik için, ışık için. Önyargıla­ rın ve aldanışların yok edilmesine yardımcı oldum. Bunların yı­ kılması bir ışığa neden olacaktı. Evet bizler, eski dünyayı yık­ tık, ama yoksulluk yatağı olan bu köhne dünya, insanlığın üze­ rine yıkıldıktan sonra, bir mutluluk kaynağı haline geldi. Piskopos: «Karmaşık bir sevinç,» dedi. «Bulanık da diyebilirsiniz ve günümüzde 1814 yılında kay­ bolan bir sevinç. Evet Mösyö, üzülerek söyleyeyim ki, eserimiz bitmedi. Eski yönetimin temellerini yıktık, ama düşüncelerdeki izlerine dokunamadık. Yolsuzlukları ortadan kaldırmak neye yarar, töreleri yenilemen. Değirmen yıkıldı ve rüzgâr hâlâ din­ medi.» «Evet yıktınız. Zaman zaman yıkmak faydalı olabilir, ama öfkeyle ve kinle uyuşan bir yıkım beni ilgilendirmiyor.» «Hakkın hışmı olabilir, Mösyö Piskopos. Ve hakkın hışmı bir ilerleme sayılır. Herkes istediğini diyebilir, İsa’nın doğumundan beri, Fransız ihtilali, insanlığın attığı en büyük adımdır. Evet belki yarım kaldı, fakat yine de yüce sayılır. Toplumdaki gizleri aydınlığa kavuşturdu, düşünceleri esnetti, yatıştırıp aydınlattı. Dünyada uygarlığın dalgalanmasına yol açtı. Yerinde oldu. Bence Fransız ihtilali insanlığın kutsanması ve hükümranlığın başlamasıdır.» Piskopos istemese de şu sözleri söylemeden duramadı: 39

«Evet. Ya 1793?» Konvansiyonel vakur bir tavırla yerinde biraz daha dikildi: «Sizin bu tarihi anmanızı bekliyordum. Bin beş yüz seneden bu yana oluşan kesif bir bulutun patlaması. Siz gökgürültüsünü suçluyorsunuz.» Piskopos yüreğinde bir yerlerin ezildiğini hissetti, fakat bunu sezdirmek istemedi, şöyle dedi: «Yargıç adalet adına konuşur; rahip daha yüce bir adalet olan merhamet adına. Gökgürültüsü aldanmamalıydı...» Konvansiyonel’in gözlerinin içine bakıp: «XVII. Louis?» Konvansiyonel eline yardımcı olup, Bienvenu’nün kolunu tuttu: «XVII. Louis? Kime ağlıyorsunuz, o masum çocuk için mi? Haklı olabilirsiniz, ben de sizinle ağlıyorum bu yüzden. Fakat bir şey daha var; unutmayalım, ben Cartouche’un(*) küçük kar­ deşi için ağlıyorum. O sadece Cartouche’un kardeşi olmakla suçlanarak asılmıştı. Cartouche’un günahsız kardeşi olmak, XV. Louis’in torunu olma ölçüsünde acı değil mi?» Piskopos: «Mösyö, bu adların yan yana anılmasından hoşlanmıyo­ rum.» «Cartouche mu? XV. Louis mi? Kimi daha fazla suçlu bulu­ yorsunuz?» Biraz sustular. Piskopos geldiğine hayli pişman gibiydi. Ama yine de düşüncelerinde bazı değişiklikler olduğunu sezdi. Konvansiyonel tekrar konuştu: «Mösyö, siz gerçeklerle yüzleşmek istemiyorsunuz. Oysa İsa bir realistti. O, bir mabedin tozunu silmek için, eline süpür­ ge aldığında, süpürgesinde şimşekler çakardı. O, suç açısın­ dan bir kral torunuyla bir haydut kardeşi arasında ayrım gözet­ (*) Cartouche: XVIII. asrın azılı haydutlarından biri.

40

mezdi. Günahsızlığın kendince bir tacı vardır. Günahsızın, kral çocuğu olmaya ihtiyacı yok, pılı pırtı içinde de görünebilir o.» Piskopos alçak sesle onayladı: «Bu, doğru.» Konvansiyonel sürdürdü: «Üsteliyorum ama, siz bana XVII. Louis’den söz ettiniz. Bü­ tün günahsızlar, bütün kurbanlar ve bütün çocuklar için gözya­ şı döker miyiz? Eğer öyleyse daha eski zamanlara gitmeli ve 1793 yılından epey önceleri için ağlamalıyız. Siz yoksulların çocukları için ağlarsanız, ben de sizinle beraber kral çocukları için ağlayabilirim.» Piskopos: «Ah, ben bütün çocuklar için ağlarım,» dedi. G. heyecanlı bir sesle: «O zaman terazi halkın yanında daha ağır çeksin. Çünkü fu­ kara halk, asırlardan beri acı çekiyor!» Yine bir sessizlik oldu. Konvansiyonel bu sessizliği de kesip coşkuyla bağırdı: «Evet, efendim, halk asırlardır acı çekiyor. Hepsi bu da de­ ğil, siz ne hakla beni sorgulayıp kral çocuklarından söz etmeye çalışıyorsunuz? Benim sizi ilk görüşüm, Mösyö, ama bahsinizi duydum. Adınızı saygı ve sevgiyle hatırladıkları da aklımda. Fakat bu da bir şeyi göstermez. Zavallı fukara halkı aldatmak o kadar kolay ki, ha, aklıma gelmişken sorayım, arabanızın te­ kerlek seslerini duymadım, sanırım onu daha ötede bekletiyor­ sunuz. Demin bana, Piskopos olduğunuzu söylemiştiniz, fakat bu içten karakteriniz hakkında beni aydınlatmadı. Kimsiniz? Siz bir Piskopos’sunuz, yani kilise prenslerinden, büyüklerindensi­ niz. Evet Digne’nin Piskoposu on beş bin franklık gelir, on bin franklık çeşitli giderler ödeneği, toplam yirmi beş bin franklık bi­ ri, saray gibi bir evde oturuyor, en iyi aşçıların pişirdiği yemeği yiyor, en kaliteli şarapları içiyor, arabalarınızdan inmiyorsunuz. Oysa İsa her yere yürüyerek giderdi. Cumaları güya perhiz yapmak bahanesiyle en lezzetli balıkları yersiniz, değil mi? Bü­ tün yüksek konumdaki din adamları gibi, hayatın olanca zevk­ lerini alıyorsunuz. Bu sizin hakkınız, sözüm yok, fakat bütün 41

bunlar, ahlaksal anlayışınıza dair bir fikir esinlemiyor. Kiminle konuşuyorum? Siz kimsiniz?» Piskopos boynunu eğip Latince mırıldandı: «Vermis sum. »(*) Hasta acılı bir alayla: «Kadife örtülü arabalarda gezen bir solucan, ha, ha...» Gurur sırası Konvansiyonel’deydi. Piskopos epey uysal bir sesle: «Peki, Mösyö, ama sizden rica ederim, ağaçların arkasında beni bekleyen arabamın, on beş bin franklık gelirimin, cumala­ rı yediğimi iddia ettiğiniz o leziz balıkların, uşaklarımın ve için­ de yaşadığım sarayın merhamet duygusuyla ne alakası var ki? Merhametin insanlık için kaçınılmaz olduğunu yineliyorum ve 1793’ün de epey zalim olduğunu, bir kez daha söyleyeceğim.» Konvansiyonel elini alnına götürdü: «Size yanıt vermeden önce, özür dilemem gerekir Mösyö. Hatalıyım, şimdi evime gelmiş bir konuksunuz, insan, konukla­ rına her zaman kibar davranmalı. Siz benim fikirlerimi tartıştı­ nız, benim de size daha uysal bir dille karşılık vermem gerekir­ di. Varlıklı oluşunuz bu tartışmada benim üstün olmamı sağlar. Bundan sonra onlardan faydalanmayacağım. Beni affedin.» «Size teşekkür ederim, Mösyö.» G. konuşmayı kaldığı yerden sürdürdü: «Konumuza dönelim, siz bana 1793’ün zalim olduğunu söy­ lemiştiniz, değil mi?» «Evet, öyle oldu, giyotini alkışlayan Marat’ya(**) ne buyru­ lur?» «Protestanların öldürülmelerini şükran ilahileriyle kutlayan Bossuet’ye(***) ne buyrulur?» Bu acı karşılık hedefi onikiden vurmuştu, Piskopos titredi, (*) Vermis sum: Ben bir solucanım. (Piskopos, kibirsizliğini gösteriyor.) (**) Marat: Halkın dostu lakabını alan bir ihtilalci. (***) XVII. asırdaki en tanınmış Katollik din adamlarından biri.

42

ve buna diyecek söz bulamadı. Yine de içinden, Bossuet gibi kutsal bir Kardinalin suçlanmasına içerlemişti. Aslında en ku­ sursuz insanların bile, zaafları olur. Konvansiyonel’in soluğu sıklaşmaya başlamıştı, can çekiş­ me belirtileri gösteriyordu, ama henüz bilinci yerinde olduğun­ dan, sürdürdü: «Birkaç şey daha var aslında, bütün ihtilaller ve bütün harp­ lerin kanlı yönleri olduğunu inkâr etmeyeceğim. Evet, bütünlük­ le ele alırsak ihtilal, insanlığın bir uyanışıdır, onun dışında 1793 üzülerek belirteyim ki, bir misillemedir. Siz onu zalimce bulu­ yorsunuz ama, Montrevel’e ne buyrulur? Fouquier -Tinville bir serseriydi, ya lamoignon- Bâville konusunda ne düşünüyorsu­ nuz? Maillard korkunçtur, ya Saux-Tavannes nedir, rica ede­ rim? Rahip Duch ne kadar yabanıldır, peki, rahip Letellier’yi na­ sıl değerlendireceğiz? Jourdan-Coupe-T de bir canavardı ama, yine de Louvois Markisi gibi değildir. «Evet, ihtilalde kan oluk gibi aktı, bu arada masumlar da yandı. Aslında prenses doğan ve Fransız Kraliçesi olan Marie-­ Antoinette’ye bütün yüreğimle üzülürüm, fakat XVII. asırda, 1685’te, Büyük Louis devrinde Protestanların öldürüldükleri yıl­ larda, bebeğini emziren bir Protestan ana, dini ile çocuğunun hayatı arasında bir tercih yapmaya mecbur bırakılmıştı. Ben o kadına da yanarım, Mösyö. Kadının memeleri sütle, kalbi kay­ gı ve kederle doluyordu. Solgun yüzlü aç yavrusu bu memeyi görüyor, can çekişiyor, inleyip ağlıyordu. Cellat da, bir anadan, üstelik çocuğu emzikli bu kadına, ‘dininden dön!’ diyerek ya vicdanını, ya da çocuğunu öldürmesini istiyordu. Bir anaya ya­ pılan bu Tantalus işkencesine ne dersiniz? Mösyö, şunu unut­ mayın ki, Fransız İhtilali’nin haklı olduğu şeyler fazladır. Öfkesi ileride bağışlanabilir. Sonucu: Yaşanılası bir dünya. En şiddetli darbelerden, insanlık adına okşamalar çıkıyor. Uzatmayaca­ ğım. Duracağım, oyunu kazandım.» Soluklandı: «Daha uzun konuşamayacağım, Mösyö, can vermek üzereyim.» Konvansiyonel, son söyledikleriyle Piskopos'un arkasına 43

saklandığı bütün barikatları devirdiğinin ayrımında değildi. Pis­ kopos, sadece şunları söyleyebildi: «İlerleme Tanrı’ya inançtır. İyiliğin Allahsız bir hizmetçisi olamaz, Allahsız biri insanlığı idare edemez.» Halkın ihtiyar temsilcisi, bunu yanıtlamadı. Gözlerini gökyü­ züne çevirdi, gözlerinde biriken bir damla yaş yanaklarından usulca süzülürken, kekeler gibi: «Ey sen, sen ideal, sadece sen varsın!» dedi. Piskopos alabildiğine heyecanlanmıştı. Kısa bir sessizliğin ardından, ihtiyar hasta, parmağını gökyüzüne uzattı ve şunları söyledi: «Sonsuzluk orada. Sonsuzluğun ben’i vardır. Aksi halde sonsuzluk sınırlı olurdu. Ama sonsuz var. O var, onun benliği var. Onun benliği Tanrı’dır.» Can vermek üzere olan adam, son sözlerini coşkuyla mırıl­ danmıştı. Gözlerinde sanki beklediği kişiyi gören birinin ışıltısı vardı. Ama göz kapakları indi, artık tükenmişti. Şu birkaç daki­ ka içinde, birkaç saat yaşamış ve hayatının nihayetine gelmiş­ ti. Piskopos bunu sezdi, ansızın bütün duyguları değişmişti, derin bir coşkuyla bu olağanüstü adama baktı ve eliyle onun o buz kesilmiş eline dokunup: «Tanrı’ya gitme saati yaklaşıyor,» dedi. «Karşılaşmamızın boşuna olmadığından eminim.» Konvansiyonel gözlerini açtı, yüzünde bir gurur ifadesi var­ dı. Derinden gelen bir sesle: «Mösyö,» diye başladı. «Ömrümü, düşünce, kitaplar ve yal­ nızlıkla geçirdim. Ülkem beni göreve istediğinde, tam altmışın­ daydım. Görevimi cesurca tamamladım. Abartılarla savaştım, zorbaları yendim. Haklar ve ilkeler vardı. Onların tanıtılmaları için gayret ettim. Vatan, düşman çizmesinin tehdidindeydi, onu savundum. Varsıl değildim, yoksul oldum. Ülkenin en önde ge­ lenlerindendim. Define mahzenleri altın ve gümüş doluydu. Ama ben birkaç kuruşla karnımı doyurdum. Ezilenlere el ver­ dim, acı çekenleri avuttum. Belki kilise mihrabının örgülerini 44

yırttım, ama bunu halkın yarasını sarmak için yaptım. Hep in­ sanlığın ışığa yürümesini destekledim. 1793’te bütün gücümle görevimi yapmaya çalıştım. Buna karşın, kovuldum, sürüldüm. Benimle eğlendiler, beni karaladılar, taşladılar. Çoğu kişi beni bir vahşi gibi görüyor. Zavallı, cahil halkın gözünde lanetliyim. Ama ben kimseden nefret etmiyorum. Şu anda, tam seksen al­ tısındayım ve birazdan öleceğim. Benden istediğiniz nedir, Mösyö?» Piskopos saygılı bir sesle fısıldadı: «Beni kutsamanızı, Mösyö.» Ve Piskopos Myriel, eceli gelmiş olan Konvansiyonel’in önünde diz çöktü. Başını kaldırdığında, adamın yüzünde ilahi bir nur gördü. Konvansiyonel son soluğunu vermişti. Piskopos allak bullaktı. Evine düşünceli ve dalgın döndü. Dua ederek bütün gecesini geçirdi. Birkaç hevesli konuşturmak için ona G.’yi sordular. Piskopos eliyle gökleri işaret etmekle yetindi. O günden sonra daha sevecen, daha insancıl olmaya dikkat etti. Çocuklara ve hastalara daha da iyi davrandı. Onun bu ziyareti, şehirde epey şamata yaratmıştı, insanla­ rın pek çoğu onu kınadı. «Öyle bir canavarın evine gitmek bir Piskopos'a yakışır mı? Bütün bu ihtilalciler birbirinden daha gaddardır. Onun gibi biri için Monsenyör’ün kendisini yorması olur iş değil. Orada, ne arıyordu? Herhalde merakını gidermiş olmak için.» Şehrin yıllanmış aristokratlarından olan çok küstah bir ihti­ yar kadın kendisine şunu sordu: «Monsenyör, başınızda o kızıl şapkayı(*) ne zaman görece­ ğiz?» Piskopos gülerek: «O kırmızıdan hiç hoşlanmam. Fazla havalı bulurum. Ama kır­ mızı başlıklıları küçümseyenler, kızıl şapkalılara saygı besler.» (*) Kızıl şapka: Kardinallerin işareti. Kendisine ne zaman kardinal olacağı soru­ luyor.

45

11 BİR AÇIKLAMA Buraya kadar yazdıklarımızdan sonra Piskopos Myriel’in, bir filozof ya da bir vatansever papaz olduğu çıkarsamasına ulaşılması gerçeği gölgeler. Fakat Konvansiyonel’i ziyaretinin ardından, daha uysal biri olmuştu. Aslında o, politikayla ilgilenmekten hoşlanmazdı. Bunu pekiştirmek için, birkaç yıl geriye dönüp bir olayı an­ latmamız gerekir. Charles Myriel’in Piskopos olarak atanmasından hemen sonra, İmparator, ona Baron unvanını vermişti. O bu asalet un­ vanını, birkaç piskoposa daha vermişti. Bilindiği gibi 5-6 Tem­ muz 1809'un gecesinde Papa tutuklanmıştı. Bu yüzden Mon­ senyör Bienvenu Myriel de Paris’te İmparator’un toparladığı kongreye çağrıldı. Fransa ve İtalya Piskoposlarının katılımıyla ilk toplantı, Paris’te yapılmıştı. Kongre, 15 Haziran 1811'de, Nötre Dame Kaderalinde, Kardinal Fesch’in başkanlğında bir oturumla başladı. Oraya çağrılan doksan beş piskopos arasın­ da Piskopos Myriel de vardı. Fakat o sadece bir oturuma katıl­ dı. Kırlık yerlerde yoksulca yaşayan bu din adamı, bu toplantı­ ya asla uymayan düşüncelerle gelmişti. Toplantının havasını bozmuş gibiydi. Digne’e döndüğünde, kendisine niye bu kadar kısa sürede döndüğünü soranlara, sürekli aynı karşılığı veriyor­ du: «Ben onları huzursuz ettim. Dışarının havasını onlara ge­ tirdim. Açık bir kapı izlenimi bıraktım onlarda.» Başka bir seferdeki yorumu şuydu: «Ne yapalım, diğer pis­ koposlar kilise prensleri, ama ben sadece fakir bir köy papazı­ yım.» Esasen, Piskopos Myriel, diğer din adamlarını öfkelendir­ mişti. Bir akşam bir Piskopos’u görmeye gittiğinde, ağzından şu sözler çıkmıştı: «Ah ne hoş duvar saatleri, ne kusursuz halılar, hele uşakla­ rın üniformaları çok güzel. Ama, ne kadar nafile bütün bunlar. 46

Ben bunlara sahip olsam kulaklarımda sürekli şu yankı olurdu: Açlar var! Üşüyenler var! Sefiller var! Fakirler var.» Şunu da belirtelim ki, lüksten nefret etmek aslında sanattan anlamamak gibidir. Fakat din adamlarının lüks içinde yaşama­ sı yakışıksızdır. Çok zengin bir rahibin anlamı yoktur. Rahip de­ mek fakirlere yakın biri demektir, herkesin rahatça erişeceği, bütün düşkünlere omuz verecek biri. Bal tutan parmağını yalar denir, herhalde Monsenyör Bienvenu de bu fikirdeydi. Bu arada o, çağın fikirlerine de katılmazdı. O, dinle ilgili tar­ tışmalara girmez, kiliseyle hükümet arasında tercih yapmazdı. Her şeyi anlatacağımıza söz verdiğimize göre, onun, şansı kö­ tüye giden Napoleon’a karşı çok soğuk davrandığını da ekleye­ biliriz. 1813 yılından sonra, Napoleon karşıtı gösterileri alkışla­ mış, Elbe adasından döndüğünde onu karşılamaya gitmemiş ve kendi Piskoposluğunda Yüz Gün dualarının yapılma emrini vermekten geri durmamıştı. Piskopos’un kız kardeşi Matmazel Baptistine dışında iki ağabeyi vardı. Biri general, diğeri emniyet müdürüydü. Çoğu zaman onlarla mektuplaşırdı. Napoleon yandaşı olan general­ le bir zamanlar arası iyi değildi. Fakat emekli emniyet müdürü olan diğer kardeşini epey severdi. Bu namuslu adam emekli ol­ duktan sonra Paris’in sıradan bir mahallesine taşınmıştı. Bu halde, Bienvenu’nün de, herkes gibi, particilik dönemi, öfke dönemi, fırtınalı dönemleri olmuştu, ilahi işlerle ilgilenen bu huzurlu, yüce ruhu da o devrin tutku dalgaları yoklamıştı. Böyle birinin politik yönelimleri bulunması, elbette beğenilesi bir olguydu. Düşüncemiz doğru anlaşılsın, «politik yönelim» denen şeyleri, ilerlemeye giden büyük isteklerle, devrimizin bü­ tün işlek zekâların temeli olması gereken yüce vatansever, halkçı ve insancıl inançla biz asla aynı tutmuyoruz. Bu kitabın yazdıklarını uzaktan ilgilendiren meseleleri derinleştirmeden, sadece şunu anlatıyoruz: isterdik ki sayın Bienvenu kral yanlı­ sı olmasın, insancıl şeylerin uğultulu çırpınmalarının üstünde, epey belirgin halde parladığı görülen şu üç temiz ışığın; gerçe­ 47

ğin, adaletin, merhametin, huzurlu izlencesinden bakışlarını bir an bile ayırmasın. Tanrı’nın Bienvenu’yü politik bir görev için yaratmadığını onaylamanın yanı sıra, hak ve özgürlük adına karşı koyuşunu, güçlü Napoleon’a onurlu karşı çıkışlarını, riskli, haklı direnişini epey doğru anlar, alkışlardık. Gelgelelim, yükselen kişilerde beğendiklerimizi, düşenlerde daha az beğeniyoruz. Riskli oldu­ ğu sürece mücadeleden hoşlanıyoruz. Her seferinde de ilk günlerin savaşçıları, son savaşçıların yok edicisi oluyor. Huzur­ lu zamanlarda coşkulu bir suçlayıcı olmayanın, yıkılış önünde susması gerek. Başarının işareti, çöküntünün tek adaletli yar­ gıcıdır. Bizlere gelince, alınyazısı işe karışıp da darbeler vurdu­ ğunda, oralı olmuyoruz. 1812, bizi adam etmeye başladı. 1813’te acılarla yüreklenen suskun yasama meclisinin haince sessizliğinden sıyrılması, insanı yalnızca öfkelendirir, tiksindi­ rirdi, bunu alkışlamak hataydı. 1814'te ihanet eden mareşaller karşısında, bir bataklıktan diğerine geçen o senatonun karşı­ sında, önce göklere çıkartıp, sonra da hakaret eden, kaçan, Tanrı’nın yüzüne tüküren putperestliğin önünde başını diğer ta­ rafa çevirmek bir borçtu. 1815, korkunç felaketler arefesindey­ ken, Fransa onların korku verici yaklaşımlarıyla titrerken, Na­ poleon’un önünde açılan Waterloo’yu belli belirsiz seçebilirken, alınyazısının hüküm giydirdiği adamı ordunun, halkın yürek ya­ kan biçimde alkışlaması, hiç de komik bir şey değildi. Tiran üzerindeki önlemliliğin kalması şartıyla, Digne Piskoposu gibi bir adamın, uçurumun kıyısındaki büyük bir milletin, yüce biri­ nin saman alevi gibi tutuşmasındaki yüceliği, etkiyi değerlendir­ mesi gerekirdi. Bunun dışında, her açıdan, adaletli, namuslu, merhametli, zeki, kibirsiz, onurluydu, öyle de kaldı. Hayırseverdi, sürekli iyi­ lik düşünürdü ki, bu da bir tür hayırseverlikti. Bir rahip, bir bil­ ge, bir insandı. Ayrıca şunu da eklemeli ki, kendisine çıkıştığı­ mız, adeta bu yüzden neredeyse suçlayacağımız bu politik yö­ nelimde bile, şurada konuşan bizden de anlayışlı, daha uysal­ dı. 48

Belediye sarayının kapıcısını, bu göreve imparator atamış­ tı. Eski muhafız alayının ihtiyar bir astsubayıydı. Austerlitz sa­ vaşında Légion d’Honneur nişanı verilmişti, şahin Bonapartist­ lerdendi. Bu biçarenin ağzından, damdan düşer gibi, zaman zaman o günlerdeki yasanın «nifak sokucu sözler» olarak nite­ lediği kelimeler kaçıyordu. Nişanından imparatorun kabartması silindiğinden bu yana, madalyasını takmaya mecbur kalmamak için, kendi sözleriyle, hiçbir zaman üniformasını giymiyordu. Napoleon’un verdiği madalyadan, imparatorun yüzünü tapınır gibi, dokunarak kendi eliyle kazımıştı. Burası bir çukur oluştur­ muştu, oraya da başka bir şey koymak istemedi. «Göğsümde üç kurbağa taşımak yerine, ölmeyi tercih ederim!» derdi. Ola­ nak buldukça, XVIII. Louis’yle dalga geçerdi. «İngiliz tozluklu bunak! Keçi sakalıyla defolup Prusya’ya gitsin!» derdi. Ölesiye nefret ettiği iki şeyi, Prusya'yla İngiltere’yi aynı ilenmede birleş­ tirmekten derin bir sevinç duyardı. Bunu öyle sık söylerdi ki, gü­ nün birinde işinden atıldı. Çoluk çocuğuyla beş parasız halde sokakta kaldı. Piskopos onu çağırdı, biraz çıkıştı, kilisenin ka­ pıcısı yaptı. Şehirde yaşadığı o dokuz yıl boyunca, Monsenyör Bienve­ nu, insancıl tavırları, isabetli davranışlarıyla herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Digne’i sevgi ve saygıyla doldurmuştu. Napoleon’a karşı tavrını bile halk bağışlamıştı. Halk, koyun gi­ bi bir sürüydü, imparatoruna tapardı, ama Piskoposunu da se­ verdi. 12 PİSKOPOS’UN YALNIZLIĞI Bir generalin etrafındaki genç subay topluluğuna benzeyen küçük bir rahipler topluluğu, neredeyse sürekli, bir piskoposun etrafını kuşatır. Bir yerde, o cana yakın Saint-François De Sa­ les bunlara «acemi rahipler» adını verir. Her mesleğin düşkün­ leri vardır, bunlar işbaşına gelenlerin etrafında bir halka oluştu­ rur. Çevresi olmayan bir iktidar olamaz; saraylıları olmayan ser­ 49

vet bulunamaz, bakışlarını geleceğe çevirenler, göz alan şim­ diki zamanın çevresinde fırdönerler. Her metropolün kendi kur­ mayı olur. Bir parça etkili olan bir piskoposun papaz okulu gençlerinden oluşma devriyesi bulunur. Bunlar ortalığı kolaçan eder, piskopos sarayının huzurunu sağlar, Piskopos Hazretleri­ nin gülümseyişi etrafında nöbet beklerler. Bir piskoposa yaran­ mak diyakos yamaklığına doğru bir adım çıkmak demektir. İler­ lemeli, uçarı tavırlar papazlık gelirini küçümsemez. Diğer yerlerde koca külahların olması gibi, kilisede de koca kavuklular bulunur. Bunlar, sarayda saygınlığı olan, varsıl, pa­ ralı, işlek zekâlı, herkesçe benimsenmiş, kuşkusuz dua etmeyi bilen ama, ricada bulunmayı daha iyi bilen, bütün topluluğunu kapısında bekletmekten rahatsız olmayan, dinle politika ara­ sında birleştirme çizgisi olan, rahipten fazla papaz olan, pisko­ postan çok başpapazlığa yakışan piskoposlardır. Şan olsun onlara yaklaşanlara! Saygınlık sahibi kişiler olduklarından, yanlarında yörelerinde işbilir, gözde kimselere, hoşa gitmesini bilen şu gençliğe yağlı-ruhani parçalar, piskoposluk rütbesin­ den önce gelir kaynakları, başdiyakosluklar, yardımcı rahiplik­ ler, kiliselerde memuriyetler verirler. Kendileri yükseldikçe, ya­ lakalarını da yükseltirler; sanki devinim halinde bir güneş siste­ midir bu. Onların ışıltısı artlarındakini renklendirir. Onların yük­ selmesini yanına yöresine küçük terfiler halinde dağıtır. Ustaya daha önemli bir yönetim dairesi, çırağa da daha geniş bir mes­ leki alan. Sonra, ne olacak ki, Roma şurası. Başpiskopos olma­ yı bilen bir piskopos, kardinal olmasını bilen bir başpiskopos si­ zi maiyet memuru gibi götürür, rahipler kuruluna girersiniz; son­ ra, cüppe giyersiniz, toplantılara dinleyici olarak katılırsınız, yardımcı olursunuz, önce «Efendi» olursunuz, ardından «Efen­ di Hazretlerine terfi edersiniz; «Yüceliğe» bir adımlık mesafe­ dedir burası, burayla Papalık arasında ise bir oylamanın ip gi­ bi dumanı vardır salt. Her kardinal, başlığı üç katlı bir papalık tacını düşler. Bugün rahip doğru yollardan yürüyüp hükümdar olabilen tek insandır, ne hükümdar ama! Yüce bir kral. Bu hal­ de, papaz okulu isteklerin fidanlığıdır. Yüzü pençe pençe kıza­ 50

ran nice koro şarkıcısı çocuk, nice delikanlı rahip başlarında Perrette’in süt çanağını taşırlar! Belki tutku kendine hemen ye­ tenek adını veriyor, kim bilir! içtenlikle, kendi kendini aldatıp, şan olsun ona! Kibirsiz, fakir, kendi başına buyruk bir adam olan Piskopos Bienvenu, koca başlıklılar arasında sayılmıyordu. Etrafında genç rahiplerin birinin bile bulunmamasından anlaşılıyordu bu. Görüldü ki Paris’te «dikiş tutturamamıştı.» Tek başına bir adam olan bu ihtiyara yamanmayı hiçbir aklıevvel düşünemezdi bile. Yeni sürgün veren hiçbir tutku onun gölgesinde yeşerme çılgın­ lığını yapmazdı. Piskopos kurulundaki papazlar, piskopos ve­ killeri saf, kocamış insanlardı, onun gibi biraz halktan kimseler­ di, onun gibi kardinalliğe yol çıkmayan bu göreve kaplanmış­ lardı; piskoposlarına benziyorlardı, ama tek farkla ki onlar bit­ mişler, diğeri tamamlanmıştı. Sayın Bienvenu’nün yanında yük­ selmenin olanaksızlığını öyle iyi anlamışlardı ki, onun yetiştirdi­ ği gençler, papaz okulundan çıkar çıkmaz, kendilerini Aix, ya da Auch başpiskoposlarına önertip hemen uzaklaşıyorlardı. Çünkü, bir daha söylüyoruz, herkes yükselmek ister. Taşkın bir özveriyle yaşayan bir azizin yakınlığı risklidir; giderilemez bir sefalet, yükseltecek eklemlerin işlevsizleşmesini size de bulaş­ tırabilir; özetle, istediğinizi aşan bir özveridir bu, herkes de bu kaşıntı veren erdemden uzak durur. Sayın Bienvenu’nün yal­ nızlığının kaynağı buydu. Karanlık bir çağdayız. Başarmak... yüksekteki anarşiden, arabozuculuktan damla damla akan öğ­ retim budur işte. Yeri gelmişken söyleyelim: Başarı ne kadar tiksinç bir şey! Erdemle olan riyakârca benzerliği insanı yanılgıya düşürür. Halk kalabalığı için başarının yüzü yaklaşık üstünlüğün yüzüy­ le birdir. Yeteneğin ikizi olan başarının bir kurbanı vardır: Tarih. Salt Juvenalis’le Tacitus buna seslerini yükseltirdi. Günümüz­ de, neredeyse resmi bir felsefe başarının kapısına hizmetçi olarak girmiştir, özel üniformasını kuşanmış, bekleme salonun­ 51

da hizmet görür. Başarınız: Kuramsal bir olgu bu. Varsıl kimse, o yetenekli ve başarılı sayılıyor. Piyangoda kazandınız mı, ze­ ki birisinizdir. Üstünler saygı görür. Külahlı dünyaya gelin; bü­ tün iş burada. Talihiniz olsun, sizi büyük adam sanırlar. Bir ça­ ğın parlaklığını oluşturan beş-altı muhteşem ayrıcalıklının dı­ şında, çağdaş hayranlık bir görme kusurudur. Yaldız, altının ye­ rini tutar. Herhangi biri olmak işleri karıştırmaz, yeter ki sonra­ dangörme olsun. Bayağı kendine tapan, bunu alkışlayan ihtiyar bir kendini beğenmiştir. İnsanlarda, Musa, Eshülos, Dante, Michelangelo, Napoléon olma becerisi bulunur; bir şeyde hedefine varan birine halk oy­ birliğiyle bunu konduruverir. Bir noter senatör olsun, bir yalan­ cı Corneille Tiridate’ı yazsın, bir haremağasının bir haremi ol­ sun, bir asker Prudhomme bir çağın son savaşını şans eseri kazanmayagörsün, bir eczacı Sambre-et-Meux ordusuna kar­ ton ayakkabı tabanı icat etsin, sekiz milyon doğurtsun, gevele­ yen bir vaiz piskopos olsun, varlıklı bir evin kâhyası işinden ay­ rıldığında öyle zengin olsun ki maliye bakanı atansın... insan­ lar buna Deha derler, tıpkı Mausqueton’un suratına Güzellik, da Claude tavırlıya Haşmetmeap demeleri gibi. Ördeklerin ayaklarıyla yumuşak çamurda oluşturdukları yıldızlarla gökteki yıldızları aynı şey sanırlar. 13 PİSKOPOS’UN İNANÇLARI Alışılmış uygulamaları doğrulama açısından, Digne Pisko­ posunu eleştirmek gereksizdi. Namuslu adamın, sözü kanun gibidir, ona güvenilir. Ona sadece saygı duyulur. Adaletli bir adamın vicdanına inanmak için sözü yeterlidir. Aslında, kimi ki­ şilikler dikkate alınırsa, bizim inancımızdan farklı bir inançla in­ sanlık erdeminin olanca güzelliklerinin yükselme ihtimalini ka­ bul ediyoruz. Piskopos bu dogma veya şu mezhep sırrı hakkında bir şey 52

düşünür müydü? Bu iç sırlar sadece ruhların çıplak girdikleri mezarda bilinir. Tartışmasız inandığımız bir şey varsa o da şu: İnançtaki zorluklar, onun fikrince sahtekârlıkla çözülmez. Elma­ sın çürümesi akıldan geçirilemez. Bienvenu inanırdı. «Credo in Patrem» (Tanrı’ya inancım var) diye sık sık bağırırdı. Vicdanı kendisine usulca, «Tanrı’yla berabersin» derdi. inançlarının gücü az gelir gibi, Piskopos’ta taşkın bir seve­ cenlik dikkat çekerdi, işte bu bakımdan, «quia multum amavit», «ağırbaşlı kişiler», «kafalı adamlar» -egoizmin, bilmişliğin pa­ rolasını kabullendiği içler acısı dünyamızın seçkin deyimleritarafından incinebilir, hassas, zayıf olarak nitelenmişti Pisko­ pos. Bu taşkın sevgi neyle gösterilirdi? Bu, çevresindeki herke­ si içine alan bir iyimserliktir. Üstelik sevgisini cansız şeylere ka­ dar indirmişti diyebiliriz. O hiçbir şeyi küçümsemezdi. Tanrı’nın bütün varlıklarını sevgi ve saygıyla içine alırdı. Hem çok hoş­ görülüydü de. Din adamlarının birçoğunun aksine, Piskopos Myriel, hay­ vanlara da saygı beslerdi. «Hayvanların ruhları niye olmasın?» dediği epey sık duyulmuştu. Sevgisini en çirkin varlıklara kadar indirmişti. Kız kardeşi bir gün onun bahçede yere eğilip, kıllı ve korkunç bir örümceğe bakıp, uysal bir sesle: «Biçare yaratık, bu kendi kabahati değil ki!» diye söylendiğini duymuştu. Bir gün de bir karıncayı ezmemek için, birden sıçramış ve ayağını burkmuştu. Evet, bu namuslu ve haktanır adam, işte böyle yaşardı. Za­ man zaman bahçesinde şekerleme yapardı. Bu görülesi bir manzaraydı. Söylentilere göre, Monsenyör Bienvenu, delikanlılığını epey debdebeli bir hayatı süren kösnül bir adam gibi geçirmişti. Ama geçen yıllarla onu törpülenmişti. Evrensel hoşgörürlüğü doğuş­ tan değil, yıllarla kazandığı bir erdemdi. Takvimler 1815’i gösterdiğinde tam yetmiş beş yaşındaydı. Uzun boylu sayılmazdı. Son yıllarda epey kilo almıştı, zayıfla­ mak için uzun yürüyüşlere çıkardı. Çevik adımlarla yürüyordu, 53

beli henüz kamburlaşmamıştı. Monsenyör Bienvenu’nün hoş bir yüzü vardı ve epey sevimliydi. En büyük silahlarından olan o çocuksu sevinciyle, söze baş­ ladığında o kadar sevimli biri olurdu ki, onun yanında bulunan­ lar kendilerini çok mutlu ve rahat hissederdi. Yüzü renkli, iyi baktığı dişleri inci gibiydi. Onu gören, «ne babacan adam» der­ di. Napoleon’a da aynı izlenimi vermişti. Kendisini ilk görenler için o «herhangi bir adamcağız» dışında bir şey değildi. Fakat onun yanında birkaç saat bulunanlar, düşünceyle parlayan o ak pak saçlarla kuşatılmış alından, ışıl ışıl gözlerinden etkilenirdi. Ona bakanlar, bir meleğin kanat çırpışını görmüş gibi saygıya kapılırlardı. Önceden de değindiğimiz gibi dualar, törenler, sadakalar, bahçesinde çalışmak, kardeşlik, sıradan yemeklerle yetinmek, misafirperverlik, dünya nimetlerinde gözü olmamak, kardeşlik, güven ve iş onun gösterişsiz hayatını doldururdu. Evet, bu ke­ lime çok yerinde, çünkü Piskopos’un bütün günleri gecenin geç vakitlerine dek dolu doluydu. Gecenin geç saatlerinde birkaç dakika yıldızlara bakarak, derin düşüncelere daldıktan sonra yatağa girmesi de bir tür tören gibiydi. Çoğu zaman evdeki ih­ tiyar kadınlar, gecenin epey geç bir saatinde onun bahçesinde yürüdüğünü duyarlardı. Tanrı’nın yüz sahibi ettiği o muhteşem varlıkları seyretmeye doyamazdı. Gece çiçeklerinin kokularını yaydıkları o tenha vakitlerde, o, yıldızlar altında dua okuyup gezinmekten derin mutluluk duyardı. Tanrı’nın görkemini, varlığını, tuhaf bir sır olan öbür dünya­ yı, ondan da tuhaf olan geçmiş önceki hayatı, gözlerinin önün­ de her tarafa uzanan sonsuzluğu düşünürdü; anlaşılmazı anla­ şılır kılmaya uğraşmadan ona bakardı. Tanrı’yı incelemiyordu. O’na hayrandı. Maddeyi şekillendiren, onları belirterek güçleri­ ni ortaya çıkaran, birlik içinde kişilikler, alanda oranlar, sonsuz­ da sayısızı yaratan, ışıkla güzelliği oluşturan atomların kusur­ suz denk gelişlerini saygıyla izlerdi. Bunlar habire bağlanıp çö­ zülür; böylece hayatı, ölümü oluştururlardı. Kocamış bir asma kütüğüne dayanan tahta bir sırada otu­ 54

rurdu, meyve ağaçlarının yamru yumru, cılız gölgelerinin ara­ sından yıldızlara bakardı. Sıskaca bitkilerle, sayısız kulübe, av­ luyla dolu bu çeyrek dönümlük toprak onun için hayli değerliy­ di, ona yetiyordu. Vakti bunca kıt olan yaşayışındaki serbest zamanını gündüz bahçe işleriyle, gece de düşünerek geçiren bu ihtiyar adam başka ne isterdi ki? Tavanı gökler olan bu ensiz avlu, yerine gö­ re en hoş eserlerinden, en yüce işlerinden ötürü Tanrı’ya tapın­ mak için yetmez miydi? Sahiden de hepsi burada değil miydi? Başka ne istenebilirdi? Dolaşmak için küçük bir bahçe, düş kur­ mak için bitimsiz genişlik. Ayaklarının ucunda yetiştirilebilen, toplanabilen her şey; başının üstünde incelenebilen, düşünüle­ bilen her şey; yerde birkaç çiçek, gökte sayısız yıldızlar. 15 DÜŞÜNCELERİ Piskopos Charles François Myriel’in portresini genel hatla­ rıyla tamamlamak için son sözler... O, kendince, kişisel bir felsefe sahibiydi... Onu aydınlatan kalbiydi. Bilgeliği, kalbinden yükselen ışıktandı. Belli bir dizgesi yoktu, o sadece işini yapardı. Başka şeyle­ re akıl yoracak vakti bol kişilerden değildi. Sistemlerin hiçbirine yakın değildi, o sadece eylemlerle ye­ tinirdi. Karmaşık düşüncelerle aklını yormazdı. Bir Havari gö­ züpek olabilir, fakat bir Piskopos çekimser olmalı. Bazı sorula­ rın uçurumlarına dalmak risklidir. Bu karanlıklar kapısında bir ses size oraya girmenin yasak olduğunu fısıldar. Dâhiler, kendilerini genellikle dogmalardan daha yücelerde bulup, düşüncelerini Tanrı'ya önerirler. Böylelerinin duaları tar­ tışmalara neden olur, ibadetleri bir soru işareti gibidir. Halbuki insanoğlunun düşünce ufku sınırsızdır. O kendi sar­ hoşluğunu kendisi var eder. Hem daha ileri gider, bütün doğa­ yı aydınlatır diyebiliriz. Bizi kuşatan bu sır dolu dünya aldığını verir. Özetle, şu dünyada dünlerin ufuklarında, mutlak'ın zirve­ 55

lerini görebilirler ve böylece ebediyetin doruğunu seçebilirler. Monsenyör Bienvenu bu saydıklarımızdan değildi, o bir dâhi değildi. O «Swendenborg» ve «Pascal» gibi kusursuz dehala­ rın deliliğe yöneldikleri bu doruklardan korkardı. Aslında bu güçlü hayal etmelerin de, bir açıdan epey faydası olur: ideale ulaşmak. Yine de Piskopos Myriel bütün bunlara karşı vaktini duayla geçirmeyi tercih ederdi. Peygamberlik ve bilicilikle ilgisi yoktu onun. Bu sade ruh, sadece sevmekle yetinirdi, olancası bu. insanüstü bir güçle dua eder gibiydi. Fakat sevginin fazlası olamayacağı gibi, dua etmenin de olmazdı. Eğer dualarda ya­ zılanları aşmak bir suçsa, Sainte-Therese ve Saint-Serome de bu suçu işlemişlerdi. O inleyen ve yakınanların üstüne eğilir, onlara yardım eder­ di. Dünya ona göre sağaltılmaz bir hastalıktı. Her yerde, bunu seziyordu. O, acıları arar, acıların kaynağını aramazdı. O sade­ ce avuntu ve rahatlatmanın çarelerini arardı. Bu iyi kalpli ve se­ vecen din adamı için, bütün canlılar ilgiye değerdi. En büyük gayesi rahatlatmak, mutlu etmekti. Çoğu kişi toprağı altın bulmak için kazar, o merhameti orta­ ya çıkarmak için ruhları yoklardı. Evrensel sefalet onun için bir maden gibiydi. Şahsi madeni. Acı, sevmeye bir bahaneydi. «Birbirinizi sevin». O sadece bu vaazı verirdi. Felsefesi tek ke­ limeyle ifade edilirdi: «Sevgi». Bir gün, kendini filozof sanan şu adam, daha önce değindiğimiz şu senatör, Piskoposumuza şunları söyledi: «Azizim, dünyanın haline bakın: Herkes birbi­ riyle savaşıyor, en güçlü olan en haklı oluyor. Sizin 'birbirinizi sevin’ sözleri palavra!» Monsenyör Bienvenu onunla tartışmaya hiç girmeden: «Pe­ ki, o zaman» dedi, «bu bir palavraysa, istiridyedeki inci gibi, ruh da bunun içine saklanmıştır.» Demek ki oraya saklanmıştı, ora­ da yaşıyordu. Bundan da tartışmasız, memnundu; insanı hem cezbeden, hem de korkutan olağanüstü konuların, soyut konu­ ların ucu ele geçmez görüntüsünü, metafiziğin uçurumlarını, 56

aynı hedefe yöneltilmiş bütün bu derinlikleri kapsayan konuları Tanrı’nın havarisine, yokluğun Tanrıtanımazına bırakıyordu: Alınyazısı, iyi ile kötü, varlığın varlığa savaşı, kişinin vicda­ nı, hayvanın düşünen uyurgezerliği, ölümle değişme, mezarın kapattığı hayatlar özeti, sürekli olan benliğe kesintisiz sevgile­ rin bilinmez aşısı, töz, madde, Nil ve Ens, ruh, tabiat, özgürlük, zorunluluk; acıtan sorunlar, insan düşüncesinin muhteşem yü­ ce melekleri üzerine eğildiği lanetli kalınlıkları açtırır gibi duran bir gözle izledikleri dipsiz uçurumlar. Monsenyör Bienvenu bunları fazla derinleştirmeden, tartış­ madan, bunlarla düşüncesini bulandırmadan bu esrarengiz so­ runları dışardan gören, yalnızca ruhunda bilinmezliğe karşı ağırbaşlıca saygısı olan biriydi. Monsenyör Bienvenu, dünyevi işlerden uzak duran, kendisi­ ni etrafındaki yoksullara ve bedbahtlara adamış, sevgi ve in­ sancıllıktan oluşmuş ilahi bir varlıktı.

57

İKİNCİ KİTAP DÜŞÜŞ 1 YÜRÜMEKLE GEÇEN BİR GÜNÜN BİTİMİ 1815 yılı, ekimin ilk günlerinde, gün batımına bir saat kala, bir adam yürüyerek Digne’e girmişti. Pencerelerden başlarını uzatmış ya da kapı önünde, komşularıyla laflayanlar tanıma­ dıkları bu yabancıya ürküntüyle karışık bir merak duygusuyla baktılar. Adam epey döküntü bir kılıktaydı. Orta boylu biriydi, kırk altı ya da kırk sekizinde gösteriyordu. Gün yanığı yüzünün, üst tarafını deri şapkası kapatıyordu. Üzerindeki kaba ketenden yapılma sarı gömleğin yakasını bir iplikle tutturmuş olduğu için, kıl dolu bağrının birazı açıkta kalıyordu. Boynuna ip gibi incelmiş bir kravat takmıştı. Yıpran­ mış ve yamalı beyaz pantalonun üstüne, bazı yerleri yırtılmış gri yünden bir ceket giymişti. Ceketin sol kolunda yeşil bir ya­ ma vardı. Beline yeni bir asker çantası takılıydı. Elinde, destek aldığı, düğümlü kalın bir sopa tutuyordu. Çivili kabaralarının içindeki ayakları çorapsız; başı traşlı fakat uzun sakallıydı. Havanın bunaltıcı sıcaklığı, yürümenin verdiği yorgunluk, ter ve yolların tozu onun görüntüsüne iyice sefil bir ifade ver­ mişti. Kazılı saçları başında diken dikendi. Uzamaya başlayan bu saçlar, ne zamandır makas yüzü görmemişti. Onu tanıyan yoktu. Yolu buradan geçiyor olmalıydı. Nere­ 58

den geliyordu? Güneyden mi? Deniz kenarlarından mı? Çünkü şehre güney kapısından girmişti. Yedi ay önce Napoleon da Ni­ ce’den Paris’e geçtiğinde bu kapıdan girmişti şehre. Görünüşe göre, sabahtan beri yürümüştü; alabildiğine bitkin görünüyor­ du. Şehrin kenar mahallerinde yaşayan kadınlar, onun Gas­ sendi Caddesindeki çeşmeden doya doya su içtiğini görmüş­ lerdi. Poichevert Sokağına geldiğinde, sola sapıp valilik konağı­ nın kapısından girdi. Yaklaşık on beş dakika sonra da çıktı. Ka­ pıdaki taş sırada, bir jandarma duruyordu. Yolcu kasketini çı­ kartıp onu saygıyla selamladı. Beriki selamını alma bir yana, ona aksice baktı. Onu bakış­ larıyla izledi biraz ve daha sonra o da valiliğe girdi. O yıllarda Digne’de epey muhteşem bir han vardı. «Colbas Haçı» adlı bu hanı Jacquin Labarre adında biri çalıştırırdı. Yabancı, şehrin en iyi hanı olan bu yapıya doğru yaklaştı. Sokağa bakan mutfak kapısından girdi. Bütün ocaklar yanıyor­ du, tencerelerden yükselen iştah açıcı kokular ortalığı dolduru­ yordu. Hanın sahibi, iyi bir aşçıydı da, keyifle tencereleri karış­ tırıyordu. O anda hazırladığı yemek, arabacıların yemeğiydi. Dolaşmaya çıkan herkes, arabacıların en leziz yemekleri ye­ diklerini bilir. Ocakta kalın şişlere takılmış av etleri kızarıyor, bir diğer ocakta, tatlısu balıkları ızgarada pişiyordu. Kapının açıldığını gören han sahibi, yeni bir müşterinin gel­ diğini anlamıştı, işinden başını kaldırmadan sordu: «Ne istiyorsunuz, Mösyö?» «Yemek ve yatak.» «Daha kolay ne var ki?» diyen hancı onu baştan ayağa süz­ dü ve «Ödeyecek paranız olduktan sonra,» diye ekledi. Yolcu, ceket cebinden dolgun bir deri kese çıkardı: «Param var.» «Öyleyse emrinizdeyim,» dedi hancı. Yabancı kesesini cebine attı, büyücek çantasını kapının ya­ nına bıraktı ve elinde sopasıyla ateşin başına kuruldu. Çünkü Digne, dağlık bir yerdir. Ekim akşamları epey serin olur. 59

Bu arada, hancı, yolcuyu göz hapsine almış gibiydi. Yolcu: «Hemen yiyebilir miyim?» diye sordu. «Birazdan.» Hanın yeni müşterisi ocakta ellerini ısıtırken, hancı Jacquin Labarre, bir gazeteden kopardığı bir kâğıt parçasına bir şeyler karaladı ve bunu yamağı olan çocuğa uzatıp onun kulağına bir şeyler söyledi. Çocuk karakola seyirtti. Yolcu bunları fark etmemişti. Hemen sonra bir daha sordu: «Ne zaman yiyeceğiz?» «Birazdan.» Çocuk koşarak, geri döndü. Elinde bir kâğıt vardı. Hancı karşılık bekleyen birinin telaşıyla kâğıdı kaptı. İlgiyle okudu, sonra başını salladı, biraz dalgınca durdu ve düşünen müşteri­ ye yaklaştı. «Mösyö,» dedi, «sizi konuk edemeyeceğim.» Adam yerinde doğruldu: «Ama niye? Yoksa ödemeyeceğimden mi korkuyorsunuz? isterseniz peşin öderim, epey param var.» «Sorun bu değil, belki sizin paranız var, fakat burada yerim yok.» Yolcu sakin bir sesle: «Ben ahırda da kalabilirim,» dedi. «Olmaz, ahır atlarla dolu, orada da yer yok.» «O halde çatı katında bir kenara sığışırım, altıma biraz sa­ man verin yeter. Yemekten sonra konuşuruz bunu.» «Ne yazık ki size verilecek yemeğim de yok.» Adam bunu ölçülü ama hayli kararlı bir sesle söylemişti. Müşteri bunu yadırgadı, yerinden kalkıp karşı çıktı: «Evet ama, ben kurt gibi açım. Gün doğarken yola düştüm, kilometrelerce yürüdüm. Parasını vereceğimi söyledim size, yemek istiyorum.» «Sizin için yemeğim yok.» Yabancı, kederle bir kahkaha attı ve ateşte pişen kazanlara bir göz atarak: «Peki ama onlar nedir?» diye sordu. 60

«Bunlar arabacılara verilecek yemekler.» «Peki onlar, kaç kişi?» «On iki kişi.» «Evet fakat burada hiç yoksa yirmi kişiye yetecek yemek var.» «Onlar paralarını peşin ödediler ve bütün yemekleri kendi­ lerine ayırttılar.» Yolcu yerine oturdu ve sakince: «Bu kadar saçma bir şey duymadım. Ben bir handa, bir lo­ kantadayım, açım ve burada kalıyorum.» O sırada hancı onun yanına yaklaştı ve ürpertici, buz gibi bir sesle mırıldandı: «Derhal çekip gidin!» Yolcu o sırada, ateşe eğilmişti ve sopasının demiriyle odun­ ları itiyordu. Derken hancıya baktı, adam ona gözlerini dikti ve kısık sesle yineledi: «Bu kadarı yeter, size kim olduğunuzu söyleyeyim mi? Adı­ nız Jean Valjean... Sizi görür görmez hemen kuşkulandım. Ka­ rakola birini yollayıp soruşturdum, verdikleri yanıtın ne olduğu­ nu öğrenmek ister misiniz? Okuma-yazmanız var mı?» Hancı bu sözleri söylerken, adama demin aldığı kâğıdı uzat­ tı. Adam kâğıda şöyle bir baktı. Hancı biraz sustuktan sonra tekrar başladı: «Kaba davranmak istemem, fakat gidin artık!» Yabancı başını eğdi, kapıya yöneldi ve orada bıraktığı çan­ tasını alıp gitti. Anacaddede ilerliyordu. Hakarete uğramış bir adam gibi ev­ lerden uzak yürümeye dikkat ediyordu. Başını bir kez bile çe­ virmedi. Eğer arkasına dönmüş olsa, han kapısında hancıyla diğer müşterilerin toplanarak ona baktıklarını ve kısık sesle bir şeyler söylediklerini görürdü. Kısa süre sonra, şehre girişinin epey önemli bir olay olacağını anlardı. Fakat o, bunların hiçbirini göremedi. Çaresizliğe kapılanlar, arkalarına dönüp bakmazlar. Kötü talihin kendilerini hiç rahat bırakmadığını iyi bilirler. 61

Yolcu artık o kadar bunalmıştı ki, yorgunluğunu bile duymu­ yordu. Sonra birden açlığını hissetti. Aslında karanlık çöküyor­ du, geceleyecek bir yer bulabilmek için etrafına bakındı. Aslında o muhteşem handa kendisine yer yoktu, fakat biraz daha sade bir yerde de geceleyebilirdi. Gölgelerle kararan gök­ te bir ışık kendisine rehberlik eder gibiydi. Burası bir meyha­ neydi. Yolcu durdu ve camdan, meyhanenin içini biraz izledi. Bir masanın üstüne yerleştirilen bir lambayla aydınlanan basık ta­ vanlı geniş bir oda, ocakta yanan ateşle de bir parça aydınla­ nıyordu. Yabancı, bu meyhaneye ön kapıdan girmeye çekindi. Avluya daldı ve arka kapının tokmağını kaldırıp, kapıda durdu. Meyhaneci seslendi: «Kim o?» «Yemek ve yatak isteyen bir müşteri.» «Buyurun, burada yatak da var, yemek de.» Yabancı girdi, masalardaki müşteriler başlarını çevirip ona baktılar. Bu arada o üzerindeki yol çantasını yere bırakmıştı, meyha­ neci: «Ateşin başına gel de ısın, dostum,» dedi. «Çorba pişti pi­ şecek.» Yabancı, şöminenin önüne geçip, sızlayan dizlerini ocağa uzattı. Ortalığı mis gibi bir et suyu kokusu almıştı. Şapkasının altındaki yüzü ansızın aydınlanmış gibiydi. Adamın görüntüsü keskin ve acılıydı. Hayli ilgi çekici bir yü­ zü vardı. Önceleri saygılı olan ifadesi giderek sertleşiyordu. Kalın kaşlarının altındaki gözleri parlıyordu. Meyhanedeki müşteriler arasında buraya gelmeden önce, Labarre’in hanında atını ahıra bağlayan bir balıkçı da vardı. Demin handaki sahneyi görmüştü. Balıkçı, meyhaneciye kaşıy­ la bir işaret verdi. Meyhaneci ona yaklaştı. Yarım sesle biraz konuştular. Yolcu o derin düşüncelerine tekrar dalmıştı. Meyha­ neci ona yaklaştı ve elini adamın omuzuna atıp aksi bir sesle: «Haydi çek git!» dedi. 62

Yabancı ona döndü ve uysal bir sesle: «Ya! Biliyorsunuz ha?» dedi. «Evet.» «Handa da istemediler beni.» «Evet, ben de burada istemiyorum seni!» «Peki ama, nereye gideyim?» «istediğin yere git!» Yolcu çantasını aldı ve başı önünde oradan da çıktı. Birkaç adım atmıştı ki, Colbas Haçı Hanı’ndan beri arkasın­ dan gelen sokak çocukları onu taş yağmuruna tuttular. Yolcu öfkeyle geri döndü ve sopasını yukarı kaldırıp onları korkuttu. Bir serçe sürüsü gibi hemen kaçıştılar. Birkaç dakika daha yürüdükten sonra cezaevinin önünde durdu. Kapıda zincire takılı bir çan vardı. Zinciri çekti. Kapıcı kapıyı açtı. Yolcu şapkasını çıkarıp onu saygıyla selamladı. «Mösyö,» dedi, «bir geceliğine beni içeri almaz mıydınız?» «Burası han değil, cezaevi. Burada kalmak istersen, içeri düş. O zaman seni konuk ederiz!» dedi. Kapı kapandı. Sıra sıra bahçeli bir sokağa girdi. Bahçelerden birinin önün­ de tek katlı bir evin penceresinde ışık vardı. Kapıyı çalacak ce­ sareti yoktu, camdan içeri baktı, kireç badanalı temiz ve koca­ man bir oda gördü. Bir kenarda çiçekli bir örtü serili bir somya, onun yanında bir beşik, birkaç sandalye ve duvarda bir av tüfeği vardı. Odanın orta yerine sofra kurulmuştu. Beyaz keten örtünün üstündeki lamba ışığında tertemiz tabakların olduğunu fark et­ ti. Masada kırk yaşlarında kadar gösteren bir adam vardı. Gü­ ler yüzlü adam küçük bir çocuğu dizlerinde oynatıyordu. He­ men yanında oturan genç bir kadın, birkaç aylık bir bebeği em­ ziriyordu. Baba gülüyor, kucağındaki bebek gülüyor ve genç güzel anne gülümsüyordu. Yolcu uzun süre bu ferahlatıcı aile tablosuna baktı. Aklından neler geçiyordu? Bunu yalnızca kendisi bilirdi. Bu mutlu evin 63

kendisini konuk edebileceğini düşündü. Belki mutluluk dolu bu yuvada, beklediği merhameti bulurdu. Pencerenin camına usulca vurdu. Kimse duymadı. Yeniden vurdu. Derken, kadının eşine: «Sanırım dışarıda biri var?» dediğini duydu. Adam: «Hayır, ben duymadım,» dedi. O anda erkek kalktı, masadaki lambayı eline alıp koşarak kapıyı açtı. Bu epey iri yapılı, yarı zanaatçı biriydi. Omuzlarına kadar yükselen deri bir önlük bağlamıştı. Önlüğün cebinde bir çekiç, kırmızı bir mendil ve bir barut kabı görünüyordu. Başını geriye atmıştı. Yakası açık gömleği, boğa boynu kadar kalın boynunu ve ensesini açıkta bırakmıştı. Kalın kara kaşlı, gür siyah saçlı ve biraz patlak mavi gözlü, havalı biriydi. Yüzünde bir gurur ifa­ desi oynaşıyordu. Yolcu şapkasını çıkartıp, ev sahibine yalvardı: «Mösyö, paranızı ödemek şartıyla bana bir tabak çorba ve­ rir misiniz? Bahçedeki şu samanlıkta gecelemek için de iznini­ zi isteyeceğim. Epey param var.» Ev sahibi sordu: «Peki ama siz kimsiniz?» Yabancı anlattı: «Ben ta, Puy-Moisson’dan geliyorum. Gün boyu yürüdüm. Epey yorgunum, beni misafir etmenizi rica edecektim.» Ev sahibi: «Parasını ödeyen kendi halinde bir yolcuya bütün bunları ni­ ye vermeyeyim? Fakat bir hana niye gitmediniz?» «Handa yer kalmamıştı.» «Ama niye? Bugün, panayır günü değil ki? Labarre’a gittiniz mi?» «Evet.» «O halde?» Yolcu kararsız: «Bilemeyeceğim, beni kabul etmek istemedi.» 64

«İnanılır iş değil. Peki Chauffet Sokağındaki meyhaneye baktınız mı?» Yolcu giderek kızarıyordu. Kekeledi: «O da beni kabul etmedi...» Ev sahibi güvensizliğini gösterip haykırdı: «Yoksa siz o adam mısınız?» Yolcuya tekrar baktıktan sonra lambayı masaya bırakıp du­ vardaki tüfeği aldı. Eşinin son sözleri üzerine genç kadın da, hızla yerinden fırlamış ve çocuklardan biri kucağında, diğeri elinde, erkeğin arkasına geçmişti. Ev sahibi yabancıya bir akrebe bakar gibi iğrenerek baktık­ tan sonra, dişlerinin arasından tısladı: «Haydi, defol!» Yolcu yalvardı: «Yalvarırım bir bardak su!» «Su mu? Beynine bir kurşun sıkayım!» Köylü bu gözdağından sonra kapıyı çarpıp kapattı. Hemen sonra pencerenin panjuru çekildi ve bir sürgü sesi geldi. Karanlık iyice çökmüştü. Alp dağlarının o dondurucu rüzgâ­ rı, adamın ciğerlerine işledi. Karanlığa rağmen yolcu, bir bah­ çede samandan yapılmış bir kulübe gördü. Açlığı göze almıştı, ama en azından o samandan yapılmış yerde gecelerse soğuk­ tan korunmuş olurdu. O alçak delikten başını eğip içeri kaydı. Sıcaktı, üzerindeki çantayı çıkardı, tam yerleşiyordu ki, birden kulübenin kapısında bir hırıltı duydu ve hemen ardından irice bir bekçi köpeğinin, bir buldoğun kafasını seçti. Girdiği yer bir köpek kulübesiydi ve sahipleri de onu istemiyordu. Yolcu çam yarması bir adamdı. Sopasıyla korunup, oradan çıkmayı başardı. Bu arada, pantolonunu da iyice yırtınıştı. Kö­ pekten korunmak için, sopasıyla onu korkutup gerileyerek bah­ çeden de çıktı. Çiti atlayıp kendisini yolda buldu. Başına gelen bütün bu terslikler yüzünden bir acıya boğuldu. İrice bir taşın üstüne yığıldı ve acı dolu bir sesle: «Tanrım o köpek kadar da olamadım!» diye söylendi. Adımlarını hızlandırıp şehirden ayrıldı. Bir süre kırlarda öy­ 65

lesine, rastgele yürüdü. Kendini hemen sonra tenha bir tarlada buldu. Ufuklar koyu karanlıktı, kesif bulutlarla dolu gökler, bir kasır­ ganın yaklaştığını haber veriyordu. Derken bulutlardan çıkan ay, her yeri aydınlattı. Demek yerler göklerden de aydınlıktı. Aslında kendi sıkıntısından başka bir şey düşünmeyen yol­ cu, doğa gösterilerinden etkilenecek halde sayılmazdı. Ama yi­ ne de bu koyu karanlıklar arasında iliklerine kadar titredi. Kırlarda da barınamayacağını sezip geri döndü ve sürükle­ nircesine tekrar şehre girdi. Saat gecenin sekiz buçuğu olmalıydı. Şehri tanımayan yol­ cu önüne çıkan ilk sokağa girdi. Böylece karakolun önünden geçti. Tam kilisenin önüne varmıştı ki durdu ve yumruğunu sık­ tı. Birkaç adım ötede bir yayınevi vardı. Onun önünde taş bir sı­ ra vardı, yolcu bu taş sıraya uzandı. Tam o sırada kiliseden çıkan ihtiyar bir kadın, soğukta taşın üstünde yatan bu adamı gördü: «Orada ne yapıyorsunuz, dostum?» diye sordu. Yabancı hışımla homurdandı: «Görmüyor musun! Yatıyorum!» Oysa konuştuğu hanımefendi, çok iyi kalpli biri olan R... Markizi’ydi. «Aman Tanrım! Bu taş sırada mı?» diye tekrar sordu. Yolcu üzüntülü bir sesle konuştu: «Tam on dokuz yıl tahtaların üstünde yattım. Bu gece taşta yatsam ne olur ki?» «Acaba asker miydiniz?» «Evet, kadınım, askerdim.» «Peki niye hana gitmediniz?» «Meteliğim yok da ondan.» R. Markizi kederle: «Ah, ne yazık ki, bende de fazla para yok,» dedi. «Cüzda­ nımda sadece dört metelik var.» «Verin öyleyse, hiç yoktan iyidir.» Yabancı o dört meteliği aldı. R... Markizi mırıldandı: 66

«Evet fakat bu para sizin handaki oda kiranızı karşılamaz. Bir deneseniz, gece de o kadar dondurucu ki, belki Tanrı aşkı­ na sizi barındıran biri bulunur.» «Bütün kapıları çaldım, hepsinden kovdular.» R... Markizi, adamın koluna dokundu ve alanın diğer kıyısın­ daki tek katlı bir evi işaretle sordu: «Şurayı denediniz mi?» «Hayır.» «O halde deneyin bir.» 2 ÖNLEMLİLİK VE BİLGELİK Piskopos Myriel aynı akşam, şehirdeki gezintisinin ardın­ dan, geç saatlere kadar çalışma odasına çekildi. «Görevler» başlığını atıp, uzun bir yazıya başlamıştı. «Herkese ait görev­ ler. Kutsal görevler. Bunlar dört bölüme ayrılır. Saint Matthieu sıralaması şöyledir: Tanrı’ya olan görevlerimiz, özbenliğimize olan görevler, insanlara olan görevler, bütün canlılara olan gö­ revler...» Saat akşamın sekizi geçmesine karşın, o hâlâ harıl harıl ya­ zıyordu. Kucağında kalın ciltli açık bir kitap, ufak kâğıtlara not­ lar alıyordu. Madam Magloire, Piskopos’un yatak odasına ge­ çip dolaptaki gümüş takımları almak için, içeri girdi. Piskopos yemek masasının kurulduğunu anlamıştı. Kız kardeşini beklet­ memek için kitabını kapattı ve yemek odasına geçti. Daha önce de değindiğimiz gibi yemek odası, sokağa açı­ lan ve bahçeye camlı bir kapıyla geçilen dikdörtgen biçimli bü­ yük bir odaydı. Madam Magloire, masayı kurarken, bir yandan da Matma­ zel Baptistine ile söyleşiyordu. Masanın üstüne lamba konmuştu, ocakta iri kütükler yanı­ yordu. Altmışını geçen bu güngörmüş kadınların nasıl görün­ düklerine dair biraz bilgi verelim. Kısa boylu Madam Magloire dolgun, canlı, zinde bir kadıncağızdı. Matmazel Baptistine na­ 67

rin yapılıydı. Ağabeyinden biraz uzundu. Mor ipekliden on yıl öncenin modasına göre dikilmiş bir giysi vardı üzerinde. Fazla uzatmamak için şöyle özetleyebiliriz: Madam Magloire köylü kadınlara, Matmazel Baptistine ise asil bir hanımefendiye ben­ zerlerdi. Madam Magloire aklaşmış saçlarının üstüne beyaz bir başlık takmıştı. Tombul boynunda, ucunda büyük bir haç salla­ nan altın bir zincir sallanıyordu. Siyah yün giysisinin kar gibi be­ yaz muslin bir yakası vardı. Beline kırmızılı yeşilli bir önlük tak­ mıştı. Marsilyalı kadınlar gibi ayağında kalın sarı çoraplar ve kabaralar vardı. Matmazel Baptistine’in giysisi 1806’lı yılların modasına uy­ gun dikilmişti. O da ağarmış saçlarını kıvırcık bir perukla kapa­ tıyordu. Matmazel Baptistine gençliğinde bile asla güzel olma­ mıştı. Biraz patlak solgun mavi gözleri, kemerli ve epey uzun­ ca bir burnu vardı. Fakat daha önce de değindiğimiz gibi bütün varlığında bir iyilik, bir kutsallık ifadesi vardı. İnanç, merhamet ve umut. Bu erdemler onun ruhunu kuşatmış, karakterine bir tür kutsallık eklemişti. O, bir melek gibiydi. Ruhsal güzelliği ge­ çen zamanla yüzüne yansımıştı. Piskopos içeri girdiğinde Madam Magloire, kendisi için hay­ li önemli bir konuda matmazele yakınıyordu. Şu açık duran so­ kak kapısından... Akşam yemeği için çarşıya ekmek almaya çıkan Madam Magloire, hayli korkunç bir haber duymuştu. Hırpani kılıklı, kor­ kunç yüzlü bir yabancıdan konuşuluyordu. Bu yüzden, o gece sokaklarda kalmak pek akıl işi değildi. Madam Magloire, Dig­ ne’deki güvenlik örgütünün görevini hiç de gerektiği gibi yap­ mamasından yakınıyordu. Valiyle emniyet müdürü anlaşama­ dıkları için işlerini en iyi biçimde yapamıyorlardı. Artık, önlemli kişilerin kendilerini korumaları, geceleri kapılarını kilitlemeleri zorunluydu. Madam Magloire bu kilit kelimesini vurgulamıştı. Fakat tam o sırada odasında üşüdüğü için, ateşin önünde ellerini ısıtan Piskopos, kadının sözlerini dinlememişti. Aklı başka yerlerdey­ di. Madam Magloire, istediğini bir kez daha söyledi. İşte o za­ 68

man hem Madam Magloire’ın gönlünü almak isteyen, hem de ağabeyini incitmekten kaçınan Matmazel Baptistine, usul sesle sordu: «Madam Magloire’ın ne dediğini duydunuz mu, Ağabey?» «Birazını duydum,» dedi, ihtiyar adam, sonra ellerini dizleri­ ne koydu ve iskemlesini kadına döndürüp sordu: «Ya, demek bu gece etrafımızda bizi tehdit eden korkunç bir tehlike var?» İşte o zaman Madam Magloire biraz abartarak duyduklarını tekrar aktardı. «Duyduğum kadarıyla, yalınayak bir ipsiz, bir tür Çingene, geç bir vakitte şehre inmiş ve Jacquin Labarre’in hanında ge­ celemek istemiş. Hancı onu kovmuş. Adamın şehrin sokakları­ nı arşınladığı söyleniyor. Bir katil olmalı, korkunç yüzlü biri!» Piskopos: «Bakın hele!» diye mırıldandı. Bundan yüz bulan Madam Magloire, onun korktuğuna ina­ narak, sevinçle sürdürdü: «Ah Monsenyör, işte duyduklarım bunlar. İnanın bana, bu gece şehirde bir bela çıkacak. Üstelik emniyet örgütü o kadar uyuşuk ki. Ah, sokaklarında fener bile bulunmayan dağlık bir yer. Evet efendim, eminim ki Matmazel de benimle aynı fikirde­ dir...» Matmazel Baptistine karşı çıktı: «Fakat ben bir şey demiyorum Madam Magloire. Ağabeyim her şeyi bizden iyi bilir. Onun her yaptığında bir hikmet saklı­ dır.» Madam Magloire bu sözleri duymamış gibi sürdürdü: «Evet Monsenyör, kapıları kilitsiz kalan bu evde tehlikede­ yiz. İzin verin gidip çilingiri çağırayım, kilit taksın. En azından sadece bu gecelik, şu yabancı serseri buradan defoluncaya ka­ dar. Tokmakla dışarıdan açılan bir kapı. Yüce Tanrım, ne kor­ kunç!..» Tam o sırada kapıda şiddetli bir tıkırtı duyuldu. Piskopos: «Buyrun,» diye seslendi. 69

3 GÖZÜ KAPALI İTAAT Kapı açıldı. Kapı sanki güçlü bir elle itilircesine sonuna kadar açıldı, içe­ ri bir adam girdi. İçeri gireni tanıyoruz. Bu, demin kalacak yer arayan o ya­ bancıydı. Birkaç adım yürüdü, kapıyı açık bırakmıştı. Sırtında çanta, elinde sopa, yüzünde sert bir ifade, gözlerinde alevli bir öfke vardı. O kadar da bitkin görünüyordu ki... Madam Magloire bağırmaya bile fırsat bulamadı. Ağzı açık, öylece kalakalmıştı. Adamın girmesiyle yerinden doğrulan Matmazel Baptistine, önce korkarak baktı. Sonra gözlerini ağabeyine çevirdi. Yüzün­ de bir huzur, bir ferahlık görüldü. Piskopos, yabancıya sakince bakıyordu. Adama ne istediği­ ni sormak üzereydi ki, yabancı iki eliyle sopasına yaslandı. Gözlerini önce ihtiyar adamın üzerinde, sonra kocamış kadın­ lar üzerinde gezdirdi ve ev sahibine konuşma fırsatı vermeden konuşmaya başladı: «Benim adım Jean Valjean. Eski bir kürek mahkûmuyum. Tam on dokuz yılım zindanda geçti. Dört gün önce salıverildim. Niyetim Pontarlier'ye gitmek. Dört gündür yürüyorum. Ta, To­ ulon’dan geliyorum. Bugün saatlerce yürüdüm. Bu akşam aç ve yorgun, şehre girer girmez, bir hana uğradım. Sarı kimliğim nedeniyle beni içeri almadılar. Bir meyhaneye gittim, oradan da kovdular. Kapıları çaldım, kimse beni kabul etmedi. Cezaevine başvurdum, kapıcı beni içeri almadı. Bir köpek kulübesine sı­ ğındım, köpek beni ısırdı. O bile benim kim olduğumu anlamış gibiydi! Yıldızlar altında uyumak için tarlalarda dolaştım, yıldız­ ları göremedim. Yağmur yağacaktı. Yağmura dur diyecek bir Tanrı olmadığını da biliyordum. Bir kapı önüne büzülmek için şehre geri döndüm. Kilisenin önünde taşlara uzanmıştım ki, iyi kalpli bir kadın, bu evi gösterdi. Bu kapının bana açılacağını 70

söyledi. Kapıyı çaldım, siz de açtınız. Burası nasıl bir yer? Bir han mı? Param var, zindanda biriktirdiğim harçlıklarımdan tam yüz dokuz frank ve on beş meteliğim var. Parasını ödeyebili­ rim... Çok bitkinim, çok da açım. Beni misafir etmek ister miy­ diniz?» Piskopos, hizmetçi kadına döndü: «Madam Magloire, masaya bir tabak daha getirin.» Yabancı birkaç adım daha attı. Masanın üstündeki lambaya daha da yaklaştı: «Şey, sanırım sözlerimi duymadınız,» dedi. «Ben bir kürek mahkûmuyum, zindandan geliyorum...» Cebinden çıkardığı sarı bir kâğıdı masanın üstüne attı: «İşte sarı kimliğim. İşte bu nedenle her yerden kovuldum. Okumak ister misiniz? Okumam var, zindanda öğrendim. Öğrenmek isteyenler için kurslar var. Bakın burada neler yazılı: ‘Jean Valjean kürek mahkûmu, do­ ğum yeri...’ bu sizi ilgilendirmez... ‘Jean Valjean tam on dokuz yıl tutuklu kaldı. Beş yıl soygundan, on dört yıl da dört kez kaç­ maya teşebbüsten. Çok tehlikeli bir adamdır.’ Evet işte, herkes beni dışarı attı. Siz beni bu gecelik misafir etmek ister miydi­ niz? Burası bir han mı? Bana yiyecek ve yatak verir misiniz? Ahırda da kalabilirim.» Piskopos, kadına tekrar seslendi: «Madam Magloire, konuk odasındaki somyaya temiz çar­ şaflar serin.» Kadınların onu nasıl gözü kapalı dinlediklerine daha önce­ den değinmiştik. Madam Magloire, bu emirleri uygulamak için dışarı çıktı. Piskopos adama döndü: «Mösyö,» dedi. «Oturun, ocağın başında ısının. Birazdan akşam yemeği yiyeceğiz. Siz yerken yatağınızı hazırlayacak­ lar.» O zaman adam iyice anladı. Derken, yüzünün o ana kadar koruduğu sert ifadesi yumuşadı. Derin bir şaşkınlığa ve şiddet­ li bir sevince dönüştü. Delirmiş gibi kesik kopuk konuşmaya başladı. 71

«Doğru mu bu? Beni kovmayacaksınız ha! Beni misafir edi­ yorsunuz? Benim gibi bir kürek mahkûmuna ‘Mösyö’ dediniz. Üstelik, bana ‘sen’ değil ‘siz’ diyorsunuz. Oysa ben kovulacağı­ mı sandım. Size olanca gerçeği anlattım. Bana bu evi öneren o iyi kadını Tanrı korusun. Demek çorba içecek, karnımı doyu­ racağım, hem de şilteli ve çarşaflı bir yatakta uyuyacağım. On dokuz yıldan beri gerçek bir yatakta uyumadım... Gitmemi iste­ miyorsunuz, değil mi? Oh, ne iyi insanlarsınız. Zaten para ver­ meden kalacak değilim, yemek ve yatak parasını öderim. Pa­ ram da var. Hancı efendim, adınız nedir sizin? Ne kadar iyi bi­ risiniz! Siz buranın sahibisiniz, değil mi?» «Ben burada yaşayan bir din adamıyım.» «Bir papaz ha! Fakat çok iyi bir papazsınız ama. Üstelik benden para da istemiyorsunuz. Demek şu büyük kilisenin pa­ pazısınız. Değil mi ya, ne kadar aptalım, başınızdaki rahip tak­ kesini fark etmemişim.» Yolcu bir yandan konuşuyor, bir yandan da, çantasıyla so­ pasını duvarın önüne koyuyordu. Matmazel Baptistine ona merhamet dolu gözlerle bakıyordu. Yolcu hâlâ konuşuyordu. «Ah Papaz efendi! Ne kadar hayırsever birisiniz. Böyle iyi kalpli bir papaza rastlamak ne talih. Para da istemiyorsunuz ha?» Piskopos: «Hayır, dostum,» dedi. «Paranız sizin olsun, kaç paranız var? Sanırım yüz dokuz frank demiştiniz?» Adam ekledi: «On beş meteliğim de var.» «Demek yüz dokuz frank, on beş metelik. Bu parayı ne ka­ dar zamanda kazandınız?» «On dokuz yılda.» «On dokuz yılda mı?» Piskopos acıyla iç çekti. Yabancı anlatıyordu: «Paramın hepsini bozmadım. Şu son dört gün içinde sade­ ce on beş metelik harcadım. Bunu da yük taşıyarak kazandım. 72

Madem siz din adamısınız, size anlatayım. Bizim de zindanda bir papazımız vardı. Sonra bir gün bir Piskopos gördüm; ona 'Monsenyör’ diyorlardı. Marsilya’dan gelmişti. Onun, papazla­ rın öğretmeni olduğunu söylediler, hepsinin büyüğüymüş. Bun­ lara benim aklım pek ermez ya! İşte bu Piskopos bizim zindan­ da bir tören yaptı. Kafasında sivri bir başlık vardı, ışıl ışıl parlı­ yordu. Konuştu, bir şeyler anlattı, fakat biz kürek mahkûmları kilisenin en arkasındaydık çok iyi duyamadık. İşte o bir pisko­ postu.» O konuşurken, Piskopos, açık kalan sokak kapısını kapat­ mıştı. Madam Magloire girdi, elinde tabak, çatal-kaşık bıçak vardı. Piskopos ona: «Madam Magloire misafirimizin iskemlesini ateşe yakınlaş­ tırın,» dedi. Daha sonra yabancıya dönüp anlattı: «Bizim Alp Dağlarının rüzgârı geceleyin epey soğuk eser, üşümüş olmalı­ sınız, Mösyö...» Bu sözcüğü her duyduğunda yabancının yüzü parlıyordu. Bir kürek mahkûmuna böyle seslenmek, susuzluktan ölen biri­ ne soğuk su vermek gibidir. Yıllar yıllı aşağılanan insanların saygınlığa epey ihtiyacı vardır. Piskopos, Madam Magloire’a manidarca bakarak: «Şu lambanın ışığı çok az,» dedi. Kadın anlamıştı, çıktı, hemen sonra elinde o gümüş şam­ danlarla döndü. Mumları yakıp şamdanları masaya koydu. Adam: «Ah papaz efendi,» diye başladı. «Ne kadar iyisiniz, beni evinize aldınız, beni küçümsemediniz. Hem de beni ağırlıyor­ sunuz, benim için mumlar yaktınız. Oysa ben size nereden gel­ diğimi, ne kadar bedbaht ve perişan biri olduğumu saklama­ dım.» Yanı başında oturan Piskopos usulca onun eline dokundu: «Kimliğinizi belli etmeyebilirdiniz. Aslında burası benim evim sayılmaz, burası Tanrı'nın evi. Bu kapıdan giren, adını 73

söylemeye mecbur değildir, sadece derdini söylemesi yeter. Siz acı çektiniz, açsınız, yorgunsunuz. Hoş geldiniz. Ne olur, bana teşekkür etmeyin. Sizi evimde misafir ettiğimi söyleme­ yin, burası bütün bedbahtların evi. Evet, sizin de burada benim kadar hakkınız var. Buradaki her şey sizindir. Adınızdan, bana ne? Hem siz bana söylemeden de, adınızı biliyordum.» Adam şaşkındı, gözlerini faltaşı gibi açtı: «Sahiden adımı biliyor muydunuz?» «Evet,» dedi, Piskopos, «sizin adınız, ‘Benim Kardeşim'.» Konuk coşkuyla haykırdı: «Ah, Papaz efendi, buraya geldiğimde kurt gibi açtım, fakat siz öyle iyisiniz ki, şu anda açlığımı bile duymuyorum, doymuş gibiyim.» Piskopos, ona derin derin bakarak: «Çok mu acı çektiniz dostum?» diye sordu. «Ah, hem de acılar! Üzerinizde o kırmızı kazak, ayakları­ mızda pranga, uyumak için bir tahta parçası. Sıcakta, donduru­ cu soğukta zorlu işler, yok yere kırbaçlanma. Hücreye kapatıl­ ma. Hasta yatarken bile o zincir. Köpekler, köpekler bile bizden daha şanslıdır. Tam on dokuz yıl. Bugün kırk altı yaşındayım, bütün gençliğim heder oldu. Yetmez gibi bir de şu sarı kimlik, işte...» Piskopos: «Evet, kardeşim,» dedi. «Siz bir acı batağından kurtuldu­ nuz. Ama Tanrı bu çektiklerinize karşılık sizi öbür dünyada ödüllendirecektir. Eğer bu acı yatağından, içiniz türdeşlerinize karşı kin ve öfkeyle dolu geldinizse, yazık size. Fakat içinizde iyi duygular, barış ve iyi niyetler yeşerdiyse, ne mutlu size. He­ pimizden daha iyi sayılırsınız.» Bu sırada, Madam Magloire akşam yemeği hazırlıklarını bi­ tirmişti. Zeytinyağı, ekmek ve tuzla pişirilmiş çorba, bir parça domuz yağı, koyun haşlaması, incirler, beyaz peynir ve taze çavdar ekmeği. Kadın, efendisinin alışkanlıklarını bildiği için, bu akşamın onuruna epey pahalı bir şarap olan bir şişe yıllan­ mış Mauves şarabı da getirmişti. 74

Piskopos keyifli bir gülüşle: «Haydi, yemeğe buyrun,» dedi. Konuğunu sağma oturttu, kız kardeşini soluna. Şükran duasını okuyan Piskopos, konuğun tabağına çorba koydu. Adam açlıktan delirmiş gibi yemeye koyuldu. Piskopos: «Sanırım bu masanın bir eksiği var,» dedi. Madam Magloire herkese birer çatal ve kaşık getirmişti, oy­ sa misafirleri olduğu zaman Piskopos altı gümüş takımının hepsini masaya serdirirdi. Onun bu çocuksu alışkanlığı, eski lüksünden kalma epey masum bir fiyakaydı. Madam Magloire anlamıştı. Sessizce çıktı, hemen sonra ka­ lan o üç takımı da masaya yerleştirmişti. 5 PONTARLİER’DEKİ MANDIRALARA DAİR KİMİ AYRINTILAR O akşam Piskopos’un yemek odasında yaşananlara ilişkin, daha anlaşılır bir görüş edinmek istersek, Matmazel Baptisti­ ne’in okuldan arkadaşı olan Madam de Boischveron’a yazdığı bir mektubu aynen buraya aktarmalıyız:

Yabancı adam kimseye dikkat etmiyor, epey acıkmış biri gi­ bi, açgözlüce önündekileri yutuyor gibiydi. Fakat çorbayı bitir­ dikten sonra, ağabeyime şunları söyledi: ‘Papaz efendi, beni nankör bilmenizi istemem. Bütün bu sofradakiler sandığımdan daha lezzetli benim için. Fakat demin beni kovdukları o araba­ cıların yedikleri handaki yemekler daha lezzetliydiler. Demem o ki, arabacılar bile sizden daha fazla yiyorlar. ’ Aramızda kalsın, adamın bu sözleri beni epey üzdü. Ama ağabeyim hiç oralı olmadı: ‘Elbette dostum, ’ dedi. ‘Arabacıların işi benimkinden daha ağır. ’ Yabancı ona karşı çıktı: ‘Yoo, hayır, sadece onların sizden fazla paraları var. Bunu 75

anladım, belki siz papaz bile değilsiniz. Sahiden öyle misiniz ki? Belki de bir zangoçsunuzdur. Fakat bu haksızlık. Hiç değil­ se başpapaz olmalıydınız. Öyle iyisiniz ki. Ağabeyim gülümsedi: ‘Tanrı ne yapacağını bilir, dostum...’ Hemen sonra ona sordu: ‘Pontartier’ye gidiyordunuz, değil mi Mösyö Jean Valjean?’ Yabancı: ‘Evet, ’ dedi, ‘yarın şafak sökerken yola çıkmak zo­ rundayım. Ama bu mevsimde yolculuk epey zorlu doğrusu, gündüzler epey sıcak, geceler dondurucu oluyor. ’ Ağabeyim anlamıştı: ‘Verimli bir bölgeye gidiyorsunuz, dostum, ihtilalde ailem if­ las etmişti. Ben de bir süre Franche-Compte’e sığınıp orada bir işçi gibi çalıştım. Çalışmak istiyordum. Orada iş seçmek hiç de zor değil. Kâğıt imal yerleri, dağıtımevleri, zeytinyağı fabrikala­ rı vardır. En hoş saatler orada yapılır. Çelik, bakır fabrikalarının yanı sıra, hiç yoksa yirmi kadar demir fabrikası da var. Bunlar­ dan dördü Lods, Chatillon, Audincourt ve Beure’dekiler de hay­ li ünlüdür. ’ Hatam yok, ağabeyim bütün bu adları söylemişti. Bir süre sonra sustu ve bana dönüp sordu: ‘Sevgili kardeşim, bizim orada akrabalarımız vardı, değil mi?’ Yanıtladım: ‘Evet, vardı, krallık zamanında yüzbaşı olan ku­ zeniniz Mösyö de Lucenet oradaydı.' Ağabeyim: ‘Doğru’ dedi, ‘ama ‘93’ yılından sonra, artık ak­ raba falan sökmez oldu, kişi kendi başının çaresine bakmak zorundaydı. Sadece kollarımız vardı... Ben de çalıştım, Pon­ tarlier’de epey eski bir iş yapılagelir, mandıracılık.’ Ağabeyim, bir yandan yabancının tabağını dolduruyor, bir yandan da ona bu mandıra işine dair bilgiler veriyordu. Bunlar ikiye ayrılırdı. Varsılların büyük samanlıklarda beslediği kırk ve­ ya elli inek, yazları yedi-sekiz tekerlek peynir yapmaya yetecek kadar süt verirlerdi. Orta halli, fazla varsıl olmayan köylülerin ortak yerleri vardı. Ürettiklerini paylaşırlardı. Peynir imalatha­ 76

neleri nisan bitiminde çalışmaya başlardı. Haziran ortasında, ineklerini yaylaya çıkarırlardı. Konuk giderek canlanıyordu, yüzü düzeliyordu. Ağabeyim ona epeyce şarap sundu. Kendisi bu Mauves şarabını pahalı bulur, fazla içmezdi. Ağabeyim, belli etmeden yabancıya yol göstermek istercesine, peynir yapımını uzun uzun anlatmıştı. Ona Pontarlier’de iyi bir iş olan, bu mandıra işlerinde çalışma­ yı önerir gibiydi. Bu arada, ağabeyim adamın sadece karnını doyurmakla kalmıyor, ruhunu da doyurmak istercesine, ona belli etmeden, öğütler de veriyordu. Aslında ağabeyim bu kürek mahkûmuna ne köyünün adını, ne de geldiği yeri sormuştu. Yemeğin bitimine doğru, incirlerimizi yiyorduk ki, ansızın kapı vuruldu. Gerbaud Ana torunuyla gelmişti. Ağabeyim çocuğu al­ nından öptü ve Gerbaud Ana’ya vermek için benden birkaç me­ telik ödünç aldı. Bu arada, konuk etrafına fazla dikkat etmiyordu. Ağabeyim sonra Şükran Duası'nı okudu ve adama dönüp: ‘Sanı­ rım uyumak istersiniz,’ dedi. Madam Magloire, hemen masayı topladı. Yolcunun yatacağını anlamıştı. Fakat beş dakika sonra Madam Magloire’la yolcunun yatağına odamdaki keçi tüyü batta­ niyeyi gönderdi. Bu mevsimde geceler epey soğuk olur. Madam Magloire döndükten sonra, dua edip odalarımıza çekildik. 5 HUZUR Piskopos, kız kardeşine iyi geceler diledikten sonra, masa­ daki gümüş şamdanların birini aldı ve diğer şamdanı adama uzatıp: «Size odanızı göstereyim, Mösyö,» dedi. Değindiğimiz gibi, ev koridorsuz olduğundan, yemek oda­ sından, dua ve çalışma odasına gitmek için Piskopos’un yatak odasından geçmek gerekiyordu. Buradan geçerlerken, Madam Magloire’ın gümüş sofra ta­ kımlarını dolaba koyduğunu gördüler. Uyumadan önce son iş olarak, kadın bunu yapardı. 77

Piskopos, konuğunu yatacağı odaya götürdü. Tertemiz çar­ şaflı bir yatak serilmişti. Adam, elindeki şamdanı masaya bırak­ tı. Piskopos ona iyi geceler diledi: «İyi bir gece geçirin, yarın sabah gitmeden önce ineklerimi­ zin taze sütünden içmeyi unutmayın.» Adam: «Teşekkür ederim, efendim,» dedi. Piskopos tam çıkıyordu ki, adam birden korkunç bir şey yaptı. Acaba din adamını uyarmak mı istemişti, bilinmez, fakat aniden kollarını göğsünde birleştirdi ve Piskopos’a yabanıl göz­ lerle bakarak, uğultulu bir sesle: «Ya, demek, beni kendinize bunca yakın yatırmaktan kork­ muyorsunuz?» diyerek garip bir gülüşle güldü. «Yeterince dü­ şündünüz mü, benim cani olmadığımı nereden biliyorsunuz ki?» Piskopos bakışlarını tavana çevirdi ve sakince: «Orası sadece Tanrı’yı ilgilendirir,» dedi. Daha sonra, sanki dua eden ya da kendi kendine konuşan biri gibi dudaklarını oynatıp, sağ elinin iki parmağını uzattı ve adamı kutsadı. Adam başını bile eğmemişti ve arkasına bak­ madan odasına girdi. Hemen sonra Piskopos bahçeye çıkmıştı, karanlık gecede dua ederek çiçekler arasında yürümeye başladı. Yolcu ise o kadar yorgundu ki, beyaz çarşafların tadına var­ mayı bile düşünmedi. Mumu söndürdü, üzerindekilerle yatağa serildi ve derin bir uykuya daldı. Kilise saati gece yarısını çalarken, Piskopos odasına giri­ yordu. Birkaç dakika sonra küçük evdeki herkes derin bir uyku­ ya daldı. 6 JEAN VALJEAN Gece yarısı, Jean Valjean biri dürtmüş gibi uyandı. Jean Valjean, Brie eyaletinin küçük bir köyünde, epey fakir bir ailenin oğluydu. Çocukluğunda okumayı bile öğrenememiş­ 78

ti. Bir delikanlı olduğunda, Faverolles köyünde rençberlik etme­ ye başladı. Annesinin adı Jeanne Mathieu idi, babasının adı ise Jean Valjean ya da Vlajean’dı. Jean Valjean, üzüntülü olmasa da, dalgın yaradılışlıydı. As­ lında sevecen sayılırdı. Epey küçük yaşta annesini ve babası­ nı kaybetmişti. Annesi malta hummasından ölmüştü. Babası ağaç budarken, yüksek bir daldan düşüp, boynunu kırmıştı. Je­ an Valjean, kendisinden birkaç yaş büyük yedi çocuklu ablasıy­ la tek başına kalmıştı. Ablası ona yıllarca annelik etmişti fakat, son bebeği henüz bir yaşındayken dul kalmıştı genç kadın. He­ nüz yirmi beşine giren Jean Valjean, kimsesiz kalan ablasına ve çocuklara bakmayı kendisine ödev edinmişti. Küçük yaştan beri ekmeğini kazanmak için çalışan Jean Valjean’ın sevgilisi bile olmamıştı. Onun, buna ayıracak vakti yoktu. Akşamları işten yorgun argın döner, çorbasını içtikten he­ men sonra kendisini yatağına atardı. Ablası Jeanna, çoğu za­ man onun tabağındaki lezzetli bir et veya sucuk parçasını ça­ lıp kendi çocuklarından birine verirdi. Jean bunu görmemezlik­ ten gelir, başı önünde, uzun saçları yüzüne dökülmüş, yemeği­ ne devam ederdi. Valjeanlar’a yakın oturan bir çiftçi kadın var­ dı; Marie Claude. Çoğu zaman Jean Valjean’ın aç kalan yeğen­ leri, Marie Claude’un ineklerinden aşırdıkları sütleri gizlice içer­ lerdi, üstlerine başlarına döküp. Anneleri bunu duysa çocukları hemen cezalandırırdı. Fakat dayıları Jean Valjean, çocukların çaldıkları sütün parasını öder ve böylece ablasına belli etmez­ di. Jean, budama mevsiminde günde yirmi dört metelik kaza­ nırdı. Yazları hasat için çalışmaya gider, çiftlik yamaklığı eder, çobanlık bile yapardı. Ablası da kendince çalışıyordu, ama ye­ di çocuklu bir kadın ne kadar çalışabilirdi ki?.. Güç bela geçini­ yorlardı. Bir kış, günlerce kar yağmıştı. Jean bütün iyi niyetine rağ­ men bir türlü iş bulamamıştı. Ekmeksizlerdi. Dile kolaydı, aç acına kalan yedi küçük çocuk... Bir pazar akşamı kilise alanındaki fırıncı Maubert İsabeau 79

tam uyumak üzereydi ki, ansızın dükkânın camlarında bir şan­ gırtı duydu. Hemen koştuğunda, camda açılan bir delikten bir kolun içeri girdiğini görebildi. Kol bir ekmeği kapıp götürdü, isa­ beau hızla sokağa fırladı. Hırsız bütün gücüyle koşmaya baş­ ladı. İsabeau onu yakaladı. Hırsız ekmeği yolda düşürmüştü, fakat kolu hâlâ kanlar içindeydi. O hırsız Jean Valjean’dı! Bu, 1795’te olmuştu. Jean mahkemeye verildi. Meskûn ma­ hale saldırı ve hırsızlık suçuyla yargılanıyordu. Bir de avlan­ mak için bir tüfeği vardı ve arada bir kaçak ava çıkardı ki, bu da o günlerde ağır suç sayılırdı. Kaçak avcı, bir tür kaçakçı, özet­ le, hayduda yakın kanunsuz bir adam sayılırdı. Fakat yine de şehirlerde iş yapan hırsız ve soyguncularla, ormanda iş yapan kaçak avcılar, dağ ya da denizlerde gidip gelen kaçakçılar ara­ sında epey fark vardır. Şehir, insanları yozlaştırır. Dağ, deniz ya da orman kişiyi yabanıllaştırır. Vahşi tarafları geliştirir, ama insanlık duygularını yok etmez. Jean Valjean suçlu bulundu ve beş yıl kürek mahkûmiyeti cezası aldı. 1796’nın 2 Nisan gününde Direktuvar’ın Beşyüzler Meclisi’ne gönderdiği bir yazıyla Buonaparte diye adlandırılan, Fransa’nın İtalya ordusu başkomutanının kazandığı Montenot­ te Zaferi Paris’te kutlanıyordu. Aynı gün Bicetre'de mahkûmlar prangaya vuruldular. Jean Valjean da onların arasındaydı. Av­ lunun kuzeyindeki dördüncü sırada, ayağına pranga takılan bu sefil delikanlı, yere çökmüş, görmeyen gözlerle bakınıp duru­ yordu. Bu yaşadıklarından hiçbir şey anlamıyor, bir kâbus gör­ düğünü sanıyordu. Çekiçle boyun halkasının çivisi boynuna ça­ kılırken ağlıyordu. Gözyaşlarıyla boğuluyor, konuşamıyordu. Ayağına pranga takılırken, o, bir yandan bağırıyor, bir yandan da kesik kopuk şunları söylüyordu: «Ben Faverolle’de odun bu­ darım.» Aynı zamanda sağ elini kaldırıp, çeşitli boylardaki baş­ ları okşamak ister gibi tam yedi kez, yavaş yavaş indiriyordu. Bu yaptığı hareketle aşırdığı ekmeği, sadece o çok sevdiği ye­ di çocuğu doyurmak için, yaptığını göstermek istiyordu. Toulon’a gönderildi. Tam yirmi yedi günlük bir yolculuğun ar­ 80

dından oraya vardı. Bir öküz arabasına bindirilmişti, boynuna demir bir halka takılmıştı. Elleri kelepçeli, ayakları zincirliydi. O kendisi değildi artık, adını bile unutacaktı, artık Jean Val­ jean değildi. O, 24601 numaralı mahkûmdu. Ablanın hali nice oldu? O yedi biçare çocuğa ne oldu? Ağaç kökünden kesilirse, daldaki yaprakların nerelere uçuştuklarını kim bilebilir? Değişmez bir hikâyedir bu, sürekli aynı biçimde süregider. Jean Valjean mahkûmiyet yıllarında Toulon’da kaldığı sürece sadece bir kez ablasından söz edildiğini duyacaktı. Onu köy­ den tanıyanlardan biri, ablasını Paris’te görmüştü. Kadıncağız Saint-Suppilice Mahallesinde küçük bir odada kalıyordu. Ya­ nında bir tek çocuğu varmış. Yedi yaşlarında bir oğlan. Diğer­ lerine ne olmuştu? Belki kendisi de bilmiyordu. Kadın her gün sabahın altısında bir basımevine gidiyor orada cilt katlama işin­ de çalışıyordu. Kışın, henüz şafak sökmeden gelirdi biçare ka­ dıncağız. Basımevinin çevresinde bir de okul vardı. Kadın kü­ çük oğlunu her gün bu okula bırakırdı. Ama kendisi sabahın al­ tısında işe başlardı, oysa okul saat yedide açılırdı. Bu yüzden çocuğun kışın o ayazında bir saat dışarıda beklemesi gereki­ yordu. Basımevindekiler, çocuğu rahat durmaz diye, içeri al­ mazlardı. Oradan geçen işçiler bir taşa oturmuş, titreyen bu sıska ço­ cuğa acıyarak bakarlardı. Karlı ya da yağmurlu günlerde bina­ daki ihtiyar kapıcı kadın, çocuğa acır ve bir saat için kendi evin­ de barındırırdı. Lime lime bir şilte ve iki tahta iskemleyle bir çık­ rıktan başka bir şey bulunmayan bu mezbelede, çocuk ısınmak için tekir kediyi kucaklayıp uyuklardı. Saat yedide, okul kapıla­ rı açıldığında sınıfa girerdi. İşte Jean Valjean’a anlatılanlar. Bunlar dışında bir şey de duymadı. Bu bir şimşek ya da sevdi­ ği kişilerin yazgılarında aralanan bir pencere gibi, geçip geçti. Bir daha ablası ve en küçük yeğenine dair bir şey duymadı, on­ ları hayat boyu görmedi. Bu keder verici hikâyenin sonunda da onları bulamayacaktı ve bir daha burada da onlardan söz edil­ meyecek. Kapatılmasından tam dört yıl sonra Jean Valjean’ın firar sı­ 81

rası gelmişti. Bu acılar batağındaki geleneklere uyarak, kader arkadaşlarının yardımıyla oradan kaçabildi. Tam iki gün, kırlar­ da özgürce dolandı durdu. Fakat bu da korkulu bir özgürlükten başka bir şey değildi. Arandığını bilmek, her sese irkilmek. Ge­ lip geçenden, hırlayan köpekten, tüten bacadan, koşan attan ürkmek. Aydınlık gündüzlerden, karanlık gecelerden, yoldan, keçiyolundan, meradan, özetle, uçan kuştan korkarak yerlerde sürünmek nasıl bir özgürlüktü! Firardan tam otuz altı saat son­ ra yakalandı. Bütün bu süre boyunca ne ağzına bir lokma ye­ mek koymuş, ne de bir dakika uyumuştu. Askeri mahkeme, bu suçu nedeniyle cezasına üç yıl daha ekledi. Böylece sekiz yıl tutuklu kalacaktı. Altıncı yıl tekrar firar sırası gelmişti. Bir daha denedi, fakat bu kez de başaramadı. Cezaevinden firar olduğu­ nu top atarak bildirmişlerdi. Jean Valjean fazla uzaklaşamamış­ tı. Kalafata alınan bir geminin sintinesinde onu yakaladılar. Za­ vallıya gardiyanlar saldırdı. Bu kez beş yıllık bir ceza daha al­ dı, iki yıl da prangaya vurulmuştu. On üç yıl daha çoğalmıştı cezası. Onuncu yıl da firardan faydalanmak istedi, bu kez şan­ sı daha da kötüye gidecekti. Tam dört saat sonra enselendi ve bu dört saatlik özgürlüğün bedelini üç yıl daha zindan cezası alarak ödedi. Sonunda 1815’te serbest bırakıldı. 1796’da, bir cam kırmak ve bir somun ekmek çalmak suçundan tutuklan­ mıştı!.. Buna dair bir şeyler söyleyelim: Bu eserin yazarı ceza konu­ ları, kanunla lanetleme hakkındaki araştırmalarında, ekmek çalma olayının bir alınyazısının felaketinde başlangıç yeri oldu­ ğuna ikinci defa rastlıyordu. Claude Gueux bir ekmek çalmıştı; Jean Valjean da da bir ekmek çalmıştı. Bir İngiliz istatistiğine göre, soygunların genel nedeni açlık­ tır. Sadece bir ekmek çaldığı için, şunca yıllık ceza. Jean Val­ jean tutuklandığında çaresizlik ve üzüntüye batmıştı, ama salı­ verildiğinde, artık o hiçbir şeyi umursamayan, taş yürekli, tedir­ gin, hissiz, inançsız biri olmuştu. Bu ruh neler yaşamıştı?

82

7 ÇARESİZLİĞİN UÇURUMUNDA Anlatmayı deneyelim. Toplum bunlarla ilgilenmeli, çünkü bunlara neden olan ken­ disi. Değinmiştik: Cahil biriydi; fakat, sersem sayılmazdı. Yüre­ ğinde yanan bir ışık vardı. Felaketin de aydınlığı vardır; bu yüz­ den, zavallının aklındaki azıcık aşığı çoğalttı. Sopa altında, zin­ cir altında, zindanda, yorgunlukta, küreğin kavurucu güneşin­ de, tutsakların tahta yatağında, vicdanının üstüne kapandı, dü­ şündü. Kendini mahkemenin yerine koydu. Kendini yargılamaya başladı. Yok yere cezalandırılan bir günahsız olmadığını kabullendi. Şiddetle kınanacak bir şey yaptığını kendi kendine itiraf etti, ek­ meği isteseydi belki vereceklerdi; onu ya merhametten, ya da emekten ummak daha doğru olurdu kuşkusuz. «Aç insan bek­ leyebilir mi?» demek de yanıtı verilmeyecek bir soru değildi; öncelikle, açlıktan ölmek az rastlanan bir şeydi; sonra, ne ya­ zık ki, ya da çok şükür ki, insan, ölmeden, uzun süre maddi, manevi acılar çekebilecek yapıdadır; öyleyse, sabırlı olması gerekiyordu: O biçare çocuklar için bile bu daha yerinde olur­ du; bütün toplumun sertçe yakasına sarılmak, hırsızlık yapıp sefaletten kurtulabileceğini sanmak biçare, gösterişsiz bir in­ san olan kendisi için çılgıncaydı; onursuzluğa açılan kapı fela­ ketten kurtulmak için doğru olmayan bir kapıydı anlaşılan. Özetle, hatalıydı. Sonra kendi kendine sordu: Bu kahrolası hikâyede hata sadece onda mıydı? ilk önce, işçi olup da işsiz kalması, çalışkan olup da aç kalması hatalı bir olgu değil miydi? Sonra, hata işlenmiş, itiraf edilmişti; buna ve­ rilen ceza gerçekten zalimce, gereğinden ağır olmamış mıydı? Yasanın verdiği ceza suçlunun işlediğinden daha ağır bir suç değil miydi? Terazinin kefelerinden birinde (bedel ödemenin 83

bulunduğu kefede) fazla bir ağırlık yok muydu? Cezanın çoğal­ tılması suçun ortadan kalkmasına neden olmuyor muydu? İş buraya gelmiyor muydu: Durumu tersine çevirip, suçlunun su­ çunu baskının hatası ile yer değiştirtmek, suçluyu mağdur, borçluyu alacaklı hale getirmek, sonuç olarak onun haklarını ih­ lal etmiş bulunandan yana itmiyor muydu? Bu ceza, arka arka­ ya firar etmeye çalışmakla daha da ağırlaştırılıp, güçlünün za­ yıfa bir tür suikastı, toplumun kişi üzerindeki cinayeti değil miy­ di? Her gün yinelenen bir cinayet, on dokuz yıl süren bir cina­ yet? Soruyordu: İnsanın, toplumun üyelerini, bir durumda mantıksızlığına, bir diğer durumda acımasız mantığıyla karşı karşıya bırakma hakkı var mıydı? Düşmüş birini bir yoklukla, bir bolluk (işsizlik ve ceza fazlalığı) arasında hayat boyu tutma hakkı var mıydı? Toplumun, hele zenginliklerin bölüştürülmesinde, en şanssız olanlara -dolayısıyla, korunmaya da layık olanlara- böyle yap­ ması gereğinden ağır değil miydi? Bu soruları sorup yanıtları verince, toplumu yargıladı, mah­ kûm etti. Toplumu öfke ve kinine mahkûm etti. Onu, yüz yüze kaldığı yazgıdan sorumlu tuttu, bir gün on­ dan hesap sormakta hiç bocalamayacağını anladı. Kendi ken­ dine dedi ki, kendisinin yol açtığı zararla kendisine yüklenen zarar epey dengesizdi. En sonunda, cezasının, aslında, sade­ ce haksızlık değil, kesin bir adaletsizlik olduğu çıkarsamasına ulaştı. Öfke delice, aptalca olabilir; insan yok yere öfkelenmiş ola­ bilir; fakat herhangi bir bakımdan haklıysa incinerek öfkelenir. Jean Valjean incinerek öfkeleniyordu. Ayrıca, toplum ona sadece acı çektirmişti. Toplumun ancak adalet dediği, incittiklerine gösterdiği öfkeli yüzünü görmüştü. İnsanlar ona sadece canını yakmak için dokunmuşlardı. Onlar­ la her ilişki, bir darbe olmuştu. Çocukluğundan başlayarak, an­ nesinden, ablasından hiçbir zaman iyi bir söz, hayırsever, içten 84

bir bakışla karşılaşmamıştı. Acılar çeke çeke, usulca, hayatın bir savaş olduğu yargısına varmıştı. Bu savaşta kaybeden ken­ disiydi. Silah olarak sadece kini vardı. Bunu sürgünde bileyip keskinleştirmeye, giderken yanında götürmeye karar verdi. Yıkımına neden olan toplumu yargıladıktan sonra, bu kez de Tanrı’yı yargıladı ve onu da kabahatli buldu. Artık O’na inan­ mıyordu. Yarattıklarının bu kadar acı çekmelerine rıza gösteren Tanrı olamazdı. Toulon zindanlarında okuma öğrenmek isteyenlere ayrılmış bir kurs vardı. Jean Valjean yıkımına cehaletin neden olduğu­ nu anlayacak ölçüde zekiydi. Bu kursa gidip zekâsını karartan o gölgelerden kurtulmayı denedi. Yaşının epey geçmiş olması­ na rağmen, kırkında okuma yazmayı ve hesap yapmayı öğren­ di. Fakat bilgisini çoğaltmakla topluma karşı beslediği kinin de giderek güçlendiğini hissediyordu. Burada bir süre düşünmeden duramayacağız. İnsanın doğası, böyle baştan sona tamamen değişir mi? Tanrı’nın iyi olarak halkettiği kişi, insan eliyle kötüye döndürü­ lür mü? Ruh, tamamen, alınyazısını eliyle değiştirebilir, yazgı kötüyse, kötüleşebilir mi? Gönül, ölçüsüz bir felaketin baskısıy­ la iyi olmaz; çirkinlikler, arızalar edinir, şekilsizleşebilir mi; ba­ sık bir tavan altındaki omurganın bükülmesi gibi? Her insan ru­ hunda, özellikle Jean Valjean’ın ruhunda, bu dünyada ayartıla­ mayan, öbüründe ölümsüz olan, iyiliğin geliştirdiği, alevlendir­ diği, yaktığı, güçlü ışığını saçtırdığı, kötülüğün de tamamen söndüremediği bir ilk kıvılcım, ilahi bir şey yok muydu? Çetin ve karanlık sorular. Toulon’da Jean Valjean için hayal kurma anları olan mola vakitlerinde, kollarını birleştirmiş, bo­ curgartın direkliğine oturmuş, yerlerde sürünmesini önlemek için zincirinin ucu cebine sokulu, bu acılı, vakur, suskun ve dal­ gın adam, insanlara kinle bakan, kanunların eşkiyası; yukarıya öfkeyle bakan, uygarlığın lanetlediği bu kürek mahkûmunu gör­ seydi, her fizyoloji bilgini bu soruların sonuncusuna kesinlikle «hayır» derdi. Saklamamız gerçekten gereksiz, araştırmacı fizyoloji bilgini 85

burada giderilmesi mümkün olmayan bir sefaleti görürdü. Ka­ nunların hasta ettiği adama merhamet edebilirdi ama, onu sa­ ğaltmaya bile kalkışmazdı. Bu ruhta gördüğü mağaralardan ba­ kışlarını kaçırır ve Dante’nin cehennemin kapısında yaptığı gi­ bi, Tanrı’nın her insanın alnına yazdığı umut kelimesini bu var­ lıktan silerdi. Ruhunu otopsi masasına yatırdığımız bu durumu, okurları­ mıza anlatmak istediğimiz gibi, Jean Valjean için de yeterince belirgin miydi? Jean Valjean, ruhsal düşüklüğü var eden unsur­ ları, oluştuktan sonra duru biçimde görüyor muydu? Bu katı, cahil adam zihninin iç ufuklarında yıllardır bulunan, yürek yakı­ cı görüntülerine kadar belirli aralarla yükselip indiği düşünceler dizgesinin farkında mıydı? Kendinde neler yaşandığını, içinde nelerin devindiğini kavrayabiliyor muydu? Bunu söyleyecek ce­ saretimiz yok! Buna inanmıyoruz da. Jean Valjean’da bunca acıdan sonra bile epey boşluk kalmasına meydan verecek öl­ çüde cehalet vardı. Kimi zaman, tam olarak neler hissettiğini bile bilmiyordu. Bütün sırlarını açıklayan, her yanında, önünde, ardında müthiş bir ışığın aydınlığında, alınyazısının tiksindirici uçurumlarını, karanlık görüntülerini ansızın belirten solgun, se­ ri bir şimşek çakıyordu habire. Bu geçince, karanlık tekrar bastırıyordu. Neredeydi? Bunu bilmiyordu. Zindanda kaldığı on dokuz yılda biraz olsun aydınlatmaya çalıştığı ruhunun yarısı da kesif gölgelerle kararmıştı. Delikanlılığında tutuklanan Jean Valjean iyi bir insan sayılır­ dı. Toplumu suçladıktan sonra alçaklaştığını fark etti. Tanrı’yı suçladığında o artık bir Allahsızdı. Karanlıklarda bunalan Jean Valjean, hislerini tam olarak in­ celeyemiyordu. O sadece acı çekiyordu. Gözleri görmeyen bir adam gibi, hayatını karanlıklarda sürdürmeye gayret ediyordu. Yıkımın en kötü yanlarından biri de, insanların umutlarını si­ lip süpürerek, onları yırtıcı hayvanlardan daha tehlikeli bir hale getirmeleridir. Aslında zekâsını kullanacak olsa, Jean Valjean firar etmeye hiç kalkışmazdı. Bunun genellikle hayal kırıklığıy­ 86

la biten bir girişim olduğunu bilecek ölçüde akıllıydı. Ama de­ min değindiğimiz gibi, o artık salt içgüdülerine uyan vahşi bir hayvan gibiydi. Kapatıldığı yerin kapısını açık bulan kurt, kaçmaz mı? O da sadece bu duyguya uyarak, fırsat buldukça firar etmeye çalış­ maktan vazgeçmiyordu. Artık mantığını kullanmıyor, sadece iç­ güdüsüne uyuyordu. Ele geçtiğinde yediği her ceza onun gide­ rek vahşileşmesine, içindeki kinin kabarmasına neden oluyor­ du. Fakat burada bir şeyden daha söz etmenin gerektiğini düşü­ nüyoruz. Ruhu karardıkça fiziksel gücü çoğalıyordu. Jean Val­ jean diğer mahkûmlarla karşılaştırılacak olursa hepsinden çok daha güçlü ve atikti. En ağır yükleri taşıyabilirdi. O kadar ki ar­ kadaşları ona bir lakap bulmuşlardı. «Kriko Jean.» Hem, bir se­ ferinde Toulon’daki Belediye Sarayı onarımında, balkonu des­ tekleyen bir kolon devrilecek olmuş, o sırada onun altında olan Jean Valjean, omuzunu siper ederek taş kolonun düşmesini önlemiş, işçiler gelinceye kadar da orada kalmıştı. Güçlü olduğu kadar çevikti de. Aslında pek çok pranga mahkûmu, hep kaçmayı tasarladığı için, kaslarının gücünü ge­ liştirmede tartışmasız bir bilgi sahibi olurlar. Bu esrarengiz güç dengesi tutsaklarca hep uygulanır. Sinekler ve kuşlar gibi ka­ natlı canlılara imrenen bu biçareler, olmayacak hayaller kurar. Duvarlara tırmanmak onlar için çocuk oyuncağıdır. Jean Valje­ an fazla bir gayret harcamadan bir binanın üçüncü katına ka­ dar bir maymun ataklığıyla çıkabilirdi. Fazla konuşmaz, neredeyse hiç gülmezdi. Yılda birkaç kez bir kahkaha atabilmesi için epeyce heyecanlanması gerekirdi ki, bu kahkaha da iblis kahkahasının yankılanmasına benzerdi. O sürekli sanki başkalarının göremedikleri bir şey görür gibi dü­ şünceli dururdu. Evet, sahiden bir şeyler görüyordu. Bunaltılı zekâsına ve karanlık ruhunun gölgelerine rağmen, yine de korkunç bir şeyin üstüne yığıldığını duyabiliyordu. Sayısız şey, kanunlar, önyar­ gılar, insanlar ve olaylardan oluşan müthiş bir kütle tarafından 87

ezilir gibiydi. Süründüğü bu karanlıkta, bomboş loşlukta, boy­ nunu çevirip bakışlarını yükseltmek istediği her seferinde, öf­ keyle karışık bir korkuyla, müthiş birçok şeyin, üstüne yığıldığı­ nı hisseder gibiydi. Bunların etraflarını göremiyordu, ağırlıkları onu korkutuyordu. Bu da, bizim medeniyet dediğimiz kusursuz piramitten başka bir şey değildi. Bu devinen, biçimsiz birliğin içinde, sağda solda, kimileyin kendine yakın, kimileyin uzakta, yüksek yaylalarda bazı topluluklar, iyi aydınlatılmış parçalar gö­ rüyordu: Burada zindan bekçisiyle sopası, şurada jandarmayla kılıcı, orada başlıklı piskopos, en tepede, bir tür güneş içinde, taçlı, göz alıcı imparator. Ona öyle geliyordu ki, ötedeki bu ihti­ şam onun karanlığını dağıtacağına, daha sıkıntılı, daha karan­ lık duruma getiriyordu. Bütün bunlar, kanunlar, önyargılar, olay­ lar, insanlar, şey’ler, Tanrı’nın uygarlığa verdiği karışık, esraren­ giz harekete uyarak başının üstünde gidip geliyorlardı; üstünde yürüyorlar, ilgisizlik, gaddarlık, kıyıcılık içinde tanımı olanaksız halde onu eziyorlardı. Mümkün olan şanssızlıkların en dibine düşmüş, en derinine inmiş ruhlar artık asla bakılmayan kuşkulu yerlerin de aşağısına düşmüş zavallılar, kanunların arkasını dön­ dükleri, bu insan toplumunun ağırlığını başlarında duyarlar. Bu, dışarıdaki için epey muhteşem, altındaki içinde epey korkunçtur. Jean Valjean düşünüyordu: Hayalleri nasıl olabilirdi? Değirmen taşının altındaki buğday tanesi düşünebilseydi, kesinlikle Jean Valjean’ın içinden geçenleri düşünecekti. Bütün bunlar, hayal dolu gerçekler, gerçek dolu hayaller, en sonunda, ona tanımı zor bir iç dünya oluşturmuştu. Kimi zaman cezaevinde, işinin ortasında dururdu. Düşün­ meye başlardı. Eskisiyle karşılaştırılacak olursa, daha olgun, daha bulanık olan aklı ayaklanıyordu. Başına gelenlerin hepsi aptalcaydı. Etrafındaki her şey, ona imkânsız gibi görünüyordu. Kendi kendine: «Bu bir rüya» diyordu. Birkaç adım berisindeki zindan nöbetçisine bakıyordu. Nöbetçi ona bir hortlak gibi gö­ rünüyordu. derken, bu hortlak ona sopasını indiriyordu. Kimileyin epey ötelerde, bir kıvılcım, bir işaret görür gibi olur, sonra tekrar karanlıklar tarafından kuşatılırdı. 88

Arada bir, geceleri birden uyanır ve derin bir düşünceye dalar­ dı. Zekâsı ve kavrayışı iyice geliştiği için, yıllar önce seçemediği gerçeklere hemen bir ad bulabiliyordu. Neden bu korkunç şeyleri yaşamıştı ki? Çoğu zaman, bütün bunların gerçekliğinden şüphe­ ye düşer, kendisini birazdan uyanacağı bir karadüşte sanırdı. O artık kendisini kuşatan, içinde yaşadığı doğayı bile gör­ mez olmuştu. O artık ne güneşi, ne o ışıltılı nisan günlerini, ne de denizin mavisini görüyordu. Mahkûm olarak yaşadığı on dokuz yılda Faverolle ilçesinin rençberi, ağaç budayıcısı, o iyi yürekli genç, yepyeni bir karak­ tere bürünmüştü. O artık Jean Valjean değildi. O Toulon zinda­ nında yıllanan bir kürek mahkûmuydu. Bu hayat, ondan yeni bir insan yaratmıştı. Artık Jean Valjean, hiç düşünmeden sadece, içgüdüsüne boyun eğerek epey ağır bir suç işleyebileceği gibi, acılardan edindiği hatalı ve yanlış kavramların oluşturduğu ye­ ni yaradılışına uyarak, düşünüp bilerek, tasarlayarak yine çok ağır bir suçu da rahat rahat işleyebilirdi. Bütün düşünceleri şu duygudan besleniyordu: Kin! insanlık yasalarına karşı duyulan kesif bir kin! İşte bu yüzden, sarı kimliğindeki kayıt o kadar yer­ siz sayılmazdı. O saf, bilisiz köylü artık her türlü fenalığı işleye­ bilecek güçte, hayli tehlikeli bir adam haline gelmişti. Geçen zaman ruhunu iyice kurutmuştu, bir damla yağmur görmeyen kurak bir toprak gibi. Bu arada, göz yaşı pınarları da kurumuştu. Kuru ruh, kuru gözler. On dokuz yıl içinde bir kez bile ağlamamıştı. 8 GÖLGELER VE DENİZ Denizde biri var! Ne çıkar, koca gemi bu yüzden duracak değil ya. Rüzgâr esiyor, geminin izlemesi gereken bir rota var. O da bunu değiş­ tirmeden geçip gider. Denizdeki adamın başı dalgalar arasında kaybolur, o dalar, suyun dibinde görünmez olur, sonra tekrar yüzeye çıkar. Bağı­ 89

rır, yardım ister, kollarını uzatır, fakat sesini kimseler duymaz ki. Gemi onu umursamadan menevrasını yapıp uzaklaştı, tay­ fa ve yolcular, boğulan adamı fark etmediler bile. Onun o sefil başı enginde seçilemeyecek ölçüde önemsiz bir nokta. Adam canhıraş çığlıklar koparıyor. Ah, şu uzaklaşan gemi! Lanet olsun, uzaklaşıyor, adam korktu, ama daha demincek o da tayfalardan biriydi. Güvertede arkadaşlarıyla beraber yel­ kenlere yardım ediyor, yaşıyor, soluk alıyordu. Güneş altında yaşayan bir canlıydı. Fakat şimdi ne oldu, ayağı tökezleyip de­ nizi boyladı ve her şey bitti. Deniz onu en diplere çekiyor, kurtulmak için yok yere çırpı­ nıyor. Dibe her battığında, meçhul deniz bitkilerinin ayaklarına sarılarak kendisini iyice derine çektiklerini biliyor. Deniz yakala­ dığı bu avı bırakmıyor, onu boğmaya çalışıyor. Ama o çabalamayı bırakmıyor. Olanca gücünü kullanıp ku­ laç atmaya çalışıyor. Gemi nerelerde? Çok uzaklarda enginde siyah bir nokta... Sulardaki zavallı adam dalgaların saldırısından korunmak için ağzını dolduran o sulardan kurtulmaya uğraşıyor. Çaresiz gözlerle, bakınıyor; engin deniz ve gökler. Göklerde kuşlar uçu­ yor, insanlığın düşkünleşmesini göklerden izleyen melekler gi­ bi, sadece kuşlar ve melekler ona yardım edemezler ki! iki sonsuzluk tarafından gömüldüğünün farkında: Deniz ve gökler. Biri bir mezar, diğeri kefen. Karanlık çöküyor, o kaç saattir yüzüyor. Artık gücü kalmadı. İçinde kendisi gibi insanları barındıran o gemi, artık iyice kay­ boldu. Adam gölgelerin esiri. Son bir gayretle başını sudan çı­ karıp seslenmeye çalışıyor. İnsanlar yok, Tanrı nerede? O sesleniyor, birini çağırıyor, habire çağırıyor. Ufuklar ve gökler bomboş! Biçare kazazede sonsuzluğu, dalgalara, yosunlara yalvarı­ yor. Fakat hiçbiri kendisini duymuyor. O sağırlaşmış bir dünya­ da bocalıyor. Kasırgalara yalvarıyor. 90

Her yer karanlık, sis ve yalnızlıkla kuşatılmış. Kendisi bitkin ve korku içinde. Artık kurtulamaz. Neye tutunabilir ki? çaresiz­ liğe düşen adam kendini salıveriyor ve diplerde yitip gidiyor. Ey koca insanlığın boğuluşu! insanların ve ruhların sonsuz­ lukta boğulmaları! Kanunların dışarı attıklarını yutan o engin denizler! Ey ruhların ölümü! Deniz, kanunun dışladıklarını attı­ ğı gaddar gecedir. Deniz bitimsiz sefalettir. Bu uçurumda kaybolan ruh, bir ceset haline gelir, onu tekrar kim diriltecek? 9 YENİ YAKINMALAR Cezaevinden salıverilme vakti geldiğinde, Jean Valjean, «Özgürsün!» sözünü duyduğunda, önce buna inanamadı. Bu göz alacak güçte bir ışık gibiydi. Ruhu aydınlanmış gibiydi. Fa­ kat kısa süre sonra bu aydınlık da kararacaktı. Özgürlük kavra­ mı Jean Valjean’ı heyecanlandırmıştı. Yepyeni bir hayat bekli­ yordu. Fakat bu özgürlüğün, Sarı Kimlik’le sınırlanan bir özgür­ lük olduğunu çarçabuk anlayacaktı. Bu da az gibi, yakınmak için bir gerekçesi daha vardı. Bu uzun yıllar boyunca biriktirdiği para yüz yetmiş bir frank olacak diye hesaplamıştı. Ama burada hesap hatası yapmıştı. Yortu ve pazar günlerinde çalışmadıklarını, yenilen yemekleri mah­ kûmların kendi ceplerinden ödediklerini unutmuştu. Bu, biriktir­ dikleri miktardan kesilirdi, işte bu yüzden cezaevi kapısında avucuna, yüz dokuz frank ve on beş metelik verilmişti. Jean Valjean bir şeyi anlamıştı; kendisine haksızlık edildiğini, daha doğrusu parasının çalındığına emindi. Yollara düşmeden bir gün önce, Grasse'da bir esans fabri­ kasının yanındaki damıtımevinde, işçilerin çuvallar taşıdıklarını görüp, iş talebinde bulunmuştu. Onu işe aldılar. Zeki, seri, ay­ rıca epey güçlüydü. Verilen işi ustaca yaptı. Ustabaşı da, onun yaptığı işten memnun gibiydi. Bu sırada bir jandarma geldi ve ondan kimlik istedi. Sarı kimliğini göstermesi gerekiyordu. Bun­ 91

dan sonra Jean Valjean işini yapmaya devam etti. Akşam ol­ muştu. İşe başlamadan önce bir günde alınan paranın otuz metelik olduğunu öğrenmişti. Ertesi gün yola çıkacağı için, ak­ şamleyin ustabaşından parasını istedi. Adam hiç açıklama yapmadan kendisine yirmi beş metelik uzattı. Jean Valjean kar­ şı çıkacak oldu, adam kendisine bununla yetinmesini söyledi. Bir yandan da, aksice bakarak «Kürek kaçkını!» diye homur­ dandı. Jean Valjean yıkılmış gibiydi. Bir kez daha haksızlığa kur­ ban gidiyordu. Biriktirdiği paradan çalarak, «toplum» ve «devlet» onun bir şeylerini çalmıştı, şimdi bireyler de kendisinden bir şeyler çalı­ yordu. Maalesef, serbest bırakılmak hiçbir şey ifade etmiyordu, zindandan kurtuluyor, ama suçlanmaktan ne yapsa kurtulamı­ yordu. Grasse’da da benzer biçimde aşağılanmıştı. Digne şehrin­ de nasıl karşılandığını da yeterince biliyoruz. 10 JEAN VALJEAN’IN UYANIŞI Kilise saati sabahın ikisini vurduğunda, uykuya doyan Jean Valjean gözlerini açtı. Uyanmasının nedeni yatağının alabildiğine rahat oluşuydu. Yaklaşık yirmi yıldır, o şilteli, çarşaflı gerçek bir yatakta uyuma­ mıştı. Giysileriyle uyumuş olmasına rağmen, bu rahatlama duygusu onu huzursuz edecek ölçüde yeniydi. Dört saatten fazla uyumuştu. Yorgunluğu geçmişti, zaten dinlenmeye az vakit ayırırdı. Karanlıkları gözlemek için gözlerini açtı, daha sonra tekrar uyumak için gözlerini kapattı, fakat çeşitli heyecanlar yaşadığı bir günde, aklı bir şeylerle dolu olduğu zamanlarda, belki he­ men uyunur, ama uyandıktan sonra da tekrar uyunmaz. Jean 92

Valjean’in başına da bu geldi. Birden, derin derin düşünmeye başladı. Şu anda aklındaki bütün düşünceler alabildiğine belirsizdi. Eskiden yaşadıklarıyla yeni izlenimleri iç içe geçip beyninde bir karmaşa yaratmıştı. Çok şey düşünüyordu, fakat aklı bir nokta­ ya saplanmıştı. Bunu da hemen açıklayabiliriz. O Madam Mag­ loire’ın, masaya dizdiği gümüş çatal-kaşık takımlarına takılmış­ tı. O takımlar onun için, yeni bir takıntı gibiydi. Şuracıkta, iki adım berisindelerdi. Orta odadan geçerken, o şişko yaşlı kadı­ nın, onları bir dolaba koyduğunu görmüştü; eski zaman gümüş­ lerinden yapılmıştı; saf gümüş. O kepçeyi de eklerse, bunlar­ dan hiç yoksa iki yüz frank kazanabilirdi. On dokuz yılda kazan­ dığının iki katı. Aslında, eğer haksızlığa uğramamış olsa, daha fazla kazanacaktı ya... Bir zaman kendi kendisiyle boğuştu. Sonra saatin tekrar çal­ masıyla kendine geldi, saat üç olmuştu. Yatağında doğruldu, yere bıraktığı heybesine dokundu ve birden bacaklarını sallan­ dırıp yatağında oturdu. Derin derin düşünüyordu, bir zaman öylece durdu. O hal­ deyken biri onu görseydi, halinde lanetli bir şeyler sezerdi. Sonra ansızın kararını vermiş gibi eğildi, ayakkabılarını çıkar­ dı, yerdeki hasıra koydu, hareket etmeden bekledi. Bu halde uzun zaman kalabilirdi, ama kilisenin saatinin tek­ rar çalmasıyla ayıldı. Saat üç buçuk olmalıydı, bu ona bir işa­ ret gibi geldi. «Haydi!» diyerek usulca kalktı. Bir süre de ayakta bekledi, sonra evde herkesin uyuduğun­ dan emin olarak ışık süzülen pencereye ilerledi. Fazla karanlık bir gece değildi, neredeyse batacak olan ay bahçedeki yolları aydınlatıyordu. Hava bulutlu olduğundan, kimi zaman ay bulu­ ta giriyor, gölgelerle ışıklar iç içe geçiyordu. Jean Valjean gidip pencereyi açtı, ama gecenin ayazı içeri girince titreyerek he­ men kapattı. Sanki gözden geçirmek istercesine ilgiyle bahçe­ ye baktı. Küçük bahçe, hayli basık bir beyaz duvarla bitimleni­ yordu. buradan bir çocuk bile geçebilirdi. Duvarın arkasından 93

ağaç dalları görünüyordu. O zaman bahçenin caddenin yanın­ da olduğunu düşündü. Birden kararını veren biri gibi, yatağına yürüdü. Yerdeki çı­ kınını açıp içinden aldığı şeyi yatağın üstüne bıraktı. Ayakkabı­ larını çıkına koyup, sırtına aldı. Şapkasını başına takıp gözleri­ ne kadar çekti ve sonra yatağa yaklaşıp demin oraya bıraktığı şeyi kaptı. Bu kısa bir demir çubuktu. Bir ucu kılıç gibi keskin­ di. Belki bir manivela, belki bir lobut olabilirdi. Fakat değildi. Bu, kilit kırmada kullanılabilecek, ucu sivri, demirden bir madenci çubuğuydu. Piskopos’un odasının kapısını açmak istedi, kapı aralıydı. 11 JEAN VALJEAN NE YAPTI? Jean Valjean kulak kesildi, çıt yoktu. Kapıyı itti. Bir kedi ka­ dar sessizdi. Fakat henüz kapı onun geçebileceği ölçüde açıl­ mamıştı. Bir an daha bekledi, sonra tekrar itti, kapı açılmıştı, fa­ kat açılırken sessizliği bozan bir ses çıkardı. Jean Veljean titredi. O koyu sessizlikte, bu gıcırtı epey gü­ rültü çıkarmıştı. Derken, şakaklarındaki damarların attığını, kal­ binin deli gibi çarptığını hissetti. Nefesini tuttu, soluğu rüzgârın sesi gibi geliyordu. Artık her şey bitecekti. Hemen sonra pisko­ pos uyanıp bağıracak, kocamış kadınlar koşup gelecekler ve birkaç dakika sonra bütün şehir sokağa dökülecekti. Jandar­ malar gelecek kendisi de yakalanacaktı. Bir ara, heykel gibi kaldı. Kıpırdayacak cesareti yoktu. Vaktinin birazı böyle geçti. Kapı sonuna kadar açılmıştı. Adam içeri bakmak istedi, çıt yoktu. Kulak kesildi, evdeki her­ kes uyuyordu. Gıcırdayan kapıya kimse uyanmamıştı. İlk tehlikeyi böylece atlatmıştı fakat aklında korkunç bir kar­ maşa vardı. Yine de gerilemedi, demincek yakalanacağına inandığı zaman bile. Elini çabuk tutmalıydı, bir adım yürüyüp içeri girdi. Odada koyu bir sessizlik vardı. Henüz ortalık ağarmadığın­ 94

dan belli belirsiz şeyler seçti. Bunlar masadaki kâğıtlardı, bir ta­ burenin üstünde kitaplar, elbiselerin atıldığı bir koltuk ve bir dua iskemlesiydi. Bu alacakaranlıkta bunları sadece karartı olarak görebildi. Jean Valjean, bunlara çarpmamak için epey dikkat ederek ilerledi. Uyuyan din adamının düzenli nefesini dinledi. Derken, kalakaldı. Yatağın önüne gelmişti. Doğa bizi düşündürmek istercesine, genellikle bize yardım­ cı olur. Yarım saattir gökyüzü koyu bir bulutla kapalıydı! Jean Valjean’ın yatağın önüne vardığı an, bu bulut ansızın dağıldı ve ay ışığı uyuyan rahibin yüzünü aydınlattı. Bebek gibi uyuyordu. Alp Dağlarının soğuğundan korunmak için, bileklerine kadar kollarını kapatan kahverengi yünden bir hırka giymişti. Başı yastıkta, Piskoposluk halkasının süslediği eli yataktan sarkmış­ tı. Yüzünde sevinç, umut ve huzur vardı. Bu bir gülümseme de­ ğildi, bir ışıktı. Alnında gizli bir ışığın varlığı seziliyordu. Kutsal kişilerin ruhu, sır dolu gökleri izler. Rahip şu anda kendi temiz vicdanını izliyordu. Ayışığının süslediği bu yüz, Jean Valje­ an’da hiç beklemediği bir izlenim bıraktı. Onu utkuyla aydınlan­ mış gibi gördü. Bu alacakaranlıkta epey huzur verici bir manza­ raydı bu. Gökte yükselen ay, dinlenen bahçe, o sakin ev, saat, zaman ve sessizlik, kutsal adamın uykusuna daha da duru bir yücelik eklemişti. Apak saçları ve kapalı gözleriyle güvenin simgesi gibiydi. O rastgele biri değil, ilahi bir varlıktı. Gölgede duran Jean Valjean, elinde demir çubuğu, bu uyu­ yan ihtiyara derin bir saygı ve korkuyla bakıyordu. Bugüne dek hiç böyle bir şey görmemişti. Bu güven ona korku vermişti. Vic­ danı kötü biri için, günahsız ve haktanır birinin uyumasını izle­ mek dünyanın en yüce görüntülerindendir. Duygularının neler olduğunu kimse anlayamazdı, kendisi de duygularından emin değildi. Nur yüzlü ihtiyarın uyumasını izli­ yordu. Hepsi bu. Aklından neler geçiyordu? Bunu anlamak mümkün değildi. Fakat duygulanmış, allak bullak olmuştu. He­ yecanlı ve kederliydi fakat nasıl bir heyecan ve kederdi bu? Bakışlarını bu ihtiyardan alamıyordu. Koyu bir kararsızlıkla 95

bocalıyordu. İki uçurum arasında gidip geliyordu. Ya bu başı parçalayacak ya da elini öpecekti. Kısa süre sonra sol elini başına atıp şapkasını çıkardı. Onun uykusunu selamlamak ister gibi, elinde şapkası, onu iz­ lemeyi sürdürdü. Elinde demir çubuk vardı, tüyleri diken diken olmuş, saçları dikelmişti. Ama piskopos uyumayı sürdürüyordu. Pencereden giren ayışığı, uyuyan adamın baş ucundaki ha­ çı da aydınlattı. Haçtaki İsa, kollarını açmış gibiydi. Birini kut­ suyor, diğerini affediyordu. Derken, Jean Valjean şapkasını başına taktı ve seri bir ha­ reketle yataktaki ihtiyara bakmadan, yürüdü. Kilidi açmak ister gibi çubuğu denedi. Fakat bu gereksizdi. Anahtarı dolabın üze­ rindeydi. Açtı, gözüne ilk çarpan, gümüşlerin konduğu o sepet oldu. Hemen aldı, odadan geçip çalışma odasına girdi. Pence­ reyi açıp dışarı atladı. Gümüşleri çıkınına boşalttı, sepeti bah­ çeye attı. Bir kedi çevikliğiyle duvardan indi ve gecenin içinde kayboldu. 12 PİSKOPOS ÇALIŞIYOR Ertesi gün, ortalık yeni yeni ağarır, Monsenyör Bienvenu bahçesinde gezinirken, Madam Magloire’ın pürtelaş koştuğunu gördü. Heyecanla haykırıyordu kadın: «Monsenyör, Monsenyör, gümüş sepetinin nerede olduğun­ dan haberiniz var mı?» «Evet,» dedi Piskopos. Kadın rahatlamıştı: «Şükür Tanrı’ya,» diye soluklandı. «Ben de ne çok kork­ tum.» Piskopos, çiçek tarhında bulduğu sepeti kadına uzattı. «Peki ama gümüşler nerede?» diye bağırdı kadın. 96

«Gümüşleri mi sordunuz? Onların yerini ben de bilmiyorum.» «Aman Tanrım! Dün geceki o adam onları çaldı ha!» Madam Magloire hemen, elinde boş sepetle, konuğun yat­ tığı çalışma odasına koştu. O sırada Piskopos, sepetin düşer­ ken kırdığı bir çiçeği tekrar dikmeye çalışıyordu. Madam Mag­ loire’ın bağırmalarıyla, yerinden doğruldu: «Monsenyör, adam kaçmış. Gümüşleri de çalıp gitmiş!» Aynı anda gözlerini duvara çevirmişti. Adamın duvardan at­ larken yere düşürdüğü taşları gördü: «Bakın, oradan kaçmış. Cochefilet Sokağından, ah hırsız, gümüşlerimizi çaldı.» Piskopos sessizce bir süre bekledi, sonra yüzünü Madam Magloire’a ağırbaşlıca çevirip, uysal bir sesle sordu: «Acaba o gümüşler bizim miydi?» Madam Magloire hayretler içindeydi. Kısa süreli bir sessizli­ ğin ardından, Piskopos daha tatlı bir sesle: «Ben yok yere, bunca değerli takımları evimde tutuyordum. Bu gümüş takımlar kendi malımız değildi, yoksullarındı. O ya­ bancı kimdi? Bir yoksul. Bir bedbaht!» Madam Magloire ne diyeceğini bilemiyordu, yakınan bir sesle: «İyi de, Monsenyör, bana söz düşmez. Fakat bundan sonra siz yemeklerde hangi takımı kullanacaksınız?» «Çinko takımlar yok mu?» «Onların kokusu kötü.» «Peki ya demire ne dersiniz?» «Demir ağızda acımsı bir tad bırakır.» «Tahta takımlar var ya. Biz de onları kullanırız. Buna bir şey demezsiniz, sanırım.» Hemen sonra, geceleyin Jean Valjean'ın oturduğu masada kahvaltısını ediyordu. Bu sabah alabildiğine neşeli görünen Pis­ kopos, kız kardeşiyle şakalaşıyor ve söylenip duran Madam Magloire’a takılıyor, süte ekmek banmak için, yemek takımlarına ihtiyaç olmadığını anlatıyordu. Madam Magloire kötü haldeydi, dişlerinin arasında kendi kendine söyleniyordu: «Yüce Tanrım! 97

Böyle sürgünden kurtulmuş birini evde misafir etmek?.. Olur iş değil! Yine de ucuz kurtulduk, uyurken hepimizi öldürebilirdi!» Piskopos ve kız kardeşi yemekten kalkarlarken kapı çalındı. Piskopos: «Buyrun,» diye seslendi. Kapı açıldı; tuhaf bir kalabalık belirdi. Üç kişi bir dördüncü­ yü sıkıca tutmuşlardı. Üçü jandarmaydı, diğeri Jean Valjean’dı. Takımın lideri olan Jandarma çavuşu, içeri girip Piskopos’u selamladı: «Monsenyör...» diye başladı. Keder içinde, yıkılmış görünen Jean Valjean bu seslenmeyi duyunca hemen canlandı, şaşkınca kekeledi: «Monsenyör mu! Ama ben onu rastgele bir papaz sanıyor­ dum!» Bir jandarma, «Kapa çeneni!» dedi. «Monsenyör bizim Pis­ koposumuzdur. Piskopos Myriel.» Bu arada ihtiyar adam, yerinden kalkıp gelenleri karşılamak için kapıya yaklaşmıştı. Gözlerini Jean Valjean’a çevirip: «Geri geleceğinizi biliyor ve sizi bekliyordum. Baksanıza şu gümüş şamdanları almayı unuttunuz. Bunlardan hiç yoksa iki yüz frank kazanabilirsiniz. Niye götürmediniz sanki, alın bunları.» Jean Valjean gözlerini açıp, ona şaşkınca baktı. Yüzünde hiçbir dilin ifade edemeyeceği bir anlam vardı. Jandarma çavuşu utanmış gibiydi: «Monsenyör, demek adamın söyledikleri doğruydu. Fakat demin kendisine rastladığımızda, sanki kaçmak isteyen biri gi­ bi koşuyordu. Biz de üstünü aramak için onu durdurduk ve bun­ ları bulduk...» Piskopos gülümsedi: «O da size bu gümüşleri benim verdiğimi söyledi değil mi? Geceleyin buradaydı. Ben verdim onları... Bir anlaşmazlık ol­ muş, aldanmışsınız dostlarım...» Çavuş sordu: «Onu serbest bırakalım mı?» «Elbette.» Jandarmalar, adamın yakasını bıraktılar. O geriledi. 98

Sanki uykusunda konuşan biri gibi uğultulu bir sesle: «Sahiden beni serbest mi bıraktınız?» diye sordu. Jandarmalardan biri kaba bir gülüşle: «Elbette, Monsenyör masum olduğunu söyledi ya... Duy­ madın mı?» Piskopos, Jean Valjean’a döndü: «Dostum, şu şamdanlar da sizin, haydi onları da alın.» Ocağa yaklaştı. O nefis saf gümüşten şamdanları aldı ve adama verdi. Jandarmalar göz kırpmadan bunu izlediler. Jean Valjean, yaprak gibi titriyordu. Kurulmuş gibi sessizce kendisine verilen gümüş şamdanları aldı. Yüzünde şaşkın, dü­ şünceli bir ifade vardı. Piskopos uysal sesle: «Kazasız belasız gidin,» dedi. «Ve dostum, tekrar gelişiniz­ de, bahçeden geçmeniz gereksiz. Kapım her zaman açık.» Sonra jandarmalara döndü: «Siz de gidebilirsiniz, dostlarım,» dedi. Jandarmalar saygıyla selamladıktan sonra çekildiler. Jean Valjean bayılacak gibiydi. Piskopos ona yaklaştı ve yarım sesle: «Aklınızda olsun,» dedi. «Bu parayı dürüst bir adam olmak için kullanacağınıza söz vermiştiniz. Bunu hiç unutmayın.» Jean Valjean böyle bir söz verdiğini hatırlamıyordu. Şaşkın­ lık içinde bekledi. Piskopos ağırbaşlı ve derin bir sesle, ekledi: «Jean Valjean kardeşim, artık siz gölgelerin değil, ışığın malı oldunuz. Bu gümüşlerle sizin ruhunuzu satın aldım, onu bütün fenalıklardan kurtardım ve iyiliğe adadım. Sizi Tanrı’ya emanet ediyorum.» 13 KÜÇÜK GERVAİS Kovalanıyormuş gibi olan Jean Valjean şehirden koşaradım ayrıldı. Sarp yollarda yürüyor, bir süre sonra tekrar aynı yere döndüğünün ayrımında olmuyordu. Sabahtan öğleye, nereye 99

bastığından habersiz deliler gibi yürüdü durdu. Ne açlığı hisse­ diyordu, ne de susuzluğu. Bambaşka duyguların esiriydi. Ansı­ zın içinde bir kinin kabardığını hissediyordu fakat kime? Duy­ gulanmış mıydı? Yoksa hakarete mi uğramıştı? İçinin derinlik­ lerinde bir yanma, bir şefkat uyanmış gibiydi. Fakat o bununla savaşıyor, bunu altetmeye uğraşıyordu. Şu son yirmi yıldır ya­ şadıklarını düşünüp kalbini bu duyguya kapatmak istiyordu. Zihni karman çormandı. Yıkımların kendisine sunduğu o müt­ hiş umursamazlığın da artık kaybolduğunu anlıyordu. Bunun yerini ne tutacaktı ki? Jandarmaların kendisini tutuk­ lamalarını bile tercih edeceğini düşündü, evet mümkün, bu kendisi için daha iyi olurdu. Mevsim epeyce ilerlemiş olmasına rağmen, çitlerde yeşeren kır çiçekleri gecikmişlerdi. Bu hoş ko­ kular, onun çocukluk yıllarını canlandırmıştı. Bu anılar da ken­ disini huzursuz etti. Uzun zamandır bunları düşündüğü yoktu. Bütün gün, içinde anlayamadığı şeyler birikti. Bir zaman ufuklarda güneşin alçaldığını ve gölgelerin uza­ dığını gördü. Jean Valjean otları sararmış bir ovada, bir taşa oturmuş dinleniyordu. Ufuklarda Alp Dağlarının gölgeleri seçili­ yordu. Ortalık epey tenhaydı. Alabildiğine boşluklara dalıyordu. Bir kilise kulesi bile seçilmiyordu. Jean Valjean Digne’den bir­ kaç kilometre uzaktaydı. Bu koyu düşüncelerinin arasında bu tenhalığı keyifli bir ses bozdu. Başını çevirdiğinde, güler yüzlü bir çocuk gördü. On, on iki yaşında gösteren çocuk türkü söyleyerek yürüyordu. Boynuna torbasını ve sazını takmıştı. Bu ilçe ve şehirleri dolaşan yama­ lı pantolonlu baca temizleyicilerinden biriydi herhalde. Boynunda ucu çivili bir sopa vardı. Bir yandan türkü söyle­ yen çocuk, bir yandan da elindeki metelikleri havaya fırlatıp, onlarla oynuyordu. Bu paralar arasında kırk meteliklik bir gü­ müş para da vardı, yani iki frank değerinde bir gümüş. Hayli önemli bir para. Olanca serveti... Çocuk, Jean Valjean’ın dinlendiği çalılığa sokulup paraları 100

avucundan yukarı fırlattı. Fakat bu kez yakalayamadı, o iki franklık gümüş para elinden kaçmış, toprağa yuvarlanmıştı. Jean Valjean ayaklarının önüne yuvarlanan bu paraya bak­ tı. Fakat çocuk onu görmüştü. Hiç şaşırmadan ona doğru yürü­ dü. Bulundukları düzlük kimseciklerin olmadığı bir yerdi. Yük­ seklerde uçan kuşların kanat çırpışı dışında ses yoktu. Çocuk arkasını güneşe vermişti, ışınlar saçlarını yaldızlamış, Jean Valjean’ın katı yüzünü kan rengine çevirmişti. Çocuk, kendine has tatlı bir güvenle: «Efendim, paramı verir misiniz?» dedi. Jean Valjean sordu: «Adın nedir senin?» «Küçük Gervais, efendim.» «Git buradan,» dedi adam. Çocuk üsteledi: «Efendim, o iki frankımı geri verin!» Jean Valjean sesizce başını eğdi. «Paramı isterim, Efendim.» Jean Valjean bakışlarını yere eğmişti. Çocuk ağlamaklıydı, tekrarladı: «Paramı verin, Efendim.» Jean Valjean onu duymuyor gibiydi. Çocuk onu ceketinin eteğinden çekti, sarsaladı. Parasını tu­ tan o çivili kundurayı itmek için tekmeledi. «Paramı isterim! Paramı verin!» Çocuk ağlıyordu. Jean Valjean başını kaldırdı. Sürekli otu­ ruyordu, yerinden oynamamıştı. Bakışları bulanıktı. Çocuğa şaşkınca baktı ve sonra elini sopasına atıp korkunç bir sesle gürledi: «Kimsin sen?» Çocuk: «Benim, Mösyö. Ben küçük Gervais. Lütfen şu paramı ve­ rin, ayakkabınızın altında, kaldırın ayağınızı. Yalvarırım, Efen­ dim.» Sonra ansızın tepesi attı ve ufacık bir çocuk olduğunu unu­ tup gözdağı verdi: 101

«Hey! Şu ayağınızı kaldırmayacak mısınız? Haydi baka­ lım!» Jean Valjean, ayağı sürekli paranın üstünde, yerinden fırla­ dı: «Daha burada mısın? Haydi çek git!..» Çocuk ürkmüştü. Zangır zangır titremeye başladı. Birkaç saniyelik bir şaşkınlığın ardından, bütün gücüyle koşmaya baş­ ladı. Bir kez bile başını çevirmemişti. Fakat bir süre sonra soluğu kesildiği için, durdu. Jean Valje­ an onun hıçkırmalarını duydu. Birkaç saniye sonra çocuk ortadan kaybolmuştu. Güneş batmıştı. Jean Valjean’ın etrafını gölgeler almıştı. Gün boyu kursağı­ na bir lokma girmemişti. Ateşi de çıkmış gibiydi. Çocuk kaçtığından beri, o taştan bir heykel gibi öylece diki­ lekalmıştı. Göğsü bir körük gibi inip kalkıyordu. Gözlerini yer­ deki çalılara çevirmiş, otların arasına gömülü mavi bir kırık çi­ niye bakıyordu. Ansızın titredi, akşam ayazı iliklerine işliyordu. Şapkasını alnına indirdi, ceketini ilikledi, bir adım yürüdü ve sopasını almak için eğildi. Sanki elektrik verilir gibi titremeye başladı. Dişleri arasından mırıldandı: «O da ne?» Birkaç adım geriledi, sonra gözlerini bu paradan ayırmadan durdu. Karanlıkta parlayan bu para, bu metal yuvarlak, kendi­ sini izleyen bir göz gibiydi. Hemen sonra eğilip parayı aldı ve gözlerini en uzaklara, ufuklara bitişik ovaya çevirdi. Karanlığı delmek ister gibiydi. Fa­ kat hiçbir şey seçemedi. Karanlık çöküyordu. Ova bomboş ve soğuktu, gün batımının eflatun gölgeleri her yeri kaplamıştı. «Ah!» diye bağırıp, koşmaya başladı. Çocuğun kaçmış ol­ duğu yere gitti. Yüz adım atıp durdu. Kimseyi görememişti. Ova boştu. İşte o zaman, olanca gücünü toplayıp: «Gervais! Küçük Gervais!» diye seslendi. Sustu ve bekledi, hiçbir yanıt yoktu. 102

Kırlar ıpıssızdı, uçsuz bucaksızlık ufku kaplıyordu. Gözleri sadece gölgeler görüyordu ve bu boşlukta kulakları seste, yok yere, bir yankı bekledi. Ayaz başlamıştı, kemik donduran bir rüzgâr geliyordu Alp Dağlarından. Yapraksız, sıskacık ağaçlar güçsüz dallarını ka­ ranlık göklere yalvarırcasına uzatmıştı. Sanki onlar da birini bekliyor, birini arıyorlardı. Birini korkutuyor, kovalıyorlardı. Jean Valjean tekrar koşmaya başladı. Zaman zaman duru­ yor, bomboş yollarda, kederden kısılan bir sesle yineliyordu: «Küçük Gervais! Küçük Gervais!» Gelgelelim, çocuk bu sesi duysa bile, bu acıklı sesten ürker, ona yanıt vermezdi. Fakat çocuk herhalde hayli uzaklaşmış ol­ malıydı. Atla köyüne dönen bir papazla karşılaştı, adama sordu: «Papaz efendi, koşan bir çocuk gördünüz mü?» «Hayır.» «Küçük Gervais adlı bir çocuk?» «Hayır.» Jean Valjean cebinden beşer franklık iki gümüş para çıkar­ tıp adama uzattı: «Alın efendim, bunları yoksullarınıza verin. Bakın, belki onu görürsünüz, şöyle on yaşlarında kadar, güleç yüzlü bir çocuk­ tu. Sazı boynuna asılıydı, elinde ucu çıngıraklı bir sopa vardı. Türkü söyleyip yürüyordu. Şu Savoilelı çocuklardan biri, baca temizleyicisi olmalı...» «Görmedim.» «Ya, demek Küçük Gervais çevre köylerden birinden değil.» «Sözünü ettiğiniz, yabancı bir çocuk olmalı. Buradan çokça geçerler, belki de dağlardaki köyüne gidiyordu.» Jean Valjean, cebinden iki beş franklık gümüş daha çıkartıp adama verdi: «Bunu da yoksullarınıza verin.» Daha sonra, delirmiş birinin coşkusuyla: «Papaz efendi beni yakalatın!» diye söylendi. «Beni jandar­ malara verin, ben bir eşkiyayım!» 103

Beriki epeyce korkmuştu, atını kamçılayıp dörtnala uzaklaştı. Jean Valjean onun ardından biraz koştu. Böylece hayli yol aldı ara vermeden sesleniyor, Küçük Ger­ vais’yı çağırıyordu. Fakat kimseyle karşılaşmadı. Birkaç kez ovada gördüğü gölgeleri çömelmiş bir çocuğa benzetip oraya koştu. Fakat bunlar çalılık ve kayalıklardı. Nihayet üç keçiyolu­ nun birleştiği bir sapakta durdu, gözlerini ötelerde gezdirdi ve son kez: «Küçük Gervais! Küçük Gervais!» diye çağırdı. Fakat bu kez, sesi belli belirsiz çıkmıştı. Bu onun son seslenişi oldu. Kaynağı belirsiz bir gücün etkisindeymiş gibi bacakları bükül­ dü. Acıyan vicdanı onu yere devirmişti. Büyük bir taşın üstüne oturdu, başını ellerinin arasına aldı: «Ben alçağın biriyim!» diye bağırdı. Ansızın kalbi parçalanmış gibiydi, ağlamaya başladı, doya doya ağladı. On dokuz yıldır ilk kez ağlıyordu. Anlattığımız gibi, Jean Valjean Piskopos’un evinden ayrıldı­ ğında, o zamana dek aklından geçirdiklerinin dışına çıkmıştı. İçinde neler olup bittiğini bilemiyordu. İhtiyar adamın melek gi­ bi davranışına, hoş sözlerine karşı çabalıyordu: «Namuslu in­ san olacağına ilişkin bana söz verdin. Senin ruhunu satın al­ dım. Onu kötülükten alıp, Tanrı’ya veriyorum.» Bu sözler habi­ re aklına geliyordu, içinde fenalığın kalesi gibi duran kibirle bu ilahi anlayışa karşı duruyordu. Biraz olsun sezdiğine göre, ra­ hibin bağışlaması ona karşı girişilen, onu etkileyen en büyük atak, en korkunç saldırıydı; buna karşı koyarsa edindiği sertlik kararlıca olacaktı; itaat ederse, hoşlandığı, yıllardır başkaları­ nın hareketlerinin ruhuna doldurduğu öfkeden cayması gereke­ cekti; bu kez yenmek ya da yenilmek zorunda kalacaktı. Kendi fenalığı ve bu adamın iyiliği arasında bir savaş başlamıştı. Tüm bu ışıkların karşısında, sarhoş gibi ilerliyordu. Bu ka­ dar korkunç bakışlarla yürürken Digne’de yaşadıklarının onu nasıl bir sonuca vardıracağı hakkında anlaşılır bir duygusu var mıydı acaba? Hayatın kimi anlarında düşünceyi uyaran, ya da usandıran bu gizemli uğultuların tamamını duyabiliyor muydu? Yazgısının önemli bir dönemecini aştığını, kendisi için artık or­ 104

ta yol olmadığını bir ses kulağına fısıldıyor muydu? Bu ses şöy­ le mi diyordu: Artık insanların en iyisi olmazsan en alçağı ola­ caksın; artık ya piskopostan yücelere çıkman, ya da kürek mahkûmundan daha alta düşmen gerekiyor; iyi olmak istiyor­ san bir melek olmalı, fena olmak istiyorsan canavar olmalısın... Şimdi de, daha önce yaptığımız gibi, kimi sorular sormalı­ yız: Bunlar onun fikrinde bir parça olsun bir gölge var ediyor muydu? Kuşkusuz, değindiğimiz gibi, yıkımlar zekâyı biler; fa­ kat yine de Jean Valjean’ın bütün bu sözlerimizin içinden çıka­ bilecek halde olduğu tartışılır. Bu düşünceler aklına geliyorsa da görmekten çok, bunları güç bela algılıyordu, bu düşünceler onu katlanılmaz, neredeyse acı verici bir tedirginliğe atmaya yarıyordu. Cezaevi adlı o şekilsiz zindandan ayrılır ayrılmaz, karanlıktan çıkınca epey güçlü bir ışık gözlerini alacağı gibi, Piskopos onun ruhunu ağartmıştı. Artık avucunda olan lekesiz, pırıltılı gelecekteki yaşam onu titretiyor, kedere boğuyordu. Sa­ hiden, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Güneşin doğduğunu ansızın fark eden baykuş gibi, erdem de sürgün’ün gözlerini al­ mış, körleştirmişti. Kesin olan, Piskoposun onunla tanıştığı, ona dokunduğu andan başlayarak hiç kuşku duymadığı bir şey varsa o da şuy­ du: Artık aynı adam değildi, her şey değişmişti, istediği gibi ha­ reket etme yeteneğini yitirmişti. İşte o böyle şaşkınca, yoluna giderken, Küçük Gervais’yle karşılaşmış ve onun parasını çalmıştı. Bunu niye yapmıştı ki? Yoksa cezaevinde edindiği o kötü huylarından biri miydi bu? Kim bilir belki de ne yaptığını bilmeden yapmıştı bunu. İçgüdü­ süne boyun eğen bir hayvan gibi davranmıştı. Sonra ansızın aklı başına geldiğinde kendisinden nefret etmiş, tiksinmişti. İlk yaptığı, düşünmeye vakit bile bulamadan çocuğu arayıp ona parasını vermekti. Ne yazık ki, bütün aramaları boşa çık­ mış, onu bir türlü bulamamıştı. «Ben bir alçağım!» diye bağırıp kendisini suçladığından, sahiden öyle olduğunu anlayacaktı. Fakat gözlerinden süzülen o sel gibi yaşlarla, kendisini pak­ lanmış buldu. 105

Derken bugüne kadarki hayatını düşündü, ruhunun en de­ rinlerinde bir alev tutuşmuş gibiydi. Bir meşaleye benzeyen bir ışık kalbini dolduruyordu. Sonra bu ışığın kendisine rehberlik eden o Kutsal Piskopos» olduğunu hemen anladı. Kendisini onunla karşılaştırmayı denedi. Düşündükçe Piskopos gözünde giderek büyüyor, ışıltılarla yanıyordu. Ama kendisi giderek kü­ çülüyor, kararıyordu. O kadar ki ansızın kendisini bir gölge gibi anlamsız buldu. Şu anda karşısında ilahi bir ışıkla kuşatılı Pis­ kopos kalmıştı. Fakat Piskopos, kendisini saran ışıkla ona san­ ki rehberlik ediyordu, onun ruhunu ışıtıyordu. Jean Valjean ağladı, uzun uzun ağladı. Hıçkıra hıçkıra. Sa­ vunmasız bir kadın gibi, ürken bir çocuk gibi... Ağladıkça beynini kuşatan sislerden sıyrılıyor, düşünceleri giderek belirginleşiyordu. Geçmişi iyice karanlık gördü. Kürek­ te geçirdiği o kasvetli yıllarda keder onun kalbini kurutmuş, bir çöle benzetmişti. Bu kurak toprakta, öç ve kin duyguları geliş­ miş, bütün ruhunu kaplayıp iyice karatmıştı. O, şu anda kin ve öç duygularının ne kadar korkunç olduğunu iyi anlıyordu. Kendisine evini açan, onu saygın bir konuk gibi karşılayan Piskopos’un gümüşlerini çaldığı, hem bu yetmezmiş gibi o saf yavrucağın emeği olan o iki franga el koymakta ne kadar suç­ lu olduğunu anlıyor, kendisine içerleyip duruyordu. Kendisinden utandı ve korktu. Hayatına baktı ve dehşete düştü. Ruhuna baktı, onu da karanlık buldu. Ama şu anda ayrı­ mında olmadığı bir değişimin kapısındaydı. Hayatına ve ruhuna yepyeni bir güneş doğuyordu: «Umut güneşi». Cennetin göz alı­ cı ışığında Şeytan’ın kendisinden uzaklaştığını görür gibi oldu. Böyle pişmanlık ve gözyaşları içinde ne kadar kaldı, göz­ yaşları bittikten sonra nereye gitti, neler yaptı? Bunu bilen yok! Fakat şöyle bir söylenti yayıldı. Aynı günün gecesinde, sa­ bahın üçünde Grenoble’dan dönen bir posta arabasının sürü­ cüsü, Piskopos’un evinin önünden geçerken, kaldırımda, dua edercesine diz çökmüş birini gördüğünü anlatacaktı. Ellerini birleştiren bu adam, dizinin üstünde hareketsiz halde saatlerce beklemişti. 106

ÜÇÜNCÜ KİTAP 1817 1 1817 YILI 1817 yılı, Fransa tarihinde büyük değişimlerin yaşandığı bir yıldır. Kral XVIII. Louis’in gururla söylediği gibi, egemenliğinin yirmi ikinci yılıydı. Aynı yıl Bruguer de Sorsum’da ünlenecekti. Kraliyet kuşunun geri dönmesini sabırsızlıkla bekleyen Paris’in bütün perukçuları, duvarlarını maviye boyayarak zambak(*) re­ simleriyle bezemişlerdi. Yine aynı yıl, uzun burunlu gururlu bir yüz sahibi olan Lynch kontu, üniformasıyla, boynunda kırmızı kordonuyla, her pazar Saint-Germain de Prés kilisesinin onur yerinde bir kahraman gibi otururdu. Halbuki onun tek kahramanlığı, Bordeaux’da va­ lilik yaptığı 1814 yılında, şehri vaktinden daha erken Angoule­ me Dükü’ne teslim etmekti. Aynı 1817 yılında yaşları dört ile yedi yaş arasında değişen erkek çocukların eskimo şapkalarını andıran, ta kaşlarına ka­ dar inen deri kasketler takmaları modaydı. AvusturyalIlara öy­ künmek ister gibi Fransız ordusu da beyaz üniforma giyiyor, bölüklere «légion» deniyor ve illerin adları veriliyordu. Napolé­ on sürgünde, Saint-Héléne adasındaydı. İngiltere kendisinden yeşil yünlü kumaşı esirgediğinden, eski imparator giysilerini tersyüz ettirip giymek zorunda kalmıştı. (*) Zambak: Fransa’da Krallığın simgesidir.

107

Aynı yıl, operada Pellegrini aryalar okuyor, Bigottini dans ediyordu. Fransa’da hâlâ PrusyalIlar yaşıyordu. Prens Talley­ rand ve Maliye Bakanı Rahip Louis, pek çok bakımdan uzlaşı­ yorlardı. İkisi de 1790 yılının 14 Temmuz’unda Mars Meydanın­ da Federasyon Törenine katılmışlardı. Talleyrand Piskopos olarak töreni yönetmiş, Louis ise diyakoz olarak. Aynı töreni Mars Meydanında, üstlerinde altın yaldızlı Arılar ve Kartalla­ rın(*) resimleri olan tahta sütunlar yağmurda çürüyordu. Ama bu sütunlar, daha iki yıl önce, Mayıs manevralarında imparatorun kürsüsüne destek olmuşlardı. Avsturyalılar’ın Gros-Caillou civarında yaktıkları kamp ateşlerinden bu sütunla­ rın kimi yerleri kararmıştı. Ayrıca, bu sütunlardan birkaçını ya­ kan Avusturyalı askerler, o kaba ellerini bu ateşte ısıtmışlardı. Mayıs Meydanının tek özelliği Haziran manevralarının orada yapılmış olmasıydı. 1817 yılında halkın epey rağbet ettiği iki yaygın moda vardı: Voltaire koltuğu ve Anayasa modası taba­ ka. Paris’in en büyük coşkusu ise kardeşinin kestiği başını Çi­ çek Pazarının havuzuna atan Dautun’un cinayetiydi. Yine aynı yıl Meduse Fırkateyni’nin battığı deniz kazası için Denizcilik Bakanlığı’nda bir soruşturma başlatılmıştı. Bu lanetli kaza Chaumareix’yi utanca boğacak, Gericault’ya yengi suna­ caktı. Binbaşı Selves, Mısır’a gidip orada Süleyman Paşa, adı­ nı alacaktı. Gök mavisi ipeklerle döşeli salonunda, Düşes de Duras, ya­ kın arkadaşlarına henüz yayınlanmamış romanı Ourika'dan ba­ zı bölümler okuyordu. Louvres sarayındaki «N» harfları kazılı­ yor, Austerlitz Köprüsüne, Kral Köprüsü adı veriliyordu. Kaygı­ lanan XVIII. Louis tırnağıyla Horace’ın el yazması kitabının kı­ yısına, imparator olan kahramanların, takunyacılıkla başlayan Prenslerin adlarını yazıyordu. Onun iki önemli kaygısı vardı. Napoleon ve Mathurin Bruneau. Fransız Akademisi ödül konu­ su olarak, «Çalışmanın Getirdiği Mutluluk» tezini vermişti. (*) Arı ve Kartal: Napoleon Bonaparte’ın simgeleri.

108

Resmi kaynaklar Mösyö Bellart’ın çok iyi konuştuğunu belir­ tiyorlardı. Paul-Louis Courier’nin acı sözlerine hedef olacak ge­ leceğin avukatı da Broe parlamaya başlamıştı. Marchangy adında sahte bir Chateabriand’ın, aynı zaman­ da Arlincourt adlı sahte bir Marchangy olduğu dillerdeydi. Clair D’ableve Malek Adel başeserler sayılırdı. Dönemin önde gelen yazarı olarak Madam Cottin ilan edilmişti. Napoleon’un bütün anılarını yok etmek moda olmuştu. Bir kral fermanı, Angouleme’de bir Denizcilik Okulu’nun açılmasını sağlamıştı. Çünkü Angouleme dükü, Amiral oldu­ ğundan, Angouleme şehrinin de bir liman olması mutlak görü­ nüyordu. Aksi halde monarşik prensibe zarar gelmiş olurdu. Kabinede tartışmalar oluyordu. Franconi’nin duvar ilanlarının karşısında toplanan ipsiz sapsızlar bunlara daha fazla izin ve­ rip vermeme kararlarının tartışılmasına neden oluyordu. Çünkü bu duyurular onların kaldırımlarda toplanmalarına neden ol­ muştu. Ville-Eve-ue Sokağındaki konağında yaşayan Sassena­ ye Markizinin oda konserlerini yüzünde büyücek bir siğil bulu­ nan, değirmi yüzlü Mösyö Paer yönetiyordu. O, ayrıca Agne­ se’in de yazarıydı. Bütün genç kızlar, sözleri Edmond Gerard’ın olan 'L’ermite de Sainte-Avelle' aryasını okuyorlardı. Sarı cüce, Ayna’ya dönüşmüştü. Lemblin kahvesi impara­ tordan, Valois kahvesi Bourbon hanedanından yanaydı. Louvel’in gölgelerin içinden yeni buluntuladığı Dük de Berry'yi SicilyalI bir prensesle evlendirmişlerdi. Madam de Sta­ el(*) öleli bir yıl olmuştu. Büyük gazeteler küçülmüşlerdi. Aslında forma sayısı azaltıl­ mıştı, fakat özgürlük sınırsızdı. Constitutionel gazetesi Anaya­ sacı bir gazeteciydi. Minerve dergisi Chateabriand’ın adını Chateabriant olarak yazıyordu. Şu «t» harfi burjuvaları epeyce güldürüyordu. Gazetelerde, satılmış, rüşvetçi gazeteciler 1815’in sürgün­ (*) Madam de Stael: Fransız kadın yazar.

109

lerini aşağılıyorlardı. Davld’in ustacalığı yoktu, Arnould’nun nüktedanlığı bitmişti, Carnot artık dürüst değildi. Soult hiçbir savaşı kazanamamıştı. Napoleon’da deha yoktu. Ona gelen mektupları polis yok ediyordu. Bu hiç de yeni bir şey sayılmaz­ dı. Sürgündeki Descartes de bundan yakınmıştı. David, bir Belçika gazetesinde kendisine gelen mektupları almadığı için öfkesini belirttiğinde, kralcılar bundan faydalanıp sürgündeki adamı daha da alaya alıp hakaretler ettiler. «Kral katilleri» ya da «oy verenler» yerine «düşmanlar» ya da «Buonaparte» sözcüklerini kullanmak iki insanı bir uçurum­ dan daha fazla ayırıyordu. Aklıselim sahibi herkes kabul edi­ yordu ki, ihtillaler çağını, «Anayasanın ölümsüz yaratıcısı» di­ ye adlandırılan Kral XVIII. Louis sonsuzluğa kadar kapatmıştı. Pont-Neuf’ün duvarında, IV. Henri’nin heykelini bekleyen ka­ ideye ‘Redivivus’ (Yeniden doğan) kelimesini kazıyorlardı. Bay Piété, Thérèse Sokağı numara, 4’te, Krallığı sağlamlaştırmak için gizli görüşmelerde bulunuyordu. Sağın liderleri, kimi otu­ rumlarda: «Bacot’ya yazmalı» diyorlardı. Canuel, O’Mahony, De Chappedelaine efendiler, gelecekte «su kıyısındaki su­ ikast» adını alacak olan, kralın kardeşi tarafından kabul edilen durumun temelini atıyorlardı. «Epingle Noire»da kendi yönün­ den suikast hazırlıyordu. Delaverderie, de Trogoff’la görüşme­ ler yapıyordu. Epey liberal düşünceli Mösyö Decazes, hüküm­ ranlığını sürdürüyordu. Chateaubriand, Saint-Dominique Soka­ ğında, 27 numaradaki evinde, her sabah, ayağında pantolonu, terlikleri, ağarmış saçları bir Hint kumaşıyla bağlı, gözleri bir aynaya saplanmış, önünde açık duran bir dişçi takımı, pence­ renin karşısında epey cana yakın olan dişlerini karıştırır, bir yandan da sekreteri Bay Pilorge’a, «Anayasaya Göre Krallık» için yeni yazılar yazdırırdı. Sözü edilen eleştirmenler Lafon’u Talma’ya tercih ediyorlardı. Bay de Félétz, «A» diye imza atı­ yordu; Bay Hoffmann, «Z» diye. Charles Nodier Thérèse Au­ bert'i yazıyordu. Boşanma kaldırılmıştı. Liselerin adı «kolej» ol­ muştu. Kolejliler, yakalarında altın bir zambak, Roma Kralı için savaşıyorlardı. Sarayın yerde sergilenen resmini ihbar ediyor­ 110

lardı: Orléans Dükü «hüsar» sınıfı süvari tümgenerali üniforma­ sı giymiş Berry Dükü’nden daha yakışıklıymış. Olacak şey mi! Paris kendi topladığı parayla İnvalide’sinin kubbesini tekrar yaldızlatıyordu. Halk, Cugnet de Montarlot’dan yana ya da ona karşıydı. Fabvier suikastçıydı, Bavoux ihtilalciydi. Pélicier Kitabevi sahi­ bi Voltaire’in bir baskısını: «Akademi Üyesi Voltaire’in Eserleri» adıyla yayımlamıştı. «Okuru çekiyor» diyordu çaylak yayıncı. Genel inanca göre, Bay Charles Loyson çağın dehası olacaktı, kıskançlık keskin dişlerini ona batırmaya başlıyordu, bu da za­ fer işaretiydi; hakkında dizeler yazılıyordu: Loyson uçarken bile, ayaklarının varlığını hisseder. imparator Napoleon’un dayısı olan Kardinal Fesh istifa et­ meye karşı çıkıyordu. Fransa’da yeni bir İngiliz ozanı ünlenme­ ye başlamıştı: Lord Byron. Millevoye’nin bir dizesi Byron’u Fransızlar’a şöyle tanıtıyordu: «Lord Byron adında rastgele bi­ ri.» Bir din adamı olan Papaz Caron, henüz kimsenin tanımadı­ ğı genç bir rahipten beğeniyle söz ediyordu. Félicité Robert ad­ lı bu genç din adamı çok daha sonra ünlü bir vaiz olan Lamen­ nais adını alacaktı. Tuilleries Sarayının pencerelerinin önünden akan Seine nehrinde, isli bir duman çıkartan bir makine uğultularla gidip geliyordu. Bu o kadar işe yaramayan bir makine, neredeyse bir oyuncaktı, buharlı bir gemi. Bir hayalcinin bozuk aklının ürü­ nü... Parisliler, bu yeni buluşu küçümsüyor, kayıtsızca karşılı­ yorlardı. Mösyö de Vaublanc, hükümet darbesiyle, fermanla, sayısız buyrukla Enstitü’yü yola getirmiş, birçok akademi üyesini yarat­ mışken, onları o konumlara yükselttikten sonra kendisi buna erişemedi. Saint-German Mahallesi de, Marsan pavyonu da polis müdürü olarak, dindarlığından dolayı Bay Delaveau’yu is­ tiyorlardı. Dupuytrem ile Récamier, İsa’nın Tanrılığı yüzünden tıp okulunun amfisinde tartışmış, yumruklaşacak hale gelmiş­ 111

lerdi. Cuvier bir gözü Tevrat’ın «Tekvin» bölümünde, diğeri do­ ğada, fosillerle metinleri bağdaştırıp, Musa’yı, Mastodontlara övdürüp kaba dindarlara yaranmaya çalışıyordu. Parmentier’in anısının değerli koruyucusu Bay François de Neûfchâteau, pa­ tatese «parmentiére» denilmesi için didinip duruyordu ama, ba­ şarılı olamıyordu. Eski piskopos eski Konvansiyon meclisi üye­ si, eski senatör rahip Grégoire, kralcıların tartışma yazılarında «hain Grégoire»a dönüşmüştü. Kullandığımız bu «dönüşmüş­ tü» deyimini Bay Roger-Collarda yeni bir sözcük olarak bildir­ mişti. Iéna Köprüsünün üçüncü kemerinin altında, Blücher’in köp­ rüyü havaya uçurmak için açtığı mayın deliğini kapatsın diye iki yıl önce konulan taşı, beyazlığından tanımak mümkündü. Bir adam, Artois kontunun Notre-Dame’a girdiğini görünce, bağıra­ rak: «Tanrı belasını versin! Bonaparte’la Talma’nın kol kola Bal-­ Sauvage'a girdiklerini gördüğüm günleri hasretle arıyorum!» dediği için mahkemeye veriliyordu. Fesatlık çıkaran sözler için, altı yıl tutukluluk. Hainler rahat rahat dolaşıyorlardı. Bir savaş öncesi düşman safına geçen adamlar, ödüllerinden hiçbir şey gizlemiyorlar, varsıllıkla saygınlığın yüzsüzlüğünde, utanma­ dan, sıkılmadan gün ortasında geziniyorlardı. Ligny ve Quatre-­ Bras asker kaçakları, paralı ihanetlerinin kötü düzeni içinde, krallığa olan sadakatlerini çırılçıplak meydana koyuyorlardı. İn­ giltere’de helaların iç duvarlarına yazılı: «Lütfen dışarı çıkma­ dan üzerinizi düzeltiniz» sözlerini unutmuş gibilerdi. Bir bakıma, yukarıda değindiğimiz şeyler o kadar önemli sa­ yılmazdı. Fakat şu var ki tarih de böyle yazılır. Çoğu zaman sı­ radan olaylardan örülmüştür. İnsanlık tarihinde önemsiz olay yoktur, bitkilerde küçük yaprak olmaması gibi. Asırları oluştu­ ran yılların görüntüleri değil midir? 1817 yılının konumuzla ilgili en önemli olayı, dört genç Pa­ risli’nin güzel bir şakaları olmuştur.

112

2 ÇİFT DÖRTLÜ Esasen bu gençlerin hiçbiri Parisli değildi. Biri Toulous’dan, İkincisi Limoges’dan, diğeri Cahors’dan, dördüncüsü ise Mon­ tauban’dandı. Fakat üniversite eğitimlerini Paris’te alıyorlardı. Bu nedenle kendilerine «Parisliler» diyeceğiz. Çünkü Paris’te eğitim almak Parisli olmak sayılır. Bu gençlerden hiçbiri, göz alıcı tiplerden değildi. Gençlikleri dışında nitelikleri olmayan, ne iyi, ne kötü, ne okumuş, ne ca­ hil, ne yakışıklı, ne de çirkin olan rastgele gençler. Yirmi yaş ça­ ğının cana yakın nisanın güzelliğindeydiler. Rastgele dört Os­ car’dılar; çünkü o zamanlarda Arthurler henüz ortada yoktu. «Onun için Arabistan’ın bütün tütsülerini yakın» derdi şarkı. «Oscar ilerliyor, Oscar, onu göreceğim!» Ossian’dan geliyorlar­ dı, incelikleri İskandinav ve Kaledonyalı’ydı, safkan İngiliz tipi daha sonra değerlenecekti, Arthurler’in ilki Wellington, Water­ loo Savaşını daha yeni kazanmıştı. Toulous’lu gencin adı Felix Tholomyes, Cahorslu Listolier, Limoges’dan gelen Famueuil ve Montaubanlı delikanlının adı da Blachevelle’ydi. Dört genç, sıkı arkadaştılar. Her birinin bi­ rer sevgilisi vardı. Blachevelle İngiltere’de bir süre bulunduğu için, Favourite adını alan güzele sevdalıydı. Listolier kendisine bir çiçek adı seçen Dahlia’ya tapardı. Fameuil Zephine’e bağlanmıştı (ger­ çek adı Joséphine). Tholomyes ise altın renkli saçlarından do­ layı «Güzel Sarışın» diye çağrılan Fantine’i seçmişti. Favourite, Dahlia, Zephine ve Fantine dördü de mis gibi ko­ kular sürenen, çok tatlı kızlardı. Dördü de aynı modaevinde ça­ lıştıklarından, arkadaş olmuşlardı, içlerinden birine, en gençle­ ri olduğundan «Ufaklık» adını vermişlerdi. En ihtiyarları olan Favourite yirmi üçündeydi. En gençleri olan Fantine en az deneyimli olandı, o daha ilk aşkını yaşıyordu. Diğer kızların şimdiye kadar kimi önemsiz 113

maceraları olmuştu. Hayatın şamatasına daha fazla kapılmış­ lardı. Fantine dışındakilerin daha yeni başlayan hayat roman­ larında, şimdiden birden fazla bölüm vardı. İlk bölümde adı Adolphe olan sevgilisi, İkincisinde Alphonse, üçüncüsünde Gustave oluyordu. Yoksullukla süslenmeye düşkünlük, lanetli iki rehberdir. Biri çıkışır, diğeri yüze güler. Alımlı halk kızları, her ikisinin de ayrı ayrı kulaklarına fısıldadıklarını duyarlar, iyi korunamayan bu yaratıklar dinlerler. Bu nedenle de düşerler, kendilerine atılan taşların hedefi olurlar. Lekesiz ve ulaşılmaz olmanın ihtişamıyla onları herkes suçlar. Üzücü! İngiltere’de bir süre kalan Favourite, Dahlia ile Zephine’in beğenisini kazanmıştı. O, genç yaşta tek başına yaşamaya başlamıştı. Babası sürekli söylenip duran kocamış bir matema­ tik öğretmeniydi. Bu adam gençliğinde etekleri rüzgârda uçu­ şan bir hizmetçiye sevdalanmış ve bu ilişkiden Favourite doğ­ muştu. Genç kız zaman zaman, yolda kendisine selam veren babasıyla karşılaşırdı. Günün birinde, dindar görünümlü ihtiyar bir kadın, kapısını çalmış ve ona: «Beni tanımadın mı, Matma­ zel, ben senin annenim!» diyerek, büfeye yanaşıp yiyip, içmiş sonra yere yaydığı bir şilteye uzanıp derin bir uykuya dalmıştı. Bu somurtkan ve tutucu kadın, kızının evine yerleşmişti. Fakat onunla fazla konuşmaz, yemeklerini yedikten sonra kapıcı ka­ dının odasına inerek onunla kızının dedikodusunu ederdi. Dahlia’yı işten uzaklaştırıp Listolier’ye yaklaştıran, kızın o güzel elleri, pembe tırnakları oldu. Böyle hoş tırnakları dikişte mahvetmek günah değil mi? Zephine ise Fameuil’ün gönlünü alan tavırları, hanımefendi tavırlarıyla kazanmıştı. Gençler arkadaş, kızlar da arkadaştılar. Böylesi dostluklarla pekiştirilen aşkların daha uzun ömürlü olduğu söylenir. Akıllı uslu yaşamak başka, filozofça yaşamak başkadır. Bu­ nu da şu gösterir: Bu küçük uygunsuz aileler hakkında, önlem­ lice söyleyelim, Favourite, Dahlia, Zephine filozofça yaşayan kızlardı. Fantine’se akıllı uslu bir kızdı. «Uslu mu?» diye sorulabilir. «Ya Tholomyes?» Hz. Süley­ man, aşkın da aklın bir parçası olduğu karşılığını verirdi. Fan­ ­ 114

tine’in ilk aşkı, tek aşkı, sadık aşkı olduğunu söylemekle kalı­ yoruz. Dördünün içinde sadece bir tek kişinin «sen» diye seslendi­ ği tek kızdı. Fantine kimsesi olmayan bir kızdı. O Montreuil-sur-Mer’de(*) doğmuştu. Onu Fantine diye çağırırlardı. Fantine ilçeden ayrıla­ rak, civar köylerdeki çiftliklerde hizmetçilik etti. On beş yaşına geldiğinde, bir terzi işliğinde çalışmak için Paris’e gitti. Uzun sü­ re günahsız yaşadı, inci dişli sevimli bir sarışındı. Drahoması al­ tın ve incilerdi. Altınları, yüzünü kuşatan ipek saçları, incileri de ağzında koruduğu dişleriydi. Yaşamak için önce çalıştı, sonra yine yaşamak için sevdi. Tholomyes’yi sevdi. Delikanlı için bir kapris olan bu ilişki, kız için bulunmaz bir aşktı. Fantine uzun süre ardında koşan Tholomyes’den kaçmak istemişti, fakat kaderine karşı koyamadı ve nihayet onun kolla­ rına düştü. O dörtlü grubun lideri Tholomyes’ydi. İçlerinde en nükteli olan Toulouselı üniversiteliydi. Tholomyes uzun süre üniversitede yıllanan ihtiyar bir öğren­ ciydi. Varlıklıydı, yılda dört bin frank geliri vardı ve bu da üni­ versitelilerin yaşadıkları Ouartier-Latin Mahallesi için eşsiz ser­ vetti. Evet Tholomyes gençliğini çabuk yitirmiş bir adamdı. Daha otuzunda olmasına rağmen, yüzü kırışmış, saçları dö­ külmüş, dişleri çürümüştü. Sindirim güçlüğü de çekiyordu, habire gözleri sulanıyordu. Fakat yine de, epey canlı, epey alay­ cı bir tipti. Bir oyun yazmış, beğenilmemiş, geri çevrilmişti. Tho­ lomyes şiir de yazardı. Fakat arkadaşlarını etkilemesinin en önemli nedeni hiçbir şeyi beğenmeyen, hiçbir şeye inanmayan doğasıydı. Böyle kişiler zayıf karakterliler üzerinde bir yetke ku­ rarlar. Böyle alaycı ve kel olduğundan, lider olmuştu. «İron», İn­ (*) Montreuil-sur-Mer: Deniz üzerindeki Montreuil anlamına gelir.

115

gilizce’de «demir» demektir, acaba, Fransızca «alay» demek olan «ironie» sözcüğü oradan mı geliyor? Bir gün Tholomyes arkadaşlarına şunları söyledi: «Çocuklar, neredeyse bir yıldır Fantine, Dahlia, Zephine ve Favourite bizden bir sürpiz bekliyor. Biz de ağırbaşlıca, onlara bu sürprizi yapacağımıza söz verdik. Sürekli bundan söz edi­ yorlar. Bence artık onları sevindirmenin vakti geldi. Haydi kara­ rımızı verelim.» Tholomyes kısık sesle biraz konuştu. Söyledikleri arkadaş­ larının epey hoşuna gitmişti. Şen kahkahalarla karşıladılar. Ay­ rıca, Blachevelle: «Aman ne hoş icat!» diye bağırmaktan ken­ dini alamadı. Önlerine çıkan duman yüklü bir meyhaneye dal­ dılar ve konuşmalarının gerisi dumanlara boğuldu. Bu konuşmaların sonucu, ertesi pazar günü gençlerin kızla­ rı davet ettikleri bir kır gezintisiydi. 3 DÖRTLER O yıllarda Paris günümüzün Paris’i gibi değildi. Şu son elli yılda Paris hayli değişim geçirdi. O günlerde, iki tekerlekli at arabaları ve kayakları vardı, daha tren olmadığı gi­ bi, buharlı gemi de yoktu. Böylesi kır gezmeleri yürüyerek ya da eşek sırtında yapılırdı. 1862’nin Paris’i, banliyösü Fransa olan bir yerdi. O cana yakın dört çift, bütün delilikleri yapmaya kararlıydı­ lar. Aslında okullar da kapanmıştı, yazın yeni ısınan, altın gibi bir günüydü. Aralarında en bilgili olan Favourite, bir gün önce­ den Tholomyes’ye yazmıştı. «Yola erken çıkmak bir tür mutlu­ luktur.» Bu notun imla hatalarıyla dolu olduğunu belirtmemiz gereksiz. Gelgelelim, diğer kızların hiçbiri yazmamıştı... Sabahın beşinde uyanan gençler, arabayla Saint-Cloud’a gidip kuruyan çağlayanı izlediler. Bir kır lokantasında yemek yediler, Diegne fenerine çıktılar, çiçek topladılar, atlıkarıncaya bindiler, elmalı turta yediler, tombala çektiler. 116

Hepsi de neşeliydiler. Genç kızlar kafeslerinden kaçan kuşlar gibi, cıvıldaşıyorlar­ dı. Kimi zaman sevgilileriyle el şakaları yapıyorlardı. Gençlik, yaz sabahı, açık hava ve sırtlarını okşayan güneş onları coş­ turmuştu. Hepsi derin bir mutluluk sarhoşluğu yaşıyordu. Haya­ tın sabah sarhoşluğu! Tadına doyulmaz yıllar! Yusufçuk böce­ ğinin kanadı titriyor. Ey siz! Kim olursanız olun, hatırlıyor musu­ nuz? Arkanızdan gelen cana yakın başı korumak için dalları açıp çalılıklar arasından yürüdünüz mü hiç? Sizi elinizden tutan ve: «Ah! Yeni ayakkabılarım! Ne hale geldiler!» diye bağıran sevgilinizle yağmurdan ıslanmış bir yamaçtan kaydınız mı? Hemen belirtelim ki, bu şen dert -yağmur- keyifli topluluğun kederi oldu. Oysa, giderken Favourite ukala ve koruyucu bir sesle: «Patikalarda salyangozlar var, yağmur yağacak, arka­ daşlar» demişti. Kızların hepsi güzellikte birbirleriyle yarışabilirlerdi. O günlerde ünlenen, klasik şiirler yazan ihtiyar bir şair, Şö­ valye de Labousse, kızları sabah saat onda Saint-Clud Parkın­ da kestane ağaçlarının altındayken rastgele gördü. Yunan Mi­ tolojisinin o ünlü üç güzellik ilahesini, Venüs’ün o üç ünlü arka­ daşını düşündü. Fakat bunlar arasında bir de dördüncü vardı. Blachevelle’in sevgilisi Favourite, o yirmi üçündeki güzel, saç­ ları omuzlarından akarak en önde koşuyordu. Genç bir orman perisinin heyecanıyla bu eğlenceyi yönetiyordu. Zephine ve Dahlia, yürüyerek güzelliklerini birleştiriyorlar gibiydi. Arkadaş­ lıktan çok, uçarılıktandı bu birliktelik. Birbirlerine dayanarak İn­ giliz türü pozlar veriyorlardı. Anı olarak verilen çiçekli, resimli albümler yeni yeni ortaya çıkmıştı. O günlerde kadınlarda hü­ zünlü görünmek modaydı. Erkekler ise o genç şair Byron'un etkisinde kalmaya özeni­ yorlardı. Zephine ve Dahlia saçlarını boyunlarında toplamışlar­ dı. Listolier ve Fameuil, Fantine’le arkada kalmış, ona bir yazı­ ya dair bilgi veriyorlardı. 117

Blachevelle sevgilisi Favourite’in şalını taşımaktan memnun görünüyordu. Fakat aralarında en coşkulusu her zamanki gibi Tholom­ yes’ydi. Yine de onun liderlik ettiği her haliyle anlaşılıyordu. Ka­ reli bir pantolonu, beyaz tozlukları vardı, elinde iki yüz franklık bambu bir baston tutuyordu. Üstelik o yıllarda züppe erkekler arasında epey rağbet gören puro içiyordu. Arkadaşları onun için «Şu Tholomyes müthiş biridir,» derler­ di. «Ne zindelik! Ne güç!» Fantine ise mutluluğu simgeler gibiydi. O inci dişleriyle gül­ mek için yaratılmış gibiydi. Beyaz kurdelelerle bezeli hasır şap­ kasını çıkarmış, elinde tutuyordu. O gür altın saçları beline dek inmiş, dalgalanıyordu. Pembe etli dudaklarında gülüşler vardı, fakat kıvrık kirpiklerini karartan koyu mavi gözlerinde ruhunun temizliği okunuyordu. Giyim kuşamı da bu yaz günüyle eşsiz bir uyum sağlamıştı. Giyiminde şarkı söyleyen, yanıp parlayan bir şey vardı. Sarı­ şınlığına epey yakışan mor ketenden bir giysi giymiş, küçük ayaklarına bilekten bağlı Romalı kadınların sandaletlerinden geçirmişti. Fantine kadar ürkek olmayan diğer kızların giysileri­ nin yakaları alabildiğine açıktı. Güzel gerdanlarını meydanda bırakmışlardı. Fakat onların bu yarı açık giysilerinin yanında Fantine, giysisinin üstüne aldığı atkıyla daha cazip görünmeyi başarmıştı. Fantine güzelliğinin ayrımında değildi. Oysa o etli beyaz gözkapaklarının altında koyu mavi alevler saçan ifadeli gözleri, küçücük el ve ayakları, ince bilekleriyle asil bir güzelliği vardı. Beyaz yanaklarını süsleyen gamzeler, narin, uzun boynu ve yuvarlak omuzlarıyla güzellik ve gençlik simgesiydi. Fakat hey­ kel güzelliğinde bir ruhunun olduğu anlaşılıyordu. Usulca, her şeyi kusursuzlukla karşılaştıran, güzelin gizem­ li papazları, az bulunur düşünürler, bu küçük işçi kızda, Parisli zarafetin saydamlığındaki eski ve kutsal uyumu fark edebilirler­ di. Bu kızda asalet vardı. İki bakımdan güzeldi: Tarz ve uyum. Tarz en iyinin tarzıydı, uyum ise bunun canlanışıydı. 118

Fantine’in güzelliği simgelediğine değindik, o aynı zamanda utangaçlığın ve saflığın da simgesiydi. Kimi zaman o gülen yü­ zünü, bir durgunluk bir vakar kaplardı... Onu ilgiyle bakan bir araştırmacı için bütün bunlar yaşın, mevsimin, sevginin sarhoşluğuyla ondan ortalığa yayılan ta­ nımsız bir ağırbaşlılık ve kibirsizlik ifadesiydi. Biraz afallamış gibi duruyordu. Bu saf şaşkınlık, Psyche’yi Venüs’ten ayıran şeydir. Fantine’in narin parmakları altın bir topluiğneyle kutsal ateşin küllerini karıştıran bir Vesta rahibesinin parmakları gibi bembeyaz ve biçimliydi. Gelecekte göreceğiniz gibi, Tholom­ yes’ye hiçbir şeyi geri çevirmediği halde yüzü, sakin dururken, eşsiz ve bâkir bir ifade taşıyordu. Zaman zaman bu yüzü bir tür ağırbaşlı, sert bir saygınlık kaplayıveriyordu. Ve onda neşenin bunca hızlı sönmesini, yerini bir tür içe dönmenin aldığını gör­ mek kadar tuhaf ve şaşırtıcı bir şey olamazdı. Bazen epey sert­ çe beliren bu umulmadık vakar, bir ilahenin karşısındakini kü­ çümsemesine benziyordu. Alnı, burnu, çenesi orantıların den­ gesinden epey ayrı olan çizgilerin dengesini gösteriyordu. Bun­ dan da, yüzün uyumu meydana çıkıyordu. Burnun altıyla üst dudağı ayıran o epeyce özelliği olan arada, belli belirsiz bir büklüm vardı: saflığın esrarengiz bir simgesiydi bu. İcone kazı­ larında bulunan bir Artemis heykeline, I. Friedrich’i bu çizgi sevdalandırmıştı. Aşk bir suç olabilir, fakat Fantine’in saflığı bu suçu gideriyordu. 4 THOLOMYES'İN NEŞEYLE İSPANYOLCA BİR ŞARKI SÖYLEMESİ O pazar, gün ışığı ve mutluluktan oluşmuş gibiydi. Doğa da gençlerin sevinçlerine eşlik eder gibiydi. Saint-Cloud ormanının kır çiçekleri en hoş kokularını saçıyor, Seine Nehrinden esen tatlı meltem ağaçların yapraklarını oynatıyordu. Arılar yasemin­ 119

lere üşüşmüş kendilerine şölen veriyorlar, renkli kelebekler çi­ çekten çiçeğe uçuyorlardı. Bu arada Kral Parkında sayısız da­ vetsiz konuk da vardı: Kuşlar. Dörtler güneşten, kırlardan, çiçeklerden birer parçaymış gi­ bi her yere neşe saçıyorlardı. Kelebekleri kovalayan kızlar, bir yandan çiçek toplarken, sevgililerinin öpüşlerine yanıt veriyorlardı. Fakat Fantine ürkek duruyor, bu şakalarına katılmıyordu. Favourite’a ona dudak bü­ küp: «Amma da yaptın Fantine!» diye söylendi, «sürekli oyunbo­ zanlık ediyorsun.» Sevinç olarak adlandırılan budur işte. Mutlu çiftlerin bu ge­ çişleri, yaşama, doğaya derin bir çağrıdır, her şeyden okşama, ışık alır. Evvel zaman içinde bir peri varmış, otları, ağaçları özellikle âşıklar için yaratmış. Âşıkların ezeli okul kaçaklığı bundandır, hep tekrarlanacak, çalılıklarla öğrenciler var olduk­ ça sürecektir. Bilgeler arasında baharın ilgi görmesi bundandır. Asil ile işportacı bileyici, dükle, derebeyle adliyeci, saraylılarla şehirliler, hep bu perinin kullarıdır. Gülüyorlar, birbirlerini arıyor­ lar; havada kutsanmış olmanın ışığı var; sevmek ne büyük bir kılık değiştirme! Noter yazmanları biter ilahtır. Kısa çığlıklar, ot­ lar arasında kovalamalar, havada tutulan beller, ezgi olan kötü konuşmalar, bir heceyi söyleyiş tarzında açılan aşklar, ağızdan ağıza koparılan kirazlar... bütün bunlar alev alev yanar, ilahi ut­ kuya katılır. Güzel kızlar kendilerini tatlı tatlı okşatır. Bu hiç bit­ meyecekmiş gibi görünür. Filozoflar, şairler ressamlar bu esri­ melere bakarlar da ne edeceklerini bilemezler, o kadar gözleri kamaşmıştır. Watteau «Küthera’ya gidiş!» diye bağırır; Lancret, soylu olmayanların ressamı, mavilikler arasında uçan kentsoy­ luları izler; Diderot bütün bu gelgeç aşklara kollarını açar, d’Ur­ fe onlara Galya’nın papazlarını katar. Yemekten sonra dört çift o günlerde Kral Bahçesi denilen yerde Hindistan’dan yeni gelen bir bitkiyi görmeye gitmişlerdi; bitkinin adını şu anda hatırlamıyoruz, o günlerde bütün Paris’i Saint-Cloud’ya çekiyordu; tuhaf, şirin, uzun gövdeli bir ağaççık­ 120

tı bu; ip gibi ince, kabarık, yapraksız sayısız dalları binlerce ufak, beyaz gülcükle kaplıydı; bu haliyle, çiçekle bitlenmiş bir saç gibiydi. Bunu sürekli beğeniyle seyretmek için gelmiş bü­ yük bir topluluk vardı. Ağacı gördükten sonra Tholomyes: «Hepinizi eşekle gez­ meye davet ediyorum!» diye bağırmıştı; eşekçiyle pazarlık et­ tikten sonra, Vanves-lssy yolundan geri dönmüşlerdi. Issy’de bir olay: Beylik mal olan koruyucu o sırada mühimmatçı Bour­ guin elindeydi; kapısı açıktı. Korkuluktan geçmişler, mağarada­ ki keşişyurdunu ziyaret etmişler, o ünlü aynalı salonun gizemli etkilerini denemişlerdi; milyoner olmuş bir zamparaya ya da Priape şekline girmiş Turcaret’ye layık hareketlendirici bir tu­ zak. Bernis papazının övdüğü iki kestane ağacına asılı duran büyük ağ salıncağı hızla salladılar. Kahkahalar atarak, Toulo­ use’lu Tholomyes, Greuze’e alabildiğine esin verecek uçan etekleri kat kat dalgalandırarak, güzel kızları art arda salıncak­ ta sallarken İspanyolca bir şarkıya başladı. Toulouse şehri To­ losa ile kardeş çocuğu olduğundan, Tholomyes de bir parça İs­ panyol sayılırdı; kesin ki, iki ağaç arasına gerili bir ipte uçan gü­ zel bir kızın esinlediği bu eski şarkıyı yanık bir ezgiyle okuyor­ du: Badajozlu’yum ben, Aşk beni davet ediyor. Ruhum tamamen gözlerimde, Çünkü sen, Bacaklarını gösteriyorsun. Kızların hepsi salıncaklara binip, eteklerini dalgalandırıp sallandılar. İçlerinden sadece Fantine salıncağa binmek iste­ medi. Eşekle gezi bitmişti. Bu kez Seine Nehri kıyısına indiler. Bir sandala binip Passy’ye geçtiler. Oradan karaya çıkıp, yürü­ yerek Etoile Meydanına gidildi. Aslında sabahın beşinden beri geziyorlardı fakat «Pazar günü kimse yorulmaz,» diyordu Fa­ vourite. Pazar günü yorgunluk da mola verir. 121

Akşam üstü, üçte, mutluluktan sarhoşa dönen gençlerimiz Lunapark eğlencelerini yaşıyorlardı. Favourite zaman zaman gülerek soruyordu: «Peki ama bize sözünü ettiğiniz o sürpriz? Onu bekliyoruz.» Tholomyes ağırbaşlıca: «Acele etmeyin,» diyordu. 5 BOMBARDA LOKANTASINDA Lunapark eğlenceleri bittikten sonra bir parça yorulan genç­ lerimiz soluğu Bombarda lokantasında aldılar. Epeyce geniş bir salondu burası, ötede bir somya vardı. Ağaçların arasından rıhtım ve nehir görünüyordu. Masaları he­ men donatıldı, biralar, şaraplar ısmarlandı. Masanın görünü­ şündeki biraz düzenin altında hayli düzensizlik vardı. Molière: «Masanın altında gürültü, müthiş bir ayak sesi yapıyorlardı» der. Saat dört buçuğa gelirken, neşeli gençlerimiz hâlâ masada dinleniyorlardı. Sabahın beşinde başlayan eğlence, daha bit­ memişti. Artık iştahları da kalmamıştı. Güneş giderek alçalıyor­ du. Champs-Elysées Meydanı güneş ve tozla parlıyordu. Lüks arabalar yarışırcasına gidiyorlardı. Bu arada genç ve alımlı mu­ hafızlar safkan atlara binmiş, kızlara ve kadınlara göz kırpıp sataşıyorlardı. Akşam güneşinde usulca pembeleşen bayrak Tuilleries’nin kubbesinde dalgalanıyordu. Tekrar XV. Louis adını alan Con­ corde Meydanı, halinden memnun, eğlenmeye çıkmış kalaba­ lıkla doluydu. Pek çoğu 1817’de yakalardan daha büsbütün kaldırılmayan gümüş zambak çiçeğini süslü bir kurdelenin ucunda sallandırıyordu. Sağda solda, ahali toplanmış, dans 122

eden küçük kızları alkışlıyordu. Bu kızlar, dans ederken, o gün­ lerde epey ünlenen bir Bourbon türküsünü de söylüyorlardı. Türkünün 'Yüz Gün’e öfke püsküren nakaratı şöyleydi: Gand’daki babamızı geri verin, Geri verin onu. Dışarlık elbiselerini giymiş, bazıları kentsoyluymuş gibi zambaklar takınmış bir sürü varoş insanı, Marigny otlarına ya­ yılmışlar, ‘halka’ oyunu oynuyorlar veya tahta atların üzerinde dönüp duruyorlardı. Birkaçının başında kâğıt başlıklar vardı, gülüş sesleri geliyordu. Her yer neşeli, pırıl pırıldı. Tartışma gö­ türmez bir barış ve derin bir kralcılık emniyeti içinde yüzen bir devirdi. 1817’nin bu hoş yaz gününde bütün Paris sokağa dökül­ müştü sanki. Herkes mutlu, herkes huzurlu görünüyordu, esa­ sen o yıl bir barış yılı sayılıyordu... Emniyet Müdürü Angles, Paris’in varoşları hakkında krala verdiği raporda şunları yaz­ mıştı: Evet, Majesteleri, gerçeği söylemek gerekirse bu adamların kimseye zararı olmaz. Bunlar rahat ve uyuşuk insanlar, kediler gibi. Taşra sakinleri daha canlı, Parisliler uyuyorlar. Bunlar sı­ radan insanlar, sizin muhafızlarınızdan biri bunlardan iki kişiye değer. İşin en beter yönü, şu son elli yıl içinde Parislilerin boy­ larının giderek kısalması. Aslında bu yığın hiç de tehlikeli değil. Ne de olsa baldırıçıplaklar! Üzülerek belirtelim ki, Emniyet Müdürünün bilmediği bir me­ sele olmasının yanı sıra, bir şeyi de dikkate almamıştı: Bir ke­ dinin bir kaplana dönüşebilmesi. Aslında Angles’i nedense epey küçümsediği o kedi eski medeniyetlerin saygısını kazan­ mıştı. Kedi onlara göre özgürlüğün simgesiydi. Eski Yunanlılar kediye önem verirlerdi. Korent şehir meydanında bir kedinin 123

tunçtan bir heykeli vardır. İyi niyetli Emniyet Müdürü, Paris sa­ kinlerine alabildiğine güveniyordu. Aslında Parisli’nin bu hali yanıltıcı bir şeydi. Uyur görünmesine rağmen, uyandığında kaplan kesilirdi. «Fransız İhtilali» bu miskin Parislilerce başla­ tılmamış mıydı? Evet bu miskin ufak adama bir süngü verin, o size 10 Ağus­ tos’u yaratır, eline tüfek aldığında, Austerlitz utkusunda rol üst­ lenir. O Napoleon’un desteği, Danton’un yardımcısıdır. Vatan mı söz konusu olan? Askere gider; özgürlük mü söz konusu olan? Kaldırım taşlarını söker. Dikkat! Hışım dolu saçları des­ tana dönüşür; ceketi asker kaputudur artık. Dikkat edin. Öyle­ sine bir halle, Grenata Sokağından bir ezilmişler ordusu çıka­ rır. Vakti gelince bu varoş insanı büyüyecek, bu sıradan adam ayağa kalkacak, müthiş bir bakış fırlatacak, nefesi kasırga ke­ silecek ve bu biçare cılız göğüsten, Alp Dağlarının büklümleri­ ni bozacak ölçüde rüzgâr çıkacaktır. Ordulara karışan Paris’in bu varoş çocuğunun sayesinde ihtilal dünyayı sardı. Bir İhtilal türküsü söyleyerek Kral XVI. Louis’yi devirmedi mi? Ona ‘Mar­ seillaise’ marşını söyletin, dünyayı ele geçirsin. Konumuzla hiç ilgisi olmayan bu ayrıntıyı bir kenara bıraka­ lım ve masada bıraktığımız gençlere dönelim. 6 AŞKTAN SÖZ EDİLİYOR İyi bir yemekten sonra sevgililer masada neler konuşur? Fameuil ve Dahlia bir şarkı söylüyorlardı, Tholomyes pipo içiyordu. Listolier demin Saint-Cloud Parkında satın aldığı ağaçtan yapılma bir flütü üfledi. Favourite, sevgi dolu gözlerini Blache­ velle’e çevirmiş: «Blachevelle, sana tapıyorum,» diyordu. Delikanlı ona, bir soru sordu: «Favourite, seni terk etsem, ne yapardın?» 124

«Ben mi? Tanrı göstermesin! Ne olur, böyle konuşma sevgi­ lim. Şakasını bile yapma. Beni sevmekten usanacak olsan, üzerine atlar, tırmalar, seni nehre atardım. Polise ihbar eder, tu­ tuklatırdım.» Blachevelle’in benliği okşanmıştı, hoşnutça gülümsedi. Favourite coşkuyla sürdürdü: «Elimden kaza bile çıkar. Kendini koru dostum.» Blachevelle mutluluktan sarhoş gibi, gözlerini kapattı. Herkes bir şeyler söylüyordu. Dahlia, Favourite’e usulca sordu: «Ya, beni kadar çok seviyorsun ha?» Favourite belli belirsiz bir sesle: «Ne sevmesi, ondan tiksiniyorum,» diye fısıldadı. «Cimrinin, kibirlinin biri. Ben şu karşıki komşum olan gence tutuldum. O bir tiyatro oyuncusu gibi. Akşam işten geldiğinde, annesi onu sürekli aynı sözlerle karşılar: ‘Yandık, huzurum kaçacak, yine tepemi attıracaksın!’ Sevdiğim genç, evin çatı katına çıkıp ba­ ğırarak şiirler okuyor, sesi aşağılara kadar geliyor. Bir noterin yanında çalışıyor, bol para kazanıyor, fakat onun idealinin bir gün sahneye çıkmak olduğundan eminim. O da bana tapıyor. Bir gün beni gözleme yaparken görünce ne dese iyi: ‘Ah mat­ mazel, eldivenlerinizi şekere batırıp kızartsanız iştahla yerdim.’ Tam bir sanatçı yorumu. Ayrıca, çok da alımlı, ah, ona tapıyo­ rum. Buna karşın, Blachevelle’ye hayran olduğumu söylüyo­ rum. Ne kadar iyi kıvırıyorum, değil mi?» Favourite bir an sustu, sonra tekrar: «Ah, Dahlia gönlüm daralıyor, niye kederli olduğumu ben de bilmiyorum! Bütün yaz yağmur kesilmedi, hem de o deli rüzgâr, öfkesi hiç geçmiyor. Blachevelle’in eli cebine gitmiyor, o kadar pinti ki! Pazardan ne alacağımı bilemiyorum. İngilizlerin dediği gibi ‘spleene tutuldum.’ Hem, üç öğün yemek yediğimiz salon­ da bir yatak var. Tiksinç!»

125

7 THOLOMYES’NİN FELSEFESİ Gençler aralarında söyleşiyorlardı, bazısı şarkı mırıldanı­ yordu. Bir ara aynı ağızdan konuşmaya başladılar, seslerin çokluğundan kimsenin kimseyi dinlediği yoktu. Tholomyes ikaz etti: «Aynı anda konuşmayalım, arkadaşlar, başım ağrıdı. Fazla şaka insanın zekâsını geriletir. Acele etmek gerekmez. İlkba­ hara baksanıza, o asla acele etmez; ederse donar. Şeftali, ka­ yısı ağaçlarını mahveder. Tadını çıkararak yavaş yavaş yiye­ lim, arkamızdan kovalamıyorlar ya.» Topluluktan sesler yükseldi. Blachevelle: «Tholomyes, karışma bize!» dedi. Fameuil: «Zorbalığa gelemeyiz!» diye üsteledi. Listolier: «İçimizden geçeni neden söylemeyelim? Yaşasın mutlu­ luk!..» Fameuil: «Pazar günü de bunlar olacak değil ya!» Listoiler: «Sarhoş da değiliz...» Otorite kurmak isteyen bir tavırla Tholomyes elini kaldırdı: «Arkadaşlar, eğlenelim fakat taşkınlık yapmamız gerekmez. O kelime oyunları hayli anlamsız olur. Aslında bu oyunları kö­ tüleyecek değilim. Fakat dünya kurulduğundan başlayarak, in­ sanlık bu oyunlarla oyalanmış. İsa havarilerinden biri olan Aziz Pierre hakkında şakalar yaptı, Musa, İsac’ı alaya aldı. Eschyle, Polynice’le eğlendi. Kleopatra Octavianus'la alay etti. Şuna da dikkat buyurun ki, Kleopatra’nın bu şakası Actium Savaşından önceydi. Fakat asla abartmayalım. Her şey ölçülü olmak zorun­ da. Büyüklerimiz ne der: Ortası karar, çoğu zarar. Ben ağabe­ yiniz yerindeyim, sözlerimi dinleyin. Ben Caesar gibi kelim, 126

Amphiarus gibi bilgeyim. Her şeye bir sınır koymalı, yemeklere bile. Evet, güzel hanımlar, elma turtasını seversiniz herhalde, fakat bunu da aşırı yemeyin. Oburluk iştahı cezalandırır. Her şey için zamanı geldiğinde ‘yeterli’ sözcüğünü yazabilmeli. Ba­ na güvenin, bildiğiniz gibi hukuk eğitimi aldım, inanın bana, adımın Felix Tholomyes olduğundan ne kadar eminsem, şu söylediklerime de o kadar eminim.» Favourite araya girdi: «Felix, ne hoş ad, Latince ‘mutlu’ anlamında, değil mi?» Tholomyes susmak bilmiyordu: «Evet, arkadaşlar,» dedi, «zifaf yatağına yüz çevirmek, aş­ ka kafa tutmak ister miydiniz? Bundan kolay ne var. Bol bol spor yapın, çok çalışın, bitkin düşünceye kadar bedeninizi yo­ run, içkiye yüz vermeyin, sıkı perhiz yapın, açlıktan ölün, buz gibi duşlar alın...» Listolier onun bu düşüncesine karşı çıktı: «Bu azaplara ne gerek var, ben kadınları tercih ederim.» Tholomyes bağırdı: «Tanrı korusun, onların tutsağı olmayın. Onlar değişkendir­ ler, sadık olmazlar. Kendisine benzediği için onunla yanşama­ yacağını bildiğinden, yılandan nefret eder.» Blachevelle uyardı: «Tholomyes sen kafayı bulmuşsun!» «Yok canım!» «Öyleyse neşelen.» «Peki!» Delikanlı kadehini doldurup, yerinden kalktı. «Güzel hanımlar, hepinize içiyorum; kadınlara, aşka. Yanı­ labilirsiniz, âşık değiştirmek kabahat değildir. Esasen aşkın özü bu yanılmalar değil mi? Aşk daldan dala konmak gibidir. İstedi­ ğiniz gibi yaşayın. Hepinize tapıyorum. Ah Zephine, ah Josep­ hine, ne hoş, ne güzel bir yüzünüz var. Favourite’e gelince, o bir ilahe inanın. Rüzgârlı bir günde Blachevelle onun açılan eteğinin altından, o ince ayak bileğini görüp, ona sevdalandı. Evet Favourite, ne de tatlı dudaklarınız var. Dudak resmi çiz­ 127

mekte ustalaşmış Yunanlı bir ressam varmış, işte onun çağın­ da yaşamış olsaydınız dudaklarınızı sonsuzlaştırırdı. Evet, gü­ zelim sen, Aşk Tanrıçası Venüs gibi Paris’in(*) ödül verdiği el­ mayı almaya ve sonra Havva Anamız gibi bunu yemeye layık­ sın. O, Favourite sen diye seslendiğim için beni affetmenizi ri­ ca edeceğim. Demin adımdan söz ettiniz, bu beni duygulandır­ dı, fakat bir ad nedir ki? Ailem bana Felix adını verirken yanıl­ mış olmalı. Felix mutlu demek, fakat ben mutlu değilim. «Kelimeler de yalan söyler. Bayan Dahlia sizin yerinizde ol­ sam Rosa(**) adını alırdım. Çiçek güzel kokmalı. Fantine’e da­ ir bir şey demeyeceğim. O düşünceli, hayalci, hisli bir kız. Bir peri kılığına girmiş bir hayalet. Bir rahibe gibi utangaç, bir işçi kız. O şarkı söyler, dua okur ve dünyayı düş gözleriyle görür. Ey Fantine, şunu da unutma ki ben Tholomyes, ben de bir düş sayılırım. Fakat o sözlerimi duymuyor bile, o sarışın güzeli. As­ lında o körpeliği, güzelliği, gençliği simgeliyor. Ey Fantine size papatya, inci demeli, parıltılı bir kadınsınız. Güzel hanımlar si­ ze bir öğüt daha vereceğim, kesinlikle evlenmeyin. Evlilik ge­ nellikle bir aşıya benzer, zaman zaman tutar, zaman zaman tut­ maz, bu beladan uzak durun. Ama sanırım boşa yoruyorum kendimi, kadınlar evlenmeye fazla meraklıdır. Gelin olmaya ba­ yılırlar. Siz bilirsiniz, fakat şu sözümü unutmayın, hepiniz fazla şeker yiyorsunuz. O küçük şekerler bembeyaz dişlere zarar ve­ rir. Şeker bir tür tuzdur, kurutur. Ondan bile tehlikelidir. Verem eder, hem bir de şeker hastalığı var. Şekerden vazgeçin, uzun yaşayın. Beyler, size de önerilerim var. Bol bol ava çıkın, aşk­ tan korkmayın, aşkta her şey uçar, dostluk bile geçerli sayıl­ maz. Gönüller fethedin. Vicdan azabı duymadan birbirinizin sevgililerini talan edin! Güzel bir kadın savaş gerekçesidir. Ne­ rede güzel bir kadın varsa, orada düşmanlık da vardır. Tarihin (*) Paris: Troya prensi, Güzellik ödülünü Venüs’e verdi. O da dünyanın en gü­ zel kadını Prens Menelas’in eşi Helene’e sundu ve Grekler ile Troyalıların ünlü savaşına neden oldu. (**) Rosa: Latince gül anlamına gelir.

128

olanca akınlarına bir kadın eteği sebep olmuştu. Kadın erkeğin hakkı sayılır. Roma’yı yapan Romulus, komşu ilçeden Sabina­ lı kadınları kaçırdı. Guillaume Sakson kadınlarını. Sezar Ro­ malı kadınları kovaladı. Sevgilisi olmayan erkek arkadaşlarının sevgililerine tuzak kurar. Bana gelince, bu şanssız dullara, Bo­ naparte’ın İtalyan ordusuna söylediği yüce sözleri söylüyorum: ‘Asker! Sizin hiçbir şeyiniz yok. Düşmanın her şeyi var.'» Bitkin düşen Tholomyes susacak gibi oldu. Blachevelle ona seslendi: «Soluklan, dostum.» Derken Blachevelle, Listolier ve Fameuil’in yardımıyla bir şarkıya başladı. Babahindiler, Bir aracıya para ödediler, Bay Clermont-Tonnerre, Saint-Jean yortusunda, Papa olsun diye. Fakat Clermont rahip değildi. O zaman aracı öfkelendi, Parayı alıp götürdü. Bu, Tholomyes’in coşkusunu geçirecek şeylerden değildi. Kadehini içip boşalttı, tekrar doldurdu ve başladı: «Kahrolsun mantık, deminki sözlerimi unutun. Sevince ka­ deh kaldıralım. Mutlu olalım, gülelim eğlenelim. Deminki hukuk dersinin yerine delilikler yapalım. Yaşamak ne güzel, dünya parlayan koca bir elmas. Kuşlar ne güzel cıvıldaşıyor. Her yer­ de eğlence yaratıyorlar. Paris’te yaşayıp Odeon’un kemerlerine hayran olmasan Amerika’nın çayırlarını tercih ederdim. Ruhum balta girmemiş ormanları ve Güney Amerika’nın otlaklarını öz­ lüyor. Her şey güzel, güneşte kelebekler kanat çırpıyor. Öp be­ ni Fantine...» Fakat aldandı ve Favourite’i öptü. 129

8 BİR ATIN ÖLÜMÜ Zephine bağırdı: «Buranın yemeklerini fazla beğenmedim, Edon’un yemekle­ ri daha nefis.» Blachevelle karşı koydu: «Ben Bombarda’yı Edon’a tercih ederim. Burası daha kon­ forlu, burada Doğulu bir şeyler var. Şu aşağı salona baksanıza, bütün duvarlar aynayla dolu.» «Ben etrafıma değil tabaklarda ne var, ona bakarım,» dedi Favourite. Blachevelle üsteledi: «Takımlar da güzel. Bıçak sapları burada gümüş, ama Edon’da kemik saplı bıçaklar getirirler. Ama gümüş, kemikten daha pahalı.» Bir sessizlik oldu. Sonra Fameuil seslendi: «Az önce Listolier ile tartıştık.» Tholomyes buna gülerek yanıt verdi: «Tartışma güzeldir, fakat kavga etmek ondan iyidir.» «Felsefi tartışma yapıyorduk.» «Ne çıkar!» «Senin tercihin kim, Descartes’ı mı, Spinoza mı?» Tholomyes dolgun bir sesle: «Benim beğendiğim Désangiers,» dedi ve sustu. Kadehinden bir-iki yudum içtikten, sonra: «Yaşamaya varım. Eğer saçmalayabiliyorsam, henüz her şey bitti sayılmaz. Yalan söylenir fakat gülünür de. Şükürler ol­ sun Tanrılara. Kişi doğrular, ama yine de kuşkulanmaktan kur­ tulamaz. Karşılaştırmalardan beklenmedik şeyler doğar. Ne hoş değil mi? Demek hâlâ çağımızda aykırı düşüncenin sürpriz kutusunu sevinçle açıp kapatanlar var. Güzel hanımlar, şu ra­ hat rahat içtiğiniz şarap Madera şarabı. Bunu bize lokanta sa­ hibi Bombarda dört buçuk frank karşılığında buldu.» Fameuil tekrar araya girdi: 130

«Tholomyes, senin sözlerine gözü kapalı boyun eğeriz, en sevdiğin yazar kim?» «Ber...» «Quin mi?» «Değil, Choux.» Tholomyes tekrar sesini yükseltti: «Bravo Bombarda’ya, en nefis yiyecekleri, en kaliteli şarap­ ları sundu. Bir de bana Mısırlı bir dansöz bulsa, bir sürtük de olabilir. Yunanistan’da ünlü meyhaneciler müşterilerine bunları da sunarmış. Ah, üzülüyorum, dünya sürekli o dünya, değişen bir şey yok. Aspasya Periclés’le beraber yelkenliye binerek se­ fere çıkmıştı, bekleyin güzellerim, sizler Aspasya’nın kim oldu­ ğunu bilir misiniz? Aslında, o, kadınların ruhsuz oldukları bir devirde yaşamıştı, fakat Aspasya bir ruhtu. Alevden daha yakı­ cı, şafaktan daha körpe bir ruh. O epey üstün bir kadındı, ka­ rakterinde kadının iki özelliğini yan yana getirmişti. O sokak ka­ dını olan bir tanrıçaydı. Aspasya erkeğin hazzı için yaratılmış­ tı. Sokrates ile Manon Lescaut’un bileşimi. «Prometheus’a bir kadın gerekebilir diye yaratılmıştı Aspas­ ya.» Tholomyes bilgiçliklerine devam edecekti, fakat tam o sıra­ da bir şamata duyuldu ve rıhtımda bir at yere devrildi. Epey ko­ camış, derisi kemiğine yapışmış cılız bir hayvandı, bir yük hay­ vanı. Yıllar boyunca acı çeken hayvan o ağır arabayı çekecek gücü bulamamış olmalıydı. Arabacı habire sövüp duruyor, atı kırbaçlıyordu. Lokantanın önüne dek zorlanan hayvan, ansızın araba çekecek gücü bulamayıp yere devrilmişti. Gelip geçenlerin gürültüsü Tholomyes’in sözlerini yarım bı­ raktırdı. Fakat o kolay kolay pes etmezdi, birkaç dizelik bir şiir­ le bu biçare hayvanın ölümünü de makaraya aldı: Çekçek olsun ya da fayton, Dünyadaki payları hiç değişmez. Ve uyuşuk at uyuşuk atlar kadar yaşar; Bir köpeğin günleri kadar. 131

Fantine göğüs geçirdi: «Zavallı at.» Dahlia bağırdı: «Şu bizim Fantine de, atın matemini tutar. Aman ne ahmak­ ça!.» Favourite kollarını göğsünde birleştirdi ve gözlerini Tholom­ yes’e dikerek: «Peki ya sürpriz?» diye sordu. Tholomyes yerinden fırladı: «Haklısınız, bunun vakti gelmişti. Haydi arkadaşlar, sevgili­ lerimize yapacağımız o sürpirizi artık geciktirmeyelim.» Blachevelle: «Bir öpücükle başlıyor,» dedi. Tholomyes: «Alından bir öpücük,» dedi. Her biri, sevdiğini alnından öptü, sonra dördü de işaret par­ makları dudaklarında, kapıya yöneldiler. Favourite el çırptı: «Çok eğlenceli, bol bol güleceğiz.» Fantine arkalarından seslendi: «Fazla gecikmeyin, bekliyoruz.» 9 NEŞELİ SON Tek başlarına kalan kızlar, pencerenin önüne oturup, arala­ rında konuşmaya daldılar. Delikanlıların lokantadan kol kola çıktıklarını ve dönüp ken­ dilerine el salladıklarını gördüler. Hemen sonra, pazar gününün tozlu kalabalığı da ortadan kayboldu. Fantine, onlara son kez: «Çabuk dönün,» diye seslendi. Zephine sordu: «Bize ne getirecekler acaba?» Dahlia fikrini söyledi: 132

«Sanırım, güzel bir hediye, belki bir takı,» dedi. Favourite küçümsedi: «Benimki altın olmalı, yoksa takmam.» Fakat dikkatlerini su kenarına verdiler. Akşam yaklaşıyordu, posta arabalarının kalkma vaktiydi. O günlerde güney ve batı­ ya geçen tüm posta ve yolcu arabaları Champs’den geçerlerdi. Çoğu rıhtımdan yola çıkıp, Passy geçidinden giderdi. Valiz ve sandıklarla yüklü büyücek arabaların hızla önlerinden geçtiğini görüyorlar ve bununla oyalanıyorlardı. Favourite bağırdı: «Aman ne şamata, insan kendisini bir tımarhanede sanı­ yor.» Fakat arabalar aralıksız geçiyorlardı. Bir ara ağaçların arka­ sından güç bela seçilen bir araba durup sonra hızla uzaklaştı. Fantine buna hayli şaşmıştı: «Ne garip, diye mırıldandı. Yolcu arabalarının burada dur­ duklarını bilmiyordum.» Fantine’i fazla sevmeyen, onu kıskanan Favourite, dudak büktü: «Ne tuhafsın, Fantine. Her şeye şaşıyorsun. Niye olmasın? Belki bir yolcu aldılar. Bu sıradan bir durum, ah çocuğum, sen çok toysun.» Biraz daha zaman geçti, derken Favourite derin bir uykudan uyanmış gibi toparlandı: «Peki, ya sürpriz?» Dahlia da onu onayladı: «Evet, hani sürprizimiz?» Fantine göğüs geçirdi: «Çok geciktiler.» «Bu sözleri yeni söylemişti ki masalarına yaklaşan garson, elindeki pusulaya benzeyen kâğıdı, onlara uzattı. Favourite sordu: «O da ne?» Garson: «Bu, beylerin size bıraktıkları bir not, bunu gitmelerinden bir saat sonra size vermemi söylediler.» 133

Favourite pusulayı adamın elinden kaptı. Bu sahiden bir nottu. «Bakın hele,» diye söylendi, «adres yazılmamış, fakat ba­ kın zarfa ne yazılmış: İşte Sürpriz Zarfı telaşla açtı ve okudu (Okumayı biliyordu): Sevgililerimiz, Bizlerin de bir ailesi olduğunu bilmenizi isteriz. Ama Sizlerin ailesi olmadığı için, bunun ne demek olduğunu bilemezsiniz. Ana-babalarımız, bu ihtiyar insanlar yokluğumuzda yakınıyor­ lar. Yanlarına döneceğimiz günü iple çekiyorlar. Bizler erdemli gençler olduğumuzdan, onlara boyun eğmek zorundayız. Siz bu satırları okurken, beş güçlü at dörtnala bizleri evlerimize gö­ türüyor olacak. Evet, güzel sevgililerimiz, Toulouse arabası bi­ zi uçurumdan uzaklaştırıyor. Uçurum sîzlersiniz sevgililer. Artık aklımızı başımıza devşirip, toplumdaki yerlerimizi almak için yuvamıza dönüyoruz. Vatanımız uğruna bizlerin de herkes gibi çalışması gerek, artık üniversitelilik zamanı geçti. Bize saygı duymalısınız, aslında şu anda Paris’ten uzaklaşmakla büyük bir özveride bulunuyoruz. Bizim için ağlayın, fakat bizi hemen unutun ve yerimizi alacak başka delikanlılara gönül düşürün. Mektup sizi üzdüyse, hemen onu yırtın. İki yıldan fazla bir za­ man içinde sizleri mutlu ettik, bize kin tutmayın. Yazanlar: Blachevelle Fameuil Listolier Felix Tholomyes Not: Lokantanın hesabı ödenmiştir. 134

Dört genç kız şaşkınca bakakaldılar. Sessizliği Favourite bozdu: «İnanın, epey hoşuma gitti, çok hoş bir şaka.» «Ben de hayli beğendim, çok komik.» Favourite çınlayan bir kahkaha attı: «Bu eşsiz buluş, Blacheville’in fikridir. Onu sevmediğimi sa­ nıyordum fakat sanırım ona tekrar âşık olacağım. Gitti ve tek­ rar seviliyor. İşte hayat!» Dahlia, karşı koydu: .«Hayır, bence bunda Tholomyes’nin parmağı var. Bu onun icadı, eminim.» Favourite gülmeyi sürdürüp: «O zaman lanet olsun Blacheville ve yaşasın Tholomyes!» diye bağırdı. Dahlia ve Zephine de aynı anda: «Bravo Tholomyes!» diye bağırdılar. Kahkahalar attılar. Fantine de onlar gibi güldü. Fakat bir saat sonra, odasına döndüğünde ağladı. Demin de söylediğimiz gibi, bu onun ilk aşkıydı. Tholomyes'yi kendisi­ ne eş seçmişti ve ondan bir çocuğu olacaktı.

135

DÖRDÜNCÜ KİTAP EMANET ETMEK, BAZEN VERMEKTİR 1 KARŞILAŞAN ANALAR 19. yüzyılın ilk yarısında Paris çevresindeki Montfermeil il­ çesinde bugün artık olmayan bir meyhane vardı. Bu bir tür lo­ kanta gibiydi de. Burası Therandier adlı bir karı-koca tarafın­ dan çalıştırılıyordu. Fırın Sokağındaydı. Kapının üstüne çivili bir plakaya bir resim çizilmişti. Adamın biri sırtında gümüş apo­ letleri olan, bir generali taşıyordu. Tablonun kalan bölümü to­ zun dumana karıştığı bir savaş tablosuydu. Üstünde şu yazı vardı: WATERLOO ÇAVUŞU’NUN YERİ Bir han kapısında duran çöp arabası veya küçük bir yük arabasından daha olağan bir şey olamaz. Bunun yanı sıra, Wa­ terloo Çavuşu Meyhanesi’nin önünde, 1818’in bir bahar akşa­ mı sokağı tıkayan araç veya daha doğrusu, bir araç parçası, kesin ki, büyüklük bakımından, oradan geçen bir ressamın ilgi­ sini çekerdi. Koca bir yük arabasının ön bölümüydü bu. Bu arabalar or­ manlık yerlerde iş görür, kalın çam, meşe tahtalarıyla ağaç kü­ tüklerini taşımaya yarar. Ön bölümü, kalın demirden, mihverli bir aks’tan, bir de buna takılmış ağır bir araba oku ile bunları ta­ şıyan hayli büyük iki tekerlekten oluşuyordu. Bu şey, tamamen, kısa boylu, ezici, şekilsizdi. Devasa bir topun kundak bölümü­ ne benzerdi. Yollar tekerleklere, tekerlek ispitlerine, aks başlı­ 136

ğına, aks’a, araba okuna bir çamur eklemişti; kiliselerde süs ni­ yetine kullanılan o iğrenç, sarımsı badanaya hayli benziyordu. Tahta çamurun, demir de pasın altında siliniyordu. Aks’ın altın­ da forsa Goliath’a uygun bir zincir sarkıyordu. Bu zincir, taşı­ makla yükümlü olduğu kütükleri değil de, kendisine koşulabile­ cek mamutları, iblisleri hatırlatıyordu. Bir tersane cezaevine benziyordu; fakat hayli büyük, kocaman bir zindan; herhangi bir canavardan koparılmış gibiydi. Homeros oraya Poluphemos’u, Shakespeare de Caliban’ı bağlardı. Bu dev gibi yük arabasının ön tarafı sokağın bu bölümünde neden duruyordu? İlkin, yolu tıkamak için; sonra da, paslanıp çürümesi için. Köhne toplum düzeninde de böylesi sayısız ku­ ruluş vardır; bunlar da yolların ortasında karşımıza çıkarlar, durdukları yerde olmaları için de başka bir sebep yoktur. Zincirin ortası, aks’ın altında, yere dokunacakmış gibi sarkı­ yordu; bu büklümün üstünde, bir salıncak ipi gibi, bu akşam, tatlı bir kucaklaşmayla toplanmış, iki küçük kızcağız oturuyor­ du. Biri iki yaşında var, yoktu; diğeri on sekiz aylık kadardı; ufa­ ğı büyüğünün kucağındaydı. Sağlamca bağlanan bir havlu düş­ melerine engel oluyordu. Bir anne bu korkunç zinciri görmüş: «Oh! Ne iyi, işte çocuklar için bir oyuncak!» demişti. İki çocuk, incelikle, biraz da özenerek giydirilmişlerdi; neşe­ liydiler; demir kütlesi içinde iki gül gibilerdi; gözleri utku kazan­ mış gibi parlaktı; tazecik yanakları gülüyordu. Biri kumral, diğe­ ri esmerdi. Çocuksu yüzleri iki mutlu şaşkınlık gibiydi; oraya epey yakın duran çiçekli dallardan gelip geçenlere doğru yayı­ lan kokular onlardan yükselir gibiydi; on sekiz aylık olanı şirin çıplak karnını küçüklüğün getirdiği saf edepsizlikle gösteriyor­ du. Mutlulukla yoğrulmuş, ışığa batmış bu nazlı iki başın üstün­ de, etrafında araba -pastan kararmış, korkunç denilebilecek, müthiş dairelerle, açılarla allak bullak, dev gibi araba- bir ma­ ğara kapısına benzeyen ağzını açmıştı. Birkaç adım beride, hanın kapısına çömelmiş oturan anne, esasen o kadar sevimli tavırlı olmayan bir kadındı fakat o andaki hali epey dokunaklıy­ dı; uzunca bir iple iki çocuğu sallıyordu; analığa has, o yarı 137

hayvani, yarı ilahi ifadesiyle, kaza olabilir korkusuyla, onlardan gözlerini alamıyordu. Her gidiş gelişte, tiksinç halkalar bir hışım çığlığına benzeyen keskin gıcırtılı sesler çıkarıyordu. Küçük kızlar hallerinden epey hoşnuttular, batmakta olan güneş de onların sevincine katılıyordu; hiçbir şey bu devletin zincirinden melek gibi şirin çocuklara salıncak yapan tesadüfün kaprisi öl­ çüsünde sempatik olamazdı. Anne, bir yandan küçük kızlarını sallarken, bir yandan da tiz sesiyle, o zamanlar hayli yaygın olan bir şarkı mırıldanıyordu: Gereklidir, diyordu savaşçının biri... Şarkısı ve kızlarını beğeniyle izleyişi, sokakta yaşananları görmesine izin vermiyordu. O sırada, yanlarına yaklaşan biri vardı. Kadın birden kulağı­ nın dibinde, «Ne tatlı çocuklarınız var, Madam,» diyen bir ses duydu. Güzel ve tatlı İmogine’e, diyerek. Şarkıyı bırakan kadın başını çevirdi. Hemen önünde, bir ka­ dın vardı. Bu kadın da kollarında bir çocuk tutuyordu. Hem de, kendisine fazlasıyla ağır gelen bir heybeyi de beli­ ne takmıştı. Bu yolcu kadının çocuğu ufacık bir melek misaliydi. İki-üç yaşlarında küçücük bir kızdı. Ayrıca, çok da süslü giydirilmişti. İnce muslin başlığı renkli önlüğü dantellerle bezeliydi. İpekli giysisinin altından, etli beyaz bacakları seçiliyordu. Pembe-be­ yaz bir bebecikti. Onu gören yanaklarını elma gibi ısırabilirdi. Bu sırada uyuduğu için, gözlerinin rengini tahmin etmek müm­ kün değildi. Fakat kirpikleri kadifemsi yanaklarını kapatıyordu. Kıvrık, uzun ipek gibi kirpikliydi. Yaşının getirdiği iyimser gü­ venle, melek gibi uyuyordu. Anaların sevgi kaynağı olan kolla­ rı, yavruları için en emin sığınaktır. Anne ise yoksul ve kederli gibiydi. Köylüleşmek için tekrar heveslenen bir işçi kadının hali vardı onda. Gençti! Güzel miy­ di? Olabilir, fakat bu kötü kılık, onun güzelliğini göstermiyordu. 138

Saçlarını biçimsiz bir boneyle kapatmıştı. Zaman zaman, altın renkli bir tutam düşüyordu alnına. Fakat bu çirkin bone saçları­ nı kapatıyordu. Gülen kadın, güzel dişlerini gösterir, fakat bu kadın gülmüyordu, gözleri uzun zamandır ağlamış, yaşlı göz­ lerdi. Solgun yüzlüydü, yorgun ve hasta gibiydi. Kollarında uyu­ yan çocuğuna koyu bir sevgiyle bakıyordu. Uzun zaman emzi­ ren anaların tutkulu gözleriyle. Beline, mavi kalın bir mendil bağlamıştı. Güneş yanığı elleri çillerle kaplıydı. İşaret parmağı dikiş dikmekten nasırlanmıştı. Kahverengi, kaba bir üstlük ayaklarına kadar uzanıyordu, içine ketenden sade bir bluz giy­ mişti; Fantine’di o. Güç bela tanınan bir Fantine. Fakat onu ilgiyle inceleyen bi­ ri, ondaki güzellik, belirtilerini fark edebilirdi. Sağ yanağında ke­ derli bir kıvrım, alaycı bir gülümseme gibi dudağını kenara çe­ kiyordu. Hele giysileri, bir yaz günü muslin ve dantellerle süslü o sürekli gülen inci dişli altın sarısı saçlı Orman Perisi, nasıl bunca değişmişti? Ona neler olmuştu, böyle? İpek ve muslinlerden yapılma, sevinç ve delilik, çıngırak seslerini ve çiçek kokularını yayan o giysilerinin hiçbirinden de iz kalmamıştı. Buzları çözüldükten sonra simsiyah dallar kal­ mıştı sadece. «O eğlenceli sürpriz»in üstünden on ay geçmişti. Bu sürede neler olmuştu? Bunu tahmin etmek kolay sayılır. Terk edilen Fantine, artık eski arkadaşlarıyla da görüşmez olmuştu. O günden sonra kızların hiçbiri diğeriyle görüşmemiş­ ti. Bir zamanlar dost olduklarını bile unutmuşlardı. Erkeklerin kopardığı zincir, kadınlar tarafından tekrar onarılmamıştı. Fan­ tine, çocuğunun babası da gittikten sonra, artık tek başına kal­ mıştı. Maalesef, böylesi kopuşlar kaçınılmazdı. Artık çalışmayı da bırakmıştı. Arkadaşlık günlerinde tembelliğe alışan Fanti­ ne’in artık iş yapma hevesi kırıktı. Fantine, okumayı bir parça bilirdi, fakat yazmayı bilmezdi. Sadece imzasını atabiliyordu. Meteliği de kalmadığından, bir dilekçeciye gidip Tholomyes’ye bir mektup göndermişti. Karşılık gelmeyince İkincisini, sonra üçüncüsünü yazmıştı. Tholomyes mektuplarını yanıtsız bırak­ 139

mıştı. Fantine bir gün, mahalle kadınlarının kızına bakıp şöyle fısıldadıklarını duydu: «Böyle çocukları, kim ciddiye alır?» İşte o zaman kızını umursamayan Tholomyes’yi düşündü. İçi, erkeklere karşı karanlık duygularla doldu. Ne yapmalıydı? Gönlü daraldı! Kime gideceğini de bilemiyordu. Evet, belki bir kabahati vardı, fakat aslında o lekesiz ve dürüst bir kızdı. Derken, kendini bir uçurumun kıyısında buldu. Paris gibi bir yerde, onun gibi güzel bir kız için sayısı kabarık tehlikeler var­ dı. Kızı için lekesizliğini korumalıydı. Gözüpekçe davranması gerekiyordu. Fantine ana kalbinde ihtiyaç duyduğu cesareti buldu. Aniden, aklına iyi bir fikir geldi. Doğduğu yere, Montre­ uil-sur-Mer’e gidecekti. Belki orada yıllar sonra, kendisini tanı­ yan biri çıkıp, iş verirdi. Evet fakat kabahatini göstermemek zo­ rundaydı. Çocuğuyla oraya gidemezdi. Bu ayrılık ona ilk ayrı­ lıktan daha üzücü geldi. Kalbi sızladı, fakat yine de kararını verdi. Fantine hayat mücadelesini götürecek kadar cesur bir kızdı. Kendi isteğiyle süslerden vazgeçmiş, en iyi kumaşlarını, dantel ve muslinlerini ve ipekli bluzlarını bozup, küçük kızına nefis roblar, önlükler, başlıklar yapmıştı. Biricik gururu kızı de­ ğil miydi? Eşyalarını elden çıkardı, iki yüz frank sağladı. Kimi borçları­ nı da ödedikten sonra, elinde kalan seksen frankla yola düştü. Güzel bir pazar sabahı, henüz yirmisindeki Fantine çocuğunu sırtına alıp yollara düştü. Onları görenin içi sızladı. Bu körpe kadının, bu küçük bebekten başka kimsesi yoktu, küçük kızın da dünyada sadece annesi vardı. Fantine kızını aylarca emzirmişti, bu da onu alabildiğine ör­ selemişti, habire öksürüyordu. Burada Felix Tholomyes için birkaç şey söylemeliyiz. Çün­ kü onun sözünü etmeye başka fırsatımız olmayacak. Felix Tholomyes, Louis-Philippe zamanında, kel ve göbekli bir taşra noteri olmuştu. İşini iyi yapsa da, zevk ve eğlence düşkünü ol­ duğu bilinirdi. 140

Paris’i bıraktığı günün akşam üstü, arabadan inen Fantine, Montfermeil'de, Fırın Sokağında yürüyordu. Thenardierler’in hanının önünden geçerken, o uyduruk salıncaklarında oynaşan minik kızların güzelliği ilgisini çekti. Bu mutluluk manzarasının önünde hemen durdu. Bu sempatik küçük kızlar genç annenin gönlünü çelmişlerdi. Onlara coşku ve beğeniyle baktı. Melekle­ ri görmek cennet habercisidir. Derken zavallı kadıncağız bu te­ sadüfte yazgının elini seçer gibi oldu. Küçük kızlar o kadar ba­ kımlı, sağlıklı ve neşeliydiler ki, Fantine kendisini tutamayıp ba­ ğırdı: «Ne tatlı çocuklarınız var, Madam!» En vahşi yaratıklar bile çocuklarının övülmesi karşısında yu­ muşarlar. Anne başını kaldırdı, teşekkür etti ve yolcu kadına sı­ ranın üstünde, kendi yanında bir yer açtı, kadınlar sohbet et­ meye başladılar: Anne: «Adım Madam Thenardier,» diye başladı, «şu hanın sahibi­ yim.» Daha sonra dişlerinin arasından şarkı söylemeyi sürdürdü: Gitmeliyim, ben bir savaşçıyım, Kudüs’e gitmeliyim... Madam Thenardier çam yarması, kırmızımsı kızıl saçlı, çilli yüzü, kemikli, dişlek bir kadındı. Kaba saba, erkek ifadeli bir kadındı ama, garip değil mi, bu görünüşün altında o çok duy­ gusal biriydi. Henüz gençti, otuzunda ancak vardı. Okuduğu o ucuz romanlarının etkisinden ne yapsa kurtulamazdı. Bu iri ya­ pılı kadın, oturuyordu; ayakta olsaydı Fantine onun görünüşün­ den huylanır, değil yanına oturmak, ona laf atmaya bile kalkış­ mazdı. Yazgımız önemsiz ayrıntılara bağlıdır. Bir kadının ayak­ ta duracağına, oturmuş olması, Fantine’in olanca yazgısını de­ ğiştirecekti. Yolcu kadın bir parça değişiklik yapıp kederli öyküsünü an­ lattı. O bir terziydi, bir işçi. Eşi birkaç ay önce bir kazada ölmüş­ 141

tü. Paris'te kendisine uygun iş bulamamıştı, doğduğu yere dö­ nüyordu. O sabah Paris’ten ayrılmıştı, yürümüştü bir zaman. Arada bir yoldan geçen bir arabaya binmişti. Küçük kızı da bir parça yürütmüştü, fakat çocuk yorulmuş, anasının kucağına geçmişti. Şimdi minik kızı uyuyordu. Tam o sırada Fantine dayanamayıp kızını sevgiyle öptü. Çocuk uyandı. Annesinin gözlerine benzeyen büyük, koyu ma­ vi gözlerini açtı. Küçük çocuklara has, o gizemli bakışla bakın­ dı, sonra da gülmeye başladı. Anasının kollarından inip yere in­ di ve koşmak istedi. Derken o zincirden yapılmış uyduruk salın­ cağı fark etti. Beğeniyle baktı ve bunu göstermek istercesine onlara dilini çıkarttı. Thenardier Ana, kızlarını salıncaktan alıp indirdi ve onlara: «Haydi beraberce oynayın,» dedi. O yaşlarda arkadaş olmak çok kolaydır. Birkaç dakika son­ ra küçük kızlar, yaşlarının getirdiği o saflıkla kaynaşmışlardı. Yeni kız hayli neşeliydi. Habire gülüyordu. Annenin eğitimi çocuğun neşesinde görünür. İyi kalpli ve sevecen Fantine kızı­ nı asla hırpalamadığından, çocuk ağlamak nedir bilmezdi. Kadınlar sohbeti koyulaştırmıştı. Hancı kadın sordu: «Kızınızın adı ne?» «Cosette.» Aslında kızın asıl adı Euphrasie idi fakat annesi onu «Cos­ sette» diye çağırırdı. «Kaç yaşında?» «Birkaç hafta sonra üç yaşına girecek.» «Benim büyük kızım gibi, yani.» Bu arada kızlar hayran bakışlarla yere eğilmişlerdi. Tam o sırada topraktan çıkan bir solucanı görmüşler ve bundan eşsiz bir mutluluk duymuşlardı. Üçünün de başları birbirine yakındı. Altın sarısı saçlar, kes­ tane renkli saçlar ve koyu siyah saçlara karışmıştı. Eleleydiler. Thenardier Ana, bağırdı: 142

«Ah, çocuklar ne de hızlı kaynaştılar. Üç kardeş gibiler.» Bu söz sanki diğer annenin beklediği bir işaretti. Derken, hancı kadının elini tuttu. Yalvaran gözlerini ona çevirip, yürek sızlatan bir sesle sordu: «Kızımı size emanet edebilir miyim? Onunla ilgilenir misi­ niz?» Kadın afallamıştı. Bu teklife hiçbir şey demedi. Ne evet, ne hayır. Cosette’in annesi, sıkıntısını anlattı: «Bakın, doğduğum yere kızımı götürmek istemiyorum. Ora­ ya iş bulmaya gidiyorum. Çocuk bana ayakbağı olabilir. Üste­ lik, bizim oralarda çocuklu kadınlar iş bulamazlar. Anlaşılmaz önyargılara sahiplerdir. Sizi karşıma Tanrı çıkardı. Demin, kapı­ nızın önünden geçerken çocuklarınızı gördüm. O tombul, sağ­ lıklı, güzel çocukları görünce, sizin de ne kadar sevgi dolu bir anne olduğunuzu anladım. Hakkınızda aldanmadığımı biliyo­ rum. Siz epey sevecen bir anne olmalısınız. Olur değil mi, üçü de kardeş kardeş yaşarlar. Ben de kısa süre sonra döner, yav­ rumu alırım. Çocuğuma bakmayı kabul ediyor musunuz?» Madam Thenardier: «Ne desem ki,» diye mırıldandı. «Ayda altı frank öderim.» Derken hanın içinden, tam gerilerinden bir ses yükseldi: «Olmaz, yedi franktan aşağı olmaz. Hem, altı aylığını peşin isteriz.» Madam Thenardier: «Altı ay, yedi franktan, tam kırk iki frank eder,» dedi. Zavallı anne coşkuyla atıldı. «Olsun, öderim.» Erkek ekliyordu: «Hesapta olmayan giderler için fazladan bir on beş frank daha.» Madam Thenardier hesapladı: «Yani, elli yedi frank.» 143

Fantine aynı coşkulu sesle: «Veririm, ne de olsa yanımda seksen frank var. Bununla kendi şehrime gidebilirim. Yürüyerek gider, orada para kazanı­ rım, gereken parayı biriktirince gelir yavrumu alırım.» Erkeğin sesi tekrar duyuldu: «Çocuğun giyecekleri var mı?» Madam Thenardier: «Bey, benim kocam.» Fantine adamı yanıtladı: «Elbette. Üstelik çok hoş çeyizleri var. Evet Madam, beyin kocanız olduğunu anladım. Ne diyordum, Mösyö, kızımdan hiç­ bir şey esirgemedim. Sayısız giyecek, gömlek, hırka, ipekli ve dantellerle süslü çamaşırlar. Varsıl bir adamın kızı gibi. İşte ba­ kın, hepsi şu üstümdeki heybede.» Adam yine görünmeden: «Onu da bırakacaksınız.» «Bırakmaz mıyım, kuşkusuz bırakacağım, kızım çıplak du­ racak değil ya.» Han sahibi kapıda belirdi: «Tamam o halde.» Pazarlık bitmişti. Genç anne, geceyi handa geçirdi. Parası­ nı ödedi, kızını bıraktı. Heybesini boşalttı ve en kısa sürede dö­ neceğini söyleyip, tekrar yola koyuldu. Thenardierler’in komşularından biri, bu zavallı anneyi gör­ müştü. Hana gelip onlara: «Yolda ağlayan bir kadın gördüm, epey bitkindi, çok üzül­ düm,» dedi. Cosette’in annesi gidince adam karısına: «Bravo kadınım,» dedi. «Müthişsin. Şu yüz on franklık se­ nedin süresi yarın bitiyordu. Elli frankım eksikti, en azından onu öderim. Şu küçük kızlarınla, çok isabetli bir tuzak kurdun. Bra­ vo sana.» Kadın dudak büktü: «Bunu hesaplı yapmadım.»

144

2 KARANLIK İKİ YÜZÜN BAŞLANGIÇ GÖRÜNÜŞLERİ Ele geçirilen fare epey sıskaydı, fakat kediyi böyle bir fare de sevindirir. İşin aslını sorarsanız şu Thenardierler karışık insanlardı. Bunlar ne idüğü belirsiz bir soydan geliyorlardı. Sonradan gör­ melerle düşüp kalkmış akıllı sınıf melezi, yoz bir aileydi. Kendi­ leri işçi olmadıkları gibi, kentsoylu da sayılmazlardı. Bu yüz­ den, iki sınıfın da hatalarını taşıyan, hiçbirinin erdemlerini al­ mayan yarı esnaf, yarı ipsiz sapsız insanlardı. Kadının doğa­ sında kabalık, sertlik; erkeğinkinde serserilik vardı. Fenalık dü­ şüncesinde fazlasıyla ilerlemişlerdi. Kimse bu yolda onlarla ya­ rışamazdı. Hep gölgelerde ilerleyen «yengeç» yaradılışlı kişilikler olur. Gölgelerde kararsız olur, işte bu adamla bu kadın böylesi var­ lıklardı. Dış görünüş açısından da Thenardierler fazla huzursuz edi­ ci insanlardı. Bazı insanların yüzüne bakmak onların ne mene adamlar olduğunu anlamaya yeter. Böylesi insanlar, arkaların­ da bulunanları işkillendirir, önlerindekileri korkutur. Onlarda an­ tipatik bir hal vardır; ne yaptıklarının bilinmesi bir yana, ne ya­ pacakları da belli değildir. Gözlerinden yayılan gölge onları ya­ kalatır. Karanlık sinsi bakış, geçmişlerindeki korkunç sırları, ge­ lecekteki müthiş eylemlerini anlamaya yeterlidir. Kendi sözlerine bakılırsa, bir zamanlar Thenardier askerlik etmiş, dahası savaşmıştı. 1815 yılında Waterloo Savaşında çarpıştığını gururla söylerdi. Yine kendi yorumlarına göre bu savaşta epey yararlı da olmuştu. Hanın kapısını süsleyen o re­ simli plaka, onun bu yiğitliğinin bir göstergesiydi. Biraz olsun fırça kullanmayı bildiğinden, bu kaba resmi de kendisi yapmış­ tı. Thenardier, becerikli biriydi, bir parça okuması vardı, her şeyden bir parça çakardı. Karısı ise, o hantal, irikıyım kadın, aslında aşk romanlarına düşkün, hayli duygusal biriydi. O yıllarda Fransız romanları, ka­ 145

pıcı kadınlara heyecan veren türde yapıtlardı. «Celille» iken şimdi artık yalnızca «Lodoiska» olan, o sürekli asil ama giderek bayağılaşan, Mademosielle de Scudéri’den Madame Barthé­ lémy-Hadot’ya, Madame de Lafayette’den Madame Bournon­ Malarm’a düşen, Parisli kapıcı kadınların romantik gönüllerini tutuşturan, banliyöyü de kasıp kavuran hayli eski bir klasik ro­ manın da revaçta olduğu zamanlardı. Bayan Thénardier, sade­ ce böylesi kitapları okuyacak ölçüde akıllıydı. Onlardan besle­ niyordu. Beyin diye nesi varsa bunlarda boğuyordu. Bu ona gençliğinde, dahası daha sonraları bile, alabildiğine alçak, fa­ kat gramer kurallarını anlayacak ölçüde okumuş, zevk düşkü­ nü, hem kaba, hem de madrabaz fakat duygusal açıdan Piga­ ult-Lebrun'ü okuyan kötü diliyle söylediği gibi «cinselliğe dair her şeyi» için eşsiz ve safkan bir edepsiz olan kocasının yanın­ da, bir tür düşünen insan ifadesi vermişti. Kadın eşinden on iki, on beş yaş daha gençti. Daha sonra, masal kişilerine benzeyen o salkım saçak saçları aklaşmaya başlayıp da Pamela’dan or­ taya Cadı çıkınca Thénardier hanım, aptalca romanların tadına vara vara okumuş, kötü ruhlu tombul bir kadından başka bir şey değildi artık. Aşk ve inanılmaz serüvenlerle işlenmiş bu ucuz romanlar, hancı kadının en vazgeçilmez tutkusuydu. Elin­ den bu kitapları düşürmezdi. İşte bu zırva romanların etkisinde­ ki kadın da, bunlardan esinlenip kızlarına tuhaf adlar vermişti. Büyük kızının adı «Eponine»di. Küçük kızı ise, zavallı çocuk «Gulnare» gibi daha da tuhaf bir isme sahip olacaktı ki, tam o zamanlarda, talih eseri, yeni bir romana hayran kalan Madam Thenardier ona daha az komik bir ad takmıştı: «Azelma.» Ayrıca, bu arada şunu da belirtelim ki, burada değindiğimiz «vaftiz adı karmaşası dönemi» diyebileceğimiz bu tuhaf çağda her şey komik ve kaba saba değildi. Anlattığımız hayali unsu­ run yanında toplumsal işaretler de vardı. Bugün çoban çocu­ ğun Arthur, Alfred ya da Alphonse diye adlandırılması, vikontun da -eğer hâlâ vikontlar varsa- Thomas, Pierre, ya da Jacques adını alması az rastlanan bir hal değildir. «Kibar» adı halka, 146

köylü adını asil kişiye veren bu değişiklik salt eşitlik savaşının çalkantısıdır. Yeni esintinin karşı çıkılmaz biçimde içe işleyişi her yerde rastlandığı gibi burada da karşımıza çıkıyor. Bu göz­ le görülen uyumsuzluğun altında büyük, kökü derinde bir şey var: Fransız ihtilali. 3 TARLAKUŞU Şunu söyleyelim ki, kötü kalpli olmak varsıl olmaya yetmez. Hancının işleri giderek kötülüyordu. Çocuğuna onlara bırakan o yabancı kadının elli frangı yardımıyla, borçlarını bir süre öde­ yebilmişler, fakat ertesi ay tekrar para darlığı o korkunç yüzünü göstermişti. Bu kez de ellerindeki bir kozu kullandılar. Coset­ te’in annesinin bıraktığı o çeyizi rehine vermişlerdi. Thenardier Ana, kızın elbiselerini Paris’e götürüp bunlardan altmış frank kadar para sağladı. O para da gittikten sonra, Thenardier ailesi için Cosette ev­ lerine sığıntı niyetine aldıkları bir yük olmaya başladı. Bu yüz­ den ona karşı tavırları da değişti. Küçük kızın bütün giyecekle­ rini elden çıkardıktan sonra, ona kendi kızlarının kullanılmış giysilerini, pılı pırtıları giydirdiler. Onu masalarına istemiyorlar, hanın yemek artıklarıyla besliyorlardı. Köpekten daha iyi, kedi­ den daha az besleniyor, kedilerin bulabildiği sütü bile bulamı­ yordu. Aslında kedi ve köpek Cosette’in biricik arkadaşlarıydı. Kızcağız yemeklerini masanın altında onlarla yerdi. Daha sonra değineceğimiz gibi Montreuil-sur-mer’e giden annesi yazmayı bilmediği için dilekçecilere mektup yazdırıyor, kızının halini soruyordu. Thenardierler de ona hiç aksatmadan aynı karşılığı yazıyorlardı: «O iyi.» Fantine ilk aylarda, yani ilk altı ay yedişer frank gönderdi. Yedinci ay Thenardierler ondan on frank istediler. Fantine buna da evet dedi. Yıl bitimi olmamıştı ki, doymakbilmez hancı kadı­ 147

na yazarak, her şeyin giderek pahalılaştığı gerekçesiyle on iki frank istedi. Fantine buna da ses çıkarmadı. Bazı insanlar birini çok severlerse, kesinlikle bir diğerinden nefret etme ihtiyacı duyarlar. Madam Thenardier’de de buna benzer bir alışkanlık vardı. Kendi kızlarını ölesiye seven koca­ karı, evine aldığı yabancı kızdan nefret ediyordu. Bir anne sev­ gisinin böyle yansımaları olacağını düşünmek bile katlanılmaz, fakat ne yazık ki bu bir gerçekti. Madam Thenardier, Cosette’i kıskanıyor, ondan her şeyi esirgiyordu. Küçük kız evinde yer bi­ le bulamıyordu, fakat cadı kadın bunu bile ona fazla görüyor, ' onun nefes almasına bile dayanamıyordu. Sanki Cosette oda­ nın havasını kirletiyor, kızlarının bir şeyi eksiliyordu. Bu kadının da her anne gibi verilecek öpücükleri ve tokatları vardı. Okşa­ malarını ve öpücüklerini kendi kızları arasında paylaştırır, tek­ me tokat ve yumruklarını sadece Cosette’e bırakırdı. O zavallı kızı ölesiye dövmekten yabanılca bir haz alıyor gibiydi. Anne-babanın alışkanlıkları çocuklarına geçer. Onlar Coset­ te’i hırpaladığı için, Eponine ve Azelma da küçük kıza kötü dav­ ranıyordu. Bir yıl geçti. Sonra ikinci yıl... Kimse kimsenin asıl yüzünü tanımaz. Köyde Thenardierler için şöyle denirdi: «Şu Thenardierler çok iyi insanlar, hiç de zengin olmadıkla­ rı halde şu zavallı kıza bakıyorlar. Bravo onlara!» Yöre halkı Cosette’in anası tarafından hana bırakılan kim­ sesiz bir kız olduğuna emindi. Tesadüf eseri, Thenardierler Cosette’in babasız bir çocuk olduğunu öğrendiler. Bunu değerlendirmekten çekinmediler. Fantine’den ayda on beş frank istediler. Kızın giderek gelişip serpildiğini ve epey yemek yediğini yazdılar. Cosette çocukluk yılları boyunca evin kızlarınca hırpaladık­ ları bir oyun arkadaşı olmakla kalmıştı, fakat biraz büyüyünce hancı kadın, ondan han hizmetleri için faydalanmayı denedi: Onu hanın hizmetçisi yaptı. Beş yaşındaki bir çocuğun çalıştırılmasına «inanılır şey de­ 148

ğil!» denilebilir. Fakat üzülerek belirtelim ki bu gerçektir. Top­ lumsal acı her yaşta vardır. Eşkiya Dumolard adlı birinin duruş­ ma tutanaklarında yazdığına göre, «dünyada hiç kimsesi olma­ dığı için, beş yaşından beri çalışıyordu.» Hayat savaşı o kadar acımasızdır ki, fakirlerin boyunlarını çocuk yaşta büker. Cosette’i pazara alışverişe yolluyorlardı. Salonu süpürüyor, avluyu siliyor, bulaşıkları yıkıyor, müşterilere hizmet ettiği az­ mış gibi, gelenlerin atlarını bile o suvarıyordu. Bu sırada işleri kötüye giden Fantine, ödeyeceği parayı bir­ kaç ay geciktirmişti. Bu yüzden, kızını daha çok çalıştırdılar. Bu biçare anne üç yıl sonra Montfermeil’e gelse, kesinlikle kızını tanıyamazdı. Bıraktığı o güler yüzlü, parlak gözlü, sağlık­ lı, pembebeyaz kızı ara ki bulasın. Cosette’in zayıflıktan kemikleri çıkmıştı, yüzü renksizdi ve gözleri ifadesizleşmişti. Haksızlığa uğramak onu geçimsiz, sinsi biri yapmış; sefalet çirkinleştirmişti. Evet, üç yıl önceki o nur yüzlü yavru, artık epeyce yüzüne bakılmaz bir kız haline gelmişti. Güzelliğinden kalan tek şey, o koyu-mavi gözleriydi. Bu kocaman gözlerde in­ sanın yüreğini yakan bir acı okunuyordu. Altısına bile girmemiş bu kızın, kış aylarında çıplak ayakla, üzerinde pılı pırtı, o şiş ve morarmış ellerindeki süpürgeyle ha­ nın avlusunu temizlemesi, insanın içini sızlatırdı. O yörede ona «Tarlakuşu» adını vermişlerdi. Benzetmeler­ den hoşlanan halk, bir kuş kadar küçük olan, yaprak gibi titre­ yen, korkup ürperen bu zayıf kıza, bu adı uygun bulmuştu. O, gün doğmadan işe başlardı, bir kuş kadar erken kalkardı. Maalesef bu biçare «Tarlakuşu» asla ötmüyordu.

BEŞİNCİ KİTAP DÜŞÜŞ 1 SİYAH BONCUK SANAYİSİNİN YÜKSELİŞİ Montfermeil ilçe sakinlerine göre, çocuğunu terk ettiği söy­ lenen bu biçare anneye ne olmuştu? Nereye gitmişti? Başına neler gelmişti? O, ufak kızını handa bıraktıktan sonra yoluna gitmiş ve doğduğu yere varmıştı. Hatırlarsınız, yıllardan 1818’di. Doğum yerinden yaklaşık on yıldan fazla bir zaman uzak kalan Fantine, doğduğu yeri tanımakta zorlanmıştı. İki yıldır kocaman adımlarla ilerleyen bir sanayi, şehrin bü­ tün çehresini değiştirmişti. Eskiden beri, Montreuil-sur-Mer’in bir özelliği vardı; İngilte­ re’nin ünlü siyah kehribarlarını ve Almanya’nın siyah cam bon­ cuklarını taklit ederlerdi. Fakat hammaddenin hayli pahalı ol­ masından dolayı, uzun yıllar bu sanayi dalı fazla gelişmemişti. Fakat Fantine memleketine döndüğünde, inanılmayacak öl­ çüde hoş bir değişiklikle karşılaşmıştı. «O siyah şeyler»in geli­ şiminde inanılmaz bir yükseliş vardı. 1815 yılının son çeyreğin­ de, bir yabancı şehre yerleşerek bu işi geliştirmişti. Reçine ye­ rine gomalak kullanmayı düşünen uyanık bir girişimci yardımıy­ la, şehrin sanayisinde bir devrim olmuştu. Bu fazla önemli olmayan değişim yardımıyla hammadde fi­ yatları yarı yarıya düşmüş, bunun sonucu elemeği olarak işçi­ lere verilen maaş artmıştı. Bu da kalkınma açısından hayli ha­ 150

tırı sayılır bir şeydi. Bu adam rahat rahat boncukları yapıyor ve daha ucuza satmasına rağmen, kârını üçe katlıyordu. Yaklaşık üç yılda, bu yöntemi uygulayan adam kendisi var­ sıllaştığı gibi, etrafındakileri de paraya kavuşturmuştu. Onun kim olduğunu bilen yoktu. Şehre geldiğinde sadece birkaç franklık bir anamalı olduğu söyleniyordu. Bu önemsiz paraya o kusursuz buluşunu katmış ve sistemli çalışmaları yar­ dımıyla, kısa sürede, çevresindekileri ve kendisini rahata ka­ vuşturmuştu. O yabancıyı ilk görenler, kılık kıyafetinden onun bir işçi ol­ duğu sonucuna varmışlardı. Söylenenlere göre 1815 yılının yağışlı bir akşamında, ara­ lık’ın ayazlı bir gününde, şehre gelen yabancı, orada bir yan­ gınla karşılaşmıştı. Üzerinde heybesi, elinde kalın bir sopası vardı. Yıkımı duyar duymaz, hemen eşsiz bir cesaretle alevle­ re dalmış ve yanan evin üst katında yatan iki çocuğun hayatını kurtarmıştı. Tuhaf bir rastlantı; ev, jandarma yüzbaşısının eviy­ di. Kurtardığı çocuklar da onun oğullarıydı. Adamın bu cesare­ ti karşısında, kimse onun kimliğini bile sormamıştı. Aynı gün adını öğrenmişlerdi: «Madeleine Baba»ydı. 2 MADELEİNE Aynı yabancı; namuslu yüzlü, dalgın bakışlı, yaklaşık ellisin­ de gösteren biriydi. Geliştirdiği bu sanayi yardımıyla kısa zamanda Montreuil­ sur-Mer vazgeçilmez bir ticaret merkezi haline gelmişti. Süs düşkünü bir ülke olan İspanya, bu siyah boncuklardan epeyce kullanırdı. Her yıl hayli yüklü siparişler veriyordu. O kadar ki, artık ilçe, boncuk satışında Londra ve Berlin’le boy ölçüşmeye başlamıştı. Madeleine Baba’nın kazancı o kadar yükselmişti ki, gelişinin ikinci yılında, şehre bir fabrika yaptırdı. Fabrikada iki işlik var­ dı. Biri erkekler, diğeri kadınlar içindi. Çalışmak isteyen hiç kim­ 151

se Montreuil-sur-Mer’de işsiz kalmazdı. Madeleine Baba hayli iyi bir işverendi. O, işçilerinde iki özellik arardı: Namuslu olmak ve iyi niyet. işlikleri ikiye ayırmasının gerekçesi de, kadınların lekesiz kalmalarını sağlamaktı. «Madeleine Baba» namusa epeyce değer verirdi. Yıllardır bir kışla şehri olan Montreuil-sur-Mer’de gelenekler bir parça gevşekti. Kötü yola düşen kızların sayısı kabarıktı. Fakat yabancı adamın oraya gelmesiyle kadınların hayatların­ da da bir iyileşme görülecekti. Bu arada fukaralık ve işsizlik de kalmamıştı. Keseler dolu doluydu, evlerde mutluluk rüzgârları vardı. Şehre bunları sağlayan Madeleine Baba da kendisine servet biriktirmişti. Fakat pek ticari zekâsı yoktu. O kendisinden çok, çevresindekileri düşünürdü. 1820 yılında Laffitte Bankasındaki hesabında yalnızca altı yüz kırk bin franklık bir para vardı. Hal­ buki kolayca milyoner olabilirdi. Kendisine bu serveti ayırmadan önce kasabaya bir milyon franktan fazla harcamıştı. Hastaneyi yeterli bulmamış, on yatak daha ekletmişti. Şehir ikiye ayrılırdı. Yukarışehir, Aşağışehir. Madeleine Baba’nın oturduğu aşağışehirde, bir okul vardı. O, şehre iki okul daha yaptırmıştı. Birinde kız çocukları, öbüründe erkekler okuyordu. Okul öğretmenlerinin maaşlarına da kendi kesesinden zam yapmış, iki katına yükseltmişti. Sürekli aynı sözleri söylerdi: «Bence bu devletin iki önemli ihtiyacı var, biri sütnine, öbü­ rü öğretmen.» O zamanlarda henüz Fransa’da bulunmayan bir yenilik yap­ mış, çalışamayacak kadar yaşlı olanlar için, bir huzurevi kur­ muştu. Aynı zamanda bir yenilik daha düşünmüştü: İşçilerin haklarını koruyan bir Yardım Sandığı. Çalışamayacaklar için de bir emeklilik. Fabrikanın bulunduğu yerde, ilaçları parasız dağı­ tan bir eczane de açtırmıştı. Madeleine Baba, bu işlere ilk başladığı zaman, hakkında söylentiler olmuştu. Bu yüzden, önce, «Servet yapmak isteyen bir serüvenci,» demişler, kendi servetini biriktirmeden ilçeyi 152

zenginleştirdiğini görenler, onun bu yaptığını anlayamadıkları için, bu kez de «kibirli, açgözlü bir züppe» diye eklemişlerdi. Madeleine Baba, dindar bir adamdı. Kiliseye gitmeyi hiç ak­ satmazdı ki, bu da o yıllarda beğenilen bir tavırdı. Şehrin seç­ tiği milletvekili onun bu aşırı dindarlığından işkillendiğini söyle­ mekten geri durmadı, onun kendisine hasım olmasından kork­ tu. Oysa bu kaygıları nafileydi. Çünkü, 1819 yılında şöyle bir dedikodu yayılıyordu: Kral’ın arzusuyla, Madeleine Baba şehre vali seçilecekti. Madeleine Baba’yı kıskananlar, onu eleştirmek için bunu nimet bildiler: «Biz demedik mi? O göz boyamak dı­ şında işe yaramayan bir serüvenci!» Aynı haber birkaç gün sonra şehrin yerel gazetesi olan Le Moniteur’da çıktı. Fakat hızla yayılan bir haber herkesin ağzını şaşkınlıktan açık bıraktı. Madeleine Baba, Kral’ın kendisine teklif ettiği bu onurlu görevi istememişti. Aynı yıl, Madeleine Baba’nın icat ettiği o yöntem, Sanayi Sergisinde gösterilmişti. Kral ona «Onur Nişanı» önerdi. Made­ leine Baba bunu da istemedi. Aslında bu adam anlaşılması güç biri, sır küpüydü. Kentsoylular dudak büküp, onun için «mace­ racı bir ipsiz» diye laf ediyorlardı. O yörede, bir efsane gibiydi. Ahali onu tapar gibi seviyordu. Hele ki fukaralar. O kadar faydası dokunmuştu ki, halk kendisi­ ni zorla sevmişti. Bu arada kendisini saydırmayı da başarmış­ tı. Epeyce uysal biri olması yüzünden herkes onu daha çok sevmeye başladı. Yabancı adam, bu sevgiyi kibirsiz bir utangaçlıkla karşılıyor­ du. Şehri kalkındıran ve bu kadar iş yapan bu üstün adamın, bir de varsıl olduğunu öğrenen ahali ona «Madeleine Baba» de­ meyi bıraktı. «Bay Madeleine» demeye başladı. Kentsoylular bile onu selamlıyorlardı. Fakat işçiler ve ilçe çocukları kendisi­ ne hâlâ «Madeleine Baba» diyorlardı ki, bu da onu epey sevin­ diriyordu. Doğrusu, onun arzusu da buydu, işleri büyüdükçe, halkın gözünde saygınlığı çoğalıyordu. Şehrin yüksek sosyetesinden kişiler onunla görüşmeyi iste­ 153

diler, ona evlerini açtılar. Davetler art ardaydı, fakat Madeleine Baba hiçbirine yanıt vermedi. Yine çeneler açıldı, dedikodular her yere yayıldı: «Cahil ve kaba bir adam olduğu için, davetlere gelmiyor. Nereden geldiği de belli değil. Sanırız toplum içinde nasıl dav­ ranılır, bunu bile bilmiyor. Asil kişilerin arasına girmeye çekini­ yor. Kim bilir, okuması bile yoktur belki.» Para kazandığını görenler ona «tüccar» diyordu. Bu parayı yoksullara verdiğini görenler, ona «kibirli» dediler, kendisine sunulan onurları reddetmesi karşısında «maceracı» demekten vazgeçmediler. Davetleri reddedince, ona «kaba» sıfatını uy­ gun buldular. 1820 yılında, şehre ayak bastığının beşinci yılında, yaptığı işler nedeniyle, Kral bir kez daha valilik önerdi. Bu öneriyi Ma­ deleine Baba tekrar geri çevirmek istedi. Fakat şehir büyükleri kendisine ricacı geldiler, halk ve fakirler sokaklarda yolunu kes­ ti. Bu üstelemeler karşısında, Madeleine Baba, peki demek zo­ runda kaldı. Şöyle bir olay anlatıyorlardı; tam bu görevi reddedeceği sı­ rada fakir ihtiyar bir kadın yoluna çıkmış ve şu sözleri söylemiş­ ti: «Hepimizin iyi bir Valiye ihtiyacı var... Haydi Madeleine Ba­ ba, hemen karar verin, yoksa bize faydalı olmak istemiyor mu­ sunuz?» Bu onun üçüncü dönemi oldu. Yabancı, önce «Madeleine Baba» olmuş, ardından «Bay Madeleine» diye çağrılmıştı, fa­ kat artık ona «Vali Bey» diyeceklerdi. 3 LAFFİTTE BANKASINDAKİ BÜYÜK PARA Doğrusu, o zerrece değişmemişti. İlk günkü gibi yalın, ken­ di halinde kalmaya devam ediyordu. Aklaşmış saçları, dalgın bakışları ve ağırbaşlı yüzüyle herkesin hoşlandığı bir adamdı. Başında enli şapkası, çenesine dek düğmeli kalın kumaştan re­ 154

dingotuyla dolaşırdı. Valilik görevini aksatmadan yapıyordu. Günlük işlerini bitirmesinin ardından, o yalnız ve sıradan haya­ tına devam ediyordu. Görüştüğü insan sayısı çok azdı. Kendi­ sine yapılan davetlerden kaçınır, telaşlı bir selamla yetinir, ko­ nuşmamak için gülümser, gülümsememek için selam verirdi. Kadınlar onun için «Kaba biri, tam bir dağlı, fakat çok iyi kalpli bir dağlı» derlerdi. Yeni valinin en büyük keyfi, kendi başına dağ tepe dolanmaktı. Yemeklerini bir başına yer, masada kitabını okurdu. İyi dü­ zenlenmiş varsıl bir kitaplığı vardı. Okumaktan hoşlanırdı. Ki­ tap güvenilir ve bağlı bir arkadaştır, fakat aynı zamanda soğuk­ tur da. Vali servetini çoğalttıkça aklını da geliştirmeye vakit bu­ luyordu. Yöreye yerleşmesinin ardından, dilinde bir düzelme, bir za­ rafet fark edildi. Gezilerinde yanında sürekli bir tüfek alırdı. Fa­ kat bunu neredeyse hiç kullanmazdı. Onun ava gittiğini gören fazla kişi yoktu. Şu da vardı ki çok iyi bir nişancıydı, kullandı­ ğında hedefini asla şaşırmazdı. Yine de onun zararsız bir hay­ vanı, minik bir kuşu öldürdüğünü gören yoktu. Artık genç olmamasına rağmen, yine de, onun hayli güçlü olduğu söylenirdi. Yardımına ihtiyaç duyanlara el uzatmaktan hiç çekinmezdi. Düşen bir atı kaldırır, çamura batan bir tekerle­ ği çıkarır, boşanan bir boğayı boynuzlarından tutup engellerdi. Evinden sürekli cepleri parayla dolu çıkar, boşalmış ceplerle dönerdi. Köylere her uğradığında, çocuklar onun etrafını alırlar­ dı. Bir zamanlar köylü olduğu belli oluyordu. Tarım konularında hayli bilgiliydi. Dahası bu konuda çiftçilere epey yerinde öğüt­ ler verirdi. Bir gün, yöredekilerin ısırgan otlarını söktüklerini görünce onlara şöyle demişti: «Üzücü, kopardığınız otların çoğu kurumuş, fakat bunları kullanabilirdiniz. Taze ısırganın yaprağı alabildiğine lezzetli bir sebzedir, sertleştiğinde ondan çıkartılan iplik kenevir ve keten ipliği gibi sağlamdır. Isırganotundan yapılan bir bez, ketenbezi 155

gibi sağlamdır. Kurutulan ısırgan kıyıldığında kümes hayvanla­ rı için çok besleyici bir yem olur, ezip boynuzlu hayvanların ye­ mine karıştırabilirsiniz. Dahası davarların tüylerine bir parlaklık verir. Doğrusu, onu yetiştirmek için fazla bir emeğe de ihtiyaç yok. Tohum kendi kendi gelişir. Birazcık özen gösterilse ısırga­ notunu bir sürü şeyde kullanabilirsiniz, fakat savsaklanırsa, o zaman da zararlı oluyor. Ah ademoğlu da, bu ısırganotuna ben­ zemez mi? Biraz itina ederek, ademoğlunun ruhunda uyuyan tözü ortaya çıkarmak işten bile değildir. Dostlarım, bunu hiç unutmayınız; kötü bitki yoktur, kötü işleyiciler vardır sadece.» Bir parça saman ve birkaç ceviz kabuğuyla çok hoş oyun­ caklar yaptığı için, çocuklar da onu severlerdi. Bir kilisenin kapısında matem işareti, siyah bir perde görse, derhal girerdi. Başkaları düğün ve kutsama törenlerini kaçır­ mazlar, ama o cenazelere katılırdı. Matemli arkadaşların, si­ yahlı kadınların arasına karışır, gözleri göklere çevrili, rahiple­ rin vaazlarını derin bir ilgiyle dinlerdi. Bazı insanlar, günah işlemek için, o, iyilik etmek için gizlenirdi. Akşam karanlığında, kapıları usulca açıp içeri süzülür, para ya da bir hediye bıraktıktan sonra usulca çekip giderdi. Yıkıntı kulübesine dönen yoksul işçi, kapının açık olduğunu ya da zor­ landığını görüp: «Eyvah soyuldum» diye telaşlanır, korkarak eve girdiğinde, yatağının üstünde bir-iki altın bulurdu. Güler yüzlü olmasına rağmen, yine de gizli bir derdi varmış gibi, dalgın ve kederli dururdu. Ahali onun için şöyle derdi: «Hiç de kibirli olmayan bir varsıl, hiç de keyifli olmayan bah­ tiyar bir adam.» Ona dair farklı dedikodular ediliyordu. Bazıları onun büyücü olduğunu bile iddia etmişti. Odasında ölü kafaları (kuru kafalar) ve yoğun kokular yayan tütsülükler olduğunu ortalığa yaymış­ lardı. O kadar ki, bunu duyan Montreuil sosyetesinin çok ünlü bir hanımefendisi bir gün gülerek sormuştu: «Vali Bey, bize odanızı gösterir misiniz, bir mağarada kaldı­ ğınız söyleniyor.» 156

Fakat merakları nedeniyle epeyce cezalandırılmış sayılırlar­ dı. Vali gülümseyerek onları evine davet etmişti. Çok yüzüne bakılmaz, maun eşyalarla döşeli bu oda alabildiğine sadeydi. Tek süsü şöminenin üstünde duran iki güzel gümüş şamdandı. Yine de çeneler kapanmayacaktı. Onun odasına kimsenin girecek cesareti olmadığını, bunun bir rahip mağarası, bir oyuk, bir mezar olduğunu söylemeye devam ettiler. Bu sırada Laftitte bankasına yüklü tutarda paralar yatırdığı fısıldanıyordu. Öyle ki Bay Madeleine, bir imzasıyla beş daki­ kada birkaç milyon kaldırabilirdi bankadan. Fakat bu birkaç mil­ yon, demin değindiğimiz gibi yalnızca altı yüz kırk bin franktı. 4 BAY MADELEİNE’İN MATEMİ 1821 yılının ilk günlerinde gazetelerde bir haber çıktı. Ken­ disine «Monsenyör Bienvenu» adı verilen Digne Piskoposu, seksen iki yaşında vefat etmişti. Onun neredeyse bir evliya ol­ duğunu da belirtiyorlardı. Biz, gazetelerin yazmayı unuttukları bir ayrıntı verebiliriz. Ölümünden birkaç yıl önce Digne Piskoposu’nun, gözlerinin fe­ ri sönmüştü ve o kız kardeşinin sevecen yardımları sayesinde, kör olduğuna şükürler ediyordu. İnsanlar yanında birinin bulunmasından güç kazanır. Bir ka­ nat sesi gibi eteğin hışırtısını duyar, onun şarkı söylediğini, ko­ nuştuğunu, girip çıktığını, gidip geldiğini duyarsınız. Bu şarkı­ nın, bu sözün, bu adımların ekseni olduğunuzu düşünüp, her an kendi cazibenizi görür, kendinizi engelli olduğunuz ölçüde güçlü duyumsarsınız. Karanlıklar arasında, bu meleğin etrafın­ da döndüğü yıldız olursunuz. İşte bütün bunlara çok az mutlu­ luk yetişebilir. Hayatın en büyük mutluluğu, sevildiğine mutlak olarak inanmaktır; kendi için sevildiğine, daha doğru bir deyim­ le söyleyelim, kendine rağmen sevildiğine emin olmak. Gözleri görmez olan adamda inanç vardır. Bu, keder arasın­ 157

da hizmet edilmek, okşanmak demektir. Bir şeyi eksik mi? Ha­ yır. Sevginin sahibi olmak, ışığı kaybetmek değildir. Üstelik ne sevgi! Baştan sona faziletle örülü bir sevgi. Sevgi olan yerde körlük olamaz. Ruh el yordamıyla arayıp bulur. Bulunan, sınan­ mış olan bu ruh da, bir kadındır. Bir el size dayanak olur. Bu onun elidir. Bir çift dudak alnınızı öper, bunlar onun dudakları­ dır. Ta yanı başınızda bir nefes duyarsınız, o’dur. Her şeyi on­ dan almak -din ve dindarlık dahil- hiç terk edilmemek, size yardım eden bu hoş güçsüzlüğe, bu yıkılmaz çalgıya dayan­ mak, onun elleriyle Tanrı’ya dokunmak. Ona sarılabilmek... So­ mut Tanrı, ne eşsiz bir esrime! Gönül, bu ilahi karanlık çiçek, esrarengiz bir açılma gösterir. Bu gölge, dünyanın olanca ışığı­ na değişilmez. Melek ruh burada, sürekli buradadır; uzaklaşsa da geri gelmek içindir. Düş gibi silinir, gerçek gibi ortaya çıkar. Ağır ağır gelen bir sıcaklık sezilir; işte o! Huzur, sevinç ve ken­ dinden geçmeyle dolup taşar insan; gece içinde bir parıltıya, bir ışığa dönüşür insan. Ve sayısız küçük özen, bu boşlukta çok büyük görünen hiçler. Size vakit geçirtmek için kullanılan, kay­ bolan dünyanızın yerini alan kadın sesinin tanımsız ahengi, in­ san ruhla okşanır. Hiçbir şey seçilmez fakat tapınıldığı anlaşı­ lır. Bu bir karanlıklar cennetidir. Evet Monsenyör Bienvenu, dünya cennetinden gökyüzündeki cennete gitmişti. Onun ölüm haberini Montreuil-sur-Mer'de çıkan gazetede de okuyan Bay Madeleine ertesi gün karalar giyindi. Şapkası­ na matem işareti olarak siyah bir kurdele takmıştı. Şehirde onun matemde olduğunu fark edenler bunu konuş­ tular. Bu da esrarengiz bir yabancı olan Bay Madeleine’e ilişkin bir işaret sayılırdı. Matemini tuttuğuna göre, o kutsal Pisko­ pos’la bir akrabalık bağı bulunmalıydı. Bu da onun saygınlığını çoğalttı. Şehirliler ona daha da saygılı davrandılar. Yine bir gün ilçenin ihtiyar ve asil hanımlarından biri kendisine sordu: «Vali Hazretleri, Monsenyör Bienvenu ile bir yakınlığınız ol­ malı? Acaba kuzinlerinizden biri miydi?» «Hayır, Bayan,» 158

«Fakat onun matemini tutuyorsunuz...» «Gençliğimde onların evlerinde uşaklık etmiştim.» Bunu da bir nükte sanıp uzun uzun güldüler. Yeni valinin farklı bir alışkanlığı daha vardı. İlçeden ne za­ man Savoie’lı bir baca temizleyicisi geçse, çağırır; adını sorar ve para verirdi. Bunu duyan küçük baca temizleyicileri bundan faydalanmak için yollarını değiştirip şehirden geçmeyi gelenek haline getirmişlerdi. 5 UFUKTAKİ ŞİMŞEKLER Vali Madeleine yıllar geçtikçe, bütün ilçe sakinlerinin saygı ve sevgisini kazanmıştı. Bütün kalpler artık onun için atıyordu. Kimse artık ona laf söyleme cesaretini gösteremiyordu, tam ak­ sine, onun ilahi biri olduğunda birleşiyorlardı. Civar köy ve ilçe­ lerde ondan fikir sormaya gelenler de olurdu. O her meseleye hal yolu bulur, tartışmaları yatıştırır, düşmanlıkları bitirirdi. Der­ ken, bir zaman geldi ki, yıllar önce Digne’de Monsenyör Bien­ venu’ya olan sadakat ve sevginin benzerini kazanmıştı nere­ deyse. İşte yeni vali de bu kadar sevilip sayılıyordu. Yine de şehirde, bir kişi bu genel sevgiden uzak duruyordu. Bay Madeleine’e bir türlü ısınamamıştı! Onun en iyi tavırlarını kötüye yorar, ettiği iyilikleri hiçe sayardı. Şaşmaz bir içgüdüsü onu uyarıyor, endişelendiriyordu. Kimi insanlarda sahiden de, her içgüdü gibi, saf, lekesiz, tamamen hayvani bir içgüdü var gibidir. Bu içgüdü yakınlıkları, soğukluk­ ları yaratır, bir yaradılışı diğerinden kaçınılmaz şekilde ayırır, bocalamaz, şaşırmaz, ne susar, ne de çelişkileri olur. Kendi ka­ ranlığında aydınlıktır, aldanmaz bir ihtişamdır, aklın bütün öne­ rilerine, mantığın bütün yıkıcı ve bozucularına karşı çıkar, alın­ yazılar nasıl ortaya çıkarsa çıksın, kedi-insanın varlığını köpek-­ insana, aslan-insanın varlığını tilki-insana sessizce duyurur. Vali sakince gülümseyerek şehirden giderken, kendisiyle 159

karşılaşanlar ona saygıyla selam verir, çocuklar koşup onun elini öperlerdi, işte böyle zamanlarda koyu gri, demir grisi bir redingot ceket giymiş, uzun boylu ve dev yapılı bir adam elin­ de kalın bastonu, başında enli şapka, bakışlarıyla onu uzun uzun incelerdi. O köşeyi döndükten sonra kollarını birleştirip, yüzünü kırıştırırdı. Sanki bu yaptığıyla şunu demek isterdi: «Yüce Tanrım, bu adam da neyin nesi? Onu bir yerlerden tanı­ yor gibiyim, yüzü hiç de yabancı gelmiyor, onu daha önce gör­ müş gibiyim. Evet onu bir yerde gördüm fakat nerede? Her neyse o ne yapsa benim gözümü boyayamaz. Bu işin içinde bir iş var, hiç güvenim yok ona.» Bu adam Emniyet teşkilatının bir müfettişi olan Javert’di. Montreuil-sur-Mer’e polis müfettişliğine Bay Madeleine’in valili­ ğinden birkaç ay önce tayin edilmişti. Madeleine’in ilk yıllarını görememişti. Javert bu görevi, o günlerde Paris polis müdürü olan Devlet Bakanı Angles Kontu’nun yazmanı Bay Chabouil­ let’nin korumasına borçluydu. Javert, Monreuil-sur-Mer’e vardı­ ğında büyük sanayicinin başarıları zirveye ulaşmış, Madeleine Baba, Bay Madeleine olmuştu. Polis memurlarının çocuğunun yaptıkları işe has bir yüz ifa­ desi vardır. Bu ifadeye alçaklığa, adiliğe kaçan bir yetke hava­ sı da girer, işte Javert’de aynı yüz ifadesi vardı, fakat alçaklık ve adilik hariç. Ruhlar gözle görülebilselerdi, şu tuhaf olay hemen meyda­ na çıkardı: İnsan cinsinden her kişi hayvan türünden bir yaratı­ ğı andırır. Bilgenin aklından şöyle bir geçirdiği bu gerçek, ko­ layca kabul edilirdi. İstiridyeden kartala, domuzdan kaplana dek bütün hayvanlar insanın içindedirler, onların her biri bir in­ sanın içindedir. Dahası bazen hepsi aynı anda. Hayvanlar, esasen ruhlarımızın gözle seçilen simgelerin­ den, kendi erdemlerimizin, fenalıklarımızın gözlerimiz önünde dolaşan görünüşlerinden farklı bir şey değildir. Tanrı düşündür­ mek için onları bize gösterir. Fakat hayvanlar sadece gölge ol­ duklarından, Tanrı onları, kelimenin eksiksiz anlamıyla, eğitile­ bilir biçimlerde yaratmadı; ne işe yarardı ki? Buna karşılık, ruh­ 160

larımız gerçek olduklarından ve kendilerine has, bir bitişleri ol­ duğundan, Tanrı onlara zekâ bağışladı, yani eğitimi mümkün hale getirdi. Sağlam gerçekleştirilen bir toplumsal eğitim, ne olursa olsun, sürekli bir ruhun sahip olduğu faydaları meydana çıkarır. Kuşkusuz bu insanların, tam kendisi olmadan önceki ve sonraki karakterlerinin derin meselesi hakkında önyargılı olma­ dan, görünüşteki dünyevi hayatın dar bakış noktasından söy­ lenmiştir. Görülebilen «ben» mevcut biçimlerin hiçbiri bilgeye gizli «beni» yoksayma yetkisi vermez. Şimdi, her insanda doğasının hayvan türlerinden birinin bu­ lunduğunu bizimle beraber bir anlığına kabul ederseniz, polis görevlisi Javert’in neye benzediğini söylemek kolaylaşır. Kuzey İspanya’da Asturya eyaleti köylülerinin inançlarına göre, dişi kurdun her doğumunda doğan yavrular arasında bir köpek yavrusu vardır, ana kurt bu yavruyu vakit yitirmeden öl­ dürür, aksi halde büyüyünce diğer yavruları yer. Bir dişi kurdun oğlu olan bu köpeğe insan yüzü çizin, ortaya Javert çıkar. Kendisi bir zindanda doğmuştu. Annesi sarhoşluk ve falcılık yaptığı için tutuklanmış bir kaldırım kadını, babası bir kürek mahkûmuydu. Bundan dolayı o ailesine koyu bir kin bes­ lerdi. Sanki onlardan intikam almak istercesine, büyüdüğünde polis olmayı istemişti. Delikanlılığında, Fransa'nın güney ceza­ evlerinde görev yapmıştı. Bugün kırkında olan adam çok başa­ rılı olmuş, müfettişliğe dek yükselmişti. Onu ifade etmek, ona dair düşünce vermek faydalı olur. Ba­ sık, büyük delikli bir burnu, yanaklarını kapatan gür ve siyah fa­ vorileri vardı. Dört köşeli yüzünde, karanlık çukurlara benzeyen bu burun delikleri ona korkunç bir ifade kazandırmıştı. Yabanıl bir hayvan suratı. Ciddi olduğunda bir bekçi köpeğine benze­ yen Javert, güldüğünde bir kaplana benzerdi. Dar, o kirpi gibi saçları sürekli çatık duran, kalın fırça gibi kaşlarına inerdi. Kısık dudakları ve haşin gözlerinde yabanıl bir emrediciliğin izleri vardı. Bu adamın olanca hayatını yöneten çok sade iki duygu var­ 161

dı, doğrusu iyi duygulardı bunlar. Fakat bunları abartan Javert, bu faziletleri de birer kötü alışkanlığa dönüştürmüştü. Abartılı derecede Otorite’ye saygılı ve başıbozukluğa kin duyardı. Onun gözünde hırsızlık, cinayet ve bütün suçlar, başıbozuklu­ ğun görünümleri gibiydi. Devlet memurlarının tümüne en önemlisinden en sıradanına kadar derin bir saygısı vardı. Onun anlayışında yerine göre bir orman zabıtası da bir başbakan gi­ bi saygıyadeğer bir memurdu. Fenalık sınırını aşanların, topu­ nu küçümser, suçlulara şaşmaz bir kin ve düşmanlık duyardı. Bir yandan: «Görevli aldanmaz; yargıç sürekli haklıdır» derdi. Diğer yandan da: «bunlar giderilemez biçimde mahvolmuşlar­ dır. Onlardan iyi bir şey umulamaz» derdi. İnsan kanunlarına, insanları lanetlemek ya da daha doğrusu, onları saptama yet­ kisini veren, toplumun alt katmanına Cehennem nehrini yerleş­ tiren en taşkın insanların, yargılarını harfiyen paylaşırdı. Sağ­ lam, ağırbaşlı, sert, kederli, hayalciydi. Kibirsizdi, fakat kurum­ lu olduğu da söylenebilir. Bakışları bir burguya benziyordu, duygusuz ve keskindi. Olanca hayatını iki kelimeyle anlatabili­ riz: Uyanık olmak, göz hapsine almak. Dünyanın en karmaşık olgusunu anlaşılır hale getirmişti. Faydalı olduğunu biliyordu, görevine inanıyordu ve bir insan nasıl papaz oluyorsa, o da ay­ nı halle detektifti. Gözüpek, vakur ve katıydı. Bütün dindarlar gibi gururluydu. Yakaladığı her kimse Tanrı acısın. Babasını yakalasa ipe gönderir, anasını suçlu bulsa, kodese tıkardı. Bu­ nu da faziletin bağışladığı kutsal görevi gibi görürdü. Kendine karşı da, hayli gaddarca davranırdı. Özvarlığını denetlemekte yetkinleşmişti. Kendisinden her şeyi esirger, çok az yer, hiç iç­ ki içmezdi. Hayatında eğlenceye asla zaman ayırmamıştı. Ter­ temiz ve dürüsttü. Kimse onun en alımlı kadına bile baktığını görmemişti. O hiç aksamayan bir namusu ve göreve bağlılığı simgelerdi. Zalim bir görevdi bu. O hafiyeliği Ispartalıların İsparta’yı an­ ladıkları anlamda anlamıştı: Zalimce bir izleme, su katılmamış bir namus, taş gibi katılık, duygusuz bir polis ajanı, Vidocqu’un karakterinde Brutus. 162

Javert’in olanca varlığı, izleyen, tüyen birini tanımlardı. Jo­ seph de Maistre’in gizemci okulu ki o çağlarda, aşırı gazeteler denilen gazeteleri üstün bilgilerle, doğanın ve evrenin yaratılışı gibi yazılarla dolduruyordu, Javert’in bir simge olduğunu iddia etmekten geri durmazdı. Şapkasının altında kaybolan alnı gö­ rünmüyordu, kaşlarının altında kaybolan gözleri görünmüyor­ du, boyunbağının içine dalan çenesi görünmüyordu, yenlerinin arasına giren elleri görünmüyordu, redingotunun altında taşıdı­ ğı bastonu görünmüyordu. Fakat zamanı geldiğinde, bir pusu­ dan fırlar gibi, ansızın, bütün bu gölgeden, dar, köşeli bir alnın, lanetli bir bakışın, ürkütücü bir çenenin, iri ellerin, korkunç ka­ lın bir sopanın uzandığı görülürdü. Boş vakitlerinde okurdu, fakat kitaplardan da hoşlanmazdı. Tam anlamıyla cahil biri sayılmazdı. Kimi zaman istemeden yaptığı bazı yorumlardan onun o kadar bilgisiz olmadığı belli olurdu. Az önce onun neredeyse hiç kusuru olmadığını belirttik. Ara­ da sırada sigara içerdi. Bu tek düşkünlüğüyle insan olduğu an­ laşılırdı. Hemen anlaşılacağı gibi, Javert, Adalet Bakanlığı’nın istatisiğinde: «İpsiz sapsızlar» olarak gösterilen bölüme giren bütün o takımın korkusuydu. Onlar, Javert adını duyar duymaz kaçacak delik ararlardı. Javert’in yüzü görününce donakalırlardı. Javert böyle bir adamdı işte. Javert bakışlarını Bay Madeleine’den ayırmıyor, onu sürek­ li denetim altında tutuyordu. Vali bunu fark etmemiş olmalıydı, fakat bunu fazla önemsemiyordu aslında. O Javert’le arasını iyi tutuyor, ona kibar ve iyi davranıyordu. Javert, bir gün Bay Madeleine’e ilişkin ve onun geçmişiyle il­ gili bir araştırma yaptığını istemeden söylemişti. Bunu gönül­ süzce söylemişti. Başka bir şehirde kaybolan bir aileden bilgi almıştı. Dahası bir gün kendi kendine konuşurcasına, «Sanırım o avucumda,» diye mırıldanmıştı. Sonra üç günde tek kelime etmeden dalgınca durdu. Yakaladığını sandığı ipucu kopmuş­ tu. Zaten -kimi sözcüklerin ifade ettikleri çok kesin görünebile­ 163

ceğinden, bu zorunlu bir kalem rüşvetidir- bir insanda sahiden aldanmaz bir şey olamaz, içgüdünün özelliği de kuşkusuz alda­ nış, izi yitirmek, yolu kaybetmektir. Yoksa akıldan daha üstün olurdu, hayvanda insandan daha sağlam bir gerçek ışığı olur­ du. Javert kesinlikle, Bay Madeleine’in kusursuz huzuru, olağan davranışı karşısında birazcık şaşırıyor, canı sıkılıyordu. Bay Madeleine, hiçbir şeyi fark etmez gibi serinkanlılığını koruyordu. Fakat bir gün Javert’in o garip tavrı, Bay Madele­ ine’i de etkiledi. Nasıl mı? 6

FAUCHELEVENT BABA Bir sabah, Madeleine Baba, şehrin kötü bir yolundan gider­ ken, birkaç adım beride bir kalabalığın biriktiğini gördü. Fauc­ helevent Baba, adlı ihtiyar bir adam, arabasının altına düşmüş­ tü. Fauchelevent Baba, Bay Madeleine’in sayısı çok az düş­ manlarından biriydi. Madeleine’i hiç sevmez, nefret ederdi. Bu da aslında çok önemsiz bir olaydan kaynaklanıyordu. Gençli­ ğinde bir noter yazmanı olan, çok okumuş bir köylüydü Fauc­ helevent. Sonra alabildiğine geliştirdiği bir ticarete başlamıştı. Fakat tersliğe bakın, Madeleine Baba’nın ilçeye geldiği günler­ de, ihtiyarın işleri kötülemeye başlamıştı. Yabancı, işini gelişti­ rip zenginleşirken, Fauchelevent’in işleri çok bozuktu, işte bu yüzden, kendisi sefalete giderken, hep kazanan bu yabancıya kin tutuyordu. Kalçası kırılan at yerinden oynamıyordu. Yaşlı adam teker­ lerin arasına sıkışmıştı. O kadar kötü bir şekilde düşmüştü ki, araba onun üstüne devrilmiş, bağrını eziyordu. Araba ağır yük­ lüydü. Biçare Fauchelevent Baba yürek sızlatan inlemeler ko­ yuyordu. Hatalı, acemice bir hareket, arabayı iyice sarsarak adamı 164

öldürebilirdi. Onu kurtarabilmek için arabayı üstünden kaldır­ mak gerekliydi. Kaza anında oraya gelen Javert, hemen bir kaldıraç bulma­ ları için adamlarını göndermişti. Bay Madeleine göründüğünde kalabalık hemen yarıldı, Fa­ uchelevent Baba can acısıyla bağırıyordu: «İmdat! Şu biçare ihtiyarı kurtaracak kimse yok mu?» Bay Madeleine, izleyenlere döndü: «Bir kaldıraç yok mu?» diye sordu. Bir köylü: «Almaya gittiler.» «Ne vakit dönerler?» «Bilemeyiz, nalbanta gidildi, hiç değilse bir on, on beş daki­ ka sürer.» Madeleine Baba bağırdı: «Çok uzun zaman.» Bir gün önce yağmur yağdığı için, yerler balçık gibiydi. Ara­ ba bu çamurlara battıkça, ihtiyarın göğsüne iyice batıyor, acısı çekilmez hale geliyordu. Beş dakikaya kalmaz, bütün kemikle­ ri kırılırdı. Bay Madeleine oradakilere: «Bakın,» dedi, «bekleyecek vakit yok, adam ölüyor. Araba­ nın altında tek kişilik yer var, biri arabanın altına girsin ve sır­ tıyla arabayı kaldırmaya çalışsın, bizler de adamı çekeriz. Sır­ tına güvenen biri yok mu? Onu kurtarana beş altın.» Kimse oralı olmadı. Madeleine Baba bağırdı: «On altın.» Adamlar başlarını eğdiler. Aralarından biri, mırıldandı: «Can pazarı. Bunun için epey güçlü olmak gerekir, işin için­ de ezilmek de var.» Madeleine Baba parayı yükseltiyordu: «Ha gayret, yirmi altın.» Yine koyu bir sessizlik. Derken bir ses yükseldi: 165

«Onlarda eksik olan cesaret değil.» Madeleine Baba, başını çevirdi. Javert konuşmuştu. Polis müfettişi sürdürdü: «Bay Madeleine, sizin istediğinizi yapacak tek bir adam ta­ nıdım ben.» Vali titredi. Javert umursamaz gibi, gözlerini Bay Madeleine’e çevrili sürdürdü. «Bu bir kürek mahkûmuydu.» «Vyle mi?» «Evet, Toulon cezaevinde, bir tutsak.» Bay Madeleine’in yüzünde tek damla kan yoktu. Bu arada arabanın tekerlekleri çamura iyice batıyordu. Fa­ uchelevent Baba acılı çığlıklar attı: «Boğuluyorum, soluğum kesildi. Kaburgalarım kırılıyor, şu kaldıraç nerede kaldı?» Madeleine Baba yine etrafına bakındı: «Şu biçareyi çekip almak ve yirmi altın isteyen yok mu?» Ses yoktu. Javert tekrar konuştu: «Bunu sadece o kürek mahkûmu yapardı, o kaldıracın yeri­ ni tutardı.» İhtiyar soluyordu: «Ölüyorum!» Bay Madeleine ansızın kararını vermiş gibi başını kaldırdı. Javert’in kendisine çevrili gözlerini, kımıltısız bekleyen köylüle­ ri gördü. Kederle gülümsedi, sonra tek kelime etmeden yere çöktü. Kalabalığın karşı çıkışlarına aldırmadan arabanın altına girdi. Müthiş bir bekleme başladı. Bu öldürücü ağırlığın altında karınüstü sürünerek ilerleyen Madeleine Baba, yok yere yumruklarını sıkıp, dirseklerini dizle­ rine birleştirmek istedi. Bağırdılar: «Çekilin Madeleine Baba, ezileceksiniz.» Hatta Fauchelevent Baba bile, bağırdı: 166

«Durun Bay Madeleine; benim gibi bir yaşlı köylü için değ­ mez. Ben vademi doldurdum, ne yapalım yazgımızda böyle öl­ mek de varmış. Kendinizi yok yere tehlikeye atmayın.» Madeleine Baba bir şey demedi. Oraya yığılan kalabalık, soluk almaya çekiniyordu. Teker­ lekler giderek derine saplanmıştı. Madeleine Baba’nın oradan canlı kurtulması mümkün değil gibiydi. Derken inanılmaz bir şey oldu. O büyük arabanın devindiği­ ni gördüler. Araba usulca kalkıyordu. Uğultulu bir ses duyuldu: «Haydi yardıma koşun, çabuk!» Bu artık son gayretini harcayan Bay Madeleine’in sesiydi. Hemen koşuştular. Bir kişinin cesareti, hepsine güç vermiş­ ti. Yirmi kol da uzandı. Arabayı yukarı kaldırdılar. Yaşlı Fauche­ levent kurtulmuştu. Madeleine Baba kalktı, yüzünde kan kalmamıştı. Alnından oluk oluk ter akıyordu. Giyecekleri yırtılmış, her yeri çamura batmıştı. Herkes ağlıyordu. Yaşlı adam kurtarıcısının dizlerini öpüyor ona, «Tanrımsınız benim» diyordu. Madeleine Baba’nın yüzü ışıyordu. Sevinçle gülümsedi. Kendisine üsteleyerek ba­ kan Javert’e kederli gözlerini çevirdi. 7 FAUCHELEVENT BABANIN PARİS’TE BAHÇIVAN OLMASI Fauchelevent Baba’nın diz kemiği düşerken kırılmıştı. Bay Madeleine onu fabrikada yaptırdığı revire taşıttı. Orada çalışan iki rahibe vardı. Ertesi sabah ihtiyar adam yastığının üstünde bin franklık bir banknot buldu. Madeleine Baba, şöyle bir not da yazmıştı: Atı­ nızı ve arabanızı satın aldım. Aslında at ölmüş, araba kullanılamaz hale gelmişti. Bunun ardında Bay Madeleine, rahibelerin ve ilçe rahibinin önerileri doğrultusunda Fauchelevent’i bir manastıra bahçıvan olarak yerleştirdi. Bu manastır Paris’in Saint-Antoine Mahallesindeydi. 167

Bu olaydan kısa süre sonra Madeleine Baba, şehre vali ola­ rak atanmıştı. Yetkesinin simgesi olan o mavili kırmızılı atkıyı omuzuna aldığında, Javert ansızın titredi. Görünümünü değiş­ tiren bir kurt yakalayan bir köpek gibi hırladı. O günden başla­ yarak yeni validen sürekli uzak durdu. Montreuil-sur-Mer’in gelişmesi, orada yaşayanları refaha boğ­ muştu. Monteuil-sur-Mer’de Madeleine Baba’nın getirdiği bu refahı, gösterdiğimiz bazı işaretler dışında, göze görünmese de, hayli dikkat çeken bir işareti daha vardı. Bu asla adatmaz. Halk acı çekerken, işsizken, ticaret hayatı çok durgunken, vergiler vak­ tinde verilmez, devlet de bunları alabilmek için epey masrafa girer. İşsizlik ortadan kalkınca, memleket mutlu ve varsıl olun­ ca, vergi hemen ödenir, devlete hiç masrafı olmaz. Denebilir ki, genel vergi toplama giderleri, yedi yılda, Montreuil-sur-Mer ci­ varında dörtte üç oranında azalmıştı. Bu da, burayı örnek ola­ rak göstermeye yöneltiyordu. Bunlar arasında, özellikle, o za­ manlarda maliye bakanı olan Bay de Villele de bulunuyordu. Fantine, memleketine geri döndüğünde, burayı böyle geliş­ miş halde buldu. Kendisini hatırlayan yoktu. Ne de olsa, oradan ayrılalı neredeyse on yıl geçmişti. Fakat Fantine’in hayalleri suya düşmeyecekti. Rahatça iş buldu. Bay Madeleine’in fabrikasının kapısı genç kadına he­ men açılmıştı. Fantine hemen oraya başvurdu ve kadınlar işli­ ğine alındı. Bu iş Fantine için epey yeniydi. Önceleri biraz zorlandı. Faz­ la iş çıkaramadığı için gündeliği de yüksek değildi, fakat genç kadın, buna da şükür dedi. Geçimini namusuyla kazanıyordu. 8 KÖTÜ YÜREKLİ BİR CADALOZ Fantine işe başlayınca, kendisini alabildiğine mutlu hissetti. Alınteri döküp, dürüstçe yaşayabilmek ne büyük nimetti. Genç kadın, çalışma isteğini tekrar duydu. Kendisine bir ay­ 168

na aldı. Gençlik ve güzelliğini, altın renkli saçlarını, inci gibi diş­ lerini izlemeyi seviyordu. Kaygılarının çoğu geçti, artık Tholomyes bile belli belirsiz bir anıydı. Tek gayesi, bir gün Cosette’i yanına almaktı. Kendisini çok talihli hissediyordu. Ufak bir oda kiraladı ve kazanacağı pa­ ralara güvenip, daha sonra ödenmek üzere biraz eşya aldı. İş­ te bunda hatalı davranmıştı. Fakat bu, Paris’te edindiği o kötü huyların kalıntısıydı. Dul kaldığını söyleyebilirdi, fakat söylememişti, bu yüzden, kızından da kimseye söz etmedi. İlçeye yerleştikten sonra aylar boyunca, Thenardierler'e ak­ satmadan para yolladı. Yazmayı bilemeyen, sadece imza ata­ bilen genç kadın, bu mektupları, şehrin genel mektupçusuna yazdırıyordu. Gelgelelim, onun habire mektup yazdırması ilçe sakinlerinin işkillenmesine neden olmuştu. İşlikte kimse ile içli­ dışlı olmayan ürkek Fantine, diğer kadınları da rahatsız ediyor­ du. Onu burnu büyük olmakla suçluyorlardı. Dünyada, sadece fenalık etmek ve başkalarına zarar ver­ mek için yaşayanlar ve keyif alanlar vardır, iş arkadaşları da Fantine’i göz hapsine almış gibi, onun her yaptığından bir an­ lam çıkarmayı kendilerine görev edinmişlerdi. Aslında onların çoğu, onun güzelliğini, o parlak saçlarını, apak dişlerini kıska­ nıyordu. Çalışırken, kimi zaman o gür kirpikleri arasından süzülen bir yaş kadife yanaklarından aşağı süzülürdü, bu da arkadaşları­ nın ilgisini çekerdi. Aslında Fantine, kızını özlediği için ağlıyor­ du. Kim bilir belki de kimi zaman o sevmiş olduğu hayırsızı da hatırlıyordu. Unuttum sanıyordu ama, geçmişin bütün bağlarını koparmak kolay iş değildi. Ayda iki kez, sürekli aynı adrese yazdığını öğrenmişlerdi. Adresi öğrendiler: Bay Thenardier, Montfermeil'de Hancı. Meraklı işçi kadınlar, bir çaresini bulup o genel mektupçuyu sıkıştırdılar. Meyhanede ona içkiyi ısmarlayıp ağzını aradılar. Nihayet Fantine’in bir çocuğu olduğunu öğrendiler: Küçük bir 169

kız. Meraklı mahalleli kadınlar arasında ta Montfermeil'e dek gitmeye cesaret eden biri çıktı. Kadın başarmıştı. Thenardier­ ler’i konuşturmuştu. Döndüğünde şen şakraktı: «Oh oh, bra­ vo,» diye söylendi. «İnanın, şu harcadığım otuz beş franga değdi. En azından kızını gördüm.» Bu kadın Bayan Victurnien adlı kötü kalpli bir cadıydı. Bütün kadın ve kızların namusunu korumakla görevli gibiydi. Altmışı­ nı geçen kadın, çirkinliğine bir kocamışlık da eklemişti. İşin en inanılmaz tarafı bu cadalozun da bir zamanlar genç olmasıydı. Bu kadın gençliğinde manastırdan sıvışan firari bir papazla ev­ lenmişti. Bu tiksindirici Bayan Victurnien, zayıf, kemikli, sirke suratlı bir kadındı. Zaman zaman, kendisini dul bırakan kocası­ nı hatırladıkça ondan yediği sopaları da hatırlardı. Restorasyon zamanında, fanatikleşmişti. Kiliseden ayrılmaz olmuştu. O ka­ dar ki rahibeler, onun bir zamanlar kiliseden sıvışan bir papaz­ la evlenmesini de atfetmişti. Kadın, kocasından kalan önemsiz bir mülkü Arras’daki bir manastıra hibe etmişti. Evet işte bu Bayan Victurnien, Montfer­ meuil’e gitmiş ve dönüşte kurumlanarak: «Çocuğu gördüm,» demişti. Bu olanlar uzun zaman almıştı. Fantine bir yıldan beridir, fabrikada çalışıyordu ki, bir sabah işlik şefi kadın, onu odasına çağırdı ve vali bey tarafından kendisine elli frank uzatıp artık iş­ ten atıldığını söyledi. Dahası kadın, vali adına konuştuğunu sezdirip, ona burayı da terk etmesini önerdi. Tersliğe bakın; hiçbir kötülük tek başına gelmez. O ay The­ nardierler on iki franklık aylığı on beş franga çıkarmışlardı. Fantine beyninden vurulmuş gibiydi, ne yapacağını bilemi­ yordu. O ayki o kirasını ödemediği gibi, eşyaların da parasını ödememişti. Oradan ayrılamazdı. Elli frank onun borçlarını kar­ şılamaya yetmezdi. Yalvardı, yakardı. Fakat o kadar iyi bir işçi olmadığından, işlik şefi kadın ona hemen çıkma buyruğu verdi. Genç kadın, başı önünde, yıkılmış gibi odasında döndü. De­ mek herkes kabahatini öğrenmişti. Genç kadın yıkılmıştı. Valiye başvurmasını önerdiler. Bay Ma­ 170

deleine merhametli biriydi, yardım edebilirdi. Genç kadın, bu tek­ lifi geri çevirdi. Aslında cesareti yoktu, iyi kalpli Vali kendisine elli frank yollamıştı ama haktanır biri olduğundan, onu işten kovuyor­ du. Fantine buna karşı çıkamazdı. 9 CADI VİCTURNİEN'İN BAŞARISI Firari papazın eşi yapacağını yapmıştı. işin en kötü yanı Bay Madeleine’in bütün bunlardan bihaber olmasıydı. Vali işliklere sık sık uğramazdı. Kadınlar işliğine yö­ netici olarak, evde kalmış bir kızkurusu atamıştı. Papazın öne­ risiyle işe alınan bu cadı, aslında kötü kalpli değildi. Fakat kıt anlayışlı olduğundan, kendisinin yapmadığı hataları başkasın­ da affetmeyi bilmezdi. Aslında namuslu, saygın ve haktanır bir kadındı ama anlayışlı sayılmazdı. Bay Madeleine onu tam yet­ kili kılmıştı ve bu nedenle, onun yönetimine hiç karışmazdı. Patronun kendisine duyduğu güvenden yüz alan gözlemci de esasen o elli frangı Fantine’e yalnızca acıdığı için vermişti. Bu para Bay Madeleine'in ihtiyaç sahiplerine ayırdığı yardım san­ dığından alınmıştı. Fantine iş aradı, bulamadı. Hizmetçilik için ev ev dolaştı. Güzelliği ev hanımlarını kuşkuya düşürüyordu, evine almak is­ teyen çıkmadı. Şehirden ayrılamıyordu. Kendisine o eşyaları satan eskici, ona gözdağı vermiş: «Gitmeye kalkışırsan, seni hırsızlıktan tutuklatırım,» demiş­ ti. Ev sahibi kendisine: «Gençsin, güzelsin, farklı ödeme yolları var,» demişti. Zavallı Fantine yapacak şey bulamıyordu. Elli frankı ev sa­ hibiyle eskici arasında pay etti. Eşyalarının birazını iade etti, kendisine sadece yatağı bıraktı. Bu arada meteliksiz ve işsiz kalması neyse, yüz frank kadar borcu da vardı. Kışladaki askerler için kaba gömlekler dikme işini üstlendi. 171

Bunun karşılığında on iki metelik ödüyorlardı. Ama Cosette’in pansiyonuna ödemek için günde on metelik ayırması gereki­ yordu. İşte, o zorlu günlerde Thenardierler’in ödemelerini vak­ tinde yollamamaya başladı. Akşamları odasına gelirken, kendisine mum tutan yaşlı komşu kadın ona çok azla yetinmenin, sefalet içinde yaşama­ nın, ince noktalarını anlatıyordu. Azla yetinmek, hiçle yaşa­ makla aynıdır. Biri loş oda, diğeri karanlık odadır. Fantine kışın soğuklarında ocak yakmadan yaşamayı, iki günde bir, yem yiyen kuşundan vazgeçmesini, etekliğinden yorgan, yorganından eteklik yapmayı öğrendi. Karanlıkta kom­ şunun mumundan faydalanıp kuru ekmek yemeyi de denedi. Hayat boyunca sefalet çeken kişilerin bir meteliği ne kadar sü­ re dayandıracaklarını da öğrendi. Fantine yoksulca yaşamanın inceliğini edindi ve tekrar cesaretine kavuştu. Komşusuyla dert­ leşiyordu: «Geceleri beş saat uyur, kalan vakti, dikişe ayırırım. Böyle­ ce ekmeğimi biraz olsun kazanırım. Üstelik kederli insanın, iş­ tahı da olmaz. Acılar, sıkıntılar ve bir parça kuru ekmek, bütün bunlar beni doyurmaya yeter.» Bu acıların arasında kızını yanında bilmek, onun için bitim­ siz bir mutluluk olurdu. Bir ara Cosette’i yanına almayı düşün­ dü, daha sonra onu da sefalete sürükleyeceğini düşünüp cay­ dı. Hem Thenardierler’e hayli borçluydu. Kendisine hayat dersleri veren o yaşlı komşu kadın, sahi­ den insaflı, çok erdemli bir kadındı. İmza atmak dışında bilgisi­ siz olan bu iyi yürekli kadının, adı «Marguerite» idi. insancıl ve anlayışlı bir kadın. Fantine ilk zamanlarda fabrikadan kovulmasına öyle utan­ mıştı ki sokağa çıkmak bile istemiyordu. Küçük yerlerde bir bedbahtla eğlenmek, ona azap çektir­ mek gelenek gibidir. Paris’te olsa, utancını ve suçunu gizleye­ bilirdi. O uğultulu ve büyük şehirde onu kimse umursamazdı. Sefalete alışması gibi, giderek hakaretlere de alıştı. Bir sü­ re sonra hiçbir şeyi dert etmemeye çalışmayı kararlaştırdı. Bir­ 172

kaç ay sonra, utancından kurtuldu. Hiçbir şey olmamış gibi ba­ şını geriye atarak, sokaklarda yürümeye başladı. O cadı Madam Victurnien çoğu zaman onun yıkık halini gö­ rüp eğleniyordu. Alçakların karanlık bir mutlulukları olur. Cadı, biçare kıza dersini verdiğini düşünüp, içten içe sevini­ yordu. Yoğun iş Fantine’i yormuştu, kimi zaman, komşusu Margu­ erite’de yakınıyor: «Ellerime bakın, ne kadar sıcak...» diyordu. Bu arada geceleri terliyor ve kuru kuru öksürüyordu. Ama yine de sabahları aynada o güzel saçlarını açıp taradı­ ğında, bir anlığına, gelgeç bir mutluluk yaşardı. 10 KARANLIK GÜNLER Kış biterken, Fantine işten atılmıştı. Yaz gelip geçti, tekrar kış geldi. Gündüzler kısalmış, işler iyice azalmıştı. Kışın soğuk günlerinde insan daha çok acıkırdı. Gün geceye bitişir, sabah tezelden akşama dönerdi. O sisli, kasvetli günlerde, sabah oldu derken, ansızın akşa­ mın karanlığı çöküveriyordu. Gökler karanlık, günler kasvetliydi. Soğuk nedeniyle suların donması gibi, yürekleri de kurutup, duygusuzlaştırıyordu. Ala­ caklıları Fantine’in kapısını aşındırıyorlardı. Genç kadın, yok denecek kadar az kazanıyordu. Borçları da giderek artıyordu. Her ay paralarını almayan Thenardierler, ka­ dıncağızın kalbini karartan mektuplar gönderiyorlardı. Bir gün ona Küçük Cosette’in soğuklarda epey üşüdüğünü, yün bir el­ biseye ihtiyacı olduğunu yazdılar. Bunun için de Fantine’den ona frank istediler. Zavallı Fantine gün boyu elinde o lanetli mektupla dolanıp durdu. Akşam üstü, sokak köşesindeki bir berbere gitti. İskem­ leye oturdu, tokasını çekip saçlarını döktü. Gür ve ipek saçları, altın bir ırmak gibi ta dizlerine iniyordu. Berber hayran kalmıştı, bağırdı: 173

«Oh, ne hoş saçlar!» «Kaç para verirsiniz?» «On frank.» «Tamam. Kesin.» Yünden yapılma bir etek alıp, Thenardierler’e gönderdi. Han­ cılar çok öfkelendiler. Onların istediği etek değil, paraydı. Coset­ te nasıl olsa kızlarının eskileriyle geçiniyordu. O yepyeni yün eteği büyük kızları Eponine’e giydirdiler. Zavallı «Tarlakuşu» yi­ ne üşüyüp durdu. Ama Fantine mutluydu. Sürekli aynı şeyleri söyleniyordu: «Kızım artık üşümüyor, onu saçlarımla giydirdim!» Kesilen saçlarını kendi yaptığı süslü başlıklara gizliyordu ve o haliyle bile göz alıcıydı. Fantine’in benliğinde bazı değişiklikler başlamıştı. Sabahla­ rı aynada o güzelim saçlarını göremeyince, etrafındakilere düş­ man kesildi. O da oradakilerin hepsi gibi, Vali Madeleine’e de­ rin bir saygı ve hayranlık beslemişti. Fakat artık onu da farklı gözlerle görüyordu. Kendisini işten kovduran ve yıkımlarına ne­ den olan bu zalim adam, değil miydi? Ona da kin tutmaya baş­ ladı. Özellikle ona kini vardı. İşçilerin kapı önünde toplandıkla­ rı vakitte, fabrikanın önünden geçerken, avazı çıktığınca şarkı söylüyor, öfkeli kahkahalar atıyordu. Onun bu yaptıklarını gören ihtiyar bir kadın, bir gün: «Yüce Tanrım, bu kızın sonu iyi değil!» diye mırıldanmıştı. Yalnızca iş olsun diye bir âşık buldu: Önüne ilk çıkanı. Bul­ duğu adam sefil bir gezginci mızıkacıydı. Bir zaman sonra Fan­ tine kendisini döven ve parasını sızdırmak isteyen bu kopuktan ayrıldı. Çocuğunu çok özlemişti, ona tapınıyordu. Fantine sefalete gömülüp bütün değerlerini kaybedip, ahla­ ki bakımdan düştükçe, ruhunun en derinlerindeki o küçük me­ lek, giderek parlıyordu. Kendi kendisine sürekli aynı sözleri söylüyordu: «Para kazandığımda, Cosette’imi yanıma alırım.» Gülüyordu, öksürüğü ne yapsa geçmiyordu, geceleri tere bat­ mış halde uyanıyordu. 174

Bir gün Thenardierler’den şöyle bir mektup geldi: Burada salgın bir hastalık var, Cosette de hasta. Bunun bir deri humması salgını olduğu söyleniyor. Ölenler de var. Kulla­ nılacak ilaçlar epey pahalı. Bir haftaya kadar kırk frank yolla­ mazsanız, kızınızın ölüm haberini alırsınız. Fantine delirmiş gibiydi, kahkahalar atarak gülmeye başla­ dı. Yaşlı komşusuna yakındı: «İnanılır gibi değil! Thenardierler delirmiş olmalı. Kırk frank mı! Bu iki altın eder, ben bunca parayı nereden bulayım?» Merdivenin başındaki pencereye yaklaşıp, mektubu tekrar okudu, daha sonra koşarak indi, aralıksız gülüyordu, sokakta karşılaştığı biri sordu: «Hayrola, çok neşelisiniz? Sanırım iyi bir haber aldınız?» Fantine: «Ne olacak, köylülerin bana ettiği bir şaka. Onlardan mek­ tup aldım da, benden kırk frank istiyorlar... Ne iş ama!» Aldığı haberle yıkılan Fantine, nereye gittiğini bilmeden yü­ rüyordu. Meydandan geçerken, bir kalabalığın toplaştığını gör­ dü. Bir arabanın etrafını almışlardı. Arabanın kapısına dikilmiş bir adam, sürekli vaaz verir gibi konuşuyordu. Kırmızılar giymiş bu adam gezgin bir dişçiydi. Kalabalığa takma dişler, diş beyazlatıcı şeyler satmaya çalışı­ yordu. Fantine de aralarına karıştı ve diğerleri gibi adamın söyle­ diklerini gülerek dinledi. Bir ara, dişçi bu gülen kızın, bembeyaz dişlerini fark etmişti. Ona laf attı: «Hey gülen güzel kız, dişlerin inci gibi. Öndeki iki dişini ba­ na sat, sana iki altın vereyim.» «Fakat bu çok korkunç!» diye bağırdı Fantine. Bu yanıtı duyan dişsiz bir cadaloz homurdandı: «İki altın ha! Kırk frank. Yüce Tanrım! Ne şanslı karılar var!» Fantine oradan kovalanırcasına kaçtı. Adamın arkasından seslenişini duymamak için elleriyle kulaklarını kapattı. Adam bas bas bağırıyordu: 175

«Bir daha düşün güzel kız. İki altın, fena para değil! Canın isterse, akşama gel. Ben, Gümüş Saban hanındayım.» Fantine yıkılmış gibiydi. Odasına döndüğünde kendi kendi­ sine hışımla söyleniyordu, iyi kalpli komşusuna: «Neler oldu bir bilseniz? Korkunç bir adam, öylelerinin halkı rahatsız etmesine niye izin verirler. Benden ne istedi biliyor mu­ sun, inanılır şey değil! Ön iki dişimi çekmek istermiş. Yüce Tan­ rım, dişlerimi, üstelik ön dişlerimi. Fakat o zaman çirkinleşirim. Saç, haydi neyse, saç tekrar uzar, ya dişlerim. Hayır, asla ver­ mem. Onları çektirmektense, kendimi öldürürüm.» Marguerite sordu: «Kaç para demişti?» «İki altın.» «Bu da kırk frank eder.» «Evet,» dedi Fantine, «doğru, tam kırk frank.» Dikişinin başına dalgınca oturdu. Birkaç dakika sonra başı­ nı kaldırıp, yanında çalışan kadına sordu: «Marguerite, söyler misin, bulaşıcı deri hastalığından ölünür mü?» «Mümkün.» «İlacın faydası olur mu?» «Olmaz mı! Baksana, ilaçlar yardımıyla, artık hastalıklar es­ kisi kadar tehlikeli değil.» Fantine odasından çıktı, merdivenin başındaki pencerenin önüne geçip mektubu yeniden okudu. Akşam karanlık çöktüğünde çıktı. Hanların bulunduğu soka­ ğa doğru gitti. Marguerite ve Fantine, mumdan tasarruf etmek için dikişle­ rini beraber dikerlerdi. Ertesi sabah gündoğumunda kadın, Fantine’in odasına girdiğinde Fantine’i kireç gibi bir yüzle yata­ ğında oturur buldu. Hiç yatmamıştı, başlığı yere düşmüştü, mu­ mu bütün gece yanıp bitmişti. Marguerite bu karmaşada donakalmıştı: «Yüce Tanrım! Mum da yanıp gitmiş, ne var, ne oldu?» 176

Sonra, saçsız başını kendisine çeviren Fantine’e merakla baktı. Kız bir gecede on yıl kocamış gibiydi. «Peki ama kuzum, ne var, ne oldunuz?» Fantine: «Bir şeyim yok. Çok mutluyum, kızım yaşayacak, onu kur­ tardım.» Bu sözlerle masanın üstünde parlayan iki altını işaret etti. Marguerite hayretler içindeydi, bağırdı: «Aman Tanrım! Fakat bu çok para; bunu nereden buldu­ nuz?» Fantine: «Kazandım,» dedi. Tam o sırada gülümsedi, cılız ışıkta ihtiyar kadın, kanlı bir gülüş gördü. Genç kadının dudaklarından kanlı salyalar akıyor­ du. Ağzında simsiyah bir delik vardı. Öndeki iki dişi yoktu artık. Kırk frankı hancılara gönderdi. Aslında bu özverisi da boşunaydı. Bu, Thenardierler'in on­ dan para sızdırmak için denedikleri bir hileydi. Cosette hasta değildi. Fantine aynasını pencereden attı. Birkaç haftadan beri, ikin­ ci kattaki odasından bu çatı katına taşınmıştı. Bir pencereli, oyuk kadar bu odada başı tavana değmesin diye iki büklüm yü­ rüyordu. Biçare kadıncağız, yazgısına boyun eğmiş gibi, odası­ nın tavanına da boyun eğip sürünerek, yürümeyi biliyordu artık. Somyasını da geri vermişti. İpince bir şiltede uyuyordu. Üzeri­ ne aldığı örtü paramparça bir bez parçasıydı. Bir de yıkık dö­ kük, hasır bir sandalyesi vardı. Çatlamış bir saksıda kurumuş bir gül fidanı, bir kenarda kırık bir ibrik... Kışın ondaki sular do­ nardı. Nezaketi unutan Fantine, kendisine bakmayı bile unuttu. Sefaletin en son belirtileri, başına taktığı pis kırış kırış başlık­ lardı. Kendisini o kadar salmıştı ki artık söküklerini bile onarmı­ yordu. Yırtılan çoraplarını yamalı ayakkabılarının içine çekiyor­ 177

du. Herkese borcu vardı. Esnaf yolunu kesiyor, satıcılardan hep sövgüler işitiyordu. Onlarla yolda karşılaşıyordu, onu otur­ duğu eve kadar kovalıyorlardı. Geceleri sürekli ağlıyor ve dü­ şünüyordu. Epeyce de öksürüyordu. Bütün varlığıyla Madele­ ine Baba’dan nefret ediyor ve halinden yakınmıyordu. Günde on yedi saat dikiş dikiyordu. Fakat bir felaket daha geliyordu. Cezaevindeki tutuklu kadınlara iş veren adam, fiyatları düşür­ dü. Fantine günde on yedi saat diktiği halde sadece dokuz me­ telik kazanmaya başladı. Neredeyse bütün eşyalarını geri alan o zalim eskici, onun yolunu kesiyor: «Ne zaman ödeyeceksin sürtük!» diye bağırıyordu. Fantine ansızın kıstırılan vahşi bir hayvana benzetti kendi­ ni. Bir yandan da, içini o güne dek tanımadığı yırtıcı duygular kaplamıştı. Kızcağız yıkılmıştı, korktu. Bu da az gelir gibi tam o sırada Thenardierler’den aldığı bir mektup her şeyi iyice çıkma­ za soktu. Hancılar borcunun yüz franka yükseldiğini, derhal ödemeye başlamazsa Cosette’i sokağa bırakacaklarını yazdı­ lar. Fantine mahvoldu. «Yüz Frank mı? Nereden bulurum bunca parayı? Satacak neyim var ki? Hangi iş bu kadar para kazandırır?» Derken, aklına bir şey geldi. Kaybedecek neyi vardı ki? «Peki,» diye söylendi, «kalanı da satalım.» Satacak tek şeyi etiydi. Kaldırım kadını olmaya karar verdi, sokağa düştü. 11 EN KORKUNÇ YIKIM Fantine’in hikâyesi nedir ki? Bu sadece tutsaklar satın alan bir toplumdur. O, tutsağı kimden satın alıyordu? Sefaletten, aç­ lıktan, soğuktan, yalnızlıktan, mahrumiyetlerden. Ne kederli bir pazarlama! Tek lokma ekmek karşılığında bir Ruh. Sefaletle geleni, toplum hemen bağrına basıyordu. Dinsel yasalar güya, Avrupa uygarlığında köleliğin ortadan 178

kaldırıldığını söyler. Bu bir kandırmaca. Kölelik her zaman var, fakat artık sadece kadının omuzlarına yüklendi ve bunun adı da «fahişelik». Kadına zarar veren bu esaret; güzelliği, korunmasızlığı, analığı mahvediyor. Bu işte sadece erkekler suçlu, insanlık için, ne utandırıcı bir durum! Fantine, karakterini oluşturan olanca özelliği art arda kaybetmişti. Batağa saplanan kadın, mermer gibi duygusuzlaşmıştı. Ona dokunan titrerdi. Onurunu düşürmüş, zalimin biri oldu. Her şeye göğüs gerdi. Başına gel­ medik acı kalmadı. Her şeye boyun eğdi, iş istedi, fırsat veril­ medi, güzelliğini sattı, elindeki son şeyi, bedenini de yalnızca kızını kurtarmak için satılığa çıkardı. Artık hiçbir şeyden korkmuyordu, bundan daha kötü ne ola­ bilir ki? Maalesef Fantine bunda yanılıyordu. Acının, üzüntünün sı­ nırı olamaz. Dibi belirsiz bir uçurumdur çünkü acı ve üzüntü. Yazgının kurbanı olan bu biçareler böyle hangi meçhule gi­ derler? Bunu tek bir güç bilir: Tanrı. 12 MÖSYÖ BAMATABOİS Her şehirde, her ilçede yediği önünde, yemediği ardında, ai­ lesinin geliriyle yaşayan mirasyediler vardır. Bunlar benzerleri olan kopukların Paris’te yılda iki yüz bin frank harcamalarına karşın, taşra şehirlerinde rahatça bin beş yüz frankı eritirler. Yozlaşmış insanlardır bunlar. Aslında önemsiz parazitler. Birkaç evlek toprak ve küçük bir mülkleri olan kentsoylular. As­ lında özellikleri olmayan bu züppeler, taşra meyhanelerinde asil adam rolü yapmaktan öteye gidemezler. Şişinerek: «Benim çift-çubuğum, bağım-bahçem,» diye hava atarlar. Tiyatrolarda localarına kurulup, aktrislere ıslık çalıp, sataşırlar. Savaşçı ol­ duklarını anlatmak ister gibi, kışladaki subaylarla atışırlar. Es­ nemek, tütün içmek, bilardo oynamak ve posta arabalarından inen yolcuları izlemekle oyalanırlar. Meyhanede yaşar, yemek­ 179

lerini aşevlerinde yerler. Masa altında kemikleri didikleyen bir köpekleri ve kendilerine masa hazırlayan bir metresleri vardır. Bu kadar ahmakça yaşamaları bir yana, aptalca yaşlanıp, işe girmezler, hiçbir şeye yaramadıkları gibi, kimseye fazla zarar­ ları olmaz. Paris’e gidip üniversiteye yazılmayıp, taşra şehrinde yaşa­ sa, Fantine’in sevgilisi Felix Tholomyes de bunlar arasında olurdu. Böyleleleri, daha varsıl olsalar, onlara kibar soylu denir, da­ ha yoksullara it-kopuk denir. Esasen bunları anlatmak için tek deyim yeter: Avareler. Bunlar arasında can sıkıcı olanlar bulunur, canı sıkılanlar bulunur, hayal kovalayanlar vardır. Aralarında birkaç da alçak, adi insan. O günlerde, züppeler şöyle tanımlanabilir: Enli bir yaka, ge­ niş bir boyunbağı, saat-köstek, farklı renkte üst üste üç yelek -mavisiyle kırmızısı var- zeytin yeşili, kısa etekli, morina kuy­ ruklu, omuzlara dek çıkan, birbirine çok yakın iki sıra gümüş düğmeli bir ceket. İki dikişli, sayısı belirsiz fakat sürekli tek sa­ yıda -birden on bire kadar, bu sınırı geçmemek şartıyla- fitilli, açık zeytin yeşili bir pantolon giyerlerdi. Bunlara topuklarında ufak demirleri olan çizme -ayakkabılar, dar kenarlı yuvarlak şapka, top gibi saçlar, büyük bir baston, Poitier cinaslarıyla be­ zeli bir konuşmayı da unutmamalı. Hepsinin üstünde mahmuz­ lar, bıyıklar. O zamanlarda bıyık demek kentsoylu, mahmuzlar da yürüyerek dolaşan demekti. Taşralı kibarcığın mahmuzları daha uzun, bıyıkları daha korkunçtu. O zamanlarda Latin Amerika cumhuriyetleri ispanya kralıy­ la savaşıyordu. Morillo’ya karşı Bolivar. Küçük kıyılı şapkalar kralcıydı, adları da «morillo» idi. Liberaller enli kenarlı şapka gi­ yerlerdi, bu şapkaların adı da «bolivar»dı. Fantine’in başına gelen o yıkımlardan birkaç ay sonra, 1823 yılının buz gibi bir ocak gününde, karın kaldırımları doldurduğu bir akşam, bu «aylaklar»dan biri, modaya uygun giyimli, kibirli 180

bir kentsoylu, altın saplı bastonunu sallayıp, şehrin son moda gazinosunun önünde dolanıyordu. Gazinoda birkaç da subay vardı. Bu arada, üzerinde dekolte ipekli bir balo giysisi, saçlarında çiçekler, zayıf bir kadın, kaldırımı arşınlıyordu. Adam, bu biça­ re hayat kadını önünden her geçtiğinde ona kötü kötü sataşıp, aşağılıyordu. Kibirli şişko mirasyedi, esprili konuştuğunu sanıp, ona şöyle diyordu: «Hey buraya bak... Ne de çirkinsin! Saçın tırnağın dökül­ müş, bu halde ortalarda dolaşmaya utanmıyor musun? Çek git karşımdan!» Bu kibarcığın adı Mösyö Bamatabois’ti. Bu adam, taşradan asla ayrılmadığı, Paris’i hiç görmediği için avarelerdendi. Bir hortlak gibi perişan olan, yine de süslenmeye kalkışan o hayat kadınıysa bu lafları duymazdan gelerek, gezinmeyi sürdürüyor­ du. Züppe mirasyedi, kadının bu umursamazlığına katlanama­ dı. Parmaklarının ucuna basarak, kadının ardı sıra gitti ve gü­ lüşünü duyurmamak için dudaklarını kısıp, kaldırımdan aldığı bir topak karı, kadının çıplak boynundan aşağıya attı. Sokak kadını, acılı bir inleme kopardı ve dişi kaplan gibi adamın üstü­ ne saldırdı. Sivri tırnaklarını onun suratına geçirdi, bu arada galiz sövgüler de sıraladı. Züppenin şapkası yere düşmüştü. Kadın öfkeyle onu iyice çiğnedi... İçkiden kısılan bir sesle art arda söven dişsiz kadın sahiden korkunçtu; Fantine’di bu. Gürültüyü duyan subaylar, gazinodan dışarı uğradılar. Kadı­ nın etrafını kalabalık aldı. Tartışan bir kadınla bir erkeğin güç bela seçildiği bu yerlere serilmiş kişileri kahkahalarla alkışladı­ lar. Kadınla erkek saç saça, baş başa kapışıyorlardı. Kısa saç­ lı dişsiz kadın öfke sonucu iyice çirkinleşmişti. Korkunç görünü­ yordu. Ansızın, uzun boylu, çam yarması biri, kalabalığı yardı. Ka­ dını o çamurlu elbisesinin yakasından tuttu ve korkunç bir ses­ le ona: 181

«Beni izle,» dedi. Kadın başını kaldırdı, deminki o öfkeli sesi, boğazında dü­ ğümlenmiş gibiydi. Bakışları bulanmış, yüzü sararmıştı. Korku­ ya kapılmış gibi titriyordu. Javert’i tanımıştı. Züppe serseri bunu fırsat bilip, oradan tüydü. 13 POLİS YETKİLERİNE DAİR AYRINTILAR Javert bir el işareti yapıp kalabalığı uzaklaştırdı ve adımla­ rını hızlandırıp hızla karakola yürüdü. Meydanın diğer ucun­ daydı karakol binası; polis, kaldırım kadınını da ardı sıra götü­ rüyordu. Fantine kurulmuş gibi karşı çıkmadan, onun ardından gidi­ yordu. Hiç konuşmadan ilerliyorlardı. Kalabalık, bu manzara­ dan çok keyif almıştı, ağır şakalar edip onları uğurladılar. Sefa­ letin koyuluğu açık saçık sözler söylemeye vardırır insanı. Karakol, bir sobayla ısınan basık tavanlı, alacakaranlık bir odaydı. Javert, kadını önünden iterek içeri daldı. Fantine kork­ muş bir köpek gibi bir kenara sindi. Nöbetçi Çavuş, bir mum getirdi. Javert, masasına oturup, cebinden çıkardığı resmi damgalı, bir kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Böylesi kaldırım kadınları polisin merhametine kalmışlardır. Hiçbir hakları yoktur. Polis onlara ne isterse yapar. Cezalandı­ rır ya da onlarda kalan son şeyleriyle meslek ve özgürlüklerini ellerinden alır. Javert’in, yüzü duygusuzdu. Duygularını hiç ele vermiyordu. Fakat şu anda, epey dalgın ve ciddiydi. Şimdi, denetimsiz, fakat o zalim vicdanının sesine uyarak işini yapıyordu. Bulunduğu o kasvetli oda bir mahkeme salonu­ na benziyordu. Javert suçluyu yargılıyor, cezasını veriyordu. Olanca ilgisi yaptığı işteydi. Sert ve zalim adamdı; ama aslında vicdanlı sayılırdı, haksızlık etmek istemezdi. Fakat şu kaldırım kadınının suçu o kadar kolay bağışlanan türden değildi. Javert, bir cinayetin tanığı olmuş gibi, etkiler içindeydi. Demin sokakta 182

neredeyse bir başıbozukluk görmüştü. Halkın saygı gösterdiği bir kentsoylu az önce, bir hayat kadınının tacizine uğramıştı. Fahişenin biri topluma saldırmıştı yani. Evet, Javert bunu ken­ disi de görmüştü. Usulca yazmaya devam etti. Bu işi bitirdiğinde, kâğıdı katladı, imzaladı ve çavuşa verdi: «Yanına üç adam al ve kızı cezaevine götür.» Sonra Fantine'e dönüp, ekledi: «İçeride altı ay yatacaksın.» Bedbaht kadın, yerinden sıçradı, yaprak gibi titriyordu, bir uçuruma düşmüş gibiydi, bağırdı: «Ne! Altı ay mı? Bu kadar hapis mi yatacağım? Aman Tan­ rım! Peki o zaman kızım ne olur? Altı ay günde yedi meteliğe çalışırsam kızım ne olur. Cosette, mutsuz Cosette’im benim. Ayrıca, yüz franktan fazla borcum var, şu Thenardierler’e... Bundan haberiniz var mı, Komiser Efendi?..» Fantine kendisini yerlere attı. Çamurlu ayakkabıların lekele­ diği o nemli taşlarda süründü. Javert’in dizlerine yapıştı: «Mösyö Javert, yalvarırım size. Ne olur, beni dinleyin. Ye­ min olsun ki, pek de haksız değilim. Olanları görseydiniz siz de bana hak verirdiniz. Hiçbir şey yapmadığım halde, şu züppe, boynuma bir kartopu attı. Oysa ben onu tanımam bile, ona hiç fenalığım dokunmadı ki. Bana böyle saldırması niye? Kimseye zarar vermeden oracıktan geçerken, bana kar atmanın ne ge­ reği var? Ansızın çok üşüdüm. Ben hastayım Mösyö Javert. Hem o züppe bana hep hakaret edip duruyor, ‘çok çirkinsin, dişsizsin, tiksinç karı!' diye sataşıyordu. Ah, dişlerimin olmadı­ ğının farkındayım. Fakat yine de ona yanıt vermedim. Kendi kendime ‘eğlenme derdindeki bir züppe dedim' fakat beni ilikle­ rime dek titreten o karları boynumdan aşağı fırlatınca artık sab­ redemedim. Evet iyi kalpli Mösyö Javert, yemin ederim yalanım yok. Olanları gören biri, haklı olduğumu size söyler. Öfkelen­ mekte belki hatalıyım. Belki o beyin şapkasını ezmemeliydim. Niye sanki geçip gitti? Ondan af dilerim, elini ayağını öperim beni affeder. Bu seferlik bağışlayın Mösyö Javert, ne olur! Ce­ zaevinde günde sadece yedi metelik kazanılır, bundan haberi­ 183

niz var mı? Bunca kıt parayla ben ne ederim? Benim yüz frank borcum var. Ödemezsem, hancılar kızımı sokağa atacaklar. Aman Tanrım, yavrum sokağa düşerse, ben ne yaparım? Onu yanımda götüremem ki. Aslında ben çok kötü, günahkârca bir iş yapıyorum, o meleğin benim nasıl bir kadın olduğumu bilme­ sini hiç istemem. Evet Komiser Bey, yalvarırım acıyın bana. Onu barındıran, o zalim köylüler, merhamet nedir bilmez. On­ lar sadece para istemeyi bilirler. Para, para. Ne olur beni tutuk­ lamayın, çocuğum evden atılırsa, ben ne yaparım, merhamet edin, Mösyö Javert... Aslında ben, fena kadın değilim. Para hırsı ve şehvet nedeniyle düşmedim ben. Evet, içki içtim, fakat bu da yoksulluktan; içkiden hoşlanmam. Fakat beni biraz ser­ semletiyor, düşünmemi önlüyor. Daha mutlu olduğum o eski günlerde bir hanımefendiydim. Dolaplarım kar gibi çamaşırlar­ la doluydu. Tertemiz çarşaflarım vardı. Merhamet, Mösyö Ja­ vert.» Fantine iki büklüm halde, hıçkırıklarla sarsılıyor ve yalvarı­ yordu. Elbisesinin yakası açılmış, o zayıf bağrını ortaya çıkar­ mıştı. Kadın ellerini oğuşturarak, kesik kopuk öksürüyordu. De­ rin bir acı, en yoksulları bile aydınlatan ilahi bir ışık gibidir. O anda Fantine yine eskisi gibi güzelleşmişti. Arada sırada susup Javert’in ceketinin eteğini öpüyordu. O bir taş kalbi bile yumu­ şatabilirdi, fakat tahta bir kalbi kimse yumuşatamaz. Javert alaylı ve dondurucu sesiyle: «Tamam,» dedi. «Anlattıklarını dinledik. Söylemediğin bir şey kaldı mı? Haydi artık git, altı aylık cezayı yatacaksın. Seni Tanrı bile kurtaramaz... Anladın mı?» Son sözleri duyan Fantine artık mahvolduğunu anladı, ansı­ zın olduğu yere çökerek: «Merhamet!» diye inledi. Javert ona arkasını döndü. Jandarmalar onu kollarından tuttular. Bir süredir içeri biri girmişti, kimsenin fark etmediği biri. Adam kapıyı kapatmış, arkasını kapıya vermişti. Fantine’in o acılı yalvarmalarının hepsini duymuştu. 184

Askerlerin o zavallı kadını tam götürecekleri sırada, adam saklandığı yerden çıktı ve sakince: «Lütfen biraz bekleyin...» dedi. Javert başını çevirdi. Valiyi tanımıştı. Hızla şapkasını çıkar­ tıp onu saygıyla selamladı: «Özür dilerim, Vali Hazretleri.» Bu sesler, Fantine’de tuhaf bir etki bıraktı. Vali mi!.. Aniden hortlak görmüş gibi kollarını uzattı. Kolundan tutan askerleri it­ ti ve insanüstü bir güçle yerden kalkıp, yeni gelene sokuldu: «Demek Vali sensin, ha?» Derken keder dolu bir kahkaha attı ve onun yüzüne tükürdü. Mösyö Madeleine yüzünü sildi ve: «Mösyö Javert, bu biçare kadını serbest bırakın,» dedi. Javert ne yapacağını bilemedi. Delirmiş gibiydi. Şu anda bü­ tün hayatı boyunca duymadığı şiddetli duyguların etkisindeydi. Bir kaldırım kadını, bir kerhane kızı, şehir valisinin yüzüne tükür­ sün. Bu o kadar inanılmaz, o kadar müthiş bir şeydi ki, yüz yıl yaşasa böyle bir şey göremezdi. Bu arada içinden bir yakınlaş­ ma bulup, zavallı kadının kimliğiyle en üst düzeyden bir memur olan bu Valinin kimliği arasında bir karşılaştırma yaptı ve bu sal­ dırıyı olağan karşıladı. Fakat hiçbir şey olmamış gibi Vali’nin yü­ zünü silip, «kadını serbest bırakın» demesini anlayamıyordu. Artık şaşkınlık sınırlarını da geçmişti. Bir an afallayıp durdu. Demin duyduğu sözler, Fantine’i çok şaşırmıştı. Zayıf kolu­ nu kaldırıp düşmemek için, sobanın mandalına tutundu. Etrafı­ na bakındı ve kendi kendisine konuşur gibi: «Serbestim, beni bıraktınız ha? Bunu kim söyledi, hayır o olamaz, o söylemedi yanlış duymuşum, değil mi? Bu canavar Vali demedi, bunu siz dediniz iyi kalpli Mösyö Javert, iyi efen­ dim benim. Oh oh, sizin merhametli olduğunuzu biliyordum. Her şeyi anlatacağım ve siz de benim rahatça çıkmama izin ve­ receksiniz değil mi? Evet, işte hepiniz duyun, bu kötü yürekli Vali beni işimden kovdurdu. Bu olacak iş mi, ekmeğini alınteriy­ le kazanmak isteyen bir kızı kovdurmak... Daha sonra çalış­ mak istedim, iş bulamadım, sefaletin kollarına düştüm, param 185

bitti, satıp savacak bir şeyim de kalmamıştı. Önce saçlarımı, sonra dişlerimi elden çıkardım. Sıra bedenime geldi. Ah sizler, polis beyler, şu cezaevi üstlenicilerinin zavallı terzi kadınlara zarar vermelerini önlemelisiniz. Onlar nedeniyle gündeliğim bir­ kaç metelik eksildi. On iki metelikten dokuz meteliğe düştü. Dinleyin, asker gömleği dikerek günde on iki metelik kazanıyor ve iyi kötü geçinip gidiyordum. Fakat dokuz metelikle ne yapa­ bilirdim? Hem, borçlarım da kabarmıştı. Cosette'e para yolla­ maya mecburdum. Evet, kaldırım kadını olmaktan başka ça­ rem kalmamıştı. İşte bu nedenle sokaklara düştüm, küçük kı­ zım için. Şimdi anladınız mı iyi kalpli Mösyö Javert, bütün acı­ larıma şu alçak Vali sebep oldu. Evet, belki gazino önünde o adamın şapkasını ezmekte hatalıyım, fakat o da giysimi mah­ vetmişti. Biz biçare kadınlar geceleri saten giysi giymek zorun­ dayız. Benim de başka şeyim yok. Evet, Mösyö Javert, aslında benim kimseye fenalığım olmadı. Benden çok daha alçak ka­ dınlar, daha mutlu. Ah, Mösyö Javert beni serbest bıraktınız, değil mi? Duyduğum doğru; hakkımda bir soruşturma yapın, si­ ze yalan söylemediğimi görürsünüz. Ev sahibim hiç aksatma­ dan kirayı verdiğimi söyler... Aman Tanrım, ne yaptım, bağış­ layın, istemeyerek sobanın mandalını oynattım odaya duman doldu.» Mösyö Madeleine, merakla dinliyordu. O konuşurken, yele­ ğinin cebinden cüzdanını çıkartıp açmıştı; bomboştu, derken Fantine’e sordu: «Ne kadar borcunuz vardı?» Javert’den başkasını dinlemeyen Fantine ona döndü: «Sana ne!» diye söylendi. «Seninle konuşmuyorum ki...» Sonra jandarmalara anlattı: «Siz de gördünüz, nasıl tükürdüm şu alçağın suratına? Ha kaşarlanmış serseri! Vali taslağı, buraya güya beni korkutmaya geldin! Ama hiç kaygılanma, seni kim dinler? Vız gelirsin! Se­ nin gibileri çok gördük. Ben sadece Mösyö Javert’den korka­ rım, o iyi kalpli adamdan.» Böyle söylenip polis memuruna döndü: 186

«Aslında haklısınız, Mösyö Javert. Kabahat bende. Şu züp­ pe boynuma kar attıysa, ne olur? Adam ölmedi ya. O bunu gül­ mek için yaptı, belki de subayları güldürmek istemişti. Bizim işi­ miz de esasen bu değil mi? Erkekleri eğlendirip, keyiflendir­ mek. Kuşkusuz, siz işinizi yaptınız, Mösyö Javert, beni suçlu bulup tutukladınız fakat çok iyi kalpli olduğunuz için söyledikle­ rimden sonra merhamete geldiniz ve beni affetmeye karar ver­ diniz. Bir daha yapmam efendim, fakat şu kartopu belimi don­ durdu. Ben hastayım, geceleri öksürüyorum, midemde yakıp kavuran ateşten bir top var gibi. Doktor bana ‘iyi beslenmelisin’ dedi. Bakın ellerim nasıl yanıyor.» Artık ağlamıyordu, sevecen, nazlı bir sesle konuşuyordu. Kar gibi beyaz gerdanına Javert’in o kaba elini koydu. Sonra hemen silkinip eteklerindeki karları, eliyle temizledi ve kapıdaki jandarmaları başıyla selamlayıp: «Yol verin bana, Mösyö Javert beni serbest bıraktı.» Elini tokmağa attı, hemen sonra kapıyı açıp çıkacaktı. O zamana dek donakalmış gibi duran Javert, hemen can­ landı: «Çavuş!» diye bağırdı, «Ne yapıyorsunuz? Uyuyor musu­ nuz, bakın gidiyor. Onu kim serbest bıraktı?» Vali güçlü bir sesle konuştu: «Ben.» Javert’in gürlemesiyle Fantine tekrar titremeye başlamıştı. Derken gözlerini Vali’ye kaldırdı. Tek kelime etmeden, hareket­ te bulunmadan, bakışlarını Javert’den, Valiye, Vali’den Javert’e gezdirdi. Demin çavuşa o buyruğu veren Javert’in delirmiş olması ge­ rekirdi. Vali’nin yetkesini nasıl iplemeden onun buyruğuna kar­ şı gelmişti? O ki bütün yetkelere harfiyen uyardı. Fakat polis komiseri duyduklarını fazla ciddiye almamıştı. Herhalde Vali de afallamış, hiç düşünmediği bir şey söylemiş olmalıydı. Vali’nin ikinci kez aynı buyruğu verdiğini duyan Javert, bem­ beyaz kesildi ve titreyerek Mösyö Madeleine’e döndü, cılız bir sesle: 187

«Evet, ama bunu yapamam, Vali Hazretleri,» dedi. «O niye?» diye sordu beriki. «Bu düşük kadın bir kentsoyluya hakaret etti.» Mösyö Madeleine uysal bir sesle: «Yanılıyorsunuz, Mösyö Javert,» dedi. «Sizin çok namuslu ve görevine bağlı bir memur olduğunuzu biliyorum. Bu yüzden, sizinle bazı yanlışları gidermek isterim. Siz kadını götürürken ben de oradan geçiyordum. Durdum ve bana olan biteni anlat­ tılar. Bence kabahatli olan o züppe, gerçekte onu tutuklamanız gerekirdi.» Javert atıldı: «Evet fakat bu sürtük, size de hakaret etti, Vali Hazretleri.» Mösyö Madeleine eliyle bir işarete yaptı: «Bu benim meselem, ben ondan şikâyetçi değilim.» «Mümkün, Vali Hazretleri, fakat o size hakaret etmekle, yet­ keye baş kaldırmış oldu. Adalet...» «Komiser Javert, adalet vicdanımızın sesini dinlemektir. Ka­ dının söylediklerini duydum, ne yaptığımın farkındayım.» «Evet, efendim, fakat ben de görevimi yapmaya mecburum. Görevim bu kadının altı ay hapis yatmasını emrediyor.» Vali epey uysalca: «Sözlerimi can kulağıyla dinleyin,» dedi. «Bu kadın bir gün bile hapis yatmayacak!» Onun bu kesin buyruğu üzerine Javert, ona merakla baktı ve: «Vali Hazretleri, size karşı çıktığım için bağışlayın. Hayatım­ da ilk kez bir üstümün emrine karşı çıkıyorum. Fakat bir daha söylüyorum. Bu kadın suçlu. Ben oradaydım, her şeyi izledim. Şu kaldırım kadını, bir beyefendi, aynı zamanda bir seçmen olan ve şu taş konağın sahibi varsıl adama saldırdı, onu aşağı­ ladı. Evet, efendim, bu benim görevim, ben Fantine adlı bu kal­ dırım kadınını tutuklatıyorum.» Vali kollarını göğsünde birleştirdi ve tepeden bir sesle: «Buna yetkiniz yok,» dedi, «size yasanın seksen birinci maddesini hatırlatmak isterim. 1799 yılının 13 Aralık gününde yürürlüğe giren bu yasa...» 188

«Vali Hazretleri, izin verin...» «Hiç itiraz dinleyemem!» «Evet, fakat...» «Komiser Javert, dışarı çıkın!» Javert yaralanan bir asker gibi, bu darbeyi karşıladı. Yerle­ re eğilip Vali'yi selamladı ve kapıdan çekip gitti. Fantine kapıya dayanmış, korkulu gözlerle, olanları izlemişti. Genç kadının ruhunda müthiş bir fırtına başlamıştı, iki kar­ şıt gücün kendisi için savaştığını görmüştü. Bu iki adamın elle­ rinde onun hayatı, özgürlüğü, ruhu, yavrusu bulunuyordu. Bu adamlardan biri onu karanlıklardan çekip almak istiyor, diğeri uçurumlara atıyordu. O koyu duygulanımlarının arasında Fantine, bu iki adamı, iki dev gibi gördü. Biri ifrit gibi, diğeri onun koruyucu meleği gi­ bi konuşmuştu. Ama ne tuhaf, kendisini kurtarmak isteyen o adam, onu gölgelerden ayırıp ışığa çıkarmak isteyen adam, o güne dek adını bile hatırlamak istemediği, kin beslediği ve de­ min suratına tükürdüğü Vali’ydi. Aşağıladığı adam, kendisini kurtarıyordu. Acaba Fantine aldanmış mıydı? Yoksa bu bir ha­ yal miydi? Bütün inançlarının kökten yıkılması mı gerekiyordu? Fantine hiçbir şey düşünemedi. Ne yapacağını bilemiyordu... Rüzgâra yakalanmış yaprak gibi titreyerek, şaşkınca kurta­ rıcısına baktı. Vali konuşuyordu. Fantine onun sözleriyle kalbi­ ni ele geçiren o buzdan kinin çözüldüğünü hissetti. Derken, içi­ ne bir ışık doğdu. Acaba kâbusu bitiyor muydu? Mutluluk, gü­ ven ve sevgiyi tekrar tadacak mıydı? Javert çıktıktan sonra Vali, ona döndü ve gözyaşlarını bas­ tırmak isteyen birinin titreyen sesiyle konuştu: «Sözlerinizin tümünü duydum. Anlattıklarınızdan hiç habe­ rim yok. Dahası benim işliğimde çalıştığınızdan ve işten çıka­ rıldığınızdan da haberim olmadı. Fakat artık her şey bitti. Ka­ ranlık günler geçti. Şu andan sonra, kendinizi bana bırakın, ar­ tık kaygılanmayın, borçlarınızın hepsini kapatırım, çocuğunuzu buraya aldırırım veya isterseniz siz onun yanına gidersiniz... Paris’te yaşarsınız, ya da burada... Artık sizin ve çocuğunuzun 189

bakımını ben üstleniyorum. Mutlu olunca yine dürüst olursu­ nuz. İsterseniz artık çalışmazsınız da. Hem şunu da bilmenizi isterim ki, ben sizi, hiç ayıplamıyorum, siz belki düştünüz, fakat asla günaha girmediniz. Siz alınyazısının kurbanı oldunuz. Vah bedbaht kadın, vah zavallı ana... Tanrı huzurunda siz lekesiz­ siniz!..» Fantine gözlerini kapattı. Bu kadarı onun bütün beklentileri­ nin üstündeydi. Bu kadarına gelemezdi... Cosette’ine kavuş­ mak, bu korkunç hayattan kurtulmak, mutlu ve paralı yaşaya­ bilmek, Hem de kızıyla olabilmek. Sefaletin içinde, cennetin ışıltılarını gören biri gibi gözleri kamaştı. Derken, bunları kendisine söyleyen adama şaşkınca baktı ve sadece «Ah!» diye hıçkırdı. Sonra dizleri büküldü ve Vali’nin önünde yere serildi. Ada­ mın el verip kendisine engel olmak istediğini anladı, derken alev gibi yanan dudaklarını adamın elini yapıştırdı. Daha sonra bir kütle gibi yere serildi, kendinden geçmişti.

190

ALTINCI KİTAP JAVERT 1 FANTİNE’İN HAYATINDA BİR UMUT

Vali, Fantin'i kendi revirine aldırdı. Onu rahibelere emanet etti. Kadınlar onu kar gibi bir yatağa yatırdılar. Şiddetli üşütme sonucu ateşi çıkmıştı. Bütün geceyi sayıklayarak geçirdi, saba­ ha karşı biraz uyudu. Ertesi sabah, öğlene doğru uyandı. Baş ucunda bir soluk sesi duydu, yatağının perdesini çekti ve Va­ li’nin ayakta durup, baş ucunda asılı haça bakarak dudaklarını oynattığını gördü. Dua ediyor olmalıydı. Fantine, Vali’yi artık farklı gözlerle görüyordu. O, bir haleyle kuşatılmış gibiydi. Fantine dua eden adama, uzun uzun beğe­ nen gözlerle baktı. Onu huzursuz etmekten çekindiği için ade­ ta soluğunu bile tuttu. Sonra: «Orada ne yapıyorsunuz, Vali Bey?» diye sordu. Vali bir saattir, hastanın uyanmasını beklemişti, onun nabzı­ nı saydı ve sordu: «Bugün nasılsınız?» «Daha iyiyim, güzel uyudum. Artık iyileşirim.» Mösyö Madeleine bütün geceyi ve sabahın bir bölümünü, ona dair bilgi almakla geçirmiş ve onun kederli öyküsünü olan­ ca ayrıntısıyla öğrenmişti. Şöyle dedi: «Bedbaht ana, epey acı çektiniz ama yakınmayın! Tanrı cennetinde sizi ödüllendirecek. Tanrı sevdiklerini imtihan eder. 191

Böyle kişiler melek katına çıkar. Dinle yavrum, senin çektiğin bu azap, cennetin kapısıdır. Bütün bunları yaşaman gerekliy­ di.» Adam derin derin göğüs geçirdi, fakat Fantine ona gülümse­ di. Dişsiz ağzıyla epey kederli bir gülümseyiş. Aynı günün akşamı Javert, bir mektup yazıyordu. Ertesi sa­ bah bunu kendi eliyle, postaya verdi. Paris’e yollanan zarfın üs­ tüne şunlar yazılıydı: Emniyet Amiri Özel Sekreteri Mösyö Chabouillet. Her yer Fantine olayıyla çalkalanıyordu. Postacı kadın, po­ lis komiserinin istifasını vermek için Paris’e dilekçe yolladığını düşündü. Vali ise, derhal Thenardierler’e yazdı. Fantine’in onlara olan yüz yirmi frank borcunun yerine, Vali, onlara tam üç yüz frank gönderdi ve çocuğu hiç vakit geçirmeden Montreuil-sur-Mer’e yollamaları emrini verdi. Hasta anne kızını istiyordu. Bu mektubu alan hancının hemen gözleri kamaştı, bu işin kazançlı bir yanı olduğunu hemen anlamıştı, hızla karısının ya­ nma koştu: «Dinle, kızı hemen yollamayacağım, şu zayıf ser­ çe, altın yumurtlayan tavuk gibi. Tahminlerimde hiç yanılmam, ahmağın biri anasına tutulmuş olmalı!» Hemen bir mektup yazdı, buna beş yüz franklık bir gider pu­ sulası da eklemeyi unutmadı. Bu pusulada üç yüz franklık ilaç, iki yüz franklık da doktor masrafı gösteriliyordu. Aslında bunlar ken­ di kızları Eponine ile Azelma’nın ilaç giderleriydi. Çünkü Cosette hastalanmamıştı. Bu hile değildi, sıradan bir isim değişikliği. The­ nardier, namuslu adamdı, mektubun altına şu satırları ekledi: Üç yüz franklık havalenizi aldım. Mösyö Madeleine geri kalan iki yüz frank yerine tam üç yüz frank daha gönderdi ve Cosette’in hemen gönderilmesini iste­ diğini de ekledi. Fakat Thenardier gibi kurnaz bir alçağın, hiç de Cosette’i 192

yollamak gibi amacı yoktu. Eline geçirdiği bu kazı, biraz daha yolmaya karar verdi. Bu arada Fantine, düzelmiyor, tam aksine, giderek kötülü­ yordu. Rahibeler Vali’nin getirdiği, bu kaldırım kadınını öncele­ ri pek iyi karşılamamışlar, sadece hayır işlemek için onunla il­ gilenmişlerdi. Ne de olsa bakirelerin yosmalara besledikleri kü­ çümseme, ayıplama vardı onlarda. Bu da kadınlık onurunun iç­ güdüsüydü. Ama Fantine onları hemen yumuşatmıştı. O kadar kibirsiz ve tatlı konuşuyordu ki, hele kızından söz ederken o ka­ dar acıklı titremeler geçiriyordu ki, sesiyle en acımasız insanla­ rı bile merhamete getirebilirdi. Yine bir gün rahibeler onun şöy­ le sayıkladığını duydular: «Evet, günaha girdim, kötü kadın oldum, fakat çocuğuma kavuştuğumda, Tanrı’nın beni affettiğine inanacağım. Fenalık ettiğim o günlerde onu yanıma alamazdım. Onun hayret dolu ve üzgün bakışlarına ne diyebilirdim? Oysa onu rahat yaşat­ mak için, bu yola başvurmuştum. Tanrı beni affetsin! Cosette, buraya geldiğinde, O’nun bana acıdığına emin olacağım. Ken­ dimi cennette sanacağım. O günahsız yavrum hiçbir şey bilmi­ yor, evet kardeşlerim, o, bir melek. Bu yaşta meleklerin kanat­ ları düşmez.» Vali Madeleine, onu günde iki kez ziyarete gelirdi. Her sefe­ rinde Fantine ona soruyordu: «Cosette’im ne zaman gelecek?» Adam şu karşılığı veriyordu: «Belki yarın. Her an gelebilir, ben de bekliyorum.» Dertli annenin, yüzü parlıyordu: «Oh ne çok mutlu olacağım, Tanrı sizi korusun, Mösyö Ma­ deleine. Sizi Tanrı yolladı. Benim koruyucumsunuz...» Az önce onun henüz iyileşmediğini söylemiştik, aslında da­ ha da kötüye gidiyordu. Sırtına gelen o bir avuç kar, kadının yıl­ lardır uyumakta olan hastalığının tetiklenmesine meydan ver­ mişti. Fantine’in akciğerlerini dinleyen doktor, başını salladı ve Vali’ye şöyle dedi: «Görmek istediği bir yakını, bir sevdiği var mı?» 193

«Evet, bir kızı var.» «O zaman çocuğu hemen getirttin.» Fantine, Vali’ye sordu: «Doktor, beni nasıl buldu?» Mösyö Madeleine, gülümsemeye gayret etti: «Kızını hemen getirtmemi önerdi. Onu görünce, daha da hızlı iyileşeceğini söyledi.» «Haklı. Fakat şu Thenardierler kızımı niye yollamadılar hâlâ? Ah Cosette’im nihayet gelecek. Artık mutlu olacağıma eminim.» Bu arada Thenardierler çocuğu yollamamak için birçok ba­ hane uyduruyor, bin dereden su getiriyorlardı. Cosette’in kışın yola çıkmasının sağlığını bozacağını yazıyorlar, hâlâ ödenme­ miş kimi borçlardan söz ediyorlardı. Madeleina Baba: «Birini yollayıp Cosette’i aldıracağım,» dedi. «O da olmazsa kendim giderim.» Fantine’e imzaladığı şu notu yazdı: Mösyö Thenardier, Cosette’i gelen adama teslim edin. Bazı borçlar olduğundan söz etmişsiniz; onlar da ödenecek. Saygıyla selamlarım. Fantine Fakat ansızın önüne geçilmez bir şey oldu. Müthiş bir ters­ lik. Hayatımızın gizlerle dolu kayasını ne kadar yontmak iste­ sek de, yazgıya karşı çıkamıyoruz. Onun o kara damarı, en beklenmedik anda karşımıza çıkıyor. 2 BİR İSİM BENZERLİĞİ O gün, Mösyö Madeleine bürosunda yola çıkmadan önce düzenlemesi gereken işlerini yapıyordu ki, Komiser Javert'in görüşmek istediğini söylediler. Bu adı duyunca Vali, hemen ür­ 194

perdi. Fantine’i onun elinden kurtardığı günden beri, Javert onun yoluna çıkmamıştı. «Gelsin.» Javert girdi. Vali, şöminenin yanındaki masada elinde kalemiyle oturu­ yordu. Javert için yerinden kalkmadı. Zavallı Fantine’e işkence eden o sert polisi hâlâ affetmemişti. Javert kendisine arka çeviren Vali’yi saygıyla selamladı. Va­ li ona bakmadı bile ve yazmayı sürdürdü. Javert odada birkaç adım yürüyüp, hiçbir şey söylemeden olduğu yerde durdu. Javert'in kişiliğini yakından tanıyan, uzun zamandan beri uygarlığın hizmetinde olan bu vahşiyi, bu yarı Romalı, yarı Is­ partalı, yarı papaz, yarı onbaşı karışımını, yalan atmayan bu ajanı, lekesiz hafiyeyi inceleyen bir fizyonomi bilgini, o anda Ja­ vert’i görse, onun kendi vicdanıyla boğuştuğunu hemen anlar­ dı. Bu tutucu, ağırbaşlı, zalim, bu iyi hafiye, bu dürüst polis, bir keşiş gibi kendisine azap çektiren bu gaddar adam, derin bir sarsıntı geçirmiş gibiydi. Javert'in duyguları yüzüne vururdu. Girdiği zaman, Vali’nin önünde saygıyla eğilmişti. Bakışında kin ve öfke işareti yoktu. Şu anda generalin önünde nöbet tutan bir er gibi ağırbaşlı ve sabırlı bekliyordu. Tek kelime etmeden, en küçük bir harekette bulunmadan, adeta soluk almaktan bile ür­ ker gibi bekliyordu. Vali Hazretlerinin işini bitirip, kendisiyle ilgi­ lenmesini bekliyordu. Yüzü sınırsız bir acıdan başka duyguyu ele vermiyordu, ataklıkla karışık bir yorgunluk, bir yenilgi... Nihayet Vali, kalemini bırakıp sordu: «Ne istemiştiniz, Javert?» Javert biraz düşünceli bekledi, sonra kederli sesini yükseltti: «Onarımı mümkün olmayan bir hata yapıldı, Vali Hazretle­ ri!» «Nasıl?» «Otoritenin alt basamağından bir görevli, şefine karşı geldi, bağışlanmaz bir saygısızlıkta bulundu. Ödevim bunu size bil­ dirmektir, işte bu yüzden buradayım.» 195

Mösyö Madeleine sordu: «Peki, kimdir o adam?» «Ben.» «Siz mi?» «Evet.» «Peki bu adamdan yakınabilecek o şef kim?» «Siz, Vali Hazretleri!» Vali yerinden fırladı. Javert önüne bakıp aynı renksiz sesle: «Vali Hazretleri, bu yüzden işime son vermenizi, ricaya gel­ dim.» Vali afallamıştı, bir şeyler söylemek için ağzını açacaktı ki, Javert fırsat vermedi: «Evet, istifa edebilirdim, fakat bunu yeterli bulmuyorum. İs­ tifa etmek onurlu bir tavır, ama ben suçluyum, ceza görmeyi hak ettim, beni işimden kovmalısınız.» Kısa bir sessizliğin ardından, polis komiseri ekledi: «Vali Hazretleri, geçen akşam haksız yere benimle katı ko­ nuştunuz, oysa bugün katı davranmaya mecbursunuz, demin de belirttiğim gibi suçluyum.» Mösyö Madeleine, bir şey anlayamamıştı, bağırdı: «Bütün bu çetrefil sözlerden bir şey anlayamadım. Bana karşı nasıl suçlu olabileceğinizi, bilemiyorum. Niye kendinizi suçluyorsunuz? Yoksa yerinize bir başkasını mı geçirmeyi dü­ şünüyorsunuz?» «Kovulmak istiyorum!» «Kovulmak mı? İyi de, niyetinizi hâlâ anlayamadım.» Javert göğüs geçirdi: «Vali Hazretleri, altı hafta önce şu kaldırım kadınının neden ol­ duğu o sahneden sonra size epey içerlemiştim, sizi ihbar ettim.» «ihbar mı?» «Evet, Paris Emniyet Müdürlüğü’ne.» Gülmekten pek hazzetmeyen Mösyö Madeleine kahkahası­ nı bastıramadı. «Yani polisin görevine karışan bir vali olarak mı, benden şi­ kâyet ettiniz?» 196

«Hayır, sizin eski bir kürek mahkûmu olduğunuzu ihbar et­ tim.» Vali bembeyaz kesildi. Javert bakışları yerde, sürdürdü: «Bundan neredeyse emindim. Aslında uzun yıllardır kuşku­ lanıyordum. Yüzünüzün benzerliği, yürüyüşünüz, hele şu Fauc­ helevent işinde gösterdiğiniz o cesaret, nişancılıktaki hüneriniz, yürürken şu biraz sürten sol bacağınız, bütün bunları onda gör­ müştüm. Nasıl desem, bir yığın şey, fakat sizin Jean Valjean ol­ duğunuza kesinlikle emindim.» «Ne dediniz, kullandığınız isim neydi?» «Jean Valjean. Yirmi yıl önce Toulon’da gördüğüm bir tut­ sak, o zaman ben de orada gardiyan yardımcısıydım. Duydu­ ğum kadarıyla, hapisten çıktıktan sonra Jean Valjean bir Pisko­ pos’un evinden gümüşler çalmış. Aslında çok kutsal bir adam olan Piskopos gümüşleri ona kendisinin verdiğini söylemiş fa­ kat Jandarma buna hiç inanmamış. Daha sonra, onun yolda bir hırsızlık yaptığını, küçük bir çocuk olan bir baca temizleyicisi­ nin iki frankını gasp ettiğini de duydum. Sekiz yıldır, adamın izi­ ni yitirmiştim, kim bilir nerelerde saklanıyordu? Sonra sizi bura­ da tanıyınca, kuşkularım hemen uyandı ve... Her neyse ben de öfkeme yenik düşüp, sizi ihbar ettim.» Vali Madeleine birkaç dakikadan beri önündeki dosyalarla oynuyordu. Sakince sordu: «Size ne tür bir yanıt verdiler?» «Deli olduğumu söylediler.» «Öyle mi?» «Evet, haklıydılar.» «Bunu düşünmenize sevindim.» «Elbette, çünkü asıl Jean Valjean yakalanmıştı.» Mösyö Madeleine’in elindeki dosya yere düştü. Derin bakış­ larla Javert’i baştan ayağa inceledi, sonra göğüs geçirip: «Öyle mi!» diye mırıldandı. Javert’in dili çözülmüştü: «Bakın Vali Bey, olay şöyle: Civar köylerin birinde çok fakir 197

bir adam varmış. Onu Champmathieu Baba diye bilirlermiş. Kimsenin umursamadığı epey fakir biri. Böyle insanların geçim kaynağı iyi bilinmez. Bir süre önce sonbahar aylarında, Champmathieu Baba tutuklandı. Sanırım komşu çiftliklerden birinden elma aşırırken, onu duvar önünde yakalamışlar. He­ men içeri tıkmışlar. Bu kadarı ağır bir suç sayılmaz, cezaevinin onarıma alınması gerekmiş; o adamı Arras cezaevine gönder­ meyi uygun bulmuşlar. Halbuki, oradaki kapıcı eski bir pranga mahkûmu, uslu bir adam olduğu için, gardiyanlığa yükseltmiş­ ler onu, kapıcı yapmışlar. İşte Brevet adlı bu eski kürek mahkû­ mu, yeni mahkûmu görünce hemen bağırmış: ‘Hey, ben bu adamı tanıdım, sen Jean Valjean değil misin?’ Oysa Chemp­ mathieu umursamaz tavırlarla sürekli inkâr ediyormuş. ‘O dedi­ ğiniz de kim? Ben Jean Valjean adlı birini tanımıyorum’ diye ka­ bul etmemiş. Fakat kimse sözlerini dinlememiş, meseleyi orta­ ya çıkarmak için araştırmalar yapılmış ve yaklaşık otuz yıl ön­ ce şu Champmathieu’nun Faverolle’da rençberlik yaptığı öğre­ nilmiş, daha sonra onun izini yitirmişler. Ama Jean Valjean da Faverolle’de yaşamıştı daha önce. Üstelik o da, orada rençber­ lik etmişti. Bir husus daha var. Onun adı Jean, anasının soya­ dı ise Mathieu’ydu. Bu adam yer değiştirip başka bir yere gelin­ ce, şive farkı sonucu Jan, Cham olmuş. Çok daha sonraları adamı Auvergne’de, daha sonra Paris’te görmüşler. Bir araba imalatçısının yanında çalıştığını, çamaşırcılık eden bir kızı ol­ duğunu söylüyor, fakat bunların hiçbiri kanıtlanamadı. Faverol­ le’da yapılan araştırmalar sonucu Jean Valjean ailesinden hiç­ bir iz bulunamadı. Bu fukara aileler, böyle ansızın ortadan sili­ nirler. Aslında bu insanlar, çamur ve toz gibidir. Bir varmış bir yokmuş. Sonra, Toulon’da bir araştırma yapılmış. Orada Jean Valjean’la beraber yatmış iki pranga mahkûmu daha varmış, bunlar da ömür boyu hapse mahkûmlarmış. Cochepaille ile Chenildieu. Onları da Arras’a götürüp tutukluyu göstermişler, onlar da onun Jean Valjean olduğuna yeminler içmişler. Doğru­ su, her şey harfiyen uyuyor, aynı yaş, elli dört; aynı boy, aynı yüz, aynı adam. Paris’e ihbarımı gönderdikten bir süre sonra, 198

bu haberi aldım, bana çıldırdığımı, asıl Jean Valjean’ın Arras’ta tutuklu olduğunu söylediler. Bitmedi, o uzun yolculuğu göze alarak ta oraya kadar gidip adamı gördüm ve artık bütün kuş­ kularım dağıldı, evet, o Jean Valjean’ın ta kendisi.» Mösyö Madeleine uğultulu bir sesle: «Bundan emin misiniz, Javert?» Polis şefi kederli bir gülüşle yanıtladı: «Elbette, Vali Hazretleri. Adamı tanıdım, hem, onu gördük­ ten sonra, nasıl olup da sizden kuşkulandığımı, sizi onunla ka­ rıştırmış olduğumu düşünerek kendi kendime lanetler ettim. Beni affedin, Vali Hazretleri...» Javert birkaç hafta önce kendisini jandarma erlerinin önün­ de aşağılayan şefinden af diliyordu. Fakat yine de şu anda gu­ rurlu ve her zamanki kararlı sesiyle konuşmuştu. Mösyö Made­ leine, onun bu isteğini bir soruyla karşıladı: «Peki o tutuklu adam, ne diyormuş?» «Vali Bey, artık onu kim dinler. Adamın işi bitik. Komşunun duvarını geçip bir elma dalı koparmak başka, onun pranga mahkûmu Jean Valjean olması bambaşka. Herif kurnazın biri, hiçbir şey bilmeyen sersem rolünü iyi yapıyor doğrusu. Adının Jean Valjean olmadığını, niye kendisini başkasıyla karıştırdık­ larını sorup duruyor. Neyse, artık defteri dürüldü gibi. Jean Val­ jean olduğuna göre tekrar prangaya gidecek demektir. Adam kodesten çıktıktan sonra boş durmamış, Piskopos aslında işi kapatmış, fakat onun evini soyması bir yana, bir de haydutluk­ la yargılanacak. Yarın Arras’da duruşması var, ben de bu ak­ şamki posta arabasında kendime bilet aldım, oraya gidiyorum. Jean Valjean’ı tanıdığım için, benden de tanıklık etmem isteni­ yor.» Mösyö Madeleine önüne yine bir dosya almıştı ki, epey yo­ ğun işi olan biri gibi, bir şeyler yazıp çizdikten sonra: «Peki, Javert,» dedi. «Bu işler bizi ilgilendirmez, yok yere vakit harcamayalım. Daha acil işlerimiz var. Javert siz hiç za­ man kaybetmeden, Saint-Saulve Sokağında faydalı bitkiler sa­ tan Busaupied Ana’ya gidin, kendisini ve çocuğunu ezmek is­ 199

teyen şu arabacı Chesnelong’dan davacı olsun. Adam kaba ve acımasız, ceza alması gerek. Daha sonra, Mösyö Charcel­ lay’nın evine gidin, yandaki evin oluğundan akan yağmur sula­ rının kendi evine aktığından şikâyetçi. Sonra dul Madam Doris ve Madam René Le Bossé’é giderek tutanak yazın. Size epey iş veriyoruz, ama siz bir hafta sonra Arras’a gideceğinizi söyle­ miştiniz.» «Daha erken gideceğim, Vali Hazretleri.» «Hangi gün yola çıkıyorsunuz?» «Vali Hazretleri, bunu söylemiştim efendim, dava yarın, ben de bu akşamki posta arabasıyla, geceleyin yola çıkıyorum.» Mösyö Madeleine belli belirsiz bir hareket yaptı: «Bu, ne kadar vakit alır?» «Çok çok bir gün. Karar en geç yarın akşama doğru alınır. Fakat ben kararı beklemem, tanıklık eder etmez, gelirim.» «Tamam,» dedi Vali ve bir el işaretiyle Javert’e gitme işare­ ti verdi. Javert yerinden oynamadı. «Özür dilerim, Vali Hazretleri?» «Yine ne oldu?» diye sordu Mösyö Madeleine. «Vali Hazretleri, size bir şey daha hatırlatmak isterim.» «Nedir?» «Beni işten almanızı...» Mösyö Madeleine yerinden kalktı: «Siz onurlu bir insansınız, Javert ve size saygım var. Fakat suçunuzu büyütüyorsunuz. Hepimiz hataya düşeriz. Hem bu hakaret de beni ilgilendirir. Siz alçalmaya değil, yükselmeye yaraşan, onurlu bir memursunuz, işinizi yapmanızı istiyorum.» Javert o namuslu ama duygusuz gözlerini Vali’ye çevirdi ve usul sesle anlatmaya başladı: «Hayır, Vali Hazretleri, bu iyiliğinizi kabul edemem. Bakın, ben bu yaptığımı nasıl değerlendiriyorum. Aslında sizden yok yere kuşkulanmıştım, fakat bu o kadar önemli değildi. Bizim gö­ revimiz herkesten kuşkulanmak. Ancak salt size öfkelendiğim ve sizden sadece intikam almak niyetiyle, sizin bir kürek mah­ 200

kûmu olduğunuzu yazıp sizi suçladım. Ama siz saygın biri, yük­ sek konumda bir görevliydiniz. Bir Vali’yi, bir pranga mahkû­ muyla karıştırdım. Bununla, sizin karakterinizde otoriteye haka­ rete bulundum, bu epey ağır bir suç. Eğer benim görevim sıra­ sında, buyruğumda çalışan biri, böyle yapsa onu hemen işten kovardım. Dinleyin, Vali Hazretleri, görevde epey katı olduğum söylenir, fakat haksızlığa hiç gelemem. Adaleti önce kendime uygulamazsam, benim doğruluğum nerede kalır? O zaman herkes benim için yalancı Javert der ve bunda haklıdır. Vali Hazretleri, bana anlayış göstermeyin, ben iyilik istemiyorum. Ama bu iyiliğinizin zararlarını bilmiyor değilim. Siz bir kentsoy­ luya hakaret eden, bir hayat kadınını bağışlamakla, toplumun yıkılmasına yardım ettiniz sayılır. Temelin ilk taşını yerinden oy­ nattınız. İşte böyle hallerde otoriteye karşı çıkılır. Evet, Vali Hazretleri, iyi olmak çocuk oyuncağı, asıl iş doğruyu, adalete uygun olanı bilmek. Fakat şunu da bilmenizi ¡sterilim ki, eğer sizin o pranga mahkûmu olduğunuzu bilsem, sizi hiç bağışla­ mazdım. Başkalarına uyguladığım gaddarlığı kendime de gös­ termeye mecburum, bunu anlamanızı dilerim. Kaç kez, katilleri cezalandırırken, kendimin de böyle bir şey yaptığında ceza ala­ cağını düşündüm. İşte fırsat belirdi. Ben de kabahatli sayılırım, kendimi cezalandırmam olmazsa olmaz bir şey. Evet, Vali Haz­ retleri, yetkenin bozulmaması, toplumun sağ kalabilmesi için ben bir örnek olmalıyım. Evet, Polis Komiseri Javert işinden ko­ vulacak.» Bu sözleri duygusuz, fakat samimi bir sesle söyledi. Aslında Javert inançlarını hiç boşlamayan, fanatik, ve namuslu bir adamdı. Mösyö Madaleine: «Bakarız,» diye söylendi. Yerinden kalkıp elini Javert’e uzattı. Javert, birkaç adım geriledi ve cılız bir sesle: «Hayır, Vali Hazretleri,» dedi. «Bir Vali, bir polis taslağının, bir ispiyoncunun elini sıkamaz. Ben aşağılık bir hafiye sayılırım 201

artık.» Sonra dişleri arasından: «Evet bir ispiyoncuyum, görevi­ mi kötüye kullandığıma göre bir ispiyoncudan farkım ne?» Valiyi saygıyla selamlayıp kapıya yöneldi. Oraya geldiğinde başını çevirdi ve bakışları eğik: «Vali Hazretleri,» dedi. «Yerime bir başkası yollanıncaya dek, görevimi sürdüreceğim.» Javert çıktı. Mösyö Madeleine, bir süre dalgınca onun ardın­ dan bakakaldı. Ayak sesleri koridorda duyulmaz oldu, her yeri koyu bir sessizlik almıştı.

202

YEDİNCİ KİTAP CHAMPMATHIEU DURUŞMASI 1 HEMŞİRE SIMPLICIE Burada yazacağımız olayların hepsi aslında Montreuil-sur-­ Mer’de yaşanmadı, fakat bu olaylardan öyle izler kalmıştı ki, bunları olanca ayrıntılarıyla anlatmazsak bir boşluk doğacaktır. Bu ayrıntılar arasında okur, akıl sır ermez bazı gerçeklerle yüz yüze gelecektir. Biz de gerçeğe duyduğumuz saygı nedeniyle bunları olduğu gibi anlatmaya karar verdik. Javert’in gelişini izleyen günün akşamı, Mösyö Madeleine, her zamanki gibi Fantine’i ziyarete gitti. Hastanın yanına girme­ den önce, Hemşire Simplicie’yi çağırttı. Revirde hizmet eden rahibelerin ikisi de manastırda yetiş­ miş, Lazariste tarikatından hastabakıcılardı. Bunlardan biri Hemşire Perpétue, iyi kalpli, kaba saba bir köylü kızıydı. Bir eve hizmetçiliğe girer gibi kendini Tanrı’ya adamıştı. Birilerinin aşçı olması gibi, o da rahibeydi. Böylesi insanlar az sayılmaz. Manastır tarikatları bu ağır köy çömleklerini severek kabullenir. Bu köylüler manastırın kaba işlerinde görev alır. Bir sığır çoba­ nının papaz olması tuhaf değildir, çok emek gerektirmeden biri diğeri oluverir. Köyün de, manastırın da asıl temeli olan ceha­ let hazırdır, hemen köylüyü papazla aynı ovaya bırakıverir. İş gömleğini biraz bollaştırın, papaz cüppesi haline gelir. Hemşire Perpétue, Pontoise civarından, Marines’den gelen tombul bir rahibeydi. Köylü ağzıyla konuşan, ilahiler okuyan, 203

homurdanan, hastanın riyakârlığına veya dindarlığına göre ıh­ lamuruna şeker ekleyen, hastalara kaba, sert davranan, can verenlere kabalık eden, Tanrı’yı adeta yüzlerine fırlatan, can çekişmeleri hışım dolu dualarla hırpalayan cesur, dürüst, kırmı­ zı yanaklı bir rahibeydi. Hemşire Simplicie ise, ışıktan yapılmış gibiydi. O bir meleği andındı. Hemşire Simplicie karbeyazıydı. Perpetue’nün yanın­ da, içyağı kandili neyse, o bir kilise mumu gibiydi. Aziz Vincent de Paul, hastane rahibesinin yüzünü, sayısız özgürlüğü epeyce ruhsal esaretle karıştıran şu kusursuz söz­ cüklerle çok iyi anlatır: «Onların manastırı hastaların evidir; hücreleri kiralık odalardır, kiliseleri mahalle kiliseleridir; koridor­ ları şehrin sokakları veya hastane koğuşlarıdır, duvarları itaat, parmakları Tanrı korkusu, peçeleri hayadır.» Bu ideal, rahibe Simplicie’de tam olarak beden bulmuştu. Kimse onun yaşını anlayamazdı, hiç genç olmamış ve hiç­ bir zaman yaşlanmayacak insanlardandı. Bu durgun, vakur kadın iyi bir insandı. Ona «bir kadın» di­ yecek cesaretimiz yok. Hayatı boyunca asla yalan söyleme­ mişti. O kadar uysal ve inceydi ki kırılacak sanırdınız: fakat gra­ nitten daha dayanıklıydı. Zavallı insanlara ince, saf parmakla­ rıyla dokunurdu. Konuşmasında bir sessizlik var gibiydi. Sade­ ce kaçınılmaz olanı söylerdi. Sesi o kadar tatlıydı ki, günah çı­ karma odasında en yüce, en erdem dolu öğütleri verebileceği gibi, bir salona da uygundu. Bu nezaketi, kalın çuha giysiye kendini uydurmuştu; bu kaba dokumada her zaman öbür dün­ yayı, Tanrı’yı hatırlıyordu. Özellikle bir hususu vurgulayalım: Asla yalan söylememiş olması, rastgele bir çıkar için bile olsa, sıradan da olsa, gerçek olmayan, ilahi gerçek olmayan bir tek kelime etmemiş olması, rahibe Simplicie’in en tipik niteliği, fa­ zilet işaretiydi. Bulunduğu dinsel toplulukta bu yıkılmaz doğru­ luğuyla epey ünlenmişti. Papaz Sicard, sağır dilsiz Massieu’ye yazdığı bir mektupta rahibe Simplicie’den bahseder. Bizler ne kadar samimi, namuslu ve saf olursak olalım, hepimizin saflığı­ nın üstünde masum bir küçük yalanın çatlağı bulunur. Onda ise 204

hayır! Küçük yalan, masum yalan, bu olabilir mi? Yalan söyle­ mek, yalnızca fenalıktır. Az yalan söylemek mümkün değildir: yalan söyleyen her yalanı söyler: yalan söylemek, şeytancadır. Şeytanın iki adı vardır: Biri Şeytan, diğeri yalan, işte bu, onun ölçütüydü, düşündüğü gibi de yapardı. Bunun sonucu olarak da değindiğimiz o beyazlık oluşmuştu. Bu öyle bir beyazlıktı ki, ya­ yılarak dudaklarını, gözlerini kaplıyordu. Gülümsemesi aydın­ lıktı. Bu vicdanın camında bir toz tanesi, bir örümcek ağı bulun­ mazdı. Aziz Vincent de Paul tarikatına girerken, özel bir tercih­ le Simplicie adını almıştı. Bilindiği üzere SicilyalI Simplicie, Si­ rakusa’da doğduğundan, Ségesta’da doğduğunu söylemekten­ se, iki memesinin koparılmasını seçmiştir. Oysa, o ufak yalanı söyleseydi kurtulacaktı, işte bu kadın evliya, onun ruhuna en uygun olanıydı. Manastıra girdiğinde Simplicie’in iki hatası vardı fakat bun­ ları giderek düzeltti. Fındık, fıstık, çörek, kurabiye benzeri şey­ leri çok seviyordu. Bir de mektup almaktan çok hoşlanırdı. Bü­ yük harflerle yazılmış, Latince bir dua kitabından başka şey okumazdı. Latince bilmiyordu fakat kitabı anlıyordu. Bu melek kadın, Fantine’den hoşlanmıştı. Onun ruhunun le­ kesizliğini biliyordu. Bu yüzden, onunla ilgilenmeyi üstlenmişti. O akşam Mösyö Madeleine, Rahibe Simplicie’yi bir kenara çekip, Fantine’i ona emanet ettiğini söyledi. Hemşire, Vali’nin epey ciddi olduğunu daha sonraları hatırlayacaktı. Daha sonra Mösyö Madeleine, Fantine’in odasına geldi. Hasta kadın, güneşi bekler gibi beklerdi Vali’nin gelişini. Ra­ hibelere şöyle derdi: «Ben sadece Vali Bey’in yanında yaşadığımı hissediyo­ rum.» Aynı gün, zavallı kadının yine çok ateşi vardı. Valiyi görür görmez sordu: «Cosette’ten haber var mı?» Mösyö Madeleine gülümseyerek: «Neredeyse gelir.» Mösyö Madeleine, Fantine’le her zamanki gibi konuştu. Fa­ 205

kat başka günler onun yanında yarım saat kalan adam, bu kez tam bir saat kaldı. Fantine de aslında buna epey sevinmişti. Vali, onun yanından ayrılırken, hiçbir şeyinin eksik bırakılma­ ması için, döne döne uyarılarda bulundu. Bir ara düşünceli ve dalgın olduğunu fark etmişlerdi. Fakat bunu Fantine'in durumu­ nun onu üzmesine verdiler. Daha sonra, Vali şehre döndü. Odasını temizleyen görevli onun uzun uzun harita incelediğini gördü. Bir kâğıda kurşunka­ lemle bir şeyler yazmıştı. 2

SCAUFFLAIRE USTA’NIN UZAK GÖRÜŞLÜLÜĞÜ Vali uzun zaman sonra şehrin uzak bir yerinde bulunan at ve araba kiralayan Hollandalı bir arabacının evine uğradı. Mösyö Scaufflaire adlı bu adamın evine gitmek için kilisenin önünden geçmesi gerekiyordu. Papaz da kilisenin bahçesinde­ ki ufak bir evde oturuyordu. Papazın çok saygın biri olduğu bi­ linirdi. Mösyö Madeleine onun evinin önüne vardığında, sokak­ ta tek bir kişi vardı. Adam da bunu fark etmişti. Vali, bir ara evin kapısında durmuş, elini çıngırağa atmış, sonra cayıp telaşlı adımlarla uzaklaşmıştı. Vali, Scaufflaire Usta’yı evinde buldu ve ona sordu: «Hızlı giden bir atınız var mı?» «Atlarımın hepsi hızlıdır, nasıl bir şey istersiniz?» «Günde yirmi fersahı rahat rahat alacak bir at istiyorum.» «Aman Tanrım, yirmi fersah da epey uzun yol.» «Doğru.» «Bu at araba mı çekecek?» «Evet, iki tekerlekli hafif bir araba.» «Bu yolu aldıktan sonra, ne kadar dinlenebilecek?» «Ertesi sabah tekrar yola çıkması gerekecek.» «Aynı yolu gelmek için mi?» «Evet.» «Fakat bu hayli uzun bir yol, at yorulabilir!» 206

Mösyö Madaleine cebinden çıkardığı ve sayılarla dolu bir kâğıdı arabacıya gösterdi. Kâğıtta 5,6,8,1/2 yazılıydı. «Dinleyin,» dedi, «on dokuz buçuk, yani yirmi fersah.» Hollandalı bir an düşündü: «Peki,» dedi, «istediğiniz gibi bir atım var. Benim şu kıratım epey iyidir. Rüzgâr gibi uçar. Uysaldır da. Fakat asla ona bin­ meyi denemeyin, onun işi araba çekmek. Sekiz saatte yirmi fer­ sahlık yolu alır. Ama kimi şartlar var...» «Nedir?» «Yolu yarılayınca mola vereceksiniz, daha sonra yemini yer­ ken handaki çırağın onun yulafını aşırmasını önleyin. Bu çırak­ lar atın yulafını çalmayı çok severler.» «Kaygılanmayın, ilgilenirim.» «At ve araba sizin için mi, Vali Bey?» «Evet.» «Merakımı bağışlayın ama araba kullanmayı bilir misiniz?» «Evet.» «Herhalde at yorulmasın diye fazla yük almazsınız değil mi?» «Evet.» «Tamam, günde otuz frank isterim ve atın yem harcaması da size ait.» Vali cebinden çıkardığı üç altını adama verdi: «Alın size iki günlük para, ama at ve arabanın yarın sabah dört buçukta kapımda olmasını istiyorum.» Hollandalı başını kaşıdı, sonra açıkgöz bir gülüşle: «Belki bana düşmeyen işlere karışıyorum, fakat Vali Bey, nereye böyle?» Aslında arabacı sürekli bunu düşünüyor ama bir türlü sora­ mıyordu. Vali, sorusuna soruyla yanıt verdi: «Scaufflaire Usta, atınızın ön bacakları epey dayanıklı mı­ dır?» «Evet, efendim, ama inişlerde biraz ona yardımcı olun. Gi­ deceğiniz yol bayır mı?» 207

«Yarın sabah tam dört buçukta gelmeyi unutmayın,» diyen Mösyö Madeleine, sessizce çıktı. Hollandalı, onun ardı sıra şaşkınca baktı. Vali gideli henüz üç-dört dakika geçmişti ki, kapı bir daha açıldı, gelen Vali’ydi. Kederli ve dalgın gibiydi. «Bay Scaufflaire,» diye sordu, «bana kiralayacağınız o at ve arabanın fiyatı ne kadar?» «Acaba Vali Bey onları satın almaya mı niyetli?» «Hayır, hayır, yine de, bir teminat olarak, size bu parayı ödeyeceğim. Döndüğümde bana iade edersiniz? Ne kadar is­ tersiniz?» «Beş yüz frank, efendim.» «Alın.» Vali masaya bir deste para koyduktan sonra, artık dönme­ mek üzere gitti. Gözleri faltaşı gibi açılan arabacı, bin frank demediğine üzüldü. Aslında at ve araba iki yüz franktan çok etmezdi ya... Adam karısının yanına gidip, bu işe bir açıklama aradı. Vali böyle telaşla nereye gidiyordu? Kadın bir süre düşündükten sonra: «Bence Paris’e gidiyor,» dedi. «Hayır, sanmam...» Arabacı daha sonra, Vali’nin şöminenin üstünde unuttuğu o sayılarla dolu kâğıdı eline alıp uzun uzun inceledi. Ansızın se­ vinçle bağırdı: «Anladım, beş, altı sekiz buçuk... Bunlar mola yerleri. Bura­ dan Hesdin beş fersahtır. Hesdin’den Saint-Pol altı fersah, ora­ dan da Arras tam sekiz buçuk. Buldum, Vali Arras’a gidiyor.» Vali bu sırada, evine dönüyordu. Ama kısa yolu seçmemiş­ ti. Görünmez bir güç kendisini sürükler gibi kilisenin kapısında bir süre kararsızca durmuştu. Fakat son anda girmemeye ka­ rar verip, evinin bulunduğu yere yöneldi. Odasına çıkıp, kapısı­ nı kilitledi. Buraya kadar her şey yolunda sayılırdı. Şehir ahali­ si Vali’nin epey erken yattığını bilirdi. Fakat fabrikanın kapıcısı ve aynı zamanda Mösyö Madeleine’in hizmetçisi olan ihtiyar 208

kadın, (tam o sırada oradan geçiyordu) aynı binada kalan vez­ nedara şunları diyecekti: «Vali Bey acaba hasta mı? Epey kaygılı görünüyor.» Veznedar, bu kadının sözlerini fazla önemsemeden odasına çekilmişti. Gece yarısına doğru uyanan adam, başının üstünde bir ses duyup şaşırdı. Çünkü orası Mösyö Madeleine’in odasıydı ve geceleyin orada hiç ses olmazdı. Daha sonra, veznedar sanki bir dolabın kapağının açılma sesine benzeyen bir ses daha duydu, sonra bir koltuğun yerinden kaldırılması gibi bir ses. Uzun bir sessizlik ve ardından adam, üzerindeki odada birinin yürüdüğünü gösteren ayak sesleri duydu. Yatağında doğruldu, karşısındaki pencereden karşıki duvara bir ışığın yansıdığını görüp iyice şaşırdı. Bu ışık Mösyö Madeleine’in odasından ge­ liyordu, fakat bu cılız bir ışıktı, herhalde Vali bey, lambasını de­ ğil şöminesini yakmıştı. Veznedar tekrar uyudu, iki saat sonra uyandığında, değiş­ memiş ayak seslerini duydu. Düzenli adımlar, gidip geliyorlar­ dı. Karşıki duvara hâlâ ışık vuruyordu, ama bu kez bu bir lam­ ba veya mum ışığı gibiydi. Mösyö Madeleine’in odasında neler oluyordu? 3 MÖSYÖ MADELEİNE’İN BOCALAMALARI... Mösyö Madeleine’in, aslında Jean Valjean’ın ta kendisi ol­ duğunu okurlarımız hemen anlamışlardır sanırım. Önceden de biz onun vicdanının en içlerine dek inmiştik. Onun ruhunu yeniden inceleyelim. Fakat bu bizim için hayli he­ yecan verici, korkutucu bir şey olacak. Kararsız bir ruh kadar müthiş bir şey olamaz. Düşüncenin gözü, insanda olduğu gibi hiçbir yerde bu kadar ışık ve bu kadar karanlık bulamaz. Gör­ 209

dükleri arasında insandan daha korkunç, daha çetrefil daha es­ rarengiz, daha engin bir şey yoktur. Denizin görünüşünden bi­ le daha engin bir görüntü vardır. Bu da göklerinkidir. Fakat ade­ moğlunun ruhu denizlerden ve göklerden daha engin, gizemli­ dir. Ademoğlunun vicdanının şiirini incelersek, bir insan için bi­ le olsa, insanların en sıradanı için bile olsa, bu kesinlikle üstün, değişmez, bir tek söylencede hepsini eritmek, karıştırmak olur. Vicdanın ne başlangıç, ne de bitiş yerini kesinlikle bulamayız. Vicdan, insanı utandıran evhamların, taşkın heveslerin, giri­ şimlerin karmaşası, hayallerin kor ateşi, düşüncenin mağarası­ dır; bütün yalanların evi, tutkuların savaş meydanıdır. Bazı va­ kitlerde, düşünen bir insanın morarmış yüzünden içeri girin, ar­ kasına bakın, bu ruhun içine bakın, o karanlığa bakın. Orada, sessizliğin altında Homeros’un eserlerindeki gibi devlerin sava­ şı, Milton’ın yapıtlarındaki gibi canavarların tatlısu yılanlarıyla savaşı, sayısız hayalet vardır. Dante’nin eserindeki hayali sar­ mallar vardır. İnsanın içinde taşıdığı ve beyninin iradesiyle ha­ yatının eylemlerini çaresizce ayarladığı o sonsuzluk ne karan­ lıktır. Epey eski çağlarda Dante Alighieri, kendisini karanlık bir ka­ pının önünde bulmuş, onu açmaya cesaret bulamamıştı. Bizler de şimdi böyle bir kapının önündeyiz, haydi cesur olalım. İçeri­ ye girelim. Okur, Jean Valjean’ın başına gelenlerin önemli kısmını bildi­ ği için, biz buna az şey ekleyeceğiz. O, küçük Gervais’ten son­ ra, iyice değişmiş, apayrı biri olmuştu. Piskopos’un arzusuna uymuş ve dürüst bir adam olmuştu. Kaybolmayı başarmış, Piskopos’un gümüş takımlarını sat­ mış, fakat o gümüş şamdanlara kıyamamış, onları kendisine ayırmıştı. Şehirden şehire dolaşıp Fransa’yı geçmiş ve nihayet Montreuil-sur-Mer’e varmıştı. Bundan sonrasını okurlarımız iyi bilir. Oraya yerleşerek bir yandan orayı geliştirmiş, bir yandan da itibarlı bir adam olarak hayata başlamış ve bunda da epey 210 *

başarı kazanmıştı. Tek gayesi, asıl adını saklamak, hatta unut­ mak, kutsal bir hayat sürmek, insanlardan uzaklaşıp Tanrı’ya yaklaşmaktı. Aklındaki bu iki fikir birbirine o kadar karışmıştı ki, nihayet tek düşünceye dönüşmüştü. Her ikisi de aynı ölçüde onun ak­ lına takılıyordu, bütün yaptıklarına hâkim oluyor, eylemlerini et­ kiliyordu. Çoğu zaman, onun hayat akışını yola koymak için iki­ si uzlaşırdı. Onu gölgelere doğru çekip, onun iyi niyetli, sade ol­ masını isterlerdi: Ona aynı şeyleri söylüyorlardı. Kimi zaman aralarında sorun çıkıyordu. Bu durumda, hatırlanacağı üzre, bütün Montreuil-sur-Mer adlı yerin Mösyö Madeleine diye bildi­ ği adam birinciyi İkinciye, güvenliğini faziletine tercih etmekte kararsız kalmıyordu. En çıkmaz anda kendisine el uzatan o melek ruhlu Pisko­ pos’a o kadar sadıktı ki! Bütün tedbirleri savsaklayıp o gümüş şamdanları ondan bir hatıra olarak saklamıştı. Hem, onun ma­ temini de tutmuştu. Bu arada en son hareketinden o kadar piş­ manlık duymuştu ki, şehirden gelip geçen bütün Savoie’lı baca temizleyicilerini çağırıp, adlarını sormaktan da bir türlü kurtula­ mamıştı. Ne de olsa geçmişine ilişkin bağlarını koparamayan adam, ablasından ve yeğenlerinden haber alabilmek için Faverol­ les’da araştırmalar yaptırmıştı. Bütün kutsal kişiler gibi ilk işinin kendisini korumak olmadığını bilirdi. Bu yüzden, Javert’in o anıştırmalarını önemsemeden, o yaşlı Fauchelevent’in canını kurtarmakta gecikmemişti. Şunu da ekleyelim ki, şimdiye dek hiç bu kadar zor bir me­ seleyle karşılaşmamıştı. Bunu Javert’in, ofisine geldiğinde söy­ lediği ilk kelimelerde belirsiz fakat hayli derinden sezmişti. Bun­ ca karanlığa gömdüğü o adın hiç umulmadık bir zamanda söy­ lenmesiyle afalladı, kaderin lanetli tuhaflıklarından sarhoşa dönmüş gibi, bu duygular içinde, büyük sarsıntıların ilk adımı olan titremeye yakalandı. Fırtına gelirken, bir çınarın, saldırı gelirken, bir erin yaptığı gibi eğildi. Şimşek, yıldırım yüklü ka­ rartıların başının üzerine doğru geldiğini algılıyordu. Javert’in 211

konuşmasını dinlerken ilk yaptığı hemen koşup, kendisi sanı­ lan o zavallı Champmathieu’yu kurtarmak oldu, sonra «Bekle­ yelim» diye düşündü. Bu eşsiz davranışını kısıtladı ve yiğitlik­ ten vazgeçti. Piskopos’un ona en son söylediği o ilahi sözler, iyilik ve öz­ veriyle geçen onca yıla rağmen, uçurumun kıyısında olan bu biçare duraksayacaktı. Korunma duygusu, onu şu anlarda bir şey açıklamamaya yöneltmişti. Derken, henüz karar almama­ nın, uzun uzun düşünmenin en iyi yol olacağına karar verdi, dönüşten önce bir savaşçının gücünü toplamak için kalkanını toplaması gibi, o da sakince hareket etme kararı verdi. Günün kalan vakitlerini, bir kararsızlıkla geçirdi. İçinde fırtı­ nalar kopuyor, fakat dış görünüşünde yaprak bile oynamıyordu. Aslında henüz kesin bir karara varamamıştı, aklı karman çor­ mandı. Yine her zamanki gibi Fantine’i ziyarete gitmiş, dahası bu kez, ziyaretini biraz daha uzatmıştı. Bilinmez, belki uzun za­ man onu göremezdi. Bu nedenle onu hemşirelere emanet et­ miş, yokluğunda iyi bakmalarını tembihlemişti. Önce Arras'a gi­ dip, şu fakir adamın davasına katılmaya karar verdi, bu çok olağan bir şeydi. Yemeğini epey iştahla yedi. Sonra, odasına çekilerek her şeyi uzun uzun düşündü. Korunmak ister gibi kalkıp kapısını sürgüledi. Dışarıdan gelecek bir tehlike olabilirmiş gibi. Sonra da mumu söndürdü, ışık huzursuz ediyordu. Birileri kendisini izliyor gibi, bir duyguya kapıldı. Bu, kim olabilirdi ki? Üzülerek belirtelim ki, dışarıda bırakmak istediği o şey ken­ disiyle odaya girmişti: vicdanı. Daha doğrusu Tanrı. Kısa süreliğine, güvende hissetti kendini. Kapısı sürgülen­ miş, mumu sönmüştü, artık o yenilmez gibiydi. Sonra toparlan­ dı, başını ellerinin arasına alıp, karanlıkta düşünmeye başladı. «Nerelerdeyim? Acaba bu bir hayal mi? Bana ne dediler? Javert’i gördüğüm ve onun bana söyledikleri doğru mu? Şu köylü, şu Champmathieu da neyin nesi? Demek bana o kadar 212

benziyor. Bu mümkün mü? Oysa daha düne kadar rahattım. Başımın üstünde asılı olan bu kılıcın farkında değildim. Dün bu zamanlarda ne yapıyordum? Bu işler nasıl düzelecek? Ne yap­ malıyım?» İşte bu tür bir azap ve keder içindeydi. Aklı düşünme bece­ risini kaybetmişti. Aklı o kadar karışıktı ki, düşünceler art arda gelir gibiydi. Fırtınalı bir denizin dalgaları gibi. Bir ara aklını toparlamak için, elleriyle alnını tuttu. Bu kargaşada bir çare aradı. Alnı ateşler içindeydi. Pencerenin önüne gidip, açtı. Karan­ lık bir gece. Geldi, masanın başına geçti. Bir ara içinde bir umut ışığı yandı. Durum ne kadar çıkmazda görünüyorsa da, her şey kendisine bağlıydı. Kendi içine kapandığı vakitlerde, uykusuz gecelerinde, en fazla korktuğu, bir gün bu adın söylendiğini duymaktı. Bunun kendisi için her şeyin bitmesi olacağını, bu ad tekrar söylendiği gün, yeni hayatını yakacağını, kim bilir belki de yeni ruhunu bile öldüreceğini düşünürdü. Bunun olabilece­ ğini düşünmek bile onu titretirdi. Hiç kuşkusuz, böyle vakitlerde biri gelip de ona: Bu adın kulaklarına söyleneceğini, tiksinç Je­ an Valjean kelimelerinin ansızın içinde bulunduğu karanlıktan çıkıp karşısına çıkacağını, içine saklandığı sırrı çözüverecek korkunç ışığın ansızın başında parlayacağı vaktin gelebileceği­ ni; sadece bu adın onu korkutamayacağını, bu ışığın daha ko­ yu bir karanlık yaratacağını, parçalanan bu örtünün sırrı çoğal­ tacağını, bu zelzelenin onun yapısını pekiştireceğini, eğer ister­ se, bu olağanüstü olayın onun hayatını aynı zamanda daha açık, daha ışıklı, daha içine girilemez hale getirmeye yarayabi­ leceğini ve Jean Valjean hortlağıyla yüzleştirilmekten iyi, şeref­ li kentsoylu Mösyö Madeleine'in her zamankinden daha onur­ lu, daha rahat, daha itibarlı olarak çıkacağını söyleseydi, başı­ nı sallar, bunlara delice sözler gibi bakardı. Evet, ama işte bü­ tün bunlar olmuştu, bu olamazlar yumağı bir gerçekti, Tanrı bu çılgınca şeylere rıza göstermişti. Düşünceleri giderek belirginleşiyordu. Halinin ne olduğunun farkına varmaya başlamıştı. Çok uzun bir uykudan uyanmış gi­ 213

biydi. Zifiri karanlıkta bir uçurumdan aşağı düştüğünü sezer gi­ bi oldu. Alınyazısının kendi yerine seçtiği bir gölge, yabancının biri onun yerine bu uçuruma düşebilirdi! Uçurum kurbanını bek­ liyordu; kendisini ya da o yabancıyı. Alınyazısını değiştirmeye niye çalışacaktı? Niye her şeyi kendi haline bırakmıyordu? Işık giderek çoğalıyordu. Kendi kendisine şunu söyledi: Ce­ zaevindeki yeri boştu ne de olsa. Küçük Gervais’den çaldığı iki frank için tekrar oraya dönecekti. Bu önlenemez bir şeydi. Fa­ kat talihi bu kez kendisine yardım ediyordu. Bir başkasını o sanmışlar, onu tıkmışlardı kodese. Sesini çıkarmasa, her şey yine eskisi gibi olacaktı. Bir uçurumun kıyısında olduğunun farkındaydı. Hatalı bir adım onu en diplere sürükler ve sonsuza kadar onu yutardı. Fakat ne olabilirdi bu hatalı adım? Asıl Jean Valjean’ın kendisi olduğunu söylemek mi? Yoksa ses çıkarmayıp Mösyö Madeleine kimliğiyle o huzurlu ve rahat hayatına devam etmek mi? Kişioğlunun bütün hayatı boyunca, sadece bir ya da iki kez hissedeceği çok tuhaf bir duyguya kapıldı. Bu, vicdanındaki son savaştı. Yüreği kaplayan en çetrefil duyguları alay, sevinç ve keder gibi duyguların çatışmasından oluşturan, acıklı, özel bir kahkaha. Mumu yaktı. «Niye korkayım ki?» diye mırıldandı. «Aksine, güvende sa­ yılırım, geçmişime açılan o tek kapı da artık tamamen kapandı. Javert, bir daha beni tedirgin etmez. Onun merakı giderildi. Bundan sonra huzursuz etmez. O artık kovaladığı Jean Valje­ an’ı bulduğundan emin, belki şehirden bile ayrılır gider. Beni bir gören olsa, başıma bela geldiğini düşünür. Hem olup bitenler­ de benim rolüm bile yok, her şey benim dışımda gelişti. Alınya­ zısının bu kaprisine niye karışayım ki? Kim bilir, böyle olması­ nı belki Tanrı istemiştir. Onun yaptıklarına karışmak bana mı düştü? Ne haddime? Belki de O, benim başladığım işe devam et­ memi, etrafımdakilere iyilik etmemi istediğinden, her şey bu yo­ 214

la girdi. Acaba neden az önce o papazın evine girmeye çekin­ dim. Ona günah çıkartır, her şeyi anlatırdım. O, bana rehberlik ederdi. Bunu niye yapmadım ki? Onun da bana işleri akışına bırakmamı önereceğinden eminim. Evet, her şeyi Tanrı’ya ha­ vale edelim.» Birden yerinden fırladı. Oh, neyse, artık bir karara varmıştı, ama niyeyse buna hiç sevinmemişti. Aksine!.. Düşünceleri aynı sabit noktaya geri dönüyordu. Denizin sa­ hile dönmesi gibi. Tayfalar buna «med-cezir» der. Suçlu için bu «pişmanlık»tır, «vicdan azabı»dır. Tanrı, vicdanları da deniz gi­ bi dalgalandırır. Kendi içinde yoğun bir didişme başlamıştı. Vicdan azabı ad­ lı o müthiş duygu, onu avucuna almıştı. Deminki düşüncelerinin birer yanılgı olduğunu anladı. Bastırmak istediği kalbinin sesini asla bastıramıyordu. Endişeli ve karanlık bu konuşmalara devam etmeden dura­ madı. Bu konuşmada, bütün taraflar kendisiydi; iki bin yıl önce başka bir hükümlüye: «Yürü!» dendiği gibi, ona da: «Düşün!» diyen esrarengiz güce boyun eğmişti. Fazla ötelere gitmeden, yeterince anlaşmak için gerekli bir gözlemi aktaralım. Her insan kendi kendisiyle konuşabilir, düşünen her insan bu ihtiyacı duymuştur. Hem denilebilir ki, söz sadece bir insa­ nın içinde, düşüncesinden vicdanına, oradan da yine düşünce­ ye döndüğünde, en muhteşem gizemdir. Bu bölümde sık sık geçen «dedi», «bağırdı» gibi kelimeleri işte bu anlamda değer­ lendirmek gerekir, insan kendi kendine söylenir, bağırır, konu­ şur da, dışarının sessizliğine zarar gelmez. Korkunç bir uğultu vardır; bizim her yanımız, her şeyimiz konuşur ağzımızın dışın­ da. Ruhun gerçekleri soyut, dokunulamaz olsa da gerçektir. . Kendi kendine, ne yapacağını sordu, «incindiği bir karar» hakkında kendini sorguladı. Aklında tasarladığı her şeyin cana­ varca olduğunu, «işleri akışa bırakmanın, Tanrı’nın istediğini yapmasını istemenin» korkunç olduğunu kendi kendine söyle­ 215

di. Tanrı’nın ve insanların hatalarını umursamamak, ona engel olmamak, susarak onu kabullenmek, yani hiçbir şey yapma­ mak, her şeyi yapmak! Riyakârlığın, alçaklığın son raddesiydi bu! Çok adi, haince, sinsice, mide bulandıran bir cinayetti bu! Sekiz yıldır ilk kez, şanssız adam kötü bir şey yapmanın acı tadını aldı. İğrenerek tükürdü. Ansızın bir çelişki buldu, demin «Gayesine ulaştığını» dü­ şünmüştü. Evet ama, bu gaye neydi? Geçmişini ve asıl adını saklayıp polisten kurtulmak mı? Oysa biçare adam bedenini değil, ruhunu kurtarmak istiyordu. O, yıllardır Piskopos’un emir­ lerine itaat etmişti. Geçmişi unutmak, geçmişine aralanan kapı­ yı kapatmak. İşte tam zamanıydı... Evet ama böyle susarsa o günahlar kapısını kapatamıyor, aksine, sonuna kadar açmış oluyordu. Silbaştan bir hırsıza dönüşüyordu, üstelik hırsızların en kor­ kuncuna. Günahsız bir adamın özgürlüğünü çalmış oluyordu, ayrıca, bir katil oluyordu. Evet zavallı, sefil bir adamı öldürmüş oluyordu. Onu prangaya göndermekle onun ruhunu almış olu­ yordu. Oysa gidip teslim olmak, asıl Jean Valjean olduğunu açıklamakla, kendi eski adını tekrar almakla, işte o zaman bir daha doğmuş olacaktı. O korktuğu cehenneme geri dönmekle, aslında oradan sahiden kurtulmuş olacaktı. Bunu yapmadığı zaman, şimdiye kadarki, emekleri ziyan olmuş sayılırdı. Yaptık­ larının hiçbir önemi kalmazdı. Derken, karşısında Piskopos’u görür gibi oldu. Yıllar önce ölen Piskopos Bienvenu ona acıklı, kınayan gözlerle bakıyor­ du. Ona gidip teslim olmayı öneriyordu. Vali Madeleine olmak­ tan kurtulup, yine asıl adını almakla, kürek mahkûmu Jean Val­ jean olmakla, saygıya değer biri olacağı söyleniyordu ona. Evet, belki şu sırada yanında yaşadığı insanlar onu bu saygın­ lığın maskesiyle tanıyorlardı, ama Piskopos onun asıl kimliğini elbette biliyordu. Aniden, kararını verdi; Arras’a gidecek, kendi yerine tutuk­ lanan o günahsız adamı kurtaracaktı. Bunun için kendisini ya­ 216

kalatacak, tekrar zindanlara dönecekti, ama ne çıkar. Bunu yapması olmazsa olmaz göreviydi. Bu atılacak en son adımdı. Alınyazısına, bir kez daha boyun eğecek, insanların gözünde aşağılanacak, Tanrı katında yükselecekti. «Tamam,» diye söylendi, «işimizi yapalım, şu günahsız köy­ lüyü kurtaralım!» Fark etmeden yüksek sesle konuşmuştu. Rahatlamış gibiydi. Dosyalarını inceledi, hesaplarını düzen­ ledi. Yoksul tüccarların borçlarını gösteren kimi belgeleri ateşe attı. Bir mektup yazıp zarfa koydu. Üzerine şunları yazdı: Mösyö Antoine Laffitte, Banker, Artois Caddesi-Paris Yazı masasının çekmecesinden, içinde biraz kâğıt parayla, o yıl seçimlerde kullandığı kimlik belgesi olan cüzdanı çıkardı. Bunca önemli düşüncenin karıştığı böylesi hareketlerde bulun­ duğunu biri görse, onun içinden neler geçtiğini asla bilemezdi. Fakat kimi zaman, dudakları kıpırdıyordu. Bunu yapmadığı za­ manlarda başını kaldırıyor, duvardaki bir noktaya gözünü kırp­ madan bakıyordu, tam orada aydınlatmak ya da araştırmak is­ tediği bir şey var gibiydi. Mösyö Laffitte’in mektubunu da cüzdanla beraber cebine koydu, odada gezinmeye başladı. Düşüncelerinin doğrultusu aynıydı. Parlak harflerle yazılan görevini anlaşılır halde görüyordu. Bu yazılar gözlerinin önün­ de parlıyor, bakış açısına uyarak yer değiştiriyordu: «Hadi git! Adını ver! Kendini yakalat!» Aynı biçimde, onun önünde duygulu biçimlerle dolaşıyorlar­ mış gibi, o zamana kadarki hayatının ikili kuralı olan iki düşün­ ceyi de görüyordu: Adını saklamak, ruhunu kutsallaştırmak. Bu iki düşünce ona ilk kez birbirinden kesinlikle farklı, apayrı gel­ di, aralarındaki farkı görüyor, birinin doğru olduğunu, diğerinin 217

bozulabileceğini anlıyordu. Biri özveriydi, İkincisi bencillikti; ilki, «başka biri» diyordu, diğeri «ben»; biri ışıktan, İkincisi karanlık­ tan geliyordu. Didişiyorlardı, bunu görüyordu. O düşündükçe, onlar aklının gözü önünde irileşmişti. Artık devasa hale gelmişlerdi. Öyle gö­ rüyordu ki, içinde bir dev, bir ilaheyle savaşıyordu. Korkulu olmasına karşın, iyilik fikrinin önde geldiğini anlıyor­ du. Vicdanının, yazgısının, son aşamasına geldiğini anlıyordu. Yeni hayatının ilk devresinde izleyeceği yolu Piskopos göster­ mişti, Champmathieu bunun sonraki aşamasını gösteriyordu. Büyük krizler ve ardından büyük sınav. Bunlara karşın, kısa süreliğine durulan, dinen coşkular sil­ baştan usulca kaplıyordu içini. Sayısız düşünce vardı aklında, tümü de verdiği kararı sağlamlaştırmaya devam ediyordu. İçinden şöyle bir düşündü: «Belki de meseleyi sağlamca ele almıştı, bu Champmathieu hiç de kaydadeğer bir adam değildi, üstelik hırsızlık yapmıştı». Fakat hemen sonra şöyle bir karşı­ lık verdi buna: «Bu adamın suçu birkaç elma çalmaksa, cezası bir ay hapisti. Bu cezayla kürek mahkûmluğu arasında çok fark vardı. Hem, kim nereden biliyor? Gerçekten çaldı mı acaba? Suç kanıtlandı mı? Jean Valjean adının ağırlığıyla eziliyor, ka­ nıta gerek görmüyorlar. Bu, genel bir savcı tavrı değil mi? Onu forsa sandıklarına inandıklarından, hırsızlık yaptığından emir­ ler.» Şunu düşündü daha sonra: «Kendini yakalatınca, belki de tavrındaki cesareti, sekiz yıllık hayatı, bulunduğu yere kazan­ dırdıkları için yaptığı her şeyi dikkatte alıp onu bağışlayabilirler­ di de.» Bu tezi hemen silindi, Küçük Gervais’den aldığı iki frankın suçunu ağırlaştırdığını hatırlayıp gülümsedi: bu olay kesinlikle meydana çıkarılacak, kanunun kesin maddeleri gereğince de hayat boyu küreğe mahkûm edilmesi gerekecekti. Bütün hayallerini bıraktı, dünyadan iyice uzaklaştı, Başka yerlerde teselli aradı. Kendi kendine: «Yapması gerekeni yap­ ması gerektiğini» söyledi. Görevini yaptıktan sonra, belki de 218

ondan kaçındığı zamankinden daha tiksindirici, daha zavallı ol­ mayacaktı; «her şeyi akışına bırakırsa», Montreuil-sur-Mer’de kalsa, itibarı, ünü, iyilik işleri, saygı, sevgi, merhameti, varsıllı­ ğı, halk tarafından sevilip sayılması, erdemi bir cinayetle de ka­ baracaktı. Temelinde tiksinç bir şeyler olan bütün o kutsal şey­ lerin tadı nasıldı ki? Oysa, özverili davranırsa, kürekte, kazıkta, prangada hayat boyu esarete hükümlü forsaların yeşil başlığıy­ la, amansızca çalışırken, ezici utancına sürekli aynı ilahi dü­ şünce karışmış olacaktı! Nihayet buna mecbur olduğunu, alınyazısının bu olduğunu, Tanrı’nın yazdığını bozmanın yapacağı iş olmadığını, ne koşul­ da olursa olsun: Ya dışarıda fazilet, içeride sefalet; ya da içeri­ de kutsallık, dışarıda kepazelik; ikisinden birini tercih etmesi gerektiğini kabullendi. Bunca acı düşünceleri harmanlamakla cesareti sarsılmıyor­ du, sadece kafası yoruluyordu. İçgüdüyle bambaşka şeyler dü­ şünmeye koyuldu. Şakakları şiddetle zonkluyordu. Oda içinde gidiş-gelişlerini sürdürüyordu. Saatin çanı gece yarısını önce kilisede, ardın­ dan belediye binasında çaldı. Her iki çalışta on iki çan sesi say­ dı, ikisinin sesini karşılaştırdı. Bunun ardından, birkaç gün ön­ ce bir hırdavatçıda gördüğü eski bir çanı hatırladı, üzerinde şöyle yazılıydı: Antoine Albin de Romainville. Üşüyordu. Ocağı yaktı, fakat penceresini kapatmak aklına gelmedi. Şaşkınlığı sürüyordu, kilise çanı saati bildirmeden önce, ak­ lından neler geçtiğini düşünmeye çalıştı. «Ah, tabii ya, kendimi yakalatmaya karar vermiştim.» Ansızın beyninde, bir şimşek çaktı: Aklına Fantine gelmişti. «Yüce Tanrım, şu bedbaht kadını neredeyse çıkıyordu ak­ lımdan.» Bunu hatırlamak her yeri ışıkla doldurdu. Her şey değişmiş gibiydi. Düşündü: «Evet, fakat şimdiye dek sadece kendimi dü­ şündüm; diyelim ki gidip teslim oldum, bu salt benimle ilgili bir şey, fakat şimdi buna o kadar hakkım olmadığına eminim. Ben­ 219

cillik değil mi bu? Ben rahata kavuştum, gidip asıl kimliğimi açıkladım. Ya sonra? O adamı serbest bıraktılar, yerine beni kodese attıllar diyelim... Bütün bu şehir, geliştirdiğim bu sana­ yi, ilçe, fabrikalar ne olacak? O işçiler, geçim derdine gündoğu­ mundan günbatımına çalışan o fakir insanlar. Bunları var eden kendi emeğim. Bacası tüten her evde, et pişen her tencerede, katkım var. Ben buradakileri rahata kavuşturdum. Ben gider­ sem, neler olacak, bütün bu emeklerim ziyan olacak. Hem, kı­ zını getireceğime söz verdiğim, o kadın... Farkında olmadan onun yıkımının da nedeni olmayacak mıyım? Ben gidince, onun hali nice olur? Kadın ölür, çocuk o alçak hancıların eline kalır. İşte bir açmaz daha, kendimi yakalatmak mı? Bir şeyler yapmadan beklemek mi?» Kendi kendisiyle atışırcasına, vicdanıyla konuşmaya tekrar başladı. «Sesimi çıkarmadığım, bir şey yapmadığım zaman, şu biça­ re yaşlı köylü prangaya vurulacak. Fakat ne yapayım, o da el­ ma çalmasaydı! Benim burada kalıp işime devam etmem en iyi şey. Doğru, burada kalıp bu ilahi görevi sürdürmeliyim. Vali Ma­ deleine adıyla, yaşamaya mecburum. Kahrolsun Jean Valjean! Neredeyse düzeltilemez bir hata yapacak, egoistçe davrana­ cak, tüm bir şehrin hayatını riske atacaktım. Bunların hepsini de yalnızca kendi dinginliğim için, vicdanımı rahatlatmak için yapacaktım. Hayır, burada kalır, işime gücüme bakarım, on yıl sonra elime geçecek on milyonu ihtiyaç sahiplerine dağıtırım. Buralarda fakir kimse kalmaz, iyice gönence kavuşur. Hem, Fantine de tertemiz bir hayata başlar, çocuğunu yetiştirir. Fakir­ lik, kadın satışı, hırsızlık, cinayet, bunların tümü giderek yok olur. Evet, haklıyım; demin düşündüklerim için çıldırmış olmam gerek. Koca bir şehrin, binlerce ocağın yıkılmasına nasıl cesa­ ret edebilirim? Bir hırsız serbest kalsın diye bütün bunlara de­ ğer mi? Fantine’in gönlünün acıyla kırılması, günahsız bir ufak­ lığın sokaklara düşmesi. Olacak iş değil, düzeltilemez bir hata yapmama ramak kalmıştı, bir ananın yavrusuna kavuşmasını, bir yavrunun ana sevgisini yaşamasını engelleyecektim! Üste­ 220

lik bütün bunlar yalnızca hırsız bir köylü için. Ayrıca, o elma hır­ sızı, bugüne dek daha ne günahlar işlemiştir? Susarsam, yine vicdan azabı çekeceğim, fakat bu da benim meselem, hatalı davrandığımı düşünüp üzülecek olan sadece kendim olurum... Evet, özveri ve fazilet bunda!» Kalkıp, odadaki dolanmasına tekrar başladı, bu kez daha huzurlu gibiydi, insanoğlu en pahalı elmasları yerin altından bulup çıkarır. O da ruhunun karanlıklarında parlayan bir düşün­ ce yardımıyla karara varmıştı. Ansızın, böyle bir elması, haya­ tın bir gerçeğinin elinde olduğuna emin oldu. «Oh, evet, doğru bir karara varmak içimi ferahlattı!» Biraz daha dolandı, sonra ansızın olduğu yerde kaldı. «Karara varmak çok iyi, fakat yapılacak çok iş var. Artık ayağımız sürçmesin, gerilmeyelim. Benden fazla başkalarının çıkarları için böylesi daha doğru. Ben Madeleine'im, öyle de kalıyorum! Adı Jean Valjean olana Tanrı acısın! Ben o değilim artık. Onu tanımıyorum, kim olduğundan haberim yok, şimdi bir Jean Valjean varsa, kendi derdine yansın! Beni ilgilendirmez artık. Karanlıkta yüzen lanetlenmişliğin adıdır bu. Durur, birinin üzerine saldırır, yazık o başa!» Ocak üstünde duran küçük aynada kendine baktı: «Vay canına! Bir karar almak beni epey yatıştırdı! Şimdi çok farklı biriyim!» Birkaç adım yürüdü, sonra hemen durdu: «Hadi bakalım!» dedi. «Verilen kararların hiçbirinin karşısında bocala­ mak olmaz! Beni Jean Valjean’a bağlayan ipler duruyor daha. Onları koparmalı! Burada, bu odanın içinde bile beni suçlaya­ cak şeyler var, tanıklık edebilecek dilsiz nesneler. Karar alındı, bunların tümü yok olmalı!» Cebinden çıkardığı keseden küçük bir anahtar aldı. Anahtarı, duvara gizlenmiş bir kilide soktu. Gizli bir bölme açıldı. Burada bir kasa vardı. İçinden bir şeyler çıkardı, beyaz bir önlük, yamalı bir keten pantolon ve bir çıkın, bir de uçları çi­ vili kalın bir sopa. 1815 yılının o Ekim gününde Digne’de Jean Valjean’ı görenler, bu sefil şeyleri çok iyi hatırlardı. 221

O gümüş şamdanları koruması gibi korumuştu bunları da. Geçmişine dair bu nesneleri saklamakla, sürekli nereden baş­ layıp nereye geldiğini kendisine hatırlatmak istiyordu. Pranga kalıntılarını gizlemiş, ama Piskopos’un hediyesi olan, o kusur­ suz gümüş şamdanları şöminenin üstüne yerleştirmişti. O gizli kasadan aldıklarını çıkın haline getirip, ocağa attı. Hemen sonra alevler odanın duvarlarına yansıdı. Attığı nesne­ ler yanmıştı. O kalın sopa yanarken her yere kıvılcımlar fırlatı­ yordu. Çıkın da, içindeki pılı pırtı da yanmıştı, fakat ansızın, küller­ de parlayan bir şey gördü. Eğildiğinde, o baca temizleyiciden zorla aldığı o iki franklık gümüş olduğunu gördü. Artık ocaktan yana hiç bakmadan odada tekrar gezinmeye başlamıştı. Sonra, alevlerle ışıyan o gümüş şamdanları seçti. «Evet,» dedi. «Bunlar da Jean Valjean’dan kalma, bunları da yakmalı...» Şamdanları aldı. Ocak iyi yanıyordu. Hemen sonra o gümüşler eriyip külçe haline gelebilirdi. Eğildi, ateşte ellerini ısıttı: «Oh, sıcak ne gü­ zel!» diye söylendi. Tam o sırada içinden bir ses yükselir gibi oldu: «Jean Valjean! Jean Valjean!» Tüyleri ürperdi, korkutucu şeyler dinleyen birini andırıyordu: Şöyle diyordu ses: «Evet, tamam, devam et, başladığın işi bitir. Şu şamdanları da ateşe at, anıları da... Piskopos Bienvenu’yü aklından çıkar. Olanları unut. Şu biçare ihtiyara da aldırma. Belki de hiç kaba­ hati olmayan, sadece sen sandıkları için, prangaya vurulacak o bedbaht adamı da belleğinden sil. Evet, sen yine o saygıdeğer adam olmaya devam et. Şehirde kal, valilik etmeye devam et. Şehrini biraz daha geliştir, açları doyur ve giydir, öksüzleri ye­ tiştir, mutlu ve faziletli hayatına devam et. Senin yerine de eli ayağı prangalı bir şanssız, zindanlarda çürüyüp gitsin. Üzerin­ de kırmızı kazak, o biçare senin yerine kürek sallasın, evet, ni­ ye olmasın? Ah sefil!..» 222

Alnından terler akıyordu, gümüş şamdanlara deli gibi baktı, fakat içindeki ses, konuşmayı sürdürüyordu: «Jean Valjean etrafında seni kutsayacak sayısız ses duya­ caksın. Şunu da unutma; kimsenin kesinlikle duyamayacağı bir ses sana sürekli ilenecek. Evet, Yaradan seni lanetleyecek!» Derken, bu son sözleri o kadar belirgince duydu ki, odada biri daha var sanıp bakındı. Korkuyla sordu: «Kim var orada?» Hemen sonra bir aptalın kahkahasıyla: «Ne de ahmağım!» diye söylendi. «Benden başka, kim var ki?» Başka biri vardı aslında, fakat onu kimsenin gözü göremez­ di. Şamdanları şöminenin üstüne bıraktı ve deminki gibi odada gezinmeyi sürdürdü; aşağı kattaki adamı uyandıran o monoton yürüyüşünü. Bunu yaparak, bir yandan rahatlıyor, bir yandan da sarhoş oluyordu. Devinirse bir karara varacağını düşünüyordu, kendi kendisinden kaçmak ister gibiydi. Bir an, demin vermiş olduğu o iki zıt karardan cayar gibi ol­ du. Her bir kararı diğerinden daha korkunçtu. Ulu Tanrım! Alın­ yazısı kendisine ne korkunç bir oyun oynuyordu? Şu Champ­ mathieu de nereden gelmişti? Geleceği düşündü, gidip kendi­ sini yakalatmak, Ulu Tanrım! Hayatı yaşanır yapan her şeyi terk etmek. Her şeyi arkada bırakmak. Etrafındaki sevgiye, saygı­ ya, gün ışığına, özgürlüğe, her şeye hoşça kal diyecekti. Şöy­ le düşünmeye başladı: Belki de kendisini yakalatmasındaki ce­ saretine hayran kalanlar, yedi yıldır ettiği o iyilikleri, yıllardır ya­ şadığı o saygın hayatı dikkate alıp, belki onu affederlerdi. Fakat hemen sonra, bu düşten vazgeçti. O küçük baca te­ mizleyicisinin iki frankı, onu tekrar uçuruma itecekti... Onu kim­ se affedemezdi. Özlemli bakışlarını odada dolaştırdı. Şu anda, oda ve ora­ daki eşyalar o kadar güzel görünüyordu ki, fakat bunlardan 223

vazgeçmesi gerekiyordu artık. Bir daha, bu masada yazmaya­ cak, bu koltuğa oturup kitap okumayacak, bu ocak başında el­ lerini ısıtamayacaktı. Bunların yerine, yakıcı güneşlerde kırbaç altında el ve ayakları prangalı, çalışması gerekecekti. Hem, ar­ tık genç de değildi. Epey kocamıştı. Bu haliyle, herkesin ona «sen» diye hitap etmesi, kürek bekçisinin üstünü başını arama­ sı, gardiyanın dayağını yemek! Demirli ayakkabıların içinde çıplakayakla dolaşmak, gece gündüz pranganın halkasını göz­ den geçiren devriyenin çekicine ayağını uzatmak! Yabancılara: «Şu, ünlü Jean Valjean’dır, Montreuil-sur-Mer’de valiydi» diye­ cekler, o da bu yabancıların bakışlarına katlanacak! Akşamları kan ter içinde, bitkin, yeşil külahı kaşlarının üstünde, çavuşun kırbacı altında, yüzen tersane zindanının merdivenlerini ikişer ikişer çıkmak! Ah! Ne sefalet! Alınyazısı da, akıllı biri gibi kötü, insan kalbi gibi canavar haline gelebilirmiş demek! Neyi denerse denesin, düşüncesinin kökenindeki şu yürek sızlatan açmaza düşüyordu: Cennette bir iblis mi olmalı, ce­ hennemde bir melek mi? Ne yapmalıydı? Yüce Tanrım, nasıl bir karara varmalıydı? Bunca zorlukla canını kurtardığı fırtına tekrar başında patla­ dı. Düşünceleri birbirine geçmeye başladı. Çaresizliğin verdiği o afallamış, bilinçsiz durumdaydı. Şu Romainville adı, önceleri duyduğu bir şarkının ezgileri gibi sürekli aklına takılıyordu. Bu Romainville’in Paris civarında, nisan ayında genç sevgililerin gidip leylak kopardıkları bir orman olduğunu düşlüyordu. Her yerinden sarsılıyordu. Bırakılan küçük bir çocuk gibi yü­ rüyordu. Kimi zaman, bitkinliğe karşı koyup, aklını başına devşirmek için epey gayret ediyordu. Düşüne düşüne yorulduğu sorunu son kez, kesin biçimde tekrar ele almaya çalışır gibiydi. Kendi­ ni yakalatmalı mı? Susmalı mı? Hiçbir şeyi belirgince seçemez, düşünemez haldeydi. Hayalinden geçirdiği bütün düşüncelerin belirsiz görünüşleri titreşiyor, buharlaşıp uçuyordu. Fakat şu­ nun yeterince farkındaydı ki, neye karar verirse versin, kesin­ likle, uzak durması mümkün olmayan biçimde, varlığının bir 224

şeyleri ölecekti. Hangi yolu seçerse seçsin, bir mezara açılıyor, can vermesini bütünlüyordu, mutluluğunun ya da erdeminin can vermesi. Üzülerek belirtelim ki, bütün bu kararsızlıklar onu tekrar ku­ şatmıştı. Başlangıçtan beri fazla yol aldığı söylenemezdi. işte bu zavallı adam endişeler içinde didinip duruyordu. Bu bahtsız adamdan bin sekiz yüz yıl önce, bütün kutsallığın, in­ sanlığın bütün acılarının gövdesinde toplandığı esrarengiz ya­ ratık da, zeytin ağaçları sonsuzluğunun yabanıl rüzgârında tit­ rerken, uzun uzun, gölgelerin dans ettiği, yıldızlı derinliklerde karanlıkla dolup taşan müthiş kadehi eliyle itmişti. Yine gezinip duruyor, yine kendisine, sürekli aynı soruları soruyordu. Kendisini yakalatmak mı? Yoksa susup beklemek mi? Kesin bir karara varamıyordu. Henüz hiçbir karar alamamıştı. Karşıt iki güç arasında gidip geliyordu... Ne yapmalı? Ne yapmalı?.. 4 UYKUDAKİ ACI Sabahın üçünü komşu kilisenin çanı duyurmuştu. O tam beş saattir, yorulma nedir bilmeden, böyle yürüyordu. Nice son­ ra yorgun düştü ve sandalyeye yığıldı. Uyudu ve kâbus gördü. Bu kâbustan o kadar etkilendi ki, bunu daha sonra yazacak­ tı. Biz de bunu olduğu gibi okurlarımıza aktarıyoruz. Zarfın üs­ tüne şunları yazmıştı: Kâbus: Kırdaydım, tenha ve sıkıntı verici boşluklar. Yeşil olmaması bir yana, aydınlık da sayılmazdı, alacakaranlıktı. Kardeşimle beraber yürüyordum, uzun zamandır hiç düşün­ mediğim, o çocukluğumdaki erkek kardeşim. Onu hiç aklıma getirmemem bir yana, hatırlamam da. 225

Konuşuyor ve yolda yürüyenlerle karşılaşıyorduk. Komşu­ muz olan bir kadından bahsediyorduk, açık penceresinin önün­ de sürekli dikiş dikerdi. Biz hem konuşuyor, hem de bu açık pencereden giren soğuk yüzünden üşüyorduk. Sonra yanımızdan bir adam geçti. Adam çırılçıplak, gri bir adamdı. Başında saç yoktu, kafatasında mavi mavi beliren da­ marları görebiliyorduk. Elinde bir asma dalı gibi esnek ve demir bir çubuk gibi ağır bir sopa vardı. Atlı bizimle hiç konuşmadan yanımızdan geçti. Kardeşim bana: «Gel şuradan gidelim,» dedi. Bu yolda ne bir çalı vardı, ne de bir ot. Ortalık toprak rengiy­ di, gökyüzü bile. Bir zaman sonra sorduklarıma karşılık alama­ dım, kardeşim yanımdan gitmişti, ilk önüme çıkan köye girdim, burası Romainville olmalıydı (bu adı niye seçtiğimi bilmiyorum). Girdiğim ilk sokak bomboştu, başka sokağa girdim, iki soka­ ğın birleşim yerinde duvara dayanan bir adam gördüm: «Nere­ deyim?» diye sordum, adam yanıt vermedi. Kapısı açık bir ev­ den içeri girdim. ilk oda boştu, diğerine girdim. Bu odanın kapısının arkasın­ da sırtı duvara dayalı başka bir adam vardı. Ona sordum: «Kimin evi burası?» Adam karşılık vermedi. Evin arkasında bir bahçe vardı. Evden çıkıp bahçeye girdim. Bahçe de bomboştu, ilk ağa­ cın altında bir adam vardı. Ona sordum: «Bu bahçenin sahibi kim? Neredeyim ben?» Adam karşılık vermedi. Köyde gezinirken, buranın bir şehir olduğu geldi aklıma. Bü­ tün sokaklar boş, ev kapıları sonuna dek açıktı. Ortalıkta hiçbir canlı yoktu. Ne evlerde, ne de bahçelerde birileri vardı. Fakat her duvar arkasında, her kapı gerisinde, her ağaç altında, dikil­ miş bir adam görüyordum. Bu adamlar hiç konuşmadan beni izliyorlardı. Şehirden çıktım, tarlalara doğru vurdum. Sonra başımı çevirdim ve ardımdan büyük bir kalabalığın geldiğini fark ettim. Demin şehirde gördüğüm o adamları tanı­ 226

dım. Başları hayli tuhaftı. Telaşsızlardı, ama yine de, benden daha hızlı yürüyorlardı. Yürürken hiç ses çıkarmıyorlardı. Ansı­ zın bu kalabalık bana yetişip etrafımı kuşattı. Bütün adamların yüzleri toprak rengiydi. Şehre girdiğimde, ilk gördüğüm adam bana şunları söyledi: «Nereye gidiyorsunuz? Siz uzun zaman önce öldünüz, bun­ dan haberiniz yok mu?» Ona yanıt vermek için tam konuşacaktım ki, hemen, etra­ fımda kimsenin olmadığını gördüm.» Uyandığında her tarafı üşümüş, eli ayağı donmuştu, sabah ayazı pencereden sızıp perdeyi havalandırıyordu. Ocaktaki ateş de geçmişti. Adam kalktı, ortalık hâlâ karanlıktı. Havada yıldız yoktu, mumu tükendi tükenecekti. Ansızın evinin avlusunda bazı sesler duydu. Aşağı baktı, karanlıkta parlayan iki kırmızı kocaman yıldız seçer gibi oldu: «Ulu Tanrım, demek yıldızları gökten yere indirdiler,» diye söylendi. Sonra, uyku mahmurluğu geçti. Deminki gürültüye benzer bir gürültüyle uykusundan iyice uyandı. Yıldız gibi görünen bu ışıkların, araba fenerleri olduğunu anladı. Merakla aşağı baktı, küçük bir kıratın çektiği iki tekerlekli arabayı gördü, fakat buna bir anlam veremedi. «Bu geç vakitte bu arabanın evimde ne işi var?» diye düşündü. «Bu kadar erken kim gelmiş olabilir?» Tam o sırada, odasının kapısında bir ses duydu. Her yeri titredi ve hayli korkunç bir sesle bağırdı: «Kim o?» «Benim, Vali Hazretleri.» Yaşlı kapıcı kadının sesini tanıdı. «Ne istiyorsunuz?» «Vali Hazretleri, saat beşe geliyor.» «Ne olmuş yani?» «Vali Bey, araba geldi.» «Ne arabası?» «Kiraladığınız araba, yoksa unuttunuz mu?» 227

«Unutmadım.» «Arabacı, sizi almaya geldiğini söyledi...» «Kimin arabacısı?» «Araba kiralayan Scaufflaire Usta’nın adamlarından biri.» Derken yıldırım çarpmış gibi yerinden fırladı. «Ha, evet Mösyö Scaufflaire, peki.» Yaşlı kadın o sırada onu görebilse, korkardı. Uzunca bir sessizlik başladı. Adam önündeki mumun alevi­ ne bakıyordu. Yaşlı kadın kapının arkasında bekliyordu. Sesini tekrar yükseltmeye cesaret etti: «Adama ne diyeyim, efendim?» «Beklesin, geliyorum.» 5 YOLDAKİ GÜÇLÜK Arras Posta Arabaları imparatorluk zamanının artığı, demo­ de, eski arabalardı. Bunlar iki tekerlekli, içerisi kızılımsı boyalı, yaylı, iki kişilik, tek atlı, körüklü hafif arabalardı. İki koltuktan bi­ ri postacının, diğeri de yolcunundu. Tekerleklerde, bugün hâlâ Almanya yollarında karşılaşabileceğiniz, diğer arabaları yanına yaklaştırmamak niyetiyle hazırlanmış, gözdağı veren uzun aks başlıkları vardı. Verevine, dörtköşe büyücek bir kutu olan pos­ ta sandığı arabanın arkasına konulmuştu, arabanın gövdesine bitişik gibiydi. Sandık siyah, araba sarıydı. Bugün onları hatırlatacak hiçbir şey kalmayan bu arabala­ rın, tanımsız bir şekilsizliği, kamburluğu vardı. Onların öteden geçtiğini, görünce, insan, «beyazkarınca» denen, küçük göv­ deleriyle iri bedenlerini sürükleyen böcekleri hatırlardı. Hem, epey de seri arabalardı. Paris postası gittikten sonra, her gece saat birde Arras’tan kalkan posta sabah beşten hemen önce Montreuil-sur-Mer’e ulaşırdı. Aynı gece Montreuil-sur-Mer tarafından gelen bir Posta ara­ bası, bir sapakta iki tekerlekli bir arabayla çarpıştı. Arabada, 228

kalın paltosuna sarınmış orta yaşlı, bir erkek vardı. Arabayı kendisi kullanıyordu. Araba epeyce hırpalanmıştı. Arabacı, yol­ cuya durmasını önerdi. Fakat yabancı adam, bu sözleri dinle­ meden, yoluna gitti. Böyle pürtelaş gitmek niyetindeki bu yolcu kimdi? Nereye gidiyordu? Yanıtı kendisi de bilemiyordu. Neden telaşlıydı? Bu­ nu da bilmiyordu. Arras’a gidiyor olmalıydı. Belki de başka bir yere gidiyordu. Bu esrarengiz adam, acınacak haldeydi... Bir uçuruma atlar gibi, atlamıştı, bu zindan geceye. Kendisi­ ni itip çekiştiren iki gücün ortasında bocalıyordu. Henüz bir karara varamamıştı. Gecenin içine dalıyordu. Bir şey onu itiyor, bir şey çekiyor­ du. içinden geçenleri kimse bilemez, herkes anlar. Kim haya­ tında en azından bir kez, meçhulün bu karanlık mağarasına in­ memiştir? Ayrıca, hiçbir sorunu halletmemiş, hiçbir karar alamamıştı; hiçbir şey planlamamış, hiçbir şey yapmamıştı. Her zamanki gi­ bi işinin başındaydı sanki. Arras’a gitme sebebi neydi? Scaufflaire’in arabasını kiralarken, aklından geçenleri tek­ rarlıyordu: Neye varırsa varsın, kendi gözleriyle görmesinde, kendisinin bir yargıda bulunmasında sakınca yoktu. Üstelik bu önlemli bir tavırdı, neler olacağını bilmek gerekti. Uzun uzun araştırmadan bir karara varılamazdı, insan uzaktan her şeyi çok abartır. Şu sefil Champmathieu’yü gördükten sonra, küre­ ğe kendi yerine onun gitmesini daha rahat bir vicdanla karşıla­ yabilirdi. Aslında, orada onu önceden tanıyan Javert, şu Brevet, şu Chenildieu, şu Cochepaille gibi eski mahkûmlar da ola­ caktı fakat onu şimdi asla tanıyamazlardı. Boş verin yahu! Bu da ne düşünce yani! Javert bu düşüncelerden millerce uzak­ taydı... Bütün bu tahminler, ihtimaller Champmathieu’de dü­ ğümleniyordu, tahminler, ihtimaller kadar da üsteleyen bir şey düşünülemezdi... yani, hiçbir tehlike yoktu. Alınyazısı kendi elindeydi. Ona hâkim olduğunu bilmek kişi­ yi güç katan bir şeydir. 229

Arras’a gitmese, ne fark ederdi? Fakat yine de gidiyordu... Habire kıratı kamçılıyor, daha hızlı götürmeye çalışıyordu. Şafak sökerken, açık kırlarda olduğunu fark etti. Montreuil-sur-­ Mer’i ardında bırakalı uzun zaman olmuştu. Kış sabahının güneşine görmeyen gözlerle baktı. Sabahın erken vakitlerinde de hayaletler dolaşır, fakat yolcu bunları gör­ müyordu, öteden seçtiği o yaprakları dökülmüş ağaçlar, o boz yamaçlar manzaraya kasvet eklemişti. Yolu kenarında, seyrek çiftliklerin önünden geçerken, kendi kendisine o evlerde, uyuyan günahsız ve bahtiyar insanların ol­ duklarını düşünüyordu. Atın nal sesleri, koşum takımının çıngırakları, yollarda yan­ kılanan tekerlek sesleri tatlı ve monoton bir ses veriyordu. Hesdin köyüne geldiğinde, ortalık aydınlanmıştı. Bir hanın kapısında durup atını dinlendirdi ve yemledi. Atın cinsi iyiydi. Görünüşü ahım şahım olmasa da, dayanık­ lı beygir soyundandı. İki saattir ilerlediği halde, henüz terleme­ mişti bile. Yolcu arabasından inmemişti. Atına yulaf veren seyis sordu: «Uzağa mı gidiyorsunuz, efendim?» Yolcu dalgınca: «Niye sordunuz?» Seyis bir daha sordu: «Uzaktan mı geliyorsunuz?» «Epeyce uzaktan, yaklaşık beş fersahlık bir yoldan. Bunları sorma nedeniniz ne?» Seyis eğildi, tekerleğe baktı ve kendi kendisine söylendi: «Belki bir tekerlek beş fersah yapmıştır, fakat bundan sonra sizi beş dakika bile götüremez.» Yolcu arabadan aşağı indi, hemen tedirginlik başlamıştı: «Ne dediniz, dostum?» «Bence bir hendeğe düşmeden, bunca yolu gelmeniz olur iş değil. Baksanıza.» Tekerlek hayli çatlamıştı. Posta arabasıyla çarpışması, onu az daha ikiye ayıracaktı. Sadece iki santimlik bir yeri tutuyordu. 230

Yolcu, sordu: «Dostum, buralarda bir araba tamircisi var mıdır?» «Elbette.» «Nerede?» «İşte şurada, iki adımlık yol, bakın...» «Ona haber verir misiniz?» «Bakın kapısının önünde. Hey! Bourgaillard Usta!..» Sahiden de, Tamirci Bourgaillard Usta kapısında dikeliyor­ du. Gelip tekerleği gözden geçirdi. Yolcu sordu: «Şu tekerleği ne kadar zamanda onarırsınız?» «Yarın, Mösyö.» «Ne! Yarın mı? Fakat nasıl olur?» «Tekerleğin üstünde tam bir günlük iş var, Mösyö. Aceleniz mi vardı?» «Evet, en geç bir saat sonra, yola çıkmalıyım.» «Mümkün değil, efendim.» «İstediğiniz kadar para veririm!» «Mümkün değil!» «En azından iki saate kadar hazır oisa.» «Bugün yetişmesi mümkün değil. Tekerleği onarmak tekrar yapmak gibidir. Fakat yarın sabah yola çıkabilirsiniz.» «İşim o kadar beklemez. Onaracağınız yere yenisini taka­ maz mısınız?» «Hazır tekerleğim yok, üstelik iki tekerlek gerekiyor.» «O halde siz de bana iki tekerlek satın.» «Fakat Mösyö, her tekerlek her arabaya uymaz ki...» «Olsun deneyin bir.» «Mümkün değil, ben burada yalnızca öküz arabalarına uyan tekerlekler satarım. Burası küçük bir yer.» «Kiraya verecek bir arabanız yok mu?» Araba tamircisi, adamın kullandığının kiralık bir araba oldu­ ğunu hemen anlamıştı. Omuzlarını kaldırdı: «Size kiralanan arabaları iyi kullanıyorsunuz ama, arabam yok, olsa da kiralamazdım.» «O halde satın.» 231

«Satılık arabam yok!» «Peki şöyle kabaca bir arabanız da mı yok, herhangi bir Şey...» «Demin de dediğim gibi burası küçük bir yer. Aslında araba­ lıkta dört tekerlekli bir gezme arabası var, ama bu bir kentsoy­ lunun arabası. Ayda yılda bir kullanır. Size kiralarım, bana ne? Fakat sahibinin fark etmesini istemem, üstelik iki atın çekeceği bir araba.» «Onları da kiralarım.» «Nereye gidiyorsunuz?» «Arras’a.» «Ve bugün varmak istiyorsunuz oraya? Kiralık atlarla... Posta atlarıyla ha? Mösyö pasaportunuz var mı?» «Evet.» «Öyleyse şunu unutmayın ki, o posta atlarıyla yarın sabah dörtten önce Arras’a varamazsınız. Burası sapa bir yer, yolları­ mız kullanışsız, atlar tarlada çalışırlar. Ekin zamanı olduğun­ dan bütün atları da sabanlara koşarlar. At da bulamazsınız. Hem epey de yavaş gidilir, hep yokuş...» «Peki o halde ben de at sırtında giderim. Sanırım, eyer sa­ tacak birini bulurum.» «Nasıl isterseniz, ama şu at binek atı mı ki? Her ata binil­ mez...» «Evet, peki, hatırlatmanız iyi oldu, bu at binek atı değil!» «Öyleyse?..» «Ben de bir at kiralarım.» «Kimse atını kiralamaz, fakat satın almak isteseniz bile, Ar­ ras’a varacak bir at bulamazsınız. Beş yüz frank değil, bin frank bile verseniz yok!» «Öyleyse ne yapacağım?» «En iyisi kadere boyun eğip, sabaha dek beklemek; o za­ mana kadar tekerleğinizi yaparım. Yepyeni olur, emin olun.» «Evet, ama yarın çok geç... Posta arabası ne zaman geçer ki?» 232

«Gece yarısına doğru...» «Yüce Tanrım, peki bütün bu ilçede, sizden başka araba ta­ mircisi yok mu?» Bourgaillard Usta ile seyis aynı anda: «Hayır, yok...» İşte o zaman yolcu, koyu bir sevince kapıldı. Bu halde, Tanrı onun Arras’a gidip kendisini yakalatmasını istemiyordu. O Posta arabasıyla çarpışması, tekerleğin kırılma­ sı Tanrı’nın isteğiyle olmuştu. Kendisi iyi niyetle yola çıkmış, ayaza, yolun çetinliğine aldırmamıştı. Yorgunluktan ve paradan kaçınmamıştı, fakat artık gücünün üstündeki bu kudret karşı­ sında eğilmeye mecburdu. Kadere karşı çıkılmazdı. Bu kendi kabahati değildi, Yaradan böyle istemişti. Rahatladı, ciğerlerini doldurup soluklandı. Javert’in ziyare­ tinden beri bağrını ezen o mengene, üzerinden kalkmış gibiydi. Ama herhalde vakitsiz sevinmişti. Tam geri dönmeye hazır­ lanırken, demin arabacıyla konuşmasını dinleyen ve aniden or­ tadan kaybolan çocuk, koşarak geri döndü. Çocuğun yanında ihtiyar bir kadın da vardı. Kadın ona sordu: «Mösyö, oğlum sizin kiralık araba aradığınızı söyledi?» Derken, yolcunun sırtından soğuk terler boşandı. Demin kendisini yakalamaktan vazgeçen, o demir pençe tekrar onu kavramış gibiydi. «Evet, hanımefendi, kiralık bir araba arıyordum, fakat bula­ mayacağımı söylediler.» «Neden bulunmasın?» dedi kadın. «Var, işte.» Arabacı da araya karıştı: «Nerede bu araba?» «Bahçemde». Yolcu titredi, o lanetli el onu yine sıkıca yakalamıştı. İhtiyar kadın doğru söylemişti. Sahiden bahçesindeki sa­ manlıkta eski püskü bir arabası vardı. Fakat bu arada araba imalatçısıyla handaki seyis o yağlı müşteriyi kaçırmak isteme­ diklerinden, bu arabanın yarım fersah bile gidemeyeceğini öne sürdüler. Yolda bozulurdu bu eski araba. 233

Evet, bütün bunlar doğru olabilirdi, fakat yine de iki tekerle­ ği olan bu eski araba onu Arras’a götürebilirdi. Yolcu istedikleri parayı ödedi. Tilbury’yi tamire bıraktı. Dö­ nerken alırdı. Araba imalatçısına da kaparo ödedikten sonra, kıratını o eski arabaya bağlayıp tekrar yola düştü. Bu sırada deminki o uçarı sevinci için kendi kendisini ayıp­ ladı. Niye sevinmişti ki? O, bu yolculuğu gönüllü yapıyordu. Geri dönmek için sevinmenin ne gereği vardı ki? O salt kendi arzusuyla yola düşmüştü. Onu zorlayan yoktu ki. Artık her şeyi Tanrı’ya bırakıyordu. Hesdin’i geride bırakmıştı ki, ansızın arkasında bir ses duy­ du: «Durun! Durdurun!» Yolcu yine umutlandı, arabayı durdurdu. Karşısında o ihtiyar kadını getiren çocuğu gördü. «Mösyö, arabayı size ben buldum, fakat bana bahşiş ver­ mediniz...» Herkese bol bol para dağıtan Madeleine Baba, çocuğun bu isteğini gereksiz, korkunç buldu. «Seni gidi yaramaz,» dedi. «Sana kuruş bile koklatmam!» Hesdin’de epey oyalanmıştı, arabayı hızla sürdü. Fakat ne de olsa aylardan şubattı. Yollar epey kaygandı. Hem bu eski araba onun o tamire verdiği araba kadar hafif değildi, güç bela ilerliyordu. Hesdin’den Saint-Pol’a üç saatte geldi. İlçe yolunda karşısı­ na çıkan ilk hana girdi. Atına yem verdiklerinde, başında bek­ ledi. Bu arada hancının karısı, yemek isteyip istemediğini sordu. «Elbette, kurt gibi açım.» Güler yüzlü sarışın kadının ardı sıra yürüdü. Kadın onu alçak tavanlı bir salona aldı. Muşambalı masalar vardı orada. «Fakat elinizi çabuk tutun, acelem var,» dedi adam. Tombul bir Hollandalı kız masaya takımları yerleştirdi. Yol­ 234

cu, kıza bakarken rahatladığını hissetti, düşündü: «Açlıktan si­ nirlerim bozulmuş olmalı.» Yemeği getirdiler, ekmekten bir lokma alıp hemen masaya bıraktı. Yan masada bir arabacı yemek yiyordu, adam o arabacıya sordu: «Ekmekleri niye bu kadar acı?» Alman müşteri onun sözlerini anlamamıştı, karşılık vermedi. Yolcunun iştahı kaçmıştı, getirilenlere el sürmeden, ahıra, atının yanına döndü. Bir saat sonra Saint-Pol’dan ayrılmış, beş fersah berideki Tinques ilçesine doğru gidiyordu. Bütün bu yol boyunca neler düşünmüştü? Önünde sere ser­ pe uzanan manzaraya, ağaçlara, saman kaplı çatılara, sürül­ müş tarlalara ve her virajda değişen ortama bakıyordu. Bu iz­ lence genellikle ruhu doyurur ve insanın farklı şeyler düşünme­ sinin önüne geçer. Yolculuk etmek bir bakıma, her an doğup öl­ meye benzer. Sayısız şeyi ilk ve son kez görmekten, daha hü­ zünlü bir şey olabilir mi? Hayatın her görüntüsü hep bizden uzaklaşıyor. Gölgeler ışığa karışır, her olay yolun bir virajı gibi­ dir ve birden yolcu, yaşlandığını düşünür. Bizi sürükleyen ha­ yatımızın o kara atı aniden durur ve yüzü gizli, tanımadığımız birinin atımızı gölgelere sürükleyerek uzaklaştığını korku içinde görürüz. Güneş hayli alçalmıştı. Okuldan gelen çocuklar, bu yolcu­ nun ilçeye girdiğini gördüler. Adam daha sınırın dışına çıkmış­ tı ki, yolda başını kaldıran bir yol işçisi ona: «Atınız çok yorgun görünüyor, Mösyö,» dedi. «Yoksa Ar­ ras’a mı yolunuz?» «Evet.» «Bu hızda gitmeyi sürdürürseniz, geceleyin yolda kalırsı­ nız.» Yolcu atını durdurup sordu: «Arras buraya ne kadar uzak?» «En azından yedi fersah.» 235

«Peki ama nasıl olur, haritada beş fersahtı.» «Evet fakat o anayol haritasıydı. Şimdi bu yol tamirde. Bu yüzden Carency’ye giden o sol yola sapmanız gerecek, birkaç dakika sonra nehir boyu gideceksiniz, yol da uzayacak elbette. Camblin’e geldikten sonra, sağa sapın, işte o yol sizi Arras’a götürür.» «Evet ama neredeyse karanlık çökecek, üstelik buraların yabancısıyım, yolu şaşırırım.» «Dinleyin, Mösyö,» dedi işçi. «Haddim olmayarak size bir öneride bulunayım. Atınız yorgun, gelin Tinques’e geri dönün, orada geceleyip, yarın tekrar yola koyulursunuz.» «Hayır, bu gece Arras’da olmam gerek.» «O zaman hana dönün ve başka bir at alın, seyis size kolay yolları söyler.» Yolcu, işçinin önerisine uydu, geri döndü ve yarım saat son­ ra tekrar aynı yoldan geçiyordu. Fakat bu kez epey dayanıklı, dinlenmiş bir at kiralamıştı. Kendisine rehberlik edecek seyis yamağı da arabayı kullanıyordu. Fakat adam vakit yitirdiğini biliyordu. Ortalık epey kararmıştı. O kestirme yola saptı. Ama yol çok kullanışızdı, araba dur­ madan hendeklere yuvarlanıyordu. Yolcu, seyise: «Daha hızlı, iki kat bahşiş veririm,» dedi. Tam o sırada bir çatırtı duyuldu, arabanın falakası kırılmış­ tı. Seyis, «Mösyö, bu halde, yola gitmek risklidir. Tinques’e ge­ ri dönüp konaklayalım, yarın şafakla yola çıkarız.» «Bıçağın ve bir parça ipin var mı? Yolcunun istedikleri vardı seyiste. Yolcu ağaçtan bir dal kesip kamçı yaptı. Yirmi dakika boşa harcanmıştı, bu kez arabayı uçar gibi sür­ düler. Ova epey kasvetliydi. Yamaçlara yoğun bulutlar inmişti. Denizden esen şiddetli bir rüzgâr, ufuklardan uğultularla esiyor­ du. Korkutan bir gece başlamıştı. 236

Yolcu kemiklerine kadar üşüyordu, bir gün öncesinden beri kursağına tek lokma yemek gitmemişti. Sekiz yıl öncesini, Dig­ ne’deki, o bomboş ovalarda kaçışını hatırladı. Bunlar, sanki dün olmuş gibi geldi. Ama sekiz yıl olmuştu. Bir ara ötedeki ki­ liselerden birinin çanı saati duyurdu. Seyis yamağına: «Saat kaç?» diye sordu. «Saat yedi, Mösyö. Tam sekizde Arras’da oluruz. Sadece üç fersahlık yolumuz var.» İşte o zaman, ilk kez şöyle düşündü: «Belki de yok yere bunca zorluğu göze almıştı. Belki de du­ ruşma vakti çoktan gelip geçmişti, belki de daha önceden bilgi alması ve ona göre yola çıkması gerekirdi. Gayesine varama­ yacağını bilerek böyle yola çıkması çok anlamsızdı...» Daha sonra aklında bazı hesaplar yaptı. Çoğu zaman, Ağır Ceza Mahkemelerinin duruşmaları sabahın dokuzunda başlar­ dı, şu elma hırsızlığı hemen halledilecek bir kovuşturmayla bi­ terdi, daha sonra kimliğini belli etmek için birkaç tanığın dinlen­ mesi, yani kendisi gittiğinde her şey olup bitmiş olacaktı. Seyis yamağı atları kırbaçlıyordu, nehri geçip Mont-Saint-­ Floy ilçesini epey geride bırakmışlardı. Karanlık iyice bastırmıştı. Zindan karası bir gece başlamış­ tı. 6 HEMŞİRE SIMPLICIE GÜÇ DURUMDA Bu arada Fantine, mutluluktan uçuyor gibiydi. Kötü bir gece geçirmiş, hep öksürmüş ve ateşi de çıkmıştı. Hatırlayamadığı kadar rüya görmüştü. Sabah doktorun gelme saatinde sayıklı­ yordu. Kaygılanan doktor, Vali bey gelir gelmez, kendisine ha­ ber vermelerini istemişti. Fantine bütün gün bitkindi. Az konuştu. Çarşafında katlar oluşturuyor, kimi zaman anlamsız sözler ediyordu. Uzaklık öl­ 237

çer gibi hesaplar yapıyordu. Gözleri ifadesiz, bakışları anlam­ sızdı. Hemşire Simplicie, halini hatırını sorduğunda, sürekli aynı karşılığı alıyordu: «İyiyim, Madeleine Baba’yı görmek istiyorum.» O, artık eski varlığının gölgesi gibiydi. Şu yirmi beş yaşların­ daki kadının alnı kırışmış, yanak etleri sarkmış, ağzının kıyısın­ da derin çizgiler oluşmuştu. Yüzü griye dönmüş, zayıflamıştı. Bir zamanlar altın sarısı olan saçları gri gri uzuyordu. Hastalık yaşlılığı hızlandırır. Öğleyin doktor tekrar gelip birkaç ilaç daha yazdı, Vali’nin gelip gelmediğini sordu ve başını sallayıp çekip gitti. Bay Madeleine sürekli öğlen üzeri saat tam üçte Fantine’i ziyarete gelirdi. Bu şaşmazlığı da, iyiliğin başka bir biçimi sayı­ lırdı, sözünde durmak da iyilik olduğundan, o sürekli dakikti. Saat iki buçuğa doğru Fantine’de bir tedirginlik başladı. Yir­ mi dakika içinde rahibeye tam yirmi kez aynı şeyi sordu: «Hemşire, saat kaç?» Saat üçü çaldı. Fantine üçüncü vuruşta yatağında doğrulup oturdu, ama daha önce kolunu oynatacak hali yoktu. Ellerini birleştirdi, daha sonra hemşire onun epey kederle iç çektiğini duydu. Fantine bakışlarını kapıya çevirdi. Bu halde uzun uzun bekledi. Gelen giden yoktu. Saatin her vuruşunda Fantine ya­ tağında doğrulup kapıya bakıyordu. Hiç yakınmıyor, kimseyi suçlamıyordu. Sadece kaygı verici biçimde öksürüyordu, yü­ zünde tek damla kan kalmamış, dudakları bembeyaz olmuştu. Zaman zaman gülümsüyordu. Saat beşi vurdu, o zaman rahibe, hasta kadının çok kısık sesle: «Mademki yarın gidiyorum, o bugün gelmemekle hata edi­ yor,» dediğini duydu. Bu arada Hemşire Simplicie de Vali Bey’in bu gecikmesine bir anlam veremiyordu. Fantine gözlerini tavana çevirdi, bir şeyleri hatırlamaya ça­ lışır gibiydi. Ansızın, zor duyulur bir sesle, bir ninniye başladı: 238

Ne güzel şeyler alacağız, Gezerken biz mahallelerde. Peygamberçiçekleri mavi, güller pembe, Peygamberçiçekleri mavi, gönlüm ise sevgilerimde. Dün akşam sobamın yanına, Süslü kaftanıyla, Süzülüp geldi ve dedi Meryem Ana: «Duvağımın altında yumulu Günün birinde benden istediğin yavru.» Pazara koşun, bez satın alın, İplikle yüksük eksik olmasın, Ne güzel şeyler alacağız, Gezerken biz varoşlarda! Süslü beşik koydum, Kutsal Ana, Sobamın yanı başına. En güzel yıldızını Tanrı verir eğer, Sunduğun çocukta var ise üstün değer. «Şu bezi ne yapsak, hanımcağım?» «Kundakbezi olsun o, yeni doğan yavruma.» Peygamberçiçekleri mavi, güller pembe, Peygamberçiçekleri mavi, gönlüm sevgilerimde. «Yıkayın şu bezi.» «Nerede?» «Derede.» Yapın bunu bozup kirletmeden, Bir güzel etekle bir cepken. İşlemek isterim çiçekle dolu görmek için. «Çocuk yok artık, efendim, ne yapalım?» Bir kefen yapın ondan, beni gömmek için.» Ne hoş şeyler alacağız doyunca, Gezerken biz varoşlarda! Peygamberçiçekleri mavi, güller pembe, Peygamberçiçekleri mavi, gönlüm sevgilerimde. 239

Ninni bu halde uzayıp gidiyordu. Fantine bir zamanlar bu eski ninniyle uyuturdu Cosette'ini. Ondan ayrıldığı şu beş yıl içinde bu eski şarkıyı şimdiye kadar hatırlamamıştı. Bunu o ka­ dar hüzünlü bir sesle okuyordu ki, en acıklı şeylere bile alışmış olan Hemşire Simplicie gözlerinin yaşardığını duyumsadı. Saat akşamın altısını duyurdu. Fantine, oradakilerin farkın­ da değil gibiydi. Hemşire Simplicie, görevli kadınlardan birini fabrikaya yolla­ yıp Vali Bey’in gelip gelmediğini sordurttu. Kız hemen sonra, geri döndü. Yarım sesle hemşireye Vali Bey’in sabah şafak sö­ kerken bir seyahata çıktığını, nereye gittiğini söylemediğini an­ lattı. Sözüm ona, bazıları onu Arras yolunda, bazıları Paris yo­ lunda görmüş. Fakat kapıcı kadına o gece dönmeyeceğini de söylemiş. Kadınlar arkaları Fantine’in yatağına çevrili, bunları fısılda­ şırken, yakında öleceklere has bir hisse kapılan Fantine, telaş­ la sordu: «Vali Bey’den söz ediyorsunuz, niye kısık sesle konuşuyor­ sunuz? Ne oldu, o niye gelmiyor?» O kadar uğultulu bir sesle konuşmuştu ki, kadınlar odada bir erkek var sandılar. Fantine bağırdı: «Hadi konuşun...» Hizmetçi kız mırıldandı: «Bugün gelemeyecek o!» Hemşire hemen yatağından fırlamak için, hareket eden Fantine’e: «Haydi yavrum sakin olun, yatın bakayım,» dedi. Fantine durumunu değiştirmeden, ince bir sesle bağırdı: «Niye gelemiyormuş? Siz bunun nedenini biliyorsunuz, de­ min aranızda fısıldaşıyordunuz. Haydi bana da Söylesenize. Ben de duymak isterim.» Hademe kadın, hemşireye fısıldadı: «Onun bütün gün Belediye Meclisinde işi olduğunu söyle­ yin.» Hemşire kızardı. Hademe kız, ona yalan söylemeyi öneri­ 240

yordu. Öte yandan, Fantine’e gerçeği söylemek onu öldürebilir­ di. Ama hemşirenin duraksaması, fazla sürmedi, bakışlarını kaldırdı ve sakince: «Vali, bir yolculuğa çıkmış,» dedi. Fantine yatağında epeyce doğrulup dizlerinin üstüne çöktü, ellerini kaldırdı, derken gözleri parlamaya başladı, yüzünde en­ gin bir sevinç belirdi: «Ulu Tanrım,» diye söylendi, «O, Cosette’i almaya gitti!» Sonra ellerini birleştirdi, dudakları kıpırdadı. Usulca dua edi­ yordu. Duasını ettikten sonra sevecen bir sesle Hemşireden af di­ ledi: «Bir daha olmaz, Hemşire Simplicie, ne olur beni affedin, şimdi uslu uslu yatıp Vali Bey’in dönüşünü bekleyeceğim. As­ lında onun Paris’ten bile geçmesi gerekmez. Montfermeil biraz solda kalır. Hatırladınız mı, dün ona, Cosette’i sorduğumda ba­ na, ‘Çok yakında’ demişti, dahası hancılara yazdığı bir mektu­ bu da bana imzalatmıştı. Onlar da Cosette’i kuşkusuz Vali Bey’e bırakırlar. Onun gibi yüksek konumdaki birine, nasıl kar­ şı koyarlar ki... Hemşire Simplicie, ne olur susmamı isteme. O kadar mutluyum ki, kendimi neredeyse iyileşmiş hissediyorum, artık ayağa kalkmam an meselesi, oh Cosette’imi bir görsem ne mutlu olacağım. Üstelik acıktım da. Çocuğumu görmeyeli tam beş yıl geçti. Kim bilir ne kadar gelişip serpildi. Ne alımlı bir bebekti, pembecik parmakları vardı, neredeyse yedi yaşında­ dır, artık o bir küçükhanım. Ben ona Cosette derim, fakat onun asıl adı Euphrasie. Bu sabah uyandığımda, sanki içime doğ­ muştu, şu ocaktaki küllere bakarken Cosette’i yakında görece­ ğimi düşündüm. İnsin yıllarca çocuğundan ayrı kalmamalı, ya­ rın burada olur, değil mi? Ah Vali Bey, gitmekle ne iyi etti. O ne kutsal biri. Acaba dışarısı ne kadar soğuktur, Cosette, manto­ sunu giydi mi? Yarın burada olur değil mi? Hemşire, unutmayın yarın başıma o dantelli başlığı takın, kızımı karşılamak için gü­ zel olmak isterim. Bir zamanlar, yıllar önce ben bütün o yolu yü­ 241

rüyerek gitmiştim. Fakat artık Posta arabaları var ve onlar epey hızlı giderler değil mi? Evet Cosette, yarın burada olur. Buray­ la Montfermeil arasındaki ne kadar uzaklıklık var, biliyor musu­ nuz, kaç fersahtır?» Uzaklıklara dair hiç bilgisi olmayan hemşire, onu ferahlat­ mak istedi: «Sabaha burada olabileceklerini sanmıyorum.» Fantine rüyada gibi, engin bir coşku içindeydi. «Yüce Tanrım, yarın kızımı göreceğim!» diye söylendi. «Ya­ rın! Ah, sevgili Simplicie Hemşire, artık ben hasta falan değilim, isterseniz dans bile edebilirim, sevinç beni kanatlandırdı!» Onu biraz önce gören, şimdi tanıyamazdı, gençleşmiş gibiy­ di, güzelleşmişti. Yanakları kızarmıştı, gözleri parlıyordu, yüzü gülüyordu. Ana sevinci, çocuk sevinci gibidir. Rahibe onu yatırıp, üstünü örttü: «Haydi bakalım, rahatladığınıza göre yatın yavrum ve konu­ şup kendinizi yormayın. Yarına kadar ayağa kalkmaya çabala­ yın.» Fantine onun söylediklerini yaptı. Rahibe yatağın perdeleri­ ni çekti. Onun uyuyacağını düşünüyordu. Akşam yedi ile sekiz arası doktor uğradı, hastanın uyuduğu­ nu sanıp, sessizce perdeleri araladı. Fantine’in dinlenen göz­ lerle kendisine baktığını gördü. «Doktor Bey, kızımın yanımda yatmasına izin verirsiniz, de­ ğil mi?» Doktor, onun sayıkladığını sandı, Fantine eliyle gösterdi: «Bakın yatak epey geniş, bol yer var.» Doktor önce anlamamıştı. Hemşire Simplicie’yi bir kıyıya çekip, ona sordu, Hemşire ona olanları anlattı, hastanın Vali'nin kızını getirmeye gittiğine inandığını söyledi. Esasen kadın, haklı olabilirdi. Kendisi onun bu sevinicini bozmamak için, bir şey söylememişti. Aslında, o da, buna inanıyordu. Doktor, hemşireye hak verdi. Fantine anlatmaya devam ediyordu: 242

«Sabah uyanır uyanmaz, sevgili çocuğumu öperek, uyandı­ rırım, geceleri benim fazla uykum olmadığı için, onun uyuması­ nı seyrederim.» Doktor onun nabzını saymak istedi: «Bana elinizi uzatın.» Kadıncağız gülerek ona elini uzattı: «Fakat siz bilmiyorsunuz artık, ben iyileştim. Cosette sa­ bahleyin geliyor.» Doktor onun ciğerlerini dinledikten sonra şaşırdı. Sahiden hasta daha iyiydi, artık o hırıltı bile yoktu, birden yeni bir ener­ ji, bu yorgun bedeni güçlendirmişti. Fantine: «Doktor,» diye sordu. «Hemşire, Vali Bey’in kızımı getirme­ ye gittiğini söylemedi mi?» Doktor ona fazla konuşmamasını, uyumasını önerdi, gece ateşinin çıkmasını önlemek için bir ateş düşürücü verdi ve gi­ derken Hemşireye şöyle dedi: «Sahiden daha iyi. Vali Bey çocukla geri dönerse bilinmez, bir süreliğine tehlikeyi atlatmış sayılabilir. Böylesi mutlulukların en ağır hastalıkları durdurduklarına tanık oldum. Belli mi olur, belki onu kurtarırız...» 7 YOLCU HEMEN DÖNMEK İÇİN HAZIRLIKLAR YAPIYOR Saat sekizde, demin yolda bıraktığımız o kiralık araba Ar­ ras’a giriyordu. Şimdiye dek dikkatle izlediğimiz yolcu, handaki adamlara kısa ve kesin komutlar verdi, kiralık atı, seyis yama­ ğıyla geri gönderdi, kendi kıratını ahıra götürdü, daha sonra ye­ mek odasına gidip, bir masaya oturdu. Hesapları kötü sonuç­ lanmıştı. Altı saatlik yolu on dört saatte gelmişti. Bu yüzden kendisinin suçlu olmadığını biliyordu, fakat bir yandan da sevi­ niyordu. Ertesi sabah, geri dönerdi, bu yolculuğa yok yere çıkmıştı. Hancı kadın sordu: 243

«Beyefendi bir şeyler yemek isterler mi?» Başıyla hayır dedi, kadın tekrar konuştu: «Seyis atınızın epey yorgun olduğunu söyledi.» Yolcu: «Yarın sabah tekrar yola çıkamaz mı?» «Mümkün değil, hiç değilse iki gün dinlenmesi gerekir.» «Posta ofisi burada değil mi?» «Evet, efendim.» Kadın onu ofise götürdü. Yolcu pasaportunu uzattı ve aynı gece Montreuil-sur-Mer’e dönmesinin olanaklı olup olmadığını sordu. Gidecek olan posta arabasında boş bir yer olduğunu öğ­ rendi, hemen biletini aldı. Ofis görevlisi: «Araba sabah birde kalkacak, tam o saatte burada olun.» Bundan sonra, yolcumuz çıktı ve şehrin sokaklarında aylak aylak dolaşmaya başladı. Bir ara yolda, karşılaştığı bir adama sordu: «Adliye Sarayı nerede?» Adamcağız: «Yabancısınız, galiba. Ben de o yana gidiyorum. Fakat ora­ sı şimdi tamirde olduğundan, karakola gideceksiniz, duruşma­ lar orada yapılıyor.» «Ağır ceza mahkemesi de orada mı?» «Elbette, fakat korkarım duruşmaya yetişmek için hayli ge­ ciktiniz. Genellikle duruşmalar en geç altıda bitmiş olur.» Konuşa konuşa meydana varmışlardı, ilçe sakini, ışıklanmış pencereleri eliyle gösterip, sevinçle bağırdı: «Şansınız varmış, tam vaktinde gelmişsiniz, baksanıza bu kez duruşma uzun sürmüş. Bakın hâlâ ışıklar yanıyor, ağır ce­ za davalarının görüldüğü o salonda iş uzamış olmalı. Tanıklık için mi gelmiştiniz?» «Hayır, sadece avukatlardan biriyle, görüşecektim!» Yol gösteren ihtiyar: «İşte kapı, merdiveni çıkınca tam karşınıza çıkan büyük sa­ lon.» Adam ihtiyarın söylediğini yaptı. Birkaç dakika sonra, büyük 244

bir kalabalığı toplandığı ve cüppeli avukatların da aralarında bulunduğu toplulukların her yerde fıslıdaştığı bir salona girmiş­ ti. Mahkeme kapılarının önünde, aralarında kısık sesle konu­ şan, siyah giymiş bazı adamlar görmek insanın içini hep daral­ tan bir şeydir. Bütün bu kelimelerden sevgi ve merhametin çık­ tığına az rastlanır. Çoğunlukla, önceden karar verilmiş mahkû­ miyetler çıkar. Buradan geçen ve hayal kuran birine, bütün bu kalabalık, karanlık kovanları çağrıştırır. Burada, havada uçu­ şan çeşitli düşünceler, elbirliğiyle her türlü karanlık binanın te­ melini atarlar. Tek lambayla aydınlatılmış olan bu eski salon, bir zamanlar piskoposluğun bekleme odasıydı, şimdi de mahkemelerin bek­ leme odasıydı. Şu anda kapalı olan iki kanatlı kapı, burayı ağır ceza mahkemesinden ayırıyordu. Yabancı içeri girdi, merdivenleri çıktı, holde bir avukatla kar­ şılaştı, sordu: «Duruşma hangi aşamada?» «Bitti,» dedi avukat. «Bitti mi?» O kadar şaşkınca bağırmıştı ki beriki sordu: «Bağışlayın efendim, sanık akrabanız mıydı?» «Yoo, hayır, benim burada tanıdığım kimse yok. Acaba sa­ nık mahkûm oldu mu?» «Elbette, başka türlü olamazdı.» «Kürek cezasına mı mahkum edildi?» «Ömür boyu.» Adam usul sesle: «Demek kimliği saptandı?» Avukat: «Ne kimliği, efendim? Kimliği zaten biliniyordu. Duruşma epey rutindi. Bu kadın çocuğunu öldürmüştü. Cinayet kanıtlan­ dı. Jüri, kadını, ömür boyu küreğe mahkûm etti.» «Demek, suçlu bir kadındı ha?» «Elbette, Lomosin adlı biri. Evlilik dışı çocuğunu kendi elle­ 245

riyle öldüren bir canavar. Fakat siz kimden söz ediyorsunuz?» «Hiç kimseden, öyleyse neden duruşma salonu hâlâ ışık­ lı?» «iki saat önce başlayan, bir duruşma için.» «Kimin duruşması?» «Bir sefilin, bir serserinin, eski bir kürek mahkûmunun, hır­ sızlık yapmış, adını bilemeyeceğim, uğursuz bir herif, yüzüne bakan onun suçunu anlar. Bana kalsa onu görür görmez pran­ gaya gönderirdim.» Yabancı sordu: «Acaba duruşma salonuna girebilir miyim?» «Sanmam, epeyce kalabalık. Fakat durun bakalım, duruş­ maya ara verildi, isterseniz deneyin...» «Nerden girilir?» «Şu büyük kapıdan.» Avukat yanından ayrıldı. Yolcu, altüst haldeydi. Birkaç daki­ ka içinde sayısız heyecan tatmıştı. Fakat deminki avukatın söz­ leri buzdan iğneler ve korlar gibi kalbini delik deşik etmişti. He­ nüz her şeyin bitmediğini öğrenmekle rahatlamıştı. Fakat bu­ nun neden kaynaklandığını kendisi de bilemiyordu. Sevinmiş mi, üzülmüş müydü? Birçok toplulukla karşılaştı, söylenenleri dinledi. Duydukları­ na bakılırsa, sanığın suçu elma çalmaktı. Fakat henüz bunu bi­ le kanıtlayamamışlardı. Aslında en önemli suçu, bir zamanlar Toulon Cezaevinde kalmış olmasıydı, işte bu nedenle başı be­ laya girmişti ya. Soruşturma tamamlanmış, tanıklar olan üç mahkûm, Brevet Chenildieu ve Cochepaille dinlenmişlerdi. Adamın ceza alması an meselesiydi. Savcı, kurbanına rahat vermeyecek yapıda güçlü, şiir de yazan zeki bir adamdı. Duruşma salonunun kapısında bir mübaşir vardı, yabancı ona, «Kapı ne zaman açılır?» diye sordu. «Açılmayacak.» «Peki ama duruşmaya ara verildiğini duymuştum, duruşma tekrar başladığında kapı açılmaz mı?» 246

Mübaşir: «Duruşma tekrar başladı, fakat kapı açılmayacak.» «O niye?» «Çünkü salon dolu ve boş yer yok, kimse artık giremez,» dedi ve ekledi: «Mahkeme başkanının hemen arkasında birkaç boş yer var, fakat bunlar sadece yüksek makamlarda bulunan görevliler için!» Mübaşir, bu sözleri söyleyip arkasını döndü. Yabancı geri çekildi, koridoru geçip merdivenlerden indi, kendisiyle savaşır gibiydi. Merdivenin ortasındaki sahanlıkta bi­ raz sırtını duvara verip bekledi. Sonra redingotunun cebinden bir kâğıt ve kalem çıkardı. Kâğıda, Madeleine-Montreuil-sur-­ Mer Valisi yazdı, sonra hızlı adımlarla merdivenleri çıktı. Kala­ balığı yarıp mübaşire yaklaştı ve kâğıdı verdi: «Bunu Başkan’a verin.» Mübaşir yazılanlara baktı ve saygılı bir selamla adamın de­ diğini yaptı. 8 SAYGILI BİR KARŞILAMA Kendisi de pek ayrımında değildi, fakat Montreuil-sur-Mer Valisinin oralarda epey tanındığını söylemek isteriz. Yakın çev­ re ve kasabalara kadar adı yayılmıştı. Ünü küçük ilçenin sınır­ larını aşıp komşu şehirlere kadar yayılmıştı. Bulunduğu yerde yarattığı o gelişme, kurduğu o sanayi dışında civar şehirlere de önemli hizmetlerde bulunmuş, Boulogne’daki tül fabrikasını ge­ liştirmiş, Frevent’deki keten fabrikasına kredi bulup fabrikayı batmaktan kurtarmıştı. Bütün bu şehirlerde adı saygıyla diller­ deydi. Arras ve Douaililer, öyle bir valiye sahip olmak için çok şey­ den vazgeçmeye hazır olduklarını defalarca söylemişlerdi. Mahkeme Başkanı Yargıç da, herkes gibi, onun ününü duy­ 247

muştu. Bu yüzden, mübaşirin verdiği kâğıdı alınca, merakla okudu. Hemen bir kalem alıp kâğıdın altına birkaç şey yazdı ve mübaşire, onu içeri alma buyuruğunu verdi. Hikâyesini anlattığımız o zavallı adam, kapının önünde bek­ liyordu. Ansızın, saygılı bir ses duydu: «Beyefendi benimle gelme nezaketini gösterirler mi?» Adam aynı zamanda onu yerlere kadar eğilip selamladı ve kendisine bir pusula verdi. Lambanın altında duran yabancı pusulada yazılanları oku­ du: «Ceza Mahkemesi Yargıcı, Bay Madeleine'e saygılarını su­ nar.» Mösyö Madeleine eline verilen o pusulayı buruşturdu ve mübaşirin ardı sıra gitti. Birkaç dakika sonra epey sade döşeli bir çalışma odasın­ daydı. Yeşil örtülü masadaki şamdanlarda, iki mum yanıyordu. Mü­ başir kendisini oraya bırakmadan önce: «Beyefendi, şu anda, duruşma salonunun yanındaki bir odadasınız, şu bronz tokmağı çevirin, kendinizi salonda, Yar­ gıç’ın hemen arkasında bulursunuz.» Bu sözcükler, düşüncesinde, demin geçtiği dar koridorlara, karanlık merdivenlerin belirsiz anısına karışıyordu. Mübaşir onu tek başına bırakmıştı. Kaçınılmaz an gelmişti. Aklını topla­ maya çalışıyor fakat başaramıyordu. Düşüncenin bütün ipleri hayatın yürek yakan gerçeklerini bağlamak ihtiyacının en fazla hissedildiği zamanlarda beyinde kopuverir. Sayısız varlığın parçalandığı, hemen sonra kendi adının da içinde çınlayacağı, şimdi içinden alınyazısının geçtiği bu sakin, korkunç odaya bön bir sessizlikle bakıyordu. Duvarlara, sonra kendi kendine bakı­ yordu, buranın o oda olmasına, gördüğünün de kendisi olduğu­ na inanamıyordu. Bir günden fazladır ağzına tek lokma koymamıştı, arabanın sarsıntısından yorgun düşmüştü; fakat ne açlık, ne de yorgun­ luk hissediyordu; bütün duyguları ölmüş gibiydi. 248

Duvara asılı siyah çerçeveli ve camlı bir yazıya boş gözler­ le baktı. Cam altına konulmuş bir mektuptu bu; Paris Belediye Başkanı Jean Nicolas Pache’ın yazdığı bu mektuba, anlaşılan, bir yanlışlık sonucu 9 Haziran, yıl II diye tarih konulmuştu. Mek­ tupta, Pache ellerinde bulunan tutuklu bakanlarına ve milletve­ killerinin adlarını veriyordu. Bu sırada Bay Madeleine'i görüp inceleyen biri olsaydı, bu mektubu epey ilginç bir şey sanırdı, çünkü gözlerini mektuptan alamıyordu, birkaç kez okudu. Mek­ tubu umursamadan, içeriğini anlamadan okuyordu. O sırada Fantine’le Cosette’i düşünüyordu. Dalgınca döndü, gözleri kendisini ağır ceza mahkemesin­ den ayıran kapının topuzuna ilişti. Bu kapı aklından çıkmış gi­ biydi. Bakışları, önce epey dingin, orada durdu, bu pirinç topu­ za ilişik kaldı, sonra ürkekleşti, yatıştı, giderek korkuya bürün­ dü. Saçlarının arasından iri terler beliriyor, alnından süzülüyor­ du. Sonra, bakışları kendisini duruşma salonundan ayıran o bronz kapının tokmağına takıldı. Derken yine içinden şöyle dü­ şündü: «Aman Tanrım! Neden buradayım, beni kim zorladı bu­ na?» Girdiği kapıya göz ucuyla baktı ve bir karar almış gibi, tok­ mağı çevirdi, kendisini koridora attı. Artık o ufak odada değildi, uzunca bir koridordaydı. Köşeleri lambalarla aydınlanmış dö­ nüşlerle dolu bir koridor. Geniş bir soluk aldı, kulak verdi, çıt yoktu, birden, kovalanıyormuş gibi kaçmaya başladı. Koridorun birkaç dirseğini geçtikten sonra, yine dikkatle or­ talığı dinledi. Sürekli aynı yoğun sessizlik, kendisini kuşatan o aynı gölgeler. Soluk soluğaydı, bacakları titriyor, ayakta güçlük­ le durabiliyordu. Sırtını taş duvara verdi. Taşın soğukluğu ür­ pertti, ama sırtından buz gibi terler boşanıyordu, derken oldu­ ğu yerde devindi. O karanlık koridorda, bir daha durup düşündü. Bütün gece düşünmüştü, bütün gün düşünmüştü, beyninde sürekli aynı yanıt yankılanıyordu: Nafile! Birkaç dakikası böyle geçti, sonra kollarını sarkıttı. Geldiği 249

yoldan geri döndü. Ağır adımlarla gidiyordu, bütün gün yük ta­ şıyan biri gibi! Sanki kaçarken birisi onu yakalamış, geri götürüyordu. Demin bulunduğu o odaya girdi. Gözüne ilk çarpan, kapının o bronz tokmağı oldu. Parlatılmış bu tokmak, ışıl ışıl parlıyor ve sanki büyük bir yıldız gibi ışıldıyordu. Adam büyülenmiş gibi baktı. Bir koyunun, bir kaplana bakması gibi: Ürkek ve zavallı. Gözlerini oradan alamıyordu. Kimi zaman, öne bir adım atıp, kapıya yaklaşıyordu. Dinlese duruşma salonunda konuşulanları anlayabilirdi, fa­ kat o artık hiçbir şey dinlemiyor ve duymuyordu. Derken, nasıl olduğunu anlamadan, kapının önünde buldu kendini ve bronz tokmağa yapıştı, kapı açılmıştı. Duruşma salonundaydı. 9 KARARLARIN SON HALİNİ ALDIĞI YER Arkasından kapıyı kapattı ve etrafına bakındı. İçinde bulunduğu yer loş, zaman zaman gürültülü, zaman zaman sessiz, çok geniş bir salondu. Bulunduğu yerde, cüppeleri aşınmış yargıçlar, gözleri yarı kapalı, tırnaklarını dalgınca kemiriyorlardı. Diğer bölümde pılı pırtı giymiş bir kalabalık, sert yüzlü askerler, lekeli duvarlar. Kir­ li bir tavan, rengi solmuş yeşil bir örtüyle kaplı masalar, ellerle lekelenmiş kapılar, masalardaki bakır şamdanlarda bitmeye başlayan mumlar, karanlık, çirkinlik, keder ve bütün bunlardan yükselen sade ve yüce bir izlenim, çünkü burada «kanun» ad­ lı o insanlık kuralı ve «adalet» denilen ilahi varlığın oluştuğu seziliyordu. Bu kalabalıkta, kimse ona dikkat etmemişti. Bütün bakışlar tek bir noktaya çevriliydi. Bir kapıya dayalı tahta bir sıraya, Yar­ gıcın sol tarafındaki duvar önüne. Birçok mumun aydınlattığı bu yerde, iki jandarmanın arasında bir adam vardı. 250

Bu, o adamdı. Yolcu, onu aramadan gördü, gözleri kendiliğinden onu ara­ mıştı. Birden kendisini görür gibi oldu. Birkaç yaş daha ihtiyar, belki yüz bütünüyle kendi yüzünün benzeri değildi, ama ifade­ si ve duruşu aynı gibiydi. Başında o kirpi gibi saçları ve o yabanıl bakışlarıyla yıllar öncesi Digne’e giren Jean Valjean’ın bir kopyasıydı. Yüreği kin­ le dolu bu yıllanmış kürek mahkûmu, bu korkunç düşünce ve inançları, tutuklu, esir olduğu o on dokuz yılda biriktirmişti. Ansızın ürpertiyle düşündü: «Aman Tanrım, yine böyle mi olacağım!» Adam hiç yoksa altmış yaşında gösteriyordu, kaba, ahmak ve korkmuş bir hali vardı. Yabancının kapıyı açmasından çıkan sese çevrilmişti baş­ lar. Yargıç yeni gelenin Montreuil-sur-Mer Valisi olduğunu anlar anlamaz, onu saygıyla selamlamıştı. Kendisini tanıyan Savcı da aynı şeyi yaptı. Bay Madeleine ise büyük bir heyecan yaşı­ yordu, bunun ayrımında bile olmadı. Bir yargıç, kâtipler, avukatlar, meraklı başlar topluluğu. Acı­ masızca meraklı bakışlar, o bunları yirmi yedi yıl önce yaşa­ mıştı, ansızın, geçmişinin o korkunç görüntülerini tamamen gö­ zünün önüne serili buldu. İşte şuradaydılar, hareket ediyorlar, yaşıyorlardı. Bu bir bellek gücü, düşüncenin bir ışığı değildi. Bunlar sahici jandarmalarla sahici yargıçlardı, gerçek bir kala­ balık, etten sinirden yapılma gerçek adamlardı. Tamamdı artık, etrafında, geçmişinin korkunç görüntülerinin, gerçeğin kapsa­ dığı olanca dehşetle tekrar belirip yaşadığını görüyordu. Bütün bunlar gözlerinin önünde, belirgince duruyordu. Kor­ kuya kapıldı. Gözlerini kapattı, ruhunun derinliklerinden bağır­ dı: «Hayır! Asla!» Dipsiz bir uçurum kıyısında gibiydi. Alınyazısının çok acı bir cilvesi, kendisini delirten bir durum­ du. Şu anda yargılanan kendisiydi, evet, fakat farklı bir beden­ de. Yargıç ve savcı Jean Valjean’ı bir daha yargılıyorlardı. Göz­ lerinin önünde, inanılmayacak bir görüntü, hayatının en kor­ 251

kunç döneminin, kendi hortlağı tarafından oynanan bir temsili vardı. Her şey tamamdı: Aynı şeyler, gecenin aynı saati, neredey­ se aynı yargıç, asker ve dinleyici yüzleri. Ama başkanın başı­ nın üzerinde bir haç vardı, kendi mahkûmiyetinde, mahkeme­ lerde böyle bir şey bulunmazdı. Onu yargıladıkları tarihte Tan­ rı yoktu. Arkasındaki sandalyeye çöktü. Bu arada perişanlığını fark edecekler diye korkmuştu. Olduğu yerden görüyor, fakat görül­ müyordu. Giderek kendisini toparladı, artık gerçekleri algılaya­ biliyordu, dinleyebilecek ölçüde sakinleşmişti. Jüri’nin arasında Montreul-sur-Mer kentsoylularından, işsiz güçsüz o züppe Mösyö Bamatabois de vardı. Fantine’in elbise­ sinin içine kar atıp onu hasta eden adamdı bu. Bakışlarıyla Javert’i aradı, göremedi. Tanıkların bulunduğu sıra, kâtibin masasıyla gizlenmişti, hem salon da epey loştu, yeterince aydınlatılmamıştı. Bay Madeleine içeri girdiğinde, sanığın avukatı savunması­ nı bitiriyordu. Aslında avukat, epey ustaca konuşmuştu. Duruş­ ma üç saattir sürüyordu. Herkesin ilgisi keskinleşmişti. Saatler­ dir, mahkeme salonuna yığılan o kalabalık, bir adama, bir ya­ bancı adama, bir sefile ya zekâ özürlü ya da çok akıllı biri ol­ ması gereken, o sanığa gözlerini çevirmişlerdi. Bildiğimiz gibi, bu köylü elinde bir dal elmayla yakalanan serseriydi. Kimdi bu adam? Bir araştırma yapılmış, tanıklar din­ lenmişti. Hepsi de aynı şeyleri söylemişti. Bu sanık sırasında elleri kelepçi duran adam sadece bir elma hırsızı değil, bir eş­ kiya, eski bir pranga mahkûmu, çok tehlikeli bir katildi. Bu, Je­ an Valjean’dı. Tekrar hırsızlık yapmıştı. Avukat, elma hırsızlığıyla konuşmaya başlamış, aslında bu hırsızlığın kanıtlanmadığını söylemiş, müvekkilinin sadece ağaç dibine düşen bir dalı aldığında üstelemişti. Avukat sözlerini şöyle tamamlamıştı, eğer sanık, sahiden Jean Valjean ise, müvekkilinin sabıkalı oluşunu kanıt saymıyor, 252

bu hırsızlık suçunu şiddetle yadsıyordu. Müvekkilinin eski su­ çunun bu davayla ilgisi yoktu. Savcı, avukata yanıt verdi. Bütün savcıların yaptıkları gibi şiddetli ve gösterişli bir dil kullandı. Önce, avukatı o güzel savunmasından dolayı tebrik etti, da­ ha sonra onun bile müvekkilinin Jean Valjean olmadığını kanıt­ layamadığını da dikkate alıp şöyle konuştu: «Duvar dibinde, elinde bir dal elmayla yakalanan adam, adı da dahil, kimliğini inkâr ediyor. Ama tanıkların neredeyse hep­ si kendisini tanıdılar. Komiser Javert ve üç kürek mahkûmu ar­ kadaşı onun kimliğini açıkladılar. O, bu yalın gerçeğe nasıl ya­ nıt veriyor? Sadece inkâr ediyor. Evet. Ne de yüzsüz bir suçlu! Karşınızdaki salt bir meyve hırsızı, ürün hırsızı değildir; şurada, elimizin altında sıkıca tuttuğumuz bir haydut, cezaevi firarisi bir dinsizdir, eski bir kürek mahkûmu, en tehlikeli türden bir katil, adaletin uzun süredir aradığı Jean Valjean’dır. Sekiz yıl önce Toulon Cezaevinden çıkar çıkmaz, silahla korkutup, Petit-Ger­ vais adlı bir çocuğu soydu. Bu suç, Ceza Kanunun 383. mad­ desiyle belirtilmiştir. Bu suç için daha sonra ayrıca kovuşturma başlatacağız, kimliği yasal olarak kabul edilince. Yeni bir hırsız­ lık suçu işledi. Bu, sabıka halidir. Bu yeni olay için onu mahkûm edin; daha sonra eskisi için yargılanır.» Savcı konuşurken, biçare sanık, şaşkınlık içinde onu dinli­ yordu. Kederli ve aptallaşmış bir durumda, başını sürekli sağdan sola sallıyordu. Bir ara, yanındaki seyirciler, onun kendi kendi­ sine konuşur gibi şu sözleri söylediğini duydular: «Mösyö Balo­ up'ya bir şey sormadılar?» Nadiren konuşuyordu, sorulara sıkıntıyla yanıt veriyordu. Fakat tepeden tırnağa bütün varlığıyla inkâr ediyordu. Etrafın­ da, savaş düzeninde gibi sıralanmış bütün bu zekâların karşı­ sında bir aptal gibiydi, onu yakalayan bu toplumda bir yabancı gibiydi. Bu arada, onun için korkunç bir gelecek söz konusuy­ du, gerçeğe uygunluğu giderek artıyordu, bütün bu kalabalık, onunkinden daha derin bir kaygıyla, ağır ağır üzerine çöken bu, 253

belalar, yıkımlar vaat eden mahkeme kararını bekliyordu. Bir ihtimal de, kürek mahkûmiyeti dışında, ölümü bile olanaklı kılı­ yordu, kimliği kanıtlanır da ileride Petit-Gervais olayı bir mah­ kûmiyetle sonuçlanırsa... Bu adam kimdi? Bütün bu duygusuz­ luğu nedendi? Aptallıktan mı, yoksa şarlatanlıktan mı? Çok mu sağlam kavrıyordu, yoksa hiç mi anlamıyordu? Bu sorular hal­ kı ikiye ayırmış, jüri üyelerini de uzlaşmazlığa düşürmüş gibiy­ di. Bu davada korkutup, düşündüren şeyler çoktu. Felaket sa­ dece kaygı uyandırıcı değil, karanlıktı da. Sanık avukatı ustaca bir savunma yapmıştı. Bu konuşmayı Paris’te olduğu gibi Romorantin’de, ya da Montbrison’da önce­ leri avukatların kullandığı, taşra diliyle yapmıştı. Bugün klasik­ leşen bu konuşma tarzı, yalnızca mahkemelerin resmi konuş­ macıları tarafından kullanılır, bu da ağırbaşlı ses uyumu ve muhteşem ifadesiyle onlara epey yakışır. Bu dilde bir koca «zevc», bir karı «zevce»dir, Paris «sanatların ve uygarlıkların odağı», kral ailesi «krallarımızın yüce soyu», bir konser «mü­ zikli tören», eyalet başkomutanı «ünlü savaşçı», papaz okulu öğrencileri «genç ruhaniler», gazetelere yüklenen yanlışlar «yayınlarının sütunlarında zehir akıtan düzmecilik»tir. Evet, avukat elma hırsızlığını anlatmakla işe koyuldu, gösterişli bi­ çemle zor bir iştir bu. Fakat cana yakın Bossuet bile bir cena­ ze söylevinde bir tavuktan söz etmeye mecbur kalmıştı da, bu işten iyi sıyrılmıştı. Avukat, elma hırsızlığının kanıtlanamadığı­ nı ortaya koydu: Savunucusu olduğu için Champmathieu de­ mekte üstelediği müvekkilini duvarı aşarken, dalı kırarken gö­ ren yoktu. Onu elinde küçük bir dalla yakalamışlardı; fakat ken­ disi bunu yerde bulup aldığını söylüyordu. Bunun böyle olma­ dığının kanıtı neredeydi? Bu meyve dalını hırsız, duvarı aşarak kırıp çalmış, sonra da korkup telaşlanarak oraya atıvermişti; kesinlikle ortada bir hırsız vardı. Ancak bu hırsızın Champmat­ hieu olduğunu kanıtlayan neydi? Bir tek şey: Eski bir kürek mahkûmu olması. Avukat ne yazık ki bu durumun iyi belirtilip saptandığını inkâr etmiyordu; sanık Faverolles’de oturmuştu; sanık orada ağaç budama işi yapmıştı; Champmathieu adının 254

kökeni «Jean Mathieu» olabilirdi; bütün bunlar gerçekti; en so­ nunda, dört tanık da hiç bocalamadan, kesin olarak Champ­ mathieu’nun kürek mahkûmu Jean Valjean olduğunu kabul edi­ yorlardı. Bu belirtmelere, bu tanık ifadelerine avukat yalnızca müvekkilin inkâr etmeleriyle karşı koyuyordu, bunlar da çıkarcı şeylerdi. Fakat bu adamın forsa Jean Valjean olduğu kabul edi­ lirse, onun elma hırsızı olduğunu kanıtlar mıydı bu? Bu olsa ol­ sa, tahmine dayanan bir hüküm olurdu; fakat bir kanıt değildi. Sanık -bu bir gerçekti ve avukat «bütün iyi niyetiyle» bunu ka­ bul ediyordu- «kötü bir savunma yolu» tutturmuştu. Her şeyi in­ kâr etmekte üsteliyordu; hem hırsızlığı, hem de forsalığını. Bu son konuda bir itiraf kuşkusuz daha yerinde olurdu, yargıçları yumuşatabilirdi. Avukat bunu ona teklif etmişti ama, sanık bun­ dan inatla kaçınmıştı. Belki de böylece hiçbir şeyi itiraf etme­ den paçayı kurtaracağını sanıyordu. Bu bir hatadır. Fakat ada­ mın zekâsının kıtlığını dikkate almak gerekmez miydi? Bu adam kesin olarak aptaldı. Uzun bir tutukluluk felaketi, tutuklu­ luktan sonra derin bir sefalet onu ahmak haline getirmişti. Ken­ disini yeterince savunamıyordu. Bu, onu mahkûm etmek için bir neden midir? Petit-Gervais meselesine gelince, avukat bu­ nu ele almıyordu, çünkü bu davanın içinde yeri yoktu. Avukat sözlerini tamamlarken, Jean Valjean kimliği onlara gerçek gö­ rünüyorsa, ona yalnızca sürgünden kaçmış bir suçluya uygula­ nacak bir ceza vermelerini fakat sabıkalı forsaya verilecek kor­ kunç cezaya çarptırmamaları için Jüriyle mahkeme kuruluna yalvardı. Savcı avukata yanıt verdi. Genellikle bütün savcılar gibi o da katı sözler ediyor, parlak sözler söylüyordu. Savunma avukatını «dürüstlüğünden» dolayı kutladı, bun­ dan da ustaca yararlandı. Avukatın verdiği tüm tavizler sanığı yaraladı. Avukat, sanı­ ğın Jean Valjean olduğunu kabullenir gibi görünüyordu. Demek ki bu adam Jean Valjean’dı. Bu, savcı için iyi bir şeydi, üzerin­ de tartışılamazdı. Savcı burada, ustaca bir kelime oyunuyla, suçluluğun kökenlerine ve nedenlerine dek uzanarak L’Oriflam­ 255

me ve La Quotidienne gazetelerinin eleştirmenlerinin «şeytani çığır» adını verdikleri, o zaman daha yeni ortaya çıkan duygu­ sal çığırın ahlaksızlığını şiddetle yerdi: Champmathieu’nün, da­ ha doğrusu Jean Valjean’ın suçunu bu ahlak bozucu edebiya­ tın etkisine yordu ki, bu, gerçekten o kadar da uzak olmasa ge­ rek. Bu düşünceler bitince, Jean Valjean’ın kendisini ele aldı. Jean Valjean neydi ki? Jean Valjean’ın tanımlanması, kusul­ muş bir canavar falan... Böylesi tanımların örneği, Atinalı The­ ramenes hikâyesinde de bulunur. Bunun trajediye faydası yok­ tur fakat her gün adliyeye epey fayda sağlar. Dinleyiciler de, jü­ ri üyeleri de «ürperdiler». Tanımlama bitince, ertesi sabah ye­ rel gazetenin derin hayranlığını uyandırmak için, bir hitabet he­ yecanıyla sürdürdü: «Böyle adamlar, vs... ipsiz, dilenci, geçinme olanağı olmayan bir adam, vs... geçmişteki hayatıyla suç oluşturan davranışlara alışmış, cezaevinde yaşadığı yıllarda da çok az uslanmış. Bunu, Petit-Gervais suçu yeterince kanıtlarmış, vs... İşte böyle bir adam, anayolda, üzerinden geçtiği bir duvarın birkaç adım beri­ sinde, elinde hâlâ çalınmış dalla suçüstü yakalanıyor da, suçüs­ tü halini, hırsızlığı, duvar aşmayı inkâr ediyor. Her şeyi inkâr edi­ yor, adına kadar, kimliğine kadar. Burada tekrar söylemeye gerek görmediğimiz yüzlerce kanıttan başka, dört tanık onu tanıdı: Ja­ vert, namuslu polis komiseri Javert’le üç eski alçaklık yoldaşı: Kü­ rek mahkûmları Chenildieu, Brevet, Cochepalle. Bu parmak ısır­ tan işbirliğine karşı o nasıl davranıyor? inkâr ediyor. Ne duygu­ suzluk! Sizler adaleti uygulayacaksınız, sayın jüri üyeleri...» Bu arada savcı, adamın, kurnaz bir tilki gibi olduğunu o ser­ semlemiş tavrıyla kendisini acındırmak istediğini söyledi ve Kü­ çük Gervais olayını dikkate alarak suçluya ağır bir ceza veril­ mesini önerdi. Bu da ömür boyu kürek cezasıydı... Sanığın avukatı yerinden kalktı, o da gelenek olduğu üzere, Savcı’yı kutladı, olanca gücüyle müvekkilini bu korkunç ceza­ dan kurtarmaya çabaladı. Fakat giderek, daha az ikna edici oluyordu. Davayı yitirmek üzere olduğunu anlamakta gecikme­ di, ayağının altındaki zemin kayıyor gibiydi. 256

10 İNKÂR YÖNTEMİ Duruşmanın sonuçlandırma vakti yaklaşıyordu. Başkan, sa­ nığa ayağa kalkma buyruğu verip, geleneksel soruyu sordu: «Savunmanıza ekleyecek bir şeyiniz var mı?» Adam ayakta, elindeki kirli yün başlığını çekiştirip, duymaz­ dan geliyordu. Yargıç sorusunu tekrarladı. Bu kez adam duydu ve anlamış göründü. Uyanan biri gibi devindi, bakışlarını etrafında dolaştırdı. Bunun ardından, ba­ kışlarını savcıya çevirdi. O kocaman yumruğunu bulunduğu sı­ ranın koluna dayadı ve konuşmaya başladı. Kesik kopuk, saç­ ma sapan şeyler anlattı. Sanki, uzun zamandır bunu bekler gi­ bi, sözler ağzından, akmaya başladı: «Şunu söylemek istiyorum, ben Paris’te araba ustalığı yap­ tım. Bu iş zordur, açık havada yapılır. Patronlar iyi kalpli, mer­ hametli olurlarsa üzerimize yağmur-kar yağmasın diye üstü ka­ palı, yanları açık depolarda çalıştırırlar. Çünkü, bu iş her tarafı kapalı yerde yapılmaz, geniş saha gerekir. Kışları insan o ka­ dar üşür ki, inanın, ellerimiz buz keser, parmaklarımızı hisset­ meyiz. Isınabilmek için kollarımızı sallar, durduğumuz yerde te­ piniriz. Fakat patronlar buna da izin vermez, bunun vakit kaybı olduğunu söylerler. Haydi tekrar işbaşına. Bu iş, çalışanı kısa sürede yıpratır, vaktinden önce çöktürür, inanın, kırk yaşını ge­ çince bu işte çalışılmaz. Fakat ben elli üçündeyim, işçiler de hele gençleri epey kötü kalpli oluyor. Bizim gibi yaşı geçmişle­ re ‘Moruk, bunamış’ derler. Bizi küçümserler. Patron da beni yaşlı bulur, gündelik verirdi. Bu arada, ben kızıma da bakıyor­ dum. O zavallı da ırmaklarda onun bunun çamaşırını yıkardı, ikimiz kazandığımızı uç uca getirip zar zor geçinirdik. Ah biça­ re kızım, o da çok çekti doğrusu. Yaşta yağmurda, yarı beline kadar su içinde çalıştı. Bir ara bir çamaşırhanede işe girmişti. Orası kapalıydı, hem musluklardan kaynar su da akardı, fakat bu kez de, buhar kızcağızımın gözlerini bozdu. Akşamları eve 257

yorgun argın dönerdi, saat yedi olur olmaz yatağına girerdi, ne çok yorulurdu. Hem, kocası da döverdi. Ah öldü o da, kızcağı­ zım, bu kadar acıya dayanamadı. Hiç de mutlu olmadık aslın­ da. Kızım melek gibiydi, akıllı usluydu. Kimseye zararı dokun­ mazdı. Gençliğinde baloya bile gitmemişti. Bir seferinde -hiç unutmam- karnaval şenliğinde yavrucağım, saat sekizde yat­ mıştı. Evet, inanın yüzü hiç gülmedi. Söylediğim her şey doğ­ ru. Bir sorsanız anlarsınız. Evet fakat Paris bir uçurum gibi çe­ ker içinde yaşayanları. Champmathieu Baba’yı kim hatırlar ki? Evet, bakın işte Mösyö Baloup var, ona sorsanıza; o beni ya­ kından tanır. Sözlerim bu kadar, benden istediğiniz, alıp verme­ diğiniz, ne?» Adam susup bekledi. Bütün bu sözleri, kısık, acı dolu ve öf­ keli bir sesle söylemişti. Hem, bir kezinde susmuş ve kalabalık­ ta birini selamlamıştı. Saf ve yabani bir öfkeye kapıldığı belliy­ di. Sustuğunda izleyiciler kahkahalarla gülmeye başladılar. Sa­ nık da neye uğradığını bilemeden bu gülüşlere eşlik etti. Bu hayli yürek sızlatan bir durumdu. Tam o sırada, sabırlı ve aslında iyi kalpli biri olan Yargıç, se­ sini yükseltti, jüri üyelerine araba onarımcısı Bay Baloup’yu bu­ lup bulmadıklarını sordu. Sanığın o eski işvereni, batmış, işliği­ ni kapatmış ve izini kaybetmişti. Daha sonra yargıç tekrar sanı­ ğa dönüp, sordu: «Sanık, durumunuzu iyi düşünmelisiniz, en ağır suçlamalar­ la yüz yüzesiniz. Yeterince düşünün ve bana olumlu bir karşılık verin. Önce, Pierron’un bahçesine çiti kırarak girip, elmalarını çaldınız mı? Ayrıca, şunu da doğru söyleyin. Sekiz yıl önce serbest bırakılan, pranga mahkûmu Jean Valjean mısınız? Evet mi, hayır mı?» Sanık tam olarak anlamamış gibi birkaç kez başını öne ar­ kaya salladı. Sonra tekrar elindeki o yamalı başlığı çekiştirip, Başkan’a döndü. «Öncelikle...» diye başlamıştı ki, hemen susup gözlerini ye­ re eğerek sustu. Savcı izleyenleri ürperten bir sesle: 258

«Sanık sorulanlara aptalca yanıtlar veriyor, en olmayacak şeyleri sıralıyor. Sizin sahiden Champmathieu olmayıp Jean Valjean olduğunuzu kesin olarak biliyoruz. Annenizin adıyla Je­ an Mathie olarak Auvergne eyaletinde yaşadınız. Daha sonra, doğduğunuz yer olan Faverolles’e gidip orada rençberlik etti­ niz. Pierron çiftliğine girerek elmaları çalmanız gün gibi ortada. Sayın Jüri üyeleri, bütün bunları dikkate alacaklar...» Sanık yerine oturmuştu, savcı sözünü bitirince, zavallı adam hışımla yerinden fırladı: «Siz çok kötü kalpli, hain birisiniz, işte bunu söyleyecek­ tim... Daha önce sözlerimi toparlayamamıştım. Ben hiçbir şey çalmadım. Ben her gün yiyecek bulanlardan değilim, zaman zaman günlerce aç kaldığım olur. Yağmur yağmış, dere taşmış­ tı, tarlalarda öylesine yürürken, yerde, üstü elma dolu kırık bir dal gördüm. Düşünmeden eğilip aldım. Başıma bunca bela açacağını bilsem hiç almazdım. Yemin ederim, elim kırılsın al­ mazdım, inanın. Sadece bu yüzden üç ay hapse atıldım. Bana habire saçma saçma sorular sordular. Aslında iyi adam olan o Jandarma çavuşu bile, ‘Haydi söyle!’ diyor. Ne söyleyim? Ne söylememi istiyorsunuz? Benim okumam yazmam yok, zavallı adamın biriyim. Kimse bunu anlamak istemiyor. Ben çalmadım, sadece yerde bulduğum bir dalı aldım, hepsi bu. Sürekli aynı şeyleri söylüyorsunuz, yok Jean Mathieu, ben bu kimseleri ta­ nımam ki, sanırım bunlar köyden olmalılar. Ben Paris'te Bay Baloup’unun tamir işliğinde çalıştım, adım da Champmathieu. Bana nerede doğduğumu söylüyorsunuz, bravo yani, çok akıl­ lısınız, ne diyeyim buna?.. Ben nerde doğduğumu bile, bilmem. Herkes dünyaya evlerde mi gelir? Aman ne bolluk! Ben de yol­ da doğmuşum, anam babam köyden köye gezen, nerede iş bu­ lurlarsa çalışan gezgin rençberlermiş. Ben başka ne bilirim ki?.. Nasıl bileyim. Çocukluğumda beni ‘küçük’ diye çağırırlardı, ama şimdi bazıları ’ihtiyar’ der, bazıları da ‘baba’ diye seslenir bana. Evet Auvergne’de bulundum, daha sonra Faverolles’a gittim, bu da suç mu yani? Fakat hiçbir zaman tutuklanmamış­ tım, üç ay öncesine kadar şu ipsiz sapsız herifler, sürekli benim 259

de kendileri gibi kürek mahkûmu olduğumu yineleyip duruyor­ lar, halbuki ben bugüne dek namusumla yaşadım. Beni kime benzetiyorlar? Anlayamadım, yemin ederim. Ben asla çalıntı mala dokunmadım, fırtına yüzünden kırılan elma dalını almak­ tan başka bir şey yapmadım. Onu da yerden almasam, çamur­ da çürüyecekti. Bir daha söylüyorum: benim adım Champmat­ hieu Baba, bütün bu zırvalarla kafamı şişirdiniz. Herkes neden bana karşı? Benden ne istiyorsunuz ki?» Savcı ayağa kalkmıştı, Başkana: «Başkan Hazretleri,» dedi. «Sanık, sözüm ona, bu açıkgöz­ ce inkârlarla kendisini geri zekâlı gibi göstermek istiyor, bir kez daha Brevet, Cochepaille ve Chenildieu adlı mahkûmları dinle­ mek isteriz. Bu arada Polis komiseri Mösyö Javert’e de sanığın kimliğini tekrar sormamız isabetli olur.» Yargıç: «Savcı Bey, Bay Javert tanıklığı bitince, işinin başına dön­ mek üzere Montreuil-sur-Mer’e yola çıktı,» dedi. «Öyledir, Sayın Başkan. Ama komiser Javert’in söyledikleri­ ni jüri üyelerine yeniden hatırlatmak isterim. Javert üstlerine saygılı, onların güvenlerini kazanmış, görevine sadık, namuslu bir polis memurudur. Tanıklığını şöyle özetledi: «‘Sanığı gördüğüm an, tanıdım, bu adamın adı Champmat­ hieu değildir, kendisi epey belalı ve tehlikeli bir eşkiya olan Je­ an Valjean’dan başkası değildir. «‘Bu adam, hırsızlıktan tutuklanmış, birkaç kez firar etmeye kalkıştığı için, cezası artırılmış, prangaya mahkûm edilmiş, on dokuz yıl yatmış. İçeriden bırakıldıktan sonra, dağlı bir ocak te­ mizleyicisinin parasını çaldığı gibi, kutsal bir din adamı olan Piskopos Myriel’den de gümüşler çalmış olmasından kuşkula­ nıyorum. Aslında o kutsal adam, gümüşleri kendisinin verdiğini söylemişti, ama bence bu işin içinde bir iş var. Toulon Ceza­ evinde, gardiyanlık ettiğim o gençlik günlerimden beri tanırım ben onu.’» Savcının bu sözleri jüriyi derinden etkilemişti. Savcı sözleri­ ni bitirirken, Javert’in yokluğu sırasında en azından, salt bu da­ 260

va için buraya getirtilen o üç kürek mahkûmunun; Brevet, Coc­ hepaille ve Chenildieu’nun dinlenmelerini önerdi. Başkanın bir işaretiyle, mübaşir, Brevet’i salona aldı. Bir jandarma yardımıyla, yerini alan Brevet’ye yargıç şöyle dedi: «Tanık Brevet, bir kürek mahkûmu olduğunuz için yemin et­ me hakkınız yok.» Brevet olanca dikkatini gözlerinde toplamış gibi, sanığa baktı, sonra: «Evet, efendim,» dedi. «Aslında onu ilk tanıyan ben oldum. İddialarımda üsteliyorum. Bu adam Jean Valjean’dır. 1796 yı­ lında Toulon Cezaevine girdi ve 1815 yılında serbest bırakıldı. Ben de ondan bir yıl sonra serbest bırakılmıştım. Onun Jean Valjean olduğundan adım gibi eminim.» Başkan: «Oturun,» dedi ona ve sonra sanığa da ayakta bekleme em­ rini verdi. Bu kez Chenildieu getirildi. Ömür boyu ceza almış azılı bir caniydi. Yeşil başlığı ve kırmızı kazağı, bunu gösteriyordu. To­ ulon zindanında bulunuyordu hâlâ ve tanıklık etmesi için Ar­ ras’a getirtilmişti. Bu katil, kara kuru, ellisinde gösteren bir adamdı. Hastalıklı görünüşüne rağmen, gözlerinde sonsuz bir güç okunuyordu. Başkan, demin Brevet’ye söylediklerini ona da tekrarladı. Üste­ leyerek kendisinden sanığı tanıyıp tanımadığı soruldu. Chenil­ dieu, iblisçe bir kahkaha attı: «Tanımaz olur muyum hiç! Tam beş yıl aynı prangaya bağlı kaldık. Hey, neden somurtuyorsun, dostum? Bana meydan okuma!..» Başkan sert bir sesle: «Yerinize geçin!» dedi. Sonra üçüncü kürek mahkûmu Cochepaille getirtildi. Bu adam, Pyrenees dağlarında bir köyde doğmuştu, kendisi de bir dağ ayısını andırıyordu. O da Chenildieu gibi ömür boyu zin­ danda kalacaktı, başkan ona da aynı uyarılarda bulunmuştu. Chenildieu: 261

«Evet, bu adam Jean Valjean’dır.» dedi. «Adım gibi eminim. Hatta epey güçlü olduğundan ona ‘Kriko’ lakabını takmıştık.» Herhalde dürüstçe konuşan bu tanıkların sözleri, salondaki­ ler arasında büyük bir heyecan yaratmıştı ki, bu da sanığın aleyhineydi. Tanık hepsini afallayarak dinlemişti. Başkan sordu: «Bir diyeceğiniz var mı?» Adam ahmakça söylendi: «Ne diyebilirim ki? Daha iyisi can sağlığı.» Salondan yükselen bir uğultu, jüri heyetine de geçti. Sanı­ ğın mahvolduğunu anlamak çok kolaydı. Başkan, mübaşirlere seslendi: «Salonda sessizliği sağlayın, celseyi kapatıyorum!» Tam o sırada, Başkan’ın yanı başında bir kıpırdama oldu. Bir ses yük­ seldi: «Brevet! Chenildieu! Cochepaille! Bu tarafa baksanıza!» Bu sesi duyanlar, iliklerine dek titrediler. Bu epey acıklı ve yürek sızlatan bir haykırıştı. Bütün gözler sesin geldiği tarafa çevrildi. Başkanın hemen arkasında oturanlardan biri kalkmış, mah­ keme üyelerini salondan ayıran bölmeyi itip, ta salonun ortası­ na dek yürümüştü. Ceza Mahkemesi Başkanı, Savcı ve Bay Bamatabois onu tanımışlardı. Aynı anda haykırdılar: «Bay Madeleine!» 11 CHAMPMATHİEU DAHA DA ŞAŞIRIYOR! Sahiden de o’ydu. Tutanak yazmanının lambası yüzünü epey aydınlatıyordu. Şapkası elindeydi, kılık kıyafeti düzgündü. Redingotunun düğmelerini çenesine dek iliklemişti. Yüzü hayli solgundu. Biraz titriyordu. 262

Arras’a geldiğinde henüz gri olan saçları, şu son bir saat içinde beyazlamıştı. Pamuk gibi olmuştu saçları. Bütün başlar dikleşti. Tanımsız bir heyecan almıştı oradaki­ leri. Derken, kısa bir sessizlik oldu. Sesi fazlasıyla acıklı çıkma­ sına karşın, adam epey sakindi. Fakat kimse bir şey kavraya­ madı. Kimin bağırdığını bile anlayamadılar. Bu kadar kendisine egemen, bu kadar sakin bir adamdan böyle canhıraş bir çığlık çıkmasına ihtimal veremediler. Bu bocalama sadece birkaç dakika sürdü. Başkan ve savcı henüz bir kelime etmeden, jandarma ve mübaşirler tek bir ha­ reket yapmaya olanak bulamadan, Bay Madeleine diye çağır­ dıkları adam, tanıklara sokulup tekrar: «Beni tanımadınız mı?» diye sordu. Üçü de hayret içinde, bakakalmışlardı. Fakat yine de bir baş işaretiyle onu tanımadıklarını anlattılar. Hem, ansız heyecanını bastıramayan Cochepaille, elini alnına götürüp onu bir asker gibi selamladı. Bay Madeleine, jüriye döndü ve uysal bir sesle: «Sayın jüri, sanığı serbest bıraktırın. Başkan Bey, beni tu­ tuklatın. Aradığınız adam o değildir. Aradığınız kişi benim. Asıl Jean Valjean benim.» Nefesler tutulmuştu, ilk anın şaşkınlığının ardından ölümcül bir sessizlik geldi. Salonu dinsel bir korku almıştı, bir tür itaat. Çok ulvi bir olay karşısında, izleyiciler devinmeye bile korkarak, donakalmışlardı. Bu arada Başkan epey afallamış gibiydi. Savcıyla işaretleş­ ti ve hemen oradakilere seslendi: «Aranızda doktor var mı?» Bu sözlerle ne demek istediğini herkes anladı. Sonra, Savcı konuşmaya başladı: «Saygıdeğer izleyiciler, şu anda duruşmayı bölen bu üzücü olay hepimizi heyecanlandırdı. Eminim ki aranızdan birçoğu Montreuil-sur-Mer Valisi olan Bay Madeleine’den söz edildiğini duymuştur. Kendisi saygıdeğer ve her bakımdan üstün ve ba­ 263

şarılı biridir. Aranızda bir doktor varsa lütfen buraya gelsin ve Sayın Vali’ye yardımcı olarak, kendisini evine götürsün.» Bay Madeleine, Savcının daha uzun konuşmasına fırsat vermedi. Tepeden ama epey kibarca şöyle konuştu: «Teşekkürler Sayın Başkan, sözleriniz için size de, teşekkür ederim Sayın Savcı. Fakat ben deli değilim, keşke olsaydım. Demin, çok önemli ve giderilmesi olanaksız adli bir hata yap­ mak üzereydiniz. Ben sadece vicdanımın sesine uyup bir göre­ vi yerine getiriyorum. Tanrı benim şu anda, ne kadar kötü hal­ de olduğumu bilir, ama bu görevi boşlayamazdım. Bu adamı serbest bırakın. Aradığınız adam o değil. Aradığınız zavallı be­ nim. Ah, ne yazık ki, bu hale düşmemek için elimden geleni yapmıştım. Adımı değiştirmiş, saygıdeğer biri olmuştum. Beni Vali yaptılar. Ben de dürüst insanların arasına katılmak, na­ muslu bir hayata başlamak istemiştim, fakat ne yapalım. Şimdi size her şeyi anlatacağım. Evet, Piskopos beni yakalatmadı, jandarmalara gümüşleri bana kendisinin verdiğini söyleyerek beni korudu, ama benden, dürüst biri olacağıma dair söz aldı. Ben de onun yüzünü kızartmak istemedim, sekiz yıldır, örnek bir hayat sürdüm. Maalesef, geçmişimizi tamamen silemiyoruz. Bir yerden en beklenmedik anda ortaya çıkıyor. Demin Jean Valjean’ın çok kötü ve tehlikeli bir katil olduğunu ifade edenler belki doğruyu söyledi. Gelgelelim, bütün suç kendisinde değil­ di. Sayın Başkan, sözlerimi dikkatle dinleyin, jüri üyeleri siz de lütfen dinleyin, belki benim kadar düşmüş birinin topluma söy­ leyecek sözü bulunmaz, ama beni bu kadar alçaltan sizler ol­ dunuz. Toplum... Bir ekmek, yazda yabanda aç kalan yeğenle­ rimi doyurmak için tek bir ekmek çalmak suçundan on dokuz yıl zindanlarda çürüdüm. İşte orada daha da kötü oldum. Oraya girmeden önce bilgisiz, kaba saba, fakat zararsız ve dini bütün bir köy genciydim. Zindan hayatı beni baştan ayağa değiştirdi. Bilgisizlikten sıyrıldım, ama bu kez de kötü oldum. Yıllar boyun­ ca Tanrı’yı bile yoksaydım... Fakat birden bir mucize oldu, hak­ sızlığın kötüleştirdiği bu düşkün adamı, iyilik ve anlayış kurtar­ 264

dı. Evet, bugün artık melekler katında olan o kutsal Monsenyör Bienvenu Myriel’in, sevgisi adam etti beni. Onun yardımıyla na­ muslu biri olduğum gibi, yine onun anısına olan sadakatim ne­ deniyle, bugün yerime suçlanan bu günahsızı kurtarıp onun ye­ rine tutuklanmaya geldim. Evimde ocağın külleri arasında Kü­ çük Gervais’den almış olduğum o iki franklık gümüşü bulursu­ nuz. Evet, başka sözüm yok. Haydi Başkan Bey tutuklatın be­ ni... Fakat niye hepiniz başını sallıyor ve beni delirmiş sanıyor­ sunuz. Ulu Tanrım! Hiç kimse beni tanımayacak mı? Ah niye sanki Javert burada değil? O beni tanımakta zorlanmazdı!» Bay Madeleine bu sözleri, insanın iliklerine işleyen, içtenlik­ li ve acılı bir sesle söylemişti. Ansızın yepyeni bir karara varmış gibi, kürek mahkûmlarına döndü: «Beni nasıl hatırlamıyorsunuz!» dedi. «Oysa ben hepinizi hemen tanıdım.» Biraz sustu, sonra tekrar konuştu: «Hey Brevet! Hapiste taktığın o yün damalı omuz askılarını unuttun mu?» Brevet hayretle yerinden sıçradı ve afallamış gözlerini, bu beyefendi görünümlü, gösterişli adama çevirdi. Bay Madeleine sürdürdü: «Chenildieu, sen de sağ omuzundaki T.F.P. harf dövmesini silmek için bütün gün mangal üstünde yatmıştın, hatırladın mı? Yanılmıyorum değil mi?» Chenildieu: «Doğru söylediniz!» diye karşılık verdi. Bay Madeleine, bu kez Cochepaille’a seslendi: «Cochepaille, dirseğinin iç kısmında İmparator’un Cannes’a girdiği günün tarihini mavi harflerle dağlatmıştın -1 Mart 1815-. Bu dövmen hâlâ duruyor mu, aç kolunu.» Cochepaille kolunu sıyırdı. Bütün gözler ona çevrilmişti. Jandarma lambayı yaklaştırdı. Dövme duruyordu. Zavallı adam, salondakilere döndü ve yürek sızlatan bir gü­ lüşle: 265

«Gördünüz mü? Aklım başımda. Asıl Jean Valjean olduğu­ mu kanıtladım.» Artık bu duruşmada, yargıç ya da savcı, jandarma ya da ka­ nun adamları yoktu. Yaşaran gözler, acılı yürekler vardı. Kimse oradaki görevini hatırlamıyordu. Savcı bile suçlamak için orada olduğunu unutmuştu. İşin en tuhaf tarafı, kimse soru sormadı, kimse sesini çıkar­ madı. Böyle eşsiz görünümler, görenleri şaşırtır, herkes sessiz­ liğe bürünmüş, göz alan bir ışığın karşısındaymış gibi kendisi­ ni unutmuştu. Karşılarındaki adamın asıl Jean Valjean olduğuna artık her­ kes emindi. Bu adamın hali tavrı şimdiye kadar sıkıntılı olan bu davaya ışık vermişti. Mahkûm ışıl ışıl parlar gibiydi. Bu sıradan dava, hemen apayrı bir niteliğe bürünmüştü. Bütün bu kalaba­ lık, kendi yerine ceza almasına izin vermeyen, bir başkasını kurtarmak için kendisini yakalatan bu yüce ruhlu, adamın önün­ de neredeyse diz çökecekti. Ne yazık ki, kısa süre sonra, bu etkili izlenim de kaybolacak­ tı. Jean Valjean, salondakilere: «Mahkemeyi daha fazla oyalamak istemiyorum. Mademki beni tutuklamıyorsunuz, şimdi acil bir iş için gitmek zorunda­ yım. Savcı beni nerede bulacağını iyi bilir.» Çıkışa geldiğinde, tok bir sesle: «Hepiniz bana acıyorsunuz, değil mi? Ama ben yaptığımla gurur duyuyor, kendi kendimi kutluyorum. İsterdim ki bunlar hiç yaşanmasaydı!» Bir saat sonra, jüri kararıyla Champmathieu serbest bırakıl­ dı. Adamcağız bütün bu olup bitenlerle şaşkına dönmüştü, ora­ daki herkesi delirdi sanıp, çekip gitti.

266

SEKİZİNCİ KİTAP GERİ TEPMELER 1 B A Y MADELEİNE’İN SAÇLARINA BAKTIĞI AYNA Ortalık ışımak üzereydi, Fantine bu geceyi de hasta geçir­ mişti. Ateşi çıkmış, uyuyamamıştı. Fakat yine de mutlu sayılır­ dı, sürekli güzel şeyler düşünmüştü. Sabaha karşı, biraz daldı. Gece boyunca kendisini beklemiş olan hemşire Simplicie, onun uyumasını fırsat bilip, ona ateş düşürücü bir şurup hazırlamak için yanından ayrıldı. Kadıncağız birkaç dakikadır revirin laba­ rotuvarında, ilaç şişelerinin üzerine eğilmişti ki, bir ses duyup başını çevirdi. Kesik bir çığlık koparmaktan kendini alamadı. «Ah! Siz miydiniz, Sayın Vali?» Adam usul sesle sordu: «Kadıncağız nasıl?» «Şu anda fena değil. Fakat bizi çok korkuttu. Doktor ondan umut kesmişti dün.» Kadın dili döndüğünce Vali’ye durumu anlatmaya çalıştı. Bir gün önce epey kötülemiş olan Fantine’in ansızın, Valinin kızını getirmeye gittiğini sanıp sevinçten nasıl iyileştiğini anlattıktan sonra, doktorun bile buna şaştığını ve kızı geldikten sonra bel­ ki bir mucize olabileceğini, kadının kurtulma olasılığının bile bulunduğunu söylediğini, ekledi. Kadın, Vali’ye bir şey sorma­ dı, fakat onun Montfermeil’den gelmediğini sezmişti. «Bunlar güzel haberler, Hemşire Simplicie. İyi ki, onun bu düşüncesini değiştirmeye çalışmadınız!» 267

«Evet fakat uyanıp da, kızını göremeyince, ne söyleyeceğiz ona?» Adam biraz düşündü: «Tanrı bize yol gösterir.» Hemşire usul sesle: «Fakat yine de yalan söyleyemeyiz!» diye fısıldadı. Tam o sırada ortalık tamamen aydınlanmıştı. Hemşire, Bay Madeleine’in yüzünü yeterince görebiliyordu. Rastlantıya bakın ki, tam o sırada, başını kaldıran kadın hayret içinde bağırdı: «Ulu Tanrım! Size ne oldu böyle?.. Saçlarınız apak olmuş!» «Apak mı?» diye sordu adam. Hemşire Simplicie’nin aynası yoktu. Doktorun bıraktığı ge­ reç çantasından çıkardığı küçük bir aynayı ona uzattı. Adam, ölülerin soluk alıp almadığının kontrol edildiği bu aynayı kaptı. Uzun uzun yüzüne baktıktan sonra: «Vay canına!» dedi. Bu sözü epey umursamaz bir sesle, hiç dert etmez gibi söy­ lemişti, sezmiş gibi ta iliklerine kadar ürperdiğini hissetti. Bay Madeleine sordu: «Fantine’i görebilir miyim?» Hemşire onun bu sorusuna hemen karşılık vermedi, korkar gibi sordu: «Efendim, acaba onun kızını getirtmeyecek misiniz?» «Elbette getireceğim, ama bu hiç almazsa birkaç gün alır.» Hemşire ürkerek: «O halde bence bu süre boyunca sizi görmemesi daha iyi olur. En azından sizin kızınızı getirmeye gittiğinizi düşünerek ferahlamıştı. Fakat sizi tek başına görünce çocuğunun başına bir şey gelmesinden korkarak üzülecek. Onu oyalamak için bi­ le yalan söyleyemeyiz ki!..» Bay Madeleine biraz düşündü, sonra o her zamanki ağır­ başlı haliyle: «Hayır, Hemşire,» dedi. «Onu görmeye mecburum, belki tekrar buna fırsat bulamam.» 268

Hemşire onun bu sözlerinin ne kadar tuhaf olduğunu anla­ mamış gibiydi. Bakışlarını yere eğdi ve saygılı bir sesle: «Siz bilirsiniz, efendim,» dedi. «Şimdi uyuyor ama girmek isterseniz...» Bay Madeleine hastanın odasına girdi ve perdeleri araladı. Kadın sakince bir uykudaydı, ama epey zor soluk aldığı boğa­ zından çıkan hırıltıdan anlaşılıyordu. Buna rağmen yüzünde engin bir dinginlik vardı. Benzinin sarılığının yerini şeffaf bir be­ yazlık almıştı, yanakları kıpkırmızıydı. Eski güzelliğinden kalan tek şey olan o uzun kıvrık sarı kirpikleri biraz titriyordu. Şu an­ da kanatlanmaya hazır bir kuş gibiydi. Onu gören, onun can vermenin eşiğinde bir hasta olduğunu hiç anlayamazdı. Ölecek birine değil, kanatlanacak birine benziyordu. Bay Madeleine uzun uzun bu yatağın ayak ucunda durup bekledi, kadına bakıyor sonra gözlerini onun baş ucunda asılı duran haça çeviriyordu. Her ikisi de aynı halde bekliyorlardı. Kadın uyuyor, adam dua ediyordu. Fakat şu son iki ay içinde bir değişiklik olmuştu. Artık Fantine’in saçları uzamıştı. Ama Bay Madeleine’in saçla­ rı ağarmıştı. Hemşire yanı sıra içeri girmemişti. Uyuyan kadın gözlerini açtı, adamı gördü ve sakince: «Hani Cosette?» diye sordu. 2

FANTİNE MUTLU Ne bir sevinç işareti, ne bir şaşkınlık. Sadece kısık bir ses­ le, sorulan «Hani Cosette?» sorusu. Öyle güvenle sorulan bu soruya Bay Madeleine bir an yanıt veremedi. Fantine sürdürdü: «Burada olduğunuzu anlamıştım. Aslında uyuyordum, fakat bu arada sizi gördüm. Uzun zamandan beri sizi görüyorum. Bü­ tün gece, sizinleydim. Işıktan bir haleyle kuşatılmıştınız, melek­ ler etrafınızda kanat çırpıyorlardı.» 269

Adam bakışlarını duvardaki o haça çevirdi. «Peki ama Cosette nerede? Onu neden yatağımın üstüne bırakmadınız?» Bay Madeleine duraksıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. O sı­ rada kadına fısıldadığı şeyleri daha sonra hiç hatırlayamaya­ caktı! Neyse ki o sırada hemşirenin çağırdığı doktor içeri girmişti. Onun yardımına koştu: «Telaşlanmayın, telaşlanmayın, kızınız geldi!» Genç kadının gözleri parladı, o koyu güzel mavi gözleri bü­ tün yüzünü aydınlatmıştı. Ellerini birleştirip yalvardı: «Oh! Oh! Yalvarırım, onu getirip yatağımın üstüne bırakın!» Anne kalbinin yanılsaması. O yılların akışını unutmuş gibi, Cosette’i hâlâ bıraktığı bebek sanıyordu. Doktor elini hastanın alnına götürdü: «Hayır, daha vakit gelmedi. Biraz ateşiniz var, şu anda he­ yecanlanmak sizin için iyi olmaz. Kızınızı görünce epey heye­ canlanacağınıza eminim. Bu da size dokunur!» Fantine doktorun sözünü yarım bıraktı. «Evet fakat ben iyileştim. Size iyi olduğumu söylüyorum, doktor. Yüce Tanrım şu doktor da ne ahmak... ben çocuğumu görmek istiyorum». Doktor yatıştıran bir sesle: «Evladım, mesele çocuğunuzu görmekle kapanmıyor ki, iyi­ leşip onu büyütmek için yaşamalısınız. Bunun için de dikkatli olmalıyız, sizi taşkın heyecanlardan korumalıyız. Biraz daha iyileşin, yemin ederim ki Cosette’inizi göreceksiniz...» Mutsuz anne, buna boyun eğdi. «Doktor, bağışlayın, ben ne dediğimin farkında değilim. Ah eskiden olsa böyle kaba saba konuşur muydum? Başımdan öyle şeyler geçti ki, böyle kimi zaman ne yaptığımı bilemiyo­ rum. Sizi çok iyi anladım, heyecanlanmanın bana zarar verece­ ğini söylüyorsunuz, haklısınız aslında, fakat şunu da eklemek isterim ki, onu görmek bana iyi gelecek. Onu görsem büsbütün 270

iyileşirdim. Dün geceden beri, her an onu bekliyorum. Onu ba­ na getirin yalvarırım. Hiçbir şey yapmayacak, sadece onunla konuşacak, ona sarılacak, güzel saçlarını okşayacağım. Ta Montfermeil’den buralara getirtilen kızımı görmeye hakkım yok mu? Hiç de öfkeli değilim, tam aksine o kadar mutluyum ki, ge­ ce ne güzel rüyalar gördüm bilseniz. Kar gibi, güleç, bana gü­ lümseyen melekleri gördüm. Doktor Bey, siz karar verince ba­ na kızımı getirirsiniz, değil mi? İyileştiğime göre artık ateşim de düşmüştür. Çok iyi olduğumu biliyorum, fakat yine de sizin sö­ zünüzden çıkmamak için yerimden bile oynamayacağım. Şu iyi kalpli hemşireleri de üzmemek için bir şey demeyeceğim. Bel­ ki beni yatışmış görünce onlar da bana kızımı getirirler, değil mi?» Vali, kadının yanı başındaki bir sandalyeye oturmuştu. Fan­ tine olağan görünmeye gayret ediyordu, ama buna rağmen, kalbinden yükselen sözleri söylememesi mümkün değildi. «Yolculuğunuz iyi geçti mi, efendim? Ah sağ olun, onu bana getirmekle ne büyük bir iyilik yaptığınızı bilseniz! Onu nasıl bul­ dunuz? Yolda yorulmadı değil mi? Ah ne yazık ki, artık o beni tanımaz, ikimiz ayrılalı onca uzun zaman oldu ki! Çocuklar kuş­ lara benzer, daldan dala konarlar, bugün bir şey düşünür, yarın unutur. Kılık kıyafeti nasıl, temiz çamaşırı var mı? Şu Thenar­ dierler, ona iyi bakmışlar mı? Kızımı beğendiniz mi? Güzel mi? Cosette’im güzel değil mi? «Geceleyin şu posta arabasında ne kadar üşüdünüz? Ah onu bir anlığına görebilsem... Siz söyleseniz onu bana getirir­ ler, sizin sözünüzü dinlerler...» Vali onun elini tuttu: «Cosette güzel ve sağlıklı,» dedi. «Onu birazdan göreceksi­ niz, fakat doktorun sözlerini unutmayın, ben ona karşı gele­ mem. Fazla konuşuyorsunuz, çocuğum. Bu yorar. Kollarınızı da yorgandan çıkardınız, üşüteceksiniz; sonra yine öksürürsü­ nüz...» 271

Aslında Fantine, konuştuğu zaman boyunca, öksürmüştü. Yine bir öksürük krizine yakalandı. Genç kadın, Vali’nin sözlerine karşı çıkmadı. Yakınarak onu incitmekten korkuyordu. Bundan sonra konuyla ilgisiz sözler et­ ti: «Montfermeil güzel bir yer değil mi? Yazları Paris’ten oraya pikniğe gelenler olur. Şu Thenardierler’in işleri iyi mi? Aslında orası pek işlek yer değil...» Bay Madeleine onun elini bırakmamıştı. Kendisine bir şey­ ler söylemeye geldiği, fakat şimdi buna cesaret edemediği or­ tadaydı. Hastasını kontrol eden doktor gitmişti. Yanlarında Hemşire Simplicie vardı sadece. Ansızın bu sessizlikte Fantine bağırdı: «Onun sesini duyuyorum, Yüce Tanrım, Cosette’im şarkı söylüyor!» Onları da susturmak istercesine elini uzattı, sonra nefesini tutarak safi kulak kesildi. Avluda bir çocuk oynuyordu; işçilerden birinin ya da kapıcı­ nın çocuğu olabilirdi. Bu koşuşan küçük bir kızdı. Zaman za­ man, yüksek sesle bir şarkı söylüyordu. Bu da hayatı oluşturan sırlarla dolu süslerden biri olmalı... İşte hasta o küçük kızı ken­ di Cosette’i sanıyordu. «Oh! Oh! Cosette, sesinden tanıdım...» Çocuk hemen uzaklaştı, ses de duyulmazlaştı. Fantine, bir süre daha mutlu bir yüzle kulak verdi, sonra yüzü bulutlandı. Bay Madeleine onun yarım sesle söylendiğini duydu. Kadın şöyle diyordu: «Yüce Tanrım! Şu doktor ne kadar fena, bana yavrumu niye getirmiyor ki!..» Sonra umutsuzluktan neşeye döndü, gülerek anlatmaya ko­ yuldu: «Cosette geldi, Yüce tanrım! Artık çok mutlu olacağız. Kü­ çük bir bahçemiz olur, evet Vali Bey, bana söz verdi. Kızım bah­ çede oyunlar oynar. Kim bilir, belki artık harfleri bile söküyordur. 272

Otlar arasında kelebekleri kovalar. Belki de çok yakında kilise­ de o ‘Aşani Rabbani(*) törenine’ katılır. Acaba yaşı o kadar ol­ du mu?» Sonra parmaklarıyla saymaya başladı. Bir-iki-üç-dört-beş-­ altı-yedi. Evet, Cosette tam yedi yaşında. Evet, Papaz, onu tö­ rene hazırlar, fakat daha en azından iki yıl var. Ah o mutlu gün­ leri yaşar mıyım? Cosette’imin başında beyaz tül duvak, ajurlu beyaz çoraplarla, kilisedeki törene katılacağı o güzel günü gö­ rebilecek miyim? Orada yavrum küçük bir geline benzeyecek.» Ansızın gülmeye koyuldu. Bay Madeleine, Fantine’in sözlerini düşünceli bir havayla dinlerken, gözleri yerdeydi. Sonra kadının sustuğunu fark etti ve başını kaldırdı. Fantine’in yüzü korkunç haldeydi. Konuşmuyor, soluk almıyordu. Yatağında dirsekleri üstünde doğrulmuş, demin ışıl ışıl gülen yüzü, griye dönmüştü. Zayıf omuzu geceliğinin dekoltesinden görünüyordu, odanın bir köşesindeki bir karartıya çevriliydi gözleri ve korkuyla yuva­ larından uğramıştı. Bay Madeleine, ona bakakaldı, sonra: «Neyiniz var, ne oldu, Fantine?» diye bağırdı. Kadın karşılık vermeden dik dik bakmaya devam etti. Son­ ra usulca onun koluna dokunup, arkasına bakmasını işaret et­ ti. Bay Madeleine başını çevirdi ve Javert’i gördü. 3 JAVERT MEMNUN Neler olup bitmişti? Bay Madeleine mahkeme salonundan ayrıldığında, vakit gece yarısını geçmişti. Posta arabasına binmiş ve sabahın al­ (*) Aşani Rabani: Katolik kız-erkek çocuklarının belirli bir yaşa erince katıldıkları dinsel tören.

273

tısında Montreuil-sur-Mer’e varmıştı. İlk işi Banker Laffitte’in mektubunu postaya vermek olmuş, bunun ardından Fantine’i ziyarete gitmişti. Ama o mahkeme salonundan yeni ayrılmıştı ki, kendisini ilk toparlayan Savcı, o saygıdeğer Montreuil-sur-Mer Valisinin ta­ nıklığının durumu hiç değiştirmediğini ve Champmathieu’yu sa­ vunan avukat da Bay Madeleine’in o kürek mahkûmlarını tanı­ yarak gösterdiği kanıtlar karşısında artık olup bitenin kuşkuya yer bırakmadığını ve müvekkilinin masum olduğunu şiddetle öne sürdü. Az daha bir yargılama hatası yapılacaktı, yargıç da onun düşüncesine katıldı ve birkaç dakika içinde sanık Champ­ mathieu suçsuz bulunarak serbest bırakıldı. Beri yandan Savcıya bir Jean Valjean gerekiyordu, bu yüz­ den kafayı Bay Madeleine’e taktı. Yargıçla kısa bir konuşması olan savcı, Bay Madeleine’in hiç gecikmeden tutuklanmasının kesin olduğunu söyledi. Adalet işini yapmalıydı. Bu durumda politika da bir rol alacaktı. Zeki ve açıkgöz bir adam olan Yargıç, yine de Kralcıydı. Oysa Montreuil-sur-Mer valisi Cannes’daki Elbe adasından kaçan haytadan söz ederken «İmparator» demişti aslında Buonapar­ te(*) diyebilirdi. Böylece yargıç Montreuil-sur-Mer Valisinin tutuklanma tuta­ nağını hemen yazdı. Savı bir tezkereyi özel haberciyle ilçedeki Polis komiseri Javert’e gönderdi. Tanıklığını yaptıktan sonra Javert ilçeye dönmüştü. Ertesi sabah, işyerinde Arras’dan gelen özel haberciyle karşılaştı. Adam durumu özetleyerek Javert’e anlattı. Savcının imzaladığı tutuklama emri şöyleydi: Komiser Javert, Montreuil-sur-Mer Valisi Madeleine'i yaka­ layacak. Bugünkü duruşmada sözü geçen kimsenin serbest bı­ rakılan Jean Valjean olduğu kabul edildi. (*) Napoleon Bonaparte'ın Korsika şivesiyle söylenen adı. Napoleon Buonapar­ te onu sevmeyenlerin küçümseyerek söyledikleri bir isim.

274

Javert’i iyi tanımayan biri, onun revire geldiğini görse, ne düşündüğünü kesinlikle bilemezdi. Onu her zamanki gibi soğuk ve ağırbaşlı bulurdu. Merdivenleri her zamanki telaşsız, ağır adımlarla çıkmıştı. Fakat onu ilgiyle gözleyen biri, onda bir de­ ğişiklik fark edebilirdi. Javert yakasının ilk düğmesini ters ilikle­ mişti ki, bu da onun heyecanlı olduğunu gösterirdi. Suçlulara karşı zalim olan bu görevine âşık adam, kılığına kıyafetine çok dikkat ederdi. Bir onbaşı ve dört jandarmayla revire gelmiş, on­ ları avluda bırakmış, kapıcı kadından Fantine’in odasını sorup oraya çıkmıştı. Kapının önüne gelen Javert kapıyı usulca itip içeri girdi. Pek girdi denemezdi, kapıda bekliyordu. Aralanmış kapının, önün­ de şapkası başının arkasına itili, ceketi çenesine kadar ilikli, eli o kalın bastonun süslü sapında bir an hareketsizce durdu, son­ ra başını kaldıran Fantine onu gördü. Bay Madeleine'le Javert’in bakışları karşılaştığında, Javert hiç hareketsizce, korkunç bir görünüme büründü. Hiçbir duygu sevinç kadar korkunç olamaz. Kurbanını bulan bir iblisin yüzüne benziyordu Javert’in yü­ zü. Jean Valjean’ı nihayet enselemiş olmanın sevinci Javert’in içindeki bütün diğer duyguları yendi. Artık onun ne kadar mut­ lu olduğunu söylememize gerek yok. Yıllardır içini kemiren o kuşkuların doğrulanmış olması onu epey sevindirmişti. Bu arada sezgilerinin doğru olduğunu anla­ mak da, kendisine bitimsiz bir gurur veriyordu. Korkutucu olmasına rağmen, Javert hiç de iğrendirici değil­ di. Javert’in sevinci, tepeden duruşuyla da anlaşılıyordu. Zafer kazanmanın biçimsizliği daracık alnında yayıldı. Bu, memnun bir yüzün verebileceği korku yayılması oldu. Javert göklerde gibiydi. O kadar ayrımında olmadan, yine de gerekliliğin, utkunun belirsiz bir sezgisiyle o, Javert, adaleti, ışığı, gerçeği simgeliyordu. Kötüleri ezmek onların ilahi göre­ viydi. Her yerde, sonsuz bir derinlikte, otorite, akıl, karara bağ­ lanmış dava, hukuk vicdanı, genel hukuk adına yapılan kovuş­ turma, bütün yıldızlar vardı. Düzenin koruyucusuydu, yasadan 275

yıldırım çıkarıyordu, toplumun intikamını alıyordu. Başarısında bir kafa tutma ve mücadele kalıntısı vardı; dimdik, kendinibe­ ğenmiş, parlak, gökyüzüne yırtıcı bir başmeleğin doğaüstü ca­ navarlığını yayıyordu; yaptığı işin korkunç gölgesi, kasılı elin­ deki toplum kılıcının belli belirsiz ışıltısını gözler önüne seriyor­ du. Mutlu, öfkeli suçu, fenalığı, isyanı, doğru yoldan çıkmayı, cehennemi ayağının altında tutuyordu; neşe saçıyordu, kahre­ diyordu, gülümsüyordu ve bu canavar Aziz Mikael’de tartışma götürmez bir yücelik vardı. Javert için, dürüstlük, içtenlik, dindarlık ve görev aşkı için atan yüreğinde, aşağılayıcı duygulara yer yoktu. Belki de bu fa­ ziletler abartıldıklarında korkutucu olabilirler, fakat kesinlikle adileşmezler. Çünkü böylesi insanlar, vicdanlarının sesine uyan insanlardır. Bu faziletlerin tek beter yanı, bunu abartarak gaddarlığa kadar götürmek olurdu. Evet, Javert daha önce de değindiğimiz gibi faziletli olmasının kurbanıydı. 4 OTORİTE HAKKININ YENİDEN KAZANILMASI Fantine karakoldaki o lanetli günden sonra Javert’i hiç gör­ memişti. Onun o korkutucu yüzüne bakmaya cesaret edemedi, elleriyle yüzünü kapattı. Ölecek gibiydi; cansız bir sesle bağır­ dı: «Bay Madeleine, yalvarırım beni kurtarın!» Jean Valjean -artık onu sürekli gerçek adıyla çağıracağızyerinden kalktı. Fantine’e sokuldu ve onun elini tutarak: «Sakin ol, kızım,» dedi, «o senin için gelmedi.» Javert’e dönerek ekledi: «Kimi aradığınızı biliyorum.» Javert: «Öyleyse hiç vakit yitirmeden gidelim,» dedi. Şimdi, bir yandan kanunlara ve vicdanına, bir yandan da, 276

otoriteye boyun eğen Javert, sanki ışıktan bir haleyle kuşatıl­ mıştı. O, toplumu koruyor, onun intikamını alıyor, kanunları yıl­ dırım gibi kullanarak, utkulu adımlarla yürüyordu. Javert, masal canavarları gibi cinayet, fenalık ve başıbozuk­ lukları ayağıyla ezmiş, parlıyordu. Javert: «Hemen gidelim,» dediğinde, Jean Valjean'a yaklaşmamış, sadece o korkunç gözleriyle bakmıştı. Javert bir atak daha yaptı, odanın ortasına yürüyerek: «Hey, gelecek misin sen?» dedi. Zavallı kadın etrafına şaşkınca baktı. Odada Hemşire Simp­ licie, Vali, ve kendisi dışında kimse yoktu. Javert «sen» diye ki­ me seslenebilirdi ki, sadece ona... O sırada görülmemiş bir şey oldu. O hafiye Javert, Vali Bey’i yakasından tutmuş, çekiştiriyor­ du. Vali Bey de başını eğmişti. Bedbaht kadın, acıklı bir sesle: «Efendim!» diye bağırdı. Bütün dünyası bir anda yıkılmış gibiydi. Javert, dişlerini açıkta bırakan kaplan sırıtışıyla, güldü. «Artık efendi filan yok,» dedi. Jean Valjean yakasındaki eli itmeye bile gerek görmeden: «Javert, rica ederim!» Javert: «Bana Komiser Javert diyeceksin!» dedi. «Bay Javert!» «Efendim, sizden bir ricam var, bunu sadece size söyleye­ bilirim, başka kimsenin duymasını istemem.» «Yoo, hayır, benimle fısıldaşmak yasak, benimle yüksek sesle konuş. Gizli kapaklı işim yok.» Jean Valjean ona yaklaştı ve epey kısık sesle: «Bana üç gün izin vermenizi istiyorum,» dedi. «Sadece üç gün. Gidip şu biçare kadının çocuğunu getireyim, istediğiniz kefaleti veririm, dilerseniz siz de gelin benimle.» Javert ıslık gibi sesle: 277

«Alay mı ediyorsun, olacak iş değil! Benden izin istiyorsun, üstelik üç gün, şu kadının çocuğunu getirmek için, ha!» Fantine titremeye başlamıştı: «Çocuğum, ona ne oldu? O burada değil mi? Hemşire, ne olur söyleyin. Cosette nerede? Ben onu istiyorum. Bay Made­ leine, Bay Madeleine...» Javert topuklarını yere vurdu: «Bir bu eksikti. Diğeri de başladı. Kapa çeneni, utanmaz ka­ dın! Namussuz memleket! Kürek mahkûmlarını Vali yapıyorlar, kaldırım kadınlarına kontesler gibi bakılıyor.» Javert gözlerini Fantine’e çevirdi ve Jean Valjean’in yakası­ na bir daha sarılıp: «Burada Vali Bey, Bay Madeleine diye sesleneceğin biri yok. Bunu aklına yerleştir. Burda bir hırsız, bir eşkiya, bir pran­ ga mahkûmu var. Jean Valjean adlı bu katili sonunda yakala­ dım. İşte olan biten bu!» Fantine hemen yataktan fırlamak istedi. Elleriyle yatağın kı­ yısına tutundu, bir Jean Valjean'a, bir Javert’e, sonra kapıda duran Hemşireye baktı. Konuşmak için dudaklarını oynattı, hı­ rıltı dışında ses çıkmadı. Telaşla kollarını uzattı, boğulan biri gi­ bi, tutunacak dal aradı. Ellerini açtı, kapattı, sonra başı yastığa düştü. Gözleri açık ve fersizdi... Ölmüştü. Jean Valjean, tek hareketle kendisini kurtardı. Sonra Ja­ vert’e bakıp, bağırdı: «Onu öldürdünüz!» Javert epey öfkeliydi: «Haydi artık, bu işi bitirelim,» dedi. «Buraya zırva sözlerini dinlemeye gelmedim. Nöbetçiler aşağıda, hemen gidelim, ya da kelepçe takacağım!» Odanın bir köşesinde, gece nöbetçisi hemşirenin yattığı bir somya vardı. Jean Valjean yatağa yürüdü, somyayı çarçabuk ikiye böldü. Sonra demirden bir çubuk alıp, Javert’in üstüne yü­ 278

rüdü: Jean Valjean gibi epey güçlü biri için bunu yapmak hiç zor değildi. Jean Valjean elindeki demirle Fantine’in yatağına yürüdü ve sonra Javert’e korkunç gözlerle bakarak, belli belirsiz bir sesle: «Şu anda, beni tedirgin etmenizi hiç önermem!» diye söy­ lendi. Javert, yaprak gibi titriyordu. Bir ara aşağı inip nöbetçileri çağırmayı düşündü, fakat sonra hemen caydı. Valjean o sırada kaçabilirdi. Bunu göze alamazdı. Bu yüzden, çenesini bastonu­ nun kabına dayayıp, eşikte bekledi. Jean Valjean, bir süre kımıltısız yatan Fantine’e uzun uzun baktı. Hayli zaman bu halde kaldı. Yüzünde derin bir merhamet ifadesi vardı. Birkaç dakika sonra, kadının üstüne eğilip, onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Ona ne söyledi? Dünyanın en acılı adamı olan Jean Valje­ an, demincek ölen bu kadına neler söyledi? Kimsecikler bunu duymadı. Ölü kadın duydu mu? ilahi gerçeklere benzeyen inançlar vardır. Ölü kadın onu duymuş olmalı ki, bu manzara­ nın tek tanığı olan Hemşire Simplicie, inanılmayacak bir şey anlattı. Jean Valjean’ın Fantine’in kulağına eğilip fısıldadığı an­ da, kadının o renksiz dudaklarında, usulca bir gülümseyişin be­ lirdiğini ve ölümün ifadesizleştirdiği o gözlerde, bir sevinç ifade­ si parladığını görmüştü. Jean Valjean, sevgiyle, ölü kadının başını yastığına yatırdı. Geceliğinin kurdelelerini bağladı, saçlarını başlığının içine sok­ tu ve sonra eliyle, gözlerini kapattı. Fantine’in yüzü birden aydınlanmıştı. Ölüm engin bir aydınlığa girmek demektir. Fantine’in eli yatağından sarkmıştı, Jean Valjean eğilip, bu eli tuttu, kaldırdı ve saygıyla öptü. Doğruldu ve Javert’e dönüp: «Artık gidebiliriz!» dedi.

279

5 TUTUKLUYA UYGUN MEZAR BULUNMASI Bay Madeleine’in tutuklanması, Montreuil-sur-Mer’de derin bir heyecan yarattı. Üzülerek belirtelim ki, onun bir zindan fira­ risi olduğunu duyanlar, iki saat sonra onu yadsımışlardı. O es­ ki bir mahkûmdu... Yıllardır, buraları geliştirmek için ettiği iyilik­ ler, yardım ettiği aileler, gönence kavuşturduğu o işçiler, hiçbi­ ri, ama hiçbiri, artık onun adını anmayacaktı. Tam aksine on­ dan söverek söz edeceklerdi. O çevrelerde şöyle konuşmalar aldı yürüdü: «Duydunuz mu? Olacak iş değil! Salıverilen bir mahkûm­ muş!.. Kim mi? Bu kadar saygı duyduğumuz o Vali... Onu na­ sıl Vali yaptık ki?.. Hem asıl adı Madeleine değilmiş... Daha korkunç bir ad Bejan mı? Bojan mı? Bajan mı? Neyse, bileme­ yeceğim... Evet, yakalanmış... Şu bizim Javert de az hafiye değil, gerçekten... Tutuklandı mı? Tabii ki, şimdi cezaevinde... Daha sonra onu küreğe gönderirler... Yıllar önce yol kesip yap­ tığı bir soygun yüzünden ağır cezaya çarpılmış. Orada yargıla­ nacak, Toulon’dan geldiği söyleniyor, belki oraya tekrar gider... Tanrı bilir ya, onu hiç gözüm tutmamıştı. Ondan sürekli kuşku­ landım... Gereğinden fazla iyiydi. Bu kusursuz görünen insan­ ların geçmişlerinde sürekli karanlık yanlar olur. Kendisine veri­ len o madalyaları reddetmesi, yolda karşılaştığı her afacana avuç dolusu paralar dağıtması, içimi bulandırmıştı. İşin içinde bir iş olduğundan emindim...» İşte, önceleri Madeleine Baba, sonraları Mösyö Madeleine, daha sonraları ise Vali Bey adları altında halkın saygısını kaza­ nan bu hortlak, böylece kısa süre sonra iyice unutulacaktı. Montreuil-sur-Mer’de onun anısına bağlı olan üç-dört kişi kaldı. Kendisine hizmet eden o ihtiyar kapıcı da bunlar arasındaydı. Aynı günün akşamı, bu iyi kalpli kadın kapıcı odasında, oturmuş bekliyordu. Neyi? Kurulmuş gibi, Vali Bey’in dönüş vaktini. Derken, içgüdüsüne uyup yerinden kalktı, onun anah­ 280

tarını her zamanki çivisine astı, sonra mumu da yakıp, şamda­ nı oraya koydu. Her akşamki bu sıradan işleri hiç düşünmeden yapmıştı. Sonra ansızın kadıncağız o acı gerçeği hatırlayıp, kendi kendisine söylendi: «Yüce Tanrım, ne kadar aptalım. Bay Madeleine dönecekmiş gibi, mumunu yaktım.» Tam o sırada odanın penceresi aralandı, bir el uzanıp, anahtarı ve yanan mumu aldı. Kadın bu eli, bu kolu çok iyi tanırdı. Bay Madeleine geri dön­ müştü. Bir süre dilini yutmuş gibi konuşamadı, daha sonra: «Aman Tanrım! Siz mi geldiniz?» diye bağırdı. «Ama ben si­ zi...» Sonra hemen sustu, neredeyse bir saygısızlık edecekti, Je­ an Valjean onun için her zaman «Vali Bey» olarak kalacaktı. Adam onun içinden geçirdiğini ifade etti: «Benim cezaevinde bulunduğumu söylemek istiyorsunuz. Doğru. Fakat demir çubuklardan birini kırdım ve çatıdan atlaya­ rak kaçabildim. Haydi kadınım, git, Hemşire Simplicie’yi ça­ ğır... Sanırım, şu biçare ölünün yanında.» Yaşlı kadın, onun istediğini hemen yaptı. Jean Valjean ona hiçbir uyarıda bulunmadı. Kadının kendi­ sine ne kadar bağlı olduğunu, kimseye sırrını bildirmeyeceğini biliyordu. Zaten, ona kapıyı açtırmadan, avluya nasıl geldiği hep sır olarak kaldı. O sürekli, yanında bütün kapıları açan bir may­ muncuk bulundururdu. Fakat tutuklandığında, ceplerini araştır­ mış ve bu maymuncuğu almış olmalıydılar. Bu iş, hiçbir zaman bilinemedi. Odasına giden basamakları tırmandı, şamdanı üst merdi­ vende bıraktı. Kapısını usulca açtı, el yordamıyla pencere ve panjuru kapattı, daha sonra mumunu alıp odasına geri döndü. Bu önlem gereksiz gibiydi, çünkü penceresi görünüyordu dı­ şarıdan. Valjean odasına, üç gündür yatmadığı yatağına baktı. Her şey epey derlitopluydu. Kapıcı odasını temizlemişti. Bu arada 281

küllerin içinde bulduğu o ucu demirli sopayla, iki franklık gümü­ şü de özenle masaya bırakmıştı. Adam, bir kâğıt aldı ve yazdı: İşte, sözünü ettiğim ve Küçük Gervais’den çaldığım o iki franklık gümüş para ve ucu demirli sopa. Kâğıdı masaya bıraktı ve odaya girenlerin çarçabuk görme­ lerini sağlamak için demir uçlu sopayla parayı da oraya bıraktı. Dolaptan eski bir gömlek aldı. Gümüş şamdanları buna sardı ve telaşsızca, avucundaki kara ekmekten birkaç lokma yedi. Bu, kaçarken cezaevinden aldığı, ekmekti. Kapı çalındı. Hemşire Simplicie girmişti. Kadının benzi sararmış, gözleri şişmişti. Yaşadığı heyecanlar, kendisini Tanrı’ya ve dinine adayan bu kadına, az da olsa bir kadın olduğunu hatırlatmıştı. Ağlamış, perişan olmuştu. Jean Valjean, birkaç satır da, başka kâğıda yazmıştı, bunu da hemşireye verdi: «Hemşire, bunu Papaz’a verin lütfen.» Jean Valjean, kadına: «İsterseniz okuyabilirsiniz,» dedi. Kadın kâğıda baktı, şunları okudu: Burada bıraktıklarımı size emanet ediyorum. Paramın bira­ zını mahkeme giderlerine, kalanı şu biçare mutsuz kadının gö­ mülmesine harcamanızı rica edeceğim. Bir şeyler kalırsa, ihti­ yaç duyanlara verirsiniz. «Şu biçare kadını tekrar görmek ister miydiniz?» «Hayır, vakit yok, peşimdeler, kadının huzurunu bozmak is­ temem.» Sözlerini yeni bitirmişti ki, merdivende bazı gürültüler oldu. Kapıcı kadının tiz sesi, ayak seslerine karıştı. Kadın üsteleye­ rek inkâr ediyordu: 282

«Hayır, Efendim. Yemin ederim ki, ben kimseyi görmedim. Sabahtan beri, bir an buradan ayrılmadım.» Bir erkek sesi geldi: «Peki ama yukarı odada ışık var.» Javert’in sesini tanıdılar. Oda öyle yapılmıştı ki, kapı açıldığında duvarın bir açısını saklıyordu. Jean Valjean mumu üfleyip kapının arkasına sindi. Hemşire Simplicie dizlerinin üstüne çöktü, ellerini birleştirip, dua etmeye başladı. Kapı açıldı ve içeri Javert girdi. Aşağıdan karışık erkek sesleri ve kapıcı kadının sesi geli­ yordu. Hemşire gözlerini kaldırmadı, dua etmeyi sürdürüyordu. Ocağın üstündeki şamdan pek az ışık veriyordu. Javert, Hemşireyi görünce olduğu yerde kaldı. Onun kişiliğine ilişkin, biraz bilgi vermiştik. Onda, bütün oto­ ritelere derin bir saygı vardı. Din bu bu otoritelerin en yücesi, en vazgeçilmeziydi. Aslında Javert geleneğe uymak için, dini ödevlerini yapardı. Fakat yine de dine epey saygı duyardı. Onun düşüncesine göre, bir papaz, bir rahibe, kesinlikle kötü yola sapmayan, günaha girmeyen insanlardı. Onlar asla yalan söylemezlerdi. Ruhları bu dünyaya kapalıydı, açık olan tek ka­ pıdan, sadece gerçeği haber verirlerdi. Javert, Hemşireyi görünce, önce geri çekilmeye davrandı. Fakat ansızın kendisini buraya getiren işi hatırladı, bunu boşlayamazdı. Bu yüzden rastgele bir soru sormaya karar ver­ di. «Hemşire, burada yalnız mıydınız?» Müthiş bir an geçti, biçare kapıcı kadın az daha bayılacaktı. O, Hemşire Simplicie’nin kesinlikle yalan söylemediğini bilirdi. Hemşire başını kaldırdı ve sakin bir sesle yanıtladı: «Evet!» «Üstelememi bağışlayın, ama şu anda birini, bir adamı gör­ mediniz mi? Elimizden kaçan bir mahkûmu, Jean Valjean adlı bir adamı arıyoruz... Kimseyi görmediniz mi?» 283

«Hayır, görmedim.» O kutsal kadın, bir an bile kararsızlık göstermedi. Yalan söy­ ledi, üstelik iki kez. Bunu, hiç düşünmeden yapmıştı, kendisini alevlere atan biri gibi. Javert: «Özür dilerim, Hemşire,» diyerek onu saygıyla selamlayıp gitti. Onun bu sözleri Javert'e yetmişti. Masada, yeni söndürül­ müş bir mumun tütmesinin tuhaf oluşunu bile düşünmedi. Ey kutsal kız, siz yıllardır bu dünyada değildiniz, ışık içinde­ ki kardeşleriniz bakirelere, erkek kardeşleriniz meleklere yetiş­ ti, dileriz bu yalan size cennet kapısında tanıklık etmiştir. Bir süre sonra, koşaradım giden bir adam, Paris’e doğru yol alıyordu; adam Jean Valjean’dı. Onunla yolda karşılaşan arabacıların ifadelerine göre, bu, telaşla giden adamın üstünde rengi atmış mavi bir gömlek var­ mış ve kolunun altında epey ağır bir çıkın tutuyormuş. Onu ne­ reden almıştı, bunu bilen çıkmadı. Şu da var ki, birkaç hafta ön­ ce, ihtiyar bir işçi, revirde ölmüş ve eski bir gömlek bırakmıştı. Fantine’e dair, son birkaç söz: Hepimizin bir anası var: Toprak Ana. Fantine’i, bu ananın kucağına verdiler. Rahip Jean Valjean’ın bıraktıklarının en önemli kısmını ihti­ yaç sahiplerine ayırmakla daha isabetli davrandığını düşün­ müştü. Ne de olsa bir pranga mahkûmunun arzusunu yerine getirecek değildi ya. Hem, ölen de bir kaldırım kadınıydı. işte bu yüzden, Fantine’in cenazesine çok az para harcadı ve onu yoksulların mezarının bir kenarına gömdürttü. Biçarenin mezarı da yatağına benzemişti.

284

İKİNCİ BÖLÜM

COSETTE

BİRİNCİ KİTAP WATERLOO 1 NİVELLES’DEN GELENLERİN GÖRDÜKLERİ 1861'in güzel bir mayıs sabahında, yolcunun biri, daha doğru­ su bize bu hikâyeyi anlatan kişi, yürüyerek Nivelles’den La Hulpe’e gidiyordu. Tepelerin kuşattığı ağaçlıklı bir yolda ilerliyordu. Hayli yol almış­ tı. Lillois ve Bois-Seigneur Isaac’ı geride bırakmıştı. Batıda, Bra­ ine-l’alleud’ın, devrilmiş bir çanağa benzeyen kilise çan kulesini görmüştü. Geride, ağaçlı bir tepe bırakmıştı. Bir sapakta, yosun bağlamış tahta bir direkte şu yazıyı okudu: Eski 4 Notu çit. Sonra kapısında «Dört Rüzgârlar-Eschaheau, Yurttaş Kahvehanesi» plakası olan bir meyhaneyi geride bırakmıştı. Yoluna gitti ve birkaç dakika sonra, bir kanalın altından akan bir dere kenarına geldi. Ağaçlar çimenlere dağılmıştı. Yolun hemen sağında bir han vardı. Dört tekerlekli bir öküz ara­ bası, bir saban ve çalı öbeği kapının hemen önünü sarmıştı. Eski bir deponun önünde, kırık bir merdiven ve bir saman yığını vardı. Genç bir kız bahçe belliyordu. Kapıda büyük, sarı bir afiş, komşu köylerin birindeki panayır duyurusu, rüzgârda uçuşuyordu. Yolcumuz birkaç adım daha yürüyüp, kendisini on beşinci yüz­ yıldan kalma, bir kemerin önünde buldu. Sonra XIV. Louis tarzın­ da kemerli bir kapının önünde durdu. Alınlığa dikey, bir duvar ne­ redeyse kapıya bitişmişti. Yine kapının önünde üç saban, kır çiçek­ lerinin üstüne atılmıştı. Kapı kapalıydı. 287

Güneş sevindiriyordu, rüzgâr ormandan esiyordu. Küçük bir kuş bir aşk şarkısı söylüyordu. Yolcu eğildi ve soldaki taşta, kocaman bir yarığa merakla bak­ tı. Tam o sırada, o muhteşem kapı aralandı ve bir köylü kadını çık­ tı. Yolcunun neye baktığını fark edince anlattı: «Bir Fransız topunun neden olduğu yarık,» dedi. Ve: «Şurada, daha yukarıda, kapıda, bir çivinin yanında görünen de, büyük bir tüfek mermisinin deliği. Mermi tahtayı delip geçemedi,» diye ekle­ di. Yolcu sordu: «Buranın adı nedir?» Köylü kadın: «Hougomont.» Yolcu doğruldu, birkaç adım atıp o çalı öbeğinin üstünden bak­ tı. Biraz ötede, ağaçların ardında bir tepecik gördü ve bu tepeciğin üstünde bir aslana benzeyen bir şekil: Waterloo Savaş alanı. 2

HOUGOMONT Burası tekinsiz bir yerdir. Yıkımların başladığı lanetli yer... «Av­ rupa’nın Oduncusu» lakabı verilen Napoleon’un, baltayı taşa vur­ duğu yer. Waterloo’da önüne çıkan ilk engel. Bir zamanlar şato olan Hougomont, artık bir çiftlik. Hougomont, antikacı için «Hogomons»dur. Bu çiftlik şatosunu Somerel Bey’i Hugo yaptırmıştı. Villiers manastırının altında rahiplik ödeneğini hi­ be eden da aynı asil kişidir. Yolcu, kapıyı itti. Bir sundurmanın altından yıkık bir arabaya sürtünerek geçtikten sonra avluya girdi. Bu avluda ilgisini çeken ilk şey bir kemerin sakladığı viran bir kapı oldu. Bu, bir on altıncı yüzyıl kapısıydı. Duvarda kemer altın­ dan açılan bir başka kapı, IV. Henry çağından kalan, daha da es­ ki bir kapı vardı. Bu kapı bir meyveliğin ağaçlarını gösteriyordu. 288

Kapının yanında bir gübre yığıntısı, kürek ve kazmalar, paslı kova­ sıyla, bir eski zaman kuyusu, oynayıp duran bir tay, tüylerini kabar­ tan bir hindi ve çan kulesi olan küçük bir kiliseyle çiçek vermiş bir armut ağacı vardı. İşte Napoleon, bu avluyu ele geçirmeyi aklına koymuştu. Eğer bu toprak parçasını elde edebilse, dünyaları ala­ bilirdi. Tavuklar sağda solda eşiniyorlardı, bir hırlama sesi geldi. Bu, diş gösteren bir köpekti. Kocamış ve azılı bir köpek, İngilizler’in ye­ rini almıştı. İngilizler burada sahiden ustaca savaşmışlardı. Cooke’ın dört tümeni yedi saat boyunca, bir orduya yiğitçe direnmişti. Haritaya bakılacak olsa Hougomont, bir açısı kesik bir dikdört­ gen gibidir. İşte Güney Kapısı, bu dikdörtgenin pürüzlü bir yerin­ deydi. Hougmont’un iki kapısı vardı; şato kapısı olan Güney Kapı­ sı ve Çiftlik Kapısı olan Kuzey Kapısı. Napoleon, Hougomont'a saldırması için kardeşi Jerome’u gö­ revlendirmişti. Guilleminot, Foy ve Bache’lu Tümenleri burada ye­ nildiler, bütün Reaille Kolordusu da orada mağlup edildi. Keller­ mann’ın Topçuları ellerindeki gülleleri bitinceye dek, bu fethedile­ mez sura boşalttılar. Baudoin’in Süvari Tugayı da bütün gücüyle Hougomont’a yürüdü. O da çaresiz kaldı. Güneyden saldıran Sa­ ya Tümeni de yenildi. Çiftlik evleri avluyu güneyden içlerine alır. Kuzey Kapısının Fransızlar tarafından kırılan kanadı hâlâ duvarda durur. Her yeri Fransız kurşunuyla delik deşiktir. Kapının üstündeki kanlı ellerin izleri, o kurumuş kanlar, savaş sonrası yıllarda da görüldü. Bir hücum sırasında, General Baudo­ in burada yaralanmıştı. Avluda hâlâ savaş izlerine rastlanır, havada hâlâ korkunun ko­ kusu vardır. O müthiş çarpışmanın dehşeti canlanmış gibi, yaşıyor, ölüyor. Dün gibi. Duvarlar can veriyor, taşlar dökülüyor, yarıklar çığlık çığlığa, delikler birer yara, eğik ve titreyen ağaçlar, kaçmak için uğraşıyor gibi. 1851 yılında bu avluda birkaç yapı vardı. Molozları köşeler ve açılar bırakmış halde. İngilizler buraya sığınmışlardı, Fransızlar da 289

girdiler, fakat ne yazık ki, başarı sağlayamadılar, kovalanarak geri çekilmeye mecbur edildiler. Kilisenin yanındaki şatonun bir kanadı, ondan kalan tek şey, kurşun ve topların yarıklarıyla doludur. Şato kule yerine kullanıldı, kilise de sağlam bir koruyuculuk işlevi gördü. Fakat her şeye rağmen, Fransızlar burada tutunamadılar. Her yer­ den saldırmalarına rağmen, yine de geri çekilmek durumunda kal­ dılar. Şatonun odalarında vuruşuyordu İngilizler. Duvarları siper et­ mişler, pencerelerden ateş açıyorlardı. Her yönden, duvarların arkasından, çatıların üzerinden, mah­ zenlerden, bütün pencerelerden, bütün bodrum pencerelerinden, bütün taşların aralıklarından üzerlerine ateş açılan Fransızlar çalı çırpı getirdiler, duvarları, insanları yaktılar; top ateşine yangın çıka­ rıp karşılık verdiler. Yıkıntıya dönen kanatta, demir korkuluklu pencerelerin arasın­ dan, şatonun tuğladan yapılma ayrı bir yapısının kırık dökük oda­ ları seçiliyor; İngiliz nöbetçiler buralarda pusu kurmuşlardı. Alt kat­ tan çatıya dek çatlaklar içindeki merdivenin sarmalı, kırılmış böcek kabuğunun içi gibi. Merdiven iki katlı; merdivende sarılan, üst kat­ lara yığılan İngilizler alt basamakları kesmişlerdi. Bunlar ısırganot­ larının arasında bir yığın oluşturan geniş, mavi taş basamaklardır. Ona yakın basamak hâlâ öylece duruyor; ilkinde Neptün’ün üç diş­ li asasının resmi kazılı. Çıkılamayan bu merdivenler yuvalarında çok sağlam halde duruyorlar. Kalan bölüm, dişleri seyrelmiş çene­ lere benziyor. Şurada iki ihtiyar ağaç var; ilki kurumuş, İkincisi dip­ ten yaralanmış fakat her nisanda yeşeriyor. 1815’ten beri merdive­ nin arasında sürgün vermeye başlamış. Kilisede de müthiş biçimde çarpışıldı. Bugün, burada derin bir sessizlik var, fakat bu katliamdan sonra, bir daha burada dinsel tö­ ren yapılmadı. Ama mihrap yerinde, kaba taştan bir duvara daya­ nan kaba tahtadan bir mihraptır bu. Beyaza boyalı dört duvar, mih­ rabın tam karşısında bir kapı, kemerli iki ufak pencere, kapının üzerinde tahta bir haç, onun biraz üstünde bir demet kuru otla tı­ kanan yuvarlak bir pencere, bir köşede yerde, yıkık dökük camlı bir 290

çerçeve, işte kilise böyle. Mihrabın yanında on beşinci yüzyıldan kalma, tahta bir Aziz Anne mermeri çivilenmiş, İsa-çocuğun başı­ nı bir tüfek mermisi almış. Bir an kiliseyi ele geçiren, sonra oradan atılan Fransızlar burayı yaktılar. Alevler bu yıkıntıyı doldurdu; ce­ hennem gibi: kapı yandı, zemin yandı, tahta İsa yanmadı. Ateş onun ayaklarını kemirdi, ve söndü; şimdi bu ayaklar kararmış yum­ rular halinde. Çevre ahalinin dediğine göre, bu bir tansık. Başı ke­ sik Çocuk-İsa, çarmıhtaki İsa kadar mutlu olmadı. Duvarlara çeşit­ li yazılar yazılmış. İsa’nın haçının hemen altında, şu isim okunu­ yordu: Henguinez. Daha sonra Conde de Rio Maior Marques Y Marquesa De Almagro (Habana). Ünlem işaretleriyle süslü yığınla Fransız ismi var, öfke belirtile­ ri. 1849 yılında duvarları tekrar badana ettiler. Uluslar birbirlerine sövüp durmuştu. Bu sövgüler alçılara gömüldü. Bu kilise kapısında elinde balta tutan bir ceset bulundu. Bu gö­ züpek Teğmen Legros’a aitti. Kiliseden çıkar çıkmaz, solda bir avlu vardır, bu avluda iki kuyu bulunur. Fakat bu kuyunun ipli kovasının olmaması merak uyandı­ rır. Uzun süredir, buradan su içilemiyor, çünkü burası kemiklerle dolu. Kuyudan son su çeken Hougomont’un bahçıvanı olan bir köy­ lüydü. Gulliaume Van Kylsom. 1815 yılının 18 Haziran sabahında ailesi buralardan kaçtı. Villers manastırını içine alan o ıssız orman, uzun zaman dört bir yana dağılan bu zavallı kaçakları konuk etti. Bugün bile yanıp kül olmuş, kararmış ağaç kütükleri o firar günlerinin izlerini barın­ dırır. Guillaume Van Kylsom ailesiyle gitmemiş, şatoyu korumak için kalmıştı. Bir mahzene sığındı. İngilizler onu orada yakaladılar. Ora­ dan çıkarttılar. Süngüyle tehdit ederek, ona su taşıttılar. Guillaume susamış İngilizlere su taşıyordu. Bahçıvan o kuyudan çekiyordu suyu. Askerlerin çoğu, son yudum sularını oradan içtiler. Sayısız ölünün içtiği o kuyu da ölecekti kendileri gibi. Savaştan sonra cesetleri gömmek için bir ara verildi. Ölünün, utku hırpalamasının bir biçimi vardır, utku ardı sıra tifüs getirir. Ku­ 291

yu derindi, içine tam üç yüz ceset atıldı. Fakat belki bunların tümü henüz ölmemişti. Söylenceler dirilerin de atıldıklarını bize anlatır. Söylenenlere bakılırsa, o gömülmeden sonra geceleyin kuyudan yakarışa benzeyen sesler gelmiş. Söz konusu kuyu avlunun ortasında kendi başınaydı. Yarı taş, yarı tuğla, bir bölmenin kanatları gibi bükük, kare bir kuleye benze­ yen üç duvar onu üç yandan kuşatır. Dördüncü yer açıktır. Suyu oradan alırlar. Alt duvarda biçimsiz bir tavan arası penceresi gibi bir şey var, bu, bir mermi deliği olabilir. Bu küçük kulenin bugün yalnızca kirişleri kalan bir tavanı vardı. Sağ duvarın dayanak de­ mirleri haç biçimlidir. İnsan eğildiğinde, bakışları karanlık bir kütle­ nin doldurduğu derin bir tuğla borunun içinde yiter. Kuyunun etra­ fında, duvarların yamacını devedikenleri sarmıştır. Belçika’da bulunan kuyuların üstünde enli mavi taştan bir ka­ pak bulunur, bunda yok. Mavi kapak taşının yerini bir tahtaya da­ yanan, iri kemikleri andıran biçimsiz birkaç kütük almış. Artık ne kovası, ne zinciri, ne çıkrığı var. Fakat oluk görevi yapan taştan ya­ lağı duruyor. Şimdi yağmur suları biriktiriyor. Zaman zaman, kom­ şu ormanın kuşları gelip suyu buradan içiyor, sonra da uçup gidi­ yorlar. Bütün bu yıkıntılar içindeki çiftlikevinde hâlâ kalanlar var. Evin kapısı avluya açılır. Evde oturan ailenin dedesi, uzun süredir, bu ölen ihtiyar Guilla­ ume Van Kylsom’du. Ağarmış saçlı bir kadın, bize şunları aktardı: «Bugün gibi aklımda, henüz üç yaşındaydım, ablam korkmuş­ tu, ağlıyordu. Bizi alıp ormana götürdüler. Ben annemin kucağın­ daydım. Herkes ses duymak için kulağını yere yapıştırıyordu. Bü­ tün bunlar bana oyun gibi geliyordu ve top gürlemesini taklit etmek için ‘Boum, boum’ diye bağırıyordum.» Avlunun soldaki kapısı meyveliğe açılır. Bu meyve bahçesi korku salar. Üç bölümdür. İlk bölüm bir bahçe, diğeri meyvelik, sonraki bir korudur. Bunların üçünün de tek bir duvarları vardır. Sağdaki du­ var tuğla, soldaki ise taştandır. Önce bahçeye girilir. Burası Fran­ sız beylerinin şatolarına uygun bir bahçedir. Yukarıdan aşağı uza­ 292

nır, frenküzümü dikilmiştir, yabaniotlarla doludur. Kesme taştan, çift kabartmalı korkuluklu muhteşem bir terasla çevrilmiştir. Lenot­ re’dan önceki ilk Fransız tarzında bir bey bahçesiydi bu; bugünse bir yıkıntı, bir çalılık. Merdiven korkuluklarının altbaşındaki ilk çu­ buklarının üstünde taş güllelere benzeyen yuvarlaklar vardı. Hâlâ sağlamca duran kırk üç çubuk sayılabilir, diğeri otların arasına yu­ varlanmıştır. Neredeyse hepsinde mermilerin sebep olduğu çizik­ ler bulunur. Yıkık bir korkuluk, kırık bir bacak gibi, merdivenin ya­ nına konmuştur. Birkaç merdiven çıkınca, meyveliğe geçilir. Buradan daha aşa­ ğıda olan bu bahçeye giren 1. Alaydan altı hafif piyade tekrar çıka­ mamış, mağarasında sıkıştırılan ayılar gibi yakalanmış, bunun ar­ dından, biri tüfeğiyle, iki Hanover birliğiyle savaşmayı kabul etmiş­ lerdi. Hanoverliler korkuluklara dizilmiş, oradan ateş açıyorlardı. Hafif piyadeler, aşağıdan yanıt veriyorlardı, iki yüz askere karşı al­ tı kişiydiler; frenküzümlerinden başka siperi olmayan bu cesur, yü­ rekli, kahraman insanlar ölmek için bir süre uğraştılar. Birkaç merdiven çıkınca, birkaç kulaçlık alanda, bin beş yüz ki­ şi bir saatten daha kısa bir zamanda kırıldılar. Duvar savaşa tek­ rar başlamaya hazır gibidir. On altıncının önünde granitten iki İngi­ liz mezarı uzanıyor. Bir saatten kısa bir sürede, bu meyve ağaçla­ rının altına bin beş yüz asker düştü. İngilizlerin ateş açtıkları o otuz sekiz delik yerinde duruyor. Bu delikler güney duvarında açılmıştı; saldırı oradan başlatıldı. Fransızlar sessizce girmiş ve neredeyse hepsi şehit olmuşlardı. İşte Saye’in tümeni burada yenildi ve Wa­ terloo mağlubiyeti de böyle başladı. Meyveliğe Fransızlar duvardan çıkıp girmişlerdi. Merdiven yok­ tu, ağaçlar altında göğüs göğüse kanlı bir savaş başladı. Bütün ot­ lar kanla sulandı. Nassau Alayı ve yedi yüz kişi burada öldü. Nas­ sau’nun yedi yüz kişilik birliği burada mahvoldu. Kellermann’ın iki topçu bataryasının karşısına dikilen duvar, dışardan yaylım ateşle hırpalanmıştı. Bugün artık bu meyvelik, bugün bu mayıs sabahı, kır çiçekle­ riyle süslü rastgele bir bahçe gibi ıssız. Dizboyu otlara basarak, yü­ rünüyor, çamaşır kurutmak için ipler gerili. Fakat çimenliğin orta­ 293

sında, bir kütük dikkat çekiyor. Mayjor Blackman ölmeden, o ağa­ ca dayanmıştı. Buraya komşu diğer bir ağacın altında Alman Ge­ nerali Duplat düştü. Bu general, Nantes Buyruğunun yürürlükten kalkmasında sığınan bir Fransız ailesindendi. Onun hemen yanın­ da, saman ve balçıkla sargılanmış hasta, ihtiyar bir elma ağacı eği­ lir. Bütün elma ağaçları ilgisizlikten kurumuş ya da kurumak üzere. Her birinde bir ya da birkaç mermi izi görünür. Kargalar gaklayarak dallarda uçuşuyor, birkaç adım beride menekşelerin bittiği bir ağaçlık var. Baudoin burada öldü, Foy yaralandı, yangın, kılıçtan geçirme­ ler; İngiliz, Alman ve Fransız kanlarından oluşan bir dere, ölülerin tıkadığı bir kuyu. Nassau ve Brunswick Alaylarının yok edilmeleri. Duptan öldürüldü, Blackman öldürüldü, İngiliz muhafız alayı çil yavrusu gibi dağıtıldı, Reile birliğinin kırk taburundan yirmi Fransız taburu kırıldı, yalnızca bu Hougomont yıkıntısında üç bin kişi kılıç­ tan geçirildi, parçalandı, gırtlağı kesildi, kurşuna dizildi, yandı. Ho­ ugomont avlusunda öldürülen üç bin asker ve bütün bunlar, niye? Sadece bir köylünün meraklı bir turiste: «Bayım, bana üç frank ve­ rirseniz, size Waterloo Savaşı'nı anlatırım,» demesi için. 3 1815’İN 18 HAZİRANI Geriye dönelim, hikâyecinin haklarından biri sayılır bu geri dö­ nüşler. Şimdi 1815 yılındayız. Demin anlattığımız o savaşlardan he­ men önce. 17 Haziran’ı 18 Haziran’a bağlayan gece, eğer yağmur yağma­ saydı Avrupa’nın bütün geleceği değişirdi. Birkaç damla su Napo­ leon'un mağlubiyetine meydan verecekti. Waterloo’nun Napole­ on’un yıkımı olmasının nedeni, birkaç saatlik bir sağanak oldu. Gökyüzündeki bir bulut, koca bir dünyanın felaketine neden ola­ caktı. Waterloo Savaşı saat on bir buçukta başlamıştı. Bu da Blüc­ her’in gelmesine olanak vermişti. Niye? Çünkü toprak ıslaktı. Top­ 294

çuların manevra yapabilmeleri için yerlerin en azından biraz kuru­ masını beklemek gerekiyordu. Napoleon bir topçu subayıydı ve bundan sürekli etkilenmişti, şimdi de bunun acısını çekecekti. Bu kusursuz komutanın temelin­ de, Aboukir konusunda Directuvar hükümetine sunduğu raporda: «Güllelerimizden biri altı kişiyi öldürdü» diyen adam vardı. Onun olanca savaş hazırlığı mermi, gülle içindi. Onun zaferinin anahta­ rı, topçu gücünü belirli bir odakta birleştirmekti. Düşman generali­ nin stratejisini bir kale gibi değerlendiriyor, onu toplarla hırpalıyor­ du. Zayıf yeri gülleyle eziyordu, savaşları topla başlatıp bitiriyordu. Zekâsında atış alanı vardı. Kuleleri hırpalamak, orduları dağıtmak, hatları yerle bir etmek, yığınları çiğnemek, karman çorman etmek, onun için tek şeyde toplanıyordu: Vurmak, habire vurmak, bu işi de gülleye havale ediyordu. Zekâyla birleşince, on beş yıl boyunca bu kaygı verici gereci savaşlarda yenilmez hale getiren müthiş yön­ tem. 1815’in On Beş Haziranı’nda, topçularına her zamankinden çok güveniyordu. Çünkü top sayısı epey kabarıktı. Wellington’un yüz kırk dokuz topuna karşılık, Fransızların tam iki yüz kırk topu bulunuyordu. Zemin ıslak olmasa, kuru zeminde top arabaları rahatça ora­ dan oraya taşınabilirdi, iki saat içinde savaş biterdi. Bu savaşın kaybedilmesinde Napoleon'un ne tür bir hatası var? Kaza olunca, bunun bedeli pilota mı ödetilir? Doğrusu, o yıllarda Napoleon’un sağlığı da kötülemeye başla­ mıştı. Yirmi yıl arılıksız savaşan bu devin bedeni de ruhu gibi yo­ rulmuştu, başka bir deyimle kılıcı da kını gibi örselenmişti. Birçok tarihçinin daha sonra öne sürdüğü gibi bu dev, fakat bu dâhi, ken­ di kendisini kanıtlayarak üstünlüğünü dünyaya tekrar göstermek için mi bu maceraye atılmıştı? İdealist dâhiler için ihtiyarlık söz konusu edilemez. Bir Michel-­ Angello, bir Dante gibi insanlar için ihtiyarlık, hünerlerinin giderek güçlenmesi demektir. Oysa, Annibal ve Napoleon gibi savaş dev­ leri için, güçlerinin eksilmesi demektir. Napoleon belki de yengi kavramını kaybetmişti... Kırk altı ya­ 295

şındaki bu mükemmel adam, yok yere riske giren ve kadere kafa tutmak için, çılgınlıklar öncesinde gözünü budaktan esirgemeyen bir hayalci miydi? Bilemeyeceğiz, böyle düşünemeyiz. Doğrusu, herkesin kabullendiği bir gerçeğe göre, onun savaş planlarının hepsi şaheser olurdu. Bağlaşık orduların ortasından yürüyüp, düşman hatlarını yarmak, İngiliz bölümünü Hal civarına, PrusyalIları Tongres üzerine itmek, Welington ve Blücher’i ortadan ayırmak, Mont Saint Jean’ı fethetmek, Brüksel'i ele geçirmek. Al­ man’ı Rhein nehrine, İngiliz’i denize dökmek. İşte Napoleon’un, planları... Biz burada Waterloo Savaşı’nın tarihini anlatmayacağız, ama bu savaş sahnelerinden biri, anlattığımız acıklı öyküyle ilgili oldu­ ğu için, değindik. Tarihi tarihçilere bırakalım. Biz onları kendi halle­ rine bırakıyoruz; çok uzak tanıklarız biz, yolu ovadan geçen bir yol­ cu, insan kanıyla yoğrulan bu toprağa eğilmiş bir aracıyız, belki gö­ rüntüleri gerçek olarak kabulleniyoruz. Bilim adına, içinde kuşku­ suz serap bulunan olaylar topluluğuna sataşma hakkımız yok, bir sistemi kabul etmemize izin verecek askeri bilgimiz ve stratejik ye­ teneğimiz yok. Bizce, Waterloo’da her iki komutana da bir tesadüf zinciri hâkim oluyor. Kader, şu esrarengiz sanık, söz konusu olun­ ca da, biz de saf yargıç halk gibi yargılıyoruz. 4 A Waterloo Savaşı’nı hayalinde canlandırmak isteyenler, yere bü­ yücek bir A çizmeliler. A’nın sol bacağı Nivelles yolu, sağ bacak ise Genappe’a giden yol. Harfin ortasındaki bölüm, Ohaine’den deu Braine Ve L’Allend’e giden elverişsiz yoldur. A’nın tepesi Saint-Je­ an tepesidir, işte Wellington burayı tutmuştu, alt sol yan ise Hougo­ mont’dır. Komutan Reille orada İmparator’un kardeşi Jerome’la bekliyordu. Alt sağ yön ise Napoléon Bonaparte’ın durduğu nokta­ dır. Harfin ortasındaki bölümün biraz altında Haie-Sainte vardır. İş­ te savaşı bitiren söz burada edildi. İşte buraya, İmparatorluk Mu­ 296

hafız Alayının cesaretinin sembolü olarak, o aslan yontusunu dik­ tiler. A harfinin üst yanındaki üçgen, Mont Saint-Jean Yaylasıdır. Bu­ ranın paylaşılması, bütün savaşı oluşturdu denilebilir. Mont Saint-Jean’in gerisinde Soignes Ormanı vardır. Bir savaş meydanındaki, iki düşman ordusu, iki güreşçiye ben­ zer. Biri diğerini yenmeye çabalar. Bu beden bedene güreşten farklı değildir. Her şey tutunmaya yarar, bir çalılık, bir dayanak ye­ ri, bir duvar açısı dayanmak için uygundur. Bir duvar köşesi tabya siperi olur; dayanak zayıf da olsa bir is­ tihkâm bulamayan ordu geriler, tutunamaz; ovanın bir hendeği, toprağın bir büklümü, tam yerinde bir tali yol, bir orman, bir su çu­ kuru ordu adlı bu devin yürümesini engeller, onun gerilemesine en­ gel olabilir. Savaş meydanına çıkan yenilir. Bu yüzden, sorumlu önderin en küçük ağaç topluluğunu incelemesi, en önemsiz çıkın­ tıları uzun uzun hesaplaması kaçınılmaz bir şeydir. Her iki general de günümüzde Waterloo Ovası diye bilinen Mort Saint-Jean Ovasını incelemişlerdi ilgiyle. Daha bir yıl önceden Wellington buranın büyük çarpışma için uygun bir yer olacağına karar vermişti. Bu çarpışma ve bu düello için, bugün Wellington iyi yer seçmişti. İngiliz ordusu yükseklerde, Fransız ordusu alt bölüm­ deydi. 18 Haziran günü sabah erken vakitlerde, Napoleon’un görünü­ şünü betimlemenin fazla yararı yok. Bunu herkes görmüştür. Kü­ çük şapkanın gölgelediği profili, beyaz yakalı koyu yeşil üniforma ceketi, apoletleri saklayan gri palto, yelek altından görülen kırmızı şerit, deri pantolon... Üzerinde kartallar ve N harfleriyle işlemeli kı­ zıl örtünün altındaki kırat. İpek çorapların üstüne İmparator’un kı­ sa konçlu çizmeleri, gümüş mahmuzlar, belden sallanan Marengo kılıcı. Son Sezar’ın bu görkemi bütün hayallerde canlıdır. Bazıları tarafından coşkunca alkışlanan, bazıları tarafından ayıplanan o Son Sezar. Uzun zaman aydınlıkta yüzen bu kahramanı daha son­ ra gölgeler bürüdü, ama zaman ve tarih onun hakkını teslim ede­ cektir. Tarihin bu aydınlığı zalimdir; onun tuhaf ve ilahi yanı şudur ki, 297

ışığa rağmen, özellikle ışık bulunduğu için, parıltı seçilen yerleri çoğunlukla karartır; aynı adamdan, farklı iki hayalet yaratır, bunla­ rın biri diğerine saldırır ve hakkını arar, tiranın karanlığı komutanın ışıltısıyla savaşır, işte, milletlerin kesin bakışlarla değerlendirilme­ sinde daha gerçek bir kriter. Saldırılan Babil İskender’i küçültür, zincirlenen Roma Sezar’ı küçültür, öldürülen Kudüs Titus’u... Ti­ ranlık zorbalığın ardı sıra gelir. Bir adam için arkasında kendi gö­ rünüşünde bir gece bırakmak, yıkımdır. 5 SAVAŞLARIN KARANLIK KESİMLERİ Savaşın ilk aşamasını neredeyse herkes bilir. Her iki ordu için tehlikeli bir durum, ama İngilizler topun hemen ağzındaydılar. Gece boyunca yağan yağmur, yerleri çamura bulamıştı. Çoğu yerde arabalar tekerleklerine varana dek balçığa saplanıyordu. Beygirlerin koşumlarından sulu çamurlar akıyordu, hareket ha­ lindeki taşıma kolu kalabalığının yatırdığı buğday ve çavdarlar hendekleri doldurmayıp, tekerleklere yol açmasaydı, özellikle Pa­ pelotte yönünde her türlü manevra imkansızlaşırdı. Harekât geç başladı. Demin değindiğimiz gibi, Napoleon, top­ larını el altında tutma huyunu edinmişti. Top arabalarının kolay git­ meleri gerekirdi, bunun için de, güneş çıkması ve yerlerin kuruma­ sı önüne geçilemez bir şeydi. Fakat güneş bir türlü görünmüyordu, ilk top ateşinde İngiliz generali Colville saatine göz attı ve on bir otuz beş olduğunu gördü. Fransızların saldırısı Napoleon’un umduğundan daha şiddetliy­ di. Bu sırada imparator Quiot Tugayını Hain-Sainte’e yöneltti ve Mareşal Ney Fransızların sağ kanadını, İngilizlerin sol kanadına sürdü. Hougomont üstüne yapılan saldırı, bir tuzak gibiydi. Niyetleri Wellington’u oraya getirmekti; onu sola yöneltmek. Eğer dört İngi­ liz Muhafız Alayı ve Perponcher Tümeninin cesur Belçika askerle­ ri mevzilerini koru masaydılar, bu plan başarılı olurdu. Fransızların Papoletto üzerine saldırmaları, İngilizlerin sol ka­ 298

nadını parçalamak, Brüksel yolunu kesmek, PrusyalIlara geçecek yer bırakmamak, Mont Saint-Jean’ı zorlamak, Wellington’u Ho­ ugomont’a geri püskürtmek olacaktı. Birkaç ayrıntı hariç, bu plan başarıya ulaştı sayılır. Papolette ve Haine-Saint alınmıştı. Fakat burada kimi ayrıntılardan söz etmek zorundayız. İngiliz piyadeleri arasında özellikle Kemptin Alayında, epey acemi gönül­ lüler vardı. Bu cesur gençler Fransız düşmanlarının karşısında yi­ ğitçe savaştı. Hele avcıları çok başarılı oldular. Haine-Saint’in ele geçirilmesinden sonra, savaş yön değiştire­ cek gibi oldu. Aynı günün öğlesi ve ikindinin saat dördü arasında, karanlık bir kütle belirdi. Savaş günbatımımın gölgeleriyle sarılmış gibiydi. Bu koyu siste renkli resimler görünüyor. Kırmızı kalpaklar, çamurlarda yüzen silahlar, fişeklikler, süvarilerin yenleri sırmalı ceketleri, renk­ li kordonlarla süslü şapkalar, kırmızı konçlu çizmeler. PrusyalIların o siyah giyimli piyadelerine karışan kızıl ceketli İngiliz subayları. Deri Şapkalı Hannover Süvarileri, baldırıçıplak plili etekli o İskoç tozluklarıyla Fransız Topçular... Bütün bunlar bir savaş meydanın­ dan çok, Salvador Rosa’nın usta fırçasıyla çizilen bir tabloya ben­ ziyordu. Savaşlara her zaman biraz fırtına karışır. Her tarihçi beğendiği kısmını kendince yazar. Generallerin düzenlemeleri ne olursa ol­ sun, silahlı yığınların çarpışması hesap edilememiş gerilemeler doğurur; harekât sırasında iki komutanın planları iç içe geçer, bir­ birini bozar. Savaş meydanının şu noktası diğer noktasından daha çok asker yutar, tıpkı az ya da daha çok süngerimsi toprağa dökü­ len suyu daha yavaş, ya da daha hızlı emmesi gibi. Oraya istedi­ ğinden daha çok asker ayırmak mecburiyeti vardı: Hesapta olma­ yan harcamalar. Savaş hattı bir ip gibi dalgalanır, bükülür, kan ser­ pintileri sel gibi akar, orduların cephesi dalgalanır, alaylar girip çı­ karak körfezler, burunlar oluştururlar. Bütün bu deniz kayalıkları birbirinin önünde habire devinir: Piyadenin olduğu yere topçu gelir; topçunun olduğu yere süvariler koşar; taburlar sis gibidir. Şurada bir şey vardı, arayın, kaybolup gitmiş. Açıkhava yer değiştirir, ka­ ranlık kıvrımlanıp geriler; bir tür mezarlık rüzgârı. Göğüs göğüse 299

bir çarpışma nedir? Bir dalgalanma. Bir matematik yüzeyin dur­ gunluğu, bir günü değil, bir anı belirtir. Savaşları tam olarak tanım­ layabilmek için, bu karmaşayı, fırçalarıyla betimleyen ressamlar gerekir. Bu konuda Rembrandt belki Van Der Meulen’den daha iyi­ dir. Öğleye kadar yaşanan sahneleri çizen Van Der Meulen, akşam üstü saat üçte mızıklanır. Geometri bile yanıltabilir, gerçek sadece kasırgadır. Folard’a, Polybe’e karşı koyma hakkını veren budur iş­ te. Şunu da ekleyelim: Savaşlarda öyle bir an gelir ki, bu sanki özel bir çarpışmaya dönüşür. Piyadeler, süvari ve topçular karman çor­ man çarpışır. Savaş dediğimiz bu korkunç bulutu tam olarak tanımlamak, he­ nüz hiçbir tarihçiye nasip olmamıştır. Bütün savaşlar için geçerli olan bu kavram, özellikle Waterloo için daha çok geçerlidir. Bununla birlikte, öğleden sonra belirli bir saatte, savaşın gele­ ceği kesinlikle saptanacaktı. 6 AKŞAM ÜZERİ SAAT DÖRT Akşam üstü saat tam dörtte, İngiliz ordusu epeyce zorlanmıştı. Orange Prensi, tam merkezi yönetiyor, Hill sağ kanadı tutuyor, Pic­ tor sol kanatta görev alıyordu. Orange Prensi, bir ara, derin bir coşkuyla haykırdı: «Nassau! Brunswick! Kesinlikle gerilemeyin, ileri, ileri!» Güçten düşen Hill, Wellington’dan bir destek arayarak ona yas­ lanmıştı. Picton başından yara almış, yerde yatıyordu. İngilizlerin Fransızlardan 105. Tümenin sancağını aldıkları anda, Fransızlar da İngiliz generali Picton’u, başına sıktıkları bir mermiyle öldür­ müşlerdi. Wellington’a göre savaşın iki dayanak noktası vardı. Hougo­ mont ve Sainte-Haine. Hougomont ateşler içinde olmasına rağ­ men, yine de direniyordu, fakat Sainte-Heine düşmüştü. Hougo­ mont’un Fransızların eline geçmemesi İngilizler için büyük avantaj­ dı. Onu koruyan Alman ordusundan sadece kırk iki kişi sağ kalmış­ 300

tı. Subayların neredeyse hepsi ya ölmüş, ya da esir alınmıştı. Bu samanlıkta üç bin asker öldürülmüştü. İngiltere’nin boks şampiyo­ nu olan bir İngiliz çavuşu, gencecik bir Fransız trampetçisi tarafın­ dan öldürülmüştü. Baring yerinden atılmış, altın kılıçla katledilmiş­ ti. Sayısız sancak yitirilmişti. Gri etekler giyen İskoçyalı tümen, or­ tadan silinmişti. Ponsonby'nin o güçlü Dragon Binicileri kılıçtan geçirildiler. Bin iki yüz attan sadece altı yüz at kalmıştı. Üç İngiliz generalinden Gordon ve Marsh savaş meydanında ölmüşlerdi. Hamilton da ağır yaralıydı. Pronsonb delik deşik yerdeydi, iki tümen, beşinci ve al­ tıncı tümenler, tamamen yok olmuşlardı. Hougomont bir harabeye dönmüş, Sainte-Haine Fransızların olmuştu. Tek bir dayanak kalmıştı, o da merkez. Bu dayanak hâlâ yiğitçe direniyordu. Wellington, onu iyice güçlendirdi. Merbe-Bra­ ine’de bulunan Hill’i yardıma çağırdı. Braine, l’Alleud’de savaşan Chasse’i de çağırdı. İngilizlerin orta bölümü, biraz yıkıntı olmasına rağmen, yine de çok iyi direniyordu ve Mont Saint-Jean Ovasını atış kontrolünde tu­ tuyordu. Bu da yetmez gibi arkasını kasabaya vermişti. Güllelerin bir türlü yaramadıkları o Nivelles’nin, güçlü taş binasına yaslan­ mıştı. Yaylanın etrafında İngilizler, pek çok ağaç kesmişler, batar­ yalarını bu çalılar ve dallar arasına saklamışlardı. Böylece Fransız­ lar tuzak kurmuş oluyorlardı. Bu, savaşın en önemli hilelerinden biridir. İngilizler bu işi o ka­ dar başarıyla yapmışlardı ki, sabah, imparator General Haxo’yu gözcü olarak yollamış ve General hiçbir şey göremeyip, geri dön­ düğünde Napoleon’a hiçbir engel olmadığını, Nivelles ve Gnappe yollarını kapatan iki barikat dışında engel bulunmadığını söylemiş­ ti. Ekinlerin en yüksek olduğu mevsimdi, yayla kıyısında Kempt’in 95. Piyade Tümeni, bu insan boyu başakların arasına gizlenmiş­ lerdi. İngiliz-Hollanda ordusu, böylece kendilerine güvenli bir yer bul­ muştu. Stratejinin en zayıf noktası Solgnes Ormanı sayılırdı. Bataklık­ ların olduğu bu orman kaçmaya uygun değildi. Ordu gerilemek 301

için, birbirinden ayrılmaya mecbur kalırdı. Topçu arabaları, o ba­ taklıklara saplanabilirdi. Savaş biliminden anlayanlara göre, gerileme bir mahşer gibi olurdu. Wellington, merkezi desteklemek için, Chasse’nin bir Tugayını ekledi. Buna en sağ bölümden aldığı Winche’in Tugayına da sol bö­ lümden kaldırdığı Clinton’ın Tümenini ekleyip, merkez noktayı epey­ ce güçlendirdi. Nassau’un yedeği olan Brunswick Piyadelerini, Hak­ lette Alaylarını, Mitchel Tugayını, Kielmanseqqe’nin Hannoverliler’in, Ompteda’nın Almanlarını da İngiliz ordularına ekledi. Böylece, ko­ mutasında yirmi altı tabur vardı. Charras’ın belirttiği gibi, «sağ kanat merkezin gerisinde kırıldı.» Korkunç bir topçu bataryası, Waterloo müzesi adlı yerde, kum torbalarıyla siperlenmişti. Ayrıca, Welling­ ton’un bir arazi kıvrımında bin dört yüz atlık Somerset Dragon Süva­ ri Muhafızları konuşlanmıştı. Sahiden epey ünlü olan şu İngiliz süva­ rilerinin diğer yarısıydı bu. Ponsonby yok olmuş, Somerset kalmıştı. Tamamlanabilseydi, bir tabya yerini alabilecek olan batarya epey alçak bir bahçe duvarının arkasına yerleştirilmişti, üstü çar­ çabuk kum torbaları ve eğimli geniş bir toprakla kapatılmıştı. Bu iş yarım yapılmıştı; tahta kazıklarla çevirmeye fırsat kalmamıştı. Wellington kaygılı olmasına rağmen, sakindi. Bütün gün at sır­ tında, günümüzde hâlâ ayakta duran Mont Saint-Jean değirmeni civarında, bir ağacın dibinde bekledi. Çok daha sonraları savaşın ve yenginin anısı olarak bir İngiliz bu ağacı iki yüz franga satın al­ dı, kestirip İngiltere’ye götürdü. Wellington her yere yağmur gibi yağan gülleleri umursamıyor­ du. Savaşı ustaca yönetti. Yanı başında duran yaveri Gordon, vu­ rulup ölmüştü. Bir ara Vellington’a yaklaşan Lord Hill, önlerine düşen bir gülle­ yi işaret edip: «Lordum, burası epey tehlikeli, ölmek işten bile değil. Bize son buyruklarınızı verin!» diye söylendi. Wellington ona şu tarihi karşılığı verdi: «Talimatım, benim gibi yapmanız ve ölene kadar savaşmanız­ da.» 302

Clinton’a da böylesi bir buyruk vermişti: «Askerler, tek bir er kalıncaya kadar, burayı korumanızı emre­ diyorum.» Zaman İngilizlerin aleyhine işliyordu, Wellington, eski savaş ar­ kadaşları olan Generallere şöyle seslendi: «Çocuklar, gerilemeyi aklınıza getirmeyin. Eski, onurlu ingiltere­ mizi unutmayın.» Saat dörde doğru, İngiliz kuvvetleri geri püskürtüldü. Yaylada, sadece top arabaları ve avcı subaylar kaldı. Kalanlar yok olmuştu. İngiliz ordusu Fransız saldırısı karşısında Mont Saint-Jean çiftliği­ ne sığınmıştı. Wellington geriliyordu. Napoleon sevinçle bağırdı: «Bozgun başladı!» 7 NAPOLEON NEŞELİ Napoleon, hasta olmasına ve bir yerindeki, çıban yüzünden acı çekmesine rağmen, at üstünde epey neşeli görünüyordu. Hiç bu kadar neşeli olmamıştı. 1815’in 18 Haziran’ında, bu büyük asker, etrafına ışık saçar gibiydi. Tuhaf değil mi, kendisi için bir yengiyle sonuçlanan Austerlitz’de kaygılı olan Napoleon, Waterloo’da epey neşeliydi. Oysa Austerlitz bir yengi ve Waterloo onu mahveden bir mağlubiyet olacaktı. Kaderin cilveleri ne kadar anlaşılmazdır, gele­ cek sadece Tanrı’nın bildiği bir sırdır. Roma lejyonerleri «Sezar gülüyor, Pompeius ağlayacak» de­ mişlerdi. Bu kez Pompeius ağlamayacaktı, ama Sezar’ın güldüğü, kesin bir gerçekti. Bir gece önce, kasırga ve yağmur altında at üzerinde Rossom­ me’un civarındaki tepelerde bir keşif gezisi yapan İmparator, Waterloo’nun geleceğini saptamış gibiydi. Bir süre, gök gürültüsünü dinleyen İmparator, şimşeklere bakıp, şu gizemli sözleri söyledi: «Hava da bizim tarafımızda.» Evet, bu kaderci böyle konuşmuştu. Bir gece önce gözünü bile 303

kırpmamış, geceyi uyanık ve derin bir mutluluk içinde geçirmişti. Muhafızların önlerinde durmuş, süvarilerle konuşmuştu. Sabah saat ikiye doğru, sanki ötelerden bir taburun ilerlediğini duyar gibi olmuş, Wellington’un gerilediğine inanmıştı. Hemen, yaveri Bert­ rand’a şunları söyledi: «İngiliz öncüleri geriliyor, Ostende’e giren altı bin İngiliz’i esir alacağım.» Napoleon epey neşeli görünüyordu. 17 Haziran’ı 18 Haziran’a bağlayan o tarihi gecede Wellington’la eğlenerek: «Şu küçük İngiliz’e dersini vermek gerekiyor,» diyerek gülmüş­ tü. Hızını giderek çoğaltan yağmurda imparatorun sözleri boğulup gitmişti. Maalesef, sabah saat üçü biraz geçe bir hayal kırıklığına uğra­ yacaktı. Kontrol etmeleri için gönderdiği öncüler düşmanın yerin­ den bile kıpırdamadığını haber verdiler. Hiçbir kımıltı yoktu, ateş sönmüştü. İngiliz Ordusu uyuyordu. Dünya sessizdi, sadece gök­ lerde gürültü vardı. Saat sabahın dördünde, İmparator’un huzuru­ na bir köylü çıkardılar. Bu köylü, bir İngiliz tümenine rehberlik etmişti. Saat tam beşte iki Belçikalı firari, alaylarından ayrılıp bunu kendisine duyurmaya gelmişlerdi. Napoleon neşeyle seslendi: «Onları püskürtmektense, darmadağın etmeyi tercih ederim!» Sabah atından indi ve çiftlikten getirtilen tahta bir masaya hari­ tasını yaydı. Bir ara yanı başında emir bekleyen Soult’a gülümsedi: «Hoş bir satranç tahtası, değil mi?» Geceleyin yağan yağmur yüzünden erzak yetişmemiş ve asker aç kalmıştı. Islanan asker üşüyordu ve uykusuzdu. Fakat bütün bunlar Nepoleon’un neşesini bozmadı. Mareşal Ney’e şöyle seslendi: «Yüzde doksan şansımız var.» Saat sekizde İmparator’a kahvaltı getirtildi. O da masasına bir­ kaç general çağırdı. Bir yandan yiyor, bir yandan da Wellington’un 304

iki gece önce Richmond Düşesi’nin verdiği baloda dans ettiğini an­ latıyordu. Bir piskoposu andıran, kurt bir asker olan Soult ona şu yorum­ la yanıt verdi: «Asıl balo bugün başlıyor.» imparator: «Wellington sizi bekleyecek kadar ahmak değil, Ma­ jeste» diyen Ney ile şakalaştı. Napoleon’un hayatını anlatan tarihçiler, onun şakalaşmayı sev­ diğini ve aslında epey neşeli bir karakteri olduğunu söylerlerdi. Fle­ ury de Chaboulon: «Sık sık şakalaşırdı» der. Gourgaud da: «Do­ ğasının temeli neşeliydi» der. Benjamin Constant da: «Esprili ol­ maktan çok, tuhaf şakalar yapardı» der. Bir dehanın bu şakaları üzerinde durulmaya değer. Muhafız kıtası erlerine «Homurdanıcı­ lar» adını koyan odur. Zaman zaman, kendisine çok bağlı olan Grenadier(*) askerlerinin uzun bıyıklarını çekiştirir, kulaklarını okşa­ yarak onlarla da şakalaşmaktan hoşlanırdı. Onun eski muhafızlarından hayatta kalan biri, yıllar sonra şun­ ları söyleyecekti: «İmparator bizimle şakalaşmayı çok severdi.» Waterloo Savaşı’nın olacağı o tarihi günün sabahında, Napole­ on kahvaltı sırasında, birkaç kere kahkahalarla güldü. 27 şubatta, Elbe adasından Fransa’ya yaptığı o esrarengiz yolculuk sırasında, deniz ortasında Fransız savaş yelkenlisi Zephir Napoleon’un sak­ landığı inconstant yelkenlisiyle karşılaşıp da Napoleon’dan haber sorulduğunda, şapkasında daha o zaman Elbe adasında kullan­ maya başladığı arılar serpiştirilmiş kırmızı arma bulunan İmparator gülerek ses borusunu almış, kendisi yanıt vermişti: «imparatorun sağlığı iyidir!» Böyle gülen kişi olaylarla kaynaşmış demektir. Kahvaltının ardından, on beş dakika kendi kendini dinlemiş, dü­ şünceye dalmıştı. Sonra iki general samanlara oturmuşlar, dizleri­ ne bir tomar kâğıt, ellerine birer kalem almışlardı. İmparator onla­ ra savaş emrini yazdırmıştı. Sabahın dokuzunda, Fransız ordusu beş bölük olarak, savaş konumu aldı. Topçular o yüksek başaklar arasında, trampetçiler en (*) Grenadier: El bombacı askerler.

305

önde, kılıç ve süngülü askerler başlarında zırhlı miğferler, güzel bir manzara sergiliyorlardı. Napoleon epey heyecanlıydı, coşkun bir sesle: «Harika! Muhteşem!» diye bağırdı. Saat dokuzdan tam on buçuğa kadar bütün Ordu, savaş konu­ mu almıştı. Tam altı hat vardı. Napoleon’un söylediğine göre tam altı «V» figürü. Birkaç saniye sonra İmparator üç tümenin daha ilerlediğini görüp elini general Haxo’nun omuzuna atıp: «Şu yirmi dört güzellere baksanıza,» diyecekti. Sonuçtan kesinlikle emindi. Mont Saint-Jean’da barikat kura­ cak, itfayeciler önünden geçerken, İmparator onların bölüğünü gü­ lerek selamladı. Böylece onları iyice yüreklendirmişti. Sola baktı­ ğında, yerde serili o İskoçyalıları görünce, küçümseyen acıma sö­ zünü, gururlu bir zevkle seslendirdi: «Vah vah, üzüldüm!» Daha sonra tekrar atına binerek Rossome tepesinden geçti, Brüksel yolunun sağında, kendisine bir gözleme yeri seçti. Düşman orada onları, bir ateş sağanağına tuttu. Napoleon’un etrafına mermi yağıyordu. Neredeyse atının ayaklarının bulunduğu yerde aşınmış gülleler, eski kılıç parçaları, paslanmış mermiler bul­ dular. Birkaç yıl önce, burada toprak altından altmışlık bir mermi çı­ kardılar, henüz patlamamıştı, humbarası bombanın yüzünde kırıl­ mıştı. İmparator işte bu son durakta, bir hafif süvarinin eyerine bağ­ lanmış, her ateş edişte ürkekçe geriye dönüp bakan ve arkasına saklanmaya çalışan ters bir köylü olan rehber Lacoste’a dönmüş: «Dikkatli ol ahmak, sırtından vurulacaksın,» demişti. Bu satırları kaleme alan yazar, savaştan tam kırk yıl sonra, bu­ rada, kumlar arasında yıllarla paslanmış gülle parçaları ve demir çubuklar bulacaktı. Napoleon ile Wellington’un ölesiye savaştıkları bu Waterloo Alanı giderek çok değişti. Herkes bilir ki, bugün artık 18 Haziran 1815’teki gibi değildir. Bu hüzün verici yerden ona bir anıt dikilecek kadar malzeme götürerek, onun asıl kabartısını yok ettiler, afalla­ yan tarih de artık burada kendini tanımıyor. Yüceltmek, övmek için onu kılıksız hale getirip, çirkinleştirdiler. Öyle ki orayı savaştan iki 306

yıl sonra görmeye giden Wellington şöyle diyecekti: «Aman Tan­ rım! Benim savaş yerimi nasıl da değiştirmişler!» Günümüzde üzerinde aslan olan o toprak kütlesinde, o eski günlerde Nivelles’e doğru eğimlenen yalçın bir yamaç vardı. Ge­ nappe’dan Brüksel’e giden yolda, muhteşem iki mezar dikkat çe­ ker. Yolun sağındaki İngiliz mezarlığı, soldaki Almanların mezarı. Burada Fransız mezarlığına pek rastlanmaz, bütün ova onlara me­ zar olmuştu. Mont Saint-Jean Tepesinden birkaç araba toprak ta­ şındığı için, Waterloo eskisi kadar yalçın değildir. 1815 yılının o haziran gününde, aralıksız yağan yağmur ovada yürümeyi zorlaştırmıştı. Ovanın ortasında oluşan bir çukur, o gün suyla dolup bir dere olarak aktı. Bugün, burası sadece çukurlu bir yoldur. Bu hendek neydi? Söyleyelim. Braine-l’Alleud, bir Belçika kö­ yüdür; Ohain de diğer bir Belçika köyüdür. Toprağın bir büklümün­ de saklanan bu iki köy, birbirine bir buçuk fersahlık bir yolla bağ­ lanmıştır. Bu yol ovayı dalgalanarak keser, pek çok yerde bir sa­ ban izi gibi tepelerin içine girer, saplanır. Her yol farklı noktalarda bir uçurumdur. 1815’te de, bugünkü gibi Mont-Saint-Jean ovasının tepesini Genappe-Nivelles yollarının arasından kesiyordu. Ama bugün ovayla aynı eğimdedir. Önceleri çukur bir yoldu. Onun me­ yilli topraklarını anıt-tepecik için aldılar. Bu yol uzun bir geçit üze­ rindeki siperde, yine de aynı haldedir. Bazı yerlerde on iki ayak de­ rinliğinde bir siperdi, çok meyilli yanları, özellikle kışın, yağmur al­ tında her yerinden çökerdi. Burada kazalar olurdu. Braine-l’Alleud girişinde yol o kadar kullanışsız ki, bir araba burada birisini ezmiş­ ti. Ölünün adını veren, mezarlığın yanına dikilen taştan bir haç an­ latıyor bunu. Adamın adı: «Bay Bernard De Brye, Brüksel’de ta­ cir», kazanın tarihi de «Şubat 1637».(*) Mont-Saint-Jean ovasında (*) Mezartaşında şunlar yazar:

İYİ, YÜCE TANRI ADIYLA BRUXELLES’DE TÜCCAR BERNARD DE BRYE BURADA KÖTÜ BİR KAZAYLA ARABA ALTINDA EZİLDİ (Okunmuyor) ŞUBAT 1637

307

siper o kadar derindi ki bir köylü, Mathieu Nicaise, burada 1783’te heyelandan ölmüş; toprak tarıma hazırlanırken tepesi kopan fakat devrilen kaidesi Heine-Sainte ile Mont-Saint-Jean çiftliği arasında, yolun solunda, meyilli bir çayırda bugün hâlâ duran bir başka taş haç da bunu anlatır. Bir savaş günü, burası, hiçbir şeyin önceden duyurmadığı, Mont-Saint-Jean tepesini kuşatan, bayırın üstündeki hendek, top­ rağa gizlenen çukur görünmüyordu; bu yüzden tehlikeliydi. 8 İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR Evet, demin anlattığımız gibi, o sabah Napoléon epey neşeliy­ di. Aslında buna hakkı da vardı. Yaptığı savaş planı ve stratejisi her açıdan mükemmeldi. Üzülerek belirtelim ki, epey sonraları tahminlerinde yanıldığını görecekti. Savaş başladıktan sonra sayısız değişiklik olmuş, Ho­ ugomont’un direnişi, Haine-Sainte’in direnci, General Baoudlin’un yaralanması, General Foy’un savaş dışı kalması, Soye’in en olma­ yacak anda önünde durmaya mecbur kalıp kıstırıldığı o duvar. Ba­ rut, gülle ve mermilerini bitiren Guilloeminot’un çaresizliği, top ara­ balarının çamura saplanmaları, atılan kurşunların hedefi bulma­ ması, çamurlara saplanarak, telef olmaları. Bütün bunlar hiç umul­ madık yıkımların nedeni olmuştu. Bir yanılgı yüzünden Mareşal Ney’in hatalı hesaplayarak birliklerini konuşlandıracağı yerde bir araya getirmesi. Saldırı kolordularının çözülmesi. Bu da yetmez gi­ bi Bourgeois, Donzolet ve Durutte'ün safdışı kalmaları ve daha böylesi sayısız aksilik birleşerek bu iyi başlayan günü mahvede­ cekti. Quiot püskürtülmüştü. Genappe’dan Brüksel’e giden yolun virajını kesen İngiliz barikatlarının yukardan açtıkları sağanak ateş altında Haine-Sainte kapısını baltayla zorladığı zaman, teknik üni­ versite mezunu, dev yapılı Teğmen Viex yaralanmış, Marcognet tümeni piyadeyle süvariler arasında sıkışmış, buğdaylar arasında Best’le Pack’ın epey yakından sağanak ateşe tutulmuş, Ponsonby 308

tarafından kılıçtan geçirilmişti; Erlon kontuna rağmen, Friche­ mont’la Smohain’i elinde tutan ve koruyan Saxe-Veimar Prensinin yedi topluk bataryası işgörmez hale gelmişti. 105. Alayın ve 45. Alayın sancağı alınmıştı. Wavre ile Plancenoit arasındaki seti dö­ ven üç yüz kişilik avcı gezici kolunun habercileri siyah bir Prusyalı süvariyi esir almıştı. Bu adamın anlattığı kaygı verici şeyler, Gro­ uchy’nin geç kalması, meyvelikte katledilen bin beş yüz asker, Ha­ ine-Sainte civarında öldürülen bin sekiz yüz can... Bu zorlu olaylar, Napoleon’un önünden savaş bulutları misali geçip, görüşünü fazla bulandırmamıştı. Mutlak güvenin, inancın o kusursuz yüzünü hiç gölgelememişti. O, savaşa cesurca bakmayı biliyordu. Yıldızından sürekli emin olan bu büyük asker moralini bozma­ dı. Sayıları küçümseyen bu komutan için sadece sonuçlar önem­ liydi. O, utkuya inanıyordu. Savaşın zararına gelişmesini bile umursamıyordu. Talihin hep kendisiyle olacağını sanıyordu. Işıkla gölge gibi, Napoleon iyilikle korunduğunu, fenalık için hoşgörüldüğünü, kendisine anlayışlı davranıldığını seziyordu. Ya­ şananlar kendisine karşı bir suçortaklığı içindeydi; belki de öyle sa­ nıyordu. Arkasında Beresina, Leipsick ve Fontain blueau utkularını bıra­ kan o dâhi, altedilmez komutanın Waterloo’ya da kafa tutacağına emindi. Wellington gerileyince, Napoleon ürperdi. Ansızın Mont-Saint Jean tepesinin bomboş kaldığını ve İngiliz ordusunun silindiğini gördü. İngiliz ordusu birleşiyor; çekilip saklanıyordu. Komutan üzengi­ leri üstünde biraz doğruldu. Gözlerinde zafer parıltıları vardı. Wel­ lington, Soignes ormanına sıkıştırılıp, yok edilirse Fransa, İngilte­ re’yi mutlaka yenerdi. Crecy’nin, Poitiers’in, Malplaguet’nin ve Ra­ milies’in intikamı alınacak demekti. Marengo'nun adamı, Azinco­ urt’u lekeliyordu. İmparator üzengileri üzerinde, atında doğruldu, gözlerinde utku ışıkları parladı. 309

Wellington'un Soignes ormanına gerilemesi İngilizlerin yıkımı ve Fransızların utkusu sayılırdı. İmparator çağlar öncesinin, İngiliz­ lerin Fransızlardan kazandığı savaşların intikamını alacaktı. Napoleon o güçlü dürbününü savaş meydanında gezdirdi. Mu­ hafız alayı, hemen arkasındaki ordusuna beğeniyle baktı. Düşün­ dü, bayırları tepeleri gözden geçirdi, ağaçları, civardaki tarlaları, patikayı inceledi. Sanki her çalıyı gözleriyle deşiyordu. Her iki ta­ raftaki İngiliz barikatlarına baktı. Eğildi ve yarım sesle Kılavuz La­ coste ile konuştu. Kılavuz başıyla «hayır» dedi. Fakat içten miydi? imparator tekrar doğrularak derin derin düşündü. Wellington gerilemişti. Artık İngilizleri ezerek, bu savaşı nokta­ lamaktan başka çare kalmıyordu. Napoleon hemen geriledi, hızla bir haberci yollayıp, Paris’e sa­ vaşı aldığının haberini ulaştırdı... Napoleon gökgürültüsü saçan bir dehaydı. Ne yazık ki yıldırımla karşılaşacaktı. Milhaud komutasındaki o zırhlı binicilere, Mont Saint-Jean Te­ pesine saldırın buyruğunu verdi. 9 BEKLENMEYEN Üç bin beş yüz kişiydiler. Çeyrek fersahlık bir cephe oluşturmuş­ lardı. Bunlar kocaman atlar üzerindeki, çamyarması süvarilerdi. Yir­ mi altı bölük oluşturmuşlardı, arkalarında kendilerine destek vere­ cek Léfébvre-Desnouettes’in tümeni vardı, bunlar da seçkin yüz al­ tı jandarma eri, bin yüz doksan yedi kişilik hassa avcıları, sekiz yüz seksen mızraklı hassa avcıları, sekiz yüz seksen mızraklı hassa süvarileriydi. Sorguçsuz miğfer, dövme demirden zırh kuşanmışlar­ dı, eyerbaşı tabancaları eyer çukurundaydı, uzun kılıçları vardı. Sa­ bahleyin bütün ordu onlara hayran kalmıştı. Saat dokuzda borular çalarken, bütün mızıka «İmparatorun Huzurunu Koruyalım» marşı­ nı söylerken, sık-kol oluşturmuşlardı. Bataryalarından biri koltuk al­ tında, diğeri ortadaydı. Genappe şosesiyle Frichemont arasında iki dizi halinde savaş yerlerini almaya gelmişlerdi. Bu ikinci hattın sol 310

yanında Kellermann’ın mızraklı süvarileri, sağ yanında da Milha­ ud’nun mızraklı süvarileri vardı, özetle, demir iki kanat. Yaver Bernard onlara imparatorun buyruğunu ulaştırdı. Mare­ şal Ney kılıcını çekip, öne geçti. O kocaman bölükler devinmeye başladı. İşte o zaman, görkemli bir manzara oluştu. Bütün bu biniciler kılıçları yukarıda, trampet çalarak sancaklarını dalgalandıran tek adam gibi giden o kusursuz bölük, Belle-Alliance bayırından inme­ ye başladı. Sayısız askerin öldüğü bu çukur yolda, ilerledikten sonra sisler arasında gözden kayboldular. Sonra gölgeden görünüp, bayırın öte tarafından ışığa çıktılar. Düşmanın yağdırdığı gülle ve mermileri umursamadan ilerliyor­ lardı. iki tümene ayrılmışlardı. Sağ tümene Vathier, sol tümene De­ lord komuta ediyordu. Öteden sanki çelik iki dev yılanın kıvrılışını andırır bir ilerleyiş. Moskova’nın düşmesinden beri bu kadar güzel bir görüntü ol­ mamıştı. Aslında Murat yoktu, ama onun yerini Ney almıştı. Bir ca­ navara dönüşen bu yığının da bir ruhu vardı. Koyu bir duman arasında, zırhlı başlıklar, görünüyor, top sesle­ ri çığlıklara karışıyor, atların geri teptikleri görünüyordu. Bu çok eski zamanlardan kalma efsanevi bir görüntüydü. Yu­ nan ve Roma Mitolojisinde geçen, o yarı at ve yarı insan yaratık­ lar, o insan yüzlü at gövdeli yaratıkların, Olimpos dağlarına tırma­ nışına benzeyen bir görüntü. İlahlarla insanların savaşı... Kaderin inanılmaz bir cilvesi, bu yirmi altı bölük tepelerde sak­ lanan o yirmi altı düşman taburuna saldırıyordu. İngiliz piyadesi yaylanın arkasında, saklanan bataryanın göl­ gesinde, on üç kare şeklinde düzenlenmişti. Her karede iki tabur bulunuyordu, hem, iki hat üzerine de dizilmişlerdi ki, bunlardan il­ kinde yedi, İkincisinde de altı piyade dipçik omuzda, nişan almak üzere sakin, sessiz, hareketsiz bekliyordu. Piyadeler zırhlı süvari­ leri, zırhlı süvarilerde onları görmüyorlardı. Piyadeler bu insan se­ linin kabarışını dinliyorlardı. Üç bin atın gürültüsünün çoğalmasını, doludizgin gelen ayakların birbirini izleyen ahenkli vuruşunu, zırh­ 311

ların hışırtısını, kılıçların şakırtısını sanki korkunç kocaman bir ne­ fesi dinliyordu. Korkunç bir sessizlik oldu, sonra birden, tepenin üzerinden kılıçları sallayan, yukarı kalkmış uzun bir kol dizisi, miğ­ ferler, borular, sancaklar, «Yaşasın imparator!» diye bağıran kırçıl bıyıklı üç bin baş belirdi, bütün süvari birliği ovaya yayıldı, bu müt­ hiş bir zelzelenin başlangıcı gibi oldu. Derken ovayı korkunç bir sessizlik aldı. Sonra yalınkılıç tepeye saldıran binicilerden tek bir çığlık yükseldi: «Yaşasın İmparator.» Ortalık sarsıldı; zelzele olmuş gibiydi. Ne yazık ki, tam o sırada çok üzücü bir şey oldu. İngilizlerin soluna saldıran zırhlı tümenin ön tarafında acı çığlık­ lar koptu. Tepenin arkasında İngiliz piyadelerini Fransız binicilerin­ den ayıran su dolu bir hendek belirdi. Hızla ileri atılan bu süvariler, bu hendeğe düştüler. Uçurum kıyısındaki atlar şahlanıyor, fakat geri dönmek müm­ kün olmadığından, oraya düşüyorlardı. İngilizleri yok etmeye giden bu alay, birkaç dakika içinde silin­ mişti. Hiç umulmayan bu felaket yüzünden, Dubois Tümeninin üçte ikisi imha olmuştu. Savaşın kaybedilmesinin başlangıcı oldu bu. Yöresel bir efsanede -abartıldığı kesin- der ki: O alçak çukura iki bin at, bin beş yüz insan gömülmüştür. Hiç kuşkusuz, savaşın ertesi günü uçuruma atılan başka cesetler de bu sayıya dahil. Şunu da söyleyelim ki, bunca kıyıcı biçimde hırpalanan Dubo­ is Tugayı, bir saat önce düşmana saldırıp Lunebourg Tugayının sancağını elde etmişti. Napoleon bu zırhlı süvarilere saldırı buyruğu vermeden önce, aniden bir sezgiye uyup kılavuz Lacoste’a bir engel olup olmadığı­ nı sormuş ve kılavuz, «hayır» demişti, işte bu alçak köylünün ya­ nıtı Napoleon’un mahvına yol açacaktı. Başka terslikler de oldu. Napoleon’un bu savaşı kazanma umudu var mıydı? Buna ha­ yır diyoruz. Fakat onun bu yenilgisinin nedeni ne Wellington’du, ne de Blücher. Hayır, onun yenilgisini Tanrı istemişti. 312

Napoleon’un utkun olması, on dokuzuncu yüzyıl yasalarına uy­ muyordu. Artık Napoleon’un yerinin olmadığı bir olaylar zinciri baş­ lıyordu. Artık bu dehanın düşüş vakti gelip dayanmıştı. Bu müthiş dâhinin, bu dev adamın yoğun ağırlığı, insanlığın ka­ derini bozuyordu. Bu tek adam bütün insanlığın üstünde oluşan bir yıkım sayılırdı. Böylesi insanların uzun zaman başta kalması me­ deniyet ve bütün evren için bir yıkım oluşturur. Artık onun bir kena­ ra itilmesi gerekiyordu. Doğrusu, o güne dek, az mı kan akmıştı. O akan kanlar, o ağzına kadar dolan mezarlıklar, anaların bitmeyen gözyaşları, bütün bunlar Napoleon’un aleyhine hususlardır! Napoleon bitmeyen tutkusuyla Tanrı’yı bile usandırmıştı, bu yüzden onun mahvolması kaçınılmazdı. O, Tanrı’yı huzursuz ediyordu. Waterloo, bir savaş değildir, bütün dünyanın değişimidir. 10 MONT SAİNT-JEAN YAYLASI Çukurla batarya da ortaya çıkmıştı. Altmış top ve on üç gülle, süvarileri allak bullak etti. Cesur Ge­ neral Delord İngiliz bataryasına askeri bir selamla yanıt verdi. İngiliz bataryaları saldırıya ara vermiyorlardı. Zırhlı süvariler bir an bile durmadan saldırıya yanıt verdiler. O çukurda boğulan tü­ menlerdeki arkadaşlarının ölümü onların sayısını azaltmış, fakat cesaretlerini bilemişti. Bunlar sayıca azaldıkça, güçleri giderek ar­ tan o eşsiz askerlerdi. Wathier bölüğü yıkımdan epey hasar görmüştü. Delord ve Ney, tümenlerini sola saptırıp felaketi önlemeyi başarabilmişlerdi. Zırhlı süvariler, İngiliz piyadelerine saldırdılar. Kılıçları dişlerinde, ellerin­ de tüfekleri, göğüs göğüse çarpışıyorlardı. Savaşlarda öyle anlar yaşanır ki, ruh kişiyi taşlaştırır. İşte saldı­ rılan o İngiliz bölükleri böyle taşlaşmış halde, kıpırdamadılar... O anda, korkunç bir durum çıktı ortaya. İngiliz tümenleri aynı anda saldırıya uğradı. Korkunç bir anafo­ ra yakalanmış gibilerdi. Fakat bu taşlaşmış askerler yerlerinden kı­ 313

pırdamadılar. En öndekiler dizleri yerde, zırhlı süvarilere süngüle­ riyle yanıt verdiler, ikinci sıradaki İngiliz piyadeleri düşmanı ateşli silahla karşıladı, onların gerisindeki topçular gülleleri püskürtüyor­ du. Zırhlı Fransız süvarileri o koca atlarıyla, düşmanı ezmeye gay­ ret ediyordu. Maalesef gülleler onların çoğunu öldürmüştü. Bu dört canlı devler, duvar arasına soluksuz seriliyorlardı. Öte yandan, sa­ yısız piyade at nallarının altında can verdi. Süngüler bu kocaman adamların karınlarını deşiyordu. Bu, manzara her şeyden daha korkunç bir çarpışma olmuştu. Bu İngilizlerin oluşturdukları kareler, tümenler değildi. Bunlar alev yağdıran volkan ağızlarıydı. O zırhlı Fransız süva­ rileri ise süvari alayı değil, bir fırtınaydı. Her dörtgen bir bulutun sal­ dırısına uğrayan bir volkandır. Lavlar şimşekle savaşıyordu. Sağdaki dörtgen açıkta olduğunda hemen yutuldu. Bu dörtgen Highlander’lerin(*) 75’inci Alayını oluşturmuştu. Ortadaki gaydacı, etrafındaki arkadaşları toprağa serilirken, gözlerinde dağlarının ve göllerinin yansımaları, acıyla gayda çalmayı sürdürüyordu. Bu İs­ koçyalılar o canım dağlarını, orman ve göllerini düşünerek ölüyor­ lardı. Bir zırhlı süvari süngüsünü adamın göğsüne sapladı ve ko­ lunu ötelere savurarak, onun çalgısını durdurdu. Uçurum belasından beri, pek çok arkadaşlarını kaybetmelerine karşın, zırhlı süvariler, yine de cesurca çarpışıyorlardı. Her biri on savaşçıya bedeldi, bu sırada birkaç Alman tümeni gerilemeye ha­ zırlandılar. Buna gören Wellington, hemen kendi süvarilerini dü­ şündü. Eğer Napoleon da o lanetli anda, kendi piyadelerini gön­ derse, savaş kesinlikle alınırdı. Bu, onun en büyük yanlışı oldu. Atağa geçen zırhlı Fransız süvarileri birden kuşatıldıklarını gör­ düler. İngiliz süvarileri onları geriden kuşatmıştı, önlerinde o dört­ genlerin oluşturduğu İngiliz savaşçıları vardı. Bir yandan da Al­ manlar tarafından sarılmışlardı. Fakat umursamadılar, cesaretleri­ ni anlatacak kelime bulunmazdı. Artık bu, savaşı da geçen bir kaosa dönüşmüştü. Ruhlarla ce­ (*) Highlander: İskoç alayı.

314

saretlerin yarıştığı müthiş bir tufan. Kılıçlar ve süngüler parlıyordu. Bir anda, bin dört yüzlük Dragon muhafızlarından sadece sekiz yü­ zü kaldı ayakta. Ney yardıma geldi, yanında mızraklı süvarileri ve avcı erlerini getirmişti. Saint-Jean Tepesi ele geçti. Verildi, tekrar alındı. Zırhlı erler, süvarilerden ayrılmış, piyadelere katılmışlardı. Dörtgenler hâlâ ayaktaydı. On iki hücum oldu. Ney’in altında dört at öldürüldü. Zırhlı süvarilerin yarısı yaylada can verdi. Bu müthiş çarpışma tam iki saat sürdü. İngiliz ordusu, epeyce sarsılmıştı; az önce alayın yarısından çoğu o uçuruma yuvarlanmamış olsa, kuşkusuz zırhlılar zafer ka­ zanacaklardı. Neredeyse yenilmiş sayılan Wellington bile Fransız­ ların bu cesareti karşısında: «Mükemmel!» demişti. Zırhlı süvariler on üç dörtgenden yedisini dağıttılar, altmış ka­ dar top arabasını yere mıhladılar ve İngilizlerden altı sancak aldı­ lar. Bu düşman sancaklarını, birkaç süvari Belle-Alliance çiftliğinin önünde duran imparatora götürdü. Wellington’un durumu iyi değildi. Savaş, ağır yaralı olmalarına rağmen, hâlâ çarpışmakta üstele­ yen iki düşmanın düeollosuna benzemişti. Acaba önce hangisi gi­ decekti? Yayladaki çarpışma sürüyordu. Zırhlı süvariler nereye kadar uzanabilmişlerdi, bunu kimse bile­ medi. Fakat şöyle bir şey çıktı ortaya. Savaşın ertesi günü bu ce­ sur süvarilerden birinin atıyla beraber Mont Saint-Jean’ın arabala­ rı tartan kantarlarının yanında delik deşik halde bulunmuşlardı. Nivelles, Genappe, Hulpe ve Brüksel yollarının tam sapağında, demek bu cesur süvari İngiliz hatlarını geçmişti. Onun cesedini bu­ lan adamlardan biri hâlâ Saint-Jean bayırında yaşar, adı Dehaze. O günlerde on sekizindeymiş. Wellington mağlubiyetin yaklaştığını sezdi. Henüz üstünlüğün kimin olduğu kesinlikle bilinmiyordu. Fransız süvarileri İngilizler’in orta kesimini daha çökertmemişti. Napole­ on’un utku kazanması için oranın ele geçmesi, kaçınılmazdı. İngilizler giderek güçten düşüyordu, kan oluk oluk akıyordu. Bir ara sol taraf sarsıldı, soldaki Kempt yardım istedi. 315

Wellington: «Adamım yok, ne yapalım, ölmeyi göze alsın!» diye cevap yol­ ladı. Tuhaf bir tesadüf, aynı anda Ney, Napoleon’dan kendisine des­ tek olarak bir Piyade Tümeni istedi. Napoleon’dan şu yanıtı aldı: «Piyadem yok, yaratacak değilim ya!..» Fakat en fazla zarar gören yine de ingilizler’di. O ağır zırhlı sü­ variler, piyadeyi kötü biçmişti. Alayların başlarında komutanları yoktu ya da sadece bir yüzbaşı ya da teğmen tarafından yönetili­ yordu. 1811 yılında Fransızlarla yandaş olup ispanyollar’la çarpışan ve bu çarpışmada Wellington’la beraber Fransızlar’a karşı sava­ şan Hollandalı Grenadier Alayı neredeyse yok olmuştu. Subaylar da sayısız kayıp vermişti. Dizinden yaralanan Lord Uxbridge’in, ertesi sabah bacağı kesildi. Fransız komutanlarından Delord, Lheriter, Cobert, Dnop Tra­ vers ve Blancard aslında safdışı kalmıştı, fakat buna karşılık İngi­ liz saflarında Alten yaralanmıştı, Barne ağır yaralıydı ve Delancey de ölmüştü. Van Merlen, Ompteda ölmüş, Wellington’un bütün kur­ mayı kılıçtan geçirilmişti. Aslında İngilizler bu kanlı savaşta sanki tombala çekmiş gibi, en çok zarara uğrayanlar olmuştu. Piyade muhafızlarının 2. alayı, beş yarbay, dört yüzbaşı, üç de ulusal sancak kaybetmişti; 30. piyadenin birinci taburu yirmi dört subay, yüz on iki er kaybetmişti; 79. dağlılar alayının yirmi dört su­ bayı yaralanmıştı, on sekiz subayı, dört yüz elli askeri ölmüştü. Başlarında, daha sonra yargılanıp rütbesi alınarak ordudan atıla­ cak olan Albay Hacke olan Cumberland’ın Hanoverli hafif süvarile­ ri göğüs göğüse savaşı görünce geri dönmüşler, Brüksel’e kadar bozgun halinde Soignes ormanına kaçmışlardı. Fransızların ilerle­ diğini, ormana yaklaştığını gören yük arabaları, istihkâm ve topçu sevk arabaları, yükler, hasta dolu taşıma arabaları her yere kaçışı­ yorlardı; Fransız süvarilerinin kılıçladıkları HollandalIlar telaş ve korkuyla: «İmdat!» istiyorlardı. Hâlâ sağ olan tanıkların anlattığına göre, Vert-Coucou’dan Groenendael’e kadar Brüksel’e doğru iki fersaha yakın bir uzunlukta kaçanlar topluluğunun neden olduğu 316

bir tıkanma vardı. Bu korku öyle bir hale geldi ki, Grand’da bulunan XVII. Louis ile Malines’deki Conde Prensine dek ulaştı. Mont-Sa­ int-Jean çiftliğine yerleşmiş seyyar hastanenin arkasına dizilen önemsiz sayıdaki yedekler, sol kanadı koruyan Vivian ve Vandele­ ur tugayları sayılmazsa, artık Wellington'un hiç süvarisi kalmamış­ tı. Pek çok batarya dağılmıştı. Bu olayları Siborne belirgince anla­ tır; Pringle de yıkımı abartarak, İngiliz-Hollanda ordusunun otuz dört bin kişiye düştüğünü söylemeye kadar uzanır. Demir Dük sa­ kindi ama, dudakları morarmıştı. İngiliz kurmay heyetine katılıp sa­ vaşta bulunan Avusturyalı savaş gözlemcisi Vincent ile İspanyol savaş gözlemcisi Alava, dükün mahvolduğunu düşünüyorlardı. Beşte Wellington’un saatini çıkardığı ve şu endişe dolu kelimeleri mırıldandığı duyuldu: «Ya Blücher ya da gece!» Tam o sıralarda, Frishemont yönünde, yükseklerde, uzak bir süngü parladı. Bu büyük dramın umulmadık sonucu işte buradadır. 11 NAPOLEON'A KÖTÜ, BULOW'A İYİ REHBERLİK EDEN ADAM Napoleon yanılmıştı, o Grouchy’yi beklerken karşısına Blücher çıkmıştı, yaşamayı bekleyen birine saldıran ecel gibi. İşte kaderin acı cilvesi. İmparator, dünyayı egemenliği altına almak istemişti ama ufukta sürgün vardı... Sainte-Helene adası... Bülow’a rehberlik eden o genç çoban, Frishemont Tepesinden gidilmesini teklif etmiş olsaydı, belki on dokuzuncu yüzyılın man­ zarası tamamen değişmiş olurdu. Napoleon Waterloo Savaşını ka­ zanırdı. Pancenoit’nin altından geçilmemiş olsa, Prusya ordusu bir uçuruma düşer ve Bülow savaş alanına vaktinde yetişmezdi. Bir saatlik bir gecikme savaşın geleceğini değiştirebilirdi. İngi­ lizler savaşı mutlaka kaybederdi. Bülow’un yetişmesi kaçınılmaz bir şey sayılırdı. O, şafak söker­ ken yola çıkmıştı. Fakat yağan yağmur, yolları yürünemez hale ge­ tirmişti. Hendekler oluşmuş, her yer çamura batmıştı. Hem o dar 317

köprü üzerinde Dyle nehrini aşmak gerekiyordu. Köprüye giden yolda beklemek gerekiyordu. Fransızlar buradaki evleri yakmışlar­ dı. Alevlerin ortasından geçilmezdi. Topçu arabaları ve toplar bu yangının söndürülmesini beklediler. Bülow’un öncüleri, Capelie­ Saint-Lambert’e öğlene doğru vardılar. Savaş iki saat önce başlamış olsa, akşam üstü saat dörde doğ­ ru bitecek ve Blücher, Napoleon’un kazandığı savaşa yetişmiş ola­ caktı. Şu var ki, hayatımızın en önemli, en can alıcı bölümleri, pa­ muk ipliğine bağlıdır. İmparator öğlene doğru, elinde o güçlü savaş dürbünü, ufuklar­ da ilgisini çeken bir şey görüp şöyle demişti: «Orada taburlara benzeyen bir bulut görüyorum.» Sonra yave­ rine: «Siz ne görüyorsunuz Soult Chapelle-Saint Lambert yönün­ de?» diye sormuştu. Mareşal da dürbününü kaparak: «Haklısınız efendim,» demişti, «dört veya beş bin kişilik bir or­ du, sanırım bize yardıma gelen Grouchy olmalı,» diye yanıtlamış­ tı onu. Fakat bu koyu bulut, sisler arasında hareketsizdi. Subayların çoğu İmparatorun gösterdiği o bulutu incelemişlerdi. Bazıları bun­ ların mola veren iki bölük olduğunu, bazıları da sadece ağaçlar ol­ duğunu söylemişlerdi. Fakat o bulut hareketsizdi, imparator bu ka­ ranlık yere Domon’un hafif süvari alayını keşif etmeleri için gönder­ di. Aslında Bülow kımıldamamıştı. Onun öncüleri fazla zayıf olduk­ larından, şu anda saldırıya cesaret edemiyorlardı. Fakat akşam üstü saat beş olduğundan, Wellington’un tehlikede olduğunu gö­ ren Blücher, saldırı buyruğu verdi ve Bülow’a şu unutulmaz sözle­ ri söyledi: «İngiliz ordusuna soluk aldırmak gerekir.» Hemen sonra Losthin, Hiller, Hacke ve Ryssel tümenleri öne fırladı, PrusyalI Prens Guillaume’un süvarileri Paris ormanından çıktılar. Placenoit alevler içindeydi ve Prusya gülleleri dolu gibi ya­ ğarak, Napoleon’un ayaklarının önüne düşüyordu.

318

12 MUHAFIZ ALAYI Sonrası herkesin bildiği o üzücü gerçekler. Üçüncü bir ordunun meydana çıkışı, birden gürleyen seksen altı top, Bülow’un saldırı­ sı, Blücher’in yönettiği Zieten Süvari Alayı, geriletilen Fransızlar, Ohain yaylasından atılan Marcognet, Papelotte’dan çıkmak zorun­ da kalan Durutte. Gerileyen Donzelot ve Quiot, yolu kapatılan Lo­ bau. Parçalanan bir alaya dayanan, yepyeni bir savaş. Karanlık çökerken, parçalanan ordularımızın üzerine çöken yepyeni bir savaş. Saldırıyı canla başla sürdüren İngilizler, Fransız Ordusundaki o büyük yarık... İngiliz topçularına katılan o Prusya topçularının birleşmelerine, cephedeki karışıklık, yıkım ve bozgun ve tam o sırada, görünen Muhafız Alayı. Öleceğini bilen, bu yiğit askerler, aynı ağızdan: «Yaşasın impa­ rator!» diye bağırdılar. Ölümün eşiğinde, komutanını alkışlayan bu gözüpek kişilerin cesareti tarihe altın harflerle yazılmalıdır. Gökyüzü gün boyunca, bulutlarla kaplıydı. Derken akşam saat sekizde ufuklar açılmış ve batan güneş büyük kırmızı bir top gibi görünmüştü. Yıllar önce, Austerlitz’de aynı güneşin doğuşunu gör­ müşlerdi. Muhafız ordusunun her taburunu bir general yönetiyordu. Fri­ ant, Michel, Roguet, Harlet, Mallet, Poret de Morvan hepsi orada hazırdılar. Topçular başlarında kartalla süslü o tüyiü kalpaklar sis­ ler içinde belirdiklerinde, düşman birden Fransa’ya derin bir saygı duyarak titredi. Sanki yirmi utku birden savaş meydanına girmişti, yenenler kendilerini yenilmiş sayarak, gerilediler fakat Wellington yüksek sesle buyruk verdi: «Ayağa kalkın muhafızlar, sağlam nişan alın!» Çalıların arkasına sinen o kızıl ceketli İngiliz askerleri ansızın ayağa fırladılar ve mermiler bir anda üç renkli Fransız bayrağını li­ me lime etti, İmparator’un ordusu bozguna uğradığını anlamıştı. Deminki «Yaşasın imparator» seslenişi yerine bu kez, «Kaçın, ca­ nınızı kurtarın!» sesleri yükseldi. Fakat Muhafız ordusu buna rağ­ 319

men, gerilemedi, her adımda düşenler çoğalıyordu. Ama onlar yi­ ne de, öne fırlamayı sürdürüyorlardı. Bu intiharda çekinen, karar­ sız kalan olmadı. Er, general ölçüsünde kahramandı. Adamlar sı­ rayla göğüslerini düşman mermilerine hedef ettiler. Şaşıran Ney(*) de, bu karmaşanın içindeydi. Beşinci atı da al­ tında vurulup yere serildi. Ney yüzünden terler boşanarak, ceketi­ nin düğmeleri kopuk, apoletlerin biri kılıçla koparılmış perişan hal­ de, elinde kırık kılıcıyla, alev saçan gözlerini düşmana çevirip öne atıldı. «Gelin! Savaş meydanında bir Fransız mareşalinin nasıl öldü­ ğünü görün!» diye kendisinden geçmişçesine bağırıyordu. Ama boşuna ölmedi. Çok öfkeliydi, hatta bir ara Drouet’ye şöy­ le seslendi: «Sen kendini öldürtmek istemez misin?» «Yüce Tanrım, neden sanki şu İngiliz gülle ve mermileri karnı­ ma saplanmıyor?..» Şanssız adam, sen Fransız kurşunlarıyla vurulacaktın!.. 13 FELAKET Bu bozgun çok acıklıydı. Ordu her taraftan kaçmaya başladı, çözülme başlamıştı. Bütün cepheler dağılmıştı. Bazıları «İhanet!» diye bağırıyor, bazıları: «Kaçın, canınızı kurtarın!» diye. Dağılan bir ordu, eriyen buzlara benzer. Her şey çatlıyor, eriyor, geriliyor, yüzüyor ve kayboluyordu. Ney, bir at bulup bindi ve şapkasız, kravatsız, kılıçsız; orduyu toparlamak, kaçanlara engel olmak için öne sürdü atını. Bu arada şaşkınlığından İngiliz ve Belçikalıları da durduruyordu. Orduya sesleniyor, yalvarıyor, hakaret ediyordu. Askerler «Yaşasın Mareşal Ney!» diye seslenip, onun yanın­ dan kaçışıyorlardı. Bozgunların en korkuncu, sürüyordu. Napoleon Muhafız Ala­ (*) General Ney: 1815 yılında yargılanmış ve Kral yanlısı Fransız Savaş Divanı tarafından kurşuna dizilmişti.

320

yından artanları toparlamak için, yok yere çırpınmıştı. Quiot, Vivi­ an’ın önünden geriliyor, Kellermann Vandeleur’den kaçıyordu, Lo­ bau, Bülow tarafından sıkıştırılmıştı, Morand Firch’ten kaçmış Do­ mon ve Subervie ise Prusyalı Prens Guiliaume’un askerleriyle ku­ şatılmıştı. İmparator’un Muhafız Alayını yöneten Guyot, İngiliz dra­ gon erlerinin önünde düşmüştü. Napoléon kaçakların arkasından atını dörtnala sürüyordu, onlara öğütler veriyor, emirler dağıtıyor, yalvarıyor, gözdağı veriyordu. Sabahleyin, «Yaşasın imparator!» diye bağıran bütün bu adamlar şimdi sanki onu tanımaz gibi yapı­ yorlardı. Bu arada çıkagelen Prusya Süvarileri uçarcasına ileri atıl­ mış, karşısına çıkanları kılıçtan geçiriyor, öldürüp yok ediyordu. Top arabalarının atlarını çözen Fransızlar, Paris yoluna vur­ muşlardı. Herkes kaçmak için itişiyor, birbirini ezerek alabildiğine hızlı bu savaş alanından uzaklaşmaya bakıyordu. Yollar, patikalar, köprü ve tepeler, vadi ve ormanlar korkup kaçan insanlarla dol­ muştu. Kederli inlemeler, başaklar arasına atılan heybe ve tüfek­ ler... Artık kimse kimseyi tanımıyordu, ne komutan vardı, ne su­ bay, ne de er!.. Tam bir mahşer... Birkaç saat önceki aslanlar, ka­ racalara dönmüştü, işte bu bozgunun tanımlaması. Genappe’de bir deneme yapıldı. Düşmanı püskürtmek için Lo­ bau üç yüz askeri toparlayarak köyün girişinde bir barikat kurdu. Ama PrusyalIların ilk gülleleri yağmaya başlayınca hepsi kaçışma­ ya başladı ve Lobau yakalandı. Kovalama müthiş oldu. Blücher bir katliam buyruğu verdi. Roguet, kendisine bir Prusyalı esir getire­ cek her Fransız erini ölümle tehdit etmişti. Aynı Muhafız Alayının generali Duhesne Genappe de bir hanın kapısına kıstırılmıştı, kılı­ cını bir muhafız subayına teslim etti. Subay kılıcı, alıp esire sapla­ yarak onu öldürdü. Zafer, yenilenlerin öldürülmeleriyle sona erdi. Kocamış Blücher şerefini kaybetti, onun gaddarlığı felaketi iyice katmerleştirdi. Bo­ zulan ordu acılar içinde Genappe’dan yola çıkarak Dört Kol (Quat­ re Bras)’dan, Gosselies’den geçti, Chareroi’yı geride bırakıp Thu­ in’i de geçerek sınırda durdu. Bu kaçan ne yazık ki Büyük Or­ du’ydu. Bu beklenmedik bozgun, bu çözülme, tarihte anılan en büyük 321

cesaretin çöküşü nedensiz mi oluştu? Hayır. Siyah bir gölge Waterloo’yu kapladı. Bu kader günü oldu. İnsanoğlunun gücünü aşan bir güç, o gün kendisini gösterdi. Avrupa’yı yenenler, kendileri de yenik düştüler. O günden sonra, dünyanın geleceği değişti. Water­ loo, bir gong sesinin ölümü bildirişi. O büyük adamın yok olması yeniçağ için kaçınılmazdı. İşte kahramanların bile paniklemeleri bu yüzdendi. Tanrı böyle istemişti. Karanlık bastırırken, Genappe civarlarında Bernard ve Bert­ rand adlı generaller atından inmiş, onu yularından çekerek düşün­ celi ve dalgın, nereye bastığını görmeden yürüyen bir adamı ceke­ tinin eteğinden tutup durdurdular. Bu uyurgezer adam Waterloo’ya geri dönen Napoleon’du. O büyük hayalinin yıkılışına inanmak is­ temiyordu. 14 SON BÖLÜK Muhafız Alayından birkaç bölük gece saatlerine kadar teslim ol­ madılar. Geceyle ölüm de gelecekti. İşte o zaman bu korkunç ka­ rartıların kendilerini kuşatmasını beklediler. Her bölük kendi alayın­ dan ayrılmıştı ve yalnız ölüyordu. Bu son direnç için, bazıları Ros­ sonne Tepelerinde, bazıları da Mont Saint-Jean Yaylalarında ko­ nuşlanmışlardı. Orada terk edilmiş, yenilmiş bu kahramanlar, can veriyorlardı. Orada Ulm, Wagram, Lenâ, Feriedland ölüyordu, Gün battıktan epey sonra, gece saat dokuzda Mont Saint-Jean yaylasının yamaçlarında tek bir bölük kalmıştı. Bu bölüğe şimdiye dek adını duyurmayan bir subay komuta ediyordu: Cambronne. Her ateş açılışında bölük birkaç askerini yitiriyordu, top ateşine tü­ fekle yanıt veriyordu. Bu bölükler sadece bir avuç asker kaldığında, sancakları kur­ şunlarla lime lime olduğunda, kurşunlarını tüketip onları sopa gibi kullanmayı düşündüklerinde, ölülerin sayısı canlıların sayısını kat kat geçtikten sonra, birden İngilizler bu cesur ölülere karşı derin bir saygı duydular. Bir an için İngiliz topları gürlemeyi bıraktı. Kısa bir 322

mola. Derken karanlıkta bir ses duyuldu. General Colville ya da General Maitland, onlara şöyle seslendi: «Ey cesur Fransızlar, teslim olun!» Cambronne şu yanıtı verdi: «Bok!..» 15 CAMBRONNE Fransız okur kendisine saygı gösterilmesini istediği için, belki de bir Fransız’ın söylediği en güzel kelime olan söz ona yinelene­ mez. Tarihte yüceliğe tanıklık yasaktır. Bütün bu sorumluluğu üstlenip, biz bu yasağı çiğniyoruz. Onun bu sövgüsü, tarihe geçecekti... Bütün bu devler arasında bir Titav(*) vardı, o da Cambronne'du. Bu sözü edip, sövdükten sonra ölmek. Bundan daha iyi bir şey düşünülebilir mi? Fakat bir gülle ile yaralanmasına rağmen, bu ce­ sur adam ölmediyse, bu da onun kabahati değildir. Waterloo savaşını kazanan, bozguna uğrayan Napoleon değil­ di, saat dörtte gerilemeye hazırlanan Wellington da olmadı. Bu sa­ vaşı kazanan cesur Cambronne’dur. Felakette bu yanıtı vermek, alınyazısına bu küfrü haykırmak, düştükten sonra kalkmak, kaba bir küfrü yüceleştirmek, bu yengi­ yi tek bir kelimede özetlemek, bu sahiden çok az kişiye nasip olan bir kahramanlıktır. Bu, yıldırıma sövmekten farksızdır. Felakete bu karşılığı vermek, bunu geleceğe söylemek, gele­ cekteki aslana bu temeli, bu tabanı vermek, gecenin yağmuruna, Hougomont’un alçak duvarına, Ohain’in çukur yoluna, Grouchy’nin gecikmesine, Blücher’in gelişine bu karşılığı vermek, mezar içinde kırıc" alay olmak, düştükten sonra da ayakta kalacak gibi davran­ mak, bir hece içinde bütün Avrupa Birliğini boğmak, Caesar’lar ça­ (*) Titav: Devlerin ilahı. Jüpiter’le boy ölçüşmek istemiş ve onun öfkesine uğ­ ramıştı.

323

ğından beri bilinen ayakyolunu krallara hediye etmek, onu Fran­ sa’nın şimşeğini katarak kelimelerin en sonuncusunu en başa ge­ çirmek, Waterloo’yu küstahça, terbiyesizce bir karnavalla kapat­ mak, Leonidas’ı Rabelais ile tamamlamak, söylenmesi mümkün olmayan, olağanüstü bir kelimeyle bir zaferi özetlemek, toprak kaybedip Tarihi kazanmak, bu kanlı hesaplaşmadan sonra gülen­ leri kendinden tarafa çekmek çok zahmetli bir iştir. Yıldırıma hakarettir bu; Aiskhulos’un konu aldığı yüceliğe çıkar bu. Cambronne’un bu sövmesi bir ikilik oluşturdu. Kim yendi, Wel­ lington mu? Hayır. Blücher yardıma yetişmese, o mahvolmuştu... Blücher mi yendi? Hayır. Wellington başlamasa o hiçbir şey yapa­ mazdı. O İngiliz Komutanının başlattığını bitirdi. Fakat Cambron­ ne, kimsenin adını bile bilmediği subay, can vermek üzere bulun­ duğu sırada, hayata alaylı bir küfür haykırıyordu... insan, bunun karşısında nasıl heyecanlanmaz? Avrupa’nın bütün kralları, mutlu generaller, alev saçan savaşçı­ lar, utku kazanmış yüz binlerce asker ve onların arkasında bir mil­ yon asker daha var, Napoleon’u ezdiler; onun Büyük Ordu’sunu yendiler. Sadece Cambronne kaldı. Evet, işte bu adsız subay, kar­ şı koyma cesaretini gösterdi. Karşı koydu ve bir kılıç arar gibi etki­ li bir söz aradı ve ağzına tükrük gibi gelen bu sövgüyü düşmanın yüzüne tükürdü. Bu hem olağanüstü, hem de fazla parlak olmayan bu utku karşısında, bu zavallı adam doğruluyor; zaferin ağırlığı al­ tında kalıyor fakat onun hiçliğini anlıyor; onun yüzüne tükürmekten daha kötüsünü yapıyor; sayıca üstünlüğün, gücün ve malzemenin eksik ezikliği altında ruha bir ifade buluyor: Bok! Bir daha söylüyo­ ruz: Bunu söylemek, bunu yapmak, bunu bulmak muzaffer olmak­ tır. Dâhilerin ruhu bu sıradan subayın ruhuna girdi. Rouget de l’is­ le in Marseilleise’yi(*) bestelemesi gibi Cambronne da o etkili küfrü buldu. Bu sanki Tanrı’nın estirdiği bir rüzgârla olmuştu. İşte can ver­ (*) Marseilleise: Fransız ulusal marşı. Roufet de l'isle bestelemişti.

324

meye hazır bu cesur adamlar aniden kalktılar. Biri, ulusal marşı söylüyor, diğeri korkunç bir nara atıyor. Cambronne sövüyordu. Avrupa'ya değil, bunu geçmişe fırlatmıştır. Onu duyan, bu adamda o eski mitolojik devlerin ruhunun canlandığına inanıyor; Danton ya da Kleber kükrüyormuş gibi. Cambronne'un bu yanıtına Wellington «Ateş» emriyle karşılık verdi. Tepe gülle sesleriyle sarsıldı. Müthiş bir duman gökyüzünde yükselen ayı, kararttı. Duman dağıldığında, hiçbir şey kalmadı. Muhafız Alayı kalmamıştı. Muha­ fız alayı kaybolmuştu. Bu canlı istihkâmın dört duvarı yerdeydi, ce­ setler arasında sağda solda tek tük kıpırtılar görünüyordu. Ve işte böylece Roma lejyonlarından daha ünlü olan Fransız alayları, Mont-Saint-Jean’da, yağmur ve kanla yıkanan toprakların üzerin­ de, karanlık ekinlerin arasında, şimdi sabahın dördünde ıslık çala­ rak, neşeyle atını kırbaçlayarak, Nivelles posta arabasını götüren Joseph’in geçtiği yerde can verdi. 16

HER ŞEY BİTTİ Waterloo savaşı hiçbir zaman çözülmeyen bir bilmecedir. Ka­ zananlar bile bunu hakkıyla çözemediler. Napoleon için bu bir pa­ nikti. Blücher bir şey anlayamamıştı, Wellington bir anlam veremi­ yordu! Askeri raporlara bakılsa, kimse işin içinden çıkamaz. Yorumlar da allak bullak. Bazı tarihçiler, savaşı dört kısma ayırır, bazıları, üç kısımdan söz eder. Tarihçileri çoğu gözleri kamaşmış gibi kesin bir yorumda bulunamadı. Bu müthiş savaşta insanların rolü epey önemsiz... Wellington veya Blücher’den Waterloo'yu almak, İngiltere’den ya da Almanya’dan bir şey koparmak değildir. Halklar kılıçlarının güçlerine göre ölçülmezler. Waterloo’da, yalınkılıç düşmanlarını öl­ düren Almanlar’ın o günlerde «Goethe» gibi usta bir şairi, bir ya­ zarı vardı. Wellington’un İngiltere’sinde de o yıllarda «Lord Byron» parlıyordu. 325

Almanya ve İngiltere kültür bakımından on dokuzuncu yüzyıla mühür basmış oldular. Waterloo’nun bu kalkınmada bir işlevi olma­ dı... Sadece barbar uluslar, uygarlıklarını savaşların sonuçlarına bağlar. Fakat ilkel uluslarda bir utku, ansızın kalkınma yaratır. Bu, bir fırtınayla kabaran sellerin geçici gururu, kibridir. Uygar uluslar, özellikle yaşadığımız çağda, bir komutanın iyi, ya da kötü şansıy­ la ne yükselir, ne de alçalır. İnsanlık içinde onların özgül ağırlığı bir çarpışmadan daha üstün bir şeyden kaynaklanır. Onurları, Tan­ rı’ya şükür, saygınlıkları, ışıkları, dehaları kahramanların, fatihlerin -şu kumarbazların- savaş piyangosuna koyabildikleri birer sayı değildir. Çoğu zaman kaybedilen savaş, kazanılmış ilerlemedir. Daha az şan, ün, daha fazla özgürlük. Trampet susar, akıl konuş­ maya başlar. Kaybeden kazanıyor oyunu. Öyleyse, Waterloo’dan her iki taraftan da sakince söz edelim. Tesadüfün hakkını tesadü­ fe, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya teslim edelim. Waterloo nedir? Bir za­ fer mi? Hayır. Piyangodan çıkan dübeştir. Fransa’nın parasını öde­ diği, Avrupa’nın kazandığı bir piyango. Buraya bir aslan oturtmaya değmezdi. Aslında Waterloo tarihin en tuhaf karşılaştırması, Napoleon ve Wellington. Onlar yalnızca düşman değil, karşıtlardı. Birbirinden bunca değişik yapıda iki insan, asla düşünülemez. Bir yandan da­ kiklik, kehanet, sağlanan bir gerileme, alandan faydalanan bir sa­ vaş stratejisi, bölükleri dengeleyen bir hesaplama, saat elde ayar­ lanan bir çarpışma. Hiçbir şeyi şansa bırakmamak, eski klasik ce­ saret, tam bir uygunluk. Beri yanda sezgi ve anlayış, kadere inan­ mak, her atılışı yerinde bir kavrayış, bir bakışla görme, bir kartal gözüyle bakan ve yıldırım gibi çarpan bir güç, bir savaşma deha­ sı, derin bir ruhun olanca sırları. Yazgıya, nehir, ova, orman, tepe ve gölle birleşerek onları kendi denetimi altına alma inancı, savaş­ ta acımasızlaşan bir yetke. Strateji bilimine karışan bir talihe inanç. Wellington savaşın, belki hesap uzmanıydı. Napoleon ise savaşın Michel-Angello’su. Ama bu kez hesap, dehayı yendi. Her iki yan da kendilerine utku kazandıracak birini bekliyordu. Ama yine de doğru hesaplayan kazandı. Napoleon, Grouchy’yi bekliyordu, o gelmedi. Wellington Blücher’i bekledi, o geldi. Wel­ 326

lington rövanşını kazanan klasik çarpışma yöntemiydi. Bonaparte yengisinin ilk günlerinde bu klasik savaşla İtalya’yı yenmişti. Yaşlı baykuş, genç atmacaya dayanamamış, kaçmıştı. Napoleon Bona­ parte, eski savaş usullerini alaşağı etmiş gibiydi. Kimdi bu, yirmi al­ tı yaşındaki genç KorsikalI? Hiçbir şeyi olmayan, yiyeceksiz, cep­ hanesiz, topsuz, neredeyse yalınayak, adam gibi bir ordusu bile bulunmayan, bu serüvenci? Avrupa’yı kasıp kavuruyor, zafer üze­ rine zafer kazanıyordu. Nefes bile almadan, en güçlü krallık ve im­ paratorlukları deviren bu genç subay kimdi? Kendini ne sanıyordu bu genç baldırıçıplak? Harp Okulu onu reddediyordu. Eski krallığının yeni yönetime olan kini. Ne yazık ki bu kin, son sözünü 1815’te Waterloo’da etti. Kader bu haksızlığı kabul etti. Yıpranmak üzere olan Napoleon, karşısında genç bir hasım buldu. Waterloo ikinci sınıf bir komutanın kazandığı birinci sınıf bir sa­ vaştır. Waterloo’da İngiltere’ye, İngiliz istemine, İngiliz kanına be­ ğeni duymak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Aslında savaşı Welling­ ton kazanmadı, o disiplinli İngiliz Ordusu kazandı. İngiltere Wellington’u bu kadar yüceltmekle kendisine haksızlık etmiş oldu. O vefasız Wellington, Lord Bathurst’a yolladığı bir mek­ tupta 1815’te Waterloo zaferini kazanan ordu için, «Zayıf bir ordu» demişti. Waterloo topraklarına gömülü o cesur İngilizlerin kemikle­ ri bu suçlamayla sızlamaz mı? Evet Wellington, belki disiplinli ve kararlı davrandı, hiç yılmadı, direnmeyi bildi, ama savaş alanına düşenler son ana dek, gayda­ sını çalmaya devam eden o İskoçyalı çalgıcılar, süvariler, mermi­ ler altında göz kırpmadan ilerleyen o Maitland ve Mitchell ordula­ rı... Bize kalırsa Waterloo’yu İngiltere, İngiliz askerine borçludur. O Wellington’un heykelini yapacağına, İngiliz askerini simgeleyen bir heykel yaptırsa daha yerinde davranmış olurdu. Ama kim bilir, belki yüce İngiltere, bu sözler için bize küsebilir. Onlar hâlâ monarşiye, soyaçekime, sınıf farkına inanıyorlardı. Halk olarak onlar sadece soylulara taparlar. Bir işçi aşağılanmaya bo­ yun eğer, bir asker kamçılanmaya sesini çıkarmaz. Dedikodulara 327

göre, İnkermenn savaşında bir çavuş bütün bir orduyu kurtarmış­ tı, ama onun adı bile askeri bültende yer almamıştı, çünkü Lord Raglan, raporunda, subay olmayan hiçbir adamın adını yazmazdı. Waterloo gibi bir savaşta, en büyük rolü kader üstlenmiştir. O yağan yağmurun çamura buladığı yollar, Hougomont’un surları, Ohain’in o çukurlu yolu, top sesini alamayan Grouchy, Napoleon’u şaşırtıp aldatan «o hain kılavuz Lacoste». Oysa Bülovv’a rehberlik eden o genç çoban, onu doğru yoldan çevirmekle, ona zaferi sun­ muştu. Şunu da belirtmek gerekir ki Waterloo’da savaştan çok, katliam oldu. Cephe savaşları arasında Waterloo, savaşçı sayısına oranla en dar cephesi olan savaştır. Napoleon, üç çeyrek fersah, Welling­ ton, yarım fersah; her iki tarafta yetmiş iki bin asker. Bu yoğunluk gırtlak gırtlağa gelmeyi oluşturdu. Hesaplayıp şu dengeyi kurdular. İnsan kaybı: Austerlitz’de Fransızlar yüzde on dört; Ruslar yüzde otuz; Avsuturyalılar yüzde kırk dört. Wagram’da Fransızlar yüzde on üç, AvusturyalIlar yüzde on dört. Moskova’da Fransızlar yüzde otuz yedi, Ruslar kırk dört. Bautzen’de Fransızlar yüzde on üç, Ruslarla PrusyalIlar ön dört. Waterloo’da Fransızlar yüzde elli altı, Müttefikler otuz bir. Waterloo için genel toplam yüzde kırk bir. Yüz kırk dört bin savaşçı, altmış bin ölü. Günümüzde Waterloo Ovası bütün diğer ovalar gibidir. Fakat geceleyin bir tür sisin bürüdüğü bu ovada, yolunu kaybeden bir yolcu korkunç şeyler görebilir. Bu yolcu tekinsiz Filibe ovalarının karşısındaki Virgilius gibi bakıyor, dinliyor, hayale dalıyorsa, fela­ ketin sanrısı onu heyecanlandırır, sıkıca yakalar. O lanetli 18 Ha­ ziran gecesini tekrar yaşar, tepedeki o aslan heykeli silinir, savaş meydanı olanca çıplaklığıyla ortaya çıkar. Ovada alay alay piya­ deler, geçit yapar, ufuklardan nal sesleri gelir, o dalgın yolcu, kı­ lıçların parlamasını görür, bir çukurdan bir inilti yükselir. Bütün şu gölgeler, bunlar, Napoleon’un en sevdiği askerleri o Grenadi­ er’ler, parıltı saçanlar, o zırhlı süvariler. Bu iskelet Napoleon, şu iskelet Wellington’un ta kendisi. Geceleyin gölgeler hâlâ savaşır, uçurumlar alevler saçar, ağaçlar titrer, bulutlarda bile kızıltılar be­ 328

lirir. Bütün bu savaş alanları Mont Saint-Jean, Hougomont, Frisc­ he Mont, Papelotte, Palcenaoit tümü de hortlakların dolaştıkları tekinsiz yerlerdir. 17 WATERLOO İÇİN DÜŞÜNMEK Hayli liberal bir akım, Waterloo'dan nefret etmez. Biz aynı fikir­ de değiliz. Bizim için Waterloo hiç umulmadık bir felakettir. Bir yav­ ru kartalın böyle bir yumurtadan çıkması akla ziyan bir olaydır. Aslında Waterloo devrime karşı kasıtlı bir zaferdir. Fransa’ya karşı savaşan Avrupa. Petersburg, Berlin, Viyana’nın, Paris üstü­ ne yürümeleri. Bu 18 Haziran 1815’te yıllar öncesine bir saldırı, 1789 yılının 14 Temmuzu’na bir saldırıdır. Bu, Monarşilerin isyan edip Fransa’dan intikam almalarıdır... Yirmi altı yıldır, coşan bir halkı sindirmektir, işte Bruswick, Nas­ sau, Romanoff, Hophenzollern, Habsbourg ve Bourbon Prenslikle­ rinin birleşip monarşiyi koruma gayretleridir. Waterloo, Tanrı adaletinin bir tecellisi olmuştur. Waterloo’nun yedeğinde kutsal hak vardır. Şurası bir gerçektir ki, imparatorluk ti­ ran olduğundan, eşyanın olağan tepkisiyle krallık ister istemez li­ beral olacaktı, yenenlerin engin acısına karşın, istemeyerek, Waterloo’dan meşruti bir düzen çıktı. Çünkü Devrimi tam olarak yen­ mek mümkün değildir ve kesinlikle olması gerektiğinden, kaçınıl­ maz bir şey olduğundan sürekli meydana çıkar: Waterloo’dan ön­ ce eski tahtları deviren Bonaparte’ın karakterinde, Waterloo’dan sonra Anayasayı veren ve ona uyan XVIII. Louis’nin karakterinde. Napoléon, Fransızlara eşitlik tanımak istemiş, ama bunda ba­ şarılı olamamıştı. Napoli tahtına bir arabacıyı geçirmiş, İsveç tah­ tını eski bir çavuşa emanet etmişti. Eşitliği kanıtlamak için eşitsiz­ liği kullanmış Saint-Quen’de, XVIII. Louis İnsan Hakları Bildirgesi­ ne imza atmıştı. Devrim’in ne olduğunu anlatmak ister misiniz? Buna gelişme de diyebilirsiniz. Gelişmenin kesin tanımını merak ederseniz, ona da yarın diyebilirsiniz. Yarın yolunu yapmakta hiç hataya düşmez. 329

Bugünden işe koyulur, Wellington’u kullanır. O sadece bir asker olan Foy’u bir konuşmacıya dönüştürür. Hougomont’a yenilen Foy, daha sonra kürsüde kendisini gösterecektir. İlerleme işte böyle bir yol izler. Bu işçi için kötü gereç yoktur. Hiç şaşırmadan, Alplerin üzerinden geçen adamı da, Elyssee Babanın sarsak ihtiyar saf hastasını da kendi ilahi işine uyarlar. Komutandan olduğu gibi, bacakları hasta ihtiyardan da faydalanır; ilkinden dışa­ rıda yararlanır; diğerinden, içerde. Waterloo, Avrupa tahtlarının dev­ rilişini kılıçla durdurup, devrimci eylemlerin başka yönde gelişmele­ rinden başka bir yarar sağlayamadı. Kılıç kullananlar işlerini yaptı­ lar, sıra bilgelere geldi. Waterloo’nun durdurmak istediği yüzyıl onun üzerinden geçti ve yoluna gitti. Bu lanetli zaferi özgürlük yendi. Özetle ve tartışılmaz biçimde söyleyebiliriz ki, Waterloo’da üs­ tün gelen, Wellington’un arkasında gülümseyen, söylenenlere gö­ re Fransa’nınki de dahil, bütün Avrupa mareşallik asalarını ona ge­ tiren, aslanın kümbetini yükseltmek için kemik artıklı toprakları ne­ şeyle arabalar dolusu taşıtan, bu altlığa fiyakayla 18 Haziran 1815 tarihini yazan, geri çekilenleri kılıçtan geçirmekte Blücher’e cesa­ ret veren, Mont-Saint-Jean Ovasının tepesinden bir ava saldırır gi­ bi Fransa üstüne eğilen sürekli, karşı-devrimdir. Şu haince «böl, parçala» kelimelerini mırıldanan, karşı-devrimdir. Paris’e gelince, volkan ağzını yakından gördü, bu külün ayaklarını yaktığını anladı ve fikrini değiştirdi. Bir emrin kekelemesine geri döndü. Özetleyelim, Waterloo’nun nasıl bir etkisi oldu? Waterloo’da olanı görmeliyiz, istenilen bir özgürlük mü? Ha­ yır... Aslında karşı-devrim istemeyerek liberal sayılırdı. Paradoks içeren bir deyimle Napoleon’un da istemeyerek devrimci olduğunu söyleyebiliriz. Aslında 18 Haziran 1815’te atından alaşağı edilen Napoleon değil, Robespierre’di. 18

KUTSAL HAKKIN CANLANMASI Diktatörlüğün bitimi. Avrupa’nın bütün bir sistemi darmadağın­ dı. İmparatorluk, Roma’nın çöküşüne benzeyen bir gölge arasında 330

yok oldu. Barbarlar çağında olduğu gibi uçurumdan kurtulunur. Ama şu var ki, 1815 yılının barbarlığı, daha doğru adıyla, «Karşı­ devrimin soluğu epey zayıftı, hemen tükendi. İmparatorluğun uzun bir süre matemi tutuldu. Hem de cesur insanlar tarafından. Aslında imparatorluk zaferdi. XVIII. Louis Paris’e girdi. 8 Temmuz günü, onun başkente giri­ şi danslarla kutlandı. Tuilleries Sarayı’nın kubbesine asılan bayrak, bembeyaz bir bayraktı. Sürgündeki kral tahtına çıkmıştı. Hart­ well’in çam masası, Kralın zambak çiçekleriyle süslü koltuğunun karşısında durdu. Austerlitz zaferi, çoktan mazide kalıp unutulmuş­ tu. Kilise, otoritesine tekrar kavuşmuştu. Kilise önceden olduğu gibi tahtın en güçlü dayanağı oldu. Av­ rupa barışa kavuşmuştu. Beyaz kokartını taktı. Trestaillon ün ka­ zandı, Orsay köprüsündeki taş süsleri üzerinde Latince «non Plu­ rivus İmpar»(*) sözleri yeniden göründü, imparatorluk Muhafız Ala­ yının bulunduğu yerde kızıl bir ev yapıldı. Carrouessel Anıtı, Marango ve Arcole yengilerinden utanır gibi, bunların yerine Angoûleme Dükünün heykeliyle süslendi. Devrim kurbanlarının mezarı olan Madeleine Mezarlığı mermer ve akikler­ le bezendi. Çünkü XVI. Louis ile Marie-Antoinette’in naaşları ora­ daydı. Onları onurlandırmak gerekiyordu. Vincennes ormanında Enghien Dükünün vurulduğu yere, mermer bir sütun yapıldı. Dük’ün idamından bir ay sonra Napoleon İmparator tacını giymiş­ ti. Taç giymeyi kutsayan Papa Pie VII, bu kez de Napoleon’un dü­ şüşünü kutsadı. Bu arada Schonbrunn Sarayında dört yaşlarında küçük bir prens yaşıyordu. Artık kendisine Roma Kralı(**) demek yasaklandı. Evet bütün eski krallar, hakları olan eski tahtlarına kavuştular. Bu arada Avrupa’nın egemeni bir kafese tıkılmıştı. Eski yönetim, yeni yönetim oldu. Bütün bunlar bir yaz günü, gencecik bir çoba­ (*) No Plurieus impar: diğerlerinden farklı değildir (Latince). (**) Roma Kralı: Napoleon ile Viyanalı arşidüşes Marie-Louise’in sonra Viyana'da yaşayacak Reichtag Dükü adını alacak ve tüberkülozdan ölecekti.

oğlu. genç

Daha yaşta

331

nın bir Prusyalı generale «Bu yol kestirmedir» demesi yüzünden olmuştu. 1815 yılı, loş bir bahardır. Eski hastalıklı gerçekler, tekrar hort­ ladı. Yalan 1789’la birleşti. İlahi Hak, yeni bir kanunla örtüldü. Önyargılar, boş inançlar, yeni bir kanun altında sözüm ona libe­ rallik maskesiyle ışıldatıldılar. Tıpkı bir yılanın kabuk değiştirmesi gibi. Napoléon, insanoğlunun güçlenmesinde ve aşağılanmasında rol üstlenmişti, işte bu da, o Büyük Adam’ın, affedilmez yanlışı ol­ du! O, geleceği hiçe saymıştı. Bu arada halklar da kendisini hâlâ unutamamıştı. Ondan söz ediliyordu. Nerede? Ne yapıyor? Bir yolcu Marengo gazilerinden birine «Napoléon öldü» demişti. O Gazi, o eski asker, kederli bir gülüşle: «Hadi canım,» dedi, «o mu ölecek? Siz onu tanımazsınız, o öl­ mez!» Napoleon’un yokluğu Avrupa üzerine karanlık bir gölge çökert­ mişti. Engin bir boşluk. Krallar bu boşluğu doldurmak istediler. Köhne Avrupa, bir refor­ ma karar verdi. Bir Sainte-Alliance «Kutsal Birleşme» kuruldu. Tekrar kurulan bu eski Avrupa karşısında yepyeni bir Fransız’ın manzarası çiziliyordu, imparatorun ciddiye almadığı gelecek gö­ ründü. Alnında özgürlük yıldızı vardı. Genç kuşakların ateşli göz­ leri ona döndü. Ama epey garip bir şey daha oluştu. Gençler hem özgürlük adını taşıyan geleceğe gönül indirirken, geçmişin de öz­ lemini çektiler: Napoléon. O yüreklerde tekrar taht kurdu. Düşen Napoléon, ayaktaki Napoleon’dan daha yüce görünüyordu. Onu yenen uluslar, kendisinden korktular. İngilizler ona gardiyan olarak Hudson Lowe’u verdiler. Onun o kollarını birleştirip kafa tutan du­ ruşu kralların kâbusu olmuştu. Rus Çarı Alexandre ondan söz ederken, onun «Uykularını kaçırdığını» söylüyordu. Evet bu haya­ let eski dünyayı titretiyordu. Ufukların arkasında Sainte-Helene Adasının kayalıklarını sivrildiğini bilmek, kralları tahtlarında tedirgin ediyordu. Napoléon Longwood’da can çekişedursun, Waterloo’da şehit 332

düşen o altmış bin asker, toprak altında çürüdüler. Onlardan yayı­ lan huzur dünyayı sardı. Viyana Kongresi 1815’in yeni kanunlarını yazdı. Avrupa’da buna «Restorasyon» adı verildi. İşte Waterloo bunu yapmıştı. Fakat sonsuzluğun derdi mi bu! Bütün bu kasırga, bütün bu bu­ lut, bu savaş, sonra bu barış, bu karanlık, bir dal ottan diğerine uçan kartalı eşit tutan o engin gözün parıltısını bir an bile gidere­ medi. 19 GECELEYİN SAVAŞ MEYDANI Konumuza tekrar dönmek için o lanetli savaş tarihine geri dö­ nelim. 1815 yılının 18 Haziran gecesi dolunay vardı. Bu aydınlık Blücher’in firarına yardım etmiş ve katliamı kolaylaştırmıştı. Son top sesinden sonra Mont Saint-Jean ovası koyu bir sessiz­ liğe büründü. İngilizler, Fransızlar’ın bıraktığı kampı işgal ettiler. Bu da kaza­ nılan utkuların sonucudur. Yenen her zaman yenilenin yatağında uyur. Bozgundan kaçan PrusyalIlar, önceden gitmişlerdi. Welling­ ton da Lord Bathurst’a raporunu yazmak için, Waterloo ilçesine geçti. Doğrusu buranın savaşta o kadar rolü olmamıştı. Mont Saint-­ Jean’a topa tutulmuş, Hougomont, Papeloette yanmışlardı. Plan­ cenoit da yangından yoğun zarar görmüştü. Heine-Sainte saldırıy­ la elde edilmişti; ama nedense bütün onur, bunda hiç işlevi olma­ yan Waterloo’ya gelecekti. Bizler savaş yanlısı değiliz. Savaşın ne kadar korkunç ve deh­ şet verici olduğunu iyi bilirim. Savaşın hiç saklamadığımız iç kaldı­ rıcı güzellikleri vardır; kabul edelim ki, kimi çirkinlikleri de vardır. Savaşı izleyen sabah, güneş cesetlerin üstüne doğar. Bunu kim yapar? Utkuyu kim böyle kirletir? Utkunun cebine da­ lan iğrenç el kimindir? Ün ve şeref ardında oyunlar eden bu yan­ kesiciler kimlerdir? Kimi filozoflar, bu arada özellikle Voltaire, bunu yapanların utkuyu yaratanlar olduğunu söyler. Derler ki, aynı kişi­ 333

lerdir bunlar, değişen kimse yoktur, sağ kalanlar yerdekileri soyar. Gündüzün yiğidi gecenin uğursuzudur. Eh, sonunda, kendi yarat­ tığı cesedi biraz soymak onun hakkıdır. Bize gelince, buna inanmı­ yoruz. Başarı kazanmak ve ölünün potinlerini çalmak, bu aynı el için imkânsız görünüyor bize. Asıl olan şu ki, zaferden sonra, genellikle hırsızlar gelir. Fakat askeri, özellikle günümüzün askerini bunun dışında tutalım. Her ordunun bir kuyruğu bulunur, asıl suçlanması gerekenler oradadır. Yarasa-insanlar, yarı eşkiya-yarı uşak, savaş adlı ala­ cakaranlığın yarattığı her soydan basık burunlu yarasa, savaş­ mayan üniformalılar, yalancı hastalar, korkunç sakatlar, küçük arabalarla, bazen yanlarında eşleriyle yol alan, önceden çaldık­ larını sonradan satan kaçakçı ordu kantincileri, subaylara reh­ berlik eden dilenciler, hainler, ürün hırsızları... önceden ilerleyen ordular -günümüzden söz etmiyoruz- bütün bunları ardı sıra gö­ türdü; o kadar ki özel deyimiyle bunlara «nal toplayan» denirdi. Hiçbir ordu, hiçbir ulus bunlardan sorumlu değildi. İtalyanca ko­ nuşur, Almanların ardından giderdi; Fransızca konuşur İngilizle­ rin. Cerisoles zaferinden sonraki gece, anlaşılmaz Ficardie şive­ si konuştuğu için aldanan ve onu bizimkilerden sanan Fervacqu­ es Markisi işte bu alçaklardan biri tarafından, Fransızca konuşan bir İspanyol «nal toplayıcısı» tarafından, üstelik savaş meydanın­ da iğrenç biçimde öldürüldü ve soyuldu. Hırsızlıktan hırsız doğu­ yor. «Düşmandan geçinmek» adlı mide bulandıran özdeyiş, sa­ dece sıkıdüzenli olmanın sağaltabileceği bu yarayı oluşturuyor. Aldatan ünler vardır; kimi generallerin büyük olmakla birlikte, ni­ ye bunca yaygın bir üne kavuştukları hiçbir zaman tam olarak an­ laşılmaz. Talana izin verdiği için Turenne’i erleri epey severlerdi; izin verilen fenalık iyiliğin parçası olur; Turenne o kadar iyiydi ki, Palatinat’yı ateşe ve kana bulamalarına izin verdi. Ayrıca, bir hususu daha unutmamak gerekir, bu utkulardan sonra, ölü soyucuları cesetlere dadanıp, ele geçirdiklerini ceple­ rine atarlar. Ama Wellington bu hususta epey katı davranmış, ya­ kalanacak her ölüsoyucuyu kurşuna dizmekle korkutmuştu. Ama 18 Haziran’ı 19 Haziran’a bağlayan gece, ölüler soyuldular. Ya­ 334

kalananlar bir duvar dibinde kurşuna dizilirken, gözü açık soy­ guncular yine de, işlerini yapmaktan geri kalmamışlardı. Ovayı ışıtan ay tekinsiz bir ışık saçıyordu. Gece yarısından hemen sonra, bir adam göründü, yürümü­ yor, sürünüyordu. Bu, bir ölü soyucusuydu. Ne Fransız, ne İngi­ liz, ne köylü, ne de asker. Aslında ona insan bile denemezdi, ölü­ lerin kanlarını emen bir vampir demek daha yerinde. Leş koku­ suna gelmişti. Onun için utku soygun demektir. Kaputa benzeyen bir ceket giymişti, ürkek ve cesurdu. İlerlerken habire geriye ba­ kıyordu. Aniden eğiliyor, yerde sessiz ve kımıltısız duran bir şeyi kur­ calıyor, sonra doğrulup uzaklaşıyordu. Süzülüp gitmesi, tavırları, acele ve esrarengiz el hareketlerine bakarsak, eski Normandiya destanlarının «Alleurs» adını verdikleri ve harabelerde eğleşen, alacakaranlıkta meydana çıkan gulyabanilere benziyordu. Gece dolaşan uzun bacaklı sukuşlarının bataklıklarda böyle­ si gölgeleri olur. Bu sisi merakla inceleyen bir göz, az ötede, Nivelles yolu üze­ rinde, Mont-Saint-Jean’dan Braine-l’Alleud’e kıvrılan, yolun kö­ şesinde, bir kulübenin arkasına sinmiş gibi duran, ağzındaki diz­ gine karşın devedikenlerini yemeye çalışan aç bir eşeğin koşulu olduğu, ziftli hasırla kaplı küçük bir ordu erzak arabasını, bunun içinde de kutuların, çıkıntıların üstünde oturan kadını andırır bir şeyi fark ederdi. Belki de bu arabayla o hırsız arasında bir ilişki vardı. Karanlık fazla kesif değildi, ufuklarda hiç bulut yoktu. Topra­ ğın kana bulanmış olmasından ve gökte parlayan ayın yaslı gibi bembeyaz olmasından, ne çıkar? Çayırlarda, mermilerle kopan, yere düşmeden asılı kalan dallar gece rüzgârında usulca sallanı­ yordu. Bir esinti, bir soluk bile çalıları oynatıyordu. Otların arasın­ da ruhların gidişini andırır titremeler vardı. Uzaktan, belli belirsiz, İngiliz karargâhının nöbetçi ve devriye­ lerinin gidiş gelişleri duyuluyordu. Biri batıda, diğeri doğuda, iki büyücek yalım gibi, Hougo­ mont’la Haine-Sainte tutuşup duruyordu. Bunlara, iki ucunda kı­ 335

zıl ışıklar saçan birer değerli taş bulunan dağılmış bir yakut kol­ ye gibi ufuktaki tepelere enli bir yarım halka halinde yayılan İngi­ liz ordugâhının ateş kordonu da ekleniyordu. O alçak yolun virajını anlatmıştık. Birçok cesur insan için, bu ölümün ne olduğunu düşünmek bile insana dehşet verir. Korkunç olan bir şey varsa, hayali aşan bir gerçek varsa o da şu: Yaşamak, güneşi görmek, erkekliğin olanca gücüne sahip olmak, zinde ve neşeli olmak, rahatça gülmek, önünde duran pı­ rıltılı bir zafere doğru koşmak, göğsünde nefes alan bir ciğeri, atan bir yüreği, düşünen bir iradeyi duymak, konuşmak, düşün­ mek, beklemek, sevmek, bir annesi olmak, bir karısı olmak, ço­ cukları, ışığı olmak ve ansızın, bir haykırış süresince, bir andan daha kısa bir sürede bir uçuruma düşmek, devrilmek, ezmek, ezilmek, buğday başaklarını, çiçekleri, yaprakları, dalları gör­ mek, tutunamamak, kılıcını kullanamamak, altında insanlar, üs­ tünden atlar, nafile bir çırpınmak, karanlıklarda rastgele bir at çiftesiyle kemikleri kırılmak, bir topuğun gözünü patlattığını his­ setmek, bitimsiz bir öfkeyle atların nallarını ısırmak, boğulmak, bağırmak, kıvranmak, bunun altında olmak ve «az önce yaşıyor­ dum!» demektir. Bu acıklı felaketin can çekiştiği yerde şimdi sessizlik hüküm sürüyordu. Çukur yolun bayırı, birbirinden ayrılmayan atlar ve sü­ varilerle dolmuştu. Müthiş bir karmaşa. Bayırın bir karış toprağı görünmüyordu. Cesetler yolu ovanın düzeyine yükseltmişti, ağzı­ na kadar doldurulan bir tahıl ölçeği gibi yolun kenarına kadar yükseliyordu. Yüksek bölümlerde bir ceset yığını, altlarda bir kan nehri: İşte 18 Haziran 1815 akşamında yol böyleydi. Kan Nivel­ les yoluna kadar akıyor ve orada, bugün hâlâ gösterilen bir yer­ de, oraları kapatan bir ağaç kütlesinin önünde, taşarak geniş bir birikim oluşturuyordu. Hatırlanacağı üzere, zırhlı süvarilerin yıkıl­ ması tam karşıda, Genappe yolunda olmuştu. Ceset yığının bü­ yüklüğü çukur yolun derinliğiyle orantılıydı. Ortalara doğru, yolun ovayla aynı seviyede bulunduğu yerde, ölü katmanı inceliyordu. Sürünerek uzun uzun ilerleyen bu gece hırsızı, ansızın oldu­ ğu yerde çivilenir gibi kaldı. 336

O çukurda ölülerin altından sivrilen bir insan eli fark etmişti. Sol elin dördüncü parmağında altın bir yüzük ışıldıyordu. Adam eğildi, bir süre öylece çömelip kaldı, sonra doğruldu. Ölünün elindeki altın yüzük gitmişti. Fakat tam uzaklaşacağı zaman, ansızın geri çekildiğini fark etti, az önce yüzüğü çekip aldığı el onun ceketine yapışmış, ge­ ri çekiyordu. Namuslu bir adam, olsa korkardı. Hırsız alayla güldü. «Oh! Oh!» diye söylendi, «bu sadece ölü, oysa yakalandığımı sanmıştım. Bir hayalet bir jandarmadan daha iyidir.» Fakat el, gücünü yitirmiş gibi onu bıraktı. Çabalamak mezar­ dakileri yorar. Ölü soyucu kendi kendine adamın ölmüş olup olmadığını an­ lamak için onun üstüne eğildi. Kolunu tuttu, başını diğer cesetle­ rin altından çıkardı, gövdesini çekti, birkaç dakika sonra karanlık­ ta ardı sıra baygın birini sürüklüyordu. Bu bir zırhlı subayıydı, hem, yüksek rütbeliydi. Zırhın hemen altından irice bir sırma apolet görünüyordu. Bu subay miğferini kaybetmiş olmalıydı, bir kılıç yüzünde derin bir yara açmıştı, ka­ na bulanmıştı. Görünüşe göre, yarası ağır değildi, cesetlerin altına düşerek korunmuştu. Yine de, epey kan kaybetmiş olduğu için, gözleri ka­ palıydı. Zırhının üzerinde Onur madalyası vardı: Lejyon d’onor (Légi­ on d’Honneur). Gümüş bir madalya. Hırsız hemen bunu da cebine atmakta bocalamadı. Daha sonra subayın cebinde bulduğu saati de aşırdı. Bir para kesesi bulup, bunu da çaldıklarının yanına attı. Can vermek üzere olan adama böylece yardım ediyordu. Sonra, yaralı gözlerini açtı, zor duyulur bir sesle: «Teşekkürler,» diye mırıldandı. Gecenin serin havasıyla biraz canlanmıştı. Ölü soyucu yanıtlamadı, uzaklardan ayak sesleri duymuştu. Bu, bir devriye olacaktı. 337

Subay güçsüz bir sesle sordu: «Savaşı kim kazandı?» «İngilizler.» Hırsızın bu yanıtına subay acı bir inlemeyle yanıt verdi. Daha sonra: «Ceplerime bakın, bir saat ve bir para kesesi bulacaksınız. Onları alın,» dedi. Ama sözünü ettiği şeyler çoktan hırsızın cebini boylamıştı. Hırsız bulmak ister gibi yaptıktan sonra: «Bir şey yok,» dedi. «Üzüldüm, onları size verecektim!» Ayak sesleri yaklaşıyordu. Hırsız yakalanmaktan korktu. Gitmek ister gibi: «Geliyorlar,» diye söylendi. Subay dirseğinin üstüne doğrulup sordu: «Hayatımı kurtardınız, kimsiniz?» Hırsız çarçabuk sıvışmak istiyordu, yarım sesle: «Ben de sizin gibi Fransız ordusundaydım. Enselenirsem be­ ni kurşuna dizerler, hayatınızı kurtardım, bundan sonrasını siz halledin.» «Rütbeniz neydi?» «Çavuş.» «Adınız?» «Thenardier.» Subay: «Bu adı kesinlikle unutmayacağım,» dedi. «Siz de benim adı­ mı unutmayın, benim adım Pontmercy.»

338

İKİNCİ KİTAP ORİON SAVAŞ GEMİSİ 1 24601 NUMARA, 9430 NUMARA OLDU Jean Valjean ele geçirilmişti. Üzücü ayrıntıları fazla uzatmak istemiyoruz. Sadece Montreuil-sur-Mer’de geçen o acıklı olaylardan birkaç ay sonra gazetelere çıkan haberleri alıntılamak isteriz. 1823 yılının 25 Temmuz sayılı Ak Bayrak gazetesinde şöyle ya­ zılıydı: Pas-de-Calais eyaletinin bir ilçesi, müthiş bir olaya sahne oldu. Bay Madeleine adlı bir yabancı, yıllardır kendi buluşu olan bir yön­ tem yardımıyla, şehirdeki sanayiyi kalkındırmış, silah-boncuk ve cam takı eşyalarının imalatını kolaylaştırıp, burayı refaha kavuştur­ muştu. Kendisi de hatırı sayılır bir servet biriktirmişti. Ödül olarak kendisini şehre Vali yapmışlardı. Ama o eski bir kürek mahkûmu olan Jean Valjean’dı. Polisimizin becerisiyle yakalanan bu eski ka­ tilin, metresi yaptığı bir kaldırım kadını da vardı ki, adam tutuklan­ dığında, kadın kederinden öldü. Tutuklanmasından hemen önce Laffitte Bankasından çektiği yarım milyonu geçkin bir parayla sa­ dece kendisinin bildiği bir yere saklanmış olmalı. Var ilinin Ağır Ce­ za Mahkemesinde yargılanıp hüküm giymiş bulunuyor. Aynı sayılı Journal de Paris başka ayrıntılar da vermişti: Bu alçak katil, polisi bile yanıltmıştı. Kuzey şehirlerimizden biri­ 339

ne Vali yapılan bu suçlu, aynı zamanda orada önemli bir sanayi kurmuştu. Nihayet ele geçirildi. Bunu da Emniyetimizin düzenli ça­ lışmalarına borçluyuz. Söz konusu suçlu, kaldırım kadınlarından biriyle dost hayatı yaşıyordu, onun tutuklanması kadının ölümüne sebebiyet verdi. İnsanüstü bir güce sahip olan bu haydut, daha ön­ ce de kaçmayı başarmıştı. Fakat bundan birkaç gün sonra polis, kendisini Paris’te, Montfermeil'e giden bir posta arabasında kıstır­ dı. Biriktirmiş epey yüklü bir parayı bankadan çektiğini de öğren­ miş haldeyiz, bu birkaç gün içinde, bunu kimsenin bulamayacağı bir köşeye saklamış olmalı. Var Mahkemesi onu tam sekiz yıl ön­ ce küçük bir baca temizleyici çocuğun parasını gasp etmekten yar­ gıladı. İddianamede yazıldığına göre bu parayı sadece kendisinin bildiği bir yere gömmüş, bu yüzden bulunamamıştır. Her ne olursa olsun, Jean Valjean sekiz yıl önce Ferney’li saygıdeğer yaşlının: «... Her yıl birçok Savoie'lı gelir, Elleriyle usulca siler, Kurumlanmış uzun bacaları» diye ölümsüz dizelerle sözünü ettiği dürüst, çalışkan çocuklar­ dan birine karşı anayolda silahlı soygun suçundan Var eyaletinin ağır ceza mahkemesine verildi. Kendini savunmayan haydut suçu­ nu kabul etti. Bu arada Jean Valjean’ın Güney illerimizi talan eden bir eşkiya çetesiyle de işbirliği yaptığı ortaya çıktı. Bu yüzden, suç­ lu bulunan Jean Veljean ölüm cezasına çarptırıldı. Ama yine de adaletli kralımızın hoşgörüsü sayesinde cezası ömür boyu küreğe çevrilmiştir. Jean Valjean, daha önce on dokuz yıl kaldığı Toulon Cezaevine gönderildi. Jean Valjean’ın epey dinibütün bir adam olduğunu tekrar hatır­ latmak isteriz. Montreuil-sur-Mer’de hep kiliseye giderdi. Bazı ga­ zeteler, onun ölüm cezasından kurtularak, ömür boyu küreğe mah­ kûm olmasını bir bağış sayıp, bunu rahiplerin başarısı olarak de­ ğerlendirdiler. Jean Valjean sadece numara değiştirecekti. Yıllar önce 24601 olan numarası, artık 9430 numaraydı. Montreuil-sur-Mer’e tekrar dönemeyeceğimiz için son bir söz: 340

Bay Madeleine’in tutuklanmasıyla, oranın yazgısı da değişti. O es­ ki refah artık kaybolmuştu. Onun kurduğu sanayi baştakilerin ihti­ rası yüzünden yıkıldı, siyah boncuk ticareti iyice kötüledi. Rakip şir­ ketler birbirleriyle, dalaşadursun, ustabaşları kendilerini fabrikatör sanıp sahiden yetenekli insanları işten atmışlardı. Bu yüzden, işlik­ ler kapatıldı, fabrikalar da yok oldu. İş bulamayan yöre halkı, talihi­ ni denemek için başka yerlere gitti. Meğer, bütün bu sanayinin ru­ hu Bay Madeleine imiş. Onun yokluğu her şeyi altüst etmişti. Kısa süre sonra, yöre eski yoksulluğuna geri döndü. 2

BU İŞE ŞEYTAN MI KARIŞTI? Daha ileri gitmeden, tam da o tarihlerde Montfermeil’deki, akla ziyan bir olaya değinmek isteriz. Montfermeil’de, epey eskilere giden bir boşinanç hâlâ varlığını sürdürüyor. Bunca rağbet gören bir boşinanca, Paris’in bunca ya­ kınında rastlanması, Sibirya’da sarısabır çiçeğine rastlamak gibi hem afallatıcı, hem de değerlidir. Nadir yetişen bitkiler türünden her şeye derin saygısı olan insanlarız. Anlatılanlara göre Şeytan, Monfermeil Ormanını definesini gömmek için seçmiş derler. Yöre­ nin güngörmüş kadınları, günbatımında orman kenarında bir kö­ mürcü ya da bir oduncuya benzeyen kara yüzlü bir adamın, eski bir pantolon ve solgun bir mavi önlük giymiş halde ormanda dolaş­ tığına yeminler ederler, işin en tuhaf yönü, adamın başında şapka yerine tam alnında iki boynuzun varlığıymış. Onu yeterince tanıyorlardı. Bu adam, çoğu zaman yerde bir çu­ kur kazıyormuş ve bu adamın esrarını aydınlatmanın üç çaresi varmış. İlki, adama yaklaşıp onunla konuşmak, işte o zaman, onun sa­ dece bir köylü olduğu, yüzünün kara olmayıp güneşten yandığı için esmer olduğu ve onun çukur kazmadığı, sadece inekleri için ot topladığı anlaşılırdı. Boynuz sanılan şeyin de, sırtında taşıdığı bir tırpanın ensesinin 341

ardında görülen dişleri olduğu hemen anlaşılırdı. Fakat bu konuş­ mayı yapan kişi, evine döner ve bir hafta geçmeden ölürdü. ikinci yol, onun çukuru kazıp bitirmesini beklemek ve o gidince, o çukuru tekrar açıp saklanan defineyi çıkarmaktı. O zaman ise, o ay içinde ölünürdü. Son çare, o adamla konuşmamak, ona yanaşmamak, ona bak­ madan hemen oradan sıvışmaktı ki, bunu yapan, daha talihli sayı­ lırdı, çünkü bir yıl içinde ölürdü. Ne de olsa ölüm kaçınılmaz olduğuna göre ve bir an meselesi olduğuna göre, cesur kişiler en azından defineyi ele geçirme yön­ temini seçiyorlardı. Hiç değilse bir ay, krallar gibi yaşayabilecekler­ di. Her ihtimalin cezbettiği cesur adamlar, söylenenlere göre, sık sık kara adamın kazdığı çukurları açmış ve şeytanı soymayı dene­ mişler. Güya bu iş o kadar kârlı değilmiş. Daha doğrusu, destanla­ ra ve bir de bu konuda, biraz büyücü olan Tryphon adlı Normandi­ yalı kötü bir papazın bıraktığı kötü bir Latinceyle yazılmış iki dize­ ye inanmak gerekirse. Tryphon, Rouen civarında Saint-Georges de Boscherville manastırına gömülmüştür, mezarından kurbağalar çıkar. Özetle, halk eşsiz çabalar harcıyor. Bu çukurlar genelde epey derindir, kan ter içinde kalıyorlar, araştırıyorlar, bütün bir gece ça­ lışıp duruyorlar, çünkü bu iş sadece gece yapılır, gömleklerini ter­ le ıslatıyorlar, mumlarını sonuna kadar yakıyorlar, kazmalarını kö­ reltiyorlar. En nihayet çukurun dibine ulaşıp da «hazine»ye el koy­ duklarında ne bulsalar iyi? Şeytanın hâzinesi neydi, bilir misiniz? Bir metelik, kimi zaman bir frank, bir taş, bir iskelet, kanlı bir ceset; bazen bir çantadaki kâğıt gibi dörde katlı bir korkuluk, bazen de hiçbir şey. İşte Tryphon’un dizeleri, saygısız meraklılara bunu an­ latmak ister gibi: Kazıyor, karanlık bir çukura hazineler gömüyor: Bir metelik, metal paralar, taşlar, bir ceset, hayaller ve hiç. Bugün, bazen mermilerin yanında bir barut kabı, sanki şeytan­ ların kullanmış olduğu yağlı ve kirden kızarmış bazı eski iskambil kâğıtları da bulunuyormuş sözde orada. Bu son iki şeyi Tryphon 342

söylemiyor, fakat unutmamalı ki Tryphon XII. asırda yaşamıştı, hiç sanmam ki şeytan Roger Bacon’dan önce barutu, V. Charles’dan önce de iskambil destelerini bulmayı akletmiş olsun. Hem, bu is­ kambillerle oynandığı zaman, her şeyin elden gideceği tartışıla­ maz; kaptaki baruta gelince, onda da tüfeğinizi yüzünüze atma özelliği bulunur. Jean Valjean’ın Montfermeil posta arabasında ele geçtiği o günlerde, bir yol işçisi olan ihtiyar Boulatruelle adlı bir köylünün de sık sık ormanda gezinmesi dikkat çekecekti. Her yerde, Boulatruelle’in matah bir şey olmadığı, hapiste yat­ tığı bile söylenirdi. Polis gözetiminde bulunan ihtiyar adam kolay kolay iş de bulamıyordu. Kimi zaman, yolda taş kırma işi bulurdu. Boulatruelle kimsecikler tarafından sevilmezdi. Çok sarsak, ür­ kek biriydi. Herkese saygıyla selam verir, jandarmalardan epeyce korkardı. Şarap içmeye de düşkün olduğundan, hiç ayık gezmez­ di. Yöre halkı onun halinde kimi tuhaflıklar sezmişti. Birkaç gündür, Boulatruelle, işinden tez vakit ayrılıyor ve omu­ zundaki kazmasıyla ormana gidiyordu. Akşamları onu en ıssız ağaçların altında görürlerdi. Bazı şifalı otlar toplamaya giden nine­ ler, onu şeytanın ta kendisi gibi görürler, daha sonra onun Boulat­ reulle olduğunu anlayınca hiç de memnun kalmazlardı. Bu işin içinde bir bityeniği vardı. Boulatruelle’in ormanda gizli bir araştırma yaptığına herkes emindi. Köyde onun için: «Herhalde Boulatruelle yine şeytanı görmüş olmalı, bu yüzden kürek ve kazmayla ormanda dolaşıyor. Amacı Şeytanın definesini bulup el koymak... Fakat bilinmez, bakalım bu işten kim güçlü çı­ kacak, kim kimi yenecek, Boulatruelle şeytanı yenecek mi? Yoksa şeytan onu da mahvedecek mi?» denirdi. Sonra ansızın Boulatruelle artık ormana gitmeyi bıraktı, eski işi­ ne geri dönüp günbatımına dek yollarda çalışmayı sürdürdü. Yine de köylülerin çoğunun merakı giderilmemişti. Aslında ha­ zine söz konusu olamazdı, fakat işçinin ormana gidişte bir çıkarı olmalıydı. 343

Onu konuşturmak için, Thenardier ile okul öğretmeni onu mey­ haneye götürüp, bol bol şarap ısmarladılar. Fakat adamın ağzı epey sıkıydı. Ondan doyurucu bir açıklama alamadılar. Fakat onu o kadar zorladılar ki, adam dut gibi olduktan sonra, saçma sapan bir yığın şey anlattı. Anlattıklarından Thenardier ile canciğer arkadaşı okul öğretme­ ni şu çıkarsamaya vardılar: Bir sabah, her zamanki gibi taş kırmaya giden Boulatruelle, or­ manda bir çalının önünde bir kürek ve kazma görmüştü. Bunların köyün suyunu taşıyan Six-Fours Baba’nın gereçleri olduğunu sa­ nıp, fazla önemsememişti. Fakat aynı günün akşamı, bir yabancı­ yı ormana dalarken görmüştü. Hem bu adamın yüzü kendisine bi­ raz tanıdık geliyordu (işte o zaman Thenardier bu yabancının da Boulatruelle Baba'nın bir forsa arkadaşı olabileceğini aklından ge­ çirdi). Evet, işte bu adamı izlemek için Boulatruelle, kalın bir ağa­ cın ardına sığınmış ve onu izlemeye başlamış. Adam kolunun al­ tında bir kutu ve bir çıkın taşıyormuş. Bir ara Boulatruelle adamı kaybetmiş, gece dolunay çıkınca, çalının dibinde oturup bekleme­ ye başlamış. Sahiden birkaç saat sonra, adamı tekrar görmüş, fa­ kat bu kez elindeki kutu ve çıkın yerine, bir kürekle, bir de kazma varmış. Boulatruelle, bu yabancıya sokulmaya korkmuş. Önce, onu epey heybetli ve güçlü görmüş. Adam, onu görünce belki sal­ dırabilirmiş. Aslında iki eski mahkûmun duygusal karşılaşmasıy­ mış bu; Boulatruelle bu yüzden ona görünmemiş. Fakat ertesi sa­ bah tekrar oraya gittiğinde, o kürekle kazmayı bulamamış, gereç­ lerin yerinde yeller esiyormuş. İşte bu yüzden, ihtiyar Boulatruelle, yabancının ormanda bir çukur kazdığını ve elindekileri oraya koy­ duğunu düşünmüş. Fakat kutunun içinde ne olabilirmiş? Bu bir ce­ redi ala; ayacak ölçüde küçük bir kutuymuş. Belki de yabancı, oraya para koymuştu. Boulatruelle kürekle oraya gelmiş ve topra­ ğın her yerini kazmış, ama yine de hiçbir şey bulamamış. İşte taşçı bunları anlatmıştı, fakat kimse bunu fazla önemseme­ di. Köyün nineleri, bunun şeytan işi olduğunda üstelediler. Sonra bu da unutuldu.

344

3 TEK ÇEKİÇ DARBESİNDE PRANGANIN ZİNCİRİ KIRILACAK ÖLÇÜDE İNCELDİĞİNE GÖRE, ACABA DAHA ÖNCEDEN Mİ İNCELTİLMİŞTİ? 1823’ün ekim sonlarına doğru, Toulon ahalisi bir tamirat için li­ manlarına Orion gemisinin girdiğini gördüler. Daha sonraları Brest limanında Okul-Gemi işleviyle kullanılacak bu zırhlı, o günlerde Akdeniz filosunundu. Fırtınalar sonucu hayli örselenmiş olmasına karşın, zırhlının li­ mana girişi çok heyecan verici oldu. Top sesleriyle karşılandı. Bu zırhlıların limanlara giriş ve çıkışları o zamanlar hep top atışlarıyla karşılanırdı. Bu da top başına, altı franktan hesap edilecek olursa, günde dokuz yüz bin frank ederdi ki, bu, yaklaşık üç yüz milyonun duman olması demekti. Bu ayrıntıyı hatırlatmak zorunda kaldık. Yılda üç yüz milyon, sis olup giderken, yoksullar açlıktan ölüyordu. 1823 yılı, Restorasyon’un «ispanya Savaşı» adını verdiği çağ­ dı. Bu savaş tek ve epey güçlü bir özellik içinde sayısız olayı içine almış sayılırdı. Bourbon hanedanı için epey önemli bir savaştı. Fransa kolu, Madrid koluna yardım ve destek için savaşa başla­ mıştı. Fransa burada büyük kardeş rolüne devam etmeyi kararlaş­ tırmıştı. Liberal gazetelerin «Andujar Kahramanı» adını taktıkları Dük d'Angouleme, sakin görünümüyle, monarşiyi anarşiye karşı koruyordu. Liberallerin hayali terörizmiyle uzlaşmayan din büyük­ lerinin epey gerçek eski terörizmini bastırması; dul asil hanımları alabildiğine ürküten Devrimin «baldırıçıplaklarının» (sans-culot­ tes), tekrar meydana çıkması; anarşi olarak değerlendirilen ilerle­ meye monarşinin ket vurması; 89 teorilerinin yıkılış karmaşası için­ de ansızın kesilmesi; bütün dünyaya yayılmaya başlayan Fransız düşüncesine Avrupanın verdiği «dur!» emri; o günden beri, Char­ les-Albert olan Carignan Prensinin kırmızı yünden humbaracı apo­ letleriyle, kralların halka karşı açtıkları bu haçlı savaşına lider Fran­ sız hanedanı prensinin yanında, gönüllü halde tekrar katılması; tekrar savaşa başlayan fakat sekiz yıllık dinlenmenin ardından köhnemiş, kederli o beyaz kokartlı imparatorluk askerleri; otuz yıl 345

önce Cbolentz’deki beyaz bayrak gibi, üç renkli bayrağın da ya­ bancı diyarlarda bir avuç cesur Fransız tarafından dalgalandırma­ sı; askerlerimize katılan papazlar; süngü yardımıyla adam edilen özgürlük ve yenilik düşüncesi; top ateşiyle yıkılan ilkeler; Fran­ sa’nın düşüncesiyle yaptıklarını silahlarıyla bozması; ayrıca, satı­ lık düşman komutanlar, kararsız askerler, milyonların sardığı şehir­ ler; askeri tehlike olmasa da, patlama ihtimali olan mayın tarlaları; dökülen az kan, elde edilen önemsiz onur, bazıları için yüz karası, hiç kimseye zafer; XIV. Louis soyundan prenslerin açtığı, Napole­ on yetiştirmesi generallerin idaresindeki bir savaş işte buydu. Bü­ yük savaşı da, büyük politikayı da hatırlatmama şanssızlığına uğ­ radı. Kimi askeri başarılar önemliydi; bunlar arasında Trocadero’un alınması iyi bir askeri başarı; fakat sonunda, yineliyoruz, bu sava­ şın borazanları cırtlak sesler çıkardılar, genel olarak fazla aydınlı­ ğa kavuşmadı. Fransa’nın bu yapay zaferini kabullenmede çektiği zorluğu tarih onaylıyor. Karşı çıkmakla görevli bazı İspanyol su­ baylarının rahatça itaat etmeleri olağan karşılandı, bozulma dü­ şüncesi zaferden çıktı; savaşlar değil de generaller kazanıldı ve yenilmiş askerler yüzü yerde döndü. Sahiden de yüz kızartıcı bir savaş, bayrakların büklümlerinde «Fransa Bankası» okunuyordu. 1808 savaşında üzerlerine Zaragoza’nın acıklı biçimde yıkıldı­ ğı askerler, 1823’te kalenin kolayca alınması karşısında kaş çatı­ yorlar ve Palafox’un hasretini duyuyorlardı. Bu da Fransa’nın alış­ kısıdır; Karşısında Ballesteros’u görmektense, Rostopçin’i görme­ yi ister. Bunlardan daha önemli ve üzerinde durulması gereken bir fikir açısından bakılırsa, Fransa’da ekseri fikri inciten bu savaş, demok­ ratik düşünceyi öfkelendiriyordu. Bu bir peyk haline getirme girişi­ miydi. Demokrasinin oğlu Fransız askerlerinin bu savaşta gayesi, başkası adına boyunduruk ele geçirmekti. İç kaldıran bir mantık­ sızlık, Fransa’ya düşen, milletlerin ruhunu bozmak değil, uyandır­ maktı. 1792’den beri Avrupa’daki bütün ihtilaller Fransız İhtilali’dir; özgürlük Fransa’dan yayılır. Bu güneş sistemi gibidir. Bunu görme­ yen kördür! Bunu söyleyen Napoleon’dur. 346

Asil İspanyol ulusuna bir suikast olan 1823 savaşı, demek ki bir yandan da, Fransız ihtilaline karşı da bir suikasttır. Bu vahşice şid­ det gösterisini Fransa yapıyordu; zorla; çünkü kurtarıcı savaşların dışında, orduların yaptığı bütün savaşlar zorladır. «Harfiyen itaat» sözü bunu anlatır. Bir ordu tuhaf bir birleşim başyapıtıdır; burada güç, güçsüzlerin müthiş toplamından çıkar. İnsanlığa rağmen, in­ sanlığa karşı insanlık tarafından yapılan savaş işte böyle tarif edi­ lebilir. Ne yazık ki, 1823 Savaşı Bourbonlar’a iyilik getirmedi. Bunu başarı sanmakla bir düşünceyi yok etmek için buyruk vermenin ne kadar riskli olabileceğini anlayamamışlardı. O kadar aldandılar ki kuruluşlarına, güç unsuru olarak, bir su­ çun engin zayıflığı, güçsüzlüğünü aldılar. Tuzak fikri onların mec­ lislerinde güç gösterileri için, ilahi hak serüvenleri için bir kanıt ol­ du. Fransa, İspanya'da Saf Kralı yerleştirdiğine göre, kendi toprak­ larında da mutlak krallığı kurabilirdi. Askerin itaat etmesini, ulusun onayı sanmak gibi müthiş bir hataya düştüler. İşte bu güven taht­ larını yıktı. Ne zehirli ağacın gölgesinde, ne ordunun gölgesinde uyumak doğrudur. ispanya savaşları sırasında Akdeniz’de güçlü bir Fransız do­ nanması seyir halindeydi. Konumuz olan Orion'a geri dönelim. Yukarıda değindiğimiz gi­ bi, o sıralarda Akdeniz filosuna ait bu zırhlı Akdeniz’de seyrediyor­ du. Uygun olmayan hava ve bazı terslikler nedeniyle epeyce zarar görmüştü. Her nedense bir zırhlının limana gelmesi ahaliyi hayli etkiler. Halk böyle görkemli seyirlere bayılır. Her gün sabahtan akşama, rıhtım meraklı bir kalabalıkla doldu taştı. Bu başıboş ve işsiz güçsüz kişiler, yalnızca Orion'u görmek için limana sökün ediyorlardı. Büyük bir savaş gemisi, insan dehasıyla doğa gücünün en ku­ sursuz, en muhteşem birleşmelerindendir. Büyük bir savaş gemisi, en ağırla en hafifin birleşmesinden olu­ şur: çünkü aynı zamanda maddenin üç haliyle ilgisi bulunur: Katı, sıvı, gaz. Her üçüne karşı da savaşması gerekir. Denizin dibinde­ 347

ki kayaya tutunmak için on bir tane pençesi vardır, bulutlardaki rüz­ gârı yakalamak için Antil sivrisineklerinden daha fazla kanadı ve daha çok anteni vardır. Nefesi, büyük borazanlara benzeyen yüz yirmi toptan çıkar ve yıldırıma görkemle yanıt verir. Okyanus dal­ galarının müthiş sinsiliği içinde onun yolunu şaşırtmak ister; fakat geminin ruhu vardır; ona öğüt veren, sürekli kuzeyi gösteren pusu­ lası. Karanlık gecelerde sahildeki fenerler ve yıldızlar yardımcı olur. İşte böylece rüzgâra karşı halat ve yelkenbezi, suya tahta, en­ ginliğe karşı da bir kadranı vardır. Bir savaş gemisini meydana getiren bütün bu dev ebatlar hakkında bir fikir edinmek istenirse, Brest, ya da Toulon limanla­ rındaki kapalı, altı katlı gemi kızağına inmek gerek. Yapılmakta olan gemiler orada bir dalgıç haznesi içinde gibidir. Şu büyücek kalas seren direğidir; ucu-bucağı belirsiz şu yerde yatan kosko­ ca tahta sütun mayistra direğidir. Onu ambardaki dibinden, bulut­ lardaki tepesine kadar ölçersiniz boyu altmış kulaçtır. Temel çev­ resi üç ayaktır. İngiliz büyük mayistra direği su düzeyinden yuka­ rı iki yüz on yedi ayaktır. Babalarımızın donanmasında halat kul­ lanılırdı, bizimkilerde zincir. Yüz topluk bir geminin sadece zincir demetinin boyu dört ayak, genişliği yirmi ayak, derinliği sekiz ayaktır. Ya bu gemiyi yapmak için ne kadar ağaca ihtiyaç vardır? Üç bin çeki. Yüzen koca bir ormandır bu. Fakat şuna dikkat etmeli. Burada söz konusu olan kırk yıl ön­ ceki bir savaş gemisidir, sıradan bir yelkenli gemi; o zaman daha çocukluk çağında olan buharlı savaş gemisi denen harikaya, o günden beri yeni mucizeler eklendi. Örneğin, bugün yelkenli-per­ vaneli karma gemi, üç bin metrekare alanında bir yelken donatı­ mıyla ve iki bin beş yüz beygir gücünde bir kazanla çekilen akla ziyan aygıttır. Bu yeni harikaları bir kenara bıraksak bile, Kristof Kolomb’un ve Ruyter’in eski gemisi bile insanın eşsiz şaheserlerinden biri­ dir. Enginlerin esintileri gibi, onun da gücü bitmez, rüzgârı yel­ kenlerine doldurur, dalgaların muhteşem dağılışları yüzer ve egemenlik sürer. Fakat öyle bir an gelir ki, şu altmış ayak uzunluğundaki seren 348

direğini fırtına bir ceviz kabuğu gibi kırar; şu dört yüz ayak yük­ sekliğindeki mayistra direğini rüzgâr çöp gibi eğer; on binlerce okka ağırlığındaki çapa, dalganın ağzında bir balıkçının turnaba­ lığının çenesindeki yemi gibi bükülür; o devasa toplar, fırtınanın boşluğa ve gecenin içine alıp götürdüğü yakınan ve faydasız bö­ ğürtüler koparır; bütün bu güç ve görkem, daha üstün bir güç ve görkemin içinde silinir gider. Sonsuz bir zayıflığa ermek için açılan bir güç, her seferinde insanoğlunu derin hayallere daldırır. Kendileri de bunun nedeni­ ni çok iyi anlamadıkları halde, limandaki izleyiciler bu olağanüs­ tü savaş ve denizcilik gereçlerinin başına bu yüzden yığılır. Böylece, her gün sabahtan akşama kadar Toulon limanının rıhtımları, dalgakıranların uçları, mendirekler, Paris diliyle ifade edersek, bütün işi gücü Orion'a bakmak olan sayısız aylak ve meraklıyla dolar. Gemi uzun süredir hasta bir gemiydi. Daha önceki yolculukla­ rında omurgasına, hızını yarıya indirecek ölçüde kalın bir katman halinde kavkı birikmişti; geçen yıl bunları kazımak için onu kıza­ ğa çekmişlerdi, sonra tekrar denize açıldı. Ama bu kazıma omur­ ganın vida somunlarına zarar vermişti. Gemi tersanede bekliyordu, tamir edilmeye başlanmıştı. Ori­ on aslında, uzun zamandan beri tamire ihtiyaç duyuyordu. Bale­ ares Adaları civarında fırtınaya yakalanan geminin, tekne kısmı iyice incelmişti. Bu arada şiddetle esen rüzgâr, bu aksaklığı iyice çoğaltmış, beri yandan, öndeki direğin ip merdivenleri kopmuş, geminin çatısında kimi çatlaklar oluşmuştu. Su alan gemi, Toulon’a dek güç bela getirildi, orada kızağa alındı. Hemen her gün gibi, kalabalık bir hevesli topluluğu, tamir iş­ lerini izlemeye gelirdi. Bir sabah tamiri izleyen halk müthiş bir ka­ zanın tanığı oldu. Tayfalar serenleri yelken direklerine sarmak için uğraşıyorlar­ dı ki, floka yelkeninin bir köşesini tutan gabyacı ansızın dengesi­ ni kaybedip sendeledi. Az daha denize düşüyordu. Dalgakırana biriken ahalinin ağzından bir çığlık koptu. 349

Kazaya uğrayan tayfa dibi boylamak üzereydi; elleriyle sere­ ne tutunmak istedi, gayret etti, tutunamadı, tam düşeceği anda, can havliyle ip merdiveni sıkıca tutup, yapıştı, orada asılı kaldı. Denizden o kadar yüksekteydi ki, bu baş döndürücü yükseklikten düşmek mutlak bir ölüm demekti. Biçare adam, halata sıkıca sa­ rılmıştı, ipin ucuna asılı gibi sallanıp duruyordu. Yardımına koşmak korkunç bir tehlikeye göze almak demek­ ti. Tayfalardan ve balıkçılardan hiçbiri böyle bir riske atılmaya kal­ kışmadı. Aslında yardım etmek istiyorlardı fakat cesaretleri yok­ tu. Bu sırada, biçare gabyacı epeyce yorulmuştu. Kolları geril­ mişti. Yukarı çıkabilmek için harcadığı her çaba, halat merdive­ nin daha da fazla sallanmasına neden oluyordu. Güç kaybet­ mekten korktuğundan, imdat diye bağırmaya bile cesaret edemi­ yordu. Her an ipi bırakabilirdi. İpi bıraktığında da ölümün kucağı­ na atılmış olacaktı. Sonra, bir tansık olmuş gibiydi. Geminin direğine bir adamın çıktığı görüldü. Yaban kedisi gibi tırmanıyordu bu cesur adam. Kırmızı kazaklı adamın bir pranga mahkûmu olduğu hemen an­ laşıldı. Çanaklığa tırmandığında, rüzgâr, onun yeşil başlığını uçurmuş ve kar gibi apak saçları ortaya çıkmıştı. Bu gönüllü, genç biri değildi. Gemide çalıştırılan bir kürek mahkûmu, kazayı görür görmez, nöbetçi subaya gitmiş ve kendisine izin verilirse adamı kurtarabi­ leceğini söylemişti. Komutan bir baş işaretiyle onaylayınca, kü­ rek mahkûmu bir çekiç almış ve tek darbede, zinciri parçalamış­ tı. O anda bu zincirin bunca kolay parçalanması kimsenin ilgisini çekmemişti. Çok daha sonraları bu sahneyi görenler, o anı hatır­ ladıklarında, böyle sağlam bir zincirin tek vuruşla kopmasına şa­ şıracaklardı. Kurtarıcı çarçabuk, direğin tepesinde göründü, bir an durup uzaklığı ölçmüştü. Rüzgârın gabyacıyı salladığı o dakikalar aşa­ ğıdaki kalabalığa, yüzyıllar kadar uzun geldi. Sonunda mahkûm gözlerini yukarı kaldırdı, içinden dua eder gibiydi, öne doğru bir adım yürüdü. Kalabalık rahat bir soluk aldı. Onun seren üzerinde 350

koşarcasına geçtiğini gördüler. Oraya geldiğinde, ipin bir ucunu oraya bağladı ve diğer ucunu sarkıtıp el yordamıyla ipe asılıp in­ meye başladı. Bu arada olanı biteni izleyenlerin heyecanı, son raddesine vardı. Boşlukta sallanan bir adam yerine, artık iki adam vardı. Bir sineği yakalamak isteyen bir örümcek gibi. Fakat bu kez, örümcek ölüm değil, hayat getirecekti. Bu İkiliye, sayısız göz çevriliydi, kimse soluk almaya bile ce­ saret edemiyordu. Ne bir ses, ne bir nefes. Bütün kaşlar çatılı, dudaklar soluklarını tutmak istercesine kısılmıştı. Nefeslerinin esen rüzgârın gücünü çoğaltmasından ve bu zavallıları düşür­ mesinden korkuyorlardı. Mahkûm, tayfanın yanına gelmişti. Tam vaktinde bir gelişti bu. Bir an gecikse, o yorgun adam ellerini bırakıverecek, sulara dü­ şecekti. Kürek mahkûmu, bir eliyle ipi tutup, diğerini kullanarak adamı halata sıkıca sardı, sonra onun serene tırmanıp tayfayı oraya çektiğini gördüler. Kurtardığı adamı, sonra kucağına aldı ve sanki epey hafif bir şey taşıyormuş gibi koşarak onu çanaklı­ ğa taşıdı. Oraya vardığında, kaza geçiren adamı arkadaşlarının uzanan kollarına bıraktı. Tam o sırada coşan ahali, onu deli gibi alkışladı. Kocamış de­ niz kurtları bile gözyaşlarını bastıramamışlardı. Kadınlar kucak­ laştı ve her ağızdan aynı istek yükseldi: «Bu adam bağışlansın! Bu yiğit kurtarıcı bağışlansın! Onu öz­ gür bırakın!» Ama adam, bunları önemsemiyor, tekrar işinin başına dön­ mek için acele ediyordu. Aşağıdaki serenlerden birinin üzerinde hızlı adımlarla koşmaya başladı. Bütün bakışlar onu izliyordu. Bir ara korktular, çünkü adamın yorgunluk ya da baş dönmesinden sendelediğini görmüşlerdi. Şimdi, herkes onun kurtuluşu için dua ediyordu. Fakat izleyiciler kederle haykırdılar, o cesur kürek mahkûmu sulara düşmüştü. Bu düşüş epey tehlikeli oldu. Geminin hemen bitişiğinde de­ mirleyen bir zırhlı vardı, zavallı mahkûm iki geminin arasına düş­ müştü. Gemilerden birinin altına kaymış olması işten bile değildi. 351

Dört gemici, hemen bir sandala atladılar, ahali onları yüreklendir­ mek için bağırıyordu. Herkes kaygılıydı. Kurtarıcı işini yapmış, ama bu kendi mahvına neden olmuştu. Adam suyun yüzüne hiç çıkmadı. Sanki bir ton zeytinyağı yığınına düşmüş gibi denizde en kü­ çük bir iz bile bırakmadan kayboluvermişti. Yok yere saatlerce aradılar. Dalgıçlar getirildi, daldılar. Hepsi nafileydi. Akşama kadar aradıkları halde, adamı bulamadılar. Ertesi sabah, Toulon Gazetesinde şu birkaç satır vardı: 17 Kasım 1823. Acıklı bir kaza. Dün, Orion Zırhlısı ’nda tamir işlerinde çalıştırılan bir mah­ kûm, bir kaza yüzünden direğe asılı bir tayfayı kurtarırken, sula­ ra düşüp boğuldu. Bütün aramalar sonuçsuz kaldı. Onun tersane kazıklarından birine çakılmış olmasından endişe ediliyor. Aslında çok eşsiz bir cesaret sergilemiş ve tayfayı kaçınılmaz bir ölümden kurtarmıştı. Ölen adamın 9430 no’lu Jean Valjean olduğu açıklandı.

ÜÇÜNCÜ KİTAP ÖLMÜŞ ANNEYE VERİLEN SÖZDE DURULUYOR 1 MONTFERMEİL’İN SU SORUNU Montfermeil, Marne sahilinde bir bayırda kurulmuştur. Bugün­ lerde epey önemli bir yer haline geldi, ama hikâyemizin geçtiği 1823 yıllarında, orada sadece on sekizinci yüzyıldan kalma birkaç güzel şato bulunmasına rağmen, bu yöre yoksul insanların sığın­ dığı tenha bir köydü. Bu köy orman içinde, Livry ve Chelles arasın­ daydı. Emekli kumaş tacirler ve kır hayatından hoşlanan paralılar, he­ nüz burayı keşfetmemişlerdi. Tenha ve ıssız bir yerdi, aslında bir köydü. Zorlu bir yol üzerinde bulunduğundan, fazla gelip gideni ol­ mazdı. Hesaplı bir yerdi, az parayla geçinilirdi, ama tepeye kurul­ muş bir köyün, en önemli meselesi su’ydu. Suyu getirmek için epey uğraşmak gerekiyordu. Gagny kesi­ minde oturanlar su taşımak için, ormanlardaki göllere giderlerdi. Fakat köyün hemen içinde yaşayanlar, Chelles’deki bir kaynaktan sularını almaya mecbur kalırlardı. Bu su, her ev için bir esaslı bir sorundu. Paralı insanlar köy bü­ yükleri ve Thenardier Hanı günde birkaç metelik karşılığında sula­ rını bir adama taşıtırlardı. Ne yazık ki, bu adam yaz aylarında ak­ şamları saat yediye kadar ve kışın da beşe kadar çalıştığından, geceleyin susuz kalanlar, ta Chelles Ormanına dek su almaya git­ meye mecbur kalırlardı. İşte bu su meselesi okurumuzun henüz tanımadığı ve adını 353

epey duyduğu o küçük kahramanımız Cosette’in kâbusuydu. Co­ sette’in Thenardierler’in hanında esir gibi çalıştırıldığını unutma­ dık. işte bu yüzden, suları kalmadığında, gece de olsa, ormana Cosette’i göndermeye çekinmezlerdi. 1823 yılının Noel yortuları Montfermeil’de özellikle görkemli şe­ kilde kutlanıyordu. Kışlar ılıman geçiyordu, henüz kar yağmadığı gibi don, da yoktu. Paris’ten gelen cambaz ve gezginci oyuncular, yöre valisinden barakalarını kurma iznini istemişlerdi. Bu arada Ki­ lise Meydanında ve Fırın Caddesinde de birçok tezgâh kurulmuş­ tu. Rengârenk çadırlar vardı... Bütün bu satıcılar hanları, meyha­ neleri dolduruyor, bu durgun küçük yöreye gürültü, neşeli bir hayat sunuyordu. Hem, gerçeğe sadık bir tarihçi olmak için şunu da ek­ lememiz gerekir ki, meydandaki tuhaflıklar arasında bir de ahır vardı. Bunun içinde pılı pırtı giyinmiş, nereden geldikleri meçhul palyaçolar, 1823’te Montfermeil köylülerine Kraliyet Müzesinin sa­ dece 1845’ten beri sahip olduğu, gözleri üç renkli kokart olan şu korkunç Brezilya akbabalarından birini sergiliyorlaredı. Öyle sanı­ yorum ki, doğabilimciler bu kuşa «Caracara Polyborus» adını veri­ yorlar. Buraya yerleşen kimi ihtiyar saf Bonaparte’cı erler, gidip bu kuşu tapınırcasına bir beğeniyle izliyorlardı. Palyaçolar, üç renkli kokartı Tanrı tarafından kendi hayvanlarına bağışlanan özel bir şey, tek bir hilkat garibesi gibi gösteriyorlardı. Thenardierler’in hanı da, bu Fırın Caddesinde olduğu için, bu yortu nedeniyle dolup dolup taşıyordu. Aslında fazla kimsenin uğ­ ramadığı han, şu günlerde neredeyse dolu sayılırdı... Noel akşamı Thenardierler’in hanı epey kalabalıktı. Arabacılar, işportacılar, oyuncular ve cambazlar kadeh tokuşturarak, hanın geniş salonunda yiyip içiyorlardı. Bu salon da bütün han salonların benzeri olan bir meyhane sa­ lonuydu. Tahta masalar, çinko kupalar, şişeler, sarhoşlar, tütün içenler, şamata. Şu var ki 1823 tarihinde salonda iki yenilik vardı. Bunlar kentsoylu sınıfta modaydı. Biri, çiçek resimleri gösteren renkli dürbün, bir de tenekeden yapılma bir gaz lambası. Madam Thenardier ateşte pişen etlere bakarken, eşi de müşte­ rilerle şarap içip, gevezelik ediyordu. 354

«Süresne ve Nanterre çevresinde bu yıl şarap epey boldu, çok kâr edildi. On fıçı hesaplanan yerlerden on iki fıçı sağlandı. Sıkım­ larda çok üzüm suyu aktı.» «Fakat üzümlerin olgun olması gerek­ mez mi?» «Buralarda bağbozumu için üzümlerin olgunlaşmasını beklemezler. Olgunlaştıktan sonra bağ bozarlarsa, şaraplar daha ilk yazda bozulur.» «Yani bunlar kalitesiz şaraplar?» «Bunlar bura­ daki şaraplardan daha da kalitesiz. Yeşilken bağ bozmalı...» Ya da bir değirmenci bağırıyordu: «Çuvalların içindekinden biz mi sorumluyuz? Bunların arasın­ da bir yığın küçük tane buluyoruz, onları ayıklamaya ayıracak vak­ timiz yok bizim, böylece hepsi değirmen taşının altından geçiyor; bu karamık, karayonca, burçak, kenevir tohumu, tilkikuyruğu ve daha bir yığın şey. Bazı buğday çuvallarından, özellikle Bretanya buğdaylarından, epeyce çıkan taşları da hesaba almalı. Hızarcılar nasıl üzerinde çivi bulunan kalasları istemezlerse, ben de Bretan­ ya buğdayı öğütmesinden hiç hazzetmem. Bunlardan çıkan kötü tozu da varın düşünün. Ondan sonra da undan yakınıyorlar. Hata­ lılar. Un bizim kabahatimiz değil.» iki pencere arasındaki masada ilkbaharda yapılacak çayır işle­ ri için pazarlık eden arazi sahibiyle oturan bir orakçı diyordu ki: «Çayırın nemli olmasında bir sorun yoktur. Daha iyi biçilir. Her ney­ se, bu sizin çayır, körpe ve henüz epey zorludur. Fazla yumuşak olduğundan, orağa gelmez, eğilir...» Cosette her zamanki yerinde, ocakbaşındaydı. Üstü başı dö­ küntü, ayakları tahta nalınlar içinde çıplaktı. Ateşin yanına sokul­ muş, özenle örgü örüyordu. Madam Thenardier kızlarına, yün ço­ raplar örüyordu. Bir kedi yavrusu sandalyeler altında sıçrayıp oy­ naşıyordu. Yan odadan bir cıvıltı yükseliyordu, çocuk sesleri! Bun­ lar oynayan Eponine ve Azelma idi. Ocakbaşındaki bir çivide, bir kırbaç duruyordu. Kimi zaman, evin uzak bir köşesinden bir bebek ağlaması sesi geliyordu. Bu ağlayan çocuk Madam Thenardier’in üç yıl önce dünyaya getirdiği bebekti. Onu emziren annesi, onu hiç sevmemiş­ ti. Çocuğun sesi şamataya döndüğünde kocası: «Hey Kadın, oğlan yine zırlıyor...» derdi. 355

Beriki omuzlarını kaldırır ve: «Aman şu piç kurusu, hiç de içimi açmıyor, boş ver, ağlasın, işim yok, ona mı bakacağım?» derdi. Terk edilen o çaresiz yavru, karanlık köşesinde, ağlamayı sür­ dürürdü. 2 İKİ PORTRE Şimdiye dek Thenardier çiftine şöyle üstünkörü değindik. Onla­ rı yakından incelemenin vakti geldi. Bu arada geçen yıllar Thenardierler’e epey haşin davranmıştı. Bay Thenardier ellisine gelmiş, eşi otuzunu aşalı çok olmuştu. İş­ te bu yüzden, artık eşiyle olan yaş farkı o kadar dikkat çekmiyor­ du. Okurlarımıza, daha önceki bölümlerde Madam Thenardier’den biraz olsun söz etmiştik. Boylu ve cüsseli, kızıl saçlı kemikli yüzlü, Madam Thenardier çamyarması bir yaratıktı. Ona kadın, demek o kadar kolay değildi; o bir jandarmaya benzerdi. Hem, epey güçlüy­ dü de, yorulmak nedir bilmezdi. Hanın her işinin üstesinden gelir­ di. Çevresindeki her şeyi zangırtırdı, camlar, eşyalar ve insanlar ondan ürkerlerdi. Çillerle dolu o enli suratı, tıpkı bir elek gibiydi. Bı­ yığı ve sakalı bile vardı. Kadın kılığındaki bir amele gibiydi. Bir arabacı gibi söverdi, bir cevizi bir yumrukta kırmakla övü­ nürdü. Gençliğinde okumuş olduğu o ucuz romanlar olmasa, kim­ se onun kadın olduğunu bilemezdi. Onun sesini duyanlar, bir jan­ darma der, onun içki içtiğini görenler bir arabacı der, Cosette’i döv­ düğünü görenler onun cellat olduğuna yemin içerlerdi. Dinlendiği zaman, aralı dudaklarından o çıkık dişlerinden biri görünürdü. Bay Thenardier ise, o kara kuru, zayıf, ufak tefek adamdı. Sol­ gun ve kemikli yüzünü gören onu hasta sanırdı, oysa o da bir bo­ ğa gibi güçlüydü. Doğrusu, görünüşün tam aksi olmakla, sinsiliğini başlatmış olurdu. Habire sırıtırdı, çok nazikçe konuşurdu, metelik vermediği bir dilenciyle bile kibarca konuşurdu. Onun tek zayıflığı arabacılarla oturup içmekti. Aslında ara vermeden içmesine kar­ 356

şın, kolay kolay da kafayı bulmazdı. Eski bir pipoyu tüttürür, önlü­ ğünün altına siyah bir elbise giyerdi. Fazla cahil sayılmazdı, biraz okumuşluğu vardı; materyalizm ve edebiyattan söz eder ve ünlü yazarlarının adlarını sürekli anardı. Fransız düşünürleri Voltaire, Diderot ve Jan Jacques Rousseau’dan söz ederdi... Kaba ve ca­ hil işçilerle köylüleri işte böyle etkilerdi. Ağzını doldura doldura or­ dudaki yararlılıklarını anlatırdı. Hatta ateş altında, ağır yaralı bir ge­ nerali siper gerisine taşıyıp, onun hayatını kurtardığını da eklerdi: İşte bu yüzden, hanın kapısındaki plaka vardı ya: «Waterloo Ça­ vuşu.» Liberal ve klasikti. Napoleon yanlısıydı. Köyde, onun birkaç yıl seminerde ilahiyat bölümünde çalıştığı, rahip olmaya hazırlandığı söylenirdi. Fakat bu doğru değildi, o sadece Hollanda’da birkaç ay bir han­ cının yanında hancılık işini öğrenmişti. Bu haytanın aslında net bir ulusu bile yoktu. Bulunduğu ülkeye göre ulus değiştirirdi, tıpkı çıktığı ağaca göre renk değiştiren bir bu­ kalemun gibi. Hollanda’da Flaman, Paris’de Fransız, Brüksel’de Belçikalı kesilirdi. Waterloo’daki cesaretine gelince okur onun yaralıyı nasıl kur­ tardığını çok iyi bilir. O düpedüz bir ölü soyucusuydu. Oradan ya­ kayı kurtarmış, yakalanmadan tüyebilmişti. İşte bu hünerinden sonra Montfermeil’e gelip han açmıştı. Bu­ nu da savaşta çaldığı o altın yüzükler, saatler ve parayla yapabil­ mişti. Ama haram mal lanet getirir sözleri epey doğrudur. Thenar­ dierler’in hanı da hiç kâr bırakmıyordu. Her gün iyice batıyorlardı. Yıllardır Cosette’in annesini sızdırmışlardı. Dış görünümü bir askerle rahip karışımı gibiydi. Aslında konuş­ mayı bilirdi. Çoğu kişi onu epey görgülü sanırdı. Okulun öğretme­ ni onun konuşmasında hatalar bulur, gramer yanlışlarını hemen fark ederdi. Thenardier, müşterilerin hesap pusulalarını hızla dü­ zenler, genç hizmetçilere sataşmaktan geri durmazdı. İşte bu yüz­ den, onu çılgın gibi seven kıskanç karısı, Cosette’den başka yar­ dımcı almamıştı evine. Thenardier, örnek riyakârlığın gövdeleşmiş haliydi. Kimi za­ 357

man, onun da babaları tutardı, ama duygularını hiç belli etmez; ki­ bar görüntüsünü ve soğukkanlılığını her zaman korurdu. Hana her giren müşterinin onları gördüğünde ilk izlenimi, «kadın evin polisi, kocası kılıbığın biri,» diye düşünmek olurdu. Ama bu epey hatalı bir yorumdu. Evin hem hanımı, hem de po­ lisi ve beyi sadece Mösyö Thenardier’ydi. O İriyarı kadın, kendi­ ni bilir, onun önünde sinerdi. Adam manyetik bir güçle, bütün evi, eşini ve çocuklarını yönetirdi. Tek bir laf, çoğu zaman bir tek işa­ ret ve o koca kadın sinerdi. Aslında baş başa oldukları zaman­ lar bile, eşine deli gibi âşık bu kadın onun kulu kölesi olur, sö­ zünden dışarı çıkmazdı. Bu et ve şamata kütlesi, bu ufacık ada­ mın tek bir işaretiyle hemen sinerdi. Kadın kocasını ve kızlarını deli gibi seven korkunç bir varlık­ tı. O yalnızca memeli bir hayvan sayıldığı için, ana idi. Şimdiler­ de epey tuhaf bir kavram onun annelik’i sadece kızları için ge­ çerliydi. Mesela, o mini mini oğlunu hiç sevmezdi. Çocuk ilgisiz, kendi kendine büyürdü. Bu arada Bay Thenardier’in hayat gayesi paralı olmaktı. Üzülerek söyleyeyim ki, bunda asla başarılı olamayacaktı. Montfermeil gibi bir yer Thenardier’nin rol alacağı bir sahne de­ ğildi. İsviçre ya da Pyrenee dağlarında han çalıştırsa parayı ko­ yacak yer bulamazdı. Maalesef, o da kazığa bağlı bir keçi gibi, alınyasızının kendisini sürüklediği bu köşede otlamaya mecbur­ du. Ama bu yöre sahnesi onun için küçüktü. Yaşadığı o 1823 yılında Thenardier’nin çeşitli esnaflara tam bin beş yüz franklık borcu vardı. İşte bu borç, onu koyu koyu dü­ şündürüyordu. Kendisine karşı alınyazısının üsteleyen haksızlığı ne olursa olsun, Thenardier ilkel toplumlarda bir fazilet, uygar toplumlarda bir meta olan şeyi, konukseverliği, daha derin, ve en çağdaş ha­ liyle en iyi anlayanlardan biriydi. Ayrıca, kusursuz bir kaçak av­ cıydı, nişancılığı da namlı bir nişancılıktı. O kadar soğuk, sakin bir gülüş vardı ki, bu çok tehlikeliydi. Hancılık için yeni tarzlar bulmak, bazen ondan şimşek gibi fışkırırdı. Eşinin aklına kazıdığı mesleki sözleri vardı. Bir gün 358

ona öfkeyle, kısık sesle: «Hancının işi, herhangi birine yavan yahni, dinlenme, ışık, ısınma, kirli nevresimler, hizmetçi, pireler, gülümseme satmaktır» diyordu. «Geçenleri kapmak, cılız kese­ leri boşaltmak, şişkinleri dürüstçe hafifletmek, yolculuk eden ai­ leleri saygıyla konuk etmek, erkeği sızdırmak, kadını soyup so­ ğana çevirmek, çocuğu ayıklamak; açık pencereyi, kapalı pen­ cereyi, ocağın başını, koltuğu, sandalyeyi, iskemleyi, tahta sıra­ yı, tüy yatağı, pamuk şilteyi, saman yığınını hesaba yazmak; gölgenin aynayı ne kadar eskittiğini bilmek, onu da hesap pusu­ lasına eklemek, cehennemin bütün ifritleri adına, yolcudan her şeyin parasını istemek, köpeğinin yediği sineklerin parasını bi­ le!» Bu kadınla bu adamda birbiriyle evlenen hile ve öfkeydi: Tik­ sinç, korkunç bir birleşme. Kocası aklında evirip çevirip bir şeyler kurarken, Bayan The­ nardier de, ortada olmayan alacaklıları düşünmezdi, ne yarın, ne de dün için üzülürdü, bütünüyle, öfkesiyle o anı yaşardı. Bu vahşi ruhlu yaratıklar arasında, kaderin fırlattığı o zavallı Cosette, akla hayale gelmeyen işkenceler çekerdi. Karı-koca, kızı ezmek için birbiriyle yarışırlardı. Cosette her zaman dayak yer, tekmelenir, kırbaçlanırdı. Bütün bunları ona Bayan Thenar­ dier uygulardı. Bu arada, pılı pırtı içinde, kışın titremesini yalına­ yak, yarı tok gezmesini de Bay Thenardier’e borçluydu. Adam, kıza yollanan paraların hepsini cebe indirip onu bir dilenci gibi gezdirirdi. Zavallı Cosette yüz kez merdivenden iner çıkar, yıkar, fırça­ lar, siler, süpürür, koşar su taşırdı. Boyundan fazlasıyla ağır eş­ yaları kaldırır, en zor işleri yapardı. Hanımı merhamet nedir bil­ mezdi. Kızcağız susardı, elinden ne gelirdi ki? Örümcek ağına düşen sinek kadar çaresizdi... Biçare çocuk hiç karşı koymuyor, susuyordu. Böylece, gündoğumundan beri insanlar arasında küçücük, çırılçıplak kaldıklarında, Tanrı'dan ayrılan bu canlarda, bu varlık­ ların içinde acaba nasıl şeyler yaşanıyor?

359

3 İNSANLARA ŞARAP, ATLARA SU Dört yeni yolcu gelmişti. Cosette derin derin düşünüyordu. Henüz sekizinde olmasına karşın, çektiği acılar onu vaktinden önce çökertmiş, olgunlaştırmış­ tı. O tıpkı yaşlı bir kadın gibi, başı önünde, kederle örgüsüne de­ vam ediyordu. Gözü morarmıştı. Gaddar Madam Thenardier, onu dövdükten sonra, kahkahalar atıp: «Şu çiroza bakın. Morarmış gözüyle ne de çirkin!» diye homur­ danıp dururdu. Cosette karanlık çökmeden müşterilerin odalarındaki ibrik ve leğenleri suyla doldurmuştu. Çeşmedeki su hayli azalmıştı, fakat belki yeterdi. Yine de kaygılanıyordu. Handa sudan çok şarap içildiğini düşünmek, kızı biraz olsun avutuyordu. Aslında müşterilerin çoğunun bağrı yanıktı, fakat on­ lar şarapla serinlemeyi isterlerdi. Bu arada, hancıdan bir bardak su isteyen bir müşteriye herkes garabetin biri gibi bakıp ayıplardı. Cosette ansızın titredi. Bayan Thenardier çeşme musluğunu açıp ibriği altına koymuştu. İbriğin yarısını dolduracak kadar su geldiğini gören Cosette te­ laşlandı. Fakat müşteri bol olduğu için neşeli olan hancı kadının, omuzlarını silkerek: «Bu geceye yeter,» demesiyle küçük kız rahatladı. Cosette örgü yapmaya devam ediyordu, ne yazık ki, birkaç da­ kika sonra korktuğu şey olacaktı. Kimi zaman, müşterilerden biri dışarı bakıyor ve: «Ne karanlık gece, Yüce Tanrım!» diyordu. «Böyle bir gecede çıkmak için insan delirmiş olmalı.» İşportacılardan biri ahıra uğradıktan sonra, içeri girdi ve aksi bir sesle: «Atımı suvarmamışsınız!» diye bağırdı. Thenardier Ana: «Suvarmaz mıyız, suvardık,» dedi. Adam üsteledi: 360

«Ama ben hayır diyorum.» Cosette saklandığı masanın altından çıktı: «Atınız epeyce su içti, efendim. Hem de kocaman bir kova, ona kendim su verdim.» Bu doğru değildi, Cosette yalan söylüyordu. İşportacı bağırdı: «Olur iş değil! Şu bacak kadar yumurcak, boyuna bosuna bak­ madan nasıl da kıvırıyor. Ben sana atımın su içmediğini söylüyo­ rum, piç kurusu! O susuz kaldığında burnundan solur, tıpkı şimdi olduğu gibi!» Cosette kederle direndi: «Ah! O kadar çok içti ki...» Adam kesip attı: «Haydi yeter artık, uzatmayalım, su verin, olsun gitsin.» Cosette sürtünerek masanın altına girdi. Madam Thenardier: «Haklısınız, beyefendi,» dedi. «Atınız yeterince içmediyse ona su veririz, üzülmeyin.» Kadın korkunç gözlerle etrafına bakınıp: «Şu yumurcak yine nerelere sıvıştı?» diye kendi kendine ho­ murdandı. Başını eğdi, masanın altına saklanan Cosette’i gördü, hışımla bağırdı: «Gelsene haylaz!» Cosette yavaşça göründü. «Haydi al kovayı su getir.» Cosette güç işitilir bir sesle: «Ama hanımefendi alandaki su bitti,» diye söylendi. Madam Thenardier, sokak kapısını sonuna kadar açıp: «Ne duruyorsun aptal, ormandaki pınardan getir, o zaman!» di­ ye bağırdı. Sonra çekmecesini açıp birkaç meteliklik bir metal para çıkar­ dı: «Al bakalım kurbağa suratlı kız. Dönüşte fırıncıdan bir de ek­ mek al, tazesinden.» 361

Cosette başını eğdi ve ocakbaşında duran bir kovanın sapını koluna taktı. Bu arada kadının verdiği o parayı da önlüğünün cebi­ ne attı. Kova öyle büyüktü ki, Cosette içinde oturabilir, ayakta bile durabilirdi. Sonra bir ara kapının önünde bekledi, birinin kendisini kurtar­ masını bekliyor gibiydi. Hancı kadın o sert sesiyle: «Haydi, ne bekliyorsun, gitsenel» diye bağırdı. Cosette çıktı. Kapı kapandı. 4 BİR BEBEĞİN ARALARINA KATILMASI Köylülerin gece yarısı duası için, kiliseye gitmeleri yüzünden, bütün vitrinler ışıl ışıldı. Mumlar, renkli kesekâğıtlarına dikilmiş, bu rengârenk iğreti şamdanlar, şu anda Thenardierler’de şarap içen öğretmenin dediği gibi, ortalığa büyülü bir manzara vermişti. Bu dükkânlardan en sonuncusu Thenardierler’in kapılarının hemen karşısında bulunan dükkân, bir çanak-çömlek, çeşitli renk­ te bardaklar satan bir dükkândı. Satıcı bu camların hemen önüne bir bebek koymuştu. Bu taşbebeğin yarım metrelik boyu ve çilek pembesi bir elbisesi vardı. Başını başaklar süslüyordu. Üstelik ger­ çek saçları ve mavi mineden gözleri vardı. Bütün gün, bu bebeği Montfermeil çocukları, beğeniyle izlemiş­ ti, fakat kimsede buna yetecek para yoktu. Eponine ve Anzelma da bu güzel bebeğin küçük hayranları arasındaydı. Cosette bile göz ucuyla ona bakma cesaretini bulmuştu. Cosette elinde kovayla çıktığında, bütün kederine karşın, yine de gözlerini bu kusursuz manzaraya, bu «Prenses»e çevirmekten geri kalmadı. O, bu bebeğe «Prenses» diyordu. Zavallı çocuk bir ara çivilenmiş gibi kalakaldı. Bu bebeği şimdiye dek bunca yakın­ dan görmemişti. Bu sadece bir bebek değildi. Bu, akıllara ziyan, bir «hayal», mutluluk, servet ve ihtişam sayılırdı. Biçare acılı kıza gö­ rünen bir parıltıydı. Yaşının sağduyusu ve mantığına dayanarak Cosette, kendisini bu bebekten ayıran farkların derinliğini ölçtü. 362

Böyle bir bebeğe sahip olmak için insan ya kraliçe ya da prenses olmalıydı. Küçük kız, buna inandı. O, bu güzel pembe giysiye, bu başak renkli saçlara bakıyor ve içinden, «Kim bilir bu bebek ne çok mutludur!» diye geçiriyordu. Gözlerini bu nefis kızdan alamıyordu. Aslında dükkânda başka bebekler de vardı, ama onlar bu kusur­ suz prensesin nedimeleri olabilirlerdi. Bu güzel bebek, sadece pe­ ri kralının kızı olabilirdi. O yıkık dökük dükkânın içinde, gezinip du­ ran esnafa gelince, Cosette’in gözünde o da Tanrı gibiydi. O kadar güçlü ve erişilmez... Bu tapınmada her şeyi unutmuştu. O karanlık ormana gitmesi gerektiğini bile. Derken hancı kadının o aksi sesi onu gerçeğe dön­ dürdü, dünyaya indi. «Ne! Hâlâ burada mısın? Dur, oraya geleyim de gör gününü!» Hancı kadın kapıda durmuş ve Cosette’in bebeği izlediğini gör­ müştü. Küçük kız kovasına yapıştı ve koşaradım uzaklaştı. 5 KÜÇÜK KIZ BİR BAŞINA Cosette su için Chelles Ormanına gitmeye mecburdu. Artık hiç­ bir yere bakmadan, koşarcasına gitti. Fırın Sokağı ve Kilise çevre­ sinde bulunduğu sürece, ışıklı dükkânlar yolunu aydınlatmışlardı. Fakat son tezgâhın da önünden geçtikten sonra, küçük kız kendisini karanlığın içinde buldu. Aniden korktu, sanki kendisine yoldaşlık etmesi için habire kovanın kulpunu çarpıp gürültü çıkarı­ yordu. Kız ilerledikçe gölgeler iyice koyu hale geliyordu. Sokak artık bomboştu. Bir ara rastladığı bir köylü kadın, onu görünce şaşkın­ ca durdu: «Yüce Tanrım! Bu saatte, bu lanet karanlıkta yollarda ne arıyor!» diye mırıldandı. «Bir cin olmasın bu!» Sonra ilgiyle bakın­ ca kızı tanıdı. «Ha!» dedi, «bizim Tarlakuşu.» Cosette’i köylüler bu adla çağı­ rırlardı. Cosette bir solukta, Montfermeil’in mezarlığa benzeyen o ka­ 363

ranlık sokaklarından geçti. Artık ilçenin dışındaydı. Evlerin, hatta duvarların önlerinden geçtiği zaman boyunca, yine biraz olsun da­ yanabilmişti. Panjurlar arasından süzülen cılız bir mum ışığı, ay­ dınlıktır. Hayatın bir parçasıdır. Fakat yol uzadıkça, kız adımlarının hızını düşürdü. Son evi de arkada bıraktıktan sonra, olduğu yerde durdu. Daha fazla yürümeyi göze alamadı, kovasını yere bıraktı. O ıssız, o zifiri karanlığa korkan gözlerle baktı. Sonra otların arasın­ dan bakındı. Montfermeil dışındaydı, tarlaların arasındaydı artık. Vahşi hayvanların ya da hayaletlerin cirit attığı bu karanlıkta, nasıl daha fazla gidebilirdi? Beklenmedik bir karara varmış gibi kovayı koluna taktı ve han­ cı kadına yalan söylemeye karar verdi. Ona su kalmadığını söyle­ yecekti. Tekrar geriye dönüp, köyün yoluna vurdu. Köye yaklaşmıştı ki, ansızın o cadaloz hancı kadının yüzü kı­ zın gözünün önünde canlandı. Onun hışmı ne de ürkünç olurdu! Çocukcağız ne yapacağını bilmez gibi, biraz yere oturdu ve saçla­ rını çekiştirip, başını kaşıdı. Ne yapmalıydı?.. Bir yandan kendisini korkuyla titreten o koyu karanlık, öte yandan hancı kadının o korkunç varlığı... Derken, kadından epey korktuğunu hissetti. Hayalet ve cinler­ den bile daha çok korkutuyordu o. Sonra, onun gölgesi önünde ge­ riledi ve yerinden sıçrayıp yeniden su yoluna döndü. Bu kez artık koşuyordu, epey vakit yitirmişti. Bir ara koşmaktan soluğu kesildi. Nereye gideceğini bilmez gibiydi, yine de koşmayı bırakmadı. Ormanla suyun arası yedi ya da sekiz dakikaydı. Gündüzleri suyu hep buradan taşıyan Cosette bunu iyi biliyordu. Cosette soluk almaya bile çekinip, koşmaya devam etti. Koyu karanlıktı, fakat kız yolunu iyi bilirdi. Sürekli tutunduğu bir meşe fi­ danını eliyle arandı. Buraya tutunarak kovasını suya daldırdı. Burası yaklaşık iki kulaç derinliğinde bir havuzdu. Balçıkla ken­ diliğinden kazılmış bir tür gölet. Kaynağın etrafını yeşil otlar ve sarp kayalar bürümüştü. Cosette kendisini apansız bitmiş hissetti. Sinirleri o kadar ger­ gindi ki, hemen geri dönmek istedi. Fakat kovayı doldurmak için, 364

harcadığı emek onun olanca gücünü almıştı. Tek adım atacak gü­ cü yoktu. Birkaç dakika oturup, dinlenmeyi düşündü. Gözlerini kapatmıştı. Birden, nedenini bilemeden gözlerini açtı. Kovaya dolan su, beyaz alevlere benzeyen halkalar oluştur­ muştu. Gökyüzü kapalıydı. Bir ara tepesinde ışıl ışıl yanan Jüpiter’i gördü. Çocuk şimdiye dek bilmediği ve kendisini korkutan bu ko­ caman yıldıza çekenik gözlerini dikti. Bu arada yıldızı kuşatan bu­ lut, kızıl bir renk aldığından, Cosette, kanayan bir yaranın karşısın­ da hissetti kendini. Ovadan doğru serin bir rüzgâr esiyordu. Yaprakları hışırdatan bu rüzgâr, yerdeki uzun otları da havalandırdı. Çalılar silahlı kollar gibi bükülüydü. Yelin üflediği kuru yapraklar, kovalanır gibi, kızın önünden uçuştular. Karanlık korkunç ve baş döndürücüdür. İnsanoğluna ışık gere­ kir. Göz görmeyince zihin de bulanır. Güneş tutulmalarından, ge­ celerde en güçlü kişilerin bile ruh hallerinin bozulduğu bilinir. Ge­ celeyin karanlık bir ormandan korkmadan bir başına gidecek kah­ raman az bulunur. Uykuya dalan çiçeklerin düşlerine benzeyen, belirsiz ve uçucu şeylerin havalarda dalgalandıklarını algılarız. Ufuklar bir sır perdesinin arkasına siner, sanki, insanoğlu, arkası­ na bile bakmaya korkar, ama yine de ardında kimse var mı merak­ lanır. Cosette neler düşündüğünü henüz bilmemesine rağmen, yine de doğanın bu koyu karanlığında, kendisini boğulur gibi hissetti. Artık şu anda, yaşadıkları korkuyu bile aşan bir şeydi. Birisi kendi­ sine neler düşündüğünü soracak olsa, içindekileri ifade edecek ke­ limeleri hiç bulamazdı. Derken, içgüdüsel bir davranışla, kendisi bile ne yaptığını bil­ meden birden yüze kadar saymaya başladı. Kendi sesinden güç alır gibiydi. Suyu çekerken ıslanan ellerinin donduğunu sezdi, oturduğu yerden kalktı. Korku, pençesini ona bir daha uzatmıştı. Sonra, tek bir şey yapması gerektiğini kavradı. Buradan alabildiğine hızla uzaklaşmalı, kaçmalıydı. Bütün gücüyle bacaklarını zorlayarak ışı­ ğa, hana dönmek istedi. En azından, şu ormandan kurtulabilseydi. 365

Tarlalara gitse, oradan İlçenin ışıkları seçiliyordu. Fakat yine de, korku her şeyi bastırdı, kovasını almadan buradan gidemezdi. Şu hancı cadısı, canına okurdu. İki eliyle kovanın kulpuna sarıldı ve onu güç bela yerinden oynattı. Böylece kendisini zorlayarak birkaç adım yürüdü, ama kova o kadar ağırdı ki, yere bırakmak zorunda kaldı. Bir ara, dinlendi, son­ ra kovayı tekrar kaldırdı ve bu kez birkaç dakika yürüyebildi. Ama tekrar mola vermesi gerekiyordu. Tıpkı epey yaşlı bir kadın gibi öne eğilmiş, iki kat, çok ağır ilerliyordu. Kovanın ağırlığı kolunu ge­ riyordu, bu arada o ıslak tutamak ellerini dondurmuştu. Bir-iki adımda bir, dinlenmek için duralıyordu. Fakat her duruşunda ve kovayı yere bırakışında, o buz gibi su ayaklarını ve çıplak bacak­ larını ıslatıyordu. Bütün bunlar kışın en korkunç günlerinde, kimse­ nin bulunmadığı tenha ve karanlık bir ormanda geçiyordu. Bu acı hikâyenin kahramanı, henüz sekiz yaşına bile girmemiş, ufak bir kız çocuğuydu. Zavallı Cosette, ağlaya yakına ilerliyordu. Hıçkırıklar boğazın­ da düğümleniyor, fakat ağlamaya cesaret edemiyordu. Hancı ca­ dısı kendisini o kadar korkutmuştu ki, ondan uzak bile kalsa, onun emirlerine karşı koymaya kalkışamazdı. Bu arada böyle giderse hana varmasının neredeyse bir saat süreceğini de biliyordu. Yorgunluktan tükenmiş halde, yine biraz dinlendi. O arada her zamankinden daha fazla dinlendi. Henüz or­ mandan çıkmamıştı. Sürekli dinlendiği bir kestane ağacının altına yığıldı, sonra kovasını alıp, inleyerek yola düştü. Bir ara o kadar koyu bir acıya kapılmıştı ki, «Tanrım! Tanrım!» diye bağırmaktan kendini alamadı. Derken, neye uğradığını bilemedi, kova artık kendisine ağırlık değildi. İrice bir el, sapından tutarak kovayı kaldırmıştı. Cosette ba­ şını çevirdi. Karanlıkta, yanı başında, uzun ve büyük bir gölge onun yanında yürüyordu. Bu usulca arkasından gelen bir adamdı. Cosette onun geldiğini duymamıştı. Bu yabancı sessizce, kovayı alıp kaldırmıştı, içgüdülerimiz hayatın bütün rastlantılarında, bize rehberlik eder, Cosette ilk kez gördüğü bu yabancı adamdan, zer­ rece korkmadı. 366

6 YABANCI 1823 yılının Noel sabahında, fakir ama temiz giyimli bir yaban­ cı Paris varoşlarının birinde uzun uzun dolaşmıştı. Bir ev arıyor gibi Saint-Marceau Mahallesindeki o küçük evlere bakıyordu. Daha sonraları bu adamın bu evlerden birinde bir oda kiraladı­ ğını göreceğiz. Bu adamın kılık kıyafeti, hal ve tavırlarında, yoksullukla temiz­ liğin yan yana geldiği bir birleşim dikkat çekiyordu. İşte bunca yok­ sul fakat onurlu insanlar çevrelerinde sürekli saygı yaratırlar. Başına epey örselenmiş, yuvarlak bir şapka, hardal renkli yün ve sarı bir redingot ceketi, cepli bir yelek, dizleri eskimiş siyah pan­ tolon, siyah yün çoraplar ve bakır tokalı ayakkabılar giymişti. Sürgünden henüz dönen bir emekli öğretmen gibiydi. Apak saçları, buruşuk alnı ve kısılı dudaklarıyla altmışını geç­ kin biri gibi görünüyordu. Fakat ağır olmasına karşın, atik yürüyü­ şü ve hareketlerinde ki kıvraklıktan yine de ellisinden çok olmadı­ ğı belliydi. Yüz ifadesinden onun akıllı ve iyi biri olduğu anlaşılıyor­ du. Sol eliyle bir mendile sarılı bir çıkın taşıyor, sağ elinde budaklı bir sopa tutuyordu. Bu kalın sopanın üzerinde, o kadar ustaca bir oyma yapılmıştı ki, bunu yapan kişi, kaba ağacı bir bastona ben­ zetmişti. Bu caddeden, hele de kışın, fazla gelip giden olmaz. Hiçbir ha­ vası bulunmayan bu adam, kalabalık arayacak yerde insanlardan uzak durur gibiydi. O tarihte, Kral XVIII. Louis neredeyse her gün Choisy-le-Roi’ya uğrardı. En sevdiği gezintilerden biriydi bu. Saat ikiye doğru, hiç şaşmadan, saray arabasıyla atlı muhafızların Hopital Caddesin­ den doludizgin geçtikleri görülürdü. Bu, mahallenin: «Saat iki, işte artık Tuilleries'ye dönüyor» diyen fakir kadıncağızlara saat yerine geçerdi. Bazıları koşar, bazıları yolu açardı, çünkü yoldan geçen bir kral sürekli bir karmaşa yaratır. Zaten, XVIII. Louis’nin görünme­ 367

si, geçip gitmesi Paris sokaklarında hayli canlılık yaratırdı. Bu ge­ çiş çok hızlıydı fakat muhteşemdi. Bu engelli kral doludizgin git­ meyi seviyordu; yürüyemediği için, koşmak istiyordu; bu felçli arabasına gönül hoşluğuyla at yerine yıldırım koştururdu. Yalın­ kılıçların arasından barışçı ve vakur bir ifadeyle geçerdi. Yaldız­ lara bulanmış, kapı kanatlarına büyük zambak dalları çizilmiş ağır saray arabası şamatayla giderdi. İnsan buna bir bakmaya zor fırsat bulabilirdi. Dip sağ köşede, kapitone ak atlas yastıkla­ rın üstünde, geniş, canlı, kırmızı bir yüz, yeni pudralanmış bir alın, vakur, sert, hilebaz bakışlar, bir filozof gülümseyişi, bir kent­ soylu giysisinin üzerinde burmalı, yüksek apoletler, Toisson d'Or nişanı, Saint-Louis nişanı, Légion d’Honneur nişanı, Saint-Esprit gümüş nişanı, şişkin bir göbek, geniş bir mavi şerit; kraldı bu. Pa­ ris’in dışında, ak tüylü şapkasını yüksek İngiliz konçlarının sardı­ ğı dizlerinin üstünde tutardı; şehre döndüğü zaman, ortalığı az selamlar, şapkasını başına takardı. Halka karşı epey ilgisiz dav­ ranırdı, o da ona karşı aynı şekilde karşılık verirdi. Saint-Marce­ au Mahallesinden geçtiğinde olanca başarısı bir mahallelinin ar­ kadaşına söylediği şu sözler oldu: «Hükümet bu şişko ha!» Böylece, kralın aynı vakitteki bu şaşmaz geçişleri Hopital Caddesinin rutinini oluşturuyordu. Sarı elbiseli adam belli ki bu mahalleden değildi, belki Pa­ ris’ten bile değildi, çünkü bu ayrıntıları bilmiyordu. Saat ikide kra­ lın arabası, etrafında gümüş kordonlu bir muhafız süvari taburuy­ la, Salpetriere’den dönüp de caddeye girince çok şaşırdı, korktu. Ara yolda kendisi dışında kimse yoktu, hemen bir bahçe duvarı­ nın köşesine sindi fakat bu, Havre dükünün onu görmesini önle­ yemedi. Sayın dük o gün, muhafızların komutanı olarak, araba­ da kralın karşısında oturuyordu. Majestelerine: «İşte fena yüzlü bir adam!» dedi. Kralın yolunu açan görevliler de onu gördüler, aralarından biri onu izleme emri aldı. Fakat adam mahallenin bomboş, daracık sokaklarına daldı, gün de alçalmaya başladı­ ğından, memur onun izini kaybetti. Bu durum aynı akşam Paris Polis Müdürü Angles düküne verilen raporda yazılıdır. 368

Sarı elbiseli adam izini kaybettirince izlenip izlenmediğini an­ lamak için, sık sık arkasına bakarak adımlarını hızlandırdı. Saat dördü çeyrek geçe, yani karanlık bastırdığında, o gün İki Forsa oyunun sergilendiği Porte-Saint-Martin tiyatrosunun önünden ge­ çiyordu. Tiyatronun lambalarıyla aydınlatılan bu duyuru gözüne çarpmıştı, çünkü her ne kadar hızlı yürüyorsa da, okumak için durdu. Biraz sonra Planchette çıkmaz sokağındaydı. O tarihte Langy arabalarının ofislerinin bulunduğu «Palat d'atin» (Kalay Sahan) hanına giriyordu. Lagny’ye araba saat dört buçukta gide­ cekti. Arabalar hazırdı, arabacının çağırdığı yolcular telaşla ara­ banın yüksek demir merdivenine çıkıyorlardı. Saat dört civarında, adam, posta arabalarının durduğu bir çık­ maza girerek, Lagny için bir bilet sordu: «Yeriniz var mı?» «Evet, bir kişilik, önde, benim yanımda.» «Tamam o bileti alıyorum.» «Peki, binin.» Bu arada arabacı, adamın epey sade giyimine bakarak, on­ dan bilet parasını peşin istedi. Yolcu Lagny’ye kadar yol parasını verdi ve araba yola çıktı. Şehir dışına çıktıklarında, arabacı yanındaki yolcuyla, lafla­ mak istedi, ama adam konuşmaya hevesli değildi. Tek tük karşı­ lıklarla yanıtlıyordu sorulanları. Araba akşam saat altıda Chelles’ye varmıştı. Arabacı, atları­ nı dinlendirmek için, kısa bir mola verdi, yolcu: «Burada ineceğim,» dedi. Fakir görünen bu adamın bilet parasını ödediği halde, yarı yolda inmesi arabacıyı afallattı. Yolcu çıkınını ve sopasını alıp yere indi. Hemen sonra, göz­ den kayboldu. Fakat hana girmemişti. Hemen yola çıkan arabacı, bir ara adamın Chelles yönüne gittiğini şaşkınca gördü. Adam Challes ormanlarına girdi, uzun uzun yürüdükten son­ ra, adımlarını yavaşlattı ve sanki kendisinden başkasının bilme­ diği bir yer arar gibi ağaçları ilgiyle saymaya başladı. Bir ara, yo­ 369

lunu kaybetmiş gibi göründü ve ağaçları elleriyle yoklayarak, bir açıklığa geldi. Orada beyazlaşmış sayısız taş küme vardı. Yolcu taş yığınına yaklaşıp, onları inceledi. Gövdesi mantarla dolu bir ağaç, bu taşların az berisinde yükseliyordu. İhtiyar adam sanki mantarları saymak ister gibi elini ağaca yasladı. Bu ağacın hemen karşısında, kabukları dökülen bir kestane ağacı vardı. Buraya bir çinko tabela çakılmıştı. Adam parmak uç­ larında yükselerek eliyle buna dokundu. Bu ara taşlarla ağacın arasındaki toprak zeminde biraz tepin­ di. Sonra toprağın uzun zamandan beri kazılmamış olduğunu, kimsenin dokunmamış olduğunu anlayıp soluklandı. Daha sonra, sağına soluna bakınarak, yönünü buldu ve tek­ rar yürümeye koyuldu. İşte Cosette’in az sonra karşılaşacağı adam, bu yabancıydı. Ağaçlar arasından Montfermeil’e giderken karanlıklar içinde ilerleyen bu küçücük gölgeyi görmüştü. Kızın inlemesini duymuş ve yaklaştığında boyundan büyük bir su kovası götüren kızı gö­ rünce içi yanmıştı. Hemen elini uzatıp su kovasını sapından ya­ kalamıştı.

7 COSETTE ORMANDA BİR YABANCIYLA BİRLİKTE Evet, anlattığımız gibi, Cosette zerrece korkmamıştı. Yabancı onunla konuştu, derinden ve içten bir sesle: «Çocuğum, taşıdığın kova çok ağır, izin ver de ben taşıya­ yım.» «Evet, efendim.» «Ben taşırım senin yerine. Senin gibi bir kız için bu fazla ağır.» Cosette kovayı adama verdi. Yabancı onun yanında yürüme­ ye başladı. «Küçük, kaç yaşındasın?» «Sekizime gireceğim, efendim,» 370

«Uzaklardan mı geliyorsun?» «Evet, ormandaki kaynaktan.» «Nereye gidiyorsun? Yolun uzak mı?» «Yaklaşık on dakika çeker.» Yolcu bir süre konuşmadı, sonra tekrar sordu: «Senin annen yok mu?» «Bilmem,» diye çocuk yabancının başka soru sormasına fır­ sat vermeden ekledi: «Başkalarının anneleri var, ama benim hiç annem olmadı.» Adam kovayı yere bıraktı, ıslak ellerini kızın zayıf omuzlarına koydu. Karanlıkta onu daha iyi görmek için yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı. Göklerden süzülen o solgun ışıkta, Cosette’in o solgun ve yorgun, ince yüzünü görebildi, tekrar sordu: «Adın, ne senin?» «Cosette.» Yabancı, sanki elektrik çarpmış gibi sıçradı. Kıza tekrar ilgiy­ le baktı, sonra ellerini onun omzundan çekip kovayı alarak, tek­ rar yürümeye başladı. Birkaç saniye sonra sordu: «Sen nerede oturuyorsun, küçük?» «Montfermeil'de, birazdan oraya varırız.» Kısa bir sessizliğin ardından, yine sordu: «Böyle geç vakit, su taşımak için, ormana seni kim gönder­ di?» «Bayan Thenardier. O benim hanımımdır. Hanın sahibesi.» Adam acılı bir gülümseyişle: «Ya öyle mi?» dedi. «Ben de gecelemek için bir yer arıyor­ dum, o hana gideyim. Beni oraya götür.» «Zaten oraya gidiyoruz,» diye yanıtladı çocuk. Yabancı, epeyce hızlı ilerliyordu. Cosette de onu rahat rahat izledi. Hiç yorgunluk duymadı. Zaman zaman, başını kaldırıp adama sakince bakıyordu. Şimdiye kadar kimse kendisine dua öğretmemiş, Tanrı’dan söz etmemişti. Fakat küçük kız, bu yeni arkadaşının yanında yürürken içinde sevinç ve umuda benzeyen duyguların canlandığını hissetti. 371

Birkaç dakika geçti, adam tekrar sordu: «Handa hizmetçi yok mu?» «Hayır, efendim, ben varım, işleri ben yaparım.» Yine bir sessizlikten sonra, Cosette sesini yükseltti: «Yani, iki küçük kız daha var.» «Kim o kızlar?» «Ponine ve Zelma.» Çocuk Thenardier’nin o bayıldığı romantik adları kendisince kısaltmıştı. «Kim bu Ponine ve Zelma?» «Onlar küçükhanımlar, yani Bayan Thenardier’nin kızları.» «Peki, onlar ne yapar?» «Onların güzel taşbebekleri var, altın yaldızlı oyuncakları, gü­ zel kutuları var, onlar oynarlar, eğlenirler.» «Gün boyunca?» «Evet efendim.» «Peki ya sen?» «Ben de bütün gün çalışırım. Yıkarım, siler, süpürür, toz alı­ rım.» Çocuk geceleyin yaşların biriktiği görünmeyen gözlerini, ada­ ma çevirdi sonra yarım sesle: «Bazen işimi erken bitirirsem, benim de oynamama izin verir­ ler.» «Neyle oynarsın?» «Ne bulursam onunla. Benim oyuncağım yok. Ponine ve Zel­ ma bebeklerine dokunmama izin vermezler. Benim de şu kadar­ cık, küçük bir kılıcım var.» Çocuk ufak parmağını gösterdi.» «Kesiyor mu?» «Elbette keser efendim, salatayı, otları ve sinek kafalarını ke­ siyor.» Köye varmışlardı. Cosette yabancıya yol gösterdi. Fırının önünden geçtiler. Cosette ekmek almayı unuttu. Aslında on beş dakika önce kaynağa eğilirken kadının verdiği parayı otlara dü­ şürmüş ve bunun farkında olmamıştı. Adam soru sormaktan vazgeçmiş gibi, başı önünde yürüyor­ 372

du. Kiliseyi arkalarında bırakmışlardı, adam o ışıklı tezgâhları gö­ rerek sordu. «Burada panayır mı var?» «Evet efendim, Noel yortusu için geldiler.» Hana epey yaklaşmışlardı. Cosette usulca yeni dostunun ko­ luna dokundu: «Hana yaklaştık, efendim, kovayı bana verin, lütfen ben ala­ yım.» «Neden?» «Madam Thenardier, bunu başkasına taşıttığımı görürse be­ ni döver.» Adam hiç konuşmadan kovayı ona uzattı. Birkaç saniye son­ ra hanın kapısına gelmişlerdi. 8 YOKSUL GÖRÜNÜMLÜ AMA, BELKİ DE PARALI BİR MÜŞTERİ Cosette hemen karşıdaki tezgâhın o iğreti dükkânındaki o ku­ sursuz bebeğe kaçamak bir göz attı. Bu, yabancının dikkatinden kaçmamıştı. Kız sonra hemen kapıyı tıklattı. Hancı kadın, elinde bir mumla, kapıda göründü: «Nerede kaldın uyuşuk kız!» diye bağırdı. «Neyse ki evin yolu­ nu buldun, kaç saattir nerelerdeydin?» Cosette titreyerek: «Efendim, bu bay, burada kalmak isteyen bir yolcu.» Thenardier’nin hemen yüzü değişti. Eğri bir gülüş takarak yeni müşteriye: «Siz misiniz efendim?» Adam elini şapkasına atıp: «Evet, efendim,» diye yanıtladı. Varsıl müşteriler bu kadar nazik olmazlar. Yabancının bu saygı hareketi, eski giysisi, hancı kadının yüzündeki gülüşün kaybolma­ sına neden oldu. «Buyrun, içeri,» dedi, sert bir sesle. 373

Adam girdi. Beriki ona tekrar baktı, o yamalı pantolon ve eskimiş redingot midesini bulandırmıştı. Bu ara arabacılarla beraber kadeh tokuştu­ ran kocasına baktı. Adam işaret parmağını oynatıp, dudaklarını sarkıtarak ona adamda iş olmadığını göstermeye çalıştı. Bunun üzerine Bayan Thenardier, bağırdı: «Vah vah! İnanın çok üzüldüm, ama sahiden yerimiz yok.» Müşteri: «Kaygılanmayın,» dedi. «Ben tavan arasında ya da ahırda da kalabilirim. Hiç üzülmeyin, oda kirasını karşılayacak param var.» «Kırk metelik.» «Kırk metelik mi? Peki.» «Tamam.» Arabacılardan biri, usul sesle Bayan Thenardier’ye: «Olacak şey değil, hanımefendi,» dedi. «Adamı iyi kazıkladın. Odalar yirmi metelik değil mi?» Bayan Thenardier, kimsenin duymaması için aynı sesle yanıt­ ladı: «Siz karışmayın, ondan kırk metelik alacağım.» Hancı Thenardier, eşini doğruladı: «Kuşkusuz, hanın kalitesini düşünmeliyiz. Yoksul müşteri hanın kalitesini düşürür.» Bu arada müşteri çıkınını ve sopasını sıranın üstüne bıraktık­ tan sonra masanın başına geçmişti. Cosette onun önüne bir şişe şarapla, bir bardak koydu. Atını suvarmak isteyen işportacı kovayı aldığı gibi ahıra git­ mişti. Cosette masanın altındaki yerine geçmiş, eline örgüsünü almıştı. Dudaklarını şarapla ıslatan o yabancı adam, derin bir ilgiyle Cosette’i inceledi. Cosette güzel sayılmazdı. Mutlu olsa belki güzel olabilirdi, in­ ce, nazlı bir yüzü vardı, ama bu acının çirkinleştirdiği bir yüzdü. Kız zayıf ve solgundu. Sekiz yaşında olmasına karşın, altısından çok göstermiyordu. Çukura kaçmış gözleri ağlamaktan şişmiş ve fersiz gibiydi. Dudakları acılı görünüyordu ve ağır hastalarda ol­ 374

duğu gibi, aşağıya sarkıyordu. Elleri ise mosmordu ve soğuktan çatlamıştı. Şimdi, kızı aydınlatan ocak ateşi, onun ne kadar zayıf olduğu­ nu gösteriyordu. Sürekli üşüdüğü için, dizlerini bitiştirerek oturur­ du. Üzerinde pılı pırtı dışında elbise yoktu, hem de bunlar param­ parça halde şeylerdi. Bu elbise yazın insanın içini sızlatacak, kı­ şın ise insana korku verecek kadar kötüydü. Deliklerden kızın o çürümüş omuzları, yediği çimdikten kollarında morarmış lekeler görünüyordu. Biçare çocuk, bütün gövdesinde Bayan Thenardi­ er’nin damgasını taşıyordu. Çıplak bacakları, çöp gibi sıska ve soğuktan morarmıştı. Bu biçare çocuğun, bütün dış görüntüsü, sesi, ürkek konuşması, bakışı, suskunlukları hepsi aynı duyguyu anlatıyordu: Korku: Evet, korku bir örtü gibi sarmıştı onu. Korkudan dirseklerini kalçasında birleştiriyor, parmak uçlarına basıyor, mümkün oldu­ ğunca az yer kaplamaya çabalıyordu. Cosette hanımından o kadar korkardı ki, hana girdiğinde, sı­ rılsıklam olmasına karşın, kurumak için ateş başına geçmeye bi­ le cesaret edememiş, hemen eski yerine sinmişti. Henüz sekizindeki bu çocuğun bakışları zaman zaman o ka­ dar acıklı ve fersiz olurdu ki, onu gören geri zekâlı ya da bir şey­ tan olmasından kuşkulanabilirdi. Daha önce değindiğimiz gibi, o kiliseye adım atmadığından, dua etmesini de bilmiyordu. Hardal sarısı ceketli yabancı, bakışlarını Cosette’den alamı­ yordu. Derken, Bayan Thenardier bir şey hatırlamış gibi eliyle al­ nına vurarak bağırdı: «Ha, Cosette neredeyse unutuyordum. Ya ekmek?» Cosette her zamanki gibi, masanın altından sürünerek çıktı. Ekmek almayı unutmuştu. Aniden korkan çocukların, hilesine baş vurdu, çarçabuk bir yalan kıvırdı: «Madam fırın kapalıydı.» «Kapıyı çalsaydın.» «Çaldım, açmadılar.» Bayan Thenardier: 375

«Ben şimdi senin yalan atıp atmadığını anlarım,» diye homur­ dandı. «Beni aldatmaya çalışıyorsan vay haline! İyice döverim seni. Peki o zaman, sana verdiğim o paraları geri ver.» Cosette elini önlüğünün cebine attı ve ansızın yüzü bembe­ yaz kesildi. «Hadi,» dedi cadı, «beni duymadın mı?» Cosette cebini tersyüz etti, para yoktu, düşürmüş olmalıydı. Zavallı kız verecek yanıt bulamadı. Korkudan donakalmış gibiy­ di. Vahşi kadın, haykırıyordu: «Hemen söyle, paramı kaybettin mi, yoksa bir de beni dolan­ dırmak mı istiyorsun?» Eli ocağın başında asılı duran kırbaca uzandı. Bu korkunç hareket Cosette’e konuşacak gücü verdi: «Bağışlayın efendim,» diye yalvardı, «bir daha yapmam...» Bayan Thenardier, kamçıyı kaptı, bu arada, sarılı adam, kim­ seye sezdirmeden cebini karıştırmıştı. Diğer yolcuların bazıları iskambil oynuyor, bazıları şaraplarını içerek konuşuyorlardı. Kim­ se onun ayrımında bile değildi. Cosette köşesine sindikçe sindi. Madam Thenardier kolunu kaldırdı. Yabancı adam, kadına döndü: «Affedersiniz efendim, istemeyerek söylediklerinizi duydum. Demin küçük kızın cebinden masanın altına bir şeylerin düştüğü­ nü görür gibi olmuştum.» Sonra yere eğildi ve bir şeyler arar gibi yaptı, sonra tekrar doğrularak: «Tamam,» dedi, «işte bakın, buldum.» Hancı kadına gümüş bir para uzattı. Kadın: «Ha, evet,» diyerek parayı cebine attı. Bu ona verdiği on beş metelik değildi. Bu yirmi metelik bir gümüş paraydı. Yani tam bir frank. Oysa kadın Cosette’e on beş metelik vermişti. Fakat bu fırsatı kaçırma­ dı ve kıza kötü bir bakışla baktı ve onu: «Bir daha olmasın, böyle şeyler istemem!» diye payladı. Cosette masanın altına büzülmeden önce, şaşkın gözlerle bu 376

iyi kalpli yabancıya baktı. Gözlerinde derin bir ilgiyle şimdiye dek hiç tanımadığı bir duygu vardı: Güven. Hancı kadın, yolcuya sordu: «Bir şeyler yemek ister miydiniz?» Adam yanıt vermedi, derin bir düşünceye dalmıştı. Kadın dişlerinin arasından mırıldandı: «Aman Tanrım, bu adam da neyin nesi? Herhalde meteliksi­ zin biri. Belki yemek parası bile yok. İster misin gece kalıp oda parasını vermesin. Neyse ki o yerdeki parayı çalmayı deneme­ di.» Bu arada kapı açılmış ve yan odadan Eponine ve Azelma içe­ ri girmişlerdi. Kızların ikisi de tatlı ve sevimli şeylerdi. Pek köylü gibi değil­ lerdi. Zengin kızları gibi çok şık giyinmişlerdi. Büyük kızın, açık kestane renkli örgüleri, diğerinin ta beline kadar inen parlak siyah bukleleri vardı. İkisi de, sağlıklı, pembe yanaklı, parlak gözlü kız­ lardı. Kızların ikisi de kalın şeyler giyinmişlerdi. Fakat ana şefkati, onları o kadar sarıp sarmalamıştı ki, kumaşların kalınlığı kılıkla­ rını hantallaştırmamıştı. Burada, her arzuları yerine getirilen kü­ çük eceler olduklarını her halleriyle belirtiyorlardı. Onları görünce anaları, sevginin sezildiği, sözüm ona hışım dolu bir sesle çıkış­ tı: «Nerede kaldınız?» Bu sözcüklerden onları ne kadar sevdiği anlaşılıyordu. Daha sonra, onları sırayla yanına çağırdı, dizlerine oturtup, kurdelelerini tekrar bağladı, bu arada saçlarını okşamaktan geri durmuyordu. Sevimli bir sitemle: «Nedir bu kılık kıyafetiniz?» Kızlar ocağın başına geçtiler. Ellerinde birbirlerine atıp tutarak oynadıkları bir bebek vardı. Cosette kimi zaman, örgüsünden ba­ şını kaldırıp onlara imrenerek bakıyordu. Eponine ve Azelma, kızın ayrımında bile değillerdi. Küçük hizmetçi kız onlar için köpekten bile, daha adi bir yaratıktı. Kızların bebeği, yüz rengi solmuş, eski ve kırık bir bebekti. Yi­ 377

ne de bütün hayatında bebek nedir görmeyen Cosette için, bu kusursuz bir oyuncaktı. Bir ara, oradan oraya seyirten Bayan Thenardier, Cosette’in kızlarına baktığını fark etti. Cosette çorap öreceğine, oynayan küçük kızları izliyordu. Onu incitme olanağını hiç kaçırmayan cadı kadın: «Hınzır piç kurusu!» diye seslendi, «nihayet seni yakaladım. Ben seni kamçıyla çalıştırmayı da bilirim.» Yabancı müşteri yerinden kalkmadan kadına döndü ve ürkek bir gülümseyişle: «Bırakın efendim, oynasın,» diye yalvardı, «o da çocuk.» Yolcu bir tabak söğüş et yemiş, bir şişe şarap içmiş olsa, hem kılığı da bu kadar kötü olmasa, belki bu dileği bir emir sayılabilirdi. Ama bu kadar eski giyecekleri olan bir zavallının, böyle bir istekte bulunması Bayan Thenardier’yi zıvanadan çıkardı: «Mademki ekmeğini yiyor, çalışması gerekir,» dedi. «Ben onu oynasın, diye doyurmuyorum.» Hamal yapısı ve yoksul kılığına hiç uymayan uysal bir sesle adam, sordu: «Peki ne yapıyor, şimdi?» «Kızlarım için yün çoraplar örüyor.» Adam gözlerini Cosette’in çıplak ve morarmış ayaklarına çevir­ di: «Peki bu çorapları ne zaman bitirir?» «Çalışmasına bağlı. Bu miskin kız bunları ancak dört günde bi­ tirir.» «Çoraplar bitince, kaç para ederler?» Bayan Thenardier, yolcuyu küçümseyen bir bakışla omuzlarını kaldırdı: «Hiç değilse otuz metelik ederler.» Yolcu sordu: «Peki bu çorapları bana beş franka satar mısınız?» Şişko bir arabacı, bu konuşmayı duymuştu, kaba bir gülüşle araya girdi: «Olur şey değil, beş frank ha... Satmaz mı, efendim. Elbette sa­ tar...» 378

Şimdiye dek konuşmamış olan Bay Thenardier de bir şey söy­ lemek gereğini duydu: «Kaprisinize boyun eğeceğiz. Biz müşterilerimizi hoşnut et­ mekten mutluluk duyarız, onlara kesinlikle ‘hayır’ demeyiz.» Hancı kadın hemen atıldı: «Parayı hemen isterim ama!..» Adam cebinden çıkardığı bir gümüş parayı, kadına uzattı: «Ben bu çift çorabı alıyorum, buyrun parasını,» dedi. Daha sonra Cosette’e dönüp: «Hadi çocuğum, artık sen de oyna, ben emeğinin karşılığını verdim, oyna kızım,» dedi. Ama Cosette hâlâ titriyordu. Hanımının dudaklarını öfkeyle ısır­ dığını ve yüzünün korkunç bir ifadeye büründüğünü gördü. Çekin­ gen bir sesle: «Oynayabilir miyim, efendim?» diye sordu. Kadın korkunç bir sesle: «Oyna... Oyna bakalım.» Cosette: «Teşekkür ederim, efendim,» dedi. Dudakları kadına teşekkür ederken, gözleriyle adama minneti­ ni göstererek baktı. Şimdiye dek hiç bilmediği duygular vardı için­ de. Bay Thenardier tekrar içmeye başlamıştı. Eşi onun kulağına fı­ sıldadı: «Baksana, şu sarı elbiseli adam neyin nesi? Onu gözüm tutma­ dı.» Adam omuz silkip kısık sesle yanıtladı: «Hiç bilinmez, böyle gezen çok zengin gördüm.» Cosette ördüklerini kenara bıraktı, ama masanın altından hâlâ çıkmamıştı. O mümkün olduğunca az görünmeye bakardı. Hemen yanı başındaki bir karton kutudan, paçavraları ve kurşun kılıcını çı­ kardı. Eponine ve Azelma onu umursamıyorlardı. Küçük kızlar, çok önemli bir oyuna kaptırmışlardı kendilerini. Kediyi almış, onu kun­ daklamaya çalışıyorlardı. Kedi miyavlıyor, kaçmak istiyordu. 379

Bu arada, deminki bebeği bir yana fırlatmışlardı. Eponine kuş sesine benzeyen bir sesle, kardeşine şöyle dedi: «Bak ne diyeceğim. Bu bebek, diğerinden çok daha eğlenceli. Bu canlı, kımıldıyor, soluk alıyor, haykırıyor, sıcacık bir bebek. Gel kardeşim, gel bununla eğlenelim. Bu benim minik kızım olsun. Ben bir hanım olurum, sen de beni ziyarete geldiğinde, kızıma bakar­ sın. Sonra onun kulaklarını ve bıyıklarını yeni görmüş gibi şaşırmış görünürsün. Sonra kuyruğunu da görünce bana: ‘Aman Tanrım! Ne tuhaf bir kızınız var, böyle?’ dersin. Ben de o zaman, sana: ‘İnanın Madam, benim küçük kızım da böyle... Günümüzün kızla­ rı, böyle oluyorlar’ diye yanıt veririm.» Azelma beğeniyle ablasını dinliyordu. Bu arada arabacı ve işportacılardan oluşan o kaba saba müş­ teriler, çok açık saçık bir şarkı söylemeye başlamışlardı. Tavanları sarsacak kadar sesli kahkahalar atıyorlardı. Hancı da, onları coş­ turmak için el çırptı. Kuşların çalı çırpıdan yuva kurmaları gibi, küçük kızlar da bir hiçten, birkaç parça bezden çarçabuk bir bebek yapıverdiler. Co­ sette de o minik kılıcını kundaklamış, onu dizine yatırıp, çok ağır, soluk gibi bir sesle ona ninni söylüyordu. Bebek, kız çocuklarının en olmazsa olmaz oyuncağıdır. Hem, bunun bir ihtiyaç olduğunu da söyleyebiliriz. Ona bakmak, giydir­ mek, soymak, tekrar giydirmek saçını taramak, öğretmek, gerekti­ ğinde paylamak, okşamak, kucakta sallayıp uyutmak. İşte kadının geleceği, bu birkaç kelimede gizlidir. Bebeklerine zıbınlar, etek ve hırkalar diken küçük kız, genç kız olur, kadınlaşır. İlk çocuk, son bebeğin devamıdır. Bebeksiz bir küçük kız, neredeyse çocuksuz bir kadın gibi mut­ suzdur. Bu arada Bayan Thenardier, yeni müşterinin masasına yaklaş­ tı. «Belki de kocam haklı,» diye düşündü. «Bu döküntü kılıklı adam, belki de Bay Laffitte olabilir. İster misin bu banker Laffitte ol­ sun, hiç şaşırmam, şu zenginler arada bir eğlenmeyi severler.» Dirseğini adamın masasına koyup: «Bayım,» diye söze başladı. 380

Adam bu seslenmeye başını çevirdi, o zamana kadar kadın, kendisine hiç böyle seslenmemişti: «Bakın, Bayım, ben şu çocuğun oynamasına salt sizin hatırını­ za razı oldum. Aslında o uyuşuğun biridir, üstelik çalışması da ge­ rekiyor, meteliği bile yok.» Adam sordu: «Yani o sizin kızınız, değil ha?» «Daha neler!.. Hayır, hayır. Sadece acıdığımız için yanımızda tutuyoruz. Yıllar önce annesi bize bırakmıştı. Sanırım geri zekâlı olmalı. O kocaman kafasına baksanıza, beynine su mu yürüdü, nedir? Onun bakımı için elimizden geleni yaparız, ama bizler de çok zengin sayılmayız. Altı aydır, anasından da ses çıkmadı. Her­ halde ölmüş...» Adam: «Öyle mi?» diyerek yine düşünmeye başladı. Kadın: «Bence şunun anası da pek sağlam ayakkabı sayılmazdı. Bak­ sanıza, kızını bizim başımıza bela etti.» Bu arada kendisinden söz edildiğini anlayan Cosette, Bayan Thenardier’den bakışlarını alamamıştı. Kimi zaman, konu komşu­ dan tek tük laflar duyuyordu. Bu arada iyice kafayı bulan arabacı­ lar, o ağır şarkılarını iyice coşmuş halde söylüyorlardı. Cosette ma­ sanın altındaki yerinde, gözlerini ocaktaki alevlere dikmişti. Aynı zamanda o kundakladığı kılıcı dizinde sallarken hep aynı sesle: «Annem öldü! Annem öldü!» diye bir ninniye başladı. Hancı kadının üstelemeleri üzerine yolcu, nihayet bir şeyler ye­ meyi kabul etti. «Beyefendi ne emrederler?» «Ekmek ve peynir.» Adamın bu sözleriyle yeniden hayal kırıklığına uğrayan kadın: «Bunun beş kuruşu yok,» diye düşündü. Sarhoş müşteriler yüksek sesle şarkı söylemeyi sürdürdüler. Ansızın Cosette, elindeki kılıcı bıraktı, başını çevirdi. Küçük kız­ ların demin yere bıraktıkları o bebeği görmüştü. Küçük kız etrafına ürkekçe bakındı. Bayan Thenardier kocası­ 381

nın kulağına eğilmiş ona bir şeyler fısıldıyordu. Eponine ve Azel­ ma kedileriyle oynuyorlardı. Bazı yolcular yemek yiyor, bazıları içip kâğıt oynuyordu. Kimse onun ayrımında bile değildi. Dizlerinin üs­ tünde sürünerek, usulca masanın altından çıktı. Bir kez daha, kim­ senin kendisine bakıp bakmadığını izledikten sonra, bebeğin bu­ lunduğu yere uzandı. Bir saniye sonra bebek kollarında, eski yeri­ ne dönmüştü, ilk kez, bir bebekle oynayacaktı. Bu öyle eşsiz bir mutluluktu ki, çok tatlı bir hayalin etkisinde gibi kendinden geçti. Peynirle ekmeğini yiyen o yolcu dışında kimse kendisini gör­ memişti. Cosette’in mutluluğu sadece on beş dakika kadar sürdü. Kü­ çük kız dikkat etmesine karşın, yine de bebeğin bacaklarından birinin gölgesinin sivrildiğini görmemişti. Ocak alevlerinin aydın­ lattığı bu pembe ayak, Azelma’nın ilgisini çekti. Kız, kardeşine bir dirsek attı: «Hey, baksana.» Küçük kızlar şaşkınca bakıştılar. İnanılır iş değil! Cosette on­ ların bebeğini kucağına almaya cesaret etmişti. Eponine yerinden zıpladı ve kucağındaki kediyi bırakmadan, annesine yaklaşıp onu eteğinden çekiştirdi. «Ne oldu, beni rahat bırak!» dedi anası. Kız: «Anne şuna bak,» dedi ve eliyle Cosette’i gösterdi. Kendini bebeğin büyüsüne kaptıran Cosette, bir şey görmü­ yor, bir şey duymuyordu. Derken, Bayan Thenardier’nin yüzü korkunç bir ifadeye bü­ ründü. Yine o cadı maskesini takmıştı. Bu kez yaralanan gururu, onun öfkesini iyice çoğaltıyordu. Cosette kendini bilmemiş, bütün sınırları çiğneyip o pis elleri­ ni «Küçükhanımlar»ın bebeğine değdirmişti. Bu ne cüret!.. Ka­ dın, öfkeden kısılan bir sesle: «Cosette!» diye bağırdı. Kızcağız sanki deprem oluyor gibi sıçradı. Başını çevirdi. Hancı kadın: «Cosette!..» Cosette elindeki bebeği kederle karışık bir saygıyla yere bı­ raktı. 382

Daha sonra, bakışlarını bebekten ayırmadan ellerini birleştirdi ve onun yaşında bir çocuktan umulmayacak bir kederle ellerini burktu. Sonra gözlerinden sel gibi yaşlar aktı, ağladı, hıçkıra hıçkı­ ra ağladı. Günün korkularının hiçbiri, onu ağlatamamıştı. Ne o ko­ yu karanlıkta ormana gidişi, ne o ağır su kovasını taşımak, ne pa­ rayı düşürmesi, ne de anasının ölüm haberini almak, onu bu kadar etkilemişti. Bu son yıkım, onun için en katlanılmazıydı. Yolcu yerinden fırladı: «Ne var, ne oldu?» diye sordu. Bayan Thenardier, işaret parmağını küçük kıza uzatıp: «Görmüyor musunuz?» diyerek yerdeki bebeği işaret etti. «Ne olmuş?» dedi adam. Hancı kadın, gözlerine inanmaz gibi: «Daha ne olsun!» dedi. «O dilenci kız, çocuklarımın bebeğine dokunmaya kalkıştı.» «Bütün şamata bu yüzden çıktı? Bebekle oynarsa, ne olur? Dünyanın sonu mu gelir?» Hancı kadın bağırıyordu: «O pis ellerini sürdü! O tiksinç ellerini!» Cosette’in hıçkırıkları iyice şiddetlendi, kadın bağırdı: «Susacak mısın?» Adam yerinden fırladı, doğruca sokak kapısına gitti ve dışarı çıktı. Onun yokluğundan faydalanan hancı kadın, masanın altındaki kıza bir tekme atıp hırsını çıkardı. Cosette avazı çıktığınca bağrı­ yordu. Henüz birkaç dakika geçmişti ki, hanın kapısı tekrar açıldı. O yabancı adam belirdi, fakat bu kez kollarında, demin sözünü ettiği­ niz o güzel bebeği, o masal prensesini tutuyordu. Bebeği Coset­ te’in önüne bıraktı ve: «İşte, bu senin,» dedi. Cosette gözlerini kaldırdı. Elinde bebekle kendisine yaklaşan o adam gözlerini kamaştırmış gibiydi. Sanki, güneşin kendisine gel­ diğini görür gibi oldu. Ve sonra o inanılmaz sözler: «İşte, bu se­ nin.» Küçük bunlara inanamıyordu. Önce bebeğe, sonra adama 383

baktı ve sonra tekrar ağır ağır gerileyerek masanın altındaki yeri­ ne sindi. Cosette artık ne ağlıyor, ne de yakınıyordu. Soluk almaya bile korkar gibiydi. Thenardierler, küçük kızlar donakalmış gibilerdi. Handakiler bi­ le, hemen sustular. Salonu koyu bir sessizlik kapladı. Bir heykele dönüşen Bayan Thenardier, yine tahminlerde bu­ lundu: «Yüce Tanrım! Şu ihtiyar, neyin nesi? Fakir biri olamaz. Bu bebek o kadar pahalı ki. Acaba bir milyoner mi? Kim bilir, belki de hem yoksul, hem zengin, yani hırsızın uğursuzun biridir.» Bay Thenardier’in ise, o anda olanca karakteri yüzüne vurmuş­ tu. Bir bebeğe, bir de yabancıya baktı. Adamda para kokusu al­ mıştı. Hemen karısına sokuldu ve onun kulağına: «Dinle,» dedi. «Şu oyuncak bebek, hiç yoksa otuz frank eder. Aptallığı bırak, adamın önünde diz çökelim.» Kaba insanlar da tıpkı saf insanlar gibi hemen bir durumdan di­ ğerine geçebilirler. Hancı kadın -sanki demin öfkelenip kızı hırpa­ layan kendisi değilmiş gibi- sesini tatlılaştırarak: «Hadi Cosette, bebeğini alsana,» dedi. Cosette sonunda ininden çıkmaya cesaret etti. Bay Thenardier, sevecen bir sesle: «Cosette’ciğim, evladım,» dedi. «Bak, beyefendi, bebeği sana verdi. Artık o senin al ve kendisine teşekkür et.» Cosette bebeğe saygı dolu, inanmaz bakışlarla bakıyordu. Yü­ zü hâlâ gözyaşlarından parlıyordu ama gözleri ışıl ışıldı. Sabah güneşi gibi, sevincin pırıltıları bu gözleri aydınlatmıştı. Şimdi ona, «Küçük Kız, siz Fransa Kraliçesi oldunuz» deseler, bunca şaşır­ mazdı. Sanki bebeğe dokunacak olsa, yer yarılacak sanıyordu. Aslında bu tahminlerinde o kadar aldanıyor sayılmazdı. Yani en azından Thenardier’nin kendisini tekrar azarlayacağını ya da dö­ veceğini sanıyordu. Yine de kendisini tutamadı, bebeğe bir kez daha beğeniyle baktı ve kadına yaklaşıp, ürke çekine sordu: «Alabilir miyim, efendim?» 384

O sırada küçük kızın yüzünde okunan acı, korku ve sevinci ifa­ de edecek kelime bulunamazdı. Kadın yumuşak bir sesle: «Bu da sorulur mu? Tabii ki alacaksın,» dedi. «Bey sana ver­ medi mi? O senin.» Cosette adama döndü: «Öyle mi efendim? Doğru mu? Prenses benim mi?» Yabancı adamın gözleri yaşarmıştı. Konuşsa ağlayacaktı. Bir baş hareketiyle Cosette’e bebeği alabileceğini söyledi. Sonra bebeğin o tozpembe elini kızın eline tutuşturdu. Cosette sanki «Prenses»in elinin dokunmasıyla eli yanacakmış gibi önce geri çekildi. Dilini çıkartıp önüne baktı. Sonra ansızın ya­ banıl bir hareketle bebeği kapıp bağrına bastı. «Onun adı ‘Catherine’ olacak,» dedi. Cosette’in pılı pırtıları bebeğin saten kurdelelerine ve pembe dantellerine karıştı. Küçük kız, hanımına sordu: «Efendim, onu bir sandalyeye oturtabilir miyim?» Bay Thenardier aynı sevecen sesle: «Elbette yavrum,» dedi. «İstediğin yere oturt.» Bu arada şaşkınlıktan küçük dillerini yutmuş gibi olan Eponine ve Azelma, hasetle Cosette’e baktılar. Cosette, Catherine’i bir sandalyeye oturttu ve onun önünde diz çöküp, ona beğeniyle baktı. Yabancı: «Haydi çocuğum oynasana,» dedi. Çocuk: «Oynuyorum efendim,» dedi. Şimdi, Cosette’e bir «Tanrı» gibi görünen bu yabancıdan Ba­ yan Thenardier bütün varlığıyla nefret ediyordu. Fakat buna kat­ lanmaya mecburdu. Her bakımdan kocasının buyruğunda olup, onu kendisine örnek alan, bu hain kadın, bu sahteliği de başardı; ama daha fazla katlanamayacaktı. Cosette’i gördükçe kini çoğalıyordu. Kendi kızlarını odalarına gönderdi ve yabancı adamdan Cosette’i de uyumaya yollama izni­ ni istedi. 385

Aynı zamanda kendisine hiç yakışmayan sevecen bir sesle: «Zavallı çocuk bugün epey yoruldu,» diyordu. Cosette, Catherine kucağında, kaldığı izbeye gitti. Bayan Thenardier kimi zaman, eşinin bulunduğu salonun diğer ucuna gidip, ona içini döküp rahatlamak isterdi. O’na şu yeni ada­ mı çekiştirdi. Meteliği olmayan bir zavallı, dilenci kızına, bir piç ku­ rusuna kırk franklık bebekler almasını, hiç sindirememişti. O bile kendi şirin kızlarına böyle bir bebek alamamıştı ve alamazdı. Bu adam kimin nesiydi, acaba bir tımarhane kaçkını mı? Eşi, anlatmaya çalıştı: «Sandığından daha basit. Sen kızın çalışıp didinmesinden, horlanmasından keyif alıyorsun, ama o, kızın oynamasını, sevin­ mesini istedi. Bunda hayret edecek ne var? Sanırım adam iyi, yu­ muşak yürekli biri. Müşteri parasını ödedikçe her şeyi yapmaya hak kazanır. Ahmağın teki ise, bu ikimizi de ilgilendirmez. İşte hep­ si bu.» Thenardier karşı çıkılmasını istemeyen bir koca, çıkarlarına düşkün bir hancı gibi konuşmuştu. O yabancı ise; dirseği masaya dayalı, dalgınca düşünmeyi sür­ dürüyordu. Diğer müşterilerin hepsi; işportacı ve arabacılar ondan uzaklaşmış, ona korkuyla karışık bir beğeniyle bakıyorlardı. Bu sa­ de görünümlü adam cebinden frankları rahatça çıkaran bu gizem­ li adam, paçavralar içindeki dilenci kızlarına kusursuz bebekleri sa­ tın alabildiğine göre, herhalde epey iyi yürekli ve de saygın biri ol­ malıydı. Fakat neden kendisi yalnızca peynir ekmekle yetinmişti. Böylece saatler geçti. Noel yortusunun gece yarısı duası çok­ tan bitmişti. Meyhane kapanmış, müşterilerin bazıları çekip gitmiş, bazıları da odalarına çekilmişlerdi. Hanın o genel salonu boşalmış­ tı. Ocaktaki ateş bile sönmeye başlamıştı. Yabancı hâlâ dirseği masaya dayalı, kara kara düşünmeyi sürdürüyordu. Thenardierler kabalık olmasın diye, bir süre yolcunun karşısın­ da oturdular. Kilise saati sabahın ikisini vurduğunda, kadın esne­ yerek eşine: «Ben yatıyorum» dedi. «Sen nasıl istersen.» Thenardier çavuş olduğu o eski zamanları hatırlayıp bir köşeye 386

çekildi. Mumunu yaktı ve Le Courrier Français adlı gazetesini ce­ binden çıkarıp okumaya başladı. Bir saat kadar da böyle geçti. Hancı, gazeteyi en azından üç kez ta baştan sona okumuştu, ama yolcu hâlâ yerinden kıpırdamı­ yordu. Nihayet Thenardier kıpırdadı, öksürdü, tükürdü, burnunu sildi; iskemlesini gıcırdattı. Yabancı yine hiçbir tepki göstermedi. Hancı «Acaba adam uyuyor mu?» diye düşündü. Fakat o uyumuyordu. Hancı başlığını çıkartıp, eline alarak adama yaklaştı: «Beyefendi dinlenmek istemezler mi?» diye sordu. «Yatmak istemez misiniz» diye sormak kaba olurdu. Ama din­ lenmek kelimesi akla lüksü ve saygıyı getiriyordu. Kırk franklık be­ bekler satın alan bir müşteriye, saygı göstermek gerekirdi. Hem yatmak için kiralanan bir oda, yirmi metelik ederse, dinlenilen bir oda hiç yoksa yirmi frank ederdi. Yabancı, sanki rüyadan uyanır gibi silkindi: «Öyle ya, haklısınız,» dedi. «Şu ahırınız nerede?» diye sorduk­ tan sonra çıkınını ve sopasını aldı. Hancı yaltaklanan bir gülüşle: «Ben size yol gösteririm, efendim,» diyerek, mumu alıp onun önüne düştü. Adamı yukarı kattaki bir odaya götürdü. Burası sahiden lüks bir odaydı. Gemi şeklinde, bir karyola, maun döşemeler ve kırmızı perdeler. Hanın hiçbir odasında bulunmayan bir lüks. Yolcu sordu: «Burası da ne?» «Bizim gerdek odamız, efendim,» diye sırıttı hancı. «Biz artık eşimle daha sıradan bir odada kalıyoruz. Burayı sizin gibi değerli müşterilerimize açarız. Bu da yılda ya iki, ya da üç kez olur.» Yabancı kederli bir gülüşle: «Ben ahırda da rahat ederdim,» dedi. Hancı bu sözleri duymazdan geldi. Pirinç bir şamdanda renkli, ince uzun mumlar yaktı. Ocakta ke­ yifle bir ateş yanıyordu. Şöminenin üstündeki, cam bir yuvarlağın içinde gümüş telli bir gelin başlığı duruyordu. 387

Yabancı tekrar sordu: «Bu ne?» Thenardier, sürekli o uysal, kibar sesiyle: «Efendim,» dedi, «Bu eşimin gelinlik takıları, bakın portakal çi­ çeklerine... Hatıra olarak saklıyoruz.» Yolcu hayretle bunlara baktı. Aşağıdaki o jandarma kılıklı cadı karının bir zamanlar masum bir gelin olabileceğine inanmak iste­ medi. Thenardier yalan atıyordu. Han çalıştırmak için evi kiraladığın­ da odayı böyle dayalı döşeli satın almıştı. Bu gelin odasının ken­ dilerine uğur ve saygınlık getireceğini düşünmüştü. Yolcu, başını çevirdiğinde hancının gitmiş olduğunu gördü. Hancı ertesi sabah adamı iyice sızdıracağını düşündüğünden, bu zengin müşteriyle, daha fazla içlidışlı olmak istememişti. Hancı yatak odasına girdiğinde henüz uyumamış olan kârısı, üzerine saldırdı. «Baksana, yarından erkeni yok Cosette’i kovuyorum!» Hancı dondurucu bir sesle: «Olur mu hiç?.. Amma da yaptın!» dedi. Başka bir şey konuşmadılar. Birkaç saniye sonra, mumlarını söndürüp yattılar. Yolcu, odanın bir köşesine sopasını ve çıkınını bırakmıştı. Hancı gittikten sonra, bir süre ocakbaşına oturup gözlerini alevlere çevirdi. Daha sonra ayakkabılarını çıkardı; mumlardan birini söndürdü, diğerini eline aldı ve sanki bir şey aranır gibi çev­ resine bakındı. Sessizce aşağıya indi. Merdiven altında, bir çocu­ ğun uyurken soluk alışına andıran bir nefes sesi duydu. Bu ara­ da, aşağı kata inmişti. Hemen merdiven altında bir yığın hırdavat arasında toz ve örümcek ağlarının ortasında bir döşek, yırtık pır­ tık bir şilte ve eski bir örtü bulunuyordu. Taşlar üzerindeki bu çarşafsız kötü yatakta, Cosette yatıyordu. Adam yaklaştı, ona merakla baktı. Kız üşümemek için soyun­ mamıştı. Aslında zavallı çocuk, gündüzün bile giyinik sayılmazdı ki. Bebeğini bağrına basmış, uyuyordu. Taşbebeğin o kocaman mavi gözleri karanlıkta parlıyordu. 388

Arada bir derin derin göğüs geçiren Cosette, kıvranırcasına bebe­ ğine sarılmıştı. Yatağının önünde, o tahta nalınlardan biri duruyor­ du. Cosette’in yattığı aralığa açılan bir kapı vardı. Bu kapıdan ba­ kan adam epey geniş bir oda gördü. Odanın bir köşesinde, iki bembeyaz yatak görünüyordu. Eponine ve Azelma kalın battani­ yelere sarılı, bu rahat yataklarda yatarlardı. Daha arkada, perde­ siz hasır bir beşikte, bütün gece ağlayan o ufak oğlan uyuyordu. Yabancı adam bu oda kapısının Thenardierler’in odasına açıl­ dığını gördü. Derken gözü ocağa takıldı. Ocakta ateş yanmamış­ tı. Fakat Noel geleneklerine uymak için, biri küçük, birisi biraz da­ ha büyük, iki çocuk ayakkabısı vardı. Küçük kızlar Noel Baba’nın bacadan inmesini istediklerinden, patiklerini oraya bırakmışlardı. Adam eğilip baktı. Noel Baba, daha doğrusu kızların anneleri, orayı ziyaret etmişti. Her ayakkabının içinde pırıl pırıl bir yirmi me­ teliklik gümüş ışıldıyordu. Adam oradan uzaklaşıyordu ki, ansızın küller içinde şekilsiz bir şey çekti dikkatini ve üzerinde çamurların kuruduğu bir nalın gördü. Bu, Cosette’in takunyasıydı. Mutsuz olmalarına rağmen, yine de Tanrı’dan umut kesmeyen ve sürekli bir tansık bekleyen ço­ cukların, o sarsılmaz güveniyle Cosette de o eski nalınını şömine­ ye koymuştu. Adam eğildi ve yeleğinin ceplerini aranıp, Cosette’in nalınının içine, bir altın para koydu. Daha sonra geldiği gibi sessiz, kendi odasına çekildi. 9 THENARDİER’NİN HÜNERLERİ Ertesi sabah, gün doğmadan, bir saat kadar önce, Bay Thenar­ dier, mumu yakmış, masa başında yolcuya bir hesap pusulası dü­ zenliyordu. Ona tam yirmi üç franklık bir hesap çıkarmıştı. Kadın, ayakta, onun üstüne doğru yan eğilmiş, eşini bakışlarıy­ la izliyordu. Tek kelime bile konuşmuyorlardı. Bir yanda derin bir düşünce, diğer yanda insan zekâsının bir olağanüstülüğünün do­ 389

ğup gelişmesini izler gibi, adeta dinsel bir esrimeydi bu. Evde bir gürültü duyuluyordu: Tarlakuşu merdiveni süpürüyordu. On beş dakika kadar çalışmadan, birkaç yazıp bozmadan son­ ra Thenardier başyapıtını ortaya çıkardı: 1 NUMARALI ODANIN HESAP PUSULASI Akşam yemeği ............................................ 3Frank Oda............................................................ 10Frank Mum............................................................. 5Frank Ateş ............................................................. 4Frank Servisse....................................................... 1Frank Toplam....................................................... 23Frank «Service» kelimesi «servisse» diye yazılmıştı. Yanı başında ona omzunun üstünden bakan karısı, sevinçli bir hayretle: «Müthişsin, kocacığım,» dedi. «Yirmi üç frank ha?» «Elbette, bu az bile!» «Bay Thenardier, yerden göğe hakkın var, bu o parayı verir. Fa­ kat biraz fazla yazmadın mı? Bana bile kabarık göründü; bakarsın sorun çıkarır.» Kadın, adamın sanki kızlarına nisbet yapmak ister gibi o kusur­ suz bebeği Cosette’e almasını asla affetmiyordu. Yolcuya da kin duyuyordu. Hancı omuzlarını kaldırdı: «Verir. Benim tam bin beş yüz franklık bir senedim var ya...» Adam şöminenin yanına gitti ve ellerini yeni yanan ateşe uza­ tıp derin bir düşünceye daldı, karısı öfkeli bir sesle: «Unutma, bugün Cossette’i kovuyorum,» dedi. «Bu canavara verilen o bebek, beni deli ediyor, inan. O mide bulandırıcı yaratığın bir gün daha evimde kalmasına izin veremem...» Eşi piposunu yaktı ve dişleri arasından: «Faturayı o ihtiyara götür,» dedi. 390

Daha sonra çıktı. Dışarı yeni çıkmıştı ki, yolcu aşağıya indi. Thenardier adamın arkasından süzüldü; ama karısı görebiliyordu onu. Sarı ceketli adam çıkınını ve sopasını aldı. Bayan Thenardier sözüm ona işveli bir sesle: «Ne kadar da erkencisiniz,» dedi, «yoksa bizden ayrılacak mı­ sınız, efendim?» Bu arada eşinin verdiği kâğıdı elinde döndürüp duruyordu. Yü­ zünde bir ürkeklik belirmişti. Bu kadar kılıksız ve fakir görünen bir adama böyle bir hesap getirilemezdi. Üzgün ve dalgın görünen yolcu yanıtladı: «Evet, hanımefendi gidiyorum. Aslında burada fazla işim yok­ tu. Geçerken uğramıştım.» Kadın bir şey söylemeden ona pusulayı verdi. Adam kâğıdı al­ dı, pek umursar görünmüyordu. Sanki farklı bir şey düşünüyordu. «Hanımefendi, şu Montfermeil köyünde işleriniz yolunda mı?» Adamdan farklı bir tepki bekleyen kadın, şaşkındı: «Eh, idare eder,» dedi. Daha sonra kederli bir sesle yakındı: «Ah efendim, bilseniz her şey o kadar pahalı ki. Bizim buralar­ da zengin müşteriye pek rastlanmaz. Sizin gibi bonkör ve paralı müşteriler ne gezer? Masraflarımız da o kadar ağır ki. Ah bilseniz şu küçük kız bize ne kadar pahalıya geliyor?» «Hangi küçük kız?» «Şu Cosette. Buralarda köylüler onu ‘Tarlakuşu’ diye çağırırlar. Ah şu köylüler ad takmayı hiç de bilmezler. Kıza yarasa demek da­ ha doğru, kız tarlakuşuna değil, yarasaya benziyor. Ah efendim bi­ zim gibi yoksul kişiler kim, iyilik yapmak kim. Fazla bir kârımız yok. Hem şu vergiler de, canımızı alıyor. Siz herhalde devletin bizden nasıl haraç aldığını bilirsiniz. Sonra bizim kendi çocuklarımız var, bir başkasının kızını doyurmak bize mi kaldı?» Adam hiç önemsemez gibi konuşmaya başladı. Fakat dikkatli biri onun sesindeki coşku titreşimlerini sezebilirdi: «Onu başınızdan alsam, ne düşünürsünüz?» «Kimi, şu lanet Cosette’i mi?» «Evet, ondan söz ediyorduk ya!..» 391

Hancı kadının kemikli yüzünde tiksinç bir gülüş belirdi: «Tanrı sizden razı olsun. Alın götürün onu, şımartın. Onu gön­ lünüzce giydirip kuşatın, yeter ki başımdan alın da... Hayat boyu size dua ederim.» «Tamam.» «Ciddisiniz, götüreceksiniz onu?» «Evet.» «Hemen, şimdi mi?» «Şimdi, kızı getirin.» Hancı kadın seslendi: «Cosette!» «Bu arada ben size borcumu vereyim. Ne kadar ödeyeceğim?» Sonra elindeki faturaya baktı ve şaşkınca irkildi: «Yirmi üç frank ha?» Kadına dik dik bakarak tekrar sordu: «Yirmi üç frank mı istiyorsunuz?» «Evet efendim, tam yirmi üç frank.» Yabancı adam beş tane banknotu masanın üstüne bıraktı. Tam o sırada, Thenardier göründü. «Bir sorun var,» dedi. «Beyefendinin hesabı yirmi altı metelik.» Kadın şaşkındı: «Ne yirmi altı metelik mi?» diye mırıldandı. Thenardier dondurucu bir sesle: «Oda yirmi metelik, yemek de altı metelik. Cosette işine gelin­ ce bunun için benim beyefendiyle biraz konuşmam gerek. Bizi yal­ nız bırak, karıcığım.» Hancı kadın kocasının bir voli vurmak üzere olduğunu hemen anladı, tek kelime etmeden, çekip gitti. Yalnız kaldıklarında Thenardier, yolcuya bir sandalye gösterdi, onu oturttu; kendisi ayakta kaldı. Derken, yüzünde epey içten ve babacan bir ifade belirmişti. «Ah efendim, doğrusunu isterseniz ben bu küçük kızı çok se­ verim. Şu franklarınızı geri alın. Paradan bana ne? Ben kızdan ay­ rılmak istemiyorum,» dedi. Yabancı sordu: 392

«Kimden?» «Kimden olacak şu bizim küçük Cosette’imizden. Size yemin ederim ki, ondan ayrılmaya bir türlü içim almıyor. Yıllardır, birlik­ te yaşaya yaşaya ona bağlandım. Çocuğu epey özleyeceğim, onu bebekken bize bırakmıştı annesi. Evet aslında, o bize paha­ lıya geliyor, eşimi çok üzüyor, dik başlı ve inatçıdır, üstelik yalan da uydurur; fakat olsun. İnanın efendim, ona hastalığında dört yüz franktan fazla doktor ve ilaç parası verdim. Fakat işte, insan iyilik yapmak ister. Biçarenin bizden başka kimsesi yok ki. Ben böyleyim işte, akıllıca düşünemem, kalbimin sesini dinlerim. Eşi­ me gelince hemen parlar, fakat o da aslında sever küçük kızı. O kendi kızımız gibidir. Onun sesi içimizi açar.» Yabancı ona dik dik bakmayı sürdürüyordu, hancı, devam et­ ti: «Bağışlayın efendim, ama insan yavrusunu böyle ilk gördüğü­ ne vermez. Haklı değil miyim? Aslında siz çok merhametli, iyi bir insana benziyorsunuz. Hem zenginsiniz de galiba. Kızın sizinle mutlu olacağını bilsem, haydi onun için bir özveride bulunayım, fakat işte onu yerini yurdunu bilmek, ara sıra onu ziyaret etmek isterim. Bilmem, anlatabildim mi? Ben daha sizin adınızı bile bil­ miyorum ki... Bizim 'Tarlakuşumuzu’ götürüyorsunuz, en azından kimliğinizi görsem.» Yabancı, onu ta iliklerine kadar ürperten zehir gibi bir sesle: «Beni dinleyin Bay Thenardier,» dedi. «Paris’ten birkaç kilo­ metre öteye gitmek için, kimliğe ne gerek var? Cosette’i alıp gö­ türürsem, götürürüm hepsi bu. Size ne adımı söylerim, ne de ad­ resimi. Aslında niyetim onu, sizden tamamen çekip almak, bu kö­ tü hayattan kurtarmak. İşinize gelir mi? Evet mi? Hayır mı?» Hancı, karşısındakinin karakter sahibi, biri olduğunu anlamış­ tı. Aslında bir gece öncesinden onu iyice incelemişti. Onun ciddi biri olduğu belliydi. Aynı zamanda Cosette’in babası da olamaz­ dı, fakat bilinmez, belki kızın dedesi olabilirdi. Peki, o zaman adam niye adını ve kızın yakını olduğunu söylemiyordu? Cosette’in üzerinde kanuni hakkı olmadığına göre, kim olabi­ lirdi, bu yabancı? Bu sırada hancı, artık uzlaşma vaktinin geldiği­ 393

ni anladı. Sanki bir kumar masasında oturur gibi, birden elini açıp kartlarını gösterdi: «Bayım, şu anda bin beş yüz franka çok acil ihtiyacım var!» Yabancı ceketinin cebinden aşınmış bir deri cüzdan çıkardı ve içinden aldığı üç banknotu, masaya bıraktı. Daha sonra yum­ ruğunu masaya koyup emir verdi: «Cosette gelsin!» Bu arada Cosette ne yapıyordu acaba? Küçük kız, uyanır uyanmaz, ilk işi yanındaki bebeği beğeniy­ le izlemek olmuş, sonra, ocakbaşına koşmuş ve o kırık nalında­ ki ışıl ışıl altına şaşkınca bakmıştı. O altın nedir bilmezdi. Hiç gör­ memişti ki. Cosette’in gözleri kamaştı, demek artık yazgısı deği­ şiyordu. Bütün bu kusursuz armağanlardan çok korkmuştu. Yine de inanamıyordu. O güzel bebek, onu büyülemişti, altın paradan ön­ ce korkmuştu fakat sonra bunun da çok hoş bir hediye olduğunu anlamakta gecikmedi. Aslında o yabancıya güveniyordu, ondan korkmuyordu. Onu o karanlıklarda yanı başında gördüğü an bile korkmamıştı. Gece, sabaha dek rüyalarında sürekli onu görmüş, onunla uğraşmıştı. Hırpani kılıklı, kederli yüzlü, fakat aslında çok varlıklı olan o iyi kalpli adamı. Ormandan çıkarken onunla karşı­ laştığı andan başlayarak, bütün hayatı değişmişti. Küçük kız, beş, altı yıldır, kendisini bildiğinden beri sürekli korku ve işkence­ lerle yaşamış, her an sinip, korkmuştu. Bir kanat altına sığınmak, bir ananın gölgesinde barınmak nedir bilmemişti. Yoksulluk ve sefaletin o dondurucu rüzgârında hep titremişti. Ruhu da bedeni gibi üşümüştü. Oysa, artık her şey değişmişti, içi ısınmış gibiydi. Bayan Thenardier’den bile eskisi gibi korkmuyordu artık. Tek ba­ şına değildi ki, bir koruyucusu vardı yanı başında, bir iyilik mele­ ği... Altını önlüğünün o delik cebine attı, gündelik işlerine başladı fakat o cebindeki altını düşündükçe, aklı başka şeylere kayıyor­ du. Merdivenleri düşünürken, arada bir durup cebindeki altını eli­ ne alarak bu yıldız gibi parlayan parayı izlemeye başlıyordu. Bu arada dilini çıkarmayı da unutmuyordu. 394

Yine böyle tatlı düşlere daldığı bir sıra, Bayan Thenardier’in yanına yaklaştığını gördü. Fakat inanılmaz şey, kadın bu kez kendisine ne bir tokat atmıştı, ne de bir tekme. Aksine kendisin­ den ilk kez duyduğu sevecen bir sesle: «Cosette,» dedi, «Cosette hemen gel.» Bir an sonra, Cosette, o basık tavanlı meyhane salonuna gir­ di. Yabancı, ona getirmiş olduğu çıkından, kalın yünlüden bir el­ bise, bir iç eteği, bir boyun atkısı, bir kalın hırka, yün çoraplar, sağlam ayakkabılar uzattı. Bütün bunlar sekiz yaşındaki kıza gö­ re alınmıştı. Hepsi de siyahtı. Yas rengi. Yabancı: «Yavrum, bunları al ve hemen giy. Acele et, gidiyoruz,» dedi. Henüz ortalık ışırken Monttermeil köylüleri, pencerelerini yeni güne açtıklarında, döküntü kılıklı bir adamın siyahlar giymiş kü­ çük bir kızla el ele Paris yolunda yürüdüklerini gördüler. Küçük kı­ zın kucağında, neredeyse kendi boyunda güzel bir bebek vardı. Bunlar bizim tanıdığımız o yabancı yolcuyla Cosette idiler. Adamı oralarda hiç kimse tanımıyordu. Pılı pırtısını handa bı­ rakan Cosette’i ise çok kişi bu şık kılıkta tanımadı. Cosette gidiyordu. Fakat kiminle. Bilmiyordu? Tek bildiği artık o lanet Thenardierler’in hanını arkada bıraktığıydı. Kimse kendi­ sine «güle güle» dememişti. O da handa kimseyle vedalaşma­ mıştı. Bu evden içi öfkeyle dolu çıkıyordu. Oradakiler de, kendi­ sine kin duyuyorlardı. Cosette kendisine azap çektirilen bu evden uzaklaşırken, ko­ ruyucusunun eline daha sıkı yapıştı. Gözlerini kocaman açarak, ona minnetle baktı. Altınını yeni önlüğünün cebine koymuştu, delik olmayan bu cepten onu düşürme ihtimali yoktu. Kimi zaman bebeğine, kimi zaman altınına göz atıyordu. Yıllardır ilk kez giyecekleri sağlam­ dı, üşümüyordu. Yepyeni giysilerinin içinde gururla yürürken, kendisini götüren bu iyi kalpli adama içinden dualar etti. Birden kendisini Tanrı’ya ve cennete yaklaşmış gibi mutlu buldu.

395

10

AZ TAMAH ÇOK ZARAR GETİRİR Madam Thenardier, her zamanki gibi kocasının emirlerine uy­ muştu. Yolcu ve Cosette çekip gittikten sonra, hancı karısını bir ke­ nara çekip ona adamdan kopardığı o banknotları gösterdi. Kadın küçümseyerek: «Hepsi bu mu?» diye söylendi. Evlendiklerinden beri, ilk kez kocasının bir davranışını beğen­ miyordu. Onu ayıplarcasına konuşmuştu. Bu sözü etkisini hemen gösterdi. Adam: «Aslında haklısın,» dedi. «Şu aptalı daha sağlam yolabilirdim, ver şu şapkamı bakalım.» Paraları cebine atıp, telaşla çıktı. Fakat yolunu bilmediği için, şaşırıp sağa saptı, sonra komşulardan öğrendikleriyle «Tarlakuşu»nun ve koruyucusunun izlerine rastladı. Bu arada aklında plan­ lar kuruyordu. «Aslında epey sersemce davrandım. Bunak parababası. Ken­ disinden ne istesem derhal veriyor. Bin beş yüz değil, on beş bin frank istesem bile, hemen verirdi. Aman çabucak ona yetişeyim.» Sonra ansızın kafasında bir ışık yandı. Adamın gelmeden ön­ ce kız için hazırladığı o yas giysileri, hancının içini bulandırmıştı. Demek adam, Cosette’i orada bulacağını bilerek gelmişti. İşin içinde bir bityeniği vardı. İnsan böyle bir hazırlığı umursa­ madan yapamazdı. Köylünün birinin tarif ettiği yolda ilerlerken, ak­ lından sürekli şunları geçiriyordu: «Şu sarılı adam, anasının gözü. Şu bunak sarılı adam bir parababası olmalı. Ben de ahmağın biri­ yim. Adam önce bir frank verdi, daha sonra gözünü kırpmadan beş frank derken elli frank ve en nihayet bin beş yüz frank. Hiç karşı çıkmadı. Tam sızdırılacak biri. Gidip ondan, on bin frank isteyeyim, sesini çıkarmadan verir. Aman yetişeyim onlara!» Montfermeil’den çıkınca Livry’ye ulaşan sapakta yürürken, uzaklara yayılan o yayla iyice görünür. Oraya varan hancı, yolcuy­ la kızı göreceğine emin, bekledi. Elini gözlerine siperleyip ötelere 396

baktı. Hiçbir şey göremedi. Yoldan geçenlere sordu. Tarlasından dönen bir çiftçi kendisine ihtiyar bir adamla küçük bir kızın orman­ lara doğru gittiklerini söyledi. Demek onlar Gagny ormanlarının yo­ luna vurmuşlardı. Thenardier de hemen o yöne seyirtti. Ne de olsa Cosette hızlı yürüyemeyeceğinden onlara kesinlik­ le yetişirdi. Bir ara tüfeğini yanına almadığına pişman oldu. Ada­ mın gözünü korkutabilirdi. Şu Thenardier aslında epey enteresan bir adamdı. Yaşadığı­ mız sürece kaç kez, onun gibi iki ruhlu insanlara rastladık. Bunlar bir ortaya çıkar, sonra ansızın yok oluverirler. Şans yüzüne gülse, bu alçak adam belki namuslu bir tüccar, hayırsever bir hancı, za­ rarsız bir insan olabilirdi. Fakat bilinmeyen nedenler yüzünden, ruhu allak bullak olmuş ve benliğinin en içlerinde uyuyan o kötü, o günahkâr tarafları can­ lanmıştı... Bu arada göllerden geçip, koruları aştıktan sonra, Chelles Ma­ nastırı civarındaki o kaynaktan da geçtikten sonra, çıktığı tepede ta uzaklardan iki gölge görür gibi oldu. Bunlar aradığı yolculardı. Thenardier onların oturmuş olduklarını gördü, mola vermişler­ di. Bir ağacın altındaydı. Cosette bebeğini dizlerine yatırmıştı. Thenardier koşmaya başladı. Birden onların bulunduğu çalılar arasından çıkarak karşılarına dikildi. Soluk soluğaydı, şapkasını çıkartıp eline aldı: «Bağışlayın efendim,» dedi, «size paranızı geri vermeye gel­ dim.» Bu sözleri söyleyip, o beş yüzer franklık üç banknotu uzattı. Adam sordu: «Bu da nesi?» Thenardier saygılı bir sesle: «Cosette’i almaya geldim efendim,» dedi. Küçük kız titredi, içgüdüsel bir hareketle koruyucusuna sokul­ du. ihtiyar adam sözcükleri vurgulayarak sordu: «Yanlış mı duydum, Cosette’i almaya mı geldiniz?» «Evet efendim, onu geri götüreceğim. Bakın, siz gittikten sonra biraz daha düşündüm, onu size vermeye hakkım yok benim. Ben 397

namuslu bir esnafım. Annesiyle bir anlaşma yapmıştık, kız benim değil ki. Annesi onu bana emanet etti, Cosette’i annesinden baş­ kasına veremem. Kadından imzalı bir kâğıt getirmediğiniz sürece, onu benden alamazsınız.» Yolcu sesini çıkarmadan, elini cebine attı. Thenardier şaşkınca ona bakıyordu. Adam cebinden cüzdanını çıkardı. Hancının içi ısındı: «Oh oh bunak, yine sökülecek paraları,» diye düşündü. Gelgelelim, yolcu aniden yalnız olup olmadıklarını anlamak is­ tercesine, etrafına bir göz attı. Derken Thenardier’nin umduğu pa­ raların yerine ikiye katlanmış bir kâğıdı hancıya verdi: «Haklısınız, işte imzalı belge.» Thenardier şunları okudu: Bay Thenardier, Bu pusulayı getiren kişiye lütfen Cosette’i teslim edin. Kimi har­ camalarınız karşılanacak. Sizi selamlarım. Fantine. Montreuil-sur-Mer. 25 Mart 1823. Yabancı sordu: «İmzayı tanıdınız mı?» Evet, bu Fantine’in imzasıydı. Adam bunu inkâr edemedi. As­ lında görünce tanımıştı. Buna verecek yanıt bulamadı. Bu arada, içi ezildi. Hem yenik düşmüş, hem de paraları vermişti. Thenardier oyunun kurallarına boyun eğmek zorunda kaldığını anlamıştı, zoraki bir gülümseyişle: «Bilmem, imza taklit edilmiş gibime geldi, fakat ne yapalım, de­ diğiniz gibi olsun.» Daha sonra kederin verdiği cesaretle son bir denemede bulun­ mak için: «Mademki kadının yolladığı kişi sizsiniz, bir sözüm yok. Ama en azından çeşitli masraflar için fazladan bir şeyler bırakın.» Yabancı adamın tepesi attı, sırtını dikleştirdi ve gözlerini hancı­ ya çevirip çıkıştı: «Buraya baksanıza! Ocak ayında çocuğun annesinin size yüz yirmi frank borcu vardı. Şubatta siz buna karşılık, beş yüz franklık 398

bir hesap pusulası gönderdiniz. Şubat sonunda üç yüz yirmi frank borcu vardı. Şubatta siz buna karşılık, beş yüz franklık bir hesap pu­ sulası gönderdiniz. Şubat sonunda üç yüz frank ve Mart ayında yi­ ne üç yüz frank. O zamandan beri, tam dokuz ay geçti. Ayda on beş franktan sadece yüz otuz beş frank eder. Yüz frank da fazladan al­ dınız. Size yalnızca otuz beş franklık bir borcum kalmıştı, karşılığın­ da tam bin beş yüz frank ödedim, hâlâ gözünüz doymadı mı?» Thenardier kapana kıstırılan bir kurdun duygularına kapıldı. Son kez gayret etmeyi denedi: «Adını bilmediğim bay, ya bin frank daha verirsin ya da kızı alı­ rım, inan.» Yabancı sakince: «Benimle gel Cosette,» dedi. Sol elini kıza uzattı ve ağacın altına bıraktığı sopasını sağ eli­ ne aldı. Thenardier aslında tabansız biriydi. O tenha dağ başında böyle görkemli bir adamla baş edemeyeceğini anlamıştı. Yolcula­ rımız ormana yürüyedursunlar, o, orada öylece kalakaldı. Onlar uzaklaşırken hancı güçlü ve yapılı adamın enli omuzları­ na bakakalmıştı. Belki bir süre arkalarından gidebilirdi ve bunu de­ nedi. Bu arada tüfeğini almadığı için kendi kendisine sövüyordu. Yabancı başını çevirip, hancının arkalarından geldiğini görünce ona, o kadar korkutan gözlerle baktı ki, alçak herif çark etmekten başka yol bulamadı. 11 9430 NUMARA TEKRAR GÖRÜNÜYOR VE COSETTE PİYANGO KAZANIYOR Jean Valjean hayattaydı. Denize düştüğünde, daha doğrusu kurtulmak için kendisini de­ nize attığında, ayaklarındaki prangayı kestiğini unutmadık. Su altın­ da bir süre görünmeden yüzerek, bir geminin sakladığı bir kurtar­ ma sandalına kimseye görünmeden binip, branda bezlerinin altına saklandı. Oysa okurumuzun hatırlayacağı gibi kurtarma ekibi, onu 399

denizde aramıştı. Karanlık çöktüğü zaman, çok iyi yüzen Jean Val­ jean, tekrar suya atlamış ve Balaguier civarında karaya ayak bas­ mıştı. Orada, yanında para olduğu için, kendisine kuru giyecekler satın aldı ve yollara düştü. Niyeti Paris’e gitmekti. Büyük şehirlerde saklanmak daha kolaydı. Fakat bu yolculuk tam iki ay aldı. Önce Pradeaux’da biraz dinlendi, daha sonra Briançon çevresinden geç­ ti, sonra Alp Dağlarının köylerinde bir zaman kaldı. Sonra Paris’e vardı, kendisini demin Montfermeil’de görüp tanımıştık. Paris’e gelir gelmez, ilk işi sekiz yaşlarında bir küçük kız için matem giysileri satın almak oldu. Bunu da yaptıktan sonra Mont­ fermeil yoluna vurdu. Daha önce de Paris’in varoşlarından birinde bir oda kiralamıştı. Okurlarımızın hatırlayacakları gibi, birkaç kez onun oralarda gizli gizli dolaştığı görülmüştü... Boulatruelle Baba’nın gördüğü o gizemli yabancı Jean Valjean’dan başkası değildi. Fakat artık Jean Valjean tamamen unutulacaktı. Üstelik artık polis onu öldü sanıyordu. Toulon limanında yapılan bütün arama­ lara karşın onu bulamamışlardı. Böyle riskli bir düşüşten kurtulaca­ ğını kimse düşünemezdi. Bir ara dostumuz Valjean, gazetelerden birinde kendi ölüm haberini okudu, bu da onun içini ferahlattı. Cosette’i cellatlarından kurtardığı o günün akşamı, Jean Valje­ an, Paris’e gidiyordu. Çocuğun elinden tutarak beraberce Monce­ aux kapısından şehre girdiler. Orada bir arabaya binip Hastane Alanında indiler. Arabacının parasını verdikten sonra yine kızı elin­ den tutup, o koyu karanlık gecede Hastane Caddesine yürüdüler. Gün Cosette için epey renkli ve şenlikli geçmişti. Ormanlarda, çitler ardında ekmek ve sucuk yemişler, tenha meyhanelerde elma şarabı içmişlerdi. Arada bir arabaya atlamış, daha sonra yürüye­ rek gitmişlerdi. Aslında kızın sesi sedası çıkmamıştı, fakat yine de yorulmuştu ve Jean Valjean onun ayağını sürdüğünü anladı. Son­ ra kızı sırtına aldı. Cosette elinden bebeğini bırakmadan o iyi ko­ ruyucusunun sırtına sarıldı ve başını onun boynuna dayayıp rahat bir uykuya daldı. BİRİNCİ CİLDİN SONU 400

VICTOR HUGO

SEFİLLER

Dünya Klasikleri

Romantik akımın ilk kuramcısı ve şefi Victor Hugo’nun Sefiller adlı bu romanı 19. Yüzyıl’ın en çok tanınmış ve sevilmiş klasik yapıtlarının başında gelir. Klasik tiyatronun yapay ve dar dünyasını kıyasıya eleştirerek modern dram tarzını ortaya atan, çağının sanatçılarını derinden etkileyen Hugo, yaşadığı yüzyıla damgasını vuran belli başlı sorunları, halkın özgürlük tutkusunu Sefiller'de değişik bir biçim ve şiirsel bir tarzla dile getirir. Bu bakımdan Sefiller, roman olduğu kadar trajik bir şiir, görkemli bir söz ustalığının örneğidir. Halk bir sessizliktir. Ben bu sessizliğin yılmak bilmez avukatı olacağım. Dilsizler için konuşacağım. Halkın dili haline geleceğim. Tıkacı çıkarılmış kanlı bir ağız gibi konuşacağım. Her şeyi bir bir söyleyeceğim.

ISBN 975-385-334-3 ISBN 975-385-336-X

SEFİLLER II VICTOR HUGO

Türkçesi: NURTEN TUNÇ

ISBN 975 - 385 - 334 - 3 (TK.) ISBN 975 - 385 - 335 - X Dizgi: Tunç Reklam (0212) 292 64 86 Baskı: Umut Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. 1. Basım Kasım 2004 ODA YAYINLARI TURİZM SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. Tünel, Kumbaracı Yokuşu 119 Beyoğlu - İSTANBUL Tel.: (0212) 252 07 63 - 252 87 53 Fax: (0212) 249 79 62 www. oda yayinlari. com. tr.

DÖRDÜNCÜ KİTAP HARABE GORBEAU 1 GORBEAU USTA Kırk yıl kadar önce, Salpetriere Mahallesi’nde gezinip dur­ saydınız, Paris'in dışında olduğunuza dair bir hisse kapılırdınız. Dikkat çekici bir yerdi burası. Paris şehri burada yitip gidiyor gi­ biydi. Burası bomboş sayılmazdı, birileri geçip gidiyordu; kırlara benzemezdi; Sokaklar ve evler vardı; buna karşın, burası tartış­ madan şehir diyebileceğimiz türde bir yer değildi. Yollarda hen­ dekler beliriyor ve adam boyunda otlar uzanıyordu. Köy denile­ mezdi, konutlar epeyce yüksekti. Evet ama neydi burası? Orta­ lıkta kimsenin görünmediği kalabalık bir yerleşim yeri, insanla­ rın yaşadığı bir tenhaydı. Karanlık çökünce ormanlardan daha korkunç bir görünüme sahip bir Paris mahallesi, gündüzleri me­ zarlığı andıracak ölçüde ücra bir sokaktı. Buraların adı eskiden, «At Pazarı»ydı. Öğrenmeye hevesli biri buranın harap duvarlarını geçmeye kalksa, kocaman avcı kulübelerine benzeyen, yoğunlaşmış ağaç tozlarının yükselip durduğu otlağı geçip, marangoz elin­ den çıkma tahtaların üzerinde koca bir köpeğin uluduğu kütük, talaş ve yongaların doldurduğu bir avluya yürüse, ilkbaharda çi­ çeklerle bezenen yosunlu, siyah ve matemli bir kapısı olan vi­ rane, alçak, uzun bir duvarı da aşınca, en tenha yerde, üzerin­ de büyük harflerle İLAN YAPIŞTIRILMAZ yazan eskice bir bina­ yı da sağına alsa ve buraların dört duvarından ileri geçmeden 405

sadece Petit-Banquier Sokağını geçse, Vigne-Saint-Marcel So­ kağının girişine ulaşırdı. Orada bir fabrikayla iki duvar arasında­ ki bir samanlığı andıran bir yıkıntı göründü. Yakından bakıldığında bir kilise ölçüsünde büyüktü, ama yoldan bakıldığında sadece bir kapı ve bir pencere görülürdü. Neredeyse bütün ev viran bir duvarın arkasına sinmişti. İki katlı bir yerdi burası. Buraya ilgiyle bakan birinin dikkatini çeken ilk şey, bu kapı­ nın sadece bir ahır kapısı olma ihtimaliydi. Ama penceresi rast­ gele bir taştan değil de mermerden yapılmış olsa, bir konak penceresi kadar lüks olabilirdi. Üstünkörü çivilenmiş, kurtların kemirdiği tahtalardan yapıl­ ma kapı, dik basamaklı bir merdivene açılıyordu. Kapının üstü­ ne ince bir tahta perde kapatılmıştı. Tam ortada üç köşeli ufak bir pencere, delik gibi bir şey açmışlardı. Kapının içinde «52» yazıyordu ve aynı yazıyla tahta perdeye de ‘50’ karalanmıştı. Bunu okuyan afallar, «Neresi burası?» diye sorardı kendine. Kapının üstünde haki renk bir bez parçası sallanıp duruyordu. Kapıda ‘50’, içerdeyse ‘52’ yazılıydı. Pencere enlice ve boyluydu. Dört köşeli camlar çerçeve ve panjurla süslüydü. Ama bunlar bir yerlerinden kırılmış oldukla­ rından, üzerlerindeki etiketler, bu çatlak ve kırıkları gizleyecek­ lerine, ileri çıkartıyordu. Kırık, çivileri düşük panjurlar, içinde yaşayanları koruyacağı­ na, oradan geçenlere korku veriyordu. En önemsiz rüzgârlarla yıkılmaları an meselesiydi. Artık pervazsız olan bu panjurlar tahtalarla kapatılmıştı, bu halleriyle, sadece birer tahta kanat gi­ bi görünüyorlardı. Üstünkörü bir işçilikle yapılmış bu kapıyla, yıkık olması bir yana, epeyce emek verilerek yapılmış bu pencere, beraberce işe çıkmış iki dilenci gibiydi. Fakat pılı pırtı içinde olmalarına rağmen, ikisinden birinin doğuştan ipsiz sapsız, diğerinin de sonraları düşkünleşmiş asil biri olduğu belliydi. Merdivenler bit­ tiğinde, depodan bozma ev şekline getirilmiş epey ferah bir ka­ ta varılırdı. Burası mecbur kalmanın dayattığı, ev niyetine iş gö­ 406

ren bir dükkâna benzeyen, farklı ölçülerdeki odalardan oluşu­ yordu. Bunlar uzunca bir koridora; pencereler binanın önünde uzanıp giden tenha topraklara bakardı. Yine de ev epey karan­ lık görünümlüydü. Kapılar ve tavandaki büyücek oyuklardan arada bir, güneş ışını, arada bir de iliklere işleyen rüzgârlar eserdi. Bu kadar yıkılmış yapıların ayrılmazlarından olan koca­ man örümcekler de buraya ağlar örmüşlerdi. Yolda, kapının solunda, uzunca yapılmış bir çatı penceresi, çocukların rastgele attığı taşlarla dolmuş, dörtgen bir oyuk oluş­ turmuştu. Binanın kimi yerleri bugünlerde yıktırılmıştı. Geriye kalanı, daha önce nasıl olduğu hakkında bilgi verebilir. Olsa olsa, yüz yıldan daha eski sayılmazdı. Yüz yıl, bir kilisenin delikanlılığıdır ama, bir evin kocamışlığıdır. insanların evi gelgeçliğini, Tan­ rı’nın evi sonsuzluğunu çoğaltır. Postacılar arasında burası, «50-52 numaralı ev» diye geçer­ di, ama mahalle sakinlerine göre adı ise «Gorbeau Evi»ydi. Bu ismin kaynağını, birkaç sözcükle açıklamaya çalışalım: Geçen yüzyılda, 1770 yıllarında, Chatelet Mahkemesinde iki savcı görevliydi. Adları Corbeau ile Renard’dı.(*) Bunlar, La Fon­ taine’de ölümsüzleşen isimlerdi. Karga üstad bir dosyaya tünedi, Gagasında bir haciz ilamı asılı; Üstat Renard kokuyu çabuk aldı, Başladı yağcılığa, Aman efendim... Duruşma salonlarında, tuhaf isimli bu savcılarla sürekli eğ­ lenirlerdi. Fakat işbilir görevliler kendilerine edilen bu şakalar­ dan o kadar usandılar ki, bir gün, zamanın egemeni olan XV. Louis’ye bir dilekçeyle başvurup isim tashihi izni istediler. Sav­ cı Corbeau’nun talihi yaver gitti, ismini Gorbeau olarak düzeltir­ (*) Corbeau: Karga, Renard: Tilki. Burada Fransızca bir kelime oyunu var.

407

di. Renard’ın şansı pek yoktu, fakat o da isminin önüne bir ‘P’ koydurup Prenard ismini aldı. Değindiğimiz «50-52 numaralı evin» yıllar önceki sahibi Üs­ tad Gorbeau imiş. Üstelik o göz alıcı pencereyi de yaptıran oy­ muş. Bu ev işte bu yüzden, Gorbeau Evi olarak bilinirdi. Bu evin tam karşısında, yarı canlı büyücek bir karaağaç var­ dı, Gobelins Sokağının kapısı onun yanma açılırdı. O, eski za­ manlarda, burası sıskacık ağaçların yaşamaya çalıştığı toprak bir yoldu. Bu yol Paris’i kuşatan duvarda bitimlenirdi. Oradaki bir fabrikadan acımsı bir kükürt kokusu yayılırdı. Şehrin kapısı buraya epey yakındı. 1823 yılındaki kuşatmadan beri sağlamdı. Bu kapının varlığı bile düşünceleri uğursuz renklerle karartı­ yordu. Bu yolun adı Bicetre idi. İmparatorluk ile Restorasyon döneminde de idamlıklar, infaz yerine getirileceği gün şehre bu­ radan girerlerdi. İşlenme tarihi 1829 olan ve «Fontainebleau Kapısı Cinayeti» olarak isimlenen esrarengiz olayın yeri bura­ sıydı. Adliye cinayet işleyenleri bulamadı, sırrı aydınlanama­ yan, kederlendiren bir sorun, gizemi korkunç ve çözümsüz bir bilmeceydi bu. Birkaç adım gidin, bir melodramda olduğu gibi gökgürültüleri arasında, Ulbach’ın, Ivry’li keçi çobanı kızı bıçak­ ladığı lanetli Croulebarbe Sokağını bulursunuz. Birkaç adım da­ ha atın, kendinizi Saint-Jacques kapısının, üst yanları kopmuş lanet karaağaçlarında; hümanistlerin darağacını, şu alçak ve tiksinç Grève Meydanını, en yüce davranıp geçersizleştirmeye, ne de otoriteyle korumaya cesaret ettikleri idam cezası karşı­ sında gerileyen bir esnaf, ve kenter toplumunun ölümcül alanı­ nı gizleyen şu tek çarede bulursunuz. Alınyazısı çok zaman önce belirlenmiş ve her zaman tiksin­ dirici olan bu Saint-Jacques Meydanını umursamasak, otuz ye­ di yıl önce bu renksiz, sıkıntılı yolun belki de en boğucu nokta­ sı, bugün bile cazibesi fazla olmayan, «50-52 numaralı ev» ola­ rak geçen yıkıntının bulunduğu yerdi. Zengin evlerinin buralarda yükselmeye başlamasının tarihi, yaklaşık otuz beş yıla uzanıyor. Burası esasen epey sıkıntı ve­ 408

rici bir yerleşimdi. Bitmek bilmez kesimevleri, kışla duvarına benzeyen fabrika duvarları ve manastırlar görünürdü. Kefen gi­ bi kararmış duvarları alçılanmış, beyaz kulübeler ve eşdüzeye dikili ağaçlar. Tepsi gibi, ne çıkıntı, ne de bayır... Bu yüzden bu­ rası, ürpertici, düzenli ve kasvetli görünürdü. Aslında bu aşırı düzenliliğinden oluyordu. Bakışım, kasvet demektir. Burada in­ san acılanır. Acılar çekilen bir cehennemden daha kötü bir yer var mıdır? Evet, can sıkacak bir cehennem. Eğer böyle bir yer varsa, Hastane Caddesi, bunun en karakteristik örneği olurdu. Karanlığın çöküp, gün ışığının kaybolduğu vakitlerde, özel­ likle havanın çarçabuk karardığı o kış günlerinde, günbatımın­ dan esen o acı rüzgâr, ağaçların kalan yapraklarını da savurdu­ ğunda, gökyüzünün yıldızların bulunmadığı gecelerde, burası, iyice ürkünç bir görünüm kazanırdı. Sayısız cinayetin işlendiği bu tekinsiz yerin tenhalığı korkunçtu. Gündüzleri bakılamaya­ cak kadar uğursuz görünen bu köşe, akşamları iç sıkıcı lanetli bir görünüme bürünürdü. Yazları günbatımında karaağaçların altına çökmüş kocaka­ rılar yoldan geçenlerden sadaka isterdi. Bu eski mahalle de giderek değişmeye, gelişmeye başlaya­ caktı. Neredeyse her gün, bir şeyler değişiyordu. Bugün, bura­ da bir tren garı var: Orleans Garı. Başkent sınırlarında nereye bir tren garı yapılsa, mahalle ölür, şehir doğar gibi olur. Halk kaynaşmasının bu büyük merkezlerinin çevresinde, bu güçlü makinelerin çalışmaya başlamasıyla, kömür yiyip ateş kusan uygarlığın, bu azman beygirlerinin soluğuyla, tohum ekili toprak titriyor, insanların eski evlerini yutup yenilerinin yapılmasını sağlamak niyetiyle açılıyordu. Eskimiş, yıpranmış evler yıkılı­ yor, yenileri yükseliyordu. Orleans demiryolunun Salpetriére’in arazisini kapsamasın­ dan beri, Saint-Victor hendekleriyle Botanik Bahçesi civarında, dar sokaklar günde birkaç kez süratle geçen arabaların, fayton­ ların ve omnibüslerin seyirleriyle sarsılıyordu. Bunlar, giderek her iki yakadaki evleri geriye sürüyorlardı. Çünkü tartışmasız 409

doğru olan öyle şeyler vardır ki, açımlamak zordur, büyük şehir­ lerde güneş evlerin yüzünü güneye döndürür ve o yönde geliş­ tirir, demek ne kadar gerçekse, arabaların sık aralarla geçme­ sinin sokakları genişlettiği de o kadar gerçektir. Yeni bir hayatın belirtileri açık seçik ortadadır. Bu eski taşra mahallesinde, en kıyı bucak yerlere kadar, yollar yapılıyor, kaldırımlar henüz kim­ senin yürümediği yerlere kadar uzanıyor. Bir sabah, 1845 Tem­ muzunda, önemli bir sabah, apansız, kocaman zift kazanların­ dan dumanlar yükseldiği görüldü; o gün uygarlığın Lourcine So­ kağına kadar ulaştığı ve Paris’in Saint-Marceau Mahallesine girdiği söylenebilir. Üstelik, 1846 yılının bir temmuz sabahında, zift kazanlarının kaynatıldığı da görüldü. İşte o gün oradakiler uygarlığın buraya geldiğine ve Paris’in de Saint-Marceau Ma­ hallesine dek uzandığını anladılar. 2 YOKSULLARA BARINAK İşte Montfermeil’den geldiği o akşamın geç vakti Jean Valje­ an bu Gorbeau yıkıntısının önünde durdu. Evini kurmak için bu tenha mahaleyi istemişti. Tıpkı yabani hayvanların barınakları­ nı yapmak için en kimsesiz oyuklara yönelmeleri gibi. Yelek cebinde bir şeyler arandı, anahtar işlevi gören şeyle kapıyı açıp içeri girdi ve kucağında Cosette’yle üst kata çıktı. Buraya geldiğinde başka bir anahtarla, bir kapıyı daha açtı. Durduğu oda epey büyüktü. Yere bir şilte yayılmıştı. Bir masa ve bir-iki sandalye vardı. Sokak feneri, bu döküntü odayı biraz­ cık aydınlatıyordu. Odanın bir köşesinde perdeli bir kısım ve ta­ şınabilir bir somya vardı. Jean Valjean çocuğu usulca bu som­ yanın üstüne uzattı. Çakmağıyla bir mum yaktı, bunlar masanın üzerinde önce­ den hazırlanmıştı. Yanan bir sobanın alevleri seçiliyordu. Jean Valjean elinde mum, Cosette’i beğeniyle izledi. Yüzünde bir iyi­ lik ve şefkat ifadesi vardı. 410

Küçük kız, çocuklara has bir güvenle kendini yeni dostuna bırakmıştı ve nerede olduğunu bilmeden uyuyordu. Jean Valjean eğildi, kızın elini usulca öptü. Dokuz ay önce de, artık uyanmamak üzere uyuyan bedbaht annesinin, Fanti­ ne’in de elini öpmüştü. içi merhamet duygularıyla ezilerek kıza baktı, baktı. Kızın baş ucunda diz çöktü. Ortalık aydınlandığı halde, Cosette henüz uyanmamıştı. Solgun bir kış güneşi, pencereden içeri sızıyordu. Yüklü bir ara­ ba kaldırımları sarsarak geçti. Evin temelleri yerinden oynamış gibi sallandı. Aniden sıçrayarak uyanan Cosette, korkuyla ses­ lendi: «Özür dilerim hanımefendi, uyandım, hemen, geliyorum.» Gözleri yarı açık kendisini yere attı, elini duvara uzattı: «Tanrım, süpürgem nerede?» diye bağırdı. Sonra hemen gözleri açıldı, karşısında kendisine gülümse­ yen Jean Valjean’ı gördü. «Oh, artık orada değilim ya, şükür Tanrı’ya. Günaydın efen­ dim.» Çocuklar mutluluk ve sevinci çarçabuk benimserler. Yatağın baş ucunda Catherine’i gören kız, hemen bebeğini aldı. Oynuyor, bir yandan da, ihtiyar adamı soru yağmuruna tu­ tuyordu. Neredeydiler? Burası Paris miydi? Paris ne kadar bü­ yüktü? Madam Thenardier artık çok uzaklarda mı kalmıştı? Yoksa kadın buralara da mı gelirdi? Derken sevinçle bağırdı: «Oh Tanrım, burası ne kadar güzel!» Aslında bulunduğu yer kasvetli bir barakaydı, ama kız ken­ disini özgür hissediyordu. Sonra birden ürküntüyle: «Odayı süpüreyim mi?» Jean Valjean onun saçlarını okşadı: «Oyna sen çocuğum.» Gün böylece bitti. Bütün bu yaşadıklarından hiçbir şey anla­ mayan Cosette, bebeğiyle yeni koruyucusunun yanında çok mutluydu. 411

3 ŞANSSIZLIKLARIN GETİRDİĞİ MUTLULUK Ertesi gün, ortalık henüz ağarırken, Jean Valjean, yine Co­ sette’in baş ucunda, onun uyumasını izliyordu. İhtiyarın kalbi yepyeni duygularla doluydu. Bu adam kimseyi sevmemişti. Yirmi beş yaşından beri sü­ rekli bir başına yaşamıştı. Ne baba, ne sevgili, ne koca, ne de dost olmuştu! Cezaevi yıllarında, kendi kabuğunda yaşayan, sessiz, somurtuk, geçimsiz bir adamdı. Aslında bu ihtiyarın yü­ reği hiç dokunulmamış bir yürekti. Ablasını ve bir zamanlar sev­ miş olduğu yeğenlerini biraz olsun hatırlıyordu. Bir zamanlar onları ne çok aramış, bulmak için her şeyi yapmıştı, fakat onla­ rı tamamen yitirdiğini anlayınca, aklından da, yüreğinden de si­ lip atmıştı. İşte insan yüreği genellikle vefasızdır. Cosette’i görüp kurtardığında, onunla yollara düştüğünde, ansızın içinde bir kımıldama oldu. İçindeki sevecen duygular hemen canlandı. Çocuğun yattığı yere yaklaştığında, mutluluk­ la titriyor gibiydi, çocuğunu uykusunda izleyen bir annenin he­ yecanını andırır bir his... Zavallı, yepyeni yürek. Fakat o ellisini geride bırakmıştı. Cosette ise sekizindeydi daha. Bu onun hayatında rastladığı ikinci ışıktı. Piskopos onun karanlık ufuklarında erdemin ışığını parlatmıştı, Cosette ise sevgi güneşini. Beraberliklerinin bu ilk günlerini, böyle hoş bir mutluluk için­ de geçirdiler. Cosette de değişiyordu hiç sezdirmeden. Annesinden ayrıl­ dığında öyle küçüktü ki; onu neredeyse hiç hatırlamıyordu. Kendisinden daha güçlü bir fidana sarılan bütün bitkiler gibi, bi­ risine dayanmak, birisini sevmek istemişti, ama çok yazık ki, bunu hiç başaramamıştı. Nereye, kime tutunmak istediyse itilip kakılmıştı. Thenardierler, kızları ve köyün diğer çocukları her­ kes Cosette’i itmişti, hepsi kendisinden uzak kalmıştı. Küçük kız 412

bir ara handaki köpeği sevmişti, ama köpek de ölmüş ve zaval­ lı çocuk iyiden iyiye yalnız kalmıştı. Evet işin en üzücü tarafı da, sekizindeki bu kızın yüreğinin taşlaşmış olmasıydı. Fakat bun­ dan kendisi sorumlu tutulamazdı; sevmek istemiş, onu kimse istememişti. İşte bu yüzden, küçük kız, kendisine sevgi ve ya­ kınlık gösteren bu adama bütün varlığıyla bağlandı. Derken ne­ fis bir duyguya kapıldı, içinde çiçekler açmış gibiydi. Yeni koruyucusunun ihtiyarlığını ve yoksulluğunu bile fark etmiyordu. O kasvetli odayı nasıl güzel bulduysa, Jean Valje­ an'ı da alımlı buluyordu. Bunlar çocukluk, gençlik ve sevincin getirdiği izlenimlerdir. Yeni bir hayata başlamanın da, bunda epey katkısı vardı. O sı­ kıntılı çatı katını da Cosette yüreğinde maviye boyamıştı. Çoğu­ muzun anılarında böyle bir mavi oda vardır. Doğa elli yıllık bir farkla Jean Valjean’la Cosette arasında bir uçurum oluşturuyordu, ama kader bu uçurumu kapattı. Alınya­ zısı birden bu iki yalnızı bir araya getirdi. Cosette bir baba, Je­ an Valjean da bir evlat arıyordu. Birbirlerini buldular, ellerinin birleşmesiyle ruhları da birleşmişti. Konuşmamızı anlamlı hale getirirsek, mezarlık duvarlarının sevdiklerinden ayırdığı Jean Valjean bir dul, Cosette ise bir ye­ timdi. İşte bu yüzden yaşlı adam Cosette’in babası oldu. Daha görür görmez, birbirlerine ısınmışlardı. O gecenin ka­ ranlığında ormanda elini tutan bu yabancıdan zerrece korkma­ mıştı yavrucuk. Çocuğun hayatına adamın girmesi talih eseriy­ di, fakat bu işte Tanrı’nın da parmağı vardı. Jean Valjean yaşayacağı yeri iyi seçmişti. Onun buralarda bulunabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Cosette’le paylaştığı odanın penceresi caddeye bakıyordu. Evin başka penceresi ol­ madığı için, yandan ve karşıdan hiçbir yabancı tarafından izle­ nemezlerdi. Evin girişi, manavların malzemelerini bıraktığı bir tür depo gi­ biydi ve dostlarımızın kaldığı katla hiç bağlantısı yoktu. İlk kat­ ta odalar vardı, bunların çoğu boştu, sadece odaların birinde Jean Valjean’ın hizmetine bakan yaşlı bir kadın kalıyordu. 413

«Asıl Kiracı» diyebileceğimiz bu ihtiyar kadıncık, buranın ka­ pıcısı gibi olduğu için, odayı Jean Valjean’a o kiralamıştı. Jean Valjean, kendisini İspanyol senetleri nedeniyle batan bir emekli olarak tanıtmış, burada torunuyla yaşayacağını açıklamıştı. Al­ tı aylık kirayı önceden ödemiş ve kadından, odayı ve yandaki bölmeyi de döşemesini istemişti. İşte buraya geldikleri akşam, sobayı yakan ve odayı hazırla­ yan bu ihtiyarcıktı. Zaman su gibi akıyordu, ihtiyarla çocuk bu sefalet yuvasın­ da çok mutlu bir hayat sürüyordu. Gün doğar doğmaz Cosette gülmeye, eğlenmeye başlıyor­ du. Çocuklar da kuşlar gibidir, sabahtan akşama cıvıldarlar. Kimi zaman, Jean Valjean kızın işten nasırlanmış ve çatla­ mış o küçük elini dudağına götürünce, dayaktan başka bir şey bilmeyen küçük kız, şaşırır, utanır, başını eğerdi. Kimi zaman ağırbaşlı tavırlarla, üzerindeki matem elbisesini incelerdi. Artık pılı pırtı giymeyen Cosette ölen annesinin mate­ mini tutuyordu. Yokluktan kurtulmuş, hayata atılmıştı. Jean Valjean ona okumayı öğretiyordu. Arada bir, çocuğun hecelemesini beğeniyle dinlerdi. O zamanlar, derin derin düşü­ nürdü, cezaevinde yalnızca fenalık etmek, hayattan intikam al­ mak için okuma öğrenmişti. Oysa artık iyilikle çarpan yüreği, onun küçük bir çocuğu eğitmesini sağlıyordu. İşte bunları hatır­ layan eski mahkûm, kederle gülümsüyor ve kendisine doğru yolu gösteren o Piskopos’a dualar ediyordu. Yukarıdan, gizli bir elin kendisini koruduğuna emindi, gizem­ li bir gücün emrindeydi artık. Kötülük uçurumları bulunduğu gi­ bi, iyiliğin de bitip tükenmezliği vardır. Evet işte Jean Valjean’ın olanca hayatı böylece özetlenmiş­ ti. Cosette’e okuma öğretmek ve onun oynamasını izlemek. Ki­ mi zaman, küçük kıza ölen anasını, onun ne kadar acı çektiği­ ni yeniden anlatıyor ve Cosette’e, onun ruhunu dua etmesini öğretiyordu. Cosette onu «Baba» diye çağırıyordu. Onun asıl ismini bile bilmiyordu. Evet Jean Valjean artık eksiksiz bir huzura kavuş­ 414

muştu. Kızın bebeğiyle oynamasını, Catherine’i giydirip soyma­ sını izlemek, ona okuma öğretmek, işte bütün bunlar onun vak­ tini dolduruyordu. Artık insanlara da kin duymuyordu, her şeyle ilgileniyordu. En büyük gayesi, bu çocuğun yanında yaşlanıp gitmekti. Fakat şunu da belirtelim ki, en iyi insanın bile egoist ol­ duğu kaçınılmaz bir olgu. Jean Valjean çoğu zaman Cosette’in çirkin oluşuna seviniyordu. En azından hep yanında kalırdı. Jean Valjean, Cosette’le karşılaştığında insanoğlunun en kötü taraflarını görmüş, ama kendi ruhunu kurtarmıştı. Bu kez, yalnızca kendi yerine yargılanacak bir zavallıyı kurtarmak için onun yerine cezaevine dönmüştü. Bu arada kadının da acı yaz­ gısını, Fantine’in o sefil hayatında özetlemiş oluyordu. Toplu­ mun haksızlıkları, Javert gibi kalın kafalı, emir kulu polislerin eli­ ne düşen adalet, bütün bunlar adamın ruhunu tekrar karartabi­ lirdi. Şu da var ki, böyle acılandığı zamanlarda Piskopos’un anı­ sı ruhuna ışıklar veriyordu. Fakat yine de bilinmez, belki Coset­ te’le karşılaşmamış olsa Jean Valjean yine düşebilirdi. Ama kı­ zı sevmek onu Tanrı’ya yaklaştırmıştı. Zayıflıklarını aştı, tekrar güçlendi. Evet o Cosette’i korumuştu, fakat kız da sevgisiyle onu fenalıklardan koruyordu. Cosette’in yardımıyla, yine iyilik yolunda yürüdü. Birbirlerinin dayanağı oldular, işte bu da, alın­ yazısının en inanılmaz gizlerinden biri değil mi? 4 KAPICININ DÜŞÜNCELERİ Paris'in en ücra mahallesini seçmesine karşın, yine de Jean Valjean kadere kafa tutmuyor, dikkatli davranıyordu. O gündüz­ leri hiç dışarıya çıkmıyordu. Akşam güneş battıktan sonra, bir saat kadar Cosette’in elinden tutarak onunla gezintiye çıkardı. Kimsenin olmadığı yolları seçerek, çoğu zaman boş bir kiliseye, mahalleye en yakın olan Saint-Medard Kilisesine giderdi. Ba­ zen Cosette’i götürmez, kapıcı kadınla bırakırdı. Fakat küçük kızın en büyük mutluluğu ihtiyarla el ele sokaklarda gezmekti. Hatta bebeği ile oynamaktan daha eğlenceli bulurdu bu gezin­ 415

tileri. İhtiyarla kızla yürürken ona merak çekici hikayeler anlatır­ dı. Aslında Cosette doğuştan neşeli biriydi. İhtiyar kapıcı yemeklerini pişirir, odalarını temizler ve alışve­ riş ederdi. Jean Valjean küçük kızla epey gösterişsiz bir hayat sürüyor­ du, fakat ocaklarında ateş sürekli yanardı. Yine de adam oda­ nın eski eşyalarının hiçbirini değiştirmemişti. Sadece Cosette’in uyuduğu bölmeye, camlı kapının yerine tahta bir kapı yaptır­ mıştı. Üzerinde hep hardal rengi ceketi; başında eski şapkası olur­ du. Sokakta çoğu kez dilenci sanarak ona sadaka verenler ol­ muştu. Jean Valjean parayı alır ve şapkasını çıkartıp o iyi yü­ rekli adamı saygıyla selamlardı. Daha sonra gerçekten yoksul birini gördüğünde etrafına bakınır ve kimsenin olmadığını gö­ rünce ona uzatırdı bu paraları. Fakat şu da var ki onun bu yap­ tığını görenler vardı ve ona mahallede «Sadaka veren dilenci» adını vermişlerdi. Hizmetine bakan kapıcı, aslında kimsenin mutluluğunu da­ yanamayan, içi fesat dolu bir yaratıktı. Aynı zamanda epey de meraklı olduğu için, Jean Valjean’ı gözetimine almıştı. Kadın sağır olduğundan habire konuşurdu. Sadece iki dişi sağlamdı, üst ve alt dişi. Konuşurken habire bunları birbirine çarpardı. Cosette’i soru sağanağına tutmuş, fakat hiçbir şey bil­ meyen küçük kız Montfermeil’den geldiklerini söylemekle kal­ mıştı. Yine bir sabah kadın, Jean Valjean’ın, sanki gizlenir gibi evin ıssız bölümlerinden birine girdiğini gördü. İhtiyar, bir kedi gibi, sessizce onun ardından gitti ve gözünü kapıdaki çatlaklar­ dan birine dayadı. Fakat Jean Valjean, önlemini almışçasına, sırtını kapıya ver­ mişti. Kadın, adamın ceplerini karıştırıp, makas, iğne-iplik çıkar­ dığını gördü, daha sonra, ceketinin eteğinin astarını sökerek sarı bir kâğıt parçası aldı, sonra söktüğü yeri dikti. Kapıcı kadı­ nın gözleri, bunun bin franklık bir banknot olduğunu görünce, yuvalarından uğradı. Dünyaya geldiğinden bu yana, üçüncü 416

kez binlik bir banknot görüyordu, korkmuş gibi, oradan telaşla ayrıldı. Birkaç dakika sonra Jean Valjean onu çağırdı ve kendisine binlik bir banknot verip, bozdurmasını rica etti. Bu onun, üç ay­ da bir aldığı paraydı. Bir gün önce bunu almıştı. Kadın aklında hemen bir hesap yaptı. Adam bir gün önce karanlık çöktüğün­ de çıkmıştı ve o saatte bankalar kapalı olurdu. Bu bin franklık banknot mahallenin dedikoducu kocakarıları arasında uzun uzun konuşulacaktı. Birkaç gün sonra kadın bir şey daha izledi. Jean Valjean, üzerinde gömleğiyle odun kesmek için avluya inmişti. İhtiyar ka­ dın odayı temizliyordu. Bir çiviye asılı olan adamın redingot ce­ ketini indirip eteklerini inceledi, astar tekrar dikilmişti. Kadın orasını iyice elledi, sanki astarla kumaş arasında kâğıtlar vardı. Herhalde, daha bir sürü binlik banknot vardı. Sonra adamın cebinde bir şeylerin daha olduğunu fark etti, iğne-iplik ve makastan başka, çok dolgun bir cüzdan ve epey uzun bir bıçak vardı. Bütün bunların yanı sıra, değişik renkler­ de peruklar da vardı. Bu ceketin her bir cebi, beklenmedik du­ rumlar için, bir şeyler gizleme aracıydı. Böylece zaman geçti ve yıkıntılarda oturanlar kışın son gün­ lerini gördüler. 5 METAL PARANIN SESİ Saint-Medard civarında, boş bir kuyunun dibinde, dilenen bir ihtiyar vardı. Jean Valjean kimi zaman bu adama da sadaka ve­ rirdi. Kimi zaman da, onunla konuşurdu. Onun bir zamanlar po­ lis olduğu söylenirdi. Yine bir akşam Cosette’i evde bırakıp, tek başına çıkan Je­ an Valjean dilenciyi her zamanki yerinde gördü. Adamın altında oturduğu sokak fenerini yeni yakmışlardı. Dilenci, her zamanki gibi dua ediyordu ve iki kat olmuş halde oturuyordu. Jean Val­ 417

jean, ona yaklaştı ve her zamanki gibi sadakasını adamın av­ cıma bıraktı. Dilenci başını kaldırdı ve kendisine para verene baktı. Sonra tekrar eğildi. Bu hareketini çok seri biçimde yap­ mıştı. Jean Valjean titredi, fenerin ışığında ihtiyar dilencinin sa­ kin ve kırış kırış yüzünü değil de, kendisini korkutan dehşet uyandıran çirkin bir suratı görmüş gibiydi. Derken donakalmış gibi, geriledi, soluk alamıyor, konuşamıyordu; öylece duruyor­ du. Başında bir paçavrayla karşısında duran dilenciden bakış­ larını alamadı bir süre. Sanki bir kaplanla karşılaşmış gibiydi. Oysa dilenci, her zamanki gibi pılı pırtısına bürünmüştü. Oturu­ şu, boyu her günkü gibiydi. Jean Valjean elini alnına atıp, «Aman Tanrım, yoksa çıldırıyor muyum?» diye söylendi, «rüya bu, başka bir şey olamaz!» Evine, afallamış ve üzgün geldi. Bir anlığına görür gibi olduğu o suratın Javert’in suratı oldu­ ğunu, kendi kendine bile söylemeye çekiniyordu. Gece gözüne uyku girmedi, bir ara, adamla konuşmadığına üzüldü. O zaman adamı başını kaldırmaya zorlar ve kimliğine dair kesin bir şeyler öğrenirdi. Ertesi akşam karanlık çökünce aynı yere gitti. Dilenci aynı yerdeydi. Jean Valjean, ona birkaç meteliklik bir metal para ve­ rip: «Nasılsın ihtiyar?» diye sordu. Adam başını kaldırdı ve o kızarmış gözlerini kendisine çevir­ di: «İyiyim, teşekkür ederim efendim,» dedi. Jean Valjean hemen rahatladı, adam o eski dilenciydi. Ken­ di kendisiyle eğlendi: «Ben de sanırım artık hayal görüyorum» dedi. «Onun Javert olabileceğini nereden de çıkardım ki? Yok­ sa artık asılsız şeyler mi görüyorum?..» Ve bir daha bunu dü­ şünmedi. Birkaç gün sonra odasında Cosette'e hecelemeyi öğretiyor­ du ki, gece saat sekizde, evin giriş kapısının açılıp kapanma sesini duyar gibi oldu. Bu kendisine epey tuhaf göründü. Bu yıkıntıda, onunla ihti­ yar kapıcı dışında kimse yoktu ki. Kim gelmiş olabilirdi? 418

Jean Valjean Cosette’e susmasını işaret etti ve merdivenler­ den birinin çıktığını duydu. Alt katta yaşayan kapıcı kadın, mum yakmamak için erkenden, karanlık çökmeden yatardı. Kim bilir, belki kadın rahatsızlanmış olabilirdi. Jean Valjean merakla din­ ledi, oysa ayak sesleri iri yapılı birinin adımları gibi tok ve ağır seslerdi, fakat kapıcı kadın da, kaba nalınlar giyerdi. Jean Val­ jean mumunu söndürdü. Cosette’i uyumaya yollamış ve ölgün bir sesle: «Sakın sesi­ ni çıkarma!» demişti. Ayak sesleri bir ara kesildi, Jean Valjean, hiç hareket etmeden sandalyesinin üzerinde bekledi, karanlıkta soluk bile almadan duruyordu. Bir süre sonra, hiçbir şey duy­ mayınca, sessizce başını çevirdi ve oda kapısının anahtar deli­ ğinden süzülen oynak bir ışık gördü. Bu ışık karanlık duvarın karşısına bir yıldız çizmiş gibiydi. Elinde mum olan birinin kapı­ nın ardında olduğu kesindi. Birkaç dakika daha geçti ve ışık da kayboldu. Fakat artık Je­ an Valjean hiçbir ses duymadı. Birden, kapısında bekleyenin ayakkabılarını çıkarmış olduğunu anladı. Jean Valjean giyinik halde yatağına uzandı ve bütün gece uyumadı. Gün doğarken, tam dalıyordu ki, holün dibindeki odalardan birinin gıcırtısıyla sıçradı yerinden. Sonra, bir gece önceki er­ kek ayak seslerini duydu. Adımlar yaklaşıyordu. Jean Valjean gözünü anahtar deliğine uydurdu ve geceleyin girmiş olanı gör­ mek istedi. Kapının önünden bu kez çabuk adımlarla geçen bir erkek gördü. Jean Valjean adamın yüzünü göremedi, hol epey karan­ lıktı, fakat yabancı, merdivenin önünde durduğunda dışarıdan gelen aydınlıkta dostumuz, onun boylu ve iri yapılı biri olduğu­ nu gördü. Ta çenesine dek ilikli bir ceket giymiş ve kolunun al­ tında bir sopa tutan adam Javert’in çam yarması gölgesiydi. Aslında isterse Jean Valjean, pencereden sarkıp, onu cad­ dede görebilirdi fakat pencereyi açacak cesareti yoktu. Bu yabancının kendi evi gibi, bir anahtarla girdiği belliydi. 419

Ama anahtarı kendisine kim vermiş olabilirdi? Bütün bunlar ne demekti? Sabah saat yedide, yaşlı kadın odalarını temizlemeye geldi­ ğinde, Jean Valjean ona dik dik baktı ama, bir şey sormadı. Ka­ dın her zamanki gibi rahat davranıyordu. Süpürürken bir ara şöyle dedi: «Efendim, dün gece bazı sesler duydunuz, değil mi?» O günlerde ve o karanlık yolda, gecenin sekizinde hayli ka­ ranlık olurdu. Jean Valjean çok olağan bir sesle: «Aa, evet aslında, bir şeyler duyar gibi oldum. Kimdi?» diye sordu. Kapıcı: «Yeni bir kiracı.» «Adı ne?» «Pek bilemeyeceğim, ama sanırım Dumont ya da Daumont öyle bir şey...» «Bu adam neyin nesi?» Kadın sansarınkine benzeyen ufak gözlerini Jean Valjean’a çevirdi ve: «O da sizin gibi; emekli.» Belki kadının art niyeti yoktu, ama Jean Valjean yine de iş­ killenmişti. Kadın çekip gittikten sonra, Jean Valjean bir çekmeceye koyduğu parasından birkaç yüz franklık bir demet oluşturdu ve cebine yerleştirdi. Paraya dokunduğunu duyurmamak için epey dikkat etmesine karşın beş franklık metal bir para yere yuvar­ landı ve çok gürültü çıkardı. Akşamın gölgeler çöktüğünde, Jean Valjean, kaldırıma inip ta uzaklara kadar caddeyi taradı. Bomboştu, ama ağaç altına gizlenmiş birileri olabilirdi... Jean Valjean koşarak merdivenleri çıktı ve küçük kıza: «Gel Cosette,» dedi, Kızın elini tuttu ve dışarı çıktılar.

420

BEŞİNCİ KİTAP KARANLIKTA AV VE KÖPEKLER 1 STRATEJİK EĞRİLER Burada yazılı sayfalar ve daha sonra yazacaklarımız için, okurlarımıza ışık tutmak için, kimi bilgiler vermenin gerekli ola­ cağını düşündük. Kaç yıldır, bu kitabın yazarı, Paris’ten ayrılmaya mecbur bı­ rakıldı.(*) Yazarınız Paris’ten ayrıldığından beri Paris iyiden iyi­ ye değişti. Yabancısı olduğu yepyeni bir şehir doğdu. Yazarımı­ zın Paris’i ne kadar sevdiğini söylemek gereksiz, Paris onun ak­ lının ve ruhunun şehriydi. Harabeler ve yeni binaların yüksel­ mesi yüzünden, onun gençliğinin Paris’i sürgünde hayalinde yaşattığı o sevgili Paris’i hâlâ var sayacak ve «adı filanca so­ kakta, şöyle adlı bir ev vardı» diyecek. Ama artık bugün ne böy­ le bir sokak, ne de böyle bir ev var... Okurlar dilerse, bunu doğ­ rulayabilirler. Oysa yazar, yokluğunda yükseltilen Paris’ten hay­ li habersiz olduğundan, hâlâ anılarındaki eski şehirden yaza­ cak. Ülkesinde olduğu o mutlu günlerde, sevdiği şeyleri geride bıraktığını düşünmesi, onun için eşsiz bir avuntuydu. Bir daha göremeyeceği bu mahalleler, sokaklar ve evler anılarımızda solgunca yaşarlar. İnsan doğup büyüdüğü ülkede gezinirken, (*) Yazar Victor Hugo siyasal nedenlerle, imparator üçüncü Napoleon tarafın­ dan Guemesey Adasına sürgüne yollanmıştı.

421

sokakların kendisine kayıtsız kaldığını, pencereleri, damları, kapıları kadar değerli olmadığını, duvarların yabancısı olduğu­ nu, ağaçların sıradan ağaçlar olduğunu, girilmeyen evlerin na­ file olduğunu, üzerinde yürünen yolların taş olduğunu düşünür. Epey sonraları, artık oralardan ayrı kalınca, bu sokakların de­ ğerli olduğunu, bu damların, kapıların, pencerelerin özleminin duyulduğunu, bu duvarlara ihtiyaç duyulduğunu, bu ağaçların sevdiğini, girilmeyen bu evlere her gün girildiğini bu kaldırımlar­ da yüreğimizi, kanımızı, ruhumuzu bıraktığımızı sezeriz. Artık görülmeyen, belki bir daha görülmeyecek olan ama, anısı can­ lı tutulan bütün bu yerler acı bir cana yakınlığa bürünür, bir ha­ yaletin keder veren görüntüsüyle hatırlanır, kutsal toprakları görmüş gibi olursunuz; bir bakıma hepsi Fransa karakterine bü­ rünür. Onları oldukları gibi, üstelik eski halleriyle anımsar, se­ versiniz, bunda ısrar edersiniz, hiçbir değişiklik istemezsiniz, çünkü vatanın yüzü anne yüzü gibi değerlidir, insan gözü gibi korur. İşte bu yüzden biz, geçmişten bugün gibi söz edeceğiz ve okurlarımızdan bunu önemsemelerini rica edeceğiz. Jean Valjean, hemen yoldan uzaklaşmış ve ıssız sokaklara dalmıştı. İzlenip izlenmediğini anlamak için, arada bir, arkasına dönüp bakıyordu. Sürek avında kovalanan bir geyik gibi arkasındaki köpek sü­ rüsünü şaşırtmak istiyordu. İz bırakılan yerlerde bu tavır, başka yararlarının yanı sıra, izin tersine gitmekle avcıları ve köpekleri şaşırtır. Buna avcılıkta avın «tavlama» denir. Gece epey aydın­ lıktı. Mehtaplı bir gece. Aslında bu da Jean Valjean’ın işine ya­ rıyordu. Ufuktan yeni yeni yükselen ay, sokaklarda gölgeler ya­ ratıyordu. Kitabımızın kahramanı, karanlık duvar diplerinden yürüyerek, gözlerini karşısındaki ışıklı yerlere çevirdi. Belki ya­ nılıyordu, ama şimdiye kadar geçtiği sokakların hiçbirinde, ar­ kasından kimsenin gelmediği kesindi. Cosette sessizce onun yanında yürüyordu. Hayatının o ilk yıllarında çektiği acılar, kişiliğinin uyuşmasına neden olmuştu. 422

Üstelik o kendisini koruyan bu yeni arkadaşının alışılmamış davranışları fazla yadırgamıyordu. Aslında kaderin gizemlerin­ den çok çekmiş olan küçük kız, ihtiyar adamın yanında kendisi­ ni güvende hissediyordu. Jean Valjean da, aslında Cosette gibi, nereye gittiğine pek dikkat etmiyordu. Kız nasıl kendisine güveniyorsa, o da Tanrı’ya güveniyordu. Görünmez bir gücün kendisini meçhul bir yerlere sürükledi­ ğini seziyordu. Aslında hiçbir planı yoktu. Hatta birkaç gün ön­ ce gördüğünün ve yeni kiracının Javert olabileceğinden de pek emin değildi. Hadi diyelim ki Javert olsun, kendisi de kılık değiş­ tirmiş Jean Valjean değil miydi? Hem herkes onu öldü sanıyor­ du, boğulduğu, gazetelerde haber olmuştu. Yine de birkaç gün­ dür, bir şeylerin döndüğünü hissediyordu ve Gorbeau yıkıntısı­ na geri dönmeye hiç niyeti yoktu. İninden kovulan bir hayvan gi­ bi sığınacak yer arıyordu. Jean Valjean da, doğrusu Cosette gibi, nereye gittiğinin o kadar ayrımında değildi. Kız nasıl kendisine güveniyorsa, o da Tanrı'ya güveniyordu. Jean Valjean ortaçağda gibi görünen, ya da karartma yapıl­ mış gibi, şimdiden uykuya dalmış olan Mouffetard Mahallesin­ de zikzaklar çizdi. Ustaca stratejilerle, Censier Sokağıyla Copeau Sokağını, Battoir-Saint-Victor Sokağı ile Puits-l’Ermite Soka­ ğını farklı biçimlerde birleştirdi. Buralarda eşyalı kiralık odalar bulunur ama, asıl aradığını bulamadığından buralara girmedi. Örneğin, arkasına takılan biri varsa onu kesinlikle yanılttığına emindi. Burası epey erken yatan işçilerin yaşadıkları sessiz ve tenha bir yerleşimdi. Kilisede çan saat gecenin on birini haber verdiğinde, kahra­ manımız Postoise Sokağındaki 14 numaralı karakolun önünden geçti. Birkaç dakika sonra içgüdüyle başını arkaya çevirdi ve köşedeki fenerin ışığında ardından üç kişinin geldiğini belirgin­ ce seçti. Bu üç adamdan biri, karakola girdi, Jean Valjean en başta yürüyenden epeyce kuşkulandı. 423

Cosette’e «Gel çocuğum» dedi ve kızın elini daha sıkı tuta­ rak Pontaise Sokağından hemen çıktı. Bir dönemeçten geçerek, Patriarche Geçidine dalmak istedi, fakat vakit geç olduğundan bu geçit kapalıydı, o da Postane Sokağına girdi. Orada tam kavşakta Rollin Koleji vardır. Neuve-Sainte-Ge­ nevieve Caddesi de burada başlar. Neuve-Sainte-Genevieve Sokağından hiçbir zaman tek bir arabanın bile geçmediğini hemen söyleyelim, burası alabildiği­ ne tenha bir yerdir. Göklerde yükselen ay mahalleye gümüş bir ışık vermişti. Je­ an Valjean bir kapı eşiğine sokuldu, yanındaki kızla kaçtığı adamları belirgince göreceğinden emindi. Sahiden henüz birkaç dakika geçmişti ki, ardındakiler ortaya çıktılar. Bu kez dört kişiydiler. Hepsi uzun boyluydu, kahveren­ gi uzun redingotları vardı, yuvarlak şapkaları başlarında, kalın sopaları ellerindeydi. Gece karanlığında tekinsiz yürüyüşleri de en az cüsseli boyları, kocaman yumrukları kadar korkutucuydu. Şehirli giysilerine bürünmüş dört hayalet gibilerdi. Sapağın ortasında durdular, birbirlerine bir şeyler söylemek ister gibi bir araya geldiler. Kararsızlardı. Liderleri olan kişi, bir­ den arkalarına baktı ve sağ elini kaldırıp Jean Valjean’ın gizlen­ diği yeri gösterdi. Başını çevirdiğinde yüzüne ay vurmuştu. Je­ an Valjean bu kez onu hemen tanıdı: Javert’ti. 2 İYİ Kİ AUSTERLİTZ KÖPRÜSÜNDEN ARABALAR GEÇİYOR Jean Valjean yanılmadığına emindi. Fakat ardındakiler ka­ rarsızdı. Onların bu durumunu değerlendirdi. Onlar vakit yitir­ miş, kendisi kazanmıştı. Gizlendiği kapının gölgesinden çıktı ve bulunduğu sokaktan hemen çıkarak Hayvanat Bahçesi Sokağı­ na saptı. Cosette yavaşlamaya başlamıştı, yaşlı adam, kızı ku­ 424

cağına aldı. Sokak bomboştu, dolunay nedeniyle köşedeki so­ kak fenerlerini de yakmamışlardı. Jean Valjean seri adımlarla yürüdü. Birkaç adımda Gobelat Fabrikasının önüne geldi. Burası bir çanak-çömlek imalathanesiydi. Ayışığında yapının cephesinde­ ki eski yazılar belirgince okunuyordu: İşte Goblet oğullarının fabrikası. Gelin de görün ibrikleri, testileri, Saksıları, boruları, tuğlaları. Her müşteriye satıyor maltataşlarını. Clef Sokağını geçip Saint-Victor Çeşmesini de geride bıra­ kıp rıhtıma vardı. Orada arkasına baktı. Kimsecikler yoktu. So­ kaklar bomboştu, geniş bir nefes aldı. Sonra Austerlitz Köprüsüne geldi. O zamanlar ayakbastı parası vardı, gişede bir metelik uzat­ tı. Parayı alan adam ona: «İki metelik vereceksiniz,» dedi, «kucağınızdaki çocuk yürü­ yebilir.» Jean Valjean istenilen parayı verdi, ama beri yandan geçişi­ nin bir yoruma yol açması canını sıkmıştı. İz bırakmadan geç­ mek isterdi. O sırada köprüden, epey büyük bir yük arabası geçiyordu. Bu, Jean Valjean’in işine yaradı, arabanın gölgesine sinip köp­ rüden görünmeden geçti. Köprünün tam ortasında, ayakları karıncalanan Cosette, yü­ rümek istediğini söyledi. Adam onu yere bıraktı ve elini tuttu. Köprüyü yeni geçmişlerdi ki, sağ tarafta şantiyeler gördüler. Fakat oraya gitmek için aydınlıktan geçmeleri gerekiyordu. Uzun zamandır sokakta kimseyi görmeyen Jean Valjean ardın­ dakilerden kurtulduğunu sandı. Tehlikenin geçtiğine inandı. Evet belki aranıyordu, fakat artık şu anda arkasına takılan yok­ tu. Hemen sağda, dar bir sokak gördü: Saint-Antoine Sokağı. 425

Bu karanlık yol epey işine yaradı, fakat oraya sapmadan bir kez daha dönüp baktı. Durduğu yerden Austerlitz Köprüsünü olduğu gibi görebili­ yordu. Köprüde ilerleyen dört gölge gördü. Gölgeler hayvanat Bahçesine gidiyorlardı. Jean Valjean avlanmış bir hayvan gibi hissetti kendini. Biricik umudu, belki bu adamların henüz köprüden geçme­ miş olmalarıydı. Belki onun öteden Cosette’i elinden çekerek yürüdüğünü görmemişlerdi. O zaman bu karanlık dar sokağa girip şantiyelere varacak olursa ardındaki bataklıklarda onlardan sıyrılabilirdi. Birden bu tenha sokağa güvenebileceğini hissetti ve oraya saptı. 3 1727'Lİ YILLARIN ŞEHİR PLANI Üç yüz adım yürüyüp sokağın sapağına vardı. Burada yol ayrılıyordu, biri sağa, diğeri sola gidiyordu. Jean Valjean bir sü­ re bocaladı. Ne yana gitmeliydi? Derken sağa saptı. Niye? Çünkü soldaki yol mahalleye gidiyordu. Yani kalabalık bir sokağa, oysa saptığı sağ yol kırlıklara uzanıyordu... Ama hızlı gidemiyorlardı. Cosette yine yorulmuş olmalıydı ki, adam onu sürüklemek durumunda kaldı. Kızı yine kucağına aldı. Cosette, başını onun omuzuna yas­ ladı ve hiç konuşmadı. Jean Valjean zaman zaman arkasına bakıyordu. Sokağın o gölgelik tarafından yürümeye dikkat ediyordu. İlk iki, üç bakışın­ da, kimsecikleri görmedi; sokak karanlıktı ve çıt yoktu ortalıkta. Birazcık güçlenerek yolunda ilerledi. Sonra başını geriye çevir­ diğinde, ta uzaklarda hareketli gölgeler seçer gibi oldu. 426

Kendisini öne attı, gizlenebilecek bir yer, sokak, çıkış aradı. Bir taş duvarın önünde durdu. Ama bu geçilemeyecek yükseklikte değildi, bulunduğu yere paralel bir sokağı ayıran bir duvardı. Burada da karar vermesi gerekiyordu. Sağa mı, sola mı? Sağa bir baktı, küçük sokak depo ya da samanlıkların sıra­ landığı ve bir çıkmazla bitimlenen bir sokaktı. Çıkmazın dibinde epey yüksek bir duvar vardı. Sola baktı, burada çıkmaz yoktu, aksine burası ona daha güvenli göründü. Buraya saparak kurtulabilirdi. Ama tam oraya dönecekti ki, sapakta kocaman kapkara bir taş heykel gördü, yolu kapatan bir engel. Hemen geriledi. Jean Valjean şu anda, Saint-Antoine Mahallesi ile Râpée Mahallesinin tam ortasındaydı. Bugün burası epey değişmiştir. Artık o eski şantiyelerin ve bataklıklarla depoların yerini, yepye­ ni binalar aldı. Bugün oralarda, geniş sokaklar, parklar, sirkler, hipodromlar, istasyonlar, Mazas Cezaevi var. Görüldüğü gibi ilerlemeye karşı ilerleme. Jean Valjean’ın üzerinde bulunduğu yer bundan elli yıl önce, geleneklerden oluşan her günkü halk dilinde -o dil ki ‘Institut’ye ‘Quatre-Nations’, ‘Oqéra-Comiqu’e ‘Feydeau’ demekte ısrarlı-; ‘Petit-Picpus’ diye anılıyordu. Saint-Jacques Kapısı, Paris Ka­ pısı, Sergents Kapısı, Porcherons Kapısı, Galiote, Célestinsler, Capucinsler, Mail, Bourbe, Arbre-de-Cracovie, Petite-Pologne, Petit-Picpus, bunlar yeninin içindeki eski Paris isimleridir. Hal­ kın belleğinde geçmişin harabeleri üzerinde dalgalanır. Oysa elli yıl önce buranın ismi Petit-Picpus’tu. Bu da eski Paris’ten kalan bir isimdi... Artık halkın belleği bu eski adları unutup gitti. Petit-Picpus Mahallesi tıpkı bir İspanyol dinsel şehrine ben­ ziyordu. Yollar henüz topraktı, sokaklar henüz belirgin değildi. İsimlerini birazdan vereceğimiz iki-üç sokaktan başka, sade­ ce duvarlar ve ıssızlık vardı. Ne bir dükkân, ne de bir araba, pencerelerde yanan sadece birkaç titrek mumdu. Gece saat 427

onda, bunlar da söndürülürdü. Burada uçsuz bucaksız bahçe­ ler, arsalar, şantiyeler, manastırlar, bataklıklar uzar giderdi. Du­ varlar da, evler gibi yüksekti. İşte geçen asırda, bu mahallenin görünümü. Aslında ihtilal buraları epeyce hırpalamıştı. Hendekler açılmış, çukurlar oluş­ muştu yollarda. Petit-Picpus Mahallesi, 1727’nin planında belir­ gince görülür. Bu plan Paris’te Plâtre Sokağı karşısındaki Saint-Jacques Sokağında, kitapçı Deniz Thierry tarafından, Lyon’da da Merci­ ère Sokağındaki Prudence yayınevi sahibi Jean Girin tarafın­ dan yayınlanmıştı. Değindiğimiz gibi, Petit-Picpus’te bir sokak­ lar Y’si vardır. Bunu Chemin-Vert-Saint-Antoine Sokağı iki kola ayrılarak oluşturuyordu; solda Petit-Picpus Sokağı, sağda ise Polonceau Sokağı ismini alıyordu. Y’nin iki kolu, tepelerinden bir çizgiyle birleşir gibilerdi. Bu çizginin adı da, Droit-Mur Soka­ ğı idi. Polonceau Sokağı burada bitiyordu; Petit-Picpus Sokağı onu atlıyor, Lenoir pazaryerine kadar çıkıyordu. Seine’den ge­ len bir yolcu Polonceau Sokağının bitimine ulaşıyordu, solunda ansızın dik açıyla kıvrılarak Droit-Mur Sokağı, önünde bu soka­ ğın duvarları, sağında ise Droit-Mur sokağının yarım duvarı vardı, bu sonuncusunun çıkışı yoktu, ismi Genrot Çıkmazıydı. Jean Valjean, tam bu noktadaydı. Ardında o gölgeyi seçer seçmez geriledi. Takip edildiğinden, kovalandığından emindi. Ne yapmalıydı? Artık geri dönmek anlamsızdı. Demin ardında kımıldadığını gördüğü o gölge Javert’le, adamları olabilirdi. Javert, Jean Val­ jean’ın bulunduğu yolun hemen girişini tutuyordu. Adamları da bu yola paralel yolları tutuyordu kesinlikle. Birden Jean Valjean sağdaki Genrot Çıkmazını inceledi, orası kesilmişti, Picpus So­ kağının köşesinde bir nöbetçi duruyordu. Ay ışığında, adamın gölgesini açık seçik görebiliyordu. İlerlemek, onun avcuna düş­ mekti. Gerilemekse Javert’in. Jean Valjean kendisini bir kapana sıkışmış gibi hissetti. Kendisini saran bir ağa kıstırılmıştı; acılı dolu gözlerini yukarı kaldırdı. 428

4 KAÇIŞ İÇİN TEK ÇARE Daha sonra yaşanacak olayı anlayabilmek için, Jean Valje­ an’ın bulunduğu sokağın planını iyi bilmek gerekir. Onun şu an­ da içinde bulunduğu Droit-Mur Sokağı, yoksul evlerin olduğu daracık bir yoldu. Fakat Picpus Sokağına bakınca, kişi tek kat­ lı bir bina görürdü. Birkaç binadan oluşma bu yapı Picpus So­ kağına yaklaştıkça, sanki birkaç kat daha yükseliyorlardı. Özet­ le, Picpus yolundan bakıldığında, hayli yüksek görünen bu bi­ na, Polonceau Sokağından daha alçak görünürdü. Bulunduğu­ muz açıdan bakıldığında epey geride kalıyordu. Girintinin iki kenarından sonra duvar Polonceau Sokağında 49 numaralı bir eve kadar uzanıyordu. Duvarın daha kısa oldu­ ğu Droit-Mur Sokağında ise daha önce değindiğimiz karanlık binaya kadar gidiyor, onun da kenarını çapraz keserek epey içerlek bir köşe daha oluşturuyordu. Üçgen çatısı olan bu evin renksiz bir görünümü vardı; orada bir pencere görünüyordu; ya da daha iyi anlatmak için söyleyelim, üzeri çinko kaplı, sürekli kapalı duran iki panjur vardı. Burada anlattığımız yerler kesinlikle bir gerçektir, burada es­ kiden oturanların belleğinde belli bir anı mutlaka uyanacaktır. İki duvarın birleştiği köşede girinti büyücek, virane, kapıya benzer bir şeyle doldurulmuştu. Bu, dikey inen tahtalardan olu­ şan şekilsiz, geniş bir yığındı; üstteki tahtalar aşağıdakilerden daha genişti, çapraz uzun demir çubuklarla tutturulmuşlardı. Yanda normal büyüklükte bir araba kapısı vardı; bu kapı, olsa olsa elli yıl önce yapılmıştı. Polonceau Sokağı tarafındaki duvar sarmaşıklarla kaplıydı ve basık tarafında bir ıhlamurun dalları uzanıyordu. Bulunduğu o korkulu anında, birden bu duvarın ardındaki bahçe ve bina, Jean Valjean’a kurtuluş yolu gibi geldi. Oraya varacak olsa mutlaka kurtulurdu. Bu binanın önyüzünde Droit-Mur Sokağına bakan ön tara­ fında, her pencerede kurşundan oluklar vardı. Ana borudan çe­ 429

şitli dallara oluşan bu oluklar, evin cephesinde bir ağaç oluştur­ muş gibiydi. İşte bu tuhaf sac ve demirden oluşma dallanıp budaklanma, Jean Valjean’ın ilgisini çekti. Cosette’i yere oturtarak, ona kımıl­ damamasını tembihledi ve oluğun kaldırıma değdiği yere kadar yürüdü. Belki o oluktan tırmanarak eve girebilirdi. Ama kurşun oluklar da, epey eskimiş görünüyorlardı. Onlar bir kişiye destek olamazdı, hem binanın bütün pencerelerinde demirden çubuk­ lar vardı. Kaldı ki, dolunay evi iyice aydınlatıyordu. Köşebaşın­ daki nöbetçi, Jean Valjean’ın tırmandığını kesinlikle görürdü. Cosette de vardı. Onu nasıl bunca yükseğe çıkaracaktı? Tam üç katlı bir evin çatısına! Oluklardan tırmanıp eve girme düşün­ cesinden vazgeçerek duvar boyunca yerde süründü. Cosette’in olduğu yere gelince, bulundukları yerden, kimsenin kendilerini göremeyeceğini anladı, çünkü orası karanlıktı. Duvarın ardında dallarını gördüğü ıhlamur ağacı, herhalde, bir bahçenindi. En azından duvardan atlayabilse, o bahçede saklanabilirdi. Zaman akıyordu, bir karara varmaya mecburdu, hem de hız­ lı bir karar. Giriş kapısı içeriden ve dışarıdan kilitliydi. Jean Valjean do­ kunuşuyla anladı bunu. Diğer kapıya daha büyük bir umutla atıldı. Bunun tahtaları çok eskimişti, öteki kapı gibi sağlam değildi. Fakat demir çubuk­ larla sağlamlaştırılmıştı. Kilit bile görünmüyordu. Jean Valjean, bu kapının tahtalarını sökecek olsa bile, bunun hemen arkasın­ da bir duvar bulacağını hemen anladı. 5 GAZ FENERLERİNİN OLMAYIŞI BÜYÜK ŞANS O sırada uzaktan bir ses duyuldu. Jean Valjean sokak köşe­ sinden bakma cesaretini gösterdi. Yedi-sekiz kişilik bir jandar­ ma mangası, süngülerini parlatarak kendisine yaklaşıyordu. Manganın başında Javert vardı ve telaşsızca, dikkatle ilerli­ 430

yorlardı. Sık aralarla duruyorlardı. Duvar önlerini ve ağaç altla­ rını araştırdıkları belliydi. Bu, Javert’in karakoldan sağladığı bir jandarma ekibiydi. Fakat adamlar, ağır ağır yürüdükleri için, Jean Valjean’ın ya­ nına yaklaşmaları bir çeyrek kadar sürerdi. Bu çok korkunç bir düşünceydi. Jean Valjean aniden korktu. Hayatında üçüncü kez ayaklarının dibinde, dipsiz bir uçurum beliriyordu. Hem bu kez sadece cezaevi değil, Cosette’i hepten kaybetmek vardı işin içinde. Jean Valjean iki ruhlu gibiydi. Biri hayırsever bir aziz; diğeri bir mahkûmun hinlikleri. Sanki sırtındaki dağarcıkta iyilik ve hi­ leyi taşıyordu, aynı zamanda, duruma göre bunlardan arzu etti­ ğini kullanabilirdi. Bu arada Toulon’dan kaçma girişimlerinde bir beceri de edinmişti, düz duvara bir kedi çevikliğiyle çıkabilirdi. Bir binanın altıncı katına bile. Bu hüner Paris’te Conciergerie’nin avlusunun bir köşesine çok korkunç bir ün kazandırmıştı: Bundan yirmi yıl önce, tutuklu Battemolle oradan bu yolla tüymüştü. Jean Valjean, ıhlamurun dalının bulunduğu duvar kısmını gözleriyle hesapladı. Aşağı yukarı, on sekiz ayak yüksekteydi. Fakat duvarın altında, üçgen bir çimentodan, bir dolgu vardı ki, oraya çıktıktan sonra, mesafe on dört ayağa inerdi. Duvarın tepesi düz bir taştı. Peki, Cosette’i ne yapacaktı? Küçük kız duvardan nasıl çı­ kacaktı? Jean Valjean onu bırakmayı düşünemezdi bile, ne yapmalıydı? Ah, bir ip olsaydı? Fakat Jean Valjean’da ip yoktu ki! Gece yarısı Polonceau Sokağında ip bulmak kolay iş değildi. Ah, şim­ di, Jean Valjean bir ip bulabilmek için neler vermezdi! En kritik anlarımızda bize yol gösteren bir ışık çakar. Jean Valjean, gözlerini kararsızca gökyüzüne çevirdi ve birden ba­ kışları köşedeki sokak fenerine ilişti. O zamanlarda, Paris sokakları gazla aydınlatılmazdı, karan­ lık çökerken, köşelerdeki sokak lambalarını yakarlardı. Bu lam­ bayı da bir iple indirirlerdi. İpin sarılı olduğu turnike, fenerin he­ 431

men altındaki demir bir çekmecede sallanırdı. Çekmecenin anahtarıysa fenercideydi. Jean Valjean, yazgının da güçlendirdiği bir hızla, sokağı bir­ kaç adımda geçti. Bıçağının ucuyla o demir çekmecenin kilidini kırdı ve bir kaç dakika sonra, elinde iple Cosette’in yanına dön­ dü. Değindiğimiz gibi, mehtap olduğundan, o gece sokak fener­ lerini yakmamışlardı. Adam bütün bu işleri, loş ışıkta kimselere görünmeden başarabildi. Ama vaktin geç olması, karanlık, Jean Valjean’ın telaşlı dav­ ranışları, tuhaf tavırları, küçük kızı kaygılandırmaya başlamıştı. Başka bir çocuk olsa, avazı çıktığınca haykırırdı. Fakat silik ve uslu bir kız olan Cosette, sadece adamı ceketinden çekip, kısık sesle: «Baba korkuyorum, kim var orada?» diye sordu. Biçare adam onu sindirmek için, tek çareye başvurdu: «Sessiz ol! O, kötü kalpli hancılar!..» Cosette’in titrediğini görünce şunları da ekledi: «Sesini çıkarma, ağlayacak filan olursan, seni izleyen kadın izini bulur. Üstelik seni almaya geldi o!» Sonra, telaşsız ama vakit de yitirmeden çok doğru hareket­ lerle, kıravatını çözdü. Bunu kızın beline sardı. Yaptığı bir dü­ ğümü ipe geçirdi. İpin bir ucunu dişlerinin arasına aldı, kundura ve çoraplarını çıkartıp duvardan bahçeye aşırdı ve sanki basa­ makları tırmanır gibi, rahatça yükseldi duvarda. Yarım dakika sonra, duvarın üzerinde diz çökmüştü. Cosette, tek kelime etmeden, ona şaşkınca bakıyordu. Han­ cılar sözcüğü kızı korkudan dondurmuş gibiydi. Sonra Jean Valjean’ın hafif, fakat kararlı sesini duydu: «Duvara yaslan!» Kız, söylediğini yaptı. Jean Valjean onu bir daha uyardı: «Sakın konuşma, gürültü etme ve korkma, ben yanında­ yım.» 432

Birden kız ayaklarının yerden kesildiğini hissetti. Neye uğradığını bilemeden, kendisini duvarın üzerinde bul­ du. Jean Valjean onu sırtına aldı, sol eline kızın küçük ellerini al­ dı ve duvarın üstüne karınüstü uzanarak, o kesik bölüme kadar ilerledi. Tahminleri doğruydu, bulunduğu yerde, çatısı yere epey yakın küçük bir bina vardı. Bu da büyük şanstı, çünkü duvarın bahçeye inen bölümü so­ kaktaki bölümünden daha yüksekti. Adam, henüz çatının bulunduğu kesime yaklaşmıştı ki, bir­ den Javert’in o gürleyen sesini duydu. «Çıkmazı araştırın! Droit-Mur Sokağı tutuldu. Picpus Soka­ ğına da nöbetçiler bırakıldı. Onun o çıkmazda olduğuna emi­ nim!» Jandarmalar Genrot Çıkmazına daldılar. Jean Valjean, Cosette’i sıkıca tuttu ve damda sürünerek ıh­ lamur ağacına yaklaştı ve dala tutunarak yere kolayca atladı. Korkudan mı, cesaretten mi bilinmez, Cosette soluk almaya bi­ le çekinmişti. Taşlara sürtünen elleri kanamıştı. 6 SIRLARIN BAŞLANGICI Jean Valjean kendisini epey enli ve çok farklı manzarası olan bir bahçede buldu. Bu kışa ve geceye özgü bir bahçe gi­ biydi; hüzünlü bir bahçe. En dipte söğütlü bir yolun bulunduğu hayli uzun ve dar bir bahçeydi. Orda burda çalılar görünüyordu, sonra ferah bir açık­ lık. Burada kendi başına, çok büyük bir ağaç vardı. Dalları çar­ pılmış gibi birkaç sıska meyve ağacı. Sebzelerden oluşan bir dörtgen, oval cam kapaklarla korunan kavunlar ve bir kanali­ zasyon. Jean Valjean şu anda çatısından indiği alçak binanın önün­ deydi, hemen ardında biraz odun ve onların arkasında başı kopmuş, taş bir heykel... 433

Bu alçak bina, yıkıntıya benziyordu. Kapısız odalardan biri ardiye niyetine kullanılıyordu. Droit-Mur Sokağına bakan o büyük bina ise, bahçeyi gören dik açılı iki önyüzden oluşmuştu. Pencerelerin hepsinde demir çubuklar vardı, hepsi de karanlıktı. Üst katlarda cezaevlerinde­ ki gibi demir kepenkler vardı. Başka bina yoktu. Bahçenin kalanı, pusun ve gece karanlı­ ğının arasında yok olmuştu, ama sanki ötelerde daha başka ça­ tılar varmış gibi bir etki bırakıyordu. Bu bahçe, hem epey ıssız, hem de balta girmemiş bir orman gibi vahşiydi. Ortalıkta kimseler yoktu, saatin geç olmasına yo­ rulabilirdi bu, ama gelgelelim, bu bahçe gündüzleri bile kimse­ nin dolaşmadığı bir yer gibiydi. Jean Valjean bahçeye çıkar çık­ maz, ilk yaptığı, çorap ve ayakkabılarını bulup ayaklarına giy­ mek oldu, bundan sonra Cosette’i elinden tutup onunla ardiye­ ye girdi. Çocuk, hancıları düşünerek sesini çıkarmıyor ve Jean Valjean’ın ardı sıra gidiyordu. Jean Valjean, kollarıyla kendisine sokulan Cosette’i sardı. Bir ara o çıkmazı ve sokağı kolaçan eden takımın sesi kendile­ rine kadar ulaştı. Taşa vurmalar, Javert’in jandarmalara seslenmeleri ve yarı­ sını duydukları bir alay sövgü... Bir çeyrek saat sonra, bu gürültüler uzaklaşır gibi oldu. Jean Valjean tekrar nefes aldı. Elini usulca Cosette’in ağzına dayamıştı. Buranın sessizliği, o kadar ürkütücüydü ki, dışarıdaki gürül­ tü bile buraya gelemiyordu. Derken bu koyu sessizlikte, farklı bir ses duyuldu. Bu, ilahi bir sesti. Deminki o korkunç seslerin yerine sanki meleklerin se­ si gibi gelen bir ezgi yükseldi. Karanlıklardan gelen bir ilahi, ge­ cenin karanlık ve ürküntüsünde göklere yükselen bir dua ve uyum şenliği. Kadın sesleri, ama bu dünyaya ait olmayan ses­ ler. Sanki bakirelerin ve çocukların çıkartabilecekleri bir ses. Bu ses bahçenin diğer ucundaki karanlık yapıdan yükseliyordu. 434

Şeytanların sesleri uzaklaşırken, yerini gölgelerden yapılan melek sesleri almıştı. Cosette ve Jean Valjean hemen diz çöktüler. Kendilerini buna zorlayan gücün ne olduğunu bilmiyorlar, nerede oldukları ve ne duyduklarını da belirgince anlamıyorlar­ dı, fakat adamla çocuk, üstün bir gücün önünde diz çökme ih­ tiyacı duymuşlardı. İşin en garip tarafı, bu ilahi seslerin tenha bir binadan gelmesiydi. Bu kimseciklerin olmadığı bir yerde ku­ sursuz ezgiler... Jean Valjean, bu seslerin etkisinde, hiçbir şeyi düşünemez oldu. Geceyi de unuttu. Masmavi göklerin altında uzaklaşan kanat seslerini duyar gibi oldu. Sanki ruhu uçuyor­ du. Ezgiler uzaklaştı, belki epey uzun sürmüştü. Jean Valjean’ın bu konuda bir fikri yoktu. Bazı saatler bir anda geçer. Her yeri yine sessizlik aldı. Sokakta, ve bahçede çıt yoktu. Korkutan ve avutan seslerin hepsi kesilmişti. Rüzgâr ağaçların yapraklarını hışırdattı, bu da hüzünlü bir sesti. 7 SIRRIN DEVAMI Ayaz bastırmıştı, saat sabahın ikisi olmalıydı. Biçare Coset­ te’in sesi sedası çıkmıyordu. Jean Valjean’a sokularak oturmuş, başını onun omuzuna yaslamıştı. Adam bir ara onun uyuduğu­ nu sandı, yüzüne bakınca, onun dalgın göründüğünü ve ifade­ siz gözlerle etrafına bakındığını fark etti. Çocukcağız hâlâ titriyordu. «Uyumak ister misin?» diye sordu Jean Valjean. «Üşüyorum,» dedi Cosette ve ekledi: «Onlar sürekli burada mı?« «Kimler?» «Hancılar.» Ama kızı susturmak için denediği hileyi Jean Valjean unut­ muştu bile. 435

«Ha, o mu? O gitti, korkma, artık gelmez!» Çocuk derin iç çekti, üzerinden yük kalkmış gibiydi. Oturdukları yer nemliydi, içinde bulundukları ardiyenin her yeri soğuğa açıktı, adam ceketini çıkartıp onun omuzlarına sar­ dı. «Biraz ısındın mı?» «Oh evet, Babacığım.» «Bekle beni, şimdi gelirim.» Oradan çıktı ve kocaman bina boyunca yürümeye başladı. Kapılar gördü, tamamı kapalıydı ve alt kat pencerelerin hepsin­ de demir çubuklar vardı. Ana yapının önünden geçerken, birden kemerli pencerelerin önünden geçtiğini gördü, bir parça ışık gördü. Ayaklarının ucun­ da yükselerek içeri bakmaya çalıştı. Kocaman kubbe ve sütun­ ların bulunduğu mermer zeminli kocaman bir salon gördü; boş­ tu. Işık, bir kenarda yanan bir kandilden yükseliyordu. Salon tenhaydı, hiçbir hareket yoktu. Fakat epeyce dikkatle bakınca, yerde mermer zeminde kefene benzeyen bir şekil görür gibi ol­ du. Bu bir insana benziyordu. Yere, taşın üstüne karınüstü uzanmış, kolları birer haç gibi iki kenara açılmıştı. Ecelin don­ durduğu bir kütle gibi... Çok daha sonraları, hayli korkunç şeyler görmüş olmasına karşın, o anda yaşadığı dehşetten uzun zaman kurtulamadığı­ nı hissedecekti Jean Valjean. Bunun ölü olması, korkunçtu, fakat bu şeklin canlı birinin be­ deni olması kendisine daha da kötü göründü. Olanca cesaretini toplayarak, alnını cama yasladı ve ilgiyle içeri baktı. Kendisine epey uzun gelen bir zaman bakakaldı, o şey hareketsizdi. Derken bir korkuya kapılan Jean Valjean, arkasına bakma­ ya cesaret edemeden ardiyeye doğru koşmaya başladı. Neredeydi? Paris’in ortasında böyle bir mezarın olabilmesi mümkün değildi. Bu garip bina neydi? Gecenin sırlarıyla dolu bu yer, melek sesleriyle gölgelerde ruhlara seslenilen ve sonra 436

o çağrıya gelen ruhlara ürkünç görüntüyü sunan yer. Cennetin kapısını açmayı vaat eden, ama tam aksine mezarın korkunç kapısını açan ev, Jean Valjean gördüklerinin sahici olduğuna inanabilmek için taşlara dokunma ihtiyacı duydu. Cosette’in yanına geldiğinde, ecel teri döküyordu, nefesini tutmuştu. Demin gördüğü o korkunç şey ne olabilirdi ki? Bu bir karabasan değildi... O geceki heyecanlar, korku, sabah ayazı onu ateşlendirmiş­ ti, bir çeşit nöbete kapıldığına inandı. Aklı karışmıştı. Cosette’in üzerine eğildi. Küçük kız uykudaydı. 8 SIRRIN ŞİDDETİ Başını bir taşa koyan çocuk, derinliksiz bir uykuya dalmıştı. Adam onun yanı başına geçti ve ona uzun süre baktı. Giderek duruldu ve zekâsı tekrar güçlendi. Bir ara Cosette’in varlığının kendisi için ne anlama geldiğini düşündü. Kız yanında olduğu sürece hiçbir şey korkmaz, bir şeyden çekinmezdi. Hem kızın üstüne örtmek için ceketini çı­ karmasına karşın, soğuğu hissetmiyordu bile. Bu arada koyu düşüncelere daldı. Uzun bir süreden beri epey tuhaf bir ses duyuyordu. Bu sallanan bir çıngırak sesi gi­ biydi. Gürültünün kaynağı bahçeydi, hafif olmasına karşın açıkça duyulan bir sesti. Otlaklarda, hayvan sürülerinin çıkardığı ses­ lere benziyordu. Jean Valjean, seslerin geldiği tarafa doğru baktı. Baktı ve bahçede birinin olduğunu gördü. Bir erkek, kavunları koruyan o cam kapaklar arasında yürü­ yordu. O adam topallar gibiydi. Jean Valjean birden ürpermeye başladı. Mutsuzlara has bir korkuyla doldu içi. Onlar her şeyi ve herkesi kendilerine düş­ man beller. Geceden, gündüzden çekinirler. Demin bahçenin 437

ıssızlığından kaygı duyan adam, şimdi burada birinin var olma­ sından korkmuştu. Derken daha şiddetli korkulara kapıldı. Belki kendisini ara­ maktan hemencecik vazgeçmeyen Javert, henüz buradaydı, belki hâlâ duvarın ardındaydı. Bahçede dolaşan adam, onu gö­ rünce hırsız sanıp yardım çağırmak için haykırabilir ve onu po­ lisin eline verebilirdi. Bunun için, Jean Valjean, uyuyan kızı kol­ larına aldı ve ardiyenin en karanlık yerindeki bir saman yığını­ nın ardına gizledi. Cosette kıpırdamadı bile. Jean Valjean bun­ dan sonra, kavunların üstüne eğilip onlar üzerine bir bez geren o adamın yaptıklarını izledi. Adamın her hareketinde çıngırak sesi daha belirgin duyuluyordu. O uzaklaşınca ses de uzaklaşı­ yordu. Herhalde çıngırak adamın gövdesine bağlıydı. Peki ama, bunun anlamı neydi? Bir koyun ya da bir inek gibi üzerin­ de bir çıngırak taşıyan, bu adam kimin nesiydi? Jean Valjean kendi kendisine bunları sorarken, Cosette’in ellerine dokundu. Bu eller donmuş gibiydi. «Aman Tanrım!» diye söylendi. Yarım sesle: «Cosette,» diyecek oldu. Kız gözlerini açmadı. Adam onu silkeledi. Kız uyanmadı. «Aman Tanrım! Acaba öldü mü?» diyen Jean Valjean yerin­ den fırladı. Tir tir titriyordu. Aklından korkunç şeyler geçti. Öyle bir zaman gelir ki, en ol­ mayacak, en müthiş şeyler beynimizi doldurur. Söz konusu, sevdiklerimiz olunca, hayal gücümüz inanılmaz şeyler tasarlar. Birden adam, bu soğukta onun donmuş olabileceğini düşündü, Yüzü bembeyaz kesilen Cosette hareketsizce yere serilmiş, uyuyordu. Babası onun soluğunu dinledi, neyse ki soluk alıyor­ du fakat her an sönebilecek hafif bir soluk. Onu nasıl ısıtabile­ cek, nasıl uyandıracaktı? Cosette’in birkaç dakika içinde, ateş karşısında, sıcak bir yatakta yatması gerekiyordu mutlaka. 438

9 BAHÇIVAN Jean Valjean bahçenin diğer köşesindeki adama doğru yü­ rüdü, aynı zamanda yeleğinin cebinden çıkardığı bir para des­ tesini de eline almıştı. Başı eğik adam, onun yaklaştığını fark etmemişti. Birkaç adımda, Jean Valjean ona yaklaştı ve şöyle seslendi: «Yüz frank!» Adam titreyerek başını kaldırdı. Jean Valjean bir daha konuştu: «Beni bu gecelik barındırırsanız, yüz frank veririm.» O anda, ay Jean Valjean’ın telaşlı yüzünü aydınlatmıştı. Adam şaşkınca söylendi: «Vay canına, burada ne işiniz var, Madeleine Baba?» Bu tanımadığı adamın, bu karanlık bahçede söylediği bu ad, Jean Valjean’ı birkaç adım geriletti. Hiç ummadığı bir durumla karşılaşmıştı. Kendisiyle konuşan adam, kambur ve topal bir ihtiyardı. Köylü kılıklı adamın sol ba­ cağındaki bir dizliğe çıngırak takılıydı. Karanlıkta kalan yüzü görünmüyordu. Adam başındaki yün başlığı çıkartıp ziyaretçiyi selamladı: «Aman Tanrım! Buraya nasıl girdiniz, Madeleine Baba? Na­ sıl girebildiniz? Yoksa göklerden mi düştünüz? Hoş, buna şaş­ mam ya. Siz düşecek olsanız sadece gökyüzünden düşerdiniz... Aman Tanrım, kıravatınız çözülmüş ve şapkanız, ceketiniz bile yok. Sizi tanımasaydım, inanın korkardım. Aman Tanrım, artık evliyalar deli mi oluyorlar? Peki ama, buraya nasıl girebildiniz?» Bahçedeki adam habire konuşuyordu, sözcükleri art arda sı­ ralıyordu. Hem bunu da, derin bir şaşkınlıkla ve saflıkla yapı­ yordu. Jean Valjean kendisini toparladı, adama sordu: «Siz kimsiniz? Burası neresi?» ihtiyar bu kez şaşkınca bağırdı: «Artık bu kadarı da, inanın, fazla! Ben, sizin buraya bahçı­ van olarak yerleştirdiğiniz kişiyim, yoksa beni tanımadınız mı?» 439

«Yoo, hayır ve sizin de beni nereden tanıdığınızı anlayama­ dım.» «Siz benim hayatımı kurtarmıştınız...» Jean Valjean, ona ilgiyle baktı tam o anda bulutlardan çıkan ay, adamın yüzünü aydınlattı ve ihtiyar Fauchelevent’i tanıdı. «Ya demek sizdiniz? Şimdi tanıdım.» İhtiyar acıklı bir sesle: «Şükür Tanrı’ya,» diye söylendi. Jean Valjean sordu: «Peki, burada ne işiniz var?» «Ne işim mi, kavunlarımı örtüyordum, donmasınlar diye...» O zaman Jean Valjean, adamın elinde eski bir hasır örtü gördü, bunu cam kapakların üstüne geriyordu. Adam sürdürdü: «Bu dolunay gecesinde, don çıkar diye düşündüm ve kavun­ larımı korumak istedim... Sizin de bu soğukta burada ne işiniz olduğunu anlayamadım, Madeleine Baba?» Tanındığını anlayan Jean Valjean iyice kaygılanmıştı. Adım atmaya cesareti yoktu. İşin tuhafı, soruları o soruyordu, roller değişmişti. Dışarıdan gelen, ev sahibini soru yağmuruna tut­ muştu. «Peki dizinizdeki o çıngırak da ne?» «Bu, benden kaçmalarını sağlamak için.» «Sizden kaçmalarını mı?» «Bakın anlatayım. Sorun şu: Bu binada sürekli kadınlar ya­ şar, bir sürü de genç kız. Meğerse ben tehlikeli biriymişim, çın­ gırak onlara geldiğimi bildiriyor, ben gelince onlar da uzaklaşı­ yorlar.» «Bu bina nedir?» «Canım siz, bunu elbette biliyorsunuz ya...» «Hayır, bilmiyorum.» «Beni buraya bahçıvan olarak siz yerleştirmediniz mi?» «Yine de hiçbir şey bilmiyormuşum gibi, anlatın.» «Burası Petit-Picpus Manastırı.» 440

Jean Valjean her şeyi hatırladı birden. Tesadüf, daha doğru­ su Tanrı’nın hiç şaşmayan eli, onu Saint-Antoine Mahallesinde­ ki bu manastır okuluna getirmişti. Tam iki yıl önce sakatlanan ihtiyar Fauchelevent’i buraya kendisi bahçıvan olarak işe koy­ muştu. Kendi kendisine konuşurcasına söylendi: «Petit Picpus Kuvanı...»(*) İhtiyar Fauchelevent bunlardan pek bir şey anlayamamıştı. Bir daha sordu: «Bana buraya nasıl girdiğinizi hâlâ anlatmadınız Madeleine Baba? Aslında siz bir evliya, bir aziz sayılırsınız, fakat ne de ol­ sa bir erkeksiniz, ama buraya erkekler asla giremez. Bu nasıl oldu?» «Siz buradasınız ya Fauchelevent, siz de erkeksiniz ama.» «Evet, ama başka erkek yok.» Jean Valjean üsteledi: «Benim de artık burada kalmam zorunlu.» Fauchelevent acıyla haykırdı: «Yüce Tanrım!..» Jean Valjean ihtiyar bahçıvana sokuldu ve ağır bir sesle: «Fauchelevent Baba, bir zamanlar hayatınızı kurtarmıştım,» dedi. İhtiyar bahçıvan: «Bunu önce ben hatırladım,» dedi. «İşte bana borcunuzu ödeme fırsatı. Siz de şu anda benim hayatımı kurtarabilirsiniz.» «Ah, bunu yapmanın benim için ne güzel bir şey olacağını bilemezsiniz Madeleine Baba. Emredin, her istediğinizi yapa­ rım.» İhtiyar, alabildiğine sevinmiş göründü. Yüzü ışıklanmış gibiy­ di. «Ne yapmamı istiyorsunuz?» diye sordu. «Bunu sonra anlatırım, sıcak bir odanız var mı?» (*) Kuvan: Manastır, kız okulu.

441

«Eski kuvanın ardında, eski bir kulübede yatıyorum. Orada üç yatak var.» Kulübe sahiden viraneliğin hemen ardındaydı, gözden ırak bir yerde. Jean Valjean bile orayı görmemişti. Jean Valjean: «Bakın,» dedi, «şu anda sizden iki şey isteyeceğim.» «Buyrun, Madeleine Baba.» «Öncelikle gelişimden kimseye söz etmeyeceksiniz. İkincisi, soru sormayacak, daha fazlasını bilmeye çalışmayacaksınız...» «Nasıl isterseniz. Sizin sadece iyi şeyler yapacağınızdan eminim. Siz Tanrı’nın en aziz kullarındansınız. Kaldı ki, beni bu­ raya yerleştiren siz olduğunuza göre, benden ne isterseniz, em­ rinizdeyim.» «Tamam, öyleyse gelin, çocuğu alalım.» Fauchelevent şaşkındı: «Ya, demek bir de çocuk var!» Ama başka şey söylemedi ve bir köpeğin sahibini izlemesi gibi, Jean Valjean’ın ardı sıra yürüdü. On beş, yirmi dakika sonra, Cosette, yanan ateşin karşısın­ da, yaşlı bahçıvanın yatağında bebek gibi uyuyordu. Yanakları tekrar renklenmişti. Jean Valjean da ceketini giymiş, kıravatını boynuna takmış­ tı. Duvardan attığı şapkasını bulup kaldırmıştı. Bu arada kulü­ besine giren ihtiyar Fauchelevent, o çıngırağın bağını açıp, bu­ nu duvardaki bir çiviye astı. İkisi de, ocakta ellerini ısıttılar. Fauchelevent masaya ek­ mek, peynir, bir şişe şarap ve iki de bardak koydu ve Jean Val­ jean’ın elini tutup: «Ah Madeleine Baba, nasıl oldu da beni tanımadınız?» de­ di. «Olacak iş değil! İnsanın hayatını kurtarıyor, bir de onu tanı­ mıyorsunuz. Bu çok kötü, fakat onlar sizi asla unutmadılar, siz ne çok nankörsünüz!..»

442

10 JAVERT BOŞUNA YORULUYOR Demin anlattığımız olaylar, çok sıradan bir şekilde yaşan­ mıştı. Fantine’in öldüğü akşam, Montreuil-sur-Mer Cezaevin­ den firar eden Jean Valjean’ın doğruca Paris’e gideceğini tah­ min etmişti polis. Paris herkesin ve her şeyin kaybolacağı bir anafor gibidir. Hiçbir orman adamını bu karmaşık şehrin kalaba­ lığı gibi saklayamaz. Her firari bunu bilir ve en güvenli yerin Pa­ ris olacağına inandığından, orayı seçer gizlenmek için. Polis de, bunu bildiğinden, çoğu zaman avına orada tuzak hazırlar. İşte bu nedenle, şehrin eski valisini de orada aradılar. Javert çağrıldı ve Jean Valjean’ın yakalanmasında esaslı bir rol üst­ lendi. Onun harcadığı çaba Bay Chatbouillet adlı emniyet amirinin ilgisini çekmişti. Adam o günden sonra, Javert’i Paris’teki emni­ yet örgütüne aldı. Orada Javert kendisini göstermek fırsatlarını kolayca buldu. Artık Jean Valjean'ı düşünmüyordu bile. Tıpkı dünkü kurdu unutan av köpeği gibi, o da artık o eski kürek mahkûmunu ak­ lından atmıştı. Fakat 1823 yılının Aralık ayında, bir gazetede onun ölüm haberini okuyunca hatırladı ve rahat bir nefes alıp: «Oh, oh, çok iyi!» diye zevkle söylendi. Birkaç gün sonra, bir zabıta haberinde Montfermeil’de yedi-­ sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun kaçırıldığını da okudu. Co­ sette adlı bu küçük kız, hastanede ölen Fantine adlı bir yosma­ nın kızıymış. Javert rastlantı sonucu bu haberi okudu ve koyu düşüncele­ re daldı. O Fantine adını iyi bilirdi. Hatta yakalandıktan sonra, Jean Valjean, kadının çocuğunu getirmek için kendisinden üç günlük izin istemişti. Hem bir şey daha hatırladı. O Jean Valjean’ı Pa­ ris'te Montfermeil’e giden posta arabasına binerken tutuklat­ mıştı. O köyde ne işi vardı? Hafızası güçlü olan Javert, Fanti­ 443

ne’in kızının o köyde olduğunu bulacaktı, işte şimdi de şaşılası bir haber; bu çocuk kaçırılmıştı! Kimsenin adını bilmediği bir ya­ bancı tarafından. Bu adam kim olabilirdi? Jean Valjean olma­ ya? Fakat Jean Valjean ölmüştü... Javert’in aklı bulandı, kimse­ ye söylemeden posta arabasına binerek kapağı Montfermeil'e attı. Orada bir şeyler bulacağını sanmıştı, oysa öğrendikleriyle aklı iyice karışacaktı. Kızın anasını sızdırarak yıllarca yaşayan hancılar, ilk günler onu elden çıkardıklarına epey öfkelenmiş ve onun kaçırıldığını yaymışlardı. Kasabada «Tarlakuşu» olarak bilinen küçük kız, uzun süre dedikoduya neden olacaktı. Nihayet bunu bir çocuk kaçırma işine bağlayarak, gazetenin zabıta haberlerinde bun­ dan dem vurulmuştu. Fakat cinoğlu cin Thenardier, Javert’in karşısında fazla açıl­ maya korktu. Evet belki ilk günler, çok alıştıkları küçük kızın kendilerinden koparılıp alınmasına üzülmüşlerdi, fakat eninde sonunda, kızı götüren onun özdedesiydi. Hem, çok da namus­ lu birine de benziyordu bu adam. Hancıların üzerinde iyi etkiler bırakmıştı. Bunu duyan Javert, böyle dürüst görünen birinin de Jean Valjean olmayacağına inandı. Ancak onlara bazı sorular sormaktan da geri durmadı... Bu dede neyin nesiydi? Adı ney­ di? Ne iş yapıyordu? Thenardier, rahatça yalanlarını sürdürdü: «O varsıl bir çiftçi, ben adamın pasaportunu gördüm. Adı da, Bay Guillaume Lambert.» Javert bu addan hoşlanmıştı, güven uyandıran bir addı. Me­ rakı geçerek Paris'e döndü. Kendi kendisine «Amma yaptım» diye söylendi, «Jean Valjean ölüp gitti, ben ahmağın biriyim!» Bütün bu olanları aklından tamamen silip atmıştı ki, 1824 yı­ lının ilk aylarında, Saint-Medard Bulvarına yakın eski bir bina­ da yaşayan esrarengiz birinden söz edildiğini duydu. Ona «Sa­ daka Veren Dilenci» diyorlardı. Bu adam, emekli maaşı olan bi­ riydi. Sekiz yaşındaki küçük bir kızla beraber oturuyordu. Kız 444

da ona dair bir şey bilmiyordu. Sadece Montfermeil’den geldi­ ğini söylemişti. Javert bu ismi duyunca kulak kesildi. Eski bir zangoç olup şu sırada dilencilik yapan bir ihtiyar dilenci daha başka ayrıntılar vermişti. Bu ihtiyar emekli, sadece geceleri so­ kağa çıkan ve kimseyle görüşmeyen bir ihtiyardı. Sırtında har­ dal sarısı bir ceket vardı, ama bu eski ceket birkaç milyon eder­ di, çünkü astarı paraları gizliyordu. Javert, bütün bu duydukla­ rından epeyce işkillenmişti. Bir akşam, dilenci kılığına girip, onun dilendiği yere oturup, onun yerine gelip geçenden sada­ ka istedi. Kuşkulandığı kişi, beklenilen vakitte gelerek, kendisine bir­ kaç metelik verdi. Tam o sırada, başını kaldıran Javert, karşı­ sında Jean Valjean’ı gördüğünü sandı; tıpkı Jean Valjean’ın kendisini tanımış olması gibi. Sonra onu izledi, ardından, kaldığı yere gitti ve yaşlı kapıcı kadını konuşturdu ki, bu da hiç zor olmadı. İhtiyar kadın, ona, kiracının ceketinde bir sürü paranın dikili olduğunu hemen an­ lattı. Hem gözleriyle gördüğüne, aslında dikili paralara kumaşın üstünden elini sürdüğüne bile yemin billah etti. Fakat Javert, yi­ ne de emin değildi, karanlık kendisini aldatmış olabilirdi, evet adamı Jean Valjean’a benzetmişti ama, o aslında ölmüştü. Po­ lis hafiyesi bir kez daha şüpheye düşmüştü, bu işin peşini bırak­ mamaya yemin etti. Kapıcı kadınla konuştuğu günün akşamı, orada bir oda tut­ tu. O esrarengiz kiracının kapısında nöbet bekleyip, anahtar deliğine gözünü uydurdu, ama onun ışığını gören Jean Valjean, sırtını kapıya verdi ve çıt çıkarmadı. Ertesi sabah bilindiği gibi Jean Valjean, oradan sıvışmıştı. Fakat onun yere düşürdüğü beş franklık gümüş paranın şıngır­ tısı ihtiyar kadını evhamlandırmıştı. Kadının ilk yaptığı Javert’e haber salmaktı. Geceleyin Jean Valjean çıkınca, kendisini ağaçların altında izleyen Javert de, yanına iki adam alıp onun peşine takıldı. Javert, karakoldan bir manga adam istemişti ama, aradığı 445

adamın adını söylemedi. Bu sır kendisinindi. Bunun için geçer­ li üç nedeni vardı. Öncelikle, Jean Valjean’ı kuşkulandırmak is­ tememişti. İkincisi, çok daha önemliydi. Bütün polis örgütünün ölü sandığı firari bir mahkûmu yakalayıp emniyete teslim etmek çok unutulmaz bir başarı olacaktı. Bu yüzden, eski polis ilerige­ lenleri bu onuru ona bırakmak istemeyecekler, Jean Valjean’ın avına kendileri konacaklardı. Bu da Javert’in işine gelmezdi. O Jean Valjean’ı yakalamaya yeminliydi. Kaldı ki, mesleğinde tam bir tutucu olan Javert, en güzel eserlerini karanlıkta oluşturup, başardığında meslektaşlarını afallatmaya yemin etmişti. Javert adım adım avını kovaladı... Jean Valjean kendisini güvende sandığı anlarda bile, hafiyenin gözü onun üzerindey­ di. Fakat o tarihte polis rahat çalışamazdı. Serbest basın, onu huzursuz ederdi. Kimi tutuklanmalar gazetelerde epey yankı yaratmış ve polisin işini zorlaştırmıştı. Bireysel özgürlüğe saldı­ rı bağışlanmaz bir suçtu. İşte bundan dolayı polisler epey çeki­ nirlerdi. Böyle bir hata görevden alınmakla sonuçlanabilirdi. Yir­ mi gazetede, böyle bir haberin yayınlanmasının nasıl bir yankı uyandırabileceğini okurumuz düşünebilir mi?: «Dün ak saçlı bir dede, sekiz yaşındaki torunuyla gezerken, eski ve kaçak bir mahkûm diye yakalanıp karakola götürüldü!» Böyle bir haber Javert’in sonu olurdu. Üstelik onun da hak­ kını yemek istemeyiz. Onun ne kadar özenli, ne kadar vicdanlı olduğunu okurlarımıza tekrar anımsatalım. Aslında Javert ko­ valadığı adamın Jean Valjean olduğundan emin değildi, şimdi­ lik sadece kuşkuluydu... Jean Valjean ona sırt çevirmiş, karanlığa gizlenmişti. Yazgı, izini belli etme endişesi, merak, tekrar tutuklanma korkusu Cosette'i sonsuza kadar yitirme acısı, bütün bunlar Je­ an Valjean’ı o kadar perişan etmişti ki, yürüyüşünü bile değiştir­ mişti. Geceleyin evini bırakıp Paris’te kendisine bir yer arama kaygısı, adımlarını bile yavaşlatmıştı. Şu anda Jean Valjean, epey ihtiyar bir adam gibi tökezleyerek yürüyordu. Javert de bu­ 446

na kandı. Thenardier’nin kendisine söylediği; adamın birini kur­ tarırken denizde boğulması haberi de onun kararsızlığını güç­ lendiriyor ve harekete geçmesini önlüyordu. Bir ara adama yaklaşıp, ondan kimlik sormayı düşündü. Evet, ama bu da yanlıştı. Ya adam, Jean Valjean değilse, ya söyledikleri gibi dürüst ve kendi halinde bir emekli değil de, Pa­ ris’teki katillerden oluşan şebekelerden birinin üyesiyse, belki de suçortakları vardı... Onu hemen tutuklamak, altın yumurtla­ yan tavuğu kesmek olurdu. Javert ne yapacağını bilemiyordu... Bu yabancıya dair, kendi kendisine sorular sorup, ağır ağır ardı sıra gidiyordu. Fakat Pontoise Sokağında bir meyhaneden yayılan şiddetli ışıkta Jean Valjean’ı tanıdı. Dünyada iki tür sevinç titreyişi vardır. Kaybettiği yavrusunu bulan annenin sevinci, avını bulan kaplanın sevinci. İşte Javert de tıpkı bir kaplan gibi hazla titredi. Evet, artık kuşkuya gerek yoktu, Jean Valjean’ı tanımıştı, ama sadece üç kişiydiler; kendisi ve iki jandarma, o zaman ka­ rakoldan adam isteme kararı aldı. Bu gecikme, onun Jean Valjean’ın izini kaybetmesine neden oldu. Fakat ansızın beyninde bir ışık yandı. Jean Valjean’ın ır­ mağın diğer kıyısına geçeceğini akletti. İçgüdüsüne uyan Ja­ vert, Austerlitz Köprüsündeki ayakbastı parası alan adama: «Küçük kızla, ihtiyar bir dede buradan geçti mi?» diye sor­ du. Adam hemen hatırladı: «Evet, onlardan iki metelik geçiş parası bile aldım.» Javert, tam vaktinde köprüyü koşarak geçti ve aradıklarının Saint-Antoine Sokağına saptıklarını gördü. Adamlarından birini sokağın başına bıraktı. Tam o anda Arsenal Kapısından dönen bir jandarma man­ gasına rastlaması kendisi için büyük talih oldu, onlardan kendi­ sini izlemelerini istedi. Böyle takiplerde askerler önemlidir. İşte Javert, artık adamı­ 447

nı avcuna aldığından emindi. Jean Valjean’ın Genrot Çıkmazı­ na girdiğini bildiğinden, sola nöbetçisini bırakan Javert, bir ara mola vermek için durdu ve bir tutam enfiye çekti keyifle... Daha sonra avıyla oynamayı düşündü. Bu onun için engin bir haz olacaktı. Jean Valjean’ın epeyce uzaklaşmasına rıza gösterdi, nasılsa onu yakalamak artık çocuk oyuncağıydı. Ken­ disini, tuzak kuran ve sineğin uçmasına izin veren bir örümce­ ğe, izlediği farenin koşmasını hoş gören bir kediye benzetti. Javert eşsiz hazlar yaşıyordu. Adamın çevresine kurduğu ağlar iyice sıkılaşıyordu. Başarıdan kesinlikle emindi, artık bir­ kaç adım sonra her şey bitecekti. Üstelik bire karşı epey kalabalık sayılırdı. Jean Valjean ne kadar güçlü olursa, olsun, kurtulması olanaksızdı... Hafiye usulca ilerledi, bir hırsızın cep araştırması gibi, sokak köşelerini özenle araştırdı. Fakat kurduğu tuzağın tam ortasına geldiğinde, tahminlerin­ de yanıldığını görünce deli gibi oldu. Çaresizliğe kapıldı. Zaman zaman bir geyik çevresindeki halkayı kırıp ardına ta­ kılan köpek sürüsünden kurtulmayı başarır, işte böyle zaman­ larda en eski, en usta avcılar bile ne edeceklerini bilemezler. Davidier, Lignoville ve Desprez’in dillen tutulur, kalır. Böyle bir şey karşısında Artonge şöyle bağırmıştı: «O bir geyik değil; bü­ yücü!» Javert de böyle bağırabilirdi. Droit-Mur ve Picpus sokaklarının başına bıraktığı adamları­ na sorular yağdırdı. Onu gören yoktu. Napoleon’un Rusya Savaşında bağışlanmaz hatalar yaptığı ortada. Büyük İskender Hindistan savaşında aldanmıştı, Sezar Afrika’da ustaca davranmadı, işte Javert de, Jean Valjean’ın ta­ kibinde böyle olmayacak bir hata yapmıştı. Kim bilir belki de, o eski mahkûmu geç tanımasının bu başarısızlığına epeyce kat­ kısı olmuştur. İlk bakışla yetinmeli, onu yakalamalıydı. Ponto­ use Sokağında belirgince görür görmez onu tutuklamalıydı. Ja­ 448

vert yardım istemekle avını huylandırmış ve onun yok olmasına neden olmuştu. Rollin sapağında, o ay ışığında, yardımcılarına danışmakla hataya düşmüştü. Aslında akıl akıldan üstündür derler, çoğu zaman başkasının düşüncesini de sormak gerekir, hem bu tip bir izsürmede, güven aşılayan av köpeklerine danışmak iyidir. Fakat kuşkulanmış bir hayvan söz konusu olduğunda, avcı on­ ları ne kadar alsa iyidir. Kuşkulanmış hayvan derken kurt ve kü­ rek mahkûmunu amaçladık. Javert avının ardına köpekleri takmak isteğiyle kuşkulandır­ mış ve onun kaçmasına sebebiyet vermişti. Üstelik en büyük yanlışı onu Austerlitz Köprüsünde gözetimde tuttuğu anda ya­ kalamak olmuştu. Kendisini olduğundan daha güçlü sanmış ve ona bir fare gibi davranmıştı. Hem yardım istemekle de büyük hata işlemişti o zamanda kendisini güçsüz sanarak yanılmıştı. Lanetli bir önlem, değerli bir zaman kaybı. Javert hata üstüne hata yapmıştı. Oysa o şimdiye dek gelip geçen polislerin en de­ neyimlisi ve en güçlülerindendi. O deyime göre tam bir «Akıllı köpek»ti. Ama kusursuz olmak kime nasip olmuş ki? En büyük taktik uzmanları bile hataya düşebilir. En büyük ahmaklıklar kalın ipler gibi, yığınla birleştirilen ip­ liklerden oluşur, ipi ele alıp tel tel ayırın, bütünleri oluşturan o belirli nedeni bir kopardığınızda «Aman Tanrım bu kadar mı?» dersiniz. Ama bunları birleştirip yan yana getirin; burkun, irice bir şey çıkar. Bu, doğudaki Marcien ile batıdaki Valentinien ara­ sını durak sayan Attila’dır. Bu Capie’de kendisini zevk ve eğlen­ ceye bırakıp uyuşarak saldırı erteleyen Anibal’dır; Arcis-sur-Au­ be’de uyuklayan Danton’dur. Fakat Jean Valjean’ı kaybettiğini anladığı anda bile Javert telaşlanmadı. Eski forsanın fazla uzaklarda olmadığından emindi. Bu nedenle ona tuzaklar kurdu. Adamlarını kimi sokak başlarına yerleştirdi ve gün doğuncaya kadar mahallenin her yerini arattı. İlk dikkatini çeken şey, sokak fenerinin o kırılan demir çek­ 449

mecesi ve kesilen ipin yerde duran parçası oldu. Fakat bu işa­ retler onu da şaşırtacaktı. Bütün araştırmalarını Genrot Çıkma­ zına kaydırdı. Bu çıkmazda tenha bahçelere ve kırlıklara açılan epey alçak duvarlar bulunur. Herhalde Jean Valjean, oradan sı­ vışmıştı. Aslında eğer ilk düşüncesine uymuş olsaydı, Jean Val­ jean sahiden mahvolmuştu. Javert bütün bu bahçeleri saman­ larda bir iğne arar gibi özenle arayıp dururdu. Ortalık ağarırken en zeki adamlarından ikisini gözlemci ola­ rak sokak başlarına bıraktı ve bir hırsıza yakalanan bir polis gi­ bi süngüsü düşük halde karakola döndü.

450

ALTINCI KİTAP PETİT-PİCPUS MANASTIRI 1 PETİT-PİCPUS SOKAĞI NUMARA 62 Yarım asır önce Petit-Picpus Sokağındaki bütün giriş kapıla­ rı birbirleri gibiydi. Hepsi de 62 numaralı kapının eşiydi. Çoğu zaman misafirperverce yarı aralı bulunan bu kapı, epey iyi gö­ rünümlüydü. Asmaların örttüğü duvarların kuşattığı bir avlu ve avluda dolaşan bir kapıcının güler yüzü. En gerideki duvarın ar­ dından, çok yüksek ağaçlar görünürdü. Avlu güneşle dolduğun­ da, kapıcı da bir bardak şarapla neşesine kavuştuğu zaman, 62 numaralı kapının önünden geçenler, gördüklerinden memnun halde geçerlerdi. Ama o gördükleri yer, hiç de ilk izlenimlerinde gördükleri gibi iyi bir yer değildi. Evin kapısı gülümsüyor, fakat ev dua ediyor ve ağlıyordu. Eğer kapıcı dairesinin ardına biri geçecek olsa ki, bu neredey­ se olanaksızdı, çünkü o kapıyı geçebilmek için, parolayı bilmek zorunluydu. Bu kapının «Açıl susam açıl»ı andırır bir parolası vardı. Evet eğer biri o kapıyı aşacak olsa, sadece tek bir kişinin geçebileceği çok dar bir holden, ve tek kişinin çıkabileceği dar bir merdivene varırdı. Duvarlar sarı badanalı, merdivense kah­ verengi ve epey kasvetliydi. Yukarı çıkabilen kişi, bir avludan sonra bir merdiven daha çıkıp, binanın ilk katına varırdı. Bu ko­ ridor da koyu sarı badanalı ve süpürgelikler kahverengiye bo­ yalıydı. Merdiven ve koridor, iki büyücek pencereden ışık alır­ lardı. 451

Koridor bir dönemeçten sonra bir parça karanlık hale gelirdi, burayı da geçen kişi kapısı açık duran bir odaya varırdı. Kapıyı itince kendinizi altı ayak boyunda, küçük bir odada bulurdunuz. Çini döşeli bu oda, tertemiz ve buz gibi soğuktu. Duvarlar küçük çiçekleri olan ve tomarı on beş meteliğe satılan hesaplı bir kâ­ ğıtla kaplıydı. Soldaki duvarı iyice kaplayan geniş bir pencere­ den giren beyaz ve cansız ışık odayı aydınlatırdı. Bakardınız, kimseyi göremezdiniz; dinlerdiniz, bir ses olmazdı. Ne bir ayak sesi, ne de bir fısıltı!.. Duvarlar çıplaktı, odada hiç eşya yoktu, bir sandalye bile göremezdiniz. Etrafına ilgiyle bakan, tam karşı duvarda, bir ayak boyunda dört köşe bir delik görürdü, bu dörtgen biçimli delik siyah ve bo­ ğumlu demir bir kafesle örtülüydü. Burada, demir çubuklar ol­ masa bile geçecek yer yoktu. En sıska bir insanın bile, buradan başı değil sadece gözleri, diyesim ruhu geçebilirdi. Sanırım ya­ pan böyle düşünmüş olmalıydı ki, duvara çakılmış ve bin bir de­ likli bir teneke levha bulunurdu. Bunun hemen altında posta ku­ tularının ağızlarına benzeyen bir delik vardı. Bir tele bağlı bir kurdele, bu delikli levhanın yanından sarkardı. Bu kurdeleyi çekince bir çan sesi ve çok yakından gelen ve titreten bir ses duyulurdu: «Kim o?» Bu bir kadın sesiydi, o kadar uysal ve tatlı bir sesti ki, duya­ nın kalbini ezerdi. işte o zaman, girebilmek için, o büyülü kelimeyi söylemek gerekirdi; parolayı. Bunu bilmeyen kişi, sesi bir daha duyamaz­ dı ve duvar da sessizleşirdi. Eğer gereken parolayı bildiyseniz, ses: «Sağdan gidin» derdi. O zaman, hemen pencere karşısında, camlı bir kapıyı fark ederdiniz. Tokmağı çevirip odaya girince, kendisini, kafeslerle ayrılmış, iki eski koltuk ve eski bir hasır paspasla döşeli bir ti­ yatro locasında sanırdınız. Bu loca korkuluklarla çevriliydi, ama bu opera veya tiyatro­ larda olduğu gibi yaldızlı değildi. Bu kapalı yumruklardan oluş­ 452

turulmuş gibi, demir çivili, birbirine geçmiş demir çubukların oluşturduğu korkunç bir kafesti. Birkaç dakika sonra, girenin gözleri bu ışığa alıştığında, kişi kafesi geçmek isterdi, gelin görün ki birkaç santimden öteye gi­ demezdi. Çünkü orada acı-sarı renkli pervazlarla sağlamlaştırıl­ mış kara tahta panjurlarla karşılaşırdı ve bu panjurlar her za­ man kapalı olurdu. Birkaç saniye sonra, panjurların arkasından bir ses duyulur­ du: «Buradayım, ne istemiştiniz?» Bu, bir zamanlar sevilmiş, hem de tapınırcasına sevilmiş bi­ rinin sesiydi. Fakat kimse görünmezdi, sadece solgun bir hışır­ tı, sanki mezarın ardından bir ölüyle konuşurdunuz... Bazı durumlarda o tahta panjurun kanadı açılır ve ses bir görüntüye dönüşürdü. Kafesin ve panjurun arkasından, sadece çenesini ve ağzını görebildiğiniz bir baş görünürdü. Yüzün ka­ lan bölümü kara bir duvakla kapatılmıştı. Bu baş sizinle konu­ şurdu, fakat size ne kızar, ne de gülümserdi. Bu görüntünün arkasındaki aydınlık o kadar ayarlıydı ki, siz onu beyaz görürdünüz, ama karşısındaki örtülü yüz kara görür­ dü. Bu ışıklı bir simgeydi. Bütün gücünüzü gözlerinizde toplayarak, bu deliğin arkasını görmeye çalışırdınız. Matem giysili ve salt yüzünün altını göre­ bildiğiniz bu şeklin etrafı belirsiz bir ışıkta yüzerdi. Hemen son­ ra, hiçbir şey seçemediğinizin farkında olurdunuz. Görülen ge­ ce, boşluk, gölgeler ve mezardan yayılan sise benzer, yoğun bir kış sisi... Korkunç bir sessizlik, hiçbir sesin olmadığı bir yer, iç çekişlerin bile duyulmadığı bir suskunluk, gölgelerin bile seçil­ mediği şekiller. Evet burası, bir manastırdı. «Ara Vermeden Tapınma» tarikatına mensup rahibelerin ya­ şadıkları bir manastır içinde bulunduğunuz bu loca, ziyaretçile­ rin kabul edildiği salondu. Size ilk seslenen, kapıdaki o ses, ha­ bire duvarın ardındaki yerinde oturan ve kapıcılık da yapan ra­ hibenin sesiydi. 453

Manastırın dışa açılan hiçbir penceresi bulunmadığından, dışarıdan gelen kişi, bu kutsal yerden bir şey göremezdi. Fakat bu gölgenin arkasında bir şeyler, bir ışık vardı. Bu ölümcül sessizlikte bir hayat vardı. Bu manastır dışarı kapalı ol­ masına karşın, biz okuyucuyu oraya sokmaya çalışacağız. Bundan dolayı da olabildiğince, şimdiye değin hiçbir anlatıcının bilmediği şeyleri aktarıp, okurlarımızı biraz olsun aydınlataca­ ğız2 MARTİN VERGA RUHANİ İDARESİ 1824 yılında, dışarıdan baktığımız bu manastır yıllardır Pe­ tit-Picpus Sokağındaydı. Burası Martin Verga tarikatına men­ sup Bemardin(*) rahibelerinin yuvasıydı. Fakat şu var ki Bernardinler diğerleri gibi Clairvaux’ya değil Citeaux’ya bağlı olduklarından, Saint-Bernard tarikatına değil de, Saint-Benoit’ya bağlıydılar. Manastırlara ilişkin bilgi sahipleri, Martin Verga’ın Salaman­ ka’da, 1425 yılında Bernardin-Benedictine rahibeleri için bir manastır yaptırdığını bilirler. Daha sonra Alcala’da(**) bu ma­ nastırın bir şubesi kurulacaktı. Daha sonraları bu tarikat, Avrupa’nın diğer Katolik ülkelerin­ de örgütlendi. Bir tarikatın bir diğeri üzerine aşılanması, Latin Kilisesinde olağandır. Burada söz konusu olduğu için hemen belirtelim ki, salt bu Saint-Benoit tarikatına, Martin Verga’nınkinden başka dört tarikat daha bağlıdır; ikisi İtalya’da Montecassis ile Sainte Jüstine; ikisi Fransa’da: Cluny ile Saint-Maur’dur. Bunlar dışın­ da dokuz tarikat daha vardır: Valembrosa, Grammont, Célestines, Camaldoli, Chartreux, Humiliés, Olivateurs, Silvestrinis, bir de Citeaux. Çünkü Cite­ (*) Bernardine: Saint Bernard tarikatından rahip veya rahibeler. (**) Salamanka ve Alcala: İspanyol şehirleri.

454

aux diğer tarikatların kökeni olmanın yanı sıra, Saint-Benoit’nın bir koludur. Citeaux, 1098’de Langres bölgesinde Molesme ra­ hibi olan Saint Robert devrinde başlar. Oysa, Subiaco çölüne çekilen şeytanı (kocamıştı, iblislikten rahipliğe mi dönüşmüş­ tü?) yerleşip oturduğu eski Apollo tapınağından, on yedisindeki Saint-Benoit 529 yılında kovmuştu. Habire çıplak ayakla dolaşan, boyunlarında kamıştan bir halka taşıyan ve hiçbir zaman oturmak nedir bilmeyen Karme­ litler tarikatından sonra en oturaklı tarikat, Martin Verga tarika­ tıdır. Bu rahibeler sürekli siyahlar giyer ve yüzlerini çenelerine değin kapatan bir yakayla örtünürler. Büyük kollu, siyah yünlü­ den ayaklarına dek inen bir giysi, omuzlarına taktıkları yünlü bir şal ve gözlerinin yarısını kapatan beyaz bir çatkı; işte giydikle­ ri. Gözlerini kapatan o çatkıdan başka bu giysilerin tümü simsi­ yahtır. Rahibe adayı olanların giysileri ise beyazdır. Öğretmen rahibelerin bellerinden de bir teşbih sarkar. Martin Verga’nın Bernardin-Benedicten rahibeleri de, Saint Sacrement rahibeleri denen, bu devrin başında, Paris’te; biri Temple'da, diğeri Neuve-Sainte-Geneviéve Sokağında iki bina­ sı bulunan Benedicten rahibeleri gibi, «Ara Vermeden Tapın­ madın gereklerini uygularlar. Zaten bizim sözünü ettiğimiz Pe­ tit-Picpus Bernardin-Benedictinleri, Neuve-Sainte-Geneviéve Sokağıyla Temple’daki manastırlardaki rahibelerden farklı bir tarikattır. Kurallarında pek çok benzemezlikler vardı; giydikle­ rinde de. Petit-Picpus Bernardin-Benedictinleri’nin başlığı, ön­ lüğü siyahtır; Saint-Sacrement Bernardin-Benedictinleri’yle Neuve-Sainte-Geneviève’delerinki beyaz; ayrıca, göğüslerinde üç parmak kadar mineli, ya da yaldızlı bakırdan bir Saint-Sacre­ ment haçı bulunurdu. Petit-Picpus rahibelerinde bu yoktu. Pe­ tit-Picpus ve Temple’deki manastırlarda aynen uygulanan bu tapınmaya karşın, her iki tarikat yine de birbirinden büsbütün farklıdır. Birbirinden ayrı ve hatta bazen rakip olan, Filippo Né­ ri’nin Floransa’da kurduğu İtalya Oratoire’i ile, Pierre de Béru­ le’un Paris’te kurduğu Fransa Oratoire’i adlı iki tarikat arasında Hazreti İsa’nın, Hz. Meryem’in çocuklukları, hayatları ve ölüm­ 455

leri hakkındaki sırların incelenmesinde ve yüceltilmesinde ben­ zerlikler görüldüğü gibi, Saint-Sacrement rahibeleriyle Martin Verga’nın Bernardinler’i arasında da, sadece bu tapınma açı­ sından benzeşme bulunurdu (Paris’teki Oratoire üstünlük iddi­ asındaydı, çünkü Filippo Neri sadece azizdi, Berulle ise kardi­ naldi). Bu tarikatın rahibeleri, yıl boyu perhizdedir. Büyük Perhiz’de ve başka özel yortularda oruç tutarlar. Gece saat birde yatakla­ rından kalkıp, sabahın üçüne dek dua edip kutsal kitaplarını okurlar. Her mevsimde, saman şiltelerde ve yünlü çarşaflarda uyur, hiçbir zaman yıkanmazlar. Isınmak için ateş bile yakmaz­ lar. Her cuma kendilerini kırbaçlarlar. Susma kuralını uygularlar. Birbirleriyle çok kısa olan teneffüslerde konuşurlar ve tam altı ay, yani 14 Eylül’den Paskalya başlayıncaya değin bedenlerini dağlarlar. Sağlık nedenlerinden dolayı uygulamayı sınırlamış­ lardı. İtaat, yoksulluk ve namus, manastırdan hiç çıkmama; iş­ te onların hayatı. Başrahibe, üç yıllığına seçilir. Bir başrahibe sadece iki kez daha seçilebilir, böylece bir rahibenin en fazla dokuz yıl hüküm­ ran olmasına izin verilir. Rahibeler töreni idare eden rahibi hiç görmezler, adam bir­ kaç metrelik bir perdeyle kürsüde kendilerinden uzak durur. Va­ az vereni de görmezler ve ona görünmemek için örtülerin ta çe­ nelerine kadar çekerler. Bu manastıra girebilme hakkına sahip tek erkek başpiskopos’tur. Bir erkek daha vardır ki, o da manastırın bahçıvanıdır. Fakat o her zaman çok yaşlı biri olur. Rahibeler onunla karşılaşma­ mak için onun dizine bir çıngırak takarlar. Rahibeler yöneticilerine kesin bir itaatle bağlıdırlar. Onların izni olmadan hiçbir girişimde bulunmazlar. Sırayla her rahibenin uyguladığı bir tören vardır ki, buna Tövbe denir. «Tövbe» dünyada insanların işledikleri bütün gü­ nahların, bütün düzensizliklerin, bütün saldırıların, bütün öldü­ rümlerin bağışlanması içindir. Tam on iki saat, akşamın dördün­ den sabahın saat dördüne kadar «tövbe» duasını okuyan rahi­ 456

be, boynunda bir ip, ellerini birleştirip haç önünde, taş üzerinde dizinin üstünde kalır. Katlanamayacağı kadar yorulduğunda, bir ara karınüstü uzanabilir. O zaman biraz rahatlayıp dünyadaki bütün suçluların bağışlanmaları için dualarına devam eder. Bu «tövbe» edimi, bütün ruhları yücelten bir duadır. Bunun için hayli yoğunlaşmak gerekir; o kadar ki «tövbe» duasını eden bir rahibe kıyamet kopsa, başını çevirip bakmaz. Bir de ‘Ara Vermeden Tapınma’ duası var ki, bunun için de, büyük haç önünde sürekli diz çökmüş, bir rahibe olur. Bu haçın önü asla boş kalmaz; buna da ‘Ara Vermeden Tapınma’ denir. Bu kısa sürer, sadece bir saat ve rahibeler habire nöbet devre­ der. Rahibeler manastıra adım attıkları andan başlayarak, kendi adlarını da unutup epey görkemli adlar alır. Bunlar İsa peygam­ berin İncili’nden alınma adlardır. Rahibe Nativité, Rahibe Con­ ception, Rahibe Présentation, Rahibe Passion gibi. Bu arada azize adları da yasaklanmış değildir. Onların ağızlarından başka yerlerini göremezsiniz. Hepsinin dişleri sararmış ve çürükler içindedir. Diş temizliği ruhunu kay­ betmeye eş tutulur. Mülkiyet kavramını asla benimsemezler. Asla «benim» de­ mezler. Hiçbir malları olmadığı gibi, dünya mallarından uzak durmaya mecburdurlar. Fakat «bizim» diyebilirler. Mesela, «bi­ zim şalımız, bizim teşbihimiz». Zaman zaman ufak bir şeye bağlanacak olurlar, ama bu mala eğilimlerinin olduğunu sezer sezmez, bunu hemen bir başkasına verirler. Sainte Thérése’nın bir sözüne sürekli bağlıdırlar. Bu kutsal rahibe, tarikatlarına gir­ mek isteyen bir kadınla şöyle konuşmuştu: Manastıra girmek isteyen genç kadın: «İzin verirseniz çok sevdiğim ve yanımdan hiç ayırmadığım Kutsal Kitabımı getireyim?» Sainte-Thérése, şöyle demişti: «Sevdiğiniz şeyler var ha, o zaman bizim tarikata giremez­ siniz...» Hiçbir rahibenin barınacağı, özel bir odası yoktu. Hepsi ka­ 457

pıları açık hücrelerde yatarlar, karşılaştıklarında şöyle selamla­ şırlardı: «Yüce Tanrı’nın büyüklüğüne şükürler!..» «Her zaman, ebediyen.» Birbirlerinin kapılarını çaldıklarında aynı tören tekrarlanır. Kapı arkasından tatlı bir ses telaşla: «Her zaman, ebediyen,» diye yankılanır. Bütün töreler gibi, bu da kendiliğinden hale geldiğinden, ilk rahibe «Yüce Tanrı’nın yüceliğine, şükürler» demeden, diğeri hemen yanıtı verir. Birbirlerine iyi günler dilemek için de «Ave Maria» ve «Gratia Plena»(*) derler. Günün her vakti, manastır çanı üç defa çalar. Bu işareti alır almaz rahibelerin tümü, yaptıkları işi bırakarak, günün saatine göre şu sözleri eder: «Saat beşte ve her saatte, Tanrı’nın yüce adına şükürler!» Saat sekizde ve her saatte ve günün saatine göre her saat başı, böyle gider. Bu töre de her an insanın aklına Tanrı’nın yüce varlığını ge­ tirmek içindir, birçok tarikatlarda bu uygulanır. Düşünceyi dağıtmak, onu hep Tanrı’ya yöneltmek niyetini güden bu alışkı, pek çok tarikatta vardır; sadece kalıplaşmış sözler değişir. Örneğin, Enfant-Jesus tarikatında: «İçinde bu­ lunduğumuz saatte ve her saatte İsa’nın sevgisi yüreğimi yak­ sın!» denir. Elli senedir Petit-Picpus Manastırına kapanan Martin Verga Bernardin-Benedictinleri ayinleri ağır bir dua havasıyla, saf kili­ se ayini olarak, bütün dua boyunca yüksek sesle okurlar. Ayin kitabının her yıldız işaretli yerinde dururlar, kısık sesle: «İsa-­ Meryem-Yusuf» derler. Ama ölüm ilahilerini, o kadar kısık sesle okurlar ki, onları dinleyen, kadın seslerinin bu kadar kısık notalara erişebileceği­ ne inanamaz. Bu da dinleyende epey acıklı bir etki bırakır. Buranın rahibeleri, ölülerini gömmek için dua salonunun al­ tında bir mahzen kazdırmışlardı. Fakat son yıllarda, hükümet, (*) Ave Marie: Selam Marie, Gracia Plena: Tam Şükran.

458

onlara ölülerini oraya gömmekten men edecekti. Rahibeler bu­ na epey içerlemiş, bunu aşağılanma sayarak, umutsuzluğa düşmüşlerdi. Özel arzuları üzerine sanki bir ihsan gibi, Vaugi­ rard Mezarlığının eskiden tarikatlarına ait bir kısmında gömül­ me hakkını koparabilmişlerdi. Tıpkı pazar günlerinde olduğu gibi, perşembe günleri de muhteşem dinsel törenler yapılırdı. Üstelik bu tarikatın rahibe­ leri, bütün dini yortuların ayinlerini de yaparlardı. Katolik dünya­ sının tüm üyelerinin bilmedikleri ayinleri bile boşlamazlardı. Haftada bir kez, bir toplantı yapılır. Bunu başrahibe yönetir, dua eden rahibeler de bulunurlar. Her rahibe taşta diz çökerek yüksek sesle günah çıkartır ve hafta boyu işlemiş olduğu gü­ nahları anlatır. Rahibelerin hepsi, birbirlerine danışarak suçluya uygun cezayı verirler. Ağır günahların açıklandığı yüksek sesle yapılan günah çı­ karmadan başka, «la coulpe» adlı tövbe etme biçimleri vardır. Bu suçluların bağışlanması için de, tören sırasında, başrahibe­ nin önünde karınüstü yere kapanırlar, her zaman «annemiz» dedikleri başrahibe günahkâra kalkabileceğini, bölmesinin tah­ tasına vurduğu küçük bir darbeyle duyuruncaya kadar öylece kalırlar. Epey önemsiz şey için günah çıkarırlar. Kırılan bir bar­ dak, yırtılan bir peçe, bir törene elde olmadan birkaç saniye ge­ cikme, kilisede hatalı söylenen bir nota... Günah çıkarmak için yeterli sayılır. Bu günah çıkarma kendi kendine yapılır, kendini yargılayan da, cezayı veren de suçlunun kendisidir. Yortu ve pazar günleri, dört sehpalı büyük kürsüde ilahiler okuyan dört rahibe bulunur. Bir gün, bir rahibe «Ecce» diye başlayan bir ila­ hiyi söylemeye koyuldu fakat bunu diyeceğine «Do, si, sol» di­ ye üç hatalı nota okudu. Bu dalgınlığı için bütün tören boyunca süren bir günah çıkarma cezasına çarptırıldı. Suçun büyüklüğü şuradaydı ki, bütün rahibeler gülmüştü. Bir rahibe dışarıdan gelen birini görmek için, salona çağrıl­ dığında, örtüsünü ağzına dek çeker. Yalnızca başrahibe yabancılarla konuşma hakkına sahiptir. Diğer rahibeler sadece çok yakın akrabalarıyla görüşebilir. Böy­ 459

le bir görüşme için de epeyce protokol gerekir. Eğer ziyaretçi bir kadın ise, izin bazen verilir. Rahibe gelir ve ziyaretçi onunla panjur arkasından konuşur. Şunu da söylemek gerekir ki, bu izin erkeklere hiçbir zaman verilmez. Evet işte Martin Verga tarikatının rahibeleri böyle bir sıkıdü­ zenle yaşarlardı. Bu rahibeler öbür tarikat mensupları gibi güler yüzlü pembe yanaklı değildir. Hepsi de acılı bakışlı, solgun yüzlü, ağırbaşlı kadınlardır. 1825 ile 1830 yılları arasında rahibelerden üçünün delirdiği kaydedilmişti. 3 SIKIDÜZEN Rahibe adayları iki ya da çoğu zaman dört yıllık bir süre bo­ yunca beklemek durumundadırlar ki, bu sürenin bitişinde bile dört yıl süren bir adaylık zamanı vardır. Yirmi üç, yirmi dört ya­ şından büyük biri, tam rahibelik yemini edemez. Hem bu tarika­ tın rahibeleri aralarına dulları da almazlar. Kendi hücrelerinde, asla söz etmeyecekleri bedensel ceza­ larla kendilerine acı çektirirler. Rahibe adayının asıl rahibelik yeminini edeceği gün muhte­ şem bir tören yapılır. Ona en güzel giysileri giydirirler, başına beyaz güller takıp, saçlarını kıvırırlar. Daha sonra rahibe adayı karınüstü yere serilir, üzerine siyah bir duvak serilir ve ölüler ila­ hisi okunur. Sonra rahibeler iki sıraya dizilir. İlk sıra yerdeki kı­ zın önünden geçerken epey hüzünlü bir sesle: «Kardeşimiz öldü,» der. Diğer sıradaki rahibeler, şen bir sesle: «Hayır, yaşıyor, Tanrı’nın katında yaşıyor,» derler. Bu hikâyeyi anlattığımız yıllarda manastırın yanında bir de kuvan vardı. Bu kuvan, asil genç kızların eğitim aldıkları bir genç kız okuluydu. Sıkıdüzen altında yetiştirilen ve dört duvar arasında olan bu kızların çoğu varsıl ailelerdendi. Hiç kuşku­ 460

suz, dini yayma düşüncesiyle, bu çocuklara kutsal giysilerin keyfini aşılamak için manastırda izin verilen, özendirilen bu gösteriler -ilgiyedeğer bir şeydir bu- öğrenciler için gerçek bir mutluluk, tam bir eğlence aracı oluyordu. Onlar bundan yalnız­ ca zevk alıp eğleniyorlardı. Yeni bir şeydi bu, değişiklikti. Bu kutsal su serpmecini elde tutmanın, saatlerce dört kişi bir kür­ sünün önünde durup dua etmenin getirdiği mutluluğu, bizim gi­ bi dünya insanlarına anlatmayı zaten başaramayan çocuklar için epey çocuksu düşüncelerdir bunlar. Aralarından biri bir gün bize şöyle demişti: «Sokağın kaldırımını görmek bile, beni baştan ayağa titreti­ yor.» Onlar mavi bir üniforma giyerler, başlarına beyaz boneler geçirirlerdi. Boyunlarında İsa’yı betimleyen bir madalyon olur­ du. Dinsel yortularda büyüklük gösterilerek, onların da rahibe­ ler gibi giyinmelerine ve bütün bir gün rahibeler gibi törenlere katılıp, duaları yönetmelerine izin verilirdi. İlk zamanlar rahibe­ ler, bu kızlara siyah giysilerini ödünç verdiler, ama daha sonra başrahibe bunu yasakladı. Gerçek rahibeler değil, henüz «Ra­ hibelik Yemin»ni etmeyen çömez rahibeler, giysilerini öğrencile­ re ödünç verme iznini aldılar. Öğrenciler de aslında manastırın bütün kurallarına tabiydi. Anlattıklarına göre, okuldan yetişen bir genç kadın, evlendikten birkaç yıl sonrasına kadar, hâlâ bu huylarını bırakamamıştı. Ka­ pısı her çalındığında «Her zaman, ebediyen» demeyi bırakma­ mıştı. Öğrenciler de tıpkı rahibeler gibi, ailelerini sadece salonda görebilirlerdi. Kendi özanalarının bile onlara sarılma hakları yoktu. Disiplin o kadar sıkıydı ki, bir gün öğrenci bir kız kendisi­ ni ziyarete gelen annesiyle ve küçük kız kardeşiyle görüşmüş­ tü. Genç kız ağlıyordu, çünkü küçük kardeşine sarılmak iste­ mişti. Bunu yasakladılar, o zaman kızcağız, kız kardeşinin kü­ çücük elini parmaklıklar arasından geçirmesini istedi, en azın­ dan, onun parmaklarını öpebilirdi. Bunu da kendisinden esirge­ diler, neredeyse bir rezalet çıkacaktı. 461

4 EĞLENCELİ VAKİTLER Tüm bu sıkıdüzene karşın, kızlar bu manastır okulunda unu­ tulmaz ve hoş anılar bırakmışlardı. Bazı zamanlarda çalan çan, çocukların eğlenme vaktinin geldiğini duyuyurdu. Kapı gıcırtıyla açılır ve kafesten kaçan kuşlar gibi, kızlar bahçeye yığılırdı. Bahçede tarhlar haç şeklin­ de dikilmişti... Yine de, gülen yüzler, bembeyaz alınlar, parıltılı gözler bu gölgeleri şenlendirirdi. Zil seslerinden, ölü dualarının kederli ezgilerinden sonra, bahçe sanki güneş doğmuş gibi bir ışığa boğulurdu. Küçük kızlar, arı vızıltısından bile daha hoş seslerle oynaşırlardı. Petekler açılmış, herkes bal saçar gibi se­ vinç ve neşe saçmaya başlamıştı. Kızlar birbirlerine gülüşerek seslenir, koşuşur, oynaşırlardı. Pembe ağızların aralığından, bembeyaz dişler çıkar, uzaktan duvaklarına bürünen rahibeler, bu kızları gözetirlerdi. Sanki bu matemli yere serpilen bir gül yağmuruydu. Küçük kızlar ip atlıyor, daha büyük kızlar birbirlerinin ellerini tutarak dans ediyorlardı. Bu çocuklar sayesinde, bu gölgelerin de ara­ da bir parlaması insanın içini ısıtırdı. Bu şen çocuklar, genç kızlar, rahibelerin bakışları altında gü­ lüp oynarlardı. Günah işlemişliğin gözleri masumiyete zarar ve­ remez. Bunca sertliğin, acının arasında bu çocuklar sayesinde saf vakitler olurdu. Küçükler hoplar, zıplar, büyükler oynarlardı. Bu manastırda oyun cennetle karışmıştır. Açılan bu tazecik ruh­ lar kadar cazip, yüce bir şey düşünülemez. Homeros yaşasa, Perrault ile gülmek için buraya gelirdi; bu loş bahçede, destan­ dakilerden masaldakilere, saraydakilerden kulübedekilere vara­ sıya, Hekabe’den Büyükanneye kadar bütün nineleri güldürme­ ye yetecek gençlik, sağlık, şamata, bağrışma, şaşkınlık, neşe ve mutluluk bulunurdu. Bu kapalı manastırda, çocukların konuşmaları arasında, in­ sanın unutamayacağı boş sözler kaydedilmişti. Bu okulda be­ şinde bir küçük kız bir gün şöyle bağırmıştı: 462

«Ah Kutsal Ana! Ablalardan biri, burada daha dokuz yıl ve on ay kalacağımı söyledi, çok çok mutluyum. » Yine çocuklar arasında geçen ve kaydedilen bir konuşma: Rahibe soruyordu: «Niye ağlıyorsun çocuğum?» Altısındaki çocuk, hıçkırarak: «Alix bana tarih dersimi bilmediğimi söyledi... Oysa ben der­ simi biliyorum». Alix (dokuzunda), «Hayır Kutsal Ana, dersini bilmiyor.» Rahibe, «Daha uzun anlatın, bakalım.» «Benden kitabı açıp rastgele bir soru sormamı istedi, sonra bu soruya karşılık veremedi.» «Peki ona ne sordunuz?» «Onun dediği gibi kitabı rastgele açtım ve ona ilk okuduğum cümleyi sordum, bu da şöyleydi: Daha sonra, ne oldu?» Yine bu manastırda yedisindeki bir kız, rahibe şöyle günah çıkarmıştı: «Kutsal Peder, kendimi pinti olmakla suçluyorum.» «Kutsal Peder, zinadan suçluyum.» «Kutsal Peder, gözlerimi erkeklere kaldırmaktan suçluyum.» Yine buranın bahçesinde, altısında bir kızın pembe dudakla­ rından şunlar dökülmüştü: «Üç küçük horozun yaşadıkları ülkede pek çok çiçek vardı. Onlar bu çiçekleri toplayıp ağızlarına soktular, daha sonra cep­ lerini çiçekle doldurdular ve oyuncaklarını da çiçeklerle süsledi­ ler. Ormanda bir kurt vardı ve kurt geldi ve küçük horozları he­ men yiyip yuttu.» Şöyle bir şiir de vardı: Bir yerden sopa vuruldu. Kediye soytarı vurdu. Bu ona iyi gelmedi, canını yaktı. O zaman bir hanım soytarıyı zindana tıktı. Manastırın kapısında bulunan kimsesiz bir kız, yıllar sonra 463

diğer çocukların annelerinden söz ettiğini duyunca şu unutul­ maz sözleri etmişti: «Ben doğduğumda annem yanımda değilmiş.» Belindeki anahtarları şıngırdatarak hep koşuşan şişman bir rahibe vardı ki, ayak işlerini yapardı. «Hemşire Agathe» adlı bu rahibeye on yaşından büyük kızlar, «Anahtarlı Agathe» adını vermişlerdi. Bahçeye açılan ama dışa penceresi bulunmayan bitişik mut­ faktan ışık alan yemekhane, loş ve nemliydi. Çocukların deyi­ mine göre orası böceklerle doluydu. Yemekhanenin her yerinde başka başka böcekler vardı. Örümcekler köşesi, solucanlar köşesi, karafatmalar köşesi ve cırcırböceklerinin köşeleri vardı. Çocuklar arkadaşlarına oturdukları köşelerin adını vermeyi huy edinmişlerdi. Bir gün kuvanı ziyaret eden Başpiskopos, altın saçlı elma yanaklı güzel bir kızı görüp, çocuğun arkadaşlarına onun adını sormuştu: «Kim bu kız?» «O bir Örümcek, efendim.» «Peki ya, şu siyah saçlı kız?» «O da bir cırcırböceği.» «Peki ya şu kumral olan?» «O bir solucan, efendim.» «Peki, ya sizin adınız çocuğum?» «Ben bir karafatmayım, efendim.» Her okulda böyle şeylere rastlanır... Epey muhteşem bir kızlar manastırı olan Ecouen Okulunda dinsel törende «bakireler»le «çiçekler» adı verilen ve çelenk ta­ şıyan kızlar bulunurdu. Bir de «sayvanlar»la «buhurdanlıklar» vardı; bir kısmı sayvanın kordonlarını taşırdı, diğer kısmı Saint-­ Sacrement'in buhurdanlarını sallarlardı. Çiçekler çiçekçilerin hakkıydı. Dört bakire önde yürürdü. Yortu sabahı kızlar birbirlerine sorarlardı: «Kim bakire?» Okulda yetişen Madam Campan, yedisindeki bir kızın şu unu­ 464

tulmaz sözünü yazmıştı. Küçük kız, sıra başında yürüyecek on altı yaşındaki ablaya şunu demişti: «Sen bakiresin, fakat ben değilim...» 5 MUTLULUKLAR Yemekhane kapısında, büyük siyah harflerle «Beyaz Teş­ bih» denilen ve insanı doğruca cennete götüreceği söylenen bir dua vardı. «Tanrı’nın yaptığı, Tanrı’nın söylediği, Tanrı’nın cennete koy­ duğu küçük ak tespih. Akşam uyumaya gittiğimde, yatağımda üç melek buldum; biri ayak ucunda, ikisi baş ucunda; ortaların­ da duran iyi kalpli Meryem Ana, hiçbir şeyden korkmadan yata­ ğıma gitmemi söyledi. İsa babamdır, Meryem anamdir; üç ha­ vari erkek kardeşlerim, üç bakire kız kardeşlerimdir. İsa’nın için­ de doğduğu gömlek benim bedenimi kapatıyor; Sainte Margu­ erite haçı göğsümde yazılı; Hazreti Meryem Anamız tarlalara gidiyor; kanlı gözyaşlarıyla ağlarken, Bay Saint Jean’a rastlıyor. ‘Bay Saint Jean, nereden geliyorsunuz?’... 'İsa’yı orada görme­ diniz mi?’ ‘Haça asılı; ayakları sarkıyor, elleri çivili; başında ak dikenli bir başlık var.’ Bunu üç kez akşam, üç kez sabah oku­ yan sonunda doğruca cennete gidermiş. 1827 yılında bu tuhaf dua, kalın bir boyayla silinmişti. Günü­ müzde sadece çok ihtiyar olan birkaç hanımefendi bu duayı ha­ tırlar... Duvara asılı kara bir haç yemekhanenin biricik süsüydü. Bu yemekhanenin kapısı bahçeye açılırdı. İki dar masa, odanın uzunluğu boyunca giderdi. Duvarlar beyaz, masalar ve sıralar siyahtı. Manastırlarda çoğu zaman matem renkleri olan bu ka­ ra ve beyaz karışımına rastlanır. Yemekler epey yalındı. Seb­ zeyle pişirilmiş et yahnisi veya tuzlanmış balık bile epeyce lüks­ tü. Çocuklar kendilerini gözeten bir rahibenin eşliğinde, sessiz­ ce yerlerdi yemeklerini... Eğer zaman zaman, disipline aykırı olarak bir sinek uçmaya, vızıldamaya kalkarsa, nöbetçi rahibe 465

tahtadan bir kitabı açıp seslice kapatırdı. Öğrencilere azizlerin hayatlarını anlatan bir kitap okunurdu. Kitabı büyük öğrencilerin arasından her hafta seçilen bir kız okurdu. Sessizliği dağıtmak bağışlanmaz suçtu. Bunu yapan öğren­ ci haç çıkarmak zorunda kalırdı ve bunu da diliyle tozlu taşlar üzerinde yapardı. Cıvıldadıkları için cezalandırılan bu pembe dudaklar, toza toprağa bulanırdı. Masalarının üstünde, aralık­ larla konulmuş küçük leğenler olurdu ki, kızlar orada kendi bu­ laşıklarını yıkarlardı. Zaman zaman da, dişlerinin kesmediği çok sert bir et parçasını ve bozuk balığı oraya attıkları olurdu, o zamanda savurganlık nedeniyle öğrenci ceza alırdı. Manastırda yasak olan bir kitap vardı ki, şimdiye dek kimse bunu okuma cesaretini göstermemişti, kitap, Saint-Benoit Ku­ ralları’ydı. Tek nüshadan oluşan bu kitap, günün birinde birkaç öğrencinin eline geçti ve kızlar bunu okumayı başarabildiler. Fakat bu kadar tehlikeye boşuna atıldıklarını anlayacaklardı. «Genç erkek çocukların günahları»nı anlatan bölümden başka ilginç bir şey bulamamışlardı. Sıskacık meyve ağaçlarının dikili olduğu bir bahçe yolunda oynarlardı. Rahibelerin sıkı gözetimlerine karşın, ağaç dallarını salladığı zamanlarda arada bir düşen yeşil, ham bir elma veya çürümüş bir kayısıyı yerden alabilirlerdi. Günümüzde epey ün kazanmış bir dükün eşi olan ... Düşesi’nin bir zamanlar bu ma­ nastırda öğrencilik ettiği yıllarda yazdığı mektuptan aldığımız bir kısmı okurlarımıza sunacağız: Ham elma veya armudu gizlice korumaya çalışırız. Zaman zaman yatağımızın içine, yastığımızın altına koyarız ve gecele­ yin herkes uyuduktan sonra yatağımızda yeriz. Zaman zaman da önlüğümüzün bir cebinde koruduğumuz bu ham veya çürük meyveyi tuvalette yeriz ki, bu da bizim için epeyce zevklidir. Günlerden bir gün manastırı denetlemeye gelen Piskopos Montmorency, ailesiyle ilişkisi olan Matmazel Bouchard’la ta­ nıştı. Bu genç kız arkadaşlarıyla iddiaya girmiş ve disiplinin 466

baskısına karşın, bir günlük izin isteyeceğini iddia etmişti. Ba­ his kabul edildi, kızların hiçbiri Matmazel Bouchard’ın bahsi ka­ zanacağını düşünmiyordu bile. Piskopos kızları denetlerken genç kızı önünde buldu: «Efendim, sizden bir iyilik rica edecektim, bir günlük izin.» Matmazel Bouchard boylu, güzel, pembe yanaklı, ışıltılı göz­ lü bir kızdı. Piskopos gülümseyerek kendisine şu karşılığı verdi: «Elbette hanımefendi, ama bir gün az, size üç gün izin veri­ yorum.» Başrahibe bu buyruğa karşı gelemezdi, Piskopos konuş­ muştu. Manastır için büyük rezalet olan bu olay, kızlar okulu için bir zaferdi. Fakat dış dünyaya her ne kadar kapalı olursa olsun, dünya tutkularını sızdırabiliyordu. Bunu kanıtlamak için bir olay aktar­ malıyız. Gerçi anlatacaklarımızın konuyla hiçbir ilgisi yok fakat manastırın nasıl bir yer olduğu hakkında okurumuza daha an­ laşılır bir fikir vermek istiyoruz. O yıllarda manastırda sırlarla dolu bir kadın vardı. Rahibe ol­ mayan bu hanımefendinin adı Madam Albertine’ydi. Ona epey saygı gösterilirdi. Hakkında hiçbir şey bilinmezdi, sadece onun deli olduğu söylenirdi. Sosyete onu öldü sanırdı. Dedikodulara göre, bu kadının manastıra kapatılması, bir yığın miras ve para işi yüzündendi. Madam Albertine henüz otuzunda, hayli alımlı, esmer bir ka­ dındı. Büyük güzel gözleriyle anlamsızca bakardı. Görüyor muydu? Kimse bilmezdi bunu. Yürümüyor, sanki kayıyordu. Hiçbir zaman konuşmazdı. Soluk alıp almadığı bile tartışılırdı. Burun delikleri son nefesini vermek üzere bulunan bir ölününki gibi solgundu. Elini tutmak buza dokunmak gibiydi. Bir hayale­ te benzeyen, ahenkli bir edası vardı. Onun girdiği yerde serin bir rüzgâr eserdi. Günün birinde genç bir rahibe, bir diğerine onu gösterip: «Dış dünyada herkes onu öldü sanıyormuş,» dedi. Beriki de şu anlamlı karşılığı verdi: 467

«Belki de ölüdür ya, bilinmez!» Madam Albertine dair çeşitli söylentiler dolaşırdı. Kız öğren­ cilerin özellikle ilgisini çekerdi bunlar. Kilisede «Öküz Gözü» adı verilen yuvarlak bir cam vardı ki, oradan kilise iyice görünürdü. İşte Madam Albertine, dinsel törenleri sürekli burada dinlerdi. Günlerden bir gün vaiz yerinde asil bir din adamı vardı: Roland Dükü. Fransız aristokratlarının en soylularından, Mösyö De Ro­ land, ilk kez Petit-Picpus Manastırında vaaz veriyordu. O gün onu öteden gören Madam Albertine ansızın olduğu yerde doğ­ rularak: «Vay canına, Auguste!» diye seslenmişti.» Onun bu ilgisi oradakileri şaşırtmıştı. Bütün başlar kendisine çevrildi fakat Madam Albertine o eski miskinliğine dönecekti. Sessizce oturdu. Dış dünyadan esen hayat rüzgârı bir anlığına bu cesedi canlandırmış, ama hemen sonra kadın eski haline dönmüştü. Fakat kadının bu tepkisi sayısız dedikoduya neden oldu. Onun «Vay canına, Auguste» demesi epey manidardı. Dük’ün ön ismi sahiden Auguste idi. Demek o bir zamanlar adamı ya­ kından tanımış, onunla içlidışlı olmuştu. Onun ön ismini bildiği­ ne göre, başka bir şey düşünülmezdi... Çok ağırbaşlı ve oturaklı iki düşes, Choiseul ve Serent Dü­ şesleri, kimi zaman manastırı ziyaret ederlerdi. Onlar geldikle­ rinde biçare kız öğrenciler yaprak gibi titrerlerdi. Bu arada epey alımlı ve genç olan asil vaiz de genç öğren­ cilerin dikkatini çekiyordu. Petit-Picpus Manastırındaki dinsel törenleri yönetmeyi gelenek edinmişti. Aslında kızlardan hiçbiri o kalın perde var diye onun yüzünü göremezdi. Fakat çok sıcak ve ezgili bir sesi vardı. Bir zamanlar onun orduda olduğu söyle­ niyor, çok alımlı olduğu da belirtiliyordu. Gür kumral saçlarını kapatan başlığın çok şık olduğu, en süslü cüppeleri giydiği her yere yayılmıştı. O da henüz on altı, on yedisindeki bu kızların hayalini süslüyordu. Dış dünyanın hiçbir şeyi giremezdi manastıra. Fakat bir yıl, 468

bir flüt sesi yükseldi, bu epeyce gürültüye neden oldu ve pansi­ yoner kızlar, bugün bile hâlâ bu olayın etkisinde. Evet, biri flüt çalıyordu. Sürekli aynı ezgiyi... O zamanlar bi­ raz demode bir ezgiyi, yıllar öncenin bir romansını. Günde bir­ kaç kez, bu aşk şarkısı çalınırdı. Genç kızlar, esrimiş gibi bu flütü dinlerlerdi. Rahibeler bu yüzden perişandı, sürekli öğrencileri cezalandırıyorlardı. Öğ­ renci kızların yaklaşık tümü, biraz olsun yüzünü görmedikleri flüt çalgıcısına sevdalıydı. Flüt sesi Dorit-Mur Sokağından geli­ yordu. Kızlar öteden olsun, bir kez, hayallerinin kahramanı olan bu genç müzisyeni görmek için neler vermezlerdi! Hem günün birinde kızlardan birkaçı, servis kapısından kaçıp Droit-Mur So­ kağındaki üçüncü kattan sokağı görmek istedi. Hiçbir şey göre­ medi. Bir başka kız beyaz mendil salladı. Aralarında bir kız, elinde tuttuğu beyaz bir mendili sallayabilmek için kolunu bile kafesten çıkartmayı başardı. Hatta iki kız daha, büyük ataklık gösterip çatıya çıktılar ve bu «masal kahramanı»nı nihayet gö­ rebildiler. Bu girişim ne yazık ki, bütün hayallerini yıkacaktı. Flüt çalan o «masal prensi» ihtiyar ve kör bir göçmendi. İhtilalde sürgüne giden bu zavallı, kocamışlığında gözlerini ve servetini yitirdikten sonra vatanına dönmüştü, arada bir efkâr dağıtmak için kendi kendine flüt çalıyordu.

6 KÜÇÜK MANASTIR Bahçede üç ayrı bina vardı. Rahibelerin yaşadıkları büyük manastır, kızların kaldığı okul binası ki, buna küçük «kuvan» denirdi. Burası bahçeyle çevrili bir binaydı. Burada çeşitli tarikatlara mensup kocamış rahibeler yaşardı. Bu zavallılar İhtilal’de dağıtılan manastırlardan kalan evsiz barksız rahibelerdi. İmparatorluk tekrar kurulduğunda, bütün bu zavallı rahibele­ re bir barınak sağlamak isteyen hükümet, onları çeşitli manas­ tırlara dağıttı. Petit Picpus Manastırının rahibeleri, kendilerine 469

sığınan bu biçareleri hemen kabul etti. Bunlar belli bir yeri bu­ lunmayan rahibelerdi. Her biri farklı bir tarikata mensuptu. Pan­ siyonerlere arada bir bu biçare rahibeleri ziyaret izni verilirdi. Bu yüzden, okulda eğitilen genç kızlar, uzun yıllar azize gibi saygı duydukları Sainte-Basile Ana’yı, Sainte-Scolastique Ana’yı ve Jacob Ana’yı anılarında var ettiler. Rahibelerden biri bu manastırda epey rahata kavuştu. Ken­ dini evindeymiş gibi hissediyordu. Bu kadın Sainte-Aure tarika­ tındandı. Tarikatın diğer rahibeleri öldürülmüştü, aralarında sağ kalmayı başaran sadece kendisi olmuştu. İşin en şaşılası tara­ fı, bu tarikatın 18. yüzyılın ilk günlerinde, daha sonra Martin Verga tarikatının değindiğimiz rahibelere ait evinde yaşamış ol­ masıydı. Bu bedbaht rahibe, kendi tarikatının muhteşem ünifor­ masını giyemeyecek ölçüde yoksuldu, bu nedenle artık bir da­ ha yenileyemeyeceği eski beyaz üniformasıyla kızıl ve sırmalı şalını bir mankene giydirmiş ve ölümünden sonra bunu kaldığı manastıra bağışlamıştı. 1825 yılında bu tarikattan sadece tek bir rahibe kalmıştı, günümüzde ise bir bebek kaldı... Bu rahibelerin yanı sıra, asil birkaç hanımefendi manastırda konaklama iznini alabilmişlerdi; Madam Albertine gibi... 1820, 1821 yıllarında o sırada aylık bir dergi yayınlatan Ma­ dam de Genlis, Petit-Picpus Manastırına girmek istediğini bildir­ di. Orléans Dükü onu öneriyordu. Rahibeler bundan fazla mem­ nun kalmadılar. Madam de Genlis romanlar yazan bir sosyete kadınıydı. Fakat kadın, artık dünya nimetlerinden iğrendiğini yazmış olduğunu, romanlardan dolayı pişmanlık duyduğunu ve artık kendisini dine ve Tanrı’ya bağlamak istediğini içtenlikle açıklamıştı. Tanrı’nın ve koruyucusu olan Orléans Dükü'nün yardımlarıyla isteğine ulaştı. Fakat burada uzun süre kalmaya­ caktı. Yedi-sekiz ay sonra, bahçenin yeterince gölgeli olmadığı gibi sıradan bir gerekçeyle manastırdan ayrıldı. Rahibeler onun gitmesine çok sevinmişlerdi. Çünkü epey ihtiyar olmasına kar­ şın, Madam de Genlis ustaca arp çalıyordu... Kadın gitmeden önce izlerini bırakacaktı. Boşinançları olan 470

Madam de Genlis, çok da bilgili bir kadındı. Latincesi çok iyiy­ di. Kadın parasını ve değerli takılarını gizlediği bir dolabın içine sarı bir kâğıt yapıştırmış ve kırmızı kalemle kimi Latince dizeler yazmıştı. 6. yüzyıl Latincesiyle yazılı bu dizelerin büyülü bir güçleri olduğuna inanıyordu. Sözüm ona, bu Latince dizeler yardımıyla hırsızlar ondan uzak duracaklardı. Üç ayrı beden dallarda sallanıyor. Dismas, Gesmas, ve Tanrısal güç. Dismas Cenneti, Gesmas kötü şeyleri düşünüyor Yüce Güç bizi ve varlıklarımızı korusun. Malını hırsızlar çalmasın diye bu dizeleri oku. 6. Yüzyıl Latincesiyle yazılan bu dizeler üzerine, İsa’nın çar­ mıha gerildiği tepedeki iki hırsızın adının, genellikle sanıldığı gi­ bi Dismas’la Gestas mı, yoksa Dismos’la Gesmas mı olduğu sorunu ortaya atıldı. Bu yazım biçimi, geçen asırda Gestas Vi­ kontu’nun bu ahlaksız hırsızın soyundan geldiği konusundaki tezlerine engel olabilirdi. Bu dizelere yakıştırılan yararlı erdem­ ler, Hospitalliere tarikatından olan rahibeler arasında da yaygın bir inançtı. Bir kesik gibi yükseltilmiş kilise, büyük manastırı, kızlar oku­ lundan ayırıyordu. Rahibeler ve öğrenciler bu kiliseyi kullandık­ ları gibi, sokağa bir kapısı olan tapınağa halk da girebilirdi. Her şey öyle yapılmıştı ki, manastırda yaşayanlar dışarıdan geleni göremezlerdi. Kilise korosu yedi ayak uzunluğunda bir perdeyle kiliseyi ikiye bölerdi. Perdenin arkasında rahibeler ve öğrenciler tahta sıralara oturup tapınırlardı. Kilise, ışığını bah­ çeden alırdı. Manastırda yaşayanlar sessizliği o kadar benim­ semişlerdi ki, kimi zaman dışarıdan gelen diğer Hıristiyan din­ darlar, bu perdenin arkasında sayısız kişinin bulunduğunu asla fark etmezlerdi. Bu kutsal kadınlar varlıklarını, sadece kalkıp gi­ derken, giysilerinin çıkardığı sesle gösterirdi. 471

7 IŞIK VEREN BİRKAÇ GÖLGE Matmazel de Blemeur 1819 ile 1825 yılları arasında iki kez seçilerek manastırda başrahibelik etmişti. Dinsel adı «Melek Ana» olan bu asil kadın, Marguerite de Blemeur’un sülalesin­ dendi. Uzun yıllar, önce bu asil kadın Marguerite de Blemeur da azizlerin hayatlarını anlatan bir dinsel eser kaleme almıştı. Altmışındaki başrahibe, tıknaz ve tombuldu. Manastırın en şakrak rahibelerindendi. Tek hatası ilahileri okurken sesinin faz­ la güzel olmamasıydı. O da akrabası Marguerite de Blemeur gibi epey bilgiliydi. Ta­ rihi bilmesinin, Latince ve Grekçeyi su gibi konuşmasının ya­ nında, İbraniceyi de anadili gibi bilirdi. Müdire yardımcılığı yapan rahibe epey kocamış bir İspan­ yol’du. Gözleri iyi görmezdi. Adı Cineres Ana’ydı. Rahibeler Meclisinde söz hakkı olan rahibeler içinde, ma­ nastırın mali işlerine bakan Sainte-Honorine Ana’nın da elit biri olduğunu söyleyebiliriz. Hemşire adaylarını yöneten Sainte-­ Gertrude Ana, yardımcısı Sainte-Agne Ana ile bu zor görevi üstlenmişti. Kilise işlerine bakan Annonciation Ana ve hemşire­ lik eden Sainte-Augustine Ana. İşin garip yanı rahibelerin nere­ deyse hepsinin çok iyi kalpli olmalarına karşın, hemşire olan bu Sainte-Augustine Ana aslında içlerinde en kötüsü olmasıydı. Bu rahibeler arasında epey genç ve epey etkileyici bir sesi olan Sainte-Matchilde Ana ve daha nice Fransız sosyetesinin en ta­ nınmış ailelerinden gelen asil kızlar bulunurdu. Fakat bunlar arasında iki asil rahibenin delirdiğini de eklemeliyiz. Bir Fransız sömürgesi olan Bourbon Adasından gelen, çok alımlı ve henüz yirmi üçünde bir kız vardı ki, Şövalye Roze’un torunuydu. Manastırda kendisini Assomption Ana diye çağırır­ lardı. Koro ve ilahileri yönetme görevindeki Sainte-Matchilde Ana, genelde korosuna öğrencileri de alırdı. Kızların tam bir gam 472

oluşturmalarına dikkat eden bu sanatçı ruhlu kadın kadın, çoğu zaman on ile on altı yaşları arasından seçerdi kızları. Bu da gözleri okşayan bir tablo olurdu. Tıpkı büyülü bir flüt gibi... Manastırın ev işlerini yapan rahibeler arasında, kızlar en fazla Sainte-Euphrasie Ana ile Sainte-Marguerite Ana’yı sever­ lerdi. Bir de, epey yaşlı olduğu için bunamış olan Sainte-Mart­ he Ana vardı ki, o da herkesin sevgisini kazanmıştı. Kızlar çok büyük burunlu Sainte-Michel Ana ile habire şakalaşırlardı. Bütün bu rahibeler, öğrencilere karşı çok sevecen davranır, ama onların sorularını kesinlikle yanıtlamazlardı. Fakat dersler­ de gerektiğinde onlarla konuşurlardı. Ancak kızların rahatı için, kendilerinden esirgediklerini onlara sunarlardı. Kışın soğuk günlerinde kızlar okulunda ateş yakarlar ve on­ lara kendi yemeklerinden çok daha bol ve yenebilir yemekler verirlerdi. Demin sözünü ettiğimiz o susma kuralına gelince; ses bu manastırda yaşayanlara değil, cansız şeylere sunulmuş gibiydi. Zaman zaman kilisenin çanı onlara vakti anımsatır, zaman za­ man da bahçede çalışan ihtiyar bahçıvanın dizine bağlı çıngı­ rak onun yaklaştığını haber verirdi. Kapıcı kadının hemen yanı başındaki ziller, manastırdaki bir tür akustik telsizdi. Maddi hayatın, bütün ihtiyaçları bu zillerle düzenlenirdi. Her rahibenin kendisine göre bir zil kodu vardı. Başrahibeninki bire birdi, yardımcısınınki bire iki. Altı beş ders­ lerin başladığını bildirirdi; bundan dolayı öğrenciler «sınıfa gire­ lim» demezler «altı beş»e gidelim» derlerdi. Dört dört manastır­ da kaldığı sürece Madam de Genlis’in ziliydi; çoğu zaman o zi­ lini kullanırdı. On dokuz, önemli bir olaydı. Fakat Piskopos gel­ diğinde manastırın ana kapısının açıldığını bildiren, sevinçli bir zildi. Daha önce değindiğimiz gibi ondan ve bahçıvandan başka hiçbir erkek manastıra giremezdi. Fakat okuldaki kızların, iki er­ keği daha görme hakları vardı. Bunlardan biri kilisede ayini yö­ neten Rahip Banes, ihtiyar ve çirkin biriydi... Onu da dua sıra­ 473

sında bir demir korkuluk ardından görebilirlerdi. Diğeri kendile­ rine resim dersleri veren kambur ve iğrenç yüzlü Bay Ansiaux idi. işte seçilen erkekler bunlardı. Evet işte, bu manastır böyle tuhaf bir yerdi.

8 İÇTENLİK VE ELEŞTİRİ Birkaç bölümdür, manastırın manevi yönlerini anlatmaya ça­ lışıyoruz. Dış görünümüne de biraz eğilelim istiyoruz. Bu manastırın eklentileri ve bahçeleri Polonceau Sokağı, Droit-Mur Sokağı ve Petit Picpus Sokağı ile, bir çıkmazın oluş­ turduğu büyücek bir dörtgeni kaplardı. Bu dört sokak, manastı­ rı derin bir hendek gibi dışarıdan ayırırdı. Asıl bina öteden ba­ kıldığında toprağa çakılmış bir darağacını andırırdı. Darağacı­ nın büyük kolu, Droit-Mur Sokağı ile Picpus Sokağı ve Polonce­ au Sokağı aralarındaki yerdi. Diğer kolu ise yalın görünümlü ve kafesli pencereli bir kanattı ve Petit-Picpus sokağında yükselir­ di. 62 numaralı giriş kapısı onun bitimiydi. Bu önyüzün tam or­ tasında örümcek ağlarından ve tozdan beyazlaşmış alçak bir tahta kapı vardı ve bu kapı pazarları birkaç kez açılırdı. Bir de rahibelerden herhangi birinin ölümünde tabutun dışarı çıkması için açılırdı. Bu kapı kilisenin girişiydi. Darağacının dirseğini oluşturan kısımda duaların edildiği bir salon bulunurdu. Büyük kolda rahibelerin hücreleri diziliydi. Küçük kolda ise mutfaklar, yemekhane, çamaşırhane ile manastır avlusu vardı. 62 numa­ ra ile çıkmaz kavşağında dışarıdan görünmeyen kızlar okulu vardı. Dörtgenin kalan bölümünü bahçeler oluştururdu. Aslında bu bahçe Polonceau Sokağından çok daha alçak bir eğimdey­ di. İşte bu yüzden bahçeyi kuşatan duvarların iç bölümleri dış­ lardan daha yüksekti. Tam ortada bir tümsek ve bu tümsekte güzel bir çam ağacının yükseldiği bahçe dört yolla ayrılmıştı ki, bunlar da büyük yollar olup, esasen sekiz küçük yol oluşturur­ 474

du. Özetle, bahçenin geometrik planı bir haça benzerdi. Bir yu­ varlağın üstüne dikilmiş bir haç. Bu yollar bahçenin farklı ebat­ lardaki duvarlarıyla sınırlanırdı. Duvar diplerinde, frenküzümü ağaçları vardı. Dipte büyük manastırdan küçük manastıra uza­ nan söğütlerle süslü bir yol bulunurdu. Küçük manastırın, daha doğrusu küçük kuvanın tam önünde «küçük bahçe» denilen bö­ lüm vardı. Bunlara avluyu ve bu farklı yapıların oluşturdukları açıklık dirsekleri ve açıları ekleyecek olursak, bundan kırk beş yıl öncesindeki, bu manastıra ilişkin bir görüş edinmiş oluruz. Aslında bu manastır 15. yüzyılda «Bir oyun alanı» üstünde yük­ seltilmiştir. Adlarını verdiğimiz bütün bu sokaklar Paris'in en eski sokak­ larıdır. Bir zamanlar Droit-Mur Sokağının adı «Yaban Gülleri Sokağı» imiş. Yani insanların yollar yapmak için taş kırmaların­ dan çok daha önceleri Tanrı orada çiçekler açtırmıştı. 9 RAHİBE DUVAĞINA GİZLENEN YÜZYIL Manastıra dair sayısız ayrıntı verdikten sonra, birkaç şey daha eklemeliyiz. Okurlarımız bizi bağışlasınlar. Manastırda, yüz yaşını geçkin biri vardı. Bu kişinin İhtilal’den önce Paris sosyetesinin tanıdık yüzlerinden biri olduğu da söy­ lenir. Sarayda önemli bir görev üstlenen XVI. Louis’nin yakınla­ rından birini, Bay de Miromesnil’yi yakından tanıdığı için övü­ nürdü. Yine çok iyi dostu olduğu bir Madam Duplat’dan söz ederdi. Bu adları dilinden eksik etmemek artık onda bir saplan­ tı gibiydi. Daha önce yaşamış olduğu, Fontevrault Manastırına dair epey ilginç şeyler söyler, oranın küçük bir şehre benzediği­ ni, manastırda sokakların bile bulunduğunu anlatırdı. Öğrenci­ lerin epey beğenisini kazanan bir Picardia ağzıyla konuşurdu. Her yıl rahibelik adağını yeniler, ama son yeminden çekinirdi. Bu yüzden, yıllar boyunca manastırda yaşamasına karşın, he­ nüz rahibe olmamıştı. 475

Kimi zaman, bu yüz yaşlarındaki asil kadın, gençlik anılarını anlatır, 18. yüzyılın, her bakımdan çok renkli ve dikkat çekici bir çağ olduğunu söylerdi. Clampagne ve Bourgogne eyaletlerinin o ünlü şaraplarının tarihçelerini anlatmaktan keyif alırdı. İhtilal’den önce bir Fransız soylusu, bir prens, bir mareşal, bir dük, bir kont, Bourgogne ve­ ya Champagne eyaletlerinden geçecek olsa, şehrin valisi ken­ disine «hoş geldiniz» demek için, gümüş gondollar biçiminde dört kupaya dört farklı şarap koyarak, kendisine sunmaya gelir­ miş. İlk kupanın üzerinde «Maymun Şarabı», İkincide «Aslan Şarabı», üçüncüde «Koyun Şarabı» ve dördüncüde «Domuz şarabı» kelimeleri yazılıymış. Bu dört söz sarhoşluğun dört evre­ sini simgelermiş. «Maymun Şarabı», neşelendiren bir sarhoş­ luk; «Aslan şarabı» öfkelendiren; «Koyun şarabı» uyuşturan ve sonuncusu «Domuz şarabı» kişiyi iyice sersemletenmiş. Kilitli tuttuğu ve çok sevdiği bir malı vardı ki, bunu tüm göz­ lerden gizlerdi. Fontevrault Manastırının kuralları, buranın ku­ ralları kadar katı olmadığından, o bu şeylerini de beraberinde getirmişti, kendisi rahibe olmadığına göre bunu alıkoymasında bir şey yoktu. Koridorda yüründüğünü duyar duymaz, o buruşuk, titrek el­ leriyle hemen dolabını kilitlerdi. Çok rahat konuşan biri olması­ na rağmen, bu sırrından söz edildiğinde sürekli susardı. En me­ raklı öğrenciler bile, onun sırrını çözememişlerdi. Neydi, o kadı­ nın böyle kıskanç bir özenle sakladığı bu gömü? Herhalde kut­ sal bir kitaptı. Belki de kutsanmış bir tespih ya da azizlerden ka­ lan bir andaç... Herkes bir şey söylerdi. Kadıncağız ölür ölmez bu meraklı kızlar hemen onun dolabını açtılar ve üç katlı bir be­ ze sarılı bir porselen tabak buldular. Bu Faenza porseleninden yapılmış ve üstü renkli resimlerle süslü bir tabaktı. Küçücük aşk perileri ellerinde iğnelerle kendilerini kovalayan gençlerden ka­ çıyorlardı. Bu kovalamaca epey göz alıcı biçimde resmedilmiş­ ti. Bu aşk perilerinden en küçüğünü eczacı çocuk yakalamış ve şırıngayı ona batırmıştı bile, o kanat çırpıyor, kaçmak için uğra­ 476

şıyordu. Bu da karın ağrısının aşkı altettiğini gösteren bir resim­ di. Bu yüz’ündeki ihtiyar hanımefendi, ziyaretçi salonunu çok kasvetli bulduğunu söyler ve ziyaretçi kabul etmezdi. 10 'ARA VERMEDEN TAPINMA'NIN KÖKENİ Demin, okurlarımıza betimlemek istediğimiz bu çok sade sa­ lon, diğer manastır salonlarından çok daha kasvetliydi. Örneğin Temple Sokağındaki bir manastırın ziyaretçilere ayrılan salo­ nunda siyah panjurlar yerine, kahverengi kadife perdeler vardı. Zemini cilalı parkeli ve pencerelerine beyaz muslin perdeler asılı olan, duvarları resimli ve güzel döşeli bir salonu vardı. Temple Sokağındaki manastırın bahçesindeki atkestanesi Fransa’da bulunanların en güzeli, en büyüğü sayılırdı; 18. yüz­ yılın saf insanları onun «krallık toprağındaki bütün kestane ağaçlarının atası» olduğunu söylerlerdi. Daha önce de değinmiştik, Temple Sokağındaki manastırda Citeaux’dan gelme Benediktin’lerden çok farklı olan, rahibeler vardı. Bu tarikat fazla eski değildir, iki yüz yıldan ileriye uzan­ maz. 1649 Saint-Sacrament yortusunun kutsallığı, birkaç gün arayla, Paris’in iki kilisesinde (Saint-Sulpice’te, bir de Gréve’de­ ki) Saint-Jean iki kez bozuldu; bütün şehri heyecanlandıran az rastlanan bir küfürdü bu. Saint-Germain-des-Prés’nin başrahibi olan piskopos vekili bütün rahiplerinin katılacağı görkemli bir ru­ hani tören düzenlenmesini buyurdu; papanın vekili de burada bir tören düzenledi ama, bu kefaret iki sayın (Bones Makizi Bn. Courtini ile Châteauvieux’ee) yeterli gelmedi. «Mihrabın çok yü­ ce Sacrement»ına yapılan bu hakaret, geçici de olsa, bu iki in­ sanın kalbinden, ruhundan silinmiyordu, bunun sadece herhan­ gi bir genç kız manastırında yapılacak bir «Ara Vermeden Ta­ pınma» ile giderilebileceğini düşündüler. Her ikisi de, ilki 1652’de, diğeri 1653’te, Saint-Sacrement’a bağlı Benediktin ra­ 477

hibesi Catherine De Bary Ana’ya, bu dinsel niyetle Saint-Beno­ it tarikatında bir manastır kurulması için çok önemli para bağı­ şında bulundular; bu kuruluş için ilk izni Catherine Du Bary Ana’ya Saint-Germain başrahibi B. De Metz, «her geçen kızın buraya kabul edilmek için sermayesi altı bin lira civarında, üç yüz lira yıllık gelir getirmesi koşuluyla» verildi. Saint-Germain Manastırı başkanından sonra kral ferman çıkardı; rahibin bera­ tıyla kralın fermanı 1654’te Sayıştay’da ve Parlamento’da onay­ landı. Paris’teki, bu tarikatların resmileşmesi anlattığımız gibi oldu. İlk manastırları, Madam De Bocucs’la Madam De Châteauvieux’nün paralarıyla, Casette Sokağında «yeniden yapılandırıl­ dı». Görüldüğü gibi bu tarikat Citeaux'lu adlı Benediktin’lerle hiç de kaynaşmıyordu. Nasıl ki Sacré-Coeur rahibelerini Cizvitlerin başkanı yolluyorsa, «Merhamet Hemşireleri» de Laziristlerini başkanından geliyordu. İçyüzünü anlatmaya çalıştığımız Picpus Bernardin Manastı­ rı da ayrı yapıdaydı. 1657’de, Papa Alexandre özel bir ulakla, Picpus Bernardin’lerinin de Saint-Sacrement Benediktin’leri gi­ bi ‘Ara Vermeden Tapınma’larına izin verdi. Ama yine de her iki tarikat birbirinden farklıydı. 11 BU TARİKATIN SONU Restorasyon’dan beri, Petit-Picpus Manastırı güçten düş­ meye başlamıştı. 13. yüzyılda, tarikatın önderi olan başrahibe­ nin ölümünden sonra, bütün tarikatlar gibi kurallar da aşınmaya başladı. «İç âleme dalma» da, dua gibi bir ihtiyaçtır. Fakat İhti­ lal’in dokunduğu bütün kavramlar gibi, bu «iç alemi izleme» kavramı da değişmiş ve toplumsal gelişime düşman kesileceği­ ne, faydalı olmuştu. Petit-Picpus Manastırı, giderek boşalıyordu. 1840’ta, küçük 478

kuvan gibi Kızlar Okulu da kaybolmuştu. Artık ne çok kocamış kadınlar, ne de çok genç kızlar vardı. Bazıları ölmüş, bazıları de buradan göçmüştü. Doğrusunu söylemek gerekirse, «Ara Vermeden Tapın­ madın, kuruluşunun sıkıdüzenli bir yer olduğunu söylemeliyiz. 1845’te ev işlerinde çalışan yardımcı rahibelerden henüz bir­ kaç aday bulunuyordu fakat artık koro hemşirelerine o kadar sık rastlanmıyordu. Kırk yıl önce, yaklaşık yüz olan rahibe sa­ yısı yirmi sekize düşmüştü. Acaba bugün(*) kaç kişi kalmıştır ki? 1847 yılında, başrahibe, epeyce gençti, kırkında bile değildi. Bu da başka şansının kalmadığını anlatıyordu. Sayıları düştük­ çe, rahibelerin işleri giderek zorlaşıyordu. Omuzlar azaldıkça yük ağırlaşıyordu ve yüklenen kişiyi eziyordu. Rahibeler de gencecikken ölüyorlardı. Bu öykünün yazarının Paris’te yaşadı­ ğı süre boyunca içlerinden ikisi daha ölmüştü, bunlardan biri sadece yirmi beşindeydi, diğeriyse, yirmi üç... İşte bu yüzden, artık manastırdaki kızlar okulu kapatılmıştı. Kahramanımız Jean Valjean’ın hayatında bir işlevi olacak bu manastırın önünden geçerken, biraz bilgi vermek istedik okur­ larımıza. Bu tuhaf yerin ayrıntılarından saygıyla söz ettik. Belki her şeyi anlatamadık, fakat hiçbir saygısızlıkta bulunmak da is­ temedik. 19. yüzyılda, dinsel düşüncelerde bir değişim başlayacaktı. Din kavramı da derin bir krizdeydi. Bazı reformlar başlayacaktı, bazı felaketler. Felaketler de bazen faydalı olabilir, ama yıkıntı­ ların üzerinde yeni kavramların yükseltilmeleri önelenemez bir şeydir. Yine de biz geçmişe dönüp o güne kadar, kimi şeyleri ifade etmek istedik. En azından, bunlardan uzak durmak için, bunla­ rı bilmemiz gerekiyordu. (*) ‘Bugün’ derken, yazarın bu eseri 1862'de yazmış olduğunu hatırlatmak is­ teriz.

479

Bir tür hayalet sayılan geçmişin pasaportunda sürekli hileler vardır. Geçmişin öykünmeleri, çoğu zaman sahte isimlerle tek­ rar karşımıza çıkar. Bu tuzaktan uzak duralım. Geçmişin de bir yüzü var, boşinanlar; ve bir maske, riyakârlık. Yüzü gizleyen o maskeyi çıkarıp atalım. Manastırlar ise çetrefil bir sorun oluşturuyor. Uygarlık onları suçlar, fakat özgürlük korur...

480

YEDİNCİ KİTAP PARANTEZ 1 MANASTIR: SOYUT BİR DÜŞÜNCE Bu kitap sonsuzluğun kahraman olduğu bir dramdır; insa­ noğlu bu eserin diğer kahramanıdır. Bu yüzden, karşımıza çıkan ilk manastıra girdik. Niye? Çün­ kü, manastır Doğu ve Batı diyarlarında epey rastlanan bir ku­ rumdur. Eski çağlarda olduğu gibi, bugün de Putperestlerin, Bu­ distlerin, Müslümanların, Hıristiyanların öngürdükleri bir ku­ rum... İnsanoğlunun sonsuza baktığı bir dürbün... Burada felsefi düşüncelerle oyalanacak değiliz, ama şu ka­ darını söylemek isteriz ki, insanoğlunda sonsuzu bulduğumuz­ da ona saygı duyarız. Sinagokta, Camiide, Pagodada ya da ki­ lisede bizi iten bir şeyler olmasına karşın, bizi dize getiren, ta­ pınmaya zorlayan yüce bir şeyin de bulunduğunu asla inkâr edemeyiz. Tanrı’nın insanlık duvarına yansıması, engin ufukla­ ra yol açar... 2 TARİHSEL AÇIDAN MANASTIR Tarih, gerçek ve mantık açısından keşişlik kavramı hiç ba­ ğışlanmaz. Bir ülkede lüzumundan fazla manastırın bulunması ülkenin trafiğini aksatan boğulmalara, tıkanıklıklara benzer. İş ocaklarının yerini miskinlik ocaklarına bırakması gibi. Manastır­ 481

lar uygarlığın gelişimini kısıtlayan yerlerdir. Bu kurumlar, toplum hayatında, tıpkı meşelerin yanında biten sazlar gibidir. Bu ma­ nastırların refahı ve gelişmesi ülkenin güç kaybetmesine yol açar. Bu kapanma evlerinin dönemleri geçti. Gerçi barbarlık za­ manında kaba gücü bastırmaya yardımcı olmuşlardı, fakat bu­ nun yanı sıra, halkların da gücünü yitirmesine sebebiyet verdi­ ler. Manastırlar, ilk kuruluşlarındaki zekalarını kaybedip yıkıcı olmaya başladılar. Evet, değindiğimiz gibi artık uygarlığın büyük adımlarla iler­ lediği bu çağda, bu kapalı tapınma yerleri uygarlık için tehdittir. Yüzyılımızın ilk zamanlarında, İtalya, Avusturya ve İspan­ ya'da bulunan sıkıdüzenli, kadınlara has manastırlar, yani ku­ vanlar, ortaçağın en karanlık en korkunç kuruluşlarındandır. Ka­ tolik manastırı ölümün siyah ışıklarıyla örtülüdür. Hele İspanyol manastırı çok kasvetlidir. Orada, sisli tavan­ lardan karanlık çöktüğünde, küçük kiliselerin mihrapları yükse­ lir. Karanlıklarda zincirlerden sarkan irice, bembeyaz haçlar gö­ rünür. Sanki hep kanayan İsa heykelleri seçilir. Heykelin dirsek­ leri kemiklerdir, yaralar etleri gösterir, gümüş dikenlerden yapıl­ ma taç süsler İsa’nın başını. Onun alnında yakut damlaları gibi dururlar; gözlerinden elmas gibi yaşlar dökülür. Elmaslar ve ya­ kutlar nemli gibidir, bunları izleyen çuha giysili bedenleri yaralı, diz çökmekten dizleri kanamış, kamçılardan etleri kanayan, gö­ ğüsleri kamış çemberden ezilmiş biçare yaratıklar, habire ağlar. Bunlar, kendilerinin İsa’nın eşleri olduklarına inandırmışlardır. Bu kadınlar düşünürler mi? Hayır. İsterler mi? Hayır. Severler mi? Hayır. Yaşarlar mı? Hayır. Onlardaki sinirler kemiklere dö­ nüşmüş, kemikleri katılaşmıştır. Yüzlerini kapatan duvak gece gölgelerinden dokunmuştur. Bu duvak altından duyulan soluk­ lar, can vermek üzere olan birinin son nefesine benzer. Başra­ hibe onları ürkütür, onları kutsar, fakat onları aynı zamanda ezer, işte eski İspanyol manastırları müthiş birer yobazlık yuva­ sıdır. Bakirelerin vatanı dehşete düşüren bir yerdir. Katolik İspanya aslında, Roma’dan bile daha bağnaz Kato­ 482

lik’tir. Bu manastırlarda, Doğu’nun yakınlığını hissedersiniz. Piskopos bir haremağası gibi, Tanrı’ya bağlanan bu kadınların kapılarını kilitler. Rahibe bir «cariye»dir, burada. Çok dindar olanlar, rüyalarında İsa’ya sahip olduklarını sanırlar. Geceleri, alımlı, genç, giysisiz adam, gerildiği haçtan inerek, hücreye bir sarhoşluk sunar. Kocaman duvarlar çarmıhtaki krala eşlik eden kadın sultanı, diğer vakit geçirme biçimlerinden korur. Dışarı bakmak sevgiliye ihanet gibidir. Zindana kapanmak gerekir. De­ ri çuvalın yerine geçer. Doğu’da vefasız kadınları suda boğar­ larmış, Batı’da böylesi kadınları toprağa gömüyorlar. Günümüzde geçmişten yana çıkanlar, bunları inkâr edeme­ dikleri için, gülüp geçmekle kalıyorlar. Tarihin açıklamalarını or­ tadan kaldırmak, felsefenin yorumlamalarını boşlamak, bütün tedirgin edici olayları, karanlık sorunları ustaca baştan savmak için çok elverişli, tuhaf bir yöntem buldular. «Gösterişli sözler konusu» diyor buna ağzı laf yapanlar. «Madrabaz» diye tekrar­ lıyor sersemler. Jean-Jacques, Diderot, Calas, Voltaire, Sirven, Voltaire madrabazmış. Geçenlerde, bilmiyorum kim, Tacitus’un hilebaz olduğunu, Neron’a haksızlık edildiğini, şu zavallı kale komutanı Holofernes’e de merhamet etmek gerektiğini söyle­ miş. Ama olayların akışını bozmak, bulandırmak zordur, direnç gösterirler. Bu kitabın yazarı, Brüksel’in sekiz fersah berisinde, herkesin ulaşabileceği bir Ortaçağı, Villers Manastırını, manas­ tırın avlusu olan meranın ortasında yeraltı zindanlarının deliği­ ni, Dyle Irmağı kıyısında, yarısı suyun altında, yarısı toprak al­ tında bulunan dört taş zindanı gördü. Bunlar, işkence zindanla­ rıydı. Her birinin bir demir kapısı, bir ayakyolu, dışarda ırmak seviyesinden iki ayak, içerde yerden yedi ayak yüksekliğinde korkuluklu bir penceresi vardı. Yerler nemliydi. Burada yaşaya­ nın yatağı bu yamyaş topraktı. Bu zindanların birinde duvara perçinli bir boyunduruk artığı var; bir başkasında dört granit pla­ kadan oluşan dörtköşe bir kutu var, içinde yatılamayacak ölçü­ de kısa, ayakta durulamayacak ölçüde alçak. Bunun içine can­ lı bir varlık koyup üstünü taşla kapatıyorlardı. Bu sözlerim, doğ­ 483

rudur. Gözle görülüyor. Elle dokunuluyor. Bu işkence hücreleri, bu zindanlar, bu demir menteşeler, bu boyunduruklar, tam önünden ırmak geçen bu pencere, mezar gibi taş kapakla ka­ patılan bu taş kutu -şu farkla ki ölü burada canlıydı- her yeri ça­ mur içindeki yer, tuvalet çukurları, su sızan duvarlar. Asla abart­ ma değildir bunlar! Zavallı kadınların bazıları, dalgalarla boğuşurken, bazıları hendekler altına gömülüyor. Korkunç bir paralellik. 3 GEÇMİŞE SAYGI DUYMANIN YOLLARI İspanya’da ve Tibet’de bulunan bu keşişevleri, uygarlık için öldürücü bir virüstür. Bu hayatı durdurur, nüfusu azaltır. Kapa­ tılma bir tür iğdiş etmedir. Bu Avrupa için bir beladan başka bir şey değildir. Buna bir de vicdana yapılan baskı eklenirse, tam bir felaket doğar. Zorla manastıra kapatılanlar, kiliseye yasla­ nan, ondan güç alan bir feodalite. Ailenin büyük çocuklarına ge­ lir kazandırmak için, kardeşleri zorla bu manastırlarda kapat­ mak. Demin söz ettiğimiz işkenceler, öldürülen beyinler, zorla, canlı canlı gömülen genç ruhlar. Bireysel acıların yanı sıra, ulusların gelişimlerinin durdurul­ ması da söz konusudur. O zaman bir kefene benzeyen cüppe ve siyah örtüler karşısında bir iğrenti duyarsınız. Birçok açıdan ve birçok ülkede, felsefeye, gelişimlere karşın bu keşişlik kavramı, 19. yüzyılda bile hâlâ sökülüp atılamadı. Bunları tıpkı saçınıza sürdüğünüz fakat artık sirke gibi kötü ko­ kan bir lavantaya, yenilmeyi bekleyen bozuk balığa, yetişkin bi­ rinin bedenini kapatmak isteyen bir çocuk giysisine benzetebili­ riz. Arkada bıraktıklarını ise, ölen canlı insanları kucaklamak için mezarlarından kalkan cesetlerin direncine benzetebiliriz. Artık bedenimize küçük gelen bu çocuk elbisesi, «nankör» der, «bir zamanlar kötü havalarda seni koruyup, ısıtmadım mı?» O çürümüş balık; «Beni neden yemek istemiyorsunuz, be­ ni denizden çıkarmadınız mı?» der... O sevdiğimiz koku; «Bir 484

zamanlar ben koklamayı sevdiğin bir güldüm» der... Ceset: «Ah, seni ne çok sevmiştim!» der... Manastır da kişioğluna «ona medeniyet getirdiğini» söyleyecektir. Evet fakat bütün bunların, tek bir yanıtı var: «Evet ama, bir zamanlar...» Ölen şeyleri sonsuza kadar yaşatabileceğinin hayalini kur­ mak, hükümetleri mumyalaştırmak, sakat doğmaları önlemek, sandukaları yaldızlama, yıkılan manastırları tekrar yapmak, bo­ şinanları beslemek, tutuculuğu güçlendirmek, kiliselerdeki kut­ sal su kaplarını ve kılıçları yenilemek, manastırları askeri güçle donatmak, parazitlerin çoğalmasıyla beraber, toplumun kurtulu­ şuna inanmak, geçmişi zorla günümüze yüklemek, bütün bun­ lar çok çelişkin fikirler... Ama böylesi fikirlere yandaş olan geniş yığınlara yayılan bir yöntemdi bu. Siyah bir ineği beyaza boyar ve alın işte size beyaz bir inek derlerdi: «Bos cretatuz.» Biz ise üstünkörü bir saygı duyuyor ve ölmeyi kabul ettiği takdirde yine de geçmişi koruyoruz. Geçmiş hortlamaya başlar­ sa, ona saldırıp yok etmeye çalışacağız. Boşinanlar, bağnazlık, softalık, önyargılar bütün bu hurafe­ lerin hayatlarımızın sıkıca bağlı olduklarını, asla inkâr edeme­ yiz. Hava cıva olmalarına karşın, dişleri ve tırnakları keskindir, avlarını hemen bırakmazlar. İşte bu yüzden, onlarla yüz yüze gelmek kaçınılmaz bir zorunluluk gibidir. 19. yüzyılın tam öğle vaktinde Fransa’da bir manastır, gün ışığına karşı koyan bir baykuşlar evidir. 1789’un, 1830’un, 1848’in şehri olan Paris’in tam ortasında alenen keşişlik, suçüs­ tü halindeki bir manastır, Paris’te açılıp gelişen Roma... Tarihin akışına ters bir şeydir bu. Olağan zamanlarda böyle bir tersliği dağıtmak, yok etmek için ona yılları heceletmek yeter. Fakat biz öyle zamanlarda değiliz. Evet, onlarla savaşalım. Peki ama, yine de sahiden uzaklaşmalayım. Yok etmemiz gereken şeylerin yanında, açıklamak ve incelemek durumunda olduğumuz bazı gerçekler de var. Işığın yeteceği yere, yangın­ lar götürmeyelim. 485

Evet 19. yüzyılda yaşadığımıza göre, dünyadan el etek çe­ kip inzivaya karşıyız, evet. Dünyanın bütün uluslarında Avru­ pa’da olduğu gibi Asya’da da, Hindistan’da olduğu gibi Anado­ lu’da da manastır kavramına karşıyız. Bir bakıma böyle bir ma­ nastır bir bataklık gibidir, avını ele geçirdikten sonra kolayca bı­ rakmaz, onu boğuncaya dek uğraşır. Hint fakirlerinin, Buda ra­ hiplerinin, Afrika büyücülerinin ve Osmanlı dervişlerinin parazit gibi kaynaştıkları o ülkeleri düşünmek bile tüyler ürpertici. Ama yine de, dinsel açıdan çok kişinin asla çözemeyeceği sır dolu şeyler vardır. Bunları incelemek bizlere bir ödevdir. 4 MANASTIR PRENSİPLERİ Bir sürü insan birleşip beraber yaşamaya karar veriyorlar. Hangi hak onları buna götürüyor? Birleşme hakkı. Kendilerini evlerine kapatıyorlar, hangi hakla? İnsanoğlunun kapısını açıp kapatma hakkına sahip olması hakkıyla. Peki ka­ pandıkları evlerde ne yapıyorlar? Usul sesle konuşuyor, bakışlarını yere eğiyor, çalışıyorlar. Dünyadan uzak kalıyor, şehirlerden ayrılıyor, şehvete, eğlence­ ye, gösterişlere, gururlara ve dünya nimetlerine yüz çeviriyorlar. Bunlardan hiçbirinin kişisel malı yok. Buraya giren, zenginlikten yoksulluğa düşer. Bir asil, bir beyefendi, bir feodal olan bir köy­ lü ile eşitlenir. Hepsi de birbirinin aynısı odalara kapattılar ken­ dilerini. Hepsinin de üzerlerinde aynı siyah cüppe, aynı siyah ekmekli sofra, saman yataklarda yatarlar ve sonunda aynı kül­ ler üstünde ölürler. Sırtlarında aynı çıkın, bellerinde aynı ip ku­ şak vardır. Eğer yalınayak yürüme kararı alınmışsa tümü de ya­ lınayak olacaktır. Aralarında belki bir prens vardır, o da yazgı arkadaşlarının hayatını paylaşır. Unvanlar unutulur, soyadları bile unutulur. Artık sadece önisimlerini kullanırlar. Kendi özaile­ lerini reddederler ve bütün insanlarla kardeş olmayı seçerler. Yoksullara yardım ederler, hastalara bakarlar. Kendilerine emir 486

verecek birini seçerler. Birbirlerine: «Kardeşim» diye seslenir­ ler. Siz şimdi bana: «Tamam, ideal bir manastır tanımı bu!» di­ yeceksiniz. Bu, gerçeğe uygun olduğuna göre, biraz düşünmek gerekir. İşte bu yüzden, yukarıdaki sayfalarda, manastırdan saygılı bir dille söz etmiştim. Tarihi, ortaçağı ve politik sorunları bir kenara bırakırsak ve manastırda sadece gönüllülerin bulunduklarını hesaba katacak olursak, onların oraya kendilerini kapattıklarına inandıktan sonra, dünyadan çekilenlerin hallerini, daha fazla dikkate alabiliriz. Manastır «Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik» pren­ siplerinin sonucudur. Özgürlük ne eşsiz bir kavram! Özgürlük, manastırı bir cumhuriyete dönüştürür. Sürdürelim. Peki ama, demirler ardındaki bu erkekler, bu kadınlar abalara bürünürler, birbirlerinin eşitleridirler, birbirlerine kardeş derler, fakat başka şeyler de yaparlar. Ne yaparlar? Gölgelere gözlerini çevirip bakarlar, diz çöküp ellerini birleş­ tirirler. O da ne demek? 5 DUA Dua ediyorlar. Kime? Tanrı'ya. Tanrı’ya dua etmek mi? Ne demek bu? Kendi varlığımız dışında, bir sonsuz var mı? Bu sonsuz salt sonsuz olduğundan mı, kesintisizdir? Eğer madde eksilse, o da kısıtlanır mı? Sonsuz olduğuna göre, akıllı olduğu kesin, çünkü zekâ eksik olsa hikaye biterdi. Bu sonsuzluk bir de, bir «öz» kavramı var ediyor mu? Özetle bizim bağlantılı olduğumuz, bir mutlak mı? Dışımızda, bir sonsuz varolduğuna göre, içimizde de bir sonsuz var mı? Bu iki sonsuz (ne müthiş bir çoğul!) birbirleriyle 487

çakışmayacaklar mı? İkinci sonsuz, ilki sonsuzun altındaki son­ suz değil mi? Onun aynası, yansıması, yankısı değil mi? Bu ikinci sonsuz da, tıpkı ilki gibi akıllı mı? Bu nedenle, alttaki son­ suz ruh ve üstteki sonsuz da Tanrı Alttaki sonsuzla yukarıdaki sonsuzu birleştirme eğilimine, «dua etmek eylemi» deriz. İnsanoğlunun zekâsından hiçbir şeyi çıkarıp almayalım, tam aksine, reform yapmak en doğru çare. İnsanoğlunun birçok özelliği meçhule yönelir: «Düşünce-Hayal-Dua». Bilinmeyen bir okyanus, bir sonsuzluktur. Vicdan nedir ki? Vicdan, insanoğlu­ na kılavuzluk eden bir pusuladan başka nedir ki? Bunlara say­ gı duymalıyız. Ruhun bu yüce ışınları, nereye kadar uzanabilir ki? Gölgeye, yani ışığa. Demokrasinin en özel niteliği, insanlığın hiçbir özünü inkâr etmemek. İnsan haklarının yanı sıra, ruh hakları da var. Evet boş sözleri, fanatizmi ezmek, sonsuza saygı duymak; işte hayat. Sadece, yaradılış ağacının altında, diz çöküp geze­ genlerle dolu dalları izlemek az gelir. Bir ödevimiz var. İnsan ru­ hunu yüceleştirmeye çalışmak, tansıklara karşı sırrı korumak, anlaşılmayana tapmak ve saçmaları ayıklamak. Dinlerden boşi­ nanları ayıklayarak Tanrı’yı ortaya çıkartmak. 6 DUA’NIN TARTIŞILMAZLIĞI Dua etme biçimleri, sahici oldukları sürece, faydalıdır. Kita­ bı ters çevirin, sonsuza yaklaşmış olursunuz. Sonsuzu yoksa­ yan bir felsefe olduğunu bilirsiniz, evet fakat güneşi de yoksa­ yan bir felsefe var. Buna «körlük» denir. İşin en üzücü yanı, Tanrı’ya inanan felsefe karşısında bu ka­ ranlıkta tökezleyen felsefenin aldığı, üstün ve vakur tavırlardır. Güneşi görmediği için, ondan nefret eden bir köstebeğin: «Gü­ neş de ne?» diye bağırması kadar zırva bir düşünce şeklidir. Evet, Tanrı’yı yoksayanlar arasında, çok üstün ve başaralı kişiler olduğunu söylemeyecek değiliz, ama bunlar bile aslında 488

«ateist» olduklarından emin olmamaları bir yana, Tanrı’ya inan­ masalar bile, tavırlarıyla Tanrı’yı kanıtlarlar. Onların düşünce tarzını beğenmemekle birlikte, onlara say­ gı duyarız. Sürdürelim. Kelime oyunları, farklı anlamlara yol açar. Kuzeyin sisli bir ülkesinin bir metafizik okulu insan kavramında bir devrim baş­ latmak niyetiyle «erk» yerine «istem» sözünü koydu. «Bitkiler gelişiyor» diyeceğine, «bitki istiyor» demek, belki anlamlı olabilirdi, ama buna «Dünya istiyor» kelimesini eklemek gerekirdi. Niye mi? Çünkü o zaman bundan şu çıkardı: «Bitki is­ tiyor, çünkü onun bir varlığı var. Dünya istiyor, çünkü onun da bir Tanrısı var.» Sonsuzun istemini, yani Tanrı’yı yoksaymak, sonsuzu yok­ saymakla aynıdır. Bunu az önce kanıtlamıştık. Sonsuzu yoksaymak ise bizleri Hiç’e götürür, her şey bir «ruh kavramı» olur çıkar. ‘Hiç’ olduğunda tartışma gereksizdir. Çünkü hiç'çinin kendi­ ni karşısındakinin varlığının kuşkulandığından, kendi varlığın­ dan bile emin değildir. O da kendi düşüncesine göre, kendi zekâsının bir kavramı dışında bir şey olamaz. Fakat burada bir tezat oluşuyor, yoksaydıklarını değişmez kabul ediyor demektir. Ruh ve zekâ kelimelerini kullandığına göre. «Hayır» sözüyle her şeyi bitirmek isteyen bir felsefeye «evet» diye yanıt verdiler. ‘Hiç’in önemi yoktur. Hiçlik yoktur, sıfır olamaz. Her şey bir şeydir. «Hiç» kelime­ siz bir sözdür. İnsanoğlunun yaşaması için onama, ekmekten daha faydalıdır. Görmek ve göstermek de yetmez. Felsefe bir güç olmalı, onun çabası insanoğluna iyice geliştirmek. Yani bir­ kaç sözle; insanoğlunun en iyi taraflarını ortaya çıkarmak, onun bilge yönünü güçlendirmek. Bilim büyülü bir ilaç olmalı. Haz al­ mak; ne boş bir kavram. Kaba kişi, haz alır, bilge kişi düşünür. 489

Düşünce: işte ruhun gerçek utkusu! insanların susuzluğunu gi­ dermek için, bol bol düşündürmek, onlara büyülü ilaç olarak Tanrı kavramını getirmek, onların vicdanlarını yücelterek akılla­ rına bilgi yığmak, onların namuslu ve haktanır kişiler olmalarını sağlamak. İşte asıl felsefenin amacı bu olmalı. Ahlak kavramı da gerçeklerin çiçeklenmesi değil mi? Düşünce eyleme götürür: Mutlak ve kılgısal. İdeal, insan ruhunun ve zekâsının yiyip içe­ bileceği bir şeyler taşımalı. Felsefe sadece sır üzerinde yığılı, soyut bir kavram olmak­ tan çıkmalı. Gelişme bir erek olmalı, bunun tipi idealdir. ideal ne? Tanrı. ideal, mutlak, kusursuzluk, sonsuz, sürekli aynı anlama ge­ len şeylerdir. 7 ANLAMA ÇABASI Tarih ve felsefe esasen yalın olan, sonsuz görevlere sahip­ tirler. Riyakâr bir din adamıyla, zalim bir yargıçla, zorba bir im­ paratorla uğraşmak gerekir. Böyle bir yaşam tarzının kötü yön­ leri incelenmelidir. Keşişlik de insanal bir şeydir. Demin manastırlardan söz ettik, evet belki bunların uzak du­ rulmaları gereken yerler olduklarını söyledik ama, masumiyet ve iyi niyet yerleri olduklarını inkâr edemeyiz. Aldanmaya karşı namus, yoldan çıkmaya karşı iyi niyet, bilisizliğe karşı özveri. Böyle hallerde devamlı iki tercih bulunur: Evet ya da hayır. Bir manastır, tezattır. Gaye, ruhun selameti buna erişme yo­ lu, özveri. Manastır yüce bir vazgeçişin bitimlediği sonsuz ego­ izm. Manastıra kapanan kişi, haz almak için acı çeker, ölümle bir pazarlığa girmiş gibidir. Sonsuz geceyi, ilahi ışıkla değiştirece­ ğine inanır. Cennete girebilmek için, önce cehenneme girmeyi göze almalı... Cüppe ya da kara duvağa bürünme, sonsuzlukta biten bir 490

özkıyımdır. Böyle şeylerle eğlenmek, yanlıştır. Burada her şey ciddidir, iyi de kötü de. Haktanır kişi somurtur, fakat asla berbat bir gülüşle gülmez. Öfkeyi anlarız fakat domuzluğu, ihaneti, asla bağışlamayız.

8 KANUN VE İNANÇ Birkaç şey daha! Entrikalardan örülü kilise hayatını ayıpladık. Maddi yaşama manevi yaşamı tercih edeni horluyoruz. Ama düşünene her za­ man saygı duyarız. Diz çökeni her zaman selamlarız. İnanç: İnsanoğlunun en ilkel ihtiyacı. İnanmayana Tanrı acı­ sın!.. Düşünen, dalan biri çalışmıyor sanmamalı. Görünür iş var, görünmez iş var. Derin, düşünen biri, meşguldür, düşün­ mek bir şeyler yapmak demektir. Çapraz kollar düşünür, birleş­ tirilmiş eller bir şeyler yapar. Göklere çevrili gözleri, bir eserin doğuşu kadar yücedir. Düşünmek toprağı işlemek gibidir, düşünmek eylem yap­ maktır. Dört yıl hareketsiz duran Thales felsefeyi var etti. Fikrimizce, keşişler uyuşuk insanlar değildir. Gölgeleri dü­ şünmek ağırbaşlı bir eylemdir. Bu arada canlıların kimi zaman ölümü düşünmeleri de iyidir. Düşünme gücü sınırlı insanlar şöyle der: «Sürekli mistik hayaller kuran bu uyuşuklar ne yaparlar, ne işe yararlar?» Üzücü! Bizi kuşatan karanlıkta, ne olacağımızı kesinlikle bil­ mediğimizden, şöyle bir yanıt verebiliriz: «Bu ruhların yaptıkları işlerden daha yücesi olamaz; belki de daha faydalı bir iş de bulunmaz» diye ekleriz. Bizler için en önemlisi duadaki düşünce oranıdır. Leibnizt’in dua etmesi eşsiz bir eylemdir. Voltaire’in tapınması güzeldir. Biz dinlere karşı çıkarken, dine yandaş oluyoruz. Biz vaazların zırvalarını sadece duanın yararına, yüceliğine inanırız. 491

Evet, demin söylendiği gibi, manastır bir vazgeçme, nasıl olursa olsun özveridir. Ağır bir hatayı kabullenmenin de yüce yönleri bulunur. Yansızca tartışacak olursak, şu kadınlar manastırını ele ala­ lım. Bizim toplumumuzda en fazla acı çeken kadınlar değil mi­ dir? Onların dünya nimetlerine yüz çevirmelerinde, bir tür karşı koyuş sezilir. Kadınlar manastırının kendisine has bir yüceliği vardır. Bu sıkıdüzenli ve sıkıntılı kapatılma hayat değildir, çünkü öz­ gürlükten uzaktır. Ama buna ölüm de denemez, tam bütünlük gerçekleşmediğinden ölüm de değildir. Kendimizi yüksek bir dağın zirvesinde düşünelim: Bir yandan, içinde bulunduğumuz uçurumu görürüz. Bu sınırlı ve sisli bir sınır gibidir, her iki yön­ den aydınlanmış veya karartılmış iki dünyayı ayırır, burada, ha­ yatın silinen ışıkları ölümün o belirsiz ışığına karışır. Burası me­ zarın loşluğudur. Bu kadınların inandıklarına inanmayan bizler ise, yine de inançlarımıza yaslanıp, onlar gibi yaşamaktayız. Bu özverili, güvenli ve ürkek yaratıkları, bu kibirsiz ve yüce kadınları derin bir saygıyla selamlarız. Bunlar sır uçurumun kıyısında yaşarlar. Kapalı dünyayla henüz açılmayan gökler arasında, görülmeyen o ışığa dönük, sadece onun var olduğunu bilmekten mutlu, son­ suzluğun kapısında umutla bekleşirler.

492

SEKİZİNCİ KİTAP MEZARLAR VERİLENİ ALIR 1 MANASTIRA GİRİŞ Evet Fauchelevent’in belirttiği gibi, Jean Valjean, böyle bir evin bahçesine göklerden inmişti. Polonceau Sokağında bir kıvrım oluşturan o duvardan bah­ çeye inmişti. Duyduğu Melekler Korosu, sabah duasını eden rahibelerin ahenkli sesleriydi. Loş ışıkta gördüğü taş salon, kiliseydi. Taşta yatan biçim ise tövbe eden rahibeydi. Zavallı yorgun düştüğün­ den, yere öylece serilmişti. Duyduğu çıngırak Bahçıvan Fauc­ helevent Baba’nın dizine bağlı çıngırağın sesiydi. Cosette’i sıcak bir yatağa yatırdıktan sonra, Jean Valjean ve ihtiyar bahçıvan, masanın başına geçmiş şarap içerek, ekmek peynir yiyor ve dans eden alevlerde ellerini ısıtıyorlardı. Coset­ te’in yattığından başka yatak olmadığı için, adamların ikisi de kendilerini samanların üzerine attılar. Ama uyumadan önce Je­ an Valjean, «Burada kalmaya mecburum,» demişti. İhtiyar Fauchelevent, bu sözleri düşünüp sabaha kadar uyu­ yamadı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Jean Valjean da uyumuş sayılmazdı. Jean Valjean, Javert’in peşinde olduğuna emindi. Yeniden Cosette’le Paris’e dönecek olsa işi biterdi. Mademki 493

yazgı rüzgârı kendisini buraya atmıştı; Jean Valjean’ın tek ama­ cı, artık burada kalmak, buradan hiç çıkmamaktı. Onun gibi bir zavallı için bu manastır bulunmaz bir yerdi. En tehlikeli, aynı za­ manda en emin sığınak. Çünkü buraya hiçbir erkek giremeye­ ceğine göre, burada yakalandığında kendisini hemen cezaevin­ de bulurdu. Fakat burada sürekli kalmayı başaracak olursa, kimsenin onun burada olduğunu düşünmesi mümkün değildi. Böyle bir yerde kalabilmek onun için kurtuluş gibiydi. Bu arada Fauchelevent’in aklı çatlıyordu. Önce, hiçbir şey anlamadığına yeminler etti. Nasıl olmuştu da bu adam bu yük­ sek duvarı aşıp bu bahçeye inebilmişti? Manastır duvarları ko­ lay aşılmazdı. Üstelik kucağında bir çocukla? Hem kimdi, bu küçük kız? Nereden geliyorlardı? Manastıra bahçıvan olarak girdiğinden beri, Fauchelevent, Montreuil-sur-Mer’den hiç ha­ ber alamamıştı. Neler olduğundan haberi yoktu. Ama Madele­ ine Baba, kendisinden soru sormamasını özellikle rica etmişti. Yaşlı bahçıvan kendi kendisine şöyle diyordu: «Bu adam bir melek, bir ermiş, bir evliya sayılır. Ben de bir evliyayı sorguya çekemem.» Bu adam onun için her zaman ola­ ğanüstü, üstün biriydi. Ona epey saygı duyardı. Ama Jean Val­ jean’ın ağzından kaçırdığı bazı sözlerden, Fauchelevent onun battığını sezer gibi oldu. Adam borçlandığı için, herhalde ala­ caklılardan kaçıyordu. Ya da belki siyasal bir sorundan dolayı kaçmak zorunda kalmıştı. Bu da Fauchelevent’i epeyce keyif­ lendirdi. Bütün Kuzey köylüleri gibi bu Bahçıvan da Napoleon Bonapartçıydı. Saklanmak için manastıra sığınmak istemesi, adamın aklına yattı. Ama Fauchelevent’in, hiç anlamadığı şey, onun böyle damdan düşer gibi, bahçede bulunmasıydı ve özel­ likle yanında küçük bir kızla. Fauchelevent karanlıklarda el yor­ damıyla yönünü bulmaya çalışıyordu. Fakat bütün bunlardan önce bir gerçek vardı. Adam kendi kendisine aynı sözleri söy­ lüyordu. «Bir zamanlar bu adam benim hayatımı kurtardı.» Bu da ye­ terli ve geçerli bir nedendi. Kendi kendisine artık borç ödeme vaktinin geldiğini düşündü. Daha sonra: 494

«Beni arabanın altında gören Mösyö Madeleine, hiç düşün­ meden ölümü göze alarak tekerleklerin altına girdi.» Onu kurtarmasının engellenemez olduğuna ve onu ne paha­ sına olursa olsun kurtarma kararına vardı. Yine de kendisine sorduğu soruları yanıtladı: «Bana ettiği iyiliklerden sonra o bir hırsız olsa, onu kurtarır mıydım? Peki ama, ya o bir katil ise, yine mi kurtaracaktım? Ama aslında o kutsal bir adam, bir evliya!..» Yine de onun manastırda kalmasını sağlamak çözülmesi ge­ reken bir sorundu. Bu akıllara ziyan girişim karşısında sıradan bir köylü olmasına karşın, kozu olmayan bu zavallı, yine de köylü zekâsının hinliğinden yararlanarak bunu sağlamayı aklı­ na koydu. Evet inanılmaz görünen bu işi yapacaktı! Her zorlu­ ğu geçecek, Madeleine Baba’ya el verecekti. Saint-Benoit tari­ katının sıkı kurallarını bile çiğneyecekti. Bütün hayatında ken­ dinden başkasını düşünmeyen bir bencil olan Fauchelevent Baba, kocamışlık yıllarında topal ve sakat olmasına karşın, dünyayla hiçbir ilgisi kalmayan bu adam, kendisine edilen eski bir iyiliği ödemeyi ödev bildi. Sanki ölmek üzere olan bir adamın hemen yanında bulduğu bir bardak şarabı tatmak istemesi gibi, bundan doyasıya içmeye yeminler etti. Şunu da söylemek zorundayız ki, yıllardır, böyle kutsal bir havayı ciğerlerine çeken adamın, olanca kişiliği değişmiş, apayrı biri olmuştu. Kendisini Mösyö Madeleine için harcamaya karar verdi. Demin onun bir köylü olduğunu vurguladık. Bu tanım yeterli sayılmaz. Evet, Fauchelevent, gerçi Picardialı biriydi, ama bir zamanlar noterlik etmişti. Bu da, onun cinliğine bir mızıkçılık ifa­ desi vermişti. Ayrıca sezgileri de gelişmişti. Çeşitli nedenlerle işleri kötülemiş, ofisini kapatmış ve arabacılığa başlamıştı. Fa­ kat atlarını kırbaçlarken savurduğu küfürlere karşın, yine de no­ terlik günlerinden bir şeyleri korumuştu. Hemşerileri gibi kaba saba değildi, çok isabetli düşünceler açıkladığında, onu dinle­ yenler hayran olur ve başlarını kaşıyıp: «Vay canına, şu Fauchelevent tıpkı bir beyefendi gibi konu­ 495

şuyor,» derlerdi. Evet, Fauchelevent, 19. yüzyılda denildiği gibi «yarı kentsoylu, yarı köylü» sayılırdı. Bütün hayatında, sayısız acı çeken Fauchelevent, yine de, içindeki sesi dinleyen bonkör ruhlu biriydi. Onun da belki kötü huyları ve hataları vardı, ama hiçbir zaman kötü ruhlu ve alçak olmamıştı. Sabah erken vakit, Fauchelevent Baba, saman yığını üstün­ de oturan ve Cosette’in uyumasını izleyen Mösyö Madeleine’e baktı ve: «Burada olduğunuza göre, burada kalabilmek için neler ya­ pacaksınız?» diye sordu. Bunu duyan Jean Valjean, düşüncelerden sıyrıldı. Baş başa vererek çözüm yolu aradılar. Fauchelevent: «Siz ve yanınızdaki küçük kız, bu odadan hiç çıkmayacaksı­ nız. Sizden birini bahçede görecek olurlarsa kötü olur!» «Evet...» Fauchelevent sürdürdü: «Mösyö Madeleine, doğrusu iyi bir zamanı seçtiniz. Hoş, kö­ tü demem gerekir ama. Rahibe hanımlardan biri çok hasta. Bu yüzden, şu sırada kimse bizim burayla pek ilgilenmez. Duydu­ ğuma göre rahibe ölüm döşeğindeymiş, Kırk Saatlik duaları bi­ le okunmuş. Ölmek üzere olan bu kadın aslında bir azize. Hoş, burada bulunanların hepsi de öyle... Her neyse, bütün gün ve bütün gece dualar edilecek. Bugünlük yakayı sıyırdık, ama ya­ rın için hiçbir şey diyemeyeceğim.» Jean Valjean: «Fakat bu baraka duvarın neredeyse içinde gibi, üstelik bir yıkıntı onu gizliyor, ağaçlar var. Burası manastırdan görün­ mez,» dedi. «Rahiplerin de buraya gelmediklerini söyleyebilirim.» «O halde, mesele ne?» Jean Valjean, burada kalabileceğini anlatmak istemişti, fakat Fauchelevent onun neşesini hemen kaçırdı: «Kızlar var!» «Kızlar mı? ne Kızı?» 496

Fauchelevent, yanıt vermek için tam ağzını açıyordu ki, an­ sızın çok hüzünlü bir çan sesi duyuldu; bu bir matem çanıydı. «Rahibe öldü! Matem çanı çaldı!» dedi Fauchelevent. Jean Valjean’a sus işareti verdi. Çanı tekrar çaldı. «Bu matem çanı, efendim, bu çan, tam yirmi dört saat dü­ zenli aralıklarla çalacak, ta ki tabut manastırdan çıkıncaya dek. Evet ama işte çocuk bunlar; oynarlar, teneffüste kaç kez topla­ rını buraya kadar attılar. Yasaklara rağmen toplarını almaya ge­ lirler. Bu küçük kızlar, çok zeki yaratıklar!..» Jean Valjean, adamın konu değiştirmesinden bir şey anla­ madı: «Neden söz ediyorsunuz?» diye sordu. «Öğrencilerden. Sizi bulmaları çocuk oyuncağı. Sizi görür görmez avazları çıktığınca, ‘Vay canına! Burada bir erkek var!’ diye yaygarayı basarlar. Ama şansınız var ki, bugün çocuklara teneffüs yok. Bütün gün dualar edilecek. Matem çanını duyu­ yorsunuz değil mi? Demin değindiğim gibi dakikada bir çalıyor. Bu matem çanı; ölüler için çalar.» «Fauchelevent Baba, ne demek istediğinizi nihayet anladım, burada pansiyoner kızlar var demek?» Jean Valjean düşündü: «Cosette için bu bir nimet, eğitimi hazır!» İhtiyar bahçıvan bağırdı «Ben de bunu anlatmaya çalışıyorum, efendim. Burada er­ kek olmak beladır. Kızlar sizi bir görseler, hemen bağırırlar. Di­ zime bir çıngırak takılı olduğunu görmediniz mi?» Jean Valjean duyduklarından epeyce etkilenmişti. Şu ma­ nastırda kalabilme fırsatını bulsa kendisi de Cosette de kurtu­ lurlardı. Birden konuştu: «Evet, anlıyorum Burada kalmak o kadar kolay değil!» Fauchelevent: «Kalmak değil. Çıkmak asıl sorun. Nasıl çıkacaksınız?» Jean Valjean’ın kalbi duruyordu: «Çıkmak mı?» diye soludu. 497

«Evet, Mösyö Madeleine, buraya girebilmek için çıkmanız gerekiyor.» Adam tekrar çan sesine kulak verdikten sonra sürdürdü: «Sizi burada görürse, rahibeler ne düşünürler? Nereden gel­ diniz? Nasıl girdiniz? Benim için fark etmez, bir evliya olduğu­ nuza göre gökten düştünüz. Ama rahibeler aynı fikirde olmaya­ bilir. Onlara göre sadece kapıdan girilir.» Derken bir zil sessizliği bozuldu, Fauchelevent sürdürdü: «Toplanacaklar, söz hakkı olan rahibeleri çağırıyorlar. Bir ölüm olunca kesinlikle toplantı yaparlar. Kadın da gün doğu­ munda öldü, nedense hep aynı vakitlerde ölürler. Girdiğiniz yer­ den çıkamaz mısınız? Doğrusu, işinize karışmak istemem efen­ dim, ama buraya nasıl girdiniz?» Jean Valjean’ın rengi soldu. O korkunç sokağa tekrar inme düşüncesiyle bile titriyordu. Bu, kaplanların olduğu bir ormana girmek gibiydi. Jean Valjean polisini hâlâ buralarda olduğundan emindi. Kim bilir, belki de bir sokak köşesinde Javert’le karşıla­ şırdı! Ağır bir sesle: «Bu mümkün değil, dostum,» dedi. «Göklerden indiğimi var­ sayın.» Fauchelevent onun telaşını sezmişti, rahatlatmak istedi: «Buna eminim. Bana söylemeniz de gerekmez. Tanrı, sizi yakından görebilmek için avcuna almış olmalı. Sonra hemen avucunu açtı ve siz de düştünüz. Ah, tamam ama, keşke sizi keşişlerin manastırına düşürseydi. Sanırım hesap hatası. Bir zil daha. Bu da kapıcının zili; doktoru çağırması için. Yüce Tanrım! Ölmek de ne çok tören gerektiriyor. Rahibeler, doktor ziyaretin­ den hoşlanmaz. Doktorların pek inancı yoktur. Ölünün yüzün­ deki duvağı kaldırıp bakar, zaman zaman da örtüleri de kaldırır ya... Peki ama niye, bu kez doktoru böyle telaşla çağırdılar? Bunda bir iş var. Sizin küçük hâlâ uyuyor. Adı nedir?» «Cosette.» «Kızınız, yani şey, siz onun dedesi olmalısınız?» «Evet.» «Kızı buradan çıkarmak kolay. Ne de olsa alışverişe gider­ 498

ken, sırtımda küfe taşırım. Çocuğu küfeye koyup, üstüne örtü atınca tamam demektir. Siz sadece ona ses çıkarmamasını söyleyin, gerisi kolay. Onu iyi kalpli bir manav kadına bırakırım. Kadın sağırdır, kulağına, kızın yeğenim olduğunu, ertesi güne kadar onu evinde barındırmasını söyledim mi, tamam. Fakat siz nasıl çıkacaksınız?» Jean Valjean başını salladı: «Kimse beni görmemeli Fauchelevent Baba. Bütün mesele bu. Ah, ben de bir küfeyle çıkabilsem!» Bahçıvan, şaşkındı. Ne yapacağını bilemiyordu. Sol kulağı­ nı kaşıdı. «Ah, Belediye doktoru kontrole gelmiş, şimdi gidiyor. Doktor cennet pasaportunu imzaladı mı, cenazeciler de bir tabut gön­ derir. Ölen rahibe «Ana» unvanına sahipse, kendisini «Analar» hazırlar, eğer daha genç biriyse ölüyü tabuta koyma işi hemşi­ relerindir. Tabutu kilise salonuna yerleştirir, buraya da doktor dı­ şında kimse giremez. Ben erkekten saymıyorum kendimi. Ben de o salona gider tabutun çivilerini çakarım. Bunun ardından, cenazeciler tabutu arabaya taşır ve atlar kırbaçlanır. İşte cen­ netin yolu. Önce, boş bir tabut getirir, sonra onun içine bir naaş konur. Bu da bir gömülme tanımı. Tanrı rahmet eylesin.» Tam o sırada, pencereden süzülen bir güneş demeti Coset­ te’in yüzünü aydınlattı. Pembe dudaklarını aralayan küçük kız şimdi havayı içen bir melek gibiydi. Jean Valjean’ın gözleri ona çevriliydi, ihtiyarın anlattıklarını dinlemiyordu. Ama adam hiç umursamadan sürdürdü: «Çukur Vaugirard mezarlığında kazılır. Bu yıllanmış bir me­ zarlıktır. Orada birkaç ay sonra emekli olacak bir arkadaşım var; Mestienne Baba. Rahibelerin bir ayrıcalıkları var, karanlık çökerken gömülürler. Belediye bu izni yalnızca onların istekleri üzerine verdi. Yüce Tanrım, tek bir gün içinde neler yaşanma­ dı! Şu kutsal rahibe, Mevla’sına kavuştu ve Madeleine Baba...» Adam kederle gülümsedi: «Madeleine Baba da gömüldü!» diye söylendi. Fauchelevent hemen bir kelime oyunu yaptı: 499

«Burada kalmak istediğinize göre gömüldünüz sayın kendi­ nizi.» Zil dördüncü kez çaldı, kederle: «Başrahibe beni çağırıyor, şimdi dönerim. Aman dostum sa­ kın bir yere kıpırdamayın! Acıkırsanız, şurada peynir, ekmek ve şarap var.» Jean Valjean, onun aksayan bacağını sürükleyerek koşar gi­ bi, manastıra doğru yürümesini izledi. Birkaç dakika sonra, Fauchelevent Baba bir kapıyı çaldı: «Sonsuza kadar» karşılığını aldı ki, bu da «Girin» demekti. Koltuğunda oturan başrahibe kendisini bekliyordu.

2 FAUCHELEVENT DARDA Aslında yüzü sürekli gülen başrahibe, yukarıdaki sayfalarda portresini verdiğimiz bilgili ve akıllı Matmazel de Blemeur (Me­ lek Ana), şu sırada epeyce kederliydi. Bahçıvan ürke çekine selam verdi. Teşbih çeken başrahibe ona: «Sizi ben çağırdım Fauvent Baba,» dedi. (Manastırda ada­ mın adını kısaltmışlardı). «Buyurun, Kutsal Ana.» «Sizinle görüşmeliyiz.» Bahçıvan olanca cesaretini toplayıp: «Aslında benim de sizden bir ricam vardı,» diye başladı. «Anlatın.» Fauchelevent Baba, ahmak gibi görünse de, hinoğlu hin bir köylüydü. Birazcık zırcahil görünmek de gizli bir güç gibidir, kimse sizden kuşkulanmaz. Manastıra yerleştiği iki yıldan beri, açıkgöz köylü, işlek zekâsını maskelemekte çok hünerliydi. Sü­ rekli yalnız ve sürekli bahçesinin işleriyle ilgilenen adamın yine de merakını gidermenin çaresini bulurdu. Peçeli hanımlardan hep uzakta durduğundan, karşısında yalnızca hareketli gölge­ 500

ler görüyordu. Fakat aklını işletip, zamanla bütün bu hortlamış­ lara ve bu yaşayan ölülere birer biçim vermeyi başarmıştı. Evet artık onlar kendisine göre canlı gölgelerdi. Fauchelevent tıpkı gözleri iyi gören bir sağır ya da kulakları çok keskin bir sağır gi­ biydi. Çeşitli çan ve zillerin farkını anladığı için, artık esrarengiz manastır ona göre sır dolu bir yer değildi. Evet sırküpü olan şu kutsal evi, sırlarını onun kulağına söylüyordu. Her şeyi bilen Fa­ uchelevent bir yandan da, bunları gizliyordu, işte bu da onun becerisiydi. Bütün manastır onu ahmak sanıyordu. Bu da, din­ sel atmosferde eşsiz bir erdemdi. Söz hakkı olan rahibeler ona çok güvenirlerdi. O çok şaşılası bir dilsizdi, bütün varlığı güven veriyordu. Üstelik çalışmaları da hiç aksamayan bir düzeni ko­ ruyordu. Yalnızca meyveliğin ve bostanın ihtiyaçlarını sağlamak için dışarı çıkardı. Onun böylesi tavırları da pek sevilirdi. Yine de Fauchelevent’in arkadaş olduğu iki adam vardı. Kapıcı ve mezarcı. Kapıcıdan ziyaret salonunun özelliklerini ve mezarcı­ dan gömülmenin sırlarını öğrenmişti. Böylece şu rahibelere iliş­ kin iki önemli bilgi sağlayabilmişti. Biri onların canları, İkincisi ise ölümleri. Ama o yine de, bu bilgileri kendisine ayırıyor, bunlardan çı­ kar sağlamaya kalkmıyordu. Aslında bütün manastırın ona say­ gısı vardı. İhtiyar, topal, keskin fikirli olmayan, bir parça da sa­ ğır olan bu adamcağız çok erdemli sayılırdı. Onun yerine bir başkasını almayı düşünmezlerdi. Fauchelevent Baba, rahibeyle konuştu. Kocadığından, he­ men yorulduğundan dem vurdu. Hele şu son zamanlarda, ro­ matizmaları da pek rahat vermiyordu. Güç bela yürüyordu. Bahçe de öyle büyüktü ki, bir gece önce ta sabahlara kadar ka­ vunları soğuktan korumak için, üzerlerini örtmüş, hiç uyuyama­ mıştı. Ah bir yardımcı olsaydı! Bir kardeşi vardı. Rahibenin irkil­ diğini gören adam, kardeşinin kendisinden sadece bir yaş kü­ çük olduğunu, onun da ihtiyar olduğunu ekledi. Fakat kardeşi kendisi gibi engelli değildi, hem çok da hünerli bir bahçıvandı. Kardeşini getirtse onunla beraber kalırlardı. Fakat kardeşinin 501

bir de torunu vardı. Küçük bir kız. Bu kızı da okulda eğitirler ve kim bilir belki bir gün, bu kız da saygıdeğer bir rahibe olma şe­ refine ulaşırdı. Adam konuşmasını tamamlandığında, rahibe sordu: «Bu akşama kadar bana sağlam bir demir çubuk getirebilir misiniz?» «Ne için?» «Kaldıraç niyetine kullanılmak üzere.» «Elbette, Ana.» Başrahibe, başka söz etmeden toplantının yapıldığı yanda­ ki salona geçti. Fauchelevent bir başına kaldı. 3 MELEK ANA Bir çeyrek saat olmuştu ki, başrahibe kapıda belirdi, ama dalgın gibiydi, oturur oturmaz hemen başladı: «Fauvent Baba, siz kiliseyi bilirsiniz değil mi?» «Evet bir kafesin arkasında ayinleri izliyorum.» «Oradan bir taşı kaldırmak gerekiyor.» «Ağır mı?» «Mihrabın hemen önündeki mermer.» «Ah, bunun için iki kişi olmalı!» «Çok güçlü olan Miraç Ana size yardımcı olur.» «Evet ama, ne olursa olsun, bir kadın hiçbir zaman bir erkek gibi güçlü olamaz.» «Şu anda, size yardımcı olarak sadece bir kadını öneriyo­ rum, o kadar.» «Ah kardeşim olsa, o kadar güçlüdür ki!» «Taşta bir halka var, kaldıraçla bu halkayı tutup, mermeri kaldıracaksınız.» «Peki Ana, mahzeni açarım ama, sonraki buyruklarınız?» «Size güvenebilir miyim, Fauvent Baba?» «Ben buraya her emrinizi yerine getirmeye geldim.» 502

«Peki o halde, mahzen kapağı açıldıktan sonra, oraya bir şey indireceksiniz!» Bir sessizlik oldu. Başrahibe, birkaç saniye düşündükten sonra her şeyi söylemeye karar vermiş gibi: «Bu sabah rahibe analarımızdan birini yitirdik, matem çanı­ nı duymadınız mı?» «Kulübemin olduğu yerden pek bir şey duymadım. Sizin zi­ linizi zor duydum, hem bu sabah rüzgâr o yönden esmedi.» «Ölen Crucifixation Ana idi, bir azizeydi o. Hiç unutmam; bir­ kaç yıl önce onun dua okuduğunu gören Madam de Bethime din değiştirdi.» «Evet; buradan matem çanı duyuluyor, Ana.» «Rahibe kardeşlerimiz, bu kutsal naaşı ölüler odasına götür­ düler. Sizden başka hiçbir erkek o odaya girmemeli.» Tam o sırada saat dokuzu çaldı, başrahibe hemen: «Saat dokuzda ve günün her vaktinde, Tanrı’nın yüceliğine şükürler!» diye mırıldandı. «Amin!» Başrahibe biraz daha düşündükten sonra, sürdürdü: «Yaşarken o Kutsal Ana, kişinin din değiştirmesini sağlıyor­ du. Ölümünden sonra onun tansıklar yaratacağına eminim.» «Kuşkusuz, buna ben de inanıyorum Ana.» «Ah, melekler gibi öldü. Son soluğunu verirken bizimle ko­ nuştu, sonra gülümsedi. Sanırım meleklere gülümsüyordu. Ah Fauvent Baba, daha inançlı olsanız ve o anda ölecek olan Kut­ sal Ana’nın yanında olsaydınız, o bacağınıza elini sürüp sizi iyi­ leştirirdi. Ah, o doğruca cennete gitti.» Fauchelevent bunun biten bir ölü duası olduğuna inanmıştı, tekrar: «Amin,» dedi. «Fauvent baba, ölülerin son arzularını yerine getirmek gere­ kir.» Başrahibe, teşbih çekmeyi sürdürüp: «Üstelik, o sadece bir ölü değil, bir azizeydi. Yirmi yıldır ge­ celeri bir tabutta yatıyordu. Papa’dan özel izin almıştı.» 503

Kadın usulca teşbihini çekti ve ansızın: «Fauvent Baba,» dedi. «Ölen kardeşimiz, o Kutsal Ana, yir­ mi yıldır yattığı o tabutla gömülecektir. Bu da onun uykusunun devamı olacak.» «Doğru. O halde, ben o tabutu çivileyeceğim ve gelen tabut boş duracak?» «Evet, dört rahibe daha size yardımcı olacak.» «Tabutu çivilemek için mi?» «Hayır, mahzene indirmeye.» Fauchelevent, olduğu yerde sıçradı: «Tabutu mahzene indirmek mi?» «Demir kaldıracanız olacak ya!» «Evet ama, bu yasak.» «Kim yasakladı ki? İnsanlar. Tanrı yasaklamadı. Üstelik, ölü­ nün son arzusu yerine getirilmelidir.» «Peki ama, bu duyulacak olursa?..» «Size güveniyoruz Fauvent Baba.» «Size ölünceye dek sadık kalacağımı bilmelisiniz.» «Böyle karar verildi. Ölen kardeşimizin arzusuyla onu kilise­ nin altındaki mahzene gömülmesine karar aldık. Düşünün Fa­ uvent Baba, burada oluşacak tansıkları. Yüce Tanrım! Tarikatı­ mız için ne bulunmaz bir mutluluk olurdu. Mezarlarda tansıkla­ rın gerçekleştiğine çok rastlandı.» «Peki ama Ana, ya sağlık denetmeni, ya da komiser...» «Tanrı’nın istemi karşısında, insanların hiç önemi yoktur, Stat ceux dum volvitur orbis.» «Amin.» Ne zaman Latince bir dua duysa, yaşlı bahçıvan «Amin» di­ yerek yakayı kurtarırdı. Uzun süre konuşmayan birine herhangi bir dinleyici yeter. Güzel konuşma öğretmeni Gumnastoras, içinde birçok ikilem­ lerle, tasımlarla dolu halde tutukevinden çıktığı gün, rastladığı ilk ağacın önünde durdu, ona uzun bir nutuk çekti, kandırmak için çok gayret harcadı. Genel olarak sessizliğe bağlı olan, de­ 504

posu ağzına kadar dolu Başrahibe ayağa kalktı, serbest bırakı­ lan bir suyun coşkusuyla bağırdı: «Benim sağımda Benoit, solumda Bernard var. Bernard kim­ dir? Chairvaux’un başrahibi. Onun doğrusunu gördüğü için Fontaines en Bourgogne, kutsanmış bir yerdir. Babasının adı Aléthe’ti. Chalon-sur-Saone piskoposu Guillaume de Champe­ aux tarafından rahip tayin edildi. Yedi yüz çömezi vardı, yüz alt­ mış manastır kurdu. 1140 yılında, Sens Konsilinde, Abeilard’la Pierre de Bruys’i ve çömezi Henry’yi, bir de Apostoliques adını verdikleri başka bir şeyden yoldan çıkmışları yere devirdi. Arna­ ud de Brexe’i susturdu, Yahudilerin katili rahip Raoul’u afallattı. 1148’de Reims konsiline egemen oldu, Poitiers piskoposu Gil­ bert de la Porée’yi mahkûm ettirdi, Eon de l’Etoile’i mahkûm et­ tirdi, prenslerin uzlaşmazlıklarını çözümledi, kral genç Louis’ye doğru yolu gösterdi. Papa III. Eugéne’e öğüt verdi, Temple’ı dü­ zeltti. Haçlı Seferlerini önerdi, sağlığında iki yüz elli tansık ya­ rattı, bir günde otuz dokuz tansığa çıktığı oldu. Benoit Monte Cassino patriği; manastır kutsallığının ikinci kurucusu, Batı’nın Basilius’u. Onun tarikatı kırk Papa, iki yüz Kardinal, elli Patrik, bin altı yüz Başpiskopos, dört bin altı yüz Piskopos, dört İmpa­ rator, on iki İmparatoriçe, kırk altı Kral, kırk bir Kraliçe, evliyalar sırasına geçen üç bin altı yüz aziz yetişirdi, bin dört yıldır da sü­ regidiyor. Bir yanda Saint Bernard, beride sağlık görevlisi! Bir yanda Saint Benoit, diğer yanda belediye müfettişi! Devlet, be­ lediye, cenaze dairesi, kurallar, idare, bunların bizimle ne ilgisi var? Herhangi biri bize karşı takınılan tavrı görse öfkelenirdi. Tozumuzu İsa’ya vermeye hakkımız yok. Sizin sağlık daireniz ihtilal’in buluşudur. Polis komiserine bağlanan Tanrı; işte dünya bu hale geldi. Susunuz, Fauvent!» Bu söz yağmuru altında Fauchelevent afalladı. Beriki sür­ dürdü: «Manastırın cenazelerini gömme hakkından hiç kimsenin kuşkusu yok. Müthiş karışıklar zamanında yaşıyoruz. Bilinmesi gerekeni bilmiyorlar da, bilinmemesi gerekenden eminler. Ka­ ba, dinsiz oldular. Bu çağda yüceler yücesi Saint Bernard’la 13. 505

yüzyılda yaşamış çocuk yürekli herhangi bir rahip olan, Yoksul Katoliklerin rahibi denilen Bernard’ı göremeyenler var. Bir bölü­ mü XVI. Louis’nin idam sehpasıyla İsa’nın çarmıhını aynı tuta­ rak günaha giriyor. XVI. Louis sadece kraldı. Tanrı’ya kulak ve­ relim. Artık ne doğru kaldı, ne yanlış. Voltaire adını biliyorlar da, Sezar de Bus’ün kim olduğundan bihaberler. Oysa Sezar de Bus cennetliktir, Voltaire’se günahkâr. Son başpiskopos Péri­ gord Kardinali Charles de Condren’in Bérulle’den sonra, Fran­ çois Bourgoin’ın Condren’den sonra, Jean François Senault'nun Bourgoin’dan, Sainte Marthe’ın babasının Jean-Franço­ is Senault’dan sonra geldiğini bile bilmiyordu. Rahip Coton’un adını da, Oratoire’ın kuruluşuna önder olan üçlerden biri oldu­ ğu için değil de, Kalvinist kral IV. Henri’nin sövgülerine hedef ol­ duğu için biliyorlar. Saint François de Sales’in halka şirin görün­ mesi, oyunda hilekâr davranması yüzünden. Sonra, dine sata­ şıyorlar. Niye? Çünkü kötü rahipler olmuştu. Gap piskoposu Saigittaire, Embrun piskoposu Salone’un kardeşiydi ve her ikisi de Mommol’un ardı sıra gitmişlerdi. Ne olur giderlerse? Martin de Tours'un aziz olmasına, hırkasının yarısını bir yoksula ver­ mesine engel mi bu? Azizlere işkence ediyorlar. Gerçeklere ar­ kalarını dönüyorlar. Karanlıklar huy edinildi. En vahşi hayvanlar kör hayvanlardır. Kimse cehennemi gerçekten düşünmüyor. Ey! Kötü ruhlu halk! Bugün ‘Kral adına' demek, ‘ihtilal adına’ de­ mektir. Artık ne dirilere, ne ölülere ne olacağı biliniyor. Kutsalca ölmek yasaklandı. Gömülme bir devlet işi oldu. Korkunç bir şey bu. II. Saint Léon özel iki mektup yazdı, biri Pierre Notaire’e, İkincisi de Vizigotlar kralına, ölüleri ilgilendiren konularda valile­ rin yetkisiyle imparatorun üstünlüğüyle savaşmak, onları yadsı­ mak için. Châlons piskoposu Gautier, bu konuda Bourgogne dükü Othon’a meydan okuyordu. Eski yönetim de onunla işbir­ liği etti. Eskiden dünya işlerinde bile söz sahibiydik. Tarikatın li­ deri Citeaux rahibi, Bourgogne meclisinde doğal üyeydi. Ölüle­ rimize istediğimiz gibi davranırız. Saint Benoit, her ne kadar 543 yılının 21 Martı’nın bir cumartesi günü İtalya'da Monte Cas­ sino’da öldürüldüyse de, ölüsü Fransa’da, Saint-Benoit-sur-Lo­ 506

ire denen Fleury manastırında değil mi? Bütün bunlar tartışıla­ maz. Koro rahiplerinden iğreniyorum, başrahiplerden nefret ediyorum, sapkınlık mezhebindekilere lanet ediyorum; fakat bu­ nun tersini iddia edecek olanlardan daha da çok iğrenirim. Ar­ noul Wİon’u, Gabriel Bucellin’i, Tritheme’i, Kaurolicus’u, Dom Luc d’Achery’yi okumak yeter.» Biraz düşünüp dua ettikten sonra, başrahibe bahçıvana sor­ du: «Anlaştık mı Fauvent baba? Size güvenebilir miyiz?» «Kesinlikle! Emirlerinize harfiyen uyacağım. Manastıra ne kadar sadık olduğumu bilirsiniz.» «Tamam. Siz tabutu çivilersiniz, rahibe kardeşlerimiz kilise­ ye götürürler. ‘Ölüler Duası’nı okuruz, daha sonra manastıra döneriz. Gece saat on bir, on iki suları, demir kaldıraçla gelirsi­ niz. Kilise de size yardım edecek. Miraç Ana ile dört rahibe da­ ha olacak.» «Peki ya ‘Tövbe Duası’nı eden rahibe?» «O duysa bile, başını çevirip size bakmaz. Zaten manastır rahibeleri için bu bir sır değil. Dışarıdan duyulmaması gerek.» Biraz sessizlik oldu. Başrahibe sürdürdü: «Dizinizdeki o çıngırağı çıkartın.» «Kutsal Ana, çok güçlü bir kaldıraç gerekir, bahçede bunlar elimin altında. Fakat böyle güç gerektiren işler için size karde­ şimi tavsiye ederim, o çok güçlüdür.» «İşi mümkün olduğunca hızlı tamamlayın.» «Evet ama hemen yapamam, engelli olduğumu biliyorsu­ nuz. Ayağım aksıyor, bana bir yardımcı gerek.» «Bu bir kusur sayılmaz. Tanrı’nın bir ihsanı. Ha, Fauvent Ba­ ba, saat gece on birde, kaldıraçla gelin. ‘Ölüler Duası’ gece ya­ rısı edilir. Her şey birkaç saniyede sonuçlanmalı.» «Elimden gelenden fazlasını yapacak, kendimi zorlayaca­ ğım, bağlılığımı belirtmek isterim. Dediğiniz gibi tabutu çivile­ rim, gece, on bir de kilisede olurum. Dört rahibe ve Miraç Ana da beni bekleyecekler. Mahzeni açıp tabutu indireceğiz. Ah keşke, iki erkek olsaydık. Neyse, ne yapalım idare ederiz. Mah­ 507

zeni kapattıktan sonra bütün izler silinecek. Bunu istemediniz mi Ana?» «Bir mesele daha var; levazım mağazasından yollanan boş tabut ne olacak?« Biraz sessizlik oldu. Bahçıvan düşündü, başrahibe düşündü. Sonra Fauchelevent: «Boş tabutu da mezarlığa gömeriz,» dedi. «Boş halde mi?» Fauchelevent beklenmedik bir karar almış gibi konuştu: «Kutsal Ana, tabutu çivileyen ben olduğuma göre tabutu çi­ viler ve üstüne ölüler örtüsünü örterim, kimse açmaya kalkışa­ maz.» «Evet ama, mezarcılar bunu taşırken, boş olduğunu anla­ mazlar mı?» «Ah öyle ya? Hay kör şey...» İhtiyar bahçıvan «şeytan» sözünü tamamlayamadı. Başrahi­ be kendisine aksice bakarak haç çıkarmıştı. Lafın yarısı, ada­ mın boğazına takıldı. Hemen suçunu bağışlatmak için konuştu: «Kaygılanmayın Ana, tabutu toprakla doldururum, bu da ona ağırlaştırır.» «Haklısınız, güzel bir fikir, demek boş tabut işini de böyle çözdünüz.» «Siz o işi bana bırakın.» Başrahibenin acılı yüzü güldü. Adama gitmesi için izin verdi, ama bahçıvan kapıdan çıkmadan: «Fauvent Baba,» dedi. «Yarın kardeşinizi bana getirin, kü­ çük kızını da alsın. Sizden memnunum...» 4 JEAN VALJEAN’IN MANASTIRDAN ÇIKMAK İÇİN BULDUĞU ÇARE Ayağı aksayanın yürümesi, körün göz kırpması gibidir; he­ defe hemen ulaşamazlar ikisi de. Kaldı ki, Fauchelevent afalla­ mıştı, bocalıyordu. 508

Fauchelevent acelesine rağmen, kulübesine tam çeyrek sa­ at sonra döndü. İçeri giriyordu ki, Jean Valjean'ın Cosette’le şunları konuştuğunu duydu: «Beni dinle küçük Cosette, buradan gitmek zorundayız, ama sonra tekrar buraya döneceğiz ve burada çok mutlu olacağız. Şu benim ihtiyar dostum seni bir sepete koyup dışarı çıkacak. Sen bir hanımın evinde gelişimi bekleyeceksin. Madam The­ nardier’nin, seni yakalamasını istemiyorsan, sakın sesini çıkar­ ma. Sadece söyleneni yap.» Cosette yetişkin biri gibi başını eğdi. Fauchelevent’in kapıyı açmasıyla Jean Valjean başını çevir­ di. İhtiyar keyifli görünüyordu: «Tamam,» dedi. «Mesele kolayca çözümlendi. Kardeşim ol­ duğunuzu, sizi yardımcı olarak buraya almak istediğimi söyle­ dim. İzin verdiler. Başrahibe yarın sizi torununuzla bekliyor. Kü­ çük kızı da okula alacak. Kızı çıkarmak mesele değil, fakat sizi buradan nasıl çıkaracağız ki?» «Siz onu sepetle götürün, sesini çıkarmaz, ona güvenirim.» «Peki ama Madeleine Baba, sizi ne yapacağız ki?» Uzun bir sessizlikten sonra ihtiyar haykırdı: «Geldiğiniz yoldan çıkabilirsiniz?» Jean Valjean bu öneriye deminki yanıtı verdi: «Mümkün değil.» Fauchelevent çenesini kaşıdı: «Bir mesele daha var. Başrahibeye, boş tabutu toprakla dol­ duracağımı söyledim. Evet ama, ceset başka, toprak başka. Toprak kaydı diyelim, taşıyanlar bunu anlamazlar mı, bundan kuşkulanmazlar mı?» Jean Valjean onu sayıklıyor sanmıştı, ilgiyle baktı. Fauchelevent tekrar konuştu: «Evet nasıl çıkacaksınız ki, bu iş yarından erken olmalı, başrahibe sizi yarın bekliyor.» Sonra, konuğunun bir şey bilmediğini fark edip, ona her şe­ yi anlattı. Bunun manastıra vereceği bir hizmet karşılığı bir tür rüşvet olduğunu da ekledi. Yapacağı özel bir hizmet karşılığın­ 509

da başrahibe kardeşini almaya ikna olmuştu. Bu arada Fauche­ levent manastırda ölen olduğunda tabutu kendisinin çivilediğini ve mezarcıya da yardım ettiğini anlattı. Başrahibe ondan çok önemli bir iş bekliyordu. Bu sabah ölen kutsal kadın son soluğunda kilise mahzeninde gömülme arzusunu bildirmişti. Oysa bu devlet tarafından yasaklanmıştı. Kolay değildi. Fauchelevent, başrahibeye bu işi yapacağı sözü­ nü vermişti. Kadın da ona, kardeşini bahçıvan yardımcısı ola­ rak alacağını ve torununu da okula yazdıracağını söylemişti. Fakat adamı görünmeden nasıl dışarı çıkaracaktı? Hem, bir de boş tabut işi vardı. Tabuta kimi koyacaklardı? Jean Valjean’ın aklında bir ışık yandı, elini alnına atıp: «Buldum!» dedi, «Boş tabuta koyacağınız birini.» «Kimi?» «Beni. Boş tabuta beni koyarsınız.» «Yapmayın Madeleine Baba, şaka mı bu?» «Hayır, ciddiyim. Benim için bundan emin bir çıkış yolu var mı?.. Fakat söyleyin bakalım, şu boş tabut nerede?» «Ölüler salonunda.» «Tabut benim gireceğim ölçüde mi? Tabutu kim çiviliyor?» «Ben. Bu işi ben kendi başıma yaparım, ölen bir rahibe ya­ ni bir kadın olduğuna göre tabutun üstüne beyaz keten örtü se­ rilir. Tabut tam size göre.» Bu gece herkes uyuduktan sonra, beni o salonda saklar mı­ sınız?» «Hayır, sadece bu salonun yanında olan geniş bir dolap var ki, orada gereçlerimi saklarım, sizi orada bekletirim. «Demek bütün gece ve bütün gün o dolapta bekleyeceğim, acıkırım.» «Mesele değil, size bir şeyler getiririm.» «O zaman gömülmeden birkaç saat önce, beni tabuta çivi­ lersiniz.» «Olamaz!..» diye bağırdı Fauchelevent. Fakat bu yol Jean Valjean için o kadar korkunç değildi. O ce­ zaevinde böylesi neler görmüştü. Tabut dar bile olsa, oraya sı­ 510

kışabilirdi. Tutuklu için bir kaçış, hastanın tedavisi gibidir. O da iyileşebilmek için nelere göğüs germezdi ki? Tabuta kendisini koydurmak iş bile değildi onun için. O saatlerce nefesini tutabi­ lirdi. Toulon’da denize atlayıp kaçtığında, saatlerce su altında kalmamış mıydı? Ölmeden, boğulmasını bilmek de Jean Valje­ an’ın hünerlerindendi. Hem, içinde bir canlı bulanan bir forsa çaresi olduğu kadar, imparator önlemidir de. Rahip Augistin Castillejo’ya inanmak gerekirse, Charles Quint, tahttan ayrıldıktan sonra Plombes ad­ lı kadını son kez görmek istediği zaman onu bu yöntemle Saint-­ Just manastırına sokmuş, sonra tekrar çıkartmıştı. Fauchelevent bunlara hâlâ inanamıyordu: «Peki ama, nasıl soluk alacaksınız?» diye sordu. «Bulurum yolunu.» «Aman Tanrım! Tabutta çiviliyken soluk alabilmek. Aklıma gelmesi bile kanımı donduruyor!» «Bir matkabınız yok mu? Tabutta birkaç delik açarsınız olur gider.» «Peki, ya öksürecek ya da aksıracak olsanız?» Jean Valjean kararlıca: «Firari biri, ne öksürür, ne de aksırır, buna hakkı yoktur! Dostum, hemen karar vermeliyiz, ya burada yakalanırım ya da tabutla buradan çıkarım.» Kedilerin bir özellikleri vardır aralık kapıların önünde durak­ sarlar, ne içeri girerler, ne de dışarı çıkarlar. Çoğu zaman insa­ noğlu da hayatının önemli karar anlarında böyle davranır. Ya alınyazısının kendisini çiğneyip ezmesine rıza gösterecek, ya da tehlikeyi göğüsleyip, meçhule atılacaktır! Fauchelevent de hemen karar alamayan tiplerdendi, fakat Jean Valjean’ın karar­ lı ve sakin tutumundan etkilendi. «Haklısınız,» dedi, «başka çare olmadığına göre...» «Beni tek heyecanlandıran, mezarlıkta olacaklar.» Fauchelevent, heyecanla haykırdı: «Beni dert etmeyin! Benim işim bu. Sizi mezardan hızla çı­ karmanın çaresini bulurum. Mezarcı Mestienne Baba benim iyi 511

arkadaşım. Onun işi cesetleri toprağa gömmek, ben de onu parmağımda oynatırım. Bakın nasıl olur, ben de tabutun ardın­ dan mezarlığa girerek, cebimde çekiç, bıçak-makas ve kıskaç götürürüm. Sizi toprağa indirecekler. Rahip dua eder, haç çıka­ rır, üzerinize okunmuş sular serper ve gider. Tabut taşıyıcılar da orada uzun süre oyalanmazlar. Ben Mestienne Baba ile yalnız kalırım. Adam şarabı çok seviyor, genellikle yarı ayıktır. İki ter­ cihten biri, ya o içti ve sarhoş, ya da henüz içmedi. Eğer içme­ diyse, onu hemen köşedeki «Taze Ayva» içkievine götürür, bir­ kaç kadeh şarap ısmarlarım. Birkaç dakika sonra, Mestienne Baba, masanın altında horlamaya başlar. Ben de adamın ce­ binden izin kartını alır, tekrar mezarlığa giderim. Eğer o daha önceden sarhoş ise ‘üzme kendini arkadaş, ölüyü ben göme­ rim,’ derim. O da çıkıp gider, ben de sizi hemen oradan çıkartı­ rım.» Jean Valjean ona elini uzattı, Fauchelevent coşkuyla onun elini sıktı. «Anlaştık Fauchelevent Baba, işler yolunda gidecek...» Fauchelevent Baba içinden şöyle geçirdi: «Aman Tanrım! Umarım bir aksilik çıkmaz! Yoksa battık.» 5 SARHOŞLUK ÖLÜMSÜZLÜK DEĞİLDİR Ertesi gün akşam vakti, eski tarz bir cenaze, beyaz örtülü bir tabutla cenaze arabasında gidiyordu. Peşinde bir rahiple, kırmı­ zı başlık giymiş yamağı yürüyorlardı. Gri giysili iki cenaze taşı­ yıcısı da geliyordu. En geriden de işçi kılıklı engelli bir ihtiyar onları izliyordu. Bu kafile, Vaugirard mezarlığı yolunda ilerliyor­ du. En gerideki adamın cebinden bir çekicin ve bir kıskacın ucu görünüyordu. Vaugirard mezarlığı Paris’in diğer mezarları gibi değildi. Ku­ rallarının farklılığı bir yana, diğer mezarlıklarda olmayan bir av­ lu kapısı, bir de ufak kapısı vardı. Bu kapılardan birine «araba­ 512

lar kapısı», diğerine «yayalar kapısı» denirdi. Benedictine rahi­ belerinin buraya gömülmeye hakkı olduğuna, değinmiştik. Bu nedenle mezarcılar, yaz akşamları ve kış geceleri, geç vakitle­ re değin çalışmak zorunda kalırlardı. Fakat o yıllarda, Paris ka­ pıları gün batımında kapanırdı. Vaugirard mezarlığı da bu gele­ neğe uymak zorundaydı. Araba kapısıyla yaya kapısı yan yana iki parmaklıktı. Mimar Perronet’nin yaptığı bu küçük evde me­ zarlığın kapıcısı kalırdı. Geceleyin bir mezarcı gecikirse tek ça­ resi, belediyenin kendisine verdiği mezarcılık kartını kapıcıya göstermekti. Yoksa oradan çıkamazdı. Ya da on beş frank ceza öderdi. Aynı zamanda bu mezarlık artık antik bir kalıntıydı. İyice köhnemişti; çiçekler solmuş ve yok olmuş, parmaklıklar paslan­ mıştı. Kentsoylular bu fukara mezarlığa gömülmek istemezler­ di. Onlar Pere Lachaise mezarlığını seçerdi. Orada sonsuza dek uyumak büyük lükstü. Orada incelik göze çarpıyordu. Va­ ugirard mezarlığı, eski Fransız bahçesi tarzında ekilmiş saygı­ değer bir avluydu: Düz yollar, şimşirler, mazılar, çobanpüskülle­ ri, ihtiyar selvilerin altında eski mezarlar, çok uzamış otlar. Ak­ şamlar burada epey hazin olurdu. Çok keder veren hatlar göze çarpardı burada. Beyaz örtülü ve üzerine siyah bir haç çizili tabut, mezarlığın kapısına geldiğinde, güneş daha batmamıştı. Kafilenin en geri­ sinde yürüyen engelli adam, dostumuz Fauchelevent’ti. Manastırda ölen rahibenin mahzene gömülmesi, Cosette’in sepetle bahçeden dışarı çıkarılması, Jean Valjean’ın ölüler sa­ lonuna girmesi, her şey sorunsuz çözümlenmişti. Bu arada şunu da ekleyelim ki, hemşire Crucifixion’un ma­ nastırın mihrabının altına gömülmesi bizim için çok önemsiz bir suçtur, görevle ilgili suçlardan. Rahibeler bunu yaparken tedir­ gin olmadıkları gibi, vicdanlarınca aklanmışlardı. Manastırda «idare» dedikleri otoriteye karışmadır salt, her zaman tartışabi­ lecek bir şey bu. Önce kural; yasaya gelince, o sonraki iş. Ey insanlar, istediğiniz kadar yasa yapın fakat onları kendinize saklayın. Caesar’a ödenen geçiş parası, sadece Tanrı’ya öde­ 513

nen geçiş parasının kalıntısıdır. Bir ilkenin yanında bir prens hiçtir. Fauchelevent cenaze arabasının arkasında topallıyordu, çok memnundu. Giriştiği her iki gizli iş, iki hile, biri rahibelerle, diğeri Mösyö Madeleine’le, biri manastır için, diğeri ona karşı olan çifte hilebazlığının her ikisi de başarıya ulaşmıştı. Jean Valjean’ın sessizliği, başkalarına da bulaşan güçlü sessizlikler­ dendi. Fauchelevent artık başarıdan emindi. Bundan sonra ya­ pılacak olan hiçti. İki yıldır o işe yaramaz, tombul yanaklı, baba­ can Mestienne Baba’yla gönlünce oynuyordu. İstediğini yapı­ yordu ona. Canının istediği gibi onun başını süslüyordu. Mesti­ enne Baba’nın başı, Fauchelevent’in yaradılışına uygundu. Fa­ uchelevent’in huzuru eksiksizdi. Cenaze topluluğu mezarlığa giden yola girince, Fauchele­ vent hoşnutça cenaze arabasına baktı; kocaman ellerini oğuş­ turup kendi kendine kısık sesle: «Aman, ne hoş bir oyun oldu!» dedi. Tabut mezarlığın korkuluğu önünde durdu. Gömme iznini göstermeleri gerekti. Cenazeci mezarlık kapıcısıyla görüştü ve derken Fauchelevent o güne değin görmediği birinin hemen ar­ kasında durduğunu fark etti; sordu: «Kimsiniz?» Adam yanıtladı: «Mezarcıyım.» «Peki ama nasıl olur, buranın mezarcısı Mestienne Baba değil mi?» «Evet, o idi.» «İdi mi? O da ne demek oluyor?» «Öldü!» Fauchelevent, beyninden vurulmuş gibi oldu. Hiç de bekle­ mediği bir şeydi bu. Ama neden sanki bunca şaşmıştı ki, me­ zarcılar da ölmezler mi? Aptalca söylendi: «Ama, bu mümkün değil!» «Oldu ama.» Fauchelevent ölü bir sesle tekrarladı: 514

«Mezarcı Mestienne Baba idi...» «Evet ama artık değil. Napoleon’dan sonra iktidara XVIII. Louis geldi. Mestienne’den sonra da Gribier var. Hey adamım, ismim Gribier.» Fauchelevent bembeyazdı, şaşkınca o Gribier’ye bakakal­ dı. Yeni mezarcı kısa boylu, ölü yüzlü bir adamdı. Mezarcılık işi­ ne girmek zorunda kalan bir eczacıya benziyordu. Fauchelevent’in kendisini toparlaması fazla sürmedi: «Ah Tanrım! Ne garip şeyler oluyor. Mestienne Baba öldü ha! Tanrı rahmet eylesin, ama bak işte küçük, Lenoir Baba ya­ şasın. Lenoir Baba’nın ne olduğunu bilir misiniz dostum? Bu saf Suresne şarabı, kırmızı şarap. Ya, demek öldü şu zavallı Mes­ tienne, kendisiyle iyi arkadaşımdı. Üzüldüm doğrusu, fakat se­ ni de pek sevdim kardeş. Bundan böyle seninle iyi dost oluruz. Haydi gel, tanışma onuruna birer kadeh tokuşturalım.» Adam yanıtladı: «Ben okumuş adamım, dördüncü sınıfa kadar okudum, ağ­ zıma içki sürmem.» Fauchelevent neye uğradığını bilemedi, daha da fazla topal­ lıyordu fakat bu kez artık kederden topallıyordu. Mezarcı onun önünden yürüyordu. Fauchelevent onun genç olmasına karşın, yaşlı görünen tiplerden olduğunu düşündü, sıska olmasına kar­ şın çok da güçlü olduğu belliydi. Fauchelevent karara varmış gibi: «Hey adamım,» diye seslendi, «ben de manastırın mezarcı­ sıyım.» «Ya, öyleyse meslektaşız.» Çok uyanık olan Fauchelevent adamın kolay lokma olmadı­ ğını sezmişti. Kendi kendisiyle homurdanırcasına söylendi: «Ya, demek şu biçare Mestienne de öbür dünyaya göçtü ha...» «Evet, vakti gelen gider. Bu işler böyledir.» Fauchelevent, «Yüce Tanrım!» diye söylendi. Adam keskin bir sesle: 515

«Tanrı ha!.. Filozoflara göre ‘Sonsuzluk Baba,’ Jakobenler için o ‘Üstün Varlık’tır.» Fauchelevent fısıldarcasına: «Seninle arkadaş olmak isterdim,» dedi. «Arkadaşız ya. Sen köylüsün, ben de Parisli.» «Evet, ama beraber kadeh tokuşturmadan, ben kimseyle ar­ kadaş olamam. Kadeh boşalınca kişi arkadaşına kalbini açar. Haydi beni kırma kardeş, gel birkaç kadeh atalım.» «Mademki ısrar ediyorsunuz olur, ama önce iş, sonra eğlen­ ce...» Fauchelevent, «Yüce Tanrım! Mahvoldum!» diye düşündü. Mezarcı tekrar konuştu: «Hey Köylü, bakmak zorunda olduğum yedi çocuğum var benim. Onlara yiyecek gerek, ben içermem!.. Onların açlığı, be­ nim yapacaklarımın düşmanı olur.» Cenaze arabası rahibelere ayrılan bölümün köşesini döndü. Fauchelevent usulca yürüyordu, ne yazık ki cenaze arabasının yürümesine engel değildi. Neyse ki, nemli toprak yüzünden te­ kerlekler çamura batıyordu. Bahçıvan tekrar mezarcıya sokuldu: «Ah, şu köşedeki meyhanede bir Arghenteuil şarabı var, ne­ fis, inanın.» Yeni mezarcı, ağırbaşlıca: «Bak kardeş, aslında ben mezarcı olacak biri değildim ya, alınyazının acı bir oyununa geldik. Kapıcı olan babam, benim yazar olmamı istedi, beni okuttu. Fakat borsada para kaybetti, ben de edebiyattan vazgeçmek durumunda kaldım. Yine de ge­ nel mektupçuyum.» Fauchelevent hemen umutlanmıştı: «Ya demek mezarcı değilsin ha?» diye sordu. «Mektup yazmanı olmam mezarcı olmamı engellemez. İki işi birden yapıyorum...» Fauchelevent: «Hadi, içelim.» Bu arada bir ayrıntıyı açıklamak zorundayız, bahçıvan içme­ 516

yi öneriyor, ama şarabın parasını kimin vereceğini söylemiyor­ du... Mezarcı, onurlu bir gülümseyişle sürdürdü: «Yemek gerekir. Mestienne Baba, ölünce ondan boşalan ye­ re geçtim. Okumuşluk insanın beyefendi olmasına sağlar. Ne yapalım, el emeğine kol emeğini de ekledim. Sèvres Sokağı kö­ şesinde mektupçuluk ederim. Küçük bir işim var orada. Bildiniz mi, şemsiye satılan yerde? Kızıl Haç, aşçı kadınlar, hep bana yazdırırlar. Sabahları aşk mektupları yazıyor, akşamları mezar kazıyoruz, işte köylü, hayatım böyle geçip gider...» Araba giderken mezarların olduğu kısma yaklaşmıştı. Peri­ şan halde olan Fauchelevent alnında biriken terleri elinin tersiy­ le sildi. Mezarcı konuşuyordu: «İki patrona hizmet etmek zor iş. Çukur kazmak yoruyor. İki­ sinden birini seçmen gerekir; ya kalem, ya kürek.» Cenaze arabası durdu. Rahip ve yardımcı çocuk arabadan indiler. Önlerinde kazılı bir çukur vardı. 6 TAHTALAR ARASINDA Tabuttaki, bildiğimiz gibi Jean Valjean’dı. Jean Valjean tabuta kendi rızasıyla girmişti. Nefes alacak cesareti yoktu. O, Fauchelevent’e ve onun arkadaşı Mestienne Baba’ya güveniyordu. Sanki ölülerin rahatı Valjean’ın ruhuna girmişti. Emindi. Bu arada yine de tabutun içinde, ölümle oyna­ dığı o müthiş oyunun bütün evrelerini izliyordu. Fauchelevent kendisini tabuta çiviledikten sonra kollar tara­ fından yukarı kaldırıldığını hissetti, daha sonra bir arabaya kon­ duğunu hissetti. Taşların sesinden, Austerlitz Köprüsünden geçtiklerini sezdi ve daha sonra mezarlığa girildiğini de fark etti. Tabutun yine el üstünde kaldırıldığını hissetti ve bir ip bağla­ yarak onu çukura indirdiklerini sezdi. 517

Derken sersemledi, mezarcı tabutu çukura düşürmüştü, kı­ sa bir baygınlıktan sonra toparlandı. Saçlarına kadar ürperdi. Ağır bir ses yükseldi, Latince dualar edildi, bir çocuk sesi ya­ nıt verdi: «De profundis.»(*) Aynı ses, Latince bir şeyler söyledi. Çocuk aynı dilde yanıtladı. Derken hafif bir ıslaklık duydu. Herhalde tabutuna kutsan­ mış su serpmişlerdi. Deliklerden süzülen su adamın üstünü ıs­ lattı. Şöyle düşündü. «Birazdan çilem biter. Rahip gittikten sonra Fauchelevent mezarcıyı meyhaneye götürüp, içirir, daha sonra kendi başıma döner ve ben de buradan kurtulurum. Hepsi, hep­ si, bir saat içinde sonlanır.» Ağır ses Latince: «Bequiscat in pace»(**) dedi. Çocuk: «Amin» dedi. Jean Valjean kulak kesildi, uzaklaşan ayak sesleri duydu: «Oh gittiler, yalnızım,» diye söylendi. Derken gökgürültüsüne benzeyen bir ses duydu. Bir kürek toprak tabutun üzerine düştü. Hava aldığı deliklerden biri tıkanmıştı. İkinci, üçüncü ve dördüncü kürek toprak tabutu kapladı. En güçlü insanı bile zorlayan şeyler vardır; Jean Valjean kendinden geçti. 7 KARTI KAYBETMEK NE DEMEK? Jean Valjean, bayıldığında olanlar neydi? Rahip, cenazeci çocuk ve arabacı oradan gittikten sonra, Fauchelevent mezar­ cının küreğine davrandığını gördü. İşte o an bir karar aldı. (*) De profundis: Derinliklerden. (**) Bequiscat in pace: Huzur içinde yat.

518

Çukura indi ve kollarını birleştirip mezarcıya seslendi: «İçkiler benden.» Mezarcı, ona şaşkınca baktı: «Efendim?» «Arghenteuil şarabının parasını benim vereceğimi söylüyo­ rum.» «Başka işin yok mu?» dedi mezarcı. Kürekle tabutun üstüne toprak atmaya başladı. Fauchele­ vent acının verdiği bir cesaretle: «Kardeş, işi sonra beraber yaparız,» dedi. «Gecikmeyelim, meyhane birazdan kapanır.» Mezarcı küreği tekrar toprağa daldırdı. Bahçıvan tekrarladı: «Hesaplar benden,» diyerek mezarcıyı kolundan çekiştirdi... İçinden de «Ya içtikten sonra kafayı bulup sızmazsa» diye ge­ çirdi. Mezarcı onu eliyle kıyıya itti: «Madem ısrar ediyorsun, tamam, ama işimi yapmadan bir adım atmam. Şu mezarı kapatalım, sonra içeriz.» Fauchelevent adamın bir kürek toprak daha attığını görünce boğulurcasına: «Canım, hesaplar benden olduğuna göre, niye gelmiyorsun ki?» Mezarcı küreğine abandı: «Evet ama, gece soğuk çıkar, ölü açıkta kalıp üşümesin, onu yerine koyalım gideriz.» Derken, eğilen adamın cebi aralanmıştı. Fauchelevent gö­ zünü adamın cebinde sallanan o giriş kartına dikti. Kafasında bir ışık yandı, iyi bir şey bulmuştu. Mezarcı fark etmeden ada­ mın arkada kalan ceket cebine elini koydu ve sezdirmeden çe­ kip aldı. O sırada mezarcı dördüncü kürek toprağı atıyordu. Tam beşinci küreği almak için eğilmişti ki, Fauchelevent o zaman aklına gelmiş gibi pat diye sordu: «Kartınız var mı?» «Ne kartı?» 519

«Giriş kartı. Birazdan gün batacak, mezarlık kapısı kapana­ cak, nasıl çıkacaksınız ki?» «Ha o kart... bakayım, cebimdeydi.» Mezarcı ellerini cebine attı, boş çıkardı, bütün ceplerini, pa­ ra kesesini aradı, yok... sonra acı bir çığlık attı: «Eyvah! Kartımı almayı unuttum, on beş frank ceza ödeye­ ceğim.» «Vay canına! Az para değil dostum, ne yapsak ki?» Mezarcı elindeki küreği düşürdü. Fauchelevent onun omzunu sıvazladı: «Kendine gel kardeş, ne yapalım, dünyanın sonu değil ya! Fakat on beş frank da az para değil. Ama sen bu işte yenisin, ne de olsa çok gençsin. Bense bu işin ustasıyım, çareleri bana sor. Sana bir tavsiye. Birazdan güneş batacak, baksana ufuk­ larda epeyce alçaldı, beş dakika sonra mezarlık kapanır.» «Evet,» dedi mezarcı. «Beş dakika içinde mezarı kapatman olanaksız. Kapı ka­ panmadan çıkmayı başaramazsın, işte o zaman yandın, on beş franklık cezayı vermek zorundasın.» «Ah, ne yapmalı!» «Dinle arkadaş, vaktin var, evin neredeydi?» «Buraya yirmi dakika çeker, kapılardan birine yakın, Vaugi­ rard Sokağı, 87 numara.» «Haydi, hemen koşarsan vaktinde yetişirsin. Parmaklığı ge­ çer geçmez evine koş, kartını al gel. Kapıcı sana kapıyı açar. Kartı göstereceğine göre sen de ölünü gömersin. Ben de bura­ da tabutun başında beklerim, ne olur ne olmaz...» «Yaşa be!» «Haydi koş, vakit kaybetme!» Mezarcı şükranla onun elini yakaladı ve koşarak gitti.» Adam görünmez olunca Fauchelevent onun ardından bir sü­ re baktı. Sonra hemen çukura indi, makasıyla tabut tahtaların­ dan birini açtı, gün batımında bembeyaz bir yüz gördü. Jean Valjean’ın gözleri kapalıydı. 520

Fauchelevent’in saçları dikildi. Neredeyse tabutun üstüne düşecekti: «Aman Tanrım! Ölmüş!» diye söylendi. Jean Valjean hareketsizdi. İhtiyar bahçıvan dövünmeye başladı: «Aman Tanrım, işte ben de onu ölümün kucağına atarak kurtardım!» Sonra sanki birisinden hıncını çıkarmak gerekirmiş gibi yük­ sek sesle yakındı: «Ah Mestienne Baba, ölecek vakti buldun! Ne diye öldün! Senin ölümün arkadaşımın ölümüne yol açtı. Ah Tanrım, melek gibi adam öldü! Ah, beni kurtarmak için kendini tekerleklerin al­ tına attığı günü asla unutmam. Onun gibi bir adamın, böyle kö­ rü körüne ölmesi ne feci! Evet ama, o da sanki niye şu manas­ tıra geldi ki. Ah Madeleine Baba, Madeleine Baba, Mösyö Ma­ deleine. Beni duyuyor musunuz? Benim başıma gelenler de başka felaket, beni yine kurtarmak zorundasınız!» İhtiyar adam dövünmeye başladı. Bu sırada bir gıcırtı duyuldu, mezarlığın kapanan kapısıydı. Birden Fauchelevent gördüklerine inanamadı, Jean Valjean, gözlerini açmış şaşkınca bakıyordu. Ölü görmek korkunçtur, ama dirilen ölü, daha da korkunç. Fauchelevent hemen bembeyaz kesildi, neredeyse kalbi dura­ caktı. Karşısındaki ölü mü, canlı mı, bilemedi. Sonra onun konuştuğunu duydu: «Dalmışım.» Jean Valjean doğruldu. Fauchelevent diz çöküp ellerini kavuşturdu: «Yüce Tanrım, ne çok korktum!» Daha sonra sevinçle bağırdı: «Madeleine Baba! Madeleine Baba!» Sadece bayılan Jean Valjean, havayı hissedince ayılmıştı. Büyük sevinçler korkunun bir tepkisi gibidir. Yaşlı bahçıvanın da kendisine gelmesi vakit aldı. Sayıklar­ casına konuşuyordu: «Ya, ölmediniz ha! Oh, ne kadar akıllısınız, size güvenece­ 521

ğimi biliyordum. Demin sizi gözleriniz kapalı görünce, yandın Fauchelevent, o öldü diye çok korktum, fakat artık dirildiniz. Ya ölseydiniz, ne yapardım? Hele şu küçük kız, onu yanında bırak­ sam manav kadın şaşakalırdı!» Jean Valjean: «Üşüdüm,» dedi. Fauchelevent hemen aklını başına topladı: «Hemen gidelim,» dedi. Cebinden küçük bir konyak şişesi çıkarıp Jean Valjean’a uzattı. Konyak adamın toparlanmasına yardım etti, ihtiyar bah­ çıvan da birkaç yudum içti ve telaşla tabutu tekrar çiviledi. Üç dakika sonra mezardan çıktılar. Fauchelevent mezarcının uzun süre gelemeyeceğini biliyor­ du, bütün gece gelemezdi, hâlâ kartını arıyor olmalıydı. Biri küreği, diğeri kazmayı aldı ve boş tabutu hemen gömdü­ ler. Çukur dolduğunda Fauchelevent: «Haydi küreği götürün, kazma bende kalsın,» dedi. Karanlık çökmüştü. Jean Valjean güçlükle yürüyordu, soğuktan her yanı tutul­ muştu. Damarlarındaki kanı donmuş gibiydi. Ama hemencecik toparlandı. Cenaze arabasının geçtiği yollardan geçip kapıya yaklaştı­ lar. Fauchelevent mezarcının kartını kutuya attı, kapıcı ipi çekip kapıyı açtı, çıktılar. Fauchelevent: «Tanrı’ya şükürler olsun, ne güzel düşündünüz Madeleine Baba,» dedi. «Artık kurtuldunuz.» Vaugirard kapısından çıktılar. Bir ara Fauchelevent, arkada­ şına: «Madeleine Baba,» dedi «sizin gözleriniz daha keskin. Ba­ na 78 numarayı gösterin.» «Tam önündeyiz,» dedi Valjean. Fauchelevent bir elinde kazma, diğerinde kürek kapıyı çaldı. Çatı katından bir ses duyuldu: 522

«Girin.» Bu, Gribier’in sesiydi. Fauchelevent kapıyı itti. Mezar kazıcısının evi de bütün o yoksul evleri gibi eşyasız ve karmakarışık bir mezbeleydi. Bel­ ki bir tabut olabilecek bir tahta sandık dolap niyetine kullanılı­ yor, bir yağ çanağı yıkama leğeni olarak kullanılıyordu. Yatak yerine bir saman yığını, bir ot minder vardı. Zemin taşları is­ kemle ve masanın yerine geçiyordu. Bütün bu yoksul ev sanki bir zelzeleden izler taşıyordu. Sanki demin burada şiddetli bir sarsıntı olmuştu. Kapaklar yerinden oynatılmış, pılı pırtı karma­ karışık halde savrulmuştu. Bir köşede sıska bir kadın ve bir yı­ ğın çocuk birbirlerine sokulmuşlardı. Yere atılan testi kırılmış, ana ağlamış, çocuklar herhalde epeyce dövülmüşlerdi. Bu fu­ kara oda deminki uzun bir araştırmanın izlerini taşıyordu. Şu kesin ki, kartını yitirmekten perişan olan mezarcı odada kartını boşuna aramıştı. Bakmadık yer bırakmamış ama bulamamıştı. Fakat Fauchelevent’in başarısının bu üzücü yanını fark ede­ meyecek kadar acelesi vardı. «Küreğinle kazmanı getirdim,» dedi. Gribier ona şaşkınca baktı: «Sen misin?» «Evet, kartınızı buldum, kapıcı kutusuna attım, yarın sabah alın. Ben de işiniz yarım kalmasın diye ölüyü gömdüm ve ge­ reçlerinizi getirdim. Kapıcı size kartınızı verir, böylece on beş frank cezadan kurtulursunuz.» Gribier’in sevinçten ağzı kulaklarına vardı: «Sağol arkadaş,» dedi, «gelecek sefere içkiler benden.» 8 SORGUDAKİ BAŞARI Bir saat sonra, koyu karanlıkta iki erkek ve bir küçük kız ço­ cuğu Petit Picpus Sokağının 62 numaralı kapı tokmağını çaldı­ lar. Bunlar Fauchelevent, Jean Valjean ve Cosette idi. 523

Adamlar manav kadında kalan kızı almışlardı. Cosette ma­ nav kadının evinde kaldığı yirmi dört saat içinde tek kelime et­ memiş, sessizce titremişti. Ne bir şey yemiş, ne de uyumuştu. İyi kalpli manav kadının bütün sorularına acılı dolu bir bakışla yanıt vermişti. Cosette son iki gündür olanlardan hiç söz etme­ mişti. Zavallı kız, dara düştüklerinin farkındaydı. «Sessiz dur­ masının» gerekli olduğunu çok iyi biliyordu. Ona «Bir şey söy­ leme» denmişti, o da buna uyuyordu. Korku dilsizleştirir. Üste­ lik kimse bir çocuk kadar sır tutamaz. Ama yine de, korkuyla geçirilen yirmi dört saatten sonra Je­ an Valjean’ı tekrar karşısında bulan çocuk, o kadar sevinçle ba­ ğırmıştı ki, onu duyan bir insan, kızın ne kadar rahatladığını an­ lardı. Manastırda uzun yıllardır kalan Fauchelevent, parolaları bi­ lirdi. Kapılar önünde açıldı. İşte böylece Jean Valjean’ı manastırdan çıkarma işini de halletmiş oluyordu. Başrahibeden buyruk alan kapıcı, kapıyı açarak yeni gelen­ leri başrahibenin odasına gönderdi. Başrahibe elinde teşbihiyle onları bekliyordu. Yanında, söz hakkı olan rahibelerden biri vardı. Tek bir mum salonu aydınlat­ maya çalışıyordu. Başrahibe Jean Valjean’ı baştan ayağa ince­ ledi, sordu: «Bahçıvanımızın kardeşi siz misiniz?» Fauchelevent yanıtladı: «Evet, Ana.» «Adınız nedir?» Yine Fauchelevent yanıtladı: «Ultime Fauchelevent.» Sahiden yıllar önce ölen kardeşinin adı böyleydi. «Nerelisiniz?» «Amrens civarından, Picquigny.» «Kaç yaşındasınız?» Fauchelevent yine kardeşinin yerine yanıtladı: «Elli.» 524

«İşiniz nedir?» «Bahçıvan.» «Hıristiyan mısınız?» Fauchelevent yanıtladı: «Ailemizde herkes Hıristiyandır.» «Küçük kız sizin mi?» «Evet, Ana.» «Siz onun babası mısınız?» «Hayır, dedesiyim.» Söz hakkı olan rahibe, başrahibeye yanaştı ve usulca: «Güzel konuştu,» dedi. Başrahibe, Cosette’e ilgiyle baktı ve yarım sesle diğer hem­ şireye: «Kız çirkin olacak,» dedi. Rahibelerin ikisi de, bir süre usul sesle konuştular, daha sonra başrahibe bahçıvana: «Fauvent Baba,» dedi, «kardeşinizin dizine bağlaması için size bir çıngırak daha vereceğiz.» Ertesi gün bahçede iki çıngırak sesi vardı. Rahibeler duvak­ larını aralayarak bahçeye bakma cesaretini gösterdiler. Fa­ uvent’in yanı sıra başka bir erkek de bahçeyi kazıyordu. Rahi­ beler şaşkındı. Öyle ki disiplini bozarak: «Bu da bahçıvan yar­ dımcısı,» diye fısıldaştılar. Jean Valjean, Ultime Fauchelevent adıyla manastırda bah­ çıvan olarak işe başladı. Cosette’in okula alınmasına yol açan şey, başrahibenin «Çirkin olacak,» demesiydi. Manastırda ayna bulunmazdı, ama yine de kendilerini güzel sanan kızlar, rahibe olmayı o kadar içtenlikle istemezlerdi. İşte bundan dolayı manastıra bir rahibe daha kazandırmak isteyen hemşireler, Cosette’in çirkin olacağı kararına varmışlardı. Bütün bu macera, ihtiyar Fauchelevent’e epeyce saygınlık kazandırdı. Himayesine aldığı Jean Valjean’ın minnetini kazan­ dı, kartını bulup yerine mezar kazdığı için mezarcı Gribier on­ dan çok memnun kaldı. Manastırda saygınlığı çoğalmıştı, o 525

saygıdeğer rahibenin kilise altındaki mahzene gömülmesine yardım ettiğinden Başrahibenln iyice gözüne girdi. Manastırda­ ki rahibeler Fauchelevent’e büyük minnet duydular. O artık hiz­ metçilerin en güvenileni, bahçıvanların en değerlisiydi. Öyle ki piskoposun manastırı ziyaretinde başrahibe biraz övünerek bu konuyu Monsenyöre açtı. Piskopos da, bu olaydan, Kral’ın kar­ deşi Monsenyör’un rahibi olan M. De Larik’e söz etti. Daha son­ raları Reins piskoposu olacak M. De Laril kardinal olduğunda bu haber ta Roma’ya kadar yayıldı. O zamanki Papa Leon VII, Paris’teki bir yakınına yazdığı mektupta:

Duyduğum kadarıyla, Paris’teki manastırlardan birinde çok dindar bir Hıristiyan olan saygın bir bahçıvan varmış. Fauvan adındaki bu adam, rahibelere unutulmayacak hizmetlerde bu­ lunmuş. Fakat Fauchelevent bu başarısının yankılarını duyamadı, o manastırın bahçesinde görevini sürdürdü. Toprağı kazdı, belledi, işledi. Geceleri dondan korumak için kavunlarını camlar altında gizledi, meyveleri aşıladı. Bu bakım­ dan bir benzerlik kurabiliriz, o da tıpkı Durhan ve Surrey’deki ödül kazanan bir sığır gibi utkusunu bilmeden yaşadı. illustrated London News gazetesinde fotoğrafı yayınlanan «Boynuzlu hayvanlar arasında birinciliği kazanan öküz» adlı yazısının çıktığından habersiz hayvan otlakta otlamasını nasıl sürdürdüyse, Fauchelevent de hayatını öylece sürdürdü. 9 MANASTIR-OKUL Manastır okuluna giren Cosette susmayı sürdürdü. Aslında o kendisini Jean Valjean’ın kızı biliyordu. Hem fazla bir şey bil­ miyordu, ne anlatacaktı ki? Değindiğimiz gibi, acılar çocukları susmaya alıştırır. Cosette o kadar acı çekmişti ki, değil konuş­ 526

mak, zaman zaman soluk almaktan bile çekinirdi. Kaç kez, tek bir laf nedeniyle dövülmüştü. Jean Valjean’ın himayesine girdi­ ğinden beri, kendisini bir parça güvende hissediyordu ki, bu olaylar onu daha da korkuttu. Ama manastırda ferahladı. Oraya hemen alıştı. Şu var ki, Gorbeau harabesinde bıraktığı bebeği ‘Catherine’i özlüyordu. Hem, bir kez Jean Valjean’a yakındı: «Ah baba, bilseydim, onu getirirdim.» Okulda pansiyoner olan Cosette, öğrencilerin formaların giy­ meye zorlandı. Jean Valjean kızın daha eskimemiş olan matem giysilerinin kendisine verilmesini istedi. O bu giysileri edindiği bir bavula yerleştirip, naftalinledi ve bir dolaba koydu. Dolabın anahtarını sürekli üzerinde taşırdı. Hatta bir gün Cosette, ken­ disine sordu: «Baba, şu hoş kokan kutuda ne var ki?» Fauchelevent Baba ise yaptığı, iyiliğin ödülünü fazlasıyla al­ dı. Artık eskisi gibi yorulmuyordu, bir de enfiye çekmeyi çok sevdiğinden, Mösyö Madeleine’in kendisine bol bol sağladığı tütünü, eskisinden daha fazla kullanabiliyordu. Rahibeler yeni bahçıvanın Ultime adını benimsemediler, onu «Diğer Fauvent» diye çağırdılar. Eğer bu dinibütün kızların da Javert gibi iyi gören gözleri ol­ saydı, sokak işlerine sürekli ihtiyar engelli adamın koştuğunu görürlerdi. Yeni bahçıvan, bahçeden dışarı adımını atmıyordu. Fakat kendilerini Tanrı’ya adayan bu kutsal kızlar polislik nedir bilmediklerinden, buna dikkat bile etmediler. Onlar birbirlerini gözetmekle oyalanırlardı. Aslında Jean Valjean böyle yaparak isabetli davranıyordu, çünkü Javert bütün bir ay mahalleyi gözetimi altında bulundur­ muştu. Bu manastır Jean Valjean için uçurumlarla dolu bir yerdi. O büyücek bahçede gözlerini yukarı kaldırıp, Tanrı’ya yaklaşıyor ve Cosette’in yakınlığına seviniyordu. Çok güzel bir hayata başlamıştı. Yaşlı Fauchelevent ile bahçenin en dibindeki, o eski kulübe­ de kalıyordu. 1845 yılında henüz ayakta olan bu kulübede, üç oda vardı. 527

Ama bu odaların tümü boştu, sadece duvarları vardı. Bu odala­ rın en iyisini Fauchelevent Baba zorla -çünkü Jean Valjean bo­ şuna üstelemişti- Bay Madeleine'e verdi. Bu odanın duvarında, dizlikle sepetin asılmasına yarayan iki çividen başka, süs ola­ rak, ocağın üzerine konulan ‘93’ten kalma kralcıların bir bank­ notu vardı. Bu Vendeeli parayı duvara Fauchelevent’den önceki bahçı­ van çivilemişti. Eski bir kuvan olan bu adam manastırda ölmüş­ tü. Jean Valjean bütün gün bahçede çalışıyor ve manastıra epey faydalı oluyordu. Gençliğinde rençberlik eden köylünün, bitkiler ve ağaçlara dair epey bilgisi vardı. Bunu kullanmaya fır­ sat buldu. Meyveliğin ağaçlarının neredeyse hepsi yabani mey­ ve verirdi. Jean Valjean, bunları aşıladı, budadı ve onların çok nefis meyveler vermesini sağladı. Cosette her gün dedesini ziyarete gelirdi. Bir saatlik izni var­ dı. Rahibeler epey üzgün olduklarından, Cosette, onları bu iyi kalpli dedesiyle kıyaslıyor ve çok seviyordu. O belirli saatlerde koşarak yanına gelir ve orayı cennete çeviriyordu. Cosette’e verdiği mutluluk sanki Jean Valjean’a geçiyordu. Başkasına verdiğimiz mutluluk iki kat çoğalıp bize geri döner. Teneffüs sa­ atlerinde, Jean Valjean, ta uzaktan Cosette’in diğer kızlarla ko­ şup oynadığını görür ve kahkahalar arasında onun kahkahası­ nı hemen tanırdı. Cosette artık gülüyordu. Cosette’in yüzü bile değişmişti. Yüzündeki o acının yerini ar­ tık neşe almıştı. Kahkaha güneş gibi, dokunduğu yeri aydınla­ tır. Cosette çocuk sesiyle çok akıllıca sözler ediyordu. Teneffüs bitiminde, Jean Valjean, kızının sınıfının pencere­ lerine bakar ve geceleri gözlerini onun yatakhanesinin ışığına çevirirdi. Tanrı'nın ne yaptığını bildiği söylenir. Gerçek manastır Co­ sette’e ne kadar faydalı olduysa, Jean Valjean için de o kadar iyi olacak, onun doğru yoldan ayrılmasını önleyecekti. Çoğu za­ man erdem gurura götürür. Bu da şeytanın yükselttiği bir köp­ 528

rüdür. Jean Valjean farkında olmadan o köprüye çok yakındı, neredeyse kendisini Piskopos Myriel’le karşılaştırmaya başla­ yacaktı. Bir ara çok kibirsizce davranmıştı, fakat artık kıyasla­ malardan gurur doğuyordu. Bilinmez, belki de gurur kin haline gelirdi. Manastır onu bu noktada durdurdu. Bu onun gördüğü ikinci kapatılmaydı. Gençliğinin en verimli yıllarını insanlık döküntülerinin toplandığı bir cezaevinde geçir­ mişti. Şimdi zindandan sonra manastırı görüyordu ve aklında bunları kıyaslıyordu. Çoğu zaman, toprağı işlerken, küreğine yaslanır ve gözleri göklerde, uzun bir düşünceye dalardı. O eski dert ortaklarını düşünürdü. Onlar ne kadar fukara in­ sanlardı. Şafak sökerken uyanırlar ve geceye kadar boyuna ça­ lışırlardı. Birkaç saat uykuları vardı, incecik yataklarda yatar, kı­ şın en kötü günlerinde bile çok az ısıtılan odalarda dinlenirlerdi. Sırtlarında o iğrenç kırmızı kazaklar vardı. Çok sıcak günlerde, büyük bağış olarak keten pantolon giymelerine ve çok dayanıl­ maz soğuklarda üzerlerine bir yün kazak geçirmelerine izin ve­ rilirdi. Ne şarap içer, ne de et yerlerdi. Fakat çok çalıştıkları ve çok yorulduklarında bir parça et verilirdi. Gözleri yerde, saçları tıraşlı yarım sesle konuşur, kırbaç altında çalışırlardı. Sonra gözlerini manastırdakilere çeviriyordu. Bu kadınların da saçları kesik, bakışları yerdeydi, bunlar da yarım sesle ko­ nuşurlardı, ama forsalar gibi utançla yaşamıyorlardı. Bunlar da toplumun eğlendiği kişilerdi. Onların da sırtları kendi kendileri­ ne verdikleri cezaların izleriyle doluydu. Bunlar da dış dünyaya adlarını unutturmuş, farklı adlarla varlıklarını sürdürüyorlardı. Onlar da hiç et yemez, ağızlarına şarap sürmezlerdi. Zaman zaman, akşama kadar aç dururlardı. Onlar kırmızı kazak giy­ mezdi fakat kefen gibi bir giysiyle örtünürlerdi. Kışın kendilerini üşüten, yazları bunaltan çuhalarla gezerlerdi. Üstelik yılın altı ayı, kendilerini kaşındıran gömlekler giyerlerdi. Onların yaşa­ dıkları hücrelerde ne kadar soğuk olursa olsun, hiç ateş yakıl­ mazdı. Üstelik bu ikinci grup ipince yataklarda değil, samanlar­ 529

da yatardı. Geceleri uykuya da hakları yoktu. Her gece, birkaç saatlik uykudan kalkıp buz gibi soğuk ve nemli bir kiliseye gidip dua etmeleri zorunluydu. Mermerlerin üstünde, dizler üzerinde sürünürlerdi. Bazı günler, bu biçare yaratıklar, on iki saat dizlerinin üstün­ de kalırdı ya da epey bitkin olduklarında karınüstü, kolları açık haç biçimde taşların üzerine devrilirlerdi. Birincide, mahkûmlar, erkeklerdi; İkincide, kadınlar, rahibe­ lerdi. Bu adamlar ne yapmışlardı? Hırsızlık yapmış, çalmış, çırpmış ya da cana kıymışlardı. Bunlar haydut, madrabaz, kun­ dakçı ve hırsızlardı. Peki ama bu kadınlar, ne yapmışlardı? Hiç­ bir şey! Öncekiler en ağır suçları, diğerleriyse, sadece günahsızlığı simgelerlerdi. Bir yandan yarım sesle o korkunç cinayetlerin iti­ rafları, diğer yanda yüksek sesle söylenen önemsiz suçların açıklanmaları. Bir yandan bataklık, diğer yandan hoş kokular. Birinde karanlık, ötekinde nurlu gölgeler, ışık. Bu iki yerin ikisi de esaret yerleridir. Birinci tutsaklıkta ceza bitiminde bir kurtuluş, yasal bir sınır ve en azından firar olana­ ğı vardır. Diğeri, insanoğlunun ölüm adını verdiği özgürlük ışı­ nıdır. ilk yerde zincirliydiniz, İkincisinde inancınız sizi bağlardı. Değindiğimiz birinci yerden diş bileme sesleri, sonsuz bir la­ netlenme, toplumun yüzüne fırlatılan bir kin çığlığı, fenalık ve keder yayılırdı. İkincisinde, sadece sevgi ve dua yükselirdi. Jean Valjean suçluların bunu ödemek zorunda olduklarını çok iyi biliyordu, ama o lekesiz kişilerin kendilerine işkence et­ melerine bir anlam veremiyordu. Bu eşsiz, lekesiz yaratıkların niyetleri neydi? Vicdanında bir ses yanıtlıyordu: İnsanal cömert­ liklerin en iyisini sergileyip, başkaları için fidye ödemek. Burada her türlü kişisel görüş bir kenara atılmıştır, biz yal­ nızca olayları anlatıyoruz; Jean Valjean açısından bakıyoruz, salt onun duygularını dile getiriyoruz. Gözlerinin önünde fedakârlığın yüce zirveleri, faziletin en üst düzeyi vardı; insanların suçlarını affeden, onların yerine acı çe­ 530

ken masumiyet; katlanılan esaret, kabul edilen azap; günah iş­ lememiş ruhların hata işleyenleri ondan kurtarmak için ısrarla aradıkları acı; Tanrı aşkına boğulan insanlık sevgisi. Fakat ora­ da belirli bir süre kalan, yalvaran sevgi, cezalandırılanların acı­ sını çeken, ödüllendirilenlerin gülüşünü taşıyan uysal varlıklar. Yakınmaya kalkıştığını anımsamıyordu bile! Gece yarıları sık sık kalkıyor, şiddetle ezilen bu masum ya­ ratıkların şükran ezgilerini dinliyordu; beride haklı olarak ceza­ landırılanların Tanrı’ya seslerini yalnızca sövmek için yükselttik­ lerini, kendisi gibi bir sefilin Tanrı’ya yumruk salladığını düşü­ nünce damarlarında kanı donuyordu. Tanrı’nın yarım sesle yaptığı bu anımsatma gibi, kendisini koyu koyu düşündüren, ilgisini çeken şey şuydu: Cezaevi du­ varlarına tırmanma, bahçe duvarlarını geçme, ölümü göze ala­ rak kabul edilen macera, güç, zor çıkış... Ötekinden kurtulmak için harcadığı bütün gayretlerin aynısını burada kalmak için yapmıştı. Acaba yazgısının bir işareti miydi bu? Evet bulunduğu kurum da bir cezaeviydi. Parmaklıklar, ka­ fesler, demir çubuklar vardı, fakat kimler kapatılmıştı: Melekler. Burası bir cezaevi değil, duaeviydi. Fakat şunu da söylemek gerekir ki, o, katillerin toplandıkları asıl cezaevinden çok daha korkunç bir yerdi. Bu bakire kızlar, mahkûmlardan daha sert di­ siplin altındaydılar. Burada sürekli soğuk ve acı bir rüzgâr esi­ yordu. Niye? Bütün bunları düşünmek onun ruhunu iyice yüceltiyor, derin bir coşkuya boğuyordu içini. Bütün bunları düşündüğünde, içindeki her şey bu yücelik karşısında yıkılıyordu. Bu düşüncelerin içinde kendinibeğen­ mişlik yok oluyordu. Düşünceleri yeniden kendine döndü; ken­ dini çok çelimsiz gördü, ağladı. Altı aydır hayatına giren şeyler, Cosette sevgiyle, manastır alçakgönüllülükle, onu Piskoposun kutsal emirlerine doğru gö­ türüyordu. Zaman zaman, akşamları, alacakaranlıkta, bahçenin tenha 531

olduğu vakitlerde kilisenin yanındaki yolun ortasında, geldiği akşam baktığı pencerenin önünde, düzeltmeyi yapan rahibenin secdeye kapanıp dua ettiğini bildiği tarafa doğru diz çöktüğü görülüyordu. O rahibenin önünde diz çöküp dua ediyordu. San­ ki doğrudan doğruya Tanrı’nın huzurunda diz çöküp dua etme­ ye gücü yoktu. Kendisini kuşatan bu güzellikler, bu sessiz bahçe, hoş koku­ lu çiçekler, sevinçle oynaşan günahsız çocuklar, kilise, bunların hepsi onun ruhuna doluyor ve onun farklı bir insan olmasını sağlıyordu. Jean Valjean hayatının iki döneminde Tanrı evine sığınmış­ tı. Önce, bütün kapıların kendisine kapandığı, bir hayvan gibi her yerden kovulduğunda o iyi kalpli Piskopos, ona el vermişti. Bu kez de, yine toplumun kendisini kovaladığı, tam kodese tı­ kacağı anda, yine bir Tanrı evine sığınmıştı. İlki olmasaydı yine suça batmış olacaktı, İkincisi olmasa yi­ ne azap çekecekti. Kalbi minnetle eriyordu, giderek daha çok seviyordu. Böyle­ ce yıllar geçti. Cosette büyüyordu.

532

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MARIUS

BİRİNCİ KİTAP PARİS’E DAİR ÖNEMSİZ AYRINTILAR 1 FAZLA GENÇ Paris’in bir çocuğu, bir kuşu vardır. Kuşun adı serçe, çocu­ ğunki adı yumurcak’tır. İlki olanca sıcaklığı, diğeri bütün sabahı oluşturan bu iki dü­ şünceyi birleştirin, şu kıvılcımları, Paris’le çocukluk devrini bir­ biriyle çarpın; bunun sonucunda küçük bir yaratık peydah olur. Platus buna «Küçük Erkek» derdi. Bu küçük yaratık, epey neşelidir. Aslında her öğün doyasıya yemek yemez, aksine, çoğu zaman ekmek bile bulamaz, fakat her akşam tiyatroya gider. Üzerinde gömleği, ayağında potini yoktur. Evinin çatısı bile olmaz genellikle. Fakat o bunları hiç dert etmez. Yaşı yedi ile on üç arasındadır. İpsiz sapsız gibidir, kaldırımları arşınlar, ayak bileklerine dek inen yamalı bir pantolonu vardır; babasının. Kulaklarına dek inen eski bir şapkası vardır. Arabacı gibi söver, meyhanelere dalar, çeteleri tanır, hırsızlarla ahbaplık eder, kızlarla içlidışlıdır. Argo konuşur, açık saçık şarkılar bilir. Fakat bütün bunlara kar­ şın kalbi lekesizdir. Çünkü onun o çocuk ruhunda bulunan öz günahsızlıktır. Tanrı’nın insanoğluna bağışladığı en büyük ar­ mağanlardan biri olan saflığını korur. İnsanoğlu çocuk olduğu yıllarda, Tanrı onun günahsız olmasını ister. O kocaman Paris’e «Bu da kim?» diye sorulacak olunsa, Paris: «O benim evladım!» der. 535

2 ÖZELLİKLER Paris’in afacanı dev gibi bir kadından doğan bir cücedir. O kadar da abartmayalım, çamurlarda yuvarlanan bu haşarının üzerinde bazen bir gömleği olur. Fakat o gömleği değiştirecek bir diğeri asla yoktur. Zaman zaman ayaklarında potinler olur, ama bunlar taban­ sızdır. Bazen bir evi vardır, sever, çünkü orada anasını bulur, fakat o yine de kuş gibi özgür olduğu sokakları ister. Kendince oyunları, yaramazlıkları vardır ki, bunların temeli kenterlere duyduğu kindir. Kendine has renkli bir dille fikirlerini söyler. Onun dilinde ölmek, 'cızlamı çekmek’tir. Meslekleri, müşterilere araba çağırmak, kapıları açmak, yağmurdan sokakların sel gibi olduğu günlerde kadın ve kızları yolun diğer kaldırımına sırtın­ da geçirmektir. Gazetelerden okuduğu birazcık bilgiyi yüksek sesle bağırır. Sevdiği hayvanlar da vardır. Uğurböceği, hamamböcekleri ve korkunç karafatmalar. Bu arada kendi dilinde canavar diye tanımladığı, ne kertenkeleye, ne de kaplumbağaya benzeyen, üzeri pullu, tüyleri vıcık vıcık, çoğu zaman sürünen ve inşaatla­ rın kireç kuyularından çıkan korkunç bir hayvan vardır ki, bu as­ lında kendisini herkese göstermez. Haşarı, bu canavarı sağır diye çağırır, yıkıntılarda, inşaat alanlarında taşlar arasında böy­ lesi sağırları aramak onun en büyük keyfidir. Başka bir eğlence: Ansızın bir taşı kaldırıp tespihböceklerini görmek. Paris’in her bölgesi oradaki ilginç buluşlarla ünlüdür. Ursulines şantiyelerin­ de kulağakaçanböcekler vardır, Pantheon’da kırkayaklar; Champ-de-Mars'ta kurbağa yavruları vardır. Özdeyişlere gelince, bu çocukta Talleyrand kadar fazladır bunlar. Daha az arlanmaz değildir ama, daha namusludur. An­ latılması zor, hazırlıksız bir neşesi vardır; kahkahasıyla esnafı şaşırtır. Neşesinin türleri, yüksek komediden maskaralığa uza­ nır. 536

Bir cenaze geçiyor. Ölünün yanında gidenler arasında bir doktor vardır. «Vay canına!» diye bağırır bir Paris serserisi, «Bunlar ne za­ mandır eserlerini yerlerine de götürüyor?» Bir başka haylaz, bir kalabalığın arasındadır. Gururlu, göz­ lüklü, köstekli bir adam hışımla döner: «Karımın beline el attın, it!» der. «Kimi? Ben mi efendim? Üstümü arayın.» 3 CANA YAKINDIR DA Haylaz, akşamları gündüzün bir biçimde kazandığı birkaç metelik sayesinde, postu tiyatroya atar. Bu büyülü kapıyı aşar aşmaz her şeyi unutur. Artık ne açlık vardır, ne de yoksulluk. Paris hovardası oluverir. Tiyatrolar, alaşağı edilmiş, ambarları yukarda olan gemiler gibi görünür. Paris çapkını bu ambara tı­ kılır. Kurtçuğun yanında gece kelebeği neyse, ona göre Paris hovardası da odur; tıpkı öyle havai, her şeyin üstünde süzülen yaratık. Bu dar, çürük kokulu, karanlık, yüz kızartıcı, zararlı, tik­ sinç, çirkin ambarın cennet adını alması için mutluluk parıltısıy­ la, sanat heyecanıyla, neşe gücüyle, kanat çırpmaya benzeyen alkışlarıyla onun orada bulunması yeter. Bir yaratığın faydalı olan yanını çekip alın, ona değersiz şey­ ler verin, alın size bir «Yumurcak.» Edebiyata ilgi duyar, bilgiçlik taslar, aslında klasik eserleri pek sevmez ve akademik oyunlardan hoşlanmaz. Örnek olsun diye şu kadarını söyleyebiliriz: Matmazel Mars bu çocuk izleyi­ ciye hitap etmezdi. Çocuklar onu makaraya alıp ona Matmazel Moche lakabını takmışlardı. Bu küçük yaratık güler, eğlenir, hır çıkarır, çocuk olsa da, bi­ razcık bilgedir. Lağımlarda balık tutar, çamurlarda güreşir, kim­ senin bilmediğini bilir, ıslık çalıp alkışlar, bağırır güler. Çöplük­ ten neşe çıkarır; ustalığıyla her yeri ve her şeyi kasıp kavurur, sırıtır, ısırır, ıslık çalar, şarkı söyler, alkışlar, yuhalar, ‘Alleluia’yı 537

‘Matanturlurette’le yumuşatır, ‘De Profundis’ten ‘Chienlit'ye ka­ dar bütün ezgileri yayvan bir uyumla okur, aramadan bulur, ne­ yi bilmediğini bilir, kapkaççı olacak kadar hızlı, akıllı olacak ka­ dar delidir, arlanmazlık ölçüsünde ilhamlıdır. Olimpos’a diz çö­ kebilir, gübreliğe uzanıp yatar, oradan yıldızlarla kaplanmış hal­ de çıkar. Kaçık denecek ölçüde akıllı, çok da hislidir. Mezbele­ de dolaşır, fakat burdan her yeri süslü çıkar. Paris’in yumurca­ ğı Rabelais’nin(*) çocukluğuna benzer. Saat koymak için küçük cebi olmayan pantalonlardan hoş­ lanmaz. Hiçbir şeye şaşırmaz, korku nedir bilmez, boşinanlarla eğlenir, abartılara dudak büker, hayaletlere dil çıkartır. Kendini dev aynasında görenleri, sahtekârca düşünenleri şi­ irden mahrum eder, destansı abartmaları komikleştirir. Bunu sı­ radanlığından yapmaz, hayır; ama, gösterişli hayalin yerine ka­ ba, gülünç gözboyacılığı koyar. Karşısına Adamstar(**) çıksa, afacan: «Bakın hele! Gulyabani gelmiş!» der. 4 FAYDALARI DA DOKUNABİLİR Paris avareyle başlar, haylazla biter. Dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayan iki tür yaratır. Sadece izlemekle kalan pa­ sif varlıkla habire bir şeyler yapmak isteyen bitmez erk. Paris, tarihinde bu iki karşıt yaratığı bağdaştırır. Aylak monarşiyi, yu­ murcak anarşiyi simgeler. Paris mahallelerinin bu solgun yüzlü çocuğu, kederle maya­ lanır ve büyür. Toplumsal gerçeklerin ve insani sorunların dal­ gın bir tanığı olup çıkar. Kendisini ilgisiz ve kaygısız, umursa­ maz sanır, değildir. Her an gülmeye hazır bekler, fakat başka şeylere de hazırdır. Önyargı, tiranlık, haksızlık, tutuculuk, zor­ balık, bunlar Paris yumurcağının en yenilmez düşmanlarıdır. (*) Rabelais: (1494-1553) Fransız yazar; Gargantua ve Pantogruel adlı eserle­ ri vardır. (**) Vasco de Gama’nın, Ümit Burnu’nu geçerken karşısına çıkan dev.

538

Bu çocuk büyüyecek. Onun hamurunda biraz çamur, biraz nefes vardır. Aklına bir Tanrı çıksa, olanca yazgısı değişebilir. Tanrı çoğu zaman Yu­ murcağın yanı başından geçer. Şansı kulağından tutan böyle sokak çocuklarından, kendi kendilerini yetiştiren ünlü kişiler çık­ mıştır. Paris’in bütün hayali, bütün espri anlayışını kendinde toplamış olan bu yumurcak bir cevherdir. 5 İZİN VEREMEYECEKLERİ Yumurcak kendisinden hoşlanır, fakat yalnızlığı da sever, çünkü onun benliğinde bir bilgelik özü vardır. Düşünerek yürümek felsefeye hayli yararlı olabilir, özellikle Paris’in çevresi gibi iki doğanın oluşturduğu kırlarda gezinmek ruhu dinlendirir. Banliyöde dolaşmak karayla denizin izlencesine dalmaya eştir. Ağaçların sonu çatıların başlangıcı, otun kaybolması, kal­ dırım taşlarının görünmesi, bostanların bitimi, dükkânların ser­ gilenmesi, ilahi mırıltının sonu, insan seslerinin başlangıcı, işte bütün bunlarda doğanüstü bir özellik vardır. Hüzünlü niteminin yakıştırıldığı bu banliyölerde gezen yaya için düşünmekten başka yapacak ne bulur ki? Bu satırları kaleme alan kişi, Paris kapılarının dışında saat­ lerce yürümüştü ve bu yürüyüşler kendisi için unutulmaz hatır­ ların kaynağı olmuştu. Bu solgun çimenler, bu çakıllı yollar, bu bataklıklar, bu hen­ dekler, bir bostanda hemen göze çarpan turfanda sebze ve meyveler, kentsoylu ile köylünün birleştiği engin arsalar, hiç umulmadık anda garnizon trampetinin kulağı acıttığı bu bom­ boş köşeler, gündüzleri kimselerin geçmediği, geceleyin her tür belanın kol gezdiği ücra yerler. Rüzgârda dönen eski değirmen, mezarlık çevresindeki meyhaneler. Güneşin aydınlattığı engin genişlik, bütün bunlar afacanın kol gezdiği, dolaşmayı sevdiği 539

yerlerdir. Böylesi yerlerde hem doğa, hem de insanlık ruha ses­ lenir. Dünyada neredeyse hiç kimse şu tuhaf yerleri, onun kadar bilmez. Glaciere’i, mermi delikleri içindeki Grenelle’in tiksinç du­ varını, Mont-Parnasse’ı, Fosse-aux-Doups’yıı, Marne sahilin­ deki Aubiers’leri, Montsouri’yi, Timbe-lssoire’ı, artık yalnızca mantarların bitmesine yarayan, toprak seviyesinde çürümüş tahtalardan bir kapağın kapattığı, boşalmış eski bir taş ocağı bulunan Châtillon’un Pierre-Plate’ını. Roma ovası bir hatıra, Paris banliyösü başka bir hatıradır; ufkun önümüze serdiklerin­ den yalnızca tarlalar, kırlar, evler, ağaçlar görmek yüzeysel gör­ mek demektir; eşyanın bütün görünümleri Tanrı’nın fikirleridir. Bir ovanın bir şehirle birleştiği yerde her zaman iliklere işleyen bir keder vardır. Orada doğayla insan size aynı anda seslenir. Orada bölgesel tuhaflıklar belirlenir. İşte en fukara mahallelerde en çok göze çarpan, pılı pırtı ör­ tülü, toz toprak içinde oynayıp duran çocuklar... Kılıklarının döküntü olmalarına karşın saçlarına çiçekler iliş­ tirirler. Kenar sokaklar onların dünyası ve rahat soluk aldıkları tek yerdir. Bunların hepsi de en perişan ailelerin çocuklarıdır. Banliyö onların gibidir, kaçamaklarına orada devam ederler. Kelimelerini anlamadan safça en açık saçık şarkıları söylerler. Mayısın mavi bir günü ya da haziranın altın yaldızlı gün batı­ mında onları yere çömelmiş halde misket oynarken görebilirsi­ niz. Sizi görür görmez, hemen bir işleri olduğunu ve geçimleri­ ni sağlamak zorunda olduğunu hatırlayıp size bir şey satmayı önerirler. Bu zaman zaman mayısböceklerini doldurdukları eski bin yün çorap, zaman zaman bir buket leylaktır. Bu çocuklarla karşılaşmak Paris’in en hoş ve aynı zamanda en etkili görüntü­ lerinden biridir. Çoğu zaman aralarında küçük kızlar da olur. Belki kız kar­ deşleri. Neredeyse yetişkin gibi görünen genç kızların yüzleri güneş yanığı, sıska burunları çillerden görünmeyen, yine de kendilerince sevimli olan kızlardır. Başlarına mavi çiçeklerden ve gelinciklerden çelenkler takarlar, gülerek çıplak ayak koşu­ 540

şurlar. Kırlarda buldukları kirazları avuç dolusu yerler. Akşama doğru onların gülüşerek birbirlerine fısıldaştıkları duyulur. Şair ruhlu gezgin bu kızların görünümünden de esinlenir. Paris’in merkezi, Paris’in banliyösü işte bu çocukların cen­ netidir. Asla bu sınırları aşmazlar. Onlar için Paris’ten çıkmak balıkların sudan çıkması gibi tehlikelidir. Onların dünyası banli­ yöyle çizilmiştir. Ivry, Gentilly, Arcueil, Belleville, Aubervilliers, Ménil-Mon­ tant, Chlisy-le-Roi, Bilancourt, Meudon, Issy, Vanrves, Sèvres, Puteaux, Neuilly, Gennevilliers, Colomber, Romainville, Cha­ ton, Anniéres, Bourgival, Nanterre, Enghien, Noisy-le-Sec, No­ gent, Gornay, Drancy, Gonesse işte dünyaları burada biter. Bu çocuklar başka yer bilmezler.

6 BİR PARÇA TARİHİ BİLGİ Bu anlatının geçtiği yıllarda her sokak başında bir polis yok­ tu. Bugün de böyledir. Kimsenin yasaklamaması yüzünden, yığınla çocuk bulunur­ du Paris ve çevresinde. O yıllarda yapılan bir istatistikten, tek bir günde sokaktan iki yüz altmış çocuğun toplandığını öğreni­ yoruz. Bunlar köprü altında yaşayanlardı. Tıpkı dam altına yığı­ lan kuşlar gibi. İnsanoğlunun bütün suçları çocuğun haytalığında başlar. Fakat yine de Paris’e bir ayrıcalık tanıyalım. Başka bir şeh­ re ipsiz sapsız, yetim bir çocuğun sonu, hırsızlık veya cinayet olur belki, Paris'in afacanları arasında, böyle haylazlara az rast­ lanırdı. Sanki Paris’in atmosferi onların benliğini korurdu. Yine de bu sözlerimize karşın, bu fukara, yetim çocukları görmek insanın yüreğini acıtır. Bu manzarada, dağılan ailelerin, kopmuş bağların uçuşan ilmeklerini görürüz. Çağdaş uygarlıkta bile, bu aile parçalanmalarına ne yazık ki, sık sık rastlanır. Ço­ cuklarının başına neler geleceğini düşünmeyen, onları öylece sokağa atan zalim aileler... Sokaklara bırakılan çocuklar... 541

Bu arada, çocukları terk etmenin eski monarşi tarafından bi­ raz da olsa onaylandığını açıklamadan edemeyeceğiz. Yoksul çocukların eğitimlerine soylular epeyce bozulurdu. Üstelik mo­ narşi arada bir bu çocukları kullanırdı. İşte o zaman sokaklarda bir ayıklama yoluna gidilirdi. XIV. Louis bir donanma kurmak istemişti. Düşünce epey isa­ betli olabilirdi, fakat bunu uygulamanın yolları o kadar kolay de­ ğildi. Henüz buharlı gemilerin bulunmadığı o günlerde, donan­ ma, rüzgârın ne yapacağına bağlıydı, kürek gerekiyordu. Kadır­ gaları yürütmek için kürekçilere ihtiyaç vardı. Zamanın başbakanı taşradan forsalar getirtiyordu. İnsanı yakalayıp küreğe göndermek için hiçbir olanak kaçırılmıyordu. Bir dinsel geçiş sırasında adamın biri kasketini çıkartıp selam­ lamadığı zaman, hemen küreğe... Sokaktan aldıkları yetim bir çocuk on beş yaşını geçti mi, hemen küreğe. Evet işte Güneş Kral denilen Büyük Louis’nin hükümranlığı böyle kurulmuştu. XV. Louis zamanında, Paris sokaklarındaki çocukların yok oldukları dikkat çekti. Kralın kanlı banyolarına ilişkin korkunç şeyler anlatılırdı. Barbier, ayrımında olmadan, saf saf bunlar­ dan söz etmişti. Çoğu zaman babalı olan çocukları da alıp gö­ türürlerdi. Acı içindeki babaları, bir daha göremeyecekleri evlat­ larının intikamını almak için, polise başvururdu. İşte o zaman Parlamento araya girer ve bazılarını astırırdı. Fakat kimleri? Suçluları mı? Yoo, hayır, haklarını arayan biçare babaları. 7 HİNDİSTAN’DA BİLE AFACANLAR KAST MENSUBU OLURDU Paris’in haylazı olmak, bir tür kast(*) gibidir. Öyle herkes hay­ ta olamaz. Her isteyen yumurcak olamazdı. Bu kelime, ilk kez 1834’de yayınlarda geçti ve halk dilinden (*) Kast: Hindistan’daki toplumsal sınıflanma. 542

yazın diline geçli. Önce, «Claude Gueux» adlı, bir kitapçıkta basılan bu sözcük, epey tartışmaya neden oldu. Fakat kelime yaşadı ve dile yerleşti. Bu afacanların birbirlerine saygı duymaları için birçok şeye sahip olması zorunluydu. Aralarında epey saygın olabilen bir çocuk Notre Dame Kilisesinin kulelerinden bir adamın kaldırıma düştüğünü görmüştü. Bir diğeri İnvalidesler’in arka avlusunda gizlenen heykelleri göz ucuyla görebilmiş ve hatta onlardan bi­ raz kurşun aşırmıştı. Bir diğeri de, bir kentsoylunun gözünü çı­ karmaya uğraşan bir askeri tanımıştı. O kadar ki, bir Parisli haşarı bir gün kötü şansından şöyle yakınmıştı: «Ah, ilahların ilahı, öyle mutsuzum ki, henüz beşinci kattan düşen birini bile görmek nasip olmadı!» Şurası kesin ki, bu güzel bir fıkradır: «Filanca Baba, eşiniz hastalıktan öldü; neden bir doktor çağırmadınız?» «Ne gelir el­ den, biz fakir kişileriz, kendi başımıza ölürüz.» Fakat, nasıl ki köylünün olanca alaycı tedirginliği bu kelimelerde toplanmışsa, kenar mahalle çocuğunun bütün dinsiz karmaşası da bu söz­ cüklerdedir. Bir idamlık arabada giderken, günah çıkaran rahi­ bin sözlerine kulak verir. Paris’in sokak çocuğu bağırır: «Cüp­ pesiyle konuşuyor. Hay tabansız, hay!» Din hakkında belli bir ataklık sokak çocuğunun moralini yük­ seltir: Dinsiz olmak önemlidir. Paris haylazları için infazlarda izleyici olarak bulunmak ödevdir. Çocuklar giyotini birbirlerine gösterirler. Ona sayısız isim vermişlerdir: Son Çorba Kaşığı, Somurtuk, Gök Ana, Son Yemek... İzlenceden bir şey kaçırmamak için tam vaktinde ge­ lirler, ağaçlara, duvar tepelerine, hatta çatılara bile çıkıp, baca­ lara dayanarak izleyenler olurdu. Böyle bir çocuk için, çatıya tır­ manmak da bir yelkenliye tırmanmak kadar kolay. En büyük şa­ mata Gréve’de(*) gördükleridir. (*) Greve: infaz alanı.

543

Cellat Samson ve ölecekleri kutsamaya gelen Papaz Mon­ tes, onların en iyi arkadaşlarıdır. Çoğu zaman, kellesini kaybe­ decek olanı avutmak için ıslıklarlardı. Kimi zaman da cesur ölenlere hayran kalır, ona imrenirlerdi. Lacenair, yumurcaklık yıllarında o müthiş Dautun’un gözüpekçe öldüğünü görmüş ve şu unutulmaz sözü etmişti: «Çok kıskandım, inanın.» Afacan, Voltarie’den söz edildiğini duymamıştı, fakat Papa­ voine’yi iyi tanırdı. Aynı konuşmada politikacılarla canileri birbirlerine karıştırır­ lar. Her birinin ne giydiğini, uzun uzun incelemişlerdir. Kiminin kasket, kiminin melon şapka giydiğini belirtirler. Bir gün, bir sokak fenerine çıkan bir yumurcağın kulağını bü­ ken polis, ondan şöyle bir yanıt aldı: «Bırakın Polis Amca, dik­ kat ediyorum, düşmem!» Polis ona şöyle dedi: «Düşüp düşme­ men umurumda değil!» Bu çocuklar toplumunda yaralanmak bir onur gibidir. Elini kolunu bacağını derinden kesen biri itibar kazanır. Zorlu yumrukların sahibi olmak da, az bulunur bir niteliktir: «Ben boğa gibi güçlüyüm.» Solak olmak kişiye imrenilmesini getirir. Hele şaşılık çok önemli bir şeydir. 8 SON KRALIN KAYDA DEĞER BİR SÖZÜ Yazın kurbağa gibi olan yumurcak, akşam Austerlitz ya da İena köprülerinde, kömür vagonlarının veya çamaşır tekneleri­ nin üstünden suya dalar. Polisi ve ahlak kurallarını takmadan zaman zaman çırılçıplak yüzer. Fakat polislerin onları ensele­ mesinden korunmak için birbirlerine parolayla seslenirler. Ses­ lenişleri Homeros’un dizelerine benzer. Eski Yunan şenliklerin­ de Bereket Tanrıçası Demeter onuruna okunan şarkılar kadar tarifsiz, bir şiiri vardır; Şarap Tanrısı canlanır gibi: 544

Hey hey, Titi, hey hey; Akrep var, zarbolar var, Pırtını topla ve naşla, Lâğımdan sıvış! Zaman zaman bu «Böcek» -kendisine bu lakabı kendi tak­ mıştır- evet bazen okumayı bile bilir, bazen yazar da. Kendisi­ ne faydalı olabilecek şeyleri öğrenmekte ondan iyisi olamaz. 1815-1830 yılları arası hindi gluglu’suna öykünmekte birinciydi. Daha sonraki yıllarda 1830-1845 yılları arasında mahalle du­ varlarına armut resmi çizmeye çalıştı. Bir yaz akşamı Kral Lo­ uis-Philippe, yürüyerek sarayına dönerken, tırnak kadar bir yu­ murcağın duvara kendi boyunda bir armut resmi çizdiğini gör­ dü. Eski çağların en babacan krallarından olan büyük büyük de­ desi IV. Henri gibi sevecen olan Louis-Philippe, çocuğu kolların­ da yere indirdi ve ona bir altın para (yüz frank) verip şunları söyledi: «Bak, bunun üstünde de bir armut var.» Bu haylazlar patırtıdan hoşlanır, fakat din adamlarına kin bağlar. Yine bir gün Üniversite Sokağında, bir çocuk bir kapı önünde dilini çıkarıp duruyordu. Oradan geçen biri, ona bunu niye yaptığını sordu. Çocuk şöyle dedi: «Burası bir rahibin evi.» Haylaz unvanına hak kazanmış bir yumurcak, Paris’in bütün polislerini tanır, adını bilir. Onların alışkılarını, doğalarını bilir. Hem, onlar hakkında özel bilgilere de sahiptir. O hiç duraksa­ madan size: «Şu polis alçağın biri. Şu çok kötü. Şu polis çok iyi adamdır,» diyebilir. Bazıları polisle gizlice eğlenir, şöyle eder: «Şu aynasız, Austerlitz Köprüsünü kendi malı sanıyor. Köprü ona miras kalmış sanki, kimsenin oradan geçmesine izin vermi­ yor.»

545

9 GALYA RUHUNUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ Pazarların çocuğu Pecquelin’de yumurcaklık mayası vardı, ünlü yazar Beaumarchais tam bir külhaniydi. Külhanilik Galya zekâsının küçük bir yansımasıdır. Sağduyuya eklendiğinde, şa­ rapla alkolün karışımı gibi etkiler. Arada bir dağıttığı olur. Volta­ ire’de yumurcağa benzeyen çok şey vardır, Camille Desmo­ ulins bir mahalle çocuğuydu. İnançsız biri olan Chapoionnat Paris sokaklarının tümünü arşınlamıştı. Paris’in afacanı saygılı, alaycı ve küstahtır. Kötü ve az bes­ lendiği için ve midesinden rahatsızdır ve sağlam dişi yoktur, ama işlek zekâsı onun en güzel gözlere sahip olmasını sağlar. Olanaklı olabilse cennetin merdivenlerini dörder dörder çı­ kardı. Körebe oyununda birincidir. Çamurlarda oynar, ama her­ hangi bir kargaşada en önden koşar. Yaylımateşi bile umursa­ madan fırlar. Sokak çocuğu ansızın kahraman kesilir. Trampet­ çi Bara bir Paris çocuğuydu. Birden «Marş» diye bağırıp kahra­ manlığa geçerdi. Çamurlarda büyümüş yumurcak, eşsiz bir idealistti, Moli­ ere’e ve Bara’ya dek ulaşan bir kanat açmıştı. Özetlemek gerekirse, yumurcağın sadece mutsuz olduğu için eğlendiğini ifade edebiliriz. 10 VE PARİS... Tekrar özetlemek gerekirse Parisli afacanın, alnında koca­ mışlık çizgileri taşıyan bir çocuk- ulus olduğunu belirtebilirim. Afacan, mensubu olduğu ulusun süsü, fakat aynı zamanda hastalığıdır. Ama bu hastalık nasıl sağaltılır? Işık ve ilimle. Aydınlık sağaltır. Işık aydınlatır. En yüce toplumsal töreler bilimden, yazından ve sanattan 546

kaynaklanır. İnsan yetiştirmek için onları aydınlatın. Aydınlatın ki onlar da karşılık olarak sizi ısıtsınlar. Er geç, dünyevi eğitimin o kusursuz soruna, kesin gerçeğin sarsılmaz yetkesiyle zorun­ lu kılınacak ve işte o zaman ülkeyi idare edenler, bir tercihe zor­ lanacaklar. Fransa'nın çocukları mı? Yoksa Paris’in haşarıları mı? Aydınlıkta yalazlar mı, yoksa gölgelerdeki parıltılar mı? Yumurcak Paris'i anlatır, Paris de dünyayı. Çünkü Paris birleşik bir bütünüdür, Paris insanoğlunun koru­ nağıdır. Bu güzel şehir, ölü törelerin ve canlı törelerin özetidir. Paris’i gören bazen gökleri ve gezegenleri de seçerek dünyayı gördüğüne inanır. Paris’te Kapitol, bir Belediye Sarayı, bir Sa­ int-Antoine Mahallesi var. Sorbon Notre-Dame Panthéon, İtal­ yan Caddesi var. Kamuoyu vardır; işkencenin yerine komik ola­ nı koyar. Milli giysilerine sadık kalan kişilerin ismi «kibarlık bu­ dalasıdır, sağdaki insanların adı «varoluş»tur, İstanbul hama­ lının ismi orada «Halleslerin Güçlüsü»dür, Napoli’nin baldırıçıp­ laklarının ismi orada «it kopuk takımı»dır, Londra haytası orada «züppe»dir. Başka yerlerde olan her şey Paris’te de vardır. Du­ marsain’nin balıkçı kadını, Eurides’in ot satıcı kadınına karşılık verebilir; Vejanus’un disk fırlatıcısı, ip cambazı Porioso’da can­ lanır; Therapontiganus Miles humbaracı Vadenbonceour’le ge­ zebilir; nalbur Damassippe, ikinci el eşya satıcıları arasında bahtiyar olurdu. Agora nasıl Diderot’nun hoşuna giderse, Vin­ cennes de Sokrates’in beğenisini kazanırdı. Curtillus’in kirpi kı­ zartmasını bulması gibi, Grihond de la Reyniére de, içyağında pişmiş dana pirzolasını bulmuştu; Etoile Meydanındaki Zafer Takı’nın kubbesi altında, Plautus’daki trapezin tekrar ortaya çık­ tığını görüyoruz; Apulea’nın sur kapısında karşılaştığı, Poeci­ le’nin kılıç yiyicisi Pont-Neuf’ün kılıç yutucusudur. Rameau’nun yeğeni ile parazit Curculion bir ikili oluştururlar. Ergasilus, ken­ disini d’Aigrefeuille tarafından Cambacérés’in evine davet etti­ rebilirdi; Romalı dört giyinme budalası Alcesimorchus, Phoed­ romus, Diabolus, Argyrippa, Labatus posta arabasıyla, Courtil­ le’den doğru gelirler; Aulu-Gelle, Congrio’nun önünde, Charles 547

Nodier'nin kuklanın karşısında durduğundan daha fazla dur­ maz; Marton bir dişi kaplan sayılmaz fakat Pardalisca da bir ca­ navar değildir; müzisyen Pantolabus, Café Anglais’de düşkün Nomentanus’la eğlenir. Hermogenes Champs-Eylsées’de şarkı okur; hayta Thrasius etrafındakilerden bahşiş ister; ceketinizin düğmesini çekip sizi Tuillereise’de durduran kaba adam, size Thesprion’un iki bin yıllık karşılığını verir: «Paltomun eteğinden tutan kim?» Suresnes şarabı Albe şarabını taklit eder, Désaugi­ ers'in kırmızı kupası Balatron’un büyük kupasını dengeler; Pé­ re-Lachaise karanlığın yağmurları altında Esquillies’deki ışıltısı­ nın benzerini ortalığa yayar, beş yıllığına satın alınan fukara mezarı, esirin kirayla alınan tabutunun karşılığıdır. Paris’te yok yoktur. Trophonius’un fıçısında bir şey olmasın ki, Mesmer’in kovasında bulunmasın; Ergaphilas Cagliostro’da bir daha doğar, Brahman Vâsaphantâ Saint-Germain kontunun bedeninde tekrar canlanır; Saint-Médarda mezarlığı da Şam’daki Urumiye Camii kadar, her şeyden olağanüstü mucize­ ler yaratır. Paris’in bir Ezop’u vardır: Meyeux, bir de Candide’si: Made­ moiselle Lenormand. Delfi gibi Paris de, hayalin şimşek gibi gerçeklerinden çekinir; Dodone’nin sehpaları döndürmesi gibi masaları döndürür. Roma’nın nazik fahişeyi tahta oturması gibi, Paris de kaldırım kızını tahta oturtur; en sonunda, XV. Louis Claudius’tan daha kötüyse de, Madame du Barry Meselina’dan daha iyidir. Paris, yaşanmış olan, bizim de ta yanından geçtiği­ miz görülmemiş, işitilmemiş bir biçimde Yunan çıplaklığını, İb­ rani yarasını, Gaskonya şakasını birleştirir. Diogenes’i, Job’u, Paillaesse’ı karıştırır, Constitutionnel'in eski sayılarıyla bir hort­ lağı giydirir, Chodruc Duclos’yu yaratır. Her ne kadar Plutarcus: «Zorba ihtiyarlatmaz» derse de, Ro­ ma Domitianus idaresinde olduğu gibi Sylla'nın idaresine de ita­ at ediyor, gönüllüce katlanıyordu. Tevere ırmağı suyu, insana her şeyi unutturan cehennem ırmağına benziyordu; Varus Vi­ biscus’un onun hakkındaki biraz bilgiççe övgüsüne inanmak 548

gerekirse: Paris günde bir milyon litre su içiyor fakat bu onun gerektiğinde, toplanma borusu, ya da alarm çanı çalmasını ön­ lemiyor. Bunun dışında, Paris şakraktır, uysaldır, saftır. Her şeyi ku­ sursuz kabul eder; Venüs konusunda o kadar özenli değildir; onun Callipyge’i(*) Hotantolu’dur; her şeyi bağışlar, yeter ki gül­ sün; çirkinlik ona haz verir, biçimsizlik keyfini cilalar, fenalık eğ­ lendirir; neşeli olun, bir hayta olabilirsiniz; riyakârlık bile, şu üs­ tün utanmazlık, onu isyan ettirmez; o kadar edebiyatçıdır ki Ba­ sile’in(**) karşısında burnunu tıkamaz, Horatius nasıl Priapos’un «hıçkırık tutmasından» çekinmezse, o da Tartuffe’ün duasın­ dan etkilenmez. Paris’in yüzünde evrensel yüzün hiçbir çizgisi eksik değildir. Mabille balosu İanicula’nın vakur dansı değildir fakat tıpkı arabulucu kadın Sataphüla’nın, bakire Planesium’u gözleriyle yemesi gibi, bohçacı kadın da güzel elbiseli uçarı ka­ dını gözleriyle yer. Combat’ın giriş kapısı bir Coliseum değildir fakat Sezar’ın bakışları altındaymışçasına orada herkes vahşi­ dir. Suriyeli meyhaneci kadın, Saguet Ana'dan daha kibardır fa­ kat Vergillius’un Roma meyhanesine sık sık uğraması gibi, Da­ vid d’Angers, Balzac, Charlet Paris koltuk meyhanesinde masa başına kurulmuştur. Paris saltanat sürer. Dehalar alev gibi par­ lar orada, nabza göre şerbet veren politikacılar orada başarı kazanır. Adonis oradan gökgürültülü, yıldırımlı on iki tekerlekli savaş arabasıyla gider; Silene eşeğinin üzerinde içeri girer. Si­ lene demek, Ramponneau demektir. Paris, dünyayla eşanlamlıdır. Paris demek, Atina, Roma, Kudüs demektir. Bütün uygarlıkların beşiğidir, bütün barbarlık­ ları da bağrında besler. Paris’te giyotin olmasaydı, Paris Paris olmazdı. İdamların infaz edildiği Grève Meydanının da kendince albe­ nisi vardır. Baharatı olmasa, bu bitmek bilmeyen şenliğin tadı kalır mıydı? (*) 15. yüzyılda yaşamış simyacı Basile Valentin, kloridrik asidi bulmuştur. (**) Latince: «Hiçbir değişiklik yapılmamak şartıyla.»

549

11 EGEMENLİK VE EĞLENCE Paris sınırsızdır. Hiçbir şehirde olmayan bir özelliği vardır onun. Etkisine aldıklarıyla, çoğu zaman da eğlenir de. Büyük İs­ kender: «Ey AtinalIlar! Size hoş görünmek çok zor!» diye haykı­ rıyordu. Paris kanundan da öndedir, moda yaratır; Paris kanu­ nun da fazlasını yaratır. O modayı yönetir. Modadan fazlasını yapar, huyları düzenler. İstediği zaman, Paris ahmak olabilir, za­ man zaman, bu kaprisini yerine de getirir, fakat o zaman bütün evren de, onunla ahmaklaşır. Fakat O birden uyanır, gözlerini oğuşturur. «Ne sersemim!» der ve insanların yüzüne güler. Böy­ le bir şehir, ne harikadır, ne muhteşemdir. Bu yüce ile maskara­ nın arasının iyi olması, bütün bu ihtişamın, bütün bu komik şey­ lerle huzursuz edilmemesi, aynı ağzın bugün kıyameti haber ve­ ren İsrafil’in surunu üflemesi gibi, kamış düdüğü çalabilmesi ne tuhaf bir şeydir! Paris’in hiçbir şehre nasip olmayan bitmek bil­ mez bir neşesi vardır. Onun bu sevinci yıldırımlar saçar, şakala­ rı sanki göz kırpar, kahkahası dünyayı tutar. Düşüncelerini de, karikatürlerini de diğer uluslara benimsetir. İnsanlık uygarlığının en önemli anıtları bile onun bu yaptıklarına boyun eğer. Paris kusursuzdur, dünyayı kurtaran bir «14 Temmuz»u ya­ rattı. 4 Ağustos gecesinde üç saatte, bir yıllık feodaliteyi yıktı. Mantığını dünyevi bir istem haline getirdi. Yeni Dünyaya bile ışık verdi. Washington, Kosciusko, Boli­ var, Botzaris, Riego, Bem, Manin, Lopez, John Brown, Garibal­ di gibi ünlülere de el verdi. Geleceğin parıltılı yerlerinde onu bu­ lursunuz. 1779 yılında Boston’da, 1820’de Leon Adasında, 1848’de Petch’de 1860’da Palermo’da olacaktır. O büyülü söz­ cüğü, Özgürlük’ü dilinden düşürmez. O bu parolayı Harper’s Ferry’de toplanan Amerikan kölelik karşıtlarının kulaklarına fı­ sıldadı ve deniz kıyısında Ancone’da vatanseverlere bu sözü duyurdu. Dünyayı aydınlatan bir meşaledir o. Onun güçlü solu­ ğuna kendisini bırakan İngiliz ozanı Lord Byron, onun buyru­ ğuyla gittiği Missolonghi’de öldü. Mazet, Barselona’da son ne­ 550

fesini verdi. Paris Mirabeau’nun etkisinde hatip; Robespierre’in çağında lav püsküren bir volkan oldu. Kitapları, eserleri, tiyatro­ su, sanatı, bilimi, yazını ve felsefesi yeryüzünün abecesidir. Pascal, Régnier, Corneille, Descartes, Jean Jack Rousseau, Voltaire gibi benzersiz dehalar yetiştirdi. Asırlar boyu adını unutturmayacak bir Moliere'i besledi. Dilinin, yani Fransızcanın evrensel bir dil olması zorunluğunu herkese kabul ettirdi. Paris sürekli güzel dişleriyle gülümser, kimileyin homurdanır, fakat o yine de güler. Evet işte Paris, çatılarında uçuşan dumanlar, ev­ rensel düşüncelerdir, o büyükten bile daha büyük, o yücedir. Ni­ ye mi çünkü kendisine güveni ve cesareti vardır. Evet ataklık, cesaret, gelişim ancak böylece kazanılır. En büyük utkular, atılım ve cesaret gösterilerinin meyveleri değil midirler? İhtilal’in başlatılması için Montesquieu’nün önse­ zileri, Diderot’nun vaazları, Beaumarchais’nin bildirileri, Con­ cordet’nin tasarıları, Arouet’nin hazırlıkları ve Rousseau’nun ayarlamaları az geldi. İhtilal’i Danton başlattı, evet, o bu cesa­ reti gösterip ilk adımı attı. Cesaret ne büyülü bir sözcük!.. İnsanlığın gelişmesi için, zirvelerde sürekli olarak görkemli cesaret örnekleri bulunması gereklidir. Korkusuzluklar tarihi parlatır, insanlığın en büyük ışığıdır o. Tan atımında cüret edi­ yor. Denemek, kafa tutmak, direnmek, dayanmak, kendi kendi­ ne bağlı kalmak, alınyazısına göğüs germek, bize verdiği kor­ kuyla kazayı şaşırtmak, zaman zaman haksız güce karşı çık­ mak, zaman zaman sarhoş utkuya hakaret etmek, meydan okumak; işte ulusların gereksindikleri örnek, onları elektriklen­ diren ışık. Aynı korkunç şimşek, Prometheus’un meşalesinden Cambronne’un piposuna uzanır. 12 HALKIN SAKLI CEVHERİ Paris halkı, asla büyümeyen bir çocuktur, bir yumurcak, bun­ dan dolayı biz de, bu küçük serçeyi daha iyi tanıyabilmek için, bu kartalı inceledik. 551

Parisli türü, aslında sahiden mahallelerde kendisini gösterir. Safkan Parisli’yi mahallede bulabilirsiniz. Paris’in asıl yüzü ora­ dadır, acı çekmek ve emek, işte insanoğlunun iki yüzü. Burada hamaldan seyise, her türlü zor işleri yapanlar vardır. Bunlara, baldırıçıplak derler. Söylemesi kolay, böyle olmakla yalınayak gezmekle kimseye zarar vermiyorlar. Okumayı bile bilmiyorlar, ne üzücü. Bunun için onları kendi kendilerine bırakmak, onlara el vermemek mi gerekir? Lanetlenmiş olmaları kendi suçları mı? Onlar da, belki fukara doğmak istemediler. Bu yığına ışık tutulamaz mı? Evet, bu kelimenin burada büyülü bir gücü var. Işık, evet ışık. Evet, onları aydınlatarak belki hale yola koyabili­ riz. İhtilal de birer biçim değişimi değil midir? Ha gayret, filozof­ lar «öğretin, aydınlatın, yüksek sesle düşünün, yüksek sesle konuşun, güneş altında zevkle konuşun, halkın toplandığı her yerde bir şeyler anlatın, abeceler dağıtın, insan haklarını insan kardeşlerinize öğretin, Marseillaises’yi(*) tüm sesinizle okuyun, heyecan tohumları ekin, meşe ağaçlarının o yeşil fidelerini ayık­ layıp, yeni düşünceleri yayın. Düşüncenin bir girdap olmasını sağlayabilirsiniz. Prensiplerden ve erdemlerden yararlanmayı öğrenelim. Bu çıplak bacaklar ve kollar, bu pılı pırtıya bürülü yoksul yığın, cehalet ve gölgeler idealinin fethi için, ne de iyi kullanılır. Halkı ilgiyle inceleyin ve işte o zaman, gerçeği sezer­ siniz. Ayaklarınızın çiğnediği bu toprak ve kumu ateşe atın, onu eritin, onun güzel bir kristale dönüştüğünü görürsünüz, işte bu kristal, halkın içindeki o gizli cevherdir. Bu cevher yardımıyla Galilée ve Newton yıldızları buldular.» 13 GAVROCHE Bu hikâyenin daha önceki sayfalarında değindiğimiz olaylar­ dan sekiz-dokuz yıl sonra, Temple civarında on, on bir yaşların­ da bir erkek çocuğuna rastlanırdı. Yukarıda tanımladığımız yu­ (*) Marseillaises (Marseyez); Fransa Ulusal Marşı.

552

murcak karakterinin kusursuz bir örneğiydi o. Ne yazık ki, du­ daklarında sürekli bir gülüş olmasına rağmen, kalbi karanlık ve boştu. Giydiği eprimiş pantolonu babasından almadığı gibi, üzerin­ deki eski gömleği de annesi vermemişti. Kimliği meçhul kişiler, ona acıdıklarından bunları vermişlerdi. Aslında o yetim bir ço­ cuk değildi, bir ailesi vardı. Fakat babasının benimsemediği bu çocuğu annesi de sevmezdi. Ailesi olduğu halde, öksüz olan bu çocuklar, en zavallı tiplerdir. Aile bir tekmede onu sokağa atmıştı. O da uçmayı deneyen bir kuş gibi kanatlanmıştı ve yaşama­ ya çalışıyordu. Uyanıktı. Hasta yüzlü, renksiz yanaklı, parlak gözlü bir ço­ cuktu. Gider gelir, hiç için çınlayan kahkahalar atar, dudakların­ dan ıslığı ve şarkıyı eksiltmezdi. Çöplükleri karıştırır, arada bir, bazı şeyler de aşırırdı. Açlıktan kuyruğu titretecek değildi ya! Evsiz olması bir yana, her zaman yiyecek de bulamazdı. Ama, özgürlük her şeyden önemliydi... O kendini mutlu sayardı. Böyle çocuklar yetişip erginlik çağına girdiklerinde, kaderin baskısı onları ezip geçer, fakat çocuk olmaları onları korur. En küçük bir oyuk onlar için sığınaktır. Kendi başına buyruk bu çocuk iki, üç ayda bir «Gidip anne­ mi göreyim,» der, o zaman caddelerden ayrılır, Salp-Triere Ma­ hallesine dek yürür ve okurumuzun çok iyi tanıdığı Gorbeau Harabesine uğrar, 50-52 numaralı kapıyı tekmelerdi. Daha ön­ ceki yıllarda, neredeyse boş duran Gorbeau, o yıllarda bazı ki­ racıları, yıkıntı duvarları arasında barındırırdı. Jean Valjean’ın oda kiraladığındaki o yaşlı kapıcı kadın öl­ müş, yerini başka biri almıştı. Bir bilgenin çok isabetlice: «Her zaman böyle cadılara rastlanır,» demesi gibi... Yeni kapıcının adı Bayan Burgon’du. Papağan yetiştirmek­ ten başka hüneri olmayan, kendi halinde ve lafazan bir kadın­ cıktı. Bu virane odalarda yaşayan fukara aile, anne, baba ve iki 553

yetişkin kızdan oluşuyordu. Baba, odayı kiralarken adının Jond­ rette olduğunu söylemişti. Bir zaman sonra, neredeyse hiç eş­ yasız taşınmıştı. Merdivenleri temizleyen kapıcı kadına şöyle dedi: «Hanımanne, olur ya biri, bir PolonyalI, bir İtalyan ya da bir İspanyol’u ararsa hemen bana haber ulaştır, e mi.» Bu aile demin tanımladığımız o güler yüzlü, yalınayak gezen sokak çocuğunun ailesiydi. Afacan buraya uğradığında, yoksul­ luktan başka bir şey bulamazdı ve daha da kötüsü, kimse ken­ disini gülerek karşılamazdı. Odanın ocağında ateş yanmadığı gibi, ailesinin kalbi de ona kapalıydı. Geldiğinde, annesi ona so­ rardı: «Nereden geliyorsun?» Çocuk: «Sokaktan.» Giderken kadın tekrar: «Nereye gidiyorsun?» diye sorardı. «Sokağa,» derdi beriki. O zaman annesi bir daha sorardı: «Niye geldin ki?» Bu çocuk mahzenlerdeki yosunlar gibi sevgisiz büyümüştü. Bir ailenin ne ifade ettiğini bile bilmezdi. Çünkü annesi kızlarını severdi, oğlunu asla sevmemişti. Temple Caddesinde, sürtüp duran bu yumurcağın adının Gavroche olduğunu belirttik. Neden ona bu ismi vermişlerdi? Kim bilir, belki de Jondrette adlı bir babanın oğlu olması yüzün­ den... Bu kiracıların kaldıkları oda, koridorun bitimindeki odaydı. Yandaki odada Mösyö Marius adlı yoksul bir genç vardı. Şimdi onunla tanışalım...

554

İKİNCİ KİTAP BÜYÜK KENTSOYLU 1 OTUZ İKİ DİŞ-DOKSAN YAŞ Normandiya Sokağı, Boucherat Sokağı ve Saintonge Soka­ ğında hâlâ yaşayan birkaç kişi, Mösyö Gillenormand isimli bir kentsoylu hatırlar ve ondan sevgiyle söz ederler. Kendilerinin henüz çocuk sayıldıkları bir yaşta, bu beyefendi epeyce koca­ mışmış. «Mazi» adlı gölgeler kümesine, bir göz attığımızda, onun oluşturduğu karartıya benzeyen şeylerin Temple Sokağı civa­ rında bulunduklarını göreceğiz. Bu sokaklara XIV. Louis zamanında bütün eyaletlerin ismini vermişlerdi, tıpkı günümüzde yeni kurulan Tivoli Mahallesi so­ kaklarına Avrupa başşehir adlarının verilmesi gibi; yeri gelmiş­ ken söyleyelim, ilerlemenin somut bir belirtisidir bu. 1831 yıllarında Mösyö Gillenormand geçkin yaşına rağmen, çok zinde, çok uyanıktı. O farklı bir devrin insanıydı. Uzun yaşa­ dığı için ve bir zamanlar çağdaşlarına benzediği için artık günü­ müzde kimseye benzemeyen kendine özgü biriydi. Tipik kent­ soylu sayılırdı. Gururluydu, asillerin unvanlarıyla övünmeleri gi­ bi, o da böyle olmaktan gurur duyardı. Sözünü ettiğimiz yıllarda, doksanını geçmiş olan bu ihtiyar adam hâlâ dimdik yürür, bağı­ rarak konuşur, iyi görür, şarabını sek içer, çok yemek yer ve ho­ rultuyla uyurdu. Otuz iki dişini inciler gibi korumuştu, ağzında sa­ pasağlam dururlardı, sadece okurken gözlük kullanırdı. 555

Epey hovarda olduğunu söylenirdi, ama on yıldan beri ka­ dınlardan vazgeçtiğini söylerdi. Artık albenisinin kalmadığını söyler, ama bunun nedenini kocamışlığına değil de, yoksulluğu­ na yorardı. «Fazla yaşlıyım» demez, «çok yoksul olduğum için» derdi. Sürekli aynı sözleri söyler dururdu: «Ah işimde batmamış olsaydım!..» Yıllık geliri sadece on beş bin frank tutardı. Oysa onun hayali, sevgililerini ağırlamak için üç bin franklık bir para­ ya sahip olmayı gerektiriyordu. Hayat boyu kendilerini ölüm dö­ şeğinde sanan doksanlık geçimsiz ihtiyarlardan farklıydı. Bu ih­ tiyar delikanlı hiç hastalanmamıştı. Hemen parlardı, bir bardak suda fırtına koparmak en büyük eğlencesiydi. Kendisine karşı çıkanı bastonuyla kovardı. 17. yüzyılda olduğu gibi karşısında­ kiler döverdi. Elli yaşını geçmiş ve hiç evlenmemiş kızına, se­ kizinde bir kız gibi davranırdı. Onu çocuk gibi kırbaçlamaya ba­ yılırdı. Uşaklarını hiç için azarlar, onlara ağır küfürler ederdi. Kimseye benzemeyen huylara sahipti, kendisinden nefret eden ve bir ara delilerevine tıkılmış berber, hemen her gün onu tıraş ederdi. Adam Mösyö Gillenormand’ı güzel karısına göz dikti diye -güzeldi karısı- kıskanıyordu. Bay Gillernormand her konuda kendi anlayış; ve sezgisine hayrandı, çok akıllı olduğu­ nu öne sürerdi; işte bir sözü: «Sahiden de epey anlayışlıyımdır; beni bir pire ısırdığı zaman hangi kadından aldığımı bilirim.» En fazla kullandığı kelimeler «hissiyat sahibi adam» ile «doğa»ydı. Mösyö Gillenormand her tartışmada kendi fikirlerini karşısın­ dakilere kabul ettirmeye çalışır, kendi zekâsına hayli güvenirdi. Kendince bir espri anlayışı vardı. Şöyle derdi: «Uygarlık nere­ deyse her şeyden az az toplamıştır. Hatta beraberliğin bile hoş yanlarını almıştır. Avrupa bu örneklerden küçük çaptakileri, As­ ya ve Afrika’dan almıştır. Kedi bir salon kaplanı değil mi? Ker­ tenkelenin timsahtan ayrımı ne? Opera dansözleri o pembe be­ yaz güzel kızlar, birer yamyam değiller mi? Erkeklerin etlerini değil, fakat paralarını yemezler mi? Hele büyücü kadınlar, onlar da erkeği istiridyeye dönüştürüp yutuyor ya. İşte gelenekler, biz yutmuyor, kemiriyoruz; yok etmiyor, tırmalamakla kalıyoruz.» 556

2 KENTSOYLUYA UYGUN BİR BARINAK Mösyö Gillenormand, Marais Mahallesinde, Calvarie Kızları Sokağındaki 6 numaralı evde yaşardı. Evin sahibiydi. Fakat o günden beri, ev yıkılıp tekrar yapıldığında numaralarda değişik­ lik olabilir. Gillenormand birinci katın geniş bir dairesinde yaşar­ dı. Odalar tavanlara değin değerli Gobelin halılarıyla kaplıydı. Çoban kızlarının aşklarını betimleyen bu halılardaki temalar, salon koltuklarında yinelenirdi. Karyolası, kusursuz bir Coro­ mandel bölmesiyle gizlenirdi. Kornişlerden kıvrılarak sarkan gü­ zel kadife perdeler göz alırdı. Salonun hemen açıldığı bahçeye on beş yirmi basamakla gidilirdi. Doksanlık dostumuz güzel ha­ valarda birkaç kez, bahçeye rahatça inip çıkardı. Epey sevdiği bir özel salonu daha vardı ki, konuları erotik bir hasırla bezeliy­ di. XIV. Louis’nin tutsaklarının işledikleri bu güzel resimlerin te­ ması aşk’tı. Gillenormand iki kez dünyaevine girmişti. Sosyal konumu, bir saraylı ile bir devlet adamı arasıydı. İsterse epey neşeli ve alımlı olabilirdi. Gençliğinde kadınlarca hep aldatılan erkeklerdendi. Böyleleri yasal eşleri tarafından boynuzlanır, ama kapatmaları onlara tapar ve sadık kalır. Çünkü bunlar, çok somurtuk eşler, ama çok cana yakındır. Resimden biraz olsun anlardı. Hatta salonunda Jordaens fırçasından çıkma kusursuz bir portre vardı. Gillenormand’ın giyimi de epey farklıydı. XV. ve XVI. Louis modalarını asla benimsememişti. Direktuvar döne­ minin modasına uygun giyinirdi. O yıllarda kendisini henüz genç sayan kentsoylu yaşam boyu bu modaya bağlı kaldı. Ge­ niş klapalı devrik yaka, ince yünlü giysinin kuyruklu ceketi ve parlak düğmeler. Dize inen kısa bir pantolon, tokalı ayakkabı­ lar... O ellerini sürekli cebinde tutar ve tartışma istemez bir sesle: «İhtilal bir yığın sankülotun oluşturduğu bir topluluğun başı­ nın altından çıktı» derdi. 557

3 LUC-ESPRİT(*) On altı yaşın hükmünü sürdüğü günlerde Gillenormand bir akşam operada iki olgun fakat güzel kadının ilgisini çekme mut­ luluğuna ulaştı. Bu ünlü kadınlardan biri Gamargo, diğeri Sal­ le'ydi. Fakat bu güzel kadınları kendisine uygun bulamayan Gil­ lenormand, ikisinden de uzaklaştı ve henüz on altısındaki alım­ lı bir dansözü seçti. O ilk aşkını uzun yıllar unutmadı ve ondan hep coşkuyla söz etti. Gençlik yıllarında çok farklı şekilde giyi­ nir, en taşkın modaları sınardı. Yirmisindeyken, kendisini tanı­ yan Madam Bouffers onun için şöyle demişti: «Alımlı biri, ama biraz deli.» Mösyö Gillenormand, güncel siyaseti eleştirir, gazetelerde okuduğu ünlü kişilerin adlarını sıradan ve anlamsız bulurdu. Alayla gülerek sürekli aynı şeyleri söylerdi: «Aman Tanrım, tam sankülot isimleri. Verbiere, Humann, Gasimir Perier ismini taşı­ yan kişiler de kim? Bu gidişle kendi ismimi gazetelerde görsem hiç şaşmam. Evet, Bakan Mösyö Gillenormand, neden olmasın? Aman Tan­ rım devlet de iyice sapıttı!» Her şeyi açık seçik adıyla çağırır, sövmekten çekinmezdi. Kadınların karşısında bile en galiz kü­ fürleri basardı. O, yaşadığı çağın değil, artık mazide kalan bir çağın adamıydı. Onun isim babası epey ünlü olacağını sezmiş gibi ona şu ismi vermişti: Luc-Esprit. 4 DALYA! DEME BEKLENTİSİ Gillenormand, Loulins Kolejinde eğitim görmüş ve zeki bir öğrenci olduğundan, ödül olarak bir taç kazanmıştı. Tacı Nive­ rais dükü başına takmıştı. Gillenormand onu habire Nevers Dü­ kü diye çağırırdı. Bu ödül töreninin parlak anısı onda hiç silin­ (*) Luc: Işık, aydınlık, Esprit: Ruh, zekâ.

558

meyecekti. Ne İhtilal, ne kralın idamı, ne Napoleon, ne de Bo­ urbonlar’ın tahta geri dönmeleri ona bu muhteşem günü unut­ turacaktı. Nevers Dükü’nü çağın en asil kişisi bellemişti. Göğ­ sünü kuşatan mavi kordonla dük ne kadar alımlıydı. Mösyö Gil­ lenormand’a bakılırsa, II. Katerina, Polonya’nın dağılmasını ba­ ğışlatmak için Bestucheff’den «Altın iksiri» üç bin rubleye al­ mıştı. Kendisi buna «Bestucheff’in sarı ilacı» diyordu. Bunlar General Lamotte’un damlalarıydı. 18. yüzyılda şişesi bir altı­ naydı ve aşkın oluşturduğu, özellikle frengi ve belsoğukluğu gi­ bi hastalıklara iyi geldiği söylenirdi. XV. Louis bu ilaçtan tam iki yüz şişeyi, Papa’ya yollamıştı. Mösyö Gillenormand kral yanlı­ sıydı. Bourbonlar’a tapardı. İhtilal’den her zaman nefret etmiş­ ti. «Korku çağı»nda nasıl kaçtığını sürekli anlatır ve başını kur­ tarmasını zekâsına borçlu olduğunu da söylerdi. Karşısında genç bir adam Cumhuriyet’i övecek olsa, öfkeden delirirdi. Kimi zaman hep aynı sözleri söylerdi: «Umarım bir daha şu lanet olası doksan üç tarihine gitmem!» Ama hemen sonra da, yüz yaşına kadar yaşamaya kararlı olduğunu söylerdi. 5 BASQUE İLE NİCOLETTE Kendince teorileri vardı, sürekli aynı şeyi savunurdu: «Kadınlardan hoşlanan bir erkeğin, sevmediği, çirkin ve ge­ çimsiz, fanatik ve üstelik haset duyan bir eşi varsa; evinde hu­ zur bulmak için tek yola başvuracak: kasanın anahtarını eşine verecektir. İşte salt o zaman özgürlüğüne kavuşur. Kadın ev iş­ lerine, harcamalara kendisini o kadar kaptırır ki, kocasının ya­ kasından düşer. Avukatlar ve noterlerle işbirliği eder, alır, satar, sözleşmeler yapar, davalar açar, öyle aptalca işler yapar ki, so­ nunda eşinin servetinin dibine darı eker ve onu batmaya götü­ rüp intikam alır.» Evet işte, Mösyö Gillenormand bu kurala uymuş ve bu yüz­ den de epey önemli bir servetin çar çur edilmesine neden ol­ muştu. Onun ikinci karısı, adamın servetini öyle bir savurmuştu 559

ki, kadının ölümünün ardından Gillenormand yıllık on beş bin franklık bir parayla kalacaktı. Bu servetin de dörtte üçü kendi ölümüyle gidecekti. Fakat bu mirası bırakmaya niyeti olmayan Gillenormand’ı o kadar etkilemiyordu. Aslında o, aileden kalan mirasların milli gelire dönüştüğünü defalarca görmüştü. Yukarıda söylediklerimizi, bir kez daha söyleyelim. O Calva­ ire Kızları Sokağındaki güzel ev, kendi malıydı. İki hizmetçisi vardı, biri erkek, diğeri kadın. Mösyö Gillenormand evine bir uşak aldığında onun ismini değiştirir, adama doğduğu yerin adı­ nı verirdi. Örneğin, Nimes, Comte, Potevin, Picardis... Son uşa­ ğı elli beşinde, tıknaz ve astımlı bir adamdı. Fakat güney illerin­ den Beyonne’da olduğu için Mösyö Gillenormand onun Basque olduğuna karar vermiş ve onu «Bask» diye çağırmıştı. Kadın hizmetçilerinin hepsine Nicolette ismini verirdi. Hatta daha son­ raki sayfalarda değineceğim Magnon’a bile... Günün birinde, burnu yücelerde bir aşçı kadın kapısına geldi. Mösyö Gillenor­ mand sordu: «Ayda kaç frank istersiniz?» «Otuz frank,» dedi kadın. «İsminiz ne?» «Olympie, efendim.» «Eğer Nicolette ismini kabul edersen, sana ayda elli frank öderim.»

6 MAGNON VE MİNİK YAVRULARI Mösyö Gillenormand acılandığında, öfkelenirdi: Acı de onu kabalaştırırdı. Sayısız önyargısının olmasının yanı sıra, her şe­ yi kendisine hak tanırdı. En büyük beğeni kaynaklarından biri, hâlâ zinde kalması ve herkesin kendisini alımlı ve genç bulma­ sıydı. O buna «krallara has bir talih,» derdi. Ne yazık ki, bu kral­ lara has talih, zaman zaman başına bela açardı. Bir gün, kapı­ sına bir sepet bırakıldı. Sepetin içinde tombul bir yeni doğmuş bebek, çığlık çığlığa ağlıyordu. Altı ay önce evden atılan bir hiz­ metçi, çocuğun Mösyö Gillenormand’ın oğlu olduğunu söylü­ 560

yordu. Mösyö Gillenormand o sıralarda bal gibi seksen dördün­ deydi. Bu ne küstahlık, ne alçaklıktı! Şu yosma kız, nasıl böyle bir karaçalabilirdi ona? Bay Gillenormand’ın yakınları ve kom­ şuları, bu skandalın aslı olmadığına yeminler ediyorlardı. Oysa Mösyö Gillenormand oralı olmamıştı. O alabildiğine sakindi. «Niye olmasın,» diye direndi, «Bunda hayret edecek ne var ki? Siz bir şey bilmezsiniz! Majeste IX. Charles’in gayrı meşru oğlu Angoûleme Dükü seksen beşinde evlenmişti, üste­ lik, on beş yaşlarında bir tazecikle. Yine Mösyö Virginal, Kardi­ nal de Sourdis’nin ağabeyi de, bir hizmetçi kızdan seksen be­ şinde bir çocuk peydahladı. Bu aşk çocuğu, gelecekte ünlenip çağın en renkli, en havalı adamlarından biri olan, bir Malta Şö­ valyesiydi; hovarda bir devlet adamı. Piskopos Tabaraud da, seksen yedisinde bir babanın oğlu değil miydi? Bunlar normal şeyler. Kutsal Kitapta böylesi sayısız örnek var. Fakat yine de, bu çocuğun benden olmadığına yeminler ederim. Fakat ona iyi bakılsın, çocuk kabahatli değil ki...» Magnon isimli hizmetçi kız bir yıl sonra, yine sepet içinde ikinci bir bebeği gönderdi evin kapısına. Bu da bir erkek çocu­ ğuydu. Fakat bu kez, Mösyö Gillenormand boyun eğmek zorun­ da kaldı. Yavruların analarına ayda seksen franklık bir gelir bağlattı, bu para çocukların büyütülmesinde kullanılacaktı. Kimi zaman Gillenormand oğullarını ziyarete giderdi. Papaz olan bir kardeşi vardı ki, adam otuz üç yıl Poitiers de papazlık ettikten sonra, yetmiş dokuzunda ölmüştü. Ondan söz eden Mösyö Gillenormand: «Kardeşim dal gibiyken öldü,» der­ di. Ardında canlı bir şey bırakmayan bir din adamı, aslında önemsiz, ama çok hasis biriydi. Arada bir yolda karşılaştığı di­ lencilere sadaka verirdi. Fakat piyasada artık geçmeyen, para­ lardan verirdi ve böylece cennete cehennem yolundan gitmenin çaresini bulurdu. Oysa ağabeyi olan dostumuz Gillenormand çok bonkör, tam bir centilmendi. O tam bir asil gibi, bol keseden sadaka verirdi. O sevecen, hayırsever, hışırtılı ve vicdanlıydı. Daha varsıl olsa, 561

çevresini, koruyacağı kişilerle doldururdu. Görkemli bir beye­ fendi olurdu. Fakat o her zaman büyük görür, her şeyde fiyaka arardı. Hatta madrabazlığın bile görkemli olmasını isterdi. Bir ara bir işadamı onu çok adice dolandırmıştı: «Yüce Tanrım, ne tuhaf!» diye bağırdı Gillenormand, «sizin adınıza utandım ina­ nın, benim gibi birini böyle dolandırmak yakışıksız, paramı çal­ dınız ama, bayağı ve çirkince... Ne günlere kaldık?..» İki kez evlenmiş ve bunlardan iki kızı olmuştu. İlk eşinden olan büyük kızı hiç evlenmemiş, ikinci eşinden olan kızı, genç yaşında, daha otuzuna varmadan ölmüştü. Bu kızı, bir aşk ev­ liliği yapmış ve Napoleon’un saflarında savaşan bir subayla ev­ lenmişti. Cumhuriyet ve imparatorluk ordularında savaşan bu delikanlı, Austerlitz Savaşında madalya almış, Waterloo Sava­ şında binbaşı olmuştu. Yaşlı kenter bu damadından söz eder­ ken «Ailemizin yüz karası!» derdi. Sürekli tütün çeker, dantel yakasını hızlı bir hareketle buruşturur ve Tanrı’ya o bile inan­ mazdı. 7 ZİYARETÇİLERİ GEÇ SAATLERDE GELİRDİ Evet işte Mösyö Luc-Eprit Gillenormand’ın portresini biraz­ cık çizmeye çalıştık. Saçları dökülmemişti. Demir grisi olan bu saçlarını bir aslan yelesi gibi sürekli kabartırdı. 18. yüzyılın tipik bir üyesiydi; uçarı ve yüce. Restorasyonun ilk günlerinde o zamanlar biraz daha genç olan Mösyö Gillenor­ mand altmış dördündeydi. Saint-Germain Mahallesinde oturur­ du. Seksenini arkada bırakıp, sosyete hayatından uzaklaştıktan sonra Marais Mahallesine taşındı. Kendisini yalnızlığa yargıladıktan sonra, kimi huylar da edin­ mişti. Gündüzleri asla ziyaretçi kabul etmiyor, kapısını kapalı tutuyordu. Ne kadar önemli olursa olsun gün ışığında asla kim­ seyi kabul etmezdi. 562

Akşam yemeğini saat beşte yer ve sonra gelenlere evini açardı. Bu gelenek de onun en sevdiği ve gençliğini geçirdiği çağa aitti. Bundan asla şaşmazdı ve sürekli aynı sözleri ederdi: «Günışığı zalimdir, panjurları kapalı tutmak gerekir. Kendini bi­ len kişilerin de zekâları göklerde yıldızların yükseldikleri anda parlar.» Herkese kapısını kapatırdı, Kral bile gelse gündüzleri ağırla­ mayacaktı. Bu da kendi çağının inceliklerindendi.

8 BİRBİRİ GİBİ OLMAYAN KIZ KARDEŞLER Yukarıda değindiğimiz kızlar on yıl arayla doğmuşlardı. Kar­ deş olduklarına bin şahit isterdi. Ne yüzleri benzerdi, ne de alış­ kanlıkları. Küçük kız parlak ruhlu, aydınlık yüzlü, şirin, güzel­ ceydi. O ışığı sever, şiir ve müzikle ilgilenirdi. Küçüklüğünden beri kahramanlığa, duygusallığa hayrandı. Büyük kız ise hayal­ lerinde çok varsıl bir eş adayını var ederdi. Bir milyoner ya da bir vali. Vali konağında verilecek balolar, salon kapısında bek­ leyen bir görevli, resmi ziyafetler, «Vali Beyin Eşi». İşte onun aklını dolduran da böyle şeylerdi. Kız kardeşler kendi düşlerin­ de yarattıkları o farklı dünyalarda yaşarlardı. Her ikisinin de ka­ natları var gibiydi. Küçük kızın melek kanatlarına karşın, abla­ sının kanatları bir kazın fazla yükseğe uçamayan kanatlarıydı. Düşlerini kim gerçekleştirebilmiştir ki bu dünyada? Kim, tam olarak mutlu olabilmiş? Kimin mutluluğu uzun sürmüştür ki? Küçük kız hayallerinin kahramanını bulup onunla evenmiş, bir zaman mutlu yaşamış, ama gencecik ölmüştü. Ablası bekâr­ dı. Kendisinden söz ettiğimiz şu yıllarda bu saygın hanım, iffe­ tini kıskançlıkla koruyan, dindar biriydi. Sivrice bir burnu, hiç de incelmemiş bir espri anlayışı vardı. Tuhaf bir ayrıntı, yakın ak­ rabalarından başka kimse onun ön ismini bilmezdi. Kendisini «Büyük Matmazel Gillenormand» diye çağırırlardı. 563

Utangaçlık ve tutuculukta Matmazel Gillenormand’la kimse boy ölçüşemezdi, en ürkek İngiliz kızlarına bile taş çıkartırdı. En korkunç anılarından biri, henüz gençliğinde, bir erkeğin çorabı­ nı bağladığı diz bağını görmüş olmasıydı. Bu utangaçlıkla karışık abartılı namusluluk, yaşla giderek katmerlenmişti. Çenesine değin yükselen dik yakalı giysiler gi­ yer, bunun her yanına iğneler, düğmeler takardı. Bu kapanma­ sı yaşlılıkla iyice abardı. Fakat yine de hayrete değer bir şey, bir kuzininin oğlu olan ikinci derecede yeğeni alımlı bir genç subayın kendisini kucak­ lamasına izin verirdi. Bu Theeodule isimli bir süvari teğmeniydi. Favorisi olan bu genç süvariden başka hiçbir erkekle göz göze bile gelmez desek doğru söylemiş oluruz. Matmazel Gille­ normand, gün batımına uygun biriydi. Bu taşkın utangançlık, fazilet ya da kötü alışkı sayılmaz... Utangançlığını dindarlıkla cilalamıştı bu saygıdeğer hanım. Meryem Ana tarikatından olan bu dindar kadıncağız, dinsel yor­ tularda başına beyaz örtü takar, dinsel törenlere katılır ve saat­ lerce diz çökerek dua ederdi. Günün hallice bir vaktini kilisede geçirirdi. Kilisede bir dostu vardı: kendisi gibi hiç evlenmemiş, evde kalmış bir kız olan Matmazel Vaubois. Bu kız o kadar ahmaktı ki, Matmazel Gillenormand onun yanında çok akıllı görünürdü. Kaz ile kartal. Matmazel Voubois’nin iki konuda bilgisi vardı; çe­ şitli Latince duaları dışında, iki çeşit reçel yapmak. Şunu da söylemek gerek, ihtiyarlık Matmazel Gillenor­ mand’ın lehineydi. Onun gibi edilgen insanlar için bu sürekli böyledir. O hiçbir zaman kötü kalpli olmamıştı, bu da bir tür iyi­ lik gibidir. Üstelik yıllar kimi acıları da yumuşatır. Onun bütün dış görünümünde henüz biten bir hayatın anlamsızlığı okunu­ yordu. Matmazel Gillenormand babasının evini yönetirdi. Mösyö Gillenormand’ın kızı, Monsenyör Bienvenu’nun kız kardeşi gibi, ihtiyar biriyle yaşıyordu. Çok ihtiyar bir erkekle, evlenmemiş bir 564

ihtiyar kızın birlikte yaşamalarına çok tanık olduk, birbirinden güç bulan iki zayıflık... Evde bu ihtiyar adamla, ihtiyar kızdan başka bir de çocuk vardı. Küçük bir erkek çocuk, dedesinin karşısında her zaman suskun ve titrek kalan bir çocuk. Dede, çocukla sürekli sert bir sesle konuşurdu, arada bir bastonunu kaldırıp ona şöyle derdi: «Buraya gelin Mösyö. Haylaz, hayta, yaklaşın bakalım. Konuş­ sanıza, maskara. Hele bir söz dinleme, görürüz iblis...» Aslında yaşlı adam, çocuğu taparcasına severdi. Bu onun torunuydu. Birazdan onunla tanışacağız.

565

ÜÇÜNCÜ KİTAP BÜYÜKBABA İLE TORUN 1 ESKİ ZAMANLARDAN BİR SALON Mösyö Gillenormand, Saint-German Mahallesinde yaşadığı zamanlarda, epey asil ve epey muhteşem salonlara girip çıkar­ dı. Kentsoylu olmasına karşın, aristokratlar onu ağırlamaktan mutluluk duyarlardı. Mösyö Gillenormand, bunu esprilerine borçluydu. Öncelikle, kendisine has esprileri, sonra çevresinde­ kilerin gösterdiği saygı. Her yerde itibarla karşılanırdı. O, gittiği her yerde, etrafında bir izleyici grubu toplardı. Öyle insanlar vardır ki, yanları yöresindekileri etkilemek isterler, bil­ gelik edemedikleri yerde yaltakçılığa yeltenirler. Fakat kahra­ manımız Mösyö Gillenormand öyle biri değildi. Kral yanlılarının salonlarına kendisi de «Kralcı» olduğu için giderdi. O her yerde, onurunu korurdu. Kaç kez karşısındaki ünlü kişilere açıkça meydan okumuştu. 1817 yıllarında genellikle haftada iki gün öğleden sonraki vaktini Barones de T...’nin salonunda geçirdi. XVI. Louis’nin hü­ kümranlık döneminde Fransa’nın Berlin büyükelçisiydi. Ağır­ başlı, saygıdeğer bir adamdı. Sağlığında manyetizmayla ilgili deneyler yapmış, sürgünde ölmüştü. Eşine kırmızı deriyle kap­ lı, el yazması anılarını bırakmıştı. Bunlar o yıllarda adı çok ge­ çen, manyetizmaların yaratıcısı Mesmer ile onun büyülü leğeni­ ne dair anılardı. Eşinin anısına saygı duyan Barones, bu ilginç el yazılarını yayınlatmamıştı ve nasıl koruduğu bilinmeyen çok 566

önemsiz bir parayla hayatını biraz olsun sürdürüyordu. Berones de T..., saraydan ayrı yaşardı, haftada iki kez yakınları ve iyi dostları, zayıf dul kadının şöminesinin etrafında toplanırdı. Bu­ rası tipik, sade bir Kraliyet salonuydu. Burada çay içerler ve güncel siyaseti eleştirirler, Bonaparte yanlılarını yargılarlardı. Napoleon’un «Nicolas» diye çağrıldığı, ayıp şarkılar söyler­ lerdi. En zarif ve en asil düşesler bile, arabacıların dilindeki bu rezil şarkıları dinlerlerdi:

Gömleğinizin eteğini, Pantolonunuzun içine koyun, Sonra derler ki vatanseverler, Teslim bayrağını çektiler. Bu arada çeşitli kelime oyunlarıyla eğlenirler ve tamamen «Jakoben» diye tanımladıkları kabinedeki bakanları Desso­ les’in ılımlı hükümetindeki Decazes ile Deserre’yi, protesto ederlerdi:

Temelinden yıkılan tahtı pekiştirmek için, Taze toprak, ilgi ve sera gerekir. Bu toplantılarda İhtilal’i alaya alırlar, Jacoben eğilimli sena­ tonun listesini çıkarırlar, listede isimleri karıştırıp sıralarlar, Da­ mas, Sabran, Gouvion, Saint Cyr derler ve ihtilalcilerin toplan­ ma parolası olan «Her şey yoluna girecek» şarkısını farklı ni­ yetlerle söylerlerdi.

Ah! Yükselecek, yükselecek, Bonapartçılar fener direklerine asılacak!.. Şarkılar giyotinden daha farklı sayılmaz. Bugün bir kelleyi, yarın bir diğerini uçururlar. Sadece şekil değişir, olancası bu... O zamanın, 1816’nın, bir olayında, Fualdes olayında, her­ kes Bastide le Jausion’dan yana çıkıyordu, çünkü Fualdes, Bo­ 567

unaparte’çıydı. Liberallere «kardeşler, arkadaşlar» deniyordu; aşağılamanın sınırıydı bu. Bazı kiliselerin çan kulelerindeki gibi, Barones de T...’nin sa­ lonunda iki horoz öterdi. Bunlardan biri, Mösyö Gillenormand, diğeri Lamothe-Valois Kontu idi. Ondan saygılı bir dille söz ederler, birbirlerine, «Biliyorsunuz değil mi? Şu Kraliçenin ger­ danlık işine karışan Lamothe» derlerdi. Yan tutanların kimileyin böyle tuhaf ateşkesleri olur. Şunu da ekleyelim; kenter çevrelerde öyle önüne gelenle görüşmek pek kabul görmez, kişi kapısını kimlere açtığına dik­ kat etmelidir. Üşüyenlerin yanında nasıl üşünürse, aşağılanan kişilerle görüşmek de kişinin saygınlığına halel getirir. Eski zamanın kaymak tabakası kendisini bu yasanın da yu­ karısında görüyordu, diğer yasaları olduğu gibi bunu da takmı­ yordu. Pompadour Markizi’nin erkek kardeşi Marigny, Soubise Prensi’nin konağına evi gibi girip çıkardı. Neden olmasın? Va­ ubernier’in isim babası olan Du Barry ise Richeieu Mareşalinin yakın arkadaşıydı. Bu çevre Tanrıların Olympos Dağı sayılır, Mercure ve Guémenée prensi orada kolayca buluşurlar. Bir hır­ sız bile oraya alınır, Tanrı olması yeter. 1815 yılında yetmiş beşinde bir adam olan Lamothe Kontu, sadece ısrarı ve susmasıyla ilgi çekerdi. Sürekli iyi davranır, çe­ nesine değin ilikli ceketi ve toprak renkli pantolonu altında sak­ lanan uzun bacaklarını üst üste atıp, otururdu. Yüzü de panto­ lonu gibi toprak rengiydi... Mösyö de Lamothe’yu, bu salona «ünlü» olduğu için almış­ lardı. Aslında tuhaf olan şey, adının Valois olmasının saygısını yükseltmesiydi. Mösyö Gillenormand’ın ise saygınlığı, sadece karakterinden kaynaklanırdı. O buyurgan olduğu için, etrafını denetimine alırdı. Çok uçarı görünmesine karşın, neşesini koruyan bir oturak­ lılığı vardı ki, bu da kenter ağırbaşlılığı sayılırdı. Üstelik geçen çağdan arta kalmış olması da, onu bir hale gibi kuşatıyordu. O kadar hazırcevaptı, öyle zekice konuşurdu ki, onunla gö­ rüşmek sahiden zevkti. Mesela, XVIII. Louis’nin tahtına çıkma­ 568

sında yardımcı olan Prusya Kralı daha sonraları onu Kont de Rupin ismiyle ziyaret etmiş, ama Fransa kralından beklediği ne­ zaketi görememişti. Mösyö Gillenormand bunu duyduğunda, onayladı: «Elbette, Fransa Kralı olmayan bütün diğer krallar, taşra kralları değil mi?» Böylesi daha birçok esprili sözler ederdi. Bir gün onun yanında şöyle bir şey konuşuldu: «Courrier Français gazetesine ne ceza verdiler?» «Geçici kapanma.» «Geçicisi fazla,» diye araya giri Mösyö Gillenormand. Bu tür sözler bir konumun temeldir. Bourbonlar’ın dönüş yıldönümü şükran duası Te Deum’ ayininde Talleyrand’ın geçtiğini görün­ ce: «İşte Kötülük Hazretleri» dedi. Mösyö Gillenormand bu toplantılara, genellikle o günlerde henüz kırkını süren kızıyla o zayıf ve uzun boylu, Matmazel Gil­ lenormand ile gelirdi. Çoğu zaman baba-kız, yanlarında altı, yedi yaşlarında pem­ be beyaz, kıvırcık saçlı parlak gözlü bir erkek çocuğu da getirir­ lerdi. Çocuk bu salonda sürekli aynı şeyleri duyardı: «Ah ne hoş çocuk!», «Biçare yavru!» Bu çocuk demin, biraz anlatmaya ça­ lıştığımız ve dedenin korkutmasına karşın yine de, tapar gibi sevdiği torunuydu. Çocuğa «biçare» diyorlardı, çünkü babası bir «Loire eşkıyası»(*) idi. Bu Loire’lu eşkıya, Gillenormand’ın damadıydı. Kendisinin de utanç kaynağı diye tanımladığı Napo­ leon taraftarı, Cumhuriyetçi damat. 2 ESKİ ZAMANLARIN KIZIL HORTLAĞI Anlattığımız günlerde biri, Vernon kasabasından ve o gün­ lerde yerini demirden yapılma çirkin bir köprüye bırakacak, o (*) Loire Eşkıyası: İhtilal’den hemen sonra kralcıların altı delik kayıklarla Loire ırmağında boğduruldukları dedikodusu yayılmıştı. Sözde Cumhuriyetçilerin bir eylemiymiş. Doğru olduğu kanıtlanamadı.

569

kusursuz eski köprüden geçecek olsa, ırmak kıyısında ellisinde birini görürdü. Deri bir başlık giyen bu adam, tepeden tırnağa grilere bürünmüştü. Yakasında bir zamanlar kırmızı olan, fakat şimdi, solarak sarıya dönüşen bir kordon görünüyordu. Ayakla­ rında köylülerin giydiklerine benzer tahta nalınlar vardı, yüzü solgundu, saçları ağarmıştı. Alnından yanağına, hatta çenesine dek ince bir yara izi, yanık yüzünü sanki ikiye bölüyor, ama yi­ ne de bu yüzü çirkinleştirmiyordu. Yaşından çok daha kocamış görünen bu adam, belini kamburlaştırıp yürürdü. Onu gün bo­ yu, omuzunda bir kazma veya kürekle görürdünüz. Irmak kıyı­ larında dolanırdı. Bu topraklar çiçeklerle kaplıydı. Daha büyük olsalar bunlara bahçe derdik, daha küçük olsalar, çiçek buketleri derdik... Bü­ tün bu duvarlarla çevrili toprakların, bir ucu ırmakta, diğeri bir evde bitimleniyordu. Demin sözünü ettiğimiz yoksul kıyafetli adam 1817 yılların­ da bu evlerin en yıkıntı olanında yaşıyordu. Burada kendi başı­ na yaşardı. Ne genç, ne ihtiyar, ne güzel, ne iyi, ne kötü, ne de burjuva olan bir kadın onun hizmetine bakardı. Onun «Bah­ çem,» dediği o toprak parçası, kasabada ünlüydü. Ağır bir çalışma, bitmez bir sabır ve taşıdığı kova dolusu su­ lar yardımıyla, Tanrı’dan sonra doğanın unuttuğu çiçek türlerini yaratmayı başarmıştı. Gerçi bunlar, lale ve yıldız çiçekleri türle­ riydi, fakat onun laleleri ve kasımpatıları eşsiz bir güzellikte olurdu. Tarım hakkında epey bilgili olduğundan, Amerika ve Çin’den getirtilen fidelerin yetiştirilmesinde kendince yöntemle­ riyle büyük başarıya kavuşmuştu, iyi bir bahçıvandı. Yazın gün doğarken, onu bahçesinde görürdünüz. Tohumlarını diker, kuru yaprakları ayıklar, toprağı kazar, budar, aşılar, çalışırdı. En bü­ yük hazlarından biri çiçeklerini sulamaktı. Çok şey anlatan yü­ zünde, bir iyilik, bir hüzün okunurdu. Bazen, saatlerce hareket­ siz durur, dallarda kuş seslerini, uzaktan yansıyan çocuk sesle­ rini, dalgınca dinlerdi. Bazen de, gözlerini yeşil otların üzerinde şebnemlerin oluş­ turduğu ve elmasa benzeyen bir damla suya çevirirdi. Çok ba­ 570

sit yemekler yer, şaraptan çok, süt içerdi. Bir çocuğun istekleri­ ne boyun eğer, işlerini yapan kadının kendisini küçümsemesine ses çıkarmazdı. Vahşi denecek kadar ürkekti. Evinden, bahçe­ sinden pek ayrılmaz, kapısını çalan yoksullar dışında kimseleri görmezdi. Bir de, kasabanın papazı olan ihtiyar Rahip Mabe­ uf’le görüşürdü. Yine de, kasabada oturanlar ya da yabancılar onun çiçeklerini görmek için, geldiklerinde evini onlara açardı. İşte «Loire eşkıyası» böyle biriydi. Bu arada, o yıllarda birisi eğer Napoléon’un utkularının yazı­ lı olduğu Le Moniteur dergisini okumuş olsa, onun adına sıkça rastlardı. Tanımladığımız bu erkenden çöken hevesli bahçıvan, Saintonge eyaletinden adını alan Saintonge alayında askerlik eden Georges Pontmecry’di. ihtilal başlayınca Saintonge alayı, Rhin ordusuna katıldı. Çünkü monarşinin yıkımından sonra bi­ le, eski alaylar bulundukları eyaletlere olan bağını koruyordu. Pontmercy, Spire’da, Worms’da, Neustadt’ta Turkheim'de, Al­ zey’de çarpıştı. Andernach surları ardında, Hesse prensinin or­ dusuna karşı zorlu biçimde karşı çıktı. Kleber’in komutasında, Marchinennes de Mont-Palissel’de savaşırken, kolu bir mermiy­ le kırıldı. Daha sonra İtalya sınırlarını geçti ve Tende Boğazını, Jo­ ubert'le savundu. Joubert general atandı, Pontmercy de asteğ­ men oldu. Lodi’deki savaşta Berthier’nin safında savaştı. Napo­ léon bu olağanüstü savunmadan şöyle söz edecekti: «Bertier hem süvari, hem topçu, hem de humbaracı olarak savaştı.» Es­ ki generali Joubert’in elinde kılıç, «Haydi» diye bağırırken, vu­ rulup yere serildiğini gördü. Taburuyla beraber Genova’dan bir şilebe binerek, bir İtalya limanına giden yolda, yedi- sekiz İngi­ liz yelkenlisinden oluşan bir tuzağa kısıldı. Pontmercy, Fransız bayrağını yelken direğinde yükseltti ve karşı çıkıp İngiliz gemi­ lerinin arasından süzülerek vakurca geçti. Birkaç mil ötede ce­ sareti de çoğalmıştı, şilebine güvenerek levazım taşıyan bir İn­ giliz kargo gemisine saldırıp, onu da ele geçirdi. 1805 yılında, Arşidük Ferdinand’dan Günzbourg’u ele geçiren Mahler Alayını yönetiyordu. Wettingen’de öldürücü bir yara alan Binbaşı Ma­ 571

upetti’yi kollarında taşıdı. Austerlitz’de, kendisini cesaretiyle gösterdi. Pontmercy Rus muhafızlarını püskürtenlerin başında yer aldı. İmparator, o savaşta ona madalya verdi. Daha sonra Hambourg’u fetheden Büyük Orduya katıldı. Eylau’da düşmana yiğitçe karşı koyduktan sonra, şehit düşen Louis Hugo’nun(*) mezarı başında, taburuyla tam iki saat düşmana direndi. Bu sa­ vaştan sağ kurtulan üç kişiden biriydi. Friedland savaşına katıl­ dı. Daha sonra Moskova’da, Beresina’da bulundu. Eski rejimde önemli becerileri vardı kılıcı ve tüfeği aynı ustalıkla kullanabildi­ ği gibi, bir süvari bölüğünü ve bir taburu aynı ustalıkla yönetir­ di. Yüzbaşı atandığı Arnay-Le-Duc’de, on Kazak askerini kılıç­ tan geçirip, sadece generalini değil, onbaşısını da ölümden kur­ tarmıştı. Bu savaştan sonra sadece, sol kolundan yirmi yedi adet kırık kemik kıymığı çıkarıldı. Paris düşmeden sekiz gün önce süvari bölüğüne atanarak terfi etmişti. Napoleon’la beraber Elbe adasına gitti. Waterloo Savaşında Dubois tugayında tabur komutanıydı. Lunebour’da düşman sancağını alıp imparatorun ayaklarına attı. Kana bulanmıştı. Onun bu cesaretine hayran olan Napoléon haykırdı: «Seni Binbaşı yapıyorum, sana Baron unvanı verdim, sen Legion d’Honneur(**) subayı sayılırsın artık!» Pontmercy ona şu müthiş yanıtı verdi: «Teşekkür ederim, Majeste, dul eşim adına size minnetimi bildiririm.» Bir saat sonra, Ohain hendeğine yuvarlanıyordu. Peki kimdi bu Georges Pontmercy? O, «Loire eşkıyası»nın ta kendisiydi. Daha önce ondan biraz söz etmiştik, Hancı tarafından hem soyulan, hem de kurtarılan Pontmercy, ordusuna katılmayı ba­ şardı. Onu bir cankurtarana atıp Loire civarındaki bir hastane­ ye gönderdiler. Restorasyon, onu yarım maaşla emekliye ayırmış, daha sonra gözaltında bulundurmak için Vernon'da sürgüne yolla­ (*) Louis Hugo: Victor Hugo’nun amcası. (**) Legion d'Honneur: Bir Fransız subayı için en büyük onur.

572

mıştı. Kral XVIII. Louis kendi egemenliğinden önceki cesaretle­ ri yok saydığından, ona Légion d’Honneur subaylığı rütbesini, binbaşılığını ve Baron unvanını vermedi. Oysa, o, her fırsatta «Binbaşı Baron Pontmercy» diye imza atıyor ve yakasında o ni­ şanla dışarı çıkıyordu. Kral savcısı, kendisine bu onur nişanını kullanma hakkını tanımadığını bildirdiğinde, Pontmercy kendisi­ ne bu haberi getirene şöyle dedi: «Acaba ben mi Fransızcayı unuttum, yoksa siz mi bu dili bil­ miyorsunuz. Çünkü söylediklerinizden tek kelime anlamıyo­ rum.» İnat olsun, diye tam bir hafta yakasında Onur Nişanı ile do­ laştı. Savcılar kurulu onun ardını bırakmak zorunda kaldı so­ nunda. Birkaç kez Savaş Bakanlığından aldığı mektupların zarflarında «Komutan Pontmercy» yazılı olduğunu görünce bunları açmadan geri gönderdi. Napoléon da Sir Hudson Lowe'in buyruğuyla kendisine «General Bonaparte» adıyla gelen mektupları geri çeviriyordu. Pontmercy de imparatorunun yap­ tığını yaptı. Eski Roma’da Flaminius’u selamlamayı reddeden Kartacalı askerlerde Annibal’in ruhu yaşıyordu. Pontmercy bir sabah yolda savcıyla karşılaştı ve ona acı bir alayla sordu: «Savcı Hazretleri, yüzümdeki yara izini taşımaya hakkım var mı?» Kendisine bağlanan yarım aylıkla geçinmeye çalışıyordu. Vernon’da bulduğu en küçük evi kiralamıştı ve orada hayatını sürdürüyordu. Napoléon’un imparator olduğu güzel zamanlarda, iki savaş arası Matmazel Gillenormand ile evlenmeye fırsat bulmuştu. Kayınbabası yaşlı kenter bu evliliği hiç onaylamasa da, boyun eğmişti. Epey üstün ve eşine layık bir kadın olan Madam Pontmercy 1815 yılında geride küçük bir oğul bırakarak ölmüştü. Bu çocuk, Binbaşı Pontmercy için tam bir avuntu olabilirdi. Fakat zalim de­ de torununu ona bırakmadı, oğlunu almakta üsteleyecek oldu­ ğunda, çocuğu mirastan mahrum bırakacağını da bildirdi. Ba­ 573

ba, oğlunun iyiliği için kabul etmeye mecbur kaldı. Çocuğundan ayrı kalan bu yalnız adam çiçeklerle teselli bulmaya çalışarak yaşadı. Sahiden de dünyadan el etek çekmiş gibiydi. Hiçbir siyasi harekete karışmıyor, bahçesinde yetişen bir karanfil kokusunda Austerlitz’in anılarını canlandırıyordu. Mösyö Gillenormand damadıyla bütün bağlarını koparmıştı. Onun anlayışına göre Binbaşı bir «Eşkıya» idi, Binbaşı’ya göre ise ihtiyar kayınbaba bir «Aptal»dı. İnatçı dede damadına oğlunu ziyaret etmeyi ve konuşmayı yasaklamıştı. Aksi halde çocuk meteliksiz kalırdı. Gillenormand ailesi için Pontmercy bir cüzzamlı gibiydi. Gerçi dedenin serve­ ti azalmıştı, fakat çocuğun teyzesi Matmazel Gillenormand’ın önemli bir serveti vardı. Bekâr olduğu için, miras yeğenine kalacaktı. Marius adlı çocuk, sadece bir babasının yaşadığını bilirdi ama hepsi bu. Bu konuda kendisine bilgi veren yoktu. Fakat çoğu zaman dedesinin ve çevresindekilerin yarım sesle fısıldaşmalarından, çocuk bu babanının utanılacak biri ol­ duğuna inanmıştı. O böyle büyürken, Binbaşı Pontmercy iki-üç ayda bir Ver­ non’dan Paris’e geçer ve pazarları, Matmazel Gillenormand’ın oğlunu götürdüğü Saint-Sulpice Kilisesininin önünde nöbet beklerdi. Binbaşı, görünmemek için bir sütunun ardına sinip ayin süresince oğluna doyasıya bakardı. Bu savaş kahramanı, bu geçkin kızdan korkardı. Vernon Papazı Mabeuf ile işte bu yüzden arkadaş olmuşlar­ dı. Papazın erkek kardeşi din adamı olmamakla birlikte, Saint-­ Sulpice Kilisesinin para işlerini yöneten biriydi. Bu yönetici bir­ kaç kez bu yüzü yaralı, acılı görünen adamla karşılaşmış ve onun o hüzünlü haliyle ilgilenmişti. Tam bir savaşçı, tam bir er­ kek görünümünde olan asker adamın, çoğu zaman gözlerinde yaşlar belirdiğini gören Mösyö Mabeuf’ün içi sızlardı. Bir kez, kardeşi papazı ziyaret için Vernon’a gittiğinde kasabada Binba­ şı Pontmercy ile karşılaştı ve görür görmez onu tanıdı. Saint-­ 574

Sulpice Kilisesinde gördüğü acılı adamdı o. Mösyö Mabeuf bundan kardeşi papaza söz etti, ikisi de sıradan bir gerekçeyle Binbaşı'yı görmeye gitti. Bu ziyaretler birbirini kovaladı. Öncele­ ri, çekingen duran Binbaşı, giderek açıldı ve konuklarına haya­ tını anlattı. Rahip ve kilise yöneticisi epeyce etkilenmişlerdi. Sa­ dece çocuğunun mutluluğu uğruna kendisini feda eden bu ba­ banın kederli öyküsü onları epeyce duygulandırmıştı. İyi bir din adamı olan Vernon Papazı, Binbaşı’ya saygıyla karışık bir sev­ gi duymaya başladı. Binbaşı da ondan hoşlanmıştı. Aralarında sağlam bir arkadaşlık kuruldu. Her ikisi de namuslu insanlar olduğu için, ihtiyar bir askerle, bir papazın anlaşmaları epey olağandır. Her ikisi de özverili in­ sanlar sayılmazlar mı? Biri, kendisini dünyaya adamış, diğeri göklere. Aralarında fazla bir fark yoktur. Marius teyzesinin gözetimi altında yılda iki kez babasına ya­ zardı. Binbaşı’nın Koruyucu Ermişi olan Saint-Georges’un isim gününde ve yılbaşında. Kuru birkaç cümle. Babanın yolladığı sevgi dolu mektupları yaşlı Gillenormand hiç açmadan cebine atardı. 3 NUR İÇİNDE YATSINLAR Marius dışarıya bir pencereden bakabilirdi. Bu da Madam de T...’nin salonundaki kasvetli pencereydi. Çocuk burada sıkılırdı. Bebekken neşe dolu bir çocuk olan Marius, giderek hüzünlü ve içedönük bir çocuk oluyordu. Çevresini hep saygın ve önemli ki­ şiler almıştı. Çocuk şaşkınca büyümüş gözlerle dünyayı izlerdi. Her şey onun şaşkınlığını çoğaltırdı. Madam de T...’nin salo­ nunda çok oturaklı ve asil aristokratlar, hanımlar bulunurdu. Küllenen bir ateşin etrafında, lambanın kısık, loş ışığında, bu sert profili gri veya beyaz saçlı, mat renkli, eski zamanların mo­ dasına uyan giyimli o madamlar, tumturaklı ve havalı bir şekil­ de konuşmaya başladıklarında, küçük Marius onları canlı yara­ tıklara değil de, cadılara veya hortlaklara benzetirdi. Bu kişiler­ 575

den başka salona sürekli gelenler arasında ihtiyar din adamla­ rına da rastlanırdı, birkaç asil, Marki, Kont veya bir Prens. So­ yadları Mathan, Noe, Levis (bunu Levi diye söylüyorlardı), Cambis diyorlardı. Bu kalıntı yüzler, İncil isimleri çocuğun ez­ berlemekte olduğu Tevrat’la karşılıyordu; hepsi, sönmeye baş­ layan ocağın etrafında, yeşil örtülü lambayla yarı aydınlanmış olarak, sert hatlı yüzleriyle, kırlaşmış, ya da apak saçlarıyla, sa­ dece keder veren renkleri solan; başka zamanlardan kalma uzun giysileriyle daire biçiminde otururlar, nadiren görkemli, ay­ nı zamanda korkutucu olan sözler ederlerdi. Küçük Marius da onları ürkek gözlerle izler, kadınları değil de din kitabındaki ih­ tiyar aile başkanı erkeklerle ruhani sınıftan kimseleri, gerçek yaratıkları değil de, hortlakları gördüğünü sanırdı. Bu hortlaklara, bu eski salonun devamcıları olan birçok ra­ hiple birkaç asil de katılıyordu: Madam du Barry’nin Yardım Derneği başkanı Assenay Markisi; Charles-Antoine lakabıyla şiirler yazan Valory Vikontu; genç olmasına rağmen beyazla­ maya başlayan bir başı, sırma saçaklı al kadife, epey açık ya­ kalı giysileri bu karanlıkları korkutan güzel, esprili bir eşi olan Beauffremont Prensi; Fransa’nın «orantılı inceliği» en iyi bilen adamı, Coriolis d’Espinouse Markisi; hayırsever bir adam olan Amendre Kontu; kralın çalışma odası denilen Louvre Sarayı ki­ taplığının direği, Şövalye de Port de Guy. Saçları azalmış, yaş­ lı olmaktan çok, çökmüş biri olan Mösyö de Port de Guy’nin an­ lattığına göre, 1793’te, on altısındayken, onu asker kaçağı diye prangaya mahkûm etmişler, seksenlik bir ihtiyar olan, kendisi gibi kaçak Mirepoix Piskoposuyla birlikte zincire vurmuşlardı; o rahip olarak kaçakmış, kendisi ise asker olarak. Olay Toulon’da olmuş. Görevleri gündüz giyotinle öldürülenlerin başlarını, be­ denlerini gece gidip toplamakmış; kanlı gövdeleri sırtlarında ta­ şırlarmış; kırmızı kürek mahkûmu pelerinlerinin boyunlarına ge­ len bölümü kandan kabuk bağlarmış. Bu kabuk sabahları ku­ ruymuş, akşamları ıslak. Böylesi acıklı öyküler epeyce boldu bu salonda; orada Marat’yı lanetlerken Trestaillon’u överlerdi. Na­ dide birkaç milletvekili iskambil oynardı. Mösyö Thibord du 576

Chalard, Mösyö Lemanchant de Gomicourt, sağın ünlü alaycı­ sı Mösyö Cornet-Dincourt. Kısa pantolunu, zayıf bacaklarıyla yargıç de Ferrette de kimi zaman Mösyö de Talleyrand’a gider­ ken, bu salondan geçerdi. Artois Kontuna eğlence arkadaşlığı etmişti, Kampaspa’nın altına çömelen Aristoteles’in aksine, Gu­ imard’ı dört ayak üstünde yürütmüş, böylece de gelmiş geçmiş asırlara bir yargıcın nasıl bir filozofun intikamını aldığını göster­ miştir. Rahipler ise, bunlar, La Foudre gazetesindeki yazar arkada­ şı Mösyö Larose'un: «Kim ellisinde değildir ki? Belki birkaç de­ likanlı!» dediği Rahip Halma; kralın vaizi Rahip Letourneur; he­ nüz ne kont, ne piskopos, ne bakan, ne de senato üyesi olan, düğmeleri eksik eski rahip cüppesi giyen Frayssinous; Saint-­ Germain-des-pres’nin papazı Keravenant; ayrıca, papanın ve­ kili, daha sonra kardinal olan, o sırada Nisibis başpiskoposu olan, dalgın, uzun burnuyla dikkat çeken Monsenyör Nacchi; «Abbate Palmieri» ismi verilen, papanın «evine» bağlı ruhani­ lerden, papalık kuruluna katılan yedi papalık mektupçusundan biri, çok önemli Liberien bazilikasının piskoposluk kurulu üyesi, azizlerin avukatı, aşağı-yukarı cennet şubesinin dilekçe dairesi başyardımcılığı olan, yani azizler sınıfına katılma işlerine ba­ kan bir başka beyefendi daha. En sonunda iki kardinal vardı: Biri Mösyö de la Luzerne, diğeri Mösyö de Clermont-Tonnerre. Kardinal de la Luzerne bir yazardı, birkaç yıl sonra, Conserva­ teur'de Chateaubriand’la yan yana makaleler yazma şerefine erişecekti. Mösyö de Clermont-Tonnerre ise, Toulouse başpis­ koposuydu; sık sık Paris’e deniz ve savaş bakanı olan yeğeni Tonnerre Markisini ziyarete, yazlığa geidiyordu. Yukarı kalkık cüpesinin altından kırmızı çorapları görünen, neşeli, ufak-tefek bir yaşlıcıktı; uzmanlığı Ansiklopedi den nefret etmek, deli gibi bilardo oynamaktı. O zamanlar, yaz geceleri, Clermont-Tonner­ re konağının bulunduğu Madame Sokağından geçenler, bilardo toplarının çarpışmasını, kardinalin keskin bir sesle Caryste başpiskopos vekili Mösyö Cottret’ye: «İşaretleyin, karambole geliyorum!» diye seslendiğini işitirlerdi. Kardinal de Clermont­ 577

Tonnerre’i, Madam de T.’nin salonuna, Fransız Akademisinin kırk üyesinden biri olan en yakın arkadaşı eski Senlis piskopo­ su Mösyö de Roqueleaure getirmişti. Mösyö de Roquelaure uzun boyu, Akademi’ye düzenli biçimde gidişiyle ünlenmişti. Meraklılar, Akademi’nin toplantılarını yaptığı kitaplığın yanında­ ki odanın camlı kapısından her perşembe günü, genellikle ayakta duran, iyi pudralanmış, mor çoraplı, haline göre papaz­ lığını göstermek için arkasını kapıya dönen eski Senlis pisko­ posunu görebilirdi. Çoğunluğu din adamı olduğu kadar saraya da girip çıkan bu adamlar, Madam de T...’nin salonunun ciddi­ yetine bir kat daha ciddiyet ekliyordu. Bunlardan başka, beş se­ nato üyesi vardı: Vibraye Markisi, Talura Markisi, Herbouville Markisi, Dambray Vikontu, Valentinois dükü. Bunlar da salonun asaletini artırıyordu. Bu Valentinois dükü, her ne kadar Monaco Prensiyse de, yani yabancı bir hükümdar prens ise de, Fransa ve şövalyelik hakkında o kadar üstün birikimi, itibarı vardı ki, her şeyi onlar açısından görüyordu: «Kardinaller Roma’nın Fransız şövalyeleridir, lordlarda İngiltere’nin Fransız şövalyele­ ri» diyen oydu. Zaten bu çağda her yerde İhtilal olması gerek­ tiğinden, bu derebeyi salonu, daha önce de söylediğimiz gibi, kenterlerin yönetimindeydi. Bu salona Mösyö Gillenormand hâ­ kimdi. Paris’in kralcıları, kaymak tabakanın özü, tözü buradaydı. Ünleri, hatta kralcı bile olsa denetimde tutuyorlar, yanlarına yaklaştırmıyorlardı. Ünde her zaman karmaşa vardır. Chateab­ riand buraya girse, inanması güç ama, Duchesne Baba etkisi bırakırdı. Bu eskicil toplumu anlayarak Cumhuriyete katılan kralcılar girebiliyordu. Kont Beugnot burayı adam etmek için ka­ bul edilmişti. Bugünlerde «asil» salonlarının bu eski devir salonlarıyla hiç­ bir ilgisi yok. Günümüzde Saint-Germain(*) Mahallesi şömineye atılan odunların kokusunu verirdi. Günümüzün kralcıları da ar­ tık lafazan sayılırlar ki, bu aslında onlar için bir iltifat. (*) Saint-Germain: Asillerin bölgesi.

578

Ama Madam da T...’nin salonundakiler, sosyetenin kaymak katmanı sayılan sahiden elit kişilerdi. 18. yüzyıldan kalan kibar­ lık gösterileri burada sergilenirdi. Buradaki alışkılar kaybolduğu halde yine canlı kalan Eski Dönemin ta kendisi olan, irade dışı inceliklerin her çeşidini içe­ riyordu. Bu alışkılardan birkaçı, özellikle dilde epey tuhaf görü­ nüyordu. Üstünkörü bilgi sahipleri eskimiş, yalnızca demode şeyleri taşra işi sanıyordu. General eşine yine: «Madame la Gé­ nérale» deniyordu. Albay eşine: «Madame la Collonelle» denil­ mesi de iyice eski bir deyim değildi. Pek cana yakın Madame de Léon, besbelli Longueville, Chevreuse düşeslerini hatırlayıp, kendi prenses sanı yerine o şekilde anılmayı istiyordu. Créquy Markizi de «Madame la Colonelle» adını almıştı. Tuilleries Sarayında kralla senlibenli konuşurlarken ona «Majesteleri» yerine «kral» demek inceliğini işte bu küçük yük­ sek tabaka var etmiştir. Çünkü onlara göre, «Majesteleri» nite­ mi bu onuru haksızca elde eden kişi tarafından kirletilmişti. Ora­ da kişileri, olayları yargılarlardı. Şaşırıp kalmada herkes birbiri­ ne yardımcıydı. Elindeki bilgiyi herkes birbirine aktarıyordu. Nuh’un Dedesi Mathusalem Giritçi Epimenides’e bilgi veriyor­ du. Sağır, köre anlatıyordu. Coblentz’den beri geçen vakti yok sayıyorlardı. XVIII. Louis, Tanrı’nın yardımıyla, hükümdarlığının yirmi beşinci yılında sayıldığı gibi, sürgüne gidenler de, haklı olarak, gençliklerinin yirmi beşinci yılındaydılar. Burada her şeyden konuşulurdu. Olaylar ve insanlar yargı­ lanır ve ayıplanırdı. Anlayamadıkları bu çağı alaya alırlardı. Herkes birbirine yardımcı olurdu, iyi duymayan, gözü görmeye­ ni aydınlatırdı. Burada her şey âhenkle geçip giderdi. Kimse bağırmazdı. Konuşma bir soluktan, bir fısıltıdan öteye geçmezdi. Aralarında gençler de bulunurdu kimileyin, fakat bunlar biraz ölü gençler­ di. Sanki mumyalı gibi görünen gençler. Salon gibi, uşakların formaları da solgun ve demodeydi. Bu eski yönetim insanları kendileri gibi antika hizmetçilerin elindeydi. Sürgünden henüz dönen, çok yaşlı bir Markiz olanca serve­ 579

tini yitirmiş, tek bir hizmetçi kadınla kalmıştı. Fakat kadın bunu belli etmez ondan söz ederken «Adamlarım» derdi vakurca. Madem de T...’nin salonunda ne yapılırdı? Orada herkes ve her şey çok aşırıydı. Günümüzde büsbütün yok olmayan bu kelimenin yine de pek anlamı kalmadı, bunu biraz uzun açıklayalım. «Aşırı» olmak, sınırı geçmek demekti. Tahtı korumak için krallığı eleştirmek; kiliseye bağlı kalmak uğruna, inançları yok saymak sürüklediklerimizi tekmelemek, puta put olmadığı için içerlemek; aşırı saygı nedeniyle hakaret etmek, Papa’yı yete­ rince kutsal bulmamak, Kral’da yeterince krallık bulmamak, ge­ ceyi fazla aydınlık bulmak gibiydi. Beyazın uğruna mermeri, ka­ rı, kuğuyu ve zambağı küçümsemek, yanlısı olduğumuz görüş­ lere düşman kesilmek, kısaca, her şeye karşı çıkmaktı. Aşırı kavramı Restorasyon’un ilk evresini simgeleyen bir tutumdu. Fransa tarihinde hiçbir dönem 1814 ile 1820 yılları arasında­ ki dönem gibi değildir. O yıllarda çok akıllı bir siyasi önder olan Mösyö Villeler’in sağcı politikası, epey önemli bir değişim yara­ tacaktı. Bu altı yıl hem gürültücü, hem sıkıntılı; neşeli ve karan­ lıktı. Ufukları dolduran o kesif bulutlar güneşin doğuşuyla yavaş­ ça geçmişin gölgelerine karıştılar. Bu aydınlık ve bu karanlık arasında hem yeni hem de eski ve yaşlı bir dünya oluştu. Mas­ kara olmasına karşın, acılı, genç ve yaşlı, henüz uyanan biri gi­ bi gözlerini oğuşturan bir toplum. Fransa’yı makaraya saran bu topluluğa da Fransa alayla baktı. Sokaklar baykuşlara benzeyen ihtiyar markilerle dolup ta­ şar, göçmenler eski yılların hortlaklarına karışırlardı. Ülkelerine döndüklerine sevinen eski asiller yine de monarşiyi bulamadık­ ları için acılanırdı. Eski zaman aristokrasisi, imparatorun yarat­ tığı bir yeni kılıç soyluluğuna karışarak altüst bir toplum yarat­ mıştı. Charlemagne’in(*) oğulları Napoleon’un evlatlarını kü­ çümsüyorlardı. (*) Charlemagne: Eski bir Frank kralı.

580

Hakaretler kılıçla temizlenirdi. Geçmiş dünü inkârdaydı. Ar­ tık yüce duyguların da, anlamı yoktu. Ama dönem yıkıldı, geç­ mişe göz atmak istediğimizde, kendimizi bir fırtına öncesi za­ manda sanırız. Esasen buna hiç şaşırmamalı, çünkü eski dünya da, bir tu­ fanla battı. İki devrim de kayboldu. Ah şu düşünceler, ne güçlü dalgalar yaratır, yok etmesini ve gömmesini ne de ustaca başarırlar. Bay de Martainville’in Voltaire’den daha zeki göründüğü uzak, saf devirlerdeki salonların manzarası işte böyleydi. Evet, işte eski zaman salonlarına ilişkin bir görüş verebildi­ ğimizi sanıyoruz. Bu köhne salonların kendilerince bir literatürü ve bir de siya­ sası vardı. Burada Mösyö Colnet'nin adı geçerdi, Napoleon’dan «Korsika canavarı» diye söz edilirdi. Çok daha sonraları Kral ordularının generali olan Marki Buonoparte’den söz edilmesi çağın esprisinde bir yumuşamadır. Gelgelelim, bu salonlar uzun süre o lekesiz havaları koruya­ mamışlardı. 1818 yıllarına doğru, bazı liberaller öne çıkmaya başladı, bu da epey huzur bozucu bir tavırdı. Bu liberaller kral­ cı olduklarını kabul ediyor, fakat sanki bu nedenle af diliyorlar­ dı. Aşırıların her zaman çok gururlu olmalarına karşın, Libe­ raller tam aksine, durumlarından utanıyorlardı. Onların hem zekice çıkışları, hem uzun süren suskunlukları vardı. Neredey­ se çoğu zaman beyaz kıravatlar takar, ta çenelerine değin ilikli ceketler giyerlerdi. Liberallerin, en büyük yanlışı «İhtiyar bir de­ likanlılık» yaratmak olacaktı. Bilge tavırları takınırlardı. Değiş­ mez ilkelere daha ılımlı bir iktidar aşılama tarafını tutuyorlardı. Yıkıcı liberalizme karşı bağnaz bir liberalizm. Sürekli aynı şeyi savunurlardı: Gelenekleri, duaları, dini, saygıyı geri getirmek. O sadık, atak, şövalye ruhlu, sevecen ve de özverilidir. Belki dev­ rimleri, imparatorluğu, utkuyu, özgürlüğü, genç düşünceleri, ye­ nilikleri genç nesilleri ve içinde bulunduğumuz zamanın bütün düşüncelerini benimsemiyor, evet bu bir hata, fakat bizim de ona karşı suçlarımız olmadı mı? Kraliyete saldırmak liberaliz­ 581

min ilkelerine terstir. Bize rehberlik adına yapılan İhtilal’in kalıt­ çıları olduğumuza göre, daha açık fikirli olmamız gerekmez mi? Devrimci bir Fransa, tarihi bir Fransa’ya, yani annesine karşı saygısızlık etmekte. 5 Eylül’den beri monarşi asaleti horgörül­ dü, tıpkı 8 Temmuz’dan sonra İmparatorluğun soyluluğuna ya­ pılan davranış gibi. Onlar «Kartal’a(*) haksızlık ettiler diye, bizim de zambak’a(**) saygısızlık etmemiz gerekmez ki! Hep bir şey­ lerle mi savaşmalı? XIV. Louis’nint***) tacının yaldızlarını kazı­ manın, IV. Henri’nin(****) armasını atmanın ne faydası olur? le­ na köprüsünün «N»lerini(*****) kazıyan Mösyö Vaulbalni’yi ayıp­ ladık. Oysa o da bizim yaptıklarımızdan daha çoğunu yapmı­ yordu ki! Marengo nasıl bizim utkumuz ise, Bouvines de öyle. Zambak çiçeklerimiz «N»ler gibi bizim ulusal kalıtımız. Niye bunların değerlerini düşürelim. Neden tarihi olduğu gibi kabul etmiyor, Fransa’yı öylece sevmiyoruz? İşte liberaller monarşiyi böyle korudular. Bu yazılanlar sırasında, bu öykünün yazarı, yolunun üzerin­ de çağdaş tarihin bu evrelerini buldu ve bunlardan söz etmeden duramadı. Fakat şunu da belirtmek isteriz ki, bunu asla küçük görerek veya eğlenerek yapmadı. Çünkü çok acıklı anıları var­ dır. Çok sevdiği annesini ilgilendiren geçmişteki anıları, onun da bu geçmişi sevmesine ve saymasına neden oldu. Ayrıca, şunu da belirtmek isteriz ki, bu küçük dünyanın da kendince bir yüceliği vardı, belki bugün o günleri düşünerek gü­ lümseyebiliriz, fakat onu horgörmek veya nefret etmek, hayır, bunu yapamayız. Bu geçmişteki Fransa idi. Marius Pontmercy, kendi etrafındaki çocuklar gibi bir eğitim gördü. Gillenormand teyzesinin verdiği dersler az gelince, de­ desi onu çok iyi bir öğretmene emanet etti. Bu genç ruh, bir ih­ (*) Kartal: Napoleon. (**) Zambak: Kraliyet. Zambak Fransa krallarının amblemiydi. (***) XIV. Louis: Fransa’nın en başarılı krallarından. (****) IV. Henri: Epey sevilen Fransa Kralı. ('****) N: Napoleon’un amblemi.

582

tiyar kız’dan sonra bir bilmişin eline düştü. Marius koleji bitirdik­ ten sonra, hukuk fakültesine girdi. Kralcı, tutucu ve gururluydu. Neşesi ve uçarılığından dolayı pek saygı duymadığından dede­ sini az severdi. Babasına karşı hiçbir şey hissetmiyordu. Aslında ateşli ve soğuk, soylu ve eliaçık, gururlu ve katıydı. Yabaniliğe varan bir saflığı da sahipti. 4 EŞKIYANIN SONU NE OLDU Marius eğitimini tamamladığında, dedesi Mösyö Gillenor­ mand da Saint-Germain Mahallesine hoşça kal diyerek, Madam T...’nin salonundan ayrıldı ve Calvaire Kızları Sokağındaki ko­ nağına taşındı. Burada yanında hizmetçi olarak, kapıcıdan başka, Mag­ non’dan sonra onun yerine geçen oda hizmetçisi Nicolette’le az önce değindiğimiz astımlı, Basklı adam vardı. 1827 yılında Marius on yedisine basmıştı. Bir akşam eve döndüğünde dedesi kendisini, elinde bir mektupla karşıladı. Mösyö Gillenormand onunla şöyle konuştu: «Marius, yarın Vernon’a gidiyorsun.» «Niye?» Marius dedesinin bu buyruğuna şaşırmıştı. «Babanı ziyarete gideceksin...» Marius hemen irkildi, bunu hiç düşünmemişti bile. Günün bi­ rinde babasını görebilme ihtimalini, asla düşünmemişti. Bu o kadar beklenmedik ve o kadar tatsız bir durumdu ki. Marius bu­ na üzülmedi bile, bu bir acı bile değildi, bir angaryaydı. Fikir ayrılıkları bir yana, Marius dedesinin sözleriyle «o kılıç artığı» (Mösyö Gillenormand keyifli günlerinde damadına bu la­ kabı takardı) babasının kendisini sevmediğine emindi. Sevse onu dedesinin ve teyzesinin eline bırakır mıydı? Sevilmediği için o da bu kendi oğlunu sevmeyen babayı sevmiyordu. Her şey bu kadardı. 583

O kadar afalladı ki, dedesine soru bile sormadı. Dede anlattı: «Anladığım kadarıyla baban hastaymış, seni görmek isti­ yor.» Biraz sessizliğin ardından: «Yarın sabah erkenden yola çık. Fantaines’den bir posta arabası sabah altıda hareket ediyor ve akşama doğru Vernon’a varıyor. Baban seni hemen görmek istiyor.» Daha sonra mektubu kırıştırıp cebine attı. Marius o akşam yola çıksa, ertesi sabah erkenden babasının yanında olurdu. Bouloi Sokağından kalkan bir posta arabası, geceleyin Ro­ uen’dan geçip, sabahın ilk saatlerinde Vernon’a gelirdi. Fakat ne Mösyö Gillenormand, ne de Marius bunu düşünmüştü. Ertesi akşam Marius, Vernon’da arabadan indi. Mumlar yan­ mıştı. İlk gördüğü adama Mösyö Pontmercy’nin evini sordu. Çünkü Marius da kralcı olduğundan, Restorasyon düşünceleri­ ni benimsemez ve babasının binbaşı ve baron unvanlarını hiç­ lerdi. Ona evi gösterdiler. Marius kapıyı çaldı. Bir kadın kapıyı aç­ tı, elinde bir lamba tutuyordu. Marius sordu: «Mösyö Pontmercy burada mı?» Kadın «evet» anlamında başını eğdi. «Onunla görüşebilir miyim?» Kadın bu kez başını olumsuzca salladı. Marius: «Fakat ben onun oğluyum, o da beni bekliyor,» diye üsteledi. Kadın: «Artık sizi beklemiyor,» dedi. işte o zaman delikanlı, kadının ağladığını fark etti. Kadın eliyle bir kapıyı gösterdi, Marius girdi. Şöminenin üstündeki bir kandilin aydınlattığı loş odada üç erkek vardı. Biri ayaktaydı, diğeri diz çökmüştü ve üçüncüsü de upuzun yere serilmişti. Yerde kımıltısız yatan, babasıydı. Diğer iki erkekten biri doktor, İkincisi bir rahipti. Binbaşı üç günden beri beyin hummasına yakalanmıştı. Hastalanır hasta­ lanmaz, içine doğmuş gibi Mösyö Gillenormand’a yazmış, öl­ meden önce oğlunu görmek istediğini bildirmişti. Hastalığı gide­ 584

rek kötülemişti. Marius, Vernon’da arabadan indiğinde, artık kendisini bilmeyen baba, sayıklamaya başlamış şöyle haykır­ mıştı: «Oğlum geldi, onu karşılamaya gideyim» ve odasından çıkıp hemen kapının önündeki taşlara serilmiş, son soluğunu vermişti. Doktor ve rahip çağrılmıştı fakat gecikmişlerdi. Oğlu da epey geç kalmıştı. Mumun o loş ışığında yerdeki adamın yanağında bir gözya­ şı damlası seçiliyordu. Gözü fersizdi fakat ıslaktı. Oğlunun ge­ cikmesine ağlıyordu. Marius ilk ve son kez gördüğü bu namuslu adamın yüzüne baktı, görmeyen bu açık gözlere, apak saçlara baktı. O güçlü kollara baktı, yer yer hançer yaralarının izleri vardı, kurşunların deldikleri yere izleri de kızıl yuvarlar oluşturmuştu. Tanrı’nın iyi­ likle ödüllendirdiği bu yüzü ikiye biçen kılıç yarasına baktı. Bu adam onun babasıydı ve şu anda ölüydü, fakat Marius ona kar­ şı hiçbir şey hissetmedi. Herhangi bir yabancının, ölümü için duyacağı bir hüzünden başka hiçbir şey yoktu içinde. Ama oradakiler yaslıydı. Bir köşede hizmetçi üzüntüyle ağlı­ yor, dua eden rahibin hıçkırıkları duyuluyordu. Doktor, da göz­ yaşlarını siliyordu; ölü bile ağlıyor gibiydi. Doktor, rahip, hizmetçi derin acıları içinde tek kelime etme­ den Marius’e baktılar. İçlerinde yabancı olan o idi. Fazla heye­ canlanmış olmamasına karşın, yine de Marius kendi halinden utanmıştı. Ne yaptığını bilmez gibi, şapkasını çıkardı. Birden elindeki şapkayı yere düşürdü, sanki kederden bunu tutacak gücü kalmamış gibiydi. Aynı zamanda vicdan azabı çekiyor ve böyle davrandığı için kendi kendinden utanıyordu. Fakat kendi suçu değildi ki! Baba­ sını sevmiyordu, ne yapsın onu ilk kez bu akşam görmüştü... insan tanımadığını sever mi? Binbaşı geride bir şey bırakmamıştı. Eşyanın satışı cenaze masraflarına yeterdi. Hizmetçi kadın, bir kenarda bulduğu bir kâğıdı Marius’e verdi. Binbaşı eliyle şunları yazmıştı: 585

Oğluma: Waterloo Savaş alanında İmparator bana Baron unvanı ver­ di. Restorasyon bana kanımla ödediğim bu unvanı taşıma izni verdiğine göre, oğlumun bu Baron unvanını taşımasını isterim. Onun bunu hak ettiğine eminim. Kâğıdın arkasına şu sözler eklenmişti:

Aynı savaşta, bir çavuş hayatımı kurtardı. Beni ölülerin altın­ da ezilmekten çekip çıkardı. Adamın adı Thenardier. Duydu­ ğum kadarıyla son günlerde Paris dolaylarında bir han işletiyor­ muş. Ya Chelles ya da Montfermeuil’de. Oğlum bu adamla kar­ şılaşırsa, ona benim minnet borcumu ödesin. Marius kâğıdı alıp koynuna koydu. Bunu babasına duyduğu sevgiden değil de, salt bir ölünün son arzusuna saygı niyetine yapmıştı. Binbaşıdan başka iz kalmadı. Mösyö Gillenormand, bir eski­ ciye onun üniformasını ve kılıcını sattırdı. Komşuları bahçesini talan ettiler ve en bulunmaz çiçeklerini kökünden kopardılar. Di­ ğer bitkilerin de bazıları kurudu, bazıları da çalıya dönüştü. Marius, Vernon’da sadece kırk sekiz saat kalmıştı. Paris’e dönerek hukuk fakültesine devam etti. Sanki hiç yaşamamış gi­ bi babasını unutmuştu. Binbaşı iki günde gömülmüş, üç günde unutulmuştu. Marius matem işareti olarak şapkasına siyah bir kurdele tak­ tı. Olancası bu. 5 İHTİLAL YANLISI OLMAK İÇİN KİLİSEYE GİTME KOŞULU Marius çocukluğunun dinsel öğretilerine bağlı kalmıştı. Bir pazar sabahı erkenden, Saint-Sulpice Kilisesindeki ayine gitti. O gün her zamankinden daha dalgındı. Bir sütunun arkasında­ 586

ki kırmızı kadifeden bir dua iskemlesine oturduğunun farkında değildi. İskemlenin arkalığında «Mösyö Mabeuf, Yönetici» yazı­ lıydı. Marius bunu görmemişti. Ayin yeni başlamıştı ki, ufacık bir ihtiyarcık, Marius’a sokulup şöyle dedi: «Efendim, benim yerime oturdunuz.» Marius özür dileyerek hemen geri çekildi. İhtiyar yerine geç­ ti. Ayin bittiği halde Marius hâlâ kilisedeydi, ihtiyar tekrar yanı­ na geldi ve sanki af dilemek ister gibi şöyle konuştu: «Demin sizi rahatsız ettiğim için bağışlamanızı rica ederim, Mösyö. Yine rahatsız ediyorum fakat hakkımda hatalı şeyler dü­ şünmenizi istemem.» Marius epey saygılıca eğilip: «İnanın gerek yoktu, Mösyö,» dedi. İhtiyar tekrar konuştu: «Yoo, hayır, hakkımda yanlış düşünmenizi istemem. Fakat ben burada oturmaktan vazgeçemem. Burada dinlediğim du­ alar bana daha içten geliyor. Bunun için de hayli duygusal bir nedenim var. İzin verin de anlatayım, yıllar var ki üç ayda bir bu­ raya düzenli gelen bir babanın, oğlunu gizlice izlemek için du­ ayı burada dinlediğini gördüm. Ailevi bir sorun yüzünden bu acılı adama oğlunu görmeyi yasaklamışlardı. O da oğlunu töre­ ne getirdikleri zaman aksatmadan gelirdi. Küçük, babasının bu­ rada olduğunu, kendisini gizlice izlediğini bilmezdi. Belki zaval­ lı çocuk, bir babasının olduğundan bile habersizdi. Baba kimse­ lere görünmemek için bu sütunun ardında otururdu. Çocuğuna öteden bakar ve ağlardı. Biçare adamın yavrusunu taparcasına sevdiğini biliyordum. İşte bu nedenle, bu yer benim için kutsal­ laştı. Ben de töreni buradan dinleme huyunu edindim. Aslında kilisenin yöneticisi olduğuma göre, daha rahat bir yerim var, fa­ kat buraya oturmaktan vazgeçemiyorum. Çünkü ben daha son­ raları bu zavallı babayı tanıma olanağını buldum. Onun kayın­ babası ve çok varsıl bir teyze çocuğu mirasından mahrum et­ mekle adamı korkutmuşlardı. Bu olağanüstü adam oğlunun gü­ nün birinde varsıl ve mutlu olması için kendisini feda ediyordu. 587

Onu oğlundan, yalnızca siyasal görüşleri yüzünden ayırmışlar­ dı. Gerçi benim de siyasal fikirlere saygım var, ama bazıları abartır, nerede duracağını bilmez. Bir erkek Waterloo’da dövüş­ tüğü için bir canavar mıdır? Aman Tanrım! Ne insanlar var, bu­ nun için bir babayı oğlundan etmek. Sanırım o zavallı baba öl­ dü, öyle duydum. O Bonaparte’ın binbaşısıydı. Kardeşimin pa­ pazlık ettiği Vernon’da oturuyordu. İsmi de dilimin ucunda, «Pontmaire» mi yoksa Pontmercy’miydi ki? Cesaretinin izini yü­ zünde taşıyordu. Derin bir kılıç yarası...» Marius’ün yüzü soldu: «Pontmercy» diye kekeledi. «Ah, tabii ya. Tamam Pontmercy yoksa siz de onu tanıyor musunuz?» Marius tok bir sesle: «Mösyö,» dedi, «o adam babamdı!» İhtiyar yönetici ellerini birleştirip haykırdı: «Aman Tanrım! Ne tesadüf? Demek o çocuk sizdiniz? Öyle ya artık büyümüş, erkek olmuş olacak. Ah zavallı yavrum, ba­ banızla övünebilirsiniz, size çok düşkün bir babanız vardı.» Marius ihtiyar adamın koluna girerek onu evine götürdü. Er­ tesi sabah, dedesine şöyle dedi: «Birkaç arkadaş bir av eğlencesi hazırladık, üç gün kadar uzaklaşmama izin verir misiniz?» İhtiyar, «Dört gün izin, iyi eğlenceler,» dedi,» daha sonra kı­ zına göz kırptı ve şunları ekledi: «Bir aşk macerası!» 6 KİLİSEDEN BİRİYLE TANIŞMAK Marius’ün nereye gittiğini daha sonra öğreneceğiz. Üç günlük bir aradan sonra Marius Paris’e döndü, doğruca Hukuk Fakültesinin kitaplığına gitti ve Moniteur dergisinin eski nüshalarını istedi. 588

Dergiyi baştan sona okudu. Cumhuriyet ve İmparatorluğa ait bütün yazıları, Sainte-Héléne Günlüğü'nü okudu. O yıllara dair, gazeteleri, dergileri, bültenleri, raporları, bildirileri okudu, daha doğrusu ezberledi. Büyük Ordu günlüklerinde önce babasının adını gördüğün­ de tam bir hafta ateşlendi. Georges Pontmercy’nin şeflerini, es­ ki generalleri ziyarete gitti. Kilise yöneticisi Mabeuf’le, sağlam bir arkadaşlığı vardı. Ziyarete gittiği adam, babasının Ver­ non’daki sınırlı hayatını anlattı. Onun yalnızlığından, yetiştirdiği güzel çiçeklerden, çektiği acılardan söz etti. Marius o zaman yıllar boyunca tanımadığı bu eşsiz adamı bu yüce ve uysal as­ keri, bu aslan ve kuzu karışımı babasını yeterince tanıdı. Bu arada dersleriyle de ilgilendiğinden, Gillenormand ailesi­ ni sadece akşam yemeklerinde görebiliyordu. Daha sonra, or­ tadan kayboluyordu. Halası öfkeleniyor, dede gülümsüyordu: «Dert etmeyin; gençlik bu, hayatında bir kız olmalı.» Daha son­ ra şunu ekliyordu: «Evet ama ben bunu rastgele bir çapkınlık macerası sanmıştım, aslında bu bir tutku...» Evet bu sahiden bir tutkuydu. Marius babasını ölesiye sevmeye başlamıştı. Aynı zamanda düşünce biçimi de büyük bir değişime sahne oluyordu. Bu değişim dönemleri çeşitli ve kesintisiz oldu. Bu de­ ğişme pek çok delikanlının başına geldiğinden bunu uzun uzun anlatmak isteriz. Yeni edindiği bu bilgiler gözünü korkutmuştu. Önce gözleri kamaşır gibi oldu. O güne değin Cumhuriyet ve imparatorluk onun için korku­ tucu sözcüklerdi. Cumhuriyet kasvetli bir günbatımında yükse­ len giyotin; İmparatorluk gecede parlayan bir kılıçtı. Oysa bu gölgelere yakından baktığında, beklediği karanlıkların yerini göz kamaştırıcı yıldızlar almıştı. Mirabeau, Vergniaud, Saint-­ Just, Robespierre, Camille Desmoulins, Danton ve sonra bun­ ları geride bırakacak bir güneşin doğuşu; Napoleon. Marius ar­ tık rotayı şaşırmıştı. Gözleri kamaşıyordu. Fakat zamanla şaş­ kınlıklarından kurtulup bunlara alıştı. Yeni tanıdığı bu insanları 589

cesurca inceledi. Gözleri önünde İhtilal ve İmparatorluk bütün sahneleriyle canlandı. Cumhuriyet, insan haklarını yığınlara ve­ riyor, İmparatorluk ise Fransız kavramını bütün Avrupa’ya be­ nimsetmeye çalışıyordu. İhtilal'de halkın yüceliğini, imparator­ lukla Fransa’nın itibarını gördü. Marius bu iki kavramın da fay­ dalarını anlamıştı. Epey uzlaştırıcı olan bu ilk değerlendirmede, beğenisi yü­ zünden boşladığı noktayı burada belirtmenin gerektiğini sanmı­ yoruz. Bizim belirttiğimiz, gelişmekte olan bir düşünce biçimidir. Bütün ilerlemeler aynı anda olmaz. Daha önce söylediklerimiz ve daha sonra söyleyeceklerimiz için bunu tekrar belirttikten sonra sürdürüyoruz. İşte o zaman, bütün geçmiş yıllarında, ne babasını, ne de vatanını tanımış olduğunu anladı. Evet ne babasını görmüş, ne de ülkesini tanımıştı. Sanki gözüne çekilen bir perde bunu en­ gellemişti, oysa artık her şeyi belirgince görebiliyordu. Bir yan­ dan hayran kalıyor, öte yandan taparcasına seviyordu. Acı ve vicdan azabıyla doluydu kalbi. Artık içindekileri baba­ sına anlatmanın yolunun onunla mezarında konuşmak olduğu­ na emindi. Ah, Tanrı babasının yaşamasına izin verseydi, Mari­ us nasıl coşkuyla ona koşar, kollarına atılır, şöyle derdi: «İşte geldim, babacığım, ben de senin gibi düşünüyorum, benim kalbim de senin ideallerin için çarpıyor Baba, ben senin oğlunum!» Evet, bütün bunları söylerdi. Onun ağarmış saçlarını öper, yüzündeki savaş yarasını beğeniyle seyreder, ellerini okşar, ayaklarını öperdi. Ah niye sanki, genç yaşta ölmüştü o? Neden hakkı olan mutluluğu yaşamadan oğlunun sevgisini görmeden ölmüştü? Bu arada Marius, inançlarında daha ciddi, daha tutu­ cu oluyordu. Sanki ruhuna yepyeni tohumlar atılmıştı. Henüz sahip olduğu iki yüce varlık onun ruhunu güçlendiriyordu: Baba­ sı ile vatanı. Yeni bir anahtar edinmiş gibi, bugüne değin, kendisi için sır sayılan şeylerin hepsi aydınlanıyordu. Kendisini kin duymaya zorladığı yüce düşünceleri, büyük adamları daha doğru değer­ 590

lendiriyordu. Daha birkaç gün öncesine kadar taptıklarını ayak­ ları altında çiğniyordu. Şimdiye dek nasıl bir yanılsama içinde olduğunu düşünerek, kendisine kızıyor ve alay ediyordu. Babasını akladığı gibi, artık Napoléon’u da aklamıştı. Ta ço­ cukluğundan beri, 1814 yılında Bonaparte’ı eleştiren partinin yargılarını kendisine aşılamışlardı. Restorasyonun olanca ön­ yargısı, çıkar ve itkileri Napoléon’u çirkinleştirmeye adanmıştı. Napoléon, Robespierre’den bile daha kanlı bir çehreydi. Aralık­ sız savaşan Fransa’nın artık usandığından, çocuklarını yitiren anaların kanlı gözyaşlarından söz eden Restorasyon Bonaper­ te’ı kullanmış ve onu masallardaki kötü canavarlara benzetmiş­ ti. Tarihi anlayarak okuyan Marius, görmesini engelleyen per­ denin giderek yırtıldığını anladı. Aniden onun varlığının yüce ta­ raflarını buldu ve babası hakkında yanılması gibi, Napoléon hakkında da yanılmış olduğu çıkarsamasına vardı. Her gün da­ ha belirgince görebiliyordu ve büyülenmiş gibi, coşkunun basa­ maklarını her gün biraz daha yükseltiyordu. Yine bir gün çatı katındaki odasında kendi başınaydı. Mu­ munu yakmış, açık pencerenin önünde okuyordu. Dışarıdan kendisine ulaşan düşler, düşüncelerini iyice koyultuyordu. Ge­ ce, düşünmeyi bilen bir ruh için, ne olağanüstü bir mecradır. Kaynağı belirsiz sesler duyulur. Dünyadan kat kat büyük yıldız­ ların parlaklığı göz kamaştırır. Göklerin karanlığında yıldızlar parıldar. Marius her zamanki işiyle ilgileniyordu. Büyük Ordu'nun bül­ tenlerini okuyordu, savaş meydanında yazılmış eski zaman destanlarını. Homeros’un yazdıklarına benzeyen o satırlara dalmıştı. Kimileyin, babasının adına rastlıyordu, derken İmpa­ rator’unkine, sanki Büyük İmparatorluk gözlerinin önüne canla­ nıyordu. Sanki yüreğini dolduran bir med-cezirle yükseliyordu, kendi­ sini babasının yanında sanıyor, onun soluğunu duyar gibi olu­ yordu. Babası eğilip kulağına bir şeyler söylüyordu. Genç ço­ cuk, trampetleri, top gürlemelerini, piyadelerin düzenli yürüyüş­ 591

lerini, süvarilerin at nallarının seslerini duyuyordu. Arada bir, başını yukarı kaldırıyor, sonsuzluklarda ışıldayan yıldızlara da­ lıyordu. Daha sonra kendisini okuduklarına veriyordu. Kendisi­ ne neler olduğunun farkında değildi, fakat içinde bir yerler ağrı­ yor gibiydi, ansızın ne yaptığını bilemeden kollarını pencerenin dışına çıkardı, gölgelere ve sessizliğe baktı ve sonra çınlayan bir sesle: «Yaşasın İmparator!» diye bağırdı. O andan başlayarak her şey bitmişti. Korsika canavarı, hile­ bazlıkla tahta oturan o zorba, kız kardeşlerinin âşığı olduğu id­ dia edilen o diktatör, Talma’dan tiyatro dersleri alan o palyaço, Jaffa’nın zehirleyicisi, o kaplan Buonaparte(*). Bütün bu kara­ çalmalar hemen silindi. Bunun yerini erişilmeyecek bir yüksek­ likte, Sezar’ın mermer hayali aldı. İmparator babasının epey sevdiği ve hayranlık duyduğu bir komutan olmuştu. Şu anda Marius için bundan da fazlası ola­ caktı. Onun anlayışına göre, o dünyayı yumruğu altında tutmak için çabalayan eski Romalı’nın Sezar’ın bir ardılıydı. Onu bir harabenin usta mimarı olarak gördü, yüce kral Charlemagne’in, XI. Louis'nin, IV. Henri'nin, Richelieu’nin, XIV. Louis’nin ardılı olarak gördü. Belki onun da zayıf yönleri, yanlışları olabilirdi, ama o bu suçlarında bile yüce, cinayetlerinde bile güçlüydü. O komşu milletlerin Fransa için «Büyük Ulus» demelerini sağla­ yan Adam’dı. Marius Bonaparte’ı elinde parıldayan bir kılıçla, göz alıcı bir tablo oluşturan, sınırlarda dikilmiş, geleceğin koru­ yucusu gibi görüyordu. O belki bir tiran olabilirdi, aynı zamanda diktatördü de. Bir Cumhuriyeti kuran ve bir ihtilali özetleyen bir despot. Napoléon onun gözünde halkın simgesiydi. Din değiştirmiş biri gibi, yeni inançları onu büyülüyordu. Çok ileri gitti. Onun kişiliği böyleydi; coşkulu, heyecanlı, duygusal. O bir kez yola düştü mü, onu durdurmak mümkün değildi. Kılıca olan düşkünlüğü, düşünceye duyduğu coşkuyu yendi. Gerçek yolunda yanılsamalar oluşur. Marius her şeyi yığınlar açısından (*) Buonaperté: Napoléon düşmanlarının aşağılama sonucu ona taktıkları Kor­ sikalı ismi. Fransızca ismi Bonaporte’tı.

592

benimseyerek iyi niyetini gösteriyordu. Bu girdiği yeni yolda es­ ki yönetimin hatalarını yargılarken Napoleon’un utkusunu de­ ğerlendiriyordu. Hafifletici nedenleri savsaklıyordu. Aslında çok önemli bir adım atmıştı. Monarşinin, yıkılışı san­ dığı yönetimin, tam aksine Fransa'nın yükselişi olduğunu algılı­ yordu. Yönünü değiştirmişti, artık ona göre Doğu ile Batı yön değiştirmişti. Onun ruhunda bu fırtınalar koparken, ailesinin bunun farkın­ da olduğu yoktu. Üstündeki eski kılığından sıyrılır gibi, o Bourbon bağlığından ve kralcı görüşlerinden de sıyrıldı. Aristokrasiden, kralcılıktan uzaklaşarak, tam bir ihtilalci ve demokrat ve hemen hemen Cumhuriyetçi olduğunu fark ettiğinde Orfèvre Köprüsündeki bir yayınevine giderek yüz adet kart bastırdı kendisine:

Baron Marius Pontmercy Bu da aslında ondaki değişimin çok anlaşılır bir sonucuydu. Fakat yakın bir arkadaşı olmadığından, bu kartları hiç kim­ seye veremeyeceğini düşünerek cebine attı. Bu arada yeni düşüncelerinin oluşturduğu bir tavır da dede­ sinden giderek uzaklaşması oldu. Babasına yaklaştıkça, baba­ sının yirmi beş yıldır uğruna çarpıştığı ülküler, onun dedesinden kopmasına yol açtı. Değindiğimiz gibi Marius alışkılarını beğen­ mediği dedesine o kadar sevgi duymazdı. Kendi oturaklı ve cid­ diydi, oysa dedesinin uçarı yaradılışı kendisine ters gelirdi. Ay­ nı siyasal görüşleri ve aynı düşünceleri paylaştıkları sürece Ma­ rius dedesiyle aynı köprüde karşılaşmış birine benzetirdi kendi­ sini. Fakat genç adam inançlarını değiştirince bu köprü de yıkıl­ dı. Aynı zamanda, Marius kendisini babasından uzaklaştıran ve bunu aptalca nedenlere dayanarak uygulayan dedeye kin tut­ maya başladı. Dar kafalı ihtiyar zalimce davranmış, babayı oğ­ lundan ve oğlu da babasından etmişti. Her geçen gün babasına daha derin bir sevgiyle bağlanan Marius, dedesinden nefret etmeye başladı. 593

Şunu da söylemeli ki o, bu duygularını henüz ifade etmiyor­ du. İçinde kopan fırtınalar dışa yansımamıştı. Marius yemekler­ de fazla konuşmaz, evde neredeyse hiç durmazdı. Onun boyu­ na dışarı çıkması teyzesini epey incitiyordu. Birkaç kez bu ka­ çamaklardan dolayı çıkışmış, genç çocuk nazikçe, dersleri, sı­ navları, kursları ve dinlemeye gittiği konferansları gerekçe gös­ termişti. Dede ise hiç aksatmadan aynı düşüncede ısrarlıydı. «Âşık! Hayatında bir kadın var, bu işlerden anlarım.» Marius kimileyin ufak gezilere çıkardı. Teyzesi onu ardı sıra söylenirdi: «Aman Tanrım! Bu çocuk nereye gidiyor?» Aslında kısa gezilerdi bunlar. Marius babasının arzusunu gerçekleştirmek için bir kez Montfermeil'e Çavuş Thenardier’yi bulmaya gitmişti. Fakat hayal kırıklığına uğradı. Kendisine ha­ nın kapatıldığını, adamın battığını ve kasabadan göçtüğünü söylediler. Başka bir şey öğrenemedi. Kimse Thenardier ailesi­ nin ne olduğunu bilmiyordu. Bu araştırmaları yürütmek için, Marius dört gün eve dönme­ di. Dede bile «Çok oluyor ama» diye homurdandı. Dedesi ve teyzesi Marius’ün boynuna siyah bir kordon astı­ ğını görür gibi olmuşlardı. 7 GÖNÜL İŞLERİ Az önceki bölümlerden birinde, bir subaydan bahsetmiştik. Bu genç süvari Mösyö Gillenormand’ın baba tarafından yakı­ nıydı. Ailesinden uzakta, kışla hayatı sürüyordu. Theodule Gil­ lenormand, fiyakalı bir süvarinin bütün üstünlüklerini kendinde toplamıştı. İnce belli, geniş omuzluydu. Kılıcını havalı bir tavır­ la sallardı, ya o gür bıyıkları... Paris’e kimi zaman uğradığın­ dan, Marius, kendisinden birkaç yaş büyük bu akraba çocuğu­ na son yıllarda hiç rastlamamıştı. Her iki yeğen birbirlerini sa­ 594

dece ismen tanırlardı. Bir kuzen oğlu olan Theodule, Matmazel Gillenormand’ın gözdesiydi. Geçkin kız, arada bir gördüğü bu uzak akrabasını Marius’e bile tercih ederdi. Az gördüklerimizi, bütün niteliklerle süslediği­ mizden, onları yakınlarımızdan daha fazla severiz. O sabah Matmazel Gillenormand yıkık bir halde, odasına çıktı. Marius kısa bir gezi için dedesinden yine izin istemişti. Ay­ nı akşam yola çıkacağını da söylemişti. Dede istenen izni ver­ di, fakat torunu salondan çıkar çıkmaz kaşlarını çattı ve kızına dönüp: «Artık geceleri de evde durmaz oldu,» diye anlamlıca söy­ lendi. Bütün bu olup bitenlere bir anlam veremeyen Matmazel Gil­ lenormand heyecanla soluyarak odasına gitti. Bu arada, kendi kendine: «Aman Tanrım! Nereye gidiyor, artık çok aşırı bunlar, bu ka­ darı da fazla!» diye söylendi. O da babası gibi Marius’ün bir kadına sevdalandığına inan­ mıştı. Fakat bunun evli bir kadın olma ihtimali onu perişan edi­ yordu. Kadıncağız o kadar etkilenmişti ki, kendisini oyalamak için gergefini ele aldı. İşlediği günün modasına uygun ve araba te­ kerleklerinin bulunduğu bir masa örtüsüydü. Bir zamandır iğnesini kumaşa batırıp çıkarıyordu ki, kapısı­ nın açıldığını duyarak, başını kaldırdı. Teğmen Theodule Gillenormand karşısındaydı ve ona subay selamı veriyordu. Kadıncağız bir çığlık attı. Her ne kadar yaşlı, tutucu, namus­ lu olsa da, kadın olmaktan iyice sıyrılamamıştı. Odasında bu alımlı subayı görmek hoşuna gitti, sevinçle: «Hoş geldin Theodule, neye borçluyuz gelişini?» «Paris'ten geçiyordum da, sizi görmek istedim.» «Gel sarılayım sana.» «Severek halacığım,» diye genç adam, ihtiyara sarıldı. Gillenormand hala, hemen dolabına gidip çekmeceyi açtı. 595

«Gelişine çok sevindim, en azından birkaç gün kalırsın. Bir haftadan önce seni bırakmam.» «Ah, ne çok isterdim. Ama üzgünüm. Hemen bu akşam git­ meye mecburum. Kışlamız değişiyor. Ben de Paris’ten geçer­ ken, hiç değilse gidip halamı bir göreyim diye düşündüm.» «Oh, ne iyi yaptın evladım, al bakalım, zahmetine karşılık.» Bu sözlerle hala, onun avucuna on altın verdi. Genç adam, çok ince bir hareketle halasının elini öptü ve: «O da ne demek halacığım, zevkime karşılık demek daha yerinde.» Theodule onu tekrar öptü, ceketinin sutaşları, kadının boy­ nunu tırmalamıştı, fakat o buna sesini bile çıkarmadı, hoşuna bile gitti. «Sen de yolculuğu atla, taburunla mı yapacaksın?» «Hayır, halacığım, benim özel iznim var, atımı emirerim gö­ türüyor, ben posta arabasına bilet aldım. Ha, size bir şey sor­ mak istiyorum. Kuzenim Marius Pontmercy de seyahate mi çı­ kıyor?» Hala hemen ilgilenmişti; coşkuyla sordu: «Sen bunu nasıl öğrendin?» «Gelmeden önce posta arabası durağına uğrayıp bilet al­ dım. Listede onun da adını gördüm.» «Adını mı?» «Marius Pontmercy.» «Ah çocuğum, ne yazık ki, kuzenin senin gibi aklı başında biri değil. Demek bütün geceyi posta arabasında geçirecek?» «Tıpkı benim gibi.» «Evet ama sen görev nedeniyle gidiyorsun, o zevk için.» «Vay canına!» diye mırıldandı Theodule. Derken, Matmazel Gilenormand’ın aklında bir ışık parladı. Daha sonraları bunu düşündüğü için kendisini kutlayacaktı, eli­ ni alnına atıp: «Dinle,» dedi. «Marius seni tanımaz değil mi» «Hayır, ben onu tanırım, ama o benimle tanışma zahmetine 596

katlanmadı. Yıllardır beni gördüğü yok, çocukken birkaç kez oy­ namıştık...» «Demek aynı arabada olacaksınız...» «Evet ama o arabanın üstünde, ben kupa kısmında...» «Bu araba nereye gidiyor?» «Andelys’e.» «Ya, demek Marius ta oralara kadar gidecek?» «Belki, benim gibi yarı yolda da inebilir. Ben Vernon’da inip, oradan bir aktarma yaparak Gaillon arabasına geçeceğim. Ma­ rius’ün nereye gideceğini bilemem.» «Aman Tanrım, şu Marius isminden de hiç hoşlanmam, ne­ den sanki ona bu ismi verdiler? Senin adın çok güzel. Theodu­ le...» Subay omuz silkti: «Ama yaptınız hala,» dedi, «ben de adımın Alfred olmasını isterdim.» «Dinle Theodule.» «Emrinizdeyim?» «Gözünü aç.» «Ben her zaman gözümü açarım halacığım.» «Anlamadın mı?» «Hayır, sözü nereye getirmek istediğinizi anlayamadım.» «Marius bugünlerde, sık sık evden ayrılır oldu.» «Öyle mi!» «Evet aralıklarla üç-dört günlük gezilere çıkıyor...» «Demeyin, hala...» «Evet bunun altında neler olduğunu bilmek istiyorum.» «Bir kız ya kadın işi olmaya...» «Başka ne olabilir ki?» diye bağırdı halası. Kadın şu anda sanki babasının konuştuğunu duyar gibi oldu. Dedeyle kuzen aynı şeyi düşünüyordu. «Dinle Theodule, beni sevindirmek ister misin? Marius’ü bi­ raz izle, seni tanımadığına göre bu senin için kolaydır. Şu kız ki­ min nesi, bir gör bakalım. Bize bunu yazarsın, dede de sevinir.» Böylesi izletmeler Theodule’nin kişiliğine pek uymazdı. O 597

hafiyelik yapacak biri değildi, ama az önce halanın verdiği on altın da yabana atılır bir para değildi. Bundan dolayı halanın teklifine evet dedi ve: «Nasıl isterseniz halacığım,» dedi... İçinden «Olur şey değil, halam bana hafiyelik yaptırmak niyetinde,» diye düşündü. Matmazel Gillenormand ona tekrar sarıldı: «Bravo aslan Theodule! Sen böyle kaçamaklar yapmayacak kadar namuslu bir gençsin. Sen disipline, yöneticilerinin emirle­ rine uyarsın. Bu tip bir yaratığı görmek için ailenden uzaklaş­ mayacağını bilirim.» Teğmen bıyıkaltı gülüşünü göstermemek için, yüzünü buruş­ turdu, halanın bu sözleri bir hırsızın namusundan dolayı övül­ mesi gibiydi. Aynı günün akşamı hiçbir şeyden haberi olmayan Marius, posta arabasına bindi. Theodule ise onu izleyeceğine, arabaya kapağı atar atmaz derin bir uykuya daldı. Bu uyku bütün gece sürdü, ta sabaha kadar horladı. Gün doğarken sürücünün gürleyen sesi duyuldu: «Vernon, Vernon, Vernon’da inecekler.» Teğmen Thedolue hemen gözlerini açtı. Mahmurca: «Tamam,» diye söylendi, «burada inecektim.» Daha sonra ağır ağır uyanıp kendine geldi, halayı, on altını, kendisine verilen görevi, ne yapmasının gerektiğini hatırladı. Bu da onu keyiflendirdi. Üniformasının düğmelerini iliklerken: «Belli olmaz, belki de daha önce inmiştir,» diye düşündü. «Şimdiye dek birkaç kasa­ badan geçtik, bunların birinden birinde inmiş olabilir. Aman Tan­ rım, şimdi ben ihtiyar halaya neler yazacağım ki?» Tam o anda arabadan inen siyah pantolonlu birini gördü. «Bu Marius olmasın?» diye kendi kendine söylendi. Arabanın hemen önünde genç bir köylü kızı, çok güzel çi­ çeklerden oluşturduğu demetleri yolculara uzatıyor, «Sevdikle­ rinize çiçekler alın,» diyordu. Marius ona yaklaştı ve en güzel çiçeklerden birini aldı. Theodule de arabadan yere inmişti: 598

«Peki ama kime götürüyor ki bu güzel çiçekleri. Böylesine güzel bir buket her kadına kısmet olmaz, çok alımlı biri olmalı!» Böyle düşünerek Marius’ün ardından yürüdü. Marius çevresine bakmıyordu bile. Theodule’yü fark etmedi­ ği gibi o sırada karşısından geçen ve posta arabasına ilerleyen çok güzel ve şık kadınlara bile bakmadı. «İyice sevdalı,» diye düşündü Thedolue. Marius kiliseye yürüdü. Genç subay, kendi kendine söylendi: «Tam tahmin ettiğim gibi, kilise. Dinsel yerlerdeki buluşma­ lar çok heyecanlıdır. Tanrı evindeki işveli bakışmalardan iyisi olamaz fikrimce.» Marius kiliseye girmedi köşeyi döndü ve bir anda gözden yok oldu. «Buluşmaları demek açıkhavada, haydi görelim bakalım şu küçük kızı!» Böyle düşünen Theodule sessizce köşeyi döndü. Ama ora­ da donakaldı. Marius, başını ellerinin arasına almış, bir meza­ rın başına diz çökmüştü. Çiçekleri de mezar taşına bırakmıştı. Mezara dikili bir tahta haç üzerine karakalemle şu isim yazılıy­ dı:

Binbaşı Baron Pontmercy Theodule, Marius’ün hıçkırdığını duydu. Küçük kız, bir mezardı. 8 MERMER VE KAYA Paris’ten ilk ayrıldığından beri, her gezide Marius buraya uğ­ ruyordu. Oysa her izin istediğinde, dedesi onu hovardalık etme­ ye gidiyor sanıyordu. Teğmen Theodule bir mezarın görünümüyle allak bullak ol­ du. Hiç de sevimli olmayan ve bir türlü tanımlayamadığı bir iz­ 599

lenime kapılmıştı. Bunda iki şey karışıyordu: Bir mezara duyu­ lan saygı, bir Binbaşı’nın saygısına katılmıştı. Hemen geriledi ve Marius’ü mezarlıkta babasıyla yalnız bıraktı. Bu gerilemeyi de, disiplinli bir şekilde yaptığını söylemeliyiz. Ölüm ona, bir madalya ve büyücek apoletler biçiminde görünmüştü, ayrımın­ da olmadan askeri bir selam verdi. Halaya ne diyeceğini bile­ mediğinden, hiçbir şey yazmamaya karar verdi. Rastlantı işe karışmasa, Vernon’daki bu sahneyi Gillenor­ mand ailesi bilmeyecekti. Ne var ki kaderin sır dolu rastlantıla­ rından biri farklı bir karar almıştı. Paris’tekiler ayrı bir yoldan Marius’ün sırrını öğrendiler. Marius üçüncü gün sabah erkenden döndü. İki gecelik uyku­ sunu alan genç yüzme okuluna giderek, bir saat kadar yüzmek istedi. Odasında hemen üstünü değişti, giysilerini kaldırmaya vakit bulamadığından redingotunu ve boynundaki siyah kurde­ leyi yatağının üzerine atmıştı. Bütün zinde ihtiyarlar gibi Mösyö Gillenormand da sabah er­ kenden uyanırdı. Torununun geldiğini duyunca, çatı katı oda­ sında yakalayıp ona gezisi hakkında bazı sorular sormak iste­ di. Bu arada üç gündür Marius’ü özlemişti, ona sarılacaktı. Gelgelelim, delikanlı ondan atik davranmış evden çıkmıştı bile. Dede odayı bomboş buldu. Yatak düzgündü, ihtiyar adamın keskin gözleri yatağın üs­ tündeki redingont ceketiyle, siyah kurdeleyi seçti. Mösyö Gille­ normand bir kahkaha attı: «Oh, oh çok sevindim!» Birkaç dakika sonra aşağıya indiğinde kızını koltukta o ger­ gefiyle buldu. Mösyö Gillenormand utkuyla salona girmişti. Bir elinde ceketi, diğerinde siyah kordona asılı küçük deri bir kutuyu tutuyordu, sevinçle bağırdı: «Yaşasın, artık sırlar aydınlanıyor. Sırrının anahtarı elimiz­ de, şu bizim hovardanın kaçamaklarını anlama vakti geldi. Bak, kızın resmi şu kutuda olmalı.» Bir yandan neşeyle gülüyor, beri yandan elindeki siyah kor­ donu sallıyordu. 600

«Zafer! Kızın resmi madalyonun içindedir, iddiaya girerim.» Adam koltuğuna kurulup mutlu bir «oh» çekti ve elindeki ku­ tuyu yukarı kaldırdı. Fakat hemen açmadı, tadına varmak isti­ yor gibiydi. Epeyce aç olduğu halde, önündeki yemeklerin ken­ disine nasip olmadığını bilen bir adama benzemişti şimdi. «Kül yutmam, benden kaçar mı, biz bu işleri biliriz... baka­ lım gönlündeki şu kız güzel mi bari? Belki de çirkinin biridir, şim­ diki gençler o kadar sığ beğenili ki!..» Kızı: «Hadi açsanıza baba!» dedi. Düğmesine basınca küçük kutu açıldı, içinde özenle katlan­ mış bir kâğıt buldular. Mösyö Gillenormand kahkahalar atarak: «Ah hovarda!» diye haykırdı. «Bu işleri biz de biliriz, bir aşk notu olmalı.» Teyze: «Okuyalım,» dedi. Kadın gözlüklerini taktı, kâğıdı açtılar ve şunları okudular:

Oğluma: Waterloo Savaş alanında İmparator bana baron unvanı ver­ di. Restorasyon bu unvanı taşımama izin verdiğine göre, oğlu­ mun baron unvanı taşımasını isterim. Onun bunu hak ettiğine eminim. Baba-kızın hislerini tanımlamak zor. Sanki bir hortlak gör­ müş gibi iliklerine değin donmuşlardı. Tek kelime etmediler. Fa­ kat Mösyö Gillenormand, kendi kendine konuşur gibi, «şu kaba askerin yazısı» diye söylendi. Teyze kâğıdı evirdi, çevirdi, sonra tekrar kutuya koydu. Der­ ken mavi bir kâğıda sarılı küçük bir paket, ceket cebinden düş­ tü: Marius’ün kartvizitleri. Mösyö Gillenormand okudu:

Baron Marius Pontmercy İhtiyar adam zili çaldı. Nicolette geldi. Mösyö Gillenormand 601

ceketi, kutuyu ve kimlik kartlarının hepsini odanın ortasına ata­ rak hizmetçi kıza: «Bunları götür!» dedi. Bir saat koyu bir sessizlikle geçti, ihtiyar adam ve ihtiyar kız, birbirlerine sırt çevirmiş, öylece oturuyorlardı. Herhalde aynı şe­ yi düşünüyorlardı. Bir saat sonra Marius’ün teyzesi babasına dönerek: «Olacak iş değil!» dedi. Birkaç dakika sonra Marius göründü. Yüzmekten geliyordu, fakat henüz içeri girmeden dedesini gördü. İhtiyar adam elinde onun kartlarından biri vardı ve torununu görür görmez tam bir kenter davranışıyla küçümseyen bir kahkaha attı. «Bak hele, kutlarım seni, demek artık Baron oldun... Bu da ne demek?» Marius biraz kızardı ve şöyle dedi: «Bu babamın oğlu olduğumu kanıtlar.» Mösyö Gillenormand gülmeyi bıraktı ve sert bir sesle: «Senin baban benim!» dedi. Marius bakışlarını yere eğdi ve sert bir yüz ifadesiyle konuş­ tu: «Babam kibirsiz bir kahramandı. Cumhuriyet’e ve Fransa’ya hizmet etti, üstelik en onurlu şekilde. İnsanoğlunun tanıdığı en büyük tarihte yücelmeyi bildi. O yirmi beş yıl kamp ateşleri önünde, gündüz topların altında, geceleyin mermi yağmuru al­ tında yaşadı. Karda, kışta, çamurda yaşadı. İki sancak kazan­ dı, yirmi kez yaralandı ve terk edilerek yalnızlık içinde öldü. Onun tek hatası, iki hayırsızı sevmek oldu: Vatanını ve beni!» Mösyö Gillenormand, artık daha fazla dinleyemedi. Cumhu­ riyet sözünü duyar duymaz, yerinden kalktı, daha doğrusu fırla­ dı. Marius yangına körükle gitmişti, ihtiyar Kralcı’nın yüzü, kızıl­ dan mora dönmüştü. Gözleri alev saçıyordu. «Marius!» diye bağırdı. «Sen ne korkunç bir çocukmuşsun meğer!.. Babanın ne ve kim olduğunu bilmiyorum, bilmek de is­ temem. Fakat diyeceğim şu, Cumhuriyetçiler arasında, sadece yoksullar vardı. Bunların hepsi cani, baldırıçıplaklardı, kızıl kü­ 602

lahlılar, haydutlardı hepsi. Hepsi diyorum duyuyor musun Mari­ us? Ben aralarından birini bile kayırmıyor, hiçbirini tanımıyo­ rum. Baronmuş, külahıma anlat. Bu haydutlar işbirliğiyle Ro­ bespierre’in buyruğunda çalıştılar, krallarına ihanet ettiler. Hep­ si de ödlek ve hain, Waterloo’da Prusyalılar’ın ve İngilizler’in karşısında kaçtılar. İşte bildiklerim, eğer sizin babanız da bun­ lar arasında ise, bilemeyeceğim, bilmek de istemem!..» Şimdi Marius yangındı ve Mösyö Gillenormand da körükle saldırıyordu. Marius zangır zangır titriyordu, başı alevler için­ deydi. Taptıklarının ateşe atıldığını gören bir rahip gibi şaşkın­ ca durdu. Dedesi babasına hakaret etmiş, onu ayakları altında çiğnemişti. Fakat birinin intikamını almak, diğerine hakaret sayılırdı. Marius dedesine hakaret edemezdi, bu arada babasının da in­ tikamını alması gerekiyordu. Bir süre sarhoş gibi sendeledi, da­ ha sonra başını kaldırdı, gözlerini dedesine dikti. «Kahrolsun Bouorbonlar ve şişko domuz XVIII. Louis!» XVIII. Louis öleli dört yıl olmuştu, fakat onun umurunda de­ ğildi. Demin mosmor kesilen ihtiyarın yüzü, bu kez saçlarından bi­ le daha beyaz oldu. Şöminenin onur yerinde bulunan Berry Dü­ kü’nün büstü önünde saygıyla eğilip selamladı, daha sonra iki kez pencereden şömineye, şömineden pencereye yürüdü. Attı­ ğı adımlar altında salonun zemini çatırdıyordu, ikinci yürüyü­ şünden sonra, tıpkı ihtiyar bir dişi koyun gibi sinmiş oturan kızı­ na yanaştı ve gülümseyerek: «Mösyö gibi bir Baron ile benim gibi kenter aynı evde kala­ maz,» dedi. Sonra hemen sırtını dikleştirdi ve bembeyaz bir yüzle gözle­ ri alev saçarak kolunu torununa uzatıp, korkunç bir sesle: «Defol!» diye bağırdı. Marius evden ayrıldı. Ertesi günü Mösyö Gillenormand kızına şöyle dedi: «Bundan böyle her ay şu kanlı katile altmış altın yollayın, fa­ kat benim yanımda onun adını anmayın!» 603

Hıncını kızından almak amacıyla üç ay kızıyla konuşmadı, ona «siz» diye seslendi. Marius ise perişandı. Ne edeceğini bilmez bir halde, dedesi­ nin konağını terk etti. Acısını çoğaltan bir aksilik daha olmuştu. Efendisinin emriyle küçükbeyin redingotunu ve küçük kutuyu odaya çıkaran hizmetçi Nicolette, siyah kurdeleye asılı küçük kutuyu merdivenlerde düşürmüş olmalıydı. Bu kutu ve içindeki kâğıt bir daha bulunamadı. Marius da dedesinden kuşkulandı. Onun babasının vasiyetini yakmış olduğuna inandı. Evet, baba­ sının el yazısıyla yazılı bu kâğıt parçası Marius için kutsaldı, bu­ nu yitirmek onu üzdü. Delikanlı, cebinde hepi topu otuz frank, nereye gideceğini bilmeden öylesine evden çıkmıştı. Bir çıkına birkaç giysi atmış, kiraladığı bir arabaya, Quartier Latin(*)’e gideceğini söylemişti. Marius ne yapacaktı?

(*) Quartier Latin: Paris’te öğrencilerin, üniversitelilerin kaldığı mahalle.

604

DÖRDÜNCÜ KİTAP ABC DOSTLARI 1 TARİH YAPMAYA YAKIN BİR KALABALIK O zamanlarda, yüzeyselliğine karşın, toplumda bir ihtilal rüz­ gârı vardı. Havada ‘89 ve ‘92 yıllarının esintileri asılıydı. Genç­ lik, deri değiştirir gibiydi. İnsanlar, hele de gençlik farkında olmadan değişiyordu. Kadranlarda ilerleyen saat yelkovanı ruhlarda ilerliyordu. Her­ kes öne doğru bir adım atmayı deniyordu. Kralcılar liberal ol­ muşlar, liberaller demokratlığa vurmuşlardı. Bu, kabaran bir deniz gibi, farklı cereyanlar oluşturmuştu. Bunların özellikleri kaos oluşturuyordu. Bu nedenle epey çeşit­ li düşünceler uç veriyordu. Fransızlar hem Napoleon’a, hem öz­ gürlüğe tapıyorlardı. Burada da tarih yapıyoruz. Bunlar o zama­ nın filizleriydi. Bir yeni kanılar dönemiydi. Şaşılası bir şey olan Voltaire’ci krallığın, ondan daha az etkin olmayan bir benzeri ol­ du: Bonapartçı Liberalizm! Daha farklı bilgeler topluluğu, daha da ağırbaşlı davranırlar­ dı. Bazı ilkeleri araştıradursun, İkinciler hakka, hukuka bağlıydı. Mutlak için coşkuyla mümkün olanı tasarlıyorlar, hayallerin­ de sonsuza değin sürükleniyorlardı. Aslında hayalleri getiren inançlar değil midir? Geleceği var etmek için de, düşlere ihtiyaç duyulur. Bugünün ütopyası yarın için kesin bir gerçek olabilir. İleri görüşler iki yanı keskin bıçaklar gibidir. ileri düşüncelerin ikili anlamları vardır. Bir sırrın başlangıcı 605

kurulu düzeni tehdit ediyordu, bu düzen de işkilli, sinsiydi. Yet­ kenin art niyeti, yıkılırken, halkın art niyetiyle karşılaşır. Ayak­ lanmaların miskinlik, kuluçka dönemi, hükümet darbelerinin planlanma başlangıcıdır. Fransa’da o yıllarda İtalya’nın karbo­ narileri gibi büyük, gizli kuruluşlar yoktu. Fakat çeşitli yerlerde yeraltı eylemleri dallanıp budaklanıyordu. Aix’de, «Congouer­ de» taslaktı. Paris’te bir Dernek kurulmuştu yalnızca. Bunu ABC Dostları(*) adını vermişlerdi. Şu ABC Dostları Derneği’nin gayesi neydi? Görünüşte ço­ cukların eğitilmesi amacına sahip, ama aslında insanların kal­ kınmalarıyla uğraşan bir kurumdu. Herkes, kendisinin «ABC’nin Dostu» olduğunu söylerdi. Aşağılanan halktı. Halkı yükseltmek, onu geliştirmek kaçınıl­ maz bir ödevdi. Aslında bu komik bir kelime oyunu değildi. Bu oyunları kimi zaman çok önemlidir. Bir örnek: «Castratus ad canstra» Narsés’i ordu generali yapmıştır; diğer örnekler: «Bar­ bari et Berberini»; «Fueros y Fuegos»; «Tu es Petrus et super hane petram». ABC Dostları sayıca kalabalık değildi. Bu henüz kuluçkada­ ki, gizli bir dernek gibiydi, aslında, bir topluluk. Yeter ki topluluk­ lar kahramanlar yetiştirsinler... Bunlar Paris’in iki lokalinde top­ lanırlardı. Hal Çarşısında Corinthe isimli bir meyhanede, bir de Panthéon Mahallesinde Saint-Michel Meydanında, Musain Ca­ fesi’nde. Bu lokallerden ilki işçilerin toplandığı bir yerdi, diğeri üniversitelilerin. ABC Dostlarının oturumları Musain Cafesi’nin arka salonunda yapılırdı. Bu salon kafeden epey uzakta, olup, ona bir koridorla bağlanıyordu. Bu uzun koridorun iki penceresi ve Küçük Grés Sokağına bakan bir kapısı vardı. Burada enfiye çekilir, içki içilir, kumar oynanır, gülünürdü. Yüksek sesle her şeyden konuşulurdu, ama bazı şeylerden de, çok kısık sesle konuşulurdu. Duvara Cumhuriyet dönemindeki Fransa’nın hali­ ni gösteren bir harita asılıydı ki, bu da bir polisin işkillenmesine yeterdi. (*) ABC (Abese okunur): Aşağılanmış halk.

606

ABC Dostları genellikle öğrencilerdi, aralarında birkaç işçi de vardı. İşte önemlilerin isimleri: Enjolras, Combeferre, Jean Prouvaire, Feuiliy, Courfeyrac, Bahorel, Laigle, Joly, Grantaire. İçtenlikli arkadaş olan bu gençler, bir aile gibiydi. Laigle dışın­ daki gençlerin tümü güneydendi. Bu gençlerin arasında, arkadaşlık yoluyla bir aile bağı kurul­ muştu. Laigle bir yana, tümü de güneyliydi. Çok tuhaf bir topluluktu. Şu anda geçmişin gölgelerinde kay­ bolan bu genç başlara biraz ışık tutmak, onlara değinmek ya­ rarlı olur. Çünkü kısa süre sonra, onlar acıklı bir serüvene atıla­ caklardır. İsmini ilk andığımız Enjolras, varsıl bir ailenin tek çocuğuy­ du. Enjolras, yeri gelince ürkütücü olabilecek, çok şirin bir genç­ ti. Melekler kadar güzeldi. Eski Yunan ilahları gibiydi. Sanki da­ ha önceki hayatında devrimin uçurumlarını geçmişti. Bu önem­ li işin olanca ayrıntılarını bilirdi. Yeniyetme bir gençte az bulu­ nur şeylere sahipti, dinsel mistisizme sahip bir militandı. O de­ mokrasinin özenli bir askeriydi: idealin rahibi. İçli bakan gözleri biraz kabarık gözkapakları, dolgun dudakları vardı. Çok geniş alnı, onun ne kadar zeki olduğunun işaretiydi. Bir yüzdeki alın, bir ufuktaki gökyüzüne benzer. Bu çağın ilk yıllarındaki gençle­ re benzerdi, bir genç kız körpeliğine kesif bir solgunluk eklerdi. Bir erkek olmasına rağmen, bir çocuk gibiydi. Yirmi iki yaşında olduğuna kimse inanmaz, onu on yedisinde sanırlardı. Ciddiy­ di. Dünyada kadın diye bir şeyin yaşadığından habersiz gibiydi. Tek tutkusu vardı: hak... tek niyeti seti yıkmaktı. Eski Roma za­ manlarında o bir Gracchus olur, Konvansiyon’da yaşasa Saint-­ Just olurdu. O, gülleri bile görmez, ilkbahardan bihaber yaşar­ dı. Kuş seslerini dinlemezdi, en güzel kızın çıplak memeleri kar­ şısında heyecanlanmadığı gibi, çiçekleri de kılıcı gizleyen bir örtü gibi görürdü. Eğlencelerde, katı davranır, Cumhuriyet olmayan her şeyin karşısında bakışlarını yere eğerdi. O özgürlüğün mermerden yapılmış heykeliydi. Engin güçleri vardı, fakat onunla cilveleş­ mek isteyen kadın ya da kızların vay haline!.. Eğer rastgele 607

genç bir terzi kız bu alımlı gence uzun uzun bakacak olsa, onun sarı kirpikleri, mavi gözleri, rüzgârdan dağılan bukleleri, pembe yanakları karşısında coşku duyup, Enjolras üzerinde kadınlık gücünü sınamak istese, genç adam korkunç bir bakışla bu utanmaza dersini verirdi. İhtilal’in mantığını ifade eden Enjolras’ın yanında Combefer­ re de felsefenin simgesiydi. Mantık ile felsefe arasındaki tek fark şudur: Mantık savaşa götürür, felsefe, barışa. Combeferre birçok açıdan Enjolras’ı bütünlüyor ve onun hatalarını gideriyor­ du. O Enjolras’dan daha kısa boylu, fakat daha geniş yapılı olan Combeferre, gençlerin beyinlerine genel düşüncelerin gelişen ilkelerini vermenin faydasına inanırdı. Sürekli aynı şeyi yineler­ di: «Devrim fakat Uygarlıkla birlikte.» Yüksek tepenin çevresinde, o engin mavi ufukları açardı. Bundan dolayı Combeferre’in doktrinlerine ulaşılır, ve kılgısal açıdan yaklaşırdı. Onun tanımladığı devrim Enjolras’ın düşün­ düğünden daha uysaldı. Enjolras onun kutsal hukukunu savu­ nur, Combeferre doğal hukuku. İlki, Robespierre’den, İkincisi Condorcet’den esinlenmişlerdi. Combeferre, Enjolras kadar tu­ tucu ve zorlu değildi, o herkesin yaşadığı hayatı yaşardı. Eğer bu iki genç tarih isimlerini yazdıracak olsa, ilkinden «adil» İkin­ ciden de «Bilge» olarak söz edilirdi. Enjolras daha cesur ruhlu, Combeferre daha insancıldı. Aralarındaki tek fark buydu. «Yurt­ taş» kelimesini seviyordu ama, «insan» sözcüğünü seçiyordu. İspanyollar gibi seve seve «insan» diyebiliyordu. O her şeyi okur, tiyatrolara gider, konferanslara katılır, her yenilikle ilgilenir, bilimsel denemeleri izlerdi, geleceğin okul öğretmenlerinin elin­ de olduğunu her zaman söylerdi. Eğitim sistemleriyle yakından ilgilenirdi. Toplumun hiç süresiz entelektüel ve moral yükselme­ sine çalışmasını dilerdi. Aragon’dan ışığın renklere ayrılmasını öğreniyordu; Geofroy Saint-Hilaire’in yürekten beyne giden iç damarla dış damarın, biri yüzü, İkincisi beyni besleyen ikili ça­ lışmasını anlattığı derse hayrandı; her şeyden haberi vardı, bi­ 608

limi yakından izliyordu; Saint-Simon’la Fourier’yi karşılaştırıyor­ du; hiyeroglifleri çözüyor, bulduğu çakıltaşlarını kırıyor, jeolojiyi anlamaya çalışıyordu; ipekböceğinin resmini çiziyordu; «Dicti­ onnaire de l’académie»deki Fransızca hatalarını bildiriyordu, Puységur’ü, Deleze’ü irdeliyordu; hiçbir şeyi, tansıkları bile onaylamıyordu, hiçbir şeyi, hayaletleri bile inkâr etmiyordu; Mo­ niteur koleksiyonlarını karıştırıyor, düşünüyordu. Geleceğin eği­ timin elinde olduğunu belirtiyor, eğitim sorunlarıyla uğraşıyordu. Toplumun, hiç ardını bırakmadan, fikir ve ahlak seviyesini yük­ seltmeye, bilimin geçerli hale getirilmesine, düşüncelerin yayıl­ masına, gençlikteki bilincin aydınlanmasına çalışılmasını isti­ yordu. Yöntemlerdeki şimdiki yoksulluğun, klasik denilen iki-üç asra yaklaşan edebi açıdaki sefaletin, resmi bilgiç taslağındaki tutuculuğun, skolastik önyargıların, huyların en sonunda okulla­ rımızı yapay istiridye kabukları haline getireceğinden korkuyor­ du. Bilgici, kuralcıydı; kesindi, farklı bilim ve birikime sahipti; çok çalışkandı ve «hayalciliğe varacak kadar» da düşünceliydi, derdi onu tanıyanlar. Şu düşlerin hepsine: Demiryoluna, cerra­ hi ameliyatlarda acının yok edileceğine, karanlık oda görüntüle­ rinin saptanacağına, elektrikli telgrafa, balonların yönetileceği­ ne emindi. Zaten insanlara karşı boşinanların, acımasızlığın, önyargıların her yerde kurduğu kalelerden hiç korkmuyordu. Bilginin, en nihayet, durumu değiştireceğine inananlardandı. Enjolras liderdi, Combeferre rehber. İnsan biriyle çarpışmak, di­ ğeriyle yürümek isterdi. Bu, Combeferre’nin çarpışma gücün­ den mahrum olması anlamına gelmez, engelle göğüs göğüse savaşmaktan, zorla, ansızın patlayarak onu yakalamaktan ka­ çınmazdı; fakat o açık gerçeklerin yavaşça öğretilmesiyle, ölümlü yasaların yayılmasıyla insanları kendi alınyazılarıyla ahenkli hale getirmekten daha çok hoşlanıyordu; iki tür ışık ara­ sında onun yönelimi, alevlenmeden çok, aydınlanmaydı. Bir yangın gün doğuşu sanılabilir fakat günün doğmasını neden beklemeli? Bir yanardağ aydınlıktır fakat gün doğuşu daha hoş bir aydınlıktır. Belki de Combeferre güzelin aklığını, yücenin pa­ 609

rıltısına seçiyordu. Dumanla bulanıklaşan bir aydınlık, zorla sağlanan bir gelişme, bu duygulu, ciddi genci biraz hoşnut ede­ biliyordu. Bir milletin gerçeğin içine başaşağı fırlatılması, bir ‘93 onu korkutuyordu; fakat eylemsizlik de tiksindiriyordu; bunda çürümenin, ölümün kokusunu alıyordu. Sonuç olarak, köpüğü, çürümüş şeylerden üstün tutuyordu, seli bataklık çukuruna, Ni­ agara şelalesini Montfaucon gölüne yeğliyordu. Özetle, ne dur­ mak ne de koşmak istiyordu. Mutlak olanın yiğit âşığı olan şak­ rak dostları, parlak devrimci serüvenlere hayran olup, onları ararken Combeferre, belki soğuk ama temiz olan ilerlemeyi kendi haline bırakmaktan taraftı; düzensizdi fakat kusursuzdu; soğukkanlıydı ama sarsılmazdı. Geleceğin olanca saflığıyla gelmesi, ulusların namuslu ve muhteşem biçimde gelişmesi, onu hiçbir şeyin bozmaması için Combeferre diz çöker, ellerini birleştirip yalvarabilirdi. Habire: «İyinin günahsız olması gere­ kir» derdi. Sahiden de, devrimin yüceliği parlak ülküye göz kırp­ madan bakmaksa, yıldırımlar arasından pençelerinde kanla, ateşle uçmaksa, gelişmenin güzelliği de lekesiz olmaktır; birini simgeleyen Washington’la, diğerini canlandıran Danton arasın­ daki fark, kuğu kanatlı melekle kartal kanatlı melek arasındaki farktır. Jean Prouvaire ise Combeferre’nin daha da uysal bir kopya­ sıydı. Güçlü, derin bir akım vardır ki, Ortaçağın epey vazgeçil­ mez olan irdelenmesine yol açmıştır; bu akıma bir de gelgeç bir heves karışmıştır; işte bu yüzden Jean da kendine «Jehan» di­ yordu. Jean Prouvaire habire âşık olurdu, bir sevgilisi vardı. Saksı­ da çiçek büyütür, flüt çalar, şiir yazar, halkı sever, kadına acır, çocuğun acısına ağlardı. Geleceğe ve Tanrı’ya aynı duyguyla inanırdı. André Chenier gibi ünlü bir ozanın kellesini uçuran İhtilali ayıplardı. Çoğu zaman yumuşak ve tatlı olan sesi, kimi zaman gürlerdi. Epey birikimliydi. Doğu uygarlığını ve yazınını incele­ mişti. En büyük fazileti çok iyi olmasıydı. İyilik yüceliğe yaklaş­ tığından, o şiirde sınırsızdan hoşlanırdı. İtalyanca, Yunanca, 610

Latince ve ibranice bilirdi ve bu nedenle şu dört aydını okurdu hep: Dante, Suvehalis, Aillylos ve İsaie. Fransız ozanları ara­ sında Corneille’i, Racine’i, Agrippa d’Aubigne’yi severdi. Ba­ şaklar ve kır çiçekleriyle dolu tarlalarda avare dolaşır ve olaylar kadar bulutlarla da ilgilenirdi. İnsanı inceler, Tanrı’yı izlerdi. Gün boyu toplumsal sorunlara kafa yorardı: işçi gündeliği, anamal, kredi, evlilik, din, düşünme özgürlüğü, sevme özgürlüğü, eğitim, ürün ve bölüşme, insanlığı örten gölgenin sırrını inceler ve ak­ şamları yıldızlara bakardı. O da Enjolras gibi, bir ailenin biricik çocuğuydu, çok da varsıldı. Yavaş konuşur, başını yana eğer, ürkek gülümser, çok berbat giyinirdi. Toyca davranır, devamlı kıpkırmızı olurdu, çok çekingendi. Bunun yanı sıra, çok da yü­ rekli cesur bir genç olduğunu söyleyebiliriz. Feuilly, kimsesiz bir genç işçiydi. Anasız, babasız büyümüş­ tü. Yelpaze imalatında çalışır, günde üç frank alırdı, tek gayesi dünyayı kurtarmaktı. Bir başka sıkıntısı da bilgili olmak, kendi kendisini eğitmekti. Bilgiyle kurtulacağına emindi. Kendi kendi­ sine okumayı ve yazmayı öğrenmişti. Bütün bildiklerini kendi başına öğrenmişti. Feuilly’nin çok iyi bir kalbi vardı. Her şeyi sevmek isterdi. Ana hasreti çektiğinden, bu sevgiyi vatanına vermişti. Dünyada, kimsenin vatansız kalmasını istemezdi. Bu konuda daha birikimli olabilmek için, özellikle tarihe çalışmıştı. Bu ütopyacılar arasında, o dış ülkeleri simgelerdi. Yunanistan’ı, Polonya’yı, Macaristan’ı, Romanya’yı, İtalya’yı benimsemişti. Bu adları boyuna, gerekli gereksiz, hakkın inatçılığı ile yineler­ di. Türkiye’nin Girit’te, Tesalya’nın, Varşova’da, Avusturya’nın Venedik’te bulunması onu delirtiyordu. Hepsinden çok da 1772 saldırısı, zor ve şiddet gösterisi onu isyan etiriyordu. Hışımdaki gerçekten daha üstün bir konuşma hüneri bulunamaz, işte o da bu hünerle konuşurdu Şu iğrenç 1772 tarihi üzerine, hileyle yok edilen bu asil, cesur ulus üzerine, bu üçlü suç üzerine, o za­ mandan beri birçok asil ulusu vuran, adeta onların doğum ka­ ğıtlarını yırtıp atan bütün o korkunç devlet yıkılmalarına örnek olan o canavarca tuzak üzerine yorulmadan konuşurdu. Top­ lumlara karşı çağdaş bütün özkıyılar, Polonya’nın bölüşülme­ 611

sinden çıkar. Polonya’nın bölüşülmesi bir teoridir, bugünkü bü­ tün politik cinayetler onun sonucudur. Neredeyse yüzyıla yakın­ dır hiçbir tiran, hiçbir alçak yoktur ki Polonya’nın paylaşılmasını «ne vaietur» vize vermemiş, onaylamamış, imzalamamış olsun. Çağdaş ihanetlerin dosyaları karıştırılırken, ilk olarak bu dikkat çeker. Viyana Kongresi kendi suçuna başlamadan önce bu su­ ça danıştı 1772, avcıların ilk sıkıştırma bağırışıdır. Feuilly’nin kanıksanmış konuşması buydu. Bu zavallı işçi, kendini adaletin koruyucusu atamıştı; o da, onu yücelterek ödüllendiriyordu. Çünkü sahiden de halkta ölümsüzlük bulunur. Venedik Cermen olamayacağı gibi, Varşova da Tatar olamaz. Krallar bu işte yok yere çabalayıp onurlarını kaybediyorlar. Batırılan bir yurt bir gün yüzeyde görünür, tekrar ortaya çıkar. Yunanistan Yunanis­ tan olur, İtalya İtalya. Buna karşı yöneltilen itiraz sürekli yaşar... Bir milletin çalışması zamanaşımına uğramaz. Bu yüksek mad­ rabazlıkların hiçbir geleceği yoktur. Bir ulusun adı mendil mar­ kası gibi sökülemez. Courfeyrac, Mösyö de Courfeyrac isimli bir babanın oğluydu. Restorasyon’un hatalı uygulamalarından biri de adının başında «de» öntakısı bulunan isimlerin sadece aristokrat ve asiller tara­ fından taşınan isimler olmasıydı. Aslında bu öntakının kendi ba­ şına bir önemi yoktur. Fakat o zamanın kenterleri bu öntakıyı o kadar önemsememişlerdi ki, birçoğu bunu kullanmaktan cay­ mıştı. Örneğin, Mösyö de Chavelin kendisine Chavelin dedirtir; Mösyö de Caumartin, Mösyö Caumartin olmuş; Mösyö Constant de Rebecque, kendisine Benjamin Constant diye çağırtır ve Mösyö de Lafayette, Lafayette adını kullanırdı. Courfeyrac da onlara öykünmüştü ve kendisine Courfeyrac dedirtiyordu. Onun hakkında şunu diyebiliriz. O daha önce tanıdığımız Fantine’in sevgilisi ve Cosette’nin babası Tholomes'in bir baş­ ka örneği sayılırdı. Onda şeytan tüyü vardı, o kadar neşeli ve coşkuluydu ki, herkes hoşlanırdı ondan. Bundan dolayı 1828 yılında, Courfeyrac’ın sözlerini dinleyen­ 612

ler 1817 yılında Tholomyes’i dinlediklerini sanarlardı. Fakat ahlak bakımından Courfeyrac çok daha öndeydi. Tholomyes’de uyu­ yan o savcı ruhu yerine, Courfeyrac’da bir şövalye ruhu vardı. Enjolras ekibin lideri, Combeferre rehberiydi. Courfeyrac ise odağı. Diğerleri ışık saçarlardı, o ısı. Aslında o tam eksen ola­ cak şeylere sahipti, yuvarlak ve aydınlık. Bahorel, 1822’de, genç Lallemand’in cenazesindeki o kanlı çatışmada bulunmuştu. Bahorel sürekli neşeli, ama her zaman başı belada bir genç­ ti. Cesur, hep parasız, savurgan ve eliaçık, konuşkan ve hatip, cesur ve küstahtı. Aslında iyi çocuktu. Tuhaf, havalı yelekler gi­ yerdi. Aslında şamatacıydı. Kavgayı sever, sokak çıngarların­ dan haz alırdı, hele isyana katılmaya can atardı. Bir cam indir­ mek, kaldırım taşlarını yerinden çıkarmak onun için keyifti. On birinci sınıfa gidiyordu. Sözde hukukçu olacaktı fakat buna hiç yanaşmazdı. Belgisi şu idi: «Avukat mı? Asla...» Armaları ise, içinde dört köşe bir başlık olan bir gece masasıydı. Hukuk fa­ kültesinin her önünden geçtiğinde -bunu sürekli yapardı-, ceke­ tini ta çenesine değin iliklerdi, o yıllarda henüz palto giymek moda olmamıştı. Okul kapıcısı için «Ne havalı adam» der, fa­ külte dekanından «Şahane bir şey» diye söz ederdi. Hukuk dersleri ona göre şarkı ve karikatür konuları olabilirdi. Epey zengindi. Yılda üç bin frank kadar geliri vardı. Ailesine kendisi­ ni saydırmayı öğretmişti. «Onlar kenter değiller, sadece köylü­ ler, bu nedenle de akıllı ve sağduyu sahibidirler» derdi. Kaprisinden başka bir lider tanımayan Bahorel vaktini birkaç lokale dağıtmıştı. Diğer arkadaşlarının aksine, kendisinin sap­ tanmış huyları yoktu. ABC Dostları ile daha sonra biçim kaza­ nacak başka gruplar arasında bağlantı kurardı. Bu gür saçlı gençler arasında bir de dazlak vardı. Söylenti­ lere göre 1814 yılında Kral Fransa’ya geldiğinde, Calais lima­ nında adamın biri kendisine bir dilekçe vermiş. Kral kendisin­ den ve istediğini sorduğunda, adam ondan, bir posta müdürlü­ ğü istediğini söylemiş. Kral: «İsminiz ne?» diye sormuş. 613

«Adım Laigle(*) Majesteleri,» demiş. Şakacı Kral adama Meaux kasabasının posta müdürlüğünü vermiş. Dazlak delikanlı işte bu adamın oğluydu ve imzasını «Laigle de Meaux» diye atardı. Arkadaşları bir kelime oyunu düşündüklerinde, onu hep Bossuet diye çağırmayı huy etmişlerdi. Bossuet habire başını belaya sokan, ama neşesini hep koru­ yan centilmen biriydi. Onun tek özelliği hiçbir şeyi adam gibi yap­ mamasıydı, sürekli başarısız olurdu. Buna rağmen, her şeyi gü­ ler yüzle karşılardı. Yirmi beş yaşında olmasına karşın başında tek saç yoktu. Posta Müdürü baba yıllar boyunca çalıştıktan son­ ra, nihayet bir tarla ile bir ev edinmiş, ama başarısız olmuş ve ne yapıp edip evi de tarlayı da hatalı bir yatırımda batırmıştı. Meteliği yoktu, her tasarısı daha düşünceyken yıkılırdı. Odun kıracak olsa parmağını keser, bir sevgili bulsa, onun ken­ disini aldattığını görürdü. Her an başına bir bela gelirdi, fakat o hep neşeliydi. «Kiremitleri hep başıma düşen bir evde yaşıyo­ rum» demeyi huy edinmişti. Fakat o hiçbir şeyi umursamaz, kötü talihe güler geçerdi. Kaderin cilvelerini, şakadan anlayan ve seven biri gibi benimse­ meye kendisini alıştırmıştı. Cüzdanı boştu, ama neşesi hep canlıydı. Çoğu zaman son kuruşunu harcar, ama hiçbir zaman kahkahası son kahkahası olmazdı. Dert kapısını çaldığında, o bu eski arkadaşı iyi karşılardı. Yazgının kendisine bu kadar zalim davranmasından dolayı, o da şansı zorlamayı öğrenmişti, yeni fırsatlar yaratmakta on­ dan iyisi yoktu. Parası olmamasına karşın, eğer isterse bol ke­ seden harcardı. Hatta bir gece, güzel bir kaldırım kızına çektiği bir şölende yüz frank harcamıştı. (*) L’aigle: Fransızca kartal. Burada yine Fransızca bir kelime oyunu yapılıyor. 17. yüzyılın yazar ve din adamlarından, ünlü Bossuet, Meaux kasabasının piskoposuydu. Epey başarılı ağıtlarından ve vaazlarından dolayı kendisine «Laigle de Meaux» lakabı verilmişti (Meaux Kartalı). İşte öğrenciler de bun­ dan dolayı delikanlıyı Boussuet diye çağırırlardı.

614

Bossuet de avukat olmak için uğraşıyordu, ama derslere dü­ zenli gitmezdi. Bossuet’nin belirli bir adresi yoktu. Zaman za­ man hiç evi olmazdı, arkadaşlarının odalarında kalırdı. Çoğu zaman Joly ile aynı odayı paylaşırlardı. Kendisinden iki yaş da­ ha genç olan Joly tıp eğitimi alırdı. Çok genç olmasına rağmen, Joly «hastalık hastası»ydı. Tıp eğitimi, ona doktorluktan çok, hastalanmayı öğretmişti. Yirmi üçündeki bu gencecik çocuk, sürekli aynada dilini inceler ve in­ sanoğlunun bir pusulaya benzediğini söylerdi. Bundan dolayı odasında yatağını öylesine yerleştirmişti ki, başı güneyde ve ayakları kuzeyde olurdu. Geceleyin kan dolaşımının, evrenin manyetik akımından bozulmaması için bunu yapardı. Fırtınala­ rın nabzını dinlerdi. Aslında içlerinde en neşelisiydi. Bu gençler kendilerine has özelliklerine karşın çok iyi anlaşırlardı. Joly bir bilge gibi bastonunun ucunu burnuna değdirirdi. Hepsinin inandığı tek din vardı: Gelişme. Hepsi de, İhtilal’in çocuklarıydılar. ‘89 tarihini söylerken cid­ dileşiverdi. Babalarının görüşleri, onları hiç ilgilendirmezdi, ilke­ lerin saf kanı damarlarındaydı. Onlar hiç ayrım gözetmeden, kendilerini bozulmaz hakkın hizmetine, mutlak görevin emrine vermişlerdi. Bu üyeler gizlice idealin temellerini atmaya çalışıyorlardı. Fakat bu tutkulu yürekler, bu inançlı ruhlar arasında pek inancı olmayan, biri vardı. Bir kuşkucu. Burada nasıl ve niye bu­ lunuyordu? Yan yana olmaktan sanırız. Bu gencin adı Granta­ ire idi. Hiçbir şeye inanmamayı kendisine ilke edinmişti. Şunu da söylemek isteriz ki, Paris hakkında bilgisi olanlardandı. En güzel kahvenin Lamblin cafesi’nde içildiğini, en iyi bilardo salo­ nunun Voltaire Sokağında olduğunu, en güzel kızların ve en ne­ fis çöreklerin Ermitage’da bulunduklarını iyi bilirdi. Saguet Ana’da, en yumuşak piliçlerin yenildiğini, en nefis balık çorbala­ rının Cunette kapısında ve yıllanmış şarapların Combat Kapı­ sında içildiğini arkadaşlarına söylerdi. Böylesi şeylerin yanı sı­ ra, dansların hemen hemen hepsinde de ustaydı. İçmeyi de iyi bilirdi. 615

Dayanılmayacak kadar çirkindi, yine de kendisini beğen­ mekten vazgeçmez, kadınlara üsteleyerek ve çapkınca bakar­ dı. Sanki, eğer istesem bütün bu kızlar kollarıma alırım der gibi anlamlı gülümseyişlere arkadaşlarını çekiciliğine ikna etmek is­ terdi. Halkın Hakkı, Toplumsal Sözleşme, Fransız Devrimi, Cum­ huriyet, demokrasi, insanlık, uygarlık, din, gelişim Grantaire için hiçbir şey ifade etmezdi. Bunları gülümseyerek dinlerdi. Kuşku­ culuk daha doğrusu zekânın bu kuru çürümesi, onun adam gi­ bi düşünmesini önlüyordu. O her şeyi makaraya alarak yaşardı. Devrim ve savaş kahramanlarının yok yere öldüklerini söylerdi. Çapkın, kumarbaz, sefihti ve ayık gezmezdi. Aslında bu kuşkucunun da bir takıntısı vardı. Bu ne bir dü­ şünce, ne bir dogma, ne bir sanat, ne de bir bilimdi. Bu: Enjol­ ras’dı. Grantaire, Enjolras’ı sever, ona saygı besler, hayranlık duyardı. İşin en tuhaf tarafı da bu anarşist kuşkucunun en in­ sancıl olan gence bağlanmış olmasıydı. Enjolras, onu nasıl bü­ yülemişti? Düşünceleriyle mi? Değil. Karakteriyle mi? Evet. Evet, bir tutucuya bağlanan bir kuşkucu çok nadir bir görüngüy­ dü (fenomen). Bu da tamamlayıcı renklerin yasası gibi zor an­ laşılır. Biz kendimizde olmayana ilgi duyarız. Gün ışığını kimse bir kör kadar sevemez, cüce kız en boylu poslu erkekleri beğe­ nir, kaplumbağa gözlerini göklere çevirir, niye mi? Kuşların uç­ masını izlemek için, içinde kuşkudan başka duyguya yer olma­ yan Grantaire de, Enjolras’ın inancına ihtiyaç duyardı. İçgüdü­ sel bir itilimle, kendisinin tam karşıtı olan bu gence hayrandı. Kendisi de bu tutkusunu iyi anlayamıyordu fakat bu sağlıklı, ka­ rarlı, namuslu, zorlu genç, onu çekiyordu. Eski zamanlarda böyle kişiler çıkageldiler, ama dostluklarıyla ünlenen bu kişiler başkasına dayanarak, başkasından güçlenerek hayatlarını var kılar. İşte Grantaire de böyleydi. Tıpkı eski çağlardaki Oreste(*) ile Plyade’in(**) yoldaşlıkları gibi. (*) Oreste: Eski Grek Kralı Agammemnon’un oğlu. (**) Pylade: Oresle’in en iyi arkadaşı.

616

Enjolras’in uydusu gibi olan Grantaire, bu gençlerin arasına katılmıştı; onlarla yaşıyordu ve bundan memnundu. Her yerde onları izlerdi. Şarap kadehleriyle bulanan bilinci, onların arka­ daşlıklarından haz alırdı. Her zaman neşeli ve geçimli olduğu için ona alışmışlardı. Tam bir tutucu olan Enjolras, bu kuşkucu genci hiç sevmez, ona sadece katlanırdı. Onu sürekli küçümser, kötü davranırdı Grantaire yine de onu ardından ayrılmıyordu. 2 BOSSUET’DAN BLONDEAU’YA AĞIT Yukarıda geçen olaylar hakkında, bir akşam üzeri, Bossuet lakabıyla bilinen Laigle, (Meaux’lu Kartal) Musain Cafesi’nin ka­ pısına dayanmış, Saint Michel Meydanını izliyordu. Dalgındı. Bir yere yaslanmak, ayakta uzanmak gibidir, derin düşünmeyi sevenler, sürekli yaslanacak bir şey ararlar. Laigle, bir gün önce yaşadığı sevimsiz bir olayı düşünüp kaygılanıyordu. Bu olay gelecekteki planlarına epeyce zarar vermişti. Ama dalgınlığına rağmen, karşısından bir kira araba­ sının geçtiğini fark etti ve Laigle, iki tekerlekli arabanın kararsız gibi yavaşça ilerlediğini gördü. Niye bu araba bu kadar yavaş gidiyordu? Laigle, biraz daha baktı, arabanın içinde iki delikan­ lı gördü; tam önlerinde epey ağır olduğu anlaşılan bir çanta var­ dı. Bir bavula benzeyen bu çantanın üstünde şu isim vardı: Ma­

rius Pontmercy Laigle hemen konum değiştirdi, doğruldu ve arabadaki gen­ ce seslendi: «Mösyö Marius Pontmercy...» Araba hemen durdu. Epey derin düşünen yolcu da, bakışlarını kaldırdı. «Evet, adım bu,» dedi. «Sizi arıyordum,» dedi Laigle. Dedesinin evinden hemen çıkıp, karşısında hiç tanımadığı birini gören Marius afalladı: 617

«Nasıl olur?» diye sordu. «Ben sizi tanımıyorum.» Laigle gülümsedi: «Esasen ben de sizi tanımam ya.» Marius karşısındakinin kendisiyle eğlendiğini sandı, ama şu anda bunu kaldıracak halde değildi. Somurttu. Laigle hiç oralı olmadan, sürdürdü: «Önceki gün okulda değildiniz?» «Mümkün.» «Hayır, değildiniz.» Marius ona sordu: «Siz de öğrenci misiniz?» «Evet Mösyö, sizin gibi. Önceki gün rastlantı sonucu fakül­ teye gittim, bilirsiniz insan kimileyin bunu yapar. Öğretmen yok­ lama alıyordu. Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilirsi­ niz, üçüncü kez adınız söylendiğinde, hemen karşılık vermedi­ niz mi, kaydınız silinir. Haydi altmış frankınız kül oldu gitti!» Marius ilgilenmeye başlamıştı, ilgisini genç adama verdi, o sürdürdü: «Yoklamayı Blondeau alıyordu, onu tanırsınız, sivri burnu ve epey alaycı bir sırıtması vardır, okula gelmeyenlerin sanki koku­ larını alır. Nedense bu kez, P’ye başladı. Benim bu harfle pek il­ gim olmadığından, dinlemiyordum. Yoklama iyi gidiyordu, sanki el birliği etmiş gibi, herkes gelmişti. Blondeau kederli göründü. Ben de içimden ‘Seni gidi hain, bu kez kimseye ceza yazamaya­ caksın!’ diye düşünmeye başlamıştım ki, aniden Blondeau, gür bir sesle adınızı söyledi. ‘Marius Pontmercy.’ Eline hemen kale­ mi aldı. Ben çok yumuşak yürekli biriyim dostum, kendi kendime ‘eyvah birinin canını yakacak!’ diye düşündüm ve bu fakültede bulunmayan gencin belki de şu anda keyif yaptığını düşünerek, birden ona karşı içimde bir yakınlık duydum ve onu kurtarma ka­ rarını aldım. ‘Kahrol sen!’ diye içimden söylendim. Tam o sırada Blondeau kalemini mürekkebe batırmış adınızı çizmeye hazırla­ nıyordu, adınızı üçüncü kez söyledi. Derken nasıl oldu bilmem ‘Burada’ dedim. İşte bu nedenle kaydınız silinmedi.» Marius epeyce duygulanmıştı: 618

«Size nasıl teşekkür edebilirim...» diye başladı fakat genç adam araya girdi: «Evet, ama bu kez de benim kaydım silindi.» «Nasıl, anlayamadım?» diye sordu Marius. Laigle: «Nasıl olacak? Yanıt verecek kadar kürsüye yakın ve kapı­ dan kaçamayacak ölçüde uzakta oturuyordum. Öğretmen ba­ kışlarını bana çevirmişti. Nasıl olduğunu bilemeyeceğim, birden L harfine atladı. Ben Meaux’dan gelirim ve adım da Laigle.» «Laigle mi? Ne hoş bir ad!..» «Evet Mösyö, sıra adıma geldi ve Laigle diye bağırdı. Ben yine ‘burada’ dedim. O zaman Blondeau, bana tatlı tatlı baktı, gülümsedi ve ‘Pontmercy olduğunuza göre Laigle olamazsınız,’ demez mi? Sonra bir çırpıda adımı çizdi.» Marius üzgündü, bağırdı: «Çok üzüldüm, emin olun.» «Delikanlı, bu size bir ders olsun bundan böyle bir daha fa­ külteye gelmemezlik etmeyin.» «Sizden nasıl özür dilemeliyim ki?» «Bir daha da bir arkadaşın kaydının silinmesine neden ol­ mayın.» «İnanın üzüldüm.» Laigle çınlayan bir kahkaha attı: «Boş verin, aslında epey memnunum. Avukat olmak üzerey­ dim. Bu kayıt işi beni kurtardı. Baro zaferlerinden vazgeçiyor, dulu savunmaktan, yetime zarar vermekten kurtuluyordum. Ar­ tık ne kara cüppe, ne de stajyerlik. Kaydımın silinmesini size borçluyum, Marius. Size teşekkür için ziyaret etmek isterdim, nerede oturuyorsunuz?» Marius kederli bir gülümseyişle: «Bu arabada,» dedi. Laigle sakince: «Zenginlik belirtisi,» dedi. «Yıllık dokuz bin frank kira ödeye­ ceksiniz ha!» 619

Tam o sırada Courfeyrac, kahveden çıkıyordu. Marius aynı gülüşle: «İki saattir bu arabadayım ve çıkmaya can atıyorum, fakat nereye gideceğimi bilemiyorum.» Courfeyrac atıldı: «Bana gelin, Mösyö.» «Sizi ben misafir etmek isterdim, fakat ne yazık ki, benim bir evim yok,» diye söze karıştı Laigle. Courfeyrac, sataştı: «Karışma, Bossuet.» Marius afalladı: «Bossuet mi? Oysa ben sizin adınızı Laigle sanıyordum.» Laigle bir kelime oyunu yapmak istedi: «Evet, hem de Laigle de Meaux, özetle, Bossuet. O ünlü va­ ize de Meaux Kartalı adını vermemişler miydi?» Courfeyrac arabaya, Marius’ün yanına geçti ve arabacıya adresi verdi: «Arabacı, Saint-Jacques Kapısına çek.» Aynı günün akşamı Marius Saint-Jacques Kapısındaki bir oteldeki Courfeyrac’ın odasına yerleşmişti. 3 MARİUS HAYRETLER İÇİNDE Birkaç gün içinde Marius ve Courfeyrac çok sıkı arkadaş ol­ dular. Gençlik yaraların hemen iyileştiği ve bağların hızla kurul­ duğu bir dönemdir. Marius, Courfeyrac’ın yanında rahat nefes alıyordu, bu da onun için yenilikti. Courfeyrac ona bir şey sor­ madı. Bunu düşünmedi bile. O yaşta, yüzler birbirleriyle konu­ şur, sözler o kadar önemli değildir. Bakışmak tanışmak gibidir. Bir sabah, Courfeyrac pat diye sordu: «Ha, yeri gelmişken, siyasi görüşleriniz nelerdir?» Marius bu sorudan incinmiş gibiydi: «Vay canına!» dedi. «Kimi tutarsınız?» 620

«Bonaparte taraftarı, demokratım.» «Bu da iyi bir şey...» Ertesi günü Courfeyrac, Marius’ü Musain Cafesi’ne götürdü ve gülümseyerek kulağına şöyle fısıldadı: «Size İhtilal için bir bilet kesmem gerekiyordu.» Onu doğruca ABC Dostlarının toplandıkları arka salona gö­ türdü. Diğer arkadaşlarına onu şöyle tanıttı: «Bir öğrenci.» Marius bu çok sıradan sözün anlamını kavramamıştı. Marius bir bilgelerevine düşmüştü. Aslında, sessiz ve ağır­ başlı olmasına karşın, onlar kadar coşkulu, onlar kadar hazırlık­ lıydı. O güne değin, sürekli yalnız yaşamış ve odasında kendi se­ sinden başka ses duymaya alışmamıştı, önce etrafını dolduran bu gençlerden huylanır gibi oldu. Bütün bunlar onu altüst edi­ yor, aklını karıştırıyordu. Zaman zaman kafası o kadar yorulu­ yordu ki, kendi görüşlerini toparlamakta zorlanıyordu. Etrafında felsefeden, yazından, sanattan, tarihten ve dinden söz ediliyor­ du, fakat onun hiç de alışkın olmadığı biçim ve dille. O sanki bir hengâmeyle karşılaşmıştı. Babasının fikirlerini benimsemek için, dedesinin inançlarını bir kenara attığında, artık aradığını bulduğunu sanmıştı, ama ansızın içine bir kurt düştü. Düşünce­ lerinin değişmezliğinden artık emin değildi. Çevresini farklı bir açıdan değerlendirdiği için, inançları yer değiştiriyordu. Beyni­ nin ufukları sarsılarak yer değiştiriyordu. Marius acılandı. O, sanki bu gençler için kutsal şeyler yok sanıyordu. Her ko­ nuda o kadar şaşırtıcı şeyler duyuyordu ki, hiçbirini sindireme­ mişti. Klasik bir tiyatro oyununun afişi karşısında, Bahorel: «Kahrolsun trajedi!» diye bağırdı. «Kenterlerin bayıldığı kla­ sik oyunlar!» Marius, Combeferre’nin şöyle dediğini duydu: «Haksızlık ediyorsun, Bahorel. Kenterler trajedi severler, boş ver, sevsinler, ne çıkar bundan, ben trajedinin varlığından asla yakınmam. Yaradılışta öyle parodiler var ki, gaga olmayan 621

gagalar, kanat olmayan kanatlar, yüzgeç olmayan yüzgeçler, bacak olmayan bacaklar, insana gülme isteği veren hüzünlü bir çığlık; işte bir ördek sana. Peki mademki kuşun yanında kümes hayvanına yer var, niye klasik trajedi, antik trajedinin karşısında olmasın.» Marius, rastlantıyla Enjolras ve Courfeyrac’la beraber JeanJacques Rousseau Sokağından geçerlerken, Courfeyrac, Mari­ us’ün koluna girdi: «Altmış yıl önce burada oturan tuhaf bir çiftin onuruna bura­ ya bu adı vermişler. Bunlar Jean-Jacques Rousseau ile Thérè­ se isimli eşiydi. Rousseau da sokağa salıverirdi...» O zaman Enjolras, Courfeyrac’u şöyle azarladı: «Sus, bırak onu. Ben Jean-Jacques’a hayranım. Evet belki kendi evlatlarını yadsıdı, fakat halkı benimsedi.» Gençlerden hiçbiri «İmparator» demezdi. Jean Prouvaire arada bir Napoléon, diğerleri Bonaparte derlerdi. Enjolras hatta Buonaparte derdi... Marius afallamıştı. 4 MUSAİN CAFESİ'NİN ARKA SALONU Marius’un izleyici olduğu ve hatta kimileyin söze karıştığı bu konuşmalardan, birinde aklı karman çorman oldu. Bu konuşma cafe’nin arka salonundaydı. ABC Dostlarının neredeyse hepsi, bu konuşmaya katılmışlardı. Tavandan sar­ kan o büyücek gaz lambası yanıyordu. Rastgele şeylerden, he­ yecansız fakat şamatayla konuşuyorlardı. Enjolras ve Marius, sessizce dinliyorlar, diğerleri akıllarına geleni söylüyorlardı. Dü­ zensiz bir konuşmaydı bu. Sanki havaya fırlatılan toplar gibi or­ taya atılan kelimeler yakalanıp geri atılıyordu. Bulundukları her yerde konuşuluyordu. Bu arka salona kadınların girmesi yasaktı. Bulaşıkçı kız Lo­ uison dışında, buraya kimsecikler adımını atmazdı. 622

Kafası iyice tütsülenmiş olan Grantaire, avazı çıktığınca ba­ ğırıyordu: «Susadım, ey faniler, ne isterdim buluyor musunuz? İçmek, içmek, doyasıya içmek. Hayatı unutmak istiyorum. Hayat ne müthiş bir buluş. Bomboş bir buluş. Hayat da ne ki? Bu hiç de pratik olmayan bir şey. Mutluluk bir yanı boyalı, eski bir çerçe­ ve. İncil, ‘Her şey fanidir’ demez mi? Ben de şu hiç yaşamamış kişi gibi düşünüyorum. Çıplak gezmek istemeyen sıfır üstüne boşluğu kapatmış. Ah boş gurur! Tumturaklı sözcüklerse, her şeyi kapatmak için. Bir mutfak bir laboratuvar gibidir, bir dans­ çı, bir profesör, bir cambaz, bir jimnastikçi, bir boksör, bir spor­ cu, bir eczacı, bir kimyager, bir perukacı, bir sanatçı mıdır? Her şeyin bir sınırı olmalı. Gururun de tersi ve yüzü olması gerek. Yüzü çok aptalca, bu boyundaki boncuklarla bir zenci, tersi ise pılı pırtıya bürünen bir filozof. Roma İmparatoru Caligula atını Konsül atamıştı, II. Charles, bir sığır filetosuna şövalyelik sanı vermişti. Evet, buyrun bakalım bir tarafınızda Konsül İncitatus, diğer tarafınızda Baron Roastbeef. Şimdi de kişilerin birbirlerin­ den söz etmelerine bir kulak verelim. Beyazın üstüne beyaz za­ limdir. Zambak konuşabilirse kumrunun canına okurdu. Bir fa­ natikten söz eden dinibütün bir kadının dili ağu. Ah ne yazık ki, yeterince bilgili değilim, yoksa daha anlatacak neler var, neler, fakat ben pek bir şey bilmiyorum. Aslında öğrencilik yıllarımda gözü açıktım. Çünkü kâğıdı karalayacağıma, elma çalmakla oyalanırdım. İşte ben böyleyim, sizlere gelince, Sizlerin de ben­ den pek iyi olduğunuzu sanmıyorum ya. Sizin üstünlükleriniz bana vız gelir. Aslında her özellik bir hatanın sınırındadır. Tu­ tumlu pintiye yakın, bonkör, savruk olabilir. Cesur küstah de­ mek, değil midir? Fazla dindar olmakla tutuculuk arasındaki sı­ nır ne? Diyojen’in paltosunda ne kadar delik bulunursa, her er­ demde de o kadar çok kusur bulunur. Kim suçlu, ölen mi, öldü­ ren mi? Sezar mı? Brutus mu? «Hep katilden yana çıkılır. Yaşasın Brutus! Öldürdü! Erdem budur. Fakat aynı zamanda çılgınlık. Bu büyük adamlarda tuhaf 623

lekeler var. Brutus bir erkek heykeline vurgundu. Demek öldü­ ren haklı! Tarih bitmez bir yinelemedir. Bir yıl ardında kalan yı­ lın diğer örneğinden başka nedir ki? Marengo Savaşı Pydna Savaşının eşidir. Frank Kralı Clovis’in Tobliac’ı, Napoleeon’un Austerlitz’inden farklı mı? Yengiden söz etmiyorum. Yenmek kadar büyük ahmaklık olur mu? Gerçek yengi ikna etmektir. Haydi, bir şeyler kanıtlamaya çalışın bakalım. Sizler sadece ba­ şarmakla kalıyorsunuz, Yüce Tanrım ne yetersizlik? Bir de fet­ hetmekle şişinirsiniz, ne sefalet!.. Ne yazık, her şeyde tutku ve tabansızlık. Her şey başarıya itaat eder, hatta gramer bile... Bundan dolayı ben insan türünü küçümserim. Dilerseniz şimdi de milletleri ele alalım, hangisinden başlayalım? AtinalIlar, an­ tik dönemin Parislileri sayılan o AtinalIlar, inanç yoluna soydaş­ larını öldürüyor, çeşitli işkenceler ediyorlardı. Yunanistan’ın elli yıl boyunca en ünlü adamı şu dilbilgini Philetas, o kadar ufak te­ fekmiş ki rüzgârın kendisini götürmemesi için ayakkabılarının tabanlarını kurşunla doldururmuş. «Corinthe Meydanında Silanion’un yaptırdığı bir yontu var­ mış, bu Epistates’in yontusuymuş. Peki bu Epistates ünlü ol­ mak için ne yapmış bilir misiniz? Sadece çelme takma sanatını açıklamış... İşte bu da Yunanistan’ı ve tarihin bir özeti. Diğer yerlere geçelim. İngiltere’ye mi hayranlık duyayım? Fransa’yı mı beğeneyim? Paris yüzünden mi? Ama demin Atina hakkın­ daki yorumlarımı dinlediniz. İngiltere’nin, Londra’sı var. Londra lüksün metropolü fakat yoksulluğun da. Yanındaki, Charing­ Cross Mahallesinde yılda yüz kişi açlıktan ölür.... Hem, bir İngi­ liz kızının başında bir gül çelengi, gözünde beyaz gözlüklerle dans ettiğini gördüğümü de belirtebilirim. Haydi İngilizleri sev­ medik, Amerikalılara ne diyelim? O eski esir tüccarlarından hiç hoşlanmam. İngiltere’nin ‘vakit nakittir’ deyimini, Amerikalıların ‘Pamuk kraldır’ deyimlerini çekip atalım, geriye ne kaldı? Al­ manya ve İtalya’ya gelince, onlarda da iş yok, biri miskin, diğe­ ri öfkesi burnunda bir ulus. Yoksa Rusya’ya mı hayran olaca­ ğım? Voltaire Rusya’yı çok beğenirdi, evet ama, Çin’i de beğe­ 624

nirdi. Aslında Rusya’nın bazı özelliklerini yoksayacak değilim. Çok despot bir ülke, ben despotlara acırım, sağlıkları kötüdür. Çarların sonları içler acısı, kellesi kesilen bir Alexis, bıçaklanan bir Pierre, boğulan bir Paul, çizme altında ölen bir diğer Paul; boğazlanan İvanların, zehirlenen Nicolaslar ve Basiller, gani gani. Bu da Rus çarlarının sarayının hayli sağlıksız olduğunu göstermez mi? Tüm uygar uluslar, sadece savaşla uğraşmak­ talar, savaş da bir tür haydutluk, yol kesme değil mi? Şimdi siz­ ler bana, evet ama Avrupa yine de Asya’dan iyidir diyeceksiniz? Asya törelerinin birçoklarının epeyce gülünç olduğunu kabul ediyorum. Peki ama ya, en tuhaf modaları benimseyen Batılı ül­ keler!.. Kraliçe İsabelle’nin o berbat gömleğinden tut da, Kral’ın oğlu veliahtın oturaklı iskemlesine ne diyelim. Onların Tibetli büyük Lama’dan ne ayrımları var ki? Evet arkadaşlar, size her şey boşuna derim, tekrar... En fazla bira Brüksel’de, en bol is­ pirto Stockholm’de, en nefis kakao Madrid’te, en çok şarap Londra’da, en fazla kahve İstanbul’da, en çok absent de Pa­ ris’te tüketilir. Paris’te çöpçüler bile keyfe düşkün. Günümüzde yaşasa Diyojen bile, Pire’de filozof olmaktansa, Paris’te çöpçü olmayı isterdi. Evet ben de zevkime düşkünüm. Birkaç frankımı Richard’da yemesini, çıplak bir Kleopatra’yı Acem halısına sar­ mayı hayal ederim. Kleopatra nerede? Aa, sen misin Louison, günaydın...» İşte Grantaire dut gibi sarhoş, bulaşıkçı kızı eteğinden tut­ muş, bu zırvaları sıralıyordu. Bossuet ona elini verip susturmak istedi, fakat ne gezer. Grantaire’in çenesi kapanmak bilmiyordu: «Meaux Kartalı, pençelerini indir. Senin bu hipokrat tavrın­ dan hiç tınmadım. Zaten kederliyim, size daha başka neler de­ memi isterdiniz? İnsanoğlu kötü, insanoğlu biçimsiz. Kelebek daha ustaca yaratılmıştır, oysa insanoğlu bir şeye benzeyeme­ miş. İçimde bir sıkıntı var, hüzünlüyüm, öfkem burnumda, esni­ yorum, canım sıkılıyor, parlıyorum. Tanrı’nın canı cehenne­ me!..» 625

«Sus artık, Grantaire!» diye söylendi Bossuet. Genç çocuk bir hukuk tartışmasına girişmişti, sözlerini şöyle bağladı: «... Bana gelince, hukukçu sayılmam aslında, fakat şu eski feodalite yasalarına göre ve Normandiya töresine uyarak her yıl Saint-Michel Yortusunda çiftlik kiracılarının, bağlı oldukları de­ rebeyine...» «Ey kır perileri, ey güzellik!» diye bir şarkıya başladı Grantaire. Grantaire’in yanında, masanın üstünde bir beyaz kâğıt ve bir hokkayla mürekkepli kalem vardı. Başlar birleşmişti, yüksek sesle tartışıyorlardı. İki kişinin bir oyun yazmayı tasarladıkları anlaşılıyordu. «Haydi önce isimleri bulalım, sonrası kendiliğinden gelir.» «Haklısın, ne yazayım.» «Mösyö Dorimon.» «Mirasyedi mi?» «Olabilir?» «Kızı Célestine...» «...tine, ya sonra?» «Binbaşı Sainval.» «Sainval adını beğenmedim, demode, istersen Valsin ol­ sun.» Bu tiyatro yazar adaylarının yanı sıra, bir başka grup da şa­ matadan faydalanıp kısık sesle tartışıyordu. Yaşlı biri (otuz yaş), çok genç birine (on sekiz), hasmını tanımlıyordu. «İnanın dostum, usta bir eskrimci. Çok iyi bir kılıç sallayışı var ki epesine dikkat etmeli, ataklarında hiç yanılmaz...» Grantaire’in tam karşı köşesinde domino oynayan Joly ile Bahorel, aşktan söz ediyorlardı. Joly arkadaşına: «Talihlisin,» diyordu, «sürekli gülen bir sevgilinin olması ne iyi...» Bahorel arkadaşının fikrini paylaşmıyordu: «Gülmekle yanlış yaptığının ayrımında değil. Gülen sevgili erkeğin onu aldatmasına neden olur. Onun neşeli olduğunu gö­ rünce, ona yapacağım fenalıktan vicdanın sızlamaz, oysa acılı dursa, daha sevecen olmak gerekir.» 626

«Nankörce davranma... Sürekli gülen bir kadın, ne güzel, hiç tartışmaz mısınız?» «Anlaşmamıza bağlı. Beraber yaşamaya karar verdiğimiz­ de, kendimize sınırlar çizdik ve bunu asla çiğnememeye karar verdik.» «Barış, hazmı kolay bir mutluluk...» «Peki ya sen Joly, onunla aranız nasıl? Kimden söz ettiğimi­ zi bilirsin ya?» «O üsteleyen bir inatla bana meydan okuyor.» «Oysa sen uysal bir sevgilisin...» «Ne yazık ki!..» «Yerinde olsam aldırmazdım.» «Söylemesi kolay.» «Yapması daha kolay, dostum. Kadın, kız mı yok... Adı Mu­ sichette idi, öyle mi?» «Evet, ah sevgili Bahorel, o mükemmel bir kız. Çok da oku­ muş, küçücük elleri, ayakları var. Pek de şık giyinir, tombul. An­ lamlı bakan gözleri yüreğimi dağlıyor. Ona deli gibi vurgunum.» «O zaman dostum, ona kendini beğendirmen gerekiyor, sen de iyi giyin. Dinle beni, git şu moda mağazalarından birinden kendine deri bir pantolon al, çok moda.» Grantaire kulak kesilip sordu: «Kaç para?» Üçüncü köşede yazınsal bir tartışma vardı. Dinsizlerin mito­ lojisiyle Hıristiyan mitolojisi kıyaslanıyordu. Jean Prouvaire Es­ ki Yunanlıları savunuyordu. Hayli heyecanlıydı, aslında çekin­ gen olan delikanlı bağırıyordu: «Tanrılara hakaret etmeyelim. Kim bilir, belki de onlar hâlâ bizi bırakmadılar? Bence Zeus ölmedi. Siz şimdi, bana Grek tanrılarının birer hayal olduğunu söylüyorsunuz, evet ama, bun­ ların dağılımından sonra bile doğada putperest mitlere rastlarız. Bir zirve gibi yükselen, bir profili olan bir dağ bana Tanrıça Kybele’nin saçını anımsatır. Geceleri ormanlar tanrısı Pan’ın ağaç dallarından flütler oluşturarak, çaldığına hâlâ inanıyo­ rum.» 627

En son köşede siyasal bir tartışma vardı. Anayasa yeriliyor­ du. Combeferre savunmaya çalışıyor, Courfeyrac, ona karşı çı­ kıyordu. Masanın üstünde bir Anayasa örneği vardı. Courfeyrac kâğıdı yakalamış kinle sallıyordu: «İlk önce ben kral istemiyorum, ekonomik bakımdan bile krala hayır derim. Kral demek bir parazit demektir. Avantadan krallık sahibi olunmaz. Dinleyin beni, I. François’nın ölümünden sonra Fransa’nın borcu otuz bin liraydı. XIV. Louis’nin ölümün­ den sonra bu borç iki milyar altı yüz milyona çıktı. Yani günü­ müzün parasıyla yaklaşık on iki milyara bedel. Üstelik ben Combeferre’nin fikrini paylaşmıyorum. Geçişi sağlamak için milleti monarşiden demokrasiye anayasa vasıtasıyla geçirmek iyi değildir. Hayır, halkı yanlış aydınlatmayalım. Sizin şu yasal mahzeniniz de prensipler de solup gidiyor. Tavizsiz olalım. Kral­ dan halka bağış diye bir şeyin varlığına ben inanmam. Veren elin hemen yanında, çekip alan pençe var. Ben, Anayasaya ol­ maz derim, bu bir kandırmaca. Anayasayı benimseyen bir ulus, haklarından cayan bir ulus olur. Hayır, Anayasaya hayır!» Kıştı... Şöminede iki kütük şen alevlerle yanıyordu. Courfey­ rac sabredemedi, elindeki anayasayı buruşturup ateşe attı. Kâ­ ğıt tutuştu, Combeferre XVIII. Louis’nin başeserine centilmence baktı ve şöyle dedi: «Kül olan bir anayasa!..» Kaba şakalar, ince espriler, kelime oyunları, canlılık denilen şu Fransız özelliği, espri anlayışı adı verilen İngiliz mizacı, hoş ve çirkin şakalar, konuşmanın bütün halleri salonda yükseliyor ve genç başlar üstünde neşeli bir hava yaratıyordu. 5 GENİŞ UFUKLAR Genç zekâların savaşlarının en şaşılası yönü, ne zaman bir kıvılcım, ne zaman da bir şimşeğin çakacağıdır. Birazdan ne olacak? Bilen yok. Duygulu bir kahkaha yükselir, en şamatalı anda herkes ciddileşir. İçgüdülere karşı çıkılmaz, herkesin ne­ 628

şesi doruktadır. Bir pandomima beklenmedik bir şeylere neden olur. Her an değişen bakışların oluşturduğu keskin dönüşler. Böylesi konuşmalarda genelde tartışma rol alır. Kelimelerin tıkırtısından bir anda sivrilen oturaklı bir düşün­ ce, bütün bu gençlerin konuşmalarını delip geçti. Konuşma boyunca böyle bir cümle nasıl oluştu, bunu bilen yok. Fakat bütün bu karmaşa ortasında, Bossuet Combefer­ re'nin bir yorumuna şu karşılığı verdi: «18 Haziran 1815: Water­ loo.» Bu Waterloo sözcüğü söylenir söylenmez, bir bardak suyun yanı başına dirseğini dayamış oturan Marius hemen başını kal­ dırdı ve salondakilere aksice baktı. «Vay canına!» diye haykırdı Courfeyrac. «Şu 18 rakamı tu­ haf geldi bana. Napoleon’un lanetli sayısı. 18’in önüne Louis’i, ardına Brumaire’i yerleştirin ve işte size adamın kaderi. Tek özellik şu başlangıç, son tarafından ezilmiş... Yani başka bir deyimle son başı ezdi.» O zamana değin hiç konuşmadan duran Enjolras, Courfey­ rac’a döndü: «Yani cana kıymanın bedeli mi demek istedin?» Marius bu sözcüğün fazla abartılı olduğunu düşündü. Bu ka­ darı fazlaydı. Waterloo Savaşının hatırlanması aslında genç ço­ cuğu epeyce heyecanlandırmıştı. Yerinden kalktı ve duvarda asılı Fransa haritasına yürüdü, ayrı bir bölümde bir ada resmedilmişti. Marius elini o ada üzeri­ ne atıp: «Korsika, işte Fransa’yı yüceleştiren küçük bir ada!» diye bağırdı. Bir anda salonda buz gibi bir hava esti. Herkes sustu, yeni bir şeyin geleceği hissediliyordu. Enjolras o mavi gözlerini adaya çevirdi ve hiç kimseye bak­ madan: «Fransa’nın yücelmek için Korsika’ya ihtiyacı yok. O aslında yüce olduğundan yücedir,» dedi. 629

Fakat Marius’ün geri adım atmaya hiç niyeti yoktu. Gözleri­ ni Enjolras’a çevirdi ve ta içinden gelen bir sesle: «Fransa’nın yüceliğini yoksaymaktan Tanrı beni korusun. Fakat ona Napoleon’u katmak onu küçültmek midir? Biraz ko­ nuşalım, ben aranıza yeni katıldım, fakat beni şaşırttığınızı be­ lirteceğim. Siz kimlersiniz, ben kimim? Biz neredeyiz? İmpara­ tora ilişkin düşüncelerde anlaşalım. Sizlerin ondan söz ederken aşağılar gibi... Bu... Evet Bunoparte dediğini duydum tıpkı Kral­ cılar gibi... ve afalladım. Doğrusunu isterseniz tam bir Kralcı olan dedem, daha da aşırı gider ve üstelik Buonoparte der. Ben Sizlerin delikanlı olduğunuzu sanırdım. Nerede coşkunuz? İm­ paratoru sevmezsiniz, peki o halde kimi seviyorsunuz? Size ne gerekli ki? Bu üstün insan, bu büyük adamdan başka ne isteye­ bilirsiniz ki? Onda her şey vardı. O eşsizdi. Tıkır tıkır gibi işle­ yen bir akla sahipti. İnsancıldı, Romalı Jüstinyen gibi yasalar çı­ kardı. Sezar gibi buyruklar verdi. Konuşmasına Pascal’ın heye­ canı Tacititus’un enerjisi karışırdı. O tarih yaptı, savaş bildirileri birer destana benzer. Newton’un matematik bilgisine, Muham­ med’in şiirsel dilini ekliyordu. Geride piramitler kadar büyük sözler bıraktı. Tilsitt hükümdarlarına ciddiyeti öğretti, fen akade­ misinde profesörlere yanıt verdi, Laplace’la tartıştı, Mecliste Merlin’e meydan okudu. O her şeyi görür, her şeyi bilirdi. Bütün bu olağanüstü niteliklerine rağmen, yine de sevecen biri olma­ yı bildi. Askerleri onu çok sevdiler, küçük oğlunun beşiği başın­ da kahkahalar atan bu koca adam, bir anda barut kokusu alan bir at gibi şahlanır ve ürken Avrupa, orduların oluştuğunu, top­ ların uluduğunu ırmaklarda zırhlıların ilerlediklerini görürdü. Sü­ variler fırtınalarla yarışır, çığlıklara trampet sesleri eklenirdi. Tahtlar yıkılır, ülkelerin sınırları değişirdi ve hemen ufuklarda elinde bir ışık, gözlerinde bir alevle onu görürdünüz. Kanatları­ nı genişçe açmış, bir yandan Büyük Ordu’yu, öte yandan eski Muhafız Alayı’nı korurdu. O savaşların altedilmez meleğiydi.» Herkes susmuştu, Enjolras başını eğmişti. Susmak evetle­ mektir. Marius soluk bile almadan, coşkuyla sürdürdü: «Namuslu olalım dostlarım, böyle bir imparatorun buyruğun­ 630

da olmak bir ulus için ne eşsiz bir gelecek! Üstelik bu ülke Fran­ sa gibi bir ülke olur da, bu üstün adamın dehasına kendi deha­ sına da eklerse. Görünmek ve yönetmek, yürümek ve yenmek, bütün başkentleri durak olarak kullanabilmek. Askerlerinden krallar yaratmak, hanedanları yıkmak, Avrupa’nın dış cephesini değiştirmek, tek bir adamın Annibal, Sezar ve Charlemag­ ne’dan daha yüce oluşu, sürekli yengiler kazanan bir üstün ki­ şinin ulusu olmak. İnvalideslerin toplarıyla bir çalarsaat gibi sa­ bahları uyanmak, alev alev yanan isimlerin uçurumlara düşme­ leri. Marengo, Arcole, Austerlitz, léna, Wagram. Çağların göğü­ ne utku yıldızları işlemek, tıpkı bir dağdan havalanan kartallar gibi, dünyanın her bucağına askerlerini yollamak, yenmek, hük­ metmek, yıldırımlar saçmak. Kazanılan utkulardan, Avrupa’da yaldızlı bir ulus oluşturmak, tarihte titanlara benzeyen bir bora­ zan çalmak, dünyayı iki kez fethetmek, önce fetihle, daha son­ ra göz alarak. Daha yüce ne var ki?» «Özgürlük!» Combeferre’di bu. Marius de kabullenmak durumunda kaldı. Bu sade ve soğuk kelime çelik bir kılıç gibi onun lirik ilhamının yarısını götürmüş­ tü. Başını eğdi; kaldırdığında, Combeferre’yi göremedi, herhal­ de verdiği yanıta tatmin halde oradan ayrılmıştı. Salonda Enjol­ ras’dan başka kimse yoktu artık. Fakat yine de, düşüncelerini düzenleyen Marius, yenilmediğini biliyordu. Aklındaki düşünce­ leri bir sıraya sokarak Enjolras’a açmaya hazırlanıyordu ki, merdivenden bir şarkı sesi yükseldi. Combeferre basamakları inerken bağırıyordu:

Sezar bana ün ve onur verse, Yalnızca bunlar için annemi, Terk etmek zorunda kalsam, O büyük Sezar'a, şöyle derdim: Tacını ve arabanı geri al, Annemi sana tercih ederim, Sana tercih ederim annemi. 631

Combeferre bu şarkıyı epeyce coşkulu ve eğitimsiz bir ses­ le okuyordu, tıpkı ulusal bir marş gibi. Marius dalgınca gözleri­ ni tavana çevirdi ve kurulmuş gibi yineledi: «Annem mi?» Tam o sırada omuzunda Enjolras’ın elini hissetti, delikanlı ona: «Yurttaş,» dedi, «annem, Cumhuriyettir!» 6 MARİUS’ÜN ACILARI O anlar Marius’te bir moral yıkımı ve içinde bitimsiz bir hü­ zün yaratmıştı. Toprağa tohum atılır gibi, içinde derin bir acı duydu. Sabanın açtığı yarık, sadece hüznü, yarayı hissettirir; ürün verme mutluluğunu daha sonraları duyacaktır. Marius koyu bir kedere bulandı. Eksiksiz bir inanca sahip oluyordu ki, bunu ondan koparmak istiyorlardı. Fakat, hayır o siyasal inançlarını boşlamayacaktı. Düşünmek bile istemedi bunu. Ne yazık ki farkında olmadan kuşkulanmaya başlamıştı. İki camii arasında beynamaz olmak. Birini yoksaymadan, İkinci­ sinin eşiğinde olmak, sahiden çok güç bir durumdur. Bu loşluk­ lar yalnızca yarasa ruhların beğenisini kazanabilir. Oysa Marius namuslu fikirlere sahipti, ona gerçek aydınlık gerekiyordu. Kuş­ kunun yalancı aydınlığına katlanamazdı. Aslında bulunduğu yerde kalmayı kabullense yine de devam etmek, ilerlemek, ge­ lişmek, düşünmek daha ötelere varmak zorundaydı. Bu yol ne­ reye gidiyordu? Bunun kendisini nerelere ulaştıracağını bilemi­ yor ve korkuyordu. Yalçın kayalar çevresini kuşatmıştı. Ne de­ desinin düşüncelerini önemsiyor, ne de arkadaşlarının inançla­ rını benimsiyordu. Gençlik de kocamışlık da ondan farklı düşü­ nüyordu. Bir süre Musain Cafesi’nden uzak durmaya başladı. Bilincinin içinde bulunduğu o kaosta hayatın en gerçek ve ağır yönlerini bile düşünemiyordu. Fakat hayati ihtiyaçlar kendi­ lerini hemen dayatır. Bir sabah otelin sahibi Marius'ün odasına geldi ve ona: 632

«Aslında Mösyö Courfeyrac size kefil olmuştu,» diye başladı. «Ee?» «Evet, fakat paraya ihtiyacım var.» Marius: «Lütfen Courfeyrac’tan benimle görüşmesini rica edin,» dedi. Courfeyrac odaya girince, adam çıkıp gitti. O zaman Marius ona durumundan söz etti, dünyada kendi başına olduğunu ve ailesinin olmadığını da söyledi. Courfeyrac : «Peki, ne yapacaksınız?» «Bilemiyorum,» dedi Marius. «Paranız var mı?» «Yalnızca on beş frank.» «Size borç vermemi ister misiniz?» «Hayır!» «Giysileriniz var mı?» «İşte.» «Mücevherler?» «Bir saat.» «Gümüş mü?» «Hayır, altın. Bakın.» «Sizin şu redingotunuzla şu pantolonunuzu satın alacak bir eskici biliyorum.» «İyi.» «O halde siz sadece üzerinizdeki şu gündelik giysiyle kala­ caksınız.» «Bir de ayakkabılarım.» «Kuşkusuz, yalınayak dolaşacak değilsiniz ya.» «Bu kadarı da yeter.» «Saatinizi alacak ve iyi bir para ödeyecek birini tanıyorum.» «Tamam.» «Evet ama bu parayı da harcadıktan sonra, ne yapacaksı­ nız?» «Her iş gelir elimden; dürüst olmak şartıyla.» «İngilizce biliyor musunuz?» 633

«Hayır.» «Almanca?» «Hayır.» «Yazık, üzüldüm.» «Neden?» «Çünkü dostlarımdan bir yayıncı, bir tür ansiklopedi yayınlı­ yor. Bu dilleri bilseydiniz, onun için çeviriler yapardınız, aslında fazla para ödemezler ama yine de geçinilir.» «Bu dilleri öğreneceğim.» «Peki, ama o zamana kadar...» «O zamana kadar giysilerimle saatimin parasını harcar ve bununla idare ederim.» Eskiciye haber verildi. Marius’ün takım elbisesine yirmi frank değer biçildi. Saatçiye gittiler, adam altın saati kırk beş franka aldı. Otele dönerlerken yolda, Marius arkadaşına: «Eh idare eder,» dedi, «yanımdaki on beş frankı da ekleye­ cek olursam, tam seksen frankım olur.» «Evet ama, ya oda kirası?» «Evet, neredeyse unutuyordum.» Courfeyrac: «İngilizce ve Almancayı öğreninceye değin beşer frank har­ car, böylece iki dili de öğrenmiş olursunuz.» Gillenormand Teyze, aslında iyi kalpli biri olduğundan sevgi­ li yeğenini zor durumda bırakmak istememiş ve Marius’ün ad­ resini bulabilmişti. Okuldan dönen Marius bir sabah teyzesinin yolladığı bir mektupla, içinde altı yüz franklık altının bulunduğu iyice kapalı bir kutu buldu. Marius bu altınları teyzesine iade etti, ayrıca geçimini sağla­ dığını da kibarca yazıp teşekkür etti. O akşam sadece üç fran­ kı vardı cebinde. Borçlanmayı istemeyen Marius, buradan ayrıldı.

634

BEŞİNCİ KİTAP YIKIMLAR VE YARARLARI 1 MARİUS’UN DURUMUNUN KÖTÜLEMESİ Hayat Marius için katlanılmaz oldu. Giysilerini ve saatini sa­ tıp parasını yemek bir şey değildi, hemen sonra yiyecek hiçbir şey bulamadı. Dayanılmaz bir durum, aç acına geçirdiği günler, uykusuz geceler, karanlık akşamlar. Yanmayan bir ocak, işsiz haftalar, karamsar bir gelecek, dirseği sökülmüş bir ceket, kız­ ların güldüğü eski şapka, ödeyemediği kira yüzünden akşamla­ rı kapalı duran kapı, kapıcının küçümsemeleri, komşuların kah­ kahaları, haraketler, ayaklar altına alınan onur, bir parça ekmek için üstlenilen en ağır işler ve acılar. Marius bütün bunlarla ya­ şamayı öğrendi. Hayatının en güzel döneminde, o gençlik yıllarında kötü kı­ lıklı olduğundan, kendisiyle alay edilmesine bir şey demezdi. Delik ayakkabılarına baktığında kederden ölecek gibi olurdu. Fakat bu öyle bir sınavdır ki, zayıf yapılı kimseler bundan daha da aşağılanarak kurtulurlar, fakat sağlam karakterli olanlar bu dönemi atlattıktan sonra, artık hiçbir şeyin karşısında eğilmeye­ ceklerini iyi bilirler. Aslında gündelik hayatın uğraşları zaman zaman büyük ce­ saret gerektirir. İhtiyaçlara karşın açılan bu savaşta kişinin çok gözüpek olması gerekir. Hiçbir gözün görmediği asil ve sır dolu utkular. Hiçbir kimsenin selamlamadığı sessiz yengiler. Hayat, 635

mutsuzluk, yalnızlık, kimsesizlik, yoksulluk gözünü budaktan sakınmazlığa neden olan savaş alanlarıdır. Bu karanlıkta kalan isimsiz kahramanlar, çoğu zaman gerçek savaş kahramanların­ dan bile daha yüce, daha cesur sayılırlar. İşte sefaletin o gaddar eliyle yoğurduğu demirden kişilikli in­ sanlar, böyle oluşur. Genelllikle acımasız bir yuva olan sefalet, bazen de bir anadır. Yoksulluk ruh ve zekânın bilenmesini sağ­ lar. Kasvet, azap gururu besler, felaket yüce insanlar için bes­ leyici bir süttür. Marius’ün hayatında öyle günler oldu ki, merdivenleri kendi­ si süpürdü ve bir metelikle en ucuz peynirden aldı. Fırına gire­ bilmek için karanlığın çökmesini bekliyor ve oradan satın aldığı bayat ekmeği, sanki çalmış gibi gizlice koltuğunun altına tıkıştı­ rıp çatı katındaki odasına sığınıyordu. Zaman zaman kasaba uğrar, kasabın eşini saygıyla selamlar, kasap yamağını selam­ lar ve çekinerek bir tek koyun pirzolası isterdi. Altı veya yedi meteliğe gelen bu pirzolayı üç gün boyunca yiyordu. İlk gün kendi pişirdiği bu pirzolanın etini yer, ikinci gün yağı ve sinirlerini yer, son gün ise iliğini kemirirdi. Teyzesi birkaç kez, ona o altmış frankı yollamak istedi, Ma­ rius hiçbir eksiği olmadığını söyleyip, bu parayı geri çevirdi. Kendisindeki bu değişim başladığında o henüz babasının matemini tutuyordu. O günden beri, o matem giysilerini çıkar­ mamıştı. Fakat bir gün geldi, giysileri onu bıraktı. Pantolon yine iyi kötü dayanmıştı, ya ceket? Courfeyrac’a bazı hizmetlerde bulunmuştu, genç adam, ona eski bir elbise verdi. Marius otuz meteliğe bu giysiyi tersyüz et­ tirdi ve yeni bir giysi sahibi oldu. Fakat bu giysi yeşildi, bu yüz­ den Marius sadece geceleri sokağa çıktı ve böylece siyah bir kostümü oldu. Sürekli bu kılıkla olmak istediğini için geceleri gi­ yiyordu. Bütün bu acılar arasında avukat diplomasını aldı. Sözüm ona Courfeyrac’ın odasını paylaşıyordu resmen; bu nedenle mektupları o adrese geliyordu. Diplomasını alır almaz, Marius saygılı bir dille bundan dede­ 636

sini haberdar etti. Mösyö Gillenormand zarfı eşsiz bir heyecan­ la kaptı, okudu ve yırtıp çöp sepetine attı. Birkaç gün sonra kızı, babasının odasında kendi başına ko­ nuştuğunu duydu. İhtiyar adam söyleniyordu: «Sen ahmağın biri olmasan insanın hem baron, hem de bir avukat olamayacağını bilirdin!..» 2 YOKSULLUĞU BİR YANA, MARİUS’ÜN KOŞULLARI İYİLEŞTİ Yoksulluk da diğer yıkımlara benzer. İnsan buna da alışır. İn­ sanoğlu nelere göğüs germemiş, nelere alışmamıştır ki? Bitki gibi yaşar, ama yine kendini tüketmez, çünkü henüz ölüm vakti gelmemiştir. Bakalım Marius nasıl bir hayat kurmuştu? Sıkıntılardan biraz olsun kurtulmuş, karanlık günleri geride bırakmıştı. Evet çok parası yoktu, ama eskisine oranla çok da­ ha iyi sayılırdı. Çalışması ve korkusuzluğu yardımıyla, yaptığı işten yılda yedi yüz frank kazanıyordu. Almanca ve İngilizce öğ­ renmiş ve Courfeyrac’ın ahbabına çevriler yapmaya başlamış­ tı. Marius prospektüslerin, gazete yazılarının ve biyografilerin çevirilerini yapıyordu. Evet ve bu yedi yüz frankla iyi kötü geçi­ niyordu. Bunları da anlatacağız. Marius Gorbeau Harabesinde, yılda otuz frank karşılığında küçük bir yer kiralamıştı. Ocağı bile bulunmayan bu dar odada, sadece zorunlu eşyalar vardı ki, bunlar da kendisine aitti. Mari­ us kapıcı kadına ayda üç frank veriyordu, kadın her sabah ona sıcak su, taze bir yumurta ve bir meteliklik ekmek getirirdi. Ma­ rius bu ekmek ve yumurtayla sabah kahvaltısını ederdi. Kahval­ tısı ona iki veya dört meteliğe malolurdu, bu da yumurtaların ederine göre değişirdi. Akşam saat altıda o Saint-Jacques Cad­ desindeki bir lokantada yemeğini yerdi. Çorba içmez, bir porsi­ yon et, yarım porsiyon sebze ve üç meteliklik bir tatlı isterdi. Şa­ rap yerine su içerdi. Kasadaki henüz genç ve tombul bir kadın olan lokantanın sahibesi, parayı aldıktan sonra kendisine gü­ 637

lümseyerek teşekkür ederdi. Marius garsona bir metelik bahşiş bırakırdı. Böylece on altı meteliğe hem doyurucu bir yemek ye­ miş olur, hem de o güzel kadından da bir gülüş alırdı. Rousseau Lokantası isimli bu yer, bugün yok. Günlük yeme­ ği ona yirmi meteliğe gelirdi. Bu da yılda üç yüz altmış beş frank eder. Buna otuz franklık kira parasını ve kapıcıya verilen otuz altı frankı da katarsak Marius yemek ve yatak parasını kazan­ mış sayılırdı. Giyimine yüz frank, çamaşırlarına elli frank ayırır­ dı, yıkanması da elli franktı. Yılda böylece altı yüz elli frank har­ car ve kendisine elli frank kalırdı ki, bununla Marius kendisini epeyce varlıklı hissederdi. Arada bir, bir arkadaşa on frank borç verdiği bile olurdu. Bir kere Courfeyrac kendisinden altmış frank borç istemişti. Isınmaya gelince, odasında ocak olmadığı için Marius ateş yakmıyordu. Marius’ün iki takım elbisesi vardı. Biri günlük, diğe­ ri pazar günleri ve önemli günlerde giydiği yeni elbisesi. İkisi de siyahtı. Üç gömleği vardı. Biri üzerinde, diğeri çekmecesinde, üçüncüsü çamaşırcısında. Gömlekler eskidikçe yenilerini alırdı. Zaman zaman yırtıkları gizlemek için ceketini ta çenesine değin iliklerdi. Marius’ün bu refaha kavuşabilmesi birkaç yılını almıştı. Çok ağır, acılı yıllar oldu bunlar. Marius bir gün bile yenilmemiş, her şeye dayanmış, aç kalmış, fakat asla kimseye borçlanmamıştı. Onun anlayışına göre borç almak bir tür tutsaklıktı. Bir alacak­ lıyı bir köle tacirine benzetirdi, bir patrondan bile daha zalim. Çünkü efendi sizin bedeninize de sahip çıkmak ister, oysa ala­ caklı gururunuzu ayaklar altında ezer. Borç almaktansa, aç gezmeyi tercih ederdi. Aç uyuduğu çok gecesi olmuştu. Dikkat etmediği zaman, servet kaybetmenin ruh alçalmasına varabile­ ceğini düşünen genç adam, onurunu özenle korurdu. Bu nedenle, parası olduğunda başvuracağı birçok girişim­ den çekinmişti. Başını dik tutuyor, ürkekliği giderek çoğalıyordu. Bütün bu acılar içinde, gizli bir güç cesaretlendirir gibiydi onu. Birisi yardım ediyordu kendisine. Ruh çoğu zaman bede­ ne yardımcıdır. Kafesini ayakta tutan tek kuş, ruhtur. 638

Marius’ün kalbine bir isim daha kazılıydı. O taparcasına sev­ diği babanın yanı sıra, onu kurtaran o kahraman çavuş: The­ nardier. Sürekli heyecanlı ve coşkulu bir genç olan Marius, ona düşüncelerinde epey yer ayırmıştı. Gayesi günün birinde o adamı bulup, babasının vasiyetini yerine getirmekti. Waterloo Savaşında babasını kurtaran bu adamın adını babasının adından hiç ayırmazdı. Binbaşıya duy­ duğu o derin saygısının yanı sıra, şu Thenardier’ye bir minnet borcu vardı. Montfermeil'’deki o gezilerin birinde adamın iflas et­ tiğini öğrenmişti. Şu sıra onun yoksul olabileceğini düşünmek Marius’ü çok üzüyordu. Marius onu bulmak için epey uğraşmıştı. Chelles'e, Bondy’ye, Gourny’ye, Nogent’a ve Lagny’ye değin uzanmış, dağ tepe dolaşmış ama onun izini bulamamıştı. Kimse, ona bu konuda bilgi verememişti, hatta bazıları, onun başka bir yere göçtüğünü bile söylemişti. Marius babasının bıraktığı bu tek borcu ödeyemediği için, sahiden epey üzgündü. Kendi kendisine sürekli aynı şeyi düşü­ nüyordu: «Aman Tanrım, babam savaş meydanında ölüme bırakıl­ mıştı, şu cesur çavuş yaylımateş arasında onu sırtına alıp kur­ tarmayı başardı. Oysa o babama bir şey borçlu değildi, bunu yapmayabilirdi, fakat şu anda ben kendisine neler borçluyum ve bir türlü onu bulamıyorum. Belki de sefalet içinde bir kenarda can çekişiyor ve ona yardım edemiyorum! Aman Tanrım! Ne yapıp etmeli, onu bulmalıyım!» Thenardier’yi bulup, ona teşekür etmek için Marius kolların­ dan birini verir, onu yoksulluktan kurtarmak için kanını son damlasına kadar akıtırdı. Onu bulup, bir yardımda bulunmak, ona şunu söylemek için can atıyordu: «siz beni tanımazsınız ama, ben sizin ne kahraman bir adam olduğunuzu biliyorum, emrinizdeyim, benden bir şey isterseniz hemen yerine getirme­ ye çalışabilirim.» İşte Marius’ün yalnızlığını süsleyen en tatlı ve en kusursuz düş... 639

3 MARİUS DELİKANLILIK DÖNEMİNDE O zamanlar Marius yirmisindeydi. Dedesinin evinden ayrıla­ lı üç yıl olmuştu. Hiç görüşmemişlerdi. Hem bu neye yarardı ki? Yine tartışacaklardı ne de olsa. Gerçi Marius, bronz bir vazoy­ du, ama Gillenormand dede de demir bir çanaktı. Şunu da ekleyelim ki Marius, dedesi hakkında aldanmış, onun kendisini asla sevmediğine inanmıştı. Şu ihtiyar kurdun, şu habire gülen, söven, bağıran, incir çekirdeğini doldurmaz ne­ denlerle öfkelenen adamın, kendisine hiç sevgi duymadığını düşünmüştü. Oysa bu konuda yanılıyordu. Belki evlatlarını sev­ meyen babalar vardır, ama torununu taparcasına sevmeyen dede olamaz. Mösyö Gillenormand, Marius’ü aslında çok seviyordu. Şim­ diye değin, hiç kimseyi sevmediği kadar severdi onu. Aslında, bu sevgisini çıkışma, zaman zaman tekme tokat altına gizle­ mişti, fakat ona o kadar bağlıydı ki, çocuk hayatından çıkınca içinde dolmayacak bir boşluk hissetti. Marius’un adını anmala­ rını istememişti. Fakat gün geçtikçe bu buyruğuna uyanlara kin tutuyordu. Günün birinde bu Bonaparte yanlısının, bu Jako­ ben’in, bu teröristin kendisine döneceğini umdu; ama günler haftaları, haftalar ayları kovalamış ve Marius geri dönmemişti. Zaman geçiyor ve Mösyö Gillenormand umutla beklediği o hayırsızın gelmediğini görüyordu... «Evet fakat onu kovmaktan başka ne yapabilirdim?» diye kendi kendine söyleniyor ve şu anda Marius’le karşılaşsa aynı şeyi yapıp yapamayacağını soruyor, gururu hemen «evet» di­ yor, ama ihtiyar kalbi «hayır» diyordu. Bunu da pekiştirmek için ak saçlı başını acıyla sallıyordu. Keder dolu günler yaşıyor, onu çok özlüyordu. Çiçeklerin güneşe ihtiyacı olduğu kadar, ihtiyar­ ların da sevgiye ihtiyacı vardır. Marius’ün yokluğu, adamın kişi­ liğinde epeyce değişiklik yaratmıştı. Aslında ilk adımı atıp «o vefasıza» yaklaşmayı asla denemedi, fakat çok acı çekiyordu. 640

Gerçi bundan kimseye söz etmiyordu, ama habire onu düşünü­ yordu. Marais’deki konağında, her zamanki gibi bir başına ya­ şıyordu, her zamanki gibi neşeli ve öfkeliydi. Fakat neşesinde bir katılığın olması gibi, öfkeleri de çoğu zaman kederle biterdi. Zaman zaman biraz umutlanır ve kendi kendisine: «Ah bir gel­ se, ona şöyle esaslı bir tokat atardım!» diye söylenirdi. Yaşlı kızı ise, fazla sevmeyecek kadar, az düşünen bir kadın olduğundan, anılarında Marius belli belirsiz bir karartı gibi kal­ mıştı. Beslediği kediyi ve papağınını yeğeninden çok severdi. Gillenormand dedenin acısının günbegün artması, bunu içinde tutup kimselere bildirmemesinden kaynaklanıyordu. Za­ man zaman, karşılaştığı eski bir dostu ona torunundan söz edip, hatırını sorduğunda o kederli olduğu zamanlarda göğüs geçirip, ama neşeli günlerinde, kolluk dantellerini kabartıp: «Ba­ ron Pontmercy, ücra bir yerlerde dava kovalıyor,» demekle ye­ tinirdi. Dede, onun hasretiyle perişan olduğu o günlerde, Marius dedesinden uzak kalmakla çok isabetli hareket ettiğini düşü­ nüp, içten içe seviniyordu. Gerçi dedesini andığında, ona dair kötü düşünmezdi, fakat babasına fenalık etmiş olan bu adamdan, bir şey kabul etme­ meye kararlıydı. Aynı zamanda, acı çekmekten de bir tür zevk duyuyordu. Zorlu yaşam koşulları onun hoşuna gidiyordu. Ken­ di kendisine, «En azından bu kadar acı çekeyim babam uğru­ na!» diyordu. Sağlığında, onu görmeye çalışmadığı için kendi­ sini cezalandırıyor gibiydi. Bütün acıları babası çekmişti, oysa artık acı çekme sırası kendisindeydi. Hayatını Binbaşı’nın ce­ saret ve mahrumiyetle dolu yaşamıyla kıyasladığında sadece, böyle yoksul bir hayat sürerek ona yaklaşacağını duyumsuyordu. Babası ona bıraktığı mektuba «Oğlumun bunu hak ettiğine eminim» demekle herhalde bunları ereklemişti. Marius mektubu artık kalbinin üstünde taşımıyordu fakat bu sözleri beynine ve gönlüne kazımıştı. Üç yıl önce dedesi kendisini evden attığında, Marius henüz çocuk sayılırdı ama, artık büyümüş, yetişkin erkek olmuştu. Bu­ 641

nu hissediyordu. Şunu belirtmek isteriz ki, yoksulluğun ona fay­ dası dokunmuştu. Başarıyla sonuçlandığında gençlikte parasızlık, insanın ru­ hunu zenginleştirir, istemini emeğe dönüştürür ve ruhu yüceltir. Oysa varsıl bir gencin çeşitli eğlenceleri ve ilgi alanları bulunur: Atlar, yarışlar, av, köpekler, tütün, kumar, en lüks yerlerde yeni­ len o yemekler gibi... Bütün bunlar ruhun tembel yanını okşa­ yan kaba zevkler sayılır. Oysa yoksul genç, ekmeğini bilek zo­ ruyla kazanır ve bu ekmeği yedikten sonra kendisini hayale ve izlenceye bırakır. Tanrı’nın verdiği gösterileri izler, göklere, en­ ginlere, yıldızlara çıkar... Çiçekler, çocuklar ve tüm insanlık, onun için sonsuz bir sahnedir. Ruha yetişinceye değin, insanlı­ ğa, Tanrı’yı buluncaya kadar yaradılışa bakar. Hayallerinin so­ nunda, kendisini yükselmiş bulur, zaman zaman yüreğinde sev­ gi dolu duygular yeşerir. Acı çeken erkeğin egoizminden, düşü­ nen erkeğin ilgisine geçer. Kendisini unutup, başkalarına mer­ hamet etme duygularına kapılır. Doğa’nın kendisine bol bol ver­ diği sayısız eğlenceyi düşünerek, zavallı varsıllara acır. Aklı ışıkla dolar, içinde kine yer kalmaz. Hem o mutsuz mudur ki? Yoo, hayır, genç birinin yoksulluğu asla acıklı olmaz. Yeniyetme bir genç, her ne kadar yoksul olsa da sağlığı, gücü, zinde yürü­ yüşü, ışıltılı gözleri, siyah saçları, körpecik yanakları ve pembe dudakları arasından görünen apak dişleriyle her zaman ihtiyar bir kralın imreneceği bir güzelliktedir. Her sabah ekmeğini ka­ zanma gayreti, onun bedenini çelik gibi yapar ve aklının da da­ ha iyi işlemesine yardımcı olur. İşini yaptıktan sonra, artık ha­ yaller ve düşünceyle oyalanır. O istem sahibi ve uysal, dikkatli ciddi, azla yetinen bir iyimserdir. Paralı insanlarda olmayan iki özellik için, habire Tanrı’ya şükürler eder: Kendisini özgür kılan çalışma ve kendisini değerli yapan düşünce adına. Evet işte Marius, böyle bir evreden geçmiş, en çetin aşama­ ları atlatmıştı. Onun derin düşünme ve izlenceye dalma yöneli­ minin olduğunu da belirtmeliyiz. Çevirileri yardımıyla dürüst bir şekilde hayatını kazanmaya başladığı günden başlayarak, ken­ disine düşünmek için daha fazla vakit ayırıyordu. 642

Evet o böyle bir yola girmişti. Ruhunu daha fazla geliştirmek için çalışmadan kalan vakitlerini, uzun düşüncelere ayırmayı seçerdi. Şunu da eklemeli ki, onun gibi zinde ve canlı bir kişilik için bu düşünceye dalma hevesi de gelgeçti ve günün birinde Mari­ us de asıl hayata uyanacaktı. Avukatlık diplomasını almıştı fakat dedesinin düşündüğü gi­ bi avukatlık yapmıyordu. Hayal kurmaya olan eğilimi, onu yo­ ğun çaba gerektiren bu işten uzak tutuyordu. Dava vekilleriyle görüşmek, mahkeme koridorlarını arşınlamak, davalar aramak, aman Tanrım, bütün bunlara ne gerek vardı ki? Marius o çevirilerinden epey hoşnuttu. Geçimini sağlıyordu ya, bu da kendisine yeter de artardı bile. Delikanılının paraya düşkün olmadığını biliyoruz. Üstelik işi garantiliydi ve fazla yo­ rucu değildi. İş yaptığı yayıncılardan biri kendisine epey ilginç bir öneride bulunmuş, onu evinde pansiyoner olarak almayı ve yılda bin beş yüz frank ödemeyi önermişti... İyi bir evde yaşamak, yeter­ li beslenmek ve üstelik cep harçlığı olarak bin beş yüz frank al­ mak karşı çıkılacak bir teklif değildi. Fakat Marius hiç düşünmeden «hayır» dedi. Kabul ettiği za­ man, özgürlüğü gidecekti. Maaşlı bir memur, serbest çalışan bi­ rine benzemez. Gerçi işleri düzelecekti ama öte yandan çok şey kaybedecekti. Marius körlükten kurtulmak için tek göze ra­ zı olan biri gibi hissetti kendini ve teklifi geri çevirdi. Dostu olmayan Marius kendi başına yaşardı. Çok şeyin dı­ şında kalmak isteği ve epey yabaniliğinden dolayı ABC Dostla­ rı’na katılmamıştı. Aslında onlarla görüşüyor, gidip geliyordu, elinden geldiğince onlara yardım bile ediyordu ama o kadar. Marius, iki içten arkadaş edinmişti. Biri genç Courfeyrac, diğeri ihtiyar Mösyö Mabeuf. Aslında yaşlı dostunu gencine bile tercih ederdi çoğu zaman. İçindeki değişimi, babasını tanımasını ona borçlu olduğunu biliyordu «O benim gözlerimi açtı», derdi. Sahiden de kilise yöneticisi Mösyö Mabeuf’ün Marius’ün ge­ leceğinde büyük rolü olmuştu. Fakat yaşlı adam bunu farkında 643

olmadan yapmıştı. Tam bir tesadüf. Mösyö Mabeuf burada sa­ dece Tanrı’nın bir aracısı olmuştu. Sanki karanlıkta yolunu ara­ yan birine ışık tutar gibi. Mösyö Mabeuf mum sayılırdı, mumu tutan el kendisinin değildi. Marius’ün içindeki siyasal düşüncelere gelince, Mösyö Ma­ beuf bunu ne anlayacak, ne de yönetecek özellikteydi. Daha sonraki bölümlerde Mösyö Mabeuf’le tekrar karşılaşa­ cağız, bu nedenle, hakkında bazı açıklamalar gerektiğini dü­ şündük. 4 MÖSYÖ MABEUF Birkaç yıl önce, Mösyö Mabeuf Marius’e, «Kuşkusuz, ben politik fikirlere saygı duyarım,» dediğinde, düşüncesini olanca açıklığıyla söylemişti. O politikayla aslında ilgilenmez, bütün fi­ kirleri aynı ilgisizlikle dinlerdi. Politika onu ilgilendirmiyordu, ba­ şını ağrıtmasınlar da, istediğini düşünsünler. Onun tek inancı bitkiler ve özellikle kitaplardı. Herkes gibi onun da sonu 'şucu, bucu’ gibi biten bir görüşü vardı. Çünkü o devirde kimse bunlar­ sız yaşayamazdı. Fakat aslında o ne kralcı, ne Orlabcı, ne Bo­ naparte’çı ne de Anayasacıydı. Bir anarşist de sayılmazdı, o bir bitki ve kitap dostuydu. İnsanoğlunun anayasa, demokrasi, kralcılık, cumhuriyet gibi zırvalarla uğraşmalarına, ne gerek vardı. Bütün boş lafların ya­ nı sıra yeryüzünde öyle çeşitli bitkiler, yosunlar, otlar, ağaçlar ve çiçekler varken, politikayla ilgilenmek akıllı işi değildi. Aslında, Mösyö Mabeuf'ün çok derin bir merakı vardı. Sürekli kitap okur, bahçıvanlık ederdi. Pontmercy ile yeni tanıştığıda, onun çiçek sevgisi ihtiyar adamla arasında bir arkadaşlık kurulmasına yol açmıştı. Uzun yıllar çabaladıktan sonra, çeşitli aşamalar saye­ sinde, Mösyö Mabeuf de çok lezzetli armutlar yetiştirmekle ün­ lenmişti. Dinsel törenlere gitmesi dindarlığından çok, kişiliğinin uysal ve hayalci olmasındandı. Üstelik gürültü patırtıdan hoş­ 644

lanmayan Mösyö Mabeuf sevdiği türdeşlerini yalnız kilisede sessiz gördüğünden, Tanrı evinde, onları inceleme olanağı bu­ lurdu. Bir iş yapmanın kaçınılmaz olduğunun farkına varan adamcağız, Kilise idareciliğini seçmişti. Dünyada, hiçbir kadını bir lale soğanı kadar sevmemiş; hiçbir erkeğe bir gül ağacına verdiği kadar değer vermemişti. Altmışına girdiğinde bir gün, ona sordular: «Niye hiç evlenmediniz?» Mösyö Mabeuf tam kendisine yaraşır bir karşılık verdi: «Unuttum.» Onun da herkes gibi düşkünlükleri vardı. Zaman zaman, «Ah bir zengin olsam!» diye düşünürdü, ama bunu Mösyö Gillenormand gibi, güzel bir kadını elde etmek için değil, az bulunur ve çok pahalı bir kitabı satın alabilmek için söylerdi. İhtiyar bir kâhya kadınla yaşardı. Habire ıslanıp duran ellerinde romatizma vardı, sabah uyandığında parmaklarının tutulmuş olduğunu hissederdi. Cauteretz Çevrelerinin Bitkileri isimli bir eserini yayınlatmıştı. Renkli resimlerle süslü bu kitabı­ nın klişe bakırlarını hâlâ bir kenarda saklıyordu. Kitabını kendi satıyordu. Günde birkaç kez kez kapısını çalanlar, kitabını sa­ tın alırlardı. Bundan yılda iki bin frank kazanırdı, ki, bu da onun geçimliğiydi. Yoksul olmasına rağmen, sabır ve emek sonunda, kendisine benzersiz bir koleksiyon hazırlamasını da başarmış­ tı. Sürekli kolunun altında bir kitapla dışarı çıkar ve eve koltu­ ğunda iki kitapla dönerdi. Dört odalı küçük evinin tek süsü çer­ çevelenmiş bitki resimleri ve eski resim ustalarının gravürleriy­ di. Bir kılıç ya da bir tüfek görmek onun kanını dondururdu. Ha­ yat boyu bir top arabasının yanından geçmemişti. Midesi sağ­ lamdı. Papaz bir kardeşi vardı. Ağzında tek diş kalmadığı gibi, geçimsiz de sayılmazdı. Asla eleştirircesine konuşmazdı. Bo­ yuna ürperir, bir Picardia köylüsü ağzıyla konuşurdu. Çocuk gi­ bi şakrak kahkahalar atar, çekingen dururdu, tıpkı ihtiyar bir ko­ yuna benzerdi. Saint-Jacque Kapısındaki dükkânını çalıştıran ihtiyar bir kitapçıdan başka arkadaşı yoktu. Royol isimli bu ihti­ yar adamla, iyi anlaşırlardı. 645

En büyük isteği Fransa’da çivitağacı yetiştirmekti. Hizmetçisi de bir günahsızlık simgesiydi. Zavallı ihtiyarcık, bakireydi. Miyavlamalarıyla kadının gönlüne giren «Sultan» ad­ lı kedisi, onun gönlündeki tutkuya karşılık veriyordu. O bir erke­ ği hiç düşünmemişti. Aslında pek de erkeğe benzemez değildi, bir erkek gibi bıyıklıydı. En büyük özeni, kar gibi bembeyaz ve ütülü giydiği başlıklarıydı. Pazar günleri kilise dönüşü sandığını açıp, çamaşırlarını yerleştirir ve asla diktirmediği giysilik ku­ maşları dizerdi. Okumayı bilirdi. Mösyö Mabeuf ona «Pulutar­ que Ana» ismini vermişti. Mösyö Mabeuf uysal ve ürkek bir delikanlı olan Marius’le iyi anlaşıyordu. Genç adam, onun çekingenliğini bilerek, yaşlılığı­ na sevgi ve sıcaklık eklemişti. Yumuşak huylu bir genç, bir ihti­ yarda rüzgârsız bir güneşin etkisini bırakır. Marius askeri utku­ lardan, top gürlemelerinden, babasının katıldığı bütün savaşla­ rın ayrıntılarını okuyup yorulduğu günlerde Mösyö Mabeuf’ü zi­ yarete gider, ihtiyar adam ona çiçeklerinden söz ederdi. 1830 yılında Mösyö Mabeuf’ün papaz olan ağabeyi öldü ve ansızın karanlığın bastırması gibi zavallı adamın bütün ufku ka­ rardı. Ağabeyinin ve kendi servetini emanet ettiği Noterin bat­ ması, Mösyö Mabeuf’ün bütün parası olan on bin frankın kül olup gitmesine neden oldu. Temmuz Devrimi de, kitapların sa­ tışını etkilemişti. En zor satılan kitap bir bitki kitabı olduğundan, Mösyö Mabeuf meteliksiz kaldı. Zaman zaman, her kapı çalı­ şında yerinden sıçrar oldu. Plutarque Ana kederle: «Mösyö, bu gelen sucuydu,» derdi. Uzatmayalım, birden korkunç bir sefalete düşen Mösyö Ma­ beuf, bir gün, dört odalı evinden vazgeçmek zorunda kaldı. Ki­ taplarını değil ama resimlerinden çoğunu sattı, kilise görevin­ den istifa etti ve Montparnasse Caddesinde ufacık bir eve yer­ leşti. Fakat ne yazık ki orada üç aydan uzun kalamadı, tek kat­ lı ve bahçeli evin yıllık kirası üç yüz frankt, üstelik atış alanına yakın olduğundan, sabahtan akşama silah sesleri geliyordu ki, bu da onun sinirlerini bozuyordu. Bitkiler kitabını, bakır klişelerini, saksılarını, dosya ve diğer 646

kitaplarıyla beraber Sâlpetriere civarındaki Austerlitz köyünde içinde kuyusu bulunan, duvarlarla çevrili bir bahçe ortasında, üç odalı bir eve taşındı. Buraya yılda elli frank kira ödeyecekti. O bu taşınmadan faydalanıp, bütün eşyasını sattı. Yeni evine ilk girdiği gün, epey neşeliydi, kendi eliyle duvarlara gravürlerini çi­ viledi ve bahçesinde çalıştı. Akşam Plutarque Ana’nın kederli göründüğünü fark etti ve, onun omuzlarını okşayıp şöyle dedi: «Dert etme Plutarque Ana, burada çiviti yetiştiririm.» Bu kulübede sadece iki ziyaretçi ağırlıyordu, Saint-Jacques Sokağındaki kitapçı arkadaşını, bir de Marius’ü. Az önce de değindiğimiz gibi kendisini bir hayale veya bir ta­ kıntıya kaptıran kişiler, dış etkenleri umursamaz. Kendi dertleri onlara uzak görünür bu da centilmenliğe erişen bir sabır sayılır. Farkında olmadan insan, ağır hayat merdivenini iner. Bunun so­ nu uyanmadır ama bu da her zaman geciken bir şeydir. Mösyö Mabeuf tüm isteklerinden uzaklaşmasına rağmen, yi­ ne de kendisini acıya bırakmamıştı. Saatin çalışmasına benze­ yen huylarını koruyordu. Mösyö Mabeuf’ün çok temiz zevk kaynakları vardı. Bunlar az parayla elde edilen şeylerdi. Tesadüflerden kaynaklanan eğ­ lenceler... Günün birinde Plutarque Ana, sedirde roman okuyor­ du, ama o sürekli yüksek sesle okurdu. Çoğu kişi okuduklarını vurgulamak için böyle yapar. Kadın okurken hızla okumuş ve kelimeleri yutmuştu, bundan kaynaklanan bir yanlış anlama, bir kelime oyunu Mösyö Mabeuf’un epey hoşuna gitti. Konu güzel bir kızla bir süvari arasında geçiyordu, kadın şunları okudu: Gü­

zel kız somurttu ve süvari de gözlük camlarını temizlemek için bir ara durdu. Mösyö Mabeuf yarım sesle «Buda ile ejderha ha... Evet, mağarada ağzından ateşler saçan bir ejderha gökyüzünü bile yakmıştı. Üstelik kaplan gibi pençeleri olan bu canavar birçok yıldızı yakıp kavurmuştu; Buda mağaraya girip ejderhayı yatış­ tırmaya başardı. Plutarque Ana ne kadar güzel okudunuz, da­ ha güzel bir söylence olamaz!» Yanlış anladığı bu cümle, onun tatlı düşler kurmasına neden oldu. 647

5 YOKSULLUK VE SEFALETİN İÇTEN DOSTLUKLARI Marius, bu fakir ihtiyarı severdi. Onun sefalet yokuşunu ya­ vaş adımlarla çıktığını görür ve çok üzülürdü. Gerçi ihtiyarcık, kendi haline şaşırdı, fakat üzülmeye daha başlamamıştı. Mari­ us, Courfeyrac’la buluşur ve ayda iki ya da üç kez Mösyö Ma­ beuf'ü ziyarete giderdi. Marius’ün en sevdiği şey, uzun yürüyüşlere çıkmaktı. O, za­ man zaman, Paris dışına çıkar, zaman zaman da, parkın tenha yollarında dolaşırdı, saatlerce bir bostanı izler, salatalara, güb­ releri eşeleyen tavuklara, bostan kuyusunu döndüren ata ba­ kardı. Gelip geçenler bu kadar kendinden geçmiş görünen bu delikanlıya şaşkınca bakarlardı. Bazıları onun kötü işler düşü­ nen alçak bir serseri olduğunu bile düşünürdü. Oysa o, hayal­ ler kuran fakir bir delikanlıydı. Olancası bu. İşte bu gezilerin birinde, Marius, Gorbeau’yu keşfetmiş ve çok ucuza geleceğini düşündüğünden, oraya taşınmıştı. Orada kendisini Mösyö Marius adıyla bilirlerdi. Babasının arkadaşları emekli generaller ve binbaşılar, onu tanıdıktan sonra, evlerine davet etmişlerdi. Marius bu davetleri geri çevirmemişti. En azından, babasını anmaya, ondan söz et­ meye gerekçe oluyordu. Bu nedenle, kimi zaman Kont Pajol’un, General Balleves­ ne’in, General Fririon’un evlerine uğrardı. Oralarda çalgılar ça­ lınır, dans edilirdi. O akşamlar Marius yeni elbisesini giyerdi. Fakat o bu balolara ve toplantılara sadece don çıktığı günlerde giderdi. Çünkü arabaya verecek parası olmadığından, çamurlu çizmelerle oralara girmek istemezdi. Çoğu zaman acıyla düşünürdü: «Bir salona girebilmek için insanın vicdanının çamuruna kimse bakmaz, ayakları temiz ol­ sun yeter!» Marius, artık o eski coşkularının kaybolduğunu ayrımsıyor­ du. 1830’daki Devrim, onu tatmin etmiş ve sanki yatıştırmıştı. 648

Değişmez bir inanca sahipti, fakat sanki artık bu duyguları da uyuşmuştu. Daha doğrusu artık yansızdı. Sadece sempatisi vardı. Hangi partiden olduğunu soranlara, insanlık partisinden olduğunu söylerdi. İnsanlıkta Fransa’yı seçer, Ulus’ta halkı. Halkta kadına merhamet ederdi. Artık Marius bir düşünceyi bir tavırdan, bir ozanı bir kahra­ mandan yukarıda görmeye başlamıştı. Bütün bir gün düşünüp hayaller kurduktan sonra, akşam caddelerde yürürken, ağaç dalları arasından dipsiz uçurumları, gölge ve sırrı seçtiğinde, in­ sanlıkla ilgili olmayan şeyleri umursamıyordu. Hayatı tamamen anladığına ve insanlık felsefesini çözdüğü­ ne emindi. Gözlerini gündüzleri göklere, geceleri de yıldızlara çevirirdi. Aynı zamanda gelecek için planlar da kuruyordu. Onun öyle koyu hayaller kurmasında, gelecek için planlara ve tasarılara da yer vardı. Onun böyle kendisinden geçip derin düşündüğü zamanlarda, biri Marius’ün ta içine bakıp ruhunu görebilse, bu ruhun lekesizliğinden gözü kamaşırdı. Hayaller ruhumuzun ay­ nasıdır. Herkes kendi doğasına göre kurar bunları. 1831 yılında, bir gün Marius’ün hizmetine bakan kapıcı ka­ dın, yandaki komşuları evden attıklarını söyledi. Akşama kadar dışarıda olan Marius, komşularını Jondrette isimli kişiler olduk­ larından da habersizdi, sordu: «Bunu niye yapıyorlar?» «Kirayı ödeyememişler, borçları epeyce kabarmış.» «Ne kadar?» İhtiyar kadın, kederle konuştu: «Çok para, yirmi frank!» Marius bir çekmecede otuz frank biriktirmişti. «Al şu yirmi beş frankı, onlar kiralarını ödedikten sonra on­ lara da bir beş frank kalır ve sakın o biçarelere benim ismimi söyleme!»

649

6 THEODULE GİLLENORMAND O günlerde Théodule Gillenormand’ın askeri birliği Paris’e atandı. Halası Matmazel Gillenormand bunun ardından bir iste­ ğe kapıldı. Bir kez zekâsı işlemiş, Marius’ü Théodule’e izletmiş­ ti. Bu kez Théodule’yi eve alıştırmayı ve onu babasıyla ahbap etmesini tasarladı. Yaşlı adamın gönlündeki boşluğu Thédolue kapatabilirdi. Bir delikanlının dostluğunun ihtiyara faydası dokunabilirdi. Yıkıntılar bile güneşin kendilerine yansımasını severler. Kader ihtiyar kızlaydı, hemen tecrübe etmeyi kararlaştırdı. Bir yeğen oğlu da, bir toruna sahip olma duygusunu verebi­ lirdi. Bir avukatın yerini bir süvari alırdı, aralarındaki ayrım ne? O sabah Mösyö Gillenormand gazetesine göz atarken, kızı yanına geldi ve en uyumlu sesiyle, çok sevdiği yeğeninden dem vurdu: «Babacığım Théodule sizi ziyaret etmek istiyor.» «Théodule mu? O da kim?» «Yeğeninizin oğlu Théodule, baba.» Yaşlı adam kayıtsızdı, dudak büküp: «Öyle mi?» deyip gazetesine daldı. Gazete okumak sinirlerini bozmuştu. Okuduğu kral yanlısı gazete bir isyan haberi veriyordu. Tıp ve hukuk fakültesi öğren­ cilerinin Panthéon Meydanında ertesi gün bir miting yapmayı düşündüklerini yazmıştı ki, bu da bir isyan başlangıcı değil miy­ di! Bu yazı onu delirtir gibi oldu. Bir ana Marius’ü düşündü. O da katılırdı belki mitinge. Titre­ di, çok sevdiği ve yokluğuna ne yapsa alışamadığı torununu ha­ tırladı. Hüzünle iç çekip Marius’ü görmeyeli ne çok zaman geç­ tiğini düşündü. Onu çok özlemişti. O tam böyle çaresizce düşünüyordu ki, üniformasız Théodu­ le, salona geldi. Matmazel Gillenormand onu usulca salona ça­ ğırmıştı. Matmazel Gillenormand babasına: 650

«Babacığım yeğeninizin oğlu Theodule geldi.» Teğmenin kulağına eğilip fısıldadı: «Ne derse desin, olur de!» İhtiyar kız salondan çıktı. Böyle itibarlı karşılaşmaları hiç kanıksamayan ordu mensu­ bu ürkerek birkaç nazik söz geveledi ve askeri selamla karışık bir kenter selamı verdi. İhtiyar, onu karşıladı: «Siz mi geldiniz Theodule, oturun.» Bu sözlerden sonra subay aklından tamamen çıktı. Theodule oturdu. Mösyö Gillenormand ayağa kalktı ve elle­ ri cebinde dolanıp durmaya başladı. «İnanılır iş değil, şu pantolonunu toplayamayan bacaksızla­ rın miting yapacak olması. Bu kadarına pes yani. Ağızları süt kokan haylazlar. Burunlarını sıksan sümük akar. Yarın toplana­ caklarmış. Bu gidişin sonu İyi değil! Uçuruma gittiğimiz kesin. Aralarında cezaevi kaçaklarının ve forsaların olduğuna yemin ederim. Zaten Cumhuriyetçi ya da kürek mahkûmu, ne fark eder ki! Carnot’u nereye gitmemi isterdin alçak, sorusuna Fo­ uché şöyle yanıt vermişti: ‘istediğin yere git, sersem!..’ İşte Cumhuriyetçiler, hepsi de anasının gözü.» Theodule saygılı bir sesle: «Hakkınız var, efendim,» dedi. Mösyö Gillenormand başını biraz çevirdi Theodule’e baktı: «Ah şu hainin gidip, kışkırtıcı olduğunu düşünmek bile beni üzüyor... Ah Marius neden evden ayrıldın? Cumhuriyetçi olmak için mi? Halk senin Cumhuriyetini ne yapsın, istemiyor. Halk akıllı. O bugüne değin Fransa’da hep kralların olduğunu ve hep olacağını bilir. Halk er geç, o senin Cumhuriyetinin içine eder, işte bu kadar. Aman Tanrım, şu ahmakların hepsi de zır deli mi? Ne aptallar! Hepsi de aynı yolun yolcusu. Şu 19. yüzyıl ağulu bir yüzyıl. Önüne gelen, saçından sakalından utanmadan duy­ gusallık taslar. Kendilerini adam sanıp, ihtiyar ebeveynleri bir kenara atıp Cumhuriyetçi oluyorlar. Evet Cumhuriyetçilik yet­ mez gibi de duygusal. O da ne söyle bana, o da ne demek? 651

Saçmalık. Geçen yıl ‘Hernani’(*) sergilendi. Sorayım size, şu o da neyin nesiydi. Sayısız çelişki. Berbat bir dille kaleme alın­ mış, saçmalıklar. Louvre Müzesi avlusunda bir sürü top tüfek, işte bugünün gençleri...» «Hakkınız var, efendim.» Theodule’nin bu onayından sonra Mösyö Gillenormand hın­ cını alamamış gibi söylenmeyi sürdürdü: «Müze bahçesindeki toplar. Neden? Topla ne yapılır, Müze­ de neyi havaya uçuracaksınız ki, Apollon Heykeli’ni mi? Ah bu­ günün gençleri... hepsi de haydut gibi. Hoş, onların Benjamin Constant’ı da tek kuruş etmez. İpten kazıktan kurtulmuş itler, ba­ zıları enayi, kalanı geri zekâlı. Çirkinleşmek için her şeyi yapar­ lar. Berbat giyinirler, kadınlardan çekinirler, etek giymiş kızların yanından geçerken, sadaka ister gibidirler. Aşktan utanan ah­ maklar. Biçimsiz ve ahmaklar. Al birini, vur öbürüne... Sepet gi­ bi ceketler, seyislerin giydiği yeleklerden giyerler. Gömlekleri kaba keten. Gömlekler, aman Tanrım, ne iğrenç şeyler. Bir de, bu kılıksız baldırıçıplakların kendince siyasal düşünceleri de var, sevsinler. Ah Marius! Senin de onlardan biri olduğunu dü­ şünmek beni çok üzüyor. Bir sürü bacaksız, Muhafız Alayına karşı gelecek ha! Aman Tanrım, en ilkel kabilelerde bile görül­ memiştir bu. Başlarına tüyler takıp o çıplak gezen yabaniler bi­ le, bizim şu gençlerden daha akıllı. Haydi toplanın, bakalım it kopuk takımı, tartışın. İşte bunun için de bu akıl yoksul evlerini, ailelerini öylece bırakıp sokaklara sökün eder. Gazetelerin her biri diğerinden ağulu. Ah alçak torun Marius! Dedeni mahvetti­ ğin için kendini kutlayabilirsin, sen alçaksın!» «Bu, yoksanamaz bir gerçek.» Mösyö Gillenormand’ın anlık sessizliğinden yararlanan The­ dole şu sözlerle de pekiştirdi: «Moniteur'den başka gazete ve Askerlik Yıllığı'ndan başka kitap yayınlanmamalıdır.» Mösyö Gillenormand soluklanmıştı: (*) ‘Hernani’: Victor Hugo'nun tiyatro için kaleme aldığı bir trajedi.

652

«Bu da tıpkı onların Siyes’i gibi. Senatörlükte kararlı bir kral katili. Çünkü sürekli aynı şekilde mesleklerini bitirirler. Önce, 'Yurttaş ve sen’ diye teklifsizce konuşmalarla kafa şişirir, sonra kendilerine ‘Kont Hazretleri’ dedirtirler. Aman sevsinler, bir yığın Kont. Hepsi de Eylül katilleri. Filozof Siyesler. «Övünmek gibi olmasın, ama asla onların felsefelerini be­ nimsemedim ben. Tivoli palyaçosunun gözlükleri kadar anlamlı bir felsefe, eski günlerden birinde Malaquais Köprüsünde şu senatör topluluğunun yürüdüklerini hâlâ görür gibiyim, üstleri sırmalı arılarla işlenmiş mor kadife üstlüklere ve IV. Henri biçe­ mi şapkalar takmış bir soytarı sürüsü. İğrençtiler. Kaplanların saraylarından kaçmış maymunlara benziyorlardı. Evet Yurttaş­ lar sizlere sesleniyor ve yükselişinizin de bir delilik olduğunu açıkça söylüyorum. Sizin şu insanlık ütopyanızın da diğer ütop­ yalar gibi gerçekleşmeyecek bir şey olduğunu, devriminizin bir can alma, cumhuriyetinizin bir vahşi, genç, tertemiz Fransa’nı­ zın da bir batakhaneden çıktığına yeminler ederim. Karşıma kim çıkarsa çıksın, gazeteci ya senatör, ya da yasa adamları... özgürlük eşitlik hakkında giyotinden bile daha keskin olursanız olun, evet hepinizin suratlarına karşı derim ki: Ahmaklar...» Teğmen heyecanlı bir sesle bağırdı: «A, kutlarım amcacığım, ne kadarda iyi dediniz.» Mösyö Gillenormand demin bir şey yapmak için kaldırdığı eli indirdi, genç subaya döndü ve onun yüzüne aksice bakıp: «Dangalak!» dedi.

653

ALTINCI KİTAP İKİ YILDIZ BULUŞUYOR 2 LAKAP AİLESEL ADLARININ OLUŞMASI Marius artık boyu ortaya ulaşmış bir gençti. Zekâ göstergesi yüksek ve enli alnı, gür siyah saçları, düzgün burnuyla yakışıklıy­ dı. İçten ve aydınlık yüzünde, zaman zaman hülyalı bir ifade beli­ rirdi. Gururluydu. Yuvarlak çizgilerle yoğrulmuş profili istemli bir erkek yüzü olmakla beraber, Cermenlerin o hoş uysallığına sahip­ ti. Bu Özellik, bize Alsace ve Lorraine topraklarından geçti. Kes­ kin çizgi eksikliği yüzünden, yüzü bir aslanın yüzünü benzerdi. Marius, gençlerin her şeye kanıp kapılabilecekleri dönemdeydi. O kadar saftı ki, ahmak olmak için her şeye sahip olsa da, erişilmez olabilirdi. Ürkekti, edepli ve soğuk. İçine kapanık birine benziyordu. Fakat dudakları öyle şirin, ağzı o kadar kırmızı ve dişleri o kadar beyazdı ki, Marius’ün gülümseyişi yüzündeki katı, ve soğuk ifadeyi hemen silerdi. Bu lekesiz alın ve bu kösnül gülümseyiş çoğu za­ man tezat yaratırdı. Gözleri fazla büyük değil, bakışları derindi. En düşkün günlerinde bile kızların ona bakmamak için başı­ nı çevirdiğini görür ve yoksulluğunu göstermemek için oradan hemen ayrılırdı. Kızların eski giysilerine baktıklarından ve ken­ disiyle eğlendiklerinden emindi. Oysa Marius yine yanılıyordu, kızlar onu beğendikleri için bakıyorlar ve hayallerinde beyazat­ lı prensleri olarak yaşatıyorlardı. 654

Bu sessiz fikirbirliği onun giderek vahşileşmesine neden ol­ du. O hiçbir kıza başını çevirip bakmazdı, tümünden kaçardı. Uzun zaman Courfeyrac’ın deyimiyle, böyle şaşkınca yaşadı... Courfeyrac’la artık içlidışlı olmuşlardı, O, kendisine şöyle derdi: «Sakın saygın olmaya heveslenme. Bir önerim var, dostum, kitaplarını boş ver, biraz kızlara takıl. Onları önemse, iyidirler. Ah Marius, korkarım sen iyice yabanileşeceksin,» ya da onu alaya alır ve: «Günaydın papaz Efendi,» derdi. Arkadaşı kendisiyle böyle konuştuktan sonra, Marius gün­ lerce karşı cinslerden uzak düştüğü gibi, Courfeyrac’dan da uzak düştü. Aslında Marius’ün uzak durmadığı iki kadın vardı. Fakat on­ ları zerrece umursamazdı, bunların kadınlıklarının bile ayrımın­ da değildi. Bunlardan biri odasını temizleyen bıyıklı ihtiyar hizmetçiydi. Yıkıntının kapıcısı. Courfeyrac onunla eğlenir ve hep şöyle derdi: «Hizmetçisi bıyık bıraktığı için, Marius her gün tıraş oluyor.» Diğeri de hemen her gün gördüğü fakat hiç dikkat etmediği küçük bir kızdı. Marius, bir yıldır parkın ücra bir yolunda, ihtiyar bir erkekle ço­ cuk denecek yaşta genç bir kız görürdü. Neredeyse her gün kar­ şılaşıyordu onlarla. Erkek altmışında olmalıydı. Hüzünlü ve ağır­ başlı görünüyordu. Güçlü ve yorgun gövdesi, onun emekliye ayrıl­ mış eski bir asker olduğunu anlatır gibiydi. Yakasında herhangi bir madalya ya da bir şerit olsa, Marius onun eski bir subay olduğuna inanırdı. Biçimli bir yüzü olan bu adam, kimseyi yanına yaklaştır­ mak istemez gibiydi. Koyu mavi bir pantolon, aynı renk bir redin­ got ve sürekli yeni görünen enli siperli bir şapka takmıştı. Bembe­ yaz keten gömleğinin üzerine siyah bir kravat takmıştı. Bir gün ora­ dan geçen bir terzi kız, «Ne kadar bakımlı bir dul erkek,» demişti. Yanındaki kızla sürekli oturdukları o sıraya ilk yerleştiklerin­ de, kız henüz on üç, on dördünde küçük bir kızdı. Sıskaydı, be­ ceriksiz görünen silik bir kız. Gözleri güzel sayılırdı, fakat kız bu gözlerini arada sırada Marius’e çeviriyordu. Kuvan pansiyoner­ 655

lerinin kılığındaydı. Kötü dikilmiş kalın yünlüden, bir siyah rob... Baba-kız olmalıydılar. Marius birkaç gün, o kadar da ihtiyar sayılmayan bu adamı ve daha genç kız denemeyecek küçük kızı merakla inceledi, daha sonra onlarla bir daha ilgilenmedi. Onlar ise, Marius’ün varlığını bi­ le fark etmemiş gibilerdi. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Küçük kız epey neşeli görünüyordu, habire gülüyor, konuşuyordu. İhtiyar adam, az konuşuyor ve şefkat dolu gözlerini kızına çeviriyordu. Marius de çoğu zaman bu tenha yolda yürümeyi sevdiğin­ den, onlarla sık sık karşılaşıyordu. Hemen her gün gibi aynı şeyler yaşanıyordu. Marius karşı yoldan, onların oturdukları bankın yanına gelir, önlerinden geçip, geldiği yola dönerek bir kez daha geçerdi. Çoğu zaman, beş, altı kez onların bankının yanından geçtiği olurdu. Bu ihtiyarla bu çok genç kız da, parkta gezinen birkaç genç öğrencinin ilgisini çekmişti. Bunların aralarında Courfeyrac da vardı, bir zaman onları incelemiş, ama kızı çirkin bulmuş ve onlara birer lakap verip oradan ayrılmıştı. Kızın kara giysileri ve adamın beyaz saçlarından esinlenen Courfeyrac kıza, «Matma­ zel Simsiyah», babaya «Mösyö Bembeyaz» adlarını vermişti. Kimse onları tanımadığından, bu lakaplar onların gerçek isimleri olmuş gibiydi. Onları oturur halde gören öğrenciler: «Bak, Mösyö Bembeyaz yerinde,» derlerdi. Biz de aynı şeyi yapacağız ve okurumuza kolaylık olsun di­ ye, onlara bu lakaplarla sesleneceğiz. Marius bir yıl boyunca, neredeyse her gün onları aynı bank­ ta oturur gördü. Adamın iyi yüzünü beğeniyor, fakat kızı epey çirkin buluyordu. 2 DÖNÜŞÜM Eserimizin bu döneminin ikinci yılında, parktan altı ay kadar uzak durdu. Derken aylar geçtikten sonra, oraya gitmeye başla­ dı. Bu, rutin yürüyüşünden, aylarca vazgeçmesinin nedeni ney­ 656

di, niye o gün dönüyordu? Buna kendisi de bir karşılık veremez­ di. Parka geldiği günlerden biriydi. Altın gibi bir ilkbahar sabahıy­ dı. Güneşli günlerde olduğu gibi, Marius de kendisini bahtiyar hissediyordu. Duyduğu kuş sesleri içine işliyor ve yapraklar ara­ sında seçilen mavi gökyüzü, gönlünü dolduruyordu. Her zamanki yoluna saptı ve bitimine doğru, o baba-kızın her zamanki yerlerinde oturduğunu gördü. Fakat onlara yakla­ şınca şaşakaldı. İhtiyar aynıydı, ama kız bambaşka biriydi! Şimdi gördüğü kız, boylu boslu ve çok güzeldi. Kadın güzelli­ ğinin çocuksu saflıkla birleştiği yaşta, on beşinde bir genç kızdı. Sarı tellerle süslü açık kestane rengi saçlar, mermerden gi­ bi lekesiz bir alın, gül yapraklarıyla yarışacak kadifemsi yanak­ lar, sevimli bir gülüşle bükülen dolgun dudaklar. Bu yüze sanki daha alımlı, daha tatlı bir hava vermek ister gibiydi... belki o ka­ dar da biçimli olmayan, hoş ve cana yakın bir burun. Ucu yuka­ rı kalkık; tam bir Parisli burnu; ressamları utanca boğan, ama şairleri coşturan zarif bir burun. Marius yanlarından geçerken, kızın yere eğik bakışlarını görmedi. Onun uzun, gür koyu sarı kirpiklerini gördü. Güzel kız kendisine bir şeyler anlatan, o ihtiyarı dinlerken gülümsüyordu. Hiçbir şey, bakışları yere eğik bu kızın gülüşü gibi alımlı olamazdı! Marius ilk şaşkınlığı sırasında kızın bir başkası olabileceğini düşündü. Küçüğün ablası olabilirdi. Tekrar önlerinden geçtiğin­ de, kızın aynı kız olduğunu anladı. Küçük kız, bu altı ayda bü­ yümüş, hanımefendi olmuştu. Kızlar çarçabuk serpilir, çocuk bı­ raktığınız bir kızın ansızın, genç bir hanım olduğunu görürsü­ nüz. Kozasından çıkan bir tırtıl gibi. Sadece büyümekle de kalmamıştı. Her yönüyle ideal bir genç kız olmuştu. Bazı ağaçların üç günde yapraklanması gibi, kız da altı ayda apayrı bir kimlik sahibi olmuştu. Bahar onun için de gelmişti. Giyimi de enikonu değişmişti. Biçimsiz şapkalı o kötü giysili kızın yerini, başka bir yaratık almıştı. Artık daha şık giyiniyordu. Siyah kareli, güzel biçilmiş bir rob, aynı kumaştan kibar bir 657

pelerin, beyaz krep bir şapka takmıştı. Beyaz deri eldivenler el­ lerinin inceliğini gösteriyordu. Güzel kız fildişi saplı güneş şem­ siyesiyle kuma çizgiler çiziyordu. Küçük ayaklarına ipek saten ayakkabılar geçirmişti. Marius önünden geçerken, ondan yük­ selen kadınlık ve gençlik kokusunu ciğerlerine çekti. İhtiyar adam aynıydı: O hiç değişmiyordu. Marius ikinci kez önlerinden geçtiğinde, kız başını kaldırdı. Gözleri koyu mavi... parlaktılar; çocuk gibi bakıyorlardı. Kayıtsızca Marius’e baktı, tıpkı çemberini döndüren bir çocuğa bakar gibi. Marius ise, kızı artık düşünmeden, yürümeyi sürdürdü. Birkaç kez daha önlerinden geçti, fakat bir daha bakmadı. Daha sonraki günler parka tekrar geldi, onları her zamanki yerlerinde gördü, fakat bir daha onlara dikkat etmedi. Kız çirkin olduğu zamanlarda, ona nasıl ilgisiz kaldıysa, aynı ruh haliyle o güzel haline de ilgisiz kalarak önlerinden geçmeyi sürdürdü. 3 BAHARIN SİHİRLİ OYUNU Yine bir gün, hava ılıktı. Luxemburg Bahçesi gölgeler ve gü­ neşler içindeydi. Gökler melekler tarafından yıkanmış gibi bu­ lutsuzdu. Çiçekler açmış atkestanelerinin dallarında, kuşlar cı­ vıldaşıyordu. Marius ruhunu bu güzelliklere açmış, hiçbir şey düşünmü­ yor, soluk almaya bile korkuyordu. Bankın önünden geçerken, genç kız gözlerini kaldırdı, bakışları karşılaştı. Bu kez, kızın bakışlarında ne vardı? Marius bunu anlayama­ dı. Hiçbir şey yoktu, her şey vardı. Derken sanki aralarında bir çekim gücü oluştu. Kız bakışlarını yere eğdi, genç adam yoluna gitti. Artık gör­ düğü küçük bir kızın, bir çocuğun yüzü değildi. Önünde hemen bir uçurum açılıp kapanmıştı. Bir gün gelir, bir genç kız, bu gözlerle bir erkeğe bakar, bak­ tığının vay haline!.. Henüz gelişimini bitiremeyen bir ruhun, bu ilk bakışı, gökler­ deki şafağa benzer. Parlak bir şeyin uyanışıdır bu. Günün arılı­ 658

ğı ve geleceğin tutkusunda yan yana gelen, gölgeleri aydınla­ tan bu umulmadık ışınların albenisini tanımlayamaz. Bir tesa­ düfle açıklanan bu şafak sırasını bekler. Bilmeden günahsızlı­ ğın kurduğu bu tuzak hemen yürekleri çeler. Bir kadın gibi ba­ kan bir bakirenin yengisidir bu bakış. Bu bakış her yeri yakar, ruhun en içlerinden mis kokulu ve ağulu aşk goncasının çiçeklenmesinin büyülü gücüne sahiptir. Marius aynı günün akşamı yoksul evine döndüğünde giydik­ lerine bir göz attı; dirsekleri eprimiş ceketine, ütüden parlayan pantolonuna, delik ayakkabılarına iğrentiyle baktı. Parka bu halde gittiği için kendisini kınadı. 4 O BÜYÜK HASTALIĞIN BAŞLANGICI Marius, sabahleyin dolabından, yeni elbiselerini, şapkasını ve pabuçlarını çıkardı. Bu şık kılığının üstüne büyük bir lüks olan deri eldivenlerini da taktı, hemen parka yollandı. Yolda Courfeyrac’a rastladı, fark etmemiş gibi yaptı. Pansiyona dönen Courfeyrac, arkadaşlarına anlattı: «Çocuklar, Marius’ün yeni şapkasını ve yeni elbiselerini gör­ düm, Marius de onların içindeydi. Sanırım, bir sınava gidiyordu ki, epey şaşkındı.» Marius, parka girince, önce havuzun etrafında dolandı, ku­ ğulara baktı, daha sonra yosunlanmış ve kalçası kopuk bir hey­ kele baktı. Havuz kenarında, kırkında kadar görünen göbekli bir adam, elinden tuttuğu beş yaşındaki oğluna bir nutuk atıyordu: «Hiçbir şeyin aşırısına gitme oğlum, despotizm ile anarşi arasında dur.» Marius bu kenterin konuşmasını ilgiyle dinledi, daha sonra havuz çevresinde bir tur daha attı ve öylece yürümeye başladı. Bunu gönülsüzce yapar gibiydi. Gitmeye zorlanıyor, aynı za­ manda engelleniyormuş gibi gergin yürüyordu. Fakat bütün bunların farkında değildi, her gün yaptıklarını yaptığını sanıyor­ du. 659

Yoldan ayrıldığında, banktaki ihtiyarla kızını gördü. Ceketini boynuna değin ilikledi, kırışmasın diye dimdik durdu, pantolo­ nunun paçasını inceledi ve banka doğru yürüdü. Onun bu yürü­ yüşü saldırı gibiydi, ele geçirmeyi amaçlayan bir saldırı. Evet, banka doğru yürüdü. Tıpkı Kartacalı General Annibal’in Ro­ ma’ya yürümesi gibi. Aslında, bu yaptıkları mekanikti. Her zamanki gibi kafası epey doluydu. Şu anda «Bakalorya Rehberi»nin çok zırva bir ki­ tap olduğunu düşünüyordu. Herhalde, geri zekâlıların derledik­ leri bir eserdi, içinde Racine’den üç trajedi ve Moliere’den bir komedi koymuşlardı. Marius kulaklarının uğuldadığının farkın­ daydı. Banka yaklaştıkça, daha da gerildi ve gözlerini genç kı­ za çevirdi. Kız bütün yola bir mavilik yaymış gibiydi. Onlara yaklaştıkça adımları iyice ağırlaşıyordu, yolun bitimi­ ne gelmeden banka epeyce yaklaşmıştı ki, aniden geri döndü. Bunu niye yaptığını, o da bilemiyordu. Genç kız onu öteden gö­ rebilmiş ve yeni elbiselerinin içinde ne kadar şık göründüğünü de fark etmiş olmalıydı. Marius yolun bitimine değin yürüdükten sonra, geri döndü ve bu kez iyice yaklaştı, aralarında sadece üç ağaçlık yol kalmıştı. Fakat daha öteye yürümeye cesaret edemedi. Genç kızın ken­ disine baktığını sezer gibi olmuştu. Ama aniden toparlandı ve ansız bir kararla ilerledi, bankın önünden geçti. Kıpkırmızı ke­ silmişti, sağa sola bakmadan, eli cebinde, yürüdü. Kalbi deli gi­ bi çarpıyordu. Genç kız, bir gün önceki gibi güzel, siyah kalın krep robunu giymiş, şapkasını takmıştı. Tarifsizce sevimli bir ses duydu, herhalde «onun sesi»ydi. Sakince konuşuyordu. Marius bankın önünden geçti, yolun bitimine geldi, sonra dö­ nüp güzel kızın önünden yürüdü. Bu kez, yüzü bembeyazdı. Kendisini iyi hissetmiyordu, genç kızın yanından uzaklaştı ve ona yüz çevirip yolunu sürdürdü. Kızın kendisine baktığını san­ dığı için birkaç kez sendeledi. Bir daha onlara yaklaşmayı denemedi, yolun tam ortasında durdu ve orada hiç yapmadığı bir şeyi yaptı, banka oturdu. Ak­ lını meşgul eden şeyler vardı, o kızın siyah robunu ve beyaz 660

şapkasını beğenmişti, ya herhalde kız da onun son moda pan­ tolonunu ve şık ceketini beğenmiş olmalıydı! On, on beş dakika sonra kalktı, bir ışıkla kuşatılmış banka doğru yürümeyi düşündü. Fakat öylece kalakaldı. On beş aydır ilk kez, her gün karşılaştığı ihtiyarın, kendi tuhaflığını fark etmiş olabileceğini düşünüp endişelenmişti. Onu artık «Mösyö Simsiyah» diye adlandırmanın da saygı­ sızlık olabileceğini düşündü. Birkaç dakika, başı eğik kaldı. Elindeki sopayla kumda çizgiler çizdi. Daha sonra karar vermiş gibi, onların oturdukları yere sırt çevirdi ve evine döndü. O akşam yemek yemeyi unuttu. Gecenin sekizinde açlığını hissetti. Fakat artık çok geç kalmıştı, bir lokma ekmekle yetindi. Yatmadan önce elbisesini dikkatle fırçalayıp katlamayı unut­ madı. 5 KAPICI KADIN OLANLARI BİLMİYOR Ertesi gün Madam Bougon(*) şaşkındı, Courfeyrac ona bu lakabı vermişti, aslında kadının asıl adı Madam Burgon idi, alaycı Courfeyrac somurtuk kadına bu adı uygun bulmuştu. Evet, Madam Bougon şaşkındı, çünkü Mösyö Marius yeni elbi­ selerini giymişti. Delikanlı, yine parka gitti, fakat bu kez bir gün önce oturdu­ ğu banka oturdu. Genç kızın sırasının önünden geçmeyi dü­ şünmedi. Ta öteden onun beyaz şapkasını, siyah robunu ve çevresine yaydığı mavi ışığı görebiliyordu. Yerinden kalktı, park kapanıyordu. Yaşlı adamla kızın nereden ve nasıl çıktıklarının da ayrımında değildi. Onların Batı Sokağına giden kapıdan çık­ mış olabileceklerini düşündü. Birkaç hafta sonra o günün olay­ larını düşündüğünde, akşam yemeğini nerede yediğini bile ha­ tırlayamadı. (*) Bougon: Dırdırcı.

661

Ertesi gün, Madam Bougon olduğu gibi kalakaldı. Çünkü Ma­ rius yine o yeni giysileriyle çıkmıştı. Kadın kendi kendine: «Aman Tanrım, üç gündür aynı!» diye bağırdı. Kadın ardından gitmek istedi, fakat Marius uzun bacaklarını açıp hızla yürüyordu. Giderse, bu bir suaygırıyla bir kaplumba­ ğanın yarışına benzeyecekti. Üç dakika sonra, kadın onun izini yitirdi ve soluk soluğa döndü, homurdandı: «Olur iş değil! Her gün o şık giysilerini giyip nerelere gider böyle, birde ardından insanı koşturması...» Marius, parka gitmişti. Genç kız, babasıyla aynı yerdeydi. Marius elindeki kitabı okur gibi yaparak, onların bankına biraz yaklaştı fakat önlerin­ den geçmedi, epey uzakta kaldı, sonra dönüp kendi yerine otur­ du. Orada dört saat kadar oyalandı, kendisiyle eğlenir gibi sıç­ rayan serçeleri izledi. Böylece on beş gün geçti. Marius artık parka gitmek için de­ ğil, sürekli aynı yere oturmak için gidiyordu. Bunu niye yaptığı­ nı kendisi de bilmiyordu. Oraya gelir gelmez, hareketsizce otu­ ruyor, saatlerce kitap okuyordu. Ertesi gün tekrar başlıyordu. Kız olağanüstüydü. Onun tek eksiği, hüzünlü bakışıyla gülü­ şünün epey neşeli olmasından doğan bir zıtlıktı, ki bu da ona ki­ mi zaman biraz delice bir anlam veriyordu. 6 MARİUS’ÜN ZİNCİRLERE VURULMASI İkinci haftanın bitiminde, Marius yeni alışkanlığına uymuş, elinde açık bir kitap her zamanki yerinde oturuyordu. İki saattir, kitabın sayfasını bile çevirmemişti. Ansızın ürperdi. Yolun diğer ucunda bir şeyler oluyordu. İhtiyar ve kızı, oturdukları banktan kalkmışlardı. Kız, babasının koluna girmişti ve ikisi de onun olduğu yere doğru yavaş adımlara geliyorlardı. Marius hemen kitabını ka­ pattı, sonra tekrar açtı, okumayı denedi. Titriyordu. Işık ona ya­ 662

kınlaşıyordu. Sonra şöyle düşündü: «Aman Tanrım, şöyle güzel görünebilsem en azından...» O sırada, ihtiyar adamla, kızı ona yaklaşıyorlardı. Marius, bunun çok uzun bir zamanda yaşandı­ ğını sandı, aslında sadece birkaç saniye geçmişti. Delikanlı, kendi kendine «Burada ne arıyorlar?» diye düşündü. «Aman Tanrım, birazdan buradan geçecek, küçük ayakları şu kumlara basacak!» Genç adam allak bullaktı. Çok alımlı olmayı, göğ­ sünde bir şeref madalyası bulundurmayı ne çok isterdi. Adımla­ rının sesi giderek yaklaşıyordu. İhtiyar’ın kendisine hışımla baktığını düşündü: «Aman Tanrım, yoksa bu adam benimle ko­ nuşacak mı?» Başını eğdi. Genç kız önünden geçerken baktı. Onun bu bakışıyla titredi. Sanki genç kız, uzun süredir önünden geçmediği için kendisine sitem eder gibiydi ve ona şöyle demek istemişti: «Sen gelmedin, ama ben geldim.» Marius ışıklar ve derin uçurumlarla dolu bu gözlerin karşısın­ da esridi. Beyninde bir ateş yanıyor gibiydi. Kız gelmişti, aman Tanrım, ne mutluluk!., hem de ona uzun uzun bakmıştı. O kadınsı ve meleksi cazibeyi kendinde barındırıyordu. En ünlü şairler Petrarka ve Dante, onun güzelliğinden esinleniver­ di. Marius kendisini uçuyor sandı ve canı da sıkıldı, çizmeleri kirlenmişti. Kız herhalde onun çizmelerindeki bu tozları fark etmişti! O gözden kayboluncaya dek ardından baktı, daha sonra parkta öylesine yürümeye başladı. Bazen gülüyor, bazen de kendi kendine konuşuyordu. Gözlerinde öyle bir mutluluk ışığı vardı ki, yanından geçen dadılar, onun kendilerine âşık olduğu­ nu düşündüler. Ona bir sokakta rastlama düşüncesiyle parktan çıktı. Odeon sütunları altında Courfeyrac’la karşılaştı, ona: «Gel yemek yiyelim,» dedi. Rousseau Lokantasına gittiler ve altı franklık yemek yediler. Marius iştahla yedi ve garsona altı metelik bahşiş bıraktı. Tatlı geldiğinde Courfeyrac’a: 663

«Gazeteleri okudun mu? Audry de Puyraveau’nun söylevi ne etkileyiciydi!..» Deliler gibi âşıktı. Yemekten sonra arkadaşına: «Gel tiyatroya gidelim, biletler benden,» dedi. Saint-Martin Sokağındaki tiyatroya gittiler. Oyuncu Frede­ rick’i «Adrets Hanı» piyesinde izlediler. Marius epeyce eğlendi. Bu arada yine içine kapandı, durgunlaştı. Tiyatrodan çıktık­ larında, bir su birikintisinden atlamak isterken, eteği açılıp diz bağı görünen bir işçi kızın bacaklarına bakmayı istemedi. Cour­ feyrac, kızın bacaklarını çok beğenmişti: «Şu fıstığı listeme eklemek isterdim,» dediği için, Marius on­ dan iğrendi. Ertesi sabah Courfeyrac kendisini kahvaltı için Voltaire Ca­ fesi'ne çağırmıştı. Marius gitti ve bir gün öncesinden daha faz­ la yemek yedi. Dalgın ve neşeliydi. Gülmek için fırsat kolluyordu. Kendisiy­ le tanıştırılan kaba bir taşralıya sevgiyle sarıldı. Masalarını üni­ versiteliler doldurmuştu. Devletin saçmalıklarını tartışıyorlardı. Durmadan kürsü dağıtan Sorbonne Üniversitesini eleştirdiler. Derken sözlükler ve ansiklopedilerin yeterince düzenlenmedik­ lerini konuşuyorlardı ki, Marius pat diye: «Yine de bir onur madalyasına sahip olmak hiç de fena ol­ mazdı!» Hepsi şaşkınca bakıştılar. Courfeyrac, Jean Prouvaire’in ku­ lağına: «Bu çok aptalca!» dedi. Jean Prouvaire: «Aksine, o çok ciddi,» dedi. Durum sahiden kritikti. Marius köklü bir tutkunun ilk döne­ mindeydi. Bütün bunları bir bakış başlatmıştı. Onlar, bir ateş yakmıştı. Olan olmuştu. Marius âşıktı. Yazgısı sonsuzluğun kapıların­ daydı. İşte kadınların bakışları böyledir, en olmayacak anda, sizi sı­ 664

kıca bağlar. Günlerce bunların önünden sakince geçersiniz. Hatta genellikle, bu bakışların varlığını bile unutursunuz, fakat günün birinde bu gözler, sizi kıskıvrak yakalar. Yandığınızın resmidir bu!.. Bunun nasıl olduğunu siz de bilirsiniz, bir düşün­ ceniz yakalanmış ve artık işiniz bitmiştir. Görünmez güçler sizi eli kolu bağlı yakaladı. Bu meçhul bağları, hiç çözemezsiniz. Üzüntüden kedere, kederden çaresizliğe düşersiniz. Ruhunuz, beyniniz, her şeyinizle artık esirsinizdir. Fakat şansınıza göre, bir umut ışığı da olabilir; ya bir cadının eğlencesi olursunuz, ya da asil birine düşersiniz, geleceğiniz değişebilir. Bu müthiş şey sizi bıraktığında ya bu tutkuyla yüceleşmiş, ya da utançtan mahvolmuş halde, kurtulabilirsiniz. 7 «U»YA DAYALI TAHMİHLER Yıllardır sürdürdüğü sade ve kimsesiz hayat, gurur ve özgür­ lük aşkı, doğa sevgisi, gündelik yorgunluklar, çok dürüstçe ge­ çen bir hayat, bütün bunlar Marius’ü bu derin aşka, bu tutkuya bağlamıştı. Babasına beslediği tutku bir dine dönüşmüştü, ona aşk gerekiyordu. O da geldi. Delikanlı tam bir ay her gün parka uğradı. Vakti geldiğinde kimse ona engel olmazdı. Onun bu huylarının farkında olan Co­ urfeyrac: «Bizimki yine işbaşında,» derdi. Marius bir rüyada yaşıyordu. Şu da var ki, genç kız da ken­ disiyle ilgileniyordu. Delikanlı giderek ataklaştı, onun oturduğu yere yaklaşıyor­ du, ama sanki içgüdüsü yürümesine izin vermiyordu. Ürkek âşıkların sağduyularına uyarak, babayı gereksiz yere kuşkulan­ dırmak istemiyordu. Ağaçlar ve yontular arkasına sinip, genç kıza yine de görünmeyi başarıyor ve kendisini beğendirmek için en havalı pozları deniyordu... Zaman zaman, elinde açık bir kitap, Romalı bir kahramanın yontusunu siper alır ve güzel 665

kızı aranırdı. Kızın tatlı profilinin hafif bir gülüşle kendisine dö­ nük olduğunu görürdü. Kız bir yandan ak saçlı babasıyla konu­ şurken, beri yandan koyu mavi gözleriyle Marius’e bakardı. Bu da Havva’nın doğduğu andan beri içgüdüyle sürdürdüğü önce­ siz ve sonsuz oyun, dudaklar birine, gözler bir diğerine karşılık verir. Yine de ihtiyar bir şeyler sezmiş olmalıydı. Bunu düşünen, Marius da kalkıp yürümeyi huy edinmişti ve her zamanki sırayı da değiştirmişti. Yolun ta ucunda Romalı Gladyatör yontusunun bulunduğu yere oturmaya başlamıştı. Marius’ün kendilerini ora­ da izleyip izlemeyeceğini bilmek istemişti. Marius onun bu yap­ tığından bir şey anlamadı ve ilk yanlışı yaptı. Baba, parkta ge­ lişigüzel adımlarla gelmeye, kızını her gün getirmemeye başla­ dı. Marius bunlara aldırmadı. Çekingenleşti. Aşkı giderek aza­ ba dönüyordu. Güzel kızı rüyasında görüyordu. Şanslı bir gününde, onların oturduğu sıranın hemen altında bir mendil buldu. Bu sade mendil, kar gibi beyaz, ince keten­ dendi. Bu bez parçası, Marius için en büyük defineydi. Bunu hemen aldı, mendile işlenmiş armayı inceledi: U.F. Güzel kıza dair hiç bilgisi olmayan genç adam, onun adını da bilmiyordu. Ailesi, oturduğu ev ya da mahallesi hakkında en küçük bilgisi yoktu. Hakkındaki tek bilgi şu iki harfti: U.F. Herhalde kızın ön ismi böyleydi. Adı «Ursula» olabilirdi, aman Tanrım, ne hoş bir ad, diyerek mendili öptü, koynuna at­ tı. Mendili geceleri yastığının altında, gündüzleri göğsünde tu­ tuyordu. Kendi kendine: «Bu mendilde onun ruhunun koklusu var,» diyordu. Aslında bu mendil ihtiyardan düşmüştü. Parka gittiği günlerde, o mendili göğsüne bastırıp yürüyordu. Genç kız, bir şey anlayamamıştı, bazı işaretlerle kaşlarını kal­ dırıp, şaşkınlığını göstermek istedi. Marius onun bu tavrını utangaçlığına verdi. 666

8 GAZİLERİN MUTLULUĞU Mademki, bu güzel gönül hikayesini bir şey saklamadan an­ latma kararı aldık. Bu kez genç kızın, Marius’ü epey üzdüğünü, hatta ona acı verdiğini de belirtmeli. Genç kız, o gün babasını banktan kaldırıp, yürümeye zorla­ mıştı. Kol kola, tam Marius’ün oturduğu yerden geçiyorlardı ki, Marius hemen onların ardından kalkıp yürümeye ve bütün ru­ hunu gözlerinde toplayarak sevdiği kızı izlemeye başladı. Derken bir rüzgâr esti. Bu herhalde heyecanlanan bir esin­ tiydi. İlkbahardan başı dönen epey delice bir esinti. Bu rüzgâr genç kızı sardı ve onun eteğini havalandırdı. Kızın eteği dizine kadar açılmıştı, çok düzgün bir bacak ve süslü bir dizbağı gö­ ründü. Marius, öfkeden delirecekti. Umutsuz gibiydi. Genç kız, utanmış bir tavırla hemen eteğini indirdi, fakat bu Marius’ü yatıştırmadı. Aslında, parkın o yolunda kendilerinden başka kimse yoktu, fakat yine de... olabilirdi de. Ya olsaydı? Ya başka bir erkek o güzel bacağı, o yuvarlak dizi, o süslü dizba­ ğını görseydi? Marius öfkeden ne düşüneceğini bilmedi. Suç rüzgârın değildi sanki, kız suçluydu bu durumdan. Oysa biçare kızın, hiç suçu yoktu. Eğer, bir suçlu varsa, rüz­ gârdı. Fakat her âşık gibi delice kıskanç olan Marius, içerlemiş­ ti. İşte kıskançlık bu kadar akılsız bir duygudur. İşin en garip ya­ nı, kızın bacağını görmek, Marius’ü hiç de etkilememişti. Rast­ gele bir terzi kızın, eteğinden görünen beyaz çorabı, onda da­ ha fazla heves uyandırabilirdi. Kız önünden geçtiğinde, Marius gözlerini kaldırdı ve ona öy­ le kin ve sitemle baktı ki, genç kız titreyerek kaşlarını kaldırıp, gözlerini kocaman açtı, bununla ona sanki sıkıntısını soruyor, «Ne var ne oldu?» diyordu. Bu ilk kavgalarıydı. Marius bu sakin kıskançlık sahnesini ye­ ni tamamlıyordu ki, aralarına tuhaf biri girdi. Bu, savaşta yara­ lanmış bir ihtiyardı. Kambur, kırışık yüzlü, beyaz saçlı bir asker. Üzerinde da XV. Louis dönemi bir üniforma, yakasında Saint-­ 667

Louis madalyası vardı. Çolak olduğu gibi bir bacağı da protez­ di. Fakat Marius adamın epey keyifli göründüğünü sezdi. Tam o sırada adamın çenesinin kırık olduğunu ve yüzünün alt yanının gümüş levhalarla tutturulmuş olduğunu da. Yine de, adam halinden memnun görünüyordu. Hatta Mari­ us adamın yanından geçerken, kendisine göz kırptığını bile fark eder gibi olmuştu. Niye sanki bu kılıç artığı böyle aşırı bir sevince kapılmıştı. Bunun sebebi neydi? Marius’ün kıskançlığı son sınırındaydı, birden aklına korkunç bir düşünce geldi: «Aman Tanrım,« diye düşündü, «o adam da, demin benim gördüğümü görmüş olma­ sın?» Zavallı adamı boğmamak için kendisini zor tuttu. Nere­ deyse adamın üstüne saldıracaktı. Zaman her derdi sağaltır derler, Marius de zamanla «Ursu­ la»ya beslediği bu kini unuttu. Kızı bağışladı ama bu zor oldu. Tam üç gün sevdiği kıza kin duydu. Bütün bunlara rağmen ve belki de bütün bunlardan dolayı, kıza duyduğu tutku giderek kabarıyordu. 9 MARİUS’ÜN KARARAN ŞAFAĞI Kızın adının Ursula olduğuna emindi. Hoş, o kadar da emin değildi ya, ama ona bu ismi vermişti. Delikanlı üç hafta kadar süren bu mutlulukla oyalandı ama başka şeylere de heveslendi. Kızın adresini öğrenmek gibi... Zaten hatalı davranmış, babanın hazırladığı ilk tuzağa düş­ müştü, hemen sonra ikinci hatasını yaptı. İhtiyarın parka bir ba­ şına geldiği günlerde orada oyalanmamış, sevdiğini göremeyin­ ce, hemen çekip gitmişti. Şu da var ki aşkından başka bir şey düşünmeyen Marius bu hatalarının ayrımında değildi. Bütün bunlar yetmez gibi, en ağır hatayı da işledi. Kızı izledi, onların artlarından gitti: Genç kız, Batı Sokağında, üç katlı bir evde otu­ ruyordu. 668

Marius artık mutluydu, parkta izlemekle kalmıyor, akşamları evinde de izliyordu. Marius’ün merakı iyice çoğaldı. Sevdiği kızın ön ismini bili­ yordu. Çok kadınsı ve nazlı bir ad: «Ursula.» Nerede yaşadığı­ nı biliyordu; kim olduğunu da bilmeyi istiyordu. Yine bir akşam onları evlerine kadar izleyip içeri girdiklerini gördükten sonra, kapıcıya gidip sordu: «Demin girenler birinci katın kiracıları değil mi?» Kapıcı: «Hayır, üçüncü katın.» Bu başarıdan cesaret alan Marius: «Daireleri sokağa bakan tarafta mı?» «Evet, evin her katında bir daire var.» Marius: «İhtiyarın işi nedir?» «Emekli. Geliri fazla bir zengin olmadığı halde, hayırse­ ver...» Marius yine sordu: «İsmi nedir?» Kapıcı epeyce kuşkulanmıştı, başını kaldırıp sordu: «Siz polis misiniz?» Marius oradan süngüsü düşük ayrıldı, fakat çok mutluydu. Kendi kendine, «Hakkında çok şey biliyorum, adı Ursula, Batı Sokağında oturuyor ve bir emeklinin kızı.» Ertesi gün ihtiyarla kızı parkta şöyle bir göründüler ve henüz karanlık çökmeden çekip gittiler. Marius onları Batı Sokağına kadar izledi. Evin önüne geldiklerinde, ihtiyar önce kızını sokak kapısından geçirdi, sonra başını çevirip Marius’e aksice baktı. Ertesi gün parka uğramadılar, Marius akşama kadar bekle­ di. Karanlık çökünce, sokağın bir köşesinde oyalandı. Gözlerini üçüncü kata dikti, ışıklar içini ısıtıyordu. Işıklar sönene dek bek­ ledi. Ertesi gün, kızla ihtiyar parka gelmemişlerdi. Marius artık geceler için yaşıyordu. Geceleri yine o sokağa gitti ve saat on 669

oluncaya kadar pencerenin önünde durdu. Yemekten içmekten vazgeçmişti; aşk âşığı, ateş de hastayı besler. Tam sekiz gün böyle geçti. İhtiyar ve kızı artık parka gelmi­ yorlardı. Marius epey kederliydi, hep tahmin yürüttü. Gündüz ih­ tiyara görünmemek için gizleniyor fakat geceleri kızın oturduğu evin önünden duruyordu. Camlara yansıyan o kızıltı, perdeler arasından seçtiği gölge­ ler onu epey heyecanlandırıyor, kalbi deli gibi atıyordu. Böylece bir hafta geçti, sekizinci gün pencere önüne geldi­ ğinde, ışık göremedi: «Olacak iş değil, lambayı yakmamışlar,» diye söylendi. Karanlık bir geceydi. Her zamanki gibi, saat ona kadar bekledi. Gece yarısına kadar, saat sabahın birine kadar bekledi. Üçüncü katın pencerelerinde hiçbir ışık yanmamıştı, eve gi­ ren de yoktu. Marius hüzünle odasına döndü. Artık sadece ertesi gün için yaşıyordu. Onun için «bugün» anlamını kaybetmişti. Geleceği, güzel kızı tekrar göreceği gün için yaşıyordu. Ertesi gün, karanlığın çökmesini bekledi ve eve gitti. Pencereler karanlık, panjurlar kapalıydı. Üçüncü kat simsi­ yahtı. Marius giriş kapısını çaldı, kapıcıya sordu: «Üçüncü katta oturanlar?» «Taşındılar.» Marius tökezledi, düşmemek için, kapıyı tuttu; ölgün bir ses­ le: «Ne zaman?» «Dün.» «Adreslerini biliyor musunuz?» «Hayır.» «Demek adres bırakmadılar?» «Hayır.» Kapıcı başını kaldırdı, Marius’ü tanıdı ve aksice bakıp: «Aman Tanrım! Demek siz sahiden de polissiniz,» dedi.

670

YEDİNCİ KİTAP ŞEBEKE 1 MADENLER VE MADENCİLER Tiyatrolarda olduğu gibi, medeni toplumda da bir üçüncü alt kat bulunur. Doğrusu, toplumsal yapı bunlarla doludur. Bunların kimileri iyilik, kimileri kötülük için kazılmıştır. Bu kazılar peş pe­ şe yapılmıştır. Üst kat kuyuları ve alt kat kuyuları vardır. Çoğun­ lukla uygarlığın yıktığı ve bizim ihmalimizin yardım ettiği, bu ka­ ranlık mahzende, bir üst, bir de alt olur. Geçen Çağın Ansiklo­ pedisi, çatısız bir kuyuydu. Gölgeler, Hıristiyanlığı koruyan ve oluşturan şu kasvetli gölgeler de, günün birinde patlayıp, ortalı­ ğı ışığa boğmak için bir fırsat kollamışlardı. Çünkü bu kutsal gölgelerde, hain bir ışık vardır. Yanardağların lavları da, önce kapkara gecelere benzemez mi? Hıristiyanların, ilk tören alanı olan katakomplar(*) yalnızca Roma’nın mahzenleri değil, dün­ yanın dehlizleridirler. Toplumsal yapının altında işte böyle şeyler oluşur. Dinsel kuyular, felsefi kuyular, siyasi kuyular, devrim. Bazıları kafasıy­ la, bazıları saygıyla, kinle, kendi kuyusunu kazar. Bir mağara­ dan diğerine seslenilir. Bu yeraltı dehlizleri ütopyaların gelişme­ si için faydalıdır. Bunlar dallanır budaklanır, bazen de karşılaşır­ lar. Jean-Jacques kendisine el fenerini uzatan Diyojen’e kazma­ (*) Katakomp: İlkel Hıristiyanlıkta yeraltı mezarları.

671

sını uzatır. Kimileyin düşünceler çarpışır: Calvin, Socin’le. Fa­ kat hiçbir şey bu gizli çarpışmayı durduramaz. Toplum ise geli­ şen bu karınca yuvasından çoğunlukla habersizdir. Bütün bu derin kuyular neye yarayacak, altından ne çıkacak? Gelecek. Kazı derinleştikçe, işçiler sırlara bürünürler. Bu yeraltı kazı­ ları bir yere kadar faydalı sayılsa da, bir sınırı aştığında korkunç olur. Derinlere inen merdiven ise epey tuhaftır. Her basamak bir kat gibidir, her katta bir felsefe varolabilir ve işte zaman zaman ilahi, zaman zaman şekilsiz işçilere rastlayabilirsiniz. Jean Huss’un altındaki basamakta, Luther; onun hemen altında Des­ cartes, onun da altında Voltaire. En altta Condercet, onun altın­ da Robespierre, onun da altında Marat. Bu, böyle gider, daha henüz var olmamış karanlık gölgelere rastlanır. Geleceğin o tam gelişmemiş, doğmamış o karanlık adamları seçilir. Dün gördüklerimiz birer hortlak, yarından seçtiklerimiz henüz to­ humlardır... Ruhun gözü onları şöyle bir seçer. Geleceğin çekir­ dek halindeki emeği, filozofun görüntülerinden biridir. Henüz oluşum halindeki bir dünyayı seyretmek, ne kusursuz bir manzara! Saint-Simon, Owen, Fourier de yandalar. Bu ye­ raltı işçileri kendilerini yalnız sanmalarına rağmen, ilahi ve gö­ rünmeyen bir zincirle birbirlerine bağlıdırlar. İşleri epey çeşitli­ dir. Kiminin aydınlığı, diğerlerinin karanlığıyla bir tezat yaratır. Bazısı cennetlik, bazısı cehennemliktir. Fakat ne olursa olsun, bütün bu yeraltı işçilerinin ortak yanı, bencillikten uzak oluşları, kendilerini hiç düşünmemeleridir. Marat da, İsa gibi kendini unutmuştur. Bunlar asla kendilerini düşünmeyen insanlardır. Bunların niyeti mutlak’ı bulmak, ona varmaktır. İlkinin gözlerinde bütün gökyüzü vardır; İkincinin, sırlalarla dolu olmasına rağmen, kirpiklerinin altında, sonsuzluğun sol­ gun ışığı vardır. Ne yaparsa yapsın, şu işareti taşıyan herhangi birine saygı duyun! Yıldız gibi parlak bir gözbebeği. Gölgeli karanlık gözbebeği de farklı bir işarettir. Fenalık onda başlar. Bakışı olmayanın karşısında düşünün, titreyin. Toplumsal düzenin kara maden işçileri vardır. 672

Derinleştirmenin gömülme olduğu, ışığın söndüğü bir yer vardır. Bu arada toplumsal düzenin kara madencileri vardır. Demin tanımlamaya çalıştığımız bütün bu düşünce, maden­ cilerinin altında çok daha alt katlarında, Marat'nın bile daha alt katlarında, Babeuf’ten daha aşağıda, üst katlarla asla ilişkisi ol­ mayan, tam bir yeraltı ordusu vardır. Burası yeraltının üçüncü alt katıdır. Orası körlerin mahzenidir. Uçurumları gören bir mahzen. 2 YERALTI Burada bütün özellikler kaybolmuştur. Burada belirsiz bir halde Şeytan’ın biçimlendiğini görürsünüz. Herkes kendi çıkarı için savaşır. Bu uçurum, toplumsal döküntülerin toplandığı yerdir. Burada dolanan yabani gölgeler, sersemlemiş, hayaletleri andıran alçak yaratıklar, hiçbir zaman dünyevi gelişimle ilgilen­ medikleri için, tek istedikleri, bireyin aşağılanmasıdır. Bunlar iki ananın çocukları gibidir, daha doğrusu iki üvey ana, biri Ceha­ let, diğeri Yoksulluk. Bir de kılavuz bulurlar: Yokluk. İhtiyaç duy­ dukları tek şey iştahlarını bastırmak. Bunlar zalim ve yırtıcıdır. Fakat zorbalar gibi değil, kaplanlar gibi. Yoksulluk yüzünden cinayet işleyen fareler. Demin bu ku­ yuların üst katlarından söz etmiş, siyasi, politik ve felsefi kuyu­ ları incelemiştik. Değindiğimiz gibi, o bölümlerde her şey asil, onurlu ve namusludur. Evet belki o bölmelerdekiler de kanabilir ama kahramanlığa değinen bu hata yine de iyidir. Orada yapı­ lan işin bir adı da Gelişme’dir. Artık korkunç yeraltından söz etmenin vakti geldi, oraya bir bakalım: Cehalet ortadan kaldırılıncaya kadar toplumda bu fenalık mağarası hep olacaktır. Bu mağara en alt bölümlerin bile altında olduğundan dolayı, 673

tümünün düşmanıdır. Burada tek duygu kin'dir. Bu mağarada hiçbir filozof yaşamadı. Hiçbir kitap açılmadı. İnsanlık düşmanlarının yaşadığı bu yeraltı, sadece toplum­ sal değerleri yıkmakla kalmaz; felsefeyi de ayakları altına alır, bilimle alay eder, hakka aldırmaz, insanoğlunun düşüncesine değer vermez, medeniyet ve devrimlerin kuyularını kazar. Bura­ da yaşayanların hepsi hırsızlık, cinayet, fuhuştan başka şey bil­ mezler. Bu karanlık dehlizlerin üstünü cehalet örter. İyimserlerin niyeti bu yeraltını yok etmektir. Fakat bunun için de, onunla savaşmak gerekir; onu yıkmak cinayeti de ortadan kaldırmak için atılacak ilk adımdır. Özetleyelim; tek toplumsal tehlike karanlıktır. İnsanlık demek karakter demektir. İnsanoğlu hep aynı ma­ yadan yoğrulmuştur. İnsan dünyaya geldiğinde bir başkasından ayrımsızdır; aynı et, aynı ten ve sonra aynı kül. Ne yazık ki, ki­ şinin mayasına katılan cehalet iyiliği gölgeler. Bu zifiri karanlık kişinin içine dolar ve orada fenalığı oluşturur. 3 BABET, GUEULEMER, CLAQUESOUS VE MONTPARNASSE Dört yol kesici, Claquesous, Gueulemer, Babet ve Montpar­ nasse, 1830 ile 1835 yılları arasında Paris’teki yeraltı ordusu­ nun şefleriydi. Guelemer çam yarması biriydi. Demode bir Hercüles’ti(*). İki metreye yaklaşan boyu, çelik gibi kasları, taş gibi kollarına kar­ şılık ahmağın tekiydi. Yunanistan’da yaşasa canavarları yok edecek olan o efsa­ nevi yarı-tanrı Hercüles olurdu. Ne yazık ki talihi yaver gitme­ miş, dünyaya gelmekte birkaç asır gecikmiş ve üstünlüklerini fenalık yolunda kullanmakta yetkinleşmişti. Dar alnı, geniş şakakları, fırçamsı saçları, hain gözleri, diken (*) Hercules (Herkül): Yunan mitolojisinde güç simgesi.

674

gibi sakallı Gueulemer kırkında bile yoktu. O zorlu kasları çalış­ mak isterdi, fakat çok uyuşuk olan adam yerinden kalkmaya üşenirdi. O uyuşukluğu simgeleyen bir güçtü. Melez olduğu söylenirdi. Yalnızca tembel olduğu için hırsızlığı seçmişti. 1815’li yıllarda, Avignon’da hamallık etmiş, işi soygunculuğa dökmüştü sonra. Babet onunla tam bir karşıtlık oluştururdu. Kendisi zayıf ve aydındı. Şeffaf, ama erişilmezdi. Kemiklerinin arkasından ışık görünür, ama onun gözleri asla açık vermezdi. Kimyager oldu­ ğunu iddia ederdi. Bir ara palyaçoluk etmiş, Saint-Michel tiyat­ rolarında oynamıştı. İyi konuşurdu ve etkili jestler yapardı. Önemli kişilerin alçıdan heykellerini ve devlet büyüklerinin port­ relerini sokaklarda satardı. Dişçilikten de anlardı. Panayırlarda bazı gösteriler yapmıştı. Şöyle bir afiş onun hünerini sergiliyor­ du: «Babet: Oyuncu, dişçi, akademiler üyesi, metalle ilgili dene­ meler yapar. Diş çeker. Fiyat: Bir diş, bir frank elli santim, iki diş, iki frank, üç diş iki frank elli santim. Fırsattan faydalanın.» (Bu deyim hemen dişlerinizden birkaç adet çektirin anlamına gelir­ di, her dişte bir indirim olduğuna göre). Babet evliydi, çocukluy­ du. Şu anda eşinin ve çocuklarının nerede olduğunu bilmiyor­ du. Anahtar kaybeder gibi kaybetmişti onları. Şebekedekilerin en bilgisi olan Babet gazete okur, çıkan haberlerle ilgilenirdi. Hatta yıllar önce gazetede bir kadının dana başlı bir çocuk do­ ğurduğunu okumuş ve şöyle bağırmıştı: «Tanrım, ne talihli adamlar var. Ah keşke karım da böyle bir çocuk doğursaydı...» İşte o günden sonra ailesini öylece bırakıp, şansını Paris’te aramaya karar vermişti. Gelelim Claquesous’ya(*) O kimdi? Gece’ydi. Ortaya çıkmak için karanlığı beklerdi. Gece ininden çıkar ve gün doğumunda gizlenirdi. Bu in neredeydi? Bilen yoktu. Birlikte çalıştığı o şebeke ar­ kadaşları bile, onun yüzünü doğru dürüst görmezlerdi. Onlarla konuşurken arkasını dönerdi. İsmi Claquesous muydu? Hayır. (*) Claquesous: Para Çınlatan.

675

O şöyle derdi: Benim adım: Pas du tout(*). Bir mumu görünce yüzüne maskesini takardı. O bir vantrilogdu. Bu karnından ko­ nuşan adam için Babet şöyle derdi: «Claquesous ikisesli bir ge­ cekuşudur.» Claquesous, dalgın, hayta, müthiş bir adamdı. İsminin ne ol­ duğu da bilinmezdi. Claquesous bir lakaptı. Ağzından çok, kar­ nı konuşurdu. Yüzünü gören yoktu, genelde maskeli gezerdi. Birden kaybolur, yerden bitmiş gibi çıkardı. Başka bir zavallı: Montparnasse. O, henüz çocuktu; yirmi­ sinde bile değildi. Güzel bir yüzü, kıpkırmızı dudakları, kıvırcık siyah saçları vardı. Gözlerinde baharın ışınları oynaşırdı. Ne yazık ki bu alımlı genç bütün kötü huyları benliğinde toplaması­ nın yanı sıra, cinayetlere de heves eden biriydi. Cinayet onun hazmını kolaylaştırır, iştahlandırırdı. O bir caniydi. Haylazlıktan caniliğe yükselen bir zavallı. Görünümü şirin, cana yakın, zarif. Güçlü ve yırtıcıydı. Alnına düşen saçları göstermek için şapka­ sını sola kaydırırdı. Soygunlarda birinciydi. Üzerindeki redingot son modaydı ama eskimişti. Montparnasse sefalete düşen ve cinayetler işleyen bir moda gravürüydü. Bunun ilk ve en güçlü nedeni şık giyinme isteğindendi. Alımlı olmasa, belki namuslu olurdu. Bir gün, güzel bir terzi kız ona, «ne de yakışıklısın!» de­ miş ve bu iltifat onu uçurumlara atmıştı. Kendisini güzel bulan delikanlı, bir de şık giyinmek istemişti. Montparnasse, hırsızla­ rın en korkunçlarından biriydi. Daha on sekizinde olmasına kar­ şın ardında sayısız ceset bırakmıştı. Kaç talihsiz kana bulanmış, yerlerde yatmıştı onun yüzün­ den. Saçlarını dikkatle tarar, kıvırır, belini inceltmek için kemer ta­ kardı. Bir PrusyalI subay gibi fiyakayla geçerek kızların ilgisini çeken bu yakışıklı delikanlının yakasında bir çiçek, cebinde köstek olurdu: Mezarlık Çiçeği Montparnasse.

(*) Pas du tout: Hiç.

676

4 ŞEBEKE ÜYELERİ Bu dört adam, dört hırsızdan çok daha öte şeylerdi. Birbirle­ rine yardımcı oldukları için asla yakalanmayan canavarlar. O yılların en başarılı polisi olan Vidocq bile onlarla baş edememiş­ ti. Ele avuca sığmayan bir suç şebekesi kurmuşlardı. Bunlara dört soyguncu desek de az gelir, bunlar dörtbaşlı canavarlardır. Bir fenalık mağarası oluşturmuşlardı. Toplumu aralıksız törpüleyen birer fenalık simgesiydiler. Ne yazık ki ki bu haydut topluluğu çok düzenli çalışırdı. Paris’te kök saldıkları yetmez gibi, şehir civarında, hatta taşrada bile suçortakları var­ dı. Şebeke karanlıkta gizleniyordu. Paris’te bir cinayet işlenece­ ğinde, hemen kokuyu alırlar, suçortaklarından bazılarını kiralık katil olarak yollarlardı. Yeraltına uygun çeşitli adamları hep ka­ ranlıklardaydı. Salpetriere Mahallesi civarında geceleyin toplanırlardı. Planlarını on iki saat boyunca, Karanlıkta yaparlardı. Yeraltı dünyasında bu hırsız çetesine Patron-Minette ismi verilmişti. Eski dilde Sabahın Alacakaranlığı demekti bu. Gün doğunca ekip dağılırdı. Patron-Minette ismiyle bilinen bu grup hakkında şöyle bir olay anlatırlar: Ağır ceza yargıcı, zindanda kalan Lacenaire'i sorguladığın­ da, adam suçunu inkâr etmiş. Yargıç üsteleyerek: «Peki o za­ man kimin yaptığını biliyor musun?» diye sorunca, Lacenaire yargıcın anlamadığı ama polisin çok iyi anladığı ismi açıklamış: «Patron-Minette olmalı.» Patron-Minette’de adlarını saydığımız o kanlı katillerden başka, belki yüz kadar suçlu daha vardı. Okurun aklını karıştır­ mamak için hepsinin adlarını vermeyeceğiz. Fakat şu kadarını söyleyelim ki, kitabımızın ilk kısımlarında Montfermeil Ormanla­ rında kol gezen ihtiyar bir taş işçisinden söz etmiştik. Boulatre­ ulle isimli bu adam da çetenin taşradaki haydutlarındandı. Ba­ 677

har çiçeği, Brujon, Levevve, Finistere, Homere Hogu, Pazar Ak­ şamı, Tezayak, Çiçekçi Kız, Şanlı, B. Dupont, Güney Gazisi, Ar­ dıç Kuşu, Karmanyolacı, Garabet, Dantelci, Ayakları Yukarıda, İki Milyar... işte bu çetedekilerin kimilerinin isimleri. Bu haydutları gündüz görmek mümkün değildi. Geceyi uy­ kusuz geçirip, gündüz uyurlardı. Bazen boş arsalarda, bazen şantiyelerde, taşocaklarında, ya lağımlarda, ait oldukları yeraltı inlerinde kalırlardı. Bugün bunlar neredeler? Hâlâ sağlar mı? Fakat üyeler yok olsa bile, şebekenin ayakta olduğu kesin. Bu sefil adamların hepsi aynı yolun yolcusudur. Hepsi de anasının gözü, kapkaççılıktan, yol kesmeye, soy­ gunculuğa, kiralık katilliğe kadar her fenalığı hemen yapacak türde adamlardır. Geceleyin bunlara rastlayan dürüst bir vatandaş korkar. Gördüğü gerçek biri değil, sis ve gölgelerin yarattığı hortlak gi­ bi şeylerdir. Bunlar birkaç dakikalığına diğer insanlar gibi yaşa­ mak için gölgelerden çıkmış korkunç yaratıklardır. Bu alçak adamları yok etmek için ne yapmalı? Bunlardan nasıl kurtulmalı? Aydınlık’la. Bunlara bol aydınlık, bol ışık ge­ rek. Güneş doğduktan sonra yarasaya rastlanır mı? İşte bu kor­ kunç şebekeleri yok etmek için yeraltı dünyasını aydınlatmak gerekir... bol bol ışık. Işık. Daha çok ışık.

678

SEKİZİNCİ KİTAP İHANET VE YOKSULLUK 1 MARİUS KIZI ARARKEN ŞAPKALI BİR ADAMA RASTLAR Yaz bitti, güz geldi, daha sonra kış gelip dayandı. İhtiyarla kızı bir daha parka gelmediler. Marius deliye dönmüştü. Taptığı o kızın hoş yüzünü bir daha görebilmek için neler vermezdi? Sürekli, her yerde onu arıyordu. Fakat yoktu. Artık karakteri bi­ le değişmişti. O heyecanlı, cüretli, kadere kafa tutan cesur gen­ cin izi kalmamıştı. Müthiş bir acıya kapıldı. Efendisini yitirmiş bir köpek gibiydi. İşten sıkılıyor, gezilerden yoruluyor; yalnızlıktan usanıyordu. Eskiden izlemeye doyamadığı o gömüleri önüne seren doğayla bile ilgilenmiyordu. Sanki hayatında bir şey silin­ mişti. Habire düşünüyordu, başka ne yapabilirdi. Fakat düşüncele­ rinden de hep aynı yanıtı alıyordu: «Neye yarar?» Kendi kendini habire ayıplıyordu. Bütün bunlara kendisi se­ bep olmuştu. Neden sanki sadece onu görmekle yetinmemişti! Hep şöyle söyleniyordu: «Neden sanki ona bakmakla yetinmek istemedim, o bana bakıyordu ya, bu yeterli bir mutluluk değil miydi? Benimle ilgileniyor, belki beni seviyordu bile. Bu her şey demekti, benim için. Oysa ben ne yaptım? Şımardım, daha ço­ ğunu istedim. İşte şimdi cezalandırıldım. Hep benim yüzüm­ den... Ah onu bir daha görebilmek için neler vermezdim?» 679

Courfeyrac bir şeyler anlar gibiydi. Marius ona hiç açılma­ mıştı, böyle bir alışkanlığı yoktu. Fakat her şeyi sezme huyuna sahip Courfeyrac’ın gözünden bir şey kaçmazdı. Courfeyrac önce âşık olduğundan dolayı kutlamış, fakat sonra onun böyle bir karasevdaya tutulduğunu görüp: «Haydi, ahmaklık etme, eğlenecek bir yere gidelim, biraz ra­ hatlarsın,» demişti. Bir gün Marius, eylül güneşine kanmış ve Courfeyrac’ın ken­ disini Sceaux'daki bir baloya götürmesine ses çıkarmamıştı. Bossuet ve Grantaire de onlarla gelmişti. Marius delice bir ha­ yale kapılmış, kızı görebileceğini sanmıştı. Fakat yakından uzaktan ona benzeyen bir yüz göremeyince, arkadaşlarını öy­ lece bırakıp, geceleyin yürüyerek Paris’e dönmüştü. Kendi hayatına devam etti. İçini kemiren bu acıya da alışı­ yordu. Her yerde, her an o kızı arıyordu. Bir gün kendisini etkileyen bir şey oldu. İnvalidesler Caddesine açılan dar sokaklardan birinde, işçi giyimli ve başı kasketli ihtiyar bir adama rastladı. Adamın yüzü­ nün yarısını kapatan kasketi, o bembeyaz saçlarının birazını açıkta bırakıyordu. Marius derin düşünceler içinde, uyurgezer gibi giden bu adamı görünce, kalbi duracak gibi oldu. Garip de­ ğil mi? Sanki parktaki adamı, ihtiyarı, sevgili’nin babasını seçer gibi olmuştu. Aynı ak saçlar, aynı yüz, aynı yürüyüş. Fakat sanki adam acılı gibiydi. Yine de o işçi giyimine bir anlam veremedi. Bu kı­ lık değiştirmenin nedeni neydi? Marius afalladı. Kendine geldi­ ğinde, ilk yaptığı adamın ardından gidip adresini öğrenmek ol­ du. Kim bilir, belki de haftalar ve aylardır aradığı şeyi bulmuş­ tu? O adamı daha yakından görüp, bu sırrı aydınlatması gerek­ ti. Adamı izleyecekti... Ne yazık ki, bu karar alıncaya kadar, epeyce vakit geçmişti, adam ortadan kaybolmuştu. Herhalde, yan sokaklardan birine girmişti. Marius birkaç gün bunun etki­ sinde kaldı, ama sonra, yanılmış olduğunu, bunun bir benzer­ likten başka bir şey olamayacağını düşündü. 680

2 MARİUS’ÜN SOKAKTA BULDUKLARI Marius odasında oturmayı sürdürüyordu. Fakat binada ka­ lan diğer kiracıların farkında değildi. O günlerde, yıkıntıda, Marius dışında, bir ara kirasını verdi­ ği Jondrette ailesinden başka kiracı yoktu. Bazıları ölmüş, bazı­ ları başka yere taşınmış, ya da kira veremediklerinden, atılmış­ lardı. O kış günü, akşam üstü, güneş biraz çıkmıştı. İki şubat gü­ nüydü. Aslında Chandeleur Yortusunun son gününde güneşin sürekli kar topladığına inanılır. Hatta bir halk ozanı olan Mathi­ eu Laensberg şunları yazmıştı:

Güneş çıksın, güneş parlasın, Yine de aynı yere dönecektir. Marius de kendi ininden yeni çıkmıştı. Karanlık bastırıyordu. Yemek vaktiydi. İştahı açılmıştı. Aç yaşanmıyordu. Ah, ideal aşkların bitimi!.. Delikanlı kapıdan çıkıyordu ki, ortalığı süpüren kapıcının kendi kendine söylendiğini işitti: «Her şey çok pahalı, ucuza ne var ki? Sadece, kişinin çekti­ ği acı ucuz, evet acı beleş...» Marius lokantanın bulunduğu Saint-Jacques Sokağına var­ mak için yokuşa vuruyordu ki, siste birilerinin kendisine çarptı­ ğını fark edip başını çevirdi. Pılı pırtı içinde iki kız. Biri epey uzun boylu, diğeri biraz kısaydı. Yanından rüzgâr gibi geçtiler, ama kaçıyor gibilerdi. Kendisini görmemiş ve çarpmışlardı. Gün batımında Marius onların solgun yüzlerini, karışık saçlarını seç­ ti. Başlarında pis ve eski başlıklar vardı. Yamalı, parçalanmış etekliklerinin altından çıplak ayakları görünüyordu. Uzun boylu kız, yarım sesle: 681

«Polisler geldi, neredeyse yakalayacaklardı,» diyordu. Beriki: «Sorma. Ben de gördüm onları, yakalanmamak için hemen koştum.» Kızların bu konuşmalarından, Marius onların polislerden söz ettiğini ve yakalanmamak için kaçtıklarını anlar gibi oldu. He­ men sonra onları gözden kaybetti. Herhalde, arka taraftaki so­ kağa dalmışlardı. Uzaklarda silinen bir beyazlık seçti. Marius bir an durdu. Yoluna gidecekti ki, ayaklarının önünde renkli bir şey gördü; içinde kâğıtlar olan büyük bir zarf... «Şu zavallı kızlarındır,» diyerek birkaç adım geriledi. Onlara seslendi, karşılık alamayınca uzaklaşmış olduklarını düşüne­ rek, zarfı cebine attı ve yemeğe gitti. Yolda siyah bezler örtülü bir çocuk tabutu gördü. Üç sandal­ ye üstüne yerleştirilmiş tabutun yanında, tek bir mum vardı. Az önce gördüğü o yoksul kızları hatırladı: «Vah zavallı analar,» di­ ye söylendi. «Çocukların öldüklerini görmekten daha acıklı olan, onların sefilce yaşadıklarını görmek!» Daha sonra, o gölgeler de aklından silindi, kendi düşüncesi­ ne daldı. Yaz aylarını, o mutlu, altı aylık aşkını düşündü. Parkın o güzel ağaçlarının sahne oldukları o aşk ve mutluluk sahnele­ rini hüzünle andı. «Tanrım, hayat ne de sıkıntılı!» diye söylendi. «Kızlara rast­ lıyorum gerçi, fakat eskiden melekleri görürdüm, şimdikiler sa­ dece hayalet.» 3 ZARF VE MAZRUF Marius, yatmak için soyunurken, eli cebindeki pakete değdi, unutmuştu onu. Açmayı düşündü; belki içinde kaybedenin adı ve adresini bulabilirdi. Zarfı açtı. 682

Mühürsüzdü. Dört mektup vardı içinde. Mektuplarda adresler vardı. Kâğıtlardan ağır bir tütün kokusu yükseldi. İlk mektupta, şunlar yazılıydı:

Saygın Madam, Markiz Hazretleri, Markiz de Gruccheray, Bakanlar Odası karşısındaki alan, no:... Marius mektupta gereken bilgiyi alacağını düşündü, mühür­ lenmemiş olduğuna göre okumasında sakınca yoktu. Mektup şöyleydi:

Madam la Markiz, İyilik ve merhamet duygusu, toplumdakileri birbirlerine bağ­ layan en asil şeylerdir. Dindar bir hanımefendi olduğunuzu bil­ diğimden, gururumu çiğneyerek, size başvurmaktan çekinme­ dim. Bendeniz, kutsal bir dava için, İspanya’da kanını döken bir yurtseverim. İzin verirseniz ülkemin asilleri arasında yer aldığı­ mı açıklamak isterim. İnandığım dava yolunda, her şeyimi, ser­ vetimi son kuruşuna kadar yitirmiş biri oldum. Markiz hazretle­ ri, gönlünüzde yeşeren yüksek duygulardan emin olduğumdan, size yazma cüretini kendimde buldum. Evine dönerek parası bi­ le olmayan, bir İspanyol Kralcı'ya el vermekten çekinmeyeceği­ nizi biliyorum. Sadık Hizmetçiniz Emekli Yüzbaşı Don Alvarez Hiçbir şey anlayamadı Marius, çünkü adam adresini verme­ mişti. Belki daha şanslı olacağını düşünerek, İkinciyi aldı: Bunun adresi: Madam La Kontes de Montvernet, Cassette

Sokağı no: 9

683

Marius okudu:

Sayın Hanımefendi, Asil Kontes hazretleri, Altı çocuk anası zavallı bir kadın, size bu satırları yazdı. Ço­ cuklarımın en küçüğü, sekiz aylık. Lohusalığımdan beri, hasta yatağımdan çıkamıyorum. Alçak kocam altı ay önce beni terk edip bir dansözle kaçtı. Şu kötü dünyada beş param yok, kor­ kunç bir sefalet içindeyim. Son umudunu size bağlamış olan bu yoksul kadına yardım edeceğinizden eminim. En derin saygılarımla. Balizard Ana. Mektuplarda korkunç gramer hataları vardı. Marius şaşkınlıktan şaşkınlığa giriyordu. Üçüncü mektubu aldı, bu da bir yardım dilekçesiydi. Şu adres vardı:

Mösyö Pabuourgeot, seçmen, toptan şapkacılık mağazası işletir. Saint-Denis Sokağı. Sayın Efendim, Merhametinizi uyandırmak için, bu mektubu yollamak cüre­ tinde bulundum. Şansı kötü giden bir yazara el vermenizi say­ gılarımla rica ediyorum. Fransız Tiyatrosuna yolladığım oyu­ num reddedildi. Konu tarihten alınmaydı, olay Auvergne eyale­ tinde geçiyor. Dramı okuyanlar bunun çok ustaca olduğunu söylediler. Fakat yine de koruyanım olmadığı için, reddedildim. Saygıdeğer Mösyö, sizin sanatsever biri olduğunuzu duy­ dum. Bundan dolayı bana el vereceğinizden eminim. Aynı za­ manda oyunun ön sayfasına sizin adınızı yazmayı ve bana et­ tiğiniz yardımları yazmak istiyorum. Bu yazıyı size oyunumla göndermeye karar verdim. Şimdiden teşekkür eder, minnet ve saygılarımı sunarım. HİZMETÇİNİZ, GENFLOT, (Yazar) 684

Ek: Birkaç frank bile yeter. Kendim gelemediğim ve kızımı gönderdiğim için beni bağış­ layın Fakat huzurunuza çıkacak kılığım olmadığından, sizinle görüşmek onurundan mahrum kalıyorum. Marius’un hayreti giderek artıyordu. Cümleler yalan yanlış yazılmıştı. Mektuplar gramer hataları yüzünden zor okunuyor­ du. Marius dördüncü mektubu açtı:

Saint-Jacques Kilisesindeki iyi kalpli, yüce ruhlu Beyefendiye: Velinimetim, Kızımla gelmek zahmetinde bulunursanız, bize onur verece­ ğiniz gibi, size diplomalarını gösterebilirim. Aynı zamanda, ne kötü bir yoksulluk içinde yaşadığımızı görürsünüz. Bize acıyacağınızı biliyorum, çünkü sizin gibi aydın kişilerin genellikle merhametli ve yüce ruhlu olduklarını biliyorum. Kader bana çok zalim davrandı, kendim yoksulluğa alıştım ama aile­ min aç kaldığını görmek, beni mahvediyor. Sizden yardım bek­ lerken, bir kez daha en sadık kulunuz olduğunu belirtmeme izin verin. En derin saygılarımla P. Fabantou, Tiyatrocu Mektupların yazarı adresini yazmamıştı. Hem bu dört mek­ tup sanki dört ayrı kişiden gelmişti. Don Alvarez, Balizard Ana, Yazar Genflot ve Oyuncu Fabantou. İşin en tuhaf ve ilginç yanı mektupların hepsinin de aynı kalemden çıkmış olmasıydı. Aynı yalın ifade, aynı imla hataları. Bundan dolayı dört mektubu da aynı elin yazdığı kesindi. Üstelik, mektup kâğıtları da aynıydı. Aynı tütün kokusu, ay­ nı kaba kâğıt. İstek konuları birbirine benzemiyordu, fakat niyet birdi; mektuplar yardım ve sadaka isteyen mektuplardı. 685

Marius bu sırrı çözmeyi denemek bile istemedi, öyle mutsuz ve perişandı ki, hiçbir şeyle ilgilenecek gücü yoktu. Marius bir ara mektupları kızların düşürdüklerini sanmıştı, ama şu anda bundan o kadar emin değildi. Üstelik bu kâğıtlar metelik etmez, önemsiz, zırva şeylerdi. Marius, bunları o büyücek zarfa tıktı ve bir kenara atıp, ya­ tağına yattı. Ertesi gün, her zamanki gibi yedide kalkmış, giyinmiş ve kahvaltısını ederek, çalışmak için masasına oturmaya hazırla­ nıyordu ki, kapısı çalındı. Fazla parası ve eşyası olmadığından kapısını asla kilitle­ mezdi. Anahtarı her zaman kapı kilidinin üstünde dururdu. Kapıcı, bunun için Marius’ü azarlar, bir gün soyulacağını söylerdi. Marius küçümseyerek: «Ne var ki, neyimi alacaklar?» derdi. Yine de Madam Bougon haklı çıktı, günün birinde, eski çizmeleri çalındı. Kapı bir daha çalındı ama usulca. «Buyurun,» diye seslendi Marius. Kapı açıldı. Marius önündeki yazıdan başını kaldırmadan sordu: «Bir şey mi istediniz, Madam Burgon?..» Ona ait olmayan bir ses: «Özür dilerim, Mösyö,» dedi. Ses kısık ve çatlaktı. İçkiden kalınlaşmış, uğultulu bir erkek sesine benzeyen bir sesti. Marius başını kaldırdı ve genç bir kız gördü. 4 BATAKLIK ÇİÇEĞİ Aralık kapının önünde, çok genç bir kız duruyordu. Tavanda­ ki pencereden akan o kötü ışık, kızı aydınlatıyordu. Bu uzun boylu, kemikli, zayıf bir kızdı, incecik bedeni yırtık 686

bir etek ve yazlık bir gömlekle kapatılmıştı. Morarmış elleri var­ dı, kırık dişlerini gösteren çatlak dudaklar, fersiz olmasına rağ­ men, yine de küstah bakışlı gözler. Henüz gelişmemiş bir genç kız bedenine hiç uymayan bir cadının bakışları eklenmişti. Elli yaşla, on beşin birbirlerine karışması gibi bir şey. Marius, yerinden kalkmış ve bir hortlak gibi solgun bu kıza afallayarak bakıyordu. Aslında, kızın çirkin doğmadığı ilk anda seziliyordu. Bu da insanın içini sızlatıyordu. Evet, bu yoksul kız bile, çocukluğun­ da tombul ve hoş bir bebek olmuştu. Hâlâ gençliğin taze şirinli­ ğiyle sefaletin yıpratması içinde çatışır gibiydi. Henüz on altısında olan bu gencecik yüzde, bir güzellik artı­ ğının can çekiştiği belliydi. Marius, onu kış yağmurlarında boğu­ lan, sıkıntılı bulutlarla kaplı solgun bir güneşe benzetti. Delikanlı bu yüzü bir yerlerden hatırlıyordu. Kız kendisine yabancı gelmedi. «Bir şey mi istediniz?» diye sordu. Kız uğultulu sesiyle: «Size bir mektup getirdim, Mösyö Marius...» Marius kendisine adıyla seslenen kızın, kendisine nereden tanıdığını merak etti. Kız, ondan izin beklemeden sallanarak odaya girdi. Masanın yanına dek geldi. Ayakları çıplaktı, lime lime etekliğinin yırtıkla­ rı, uzun bacaklarını ve kemikli dizlerini ortaya çıkarmıştı. Marius zarfı açarken, kırmızı balmumunun kurumamış oldu­ ğunu fark etti. Mektup herhalde, çok uzaklardan gelmemişti. Şunları okudu:

İyi kalpli komşum, Sayın Beyefendi, Şu anda bana etmiş olduğunuz iyiliği öğrenmiş haldeyim. Al­ tı ay önce kiramı ödemişsiniz. Tanrı, sizden razı olsun. Nasıl te­ şekkür edeceğimi bilemiyorum. Size mektubu getiren büyük kızım, nasıl bir sefalet içinde ol­ 687

duğumuzu anlatacaktır, ¡ki günden beri, bir lokma yiyecek bula­ madık. Tam dört kişilik zavallı bir aileyiz. Eşim hasta, günlerden beri yatakta. Bana yine o merhamet elinizi uzatacağınızdan eminim. Vaktinizi aldığım için affedin ve en derin saygılarımı lütfen kabul buyrunuz, yüce ruhlu soylu beyefendim. Esireniz Jondrette. Bu mektup karanlık bir mahzende ansızın yakılan bir mum gibi, Marius’ün aklını karıştıran o sırrı çözecekti. Evet, bu mek­ tup bir akşam önce okuduğu o dört mektubun yazarındandı. Ay­ nı elden aynı yazı, aynı imla hataları, aynı kâğıt, aynı dilenme ve aynı kötü tütün kokusu. Demek, o dört ayrı kişi; Don Alvarez, Balizard Ana, Yazar Genflot ve Oyuncu Fabantou, onun komşusu Jondrette'den başkası değildi. Fakat Marius, adamın gerçek adının Jondrette olabileceğin­ den de kuşkulanmıştı.... Marius uzun süredir bu yıkıntılarda oturmasına rağmen, yi­ ne de komşuları hakkında fazla bilgi sahibi değildi. Aklı ve yü­ reği farklı hayallerle dolu delikanlı belki koridorda onlarla karşı­ laşmış olabilirdi. Fakat daha fazla ilgilenmemiş ve aylar önce bir sadaka verdikten sonra, onların varlığını unutmuştu. Kızı gö­ zünün ısırmasının nedenini de artık anlıyordu. Herhalde, ona birkaç kez rastlamıştı... Genç adam artık gerçeği olanca çıplaklığıyla görüyordu. Yoksul Jondrette, çalışmayı sevmeyen, iyi kalpli kişilerin merha­ metlerini uyandırıp onlardan para alan bir parazit olmalıydı. O hiçbir zaman iş tutmamış bir asalak, bir şarlatandı. Varlıklı ve bonkör kişilerin adreslerini öğrenmiş, onları mektupları ve istek­ leriyle huzursuz ediyor ve aldığı sadakalarla zar zor hayatını sürdürüyordu. Ne var ki, fakir adamın bu yolda kızlarını da har­ 688

cadığı, onları kullandığı gerçekti. Marius bir akşam öncesini, o gün batımında gördüğü kızları hatırladı. Kızlar koşmaktan soluk soluğaydılar. Birbirleriyle argo şeyler konuşuyorlardı. Bu da ha­ yatlarının karanlık yanını ortaya koyuyordu. Ne kız ne kadın olan bu kişiler sefaletin ürünü olan lekeli ve günahsız canavar­ lardı. Kızların ağızlarından kaçırdıkları o «Polisler» sözünden, onların da korktuklarını ve doğru yoldan çıkmış olduklarını an­ ladı. Yoksulluğun yıktığı zavallı yaratıklar!.. Adları, yaşları hatta cinsiyetleri bile olmayan, bu biçare kız­ lar çocukluktan çıkar çıkmaz, hiçbir beceriye sahip olmadıkla­ rından fenalığa alışırlar. O zavallıların ne özgürlüğü, ne fazileti, ne de iffetleri vardır. Daha dün açılan ve hemencecik solan çi­ çeklere benzer onların ruhları... tıpkı çamura ve hemencecik solan çiçeklere benzer onların ruhları... Marius’ün içi sıkılmıştı, acıyan gözlerle kıza baktı, baktı. Kız sanki hiçbir şeyin ayrımında değil gibi görünüyor ve kendi evin­ de dolaşır gibi, küstahça genç adamın odasını inceliyordu. O yırtık gömleği arada bir omuzlarından sıyrılıyordu, fakat kız çıp­ laklığını bile umursamadan iskemleleri itiyor, genç adamın tu­ valet masasının üstündeki, tarak ve fırçaları elliyor, Marius’ün giysilerine hayretle bakıyordu. «Vay canına!» diye söyledi, «aynanız bile var!» Odada yalnızmış gibi, son moda şarkıları o uğultulu sesiyle mırıldanıyor. Yine de küstahlığına karşın, onda bir kaygı, bir ür­ keklik seziliyordu. Küstahlık da bir utançtır. Kanatları kırık bir kuş gibi, kız oradan oraya sekiyor, her şe­ ye beğeniyle bakıyordu. Marius, bu kızın bu taşkın neşesinin başka koşullar altında yetişmiş olsa, çok cana yakın bir şey ola­ bileceğini düşündü. Delikanlı hiç sesini çıkarmadan üzgün ve dalgın gözlerle onu izledi. Kız masaya yaklaştı. «Ah, kitaplar!» diye bağırdı. 689

Fersiz gözlerinde bir parıltı yanıp söndü ve gururlanır gibi: «Ben okumayı biliyorum,» dedi. Masadaki kitaplardan birini aldı, epey ustaca okudu:

General Baudouin, Waterloo ovasının tam ortasındaki Ho­ ugomont kasrını kuşatma buyruğu almıştı. Kız bir ara okumayı bıraktı: «Waterloo, ben bu ismi iyi bilirim. Bir zamanlar orada sava­ şılmış, babam da Waterloo savaşına katılmış, İngilizlerle savaş­ mışız... Bizim evde herkes Bonapartçı’dır, biz imparatorun ya­ nını tutarız.» Daha sonra kitabı bıraktı, bir kalem aldı. «Yazı da yazarım ben...» Kalemi hokkaya batırdı ve Marius’e bakıp: «Bir şeyler yazayım da görün,» dedi. Genç adamın yanıt vermesine fırsat bırakmadan, beyaz kâ­ ğıtlardan birini aldı ve üzerine şu sözleri yazdı: «Polisler geldi.» Sonra kalemi bir yere fırlattı ve anlattı: «Hiç imla yanlışı yok, bakın... Kız kardeşimle ben çok iyi bir öğretmenden ders aldık. Biz her zaman, bu kadar yoksul değil­ dik, böyle bir yoksulluk için...» Birden konuştuğuna pişman olmuş gibi sustu, fersiz bakışla­ rını Marius’ün yüzüne çevirdi ve hiçbir şeyi dert etmez gibi: «Boş ver...» dedi. Sonra neşeli bir halk şarkısına başladı:

Karnım aç babacığım, Yiyecek yok, Üşüyorum anne, Kazağım yok, Titre Lolotte Ağla Jacquot...

690

Şarkıyı yeni bitirmişti ki haykırdı: «Tiyatroya gider misiniz Mösyö Marius? Ben arada sırada giderim. Erkek kardeşim bize kimi zaman bilet bulur. Oyuncu­ larla dost olduğundan, bana bilet getirir. Ne var ki, en tepede oturmasını hiç sevmem, pis pis tütün kokar orası, adamların giysileri berbattır.» Marius’e ilgiyle baktı. Ve yüzünde çok farklı bir ifadeyle şöy­ le dedi: «Alımlı birisiniz, Mösyö Marius, bunu biliyor muydunuz?» Birden ikisinin de aklına aynı şey gelmişti. Kız buna gülüp geçti, fakat Marius kıpkırmızı oldu. Kız ona yaklaştı ve elini okşar gibi genç adamın omzuna koydu: «Siz benim farkımda değilsiniz Mösyö Marius. Fakat ben si­ zi uzun zamandır tanıyorum. Kaç kez merdivenlerde rastladım size. Sizi Austerlitz civarında oturan Mabeuf Baba’nın evine gi­ derken de gördüm. Çoğu zaman ben de oralarda gezmeye gi­ derim. Şu kabarık saçlarınız size çok yakışıyor!» Sevimli hale getirmek istediği sesi, daha da kısık çıkmıştı. Marius usulca geri çekildi, ağır ve ciddi nezaketiyle: «Matmazel, dün akşam yolda bulduğum şu zarfı size vere­ yim. Bunun size ait olduğunu düşünüyorum.» O dolgun zarfı kıza uzattı. Kız sevinçle el çırptı: «Yaşasın!..» Daha sonra paketi açmaya başladı: «Aman Tanrım! Kız kardeşimle az mı aradık? Demek siz buldunuz? Caddede buldunuz değil mi? Herhalde, koşarken düşürmüşüz. Benim kardeşim küçük, bu ahmaklığı o yapmıştır. Eve döndüğümüzde baktık zarf yok. Dayak yemekten korktuğu­ muz için babamıza bunları adreslere bıraktığımızı söyleyerek, yalan attık. Hoş, adreslere bıraksak ne faydası olacaktı ki. Bun­ ların benden düştüğünü nasıl anladınız? Öyle ya, yazıdan ol­ 691

malı, dün caddede koşarken birine çarpmıştım. Kız kardeşim birine çarptığımı söyledi. Demek size çarptım, sizi fark etmemi­ şim ben...» Konuşurken mektuplardan birini ayırmıştı. Bu Saint-Jacques Kilisesinin devamcısı, o insancıl adama yazılandı. «İşte bunu veririm. Sabahları erkenden duaya gelecek o moruk bonkördür. Hemen yetiştireyim, belki birkaç metelik ve­ rir. Tam üç gündür ağzımıza bir lokma şey girmedi.» Daha sonra gülerek ekledi: «Bugün yemek yersek, önceki günün yemeğini, dünün ve bugünün yemeğini yemiş oluruz.» İşte o zaman Marius, bu sefil yaratığın kendisinden para is­ temeye geldiğini hatırladı, ceplerini karıştırdı, bir şey bulama­ dı. Kız, sanki Marius odada yokmuş gibi, kendi kendine sürdür­ dü: «Zaman zaman, başımı alıp giderim, geceyi dışarıda geçiri­ rim. Geçen kez başımızın üstünde bir çatı bile yoktu, kışı köp­ rüaltlarında geçirdik. Donmamak için, birbirimize sarılırdık. Kü­ çük kız kardeşim, sürekli ağlardı. Karanlıkta su ne kadar kor­ kunç, hele geceleri... Kaç kez, kendimi ırmağa atmayı düşün­ düm ama, suyun epey soğuk olacağını düşünerek caydım. Ba­ zı geceler, tek başıma çıkıp hendeklerde uyurum. Geceleyin caddede dolaşırken ağaçlar bana çatal gibi görünürler. Evleri, simsiyah evleri kilise kuleleri gibi görürüm. Beyaz duvarlar ır­ mak gibi görünür. Aman Tanrım, neden her yeri, sular basmış diye söylenirim. Yıldızlar da fenerler gibi parlar, sanki tüterler ve rüzgâr onları söndürür. Otların nefes alışları kulaklarımda titre­ şir. Geceleyin laterna sesleri duyarım, fabrikaların makineleri de epey gürültü çıkarır. Bana taş atıyorlar sanıp, hemen ordan sıvışırım. Herhalde açlıktan böyle değişik düşüncelere kapılıyo­ rum.» Kız, genç adama delice bir bakışla baktı. 692

Marius ceplerini arana arana, sonunda bir beş franklık me­ tal parayla, on altı metelik buldu. Başka parası yoktu. On altı metelik o günkü yemek parasıydı, bunu başka bir cebine koydu ve beş frankı kıza uzattı. Kız parayı aldı, sevinçle: «Oh güneş doğdu!» dedi. Daha sonra argo dille dert anlatmaya çalıştı: «Oh yaşasın. Beş frank, pırıl pırıl. Kıyak çocuksunuz Mösyö Marius. Kalıbımı basarım, vay be! Bu parayla etler gelsin, şölen var!..» Kız omuzlarına kayan gömleğini düzeltti, boynunu öptü Ma­ rius’ün. Önce selamladı, sonra el sallayıp: «İyi günler efendim, teşekkürler, haydi şimdi de gidip şu mo­ ruğu cımbızlayayım.» Kapıya giderken dolabın üstündeki bayat ekmek parçasını kaptı ve ısırıp: «Oh ne hoş, dişlerimi kıracak kadar da katı!» dedi ve çıkıp gitti. 5 MARİUS’ÜN ODASINDAKİ İZLEME YERİ Marius yıllardır sıkıntı içinde yaşamış, koyu bir yoksulluk çekmişti, fakat kızı gördükten sonra, asıl sefaleti de görmüş ol­ du. Erkeğin yoksulluğunu gören pek bir şey görmez, kadının yoksulluğunu görmeli, fakat bu yoksulluktan daha kötüsü var­ dır: O da çocuğun açlığıdır. İnsanoğlu, yoksulluğun sınırına geldiğinde, ne yazık ki her yola başvurur. Kendisini çevreleyen savunmasız kişilerin, vay haline! Yoksulun, hiçbir şeyi kalmamıştır. Ne işi, ne parası, ne ekmeği, ne ateşi, ne cesareti, ne de iyi niyeti. Her şey terk et­ miştir onu... Gün ışığı kendisine nasıl sönük gelirse, ruhundaki iyi duygular da öylece sönük gelir. 693

İşte bu haldeki erkek çoğu zaman kadınının ve çocuğunun zayıflıklarını kendi yararına kullanacaktır. İşte o zaman, uçurumun en dibinde saymalı kendisini. Düş­ tüğü acı, onu cinayetlere bile sürükleyebilir. Sağlık, gençlik, edep, tenin kutsal ve yabani titremeleri, yü­ rek ve bekâret, ruhun bir örtüsü olan utanma... Bütün bunlar yoksuluktan korunma için bir çare arayan unsurlarca kötüye kullanılır. Artık kepazelik batağına düşmüşlerdir. Oradan kurtuluş yok­ tur. Aileler, çocuklar, erkek ve kız kardeşler, kadınlar ve erkek­ ler, hepsi de bu cinsiyet ve akrabalık karışımında, kepazelik ve günahsızlık tuzağına yakalanabilirler. Artık birbirlerine dayan­ mış halde, birlikte yaşarlar. Kader bataklığında birleşmişlerdir, üzüntüyle bakışırlar. Ah zavallılar, yüzleri ne kadar da solgun, ne çok üşüyorlar. Sanki onlar bizden çok farklı ve güneşe çok uzak, farklı bir gezegen­ deler. Demin odasına giren kız Marius için gölgelerin aracısı ol­ muştu. Kız, kendisine gecenin en müthiş yanını göstermişti. Marius hemen kendi bencilliğinden tiksindi. Kendi derdine düşmüş, aylardan beri, bir duvarın ayırdığı yan odada yaşayan ailenin acısıyla ilgilenmemişti. Bir kez kiralarını vermekle, her şey yoluna girdi sanmıştı. Marius düşündükçe korkuyordu. Ya­ nı başında, açlık ve soğukla yaşayanların olması ve kendisinin onlara yardım etmediğini düşünmesi genç adamı perişan etti. Aslında okuduklarından sonra, Marius bu ailenin her açıdan al­ çak olduğunu anlamakta gecikmemişti, fakat yine de insandılar. Düşüp de alçalmamış olana az rastlanırdı, üstelik kişi ne kadar sefil olursa olsun, ona yardım kaçınılmaz bir görevdir. Zaten za­ valllılarla alçakların, lanetli «Sefiller» kelimesinde birleştiği, ka­ rıştığı bir yer vardır. Kabahat kimdedir? Üstelik düşkünlük ço­ ğaldıkça merhamet da çoğalmalıdır. Çok namuslu bir genç olan Marius, kendi kendisini kandır­ 694

maktan hoşlanmazdı. Kendi kendisini suçlarken, bakışları o in­ ce duvara çevrili, sanki duvarın gerisindekileri görmek ister gi­ biydi... Duvar dar ve uzun tahtalardan yapılmıştı. Üzerinde bir kat alçı badanası olan bu duvar, epey ince olduğu için yan oda­ dan gelen seslerin duyulması işten bile değildi. Marius daima hayaller içinde olduğundan, şimdiye değin, bunu fark etmemiş­ ti. Marius gözlerini bu önemsiz duvara dikmişti ki, irkildi. Tava­ na yakın birkaç santimlik üçgen biçimli bir delik vardı. Marius, bunun bir izleme deliği olacağını düşündü ve yardım etmek için onları yakından gözlemek istedi. Masanın üstüne çıktı ve gözü­ nü deliğe uydurdu.

6 MAĞARADAKİ YABANCI Şehirlerin de ormanlarda olduğu gibi, mağaraları vardır. Bu mağaralarda en korkunç en fena yaratıklar yaşar. Şehir mağa­ ralarında en çirkin, en yabani, en korkunç şeyler saklanır, oysa ormanlardaki mağaralarda, yabani ama asil yaratıklar bulunur. Aslında, yabani hayvan barınaklarının, insanların saklandıkları yerlerden çok daha üstün olduklarını hemen söyleyebiliriz. Uzatmayalım, mağaralar izbelerden daha iyidirler. Marius bir izbe görüyordu. Gerçi kendisi de yoksuldu ve odası fakir birinin odasıydı, ama sefaleti asildi, odası tertemizdi. Şu anda, o gördüğü mez­ bele iğrendirici, kasvetli ve korkunç görünümlüydü. Eşya olarak sadece hasır bir iskemle, kırık bir masa, birkaç kırık çanak çöm­ lek ve bir köşede şilteler vardı. Örümcek ağlarının kapattığı bir tavan penceresinden ışık alıyordu. Bu çatı penceresinden giren o ölü ışıkta insan yüzleri hortlağa dönüşüyordu. Duvarlar yer yer çatlamıştı ve korkunç bir hastalığın yaralarını taşıyan yüzle­ re benziyordu. Nemden yer yer yosun bağlamış bu duvarlarda, kömürle birkaç müstehcen resim çizilmişti. 695

Marius’ün odasının zemini kırmızı tuğla döşeliydi, oysa ora­ da zemin topraktı. Tozdan ve çamurdan görünmüyordu. Yere pılı pırtı, takunyalar atılmıştı. Üstelik bu odada, bir de ocak var­ dı. Bundan dolayı yıllık kirası da kırk franktı ya... Bu ocakta ne­ ler yoktu ki, kırık tahtalar, çivilere asılı kumaş parçaları, parça­ lanmış bir kuş kafesi, bir mangal, kül ve biraz kıvılcım. İki ıslak odun tüterek yanıyordu... Bu çöplüğün daha da korkunç görünmesinin nedeni, onun epey enli olmasıydı. Açıları, köşeleri, karanlık delikleri olduğu gibi tavandan da kirişler sarkıyordu. Bunlar örümceklere ve ka­ rafatmalara barınak olmuştu... Hoş, burada yaşayanlar da bu böceklerden farksızdı ya... Şiltelerden biri, kapıya yakın, diğe­ ri, pencerenin önündeydi. Marius, hemen karşıkı duvarda kara bir çerçevede bir res­ min olduğunu gördü. Renkli gravürün altında irice harflerle «rü­ ya» yazılıydı. Gravür, uyuyan bir genç kadınla, uyuyan bir ço­ cuğu anlatıyordu. Çocuk, adamın dizlerine yatmıştı, bulutlarda gagasında bir taç tutan bir kartal... Uyuyan kadın bilinçsizce sanki tacı çocuktan uzaklaştırmak ister gibi elini yukarı atmış­ tı... Gravürün alt kısmında, iyi giyimli Napoleon sarı bir sütuna yaslanmıştı. Sütunda şu yazı okunuyordu: MARİNGO AUSTERLİTZ IENA WAGRAMME ELOT Bu tablonun hemen altında duvara dayalı tersyüz edilmiş bir çerçeve daha vardı ki, Marius bunu asmayı unuttuklarını dü­ şündü. Marius, masada bir hokka, kalem ve kâğıt gördü. Masa ba­ şında zayıf, altmışında görünen, solgun yüzlü bir adam vardı. Sinsi, cin yüzünden fenalık akıyordu. 696

Adamın uzun gri sakallıydı. Gri kıllı kolları ve kıllı bağrını açıkta bırakan bir kadın bluzu giymişti. Çamurlu pantolonu ba­ cağında, ayak parmaklarını ortaya çıkaran delik ayakkabılar giymişti. Ağzındaki pipoyu hazla içiyordu. Evde ekmek yoktu, fakat aile reisi yine de kendisini tütünsüz koymamıştı. Bir şeyler yazıyordu. Marius, okuduğu o dilenme mektupları gibi mektuplar yazdığını var saydı. Masanın bir kenarında, cildi yırtık bir roman duruyordu. Adam, bir yandan yazıyor, bir yandan da yüksek sesle konu­ şuyordu: «Öldükten sonra bile eşitlik yok. Pere-Lachaise mezarlığına bak, zenginlerin mezarlarında akasyalar var. Güzel yoldan ara­ bayla çıkılıyor. Diğerleri lanetlenmişler, parasızlar, alçaklar, on­ lar basık yerdeler. Kişi ta dize değin çamura batar insan orada yürürken. Herhalde cesetlerin daha hızlı çürümesi için onları oraya gömerler.» Sustu, yumruğunu masaya indirdi ve diş gıcırdatıp: «Vay ca­ nına, kahrolsun şu hain dünya!» Kırkında, belki de yüz yaşında bir kadın, ocağın önüne çö­ melmişti. O da çok kötü giyimliydi. Yamalı bir bluz ve yer yer yatak çarşaflarıyla yamalı bir etek. Kadın çömelmiş olmasına rağ­ men, uzun boylu olduğunu belli ediyordu. O kara kuru eşinin yanında, çam yarmasıydı. Gri tellerle karışık tiksindirici kırmızı saçları vardı, arada bir kürek gibi elleriyle bu saçları alnından geriye atıyordu. Kadının hemen yanında masada, o romanın aynısı bir ro­ man daha vardı, herhalde aynı eserin ikinci cildi... Şiltelerden birinde, Marius neredeyse çıplak denecek giyim­ li ince uzun bir kız gördü. Kız ayaklarını uzatarak oturmuş, ne işitiyor, ne görüyor ne de yaşıyordu sanki. Bu herhalde, demin Marius’ün odasına gelen kızın kardeşiy­ di. 697

Kız on ikisinde bir çocuk kadar inceydi, fakat dikkatle bakın­ ca hiç yoksa on beş yaşında olduğu anlaşılıyordu. Bu, bir gün önce caddede «Koştum» diyendi. O hastalıklı bir çocuktu, uzun zaman kavruk kalan, sonra hemen uzayanlardan. Sefalet bu insan bitkilerini, böyle sıska­ laştırır. Bu biçare yaratıkların, ne çocuklukları olmuştur, ne de gençlikleri... On beşinde, on iki gösteren bu zavallılar, on altı yaşında yir­ milik gibi görünürler. Daha dün çocuk olan bu kız, birden kadı­ na dönüşür, sanki hayatlarını daha seri bitirmek için onun üs­ tünden atlarlar. Şu sırada o bir çocuğa benziyordu. Bu odada, kimsenin herhangi bir iş yapmadığı görülüyordu. Ne bir gergef vardı, ne de bir çıkrık, ne bir tezgâh. Gereçler bi­ le görünmüyordu. Bir köşede tuhaf görünümlü paslı zincirler vardı. Acıya hazırlanan ve can çekişmeyi geliştiren bir uyuşuk­ luk... Marius, uzun uzun bir mezardan bile daha kasvetli görünen bu odaya baktı. Bazı yoksulların varlıklarını sürdürmek için barındıkları nem­ li mahzen, mezbele toplumsal yapıtların en alt katını oluşturur, mezar değilse bile, mezara epey yakındır. Konaklarının girişine olanca servetlerini, gömülerini yığan paralı insanlar gibi, ölüm de en koyu yoksulluğunu burada toplamıştı. Adam susmuştu, kadın konuşmuyor, genç kız soluk bile al­ mıyordu. Kâğıt üzerindeki kalemin sesinden başka ses yoktu. Adam yazmayı sürdürüp: «Ah alçak dünya!» diye homurdandı. Dünya kurulduğundan beri insanın kaderine isyan etmesi olan bu tür isyanlar duyulmuştur. Kadın eşini avutmak istedi: «Ah kocacığım,» dedi, «kaygılanma, şu adamlara yazmak seni yordu.» Yoksul ailelerde bedenler birbirlerine sokulur, fakat yürekler 698

aksine birbirlerinden uzaklaşır. Anlaşıldığı kadarıyla, yıllar ön­ ce, şu çam yarması kadın, bu sıskacık adamı epeyce sevmişti, ama kendilerini kuşatan o korkunç sefalete beraber dayanmak, onları birbirlerinden uzaklaştırmıştı. Kadında, eşine karşı ölü bir yakınlıktan başka duygu kalmamıştı, ama yalnızca adet yerini bulsun diye ona «sevgilim» «canım» gibi şeyler söylüyordu. Bunları dudakları seslendiriyordu, kalbi çoktan susmuştu. Erkek tekrar yazmaya başlamıştı. 7 STRATEJİ Marius’ün kalbi daralmıştı, delikten bakmayı bırakıp aşağı inecekti ki, bir gürültü dikkatini çekti ve tekrar izlemeye başladı. Kapı ansızın açılmıştı. Adamın büyük kızı kapıda belirdi. Çıplak ayaklarına erkek pabuçları giymiş, morarmış bileklerine değin çamura batmıştı, üzerinde lime lime bir giysi vardı. Kapıyı bir tekmeyle açtı ve so­ luk almak için bekledikten sonra sevinçle haykırdı: «Geliyor!..» Baba bakışlarını kaldırdı, kadın başını çevirdi, fakat şiltede­ ki küçük kız kıpırdamadı. Baba sordu: «Gelen kim?» «Kim olacak, şu kilisedeki hayırsever moruk.» «Geliyor mu dedin? Emin misin?» «Ardımdan geliyor, ama arabayla.» «Araba mı? Yüce Tanrım, o bir parababası olmalı.» Baba yerinden fırladı, coşkuyla sordu: «Adamın geldiğinden nasıl böyle emin olabilirsin? Peki ama, ya kira arabasıyla geliyorsa, nasıl oldu da sen ondan önce gel­ din? Ona adresi verdin mi? Koridordaki son kapı olduğunu söy­ ledin mi? Aman Tanrım, umarım yanılmaz. Ya, demek onu kili­ sede buldun? Mektubumu sonuna değin okudu mu? Ne dedi?» 699

Kızı anlattı: «Hey babalık, çeneyi bırak, izin ver anlatayım. Kiliseye gir­ dim, her zamanki yerinde oturuyordu, onu diz çökerek selamla­ dım ve mektubu uzattım. ‘Nerede oturuyorsunuz kızım?’ diye sordu. ‘Sizi götüreyim efendim,’ dedim. ‘Hayır olmaz, kızımın alışverişleri var, bir arabaya biner geliriz,’ dedi. Ona adresi ver­ diğimde bir ara afallamış göründü, onun sarardığını fark ettim, sonra: ‘Önemi yok, yine de gelirim. Arabaya bineceğim için, siz eve gitmeden belki kapıda karşılaşırız,’ dedi. «Tören bitince kızıyla kiliseden çıkıp bir arabaya bindiklerini gördüm. Ona adresi uzun uzun tarif ettim, koridorun sonundaki kapı dedim, kaygılanma babalık, işler tıkırında.» «Peki ama geleceğinden nasıl bu kadar emin olabilirsin?» «Demin sapakta arabasını gördüm, sana haber vermek için, pergelleri açıp geldim.» «Arabanın aynı araba olduğunu nasıl çaktın?» «Numarasına bakmıştım, ihtiyarla kızı, 440 numaralı araba­ ya binmişlerdi. Şu anda aynı araba bizim sokağa girmiştir bile.» «Bravo sana, akıllı kızsın doğrusu.» Kız babasına aksice baktı ve katı bir sesle: «Bunu ben de biliyorum fakat bana bak babalık, bir daha ayağıma bu pis şeyleri giymem, yalınayak giderim, daha iyi!.. Bunlarla kaç kez kaydım, neredeyse çamurlara batıyordum.» Babası kızının katı sesine, çok uysal bir sesle yanıt verdi: «Haklısın çocuğum. Ne yazık ki, yoksulların kiliseye yalına­ yak girmeleri yasak.» Daha sonra aynı coşkuyla sordu: «Gele­ cek dedin değil mi?» «Demin çok yakınlardaydı. Birkaç dakikaya kalmaz, burada olur kesin.» Adam yerinden fırladı, yüzü aydınlanmıştı. «Hey, hanım duydun mu bak? Hayırsever baba geliyor, he­ men ocağı söndür.» Daha sonra büyük kızına: 700

«Sen de şu sandalyenin hasırlarını sök, daha kötü görün­ sün.» Kız anlayamamıştı. Adam, kıza yardım olsun diye, bir tekmeyle hasırın oturak yerini deldi. Daha sonra sordu: «Dışarısı çok mu soğuk?» «Çok soğuk, kar yağıyor.» Adam şiltede yatan küçük kızına döndü ve bağırarak: «Haydi tembel, kaç saattir zıbarıyorsun, sen hiç iş yapmaz mısın? Şu camı kır.» Kız titreyerek, yerinden kalktı. Baba yineledi: «Beni duymadın mı?» diye payladı. «Haydi, kırsana şu camı.» Çocuk neye uğradığını bilmeden, hemen istenileni yapmak için, yumruğunu cama vurarak kırdı. Büyük bir şangırtı koptu. Cam yere inmişti. Fakat kızın bileği kesilmişti, oluk oluk kan ak­ tı. Baba ağır bir sesle: «İyi,» dedi ve savaştan önce ordusunu denetleyen bir general gibi, çevresine bakındı. Henüz sesini çıkarmamış olan anne, dirseğinin üstünde doğruldu ve titreyerek sordu: «Kocacığım ne yapmak istiyorsun?» Kocası: «Sen hemen şu yatağa yat.» Karşı çıkılmaz bir sesle konuşmuştu, kadın onun söylediği­ ne uydu. Sonra köşeden bir hıçkırma sesi geldi. Adam: «Orada neler oluyor?» diye bağırdı. Küçük kız sindiği yerden çıkmadan, kanlı bileğini gösterdi. Camı kırarken yaralanmıştı, annesinin şiltesine yaklaştı ve ses­ sizce ağlamayı sürdürdü. Derken annesi haykırdı: 701

«Gördün mü yaptığını! Camı kırarken çocuk bileğini kes­ ti...» Adam gururla: «Daha iyi ya,» dedi, «ben bunu biliyordum, farkındayım.» «Ne dedin? Delirdin mi?» «Kapa çeneni! Elinin hamuruyla erkek işine karışma, aklın ermez...» Daha sonra üzerindeki kadın bluzundan kocaman bir parça yırtıp, kızın kanlı bileğini bağladı. «Oh, oh!» dedi, «çok kederli bir sahne oldu doğrusu!» Kırık camdan buz gibi bir rüzgâr saldırdı içeri, dışarıda karın lapa lapa yağdığı görülüyordu. Bir gün önce beliren güneş, sö­ zünü tutmuş, yanında karı ve soğuğu getirmişti. Adam etrafına bir kez daha hoşnutça baktı ve ıslak odunla­ ra biraz kül attı. Yerinden fırladı ve ocağa dayanarak: «Dekor tamam,» dedi. «Artık hayırsever ziyaretçimizi bekle­ yebiliriz.»

8 ÇÖPLÜĞE DOĞAN GÜNEŞ Marius’ün önceden tanıdığı büyük kız, babasına yaklaşıp elini uzattı. «Bak ne çok üşüdüm.» «Amma yaptın, ben senden daha çok üşüyorum.» Kızının yaralanmasına öfkelenen kadın, eşinden intikam al­ mak istercesine bağırdı: «Sen herkesten daha çoğunu yaparsın, her şeyi herkesten daha iyi yaparsın, fenalığı bile.» «Sus!» Adam karısına öyle bir bakmıştı ki, kadın sustu. Uzun bir sessizlik. Büyük kız, eliyle eteğindeki çamurları sil­ di; küçük kız hıçkırmayı sürdürdü. Annesi, onun başını elleriyle sardı ve yüzünü öpücüklere boğarak: 702

«Canım çocuğum, sus artık, ağlama, babanı kızdıracaksın. Birazdan acın geçer,» dedi. «Hayır, bırak ağlasın, tam aksine, ağlasın. Hıçkır kız, canın çok açıyormuş gibi ağla!» Daha sonra büyük kızın yakasına yapıştı: «Bana bak, adam hâlâ görünmedi, ister misin caymış olsun? Ateşimi boşuna söndürmüş, iskemlemi boşuna parçalamış ve camı da boşuna kırmış olurum.» Kocasına hâlâ kin tutan kadın: «Kızını boşuna yaralamış olduğunu da ekle, rica ederim,» dedi. Baba homurdanmaya başladı: «Aman Tanrım, şu çöplükte dondurucu bir soğuk var, ister misin adam fikir değiştirmiş olsun, gelmesin. Mösyö kendilerini bekletiyorlar mı? Ah şu paralı adamların ipiyle kuyuya inilir mi? Onların karınları tok, sırtları pek ya, yoksullara niye üzülsünler? Üstelik bizi küçük ve aşağı gördüklerini de hiç saklamazlar, yi­ ne bu hayırsever herif de birkaç pılı pırtı getirecek, işe yarama­ yan paçavralar. Ah gözü kör olası para... para bulunca bizim bunu içkiye harcadığımızı, bizlerin uyuşuk ve sarhoş alayı oldu­ ğumuzu söylerler... Peki ya, kendileri? Kendileri bizden daha mı iyi sanki? Ah şu zenginlerin hepsini bir bohçaya sarıp, deni­ ze atmalı!.. Senin şu bunak nerede kaldı kız? Hayvan herif bel­ ki de adresi unuttu! Gelmeyeceğine iddiaya girerim, o hergele moruğun...» Tam o sırada kapıda usulca bir tıkırtı oldu. Adam, hemen koştu ve yerlere değin eğilip selamlayarak kapıyı açtı: «Buyurunuz Mösyö, buyurun velinimetim, güzel kızınızla bi­ zim şu fakirhaneyi onurlandırdınız.» İhtiyar bir beyle, bir genç kız kapıda göründüler. Marius yerinden oynamamıştı. O andaki hislerini hiçbir dil anlatamaz. Kapıda duran O idi; gelmişti. Seven bir kalp, bu tek harfin içinde ne mutluluklar sığacağı­ nı bilir. 703

Evet gelmişti: Parktaki Sevgili. Marius’ün Ursula’sı gelmişti. Yokluğu ufuklarını gölgeleyen o güneş karşısında tekrar ışıyor­ du. Onun güzel gözleri, pürüzsüz alnı, pembe dudakları ve şi­ rin yüzü yine tam karşıda parlıyordu. Kaybettiği görüntü yok ol­ duğunda, Marius karanlık bir geceye saplanmıştı, fakat artık şansı dönmüştü, ufuklarını güneş aydınlatıyordu. Uzun zaman güneş tutulmuş, gölgelerde bocalamıştı Mari­ us, fakat şu anda güneşine tekrar kavuşmuştu. Bu iç sıkıcı çöplüğü, bu iğrenç odayı, bu biçimsiz gölgeleri hemen ışığa boğmuştu. Marius bayılacak gibiydi. Kalbi o kadar çarpıyordu ki, yanda­ kilerin duymalarından korktu, gözleri kararmıştı. Ağlamamak için kendisini zor tuttu. Uzun zaman aradıktan sonra, onu bul­ muştu. Sanki yitirdiği ruhuna bir daha kavuşmuştu. Güzel kız fazla değişmemişti. Yalnızca yüzü, eskisi gibi renkli değildi. O kadifemsi yanakları solgundu. Nazlı yüzünü, mor menekşe bir şapka gölgeliyordu. Kalın satenden, siyah bir manto gövdesini örtüyor, eteklerinin altından saten ayakkabılı o ufacık ayakları görünüyordu. Yanında her zamanki gibi, o ihtiyar vardı. Genç kız odanın ortasına değin yürümüş ve masanın üstü­ ne elindeki ağır çıkını koymuştu. Evin büyük kızı kapının arkasına çekilmiş ve kıskanç gözle­ rini bu kadife şapkaya, saten mantoya ve güzel yüze dikmişti. Tatlı ve mutlu yüze üsteleyerek baktı. 9 JONDRETTE MERHAMET EDİLSİN DİYE AĞLIYOR Çöplüğün içi o kadar karanlıktı ki, dışarıdan girenler uzun zaman hiçbir şeyi göremediler. Dehlize girmiş gibi bir izlenime kapıldılar. Yeni gelenler ürkerek içeri girdiler. Onlar odanın içini iyi gö­ remiyorlardı, fakat içerdekiler onları gözlüyordu. 704

İhtiyar iyi yüzünde hüzünlü bir gülümseyişle ev sahibesine sokuldu: «Mösyö şu çıkında yeni giysiler bulacaksanız. Yünlü çorap­ lar ve yün şallar.» Jondrette yerlere değin eğilerek ziyaretçiyi selamladı: «Ah iyi kalpli velinimetim bizi ihya ettiniz...» Bu arada kızı­ nın kulağına eğildi ve konuklara duyurmamak için fısıltıyla solu­ du: «Sana demedim mi, sürekli aynı şey, giysi, fakat para yok. Söyle bana şu döküntü adamın mektubunu hangi isimle imza­ lamıştım?» Kızı fısıldadı: «Fabantou.» Jondrette tam vaktinde davranmıştı, çünkü tam o sıra ihtiyar onun ismini unutmuş gibi: «Çok kötü bir halde olduğunuzu görüyorum efendim... ismi­ niz...» dedi. «Fabantou efendim, esiriniz Fabantou...» «Aa, evet şimdi hatırladım, öyle ya Mösyö Fabantou...» «Ah bir zamanlar sahnelerde ne alkışlar almıştım. Artık ne yazık ki, şansım kötüye gidiyor. Zavallı evlatlarımı ısıtacak ateş bulamadığım gibi, onlara verecek yiyecek bile bulamadığım oluyor. Biçare kızlarım tir tir titriyorlar, tek sandalyem de bugün ikiye ayrıldı, camımız rüzgârdan kırıldı, biçare eşim hasta yata­ ğında inim inim inliyor...» «Biçare kadıncağız!» diye mırıldandı ihtiyar. Jondrette ekledi: «Hem küçük kızım da yaralandı.» Yabancıların gelişiyle onlari izlemeye dalan küçük kız, bir ara hıçkırmayı bırakmıştı. Kız gözlerini güzel «Matmazel»den alamıyordu. Jondrette ona yaklaştı ve: «Ağla aptal kız, hıçkır!» dedi. Bu ara kızın yaralı elini çimdikledi. Bütün bu fısıltıları ve çim­ diklemeyi bir madrabazın seri hareketiyle yapmıştı. 705

Küçük kız acıyla bağırdı. Marius'ün Ursula adını taktığı güzel kız, yaralı çocuğa yak­ laştı ve ufacık elini onun başına atıp: «Vah zavallı çocuk,» diye mırıldandı. Jondrette yakındı: «Ah güzel hanımım, bakın bileciği kanlar içinde. Günde altı metelik kazanmak için çalışırken, elini makineye kaptırdı. Kim bilir, belki de bileğinden kesmek durumunda kalacağız.» İhtiyar telaşlanmıştı: «Ne diyorsunuz!» diye bağırdı. Küçük kız, babasının sözlerine inanmıştı, daha yüksek ses­ le hıçkırdı. «Ne yapalım iyi kalpli efendim, gerçek bu!» Birkaç saniyeden beri, Jondrette bu iyilik etmeyi seven ada­ ma merakla bakıyordu. Sanki eski anılarını hatırlamak ister gi­ bi, alnını kırıştırmıştı. Bir ara yeni gelenlerin yaralı çocukla ilgilenmelerini nimet bildi, karısının kulağına fısıldadı: «Şu herifi dikkatle izle,» dedi. Daha sonra, ellerini birleştirip konuğuna döndü ve yakınma­ yı sürdürdü: «Ah efendim, ne berbat bir yoksulluk uçurumuna düştüğümü anlatamam. Karda ayazda, üzerimde eşimin eski bir bluzu, onun da her yeri yırtık. Ceketim bile yok. Üzerime alacak bir çu­ lum olsa, gider sahne arkadaşım Matmazel Mars’ın(*) kapısını vururdum. Ünlü oyuncu beni epey sever. Bana el vereceğinden eminim. Fakat işte berbat talih her yerden vurdu. Oysa Matma­ zel Mars ile birkaç kez taşra turnelerinde sahne almıştık... O bana, yardım eder, bunu iyi bilirim. Eşimin de hastalığı tuz biber ekti doğrusu, zorlukla soluk alıyor, kalbinden rahatsız, yaşından bu, ama doktor çağırmak gerek, ilaç gerek. Nasıl öderiz? Tek kuruşumuz yok. Ah, işte böyle, sanatçıların hazin sonu. Ah, (*) Matmazel Mars: Ünlü bir tiyatro oyuncusu.

706

evet güzel Matmazel ve siz eliaçık yüce yürekli velinimetim, za­ vallı kızım her sabah duada sizi kilisede görüyormuş. Evet, kız­ larımı dindar olarak yetiştiriyorum. Onların sahneye çıkmaları­ na kesinlikle izin vermem, iffet ve doğru yoldan bir ayrılsınlar hele, günlerini gösteririm. Onların edepli, kendini bilen kızlar ol­ maları için her şeyi yaptım. Benim namus konusunda şakam ol­ madığını bilirler. Evet Mösyö, Tanrı’ya hamd olsun, kızlarım din­ dar, uysal çocuklardır. Bu da bizim servetimiz. Namustan baş­ ka neyimiz var? Evet, efendiciğim yarın başımıza gelecek acı­ ları düşündükçe tüylerim ürperiyor. Bugün, bana verilen vade­ nin son günü. Yarın 4 Şubat. Akşama kadar biriken kiramız olan bir yıllık parayı, altmış frankı ödemezsek ev sahibi bizi kovacak. Evet beyefendi, tam bir yıllık kira borcum var... Yağmurda, yaş­ ta sokaklara düşmek...» Jondrette uyduruyordu. Çöplüğün yıllık kirası yalnızca kırk franktı, bunun dört aylığını da Marius ödemiş olduğundan, sa­ dece yirmi frank borcu kalmıştı. İhtiyar, yelek cebinden çıkardığı beş frankı masaya bıraktı. Jondrette’in yüzü döndü, kızının kulağına fısıldadı: «Aptal!» diye soludu, «sadece beş frank için mi camı kırıp iskemlemi parçaladım? Çok pintiymiş teres!..» Bu arada ihtiyar üzerindeki kalın ceketi çıkartıp kırık sandal­ yenin üstüne bıraktı: «Mösyö Fabantou, üzerimde şu beş frank dışında para yok, fakat kızımı eve götürüp bırakayım, akşama tekrar uğrarım. Bu akşam borcu ödemeniz gerekiyor değil mi?» Jondrette’in yüzünde tuhaf bir ifade belirdi, hemen atıldı: «Evet saygıdeğer efendim, saat sekizde ev sahibinin borcu­ nu ödemem gerekiyor.» «Tamam, o zaman ben de saat altıda gelir, size altmış frank veririm.» Jondrette kendinden geçmişçesine bağırdı: «Ah iyi kalpli efendim!.. Velinimetim!..» Karısına yine buyruk verdi: «Karı, ona dikkatle bak!» 707

İhtiyar, güzel kızın koluna girmişti, kapıya yürüdüler, seslen­ di: «Akşama görüşmek üzere, dostlarım.» Tam sırada, evin büyük kızı kırık iskemleye atılmış ceketi hatırladı. «Efendim» dedi, «ceketinizi unuttunuz?» Jondrette kızına korkunç bir bakış attı. İhtiyar başını çevirdi ve gülümseyerek: «Hayır çocuğum, unutmadım, bıraktım.» Jondrette, konuğunun önünde yerlere değin eğildi: «Koruyucum, iyi kalpli efendim, iyiliğiniz beni o kadar duygu­ landırdı ki kendimi tutmasam ağlayacağım. İzin verirseniz, ara­ banıza kadar eşlik edeyim.» İhtiyar ona gülümseyerek baktı: «Çıkarken şu ceketi omuzlarınıza atın, dışarısı çok soğuk.» Jondrette, bunu yineletmedi, hemen kahverengi kalın ceke­ ti üzerine geçirdi. Üçü de çıktılar. Kılavuzluk etmek ister gibi, Jondrette önden ilerliyordu.

10 KİRALIK ARABA TARİFESİ Marius bütün bu olanları izlemiş, fakat aslında hiçbir şey an­ lamamıştı. Gözlerini genç kıza çevirmişti, çöplüğe adımını attı­ ğından beri onu yakalamış ve sarmıştı. Güzel kızın orada bu­ lunduğu zaman boyunca Marius kendinde değildi, bir esrime içindeydi. O kıza bakmıyordu, saten manto ile mor kadife bir şapkanın sınırladığı bir ışığa gözlerini dikmişti. Odanın ortasına gökten bir yıldız inmiş olsa, Marius daha fazla şaşırmazdı. Güzel kız, onlara getirdiği paketi açıp, yünlü giysilere ve bat­ taniyelere dokunurken, hasta anneyle konuşur, yaralı kızı avu­ turken, Marius bütün ruhunu gözlerinde ve kulaklarında topla­ 708

mış, onun hiçbir devinimini kaçırmıyor ve söylediklerini duyma­ ya çalışıyordu. Henüz sevdiğinin sesinin nasıl olduğunu bile bil­ miyordu. Aslında aylar önce, parkta bir kez öteden duymuştu bu sesi, ama o kadar emin değildi. Şu anda, onun sözlerini du­ yabilmek için, hayatından on yılı verebilirdi. Delikanlı, gözlerini ondan ayırmıyor, talihe inanamıyordu. İçinden dua okumak, Tanrı’ya şükranlarını bildirmek istiyordu. Şu sıkıntılı, berbat odada, şu müthiş mahlukların ortasında O’nu, sevgilisini gördü­ ğüne ne yapsa inanamıyordu. Kurbağalar arasında, sanki bir İrem kuşu görmüş gibi hoş bir şaşkınlığa bürünmüştü. Onların çıktıklarını görünce Marius’ün ilk işi artları sıra git­ mek oldu. Onu mucizevi bir şekilde bulduktan sonra, bir daha kaybetmemek için gerekeni yapacaktı. Masanın üstünden yere indi ve şapkasını aldı. Tam elini tokmağa atmış, kapıyı açıyor­ du ki, ansızın aklına takılan bir düşünceyle olduğu yere çivilen­ di. Koridor uzun, merdiven dikti. Jondrette de habire konuşan bir lafazandı. İhtiyar henüz arabaya binmemiş olabilirdi. Adam ona burada rastlayacak olursa tekrar telaşlanacak ve izini kay­ bettirecekti. Peki ama ne yapmalı? Beklemekten başka çare yoktu... Evet ama bu zaman içinde araba uzaklaşmış olabilirdi. Marius epey şaşkındı, ama karar alıp odasından çıktı. Koridor boştu, hızla merdivene koştu. Merdivende de kimse yoktu, basamakları dörder dörder indi. Yola çıktığında bir ara­ banın Küçük-Banker Sokağının köşesini döndüğünü kederle gördü. Marius deli gibi koştu. Caddenin kıvrımına vardığında, kira arabasının Mouffetard Sokağı yokuşundan indiğini gördü, ama çok uzaklaşmıştı, ona nasıl yetişecekti? Ardından koşmak ol­ mazdı, arabadakiler kendisini tanırlardı, ihtiyar onu tanımakta zorlanmazdı. Tam o anda, olağanüstü bir rastlantı sonucu bir ki­ ra arabasının geçtiğini gördü. Arabaya atlamaktan başka yolu kalmamıştı. Bu hem güvenilir, hem de tehlikesizdi. Marius arabacıya işaret etti ve ona şöyle seslendi: «Arabanı kiralıyorum, bir saatliğine.» 709

Marius epey kılıksızdı, üzerindeki eski ceketinin düğmeleri kopuk, gömleğinin yakası da yırtıktı. Arabacı, Marius’e ilgiyle baktıktan sonra, sol elini uzattı, baş ve işaret parmağını birbirine değdirip mangır işareti verdi. Marius: «Ne istediniz?» diye sordu. Arabacı eğlenen bir sesle; «Paramı şimdiden isterim,» dedi. İşte o zaman Marius cebinde sadece on altı metelik olduğu­ nu hatırladı: «Ne kadar?» diye sordu. «Kırk metelik.» «Dönüşte veririm.» Adam bir ıslıkla kamçısını şaklatıp, oradan uzaklaştı. Zaval­ lı Marius’ün yirmi dört meteliği olmadığı için, sevdiği kızın ad­ resini öğrenemeyecekti. Ufku yeniden kararmıştı, mutluluğunu, sevincini, aşkını kaybediyordu. Demin görmüştü, oysa tekrar kör oluyordu. Sabahleyin fukara kıza verdiği beş frankı pişman­ lıkla hatırladı. Beş frankı olsa kurtulacak, tekrar doğacaktı. Bo­ caladığı karanlık geceye gömülüyordu. Demin gözleri önünde dalgalanan ve bir kez daha kopan altından örülü ipliğe, gelece­ ğinin o kara ipliğini bağlayacaktı. Hüzünle evine döndü. Aslında durum o kadar kötü değildi. Yaşlı, hayırsever akşam altıda tekrar geleceğine söz vermişti. Marius bu kez, ne yapar eder onun izini yitirmezdi. Fakat kıza bakmakla öylesine meş­ guldü ki, babanın sözlerine fazla dikkat etmemişti. Tam merdivenleri çıkıyordu ki, Jondrette’i gördü. O iyi ada­ mın verdiği kalın ceket sırtında, bet suratlı, bir kılıksızla konu­ şuyordu. Marius onun bir alçak olduğunu hemen anladı. Böyle adam­ lar suç işlemek için, gündüzleri saklanıp geceleri çıkarlar. Lapa lapa yağan kar altında, baş başa vermiş fısıldaşan bu iki adamı bir polis görse, hemen işkillenirdi. Fakat Marius onla­ rı şöyle bir fark etmişti. Epey kederli olmasına rağmen, ansızın aklında bir şimşek 710

çaktı. Jondrette’in konuştuğu adamı tanır gibi olmuştu. O alçak suratlı herifi, bir gün Courfeyrac göstermiş ve onun Fanchaud isimli epey belalı bir suçlu olduğunu da söylemişti. Daha sonra­ ki yıllarda, bu Panchaud Bahar Çiçeği, Kolpacı, Gece Kuşu gi­ bi adlarla cinayetler işleyecekti, şu sıralarda, henüz işinde ilk adımlarını atmasına karşın, yine de tehlikeliydi. 1832 yılında polis kendisini izliyordu, ama henüz aleyhinde yeterli kanıtlar bulunamamıştı. 11 MARİUS’E İYİLİK ETME TEKLİFİ Marius, yavaş adımlarla merdivenden çıktı, tam odasına gi­ riyordu ki, ardı sıra ayak sesleri duyarak başını çevirdi. Şu an­ da kızı görmek Marius’ün acısını çoğalttı. Beş frankını ona ver­ mişti, fakat artık isteyemezdi, üstelik epey gecikmişti. Başka bir arabayı nasıl bulurdu? Aslında kız belki de parayı harcamıştı bile, ona geri vermezdi. Demin gelenlerin adresleri­ ni sormanın da hiçbir faydası olmayacaktı. Kız bilmezdi, nere­ den bilecekti ki. Fabantou imzasıyla yazılı mektup, «Saint-Jac­ ques Kilisesindeki iyi kalpli Mösyö» adresine yazılmıştı. Marius odasına girip kapısını kapatmak için, itti. Fakat kapı kapanmadı, delikanlı bir elin kapıyı aralı tuttuğunu gördü. «Ne var?» diye sordu. «Orada kim var?» Jondretteler’in kızıydı. Marius’un sabrı kalmadı, katı bir sesle: «Yine mi siz?» diye sordu. «Ne istiyorsunuz?» Kız dalgınca durdu, hemen karşılık vermedi. Henüz içeri gir­ memişti, kapıdaydı. Sabahki gibi kendinden emin, ukala değil­ di. Marius yarı aralı kapıdan, onun kederli göründüğünü fark et­ ti. Genç adam haykırdı: «Ee, artık konuşsanıza. Benden ne istiyorsunuz?» Kızın fersiz gözlerinde bir kıvılcım yandı: 711

«Mösyö Marius, çok acılı görünüyorsunuz, neyiniz var si­ zin?» «Benim mi?» «Evet.» «Bir şeyim yok.» «Bir sıkıntınız var, boşuna inkâr etmeyin!» «Beni rahat bırakın... Yalnız kalmak istiyorum.» Marius kapıyı itti, kız onun elini tuttu: «Bakın, boşuna üstelemeyin. Size yardım etmek istiyorum. Siz çok iyi birisiniz, paralı olmadığınız halde, bu sabah bana beş frank verdiniz. Fakat siz bana derdinizi söylemiyorsunuz, oysa ben çok kaygılı olduğunuzu biliyorum. Sizin üzülmenizi is­ temem. Size yardımcı olabilirim, benden ne istersiniz? Hatırınız için her şeyi yaparım. Ama derdinizi söylemezseniz, size nasıl yardım ederim? Babama çok yardım ediyorum, mektup götür­ mesini, evlere girip çıkmasını, adres aramayı, birinin ardından giderek, kendimi göstermeden izlemesini bilirim. Derdinizi anla­ tın, isterseniz gidip sizin adınıza konuşurum. Böylece her şeyi yoluna koyarız. Beni istediğiniz gibi kullanabilirsiniz.» Birden Marius’ün aklına bir şey geldi, denize düşen yılana sarılır. Kıza yaklaştı: «Dinleyin,» dedi. Kızın yüzünde bir mutluluk ifadesi gördü, kız onun sözünü kesti: «Oh, oh, benimle teklifsizce konuştunuz, bu da hoşuma git­ ti.» Marius kıza açılmaya kararlıydı: «Baksana, şu ihtiyarla kızını buraya sen getirdin değil mi?» «Evet.» «Adreslerini biliyor musun?» «Hayır.» «Bir iyilik yap, bana onların adreslerini öğren.» Demin ışıldayan sönük yüz karardı. 712

«Ya, istediğiniz bu ha!» «Evet.» «Onları tanıyor musunuz?» «Hayır.» Kız, coşkuyla sordu: «Ya, demek tanımıyorsunuz, fakat tanışmak istiyoruz?» Demin «onlar» diyen kız, ansızın «o» demeye başlamıştı, sesinde acı tonlar seziliyordu. Marius sordu: «Bana yardım edecek misin?» «Şu güzel hanımın adresini mi istiyordunuz?» Bu «güzel matmazel» deyiminde, Marius’ü huzursuz eden bir şey vardı. Hemen atıldı: «Fark etmez, babanın adresi, kızın adresi, adres olsun da...» Kız ona aksice baktı: «Karşılığında ne vereceksiniz?» dedi. «Ne istersen.» «Ne istersem verir misiniz?» «Evet.» «Tamam, adresi öğrenir, size getiririm.» Başını eğdi ve sonra seri bir hareketle kapıyı çarparak çıktı. Marius yalnız kalmıştı. Bir sandalyenin üzerine attı kendini, başını ellerinin arasına alıp düşünceye daldı. Sanki başı dönmüştü. Sabahtan beri, ge­ lişen olaylar gözlerinin önüne serildi. O meleğin görünüşü, kay­ boluşu, şu yoksul kızın kendisine önerisi, koyu bir kederde yü­ zen, ufacık bir umut ışığı oluşturmuştu. Marius, derin düşünce­ lerine tekrar daldı. Birden dalgınlığından sıyrıldı. Jondrette’in o kaba sesini tekrar duydu. Adam yüksek sesle Marius için çok önemli olabilecek şu sözleri söylüyordu: «Ben sana eminim diyorum, onu görür görmez tanıdım.» Jondrette kimden söz ediyordu? Kimi tanımıştı? İhtiyar’ı mı? 713

Yani onun «sevgilisinin babasını? Demek Jondrette onu tanı­ yordu. Marius genç kızı saran o giz perdesinin açılacağını ve onun kimliğini öğreneceğini düşündü. Kimdi o kız? Marius kimi sevi­ yordu? Babası kimdi? Onları örten koyu karanlık dağılacaktı... Aman Tanrım... Tekrar masanın üzerine tırmandı ve izleme de­ liğine gözünü uydurdu. Jondretteler’in çöplüğünü izlemeye başladı. 12 İHTİYARIN VERDİĞİ PARANIN HARCANMASI Ailenin ve odanın manzarasında bir değişiklik yoktu. Kadın ve kızlar, gelen çıkını açmışlar; yün çorapları, yün bluzları, yün eteklikleri giymişlerdi. Yataklarının üzerlerini de o adamın getir­ diği yeni battaniyelerle örtmüşlerdi. Jondrette Baba, dışarıdan yeni dönmüş olmalıydı. Soluk so­ luğaydı. Kızları şöminenin önünde yere oturmuşlardı. Büyük kız, kardeşinin elini pansuman ediyordu. Kadın şiltenin üzerine yarı uzanmış, yüzünde büyük bir şaşkınlıkla, eşine baktı. Jond­ rette çok coşkulu görünüyordu. Odada geniş adımlar atarak bir aşağı bir yukarı dolanıyordu. Gözleri kıvılcımlar saçıyordu. Kocasının karşısında korkak görünen kadın nihayet sorma cüretini gösterdi: «Ne diyorsun, kesinlikle emin misin?» «Kesinlikle! Benden kaçar mı? Gerçi üstünden tam sekiz yıl geçti ama onu görür görmez tanıdım. Senin tanımamana şaş­ tım. Nasıl oldu da tanımadın?» «Ben tanımadım.» «Oysa sana dikkatle bak demiştim. Aynı boy, aynı tavır, yü­ zü biraz daha yaşlanmış, ama çok az. Böyle uzun yıllar yaşlan­ mayan insanlar vardır, nasıl ederler bilmem. Ses tonu. Tek fark adamın kılığının daha iyi oluşu. Ah, iblis, seni yakaladım, artık elimden kaçamazsın!» 714

Hemen sustu ve kızlarına: «Haydi çocuklar,» dedi, «sizler dışarı, çıkın...» Kızlar babalarının söylediğini yapmak için yerlerinden fırla­ dılar. Anneleri söylenecek oldu: «Evet ama o, yaralı eli?» Jondrette: «Açık hava iyi gelir,» dedi. «Haydi dışarı!» Adamın itiraz kabul etmez bir tip olduğu belliydi. Kızlar ses­ sizce çıktılar. Tam kapıdan çıkıyorlardı ki, adam büyük kızının kolunu tut­ tu ve sözlerinin üstüne basa basa: «Saat tam beşte gelmiş olacaksınız,» dedi. «Size ihtiyacım olabilir.» Marius kulak kesilmişti. Eşiyle yalnız kalan Jondrette, odada dolaşmayı sürdürdü. Sonra bir ara üstündeki kadın bluzunun eteklerini pantolonun beline sokmaya çalıştı. Sonra birden, karısına döndü ve kolla­ rını göğsünde birleştirip, yengi dolu bir sesle: «Bir şey daha söyleyeyim mi sana? O güzel hanım kim? An­ ladın mı?» «Güzel hanım mı? Nereden bileyim bunu? Bana ne?» Marius artık emindi, şu sırada sevdiği kızdan söz ediyorlar­ dı. Kaygıyla kulak kabarttı, bütün ruhunu kulaklarında toplamış­ tı. Fakat ne yazık ki, iyi duyamadı, çünkü Jondrette eğilip karı­ sının kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Sonra başını geriye attı ve yüksek sesle: «Evet kız da, O.» «Ne!» Kadın yabanıl bir sesle bağırmıştı. «Evet, O. Ben ne dediğimi biliyorum,» dedi adam. Kadınının «Ne!» diye bağırırken nasıl bir sesi olduğunu an­ latmak çok zor. Bu iki harfli kelimede neler yoktu? Hayret, kin, öfke ve acı. Hepsi de içiçe geçmiş ve müthiş ifadeler kazanmış­ 715

tı. Kocasının az önce kulağına fısıldadığı sözlerden sonra, ka­ dın zıvanadan çıkmıştı. Gerçi her zaman korkunç bir kadın ol­ muştu, fakat ne de olsa anneydi. Şu anda anne olmaktan da çıkmış canavarlaşmıştı. «Olamaz!» diye bağırdı. «Benim kızlarım çıplık ayaklı. Üst­ lerine başlarına adam gibi giyecek bir şey bulamazlarken, onun ipekli mantosu, kadife şapkası ve saten pabuçlarının olmasına, aklın nasıl yatıyor? O çok şık bir hanım giyimliydi. Üzerinde hiç yoksa iki yüz franklık elbise vardı. Hem baksana, o çirkin, sıs­ ka, uyuşuk kızın biriydi. Oysa bu genç kız çok güzel, hayır ola­ maz, bu kız o olamaz.» «Sana ne diyorsam o. Birazdan sen de anlayacaksın ya.» Kocasının bu kararlı ifadesine Madam Jondrette öfkeden morarmış yüzüyle yanıt verip, korkunç gözlerini tavana çevirdi. O anda Marius, onu kocasından daha korkunç buldu. Kadın kaplan bakışlı dişi domuz gibiydi. Uğultulu bir sesle bağırdı: «Nasıl olur! Kızlarıma merhametle bakan şu güzel kız o çir­ kin kız ha? Tekmelerimle onun karnını deşmek isterim.» Şiltesinden çıktı ve bir ara saç baş darmadağınık, burnun­ dan soluyarak odanın ortasında durdu. Ağzı açık, yumrukları sı­ kılıydı. Daha sonra tekrar kendisini şiltenin üzerine attı. Erkek, onu umursamadan dolanıp duruyordu. Birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra adam karısının önün­ de durdu ve demin yaptığı gibi, kollarını göğsünde birleştirip: «Sana bir şey daha diyeyim mi?» diye sordu. «Evet.» Beriki uğultulu bir sesle: «Beni dinle,» dedi, «bir altın made­ ni buldum sayılır, bundan böyle işim gıcır!» Eşi ona afallayarak baktı, kocasının delirmiş olabileceğini düşünmüştü. Fakat adam sürdürdü: «Bana bak, yıllardır parasızlıktan neler çektik, açlıktan öldük bittik. Isınacak ateş, yiyecek ekmek bulamadık. Artık ben de paralı insanlar gibi yaşamak istiyorum, patlayasıya yemek, şık 716

giyinmek, insan gibi yaşamak istiyorum. Ölmeden önce şöyle bir milyoner gibi yaşamaya, ne dersin?» Kadın şaşkındı: «Ne demek istiyorsun?» diye sordu. Adam, baş salladı, göz kırptı ve bir köşede duran işportacı gibi sesini yükseltip: «Ne demek istediğimi dinle!» Karısı telaşlandı: «Sus, bağırma bu kadar, yavaş ol. Yerin kulağı vardır.» «Boş ver. Komşu çıktı, demin onu sokakta gördüm. Hem bu­ rada olsa ne çıkar... O ahmağın biri, ne anlar ki?..» Fakat yine de karısını dinlemiş, sesini kısmıştı. Ama Marius birkaç kelime duyabildi. Dışarıda yağan kar, arabaların sesleri­ ni kesiyordu, bu da genç adamın daha iyice duymasını sağladı. Marius şunları duydu: «Dinle beni. Şu zengin moruğu enseledik sayılır. O elimizde. Her şeyi ayarladım, dışarıda binleriyle konuşup anlaştım, arka­ daşlar bize yardım edecekler. Adam akşam saat altıda şu para­ ları getirmeye gelince onu sıkıca yakalarız. O saatte bizim şu aptal komşu da yemeğe gider. Burgon Ana komşulara bulaşığa çıkacak. Evde kimsecikler olmaz. Komşu, gece on birden önce gelmez. Kızlar nöbet bekler, sen de bana yardım edersin, ada­ mı sucuk gibi bağlar, yola getiririz.» Kadın sordu: «Peki ama ya yola gelmez, söylediklerimizi yapmazsa?» Jondrette eliyle müthiş bir işaret yaptı ve: «Kaygılanma,» dedi. «Onu adam etmesini bilirim!» Sonra bir kahkaha attı. Marius ilk kez onun güldüğünü duyuyordu. Bu yumuşak ve titretici kahkaha genç adamı iliklerine değin titretti. Jondrette, ocağın yanı başındaki bir dolap kapağını açıp es­ ki bir şapkayı başına geçirdi. «Ben şimdi çıkıyorum, daha önce görmem gereken adamlar var. Bak görürsün, her şey nasıl tereyağından kıl çeker gibi ola­ 717

cak. Öyle bir düzen kurdum ki! Birazdan dönerim. İyi iş yaptım, inan. Sen, burayı bekle.» Ellerini pantolonun cebine atıp biraz dalgınca durdu ve son­ ra bağırdı: «Neyse, sersem beni tanımadı. Bu da bir talih. Beni tanısa, bir daha geri gelmezdi. Elden kaçırırdık. Şu sakal beni kurtardı, benim şu canım sakalım, güzel sakalım!» Tekrar güldü. Pencereye yaklaştı, kar hâlâ yağıyordu. «Ne kötü bir hava,» diye homurdandı. Ceketinin önünü kapattı: «Bu benim için epey bol, ama önemli değil, iyi ki ihtiyar bu­ nu bana bıraktı. Aksi halde yarı çıplak sokağa çıkamazdım. Ah kader, nelere bağlı!..» Şapkayı gözlerinin üstüne kadar çekti ve çıktı. Sonra tekrar kapıda göründü, sinsi ve yabanıl yüzünü içeri soktu: «Ha, unuttum,» dedi. «Mangal yak.» Karısının önlüğüne ihtiyarın verdiği beş frankı attı. «Otuz meteliklik kömür al.» «Tamam, kalanla da yiyecek bir şeyler alırım.» «Sakın ha!» «Ne?» «Geri kalan parayı, sakın harcama!» «Peki, ama niye?» «Çünkü benim yapacak alışverişlerim var.» «Ne?» «Yakınlarda bir hırdavatçı var mı?» «Evet, Mouffetard Sokağında öyle biri var. Ne kadarlık alış­ veriş edeceksin?» «Üç frank harcarım herhalde.» «Evet, ama yiyecek için para kalmıyor.» «Bugün sen yemeği dert etme. Yemekten daha ilginç şeyler var aklımda...» «Sen bilirsin, canım.» 718

Jondrette Baba, bu sözlerden sonra kapıyı kapattı ve bu kez Marius onun koridordan geçerek merdivenlere gittiğini duydu. Tam o sırada, yakınlardaki Saint-Medard Kilisesinde saat ikindinin birini çalıyordu. 13 MARİUS BİR ŞEYLER YAPMAYA ÇALIŞIYOR Hayalci olmasına rağmen Marius, cesur ve güçlü bir yaradı­ lıştaydı. Aslında içine kapanık olması onun insaniliğini ve duy­ gusallığını çoğaltmış, öfkelenme yetisini köreltmişti. Fakat hak­ sızlığa gelemezdi. Haksızlık karşısında bir yargıç gibi adil dav­ ranırdı. Fakat şu anda gördükleri kanını donduruyordu. O bir kaplumbağaya acır, fakat bir yılanı kolaylıkla ezerdi. Komşula­ rının yılandan bile kötü canavarlar olduklarını anlaması birkaç saniyesini aldı. «Şu alçakları ezmek gerekiyor!» diye düşündü. Aklına takılan sır iyice kararmıştı. Parkta rastladığı o güzel kız ve ihtiyar babasıyla ilgili düşünceleri karışıktı. Tek anladığı Jondrette’in onları tanımış olması ve adamdan faydalanmak istemesiydi. İhtiyara bir tuzak kuruluyordu. O ve kızı büyük bir tehlikeyle yüz yüzelerdi. Marius, Jondrette’in ta­ sarılarına engel olmaya karar verdi. Genç adam, bir süre odada tek başına kalan kadına baka­ kaldı. Kadın ocağın içinden bir şeyler çıkarmaya uğraşıyordu. Onun bir mangalı yaktığını gördü. Genç adam ses çıkarmamaya çalışarak, masanın üstünden indi. Birden mutlulukla doldu içi, sevdiği kıza yardım edeceğini düşünmek onu rahatlatmıştı. Peki ama nasıl davranacaktı? Başı belada olanlara haber ulaştırması gerekiyordu. Onların bu çöplüğe dönmelerine engel olması zorunluydu. Evet, ama Marius onların yerini yurdunu bil­ miyordu ki. Onları şöyle bir görebilmiş ve sonra onları tekrar Paris’in derinliklerinde kaybetmişti. Belki, akşam saat altıya de­ 719

ğin dışarıda beklese ona haber verebilirdi. Fakat bu epey tehli­ keli olurdu. Jondrette’in suçortakları onu görürlerdi. Onları kur­ tarmak bir yana, onların mahvolmalarına neden olabilirdi. Mari­ us delirecek gibiydi, saat biri çalmıştı, akşam saat altıda o iyi kalpli adam, kendisi için hazırlanan tuzağa düşecekti. Hem de ne tuzak? Kim bilir şu katiller ona ne yaparlardı? Yapılacak tek iş vardı. Marius seri bir kararla ceketini giydi, şapkasını başına taktı ve boynuna bir atkı alıp sessizce dışarı süzüldü. Petit Banker Sokağına saptı. Çok basık bir duvar boyunca yürüyordu. Bu duvar bir arsaya açılırdı. Kar iyice tutmuştu, ayak sesleri duyulmuyordu. Derken genç adam sesler duydu, sağa sola baktı, kimsecikleri göremedi. Oysa sesler çok yakından gelmişti. Marius yürüdüğü duvarın arkasına bakmayı düşündü. Kendisine arkalarını dönmüş, sırtlarını duvara vermiş, iki serse­ ri gördü. Bunlar baş başa konuşuyorlardı. Marius o iki adamı da tanımıyordu. İçlerinden biri sakallıydı, üzerinde bir önlük vardı, diğeri gür saçlı biriydi, pılı pırtı içindeydi. Sakallının başında Rum biçimi bir takke vardı, diğerinin başı açıktı, kıvırcık saçla­ rını kar kaplamıştı. Marius, azıcık daha yaklaşıp kulak kesildi. Gür saçlı adam arkadaşını dirsekleyerek: «Patron-Minette’dekiler işe karışırsa iyi olur,» dedi. Sakallı o kadar emin görünmüyordu: «Öyle mi sence?» diye sordu. Darmadağınık saçlı olanı tekrar konuştu: «İyi iş, kelle başı beş yüz frank. En kötüsü beş ya da altı yıl yatmak. Haydi bile­ medin on yıl yeriz, ama yakalanmayacağız.» Diğeri kafasını kaşıyarak yanıtladı: «Evet ama yakalanmayı da hesaba katmalı.» «Ben sana bu iş olur diyorum, inan bana.» Daha sonra konuyu değiştirdiler ve bir akşam önce tiyatroda izledikleri bir dramdan söz ettiler. Marius yoluna gitti. Derken, uğursuz suratlı serserilerin konuşmasının Jondret­ 720

te’in planıyla ilgili olduğunu düşündü. Evet sözünü ettikleri «İş,» o iş olmalıydı. Genç adam Saint-Merceau Mahallesine değin yürüdü ve önünden geçtiği ilk dükkâna uğrayıp karakolun yerini sordu. Adresi verdiler. Pontoise Sokağı, numara 14. Marius oraya koşar adımlarla gitti. Bir fırının önünden geçerken iki meteliklik bir francala alıp yedi, akşam yemeğini yiyemeyeceğini biliyordu. Yolda giderken Tanrı’nın yollarının sahiden çok isabetli oldu­ ğunu düşünerek, şükürler etti. O sabah Jondretteler’in kızına o beş frankı vermese, güzel kızla babasının artlarından arabayla gidecek, Jondretteler’in o korkunç tuzaklarından habersiz ola­ caktı. O zaman hem ihtiyar, hem de kızı mahvolacaklardı. 14 POLİSİN BİR AVUKATLA KONUŞMASI Marius karakolun önüne varınca, hemen girdi ve komiserle konuşmak istediğini söyledi. Oradaki bir görevli, kendisine komiserin orada olmadığını söyledi, ama acil bir şeyse müfettişle görüşebileceğini söyledi. «Acil,» dedi Marius. Memur kendisini bir odaya aldı. Orada uzun boylu ve iri kı­ yım biri, bir masanın ardında oturuyordu. Sobaya ellerini uza­ tan adamın dörtgen bir yüzü, ince dudakları, sert bir ağzı, epey gür ve kırlaşmış favorileri vardı. Adamın gözleri o kadar keskin­ di ki, sanki bu bakışlarla kalbinin içindekileri bile öğrenmek isti­ yor gibiydi. Adamın müthiş görünümü Marius’ü ürkütemedi, onu Jond­ rette kadar tehlikeli bulmadı. «Ne istiyorsunuz?» diye sordu Marius’e. Ona Mösyö bile de­ memişti. «Komiserle görüşmek istemiştim.» 721

«Henüz gelmedi, onun yerine ben bakıyorum.» «Çok gizli bir iş ve epey acil.» «O zaman hemen anlatın.» Sakin ve aynı zamanda korkunç görünümlü adam, karşısın­ dakini korkutmakla birlikte, ona güven de veriyordu. Marius ola­ nı biteni anlattı. Tanımadığı birinin tuzağa düşmek üzere oldu­ ğunu bildirdi. O kötü adamın oturduğu evin yan odasında otur­ duğunu, avukat Marius Pontmercy olduğunu da ekledi. Tuzağı hazırlayan alçak adamın, Jondrette isimli ne olduğu bilinmez bir hırsız olduğunu, adamın suçortaklarının bulunduğunu, birkaç dakika önce Jondrette’in Panchuaud isimli bir sabıkalıyla ko­ nuştuğunu gördüğünü söyledi. Jondrette’in kızları evin önünde nöbet tutacaklardı. Her şey akşam saat altıda olup bitecekti. Harabenin çok tenha bir yerde olduğunu da belirtti. Hastane Caddesi, numara 50-52. Bu numarayı söylediğinde müfettiş başını kaldırdı ve: «Ya, demek koridorun bitimindeki oda.» Marius: «Evet, orayı biliyor musunuz?» Müfettiş biraz sustu sonra sol ayağını kaldırıp sobada ısıttık­ tan sonra: «Evet bilirim,» dedi. Dişleri arasından söylendi: «Patron-Minette’dekilerin işidir!» Bu adı duyunca Marius hemen bağırdı: «Evet demin o çeteden söz edildiğini duymuştum. Az önce duvar önünde gördüğü iki adamdan söz etti. Müfet­ tiş homurdandı: «Tamam, onların adamları. Perişan saçlı Brujon olmalı, sa­ kallı da Demi Liard yani İki Milyar.» Adam bakışları yerde, düşünüyordu: «Çetebaşının da kim olduğu... Ah, eyvah, çizmemin tabanı­ nı yaktım, lanet olası, şu sobaları da ne kadar harlı yakarlar. O harabe eski Gorbeau mülkü.» 722

Daha sonra, tekrar sordu: «O sakallı ve perişan saçlıdan başka kimseyi görmediniz mi?». «Bir de Pauchaud’u gördüm.» «Ufak tefek, kara kuru birini görmediniz mi?» «Hayır.» «Peki ya çam yarması birini? Hayvanat bahçesindeki file benzeyen birini?» «Hayır.» «Peki, ya cin suratlı ve ihtiyar bir madrabazı andıran birini?» «Hayır.» «Dördüncüyü ise, onu suçortakları bile görmez, o sadece geceleri ortaya çıkar, onu görmüş olamazsınız.» Marius şaşkındı, sordu: «Peki ama bana söylediğiniz bu isimler neyin nesi?» Müfettiş: «Aslında onların saati değil.» Sustu ve sonra: «Numara 50-52. Orayı iyi bilirim. Ne yazık ki içeride gizlene­ cek olsak, hemen yakayı ele veririz. O zaman oyunlarını erte­ lerler. Zavallılar, o kadar kibirsizdirler ki, kalabalık karşısında rol yapamazlar. Hayır, yağma yok, ben onların şarkı söylediklerini ve dans ettiklerini görmek isterim.» Bu konuşmadan sonra Marius’e döndü ve ona dik dik bakıp sordu: «Cesur musunuz?» «Neden olmayayım?» diye sordu Marius. «Şu adamlar sizi korkutuyor mu?» Marius’ün tepesi atmıştı, şu polis, çok kaba konuşuyordu henüz kendisine «Mösyö» bile dememişti. «Sizden korktuğumdan daha çok korkacak değilim,» diye öf­ keyle söylendi. Müfettiş daha aksice baktı ve çok ağır bir sesle: 723

«Gözüpek biri gibi konuştunuz. Namuslu biri olduğunuza eminim. Cesaret cinayetten, namus da yetkeden korkmaz.» Marius araya girdi: «Tamam ama, ne yapmayı düşünüyorsunuz?» Müfettiş bir soruyla karşıladı: «O çöplüğün kiracılarının içeri girmek için anahtarları vardır değil mi? Sizde de olmalı?» «Evet, var.» «Verin bana.» Marius yeleğinin cebindeki anahtarı mütfettişe verirken, şöy­ le dedi: «İnanın bana, onlar çok güçlüler siz yanınıza birkaç adam alıp gelin.» Müfettiş genç adama eğlenerek baktı ve sonra ceketinin her iki cebinden iki küçük tabanca çıkarıp ona uzattı. Bunları deli­ kanlıya verirken: «Bunları alıp evinize gidin, odanızda saklanın. Sizi dışarıda sansınlar. Tabancalarda ikişer mermi var. Siz o katilleri izleyin. Bana duvardaki bir delikten söz etmiştiniz. Adamlar geldikten sonra, bir zaman olayları öylece bırakın. Vakti gelince, bir el ateş edin, üst yanını bana bırakın. Ama dikkat, sakın telaşlan­ mayın. Adamları suçüstü yakalamak isterim. Siz avukatsınız, ne demek istediğimi anlamışsınızdır.» Marius tabancaları ceketinin yan cebine koydu. Müfettiş: «Hayır,» dedi, «cebiniz kabardı, siz bunları panto­ lon ceplerinize koyun.» Marius onun söylediğini yaptı. Müfettiş: «Kaybedecek bir saniye bile yok, saat kaç oldu, iki buçuk, saat yedide mi demiştiniz?» Marius: «Altıda,» dedi. «Vaktim var,» dedi, polis, «ama bir an bile yitirmemeliyim. Ne dediğimi unutmayın; bir el ateş edin.» Marius onu ferahlatmak istedi: 724

«Kaygılanmayın.» Delikanlı tam kapıdan çıkıyordu ki, müfettiş ona seslendi: «Ha, bir şey daha söyleyeyim; yeni bir gelişme olacak olur­ sa ya buraya gelin, ya da birini gönderin. Müfettiş Javert’i ara­ sınlar.» 15 JONDRETTE ÇARŞI-PAZAR GEZİYOR Birkaç dakika sonra, saat üç civarında, Courfeyrac ile Bos­ suet Mouffetard Sokağından geçiyorlardı. Kar iyice şiddetlen­ mişti, tipi gibi yağıyordu. Bossuet o sırada Courfeyrac’a şöyle diyordu: «Sanki göklerde beyaz kelebeklerin vebası başladı, bu kar­ lar tıpkı ölü kelebekler gibi değil mi?» Sonra Bossuet, Marius’ü gördü. Genç adam epey tuhaf halde, yokuşu çıkıyordu. «Vay canına, Marius’a bak.» «Evet, gördüm,» dedi Courfeyrac, «ama sakın ona seslen­ me.» «Niye?» «Çünkü işi var.» «Ne işi var ki?» «Görmüyor musun birini izliyor.» Bossuet arkadaşını onayladı. Courfeyrac: «Baksana, nasıl sağa sola bakıyor, kaygılı gibi. Herhalde âşık olduğu kızın ardında olacak...» Bossuet etrafına dikkatle baktıktan sonra: «Ben kız falan görmedim,» dedi. «Sokakta öyle birileri yok!» Courfeyrac da, biraz baktıktan sonra: «Haklısın, bir erkeğin peşinde.» Sahiden Marius yirmi adım önünden koşan şapkalı bir ada­ mı izliyordu. 725

Bu adamın üzerinde yepyeni bir redingot, ama ayağında pa­ ramparça bir pantolon vardı. Bossuet bir kahkaha attı: «Aman Tanrım! Bu da ne?» Courfeyrac bilmişçe: «O bir şair olmalı,» dedi. «Onlar hep böyledir, dilenciler gibi pantolonlar ve zenginler gibi ceket giyerler.» Bossuet heyecanlanmıştı: «Haydi Courfeyrac,» dedi, «me­ rak ettim, gel biz de artlarından gidelim bakalım, Marius’le şu adam nereye gidecekler?» Courfeyrac karşı koydu: «Bossuet, Meaux Kartalı, yazık sana, çok ayıp doğrusu. Bir erkeği izleyen birinin ardından gidilmez.» Geri döndüler. Marius, Jondrette’in Mouffetard Sokağına girdiğini görüp ar­ dına takılmıştı. Jondrette izlendiğini fark etmeden yürümeyi sür­ dürdü. Marius bir ara onun Gracieuse Sokağındaki çok döküntü bir kulübeye girip, birkaç dakika kaldığını gördü. Adam tekrar Mo­ uffetard Sokağında yürümeyi sürdürdü. Köşedeki bir nalburun önünde durup içeri daldı ve Marius birkaç dakika sonra onu elinde bir paketle gördü. Adam kâğıdı sarılı kocaman bir maka­ sı ceketinin cebine attı. Sonra sola sapıp Petit-Banker Sokağı­ na daldı. Marius artık adamı izlemeyi bıraktı. Çok isabetli dav­ ranmıştı, çünkü Jondrette duvar önünde sakallı ve dağınık saç­ lı adamlarla buluşacaktı. Jondrette arkasına baktı, kimseyi gör­ meyince, duvardan aşıp boş arsada yok oldu. Marius adamın yokluğunu fırsat bilip görünmeden eve gir­ menin doğru olacağını düşündü. Aslında tam vaktiydi. Akşam­ ları şehre bulaşık yıkamaya inen Madam Burgon mezbelenin giriş kapısını kilitlerdi. Marius anahtarını polise vermişti, bundan dolayı, kapı kapanmadan odasına çıkması gerekiyordu. Karanlık çökmüştü. Ta ufuklarda, güneşin aydınlattığı yerde 726

doğan ay yükselmeye başladı. Kıpkırmızı bir top gibi gökyüzün­ de görünüyordu. Marius koşarak mezbeleye vardı, kapı henüz açıktı, sessizce basamakları çıktı ve odasına süzüldü. Bu kori­ dorda birkaç boş oda vardı. Madam Burgon kapıları açık tutar­ dı. Odalardan birinin önünden geçerken, içerde, dört baş görür gibi oldu. Fakat kendisi görünmek istemediği için bakmadan ge­ çip gitti. Kimseye görünmeden odasına vardı. Tam vaktiydi, az sonra Madam Burgon’un kapıdan çıktığını duydu. Evin giriş ka­ pısı ardından kapandı. 16 1832’NİN ÇOK TUTULMUŞ BİR ŞARKISI Marius yatağının üzerine oturdu. Saat beş buçuk olabilirdi. Yarım saat sonra bir şeyler olacaktı. Karanlıklarda ilerleyen şu iki gücü düşündü. Bir yandan cinayet ilerliyordu, öte yandan adalet. Marius korkmuyordu ama, birazdan olacakları düşün­ dükçe titremesini bastıramıyordu. Önce, tatlı bir rüya olarak başlayan gün, kâbusa dönüşmüştü. Delikanlı bütün bunların gerçekliğine inanmak için, ellerini pantolon ceplerindeki taban­ calara değdirdi. Kar kesilmiş, giderek parlayan ay bulutlardan çıkmıştı. Karın beyazlığına karışan ay ışığı odayı bir gün batımı ışığına boğ­ muştu. Jondretteler’in odasında ışık vardı. Marius duvardaki çatlak­ tan kanlı bir kızıltı gördü. Bu kızıltı bir mumdan gelen ışık olamazdı. Üstelik evde çıt yoktu. Kimse kıpırdamıyor, kimse konuşmuyordu, bir soluk se­ si bile duyulmuyordu. Buz gibi ve çok koyu bir sessizlik. Işık ol­ masa Marius yandaki odanın bir mezar olduğuna yemin edebi­ lirdi. Marius usulca çizmelerini çıkartıp, yatağının altına itti. Birkaç dakika geçti. Marius Jondrette’in döndüğünü duydu. 727

Birden sayısız ses yükseldi. Aile reisi hariç bütün aile odada toplanmıştı ve sessizce bekleşiyorlardı. Adam girdi: «Ben geldim,» dedi. «Hoşgeldin Beybaba,» diye seslendi kızları. Kadın sordu: «Ne oldu?» Jondrette: «Her şey yolunda, ama ayaklarım dondu. İyi, bak giyinmiş­ sin. Böyle daha iyi bir halin var. Güven vermelisin.» «Her an çıkmaya hazırım.» «Sana dediklerimi unutmadın ya? Her şeyi yapacaksın değil mi?» «Kaygılanma.» Jondrette, «Çünkü,» dedi ama sözlerini bitirmedi. Marius onun masanın üstüne ağır bir şey bıraktığını duydu. Herhalde satın aldığı kocaman makası masaya bırakmıştı. Jondrette sordu: «Ya, demek burada yemek yenildi?» Anne: «Evet üç irice patates aldım, biraz da tuz, ateşte pişirip ye­ dik.» Jondrette: «Çok iyi,» dedi. «Yarın sizi lokantaya götüreceğim, ördek kı­ zartması ile salata ısmarlarım size. Ağalar gibi tıkınırız. Her şey yolunda ya?» Daha sonra, yarım sesle: «Kapan açık ve kediler de burda.» Sesini daha da kısarak ekledi: «Şunu ocağa koy da ısınsın...» Marius kömürlerin yanarken çıkardığı sesi duydu, sanki bir maşayla karıştırmışlardı. Jondrette bir daha sordu: «Kapıyı yağladınız mı, gıcırtı olmasın.» «Tamam,» dedi kadın, «her söylediğini yaptık.» «Saat kaç?» «Altıya geliyor. Demin Saint-Medard’da beş buçuktu.» 728

Jondrette: «Haydi kızlar,» dedi, «nöbete, haydi gelin de sözlerimi iyice dinleyin.» Bir fısıltı duyuldu. Sonra Jondrette yüksek sesle sordu: «Şu Burgon sürtüğü defolup gitti mi?» Madam Jondrette onayladı. «Komşunun odası boş ya? Adam evde değil ya?» «Bütün gün dönmedi, hem bu saatte akşam yemeğine çıkar. Bilirsin.» «Emin misin?» «Elbette.» «Olsun biz işi sağlama alalım, haydi kızım, sen şu şamdanı al git, odasına bir bak.» Marius yere karınüstü yattı ve sessizce yatağın altına girdi. Henüz girmişti ki, kapının deliklerinden bir ışık süzüldü. Bir ses duyuldu: «Baba, o evde yok.» Marius büyük kızın sesini tanıdı. Baba sordu: «İçeri girdin mi?» «Hayır, ama anahtarı kapı dışında olduğuna göre evde yok demektir.» Babası buyurdu: «Sen yine de bir bak.» Kapı aralandı. Marius, elinde şamdanla kızın içeri girdiğini gördü. Kız doğruca yatağa yürüdü. Marius bir an yakalanmaktan korktu. Fakat kız yatağa yakın duvara asılı olan aynaya doğru yürümüştü. Ayak ucunda başını yükseltip kendisine baktı. Yan odada bir şıngırtı duyuldu, zincir ve demirlerin şıngırtısı. Kız elleriyle saçlarını düzeltti ve gülümseyerek bir şarkıya başladı. Çatlak sesiyle o yılların son moda bir romansıydı söy­ lediği: 729

Aşkımız sadece bir hafta sürdü, Mutluluklar ne kadar kısa, Bir hafta sevinmiştik ikimiz, Aşk mevsimi neden erkenden biter? Aşk bitmesin, aşk bitmesin... Bu arada Marius kaygılıydı. Kızın kendi nefesini duymasın­ dan korkuyordu. Kız pencereye yaklaştı ve dışarı baktı, yine yüksek sesle söylendi: «Aman Tanrım! Paris beyaz gömleğiyle ne kadar çir­ kin.» Aynanın önüne geçti ve kendisine bu kez profilden bakarak eliyle saçlarını kabarttı. Birden, yan odadan babanın sesi geldi: «Eh haydi, ne yapıyorsun orada?» Kız ayna karşısında durup seslendi: «Yatağın ve masanın altına bakıyorum. Kimse yok burada.» «Aptal şey hemen dön. Kaybedecek vakit yok...» «Bağırma, geldim. Şu evde hiçbir şeye vakit olmaz zaten...» Kız başka bir şarkıya başlayıp, kapıyı ardından kapatıp gitti.

Beni terk edip gidiyorsun kahraman olmak için, Hüzünlü gönlüm hep gelecek seninle. Hemen sonra Marius, kızların çıplak ayaklarının sesini duy­ du. Babaları ardı sıra haykırıyordu: «Haydi, dikkat edin. Biriniz parmaklık önünde, diğeriniz Pe­ tit-Banker Sokağının başında dursun. Kuşkulu bir şey görür görmez hemen buraya dönün. Ha!.. Girişin anahtarını aldınız değil mi?» Büyük kız homurdandı: «Şu karda kışta yalın ayak nöbet beklemek!..» Babaları kaba bir sevinçle: «Yarın ikinize de şu beğendiğiniz uğurböceği rengindeki ayakkabılardan alırım,» dedi. 730

Kızlar hemen merdivenleri indiler. Birkaç saniye sonra kapa­ nan kapının sesi duyuldu. Kızlar dışarıdaydı. Evde Marius ile Jondretteler’den başka kimse kalmamıştı. Bir de Marius’ün demin şöyle bir görebildiği karanlık adamlar. 17 MARİUS’ÜN BEŞ FRANKI NELERE GİTTİ Marius artık izleme yerinin önüne geçme vaktinin geldiğini düşündü. Bir sıçrayışta masanın üstüne çıkıp, gözünü deliğe uydurdu. Jondretteler’in odası epey tuhaf görünüyordu. Marius o kızıl ışığın kaynağını görebildi. Bir şamdanda iri bir mum ya­ nıyordu, ama kızıl ışık ondan gelmiyordu. Ocağın içindeki bir mangal her yeri kızıla boyamıştı. Bu, kadının sabahtan hazırla­ dığı mangaldı. Marius mangala sokulu makası seçti, Jondret­ te’in hırdavatçıdan satın aldığı makastı. Kapının yanı başında iki kütle görünüyordu. Biri demir hurdaları ve zincirler, diğeri yu­ mak halinde ipler. Böylece görünen çöplük, odadan çok bir nal­ bant dükkânını andırıyordu. Fakat Marius böyle aydınlanan Jondrette’i bir nalbanta değil de, bir cehennem zebanisine ben­ zetti. Mangaldan yükselen ısı masanın üzerindeki mumun erime­ sine neden olmuştu. Şömine önünde, eski bir fener duruyordu. Mangal ocağın tam içine yerleşmiş olduğundan, duman ocak bacasından çıkıyor ve içeriyi duman doldurmuyordu. Pencere­ nin kırık camından içeri süzülen ayışığı, bu kızıl çöplüğü gümü­ şe boyamıştı. Kırık camdan giren temiz hava, odadaki kömür kokusunu dağıtmıştı. Gorbeau yıkıntısını daha önce tanımlamıştık, bu nedenle, Jondretteler’in karanlık ruhunun bir aynası sayılan boğucu oda, korkunç bir olaya, bir cinayete sahne olabilecek bir dekor oluş­ turuyordu. Paris caddelerinin en tenha köşesindeki evin korido­ runun en dipteki odasıydı. Tuzak için bundan elverişli bir yer bu­ lunamazdı. 731

Jondrette piposunu yakmış, kırık iskemleye yan ilişmiş, ke­ yif çatıyordu. Eşi yarım sesle, ona bir şeyler anlatıyordu. Marius, arkadaşı Courfeyrac gibi, her şeyde komik bir yan bulsa, kadının o şaşılası kılığı karşısında gülmekten kırılırdı. Kadın, başına eskiden kral muhafızlarının giydikleri uzun tüylü şapkalardan birini takmış, örme etekliğinin üzerine, aynı yün­ den bir şal almış ve sabahleyin kızının beğenmediği erkek ayakkabılarını yün çoraplarının üzerine geçirmişti. İşte onun bu süslenmesi karşısında eşi: «Bravo, giyinmişsin iyi ettin, böyle­ ce daha saygın görünüyorsun, güven veriyorsun,» demişti. Jondrette ise, yine yırtık pantolonun üzerine yepyeni ceketi giymiş ve Courfeyrac’ın dediği gibi bohem bir şair kılığına bü­ rünmüştü. Adam sesini yükseltti: «Ha, yeri gelmişken, bak ne düşündüm, hava karlı olduğuna göre, adam yine arabayla gelir. Sen feneri yak ve aşağı in, ara­ ba sesini duyar duymaz hemen kapıyı açarsın. Elinde fenerle adamın önünden merdivenden çıkar, ona ışık tutarsın. Sonra hemen in, arabacının parasını ver ve arabayı sav.» Kadın sordu: «Peki ya para?» Jondrette cebine el attı ve ona beş frank verdi. Kadın: «O da nesi?» diye bağırdı. Jondrette gururla: «Şu komşunun bizim kıza verdiği para,» dedi. Daha sonra ekledi: «Bize iki sandalye gerek.» «Neden?» «Neden olacak oturmak için.» Marius ansızın ecel terleri döktü, çünkü kadın sakince: «Ta­ mam, gidip komşunun sandalyelerini alayım,» diyordu. Marius’ün oradan inip yatak altına girmeye vakti olmadı. Jondrette karısına sesleniyordu: 732

«Mumu alsana...» Kadın karşı koydu: «Kaç elim var ki mu­ mu alayım, iki sandalyeyi zor taşırım. Zaten ayışığı iyice aydın­ latıyor, muma ihtiyaç yok.» Marius kadının el yordamıyla kapısının dışındaki anahtarı aradığını duyar gibi oldu. Madam Jondrette içeri girdi. Damdaki pencere ayışığının birazını odaya yaymış, büyü­ cek iki gölge oluşturmuştu. Gölgelerden biri Marius’ün dayandı­ ğı duvarı kaplıyor, onu gizliyordu. Kadın içeri girdi, Marius’ü fark etmeden sandalyelere doğru yürüdü, onları aldığı gibi, dışarı çıktı. Kapıyı çarparak kapatmış­ tı. Genç adam geniş bir soluk aldı. Odasına dönen kadın eşine: «Sandalyeleri getirdim,» dedi. Adam da, «Haydi feneri al, moruk birazdan gelir, in aşağıya,» dedi. Kocasının sözünü dinleyen kadın, hemen indi. Jondrette tek başınaydı. İki sandalyeyi masanın kenarına yerleştirdi. Ateşteki makası iyice kızsın diye diğer yana çevirdi. Ocağın önüne yırtık bir paravan koyarak mangalı salladı. İp ve zincir yumağına eğilip sanki bir şeyler almak istedi. Marius biçimsiz yığında ipten bir merdiven olduğunu gördü. Bu ip merdiven ve birkaç demir topuz kapı ardındaki zincir­ lere karışmıştı. Fakat sabahleyin bunlar yoktu, herhalde Jond­ rette bunları akşam üstü alıp getirmiş olmalıydı. Marius bunların marangoz gereçleri olabileceğini düşündü. Marius bu konuda biraz bilgili olsa, bunların hırsızların kul­ landığı gereçler olduklarını anlardı. Ocak, masa ve sandalyeler Marius’ün hemen karşısındaydı. Ocaktaki mangal görünmüyordu. Oda sadece mumla aydınlanı­ yordu. Masadaki en küçük nesne bile kocaman bir gölge olmuş­ tu. Duvarın önündeki bir ibriğin verdiği gölge, duvarın büyük bir bölümünü kaplamıştı. Odada insanı ta iliklerine değin donduran korkunç bir hava seziliyordu. 733

Jondrette piposunu sönmeye bırakmıştı ki, bu onun epey dalgın olduğunu gösteriyordu. Masanın başına geçip oturdu. Mum ışığı onun yüz hatlarını daha belirgince aydınlatmıştı. So­ murtuyordu, arada bir elini açıp kapatıyordu, sanki kendi ken­ disiyle giriştiği konuşmayı sürdürür gibi dudaklarını oynatıyor­ du. Yine böyle bir kendisiyle konuşma bitiminde masanın çek­ mecesini çekerek, bir mutfak bıçağı çıkardı. Keskin yerinde parmağını gezdirip onu denedi. Daha sonra bıçağı tekrar yeri­ ne koydu. Marius da cebindeki tabancayı çıkardı ve tetiği kaldırdı. Bu arada silah bir tıkırtı çıkardı, Jondrette yerinde doğruldu: «Kim var orada?» diye seslendi. Marius soluğunu tuttu. Jondrette bir süre daha kulak verdi ve gülerek şöyle söylendi: «Ne aptalım, duvardaki tahtalar çatırdamıştır.» Marius elinde silahla bekledi. 18 YARDIMSEVER ZİYARETÇİ Epey uzaktan gelen bir çanın titreşimleriyle camlar zangır­ dadı. Kilisenin çanı saat altıyı haber vermişti. Jondrette her darbeyi başını sallayarak dinledi. Altıncıda eliyle mumunu söndürdü. Daha sonra odada dolanmaya başladı, koridoru dinlemek için kulağını kapıya verdi, kendi kendisine homurdandı: «Aman Tanrım, umarım gelir, ya gelmezse!» Daha sonra gelip iskemle­ sine çöktü. Henüz oturmuştu ki, kapı açıldı. Madam Jondrette kapıyı açmış, müthiş bir şekilde gülümsü­ yordu. «Buyurun efendim,» diye söylendi. Jondrette yerinden kalkıp: 734

«Buyurun velinimetim,» dedi. ihtiyar göründü. Yüzünde iyi ifadeli bir hava vardı. İçeri girer girmez masanın üstüne dört altın bıraktı: «Mösyö,» dedi. «İşte size seksen frank, kiranızı ödeyin, ar­ ta kalan yirmi frankı da ihtiyaçlarınıza ayırırsınız. Daha sonra bir şeyler ayarlarız.» Jondrette karısına yaklaşıp: «Tanrı bu iyiliğinizi karşılasın iyi kalpli efendim,» diye mırıl­ dandı. Bu arada karısına fısıldadı: «Arabanın parasını öde ve geri yolla.» Kocası selamlama işine girişmişti, kadın hemen çıktı. Jond­ rette konuğu oturttu. Kadın birkaç saniye sonra döndü ve koca­ sına fısıldadı: «Tamam.» Sabahtan beri yağan kar yerleri o kadar kaplamıştı ki araba­ nın tekerlek sesleri duyulmuyordu. Ne geldiğini duymuşlardı, ne de gittiğini. Bu arada ihtiyar adam oturmuştu. Jondrette karşısındaki yere ilişti. Okurun bir düşünce edinmesi için, dekoru anlatmak isteriz. Tenha bir mahalle, dondurucu bir gece, Salptriere Mahallesinin karla kaplı bomboş arsaları, arada bir görünen gece fenerleri­ nin boğuntulu ışıklar. Kimseciklerin olmadığı, ıssız bir yer. Bü­ tün bu sonsuzluklar arasında, Jondretteler’in o mezbelesi, tek bir mumun aydınlattığı oda. Odada yüz yüze oturan iki erkek. Sakin ve huzurlu ihtiyar, hain ve can alıcı Jondrette. Bir köşede dişi kurt gibi Madam Jondrette ve duvarın öte tarafında tek bir kelimeyi kaçırmak istemeyen, bütün ruhunu göz ve kulakların­ da toplamış olan Marius. Eli tetikte. Marius biraz korkmuş olsa da, kendi adına korkmuyor, için­ den sürekli aynı sözleri yineliyordu: «İstediğim anda o alçağı durdurabilirim. Onun adama zarar 735

vermesini önleyebilirim.» Polislerin bir yerlerde pusu kurdukla­ rını, kendi işaretini beklediklerini biliyordu. Aynı zamanda ihtiyar ile Jondrette’in konuşmalarının kendi­ si için de iyi olacağına inanmıştı. 19 YASADIŞI İŞLER İhtiyar oturur oturmaz, boş şiltelere bir baktı: «Zavallı küçük yaralı nasıl?» diye sordu. Jondrette yürek yakıcı, ama minnet dolu bir gülümseyişle: «Ah, çok kötü, velinimetim,» dedi. «Ablası onu pansuman için hastaneye götürdü. Birazdan dönerler.» Yaşlı adam, tuhaf kılıklı kadına bir göz atıp: «Hanımefendiyi daha iyi gördüm,» dedi. Kapının önüde duran kadında bir gözdağı ifadesi vardı. Jondrette: «Ah efendim, o ölüm halinde, ne var ki çok cesur­ dur. O bir kadın değil, bir öküz gibidir...» Bu sözlere duygulanan kadın, işveli bir sesle: «Ah sen de beni sürekli kayırırsın Mösyö Jondrette,» dedi. İhtiyar şaşkın göründü: «Jondrette mi, oysa adınızın Fabantou olduğunu sanıyor­ dum.» Jondrette omuzlarını kaldırdı ve eşine anlamlıca bakarak: «Fabantou sahne ismim,» dedi, «malum biz sanatçılar ken­ di adımızı fazla kullanmayız da.» Okşayıcı bir sesle ekledi: «Ah efendim,» diye başladı, «şu zavallı sevgili ile çok mut­ lu olduk. Aslında bizi kurtaran da bu oldu ya. Sevgimiz de ol­ masa ne ederdik? Ah, güçlü kollarım var ama iş bulamıyorum. Acılar her yandan sardı. Bir ara kızlarıma bir meslek öğretme­ ye heveslendim. Evet, o çocukları bile çalıştırmayı göze aldım. Ama bunu bile başaramadım, karton kutu yapımını öğretmek 736

istemiştim. Fakat bunun için de malzeme gerekti, hepsi ateş pahası, üstelik günde sadece dört metelik kazanmak için, de­ ğer mi? Bununla nasıl yaşanır? Ah şu devletin beceriksizliği, baştakiler hiç fukaraları düşünmüyor, tok açtan anlamaz deyi­ mi, boş değil... Oysa bir zamanlar böyle miydik? Ah o zengin günlerimi hatırladıkça içim sızlıyor... O günlerden elimde ka­ lan, tek bir andaç var. Eşsiz bir tablo, aynı zamanda duygusal açıdan benim için vazgeçilmez. Bu paha biçilmez tabloyu, bu gözdemi bile elden çıkarmaya hazırım inanın. Ne yapalım ge­ çim derdi...» Jondrette aklına gelenleri böyle karman çorman söyleyedur­ sun, Marius ansızın odanın karanlık bir köşesinde o zamana kadar fark etmediği bir adam gördü. Bu adam o kadar sessizce girmişti, kapının açıldığını bile duymamışlardı. Yeni gelenin üzerinde mor fanila, yamalı bir pantalon vardı. Suratı isten sim­ siyahtı. Kolları ve ayakları çıplaktı, boynu kalındı, kolları döv­ meliydi. Adam usulca şiltelerden birine oturdu. Kadının hemen arkasında durduğundan belirgince seçilmiyordu. O sırada birden işkillenmiş gibi duran ihtiyar, başını çevirip yabancı adamı gördü: «Bu da kim?» diye sordu. «O mu, evet bir komşumuz, boş verin efendim.» Aslında bu komşunun suratı tekinsizdi, fakat çok iyi kalpli bir adam olan ihtiyar, daha fazla uzatmadan ev sahibine döndü: «Evet Mösyö Fabantou, ne diyordunuz?» «Evet velinimetim, satılık tablomdan söz ediyordum.» Bu sırada, çıngıraklı bir yılanın gözlerine benzeyen, sinsi bakışlarını adama çevirmişti. Kapıda bir ses oldu. İkinci bir adam da girmişti. O da ilk ge­ len gibi, kötü kılıklı ve çıplak kolluydu. Onun da yüzünde isten bir maske var gibiydi. Adam sessizce girmeye çalışmıştı, ama ziyaretçi onu fark etti. Jondrette hemen anlattı: 737

«Onlar kiracılar, yan odalarda oturan işçi arkadaşlar, arada sırada uğrarlar. Evet ne diyordum, elimde kalan o eşsiz tablo­ dan söz ediyordum, işte bakın.» Adam kalktı ve ters halde duvara dayadığı tabloyu çevirdi. Bu loş aydınlıkta tabloya benziyordu. Ancak Marius hiçbir şey göremedi. Bunu kaba çizgiler ve çiy renklerle yapılmış panayır afişlerine benzetti. İhtiyar sordu: «O da nesi?» «Ah velinimetim, bu değerli bir tablo... ünlü bir ressamın fır­ çasından çıktı. Kızlarımı sevdiğim kadar bu resmi de severim, bana ne çok şey hatırlatır. Fakat dediğim gibi, o kadar zordayım ki elden çıkarmak zorundayım...» Belki tesadüf, belki de bir kuşku başlangıcıyla, ziyaretçi, gözlerini odanın karanlık köşesine çevirdi. Orada dört erkek gördü, içlerinden üçü yatağın üzerine oturmuştu. Hepsinin de kılıkları perişan, kolları çıplak, yüzleri is karasıydı. Yatağa uzan­ mış biri, gözlerini kapatmış, uyuyor gibi yapıyordu. İçlerinden en ihtiyarıydı. Biri sakallıydı, diğeri perişan saçlı. Hiçbirinin aya­ ğında ayakkabı yoktu, çorap giymişlerdi, bazıları da yalınayak­ tı. Jondrette, ihtiyarın onlara ilgiyle baktığını fark etti. «Evet,» dedi, «bunlar ahbaplarım, komşular, bizim burada ateş yakıldığını duydular; ısınmaya gelmişler. N’eylersiniz efen­ dim, arada bir yardımlaşmak gerek, zararsız çocuklardır, kö­ mürde çalışırlar. Siz onlara aldırmayın. İyi kalpli efendim, şu tablomu satın alın. Sizden fazla istemem, siz ne kadar verirsi­ niz?» ihtiyar, gözlerini Jondrette’in yüzüne çevirdi, ondan epeyce kuşkulanmıştı: «Evet ama, bu meyhanelerin kapılarına asılan bir şey yal­ nızca, belki üç frank eder.» Jondrette hoş bir sesle yanıt verdi: «Cüzdanınız yanınızda mı, ben bin franka fit olurum.» 738

ihtiyar yerinden kalktı ve etrafını gözleriyle taradı. Soldaki pencerenin önünde Jondrette vardı. Jondrette kadın, dört ya­ bancıyla kapıyı tutuyordu. Adamlar yerlerinden bile oynama­ mışlardı, sanki konuğu görmemişlerdi. Jondrette, yakınan bir sesle sürdürdü. Öyle acıklı bir sesle konuşuyordu ki, bir ara ih­ tiyar, adamın yoksulluktan kafayı sıyırmış olabileceğini düşün­ dü. «Ah efendim, şu tabloyu satın alamazsanız, bittim demektir, inanın. Artık kendimi sulara bırakmaktan başka çarem kalmadı, meteliğim yok. Demin de size anlattığım gibi kızlarıma şu kar­ ton kutu işini öğretmek istedim. Ama bir yığın masraf çıkardılar. Değişik tipte bir masa, salt bu işe yarayacak bir gazocağı, tut­ kalı hazırlamak için farklı bölmeleri olan bir çanak, bir kalıp çe­ liği çivilemek için bir çekiç, penseler, ve daha neler!.. Ben bun­ ca masrafın altından nasıl çıkarım? Üstelik kazanç da günde dört metelik. Günde on dört saat çalışmaya karşılık, işçi kızın çok özenli davranması, kâğıdı ıslatmaması, kutuları lekeleme­ mesi için harcamak zorunda olduğu gayret de cabası! Günde dört metelikle nasıl geçinirsiniz, efendim?..» Jondrette bunları anlatırken, ihtiyara bakıyordu. Oysa ihti­ yar, Jondrette’e bakışlarını çevirmiş, inceliyordu. Marius dikkat kesilmişti. İhtiyarın ne düşüneceğini bilemiyordu. Jondrette ya ahmak, ya da bir deliydi. Jondrette sürekli aynı sesle: «Artık kendimi nehre atmaktan başka yolum kalmadı. Ge­ çen akşam Austerlitz Köprüsünün basamaklarını indim, tam su­ ya atlıyordum ki, ardımdan daha da sefil hale düşecek olan ai­ lemi düşünerek caydım, ama artık daha fazlasına dayanama­ yacağım, bıçak kemiğe dayandı!..» Derken bir değişim oldu. Fersiz gözlerinde korkunç bir ışık parladı ve o kara kuru adam dikleşti, korkunç görünüyordu. İh­ tiyara birkaç adım yaklaştı ve patlayan bir sesle: «Bütün bunlar hikâye,» dedi. «Siz beni tanıdınız mı?»

739

20 TUZAK Evin kapısı tekrar açıldı, mavi keten önlüklü ve yüzleri mas­ keli, üç erkek daha girdi. Siyah kâğıttan maskeleri vardı. Bun­ lardan biri zayıftı, elinde ucu demirli bir sopa tutuyordu. İkincisi çam yarması biriydi, o da sağ elinde demirden bir topuz tutuyor­ du. Üçüncü adam ilki kadar sıska olmasa da, o devanasına gö­ re ince sayılırdı, o da elinde bir zindan kapısından alınma, ko­ caman bir demir çubuk sallıyordu. Jondrette, herhalde bu adamları bekliyordu ki, hemen arala­ rında bir konuşma başladı. Ev sahibi, eli sopalıya sordu: «Hazır mı?» Beriki: «Evet.» «Montparnasse nerede?» «Fiyakalı delikanlı, kızınla cilveleşmek için dışarıda kaldı.» «Hangisiyle?» «Büyük olanla.» «Aşağıda kira arabası bekliyor mu?» «Evet.» «Atlar nasıl?» «Rüzgar gibi.» «Tamam.» «Araba bekliyor, sen öyle istemedin mi?» «Evet,» dedi Jondrette. İhtiyar ansızın bembeyaz kesilmişti. Nasıl bir kapana düştü­ ğünü anlamıştı. Etrafına dikkatle bakmasına rağmen, yine de korkmuş birine benzemiyordu. Masanın arkasına geçmişti. Az önce, kendi halinde hayırsever bir ihtiyar olan adamcağız, bir anda sanki boksör kesilmişti. Sandalyesinin tahtasına elini göz­ dağı veren bir şekilde dayadı. Böyle bir tehlike karşısında kılını oynatmayan bu yürekli ve 740

güçlü ihtiyara Marius hayran kaldı. Aslında sevdiğimiz kızın ba­ bası bizim için asla bir yabancı sayılmaz. Marius bu adamla gu­ rurlandı. Jondrette’in, kömür işçileri diye tanıştırdığı üç adam, köşe­ deki hırdavatlara eğilmiş, bir şeyler arıyorlardı. Biri eline bir ker­ peten aldı, diğeri keser, üçüncüsü de bir kıskaç. Tek kelime et­ meden kapıyı tuttular. Yatakta uyuklayan ihtiyar bir ara gözlerini açtı, Madam Jond­ rette onun yanına oturdu. Marius artık birkaç saniye sonra harekete geçme vaktinin geleceğini düşünüp, sağ elini o deliğe doğru yükselti, ateşe ha­ zır bekledi. Jondrette yeni gelenle fısıldaşmasından sonra, ziyaretçiye döndü ve iğrenç gülüşüyle sorusunu yineledi: «Beni tanımadınız mı?» İhtiyar onun yüzüne dik dik bakarak: «Hayır,» dedi. O zaman Jondrette masaya yaklaştı, mumun üstüne eğilip o korkunç yüzünü ihtiyarın sakin yüzüne yaklaştırdı ve ısırmaya hazır bu yabani hayvan gibi şöyle bağırdı: «Adım Fabantou değil, Jondrette de gerçek adım değil. Be­ nim adım Thenardier’dir. Montfermeil’deki han sahibi. Duydu­ nuz mu, Thenardier? Haydi, artık beni tanıdınız mı?» İhtiyarın yüzüne bir kırmızılık yayıldı, ama sakince: «Hayır, çıkaramadım.» Marius onun sözlerini duymadı. Onu, o anda gören, ne ka­ dar etkilendiğini anlardı. Genç adam bir anda yıkılmıştı. Jond­ rette, isminin Thenardier olduğunu söylediğinde, Marius titre­ meye başlamış ve düşmemek için duvara dayanmıştı. O anda, sanki gövdesinin bir kılıçla yarılmış gibi olduğunu hissetti. Daha sonra ateş açmaya hazır olan sağ kolunu yavaşça indirdi. Jond­ rette’in Thenardier diye yinelemesinden sonra, perişan olan Marius, az daha elindeki tabancayı düşürecekti. İhtiyarın hâlâ 741

tanıyamadığı Thenardier adını, Marius çok iyi tanırdı. Bu ad onun için kutsal bir şeydi. Babasının vasiyetinde yazdığı bu adı, Marius günlerce göğsünde taşımıştı. Daha sonra, babasının o kelimelerini kafasına, yüreğine kazımıştı: «Thenardier isimli bi­ ri hayatımı kurtardı, oğlum onu bulsun ve ona elinden gelen iyi­ liği etsin.» Bu ad Marius için epey değerliydi, babasının anısına bağlı bir isim. Uzun zaman aradığı şu Montfermeil'deki hancıyı nihayet bulmuştu. Ne yazık ki, babasının kurtarıcısı bir yol ke­ siciden başka biri değildi. Marius’ün yıllarca aradığı, yardım et­ mek için uğraştığı adam, sadece bir hırsız değil, canavar ruhlu bir adamdı. Şu anda, onun bir cinayet tasarladığından emindi delikanlı. Alınyazısı, kendisine ne korkunç bir oyun hazırlamış­ tı! Toprakta yatan babası, Marius’den Thenardier’ye yardım etmesini istiyordu. Marius dört yıldır, bu borcu ödemek için hiç­ bir özveriden kaçınmamıştı. Ama tam bir eşkıyayı, bir katili adalete teslim edeceği anda, yazgı, alaylı bir sesle, «O, The­ nardier!» diye haykırıyordu. Waterloo’da, mermiler arasında babasını sırtlayıp kurtaran bu adama Marius, tam borcunu ödeyecekti ki, onun ipe layık biri olduğunu öğreniyordu. Baba­ sı kendisine Thenardier’ye yardım et, diye haykırıyor, oysa kendisi adamı ipe yollayarak babasının borcunu ödüyordu. Ma­ rius, ne edeceğini şaşırmıştı, korkunç düşüncelerle boğuşuyor­ du. Kararsızlığı giderek çoğalıyordu. Adamın bir cinayet tasar­ ladığı gün gibi açıktı, kendisine yardım eden eli ısırıyordu, şu alçak. Marius bu haksızlığa nasıl alet olurdu? Öte yandan, hancıyı polise teslim etmekle, babasının anısına ters davranmış ola­ caktı. Peki ama bunca kötü birine nasıl acınırdı? Marius yaprak gibi titriyordu, şimdi iki kişinin yazgısı elindeydi. Bir yandan gü­ nahsız bir ihtiyarın, sevdiği kızın babasının katledilmesine ya da yaralanmasına sebep olacaktı, öte yandan babasının kurta­ rıcısını mahkûm ettirecekti... Elindeki silahı ateşleyecek olsa, 742

ihtiyar kurtuluyor ve Thenardier mahvoluyordu. Ateş açmasa ihtiyar feda ediliyor ve Thenardier kurtuluyordu. Marius iki camii arasında kalmıştı. Bir yandan sevdiği kızın babasını kurtarması için yalvardığını duyar gibi oluyor, öte yan­ dan babasının Thenardier’ye yardım etmesini söylediğini hatır­ lıyordu. Marius delirecek gibi oldu, artık ne edeceğini bilemedi. Dizleri titredi düşünüp karar verecek fırsatı bile kalmamıştı ki, olaylar daha da hızlandı. Marius bir anaforda gibiydi. Bir ara kendinden geçecek gibi oldu. Bu arada Thenardier (artık ona Jondrette demeyeceğiz) zi­ yaretçinin önünde dolanıp durmaya başlamıştı. Mumu kaptı, öyle hızla şöminenin üstüne bıraktı ki, neredeyse fitil sönecek­ ti. Daha sonra korkunç bir ifadeyle ihtiyara döndü ve tısladı: «Oh hele şükür, sizi buldum nihayet iyiliksever efendim, es­ ki giysili para babası, çocuklara pahalı bebekler satın alan No­ el Baba... Ya, demek, hâlâ beni tanımadınız ha? Demek, 1823 yılının Noel gecesi benim şu Montfermeil’deki hana gelip Fanti­ ne’in çocuğunu götüren adam siz değil misiniz? Onu siz ben­ den çalmadınız mı? Üzerinizde hardal sarısı bir ceket yok muy­ du? Bu sabah bana getirdiğiniz gibi elinizde de giysi dolu bir çı­ kın yok muydu? Yoksa siz bir çamaşırcı mısınız milyoner efen­ dim? Yoksullara dükkânda satılmayan malları veriyorsunuz. Demek, beni tanımadınız, ne iş ama? Evet ama ben sizi çok iyi tanıdım. Hanlara yoksul kılıklarla gelip, insanı kandırmanın, eli­ açık davranarak kişilerin ekmek paralarını çekip almanın, ne demek olduğunu size gösteririm. İnsanı mahvettikten sonra, ona büyük gelen bir ceketle, iki battaniye verip, paçayı kurtar­ dım sanıyorsun ha, moruk! Alçak seni!..» Bir ara kendi kendisine konuştu, kinini dağıtmak ister gibi homurdandı ve sonra hıncını masadan alır gibi yumruklar indir­ di ve: «Şu ahmağın haline bir bakın...» Sonra ona çıkışmayı sürdürdü: 743

«Bir zamanlar, beni ahmak yerine koydunuz. Tüm acılarıma siz neden oldunuz. Bin beş yüz frank karşılığında yıllarca bü­ yüttüğüm o kızı alıp götürdünüz, oysa kız bana epeyce para ge­ tiriyordu. O benim için altın yumurtlayan tavuktu. Evet onu gö­ türmekle bana çok kötü bir oyun ettiniz... Oysa ben o parayı ye­ yip içip harcadım, ah meyhanemde şarap içenler zıkkım içsin­ ler, keşke onlara zehir olsa. Neyse, onunla çekip gittiğinizde ar­ kanızdan geldim ama ormanda elinizdeki sopayla gözümü kor­ kuttunuz. O gün, siz benden daha güçlüydünüz. Şimdi sıra ben­ de. Şu-sırada bütün ipler elimde. Sen de artık şapa oturdun ih­ tiyar. Evet, artık gülme sırası bende. Öyle bir faka bastın ki... Bakalım paçayı nasıl kurtaracaksın!.. Sana oyuncu olduğumu söyledim; ismimin Fabantou olduğuna, Matmazel Mars ile taş­ ra turnelerine çıktığıma ikna ettim, seni koca ahmak. Bir de şu kira işini da yutturdum. Ah aptal ihtiyar, kira zamanının 4 Şubat olmayıp 8 Şubat olduğunu da bilemedin. Utanmadan bana sa­ dece 4 altın getirdin. Alçak, en azından, yüz frank verseydin ya. Her dediğime nasıl da inandın. Oysa ben için için eğleniyordum seninle. Artık işin tamam aptal.» Thenardier sustu, soluk soluğaydı. Göğsü bir körük gibi kal­ kıp iniyordu. Gözlerinde, acımasız, sinsi bir yaratığın ışıkları vardı. Bir devi ezmeye hazırlanan, bir cücenin sevinci... Hasta bir boğayı parçalamakla mutlu olan bir çakalın sevinci... İhtiyar onu sonuna kadar dinledi, ama sustuğunda şöyle de­ di: «Ne demek istediğinizi anlayamadım. Ben de aslında yoksul biriyim, öyle sandığınız gibi milyoner falan değilim. Herhalde beni bir başkasına benzettiniz!» Thenardier, kaba bir kahkahayla: «Ha ha, sürekli aynı yalanlar. Demek hâlâ, bu şakayı sürdür­ mek istiyorsun ihtiyar. Demek anımsamıyorsun? Benim kim ol­ duğumu çıkaramadın ha?» 744

İhtiyar o anda bile nezaketi elden bırakmadı, ama tuhaf bir tonlamayla: «Bağışlayın efendim,» dedi, «sizin bir haydut olduğunuzu görüyorum.» En iğrenç yaratıkların bile kendilerince huyları vardır. Cana­ varlar bile gerçekleri duymak istemezler. Bu sözleri duyar duy­ maz, Thenardier Kadın şilteden indi, kocası sanki kıracakmış gibi sandalyeyi yakaladı. Karısına: «Sen bir yere kıpırdama!» diye seslendi ve ihtiyara dönüp: «Evet sizin gibi paralı insanların bize haydut dediğini bilirim. Evet, artık meteliksiz kaldığım doğru, battım, saklamıyorum beş kuruşum yok. Ne ekmek alabiliyorum, ne de ısınmaya kömür. Evet bir hırsızım. Üç günden beri boğazımdan lokma geçmedi, evet ben bir haydutum. Evet, siz ayaklarınızı ısıtan içi kürklü ayakkabılar giyersiniz, piskoposların üstlükleri gibi kalın ceket­ leriniz vardır. Kapıcısı olan evlerde oturur, her gün mantarlı et­ ler yersiniz. Ocak ayında, kilosu kırk franka aldığınız kuşkon­ mazları yersiniz. Havanın soğuk olup olmadığını anlamak için, termometreye bakarsınız. Oysa havayı ölçen şeyler bizleriz, zavallı yoksullar, bizim soğuğu anlamak için termometreye bak­ maya ihtiyacımız yok. Biz damarlarımızdaki kanın donduğunu, ayaklarımızın soğuktan sızladığını duyarız ve işte o zaman biz­ ler Tanrı yalan’ deriz. Sonra yaşadığımız inlere gelip, bizi aşa­ ğılar, bize ‘hırsız’ dersiniz ha. Ha, ha, ama biz sizi yeriz yutarız milyoner ahmaklar. Bir zamanlar ben de, saygıdeğer bir adam­ dım, iş-güç sahibiydim, bir seçmendim, bir kenterdim, sizin öy­ le olmadığınıza iddiaya girerim.» Sonra Thenardier, kapının önünde duran adamlara yakla­ şıp: «Olacak iş değil! Herif kendinde bütün hakları görüyor, bir dilenciymişim gibi konuşuyor benimle...» Daha da coşkuyla ihtiyarın üstüne yürüdü: «Şunu da unutmayın hayırsever efendi. Ben öyle adını, kim­ 745

liğini saklayan, ne olduğu belirsiz biri değilim. Ben evlere girip, çocukları kaçıran bir hırsız değilim. Ben eski bir Fransa askeri­ yim. Waterloo’da savaştım, hatta kont olan bir generalin haya­ tını kurtardım. Adam gerçi bana adını söyledi, ama o lanet ola­ sı sesi, o kadar fersiz çıkıyordu ki, sadece ‘teşekkürler’ dediği­ ni duydum. Oysa bana teşekkür edeceğine, ismini söylese da­ ha iyi ederdi. En azından onu bulmama yardımcı olurdu. Şu gördüğünüz tabloyu David(*) yaptı. Tablodaki kim biliyor musu­ nuz? Ben. Generali üzerimde taşıyorum. David o kadar duygulanmıştı ki, benim o kahramanlığımı sonsuza bırakmak istedi. Evet, işte bakın, sırtımda general, mermilere karşın, onu kurtarıyorum. İşte bütün hikâye. Oysa adam da işe yaramazın biriydi. Bana ne yapmıştı ki? O da diğerlerinden daha matah değildi. Fakat yine de kendi canımı hiç sayarak, onu kurtardım. Haydi artık, bu kadarını neden anlattım bilmem. Artık işi bitirelim, bana pa­ ra gerek; çok para, ya verirsin ya da seni şuracıkta öldürü­ rüm...» Marius biraz toparlanmıştı. Artık hiç kuşkusu kalmamıştı, bu, babasının vasiyetnamesinde yazılı adamdı. Marius hemen titre­ di, adam babasından nasıl saygısızca söz ediyordu. Yine ne edeceğini bilmez gibi düşündü. Fakat Thenardier’nin konuşma­ sında, anlattıklarında, sesinde hareketinde, bakışında çok fena bir ruhun gölgeleri beliriyordu. Sözde kendini övmesi, o kafa tutmasında bile bir alçaklık, bir hırs, bir enayilik okunuyordu. O çirkin ve kötü ruhunu olanca çürümüşlüğüyle karşısına çıkar­ mıştı. İhtiyara satmak istediği o harika, tablo, sözüm ona değerli Ressam David’in yaptığı tablo, okurumuzun tanıdığı o meyha­ ne levhasıydı. Bunu kendisi çizmişti. Montfermeil’deki handan ayrılırken bunu da getirmişti. (*) David: Ünlü bir ressam.

746

Şu sırada Marius önünde kimse olmadığından, resmi iyice seçebildi. Tozu dumana karışmış bir savaş meydanında, ada­ mın biri sırtında bir yaralıyı taşıyordu. Bu Thenardier ile Pont­ mercy’nin yer aldığı resimdi. Marius bu resimde babasını canlı görür gibi oldu, ona göre bu bir meyhane levhası değildi. Bu, tekrar canlanan babasıydı. Bir mezar aralanıyor, bir hortlak dı­ şarı süzülüyordu. Marius kalbinin deli gibi attığını duydu. Water­ loo topları kulaklarında gürledi. Tablodaki gibi, ağır yaralı, kan­ lar içindeki babasının resmine baktı baktı, sanki onun da kendi­ sine baktığını sandı. Thenardier soluklandıktan sonra kanlı gözlerini ihtiyara dikti ve kısık bir sesle: «Bir sözün var mı? Hesabını görmeden önce öt bakalım.» İhtiyar susuyordu, koridordan cırtlak bir ses duyuldu: «Odun kırmak gerekiyorsa, buradayım.» Eli topuzlu çam yarması konuşmuştu. Aynı zamanda kapı arasında korkunç bir yüz göründü, adam sırıtıyordu, ama gösterdiği insan dişleri değil, bir kurdun keskin dişleriydi. Thenardier hıncını ondan almak istercesine: «Maskeni niye çıkardın?» diye parladı. Adam o korkunç sesiyle: «Hiç, biraz gülmek istemiştim de.» Birkaç dakikadır, ihtiyar, Thenardier’nin tavırlarını ilgiyle izli­ yordu. Kendi öfkesiyle coşan alçak herif, odada geziniyordu. Kendisine yardımcı olacak haydutların bulunması, silahsız biri­ ni tuzağa düşürme mutluluğu, bire karşı dokuz kişi olmanın sar­ hoşluğuyla kendisinden geçmişti. Topuzlu adama bağırırken sırtını çevirmişti. İhtiyar, onun bu dalgınlığından faydalanmak istedi, bir tekmeyle sandalyeyi devirdi ve atak bir hareketle pen­ cereye tırmandı. Camı açmak, dışarı atlamak, bir bacağını dı­ şarı çıkarmak anlık işti. Dışarı atlamak üzereydi ki, altı güçlü el, onu yakalayıp geri çektiler. Bunlar üç kömür işçisiydi. Thenardi­ 747

er Kadın, ihtiyarın saçlarına yapıştı, gürültüye koridordaki diğer haydutlar koştu. Demin yatakta yatan o sarhoş kılıklı adam da indi ve elinde bir keserle sendeleyerek geldi Kömür işçilerinden birinin yüzü mumla aydınlanmıştı. Mari­ us, Panchaud’yu tanıdı. Adam elindeki bir topuzu ihtiyarın başı­ na doğru salladı. Marius artık bu kadarına dayanamadı. İçinden şunları geçir­ di: «Babacığım ne olur beni affet!» Tam tetiğe basıyordu ki, Thenardier’in sesi geldi: «Ona zarar gelmesin!» Kurbanın acıklı atılımı Thenardier’yi öfkelendirmemiş, aksi­ ne, yatıştırmıştı. Aslında onda, sanki iki karakter yaşıyordu. Bi­ ri yabanıl ve kötü adam; diğeri, hünerli, işinin ehli adam. Şimdi­ ye değin, yabanıl tarafını açığa vurmuştu, kurbanının kaçma gi­ rişimi karşısında, işi cinliğe dökmeyi seçti. «Ona zarar gelmesin!» diye bağırdı. Bu tavrı Marius’ün elini kolunu bağladı. Delikanlı bir süre da­ ha beklemenin gerektiğini düşündü. Kim bilir, belki şansı yaver gider ve «Ursula»nın babasını kurtarır ve aynı zamanda bunu kendi babasının kurtarıcısını yakalatmadan yapardı... Müthiş bir çarpışma başladı, ihtiyar adam, tek yumrukla yaş­ lı serseriyi yere devirdi ve elinin tersiyle üstüne çullanmak iste­ yen, iki hırsızı da geriletti. Fakat arkada bekleyen dört haydut onu kıskıvrak yakalamışlardı. İhtiyar, it sürüsüne yenilen bir kurt gibi, üzerine çullanan haydutların altında kaldı. Aralarından biri, onu en yakın yatağa yatırdı ve devinimleri­ ni önlemek için eliyle bastırmayı denedi. Hancı kadın hâlâ saç­ larını çekiştiriyordu. Kocası azarladı: «Sen karışma, öte dur, şalın yırtılacak.» Kadın, erkeğini dinleyen dişi kurt gibi hırıltıyla geri çekildi. Thenardier adamlara: «Ceplerini arayın.» 748

İhtiyar artık karşı çıkmayı bırakmış gibiydi. Üzerinde, içinde altı franktan başka para olmayan deri bir kese buldular, bir de kar gibi beyaz bir mendil. Thenardier hemen mendili alıp cebine attı. «Cüzdanı yok mu?» diye sordu. «Hayır, saati bile yok,» diye dedi kömürcülerden biri. Maskeli adam, genizden gelen bir sesle: «Cesurmuş da,» diye söylendi. «Sıkı bir moruk.» Thenardier kapıya doğru yürüdü ve köşedeki ipleri alıp hay­ dutlara attı: «Onu yata sıkıca bağlayın,» dedi. Daha sonra, ihtiyarın yumruğuyla yere devrilmiş ihtiyarı gös­ terip: «Boluatruelle öldü mü acaba?» diye sordu. «Hayır, dut gibi sarhoş; sızdı.» «Onu bir kenara atın,» dedi. İki adam, bir tekmeyle yıkılan ihtiyarı bir kenara itti. Thenardier adamlardan birine: «Babet, niye bu kadar çok adam getirdin, bu kadarı da faz­ la!» Elindeki ucu demirli sopayı sallayan beriki: «Ne edelim, hepsi de gelmek istedi. Kesat sezon, iş yok, bi­ liyorsun...» İhtiyarı bağladıkları şilte dört tahta ayak üzerinde yükselen bir somyaydı. İhtiyar, hiç sesini çıkarmamıştı. Hırsızlar onu pen­ cereden uzak, ocağa yakın bir yere sucuk gibi bağladılar. İpin son ilmiği de atıldığında Thenardier bir sandalye alıp onun tam karşısına geçti. Adam deminki öfkeli adam değil gi­ biydi. Yüzündeki vahşet ifadesi silinmiş, sakin ve kurnaz bir ifa­ deye bürünmüştü. Marius, ansızın yumuşayan bu yüzde beliren gülümseme­ de, az önce köpükler saçan azgın dudakları tanımakta zorlan­ dı. Bu köklü değişime hayretle baktı; kaplan, bir tilkiye dönüş­ müştü. 749

Thenardier: «Efendim,» diye başladı ve eliyle adamı tutan haydutları gösterip: «Çekilin,» dedi «Onunla görüşeceğim.» Adamlar kapıya doğru çekildiler, Thenardier başladı: «Demin pencereden atlamak istemeniz hatalı bir şeydi. Tan­ rı korusun, bacağınızı kırabilirdiniz. Şimdi izin verirseniz, rahat­ ça konuşabiliriz. Size deminki yorumlarımdan söz etmek istiyo­ rum. Size saldırıldığında asla bağırmadınız.» Thenardier haklıydı. Epey afallamış olan Marius bu ayrıntıyı unutmuştu, ama ihtiyar sesini yükseltmeden birkaç kelime et­ mişti. Ne bağırmış ne de yardım istemişti. O altı adamla boğu­ şurken, sessizliğini bozmamıştı. «Sizin, ‘yetişin, adam öldürüyorlar, katil var’ diye bağırma­ manıza asla şaşırmazdım. Kendisine fenalık etmek isteyenleri gören birinin biraz yaygara koparmasından olağan ne olabilir? Ağzınızı bile bağlamamıştık. Gerekçesini anlatayım. Çünkü bu odada ne kadar ses yapsanız dışarı çıkmaz. Bu da bizim yara­ rımıza, burası bir in. Burada bomba patlasa bile, dışarıdan zor duyulur. Fakat siz çıt çıkarmadınız. Bu cesaretiniz için sizi kut­ larım, fakat kafama takılan başka bir şey var. Neden imdat iste­ nir? Kendisine yardıma gelinsin diye. Yardıma kim koşar? Po­ lis. Fakat siz polisin gelmesini istemediğinizden, ses çıkarmadı­ nız. Demek polisle aranız iyi değil, tıpkı bizler gibi. Bu da sak­ lamak istediğiniz bir şeylerin varlığı yüzünden, bize gelince ay­ nı hallerde olduğumuz için sizinle çok iyi anlaşabiliriz.» Thenardier bu sözleri ederken sanki vicdanını en derinine kadar okumak ister gibi, bakışlarını ona dikmişti. Bu arada konuşma biçimi tarzı hayli değişmişti, az önceki hırsızın yerini rahiplik eğitimi alan hin bir patron almıştı. Marius de adamın bu olağan olmayan sessizliğinin kuşku verdiğini düşündü ve bundan azap duydu. Thenardier’in o anıştıran sözleri delikanlıyı afallatmıştı. Courfeyrac’in ihtiyar olarak adlandırdığı, asıl ismini bile bilmediği bu ihtiyarın geçmi­ şinde nasıl bir sır olabilirdi? Fakat şu anda iplerle sıkıca bağlı 750

olmasına rağmen, onda öyle bir huzur vardı ki... Marius onun o iyi ifadeli, kederli ve gururlu yüzüne bıkıp derin bir saygı duy­ du. Adam herhalde, epey yüce ruhlu ve güçlü biriydi. En zorlu durumlara bile katlanmasını bilen o demir istemli kişilerdendi. Thenardier sandalyesinden kalktı ve ocağa yürüdü. Ocağın önündeki o eski bölmeyi çekerek, kömürlerin üzerindeki man­ galı çıkardı. Ateşte kor olmuş makas bir kızıltı yayıyordu. Thenardier ihtiyarın karşısına geçip oturdu: «Anlaşabiliriz ihtiyar, zaten anlaşmak her ikimizin de çıkarı­ na. Demin öfkelenmekle hata ettim. Ne olur affedin beni. Nasıl oldu, ben de bilemiyorum? Aklım karıştı. Çok abarttım, aptalca sözler ettim. Para, çok para, etekler dolusu para istediğimi söy­ ledim. Fakat bunun zırvalığını hemen anladım. Yüce Tanrım, her ne kadar varsıl olsanız da, giderlerinizin epey ağır olduğu doğru. Sizin meteliksiz kalmanızı hiç istemem, sizi yıkıma sü­ rüklemek aklımın ucundan geçmez, hem ben bir parazit değilim ki. İpleri elinde sanıp ahmakça işler yapanlardan değilim. Ben de bu özveride bulunmaya karar verdim. Fazla bir şey istemiyo­ rum sadece iki yüz bin frank verin, yeter.» İhtiyar tek kelime etmedi, beriki sürdürdü: «Gördünüz ya, nasıl yumuşadım, şarabıma ne çok su kat­ tım. Servetinizin tutarını aslında bilmiyorum fakat sizin parayı önemsemeyen, gönlü bol bir adam olduğunuz kesin. Sizin gibi biri perişan bir aile reisine bu kadar para verse, neyi eksilir ki? Bu arada sizin zeki biri olduğunuz da belli. Bu akşam, bu kadar hazırlık yaptığınıza göre bu paradan daha azıyla yetinmeyece­ ğimi sezmişsinizdir. İki yüz bin frankçık, inanın, size fiske bile vurulmayacak. Fakat şu anda üstünüzde bu kadar para olma­ yabilir, ben beklemeyi de bilirim. Sizden tek isteğim, size oku­ yacağım mektubu yazmanız.» Thenardier biraz sustu ve kelimelerin üstüne basa basa, mangaldan tarafa bakarak sırıttı: 751

«Şimdi bana, yazmayı bilmediğiniz gibi bir palavra atmayın, çünkü buna inanmam.» O kadar çirkince sırıtmıştı ki, bir engizisyon yargıcı daha kö­ tü sırıtamazdı. Eski hancı, ihtiyarın bağlı olduğu yere masayı itti, kalemi hokkaya batırdı ve yarı aralı duran ve içinde bir bıçağın parla­ dığı bir çekmeceden bir kâğıt çıkardı. Kâğıdı adamın önüne bı­ raktı: «Haydi yazın,» dedi. Adam nihayet konuştu: «Bu halde nasıl yazabilirim?» Eski hancı o acımasız gülümseyişiyle onayladı: «Evet. Haklısınız.» «Sağ kolunu açın.» Fauchaud buyruğu yerine getirdi. Tutsağın sağ eli boş kalır kalmaz, eski hancı, mürekkebe batırdığı kalemi ona verdi. «Evet efendim,» dedi. «Şu sırada elimizde olduğunuzu ve şu kör odadan sizi hiçbir gücün kurtaramayacağını unutmayın isterim. Beni acımasız davranmaya zorlamayın. Gerçi isminizi ve adresinizi bilmiyorum fakat şunu da söyleyim ki, şu mektubu götürecek kimse geri dönünceye dek olduğunuz yerde bekleye­ ceksiniz. Haydi yazın lütfen.» Adam sordu: «Ne yazmamı istiyorsunuz?» «Söyleyeceğim...» İhtiyar kalemi eline aldı. Beriki yazdırmaya başladı:

Kızım, Adam titredi bakışlarını eski hancıya kaldırdı. Alçak adam: «Dilerseniz sevgili kızım da diyebilirsiniz, hemen buraya gel. Onunla teklifsizce konuşursunuz değil mi?» ihtiyar: «Kiminle?» 752

«Canım şu bizim küçük kızla...» İhtiyar çok sakince davrandı, heyecan işareti göstermeden: «Ne demek istediğinizi anlayamadım,» dedi. «Siz yazmanıza bakın. Hemen gel kızım, sana ihtiyacım var,

sana bu mektubu getiren adam, seni de benim bulunduğum ye­ re getirecek. Hiç çekinmeden gel.» İhtiyar söylenenlerin hepsini yazmıştı ki, beriki: «Hayır, olmadı, 'çekinmeden gel’ sözlerini çizin. Kız işkille­ nir. Sadece ‘hemen gel’ yazın yeter. İhtiyar o iki kelimeyi çizdi. «Şimdi de imzanızı atın, ha isminiz neydi?» Adam kalemi bıraktı ve sordu: «Kime yazıldı bu mektup?» Hancı: «Amma yaptınız ha. Anlamadınız mı, şu küçük kıza. Size söyledim ya...» Hancı niyeyse kızın adını söylemek istemiyordu. Bu da suç ortağını yakalatmayan cin gibi bir adam davranışı. İsmi söyle­ yecek olursa, odadakilerin hepsi gerçeği öğrenirlerdi ki, bu da onun işine hiç gelmiyordu. Gereğinden fazlasını öğrenmelerinin anlamı yoktu. «Haydi atın imzanızı atın, isminiz nedir?» Adam: «Urbain Fabre.» Hancı bir kedi ataklığıyla elini cebine atıp adamdan kaptığı mendili çıkardı ve muma yaklaşıp armalara baktı: «U.F. Urbain Fabre. Peki tamam, haydi imzanızı atın. U.F. olarak.» Adam imzayı da attı. «Kâğıdı katlamak için iki el gerek, verin ben katlayayım.» Eski hancı bunu da yaptıktan sonra: «Şimdi de adresi yazın. Matmazel Fabre. Sizin buralardan fazla uzaklarda oturmadığınızı biliyorum. Saint-Jacques Mahal­ lesi civarında. Çünkü sürekli Saint-Jacques Kilisesi törenlerine, 753

sabahları gittiğinize göre. Fakat sokağınızı bilmiyordum. İsmi­ niz konusunda yalan söylemediğinize göre, bana doğru adresi vereceğinize eminim.» Tutsak bir an dalgınca durdu, sonra kalemi alıp yazdı: «Matmazel Fabre, Urbain Fabre’nin evi Saint-Dominique Sokağı, No. 17.» Beriki mektubu çekip aldı: «Hanım,» diye seslendi. Karısı koşup geldi, ona anlattı: «İşte mektup. Ne yapacağını biliyorsun. Kira arabası aşağı­ da. Hemen git ve kızı alıp dön.» Daha sonra elinde topuz tutan adama: «Sen de bizim hanımla git. Arabanın arkasına oturursun, ta­ mam mı?» «Tamam,» dedi haydut. Topuzunu bir kenara bırakıp, hancının karısının ardı sıra yü­ rüdü. Kapıdan çıkıyorlardı ki, Thenardier başını uzattı ve arka­ larından seslendi: «Karıcığım, sakın mektubu düşürme. Üzerinde iki yüz bin frank taşıdığını asla unutma.» Karısının uğultulu sesi geldi: «Sen keyfine bak, mektup koynumda.» Bir an sonra, kamçı ve tekerlek sesleri duyuldu. Sabık han­ cı ellerini oğuşturdu: «Oh oh, hızlı gittiler, bu gidişle bizim karı üç çeyrek saat sonra gelmiş olur.» Sandalyesine kuruldu ve ayaklarını ateşe uzatıp: «Ayaklarım dondu!» diye söylendi. Burada, tutsak ve sabık hancı dışında beş adamdan başka kimse kalmamıştı. Yüzlerini örten kara tutkal veya taktıkları maskelerden dolayı adamların bazıları kömürcülere, bazıları zencilere, bazıları da ifritlere benzemişti. Hepsi de, ifadesiz gö­ rünüyorlardı, sanki bir görev yaparcasına bir cinayet işleyecek­ leri belliydi. Can almak onlarda, ne kin, ne de merhamet uyan­ dırırdı, bunu sıkıntılı bir iş gibi benimsemişlerdi. 754

Hepsi de kaba saba şeyler olan bu ahmaklar, bir köşeye yı­ ğılmışlardı. Müflis hancı, ayaklarını ateşte ısıtıyordu. Bağlı adam, yine düşüncelerine dalmıştı. Demin burayı dolduran yay­ garanın yerini, şu sırada koyu bir sessizlik almıştı. Yarısına değin yanmış mum, büyücek olan bu odayı iyi ay­ dınlatıyordu. Mangaldaki kömürler de kararmaya başladığı için, canavar kafalarını andıran hırsız kafaları, duvarlarda ve tavan­ da kötü gölgeler halinde yansıyordu. Bir köşeye serili sızmış ih­ tiyarın horlaması dışında ses yoktu. Marius her an çoğalan bir kaygıyla bekliyordu. İhtiyarla kızını kuşatan sır giderek yoğunlaşıyordu. Hancının hanımefendi diye söz ettiği o kız da neyin nesiydi. Bu isim ada­ mı hiç etkilememişti. Aksine, o sakince, «kimden söz ettiğinizi anlayamadım,» demişti. Öte yandan, mendildeki markalar «U.F.» harfleri durumu aydınlatmıştı. Babanın adı Urbain Fabre olduğuna göre, kızın adı «Ursula» değildi. Marius büyülenmiş gibi olduğu yerden ayrılamıyordu. Hâlâ kendine gelememiş, herhangi bir değişimi, sanki bir tansığı bekliyordu... Şöyle dü­ şünüyordu: «Eğer aradığım kızsa bunu hemen anlarım, birazdan onu buraya getireceklerine göre. İşte o zaman, her şey ortaya çıka­ cak. Onları kurtarmak için, kanımı son damlasına kadar seve seve akıtırım. Beni hiçbir şey durduramaz!» Böylece yarım saat geçti. Hancıyı karanlık bir düşünce al­ mıştı. Bağlı adam hareketsizdi. Yine de Marius arada bir, ihtiya­ rın olduğu yerden usulca bir gürültü duyar gibi oldu. Derken hancı, adama seslendi: «Mösyö Fabre, sizinle açık konuşmak istiyorum.» Bu sözlerden bir açıklama geleceği belliydi, Marius kulak ke­ sildi. Beriki sürdürdü: «Sabırsızlanmayın, eşim birazdan geri dönecek. Onun sa­ hiden sizin kızınız olduğundan eminim. Ondan ayrılmak iste­ memenizi anlayışla karşılıyorum. Fakat siz de beni dinleyin. 755

Karım mektubunuzu kızınıza verecek, beraberce buraya gel­ mek için kira arabasına binecekler. Şehrin kapılarının birinde kira arabasını bekleyen ve iki güçlü at koşulu başka bir araba var. Kızınız, bulunduğu arabadan arkadaşımla beraber inerek ikinci arabaya geçecek. Eşim de kira arabasıyla buraya gelip bize durumu anlatacak. O bize ‘iş tamam,’ diyecek. Hiç kaygı­ lanmayın, kızınızın saçının teline bile zarar gelmeyecek, bindi­ ği ikinci araba, onu güvenilir bir yere götürecek, arkadaşımın gözü hep üstünde olacak, siz bana şu iki yüz bin frankı verir vermez, kızınızı size vereceğiz. Beni polise teslim edecek olur­ sanız, siz bilirsiniz,o zaman arkadaşım kızınızın hesabını göre­ cek!» Adam karşılık vermedi, bir anlık sessizlikten sonra, hırsız hancı sürdürdü: «Çok kolay, gördünüz değil mi! Her şey sizin elinizde, kimse zarara uğramayacak ama, bu da size bağlı. Sizin her şeyi bil­ menizi istediğim için anlattım, olancası bu. Karım döner dön­ mez ve bana ‘Kız yolda’ der demez, biz de sizi serbest bırakı­ rız, geceleyin evinize gidebilirsiniz. Amacımızın kötü olmadığı­ nı anladınız ya!» Marius delirecek gibi oldu, korkunç olayların gelişeceği bel­ liydi. Demek kızı kaçırmak, fidye karşılığı serbest bırakmak is­ tiyorlardı. Demek o canım kız, bu yabani adamların elinde bir rehineydi. Marius onun sevdiği kız olduğundan emindi. Yüreği duracaktı. Ne yapmalıydı? Tetiğe basacak olsa, bütün bu alçakları polise teslim etmiş olurdu. Fakat o eli topuzlu adam sevdiğini rehin aldığına göre kız tehlikedeydi. Marius, hırsız hancının lanetli sözlerini hatırladı: «Beni yakalatırsanız, arkadaşım kızınızın hesabını görür.» Marius’ün hali şu anda çok kötüydü. Babasının vasiyeti bir yana, sevdiği kızı da ölüme bırakmamak için şeyler yapması gerekiyordu. Bir saattir süren bu korkunç durum, her an kötülüyordu. Ma­ 756

rius tutunacak bir şey aradı, aklına hiçbir şey gelmiyordu. Aklın­ da çatışan düşüncelerin yankıları evdeki sessizlikle karıştı. Sessizlikte açılan bir kapı gıcırtısı duyuldu. Hancının gözle­ ri parladı: «Bizim karı döndü!» diye söylendi. Sözlerini yeni bitirmişti ki, kadın telaşla içeri daldı. Cadının gözleri alev saçıyordu, irice ellerini kalçalarına atıp: «Yanlış adres vermiş!» diye bağırdı. Yanında götürdüğü adam da, onunla girmişti. Adam hemen köşeye bıraktığı topuzuna kaptı. Hancı yineledi: «Ne? Yanlış adres mi?» Kadın: «O verilen adreste, Saint-Dominique Sokağında 17 numara­ da Urbain Fabre isimli birini tanımıyorlar. Kim olduğunu bile bil­ miyorlardı.» Kadın öfkeden boğulacaktı, soluklanmak için durdu, sonra tekrar coştu: «Kocacığım, şu ihtiyar seni faka bastırdı, sen de çocuk gibi inandın. Sen çok iyi niyetlisin, ben onun gözünü korkutmak için iyice canını yakardım, onu pişirmeden yerdim, ciğerini söker­ dim. İşte ben böyle yapardım, ama siz erkekler bizler kadar ze­ ki değilsiniz, ne kadar ahmaksınız. 17 numara büyük bir giriş kapısı, Mösyö Fabre diye birini tanımıyorlar. Kapıcıyla ve karı­ sıyla konuştum, tombul ve güzel bir kadın olan kapıcı kadın, ba­ na o isimli birini tanımadıklarını söyledi.» Marius geniş bir soluk aldı. O Ursula, ya da adını bilemediği sevgili kurtulmuştu! Öfkeden delirecek gibi olan kadın, ağzı burnu köpükler için­ de homurdanırken, sabık hancı yine masa başına oturmuştu. Bir zaman tek kelime etmeden bekledi. Sağ bacağını salladı, ocaktaki mangala çevriliydi yabanıl gözleri. Sonra konuştu, korkunç bir sesle ihtiyara: «Yanlış adres ha!.. Peki ne umuyordun alçak?» 757

İhtiyar çınlayan bir sesle: «Vakit kazanmak!» dedi. Ansızın silkindi, bütün ipleri çözmüştü, yatağa sadece tek bacağından bağlıydı. O yedi adamın kendisine engel olmalarını önleyerek, ocağa eğildi ve doğruldu. Thenardier ve adamlar ona korku yüklü bir şaşkınlıkla baktılar. Adam başının üstünde ateşte kızmış maka­ sı sallıyordu. Korkunç ve görkemliydi. Çok daha sonraları Gorbeau harabesi cinayet planıyla açı­ lan soruşturmada, yerde ortadan ikiye bölünmüş, üstünde ka­ bartmalar ve oymalar bulunan kocaman bir para bulundu. Bu para, forsaların kaçmak için kullandıkları gereçlerden biriydi. Evet, bu forsalar, arasında ünlü kuyumcu Benvenuto Cellini’yi(*) cebinden çıkaracak kadar usta sanatçılar vardı. Bu sefillerin aralarında Villion(**) gibi ozanlar da çıkardı kimileyin. Firar etmek isteyen bu adamlar, çoğu zaman kör bir bıçakla kocaman bir meteliği ikiye bölüp, onlar üzerinde bazı oyuklar açarlar, kesilen parçaları tekrar birbirine vidalarlardı. Kişi istedi­ ği anda vidayı sökebilir, oluşan bu küçük kutuya, bir saat yayı yerleştirebilir ki, bu da ipleri ve demir çubukları kesebilir. Gardi­ yan, tutuklunun sadece tek meteliği olduğunu sanır, onun öz­ gürlüğünü elinde tuttuğunu bilmez. Evet işte araştırmalar so­ nunda Gorbeau yıkıntısının o odasında yerde ikiye bölünmüş böyle kocaman bir para bulunacaktı. Yine aynı meteliğin içinde saklanabilecek küçük çelikten bir yayı vardı. Herhalde haydut­ lardan sakladığı bu metelikle tutuklu iplerini kesmişti. Marius’ün demin duyar gibi olduğu hafif gürültü bundandı...

(*) Benvenuto Cellini: Rönesans zamanlarının Floransalı kuyumcusu, gümüş oymalarıyla ün kazanmıştı. (**) Villion: Ortaçağın Fransız ozanı. Bir hırsızlık şebekesi mensubu olduğu için ipe gitti.

758

Adam kendisini yakalatmamak için eğilememiş ve sol baca­ ğının iplerini çözmeyi başaramamıştı. Adamlar kendilerini toplar gibi oldular. Panchaud: «Üzülme,» dedi karısına, «bacağından bağlı, o kadar kolay kurtulamaz elimizden. Onun bacağını kendi ellerimle bağladım, ben sorumluyum...» Bu arada adam sesini yükseltti: «Sizi gidi hırsızlar! Hepiniz birbirinizden betersiniz, ama ha­ yatımı bu kadar savunmaya değmez. Aynı zamanda, beni ko­ nuşturacağınızı, bana istemediğim şeyleri yazdıracağınızı sanı­ yorsanız yanılıyorsunuz...» Sol kolunu sıyırıp, dirseğine kadar açıkta bıraktı. «İşte bakın!» Bu arada kolunu uzattı ve kızmış makası koluna dayadı. Odayı yanık etin kokusu sardı, işkence odalarının iğrenç ko­ kusu yayıldı her yere. Marius korkmuştu, başı döndü, yuvarlan­ mamak için duvara tutundu, adamlar da ürpermişlerdi. Kızgın demir çıplak kolunu dağlarken, ihtiyar adamın yüzü bile değiş­ medi. Kinden uzak bakışını hancıya çevirdi, beden acısı yüce bir huzur kazandırmıştı ona. Yüce kişiliklerde beden acıları ruhun yüceliklerini çoğaltır. Adam gür bir sesle bağırdı: «Fareler! Benden korkmanıza gerek yok! Ben de sizden korkmuyorum!» Daha sonra makası çıplak kolundaki yaradan çekip çıkarttı ve açık pencereden dışarı attı. Bu sırada karı-koca baş başa vermişler, bir şeyler hazırlıyorlardı. Adam: «Bana istediğinizi yapabilirsiniz!» Hırsızlardan biri, onun yakasına sarıldı ve karnından konu­ şan soyguncu, elindeki kocaman demir çubuğu, başının üstün­ de sallayarak onu korkutmaya çalıştı. Batık hancı masaya yaklaştı ve çekmeceyi açıp bıçağı aldı. Marius eli tetikte, duraksıyordu. Bir saatten beri vicdanında 759

savaşan iki şey vardı: Biri babasının son arzusuna uymasını, diğeri, adamı kurtarmasını söylüyordu. Son dakikaya kadar bir tansık beklemişti, ama artık bir karar vermek zorundaydı. Han­ cı elinde bıçakla bekliyordu. Delikanlı titredi. Ayışığı ayaklarının ucunda, masanın üzerindeki bir kâğıdı gümüşe boyamıştı. Bu kâğıdın üstünde iri harflerle şunlar yazı­ lıydı: « Polisler geldi.» Marius’ün aklında bir şimşek çaktı, işte beklediği tansık; hem ihtiyarı kurtarabilecek, hem de Thenardier’yi yakalatmaya­ caktı. Alçak adama kaçma şansı veriyordu. Hemen eğilip kâğı­ dı aldı ve delikten bir alçı parçası daha koparıp, kâğıdı alçıya sarıp odanın içine attı. Tam vaktinde davranmıştı, Hancı kararını vermiş, elinde bı­ çakla kurbanına yaklaşıyordu. Karısı bağırdı: «Yukarıdan bir şey düştü.» Kadın eğilip kâğıdı kaptı ve kocasına uzattı, adam sordu: «Bu da ne?» «Ne olacak,» dedi kadın, «pencereden gelmiş olmalı.» Adam kâğıdı telaşla açıp okudu: «Bu bizim Eponine’in yazısı,» diye söylendi, sonra kısık ses­ le bağırdı: «Haydi, hemen ip merdiveni pencereye getirin, adamı bura­ da bırakıp canımızı kurtaralım.» Kadın afallamıştı: «Ne, onun gırtlağını kesmeden mi gideceğiz?» diye sordu. «Vakit yok.» Panchaud sordu: «Nereden gideceğiz?» Hancı: «Pencereden, Eponine taşı oradan bize attığına göre, de­ mek orada kimsecikler yok, oradan hemen sıvışırız.» 760

Karnından konuşan adam, kocaman demiri yere bıraktı ve ellerini başı üstünde kaldırıp tek kelime etmeden indirip kaldır­ dı. Bu bir işaretti. Adamı yakalayan haydutlar bıraktılar, bir an­ da, ip merdiven pencere dışına sarkıtıldı ve iki demir kancayla sıkıca tutturuldu. Bağlı adam, olup bitenlerle ilgilenmiyordu, dua ediyor ya da derin derin düşünüyor gibiydi. Merdiven bağlanınca hancı, karısına seslendi: «Haydi gel.» Kendisi pencereye koştu, fakat tam bacağını dışarı aşırıyor­ du ki, Panchaud onu ceketinin eteğinden yakaladı: «Hey, yavaş ol dostum, bizden sonra çıkarsın!» Haydutlar aynı anda: «Bizden sonra! Bizden sonra!» diye bağırdı. Hancı: «Haydi arkadaşlar ahmaklık etmeyin,» dedi. «Zaman geçi­ yor. Polisler neredeyse gelir.» Aralarından biri: «O zaman kura çekelim,» dedi, «bakalım talih kimden yana, hangimiz önce çıkacağız?» Hancı: «Delirmişsiniz, vakit yitirmek, kura çekmek, aman ne hoş, is­ terseniz adlarımızı bir kâğıda yazıp, tombala çekelim!..» «Benim şapkama ne dersiniz?» Aynı anda başlarını çevirdiler, kapıda Javert vardı. Şapkası elinde, gülümseyerek, onları selamladı.

21 ASLINDA KURBANLARI TUTUKLAMAK GEREK Karanlık çökerken, Javert ekibini Gorbeau’nun karşısındaki sokakta toplamıştı. İlk işi, çevreyi izlemek olan kızları yakala­ 761

mak oldu. Fakat sadece Azelma’yı yakalayabildi, Eponine tüy­ müştü. Daha sonra Javert, kulağı kirişte, tabanca sesini dinle­ meye başlamıştı. Kira arabasının gelip gitmesi polisi epey ra­ hatsız etmişti. Fakat haydutların orada toplanmış olduklarından emindi. Cebinde Marius’ten aldığı anahtar vardı. Tam vaktinde içeri girmişti. Haydutlar köşede bıraktıkları silahlarını toplamak için atıldı­ lar. Bu kuduruk yedi eşkıya savunmaya hazır bekliyorlardı. Biri elinde topuzu, diğeri kocaman demiri, kalanlar da keserler, çe­ kiçler havada, bekliyorlardı. Hancı bıçağını salladı, karısı, köşe­ deki kocaman taşı aldı. Javert şapkasını başına taktı, kılıcı belinde, sopası kolunda, kollarını göğsünde birleştirip, sakince odanın ortasına kadar yü­ rüdü. «Biraz yavaş olun!» dedi. «Pencereden kaçamazsınız, kapı­ dan çıkın. Daha rahat çıkarsınız. Siz yedi kişi, biz on beş kişi­ yiz. Boşuna kendinizi yormayın.» Panchaud tabancasını hancıya uzatıp: «Dinle,» dedi, «ben şu Javert’e ateş etmeye cesaret ede­ mem, istersen silahı sen al, sen ateş eder misin?» «Tabii ederim.» «O zaman et de görelim.» Hancı tabancayı kapıp, Javert’i hedef aldı. Javert: «Boşuna yorulma, bana ateş edemezsin, ıskalarsın,» dedi. Adam tetiğe bastı, mermi Javert’e isabet etmeden duvara saplandı. Polis alaylı bir gülüşle: «Dememiş miydim?» diye söylendi. Panchaud elindeki topuzu Javert’in ayaklarının önüne atıp: «Sen iblisler kralısın,» diye boynunu büktü. «Teslim oluyo­ rum!» Javert diğer adamlara döndü: «Peki ya sizler?» 762

Aynı ağızdan: «Biz de!» dediler. Javert sakince: «Bravo, bakın işte, şimdi akıllı çocuklar oldunuz.» Panchaud Javert’e yanaştı: «Tek arzum şu; damda olduğum sürece, beni tütünsüz bı­ rakmayın.» Javert: «Arzun yerine getirilecek,» dedi, sonra ardına dönerek adamlarına seslendi: «Haydi çocuklar girin, hepsini kelepçeleyin.» Elleri kılıçlı ve silahlı jandarmalar, kapıdan girdiler. Adamlar kelepçelendi. Derken, erkek sesi olmayan, ama kadın sesine de benze­ meyen bir ses: «Biraz yaklaşın bakalım.» Hancı karısı saklandığı köşeden çıkmıştı. Jandarmalar ve polisler gerilediler. Korkunç kadın şalını, atmış, başında tuhaf şapka, dev ana­ sı gibi eşine siper olarak, demin kaptığı taşla polislere yaklaştı: «Yaklaşmayın!» Herkes geriledi, evin ortası boşalmıştı. Kadın, kelepçelenmeyi kabul eden hırsızlara yaklaştı ve tü­ kürürcesine haykırdı: «Hainler!» Javert gülümseyerek boşlukta yürümeye başladı. «Yaklaşma!» Javert: «Yavaş olun,» dedi. «Müthişsin inan, tam bir jandarma gibi de bıyığın sakalın da var, fakat benim de kadın gibi uzun tırnak­ larım var, onları kullanmayı bilirim.» İlerlemeyi sürdürdü. Hancı kadın ürkütücü bir görünüm aldı. Bacaklarını açtı, ge­ rildi ve hızını alıp taşı Javert’in kafasına attı. Javert başını eğdi, 763

taş kafasının üstünden geçip karşı duvara değdi ve orada bü­ yük bir yarık açtı. Tam o sırada Javert lanetli çifte yaklaştı, bir elini erkeğin, di­ ğerini kadının kafasına vurup emir verdi: «Kelepçe!» Jandarma ve polisler hemen koşup onun dediğini yaptılar. Hancı kadın perişandı, kelepçeli ellerine baktı ve kendisini yere atıp kederle haykırdı: «Ya kızlarım?» «Birini içeri tıktık,» dedi Javert. Bu arada polisler bir köşedeki sızmış adamı bulmuşlardı, tekmeyle uyandırdılar. Adam sersemce sordu: «İş tamam mı adamım?» «Evet,» dedi Javert. Elleri kolları bağlı ve kelepçeli altı adam ayakta bekleşiyor­ lardı. Üçünün yüzü is ve kömürden kararmıştı, kalan üçü mas­ keliydi. «Maskeleriniz dursun,» dedi Javert. Savaştan önce ordularını denetleyen bir Alman kayzerinin vekarıyla onları inceledi. Üç adama şöyle seslendi: «Günaydın Panchaud, günaydın Brujon, merhaba iki Mil­ yar.» Daha sonra maskelileri selamladı. Topuzluya: «Merhaba Geulemer,» dedi. Sopalıya: «Nasılsın Babet?» Karnından konuşana: «Hey, Claquesous!» Tam o sırada haydutların şiltenin ayağına bağladıkları ihtiya­ rı gördü. Adam tek kelime etmemiş, başı eğik bekliyordu. Javert adamlarına: «Beyi çözün ve kimse buradan ayrılmasın.» Daha sonra masa başına görkemle kuruldu ve kalemi hok­ 764

kaya daldırıp, cebinden çıkardığı pullu bir kâğıda tutanak yaz­ maya başladı. Birkaç satır karaladıktan sonra gözlerini kaldırdı: «Adamların bağladığı şu ihtiyarı getirin bana.» Polisler çevrelerine şaşkınca baktılar Javert sabırsızlandı: «E, ne oldu?» diye sordu. Haydutların esiri ihtiyar, Mösyö Urbain Fabre, Ursula’nın ya da kızın babası sırra kadem basmıştı. Kapıda nöbetçiler vardı, fakat pencere boştu. Javert tutana­ ğı yazarken adam kargaşalıktan faydalanıp pencereden dışarı atlamıştı. Polislerden biri koştu, dışarıda kimseleri göremedi. İp merdiven hâlâ sarkıyordu. Javert dişleri arasından söylendi: «Vay anasına, sıkı adam, hepsini susta bekletmiş.»

22 BİR ZAMANLAR BAĞIRAN ÇOCUK Bu olayların ertesi günü, Austerlitz Köprüsü tarafından gelen sıska, solgun yüzlü bir çocuk neşeli bir şarkıyla, Gorbeau’ye yaklaştı. Gölgeler düşmüştü, karanlık bastırıyordu. Zayıf ve sol­ gun yüzlü çocuk, kışın en üşütücü bu gününde, pılı pırtı içinde, ayağında keten bir pantolon, şarkı söylüyordu. Petit-Banker Sokağı köşesinde bir çöp yığınına eğilmiş olan yaşlı bir kadın gördü ve köşedeki sokak fenerinin önünde ona çarparak homurdandı: «Hey, ben de bunu büyücek bir köpek sanmıştım. İri bir ço­ mar!» Bu son sözleri üstüne basarak söylemişti, kadın doğruldu ve hışım dolu bir sesle: «İtoğlu it!» diye sövdü, «Yere eğik olmasaydım, tekmeyi ne­ rene yapıştıracağımı bilirdim.» Çocuk uzaklaşmıştı: «İrice bir çomar sanmakla aldanmış sa­ yılmam.» Kadın daha da doğruldu ve sokak fenerinin solgun ışığı onun kırışık ve perişan yüzünü aydınlattı. Gecenin bir ışınla 765

parlattığı bir yıkıntı maskesi. Çocuk ona uzun süre baktı ve du­ dak bükerek: «Kadının güzelliği benim ağız tadıma pek uygun değil,» di­ ye söylendi. Şarkısını sürdürüp yoluna gitti.

Kral Coupdesabot Çıkardı ava, Karga öldürmeye... Sonra sustu, Gorbeau çöplüğünün önüne gelmişti, kapıyı kapalı bulunca tekmeledi, yumrukladı, yine tekmeledi fakat açıl­ madı kapı. Bu arada demin karşılaştığı ihtiyar ardı sıra koşarak onu payladı: «Bu da nesi, şimdi de kapıyı mı kıracaksın, serseri!» Çocuk tekmelemeye ara vermedi: İhtiyar kadın karşı çıktı: «Hey yavaş, kapıyı kıracaksın...» Hemen sustu, deminki yumurcaktı bu, iyice bakınca onu ta­ nıdı. «Ha, iblisin yavrusu, sen misin?» Çocuk: «Hey, bu bizim kocakarı, merhaba Burgon Ana, bizimkileri ziyarete geldim.» «Kimse yok, ifrit.» «O da nesi, babam nerede?» «La Force Cezaevinde.» «Vay canına, ya annem?» «O da Saint-Tazaire Cezaevinde.» «Peki ya kız kardeşlerim?» «Onları da polis Madelonettes Islahevine aldı.» Çocuk kulağının arkasını kaşıdı, cadıya uzun uzun baktı: «Öyle mi?» diye söylendi. Topuklarının üstünde döndü ve oradan uzaklaştı. Kapının 766

önünde, ardından bakakalan yaşlı kapıcı kadın, onun körpe se­ sinin ağır ağır uzaklaşmasını dinleyerek üzüntüyle baş salladı. Geceyle kararan kayınların arkasındaki ses giderek siliniyordu:

Tahtabacak Kralı, Gitti ava, Karga bulmaya. O bacakların, Arasından geçen, İki metelik ödüyordu ona.

İKİNCİ CİLDİN SONU

767

VICTOR HUGO

SEFİLLER

Dünya Klasikleri

Romantik akımın ilk kuramcısı ve şefi Victor Hugo’nun Sefiller adlı bu romanı 19. Yüzyıl’ın en çok tanınmış ve sevilmiş klasik yapıtlarının başında gelir. Klasik tiyatronun yapay ve dar dünyasını kıyasıya eleştirerek modern dram tarzını ortaya atan, çağının sanatçılarını derinden etkileyen Hugo, yaşadığı yüzyıla damgasını vuran belli başlı sorunları, halkın özgürlük tutkusunu Sefiller'de değişik bir biçim ve şiirsel bir tarzla dile getirir. Bu bakımdan Sefiller, roman olduğu kadar trajik bir şiir, görkemli bir söz ustalığının örneğidir. Halk bir sessizliktir. Ben bu sessizliğin yılmak bilmez avukatı olacağım. Dilsizler için konuşacağım. Halkın dili haline geleceğim. Tıkacı çıkarılmış kanlı bir ağız gibi konuşacağım. Her şeyi bir bir söyleyeceğim.

ISBN 975-385-334-3 ISBN 975-385-337-8

ISBN 975 - 385 - 334 - 3 ISBN 975 - 385 - 337 - 8 Dizgi: Tunç Reklam (0212) 292 64 86 Baskı: Umut Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. 1. Basım Kasım 2004

ODA YAYINLARI TURİZM SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. Tünel, Kumbaracı Yokuşu 119 Beyoğlu - İSTANBUL Tel.: (0212) 252 07 63 - 252 87 53 Fax: (0212) 249 79 62 www.odayayinlari.com.tr.

VICTOR HUGO

Türkçesi: NURTEN TUNÇ

SEFİLLER III

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

PLUMET VE SAINT-DENIS SOKAKLARINDA AŞK DA VAR, DESTAN DA...

772

BİRİNCİ KİTAP BİRKAÇ SAYFALIK TARİHİ BİLGİ 1 KESİM USTALIĞI Temmuz İhtilali’ne dolaysızca bağlanan, 1831-1832 yılları, Fransa tarihinin şaşırtıcı, olağanüstü ve en ilginç zamanlarıdır. Bu yıllar, önceki yıllarla, sonra gelecekler arasında bir dağ gibi durur. Onlar ihtilalin büyüklüğünü taşır; uçurumludur. Uygarlığın harcını karan yığınların üstüste biriken, birbiriyle ilgili çıkarları, eski Fransız sisteminin asırlık yüzleri, o yıllardaki düzeneklerin, tutkuların ve teorilerin kasırga yüklü bulutları arasında bazen gö­ rünür, bazen yok olur. Şimşekleri andıran bu görüntüler ve kay­ boluşlara, direniş ve teori adı verildi, insan ruhunun aydınlığı olan gerçeğin, orada kimi zaman parladığı görülür. Alabildiğine kısıtlı ve bizden günbegün uzaklaşan bu önemli çağın karakteristik çizgilerini çekebilmek o kadar kolay olmaya­ cak, fakat yine de tecrübe edeceğiz. Restorasyon, ifadesi güç bir ara dönemdi. Yorucu, uğultulu, mırıltılı, uykulu ve debdebeliydi, ama bunlar bir ulusun bir çağı atlatmaya çalışmasından başka bir şey değildi. Bu çağlar epey tuhaf sahneler oluşturdu ve kendilerini kullanmak isteyen politi­ kacıları yanılttı. Önceleri ulus sadece huzur istedi; tek bir ihtiya­ cı vardı: barış; tek isteği de küçülüp rahat yaşamaktı. Büyük olayların, tesadüflerin, büyük maceraların, zorlu etapların, Tan­ rı’ya şükretmenin vakti geçmişti. Ulus, böylesi serüvenlerden gı­ 773

na getirmişti. Sezar’ın yerine Prusias’ı(*) seçiyor: Napoleon’a karşılık Yvetot Kralını(**) baştacı ediyordu: «Ah o ufacık kralımız ne iyiydi!» Herkes savaştan usanmıştı, tıpkı şafakla yola çıkılan zorlu ve yorucu bir günün bitiminde olunduğu gibi, ilk dönemi Mi­ rebau’yla atlatmış, İkincisini Robespierre’le gerçekleştirmişler; üçüncüyü ise Bonaparte’la başarmışlardı. Herkes yorgun, usançlıydı. Herkesin tek arzusu rahat bir yataktı. Boşuna özveriler, demode cesaret gösterileri, giderilen tutku­ lar, arama, arzu, yalvarış... Peki ama ne için? Bir barınak. Artık barınakları var, memnun olabilirler. Fakat her şey bu kadar yalın değil. Daha başka olaylar da kendisini gösterir, kapıyı onlar da çalar. Bunlar ihtilallerin, savaşların getirileridir, onları yoksayama­ yız. Onların da toplumda kök salma hakları vardır ve bu hakları­ nı kullanırlar. Bunlar genellikle, başçavuş yardımcıları, levazım subayları­ dır; bunlar ilkelere alan açmaya uğraşırlar. İşte o zaman, siyasacı bilgeler nelerle karşılaşırlar? Bitkin savaşçıların mola isteklerinin yanı sıra, olaylar da gü­ vence ister. Olayların güvenceleri savaşçıların dinlenme gerek­ sinimleri gibi kaçınılmazdır. Cromwel’in ardından, İngiltere’nin Stuart Hanedanı’ndan iste­ diğini; imparatorluktan sonra, Fransa, Bourbon Hanedanı’ndan isteyecekti. Bu güvenceler, bu zamanlar için kaçınılmaz birer ihtiyaçtır. Bunları «bağışlamamak» mümkün değildi. Prensler de bağışla­ dılar, fakat aslında bu bir dayatmaydı. Bu derin ve faydalı gerçe­ ği, Stuartlar 1660’ta anlayamamışlardı, oysa 1814’te de Bour­ bonlar aynı yanılsamayı yaşadılar. Napoleon sürgüne gittikten sonra, hanedan Fransa’ya döndü­ ğünde feci ve ahmakça bir vehme kapıldı. Her şeyi yapmayı hak (*) Prusias: Bithniya Kralı (MÖ 237-192). (**) Yvetot Kralı: Sıradan bir kralın ettiği iyilikleri anlatan bir şarkıdır. 1813'te bes­ telenmiştir.

774

bildi, kendisinin verdiğine ve bu verdiğini yine alabileceğine inan­ dı. Bourbon Hanedanı’nın ilahi hakları olduğuna, Fransa’nın hiç­ bir hakkı olmadığına inandı. XVIII. Louis’nin anayasasında tanı­ dığı siyasi hakkın, sadece Bourbonlar'ın olan o ilahi hakkın bir uzantısı olduğuna ve Kral’ın bunu halka bağışladığına kendisini inandırdı. Kral arzu ederse, bu hakkını geri alabilecekti. Ama Bo­ urbon Hanedanı epey ortada duran bir gerçeği görememişti. Ba­ ğışın kendisine getirdiği hoşnutsuzluktan, Bourbon Hanedanı bu­ nun kendisinden gelmediğini anlamalıydı, fakat o da anlamadı. XIX. yüzyılda şirretleşti. Ulusun her gelişme istemine dudak büktü ve ulus bunu fark etti. Daha önce, kendi önünde imparatorluğun iskambil kâğıtları gibi yıkılması yüzünden, kendini güçlü sandı. Oysa kendisinin de yönetime aynı yollarla getirildiğini unuttu. Napoleon’u tahtın­ dan eden o elin, aynı avucun içinde olduğunu göremedi. Geçmişi simgelediğini düşünüp, kendisini köklü sandı. Oysa hatalıydı bu bakış; geçmişe aitti, ama bu geçmiş Fransa’ydı. Fransa toplumunun kökleri sadece Bourbon Hanedanı’nda de­ ğil, ulustaydı. Bu karanlık ve yaşayakalmış kökler, bir hanedanın hakkını değil, bir ulusun tarihini oluşturdu. Bu kökler, ülkenin her tarafına uzanmıştı, salt tahtın altında değildi ki... Bourbon Hanedanı, Fransa tarihinin ünlü, şanlı ve kanlı bir düğümüdür, ama artık kaderinin en önemli öğesi ve siyasasının temeli değildir. Bourbonlar’dan vazgeçilir, onlarsız da yaşanırdı, kaldı ki tam yirmi iki yıl, onlarsız yaşanmıştı. Bir ara bir kopuş ol­ muştu, fakat Bourbonlar bunun ayrımında değillerdi. Bundan na­ sıl kuşkulanırlardı? Onlar için XVII. Louis 9 Thermidor’da(*) ve XVIII. Louis de, Marengo savaş gününde ülkeyi idare ettiklerini sanıyorlardı. Tarihin başlangıcından beri, hiçbir zaman prensler böylesine aymaz davranmamışlar, gerçekleri bu kadar ahmakça yoksaymamışlardı. (*) Thermidor: Fransız ihtilal takviminde 20 Temmuz’la 18 Ağustos arasındaki ay.

775

«Kral hakkı» adı verilen bu adice iddiası, yukarının hakkını bu kadar yoksaymamıştı. Bu önemli yanılgı, hanedanı, 1814’te kendi deyimiyle, ‘bağış­ ladığı’ ayrıcalıklara ilişmeye zorladı. Ne hazin bir şey. Onun ay­ rıcalık dediği, yengilerimizdi; bizim çiğnediğimizi öne sürdükle­ riyse, bizim kanuni hakkımızdı. Vaktin geldiğini sanan Restorasyon kendisini Bonaparte’tan yukarıda bulup, ülkede kökleri olduğuna inandı, daha doğrusu kendisini güçlü ve erişilmez bularak, kararını verip darbeyi indirdi. Bir sabah Fransa’nın karşısına dikildi ve bağırıp çağırarak, ulusun hakkını ve bireysel hakkı tanımadı. Ulusal egemenliğini ve yurtta­ şın özgürlük haklarını gaspetti. Diğer bir deyimle, ulustan, ulus oluşturan özelliği aldı ve yurttaşın yurttaşlık hakkını çiğnedi. «Temmuz Kararnameleri» denilen o ünlü yasaların temelleri böyle atıldı. Restorasyon yıkıldı. Tam vaktinde ve haklı olarak yıkıldı, ama şunu da eklemeli­ yiz ki, gelişime büsbütün karşı çıkmış sayılmazdı. Bu arada sa­ yısız gelişmelere meydan verilmişti. Restorasyon’da, ulus ılımlı tartışmalara girmeye ve barış içindeki bütünlüğe alışmıştı, bunu cumhuriyet zamanında yapa­ madığı gibi, imparatorlukta da yapamamıştı. Özgür ve güçlü bir Fransa, Avrupa’nın diğer ülkeleri için korkutucu bir manzara oluşturmuştu. Robespierre’in döneminde ihtilal; Bonaparte dö­ neminde top söz sahibi olmuştu. XVIII Louis ile X. Charles dö­ neminde ise, söz sahibi olma sırası zekâdaydı. Rüzgâr dinmiş, meşale tekrar yakılmıştı. Huzurlu tepelerin zirvelerinde, zekâla­ rın arınmış ışığı yeniden parladı. Bu gösterişli, faydalı ve cazip bir görüntüydü. Tam on beş yıl, barış içinde ve ulusal alanlarda bu yüce ilkelerin hazırlıkları görüldü. Bilgeler için, çok eski, dev­ let aşamaları için çok yeni sayılan ilkeler; yasa karşısında eşit­ lik, vicdan özgürlüğü, konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü hü­ nerli kişilerin her tür göreve atanma kolaylıkları... Bu da 1830’a kadar dayandı. Bourbonlar, alınyazısının ellerinde kırılan bir uygarlık aracı yaratmışlardı. 776

Bourbonlar'ın çöküşü, kendi yönlerinden değil, ama ulus yö­ nünden muhteşem bir yücelikle gelişti. Onlar tahttan vakur ifade­ lerle indiler; yetkelerini kullanmamışlardı. Onların gecede siliniş­ leri, tarihe karanlık bir heyecan ekleyen, o muhteşem yok oluş­ lardan değildi. Burada, ne I. Charles’ın görülmeye değer huzu­ ru, ne de Napoleon’un kartal çığlığı vardı. Sadece gittiler, olan­ cası bu... Taçlarını bıraktılar ve pırıltısını da ellerinde tutamadı­ lar. Gerçi, ciddi, saygın davrandılar, ama yüce olamadılar. Bir bakıma felaketlerinin, ihtişamını gösterme olanağını ellerinden kaçırdılar. Cherbourg yolunda X. Charles, yuvarlak bir masayı dörtgen biçiminde kestirirken, devrilen krallığından çok, protoko­ le önem verdiğini gösterdi. Bu davranış kendilerini seven ağır­ başlı adamları ve soylarını sayan sadık kişileri epeyce üzdü. Halk olağanüstüydü. Çok doğru davrandı. Bir sabah, bir krallık isyanıyla saldırıya uğrayan ulus, o kadar metanetle davrandı ki, öfkelenecek zamanı bulamadı. Kendisini savundu, denetledi, her şeyi kendi yerine koydu, hükümeti, yasalara, Bourbonlar’ı da sürgüne yöneltti; çok üzücü! Sonra duruldu. Bir zamanlar XIV. Louis’yi barındıran sayvanın altından, ihtiyar Kral X. Charles’ı usulca çekip aldı ve yere bırak­ tı. Kral ailesine hafifçe ve acıyla dokundu. Onlara hiç zarar ver­ medi. Bir kişi değil, birkaç kişi de değil, Fransa, Fransa’nın tama­ mı, yenen ve yenilgisinden sarhoşa dönen bir Fransa. Barikatlar gününden sonra, Guillaume du Vair’in(*) şu sözlerini hatırlayıp uyguladı: «Büyüklerin ihsanlarına alışkın ve bir kuş gibi daldan dala geçen, perişan bir kaderden daha mutlu bir kadere sıçra­ yanların, bahtsız prenslerinden sırt çevirmeleri olağandır. Fakat bence, krallarımın, özellikle bahtsız krallarımın kaderi, benim için her zaman saygıya layık olacaktır.» Bourbonlar giderken, yanları sıra saygınlıklarını da götürdü­ ler, ama onlar için kimse üzülmedi. Demin değindiğimiz gibi, fe­ laketleri onlardan daha yüce oldu. Ufukta kayboldular. (*) Guillaume de Vair: (1556-1621) Fransız devlet adamı, hatip ve felsefeci.

777

Temmuz İhtilali’nin bütün dünyada dostları ve düşmanları ol­ du. Bazıları bu isyanı coşkuyla kutlarken, bazıları ondan nefret etti. Herkes kişiliğine, doğasına uygun davrandı. Şafağın bay­ kuşları sayılan Avrupa Prensleri, gözlerini kapattılar, yaralanmış ve sersemlemişlerdi, gözlerini, bu kez gözdağı vermek için açtı­ lar. Bu korkuyu anlıyor ve öfkelerini bağışlıyoruz. Bu tuhaf isyan çok hafif bir sarsıntı yarattı. Yenilen krallığa kinli davranıp da ona kan dökme şerefini bile bağışlamadı. Özgürlüğün kendi kendisi­ ni eleştirmesiyle ilgili, zorba yönetimlerin gözünde, Temmuz İhti­ lali’nin en büyük suçu, korkunç olmasına rağmen, yumuşaklığı olacaktı. Aslında aleyhine, hiçbir şey yapılmadığı gibi, hiçbir düzen de hazırlanmadı. Ondan en fazla yakınanlar, en öfkeliler bile, onu selamlıyorlardı. Bencilliklerimiz ve öfkelerimiz ne olursa olsun, insanoğlun­ dan daha üstün birinin hazırlamış olduğu olaylara derin bir say­ gı besleriz. Temmuz İhtilali gerçeği yere deviren hakkın zaferidir. Bu da yücelik ve ihtişam dolu bir şeydi. Gerçeği sindiren hak. İşte 1830’un görkemi, onun yumuşak ve anlayışlı olması da bundandır. Yenen hakkın kaba güce ihti­ yacı yoktur. Hak adil ve doğrudur. Hakkın özelliği sürekli güzel ve lekesiz kalmasıdır. Görünür­ de en zorunlu olan gerçek bile çağdaşlarının en kolay kabullen­ dikleri gerçekler bile, sadece olgu olarak gelişmişse ve hakkı kapsamıyorlarsa, giderek biçimsiz, iğrenç ve canavarca bir gö­ rünüme bürünür. Bunun en belirgin örneği Machiavel’dir. Gerçe­ ğin asırların ötesinden erişebileceği çirkinlik düzeyini bir bakışta görebilmek istiyorsanız Machiavel’e bir göz atın. Machiavel hiç­ bir zaman kötülük cini, ifrit, alçak ve düşkün bir yazar olmadı. Bu belirgin bir gerçek, ama bu sadece İtalyan gerçeği değil, bu bü­ tün Avrupa’nın benimsediği bir gerçekti. XVI. yüzyılın oluşturdu­ 778

ğu bir gerçek, XIX. yüzyılın kavramlarının karşısında, kusturucu, ortada ve gerçekten iğrençtir. Hak ile gerçeğin bu mücadelesi, toplumlarının meydana gel­ mesinden beri süregider. Bu savaşı noktalamak, saf, lekesiz dü­ şünceyi, insanlık gerçekleriyle karıştırmak; hakkı gerçeğe ve gerçeği hakka karıştırmak, işte alimlerin gayreti bunadır. 2 ACEMİ DİKİŞ Fakat şunu hiç unutmayalım: Alimlerin çabaları başka, hile­ bazların çabaları başkadır. 1830 İhtilali başladığı gibi bitti. İhtilal dibe vurunca, uyanıklar başarısızlığı yağmalar. Çağımızda böylesi hilebazlar kendilerine «devlet adamı» ni­ temini yakıştırdılar, o kadar ki, artık bu unvan argo sözcüğe dö­ nüştü. Evet şunu da söylemeliyiz ki, epey üstünde durulması ge­ reken bir nokta var, kurnazlığın, hilenin olduğu yerde küçüklük vardır. Bu zorunlu bir şeydir. Bu nedenle, hileci ve düzenbazlar dediğimizde, «küçük insanları» da ereklemiş oluyoruz. Aynı biçimde, «devlet adamları» derken, zaman zaman da, hainler anlamında kullanılır. Yani satılmış adamlar anlamında. İşte bu açıkgözlerin sözlerine bakılacak olursa, güya, Tem­ muz İhtilali’ne benzeyen ayaklanmalar, kesik atardamarlara benzer, bunları hemen dikmek, bağlamak gerekir. Fazlasıyla va­ at edilen hak, sarsıntılara neden olur. Bu nedenle öncelikle, sö­ zü verilen hakkı korumak için, devleti güçlendirmek gerekir. Öz­ gürlük sağlandıktan sonra, yönetimi düşünmek kaçınılmazdır. Bu durumda yine alimlerle açıkgözler, birbirlerinden ayrı de­ ğillerdir, ama alimler kuşkulanmaya başlarlar, iktidar, peki ama... Öncelikle iktidar ne demek, ne anlama geliyor? ikinci mesele bu iktidarın nereden kaynaklandığı sorunudur. Hilebazlar bu karşı çıkmaları duymamazlıktan gelerek ham­ lelerini, dolaplarını sürdürmeye çalışırlar. 779

Çoğalan yapıtlara, bir ihtiyaç maskesi takmakla ünlenen bu hin siyasetçilerin fikirlerine göre, ihtilalden sonra bir ulusun ilk ih­ tiyacı kendisine bir hanedan sağlanmasıdır. Özellikle eğer ulus monarşik yapılı bir ülkedeyse. Onlara göre, ihtilalden sonra, bu yolla barış sağlanır, yani başka deyimle, ulus yaralarını sarar ve hanedanını onarmaya vakit ayırır. Hanedan, harabeleri ve cankurtaranları gizler. Peki ama, bir hanedan oluşturmak genellikle kolay olmaz! Çok zora düştüğünde herhangi bir deha sahibi, kral olabilir, çoğu zaman, bu tesadüfen ortaya çıkan talihli biri de olabilir, iş­ te iki misal, biri Bonaparte, diğeri İturbide.(*) Rastgele bir aileden bir hanedan oluşturulamaz. Sülalenin kökünün eskilere dayanması gerekir, ama yüzyıllarda beklen­ medik buruşukluklar oluşturmak imkânsız bir şeydir. «Devlet adamları» açısından bakacak olursak, «her türlü ön­ lemi aldıktan sonra» şöyle bir meseleyle yüz yüze kalıyoruz: Bir isyandan sonra ortaya çıkan kralın özellikleri nelerdir? İhtilalci olabilir ve aslında böyle olması faydalıdır da; özetle, kendisinin bir isyana katılmış, orada cesaret göstermiş, elindeki baltayı ya da kılıcı sallamış olması gerekir. Bir hanedanın özellikleri nelerdir? Ulusal olmalı, yani uzaktan devrimci, ama yapıp ettikleriyle değil, benimsettirdiği düşüncele­ riyle. Hanedan köklü bir geçmişe sahip olmalı, tarihi olmalı, ge­ lecekten türemeli, aynı zamanda güler yüzlü olmalıdır. İşte bu saydıklarımız durumu olanca çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. İlk devrimler sadece üstün buldukları birini başla­ rına getirmekle kalmışlardır, Cromwell ya da Napoleon ve ikin­ ci devrim üsteleyerek Brunswick ya da Bourbon Hanedanı’nı istedi... Hanedanlar Hindistan’ın incirlerine benzerler. Böyle ağaçla­ rın her fidesi yere sarkarak toprakta köklenir ve yeni bir incir (*) Iturbide: Meksikalı general (1783-1824), kendisini imparator ilan etmeyi ba­ şardı, ama bir yıl sonra tahttan indirilip kurşuna dizildi.

780

ağacını oluşturur. Her dal kendi başına bir hanedan olabilir, fa­ kat bir şartla; halka inebilecek kadar yere eğilmekle. İşte hinoğlu hinlerin teorileri. Onlarca en büyük marifet, başarılara felaket acısı eklemektir. O halde, bu durumdan yararlananlar ürker. Olanca yaptığı, giri­ şimi korkuyla tatlandırmak, geçişlerin eğik çizgisini iyice eğriltip, gelişimi yavaşlatmak, tanıtımını sönükleştirmek, heyecanın bu­ rukluğunu dile getirmek ve daha sonra kesip atmak, açıları ve tırnakları törpülemek, utkuyu pamukla alalamak, hakkı kundak­ lamak, halkı fanilayla sarıp sarmalamak ve onu hemen yatırıp sıkı bir perhiz uygulatmak. Hercules’i(*) hastaymış gibi korumak, her şeyi yumuşatmak, ideale susamış zihinlere ıhlamurla karışık balözü vermek, aşırı başarıya önlemler almak ve ihtilali bir gece lambasıyla maskelemek. İngiltere’nin 1688 yılında uyguladığı bu teori, 1830’da Fran­ sa’da uygulandı. 1830, yolun yarısında durdurulmuş bir devrimdir, yani yokuş ortasında durdurulan bu devrim, gelişiminin yarısı, hakkın da ya­ rısı sayılır neredeyse. Ama mantık şu «neredeyse» sözünü tanı­ maz, güneşin mumu tanımaması gibi... Yokuşun ortasındaki devrimleri kim önler? Kenterler (Burju­ valar.) Niye? Çünkü kenter demek, doymuş çıkarcılar demektir. Dün iştah vardı. Bugün doyuruldu, yarın usanç gelecek. 1814’te Napoleon’a uygulanan, 1830’da X. Charles’tan son­ ra sahnelendi. Kenterlerden nafile bir sınıf yaratmayı istediler. Kenterlik sa­ dece halkın tatmin olan bir bölümüdür. Kenter artık oturabilecek haldeki adamdır. Fakat bir koltuk, bir sınıf değildir. Şu da var ki, çok erken oturmak istemekle, insanlığın yürüyüşü önlenmiş olur. İşte bu genellikle kenterliğin hatası oldu. (*) Hercules: Yunan mitolojisinde gücün simgesi.

781

Hata yapıldığı için toplumsal bir sınıf oluşmaz. Egoizm top­ lumsal düzenin bölümlerinden biri olamaz ki. Hem, egoizme karşı bile haktanır olmak gerek. Ulusun, şu kenter denilen sınıfının bayıldığı durumu, 1830'dan sonra, bir parça utanç içeren ve kayıtsızlıkla uyuşukluğun karışımından oluşan durgunluk, hareketsizlik değildi; hayallere açık beklen­ medik bir unutma sayılan uyku da değildi; bu bir molaydı. «Mola» iki anlamlı, anlaşılması güç, dahası çelişkin bir söz­ cüktür: Birliğin öne yürüyüşü, yani eylem; durma, yani dinlenme­ dir. Mola, güçlerin toparlanması, silahlı ve zinde bir dinlenmedir. Nöbetçilerini yerleştirmiş, tetikte bekleyen bir olgudur. Mola, geçmiş ve geleceğin kapışması demektir. 1830 ile 1848 yılları­ nın arasındaki dönemdir bu. Kapışma dediğimiz şeye, gelişim de denebilir. Devlet adamları gibi, kenterler de «mola» kelimesini kendile­ rine harfiyen aktaracak birini istiyorlar, hatta buna ihtiyaç duyu­ yorlardı. Kendilerine birinin «her ne kadar öyleyse de...» diye sö­ ze başlayacak birini arıyorlardı. Devrimi betimleyen, ama denge gücünü, durulmuşluğu da simgeleyecek, karışık karakter sahibi birini, yani bir başka deyimle geçmişle geleceği bağdaştırıp bu­ günü sağlamlaştıracak birini istiyorlardı. Böyle biri bulunmuştu bile, «hazır bekliyordu» Louis Philippe d’Orléans. 221'ler, bu prensi kral seçtiler. Lafayette taç giyme törenini üstlendi. Belediye Sarayı, Reims Katedrali’nin(*) yerini aldı. Ona «Cumhuriyetlerin en iyisi» denildi. Bu yarım tahtın tam bir taht haline gelmesini 1830 sağladı. Açıkgöz siyasa adamları, işlerini sonuca bağladıklarında, çö­ zümün yanlışlığı meydana çıktı. Bütün bunlar mutlak hakkın dı­ şında yapılmıştı. Mutlak hak «hayır!» diye haykırdı ve sonra ol­ mayacak şey, hak da karanlıklara daldı. (*) Reims Katedrali: Frank Clovis 496’da bu katedral'de taç giymişti, bu yüzden, Fransa krallarının Reims Katedrali’nde taç giymeleri gelenek halini aldı.

782

3 LOUİS-PHİLİPPE İsyanların kolu korkunç, ama eli isabetlidir. Sert darbeler, fa­ kat tam yerinde bir tercih yaparlar. Öyle ki 1830 gibi tamamlan­ mamış, yozlaşmış, bozulmuş ve tali düzeyde bir devrim haline gelse bile, kötü düşmemek için içlerinde yeterince aydınlık olan kutsal bir sezgi bulunur. Onları güneş tutulmalarına benzetebili­ riz, bu sönüklük uzun sürmez, tekrar aydınlanmaktan asla vaz­ geçmiş değillerdir. Yine de büyük konuşmayalım, devrimler de insanlar gibi ya­ nılırlar. Çok ağır yanılmalar görülmüştür. Biz tekrar 1830 yılına dönelim. 1830, yoldan çıktı, fakat buna talih demek gerekir. Kısa kesilen devrimden sonraki düzende, kral, krallıktan daha değerli çıktı. Louis-Philippe az bulunur bir adamdı. Tarih babası için hafifletici nedenler bulacaktır, ama o baba­ sına hiç benzemezdi. Babası her ne kadar ayıplanacak biriyse, Louis-Philippe de o kadar beğenilesi niteliklere sahip, saygıdeğer bir prensti. Özel­ liklerinin neredeyse tamamına ve genel niteliklerin de çoğuna sahipti. Sağlığını, servetini, dış görünüşünü korur, işlerini özenli yapardı. Her anın değerini bilir, ama bir yılın değerini bilmezdi. Ölçülü, dingin, sakin, sabırlıydı. Hem babacan, hem de iyi bir prensti. Karısını aldatmazdı. Sarayındaki uşaklar, kenterlere kral ile kraliçenin yatak odasını göstermekle görevlendirilmişlerdi. Aynı ailenin daha büyüklerinin gayrı meşru aşklarını sergiledik­ leri gibi, Louis-Philippe de, karısıyla olan ilişkisini halka göster­ menin faydalı olacağını düşünmüştü. Avrupa’da konuşulan dille­ rin yaklaşık tümünü bilirdi ve bu da az bulunur bir nitelikti. Bütün çıkarların dillerini de konuşurdu. «Orta sınıfın» şaşmaz bir tem­ silcisi olmasına rağmen, onu aşardı ve her açıdan bu orta sınıf­ tan daha yüceydi. Soyuna değer vermenin yanı sıra, onları cev­ 783

herlerine göre değerlendirmesini bilir, Orleans olmakla övünür, Bourbonluk’tan dem vurmazdı. Prenslik günlerinde, kraliyet aile­ sinin en asil birinci prensine uygun bir yücelikle davranmış, ama kral atandığı günden sonra «tipik bir kenter» olmuştu. Halkın karşısında dağınık, aile çevresinde epey ölçülü konuşurdu. Ken­ disi için pinti denirdi, ama bunu kanıtlayan yoktu. Aslında bir fan­ tazisini gerçekleştirmek ya da bir görevi yerine getirmek için bol keseden atan, yine de tutumlu olan biriydi. Kültürlü olmanın ya­ nı sıra, edebi eserlere düşkün değildi, beyefendiydi, ama şöval­ ye ruhlu değildi; sıradan, huzurlu ve güçlü bir karakteri vardı. Ai­ lesi ve hizmetindekiler kendisini deli gibi severlerdi. Çok hoş ko­ nuşurdu, sohbetine doyum olmazdı. Doğru yoldan çıkmayan bir kraldı; biraz soğuk olmakla birlikte, ilginç konularda açılırdı. Çok ileriyi göremez, günü gününe yönetirdi ülkeyi. Kin tutmadığı gibi, minnet de etmezdi. Üstünlükleriyle, ortadakileri hemen ezebilir­ di. Tahtın altında bağıran şu sır dolu «oy birliklerini bastırmak için parlamentoyu ustaca kullanırdı. Açıksözlüydü, zaman zaman duygularını ortaya söyleyip, tedbirsizce davranırdı, fakat bunda bile olağanüstüydü. Çare bulmakta, çeşitli maskelerle asıl yüzünü göstermemekte de us­ taydı. Avrupa’nın Fransası’nı korkuttuğu gibi, Fransa’nın Avru­ pası’nı da korkuturdu. Vatanseverdi, fakat ailesini vatanından daha çok severdi. Yetkeden fazla egemenliğe, ağırbaşlılıktan fazla yetkeye önem verirdi. Bu eğilimin en olumsuz tarafı, ba­ şarıya varıldığında, hileyi hoşgörür, küçüklüğü mutlaka reddet­ mezdi. Faydalı bir yanı da politikayı şiddetli sarsıntılardan, dev­ leti kırgınlıklardan ve toplumu yıkımlardan korumasıydı. Louis-­ Philippe epey titiz, açıkgöz, dikkatli, öngörülü, yorgunluk nedir bilmez biriydi. Zaman zaman kendi sözlerini yalanlar, çelişkiye düşerdi. Ancone’da Avusturya’ya karşı bilgiç davranmış, İspan­ ya’da İngiltere’ye karşı çıkmıştı. Anvers’i bombalatıp Pritc­ hard’ın anısına saygı göstermişti. «La Marseillaise» marşını yürekten bir heyecanla okurdu. Güçsüzlüğe, yorgunluklara, gü­ zellik ve ideal ilkelerine, boşuna cömertliklere, boş hayallere, 784

evham ve öfkeye, kibir ve yalanlara boş verirdi. Her açıdan ki­ şisel bir cesareti vardı. Valmy’de general, Jemmapes’ta asker­ di. Tahta çıktıktan sonra, sekiz suikast atlatmış, asla pes etme­ miş, sürekli gülümsemişti. Bir süvari ölçüsünde cesur, bir alim kadar yürekliydi. Şu da var ki, Avrupa’nın sarsıntılarıyla kaygıla­ nır, aklının ermediği büyük siyasal risklere atılmaktan çekinirdi. Öte yandan, canını tehlikeye atmaktan hiç çekinmez, fakat hiç­ bir zaman eserlerini feda etmezdi. İstemini, etkiye çevirip, kral olarak değil, deha olarak sözünü dinletmek isterdi, inceleme hü­ nerine sahip olsa da, bilicilik taslamazdı. Adam seçmeyi bilirdi. Aslında kişiyi değerlendirmek için, öncelikle onu tanımak isterdi. Güçlü bir sağduyusu olmasının yanı sıra, pratik bir kavrayışı ve olgunluğu da vardı. Zorlanmadan konuşurdu, belleği çok güçlüy­ dü. Bundan yararlanır, onu sürekli kullanırdı. Bu özelliği Sezar, Büyük İskender ve Napoleon’la olan biricik benzerliğiydi. Olayla­ rı, ayrıntıları, tarihleri, kişileri, soyadlarını hiç unutmazdı. Yöne­ limleri, tutkuları, ruhların gizli ve karanlık direnişlerini önemse­ mez, bilmek de istemezdi. Yüzeydekilerce benimsenir ama Fransa’nın aşağı katmanıyla bağdaşmazdı. Fakat bundan da ustaca sıyrılmayı bilmişti. Ülkeyi yönetirdi, fakat saltanat sür­ mezdi. Kendi kendisine başbakanlık ederdi. Düşüncelerin engi­ nine karşı, gerçeklerin sıradanlığından oluşan bir set kurmuştu. Uygarlık, düzen ve teşkilat yaratabilmenin asıl yeteneğine, yar­ gılama ve şikeli dava ifadesi katardı. Bir hanedanın kurucusu ve savcısıydı. Karakterinde Charlemagne’in nitelikleriyle, bir avuka­ tın niteliklerini toplamıştı. Özetle, üstün ve kendine özgü biriydi. Fransa’nın kaygısına ve Avrupa’nın hasedine rağmen, bir güç yaratarak muhteşem bir kral oldu. Eğer zaferi sevseydi, zama­ nın üstün kişileri arasında yer alabilirdi. Fakat o sadece yararlı olanı önemsedi, şan ve şerefi boşladı. Gençken alımlı biri olan Louls-Philippe, kocadığında da ki­ barlığını korudu. Ulusça sürekli beğenilmemesine karşın, yığın­ lar onu sürekli tuttu. Yığınlara kendisini sevdiren bir özelliğe sahipti; sevimli ve ca­ 785

na yakındı, beğenilirdi. Aslında bir eksiği vardı; ihtişam. Kral ol­ masına rağmen, hiçbir zaman taç giymediği gibi, yaşlı bir adam olduğunda da, beyaz saçlarla görünmedi. Hal ve hareketleri es­ ki yönetimden yana olmasına karşın, huyları çağına uyuyordu. 1830 yılına uygun bir karışımdı. Bir aristokrat ile bir kenter karı­ şımı. Louis-Philippe, saltanatlı bir ara dönem oldu. Eski diyaleği ve eski imlayı korumuştu. Gerçi Macaristan’la, Polonya'yı epey severdi, fakat yazarken «Palanyalılar» ve «Mocorlar» diye ya­ zardı. X. Charles gibi hassa alayı üniforması giyer ve Napoleon gibi «Legion d’Honneur» nişanı taşırdı. Kiliseye nadiren uğrar, hiç ava çıkmazdı. Operaya da adım atmazdı. Papazlardan, at uşaklarından ve güzel dansözlerden hazzetmezdi. Bu huyları da onun güngörmüş bir kenter gibi, gö­ rünmesine yarıyordu. Çevresine saraylıları asla toplamazdı. Dı­ şarı çıktığında şemsiyesini hep kolunun altında taşırdı. Bu şem­ siye onun halesi sayıldı. Biraz duvarcı, biraz bahçıvan, biraz da doktordu. Attan düşen bir seyisten kan almayı bilirdi. III. Henri nasıl kamasını almadan saray dışına çıkmazsa, Louis-Philippe de neşterini almadan çıkmazdı. Kralcılar bu komik kralla eğleni­ yorlardı. Onlar şimdiye dek iyileştirmek için kan akıtan bir kralı ne görmüş, ne de duymuşlardı. Tarihin Louis-Philippe’de bulduğu kusurlardan üçünü çıkartıp atmalıyız. Krallığı, hükümranlığı ve kralın kendisini suçlayan un­ surları. Bu üç unsur da tamamen farklı bir toplam oluşturur. Zor­ la el atılan demokratik hak, ikincil düzeyde bir değer haline ge­ len ilerleme, kanla bastırılan sokak isyanları, ayaklanmaların as­ keri olarak cezalandırılması, kurşuna dizilen asiler, Transnonain Sokağı, askeri mahkemeler, gerçek ülkenin yasal ülke tarafın­ dan yok edilmesi, üç yüz bin ayrıcalıklıyla, kazancı paylaşan hü­ kümet, bütün bunlar krallığın yapıp ettikleri. Geri çevrilen Belçi­ ka, kanla fethedilen Cezayir, tıpkı İngilizler’in Hindistan’da yap­ tıkları gibi uygarlıkla ilgisiz bir barbarlık. Abd-el-Kader’e güven­ sizlik, satın alınan Deutz ve intkamı alınan Pritchard, bunlar da saltanatın işleri. Ulusal olmaktan çok, ailesel siyasayı yürütmesi de sadece kralın işi oldu. 786

Yazdığımız gibi, kimi eksiltmelerden sonra kralın suçu hafifli­ yor. Onun en büyük hatası Fransa adına epey kibirsiz davranma­ sı oldu. Bu hata nereden kaynaklanmıştı? Söyleyelim: Louis-Philippe kraldan çok, bir baba oldu. Hanedan kurmak isteyen biri, her şeyden çekinir ve tedirgin edilmek istemez. Geç­ mişinde 14 Temmuz gibi talihli bir geleneği olan ve yine Auster­ litz gibi şanlı bir zaferi olan bir halk, onun bu çekingenliğini kü­ çümsüyordu. Öte yandan, yerine getirilmesi kaçınılmaz olan genel ulusal ödevler bir yana, Louis-Philippe’in ailesine duyduğu sevgiyi, düşkünlüğünü bağışlamak işten bile değildi. Ailesi kralın sevgi­ sine layıktı. Aile sahiden epey erdemli kişilerden oluşmuştu. Bu­ rada erdemlerle, hünerler birbirleriyle yarışıyor gibilerdi. Louis-­ Philippe’in kızlarından biri Prenses Marie d’Orleans, ailenin adı­ nı sanatçılar defterine yazdırmıştı. Tıpkı yıllar öncesi atalarından Charles d’Orleans’ın adını ozanlar arasına yazdırması gibi. Genç prenses ruhunu mermer bir heykele yansıtmış ve buna Je­ anne D’arc ismini vermişti. Kralın oğullarından ikisi de, o kadar üstün kimselerdi ki, ünlü diplomat Metternich onlar için, «Onlar az bulunur gençler, çok üstün prensler,» demişti. İşte her şeyi açık açık söyleyip, hiçbir şeyi de kötülemeden, Louis-Philippe'in asıl karakterini yansıtmak istedik. Eşitlik prensi olmak, varlığında hem Restorasyon’un, hem de ihtilalin çelişkilerini taşımak, devrimcinin devlette güvenilir olan o yönüne sahip olabilmek. İşte 1830 yılında bu, Louis-Philippe için bir talih oldu. Hiçbir zaman bir bireyle, bir olay arasında böyle bir uyum kurulmamıştır, biri diğerinin içine girmiş gibiydi ve cisim­ leşme gerçekleşti. Louis-Philippe demek, insan biçimini alan 1830 yılı demektir. Üstelik, onu tahta yakıştıran bir özelliği daha vardı: Sürgün. O yurdunun dışına atılmış, yoksul ve serseri biri gibi yaşamıştı. Geçimini emeğiyle sağlamıştı. Fransa’nın en bi­ tek en geniş arazi sahiplerinden biri olan bu prens, geçimliğini 787

çıkarmak için İsviçre’de, kocamış atını satmıştı. Reichenau’da yine geçimini sağlamak için matematik dersleri vermiş, kız kar­ deşi Adelaide terzilik etmiş, işlemelerini satmıştı. Kralın geçmiş­ teki bu acı anıları, kenterleri de coşturuyordu. XI. Louis’nin yap­ tırdığı ve XV. Louis’nin kullandığı Mont Saint-Michel’deki son de­ mir kafesi kendisi parçalamıştı. Dumouriez’nin yoldaşı, Lafayet­ te’in arkadaşı olmuştu. Jakoben Kulübü’nün üyesiydi. Mirabeau onun omuzlarını okşamış, Danton kendisine: «delikanlı» diye seslenmişti. ‘93 yılında, henüz Mösyö de Chartres ismini taşıdı­ ğı günlerde, Konvansiyon’un karanlık bir locasında oturmuş ve XVI. Louis'nin yargılanmasına katılmıştı. Devrimin kör öngörüsü krallığı kralla ve kralı da krallıkla ezerken, düşüncenin bu yaba­ nıl ezişinde, insanı fark etmemişti. Meclis mahkemesinin o bü­ yük fırtınasında, öfkeli halkın krala yönelttiği sorular ve suçlama­ lar, ne diyeceğini bilemeyen Capet’nin(*) perişanlığı, kraliyetin başının bu karanlık solukta sallanışı, suçlayanların ve suçlana­ nın masumiyeti... Evet Louis-Philippe bütün bunları izlemiş, bu yıkıntıları görmüştü. Konvansiyon parmaklıkları ardından, çağla­ rın geçişlerini seyretmiş, XVI. Louis’nin, sorumlu tutulan o mut­ suz kralın arkasındaki asıl suçlunun monarşinin gölgelerinden sivrildiğini görmüş ve hemen derin bir saygıya kapılmıştı. Tan­ rı’nın adaleti kadar şaşmaz olan, Halkın adaletine tanık olmuş­ tu. İhtilalden edindiği izlenim unutulmayacak ölçüde etkili olmuş­ tu, bu sonsuz adaletin günün birinde gerçekleşmeleri kendisin­ de saygıyla karışık bir korku duygusu yaratmıştı. İhtilalin izleri onda o kadar canlıydı ki, bir gün sözünden kuş­ kulanılmayacak ölçüde namuslu bir tanık önünde, Kurucu Mec­ lis’in alfabetik listesindeki, bütün A’ları ezberden okumuştu. Louis-Philippe, karanlık tarafı olmayan bir aydınlıklar kralı ol­ du. Onun egemenlik sürdüğü yıllarda basın özgür olduğu gibi, (*) Capet: ilk Frank krallarının soyadı. Burada aşağılama niyetiyle kullanılmış. Halk XVI. Louis’ye hakaret etmek için onu «Capet» diye çağırmıştı.

788

parlamento özgürlüğü, vicdan ve konuşma özgürlüğü vardı. Ey­ lül Yasaları yeterince açık seçiktir. Aydınlığın ayrıcalıklar üzerinde, ne olumsuz etkileri olduğunu bile bile tahtını sürekli aydınlıkta tuttu. Tarih onun bu yönünü hiç unutmayacaktır. Sahneye çıkan bütün tarihsel isimler gibi, Louis-Philippe de bugün insanı vicdan tarafından yargılanmakta. Fakat onun du­ ruşması henüz ilk aşamada. Bu kral üzerinde kesin bir yargıya varmak için henüz erken. Katı bir eleştirmen olan tarihçi Louis Blanc bile, ilk yargısını yumuşatmıştır. Louis-Philippe aslında 221’ler ve 1830 yılı tarafından seçilmiş bir kraldı. Yani yarım bir Parlamento ile, bir yarım Devrim tarafından atanmıştır. Yine de felsefenin ileri görüşüyle, demin değindiğimiz gibi biz onu mut­ lak demokrasi adına yargılayamayız, bunun için çok dikkatli davranmak gerek. Burada iki hakkın gözetilmesi kaçınılmazdı. İlk olarak kişisel hak gözetilmeli, sonra halkın hakkı. Bunlardan sonra Louis-Philippe’i bir insan olarak inceleyecek olursak, onun tarihteki en iyi krallardan biri olduğunu söylemek zorunda­ yız. Onu suçlayan ne? Taht. Louis-Philippe’den krallığını çekip alacak olursak, ondan geriye sadece insan kalır. Ve bu insan da çok iyi bir insandı. Dahası çoğu zaman yüceliğe erişen bir iyilik vardı onda. Çok zaman, en sıkıntılı anlarında, Avrupa diplomatlarıyla tartıştığı epey yorucu bir günün akşamında, dairesine dönerdi. Orada ne yapardı? Olmayacak bir şey. Bir dosyayı alır, yorgun­ luğuna, uykusuzluğuna bakmadan, incelerdi. Bir cinayet dava­ sını incelemekle, çok iyi bir iş yaptığına inanırdı. Onun inancı­ na göre masum birini ipten kurtarmak, Avrupalı diplomatlara meydan okumaktan daha iyi bir işti. Bir suçsuzu, celladın elin­ den kurtarmak için, adalet bakanıyla atışır, kurbanlarını çekip almak için savcılarla tartışırdı. Kral, savcılar için «hukuk lafa­ zanları» derdi. Zaman zaman, incelediği dosyalar masasının üstünü kaplardı. Onları sırayla incelerdi. Mahkûm edilen bu 789

mutsuzların canlarının kendi elinde olduğunu düşünmek, onun için azaptı. Günün birinde, yine sözüne güvenilir ve az önce söz ettiğimiz o tanığa, şöyle demişti: «Bu gece tam yedi can kurtar­ dım.» Egemenliğinin ilk yıllarında idam cezasını kaldırmıştı. Tekrar kurulan darağacı, krala karşı gösterilen ilk terör eylemi oldu. İdamların infaz edildiği o Grève Meydanı yok olunca, bu kez kenterlere has yeni bir idam meydanı kuruldu, buna da «SaintJacques Kapısı» ismini verdiler. «Pratik siyasa adamları» he­ men hemen yasal bir giyotine ihtiyaç duymuşlardı. Bu da kenter­ liğin tutucu tarafında bulunan Casimir Périer’nin(*) bir utkusu sa­ yılırdı. Louis-Philippe Beccaria’yı şöyle yorumlamıştı: «Keşke yaralansaydım, onu affederdim!» Bir kez, bakanlarının direnişinden söz ederek, tarihimizin en büyük kişilerinden biri olan politik bir tutuklu hakkında şunları söyledi: «O bağışlandı, bana sadece bunu dillendirmek kaldı.» Louis-Philippe, ermiş mertebesine erişen IX. Louis gibi uysal, insancıl ve halkını düşünen; IV. Henri gibi, iyi kalpli bir kraldı. İyiliğin değerinin bir inci kadar az görüldüğü tarihte, iyi olmak çoğunlukla büyüklükten önce gelir. Louis-Pihilippe zaman zaman, sertçe eleştirilmiş, şiddetle suçlanmıştı, fakat artık günümüzde göçmüş ve hayaletler arası­ na katılan bu kraldan söz ederken haktanır davranmak isteriz. Bu kralı yakından tanımış birinin, hakkında tarih önünde tanıklık etmesi gerekir. Bu tanıklığın ne olursa olsun, yansız olması ge­ rekir. Bir ölünün mezartaşına yazdığı bir yazı içtendir. Bir gölge, bir diğer gölgeyi avutabilir. Aynı karanlıkları paylaşmak övme hakkını verir. Günün birinde sürgündeki iki mezarda yatanlardan söz ederken: «Biri diğerini fazla övdü» demelerinden o kadar korkulmamalı.

(*) Casimir Perier: Korsikalı suikastçı. 28 Temmuz 1835’te Louis-Philippe'e su­ ikast girişiminde bulunmuştu. Paris’te idam edildi.

790

4 TEMEL ÇATIŞMALAR Louis-Philippe’in idaresinin başlangıcındaki acıklı bulutlar yo­ ğunlaşan dramımızın ilk günlerindeki durumun okur tarafından iyice anlaşılabilmesi için, kitabımızda bu kraldan söz etmek du­ rumunda kaldık. Louis-Philippe şiddete başvurmadan, kendi açısından hiçbir eylemlilik göstermeden, devrimin aktarmasıyla tahta geçmişti. Aslında bu geçiş, ihtilalin asıl niyetinden epey farklıydı ve kendisi Orléans Dükü olarak burada şahsi hiçbir girişimde bu­ lunmamıştı. O prens olarak doğmuş ve kral olacağına inanmıştı. O, bu unvanı, kendi kendisine vermemişti, almamıştı da, bunu kendi­ sine önermişlerdi ve kendisi de evet demişti. Önerinin politik ol­ duğuna inanması gibi, kabul etmesinin de yasal olduğuna emindi. Kuşkusuz, burada yanılıyordu, fakat aynı zamanda iç­ ten olduğunu da eklemeliyiz. Bu nedenle, iyi niyetli bir davranış­ ta bulunmuştu. Tekrar söylemek isteriz ki, Louis-Philippe tahtta hakkı olduğuna olanca içtenliğiyle inanmıştı, öte yandan, de­ mokrasi de saldırılarında haklıydı ve iyi niyetliydi, o da yaptıkla­ rından emindi. Bundan dolayı toplumsal çarpışmaların getirdiği korkunç olaylar yüzünden, ne kral, ne de demokrasiyi suçlaya­ biliriz. İlkelerin çarpışmaları, elementlerin çarpışmalarını andı­ rır. Okyanus suyu, fırtına havayı, kral krallığı, demokrasi halkı savunur. Burada göreceli olan monarşi, mutlak olan cumhuriye­ te karşı koyar. Toplum bu çatışmalardan fayda görür. Fakat bu­ gün kendisine acıklı gelen bu durum, yarın selameti olacaktır. Şu da var ki mücadele edenleri asla ayıplamayız. Bu partilerin birinden biri yanılıyor. Hak ve hukuk, Rodos’ta iki sahil üzerinde yükselen o koca heykel gibi değildir, aynı zamanda iki tarafta bulunmaz. Bir ayağı cumhuriyette, diğeri krallıkta olamaz. O, parçalanamaz bir bütündür ve tek bir yanda bulunur. Fakat al­ dananlar iyi niyetle aldanmaktalar. Kör biri suçlu değildir, tıpkı 791

Vendée'li(*) birinin kesinlikle çapulcu olmaması gibi. Bu korkunç çarpışmaları yazgının cilvesine bağlayalım. Bu fırtınalar her ne kadar şiddetli olsalar da, insanlığın sorumsuzluğu, onlara karış­ mıştır. Açıklamayı bitirelim: 1830 hükümeti çok kritik koşullarda işe başladı. Henüz do­ ğan bu hükümet, hemen savaşmak zorunda kaldı. Yeni yerleşmişti ki, şimdi doğan ve o kadar da sağlam olma­ yan bu Temmuz olgusunun da, belirsiz çekişmeler, sarsıntılar ol­ duğunu hissetti. Direniş ertesi gün doğdu. Belki de, dünden bir gün önce doğ­ muştu. Düşmanlık giderek büyüdü ve gizlilikten sıyrılıp açıkça gürle­ di. Fransa dışındaki krallar tarafından hoş kabul edilmeyen Temmuz İhtilali, Fransa’da farklı biçimlerde yorumlanacaktı. Tanrı, insanoğluna olaylarla arzularını bildirir. Fakat bu sır yüklü bir dille yazılı, anlaşılması güç bir metindir. İnsanoğlu he­ men bunu kendince yorumlar. Fakat bu seri yorumlar, hata ve boşluklarla dolu ve aklıselime aykırı çevirilerdir. İlahi dilden an­ layan çok az insan vardır. Bu bilgili kişilerin en kavrayışlı, en sakin ve en üstün zekâlı olanları, ellerindeki yazıyı usul usul okurlar. Gelgelelim, onlar, metinleriyle geldiklerinde, iş çoktan yapılmıştır ve genel alanda yirmiye yakın çeviri ya da yorum vardır. Her bir yorum, bir parti doğurur ve her bir anlaşmazlık­ tan bir geçimsizlik çıkar. Her parti, doğru metnin kendisinde ol­ duğuna inanır, her bozguncu da gerçek ışığın sahibi olduğunu savlar. Çoğu zaman iktidarın kendisi de bozguncu sınıftır. Devrimlerde akıntıya karşı yüzenler vardır, onlar eski partile­ rin üyeleridir. Tanrı’nın yardımıyla soyaçekime bağlı olan eski partiler de, (*) Vendée: Kuzey Fransa'da bir eyalet. Bir isyanın şehri.

792

devrimler isyan hakkından kaynaklandıkları için, bunlara karşı isyan etme hakları olduğuna inanırlar; fakat bu yanlıştır. Çünkü böylesi devrimlerde, başkaldıran halk değil, kraldır. Devrim başkaldırının tersidir. Her devrim sıradan bir olay olduğu için, kendisini haklı sayar. Zaman zaman, bu hak sahte devrimcilerce lekelenir, ancak kirlenmiş de olsa, kanlanmış da olsa varkalmayı sürdürür. Dev­ rimler bir rastlantıdan değil de, bir ihtiyaçtan oluşur. Bir devrim demek, bir özentinin gerçeklenmesi demektir. Olması gerektiği için olmuştur. Eski yasal partiler, hatalı bir düşünce yürütme yüzünden 1830 Devrimi’ne karşı çıkmışlardı. Hatalar epey isabetli fırlatıcı­ lar bulurlar. Devrimi en cılız yerinden vurmuşlardı, zırhın kusu­ rundan, ondaki mantık eksikliğinden. Onlar bu devrimde kraliye­ te saldırıyor ve şöyle bağırıyorlardı: «Devrim, evet ama niye bu kral?» Aslında bu fitneciler hayli isabetli nişan alan körlerdir. Bu çığlığı, Cumhuriyetçiler de yükseltiyordu. Fakat onların bu isyan çığlığı anlamlıydı. Kralcılarda körlük sayılan şey, demok­ ratlarda bir ileri görüş sayılıyordu. 1830 Devrimi halka verdiği sözde durmamıştı, buna öfkelenen demokrasi, ondan hesap so­ ruyordu. Geçmişin saldırısıyla geleceğin saldırısı arasında, Temmuz can çekişiyordu. Bir yandan asırlık monarşiyle, öte yandan, son­ suz hakla başı belada olan anı simgeliyordu. Öte yandan dışarıda artık devrim sayılmayan, bir monarşi haline gelen 1830, Avrupa’ya ayak uydurmak ve barışı da sa­ vunmak zorundaydı. Aklıselime aykırı bir uyum, çoğu zaman bir savaştan bile daha pahalıya gelir. Bu ağzı tıkalı, ama boyuna homurdanan gizli geçimsizlikten silahlı bir barış doğdu ki, bu da uygarlığın en pahalı hilelerindendi. Temmuz krallığı şahlanmıştı. Metternich seve isteye ona gem vurdurdu. İlerleme aracılığıyla Fransa’ya itilen devrim, Avrupa’daki monarşileri tartaklıyordu. Kendisi yedekte durmasına karşın, yedeğe alınıyordu. Bu arada ülkede, halkın yoksulluğu, emekçilik, ücretler, eği­ tim, ceza, fuhuş, kadının kaderi, zenginlik, yoksulluk, üretim, tü­ 793

ketim, dağıtım, alım-satım, para, kredi, anamal hakkı, çalışma hakkı, bütün bu sorunlar çoğalıyor, birkaç kat yoğunlaşıp ağırla­ şarak toplumu tehdit ediyordu. Siyasi partilerin yanı sıra, bir hareket daha belirmişti. Demok­ ratik ve felsefi kaynaşma karşılık yetiştiriyordu. Seçkinler de halk gibi, huzursuzdu, farklı biçimde ama onun ölçüsünde... Alimler derin derin düşünürken, alt katmanlar, devrimci akım­ ların etkisiyle saralılar gibi sarsılıyordu. Bu düşünürler bazısı kendi başlarına, bazısı aileleriyle bera­ ber ya da toplu halde sakince, ama derin derin toplumsal sorun­ ları inceliyorlardı. Bu sakin madenciler sessizce yeraltı galerile­ rini bir volkanın temeline kazıyorlardı. Sarsıntılardan ve kimi za­ man gördükleri alevli fırınlardan huzursuz bile olmuyorlardı. Bu sarsıntılı yıllarda bu huzur sahiden hoş bir manzara yarat­ mıştı. Bu adamlar haklar sorununu siyasi partilere bırakmış, sade­ ce mutluluk sorunlarıyla ilgileniyordu. Onların toplumdan koparmak istedikleri, insanın huzur bul­ masıydı. Parasal, zirai, endüstri, tecim sorunlarını bir din yüceliğine çı­ kartmışlardı. Birazı Tanrı eliyle, çoğu da insan eliyle kurulan uy­ garlıkta çıkarlar, canlı bir yasa yoluyla sıralanır, topaklanır, o ka­ dar ki, sert bir kaya oluşturur. Bu canlı yasa, ekonomistlerin sa­ bırla inceledikleri bilimdir. Farklı isimler altında bir araya gelen bu insanlara genellikle «sosyalist» denir. Bu adamlar, bu taşı delip bundan insan eliyle, insan refahının kaynaklarını fışkırtmaya gayret ederler. Giyotinden tutun da, savaş sorununa kadar, çalışmaları sü­ rekli aynı şeyi içerirdi: Fransız İhtilali’nin duyurduğu insan hakkı­ na, onlar kadının ve çocuğun hakkını da eklemişlerdi. Farklı nedenlerle teorik açıdan sosyalizmin uyandırdığı so­ runları şimdi tartışmayacağız. Biz sadece göstermekle kalıyo­ ruz. Sosyalistlerin önerdiği iktisadi fikirler; hayaller ve mistisizm bir kenara atılırsa, iki önemli sorunda odaklanır: 794

ilk sorun: Zenginlik oluşturmaktır. İkincisi: Eşitçe bölüşüm. İlk sorun, ‘çalışma’yı kapsar. İkincisi, ücreti. İlk sorunda, güçlerin kullanımı söz konusudur. İkincisinde, zevklerin bölüşülmesi. Güçlerin iyi kullanımından halk iktidarı doğar. Zevklerin eşit paylaştırılmasından, bireysel mutluluk. İyi bir dağıtım derken, eşit dağıtım değil de, haklı bir dağıtım demek isteriz. İlk eşitlik, adalet. Bu iki özellik birleşince, dışarda halk iktidarı, içeride bireysel mutluluk olunca, toplumsal refaha varılır. Toplumsal refah demek, insanın mutluluğu demektir. Yurttaş özgür, ulus yüce olur. İngiltere bu iki meseleden birini çözdü. O olağanüstü biçimde zenginlik yarattı, fakat iyi dağıtamadı. Sadece tekyanlı olan bu çözüm, ülkeyi kaçınılmaz bir zıtlığa sürükledi. Caka satan bir zenginlik, korkunç bir sefalet. Bazıları için bütün zevkler, bazıla­ rı için bütün azaplar. Bazılarının zevklerinden diğerlerinin yok­ sulluğu doğuyordu. Halk yoksuldu. Ayrıcalık, tekel, feodalite, emekten kaynaklanır. Bu hatalı ve riskli durum, halk iktidarını, özel yoksulluk üzerine oturtur ve kişinin acılarından devletin bü­ yüklüğünü oluşturur. Bu kötü kurulmuş büyüklük, içinde hiçbir ahlaki unsur taşımayan, somut unsurların toplamıdır. Komünizm ve ziraat yasaları, ikinci sorunu çözebileceklerini düşünürler. Onlar da yanılıyor. Onların dağıtımı da üretimi öldü­ rür. Eşit bir paylaşım, çabayı yok eder, yani artık kimse çalışmak istemez. Bu paylaştığı her şeyi paylaşan bir kasabın dağıtımıdır. Bundan dolayı, böylesi çözümlerin üzerinde durmayalım. Zen­ ginliği öldürmek, onu paylaştırmak sayılmaz. Bu iki meselenin iyi çözümlenmeleri için, beraber çözümlen­ 795

meleri gerekiyor. Her iki çözüm birleştirilerek tek bir çözüm hali­ ne getirilmeli. Bu iki sorundan sadece birini çözün, işte size Venedik. Alın size İngiltere. Venedik gibi sahte bir gücünüz olur veya İngiltere gibi maddi bir iktidarınız. İşte o zaman, siz de kötü bir varsıl olur­ sunuz. Venedik’in yıkılması gibi, ya bir şiddet eylemiyle mahvo­ lur, ya da İngiltere gibi batarsınız. Dünya da sizin düşmenizi ve ölmenizi hiç umursamaz. Çünkü dünya sadece bencillik olan, in­ sanlık için bir erdemi ya da bir düşünceyi kapsamayan her şeyin düşüp ölmesine rıza gösterecektir. Şunu da söylemek isterim ki, biz burada Venedik ya da İngil­ tere demekle, ulusları değil, sadece toplumsal yapıları erekliyo­ ruz. Uluslar üzerine kurulu oligarşilerden söz etmek istiyoruz, ulusların kendilerinden değil. Uluslara her zaman sevgi ve say­ gı duyarız. Venedik bir ulus olarak baştan dirilecek, tekrar doğa­ caktır. İngiltere aristokrasisi belki düşer, ama ulus olarak İngilte­ re de ölümsüzdür o da bir daha canlanacaktır. Bu açıklamadan sonra, konumuza dönelim. Bu iki meseleyi çözmek için zengine cesaret verin ve yoksu­ lu gözetin, yoksulluğu bitirin. Güçlünün güçsüzü ezmesini ya­ saklayın. Başaranı kıskanan, daha yolun yarısında olan kişilerin hasetlerini dizginleyin. Ücreti işe göre matematiksel ve adaletli­ ce düzenleyin. Eğitimi parasız ve zorunlu hale getirip çocuğun yetişmesine katkıda bulunun. Bilimin insanlığın özü olmasına çalışın; kollar çalışırken, zekâlar da boş durmasın, gelişsin. Aynı zamanda, hem güçlü bir ulus, hem de mutlu insanlardan mutlu aileler oluş­ turun. Mülkiyeti, yıkarak değil, evrenselleştirip halka dağıtın, böylece her vatandaş, mülk sahibi olur. Bu sanıldığından da ko­ laydır. İki kelimeyle özetleyelim, zenginliği üretmeyi de paylaştır­ mayı da bilin. İşte o zaman, hem maddi, hem de manevi yüceli­ ğe erişip, Fransa adını taşımaya hak kazanırsınız. Aldanan birkaç topluluk dışında, sosyalizm böyle ifade etmiş kendisini, olaylara bu çözümü aramış, beyinlere bu düşünceleri vermek istemişti. 796

Bu fikirler, bu teoriler, bu üstelemeler, devlet adamının filozo­ fa önem verme ihtiyacı, fark edilen belirsiz gerçekler, hem eski dünyaya uygun, hem de devrimci ilkelerle bağdaşan yeni bir po­ litikanın yaratılması, Polignac’ı savunmak için, Lafayette’in kul­ lanıldığı bir durum, kaosun altında, gelişimin ilerlemesini sez­ mek; odalar ve sokak, kişinin çevresinde dengelemek durumun­ da olduğu istekli yarışmalar, devrime duyulan inanç. Kesin ve üstün bir hakkın kabulü, ırkına bağlı kalma isteği, aile anlayışı, halka duyduğu gerçek saygı, kendi öznefsi bütün bunlar Louis-­ philippe’i düşündürüyor, kaygılandırıyordu. Güçlü ve cesur ol­ masına rağmen, zaman zaman, omuzlarına yüklenen bu krallık unvanının altında ezildiği olurdu. Ayakları altında bir parçalanma, bir dağılma hissediyordu, ama bu tozlaşma olamazdı, çünkü Fransa her zamankinden da­ ha fazla Fransa’ydı. Ufuklar yığılmalarla kararmıştı. Usulca ilerleyen tuhaf bir ka­ rartı, insanları, nesneleri, düşünceleri kaplıyordu. Bu gölgeler öfkelerden ve sistemlerden geliyordu. Hızla boğulan şeyler deviniyor, fokurduyordu. Bilgiciliklerin gerçeklerle karıştığı havada öyle bir kasvet vardı ki, namuslu adamın vicdanı zaman zaman soluk alabiliyordu. Fırtınadan ön­ ce ağaç yaprakları nasıl hışırdarsa, zekâlar da toplumsal kaygı­ larla titriyordu. Elektrikli basınç o kadar şiddetliydi ki, bazen her­ hangi biri, bir yabancı çevreyi aydınlatıyordu. Daha sonra, gün­ batımının karanlıkları ortalığı bir daha sarıyordu. Bulutlardaki yıl­ dırım, arada duyulan gökgürültüsünden anlaşılıyordu. Temmuz İhtilali’nin üzerinden yirmi ay geçmiş, 1832 yılı göz­ dağı veren görüntüsüyle başlamıştı. Halkın sıkıntısı, aç işçiler; gölgelerde kaybolan, son Condé prensi; Parislilerin Bourbonları kovması gibi Nassaular’ı kovan Bruxelles; kendisini bir Fransa prensine öneren, fakat bir İngiliz prensine verilen Belçika; Nico­ las’ın Rus öfkesi; tam arkamızda Güney’in iki iblisi, İspanya’da Ferdinand, Portekiz'de Miguel; İtalya’da deprem; Bologna’ya el veren Metternich; Avusturya’yı, Ancone’da zora düşüren Fran­ sa, kuzeyde Polonya’yı tabutuna çivileyen lanet bir keser sesi; 797

bütün Avrupa’da iki müttefik olan Fransa ile İngiltere’yi gözeten işkilli bakışlar; aslında her an ihanete hazır, eğileni itmeye ve dü­ şenin üzerine atılmaya hazır bekleyen güvenilmez müttefik İngil­ tere. Mahkemeye dört kelle vermemek için, Beccaria’nın ardına gizlenen Fransa Yüce Meclisi; Kral arabasında karalanan zam­ baklar; Notre Dame Kilisesinden alınan haç; değeri düşürülen, batan Lafayette, fukara ölen Benjamin Constant; yönetimde güç kaybedip can veren Casimir Peerier; krallığın her iki başşehrin­ de zuhur eden toplumsal, sosyal hastalık, biri düşünce şehrinde, öbürü çalışma şehrinde: Paris’te iç savaş, Lyon’dan rezilce bir savaş; her iki yerde de kor ateş alevleri; hakkın alnında volkanın kızıl lavları; Güney’de bağnazlık; Batı kargaşa; Berry Düşesi Vendee’de; komplolar; isyanlar ve bütün bunlar az gibi, bir de kolera; düşüncelerin kesif uğultularına, olayların karanlık ve en­ dişeli gürültüsünü katıyordu. 5 KÖKENİ TARİH OLAN, FAKAT TARİHİN HABERSİZ OLDUKLARI... Nisan bitimine doğru, her şey iyice kötülemişti. Kıpırtılar artık kaynaşmaya dönüşmüştü. Her ne kadar 1830’dan beri, sağda solda çarçabuk bastırılan önemsiz isyanlar çıkmış ve bastırıl­ mışsada bunlar tekrar canlanıyorlardı. Bu da alttan alta süren bir tutuşmaydı. Müthiş bir şeyler hazırlanıyor gibiydi. Muhtemel bir devrimin belli belirsiz çizgileri seçiliyordu. Fransa, gözünü Paris’e dikmiş­ ti, Paris ise Saint-Antoine Mahallesini izliyordu. İçten içe kızışan Saint-Antoine Mahallesi, fıkır fıkır kaynaya­ cak gibiydi. Charonne Caddesindeki meyhaneler ciddi ve fırtınalı gibiydi (bu iki niteleme meyhaneler için tuhaftır). Buralarda yönetimden uluorta söz edilirdi. Dövüşmek ya da rahat durmak için tartışıyorlardı. Dükkânların arka odalarında iş­ 798

çilere «ilk alarmda, sokaklara fırlayıp, düşmanın sayısını umur­ samadan savaşacaklarına dair» söz alıyorlardı. Bu iş yapıldık­ tan sonra, meyhanenin bir köşesindeki adamın biri, gür bir ses­ le: «Unutma, yemin ettin» diyordu. Zaman zaman, ilk kattaki bir odaya çıkılıyor ve orada sahiden masonvari sahneler oluşturu­ yorlardı. Örgüte henüz girenlere «ona ve aile babalarına yar­ dım» yeminleri ettiriyorlardı. Bu da bir formüldü. Meyhanelerin arka salonlarında «provokasyon» bildirileri okunurdu. O zamanın gizli bir raporunda: «Devleti aşağılıyorlar­ dı» yazılıydı. Şu tür şeyler konuşulurdu: «Ben liderlerin isimlerini bilmiyo­ rum. Bizler o günü sadece iki saat önceden öğreneceğiz.» Bir iş­ çi şöyle konuşmuştu: «Bizler üç yüz kişiyiz. Her birimiz on mete­ lik verelim, bu da tam yüz elli frank eder. Bununla kurşun ve ba­ rut alırız.» Bir diğeri şöyle konuşurdu: «Ben altı ay istemem, iki ay da istemiyorum. On beş güne varmaz devletle eşseviyede oluruz. Yirmi beş kişiyle karşı durabiliriz.» Başka biri şunları söylüyordu: «Geceleri uyumuyorum, çünkü mermi hazırlıyorum.» Arada bir, kenter giyimli şık birileri geliyor, fiyakalı tavırlarla, emir verir gibi, en önemli kişilerle el sıkışıyor­ lar ve sonra gidiyorlardı. Hiçbir zaman, on dakikadan uzun kal­ mazlardı. Yarım sesle, çok kapsamlı konuşmalar yaparlardı. «Koşullar olgunlaşıyor, o şey hazır.» Oradakilerin diliyle konuş­ mak istersek oradaki herkesin homurdandığını söyleyebiliriz. Heyecan son sınırındaydı, o kadar ki, günün birinde, meyhane­ nin ortasında bir işçi «Peki ama silahımız yok!» dedi. Bir diğeri ona: «Askerlerde silah vardır.» Adam ayrımında olmadan Napoleon’un İtalya ordusuna söylediği o sözleri söylemişti. Bir rapor­ da şöyle denilmişti: «Adamların söyleyeceği şeyler çok gizli ol­ duğunda, bunu birbirlerine orada söylemezlerdi.» Bütün bu sözlerden sonra, sakladıkları şeyin ne olabileceği­ ni düşünmek tuhaf gelir. Bu toplantılar bazen, aşamalı olurdu. Çoğu zaman sekiz-on kişi olurlardı ve sürekli aynı kişilerdi. Bazı toplantılara her iste­ yen katılırdı; salon hıncahınç dolar, oturacak yer kalmaz, ayakta 799

tartışırlardı. Bunlar olurken, bazıları yalnızca heyecan ve heves­ ten orada bulunuyor, bazıları da «işlerine giderken, şöyle bir uğ­ ruyorlardı.» ihtilalde, yani Büyük ihtilal’de olduğu gibi, genellikle bu meyhanelerde yeni katılanları kucaklayarak karşılayan, ka­ dınlar da olurdu. Daha anlamlı olaylar da yaşanmaktaydı. Adamın biri meyhaneye girer, şarabını içtikten sonra: «Mey­ haneci, borcumu ihtilal ödeyecek» diyerek çekip giderdi. Charonne Caddesinin hemen karşısındaki bir meyhanede, ihtilalci ajanların bulundukları söyleniyordu. Cotte Sokağında kılıç dersleri veren bir öğretmenin salonun­ da işçiler toplanırlardı. Duvara tahta kılıçlardan, bastonlardan, meçlerden oluşan silahlar asılıydı. Bir gün kılıçların üstündeki düğmeleri söktüler. Bir işçi şöyle dedi: «Tam yirmi beş kişiyiz. Fakat beni saymıyorlar, çünkü bana bir robot gözüyle bakıyor­ lar.» Böyle diyen işçi, daha sonra Quenisset olarak isim yapa­ caktı. Planlanan şeyler giderek yayılıyor, her yeri sarıyordu. Kapı­ sının önünü süpüren bir kadın, komşusuna şöyle diyordu: «Kaç gecedir mermi hazırlıyoruz.» Kent muhafızlarına seslenen bildirileri sokaklarda bağıra ça­ ğıra okuyorlardı. Bir bildiri şöyle imzalanmıştı: «Babet, şarap sa­ tıcısı.» Bir gün Lenbir Çarşısındaki bir içki dükkânının karşısında, çenesi siyah bir sakalla süslü ve İtalyan ağzıyla konuşan bir adam, bir taşın üstüne çıkmış, bilicilikle dolu bir yazıyı coşkuyla okuyordu. Orada toplananlar alkışlıyorlardı. Halkı en fazla heyecanlan­ dıran bölümler şöyleydi: «...Teorimiz engellendi, bildirilerimiz yır­ tıldı, ilancı arkadaşlarımız tutuklandılar... Pamuklardaki çözülme epey kabarık sayıda kişinin aramıza katılmalarını sağladı... Ulusların geleceği, karanlık saflarımızda hazırlanıyor. İşte şart­ lar: Etki ya da tepki, devrim ya da karşıdevrim. Çünkü artık ça­ ğımızda, miskinliğe ve uyuşukluğa yer yok. Ya ulus için ya da ulusa karşı, işte mesele bu. Başkaca bir şey yok... Bizi beğen­ 800

miyorsanız yıkın, fakat o güne kadar ilerlememize yardım edin.» Bütün bunlar alenen söyleniyordu. Daha da cesurca eylemlerden halk bile kuşkulanıyordu. 1832’nin 4 Nisan gününde, oradan geçen bir yaya, bir taşın üs­ tüne çıkmış ve avazı çıktığınca, «Ben Babeuf taraftarıyım!» diye haykırmıştı. Fakat bu ahaliyi kuşkulandırmıştı, çünkü Babeuf’un ardından Gisquet’nin kokusu geliyordu. Oradan geçen biri: «Kahrolsun mülkiyet! Solcu muhalefet, dönek ve hain! Haklı çıkmak istediğinde isyan önerir. Yenilmemek için, demokrat olur ve savaşmamak için kralcıdır. Cumhuriyetçiler tüylü hayvanlar­ dır, ey emekçi vatandaşlar, Cumhuriyetçiler’den uzak durun!» Bir işçi: «Kes sesini casus yurttaş!» diye bağırdı. Bu ses çenesini kapatmaya yetti. Sır yüklü olaylar yaşanıyordu. Gün batımına doğru, bir işçi kanal boyunda, şık giyimli birine rastlardı. O adam kendisine: «Yurttaş nereye böyle?» diye so­ rardı. İşçi: «Bayım, sizinle tanışmak onuruna sahip olamadım he­ nüz.» İyi giyimli, ona şöyle derdi: «Evet ama, ben seni çok iyi tanı­ yorum.» Sonra eklerdi: «Kaygılanma ben komitenin adamıyım. Senin güvenilir biri olmadığını düşünüyorlar, dikkatli ol. Bir şey söyleyecek olursan, gözümüz üzerinde...» Daha sonra işçiyle el sıkışıp oradan ayrılırdı. Alesta duran polis, sadece meyhanelerde değil, sokaklarda da alışılmadık konuşmaları not ediyordu. Bir dokumacı, ince iş­ ler yapan bir marangoza: «Listeye adını hemen yazdır» diyordu. «Neden?» «Çünkü silahlar patlayacak bugünlerde.» Hırpani kılıklı iki yolcu, zenginlere olan düşmanlıklarını açık­ ça belirtiyorlardı: «Bizi kim yönetiyor?» «Mösyö Philippe.» 801

«Hayır, kenterler.» Bunlara yoksullar diyerek küçümsemek istemiyoruz; onlar sadece yoksullardı, açların da bazı hakları vardır. Bir başka gün, iki kişinin birbirleriyle, şöyle konuştukları du­ yuluyordu: Biri diğerine: «Saldırı planımız kusursuz,» diyordu. Trone parmaklığının sapağına çömelmiş dört kişi şöyle konu­ şuyordu: «Onun Paris’e bir daha girmemesi için, her şeyi yapacağız.» «O» kimdi? Korkutucu bir sır. Mahalledeki dedikodulardan anlaşıldığı kadarıyla, önemli li­ derler geride bekliyorlardı. Onların kararlara varmak için Saint-­ Eustache Sokağındaki bir meyhanede buluştuklarından kuşku­ lanılıyordu. Mondetour Sokağında yaşayan ve Terziler Yardımlaşma Der­ neği Başkanı olan Aug isimli biri, diğer liderlerle, Saint-Antoine arasında aracıydı. Fakat bu şefler hakkında fazla bilgi yoktu. Da­ hası bu konuda söylenilen şu sözlerin etkisi hâlâ canlıdır. Sanık­ lardan biri, daha sonraları Meclis’te kendisine sorulanlara, şu onurlu karşılığı vermişti: «Liderleriniz kimler?» «Kimseyi tanımıyorum, aslında kimseyi bir lider olarak gör­ medim.» Bu kadar anlamlı, fakat yine de belirsiz sözler, söylentiler ku­ laktan kulağa fısıldanırdı. Beuilly Caddesinde çalışan bir marangoz, yeni yapılan bir evin çevresindeki arsaya tahta paravanlar çakarken, yerde bir mektup görmüştü. Üzerindeki sözler okunabiliyordu: ...Değişik derneklere şubelerde yazılmaların önüne geçmek için, komitenin önlem alması gerekir... Ve not olarak şunlar eklenmişti: Faubburg-Paissoniere Sokağının 5 numaralı evinde, bir si­ 802

lahçının avlusunda beş-altı tüfek olduğunu öğrendik. Bizim bö­ lümde hiç silah yok. Bu yazıları bulan marangoz telaşlanmış ve mektubu komşu­ larına göstermişti. Birkaç adım ilerde, eline yine yırtık ve daha da manidar bir kâğıt geçti. Bu tuhaf belgelerin tarihi değerini dü­ şünüp, bunu aşağıda yayınlıyoruz:

QCDE

Bu listeyi ezberleyip yırtın. Emir verdiğiniz adamlar da aynı biçimde davransınlar. Selam ve sevgiler. L. u

og

a

fe

Bu buluşun sırrından haberleri olan kişiler, ancak çok daha sonraları, o dört büyük harcın «Quinturions, Centurions, Decuri­ ons, Eclaireurs»(*) olduklarını ve küçük harflerin de bir tarihi yaz­ dığını öğreneceklerdi: 15 Nisan 1832. Her büyük harfin altına çok belirtici anlamları olan isimleri de yazılmıştı. Örneğin: Q.Bannarel :8 Güvenilir kişi. C-Boubiere: 1 D-Rollet :1 E-Tessier :1 Terreur :8

tüfek, 83 fişek. tabanca, 40 fişek. kılıç, 1 libre barut. kılıç, 1 fişek çantası. Dakiktir; güvenilir. tüfek. Cesur biri.

(*) Quinturions : Beş yüz kişilik birlik. Decurions : On kişilik birlik. Eclaireurs : izciler.

803

Aynı marangoz o boş arsada, üstü kurşunkalemle ama epey okunaklı biçimde şunların yazılı olduğu, yine gizemli bir liste bul­ muştu: Birlik-Blachard. Abre-sec 6 Barra-Soize. Salle au Compte. Kosciusko. Aubry Bourcher. Kasap-Aubry? J.J.R. Caius Gracchus. Gözden geçirme hakkı. Dufond-Four. Girondenlerin düşüşü. Dertac-Maubuee. Washington, Pinson. 1 pist. 86 fişek. Marseillaise. Halkın egemeni Michel Quincampoix-Kılıç. Çentik. Marceau-Platon-Arbre-sec. Varşova Tilly, Populaire çığırtkanı... Bu listeyi bulan namuslu adam, hemen bunun anlamını çöz­ dü: Bu liste, «İnsan Hakları» örgütünün dördüncü yönetim daire­ sindeki üyelerin listesiymiş. Listede bölüm liderlerinin ad ve ad­ resleri de vardı. Bugün artık, bütün bu olaylar gece karanlığıyla kaplı olduğundan ve tarihe mal olduklarından, bunları yayınla­ makta sakınca görmüyoruz. Bu arada, «İnsan hakları» örgütü­ nün kuruluş tarihinin çok daha sonra olduğunu dikkate alırsak, bu bir taslak da olabilirdi. Bu arada, kararlardan, sözlerden, yazılı belgelerden asıl ya­ pılacaklar anlaşılmaya başlanmıştı. Popincourt Sokağında işporta eşya satan bir eskicide, bir do­ labın çekmecesinde, yine aynı gri renkli yedi kâğıt parçası bu­ lunmuştu. Bu kâğıtlar, aynı renkli, dört köşeli kâğıtlardı. Bunlar da dörde katlanmıştı. Bu küçük kâğıtların üstündeki mermi bi­ çimli bir kartta şunlar vardı: 804

Barut .....................................12 Kükürt......................................2 Kömür.................................21/2 Su............................................2

ons. ons. ons. ons.

Dolaba el konulduğunda, ağır bir barut kokusu yükselmişti çekmeceden. Günlük çalışmasını bitirip evine dönen bir duvarcı, Austerlitz Köprüsündeki bir bankta ufak bir paket unutmuştu. Bu paket ka­ rakola götürüldü; içinde iki bildiri bulundu. Bu bildiride Lattauti­ ere imzası vardı, «İşçiler Birleşin» isimli bir marş ve içi fişek do­ lu bir teneke kutu bulunmuştu. İçkilerini yudumlayan iki işçiden biri, diğerine ne kadar terle­ diğini göstermek için, elini ceketinin altına sokmasını istemişti, arkadaşını yoklayan işçi, onun ceketinin içinde bir tabanca taşı­ dığını anladı. Pere-Lachaise Mezarlığıyla, Trone Parmaklığı arasındaki tenha bir hendekte oynayan çocuklar, talaşlar ve çöpler arasın­ da, bir çuval bulmuşlardı. Çuvalda mermi kalıbı, fişek yapmak için, tahta bir torna kavrağı, içinde barut tozları bulunan bir tabak ve eritilmiş kurşun izlerini taşıyan küçük bir tencere vardı. Bir sabah saat beşte, Pardon isimli bir yurttaş evinde fişek hazırlarken görüldü. Aynı adam, yani Pardon, Barricade-sur-­ Mery bölümüne üye olmuş, 1834 kalkışmasında öldürülmüştü. İşçilerin dinlendikleri vakitte, Picpus Kapısı ile Charenton Ka­ pısı arasında, nöbetçilerin bulunduğu bir yolda, bir meyhane ka­ pısının yanındaki iki duvar arasında, iki adamın randevusu dik­ kati çekmişti. Onlardan biri ceketinin altından çıkardığı tabancayı arkada­ şına veriyordu ki, tabancanın ıslandığını fark etti ve tabancayı tekrar doldurdu, kuru barut kattıktan sonra, birbirlerinden ayrıl­ dılar. Daha sonraları, Beaurborg Sokağındaki bir kalkışmada öldü­ 805

rülen Gallais isimli biri, evinde yedi yüz fişek ve yirmi dört tüfek mermisi bulunduğunu anlatarak kurumlanıyordu. Hükümet günün birinde, eline geçen bir bildiriden, bir mahal­ lenin silahlandırıldığını ve iki yüz bin de fişekleri olduğunu öğ­ rendi. Bir hafta sonra, otuz bin fişek dağıtıldı. İşin en tuhaf tara­ fı polisin bunlardan birine bile el koyamaması oldu. Ele geçirilen bir mektupta şunu okumuşlardı: Vakit yaklaştı, dört saat içinde seksen bir yurtsever, silahlanacak. Bütün bu politik kaynaşmanın yine de sakince olduğunu söy­ leyebiliriz. Kaçınılmaz olan ve neredeyse patlayacak olan fırtına hazırlanıyordu. Henüz yeraltında olan bu kalkışmada birçok tu­ haflık vardı. Yaklaşan fırtınadan söz ediyordu herkes. Kenterler işçilerle bunu tartışıyorlardı. Şu tür sözler ediliyordu: «Eh, isyan nasıl gidiyor?» Bunu çok sıradan bir şey gibi soruyorlardı, tıpkı «Karınız nasıl? Çocuklarınız iyi mi?» der gibi. Marceau Sokağında, bir mobilya taciri soruyordu: «Saldırı ne zaman?» Başka bir esnaf şöyle diyordu: «Çok yakında saldıracaklar. Eminim, bir ay önce on beş bin kişiydiniz, bugünse yirmi beş bin kişi oldunuz.» Esnaf tüfeğini veriyordu ve komşusu da yedi franka satmak istediği bir taban­ cayı isyancılardan birine uzatıyordu, hediye niyetine. Aslında ihtilal ateşi giderek harlanıyordu. Fransa’nın ve Pa­ ris’in her yerini sarmıştı bu ateş. Her yerde tek yürek atıyordu. Tıpkı insan bedeninde oluşan ve bazı iltihapların meydana getir­ diği zarlar gibi, gizli dernekler ülkenin her yerindeydi. Hem legal, hem illegal olan, «Halkın Dostları Birliği»nden insan Hakları Dernekleri kurulmuştu. Bu dernek bildirilerinden birine «Cumhu­ riyet Döneminin 40. Yılının Pluviose Ayı»(*) tarihini atmıştı. Ağır ceza mahkemelerinin kararlarına karşı çıkarak, şubelerine daha sonra iptal edilecek isimleri vermekten çekinmiyorlardı. Şubele­ re şu isimleri vermişlerdi: (*) Pluviose: Fransız ihtilali'nin beşinci ayı, 20 Ocak ile 21 Şubat arası.

806

Mızraklar. Tehlike Çanı. Tehlike Topu. Frigyalı Başlığı. 21 Ocak. Haytalar. Dilenciler. ileri Yürüyüş. Robespierre. Düzeç. Zafer! İnsan Hakları Derneği’nden Hareket Derneği doğacaktı. Bun­ lar dernekten ayrılıp öne fırlayan sabırsız heveslilerdi, diğer bir­ likler asıl örgütlere katılmayı istiyorlardı. Üyeler, oraya buraya çekiştirilmekten yakınıyorlardı. Örneğin, Galli Derneği ve Beledi­ yelerin Örgütlenme Komitesi; Yayın için Özgürlük, Yayın ve Bi­ reysel Özgürlük Derneği, Dolaylı Vergilere Karşı Halkın Eğitimi için örgütler. Daha sonra, Eşit İşçiler Derneği de, üç kısma ayrı­ lıyordu; Eşitlikçiler, Komünistler ve Reformcular. Daha sonra Bastille Ordusu, bir onbaşının idaresindeki dört adam, bir çavu­ şun yönettiği on adam, bir asteğmenin buyruğundaki yirmi kişi ve bir teğmenin emrindeki kırk kişi. Bu adamlar arasında birbir­ leriyle tanışan on kişiden fazlası bulunmazdı. Önlemle cesaretin birleşimi; Venedik siyasasını andıran bir siyaset. Baştaki komite­ nin iki kolu vardı: Hareket Derneği ve Bastiller Ordusu. Kralcı bir birlik, «Bağlı­ lık Şövalyeleri» bu cumhuriyetçi derneklerin arasında devinerek huzursuzluk veriyordu. Fakat suçlandı ve kovuldu. Paris’teki dernekler diğer kentlerde kök salmışlardı. Lyon, Nantes, Lille ve Marsilya'nın da «İnsan Hakları» dernekleri var­ dı: La Charbonniere’ler;(*) Özgür Bireyler Derneği; Aix’de, Con­ (*) Charbonierre: Ormanlarda kömür ocağı.

807

gourde isimli bir dernek kurulmuştu, buna daha önce değinmiş­ tik. Paris’te Saint Marceau Mahallesi de neredeyse Saint-Anto­ ine Mahallesi kadar fokurduyordu, okullar da mahalleler kadar tezcanlıydı. Saint-Hyacinthe Sokağında bir kahve, MathurinsSaint-Jacques Sokağında «Sept-Billards Meyhanesi» öğrencile­ rin lokalleriydi. Angers ve Aix’in Congourde’daki üyeleri ile birle­ şen ABC Dostları, değindiğimiz Musain Cafesi’nde toplaşırlardı. Bu gençler, zaman zaman da, daha önce belirttiğimiz gibi Mon­ detour Sokağındaki bir kabare-restoran olan Corinthe’de topla­ nırlardı. Fakat bu buluşmalar gizliydi. Diğer toplantılar herkese açıktı. Bir kovuşturmadan alınan şu paragraftan, onların ne ka­ dar yaman oldukları belliydi: «Bu toplantılar nerede yapılıyor?» «Paix Caddesinde.» «Kimin evinde?» «Sokakta.» «Orada hangi kısımlar vardır?» «Bir tek kısım.» «Nedir o?» «Manuel kısmı.» «Elebaşınız kimdi?» «Ben.» «Siz hükümete karşı çıkacak kadar yetişkin değilsiniz, epey gençsiniz, emirleri kimden alıyordunuz?» «Merkez Komiteden.» Çok daha sonraları Belfort, Lunévile ve Epinal kalkışmaların­ dan anlaşılacağı üzere, ordu da, halk gibi fokurduyordu. Elli İkin­ ci, Beşinci ve Sekizinci, Otuz Yedinci ve Yirminci Süvari Alayla­ rına güveniliyordu. Burgonya’da, güneydeki şehirlerde «Özgür­ lük Ağacı» dikiliyordu, yani ucunda kırmızı bir başlık olan direk­ ler. İşte durum buydu. Konuyu anlatmaya başlarken, söylediğimiz gibi, Saint-Anto­ 808

ine Mahallesi içlerinde en heveslisiydi, diğerlerine kılavuzluk eder gibiydi. Bir arı kovanı gibi kalabalık, karıncalar gibi çalışkan, cesur ve öfkeli bu mahalle, bir deprem heyecanıyla, Ürpererek bekliyordu. Fakat bütün bu devinime karşın, çalışmak bırakılmamıştı. Hiçbir şey, bu mahallenin içinde olduğu canlılığı ifade edemez. Evlerin çatı katlarında saklanan öyle acılar, öyle mahrumiyetler vardı ki... Bu tavan aralarında az rastlanan pırıltılı zekâlar da vardı. Aslında, zekâ ile mahrumiyetin birbirlerine yaklaşmalarından fe­ laketler doğar. Saint-Antoine Mahallesinin, daha da başka sorunları vardı. Çünkü orası ticari krizin, iflasların, grevlerin ve işsizliklerin so­ nuçlarının hedefiydi. Böylesi şeyler de ihtilallere meydan verir. Kalkışmalarda yoksulluk gerekçe ve etkiler oluşturur. Vurdu­ ğu darbe, dönüp kendisine gelir. Gururlandıran özelliklerle dolu, içten içe kaynayan, hep çarpışmayı bekleyen, patlamalara hazır, daima öfkeli bir halk parlamak için bir kıvılcım bekler. Olayların akışıyla dağılan kıvılcımlar, ufuklarda uçuşurken, gayri ihtiyari, Saint-Antoine Mahallesini düşünür. Burası Paris kapılarındaki sıkıntıların ve düşüncelerin cephaneliğidir. Daha önce okuduğumuz satırlarda usulca değindiğimiz Sa­ int-Antoine Mahallesinin meyhaneleri tarihi bakımdan epey bili­ nirler. Kargaşa günlerinde sözler insanı şaraptan daha fazla sar­ hoş eder. Orada sanki geleceği gören ruhlar ve gelecek sezilir. Bunlar kalplere dolar ve ruhları yüceltir. Saint-Antoine Mahalle­ sindeki meyhaneler, tıpkı Roma’nın yedi tepesinden biri olan Mont-Aventin’de, büyücü kadının ini üzerinde yükselen ve ge­ lenlere o derin kutsal nefesleri saçan meyhanelere benzer. Ora­ da Ennius’un(*) değindiği gibi, «Büyücü şarabından» içilir. Saint-Antoine Mahallesi halkın ardiyesidir. Devrimci sarsıntının açtığı çatlaklardan halkın egemenliği sı­ zar. Belki bu egemenlik de arada bir hatalı davranır, herhangi bir kuruluş gibi yanılabilir, ama bunlara karşın, yüceliğinden bir şey (*) Ennius: Romalı bir ozan.

809

eksilmez. Halkın egemenliği için Yunan mitolojisindeki o tek göz­ lü devden söz ederken kullanılan «lngens»(*) nitemini kullanabi­ liriz. ‘93 yılında bile, göklerde yüzen düşünce iyi ya da kötü olsun, gün tutucuların veya coşkuluların günü olmasın, yine de Saint-­ Antoine Mahallesinden ya yabanıl lejyonlar, ya da yiğitler ordu­ su oluşturdu. Yabanıl derken, bu kelimenin hakkını verelim, ihtilal kargaşa­ sının ilk günlerinde, perişan olan o eski Paris’in üstüne yürüyen, o öfkeli, o vahşi, o bağıran halk, elinde bir topuz ya da bir mız­ rakla her tarafa saldırıyordu. İstediği neydi bu adamların? Onlar baskının sonunu, zulmün sona ermesini, kılıçların kınlarına so­ kulmasını; erkek için iş, çocuk için eğitim, kadın için sosyal an­ layış; özgürlük, eşitlik, kardeşlik; herkese ekmek, herkese dü­ şünme hakkı, dünyanın cennete dönüşmesini ve gelişme, yük­ selme istiyorlardı. Bu kutsal kavramı, iyi ve güzeli, ilerlemeyi, ge­ lişmeyi bütün güçleriyle istiyorlardı. Ellerinde balta, yarı çıplak, saçı başı perişan, pılı pırtıya bürülü bu adamlar, kükreyerek bu­ nu istiyorlardı. Evet onlar yabanıldı, fakat onlara uygarlığın ya­ banılları diyebiliriz. Bu hakkı saldırarak, şiddetle istiyorlardı. İnsanoğlunun gözü­ nü korkutup, onu şiddetle tehdit ederek, onu zorla cennete sok­ mayı hedeflemişlerdi. Barbarlara benzeseler de kurtarıcıydı on­ lar. Yüzlerinde gecelerin maskesi vardı fakat ışıkla dileniyorlardı. Bu yabanıl ama iyi niyetli ve güzellik yolunda kaba davranan ki­ şilerin karşılarında daha başkaları da vardı. Saten işlemeli ve dantelli elbiseler içinde, beyaz tüylerle süslü, ellerinde sarı eldi­ venler, ipek çorap ve rugan pabuçlar giyinmiş bu kişiler mermer bir ocak korunması için, uysal bir sesle direnirlerdi. Bunlar, Orta­ çağ prensiplerinin, tutuculuğun, ilahi hakkın, cehaletin, tutsaklı­ ğın, idam cezalarının sürmesi için üsteliyorlardı ve kılıçtan, in(*) Ingens: Yunan Mitolojisinde tek gözlü dev; güçlü, devasa anlamında.

810

sanların canlı canlı yakılmalarından ve darağacından yanaydı­ lar. Bize gelince, bu uygarlık vahşileriyle, barbarların uygarları arasında, kuşkusuz barbarları seçerdik. Ama şükür Tanrı’ya, başka bir alternatif daha var. Artık ne ileri, ne de geriye dönüş mecburi değil. Ne zorbalık, ne de şid­ det. İlerleme yanlısıyız, ama uysalca. Tanrı da bunu sağlıyor aslında, yokuşların yumuşaklığı da, Tanrı’nın işidir. 6 ENJOLRAS VE YARDIMCILARI Enjolras, o günlerde muhtemel bir isyanı dikkate alarak, gizli bir yoklama yaptı. Musain Cafesi’ndelerdi. Enjolras, konuşmasına gizemli anıştırmalar ekleyip: «Nerede olduğumuzu ve kimlere güvenebileceğimizi bilmeli­ yiz. Savaşçı insanlar istiyorsak, onları yaratmalıyız. Bize silah gerek. Bunun zararı olmaz. Yoldan öküzler geçerken, yoldakile­ rin boynuz yarası alma olasılığı boş bir yoldan geçenlerden da­ ha çok. İşte bu yüzden, şu sürüyü bir sayalım. Kaç kişiyiz? Bu işi ertelemek olmaz. «Devrimciler sürekli aceleci olmak zorundalar, ilerlemenin kaybedecek tek saniyesi bile yok. Umulmadık olandan sakına­ lım. Bizi gafil avlanmalarına fırsat vermeyelim. Bütün dikişlerimi­ zi incelememiz ve onların sağlamlığından emin olmamız gerek­ li. Bu işi, bu gün yapmak zorundayım. Courfeyrac, sen, politek­ nik öğrencilerini yokla, bugün onların izin günü, çarşamba değil mi? Feuilly siz de Glaciere’deki öğrencilere bakın, olur mu? Combeferre, Picpus’a gitmeye söz verdi. Orası kargaşa içinde. Bahorel, Estrapade’yi ziyaret eder. Prouvaire masonlar savsak­ lıyor, sen de bize Grenelle-Saint-Honore locasından haber getir. Jolly, Dupuytron Kliniği’ne gidip tıp okulunu kolaçan etsin. Bos­ 811

suet, adalet sarayına kadar uzanıp, stajyerlerle konuşsun. Ben Congourde’la ilgilenirim.» Courfeyrac: «Her şeyi ayarladın, dostum.» «Hayır.» «Peki, başka ne var?» «Çok önemli bir şey.» Combeferre: «Ne?» «Maine Kapısı,» dedi Enjolras ve bir süre derin derin düşün­ dükten sonra: «Maine Kapısında mermerciler, ressamlar, heykel işliklerinin işçileri var. Bunlar coşkulu, hevesli ama hemen miskinleşen kişi­ ler. Bir süredir, onlara bir haller oldu, ne olduğunu ben de anla­ yamadım fakat sanki, başka heveslere kapılmış gibi uzaklaştılar. Bütün vakitlerini dominoyla geçiriyorlar. Onlarla biraz konuşmalı ve onları hale yola koymalı. Richefeu’de toplanıyorlar. Onları öğ­ le saatlerinde bulabiliriz. Şu soğuyan külleri biraz eşelemeli. Ben de bunun için, şu dalgın Marius’ü düşünmüştüm aslında, o bu işi yapardı, fakat nedense artık uğramıyor. Maine Kapısı için, birini bulmalıyız, ama kimi?» «Peki ya ben... Ben yok muyum?» Grantaire konuşmuştu. «Sen mi?» «Evet!» «Sen mi, Cumhuriyetçilere öğüt vereceksin, sen mi soğuyan yüreklerdeki kıvılcımları tutuşturacaksın?» «Niye olmasın?» «Yapma Grantaire, sen işe yarar mısın?» «Faydalı olmayı çok istiyorum.» «Sen hiçbir şeye inanmazsın ki?» «Sana inanıyorum ama.» «Grantaire bana bir iyilik et.» «Yeter ki iste. Ayakkabılarını boyayım mı?» «Hayır, sen sadece bizim işlerimize karışma. Sen içkini iç.» «Kadirbilmez birisin, Enjolras.» 812

«Sen Maine Kapısına gitmeyi göze alıyor musun? Bunu ya­ pacak gücün var mı?» «Elbette, Grés Sokağından inerek, Saint-Michel Meydanın­ dan geçer, Monsier-le-Prince Sokağına sapar, oradan Vaugirard Mahallesine geçip, Carmesları aştıktan sonra, Cherche-Midi So­ kağına gelirim, Savaş Bakanlığını geride bırakıp, Vitilles-Tuilleri­ es Caddesinden uzanıp, Maine yoluna girer, parmaklıktan geçer ve Richefeu’nun yerine varırım. Bunları yapabileceğime eminim. Daha doğrusu, ayakkabılarım buna dayanır... «Richefeu’deki adamları iyi tanır mısın?» «Çok iyi değil, her ne kadar birbirimize ‘sen’ diyerek konuşu­ yorsak da...» «Ne diyeceksin onlara?» «Bu da soru mu, ne diyeceğimi sanıyordun? Onlara Robes­ pierre’den, Danton’dan, ilkelerinden söz edeceğim.» «Sen mi?» «Evet. Kimse benim değerimi bilmez. Bir şeyi aklıma takar­ sam kesinlikle sonuçlandırırım. Ben de Prud'homme okudum. Sosyal Sözleşme’yi bilirim. III. Yıl Anayasası ezberimde. Yurtta­ şın özgürlüğünün bittiği yerde, bir başkasının özgürlüğü başlar. Sen beni vahşi bir hayvan yerine mi koyuyorsun? Hatta birazcık da şu Devrimci Hebert’in yanlısıyım. Altı saat onun sözlerini okuduğumu bilirim.» Enjolras payladı: «Makarayı bırak!» «Müthiş biri olabilirim!» Birkaç dakika dalgınca duran Enjolras, nihayet kararını ver­ miş gibi, bir hareket yaptı. Ağır bir sesle konuştu: «Grantaire seni deneyeceğim. Evet, sen Maine Kapısına gi­ deceksin.» Grantaire, Musain Cafesi civarında eşyalı bir odada kalıyor­ du, odasına gitti, beş dakika sonra döndüğünde, üzerinde baş­ ka bir yelek vardı. Robespierre modasına uygun giyinmişti. İçe­ ri girer girmez, bakışlarını Enjolras’a çevirdi ve elini kızıl yeleği­ ne atıp: 813

«Bak, kan kırmızı,» dedi. Daha sonra arkadaşının kulağına fısıldadı: «Kaygılanma!» Şapkasını başına taktı ve kararlı adımlarla yürüdü. On beş dakika sonra, Musain Cafesi'nin arka salonu boşal­ mıştı. ABC Dostları’nın hepsi Enjolras’ın kendilerine verdiği gö­ revi yapmak için ayrılmışlardı. Kendisine en zor görev olan Co­ ugourde’yu ayıran delikanlı, en son çıktı. Aix şehrinin Cougourde topluluğundakiler Paris’te oldukların­ da, şehir dışındaki tenha taş ocaklarında toplanırlardı. Enjolras Issy Çayırına doğru gitti. Bu randevu yerine giderken, Enjolras, durumu aklında inceli­ yordu. Olan bitenin ciddiliği apaçık ortadaydı. Bir tür toplumsal salgının belirtileri olan olaylar el altından ilerlerse, en küçük bir kargaşa onlara ket vurur ve geri çeker. İşte böylesi şaşılacak olaylar harabeleri ve yeniden doğuşları oluşturur. Enjolras, ufkun karanlık çizgilerinde aydınlık bir şeyler görü­ yordu. Kim bilir, belki de artık vakit yaklaşmıştı. Halkın hakkına kavuşması ne kusursuz bir şey olurdu! Devrim, muhteşem bir şekilde Fransa’yı tekrar ele geçirecek ve dünyaya şöyle diye­ cekti: «Arkası yarın!» Enjolras hoşnuttu. Kazan fokurduyordu. Şu anda bile, Paris’te sağa sola serpilmiş, birçok «dostu» vardı. Enjolras aklında Combeferre’in keskin felsefi konuşması, Fe­ uilly’nin kozmopolit heyecanı, Courfeyrac’ın zindeliği, Bahorel’in acıtan alaylarıyla, aynı zamanda her yerde tutuşacak bir kıvılcı­ mı tasarlıyordu. Tümü de iş başındaydı. Kuşkusuz sonuç, emek­ lere uygun bir yanıt verecekti. Bu çok iyiydi. Derken aklına Grantaire takıldı. İçinden: «Nasıl olsa, Maine Kapısı yolumun üstün­ de, oradan birazdan geçeceğim. Richefeu’ya kadar uzanıp, ba­ kalım Grantaire neler yapıyor? Buradan ayrıldığında çok iddi­ alıydı, dilerim başarılı olur,» diye geçirdi. Vaugirard Kilisesinin çan kulesinde saat biri çalıyordu ki Ric­ hefeu’nin yerine geldi. Kapıyı iterek içeri girdi, her yer dumanlıy­ dı, masalar sigara içenlerle doluydu. 814

Tütünden kaynaklanan bu koyu siste, birbiriyle tartışan iki ses yükseliyordu. Grantaire’le, bir hasmının sesi. Grantaire lekeli ve dominolarla kaplı mermer bir masada otu­ ruyordu. Kimi zaman, yumruğunu mermere indiriyordu. İşte En­ jolras’ın duydukları: «İki altı.» «Çift altı.» «Dörtlü.» «Hay alçak bak, bende yok.» «Sen yandın demek. İkili.» «Altılı.» «Üçlü.» «Birli.» «Oynama sırası bende.» «Dört puanım var.» «Güç bela.» «Senin durumun iyi.» «On beş.» «Yedi daha.» «Yirmi iki eder (dalgınca), evet yirmi iki.» «Sen şu çift altıyı hiç ummuyordun, değil mi? Bunu önceden kullansaydım, oyunun gidişi değişirdi.» «İkilide bile.» «Birli.» «Birli mi? O zaman beşli.» «Bende yok.» «Sen oynadın, değil mi?» «Evet.» «Beyaz.» «Ne kadar da talihli, ah ne şans be (uzun uzun düşünüp) iki­ li.» «Birli.» «Ne beş, ne de birli, senin için çok fena oldu.» «Domino.» «Hay kör şeytan.» 815

İKİNCİ KİTAP EPONINE 1 COSSETTE’NİN ÇAYIRI Marius, beklenmedik bir şeylere karşı neler yapması gerekti­ ğini düşünmüştü. Fakat Javert tutukluları üç arabayla taşıyıp yı­ kıntıdan çıkar çıkmaz, delikanlı da dışarı süzüldü. Saat gecenin dokuzuydu. Marius soluğu Courfeyrac’ın evinde aldı. Courfey­ rac, artık Quartier Latin’de kalmıyordu (politik suçları yüzünden); Verrerie Sokağına taşınmıştı. Bu mahalle o yıllarda devrimcile­ rin çok sevdikleri bir yerdi. Marius gelir gelmez, arkadaşına: «Bu gece sendeyim,» dedi. Courfeyrac yatağındaki iki şilteden birini yere serdi ve ona «işte yatağın,» dedi. Ertesi sabah saat yedide Marius, Gorbeau harabesine dön­ dü, Madam Borgon’a kira borcunu ödedi, bir arabaya kitaplarını, yatağını, masasını, dolabını, iki sandalyesini yükledi ve adresini vermeden oradan uzaklaştı. Javert öğlen üzeri, Marius’ü bir gün önceki olaylar için sorgulamak için geldiğinde, evde sadece Ma­ dam Burgon vardı. Marius yerini bildirmeden taşınmıştı. Kapıcı kadın da, kendisine bunu söyledi. Madam Burgon da Marius’ün geceleri tutuklanan hırsızların suçortağı olmasından kuşkulanıyordu. Mahalledeki diğer kapıcı kadınlarla gevezelik ederken: «Kimin aklına gelirdi ki,» diye bağırdı, «bir kız kadar utangaç 816

olan bu delikanlının bu kadar kötü biri olacağı. Hiç aklıma gel­ mezdi.» Marius’ün bu telaşlı taşınması için, iki nedeni vardı. En rahat­ sız edici, en yabanıl toplumsal çirkinliklerin tanığıydı. Kötü zen­ ginden bile daha beter olan kötü yoksulu, yalancı yoksulu gör­ müştü. İkinci nedeni ise Thenardier’ye karşı açılacak davada ta­ nıklığa yanaşmamasıydı. Javert ismini bile unuttuğu o delikanlının korkup kaçtığını ya da kim bilir, belki de kendisine haber verdikten sonra odasına dönmediğini düşündü. Yine de onu bulmak için uğraştı, ama bir sonuç alamadı. Bir ay geçti, sonra bir ay daha. Marius hâlâ Courfeyrac’la be­ raberdi. Mahkeme salonlarının müdavimi olan stajyer bir avukat­ tan, Thenardier’nin bir hücrede tutulduğunu öğrenmişti. Pazartesileri Marius, La Force Cezaevinin gardiyanına The­ nardier’ye verilmesi için beş frank bırakıyordu. Artık meteliksiz kalan Marius, bu parayı Courfeyrac’tan ödünç alıyordu. Hayatında ilk kez borca giriyordu. Onun her hafta aldığı bu para, beş frankı veren Courfeyrac için, anlaşıl­ ması olanaksız bir şeydi. Her pazartesi bu parayı alan Thenar­ dier de bunun kimden geldiğini bilmiyordu. Courfeyrac, «Bu pa­ rayı neye harcıyor?» diye akıl yorarken, Thenardier de düşünü­ yordu. Marius yine derin bir acıya kapılmıştı. Her şey tekrar çıkma­ za girmişti. Sanki bir daha karanlıklara gömülmüştü. Önünü gö­ remiyordu, hayatı el yordamıyla ilerlediği bir sırra gömülüydü. Bir ara, bu karanlıklar bir süreliğine aralanmış, bu gölgelerde o sevdiği kızı ve babası sandığı o yaşlı adamı görmüştü. Bu dün­ yada tek gayesi ve tek umudu olan o iki kişiyi, tam bulacağı sı­ rada bir esinti bu gölgeleri ötelere götürmüştü. Şu en müthiş çar­ pışmadan bir kesinlik ve gerçek kıvılcımı çıkmamıştı. Hiçbir tah­ mini yoktu. Dahası kızın adını bile tam olarak bilmiyordu. O san­ dığı isim, değildi, Ursula olmadığını kesin olarak biliyordu. «Tar­ lakuşu» da bir lakap olabilirdi. İhtiyara dair, Marius ne düşüneceğini bilemiyordu. Yoksa 817

adam, sahiden polisle başı beleda olan biri miydi? Derken, genç adam, aylar önce İnvalides Mahallesi civarında rastladığı o kas­ ketli ağarık saçlı işçiyi hatırladı. O işçi ile, Mösyö Leblanc aynı adamdı. Demek kılık değiştiriyordu. Bu adamda, bir kahramanın tavırlarının yanı sıra, kuşku da çeken bir şeyler vardı. Neden ka­ çıyordu? Hem kızın sahiden babası mıydı? Evet mi? Hayır mı? Thenardier’nin tanıdığını öne sürdüğü adam mıydı ki? Thenardi­ er yanılmış olabilirdi, işte bütün bunlar, çözümü güç sorunlardı. Evet ama bütün bunlar o parktaki sevimli kızın meleksi albenisi­ ni eksiltmiyordu, iç parçalayıcı bir acıya düşen Marius’ün içinde bir ateş yanıyordu, gözlerine karanlık çökmüş gibiydi. Bir yan­ dan itiliyor, öte yandan arkaya çekiliyordu, ama ne üzücü ki, hiç kıpırdayamıyordu. Aşkı dışında her şey silinmişti onun için. Aş­ kın bile, o içgüdülerini o ışıltılarını kaybetmişti. Aslında, bizi ya­ kan bu ateş, çoğu zaman dışarısı için faydalı olan ışıkları da ya­ yar bize. Marius tutkunun o sessiz önerilerini de artık duymuyor­ du. Bundan sonra, artık o hiçbir zaman: «Şuraya gitsem,» «Şu­ nu denesem,» demiyordu. Ursula ismini veremeyeceği o güzel kız herhalde bir yerlerdeydi. Fakat hiçbir işaret, Marius’e onu arayacağı yeri göstermiyordu. Bütün hayatı iki kelimede toplan­ mıştı: Koyu bir sis, mutlak bir kararsızlık. Onu bir daha görebil­ mek... Marius bunu olanca içtenliğiyle istiyor, fakat artık umut bi­ le edemiyordu. Yetmez gibi yoksulluğu da geri dönmüştü. Genç adam boy­ nunda onun üşütücü soluğunu duyuyordu. Bütün bu sıkıntılar arasında, uzun zamandan beri o çalışmasını savsaklamış, hat­ ta noktalamıştı. Aslında büyük bir hata yapıyordu, savsaklanan çalışmadan daha belalısı olmaz. Bu önüne geçilemeyen bir alış­ kıya dönüştü. Bırakması kolay, başlaması çetin bir alışkanlık. Önemsiz dozlarda alınan bir sakinleştirici gibi biraz hayal kur­ mak da iyidir, işleyen bir zekânın zaman zaman, epey azalmış olan ateşlenmesini geçirir ve beyinde uyandırdığı uysal ve taze bir buğuyla arı düşüncenin sert kenarını yumuşatıp, belirli yerler­ de boşluklar yaratır. Düşünce açılarını esneterek, bütünleri bir­ leştirir. Fakat bunun da fazlası insanı üzer, boğar. Çalışmadan 818

hayale kapılan zihin işçisi yandı! O zorlu yokuşu rahat rahat çı­ kacağını sanır, bunun da aynı şey olduğunu düşünür, oysa bu hatadır. Düşünce, zekânın emeğidir, ama düş zekânın zevkidir. Dü­ şüncenin yerine düşü koymak, bir yiyecekle bir ağuyu karıştır­ maya benzer. Hatırlanacağı üzere, Marius böyle başlamıştı. Sonra aşk, tut­ ku geldi ve onu kocaman düş uçurumlarına attı. İnsan artık evin­ den sadece düş kurmak için çıkarsa, tembelleşir ve şamatalı bir uçuruma gider. Üstelik çalışma seyreldikçe, ihtiyaçları da çoğa­ lıyordu. Bu, kuraldır. Düş kuran insan özünde bonkör ve uysal­ dır; uysal düşüncelerle hayata sıkı sıkı sarılınamaz. Böylesi bir hayatta iyi ile kötü içiçe girer. Uysallık kötüyse de bonkörlük sağ­ lıklı ve iyi bir şeydir. Fakat yoksul, cömert ve asil olduğu halde çalışmayan bir insan mahvolmuş demektir. Gelirler azalır, ihti­ yaçlar belirir. En namuslu ve en dayanıklı insanlar gibi, en zayıf ve en ku­ surlular da bu lanetli boşluğa sürüklenir ve bu boşluk da hendek­ te biter: intihar ya da cinayet. Düş kurmak için dışarı çıkan insan günün birinde kendisini nehre atmak için de evinden çıkar. Fazla hayalcilik, Escousse ve Lebrasları yaratır. Marius, gözlerinin artık göremediği sevgiliye çevrili halde o yokuşu yavaş adımlarla iniyordu. Bu yazdıklarımız tuhaf görüne­ bilir, ama yalansızdır. Ortadan kaybolan birinin anısı gönlün gölgelerinde ateşler yakar, uzaklığı oranında, daha da ışır, acılanan o karanlık ruh, ufukta bu ışığı seçer, bu onun iç gecesinin yıldızıdır. O sevgili, sevilen kız, Marius’ün olanca düşüncesiydi. Artık başka bir şey düşünemiyordu. Eski giysisinin giyilemeyecek halde olduğunun, yenisinin eski bir pırtıya döndüğünün, gömleklerinin, şapkasının eskidiğinin, pabuçlarının delindiğinin, dahası hayatının bile köh­ nediğinin farkında değildi, kendi kendine sürekli aynı şeyi söylü­ yordu: «Ah, onu tekrar görebilsem, ölmeden önce, onu görebil­ sem!» 819

Tek bir anıyla oyalanıyordu; kızın da kendisini sevmiş olma­ sı, çünkü bakışları bunu göstermişti. Genç kız, Marius’ün ismini bile bilmeden onun ruhunu tanımıştı ve kim bilir belki de şimdi bulunduğu yerde bile hâlâ kendisini sevmeyi sürdürüyordu. Kim bilir Marius onu nasıl düşünüyorsa, belki o da kendisini düşünü­ yordu. Zaman zaman, her seven yüreğin düşüncelerine dalarak, içinden şunları geçirirdi: «Belki de aklıma takılan, ondan bana esinlenen düşüncelerdi, belki de şimdi, benim düşüncelerim de ona gidiyor...» Hemen sonra, bu yanılgılara kendisi de inanmayarak başını sallardı, fakat böyle düşündükten sonra, ruhuna umuda benze­ yen ışıkların saçıldığını hissediyordu. Zaman zaman, derin dü­ şünenlerin, hayal kuranların en fazla hüzne kapıldıkları akşam vakitlerinde, bir deftere, aşkın kendisine getirdiği o temiz ve kişi­ sel olan, en ideal düşüncelerini aktarıyordu. Buna «ona yaz­ mak» ismini vermişti. Bunlara bakıp Marius’ün çıldırdığını düşünmeyin. O çıldırmış değildi, sadece çalışma yetisini kaybetmişti. Bir de, belirli bir he­ defe doğru ilerlemek istemiyordu fakat her zamankinden daha da dakik, daha öngörülüydü. Marius huzurlu ve gerçek bir açı­ dan gözleri önünden geçenleri, en ilgisiz kişileri bile görüyor, sü­ rekli en isabetli sözü ediyordu. Umuttan sıyrılan, parçalanan sağduyusu, yükseklerde bir kuş gibi süzülüyordu. Bu duygularla, hiçbir şeyi dikkatinden kaçırmıyor, hiçbir şey onu yanıltmıyordu. Her an hayatın, insanlığın ve yazgının anla­ mına bir şeyler ekliyordu. Acılar içindeyken bile mutluydu. Bu­ nu da Tanrı’nın, kendisine aşka ve yıkıma layık olmayan bir ruh vermesine borçluydu. Bu dünyanın olaylarını ve insanların kal­ bini bu ikili ışık altında görmeyenler hiçbir şey görmeyen cahil­ lerdir. Seven ve acılanan bir ruh, artık yüceleşmiştir. Bu arada, günler art arda geçiyor ve hiçbir başkalık yaşanmı­ yordu. Beri yandan, Marius gezineceği o karanlık yolun iyice kısal­ 820

dığını anlıyordu. Dipsiz bir uçurumun ağzında bulunduğunu bili­ yordu. «Yüce Tanrım!» diye söyleniyordu kendi kendine. «Yoksa onu tekrar göremeyecek miyim?» Saint-Jacques Sokağına gelince, kapının ardından yürüdü­ ğünde, iç cadde solda bırakılırsa, Santé Sokağına, sonra Gla­ ciere’ye çıkılır. Küçük bir nehir olan Goebelins Deresinin kıyıla­ rına gelmeden önce bir çayır görünür. Burası, uzun ve monoton bir kemer gibi Paris caddelerini sarar. Bu caddelerin uzun ve monoton kemeri içinde Ruysdael’in(*) oturmak isteyeceği tek yerdir. Somyeşil bir çayır, iplerde kuruyan çamaşırlar, XIII. Louis za­ manından kalma bir çiftlik, çatı katı pencereleriyle tuhaf bir şekil­ de delinmiş ve bahçıvanların oturdukları bir çiftlik olması, virane çitler ve söğütler altından mırıldanan bir dere, kadınların şen kahkahaları, sesler, ta ufuklarda Panthéon, Sağır Dilsizler Yur­ du, Val de Grace ve çok daha ötelerde Notre-Dame Kilisesinin sade manzarası ve bütün bunlardan yükselen bir güzellik, bir es­ ki zaman cazibesi... Görülesi bu güzel yere niyeyse kimseler gelmezdi. Zaman zaman, on beş dakika arayla küçük at arabaları geçerdi. Marius bir gün yürüyüşü sırasında, o derenin kenarına geldi. O gün de rastlantıyla oradan biri geçiyordu. Marius buraların o çekiciliğine kapılmıştı, adama sordu: «Buranın adı ne?» «‘Tarlakuşu Çayırı’ derler buraya.» Daha sonra şunları da ek­ ledi: «Ulbach burada İvry’li çoban kızı öldürmüş.» Fakat Marius adamın sözlerinden sadece «Tarlakuşu»nu an­ lamıştı. Hayalci biri, çoğu zaman tek bir kelimenin etkisiyle do­ nakalır. Olanca düşüncesi, tek bir şeye odaklanır. Tarlakuşu ismi Marius’e sevdiği kızı çağrıştırıyordu. Zihnin­ de artık onu Ursula diye çağırmıyor, «Tarlakuşu» diye sesleni­ yordu. (*) Ruysdael: Felemenk ressam (1629-1682). Canlı ve renkli peyzajlar çizmiştir.

821

«Vay canına,» diye düşündü, «burası onun çayırı, artık onun adresini öğrenirim.» Bu çok boş bir teselli olsa da, delikanlı buna karşı çıkamadı. Ve her gün buraya gelmeye başladı. 2 CEZAEVLERİNDE TASARLANAN CİNAYETLERİN ÖNHAZIRLIKLARI Javert, Gorbeau harabesinden fazla hoşnut ayrılmadı. Asla hoşnut olamayacağını anlayacaktı. Javert’in en derin kaygısı, o bağlı adamı elden kaçırmak ol­ du. Kaçan bir kurban, çoğu zaman kendisine saldıranlardan da­ ha belalı olur. Onun böyle esrarengiz biçimde yok olması epey dikkat çekmişti. Hırsızların bu kadar önemsedikleri bu adam, po­ lis için de hayli değerli olabilirdi. Hem, Montparnasse da, Javert’in elinden kaçmıştı. Onu yakalamak için, yeni bir olanak beklenecekti. Bu alımlı şeytan, ağaçlar altında gözcülük eden Eponine’le karşılaşmış, babaya yardakçılık etmektense, kızla eğlenmeyi seçmişti. Aslın­ da yerinde davranmış, bu yüzden paçayı kurtarmıştı. Bütün bunların yanı sıra, Gorbeau harabesinden La Force Cezaevine giden yolda tutukluların liderlerinden biri olan Claquesous da ortadan kayboluvermişti. Bütün aramalar sonuçsuz kalmıştı. Sanki yer yarılmış da içine girmişti. Sanki buhar olup kelepçelerin arasından uçmuş ve herhalde, jandarmaların ken­ disini bindirdikleri arabanın bir yerlerinden sıvışmıştı. Cezaevine geldiklerinde Claquesous’un arabada olmadığını hayretler için­ de görmüşlerdi. Bu şeytanın, ya da polisin işi olabilirdi. Claquesous suya düşen bir kar tanesi gibi yok olmuştu. Yoksa polis­ lerle işbirliği içinde miydi? Bilinmez! Bu adam belki de her iki ya­ na da hizmet ediyor, kargaşa ve düzen arasında gidip geliyordu. Bu sır yüklü adamın ön ayakları cinayette, arka ayakları yetke­ de miydi? 822

Javert böylesi düzenlere akıl erdiremez ve şiddetle eleştirir­ di. Fakat polis örgütünde başkaları da vardı, bu polisler gerçi Ja­ vert’in astı olmalarına rağmen, örgütün sırlarını daha yakından bildiklerinden, Claquesous’u bir ispiyoncu, bir ajan olarak kulla­ nabilirlerdi. Aslında çok açıkgöz ve hin oğlu hin bir katil olan Claquesous, zamanı geldiğinde, polis için epey faydalı bir adam da olabilirdi! Yeraltı hayatının bütün inceliklerini bilen biri, hem hır­ sızlık, hem de polis için çok uygundur. Bu tip katiller iki yanı kes­ kin bıçaklara benzer. Yine de ne olursa olsun, kaybedilen Claquesous bir daha bulunamadı. Javert de buna hem içerledi, hem şaştı, fakat öfkesi müthiş oldu. Marius’e gelince, Javert ismini bile unuttuğu o avukat tasla­ ğını o kadar önemsememişti. Aslında bir avukat nasıl olsa bulu­ nur, ama bakalım o genç sahiden avukat mıydı? Soruşturma başlatılmıştı. Lafazanlıktan çekinen sorgu yargıcı, Minette çetesindeki adamlardan birini hücreye kapatmıştı. Bu adam okurların anım­ sayacağı üzere, o gün Marius’ün Küçük Banker Sokağında du­ var önünde gördüğü, dağınık saçlı adamdı, ismi Brujon’du. Onu Charlamagne avlusuna salıvermişlerdi, gardiyanların gözü on­ daydı. Bu Brujon ismi aslında La Force Cezaevinin anılarındadır. Yeni bina avlusunda, «Aslanlı Çukur» isimli korkunç yerde, üstü lekelerle dolu, çatlaklarla, yarıklarla aşınmış, çatıya dek yükse­ len duvarda açılan paslı bir demir kapıdan eski günlerde dükle­ rin sarayı olan La Force’un kilisesine geçilirdi. Bugün bu kilise artık katil yuvası niyetine kullanılıyor, işte bu yatakhane duvarın­ da, on iki yıl öncesine kadar, taşa çiviyle kazılmış bir kule resmi ve hemen altında şu isim yazılıydı: Brujon 1811’in Brujon’u, dostumuzun, o dağınık saçlı Brujon’un ba­ basıydı. Gorbeau Harabesi olayında şöyle bir görünüp kaybettiğimiz Brujon, epeyce becerikli biriydi. Şaşkın ve yakınır gibi görünme­ sine rağmen, epeyce açıkgözdü. İşte onun bu ahmak haline acı­ 823

yan yargıç onu cezaevi avlusuna bırakmıştı. Onun hücredeki di­ ğer adamlarla kalmasını istememişti. Tutuklanan hırsızlar, suçtan vazgeçmezler. Bunca hafif bir şey onları etkilemez; bu nedenle bir cinayetten içeri giren suçlu, İkincisini işlemekte hiç duraksamaz. Bunlar, bir tablolarını galeriye verdikleri halde, sergi için he­ men diğerini hazırlayan sanatçılar gibidir. Cezaevinde Brujon epey şaşırmış gibi görünüyordu. Saatler­ ce Charlemagne avlusunda ayakta dikilip, kantinde asılı fiyat lis­ tesini izlerdi. Liste şöyle başlardı: «Sarımsak 62 santim» ve şöy­ le biterdi: «Sarma sigara 5 santim.» Kantinin penceresi önünde durmadığında, Brujon sıtmaya yakalanmış gibi dişlerini birbirine vurarak titrer, ateşinin çıktığından yakınarak, revirdeki hasta ya­ taklarından birinin boş olup olmadığını sorar dururdu. 1832 şubatının bitimine doğru, cezaevinde bir haber yayıldı. Şu dırdırcı Brujon, kendi adına değil de, arkadaşlarından üçü adına bazı siparişler vermişti. Bu üç farklı sipariş ona elli mete­ liğe mal olmuştu. Bu fazladan harcama, cezaevindeki jandarma onbaşısının gözünden kaçmamıştı. Hemen araştırma yapıldı ve tutukluların oturma odalarında asılı fiyatlardan elli meteliğin şöyle dağıtıldığı öğrenildi: O üç si­ parişten biri, Pantheon’a on metelik, biri Val-de-Grace’a on beş metelik ve diğeri de Grenelle kapısında ki (bu en tuzluya gelen­ di) yirmi beş metelik. Oysa Pantheon, Val-de-Grace ve Grenelle kapısında en azılı üç hırsız bulunuyordu. Bunlar Bizarro lakabı­ nı taşıyan Kruideniers, cezasını çekip serbest bırakılan bir forsa olan Glorieux ve Barrecarosse. Bu olay polisin ilgisini bu üçün­ cü katile çekti. Polis bu üç adamın da Patron-Minette çetesinin üyeleri olabileceğinden kuşkulanıyordu. Çetenin iki lideri Babet ile Geulemeur’u içeri tıkmışlardı. Brujon’un yolladıklarının evle­ re değil de, sokakta bekleyen birilerine verildiği ortaya çıktı. Ye­ ni hazırlanan bir soygun için hazırlıklar yapılmasından kuşkula­ nıldı. Aslında, başka ipuçları da vardı. O üç uğursuzu polis en­ seledi. Bu önlemler alınmadan üç hafta önce, bir gece, yeni bina ya­ 824

takhanesini kontrol eden bir gardiyan denetleme jetonunu kutu­ ya atarken, (nöbetçilerin görevlerini yapıp yapmadıklarını kont­ rol etmek için bu yönteme başvururlardı) yatakhane penceresin­ den, Brujon’un daha yatmamış olduğunu, yatağının üzerinde oturduğunu gördü, bir kâğıda, bir şeyler bile yazıyordu, içeri gi­ ren gardiyan, Brujon’un yakasına sarıldı, ama yazdığı şeyi ele geçiremedi. Brujon’a bir ay zindan cezası verdiler, ama ne yaz­ dığını öğrenemediler. Fakat bilinen şu ki, ertesi sabah, Charlemagne avlusundan «Aslanlı Çukur»a iki avluyu bölen binanın çatısı üzerinden bir «seyis» fırlatıldı. Cezaevindekilerin dilinde «seyis» ismi verilen şey, iyi yoğrul­ muş bir ekmek parçasıdır. Bunu «İrlanda»ya atarlar. Bu da bir kelime oyunudur, yani «İngiltere’den İrlanda’ya» atılıyor. Bir kıta­ dan diğerine. Bu hamur topağı avluya düşer. Bunu bir tutuklu alırsa hemen açar, içinde ismi yazılı bir tutukluya iletilecek bir pusula bulur, ve bunu alacak kişiye verir, yok eğer, bu bir gardi­ yanın ya da ispiyonculuk eden bir tutuklunun eline düşerse, (böylelerine cezaevlerinde «koyun» kürekte «tilki» denir) işte o zaman pusula polise verilir. Bu kez «seyis» yerini bulmuştu. Pusulanın yazıldığı kişi, Pat­ ron-Minette’in dört liderinden biri olan Babet’di. «Seyis»e şunlar yazılıydı: Babet, Plumet Sokağında parmaklıklı bir bahçede ekmek var... İşte Brujon geceleyin bunları yazmıştı. Babet işbilir, hünerli bir adamdı. Ne yapıp etti, üstünü arayan­ lardan pusulayı saklayıp Salptriere Cezaevindeki bir «kız arka­ daşına» iletti. Bu kız arkadaş da pusulayı iyi tanıdığı Magnon isimli bir diğer kadına aktardı. Okurlarımız bu Magnon ismini ha­ tırlar: Mösyö Gillenormand’a şantaj yapan hizmetçi kadın. Polis, Magnon isimli bu kadından kuşkulanıyordu, kadının Thenardierler’le ilişkisi vardı ve Madelonnettes Islahevi’nde ka­ 825

lan Eponine’i ziyaret ederek Salptriere ile Madelonnettes arasın­ da bir ilişki kurabilirdi. Tam o sırada Thenardierler'in kızları aleyhinde yeterli kanıt olmadığından, ve yaşlarının da küçük olmasından dolayı ser­ best bırakıldı. Eponine ile Azelma ıslahevinden çıktılar. Magnon, Eponi­ ne’in çıkışı Madelonnettes Islahevinin kapısında bekliyordu. Brujon’un Babet’e yazdığı o pusulayı kıza vererek, ondan bu işi aydınlatmasını istedi. Eponine, Plumet Sokağına gitti, sözü edilen parmaklıklı bah­ çeyi buldu, evi izledi, birkaç gün öylece bekledi. Daha sonra, Clocheperce Sokağında oturan Magnon’a bir bisküvi götürdü. Magnon bu bisküviyi Babet’in Salptrier’de tutuklu olan metresi­ ne iletti. Cezaevlerinin o karanlık ve simgesel dilinde, bir biskü­ vi «ekmek yok» anlamına gelir. O kadar ki bundan bir hafta sonra, La Force Cezaevinin av­ lusunda Babet’le karşılaşan Brujon, (biri sorguya gidiyor, diğeri sorgudan dönüyordu) sordu: «Ne haber? Plumet Sokağına baktın mı?» «Bisküvi,» dedi Babet. Brujon’un planladığı bu suç da böylece sonuçsuz kaldı. Fa­ kat bu olay, Brujon’un programının dışında şeylere neden ola­ caktı. Zaman zaman, bir ipliği düğümlediğimizi sanırken, başka bir teli düğümlemiş oluruz. 3 MABEUF BABA’NIN GÖRDÜĞÜ HAYALET Artık arkadaşlarına uğramayan Marius, kimi zaman, Mabeuf Baba'ya rastlardı. Mutlu insanların ayak seslerinin geldiği o loş dehlizlere, o ka­ ranlık yeraltına ağır ağır inerken Marius, Mabeuf Baba da, ken­ di yolundan sapmış, inişe geçmişti. «Cauteretz Bitkisi» satılmıyordu artık. Çivitağacı yetiştirme 826

denemeleri olumlu sonuç vermemişti. Toprağın kurak olduğu ve hep rüzgâr alan Austerlitz’deki bahçede, Mabeuf Baba, nemi ve gölgeyi seven bazı çiçekler yetiştiriyordu sadece. Fakat yine de umudunu koruyordu, «Botanik Bahçesi»nde çivit fidelerini yetiş­ tirmek için bir parça toprak almış ve giderleri kendisi karşılaya­ rak denemelerini sürdürüyordu. Para sağlamak için Bitkiler Kita­ bı’nın bakır klişelerini rehine vermişti. Hayli sıkıntılı bir hayata başlamıştı ihtiyar adam. Öğle yemeğinde sadece iki yumurta alabiliyordu ki, bunun birini Plutarque Ana’ya verirdi. Aslında, on beş aydan beri, zavallı hizmetçisinin maaşını da ödeyemiyordu. Biçare adam, çoğu zaman öğle öğününü yediği bu tek yumurtay­ la atlatırdı. Artık o çocuk gülüşüne benzeyen neşeli gülüşüyle gülmüyordu, geçimsiz, bir adam olmuştu ve ziyaretçi de istemi­ yordu. Marius de onu ziyarete gelmemekle doğru davranıyordu. Bazı günler Mabeuf Baba’nın Botanik Bahçesi’ne gittiği saatler­ de, onunla karşılaşırlardı. Sessiz bir baş işaretiyle hüzünlü bir selamlaşmadan sonra herkes kendi yoluna giderdi. Ah yoksulluk sonucu kopan bir arkadaşlık daha, ne feci!.. İki arkadaşken, yolda selamlaşan iki yabancı olmuşlardı. Bay Mabeuf’ün yakın arkadaşı, kitapçı Royol da ölmüştü. Ar­ tık ihtiyar adam sadece kitapları, bahçesi ve çivit fideleri için ya­ şıyordu. Mutluluk, zevk ve beklenti artık bu üç biçime girmişti. Yaşamak için bunlar yetiyordu ona. Şöyle söyleniyordu: «Şu çivitlerimi bir yetiştirebilsem, o zaman para kazanır ve klişelerimi rehinden alır, o kitabı tekrar bastırırım. Biraz reklam yaptırır, sokaklarda davul çaldırıp, gazetelerde ilanlar bastırır ve kitabımdan epeyce satarım ve kazanacağım parayla da, şu ne zamandır göz koyduğum Pierre de Medine'in değerli bir baskısı olan 1559’da yayınlanan Gemicilik Sanatı'nı alırım.» Bu arada gayesine ulaşabilmek için bütün vaktini o çivit tarlasında geçiri­ yordu. Ah şu mavi toparlakları bir yetiştirebilse!.. Akşamları evi­ ne döndüğünde bahçesini sular ve kitaplarını okurdu. Bay Ma­ beuf o günlerde seksen yaşına merdiven dayamıştı. Bir akşam tuhaf bir hayal gördü. 827

Döndüğünde akşam yeni oluyordu. Sağlığı iyi olmayan Plu­ tarque Ana odasında yatıyordu. İhtiyar adam, mutfakta bulduğu bir parça kuru ekmek ve üzerinde biraz et kalan bir kemikten ibaret akşam yemeğini yemiş ve bahçesindeki büyücek taşlar­ dan birine çökmüştü. Bir bank gibi kullandığı bu irice taşın, hemen yanı başında eski meyve bahçelerinde epey imrenilen kirişler ve eski tahtalar­ dan yapılmış iki katlı kocaman bir tür dolap vardı. Bunun alt ka­ tı tavşan yuvası, üstü ise yemişlik olarak kullanılırdı. Aslında do­ lapta artık tavşan yoktu, fakat yemişlik bölümünde geçen mev­ simden kalan birkaç elma vardı. Bay Mabeuf gözlüklerini takmış ve epey zevk aldığı iki kitap­ tan birini okumaya koyulmuştu. Aslında bu kitaplar kendisini bi­ raz huzursuz ediyordu. Doğuştan ürkek olan çocuk ruhlu ihtiyar­ cığın batıl inançları vardı. Bu kitaplardan ilki Başkan Delancre tarafından yazılan İblis­ lerin Vefasızlığı, diğeri ise Mutor de la Rubaidiere’in Vauvert Şeytanları ve Bievre Cinleri'ydi. Cinler hakkındaki bu kitap, Ma­ beuf Baba’yı epeyce ilgilendirmişti, çünkü bulunduğu bahçede çok eski yıllarda küçücük cinlerin yaşadığı söyleniyordu. Güneş ufuktan çekilmiş, gün batımı yukarı ufku beyazlatmaya, aşağıla­ ra gölgelerini vermeye başlamıştı. Mabeuf Baba bir yandan, elindeki kitabı okuyor, öte yandan bahçesindeki tek tük çiçeklere bakıyordu. Güzel bir ortanca, onun şu son günlerde en büyük tesellisiydi, ama dört gün süren kızgın güneş, rüzgâr, bir de samyelinin esmesi, o hoş ortanca bitkisini hayli hırpalamıştı. Çiçeğin sapları bükülmeye, tomur­ cukları solmaya ve yaprakları dökülmeye başlamıştı. O gün de sulanmayacak olursa, bu canım ortanca mahvolurdu. Bay Ma­ beuf, bitkilerin de tıpkı insanlar gibi ruhları olduğuna inanırdı. Bütün gün o çivit tarlasını çapalayan yaşlı adam alabildiğine yorgundu, yine de, yerinden zorla kalktı, gözlüklerini ve kitabını taş bankın üzerine bırakarak kuyuya doğru yürüdü. Kovanın zincirini tuttu, ama bunu asıldığı kancadan indirmeye bile me­ 828

cali yoktu, işte o zaman hüzünlü bakışlarını yıldızlarla dolan gökyüzüne çevirdi. Akşam vakitlerinde sıkıntısını dindirmek ister gibi kasvetli, ama sonsuz bir sevinçle karışık bir huzur duyulur. Gece de gün­ düz gibi kurak geçeceğe benziyordu. İhtiyar adam kederle düşündü: «Aman Tanrım, her taraf yıldız dolu, küçücük bir bulut bile yok, bir gözyaşı damlası kadar bile su yok.» Demin kaldırdığı başını göğsüne eğdi. Sonra tekrar göklere baktı: «Bir damla kırağı. Tanrım bize acı, ne olur!» Kovayı çıkarmak için tekrar atıldı, ama yapamadı. Tam o sırada birinin şöyle seslendiğini işitti: «Mabeuf Baba isterseniz, bahçenizi sulayayım.» Sonra yapraklar arasında yabanıl bir hayvanın geçişine ben­ zeyen bir ses duyuldu ve adamcağız çitin berisinden, çalılardan, sıska bir kızın karşısına dikildiğini gördü. Kız, gözlerini doğruca kendisine dikmişti. O bir kızdan çok, günbatımındaki gölge gibiydi. Epey çekingen ve ürkek olan Mabeuf Baba, neye uğradığını bilemeden ve kıza karşılık veremeden, kız kovayı kancadan in­ dirmiş ve kuyuya daldırmıştı. Hemen sonra, bu pılı pırtıya bürü­ lü, yalınayaklı hayalet, çiçekleri sulayıp çevresine hayat saçma­ ya başladı. Kovanın yapraklarda çıkardığı o su sesi ihtiyara de­ rin bir mutluluk veriyordu. Sanki ruhu da serinliyordu. Artık ortan­ casının da mutlu olduğuna emindi. Kız ilk kovadan sonra, bir kova su daha çekti, sonra bir üçün­ cü kovayla bütün bahçeyi çarçabuk suladı. Çiçekler arasında, kara bir hayalet gibi ordan oraya seyirtir­ ken, o güçsüz kollarını örten yırtık şalıyla bir yarasa gibiydi. Kız sulama işini bitirmişti. Mabeuf Baba’nın, gözleri mutluluk yaşlarıyla doldu. Kızın saçlarını okşadı, elini alnına atıp: «Tanrı seni korusun,» dedi. «Çiçekleri sevdiğine göre, sen bir melek olmalısın.» 829

Kız: «Hayır, ben bir şeytanım, ama bunu dert etmem.» İhtiyar, onun karşılığını beklemeden tekrar haykırdı: «Ah, niye bu kadar mutsuz ve bu kadar yorgunum, size bir şey veremiyorum.» «Bana bir şey verebilirsiniz,» dedi kız. «Nasıl bir şey?» «Bana Mösyö Marius’ün nerede oturduğunu söyleyin.» İhtiyar anlamamıştı. «Hangi Mösyö Marius?» diye sordu. Anlamsız bakışlarla sanki etrafına bir şeyler aranır gibi bakı­ nıyordu. «Hani bir zamanlar sizi ziyarete gelen delikanlı.» Tam o sırada Mösyö Mabeuf’un hafızası canlanmaya başla­ mıştı: «Tabii ya, evet... Tamam, ne demek istediğinizi anladım, siz Mösyö Marius’ü, daha doğrusu Baron Marius Pontmercy’yi arı­ yorsunuz. Hay Tanrım, dur bakayım onun adresi neydi?.. Evet, ama artık orada oturmuyor ki... Ne yazık bilemeyeceğim...» Konuşurken, bir çiçek fidesini düzeltmek için eğilmişti: «Durun bakayım şimdi anımsadım, o çoğu kez buralardan geçer ve Glaciere Sokağından geçip, caddede yürür ve Tarlaku­ şu Çayırı’na gider, neredeyse her gün ona orada rastlarsınız. Onu orada mutlaka bulursunuz.» Mösyö Mabeuf doğrulduğunda, kimsecikleri göremedi, kız kaybolmuştu. Adamcağız ansızın ürperdi: «Aman Tanrım!» diye düşündü, «bahçe sulanmış olmasaydı, kızın bir hayalet olduğuna inanacaktım!» Bir saat sonra, bu izlenimi tekrar hatırladı, uykuya dalarken insan düşüncesinin, denizden geçmek için balık olan şu masal kuşu şeklini aldığında, kendi kendisine şöyle söylendi: «Hay Tanrım! O Rubaidiere’in anlattığı cinlere çok benziyordu, dişi bir cine...» 830

4 MARİUS’E GÖRÜNEN HAYAL Mabeuf Baba’nın o hayaleti gördüğü günden birkaç gün son­ ra, bir pazartesi sabahıydı. Marius o günlerde, Courfeyrac’dan yirmi frank borç alıyordu. Marius cebine bu parayı koymuş ve cezaevine gitmeden önce, her zamanki gibi Tarlakuşu Çayırın­ dan geçmek için, yolunu uzatmıştı. O, gezintinin kendisine çalış­ ma isteği vereceğini düşünüyordu. Aslında artık sürekli böyle oluyordu. Yataktan çıkar çıkmaz, genç adam, kalemine sarılıyor ve kitabıyla bir beyaz kâğıdın önüne yerleşiyordu. Çeviri yapma­ ya hazırlanıyordu. O sırada, kendisine epey önemli bir iş veril­ mişti. Fransızcaya çevirmesi için Alman savaşındaki bir çekiş­ me... Gans ile Savigny’nin tartışması. Eline Savigny’yi alıyor, bı­ rakıyor, Gans’ı alıyor, birkaç satır okuduktan sonra onu da bir kenara atmadan önce, birkaç satır yazmak istiyor ama kâğıtla kendisi arasında bir yıldız görüyordu, sonra kitabı bir kenara bı­ rakıp yerinden kalkıyor: «Gidip biraz dolaşayım. Açık hava iyi gelir, dönünce çalışırım,« diyerek çıkıyordu. Ve tarlakuşu Çayırına gidiyordu. Orada yıldızları görüyor ve geç saatlere kadar oyalanıyordu. Odaya geri geldiğinde, yine kitaplara sarılıyor, fakat tek satır yazamıyordu. Beyninde kopan o iplikleri birbirine bağlaması mümkün değildi. Kendi kendisine: «Yarın çıkmayacağım, bu be­ nim çalışmamı engelliyor,» diye söyleniyor, fakat ertesi gün ve her gün, bir daha çıkıyordu. Courfeyrac’ın odasından fazla, Tarlakuşu Çayırında oturu­ yordu diyebiliriz. Onun asıl adresi: Sağlık Caddesi, Croutebarbe Sokağı, Yedinci Ağacın Önü gibiydi. O sabah her zamanki gibi, yedinci ağacın önüne varmış ve derenin korkuluğuna oturmuştu. Şakrak bir güneş, yaprakları daha yeşil, daha parlak gösteriyordu. Marius, yine sevdiği kızı düşünüyor ve düşüncesinde kendi kendisini suçluyordu. Miskince davrandığını, ruhunu mahveden 831

bu tembellikten kurtulmak istemediğini, giderek etrafını kaplayan bu karanlıkların kendisini kuşattığını, böyle giderse güneşten iyi­ ce mahrum kalmaktan korktuğunu düşünüyordu. Fakat bu belirsiz düşüncelerine rağmen, üzülmeye bile gücü olmadığını fark ederek, kendisini zayıf ve dermansız hissediyor­ du. Karar verme becerisini bile kaybetmişti. Arkasında ve karşı­ sında, Gobelins Deresi kenarındaki çamaşırcı kadınların yıka­ dıklarına tokaçla vurduklarını duyuyor, ağaçlarda kuşların cıvıl­ daşmalarını dinliyordu. Bir yandan rahatlık ve gürültü, mutlu bir derbederliğin belirtileri, öte yandan, çalışmanın düzenli gürültü­ sü. Bu da Marius’ün derin derin düşünmesine neden oldu. Bu iki ses de, neşeli şeylerdi. Derken, bu dalgınlığı, bu kendinden geçmesi sırasında bir ses duydu. «Oh, şükür Tanrı’ya, burada!» Marius başını kaldırdı ve bir sabah odasına giren o biçare kı­ zı, Thenardierler’in o büyük kızını tanıdı. Artık onun adını da bi­ liyordu: Eponine. İşin zor yanı, kız hem daha düşkünleşmiş, hem de güzelleşmişti. Bu iki adım da, aslında onun atabileceği adım­ lar değildi ama yine de... Kız hem ışığa, hem de sıkıntıya doğru yürümüştü. O sabah odasına gelişindeki gibi yalınayak ve pa­ çavralar içindeydi. Fakat artık paçavraları da iyice eskimişti; ne de olsa o günün üzerinden iki ay geçmişti. Eteğindeki delikler iyi­ ce büyümüş, paçavraları kirlenmiş, lekelenmişti. Sürekli aynı usul sesle konuşuyor, güneş yanığı alnı, o küstah ve deli bakış­ lı gözleriyle etrafına bakınıyordu. Bir de yüzünde, cezaevinde kalmanın getirdiği o ürkek ve mutsuz ifade vardı ki, bu da tutuk­ lanmanın yoksulluğa eklenmesinden oluşmuştu. Saçlarında sa­ man kırıntıları vardı. Fakat bu gecelerini bir samanlıkta geçirme­ si sonucuydu. Yoksa Hamlet’in deliliğinin kendisine geçmesiyle çıldıran Ophelia gibi deli olmasından değildi. Bütün bunların yanı sıra, ve bunlara karşın, yine de güzeldi. Ey gençlik sen ne pırıltılı bir yıldızsın. O solgun yüzünde, bir mutluluk aydınlığıyla ve gülümsemeye benzeyen bir ifadeyle Marius’ün önüne dikilmişti. 832

Birkaç dakika konuşamayacakmış gibi, bekledi. «Sizi nihayet buldum,» diye başladı. «Mabeuf Baba haklıy­ mış, size burada rastlayacağımı söylemişti. Ah, sizi ne çok ara­ dım, bir bilseniz. Ha biliyor muydunuz, beni dama attılar, ama sadece on beş gün kaldım. Aleyhimde bir şey bulamadılar, hem de sanırım yaşım tutmadığı için, beni serbest bıraktılar. Yoksa, tam iki ay yatacaktım. Ah, sizi ne çok aradım, tam altı haftadır sizi arıyorum. Demek artık orada kalmıyorsunuz?» «Hayır,» dedi Marius. «Oh, anladım elbette, o günden sonra... O haydutlar fena adamlardı. Demek taşındınız. Bak hele, niye böyle eski şeyler giyiyorsunuz? Sizin gibi alımlı bir delikanlı, sürekli yeni ve şık giysiler giymeli. Ha Mösyö Marius, biliyor muydunuz, Mabeuf Baba sizin için ‘Baron Marius’ diye bir şey daha söyledi ya unut­ tum... Fakat ben yemedim bunu, siz baron olamazsınız. Baron­ ların hepsi kocamış olurlar, en genci yüzünde falan... Onlar Lu­ xembourg Parkında şatonun önünde dolaşmaya giderler... Gü­ neşte oturup gazetelerini okurlar. Hatta unutmadım, bir ara bir barona mektup götürmüştüm. Moruk hiç yoksa doksanlıktı. Ha, söyleyin bakalım, artık nerede oturuyorsunuz?» Marius karşılık vermedi. Kız sürdürdü: «Aa, gömleğiniz yırtılmış, hemen dikmeliyim.» Daha sonra yüzü karardı, yine de susmadı: «Beni gördüğünüze pek sevinmediniz galiba!» Marius susuyordu, kız da bir ara sustu, sonra: «Eğer istersem, sizin çok mutlu olmanızı sağlayabilirim.» Marius sordu: «Ne demek bu?» «Siz önceleri benimle teklifsizce konuşur, sen derdiniz!..» «Tamam ama, ne demek istedin? Söyle.» Kız beyaz dişleriyle alt dudağını ısırdı, kendi kendisiyle sava­ şır gibi duraksamıştı. Sonra kararını vermiş göründü: «Tamam, tamam. O kadar hüzünlü görünüyorsunuz ki, daya­ namayıp söyleyeceğim, sizi mutlu görmek isterim. Fakat gülece­ ğinize söz verin, sizin gülümsemenizi ve ‘işte buna sevindim’ de­ 833

menizi istiyorum. Ah mutsuz Mösyö Marius, bana her istediğimi vereceğinizi söylemiştiniz ya...» «Evet, ama konuş, haydi konuşsana!» Genç kız gözlerini onun gözlerine çevirip: «Adresi buldum,» dedi. Marius sapsarı oldu, bütün kanı çekilmiş gibiydi: «Ne adresi?» «Benden istediğiniz adresi...» Kız kendisini konuşmaya zorlar gibi, ekledi: «Adres... Canım... Biliyorsunuz ya?» Marius, «Evet...» diye kekeledi. «O güzel kızın adresi.» Kız bu sözleri söyleyip, derin derin göğüs geçirdi. Marius oturduğu yerden atladı ve onun elini tuttu: «Haydi, götür beni oraya, haydi, dile benden ne dilersen... Neresi?» Genç kız elini çekti ve daha özenli bir gözlemcinin içini yaka­ cak kadar derin bir sesle: «Ah ne kadar sevindiniz!» diye söylendi. Oysa mutluluktan deliye dönen Marius, hiçbir şeyin ayrımın­ da değildi. Marius’ün alnı yine kararır gibi oldu, Eponine’in kolunu tuttu: «Bir şey için bana yemin etmeni istiyorum,» dedi. Kız: «Yemin etmek mi? Bu da nesi? Peki tamam, ne için yemin et­ memi istiyorsunuz?» dedi ve güldü. «Baban, yemin et bana Eponine, yemin et, babana bu adre­ si vermeyeceğine yemin et.» Kız afallamıştı: «Eponine... Bana Eponine dediniz, ismimi nereden biliyorsu­ nuz?» «Söz ver bana.» Kız onu duymamış gibiydi: «Bana Eponine dediniz, ne güzel, çok hoşuma gitti...» Marius onun iki kolunu birden tuttu: 834

«Evet ama, bana cevap versene Tanrı aşkına, sözlerime dik­ kat et, yemin et bu adresi babana vermeyeceğine.» «Babam mı? Babam ha? Ah evet, babam. Rahat olun, ba­ bam içerde, hem babamdan bana ne? O bana vız gelir.» Marius bağırdı: «Evet ama, sen henüz söz vermedin.» Kız bir kahkaha attı: «Peki ama, bırakın beni, böyle sıkboğaz ederseniz nasıl ye­ min edebilirim! Size söz veriyor, yemin bile ediyorum, adresi ba­ bama vermeyeceğim, tamam işte, oldu, istediğiniz buydu, değil mi? Marius: «Hiç kimseye söylemeyeceksin,» dedi. «Hiç kimseye.» Marius: «Haydi,» dedi, «şimdi beni oraya götür.» «Hemen mi?» «Evet.» «O zaman gelin benimle. Oh, ne de mutlu...» diye söylendi genç kız. Birkaç dakika yürümüşlerdi ki Eponine durdu: «Bu kadar yakınımda yürümeyin Mösyö Marius, neredeyse yanımdan yürüyorsunuz, olmaz, hiç belli etmeden arkamdan ge­ lin. Sizin gibi bir beyefendinin, benim gibi bir kadınla görünmesi hoş olmaz.» Henüz çocuk yaştaki bu kızın, bu «kadın» kelimesini kullanı­ şında öyle kederli bir ton vardı ki, bunu ifade edecek dil buluna­ maz. Kız, on adım daha ilerledi, Marius onun yanına gelmişti. Kız ona sokulmadan: «Bana her istediğimi vereceğinizi söylemiştiniz,» dedi. Marius elini cebine attı, Thenardier Baba için ayırdığı o beş frank dışında parası yoktu, bunu kıza verdi. Eponine parmaklarını açarak, parayı yere düşürdü ve ona karanlık bakışını çevirip: «Sizin paranızı istemem,» dedi. 835

ÜÇÜNCÜ KİTAP PLUMET SOKAĞINDA BİR EV 1 ESRARENGİZ BİR EV Geçen asrın ortalarına doğru, Paris yargıtayında bir daire başkanı, metresini herkesten gizlemek için yaptırmıştı burayı. O çağlarda aristokratlar, büyük soylular, metreslerini sergiler, ken­ terlerse, aşklarını gizlerlerdi. Bugünlerde, Plumet Sokağı olarak anılan Saint-Germain Mahallesinde, Eski Blomet Sokağında yükseliyordu burası. Bu tenha sokak o zamanlar «Hayvan Dö­ vüşleri Yeri» denilen yere çok yakındı. Bu ev tek katlı bir köşktü. Giriş katında iki salon, birinci katta iki yatak odası, aşağıda bir mutfak, yukarıda süslü ve küçük bir oturma odası, damın altında bir tavan arası vardı. Bu köşk soka­ ğa açılan iki korkuluğun sınırladığı bir bahçeyle çevriliydi. Bah­ çesi yaklaşık bir dönümdü. Yoldan geçenler sadece bunu göre­ bilirlerdi. Fakat küçük köşkün hemen ardında, dar bir avlu ve av­ lunun sonunda bir mahzenin üzerinde yapılmış iki odalı minik bir ev vardı. Burası yeri gelince, bir çocukla sütninesini saklamaya yarardı. Bu iki odalı ev arkadan açılan gizli bir kapıyla taş döşe­ li uzun ve dar bir dehlize bağlanıyordu. Üstü açık bu dehliz hay­ li yüksek duvarlarla çevriliydi ve bahçenin duvarlarının arasına öyle iyi gizlenmişti ki, kimse onun varlığından kuşkulanamazdı. Bu üstü açık dehliz, bahçe boyunca uzanır ve şifreli bir kilitle açı­ 836

lan bir kapıda bitimlenirdi. Bu kapı başka bir sokağa, Babil So­ kağına açılırdı. Metresini ziyarete gelen Daire Başkanı, sürekli aynı kapıyı kullanırdı. Onu izleyen birileri olsa, onun her akşam, Babil Soka­ ğına gittiğini görür, aslında onun Plumet Sokağındaki bir köşke gittiğini kesinlikle bilemezlerdi. İşbilir yargıç, oradaki arsaları da satın alıp o gizli dehlizi ağaçlar ve çalılar arasında o kadar yetkince gizletmişti ki, daha sonra, satın aldığı bu topraklardan birazını bostancılara sat­ mış, fakat yeni alıcılar da, topraklarını sınırlayan o epey yüksek duvarın ardında, bir dehliz olduğundan hiç kuşkulanmamışlar­ dı. Bu sırrı sadece kuşlar görebiliyorlardı. Herhalde, geçen as­ rın çalıbülbülleri ve serçeleri, başkana dair epey dedikodu et­ miştir. Bu küçük köşk Mansart(*) biçemine göre yapılmıştı ve Watte­ au(**) beğenisine uygun biçimde sedeflerle bezenmişti. Köşk Watteau’nun beğenisine göre eşyalarla döşenmişti, yal­ dızlı, sedefli salon takımları, seten brokar örtüler, bahçede sıra sıra çiçeklerle kaplı yollar, tarhlar eve hem zarif, hem de muhte­ şem bir ifade verirdi. Bir hukuk adamının aşkını gizlemek için se­ çeceği çok kullanışlı bir konuttu. Bu köşk ve bu gizli dehliz, bugün yok. Fakat on beş yıl önce­ sine değin, hâlâ sağlamdı. 1793’te, bir bakırcı burayı satın al­ mıştı yıktırmak için; fakat köşkün parasını tam ödeyemediğin­ den, iflas etmişti. Bu nedenle, evi yıkmak isteyen bakırcı, ev için yıkılmış oldu... O günden beri, evde kimsecikler oturmuyordu, il­ gisizlik sonucu giderek virane haline gelmeye başladı, insanla­ rın hayat katamadıkları bütün o boş evlerin akıbetine uğradı. Köşk hâlâ o eski eşyalarıyla kiralanmayı ya da satılmayı bekli­ yordu. Şu tenha Plumet Sokağından geçen on veya on beş kişi, (*) Mansart: Tanınmış bir Fransız mimar. (**) Tanınmış bir Fransız ressamı, özellikle kır sahneleri ve aşk hakkındaki tab­ lolarıyla bilinir.

837

paslı demir kapıda asılı bir ilandan bunu okurlardı. Satılık ve Ki­ ralık levhası 1810 yılından beri duruyordu. Restorasyon’un bitimine doğru, yine oradan geçenler, artık ilanın olmadığını gördüler ve köşkün ilk katındaki panjurların açık olduğunu fark ettiler. Evde artık birileri vardı. Pencerelerde hoş tül perdeler takılıydı, bu da evde, bir kadının yaşadığını bel­ li ediyordu. 1829 yılının Ekim ayında, orta yaşı geçkin birisi, evi olduğu gibi kiralamıştı. Köşk derken, o bahçeyi ve gizli dehlizden ulaşı­ lan o iki odalı ekleri de erekliyoruz. Dehlizin kapılarının kilitleri onarılmış, bazı tamiratlar yapılmış, avlunun aşınmış taşlarının yerine yenileri konulmuştu. Önce de değindiğimiz gibi, köşk, es­ ki yargıcın eşyalarıyla döşeliydi. Yeni kiracı, bu eskimiş eşyala­ rın da bir kısmını onartmış ve nihayet buraya yerleşmeye gel­ mişti. Çok kendi halinde bir yerleşmeydi bu. ihtiyarın yanında genç bir kız ve kocamış bir hizmetçi de vardı. Sanki kendi evine dönen biri gibi girmişti. Komşulardan hiç ses çıkmadı, çünkü komşuları yoktu. Bu kiracı, dostumuz Jean Valjean, genç kız ise Cosette idi. Hizmetçi kadın ise Jean Valjean’ın hastanede bulduğu ve yok­ sulluktan kurtardığı hastalıklı, kekeme, bekar, yaşlı bir kızdı. Bu üç özelliği Jean Valjean’ın onu yanına almasını sağlamıştı. O evi Mösyö Fauchlevent ismiyle kiralamıştı; gelir sahibi. Yukarıda an­ latılanlardan sonra, okurumuz herhalde Thenardier’den daha hızlı, Jean Valjean’ı tanımış olmalı. Jean Valjean, Küçük Picpus Manastırından niye ayrılmıştı? Neler olmuştu? Hiçbir şey... Okurumuzun hatırlayacağı üzere, Jean Valjean manastırda mutluydu, aslında o kadar mutluydu ki, günün birinde vicdanı bu yüzden rahatsızlanmaya başladı. Her gün Cosette’i görüyor, babalık sevgisinin içinde giderek geliştiğini hissediyordu. Ruhu bu çocuğu benimsemişti. Kendi kendisine Cosette’in kendisine ait olduğunu ve kimsenin onu 838

kendisinden alamayacağını söylüyordu. Günün birinde, Coset­ te’in rahibe olacağını ve bundan böyle, o manastırın kendisi için olduğu gibi, Cosette için de sürekli bir yuva olacağına kendisini inandırmak istiyordu. Kendisi, orada kalan günlerini geçirecek, Cosette orada büyüyecek, sonra Cosette orada ihtiyarlayacak ve Jean Valjean orada ölecekti ve özetle, (eşsiz bir umut) birbir­ lerinden asla ayrılmayacaklardı. Fakat bu düşünceler bir ara onu bir afallamaya, bir evhama attı. Kendi vicdanına, bazı sorular sordu. Böyle yapmakla, belki bilmeden kızın mutluluğunu gas­ petmiş, çalmış olacaktı. O çocuğun da yaşamaya hakkı vardı!.. Yaşamdan vazgeç­ meden önce, onu bilmeliydi. Ona sormadan böyle bir karara varmakla, sözde, onu acılardan korumuş oluyor, ama öte yan­ dan, onu birçok mutluluktan da mahrum kılıyordu. Onun ceha­ letinden, yalnızlığından faydalanıp, onda olmayan, «sahte bir ilahi davet» yaratmak Tanrı’ya ihanet sayılmaz mıydı? Kim bilir belki de gönülsüzce rahibe olacak Cosette, günün birinde vaz­ geçtiği mutlulukları düşündüğünde, kendisinden nefret etmez miydi? Bu son düşünce, diğerlerinden çok daha az asil ve ben­ cil bir düşünce oldu, ama o Cosette’in kendisini sevmekten vazgeçmesine dayanamazdı. Manastırdan ayrılmaya karar verdi. Buna kararlıydı, üzülerek bunun zorunlu olduğunu, kendi kendisine söyledi. Buna karşı koyacak hiçbir şey bulamadı. Şu dört duvar arasında gözden uzak geçirdiği beş yıl artık tanınma, yakalanma korkularını yok etmişti. Artık rahat rahat diğer insan­ ların arasına çıkabilirdi. Bütün bu yıllar içinde epeyce ihtiyarla­ mıştı, kendisini kim tanıyabilirdi ki? Hem en kötü ihtimalleri dü­ şünse bile, tehlike salt kendisi içindi. Nasıl olsa Cosette, artık kendisini kurtarmıştı, kimse ona karışamazdı. Kendisi bir za­ manlar kürek mahkûmuydu diye, kızın da manastırda kapalı kal­ maya yargılanmaya hakkı yoktu. Hem görevin karşısında, tehli­ kenin ne önemi vardı ki? Fakat yine de önlemli davranacak, ilgi çekmemek için önlemleri savsaklamayacaktı. 839

Cosette’in eğitimine gelince, neredeyse bitmiş sayılırdı. Jean Valjean bir kez karar verdikten sonra, bunu uygulamak için uy­ gun bir fırsat kolladı; bu da gecikmedi, ihtiyar Fauchelevent öl­ dü. Jean Valjean, başrahibeyle bir görüşme talebinde bulundu ve kendisine kardeşinin ölümünden sonra kalan önemsiz bir miras­ tan dolayı artık çalışmak istemediğini bildirdi. Manastırdan ayrı­ lacak ve kızını da götürecekti ama, Cosette kararlaştırdıkları gi­ bi, rahibe olmayacağından ve karşılıksız eğitilmiş olduğundan, kutsal rahibeden, beş yılın karşılığı olan beş bin franklık bir ba­ ğışı kabul etmesini rica ediyordu. İşte böylece Jean Valjean oradan ayrıldı. Manastırdan ayrılırken, kimselere emanet edemediği o kü­ çük bavulu da kolunun altında tutuyordu. Anahtarını üstünde ta­ şıyordu. Cosette onun içindekileri epey merak ediyordu, bavul­ dan yayılan o naftalin kokusu kızın çok hoşuna giden bir kokuy­ du. Hemen söyleyelim ki, Jean Valjean ölünceye kadar bu bavul­ dan ayrılmadı. Sürekli odasında sakladı. Taşındığında, yanında götürdüğü tek şey bu oldu. Cosette onunla bu konuda şakalaşır ve bu bavula «bırakılamaz» ismini vererek «Onu çok kıskanıyo­ rum, baba» diyordu. Şunu da söyleyelim ki, dışarı ilk çıktığında Jean Valjean yine de kaygılanmadan edemedi. Plumet Sokağındaki evi bulup hemen taşındı. Adı Ultime Fa­ uchelevent’ti, bundan sonra sürekli bu ismi kullandı. İlgi çekmemek için Paris'te iki daire daha kiraladı. Aynı ma­ hallede kalmak istememiş, zaman zaman ev değiştirmenin kendisi için daha yerinde olacağını düşünmüştü. Yıllar önce Ja­ vert’in elinden mucizevi biçimde kurtulduğu o geceki gibi dik­ katsiz davranmak istemedi, her zaman o kadar talihli olamaz­ dı. Bu iki daire aslında epey sade, epey yoksul dairelerdi. Bir­ birlerinden hayli uzak iki ayrı mahalledelerdi. Biri Batı Sokağın­ 840

da, diğeri daha da sefil görünümlü olan Silahlı Adam Sokağın­ daydı. Zaman zaman Silahlı Adam Sokağına, zaman zaman da, Batı Sokağına taşınırdı, buralarda bir ya da, bir buçuk ay kalır, Cosette’i yanında götürür, hizmetçi kadını yanına almazdı. Ora­ da işlerini kapıcılara gördürür, kendisine bir emekli havası verir­ di. Bu faziletli adamın polisten kaçmak için Paris’te üç ayrı evi vardı. 2

JEAN VALJEAN MUHAFIZ ALAYINDA Vaktinin çoğunu Plumet Sokağındaki o evde geçirirdi. Orada­ ki hayatını şu biçimde düzenlemişti: Cosette ve hizmetçi köşkte kalırlardı. Cosette, pencere ve kapıları yağlıboyalı güzel yatak odasında yatar, yaldızlı mobilya­ larla döşeli oturma odasında oyalanır, duvarları antika halılarla kaplı ve geniş koltukları olan kocaman salonda kalırdı. Bahçe de onundu. Jean Valjean, genç kızın odasına, kareli perdelerle süslü ayaklı bir somya satın almış ve antikacı Gaucher Ana’dan, aldı­ ğı bir İran halısını ayak ucuna serdirmişti. Bu eski zaman mobil­ yalarının sadeliğine bir renk, bir ifade katmak için Cosette’in sa­ lonunu çeşitli biblolarla süsletmişti. Küçük bir dolap, bir kitaplık, yaldızlı ciltli kitaplar, yazı takımı, kurutma kâğıdı, sedef kakmalı dikiş masası, Japon porseleninden yapılma güzel bir tuvalet ta­ kımı. Yatak perdeleri gibi kırmızı fon üzerine, üç renkli kareli per­ deler, birinci katın pencerelerinden sarkıyordu. Giriş katının per­ deleri ise çiçekli desenli, kalın dokuma şeylerdi. Kış aylarındai o küçük kat yukarıdan aşağı ısıtılırdı. Her odada ocak vardı. Jean Valjean kendisi, dipteki avluda dehlize açılan o iki odada yaşar­ dı. Taşınabilir bir karyola, ince bir yatak, tahta bir masa, iki hasır iskemle, mavi çiçekli çiniden bir sürahi, bir tahta rafta birkaç ki­ tap. O sevgili bavulu da bir köşedeydi. Odada şömine yoktu. Hiç 841

ısınmazdı. Yemeklerini Cosette’le yerdi. Tabağının yanına kara bir ekmek koydurtmuştu. Eve taşınıp hizmetçi kadını işe aldığın­ da, onunla şöyle konuşmuştu: «Evin hanımı Matmazel Cosette’dir.» Kadın şaşkınca: «Peki ama siz efendim?» diye sorduğunda, şu yanıtı almıştı: «Ben efendiden daha ileri sayılırım, ben babayım.» Manastırda ev işleri yapmayı öğrenen Cosette, evin yöneti­ mini severek üstlenmişti. Neredeyse her gün Jean Valjean, Co­ sette’i koluna alıp dolaşmaya götürürdü. Onu Luxembourg Par­ kına götürür, en tenha yollardaki banklarda otururlardı, her pa­ zar Saint-Jacques Kilisesindeki sabah duasına götürürdü, çün­ kü kilise hayli uzak olduğundan, bu da bir gezinti oluyordu. Ayrıca, kilise Saint-Jacques du Haut Pas Mahallesinde bu­ lunduğundan ve orası epey fukara bir mahalle olduğundan, Je­ an Valjean orada epeyce sadaka dağıtırdı. Mutsuzlar, bedbaht­ lar kilisede onun çevresini sararlardı, işte Thénardier mektubun­ da bundan dolayı kendisine Saint-Jacques Kilisesinin Hayırse­ ver Beyefendisi'ne diye yazmıştı ya. Baba, çoğu zaman Coset­ te’i de yoksulları ziyarete götürürdü. Hiçbir ziyaretçi, Plumet So­ kağındaki eve girmezdi, hizmetçi pazara çıkar, alışveriş eder, er­ zak taşırdı. Jean Valjean çevredeki bir çeşmeden içecek suları­ nı taşırdı. Odun ve şarabı, Babil Sokağına yakın kapının iç kıs­ mındaki kaya kaplı bir oyukta korurlardı. Bir zamanlar bu oyuk, yargıç için bir mağara işlevi görmüştü, çünkü o aşk tapınakları­ nın ve buluşmaların moda olduğu o eski günlerde, mağarasız aşk olamazdı. Aynı sokağın dış duvarında gazeteler ve mektuplar için bir posta kutusu asılıydı. Fakat Plumet Sokağında yaşayan o üç ki­ şi dışarıdan gazete ve mektup almadıkları için, bu kutu sürekli boş kalırdı. Bir zamanların o çapkın adamına aşk aracılığı ve sır­ daşlık eden o kutu, artık sadece vergi tahsildarlarının tebligatla­ rıyla, muhafız alayının bildirilerine yarardı. Çünkü, gelir sahibi Bay Fauchelevent, Muhafız Alayında nö­ 842

betçiydi. 1831 yılında yapılan sayımın o sık ağlarına yakalan­ mıştı. Hakkında yapılan araştırmada Picpus Sokağındaki ma­ nastırdan alınan o iyi referans, valiliğe yeterli görünmüş ve Jean Valjean’ın bu nedenle ulusal bir görev almasını sağlamıştı. Be­ lediye kendisini bu göreve uygun bulmuştu. İşte bu nedenle, yılda üç-dört kez Jean Valjean bu ulusal üni­ formasını üzerine giyer ve görevinin başına geçerdi. Aslında bu­ nu isteyerek yapardı. Bu kıyafet değiştirme onu hem insan ara­ sına çıkarıyor, onun yalnızlığını azaltıyordu. Jean Valjean altmış yaşını sürüyordu, yasal olarak emekli olabilirdi fakat ellisinden fazla göstermiyordu. Üstelik görevinden ayrılmaya hiç de istekli değildi. Aslında onun başçavuşa açıklamalar yapmaya, Lobau Kontuyla tartışmaya niyeti yoktu. O kimliğini herkesten gizliyor, adını, yaşını, her şeyi saklıyordu, ayrıca yukarıda belirttiğimiz gi­ bi, o gönüllü bir nöbetçiydi. Vergilerini ödeyen herhangi bir va­ tandaşa benzemek, onlardan biri olmak, bundan böyle onun tek gayesi, tek hevesiydi. Onun şöyle bir ideali vardı; içinden melek olmak, dışarıdan bir kenter gibi görünmek. Bir ayrıntı daha verelim. Jean Valjean, Cosette’le dolaşmaya çıktığında, anlattığımız gibi şık giyinir ve emekli bir subaya ben­ zerdi. Fakat kendi başına çıktığında (bunun için akşam vakitleri­ ni seçerdi) sırtına bir işçi kılığı olan bir yelekle bir pantolon giyer ve o gür beyaz saçlarıyla yüzünün yarısını kapatan bir şapka ta­ kardı. Bunu neden yapıyordu? Kibirsiz olduğundan mı, önlem al­ mak için mi? Herhalde böyle yapmakla, her ikisini de uygulamış oluyordu. Cosette, babasının o sır küpü kişiliğini kanıksamış ol­ duğundan, onun bu tuhaflıklarını fark etmez gibiydi. Hizmetçi ka­ dın ise, Jean Valjean’a o kadar derin bir sevgi ve saygıyla bağ­ lıydı ki, onun yattığı yere tapar, her yaptığını doğru bulurdu. O kadar ki, bir gün Jean Valjean’ı öteden gören kasap: «Sizin şu efendiniz çok tuhaf biri» dediğinde, kadın onu şöyle susturmuş­ tu: «O bir aziz!» Jean Valjean, Cosette ve hizmetçi kadın, üçü de sadece Ba­ bil Sokağına açılan kapıyı kullanırlardı. Pencere parmaklığından 843

bakmak şartıyla onları görebilmek olanaklıydı. Kimse onların Plumet Sokağında oturduklarını düşünemezdi. Bu parmaklık ve demir kapı, sürekli kapalı olurdu. Jean Valjean ilgi çekmemek için bahçeyi olduğu gibi bırakmıştı. Belki de bunu yapması hatalıydı. 3 DALLI YAPRAKLI BAHÇE En aşağı yarım yüzyıldan beri, kendi haline bırakılmış bu ba­ kımsız bahçe, epey değişik ve çok da hoş bir yer olmuştu. Kırk yıl önce, bu tenha yoldan gelip geçen, tek tük yayalar, parmak­ lık önünde durup sırlarından hiç kuşkulanmadıkları bu şirin bah­ çeyi beğeniyle seyrederlerdi. Oysa o serin, o yapraklarla örtülü o yeşillikler nelere tanıklık etmişti? Kaç genç hayalci, düşünce­ lerinin o kilitli, kıvrımlı, sallanan eski kapının asmasına, o yosun­ lanmış, taş sütunlu ve eskilikten artık okunmaz haldeki arabesk kapı süsüyle bezeli o antik kapının gerisine süzülmesine izin vermişti. Bir kenarda taş bir sıra, zamanla yosun bağlamış ve yer yer harabe birkaç heykel, duvarda yağmur ve kardan kararmış ve çürüyen tahta kafesler görünürdü. Bahçede ne tarh vardı artık, ne de çimen. Bahçe yolları bile çalı ve yapraklardan yol vermez hale gelmişti. Her yerde ısırgan otları bitiyordu. Artık bahçe ba­ kımı bırakıldığı gibi, kendi haline terk edilen bu bahçe, tamamen yabanıl bir koru görüntüsü almıştı. Kötü otlar topraktan fışkırı­ yordu ve bu, şu bedbaht arazi parçası için kusursuz bir serüven­ di. Şebboyların eğlencesi gözleri alıyordu. Bu bahçede her şey, yaşama sevincinin o ilahi gayretini gösteriyordu. Doğal gelişme burada egemenlik sürer gibiydi. Ağaçlar di­ kenlere eğilmiş, dikenler ağaçlara yükselmişti. Bitkiler tırmanı­ yor, dallar eğiliyordu. Yerlerde sürünen bitkiler, havalanarak yukarıdaki bitkilere sa­ rılıyor, rüzgârda dalgalanan bitkiler yosunlu topraklara eğiliyor­ 844

du. Ağaç kökleri, dallar, yapraklar, lif ve demetler, filizler tümü içi­ çe karışmış, birbirlerine bağlanmıştı. Burada bitkiler derin ve sı­ kıca sarılmışlardı. Tanrı’nın hoşgören bakışlarının altında bu üç yüz ayaklık arazi üzerinde, kardeşliğin simgesi sayılacak kutsal kardeşliklerinin sırrını kutluyorlardı. Burası artık bir bahçe değil, kocaman bir çalılık; yani bir orman gibi içine girilmesi zor, bir şe­ hir gibi kalabalık; bir yuva gibi ürpertili, bir kilise gibi loş; bu bir demet çiçek gibi hoş kokulu, bir mezar gibi ücra ve bir topluluk gibi canlıydı. Floreal(*) ayında bu engin çalılık, parmaklık ve dört duvar arasında evrensel filizlenmenin sessiz doğum sancılarında öfke aşamasına girdi. Tıpkı aşkın kokusunu alan bir hayvan gibi, do­ ğan güneşle titrer ve nisanın özsuyunun damarlarına dolduğunu hissedip, rüzgârda o yemyeşil saçlarını havalandırır, nemli top­ rağa, yıkıntı heykele, köşkün kırık merdivenlerine ve o ıssız so­ kağa kadar yıldızlanmış çiçeklerini, incilenen çiğdemlerini yaya­ rak verimlilik, güzellik, hayat ve hoş kokular saçardı. Öğle vakitlerinde binlerce beyaz kelebek sığınırdı bahçeye, ilkbahar aylarında bu bembeyaz yumakların canlı bir kar gibi gölgelere düşmesi ilahi bir manzara olurdu. Yeşilliklerin o şakrak gölgesinde, masum sesler yükselir ve insan ruhuna seslenirler­ di. Bunlar kuş sesleriydi. Kuşların söylemeyi unuttuğu şeyleri, böcekler söylerdi. Akşam vakitlerinde, bahçeden bir hayal ve hüzün buğusu ya­ yılırdı ve etrafı pustan bir kefen gibi sarardı. İlahi bir hüzün ve huzur doldururdu ortalığı. Hanımellerinin ve kahkahaçiçeklerinin baş döndürücü kokuları, nefis ve etkili bir ağu gibi yayılırdı. Uyumak için dallara çıkan ağaçkakanların, çobanaldatanla­ rın son sesleri duyulurdu. Bu da ağaçla kuşun ilahi dostluğunu gösterirdi. Gündüz kanatlar yapraklara neşe saçar, geceleyin yapraklar kanatları korurdu. Ahenkli bir işbirliğiydi varolan. (*) Floreal: Fransız İhtilali’nin sekizinci ayı, 20 Nisan-19 Mayıs arası.

845

Kışın çalılar simsiyah olurdu. Nemli ve dikenli, titrek görünür ve evin bir parça seçilmesini sağlardı. Çiçeklerin ve üstündeki çiğdemlerin yerini, sümüklüböceklerin soğukta bıraktıkları gri iz­ ler ve sarı yapraklardan oluşan o kalın halılar alırdı. Fakat her ne olursa olsun, her mevsimde ilkbahar, yaz, sonbahar ve kışlarda, bu küçük bahçe hüzün, yalnızlık, özgürlük, insanoğlunun yoklu­ ğunu Tanrı’nın varlığını ifade ederdi. O küflü demir parmaklık sanki «Bu bahçe benim!» diye bağırırdı. Bahçeyi kaldırımlar sarmıştı. Muhteşem ve klasik konaklar iki adım beride yükseliyor, Ulusal Meclis, İnvalides’in kubbesi ileri­ de görünüyordu. Varennes Sokağının o muhteşem ve klasik konaklarının iki adım ötede yükselmelerine, İnvalidesler’in kubbesinin az ötede görünmesine, çevre caddelerden arabaların hızla geçmelerine rağmen, yine de Plumet Sokağı çöl gibiydi. Tenha ve sessiz. Devrimin gelip geçmesi, burada bir zamanlar oturanların ölme­ leri, eski servetlerin batması, yokluk, kırk yıldan uzun süre terk edilen bu ayrıcaklı yerin eğriltiotları, arslankuyrukları, baldıran­ lar, civanperçemleri, yüksükotları, açık yeşil yapraklı devasa bit­ kiler, kertenkeleler, böcekler, kaygılı ve telaşlı böcekler, bütün bunlar yeniden bu yabanıl bahçeye geri dönmüş, onu ele geçir­ mişlerdi. Bu geri dönme, toprağın derinlerinden fışkırıp dört du­ var arasında vahşi bir yücelik sağlamış ve insanoğlunun sıradan düzenlenmelerinden hoşlanmayan doğaya ve yayıldığı yere, iyi­ ce yayıldığından, karıncada olduğu gibi kartalda da istediğini yaptıran doğa, Paris’in bu ücra sokağındaki şu küçük bahçede yeterince gelişmiş ve burada Yeni Dünya’nın el değmemiş, ayak basılmamış bir cangılında olduğu gibi, fiyakayla açılıp saçılmış­ tı. Aslında hiçbir şey küçük değildir, doğanın o derin kavramı içindeki herkes bilir bunu. Felsefede hiçbir doyurucu sonuca va­ rılmasa da, nedenler gibi sonuç da sınırlanmasa, izlemeyi seven ve düşünen biri birliğe varmak için dağılan bu güçler karşısında sarhoşa döner. Her şey için uğraşır. 846

Bulutlara şiddet uygulanır, yıldızın ışıması güle yarar, hiçbir düşünür akdikenlerin kokularının yıldızlara faydalı olduğunu in­ kâr edemez. Bir molekülün aştığı yolu kim hesaplayabilir? Kum tanecikle­ rinin düşmelerinin evrenlerin yaratılmasından oluştuğundan o kadar emin değiliz... Sonsuz büyükle, sonsuz küçük karşılıkları­ nın med-cezirini, nedenlerin uçurumlarda yankılarını, yaradılışın çağlarını kim tam olarak bilir? Küçücük bir kurdun, un ve peynir­ lerde oluşan o küçük kurdun bile önemi vardır; küçük bir büyük, büyük bir küçüktür. Güneşten tutun da, çiçekbitine değin, kimse kimseyi küçüm­ semez, her birinin diğerine ihtiyacı vardır. Aydınlık, dünya koku­ larını göklere verirken ne yaptığını bilir. Gece uyuyan çiçeklere, yıldız özlerini dağıtır. Uçan her kuşun ayağında sonsuzun ipliği vardır. Döllenme bir göktaşı patlamasından ve yumurtasını kıran kırlangıcın bir gaga darbesinden oluşur. Bir solucanın doğuşu, Socrates’in yücelişi ölçüsünde önemlidir. Teleskobun bittiği yer­ de, mikroskop başlar. Hangisinin daha güçlü bir görüşü olabilir? Seçimi size bırakıyoruz. Bir küf, çiçeklerden oluşan bir öbektir, bir bulutlanma yıldızların kıyametidir. Akıl olayları ile madde olaylarının çözümlenemez karışımı. Öğeler ve prensipler içiçe geçer, birleşir, çoğalır, birbirlerine bağlanır ve böylece somut ev­ renle soyut evreni aynı ışığa çıkarır. Görüngü sürekli kendi üstüne bükülür. O geniş kozmik değiş­ melerde evrensel yaşam, bilinmeyen ölçülerde gelir gider, her şeyi akımların görünmez sırrında yuvarlar, her şeyi kullanır, ne bir hayali, ne de bir uykuyu kaybeder. Şuraya küçücük bir canlı serper, buraya bir yıldız ufalar, titreyerek sallanır ve yılan gibi kıvrılarak, ışıktan bir güç ve düşünceden bir element yaratır. Or­ taya çıkmadan her şeyi eritir. Sadece geometrik bir söz olan «ben»den başka, her şeyi atom ruhuna döndürür, her şeyi Tan­ rı’da çiçeklendirir. En tepedekinden en aşağıda olana değin, bü­ tün çalışmaları başdöndürücü bir sistem karanlığında birbirine bağlar, bir böceğin uçuşunu dünyanın devrimine karıştırır. Belki 847

de aynı kanuna uyarak göklerdeki kuyrukluyıldız dolaşımını, bir damla suyun kaynamasına bağlar. Akılla yapılmış bir makine. İlk motoru bir yavru sinek ve son tekerleği Zodyak olan devasa bir düzen. 4 KAPI PARMAKLIĞININ DEĞİŞMESİ Bir zamanlar yasak aşkları gözden saklamak için yaratılan bu bahçe, artık en temiz sırları barındırmaya başlamıştı. Artık ne çardakları, ne çimenlikleri, ne kameriyeleri, ne de mağaraları vardı. Her yere düşen, her köşeyi örten, dağınık, karışık ve eş­ siz bir loşluğu vardı. Paphos cennet bahçesine tekrar dönüşmüştü. Tövbekâr bir ruh, bahçeye yepyeni bir sağlık vermiş gibiydi. Bu çiçekçi kız, ar­ tık çiçeklerini ruhlara sunuyordu. Bir zamanlar çokça lekelenen bu aşk ve haz bahçesi, dokunulmamış bir masumiyet, bir utan­ gaçlık kazanmıştı. Bir bahçıvanın yardım ettiği bir başkan, kendisini Lamoignon sanan bir Yargıtay başkanı; kendisini Le Notre(*) sanan sıradan bir bahçıvana uygun bir hovardalık bahçesi haline getirmişti. Fa­ kat doğa ona tekrar el koymuş, gölgelerle donatarak, lekesiz bir ruh katıp, tertemiz bir aşka hazırlamıştı. Bu ücra bahçede sevmeye hazır, lekesiz bir gönül vardı. Aşk görünmeyegörsün. Bahçede yeşillikler, otlar, yosunlar, kuş ses­ leri, uysal gölgeler, yapraklı dalların oluşturduğu, bir mabet var­ dı. Bütün bunları çok tatlı, inançlı, temiz umutlu, hevesli ve ha­ yalci bir ruh da hazır bekliyordu. Cosette manastırdan ayrıldığında, çocuk yaştaydı. On dör­ dünü henüz geçmişti, kızların en çirkin olduğu o «nankör yaş». Önce de değindiğimiz gibi, Cosette çirkin sayılırdı, gözlerin­ (*) Le Notre: XVII. asrın ünlü bir peyzaj mimarı. Versailles Sarayının bahçe planlarını çizmişti.

848

den başka güzelliği yoktu. Gerçi narin değil denilemezdi ve yüz çizgileri de oranlıydı, fakat sakar, zayıf, ürkek ve küstahtı. Hızla büyümüş, küçük bir kızdı. Eğitimini tamamlamıştı. Daha doğrusu kendisine din, yani dua etme, daha sonra tarih, manastırda tarih saydıkları o ders, coğrafya, dilbilgisi, Fransa kralları, biraz müzik, biraz nakış-dikiş öğretmişlerdi. Fakat bundan başka hayatın gerçekleri hakkında, hiçbir fikri yoktu; bu hem bir albeni, hem de bir tehlikedir. Genç kızların ruhları bu kadar ışıksız kalmamalı, daha sonra karanlık bir oda­ da apansız açılan bir pencereden gözleri kamaşabilir. Gerçekle­ ri usulca; sindire sindire öğrenmeli. En azından, gerçeğin incitici ışığıyla değilse bile, yansımalarıyla aydınlanmalıdır. Hayli faydalı bu yarım aydınlık kibar bir ciddiyetle, çocuksu korkuları geçirmesi gibi, kızların düşmelerini de engeller. Bu ya­ rım aydınlığın kızlara nasıl anlatılacağını, sadece bir ana yüreği bilir. Genç kızlık anılarıyla kadınlık deneyleri, sadece anlayışlı bir ana içgüdüsüyle kızları aydınlatabilir. Bir genç kızın, ruhunu yoğurmak için, dünyanın bütün rahibeleri bir annenin yerini ala­ maz. Cosette'in annesi olmamıştı, fakat çoğul kullanarak, onun pek çok anası olduğunu söyleyebiliriz. Jean Valjean ise, sahiden epey sevecen bir adamdı, fakat o da hiçbir şey bilmeyen bir ihtiyarcıktı. Ama bir genç kızı kadınlığa hazırlamak gibi ciddi bir görevde, günahsızlık denilen bu ağır cehaletle savaşmak gerekir. Manastır, genç kızları tutkulara, aşka hazırlamak için, biçil­ miş kaftandır. Manastırda kapalı yaşayan kızın zihni, sürekli bi­ linmeyene dönüktür. İçine kapanan yürek, sırlarını ifşa etmediği için, sanki oyulur, gelişmediği için de, iyice derinleşir. İşte bu ne­ denle, hayaller kurar, tahminler, romanlar, beklenilen serüvenler tasarlar. Aklının o karanlık köşesinde, çizgilerini belli belirsiz çiz­ diği, fantastik kurgulara açılan kapıdan girmeye hazır olan tutku­ lar... Manastır, o kadar baskı yaratır ki, kadın kalbinin ondan kur­ tulabilmesi için, olanca ömrünü orada geçirmesi gerekir. 849

Manastırdan ayrılan Cosette, Plumet Sokağındaki evi çok beğendi, ama orası aynı zamanda epeyce de tehlikeliydi ki, kız bunun ayrımında değildi. Burası özgürlüğün başlangıcına bağla­ nan yalnızlığın devamıydı. Kapalı bir bahçe, fakat hayali gıcıkla­ yan, zengin tutkulu ve hoş kokulu bir bahçe. Manastırdaki gibi kurulan hayaller, sadece ara sıra karşılaşılan gençlere yine par­ maklık arkasından bakmak, ama bir sokağa açılan bir parmak­ lıktan... Fakat şunu söyleyelim ki Cosette, oraya geldiğinde çocuk yaştaydı. Jean Valjean onu o vahşi bahçeye yolladı, ona: «Bu bahçe senin, dilediğini yap,» dedi. Önceleri, küçük bir kız olan Cosette, buna çok sevindi. Olanca vaktini bahçede geçiriyor, çalıları ara­ lıyor, taşları kaldırıyor, böcekleri arıyordu. Şimdilik burada oyala­ nıyordu, fakat günün birinde burada hayaller kuracaktı. Bahçeyi, bulduğu böcekler için seviyordu şimdilik, fakat daha sonra, başı­ nın üstündeki dallarda göreceği yıldızlar için sevecekti. Hem babasını da epey seviyordu. Evet, Jean Valjean’ı içten­ likle seviyordu. Adamcağızı cana yakın bir arkadaş gibi görüp, saf bir evlat tutkusuyla seviyordu. Okurlarımızın bildiği gibi, Je­ an Valjean, Bay Madeleine olduğu günlerde epey okumuştu, bugün bile okuyordu. Bu da, onun iyi konuşmasını, ilginç olma­ sını sağlamıştı. Kendi kendisini eğiten, kibirsiz bir aklın sır kü­ pü büyüklüğü vardı onda. Eski günlerinde sadece iyiliğini daha da ilginçleştiren bir katılık kalmıştı ki, bu da onun espri anlayı­ şıydı. O zorlu bir ruh ve uysal bir yürekti. Parkta beraber gezdikle­ rinde, her şeyi kıza ayrıntılarıyla anlatır, okuduklarından aklında kaldığı gibi, çektiği acılardan da esinlenirdi. Onu ilgiyle gözleyen Cosette, dalgınca etrafına bakardı. Bu sıradan adam, Cosette’in aklını dolduruyordu, tıpkı o terk edilmiş bahçenin oyunlarıyla yetindiği gibi, kelebek ardında epeyce koşup terledikten sonra, ihtiyarın yanına koşarak: «Ah baba, bilseniz ne çok koştum, epeyce yoruldum,» derdi. Adam onu o beyaz alnından öperdi. 850

Cosette, bu babacan adamı alabildiğine seviyordu. Sürekli onun ardındaydı, ondan asla ayrılmazdı. Jean Valjean nereye gitse, Cosette'i de orada bulurdunuz. Adam köşkte ve bahçede kalmadığı için, Cosette de o güzel eşyalı köşkte, gündüzleri uzun kalmaz, babasının ardından, o taş döşeli avluya koşardı. Jean Valjean ona gülümseyerek: «Evet ama haydi artık, kendi evine dön, beni biraz yalnız bırak,» der, fakat için için huzursuz edilmekten derin bir mutluluk duyardı. Bir kızın babasına nazlanacağı gibi, Cosette de babasına tat­ lı yakınmalar iletirdi. «Baba, odanız çok soğuk, neden yere bir halı sermiyorsu­ nuz? Neden şömineyi yakmıyorsunuz?» «Sevgili çocuğum, benden kat kat üstün kişiler bilirim ki, baş­ larını sokacak hiçbir yerleri yoktur.» «Benim odamda sürekli ateş yanıyor ve yerler halı kaplı ama?» «Çünkü sen bir çocuk ve bir kadınsın.» «Vay, vay demek, erkeklerin sefil halde yaşamaları ve üşü­ meleri gerekiyor?» «Evet, bazı erkekler için geçerli söylediğin.» «Tamam, o zaman ben de her günümü burada geçiririm ve beni üşütmemek için siz de ateş yakmaya mecbur kalırsınız.» Cosette zaman zaman da soruyordu: «Baba, niye şu kara bayat ekmeği yiyorsunuz?» «Şey kızım, çünkü...» «Tamam, o zaman ben de francala yerine, bu kara ekmekten yerim, sizin gibi.» işte o zaman Cosette’in o kara ekmekten yememesi için, Je­ an Valjean da francala yemek durumunda kalırdı. Cosette çocukluğunu belli belirsiz hatırlardı. Sabah akşam tanımadığı annesinin ruhu içi dua ederdi. Thenardierler kâbus gibi iki gölge olarak kalmıştı aklında. Bir gün, geceleyin, bir or­ mana su getirmeye gittiğini hatırlıyordu. Yaşadığı o köyün Pa­ ris’ten epey uzaklarda olduğunu sanıyordu. Yaşamaya Jean Val­ jean’ı tanıdıktan sonra başlamıştı. Sanki bir uçurumdaydı ve Je­ 851

an Valjean onu oradan kurtarmıştı. Çocukluğu onun düşünmek bile istemediği karanlık, her yeri kırkayaklar, örümcekler ve yı­ lanlarla dolu bir dönemdi. Geceleri uyumadan önce düşünürdü. Aslında Jean Valjean’ın da babası olduğundan o kadar emin ol­ madığından, şöyle bir düşünceye kapılırdı: Öldükten sonra an­ nesinin ruhunun bu iyi kalpli bedene yerleştiğine ve onu kurtar­ dığına emindi. Zaman zaman Jean Valjean otururken, Cosette ona usulca sokulur ve yüzünü onun ağarmış saçlarına dayayıp: «Kim bilir belki de bu adam, benim annemdir!» diye düşünüp gözlerinden süzülen bir damla yaşı ona göstermeden silerdi. Manastırda yetiştirilen bu temiz kız, annelik konusunda o ka­ dar bilgili değildi, bu nedenle, kendisinin hiç annesi olmadığına inanmıştı. Ya da annesi çok az olmuştu, hem o bu annenin ismi­ ni bile bilmiyordu. Jean Valjean’a kaç kez sormuştu bunu, ama adam yanıt vermemişti. Kız sorusunu tekrarlayacak olursa, o za­ man, ona gülümseyerek yanıt verirdi. Bir seferinde Cosette, üs­ teledi ve o zaman babanın gözlerinden bir damla yaş aktığını gördü. Jean Valjean’ın bu sessizliği Fantine’i bir gece gibi kapatıyor­ du. Bu nedendi? Çekinmeden mi, saygıdan mı, veya bu adı baş­ ka birine açıklama tehlikesinden mi? Cosette’in çocukluğunda, Jean Valjean, ona isteyerek anne­ sinden söz etmiş, fakat kız yetişip genç kız olunca, bunu yapma­ yı bırakmıştı. Buna gücü yok gibiydi. Niye acaba? Cosette için mi, yoksa Fantine için mi çekiniyordu? Cosette’in aklına, bu ha­ yali getirmekten, ölü kadının aralarına girmesinden dinsel bir korkuya kapılıyordu. Bu hayali kutsal bulduğu için, korkusu iyice çoğalıyor, Fantine’i düşündükçe sessizliği pekişiyordu. Gölgele­ rin arkasından onu görür gibi oluyor, onun parmağını dudakları­ na koyup, kendisine «sus» dediğine inanıyordu. Fantine, yaşam boyu çekingen ve utangaç bir kız olmuştu, fakat hayatının son­ larına doğru, kendisinden zorla çekip alınan bu utangaçlık sanki ölü kadının üzerine çökmüş, onu kuşatmıştı. Onun mezarında 852

gizli kalmasını istiyordu. Jean Valjean da bu baskının etkisindey­ di. işte bu nedenle, Cosette için bile, Fantine ismini söyleyemi­ yordu. Bir gün Cosette kendi kendine şöyle dedi: «Baba, bu gece rüyamda annemi gördüm; iki kocaman kanat takmıştı. Annem yaşarken ermiş olmalı.» «Evet, o kadar acı çekti ki, dediğin gibidir.» Jean Valjean mutluydu. Cosette’le sokağa çıktıklarında, genç kız, mutluluk ve gurur­ la onun koluna yaslanırdı. Bunu içtenlikle yapardı. Jean Valjean kızın bu sevgi gösterisine epey sevinirdi. Biçare adam ilahi bir sevinçle titrer, coşkuyla bunun ömür bo­ yu sürmesi için dua ederdi. İçinden Tanrı’ya yalvarır ve bu kadar eşsiz bir mutluluğa layık olmak için yeterince acı çekmediğini düşünürdü. Kendisi gibi «düşkün» birinin böyle tertemiz bir melek tarafın­ dan sevilmesi, ne eşsiz mutluluktu! 5 GÜLLERİN BİRER SAVAŞ ARACI OLMALARI Bir gün, aynaya rastgele bakan Cosette görüntüsünü beğen­ di: «Vay canına!» diye söylendi. Kendisinden hoşlanmıştı. Bu durum tuhaf bir coşku verdi ona. O güne değin yüzünün nasıl olduğunu hiç düşünmemişti. Gerçi aynada kendisini görürdü, ama alıcı gözle bakmazdı. Hem, kendisine sürekli çirkin olduğunu söylemişlerdi. Sadece Jean Valjean: «Hayır, sen çirkin değilsin,» demişti. Bu nedenle, çirkin olduğuna inanmıştı ve çocukluğun o uy­ sallığı ve bu düşüncelerle büyümüştü. Fakat aynası da ona ba­ bası gibi, çirkin olmadığını söylüyordu. Genç kız, o gece sabaha kadar gözünü kırpmadı. «Güzel miyim acaba? Güzel olmak ne 853

muhteşem bir şey!» Manastırda güzellikleriyle ilgi çeken arka­ daşlarını düşündü ve kendi kendisine, «Yoksa ben de manastır­ daki bazı arkadaşlarım kadar güzel miyim?» diye düşünüp dur­ du. Ertesi sabah, aynasına koştu ve düşünmeye başladı. «Ne sersemce!» diye söylendi, «hiç de güzel değilim, çirki­ nim.» O gece iyi uyumamıştı, gözleri fersiz, yüzü solgundu. Bir ge­ ce önce güzel olmak, onu fazla sevindirmemişti, fakat bu kez gü­ zel olmadığını düşünmekle üzüldü. Tam on beş gün, aynasına yüz çevirip saçlarını taradı. Akşamları yemekten sonra, salonda ya halı dokur, ya da ma­ nastırda öğrendiği bazı şeyleri yapardı, Jean Valjean da yanın­ da oturup kitabını okurdu. Bir seferinde başını kaldıran genç kız, babasının kendisine kaygılı gözlerle baktığını gördü ve afalladı. Başka bir gün, sokakta yüzünü görmediği, hızla yanından geçen birinin şöyle konuştuğunu duydu: «Güzel kız, ama kılığı kötü!» Cosette, «Yok canım,» diye dü­ şündü, «ben güzel değilim, fakat kılığım hiç de fena değil.» Ada­ mın laf atmasına kayıtsız kalmıştı. O sırada başında pelüş şap­ ka ve üzerinde manastır giysisi olan siyah yün robu vardı. Yine bir gün bahçede hizmetçi kadının şöyle dediğini işitti: «Efendim, farkında mısınız, hanımefendi bugünlerde epey güzelleşti?» Cosette babasının ne diyeceğini umursamadı, kadının yoru­ mu ona yetmişti, bu sözler onu epeyce etkilemişti. Bahçeden, odasına koştu ve aynanın önünde dikildi. Üç aydır kendisine bakmamıştı. Memnun bir sesle bağırdı, güzelliğinden gözleri ka­ maşmıştı. Hem güzel, hem de albeniliydi. Hizmetçi kadın ve aynası gerçeği söylemişti. Cosette de ay­ nı şeyi düşünmek zorunda kaldı. Beli incelmiş, teni beyazlaşmış, saçları parlamıştı. O koyu mavi gözlerinde farklı bir ışıltı vardı. Sanki birden etrafı aydınlanmış gibi güzelliğine inandı. Aslında 854

başkaları bunun zaten farkındaydı. Hizmetçi kadın söylemişti ya, sanırım o sokaktaki adam da, «güzel» derken kendisini erek­ lermiş olmalıydı, artık bundan emindi. Cosette kendisini bir ece gibi hissederek bahçeye indi, kuş seslerini dinledi, oysa mevsim kıştı, fakat Cosette göklerinin mavi olduğunu, güneşin ağaç yap­ raklarını ışıldattığını ve çalılarda kır güllerinin açtıklarını görür gi­ biydi. Delice bir mutluluğa kapılmıştı. Öte yandan, Jean Valjean, derin bir acıya boğulmuştu. Uzun zamandır, Cosette’in giderek belirginleşen güzelliğini izlemişti. Herkes için, iç açıcı görünen bu yüzle acılanıyordu. Cosette kendisi de ayrımında olmadan güzelleşmişti. Fakat ta ilk günden beri Jean Valjean gözlerini yaralayan ve usulca yükselen ve genç kızı bir şafak gibi kuşatan bu beklenmedik ışıkla tedirgin oluyordu. İhtiyarcık, mutlu, dahası bir şeyin yerinden olmasından, bir değişimin gerçekleşmesinden kaygılanacak kadar bahtiyar ha­ yatının allak bullak olmasından korkuyordu. Olanca acıları çe­ ken, alınyazısının açtığı yaraları hâlâ kanayan bu adam, bir za­ manlar neredeyse azizlik mertebesine yükselen bu adam, mah­ kûmların pırangasını taşıdıktan sonra da, şimdi görülmeyen fa­ kat hiç silinmeyen bir lekenin zincirini sürüklüyordu. Kanunlar onun ardındaydı, adamcağız her an yakalanmak­ tan, yıllardır biriktirdiği faziletlerden sıyrılıp, eski rezilliklerinin or­ taya çıkmasından korkuyor; yine de yakınmıyor, her şeyi kabul­ leniyor, her şeyi bağışlıyor, her şeyi kutsuyordu. Her şeye se­ vinçle itaat ediyordu. Tanrı’dan, insanlardan, toplumdan, yasa­ lardan, dünyadan ve doğadan tek bir isteği vardı: «Cosette’in kendisini sevmesi!» Evet onun kendisini sevmeye ara vermemesini istiyordu. Tanrı’ya bu çocuğun gönlünü kendisinden almaması için, dualar ediyordu. Cosette tarafından sevildiği sürece, kendisini iyileş­ miş, dingin, teselli edilmiş ve huzura kavuşmuş hissederdi, baş­ kaca bir arzusu yoktu. Kendisine daha iyi olmasını isteyip iste­ mediğini sorduklarında, «hayır» derdi. Tanrı kendisine «Cenneti 855

ister misin?» diye soracak olsa, «Hayır, bundan zararlı çıkarım,» derdi. Cosette'le arasındaki bağın kopmasından, o kadar korkuyor­ du ki, buna bir şey dokunacak olsa bile tasayla titrerdi. Jean Val­ jean bir kadın güzelliğinin anlamını o güne kadar bilememişti, fa­ kat içgüdüsü bunun müthiş bir şey olduğunu fısıldıyordu. Yanı başında giderek serpilen bu güzellik, genç kızın o pü­ rüzsüz alnında ışıldayan o ışık, onu ürkütüyordu. Kendi çirkinli­ ği, sefaleti, kocamışlığının yüküyle eziliyordu. Sürekli aynı şeyi düşünüyordu: «Aman Tanrım, ne kadar da güzel! Ya ben ne olacağım?» İşte onun bu kendine dönük sevgisiyle, bir anne sevgisi ara­ sında bu aşılmaz uçurum vardı. Onu ürküten, acıtan bu güzellik, bir annenin onuru, mutluluğu olurdu. İlk belirtiler ağır ağır ortaya çıktı. Cosette kendisini güzel hissettiğinin ertesi günü, kılık kıyafe­ tine dikkat etmeye başladı. Derken, sokaktaki adamın sözlerini düşündü: «Güzel ama kılığı kötü.» Yanından geçen bu bilici so­ luğu, ruhuna iki tohum atmıştı, kadının bütün yaşamı olan iki to­ hum: Süs düşkünlüğü ve aşk. Güzelliğine eni konu inanan Cosette’in dişi ruhu da gelişti. Birden, o kötü biçilmiş yün robundan, o şapkadan iğrendi. Baba­ sı ondan hiçbir şey esirgemezdi. Genç kız apansız yeni bir bilim edinmişti. Şapkayı roba, robunu mantoya, pabuca, dantel kol­ luklara uydurma ustalığını ediniverdi. Kendisine yakışacak biçi­ mi ve rengi içgüdüleriyle buldu. Parisli kadını, dünyanın diğer kadınlarından ayıran ve onu çok cazip, çok hoş kılan o beğeniyi çarçabuk öğreniverdi. Aslın­ da «baş döndürücü kadın» nitemi, Parisli kadın için yaratılmıştır. Henüz bir ay dolmamıştı ki, genç Cosette, şu ücra Babil So­ kağının belki en alımlı kadını değil, ama en iyi giyinen kadını olu­ verdi. Bu, güzellikten daha önemlidir. Sokakta kendisine laf atan o adama bir daha rastlayıp, yanıldığını kanıtlamak istedi. Ger­ çek şu ki Cosette, her bakımdan güzeldi. Gércod’ın şapkasıyla 856

Herbault dikimevinden çıkan bir şapkayı, ilk bakışta fark edebili­ yordu. Jean Valjean, bu değişimleri kaygıyla izliyordu. Kendisinin sadece yerlerde sürünebileceğim, ya da yürüyebileceğini hisse­ derken, Cosette’in kanatlarının açıldığını görüyordu. Fakat Cosette’in kılığını inceleyecek bir kadın, onun annesiz bir kız olduğunu hemen sezerdi. Cosette’in dikkat etmediği önemsiz kimi ayrıntıları bir anda görürdü. Örneğin, bir anne he­ nüz genç bir kızın, kareli bir rob giyemeyeceğini söyleyebilirdi. Yeni robu, kareli mantosu ve beyaz krep şapkasıyla ilk soka­ ğa çıktığı gün, Cosette şen şakrak, babasının koluna girdi, yüzü kıpkırmızı halde ve sevinçli bir sesle: «Baba beni nasıl buldunuz?» diye sordu. Jean Valjean, kıskanç bir eşin sesini andıran bir sesle: «Çok hoş görünüyorsun,» dedi. Her zamanki gibi gezdiler, baba bir şey belli etmedi, ama eve döndüklerinde, Cosette’e sordu: «Şey... Bir daha diğer robunu ve şapkanı giymeyecek mi­ sin?» Bunlar Cosette’in yatak odasında konuşuluyordu. Cosette manastır üniformasının asılı olduğu dolaba şöyle bir baktı: «O berbat kılık mı, lütfen baba, onları bir daha giyer miyim? Başımda o şapkayla bir Bayan Deli-Köpeğe benziyorum.» Jean Valjean göğüs geçirdi. O günden sonra yeni bir şey fark etti. Eskiden sürekli evde kalmayı, bahçede gezinmeyi isteyen Cosette: «Baba, sizinle bu­ rada daha iyi vakit geçiriyorum,» diyen o akıllı kız, artık her za­ man dışarda olmak istiyordu. Güzel bir yüzü ve iyi giysileri olan biri, bunları göstermezse neye yarar? Jean Valjean’ın dikkatini çeken bir şey daha vardı, eskiden gözlerden ırak arka avluda vakit geçiren Cosette, artık hep bah­ çenin ardında dolaşıyordu. Jean Valjean, tam aksine, bahçeye adım atmıyor, bekçi köpeği gibi avludan ayrılmıyordu. Güzel olduğunu fark eden Cosette, bunu bilmemenin verdiği 857

o cana yakınlığı yitirmişti. Çünkü içtenliğin hâkim olduğu bir gü­ zellik, tanımsız bir uyumdur. Bilmeden elinde cennetin anahtarı­ nı tutan göz alıcı ve günahsız bir kız, herkesin tapacağı varlıktır. Fakat genç kız çocuksuluğunu yitirdi; dalgın ve kibar bir çekici­ lik kazandı. Gençlik, masumiyet ve güzellikten örülen bu genç kız yine de eşsiz hüzünler içindeydi. işte o sırada, altı aylık bir aradan sonra, Marius onu tekrar parkta görmeye başladı. 6

SAVAŞ Marius kendi gölgesinde tutuşmaya hazır beklerken, kader sır dolu ve kaçınılmaz sabrıyla tutkunun gerilimli kasırgalarıyla yük­ lü bu iki canlıyı birbirine usulca yaklaştırıyordu. Yıldırım yüklü bulutlar gibi, aşkı kapsayan bu iki ruh karşılaşacak ve ilk anda birbirleriyle uzlaşacaktı. Aşk romanlarındaki bakışmalara dair öyle çok şey söylendi ki, bence artık böylesi tanımlamaların değeri azaldı. Artık bu­ günler iki insanın yalnızca bakışları birleştiği için, birbirlerine âşık olduklarını söylemeye kimse cesaret edemiyor. Aslında, sa­ dece bu yoldan aşk doğar. Üst yanı sonra gelir. Aralarında bu kı­ vılcımı çakmak için, karşılaşan iki ruhun sarsıntısından daha doğru ne olabilir? Cosette hiç farkında olmadan Marius'ü allak bullak eden o bakışla baktığı anda, Marius de hiç farkında olmadan, genç kızı coşkulandıran bir bakışla bakmıştı. O da, ona aynı fenalığı ve iyiliği etti. Cosette uzun zamandır delikanlının farkındaydı. Kızlara has bir tutumla, hiç sezdirmeden o genci inceliyordu. Marius’ün ken­ disini çirkin bulduğu günlerde bile kız onu alımlı buluyordu. Fa­ kat kendisini umursamayan bu genç adama, o da yüz vermek is­ tememişti. Fakat yine de onun saçlarının gürlüğünü ve ışıltısını, gözlerinin ifadesini, dişlerinin aklığını fark etmişti. Marius arka­ 858

daşlarıyla konuşurken, onu dinleyen genç kız, onun ses tonun­ dan da hoşlanmıştı. Yürürken biraz eğik durmasına rağmen, yi­ ne de uyumlu yürüdüğünü, tavırlarının nezaketini, hiç de ahmak olmadığını, bütün benliğinden yalın, tatlı ve gururlu bir asalet fış­ kırdığını, yoksul görünmesine karşın, epey havalı olduğunu dü­ şünüyordu. Bakışlarının karşılaştığı, o tarifsiz şeyleri gözleriyle birbirleri­ ne söyledikleri gün, Cosette önce afalladı. Hiçbir şey anlama­ mıştı. Babasıyla akşam Batı Sokağındaki evlerine döndüğünde, epey düşünceliydi. Jean Valjean eski alışkılarına uyarak, altı hafta kalmak için Cosette’le buraya geçmişti. Genç kızın ertesi sabah ilk yaptığı, o gizemli delikanlıyı dü­ şünmek oldu. Uzun süre varlığından bile habersiz görünen o umursamaz adamın bu ilgisinden hiç de hoşlanmamıştı. Dahası bu kibirli, alımlı genç, kendisinde öfke bile uyandırmıştı. Yüreği­ nin derinliklerinden gizli bir savaş arzusu yükseldi. Ansızın, bun­ dan çocuksu bir mutluluk duydu ve nihayet ondan intikam alabi­ leceğini düşündü. Güzelliğini hissettiği günden başlayarak, elin­ de bir silah vardı. Çocukların çakılarıyla oynamaları gibi, kadın­ lar da dişilikleriyle oynarlar. Çoğu zaman da kendi kendilerini ya­ ralarlar. Marius’ün kararsızlığı, çarpıntıları, korkularını okurları­ mız hatırlar. Kızla ilgilenmeye başladığı günden sonra, ona artık yaklaşmaya çekiniyor, önünden bile geçmeyip uzaktaki bir bank­ ta oturuyordu. Bu da Cosette’i çok öfkelendirdi. Öyle ki bir gün, babasına: «Baba, biraz şuradan yürüyelim,» dedi. Delikanlının kendisine yaklaşmadığını fark eden genç kız, kendisi yaklaşmaya kararlıydı. Garip değil mi, delikanlıda aşkın ilk işareti çekingenliktir, oysa genç kız aşkta iyice küstahlaşır. Bu şaşırtıcı ama epey sıradan bir durumdur. Birbirlerine yaklaşmak isteyen bu karşıcinsler sanki birbirlerinin özelliklerini benimser­ ler. Cosette’in o günkü bakışı Marius’ü delirtmişti. Marius’ün ba­ kışı da genç kızı allak bullak etti. O günden sonra birbirlerine ta­ pınmaya başlar gibi oldular. 859

Cosette’in kapıldığı ilk duygu açıklanamaz bir hüzün oldu. Sanki bir gün içinde ruhu kararmıştı. Böyle bir duyguya kapıldı. Artık kendi ruhunu bile tanıyamıyordu. Kayıtsızlık ve neşeden oluşan genç kız ruhları kar gibidir; aşkın güneşinde çabucak eri­ yiverir. Cosette aşkın ne olduğunu iyi bilmiyordu. Bugüne kadar bu­ nu duymamıştı bile. Manastırda aşk kelimesi bilinmezdi. Kitapla­ rında ve müzik defterlerinde aşk kelimesi yerine başka bir keli­ me kullanılırdı. Aslında yaşı daha büyük kızlar bu kelimeyi bilir­ di ama, Cosette oradan ayrıldığında çocuk sayılırdı. Bu nedenle, genç kız gönlüne dolan o duyguyu isimlendire­ medi. Fakat ne önemi vardı, hastalığının adını bilmese de, has­ ta yine de hastadır. Cosette ayrımında olmadan sevdiği için, belki de daha derin bir tutkuyla seviyordu. Bunun iyi mi, kötü mü, yararlı mı, tehlike­ li mi, öldürücü mü, sonsuz mu, gelgeç mi, yasal mı, yasak mı ol­ duğunu düşünmüyordu. Hiçbir şey bilmiyor, fakat seviyordu. Bi­ ri kendisine, «Ama siz geceleri uyumuyorsunuz bu iyi değil; ye­ mek de yemiyorsunuz, bu tehlikeli; kalbiniz daralıyor, çarpıntınız var; bu epey zararlı; karalar giyinmiş bir gölge parkın yolunda belirince hemen kızarıyor, sonra bembeyaz kesiliyorsunuz, bu korkunç!» diyecek olsa, acemi kız bu sözlerden de bir şey anla­ mazdı. Bu sözlere şu yanıtı verirdi: «Hakkında bilgi sahibi olmadığım bir şeyden dolayı nasıl suç­ lanabilirim? Bir şey bilemediğim için, yapabileceğim bir şey yok...» Karşısına çıkan aşk tam da onun yapısına uygun bir aşktı. Bu uzaktan bir tapınma, sessiz bakışlar, bir yabancının ilahlaştı­ rılmasıydı. Gençliğin gençliğe görünüşü, romana dönüşen gece­ lerin hayalleri ve hayal olarak kalmaları beklenilen, hayal edilen ve nihayet etten kemikten yapılma, fakat adı bilinmeyen, terte­ miz, kusursuz bir hayal. Daha yakın bir karşılaşma, manastır ha­ vasından tam olarak sıyrılamayan Cosette’i huylandırabilirdi. Kız, çocukların ve rahibelerin olanca korkusuna sahipti. Tam beş 860

yıl yaşadığı o manastırın dinsel havasını üstünden usulca atı­ yordu. Böyle bir durumda, o bir âşık, bir maşuk da değildi, o sa­ dece bir görüntüyü sevebilirdi. Marius’ü çılgınlar gibi sevmeye başladı, onu şirin, aydınlık ve kusursuz buluyordu. Epey acemi olduğundan, bu cehalet onu şuhluğa sürüklüyor ve genç kız ona resmen gülümsüyordu. Hemen her gün gibi, o dolaşma vaktini sabırsızca bekliyordu. Delikanlıyı görüyor, kendisini çok mutlu hissediyor ve Jean Val­ jean’a: «Ah; Baba, burası ne kadar güzel bir yer,» diyerek olanca dü­ şüncesini ilettiğine inanıyordu. Marius ve Cosette birbirlerine geceleri yaklaşır gibilerdi. Bir­ birleriyle ne konuşuyorlar, ne de selamlaşıyorlardı. Sadece bir­ birlerini görüyorlardı, tıpkı göklerdeki yıldızlar gibi, milyonlarca kilometre uzakta olmalarına rağmen, bakışmakla kalıyorlardı. Cosette giderek serpilip gelişiyor, kadınlaşıyordu, güzel ve âşık; güzelliğinin farkında ama aşktan habersiz; masumiyeti ona epeyce şuhluk da veriyordu. 7 KEDERİN PAYLAŞILMASI Bütün durumların kendince içgüdüleri vardır. Yaşlı ve sonsuz doğa ana, Jean Valjean’a usulca Marius’ün varlığını fısıldadı. Je­ an Valjean ürperdi. O, bir şey görmüyor, bir şey bilmiyor, fakat yi­ ne de kendisini kuşatan gölgeleri yoğun ilgilerle izliyordu. Bir şey­ leri yapılırken, başka bir şeylerin yıkıldığını duyumsar gibiydi. Marius ise Tanrı’nın yüce kanunu olan, doğa ana tarafından uyarılmış olduğu için, «Baba» işkillenmesin diye olabildiğince önlemli davranıyordu. Ona görünmemeye çalışıyordu. Fakat yi­ ne de Jean Valjean zaman zaman onu görürdü. Marius’ün tavır­ ları, hiç de alışıldık değildi, kuşku çeken önlemleri, toyca atılgan­ lıkları vardı. Artık eski günlerde olduğu gibi onların yakınına so­ kulmuyor, önlerinden yürümüyor, uzaklarda oturuyor ve sanki 861

kendinden geçmiş gibi tavırlar alıyordu: Elinde bir kitap vardı, ama okuyor muydu? Kim için böyle okur gibi yapıyordu? Önce­ leri, yıpranmış bir giysiyle parka gelen delikanlı, artık sürekli ye­ ni elbiselerle geliyordu. Dahası Jean Valjean, onun saçlarını kı­ vırttığını bile düşünüyordu. Gözleri epeyce değişikti, eldiven gi­ yiyordu, özetle, Jean Valjean o delikanlıdan bütün içtenliğiyle nefret etti. Cosette duygularını belli etmiyordu. Ne olduğunu tam olarak bilmemesine rağmen, yine da bu duyguyu ele vermemesi gerek­ tiğini düşünüyordu. Jean Valjean ansızın aklında bir yakınlaştırmaya başvurdu; Cosette’in süse düşkünlüğüyle, şu delikanlının sürekli yeni elbi­ selerle gelme düşkünlüğü arasında bir özdeşlik kurdu. Bu belki de tesadüftü, ama epeyce tehlikeliydi. İhtiyar, bu gence dair tek kelime etmedi. Fakat bir gün sabre­ demeyip, felaketini hemen öğrenmek isteyen birinin arzusuyla: «Şu delikanlı ne kadar da bilmiş görünüyor,» dedi. Bir yıl önce, henüz küçük bir kız olan Cosette, şöyle dedi: «O delikanlı mı? Hayır, ben onu cana yakın buluyorum.» Kalbinde Marius’ün aşkıyla on yıl sonra ustalaşmış bir genç kadın olarak ise, şöyle: «Bilmiş, üstelik epey sevimsiz, haklısınız...» Fakat şu sıradaki ruh hali, onun çok daha farklı bir yanıt ver­ mesine neden oldu, genç kız kendisini bile şaşırtan bir sesle: «Kim? Ha, şu delikanlı mı?» Onu ilk kez görüyor gibiydi. Jean Valjean ansızın acılandı. «Ne kadar sersemce davran­ dım!» diye kendi kendisine kızdı, «kız onun farkında bile değil, onu aklına ben düşürdüm.» Ah, ihtiyarların saflığı, çocukların cinliği! Bir yasa daha: İlk aşkın ilk çatışmalarla yüzleştiği o taze acı ve kaygı yıllarında, genç kız, hiçbir tuzağa düşmez, delikanlı her tuzağa düşer. Jean Valjean, Marius’e karşı sessiz ve derinden bir savaş açtı. Delikanlı tutkusu ve toyluğu yüzünden bunlardan hiç kuşkulanmadı. 862

Adam parka geliş vaktini, oturduğu yeri değiştirdi, mendilini bankta unuttu, yollara serptiği bütün bu soru işaretlerine Marius «evet» karşılığını verdi. Cosette ise, görünürdeki ilgisizliği ve hu­ zurlu kaygısızlığını korumayı sürdürdü, o kadar ki Jean Valjean, şu çıkarsamaya ulaştı: «Bu züppe Cosette’e deli gibi âşık, fakat kız onun farkında bile değil.» Yine de içinde kederli bir titreme vardı. Her an Cosette aşka yakalanabilir, sevebilirdi. Aşkların tümü kayıtsızlıkla başlamaz mı? Tek bir kez, Cosette, babayı telaşa düşüren bir hata yaptı. Tam üç saat oturduktan sonra, yerinden kalkıyordu ki, Cosette: «Şimdi mi?» diye sordu. Jean Valjean, Cosette’i işkillendirmemek ve farklı bir şey yap­ mış olmamak için bu parka gelmeyi sürdürdü. İki sevgili için epey hoş olan bu vakitlerde, sevdiği kızın o güzel gülümseyişin­ den başka bir şeyin ayrımında olmayan Marius, ihtiyar babanın kendisine hışım dolu ve korkunç gözlerle baktığının farkında de­ ğildi. Yıllardır, herkese iyi duygular besleyen, kimsenin fenalığı­ nı istemeyen yaşlı adam, Marius söz konusu olduğunda yırtıcı ve yabanıl olabiliyordu. Eskinin o sert karakteri uyanıyor, ruhu­ nun derinliklerinde, varlığından habersiz olduğu volkanların pat­ lamaya hazırlandığını seziyordu. Şu genci gözünü kırpmadan boğabilirdi! Bu da neydi? Şu yaratık tekrar gelmişti, burada ne arıyordu? Dolaşmak, çevreyi kolaçan etmek, denemek için mi? Evet, tabii ya, şu züppe ahmak, Jean Valjean’in hayatının etrafında dolan­ mak, onun mutluluğunu izleyip, bunu ondan çekip almak için ge­ liyordu. Jean Valjean sürdürüyordu: «Evet, işte bu kadar basit, o ne arıyor, bir serüven. Ne bekli­ yor? Gönül eğleyecek bir aşk, gelgeç bir şey. Peki ya ben? Ben ne olacağım? Ben ki, insanların en alçağı, en şanssızı oldum; tam altmış yılımı dizüstü çökmüş halde geçirdim; insanoğlunun çekebileceği en büyük acıları çektim; gençlik nedir bilmeden ko­ cadım; ailesiz, akrabasız, dostsuz, eşsiz, vatansız yaşadım. Her 863

taşta, her dikende, her duvarda etimden parçalar bıraktım. Ba­ na çok kötü davranmalarına rağmen, yine de uysal oldum, fena­ lık edenlere yanıt vermedim, iyi davrandım; her şeye karşın, yi­ ne namuslu kaldım, ettiğim kötülüklerden pişmanlık duydum. Ben ki bana yapılanları da bağışladım ve tam ödüllendirilece­ ğim, her şeyin bittiğine ve gayeme ulaşacağım sırada ve tam kendi kendime: ‘Tam her şey yolunda, bedel ödedim, kazandım, artık huzura erebilirim,’ diye düşüneceğim anda, bütün bunlar elimden gidecek, yok mu olacak? Yüce Tanrım, neden, şu ah­ mak suratlı züppe parkta dolaştı diye mi?» İşte o an gözleri kararır, dişleri sıkılırdı. O zaman bir erkeğe bakan bir erkek değil, bir hırsıza bakan bekçi köpeğine dönerdi. Hikayenin üst yanını biliyoruz. Marius cüretli davranmayı sür­ dürdü. Bir akşam Cosette’in ardı sıra, evlerine kadar yürüdü. Bir başka gün kapıcıyla konuştu. Kapıcı da Jean Valjean’a bundan bahsetti. «Efendim, sizi soran şu ilginç delikanlı da, neyin nesi?» Ertesi sabah Jean Valjean Marius’e uyarır gibi kötücül baktı, Marius bunu bir anda fark etti. Bir hafta sonra, Jean Valjean ta­ şınmıştı. Bir daha da ne parka, ne de Batı Sokağına gitmemeye yeminler içti. Plumet Sokağındaki, o esrarengiz eve döndü. Cosette hiç yakınmadı. Tek kelime etmedi, soru sormadı, du­ rumun gerekçelerini öğrenmeye çalışmadı. Aslında gönlünün okunmasından ve kendisini yakalatmaktan korkuyordu. Oysa Jean Valjean, onun bu kaygılarını bilmiyordu, bu çok cana yakın planları nasıl bilebilirdi, sadece bir anne bunu sezebilirdi... O ise Cosette’in sessizliğinin derin anlamını bir türlü sökemedi, ama kızın kaygılı göründüğünü fark etti ve kendisi de acılandı. Bir gün durumu tecrübe etmek istedi, Cosette’e sordu; «Parka gitmek ister misin? Kızın renksiz yüzü ışıdı: «İsterim,» dedi. Gittiler, fakat aradan tam üç ay geçmişti. Marius artık parka uğramıyordu. Ertesi sabah adam bir daha sordu: 864

«Parka gidelim mi?» Genç kız acıklı ve hoş bir sesle: «Hayır,» dedi. Bu keder ve bu sevimlilik Jean Valjean’ı yüreğinden yaraladı. Bu genç ve henüz kapalı zihinde neler vardı? Neler hazırlanıyor­ du? Neler oluyordu? Çoğu geceler Jean Valjean yatağına oturur ve başını ellerinin arasına alıp gece boyunca düşünürdü. Coset­ te’in aklında neler vardı, neler düşünüyordu? İşte böyle zamanlarda içine çaresiz bir pişmanlık doluyordu. Manastırı; temiz yuvayı, meleklerin evini, faziletin erişilmez bu­ zulunu ne çok özlüyordu. Bilinmeyen çiçeklerin, kapatılmış baki­ relerin, bütün kokuların ve bütün ruhların göklere yükseldiği, o manastır bahçesine, dönmeyi nasıl da istiyordu. Neden delice bir isteğe kapılıp o cennet bahçesinden ayrılmıştı? Neden kendi mutluluğu pahasına, dış dünyaya dönmüş ve Cosette’in hayatı­ nı öğrenmesini istemişti? Bu özverisine şu anda o kadar piş­ mandı ki! Kendi kendisine sürekli aynı sözlerle, aynı soruyu so­ ruyordu: «Ne yaptım, niye yaptım?» Fakat yaşlı adam, bu çektiklerini ruhunun içinde saklıyor, Co­ sette’e hiçbir şey belli etmiyordu. Ona sürekli yumuşak, iyimser davranıyordu. Sürekli güler yüzlü. Jean Valjean’ın tavırları daha da sevecen, daha hoşgörülü olmuştu. Belki daha az keyifliydi, ama daha iyi, daha da insancıl olmuştu. Beri yandan, Cosette de eriyor gibiydi. Canlılığı kalmamıştı. Marius’ün yokluğuna üzü­ lüyordu. Tıpkı ayrımında olmadan varlığından keyif alması gibi. Babası onu parka götürmeyi bıraktığı sıralarda, kadınsı bir iç­ güdüyle parka gitme hevesini bastırmaya karar vermişti. Belki kayıtsız görünürse, babası onu parka götürürdü. Fakat günler haftalar ve aylar geçmiş ve Jean Valjean, kızının bu ses­ siz kabullenişini benimser gibi parktan söz etmemişti. Cosette pişmandı, ama artık epey gecikmişti. Parka babasıyla gittiğinde Marius yoktu. Marius kaybolmuştu, her şey bitmişti, ne yapabi­ lirdi? Onu nasıl bulacaktı? Genç kız yüreğinin ezildiğini hissetti. Bu ezinç giderek çoğaldı, artık hiçbir şeyi umursamıyordu. Kış mıydı, yaz mı? Hava güneşli, yağmurlu mu? Kuşlar ötüşüyorlar 865

mıydı, yoksa kasımpatı vakti miydi? Hangi park daha güzeldi, Tuilleries mi, Luxembourg Parkı mı? Çamaşırcı kadın çamaşır­ ları fazla mı kolalamıştı, yeterince kolalı değil miydi? Hizmetçi kadın siparişleri doğru mu vermişti? Cosette hiçbir şeyin ayrı­ mında değildi, tek bir düşünceye odaklanmıştı... Tıpkı geceleyin bir görüntünün silindiği o karanlık noktaya bakar gibi, dalgınca etrafına bakıyordu. O da babasına düşüncelerini belli etmedi, renginin solgunlu­ ğundan başka bir şeyini dışa vurmadı. Babasına tatlı tatlı gülüm­ semeyi sürdürdü. Jean Valjean onun bu hüznüyle kaygılanıyordu, bazen sorardı: «Neyin var, Cosette?» Genç kız: «İyiyim, baba.» Uzun bir sessizlikten sonra babasının da kederli olduğunu hissettiği için o da: «Neyiniz var?» diye sorardı. «Bir şeyim yok.» Birbirlerini seven, üstelik bu kadar içten seven ve uzun za­ mandır birbirlerine dayanarak yaşayan bu iki insan, yine beraber yaşıyor ve birbirleri yüzünden acılandıkları halde, birbirlerine küsmüyor, gülümsemeye devam ediyorlardı. 8 FORSALAR Mutsuz olan, Jean Valjean’dı. Gençlik, sıkıntı ve keder verir­ ken bile güçlü ve aydınlıktır. Zaman zaman Jean Valjean o kadar acı çekiyordu ki, çocuk­ sulaşıyordu. İnsanoğlunun çocuksu tarafını açıklamak, acının özelliğidir. Yaşlı adam artık Cosette'in kendisinden koptuğunu gönülsüzce kavrıyordu. Onun kaçmasını önlemek, onu kendisiyle tutmak, onun dik­ 866

katini çekmek için bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Görkemli davranışlarda bulunmak, mücadele etmek, bir şeyler yapmak istedi. Bu bir yandan çocuksu, bir yandan da köhne dü­ şünceleri benimsedi. Genç kızların süse, fiyakaya düşkün olduk­ larını biliyordu. Bir gün Paris caddelerinde at sırtında, üniforma­ lı bir generalin geçtiğini gördü: Paris komutanı Kont Coutard. Je­ an Valjean ona imrendi, şöyle düşündü: «Böyle bir üniforma giy­ mek, şu işlemeli apoletleri, şu madalyaları takmak çok hoş bir şey olmalı!» Böyle giyinmiş ve süslü olursa, belki Cosette’in göz­ leri kamaşırdı. O zaman Cosette'i koluna alır ve Tuilleries Sara­ yının önünden geçtiklerinde, nöbetçiler kılıçlarını indirip onları selamlardı. İşte o zaman belki Cosette, böyle görkemli bir ba­ bayla onurlanır ve gençlere bakmayı bırakırdı. Fakat hiç beklenmedik bir olay, onun bu düşüncelerini kar­ man çorman etti. Plumet Sokağına yerleştiklerinden ve o tenha hayata başladıklarından beri, yeni bir huy edinmişlerdi. Sabahın epey erken vakitlerinde dışarı çıkarak güneşin doğuşunu izliyor­ lardı. Yaşama yeni başlayan ve ondan ayrılmaya hazırlananlar için, bu derin bir sevinçti. Yalnızlıktan hoşlananlar için, sabahın bu erken vaktinde yü­ rümek, geceleyin yürümekten farklı sayılmaz, sadece sabahları doğa daha neşelidir; sokaklarda kimsecikler yoktur, fakat kuşlar cıvıldaşır. Kendisi de bir kuş gibi olan Cosette, gün doğmadan uyanırdı. Bu sabah gezilerine bir gece önceden hazırlanırlardı. Babanın teklifini kız sevinçle benimserdi. Bu gezintiyi bir oyun gibi hazırlar, daha gün doğmadan yola çıkarlardı. Bu, Cosette için büyük bir sevinçti. Gençlik bu çocuksu tuhaflıkları sever. Bilindiği üzere, ihtiyarın eğilimi, tenha yerlerdi. O yıllarda Pa­ ris çevresinde, neredeyse şehre karışmış olmakla birlikte, kapı­ lara yakın oldukları için, unutulmuş tarlalar, otlaklar vardı. Bura­ larda yazları, cılız buğdaylar yetişir, hasat bitiminde tarla, yolun­ muş bir manzaraya bürünürdü. Jean Valjean oraları epeyce se­ verdi, Cosette de orada fazla sıkılmazdı. İhtiyar adam için yal­ nızlık, genç kız için özgürlüktü orası. Cosette orada çocuklaşır, 867

gönlünce koşabilirdi, zaman zaman oynardı da. Şapkasını çıka­ rır, babasının dizlerine bırakır ve çiçekler toplardı. Çiçeklerdeki kelebeklere bakar, ama onlara dokunmazdı. Aşk yürekte iyilik ve sevecenlik uyandırır. İçinde titrek ve uçarı bir ideal besleyen genç kız, kelebeğin kanatlarına acırdı. Bazen, gelinciklerden yaptığı bir çelengi başına takardı. Gü­ neş ışınları çiçekleri alevlendirir ve bu körpe pembe yüzde, kor­ lardan yapılma bir taç gibi görünürdü. Yaşamları o kaygılarla karardıktan sonra bile, bu gezintilerini sürdürmüşlerdi. 1831’in bir Ekim sabahında, evden çıkmışlar ve henüz gün doğmadan Maine Kapısına yaklaşmışlardı. Henüz şafak vakti değildi. Tatlı ama biraz da yabanıl bir zamandı. Solan göklerde gecikmiş tek tük yıldızlar, otlarda bir titreyiş, kara bir toprak, sol­ gun gökler, her yerde gün doğumunun o sır küpü görkemi vardı. Sanki yıldızlardan inen bir tarlakuşu, epeyce yükseklerde ötüyordu. Sonsuzluğa yükselen bu ilahi, yüceliklere huzur ver­ miş gibiydi. Doğuda Val-de-Grâce, ufukların çeliksi ışığında, karanlık yı­ ğınını yükseltiyordu. Bu kubbenin hemen arkasından göz ka­ maştırıcı Venüs görünüyordu ve gölgeli bir anıttan kaçan bir ru­ ha benziyordu. Her şey sessizlikti, yollar bomboştu. Sadece aşağıdaki yolda, işlerine giden birkaç işçi vardı. Jean Valjean, bir inşaatın kapısına konulmuş kalaslardan bi­ rinin üstüne oturmuştu. Yüzünü yola, arkasını güneşe vermişti. Sanki birazdan doğacak olan güneşi unutmuş gibiydi. Sanki dört duvarın kapandığı ve ufkun bile sınırlandığı derin düşüncelere dalmıştı. Dikey olarak isimlendirilen bu derin düşüncelerden in­ san zor sıyrılır. Bundan kurtulmak vakit ister, işte Jean Valjean da bu kadar derin bir dalgınlığa düşmüştü. Aklını tek bir şeye takmıştı, Cosette'i düşünüyor, onunla arasına kimse girmediği zaman, bunun ne derin bir mutluluk olacağını düşlüyordu. Kızın hayatını dolduran bir aydınlık, ruhunu renklendiren bir varlık ol­ 868

duğunu düşünüyordu. Cosette onun yanı başında ayakta dikili, bulutların pembeliğini izliyordu. Ansızın şöyle seslendi: «Hey Baba, baksanıza, sanırım gelenler var?» Jean Valjean bakışlarını kaldırdı. Cosette haklıydı. Eski Maine Kapısına ulaşan yol, bilindiği üzere Sèvres Soka­ ğına dek uzanır ve iç bir caddeyle, sağda kesilir. Yol ve cadde­ nin sapağında bu vakitte alışık olunmayan bir sesler duyuluyor­ du. Belirsiz bir yığılma vardı. Bir arabaya benzeyen bir karartı, ama yükünün ne olduğu meçhul bir araba. Yığılma ilerliyor, yaklaşıyor ve düzenle ilerliyordu. Atlar, te­ kerlekler, çığlıklar vardı, kırbaçlar ıslık çalıyordu. Gölgelerle bo­ ğulmuş biçimlerden ağır ağır bir şeyler seçilir oldu. Evet, sahi­ den bir araba, caddeden yola kıvrılmıştı ve Jean Valjean’ın bu­ lunduğu yere yaklaşıyordu. Aynı görünümde bir araba daha onu izledi, sonra bir üçüncü ve bir dördüncü. Toplam yedi araba be­ lirdi. Atların başları araba arkalarına dokunacak ölçüde yakındı. Arabalarda birçok gölge kıpırdıyordu. Sabahın o çok erken vak­ tinde, sanki kılıçlardan çıkan kıvılcımlar var gibiydi. Aynı zaman­ da, zincir sesine benzeyen şıngırtılar da duyuldu. Bu gürültü ağırca yaklaşıyor, sesler iyice yükseliyordu. Mağaralardan çıkıp kopan hayaletleri andıran müthiş bir şeydi bu. Yığılma giderek biçimlendi, ağaçlar arkasında bir görüntünün solgunluğu gibi. Kirler beyazlaştı, usulca doğan güneş bu sıkın­ tılı ama canlı görünen kaynaşmaya cansız bir ışık saçmıştı. Kapkara gölgelerin başları ceset yüzlerine benzedi. Yedi araba sırayla geliyordu. İlk altı arabada, epey tuhaf bir şey göze çarpıyordu. Bu, yanları açık parmaklıksız, dar ve uzun fıçı arabası gibi bir şeydi. İki tekerlek üstüne yerleştirilmiş iki uzun merdivendi bunlar. Her arabayı dörder at çekiyordu. Merdivenlerden tuhaf in­ san salkımları sarkıyordu. Alaca aydınlıkta bu adamlar görün­ müyor, ama seçilebiliyorlardı. Her arabanın iki tarafında on iki­ şerden yirmi dört kişi vardı, bellerini birbirlerine dayamış, yüz­ leri yola çevrili, bacakları boşlukta sallanıyordu. Sırtlarından bir 869

şıngırtı çıkıyordu, zincir ve boyunlarında parlayan demirden bir halka. Her birinin boynunda bir halka vardı, ama sanki hepsini yakalamak ister gibi zincir hepsini birlikte bağlamıştı. O kadar ki yirmi dört adam arabadan inecek olsa, onlarla sanki bir omurga oluşturan bu zalim zincir, onları kırkayaklar gibi yerde kıvrandırırdı. Her arabanın önünde ve arkasında, eli tüfekli birer adam ayakta duruyor, her birinin ayağının altında zincirin bir parçası bulunuyordu. O boyunlardaki demir halkalar dört köşeydi. Yedin­ ci araba korkuluklu fakat üstü açık bir arabaydı; bir yük arabası. Dört tekerlekli bu arabayı altı at çekiyordu. Demir kazanlar, ten­ cereler, tavalar, ocak ve zincirlerle yüklüydü. Bu yük arabasında el ve ayakları bağlı birkaç kişi sırtüstü serili yatıyorlardı; bunlar hasta mahkûmlardı. Eskiden işkence etmekte kullanılan kalbur­ larla doluydu bu kafesli araba. Arabalar yolun ortasına varmışlardı. Her iki yönlerinde kötü kılıklı nöbetçiler ilerliyordu. Bunlar, Direktuvar(*) askerlerinin kılı­ ğındaydılar, başlarına üç köşeli şapka, üzerlerinde lekeli ve yır­ tık üniformalar ve ayaklarında paramparça gri pantolonlar vardı. Kırmızı apoletleri, sarı fişekliklerine takılı tüfek, kasatura ve so­ palarıyla çok aşağı sınıf askerler gibilerdi. Bu jandarmalar, dilen­ ciliğin rezilliğini, cellat yetkesini kendilerinde birleştirmişlerdi. Başları olan adamın elinde bir kırbaç vardı. Henüz alacaka­ ranlıkta beliren bu gölge giderek yükselen güneşle aydınlanıyor­ du. Kafilenin başında ve sonunda, belleri kılıçlı jandarmalar at­ larını sürüyorlardı. Kafile öyle uzundu ki, ilk araba şehrin kapısına vardığında, son arabanın caddeden yeni çıktığı görüldü. Paris’te sürekli olduğu gibi çarçabuk, nereden çıktığı belli ol­ mayan bir kalabalık yolun iki yakasını tutmuştu. Yakınlardaki so­ kaklarda birbirlerini çağıran adamların sesleri ve kafileyi görme­ ye gelen bahçıvanların tahta nalınların sesi duyuluyordu. (*) Direktuvar Dönemi: Fransa’da Konvansiyon’u izleyen dört yıllık dönem.

870

Tahta merdivenler üstüne birikmiş o adamlar usulca sarsılı­ yorlardı. Sabah ayazında hepsinin yüzleri renksizdi. Keten pan­ tolon giymişlerdi ve tahta nalınlar içindeki ayakları çıplaktı. Kıyafetlerinin üst yanını sefaletlerinin beğenisine göre dü­ zenlemişlerdi. Giysileri birbirinden epeyce farklıydı. Pılı pırtı içinde çok ha­ zin bir görünümleri vardı. Eski püskü şapkalar, zift lekeli kasket­ ler, delik ve lekeli yün başlıklar. Çoğu şapkalarını kaşlarına ka­ dar indirmişti, hatta sepet takanları bile vardı. Kısa ve yırtık iç gömlekleri, dirsekleri delik ceketler. Kıllı bağırlar görülüyordu, giysilerinin deliklerinin arasından dövmeler görünüyordu. Aşk mabetleri, alevli yürekler, Cupidonlar seçiliyordu. Bu arada, bu yarı çıplak adamların yüzlerinde ve çıplak kollarında sivilceler, çıbanlar, hastalık işaretleri de görünüyordu. Bazıları kendilerini sağlama almak istercesine örülmüş samanlardan bir üzengi tak­ mışlardı ayaklarının altına, içlerinden biri elinde tuttuğu ve kara bir taşı andıran bir şeyi ısırıyordu, bu onun ekmeğiydi. Gözler ya fersizdi ya da hain bir parıltıyla yanıyordu. Nöbetçiler habire söv­ güler savuruyorlardı, zincirli adamlar ağızlarını bile açmıyorlardı. Bazen, omuzlara inen bir sopanın sesi geliyordu. Adamların ço­ ğu esniyorlardı. Pılı pırtıları korkunçtu, ayaklar sallanıyor, omuz­ lar sarsılıyordu; başlar birbirine çarpıyor, zincirler şangırdıyordu. Gözbebekleri yabanıl bir ışıkla parıldıyordu, bazıları yumruk­ larını sıkmış, bazıları da ellerini cansızca yanından sallandırmış­ tı. Bu konvoyun ardında, bir çocuk kalabalığı gülerek onları yu­ halıyordu. Her ne olursa olsun, bu araba dizisi yürek parçalayıcıydı. Kuşkusuz, ertesi sabah, belki de bir saat sonra, bir yağmur pat­ layabilirdi ve işte o zaman bu yarı çıplak zavallılar sırılsıklam ıs­ lanacaklar ve bir daha kuruyamayacaklardı. Bir kez üşüdükten sonra, ısınmaları olası değildi, ince keten pantolonları bacakla­ rına yapışacak, nalınları suyla dolacaktı. Yiyecekleri kırbaç dar­ beleri, onların gevezelik etmelerini engellemeyecek, zincir onla­ rı daha sıkıca yakalayacak ve ayakları yine boşlukta sallanmayı sürdürecekti. Bu soğuk sonbahar gününde, onların yağmur ve 871

rüzgâra karşı boynu bükük ağaçlar ve taşlar gibi bırakılmaları in­ sanı üzüyordu. Yedinci arabada bağlı ve serili hastalar bile kırbaç darbelerin­ den paylarına düşeni alıyorlardı. Sefalet dolu çuvallar gibi, ora­ ya atılmış bu bedbahtlara bile zalimce davranılıyordu. Derken güneş doğdu. Doğudan devasa bir ışık fırladı ve san­ ki apansız bütün bu yabanıl başları tutuşturdu. Diller açıldı, kah­ kahalar, küfürler ve kaba şarkılar duyuldu. Yatay bir ışık, kafile­ yi ikiye böldü, başlar ve bedenler aydınlanmıştı. İşte o zaman tüyler ürpertici bir manzara oluştu. Maskeleri düşen şeytan su­ ratlar, çırılçıplak yabanıl ruhlar göründü. Aydınlanan kalabalık yine de, karanlık gibiydi. Neşeli olanla­ rı ağızlarına aldıkları tüylerle kalabalığa, özellikle kadınların üs­ tüne pis böcekler attılar. Yükselen güneş gölgelerin karanlığını yırtıp bu sefil profilleri iyice belirginleştirdi. Sefaletin biçimsizleş­ tirdiği bu mahlûkların manzarası korkutucuydu. Bu o kadar deh­ şet verici bir şeydi ki, güneşin aydınlığına şimşekler eklemiş gi­ biydi. Kafilenin başını çeken arabadakiler, o zamanlar epey re­ vaçta olan bir şarkıyı avazları çıktığınca söylemeye başlamışlar­ dı: Desaugiers’nin bir şarkısı: «Vestal». Ağaçlar kederle hışırdı­ yordu. Sokakları dolduran kalabalık sersemce bir mutlulukla, bu hortlakların okuduğu açık saçık şarkıyı dinliyordu. Bütün sıkıntılar, acı ve yoksunluklar, bu kafilede bir kaos hali­ ni almıştı. Bütün hayvan yüzlerini burada görebilirdiniz. İhtiyarlar, yeniyetmeler, kel kafalar, ağarmış sakallar, utanmazca inançsız­ lıklar, sertçe boyun eğişler, yabanıl sırıtışlar, delicesine davranış­ lar, şapkalı hayvan başları, şakakları bukleli genç kız başları, ço­ cuk yüzleri ve bundan daha da korkuncu, ölümün eksik olduğu is­ keletler... İlk arabada bir zenci vardı, bir zamanlar köleydi belki de, şu sırada kölelik zinciriyle tutuklanma zincirlerini karşılaştıra­ bilirdi. Yeraltı dünyasının o adi düzeyi utanç damgasını vurmuş­ tu. Hepsi de alçalmanın en altlarına sürüklenmişlerdi. Ahmaklığa dönüşen bir cehalet, kederlenen zekâyla aynıdır. Gözlere serili bu çamur elitleri arasında bir tercih yapılamazdı. Bu kusturucu 872

kafilenin düzenleyicisinin onları sınıflara ayırmadığı belliydi. Bü­ tün bu mahlûklar abecesel bir karışıklık içinde, gelişigüzel araba­ lara istiflenmişlerdi. Yine de korkuların toplanmasından, her za­ man bir sonuç çıkmasından dolayı, bu sefiller bir toplam oluştur­ muştu. Her zincirde birleşik bir ruh olması gibi, her arabanın da farklı bir manzarası vardı. Şarkı söyleyen arabanın yanı sıra, ba­ ğıran araba görünüyordu, bir diğeri dileniyordu; diş gıcırdatanla­ rın arabası dikkat çekiyordu. Diğer araba izleyenlere gözdağı ve­ riyor, yine bir diğer arabadakiler Tanrı’ya sövüyorlardı. Sonuncu araba, bir mezar gibi sessizdi. Dante burada cehennemin yürü­ yen yedi çemberini görebilirdi. Lanetlenenlerin azaba yürümeleri, kıyametin o göz alıcı ara­ basıyla değil de, rezaletin azap arabasıyla yapılıyordu. Elinde ucu demirli bir sopa tutan nöbetçilerden biri, kimi za­ man, bu insan kalıntılarını karıştırır gibi sopasını onların üzerin­ de gezdiriyordu. Kalabalıktaki bir nine torununa sefilleri gösterip: «Yaramaz, bak da, şunlardan ders al!» dedi. Şarkılar ve sövgüler iyice şiddetlenmişti. Kafilenin başı olan jandarma subayı kırbacını şaklattı. Bu işaret yedi arabanın için­ deki adamların bir sopa yağmuruna tutulmalarına neden oldu. İçlerinden çoğu kükreyerek ağızlarından köpükler saçtılar, bu da pisliğe üşüşen sinekler gibi, bu manzarayı izlemeye koşan hay­ lazları epeyce keyiflendirdi. Jean Valjean’ın bakışları korkunçtu. Gözbebekleri, çok mut­ suz insanlarda bakış yerine geçen ve sahiden habersiz, dehşet ve felaketleri yansıtan, ifadesiz bir cama dönüşmüştü. O bir manzaraya bakmıyor, bir hortlağı izliyordu. Kalkmak, kaçmak, bu korkunç görünümden uzaklaşmak istedi, fakat ayağını bile oynatamadı. Çoğu zaman gördüklerimiz bizi yakalar ve bırak­ maz. O sanki olduğu yere mıhlanmış gibi, donakaldı. Bir ara eli­ ni alnına attı, bu da birden bir şey anımsayanların her zaman yaptıkları bir harekettir. Derken bu arabaların bu yoldan geçme­ lerinin nedenini kavradı. Fontainbleau yolundan gitseler, kralla 873

karşılaşabilirlerdi ve otuz beş yıl önce, kendisi de aynı yoldan ve bu kapıdan geçmişti. Cosette de korkmuştu. Anlayamıyordu, soluğu kesilmiş gibiy­ di. Bu gördüklerine inanamadı, şöyle haykırdı: «Baba şu arabalarda kimler var?» İhtiyar: «Forsalar!» «Peki nereye gidiyorlar?» «Zindana, prangaya!..» O sırada sopalara kılıç darbeleri de eklendi, kırbaçlar da eş­ lik etti ve mahkûmlar boyun eğmek durumunda kalarak, zincir­ lenmiş kurtları andıran çenelerini kapattılar. Cosette yaprak gibi titriyordu, bir daha sordu: «Baba, bunlar insan mı?» İhtiyar kederle: «Evet, zaman zaman.» Evet, bu konvoy sabahın erken bir vaktinde, Bictre’den Mans yoluna doğru giden forsalardı. Kral, Fontainbleau’da bulundu­ ğundan, ona bu manzarayı göstermemek için, yollarını üç-dört gün uzatıyorlardı. Jean Valjean, yıkık halde eve döndü. Böyle tesadüfler, büyük etkiler bırakır. Bu arada, adam yolda Cosette’in kendisine bu konuda sor­ duğu şeyleri pek düşünmedi. O kadar yıkık, o kadar perişandı. Aynı günün akşamı, Cosette odasına çıkarken, adam onun ya­ rım sesle sanki kendi kendisine konuşur gibi: «Şu adamlardan birini yolumda görecek olsam, onu yakından gördüğüm için o kadar korkardım ki, hemen ölebilirdim!» dediğini duydu. Neyse ki, ertesi gün ulusal bir bayram yıldönümü olduğun­ dan, Paris’te şenlik vardı. Mars Meydanında resmi geçit, Seine Nehrinde sandal yarışmaları, Champs-EIysees’de tiyatrolar, Etoile’de gece atılacak havaifişekler. Bütün şehir süslenmiş, ge­ celeyin her yer aydınlanmıştı. Kalabalığa karışmaktan hoşlan­ mamasına rağmen, Jean Valjean, Cosette’i oyalamak, ona bir 874

gün önce gördüklerini unutturmak için, onu dolaşmaya çıkardı. Jean Valjean, bu fırsat için, sanki giysisinin içine saklanan bir adamın içgüdüsüyle muhafız alayı üniformasını giymişti. Aslın­ da bu gezi iyi sonuçlandı. Babasını sevindirmekten başka niyeti olmayan Cosette, aslında kendisi için bir yenilik olacak bu eğlen­ celeri gençliğin sevinciyle benimsedi. Kız o kadar sevinmiş gö­ ründü ki, Jean Valjean başardığını ve artık genç kızın aklından o korkunç görüntünün uzaklaştığına inandı. Fakat birkaç gün sonra, sabahın erken vakti, güneşli bir gün olduğundan, Cosette’le köşkün bahçeye açılan balkonunun merdiveninde duruyorlardı. Jean Valjean, kızı kendi başına bı­ rakmamak için, o gün kendi evinden çıkmış, ona arkadaşlık edi­ yordu. Cosette, genç kızları iyice sevimli gösteren bir sabahlık giymişti. Yıldıza serili bir bulut gibi, çok güzeldi yine. Gece rahat uyuduğu için, yanakları pembeleşmişti. Elindeki bir papatyanın yapraklarını azar azar yoluyordu. «Seni seviyorum, biraz, çok, tutkuyla,» diye başlayan o dokunaklı papatya falını bilmiyordu. Manastırda büyümüş kız, bunu nereden öğrenecekti? Fakat iç­ güdüsel bir tavırla çiçeğin yapraklarını sırayla koparırken, bunun bir kalbi yolmakla eş olduğunu bilmeden yapıyordu. Eğer eski Yunan mitolojisinde o üç güzellik perisinden başka bir Melanko­ li perisi olsa, Cosette şimdi ona benzerdi. Sevimli bir hüzünle gü­ lümseyen genç kız, sahiden melankoliyi canlandırmıştı. Jean Valjean bu ufacık parmaklara beğeniyle bakıyor ve çocuğun saçtığı ışıkta olanca sıkıntısını unutuyordu. Yakın bir çalılıkta bir saka kuşu şakrak bir cıvıltı tutturmuştu. Göklerde dolaşan beyaz bulutlar, özgürlüklerine kavuşmuş gibi kaygısız görünüyordu. Cosette olanca dikkatini, elindeki çiçeğe vermişti. Yine de bir şey düşündüğü belliydi. Daha da sevimliydi, derken, kuğu boy­ nu gibi yuvarlak ve uzun boynunu usulca döndürdü ve ihtiyara sordu: «Baba, pıranga ne demek?»

875

DÖRDÜNCÜ KİTAP ALTTAN GELEN İMDAT ÇAĞRISI, YUKARIDAN GELEN YARDIM DA OLABİLİR 1 DIŞ YARALAR, İÇTEKİLERİ İYİLEŞTİREBİLİR Hayatları her gün giderek kararıyordu. Artık biricik tesellileri eskiden kendileri için bir mutluluk olan yoksullara ziyaretleriydi. Aç olana ekmek, çıplağa giyecek götü­ rüyorlardı. Yoksullara yaptıkları bu ziyaretlerde, Cosette, hep babasının yanında olurdu. Bu fukara insanları yoklamalarından sonra, arada bir eski yakınlıklarına geri dönerlerdi, iyi bir günün akşamında, epey yoksul birine yardım ettikleri günlerin akşa­ mında, aç ve üşüyen çocukları doyurup giydirdikten sonra, Co­ sette keyiflenirdi. İşte hancıların kızlarının inini o günlerde ziya­ ret etmişlerdi. Bu ziyaretin ertesi günü, Jean Valjean, kahvaltı etmek için köşke geldiğinde, her zamanki gibi sakindi. Fakat kolunda derin bir yara izi vardı, irinli bir yanık yarası. Jean Valjean, kaçamak bir açıklama yaptı. Bu yara yüzünden tam bir ay ateşlendi, ev­ den çıkamadı, odasında dinlendi. Doktor istemedi, Cosette üs­ telediğinde ona «Köpek doktoruna haber ver» diyordu. Genç kız gün boyu babasının yarasını pansuman ediyordu. Bunu o kadar sevecen bir sevinçle ve faydalı olmaktan duyduğu o meleksi coşkuyla yapıyordu ki, Jean Valjean apansız eski se­ 876

vincine kavuşur gibi oldu. Bütün evhamları geçmişti. Cosette’e beğeniyle bakıyor ve içinden, «Ah, bu ne iyi bir yaraymış,» diye düşünüyordu. Babasının hastalığı boyunca Cosette, evinden çıkmış ve bü­ tün vaktini o ek bölümde geçirmeye başlamıştı. Sabahtan akşa­ ma ihtiyar adamın yanında kalıyor ve ona kitaplar okuyordu. Okudukları genellikle gezi kitaplarıydı. Jean Valjean sanki tekrar doğuyordu, mutluluğu tarifsiz ölçüde güçlü ışınlarla sarılmıştı. Parkta arkalarında gezinen o yabancı genç, Cosette’in kendisin­ den uzaklaşması gibi kederlerden iyice sıyrılmıştı. Kendi kendi­ sine bütün bunları hayal ettiğini düşünüyor, ahmak bir ihtiyar ol­ duğuna inanıyordu. Mutluluğu o kadar gerçekti ki, umulmadık bir anda hancının ininde, Thenardier ile karşılaşmaktan bile etkilenmemiş, iz bırak­ madan kayıp geçmişti. Nasılsa kaçıp onlardan kurtulmayı başa­ rabilmiş ve onlara izini kaybettirmişti. Hem onların da cezaevin­ de olmaları işine geliyordu. Fakat yine de, o alçak aileye acı­ maktan geri durmuyor, onların epey perişan olduklarını düşünü­ yordu. Maine Kapısındaki o korkunç manzaraya gelince, Cosette, bir daha o konuya değinmemişti. Manastırın hemşiresi Metchilde, Cosette'e müzik dersi ver­ mişti. Cosette bülbül gibi şakırdı, fakat ruh sahibi bir bülbül. Ba­ zen, Jean Valjean’in o basit evinde ona hüzünlü şarkılar söyler­ di. Jean Valjean’ın epeyce duygulanıp sevdiği şarkılardı bunlar. İlkbahar geliyordu. Yılın bu mevsiminde, bahçe çok güzel olurdu. İhtiyar, bir gün kıza: «Sen hiç hava almaya çıkmıyorsun, biraz bahçede dolaş,» dedi. Cosette: «Nasıl isterseniz, baba.» Babasını sevindirmek için bahçede oyalanmaya tekrar başla­ dı. Çoğu zaman kendi başına çıkıyordu, çünkü değindiğimiz gi­ bi, Jean Valjean parmaklık dışında görünmek istemediğinden, bahçenin o ön tarafına hiç çıkmaz, kendi avlusunda hava alırdı. 877

Yaşlı babanın yaralanması, hayatlarında bir değişikliğe ne­ den olmuştu. Cosette babasının acısının azaldığını, iyileşmeye başladığını ve daha mutlu olduğunu görünce yüreğinin ısındığı­ nı hissetti. Kız bu sevinci fark etmedi bile. Çünkü bu sezdirme­ den olmuştu. Üstelik mart gelmişti; gündüzler uzuyor, kış usulca gidiyordu. Kış mevsimi neredeyse her zaman acılarımızın bira­ zını alıp götürür. Sonra nisan geldi, şafak gibi serin, ve güler yüzlü bir bahar ayı. Fakat zaman zaman, yeni doğan bir bebek gibi, gözü yaşlı olurdu. Bu ilkbahar ayında, doğa gökyüzünden, bulutlardan, ağaçlardan, çayırlardan ve çiçeklerden insanın içi­ ne rahatlatıcı aydınlıklar saçar. O mevsimde ruhlar aydınlanır, tıpkı mahzenlerde öğle vakitlerinin aydınlanması gibi. Cosette, sabahları kahvaltıdan sonra, saat on civarında babasının kolu­ na girip, onu arka bahçede güneşte dolaştırdığından, her an gül­ düğünün ve mutlu olduğunun ayrımında değildi. Jean Valjean onu tekrar pembe yanaklı ve parıltılı gözlü gör­ mekten sarhoş gibi oluyordu. Kimsenin duyamayacağı bir sesle: «Oh, iyi ki yaralandım, ne iyi yara bu!» diye söyleniyordu. Nerdeyse hancılara teşekkür edecekti. Kolundaki yanık iyileştikten sonra, akşam karanlığında o kendi başına yürüyüşlerine başlamıştı. Paris’in o ücra yerlerinde tehlikeyle karşılaşmadan dolaşabi­ leceğinizi düşünmeniz hatadır. 2 PLUTARQUE ANA İNANILMAZ BİR ŞEYLER ANLATMAYI BAŞARIYOR Küçük Gavroche’un aç olduğu bir akşamdı. Birden, o gün ve ondan önceki gün de hiçbir şey yemediğini hatırladı. Bu, artık usandırmaya başlamıştı, en azından akşam yemeğini yemeye karar verdi. Salptriere Mahallesini geçip, Paris’in tenha yerlerine geçti. Orada çoğu zaman, talih insana güler. Kimse olmadığın­ 878

dan oralarda bir şeyler bulunur. Bir mahalleye geldi, buranın Austerlitz köyü olduğunu anladı. Gavroche daha önceki gezintilerinde orada eski bir bahçe fark etmişti. O bahçede, yaşlı bir adamla bir kadın yaşıyordu ve bu bahçede bir yığın elma veren bir ağaç da ilgisini çekmişti. Hem ağacın yakınında kapısı sürekli açık duran bir meyve dola­ bı da vardı. Oradan bir elma çalmak çok kolaydı. Bir elma, bir akşam yemeğidir, bir elma bir hayat. Adem Babamızı yıkıma sü­ rükleyen elma, Gavroche’u kurtarabilirdi. Bahçenin bir tarafı tenha bir sokağa bakıyordu, bu toprak yol­ da çalılar vardı, bahçeyi sokaktan bir çit ayırıyordu. Gavroche doğruca bahçeye yaklaştı, o boş yoldan geçti, el­ ma ağacını tanıdı. Meyve dolabını gördü. Çiti gözden geçirdi; bu çiti geçmek çok kolaydı. Gün batıyordu, sokakta kimsecikler yoktu. Vakit epey elverişliydi. Gavroche çitten atladı, sonra dur­ du, bahçeden sesler geliyordu, çalıların ardına saklandı. İki adım berisinde ve bulunduğu o çalılığın hemen karşısın­ da, oturak niyetine kullanılan irice bir taş vardı. Bu taş bankın üstünde ihtiyar bir adam oturuyordu, o ihtiyar kadın da tam kar­ şısında ayaktaydı. Kadın bir şeyler mırıldanıyordu. Görgü kural­ larını iyi bilemeyen Gavroche, kulak kabarttı: Yaşlı kadın: «Efendim,» diye başladı. Gavroche düşündü: «Aman Tanrım, ne komik bir ad.» Seslenilen ihtiyar yanıtlamamıştı, kadın tekrarladı: «Mösyö Mabeuf.» «Ne var, Plutarque Ana?» «İşte!» diye düşündü Gavroche, «bu da komik bir ad.» ihtiyar kadın adamı dinlemeye zorladı. «Ev sahibi şikâyetçi.» «Niye?» «Üç aylık kira borcumuz yüzünden.» «Gelecek ay dört aylık olacak.» «Sizi evden atacağını söyledi.» «Gideriz.» 879

«Manav parasını istiyor. Artık çalı çırpı da vermiyor, bu kış nasıl ısınacaksınız, yakacak bir şeyiniz olmazsa?..» «Güneş var ya.» «Kasap veresiyeyi kesti.» «İyi ya, zaten et yemek zordu, hazım güçlüğü çekiyordum.» «Peki ama ne yiyeceğiz?» «Ekmek.» «Fırıncı biraz para istiyor, para yoksa ekmek de yok diyor.» «Bu da iyi!» «Peki ama, ne yiyeceksiniz ki?» «Elma ağacımız bir yığın elma vermiyor mu?» «Evet efendim, yine de böyle parasız yaşanmaz ki?» «Param yok.» Yaşlı kadın çekip gitti, adam yalnız kaldı, düşünmeye başladı. Gavroche da düşünüyordu. Ortalık kararmıştı. Gavroche’un düşüncesinin ilk çıkarsaması çalıdan atlayaca­ ğı yerde, oraya diz çökmek oldu, dallar biraz aralanıyordu, Gav­ roche söylendi: «Şu işe bak, şu girinti iyi bir yatak olur,» diyerek oraya sindi. Mabeuf Baba’nın oturduğu sıraya öyle yakındı ki, o seksenlik ih­ tiyarın soluk alışını bile duyuyordu. Birden elma aşırmaktan da cayıp uyumayı denedi. Tilki uykusu, tek gözle uyunulan bir uyku, Gavroche dalma­ dan önce ortalığı kolaçan etti. Günbatımının solgun rengi toprağı aklaştırmıştı. Derken bu beyaz kordon üzerinde iki çizgi gördü, biri önden, diğeri geriden yürüyordu. Gavroche homurdandı: «İşte, iki kişi.» Birinci gölge, yalın giyimli, biraz eğik yürüyen, dalgın bir ken­ tere benziyordu. Yaşından dolayı böyle yürüyen bu adam, yıldız­ lara bakarak başıboş dolaşıyordu. İkinci gölge dik, sağlam fakat narin yapılıydı. O da adımlarını ihtiyarınkilere uydurmuştu, ama yavaş yürümesine rağmen, onun epey çevik olduğu belliydi. Bu görüntü, yabanıl ve korkunç ol­ 880

makla birlikte, o zamanın modasına göre giyinmiş bir züppe kılı­ ğıydı. Şapkası güzel, siyah redingot ceketi iyi kumaştan ustaca dikilmişti ve belini sıkıyordu. Güçlü bir uyumla dik tutulan başı in­ ce çizgiliydi. Gün batımında bir delikanlının profili seçiliyordu. De­ likanlı dudaklarına bir gül iliştirmişti. Gavroche onu hemen tanıdı: Montparnasse... Gavroche diğerinin ihtiyar biri olduğunu fark etti. Bu iki kişiden birinin, diğerine karşı niyeti iyi değildi. Gavroc­ he o kadar iyi saklanmıştı ki, neler olacağını izlemeye karar ver­ di. Bunca tenha bir yerde ve böyle geç bir vakitte ava çıkan Montparnasse belalı olabilirdi. İyi kalpli bir haylaz olan Gavroc­ he, ihtiyara karşı tuhaf bir acıma duydu. Ne yapmalıydı? Araya girse miydi? Fakat çocuk, bundan hemen caydı. Bir sıskanın başkasına yardım etmesi... Olacak iş değil, Montparnasse bunu epey eğlenceli bulurdu. Gavroche, on sekiz yaşlarındaki bileği zorlu haydut için, önce ihtiyar adamcağızın, daha sonra da kendisinin bir anda yutulacağını düşündü. Gavroche kararsızca bocalarken saldırı başladı, korkunç ve beklenmedik bir saldırı. Bir kaplanın bir katıra, bir örümceğin bir sineğe saldırması gibi. Montparnasse beklenmedik bir hareket­ le ağzındaki gülü fırlattı, ihtiyar adamın üzerine çullandı, onun yakasına sarıldı, sıkı sıkı kavradı. Gavroche bağırmasını zor tut­ tu. Bir dakika sonra iki adam boğuşuyorlardı. Sonra, hemen Gavroche gözlerine inanamadı. Çünkü adamlardan biri altta, göğsünde mermerden daha sert bir dizin ağırlığıyla hırlıyordu, ama yerdeki Montparnasse’tı, üstteki de, ihtiyardı. Bütün bunlar Gavroche’un birkaç adım berisinde geçiyordu. İhtiyar yumruğu yemiş, fakat öyle bir karşılık vermişti ki, çar­ çabuk hasmını yere sermiş, onun üstüne abanmıştı. Saldırgan­ la saldırılan konum değiştirmişlerdi. Gavroche: «Yüce Tanrım, müthiş bir ihtiyar!» dedi içinden. Derken hevesini yenemeyerek adamı alkışladı, ama bu alkı­ şı dövüşen adamlar duymadılar. Dövüşmekten ikisi de soluk so­ luğaydı. 881

Sessizlik başladı. Montparnasse çırpınmaktan vazgeçti. Gav­ roche, «Acaba öldü mü?» diye düşündü. O babacan ihtiyar tek kelime etmemişti. Sonra doğruldu ve Gavroche onun Montparnasse’la şöyle konuştuğunu duydu: «Haydi, kalk ayağa!» Montparnasse doğruldu, fakat ihtiyar onun yakasını tutuyor­ du daha. Montparnasse bir koyun tarafından ışınlan bir kurt gibi utanç içindeydi. Gavroche baktı ve kulak verdi. Gözlerini dört açtı. Epeyce eğleniyordu. Vicdanlı izleyici rolü, nihayet ödüllendirildi, karanlıkta daha da acıklı bir ifade alan şu konuşmaları duydu. İhtiyar, Montpar­ nasse’a sordu: «Kaç yaşındasın?» «On dokuz.» «Genç ve güçlüsün, niye bir işte çalışmıyorsun?» «Çalışmayı sevmiyorum.» «İşin ne?» «Başıboşça dolanmak.» «Alayı bırak, senin için bir şey yapabilir miyim? Ne olmak is­ tersin?» «Hırsız!» Bir sessizlik başladı. İhtiyar epey düşünceli ve hareketsiz du­ ruyor ve Montparnasse’ın yakasını bırakmıyordu. Genç hırsız kurtulmak için uğraşıyordu, kapana kısılmış bir av hayvanı gibi eşinip duruyor, kollarını gererek kaçmaya çalışı­ yordu. İhtiyar onun bu çırpınmalarını umursamaz görünüyor ve çok güçlü birinin demirden pençesi ve tek eliyle, onun iki kolunu sı­ kıca tutuyordu. İhtiyar adamın dalgınlığı biraz sürdü, sonra Montparnasse’a aksice baktı ve usulca sesini yükseltip, o karanlıklarda, Gavroc­ he’un tek kelimesini kaçırmadığı, uzun bir nutuk attı: «Çocuğum, tembellik yüzünden çok zorlu bir döneme giriyor­ sun. Tembel olduğunu söylediğine göre, çalışmaya hazırlan, 882

hem de ne çalışma. Sen hiç tehlike saçan bir makine gördün mü? Hadde makinesidir o. Çok sinsidir, tuttuğunu bir daha bırak­ maz. Seni ceketinin eteğinden tutar, fakat bütün bedenini yutup parçalar, işte bu makine tembelliktir. Henüz vakit varken dur ve kendini kurtar. Yoksa mahvoldun, işin bitiktir. Biraz sonra çarkın dişleri, seni bırakmaz, bir kez yakalanmayagör, bir daha bırak­ maz. Kurtuluş yoktur ondan. Evet delikanlı, miskinliğe, yorgun­ lukların en ağırına hazırlan, sana haram artık rahat. Zalimce ça­ lışmanın o çelik pençesi, seni yakaladı. Geçimini sağlamak, bir iş yapmak, diğerleri gibi olmak istemedin değil mi? Bundan sıkı­ lıyordun. Tamam peki, sen de daha başka olacaksın. Çalışmak bir kanundur, ondan kaçman kendisini azaba hazırlar. İşçi olmak istemeyen biri, esir olur. İş bir kenara bırakan, beri yandan sıkı­ ca bağlıdır. Onun ahbabı olmak istemediğine göre, artık onun kölesi oldun. Sen insanoğlunun alınteri olan emeğinin o namus­ lu yorgunluğundan kaçtın ha! Lanetliler gibi kanlı terler dökecek­ sin! Diğerleri şarkı söyledikleri zaman, sen inleyeceksin. Uzak­ tan bulunduğun o alt katmandan, diğerlerinin çalışmalarını izler­ ken, onların dinlendiklerini düşüneceksin. Çiftçi, rençber, tayfa, demirci bir ışık içinde sana cennetin sahipleri gibi görünecek. Örse çekiç vurmak, ne hoş iş; toprağı sürmek, başakları topla­ mak ne mutluluk! Rüzgâra açılan yelken ne eğlence. Sen uyu­ şuk, toprağı kaz, devril, yürü. Bir katır gibi boynundaki o demir­ den yuları çekerek cehennem arabasını çek. Değil mi ya, sen hiçbir şey yapmak istememiştin, niyetin buydu, değil mi? Al sa­ na... Ne bir hafta, ne bir gün, ne de bir saat bile mola yok sana; çalış. Yorgunluktan yere düşene dek çalış. Her kaldırdığın yük senin için bir azap olacak, her geçen an kasların çatırdayacak. Başkalarına tüy gibi hafif gelen, senin için bir kaya gibi ağır ola­ cak. En kolay şeyler, sana güç gelecek. Hayat sana cehennem olacak. Gelmek, gitmek, nefes almak bütün bunlar senin için güç olacak. Ciğerlerin sana yüz librelik bir yük gibi taşınmaz gelecek. Burada yürüyeceğine, şurada yürümek bile senin için, çözümü imkânsız bir mesele olacak. Dışarı çıkmak isteyen biri, kapıyı 883

iter ve o anda dışarıdadır. Fakat sen çıkmak istediğinde, duvarı delmek zorundasın. Sokağa çıkmak için başkaları merdivenden iner, değil mi, fakat sen çarşaflarını yırtıp onlardan yapacağın bir kementle pencereden dışarı ineceksin. Uçurumlara, üstelik ge­ celeyin yağmurda, karda kışta, ipin kısa gelip koparsa, o zaman düşersin dipsiz uçurumlara. Bir bacadan tırmanıp kaçmayı de­ nediğinde, yanma tehlikesi var. Bazen, lağımlarda sürünürsün ve o zaman pisliğin içinde boğulmak var. Bu arada saklanmak zorunda olduğun deliklerden, günde yirmi kez çıkartılan taşların yerlerine konulmalarından söz etmiyorum. O saman şiltenin al­ tında saklayacağın sıva artıklarına ne demeli. Önüne bir kilit çı­ kar, dürüst adamın cebinde bir anahtar vardır. Fakat sen, senin sorunun bambaşka. Senin işin epeyce zor, bir başyapıt yarat­ mak zorundasın. Sen kapıdan geçmek istediğinde, kocaman bir parayı ortasından ikiye böleceksin, fakat neyle? Bunu yapmak da senin için zor. Daha sonra bu iki yarığın ortasını oyacak, fa­ kat yine de kolay vidalanmalarını sağlayacaksın. Parayı ikiye böldükten sonra vidaladın mı, gardiyanlar bir şeyden kuşkulan­ mazlar. Çünkü sürekli gözetim altında olacağını da unutma. Gardiyanların kocaman bir para gibi tanımladığı bu gereç, senin için bir kutu olacak, onun içine küçücük, çelikten bir tel gizleye­ ceksin. Bu dişler açacağın bir saatin zembereğidir. Bu bir keski işlevi yapar. Evet bu paranın içinde, gizleyeceğin bu küçük kes­ kiyle, kapının kilidini ve ayağındaki pıranganın halkasını kese­ ceksin. Bu başyapıt yaratma çabasından sonra, günlerce, hafta­ larca, belki de aylarca çalışıp emek verdikten sonra, bir de bu gereci senin yaptığını öğrenecek olsalar, armağanın ne olur? Zindan, üstelik hücre, işte senin kendine hazırladığın gelecek. Miskinlik ha! Haz, eğlence uçurumları, ne uçurumlar ama! Hiçbir iş yapmamak, bu çok lanetli bir karardır, bilir misin? Toplumsal üründen yararlanarak, hiçbir şey yapmadan yaşamak, bir para­ zit gibi başkalarının sırtından geçinmek, işte bu, insanı sefalete sürükler. Parazit olmak isteyen yandı! O bir böcektir. Evet işte böyle, demek çalışmak hoşuna gitmiyor ha? Sen sadece iyi ye­ 884

meyi, bol bol içmeyi, iyi uyumayı düşünüyorsun. Sadece su içe­ cek, kara ekmek yiyecek el ve ayakların zincirli, dar bir tahta üzerinde uyuyacaksın. Bu zinciri kırıp kaçmayı deneyeceksin, iyi. Çalılarda karınüstü sürünecek ve ormandaki vahşi hayvanlar gibi otla besleneceksin. Üstelik er geç yakalanmak üzere. Bir daha yakalandıktan sonra, günlerini bir duvara zincirli olarak, bir mahzendeki hücrede ayakların su içinde geçireceksin. Testini su içmek için karanlıkta el yordamıyla arayacak, köpeklerin bile ye­ meyecekleri kuru ekmeği ısıracaksın. Senden önce böceklerin kemirdiği fasulyelerden yiyeceksin. Bir mahzende, bir böcek ha­ yatı süreceksin. Ah kendine acı ey alçak delikanlı! Henüz öyle gençsin ki, sütnineni bırakalı daha yıl bile geçmedi. Rica ederim, yalvarırım sana, beni dinle. Sen iyi kumaştan elbiseler, rugan pabuçlar istersin değil mi? Saçlarını kıvırmak, onları hoş kokulu yağlarla parlatmak, kızlara güzel görünmek niyetindesin. Fakat tutuklandığında saçını kökünden kesecekler, üzerinde kırmızı kazak, ayaklarında nalınlar. Sen küçük parmağında bir yüzük is­ terdin, boynuna bir zincir takılacak. Bir kadına bakmayagör, he­ men dayak yiyeceksin. Cezaevine yirmisinde girip ellisinde çıka­ caksın. Tutuklandığında o körpe yüzün, o pembe yanakların parlak gözlerin beyaz dişlerin ve gür saçlarınla alımlı bir delikan­ lıydın, cezan tamamlanıp seni saldıklarında artık bir yıkıntı sayı­ lacaksın. Çıktığında belin bükülmüş, yüzün kırışmış, dişlerin dö­ külmüş, saçların ağarmış, korkunç ve çirkin bir ihtiyar olacaksın. Evet, evladım, sen doğru yoldan çıkmışsın, kötü yola sapıyor­ sun, miskinlik sana çok uğursuz öğütler veriyor, sana işlerin en zorunu öneriyor: hırsızlık. Dinle beni, bu kötü yola girme, bir hır­ sız olmak hiç de kolay değil. Lekesiz biri olmak, hem çok daha kolay hem daha iyidir. Haydi git, ama şu sözlerim kulağına küpe olsun. Ha evet, benden ne istemiştim, cüzdanımı değil mi? Al, senin olsun!..» İhtiyar, Montparnasse’ın kollarını bıraktı ve avucuna cüzdanı­ nı yerleştirdi. Hırsız, bunu çalmış gibi dikkatle elinde tarttı ve sonra ceketinin arka cebine attı. 885

Bütün bunlardan sonra, o ihtiyar adam yoluna gitti. Hiçbir şey olmamış gibiydi. Montparnasse onun arkasından uzun uzun baktıktan sonra: «Ahmak!» diye mırıldandı. Bu ihtiyarın kim olduğunu okurumuz mutlaka anlamıştır. Montparnasse dalgınca o adamın gölgelerde yok olmasını iz­ ledi. Fakat bu, kendisine epey uğursuz gelecekti. İhtiyar uzaklaşırken, Gavroche yaklaşmıştı. Gavroche bir bakışta, Mabeuf Baba’nın hâlâ sırasında uyu­ duğunu gördü. Sonra çalılardan dışarı süzüldü ve kımıltısız bek­ leyen Montparnasse’ın arkasından usulca süründü. Ona kendi­ sini duyurmadan yaklaştı ve el ustalığıyla, elini onun arka cebi­ ne atıp keseyi aldı ve yine sessizce sürünerek, gölgelerde bir yı­ lan gibi kayboldu. Bu arada, kaygılanmak için, hiçbir nedeni ol­ mayan Montparnesse, belki hayatında ilk kez derin bir düşünce­ ye dalmıştı. Bu nedenle hiçbir şeyin farkında olmadı. Uyuyan Mabeuf Baba’ya yaklaşan Gavroche, cüzdan çalının üstünden bahçeye fırlattı ve koşarak kaçtı. Cüzdan Mabeuf Baba’nın tam ayak ucuna düşmüştü. Bu se­ se uyanan adamcağız, eğilip cüzdanı kaptı. Hiçbir şey anlama­ mıştı, açtı. Bu iki gözlü bir cüzdandı. İlk gözde biraz bozuk para, diğerinde altı tane Napoleon altını vardı. Mösyö Mabeuf epeyce korkmuştu, cüzdanı aldığı gibi hiz­ metçisine koştu. Plutarque Ana: «Bunu bize Tanrı gönderdi!» demekle kaldı.

886

BEŞİNCİ KİTAP HİKÂYENİN BAŞI SONUNA BENZEMİYOR 1 KIŞLA VE YALNIZLIK Dört beş ay öncesine dek Cosette epey kederliydi, ama ayrı­ mında olmadığı acısı iyileşmeye yüzelmişti. Doğa, ilkbahar, gençlik, babasına duyduğu sevgi, kuş ve çiçeklerin ortalığa saç­ tığı neşe, bu körpe yüreğe unutmaya benzeyen, belirsiz bir duy­ gu veriyordu, içindeki ateş iyice sönmüş, ya da küllenmiş miydi? Bunu tam olarak bilemiyoruz, fakat ruhunu küller kapatmıştı. Özetle, artık içinde kederli ve yakıcı bir his bulamıyordu. Bir gün ansızın Marius düştü aklına: «Ne tuhaf,» diye söylen­ di, «artık onu düşünemiyorum bile.» Aynı günlerde bahçenin parmaklıklarının dışından, atla ge­ çen epey havalı bir subay çekti ilgisini. Bu genç atlının, ipince bir beli, kusursuz bir üniforması, genç kızlarınki gibi pembe yanak­ ları, kolunun altında kaması, gür bıyıkları ve parlak bir miğferi vardı. Hem o altın sarısı saçları, biraz patlak mavi gözleri, değir­ mi yüzüyle kibirli, bilmiş bir delikanlıydı. Marius’le tam bir tezat oluşturuyordu. Cosette bu genç atlının, Babil Sokağındaki kışladan olduğu­ nu düşündü. Ertesi gün onun tekrar geçtiğini gördü ve saate baktı. O günden sonra, tesadüfen olmalı, neredeyse her gün onun bahçenin önünden geçtiğini gördü. 887

Subayın arkadaşları, bu tenha ve bakımsız bahçede, paslı parmaklıklar arkasında çok hoş bir kız olduğunu ve neredeyse her zaman teğmen geçerken orada dikilip kaldığını fark etmişler­ di. Okurumuzun tanıdığı bu subay Teğmen Theodule Gillenor­ mand’dı. Arkadaşları ona takıldı: «Hey baksana, şu parmaklığın ardındaki küçük kız, sana ba­ kıyor...» Teğmen küstahça: «Umurumda değil,» dedi. «Bana bakan bütün kızlarla ilgile­ necek vaktim yok!» Tam o sırada Marius, artık ağırbaşlıca ölüme yaklaşıyor ve içinden: «Ah, onu ölmeden, bir kez daha görsem!» diye yakını­ yordu. Bu emeli gerçekleşecek olsa ve Cosette’in şu atlıya baktığı­ nı görse, herhalde tek kelime etmeyip kederden ölürdü. Kabahat kimde? Kimsede. Marius kişilik bakımından acıya gömülen ve kederini besle­ yen karasevdaya eğilimli bir gençti. Oysa Cosette, acıdan he­ men sıyrılan bir kişilikteydi. Hem genç kız epeyce tehlikeli bir dönemindeydi. Kadınca düşlerin en tehlikeli döneminde. Kendi kendine bırakılan bir genç kızın kalbi bir asma gibidir; ya mermer bir tapınak sütunu­ na, ya da bir meyhane direğine sarılabilir. Bu her yetim kız için tehlikeli ve kaçınılmaz bir andır. Kız varsıl ya da yoksul olabilir, çünkü servet kötü bir tercih yapmayı engellemez. Kız kendisine uygun olmayan biriyle evlenebilir. Asil ve zenginlerde böylesi evliliklere sıkça rastlanır, aslında kötü bir evlilik ruhların uyumsuzluğundan olur. Gizemli, isimsiz, asil olmayan ve servet sahibi olmayan kaç genç bir tapınağın mermer sütunu gibiyse, aynı biçimde toplumda bir konum yap­ mış varlıklı ve başarılı, parlak çizmeli, havalı konuşmalar yapan birinin, dikkatle ruhunun içlerine bakılacak olursa, kapsadığı tik­ sindirici duygulardan dolayı, bir meyhanenin tahta direği gibi adi olduğu anlaşılır. 888

Cosette’in gönlünde neler vardı? Tutkusu yatışmış mıydı, uyuyor muydu? Ya da henüz dalgalanan bir tutku muydu, veya geçirgen, parlak olmasına rağmen, daha derinlerde karışık, fa­ kat dipte karanlık bir aşkın artıkları mı? Alımlı subayın imgesi, yüzeyde görünüyordu, fakat diplerde uyuyan bir anı yok muydu? En diplerde? Belki de. Fakat Cosette de bunu bilmiyordu. Sonraları daha tuhaf şeyler oldu. 2 KAYGILI COSETTE Nisanın birinci yarısında Jean Valjean, bir geziye çıktı. Bildi­ ğimiz gibi, o düzenli aralarla böyle gezilere çıkar; bir ya da iki gün sonra geri dönerdi. Nereye gidiyordu? Bunu bilen yoktu, Co­ sette bile. Bir keresinde genç kız babasını bir çıkmaz sokağa ka­ dar geçirmişti, sokak levhasında şöyle yazıyordu: Planchette Çıkmazı İhtiyar orada inmiş ve kira arabası Cosette’i eve götürmüştü. Çoğunlukla evde para azaldığında, yaşlı adam bu yolculuklara çıkardı. Evet, ihtiyar gitmişti, ayrılmadan önce Cosette’e: «Üç güne varmaz, dönerim,» dedi. Aynı günün akşamı Cosette salonunda kendi başına oturu­ yordu. Oyalanmak için, piyanonun başına geçti ve Weber’in bir operasından ‘Euryanthe’in korosunu çalmaya başladı: Ey or­ manda yiten avcılar! Bu arya belki de bütün operanın en hoş parçasıdır. Genç kız şarkısını söyledikten sonra, biraz dalgın durdu. Aniden ürperdi, bahçede biri yürüyor gibi gelmişti. Babası olamazdı, hizmetçi kadın da olamazdı, ihtiyar kız uy­ kuya dalalı saatler olmuştu. Gecenin onuydu saat. Genç kız pencerenin yanına gidip, kulağını panjura yaklaştır­ dı. Sesin bir erkeğin ayak sesi olduğu ve yürüyenin ise epey ya­ vaş yürüdüğünü düşündü. 889

Hemen birinci kattaki yatak odasına geçti ve panjurunda de­ lik olan bir vasistastan bahçeyi izledi. Dolunay vardı, bahçe gün­ düz gibi aydınlıktı. Kimsecikler yoktu. Pencereyi açtı. Bahçe epey sessizdi ve sokaktan görünen de her zamanki gibi tenha bir yoldu. Cosette yanıldığını düşündü. Bir ses duyar gibi olmuştu. Her­ halde bu Weber’in o kusursuz korosunun doğurduğu bir evham­ dı. O güzel koro da ormanların engin derinlikleri gözler önüne serilir ve gün batımınında yürüyen avcıların ayaklarının altında­ ki dalların çatırtısı duyulur. Genç kız bunları fazla düşünmedi. Aslında Cosette kişilik bakımından, hemen korkan bir kız de­ ğildi. Onun damarlarında o yalınayak gezen, maceraperest çin­ genelerin kanı vardı. Aslında o bir Tarlakuşu’ydu. Ruhunun en derinliklerinde cesur ve vahşiydi. Ertesi sabah, karanlık çökerken, bahçede geziniyordu. Aklını dolduran o karman çorman düşünceler arasında, birden bir ge­ ce önceki sesleri andıran bir şeyler duyar gibi oldu. Sanki birisi karanlıkta onun çevresindeki ağaçların arasında yürüyordu. Fa­ kat genç kız yaprakların düşerken ya da rüzgârda sallanarak, yerde çıkardıkları bir hışırtının ayak seslerine benzediğini dü­ şündü ve umursamadı. Aslında görünürde hiçbir şey yoktu. Genç kız çalılığı geçti, eve girebilmek için bir çimi geçmesi gerekiyordu. O açıklıkta yürürken, doğan ay, arkasındaki bir göl­ geyi yansıttı. Cosette korkmuş gibi kalakaldı. Kendi gölgesinin tam arkasında, mehtap başka bir gölge yansıtmıştı, bu değirmi şapkalı birinin gölgesiydi. Cosette’in birkaç adım gerisinde duran bir erkeğin gölgesi. Genç kız kısa bir an, ne konuşabildi, ne bağırabildi, başını bi­ le çevirmedi. Nihayet olanca cesaretini toplayıp, birden ardına baktı. Kimseler yoktu. Yere baktı, o gölge de kaybolmuştu. 890

Çalıların arasına tekrar girdi, iyice arandı, köşelere baktı, parmaklığa kadar uzandı ve hiçbir şey bulamadı. Korkuyla donakalmıştı. Bu da bir evham, bir hayal miydi? Evet ama iki gün art arda. Haydi bir akşam önce o müziğin etkisiyle bir sanrıya kapıldı diyelim, fakat bir kez daha!., işin en belalı yanı, bunun bir hayalet olmamasıydı, hayaletlerin gölgele­ ri olmaz ve hayaletler değirmi şapkalar takmaz. Ertesi gün Jean Valjean geri döndü. Cosette ona neler gör­ düğünü anlattı. Babasının kendisini güçlendirmek için dudak bü­ küp, «Sen küçük bir çılgınsın» demesini bekledi. Fakat ihtiyar kaygılı gibiydi: «Bu tehlikeli bir şey olabilir,» dedi. Bir bahaneyle kızı bırakıp bahçeye çıktı ve Cosette onun par­ maklığı uzun uzun incelediğini gördü. Geceleyin Cosette ansızın uyandı, artık bu kez emindi. Pen­ ceresinin önünde yüründüğünü açık açık duyuyordu. Hemen panjurundaki vasistası açıp baktı, bahçede eli sopalı biri dolaşı­ yordu. Kız tam bağıracaktı ki, ayışığı adamın yüzünü aydınlattı: babasıydı. Cosette yatağına dönerken: «O da kaygılı!» diye dü­ şündü. Jean Valjean o geceyi ve sonraki geceleri bahçede gezine­ rek geçirdi. Cosette panjurların arasından onu görüyordu. Üçüncü gece, ay artık incelmeye yüz tutmuş ve daha geç do­ ğuyordu. Saat sabahın biri olmalıydı. Genç kız, bir kahkaha ve babasının kendisine seslendiğini duydu: «Cosette!..» Genç kız hemen üzerine sabahlığını alıp, penceresini açtı. Babası aşağıda, pencerenin hemen altında, duruyordu. «Seni rahatlatmak için uyandırdım, bak,» dedi, «işte senin değirmi şapkalı gölgen.» Adam eliyle çimler üstündeki bir gölgeyi gösterdi, bu sahiden değirmi şapkalı birinin gölgesiydi. Cosette merakla baktı, bu komşu damlardan birinin, bir ocak bacasının gölgesiydi. Cosette de keyifle gülmeye başladı. Bütün o kaygıları geçi­ 891

yordu ve ertesi sabah babasıyla kahvaltı ederken, baca şapkalı gölgelerle eğlendi. Jean Valjean eski huzurunu bulmuştu. Cosette ise baca bo­ rusunun daha önce gördüğü gölgenin yönünde olup olmadığını fark etmedi bile. Ay da her gece, gökyüzünün aynı yerinde ola­ mazdı, genç kız bunları da düşünmedi. Gölgesine bakılınca çar­ çabuk yok olan bir baca borusunun tuhaflığı üstünde fazla dur­ madı. Çünkü Cosette başını çevirince gölge kaybolmuştu. Genç kızın içi rahatladı. Geceleyin birinin bahçede yürüme ihtimali aklından iyice sili­ nip gitti. Fakat birkaç gün sonra başka bir şeyler oldu. 3 HİZMETÇİNİN YORUMLARI Bahçede parmaklığın az gerisinde, taş bir oturak vardı. Ger­ çi bu taş bir gürgen fidanıyla yoldan geçenlerin gözlerinden sak­ lanırdı, fakat yoldan uzatılan bir kol, parmaklıktan geçip taşa ula­ şabilirdi. Aynı nisan ayının bir akşamı, ihtiyar her zamanki gece dolaş­ malarından birine çıkmıştı. Güneş batmış olmasına rağmen, Co­ sette bu taş bankta oturuyordu. Ağaç yapraklarında oynaşan rüzgâr serinlemişti. Cosette düşünüyordu, nedensiz bir kederi vardı, insanın kapıldığı karşı çıkılmaz bir keder. Kim bilir belki de bu vakitlerde aralanan bir mezardan süzülen bir sırrın oluşturdu­ ğu bir keder... Belki de Fantine o gölgelerdeydi. Cosette usulca yerinden kalktı ve bahçede bir gezindi. Ak­ şam çiyinin ıslattığı otların üzerinde yürürken, bir uyurgezerin dalgınlığıyla kendi kendisine: «Bu vakitte bahçeye çıkarken, na­ lın giymem gerekecek, insan hemen üşütebilir.» Taş banka tekrar döndü. Tam oturacağı zaman, hemen oracıkta kocaman bir taş gör­ dü. Oysa demin bu taş yoktu. 892

Cosette bu taşa korkarak baktı. Bunun anlamını bilemiyordu. Derken bu taşın buraya kendi kendine gelmediğini, birinin bu ta­ şı buraya koymuş olacağını düşündü. Herhalde parmaklıklardan uzanan bir el bu taşı oraya koymuştu. Bu düşünceyle korktu. Bu kez sahici bir korkuydu. Artık kuşkuya gerek yoktu, taşı belirgin­ ce görüyordu. Genç kız taşa dokunmadı bile ve arkasına bile bakmaya cesaret bulmadan koşup eve sığındı. Evin merdivenli balkona açılan giriş kapısını kilitledi ve sürgüledi, kol demirini in­ dirdi, panjurları kapattı ve hizmetçisine: «Babam döndü mü?» diye sordu. «Henüz dönmedi, efendim.» (Hizmetçinin kekeme olduğunu söylemiştik, artık bunun üze­ rinde fazla durmayacağız.) Gece gezintilerinden hoşlanan ve bu vakitlerini derin düşün­ celerle geçiren Jean Valjean çoğu zaman epey geç dönerdi. Cosette kadına sordu: «Akşamları bahçeye açılan panjurları sıkıca kapatıp, o de­ mirden küçük şeyleri halkalara takmayı unutmuyorsunuz, değil mi?» «Elbette sıkıca kapatıyorum, kaygılanmayın, hanımefendi.» Aslında Cosette, kadının bu konuda epeyce dikkatli olduğu­ nu bilmesine rağmen: «Burası o kadar ıssız ki...» Hizmetçi kadın sanki içini dökecek yer arar gibi: «Ah! Ne demezsiniz efendim,» diye başladı, «imdat isteye­ cek vakti bulamadan insanı gırtlaklarlar burada. Hem babanızın da evde yatmaması çok kötü, fakat siz içinizi ferah tutun. Pen­ cereleri zindan pencereleri gibi kapatıyor, panjurları çekiyorum. Bizler gibi yalnız kadınlar! insan düşünmek de istemez, tüyler ürpertici bir şey, geceleyin odaya giren erkeklerin boğazımızı tı­ kayıp bize ‘Sus’ dedikten sonra, öldüreceklerini düşünmek bile beni ürpertiyor. Aslında ölümden korktuğum için değil, ne de ol­ sa günün birinde öleceğiz, ama şu katillerin bize dokunacakları­ nı düşünmek, yüce Tanrım... hem herhalde onların bıçakları da kör bıçaklardır, ah Tanrım!» 893

Cosette’in tüyleri ürperdi: «Susun ve her tarafı sıkıca kapatın,» dedi. Hizmetçi kadının göz önüne serdiği o sahneden korkan Co­ sette, bir ara o geçen haftaki gördüklerini de düşünerek o kadar korkmuştu ki ona «Şuraya bırakılan iri taşa gidip bir bak» diye­ cek cesareti bile yoktu. Bahçeye çıkmak bile artık ürkütüyordu. Bütün kapı ve pencereleri dikkatle kilitletti, ve odasına çıkıp ka­ pısını sürgüledi. İlk işi yatağının altına bakmak oldu, yattı ve ge­ ce çok iyi uyuyamadı. Gece rüyasında bir dağ kadar kocaman ve içi mağaralarla dolu bir taş gördü. Gün doğumunda uyanan genç kıza, bir gece önceki korkusu bir kâbus gibi geldi. Güneş doğduktan sonra hep bir gece önce­ ki korkularımıza güleriz, bu da güneşin özel bir erdemidir. Hem korkumuz ne kadar şiddetli olduysa gülmemiz de o oranda olur. Evet Cosette de şakrak biçimde, «Aman Tanrım, ben de neler hayal ettim?» diye düşündü. «Geçen gece de bahçede yürüyen biri olduğuna az daha inanacaktım... Hele şu bacayı şapka san­ mam... Ne kadar komik oldum, yoksa korkaklaşıyor muyum?» O kırmızı kareli perdelerden süzülüp odasını sarıya boyayan güneş genç kıza öyle bir güven aşıladı ki, her şeyi, o iri taşı bile unuttu. «Bahçede şapkalı adam olmadığı gibi, sırada taş da yoktu,» diye söylendi. «Hayal görmüş olmalıyım.» Giyindi bahçeye, sıraya koştu. Derken buz gibi terler döktü. Taş oradaydı. Fakat Cosette’in korkusu kısa sürdü. Gece bizi korkutan şey, gündüzleri meraklandırır. «Bakalım!» diye söylendi. Epey büyük olan taşı kaldırdı. Altında mektup gibi bir şey var­ dı. Bu beyaz kâğıtlı bir zarftı. Cosette hemen zarfı aldı, üstünde adres yoktu, zarfın arka tarafı da mühürsüzdü. Fakat yarı açık zarf boş değildi. İçinde kâğıtlar vardı. Cosette kâğıtları çıkardı, artık korkmadığı gibi, merak da et­ miyordu, fakat ansızın içi daralmış, kaygılanmış gibiydi. 894

Cosette zarftan kâğıtları çıkardı. Bu her sayfası numaralı kü­ çük bir defterdi. Genç kız yazının çok ince ve epey güzel oldu­ ğunu fark etti. Cosette isim aradı; yoktu, bir imza, boşuna, o da yoktu. Peki bunlar kime yazılmıştı? Herhalde kendineydi. Gizemli bir el def­ teri bu sıranın üstüne bıraktığına göre, başkasına olamazdı. Evet ama kimden geliyordu? Cosette karşı konmaz bir çekime kapılmıştı. Bir ara ellerinde titreyen bu kâğıtlardan, gözlerini almak iste­ di. Göklere, sokağa, güneşin parlattığı akasyalara, yandaki bir damda uçuşan kumrulara baktı ve sonra bakışlarını elindekilere çevirdi. İçindekileri öğrenmesinin gerekli olduğunu düşündü. İşte yazılanlar: 4 TAŞIN ALTINDAKİ AŞK Tek bir canlıda dünyanın özeti, tek bir canlının Tanrı’ya yak­ laşmaya çalışması; aşk budur. Aşk, meleklerin yıldızlara yolladığı mektuplardır. Aşk için üzülen bir ruh, ne çok üzgündür. Bütün dünyayı kaplayan yaratığın olmayışı, ne derin bir boş­ luktur. Sevilenin ilahlaştığı inkâr edilemez bir şey. Tanrı yaratma­ yı ruh ve ruhu da aşk için yapmasa, Tanrı’nın aşkı kıskandığı or­ taya çıkardı. Beyaz kordonlu bir şapkadan görünen gülüş, ruhun hayale­ vine giriş bileti oldu. Tanrı her şeyin arkasındadır, fakat her şey Tanrı’yı gizler. Eş­ yalar siyah, yaratıklar ifadesiz. Birini sevmek onu şeffaflaştır­ maktır. 895

Dualara benzeyen düşünceler vardır, bazen, bedenin duruşu ne olursa olsun, ruh diz çökmüştür. Ayrı kalan sevgililerin vakit geçirme yolları vardır. Onların bu­ luşmalarına, birbirlerine yazmalarına engel olunur değil mi? Ne fark eder, onlar yine de haberleşmek için sayısız yol bulurlar. Kuş sesleri, çiçek kokuları, çocukların gülüşleri, güneşin ışığı, rüzgârın esmesi, yıldız ışınları, bütün doğa onların yine de ha­ berleşmelerine yardım eder. Niye olmasın? Tanrı’nın bütün eserleri aşkın buyruğundadır. Aşk bütün doğaya mesajlarını ile­ tecek ölçüde güçlüdür. Ey ilkbahar, sen benim ona yolladığım bir mektupsun! Gelecek, akılda değil, yürektedir. Sevmek; işte sonsuzluğu dolduracak biricik şey. Sonsuz için de bitmezlik gerekir. Aşk ruhun parçasıdır. O da ruh gibi yapıdadır, ilahi bir kıvıl­ cımdan doğan aşk bozulmaz, görünmez ve ölmez. Aşk yüreği­ mizde bulunan, ölmeyen ve sonsuz bir ateştir. Bunu hiçbir şey kısıtlayamaz ve hiç kimse söndüremez. Bunun ta iliklerimize de­ ğin yandığını hisseder, göklere kadar parladığını görürüz. Ey aşk, ey yakarış! Uzlaşan iki ruhun, birleşen yüreklerin bir­ birlerinin ta içine giren iki bakışın tutkusu... Ah mutluluklar, yine geleceksiniz değil mi? Yalnızlıkta o ikili gezintiler, ilahi ve ışıklı günler. Zaman zaman meleklerin hayatlarından kopan ve insa­ noğlunun kaderini delip geçen saatleri hayal ettim. Sevenler için, bitimsiz bir süreden daha eşsiz mutluluk ola­ maz. Aşk dolu bir hayattan sonra, yine aşk dolu bir enginlik. Bu aslında fazladan bir mutluluk olurdu. Fakat aşkın kişiye sağladı­ ğı mutluluğa Tanrı bile katkıda bulunamaz. O cennetin, aşk insa­ nın bütünlüğüdür. İki şey için bir yıldıza bakarız, epey ışıltılı, parlak ve sır yük­ 896

lü olduğundan. Oysa yanımızda daha ışıklı ve daha sırlı bir pırıl­ tı vardır: Kadın. Ne olursak olalım, nefes almadan yaşamayız, boğulur gide­ riz. Aşk mahrumiyeti sonucu ölmek ne hazin, bu da ruhun soluk­ suz kalıp boğulması sayılır değil mi? İki canlı aşkın meleksi ve ilahi varlığında birleşip eridikten sonra, hayatın sırrını buldular sayılır. Onlar artık aynı kaderin iki­ li bitişi sayılır. Aynı ruhun iki kanadı, mutlu ol ve göklerde süzül. Bir gün, önünüzden bir kadın yürürken ışığını hissedecek olursanız, yandınız!.. Artık seviyorsunuz. Tek yapacağınız sade­ ce onu düşünmek ve böylece onun da sizi düşünmesini sağla­ mak olacaktır. Aşkla başlayanı sadece Tanrı tamamlar. Gerçek aşk kaybedilen bir eldiven ya da bulunan bir mendil­ le üzülür veya sevinir, özveriyi ve umudu için onun sonsuza ihti­ yacı olur. O hem yücelikten, hem de en küçükten oluşur. Eğer taşsanız mıknatıs olun, bitkiyseniz hisli olun, insansanız âşık olun. Aşka hiçbir şey yetmez. Mutluluğa sahip olan, enginleri ister, göklerde olan cenneti. Birbirini sevenler, bütün bunları aşk kap­ sar, aramayı bilin. Aşk gökyüzünde olan bir şeye sahiptir, düşün­ ceye dalmaya ve daha fazlasına: Tutkulara. Gönlümün sultanı hâlâ o parka geliyor mu? Hayır, efendim. Pazarları bu kiliseye mi gider? Hayır, artık gelmiyor. Sürekli bu evde mi oturuyor? Başka yere taşındı. Nereye gitti? Söylemedi. Ah, ruhunun adresini kaybetmek, ne de korkunç! 897

Aşkın çocuklukları vardır, ama diğer tutkuların sıradanlaştığı olur. Kişiyi küçülten tutkular yok olsun, yaşasın insanı çocuklaş­ tıran aşk! Ne garip biliyor musunuz? Artık ben karanlıklardayım, o gi­ derken ışığımı da yanında götürdü. Ah onunla el ele, aynı kabirde yan yana yatabilmek, bazen karanlıklarda birbirimizin parmağını okşayabilmek, bu bana ye­ terdi. Sevdiğimiz için mi üzülüyorsunuz? Daha fazla sevin, aşktan ölmek yaşamak gibidir. Seviniz, bu azaba katılan ışıklı bir değişimdir. Can çekişme­ de bile sarhoşluk vardır. Kuşların mutluluğu: yuvaları olduğu için sürekli öterler. Aşk, cennet havasının ilahi soluğudur. Derin duygulara sahip olan içtenlikli bilge ruhlar, insanı Tan­ rı’nın var ettiği gibi kabullenin. Bu uzun bir deneme, gizemli bir kaderin gerçekdışı hazırlanışıdır. Bu kader, bu gerçek kader, in­ sanoğlu için mezarın ilk merdiveninde başlar. O zaman kendisi­ ne bir şey görünür ve o da bu «son»u tercih etmeyi bilir. «Son» Bu kelimeyi iyice düşünün, yaşayanlar sonsuzu görür, ama «son» sadece ölülere özgüdür. Sadece bedenleri, şekilleri, gö­ rüntüleri sevenlere yazıklar olsun. Ölüm ondan her şeyi çekip alacaktır. Ruhları sevin, sevin ki ölümün ötesinde bile onlara ka­ vuşasınız. » Geçen gün sokakta epey yoksul bir delikanlı gördüm, fakat o âşıktı. Kasketi eskiydi, giysisi yıpranmıştı, ayakkabıları delikti, fakat ruhu yıldızlar gibi ışıklar saçıyordu. 898

Ah ne güzeldir, sevilmek, fakat daha iyisi sevmektir. Tutku yüreğin cesur olmasına neden olur. Yürek artık iyice temizlen­ miştir, en yükseklere uzanır. Bir buzulda, bir ısırganın yeşerme­ yeceği gibi, böyle bir yürekte gereksiz bir düşünce filizlenmez. Yüksek ve huzurlu ruh, sıradan tutku ve heyecanları barındır­ maz. O bu dünyanın, bulut ve gölgelerinin üstünde delilikleri, ya­ lanları, kinleri, tutkuları ve yoksullukları geride bırakarak, gökle­ rin mavisinde yaşar. Dağ doruklarında depremler nasıl duyul­ mazsa, o da artık kaderin derin ve gizli sarsıntılarını duymaz. Sevenler olmasa, güneş hiç doğmazdı. 5 COSETTE VE MEKTUP Cosette bu satırları okurken, usulca kendinden geçip, hayal­ leri daldı. Son satırı okuduğunda, bakışlarını kaldırdı, o alımlı subay (onun geçeceği saatti) gururla parmaklığın önünden geç­ ti. Cosette onu mide bulandırıcı buldu. Tekrar defteri incelemeye başladı. Cosette yazıyı çok işlek buldu, aynı el, fakat farklı mürekkepler kullanılmıştı. Mürekkep zaman zaman fazla siyahtı, zaman zaman da içine su katılmış gibi silikleşiyordu. Demek bu yazılar, birkaç günün eseriydi. Dü­ zensizce kâğıda karalanan bir düşünce, bir iç çekiş... Cosette şimdiye dek böyle bir şey okumamıştı. El yazılarıyla dolu bu satırlarda, karanlık değil, aydınlıklar görüyor ve bunu, kapısı aralı duran bir tapınağa benziyordu. Bu sır küpü satırla­ rın her biri, onun gözlerinin önünde parlıyor ve ruhunu alışılma­ dık bir ışıkla aydınlatıyordu. Aldığı eğitimde ona sürekli ruhtan söz edilmiş, fakat hiçbir zaman aşktan söz edilmemişti. Tıpkı kibritten söz edip de aleve ilişilmemesi gibi. Oysa on beş beş sayfa tutan el yazısı, ona birden bire aşkı, acıyı, kaderi, hayatı, sonsuzluğu, her şeyin başını ve sonunu açıklıyordu. Açılan ve bir avuç ışık yayan bir el gibi. O, bu satırlarda tutkulu bir kişilik, 899

ateşli, eliaçık ve namuslu bir genç, ilahi bir irade, engin bir acı, yine bitimsiz bir umut, daralmış bir kalp ve çiçeklenmiş bir sar­ hoşluğun izini seçti. Bu el yazıları ne anlama geliyordu? Bir mektup. Adressiz, tarihsiz, isimsiz ve imzasız bir mektup. Ger­ çeklerden oluşan bir sır, bir meleğin taşıyabileceği bir aşk iletisi, dünyanın dışında verilen bir buluşma yeri, bir hayalden, bir göl­ geye geçen bir aşk mektubu. Bu kimliği meçhul adam, sakin ve huzurlu, ölüme sığınmaya ve sevdiğine, göremediğine kaderin sırrını, hayatın anahtarını, aşka göndermek istemişti. Bunu kaleme alanın, bir ayağı mezar­ da ve bir parmağı göklerde olmalıydı. Bir kâğıda dökülen bu ke­ limeler, ruh damlaları gibiydi. Evet ama bunları kim yollamıştı? Bunları kim yazmıştı? Cosette bir an bile bocalamadı. Tek bir erkek: O!

Derken aklında bir ışık parladı, her şeyi belirgince gördü. Ta­ rifsiz bir sevinç ve derin bir kaygı duydu. Evet işte, kendisine ya­ zan o idi. Burada olan da o. Kolunu parmaklıklar arasından uza­ tıp kâğıtları oturağın üzerine, taşın altına bırakmıştı. O kendisini bulmuştu. Cosette, onu unutmuştu o sırada. Evet ama sahiden unutmuş muydu? Hayır, kesinlikle. Bunu düşünmek bile delilik. Bunu nasıl düşünebilmişti ki? Cosette de onu sürekli sevmiş, ona hep tapmıştı. Evet gerçi bir zaman için ateşi küllenmişti, fa­ kat gizli gizli daha da derinlerde yanan bu ateş, tekrar alevlen­ miş ve onu da yakıyordu. Bu defter onun ruhundan kendi ruhu­ na akan bir kıvılcımdı ve Cosette yangının başladığını hissedi­ yordu. El yazılarındaki her kelime, onun ruhuna işliyordu. «Evet evet,» diye söyleniyordu. «Bütün bunları nasıl da an­ ladım, ben bunları onun gözlerinden okumuştum.» Üçüncü kez sayfaları okuyup bitirmişti. Teğmen Theodule’ün yine parmaklığın önünden mahmuz sesleriyle geçtiğini duydu. Cosette başını kaldırdı. Onu ahmak, küstah, sersem, mide bu­ landırıcı ve epey çirkin buldu. Onun kendisine gülümsediğini görünce, hemen başını çevir­ di. O aptalın başına hemen bir şey fırlatabilirdi. 900

Cosette koşarak içeri girdi. Odasına çıktı ve o yazıları bir da­ ha okuyabilmek için odasına kapandı, okumak ve ezberlemek için. Defalarca okuduktan sonra zarfı öpüp koynuna attı. Cosette en büyük aşka, meleksi bir aşka gidiyordu. «Cen­ net» ona bir uçurum açmıştı. Cosette o günü rüya gibi yaşadı. Düşünemiyordu bile. Aklı karışmıştı. Hiçbir sonuca ulaşamıyor, titreyerek umutlanıyordu. Fakat neyi umuyordu? Belli belirsiz şeyler. Hiçbir şeye inanmak istemediği gibi, kendisini hiçbir şeyden mahrum etmek de iste­ miyordu. Yüzü giderek soluyor, bedeni ürperiyordu. Çoğu za­ man, kendisini bir hayal dünyasına girmiş sanıyor ve kendisine: «Bütün bunlar doğru mu?» diye sorup koynundaki mektuba do­ kunuyordu. Kâğıdın etine battığını hissediyordu. Jean Valjean o anda onu görmüş olsa, onun gözbebeklerinden yayılan bu son­ suz sevinçle titrerdi. Cosette belki yüzüncü kez: «Evet evet,» diyordu, «bu o! bun­ ları yazan o.» Bunu bir tansık gibi değerlendiriyordu. Herhalde, meleklerin yardımıyla ona tekrar kavuşmuştu. Ah aşkın o insanı değiştirmesi, ey düşler! Bu ilahi tesadüf, meleklerin iyiliğine neden olan ve bir hırsızın başka bir hırsıza Charlemagne avlusundan, La Force Cezaevinin damlarının üs­ tünden Aslanlar Çukuruna fırlattığı bir hamur topağından başka bir şey değildi. 6 YAŞLILAR EN UYGUN VAKİTLERDE SOKAĞA ÇIKARAK İYİLİK EDERLER Karanlık olunca Jean Valjean her zaman yaptığı gibi dolaş­ maya çıktı. Cosette de süslenip püslendi. Saçlarına yeni bir şe­ kil verip, kendisine en uygun biçimde taradı. Dekolte yakalı, bağ­ rını ortada bırakan bir elbise giydi. Aslında bir genç kız için, bu ağır tuvalet yine de güzeldi. Cosette niye böyle süslendiğini bil­ miyordu. 901

Dışarı çıkmayı mı istiyordu? Hayır. Bir ziyaretçi mi bekliyordu? Hayır. Gün batımında bahçeye çıktı. Hizmetçi kadın, arka avluyu gören mutfakta bulaşık yıkıyordu. Cosette eliyle yüzüne değen dalları aralayıp, ağaçlar altında yürümeye koyuldu. Böylece taş oturağa yaklaştı. O irice taş yerindeydi. Genç kız oturdu ve pamuk gibi ellerini, okşamak ve ona te­ şekkür etmek istercesine taşın üstüne koydu. Derken tuhaf bir duyguya kapıldı. Biri arkasında duruyormuş gibi geldi ona. Başını çevirip doğruldu: O’ydu! O... Başı açıktı. Solgun ve zayıflamış gibiydi. Alacakaranlık­ ta onun siyah elbisesi belli belirsiz seçiliyordu. Gün batımı, onun o hoş alnını ve gözlerini karanlığa boğmuştu. Belirsizce, onda ölümden ve geceden bir şeylerin varlığı seziliyordu. Yüzü, biten gün ışığıyla uzaklaşmak isteyen bir ruhun düşüncesiyle aydın­ lanmıştı. O bir hayalet gibi görünse de, erkek değildi. Şapkasını birkaç adım berideki çalıların üstüne atmıştı. Bayılacak gibi olan Cosette bağırmadı, sadece birkaç adım geriledi. Çünkü ona doğru çekildiğini hissediyordu. Oysa o kımıl­ tısızdı. Genç kız o görmediği gözlerin kendisine tarifsiz bir hü­ zünle baktığını hissetti. Kız gerilerken, önüne çıkan bir ağaca yaslandı. O olmasa dü­ şerdi. İşte o zaman onun sesini duydu, şimdiye dek hiç duyma­ dığı sesini, yaprak hışırdamaları arasından yükselen o ses, şöy­ le fısıldıyordu: «Özür dilerim, geldim, yüreğim dolu, artık daha uzun yaşaya­ mayacağımı anladım ve geldim. Size derdimi dökmek istiyorum. Bankın üzerine bıraktıklarımı aldınız mı? Beni tanıdınız mı? Benden korkmayın, uzun zaman geçti, bana baktığınız o günü 902

hatırlıyor musunuz? Parkta, o yontunun altında, bir de babanı­ zın kolunda önümden geçtiğiniz gün, 16 Haziran ve 2 Temmuz... Hayli zaman oldu neredeyse, bir yıl kadar. Uzun zamandır sizi gördüğüm yok. Sizi o sandalye kiralayan kadına sordum, artık parka uğramadığınızı söyledi. Batı Sokağında bir binanın üçün­ cü katındaydınız. Bakın nasıl biliyorum? Ben ardınız sıra geli­ yordum. Başka ne yapabilirdim? Apansız kayboldunuz. Bir kez sizin geçtiğinizi görür gibi oldum, Odeon kemerleri altında gaze­ te okuyordum. Koştum fakat siz değildiniz. Bu sizin şapkanıza benzeyen şapka giyen biriymiş. Geceleri buraya geliyorum. Korkmayın beni gören yok. Pencerelerinize yakından bakmaya geliyorum. Size ayak seslerimi duyurmamak için ağır adımlarla yürüyorum, çünkü sizi korkutabileceğimi düşündüm. Geçen ge­ ce arkanızdaydım, siz başınızı çevirir çevirmez, hızla kaçtım. Yi­ ne bir akşam şarkı söylediğinizi duydum, ne kadar sevindim. Panjur gerisinden sizin şarkılarınızı dinlememi dert etmezsiniz, değil mi? Bunun size bir zararı dokunmaz değil mi? Çünkü siz benim meleğimsiniz. Size bir parça sokulmama izin verin. Sanı­ rım aşktan öleceğim. Ah bilseniz sizi nasıl seviyorum ben. Ba­ ğışlayın beni, sizinle konuşuyor, neler söylediğimi de biliyorum, belki sizi öfkelendiriyorum. Bana kızmıyorsunuz değil mi?» Cosette: «Anneciğim!» diye fısıldadı. Sanki ölüyormuş gibi, yere serildi. Marius onu yakaladı, yoksa düşecekti. Onu kollarına aldı ve ne yaptığını bilmeden bağrına bastı. Kendisi de titrediği halde, yine de onu tutuyordu. Uçuyor gibiydi. Bir yandan ilahi bir şey yaptığını düşünüyor, bir yandan, günaha girmekten korkuyordu. Aslında şu olağanüstü kıza karşı hiçbir heves duymuyor, onu ölesiye seviyordu. Cosette onun elini tutup göğsünün üstüne götürdü. Marius hışırdayan mektubunu hissetti, kekeler gibi: «Yoksa beni seviyor musunuz?» diye sordu. «Bunu biliyorsun...» 903

Cosette soluk gibi kısık bir sesle konuşmuştu. Kızaran yüzünü genç adamın bağrına gömdü. Marius gurur­ lanmış ve sarhoşa dönmüştü. Birlikte hemen yanlarındaki sıraya oturdular. Artık konuşmu­ yorlardı. Yıldızlar çıkmaya başlamıştı. Dudakları nasıl birleşti, Tanrı bilir. Bu öpüşme kuşların cıvıltısı, karların erimesi, güllerin açması, doğan günün kararan ufukları aydınlatması gibi, kendi­ liğinden oluvermişti. Sadece bir öpücük, olancası bu. Ansızın ikisi de titreyerek karanlıkta parlak gözlerle bakıştılar. Ne gecenin serinliğini, ne taşın katılığını, ne nemli toprağı, ne otları fark ettiler, hiçbir ses duymuyorlardı. Bakışıyorlardı ve kalpleri çeşitli düşüncelerle doluydu. Yine nasıl olduğunu bilme­ den el ele tutuşmuşlardı. Genç kız, ona bahçeye nasıl girdiğini sormadı, onun yanında olması kendisine çok alışıldık geliyordu. Arada bir Marius’ün dizi, Cosette’in dizine değiyordu ve ikisi de ürperiyorlardı. Usulca açıldılar, konuşmaya başladılar. Birbirlerine içlerini döktüler. Başlarının üstündeki gece kusursuz ve sakindi. Ruh­ lar kadar lekesiz bu iki genç birbirlerine açıldılar, hayallerini, sarhoşluklarını, korkularını anlattılar. Öteden birbirlerini nasıl taparcasına sevdiklerini, birbirlerini görmemekten gelen acıyı, üzüntüyü dile getirdiler. Henüz çocuk sayılan bu gençler, saf ve rahat, en içten duygularını birbirlerine anlattılar. Bu iki ruh birbi­ rine aktı, karıştı, o kadar ki bir saat sonra genç adam, genç kı­ zın ruhunu almış ve genç kız da delikanlının ruhunu. Birbirleri­ nin ruhlarına girip, bundan eşsiz mutluluk duydular, gözleri ka­ maştı. Konuşmaları bittiğinde, söylenecek her şeyi söyledikten son­ ra, genç kız başını onun omuzuna koyup sordu: «İsminiz ne?» «Marius; sizinki?» «Cosette.»

904

ALTINCI KİTAP HAŞARI GAVROCHE 1 RÜZGÂRIN SEVİMSİZ ŞAKASI 1823 yılından beri, hancıların meyhanesi giderek yoksullaşıp iflasa sürüklendiğinden bu yana kendilerine iki çocuk daha gel­ mişti. İki erkek çocuk. Böylece tam beş çocukları oluyordu. İkisi kız, üçü erkek. Bu kadarı onlar gibi yoksul bir aile için fazla sa­ yılırdı. Hancılar o son doğan iki çocuklarından, talih eseri hemen kurtulmuşlardı. Üstelik, onlar henüz bebekken. Kurtulmuşlardı kelimesini kullanabiliriz, çünkü hancı kadında epey tuhaf bir eğilim vardı. Aslında bu da az rastlanmayan bir şeydi. Örneğin Meraşal de La Mothe-Houdancourt gibi, hancı kadın sadece kızları için anneydi. Anneliği onlarla biterdi. İnsanlara beslediği kin, oğullarında başlıyordu. Oğullarına gelince, alçaklı­ ğı güçlü bir duruma gelirdi. Onlar kalbinde zorlu bir virajdı. Daha önceleri gördüğümüz gibi o büyük oğlundan da nefret ediyordu, fakat o sonradan gelenlerden neredeyse iğrendi. Neden? Çün­ kü tartışma gerektirmez bir nedenle bu kadın şöyle diyordu: «Bir etek dolusu çocukla, ne yapayım?» Hancıların bu en son oğullarından nasıl kurtulduklarını, da­ hası onları nasıl kullandıklarını anlatalım. 905

Birkaç bölüm önce kendisinden söz ettiğimiz şu güzel hiz­ metçi kız Magnon, iki çocuğuna Gillenormand’dan bir para ko­ parmayı başarmıştı. O zamanlar kadın Celestin Sokağında ya­ şıyordu, fakat otuz beş yıl önce kuşpalazı salgını bu mahalleyi kasıp kavurmuştu. Salgın Seine Nehri kıyısındaki mahallelerde başlamıştı. Salgın sırasında doktorlar, günümüzde «tentürdiyot» denilen ilacı geliştirdiler. Oysa o sıralarda onun yerine şap kulla­ nırlardı. İşte bu salgında Magnon kız, iki oğlunu aynı günde kay­ betti. Biri sabah, diğeri aynı günün akşamında... Bu, kadın için ani bir darbe oldu. Çocuklar anneleri için anamal gibiydi: Ayda seksen frank. Bu parayı Bay Gillenormand adına onun tahsilda­ rı düzenlice her ay verirdi. Çocuklar ölünce artık bu paraya da veda etmek gerekecekti. Magnon, buna bir çare aradı. Onun ya­ şadığı o yeraltı dünyasında herkes birbirini tanır ve sırlar hiç de sır olarak kalmazdı. Magnon’a, küçük yaşta iki erkek çocuk ge­ rekiyordu, hancıların hiç sevmediği, başlarından savmak istedi­ ği iki oğulları vardı. Üstelik talih eseri, aynı cinsiyette ve aynı yaşta çocuklar. Biri için iyi bir düzen, diğerleri için ise tam bir ya­ tırım. Hancının çocukları küçük Magnonlar’a dönüştüler. Kadın eski mahallesinden ayrılarak Clocheperce Sokağında bir eve ta­ şındı. Paris’te insanın kimliği bir sokaktan diğerine geçince kay­ bolur. Hiçbir şeyden haberi olmayan nüfus dairesi, belge filan iste­ medi. Bu değiş-tokuş çok basit bir şekilde gerçekleşti. Fakat o cin hancılar çocuklarını beleşe vermiyordu, onlar için ayda on frank istedi. Magnon buna evet dedi ve hatta hemen ödedi. Bu arada Mösyö Gillenormand her ay oğulları sandığı çocuklar için seksen frank göndermeyi sürdürüyordu. Her altı ayda bir, sözde, oğullarını ziyarete gelirdi. Değişimi ruhu bile duymadı. Magnon, adama iltifatlar yağdırırdı: «Bakın efendim, çocuklar giderek size benziyorlar.» Bu arada kılık değiştirmekte uzmanlaşan Hancı adını değiş­ tirmiş, Jondrette olmuştu. Büyük kızlar ve Gavroche iki küçük kardeşlerinin varlığını belli belirsiz biliyordu. Sefaletin bu en alt 906

katmanında olanlar, ahmakça bir kayıtsızlıkla yaşarlar ve yara­ tıkları kurtçuk gibi görürler. Yaşamlarının karanlığındaki bu göl­ geler belirsiz gölgelere benzer, bir görünüp bir kaybolur. Oğullarını Magnon’a teslim eden hancı kadın, aynı günün ak­ şamı, vicdanının rahatsız olduğunu hisseder gibi olmuş ve eşi­ ne: «Evet ama, biz çocuklarımızı başımızdan savdık gibi,» de­ mişti. Bilmiş Thénardier, ağırbaşlı bir tavır takınmış ve karısının içi­ ni rahatlatmak için şöyle demişti: «Jean Jacques Rousseau daha da kötüsünü yapmadı mı?» Karısı bu kez ürkerek: «Peki ama ya polis öğrenirse bunu? Dinle beni, bu yaptığı­ mız pek doğru sayılmaz, ne dersin?» Adam onu susturdu: «Her şey kitabına uygun. Kimsenin ruhu bile duymaz. Hem beş kuruşu olmayan çocuklarla kim ilgilenir ki?» Magnon, kanunsuzlar sınıfının süsüydü. Güzel ve inceydi. Parasının çoğunu giyimine harcardı, havalı ama yine de sefil evini, kendisi gibi günahkâr bir kadınla, Fransızlaşmış usta bir İngiliz hırsız kızla paylaşıyordu. Sonradan Parisli geçinen bu İn­ giliz’in, epey paralı tanıdıkları vardı. Madalyalı görevliler ve tiyat­ rocu Matmazel Mars ile ilişkisi olan bu suçlu kadın, daha sonra polis dosyalarına «Matmazel Miss» olarak geçecekti. Magnon kızın evine alınan o iki çocuk yaşamlarından mem­ nundu. Pek de kötü kalpli olmayan Magnon, seksen frank geti­ ren bu çocuklar iyi kötü besler ve epey iyi giydirirdi. Hatta onları «beyefendiler» gibi yetiştirdi. Aslında çocuklar için bu analık, kendi annelerininkinden daha iyiydi. Magnon kız kibarlık budala­ sı olduğu için, bir hanımefendi gibi davranır ve çocukların önün­ de kaba sözlerle konuşmazdı. Böylece birkaç yıl gelip geçti. Hancı halinden hoşnuttu. Yine o on franklık parayı almaya geldiği bir gün, Magnona: «Babalarının artık onları eğitme vakti geldi,» dedi. 907

Sonra hemen çocuklarının şansı döndü ve o güne kadar, kö­ tü kaderlerinden uzakta yaşayan bu yavrular, birden hayata atıl­ dılar ve kendilerini korumak zorunda kaldılar. Tehlikeli suçluların yığınlar halinde yaşamaları, bu toplum dö­ küntüleri için bir felaket, ama toplum için temizliktir, tıpkı hancı­ ların o sıkıntı verici inlerinde olduğu gibi. Çoğu zaman böylesi fe­ laketlerin birbirleriyle ilişkileri bulunur. İşte hancıların tutuklan­ maları, Magnon ile suçortağı o Matmazel Miss’in yakalanmaları­ na neden olacaktı. Magnon’un, Eponine’e cezaevinden gelen ve Plumet Soka­ ğıyla ilgili notu vermesinden birkaç gün sonra Cloc-Heperce So­ kağında ani bir arama başlatıldı. Magnon’la Matmazel Miss ya­ kalandılar. Kuşku çeken tüm bina sakinleri bu tuzağa düştü. Bu sırada, yukarıda değindiğimiz o küçük çocuklar arka avluda oy­ nuyorlardı. Bundan dolayı polisin aramasından haberleri olmadı. Baskın onları kapsamamıştı, fakat içeri girdiklerinde evi ve yaşa­ dıkları odaları fazla buldular. Sokağın tam karşısındaki bir ayak­ kabı tamircisi çocukları çağırdı ve annelerinden bir haber iletti. Kadın, çocuklara bir pusula bırakmıştı. Bu pusulada Mösyö Gil­ lenormand’dan, parayı getiren o tahsildarın adresi yazılıydı. Mösyö Barge, Tahsildar, Sicilya Kralı Sokak, No: 8. Ayakkabıcı, çocuklara annelerinin artık burada olmadığını ve kendilerinin de bu adrese gitmek zorunda olduklarını söyledi. «Artık burada yaşamıyorsunuz, oraya gidin. Hemen yakında, soldan ikinci sokak. Şu pusulada adres var.» Çocuklar perişandı. Büyük oğlan küçüğün elini tuttu. Bera­ berce yürüdüler. Büyük oğlan üşüyordu, soğuktan donan par­ makları kâğıdı iyi tutamadı ve tam sapaktan dönerlerken, ani bir rüzgâr çocuğun elindeki kâğıdı uzaklara attı. Hava kararmıştı, çocuk bir daha o kâğıdı bulamadı. Nereye gideceklerini bilemeyen çocuklar başıboş dolaşmaya başladılar. Bu arada karanlık çökmüştü.

908

2 NAPOLEON'DAN YARDIM ALAN KÜÇÜK GAVROCHE İlkbahar, insanı sadece üşütmekle kalmayıp, neredeyse don­ duran buz gibi kuzey rüzgârları da getirir. En güzel günlerin key­ fini bozan bu fena rüzgârlar iyi ısınmış bir odayı hemen soğutan ve iyi kapanmamış bir kapı ya da pencereden giren cereyanı an­ dırır. Sanki bahar gününde bile, o sıkıntılı kışların kapısı aralan­ mış gibi içeri rüzgâr girer. 1832 yılında, bu zamanın en güçlü salgını Avrupa’da başla­ dı. O yılın ilkbaharında, bu karayel daha da dondurucu olmuştu. O zaman aralanan kış mevsiminin kapısı değil, daha lanetli bir kapıydı: Mezar kapısı. Bu karayelde koleranın nefesi vardı. Meteoroloji için, bu soğuk rüzgâr, epey güçlü elektriksel geri­ limler içerdiğinden, çoğu zaman gök gürültülü ve şimşekli fırtına­ ların kopmasına yol açardı. Yine bu rüzgârların epey şiddetle estiği bir akşam, geç vakit­ te şehir sakinleri yeniden paltolarına sarılmışlardı, sanki ocak ayı geri gelmiş gibiydi. İşte böyle bir akşamda, pılı pırtılar içinde neşeyle dolaşan Küçük Gavroche, Orme-Saint-Gervais Mahal­ lesinde bir berber dükkânının önünde durmuş, beğenen gözleri­ ni vitrine dikmişti. Boynuna atkı gibi nereden bulduğu belirsiz yünlü bir kadın şalı sarmıştı. Küçük Gavroche, berberin camının arkasında ağır ağır dönen bir gelin başını beğeniyle izliyordu. İyi taralı saçları ve portakal çiçekleriyle süslü bu balmumundan ya­ pılma gelin başı, gelip geçenlere şen gülüşünü sunuyordu. Fa­ kat gerçek daha farklı, çocuğun niyeti ise bambaşkaydı. O yine dükkânın önündeki vitrinde duran bir sabunu yürütüp yürüteme­ yeceğini düşünüyordu. Yandaki bir aralıktan elini sokup alacağı bu sabunu, şehir dışı yerlerdeki bir berbere bir meteliğe okutabi­ lirdi. Çocuk çoğu zaman bu kokulu sabunlarla öğle yemeklerini sağlardı. Çok iyi yaptığı bu işe bir isim bulmuştu: «Berber tıra­ şı.» Bir yandan gelin başına beğeniyle bakıp, göz ucuyla sabunu 909

izleyen hergele, dişleri arasında bir şeyler söylüyordu: Salı. Ha­ yır, salı değildi. Fakat salı da olabilirdi. Evet salıydı. Bu monoloğun asıl anlamını kimsecikler bilemezdi. Fakat kim bilir, bununla son yemek yediği günü erekliyorsa, tam üç gün geçmişti, çünkü o gün cumaydı. İyi yanan bir sobayla epeyce sıcak dükkânında bir müşterisi­ ni tıraş eden berber, göz ucuyla şu donmuş, ama bilmiş yüzlü yumurcağa bakıyordu. Elleri cebindeki küçük düşmanın, aklında bir fenalık olduğundan neredeyse emindi. Gavroche gelin başını ve Winsdor sabunlarını izlerken, biri daha büyük, diğeri daha küçük epey iyi giyimli iki çocuk el ele dükkânın kapı tokmağını çevirip ürke çekine içeri girdiler. Ço­ cuklardan biri yedi, diğeri beş yaşlarında kadardı. Bir ricadan çok bir inlemeye benzeyen ve yakınan bir sesle, berberden bir şey istediler, kim bilir belki yardım, belki de bir sadaka. Çocukla­ rın ikisi de aynı anda konuştuklarından sözleri iyi anlaşılmıyor­ du, küçük hıçkırıyor, büyüğü ise dişlerini takırdatıyordu. Berber, yüzünde müthiş bir ifadeyle onlara döndü ve elinde­ ki usturayı sallayarak sol eliyle büyük oğlanı ve diziyle küçüğü iterek, onları dışarı attı ve kapısını kapatıp işine döndü. «İnsanı boş yere üşütmenin ne anlamı var!» diye söylendi. Çocuklar ağlayarak yürümeyi sürdürdüler, bu arada bir bulut gelmiş ve yağmur başlamıştı. Küçük Gavroche koşarak onlara yaklaştı: «Derdiniz nedir, çocuklar?» Büyük oğlan burnunu çekerek: «Nerede kalacağımızı bilemiyoruz,» dedi. Gavroche: «Bunun için mi ağlıyorsunuz? Ne iş be, bu da dert mi? Ola­ cak şey değil! Ne aptal çocuklar!» Üstünlüğünü alayla gizleyip sevecen bir koruma ifadesi ta­ kındı: «Haydi, benimle gelin!» Büyük oğlan: «Peki efendim,» dedi. 910

Çocuklar bir piskoposun ardı sıra gider gibi onun ardından yürüdüler, ağlamayı bırakmışlardı. Gavroche bir yandan yürüyor, beri yandan da berber dükkâ­ nına öfkeli bakışlar atıyordu: «Şu ahmak suratlı berber de ne vicdansızmış! İngiliz bozun­ tusu!» Onları, art arda bir dizi halinde yürüdüklerini gören şapkasız bir kız çınlayan bir kahkaha attı. Bu gülüşü yürüyenler adına epey saygısızcaydı. «Merhaba Matmazel Omnibüs,» diye sataştı Gavroche ona. Daha sonra tekrar berberi düşünerek: «Demin onu ahmağa benzeterek yanıldım; o bir yılan. Hey perukçu, ben bir çilingir bulmaya gidiyorum, kuyruğuna bir çıngı­ rak taktıracağım.» Berbere öfkelenmişti, bir çamurdan atlarken, elinde süpürge­ si ve Brocken’de Faust’a rastlaması beklenen, bıyıklı ve sakallı bir kapıcı kadına da şöyle sataştı: «Hey Madam, atınızla mı çıktınız?» Sonra oradan geçen bir adamın parlak çizmelerini çamurladı. Adam epey öfkelenmişti: «Hergele!» diye haykırdı. Gavroche boynundaki atkıdan, yüzünü çıkarıp: «Mösyönün bir şikâyeti mi var?» diye sordu. «Evet, senden şikâyetçiyim,» dedi beriki. Gavroche güldü: «Şikâyet ofisi kapandı, şikâyet kabul etmiyoruz.» Bu arada yokuş yoldan geçerken, bir konağın kapısında pılı pırtı içinde dilenci bir kız gördü. Kızın kısalan eteği dizlerini orta­ da bırakıyordu. Kız artık bacaklarını böyle gösterecek yaşta de­ ğildi, on üç, on dört yaşında olmalıydı. İşte büyümenin acı cilve­ leri. Çıplaklığın elverişsiz olduğu yaşta eteklik boyu kısalır. Gavroche ona acıyan gözlerle bakıp: «Zavallı kız! Donu bile yok. Haydi al da, şunu örtün.» Boynunu ısıtan o yün atkıyı kızın soğuktan morarmış cılız omuzlarına attı ve atkı tekrar şala dönüştü. 911

Küçük kız ona afallayarak baktı ve şalı teşekkür etmeden ka­ bullendi. Yoksulluğun bu döneminde insan, artık sızlanmayı bıraktığı gibi, kendisine edilen iyilik için teşekkür etmeyi de unutur. Bu işi de yapan Gavroche, soğuktan dişlerini tıkırdattı: «Brr...» Aziz Martin’den(*) bile daha bonkör davranmıştı. Martin, en azından dilenciye üstlüğünün yarısını vermiş, di­ ğer yarısını kendisine saklamıştı. Çocuk soğuktan «brr» der demez, sağanak şiddetlendi. Şu alçak yağmurlar, sanki iyilik edenleri cezalandırır. Gavroche bağırdı: «Bu da ne! Yağmur tekrar başladı. Yüce Tanrım böyle gider­ se kuyruğu titretirim!» Gözlerini buluta çevirip, tehdit etti: «Sen de gününü göreceksin!» Tekrar yürümeye başlarken, şalına sarılmış olan dilenci kıza baktı: «Oh, en azından güzel tüyleri olan biri!..» Yeniden yürüdü, çocuklar da ardı sıra geliyorlardı. Tam o sırada demir çubukla sağlamlaştırılmış bir dükkânın önünden geçiyorlardı. Burası fırıncıydı. Artık ekmekleri de altın gibi demir kafesler gerisinde saklıyorlardı. Gavroche çocuklara dönerek: «Yemek yediniz mi?» Büyüğü yanıtladı: «Hayır efendim, sabahtan beri bir şey yemedik.» Gavroche havalı bir tavırla sordu: «Ya, demek sizin aileniz yok?» Zaman zaman bir düşünür gibi bilgelik taslayan Gavroche: (*) Aziz Martin: Dilenciye üstlüğünün yarısını verdikten sonra Tanrı onu ısıtmak için güneşi açtırır. Bizim «pastırma yazı» adını verdiğimiz döneme Fransız­ lar da «Aziz Martin Yazı» derler.

912

«Çoğu zaman bilmemek bilmekten daha iyi olur,» dedi. Büyük oğlan anlattı: «İki saattir yürüyoruz, direk altlarında, köşelerde bir şeyler arandık ama bulamadık.» Gavroche yine bilgeliğini gösterdi: «Bilirim, köpeklerden bize bir şey kalmaz ki.» Biraz susup ekledi: «Ya, demek ailemizi yitirdik, ne yapacağımızı da, onların ne­ rede olduklarını da bilmiyoruz. Fakat hayır, yaşlıları böyle kay­ betmek olmaz, yine de bazen oluyor işte.» Çocuklara soru bile sormadı, barınaksız olmak Gavroche için epey sıradan bir durumdu. Tam o sırada çocukluğun kaygısızlığına dönen büyük oğlan: «Olacak iş değil! Fakat annemiz bizi pazar duası için kilise­ ye, kutsanmış şimşir dalı almaya götüreceğine söz vermişti, na­ sıl unutur?» «Martaval,» dedi Gavroche. Büyük oğlan sürdürdü: «Annemiz Matmazel Miss’le oturur.» Gavroche buna da bir karşılık buldu: «Taş arabası.» Bu arada durmuş ve birkaç dakikadan beri pılı pırtısının bü­ tün ceplerini karıştırmaya başlamıştı. Sonra başını kaldırdı, mutlu görünmek istemişti, ama utkulu bir tavırla: «Haydi afacanlar sakinleşin bakalım, işte üçümüz için akşam yemeği.» Ceplerinin birinden bir metelik çıkarmıştı. Küçüklere düşünecek vakit bırakmadan, onları fırıncıya itti ve parasını tezgâhın üstüne atıp: «Beş santimlik ekmek,» dedi. Fırıncı, eline bir ekmekle bir bıçak aldı. Gavroche muhteşem bir sesle: «Üç parçaya ayır,» dedi ve aynı sesle ekledi: «Üç kişiyiz.» 913

Onları izleyen fırıncının kara ekmek çıkardığını gören Gav­ roche parmağını burnuna soktu ve enfiye çeken Büyük Frede­ ric’in(*) tavrıyla: «O da nesi,» diye söylendi. Gavroche’un bu sözünü Rusça ya Lehçe sanacak okurları­ mıza anlatalım. Bu, yabancı bir kelime değildi, sadece «que c’est ce que c’est que ça,»nin kısaltılmışıydı. «Ne olacak, ekmek, nefis bir şey, ama ikinci kalite bir ek­ mek.» Gavroche: «Fakat yine de kara ekmek,» dedi küçümseyen bir sesle. «Oysa ben şu yetimlere şölen veriyorum, beyaz ekmek birinci kalite.» Fırıncı, gülümsemesini bastıramadı ve bir yandan beyaz ek­ meği dilimlerken, beri yandan da onları da baştan ayağa süzdü, bakışlarında merhamet sezen Gavroche yine: «Hey fırıncı, bizim didiklenecek neyimiz var?» Üçünün boyu birbirlerine eklense bir buçuk metreyi zor bulur­ du. Ekmek kesilmişti, fırıncı parayı kasaya attı ve onlara: «Zıkkımlanın,» dedi. Çocuklar afallayarak baktılar. Gavroche gülmeye başladı: «Ah, nasıl da düşünemedim, bunlar henüz çok küçük, doğru dürüst konuşmayı pek bilmezler.» «Haydi, yiyin,» diye yineledi. Bu arada her birine irice birer dilim uzattı. Gavroche büyük oğlanı ilgiye daha yaraşır görmüş ve ona cesaret vermek istemişti, bu nedenle en büyük parçayı ona ver­ dikten sonra: «Haydi şunu midene yolla,» dedi. Kendisi en küçük parçayı aldı. (*) Büyük Frederic: Prusya Kralı; düşünür ve yazar Voltaire’i himaye etmiştir.

914

Zavallı çocuklar da Gavroche gibi epeyce açtılar. Ekmekleri­ ni yemeğe koyuldular. Bu arada dükkânda kalabalık ediyorlardı. Parasını alan fırıncı onlara aksice bakmaya başladı. Gavroche çocukları uyardı: «Haydi çıkalım.» Bastille tarafına doğru ilerlemeye başladılar. Işıklı bir dükkânın önünden geçtiklerinde, küçük oğlan bir boynuza iple asılı kurşun bir saati çıkarıp bakıyordu. «Al sana ahmak bir çocuk!» diye mırıldanan Gavroche, san­ ki kendi kendine konuşur gibi ekledi: «Benim çocuklarım olsa, onları çok daha iyi korurdum.» Tam o sırada, ekmeklerini yiyen çocuklar Ballets Sokağının köşesine gelmişti. Ta uzakta, karşıda, La Force Cezaevinin sı­ kıntı veren gölgesi yükseliyordu. Derken bir ses duyuldu: «Vay canına! Sen misin Gavroche?» «Hey! Merhaba Montparnasse!» Bir delikanlı Gavroche'ye yaklaşmıştı. Kılık değiştiren Mont­ parnasse mavi camlı gözlükler takmıştı, fakat Gavroche onu ta­ nımakta zorlanmadı. Gavroche onunla eğlendi: «Vay canına! Keten tohumu lapası rengi bir gömleğin var ve bir doktor gibi mavi gözlükler takmışsın. Epey cakalısın, emin ol.» Montparnasse parmaklarını dudaklarına atıp: «Sus,» dedi, «bu kadar bağırma!» Delikanlı, Gavroche’u sokağın daha karanlık bir köşesine çe­ kiştirdi. Küçükler el ele onları izliyorlardı. Bir binanın kapısında durdular, yağmurdan ve meraklı göz­ lerden uzaklardı. Montparnasse sordu: «Nereye gidiyoruz biliyor musun?» Gavroche: «Bunu bilmeyecek ne var,» diye yanıtladı, «ipe olmalı!» «Alayı bırak!» diyen Montparnasse ekledi: «Babet’le buluşacağım.» Gavroche meraklanmıştı, sordu: «Kızın adı Babet ha?» 915

Montparnasse başını eğdi: «Babet karı değil, erkek.» «Ha! Şu bizim Babet mi?» «Evet, o.» «Ben onu damda sanıyordum.» «Tüydü,» dedi Montparnasse. Gavroche’a olayı özetleyerek anlattı. Aynı günün sabahı Conciergerie Cezaevine nakledilen Babet, mahkeme koridorun­ dan geçerken, sağa sapacağına, sola sapıp gardiyanı şaşırtmış ve tüymeyi başarmıştı. Gavroche, hırsızın becerisine hayran kaldı: «Bravo, kıyak iş yapmış!» dedi. Montparnasse, Babet’in kaçışına dair birkaç ayrıntı daha ver­ dikten sonra şunları ekledi: «Hepsi bu kadar da değil...» Delikanlıyı dinleyen Gavroche, bir ara onun elindeki bastonu almıştı. Birden bastonun kulpunu çekti, bir kamanın ucu parladı. Çocuk kamayı ona uzatıp: «İnanılır gibi değil! Demek kılık değiştiren jandarmanı da ya­ nına aldın, ha?» Montparnasse göz kırptı. Gavroche tekrar sordu: «Vay canına! Demek zarbolarla başın belada?» Montparnasse umursamaz bir sesle: «Bilinmez, çıkarken şişimi hep yanıma alırım, ne olur ne ol­ maz.» Gavroche üsteleyerek: «Bu gece ne yapmak istiyorsun?» Montparnasse heceleri yutarak: «Bazı işler...» Sonra konuyu değiştirdi: «Hey laf arabası!» «Ne?» «Geçen akşam başıma garip bir şey geldi. Tenha bir mahal­ lede bir kodamana rastladım, bana bir öğüt ve bir cüzdan verdi. Cüzdanı cebe indirdim. Bir dakika sonra baktım, yerinde yok. Buhar olup gitmişti.» 916

Gavroche, «Öğüt hariç,» dedi. Montparnasse sordu: «Peki sen nereye gidiyorsun?» Gavroche, koruduğu çocukları gösterdi: «Şu haylazları uyumaya götürüyorum.» «Nerede uyutacaksın?» «Evimde.» «Ya, demek evin var ha?» «Evet, oturduğum bir yer var.» «Peki nerede oturuyorsun?» «Filin içinde.» Montparnasse kolay kolay şaşırmazdı, fakat yine de şaşır­ maktan alamadı kendini, sordu: «Filin içinde mi? Ne fili?» Gavroche alaylı bir kahkahayla: «Evet filin içinde,» diye üsteledi. «Kekeça.» Bu da onun uydurması ve hiçbir dilde bulunmayan bir keli­ meydi, «neden olmasın» demekti. Afacanın bu ağırbaşlı yorumu Montparnasse’ın aklını başına getirdi. Çocuğun evine karşı saygı duymaya başladı, tekrar sor­ du: «Rahatın nasıl orada?» «Çok iyi! Keyfim yerinde. O köprüaltları gibi rüzgârlı değil, çok sıcak.» «Peki oraya nasıl giriyorsun?» «Giriyorum işte...» Montparnasse sordu: «Demek bir delik var?» «Var ya, ama kimseye söyleme, sonra rahatım bozulur. Filin ön bacaklarının arasında, polisler bunu fark etmediler.» «Ya, demek oraya tırmanıyorsun, evet anladım.» «Bir el çabukluğu, okus pokus, iş tamam. Orada kendi başı­ ma kalıyorum.» Bir sessizlikten sonra ekledi: 917

«Ama şu küçükler için bir merdiven bulacağım.» Montparnasse gülmeye başladı: «Bunları da nereden buldun?» Gavroche çok sıradan bir şeyden söz eder gibi: «Bunlar bana bir berberin hediyesi,» dedi. Montparnasse düşünmeye koyuldu: «Evet ama, sen beni hemen tanıdın,» diye mırıldandı, cebin­ den pamuğa sarılı iki tüy çıkardı ve bunları burun deliklerine tık­ tı. Burun biçimi iyice değişmişti. Gavroche: «işte bu seni değiştirdi,» dedi. «Daha az çirkinsin.» Montparnasse alımlı delikanlıydı, fakat Gavroche eğlenmeyi severdi. Montparnasse sordu: «Makarayı bırak, beni nasıl buluyorsun böyle?» Sesi bile farklı çıkmıştı, Montparnasse çarçabuk tanınmaz hale gelmişti. Gavroche bağırdı: «Haydi bize kukla oynat.» O zamana değin parmaklarını burunlarına sokmaktan başka iş yapmayan çocuklar, kukla sözünü duyunca yaklaştılar ve Montprnasse’a sevinçle ve beğeniyle baktılar. Ama Montparnasse kaygılı gibiydi, kelimeleri vurgulayarak: «Dinle çocuğum,» dedi, «eğer köpeğim, kamam ve karımla beraber olsam ve bana bir metelik verseydiniz, severek yapar­ dım, ama karnavalda değiliz ki.» Bu tuhaf cümle yumurcakta farklı bir etki bıraktı. Hemen ba­ şını çevirdi ve parlayan gözlerle çevresini taradı, tam karşıların­ da kendilerine sırt çeviren bir polis gördü. Gavroche: «iyi ya,» derken hemen dilini ısırdı ve Montparnass’la el sıkışıp: «Haydi, iyi geceler, ben filime gidiyorum. Eğer bir gece benim yapacağım bir şey çıkarsa, beni orada bulursun. Ben girişteyim kapıcı yok. Bay Gavroche’u sorarsın.» «Tamam,» dedi Montparnasse. Ayrıldılar. Delikanlı Greve Meydanına, Gavroche da Bastil­ le’e doğru gitti. 918

Ağabeyinin elinden tutup sürüdüğü beş yaşlarındaki çocuk, birkaç kez «kukla»yı görmek için başını çevirdi. Montparnasse, Gavroche’a bir polisin varlığını haber vermek için büyülü bir cümle(*) kurmuştu. Farklı biçimlerde kullanılan bu cümlede yinelenen bir hece: «Dikkat edelim, rahat konuşama­ yız,» demekti. Hem Montparnasse’ın cümlesindeki o edebi gü­ zellik Gavroche’un dikkatinden kaçmamıştı. Moliere’in tiyatro oyunları yazdığı ve Callot’nun resimler çiz­ diği yıllarda palyaçoların epeyce kullandığı argo kelimelerdi bun­ lar. Yirmi yıl öncesine değin, Bastille’in, güneydoğusundaki eski zindan kalenin hendeğinin içine kazılmış kanalın havuzunun ya­ nında tuhaf bir anıt yükselirdi. Bu iz bırakmaya layık bir anıttı: «Mısır Ordusu Başkomutanının bir yapıtıydı. Aslında bu anıt değil, maket sayılırdı. Napoleon’un olağanüs­ tü bir düşüncesinden doğan bu anıt, tarihsel bir değer kazanmış­ tı. Rüzgârdan bazı bölümleri parçalanan bu anıt yine de görkem­ li görünüyordu. Bu, kırk ayak yüksekliğinde, bir fildi. Tahta ve çi­ mentodan yapılmış filin tam sırtında, zamanında herhangi bir boyacının yeşile boyadığı ufak bir evcik oturtulmuştu. Yağmur ve kar sonucu bu evcik, artık simsiyah haldeydi. Bu tenha alan­ da, dev gibi hayvanın kocaman alnı, hortumu, dişleri, kulesi ve o epey geniş böğrü, direklere benzeyen o devasa ayaklarıyla yıl­ dızlı göklerde, şaşırtıcı ve korkunç bir gölge oluşturmuştu. Bu anıtın ne anlama geldiğini bilen yoktu. Sözüm ona, halkın gücünün simgesiydi. Simsiyah, devasa bir yığındı. Bastille’in o görünmez hayaletinin yanında, ayakta dikilmiş, gizemli bir gü­ cün hayaletiydi. Çok az izleyici gelirdi burayı görmeye, gelip geçenler bile ar­ tık onunla ilgilenmezdi. Yıkılıyordu, her mevsim sıvaları dökülü­ yor ve bağrında derin yaralar açılıyordu. Asillerin dedikleri gibi, «belediyeciler» de 1814’ten beri unutmuşlardı onu. O bir köşe­ (*) Mon dogue ma dague ma digue: Köpeğim, bıçağım, karım.

919

de kederli, hasta, yıkık haldeydi. Sarhoş arabacıların kirlettiği bir tahta korkulukla çevrilmişti. Karnında yarıklar vardı, kuyruğun­ dan bir tahta parçası sarkıyordu. Bacakları arasında otlar yeşer­ mişti. Büyük şehirlerde toprak zamanla yükseldiğinden, fil de bir çukura gömülmüş gibiydi. Herkes tarafından küçümseniyor, fa­ kat aynı zamanda da muhteşem manzarasını sürdürüyordu. Kenterlerin çirkin bulduğu bu heykel bir bilgeye hüzün verirdi. Onda temizlenecek bir çöplükle kellesi uçurulacak bir ihtişam ifadesi vardı. Gece manzara değişirdi. Gece, karanlık olan her şeyin dos­ tudur. Gün batımıyla eski filin de manzarası değişir, sakin ve kor­ kunç bir görüntüye bürünürdü. Geçmişe ait olan bu fil gecelerin de malı sayılırdı ve bu karanlık onun ihtişamını çoğaltıyordu. Bu sade, bodur, ağır, neredeyse biçimsiz, fakat yine de vah­ şi bir güzelliğe sahip bu anıt, artık yok. Tıpkı kenterliğin feodali­ teyi yenmesi gibi. Dokuz kuleli bu karanlık kalenin yerini süslü bir soba aldı. Bir kazanın güçlendirdiği bir sobanın bir dönemi simgelemesi çok alışıldık bir şeydir ama bu da geçer, çünkü bir kazanda güç varsa, bir beyinde daha üstün bir etki yapacağının anlaşılacağı gün yakındır. Yani dünyayı sürükleyenin lokomotif­ ler değil de, düşünceler olduğu yakında belirlenecek. Evet loko­ motifleri düşüncelere koşun, ama binicinin yerine atı koymayın. Her neyse, biz Bastille Meydanına geri dönelim. Filin mimarı çimento ve sıvayla yüce bir şey yaratmıştı; soba borusunun mi­ marı tunçtan daha küçük bir şey yaptı. Fiyakalı bir isim verdikleri ve Temmuz Sütunu denilen bu so­ ba borusu, yarım kalmış bir devrimin anıtı sayılan bu anıt, 1832 yılında, ahşap bir iskeletle kaplanmıştı, etrafındaki tahtalar fili iyice yalnız bırakıyordu. Gavroche yanındakileri, uzaktaki bir sokak feneriyle bir par­ ça aydınlanmış olan bu file doğru sürükledi. Burada bir parantez açalım, gerçekten söz ediyoruz, yirmi yıl önce, ceza mahkemeleri serserilik ve ulusal bir anıtın tahrip edil­ mosi suçuyla Bastille’deki filde yatan bir çocuğu tutuklamıştı. 920

Öykümüzü sürdürelim: Dev filin yanına vardıklarında, Gavroche çocukların bu gör­ kemden etkilendiklerini görerek onları rahatlatmak istedi: «Hey afacanlar, sakın korkmayın.» Daha sonra çitin bir deliğinden girdi ve çocuklara da yardım etti. Korkan çocuklar tek kelime etmeden onu izliyorlardı. Kendi­ lerine ekmek yediren ve gece için barınak sözü veren bu kurta­ rıcıya bırakmışlardı kendilerini. Tahta parmaklık boyunca yere yatık bir merdiven duruyordu. Bu yakın bir inşaattaki işçilerin bıraktıkları bir merdivendi. Gav­ roche merdiveni kaptı ve onu filin bacaklarından birine dayadı. Merdivenin baş tarafına yakın bir delik vardı. Gavroche küçük arkadaşlarına merdiveni göstererek: «Haydi tırmanın ve içeri girin,» dedi. Çocuklar korkuyla birbirlerine baktılar. Gavroche: «Yoksa korkuyor musunuz?» diye sordu. Sonra ekledi: «Deneyin, çok kolay.» Filin kalın bacağına yapıştı ve çarçabuk merdiveni kullanma­ ya gerek görmeden o kocaman deliğe vardı. Bir deliğe süzülen yılan gibi içeri süzüldü. Bir dakika sonra çocuklar gölgeler ara­ sında onun solgun yüzünü gördüler. «Haydi,» diye seslendi, «haydi, siz de çıkın çocuklar, ne bek­ liyorsunuz? Bakın burası ne rahat...» Sonra, büyük olana ses­ lendi: «Haydi, önce sen tırman, korkma, ben sana yardım ederim.» Çocuklar birbirlerini dirseklediler. Yumurcaktan korkmuşlardı. Fakat yine de ona güveniyorlardı. Hem yağmur da şiddetlenmiş­ ti. Büyük oğlan, çıkmaya davrandı, küçük olan filin ayaklarının arasında yalnızdı, ağlamamak için kendisini zor tuttu. Ağabeyi sendeleyerek merdivenleri çıktı. Bu arada Gavroche ona cesaret vermeye çalışıyordu. Öğrencilerini cesaretlendiren bir eskrim hocası ya da katırlarını sürmek isteyen bir katırcı gibi: «Haydi, korkma, bravo!» 921

«Oluyor, devam et.» «Ayağını şuraya koy.» «Elini uzat.» «Oluyor, tamam.» Çocuk kendisine yaklaşınca bir hamlede onu koltuğunun al­ tından tutup kendisine çekti: «İşte, başardın.» Çocuk file tırmanmış ve delikten içeri girmişti. Gavroche ona: «Haydi artık, beni bekle,» dedi. «Lütfen salona buyrunuz.» Delikten süzülerek çıktı ve bir maymun gibi aşağı indi. Otla­ rın üzerine, küçük oğlanın yanına atladı. Beş yaşındaki çocuğu belinden tutup, merdivenin ortasına dikti, bir yandan onun ardın­ dan tırmanırken, yukarıdaki büyük oğlana şöyle seslendi: «Ben onu arkadan iteceğim, sen de elini uzat ve yukarı çek tamam mı?» Kısa bir an sonra, küçük de çıktı, yarı itilmiş, yarı çekilmişti. Çocuk neye uğradığını bilemeden, kendisini ‘ev’de buldu. Gav­ roche da bir tekmeyle merdiveni otların üzerine attı ve el çırpıp şöyle haykırdı: «İşte geldik, yaşasın General Lafayette!» Bu sevinç gösterisinden sonra ekledi: «Hey afacanlar, artık evimdesiniz.» Sahiden Gavroche kendi evindeydi. Ey gereksizin umulmayacak gerekliliği, yüce davranışların iyi sonu, imparatorun bir düşüncesiyle oluşan bu anıt, bir sokak ço­ cuğuna yuva olmuştu. Fil yumurcağı kabullenmiş ve barındır­ mıştı. Pazar gezmesine çıkan kenterler Bastille’deki o filin önün­ den geçerek, o pörtlek gözlerini ona diker ve aralarında konu­ şurlardı: «Şu anıt neye yarıyor ki?» Neye olacak, karlı kış gece­ lerinde, burası kimsesiz çocukları barındırmaya yarardı. Pılı pır­ tı içinde, karınları aç bu zavallı çocuklar çamurlarda uyuyup ateşlenmekten, karda yatıp donmaktan kurtulurlardı burada. Toplumun ittiği bir günahsızı bağrına basıyor, toplumun suçunu hafifletmeye yarıyordu. Bu fil, bütün kapılar kendilerine kapalı 922

olanların kulübesiydi. Bu eski, aşınmış fil, bu unutulmuş anıt, se­ fil böceklerin yaşadığı kabarcıklar, küf ve yosunla kaplı kurtye­ nikleri içindeki bu yıkıntı anıt, önünden geçenlerden insani bir bakışı bekleyen bu koca dilenci; çıplak ayak, parça parça giysi­ lerin içinde titreşen, başında bir dam olmayan, donan parmakla­ rını üfleyerek ısıtmaya çalışan bir başka dilenciye acımış, ona kucak açmıştı. İşte Bastille’deki bu fil anıtı, böyle bir şeye yarı­ yordu. insanların iğrentiyle baktıkları Napoleon’dan kalma bu anıtı Tanrı benimsemişti. Ünlü olmak için yükseltilen bu fil, artık epey yüceleşmişti. imparatorun düşlediği gibi somaki mermer, tunç demir altın kullanılacaktı burası için, oysa Tanrı sadece tahta kalas ve çi­ mentoyla yetinmişti. imparator bir dâhi imgesine kapılmış, hortu­ mu dikmiş ve dev fili yükseltirken halkın gücünü göstermek iste­ mişti, oysa Tanrı daha yüce bir olay yaratmış, burada bir çocu­ ğu konuk etmişti. Gavroche’un girdiği delik dışarıdan görünmeyen bir yarıktı. Filin tam karnının altındaki bu dar yarıktan sadece epey sıska bir çocuk ya da bir kedi geçebilirdi. Gavroche şen bir sesle: «Kapıcıya kimseyi kabul etmeyeceğimizi bildirelim,» diye ba­ ğırdı. İşbilir birinin ustalığıyla kaptığı bir tahta parçası ile deliği ka­ pattı. Gavroche karanlığa dalmıştı, çocuklar bir fosfor şişesine ba­ tırılan kibritin sesini duydular. O günlerde kimyasal kibrit henüz yoktu, Fumade çakmağı kullanırlardı. Ansız bir ışıkla gözlerini kırptılar. Gavroche «mahzen faresi» denilen reçineli bir fitilin ucunu yakmıştı. Bu kandil ışıktan çok, ortalığı bir tütsü kokusu yaymıştı. Fakat yine de, filin içini belli belirsiz aydınlatıyordu. Gavroche ve küçük ziyaretçileri, çevrelerine afallayarak bak­ tılar. Kocaman bir bira fıçısına kapatılmış birinin ya da balinanın karnındaki Yunus peygamberin hissine kapıldılar. Dev gibi bir beton ve ahşap kendilerini sarmıştı. Tepelerinde kahverengi ko­ 923

caman bir kiriş ve ondan oluşan belirli aralıkla bir omurgayı oluş­ turan kalın tahtalar iniyordu. İç organlarına benzeyen sıvadan sarkıtlar vardı, kaburgaların üstü örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Yer yer canlı görünen ve telaşla oradan oraya kaçışan kocaman, kara lekeler görünüyordu. Filden dökülen tahta ve sıva kalıntıları, zemini o kadar dol­ durmuştu ki, orada tahta bir tabanda yürür gibi yürünürdü. Küçük oğlan ağabeyine dayanıp kısık sesle: «Burası fazla karanlık,» dedi. Bu söz Gvroche’u öfkelendirdi. Çocukların dehşet içindeki hallerini görüp onları güçlendirmek için biraz azarlamayı denedi: «O da ne!» diye bağırdı, «neler duyuyorum? Aman Tanrım! Beyefendiler hoşlanmadılar mı? Yoksa, Tuilleries Sarayını mı is­ terdiniz? Bu ne kabalık böyle. Dinleyin, haberiniz olsun, ben ah­ maklardan değilim. Aman Tanrım, baksanıza yoksa sizler kendi­ nizi Papa’nın torunları falan mı sanıyorsunuz?» Korkanlara cesaret vermek için biraz çıkışmak iyi gelir. Bu onlara güven verir. Çocuklar Gavroche’a yaklaştılar. Onların bu yakınlıklarıyla İçlenen Gavroche, yumuşamayı denedi ve küçüğe tatlı bir sesle: «Aptal,» dedi, «dışarısı karanlık, yağmur yağıyor, burada yağmur yok, dışarısı soğuk, burada hiç rüzgâr yok. Dışarısı ka­ labalık, burada sadece bizler varız, ay ışığı bile girmez buraya, sadece benim kandilim, başka bir şey yok, odun kafalı.» Çocuklar içinde bulundukları yere daha rahatlamış gözlerle baktılar, ama Gavroche onlara fırsat vermedi. Onları odaya doğru itti. Orada yatağı vardı. Gavroche’un yatağı tamamdı, yani bir şiltesi, bir örtüsü, bir de cibinliği... Hasır bir şilte örtü, epey sıcak tutan kalın yünlü ku­ maştandı. Cibinliği de anlatalım. Filin karnında yükselen üç uzun sırık, ikisi önde biri arkada, tepede bir iple bağlı bu sırıklar, bir tür piramit oluşturmuşlardı. Bu üç sırık epey usturuplu yerleştirilmiş, telden kocaman bir ağ kafes gibi sırıkları içine almıştı. Aslında bu kafes, hayvanat bah­ 924

çelerinde kümeslerin önündeki tel örgüden başka bir şey değil­ di. Devasa bir taş, bu telleri yere saplayıp sağlamlaştırmıştı. Gavroche’un yatağı, bu tel ağda tıpkı bir kafese benziyordu. Bu daha çok bir Eskimo çadırı gibiydi. Perde yani cibinlik işlevini işte bu teller görüyordu. Gavroche kafesi tutan, yerdeki taşları biraz araladı, bir ara oluşturdu. Çocuklara: «Haydi çocuklar buraya emekleyerek gireceksiniz,» dedi. Çocukları dikkatle kafesin içine soktu ve sonra kendisi de sü­ rünerek girdi, taşları birleştirdi ve açığı kapattı. Üçü de hasırın üstüne uzanmışlardı. Üçü de epey küçük olmalarına rağmen, yine de bu kafes için­ de ayakta duramazlardı. Gavroche kandilini elinde tutuyordu. «Haydi artık yatın,» dedi. «Mumu söndüreceğim.» Çocuklardan büyüğü tel örgüyü işaret ederek sordu: «Efendim, bu ne için?» Gavroche ağırbaşlıca anlattı: «Farelerden korunmak için,» dedi. Sonra çocuklara anlatma gereğini düşünüp ekledi: «Bu tel kafesi Hayvanat Bahçesi’nden yürüttüm. Yabani hay­ vanları ayırmaya yarar, bundan epeyce var. Duvara tırmanıp bahçeye atlamak yeter, istediğin kadar alırsın.» Bir yandan konuşuyor, bir yandan da küçük oğlanı örtüye sa­ rıyordu. Çocuk rahat rahat göğüs geçirdi: «Oh ne hoş, sıcacık,» diye mırıldandı. Gavroche o kalın gümüş renkli örtüye sevinerek baktı: «Bunu da aynı yerden aldım,» dedi. «Bu örtüyü maymunla­ rın kafesinden aldım.» Daha sonra kardeşlerden büyüğüne, üzerinde yattıkları o epey güzel örülü hasırı göstererek: «Bunu da zürafaların yanından aldım,» diye ekledi. Bir anlık sessizlikten sonra sürdürdü: «Evet, bütün bunları hayvanlardan aldım, onlar bir şeyler de­ mesinler diye, bunları fil için aldığımı da söyledim.» Yine sustu ve ekledi: 925

«Duvardan atlar, devlete boş verirsin, işte olancası bu.» Çocuklar kendileri gibi hayta, kendileri gibi yetim, kendileri gi­ bi sıska yaratığa afallayarak ama saygıyla baktılar. Çocuk sefil görünmesine rağmen, onda çok güçlü bir şey vardı, onu olağa­ nüstü biri gibi görüyorlardı. Yüzünde ihtiyar bir palyaçonun yüz kırıştırmalarına benzeyen sevimli, cana yakın bir gülüş vardı. Cesur, işbilir, güçlü bir yaratıktı o. Çocukların büyüğü ürkerek: «Polisten korkmaz mısınız, efendim?» diye sordu. «Hey çocuk, polis deme zarbo de!» Küçük oğlan etrafına büyümüş gözlerle bakıyor, fakat konuş­ muyordu. Ağabeyi ortada yattığı için Gavroche yorganı kayan çocuğun üstünü bir ana sevecenliğiyle örttü ve pılı pırtılardan bir yastık yaparak çocuğun başının altına yerleştirdi. Sonra büyük olana döndü: «Hey nasıl, burası çok rahat değil mi?» Çocuk kurtulmuş bir meleğin baktığı gibi bakıp: «Ah, evet efendim,» dedi. Islanan çocuklar, henüz ısınmaya başlamışlardı. Gavroche sordu: «Hey, size rastladığımda, niye ağlıyordunuz öyle?» Daha sonra ağabeyine küçüğü gösterip: «Haydi o çok küçük, fakat senin gibi bir delikanlıya ağlamak yaraşır mı? Olacak iş değil, böğüren bir dana gibiydin.» Çocuk anlattı: «Evet, fakat gidecek yerimiz yoktu da ondan.» Gavroche aksilendi: «Öyle denmez yumurcak damaltı denir.» «Üstelik geceleyin yalnız kalmaktan epey korkmuştuk.» «Gece değil ‘zindan’ diyeceksin.» «Teşekkür ederim efendim,» diye yanıtladı çocuk. Gavroche onu rahatlatmak istedi: «Bana bak, artık öyle olur olmaz ağlama. Ben sizinle ilgileni­ rim. Ne çok eğleneceğiz göreceksiniz. Yazları benim bir arkada­ şımla Navet ile Glaciere’ye gider yüzeriz, sonra Austerlitz Köp­ 926

rüsünün üstünde trenlerin önünde çırılçıplak koşarız. Bilsen, ça­ maşırcı kadınlar buna ne çok kızarlar. Bağırırlar ellerini kollarını sallayıp, görsen ne komik olurlar. Daha sonra o iskelet adamı görmeye gideriz, o yurttaş bilsen, ne kadar zayıf. Daha sonra si­ zi tiyatroya götürürüm, Frederic Temaitre’in oyunlarını izlemeye gideriz. Bilet ayarlarım ben, oyuncuları iyi tanırım. Dahası bir ke­ resinde bir oyunda rol da aldım. Aynı boyda birkaç çocuk bir ör­ tü altında koşuyorduk, denize öykünmüş gibiydik. Size tiyatrom­ da rol verdirtirim. Vahşileri görmeye götürürüm. Gerçek vahşi değiller. Kıvrımlar oluşturan pembe mayoları vardır onların ve dirseklerinde beyaz dikişler görünür. Daha sonra, operaya gide­ riz. Parayla tutulan şakşakçılarla beraber gireriz oraya. Opera şakşakçılığı çok iyidir. Ben bulvar tiyatrolarında şakşakçılara ka­ tılmam, fakat operada iyi para veriyorlar. Dün yirmi meteliğe ka­ dar ödeyenler vardı, fakat aslında bunlar epey aptaldır, onlara miskinler denir... Daha sonra kellesi giyotinde uçurulanları izle­ meye gideriz. Size celladı gösteririm, Marais Sokağında oturur, Mösyö Sansan. Kapısında bir posta kutusu da var. Bilseniz ne çok eğleniriz!» Tam o sırada parmağına damlayan bir mum parçası Gavroc­ he’u hayatın gerçeklerine döndürdü. «Vay canına, fitil bitiyor, artık uyuyalım, aydınlanmak için ay­ da bir metelikten fazla veremem. Yatınca insan uyur. Bizim öyle paralı insanlar gibi Paul de Kock’ın romanlarını okuyacak hali­ miz yok. Üstelik filin çatlaklarından süzülen aydınlık dikkat çe­ ker, zarboları kuşkulandırmanın gereği yok.» Gavroche’la konuşmaya cesaret bulan büyük oğlan da fikrini söyledi: «Haklısınız, hem bir kıvılcım da hasıra düşse, evin yanması işten bile değil.» «Yanmak değil, ‘fitillemek’ diyeceksin.» Dışarıda fırtına iyice şiddetleniyordu. Gökgürültüsü ve filin üstüne düşen yağmur damlalarının sesi duyuluyordu. «Yağ yağmur, gönlünce yağ. Filin bacaklarından aşağı su kova­ 927

larının boşalması ne kadar neşelendiriyor beni. Şu kış da çok ena­ yi bir mevsim, malını boşa harcıyor. Bizi ıslatamadı ya, oh olsun, işte bu nedenle homur homur homurdanıyor, koca su hamalı.» Homurdanıyor demekle Gavroche gökgörültüsünü erekliyor­ du. XIX. yüzyıl felsefesini böylece özetlemişti. Sonra gözleri ka­ maştıran bir şimşek çaktı, o kadar ki, o yarıktan filin karnına bir parçası girdi. Aynı zamanda yıldırımın gümbürtüsü öyle yakın­ dan geldi ki, çocuklar korkudan çığlık attılar ve birden öyle bir ür­ perdiler ki, neredeyse o telleri koparacaklardı. Gavroche’un kılı kıpırdamamıştı, bilmiş yüzünü onlara çevir­ di ve gökgürültüsünden faydalanıp tiz bir kahkaha attı. «Ha, ha, ha... Sakin olun küçükler, binayı yıkmayalım. Bak ne güzel bir gökgürültüsü. Bravo Tanrım sana, emin ol tiyatroda­ ki kadar gösterişli oldu.» Bu sözlerden sonra tel kafesi tekrar düzeltti, çocukları yatırdı ve üstlerini iyice sarıp sarmaladıktan sonra: «Tanrı kandilini yaktığına göre, ben de bizim mumu söndüre­ yim bari. Hey çocuklar, artık uyumalısınız, uykusuzluk sağlığa epey zararlıdır. Yüksek sosyetede dedikleri gibi, dehlizin kötü kokmasına neden olur, yani nefesiniz kokar. Haydi şöyle rahat­ ça uzanın, ışığı söndürüyorum, rahatsınız değil mi?» Büyük oğlan: «Hem de nasıl!» diye yanıtladı, «başımın altında kuştüyü yastık var gibi.» Gavroche onu hemen eğitti: «Baş değil, ‘kütük’ diyeceksin.» İki kardeş birbirlerine sıkıca sarıldılar. Gavroche bir kez daha örtüyü onların çenelerine dek çektikten sonra yineledi: «Haydi, yatın artık.» Ve mumu üfledi. Henüz ışık sönmüştü ki, içinde bulundukları o tel kafeste bir sarsılma duyuldu. Teller üzerinden dişler geçiyormuş gibi tuhaf sesler yükseliyordu. Yığınla sürtünme sesi duyuldu, bu arada tiz sesler de yükseliyordu. Oğlanların küçüğü bu gürültüyü duyunca çok korktu, dirse­ 928

ğiyle ağabeyini dürttü. Fakat büyük çocuk Gavroche’un emrine uyarak uyumuştu bile, o zaman küçük oğlan daha fazla dayana­ madı ve Gavroche’a seslenecek cesareti gösterdi. Fakat yine de epey kısık sesli bir çağrıydı bu: «Efendim,» diye başladı. Tam o sırada gözlerini yuman Gavroche sordu: «Yine ne oldu?» «Bu gürültü de ne?» Gavroche yanıtladı: «Fareler.» Başını yine hasıra koydu. Filin içi farelerle doluydu, demin sözünü ettiğimiz o kocaman kara lekeler işte bu fareler yüzündendi. Kandil yandığı sürece, onlar deliklerinden çıkmayı göze alamamışlardı, fakat karanlık olduğunda, Masalcı Perrault’nun(*) «Taze et» diye adlandırdığı o kokuyu almışlardı. Sürüyle Gavroche’un çadırının altına koş­ muş, telleri kemirmeye başlamışlardı. Küçük oğlanı bir türlü uyku tutmuyordu, yine: «Şey, efendim?» «Yine ne oldu?» «Şu fare dediğiniz nasıl bir şey?» «Fare dediğin sıçandır.» Bu yanıt çocuğu biraz ferahlattı. O daha önce beyaz sıçanla­ rı görmüş ve onlardan fazla korkmamıştı, fakat yine: «Efendim?» «Ne oldu?» «Neden kedi almıyorsunuz?» Gavroche: «Bir kedi alıp buraya getirmiştim, fakat onu da yediler.» Bu ikinci açıklama birincinin avutan etkisini yok etti. Küçük oğlan tekrar titremeye başladı, Gavroche’la aralarında dördüncü konuşma başladı. (*) Perrault: Ünlü Fransız yazar.

929

«Şey, efendim...» «Ha, ne oldu?» «Kimi yediler?» «Kediyi.» «Kediyi kim yedi?» «Fareler.» «Yani sıçanlar mı?» «Evet, onlar.» Çocuk kediyi yiyen farelerden söz edildiğini ilk kez duyuyor­ du, epeyce sıkıntıyla sordu: «Yoksa bizi de yerler mi?» Gavroche: «Çatır çatır!» dedi. Çocuğun korkusu paniğe dönüşmüştü, fakat Gavroche onu yatıştırdı: «Kaygılanma, buraya giremezler, ben de buradayım hem, elimi tut. Sus ve uyu.» Gavroche kolunu uzatarak ortadaki ağabeyinin üzerinden kü­ çüğün elini tuttu. Çocuk bu ele sarılarak kendisini daha güvende hissetti. Cesaret ve gücün böyle sır dolu bir etkisi olur. Çevrele­ ri tekrar sessizleşmişti. Konuşma gürültüsü bir an için fareleri korkutup uzaklaştırdı, tekrar döndüklerinde üç çocuk da derin bir uykuya dalmışlardı. Gece saatleri geçti. O devasa Bastille karanlığa gömülmüş­ tü, sağanak yağan yağmuru kış rüzgârı üflüyor, karanlık yerleri arıyor ve sessizce filin önünden geçiriyordu. O hayalet, ayakta dikili, gözleri gölgelere açık, sanki ettiği iyiliğe sevinmiş gibi, dal­ mış karşısına bakıyor, kımıltısızca uyuyan üç yoksulu boşalan göklerden ve insanların alçaklıklarından koruyordu. Birazdan anlatacaklarımızı, anlayabilmek için okurun, o yıl­ larda Bastille karakolunun meydanın öte ucunda bulunduğunu bilmesi gerekir. İşte bu yüzden, filin çevresinde olup bitenler nö­ betçiler tarafından ne görülür, ne de duyulur. Ortalık ağarmadan hemen önce Saint-Antoine Sokağından 930

fırlayan bir adam koşarak meydandan geçti ve o Temmuz sütu­ nun çevresindeki tahta parmaklığın ta karnına dek süzüldü. Ge­ ce aydınlık olsa adamın yağmur altında kaldığı belli olurdu, sırıl­ sıklamdı. Orada dikildi ve tuhaf bir ses çıkardı. Hiçbir dilde bu­ lunmayan yalnızca bir dudukuşunun çıkarabileceği tuhaf çığlık: «Kirkikikiou!» Hemen yukarıdan genç ve şakrak bir ses duyuldu: «Buradayım.» Nihayet delik kapağı açıldı ve bir çocuk hemen filden yere at­ ladı. Çocuk Gavroche, adam ise Montparnasse’tı. Delikanlının deminki seslenişi, «Kirkikikiou» da herhalde Bay Gavroche evde mi anlamına geliyordu. Çocuk bu seslenişi du­ yar duymaz, sıçrayarak uyanmış ve hemen tel cibinliğinin altın­ dan çıkıp aşağıya inmişti. Gecenin karanlığında, delikanlı ve ço­ cuk usulca bakıştılar. Montparnasse sadece: «Sana ihtiyacımız var, bize yardım et,» dedi. Yumurcak başka açıklama beklemedi, o da kısaca: «Geliyorum,» dedi. İkisi de Saint-Antoine Sokağına yöneldiler. O saatte Hale mal getiren sebzecilerin arabaları arasından geçip yollarına gittiler. Salata ve sebze yağınlarına çömelmiş, henüz uykulu manav­ lar bu tuhaf yolculara bakmadılar bile. 3 KAÇIŞ HEYECANI Aynı gece La Force Cezaevinde şunlar oluyordu: Babet, Brujon, Gueulemer ve Hancı hepsi beraber bir firar planı hazırlamışlardı. Aslında Hancı hücredeydi, ancak Mont­ parnasse’ın çocuğa anlattığı gibi, kaçış planını Babet kendi ba­ şına yapmıştı. Montparnasse, dışarıdan kendilerine yardım edecekti. Bütün bir ay, kendi başına ceza odasında kapalı kalan Bru­ jon’un hem bir ip örmeye, hem de bir firar tasarısı hazırlamaya 931

vakti olacaktı. Cezaevinin disiplin suçlularını kapattığı bu oda eskiden dört taş duvar, bir tavan, taş zemin, portatif yatağı, ka­ fesli bir penceresi olan bir hücreydi. Buraya «Ceza odası» ismi verilmişti. Öğlene doğru birazcık aydınlanırdı. Ama bu odaya suçluları kapatmanın sakıncaları vardı. Tutuk­ lu çalışmadığı sürece burada epeyce düşünecek vakit bulurdu. İşte bizim şu Brujon da düşünmüş ve ceza odasından güzel­ ce örülü bir iple çıkmıştı. Kendisini Charlemagne Avlusu için epey tehlikeli buldukları için, «Batiment-Neuf»e (Yeni Bina)ya yerleştirdiler. Orada iki şey buldu: Gueulemer ve bir çivi. Gueulemer cina­ yet, çivi özgürlük. Brujon’a dair bir fikir verme vakti geldiği için, onu tanımlama­ mız gerekiyor. Hastalıklı ve yorgun görünmesine rağmen terbi­ yeli, akıllı ve hırsızdı. Bakışları okşayıcı, fakat gülümseyişi sert­ ti. Bakışını, istemi belirler, fakat gülümseyişi yapısından kaynak­ lanırdı. Uzmanlık eğitimini çatılar hakkında yapmıştı. Kiremit ve arduvaz kaplamada birinciydi. Bu işte o kadar beceri kazanmış­ tı ki, bu branşın en iyi işçileriyle yarışabilirdi. Bir firar girişimi için en elverişli zamandı. Çünkü tam o sırada kaplamacılar çatıları aktarıp, onarım yapıyor, eski kiremit ya da arduvazları yeniliyorlardı. Saint-Bernand avlusu artık, Charle­ magne ve Saint-Louis avlularından ayrılmış değildi. Yukarılarda tahta iskeleler, kurtuluşa açılan tahta merdivenler ve köprüler vardı. Köhnemiş ve çatlaklarla dolu Yeni Bina, cezaevinin güvenliği en zayıf yeriydi. Duvarların sıvaları o kadar döküktü ki, yatakha­ ne duvarlarını tahtayla kapatmak zorunda kalmışlardı. Çünkü tu­ tuklular uyurken, tavandan başlarına sıva parçaları dökülüyordu. Fakat binanın bunca yıkıntı olmasına rağmen, nedense en azılı haydutları, en uğursuz tutukluları, oraya kapatma yanlışını ya­ pıyorlardı. Cezaevi diliyle oraya «Ağır cezalı davalar» kapatılırdı. Yeni Bina art arda dört yatakhaneden ve «Havadar yer» is­ mini verdikleri bir çatı katından oluşurdu. Herhalde, eski «La 932

Force Dükleri»nin konaklarının mutfaklarından kalma bir ocak bacası, giriş katından çıkarak dört katı tırmanır ve bütün yatak­ haneleri ikiye bölüp yassı bir direk oluşturduktan sonra, çatıyı delerdi. Gueulemer ve Brujon, aynı koğuşta kalıyorlardı. Sözüm ona, tedbirli olma bahanesiyle onları alt kata yerleştirmişlerdi. Tesa­ düfen yataklarının baş yanlarını ocak bacasının direğine yasla­ mışlardı. Hancı ise, o değindiğimiz «Havalı Yer»de kalıyordu. Culture-Sainte-Catherine Sokağından geçen bir yaya, itfaye­ ciler kışlasını geçtikten sonra, hamamın kapısı önünde durur, çi­ çek ve ağaç fideleriyle dolu bir avlu görür. Bu avlunun sonunda, yeşil panjurların şenlendirdiği yuvarlak beyaz bir bahçe köşkünü görür ki, bu Jean Jacques Rousseau’nun düşlediği kır evine benzer. On yıl öncesine değin, bu iki kanatlı değirmi köşkün he­ men üzerinde simsiyah bir duvar yükselirdi. Evin yaslandığı bu kasvetli, devasa çıplak duvar La Force’un devriye karakolu du­ varıydı. Bu beyaz yuvarlak köşke yaslanmış görünen bu duvar, Berquin’in arkasından görülen Milton gibiydi. Epey yüksek olmasına rağmen yine de, bu duvarın hemen arkasından daha yüksek ve daha siyah bir çatı görünürdü. Bu da Batiment-Neuf’un damıydı. Burada çatıda büyük demir çu­ buklarla kapalı dört pencere vardı. Bunlar da Bel-Air’in pencere­ leriydi. çatıyı bir baca deliyordu, koğuşlardan geçen baca... Yeni Bina’nın çatı katı sayılan «Havalı Yer» kırma bir çatı ka­ tıydı. Devasa çivilerin parladığı ve sac kaplı simsiyah ve sağlam demir parmaklıklarla korunuyordu. Kuzey kapısından girildiğin­ de insan, solda dört pencereyi ve sağda pencerelerin hemen karşısında, epey geniş dörtköşe, birbirlerinden dar dehlizlerle ayrılmış dört kafes görürdü. Bu dört kafes çatıya kadar demir çu­ buklarla kapatılmıştı. 3 Şubat gecesinden beri Hancı Thénardier, hücrelerden biri­ ne kapatılmıştı. «Uyutucular» çetesinin ünlendirdiği ve Desrues 933

tarafından yapılan şaraptan bir şişeyi nasıl elde ettiği bir türlü açığa çıkarılamadı. Bu şaraba epey etkili bir uyku ilacı karıştırıl­ mıştı. Her cezaevinde, ihanet eden görevliler vardır. Bunlar biraz gardiyan, biraz suçlu olduklarından, kaçmak isteyenlere yardım­ cı olurlar. Görevine sadakatsizlik eden bu tür gardiyanlar ikitaraf­ lı çalışırlar. Gavroche’un o iki kimsesiz yavruyu koruduğu gece, Brujon ve Gueulemer usulca kalktılar ve ellerindeki çiviyle sessizce ya­ taklarının yaslandığı o ocak borusunu delmeye başladılar. O sa­ bah kaçan Babet’in Montparnasse’la beraber kendilerini sokak­ ta bekleyeceğini biliyorlardı. Sıvalar Brujon’un yatağının üstüne döküldüğü için hiç ses çıkmıyordu. Dışarıda kopan fırtına kapıların menteşelerini sarsı­ yor ve korkunç bir uğultu çıkartıyordu. Firariler için faydalı bir şeydi bu. Bazı tutuklular uyandı, fakat yine de uyumak için yat­ tılar ve Guelemer ile Brujon’un işine karışmadılar. Brujon işbilir; Gueulemer ise güçlüydü. Koğuşa açılan bir kafesli odada uya­ nan nöbetçi küçük bir ses duyuncaya değin duvar delinmişti bi­ le. Ocak geçildi, bacayı damdan ayıran o demir kafes kaldırıldı ve iki azılı hırsız, kendilerini çatıda buldular. Yağmur şiddetle ya­ ğıyor, rüzgâr esiyor ve çatı kayıyordu. Brujon: «Yüce Tanrım, sıvışmak için ne uygun bir gece,» dedi. Seksen ayak boyunda ve altı ayak eninde bir uçurum onları devriye duvarından ayırıyordu. Bu uçurumun altında bir nöbetçi­ nin tüfeğinin namlusunun parladığını gördüler. Demin bacanın demir çubuklarını bükmüşlerdi. Brujon’un hücrede ördüğü ipin bir ucunu oraya bağladılar, diğer ucunu duvardan geçirdiler ve ipe sarılarak çevik bir kayışla yakınlardaki o hamamın çatısına geçtiler. Vasistasını itip kordonunu çekip büyük kapıyı açtılar ve kendilerini sokakta buldular. Bütün bu kaçışı, yaklaşık kırk beş dakikada gerçekleştirmiş­ lerdi. 934

Birkaç dakika sonra, sokakta dolaşan Babet ile Montparnas­ se’a katıldılar. İpi kendilerine çekip bir parçasını çatıdaki bacaya bağlı bırak­ mışlardı. Ellerinin avuçlarının derisinin sıyrılmasından başka za­ rar görmemişlerdi. Kaçışı Hancı da duymuştu, bunun da nasıl olduğu bir türlü açıklanamadı. Fakat o uyumuyor, ortalığı kolluyordu. Thenardier, gecenin epey karanlık olmasına karşın, sabahın birinde, fırtınada pencerenin önünde geçen iki karartıyı seçti. İç­ lerinden biri, bir saniye kadar pencerenin önünde durdu; Bru­ jon’du. Hancı onu tanıdı ve anladı. Bu da ona yetti. Hancıyı çok suçlu bulmuşlardı; silahlı soygun, gasp ve cina­ yet suçundan dolayı devamlı gözaltındaydı. Her iki saatte bir değiştirilen bir nöbetçi, omuzunda tüfek, onun kapalı kaldığı ka­ fesin önünde dolaşırdı. Havalandırma bir duvar lambasıyla ay­ dınlattırdı. Tutuklunun ayaklarında elli libre ağırlığında zincirler vardı. Her gün, akşam üstü, saat dörtte ardında iki çoban köpe­ ği bulunan bir gardiyan (o zamanlar böyle yaparlardı) hücresi­ ne girer, yatağının yanına iki librelik bir kara ekmek, bir testi su ve içinde birkaç kurtlu fasulyenin yüzdüğü bir etsuyu çorbasını bırakırdı. Gardiyan onun zincirlerini inceler, demir çubukları elleriyle yoklar, sonra çekip giderdi. Bu köpekli adam, geceleyin de iki kez onu yoklamaya gelirdi. Thenardier ekmeğini duvara çivilemek ve sözüm ona fareler­ den korumak için demir civata alıkoyma iznini koparabilmişti. Thenardier’yi nasıl olsa gözetim altında tuttuklarından, bunda bir sakınca görmemişlerdi. Daha sonraları bir gardiyanın şöyle bir yorumunu hatırlayacaklardı: «Keşke ona tahta bir cıvata versey­ dik!» Sabah saat ikide nöbetçi değişti, ihtiyar askerin yerini, yeni askere alınan bir er aldı. Birkaç dakika sonra o köpekli adam yoklamasını bitirdi ve fazla bir şey fark etmedi. Sadece yeni nö­ betçinin toyluğu ve köylü tavırlarından dolayı bir şey dikkatini 935

çekmemişti, iki saat sonra, sabahın dördünde, nöbetçinin yerine bir başkası geldiğinde onu Hancının hücresi önüne bir kütük gi­ bi yığılı ve derin bir uykuda buldular. Thenardier kaçalı saatler olmuştu. Parçalanan zincirleri taşların üzerindeydi. Hücresinin tepesinde ve çatıda bir delik vardı. Yatağından bir tahta koparıl­ mıştı. Bu tahta bir daha bulunmadığına göre onu haydutun gö­ türdüğünü düşündüler. Yine hücrenin bir köşesinde yarısı boş bir şişe bulundu, bu da zavallı erin uyutulduğu uyku ilacı karıştırıl­ mış şarap olmalıydı. Erin süngüsü de yoktu. Bütün bunları buldukları sırada Hancının mutlaka kaçmış ol­ duğuna emin oldular. Evet, sahiden o artık Yeni Bina’da değildi. Fakat henüz tehlikeyi atlatmış da değildi. Firarını bitirebilmiş de­ ğildi. Yeni Bina’nın çatısına çıkan Hancı, Brujon’un ipinin bir parça­ sını buldu, ama yarıdan fazlası kopan bu ip epeyce kısaydı. O bununla Brujon ve Gueulemer’in yaptıkları gibi hamamın çatısı­ na kadar inemezdi. Baletler Sokağından Sicilya Kralı Sokağına sapıklığında, he­ men sağda tiksinç bir yapı vardı. Geçen yüzyıldan kalma bir ko­ nağın yarı yıkık duvarıydı burası. Bu harabe duvar, bitişik bina­ ların üçüncü katlarına değin yükselir. Buranın iki yıkık penceresi hâlâ durur. Orta pencere destek kirişlerine yerleşen kurt yenikle­ riyle dolu bir çatı merteğiyle örtülüdür. Önceleri bu pencereler, La Force devriye duvarının bir kısmı olan kasvetli bir duvara açı­ lırdı. Hancı, sabahın saat üçünde, bu yıkıntıların üstüne inebilmiş­ ti. Fakat oraya kadar nasıl inebildiğini de anlayan çıkmadı. Ha­ bire çakan şimşeğin kendisine yardımı ve zararı olmuştu. Dam aktaran işçilerin merdivenlerini kullanıp damdan dama, duvar­ dan duvara buraya değin gelebilmişti. Fakat Charlemagne avlusu binalarından Saint-Louis avlusu binalarına geçmek ve oradan da karakolun üstünden aşıp bu so­ kaktaki yıkık duvara varmak, o kadar kolay görünmüyordu. Ya­ tağından kopardığı o tahtayı bir köprü gibi kullanıp mı, buralara değin gelebilmişti. Bu da mümkün değil gibi görünüyordu, hem 936

La Force Cezaevinin duvarı düz değildi, inip çıkan, diş diş bir çizgi oluşturur, itfayeciler kışlasında alçalır, hamam binasında yükselirdi. Lumignon konağıyla Pavée Sokağında, eşyükseklik­ te değildi, yer yer de düz açılar ve gedikler vardı. Üstelik silahlı nöbetçiler gece karanlığında bile, kaçan adamın gölgesini seçe­ bilirlerdi. Bu nedenle, Hancının kullandığı yol akla ziyandı. Her iki yönden de kaçış imkânsız görünüyordu. İnsanın ruhunu ku­ rutan o özgürlük susuzluğundan uçurumları hendek, demir par­ maklıkları hasırdan çit, bir felçliden bir sporcu, bir topaldan bir kuş, ahmaklığı içgüdüye, içgüdüyü zekâya, zekâyı da dehaya tahvil eden bu olağanüstü güçten esinlenen bu adam kaçabil­ meyi başarmıştı. Bu çatıları nasıl geçmişti? Kaçışın tansıkları hemen anlaşılmaz. Kaçan insan esinlen­ miş biridir. Kaçağın sırrında yıldızlar parlar ve şimşekler çakar. Kurtuluş, uçmak gibi şaşırtıcıdır. Ondan söz ederken, «şu çatıyı geçmek için ne yaptı?» dediğimizde, bunu sormak Corneille(*) için «Ölseydi» kelimesini nasıl akletti, nasıl buldu demek gibi bir şey!.. Uzatmayalım, terden ve yağmurdan ıslanan Thénardier üstü başı lime lime, elleri kanlar içinde, dirsekleri kanamış, dizleri ya­ ralı, duvarın tepesine çıkmıştı. Kıpırdayacak hali kalmadığı için, oraya karınüstü serilmişti. Duvar, bitişik binanın üçüncü katının seviyesinde olduğundan, Thénardier hayli yükseklerdeydi. Ya­ nındaki ip de onun sokağa inmesini sağlamayacak ölçüde kısay­ dı. Orada yüzü bembeyaz, bitkin, acılar içinde, karanlığa bürülü bekliyordu. Birazdan sabah olacağını düşünmek kanını dondu­ ruyordu. Az sonra Saint-Paul Kilisesindeki çan kulesinden saat sabahın dördünü çalacaktı. Thénardier acılı gözlerini sokak fe­ nerlerindeki o uçuruma çevirmişti. Nemli ve karanlık kaldırım, ulaşmaya can attığı korkunç kaldırım, kendisi için ölüm ya da öz­ gürlük demekti. (*) Corneille: XVII. yüzyılda yaşamış, ünlü bir klasik oyun yazarı. «Ölseydi» ke­ limesi, Horace isimli eserinden alınmıştır.

937

Üç arkadaşının kaçmayı başarıp başarmadıklarını da kesin bilmiyordu, onu beklemişler miydi? Ona yardıma gelecekler miy­ di? Sade kulak kesilmiş, etrafı dinliyordu. Bir zaptiyeden başka kimsecikler görünmüyordu ortada. Montreuil, Charonne ve Vin­ cennes’den gelen bütün sebzeciler Saint-Antoine Sokağından geçerler. Saat dördü çaldı. Thénardier titredi. Birkaç saniye sonra, bir kaçağın bulunmasını izleyen o şamata patladı. Açılıp kapatılan kapıların gürültüleri, demir kapıların menteşe gıcırtıları, nöbetçi­ lerin gürültüsü, gardiyanların uğultulu seslenmeleri, avlularda vurulan süngülerin sesi, ona kadar geliyordu. Koğuşların pence­ relerinden süzülen ışıkları görüyordu. «Yeni Yapı»nın çatı ara­ sında bir meşale vardı. İlk kışladaki itfayecileri de çağırmışlardı. Meşalenin aydınlat­ tığı miğferli neferler, çatıların üzerinde dolaşıyorlardı. O sırada Hancı, Bastille tarafında göklerin solduğunu da se­ çer gibi oldu. Ama kendisi bir karıştan azıcık daha geniş bir duvarın üstün­ de, yağmur altında karınüstü yatmış, sağ ve solunda iki uçurum, hareket etmeye bile korkuyordu. Bir düşme ve yakalanma ihtimali, onun başını döndürüyordu. Beyni bir çancı gibi bu iki düşünce arasında kararsızdı: «Düşer­ sem ölürüm, kalırsam yakalanırım!» Bu işkenceyle bunaldığında, o karanlık sokaktan birinin du­ var boyunca süzüldüğünü gördü. Pavée Sokağı tarafından ge­ len bu adam, Hancının asılı bulunduğu o duvarın altında durdu. Hemen sonra bir başka adam da kendisine katıldı, o da aynı dik­ katle yürüyordu, derken bir üçüncü, sonra da bir dördüncü. Bu dört adam, birleştiklerinde, aralarında biri tahta perdenin kapısı­ nı mandalını kaldırdı ve aynı anda barakanın bulunduğu avluya girdiler. Hancının hemen altında duruyorlardı. Herhalde bu adamlar yoldan geçenlerdi ve nöbetçilerden korunmak için bura­ yı seçmişlerdi. Aslında La Force Cezaevinin kapıcısının kulübe­ sinden uzakta bulunmak için buraya sığınmışlardı. Neyse ki şid­ detli yağmur da kapıcıyı kulübesinin içinde tutuyordu. Onların 938

yüzlerini seçemeyen Hancı sözlerine kulak verdi. Artık mahvol­ duğunu bilen bir adamın acısına kapılmıştı. Thénardier birden umutlanır gibi oldu, adamlar argo konuşu­ yorlardı. Biri: «Tüyelim, ne avantamız var ki?» dedi. Beriki ona şöyle dedi: «Şeytanın ateşini bile söndürecek kadar yağmur var, ayna­ sızlar şıp demeden bizi yakalar. Şuracıkta bir nöbetçi var. Dama tıkılmadan topuklayalım. Hancının aklında bir ışık yandı, ilk adam konuşurken kullan­ mıştı, bu Şehir Kapısı bıçkınlarının argosuydu, diğeri ise bir baş­ ka kelimeyle Temple argosunu kullanmıştı. Thénardier göğüs geçirdi, şehir kapılarında sürekli dolaşan Brujon ile, bir zaman­ lar Temple cezaevinde kantincilik eden Babet’i konuşmalarından tanımıştı. Bu XVII. yüzyıl argosu sadece Temple civarında konu­ şulurdu. O anahtar kelimeyi söylemese Thénardier onu asla ta­ nıyamazdı, adam sesini bile değiştirmişti. Sonra bir diğer ses duyuldu: «Ne acelemiz var ki, birazcık bekleyelim. Kim bilir belki onun yardıma ihtiyacı olabilir?» Thénardier, bu temiz Fransızca konuşanı da tanıdı. Montpar­ nasse’tı, kibarlık budalası delikanlı, bütün argoları bilmesine rağmen, kullanmaz, bunu kendisine yakıştırmazdı. Dördüncü gölge sessizdi ama Hancı, onu o enli omuzlarından tanıdı, bu da Gueulemer olmalıydı. Brjuon telaşlı fakat yarım sesle: «Sen neler geveliyorsun ahbap, hancı kaçmayı beceremedi işte, o bu işlerden ne anlar acemi çaylak, gömleğini çarşafını yır­ tıp ip örmeyi, kapılarda delik açmayı, maymuncuklar yapmasını, ipi dışarı sarkıtıp, sarılarak aşağı inmesini nasıl becersin? Kıya­ fet değiştirmeyi bilmez, o meslekten değil. Moruk, çalışmayı be­ ceremedi.» Babet eski yıllarda Poulailler ile Cartouche’un(*) kullandıkları o klasik argoyla: (*) Cartouche: XVII. yüzyılın namlı bir suçlusu.

939

«Senin şu hancı suçüstü yakalanmıştır. Bu firarlar için kişi hem cin gibi, hem de cesur olmalı. Herhalde onu ya bir polis ya da bir koyun(*) bastırmıştır. Kendisine yardımcı olmaya söz ve­ ren bir koyun, o herifleri bilirsin, ikili oynar... Dinle Montparnas­ se, cezaevi tarafından gelen o seslenmeleri duyuyor musun? Yanan bütün o ışıkları? Hancı tekrar yakalandı bence, onun işi bitik, yirmi yıl daha yatar. Ben ödlek değilim, bunu bilirsiniz fakat yeniden yakalanmaya hiç niyetim yok. Haydi arkadaş, kızma da gel bizimle, gidip birer kadeh yıllanmış şarap içelim.» Montparnasse üsteledi: «Başı belada bir arkadaşa yardım etmek gerekir, onu yarı yolda bırakacak değiliz ya?» Brujon konuştu: «Emin ol, şu senin ahmak hancı kaçmak isterken enselendi. Şu anda onun işi tamam, beş kuruş etmez. Onun için yapacak bir şey yok. Haydi tüyelim, her an bir zarbonun nefesini ensem­ de duyar gibi oluyorum.» Montparnasse artık üstelemeyi bırakmıştı, aslında dört hırsız birbirlerine gösterdikleri o bağlılık duygusuyla, bütün gece La Force Cezaevinin etrafında dolanmışlardı. Her riski göze almış ve bir duvar tepesinde hancıyı görürüz diye, oradan ayrılmamış­ lardı. Fakat şiddetle yağan yağmur, sokakları ıssızlaştırmış, gece­ nin ciğerlere işleyen soğuğu onları titretmiş, sırılsıklam elbisele­ ri, su çeken ayakkabıları, şu anda cezaevinden yansıyan o gü­ rültü, sabahın yakınlaşması ve içlerindeki o korku, onlara, ora­ dan uzaklaşmalarını, bir yere sığınmalarını fısıldıyordu. Eponi­ ne’e gönül veren ve kendisini hancının bir parça damadı sayan Montparnasse bile, savsaklamak üzereydi. Oysa duvarın tepesine ecel terleri döken firari bu sözleri duy­ muş ve ufukta geminin uzaklaştığını gören bir kazazede gibi korkmuştu. (*) Koyun: Polis işbirlikçisi, ikili çalışan suçlu.

940

Onlara seslenecek cesareti yoktu. Duyulan sesi her şeyin el­ den gitmesine yol açardı. Birden zihni işledi, aklına gelen düşün­ ceyi hemen uyguladı. Brujon’un o bacaya bağladığı ipin bir par­ çası cebindeydi, hemen bunu ayaklarının önüne fırlattı. İp ayaklarının ucuna düştü. Babet: «Aman Tanrım, dul bir kadın!(*)» diye fısıldadı. Brujon: «Üstelik benim ördüğüm ip!» diye bitirdi. Montparnasse: «Adamımız burada,» dedi. Hepsi başlarını yukarı çevirdi, Hancı olduğu yerden başını uzattı. Montparnasse hemen eyleme geçmek istedi: «Haydi, çabuk olalım, ipin diğer ucu sende mi Brujon?» «Evet.» «Haydi, bu iki parçayı birbirine bağlayalım, onun aşağı inme­ sine yeter.» Firari sesini yükseltebildi: «Sırılsıklam oldum.» «İn, kuruturuz.» «Kıpırdayamıyorum.» «Sen sadece ipe tutun ve kendini aşağı bırak, biz seni tuta­ rız.» «Ellerim uyuştu.» «Sadece ipleri birbirine bağla.» «Yapamam, parmaklarım dondu.» Montparnasse karar verdi: «Birimizin yukarı tırmanması gerekiyor.» Brujon: «Evet ama üç kat,» dedi. Bir zamanlar barakada yaktıkları bir sobanın alçıyla sıvalı bo­ (*) ip: (argo).

941

rusu duvar boyu uzayarak hancının bulunduğu yere kadar yük­ seliyordu. Bugünlerde bu boru da yıkık halde ama hâlâ izleri var­ dır. Epeyce dar bir boru. Montparnasse: «Buradan çıkılır,» dedi. «Bu borudan bir erkek asla tırmanamaz, bunun için bir yu­ murcak gerek.» Gueleumer de ilk kez söze karıştı: «Böyle birini nereden bulmalı?» Montparnasse aniden: «Tamam,» dedi. «Ben bulurum.» Tahtaperdenin kapısını usulca açtı, dikkatle bakınıp sokağa çıktı ve koşarak Bastille’e yöneldi. Yedi-sekiz dakika geçti, Hancıya sekiz yüz yıl gibi gelen bir zaman, Babet, Brujon ve Gueuleumer ağızlarını açmıyorlardı. Sonra kapı tekrar açıldı ve Montparnasse göründü, delikanlı so­ luk soluğaydı, yanında Gavroche’u getirmişti. Şiddetli sağanak yüzünden sokaklar bomboştu. Küçük Gavroche tahta perdeden içeri daldı ve haydutlara sa­ kince baktı. Yağmur saçlarından sızıyordu. Biri sordu: «Hey yumurcak sen erkek misin?» Gavroche omuzlarını kaldırıp: «Benim gibi yumurcak erkektir, fakat sizin gibi erkekler ço­ cuktur.» Babet: «Ufaklığın dili çok sivri,» dedi. Brujon da katıldı: «Parisli sokak çocukları nemli hasırdan yapılmış değildir.» Gavroche sordu: «Benden ne istiyorsunuz?» Montparnasse: «Şu boruya tırmanmanı.» Babet ise: «Şu iple.» 942

Brujon tekrar: «Duvarın tepesindeki sağlam taşa.» «Daha sonra?» diye sordu Gavroche. Gueulemer de tamamladı: «Bu kadar.» Yumurcak ipi, boruyu, duvarı, pencereleri uzun uzun inceledi ve dudak büktü. Küçümseyen bir sesle: «Hepsi bu mu?» diye sordu. Montparnasse: «Yukarıda bir adam var, onu kurtaracaksın.» Brujon: «Bunu yapmak ister misin?» Çocuk bu soruyu sanki epeyce saçma bulmuş gibi: «Daha neler?» dedi ve pabuçlarını çıkarmaya başladı. Gueulemer çocuğun belinden tuttu ve onu barakanın çatısı­ na bıraktı. Çürük kalaslar çocuğun ağırlığıyla eğildi. Gueulemer daha sonra Brujon’un ördüğü ipi verdi. Montparnasse’ı bekler­ ken, Brujon, ipleri birbirlerine bağlamıştı. Çocuk ayağını bir çıkıntıya uydurdu, tam o sırada Hancı kur­ tuluşun ne kadar yaklaştığını görmek için, başını uzatmıştı. Gü­ nün ilk ışınları adamın o sivri burnunu, yabanıl ve cin suratını, gri sakalını ve nemli saçlarını aydınlatmıştı. Gavroche, onu hemen tanıdı: «Vay canına!» diye söylendi, «bu bizim babalık, ama önemi yok, çıkalım bakalım.» İpi dişlerinin arasına alıp kararlıca tırmanmaya başladı. Bir kedi gibi rahat tırmanıyordu. Yıkıntının tepesine çıktı, ata biner gibi duvarı geçti ve ipi pencerelerden birinin demirine sıkıca bağ­ lamaya girişti. Bir an sonra hancı sokaktaydı. Kendisini kaldırımda bulur bulmaz, tehlikeden kurtulduğunu anladığı an, artık soğuğu, ıslanmasını, yorgunluğunu hissetme­ di. Tekrar doğmuş gibiydi. Birden o vahşi zekâsı işledi ve onu ilerlemeye zorladı. Şu fena adamın ilk sözü bakın ne oldu: 943

«Şimdi kimi yiyeceğiz acaba?» Bu çok anlaşılır kelimenin içeriğini anlatmak gereksiz. Yemek hem soymak, hem de öldürmek demektir. Yemek, yani yutmak. Brujon hemen plan kurdu: «Birkaç kelimeyle anlaşalım, burada birbirimizden ayrılalım. Plumet Sokağında dişe dokunur bir iş vardı. Tenha bir yolda, ha­ rabe bir bahçe, çürük bir demir parmaklık, sadece kadınlar...» Hancının gözleri parladı: «Pekâlâ, niye olmasın?» «Senin kız gitti, orayı inceledi,» diye söze başladı Babet. Gu­ eulemer onun sözünü bitirdi: «Evet ama Magnon’a bir bisküvi götürdü, iş yok.» Hancı: «Şu benim kız cin gibidir, fakat yine de görmek gerekiyor,» dedi. Brujon onayladı: «Evet, bakmalı bir.» Adamların hiçbiri Gavroche’la ilgilenmemişti, çocuk bu süre içinde tahtaperdenin üstüne ilişmişti, birkaç dakika babasının kendisine bakmasını bekledi, daha sonra pabuçlarını giyip, söy­ lendi: «Hey yiğitler artık bana ihtiyacınız yok, değil mi? Ben de yo­ luma gideyim. Çocuklarımı kaldırmam gerekiyor.» Çekip gitti. O beş hırsız art arda tahtaperdeden dışarı çıktılar. Gavroche, Ballet Sokağı köşesinde yokolduğunda Babet, Thenardier’yi bir kenara çekti: «Çocuğa dikkatle baktın mı?» «Hangi çocuk?» «Canım şu duvara tırmanıp sana ip getiren çocuk?» «Pek bakmadım, niye sordun?» «İyice bilemeyeceğim, ama sanırım o senin oğlandı.» «Gerçek mi? Öyle mi sandın?» Ve çekip gitti. 944

YEDİNCİ KİTAP ARGO 1 KAYNAK Pigritia korkunç bir kelime. O bir dünya doğurur: «La Pegre» yani hırsızlık ve bir cehennem doğar: «La Pegrenne» yani açlık. Bu da miskinliğin anne olduğunu gösteriyor. Bir oğlu var hırsızlık, bir de kızı, açlık. Şimdi hangi konudayız: argoda? Argo ne demek, o bir ulus ve bir dildir; burada hırsızlık iki bi­ çimde görünür, ulus ve dil. Bundan otuz dört yıl önce, bu muhteşem ve kasvetli öykünün yazarı, aynı niyetle yazılı bir esere, argo konuşan bir hırsızı sok­ tuğunda, kıyametler koptu. Aman nasıl olur, argo mu? Peki ama, bu dayı’ların, tulumbacıların Çingenelerin dili. Bu argo cezaevle­ rinde suçluların konuştukları dildir. Toplumun en çok ayıpladığı, en iğrenç bulduğu dil... Fakat biz böylesi itirazların anlamını kavrayamadık. Daha sonra, epey güçlü iki romancı, biri insan kalbinin çok şaşmaz bir gözlemcisi olan Balzac, diğeri de halkın cesur bir dostu olan Eugene Sue, romanlarında haydutları bu kendilerine has dille konuşturdular. Tıpkı 1828’de Bir Mahkûmun Son Gü­ nü'nün(*) yazarının yaptığı gibi. Yine itirazlar yükseldi. Sürekli aynı şeyler: (*) Bir Mahkûmun Son Günü (Victor Hugo’nun bir eseri).

945

«Yazarlar da bu hevese kapıldılar, bu korkunç dili kullanarak, bizden ne istiyorlar? Argo korkunçtur, argo iğrençtir!» Kimse bunu inkâr etmiyor, haklı olabilirler. Fakat bir yarayı deşmek, bir uçurum ya da bir toplumu ince­ lemek gerekirse, en alta inmek niye hatalı olsun? Bizler sürekli bunun bir cesaret gösterisi olduğunu, en azından sade ve fay­ dalı bir tavır olduğunu düşündük. Bu da tamamlanan bir görevin gerektirdiği, cana yakın bir anlayışa yol açar. Her şeyi inceleme­ mek, yarı yolda durmak niye? Durmak araştırmacının işi değil, sadece araştırma durabilir. Gerçek şu ki, toplumun en altına inmek, toprağın bitip çamu­ run başladığı yere varıp, bu koyu dalgaları karıştırıp, çamur ve pisliğe batmış bu iğrenç bataklıkların ve karanlıkların canavarla­ rına ait iğrenç bir halkayı andıran her kelimeyi ortaya çıkarmak, bu iltihaplı dili kaldırımlara atmak cazip ve kolay bir iş değildir. Aslında düşüncenin ışığında, bu dilin müthiş kaynaşmasını gör­ mek, duymak kadar üzücü bir şey düşünülemez. Argo lağımlı hendekten çıkarılmış, karanlıklar ve yeraltı dünyası için varedil­ miş korkunçluk ve iğrençlik yayan bir hayvan gibidir. Sanki can­ lı ve dikenli, hışırdayan, devinen, titreyen korkunç bir çalıya ben­ zer. Bu çalı ister kıpırdar, ister korkutur ve bakar. Bazen sözcük bir pençeye, bazen de sönük bir göze benzer, sönük ve kanlı bir göz. Bazen cümle, bir yengeç kıskacı gibi kıpırdar. Bütün bu kar­ gaşada düzenlenen iğrenç diriliğini yaşar. Evet, ama ne zamandır dehşet incelenmeye engel oldu? Ne zamandan beri, hastalık doktoru kovdu? Yılan, yarasa, akrep, kırkayak ve zehirli örümcekten kaçan, onlar için «Aman ne de kötü!» diyen bir doğa bilimcisi gördünüz mü? Argoya yüz çevi­ ren bir düşünür, bir yaradan kaçan bir cerrah gibidir. Bu bir gra­ mer kuralını incelemekten uzak duran bir dil bilgini, bir insanlık olgusunu incelemekten uzak duran bir filozoftur. Evet, bunu bil­ meyenlere söylememiz gerekiyor, argo hem «edebi bir görün­ gü», hem de «toplumsal bir sonuç»tur. Aslında argo ne demek? Argo sefaletin dilidir. Burada bizi susturup, konuya daha genel yanlarından bak­ 946

sak, bu da zaman zaman onu yumuşatmanın bir başka yoludur, bize şöyle diyebilirler: «Her ustalığın, her işin, toplum merdiveni­ nin neredeyse her basamağının, aklın bütün biçimlerinin kendin­ ce dilleri vardır.» Kullanıma hazır Montpellier, «iyi cins Marsilya» diyen satıcı; «yekûn», «Prim» «Ay sonu» diyen borsacı; «maça papazı», «Sanzatu», «ful kare» diyen kumarbaz; «İcra edilen ve tutanağa yazılan malların değişimi yasak» diyen icra memuru; «Ayıyı eğlendirirken» diyen vodvil yazarı; «Oyunumu ıslığa aldı­ lar» diyen oyuncu; «Kusursuz bir üçlü» diyen filozof; «kanat çır­ pıp gitti» diyen avcı; «sevme, savaşma, salgı becerisi» diyen o frenolog; «klarnetim» diyen piyade askeri, «Ah palaz atım,» di­ yen binici, «Üç, dört saldırın,» diyen eskrim eğitmeni; «Batio ko­ nuşalım» diyen matbaacı; bunların tümü de matbaacı, eskrim ustası, binici, piyade, frenolog, avcı, filozof, oyuncu, yazar, icra memuru, kumarbaz, borsacı, kendilerince bir dil konuşmaktalar. «Çırağım» diyen ressam, «dere atlayanın» diyen noter, «talebe­ yim» diyen berber, «cimcimem,» diyen ayakkabı tamircisi de ay­ nen kendi mesleklerinin argolarını kullanmaktan çekinmezler. Yeri geldiğinde, sağ ve sol deyimler bile iyice renklenir. Tayfanın «İskele sancak,» makinistin «Avlu yanı, bahçe yanı»; zangoçun «havari yanı, İncil yanı» demeleri de argodur. XVII. yüzyılda sa­ lon kuran o yapmacıklı, bilmiş kadınların da kendilerince bir ar­ goları olmuştu. Tıpkı yapmacıklı zarif hanımlarınki gibi. Rambo­ uillet konağı argosu az çok, aylakların dilenci, külhanı ve katil yurdu olan Mucizeler Avlusu’ndan o kadar da farklı değildi. Dü­ şeslerin bile kullandıkları argo vardır. Restorasyon zamanında, çok asil ve çok güzel bir kadının yazdığı şu pusuladan bir fikir edinebiliriz: «Şu dedikodulara bakılacak olursa, benim uçarılığı­ ma sayısız nedenler bulunabilirmiş.» Diplomatik şifreler de argo­ dur: Papa Bakanlığı Roma için 26; havale için «grkztntgzyal», Modene dükü için «abfxustrgrogrkstuxi» derken yine argo konu­ şurdu. Ortaçağ hekimleri de havuç, turp ve şalgam demek için; opopinach, perforshium, reptialmus, drgatatactum, angelerum, postmegerum diye argo dilini kullanırlardı. Ve geoise diyen şe­ ker imalatçısı, küspe, tapa, yumru pis, tapon mal, yanık diyerek 947

apaşların diliyle konuşurlardı. Bundan yaklaşık yirmi yıl önceleri klasik bir ekol eleştirmeni: «Shakespeare’in eserlerinin neredey­ se yarısı, kelime oyunları ve tekerlemelerdir» demiş ve o dilden konuşmuştu. Şiir dizelerinden ve heykellerden anlamayan Mösyö de Mont­ morency'den söz eden şair ve sanatçı ondan «Kenter» diye söz ederken de argo kullanırdı. Çiçeklere «Flöre», meyvelere «Po­ mone», denize «Neptune»,(*) aşka «ateşler», güzelliğe «hava,» bir at için «yarışçı», beyaz veya üç renkli fiyonklara «Bellone gü­ lü», üç köşeli şapkaya «Mars üçgeni,» diyen klasik akademi uz­ manı da argo kullanır. Matematiğin tıbbın ve botaniğin de ken­ dince argosu vardır. Enginlerde kullanılan dil, denizin kusursuz dili, tamamlayıcı ve çok renkli dil Jean Bart, Duquesne, Suffren ve Duperre gibi namlı denizcilerin konuştukları o çok cazip dil de, kimi zaman yelkenlerin hışırtıları, rüzgârların ıslığı, ses bo­ rusunun yansımaları, yanaşma, baltaların vuruşu ve fırtına karı­ şır ve ondan destansı ve çarpıcı bir argo yaratır ki bu da, sefille­ rin argosuyla karşılaştırıldığı zaman, aslan ile çakal arasındaki farkı gösterir. Hiç kuşkusuz böyledir. Fakat ne denirse densin, argo kelime­ sini böyle anlamak, öyle herkesin kabul edemeyeceği bir anlam genişletmesidir. Biz bu kelimeye yine o eski belirli anlamını bıra­ kacağız ve argoyu kendi yapısından dışarı çıkartmayacağız. Asıl argo, yani o kusursuz argo; eğer külhanbey dilinden söz ederken, bu iki nitem bağdaşabilirse. Bir zamanlar bir egemen­ lik oluşturan o unutulmaz argo, çirkin, alçak, hain, ağulu, acıma­ sız, karanlık, tiksindirici ve kötü bir dildir ki, bu da sefaletin o hor­ lanmış dilidir. Bütün horlanmaların, bütün yıkımların sonunda yi­ ne de, isyan eden son bir sefalet bulunur. İşte bu sefaletin son etabı, mutlu olaylara, haklara karşı çıkar, işte bu korkunç boğuş­ ma da zaman zaman açıkgöz, zaman zaman saldırgan, zaman zaman da zalim olarak, toplumsal düzeni kendi silahlarıyla yen­ (*) Flöre, Pomone, Neptüne: Çiçekler, Meyveler ve Deniz Tanrıçası.

948

meye çalışır. Onu fenalık ve suçla iğneler, cinayetleriyle tepeden inme darbeler indirir, işte bu boğuşma için sefalet de savaş dili olan bir dil yaratır: Argo. Bir zamanlar insanların konuştukları ve artık kaybolmak üzere olan bir dili korumak, uygarlığın geliştiği iyi ya da kötü unsurlardan birini korumaya eştir. Bu da uygarlığa hizmet gibidir. Bu hizmeti Plaute isteyerek veya istemeyerek ye­ rine getirdi. İki Kartacalı askere Fenike dilini konuşturmuştu. Mo­ liere de levanten(*) dilini ve türlü lehçeleri bütün oyuncularına ko­ nuşturmuş ve o da topluma böyle dolaylı bir hizmette bulunmuş­ tu. Yine burada itirazlar yükselecek. Fenikeliler’in dili olsun var­ sın diyelim; levanten dili de bravo, güzel icat, hatta taşra lehçe­ lerin bile zararı yok, yine de bunlar uluslara ve eyaletlere mal ol­ muş diller, evet ama argoyu korumak niye gereksin ki? Neden sanki şu tiksinç argo yok olmasın? Buna da tek bir kelimeyle karşılık vereceğiz: Mademki bir ulusun ya da bir eyaletin konuştuğu dil ilginçtir, bundan daha il­ gi çekici ve incelemeye değer bir dil daha vardır, o da Sefaletin Dilidir. Fransa’da dört yüz yıldan beri, sadece tek bir sefaletin değil, bütün sefaletin, bütün insan sefaletinin konuştuğu dildir argo. Ayrıca şunu da eklemek isteriz ki, hata ve kabalıkları incele­ mek ve onları iyileştirmek için göstermek, tercih şansı bulunma­ yan bir görevdir. Töre ve düşüncelerin tarihçisinin olayların tarih­ çisi ölçüsünde zorlu bir görevi vardır. Biri uygarlığın yüzeysel olaylarını, tahtların çarpışmalarını, prenslerin doğumlarını, kral­ ların evlenmelerini, savaşları, kurulları, önemli devlet adamları­ nı, oluşan devrimleri; tarihin bütün dış olaylarını kaydeder; diğe­ rini; iç tarihçiyi daha zor bir iş bekler; o çalışan halkı, acı çeken­ leri, beklentiler içinde umut edenleri, ezilen kadını, zülum gören çocuğu, boğaz boğaza dövüşen adamları, gizli kalan baskıyı, önyargıları, edilen büyük haksızlıkları, kanunların geri tepişini, ruhların gizli gelişmelerini, kalabalığın belirsiz kımıltılarını, açlık­ tan ölenleri, yalın ayak, zavallı sefilleri, yetimleri, mutsuzları ve (*) Levanten: Yakındoğu’daki tatlısu Frenklerine verilen isim.

949

lanetlenmiş gibi toplumda yer alan bütün horlanmışları konu alır. Bu iç tarihçinin ödevi hiç de kolay değildir, o bir kardeş merha­ metiyle yeraltına inip, kalbi acıma ve yargılarla dolu, orada hem kanayan, hem de öldürenlere, ağlayan ve lanetlenenlere, aç ka­ lan ve her bulduklarını açgözlüce silip süpürenlere kadar inip, onlara ulaşmak, onlara omuz vermek zorundadır. Bu kalplerin ve ruhların tarihçilerinin ödevleri dış olayları yazan tarihçilerden daha rahat mıdır? Acaba Alghieri'nin(*) sözleri Machiavel’inkin­ den daha mı geriydi? Uygarlığın etekleri, yukarı kısımdan daha derin ve daha ka­ ranlık olması nedeniyle, daha mı az önemlidir? Mağarayı iyi tanımayan, bir dağı nasıl tanır? Birkaç kelimeyle düşüncemizi özetleyelim: Ulusların ünlü ha­ yatları hakkında bilgi veren bir tarihçi, aynı zamanda, o ulusun içten ve derin gizli yaşamı hakkında bilgi edinmemişse iyi bir ta­ rihçi olamaz. Aynı zamanda, hiçbir iç tarihçi, yine o ulusun dış hayatını bilerek tarihçi değilse o da başarılı olamaz. Gelenek ve göreneklerin tarihi olayların tarihiyle içten bir ba­ ğı vardır. Bu iki farklı dizge, birbirlerine yanıt vererek kenetlenir ve çoğu zaman bundan birçok olayın doğduğu da anlaşılır. Tanrı’nın bir ulusun yüzeyine çizdiği her çizginin karanlık bir karşılığı vardır, en dipteki bu karanlık ve paralel çizgiler ve yeral­ tı dünyasının bütün devinimleri yüzeysel sarsıntılar oluşturur. Asıl tarih, her şeyle karışık olduğundan, asıl tarihçi de her şeye karışır. İnsanoğlu eksenli bir daire değildir, iki eksenli bir ovaldir. Argoyu bir vestiyer gibi görebiliriz; burada kötü bir iş yapacak dil kılık değiştirir. Maskeli kelimeler ve lime lime öğretilmelerinin arkasında gizlidir. Bu nedenle de korkunç ve iç kaldırıcı olur. Bu dili tanımakta güçlük çekilir. Bu Fransızca mı? O evren­ sel, o insancıl dil mi? İşte sahneye çıkmaya hazırlanıyor; cina­ yete yanıt vermeye ve fenalık ambarının her eylemine yardımcı (*) Alghieri: Dante, ünlü İtalyan yazarı.

950

olmaya hazır. O artık yürümüyor, topallıyor «Tansıklar Avlusun»nda,(*) koltuk değneklerine dayanıyor, o değnekler az son­ ra bir lobut olacak. Burada başıboş dilencilik ismiyle, giydiricileri onu farklı kılık­ lara sokuyor, onun yüzünü boyuyorlar. O sürünüyor, hemen doğ­ ruluyor, tıpkı bir sürüngen gibi, çift rolüne hazır, pusuda bekliyor. Artık bütün oyunlara uygun, sahtekâr onu işkilli hale getirmiş, zehirleyici onu eskitti, kundakçı onu kömürle ve katil yüzünü kanla boyadı. Toplumda dürüst kişilerin yanında dinleyenler, dışarıdakilerin konuşmalarını duyar. Sorular ve cevaplar duyulur, iyi anlayama­ dan bir mırıltı duyulur, bu aslında, insan sesini pek andırmayan bir homurtudur. Neredeyse sözü andıran ama uluma gibi gelen bir homurtu. İşte bu argodur. Sözcükler kılıksız bir ifadeye bü­ rünmüştür. Sırtlanlar konuşuyor gibi gelir size... Bu da karanlığın bilinmezidir. Bu diş gıcırdatan homurtusunu, gün batımına esnafı katarak tamamlar. Mutsuzluk cinayetten bi­ le daha karanlıktır, bu karışan iki kara işte argoyu meydana ge­ tirir. Havada karanlık, tavırda karanlık, seslerde karanlık. Bu müthiş dil gider gelir, sıçrar, sürünür, tükrük saçar ve usul­ ca yağmur, gece, açlık ve günahkâr yalanlar ve haksızlık ve al­ kışla sürünen bir dil olup çıkar. Ceza görenlere acıyalım. Fakat bizler kimiz ki? Size sesle­ nen ben kimim? Beni dinleyen sizler kimlersiniz? Nereden geli­ yoruz? Acaba dünyaya gelmeden önce, neler yaptığımızı biliyor muyuz? Günaha girmediğimiz kesin mi? Dünya bir cezaevinden fazla farklı değildir. Kim bilir belki de insanoğlu ilahi adaletin bir tutuklusudur! Yaşamı yakından inceleyelim. O öyle yapılmış ki, her yerde cezayı görürüz. Siz kendinizi bahtiyar sayanlardan mısınız? Evet ama, nere­ (*)

Tansıklar Avlusu: Ortaçağda, bütün dilencilerin, sakat öykünmesi yapanla­ rın, aylakların, Çingenelerin ve gayrı meşru kişilerin barındıkları bir avlu, bü­ yük bir mahalle, krallıkla yönetilen küçük bir yerleşim.

951

deyse her gün kederlisiniz. Her günün büyük acıları ve önemsiz sıkıntıları var. Bugün bir sevdiğiniz, bir yakınınızın sağlığı için kaygılısınız, bugün kendi sağlığınızı merak ediyorsunuz. Yarın bir para darlığınız olacak, ertesi gün bir iftiraya uğramayacağı­ nız nereden belli? Daha sonraki gün, bir ahbabın yıkımına göz­ yaşı dökersiniz; havanın fenalığı, kaybettiğiniz ya da kırılan, se­ vilen bir biblo, sonra bir şeyden haz alırken, nedenini bilmeden vicdanınızın ya da omurganızın acıması sizi tedirgin eder. Bir di­ ğer gün, devlet sorunlarına üzülürsünüz. Hele o gönül işleri, o kalp üzüntüleri ve bu sürekli böyle gider. Bir bulut kaybolurken, bir diğeri oluşur. Yüz günün içinde, eksiksizce mutlu olabileceği­ niz belki sadece bir gün vardır. Fakat siz bu dünyanın talihli in­ sanları arasındasınız. Ya diğerleri? Onlar üzerlerine kapanan geceyle örtülüdürler. Bilgeler için mutlu insanla mutsuz insan diye iki kavram bu­ lunmaz. Başka bir dünyanın eşiği olan bu dünyada, bütüncül mutluluğa sık rastlanmaz. En elverişli insancıl ikilik şudur: Işıkta olanlar, karanlıktakiler. Karanlıkta kalanların sayısını düşürmek, ışıktakileri çoğalt­ mak. İşte gayemiz, bu yüzden, «Eğitim, bilim!» diye bağırıyoruz. Okumak, öğrenmek, ateş yakmaktır, her hece bir kıvılcım gibidir. Ayrıca, aydınlık demek kesin olarak, keyif demek değildir. Ay­ dınlıkta da acı çekilir, onun da fazlası yakar. Alev kanadın düş­ manıdır, uçmayı sürdürerek yanabilmek, işte dehanın tansığı! Tanıyıp sevdikten sonra, daha fazla acı çekeceksiniz. Şafak gözyaşlarıyla aydınlanır. Bilgeler ağlarlar, en azından karanlıkta­ kiler için gözyaşı dökerler. 2 KÖKENLER Argo karanlığın dilidir. Aşağılanan ama aynı zamanda meydan okuyan bu sır dolu dilin karşısında düşünce, en derin karanlıklarına varasıya heye­ canlanır. Toplum felsefesi bu hem lekeli, hem de isyankâr ve tu­ 952

haf dil karşısında en yerinde düşüncelerle sarsılır. Ceza burada somutlanır. Her hece, işaretli ya da lekelidir. Celladın o kızıl so­ pasının altında, halk dilinin kelimeleri çarpılmış, taş gibi sertleş­ miştir. Bazısı hâlâ tüter gibidir. Bazı cümleler, bir haydutun ansı­ zın açılan omzundaki zambak etkisi yaratır. Zaman zaman eğre­ tileme o kadar küstahlaşır ki, onun, boynunda bir zincir taşıdığı­ nı hissederiz. Ama yine de bunlara rağmen ve özellikle bunlardan dolayı, bu garip dilin, «edebiyat» adını verdiğimiz ve içinde altın madal­ yayla paslı meteliğe bile yer ayıran bu büyük dosyada yeri var­ dır. Kabul edilsin ya da reddedilsin, argonun da kendince bir gra­ meri ve şiiri vardır. O da bir dildir. Bazı sözcükler gerçi, şu ünlü haydut Mandarin tarafından çiğnenip yutuldu fakat parlak bazı sözlerden sonra Villon’ın konuşmasını tanırız. Şu çok güzel ve tanıdık dizeler: Ama eski çağların kralları hani? Bu şiir argoyla yazılmıştır. Otuz beş yıl öncesine kadar, 1827’de, forsaların Bictre’den geçişlerinde, oranın zindanlarının birinin kapısında pırangaya mahkûm edilen, bir Thunes Kralı tarafından yazılmış olan şu sa­ tırlar okunurdu: Eski çağların kralları, sürekli kutsanmaya giderlerdi. Fakat bu kralın kafasında kutsanmak, pırangaya yollanmak demektir. Yüklü bir arabanın, doludizgin sürülmesi demek olan «deca­ rade» kelimesinin Villon’a ait olduğu söylenir. Atın nallarından kıvılcımlar çıkartan bu kelime, olağanüstü bir ses öykünmesiyle La Fontaine’in şu güzel dizelerinde de görünür: Six forts chevaux tiraient un cocbe. (Altı güçlü, at bir koçuyu(*) çekiyordu.) (*) Koçu: Yolcu arabası.

953

Aslında yazınsal açıdan, argo incelemeleri kadar ilginç ve ve­ rimli bir konu bulmak neredeyse imkânsız. Bu, dil içinde bir dil, hastalıklı bir ur, bir bitki oluşturmuş sağlıksız bir aşıdır. Kökleri eski bir Galya gövdesinden imal edilen bir parazit oluşturan bir bitki ve bunun o uğursuz yaprakları dilin her yanına tırmanır. Bu, ilk görünümüdür, yani argonun ilk sıradan görünümü. Fakat ince­ lenmesi gerektiği gibi, üsteleyerek incelendiğinde, yani yerbilim uzmanlarının toprağı incelemeleri gibi incelenirse, argo gerçek bir alüvyon gibi görünür. Bu dilde kazılar yapıldıkça, eski çağlar­ da halkın konuştuğu Fransızcadan, Provence’da konuşulan leh­ çeden, İspanyolcadan, İtalyancadan ve Akdeniz limanlarında epeyce konuşulan Levanten dilden kelimeler bulursunuz. Ayrıca İngilizce-Almancadan esinlenmiştir. Hem üç farklı türde, roman dili, Fransız romanı, Roman romanı,(*) yani Latince ve nihayet Bask ve Kelt dilleri... Köklü ve tuhaf bir kurum. Sefaletin bütün unsurlarının yan yana gelerek yükselttikleri bir yeraltı dünyası. Lanetlilerin her ır­ kı bir katman eklemiş, her acı bir taş, her kalp bir çakıltaşı atmış­ tır. Sayısız kötü yürek, hayatı bırakıp sonsuzluğa giden yığınlar, öfkeli ve alçak yürekler çoğu zaman canavar gibi bir kelime ola­ rak kendilerini hissetirir. İspanyolca mı dediniz, eski gotik argo bunlardan oluşmuştur. İşte tokat yerine geçen «boffette», brofeton sözcüğünden geldi. «Vantane» pencere anlamında; «gat»(**) kedi demek olan ga­ to'dan oluştu. Zeytinyağı (acite) aceyte’den gelir. İtalyanca mı dediniz, işte size spada-epee, bu spada kelime­ sinden gelen «kılıç»tır. Gemi anlamına carvel, bu da caravella kelimesinden gelir. İngilizce diyenler için işte «bichot» bishop (piskopos). Rascal kelimesinden bozma olan «raille» yani hafi­ ye, rascalion yani hayta... Almanca kelimeler, «erkek evlat» caleur, hers (efendiden) (*) Roman: Latince kökenli diller için kullanılır. (**) Gat: Chat-kedi: Bunlar Fransızcaya uyuyor. Dilimizde bunlara tam karşılık bulmak epey zor.

954

gelen herzog (dük). Latince diyenlere bol bol; frangere’den türe­ yen frangir «kırmak», «affurer» çalmak, «fur»dan türemiş, cate­ ne; Fransızca, «chaines» yani zincirler. Bütün Avrupa dillerinde birleşik bir Latince kelime vardır ki her ülke bundan kendince ya­ rarlanmıştır, Magnus kelimesi; İskoçya bundan Mac'ı(*) türetti, yani aşiret reisi MacFarlane, MacCallumore, yüce Farlane, yüce Callumore demektir. Argo bundan meck ve meg kelimelerini tü­ retti; yani Tanrı’yı. Baskça diyenleri de memnun edebiliriz, işte gahisto (diable) şeytan, kötü anlamına gelen gazitoa kelimesinden gelir. Sorga­ bon, yani «iyi geceler», bu da iyi akşam anlamına gelen Ga­ bon’ dan gelir. Keltçeden bile kelimeler vardır. Mendil anlamı bla­ via, bu da fışkıran su demek olan blavet’öen gelir. «Menesse», kadın ama kötü anlamda; «bu da taşlarla dolu demek olan «me­ inec» kelimesinden gelir. Çeşme demek olan baranton kelimesi, dere anlamına gelen, barant'ı doğurdu, goffeur, yani çilingir, bu da demirci demek olan goff'dan. Siyah-beyaz anlamına gelen guenn kelimesi ölüm sözüne yol açtı: «Guedoze». Tarih mi ister­ siniz, argo dilinde «maltaises», gümüş para, bu da Malta Adası küreklerinde kullanılan paranın anısınadır. Az önce değindiğimiz ofilolojik kaynaklardan gelen kelimele­ rin yanı sıra, argonun daha doğal, daha olağan kökleri vardır ki, bunlar insan aklının doğrudan doğruya bulguladığı kelimelerdir. Önce kelimelerin doğrudan var oluşunu ele alalım ki, bu da dillerin sırrıdır. Nasıl ve neden olduğunu bilmeden bir şeyi hayal­ lere göre tanımlamak, bu insanlar tarafından konuşulan her dilin öntemeli sayılır ki, buna da o dilin temeli denir. Argoda bu türden sayısız kelime vardır. Hiçbir etimolojik kaynağı olmayan, kim ta­ rafından ve nerede yaratıldığı meçhul kelimeler. Bu çoğu zaman yalnız, türevsiz, barbar, zaman zaman tuhaf kelimeler, fakat epey güçlü ifadeler ileten canlı sözcükler. Örneğin, «le taule» cellat; «le sabri», orman; «taf», korkup kaçma; «le larbin», uşak; (*) Mac: Keltçe bu sözcük erkek evlat, oğul anlamındadır.

955

«pharos», general, vali, bakan; «le rabuin», şeytan... Hem mas­ keleyen, hem de açığa çıkaran bu sözcükler, gerçekten epey gariptirler. Bazıları, örneğin; le rabouin (şeytan, hem komik, hem de ürkütücüdür, tıpkı bir canavar gülümseyişi gibi... Diğer yol, eğretilemedir. Her şeyi söylemek, fakat yine de her şeyi gizlemek isteyen bir dilin özelliği epeyce tanım içermesidir. Bu yol, bir vurguna hazırlanan hırsızın, kaçmayı planlayan katilin sığındığı bir bulmacadır. Hiçbir dilin, argo kadar eğretile­ mesi yoktur: «Hindistancevizinin vidalarını açmak», boynunu ko­ parmak; «burma», yemek yemek; «paket haline getirilmek», yargılanmak; «bir fare», ekmek hırsızı; «mızrak düşüyor», yargı­ lanmak; yağmur yağıyor, anlamındadır. Bu da epey eski bir Fransız benzetmesidir, tarihi bir deyim gibi, yağmurun inişlerini mızraklara benzetmekten oluşan, bir eğretileme «İl pleut des ha­ lelebardes» (Mızraklar yağıyor. Bazen yüzyıllarla) kelimeler ilkel durumlarında benzetilenle ilgili bir görünüm kazanır. Yıllar son­ ra, şeytan artık «rabouin» değildir, o boulanger oldu (fırıncı, ya­ ni fırına sokan, cehennemin fırınına). Belki daha esprili, ama eski kelime ölçüsünde yüce değil. Tıpkı Corneille’den sonra gelen Racine,(*) Aischylos’tan(**) son­ ra gelen Euriupudes(***) gibi. Her iki çağdan kaynaklanan, vahşi ve eğretilemeli anlamlar içeren bazı cümleler düşsel görüntülere benzer. «İpsiz sapsızlar bu gece at çalacaklar», «Gece işçileri, aydan binit yürütecekler. (Les sorgues vont sollicier des gails a la lune)». Bu cümle insan­ da bir tür hayalet görüntü izlenimi verir. Kişi, ne göreceğini bile­ mez. Diğer yol, çareler. Argodan geçinir, onu gönlünce kullanır, on­ dan istediğini alır ve çoğu zaman bu dili zamanı gelince özetle­ yerek kabaca değiştirir. Zaman zaman değiştirdiği, temiz argo sözcüklerinden, binbir renkli deyimler oluşturur ki, bunlar da da­ (*) Racine: XVII. Yüzyılın klasik yazarlarından. (**) Aischlylos: Trajedyanın atası. (***) Euriupudes: Tanınmış bir trajedi yazarı, üç ünlü Yunan yazarının sonuncusu.

956

ha önce değindiğimiz iki unsurun karışımıdır. Doğrudan yaradı­ lış ve metafor: «Le cab jaspine, je mourronne que la roulotte de Pantin trime dans le sebri». «Le cbien aboie, je soupçonne que la diliqence de Paris passe dans le bois»(*) Burada Paris keli­ mesi Pantin olarak yazılmıştır: «Oab est sinve, le dabuge est merloussiere, la fée est bative». Bu, şu demektir: «Kenter buda­ la, hanım kurnaz, kız da çok güzel». Çoğu zaman dinleyenleri şaşırtmak için her kelimenin sonuna iğrenç bir kuyruk takar ar­ go, «aille, orgue iergue» ya da «ucbe» ile biten bu takılar dili iyi­ ce değiştirip bir «kuşdiline» çevirir. Namlı eşkiya Cartouche, ce­ zaevi gardiyanına, bir gün şöyle sormuştu: «Vousiergue trouva­ ille bonargue ce gigotmuche»; «Trouvez vous ce gigot bon?» (Bu kızarmış eti beğendiniz mi?) Bu da farklı bir anlamdaydı, Cartouche adama, kaçması için önerdiği bedeli beğenip beğenmediğini soruyordu. «Mar» eki, sonradan eklendi. Yoldan çıkmışların dili olan argo, bozulmaya yargılıdır. Hem, anlaşılır hale geldiğinde hep kaçmak istediğinden, aralıksız kılık değiştirir. Bitkilerin aksine, argo günışığına dokunduğu an ölür. Bu nedenle, yıllar içinde argo çözülerek tekrar oluşur. Bu karan­ lık ve zorlu çalışma, hiç durmaz, süregider. Argonun on yıllık yo­ lunu, dil bir asır alamaz. Bunun sonrasında: «larton», «lartif» olur (ekmek); «gail», «gaye»ye dönüşür (at); «fertanche», «fertille» olur (hasır); «/es siques-frusques» (pılı pırtı giysiler); «chique, égrugeoir (kilise)»; «colabre colas» (oyun) olur. Önce, «gahisto» olan şeytan sırayla «rabouin» ve «boulanger» (fırıncı) olur. Papaz önce «ratichon»dır, sonra yabandomuzu haline geldi; kama önce «yirmi iki» sonra «surin», daha sonra «ingre» oldu. Polisler önceleri «railess,» sonra «ro­ ussins,» derken «rousses» sonra «ayakkabıbağı satıcıları» ol­ duktan sonra, nihayet «zarbo ya da aynasız» olarak anıldılar. Cellat, önceleri «taule», sonra «charlot» derken, «atiguer» oldu, (*) Köpek havladı; Paris arabası ormandan geçti.

957

en son ona «besquillard» denildi. XVII. yüzyılda savaşmak, dö­ vüşmek karşısındakine «sigara vermek»ti; XIX. yüzyılda «Çene­ yi okşamak» dendi. Bu iki karşıtlar arasında belki yirmiden fazla değişken deyim yaşayıp geçti. Lacenaire’e(*) göre Cartouche İb­ ranice konuşur. Argonun bütün sözcükleri onları dillendirenler gibi, habire firardalar. Fakat arada ve özellikle, bu firardan dolayı eski argonun ke­ limeleri yeniden dağarcıklara alınıyor. Her yörenin kendince bir argosu vardır. Temple civarı XVII. yüzyıl argosunu korur, cezaevinin bulun­ duğu zamanlarda, Bictre thunes argosu vardı. O ihtiyarların «ac­ hes»la bitirdikleri kelimeler duyulurdu. «Boyanches-tu» «Bois-­ tu»(**) yerine, «il cooyanche-il croit. O inanır. Fakat yine de de­ ğişme yasası hep korunur. An be an buharlaşıp uçuşan bu dili saptama fırsatı olsa, bu işi yapacak bilge epey acıklı ve faydalı bir düşünceye kapılırdı. Çünkü bu dili incelemek kadar, eğitimde etkili ve verimli bir dil bulunamaz. Argoda her metafor, her etimoloji bir ders verir. Bu adamlar arasında, dövüşmek, yenmek kelimesini yinelemekle aynı anlama gelir. Bir hastalıkla savaşılır, cin gibi olmaktır onla­ rın gücü. Onlar için kişioğlunun fikri gölge kavramından uzak duramaz. Gece için «sorgue», insan için, «orgue» derler: İnsan da, gece­ nin türevidir. Söz konusu insanlar için toplum, onları öldüren bir ortam, te­ kinsiz bir güçtür. Şebekelerinden, sağlıklarından söz edercesine söz ederler. Yakalanan biri, bir «hasta»dır; yargılanan biri, «ölü»dür. O, dört duvar arasındaki tutuklu için, en korkunç durum, bir tür kötü şöhrettir. O, artık zindana «castus»(***) der. Bu azapha­ nede dış yaşam tutukluya güler yüzle görünür. Belki siz onun (*) Lacenaire: XIX. asrın bir hırsızı. (**) Bois tu: içiyor musun? (***) Castus: Castre kelimesinden türemiştir; iğdiş etmek demektir.

958

ayaklarını, yürümek için kullanmak istediğini düşündüğünü sa­ nabilirsiniz, ama hayır, o ayaklarını dans etmek için düşünür. Prangalarından testereyle kurtulduğunda, ilk yaptığı, dans et­ meyi düşünmektir. O artık testereye «bastringue» der; bu da on­ ların dilinde «kır meyhanesi» demektir. Bir isim, bir odaktır, esas­ lı bir benzetme. Kanundışı insanda iki kafa vardır; ilki, onun hal ve hareketlerini düzenleyen ve hayat boyu kendisine yol göste­ ren kafa; İkincisi, ecel saatinde omuzlarından yükselen kafa. Ona cinayeti öneren kafaya «sorbon» der, ölürkenki kafası, sadece «kütük»tür. Bir adamın üzerinde sadece pılı pırtı ve kalbinde fe­ nalık dışında duygu olmadığında, şu alçak kelimeli, o ikili aşağı­ lanmasına indiğinde, o artık cinayet için hazırdır, tam kıvamında­ dır. Güzel bilenmiş bir bıçağa benzer, keskin iki ağzı vardır, yok­ sulluğu ve fenalığı bundandır. Bu alçak kelimenin karşılığı olan «gueux»yu onun için kullanmaz, onu bir «reguise» olarak anar ki, bu da «iyi bilenmiş» anlamına gelir. Zindan nedir ki, lanetli bir ateş, bir cehennem. Orada «forsa»nın adı «fagot»: bu da «çalı» demektir. Yanmaya mahkum çalı. Suçlular cezaevini «okul» ola­ rak tanımlar. Bu kelime bütün bir ceza sistemini içerir. Hırsızın da kendince zayıf yanları vardır. Siz, ben, her geçen «pantre» (pan), herkes... Özel sözlükte, «lirfanfa» olarak adlanan zindan ezgilerinin nereden kaynaklandığını bilir misiniz? Şu sözlerime kulak verin: Châpetlet Cezaevinde, geniş ve uzun bir dehliz vardır. Bura­ sı Seine Nehrinin sekiz ayak altına kazılıdır. Ne penceresi var­ dır, ne de havalandırma delikleri, açık olan tek şey kapıdır. Bu­ raya birileri girer, fakat havanın zerresi giremez. Buranın tavanı, taş bir tavan ve zemini on parmak boyunda çamurdur. Bir za­ manlar zemin taş döşeliydi, fakat su sızıntısı yüzünden taşlar da çürümüştü. Zeminin sekiz ayak yukarısında, irice bir kiriş baştan başa uzardı, bu kalastan zincirler sarkardı kimi yerlerde ve bu zincir­ lerin uçlarında halkalar vardı. Buraya kürek mahkûmları tıkılırdı. Toulon’a gidinceye değin burada tutulurlardı. Onları bu kalasın altına iter ve her birinin boynuna bir halka, el ve ayaklarına zin­ 959

cirler takarlardı. O sefilleri böylece her yerlerinden zincire vurur­ lardı. Zincir epey kısa olduğundan, yatamazlardı. Bu kalasa ası­ lı gibi, sabah akşam ayakta beklerlerdi. Bu gece boyunca, ek­ meğe ya da su testisine uzanmak için epeyce uğraşmak zorun­ daydılar. Tepelerinde taş kubbe, dizlerine kadar çamurda, bal­ dırlarından kendi dışkıları akardı, yorgunluktan bitkin düşen bu zavallılar çoğu zaman, dinlenmek için elleriyle zincire tutunurlar­ dı, çünkü sadece ayakta uyuyabiliyorlardı ve her an boyunlarda­ ki o halkadan boğulur gibi sıçrayarak uyanırlardı. Bir lokma ek­ mek yiyebilmek için, ayak topuklarıyla, baldırlarına kadar yükse­ lirlerdi; çamura atılan o ekmeği yemek için. Bu korkunç yerde ne kadar dayanabilirlerdi. Bir, iki ay, altı ay, dahası birini tam bir yıl bekletmişlerdi. Burası kürek zindanlarının önodası gibiydi. Kral arazisinden çalınan bir tavşan için buraya tıkılanlar vardı. Bu cehennemsi mezarda ne yaparlardı? Bir mezarda ne ya­ pılır, usul usul can çekişirlerdi. Ve bir cehennemde ne yapılır? Şarkı söylerlerdi. Çünkü umudun bile kaybolduğu yerde, şarkı kalır. Malta Adasına yaklaştıklarında, kürek seslerini duymadan önce, mahkûmların şarkıları duyulurdu. İzinsiz avlanan zavallı Survubcent de bir süre Châtelet zindanında misafir edilmişti; bu olay daha sonra şöyle anlatılmıştı: «Beni o dizeler kurtardı.» Ey yararsız şiir! Dizelerin faydası ne? İşte aşağı yukarı bütün argo şarkıları bu mahzende bestelenmiştir. Montgomery pıran­ gasının o acıklı nakaratı da buradan yükseldi: Timaloumisaine-­ Timaulamison. Bu şarkıların çoğu epey kederli, epey karanlıktır. Bazı şarkılar neşelidir, ama biri de çok sevecendir: İşte burada sahneye gelir o küçücük Okçu(*). Ne yaparsanız yapın, insanın kalbinden, bu ölümsüz duygu­ yu koparıp atamazsınız: Aşk! Bu dünyada o gizli kapaklı işlerin sırları korunur. Sırlar aslın­ da her şeyi korur. Bu sefiller için sır, birliğin esasını oluşturan bir (*) Okçu: Venüs’ün oğlu Aşk Tanrısı Cupidon. Okuyla aşk için kalpleri deler.

960

birleşmedir. Sırrı bozmak, bu yabanıl topluluklardan bir şeyler koparıp almaktır. Argoda ispiyonlamak: «parçayı yemektir». Sanki ispiyoncu her birinin etiyle besleniyormuş gibi. Şamar yemek ne demektir? Yine o renkli benzetme bunu şöyle sunar: Şamar yemek «yanan otuz altı mum» görmektir. Burada argo araya girip mum «chandelle» yerine «camoufle» der ve Acem dili de şamara, «camouflet» der. Metaforlar yardı­ mıyla argo mahzenden Akademi'ye değin uzanır. Poulailler mu­ mu yaktım, derken, aynı metaforu kullanan Voltaire de «Langle­ viel de Beaumuche (yüz mum hak etti)» der. Araştırmacılar argoda, her adımda başka bir yenilikle karşı­ laşır. Bu tuhaf işin incelemesi, insanı düzenli toplumla, lanetlen­ miş sefiller toplumunun sır küpü kesişme noktasına taşır. Argo artık kürek mahkûmu bir kelimedir. Ey sefillerin o biçare düşünüşleri. Ne üzücü... Kimse karanlıkta kalan insan ruhunun yardımına koşmayacak mı? Onun kaderi her zaman beklemek mi? Gökler­ den inecek o kanatlı, şafak renkli savaşçıyı, geleceğin o ışık sa­ çan şövalyesini yok yere mı çağıracak imdada? İdealin o parlak kılıcını boşuna mı çağıracak? Uçurumlarda ölü başı gibi sırıtan o çeneyi, pençe ve tırnak­ ların yılanımsı büklümlerini giderek yakınlaşan bir canavar gibi görmeye mecbur mu? Canavarı beklemeye mahkûm edilen ge­ cenin kenarında zincirlenen o dağınık saçlı, çırılçıplak Androme­ de(*) gibi parçalanmayı mı bekleyecek? 3 GÖZÜ YAŞLI VE GÜLEN ARGO Anlattığımız gibi, dört asır öncesinin argosu da günümüzde­ ki argo gibi, her kelimeye bazen kederli, bazen de ürkütücü bir (*) Andromède: Mitolojide bir kral kızı, kendisini parçalamaya gelecek canava­ rı çıplak bir halde beklerken, Perseus kanatlı atıyla gelip onu kurtarmış, son­ ra da onunla evlenmiştir.

961

ifade ekleyen karanlık bir ruhla kaplıdır. Bu dilde insan, Mucize­ ler Avlusunda, birbirleriyle kâğıt oynayan, kocamış serseri ve hırsızların o vahşi kederini hisseder. Onlar kendilerine has oyun­ lar oynarlardı. Mesela, şu ispatinin üstünde büyücek yonca yap­ rakları olan bir ağaç resmi vardı ki, bu da ormanın karanlık bir tanımıdır. Ağaç önünde bir ateş yakılmıştı ve üç tavşan bir avcı­ yı kızartırdı, geri planda kaynayan bir tencereden bir köpeğin başı seçilirdi. Kaçak avcıların kızartılmalarını, kalpazanların ka­ zanda kaynatılmalarını betimleyen resimler ceza almanın epey kederli bir görünümüydü. Bundan daha kötüsü olamaz. Düşün­ cenin argo krallığında girdiği kılık, şarkı ister alaylı ister ürkütü­ cü olsun, tümünde o güçsüz ve harabe hava sezilir. Bazı şarkı­ ların hâlâ koruduğu o şarkıların yaklaşık hepsi, ağlatacak kadar yürek parçalayıcıdır. Burada hırsız sürekli zavallı ve sürekli giz­ lenen o tavşan, sıvışan fare, kaçan kuş olur. Hiçbir istekte bulu­ namaz, sadece göğüs geçirir. Onun bu inlemeleri ta bizlere dek geliyor, mesela şu: «İnsanların babası olan Yüce Tanrı’nın, çocuklarına ve torun­ larına nasıl böyle azap çektirdiği ve onların çığlıklarını duydu­ ğunda, kendisinin de içinin sızlamamasına şaşıyorum inanın.» Düşkün suçlu, düşünme olanağı yakaladığında, kanun önün­ de eğilir; toplum karşısında güçsüzdür. O da yerlere kapanır, yalvarır, merhamet ister, suçlu olduğunun farkında olduğunu bi­ liyoruz. Geçen asrın ortalarına doğru, bir değişim yaşandı. O cezaevi şarkıları, nakaratlar, bilgiç ve şakrak bir hava kazandı. Artık ya­ kınan Omalure yerini bir Larifa’ya bırakmıştı. XVIII. yüzyılda zin­ cir ve kodeslerin yaklaşık her şarkısında, iblisçe bir neşe vardır. Sanki kaval çalan birinin fosforlu bir ışıkla aydınlattığı ve orma­ na üflediği şu ince ve neşeli nakarat: Miralabi Suralabo Mirliton ribon ribette Surlababi mirlababo Mirliton ribon ribo 962

Kanunsuz adam mahzende ya da ormanda bir adamı öldü­ rürken bu şarkıyı söyledi. Epey ağırbaşlı bir işaret, XVIII. yüzyılda bu kaygılı toplumun antik acısı artık kayboluyor, birden, gülmeye başlıyorlar. Tanrı’yı ve Kralı bile makaraya alıyorlar. Mesela XV. Louis için «Pantin Markizi»(*) diyorlar. İşte onlar hemen keyiflendiler. Sanki vicdanlarında hiçbir yük yokmuş gibi, alçaklardan bir tür ışık saçılıyor. Bu gölge kabilele­ ri, sadece davranışlarının keder yüklü küstahlığıyla değil, bir de, ruhlarının kaygısız cüretine büründüler. Bu da onların suçluluk bilinçlerini kaybetmelerinin ve kendilerinin bilge insanlar oldukla­ rına inanmalarının bir belirtisi belki. Bu da soygun ve hırsızlığın ve doktrinlerin ve bilgiciliklerin arasına süzüldüğünü ve bunlara karıştıktan sonra, çirkinliklerinden çoğunu sildiklerinin işaretidir. Herhangi bir oyalama görünmediği zaman, yakın ve olağanüstü bir şeyin belirmesi... Bir an için duralım. Burada kimi suçluyoruz? XVIII. yüzyılı mı? Onun felsefesini mi? Hayır, hayır. XVIII. yüzyılın eseri zinde ve iyidir. Öncelikle Diderot gibi ansiklopedi yazarları, Turgot gibi iktisatçılar, Voltaire gibi filozoflar, başlarında Rousseau’nun ol­ duğu ütopistler... Evet bunlar dört kutsal alay. İnsanlığın ışığa yaklaşmasını onlara borçluyuz. Onlar insan­ lık öğesinin ilerlemesini sağlamak için, öne fırlayan dört öncü­ dür. Diderot güzele, Turgot faydalıya, Voltaire gerçeğe, Rousse­ au ise hakbilir olana. Fakat bu filozofların altında sophistler de vardı. Bunlar da tıpkı balta girmemiş bir ormanda sağlıklı bitkile­ rin gelişimine baltalayan zehirli sarmaşıklar gibiydi. Cellat adliye sarayının merdivenlerinde, çağın o kurtarıcı kitaplarını yakadur­ sun, günümüzde adları unutulan bazı yazarlar, kralın izniyle, se­ fillerin okudukları epey fesat yazılarını basıyorlardı. Epey zor inanılır bir ayrıntı, bozguncuların yayınlarından birçoğu hâlâ Giz­ li Kitaplıkladır. Bunların bir prens tarafından korunduklarını dü­ (*) Pantin: Paris

963

şünmek epey üzücü. Derin ama iyice bilinmeyen bu olaylar, he­ nüz yüzeye çıkmamıştır. Fakat bazen, bir olayın karanlıkta kal­ ması, onun daha da belalı olmasına neden olur. Bütün bu yazar­ lar arasında, yığınlara en zararlı ve en derin galeriyi kazan «Restif de la Bretonne»dir. Avrupa’nın tamamına has bu uğraş, zararını en fazla Alman­ ya’da gösterdi. Schiller’in o ünlü eseri Haydutlar'da özetlediği gi­ bi Almanya’da uzun süredir soygun ve yağma kol geziyor, mül­ kiyetin ve emeğin karşısında dikiliyordu. Güya, görünüşte gerçe­ ğe yakın fakat aslında aldatıcı ve mantıksız ve epey saçma fikir­ ler, soyut bir isimle teoriye dönüşüyordu. Böylece, çalışan, acı çeken ve dürüst halkların dokusuna süzülüp, onları usulca zehir­ liyordu. Böyle bir olgunun ortaya çıkması epey ağır sonuçlar doğurur. Acı, öfkeyi doğurur, bu arada bolluk bereket içinde yaşayan sı­ nıf, hiçbir şeyin ayrımında olmadan uyuduğu süre boyunca, şu zavallı sınıfların kinlerinden oluşan bir meşale, mutsuz ya da ha­ talı düşünen bir aklı tutuşturuyor ve onun bir kenara çekilip, top­ lumu incelemesine neden oluyordu. Kinin incelenmesi, ne müt­ hiş şey! İşte o zaman devirlerin talihsizliğinden gelen kanlı isyanlar, (Jacqueries) denilen isyanlar her yerde patlak veriyordu. Bu kanlı isyanların yanı sıra, o siyasal devrimler çocuk oyuncağı gi­ bidir. Onlar ezilenin zulmedene baş kaldırması değil, çok daha kötüsü, açların toklara baş kaldırmasıdır ki, önlerine gelen her şeyi yıkıp geçerler. Böylesi isyanlar halk depremidir. İşte XVIII. yüzyıl bitiminde, sivrilen bu korkunç beladan ko­ runmak için oluşan Fransız İhtilali, bunların yanında eşsiz bir dü­ rüstlük gösterisidir. İdealin darbesi sayılan bu ihtilal, ansızın dikildi ve fenalık ka­ pısını kapatıp iyilik kapısını açtı. Meseleyi halletti, gerçeği kanunlaştırdı, çirkefi kovdu, çağı sağlığına kavuşturdu ve halkı baştacı edip, layık olduğu gibi ödüllendirdi. 964

İnsanı ikinci kez yarattığını söyleyebiliriz, ona ikinci ruhu sun­ du: İnsan Haklarını. XIX. yüzyıl, onun bu eserine kondu ve yararlandı. Artık bu­ gün, demin değindiğimiz toplumsal yıkım olanaksız. Bunun ha­ berini veren kör; korkan aptaldır. İhtilal, bu kanlı isyanın sağlıklı ve şifalı aşısı oldu. Onun yardımıyla toplumsal şartlar değişti. Artık kanımız, feodaliteye ve monarşiye ait virüslerden arın­ dı. Anayasamızda Ortaçağa ait hiçbir şey kalmadı. Artık yeraltı dünyasının da işine son verildi. O sıçan yuvalarının huzurumu­ zu bozan isyanları bastırıldı. Artık bastığımız toprak açılarak, korkunç dehlizleri ve mağaraları göz önüne sermiyor. İhtilal kavramı epey ahlakçıdır. Hak kavramı, görev kavramı­ nın gelişmesine yarar. Özgürlük herkesin izin yasasıdır. Birinin özgürlüğünün bittiği yerde, bir diğerininki başlar. İşte Robespier­ re’in o kusursuz tanımı. 1789’dan beri, halk artık yüceleşen bi­ reyde gelişiyor. En yoksul birey hakkının olduğunu bildiğinden, ruhunda bir ışığın varlığını seziyor, açlıktan ölen bile Fransa’nın tertemiz olduğunun farkında. Yurttaşın bilincinde oluşan bir zırh. Özgür olan vicdanlıdır, her oy veren egemendir. İşte artık bundan dolayı sağlıksız, marazi hırslara, açgözlülü­ ğe yer yok. Yüzler kışkırtmaların uzağında. Devrimci sağlık o kadar güç­ lüdür ki, tıpkı bir kurtuluş günü gibidir, bir 14 Temmuz ya da 10 Ağustos. Bundan böyle yığınların çığlığı şöyle: «Kahrolsun hır­ sızlar! Yaşasın ilerleme! ideal ve mutlak’ın kapkaçla ilgisi yok!» 1848’de Tuilleries Sarayının hâzinelerini taşıyan yük araba­ ları kimler tarafından çekildi bilir misiniz, Saint-Antoine Mahalle­ sinin çöpçüleri tarafından. Evet, pılı pırtı içindeki bu gözüpek adamlar, hâzinenin önünde nöbet tuttular. Erdem bu yoksul, bu kötü kılıklı insanları adeta parlattı. Yük arabalarının yarı açık sandıklarında, o göz alıcı elmasla­ rın yanı sıra, eski Fransız krallığının tacı da vardı. Elmaslarıyla göz alan bu taç, hiç yoksa o günün değerlerine göre, otuz mil­ 965

yon frank ederdi. Şu yalın ayak çöpçüler işte bu tacı beklediler ve çaldırmadılar. Evet, demek artık o isyanların sonu gelmişti. Düzenbazlar için belki kötü oldu. Bu eski korku, artık son kez etkisini göster­ miş ve bir daha kullanılmamıştır. Artık o kırmızı hortlağın zem­ bereği kırıldı. Bunu bilmeyen yok. Artık korku, dehşete düşürmü­ yor. Kuşlar artık korkulukla oynaşıyor. Martılar korkuluklara ko­ nabiliyor. Kenterler de sevinerek izliyor bunu. 4 İKİ GÖREV: UMUT ETMEK VE GÖZETMEK Durum böyle, fakat yine de toplumsal tehlikenin büsbütün kaybolduğu söylenemez. Kanlı isyanlar bastırıldı. Toplum bu ko­ nuda rahat edebilir, artık başına kan çıkma, beyin kanamasın­ dan ölme riskinden kurtuldu diyelim, fakat soluk almasına dikkat edelim. Belki felçten bile tehlikeli olan ince hastalık pusuda. Top­ lumsal ince hastalığın ismi sefalet! Beyin kanamasından, felçten nasıl ölünürse, bundan da ölü­ nür. Sürekli aynı sözleri söyleyeceğiz. Önce, acı çekenlere yardı­ ma gitmek, onların acılarını dindirmek, onları aydınlatmak, onla­ rı sevmek, onlara ufuk açmak, eğitmek, çalışma şevki vermek... Uyuşukluğun zararlarını anlatmak, zenginliği sınırlamadan yok­ sulluğu sınırlamak, işte yeni görevler. Uzanabilecek yüz kola sa­ hip olup, işlikler, fabrikalar açmak, bütün becerilere uygun okul­ lar, bütün zekâları geliştirecek laboratuvarlar kurmak. İşgününü kısaltıp, ücreti artırmak, alacakla borcu dengelemek. Özetle, ka­ zancı ihtiyaca göre ayarlamak. Toplumun karanlıklarında emek­ leyenlere bol ışık vermek, cahilleri eğitip, sefaleti ortadan kaldır­ maya çalışmak. İşte sevecen ruhlara bir davet. Kardeşliğin ilk ih­ tiyacıdır bu. Bencil ruhların da bunu öğrenmeleri gerekli, bu po­ litik bir görevdir de. Yine de, bütün bunların sadece bir giriş ol­ 966

duğunu belirtmek gerek. Asıl mesele şu: Hak olmayan çalışma, yasa olmaz. Bunda fazla üstelemeyeceğiz, yeri burası değil. Doğa, kader adını alırsa, toplum da öngörü ya da öngörü adı­ nı almalıdır. Bilmek son anda verilen bir ilaç, ilk zorunluluk dü­ şünmek. Gerçek de, has buğday gibi besler. Bilim ve bilgeyi per­ hizli bir mantıktan uzaklaştırır. Tıpkı boş mideler gibi, boş zihin­ lere de acıyalım. Açlıktan ölene bir beden kadar, dahası ondan daha acı olan, ışık açlığından ölen bir ruhtur. İlerleme sorunların çözümlenmesine doğru gidiyor. Bir gün, herkes şaşakalacak. İnsanlık yükseldikçe o alt katmandaki sefil­ ler de aydınlığa çıkacak. Sefaletin giderilmesi, bir seviye yüksel­ mesiyle olacak. Bu kutsal çözümden hiç şüphelenmeyin... Aslında şu anda, geçmiş epey güçlü; toparlanıyor. Bir cese­ din böyle gençleşmesi şaşırtıcı. Bakın canlandı, yürüyor, geliyor, sanki utkulu, evet bu ölü bir fatih. Arkasındaki yığınlarla geliyor; boşinançlar; kılıcı zülüm, bayrağı bilisizlik. Ne zamandır, birkaç savaş kazandı, ilerliyor, korkutuyor, gülüyor, kapımıza dayandı. Biz, umut kesmeyelim, Annibal’ın kamp kurduğu alanı satalım. Bizler inançlıyız, niye korkalım? Nehirlerin gerilemeleri olmadığı gibi, zihnin de olamaz. Fakat geleceğe inanmayanlar, düşünsünler. İlerlemeye karşı çıkan bu adamlar, geleceği değil, kendilerini mahkûm ediyor. Kötü bir hastalık kaptılar, geçmişle aşılandılar. Yarına karşı çıkmanın sa­ dece bir yolu var; ölüm! Peki ama hiçbir ölümü istemiyoruz, bedenin ölümünü alabil­ diğine geç vakitte, ruhun ölümünü asla. Ruhumuzun ölmesine kesinlikle rıza gösteremeyiz. Evet, bulmaca sözünü edecek, sfenks dile gelecek, mesele çözülecek. Evet XVIII. yüzyılın tasarladığı halka, XIX. yüzyılda tamamlanacak. Bundan kuşkusu olan gelişmemiş zekâlıdır. Ge­ lecek çiçeklenmesi, evrensel refahın çiçeklenmesi, ilahi açıdan kaçınılmazdır. Toplumların itilimleri, insani olayları, bir tür denge kurdurur, 967

buna «adalet» deriz. Yeryüzünden ve gökten gelen bu güç, in­ sanlıktan kaynaklanıp onu yönetir. İşte bu güç mucizeler yaratır. Kusursuz sonuçlar, onun için epey olağanüstü sayılır. İnsanoğ­ lundan gelen bilimin yardımı, bir diğer olaydan gelen bir yardım­ la birleşip, bu güç artık halkın olanaksız sandığı sorunlardan da neredeyse hiç yılmaz. Düşüncelerin birleşmesinden bir hal yolu yaratmakta hünerlidir, bir gün, Doğu ve Batı’yı birleştiren ve Müslüman imamlarıyla, Mısır’da bir piramitte Napoléon Bona­ parte’ı karşılıklı konuşturan ilerlemenin, bu sır küpü gücünden her şey umulur. Bütün bunları beklerken, boş durmayalım. Düşüncelerin ileri, görkemli yürüyüşlerine ara vermeyelim. Toplumsal felsefe, aslın­ da barış bilimidir. Onun gayesi mücadeleleri ve öfkeleri yenmek ve bunun için de, uyuşmazlıkları gidermektir, inceleyen, derine inen, çözümleyen bu felsefe, sonra bir daha oluşturur. Bütün ki­ ni yok ederek, indirgeme yoluyla işleri ele alır. İnsanların üstünden esen rüzgârdan, bir toplumun zararlı uluslarını, imparatorlukların, töre, yasa, dinlerinden zarar gör­ düklerine kaç kez tanık oldu. Bir gün bu fırtına diner ve bütün bunları da yanı sıra götürür. Çin, Hint, Keldani, Acem, Asur ve Mısır medeniyetleri art arda silindi. Niye? Bilemiyoruz. Bu fela­ ketlerin nedenleri ne? Meçhul. Bu toplumlar kurtulabilir miydi? Kabahat kimin? Kendi suçları mı bunun nedeni? Hangi lanetli fe­ nalıkta ısrar ederek mahvoluşa gittiler? Bir ulusun ve bir ırkın böyle korkunç ölümlerinde, kaç intiharın payı vardır? Bütün bun­ lar cevapsız kalacak sorulardır. Bu mahkûm edilen medeniyetler artık, derin bir karanlığa gömülü. Boğulduklarına göre su alıyor­ lardı demek ki? Artık söyleyecek başka sözümüz yok. Mazi de­ diğimiz bu denizin, o kocaman dalgaların önüne ürkek bir şaş­ kınlıkla bakıyoruz. Evet işte, çağlar boyunca batan o güzel ge­ miler Babil, Ninova, Tars, Teb ve Roma... Gölgelerin üflediği o müthiş soluk onları yuttu. Fakat bir yerde, gölge olan başka yer­ de ışığa döner. Aslında antik medeniyetlerin hastalıklarını bile­ meyiz fakat kendi arızalarımızın farkındayız. Kendi medeniyeti­ mize ışık tutmak bizim için bir hak ve bir görev. Bu nedenle, 968

onun zayıf halkasını sezip, hastalığının nedenine göre gereken ilacı vermeliyiz. Yirmi yıllık bir mazisi olan medeniyetimiz, bu ça­ ğın hem canavarı, hem de harikasıdır. O kurtarılmaya değer. Kurtarılacak. Onun acısını azaltmak bile epey önemli ama onu aydınlatmak; işte, bu daha önemli. Çağdaş felsefenin gayesi bu­ na yönelik olmalıdır. Günümüzün bilgelerine epey önemli bir gö­ rev düşüyor, medeniyetin nabzını dinlemek. Evet, bir daha belirtelim; bu yürek dinleme epey rahatlatıcı­ dır. Aynı zamanda cesaret de verir ve bu cesaretle, bu acıklı olayların son sayfalarını çevirmek isteriz. Toplumun gelgeçliğinin karşısında insanlığın ölümsüzlüğünü hissediyoruz. Lavlarını fış­ kırtan bir volkan yaraları, krateri ve çatlaklarından saçılan bilisiz­ likten dolayı, evren ölümsüzdür. Ulusların hastalığı kişiyi öldür­ mez. Toplumsal klinik her ne kadar baş sallasa bile, insanların en güçlülerinin, en şefkatlilerinin ve en mantıklılarının bile zayıf düştüğü zamanlar olur. Peki, Gelecek nasıl olabilir? O müthiş gölgeyi gördükten son­ ra, böyle bir soruyu sorabiliriz. Egoist ve sefillerin, karanlık bir karşılaşması; ilkinde önyargılar, zengin eğitiminin gölgeleri, sar­ hoşlukla artarı iştah, sağırlaştıran bir bereket sersemletmesi, acı çekme korkusu ki, bu da çoğunda onlara karşı düşmanlık yarat­ maya gider, karşı çıkılmaz bir doyum, ruhu örten kof bir benlik. Sefillerde doymazlık, tutku, haset, başkalarının zevkine duyulan kin, insanlık hayvanının arzularını gidermeye yönelten o koyu sarsıntılar, sis çökmüş yürekler, yazgı, ihtiyaç, yazgıcılık, kötü ve yalın bir bilisizlik. Bakışları yukarı kaldırmaya devam etmeli mi? Seçilen o par­ lak nokta, sönecek gibi midir? Derinlere gömülü idealin manzarası korkunç, minicik, zor se­ çilen, parlak fakat yine de o karanlık tehditlerle kuşatılmış bir nokta. Ama yine de bulutlar içinde ışıldayan bir yıldız gibi, ondan daha tehlikeli sayılmaz.

969

SEKİZİNCİ KİTAP MUTLULUKLAR VE ACILAR 1

KUSURSUZ AYDINLIK Okurumuzun anladığını biliyoruz. Eponine parmaklığın arka­ sından bakıp, Plumet Sokağında oturan o alımlı kızı tanımış ve onu tehlikeden korumak için, kendisini oraya yollayan Magnon’a orada iş olmadığını söyleyerek haydutları oradan uzaklaştırmış­ tı. Daha sonra, kız sözünde durmuş ve Marius’ü oraya götür­ müştü. Delikanlı, birkaç gün bu parmaklık önünde sevinçten kendinden geçmiş gibi, bakakalmış ve nihayet demiri mıknatısa çeken o güce boyun eğip, ne yapmış etmiş, Cosette’in bahçesi­ ne girmişti. Tıpkı Romeo’nun Juliette’in bahçesine girmesi gibi. Aslında bunu Romeo’dan bile daha kolayca yapmıştı. Romeo sevgilisine kavuşmak için, bir duvarı aşmak zorunda kalmıştı; oy­ sa, Marius eski parmaklıkların bir çubuğunu çıkartıp içeri süzül­ müştü. Marius epey ince yapılıydı, o aradan zorlanmadan geçti. Sokak bomboş olduğu için ve delikanlı da geceleyin o bah­ çeye girdiğinden, hiçbir zaman görülme riski yoktu. İki ruhu birbirine bağlayan o uğurlu ve kutsal öpücükten son­ ra, Marius neredeyse her gece geldi ve buluştular. Cosette, ha­ yatının bu döneminde acımasız ve çıkarcı bir erkekle karşılaş­ mış olsa, yandığının resmiydi. Bonkör gönüller kendilerini bırak­ maktan çekinmezler. Aslında kadının en büyük fazileti itaat et­ mektir. Aşk o kaçınılmaz yere eriştiğinde, bilmeden, utancın kut­ 970

sal körleşmesiyle birleşir. Ah asil ruhlar, bilseniz sizleri ne tür tehlikeler bekliyor, çoğu zaman siz kalbinizi sunarken, bizler si­ zin bedeninizi alırız. Kalbiniz sizde kalır, siz de titreyişlerle yu­ varlandığınız o karanlıkta ona bakakalırsınız. Aşk böyledir, orta­ sı yoktur. Seveni ya kurtarır ya da yıkıma götürür. Bütün insanlı­ ğın kaderi bu ikilemdedir. Mahvoluş ya da kurtuluşu içeren bu ikilem, aşkın olmazsa olmaz sonucudur. Ölüm yoksa, aşk hayattır. Hem beşik, hem de mezar olabilir. Söz konusu duygu insan yüreğine «evet» ya da «hayır» der. Tanrı’nın yarattıkları arasında en fazla ışık saçan yürek, ne ya­ zık ki, çoğu zaman en koyu karanlıklar beşiğidir. Tanrı Cosette’e merhamet etmişti. Onun bulduğu aşkın kur­ tarıcı bir aşk olmasını diledi. 1832’nin o güzel mayısında, bakımsız ve yabanıl bahçe, dünya sevinçlerinin en güzelini tattı. Her gün daha hoş kokan ve giderek gelişen o çalıların altın­ da masumiyet ve ışıktan örülü bu iki ruh, insandan çok melekle­ re benzeyen bu iki varlık, gölgeler arasında, birbirleri için parla­ dı. Birbirlerine tapıyorlardı. Cosette, Marius’ün başında bir hale görüyor, Marius Cosette saçlarının üzerindeki ışıltıyı seçiyor gi­ biydi: Birbirlerinin sadece ellerine dokunmakla yetiniyor, bakışı­ yor, konuşuyor; birbirlerine sokuluyorlardı. Fakat sürekli koru­ dukları bir mesafe vardı aralarında. Bunu isteyerek koymamışlardı, onun varlığından bile haber­ sizdiler. Marius aralarında bir parmaklık bulunduğunu hissediyordu: Cosette’in saflığı, temizliği. Cosette bir destek görüyordu: Mari­ us’ün dürüstlüğü. O ilk öpüşmeleri, son öpüşmeleriydi. O akşamdan sonra Ma­ rius, sadece Cosette’in parmaklarını, boynundaki şalı okşamak ya da bazen saçlarına dudaklarını dokundurmaktan öteye git­ memişti. Cosette onun için, bir koku gibiydi, bir kadın değil. O bu mis kokuyu, kana kana içine çekiyordu. Kız aslında ondan bir şey esirgemiyordu, ama delikanlı ondan bir şey istemiyordu. Co­ 971

sette mutlu, Marius de memnundu. Bir ruhun başka bir ruhla ya­ şadığı bir esrimeydi onlarınki. İdealde buluşan iki temizliğin ta­ nımsız bir kucaklaşması, bir göldeki iki beyaz kuğu. Aşkın o döneminde, şehvetin sustuğu ve sarhoşluğa yenik düştüğü anda, o saf, temiz Marius, Cosette’in eteğini dizlerine değin açmaktansa bir kaldırım kadınına gitmeyi isterdi. Bir sefe­ rinde ay ışığının ortalığı aydınlattığı bir gece, Cosette yerden bir şey almak için eğildi, yakası açılmış, göğüslerinin birazı ortaya çıkmıştı. Marius hızla başını başka yöne çevirdi. Bu iki varlık neler yaşıyordu? Hiç. Sadece birbirlerini tapar gi­ bi seviyorlardı. Gece, yan yana geldiklerinde, o bahçe onlara canlı ve ilahi bir yer olarak görünürdü. Çevrelerindeki çiçeklerin hepsi açılıp, onlara o baş döndürücü kokularını veriyorlardı, onlar da kendi ruhlarını açıp çiçeklere dağıtıyorlardı. Kendilerini kuşatan o tut­ kulu ve güçlü bitkiler, içerdikleri usare ve esrimeyle, bu iki gü­ nahsız sevgilinin çevresinde titrerdi. Onlar da ağaçları ürperten aşk sözcükleri söylerlerdi. Bu sözler nelerdi? Nefes alma. Daha fazlası değil. Fakat bunlar da bu doğayı coşturmaya yetiyordu. Rüzgârın bir duman gibi üfleyeceği bu konuşmaların büyüsü epey güçlüydü. Sevgili­ lerin bu fısıltılarına o içten yükselen ve bir lir gibi eşlik eden o ez­ giyi çıkarıp olsak, ne kalır ki? Sadece bir gölge. Siz de o zaman, «Aman Tanrım hepsi bu?» diyerek şaşardınız... Evet, çocukluk­ lar, aynı tekerlemeler, aynı sözler. Salt gülmek için gülmek, saç­ malıklar, fakat bir yandan da, dünyanın en derin ve en yüce şe­ yi... Söylenmeye ve dinlenmeye değenler. Bu boş, bu çocuksu sözleri duymayan ve bunları söylemeyen erkek, ahmağın biri olmanın yanı sıra, kötü bir adamdır da. Cosette Marius’e: «Biliyor musun?» Bu ilahi bekâretlerinin içinde nasıl olduğunun ayrımında ol­ madan içlidışlı olmuş, birbirlerine «sen» demeye başlamışlardı. «Biliyor musun, benim adım Euphrasie!» 972

«Euphraise mi? Hadi ordan, senin adın Cosette değil mi?» «Hayır, o küçükken bana takılan epey kötü bir isim. Fakat be­ nim asıl adım Euphrasie. Yoksa bu isimden hoşlanmadın mı?» «Hoşlandım, fakat Cosette de hiç fena bir isim değil.» «Cosette’i Euphrasie’den daha fazla mı seviyorsun?» «Şey... Evet.» «Peki, o zaman ben de sevdim. Doğru, hoş bir isim Cosette. Bana Cosette de.» Bu sözlerden sonraki gülümseyişinin tatlılığı, bu konuşmayı bir cennet bahçesine uygun, saf bir aşka dönüştürüyordu. Genç kız, bir diğer akşam, ona uzun uzun bakıyor ve sonra şöyle diyordu: «Sen göz alıcısın, güzelsin ve akıllısın da, hiç de ahmak de­ ğilsin, benden epeyce bilgilisin, fakat yine de şu sözlerle mey­ dan okuyorum: Seni seviyorum!» Havalarda uçan Marius, bir yıldız şarkı söylüyor gibi bir izle­ nime kapıldı. Bir diğer akşam Marius, öksürdüğü için Cosette usulca onun eline vuruyor ve şöyle diyordu: «Öksürme, öksürme, lütfen. Burada, benden izinsiz öksürül­ mesine katlanamam. Öksürüp beni kaygılandırman çok kötü. Senin sağlıklı olmanı istiyorum, eğer sağlıklı olmazsan, ben de çok üzülürüm. Ne yaparım o zaman?» Bunlar sadece meleklere yakışacak sözlerdi. Birinde Marius, ona: «Senin isminin Ursula olabileceğini düşünmüştüm,» dedi. Gece boyunca buna güldüler. Bir başka gün, Marius pat diye: «Bir gün parkta, az daha bir gaziyi dövecektim...» Sonra hemen sustu, başka bir şey konuşmadı, çünkü o zaman Cosette’e, rüzgârın havalandırdığı eteğinden ve görünen dizba­ ğından söz etmesi gerekecekti ki, Marius buna cesareti yoktu. Onun o lekesiz aşkı, tensel dokunuşları karşısında geriliyor­ du. Marius için Cosette'le yaşamak bu demekti, başka bir şey yapmadan, her akşam bu sokağa gelmek, eski demir çubuğu 973

oynatıp kendisine bir yol açmak, onunla dirsek dirseğe, aynı ye­ re oturmak, ağaçların arasından yıldızlı geceyi izlemek, pantolo­ nunun bir kıvrımını Cosette’in eteğinin bir kıvrımına değdirmek, onun ellerini okşamak, ona «sen» demek, onun kokladığı çiçeği koklamak ve sonsuza kadar aynı biçimde yaşamak... Böyle zamanlarda bulutlar başlarının üstünden geçiyordu. Rüz­ gârın her esişi, havadaki bulutlardan çok, insanın düşlerini götürür. Bu günahsız ve yabanıl aşkın bütün cilvelerden mahrum oldu­ ğu düşünülmesin. Sevilen kadına iltifat etmek, onu okşamak gibidir, bu da bir ataklık sayılır, iltifat bir gelinliğin üzerinden öpmeye ben­ zer. Tutku buna inceliğini eklerken, bir yandan da saklanır. Tutku­ nun karşısında yürek daha fazla sevebilmek için geriler. Marius’ün iltifatları da gökler kadar saf ve temizdi. Meleklere yakışan uçan kuşlar herhalde böylesi şeyler duyarlar. Marius bir yandan da, bu­ na yaşamı, insani duyguları ve olumlu özelliklerini katıyordu. Daha sonra yatakta söylenecek sözlerin, mağarada fısıldanan bir başlan­ gıcını yani. Lirik bir coşku, şiir ve şarkı karışımı, kumru seslerine benzeyen tapınmanın bütün incelikleri, bütün bunlar bir bukette to­ parlanmış, ilahi güzellikte bir koku salarlardı: Kalplerin cıvıltıları. Marius coşkuyla fısıldardı: «Ah Cosette ne de güzelsin. Sana bakmaya doyamıyorum, bu nedenle seni sadece izliyorum. Sen bir peri gibisin. Senin yanında neler hissettiğimi anlatamam. Eteğinin altında görünen o minik aya­ ğın beni heyecanlandırıyor. Kirpiklerin aralandığında, ne büyülü bir ışık yayılıyor gözlerinden. Sen o kadar mantıklı konuşuyorsun ki, çoğu zaman senin bir hayal olmandan korkuyorum. Konuş, seni dinliyorum, sana hayranım. Ah Cosette, bu ne denli güzel, ben sa­ nırım iyice çıldırdım. Evet, hanımefendi, sen tapılmaya layıksın. Ben senin ayaklarını mikroskopta; ruhunu teleskopta inceliyorum.» Cosette: «Sabahtan beri, her geçen an seni daha çok sevdim.» Bu aşk konuşmasında soru ve yanıtlar sürekli uyumla karşı­ laşırdı. Cosette’in bütün karakteri saflık, temizlik, saydamlık, be­ yazlık, masumiyet ve ışıktı. Marius’ün ona tapınması epey olağandı. Fakat aslında ma­ 974

nastırdan henüz çıkan kız, bazen, çok ince ve derin sözlerle, çok kibarca konuşurdu. Onun konuşması cıvıltı gibiydi. O hiçbir ko­ nuda yanılmazdı. Çok isabetli fikirleri vardı. Kadın, içgüdüsüne göre hisseder ve konuşur. Hiç kimse bir kadınınki gibi tatlı ve derin sözler edemez. Se­ vimlilik ve derinlik: işte kadın, işte onun ilahi bir varlık olmasını sağlayan şeyler. Bu eksiksiz mutluluk arasında bazen sevgiden gözlerinin ya­ şardığına da rastlanırdı. Ezilen bir cırcırböceği, yuvadan düşen bir tüy, çiğnenen bir çiçek sapı onların gözlerine yaşlar biriktirir­ di. Aşkın bir diğer belirtisi de kalbi yumuşatıp merhamet duygu­ sunu harekete geçirmesidir. Onun başka bir belirtisine uyarak, çoğu zaman içtenlikle gü­ lerlerdi. Öyle çocuksu ve rahat gülerlerdi ki, gören iki erkek ar­ kadaş sanırdı. Buna rağmen, en lekesiz yüreklerin bile farkında olmasına karşın, unutulmayan doğa her zaman pusuda, onların arasın­ daydı. Kaçınılmaz o yüce ve acıklı sonu oluşturmak içindi bu. Kaldı ki, ruhlar ne kadar temiz olursa olsun, en saf konuşmalar­ dan bile iki erkek arkadaşla iki sevgiliyi ayırmak epey kolaydır. O ince ve esrarengiz bir farktır. Birbirlerine tapıyorlardı. Kökü olan ve değişmeyen şeyler her zaman yaşarlar. Sevgililer birbirlerini sever, gülümser, el tutuşur, güler, birbir­ lerine «sen» der, gün batımında gizlenen kuşlar ve güller gibi bir yana çekilirler. Bakışlarının anlattıklarını yüreklerine saklayıp birbirlerini büyülerken fısıldaşırlar ve bütün bu zaman boyunca çok yıldızlı bir öbek gökyüzünü kaplar. 2 KUSURSUZ MUTLULUK Mutluluktan büyülenmiş haldelerdi. O ay Paris’i mahveden kolera salgınının da farkında değillerdi. Birbirlerine içlerini alabil­ diğine dökmüşlerdi, fakat bu, isimlerini açıklamaktan öteye git­ 975

memişti. Marius Cosette’e, anasının babasının olmadığını, adı­ nın Marius Pontmercy ve kendisinin avukat olduğunu, yayıncılar için çeviri yaparak geçimini kazandığını anlatmıştı. Babasının bir binbaşı, bir kahraman olduğunu, çok varsıl dedesiyle arasının iyi olmadığını eklemişti. Laf olsun diye, «Baron» olduğunu bile söy­ lemişti ama Cosette, bununla o kadar ilgilenmemişti. Marius ba­ ron ha? İyi anlayamamıştı. O bir unvanın anlamını bilmezdi. Ma­ rius, Marius’tu, bu da ona yeterdi. Cosette de, ona kendi geçmişini anlatmıştı. Yetiştiği küçük Picpus Manastırından söz etmiş, annesinin öldüğünü, onu hiç hatırlamadığını, babasının Mösyö Fauchelevent isimli çok iyi bi­ ri olduğunu, her şeyini yoksullara dağıttığını, kızından hiçbir şey esirgememesine rağmen, kendisini çok şeyden mahrum kıldığı­ nı da söylemişti. Bunların en tuhaf tarafı şuydu: Cosette’le buluştuğu o senfo­ nide yaşayan Marius için, en yakın geçmiş bile, bulanık ve uzak görünüyordu. O Cosette’i söyledikleriyle tatmin oldu. Harabede­ ki o gece baskınından genç kıza söz etmeyi bile aklından geçir­ medi. Ne Thenardierler’in ismini andı, ne de babasının kolunu yakmasından, yiğitçe ama anlaşılmaz tavırlarından söz etti. Esasen delikanlı bunları bir süreliğine unutmuştu. Akşamle­ yin, öğle yemeğini nerede yediğini, o gün kimlerle konuştuğunu bile hatırlamazdı. Onun kulaklarını çınlatan o ilahi ezgiler, onu diğer şeylere karşı ilgisizleştiriyordu. O sadece Cosette’i gördü­ ğü anlarda yaşıyordu. O zamanlarda, kendisini cennette sandı­ ğından, dünyayı unutması olağandı. İkisi de, o manevi tutkuların ağır yükünü bitkince taşıyorlardı. İşte âşıklar bu halde yaşarlar. Ne yazıktır böyle duyguları herkesin hissetmemesi! Neden bir gün bu göklerden inilir ve neden sanki daha sonraları hayat süregider? Sevmek biraz da düşünmektir. Aşk öteki şeylerin hepsinin unutulması demektir. Tutkuda mantık var mıdır? İlahi mekaniz­ mada kusursuz bir geometrik biçimin bulunamayacağı gibi, in­ san yüreğinde de, kesin mantık uyumu yoktur. Cosette ve Mari­ us için birbirleri dışında hiçbir şey yoktu. Marius için Cosette, 976

Cosette için Marius yaratılmış ve birbirleri için yaşıyorlardı. On­ ları kuşatan dünya bile, bir çukura düşmüş gibiydi. Altından örülü bu anlarda yaşıyor gibilerdi. Ne önlerinde bir en­ gel vardı, ne de arkalarında. Delikanlı çoğu zaman Cosette’in bir babası olduğunu da unuturdu. Onun aklında o göz kamaşmasının unutuşu vardı. Peki bu sevgililer nelerden söz ederlerdi? Demin değindiğim gibi, çiçeklerden, kırlangıçlardan, batan güneşten, ayın doğuşundan ve böyle önemli şeylerden söz ederlerdi. Birbir­ lerine her şeyi anlatmışlardı. Sevgililerin her şeyi, hiçtir. Evet ama, ya Baba, gerçekler, o in, o macera, o hırsızlar, o baskın? Bütün bunlara ne gerek vardı ki? Üstelik bu kâbusun gerçekliğinden de emin değildi delikanlı. İki kişiydiler, birbirlerine tapıyorlardı, işte hepsi bu. Şurası kesin ki, ardımızdaki cehennemin silinmesi cen­ nete gitmek demektir. İblisler görüldü mü? Onlar var mıdır? Kimse bir şey bilmez, bütün bunlar, pembe bir bulutla kaplıdır. Evet, işte bu iki genç yürek, epey yükseklerde uçuyorlardı. Doğadaki bir inanılmazın içinde yaşıyorlardı; ne aşağılarda, ne de yukarılarda, insanla melek arası, çamur arasında, bulutların üstünde. Et ve kemikten olduklarının bile ayrımında değil gibiler­ di, baştan ayağa ruh ve sarhoşluk kesilmişlerdi. Yerlerde yürü­ yemeyecek ölçüde yüce, ama mavilikte kaybolmayacak kadar da insanlıkla yüklüydüler. Bu hengâme arasında yaşıyorlardı. Ah idealin yüklendiği o kusursuz uyuşma. Cosette bu kadar güzel olmasına rağmen, delikanlı çoğu zaman onun karşısında gözlerini kapatırdı. Kapa­ lı gözlerle ruhların içleri daha iyi görülür. İki genç bütün bunların kendilerini nereye götürdüğünü düşün­ müyorlardı bile. Kendilerini arzu ettikleri yere varmış gibi görüyorlar­ dı. Aşkın bir yere götürdüğünü düşünmek insanın en komik savıdır. 3 GÖLGELENMELER İhtiyar adam hiçbir şeyden kuşkulanmıyordu. Delikanlı kadar hayalperest olmayan Cosette neşeliydi, bu 977

da onun mutlu olmasına yetiyordu. Cosette’in ruh hali, onun o sevimli uğraşları, kalbini dolduran Marius’ün hayali, onun o gü­ ler yüzünün ve beyaz alnının pürüzsüzlüğünden bir şey götür­ müyordu. O bakirenin aşkını, meleğin zambağı taşıdığı gibi, onurla taşıdığı çağdaydı. Bu nedenle, Jean Valjean da huzur doluydu. Hem iki sevgili­ nin anlaşması her şeyin yolunda gitmesine yarar. Onların sevgi­ lerini bulandıracak üçüncü kişi, çoğu zaman koyu bir körlükle ka­ lır. Bu nedenle Cosette, babasının her söylediğine evet der, hiç karşı koymazdı. Babası yürümek mi istedi; Cosette ona: «Peki babacığım,» diyordu. Evde kalmak istediğinde genç kız, buna da gülerek evet derdi. Akşam vakitlerini kendisiyle geçirmek is­ terse Cosette, buna de sevinmiş görünürdü. İhtiyarcık gecenin onunda, kendi odasına çekildiğinde, tetikte bekleyen Marius, o geceler saat ondan sonra bahçeye girerdi. Cosette, balkon ka­ pısını açıp kapatarak, ona işaret yollardı. Gündüzleri Marius’ün görmenin mümkün olmadığını biliyordu. Jean Valjean, Marius’ün varlığını bile unutmuştu. Fakat bir gün kahvaltıda kıza: «Robunun arkasına kireç bulaşmış,» dedi. Bir akşam önce, Marius heyecanlanıp Cosette’i duvara daya­ mıştı. İşlerini yapar yapmaz uyumaya giden ve deliksiz uyuyan hiz­ metçi kadının da bir şey bildiği yoktu. Marius, eve adımını hiç atmazdı. Cosette’le beraber oldukla­ rında, yoldan görünmemek için genellikle, balkonun altındaki bir çıkıntıda saklanırlardı. Orada otururlar ve el ele tutuşarak belki yirmi kez birbirlerinin ellerini okşar ve ağaçları izlerlerdi. Böyle zamanlarda ayaklarının önüne yıldırım bile düşse umursamaya­ caklardı. Safça bir temizlik. Kar gibi saatler, birbirinin aynısı saatler. Böylesi aşklar zambaklar ve kumru tüylerinden yapılma bir koleksiyon gibidir. Kendileriyle sokak arasında, büyük bir bahçe vardı. Marius her girip çıktığında, dikkat çekmemek için, o demir çubuğu iyice yerine oturtuyordu. 978

Gece yarısına doğru çıkardı genellikle ve birlikte oturduğu Courfeyrac’ın evine giderdi. Courfeyrac, Bahorel’e: «inanır mısın bilmem, Marius sabahın birinde eve dönüyor artık,» derdi. Arkadaşı: «Eh, ne yapalım her rahip çömezinin karanlık bir tarafı vardır.» Courfeyrac bazen, kollarını göğsünde birleştirir ve Marius’e ağırbaşlıca çıkışırdı: «Boşuna yoruluyorsunuz, delikanlı.» Zeki bir genç olan Courfeyrac, Marius’ü aydınlatan o görün­ mez ilahi ışığa fazla anlam veremiyordu. O, böylesi aşklara alış­ kın değildi. Sabırsızlanıyor ve Marius’e hayallerden sıyrılması­ nın ve gerçeklere dönme vaktinin geldiğini söylüyordu. Yine bir sabah, onu şöylece uyardı: «Sevgili dostum, şu sıralar bana, ayda yaşayan, sabun kö­ püklerinden oluşma bir hayal dünyasındaki birinin izlenimini ve­ riyorsun. Haydi uslu çocuk ol da, bana anlat, kızın ismi nedir?» Fakat hiç kimse ve hiçbir şey onu konuşturamazdı. Onun tır­ naklarını sökseler, ondan o ismi öğrenemezlerdi. O kusursuz is­ mi yabancılara nasıl telafuz ederdi? Özlü aşk, bir şafak kadar aydınlık fakat bir mezar kadar sessizdir. Ama Courfeyrac Mari­ us’teki değişmeleri izliyordu, ışıklar saçan bir sessizlik... Şu canım mayıs ayında Marius ve Cosette tarifsiz mutluluk­ lar yaşadılar. Birbirlerine sadece «siz» deyip sonra tekrar «sen» diyebil­ mek için girişilen âşıklar arası tartışmalara bile girdiler. Kendilerini zerrece ilgilendirmeyen insanlardan en önemsiz ayrıntılara değin söz ettiler. Delikanlı için en eşsiz zevk Cosette'in giyim kuşamdan söz etmesini beğeniyle dinlemekti. Cosette, onun siyasal konuşmalarını ilgiyle dinlerdi. Göklerdeki aynı yıldıza bakar, otlardaki aynı ateşböceğini uzun uzun izlerlerdi. Birlikte susarlardı ki, bu konuşmaktan daha büyüleyiciydi. Gelgelelim, kimi sorunlar çıkacaktı... 979

Bir akşam yine dalgınca buluşma yerine gelen Marius, İnva­ lidesler Caddesini çıkıyordu ki, Plumet Sokağına sapacağı sıra­ da, birinin hemen arkasında: «İyi akşamlar Bay Marius,» dediğini duydu. Arkasına baktığında Eponine’i gördü. Bu onda tuhaf bir izlenim bıraktı. Kendisini bu sokağa getir­ diği günden beri, Marius bir kez bile onu düşünmemişti. Onu görmemişti de ve kız onun aklından iyice çıkmıştı. Aslında Mari­ us’ün ona minnet borcu vardı, bugünkü mutluluğunu ona borç­ luydu, fakat yine de karşılaşmaktan rahatsızlık duydu. Mutlu ve lekesiz bir tutkunun erkeği eni konu mükemmelleşti­ receğini düşünmek hatalıdır, tam aksine, onu unutmalara sürük­ ler. İşte bu durumdaki erkek, kötü olmayı unutur, fakat daha önce de iyi olmayı unutur. Minnet, ödev, özlü anılar, her şey unutulur. Farklı bir zamanda olsa Marius onunla daha fazla ilgilenirdi. Fa­ kat Cosette’le o kadar doluydu ki, kızın şu anda Eponine Thenar­ dier olduğunu da unutmuştu. Aslında kız, Marius’ün babasının va­ siyetinde yazılı adamın kızıydı. Marius birkaç ay öncesinde o adam için kendini ateşe bile atardı. Biz Marius’ü olduğu gibi ta­ nımlıyoruz. Aşkının görkemiyle babasının anısı bile solmuştu. Ürkerek: «Siz miydiniz Eponine?» dedi. «Niye bana siz dediniz, yoksa size bir şey mi yaptım? Bir fe­ nalık mı?» «Hayır, hayır,» dedi. Ona hiçbir kini yoktu, aksine, fakat artık Cosette’le içlidışlı ol­ duğundan, ona «sen» dediğinden, Eponine de «siz» diyordu. Onun sustuğunu gören genç kız: «Söylesenize?..» Derken sustu, eskiden epey yırtık olan bu küstah kadın, şim­ di sanki ürküyor gibi, sözler aranıyordu. Gülümsemek istedi, ya­ pamadı, sonra: «Yani, şey...» dedi. Sonra tekrar sustu ve bakışlarını yere eğip: «İyi akşamlar Bay Marius,» deyip gitti. 980

4 «CAB»(*) İNGİLİZCEDE TEKERLER ÜZERİNDE GİDER; ARGODA HAVLAR Ertesi sabah 3 Haziran’dı. 1832’nin 3 Haziran günü önemli olayların eşiğini belirttiği için, bu tarihi üstüne basarak söylüyo­ ruz. Çünkü o sıralarda Paris göklerine koyu bulutlar yığılıydı. Ka­ ranlık çökerken Marius, aynı yollardan yürüyerek, Plumet Soka­ ğına yaklaşıyordu. Ağaçlar arasında ansızın görünen Eponi­ ne’nin kendisine yaklaştığını fark etti. Kız iki gündür karşısına çı­ kıyordu, bu kadarı da fazlaydı. Hızla yolunu değiştirdi ve buluş­ tuğu sokağa girmek için Monsieur Sokağına saptı. Tam o sırada Eponine Plumet Sokağına kadar ardından gel­ di. Şimdiye değin hiç yapmadığı bir şeydi bu. O genellikle cad­ dede Marius’ü görmüş, fakat ona görünmeden gitmişti. Bir ak­ şam önce sadece onunla konuşmak istemişti. Marius’e sezdirmeden izledi onu; parmaklık demirini yerin­ den oynattığını ve bahçeye süzüldüğünü gördü: «Vay canına,» diye söylendi, «eve giriyor artık.» Parmaklığa yaklaştı, çubuklara sırayla dokundu. Marius’ün yerinden oynattığı demiri hemen buldu. Kederle: «İşte bu çok üzücü, Lissette.» diye söylendi. Parmaklığın önüne geçip, içeriyi izlemek istercesine oturdu. Parmaklığın yan duvarda oluşturduğu bir çıkıntının karanlık bir yeri onu gözlerden gizliyordu. Orada yaklaşık bir saat kaldı, soluksuz, derin derin düşünü­ yordu. Gece saat on civarında, Plumet Sokağından geçen birinin yarım ve korkunç bir sesle: «Buraya her akşam gelmesi aslında normal,» dediğini duy­ du, yolcu etrafına bakındı; kimseyi görmedi, o karanlık yere bak­ mayı göze alamadı ve epeyce korkarak yürümesini hızlandırdı. (*) Cab: Araba (İngilizce).

981

Bu yolcu hemen uzaklaşmakla iyi etmişti, çünkü birkaç daki­ ka sonra birbirlerinden belirli mesafelerle yürüyen altı kişi duvar­ lara sürünüp çıkageldiler. Bir polis ekibine benziyorlardı. Bahçe kapısına ilk varan durdu ve diğerlerini bekledi. Bir an sonra altı kişi olmuşlardı. Adamlar kısık sesle konuşmaya başladılar, biri: «Burası mı?» dedi. Bir diğeri: «Bahçede Cab(*) var mı?» diye sordu. «Bilemem, fakat yine de biraz et getirdim, ona veririm. Ted­ birli olmak gerek.» «Camı için macun(**) getirdin mi?» «Getirdim.» Genizden konuşuyor gibi ses çıkaran adamlardan biri: «Parmaklık epeyce eski,» dedi. Demin konuşmuş olan: «Güzel,» dedi, «en azından testere fazla ses çıkarmaz ve ra­ hat kesilir.» Henüz konuşmamış olan altıncı adam, parmaklığa yaklaştı ve tıpkı bir saat önce Eponine’nin yaptığı gibi parmaklıkları sı­ rayla denedi. Böylece Marius’ün yerinden oynattığı demire gel­ mişti ki, gölgelerden uzanan bir el, onun koluna sarıldı. Adam bi­ rinin midesine vurduğunu duydu, aynı anda uğultulu bir ses: «Burada bir Cab var,» diyordu. Aynı anda hemen karşısına solgun yüzlü bir kızın dikildiğini gördü. Adam ummadığı bir sarsıntı geçiriyordu. Derken başını dikti, yabanıl bir hayvanın korkusunu görme ölçüsünde dehşet veren bir şey olmaz. Adam kekeleyerek geriledi: «Bu sürtük de kim?» «Kızınız!» Evet Thenardier ile konuşan Eponine’di. (*) Cab: Argoda köpek. (**) Cama macun sürülünce, kırılan cam sessizce çıkarılır.

982

Onu görür görmez, diğer beş hırsız; Claquesous, Gueule­ mer, Babet, Montparnasse ve Brujon hiç ses çıkarmadan, usul­ ca gece adamlarına has bir yavaşlıkla yaklaşmışlardı. Ellerinde iş aletleri vardı, Gueulemer elinde serserilerin «fanchon» dedikleri bir tür kıskaç tutuyordu, anlaşılan, bunu maymuncuk niyetine kullanacaktı. «Burada ne arıyorsun, delirdin mi, hay aptal kız! Bizden ne istiyorsun?» Thénardier kısık sesle konuşmasını sürdürdü: «Ahmak kız, yoksa işimize engel olmaya mı geldin?» Eponine gülerek onun boynuna atıldı: «Babacığım, buraya gelmiş olduğum için, işte buradayım. Yoksa artık taşlar üstünde oturmak da mı bize yasak? Aslında sizin burada olmamanız gerekirdi, bu bir bisküvi. Ben bunu Mag­ non’a söylemiştim. Burada iş yok babacığım. Ama bana sarılsa­ nıza babacığım, çoktandır sizi gördüğüm yok, çok özledim. De­ mek artık dışarıdasınız?» Eponine’nin kollarından sıyrılmaya çalışan Hancı homurdandı: «İyi, tamam, haydi beni kucakladın... Evet, gördüğün gibi dı­ şarıdayım, artık buradan git.» Fakat Eponine babasını sıkıca sarılmıştı ve onu öpücüklere boğuyordu. «Ah benim akıllı babam, nasıl da başardınız? Oradan tüy­ mek için insanın sizin gibi akıllı olması gerekir. Bana şu firarı an­ latsanıza, annem nasıl? Bana ondan söz edin, onu da özledim.» Thénardier: «Annen sanırım iyidir, bilemeyeceğim. Haydi artık bırak beni, hemen git.» Eponine şımarık bir çocuk gibi dudaklarını büküp: «Ama ben yanınızdan ayrılmak istemiyorum. Ah babacığım, nasıl bana git dersiniz, oysa ben dört aydır sizi görmemiştim, si­ ze sadece sarılabildim.» Babasının boynuna tekrar sarıldı. Babet: «Bu kadarı da fazla, kız habire yılışıyor.» Gueulemer: 983

«Çabuk olalım, aynasızlar her an gelebilirler.» Genizden konuşan adam: Düğün değil, bayram değil, Kız babasını neden kucaklar? Eponine hemen o beş adama döndü: «Vay canına! Mösyö Brujon nasılsınız? Merhaba Mösyö Ba­ bet. Vay canına! Mösyö Claquesous? Hey Mösyö Gueulemer beni tanımadınız mı? Montparnasse senin rahatın iyi mi?» Babası: «Uzatma!» diye parladı, «hepsi seni tanıdı ama, artık git ve bizi yalnız bırak!» Montparnasse: «Bu vakitte tilkiler çalışır, piliçler ortalıkta dolaşmaz.» Babet: «Buraya iş yapmaya geldik, gördüğün gibi.» Eponine, Montparnasse’ın elini tuttu, adam uyardı: «Hey sakin ol,» dedi, «elimde açık bir bıçak var.» Eponine uysalca: «Dostum,» diye başladı, «insan dostlarına güvenmeli, ben babamın kızıyım. Mösyö Babet, Mösyö Gueulemer, bu işi açığa çıkarma görevi benimdi.» İşin tuhaf tarafı, Eponine argo konuşmuyordu. Marius’le ta­ nıştıktan sonra, o bu korkunç dilden iğrenmiş gibiydi. Bir iskele­ tin eli gibi kemikli ve cılız parmaklarıyla Gueulemer’in irice pen­ çesini tuttu ve sürdürdü: «Bilirsiniz, o kadar ahmak sayılmam. Bana güvenilir. Kaç kez size yardım ettim. Mesele şu, ben bilgi topladım, yok yere ken­ dinizi riske atmayın, emin olun, bu evde hiçbir şey yok ve...» Gueulemer sözünü yarım bıraktı: «Burada sadece kadınlar varmış.» «Evet fakat onlar taşındı.» Babet: «Peki ama baksana mumlar daha yanıyor,» deyip, köşkün 984

üst katındaki bir ışığı gösterdi. Bu çatı katına çamaşır asan hiz­ metçiydi. Eponine son çabasıyla: «Hey çocuklar durun, bunlar çok sefil, çok yoksullar, orada beş kuruş bulamazsınız!» Hancının tepesi atmıştı: «Cehenneme git!» diye bağırdı, «evi iyice arayalım, sana kaç para bulduğumuzu söyleriz. Gör bak, neler bulacağız!» Eponine başka bir çare denedi: «Aziz dostum Mösyö Montparnasse, siz iyi bir adamsınız, ne olur girmeyin!» Montparnasse: «Dikkat et, elin kesilecek.» Thenardier kararlı bir sesle: «Hey salak kız, kirişi kır dedim, bırak da işimizi yapalım.» Eponine, Montparnasse’ın elini bıraktı ve sordu: «Ya, demek buraya kesin gireceksiniz?» Genizden konuşan, sırıtarak: «Eh biraz,» dedi. işte o zaman Eponine, gecenin iyice iblise benzettiği o silahlı altı hırsıza karşı koydu. Belini parmaklığa verip, karşılarına dikildi: «Evet ama ben de girmenize izin vermeyeceğim!» dedi. Tümü şaşkındı, birden oldukları yerde durdular, Eponine sür­ dürdü: «Dostlar, beni dinleyin, mesele sandığınız gibi değil. Sizinle konuşuyorum, kararım kesin, şu parmaklığa dokunur, şu bahçe­ ye girecek olursanız emin olun çığlık atar, herkesi ayağa kaldırı­ rım. Kapıları yumruklar, uyuyanları uyandırırım, altınızı da tekrar içeri tıktırırım, devriyelere de haber veririm.» Thenardier yarım sesle, Brujon’a: «Bu kız yamandır, kesin yapar!» Eponine başını salladı ve: «Önce babamdan başlarım!» Babası ona yaklaştı: «Hey, o kadar yaklaşma babalık!» 985

Adam dişleri arasından: «Aman Tanrım, buna ne oldu böyle?» diye homurdandı ve: «Seni sürtük!» Kız müthiş bir kahkahayla: «Siz bilirsiniz ama buraya giremeyeceksiniz, bunu ben söylü­ yorum. Kurt kızı olduğuma göre köpek kızı değilim. Siz altı kişisi­ niz, fakat yine de umurumda değil. Beni korkutamazsınız, sizler güya erkeksiniz; ben ise kadın, ama emin olun hiçbirinizden kork­ muyorum. Buraya girmeyeceksiniz dedim, çünkü böyle olmasını istiyorum. Yaklaşacak olursanız, havlarım. Size daha önce söy­ ledim, köpek benim. Hiçbirinizi umursamıyorum, haydi çıkın yo­ lumdan, kaybolun, hepiniz içimi sıkıyorsunuz. Nereye isterseniz gidin, fakat asla buraya girmeyin; bunu yasaklıyorum. Siz bıçak­ la, ben takunyayla, bana vız gelir, haydi toz olun bakayım.» Adamların üstüne yürüdü; görünümü korkunçtu, tekrar gül­ meye başladı: «inanın sizden korkmuyorum. Bu yaz yine aç kalacağım, bu kış yine soğuktan donacağım. Yüce Tanrım şu adamlar da ne matrak, bir kızı korkutacaklarını sanıyorlar. Sanırım bağırıp azarladığınızda, o züppe kapatmalarınız yatak altına saklanıyorlar diye, beni de on­ lardan mı sandınız? Evet ama ben hiçbir şeyden korkmam!» Babasına aksice bakıp tıslarcasına: «Sizden bile!» Daha sonra o hayalet gözlerine benzeyen, delimsi bakışlı gözleriyle adamları inceledi: «Yarın beni Plumet Sokağı köşesinde bıçaklanmış halde bul­ salar, üstelik babamın sustalısıyla, ya da gelecek yıl, çürük tıpa­ lar ve boğulmuş köpeklerle birlikte Saint-Cloud ya da kuğular adasında boğulmuş bulsalar ne yazar ki?» Sonra susmak zorunda kaldı, kuru bir öksürüğe yakalanmış­ tı. O zayıf bağrı körük gibi inip kalkıyor, boğazından hırıltılar çı­ kıyordu. «Bağırmam yeter, gelirler ve hepinizi yakalarlar, sonra yeni­ den girersiniz içeri, hoş, orası tam size uygun, keşke hiç kaçma­ saydınız. Siz altı kişisiniz ama ben, ben de herkes sayılırım.» 986

Babası ona yaklaşacak oldu. Kız: «Uzak dur!..» Adam başka bir çare denedi, uysalca: «Tamam canım, anladık, yaklaşmayacağım fakat bu kadar yüksek sesle konuşma. Neyin var senin kızım, yoksa çalışma­ mızı istemiyor musun? Ama para kazanmak zorundayız. Sen ar­ tık babanı hiç mi sevmiyorsun?» Eponine: «Çek git, canımı sıkıyorsun,» dedi. «Evet ama yaşamak için yememiz gerek ve...» «Geberin!» Bu sözlerden sonra parmaklığın önüne oturdu ve neşeyle: Ah şu etli kolum, Şu biçimli bacağım, Ve o boşa geçen yıllarım... diye bir şarkıya başladı. Dirseğini dizine koymuş ve çenesini eline almıştı. Hiç kaygı­ sı yok gibi, sol ayağını sallıyordu. Yırtık elbisesi onun zayıf ke­ miklerini ortada bırakıyordu. Sokak feneri, kızın yüzünü aydın­ latmıştı. Epey kararlı görünüyordu. Altı adam, bir kızın karşısında yenilmenin getirdiği eziklikle, sokak fenerinin gölgesine sığındılar. Orada dudak büküp, hışım­ la aralarında bir karara vardılar. Eponine’ye gelince, o huzurlu ve yabanıl onlara bakıyordu. Babet başını kaşıyarak: «Kıza olanlar olmuş, yoksa o ite mi tutuldu? Bu işi kaçırma­ ya hiç niyetim yok, yazık olur. İki kadın ve arka avludaki bir ihti­ yar. Pencerelerdeki perdeler epey gösterişli. Bence iş iyiydi.» Montparnasse: «Ne duruyorsunuz, haydi siz girin, ben kızla kalıyorum, bir kı­ pırdasın görür gününü.» Elinde tuttuğu o sustalıyı fenerin ışığına tuttu. Babası hiçbir şey demiyor, arkadaşlarının isteklerine hazır görünüyordu. Biraz bilici sayılan ve işi ayarlayan Brujon, daha konuşma­ 987

mıştı. Dalgın gibiydi. Onun hiçbir şeyden korkmadığını herkes bilirdi, dahası bir gün yalnızca kafa tutmak için bir jandarma ka­ rakolunu soymuştu. Hem epey okumuştu da, şiirler ve şarkılar yazardı, bu da arkadaşları arasında ona bir nitelik sağlıyordu. Babet: «Sen ne düşünüyorsun Brujon, henüz konuşmadın?» Brujon biraz sessiz durdu, sonra birkaç kez başını salladı ve: «Bu sabah dövüşen iki kirli adama rastladım, bu akşam da, yine kavgacı bir kadınla karşılaştım, bütün bunlar iyiye işaret sa­ yılmaz. Haydi buradan gidelim.» Çekip gittiler. Montparnasse giderken: «Keşke bıçağın ucuyla kızı biraz okşasaydım,» dedi. Babet: «Senin yerinde olsam lafını bile etmem, bir kadına el sürülmez.» Uzaklaştılar, sokak köşesinde yarım sesle şöyle konuşuyorlardı: «Bu gece nerede yatacağız?» «Pantin’in altında.» «Parmaklığın anahtarı sende mi Thenardier?» «Evet.» Onları bakışlarıyla izleyen Eponine, geldikleri yoldan uzak­ laştıklarını gördü. Kalktı ve o da duvarlara sürünüp peşlerinden ta caddeye kadar izledi. Orada birbirlerinden ayrıldılar ve kız ka­ ranlıkta birden eriyen o adamların ardı sıra bakınıp durdu. 5 GECE NELER OLDU? Hırsızlar ayrıldıktan sonra sokak, o sakin halini aldı. Orada ya­ şananlar bir ormanı şaşırtmazdı. Yüksek ağaçlar, kerestelikler, ça­ lılıklar içiçe geçmiş dallar, adam boyu otlar, tümü de, kara bir örtü­ ye bürünmüştü. Buradaki yabanıl kaynaşma insanın dikkatinden kaçanları görür. İnsandan geri olan bu ağaçlar sisin altından insa­ nın ötesindekileri seçer ve bizler gibi canlıların bilemedikleri ve ge­ celeyin savaşan güçlerin varlığını sezerler. Dikenli ve yabanıl doğa, 988

bu olağanüstü gücü sezip bazı yaklaşmalardan korkar. Gölgelerin sahipleri birbirlerini iyi tanır ve aralarında sır küpü dengeler oluştu­ rurlar. Dişler ve tırnaklar, ele gelmeyenden korkar. Vampir av peşin­ de o geçmek bilmeyen açlıklar, midelerini doyurmak dışında amaç­ ları olmayan tırnaklı ve çeneli o içgüdüler, bakar ve koklar. Hepsi de bir kefene sarılı halde ve hortlağı andıran, düşsel çizgiye bakarlar. Sadece maddeden oluşan bütün bu hayvani yaratıklar, tek ve bilin­ meyen bir yaratıkta koyulaşmış o karanlıktan çekinirler. Siyahlı bir gölge o yabani hayvanı durdurur. Vahşi, bilinmeyenden ürker, kurt­ lar karşılaştıkları hayaletlerin önünde geri adım atarlar. 6

DELİKANLI, GENÇ KIZA ADRESİNİ VERİYOR İnsan suretindeki bu bekçi köpeği parmaklık önünde onların mutluluklarını korumak için beklerken, delikanlı, genç kızın yanın­ daydı. Nefis bir geceydi, gökler hiç bu kadar yıldırımlarla ışıltılı, ağaç­ lar bu kadar ürpertili, çiçek kokuları hiç baş döndürücü olmamıştı. Kuş cıvıltıları hiçbir zaman bu kadar tatlı olmamıştı. Dünyevi hu­ zur hiçbir zaman aşkın içten müziğini bu kadar uyumla karşılama­ mıştı. Marius hiçbir zaman bunca âşık ve mutlu olmadığını düşün­ dü. Fakat Cosette kederliydi. Ağlamaktan gözleri kızarmıştı. işte o olağanüstü hayali karartan ilk bulut. Marius: «Neyin var?» Genç kız: «İzin ver de, anlatayım,« dedi ve delikanlının yanına oturup, söze başladı: «Babam bu sabah eşyalarımı toplamamı, hazırlanmamı söy­ ledi, işleri varmış; buradan gidecekmişiz.» Marius titredi. Hayatın sonuna gelmişler için, ölmek, gitmek demektir, fakat henüz hayatın baharındakiler için, gitmek ölmektir. Altı haftadır Marius, giderek Cosette’e sahip oluyordu. Esasen 989

bu tam olarak platonik bir sahiplenmeydi, fakat yine de içten bir sahiplenme. Değindiğimiz gibi, ilk aşkta önce ruh, sonra beden el­ de edilir, bazen ruha asla sahip olunamaz. Faublas ve Prudhom­ me gibi düşürler ruh yoktur derler, ama bu acı sözler bir sövgüdür. Delikanlı, genç kıza sahipti, tıpkı ruhların birbirine sahip olmala­ rı gibi, ama yine de onu iyice sarmıştı ve içtenlikle koruyordu. Onun gülüşüne, nefes alışına, kokusuna, o mavi gözlerinin parlaklığına, eli eline değdiğinde teninin ipeksiliğine, boynundaki o şirin etbeni­ ne sahipti. Onun bütün düşüncelerini bilirdi. Geceleri birbirlerini dü­ şünmeden uyumamaya yeminliydiler. Bu nedenle onun hayallerine bile sahipti, sürekli ona bakar ve zaman zaman onun boynundan kıvrılan o ipince saçlara dudaklarını değdirirdi ve bu saçlarının ken­ disinin olmayan tek bir telinin olamayacağını düşünürdü. Onun giyeceklerini inceler ve hayran kalırdı. Kurdelesini, eldi­ venlerini, dantel yenlerini, pabuçlarını kutsal şeyler olarak görürdü. Çoğu zaman, onun saçlarına iliştirdiği o güzel küçük tarakların sa­ hibi olduğunu da düşünürdü ve artık usulca beliren o tutkulu fısıltı­ ları arasında, robunun her kurdelesine, çorabının her ilmiğine, ete­ ğinin her katına sahip olduğunu kendi kendisine söylerdi. Onun yanında, efendi ve köle ilişkisi kurar gibi rahattı. Ruh­ larını o kadar birleştirmişlerdi ki, bu ruhları geri almak olanaksız gibi geliyordu onlara. Kendi ruhlarını bile tanıyamayacaklar san­ ki: «Bu ruh benim... Hayır benim... Yemin ederim ki aldanıyor­ sun... Senin sen sandığın aslında benim işte...» Genç kız, Marius’ten bir parça ve o da diğerinden bir parça gibiydi. Marius, Cosette’in içinde yaşadığını hissediyordu. Co­ sette’e sahip olmak, onun için soluk almakla aynıydı. Tam bu inanç, bu sarhoşluk arasında «yakında gidiyoruz» kelimeleri Marius’e bir gerçeği hatırlattı: «O artık senin değil!» Marius uyandı, tam altı haftadır, gündelik hayatın dışındaydı, gerçek dışı bir hayatta. «Gidiyoruz» sözü ansızın onun tekrar gerçeğe dönmesine gerekçe oldu. Tek kelime söyleyemedi, Cosette elleri arasında tuttuğu o elin hemen buz gibi kesildiğini duyumsadı, sordu: «Neyin var senin?» 990

O kadar usul bir sesle yanıtladı ki, genç kız duymadı. «Söylediğini anlayamadım?» Sonra tekrarladı: «Bu sabah babam bütün elbiselerimi toplamamı ve hazırlan­ mamı söyledi. Bir valize yerleştirmek için çamaşırlarını verece­ ğini ve bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldığını, gideceğimizi söy­ ledi. Kendim için büyük bir valiz, onun için daha küçük bir valiz almamı tembihledi. Bir haftaya kadar hazırlanmamı söyledi, İn­ giltere’ye gidebilirmişiz...» Delikanlı: «Bu korkunç,» diye bağırdı. Tam o sırada Marius, kızını İngiltere’ye götüren Mösyö Fauc­ helevent’i en zorba adam olarak görüyordu. Tarihte acımasızlık­ larıyla ünlenmiş kralların hiçbiri; ne Neron, ne Tiberus dahası eş­ lerinin kellesini uçuran VIII. Henry bile Cosette’in babası yanın­ da merhametli kalırdı. Ölgünce: «Ne zaman gidiyorsunuz?» «Kesin tarihi belli değil.» «Ne zaman döneceksiniz?» «Bilmiyorum!» Delikanlı yerinden kalktı ve dondurucu bir sesle: «Siz de gidecek misiniz?» Cosette endişeli ve güzel gözlerini ona çevirdi ve şaşkınca: «Nereye?» «İngiltere’ye.» «Neden bana ‘siz’ dedin?» «Size babanızla gidip gitmeyeceğinizi sordum?» Kız sordu: «Başka ne gelir elden?» «Gideceksiniz yani?» «Babam giderse ben de giderim.» «Gideceksiniz?» Cosette, Marius’ün elini tuttu ve sessizce bu eli sıktı. Marius: «İyi,» dedi, «o zaman ben de nereye gideceğimi bili­ yorum.» 991

Bu sözün içeriğini kavrayamayan genç kız yine de, lanetli bir ifade sezdi. Bembeyaz kesildi. Kekeler gibi: «Ne demek istedin?» diye sordu. Marius önce ona uzun uzun baktı, sonra gözlerini yukarı kal­ dırıp: «Hiç,» dedi. Başını eğdiğinde, ansızın Cosette’in kendisine gülümsediği­ ni gördü. Sevilen kadının gülümseyişi geceleyin bile görülen bir ışık gibidir. «Ne kadar aptalım, Marius, bak aklıma ne geldi? Bir fikrim var.» «Nedir? Söyle!» «Biz gidersek, sen de gelirsin, sana gideceğimiz yerin adre­ sini veririm. Sen de gelir beni ararsın.» Marius artık kendine gelmişti. Gerçeğin ortasındaydı. Genç kıza bağırırcasına: «Sizinle gelmek mi? Sen çıldırdın mı sevgilim? Bunun için pa­ ra gerek, İngiltere’ye mi gitmek? Şu anda, senin tanımadığın bir arkadaşa, Courfeyrac’a on altından fazla borcum var. Sadece üç frank eden eski şapkamdan başka bir şeyim yok. Ceketimin düğ­ meleri eksik, gömleğim yırtık, dirseklerim yamalı, ayakkabılarım su alıyor. Tam altı haftadır senden başka hiçbir şey düşünmüyo­ rum, sana söylemedim Cosette, ben çok yoksulum. Sen beni ge­ celeri gördüğün için, yoksulluğumun derecesini bilemezsin. Beni gündüz gözüyle görsen elime sadaka sıkıştırırdın. İngiltere’ye git­ mek mi! Benim pasaportu karşılayacak param bile yok.» Kollarını başının üstüne kaldırıp, alnını bir ağaca dayadı. De­ risini sıyıran ağacın kabuğunu bile hissediyor, şakaklarının attı­ ğını fark etmiyordu. Orda bir acı anıtı gibi kaldı. Uzun zaman bu halde durdu, böyle uçurumlarda sonsuzluk vardır. Sonra başını çevirdi, tatlı ve uysal bir hıçkırık sesi duydu, Cosette ağlıyordu. İki saattir düşünen Marius’ün, yanı başında o da hıçkırıyordu. Delikanlı, ona yaklaştı ve eteğinden görünen o küçük ayağı­ nı alıp uzun uzun öptü. 992

Genç kız öylece bakakaldı. Öyle zamanlar olur ki, kadın bo­ yun eğen acıklı bir ilahe gibi aşkın dinine girer. Delikanlı: «Ağlama!» dedi. Kız: «Nasıl ağlamam, ben gidiyorum ve sen kalıyorsun!» Delikanlı: «Beni seviyor musun?» Genç kız hıçkırıklar arasında: «Sana tapıyorum.» Delikanlı yumuşak bir sesle sürdürdü: «Ağlama, bunu benim için yap, yalvarırım ağlama!» «Beni seviyor musun?» diye sordu genç kız. Marius onun elini tuttu: «Cosette şimdiye dek kimseye namus sözü vermedim, çün­ kü o söz beni korkutur, sanki babamın yanı başımda olduğunu hissederim. Sana o kutsal namus sözünü veriyorum ki, eğer sen gidersen ölürüm!» Onun bu sözlerinde o kadar büyük bir hüzün vardı ki, genç kız titredi. Derken, yanından geçen karanlık ve gerçek bir şeyin soğuk­ luğunu hissetmişti. O kadar perişan haldeydi ki, ağlaması kesil­ di. Delikanlı: «Şimdi dinle beni, yarın beni bekleme!» «Niye?» «Beni ertesi gün bekle.» «Ama neden?» «Görürsün.» «Fakat seni görmeden koca bir günü nasıl geçiririm? Yapa­ mam!» «Bütün hayatımızı yan yana geçirebilmek için bir günden vazgeçebiliriz.» Marius usul sesle, kendi kendisiyle konuşurcasına: «O, alışkanlıklarından vazgeçmeyen bir adamdır, konuklarını sürekli akşamları kabul eder.» Cosette sordu: 993

«Kimden söz ediyorsun?» «Ben mi? Hiç.» «Peki ne bekliyorsun? Bir umudun mu var?» «Ertesi güne kadar bekle.» «istiyor musun?» «Evet, Cosette.» Cosette elleriyle onun başını tuttu ve gözlerinin içinde, onun umudunu görmek istercesine baktı. Delikanlı: «Artık adresimi verme vakti geldi. Kötü şeyler olabilir, ben şu Courfeyrac isimli arkadaşın evinde oturuyorum: Verrerie Sokağı, No: 16.» Cebini karıştırdı ve çıkardığı çakıyla, duvar sıvasının üstüne bu adresi kazıdı. «Verrerie Sokağı, No: 16.» Cosette tekrar onun gözlerine baktı. «Ne düşünüyorsun sevgilim, aklına takılan bir şey mi var, an­ lat bana ki, ben de rahat uyuyayım.» «Fikrimi mi öğrenmek istedin? Tanrı’nın bizi ayırmak isteme­ sinin imkânsız olduğunu düşünüyorum. Beni ertesi gün bekle.» Genç kız: «Peki ama, ben ertesi güne kadar ne yapacağım? Sen dışa­ rıdasın, gelirsin gidersin. Ah erkekler, ne kadar şanslı. Ben bir başıma kalacağım. Ne çok üzgünüm. Yarın akşam ne yapmak istiyorsun?» «Bir şey deneyeceğim.» «O zaman ben, Tanrı’ya dua edip seni düşüneceğim başar­ man için. Madem istemiyorsun, sana soru sormuyorum. Sen be­ nim efendimsin. Yarın akşam geç vakte kadar, şu senin sevdiğin opera aryasını okurum. Fakat söz ver bana: Gece seni tam do­ kuzda bekleyeceğim. Yüce Tanrım, günlerin uzun olması ne kö­ tü. Dinle, anladın değil mi? Saat tam dokuzda bahçede olaca­ ğım.» «Ben de.» İki sevgiliyi sessizce birbirine bağlayan düşüncenin akımına 994

kapılıp acılarına karışan tutkuya karşı çıkmayıp birbirlerinin kol­ larına atıldılar. Dudaklarının birleştiğinin bile ayrımında değiller­ di, göklere çevrili o yaş dolu gözleriyle yıldızlara bakıyorlardı. Delikanlı çıktığında, sokak tenhaydı. Bu tam Eponine’nin o hırsızları caddeye kadar izlediği zamandı. Delikanlı başını duvara yaslayıp derin derin düşünürken, an­ sızın aklına bir çare gelmişti. Aslında kendisi de bu çarenin ola­ naksız olduğunu biliyordu, fakat şansını deneyecekti. 7 KOCAMIŞ VE GENÇ YÜREKLER Gillenormand Baba, doksan bir yaşındaydı o sıralar. Sürekli aynı mahallede, Calvaire Kızları Sokağındaki konağında kızıyla beraber oturuyordu. Okurumuzun hatırlayacağı gibi, o, ölümü ayakta bekleyen eski kurtlardandı. Yaşın yüklenmesine rağmen eğilmeyen ve acının bile ezemediği o güçlü adamdı. Yine de ne zamandır, kızı ondan söz ederken «babam çökü­ yor» demeye başlamıştı. Mösyö Gillenormand, hizmetçileri artık tokatlamıyor, Basque kendisine kapıyı geç açtığında bastonuyla basamaklara seslice vurmuyordu. Hem şu Temmuz Devrimi bi­ le, onu sadece altı ay oyalamıştı. Moniteurdeki «Fransız Parlamento Üyesi Mösyö Humblot-­ Conte» ismini bile sakince okumuştu. Aslında ihtiyarcık epey sı­ kıntılıydı. Ama eğilmiyor ve teslim olmuyordu, çünkü yapısı bu­ na izin vermezdi. Fiziksel olduğu kadar, moral açıdan da çabuk yıkılanlardan değildi, fakat içten içe çöktüğünü hissediyordu. Tam dört yıldır her gün Marius’ü beklemişti. Günün birinde, o la­ net yumurcağın kapısını çalacağından emindi, fakat artık kendi kendisine Marius'ün epey geciktiğini söylüyordu. Aslında ölüm onu yıldıramazdı, fakat Marius’ü görmeden ölmek istemezdi. Marius’ü bir daha görememek: bunu hiç düşünmemişti, fakat bu­ nu düşünmek bile onun kanını donduruyordu. Doğal ve içten duygularla olduğu gibi, yokluk adamın dedelik aşkını da kabart­ 995

mıştı. Evinden çekip giden o vefasız torununu görmek için bir adım atmayı bile kendine yedirmiyordu. «Gebersem daha iyi» diyordu içinden. Delikanlıyı kabahatli bulmuyordu, fakat onu de­ rin bir özlemle anıyordu, karanlıklara yönelen bir ihtiyar adam kederiyle onu düşünüyordu. Dişleri de azalmaya başlamıştı ve bu da onu üzüyordu. Mösyö Gillenormand kendi kendisine bile itiraf etmeyi iste­ mese de, hiçbir kadını, hiçbir metresini Marius’ü sevdiğinin yarı­ sı kadar bile sevmediğini biliyordu. Uyanır uyanmaz ilk görmek isteyeceği resim olarak, ölen kı­ zının portresini astırmıştı. Gencecikken ölen Madam de Pont­ mercy'nin. Resim onun on sekiz yaşındaki bir portresiydi. İhti­ yarcık, gözlerini bu resimden alamazdı. Yine bir gün ona bakıp: «O da annesine benziyor değil mi?» diye sordu. Matmazel Gillenormand: «Kız kardeşim değil mi, evet.» İhtiyarcık: «Fakat diğerine de, o adama da...» Yine bir gün dizlerini bitiştirmiş halde, epey üzgün otururken, kızı sordu: «Babacığım, ona hâlâ kızgın mısınız?» Kadıncağız daha fazla konuşmaya cesaret edemeyerek sustu. «Kimden söz ediyorsun?» diye sordu beriki. «Şu zavallı Marius’ten.» Baba o yaşlı başını dikti, zayıf ve kırışık yumruğunu masaya indirdi ve hışım dolu bir sesle: «Zavallı Marius mü dediniz? O bir haylaz, yaramaz bir evlat, kibirli bir ukala, ödlek, ruhsuz ve nankör. Alçağın biri!» Kızına, ağladığını göstermemek için başını çevirdi. Üç gün, dört saat süren bir sessizlikten sonra: «Matmazel Gillenormand’un bana ondan söz etmemesini is­ temiştim,» dedi. Gillenormand Teyze barıştırma girişiminden caydı ve şu yar­ gıya ulaştı: «Babam kaçmasından sonra zavallı kardeşimi de hiç affetmedi ve Marius’ten nefret ettiği de ortada!» 996

Kaçışla kız kardeşinin evliliğini erekliyordu. Okurumuzun fark ettiği gibi Matmazel Gillenormand o aziz ye­ ğeni Teğmen Theodule Gillenormand’ın Marius’ün yerine geçme planında başarısız olmuştu. Mösyö Gillenormand bunu kabul et­ memişti. Kalbin boşluğu bir tıkaçla kapatılamaz. Theodule ise, paranın kokusunu aldığı için, ihtiyara dalkavukluk etmeyi seviyor­ du. Süvari subayı, o ihtiyar adamın yanında epey sıkılıyordu. Su­ bay da ihtiyarı şaşırtıyordu. Neşeli bir gençti, fakat çok lafazandı. Uçarı olabilirdi, fakat epey bayağıydı. Yaşamayı bilirdi, fakat iyi bir arkadaş olamıyordu. Metresleri vardı; onlardan söz ederdi, ama onları aşağılayarak. Yani onun bütün bu yanları karşısında, daha belirgin kusurları vardı. Mösyö Gillenormand onun kışlasının ol­ duğu Babil Sokağındaki maceralarını dinlemekten usanmıştı. Bir de, Theodule üniformayla geliyordu, yakasında üç renkli kokartla. Bu da onu daha katlanılmaz yapıyordu. Bir gün, kızına: «Şu Theodule beni öfkelendiriyor, istersen onunla görüş ama bana görünmesin. Barış zamanlarında, savaşçılarla görüşmek­ ten hoşlanmam. Sanırım savaştaki kılıçlıları, yollarda kılıç taşı­ yanlara yeğliyorum. Savaşlarda kılıç sesi kulağa hoş gelir. Hem bir kabadayı gibi kasılmasına karşın, bir kadın gibi belini bir ke­ merle sıkması da ne? Zırh altına giyilen bir korse, bu çok komik. Yeterince erkek olan biri, ne böbürlenir, ne de bu kadar süslenir. Şu kahraman taslağı ve salon züppeleri, benim içimi bulandırır. Theodule senin olsun.» Kızı ona birkaç kez, «Evet fakat o sizin yeğeninizin oğlu, am­ cası sayılırsınız,» diyecek oldu, fakat bu da faydasızdı. Her şe­ yiyle dede olmasını bilen Mösyö Gillenormand, hiç de amca gi­ bi olamazdı. Aslında kendisi kıyaslamalar yapmış ve Theodule’yle tanış­ tıktan sonra, Marius’ün değerinin farkına varmıştı. 4 Haziran akşamı hava güzel olmasına rağmen, yaşlı adam odasında büyük bir ateş yaktırmıştı. Orada dikiş diken kızını yan odaya göndermişti, kır manzarası işli halılarla kaplı odasına tek başına, elinde bir kitap, ayakları ocağın ızgarasına dayalı oturu­ yordu. Geniş bir paravanın ardında, üstünde iki şamdanın yan­ 997

dığı masasının başındaki o rahat koltuğuna geçmişti. Elinde bir kitap vardı, fakat okumuyordu. Hiç aksatmadığı o Direktuvar bi­ çemine göre giyinmiş bir Marat portresine benziyordu. Bu kılıkta sokağa çıktığında çocuklar ardına takılırdı, fakat kızı dışarı çı­ karken, onun omuzlarına bir piskopos paltosu örterdi, giysilerini saklamak için. Mösyö Gillenormand, sabahlık giymeyi hiç sev­ mezdi, sabah uyanır uyanmaz, ve geceleyin yatarken giydiği sa­ bahlığı hiç sevmezdi. «İnsana yaşlı bir hava veriyor,» derdi. Gillenormand Baba derin düşüncelere dalmıştı. Yine her za­ manki gibi Marius’ü düşünüyordu, onu sevgi ve özlemle arıyor­ du. Her zamanki gibi acı bir yargıya kapılmıştı: O artık gelmeye­ cekti, evine dönecek olsa şimdiye değin dönerdi. Artık her şeyin bittiğini ve onu görmeden öleceğini düşünüyordu. Fakat kişiliği buna başkaldırıyordu, babalık duygusu bunu bir türlü kabullen­ mek istemiyordu. Başı göğsüne düşmüştü ve kederli bakışlarını ateşe çevirmişti. Bu dalgınlık anında, ihtiyar uşağı Basque kapıda belirdi: «Efendim, Mösyö Marius’ü kabul ederler mi acaba?» Yaşlı adam birden canlanan bir ölü gibi solgun bir yüzle dir­ seği üstünde doğruldu, kekeleyerek: «Kim dediniz?» Şaşıran Basque: «Bilemeyeceğim,» dedi, «beni Nicolette yolladı, ‘Bir delikanlı geldi, efendiye bunun Mösyö Marius olduğunu söylersin’ dedi.» Gillenormand Baba mırıldandı: «Getirin.» Sürekli aynı durumda başını sallayarak, gözü kapıda bekledi. Kapı açıldı, içeri bir genç girdi; oydu. Abajurun kararttığı odada giyim kuşamının kötülüğü görün­ müyordu, dedesi onun o ağırbaşlı, sakin, ama bitimsiz kederli yüzünü gördü. Derken şaşkınlık ve sevinçten sersemleyen Gillenormand Baba, ilahi bir şeyler görür gibi çevresinin aydınlandığını gördü. Az daha bayılacaktı. Marius’ü bir göz kararması anında seçti. Evet, gelmişti, o, Marius. 998

Nihayet tam dört yıl sonra. Bir bakışla, onu tepeden tırnağa süzdü. Onu alımlı, asil, büyümüş, şirin ve buldu. Ona kollarını açıp, çağırmak istedi, boynuna sarılmamak için kendisini zor tut­ tu. O sevgi sözleri kalbini dolduruyordu, sonunda bütün şefkati dudaklarından döküldü. Fakat alışkılarına ihanet edemezdi, ilk işi ona çıkışmak oldu: «Burada ne arıyorsunuz, Mösyö?» Beriki ürkerek: «Şey, efendim...» Mösyö Gillenormand Marius’ün aslında kollarına atılmasını isterdi. Marius’ten hoşnut kalmadığı gibi, kendi kendisine de içerliyordu. Kendisini aksi ve torununu soğuk buldu. İhtiyar adam yüreği sevecenlik ve merhamet dolu olmasına rağmen, dı­ şardan bu kadar katı olmasına şaşıyor, kızıyordu. Sonra: «Peki o halde neden geldiniz?» diye bağırdı. «O zaman» sözü, «neden gelip bana sarılmıyorsun?» anla­ mındaydı. Fakat delikanlı anlamadı, solgun yüzü taş bir maske­ ye benzeyen dedesine baktı. «Efendim...» Yaşlıcık, katı bir sesle bir daha sordu: «Benden af dilemeye mi geldiniz, hatanızı fark ettiniz mi?» Sanki Marius’e el vermek istemişti, onun bu eli kapacağını düşündü. Fakat delikanlı titredi, bunu kabullenmek, babasının anısına hakaretti. Bakışlarını indirdi ve yarım sesle: «Hayır, efendim,» dedi. «Peki o halde benden ne istiyorsunuz?» diye sordu beriki. Marius ellerini birleştirdi, titrek bir sesle: «Efendim, bana acıyın!» dedi. Bu yalvarış, ihtiyarı duygulandırdı, daha önce söylese ona kollarını açardı, fakat artık çok geçti. Derken yerinden kalktı ve iki eliyle bastonuna yaslanıp torununa aksice baktı, dudakları beyazlaşmış, başı sallanıyordu, fakat dimdikti: «Size acıyayım mı? Olacak iş değil, delikanlı doksan bir ya­ 999

şındaki dedesinin kendisine acımasını mı istiyor? İnanılmaz, siz hayata yeni başlıyorsunuz, fakat ben bitirmek üzereyim, siz ti­ yatrolara, balolara, kahvelere gidiyor, bilardo oynuyorsunuz. Esprili bir gençsiniz, kadınlarca beğeniliyorsunuz, alımlısınız, ama ben yaz ortasında, ateş karşısında oturuyorum. Siz gençli­ ğin servetleriyle zenginsiniz, ben ihtiyarlığın sefaletleriyle yoksu­ lum. Hastalıklar, yalnızlıklar bende. Sizin otuz iki dişiniz olduğu gibi, mideniz sağlam, gözleriniz ışıltılı, güçlüsünüz, iştahlısınız, zinde ve neşelisiniz, gür saçlarınız var, ama ben ak saçlarımı bi­ le yitirdim, dişlerim eksildi, dizlerim tutmuyor, belleğim eskidi, habire karıştırdığım üç sokak ismi var: Charlot Sokağı, du Cha­ umme Sokağı ve Saint-Claude Sokağı, işte durum böyle, sizin önünüzde güneşli günler var, ama benim gözlerim bile eskisi gi­ bi görmüyor, karanlıkta ilerliyorum. Siz âşıksınız, oysa bu fani dünyada, beni seven kimse yok ve siz benden, Adliye Sara­ yı’nda da böyle savunmalar yapıyorsanız delikanlı, kutlarım. Çok komiksiniz...» Ve ihtiyar o öfkeli sesiyle bir daha sordu: «Benden ne istiyorsunuz?» Marius: «Efendim,» diye başladı, «varlığımın sizi huzursuz ettiğinin farkındayım ama sizden tek bir şey isteyecek ve hemen gidece­ ğim.» İhtiyar: «Aptalsınız, size git diyen oldu mu?» Aslında bu sözler şöyle çevrilebilirdi: «Benden özür dile, boy­ numa sarıl, kucakla beni.» Gillenormand Baba, onun gideceğinden korktu. O, delikanlının birazdan gideceğini., bu kötü karşılanmadan hiç memnun kalmadığını biliyordu ve üzüntüsü öfkeye dönüşü­ yor, daha kırıcı, daha katı oluyordu. Marius’ün kendisini anlama­ sını istiyordu, fakat onun anlamaması adamı çileden çıkartmış­ tı. Tekrar konuşmaya başladı: «Bana karşı çıktınız, terbiyesizlik ederek, evimden çıkıp kim bilir nerelere gittiniz, teyzenizi de üzdünüz, sanırım çapkın deli­ 1000

kanlı rolü istediniz. Dilediğiniz zaman, girip çıkacağınız bir eviniz olsun istediniz, gönlünüzce eğlendiniz, bana hiç haber vermedi­ niz, benden ödemeyi bile düşünmediğiniz borçlar aldınız. Zam­ paralık ettiniz ve dört yıl sonra gelip size acımamı mı istiyorsu­ nuz?» Torununu sevgiye yöneltmek için kullandığı bu çareye deli­ kanlı rağbet etmedi, sustu. Mösyö Gillenormand kollarını çap­ razladı, bu onun için korkunç bir öfke işaretiydi ve Marius’e çı­ kıştı: «Artık bitirelim, benden bir şey istemeye geldiniz, söyleyin de bitsin.» Marius uçurumdaki birisinin bakışıyla: «Efendim, evlenebilmek için izin istemeye geldim,» dedi. Mösyö Gillenormand zili çaldı, Basque göründü: «Kızım gelsin.» Bir an sonra kapı açıldı ve Matmazel Gillenormand belirdi. Kadıncağız önce, içeri girmeye cesaret edemedi, kapıda durdu. Marius ayakta, bir katil gibi bekliyordu. Mösyö Gillenormand odada dolanıyordu, kızına: «Mösyö Marius geldiler evlenmek istiyor, ona merhaba de­ yin, sonra da odanıza gidin.» İhtiyarın o uğultulu sesi korkunç bir öfkenin eşiğinde olduğu­ nu anlatıyordu. Teyze, şaşkınca Marius’e baktı. Onu güç bela ta­ nımıştı, ne bir hareket yaptı, ne konuştu ve fırtınanın üflediği bir saman parçası gibi babasının öfkesi önünde, hemen kaybolu­ verdi. Gillenormand Baba gelip ocağa dayanmıştı: «Evlenmek mi? Henüz yirmi birinde... Demek buna karar ver­ diniz? Sadece benden izin istemeye geldiniz, yani nezaketen geldiniz? Oturun Mösyö, sizinle görüştüğümüzden beri, bir ihtilal daha oldu. Jakobenler kazandılar. Sanırım bundan gurur duyu­ yorsunuz? Baron olduğunuzdan beri, Cumhuriyetçi değil misi­ niz? Bütün bunları nasıl bağdaştırdınız! Temmuz olayından son­ ra nişan almadınız mı? Louvre Sarayı’nı aldınız mı Mösyö? Bu­ raya epey yakında bir yerde, Saint-Antoine Sokağında, şöyle bir 1001

yazı kazılı bir top var: 29 Temmuz 1830. Haydi hemen gidip gö­ rün bunu, doğrusu güzel bir manzara. Ha, yeri gelmişken, gali­ ba Mösyö Le Dük de Perry'nin heykelinin olduğu yerde bir çeş­ me yapıyorlar. Demek evlenmek niyetindesiniz? Peki kiminle, o şanslı hanımın ismini sorabilir miyiz?» Sustu ve Marius’ün konuşmasına olanak vermeden, sertçe: «Söz aramızda, bir mesleğiniz var mı? Şu avukatlıktan ne kadar kazanıyorsunuz?» Marius yabanılca: «Hiç!» dedi. «Demek yalnız size gönderdiğimiz bin iki yüz frankla yaşıyor­ sunuz?» Marius yanıt vermedi, ihtiyar sürdürdü: «Demek kız zengin?» «Benim gibi.» «Ne, drahoması yok mu?» «Hayır.» «Beklentileri?» «Bilmiyorum.» «Yani o da baldırıçıplağın biri, babası kimin nesi?» «Bilmiyorum.» «Kızın ismi ne?» «Matmazel Fauchelevent.» «Fauche ne?» «Fauchelevent.» Beriki: «Aman Tanrım,» dedi. «Efendim,» diye bağırdı delikanlı. Mösyö Gillenormand kendi kendine konuşurcasına: «inanılır gibi değil, yirmi bir yaşında, mesleği yok, yılda be­ nim verdiğim o bin iki yüz frankla geçiniyor. Demek Barones ya­ ni, Madam Pontmercy manavdan iki meteliğe bir demet mayda­ noz alacak...» Son umudunun da söndüğünü sezen Marius çılgın gibi: «Efendim, ne olur bu evliliğe izin verin, ne olur. Tanrı aşkına 1002

size ellerimi birleştirip yalvarıyorum, dizlerinizi öpeyim ne olur, izin verin bana.» Yaşlı adam berbat bir kahkaha attı, öksürük nöbeti tutmuştu, ama sürdürdü: «Öyle ya, kendi kendinize kararlar aldınız. Şu yaşlı bunağı, şu ahmağı bulup ondan şu izni alayım. Ah şimdi yirmi beş yaşın­ da olmadığıma ne kadar üzülüyorum. Sizden bu izni almaya ge­ rek de olmazdı, ona şöyle derdim: ‘Aptal ihtiyar, sen beni gördü­ ğüne çok sevindin, ben evlenmek istiyorum, üstelik Mösyö bil­ mem kimin kızı Matmazel falanca ile, benim ayağımda ayakka­ bı yok, onun üzerinde gömleği ama ne olur ki, ben mesleğimi, geleceğimi, gençliğimi, hayatımı bir kenara atarak sefalete düş­ mek istiyorum. Hem de üzerimde bir kadının yüküyle; işte ar­ zum, sen de buna evet demek zorundasın ve ihtiyar enkaz da sevinerek evet derdi. Haydi oğlum git, boynuna o kaldırım taşı­ nı al, o Pousselevent mi yoksa, Coupelevent mi, her neyse, ev­ len. Asla efendim, asla!..» «Babacığım!» «Hayır!» Dedesinin bu «asla» demesindeki kararlılığı sezen Marius bittiğini anladı, bütün umutları suya düşmüştü. Yavaş adımlarla başı önüne eğik, odadan çıktı. Şu anda o giden birine değil, can veren birine benziyordu. Mösyö Gillenormand onu izliyordu, tam Marius kapıyı açacağı sırada, adam birden birkaç adım atarak ona yetişti. Torununu yakasından tutup, onu bir koltuğa oturttu ve: «Haydi, anlat olanı biteni!..» Marius’ün ağzından kaçırdığı o «Babacığım» sözü onda bir değişime neden olmuştu. Marius şaşkınca baktı. Gillenormand Baba’nın, yüzü şimdi o kadar tatlı, o kadar babacandı ki, torununu çok seven bir dedey­ di artık. «Haydi, anlat bakalım, her şeyi, aşklarından söz et. Aman Tanrım şu gençler ne de aptallar!..» Marius bir daha: 1003

«Babacığım,» dedi. İhtiyarın yüzü tanımsız bir sevinçle aydınlandı: «Tamam işte, bana Baba de, gör, neler oluyor...» Adamın bu seferki konuşmasında o kadar iyimser, o kadar sevecen, o kadar tatlı bir baba ifadesi taşıyordu ki, acıdan sevin­ ce bu geçiş Marius'ü sersemletti. Masanın önünde oturduğun­ dan, mum ışığında giyiminin kötülüğü ortaya çıktı. «Babacığım,» diye başladı. Mösyö Gillenormand onun sözünü kesti: «Bu ne hal, bu ne kılık, demek hiç paran yok? Bir dilenciye benziyorsun, bu giydiklerinle.» Cebinden çıkarttığı bir keseyi delikanlıya verdi: «Al şunu, kendine adam gibi bir şapka al.» Marius söze başladı: «Babacığım, iyi kalpli babacığım, ah bir bilseniz, onu seviyo­ rum. Bilemezsiniz, onu ilk kez parkta gördüm, babasıyla geliyor­ du. Fakat o sıra ona dikkat etmedim, ama sonra nasıl oldu bil­ miyorum, âşık oldum. Neyse, artık onu her gün görüyorum, ken­ di bahçesinde fakat babasından gizli, onun haberi yok, düşüne­ biliyor musunuz, gidecekler, babası onu İngiltere'ye götürmek is­ tiyor. işte o zaman gider, dedeme her şeyi anlatırım, dedim. Onunla evlenemezsem önce çıldırır, sonra ölürüm. Aşkımdan hastalanırım, kendimi nehre atarım. Onunla kesinlikle evlen­ mem gerekiyor, yoksa sonum kötü olacak... İşte hepsi bu, bir şey unutmadım galiba. O demir parmaklıklı bir bahçedeki köşk­ te oturuyor; İnvalides Mahallesi civarında, Plumet Sokağı...» Gillenormand Baba, mutluluktan esrimiş gibi, Marius'ün ya­ nında oturuyor, bir yandan dinliyor, bir yandan da burnuna enfi­ ye çekiyordu. Plumet Sokağı ismini duyunca, elinde tuttuğu o bir tutam enfiyeyi yere düşürdü. «Plumet Sokağı mı dedin? Dur biraz. Şey, orada bir kışla yok mu? Ya öyle ya, senin şu kuzenin Theodule. Evet şu Plumet So­ kağındaki bahçedeki o küçük kızdan söz edildiğini duydum. Bahçede, peri kadar güzelmiş. Evet, eskiden Plumet Sokağı Blomet Sokağıydı. İnce beğenilisin Marius. Duyduğum kadarıy­ 1004

la çok hanım hanımcık bir kızmış. Söz aramızda, şu züppe su­ bay ona biraz kur yapmış... Nereye kadar doğru bilmiyorum, şu subay aptalı çok abartır. Her sözüne inanmam. Marius senin ya­ şında bir gencin âşık olması çok güzel, bravo. Seni Jakoben görmektense âşık görmeyi isterim. Bir etekliğe, yirmi etekliğe âşık ol da, şu Mösyö Robespierre’in sözünü etme. Bana gelince şu donsuzlar arasında yalnızca kadınları sevdim, hay aksi şey­ tan, güzel kızlardır, onlara hemen karşı konamaz. Benim buna bir sözüm yok. O küçük kıza gelince, demek babadan izinsiz se­ ninle görüşüyor. Bu da olağan, ah benim de böyle çok maceram oldu. Sayısız aşklarım... Fakat bu ciddiye alınamaz, hemen işi drama dönüştürmenin ne gereği var? Evlenme kararı verip he­ men nikâh dairesine koşmak ne ahmaklık. İnsan böyle anlarda aklını kullanmalı, sağduyudan ayrılmamalı. Ey faniler asla acele evlenmeyin. Delikanlı gider dedesini görür, her şeyi ona anlatır. Babacan bir ihtiyar olan dedenin kenarda biriktirdiği birkaç yüz altını vardır. Delikanlı dedeye ‘mesele böyle’ deyince, adam da ona: ‘Olağan, gençlik bu yoldan geçer ve yaşlılıkta, artık kendi köşesinde oturur. Tamam çocuğum, bugün sana yaptığımı sen de ileride torununa yaparsın. Al şu iki yüz altını git gönül eğlen­ dir, işte böyle olur. Evlenilmez fakat bu da sevişmemek değildir... Anlıyorsun değil mi?» Marius donakalmıştı, bembeyaz yüzünde, sade gözleri parlı­ yordu, başıyla hayır dedi. İhtiyar çınlayan bir kahkaha attı, göz kırptı eliyle dizini okşa­ dı ve gözlerinin içine bakıp: «Ahmak, onu kendine kapatma yap!» dedi. Marius iyice sarardı. Dedesinin sözlerinden hiçbir şey çıkara­ mamıştı. Şu Blomet Sokağı, şu kışla, şu bahçedeki güzel kız, süvari subayı delikanlının kafasından birer masal kahramanı gi­ bi gelip geçmişti. Bunlardan hiçbirinin Cosette’le ilgisi olamazdı, o zambaklar kadar lekesizdi, ihtiyar bunamıştı herhalde, fakat bunama öyle bir sözle sonuçlanmıştı ki, Marius artık bunu da duymamazlıktan gelemezdi. Dede, Cosette’i aşağılamıştı. Şu «Onu kendine kapatma yap» sözleri kalbini hançer gibi deldi. 1005

Yerinden kalktı ve şapkasını alıp, kararlı adımlarla kapıya yü­ rüdü, orada başını çevirdi, dedesini derin bir saygıyla selamladı ve başını dikleştirip: «Efendim, beş yıl önce babama hakaret etmiştiniz, bugün de müstakbel karıma hakaret ediyorsunuz, artık sizden hiçbir şey istemiyorum, hoşça kalın!» Gillenormand Baba, şaşkındı, kollarını uzattı, yerinden kalk­ mak istedi, fakat tek kelime edemeden kapı kapandı, delikanlı gitmişti. Yaşlı adam bir anda yıldırım çarpmış gibi hareketsiz kaldı. Sanki gırtlağını bir el sıkıyordu, ne konuşabildi, ne de nefes ala­ bildi. Sonunda koltuğundan kalkabildi. Doksan bir yaşındaki yaşlı nasıl koşabilirse, kapıya koştu ve avazı çıktığınca: «İmdat! İmdat!» diye bağırdı. Önce kızı, daha sonra uşakları geldiler. Adam hırıltıyla yal­ vardı: «Onun ardından koşun, gidin, geri getirin onu!.. Aman Tan­ rım, ona ne yaptım, ne dedim? O çıldırmış, yine gitti! Ah Tanrım! Artık bir daha geri gelmez!» Pencereye koştu o cılız ihtiyar elleriyle camı açtı ve düşecek gibi ta beline dek dışarı sarktı. Basque ve Nicolette onun ceke­ tinin eteğinden tutuyorlardı. İhtiyar üzüntüyle: «Marius! Marius! Marius! Marius!» diye haykırdı. İhtiyar adam, yorgun bir hareketle ellerini şakaklarına götür­ dü, sendeleyerek geriledi ve bir koltuğa yıkıldı. Soluksuz, sessiz ve kupkuru gözlerle başını sallıyor ve dudaklarını bön bön kımıl­ datıyordu. Gözleri ve kalbi bomboştu, geceye ve ölüme benze­ yen bir karanlıkla kuşatıldı.

1006

DOKUZUNCU KİTAP YOLCULUK 1 JEAN VALJEAN Aynı gün akşam üstü, saat dört civarında, işçi kılığındaki Je­ an Valjean, kendi başına Jean de Mars bayırının bir köşesinde oturmuş düşünüyordu. Ya önlemli davranma isteğinden ya da yalnız kalmak istediğinden olmalı, her nedense, şu son günlerde sokağa çıkarken genç kızı yanına almıyor, kendi başına çıkıyor­ du. O uzun yürüyüşlerini kendisi yapıyordu. Cosette açısından artık rahattı; o eski kaygıları iyice geçmişti. Fakat birkaç haftadır, başka kaygıları vardı. Bir gün caddede dolaşırken, öteden hancı­ yı görmüştü. Kılık değiştiren adamı tanımamıştı, fakat o günden sonra birkaç kez daha mahallede dolaşan Thénardier’yi görmüş ve kaygıları yoğunlaşmıştı. Bu da onun kesin bir karar almasını gerektirdi. Thénardier’nin serbest kalması ve çevrede dolaşması, bütün tehlikelerin saldırıya geçmesi anlamına geliyordu. Hem Paris’in havasında da bir tedirginlik vardı. Hayatında herhangi bir sır olan, polisten uzak durmak isteyenler için şehir epeyce riskliydi. Sürekli uyanık olan polis, evleri arıyordu. Pépin ve Morey gibi bir şüpheliyi ararken, Jean Valjean’ı bulması olma­ yacak şey değildi. Evet, dostumuz endişeliydi. Bütün bunlar az gibi, çok yeni bir olay, onu iyice telaşlandır­ mıştı. O sabah erkenden kalkmış, bahçede geziniyordu. Genç kızın yaşadığı köşkün pencereleri kapalıydı. Derken parmaklığa yakın duvarda, bir çakıyla kazılı şu sözleri okudu: 1007

Verreire Sokağı, No: 16. Yazı yeni yazılmıştı, kara sıvanın içindeki çizikler sırıtıyordu. Duvar önündeki bir ısırganotu alçıya bulanmıştı. Bunu geceleyin biri yazmış olmalıydı. Bu başkaları için bir adres miydi, yoksa kendisi için bir uyarı mıydı? Bahçeye birilerinin girdiği belliydi. Daha önceki haftalardaki Cosette’in kaygılarını düşündü. Aklını bunlarla yordu. Cosette’i korkutmamak için, duvardaki yazıdan söz etmedi. Bütün bunları aklında evirip çeviren Jean Valjean, bir karar aldı. Paris’ten, dahası Fransa’dan ayrılacak ve İngiltere’ye geçe­ cekti. Cosette’e söylemişti, bir hafta içinde ülke dışına çıkmaları gerekiyordu. Şu sırada otlar üzerine oturmuş bunları düşünüyor­ du. Hancı, polis, duvardaki tuhaf yazı, yolculuk ve bir pasaport almanın zorluğu. O bu sorunları düşünürken, güneşin yansıttığı gölgeden biri­ nin bayıra tırmanıp, hemen arkasına dikildiğini sezdi. Tam başını çevirecekti ki, dörde katlanmış bir kâğıt başının üstünden fırlatılmış gibi dizlerine düştü. Kâğıdı açtı ve büyük harflerle yazılı şu kelimeyi okudu: Buradan taşının. Jean Valjean hemen ayağa fırladı, bayırda kendisinden baş­ ka kimseyi göremedi, uzaklara baktı, bir çocuktan biraz büyük, bir erkekten biraz küçük bir gölgenin parmaklığı geçtiğini gördü. Gri bir gömlek ve toz renkli kadife pantolonlu karartı Champ de Mars’ın hendeğine atlamıştı. Jean Valjean düşünceye dalmıştı, eve dalgınca döndü. 2

AŞIK GENÇ Delikanlı, keder içinde, dedesinin yanından ayrıldı. Zayıf bir umutla girdiği bu evden, dinmeyecek bir üzüntüyle ayrılıyordu. İnsan merhametinin sır dolu uyanışlarını izleyen okurlarımız, 1008

bilirler; Marius dedesinin sözlerinin yarısını dinlememişti bile. Şu subay, züppe kuzen Theodule, onuda hiçbir iz bırakmamıştı. Hüzünlü şiirler yazan bir şair, dedenin torununa anlattıkların­ dan kendisine bir pay biçer ve böylesi bir tablo hazırlayabilirdi. Fakat dramda kazanabilir, ama gerçekte kaybederdi. Marius de­ likanlılığının kötü şeylere fırsat vermeyeceği yaştaydı. Daha iler­ ki yaşlarda insan her söze inanır. Kuşkular da kırışmalar gibi yaşla gelir. İlkgençlik pürüzsüzdür Othello’yu(*) yıkan şüphenin, Candide(**) üzerinde etkisi olmaz. Genç kızdan kuşkulanmak? Marius için en ağır cinayet gibiydi... Yollarda rastgele yürümeye başladı. Acılı insanların tek çare­ si... Bir şey hatırlamıyor, düşünemiyordu. Sabah saat ikide eve döndü ve giysileriyle yatağının üstüne bıraktı kendini. Aklı dü­ şüncelerle dolu olanların o ağır uykusuyla uyuduğunda, güneş çoktan yükselmişti. Uyandığında arkadaşını giyinmiş halde, odanın ortasında gördü. Onun yanında, diğer arkadaşları da vardı: Enjolras, Fe­ uilly ve Combeferre. Courfeyrac sordu: «General Lemarque’ın cenaze törenine geliyor musun?» Marius bu sözlerden bir şey anlamadı, sanki Courfeyrac baş­ ka bir dilde konuşmuştu. Hemen sonra o da çıktı. 3 Şubat bas­ kınında Javert’in kendisine verdiği o küçük tabancaları cebine attı. Tabancalar doluydu. Onları alırken ne tür bir karanlık düşün­ cenin etkisiyle yaptığını anlamak kolay değildi. Gün boyunca hayaletler gibi gezindi durdu. Hiçbir şeyin ayrı­ mında değildi, akşam yemeği için bir meteliğe fırından bir ekmek al­ dı, cebine koydu ve unuttu. Daha sonraları farkında olmadan, Se­ ine Nehrinde yıkandığını hatırlayacaktı. Öyle anlar olur ki insan, beyninde cehennem kazanlarının yandığını hisseder. İşte o da böy­ le bir ruh halindeydi. Hiçbir beklentisi ve hiçbir korkusu yoktu. Akşam olmasını koyu bir sabırsızlıkla bekliyordu. Aklındaki tek belirli fikir, saat dokuzda Cosette’i göreceğiydi. Bu son mut­ (*) Othello: Kıskançlık sembolü. Shakespeare’in bir kahramanı. (**) Candide: Voltaire'in kahramanı.

1009

luluk onun bütün geleceği gibiydi. Sonrası karanlık. Caddede yürürken, kimi zaman şehrin tuhaf gürültüsünü duyuyordu, işte o anlar, dalgınlığından sıyrılıp: «Yoksa birileri dövüşüyorlar mı?» diye sordu kendisine. Karanlık çökünce, saat tam dokuzda Cosette’e verdiği sözde durdu. Plumet Sokağına geldi. Parmaklığa yaklaştığında, her şeyi unuttu. Onu görmeyeli kırk sekiz saat oluyordu, onu tekrar görecekti, bu mutluluk karşısında diğer düşünceleri silindi. Sa­ dece derin bir sevinç duydu. Asırlara bedel bu anların en ilginç yönleri onların kalbi tastamam doldurmasıdır. Delikanlı çubuğu oynattı ve bahçeye girdi. Sevgilisi her za­ manki yerinde değildi. Çalılığı geçip evin önündeki balkonun al­ tına yürüdü. «Beni orada bekliyordun» diye düşündü. Fakat Cosette ora­ da da değildi. Başını yukarı kaldırdı, evin panjurlarının kapalı olduğunu gör­ dü, bahçeyi dolaştı, orası bile ıssızdı. İşte o zaman eve geri dön­ dü, acıdan kendisini yitirmiş halde, panjurları yumruklamaya başladı. Kötü bir vakitte evine dönen bir efendi, bir koca gibi yumrukladı; pencerenin açılmasını, babanın yüzünü gösterme­ sini, sert bir sesle: «Ne istiyorsunuz?» diye sormasını bile göze almıştı. Bütün bunlar onun gönlünü dolduran o korkunun yanın­ da önemsiz kalırdı. Yumrukladıktan sonra bu kez de sesini yük­ seltip: «Cosette!» diye bağırdı. «Cosette!» diye tekrarladı, karşı­ lık yok. Demek her şeyin sonu gelmişti. Ev de bahçe gibi kimse­ sizdi. Marius kederli gözlerini bir mezar kadar sıkıntılı, sessiz ve boş olan bu eve çevirdi. Cosette’in yanında, o paha biçilmez sa­ atler geçirdiği o sevgili taş sıraya baktı. Sonra merdivenlere otur­ du. İçi tatlı hayaller ve en kutsal duygularla dolu halde, Cosette’i anıyordu. Sonra bir karara vardı, Cosette gittiğine göre, kendisi de ölmeliydi, başka ne yapabilirdi ki? Derken ağaçların arasından gelen bir sesle irkildi. «Mösyö Marius!» Delikanlı yerinden fırladı. 1010

«Kimsiniz?» diye seslendi. «Mösyö Marius orada mısınız?» «Evet.» «Mösyö Marius, arkadaşlarınız sizi Chanverrie Sokağındaki barikatta bekliyorlar!..» Bu sesi tanımıştı, Eponine’nin o uğultulu sesine benziyordu. Marius parmaklığa koştu ve çubuğu attı, başını dışarı çıkardı­ ğında, ta ötelerde gün batımının karanlığında bir gencin koşarak uzaklaştığını gördü. 3 MABEUF BABA Jean Valjean’ın cüzdanı Mabeuf Baba’ya yaramamıştı. Bir çocuk kadar temiz olan yaşlı adam, yıldızlardan düşen bu hedi­ yeyi kabul etmedi. Bir yıldızdan altın para düşeceğine inanmı­ yordu. Bu göklerden gelen parayı Gavroche’un attığını nereden bilecekti? Cüzdanı semt karakoluna götürdü ve para kayıp mal­ lar arasındaki yerini aldı. Paranın sahiden kaybolduğunu söyle­ meye gerek yok, çünkü sahibi olmadığından, kimse almaya gel­ memişti. Bu nedenle Mabeuf Baba’ya yararı dokunmadı. Aslında Mösyö Mabeuf giderek hayat yokuşunu bitiriyordu. Çivit hakkındaki deneyleri başarısızdı Bitki bahçesindeki o küçük tarla da Austerlitz’deki bahçe gibi fiyaskoydu. Bir yıldır hizmetçisinin parasını ödeyemeyen Mabeuf Baba ev kirasını da veremiyordu. Aradan on üç ay geçtiğine göre «Cautertz Flo­ re»nin bakır klişeleri de rehinde satılmıştı. Herhalde herhangi bir demirci bunlardan kazan, tencere yapacaktı. Klişeler yok olunca kitabının eksik fasiküllerini bir daha bastıramayan Mösyö Mabe­ uf derin bir kedere boğuldu ve yok pahasına elinde kalan birkaç broşürü de bir eskiciye sattı. Hayatının yapıtından hiçbir şey ka­ zanamamıştı. Bundan sonra bu kitaplardan aldığı parayı harca­ maya başladı. Bu önemsiz kaynak da kesilince bahçesiyle uğ­ raşmayı da bıraktı. Aslında çok uzun süredir arada bir yediği iki yumurtayı ve sığır etini de alamadığından kuru ekmek ve pata­ 1011

tesle besleniyordu. Eşyalarını sırayla sattı. Yatağına, battaniye­ lerine kadar bir şeylerini sattı, ipince bir şilteyle tek bir örtü bırak­ tı kendisine. Sonra sıra ot koleksiyonuna ve baskı bitki resimle­ rine geldi. Fakat değerli kitaplarına henüz ilişmemişti. Bu koleksiyonda çok eski baskılar vardı. Örneğin, 1560'da basılmış «Quadrains historiques de la bible». Pierre de Besse­ in'in yazdığı «La Concordance des Bibles»(*) Navarre Kraliçesi­ ne bir ithafla «Les Marguerite de la Marguerite»(**) yapıtı, Jean da La Haye tarafından yazılmıştı. Change et dignité de L»Ambassadeur, Williers-Hotman tarafından yazılan enteresan bir eser, 1644’ten kalma bir «Florilegium Rabbinicum.» Yine çok es­ ki 1567’den kalan bir Tibulle ve en son ve en sevdiği eser olan Lyon’da 1644’te basılan bir «Diogéne Laerte.» Bu son esrede XIII. yüzyılın Vatikan el yazılarının farklı metinleri vardı. Bu da Henri Estienne’in epey yararlı bulduğu, bir eserdi. Bu kitap XII. yüzyıldaki Napoli kütüphanesinde, Dor(***) dilinde yazılı el yazı­ larında bulunan bölümleri kapsıyordu. Mösyö Mabeuf’un tek te­ sellisi hâlâ bu eşsiz kitaplardı. Yaşlı adam odasında hiç ateş yakmaz ve mum gitmesin diye akşam gün batımında yatardı. Komşuları yok gibiydi. Ona rastlayanlar yollarını değiştirirlerdi. Bir çocuğun sefaleti anneleri üzer, bir delikanlının sefaleti kızla­ rı ilgilendirir, fakat kimse ihtiyar birinin sefaletine aldırmaz. Sefa­ letlerin en kötüsü de aslında bu! Mösyö Mabeuf yine de o çocuksu huzurundan sıyrılmamış­ tı. Kitaplarına baktığında gözleri parlardı ve tek bir baskısı olan şu çok değerli «Diogene Laerte»ye bakarken hoş biçimde gü­ lümserdi. Bütün eşyalarını satmış, sadece o camlı kitaplığını alı­ koymuştu. Plutarque Ana, ona şöyle dedi bir gün: «Akşam yemeği pişirecek para yok.» (*) Concordance des Bibles: Tevrat'ın kelime dizisi. (**) Marguerites de la Marguerite: Marguerite'in Papatyaları. Marguerite: pa­ patya demektir, fakat burada kraliçenin ismi olarak geçiyor. (***) Dor: Eski yunan lehçesi.

1012

Onun yemek dediği bir ekmekle dört, beş patatesti. Mösyö Mabeuf: «Borç yazdırın.» «Artık kimsenin borca vermediğini biliyorsunuz...» Mösyö Mabeuf kitaplığını açtı, bütün kitaplarına uzun uzun baktı. Tıpkı çocuklarından birini kurban etmek zorunda kalan ve aralarında bir tercih yapmaya mecbur bir babanın kederli bakış­ larıyla, onları inceledi. Birini aldı, ve çekip gitti. İki saat sonra eli boş döndü ve masaya otuz metelik bırakıp: «Bununla yemek pişirin,» dedi. O günden sonra Plutarque Ana, adamın o çocuksu yüzüne siyah bir endişenin düştüğünü gördü. Bu kederli ifade hep kala­ caktı. Ertesi gün ve onu izleyen her gün, aynı şeyler yaşandı. İhti­ yarcık, koltuğunda bir kitapla çıkıyor, elinde gümüş bir parayla dönüyordu. Kitapçılar onun yoksulluğunun sınırını bildiklerin­ den, yirmi franga sattıkları bir kitaba sadece yirmi metelik ödü­ yordu. Şanssız adam kimi zaman: «Yine de seksen yaşındayım» di­ ye söylenirdi, için için kitaplarının hepsini bitirmeden, öleceğini düşünmek onu bir parçacık avutuyordu. Bir gün, küçük bir sevin­ ce kapıldı, kolunun altında bir Robert Eatienne’le çıkmıştı, geri döndüğünde, elinde bir «Alde» vardı. Malaquais rıhtımındaki ki­ tapçıya otuz beş meteliğe sattığı o kitabın yerine Grés Sokağın­ daki bir kitapçıdan kırk meteliğe bir Aide almıştı. Yüzünde o ço­ cuksu sevinçle: «Beş metelik borçlandım...» O akşam yemek yenmedi. Bahçıvanlar Derneğine üyeydi. Onun sefaletini hepsi bilirdi. Bir gün, dernek başkanı, kendisini ziyarete geldi ve Tarım Baka­ nına onun yaptıklarından söz etmeyi vaat etti. Sahiden de söy­ lediğini yaptı. Bakan: «Ne! Elbette, nasıl olur, onun gibi bir bilim adamı, yaşlı bir botanikçi zararsız bir adamcağız, kuşkusuz kendisi için bir şey­ ler yapmalı.» 1013

Ertesi sabah, Mösyö Mabeuf, Tarım Bakanından akşam ye­ meğine bir davet aldı. Sevinçten titreyerek mektubu Plutarque Ana’ya gösterdi: «Kurtulduk, kurtulduk,» diye kekeliyordu. Davet akşamı Mösyö Mabeuf bakanın evine gitti. Ama kırışık kravatı, yıpranmış giysileri ve eski ayakkabıları, uşakları şaşırt­ mıştı. Yemekte onunla konuşan olmadı, dahası bakan bile. Yak­ laşmaya cesaret edemediği, o elmaslı güzel kadının, bakanın eşinin kendisi için «Şu yaşlı adam kim?» dediğini duydu... Gece yarısı sağanak yağmur altında, evine yürüyerek geldi. Araba ki­ ralamak için en sevdiği kitaplarından biri olan Elzevir'i elden çı­ karmıştı. Her akşam uyumadan önce o «Diogéne Laerte»den birkaç sayfa okumayı alışkanlık edinmişti. Elindeki o kusursuz kitabın tadını çıkaracak kadar Grekçe bilirdi. Zaten başka hiçbir keyfi yoktu. Birkaç hafta daha geçti, sonra ansızın, hizmetçisi hasta­ landı. Fırıncıdan ekmek alamamaktan daha kötüsü de var; ec­ zaneden ilaç alamamak. Hem doktor epey pahalı bir reçete yaz­ mıştı. Hastalık giderek ağırlaşıyordu, bir hemşire gerekliydi. Mösyö Mabeuf kitaplığının kapısını açtı. Son kitabı da yok ol­ muştu. Elinde kalan tek kitabı «Diogéne Laerte» idi. Kitabı aldı ve çıktı, 1832 yılının 4 Haziran günüydü. Ölen ki­ tapçı arkadaşı, Royol’un yerini alan Saint-Jacques Caddesinde­ ki sahafa kitabı bıraktı ve yüz frankla geri döndü. İhtiyar kadının baş ucuna beş franklık metal paraları bıraktı ve usulca odasına döndü. Ertesi gün uykusuz bir geceden sonra, Mabeuf Baba bahçe­ sindeki taşın üzerine oturmuş, anlamsız gözlerle bakınıyordu. Yağmur çiseliyordu fakat bunun farkında değildi. Akşam üstüne kadar kımıltısız oturdu. İkindi saatlerinde, şe­ hirden epeyce ürkütücü sesler duyuldu. Silah sesleri ve bir kala­ balığın bağrışmaları... Mabeuf Baba başını kaldırdı, tam o sırada yoldan geçen bi­ rine sordu: «Ne oluyor?» 1014

Adam, çapası omuzunda, çok olağan bir şeymiş gibi: «Paris’te çarpışma var, kargaşa başladı!» «Ne kargaşası?» «Birbirlerini öldürüyorlar.» «Neden?» Adam omuz silkti: «Bilmiyorum, çarpışıyorlar işte.» Mösyö Mabeuf tekrar sordu: «Ne yanda?» «Arsenal’deki barikatlarda.» Mösyö Mabeuf evine girdi, şapkasını giydi, her zamanki gibi koltuğunun altına almak için kitap aradı, bulamadı; kendi kendi­ sine, «Tabii ya!» dedi ve dalgınca çıktı evinden.

1015

ONUNCU KİTAP 5 HAZİRAN 1832 1 İSYANLAR İsyan neden çıkar? Hiçten ve her şeyden. Usulca yayılan elektriklenme, birden fışkıran bir alev, gezgin bir güç, geçen bir nefes işte bütün bunlardan oluşur. Bu renksiz düşünen kafalara, düşçülere, acı çeken ruhlara, tutuşan tutkulara, inleyen sefalet­ lere denk gelir ve hepsini alıp sürükler. Nereye? Öylesine sürükler. Devleti, yasaları, başkalarının refahını, bi­ rilerinin küstahlıklarını sürükler. Kışkırtılan inançlar, bastırılamayan coşkular, kırgınlıklar, bas­ kı altında tutulan savaş arzusu, eliaçık bir körlük, beklenti susuz­ luğu, kişiyi yeni bir oyunun ilanını okutmaya götüren o heves, makinistin düdüğü, belirsiz kinler, hayal kırıklıkları, yazgının ken­ disine kötü davrandığını düşünenin batıl inancı, boş düşler, hiç gerçekleşmeyen ve tatmin olmayan tutkular, bütün bunlar, ve yeraltı dünyası ve alevler, işte isyan nedenleri... En büyük ve en önemsiz, fırsat kollayarak her şeyin dışında kalan yaratıklar, aylaklar takımı, inançsızlar, serseriler, köprü alt­ larında kalanlar, her gün rastgele birinden ekmek dilenenler, iş­ sizler, sefaletin o adsız ordusu, çıplak kollar, çıplak ayaklar, işte bütün bunlar isyandır. İçinde gizli bir isyan taşıyan neredeyse herkes durumundan, 1016

hayatından, yazgısından memnun olmayan her adam isyana katılır ve kargaşa başlayınca, titreyerek bu fırtınada sürüklenir. İsyan, toplumun havasında esen bir hortum gibidir, zaman zaman, uygun olmayan hava koşullarında kendisini gösterir, dö­ nerek yükselir, koparır, sarsar, çiğner, yerle yeksan eder; bütün yaratıkları, insanı ve çocuğu, o kocaman ağaçları, saman çöple­ ri gibi alır götürür. Onun bu müthiş soluğuna yakalanan yandı, onun sarsıp ye­ rinden oynattığı yandı. Eline geçirdiğini parçalar. O avcuna aldıklarını olağanüstü bir güçle iletir, ilk karşılaştı­ ğını akışının gücüyle doldurur, her tuttuğundan kurşunlar yapar. Sıradan kaldırım taşından bir gülle yapması gibi, bir hamalı da bir general haline getirir. Haince politikaların bazı bilicilerine kulak vermek gerekirse, küçük bir isyan hükümetin istediği bir olaydır. Bunun da epey ge­ çerli nedenleri olduğundan, isyanlar deviremediği idareleri pe­ kiştirir. Orduyu dener, kenterliği sağlam hale getirir, polisin kas­ larını geliştirir, toplum iskeletinin gücünü meydana çıkarır. Bu bir egzersiz, bir sağlık koruması gibidir. Bir isyandan sonra hükü­ met bir masajla rahatlamış gibi, geniş bir soluk alır. Oysa otuz yıl kadar önceleri isyanlar farklı İncelenirdi. Her şeyde, kendisini sağduyulu bulan bir yan vardır, Alces­ te’ye(*) karşı Philinte(**). Doğru ile yanlış arasında bir anlaşma, açıklama, azar, biraz üstten bakan bir anlayış ki, bu da çoğu za­ man kendisini bilge sanır, fakat uzun bir süre sadece bilmişliktir. Ilımlılık denilen teori de böyle çıktı ortaya. Soğuk suyla sıcak arası ılık sudur. Sahte derinliği olan bu ekol olguları, sadece üs­ tünkörü inceler, nedenleriyle ilgilenmez ve o yalapşap bilgisiyle, sokak kargaşasına ket vurur. Söz konusu ekole göre 1830 Ayaklanmasında kargaşa yol açan isyanlar bu olayın temizliğini bırakmadılar. Temmuz Devri(*) Alceste: Moliere'in bir kahramanı, özü sözü bir kahraman. (**) Philinte: Alceste’in karşıtı, kibarlık yoluna gerçeklerden bile vazgeçmeye ra­ zı olan bir kahraman.

1017

mi halkın estirdiği bir rüzgârdı. Daha sonra gökler masmavi ke­ sildi. Ama sonraki isyanlar gökleri bulutlu gösterdi, bu devrimi bir savaşa dönüştürüp onun karakterini kirletti. Her ilerlemede oldu­ ğu gibi, Temmuz Devriminde de, gizli kırıklar oluşmuştu. İsyan bunları pekiştirdi. Hatta bunlar kırıldı, denebilir. Temmuz Devri­ minden sonra kurtuluş sezildi, fakat o isyanlardan sonra, herkes yıkımı hissetti. Her kargaşada dükkânlar kapanır, anamal değer yitirir. Borsa zarar görür, ticaret durur, iflaslar artar, para azalır, özel servet sahipleri meraklanırlar, halkın saygınlığı zarar görür, sanayi duraklar. Her yerde ve her insanda bir korku başlar. Tüm şehirler bu­ nun sarsıntısını yaşar, bu yüzden, uçurumlar oluşur. Bir isyanın ilk gününün Fransa’ya tam yirmi milyona mal olduğu, ikinci gü­ nün kırk, üçüncüsünün altmış milyona kadar yükseldiği kayde­ dildi. Üç günlük bir isyan tam yüz yirmi milyona patlıyor. Maddi zarar bir yana, bu bir hafta, bir deniz faciasına ya da kaybedilen bir savaşa eş zarar oluşturuyor. Sanki altmış gemilik bir donan­ manın batması gibi, derin bir yıkım. Tarihte isyanların güzel yanları da olmuştur. Sokak savaşları da hiç değilse kır savaşları kadar yüce olabilir. Birinde ormanla­ rın ruhu, diğerinde şehirlerin kalbi atar. Birinde Jean Chouan, di­ ğerinde Jeanne bulunur. İsyanlar kırmızı alevlerle kusursuz bir ışık yayarlar. Paris kişiliğinin en has yanlarını eliaçıklık ve özve­ ri, uğultulu bir neşe, yenilmez Muhafız Alayı, köşelerde yakılan ateşler, cesaretin zekâdan beslendiğini kanıtlamak isteyen öğ­ renciler, Paris afacanlarının yükselttikleri barikatlar, yoldan ge­ çenlerin ölüme kafa tutması! Okullarla, askeri alayların savaşları. Aslında savaşlar arasın­ da sadece yaş farkı vardı, aynı ırk, hepsi yirmi yaşında bir ideal yoluna ölen o cesur gençler, kırk yaşında aileleri için ölen erkek­ ler. İç savaşlarda her zaman üzüntüye kapılan ordu, gençlerin atılganlığına önlemle yanıt veriyordu. Halkın cesaretini gösteren bu isyanlar, aynı zamanda, kenterlerin cesaret eğitimlerini de bi­ tiriyordu. Peki ama bütün bunlar için kan akıtmaya değer mi? Bu az gi­ 1018

bi bütün bu ölümlerle kararan geleceği, riske giren ilerlemeyi, en iyi en namuslu vatandaşların acılarını, umutlarını kaybeden dü­ rüst liberalleri... Devrimin kendi kendisini yaralamasından hoş­ nutluk duyan monarşi yandaşları, 1830’un yenik düşenlerinin ut­ kuları, «Biz söylemiştik» demeleri. Belki Paris’in yücelmesi, fa­ kat buna rağmen Fransa’nın küçülmesi... Her şeyi açık açık söylediğimizden dolayı buna, çoğu zaman düzenin utkusunu lekeleyen o korkunç kılıçtan geçirmeler. Öz­ gürlüğün delirmesine karşın, düzenin acımasızlığı. Evet tek ke­ limeyle isyanların tekinsiz olduklarını ifade etmeliyiz. Evet rastgele bir bilim böyle der, kendisini halktan sayan ken­ terler de buna katılır. Bize gelince, çok yaygınlaşan isyan kelimesini yadsıyoruz. Bir halk isyanıyla, bir diğer halk isyanı arasında bir fark gözeti­ yoruz. Bir isyanın savaş kadar pahalıya mal olup olamayacağı­ nı düşünmüyoruz bile. Niye bir savaş? Farklı bir sorun. Bir sa­ vaş da tıpkı bir isyan kadar büyük bir yıkım değil midir? Hem, her kargaşa bir yıkıma yol açmaz mı? 14 Temmuz, Fransa’ya yüz yirmi milyona patladı, fakat İspanya’da V. Philippe’in tahta geçmesi Fransa'ya iki milyara gelmişti. Aynı rakamlar arasında 14 Temmuz’u seçeriz. Hem, birer neden gibi görünen, sadece birer kelime olan şu rakamları da yadsıyoruz. Bir isyan başladı­ ğına, biz onu tek başına inceleriz. Değindiğimiz o itirazlarda sa­ dece sonuç aranıyor, fakat biz nedenler arıyoruz. Biraz daha dikkat... 2 MESELENİN ASLI İsyan farklı, başkaldırma farklıdır, ikisi de öfke yüklüdür ama biri haksız, diğeri haklıdır. Demokratik yönetimlerde zaman za­ man devletin bir kısmı, diğerlerinin malını, haklarını gasp etmek ister, işte o zaman, her şey ayaklanır ve hakkın davası silahlara başvurmaya götürür. Birleşik egemenlikte, herkesin başka bir bölüme saldırısı is­ 1019

yan, diğer bölümün bütüne başkaldırısı ayaklanmadır. Tuilleries Sarayı ister kralı, ister Konvansiyonu barındırsın, saray haklı ya da haksız bir saldırıya uğrar. Halka karşı saldıran aynı top, 10 Ağustos’ta haklı, ama 14 Vendemiari’de(*) haksızdı. Görünümler benziyor, fakat işin özü farklıdır, isviçreli askerler(**) hatayı koru­ yorlardı. Bonaparte gerçeği korudu. Genel seçimlerin getirdiği özgür­ lük ve egemenlik sokaktakiler tarafından bozulmaz. Sadece uy­ garlığa mal olan şeyler için geçerli bu. Yığınların bir gün önce şeffaf olan içgüdüsü ertesi gün bulanabilir... Terray’a yasal olan şiddet, Turgat için geçersizdir. Makineleri parçalamaz, ambarla­ rı yağmalamak, demiryollarını parçalamak, dokları yıkmak, öğ­ rencilerin Ramus’yu öldürmeleri, linç korkusuyla İsviçre’den ko­ vulan Rousesseau... işte ayaklanmaların karakteristiği... İsa’ya karşı İsrail, Phokion'a karşı Atina; Scipion’a karşı Roma; bunlar da ayaklanmalar. Üstelik günahkâr ayaklanmalar. Bastille’e saldıran Parislilerin bu eylemi bir isyandır. Büyük İskender’e karşı askerlerin tutumu, Christopher Colombos’a kar­ şı tayfanın isyanı da öyledir. Çünkü Colombos bir kıta, yeni bir dünya keşfetti, İskender de Colombos gibi, bir dünya buldu. Biri pusulasıyla, beriki kılıcıyla. Uygarlığa böyle bir dünya kazandır­ mak o kadar göz alıcı ışıklar yayar ki, bunların karşısındaki her karşı koyma suçlu olur. Zaman zaman, halk kendi kendisine iha­ net eder. Mesela, şu tuz kaçakçılarının uzun ve kanlı direnişleri ne ka­ dar şaşırtıcıydı. Aslında bu olağan bir isyana benzerken, ve tam kesin sonuç alınacağı ve utkuya ulaşılacağında, tahtla birleşip kralcı kesilmişlerdi. Başkaldırma bu nedenle ayaklanmaya dö­ nüştü. Bu da bilisizliğin en belirgin örneğidir. Kralın ipinden kurtulu­ yor ve boynundaki iple, yakasına krallık işareti olan beyaz kokar­ (*) Vendemiari: Fransız ihtilalinde değiştirilen bir ay adı, 22 Eylül ile 21 Ekim arası. (**) isviçreli asker: Fransız ordusu için kiralanan askerler Her zaman kralcıdırlar.

1020

tı iliştiriyor. «Kahrolsun tuz vergisi!» diye bağıranlar, bir anda saf değiştirip «Yaşasın Kral!» diye haykırdılar. Saint-Barthelemy(*) katilleri, Eylül cellatları, Avignon canileri, Colingy’nin(**) ve Ma­ dam de Lamballa’in(***) katilleri. İşte ayaklanma Vendée’deki kalkışma büyük bir Katolik ayaklanması oldu. Devinen hakkın sesi kendisini duyurur, her zaman da yığın­ ların sarsıntılarından oluşmaz. Delice öfkelerin tiz çan seslerine karıştığı bu kalkışmalarda bütün ölüm çanları bronz titreşimler yansıtmaz. Tutkular ve cehaletin savaş hazırlıkları gelişme sar­ sıntısından başka bir şey değildir. Evet, doğrulun, kalkın ayağa, fakat bu yükselmek için olsun. Ne yana gittiğinizi bana gösterin. Başkaldırmalar sadece geleceği güzelleştirmek amacıyla yapılır. Diğer isyanların hepsi de kötüdür. Geriya atılan her adım bir ayaklanmadır, gerilemek insanlığa karşı durmaktır. Başkaldırma gerçekle mayalanmış bir öfke gösterisidir. Bu­ nunla sarsılan kaldırım taşları hak ve doğruluğun kıvılcımlarını saçar. XVI. Louis’ye karşı Danton, işte isyan! Danton’a karşı He­ bert, bu da öyle. işte bu nedenle Lafayette’in dediği gibi, belirli şartlarda baş­ kaldırma görevlerin en kutsalı ise, ayaklanma da suikastların en beteri olabilir. Isıda bile bazı ayrımlar bulunur. Başkaldırma ge­ nellikle bir yanardağdır; ayaklanma ise ne yazık ki sadece sa­ man alevidir. Değindiğimiz gibi isyan bazen iktidarda da oluşur. Polignac bir kışkırtıcı, Camille Desmoulins yöneticiydi. Başkaldırma zaman zaman yeniden canlanmadır. Her sorunun oylamalarla halledilmesi epey çağdaş bir olgu­ dur. Daha önceleri, dört bin yıldır, eski tarih gasp edilen haklarla (*) Saint-Barthelemy: 16. yüzyılın Protestan soykırımı. Yüz binlerce Protesta­ nın öldürüldüğü kanlı ağustos gecesi. (**) Colingy: Protestan bir amiral olduğu için o kanlı gecede öldürüldü. (***) Madam de Lamballa: Kral XVI. Louis’nin yakın akrabası ve Kraliçe Marie-­ Antuyanette’in dostu. Devrim’de kesilen kellesini Paris sokaklarında teşhir ettiler.

1021

doluydu. İşte bu nedenle tarihin her dönemi kendi gücüne uygun bir direniş oluşturmuştur. Juvenal bunun en belirgin örneğidir, Sezar döneminde sesini yükseltti. Sezar zamanında Syenes'e sürülenler oldu, ama bu arada, tarihçi Tacitus gibi Annalesler'i yazanlar da vardı. O büyük Pathomos’un sürgününe, gerçek dünyaya, ideal dünya adına başkaldıran o ünlü adam, Roma’yı Ninova, Ro­ ma’yı Babil’e ve Roma’yı Sodome’ye benzetip o yüce satırı yük­ seltmiş, mahşerin göz alıcı alevlerini yaymıştı. Kayadaki Jean, bir kürsüdeki sfenkstir, kimse onu anlaya­ maz; o bir Yahudidir, İbranice konuşur. Fakat o ünlü Annalesler'i kaleme alan bir Latin tarihçisiydi, daha doğrusu bir Romalı. Neronlar karanlık bir egemenlik sürmeleri yüzünden kara bir dille tanımlanmalıdırlar. Kazı kalemiyle yazmak yeter, o oyuğa epey ısırıcı ve koyu bir düzyazı eklemeli. Zorbalar, bilgelerin oluşmasına meydan verirler. Zincirlenen söz, korkunç bir sözdür. Bir idareci, ulusa susma buyruğu verdi­ ğinde, yazar, yazma stilini birkaç kat güçlendirir. Dizginlenen, sessizleşen düşünceye, süzülen bronzdan yapıl­ mış bir çan gibi, sır dolu bir bütün oluşturur. Verres için biraz ye­ terli olan Ciceron devri, Kaligula’da körelmişti, daha kısa tümceler, daha yerinde darbeler. Tacitus bütün gücünü özetleyip düşünür. Temiz bir kalp yoğunlaşıp adalet gibi, yıldırım gibi çarpar. Şu­ nu da eklemeli ki, Tacitus tarihsel bakımdan Sezar’a karşı çık­ mış değildir. O kendisine Tiberius gibileri seçti. Tacitus’la Cesar ardışık iki güçtür. Tanrı bu güçleri esirgemiş, savaşmalarını önlemişti. Tacitus gerçekleri yazmak için, Sezar’a katı davranır, harcayabilirdi. Tanrı onun adaletsiz davranmasına izin vermedi. Afrika ve ispanya savaşlarında, bozguna uğratılan Kilikya korsanları, Galya, Brötonya ve Germanya’ya götürülen uygarlık, bütün bu görkem ve utku Rubicon’u kaplar. Bu halde ilahi adetin bir inceliğiyle karşılaşırız. Tanrı, ünlü tarih­ çinin o zorbaya saldırmasını önleyip, Sezar’ı Tacitus’tan esirgedi. Zorba deha bile olsa, zorbalık zorbalıktır. Ünlü zorbaların dö­ 1022

nemlerinde ahlak yozlaşmaları oldu, ama hain ruhlu zorbalar za­ manında çok daha derin ve tiksindirici manevi yaralar görülmüş­ tür. Böylesi saltanatlarda utanç ortadan kaldırılmıştır, günah olanca çıplaklığıyla belirir. Tacitus’la Juvenal bu rezalete çok ağır ve öldürücü darbeler indirdiler. Viteluis zamanında Roma, Gulla zamanındakinden daha kötü kokar. Claude ve Domitien devirlerinde, zorbalık çirkinle uyum sağlayıp biçimsizleşir. Esaretin kötülüğü, doğrudan doğruya zor­ baların baskısıyla oluşmuştur. Efendinin zulmüyle inleyen o çürü­ müş vicdanlar, kötü kokular yayar, halkın gücü kirletilmiş, kalbi küçültülmüş, vicdanları kabuk bağlamıştır. Ruhlar da kötü kokar. Ruhları tahtakurularına dönüşmüştür. Evet Caracella ve Commo­ de devrinde, bu böylece yaşanıp gitti. Heliogabale devrinde de böyleydi. Fakat Sezar’ın egemenliğinde, Roma Senatosu kartal yuvalarından yükselen o kartal dışkısı kokusuyla yükseldi. İşte bu nedenle Tacituslar ve Juvenaller görünüşte geciktiler. Gerçek kanıtlar hemen meydana çıkar, fakat Tacitus ve Juvenal peygamberler zamanındaki İsaie de ortaçağdaki Dante gibi bir insandır. Bazen başkaldırı, bazen ayaklanma, bazen haklı, ba­ zen haksız olan halkın kendisidir. Genelde ayaklanma somut olaylar sonucu oluşur, oysa baş­ kaldırma genellikle soyut nedenlere dayanır. Başkaldırma bey­ ne, ayaklanma mideye yakındır. Fakat şu da belirtmeli ki, öfke­ lenen mide her zaman haksız sayılmaz. Kıtlık dönemlerinde, Bi­ zans’ta olduğu gibi, ayaklanmalar gerçek ve haklı nedenlere da­ yanır. Fakat yine de, bir ayaklanmayı aşamaz, neden mi? Çün­ kü, genelde haklı olsa da, eylemde haksızdır. Namuslu ama ya­ banıl, güçlü ama şiddetlidir. Rastgele vurur. Kör bir fil gibi önüne çıkanı çiğner geçer. Ardında yaşlıların kadın ve çocukların ce­ setlerini bırakıp gider. Nedenini bilmeden günahsızların da kan­ larını akıtır. Halkı beslemek iyidir, fakat onu öldürmek kötüdür. Bütün silahlı başkaldırmalar, 10 Ağustos ve 14 Temmuz gibi en yasal olanları bile, aynı kargaşayla başlar. Halk kendini gös­ termeden karışıklık doğar ve her yere köpüklerini saçar. Başkal­ dırma önce bir ayaklanmadır, ırmağın seller sonucu oluşması gi­ 1023

bi. Bazen de, Devrim dediğimiz şey okyanusa dökülür. Yine de zaman zaman ahlak ufuklarını sınırlayan şu adalet, bilge, hak gi­ bi en temiz karlardan oluşan ve şeffaflığında gök mavisini yan­ sıtan bu ırmak, utkunun o kusursuz yolunda ilerlerken, karşılaş­ tığı sularlar kabararak kenterliğin çukurunda yok olur, tıpkı bir bataklıkta kaybolan Rhin Irmağı gibi. Bütün bunlar mazide kaldı, gelecek çok daha farklı. Evrensel oylamanın en iyi yanı ayaklanmayı ortadan kaldırıp başkaldırıya neden olmasıdır, onun elinden silahını alır. Savaşların, sınır sa­ vaşları gibi sokak savaşlarının da bitmeleri; işte karşı çıkılama­ yan ilerleme. Bugün ne olursa olsun, yarın barış olacaktır. Aslın­ da ister başkaldırma ya da ayaklanma, birinin diğerinden farkı ne? Kenterler bu farkların inceliğini pek kavramaz, ona göre iki­ si de isyan sayılır. Köpeğin efendisine saldırısı ve ısırması onun­ da onun kulübesine zincirlenmesiyle cezalandırılması. Fakat gü­ nün birinde o köpeğin başı aslan başı gibi büyüyüp gölgelerden çıktığında, kenterler «Yaşasın Halk!» diye bağıracaklardır. Bütün bu sözleri özetleyelim: 1832 Hareketi halk için nasıl bir ifade taşıdı, bir ayaklanma mı, bir başkaldırı mı? Korkunç olay­ larına bakıp, buna ayaklanma diyebiliriz, fakat bu bir başkaldır­ madır. Yüzeysel olaylar ayaklanma olabilir, fakat şekli ayaklan­ ma ise, temeli başkaldırmaydı. Şu 1832 Hareketi o kadar yoğun bir yücelik göstermiştir ki, bunu bir ayaklanma olarak görenler bile, bundan saygıyla söz ettiler. Onlar için bu isyan 1830 isyanının arada kalışı gibidir. On­ lar taşkın coşkuların bir tek günde huzur bulmayacağına, yatış­ mayacağına, inanmışlardır. Bir devrim dikey haldeyken kesil­ mez. Dalgalanıp yumuşaması gerekir, tıpkı dağlardaki gibi. Dü­ ze inmek için, dağlarda bayırları kullanmazlar mı? Parislilerin «Ayaklanmalar Çağı» ismini verdikleri ve çağdaş tarihte bir buhran oluşturan bu süre, çağımızın fırtınalı saatleri arasında yer almıştır. Hikâyemize geri dönmeden ekleyelim: Anlatılacaklar, tarihçinin genellikle zaman ve mekân yoklu­ ğundan savsakladığı bu acıklı olgu gerçeğe aittir. Fakat biz bu­ 1024

nu anlatmayı gerekli buluyoruz, sanki bunda yaşam, belli belir­ siz titremeler var. insan ruhunun devinimleri. Sıradan ayrıntılar, değindiğimiz gibi, önemli olayların o uzak sayfalarında kaybol­ du. Ayaklanmalar çağı denilen o süreç, tarihin çoğu zaman açık­ lamadığı ve derinleştirmediği pek çok cesaret örneğine tanık ol­ du. Bilinmeyen ve henüz yazılmayan bazı detayları ortaya çıkar­ mak isteriz. Kahramanların bir bölümü unutuldu, kalanı da öldü. Bu tarihsel sahnelerin oyuncularının çoğu kayboldu, ertesi gün sustular, fakat biz anlatacaklarımızı kendimiz gördük. Bazı isim­ leri değiştireceğiz, çünkü tarih anlatır, ama ispiyonlamaz. Biz sa­ dece gerçekleri tanımlayacağız. Yazdığımız kitaba ters düşme­ mek için sadece 5-6 Haziran 1832 tarihlerinden söz edeceğiz. Okurun o kara duvak arkasında, şu müthiş serüvenin aslını gör­ mesini sağlamaya gayret etmek istiyoruz. 3 YENİDEN DİRİLİŞE NEDEN OLACAK BİR ÖLÜM 1832’nin bahar aylarında Paris içten içe sarsılıyordu. Üç ay süren kolera salgını bu sarsıntıların bir parça gerilemesine ne­ den olmuştu. Fakat yine de şehir patlamaya hazır bomba gibiy­ di. Değindiğimiz gibi, büyük şehir bir bombaya benzer, onu ateş­ lek için bir kıvılcım yeter. 1832’nin Haziran ayında, bu kıvılcım General Lamarque'in ölümüne neden oldu. Lamarque tanınmış ve eylemci biriydi. İmparatorlukta ve Res­ torasyon zamanında gereken cesarete sahip olduğunu göstermiş­ ti. Savaş meydanlarının cesaretinin yanı sıra, bir de Senato kür­ süsünün cesareti. Atak ve cesur olduğu kadar da ustaca konuşur­ du. Sözleri kılıç gibi keser geçerdi, kendinden önce gelen Foy gi­ bi, komuta etmekteki ustalığı kadar, özgürlüğü de önemsiyordu. Senatodaki yeri, aşırı sağ ile aşırı sol arasındaydı. Geleceğe şans vermek istediği için, halk tarafından sayılır, imparatora iyi hizmet ettiği için de sevilirdi. Kont Gérard ve Dro­ uet gibi, Napoléon’un biçimiyle söylemeden atadığı mareşaller­ den biriydi. 1815 Anlaşmalarını bir aşağılanma gibi görür, bun­ 1025

dan utanırdı. Wellington’dan nefret etmesi yüzünden, on yedi yıldır, ara zaman olaylarını bile umursamadan, kalbinde hâlâ Waterloo’nun acısını koruması yüzünden halkın gözbebeğiydi. Can çekişirken, Yüz Gün subaylarının kendisine verdikleri bir kılıcı bağrına bastırmıştı. Napoléon ölürken son sözü, «Ordu» olmuştu, Lamarque’in son sözü de «Vatan» oldu. Beklenilen ölümü halk için yeri doldurulmaz bir kayıp, hükü­ met için de bir olanak oldu. Bu ölüm bir yasa neden oldu. Her acıda olduğu gibi yas da isyana dönüşebilir. İşte olanlar oldu. Lamarque’in cenaze töreni için belirlenen tarih olan, 5 Hazi­ ran sabahı, cenaze alayının geçeceği Saint-Antoine Mahallesi müthiş bir görünüme büründü. Bu sokaklar, gürültüye boğuldu. Dülgerler kapıları kırmak için gereçlerini yanlarına almışlardı. Aralarından biri, bir çengelin kancasını kırmış ve demiri eğeleyip bir kama yapmıştı. Bir diğe­ ri, ayaklanma coşkusuyla üç günden beri giysileriyle yatıyordu, soyunmaya bile vakti yoktu. Lombier isimli bir dülger yolda kar­ şılaştığı bir arkadaşının, «Nereye gidiyorsun?» sorusunu yanıt­ lıyordu: «İsyana katılmaya, fakat silahım yok!» Adam: «Yani?» diye sorduğunda ona şöyle diyordu: «Şantiyeye uğrayıp pergelimi alacağım.» «Ne yapacaksın?» «Bilmiyorum.» Jacqueline isimli işbilir biri, karşılaştığı her işçiye yanaşıp, «Hey, sen gel benimle,» diyor, ona on meteliklik şarap ikram edi­ yor ve sonra: «İşin var mı?» diye soruyordu. «Hayır» karşılığını alan adam işçiye şöyle diyordu: «Montreuil ile Charonne kapısı arasındaki Filspierre’ye git, o sana bol bol iş verir.» Filspierre’de fişek ve silah vardı. Ünlü birkaç lider «Pastacılık yapıyor», yani ahaliyi toplamak için sağa sola seyirtiyordu. Tro­ ne kapısının yanında, Barthélémy, Capel, Petit-Chapeau mey­ hanelerinde müşteriler, ağırbaşlıca görüşürlerdi. Şöylesi sözler edilirdi: «Silahın nerede?», «Koynumda.» Roland’ın işliğinin 1026

önünde, Traversiere Sokağında ve Maison Brulee’nin avlusunda toplanan kalabalık fısıldaşırdı. Mavot en coşkulu adam olarak dikkat çekerdi. Fakat bu cesur genç patronlarca sevilmezdi. Her gün bir hır çıkardığından, aynı yerde bir haftadan fazla çalışa­ maz, her yerden kovulurdu. Ayaklanmanın ertesi sabahı, Mavot, Menilmontant kapısı önündeki barikatta öldü. Çarpışmada onun gibi ölecek olan Pretot da Mavot'ya yar­ dımcı olur ve kendisine «Ne yapmak istiyorsun?» diye sordukla­ rında, «İsyan etmek!» derdi. Percy Sokağı sapağında toplanan işçiler, Lemanrin isimli bi­ rini bekliyorlardı. O, Saint-Marceau Mahallesinin devrimci aja­ nıydı. Parolaları ortaya söylemekten çekinmiyorlardı. Hem yağmurlu, hem güneşli bir gün olan 5 Haziran günü, General Lemarque’ın cenaze alayı görkemli bir askeri törenle sokaklardan geçti. Önlem almak istedikleri için, asker sayısı epey fazlaydı, iki alay, davullar matem tülleriyle örtülü, tüfekler başaşağı, belde kılıç on beş muhafız ve ulusal muhafız alayının top arabalarıyla beraber, tabutun arkasından gidiyorlardı. Cenazeyi atlar değil, gençler taşıyordu, çoğu da üniversite öğ­ rencileriydi. Subaylar ve ellerinde defne dalı tutan gaziler geriden yürüyorlardı. Daha sonra epey kalabalık ve heyecanlı bir yığın «Halkın Dostları» birliğine bağlı bir müfreze, hukuk fakültesi, tıp fa­ kültesi, bütün uluslardan göçmenler, İspanyol, İtalyan, Alman ve Polonya bayrakları, yatay haldeki o üç renkli bayraklar, flamalar gö­ ründü. Çocuklar yeşil dallar sallıyor, o sırada grevdeki taş işçileri ve dülgerler, başlarındaki kâğıt şapkalarla ayırt edilen matbaa işçileri ve yayıncılar ellerinde sopalar, ikişer-üçer yürüyerek geliyorlardı. Bütün bu yığın karışık fakat tek bir ruha sahip gibi zaman za­ man kitle halinde, zaman zaman sıralı halde ilerliyordu. Bölükler kendilerine bir lider seçiyor, tabancaları açık seçik görünen bir adam, denetlemede gibi, halkın önünden geçiyor, saflar önünde ayrılıyordu. Yol kıyılarındaki ağaç dallarında, balkon ve pencere­ lerde insanlar vardı. Erkek, kadın ve çocuklar kaygılı bakışlarla, bu heyecan dolu insanlara ürkekçe bakıyorlardı. Öte yandan, hükümet görevlileri de izliyordu. Görevliler kılıç el­ 1027

de, tetiktelerdi. Yürümeye hazır, mermiler dolu, tüfek ve süngüler hazır. Başlarında askeri bando, at binmiş, süngülü bir binici bölü­ ğü XV. Louis Meydanında hazırdı. Quartier Latin’de, Botanik Bah­ çesinde Belediye muhafızları sokakbaşlarını tutmuştu. Şarap Ha­ li’nde, bir dragon birliği, Greve’de, on iki süvari birliğinin bir yarısı, diğer yarısı ise Bastille’de ve altı birlik de Celestinler’de. Topçular Louvre’un avlusunu kaplamıştı. Bu arada Paris civarındaki alayla­ rı da unutmayalım. Telaşa kapılan hükümet, kendisini huzursuz edip korkutan ahalinin karşısında şehre yirmi dört bin askeri, Pa­ ris banliyösüne de otuz bin askeri saldırıya hazır tutuyordu. Cenaze alayında çeşitli sesler yükseliyordu. Şu sırada tahtta oturma hakkı olan birinden söz ediliyor, kalabalık onu imparator­ luğun başına getirmekte duraksamayacağını belirtiyordu. Tanrı’nın alnına ölüm damgasını vurduğu Reichstadt Dükü şimdi halkın, imparatorluğun başına getirmek istediği adamdı. İsmi asla öğrenilmeyecek biri, işaret verildiğinde, satın alınan iki ustabaşının, kararlaştırılan vakitte halka bir silah fabrikasının kapılarını açacağını söyledi. Orada bulunanların çoğunda, ke­ derle karışık bir heyecan okunuyordu. Şiddet yüklü olsa da, asil coşkuların pençesindeki bu kalabalık arasında, hırsız yüzleri se­ çiliyordu. «Talan!» diye bağıran çirkin ağızlar. Gölleri bulandıran bazı dalgalar, su yüzeyine çamurun çıkmasını sağlar. Kalabalık, ölünün evinden Bastille’e dek hummalı bir hızla gi­ diyordu. Arada yağmur çiseliyordu. Fakat kalabalık yağmuru umursamıyordu. Birkaç olay olmuştu. Tabut, Vendome sütunu etrafında dolaştırıldı. Balkonda, başında şapkasıyla görünen Fits-James Dükü(*), taşlandı. Ulusal bir bayrak, üzerindeki Gal­ ya horozu kopartılıp atıldı. Saint-Martin kapısında bir belediye çavuşu başından yaralandı. 12. Bölükten bir subay avazı çıktı­ ğınca, «Ben Cumhuriyetçiyim!» diyordu. Cezalandırılmasına rağmen, çıkıp gelen Politeknik Fakültesi: «Yaşasın Politeknik, (*) Reichtast Dükü: Napoleon’un Marie Louise’den olan oğlu, o günlerde Viya­ na'da dedesinin yanında ölmek üzereydi, verem olduğu için, gencecikken öl­ dü.

1028

Yaşasın Cumhuriyet» sloganlarıyla kalabalığa eşlik ediyordu. Bastille’de, Saint-Antoine Mahallesinden inen bir meraklı kala­ balığı onlara katıldı ve müthiş bir kaynaşma halkı iyice coşturdu. Adamlardan birinin bir diğerine şöyle dediğini duydular: «Şu kırmızı sakallıyı gördün mü? Ateş işaretini verecekmiş?» Söylenenlere göre, bir diğer ayaklanmada, Quenisset olayın­ da, aynı adama rastlanacaktı. Cenaze arabası Bastille’den geçti, kanal boyunca ilerledi ve Austerlitz Köprüsünün önündeki küçük meydana vardı, orada dur­ du. Bu kalabalığın başı Austerlitz Köprüsünün önünde, kuyruğu ise Bourbon rıhtımını kaplayarak Bastille’de, ta Saint-Martin kapısına değin uzayan bir kuyrukluyıldıza benziyordu. Cenaze alayının çev­ resini aldılar, o büyük kalabalık sustu. Lafayette konuştu ve Lamar­ que’a veda etti. Bu epey etkili ve eşsiz bir andı. Şapkalar çıkarıldı, bütün başlar eğildi, yürekler coşkuyla atıyordu. Derken, siyahlar giymiş bir atlı, grubun ortasında belirdi, elinde kırmızı bayrak vardı. Bazıları onun bir mızrağın ucunda kırmızı şapka sallandırdığını görmüştü. Lafayette başını çevirdi, Exelmans kafileden ayrıldı. Bir kasırga başlatan bu kızıl bayrak, çarçabuk kayboldu. Sonra kalabalıktan iki çığlık yükseldi: «Lamarque Panthe­ on’a!»(*) «Lafayette Belediye Sarayı’na!» Kalabalığın alkışlarıyla gençler cenaze arabasına koşuldular ve Lamarque’i Austerlitz Köprüsü üzerinde taşımaya başladılar, bu arada Lafayette’yi de arabada Morland rıhtımı üzerinde taşıyorlardı. Lafayette’i kuşatan ve alkışlayan topluluk arasında, parmakla herkes birbirine, çok daha sonraları yüz yaşına kadar yaşayacak bir Alman’ı işaret ediyordu. Ludwig Snyder isimli bu adam, 1776 savaşına katılmış, Washington’un komutası altında Trenton’da, Lafayette’in yönetiminde Mrandywine savaşlarında çarpışmıştı. Belediyeciler, sol yanda köprüyü kapatmak için ilerlemişler­ di, sağda dragonlar, Célestinsler’den çıkıp Morland rıhtımını baştan başa kapladılar. Lafayette’e eşlik eden kalabalık, bir an­ da onları gördü ve «Dragonlar! Dragonlar!» diye bağırdı. (*) Panthéon: Ünlülerin gömüldüğü anıt mezarlık.

1029

Dragonlar, usulca ilerliyorlardı, tabancaları eyer çukurunda, kılıçları kınlarında, süngüleri tüfeklikte, ağırbaşlı bir bekleyiş içindelerdi. Küçük köprüye iki yüz adım kadar yaklaşınca hemen oldukları yerde durdular. Lafayette’in içinde bulunduğu araba onlara dek geldi, dra­ gonlar saflarını açıp ona yol verdiler, onun geçmesini beklemiş­ lerdi, daha sonra yine düzenli sıralarını oluşturdular. O sırada dragonlar halka epey yakındılar, neredeyse birbirlerine değiyor­ lardı. Kadınlar korkuyla dağıldı. O lanetli anda neler oldu? Bunu bilen yok. İki bulutun karşı­ laştığı karanlık bir an. Bazılarının anlattığına göre, Arsenal yö­ nünden saldırı işareti olan şifrelerin çalındığını duymuşlar, bazı­ ları da bir çocuğun dragonlardan birine bir bıçakla saldırdığını söylemişlerdi. Fakat gerçek şu ki, birden üç silah sesi geldi. Si­ lahlardan biri bölükbaşı Cholet’yi öldürdü, diğeri Contrescarpe Sokağındaki evinin penceresini kapatan sağır bir kadını öldürdü, üçüncü kurşun da bir subayın apoletini yaktı. Bir kadın «Erken­ den başladılar!» diye bağırdı ve birden Morland rıhtımının ters yönündeki bir kışladan, epey kalabalık bir dragon birliğinin, yalın kılıç, doludizgin Bassompiere ve Bourbon caddelerinden fırla­ yıp, önlerine geçeni silip süpürdükleri görüldü. Son söz o anda söylendi. Fırtına koptu, taşlar yağdı, kurşun­ lar ıslıklar çaldı, birçokları bayırdan atlayıp, bugün kurumuş ve doldurulmuş olan Seine Irmağının o küçük kolundan geçtiler. Louviers Adasındaki, doğal bir kaleye benzeyen şantiye, bir anda savaşçılarla doldu. Kazıklar yerlerinden söküldü, mermiler sıkıldı, hemen bir barikat kuruldu. Püskürtülen gençler, cenaze kortejiyle koşaradım Austerlitz Köprüsünü geçtiler. Şehir muha­ fızlarına ateş açtılar. Jandarmalar, elde süngü, yardıma koştu, dragonlar önlerine geçeni kılıçtan geçirdi. Kalabalık çarçabuk dağıldı. Bir savaş gürültüsü şehrin her yanına yayıldı. Her ağız­ da aynı çığlık vardı: «Silahlara! Silahlara!» Bir koşturma, bir çarpışma, bir direniş başlatıldı. Rüzgârın ateşi canlandırması gibi, hışım da isyanı pekiştirdi. 1030

4 ESKİ ZAMANLARIN KAYNAŞMASI Hiçbir şey bir isyanın bir kaynaşması ölçüsünde güzel değildir. Her şey her yerde, aynı anda başlar. Bu bekleniyor muydu? Evet. Bu hazırlanmış mıydı? Hayır. Bu fırtına nereden çıktı? Kaldırımlar­ dan. Nereden düştü? Bulutlardan. Başkaldırmada bir komplo hava­ sı var gibidir: Şurada bir kendiliğinden eylem, ön hazırlıksız bir ey­ lem. Herhangi biri, bir kalabalığa liderlik eder ve onu istediği gibi sü­ rükler. Ayaklanmanın başlangıcı, koyu bir sevincin karıştığı korku­ larla doludur. Önce uğultular olur, işyerleri kapatılır, gezgin satıcıla­ rın tezgâhları yok edilir, daha sonra tek tük tüfek sesleri: insanlar her bir yere seyirtir, sokak kapıları dipçikle kırılır. Konak avlularında hizmetçiler gülüşerek birbirlerine; «Çıngar çıkacak!» derler. Daha on beş dakika geçmemişti ki, Paris’in yirmi farklı nokta­ sında böylesi olaylar çıkıyordu. Sainte-Croux-de-la Bretonnerie Sokağında, sakallı ve uzun saçlı yirmi kadar genç bir meyhaneye dalıyor ve yirmi dakika son­ ra ellerinde üç renkli bayrakla çıkıyorlardı. Bayrak siyah bir örtüy­ le kapatılmıştı, bu gençlerin başlarında üç kişi vardı, silahlıydılar. Birinde bir kılıç, diğerinde bir tüfek, üçüncüsünde de bir mızrak... Nonnains- d’Hyeres Sokağında şık giyimli bir kenter, göbek­ li, gür sesli, saçları dökük, geniş alınlı ve siyah sakallı biri, kaba­ dayı tavırlı biri, gelip geçenlere mermi dağıtıyordu. Saint-Pierre-Montmarte Sokağında çıplak kollu adamlar elle­ rindeki kara bayrağı dalgalandırıp ilerliyordu. Bayrağın üzerinde «Ya Cumhuriyet, ya Ölüm!» sözleri beyaz harflerle yazılmıştı. Jeuneurs, Cadran, Montorgueil, Mandar sokaklarında bazı grup­ lar dikkat çekiyordu. Bunlar de ellerinde, üzerinde yaldızlı harflerle «Şube» yazılı ve numaralı flamalar taşıyordu. Bu flamalardan bazı­ sı kırmızı ve maviydi, tam ortalarına beyaz bir çizgi çekilmişti. Saint-Martin Sokağında bir silah deposunu talan ediyorlardı. Üç silahçıydı talan edilen. İlki Braubourg Sokağında, İkincisi Michel-le Conte Sokağında, diğeri ise Temple Sokağında. Bir­ kaç dakikada bin bir elli kalabalık, iki yüz otuz tüfeği alıp götür­ 1031

müştü. Bunun yanı sıra, altmış dört kılıç, seksen üç tabanca çal­ mışlardı. Neredeyse herkesi silahlandırmak için, birileri tüfeği alırken, bir diğeri süngüyü alıyordu. Tam karşıda, Grève Rıhtımında süngülü delikanlılar, ıskala­ madan isabetli atış edebilmek için, önlerine gelen ve içlerinde sadece kadınların olduğu evlere yerleşiyorlardı. İçlerinde birinin elinde çakmaklı bir tüfek vardı. Gençler kapı tokmaklarına asılı­ yor, içeri girip hemen fişek hazırlamaya girişiyorlardı. Kadınlar­ dan biri buna şöyle değindi: «Ben bunların fişek olduğunu bile bilmiyordum, kocam söyledi.» Bir diğer topluluk Vieilles-Haudriettes Sokağındaki bir antikacı­ nın kapısını kırıp, oradan yatağanları ve Türk silahlarını almıştı. Pierle Sokağının bir yerine, tüfekle vurulan bir duvarcı uzan­ mıştı. Daha sonra Seine Irmağının, sağ ve solunda, caddelerde, Latin Mahallesinde, çarşılarda soluk soluğa kalan adamlar, işçi­ ler, öğrenciler, militanlar, ellerinde bildiriler, bağırarak: «Silah ba­ şına!» diyorlardı. Bu gençler sokak lambalarını kırıyor, arabaların atlarını salı­ yor, kaldırımları söküyor, evlerin kapılarını deviriyor, ağaçları kök­ lerinden kopartıp, dehlizler araştırıyor, fıçıları yuvarlıyor, taşları, molozları, eşya ve tahta kalasları yığıp barikatlar kuruyorlardı. Kenterleri de kendilerine yardım etmeye zorluyorlardı. Evlere dalıyor, sadece kadınlara eşlerinin yokluğunda tüfek ve mermi dağıtıp, kapının üstüne «Silahlandırılmıştır» yazıyorlardı. Bunla­ rı onlara teslim edenlere «Yarın belediyeden aldırın» diyorlardı. Sokak köşelerinde kendi başına nöbet tutan jandarmaların si­ lahlarını alıyor, subayların rütbelerini söküyorlardı. Saint-Nicolas Mezarlığı Sokağında, sopalı ve kılıçlı bir kalabalıkça kovalanan bir muhafız subayı, bir eve güç bela girmiş ve geceleyin oradan farklı bir kılıkla çıkıp, yakayı kurtarabilmişti. Saint-Jacques Mahallesinde üniversiteliler, kaldıkları pansi­ yonlardan gruplar halinde çıkıp, Saint-Hyacinhe Sokağındaki Progrès Cafesi’nde buluşuyor veya yokuş altındaki Mathurins Sokağındaki Spet-Biliards lokalinde buluşuyorlardı. Transnonain Sokağındaki şantiyeler talan edilmiş, barikatlar 1032

kurulmuştu. Yerlerini değiştirmeyenler hâlâ direnişteydi. Bunlar Sainte-Avoye ve Simon Le-Franc sokaklarının sakinleriydi. Ku­ rulan barikatları deviriyorlar ve asileri püskürtüyorlardı. Asiler Temple Sokağında başlattıkları bir barikatı da yarım bırakıp ge­ rilemeye mecbur kalmışlardı. Bu devrimci delikanlılar, ulusal muhafız alayına ateş açıp Corderie Sokağına doğru kaçmışlardı. Müfreze barikatta kırmızı bir bayrak, bir paket mermi ve üç yüz kadar tabanca mermisi buldu. Muhafızlar o kızıl bayrağı parçalayıp süngülerine taktılar. Bizim yavaş yavaş anlattıklarımız o sırada şehrin her yerinde yaşanıyordu. Yayılmış bir şamatayla tıpkı tek bir gök gürültüsün­ de çakan şimşekler gibi. Bir saat dolmadan sadece Çarşılar Mahallesinde sanki yerden fışkırırcasına tam yirmi yedi barikat kuruldu. Tam ortada, 50 numa­ ralı ünlü ev yükseliyordu ki, bu da Jeanne(*) ile altı yüz arkadaşının kalesiydi. Bu kalenin bir yanında Saint-Merry barikatı, diğer yanın­ da Maubuee Sokağı barikatları üç sokağı kendi kontorolleri altına almışlardı. Arcis, Saint-Martin ve Aubry-Le-Bourcher sokakları. İletki biçimli iki barikattan biri, Montorgueil Sokağına, Gran­ de-Truanderie üzerine, diğeri ise Geoffrye-Longevin sokaklarına doğru devriliyordu. Paris’in diğer mahallelerindeki o sayısı belir­ siz barikatlardan daha söz etmedik. Marais Mahallesinde, Sain-­ te-Genevieve Tepesi Mahallesinde bir de Menilmontant Sokağı­ na kurulmuştu. Orada bir konak kapısının menteşelerinin sökül­ düğü söyleniyordu. Polis karakolunun üç yüz adım berisinde, bir başka kapı, atları çözülü bir İskoç arabasınca devrilmişti. Menetriers Sokağındaki barikatta, şık giyimli bir kenter, işçi­ lere para dağıtıyordu. Derken bir süvari göründü ve barikat şefi­ ne benzeyen bir gence, para tomarı gibi bir deste uzattı. «İşte,» dedi, «harcamaları karşılamak için, şarap ve diğer şeyler için.» Kravatı kopuk sarışın bir genç barikattan barikata seyirtip paro­ la bildiriyordu. Bir diğeri yalın kılıç, başında mavi bir polis şapka­ sı, köşelere nöbetçiler koyuyordu. (*) Jeanne: 1832 isyanında cesaret gösteren bir kız.

1033

Barikatların içleri, meyhanelere ve kapıcı odaları ve karakol­ lara dönüştürülmüştü. Aslında bu isyan, yetkince bir askeri sis­ temle oluşturulmuştu. Söylenenlere göre Sainte-Avoye Sokağında «Halkın Dostla­ rı Derneği» yönetimi ele almıştı. Ponceau Sokağında öldürülen birinin üzerinde bir plan bulundu. Paris’in şehir haritası. Aslında ayaklanmayı coşturup alevlendiren, havada sezilen ve kimsenin bilmediği bir heyecandı. Bu şiddetle karışık heyeca­ na karşı konulamıyordu. Başkaldırma bir eliyle barikatları yükselt­ miş, ve diğeriyle de bütün kışlalara el koymuştu. Henüz üç saat olmuştu ki, bir barut un yayılması gibi isyancılar sağdaki Arsenal’i, Krallık Meydanındaki Vali Konağını, bütün Marais Mahallesini, Popincourt’daki silah fabrikasını, Chateau d’eau’yu ve çarşı civa­ rındaki bütün sokakları işgal etmişlerdi. Solda ise Véteranslar kış­ lasını, Sainte-Pélagie’yi, Maubert Meydanını, Deux Moulins Barut Fabrikasını ve bütün barikatları ele geçirmişlerdi. Akşam saat beşte Bastille’e el koydular. Öncüleri Victoires Meydanına yaklaş­ mıştı ve Bankayı tehdit ediyordu. Petits-Péres kışlası ile Posta bi­ nası da tehlikedeydi. Paris’in üçte biri bu isyana katılmıştı. Her yerde müthiş bir çarpışma başlamıştı. Askerlerin silah­ sızlandırılmalarından, isyancıların evleri işgal etmelerinden, si­ lahçıların talan edilişinden önce, taşla başlatılan bu çarpışma­ nın, artık silahla süreceği belliydi. Akşam saat altı civarında, Saumon Geçidi, bir savaş meyda­ nına döndü. İsyan bir uçta, askeri birlikler öte uçtaydı. Bir par­ maklıktan diğerine ateş açılıyordu. Bir gözlemci, bu kitabın ya­ zarı, bu volkanı yakından görmeye gitmiş ve iki ateş arasında kalmıştı. Mermilerden sakınmak için, dükkânları birbirlerinden ayıran sütunların arasına girmişti. Yaklaşık yarım saat kadar, bu halde kaldı. Bu arada silaha davet borusu duyuldu. Ulusal muhafızlar he­ men hazırlanıp göreve koştular, valilik binalarından alaylar, kış­ lalardan ordular çıkıyordu. Çapa Geçidinin hemen karşısında, bir trampetçi hançerle öldürüldü. Kuğu Sokağında bir diğeri onun davulunu parçalayan yirmi kadar gencin saldırısına uğra­ 1034

dı. Kılıcını da elinden almışlardı. Bir diğer mızıkacı, Grenier-Sa­ int-Lazare Sokağında öldürüldü. Michel Le-Comte Sokağında tam üç subay öldü. Lombardlar Caddesinde yaralanan birkaç belediye bekçisi geriye çekiliyorlardı. Cour-Batave Meydanı önünde, ulusal muhafızlar yerde kır­ mızı bir bayrak buldular; üzerinde şunlar yazıyordu: «Cumhuri­ yetçi Devrim No. 127» Bu sahiden bir Devrim miydi? İsyan Paris’in ortasında başlamıştı, ele geçemeyecek kadar zorlu bir kaleye dönüştürmüştü orayı. Merkez orası sayılırdı; di­ ğer çatışmalar daha sıradandı. Her şeyin orada kararlaştırıldığı­ nın en belirgin kanıtı, daha önceden, orada henüz çatışmaya başlamamış olmalarıydı. Bazı alayların askerleri, bocalar gibiydi; bu da buhranın daha şaşırtıcı ve korkutucu bir havaya bürünmesine neden oluyordu. Bu askerler 1830’un Temmuz ayında, 53. Alayın yansızlığının nasıl alkışlarla karşılandığını hatırlamıştı, iki cesur adam, savaş kahramanları Mareşal Lobau ve General Bugeau komuta edi­ yordu. Bugeau, Lobaeau’nun buyruğu altındaydı. Şehir muhafızlarıyla sarılmış olan taburların devriye kolları başlarında bir polis komiseri, isyancı sokaklarda keşfe çıkmış­ lardı. Beri yandan isyancılar sapaklara nöbetçiler koymaya baş­ lamıştı. Bu cesur adamlar eşsiz bir cesaretle barikatların dış kı­ sımlarına devriyeler gönderiyorlardı. Her iki taraf birbirini izliyor­ lardı. Elindeki orduya rağmen, hükümet henüz hareket etmeye cesaret edemiyor, kararsızca bekliyordu. Gün bitmiş, gece gölgeleri şehrin üstünü kaplamıştı. Derken Saint-Merry Kilisesinden tehlike çanları çalındı. Devrim Savun­ ma Bakanı, Austerlitz’de Napoleon’un emri altında savaşmış olan Mareşal Soult, endişeyle olanı biteni seyrediyordu. Düzen­ li manevralara alışkın savaş pusulasından başka rehber tanıma­ yan bu yiğitler, «halkın öfkesi» isimli bu korkunç kükreyişle afal­ lamıştı. Devrimlerin rüzgârı kolayca yönlendirilemez. Banliyödeki muhafızlar, telaşlı ve karışık sıralar oluşturmuş­ lardı. Saint-Denis askeri okulundan, 12. Hafif Süvari Alayından bir tabur dörtnala gelmişti. Courbevoie’dan 14. Alay geldi. Aske­ 1035

ri Okul birlikleri Carrousel’de yerlerine geçtiler. Vincennes’den toplar getirtilmişti. Tuilleries Sarayı bomboş gibiydi. Fakat Louis Philippe kaygı­ sız görünüyordu. 5 PARİS’İN KENDİNE HAS YANLARI Değindiğimiz gibi, şu son iki yılda Paris, birden fazla isyan görmüştü. Bir isyan sırasında ayaklanan mahalleler dışında, Pa­ ris her zamanki gibi sakindir. Paris hemen her şeye alışır. Şeh­ rin o kadar yoğun uğraşları vardır ki, böyle sıradan şeyler için kı­ lını bile oynatmaz. Sadece Paris gibi koca şehirler sürekli farklı manzaralar sergileyebilir. Bu uçsuz bucaksız yerler hem sivil sa­ vaşa, hem de savaşta anlaşılmaz bir huzura ev sahipliği eder. Genellikle davul ya da silah başına borusu duyulduğunda, esnaf o sırada yanında bulunan herhangi birine: «Galiba Saint-Martin’de kavga var!» der. Ya da «Saint-Antoine Mahallesinde çıngar koptu!» Bazen de hiç umursamadan: «Oralarda bir şeyler oldu!» der. Çok daha sonraları gürültü ve silah sesleri daha net duyuldu­ ğunda esnaf: «Vay canına, işler karıştı, çok karıştı!» demekle kalır. Birkaç dakika sonra isyan yol aldığında ve yaklaştığında sa­ dece işyerinin kepenklerini kapatır ve hemen formasını giyer, yani mallarını güvenceye alır ve dışarı çıkmayı cesaret eder. Bir mahallede, bir geçitte, bir çıkmazda silahlar sıkılır, bari­ katlar alınır, yitirilir, tekrar ele geçirilir, kan dökülür, kurşunlar ev­ lerin önyüzlerini döver, aynı kurbanlar evlerindeki insanları öldü­ rür, cesetler kaldırıma atılır... Birkaç adım beride, bir kahvede, bilardo toplarının birbirine vurmasından çıkan sesler duyulur. izleyiciler bu çatışan sokaklardan gülerek söz ederler. Tiyat­ rolar kapılarını açıp, vodvillerini oynatır. Kira arabaları yollarda 1036

ilerler, şehirliler akşam yemeği için lokantalara gider. Çoğu za­ man, çatışılan mahallede bile böylesi sahnelere rastlanır. 1831 yılında bir düğün alayına yol açmak için, isyancıların bir süre ateş kestikleri söylenirdi. 1839 yılının 12 Mayıs isyanında, üstü üç renkli bir bezle örtü­ lü ve içi belirsiz sıvılarla dolu sürahilerin bulunduğu bir el araba­ sını taşıyan engelli bir ihtiyar, barikatla askerler arasında gidip ge­ liyordu. Zaman zaman hükümete, zaman zaman isyancılara bar­ dak bardak meyankökü şerbeti dağıtıyordu. Bundan daha afalla­ tıcı ne olabilir? İşte Paris’e has ayaklanmaların karakteristik bir örneği. Dünyanın hiçbir yerinde, böylesi bir şeyle karşılaşılamaz. Bunun için de iki eleman gerekli: Paris’in yüceliği ve neşesi! O hem Voltaire’in, hem de Napoleon’un şehri oldu. Fakat bu kez, şu 5 Haziran 1832 tarihindeki silahlı isyanda, koca şehir bir şeyler hissetti. Kendisinden bile daha büyük bir şeyin varlığından korktu. Her yerde, isyanın en uzak noktaların­ da bile, isyanla hiç ilgisi olmayan mahallelerde bile, kapı ve pen­ cereler kapatıldı, kepenkler çekildi. Gözüpekler silahlandı, korkaklar gizlendi. Kaygısız ve işbilir adamlar yok oldu. Sokakların çoğu geceleyin, çok geç vakitte ve sabahın en er­ ken vaktinde olduğu gibi boşaldı. Korkunç ayrıntılar, lanetli ha­ berler dilden dile gezdi. İsyancıların bankayı ele geçirdikleri, Sa­ int-Meryy Kilisesinde altı yüz militanın silahlı halde barındıkları, yolların emin olmadığı, işte böylesi söylentiler yayıldı. Arman Carrel’in, Mareşal Clauzel’i zayirete gittiğini, mareşalin kendisi­ ne: «Siz önce bir alay hazırlayın» dediğini, Lafayette’in rahatsız­ landığını, fakat yine de isyancılarla birlik olduğu söyleniyordu. Lafeyette’in isyancılara: «Sizinleyim, bana bir sandalye bulun, her yerde sizinleyim» dediği kulaktan kulağa söyleniyordu. Ön­ lemli olma zorunluluğundan, geceleyin tenha mahallelerdeki ev­ lerin talan tehlikesinden (bunda polisin hayal gücü de vardı), hü­ kümet karışan şu Anna RadcIiffe(*) Aubry Le Boucher Sokağına (*) Hayal gücü epey geniş bir İngiliz kadın yazar.

1037

bir batarya yerleştirildiğinden, Lobeau ve Bugeaud’nun omuz omuza verdiklerinden, bir karara varmak üzere olduklarından söz ediliyordu. Gece yarısı ya da sabah erken vakit, dört asker dizisinin isyanın üstüne yürüyeceği söyleniyordu. Kimse ne ola­ cağını kesin olarak bilmiyor, fakat durumun nazik olduğunu se­ ziyordu. Yine şöyle söylentiler: «Neden Mareşal Soult vakit yitirmeden saldırmıyordu, ne bekliyordu ki? Herhalde bir şeylerden çekiniyordu. Yoksa savaş meydanlarının koca aslanı şu karanlıkta sezilen fakat görünme­ yen canavarın kokusunu mu almıştı?» Karanlık çöktü, tiyatrolar kapılarını açmadılar. Polisler kay­ gıyla sokakları tarıyorlardı, gelip geçenlerin üstleri aranıyordu. Kuşku çekenler tutuklanıyordu. Akşam saat dokuzda, sekiz yüz kişi tutuklanmıştı, Conciergerie ve La Force Cezaevleri hınca hınç doluydu. Özellikle Conciergerie Cezaevinde, Paris Sokağı diye bilinen o uzun galeri saman yığınlarıyla örtülmüştü. Orada üstüste atıl­ mış tutuklulara Lyonlu Lagrange, çok cesurca ve etkili bir nutuk atıyordu. Adamların hışırdattıkları bu saman yığınları, bir sağa­ nak gürültüsü çıkarıyordu. Zaten tutukluların çoğu, açık havada, avlularda yatmışlardı. Her yerde kaygı ve merak vardı. Evlerde kapılar sürgüleniyor. Eşler ve anneler: «Aman Tan­ rım! Hâlâ gelmedi. Acaba başına bir iş mi geldi?» diye endişey­ le fısıldıyorlardı. Kapılar, uzaklardan gelen belli belirsiz sesleri dinleyip: «Süvariler ya da cephane arabaları!» diye fikir yürütü­ yorlardı. Saint-Merry Kilisesinin içler acısı yas çanını, titreyerek dinliyorlar, ilk top sesini bekliyorlardı. Silahlı adamlar sokak kö­ şelerinde görünüyor ve: «Evlerinizden çıkmayın, kapılarınızı ka­ patın!» diye uyarıyordu. Herkes kapısını sürgülüyordu. Birbirlerine sürekli aynı şeyi soruyorlardı: «Yüce Tanrım! Acaba bütün bunlar, nasıl bitecek, bunun so­ nu nereye varacak?» Her an, gece yaklaştıkça, Paris ayaklan­ manın o korkunç parıltısı daha sıkıntı verici bir kızıllığa bürünür gibi oluyordu. 1038

ON BİRİNCİ KİTAP ATOMUN KASIRGAYLA KARDEŞLİĞİ 1 GAVROCHE’UN ŞİİR KAYNAKLARINA İLİŞKİN BAZI AÇIKLAMALAR VE BİR AKADEMİSYENİN BU ŞİİRE ETKİLERİ İsyan halkla askerin çatışmasıyla bir sarsıntı geçirip geriye bir adım attığında, cenaze arabasını izleyen o kalabalıkta müthiş bir dalgalanma oldu. Bu beklenmeyen bir kabarmaydı. Kalabalık ya­ rıldı, saflar bozuldu, bazıları koşup gittiler, kaçıp kurtuldular. Bazı­ ları saldırı çığlıklarıyla, diğerleri panikle. Caddeyi kaplayan büyük ırmak, göz açıp kapayıncaya dek ikiye ayrıldı, her yana taştı ve yı­ kılan bir setten akan seller gibi iki yüz sokağa dağıldı. Tam o sıra­ da pılı pırtı içindeki bir çocuk, elinde çiçekli bir dal, bir eskici vitri­ ninde tabanca gördü. Elindeki o çiçekli dalı kaldırıma atarak: «Hanımcığım, sizden şu şeyi ödünç alıyorum» deyip taban­ cayı aldığı gibi kaçtı. İki dakika sonra Amelot ve Basse sokaklarından kaçan kor­ kuya kapılmış bir kenter, silahını yukarı kaldırıp şarkı söyleyen çocukla karşılaştı: Karanlıkta hiçbir şey seçilmez, Gündüz her şey seçilir. Kenter sahte bir yazdan korkar. Her zaman erdemli olun, Güzel bir şapkayla. 1039

Bu, çatışmaya giden küçük Gavroche’un şarkisiydi. Tam yo­ la çıkmıştı ki, elindeki tabancanın horozu olmadığını fark edip, işe yaramayacağını düşündü. Yürüyüşüne eşlik eden bu şarkıyı kim yazmıştı? Kimi zaman, seve seve okuduğu bütün diğer şarkılar kimlerindi? Bilemeyece­ ğiz. Belki de kendisi yazmıştı bunu? Aslında Gavroche moda olan bütün şarkıları bilirdi. Çoğu zaman da, bunlara kendi cıvıl­ tısını eklerdi. Açıkgöz ve külhanbey etkiler taşıyan bu çocuk, doğanın ses­ leriyle, şehir seslerinin karışımlarından bir dağarcık yaratmıştı. Kuşların sesiyle, işliklerin seslerinden bir sentez. Kendi arkadaş­ larına yakın biri olan ressam çıraklarını yakından tanırdı. Sözde, kendisi de üç ay kadar bir matbaada çıraklık etmişti. O kırk aka­ demi üyesinden biri olan Mösyö Bamur-Lormian için bir gün bir iyilik yapmıştı. Gavroche edebiyatsever bir yumurcaktı. işin en tuhaf yanı, o yağmurlu ve soğuk bahar gecesinde filin karnında bıraktığı iki çocuğun kendi kardeşi olduğunu da bilmiyor­ du. Kendi kardeşlerine ne büyük bir iyilik ettiğinin ayrımında bile de­ ğildi. Geceleyin kardeşleri, sabahleyin babası, işte o böyle bir gece geçirmişti. Gün doğarken Balet Sokağından ayrılan çocuk, hemen kardeşlerini filden indirmiş, çok sade bir kahvaltıyı paylaşmış, daha sonra onları, kendisini de yetiştirmiş olan o iyi kalpli anneye, «So­ kağa» emanet edip, ayrılmıştı. Son anda, aynı günün akşamı onla­ ra aynı sokakta buluşma saati vermiş ve şunları söylemişti: «Çocuklar, ben sıvışıyorum, eğer anne ve babanızı bulamaya­ cak olursanız, akşamleyin burada buluşalım, sizi doyurur ve erken­ den yatırırım.» Fakat çocukları bir daha görmemişti. Ya bir polis on­ ları yakalayıp karakola götürmüş ya da bir sirk sahibi tarafından ça­ lınmışlardı. Çözümü imkânsız bir Çin bulmacasına benzeyen ço­ cuklara bir daha rastlanmamıştı. Bugün, toplumun yeraltı dünyala­ rı böyle kayıplarla doludur. Gavroche kardeşlerini bir daha göreme­ di. Aslında o gecenin üstünden on ya da on iki hafta geçmişti. Çok özlü bir çocuk olan Gavroche, çoğu zaman başını kaşıyıp: «Yüce Tanrım, şu benim çocuklara ne oldu?» diye söylenirdi. Elinde o işe yaramaz tabanca, Pont aux Choux Sokağına 1040

geldi. Sokakta tek bir dükkânın açık olduğunu gördü ve bu bir pastacıydı. Bilinmeze dalmadan önce, elmalı bir tatlı yemek için, bundan daha hoş bir fırsat olamazdı. Gavroche durdu, ceplerini arandı, yelek cebinin içini dışarıya çıkardı, bir şey bulamadı. Tek kuruşu yoktu ve işte o zaman: «İmdat!» diye bağırdı. Son kez tatlı yiyememek ne beter bir şeydi! Gavroche yürümeyi sürdürdü. Saint-Louis-Sokağındaydı. Parc-Royal’dan geçerken o alamadığı elmalı taatlı yerine, sokak afişlerini yırtmayı istedi. Az beride kanlı canlı kenterlerin geçtiklerini gördü ve omuz­ larını kaldırdı, yürek sızlatan o acı safrasını dışarı tükürdü: «Şu mal sahipleri, ne talihli adamlar! Etli ve yağlı adamlar. Patlayıncaya dek yediklerine eminim. Paralarını nasıl harcarlar ki, onlarda bilmez. Herhalde her şeylerini doymayan midelerine harcarlar. Midelerine ne sığarsa artık.» 2 GAVROCHE YÜRÜYOR Horozu olmamasına karşın, elinde tabanca olması Gavroche için öyle büyük bir başarıydı ki, her adımda coşkusunun çoğal­ dığını hissediyordu. ‘Marseillaise’ marşını bağırarak söylüyor, bir yandan da söyleniyordu: «işler gıcır, gerçi sol elim çok acıyor, romatizmalarım da az­ dı ama yakınmıyorum, yurttaşlar. Şu kenterler hadlerini bilsinler, onların yüzlerine yakıcı dizeler okuyacağım. Ajanlar de neyin nesi? Hepsi de it soyu. Kahrolası fakat yine de itlere hakaret et­ meyelim. Ah yine de şu hergelelerden birini tabancamla hakla­ mak isterdim. Arkadaşlar ben caddeler tarafından geliyorum. Hava orada eni konu kızıştı, tıpkı et suyu çorbası gibi kaynama­ ya başladı. Bunu tabağa koyma vakti geldi. Haydi arkadaşlar ile­ ri! Pis bir kan yollarımızı sulasın!.. Ben vatanım için seve seve canımı veririm. Aslında bundan dolayı sevdiğim kızı belki göre­ mem, fakat ne fark eder, yaşasın mutluluk! Hey, şu zorbalıktan bıktım usandım!» 1041

Tam o sırada ulusal bir muhafızın atı yere düşmüştü. Gavroc­ he tabancasını kaldırıma bıraktı, adamı kaldırdı, daha sonra atın kalkmasına yardım etti ve tabancasını alıp yoluna gitti. Thoringny Sokağı tenhaydı. Marais Mahallesine has bu mis­ kinlik çevredeki gürültüyle bir karşıtlık yaratmıştı. Bir kapıda, dört mahalle kadını konuşuyorlardı. İskoçya’nın ünlü üç büyücü­ sü vardır(*). Paris de geri kalmaz, onun da hiç yoksa sayıları dör­ dü bulan mahalle kadınları, sokakbaşlarında gevezelik eden ko­ cakarıları bulunur. Şu «Kral Olacaksın» kehanetini Armuyr çalılığında Mac­ beth’e söyleyen büyücülere benzeyen, Paris kocakarıları da ay­ nı sözleri aynı sesle Baudoyer sapağında Napoleon’a(**) fısıldar. Aynı lanet bilicilik... Thoringny Sokağındaki mahalle kadınları sadece kendi işle­ rinden söz ediyorlardı. Bunlardan üçü mahallenin kapıcı kadın­ larıyla, dördüncü kadın ise üzerinde sepeti ve elinde kancası olan bir çöpçü kadındı. Hepsi de, kocamışlığın dört aşamasını, ihtiyarlık, yıkıntı, düş­ künlük ve acıyı simgeliyordu. Çöpçü kadın, haddini bilen, kibir­ siz biriydi. Çöpçü kadın selamlar, kapıcı kadın onu korur. Çöp­ çünün kazancı kapıcı kadının süpürgesine bağlıdır, zaman za­ man süpürge de merhametli olabilir. Çöpçü kadın kıymetbilen biri olduğundan, kendisine yardım­ cı olan üç kapıcı kadına gülümseyerek baktı. Aralarında çoğu zaman şöylesi konuşmalar olurdu: «Sizin şu kedi eskisi gibi nankör mü?» «Yok canım, siz de bilirsiniz ki, eskiden beri kediler köpekle­ re düşmandır. Köpekler yakınır.» «Bazen insanlar da.» «Evet ama kedi pireleri insanlara geçmez ki!» (*) İskoçyalı Büyücüler: Yazar, Shakespeare’in Macbeth eserindeki ünlü üç bü­ yücüye değiniyor. (**) Roma Kralı: Napoleon’un oğlu, sonraları Reichtast Dükü olacaktı.

1042

«Sorun değil, aslında köpekler tehlikelidir. Hiç unutmam bir yıl köpeklerin sayısı öyle bir artmıştı ki, gazetelere de geçti. O zamanlar Tuilleries Sarayı bahçesinde kocaman koyunlar Roma Kralının arabasını çekerlerdi.» «Siz şu küçük Roma Kralını hatırlıyor musunuz?» «Ben, Bordaux Dükünü, daha çok sevmiştim.» «Ben de XVII. Louis’yi tanıdım. Onu epeyce severdim.» «Ah Madam Patagon, et ne de pahalı!» «Sormayın, kasaplar felaket. Hem de ne felaket. Hiçbir şeyin tadı tuzu yok. Et yerine bize kemikleri kakalıyorlar.» Sözün burasında çöpçü kadın da lafa karıştı: «Ah hanımlar. İşler çok kötü. Bizim işin de keyfi kalmadı ar­ tık. Hiçbir şeyi çöpe atmıyorlar ki, her şeyi yiyorlar.» «Sizden daha da kötüleri var, Vargoulme Ana...» Çöpçü kadın kibirsizce: «Haklısınız, en azından bir işim var,» dedi. Bir sessizlik oldu. Çöpçü kadın insanın o kibir duygusunu ye­ nemeyip: «Sabah evime gelir gelmez, sepete bakarım. Hemen bir şey­ ler ayıklarım. Odamda bir yığın oluşuyor. Bezleri bir sepette, sebze koçanlarını bir kovada, çamaşırları dolabımda, yünlüleri çekmecemde saklarım. O eski gazeteleri, kâğıtları, pencere per­ vazına ve yenmeye değer yiyecekleri tabağıma koyarım. Ocak içine cam kırıklarını, pabuçları kapı arkasına, kemikleri de yatak altına koyarım.» Orada dikilen Gavroche kulak veriyordu: «Baksanıza nineler, niye politikadan konuşuyorsunuz?» Aşağılamayla karışık bir sövgü sağanağına yakalandı. Dört ağız da açılmıştı: «İşte bir haylaz daha!» «Şuna bak, elinde ne var? Bir silah!» «İnanılır gibi değil, şu haylaz ne de hain.» «Bunların hepsi bozguncu, devlet düşmanları ne olacak...» Gavroche onları umursamadı, elini burnuna atıp onlara nanik yaptı. 1043

Çöpçü kadın kendisinden daha fakir biriyle konuşmanın ver­ diği gururla: «Seni gidi baldırıçıplak!» diye bağırdı. Madam Patagon isimli kapıcı kadın, ellerini birbirine vurup: «Bir şeyler olacak! Başımızda bir felaket var. Komşu, şu sa­ kallı genç hoş, o da bir serseri ama, her sabah onu koluna tak­ tığı mavi başlıklı bir kızla görürdüm. Bugün de onu gördüm, fa­ kat kız yoktu, kolunun altında bir tüfek vardı. Madam Bacheux, bana geçen hafta, bir isyan çıktığını söylemişti, dur bakayım di­ limin ucunda, hani dananın geldiği yer, ha, buldum Pontoise’da. Baksanıza şu afacana, o kırılası elinde bir tabanca! Bu gidişle başımıza taş yağsa şaşmam. Söylenenlere göre Célestinsler Meydanında, her yer top doluymuş. Hükümet şu aylaklarla nasıl baş etsin? Başımıza gelen bunca acıdan sonra tam rahat bir so­ luk alıp oh diyeceğimiz sırada, al sana!.. Ah o kanlı eski günleri nasıl unuturum, o kağnıda gördüğüm, o tutuklanmış güzel krali­ çe, hâlâ tüylerim diken diken oluyor, emin olun. Bütün bunlardan sonra, tütünün fiyatı artacak. Ne rezalet, Tanrım. Hey alçak ba­ caksız, umarım kelleni giyotinde görürüm!» Gavroche: «Sümüklerin akıyor cadı, o koca burnunu temizle!» deyip geçti. Pavée Sokağını geçiyordu ki, çöpçü kadının sözleri geldi ak­ lına: «Sen isyancılara hakaret ediyordun kaldırım tozu cadı, şu elimdeki tabanca senin iyiliğin için alındı. Midene yemek girsin diye çaldım bunu.» Derken, hemen arkasında bir ses duyup başını çevirdi. Ar­ dından gelen kapıcı kadın Patagon, ona öteden yumruk sallayıp haykırıyordu: «Seni gidi şeytanın piçi!..» «O lafları kendine sakla, bana vız gelir!» Hemen sonra Lamoignon Konağının önünden geçiyordu. Orada şöyle seslenmeyi uygun buldu: «Haydi çatışmaya! Silah başına!..» 1044

Sonra içi kederle doldu, elindeki o horozsuz tabancaya sev­ giyle baktı. «Ben gidiyorum fakat sen kalıyorsun,» dedi. Bir köpek bir diğerini oyalar. Tam o sırada çok zayıf bir köpek geçiyordu, Gavrohce ona çok acıdı: «Vah biçare,» diye sevecen bir sesle konuştu. «Kemiklerin sayılıyor, bir çember mi yuttun?» Bu sözlerden sonra hayvanın başını okşadı ve Orme-Saint-­ Gervais yönüne doğru gitti. 3 BİR BERBERİN ÖFKESİ Gavroche’un, filde barındırdığı o iki çocuğu acımasızca ko­ van berber, dükkânında, imparatorluğa hizmet etmiş ihtiyar bir askeri tıraş ediyordu. Bu arada sohbeti koyulaştırmıştı. Berber, müşterisine isyandan sonra General Lamarque’dan söz etmiş, sonra konu imparatora gelmişti. Bu da berberle asker arasında epey coşkulu bir sohbet konusu oluşturdu. Prudhomme orada olsa, bunu süsler ve «Bir usturayla kılıcın diyalogu!» derdi. Berber: «Efendim, imparator ata nasıl binerdi?» «Kötü. Düşmeyi bilmezdi. Bu nedenle hiç düşmezdi.» «Atları cins miydi? Çok güzel atlardı herhalde?» «Bana madalya taktığı gün, onun bindiği at ilgimi çekmişti. Epey seri koşan beyaz bir kısraktı; kısrağın kulakları aralı ve be­ li çöküktü. Alnında siyah bir yıldız var gibiydi, boynu bembeyaz, diz eklemleri epey biçimli duruyordu, kemikleri çıkık, omuzları inik, sağrısı haşmetliydi. Boyu on beş karıştan bile yüksekti.» Berber: «Vay canına!» dedi. «Majeste’nin atıydı.» Berber bu muhteşem sözden sonra, biraz susmanın iyi ola­ cağını düşündü. Bir süre sonra: «İmparator sadece bir kez yaralanmış değil mi, efendim?» 1045

İhtiyar asker, olayı gören birinin o dingin ve tartışma götür­ meyen sesiyle: «Ratisbonne’da topuğundan vurulmuştu. O gün o kadar şık giyinmişti ki, gümüş bir para gibi ışıl ışıldı.» «Ya siz efendim, herhalde, siz de birkaç yara aldınız?» Asker umursamazca: «Ben mi, hayır, pek fazla sayılmaz. İki kılıç yarası aldım bo­ yundan... Austerlitz’de sağ kolumu bir mermi deldi, léna'da sol kalçamdan yaralandım, Friedland’da bir süngü yarası aldım... Sonra... şey... Moskova’daydı, sekiz kılıç yarası öylesine, Lut­ zen’de bir mermi parmaklarımdan birini aldı. Waterloo’da da kal­ çama bir süngü geldi. Olancası bu!» Berber: «Ah savaşta ölenlere ne mutlu!» diye bağırdı. «İnanın ben, yatağımda hastalıktan inleyerek ölmektense, karnıma bir kurşun yemeyi isterdim. O ilaçlar, o lapalar, şırınga, doktorlar, yavaş ya­ vaş ölmektense vatan için ölmek, ne güzel!..» Asker: «Ne kadar cesursunuz,» diyecek oldu. Sözünü yeni bitirmişti ki, müthiş bir gürültü dükkânın camla­ rını sarstı. Bir camı un ufak olmuştu. Berber bembeyaz oldu: «Aman Tanrım, işte bir tane!» «Ne?» «Ne olacak, top mermisi.» Asker yerden aldığı şeyi berbere uzattı: Yerden aldığı yalnızca çakıltaşıydı. Berber camlara koştu ve oradan hızla uzaklaşan Gavroche’u gördü. Çocuk bütün hızıyla Saint-Jean Çarşısına doğru koşu­ yordu. Gavroche berberin önünden geçerken, birden adamı ha­ tırlamış ve aylar önce o biçare çocuklara kötü davranmasının öcünü almak istemişti. İşte Gavroche bu haklı gerekçeyle ada­ mın camına taş atmıştı. Berberin demen bembeyaz kesilen yüzü hemen mora döndü. Homurdandı: 1046

«Piç kurusu! Efendim gördünüz işte. Bunu yalnızca zarar vermek için yaptı, ah ne haşarı şeyler!.. Halbuki ben o haylazı tanımam bile, ona fenalığım dokundu ki?» 4 YAŞLI ADAMIN ŞAŞIRTTIĞI ÇOCUK Gavroche bu sırada, Saint-Jean Çarşısına doğru yürüyordu. Oranın karakolu az önce silahsızlandırılmıştı. Çocuk yolda En­ jolras, Courfeyrac, Combeferre ve Feuilly’nin komuta ettiği bir çeteyle karşılaştı. Hepsi de silahlıydı. Hemen sonra Bahorel ile Jean Prouvaire de katıldı onlara ve böylece grup biraz daha bü­ yüdü. Enjolras elinde bir çifte tutuyor, Comferre üzerinde alay numarası yazılı bir muhafız tüfeğini havada sallıyordu. Bir de önü açılan ceketi belindeki iki tabancayı ortaya çıkarmıştı. Jean Prouvaire eski zamanlardan kalan bir süngü, Bahorel de bir ka­ rabina kuşanmıştı. Courfeyrac bastonun içine saklı bir meçi kı­ nından çıkartmış, tutuyordu. Feuilly elinde kılıç «Yaşasın Polon­ ya!» diye bağırıp önden gidiyordu. Şapkasız, kravatsız dahası soluksuz sayılan bu gençler yağ­ murdan sırılsıklam, gözleri alev alev Morland rıhtımına geldiler. Gavroche da onlara katıldı, sakin görünüyordu, sordu: «Nereye gidiyorsunuz?» Courfeyrac: «Gel bizimle,» dedi. Feully’nin hemen ardı sıra Bahorel yürüyordu. Ayaklanma suyunda zıplayan bir balık gibi, sıçrayarak yürüyordu. Üzerinde kırmızı yelek, dilinde inciten sözler vardı. Kırmızı yelekle karşı­ laşınca birden ürken bir kenter: «Aman Tanrım, kızıllar!» dedi. Bahorel: «Ne oldu? Neden kırmızıdan bunca korkuyorsunuz? Bu ba­ na çok tuhaf geliyor. Bana gelince, ben bir gelincik karşısında korkuyla titremem. Şu kırmızı kız, beni hiç korkutmaz, kenter kardeş, korkma. Bırak, kırmızıdan o boynuzlu hayvanlar kork­ sunlar.» 1047

Tam o sırada, afişlerle dolu bir duvarın önündeydiler. Burada alabildiğine barışçı bir afiş vardı. Paris piskoposu, cemaatine, Büyük Perhiz sırasında yumurta yeme izni veriyordu. Bahorel: «Aman Tanrım, Piskopos efendi inananları aptal yerine mi koyuyor?» Duvardaki ilanı yırttı. Gavroche onun bu hareketine hayran kaldı ve o andan başlayıp olanca dikkatini ona verdi. Enjolras çıkıştı: «Saçmalık bu, Bahorel, piskopos bizim düşmanımız değil ki! Öfkeni boşa harcama. Yedekte sakla, tüketme. Senin yaptığın saf dışında ateş açmak gibi, bunu silahla yapamayacağın gibi, ruhunla da yapamazsın.» Bahorel: «Herkesin bir tarzı var, Enjolras, o rahip ağzı sinirimi bozu­ yor. Yumurta yemek için ondan izin isteyecek halim yok. Senin tarzın buz gibi soğuk, ateş gibi yakıcı; bense, daha farklı biçim­ de eğlenirim. Kaygılanma boşa soluk tüketmiyorum, aksine, bu iş iştahımı açmak için antrenman gibi. Daha rahat çarpışabilmek için o ilanı yırttım, Hercle.» Bu sözcük Gavroche’un ilgisini çekti. Bilgisini çoğaltmak, bir şeyler öğrenmek için fırsat kollardı. İlanı yırtan onun saygısını kazanmıştı, hemen sordu: «Şu Hercle de ne?» Baherol: «Latince bir söz ‘lanet olsun’ demektir.» Tam o sırada Bahorel pencereden bakan solgun yüzlü siyah sakallı birini tanıdı. Bu herhalde ABC Dostları’ndan bir arkada­ şıydı: «Hemen bize mermi ver, Para Bellum.» Artık Latince bildiğine inanan Gavroche: «Evet, sahiden havalı adam!»(*) dedi. (*) Fransızca bir kelime oyunu: Latince «savaş» demek olan kelimenin söyleni­ şiyle ,«Bel homme la» «havalı adam»ın söylenişi eştir.

1048

Yoldan katılanlarla sayıları artan kafile epey gürültülü bir kon­ voydu. Üniversiteliler, sanatçılar, Aix’deki Cougourde’a yazılı de­ likanlılar, işçiler, rıhtımcılar... Kiminde sopa ve süngü, kiminde de bellerinde Combeferre’deki gibi tabancalar asılıydı. Çok yaş­ lı görünen bir adam da bu kalabalığa katılmıştı. Silahsızdı ve ar­ kada kalmamak için telaşla yürüyordu, çok da dalgındı. Gavroc­ he onu gördü, Courfeyrac’a sordu: «Kekekça?» «Yaşlı bir adam.» Bu, Bay Mabeuf’tü. 5 İHTİYARCIK Olanlardan söz edelim: Dragonlar saldırıya geçtiğinde, Enjolras ve ahbapları Bour­ bon Sokağındaki yiyecek ambarlarının yanındaydılar. Enjolras, Courfeyrac ve Combeferre, Bassompierre Sokağından çıkıp «Barikatlara!» diye seslenerek ilerlerken, ağır adımlarla yürüyen bir ihtiyarla karşılaşmışlardı. İlgilerini çeken şey, ihtiyarın sarhoş gibi sendeleyerek yürü­ mesi oldu. Hem, sabahtan beri yağan yağmura karşın, adam şapkasını elinde taşıyordu. Courfeyrac bir bakışta Mabeuf Ba­ ha’yı tanıdı. Birkaç kez onu Marius’le gördüğünden ve birkaç kez Marius’le ihtiyar adamın evine dek eşlik ettiğinden tanırdı onu. Kilise idarecisi ve kitap düşkünü ihtiyar adamın ne kadar çekingen ve ürkek olduğunu bilen delikanlı, onu bu kalabalık arasında görünce hayret etti. Adam yağmur gibi yağan mermile­ rin arasında dolaşıyordu. Ona yaklaştı ve yirmi beş yaşındaki asiyle o seksenlik ihtiyar arasında şu konuşma başladı: «Mösyö Mabeuf evinize gidin.» «Niye?» «Çünkü çıngar çıkacak.» «İyi ya.» «Kılıçlar çekilecek, mermiler patlayacak!» 1049

«Bu da iyi.» «Top da atılacak.» «Pekâlâ. Sizler nereye gidiyorsunuz böyle?» «Hükümeti devirmeye.» «İyi.» Onların ardı sıra yürümeye başlamıştı. O andan başlayarak, tek kelime etmedi. Derken adımları güçlendi. İşçiler ona yardım için kollarını uzattılar, adam istemedi. Topluluğun ön sıralarında yürüyordu. Onda, yürüyen birinin kımıltısı, fakat uykudaki birinin yüzü vardı. Üniversiteliler ona bakıp: «Müthiş adam!» diye mırıldandılar. Kalabalıkta bir söylenti oldu, onun eski bir «konvansiyonel», «yaşlı bir kral katili» olduğu söyleniyordu. Kafile Verrerie Sokağına varmıştı. Küçük Gavroche, en önde yürüyor ve bağırarak şarkı söylüyordu, sesi bir borazan gibi çı­ karıyordu. Okuduğu şarkının sözleri: İşte yükseliyor ay, Ne vakit varırız ormanlara? Diye sordu Charlot, Charlotte'ye! Tu tu tu ya Varalım Ghatu’ya(*). Tek bir ilah var, bir tek egemen, Bir tek çizme, bir tek para. Kekiklerin şebnemini erkenden içen. İki serçe hır çıkardı kafayı bulup, Güldü buna kaplanlar. Zi, zi, zi, ye, Varalım Passy’e. Tek bir ilah, tek bir egemen, Tek bir çizme, tek bir para. (*) Chatu: Şato.

1050

Biri yeminler içti, diğeri sövüp saydı, Evet ama, ormana ne zaman varacağız? Diye Charlotte’ye soruyordu Charlot. Tin, tin, tin e. Varalım Pantin’e(*), Tek bir ilahım, tek bir egemenim var, Tek bir çizme, tek bir para... Saint-Merry’ye doğru yollandılar. 6 GÖNÜLLÜLER Topluluk giderek kalabalıklaşıyordu. Billets Sokağına yeni gir­ mişlerdi ki, saçlarına ak düşmüş, bilmiş yüzlü, boylu boslu bir adam aralarına katıldı. Onu tanıyan yoktu. Gavroche, en önde yürüyor, şarkı söylüyor, ıslık çalıyor elindeki horozsuz tabancasıy­ la dükkân camlarına vuruyordu, o da bu adama dikkat etmedi. Verrerie Sokağından geçiyorlardı ki, birden Courfeyrac’ın oturduğu evin önünde durdular. Courfeyrac yanındakilere: «Dostlar, ne hoş tesadüf, yukarıda cüzdanımı unutmuştum, alayım, şapka da bulayım.» Arkadaşlarından ayrıldı ve merdivenleri dörder dörder çıka­ rak yukarı koştu. Eski şapkasıyla, bir cüzdan aldı. Sonra, kirli ça­ maşırlarının içinde duran bir bavul büyüklüğündeki sandığı aldı. Aşağı iniyordu ki, kapıcı kadın seslendi: «Mösyö de Courfeyrac?»(**) «Adınız ne sizin?» diye sordu delikanlı, kapıcıya. Beriki şaşkın gibiydi: «Bana Veuvain Ana derler!» «İyi, bir daha beni Mösyö de Courfeyrac diye çağırırsanız, (*) Pantin: Kukla. (**) De: Fransızcada soyadları önüne konulan bir soyluluk eki. Daha önceki ki­ tapta aslında Courfeyrac’ın adının de Courfeyrac olduğunu ancak kendisinin bu soyluluk ekini kullanmadığını söylemiştik.

1051

ben de sizi de Veuvain Ana, diye çağırırım. Peki ne oldu? Ben­ den bir şey mi isteyecektiniz?» «Bir ziyaretçiniz var.» «Kim?» «Bilmiyorum.» «Nerede?» «Odamda bekliyor.» Courteyrac vakit yitirmek istemiyordu: «Hay kör şeytan!» dedi. Kapıcı: «Tam bir saattir sizi bekliyor.» Tam o sırada sıskacık bir işçi göründü. Solgun yüzünde çiller vardı, üzerinde eski bir gömlek ve dizleri yamalı kadife bir pan­ tolon vardı. Aslında erkek kılığına girmiş bir kıza benziyordu. Ka­ pıcının odasından çıkan bu işçi kılıklı gencin sesi de kadın sesi­ ne benzemiyordu. «Mösyö Marius’le görüşmek istiyorum.» «Burada değil.» «Akşama döner mi?» «Bilemiyorum,» diyen Courteyrac ekledi: «Ben asla dönmeyeceğim.» Ziyaretçi ona aksice bakarak: «Neden?» «Çünkü...» «Nereye gidiyorsunuz?» «Size ne?» «Sizin şu bavulunuzu taşımamı ister misiniz?» «Ben barikatlara gidiyorum.» «Ben de gelebilir miyim?» «Sen bilirsin. Sokak serbest, kaldırımlar da herkesin.» Koşarak arkadaşlarının yanına gitti. Onlara yetiştiğinde, elin­ deki sandığı taşıması için, içlerinden birine uzattı. On beş daki­ ka sonra o zayıf delikanlının da ardı sıra geldiğini gördü. Böyle bir topluluk her yere gidemez, onlar rüzgârın üflediği yaprak kümeleridir. Saint-Merry'yi geçtiler ve nasıl olduğunu bil­ meden kendilerini Saint-Denis Sokağında buldular., 1052

ON İKİNCİ KİTAP CORİNTHE 1 CORİNTHE’İN KURULUŞU Bugün, Rambuteau Sokağına Heller tarafından giren Parisli­ ler, tam sağda, Mondetour Sokağının karşısında, bir sepetçi dükkânı görür. Kapısının üstüne levha yerine, imparator Napo­ leon’a benzeyen biri ve şu yazı vardır: Napoleon tamamen kamıştandır. Bunu görenler, aynı dükkânın otuz yıl kadar önce tanık oldu­ ğu o müthiş sahneleri hayal edemezler. Corinthe isimli ünlü meyhane, işte bu sokaktaydı. Burada kurulan ve Saint-Merry barikatının kurulmasından sonra gözden düşen o barikata dair söylenenlerin çoğu hâlâ bel­ leklerdedir. Bugün tam bir karanlığa gömülen o barikattan, Chanverrie Sokağı barikatından biraz söz etmek istiyorum. Söyleyeceklerimizin anlaşılması için, Vaterloo konusunda kullandığımız o basit çareye başvuracağız. O yıllarda, Saint-­ Hustache burnuna yakın evleri gözünde canlandırmak isteyen ler, üst yanı Saint-Denis, alt yanı Hallere inen Grande-Truandrie Sokağıyla Chanverrie sokakları arasındaki «N» harfini göz önü­ ne getirsinler. Eski Mondetour, bu üç çizgiyi dikine kesiyordu. O kadar ki dört sokağın oluşturduğu labirent hal ile Saint-Denis So­ kağı arasındaki yüz kulaçlık (metre hesabıyla iki yüz metre) bir 1053

alanda yedi evden oluşan adacıkları içeriyordu. Her biri diğerin­ den farklı büyüklükte olan bu evler, bir inşaaat alanına yığılmış taşlar gibi birbirlerinden epey dar aralıklarla ayrılmıştı. Küçük aralık demeliyiz, çünkü burası için başka sözcük bul­ mak çok zor. Sekiz katlı yıkıntılarla çevrili bulunurdu buralar. Ev­ ler o kadar virandı ki, Chanverrie ve Petite-Truandrerie sokakla­ rındaki bu harabelerde evlerin önyüzleri bir evden diğerine ka­ laslarla desteklenmişti. Sokak epey dar ve kenardan akan o ça­ murlu dere o kadar genişti ki, oradan geçenler, sürekli ıslak kal­ dırımlarda dikkatle yürümek zorunda kalırlardı. Buradaki dük­ kânlar da sıkıntı verici oldukları için, mahzenlere benzerdi, demir çemberli irice parke taşları, bir sürü moloz, çok eski demir par­ maklıklı kapılar, bu yolu çok eski zamanlardan kalmış gibi gös­ terirdi. Fakat Rambuteau Sokağı bütün bunları sildi. Şu Mondetour ismi da buraya epey uygundu doğrusu (döne­ meç). Yolun büklümlerini hiçbir isim bu kadar iyi tanımlayamaz­ dı. Biraz ilerde, bu büklümlere, Pirpuette Sokağında tekrar rast­ lardınız. Bu sokak da, Mondetour Sokağıyla kesişirdi. Saint-Denis Sokağından Chanverrie Sokağına giren herhan­ gi biri, yolun daraldığını fark eder ve bir huniye girmiş gibi olur­ du. Epey kısa olan bu sokağın diğer ucunda geçidin karşı taraf­ tan kesildiği görülürdü. Sayısız evler yolunu keser ve yaya ken­ disini bir çıkmazda hissederdi. Fakat solda, gireceği yerleri görüp, rahat bir soluk alırdı. Bu iki karanlık aradan biri Prencheurs, diğeri ise Mondetour sokak­ larına açılırdı. Bu çıkmaza benzeyen sokak bitiminde, sağdaki hendekte, ev yüzeyinden daha basık bir sokakta, burun gibi siv­ ri bir ev görülürdü. İki katlı olan bu evde, üç asırdan beri, bir meyhane vardı. Bu sıkıntılı izbede, meyhane mutluluk içinde varlığını sürdürürdü. O kadar ki ünlü ozan, koca Theophile, meyhanenin tarihinden şu hüzünlü dizelerle söz eder: 1054

Orada görülür kemikleri İntihar eden biçare âşığın. İşleri iyi giden bu meyhanede çağlar boyunca, babalar bura­ yı oğullarına devretmişti. Mathurin Régnier(*) zamanında, buranın ismi «Pot Aux Ro­ ses»(**) idi, yani «gül saksısı». O zamanlarda kelime oyunları ve bulmacalar moda olduğundan, levhada pembe boyalı bir direk resmi vardı. Geçen asırda, günümüzün zorlu eleştirmenleri tara­ fından küçümsenmiş fantastik bir ressam olan Notorie, ozan Regnier’nin sarhoş olduğu o masada kaç kez sarhoş olmuş ve meyhaneciye beslediği sevgiyi göstermek için, pembe direğe bir üzüm salkımı resmi çizmişti. Bu buluştan gururlanan meyhane­ ci hemen levhayı değiştirmiş ve salkımın altına şunları çizdirmiş­ ti: «Corinthe Üzümü»(***) Yunanistan’da Corinthe şehri, nefis üzümler yetiştirmekle ünlenmişti. O günden sonra, meyhanenin ismi «Corinthe» oldu. Sarhoşlar için bazı kelimelerin yarısını yut­ mak epey alışıldıktır. Bu nedenle, oraya bir daha Poteau Rose denmedi. Meyhanenin ismi bir daha değişmemek üzere Corinthe ola­ caktı. Ailenin son meyhanecisi olan Hucheloup Baba geleneği bilmemekle birlikte, direği maviye boyamıştı. Aşağı salonda tezgâh, ilk katta bilardo salonu vardı. Tavanı delen sarmal tahta bir merdiven, masalarda şarap, duvarlara si­ nen tütün dumanı, güpegündüz yanan mumlar, işte meyhane. Alt salondan mahzene, zeminden açılan bir kapıyla inilirdi. İkin­ ci katta, meyhane sahibi Hucheloup ailesi yaşardı. Buraya, inşa­ atlarda kullanılan taşınabilir bir merdivenle çıkılırdı. Buranın tek kapısı salona açılan büyük kapıydı. Çatı altında iki küçük oda hizmetçi kızlar odasıydı. Mutfak da büyük salon gibi girişteydi. (*) Mathurin Régnier: Fransız şair ve eleştirmen. (**) Fransızcaya has bir kelime oyunu: Pot Aux roses ile Roteau rose (pembe direk)in okunuşu aynıdır. (***) Corinthe Üzümü: Fransızca, Au raisin de Corinthe.

1055

Hucheloup Baba, belki bir kimyager olarak doğmuştu. Ger­ çek şu ki o çok iyi bir aşçıydı. Onun yerinde sadece içilmez, çok da nefis yemekler yenilirdi. Hucheloup sadece kendi meyhane­ sinde yenilen nefis bir yemek bulmuştu. Sazanbalığı dolması, tüten bir mum ya da XIV. Louis zamanından kalan bir gaz lam­ bası ışığında, örtü yerine muşambayla kaplı bir masada yenirdi yemekler. Usta Hucheloup’un bu yemeğini tatmak için çok uzak­ lardan kalkıp gelirlerdi. Meyhane patronu bir gün, yoldan geçen­ leri de bu yemeğinden haberdar etmek amacıyla, ince bir fırça ve siyah boya ve kötü bir gramerler, duvarına şunu yazmıştı: Carpers Hogras: (Yağlı sazandolması) Epey yağmurlu bir kış, sağanaklar ilk kelimedeki son harf olan «S»yi ve ikinci kelimedeki «G»yi silince geriye şu kaldı: Carpe ho ras(*) Kış ve yağmurların yardımıyla bir duyuru, düşündürücü bir teklife dönüştü. Fransızcayı iyi bilemeyen Hucheloup Baba, Latince öğren­ miş ve kendisi de ayrımında olmadan, mutfaktan çıkma bir fel­ sefe oluşturmuştu. İşin en hoş yanı ise, bu sözler bir de: «Mey­ haneye gelin» anlamındaydı. Bugün artık bunların izi bile yok. 1847 yılında Mondetour labi­ renti kazılmış ve o kadar değiştirilmişti ki, artık belki de yok olmuş­ tu. Burası, Corinthe de Rambuteau Sokağının kazılarına gömüldü. Değindiğimiz gibi, Corinthe dostlarımız olan gençlerin, Cour­ feyrac ile arkadaşlarının buluştukları yerdi. Burayı keşfeden Grantaire oldu. Şu sazandolması duyuruyla heveslenip girmiş ve oraya alışmıştı. Burada yenir, içilir, bağırılır, çok az para veri­ lir, bazen de ödenmezdi. Hucheloup Baba, iyi biriydi. İyi biri dediğimiz Hucheloup Baba, pos bıyıklı bir meyhane­ ciydi. Şamatacı ve eğlendirici biri. Çoğu zaman somurtan meyhaneci, sanki müşterilerini kor(*) Latin şair Horatius'un (Horace-Horas, MÖ.658) sözleri. Carpe diem: Günü yaşa.

1056

kutmak ister gibi bir yüz ifadesi takınır ve onlara bir şeyler suna­ rak değil de, onlarla hır çıkarmak istercesine hizmet ederdi. Fa­ kat vurgulamak isteriz ki, oraya giren herkes konukseverce kar­ şılanırdı. Onun bu tuhaf davranışları, en etkili reklamıydı. Genç­ ler arkadaşlarını oraya sürüklerken: «Gel, gidip Hucheloup Ba­ ha’nın homurdanmalarını dinleyelim,» derlerdi. Meyhaneci, gençliğinde eskrim hocalığı etmişti. Durup durur­ ken çınlayan kahkahalar atardı. Gür sesliydi, sevimliydi. Aslında o acıklı görünümü altında komikti. En sevdiği şey çevresindeki­ leri korkutmaktı. Tıpkı tabanca şeklindeki tabaklar gibi. Aksıran bir gümbürtü. Karısı Madam Hucheloup bıyıklı, alabildiğine çirkin bir kadındı. Hucheloup Baba 1830’da öldü, sazanbalığı dolmalarının sırrı da onunla gömüldü. Zor avunan eşi meyhaneyi işletmeyi sürdürdü. Fakat mutfak bozuldu ve giderek mide bulandırıcı oldu. Aslında her zaman berbat olan şarap artık ağza sürülmezleşti. Yine de Cour­ feyrac ile dostlan, Corinthe’den el ayak çekmemişlerdi. Bossuet bu­ nu, Hucheloup Baba’ya olan saygılarından yaptıklarını söylerdi. Köylü bir kadın olan Hucheloup Ana, sürekli tıknefes, kılıksız ve korkunç bir kadındı. Köylü konuşmasını farklı diyalekle konu­ şuyordu. O köy anılarını ve kırlardaki anılarını anlatmak için öy­ le kelimeler kullanırdı ki, dinleyenler sözlerinden bir şeyler çıkar­ mak için epeyce düşünürlerdi. Meyhanenin bulunduğu kat, tabureler, arkalıksız oturaklar, sıralar ve masalarla dolu bir yerdi. Yetmez gibi, kırık dökük bir bi­ lardo masası da vardı. O tavanı delen sarmal merdivenle çıkılır­ dı oraya. Tek ve dar bir pencereden ışık alan bu salon sürekli ya­ nan gaz lambasına rağmen, yine de bir kümes kadar loştu. Alçı sıvalı duvarlarının tek süsü Madam Hucheloup’nun onuruna ya­ zılı bir dörtlüktü: On adımda afallatır, iki adımda korkutur, O büyük burnunda sivri bir sivilce, Her an düşecek gibi korkutur insanı. Bir gün ağzına düşecek olması ne feci! 1057

Karakalemle duvara yazılarlar bunlardı. Bu tanıma uyan Hucheloup Ana, gün boyunca kadar bu dörtlü­ ğü izler, sakin davranırdı. Başka isimleri bilinmeyen iki hizmetçi, Ma­ telote ile Gibelote ona yardım ederlerdi. Masalara mavi şarap testi­ lerini dizer ve aç gelen müşterilere farklı farklı yemekler taşırlardı. Matelote tombul, eli maşalı ve kızıl saçlıydı. Hucheloup Ba­ ha’nın eski gözdesi olan Matelote mitolojik yaratıklar kadar çir­ kindi. Fakat hizmetçisinin her zaman hanımından sonra gelme­ si gerektiğinden, daha az çirkindi. Diğer hizmetçi Gibelotte ise, bembeyaz yüzlü, kırılacak kadar ince, gözleri mor halkalarla çevrili, göz kapakları şiş ve sürekli yorgun gibi dururdu. Sabah erken kalkan, en geç yatan da oy­ du. Herkese hizmet ederdi, diğer hizmetçiye bile, sessizce ve tatlı bir gülümseyişle, uyurgezer gibi gülümserdi. Tezgâhın önünde bir ayna vardı. Buraya girmeden önce, kapının üstüne Courfeyrac’ın tebe­ şirle yazdığı şu dize okunurdu: «Gücün varsa dostlarına yemek ısmarla, cesaretin varsa kendine.» 2 SEVİNÇLERİN BAŞLANGICI Değindiğimiz gibi «Laigle de Meaux» yani Bossuet, daha çok Joly’nin evinde kalırdı. Kuşun bir dala konması gibi, o da orada bir yuva bulmuştu, iki arkadaş beraber yiyor, içiyor, uyuyorlardı. Her şeylerini paylaşıyorlardı, hatta Jolly’nin sevgilisi olan Music­ hetta'yı bile bir parça bölüşür gibiydiler. 5 Haziran sabahı her za­ manki gibi, Corinthe’e kahvaltı etmeye gittiler. Joly nezle olmuş­ tu, Bossuet’nin paylaşmaya hazırlandığı bir nezle. Laigle’nin gi­ yecekleri eskimişti fakat Joly iyi giyinmişti. Sabahın dokuzunda meyhanenin kapısından içeri dalıp ilk kata çıktılar. Matelote (Balık yahnisi) ve Gibelote (Tavşan yahnisi) karşıla­ dı onları. Laigle yemekleri söyledi: 1058

İstiridye, peynir ve jambon. Masaya geçtiler. Meyhane bomboştu; ikisinden başka müşteri yoktu. Joly ile Laigle’yi hemen tanıyan Gibolette, masaya bir şişe şarap koşturdu. Henüz istiridyelerini yemeye başlamışlardı ki, merdivende bir müşteri daha göründü ve bir ses: «Geçerken mis gibi Brie peynirinin kokusunu aldım. Geliyo­ rum.» Grantaire idi bu. Gibolette onu da görünce iki şişe şarap daha koşturdu. Masada üç şişe şarap vardı. Laigle, Grantaire’ye: «Bu iki şişeyle ne yapacaksın?» «Bu da soru mu dostum? Ne de safsın. Ne mi yapacağım, içeceğim tabii ki. Hiç kimse iki şişe şaraba şaşırmaz...» Diğerleri yemeye başlamışlardı, Grantaire içmeye başladı. Yarım şişe hemen boşaldı. Laigle tekrar sordu: «Midende bir delik mi var acaba?» Grantaire: «Neden olmasın?» dedi. «Senin dirseğinde var ya.» Şarabını son yudumuna dek içtikten sonra ekledi: «Hey, baksana ağıtlar kartalı, elbisen çok eski.» Bossuet: «İyi ya, elbisemle ben daha rahat geçiniyoruz. Hiçbir şey es­ ki bir elbise kadar rahat olamaz, o benim bütün kıvrımlarımı al­ dı, hiçbir hareketimi engellemiyor, ağırlığını bile hissetmiyorum, beni ısıttığında fark ediyorum onu sadece. Eski elbiseler de tıp­ kı eski arkadaşlar gibidir.» Joly de söze katılıp: «Tabii ya eski elbise, eski dost demek.» Laigle: «Grantaire sen caddeden mi geldin?» «Hayır.» 1059

«Joly ve ben kafilenin geçişini gördük de.» Joly: «Çok güzeldi.» Laigle: «Aman Tanrım! Bu sokak ne kadar tenha. Burada insan Pa­ ris’in allak bullak olduğundan nasıl kuşkulanabilir? Boşuna değil, eski yıllarda burası Manastırlar Mahallesiymiş. Manastırlar sanki ot gibi yerden yükselmişlerdi. Her tarikatın manastırı vardı, Ayak­ kabılı gezenler, yalınayak gezenler, başları traşlılar, sakallılar, gri, kara ya da beyaz cüppeliler, papazlar. Fransiskenler, Minimler, Gaqucinler, Carmelar, Küçük Augustinler, Büyük Augustinler, Yaşlı Augustinler. Breul ve Sauval bunun listesini çıkarmışlardı. Evet Rahip Labeuf de... Karınca yuvaları gibi manastırlar!..» Grantaire onu susturdu: «Aman papazları boş ver, kaşındırıyorlar.» Daha sonra: «Eyvah! Kokmuş bir istiridye yuttum, yine sinirlerim gerildi. İs­ tiridyeler bayat, hizmetçiler çirkin, insan denilen yaratıktan iğreni­ yorum. A, demin, Richelieu Caddesinden, kütüphanenin önünden geçtim. Ah Tanrım, kitaplık dediğimiz şu istiridye kabukları yığını da iç kaldırıcı. Düşünmesi bile korkunç. Kâğıt ve mürekkep bollu­ ğu, sayısız taslak. Bütün bunları kim kaleme almış olabilir? İnsa­ nın tüysüz, iki bacaklı bir yaratık olduğunu hangi aptal söyledi? «Daha sonra, rastgele tanıdığım, hoş bir kıza rastladım. Ba­ har gibi iç açıcı bu kız, Floreal (mayıs ayı) ismini taşımaya layık­ tı. Bir de baktım ki, güzel kızın bu sabah başı göklere yüksel­ miş... Niye mi? Çünkü bir banker, göbekli ve çiçekbozuğu yüzlü, zengin bir banker, ona yardım etme yüceliğinde bulunmuştu. Ah ne yazık, kadın denen yaratık, kedilerin kuş ve farelere tuzak kurması gibi, paralı adamların yolunu bekler! Bu sürtük, iki ay öncesine kadar, iffetli, aklı başında bir kızdı. Çatı katındaki oda­ sında şarkılarla uyanır, gün boyu dikiş diker, korse imalatçıları için, bakırdan halkaları korse iliklerine takardı. İğnesiyle geçimi­ ni kazanır, küçük bir somyada yatar, çiçeklerini sular, kafesteki kuşunu beslerdi. Bu küçük mutluluklarla kalırdı. Fakat ansızın 1060

müthiş bir değişim, tek bir gecede bu uslu kız, dişi bir banker ha­ line gelmiş. Ona bu sabah rasladım. Beni epeyce üzen şey, on­ da hiçbir değişimin olmaması. Yine eskisi gibi güzel ve masum­ du. Şu bankerin geçişi, onda en küçük bir iz bile bırakmamış. Bu bakımdan çiçekler, kadınlar kadar talihli değil. Tırtıllar onların taç yapraklarını bozar. Ah Tanrım, artık dünyada namus kavramı da mı kalmadı? Aşkı simgeleyen mersin çiçeğini, savaş simgesi defne dalını, barış simgesi zeytin dalını, Adem Baba’yı çekirde­ ğiyle neredeyse boğacak olan elmayı, etekliğin dedesi olan incir yapraklarını, sözlerime kanıt olarak gösterebilirim... «İnsan hakları ise, hak nedir bilir misiniz? Kuru gürültü. Gal­ yalar Cluse’ye göz koymuşlardı, Romalılar Cluse’yi korudular, Galyalılara Cluse’den ne fenalık gördüklerini sordular. Brennus: ‘Albe’nin size ne zararı dokundu ki, Fidene ne yaptı? Volsquela­ rın, Şahinlerin, ne kötülüklerini gördünüz? Onlar komşularınızdı, tıpkı Cluse’nin bize komşu olması gibi. Biz de komşuluk kavramı­ nı sizin gibi anlıyoruz. Siz Albe’yi aldınız, biz Cluse’yi neden al­ mayalım?’ Roma kükredi: ‘Hayır Cluse’yi alamazsınız!..’ Brennus Roma’yı aldı ve onlara kahrolsun yenilenler diye haykırdı, işte Hak bu. Şu fani dünyada gökler bile av kuşlarıyla dolu.» Grantaire kadehini Joly’ye verdi, delikanlı doldurdu, Granta­ ire tek yudumda içti ve sanki hiçbir şey olmamış gibi sürdürdü: «Romayı alan Brennus bir kartal, şu alımlı işçi kıza sahip çı­ kan banker de bir kartal. Her ikisinin de de utançtan haberi yok. Bu nedenle hiçbir şeye inanma, tek gerçek: İçmek. Siyasal inanç­ larınız ne olursa olsun, ister şu Uri kantonunun cılız horozundan yana olun, ya da Gloris Kantonunun besili horozunu tutun, öne­ mi yok. İçin, işte tek gerçek. Siz demin caddeden kafileden filan söz ediyordunuz ya, demek, yine bir ihtilal olacak. Yüce Tanrı’nın buna bir çare bulamamasına ne yalan söyleyeyim epeyce şaşı­ yorum. Hiç usanmadan olayların akışını kolaylaştıracak. Bir ters­ lik çıktı, bir sorun belirdi, haydi hemen bir devrim. Tanrı’nın elleri, bu yağlıkaraya mı bulanacak? Onun yerinde olsam, daha kısa yoldan giderdim. Her dakika makineyi kurmaz, insanları daha sertçe yönetirdim. Olayları ilmiklerle örüp, her an ipliğin kopması­ 1061

na izin vermezdim. Yedek parça bulunduracağım gibi, o kadar olağanüstü yücelikte bir program da istemezdim. Sizin gibilerinin şu gelişme olarak adlandırdıkları kavram, bir motorla yürür, in­ sanlar ve olaylar. Fakat ne yazık ki, arada bir kayırma da gerekli oluyor. İnsanlarda olduğu gibi, olaylarda da olduğu gibi, sıradan bir tabur yetişmez. İnsanların arasında dâhilerin olmaları, ne ka­ dar gerekliyse, olayların içinde zaman zaman devrimler oluşma­ lı. Büyük olgular kanundur, olaylar dizgesi bunsuz yapamaz. Kuyruklu yıldızların, arada sırada görünmelerinden, göklerin de arada bir sahnede oyunculara ihtiyaç duyduğu izlenimine kapılı­ rız. Yukarıda ve aşağıda bunca sıkıntı, göklerde ve yeryüzünde bunca pintilik, tek bir arpa tanesi bulunmayan kuştan tut da, yüz bin franklık geliri olmayan bana kadar. Çok eskiyen insanlık yaz­ gısını, ipliği eksik ve yırtılmaya hazır krallık yazgısını bile, örne­ ğin, Conde Prensi. Zenith’in bir yırtığından oluşan o kış ayların­ da, buz gibi rüzgârların estiği günlerde pılı pırtı arasında görülen o kalabalık, yalancı incilere benzeyen o çiğdemleri, yapay elmas­ lara eş o şebnem, insanlığı kopuk, olayların yamalı oluşlarını gör­ mek, güneşte bunca fazla leke görmek, her yerde bu kadar yok­ sulluk görmek beni kuşkulandırıyor. Evet dostlar, korkarım, Tanrı da varsıl değil. Evet tanrıları da görünüşlerine göre tanımlamalı. Gökyüzünün o altın yaldızları altında, epey döküntü bir evrimin uzandığına eminim. Evet yaradılışta da iflas var. Sabahtan beri, günün doğmasını bekliyorum. Güneş görünmedi ve bütün gün görünmeyeceğine iddiaya girerim. Her şey bozuk, her şey kötü, hiçbir şey âhenkli değil. Ben de şu alçak dünyada, karşıt olmak­ tan yanayım. Her şey kötüye gidiyor, dünya çok kötü. Tanrı iste­ yene vermez, istemeyenlerde gani gani. Şu kel Laigle de Meaux’yu görmek de beni üzüyor. Bu kel kafayla akran olmak beni utandırıyor. Aslında ben eleştiriyor, fakat aşağılamıyorum. Yüce Tanrı, saygılar sana. Ey Olympos'un bütün azizleri, cennetin bü­ tün ilahları, size yemin ederim ki, ben Paris’te yaşayacak biri de­ ğildim. İki raket arasında habire fırlatılan bir top gibi olan bu ha­ yatı ben istemedim. Ben bir Türk olmayı isterdim, bütün günü dansözlerin şu Mısır’ın ayartıcı rakslarını izlemekle geçirmek is­ 1062

terdim, namuslu bir erkeğin hayallerini süsleyen, Doğu dansları­ nı izlemek için yaratılmak isterdim. Ya da Beaucelı bir köylü, Ve­ nedikli bir asil, çevresi güzel kızlarla dolu genç bir asil olabilirdim. «Çitlerinin üstünde, yani sınırları üzerinde çoraplarını kurutmak­ la vakit geçiren önemsiz bir Alman prensi de olabilirdim. İşte ben böylesi yazgılar için doğmuştum. Evet, Türk olmak isterdim dedim, ah güzel kadınlarla dolu saraylar, odalıkların hizmet ettikleri cennet. Evet, işte bu sözlerden sonra bir daha içmek için üsteleyeceğim. Dünya bir zırvalık toplamı, duyduğuma göre çarpışacaklarmış. Bü­ tün aptallar yaralanıp burunlarını ve dişlerini kırdıracaklar. Yılın bu en hoş zamanında, bunun ne anlamı var ki? Halbuki kollarına alım­ lı bir kız alıp, kırlarda o mis gibi kekik kokularını içine çekmek var­ ken. Yüce Tanrım, şu insanoğlu ne kadar ahmak. Demincek bir an­ tikacıda gördüğüm kırık bir fenerden esinlendim. İnsanlığa ışık ver­ me vakti geldi geçiyor. Ah işte yeniden üzüldüm. Bütün bunlar ba­ yat bir istiridye yemek ve bir devrimi hazmedememekten kaynakla­ nıyor. Ah şu fani dünya, şu köhne, çürük dünya, insan çalışır çaba­ lar, kendini ve başkalarını öldürür ve her şeye alışır bir gün...» Bu uzun sözlerden sonra Grantaire hak ettiği bir öksürük kri­ zine tutuldu. Joly bir şey söylemiş olmak amacıyla: «Ha,» dedi, «yeri gelmişken, Marius âşıkmış.» Laigle: «Kime?» diye sordu. «Tanıyor musun?» «Hayır.» «Hayır mı?» «Hayır dedim ya!» Grantaire bir konu daha bulmuştu: «Marius’ün aşkları. Bunu tahmin etmek kolay. Marius bir sis olduğuna göre, kendisine bir buhar bulmuştur. Marius şairler ku­ şağından. Şair demek ise kaçık demektir. Marius ve onun Ma­ rie’si, Maria, ya da Mariette veya Marion’u, kim bilir ne eğlence­ li bir ikili olurlar. Bunu görür gibiyim. Öpüşmeyi bile unuttukları dalgınlıklar. Dünyada epey terbiyeli, fakat sonsuzlukta birleşen ruhlar. Onlar duyuları olan ruhlardır. Yıldızlarda sevişebilirler.» 1063

Grantaire ikinci şişeye başlamıştı ve sonraki söylevine başla­ yacaktı ki, merdivenden başka birinin çıktığı görüldü. Bu on ya­ şından küçük, pılı pırtı içinde, narin yapılı, solgun yüzlü bir tilki gibi sivri burunlu, parlak gözlü, gür saçlı, neşeli görünen bir ço­ cuktu. Siyah saçları yağmurdan ıslaktı. Onlardan birini tanımayan çocuk, rastgele Laigle’e dönüp: «Mösyö Bossuet siz misiniz?» «Evet, ismim bu, ne istiyorsun?» «Demin yolda gördüğüm uzun boylu sarışın bir genç, bana Hucheloup Ana’yı tanır mısın diye sordu. Evet dedim. Charvre­ rie Sokağındaki meyhanecinin dul eşi. Bana şöyle dedi: Oraya git ve orada bulacağın Mösyö Bossuet’ye: ABC de. Bu size edi­ len bir şaka değil mi? O delikanlı, bana on metelik verdi.» Laigle yanındakine döndü: «Joly bana on metelik ver. Haydi Grantaire sen de on mete­ liği çıkar.» Genç adam topladığı o yirmi meteliği çocuğun eline bıraktı. Çocuk: «Teşekkür ederim, efendim,» dedi. Laigle: «İsmin ne?» «Navet, Gavroche’un arkadaşıyım.» Laigle: «Bizimle kal,» dedi. Grantaire: «Bir şeyler ye.» Çocuk teklifi geri çevirdi: «Hayır, kafilenin başındayım. ‘Kahrolsun Polignac!’ diye ba­ ğıran benim.» Epey saygılı bir selam vermeye öykünmek ister gibi, ayağını usulca arkaya uzattı ve sürüyerek gitti: O gider gitmez, Grantaire: «İşte tipik bir haylaz. Onlar çeşit çeşittir. Noter yumurcak, ona yardımcı yazman denilir, fakat esasen getir-götür işlerine bakar. Aşçı yumurcak, fırıncı yumurcak, uşak yumurcak, gemici yumur­ 1064

cak, asker yumurcak; ressam yumurcak; alsatçı yumurcak; sa­ raylı yumurcak; Kral yumurcak; bir de ilahi yumurcak.» Bu arada Laigle, çocuğun sözlerini yorumladı: «ABC, yani Lemarque’ın cenazesi.» Grantaire: «O uzun boylu sarışın, hani şu bizim Enjolras, sana haber veren o olmalı!» «Gidecek miyiz?» diye sordu Bossuet. Joly: «Baksana, aralıksız yağmur yağıyor, aslında ateşe girmeye yemin içtim fakat suya değil. Nezlemi de ağırlaştırmak iste­ mem.» Grantaire: «Ben de kalıyorum,» dedi. «Cenazeye gitmektense öğle ye­ meğini tercih ederim.» Lagile: «Yani, kalıyoruz. O zaman içelim. Zaten cenazeye gitmemek isyana katılmamak değil ki.» Joly: «Kuşkusuz, onu asla kaçırmam!» Laigle: «Ya, demek şu 1830 Devrimi'ne biraz rötuş yapılacak, aslın­ da ahali de sıkılmaya başlamıştı, koltukaltı hayli daralmıştı.» Grantaire: «Sizin devrimleriniz vız gelir tırıs gider. Aslında benim hükümet­ le çekişmem yok. Pamuklu bir başlığa sarılı bir taç, şemsiyeye dö­ nüşen krallık asası. Baksanıza, aklıma iyi bir benzetme geldi. Gün, tam Louis-Philippe’e uygun, krallığını iki biçimde kullanır, halka asa­ sını gösterir, yağmurdan korunmak için göklere şemsiye açar.» Meyhane kararmıştı, gökyüzünü dolduran koyu bulutlar gündüzü geceye çevirmişti. Meyhanede kendilerinden başka müşteri olmadı­ ğı gibi, sokaklar da tenhaydı, herkes olanı biteni izlemeye gitmişti. Bossuet: «Yüce Tanrım zindan gibi karanlık! Gece mi gündüz mü? Göz gözü görmüyor, he Gibelotte bize mum getir,» diye bağırdı. 1065

Grantaire epey endişeli görünüyor ve ara vermeden içiyordu. «Enjolras fikirlerimi ciddiye almıyor, beni yok sayıyor, kendi kendine Joly hasta, Grantaire de alkolik dedi ve Bosseut’yi ça­ ğırdı. Navet’yi bu nedenle ona gönderdi. Ama beni almaya gel­ se, severek giderdim, onun ardı sıra. Keyfi bilir, oh olsun ona, ben de onun törenine katılmıyorum.» Bu karara varıldıktan sonra, Bossuet, Joly ve Grantaire yer­ lerinde kaldılar. Akşam üstü saat ikide masa boşalan şişelerle doluydu. İki mum yanıyordu; biri küflü bir bakır şamdanda, diğe­ ri çatlak bir şişede. Grantaire Joly ile Bossuet’ye habire içiriyor­ du. Bossuet ve Joly de onu keyiflendirmeye uğraşıyordu. Grantaire şimdi, ölü bir hayal pınarı olan şarabın ötesine geç­ mişti. Ciddi sarhoşların katında şarap bir değer taşır. Sarhoşluk dö­ neminde bir «karabüyü», bir de «beyazbüyü» vardır. Şarap sadece beyazbüyüdür. Grantaire cesur bir hayalciydi. Önünde açılan bir sarhoşluk uçurumunun karanlığını, onu korkutacağına büyülerdi. Artık şişeleri bırakmış, o irice kupayı kavramıştı. Kupa da uçurum demektir. Elinin altında ne afyon, ne de haşhaş olan genç adam, kafasını gölgelerle doldurmak için ispirtonun, İngiliz birası ve absent karışımına yönelmişti ki, bu da korkutucu ve abartılı miskinliğe neden olur. Evet, ruhun mermisi bu üç karışımla oluşur, bu üç karanlık ilahi kelebekleri boğar ve zarlardan oluşma bir sisten meydana gelen o belirsiz yarasa kanadında üç sessiz cadı belirtrir: Kâbus, Karanlık ve Ölüm. Bunlar deliksiz uyuyan Psychee’nin(*) üstüne abanırlar. Fakat Bosseut hazin hale henüz düşmemişti. Bossuet ile Joly de ona keyifle karşılık veriyorlardı. Kadeh tokuşturuyor­ lardı. Grantaire düşüncelerinin ve sözlerinin abartısına hareket­ lerinin saçmalığını da katıyordu. Sol yumruğunu dizine koyuyor ve iskemlesinde ata biner gibi oturup, koluyla bir açı oluşturmuş, boyunbağı çözülmüş, dolu kadehi bir elinde, o tombul hizmetçi­ ye, Matelote’a şu muhteşem söylevi verdi: (*) Pyschee: Aşk ilahı «Amor» tarafından sevilen saf kız. Sayısız yıkımın ardın­ dan, ilahi aşkla birleşen insan ruhunu simgeler.

1066

«Saray kapıları açılsın ve herkes Fransız akademi üyesi ol­ sun ve Madam Hucheloup’a sarılmaya hak kazansın.» Sonra Madam Hucheloup’ya döndü : «Ey antik ve adanmış kadın, yaklaş, yaklaş da seni izleye­ yim!» Joly hizmetçilere: «Hey Gibelotte ve Matelote artık Grantaire’ye içki getirmeyin. Korkunç para harcadı, bu sabahtan beri, iki frank seksen san­ timlik içti.» Grantaire: «Kim benden izin almadan göklerdeki yıldızlarla masayı do­ nattı?» Bossuet epey kafayı bulmuş olmasına karşın, sakindi. Pen­ cere pervazına ilişmiş, başını ve sırtını yağmura verip arkadaş­ larına bakıyordu. Derken sokakta bir gürültü ve ayak sesleri duyuldu. «Silah başına!» denildi ve Saint-Denis Sokağıyla, Chanvrerie Sokağı­ nın tam sapağından gelen Enjolras’ı gördü. Elinde bir tüfekle, önden yürüyordu, ardından eli silahlı Gavroche göründü. Feuilly kılıcını yukarıda sallayarak göründü. Courfeyrac da kılıcını kal­ dırmıştı, Jean Prouvaire de süngüsünü yukarı kaldırmıştı. Com­ beferre elinde tüfek ve Bahorel de karabinası omuzunda ve art­ larında silahlı ve öfkeli bir kalabalık. Meyhaneye epeyce yaklaşmışlardı, aralarında birkaç metre­ lik mesafe vardı. Bossuet elini boru yapıp: «Courfeyrac! Courfeyrac!» diye seslendi. Seslenmeyi duyan Courfeyrac, Chanvrerie Sokağına birkaç adımda geldi ve ona, «Ne istiyorsun?» dedi. Beriki: «Nereye gi­ diyorsun?» diye sordu. Courfeyrac: «Barikat kurmaya!» «Öyle mi? O zaman barikatını buraya kur, yer epey uygun.» Courfeyrac: «Haklısın,» dedi. Courfeyrac’in işaretiyle kafile Chanvrerie Sokağına seyirtti. 1067

3 GRANTAİRE’YE KARANLIK ÇÖKÜYOR Sahiden daha elverişli bir yer bulunamazdı. Genişleyen so­ kak ağzı ve çıkmaz gibi daralan sokağın nihayeti. Corinthe Mey­ hanesi orada bir daralmaya meydan verdiğinden, Mondetour Sokağı sağ ve soldan kapatılmaya uygundu, buradan hiçbir sal­ dırı gelemezdi, ama tam karşılarına gelen Saint-Denis Sokağı açıktaydı. Bossuet sarhoş olmasına rağmen, savaşta pişmiş bir Annibal gibi, epey isabetli bir yorum yapmıştı. Topluluğun görünmesi, sokakta bir korku havası estirdi. Bü­ tün yayalar çarçabuk kayboldular. Dipteki dükkân ve tezgâhlar, kapılar ve panjurlar hemen kapatıldı. Yaşlı bir kadın o kadar korkmuştu ki, çamaşır asmak için önünde iki direk olan pence­ resini bir yatakla kapattı. Sadece meyhanenin kapısı açıktı, bu da kalabalık oraya saldırdığı içindi. Madam Hucheloup: «Yüce Tanrım!» diye göğüs geçirdi. Bossuet aşağıya, Courfeyrac’ın yanına seyirtti. Joly pencereden sarkıp: «Hey Courfeyrac, şemsiyeni alsaydın keşke, hastalanacak­ sın!» dedi. Bu arada, birkaç dakikada, meyhane cephesindeki demir parmaklıktan, belki yirmi çubuk çıkarılmış, sokakta on kulaçlık bir yerden kaldırımlar sökülmüştü. Gavroche ve Bahorel yoldan geçen ve Anceau isimli bir kireç fabrikatörünün arabasını devir­ mişlerdi. Arabanın içinde üç fıçı kireç vardı, bunları da taşlar ara­ sına yerleştirip, bir duvar yaptılar. Enjolras, şarap mahzeninin kapağını açmıştı ve dul Madam Hucheloup’nün bütün boş şarap fıçılarıyla, o alçı barikatı pekiş­ tirdi. İnce işlerin ustası olan Feuill, yelpazelerin incecik çubukla­ rını tutturmaya alışkın parmaklarıyla, fıçıları arabayı, kocaman taş yığınlarını alçıya bulayıp desteklemeye çalıştı. Bu kaldırım taşları, nereden ve nasıl alınmıştı, bilen yoktu. Yandaki bir evin pencerelerinin destekleri olan birkaç kalas da çıkarıldı, fıçıların 1068

üstüne kapatıldı. Bossuet ile Courfeyrac başlarını geriye dön­ dürdüklerinde, yolun yarısının adam boyundan yüksek bir du­ varla kapatıldığını gördüler. Yıkarak bina kurmakta hiçbir el, hal­ kın eli ölçüsünde hünerli değildir. Matelote ile Gibelote da çalışanlara katılmışlardı. Gibelote o süprüntüleri taşıyarak yardım ediyordu. Yorgunluğunun barikata faydası vardı. Tıpkı müşterilere hizmet eder gibi, o mahmur ha­ liyle harç ve moloz taşıyordu. İki kır atın koşulduğu bir omnibüs yolun ucundan geçti. Bossu­ et o duvardan atlayıp, arabacının ardından gitti ve yolcuları kaldı­ rıma indirip, kadınlara el uzatarak yardım etti, arabacıyı savdı ve arabayla atları dizginlerinden çekip barikatın önüne geldi. «Yolcu arabaları Corinthe önünden geçmemeli,» dedi. Bir an sonra serbest kalan atlar, Mondetour Sokağında kay­ boldular. Yere yatırılan araba, yolu kapattı. Neye uğradığını şaşıran Hucheloup Ana birinci kata sığın­ mıştı. Etrafına görmeyen gözlerle bakıyor ve dudaklarına gelen bir sesle yineliyordu: «Aman Tanrım! Nedir bunlar! Dünyanın sonu geldi!» Joly kadının o tombul, kırmızı ve kırışık boynuna bir öpücük kondurdu ve Grantaire’ye dönüp: «Dostum, bence bir kadının boynu en hoş yanıdır.» O sırada heyecanın sınırlarını aşmak üzere olan Grantaire yukarı çıkan Matelote’yu elinden tutup beline sarıldı ve pencere­ den aşağı kahkahayla karışık şu sözleri söyledi: «Matelote çirkin, o hayal edilen bir çirkinlikte, Matelote bir evham, bir hayal. İşte size onun doğuş sırrını bildireyim, gotik bir Pygamalion(*), katedral olukları yapardı. Üstleri canavar başlarıyla süslü bu oluklardan birine, bir gün âşık oldu ve aşk ilahından onu canlandırmasını istedi. Hey vatandaşlar ona ya­ kından bakın, saçlarının rengi Titien’in sevgilisinin saçları gibi kurşun renginde, fakat yine de o çok iyi kızdır. Ona kefilim. Her (*) Pygamalion: Antik çağların yontucusu. Yaptığı bir heykele âşık oldu, Venüs tarafından canlandırılan Galatée isimli bu heykelle daha sonra evlendi

1069

iyi kızda bir yiğit vardır. Hucheloup Ana ise, ihtiyar bir savaşçı. Bakın şu gür bıyıklarına, bunlar kocasından miras. Pos bıyıklı. O bir dişi atlıdır. Çok yiğitçe çarpışacaktır. Şu ikisi Hucheloup Ana ile Matelote bütün mahalleye nal toplatır. Evet, dostlar. Asitmargarik ile asitformik arasında, on beş aracı asitin bulun­ duğu ne kadar doğruysa, hükümeti devireceğimiz de o kadar doğru. Hem bu bana vız gelir. Matematik derslerine aklım hiç çalışmaz. «Babam benden sürekli nefret etti. Ben yalnızca aşktan ve özgürlükten anlardım. Param olmadığından (böyle bir alışkanlı­ ğım olmadı hiç), ve yine bu nedenle hiçbir zaman da parasız kal­ madım. Ama emin olun, eğer paralı biri olsaydım, dünyada yok­ sul kimse kalmazdı. Ah, dünya görürdü. Yüce Tanrım, neden sanki iyi kalpli insanlarla dolu keselere sahip olmazlar? Rostc­ hild’in servetine sahip bir İsa peygamberi düşünün... Ne kadar iyilik yapardı? Matelote, sarılın bana. Siz hem tutkulu, hem de çekingensiniz. Bir kız kardeş öpüşünü bekleyen yanaklarınız ve bir sevgilinin öpüşlerini davet eden dudaklarınız var.» Courfeyrac: «Kapa çeneni, şarap fıçısına dönmüşsün!..» Grantaire: «Ben Toulouse Belediye Başkanı ve Toulouse Akademi üye­ lerindenim.» Barikatın üzerinde ve elde silahla çevresini izleyen Enjolras o güzel ve ağırbaşlı yüzünü kaldırdı. Daha önce tanımlarken, onun bir kahraman ve dindar biri olduğunu söylemiştik. O, eski zamanların kahramanı Leonidas ile Thermopyles sa­ vaşında öleceği gibi, tutucu Cromwel’le beraber Katoliklerin bu­ lunduğu Drogheda şehrini hemen yakardı. Bağırdı: «Hey dostum, git başka yerde sız. Burada sarhoşluğa izin yok, yalnızca coşkuya izin var. Barikatın onurunu kirletme!» Onun bu hışmı Grantaire’de umulmadık bir etki bıraktı. Son­ ra, başından aşağı bir bardak soğuk su dökülmüş gibi hemen ayıldı. Kalkıp oturdu. Pencerenin önündeki masaya dirseğini ko­ yup, Enjolras’ın yüzüne çok sevecen bakışlarla baktı ve: 1070

«Sözlerini ciddiye aldığımı biliyorsun,» dedi. «Çek git buradan!» «İzin ver de burada uyuyayım.» Enjolras: «Başka yerde uyu,» dedi. Grantaire sevgi dolu, bulanık gözlerini ona çevirip: «Bırak da ölünceye değin burada kalayım,» dedi. Enjolras küçümseyerek: «Grantaire sen inanç nedir bilmediğin gibi, düşünmek, iste­ mek, yaşamak ve ölmek becerilerinden de mahrumsun!» Grantaire ağıbaşlıca: «Bekle ve gör!» dedi. Anlaşılmaz birkaç şey daha geveledi, sonra başı masanın üstüne düştü. Deliksiz bir uykuya daldı. 4 HUCHELOUP ANAYI AVUTMAK Barikata hayran olan Bahorel: «Oh, ne iyi oldu, sokağı baştan sona kapattık...» Bir yandan meyhaneyi yıkıp, bir yandan, dul Madam Huche­ loup’yıı avutmak isteyen Courfeyrac: «Madam Hucheloup, geçen gün belediyenin size ceza verdi­ ğinden şikâyet etmediniz mi? Gibelote pencereden bir battaniye silkeledi diye size ceza vermediler mi?» «Ah benim iyi kalpli efendim, yoksa şu canım masamı da o korkunç setin içine mi atacaksınız... Evet, haklısınız hem o örtü, hem de çatı katından sokağa düşen bir çiçek saksısı yüzünden hükümet benden yüz frank aldı. Bu ne katlanılmaz bir haksızlık değil mi?» «Hucheloup Ana, biz de sizin öcünüzü alacağız onlardan.» Hucheloup Ana, bu sözlerden ne kazandığını iyi anlayamadı. Şu Arap kadın gibi, hoşnut olabilirdi sadece. Kocasından yok ye­ re dayak yiyen kadın, ağlayarak babasına koşmuş ve gözyaşla­ rıyla, ondan intikam almasını istemişti. «Baba, göze göz, dişe 1071

diş, sen de buna karşılık ver!» Baba: «Kocan hangi yanağına vurdu?» «Sol yanağıma.» Baba o zaman kızının sağ yanağına bir tokat atıp: «Artık sevinebilirsin, git kocana söyle, o benim kı­ zıma vurdu, fakat ben de onun karısını tokatladım!» Yağmur kesilmiş, yeni gönüllüler gelmişti. İşçiler önlüklerinin altında bir fıçı barut, asit şişeleriyle dolu bir sepet, iki ya da üç karnaval meşalesi, bir küfe dolusu da kralın şenliğinden kalan şenlik lambalarından getirmişlerdi. Bu şölen mayıs ayında veril­ diğine göre aradan fazla zaman geçmemişti. Bu cephanelerin ve gereçlerin Saint-Antoine Mahallesindeki bir bakkal tarafından gönderildiği konuşuluyordu. Chanvrerie Sokağının o tek fenerini kırdılar. Saint-Denis Sokağındaki çevre­ ye yakın bütün sokakların da fenerlerinin başına aynı şey geldi. Enjolras, Combeferre ve Courfeyrac, kumandayı ele almıştı. Şu sırada Corinthe evine dayalı ve bir üçgen oluşturan iki bari­ kat daha kurulmaya başlamışlardı. Barikatlardan iri olanı Chanv­ rerie Sokağını kapatıyor, diğeri Cygne Sokağı yönünden Mon­ detour Sokağını kapatıyordu. Epeyce dar olan bu son barikat sadece fıçılar ve kaldırım taşlarıyla yükseltilmişti. Yaklaşık elli iş­ çi çalışıyordu, onlardan otuzu silahlıydı. Çünkü yoldan geçerken bir silahçıya girip ödünç almışlardı. Bu grup ölçüsünde tuhaf görünümlü bir grup daha olamaz. Kimi yeleği andırır bir ceket giymiş, elinde bir süvari kılıcıyla iki eyer tabancası tutuyor, bir diğeri gömlekle çalışıyor, kolları sıva­ lı bu delikanlının başında yuvarlak bir şapka ve omuzlarından bi­ rinde de bir barutluk duruyordu. Bir diğeri dokuz yapraklı gri renkli kâğıttan bir göğüs zırhı oluşturmuş ve bir derici önlüğüyle silahlanmıştı. Aralarından biri avazı çıktığınca: «Sonuncusuna kadar öldürelim, sonra biz de süngü ucunda ölelim!» diye bağı­ rıyordu. Bazıları süngüsüzdü. Başka biri ceketinin üzerine kırmı­ zı iplikle: «kamu düzeni» örülmüş bir mermi çantası takmıştı. Çoğunda alay numarası olan tüfekler, birkaç şapka, iki-üç mız­ rak da hazırdı. Hepsi kravatsızdı. Her yaşta, her yüzde erkekler vardı. Solgun benizli gencecik delikanlılardan tutun, güneş yanı­ ğı liman işçilerine kadar. Hepsi arı gibi çalışıyor, bir yandan da, 1072

yorumlar yapıyorlardı. «Sabahın üçüne doğru yardım bekledik­ lerini; bir alaya çok güvendiklerini... Paris’in isyan edeceğini...» anlatıyorlardı. Yalansız bir neşenin karıştığı bu konuşmalarla bir­ birlerine bağlanmışlardı. Kardeş gibilerdi, ama henüz birbirleri­ nin isimlerini bile bilmiyorlardı. Büyük tehlikelerin en güzel tara­ fı, yabancılar arasında bile bir kardeşlik oluşturmasıdır. Mutfakta ateş yakılmıştı ve bir kalıpta güğümler, kaşıklar, ça­ tallar meyhanenin gümüş ve kalaylarını eritiyorlardı. Bu arada içmekten de geri durmuyorlardı. Kapsüllerle iri domuz saçmala­ rı şarap kadehleriyle masaları allak bullaktı. Bilardo salonunda, Hucheloup Ana, Matelote ve Gibelote es­ ki paçavraları yırtıp sargıbezleri yapıyorlardı. Korkan kadınların her biri farklı yüz ifadelerine bürünmüşlerdi. Biri sersemlemiş, di­ ğerinin soluğu kesilmiş, üçüncüsü ise uyanık halde, ara verme­ den çalışıyorlardı. Onlara üç erkek de yardımcı oluyordu, saçlı sakallı bu güçlü üç isyancı, çamaşırcı kadınların parmakları gibi usta ellerle bez­ leri ellemeleri, meyhane kadınlarını titretmişti. Courfeyrac, Combeferre ve Enjolras’ın ilgisini çeken, Billets Sokağı köşesinde gruplarına katılan o boylu boslu adam küçük barikatta çalışıyor ve epey yararı dokunuyordu. Gavrohce o bü­ yük barikattaydı. Courfeyrac’ın evine gidip Marius’ü soran deli­ kanlı ise yolcu arabasını durdurup yıktıkları anda kaybolmuştu. Gavroche mutluluktan uçuyordu ve herkesi heveslendirmeye çalışıyordu. Geliyor, gidiyor, çıkıyor, iniyordu. Bir içgüdüsü mü vardı? Evet, sefaleti. Kanatları mı? Evet, sevinci. Gavroche, fır­ tına gibiydi. Her an onu görüyor, her yerden sesini duyuyorlardı. Havayı dolduruyor, her yanda beliriyordu. Onun bu her yerdeliği sıkıcı olmaya bile başlamıştı, ona durak yoktu. O büyük barikat onu sırtında hissediyordu. İpsiz sapsızları tedirgin ediyor, uyu­ şukları kışkırtıyor, yorulanları güçlendiriyordu. Düşünenlerin sa­ bırlarını taşırıyordu fakat bazısını keyiflendiriyor, bazısını güç­ lendiriyor ve öfkelendiriyordu. Bir öğrenciyi eleştiriyor, bir işçiyi ısırıyor, duruyor, bekliyor ve tekrar oradan buraya seyirtiyordu... Gürültü ve gayretin üzerinde uçaşarak vızıldıyor, herkesi kışkır­ 1073

tıyor, herkesi sarsıyordu. Devrim isimli o posta arabasının sine­ ği gibiydi. O sonsuz hareketlilik, onun o küçük kollarında ve küçük ci­ ğerlerinde gibiydi... «Haydi, biraz daha moloz taşıyın, daha fazla fıçı, biraz da şeyden, hani var ya şu sıvadan, deliği kapatmak için. Şu sizin barikat epeyce küçük, yükselmesi gerekiyor. Üstüne bir şeyler daha getirin, her bulduğunuzu tıkın, evi yerle yeksan edebilirsi­ niz. Bir barikat, Gibou Ana için bir bardak çay gibi. Vay canına, işte camlı bir kapı.» İşçiler: «Delirdin mi? Cam kapı gerekmez.» «Herkül bozmaları, camlı bir kapı bir barikatın en iyi şeyidir. Gerçi saldırmalarını önlemez fakat yine de, almak isteyenleri en­ geller. Siz hiç cam kırıklarıyla dolu bir duvardan elma aşırmayı denediniz mi? Gamdan bir kapıdan barikata tırmanmak, bunu yapmak isteyenlere duman attırır, ayaklarını yaralar. İşte cam bu kadar haindir. Haydi, hayal gücünüz sıfırmış dostlar!» Bir yandan elindeki o horozsuz tabancaya yazıklanıyordu. Çalışanlara yalvarıyordu: «Bir tüfek, ne olur bana bir tüfek bulun! Neden kimse bana tüfek vermiyor ki?..» Combeferre: «Tüfek istiyorsun ha?» Yumurcak hemen: «Neden olmasın? X. Charles’ın tahttan indirilişinde, benim de bir tüfeğim vardı.» Enjolras: «Erkeklerin fazladan silahı olduğunda sana veririz.» Gavroche ona döndü ve gururla: «Ölürsen seninkini alırım,» dedi. Enjolras: «Haylaz!» dedi. Gavroche: «Acemi çaylak!» 1074

Bu arada yolunu kaybettiği için oralarda dolanan züppe kılık­ lı birini gözüne kestiren çocuk: «Haydi yiğidim buraya gelsenize, şu köhne Vatan Ana için bir şeyler yapmak istemez misiniz?» Züppe koşarak uzaklaştı. 5 HAZIRLIK BAŞLIYOR Zamanın gazeteleri Chanvrerie Sokağının «alınamayacak barikatı» için bir binanın ilk katına kadar yükseldiğini söylemiş­ lerdi, aslında aldanıyorlardı. Barikatın boyu iki metreyi geçmiyor­ du ya da en fazla iki buçuk metreydi. Çarpışanların zaman za­ man siperlenip saklanacakları veya üstten etrafı kolaçan ede­ cekleri biçimde yapılmıştı, içerde yükselen basamaklar yardı­ mıyla, tepeye çıkma yolu da vardı. Dışarıda sökülüp dizilmiş kal­ dırım taşları ve de devrilmiş fıçılar, kalaslar ve birbirine geçmiş parçalar üstüne yığılıp bir süre önce ele geçirilen o araba teker­ lekleri üstüne istiflenmişti, bu da epey zorlu ve geçit vermez bir görüntü ekliyordu. Evlerin duvarları ve barikatın meyhaneye en uzak yerinde açılan bir geçitten bir adam kolayca girip çıkabilir­ di. Posta arabasının dikine yerleştirilen ok iplerle bağlıydı. Bir di­ rek üstünde kırmızı bir bayrak vardı. Meyhanenin hemen arkasındaki o küçük barikat, arkalara gizlenmiş olduğundan, gelip geçenler tarafından görülmüyordu. Birleşen iki barikat tam metristi. Enjolras ve Courfeyrac Monde­ tour Sokağının, Precheurs Sokağıyla çatışan diğer yanında ba­ rikatla kapatmayı gerekli görmemişlerdi. Herhalde böylece dışa­ rıyla bir haberleşme aracını korumak istemişlerdi. Riskli ve aşıl­ ması zor Precheurs Sokağında bir saldırı ihtimali görmüyorlardı. Folard’in askeri terimlerle, «hortum» diyebileceği ve serbest kalan bu hortumu Chanvrerie Sokağına açılan o dar geçidi dik­ kate alırsak, barikatın içi her tarafı kapalı bir dörtgen halindeydi. 1075

Meyhane bu dörtgenin içindeki bir çıkıntı gibiydi. Sokağın niha­ yetindeki yüksek evlerle barikat arasında yirmi adımlık bir mesa­ fe vardı ki, böylece barikat öteden bakıldığında, evlere dayalı gi­ bi görünüyordu. Evlerde birileri vardı, fakat yine de kapı ve pen­ cereler örtülüydü. Bütün bu didinme, bir saatten daha kısa sürede tamamlan­ mıştı. Bir avuç cesur adam, bu arada, ne bir asker şapkası, ne de bir süngü görmüştü. İsyanın o döneminde Saint-Denis Soka­ ğından geçecek olan şehirliler Chanvrerie Sokağındaki barikatı görür görmez, hemen adımlarını hızlandırıp yollarını değiştiri­ yorlardı. O iki barikata bayrak asılıydı. Dışarı bir masa çıkarıldı ve Co­ urfeyrac masaya çıktı. Enjolras, delikanlının evinden getirdiği küçük valizi getirdi, Courfeyrac açtı; mermi doluydu. Bunları gö­ ren en cesurları arasında bile bir titreme oldu ve bir an herkes sessizleşti. Courfeyrac gülümseyerek dağıttı bunları. Her biri otuzar tane aldı. Birçoklarında baruttozu olduğundan, eritilen kurşunlarla karıştırıp, yenilerini yaptılar. O barut fıçısı ise, kapının yanında, bir masadaydı, yedek ola­ rak sakladılar. Asker çağırma trampeti ara vermeden çalıyordu, ama bu ar­ tık şehri kuşatan monoton bir ses gibiydi, bunu önemseyen çık­ madı. Bu ses hüzünlü titreşimlerle uzaklaşıyor, yaklaşıyordu. Muhteşem bir ciddiyetle tüfek ve karabinaları doldurdular. Enjolras barikatın üstüne üç nöbetçi bıraktı. Biri Chanvrerie So­ kağına, diğeri, Prencheurs Sokağına, üçüncüsü ise Petite-Trun­ derie Sokağına. Daha sonra barikatlar yapılıp, karakollar belirlenip, silahlar doldurulup nöbetçiler de bırakıldıktan sonra, artık hiç kimsenin geçmeyi denemeyeceği ve kimsenin geçmediği ve hiçbir insan devinimi görülmeyen o ölü gibi sessiz evlerle kuşatılmış korkunç sokakta, inen akşam karartıları arasında bir şeylerin ilerlediği hissedildi. Acıklı ama korkunç bir şey giderek yakınlaşıyordu. Hepsi de silahlı ve yalnız, kararlı ve sakin bekliyorladı. 1076

6 BEKLEYİŞ Bu bekleyiş anlarında neler yaptılar? Bu da tarihe geçtiği için, anlatmak istiyoruz. Erkeklerin çoğu mermi hazırlar, kadınlar sargıbezleri keser­ ken, ateşteki tencerede harlı bir maltızda kurşun eritirken, nö­ betçiler elde silah barikatın üzerinde çevreyi izlerken, Combefer­ re, Courfeyrac, Jean Frouvaire, Feully, Bossuet, Joly, Bahorel ve daha birkaçı yan yana geldiler ve okuldaki o huzurlu günlerinin gevezeliklerine dalıp kışlaya dönüştürülen o meyhanede toplan­ dılar. Son saatleri yaklaşan bu adamlar silahlarını iskemlelerinin ardına koyup aşk şiirleri okumaya koyuldular: Aklında mı o güzel hayatımız? Delikanlıydık ikimiz de, Kaygımız yoktu dünyada, Şık giysiler ve sevişmek dışında. Yaşlarımız uç uça eklense, Zor bela bulurdu kırkı, O yalın evimizde, kış aylarında, Bahar rüzgârlar yollardı bizlere. Ah o güzel günler. Onurlu ve zeki Manuel, Şehir kusursuz şölenler verirdi bize, Şimşek gibi çakardı Foy, Bluzunun iğnesi batarken elime. Herkes ona bakardı, aylak avukatlar da. Prado’ya yemeğe götürürdüm seni, O kadar güzeldin ki, kıskanırdı herkes seni, Çiçekler bile, oradan geçtiğimizde. 1077

Ne de alımlı derlerdi, sana, Mis gibi kokuyor, ya o kıvırcık saçları, İpekli mantosu kanatlarını mı saklıyor? Pembe şapkası henüz açmış gül gibi. Kolun kolumda, dolaşırdık yollarda, Gelip geçenler, büyülenip gözlerinle, Canım Nisan ayının Mayıs’la, Vuslata erdiğini düşünürlerdi hep... Uzaklardı yaşardık, kötü gözlerden uzaklarda, Zevkine varırdık aşkın yasak meyvesinin, Tek kelime konuşmazdık, Karşılamasın diye yüreğimizin sesi onu. Sorbonne, sana taptığım, O kırsal yöre gibiydi, işte böylece aşkla ruh, İzlerdi Latin kentlerinin aşk rotasını. Ey Maubert, ey Dauphin meydanları, Serin ve çiçekli o sade evde, İnce bacağına giydiğinde çoraplarını, Bir yıldız görürdün evinin damında. Okudum Platon ’u fakat unuttum ne varsa, Malebranche ve Lamenais nal topladı, Yanında senin. İyiliği bellettin bana, Sunduğun çiçeklerle açtın Cennet kapılarını. Uyardık birbirimize, sen eğilirken önümde, O süslü odamızda seni görmek, Tez vakit, üzerinde gömleğin, İzlerdin güzel yüzünü o köhne aynada. 1078

Ah unutulur mu, böyle acılar? Altına boyalı o gökyüzü, Kurdeleler, çiçekler ve tüller, Aşkın o doyulmaz mırıltıları. Bir lale saksısıydı bizim bahçemiz, Etekliğinle kapatırdın pencereni, Alırdım pipoyu, toprak kabı, Sana sunardım porselen kâseyi. Bizi ne çok güldürdü o koyu acılar, Yanan manşonun, yiten şalın, Bir akşam yemek parası için sattığımız, İlahi Shakespeare’in resmini hatırla. Dilenirdim ben, fakat sen hep verirdin, Dudaklarım aranırdı o dolgun kolunu, Dante’nin forması olurdu bizim için tabak, Yüz gramlık kestane yemek uğruna. O fakir odama ilk geldiğinde, Alev dudağından aldığım öpücük, Kaçıp gittin, saçların darmadağın, Gelincik gibi yüzünle inandırdın Tanrı’ya beni. Unutma o benzersiz mutluluğumuzu, Hayal oldu artık o canım günler, Gölgeli kalplerden yükseldi, Sayısız soluklar göklerin yüceliğinde... Yaşadıkları o coşkulu anlar, bulundukları o tekinsiz yer, hatır­ lanan bu gençlik ve gökte parlayan birkaç yıldız, bu tenha so­ kakların hüzünlü huzuru, giderek yakınlaşan o kaçınılmaz sonun yakınlığı, Jean Prouvaire’in yarım sesle okuduğu bu aşk dizele­ rine daha da etkili bir güzellik, bir büyü eklemişti. Daha önceleri değindiğimiz gibi, Jean Prouvaire güzel dizelerin yazarıydı. 1079

Bu sırada küçük barikatta, bir fener yakmışlardı ve büyük ba­ rikatta karnaval eğlencelerinde sokaklarda gezdirilen ve maske­ li adamlarla dolu arabalarda yakılan meşalelerden biri yanıyor­ du. Bu meşaleler Saint-Antoine Mahallesinden gelmeydi. Rüzgârdan korumak için meşaleyi kapalı taşlardan yapılı ve üç yanı örtülü bir kafese koymuşlardı. O kadar ki bütün ışık bay­ rağa yansıyordu. Sokak ve barikat karanlıktaydı. Dışarıdan ba­ kana yalnızca bu kırmızı bayrak görünüyordu. Bu yetersiz ışık, kızıl bayrağı müthiş bir renkle kaplamıştı. 7 BİLLETS SOKAĞINDAN GELEN BİR GÖNÜLLÜ Karanlık iyice çökmüştü, çıt yoktu, kimsecikler görünmüyor­ du. Epey uzaktan belli belirsiz sesler geliyordu. Arada bir de bir­ kaç tüfek patlıyordu. Bu beklenti, hükümet güçlerini toplamak için vakit kazandığını gösteriyordu. Barikattaki elli kişi saldıracak altmış bin kişiye direneceklerdi. Enjolras sabırsızdı. Korkunç olaylar arefesinde güçlü ruhlara dolan o coşkuya kapılmıştı. Basık salonda mermi yaparak oyala­ nan Gavroche’un yanına gitti. Mermi masasından uzağa, tezgâ­ ha konulan mumlar epey loş bir ışık yayıyordu, dışarıdan asla gö­ rülmezlerdi. Zaten asiler evin üst katında ışık yakmamışlardı. Mermi dolduran Gavroche kaygılı gibiydi. Bakışları Billets Sokağında kendilerine katılan adama çevriliydi. Adam içeri girip, karanlıktaki bir masaya geçmişti. Silahı ba­ caklarının arasında, cephaneliği önündeki masadaydı. O zama­ na değin binbir işle oyalanan Gavroche, adamı yeni görüyordu. Adam girince onun silahına beğeni dolu gözlerle bakan çocuk, bir süre onun oturmasını izledi, fakat adam oturunca, hemen yerinden fırladı. Adamı, o zamana değin biri incelemiş olsa, onun barikattaki isyancıları nasıl derin bir merakla incelediğini fark ederdi. Fakat salona girdiğinden beri adam, sanki derin dü­ şüncelere dalmış, çevresindekilerin farkında değilmiş gibiydi. Haylaz çocuk, adama yaklaştı ve uyuyan birine gösterilen 1080

özenle sesizce, onun etrafında dolandı. O sırada, onun küstah ve ağırbaşlı, hem uyanık, hem de mana yükü yüzünde, epey farklı bir şaşkınlık belirmişti. Kendi kendisine söylenir gibiydi. «Hayır, inanılır gibi değil! Amma yaptım! Yanlış görüyorum. Evet. Hayır! Olamaz! Yoksa rüya mı görüyorum?» diye art arda düşünceler geçiriyordu aklından. Gavroche topukları üstünde sallanıyor, yumrukları cebinde, bir kuş gibi boynunu uzatıyor, alt dudağını sarkıtıp, şaşkınca duruyordu. Köle pazarında o tombul çirkin kadınlar arasında bir Venüs bulan bir haremağasına ben­ zemişti. Ya da anlamsız taslaklar arasında değerli bir tablo, me­ sela, Raphael’in bir resmini bulan bir antikacı gibiydi. Aklı hızla çalıştı, zekâsı, içgüdüsü uyanmıştı. Gavroche’a epey tuhaf şey­ ler olduğu belliydi. O sırada Enjolras yaklaştı: «Baksana ufaklık, sen epey küçüksün, seni fark etmezler, senden bir iyilik isteyeceğim, barikattan çık, evler boyunca sürü­ nüp duvar önlerinden yürü, sokakları şöyle bir kontrol et ve gel, sonra gördüklerini anlat.» Gavroche parmak uçlarına basıp boyunu yükseltti ve: «Ya! Demek küçükler de işe yarıyor!» diye söylendi. «Oh, ne iyi! Buna sevindim. Hemen giderim. Bu arada dinleyin beni, siz küçüklere güvenin, fakat büyüklerden uzak durun!» Sonra başı­ nı kaldırıp, o köşede oturan ve Billets Sokağında gelip aralarına katılan adamı gösterdi: «Şu adamı iyice gördünüz mü?» «Evet, ne varmış. Kim o?» «O bir polis.» «Vay canına! Emin misin?» «Daha on beş gün olmadı, Royal köprüsünde hava alıyor­ dum ki, beni kulağımdan çektiği gibi yukarı kaldırdı.» Enjolras onun yanından ayrıldı, orada bulunan şarap rıhtımı işçilerinden birinin kulağına bir şeyler fısıldadı. İşçi salondan ay­ rıldı ve hemen yanında üç kişiyle içeri girdi. Bu geniş omuzlu dört hamal, masaya oturmuş adama sezdirmeden arkasına geç­ tiler. Onun üzerine atılmaya hazır beklediler. O zaman Enjolras yaklaşıp: 1081

«Kimsiniz siz?» diye sordu. Bu soru adamı ürpertti ve bakışlarını Enjolras'ın güzel gözle­ rinin içine dikip onun aklindakini okur gibi oldu. Sonra da gülüm­ sedi. Bu gülümseyiş dünyada görülenlerin en küçümseyeni, en kararlısı ve en korkuncuydu. Ağırbaşlıca: «Sözlerinizi anladım. Haklısınız.» «Yani bir polissiniz ha?» «Hayır, ben sadece otoritenin görevlisiyim. Bir güvenlik me­ muruyum.» «İsminiz nedir?» «Javert!» Enjolras masanın arkasındaki dört kişiye işaret verdi. Çarça­ buk, Javert daha arkasına dönmeye fırsat bulamadan yakalan­ dı, yere yatırıldı, eli ayağı bağlandı ve üzeri arandı. Ceplerinde iki cam arasına yapışık, yuvarlak bir karton bulun­ du. Bir yüzünde Fransa’nın armasıyla «İzleme ve Uyanıklık» ke­ limeleri kazılıydı. Bu madalyanın diğer yüzünde «Javert, Polis Müfettişi, 52 yaşında» yazılıydı ve zamanın Polis Müdürü Mös­ yö Gisquet’nin imzasını taşıyordu. Altın bir saati ve biraz paranın bulduğu bir cüzdanı bile vardı. Cüzdanı ve saati ona bıraktılar, saat kapağının hemen arkasın­ da dörde katlı bir kâğıt buldular. Kâğıtta şunlar vardı: Siyasi görevini yaptıktan sonra Polis Müfettişi Javert, özel bir görevle, léna Köprüsü civarındaki Seine Irmağının sağ kıyısında arananlarla ilgilenecek. Üstünün aranması bitince onu ayağa kaldırdılar ve kollarını arkasına bağlayıp, onu salon direğine, bir zamanlar adını mey­ haneye veren Corinthe salkımının direğine bağladılar. Bu sahneyi izleyen Gavroche, başını sallayarak olanları onaylamıştı. Javert’e yaklaştı ve: «Bu kez kediyi fare enseledi,» dedi. Bütün bunlar o kadar seri olmuştu ki, meyhane çevresinde bu­ lunanlar, neden sonra, bunu fark ettiler. Onlar geldiğinde her şey olup bitmişti. Bütün bu işler sırasında Javert çıt bile çıkarmamıştı. 1082

Javert’in direğe bağlı olduğunu gören Courfeyrac, Joly, Bossuet ve Combeferre ve iki barikata dağılmış adamlar koşaradım geldiler. Direğe sıkıca bağlanan Javert, hayatı boyunca yalan söyle­ memiş, cesur bir adamın rahatlığıyla başını kaldırmıştı. Enjolras arkadaşlarına onu gösterip: «işte size bir işbirlikçi,» dedi. Daha sonra polise dönüp, «Barikat ele geçmeden iki dakika önce kurşuna dizileceksiniz!» dedi. Javert tepeden bir sesle sordu: «Neden şimdi öldürmüyorsunuz?» «Mermi harcamamak için.» «O zaman işinizi bıçakla yapın, beni öldürün.» Alımlı Enjolras: «Biz katil değiliz, yargılarız ve sonra gerekirse öldürürüz. Biz cani değil yargıcız.» Daha sonra bunları izleyen Gavroche’a seslendi: «Ne bekliyorsun, gitsene!» Gavroche: «Hemen!» diye bağırdı, sonra tam çıkacağı zaman durdu ve seslendi: «Aklıma takılan bir şey var, onun silahını bana versenize, çalgısı sizin olsun, fakat klarnetini bana verin.» Haylaz onları keyifle selamladı ve barikatın aralığından dışa­ rı çıktı. 8 «LE CABUC» İSİMLİ FAKAT «LE CABUC» DA OLMAYACAK BİRİNE DAİR BİLİNMEYENLER Gavroche’un ayrılmasından hemen sonra yaşanan bir olayı an­ latmazsak, demin çizdiğimiz o acıklı tablo eksik kalır. Okurun bu is­ yanın en zorlu anlarında emeğe karışan titremeleri daha iyi anla­ yabilmesi için, müthiş bir olaydan da söz etmeyi gerekli gördük. Bilindiği gibi, böylesi isyanlarda toplanmalar bir kartopu gibi 1083

kabarır. Birden toplanan ve nereden geldiği bilinmeyen bu adamlar birbirlerine kimlik sormazlar. ABC Dostlarının yönettik­ leri gruba katılanlar arasında, üzerinde bir hamal küfesi taşıyan çam yarması bir adam da vardı. El kol işaretleriyle giden bu ha­ mal kılıklı adam, sarhoşa benziyordu. Bu adam pek çoklarının iyi tanıdığı Le Cabuc isimli biriydi. Pek çoklarının tanıdıklarını söy­ lemelerine rağmen, kimse onu yeterince tanımazdı. O ya epey sarhoştu ya da özellikle sarhoş taklidi yapıyordu. Birçoklarıyla beraber meyhane dışına çıkarılan bir masaya oturmuştu. Bütün sokağa hâkim görünen ve Saint-Denis Sokağının karşısındaki bu eve dalgın bir dikkatle bakıyordu. Sonra arkadaşlarına: «Hey dostlar, bakın ben ne diyeceğim, biz bu eve yerleşip pencerelerinden ateş açmalıyız, oraya çıktığımız zaman düş­ man asla buraya adım atamaz.» Biri: «Haklısın fakat ev kapalı,» dedi. «Açtırırız.» «Açmazlar.» «Kırarız.» Le Cabuc, bu sözlerle hemen kapıya koştu ve o bronz tok­ mağı kapıp bütün gücüyle vurdu. Kapı açılmadı, bir daha vurdu. Yanıt veren çıkmadı. Bir daha vurdu: «Burada kimse yok mu?» diye bağırdı Le Cabuc. Yanıt veren olmadı. O zaman bir silah kaptı ve dipçikle vurmaya başladı. Meşe kapı, içeriden bir sacla sağlamlaştırılmış ve demir çubuklarla kaplı olan bu kapı, bir zindan kapısına benziyordu. O dipçik vu­ ruşları evi inletmiş, fakat kapıcıyı yerinden oynatamamıştı. Fakat herhalde evde oturanlar korkmuş olmalıydı ki, nihayet üçüncü katta aralanan bir pencereden bir baş uzandı. Bu kapı­ cının başı olabilirdi. Ürkek bir baş. Kapıyı döven adam durdu. Kapıcı sordu: «Ne istiyorsunuz?» Le Cabuc: «Aç kapıyı.» 1084

«Açamam.» Le Cabuc tüfeğini omuzlayıp kapıcıya nişan aldı, fakat kendi­ si hem aşağıda, hem de karanlıkta olduğundan, kapıcı onu iyi seçemedi. «Açacak mısın açmayacak mısın, evet mi hayır mı?» «Açamam, efendim.» «Hayır mı dedin?» «Evet, hayır dedim, benim iyi...» Kapıcı sözlerini tamamlayamadı, ansızın patlayan tüfek, onu hakladı. Çenesinden giren mermi boynundan çıkmıştı. Şahda­ marı parçalandıktan sonra, yaşlı adam inlemeye bile vakit bula­ madan olduğu yere devrildi. Mum sönmüştü. Pencere pervazına dayalı bir başla usulca dama yükselen beyaz bir dumandan baş­ ka bir şey seçemediler. Le Cabuc tüfeğini yere koydu: «işte bu kadar,» dedi. Bu sözleri yeni söylemişti ki, kartal pençesini andıran bir el omuzunu tuttu ve kulağının dibinde bir ses duydu: «Diz çök.» Katil başını çevirdi ve hemen karşısında Enjolras’ın beyaz ve kayıtsız yüzünü gördü. Elinde bir silah vardı. Silah sesini duyan Enjolras koşup gelmişti. Sol eliyle Le Cabuc’un yakasına, gömleğine ve askısına ya­ pışmıştı: «Diz çök!» Güçlü eliyle yirmi yaşındaki narin delikanlı, tıknaz ve güçlü katili bir çubuk gibi büktü ve onu çamurlarda diz çöktürdü. Le Cabuc, kar­ şı çıkmak istedi, fakat insanüstü bir güç tarafından yakalanmıştı. Enjolras solgun yüzü, saçları perişan, o kız yüzünü andıran alımlı yüzüyle, şu anda Antik Themis’e benzemişti. Açılmış bu­ run delikleri, yere eğik gözleri, onun o alımlı Grek profilinde öf­ keyle ahlakı birleştiriyordu. Şu anda, Antik Adaletin simgesiydi. Barikattakilerin hepsi koştular, ötede bir halka oluşturup bek­ lediler. Şu anda, görmeye hazırlandıkları şeye karşı tek kelime edemeyeceklerini anlamışlardı. 1085

Yerlere düşen Le Cabuc direnmeyi bile denemedi. Bütün be­ deni zangırdıyordu. Enjolras: «Bir saniyen var,» dedi. «Ya düşün ya da son duanı et.» Adam: «Affedin,» dedi, sonra başını eğip anlaşılmayan birkaç söv­ gü savurdu. Enjolras bakışlarını elindeki saate dikmişti, süre tamamlandı, saatini cebine koydu. Bu da bittikten sonra Le Cabuc’yu saçla­ rından kavradı. Adam uluyarak onun bacaklarına sarılmıştı. En­ jolras tabancanın namlusunu onun kulağına dayadı. Serüvenle­ rin en korkuncuna bilerek atılan şu cesur adamların çoğu, baş­ larını çevirdiler. Patlama duyuldu ve katil kaldırıma düştü. Enjolras başını ge­ riye attı ve etrafına sert gözlerle bakıp: «Şunu barikat dışına sürükleyin,» dedi. Üç kişi o alçak adamın leşini kaldırıp sürüklediler ve onu kü­ çük barikattan Mondetour Sokağına attılar. Enjolras dalgınca bekliyordu. Onun o korkunç huzuru meçhul gölgelerle kaplanmıştı. Derken sesini yükseltti: Onu dinlemek için hepsi sustu. «Yurttaşlar,» diye başladı. «Şu adamın yaptığı korkunçtu. Fakat benim yaptığım da öyle. O da öldürdü, ben de. Bunu yap­ mak zorundaydım, çünkü isyanın bir disiplini olmalıdır. Adam öl­ dürme, burada da başka yerde olduğu gibi, cinayettir. Bizler Devrim’in gözetimi altındayız. Bizler görevin kurbanları, Cumhu­ riyetin rahipleriyiz ve işte bu nedenle, kimse bizim savaşımıza kara sürmemeli. Ben de, o adamı yargıladım ve öldürdüm. Fa­ kat bunu yapmak zorunda olmama rağmen, yine bu yaptığım­ dan iğrendiğim için, kendime bir ceza hazırladım, birazdan ken­ dimi nasıl cezalandıracağımı göreceksiniz.» Onu dinleyenler titredi. Combeferre: «Hepimiz yazgını paylaşıyoruz.» Enjolras sürdürdü: «Peki. Birkaç söz daha. Bu adamı öldürmekle ben zorunlulu­ 1086

ğa uydum, ama zorunluluk eski dünyadan kalan bir canavar, zo­ runluluğun diğer adı kader. Oysa ilerlemenin kanunları melekle­ rin önünde canavarların yok olmalarını gerektirir ve kaderin de kardeşliğin önünde kaybolması gerek. Şu anda sevgi sözünü açıklamanın yeri ve vakti değil belki, fakat yine de ben onu hem seslendirmek, hem de onurlandırmak isterim. Ey sevgi sen ge­ leceğimizsin! Ölüm seni kullandım, fakat senden iğreniyorum! Evet yurttaşlar gelecekte ne karanlıklar olacak, ne de gökgürül­ tüleri. Şeytan olmayacağı gibi Michel(*) de olmayacak. Gelecek­ te kimse kimseyi öldürmeyecek, dünya aydınlanacak, insanoğlu sevecek. Evet yurttaşlar, her şeyin huzur dolu olacağı o gün de gelecek. Uyum ve ışık, sevinç ve hayat, evet o gün epey yakın. O günün gelmesi için bizler de ölüme hazırlandık ya!..» Enjolras sustu, kız dudaklarına benzeyen o kırmızı dudakla­ rı kapandı. Bir süre, kan döktüğü o yerde, mermer kımıltısızlığıy­ la durdu. Gözleri bir yere çevriliydi, arkadaşları ou tedirgin etme­ mek için yarım sesle konuştu. Jean Prouvaire ile Combeferre usulca birbirlerinin elini sıktı­ lar ve birbirlerine dayanarak, merhamet dolu bir beğeniyle, hem katil, hem de rahip olan, su gibi saydam, fakat kaya gibi sert o delikanlıya bakakaldılar. Şunu da belirtelim ki, çok daha sonra Le Cabuc’un cesedi morga alındığında, üzeri aranmış ve cebinde bir polisin kimliği bulunmuştu. Bu kitabın yazarı 1848’de, buna dair 1832’de poli­ se sunulan raporu okudu. Yine bir diğer polis dedikodusuna bakılacak olursa, Le Cabuc aslında hırsız Claquesous’dan başkası değildi. Mesele şu ki Le Cabuc’un ölümünden sonra kimse Claquesous’dan söz etmedi. Hayatı gizlerle doluydu, ölümü de bir geceyle gerçekleşti. Delikanlıların neredeyse hepsi, bu acıklı olayın etkisindeydiler; derken Courfeyrac evine uğrayıp Marius’ü soran adamı gördü. Küstah ve rahat görünen bu adam, geceleyin barikata katıl­ mıştı. (*) Saint Michel: Şeytanı alt eden evliya.

1087

ON ÜÇÜNCÜ KİTAP MARİUS GÖLGELER İÇİNDE 1 PLUMET SOKAĞINDAN SAINT-DENIS’E Gün batımında gelen ses, kendisini Chanvrerie Sokağındaki barikata davet ses Marius için, kaderin sesi gibi oldu. Ölmek is­ tiyordu ya, işte fırsat. Tam mezar kapısına yaklaştığında, bir el kendisine anahtarı vermişti. Çaresizce bunalan kişinin önünde açılan bu kasvetli açıklık epey çekici görünür. Marius, kaç kez bahçeye girmesini sağlayan o parmaklığı itip dışarı fırladı ve «Gidelim!» diyerek sokakta yürümeye başladı. Çektiği acıyla çılgına dönmüştü, aklında sağlam ve kalıcı tek bir şey yoktu; hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey kabul edemiyor­ du. En büyük mutluluk, tatlı bir esrime içinde geçirdiği o iki aylık güzel süreden sonra, koyu bir acıya boğulmuştu, artık tek gaye­ si ölmekti. Epey telaşla yürüyordu, ceplerinde Javert’in aylar önce ver­ diği iki silah vardı. Plumet Sokağından çıktı ve cadde boyunca gidip, Esplana­ de, İnvalidesler Köprüsü ve Champs Elyées’den uçarcasına geçti. XV. Louis meydanından geçip Rivoll Caddesine saptı. Ma­ ğazalar açıktı, kemerler altında gaz fenerleri ışıltıyla yanıyordu, kadınlar alışveriş ediyor, Parisliler Laiter’de dondurma yiyor, ba­ zıları da İngiliz pastanesinden pasta alıyordu. Prince ve Meurice otellerinin önünden uçar gibi geçti. Marius, Saint-Honoré Sokağındaki Delorme Geçidine daldı. 1088

Dükkânlar açık değildi, satıcılar kapılarda konuşuyorlardı. Yürü­ yenler de vardı. Sokak lambaları yanmıştı. Evlerin ilk katlarından başlayarak bütün ışıkları yanıyordu. Palais Royal Meydanında süvari alayları vardı. Marius, Saint-Honoré Sokağından adımladı. Palais Ro­ yal’dan uzaklaştıkça, ışıklı pencerelerin azaldıklarını fark etti. Dükkânların kepenkleri çekilmişti ve kapı önleri boştu. Sokaklar karardıkça, kalabalık artıyordu. Çünkü artık yoldan geçenler, bir topluluk halindeydi. Bu kalabalıkta kimsenin konuştuğu duyul­ muyor, fakat kalabalıktan kısık ve yoğun bir gürültü yükseliyor­ du. Kuru Ağaç Sokağındaki çeşmenin önünden gelip geçenler arasında, hareketsiz gölgeler görülüyordu. Bunlar sokaklara di­ zili taşlara benziyorlardı. Prouvaire Sokağının girişinde kalabalık durmuştu. Burada dayanıklı ve neredeyse aşılmaz bir blok oluş­ turulmuştu. Bunlar arasında siyah elbiseler ve değirmi şapkalar görünüyordu. İşçi gömlekleri, şapkalar ve karmakarışık başlar. Bu kalabalık günbatımında dalgalanıyordu. Bu koyu kalabalıkta, Roule Sokağında, Prouvaire ve Saint-­ Honoré sokaklarının sonunda ışıklı tek bir pencere bile yoktu. Ne bir lamba, ne bir mum. Burada sokak fenerlerinin bile gide­ rek azaldığı belliydi. O eski zamanlarda sokak fenerleri, iplerden sarkan büyücek ve kırmızı yıldızlara benzerlerdi. Bunlar kaldırıma kocaman bir örümceğin gölgesini verirdi. Bu yollar tenha değildi. Orada tüfek çatıları, kıpırdayan süngüler, üs kurmuş taburlar vardı. Hiçbir şe­ hirli, ne kadar meraklı olsa da, bu sınırı geçmiyordu. Trafik ora­ da tıkanmıştı. Kalabalık bitiyor, ordu başlıyordu. Marius artık umutsuz bir adamın iradesiyle gidiyordu. Kendisi­ ni çağırmışlardı, gitmeliydi. Kalabalığı yarıp askerler arasından geçmenin çaresini buldu. Devriye ve nöbetçilerden uzak kaldı. Bir ara yolunu değiştirip Bthisy Caddesine daldı ve ordan Haller yö­ nüne geçti. Bourdonnais Sokağında, sokak fenerleri bile yoktu. Kalabalığı yardığı gibi taburların da arasından geçmişti. Müt­ hiş bir şeyin içindeydi. Ne bir yaya, ne de bir asker, ne bir ışık, 1089

kimse yoktu. Yalnızlık, tenhalık ve gece. İnsanı saran buz gibi bir şey. Bir sokağa girmek bir dehlize girmektir. Yürümeyi sürdürdü. Birkaç adım attı, biri koşarak önünden geçti. Bir erkek mi? Bir kadın mı? Birkaç kişi mi? Bilemiyordu, görünüp kaybolmuştu. Dolanarak Poterie Sokağı sandığı bir yere daldı. Bu sokağın ortasında bir engele çarptı. Ellerini uzatarak yokladı: Bu, ters çevrilmiş bir yük arabasıydı. Ayağı bir su birikintisini, yol çukur­ larını ve istiflenmiş kaldırım taşlarını fark etti. Burada başlanmış ve yarım bırakılmış bir barikat vardı. Kal­ dırım taşlarını geçip, barikatın diğer yanına geçti. Zemin taşları­ na yakın yürüyor ve evlerin duvarlarına bakıp, yolunu buluyordu. Bir ara, az ötede, barikatın dışında beyaz gölgeler seçer gibi ol­ du. Yaklaştı; beyazlık biçimlendi. Bunlar iki kırattı. O sabah Bos­ suet’nin yolcu arabasından çözdüğü atlardı. Hayvanlar öylesine koşarak, sokak sokak dolaştıktan sonra, durmuşlardı. İnsanoğ­ lunun kaderi anlamaması gibi, bu biçare hayvanlar da insanın davranışlarına akıl erdiremiyordu. Marius atları geride bıraktı. O arada Contrat-Social (Toplum Sözleşmesi) Sokağına benzettiği bir sokağa girmişti ki, ansızın nereden geldiğini bilemediği bir silah sesiyle irkildi ve yanından ıslık çalan bir mermi, bir berberin kapısına asılı bakır bir tıraş ka­ bına saplandı. 1846’da Contrat-Social Sokağında, Hal direkleri­ nin köşesinde hâlâ bu delik görülürdü. Bu silah sesi de en azından bir canlılık belirtisiydi, bundan sonra hiçbir şeyle karşılaşmadı. Geçtiği bu yollar, kara merdivenlerin inişine benzemişti. Ma­ rius yine de yürümeyi bırakmadı. 2 PARİS GECESİ O sırada, yarasa ya da baykuş kanatları takıp, Paris üzerin­ de uçarak süzülen bir yaratık çok sıkıntı verici şeyler görürdü. Şehir içinde bir şehir sayılan bütün bu eski Hal Çarşısı Ma­ 1090

hallesi Saint-Denis ile Saint-Martin sokaklarıyla kesilen ve sayı­ sız dar sokağı kesiştikleri o mahalle ona Paris’in ortasındaki bü­ yük ve karanlık bir çukur gibi gelirdi, isyancılar bu mahallede kendilerine barikatlar kurmuşlardı. Orada, gözler bir uçuruma bakar gibiydi. Kırılan fenerler ve kapalı pencerelerden dolayı, ne ışıklar vardı, ne de hayat izi. Her ses, her hareket durmuştu. Ayaklanmanın o meçhul polisi her yerde gezintisini sürdürüp, düzeni, yani geceyi sağlamıştı. Sayısı az insanları karanlığa boğmak, her savaşçıyı bu karanlığın içerdiği olanaklarla çoğalt­ mak, bu da isyanın kaçınılmaz taktiğidir. Gün batar batmaz, bir mumla ışık alan pencereye ateş edilmişti. Bazen, evde oturan öldürüldüğünden ışık sönmüştü, işte bu nedenle hiçbir şey de­ vinmiyordu. Burada sadece korku, matem ve şaşkınlık vardı. Sokaklarda kutsal bir korku kol geziyordu. Pencere ve kat sıraları, ocak ba­ caları damlardan gelen o nemli parıltılar, ıslak kaldırımlar bile seçilmiyordu bu koyu karanlıkta. Tepeden bakacak bir göz bu gölgeler arasında belki kimi zaman çeşitli aralıklarla zor bela se­ çebilirdi. Bunlar barikatların ışıklarıydı. Arkalarda sisli, koyu, matemli bir karanlık gördü. Bu sıkıntı gölünün üstünde yer yer karanlık ve kımıltısız gölgeler oluşturan Saint-Jacques Kulesi ve Saint-Mery Kilisesi vardı. İnsan elinin devler oluşturduğu ve gecelerin hortlaklar yarattığı birkaç kusur­ suz yapı... Bu tenha ve sıkıntılı dehlizin etrafında, Paris trafiğinin henüz yok etmediği yerlerde, birkaç sokak fenerinin parladığı yerde, yükseklerde bulunan o gözlemci süngü ve mızrakların parıltısını seçebilirdi. Buna top arabalarının uğultulu seslerini ve her an ka­ baran taburların kaynaşmalarının sesleri de ekleniyordu. Kuşatılan mahalle, artık korkunç bir yerdi. Burada her şey uyumuş ya da hareketsiz görünüyor ve sokaklarda gölgeler dı­ şında bir şey seçilmiyordu. Tuzaklar, bilinmeyen ve korkunç şeylerle dolu yabanıl bir ka­ ranlık. Buraya girmek ve içinde bulunmak, epey korkunç oluyor­ du. Buraya girenler kendilerini bekleyenlerin karşısında titrerdi, 1091

bekleyenlerse olacakların dehşetiyle ürperiyorlardı. Her sokak köşesinde dikilmiş savaşçılar, tuzaklar, gece karanlığında gizli sayısız uğursuzluk. Her şey bitmişti. Artık bu yerlerde tüfeklerin ışıltısından başka ışık umulmazdı. Ölümün birden ve hızla gö­ rünmesinden başka ne umulurdu ki?.. Nerede? Nasıl? Ne za­ man? Bunu bilen yoktu fakat bu kesin ve kaçınılmazdı. Mücade­ leye adanmış bu yerde, hükümet ve isyan, Muhafız Alayı ve halk, kenterler ve isyancılar karşılaşacak ve kapışacaklardı. Hepsi için aynı şey geçerliydi. Orada ya ölüm ya da utkun halde kurtulmak, başka yol yoktu. Bu o kadar zor bir durum, o kadar kesif bir karanlıktı ki, en cesurlar da ürkekleşiyorlardı. Aslında her iki taraftakiler de aynı ölçüde saldırgan, hırslı ve kararlıydı. Bazıları için ilerlemek ölüm demekti ve kimse gerile­ meyi istemiyordu. Bazıları için de kalmak ölüm demekti ve kim­ se de kaçmıyordu. Ertesi sabaha kadar her şeyin bitmiş olması ve yenginin şu ve bu yanda olması da kaçınılmazdı. İsyan ya bir devrim ya da önemsiz sokak savaşı olacaktı. Hükümet de, partiler gibi bunun farkındaydı. En silik kenter bile bunu hissediyordu. İşte bu ne­ denle kararların alınacağı bu mahallenin gölgelerine koyu bir kaygı çöreklenmişti. Bir yıkıma kaynak olacak bu sessizlik, epey yoğun dertlerle doluydu. Tek bir ses, bir can çekişin hırıltısı gibi acı bir ses, bir kargış gibi korkutucu, Saint-Mery Kilisesinin matem çanı. Karan­ lıklarda yakınan bu çanın kederli sesi kadar yürek paralayıcı bir ses olamaz. Çoğu zaman olduğu gibi, doğa da sanki insanların yapıp et­ tikleriyle uyum içindeydi. Bu birliğin lanetli uyumunu hiçbir şey bozmuyordu. Yıldızlar silinmiş, kesif bulutlar ufuklarda kederli kıvrımlarını yaymıştı. Gökler karanlık ve sokaklar cansızdı. Şimdiye değin nice siyasal olayların sanığı olan o meydanda bir savaş hazırlanırken, gençlik, gizli gruplar, çıkarlar adına or­ ta sınıfın çatışmak için yaklaştığı şu anda, herkesin son vakti sabırsızca beklediği şu anda, bu tekinsiz mahallenin dışında, 1092

uzaklarda o mutlu ve pırıltılı Paris’in altında yol alan o sefil Pa­ ris’te halkın korkunç homurtusu yayılıyordu. Yabanıl hayvan kükremeleriyle Tanrı sözünden oluşan zayıf insanları ürküten ve bilgeleri uyaran, aynı zamanda aslan sesi gibi alttan, gökgürültüsü gibi yukarıdan gelen, o korkunç ve ilahi ses yükseliyordu. 3 NİHAİ KARAR Marius Haller Çarşısına gelmişti. Burada her şey daha karanlık, daha kımıltısız ve sakindi. Bu­ rası civar sokaklardan farklıydı, sanki mezarın dondurucu huzu­ ru topraktan çıkıp göklere serilmişti. Yine de Chanvrerie Sokağı çıkmazındaki o yüksek evlerin oluşturduğu fonda bir kızıllık seçiliyordu. Bu Corinthe barikatın­ da yanan meşaleye aitti. Marius oraya doğru ilerlemişti. Marche­ aux-Poirees’ye yönelmiş ve Precheurs Sokağının o karanlık ba­ şına varmıştı. İsyancıların nöbetçisi diğer uçta beklediği için, kendisini görmedi. Arkadaşına yaklaşmıştı. Enjolras’ın dışarıyla bağlantı için koruduğu tek çıkış Mondetour Sokağındaki aralığa geldi. Son evin köşesinde başını uzatıp Mondetour Sokağına baktı. Sokağın o karanlık açısında simsiyah bir örtü halinde yayılan Chanvrerie Sokağında gönüllü olan Marius, kaldırımda birkaç parıltı görür gibi oldu. Biçimsiz bir duvarda göz kırpıp yanan sö­ nük lamba ve dizlerinde tüfekleriyle yere çömelmiş erkekler. Bü­ tün bunlar kendisinden az uzaktaydı. Orası barikattı. Sağdaki evler, barikatın geri kalanını, meyhaneyi ve bayrağı görmesini engelliyordu. Marius’ün barikata girmesi için birkaç adım yürümesi yeterliydi. Sonra o zavallı delikanlı bir taşa oturdu ve kollarını göğsün­ de birleştirip, babasını hatırladı. Gururlu ve onurlu bir asker olan cesur Binbaşı Pontmercy’yi andı. Cumhuriyet zamanında, Fransa sınırlarını koruyan İmpa­ 1093

rator devrinde Asya sınırlarına uzanan, Genova, İskenderiye, Torino, Madrid, Viyana, Dresden, Berlin ve Moskova’yı gören o onurlu adamı, bu savaş meydanlarında kendi damarlarında taşı­ dığı kanı akıtan o babayı düşündü. Zamanından önce çöken, di­ siplin ve emir altında yaşayan, belinde kılıcı, omuzunda apolet­ leri, göğsünde kokartı, baruttan kararmış alnı miğfer altında, ça­ dırlarda, soğuklarda, açık havalarda geceleyen o cesur adamın, yirmi yıl kadar çarpışıp, yanağında derin kılıç yarasıyla, hiçbir şey istemeden, vatanına dönmesini bir çocuk kadar saf ve te­ miz, habire gülümseyen Fransa için her şeyi yapan, ülkesine karşı hiçbir şey yapmayan, o yiğit babayı düşündü. Sıranın kendisinde olduğunu, saatin nihayet çaldığını ve onun da babasının yolunda yürüme kararı alması gerektiğini dü­ şündü. O da mermi yağmuru altında, bağrını süngülere açıp, sa­ vaşacaktı, ama maalesef onun savaş meydanı şu sokak da bu­ raya düşecekti. Ve hemen titredi. Babasının kılıcını düşündü. Dedesinin bir eskiciye verdiği kı­ lıcı. içinden dedesine minnet duydu. Adam ne iyi etmişti! En azından bu kılıcın Marius’ün eline geçmesine engel olmakla onun lekelenmesine karşı koymuştu. Marius, derin derin düşün­ dü. Marengo ve Friedland yengilerini gören bu kılıcın, Chanvre­ rie Sokağında parlaması ne korkunç olurdu!.. Marius eğer baba­ sının öldüğü gece, o kılıca sahip çıkıp bu akşam onu yanında getirecek olsa, kılıç ellerini yakar ve bir Öc Meleğinin kılıcı gibi yanardı. Babasının onurunun asıl koruyucusu olan dedesine içtenlik­ le teşekkür etti. Evet, babasının kılıcının eskiciye verilmesi anti­ kalar arasına atılması bir açıdan iyi olmuştu, en azından şu an­ da, vatanın bağrına saplanmayacak, yurttaşlarının kanını dök­ meyecekti. Sonra kederle ağlamaya başladı. Evet, durum korkunçtu. Fakat ne yapacaktı? Cosette olma­ dan yaşamayı düşünmek bile istemiyordu. O gittiğine göre, öl­ mekten başka yolu yoktu. Üstelik, sevgilisine öleceğine ilişkin 1094

şeref sözü de vermişti. Cosette, bunu bile bile gitmişti. Artık Ma­ rius’ü umursamadığı belliydi. Üstelik habersizce, bir mektup bile bırakmadan gitmişti. Oysa adresini de biliyordu. Bütün bunlar­ dan sonra kim ve ne için yaşayacaktı? Üstelik buralara kadar gelmek, barikata bir göz atmak ve sonra gitmek ve korkmuş gibi kaçmak. Bu bir iç savaş, bana ne demek, çekip gitmek. Dostlarını terk etmek? Bir orduya karşı bir avuç adam olan o dostlarına, nasıl yüz çevirirdi? Hem aşkına, hem de dostluğuna ihanet etmek, tabansızlığını bir vatansever­ likle gizlemek? Evet fakat bu da olanaksızdı, babasının hayali gölgelerde onun gerilediğini görecek olsa, kılıcının tersiyle sura­ tına vurur ve ona: «Haydi ileri alçak!» diye bağırırdı. Marius bu karşıt düşüncelere dalmış, başını öne eğmişti. Sonra başını dikti. Birden beyninde bir şimşek çakmıştı. Mezara yaklaşanların beyinlerinde böyle bir şey belirir. Evet, ölüme ya­ kın olmak gerçeği görmektir. Birden, katılacağı mücadele ona kusursuz geldi. O sakak savaşı ansızın bir iç didinmeyle kılık de­ ğiştirdi. Babası niye kızacaktı ki? İsyanın da bir savaş kadar kutsal olduğu anlar yok mudur? Bu isyan Albay Pontmercy'nin oğlu için neden küçültücü olsun? Bu bir Montmirail; bir Champaubert de­ ğildi, bunu epey gölgede bırakıyordu, farklı bir durumdu. Söz ko­ nusu olan kutsal topraktan da üstün bir düşünce, bir idealdir. Belki vatan bundan yakınır fakat insanlar da bunu alkışlarlardı. Fransa niye sızlanacaktı? Belki kan akacaktı fakat buna karşılık, özgürlük vardı ve özgürlüğün karşısında Fransa yaralarını he­ men unuturdu. Olaylara farklı gözlerle bakınca, buna iç savaş denemezdi ki! İç savaş! O da ne. Yabancı savaş olur mu? İnsanoğulları ara­ sında yapılan bütün savaşlar, kardeş savaşları değil mi? Savaş, sadece sonuçla nitelenir. Ne iç savaş vardır, ne de dış savaş, sadece haklı ya da haksız savaşlar vardır, insanların arasında tam ve yüce bir anlaşma gerçekleşinceye değin ilerleyen gele­ cekle, geride kalan geçmiş arasında yapılacak böylesi savaşlar faydalı ve gerekli olacaktır. Hak, ilerleme, hukuk, uygarlık ve 1095

gerçeğe karşı çıkıldığı zaman, savaş bir utanç, kılıç da bir bıçak haline gelir. İşte o zaman ister iç savaş, ister dış savaş olsun, savaşmak haksızlık haline gelir ve cinayet olur. Adalet dediğimiz bu kutsal kavram içinde, neden sanki bir savaş diğerini küçük görsün? Washington’un kılıcı, hangi hakla Camille Desmoulins’e karşı ol­ sun? Yabancıya karşı, Leonidas, acımasıza karşı Timeleon, bun­ lardan hangisi daha büyük? Biri savunuyor, diğeri kurtarıyor. Yalnızca şehir içinde yapıldı diye savaşı küçük mü görmeli? O zaman Brutus, Marcel, Arnould de Blankheim ve Coligny’yi de mi ihanetle suçlayacağız? Orman savaşları, sokak savaşları, ne fark eder ki, niye olmasın? Ambiorix, Artvelde, Marnix ve Pelage’in savaşları. Evet fakat Ambiourix Roma’ya karşı, Artvelde Fransa’ya karşı, Marnix İspanya’ya karşı, Pelage de Mağriplile­ re savaş açmıştı. Tümü de yabancılarla savaşmıştı. Evet ama ne fark eder ki? Şu anda monarşi de bir yabancı, baskı da, ilahi hak da bir yabancı değil mi? Atlaslarda coğrafya sınırlara nasıl saldırırsa, acımasızlık da manevi sınıra el atmalı. Kovduğun ister İngiliz olsun, ister bir zorba; aynı kapıya çıkar. Bu da toprağını düşmandan korumak gibidir. Öyle anlar olur ki itiraz yetmez, hareket etmek gerekir. Fikrin tasarladığını güç bi­ tirmeli. Zincirlenmiş Prometheus(*) başlatır, Aristogiten tamam­ lar. Ruhlar Ansiklopediyle aydınlanır. 10 Ağustos devindirir. Aiskhylos’tan sonra Thasubolas; Diderot’dan sonra Danton. Yı­ ğınların bir baş, bir efendi kabul etme yönelimi vardır. Onların kalabalığı miskindir. Boyun eğmede hemen bir araya gelirler. Onları oynatmak, aydınlatmak gerekir. Onların kurtuluşu yoluna insanlara katı davranmak, gözlerini gerçekle yaralamak, kor­ kunç avuçlarla onlara ışık tutmak zorunludur. Onların da kendi kurtuluşlarıyla bir parça yıldırımla vurulmuş gibi olmaları gerekir. Bu ışık onları uyandırır. İşte bu nedenle çanlar çalar, savaşların (*) Prometheus: Ateş çalıp insanlara veren ve bunun için Zeus tarafından ceza­ landırılıp, her gün ciğerleri kartallar tarafından yenen mitolojinin yarı-tanrısı.

1096

zorunluluğu başlar. İlahi hak denilen gölgelerle kaplı mutsuz in­ sanlığın kurtulması gereklidir. Onları bu yolda eğitmek ve bilgi­ lendirmek herkesin ödevidir. Büyük savaşçıların ayaklanması, cüretle ulusları aydınlatma­ sı ilahi hakkın, Sezarların sonunun, gücün, bağımsızlığın, so­ rumsuz yönetimlerle mutlakiyetçi hükümdarın karanlığa boğdu­ ğu bu biçare insanlığı sarsması gerekir. Karanlık kalabalık gece­ nin bu yürek sızlatan yengilerini alacakaranlıktaki parlaklığını ahmakça izlemekle uğraşıyor. Kahrolsun acımasızlar! Fakat na­ sıl ve hangi zorbadan söz ediliyor? Yoksa siz Louis-Philippe’e zorba mı diyorsunuz? Hayır, zavallı XVI. Louis ne kadar zorba değilse, Louis Philippe de öyle değildir, ikisi de tarihin tanımladı­ ğı gibi iyi krallar, ne var ki prensipler parçalanamaz, gerçeğin mantığı düz bir çizgidir. Gerçeğin en önemli niteliği de anlayışlı davranmamaktır. Ödün verilmeyecek demek. Özetle, insan hak­ larının çiğnenmesi yasak. XVI. Louis’de ilahi hak olduğu gibi, Lo­ uis Philippe’de Bourbon kanı var. Bundan dolayı ikisi de bir ölçüde insan haklarına el koyma hakkını simgeliyorlar ve evrensel el koymayı engellemek için on­ larla çarpışmak gerek. Bütün dünyada ilerleme hareketini Fran­ sa başlattığına göre, Fransa çarpışacak. Monarşi Fransa’da yıkılırsa başka ülkelerde de yıkılır. Bun­ dan dolayı toplumsal gerçeği yüceltmek, özgürlüğü tahtına ge­ çirmek halkı halka bağışlamak, insanoğluna hâkimiyet vermek Fransa’ya eski görkemini geri getirmek, hak ve adaleti bütünlük­ lerine kavuşturmak. Herkese hakkını verip, bütün kinleri bitir­ mek, Monarşinin evrensel anlaşmaya çektiği seti yıkmak, insan­ lığa hak vermek, bundan daha yüce bir dava, bundan daha hak­ lı bir kavga düşünülür mü? Böyle savaşlar barışı var eder. Ön­ yargılardan, ayrıcalık ve boşinançlardan, yalan ve fenalıklardan, saldırılardan, haksızlıklardan yapılı ve kin kuleleriyle sağlamlaş­ mış koskocaman bir kale hâlâ dünyaya hâkim, onu yıkmak ge­ rekiyor. Bu canavarları çökertmeli. Austerlitz'de yenmek iyiydi, fakat Bastille’i almak erişilmez bir şey oldu. Pek çok kişi bu durumu kendi kendisine denemiştir. En şid­ 1097

detli anlarda, ruh epey tarafsız düşünme becerisine sahiptir. En büyük acılarda, en şiddetli tutku yıkımlarında bile ruh birçok ko­ nuyu işleyip tezler üzerinde tartışmalar yapar. İşte Marius de o sırada öyle bir ruh hali içindeydi. Biraz kararsız olmasına rağmen, ezik, fakat kararlı Marius, yapacaklarını düşünüp titreyerek barikatın içine baktı. İsyancılar hareketsiz ve kısık sesle konuşuyorlardı ve bek­ lentinin son anını gösteren o sessizlik dikkat çekiyordu. Tam te­ pelerindeki bir binanın üçüncü katında, Marius bir izleyici ya da tanık görür gibi oldu. Tuhaf bir şekilde dikkatli duran bu hareket­ siz adam, Le Cabuc tarafından öldürülen o kapıcıydı. Köşedeki sokak lambasından başı belli belirsiz seçildiğinden, yalnızca ak saçları, yarı açık ağzı ve sabit bakışları, büyük gözleri seçiliyor­ du. Meraklı bir ifadeyle yüklüydü bu baş. Sanki ölen adam hemen sonra ölecek olanları izliyordu. Ka­ fadan süzülen kanlı çizgi evin ilk katına kadar inmiş ve orada ke­ silmişti.

ON DÖRDÜNCÜ KİTAP ÇARESİZLİĞİN GÖSTERİLERİ 1 BİRİNCİ PERDE BAYRAK Henüz kımıltı yoktu. Saint-Mery Kilisesi gecenin onunu du­ yurmuştu. Enjolras ve Combeferre ellerinde silahları, büyük ba­ rikatın yarığının yanına oturdular. Birbirleriyle konuşmuyor, etra­ fı dinliyorlardı. Saint-Denis Sokağından yaklaşan körpe ve neşe­ li bir sesle bir halk ezgisi söyleniyordu: Yaşlar akar gözlerimden, Sevgili dostum Bugeau, Gelsin senin adamların, Onlara bir diyeceğim var. Mavi paltolu tavuk, Başında da şapkası. İşte geldik mahalleye, Kokoriko kokoriko! Arkadaşlar el sıkıştılar. Enjolras: «Gavroche döndü,» dedi. Combeferre: «Bize haber getiriyor,» dedi. 1099

Birden o tenha sokakta koşturan ayak sesleri duyuldu ve bir soytarıdan bile daha atik bir yaratık o devrilmiş arabanın üstüne çıkıp atladı. Gavroche soluk soluğa: «Tüfeğimi verin!.. Geliyorlar!» Barikat sanki bir elektrik verilmiş gibi sarsıldı. Eller silahları kavradı. Enjolras sordu: «Benim silahıma ne dersin?» Gavroche başıyla «Hayır» dedi. «Ben o büyük olanı istiyorum.» Javert’in silahını aldı. Nöbetçilerden ikisi de aynı anda Gavroche’la barikata girmiş­ lerdi. Onlardan biri, sokak ucundaki nöbetçi, diğeri ise Petite Truandrie Sokağındaki nöbetçiydi. Precher Sokağındaki nöbetçi yerindeydi, bu da köprüler ve Hal Çarşısı tarafından gelenin ol­ madığını gösteriyordu. O kısık ışıkta sadece birkaç kaldırım taşının seçilebildiği, Chanvrerie Sokağı isyancılar için, dumanda açılmış kocaman ve karanlık bir kapı gibiydi. Hepsi mevzilenmişti. Orada bulunan kırk üç asi arasında, Enjolras, Combeferre, Courfeyrac, Bossuet, Joly ve Gavroche da vardı. Bunların hep­ si o büyük barikatta diz çökmüş, başları setin üst yanıyla eşse­ viyede, silahları ellerinde, sanki katillerle çevrili gibi, her an ateş açmaya hazır beklediler. Feuilly’nin buyruğu altında altı asi Co­ rinthe meyhanesinin iki katındaki pencerelere konuşlanmıştı. Birkaç dakika daha geçti, sonra ağır, kararlı ayak sesleri gel­ di. Bunlar Saint-Leu yönünden geliyordu. Hiç duraksamadan dü­ zenli ve ürkütücü bir dinginlikle yaklaştı. Sadece onların sesi du­ yuluyordu. Bu aynı zamanda uğursuz bir sessizlik yayıyordu, tıpkı Commandeur’un(*) heykeli gibi. Fakat bu taş adımlar, bir kalabalık izlenimi verirken, öte yandan, bir hayaletin ayak sesle­ rine benziyordu. (*) Don Juan eserinde, kahramanın düşmanı olan Commandeur.

1100

Sanki bütün bir ordu geliyordu. Ayak sesi yaklaştı ve durdu. Sanki sokağın köşesinde pek çok insan soluyordu. Aslında bir şey görünmüyordu, fakat yine de, bu kesif karanlıkta, iğne kadar ince ve neredeyse hiç görünmeyen yığınla metal tel seçilir gibi oldu. Bunlar süngü ve tüfek namlularıydı. Sokak lambasının ve meşalenin aydınlattığı belirsiz gölgeler uykunun ilk anlarında ka­ palı gözlerle görünen fosforlu, ışıldayan ağlar gibiydi. Yine her iki yanda bekler gibi bir kararsızlık yaşandı. Derken, bu gölgeler arasından bir ses yükseldi. Kimse görün­ mediğinden, ses iyice ürkütücüydü: «Orada kim var?» Aynı zamanda yere bırakılan tüfeklerin şakırtısı duyuldu. En­ jolras gururlu bir sesle: «Fransız Devrimi!» Ses: «Ateş!» dedi. Sanki bir fırının kapağı açılmış gibi, bir şimşek sokaktaki bü­ tün evlerin camlarını aydınlattı. Barikatta müthiş bir patlama oldu. Kırmızı bayrak düştü. O kadar şiddetle ateş açmışlardı ki bayrağın direği ikiye ayrılmıştı. Evlerin pervazlarına çarpan kurşunlar geri sekip barikata dü­ şerek birkaç kişiyi yaraladı. Bu ilk saldırının etkisi buz gibiydi. Saldırı beklenmedik ve en cesur insanları bile ürkütecek ölçüde şiddetliydi. Herhalde karşı yanda bütün bir alay vardı. Courfeyrac: «Arkadaşlar, barutumuzu yok yere harcamayalım. Onlara ya­ nıt vermek için sokağa girmelerini bekleyelim!» Enjolras: «Her şeyden önce şu bayrağımızı yükseltelim,» dedi. Tam ayaklarının önüne düşen bayrağı saygılı bir tavırla kal­ dırdı. Dışarıdan, doldurulan tüfeklerin sesi duyuldu. Enjolras: «Aranızda kim cesur? Kim bayrağı barikatın üstüne asa­ cak?» 1101

Yanıt veren olmadı. Askerlerin konuşlandıkları şu kritik anda, barikatın tepesine çıkmak, ölüm demekti. En cesurları bile karar­ sızdı. Enjolras tekrar sordu: «Tek bir gönüllü yok mu?» 2 BAYRAK İKİNCİ PERDE Barikatı yükseltmeye başladıklarından beri gençlerden hiçbi­ ri Mabeuf Baba’ya dikkat etmemişti. Ama o da onlarla gelmiş, meyhanenin alt katında, tezgâhın önüne oturmuştu. Esrimiş gibi koyu bir dalgınlık yaşıyordu. Courfeyrac ve arka­ daşları birkaç kez kendisine tehlike olduğunu söyleyip, uyarmak istemişlerdi ama nafile. O kendisine söylenenleri de duymamış gibiydi, arada bir kendisine bir şey sorulduğunda, yanıt vermiyor, fakat yalnız kaldığında sanki kendi kendisine konuşur gibi du­ daklarını oynatıyordu. Barikata girdiğinden beri ve saldırı başla­ dıktan sonra bile duruşunu değiştirmemiş, elleri dizinde, başı önünde bir uçuruma bakar gibi gözlerini yere eğmişti. Barikatta olduğunu bile unutmuş gibiydi. İsyancılar savaş konumu aldıklarından beri, içeride Javert ve onu izleyen nöbetçiden başka kimse yoktu. Mabeuf Baba ateş sesini duyunca sanki bir sarsıntıyla uyanmış gibi yerinden fırla­ dı ve tam Enjolras’ın: «Tek bir gönüllü yok mu?» diye sorduğun­ da, ihtiyarın kapıya yürüdüğünü gördüler. Onun tavrı bir heyecan yaratmıştı, bir haykırış duyuldu: «Seçmen-Konvansiyon Üyesi-Halkın Temsilcisi, 666.» Şu kesin ki Mösyö Mabeuf bunları bile duymadı... Enjolras’a yürüdü. Asiler önünde saygıyla geriledi. Mabeuf Baba kendisine şaşkınca bakan delikanlının elindeki bayrağı kaptı ve ağır fakat kararlı adımlarla barikata yürüdü. Kimsenin kendisini durdurmasına izin vermeden, seksenin­ deki ihtiyar yürümüştü. Onun bu davranışı o kadar yüceydi ki, 1102

herkes «şapkalarınızı çıkarın!» diye bağırdı. Barikatın her basa­ mağında onun yükselen cana yakın başı, ağarmış saçları, enli alnı, kırışık yüzü, anlamlı gözleri, yarı açık dudakları ve bayrağı başının üstünde tutan o yaşlı kolu görünüyordu. Meşalenin kızıl ışığında yükseliyordu. Onu görenler 1793’ün kanlı hayaletlerin­ den birinin toprağın içinden dehşet bayrağıyla yükseldiğine inandılar. Son merdivene vardığında, o ihtiyar ve korkunç hayalet, ka­ çınılmaz bin iki yüz tüfek karşısında ve sanki en güçlü kendisiy­ miş gibi, ölümün de karşısında durdu. Bütün barikat bu olağa­ nüstü adama saygıyla baktı. Tansıkları kuşatan o sessizliklerden biri yaşandı. Bu sessizlik arasında yaşlı adam, kırmızı bayrağı salladı. «Yaşasın Devrim! Yaşasın Cumhuriyet! Kardeşlik! Eşitlik! Ve Ölüm!» diye bağırdı. Barikattakiler güç işitilir bir ses duydular. Bu telaşlı bir duayı tamamlayan bir rahibin mırıltısına benziyordu. Herhalde sokaktaki bir polis yasal uyarıda bulunuyordu. Sonra, demin «Kim var» diyen o ses tekrar duyuldu: «Geri çekilin!» Mösyö Mabeuf bembeyaz bir yüzle, ak saçları dalgalanarak delice gözlerle etrafına baktı ve bayrağı iyice yukarı kaldırdı: «Yaşasın Cumhuriyet!» Ses: «Ateş,» dedi. İkinci bir yaylımateşi salladı barikatı. Yaşlı adam dizlerinin üstünde sendeledi, sonra doğruldu, elindeki bayrağı yere düşürdü ve sonra arkaüstü kaldırıma yu­ varlandı. Kollarını göğsünde birleştirmişti. Etrafında kan dereleri oluştu, ihtiyar başı yukarı çevriliydi. insana kendisini savunmayı bile unutturan ilahi bir heyecan, isyancıları kuşatmıştı. Saygılı bir korkuyla cesede yaklaştılar. Enjolras: «Yüce Tanrım! Kral katilleri de, ne müthiş adamlarmış!» de­ di. Courfeyrac Enjolras’ın kulağına: «Bunu senden başka duyan olmasın, onun yengisini gölge­ 1103

lemek istemem, fakat o bir kral katili değildi, onu tanırım. Bugün nesi vardı bilemem, fakat yüzüne baksana! O çok cesur bir adamdı, ama biraz saftı...» «Aptal, fakat bir Brutus gibi cesurdu!» diye fısıldayan Enjol­ ras hemen sesini yükseltti: «Arkadaşlar, işte yaşlıların gençlere verdikleri ders. Bizlere, yaşlılıktan eli ayağı titreyenlerin, gençlere verdikleri ders. Bu de­ de vatan için can verdi, o artık yüce biri. Uzun hayatını görkem­ li bir sonla noktaladı. Şimdi onun cesedini koruyalım, içimizden her biri, babasını korur gibi, korusun onu. Onun varlığı barikatın düşmesine izin vermeyecektir.» Kederli ve güçlü bir onaylama onun sözlerini doğruladı. En­ jolras eğildi ve ihtiyarı alnından öpüp, onun o çapraz kollarını sevgiyle çözdü, onun ceketini çıkarttı ve oradakilere kanlı delik­ leri gösterip: «İşte,» dedi, «artık bizim bayrağımız bu kahramanın ceketi­ dir!» 3 GAVROCHE COURFEYRAC'IN SİLAHINI ALSAYDI KEŞKE Mabeuf Baba’nın cesedine Madam Hucheloup’nun siyah şa­ lı örtüldü. Altı asi, tüfeklerinden bir sedye yaptılar, cesedi başla­ rı açık, derin bir saygıyla alttaki salonun büyük masasına yatır­ dılar. Ceset, hareketsiz duran Javert’in önünden geçerken, Enjol­ ras: «Sıra sana geliyor,» dedi. Bütün bu zaman içinde Gavroche, nöbet yerinden ayrılma­ mıştı, çünkü hiç ses çıkarmadan barikata yaklaşan adamları görmüştü. Birden: «Dikkat! Kendinizi kollayın!» Courfeyrac, Enjolras, Jean Prouvaire, Combeferre, Joly, Ba­ 1104

horel, Bossuet hep birden gürültüyle meyhaneden çıktılar. Tam vaktinde. Barikatın hemen arkasında süngüler parlıyordu. Der­ ken, uzun boylu, yapılı şehir muhafızları içeri daldılar, bazısı ba­ rikattan atlamış, bazısı da yarıktan içeri süzülmüştü. Önlerinde kaçmayan o haylazı sürüklüyorlardı. Durum epey nazikti. Tıpkı nehrin sellerle kabarıp yükselmesi ve suyun bendin çatlaklarından süzülmesi gibi. Bir dakika içinde barikatı yıkacaklardı. Bahorel ilk giren muhafıza saldırdı, onu öldürdü, fakat ikinci muhafız Bahorel’i süngüyle katletti. Diğer bir muhafız Courfey­ rac’ı önüne sermişti; delikanlı: «İmdat!» diye bağırıyordu ki, içle­ rinden iri yapılı dev gibi biri süngüsünü uzatıp Gavroche’un üs­ tüne saldırdı. Yumurcak, Javert’in o büyük tüfeğini küçük elleri­ nin arasına aldı, nişan alıp çekti. Ama nafile, Javert’in tüfeği boş­ tu. Muhafız güldü ve süngüyü çocuğun başı üstünde kaldırdı. Süngü daha Gavroche’a dokunmadan, muhafızın elinden düştü. Bir kurşun muhafızı alnından vurmuş ve yere sermişti. İkinci bir kurşun Courfeyrac’a saldıran ikinci muhafızın tam göğ­ süne gelip işini bitirdi. Barikata giren Marius’tü bu. 4 TEHLİKE Marius, Mondetour Sokağı sapağında saklanıp savaşın birin­ ci bölümünü izlemişti. Fakat daha fazla karşı çıkamadı. Uçuru­ mun çağrısı diyeceğimiz o gizemli ve hâkim heyecana daha faz­ la direnemedi. Tehlikenin bu kadar yakında olması, Mösyö Ma­ beuf’ün ölümü (şu lanet bilmece) Bahorel’in öldürülmesi, «İm­ dat!» isteyen Courfeyrac, tehlikedeki çocuğu kurtarmak ve inti­ kamını alması gereken arkadaşları, bütün bunların karşısında artık Marius, kararlıca, iki elinde iki tabancayla salona daldı. İlk el ateşle, Gavroche’u, ikinci ateşle Courfeyrac’ı kurtardı. Silah seslerine, vurulan muhafızların çığlıklarına koşan saldırganlar barikatın üzerine tırmandılar. Tepede şu anda silahlı şehir muha­ 1105

fızları, askerler, banliyölerden getirtilen muhafızlar vardı. Tepede durup barikata baktılar, ama içeri atlamaya cesaretleri yok gibiy­ di. Sanki herhangi bir tuzak kokusu alıyorlardı. Loş barikata san­ ki bir aslan mağarasına bakar gibi kaygılı bakıyorlardı. Aslında meşale ışığı sadece süngüleri, kalpakları ve ürkek yüzlerin üst yanlarını aydınlatıyordu. Marius’de artık mermi kalmamıştı. Dostlarını kurtardıktan sonra, tabancaları boşaldığı için attı, fakat salonun içinde, kapı­ nın yanındaki o barut fıçısını gördü. Tam başını çevirmişti ki, askerin biri ona nişan aldı. Fakat ay­ nı anda bir el tüfeğini namlusunu tıkadı. Bu, öne fırlayan bir gençti. Kadife pantolonlu genç işçi. Tüfek patladı, eli deldi; her­ halde o genç işçiye de gelmiş olmalıydı ki, çocuk yere düştü, fa­ kat kurşun Marius'e gelmedi. Bütün bunlar koyu bir duman arasında yaşandığı için, insan bunu iyi göremez fakat duyumsardı. O sırada salona giren Ma­ rius bunu belli belirsiz görebilmişti, fakat yine de üzerine çevrili tüfek namlusunun bir el tarafından tıkandığını ve silah sesini duymuştu. Fakat böyle telaşlı zamanlarda görülen şeyler bulanıktır ve insan işine devam edip, bunun üstünde durmaz. İnsan kendisini gölgelere daha da itilmiş bulur, aslında kalan şeyler de bulutlar­ la kaplıdır. Şaşıran fakat henüz korkmayan asiler, toparlanmışlardı. En­ jolras onlara şu emri verdi: «Dikkat! Boşuna ateş etmeyin!» Sahiden de o hengâmede birbirlerini yaralayabilirlerdi. Asile­ rin birçoğu birinci ve diğer katların pencerelerine çıkmışlardı ve saldırganları daha belirgin görebiliyorlardı. En gözüpekleri, Enjolras, Courfeyrac, Jean Prouvaire ve Combeferre ile barikatın ucundaki evlere yaslanmış, gururla, he­ men karşılarındaki muhafız alayına kafa tutuyorlardı. Bütün bunlar yüz yüze yapılan savaşlardan önceki muhte­ şem ifadeyle yapıldı. Her iki cephe, çok yakından birbirlerine ni­ şan almışlardı. O kadar yakındılar ki, birbirleriyle konuşabilirler­ 1106

di. Tam o sırada, göğsünde bir zırh, büyük apoletli bir subay ses­ lendi: «Silahlarınızı bırakın!» «Ateş!» dedi Enjolras. Aynı anda iki patlama oldu ve her şey hemen yok oldu. O boğaz yakıcı ve boğucu duman içinde, ağır yaralılarla ölenlerin sesleri duyuldu. Derken, gökgürültüsü gibi bir ses: «Hemen geri çekilin, yoksa barikatı uçururum!» Tümü sesin geldiği tarafa döndüler. Marius basık salona girmiş ve barut fıçısını eline almıştı. Sonra o dumandan ve siperi kaplayan o koyu sisten yararlanıp barikat boyunca süzülerek meşalenin bulunduğu o taştan kafe­ se varabildi. Meşaleyi çekip almak, yerine barut fıçısını koymak, fıçının altını taşlarla doldurmak, Marius bunları eğilip doğrulun­ caya değin yapıp bitirdi. Şimdi elinde meşale, karşılarındaydı. Herkes, muhafızlar, şehir muhafızları, subaylar ve erler, barika­ tın diğer ucunda birikmiş; karşılarında bir elinde meşale, yüzü kararlı halde duran bu gence koyu bir hayretle bakakaldılar. Genç adam meşaleyi fıçıya biraz yaklaştırıp o korkunç tehdidini tekrarladı: «Çekip gidin, yoksa barikatı uçururum!» O seksenlik yaşlıdan sonra Marius’ün barikattaki bu görüntü­ sü, eski devrimden sonra genç devrimin görüntüsüydü. Bir çavuş: «Barikatı uçurmak mı! Evet ama sen de uçarsın!» Marius: «Evet, ben de öleceğim, buna hazırım!» Meşaleyi barut fıçısına iyice yaklaştırdı. Fakat artık siper te­ pesinde kimsecikler yoktu. Saldırganlar ölü ve yaralılarını öyle­ ce bırakıp tam bir bozgunla sokağa koştular ve hemen sonra ge­ ce karanlığında kayboldular. Kaçan kaçana, tam bir mahşer gi­ biydi. Barikat sapasağlamdı!

1107

5 JEAN PROUVAIRE’İN DİZELERİ NASIL BİTİYOR Hep birden Marius’ün etrafını aldılar. Courfeyrac: «Hoş geldin. Gelmene çok sevindim!» Combeferre: «Ne iyi!» dedi. Courfeyrac: «Gelmeseydin ölmüştüm.» Gavroche: «Gelmeseydiniz, ben de cartayı çekiyordum.» Marius: «Şefiniz nerede?» Enjolras: «Şef sensin!» dedi. Marius’ün aklında bütün gün cehennem kazanı kaynamıştı fakat ansızın bundan bir kasırga doğmuştu. Bu kasırgaya kapı­ lan delikanlı sanki onun gücüyle sürüklendiğini hissediyordu. Sanki gündelik hayatın epey uzağındaydı. Onu o kadar mutlu eden o iki aydınlık ve ışık dolu ay birden onu bu büyük uçuruma atmıştı. Kendisi için artık yokolan Cosette, Cumhuriyet için can veren Mösyö Mabeuf ve şu anda asilerin şefi olan kendisi. Bü­ tün bunların doğru olabileceğini aklı almıyordu. Marius epeyce gençti. Olanaksız sandığımız şeylerin bize ne kadar yakın oldu­ ğunu anlayacak ölçüde uzun yaşamamıştı. Çoğu zaman, daha­ sı her zaman en beklenilmeyeni beklemek gerektiğinin de ayrı­ mında değildi. Kişisel dramını, anlayamadığı bir oyun gibi izliyor­ du. Aklını dolduran bu dumanlar arasında bir direğe bağlı Javert’i de tanımadı. Mütfettiş, barikata saldırı sırasında en küçük bir ha­ reket yapmamıştı ve etrafına bir şehidin ve bir yargıcın gururuy­ la bakıyordu. Marius onu görmedi bile. Bu sırada saldırganlardan ses çıkmamıştı. Sokağın ucunda 1108

yürüdükleri ve devinimleri duyuluyor, fakat barikata girmeye ce­ saret edemiyorlardı. Ya komut bekliyorlar ya da bu epey iyi ko­ runan kaleye girmeden önce, yeni güçlerin gelmesini bekliyor­ lardı. İsyancılar köşelere nöbetçiler koymuştu, içlerinde tıp öğ­ rencileri de olan gençler, yaralılarla ilgilenmeye başlamıştı. Masalar dışarı çıkarılmış, yalnızca iki masa bırakılmıştı. Biri Mabeuf Baba’nın yatırıldığı masa, diğeri sargıbezlerinin ve fi­ şeklerin yapıldığı masa. Diğer bütün masaları barikatı daha da sağlamlaştırmak için setin üzerine yığmışlardı. Masaların yerine meyhane sahibesinin ve hizmetçi kadınların yatakları konulmuş­ tu. Bunlarda yaralılar vardı. Corinthe’in üç kadını da kaybolmuş­ tu. Kimse onların nerede olduklarını bilmiyordu. Sonunda onları mahzende buldular. Barikat kurtulmuştu fakat huzursuzlardı. Koyu bir acıya bo­ ğulmuşlardı. Yoklama yapıldığında aralarından birinin eksik olduğu fark edildi. En sevdikleri birinin. İçlerinde en cesur adam olan Jean Frouvaire. Yaralılar arasında aradılar, bulamadılar. Ölüler ara­ sında arandı, yine bulunmadı, tutsak alındığı belliydi. Combeferre Enjolras’a: «Evet, onlar bizim arkadaşımızı aldılar, fakat ajanları da eli­ mizde. Şu polis senin için değerli mi? Onun ölümü senin için zo­ runlu mu?» Enjolras: «Onu öldürmek isterim, fakat Jean Frouvaire’in canı bizim için çok daha değerli.» Bu konuşma Javert'in bağlı bulunduğu o direğin önünde ge­ çiyordu. Combeferre: «O zaman ben bastonuma beyaz bir mendil takıp onlarla ko­ nuşmaya gider, pazarlık ederim. Arkadaşımızı teslim etsinler; biz de onlara polislerini veririz.» Enjolras ürperdi ve elini Combeferre'in koluna koydu: «Dinle!» Sokaktan, epey anlamlı bir silah sesi geldi. 1109

Sonra yürekli bir ses: «Yaşasın Fransa! Yaşasın Gelecek!» Prouvaire'in sesini tanımışlardı. Bir şimşek çaktı, bir patlama oldu. Combeferre: «Eyvah! Onu öldürdüler!» Enjolras Javert’in karşısında dikildi ve ona: «Dostların seni de kurşuna dizdiler!» dedi. 6 HAYATTAN SONRA CAN VEREN ÖLÜM Böyle savaşların en garip yanı, barikat saldırısının sürekli ön­ den olmasıdır. Saldırganlar hem pusulardan, hem dolambaçlı sokaklara girmekten çekindiklerinden, çevirme hareketinden sü­ rekli kaçınırlar. Bundan dolayı isyancıların yaklaşık hepsi de dik­ katlerini en tehlikeli yer olan barikatın cephesine yöneltmişlerdi. Hemen sonra çatışma tekrar başlayacaktı. Bu arada Marius o küçük barikata da bir bakmak istedi, gitti, kimseyi bulamadı. Ama kaldırım taşlarının arasında yanan titrek bir mum vardı. Mondetour Sokağı ve Petite Truanderie ile Cygne sokağının sa­ pağı da çok sakindi. İzleme işini tamamlayan Marius tam çekileceği anda, karan­ lıklarda isminin söylendiğini duyar gibi oldu: «Mösyö Marius!» Hemen titredi, sesi tanımıştı. İki saat önce kendisini barikata çağıran o sesti. Fakat ses artık bir soluk gibiydi. Etrafına bakındı, kimseyi göremedi. Marius yanıldığını sandı. Bunu da o olağanüstü gerçeklere eklenen bir hayal sandı. Tam oradan gidiyordu ki, ses: «Mösyö Marius!» Bu kez artık duyduğuna emindi. Belirgince duymuştu. Tekrar baktı, yine bir şey göremedi. Ses: «Ayaklarınızın önüne bakın,» dedi. 1110

Delikanlı eğildi ve karanlıkta kendisine doğru sürüklenen bir karartı gördü, kaldırım taşlarında sürüklenen bu karartı konuş­ muştu onunla. Mum ışığında, eski bir gömlek ve kadife bir pantolonu seçti. Bir de kanla oluşmuş küçük bir göl. Marius kendisine doğru yük­ selen solgun bir baş gördü. «Beni tanıdınız mı?» «Hayır.» «Eponine.» Marius hızla eğildi, sahiden o zavallı kızdı. Erkek kılığınday­ dı. «Buraya nasıl geldiniz? Burada ne arıyorsanız?» «Ölüyorum!» Bazı sözler, bazı olaylar en tükenmiş insanları bile canlandı­ rır. Marius ansızın, olduğu yerde sıçrayıp: «Demek yaralısınız? Durun, sizi salona götüreyim. Yaranıza pansuman yaparız, ağır mı? Canınızı yakmamak için sizi nasıl kucağıma alayım? Nereniz ağrıyor. Yardım edin!» Kızı kaldırmak için kolunu onun altından geçirmek istedi, eli eline değdi. Kız usulca bir çığlık attı. Marius: «Canınızı mı yaktım? «Biraz.» «Evet ama sadece elinize dokundum.» Kız elini kaldırdı ve Marius onun avucunda büyük bir delik gördü. «Elinize ne oldu?« «Delindi.» «Delindi mi?» «Evet.» «Neden? Nasıl?» «Mermiyle.» «Nasıl oldu bu?» «Size ateş etmek için nişan alan tüfeği görmediniz mi?» 1111

«Evet, onu tıkayan eli de gördüm.» «İşte o benim elimdi.» Marius titredi. «Zavallı yavrum! Ne delilik. Ama sadece eliniz yaralıysa önemli değil. Durun sizi bir şeyin üstüne yatırayım. Size pansu­ man yaparlar. Delik bir el yüzünden ölünmez.» Kız: «Kurşun elimi deldi, fakat sırtımdan çıktı. Beni oynatmayın. Bana bir cerrahtan daha faydalı olabilirsiniz. Bakın nasıl. Şu ta­ şın üzerine oturun.» Marius istediğini yaptı. Kız başını onun dizine koydu ve ona bakmadan: «Oh ne iyi, ne de rahatladım. İşte artık acım geçti.» Biraz sessiz durdu, sonra yorgun başını Marius’e çevirip yü­ züne baktı: «Biliyor musunuz, sizin o bahçeye girmeniz beni çok huzur­ suz ediyordu. Ne aptalca değil mi? Çünkü sizi oraya götüren bendim. Hem de anlamalıydım, sizin gibi birinin... Benim gibi...» Sustu ve sonra aklındaki düşünceleri önleyip kederle: «Beni çirkin buluyordunuz değil mi?» deyip sürdürdü: «Biliyor musunuz, artık her şey bitti. Artık bu barikattan kim­ se canlı çıkamaz. Fakat sizi buraya ben sürükledim. Öleceksi­ niz. Bundan eminim. Fakat yine de size nişan aldıklarını görün­ ce dayanamadım, hiç düşünmeden elimi tüfeğin ağzına daya­ dım. Ne garip değil mi? Çünkü ben sizden önce ölmek istedim, mermiyi yedikten sonra, buraya zorla sürüklendim. Kimseler görmedi beni, kaldırmadılar. Sizi bekledim. Kendi kendime aca­ ba gelmeyecek mi diye düşünüyordum. Ah bilseniz, o kadar acı çekiyordum ki bağırmamak için gömleğimin yakasını ısırıyor­ dum. Sizin odanıza ilk girdiğim zamanı hatırlıyor musunuz? Si­ zin aynanızda yüzüme bakmıştım. Sonra size caddede şu ça­ maşırcı kadınların oldukları dere başında rastladığım o gün. Ne hoş bir gündü, kuşlar cıvıldıyorlardı. Demincek, bana beş frank verdiniz ve ben de size paranızı istemem dedim. Paralı biri ol­ madığınızı biliyorum. En azından yerdeki paranızı aldınız mı? 1112

Güneşli bir gündü, üşütmeyen bir gün. Hatırladınız mı Mösyö Marius, oh, ne çok mutluyum. Nasılsa bir gün herkes ölecek!» Delice, ağırbaşlı ve yürek paralayan bir hali vardı. Eski göm­ leği çıplak bağrını gösteriyordu. Konuşurken, delik elini delik bağrına bastırıyordu, delikten tıkacı açılmış bir şarap fıçısından akar gibi kanlar fışkırdı. Marius bu zavallı kıza, koyu bir acıyla baktı. Kız: «Ah! Başladı!» diye inledi, «ah, tıkanıyorum!..» Yine gömleğinin yakasını ısırdı ve dizleri titredi. O sırada küçük Gavroche’un o horoz sesi duyuldu. Çocuk, tüfeğine mermi doldurmak için bir masaya çıkmıştı ve avazı çık­ tığınca, o günlerde epey tutulan bir şarkıyı söylüyordu: Lafayette’i gördüğü an, Yüzü solan jandarma seslendi: Tüyelim hemen! Eponine dirseklerine abanıp doğruldu, kulak kesildi ve sonra keder dolu bir gülümsemeyle: «Bu o,» dedi. Marius’e dönüp: «O benim küçük kardeşim. Ne olur beni görmesin. Buraya geldim diye bana çıkışır.» Tam o sırada Marius kederli düşüncelere kapılmıştı. Babasının Thenardier ailesine yardım etme isteğini düşünü­ yordu. «Kardeşiniz mi?» dedi. «Kim o?» «O çocuk.» «Şu şarkı söyleyen mi?» «Evet.» Marius devinir gibi oldu. Kız onun elini tuttu: «Ne olur gitmeyin, artık fazla vaktim yok.» Biraz daha doğrulmuştu, fakat sesi hıçkırıklarla bölünüyordu. Kimi zaman boğuk bir hırıltı konuşmasını engelliyordu. Yüzünü Marius’ün yüzüne yaklaştırdı ve: 1113

«Beni dinleyin,» dedi, «size oyun etmek istemem. Cebimde size yazılı bir mektup var. Dünden beri -bana bunu dün verdi­ ler- Postaya atmamı istediler, fakat cebimde tuttum. Mektubu almanızı istememiştim. Fakat biraz sonra öbür dünyada karşı­ laştığımızda, belki bana içerlerdiniz. Ölümden sonra tekrar bu­ luşma var, değil mi? İşte mektubunuz.» Marius’ün elini o yaralı eliyle kaptı, fakat artık acı duymuyor gibiydi ve onun elini gömleğinin cebine daldırdı. Marius elinde bir kâğıt sesi duydu. «Alın işte,» dedi. Marius aldı. Kız sevinmiş gibi bir hareket yaptı. «Zahmetime karşılık bana söz verin,» dedi. Sonra sustu. «Ne istersiniz?» diye sordu beriki. «Söz verin bana.» «Söz veriyorum.» «Ben öldükten sonra, alnımdan öpeceğinize söz verin. Ru­ hum bunu hissedecek!» Başını yine Marius’ün dizlerine dayadı ve gözlerini kapattı. Marius o biçare ruhun uçtuğunu sandı. Eponine hareketsizdi. Marius onun o son uykusuna daldığını sandığı zaman, gözlerini açtı. Ölümün o dipsiz uçurumunu gösteren gözlerini ona çevirdi ve başka bir dünyadan gelircesine bir sesle: «Baksanıza Mösyö Marius, sanırım size âşıktım,» dedi, gü­ lümsemek istedi ve son soluğunu verdi. 8 MESAFELERİ HESAPLAYAN GAVROCHE Marius sözünde durdu. Onun alnından öptü. Bu Cosette’e vefasızlık sayılmazdı, sadece zavallı bir ruha hoşça kal demek­ ti. Eponine’in kendisine verdiği o mektubu titreyerek almıştı. Bunun önemli olduğunu seziyordu. Okumak için sabırsızlanıyor­ 1114

du. Ah işte, insanoğlunun kalbi böyle yapılmıştı. O zavallı çocu­ ğun gözlerini yeni kapatan Marius, yazılanları okumaya hazırla­ nıyordu. Kızcağızı usulca yere yatırdı ve uzaklaştı. İçinden bir ses, mektubu bu cesedin önünde okumasının saygısızlık olaca­ ğını söylemişti. Salondaki muma yaklaştı. Bu bir kadının incelikle dörde kat­ ladığı beyaz bir kâğıttı. Yazı da bir kadının yazısıydı. Adres şöy­ leydi: Mösyö Marius, Pontmercy. Mösyö Courfeyrac eliyle, Verrerie sokak, No: 16. Hemen mührü kopardı ve okudu: Sevgilim! Ne yazık ki babam hemen gitmemizi istiyor. Bu ak­ şam Silahlı Adam Sokağı No: 7’de olacağız. Bir hafta sonra İn­ giltere’ye gidiyoruz. Cosette. 4 Haziran. O kadar temiz bir aşk yaşamışlardı ki, Marius sevdiğinin ya­ zısını bile ilk kez görüyordu. Bugüne değin olanları birkaç kelimeyle anlatalım. Her şeyi Eponine düzenlemişti. 3 Haziran akşamı haydutları güç bela o evden uzaklaştırmayı başaran kız, ansızın hem hırsızların planı­ nı bozmayı, hem de Marius’ü Cosette’den ayırmayı düşünmüş­ tü. Bundan dolayı, karşılaştığı ilk işçi kılıklı gençle giysi değiştir­ miş ve Champs de Mars’a giderek Jean Valjean’ı uyarmıştı. Şu ‘taşının’ yazısını kendisi yazmıştı. Jean Valjean hemen eve dön­ müş ve kızına, «Bu akşam gidiyoruz, hizmetçi kadınla beraber, Silahlı Adam Sokağındaki evimize gidiyoruz. Bir haftaya kalmaz İngiltere’ye geçeriz,» demişti. Cosette bu umulmadık darbeyle, hemen Marius’e iki satır karalamıştı. Fakat bunu postaya nasıl verecekti. Tek başına çıkamazdı? Hizmetçiye verecek olsa, ka­ dın hemen Jean Valjean’a gösterirdi. Cosette bahçede kaygıyla dolaşırken, Plumet Sokağından geçen genç bir işçi görmüş ve onu çağırıp, beş frank vermiş ve mektubu götürmesini istemişti. Eponine de mektubu cebine atmıştı. 1115

Eponine ertesi sabah Courfeyrac’ın evine uğrayıp ondan Ma­ rius’ü sormuştu. Ona mektubu vermek için değil de, her sevenin anlayacağı gibi, yalnızca onu görmek için gitmişti. Courfeyrac ona, «Barikatlara gidiyoruz» dediğinde, hemen aklına bir düşünce gelmişti. Ölüme atılmak ve kendisiyle bera­ ber Marius’ü de sürüklemek! Courfeyrac’ın ardı sıra gitmiş, ba­ rikatın yerini beklemiş ve Marius mektubu almadığına göre, o akşam da her zamanki buluşmaya geleceğini düşünerek Plu­ met Sokağına dönmüştü. Orada delikanlıyı beklemiş ve ona o çağrıda bulunmuştu. Arkadaşlarının adına onu Chanvrerie So­ kağındaki barikata davet etmişti. Cosette’i bulamayan Mari­ us’ün çaresizliğini tahmin ediyordu. Bunda yanılmamıştı. Daha sonra tekrar Chanvrerie Sokağına geri dönecekti. Kendi canı pahasına Marius’ün hayatını nasıl kurtardığını demin gördük. Sevdiklerini de kendileriyle ölüme sürükleyenlerin o ağulu se­ vinciyle ölmüştü. Sevdiklerini başkasına kaptırmak istemeyen böyle kıskanç yürekler, «Başkası da ona sahip olamayacak!» diye avunur. Marius sevgilinin bu mektubunu defalarca öptü. Demek Co­ sette onu seviyordu. Bir ara artık ölmesi gerekmediğini düşündü. Daha sonra içinden «Fakat o gidiyor, babası onu İngiltere’ye sü­ rüklüyor ve benim dedem de bana evlenme iznini vermedi. Ka­ derimde hiçbir değişim olmadı,» diye düşündü. Marius gibi hayalcilerin böyle apansız kararları olur. Onun gi­ bi çaresizleşenler ansızın en olmayacak kararlar alırlar. Artık ha­ yatın yorgunluğu ona fazla geliyordu, ölüm çok daha iyi olacak­ tı. İşte o zaman, iki görevini düşündü. Hem Cosette’e haber vermek, hem de yaklaşan felaketten şu Eponine’in kardeşi olan küçük çocuğu kurtarmak. Cebindeki cüzdandan çıkardığı bir kâğıda şunları yazdı: Evlenmemiz mümkün değil, dedemden izin istedim, vermedi. Benim hiç param yok, herhalde senin de. Bahçeye koştum, se­ 1116

ni bulamadım, sana verdiğim sözü unutma. Sözümde duruyor ve ölüyorum. Seni seviyorum. Bu satırları okuduğunda, ruhum seninle olacak ve gülümseyecek. Mektubu mühürleyecek balmumu bulamadığı için, kâğıdı dörde katladı ve adresi yazdı: Matmazel Cosette Fauchelevent, Mösyö Fauchelevent’in evi. Silahlı Adam Sokağı, No: 7. Mektubu katladıktan sonra biraz dalgınca bekledi, daha son­ ra cüzdanını açıp, aynı kalemle ilk sayfaya şunları yazdı: İsmim Marius Pontmercy, cesedimi dedem Mösyö Gillenor­ mand’ın evine götürün. Calvaire Kızları Sokağı, No: 65, Marais Mahallesi. Cüzdanını tekrar cebine koydu, sonra Gavroche’a seslendi: «Benim için bir şey yapar mısın?» Gavroche: «Bu da soru mu?» dedi. «Siz olmasaydınız ben çoktan öbür dünyadaydım.» «Şu mektubu gördün mü?» «Evet.» «Onu al, hemen barikattan çık.» Gavroche huzursuzlanıp ku­ lağını kaşımaya başladı... «Ve yarın sabah bu mektubu şu adrese ulaştır: Matmazel Cosette, Silahlı Adam Sokağı No: 7 Mösyö Fauchelevent’in evi.» Çocuk: «Evet ama o sırada barikatı yıkacaklar ve ben burada olma­ yacağım.» «Anladığım kadarıyla barikata gün doğmadan zarar gelmez, yarın öğleden önce bunu yapma olanakları yok.» Saldırganların, sahiden pek niyetleri yok gibiydi. Gece savaş­ 1117

larında böylesi beklentiler olur. Sonra daha çetin bir saldırıya ge­ çilir. Gavroche: «Şu mektubu yarın sabah götürsem, olmaz mı?» «Epey geç olur. O zaman barikat sarılır, bütün sokaklara nö­ betçi koyarlar ve sen de hemen çıkamazsın. Haydi, derhal git.» «Peki,» dedi beriki. Gavroche Marius’ün bu yorumuna verecek yanıt bulamamış­ tı. Hızla mektubu aldı. Gavroche mektubu alırken, aklında bir fikir belirmişti, ama Marius’ün karşı koymaması için bunu açıklamaya çekindi. Şöyle düşünmüştü: «Henüz erken, gece yarısı, Silahlı Adam Sokağı fazla uzak değil. Mektubu götürür ve hemen dönerim.»

1118

ON BEŞİNCİ KİTAP SİLAHLI ADAM SOKAĞI 1 LAFAZAN BİR KURUTMA KÂĞIDI Ruhların isyanı karşısında şehirlerin kıvranması ne ki? İnsa­ noğlu halktan daha derindir. Jean Valjean şimdi müthiş bir sarsıntıya uğramıştı. Sanki dünya­ nın bütün uçurumları önünde açılmıştı. O da Paris gibi titriyordu. Müthiş ve karanlık bir isyanın eşiğinde olduğunu biliyordu. Ondaki bu değişiklik için birkaç saat yetmişti. Kaderi ve vicdanı apansız göl­ gelerle kaplanmıştı. O da şu anda aynen Paris gibi bağrında iki şey saklıyordu. Çarpışan iki prensip. İyilik Meleği, Kötülük Meleği, ikisi de uçurum kıyısında boğuşuyordu. Hangisi diğerini o karanlıklara atacaktı? Kim yenecek? Kim yenilecekti. Aynı günün öncesinde, 5 Haziranda Jean Valjean Cosette ve hizmetçi kadınla beraber, Silahlı Adam Sokağına taşınmışlardı. Orada kendilerini bir olay, üstelik epey heyecanlı bir olay bekliyordu. Cosette, Plumet Sokağından ayrılırken epey direnmişti. Be­ raber yaşamaya başladıklarından beri, genç kız ilk kez babası­ na karşı koyuyordu. Cosette’in isteğiyle Jean Valjean’ın isteği çarpışmış, daha doğrusu karşılaşmıştı. Bir yandan direniş, öte yandan kabullenme. Bir yabancının Jean Valjean’a attığı ve ta­ şının yazılı kâğıt, adamı o kadar telaşlandırmıştı ki, paniklemiş­ ti. İzinin bulunduğuna ve kovalandığına emindi. Cosette babası­ na bir kez daha evet demek zorunda kaldı. İkisi de, Silahlı Adam Sokağına derin bir sessizlikle gelmişti. 1119

İkisi de kendi düşüncelerine o kadar dalmıştı ki, Jean Valjean kendi acısı arasında, Cosette’in kederini fark etmemiş, Cosette de kendi acısından babasının telaşını görmemişti. Jean Valjean hiç yapmadığı bir şey yapmış, hizmetçisini de ge­ tirmişti. Belki bir daha artık o eve dönmeyeceğini tahmin ediyordu. Hizmetçi kadını orada yalnız bırakamayacağı için, ona sırrını da veremezdi. Aslında kadının epey güvenilir, vefalı biri olduğunu bi­ lirdi. Hizmetkârdan efendiye, ihaneti başlatan meraktır. Ama sanki Jean Valjean’a hizmetçilik etmek için yaratılan o kadın, hiç meraklı değildi. O köylü diliyle, kekeleyerek sürekli ay­ nı şeyi söyledi: «İşte böyleyim ben; işimi yaparım, gerisi neme lazım.» Plumet Sokağından kaçarcasına ayrılan Jean Valjean, nafta­ lin kokulu bavuldan başka bir şey almamıştı yanına. Cosette’in kıskandığı ve «bırakılamaz» dediği o ünlü bavul. Dolu sandıklar için hamal gerekirdi, hamallar da günün birinde tanık olur. Plu­ met Sokağındaki köşkün Babil Sokağı kapısından bir kira araba­ sına binip taşınmışlardı. Hizmetçi kadın, güç bela Cosette için birkaç parça çamaşır ve giyecek paketleyebilmişti. Cosette ise sadece mektup kâğıt­ larının kutusuyla, kurutma kâğıdını almıştı. Babası daha az kuşku çekmek için, Plumet Sokağındaki köşk­ ten karanlık bastırdıktan sonra ayrılmıştı. Bu da Cosette’e Mari­ us'e mektubu yazma fırsatı vermişti. Silahlı Adam Sokağına gece­ nin geç vaktinde varmışlar ve usulca odalarına gidip yatmışlardı. Silahlı Adam Sokağındaki daire, bir arka avluya açılıyor, bi­ nanın ikinci katını kaplıyordu. İki yatak odası, bir yemek odası odaya bitişik bir mutfağı vardı. Mutfaktaki yükseltide, portatif bir yatak vardı; hizmetçi kadın orada yattı. Yemek odası sofa olarak kullanılır ve diğer iki odayı ayırırdı. Evin gerekli eşyaları vardı. İnsan kaygılandığı kadar, ferahlar da. İşte Jean Valjean için de aynı şey oldu. Adam henüz Silahlı Adam Sokağına yerleş­ mişti ki, bütün endişesi silindi. Ev karanlık bir sokakta, sakin bir mahalledeydi. İnsanı ferahlatan yerler vardır. Aslında sokak çıkmaz gibiydi, 1120

arabaların geçmemesi için, iki direğe oturtulan kalın bir kalasla, ikiye ayrılmıştı. En güneşli havada bile loş olan bu sokak, ihtiyar­ lar gibi asırlık evlerle çevriliydi. Bu sokakta bir bataklıkta gibi unutulma da vardı. Jean Valjean, geniş bir soluk aldı. Onu bura­ da kimse bulamazdı. İyi uyudu, gece öğüt verir, aslında geceler huzur da verir. Erte­ si sabah uyandığında, kendisini neşeli buldu. Çirkin yemek odası bile güzel göründü. Burada değirmi bir masa, alçak bir dolap, onun üstüne konmuş bir de yuvarlak masa, bir de hizmetçi kadı­ nın üstlerine paketlerini bıraktığı birkaç sandalye vardı. Paketler­ den birinde Jean Valjean’ın muhafız üniforması görünüyordu. Cosette gün boyu odasından çıkmadı. Hizmetçi kadının ge­ tirdiği bir çorbayla yetindi. Saat beşte odadan odaya gidip gelen hizmetçi kadın yemek odasındaki masaya haşlanmış bir tavuk bıraktı. Cosette yalnızca babasını kırmamak için biraz yedi. Sonra ağzını silen genç kız, baş ağrısını bahane edip odasına çekilme iznini isteyerek, baba­ sına iyi geceler dedi. Jean Valjean, büyük bir iştahla bir tavuk ka­ nadı yedikten sonra, masaya dirseğini koyup keyifle bakındı. Yemeğini yerken hizmetçi kadının belli belirsiz sözcüklerini duymuştu: «Efendim, epey patırtı var, Paris’te çatışma bu!» Fakat kendi düşüncelerine dalmış ihtiyar bu sözleri umursa­ madı. Aslında iyice duymamıştı bile. Kalktı ve düzenli adımlarla pencereden kapıya, kapıdan pen­ cereye gezdi. Giderek neşeleniyordu. Kalbine dolan huzurda Cosette’in epeyce rolü vardı. Aslında onun başağrısından biraz endişelenmişti, fakat ne de olsa bu inatçı bir kızın gereksiz nazıydı. Birkaç güne kalmaz her şey yo­ luna girerdi. Her zamanki gibi Cosette’i sevgiyle düşündü. Artık o mutlu hayatlarını sürdürmemeleri için neden kalmamıştı. Za­ man zaman her şey olanaksız, zaman zaman ise her şey kolay görünür. İşte Jean Valjean da böyle bir iyimserlik yaşıyordu. Ço­ ğu zaman, bunlar üzüntülü saatleri izler, tıpkı gündüzün gece­ den sonra gelmesi gibi. Doğayı oluşturan şu art ardalık ve zıtlar 1121

yasasıdır bu. Derin düşünmeyen insanların «karşıtez» dedikleri olgu. Barındığı şu huzurlu mahallede, uzun zamandır kendisini hu­ zursuz eden gölgelerle kalbi kararan adam nihayet, gökyüzünün maviliğini görebildi. Plumet Sokağından ayrılması epey iyi ol­ muştu. Belki de bir süre yurtdışına çıkmakta da yarar vardı. Bir­ kaç aylığına Londra’ya geçebilirlerdi. Niye olmasın? Giderlerdi. Ha Fransa olmuş, ha İngiltere; hepsi birdi. Cosette yanında ol­ duktan sonra! Cosette onun vatanı, her şeyiydi. Cosette onun mutluluğuna yeterdi. Kendisinin de Cosette’in mutluluğuna yettiğine o kadar inanmıştı ki, bunun tersini düşünmüyordu bile. Eski acılarının miskinliğiyle tam bir iyimserliğe kapılmıştı. Cosette’in yanında oluşu, ona ait olmasıydı bu. Derin bir keyifle aklında İngiltere’ye geçiş planlarını kurmaya başladı. Odanın içinde dolanırken, bir ara gözü tuhaf bir şeye takıldı, dolabın üstünde duran aynada şunları okumuştu: Sevgilim! Ne yazık ki babam hemen gitmemizi istiyor. Bu ak­ şam Silahlı Adam Sokak No. 7'de olacağız. Bir hafta sonra da İn­ giltere’ye gidiyoruz. Cosette. 4 Haziran. Adam beyninden vurulmuş gibi oldu. Bir gece önce eve geldi­ ğinde, Cosette kurutma kâğıdını dolabın üstüne koymuş ve sıkın­ tıları arasında bunu kaldırmayı unutmuştu. O kadar şaşkın dav­ ranmıştı ki, kâğıdı aralık bıraktığının ayrımında bile değildi. Yazdı­ ğı o dört satır aynada görünmüştü. Jean Valjean şu anda Coset­ te’in o yol işçisine verdiği, Marius’e yazılı mektubu okumuştu. Mektup her şeyi yansıtmıştı. Geometride «simetrik görüntü» denilen şey olmuştu. Kurutma kâğıdında ters görünen harfler, aynada düzgünce yansımıştı. Jean Valjean mektubu baştan sona okudu. Bu hem epey basit, hem de korkunç bir şeydi. Yıkıcı bir şey! Jean Valjean aynanın yanına gitti, tekrar okudu, inanamıyor­ du. Yıldırım çarpmış gibiydi. 1122

Giderek anlamaya başladı. Cosette’in kurutma kâğıdına bak­ tı. Yazılar bundan yansımıştı. «Evet fakat bunların anlamı yok, burada doğru dürüst yazılı bir şey yok,» diye düşündü. O zaman geniş bir soluk aldı, insan ruhu ne tuhaftır, sürekli kendini aldatmak ister. En korkunç anlar­ da bile böyle coşkulara yakalananlar olur. Ruh kendisini bırak­ madan önce, bütün umutlarını bitirir. Kurutma kâğıdını tutarken, kendisini mutlu saydı. Demin ka­ pıldığı hayale neredeyse gülecekti. Derken, ayna önünde durdu­ ğundan, gözleri aynaya ilişti ve dört satırı olanca açıklığıyla oku­ du. Artık bir vehim olamazdı. Bu aynada gerçek halini alan ya­ zıydı. Nihayet bunu anlayabildi. Adam sendeledi, kurutma kâğıdı düştü elinden ve dolabın yanındaki eski koltuğa çökercesine yığıldı. Başı göğsüne düş­ müş, ifadesiz gözleri anlamsızca bakıyordu. Cosette’in bunu yazdığını düşündü. Ruhunda müthiş bir deği­ şim hissetti ve kederle inledi, bağırdı. Tıpkı kafesteki aslan gibi. İşin en kederli tarafı ise, şimdi Marius’ün henüz bu mektubu almamasıydı. Tesadüf onu Marius’e iletmeden önce kendisine okutmuştu. O güne değin hiçbir acı Jean Valjean’ı tam olarak yıkmamış­ tı. En korkunç sınavlardan geçmiş, kötü kader ondan hiçbir aza­ bı esirgememişti. Zalim kader, bütün toplumsal yanılgılarla birle­ şip onu kendisine esir olarak seçmiş ve onu ordan oraya atmıştı. Fakat onu hiçbir şey yıldırmamış. Zamanında her şeye katlan­ mıştı. Tekrar kavuştuğu kişi dokunulmazlığını feda etmiş, özgür­ lüğünden vazgeçmiş, canını tehlikeye atmış, her şeyini yitirmiş, her acıyı çekmiş bütün bunlara rağmen, kimseye hınç duymamış ve arzularını yenmeyi başarmıştı. Zaman zaman bir kurban, bir aziz gibi kendi çıkarlarının dışında kalmıştı. Her türlü acıya alış­ kın vicdanı, yenilmez bir yere yükselmişti, ama şu anda onun için­ den geçenleri okuyacak biri olsa, onun zayıfladığını anlardı. O güne değin çektiği azapların en korkuncu onu bu kıskaç gi­ bi yakalamamıştı. Derinde kalan o gizli hislerinin devindiğini his­ setti. Şimdiye değin bilmediği en acı hissi tattı. Şurası gerçek ki 1123

henüz çilesi bitmemişti. Kader ona son bir darbe indiriyordu. Fa­ kat bu en amansız, en kötü darbeydi. Biçare ihtiyar, Cosette’i bir baba gibi severdi. Fakat hayat bo­ yu sevgiden mahrum olan adam, bu sevgide bütün sevgileri top­ lamıştı. Onu hem kızı, hem de annesi gibi seviyordu, onu kız kardeş gibi de seviyordu. Hem hiçbir zaman ne bir sevgili ne de bir eşi olmadığı için, bu duyguyu da epey belirsiz bir hissin örtü­ sü altında olarak, ona beslediği sevgiye eklemişti. Burada kaba­ hat kendisinin değildi, bu acımasız yaradılışın kendisine ettiği bir oyundu. Yaradılış epey zalim ve asla karşı konulamayan bir ala­ caklıdır. İhtiyar da ayrımında değildi, fakat Cosette duyduğu o büyük sevgide, hiç el değmemiş ve lekesiz bir şey gibi, gerçek aşk da vardı. Bu belli belirsiz ve meleksi, epey arı duru olan Jean Valje­ an’ın bile aslında farkında olmadığı duyguda hiçbir fenalık yok­ tu. Aralarında evlilik söz konusu değildi. Ruhlarının evliliği bile, fakat yine de kaderleri ortaktı. Cosette’in dışında, yani çocuklu­ ğunun dışında, ihtiyarın seveceği hiçbir şey yoktu. Tutku ve aşk onda hiçbir etki bırakmamıştı. Böylece bir kez daha belirtelim ki, yüksek bir fazileten fışkırdığı bütün bu birlik, Jean Valjean’ın Co­ sette için bir «Baba» olmasını sağlıyordu. Tuhaf bir baba, dede, evlat, kardeş, ağabey ve eş, evet bütün bu sevgileri kapsıyordu, dahası bu babada bir anne bile vardı diyebiliriz. Cosette’i seven, ona tapan, onu bir ışık, bir aile, bir vatan ve bir cennet gibi gö­ ren bir baba. Fakat bütün bunların bittiğini, kızın elinden gittiğini, bir bulu­ ta, bir nehre dönüştüğünü anladığında, aklı bu korkunç gerçeği kabullendiğinde, adam sahiden mahvolduğunu anladı. Acı ger­ çek, şu müthiş gerçek: Bir başkası onun hayat gayesini elinden almıştı. Bütün varlığını bir isyan dalgası kapladı. Önce baştan ayağa bencilliğinin ayaklandığını hissetti ve adamın ruhunun de­ rinliklerinden şu «Ben» sözü kükredi. İç yıkımlar vardır. Üzüntü veren bir inancın insanın içine işle­ mesi çoğu zaman kişiyi oluşturan öğeleri çekip alarak, insanın özünü değiştirir. Acı bu sınıra vardığında, vicdan da kendi derdi­ 1124

ne düşer. Bütün güçlerin seferber hale geldiği bir durum. Öldü­ rücü krizlerde bazı insanlar hiçbir değişime uğramadan, kendisi­ ni kurtarmayı başarır. Yine de sınır geçildiğinde en güçlülerin bi­ le yıkıldığı olur. Kurutma kâğıdını tekrar eline alan Jean Valjean, artık bir kez daha gerçekle yüz yüze olduğunu anladı. İçinde o kadar yoğun bir bulut vardı ki, bütün ruhunun bunda eridiği duygusunu yaşa­ dı. Bunu, hayalinin büyütmeleri arasında müthiş bir sakinlikle gözledi. Birkaç ay önceki kaygılarını düşündü. Bunları nasıl de­ lice bir iyimserlikle aklından silip atmıştı. Uçurumu tanıdı evet, o uçurum. Ne yazık ki kendisi artık uçurumun kıyısında değil, di­ bindeydi. İşin en tuhaf ve en kederli yanı hiç fark etmeden buraya gel­ mesi oldu. Hayatının olanca ışıkları sönmüştü, fakat kendisi hâ­ lâ güneşi gördüğünü sanıyordu. Sonra içgüdülerini harekete geçirdi. Bazı olayları, bazı tarih­ leri andı. Cosette’in zaman zaman bir gelincik gibi al al olması­ nı, sonra bembeyaz kesilmesini anımsadı. Bunlar arasında bir ilişki kurdu. Kendi kendisine: «O» dedi. Umutsuzluk ilmi hedefi­ ne hemen varan bir yaydır. Bu sır yüklü yay, hedefi vurmuştu, ilk tahmini Marius oldu. İsmini bile bilmediği delikanlıyı tanıdı, bun­ dan emindi. Anılarının en loş gölgelerinden, parkın o aylak deli­ kanlısını tanıdı; hain serseriyi, serüven ardında koşan haytayı. O alçağı... Çünkü babasıyla gezen bir kıza göz koyan biri alçak değilse nedir? Tüm yıkımının o serseri yüzünden olduğunu anlayan Jean Valjean, bütün geçmişini yadsıyarak yepyeni biri olup çıkan bu üstün, bu kendisini aklatan, ruhunu yükseltmek için epey gayret gösteren bu adam, kalbinin ta dibinde çöreklenmiş hıncı gördü ve ürperdi. Büyük açılır yanları sıra yorgunluk da getirir, insanın olanca cesaretini yok eder. Böyle bir acıya düşen insan, kişiliğinden bir yığın şeyin eksildiğini bilir. Gerçi bu tür acılar gençlerde bile kas­ vetlidir, ama ihtiyarlıkta korkunçtur. 1125

Gencin kanı sıcak, saçları siyah, başı dimdik olduğu o hoş yıllarda, hayat ve kaderinin önünde uzayıp gittiği o yıllarda, ona­ rıma vakit vardı. Kadınların gülüşleriyle dolu o günlerde, oyala­ nabilir, gelecekten bir şeyler umar. Fakat ne yazık ki, yılların yıkımına varıldığında, çevremizin giderek daraldığı o kocamışlık yıllarında kişi, kabrinin yıldızların­ dan başka bir şey göremez. İhtiyar böyle düşünürken, birden hizmetçi kadın girdi. Adam: «Hangi mahallede? Biliyor musunuz?» Şaşıran kadın ne diyeceğini bilemedi: «Ne dediniz efendim?» Jean Valjean tekrar sordu: «Demin bana dövüştüklerini söylemediniz mi?» «Aa, evet efendim Saint-Mery civarında.» Öyle zamanlar olur ki kendimiz bile farkında olmadan, aklımı­ za ilk gelen düşünceyi robot gibi uygularız. İşte herhalde böyle bir şey sonunda, Jean Valjean beş dakika sonra kendini sokağa attı. Evinin kapısı önünde şapkasız oturdu. Ortalığı dinliyordu. Karanlık çökmüştü. 2 FENERLERE DÜŞMAN HAYLAZ Bu halde ne kadar kaldı? Bu acıklı düşüncenin sonuçları ney­ di? Kendisini toparlayabildi mi? Yoksa hâlâ o durumundan çıka­ madı mı? Bilemeyeceğiz; aslında bunu kendisi de bilemiyordu. Sokak bomboştu. Kaygılı şehirliler evlerine, güvenceye dön­ mek için telaşlanıyordu. Onu orada o halde otururken görmediler bile. Zaten böyle tehlikeli zamanlarında kimse kimseyle ilgilen­ mez. Fenerleri yakan adam geldi ve 7 numaralı kapının karşısın­ daki feneri de yaktı. Gölgeler de incelense, şu anda Jean Valjean yaşayan birine benzemiyordu. Orada kapısının önündeki taşın üstünde taş bir heykel gibi oturuyordu. Çaresizlik dondurucudur. Matem çanını ve heyecanlı gürültüleri duydu. Bütün bu kar­ gaşa sırasında Saint-Paul Kilisesinin çanı gecenin on birini usul­ 1126

ca duyurdu. Çünkü matem çanı insan, fakat saat Tanrı’dır. Vak­ tin geçmesi de Jean Valjean’ı etkilemedi. Oralı bile olmadı. Fa­ kat tam o sıralarda Hal Çarşısı yönünden korkunç bir patlama oldu, bunu da şiddetli bir diğeri izledi. Herhalde demin anlattığı­ mız ve Marius'ün püskürttüğü barikat saldırışıydı. Gecenin ıssızlığında daha da tekinsiz bir çınlama oluşturan bu sesler Jean Valjean'ı titretti. Önce, gürültünün geldiği yöne başını çevirdi, sonra kollarını göğsünde birleştirdi ve başı göğsüne düştü. Kendi kendisiyle konuşmayı sürdürdü. Sonra başını kaldırdı, sokakta yürüyen biri vardı. Hemen ar­ kasından ayak sesleri duydu. Sokak fenerine doğru baktı, bir­ den, sapsarı, gencecik ve epey şirin ve neşeli bir yüz gördü. Gavroche, silahlı Adam Sokağına gelmişti. Gavroche etrafına bakıyor ve bir şeyler aranıyordu. Gerçi Je­ an Valjean’ı görüyordu, fakat fark etmiyor gibiydi. Önce, yukarı bakan Gavroche sonra yere baktı. Ayak uçların­ da boyunu yükseltip giriş katının kapı ve pencerelerine dokundu. Hepsi de sürgülüydü, çocuk omuzlarını kaldırdı ve kendi kendine: «Vay canına!» dedi. Daha sonra tekrar yukarı baktı. Demin kimseyle konuşamayacak bir ruh hali içinde olan Je­ an Valjean ansızın bu çocukla konuşma ihtiyacı duydu: «Küçük,» diye sordu, «ne arıyorsun?» Gavroche: «Açım,» dedi ve sonra, «küçük sana derler,» diye ekledi. Cüzdanını karıştıran Jean Valjean beş franklık bir para çı­ karttı. Bir hacıyatmaz gibi sürekli devinen Gavroche, ansızın başka bir şey yaptı, yerden bir taş aldı ve: «Şuna bak,» dedi. «Lambalarınız yanıyor. Olmadı, duruma ters bir davranış sayılır. Şunu kıralım...» Taşı sokak fenerine atıp camı tuzla buz etti. Öyle bir gürültü çıkarmıştı ki evlerinde oturanlar, karşı evin sahipleri «Aman Tan­ rım bu doksan üçe benziyor!» dediler. Sokak birden kapkaranlık kesildi. 1127

Gavroche hoş bir gülüşle: «İyi geceler köhne sokak, haydi geçir başına başlığını, iyi uy­ kular,» Sonra ihtiyara dönüp: «Şu karşıdaki o büyük anıt neyin nesi? Ha, öyle ya, Arşiv Bi­ nası olmalı! Şu sütunları aşağı indirip bir barikat kurmalı.» Jean Valjean ona yaklaştı, usulca ve yumuşak bir sesle: «Zavallı çocuk aç!» dedi. O beş frankı çocuğun eline bıraktı. Gavroche başını kaldırdı, paranın kocamanlığı onu şaşırtmıştı. Karanlıkta paranın bembe­ yaz ışıldamasına hayranlıkla baktı; aslında o bu beş franklık gü­ müş paralardan söz edildiğini duymuş, fakat hiç görmemişti. Bi­ rini bu kadar yakından görmek çocuğu epeyce sevindirdi, kendi kendine «Şu kaplanı inceleyelim» dedi. Bir süre ona beğeniyle baktı, sonra adama dönüp parayı ge­ ri verdi ve gururla: «Hey kenter, paranızı alın,» dedi, «ben lambaları kırmayı is­ terim. Beni hemen satın alamazsınız. Şu vahşi kaplanınızı da alın, gerçi onun beş tırnağı var fakat bana vız gelir...» Jean Valjean: «Ailen var mı?» Gavroche: «Belki sizinkinden fazla.» «Tamam işte, bu parayı onlara götür.» Gavroche hemen duygulandı, konuşan adamın şapkasının bile olmadığını görmüştü ve bu da kendisine güven verdi. Gavroche: «Çok iyi birisiniz,» diyerek parayı cebine koydu. Adama duy­ duğu güven çoğalıyordu, sordu: «Siz burada mı oturuyorsunuz?» «Evet, niye sordun?» «Bana 7 numaralı evi gösterebilir misiniz?» «O evle ne işin var?» Çocuk hemen sustu, çok konuştuğunu düşünüp pişman oldu, sonra parmaklarını saçlarına atıp: 1128

«Öylesine sordum,» dedi. Sonra Jean Valjean’ın aklı çalıştı. Gömülmüş olduğu acı ona bir kehanet sağlamıştı, sordu: «Yoksa beklediğim mektubu mu getirdin?» Gavroche: «Siz ha, fakat siz kadın değilsiniz ki?» «Mektup Matmazel Cosette’e değil mi?» Gavroche: «Evet sanırım Cosette olacaktı, tuhaf.» İhtiyar atıldı: «Tamam, bana ver onu, ben verecektim kıza.» «Peki o halde, siz de beni barikattan yolladıklarını biliyorsu­ nuzdur?» «Kuşkusuz,» dedi beriki. Gavroche elini ceplerinden birine daldırdı ve dörde katlı bir kâğıt çıkardı. «Mektuba saygı gösterin,» dedi. «Geçici hükümetten geli­ yor.» İhtiyar: «Ver,» dedi. Gavroche mektubu başının üstünde tuttu. «Bunun bir aşk mektubu olduğunu düşünmeyin sakın. Bir ka­ dın için fakat halk için. Bizler kadın için savaşır, ona saygı duya­ rız. Şu salon adamlarından değiliz, hani şu dişi develere aşk mektubu yazan o sütçocuklarından...» «Ver.» Gavroche: «Vereceğim, çünkü siz iyi birisiniz.» «Haydi, hemen ver.» «İşte.» Jean Valjean’a uzattı. «Haydi çabuk olun efendim, çünkü Matmazel Cosette mektu­ bu bekliyor.» Gavroche bir kelime oyununu yaptığından, memnunca sırttı. Beriki sordu: 1129

«Mektubun karşılığı Saint-Mery barikatına mı gelecek?» Gavroche haykırdı: «Sakın ha! Korkunç bir gaf yapmış olursunuz. Bu mektup Chanvrerie Sokağındaki barikattan geliyor, ben de oraya dönü­ yorum. İyi geceler.» Bu sözlerden sonra gitti, daha doğrusu kanat çırpan bir kuş gibi uçtu. Bir merminin hızıyla o karanlığa daldı. Silahlı Adam Sokağı o eski ıssızlığına büründü. Birkaç dakika içinde, benliğin­ de gölgeyi ve düşü bağdaştıran bu yüce kalpli çocuk o karanlık evlerle dizilmiş yolda görünmez oldu. Fakat az ötede, bir şıngır­ tı daha oldu, Gavroche ikinci sokak fenerini de yere devirip çev­ rede oturanları çileden çıkarıyordu. 3 HİZMETÇİ İLE COSETTE UYKUDA İhtiyar, elinde Marius’ün mektubu eve girdi. El yordamıyla merdivenleri çıktı, avını sıkıca tutan bir baykuş gibi karanlığı se­ viyordu. Kapısını usulca örttü ve hiç gürültü duymadığından, hiz­ metçi kadınla Cosette’in uyumuş olduklarını tahmin etti. Eli o ka­ dar titriyordu ki, çakmağını birkaç kez çakmak zorunda kaldıktan sonra, mumu yaktı ve masaya geçip mektubu okudu. Böyle koyu heyecanlarla insan okumaz elindeki kâğıdı, yere serili bir kurban gibi sıkıştırır, kırıştırır, ona öfkesinin tırnaklarını geçirir, baştan sona okuduğu halde hiçbir şeyi anlayamaz. İşte Marius’ün Cosette’e yazdığı satırlardan şu kadarını algılayabildi: ... Ölüyorum. Seni seviyorum. Bu satırları okuduğunda ru­ hum seninle olacak. Bu iki satırı görünce delice bir sevince kapıldı. Marius’ün mektubu elinde, sevinçten esridi, o nefret ettiği adam ölecekti! İçin için haykırdı. Oh, demek kâbus bitmişti. Umduğundan çok hızlı gelen bir sonuç. Yazgısını karartan o yaratık demek ölüyordu. Hem de isteyerek. Jean Valjean’ın onu yok etmek için bir şey yapması gerekmi­ yordu artık. O ölecekti. Belki de ölmüştü. Birden, hesaplar yap­ 1130

tı. «Yoo, hayır daha ölmedi!» diye söylendi. Çünkü mektup erte­ si sabah Cosette’in eline geçecek gibi yazılmıştı. Demek demin­ ki silah sesleri onu öldürmemişti, ondan sonra da başka ses çık­ mamıştı. Gece on bir ile on iki arasında, hiçbir patlama olmamış­ tı. Fakat «O adam» mutlaka ölecekti. Böyle bir çarpışmaya ka­ rıştığına göre bundan canlı çıkmazdı. Daha ölmediyse, bile ya­ kında ölürdü. Oh, ne güzel,» diye düşündü. Fakat bütün bunları kendi kendisine defalarca söyledikten sonra gönlü karardı. Sonra inip kapıcıyı uyandırdı. Bir saat sonra Jean Valjean, üzerinde muhafız üniforması, sokağa çıkıyordu. Kapıcı ona kılığını tamamlamak için gereken şeyleri sağlamıştı. Omuzunda dolu bir tüfek, boynunda, kabarık bir mermi çantası vardı. Çarşıya yollandı. 4 GAVROCHE GAYRET EDİYOR Bu sırada Gavroche’un başına bir bela gelecekti. O, Chaume Sokağındaki feneri de indirdikten sonra, Vieille Haudriette Sokağına dalmıştı. Orada kimsecikler olmadığı için, hemen aklına gelen bir şarkıyı söylemeye başladı: Ne lafazandır, şu kuşlar, Dediler ki, dün Atala Kaçıp gitmiş bir Rus’la. Güzel kızlar nereye gider? Lon-la. Fazla konuşma dostum Pierrot, Geçen gün Mila, Camı vurdu, sesledi beni, Güzel kızlar nereye gider? Lon-la 1131

Ne hoştur o sürtükler, İşveleri büyüledi, Bay Orfila kafayı buldu. Nereye gider güzel kızlar? Lon-la. Severim aşk işlerini, Sevdim Agnes’i, sevdim Pamela’yı, Kışkırtırken beni Lisa, mahvetti kendini, Aşkın yalımlarında. Nereye gider güzel kızlar? Lon-la. Geçmişte şallarını görürdüm, Suzette ile Zeila’nın Ruhun katlarına takıldı, Nereye gider güzel kızlar? Lon-la. Jeanne aynaya baktı, Kalbim bir gün kanatlandı, Sanırım Jeanne gönlümü yakaladı, Güzel kızlar nereye gider? Lon-la. Geceleyin balodan sonra, Stella’yı yıldızlara gösterirdim Onlara bak, derdim. Nereye gider güzel kızlar? Lon-la. Gavroche bir yandan şarkı söylerken, el kol hareketleriyle eş­ lik ediyordu. Pandomim de nakaratın dayanağı gibidir. O canlı yüzünde ruhunun olanca coşkusunu gösteriyordu. Rüzgârda 1132

dalgalanan bir elbisenin yırtıkları gibi en tuhaf şekillere bürünü­ yordu yüzü. Ne yazık ki, geceleyin bir başına olduğundan, bu sanat eğ­ lencesini kimseler göremiyordu. Heder olan, harcanan servetler gibi. Sonra olduğu yerde kalakaldı. «Romansı bırakalım!» dedi. Karanlığa alışan gözleri gölgelerde karartılar seçmişti, bir adam ve bir el arabası. Arabanın saplarını tutan hamal, araba­ da uyuyordu herhalde, dut gibi sarhoştu. Gavroche tecrübeli biri sayılırdı, adamın sünger gibi içtiğini hemen anladı. «Oh, oh!» diye söylendi, «İşte yaz gecelerinin iyiliği. Hamal arabasını sürerken uyur, ben de Cumhuriyet adına şu el araba­ sına el koyayım da, görsün. Hamalı monarşiye emanet ediyo­ rum.» Arabayı barikata götürmeyi düşündü. Hamal horluyordu. Gavroche arabayı usulca çekti arkaya, hamalı da ayakların­ dan itti. Bir dakika sonra hamal kaldırıma serilmiş, uykusunu sürdürüyordu. El arabası Gavroche’a kalmıştı. Sürekli umulmayana alışkın olan çocuk yanında her şeyi ta­ şırdı, hemen ceplerini yokladı ve çıkardığı kırmızı kalemle bir kâ­ ğıda şunları yazdı: Fransa Cumhuriyeti Adına, Arabaya el koyduk (imzaladı): Gavroche. Daha sonra o makbuzu hâlâ horlayan hamalın cebine tıktı ve arabanın kollarına yapışıp sürmeye başladı. Fakat bu iş epey tehlikeliydi. Çünkü Basımevinin hemen yanında bir karakol var­ dı. Bu karakolda şehir muhafızları nöbet bekliyorlardı. Zaten adamlar bir şeylerden kuşkulanmalardı. Kırılan iki fenerin gürül­ tüsüyle, avazı çıktığınca bağıran çocuğun şarkısı epeyce şama­ ta çıkarmıştı. Çavuş kulak veriyordu, fakat aklı başında biri oldu­ ğu için durup bekledi. 1133

Tam o sırada kaldırım taşları üzerinde el arabasının sesi ar­ tık bardağı taşıran damla oldu. Çavuş duruma bakmak istedi. «Herhalde kalabalıklar, bir bakalım.» Anarşinin sayısız kolunun her yere saldırdığı belliydi. Çavuş dikkatle yürüyerek, çevreyi denetlemeye çıktı. Tam sokak köşesine gelen Gavroche, ansızın karşısında bir üniforma, bir asker şapkası, bir de tüfek gördü.» «Ya, demek toplumsal düzen, merhame...» Gavroche’un şaşkınlığı fazla sürmezdi. Çavuş bağırdı: «Nereye gidiyorsun?» Gavroche: «Yurttaş, ben size kenter demedim. Neden bana hakaret edi­ yorsunuz?» «Nereye gidiyorsun alçak?» Gavroche şakayı elden bırakmadı: «Efendim, belki dün espri anlayışı olan biriydiniz, fakat şu an­ da ne yazık ki sizi epeyce şeyden mahrum görüyorum,» dedi. «Sana nereye gidiyorsun diye sordum it?» Gavroche: «Ne de güzel konuşuyorsunuz. Hiç de yaşınızı göstermiyor­ sunuz. Aslında siz saçlarınızı satmalısınız, hiç yoksa beş yüz frank eder. Telini yüz franktan sattığınızda.» «Nereye gidiyorsun hırsız?» Gavroche: «Yüce Tanrım! Ne derin sözler. Sizi ilk emzirdiklerinde ağzı­ nızı daha iyi silsinler.» Çavuş süngüsüyle yolunu kesti. «Seni gidi alçak! Nereye gittiğini bana söylemeyecek mi­ sin?» Gavroche eğleniyordu: «Generalim, doktor çağırmaya gidiyorum, karım doğum san­ cısı çekiyor!» Çavuş: «Silah başına!» dedi. Sizi mahvedeni bir kurtuluş gereci olarak kullanmak güçlü 1134

adamların işidir. Gavroche bir bakışla durumu anladı. Onu yaka­ latan şu el arabası olduğuna göre, yine onun yardımıyla paçayı kurtarabilirdi. Çavuşun üstüne atılacağı sırada, çocuk el arabasını bir mer­ mi gibi adamın üzerine devirdi. Tam karnından isabet alan çavuş çamurlara battı, silahı da elinden fırlamış, ötelere düşmüştü. Çavuşun sesine adamları koştur. Patlayan tüfek genel bir ateşe neden oldu. Bu mermi sağanağı on dakika sürdü ve evle­ rin camları kırıldı. Bu arada yakayı kurtaran Gavroche, gözden uzaklaşmış ve Kızıl Çocuklar Sokağı köşesindeki bir taşa oturup dinlenmeye başlamıştı. Kulak kesildi. Bir parça dinledikten sonra, silah seslerinin geldiği tarafa döndü ve sol elini burnunun hizasına kaldırıp, sağ eliyle başının arkasına vurup nanik yaptı. Bu da Paris haylazlarının sevinç gösterisidir, yaklaşık elli yıldır sürüp gittiğine göre, daha uzun yıl­ lar modası geçmeyecektir. Fakat bu neşesini bir düşünce kararttı: «İnanılır gibi değil! Gülüyorum, keyfim gıcır, şakalar yapıyo­ rum, fakat yolumu da kaybettim. Uzun bir eğri çizmek zorunda­ yım, aman Tanrım, umarım barikata vaktinde yetiştirim.» Tekrar yürümeye başladı. Bir yandan koşuyor, bir yandan da kendi kendine: «Dur bakalım nerede kalmıştım?» diye söyleniyordu. Seri biçimde sokakta ilerlerken, şarkısını sürdürdü. Sesi ka­ ranlığın içinde uzaklaştı: Mapuslar yok olmadı, Buna izin vermemeli, Halk düzenine sarılmalı, Nereye gider güzel kızlar? Lon-la. 1135

Kim ister çelik çomak oynamayı, O büyücek top düştüğünde, Eski dünya yıkıldı, Güzel kızlar nereye gider? Lon-la. Ey sevgili halk, Gel harap edelim Louvre Sarayını. Monarşiyi devirelim. Güzel kızlar nereye gider? Lon-la. Zorladık demir parmaklıkları, Direnemedi Onuncu Charles, Çekip gitti. Güzel kızlar nereye gider? Lon-la. Karakolun saldırısı sonucu, el arabasına el kondu, sarhoş hamal tutuklandı. Araba, haciz ambarına çekildi, sarhoş hamal suçortağı olarak savaş divanında sorgulandı. O günlerin savcı­ sı kendisini göstermek için bu konuda abartılı bir gayret harca­ mıştı. Gavroche’un bu önemsiz serüveni günlerce konuşuldu. Temple Mahallesi kenterleri arasında, ihtilalin en müthiş anıla­ rından biri olarak anıldı. O kadar ki günlüklerinde bu olaya şöy­ le dediler: Krallık Basımevine gece baskını.

ÜÇÜNCÜ CİLDİN SONU

1136

VICTOR HUGO

SEFİLLER Romantik akımın ilk kuramcısı ve şefi Victor Hugo’nun Sefiller adlı bu romanı 19. Yüzyıl’ın en çok tanınmış ve sevilmiş klasik yapıtlarının başında gelir. Klasik tiyatronun yapay ve dar dünyasını kıyasıya eleştirerek modern dram tarzını ortaya atan, çağının sanatçılarını derinden etkileyen Hugo, yaşadığı yüzyıla damgasını vuran belli başlı sorunları, halkın özgürlük tutkusunu Sefiller'de değişik bir biçim ve şiirsel bir tarzla dile getirir. Bu bakımdan Sefiller, roman olduğu kadar trajik bir şiir, görkemli bir söz ustalığının örneğidir. Halk bir sessizliktir. Ben bu sessizliğin yılmak bilmez avukatı olacağım. Dilsizler için konuşacağım. Halkın dili haline geleceğim. Tıkacı çıkarılmış kanlı bir ağız gibi konuşacağım. Her şeyi bir bir söyleyeceğim.

ISBN 975-385-334-3 ISBN 975-385-338-6

ISBN 975 - 385 - 334 - 3 ISBN 975 - 385 - 338 - 6 Dizgi: Tunç Reklam (0212) 292 64 86 Baskı: Umut Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. 1. Basım Kasım 2004

ODA YAYINLARI TURİZM SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. Tünel, Kumbaracı Yokuşu 119 Beyoğlu - İSTANBUL Tel.: (0212) 252 07 63 - 252 87 53 Fax: (0212) 249 79 62 www.odayayinlari.com.tr.

VICTOR HUGO

Türkçesi: NURTEN TUNÇ

SEFİLLER IV

BİRİNCİ KİTAP

DUVARLARA SIKIŞAN SAVAŞ 1 ANAFOR VE AKINTI Toplumsal hastalıkları inceleyen bir uzmanın da ifade edece­ ği gibi, dikkate değer en önemli iki barikat, romanımızın geçtiği yıllara denk gelmez. Müthiş bir olgunun iki farklı görüntüsü olan söz konusu barikatlar, 1848 Haziran ayaklanmasında yerden bi­ ter gibi yükseltildi. Bu isyan, tarihe geçen en zorlu sokak çarpış­ masıydı. Hayatta öyle zamanlar vardır ki, baldırıçıplaklar adı verilen umutsuz yığın ayaklanır; prensiplere, özgürlüğe, eşitliğe, kar­ deşliğe, evrensel oylamaya, halkın kendisini yönetmesine bile karşı koyar. Bu durum onun düştüğü umutsuzluk batağından, sefaletinden, sorunlarından, yoksulluk ve cehaletinden gelir. Öyle zamanlarda derin mutsuzluk; yani baldırıçıplaklar dire­ nir ve halk kendisiyle çarpışır. it kopuk takımı kamu hakkına saldırır, yoksulluk serseriliğe direnir. Bugünler epey karanlık günlerdir. Çünkü bu delilikte bile bir ölçüde hak vardır. Bu düello özkıyımdır. Sövgü yerine kullanılan «sefiller», «evsiz barksızlar», «baldırıçıplaklar» sözleri, bu za­ vallılardan çok, devlet büyüklerinin suçlarına değinir. Burada yoksul halk masumdur. Suç, ayrıcalıklı sınıfın tekelindedir. Bizler, bu kelimeleri her zaman yüreğimiz yanarak söyleriz. 1141

Bunları saygıyla da seslendiririz, çünkü felsefe bunlara bağlı ko­ numlarla ilgilendiğinde, kaba sabalığın yanı sıra, epey yüce tavır­ lar da gösterir. Atina, bir sefiller şehriydi, Hollanda’yı evsiz bark­ sızlar kurdu. Roma defalarca yoksullarca kurtarıldı. İsa’nın ardı sıra, köle ve sefiller geldi. Yeraltının kusursuz manzaralarını düşünmeyen bir bilge gös­ terilemez. Şurası kesin ki, Saint-Jerome o bilinmez sözleri ettiğinde, «Şehir yıkıntısı, evrenin düzeni» dediğinde, bütün bu zavallıları amaçlamıştı. Bu sefiller havarilerin ve din şehitlerinin varolma koşullarını hazırladı. Acılı ve yaralı bu yığının hayatı sayılan prensiplere karşı şid­ detle direnişi, halka karşı koyuşu, halk iktidarıdır. Ve bunlar he­ men bastırılmalıdır. Namuslu insan, başını bu yola koyar ve bu yığına olan sevgisi yüzünden, onlarla çarpışır. Fakat bunu ya­ parken bile, onu onaylamadan duramaz. Ona karşı çıkarken bi­ le ona saygısı vardır. Bunlar o kadar bilinmez anlardır ki, insan yapması gerekeni yaparken, kendisini gerileten bir şeyin varlığı­ nı duyumsar. Öyle gerektiği için sürdürür, ama vicdanı rahat de­ ğildir. Görev yerine getirilir fakat yürekten keder eksik olmaz. 1848 Haziranı, tarihi felsefeye hiç geçmeyen konulardandır. Bu eşsiz isyana değinirken, demin söylediklerimizden uzak dur­ malıyız. Bu isyanda, hak isteyen emeğin kutsal endişesi vardır. Bir görev olduğu için, bununla savaşmamak olmazdı, çünkü Cumhuriyet’e karşı çıkılmıştı. 1848 Haziranı aslında ne? Halkın kendi kendisine isyanı. Ko­ nudan uzak durmadığımız sürece, konu dışına çıkmış değiliz. Bu nedenle, okurun ilgisini bir süreliğine sözünü ettiğimiz iki ba­ rikata çekmek istiyoruz. Şimdiye dek örneği olmayan bu iki fark­ lı barikat, bu isyanı imzaladı. Bu barikatlardan biri Saint-Antoine Mahallesinin önündeydi. Diğeri, Temple Mahallesine girişi önlüyordu. Mavi gökyüzüne yükselen, korkutucu barikatları görenler, bu iç savaş şaheserle­ rini hiçbir zaman unutamamışlardır. Saint-Antoine barikatı, devasaydı. Evlerin üçüncü katlarına 1142

yükseliyordu. İki yüz elli metre eninde olan bu koca yığınak, so­ kağın girişini baştan sona kapatıyordu. Uçurumlarla bezeli, oyuk oyuk, her biri birer burç gibi görünen, artık malzemelerle pekiş­ tirilen sur gibi duvarları mahallenin diğer evlerine dayanan bari­ kat 14 Temmuz’un kanlı çarpışmalarına sahne olan o meydan­ da yükseliyordu. Arka sokaklarda, asıl barikatın arkasında on dokuz barikat daha vardı. Bunları görmenin insanı üzen bir yanı vardı, çünkü son soluğunu veren bitmez acının yıkıma dönüşe­ ceği hissediliyordu bunlarda. Neler vardı bu barikatın harcında? Altı evin döküntüsü. Bazıları bu evlerin yalnızca bu erek uğruna bilerek yıkıldıklarını savlıyordu; bazıları ise bütün öfkelerin yan yana gelişinden oluştuğunu... Öfkeyle oluşturulan bütün yapılar gibi, bu da bir yıkıntıydı. Bunu kim yaptı diye sorulduğunda, kim­ ler yıktı da, denebilirdi. Bu, fokurdamanın eseriydi. Şu kapı, şu korkuluk, şu pervaz, şu kalas, şu köhne gazoca­ ğı, çatlak tencere. Tümünü verin, atın, itin, devirin, yuvarlayın, eşeleyin, parçalayın, yıkın, yapın... Bu zemin taşıyla, molozun, ağacın, demirin, lahana koçanlarıyla pılı pırtı karışımı bir eserdi. Hem büyüktü, hem de küçük. Kargaşanın üstüne bina edilen bir uçurum. Atomlarla beraber bir yığın, harabe duvar, kırık çanak, bütün atıkların korkunç kardeşliğinin varettiği bir manzara. Sisi­ fos kayasını oraya yuvarlamış, Eyyup peygamber şişesini oraya bırakmıştı. Korkutucuydu. Burası yoksulların yükselttiği bir anıttı. Alaşa­ ğı edilen arabalar bayırı kaplıyordu. Büyücek bir yük arabası, aks'ı göklere yükseltilmiş halde duruyordu. Bir yara izi gibiydi. Bu korku mimarisinde, dehşete haşarılık eklemek istercesine, barikatın üzerine bir yolcu arabası da dikmişlerdi. Bütün ihtilallerin bileşiminden oluşan bir dağdı bu. 1789’a 1793’ü ekleyin, 10 Ağustos üzerine Thermidor (20 Temmuz-19 Ağustos), 21 Ocak üzerine 18 Brumaire (20 Aralık-18 Ocak) ve 1839 ihtilalinin üzerine tırmanan bir 1848 ihtilali. Aslında benzer­ siz bir görüntüydü. Burası Bastille’in yok olduğu yerde yükseltil­ meye değerdi. Okyanus bentler, mendirekler oluştursa, yalnızca bunun benzerlerini yükseltirdi. Bu biçimsiz tümseklerin üstünde 1143

dalganın korkusu seziliyor, hissediliyordu. Burada kargaşa bile, taşlaşmış gibiydi. Şiddetle öne fırlamanın, o devasa arılarını sa­ ğırlaştıran vızıltıları geliyordu bu barikattan. Burası bir çalılık mıydı? Ya da bir festival, dayanılmaz bir eğlence mi? Bu kale, bir başdönmesinin kanat darbeleriyle mi oluşmuştu? Bu tabyada bataklık da vardı; karmaşa ve ilahi bir yücelik de. Bir çaresizlik içinde, üst üste yığılı mertekler, pencere artıkla­ rı, boyalı kâğıtların sırıttığı pervazlar, camlar üstünde pencere çerçeveleri top yağmurunu bekliyordu. Yıkık bacalar, köhne do­ laplar, ayağı eksik masalar, sıralar, inleyen, yakınan bir kargaşa. Dilencilerin bile yüz vermeyeceği, öfke ve hınç içeren sayısız ar­ tık... Bunlar halkın pılı pırtısıydı ve Saint-Antoine Mahallesi bütün bunları bağrında biriktirmiş ve bir süpürge darbesiyle bu dökün­ tülerden bir barikat yükseltmişti. Cellat kütüğüne benzeyen blok­ lar, eski zincirler, darağacı tahtaları, enkazlardan sivrilen araba tekerlekleri. Kargaşa bu eserinde halkın asırlardır çektiği çileyi göstermek istemişti. Saint-Antoine barikatı, elinin değdiği her şeyden silah yaratmıştı. Bir şeylere karşı kullanılacak her şey vardı orada. Bu bir savaş, iç savaş bile sayılmazdı, çaresizliğin zirvesiydi. Barikatı koruyan tüfekler mermi yerine çini parçalarıy­ la doldurulmuştu. Düğmeler, kemik artıkları, bakır masa halkala­ rı bile vardı. Bu bakır halkalar, mermi kadar tehlikeliydi. Öfkeden delirmişcesine kükreyen bu barikat ortalığa korku salıyordu. B u ­ lutlara bile saldırır gibiydi. Askerleri kışkırtıyordu. Kalabalık ve halkla kuşatılmıştı. Alev yağdıran başlardan bir çelenk oluştur­ muştu. Tüfekler ve kılıçlar, sopalar, baltalar, mızrak ve süngüler­ den oluşma dikenli dirsekleri vardı. Genişçe, devasa bir kırmızı bayrak rüzgârla dalgalanıyor, komutlar, saldırı emirleri, trompet sesleri, hıçkırıklar duyuluyordu. Yığınlar kalabalık ve zindeydi. Cereyan verilen bir hayvan gibi kıvılcımlar saçıyordu. Tanrı’nın sesini andıran, Halk’ın sesi uğulduyordu burada, ih­ tilal ruhu bulutlarla sarmıştı bu muhteşem bayırı. Bu döküntü ve süprüntü birikiminde muhteşem bir fiyaka vardı. Burası, sinsili­ ğin de yurduydu. 1144

Değindiğimiz gibi ihtilal, ihtilale saldırıyordu. Tesadüf, karga­ şa, yılgınlık uzlaşmazlık; meçhul Anayasa Meclisine, halk iktida­ rına, evrensel oylama, ulusa ve Cumhuriyet'e aynı anda kafa tu­ tuyordu. ‘Marseillaise’ye kafa tutan Carmagnole(*) misali. Delilik olabilirdi, fakat yiğitlik yerine geçen bir kafa tutmaydı, çünkü bu eski mahalle benzersiz bir kahramandır. Mahalle ve barikat birbirlerinin himayecileriydi. Mahalle bari­ kata dayanmış, barikat mahalleden cesaret bulmuştu. Bu deva­ sa barikat Afrika generallerinin strateji bilgilerinin para etmeye­ ceği bir kayalık gibi uzayıp gidiyordu. Barikatın inleri, oyukları, girintileri, sivilceleri, tümsekleri yüz buruşturuyor, sis arasında sırıtıyordu. Bu biçimsiz öbekte, yaylımateş yok oluyor, gülleler deliyor ve gömülüyordu. Burayı top ateşine tutmanın ne anlamı vardı ki? Savaşların korkunç manzaralarını kanıksayan ordu, bu yabanıl hayvan sürüsüne kaygıyla bakıyordu. Buraya birkaç yüz metre beride, Château-d’Eau civarındaki caddeye açılan Temple Sokağı köşesinde yürüyen biri, Dalle­ magne mağazasının önüne doğru gittiğinde, daha ötede Belle­ vile parmaklığına ulaşan Kanalarkası Sokağında, binaların ikin­ ci katına değin ulaşan engelsiz bir duvarla karşılaşırdı. Her iki yakadaki evleri birbirlerine bağlar gibiydi bu duvar. Sokak da sanki ansızın kendi üstüne kapanmak için yükseltmişti bu en bü­ yük duvarını. Bu duvar kaldırım taşlarıyla örülmüştü. Dümdüz, rahat, umursamaz, dikçe bir duvardı. Bir mimar bunu iletkiyle çizmiş ve çakülle düzeltmiş gibiydi. Sıvasızdı fakat Romalılar’ın yükselttiği bazı duvarlarda oldu­ ğu gibi, bu onun sadeliğine hiçbir zarar vermemişti. Yüksekliği­ ne bakıp derinliğini de anlayabilirdiniz. Üst yan, zeminine mate­ matiksel biçimde paraleldi. Onun sim renkli yüzeyinde, kapkara iplikleri andıran küçük mazgallar görünüyordu. Mazgal delikleri birbirlerinden eşit mesafelerle ayrılmıştı. Sokak tenhaydı. Bütün pencere ve kapılar sıkıca kapalıydı. En dipte sokağı bir çıkmaz (*) Carmagnole: ihtilal günlerinde epeyce beğenilen bir halk ezgisi.

1145

haline getiren bu surumsu duvar seçiliyordu. Sakin ve hareket­ siz bir duvar. Kimsecikler görünmüyor, ses duyulmuyordu. Haziranın göz alıcı güneşi, bu sıkıntı yüklü duvarı ışıkla dol­ durmuştu. Burası Temple Sokağının barikatıydı. Buraya gelen ve onu gören, ne denli atak, ne denli gözüpek olursa olsun, bu sır yüklü görüntü karşısında derin düşüncelere kapılırdı. Bu çekidüzenli, hazır, uyumlu yapı, yine de epey kas­ vetliydi. Burada bilim gölgelere karışmıştı. Bunu yapan kişinin, bir geometri bilgini, fakat bir hortlak olduğu izlenimine kapılırdı insan. Buraya bakan kısık sesle konuşurdu. Bazen, bir er, subay ya da halk temsilcisi caddeden geçme­ ye cesaret etse, ince ve hafif bir vızıltı duyar ve yolcu ölü ya da diri, yere serilirdi. Eğer mucizevi biçimde kurtulacak olsa, o za­ man da kapalı bir panjur ya da duvara gömülü mermiler görünür­ dü. Bazen, bir misket de olabilirdi. Çünkü barikattakiler havaga­ zı borularından bir top yapmışlardı. Barutu yok yere harcamak istemiyorlardı. Atışları sürekli isabetliydi. Kaldırımlarda birkaç ölü, yaralı, taşlarda kan izleri vardı. Hep aklımda, böyle bir kor­ ku anında duvardan duvara geçen beyaz bir kelebeği hâlâ görür gibiyim. Demek ki, yaz ayı, hakkını korumak istiyordu. Kapı önlerinde yaralılar vardı. Buradan geçen biri adres sormayan bir merminin kendisine doğru geleceğini hissederdi. Mahalle girişinde, kanalın kemerli köprüsünün hemen ardın­ da, saldırıya hazırlanan askerler pusu kurup, bu müthiş barikata bakıyorlardı. Az sonra ölümle bitecek hareketsiz ve düşünce yüklü bir bekleyiş vardı. Bazı askerler miğferlerini göstermeme­ ye dikkat edip, sürünerek köprünün üstüne değin yaklaşmıştı. Cesur bir asker olan Albay Monteynard, barikata titreyerek bakıyordu. Beğenisini gösteren bir şeyler söyledi. Yanındaki halk temsilcisine: «Ne eşsiz bir mimari! Her taş diğerinin üstüne sağlamca ko­ nulmuş, çıkıntı yok. Porselenden yapılma bir duvar gibi!» 1146

Tam o sırada bir mermi göğsündeki madalyaya denk geldi ve cesur asker yere devrildi. «Tabansızlar, neden kendilerini göstermiyorlar!» diye homur­ tular duyuluyordu. «Görünmeye cesareti yok hainlerin!» On bin asker saldırırken, seksen kişi tarafından korunan Temple barikatı üç gün ayakta kaldı. Dördüncü gün Zaatcha ve Constatine’deki tarzı kullandılar. Evlerin damlarından indiler. Ba­ rikatı yıktılar. Seksen kişiden biri bile kaçmaya kalkışmadı. Hep­ si sırayla öldüler. Evet o hain denenlerin böyle hareket ettikleri­ ni söyleyebiliriz. Aralarından tek kurtulan önderleri Barthelemy oldu, ondan biraz sonra bahsedeceğiz. Saint-Antoine barikatı uğultu gibiydi. Temple barikatı sakin ve sessiz. Bu iki barikat arasındaki tek fark, korkunç ile tekinsiz arasındaki farktı. Biri vahşi bir hayvanın ağzı ise, öteki bir mas­ keydi. Haziran kalkışmasının bir hınç ve bir sırdan oluştuğunu dü­ şünenler için ilk barikat bir ejderha, diğeri bir sfenksti. Bu iki kale iki farklı adam tarafından kurulmuştu. Biri Cournet, diğeri Barthélemy’di. Cournet Saint-Antoine barikatını, Barthé­ lémy, Temple barikatını yükseltmişti, iki barikat da mimarının ka­ rakterine uygundu. Cournet uzunca boylu, çam yarması bir adamdı. Omuzları enli, yüzü kırmızı, bileği zorlu, cesur, temiz ruhlu, içten bakışlı ve ürkütücüydü. Zinde ve cesur, eliçabuk, insanların en içteni, sa­ vaşçıların en yıldırıcı olanıydı. O savaşırken daha kolay soluk alırdı. Savaşmakla keyiflenirdi o. Bir deniz subayı olan Cournet, tavırları ve sesiyle okyanuslardan geldiğini gösterirdi. O fırtınay­ la oluşmuş gibiydi ve savaşta bunu sürdürürdü. Dehası bir yana, Cournet’yi Danton’la karşılaştırabiliriz. İlahiyat bir yana, Dan­ ton'u Hercules’le karşılaştırabileceğimiz gibi. Barthélémy ise solgun yüzlü, sıska, gösterişsiz, kendi halin­ de bir delikanlıydı. Biraz haşarı gibiydi. On yedisindeyken, ken­ disini tokatlayan bir polisi, bir köşede bekleyip öldürmüş ve kü­ reğe yollanmıştı. Cezasını çektikten sonra bu barikatı kurmuştu. 1147

Kaderin acı bir cilvesi, epey sonraları Londra’da sürgünde olan Barthélémy, kendisi gibi orada sürgün olan Courbet’yi öldü­ recekti. Bu epey tekinsiz bir düello oldu. Bir süre sonra, tutkunun karıştığı bu sır yüklü macerada Fransız adaletinin hafifletici se­ bepler bulacağı, ama İngiliz adaletinin ölüm cezası vereceği fe­ laketlerden birinde biçare genç ipi boyladı. Karanlıklar meleği olan, fakat korkunç bir zekâ sahibi bu umutsuz delikanlı, Fransa’da küreğe mahkûm olarak başladığı macerasını İngiltere’de bir darağacında bitirmişti. Eline fırsat geçtiğinde bu delikanlı tek bir bayrak çekerdi, simsiyah bir bayrak.

2 BARİKATTA KONUŞMAK DIŞINDA NELER YAPILIR? isyanın bilinmez eğitiminde on altı yıl epey uzun bir süreçtir. 1848 bu açıdan 1832'den daha bilgilidir. Bu nedenle, Chanvre­ rie Sokağındaki barikat demin taslağını verdiğimiz o iki barikatın yanında, bir cenin gibiydi, ama zamanına göre hayli yıldırıcıydı. Asiler Enjolras’ın himayesi altında -çünkü. Marius hiçbir şey­ le ilgilenmiyordu-, karanlığı kullanmışlardı. Barikat hem onarıl­ mış, hem de pekiştirilmişti. Bir metre daha yükseltilmişti de. Kal­ dırımlara konulan sivri uçlu saclar, araya konulmuş mızraklar gi­ biydi. Her yerden taşınan sayısız döküntü, yapıyı eni konu kar­ maşıklaştırmıştı. Buranın iç kısmında bir duvar, dışında bir çalı­ lık oluşmuştu. Zemin taşlarından yapılan merdivenleri yardımıyla bir kale suruna çıkılır gibi zirveye değin çıkılıyordu. Barikatın iç kısmında de temizlik ve düzenlemeler yapılmıştı. Basık salondaki fazlalıklar atılmıştı, mutfağı revir yerine kullanı­ yorlardı. Yaralılarla ilgileniliyor, yere dökülen barutlar toplanıyor­ du. Kurşun eritilerek fişeklerin hazırlandığı masalar siliniyordu. Epeyce sargıbezi yapılmış, cephane dağıtılmış, barikatın içi sü­ pürülmüş, artıklar toplanmış, cesetler dışarı alınmıştı. 1148

Ölüleri Mondetour Sokağının bir kenarına üst üste yığmışlar­ dı. Sokağın köşesinin kaldırımı epey uzun süre kandan kırmızı halde kaldı. Cesetler arasında, Paris çevresinden gelen dört ulusal mu­ hafız da vardı; Enjolras, onların üniformalarını, cesetlerinin yanı­ na aldırttı. Enjolras, iki saat uyumayı teklif etmişti. Onun önerisi emir gi­ biydi. Ama sadece dört-beş kişi onun bu teklifine uydu. Feuilly bu iki saatlik mola boyunca meyhanenin tam karşısındaki duva­ ra şu sözleri kazmakla vakit geçirmişti: YAŞASIN ULUSLAR! 1848 yılında, bu kelimeler hâlâ duruyordu. Meyhanedeki üç kadın, gece molasını fırsat bilip, ortadan kaybolmuştu. Bu da asileri hayli sevindirdi, ferahladılar. Kadınlar çevredeki evlerden birine kapağı atmanın çaresini bulmuşlardı. Yaralıların önemli bir kısmı tekrar çarpışabilecek haldeydi. Aslında kendileri de bunu sürdürmeyi istiyorlardı. Re­ vir yerine kullanılan mutfakta yataklardan ve samanlardan olu­ şan bir koğuşta, ağır yaralı beş asi vardı. Bunlardan ikisi muha­ fızdı. Onların yaralarıyla hemen ilgilenildi. O basık salonda siyah şalın altındaki ölü Mabeuf Baba ile di­ reğe bağlanmış Javert dışında kimse yoktu. Enjolras, «Burası ölüler koğuşu!» diyordu. Yalnızca bir mumla aydınlatılan bu sıkıntı yüklü salonun en ucunda, yatay direğe bağlı duran Javert ile onun arkasındaki masaya uzatılan Mabeuf Baba irice bir haç meydana getirmişti. Silah atışlarıyla epeyce örselenen posta arabasının aks'ı bayrak asacak ölçüde sağlamdı. Bir lider olarak her zaman sözünde duran Enjolras, buraya Mabeuf Baba’nın mermilerle delik deşik olmuş kanlı ceketini as­ tı. Erzaksız kalmışlardı. Barikatta oldukları on altı saatten beri, elli kişi, meyhanedeki yiyecekleri bitirmişti. Öyle anlar vardır ki, 1149

henüz düşmeyen barikat bir Meduse(*) salı haline gelir. Açlığa dayanmaya zorunluydular. Bir cesaret örneği olan 6 Haziran sa­ bahında Saint-Merry barikatını koruyan o yüce yaradılışlı genç kız kendisinden yiyecek isteyenlere şöyle diyordu: «Yiyecekle ne işiniz var, saat üç, ne de olsa saat dörtte hepi­ miz öbür dünyaya gitmiş olacağız!» Erzak bittiği için, Enjolras içeceklere de el koydu. Şarabı ya­ sakladı ve ispirtoyu kısıtlı verdi. Depoda ağızları mühürlü on beş kadar şarap şişesi bulun­ muştu. Enjolras ve Combeferre bunları ilgiyle inceledi. Combe­ ferre yukarı çıktığında: «İşe bakkal olarak başlayan Hucheloup Baba zamanından kalan leziz şaraplar.» Bossuet: «Herhalde yıllanmış şaraptır, iyi ki Grantaire sızdı, yoksa bu şişeleri ondan asla kurtaramazdık.» Bütün karşı çıkmalara rağmen, Enjolras şişelere ilişmeyi ya­ sakladı. Kimsenin dokunmamasını sağlamak için, onları kutsal bir yere, Mabeuf Baba’nın uzandığı asmanın altına koydu. Sabaha karşı saat ikide sayım yaptılar. Sayıları otuz yediydi. Şafak söküyordu. Demin, kaldırım taşlarından yapılan o si­ perde yanan meşaleyi söndürmüşlerdi. Barikatın içi, sokak ya­ nındaki bu küçük avlu gölgeler içindeydi ve bir gemi yıkıntısına benziyordu. Savaşçılar kara gölgeler halinde gelip gidiyorlardı. Bu müthiş gögelerin yuvasında evlerin sessizlik içindeki katları ağır ağır beliriyordu. En tepedeki bacaların renkleri her an solu­ yordu. Gökyüzü epey şirin bir renge, beyazla mavi arası bir renk almıştı. Kuşlar cıvıltılarla uçuşuyorlardı. Barikatın en dibindeki (*) 1816'daki bir deniz faciası. Meduse isimli gemiyi kurtarma olanağı kaybolun­ ca, kazazedeler bir sal yapıp, iki gün boyunca denizde açlık ve susuzluğa karşı direndiler. Nihayet Argus isimli gemi, salda ölmek üzere olan on iki ki­ şinin hayatını kurtardı. Diğerleri ya suyun dibini boylamış ya da arkadaşları tarafından yenmişlerdi.

1150

büyük ev, doğuya karşı yükseldiği için, çatısından pembe karar­ tılar yansıtıyordu. Üçüncü katın penceresinden sarkan o ölünün beyaz saçları sabah yeliyle dalgalanıyordu. Courfeyrac, Feuilly’ye: «Şu meşaleyi söndürmelerine çok sevindim aslında. Rüzgâr­ la dalgalanması canımı sıkıyordu. Korkuyor gibi görünüyordu. Meşale alevleri ödlek bilgelere benzer, titrediği için az ışık verir.» Şafak sökerken ruhlar da kuşlar gibi uyanır; tümü birden ko­ nuşmaya dalmışlardı. Bir su yoluna tırmanan kediyi gören Joly: «Kedi nedir? O bir düzelticidir. Tanrı önce fareyi yarattı ve an­ sızın, ‘amma saçmaladım ha’ dedi. Sonra yanlışını gidermek için kediyi yarattı. Kedi, farenin düzelticisidir. Fare ve kedi, Tan­ rı’nın düzeltmeleridir.» Etrafına öğrenciler ve işçiler toplayan Combeferre, ölülerden saygıyla söz etti. Jean Prouvaire’den, Bahorel'den, Mösyö Ma­ beuf’ten ve Le Cobue’den bile söz etti. Enjolras’ın dayanılmaz kederini anlattı: «Harmodius, Arsitogiton, Brutus, Chereas, Stephanus, Cromwell, Charlotte Corday, Sand, bütün bu tanınmış kişiler ölü­ mü görünce keder duydular. O kadar heyecanlıyız ve insan ha­ yatı öyle bir sır ki, çoğunlukla haklı bir cinayet, kurtarıcı bir cina­ yet bile, birini öldürmenin vicdan azabıdır ve insanlığa edilen hizmeti de unutturur.» Konudan konuya geçildi, bir ara Jean Prouvaire’in dizelerine değinip, Combeferre Georgiquesler’in çevirilerini karşılaştırma­ ya başladı. Raux ile Corunand'yı, Cournand ile Dellile’yi kıyasla­ dı. Bunun için de, kimi zaman, Malfolatre tarafından çevrilen bir­ kaç bölümü ezberden okudu. Özellikle Sezar’ın ölümüne ilişkin o kusursuz bölümü. Konu Sezar’a gelince, Brutus’den de söz açıldı. Combeferre: «Sezar’ın ölümü yerindeydi. Gerçi ünlü bir konuşmacı olan Ciceron, ona fazla sert davranmadı, fakat bence haklıydı. Onun 1151

bu sertliği bir yergi sayılamaz. Zoile’in Homeros’a hakareti, Ma­ evius’un Virgilius’u ayıplaması, Vise’nin Moliere’e hakareti, Po­ pe’un Shakespeare’i suçlaması, Féron’un Voltaire’i yermesi epey anlaşılır şeyler. Aslında bu hayli eski bir kıskançlık ve kin ilkesi. Bütün adamlar genellikle bu şekilde yerilir. «Fakat Ciceron ve Zoile farklı iki durum. Ciceron haktanırlığı düşünceyle, Brutus kılıçla gerçekleştiriyor. Aslında ben kılıçla yerine getirilen adalet taraflısı değilim. Fakat antik çağlar, bunu da anlayışla karşılardı. Sezar, Rubicon nehrini geçtikten sonra, halkın sunduğu makamları kendisininmiş gibi dağıttı, Senatoda ayağa kalkmadı, Eutrope’un dediği gibi, bir kral gibi, bir zorba gi­ bi davranmakla büyük hata yaptı. Evet, eşsiz bir adamdı. Onun yirmi üç kılıç yarası, bana İsa’nın yüzüne tükürülmesi ölçüsünde dokunmadı. Sezar Senato tarafından bıçaklandı, ama İsa hiz­ metçiler tarafından tokatlanmıştı. Hakaret çoğaldıkça, Tanrı da­ ha iyi hissedilir.» Bossuet tüfeği elinde, bir kaldırım taşının üstüne çıkmış, ba­ ğırıyordu: «Ey Cydantheneum, Ey Myrrhisnus, Ey Frobalinthe, Ey Aen­ tide’in perileri ne zaman safkan bir Yunanlı gibi, Homeros’un di­ zelerini okuyabileceğim? Kim bana bu marifeti bağışlayacak?» 3 KARANLIK VE IŞIK Enjolras dışarıyı denetlemeye çıkmıştı. Mondétour Sokağına girmiş, evler boyunca yürümüştü. Asiler umutla doluydu. Gece baskınını püskürtmeleri onları o kadar sevindirmişti ki, sabahki saldırıyı umursamıyorlardı. Bunu gülerek bekliyorlardı. Davalarını kazanacaklarından emindiler. Hem onlara yardım da gelecekti. Buna bel bağlıyorlar­ dı. Aslında Fransızların güçlerinden biri olan utku kehanetiyle müjdelenen bu umuttan eminlerdi. Bu nedenle önlerindeki günü 1152

üçe böldüler, sabah saat altıda, güvendikleri ve hazırlandıkları alay yardıma gelecekti, öğleyin bütün Paris isyan edecek ve ak­ şamleyin de ihtilal başlayacaktı. Bir gündür hiç susmayan matem çanının sesini duydular. Sa­ int-Merry barikatı tarafından geliyordu. Hâlâ sağlam olan ve ce­ sur Jeanne’ın savunduğu barikat usulca uğuldayan bir arı kova­ nı vızıltısı gibi bir sesle bu haberleri veriyordu. Umut yüklü ha­ berleri. Enjolras geldi. Kaşları çatılmıştı. Dışarıdaki gezintisinden dönmüştü. Kollarını göğsünde birleştirip, bir süre arkadaşlarının sevinçli konuşmalarını dinledi, daha sonra sabahın solgun ay­ dınlığında, pembe yüzü çaresizlikle dolu: «Paris’teki bütün ordular karşımızda. Ordunun üçte biri, şu bulunduğumuz barikatın karşısında. Ulusal muhafızlar da var. Beşinci Ordu’nun sorguçlarını, Altıncı Alayın sancaklarını seçe­ bildim. Bir saate varmaz saldırıya geçerler. Halk ise dün bizim­ leydi, fakat ne yazık ki, bugün oralı bile olmuyor. Bekleyecek ve umut edecek bir şey kalmadı. Bize artık kimse yardıma gele­ mez, ne bir mahalle, ne bir ordu. Terk edildik!« Bu sözler, topluluğa ulaştığında, arı kovanına düşen sağanak etkisi bıraktı. Hepsi sustu. Kısa bir süre, o kadar lanetli bir ses­ sizlik oldu ki, ölümün kanat seslerini duyar gibi oldular. Fakat bu durum fazla uzun sürmedi. Gerilerden bir ses: «Ne fark eder! Barikatı iki metre daha yükseltelim ve içinde duralım yurttaş. Cesetlerin seslerini yükseltelim. Halk Cumhuri­ yetçileri öylece bıraksa bile, Cumhuriyetçiler’in halkı yarı yolda bırakmadıklarını onlara gösterelim!» Bu eşsiz sözler tümünü kuşatan karanlık bulutları dağıttı. Te­ laşlı alkışlar yükseldi. Konuşanın kimliği asla bilinemedi, önlüksüz, isimsiz bir işçi, kimseye adını vermemiş olmalıydı, bir kahramandı o. İnsanlık buhranlarına karışan ve vakti geldiğinde kesin ve beklenilen sö­ zü söyledikten sonra tekrar karanlıklara dalan o meçhul kahra­ 1153

man, bir an için, göz açıp kapayıncaya kadar, Tanrı ile Halkı sim­ gelemişti. Bu yıkılmaz karar, 6 Haziran 1832'nin ruhunu o kadar iyi yan­ sıtıyordu ki, neredeyse aynı anda Saint-Merry barikatında asiler tarihe geçen ve mahkemelerde açıklanan ünlü seslenişle karşı çıkıyorlardı: «Bize yardım etsinler ya da etmesinler, hepsi bir, burada tek kişi kalıncaya değin savaşacağız!» Birbirlerine olan uzaklıklarına rağmen, iki barikat fikirbirliği içindeydi. 4 BİR FAZLA, BEŞ EKSİK O isimsiz kahraman, «Cesetlerin seslenişini» dile getirdikten sonra, her ağızdan aynı ses yükseldi. Anlamı karanlık, ama yen­ gili bir çığlık: «Yaşasın ölüm! Herkes burada kalsın!» Enjolras: «Neden hepimiz kalıyoruz?» «Hepimiz! Hepimiz!» Enjolras tekrar: «Mevkimiz korunaklı. Barikat sağlam, fakat otuz adam yeter, niye kırk adam harcayalım?» İtirazlar oldu: «Çünkü buradan gitmek isteyen yok!..» Enjolras öfkeyle: «Yurttaşlar, Cumhuriyet gereksiz savurganlıklar yapacak öl­ çüde varsıl değil. Kibirlenmek de savurganlıktır biraz. Kaldı ki, bazıları için gitmek yerindeyse, onların bunu yapmaları da gere­ kir.» Prensiplerinden taviz vermeyen Enjolras, bütün arkadaşları­ nı etkilemeyi başarmıştı. Fakat bu kez onun olanca yetkilerine rağmen, itirazlar yükseldi. 1154

Karizmatik bir lider olan Enjolras, itirazları duyduğunda, üste­ ledi, gururlu bir sesle: «Otuz kişi olmaktan korkan varsa söylesin,» dedi. Mırıltılar iyice belirginleşti. Biri: «Aslında çıkıp gitmek güzel, fakat dile kolay. Barikat sarıldı, buradan kim çıkabilir ki?» Enjolras: «Çarşı yolu rahat. Mondetour Sokağı açık ve Precheur Soka­ ğından geçip çarşıya doğru kolayca geçilir.» Gruptan bir ses daha duyuldu: «Peki çıktık diyelim, orada hemen enseleniriz. Bir muhafız topluluğu bizi sıkıca yakalar. Başında kasket, üzerinde gömlek olan birini görür görmez, yakalarlar. ‘Sen barikattan mı geliyor­ sun ahbap?’ Sonra ellerimize bakmaları yeter, ‘barut kokuyor­ sun, gel de, seni kurşuna dizelim’ derler.» Enjolras sessiz kaldı, Combeferre'in omuzuna dokundu, içe­ ri salona girdiler. Birkaç dakika dolmadan çıktılar. Enjolras öldürdükleri dört muhafızın üniformalarını taşıyordu. Combeferre de onu izliyor palaskaları, sorguçları taşıyordu... Enjolras: «Bu üniformaları giyer, kaçarsınız. Alın size dört üniforma.» Üniformaları yere attı. Ama adamlarda hiçbir hareket olmadı. Sözü Combeferre aldı: «Haydi dostlar. Biraz makul olalım. Burada söz konusu olan kimler, biliyor musunuz? Kadınlar, evet onlar söz konusu, kadın­ lar var mı, evet mi, hayır mı? Çocuklar var mı? Beşikte evlatla­ rını sallayan, yavrusunu elinden tutan genç anneler var mı? içi­ nizde bir sütninenin emzirdiğini görmeyen, el kaldırsın... Evet, kendinizi öldürtmek istiyorsanız, pekâlâ, evet sizinle konuşan ben de öldürmek istiyorum fakat yine de arkamdan ağlayacak, acıyla hıçkıracak kadınları bırakmak istemem. Ölmek istiyorsu­ nuz değil mi? İyi, ölün. Fakat diğerlerini de öldürmeyin. Burada 1155

yaşanacak özkıyımlar sahiden yüce olacak, ama özkıyım da dar fikirlidir, yaygınlaşmak istemez. O sarı saçları düşünün, beyaz saçları da. Dinleyin sözlerimi, Enjolras, bakın ne anlattı, Cygne Sokağından geçerken bir pencerede ışık görmüş ve pencere­ den sarkan beyaz saçlı bir nine başını. Bütün geceyi gelmeyeni beklemekle geçiren bir ana. Kim bilir belki de bu nine, sîzlerden birinin anasıdır. Haydi hemen çıkıp gidin, rahatlatın onu. Biz bu­ rada görevdeyiz. «Aile geçindirenlerin kendilerinden vazgeçme hakları yok. Bu aileye ihanettir. Ya kızları, ya kız kardeşleri olanlara ne de­ meli? Evet kendinizi öldürttünüz, öldünüz, sizin için her şey ta­ mam, fakat hayat devam ediyor. Aç kalan kızlar, bunun anlamı­ nı biliyor musunuz? Erkek dilenir, kadın satılır. Evet, şu çiçekli başlıklarla cıvıltıyla gülen güzel yaratıklar, evlerimizi hoş koku­ larıyla dolduran namuslu, tertemiz kızlarımız, kardeşlerimiz, göklerdeki melekleri, dünyadaki bakireleri simgeleyen o kusur­ suz kızlar, Jeanne, Lise, Mimi, sizin için bir sevinç ve onur kay­ nağı olan, tapılası kızlar, evet, onları da aç bırakacağınızı dü­ şünemiyor musunuz? Başkaca ne diyebilirim size? Bir körpe et pazarı var Paris kaldırımlarında ve siz gölgelerden çıkıp, onları kurtaramazsınız artık. Sokakları düşünün, yakası açık giysiler­ le kaldırımları arşınlayan o güzel kızları düşünün. Bu kadınlar da bir zamanlar namusluydular. Kız kardeşlerinizi düşünün, ab­ laları, kız kardeşleri olanlar unutmasınlar... sefalet fuhuşa götü­ rür. Evet sefalet, fuhuş, sokak köşelerinde, nöbet tutan polisler, kaldırım kadınlarının kapatıldığı Saint-Lazare cezaevini düşü­ nün. Bu ince, kibar kızları, bu güzellik ve şirinlik simgeleri olan bu melekleri işte böyle berbat bir son bekler. Evet, kendinizi öl­ dürtmek istiyorsunuz değil mi? Siz artık yok oldunuz. Halktan kralı aldınız, buna karşılık kızlarınızı, eşlerinizi, kardeşlerinizi polise veriyorsunuz. «Dostlarım vicdanlarınıza kulak verin, merhamet edin onlara. Kadınların, şu biçare kadınların, düşünmeye vakitleri olmaz. On­ lara erkeklerin aldığı eğitim verilmez, onların okumalarına, dü­ şünmelerine, politikayla ilgilenmelerine karşı çıkılır! Tamam, 1156

ama ne yazık ki, onların morga gelip cesetlerinizi teşhis etmele­ rine nasıl engel olacaksınız? «Dostlar, ev-bark sahibi olanlar anlayışlı olsunlar ve bize yar­ dım edebilmek için evlerine dönsünler. Bizi burada bıraksınlar ki, görevimizi yapalım. Gitmek için cesaret gerektiğini biliyorum. Güç iş, farkındayım, fakat gitmek için kalmaktan daha çok cesa­ ret gerekli. Bazıları, ‘tüfeğim var, ben barikatın malıyım, gitmiyo­ rum’ diye düşünür, ama bu doğru değildir. Bugünün yarını da var, belki sizler bu yarını göremezsiniz, fakat aileleriniz onu gö­ recek. Ah, ne kederler, ne kaygılar. Bakın işte yanakları elma gi­ bi, kiraz gibi parlak bir yavru, cıvıldayan, gülen, koşan, oynayan bir çocuk, onu terk ettiğinizde, ona ne olacağını düşündünüz mü? Ben düşündüm. Hiç unutmam, birkaç karış boyunda bir ço­ cuktu. Babası ölmüştü. Fakir bir aile onu evlerine almıştı. Ne ya­ zık ki, bu biçareler çoğu zaman kendilerine bile ekmek bulamaz­ lardı. Çocuk aç, sürekli açtı. Kıştı. Çocuk ağlamıyordu. Fakat her zaman, asla yanmayan sobanın başına geçer ve borusu sarı toprakla sıvalı sobanın başında dururdu. Çocuk küçük parmak­ larıyla o sarı topraktan biraz koparıp çiğnerdi. Güçlükle soluk alırdı, yüzünde tek damla kan kalmamıştı, karnı şişti. Kesinlikle konuşmazdı. Ona bir şey sorduklarında da karşılık vermezdi. Sonra öldü. Necker Hastanesine getirdiklerinde ölüm döşeğin­ deydi, onu gördüm, o zaman hastanede asistandım. Haydi, şim­ di aranızda baba olanlar varsa hemen gitsin. Pazarları, çocukla­ rıyla el ele gezme keyfinden mahrum olmamak için, çekip gitsin­ ler. Demin sözünü ettiğim o ölen çocuk sizin oğlunuz ya da kızı­ nız olabilir. Bunu uzun uzun düşünün. Ah, şu biçare yavruyu unutamıyorum. O ne hazin bir manzaraydı. Onu masaya yatır­ dıklarında, sadece o minicik kemikleri görünüyordu. Midesinde çamur, dişlerinin arasında küller vardı. Haydi yüreklerinizin sesi­ ni dinleyin. İstatistiklere göre, terk edilen çocuk ölümleri yüzde elli beşi buluyormuş. Bir daha söylüyorum, söz konusu analar, genç kızlar, minik yavrular. «Sizden söz açan var mı? Hepinizin ne kadar cesur olduğu­ nu bilmez miyiz? 1157

Büyük kavgamız için canınızı seve seve vereceğinizi çok iyi biliriz. Bu yengiden pay almak istediğinizi de... Bu yolda ölümü göze aldığınızdan eminim. Fakat dünyada tek başınıza değilsi­ niz. Düşünmek zorunda olduğunuz insanlar, sayısız sorumlulu­ ğunuz var. Bencilce hareket edemezsiniz!» Herkes başını kaygıyla eğdi. İnsanların epey anlaşılmaz çelişkileri vardır. Şu anda böyle konuşan Combeferre yetim değildi. Onun da ailesi vardı. Fakat o başkalarının analarını düşünürken, kendisininkini unutuyordu. Kendisini öldürtmeye hazırdı. O «bencilin tekiydi!» Günlerdir ağzına lokma girmeyen Marius ateşler içindeydi. Bütün umutlarını kaybetmiş, üzüntünün en koyusuna gömül­ müş, en şiddetli azaplara doymuştu ve ecelin yaklaşmasını ke­ sif bir sersemlikle bekliyordu. Bir fizyolojist şimdi, bilimin kabullenip sınıflara ayırdığı bütün belirtileri inceleyebilirdi. Hazzın olduğu gibi, acının da buruk bir kösnüllüğü vardır. Çaresizliğin de bir sarhoşluğu vardır. Marius işte böyle bir ruh hali içindeydi. Bütün bunları dışarıdan izler gi­ biydi. Önünde olup bitenler ona epey uzaklarda gibi görünüyor­ du. O bütünü seçiyor, ama ayrıntıları göremiyordu. Bir ateşlen­ me içinde her şeyi görüyordu. Sesler bir uçurumdan yükselir gi­ biydi. Fakat yine de bu yaşananlar onu duygulandırmıştı. Bu sözler onun kalbini deldi ve onu sersemliğinden kurtardı. Onun tek ga­ yesi ölmekti. Bu kararından hiç dönmeyecekti, fakat ölürken bir diğerini kurtarma olanağı olduğunu da sezmişti. Marius de konuştu: «Enjolras ve Combeferre haklı. Çok doğru söyledikleri. Ge­ reksiz özverilere yer yok. Ben de onlara katılıyorum fakat seri hareket etmeliyiz. Combeferre size epey yerinde sözler etti. Ara­ nızda aile babası olanlar, anaları, kız kardeşleri, çocukları olan­ lar vardır. Haydi onlar ellerini kaldırsın.» Kimse oralı olmadı. Marius: «Evli erkekler, aile babaları öne çıksınlar.» 1158

Marius'ün otoritesi işe yaradı. Aslında barikat şefi Enjolras’tı fakat orayı kurtaran da Marius olmuştu. Enjolras: «Bu bir emirdir!» Marius: «Rica ediyorum.» İşte o zaman Combeferre’in sözleriyle duygulanan, Enjol­ ras’ın emriyle sarsılan, Marius’ün ricasıyla heyecanlanan bu ce­ sur savaşçılar, birbirlerini ele vermeye başladılar. Genç bir adam daha olgun bir adama: «Sen aile babası olduğuna göre gitmelisin,» dedi. Diğer adam: «Asıl sen git, baktığın iki küçük kız kardeşin var.» Kahramanlar arasında eşsiz bir didişme başladı. Hiçbiri me­ zardan çekip gitmek istemiyordu. Courfeyrac: «Elimizi çabuk tutalım, birkaç dakika sonra gecikiriz.» Enjolras: «Yurttaşlar, burası Cumhuriyet ve burada evrensel oy geçer­ lidir. Haydi aranızda uzlaşın ve gitmesi gerekenlerin isimlerini söyleyin.» Buyruğu yerine getirildi. Birkaç dakika sonra içlerinden beş kişi ele verilmişti. Onlar sıralarından ayrıldılar. «Eyvah! Beş adam!» Ama sadece dört üniforma vardı. işte o zaman yine bir tartışma başladı, her biri kalmakta hak­ lı olduğunu ve arkadaşlarının gitmelerinin daha iyi olacağını öne sürüyordu. «Seni epeyce seven bir karın var... Senin, senden başka kimsesi olmayan çok ihtiyar bir annen var... Sen, senin ailen yok, küçük kardeşlerin nasıl yaşar senden sonra?.. Sen henüz hayli gençsin... Sadece on yedisindesin, yaşamak senin hak­ kın...» Bu ihtilal barikatları aynı zamanda kahramanların buluştukla­ rı birer lokaldi. En inanılmaz olaylar burada olağan karşılanırdı. 1159

Bu cesur adamlar birbirleri için, kendi canlarından vazgeç­ meye hazırdılar. Courfeyrac: «Hadi, çabuk olun!» Marius'e seslendiler: «Kalacak kişiyi siz önerin. Onaylayacağız.» Çaresizliğin zirvesinde olan Marius, artık heyecanlanacağını sanmazdı, fakat yine de bir kişiyi ölüme bırakma fikri onun titret­ ti. Bembeyaz oldu, solgun yüzünde bir damla kan yoktu. Kendisine gülümseyerek bakan adamlara yaklaştı. Her biri gözleri ışıl ışıl, Thermoplyles’in o gözüpek adamları gibi şöyle bağırıyordu: «Ben kalayım, ben kalayım.» Marius aptallaşmıştı, onları tekrar saydı, beş kişiydiler, ayak­ larının önünde ise sadece dört üniforma vardı. Tam o sırada tepeden bir üniforma düştü. Beşinci delikanlı da kurtulmuştu. Marius başını kaldırdı ve Mösyö Fauchelevent’i tanıdı. Jean Valjean o sırada barikata giriyordu. Bilgi toplayıp sonra ya içgüdüsü, ya da tesadüf onu Monde­ tour Sokağına getirmişti. Giydiği muhafız üniforması onun en­ gelsizce geçmesine yarıyordu. Mondetour Sokağındaki nöbetçi kendi başına sokaktan ge­ çen bir muhafız için tehlike işareti vermemişti. Nöbetçi, bu ada­ mın ya yardıma geldiğini, ya da esir alınabileceğini düşünmüş­ tü. Durum öyle kritikti ki, nöbetçi bir an bile yerinden ayrılmaya cesaret edemedi. Jean Valjean'ın barikata girdiği sırada, kimse onu görmemiş­ ti. Bütün gözler seçilen beş kişiyle önlerinden duran dört ünifor­ madaydı. Jean Valjean olanı biteni görmüş, duymuştu. Sonra da usulca üniformasını çıkartıp diğerlerinin üstüne atmıştı. Heyecan son sınırındaydı. Bossuet: «Bu da kim?» 1160

Combeferre: «Başkalarını kurtaran biri.» Marius ağırbaşlı bir sesle: «Ben onu tanıyorum.» Onun bu sözleri diğerlerine yetti. Hepsi rahatça soluklandılar. Enjolras, Jean Valjean’ı karşıladı: «Hoş geldiniz, yurttaş.» Sonra da: «Gördüğünüz gibi, burada öleceğiz.» Jean Valjean yanıt vermedi, sadece kurtardığı asiye ünifor­ ma giydirdi.

5 BARİKATIN ÜZERİNDEN GÖRÜNENLER Bu tekinsiz vakitte, bu zalim yerde hepsinin durumu Enjol­ ras’ın bitimsiz hüznünde toplanıyor ve özetleniyordu. Enjolras tam olarak ihtilalin ta kendisiydi, ama yine de, eksik­ likleri vardı. O Anacharsis Clotz’dan çok Saint-Just gibiydi. Bu arada bütün ABC Dostları gibi, o da bir yerde Combeferre’in et­ kisindeydi. Onun fikirlerini benimsemeye başlamış, o tutucu dar­ görüşlülükten uzaklaşıp, kendisini gelişmeye adamıştı. Fransız Cumhuriyeti’nin büyük bir insanlık Cumhuriyetine dönüşmesini kabullenmeye başlamıştı. Buna varabilmek için şiddet gereke­ cekti ve işte bu konuda o kadar kolay değişmiyordu, o eski an­ layışa, ‘93 İhtilali’nin şiddet ilkelerine bağlı kalmıştı. Enjolras kaldırımın üstünde, elinde tüfeği ayaktaydı. Düşünü­ yordu, bazen titriyordu. Ecel yaklaştığında böyle şeyler olur. İç dünyanın ateşiyle dolu o alımlı gözlerinden, ölgün alevler yayılı­ yordu. Başını geriye attı, bir melek başına benzeyen sarı saçla­ rı sabah yeliyle dalgalandı, bir hale parlaklığındaki aslan yelesi­ ne benziyordu bu saçlar. Enjolras bağırdı: «Yurttaşlar, geleceği düşünebiliyor musunuz? Şehir sokakla­ rı ışıl ışıl, her kapıda yeşil dallar, kardeş uluslar, haksever insan­ 1161

lar, çocuklarını kutsayan dedeler, bugünü seven bir mazi, bilge­ ler eni konu özgür, insanlar eşit. Din için gökler, Tanrı aracı ka­ bullenmeyen tek varlık, mihraba dönüşen insan vicdanı, öfke yok. İşlik ve okullarda kardeşlik, her işe uygun dağıtılacak ceza ya da ödül. Herkes için hak, herkese barış. Savaş yok, kan akıt­ mak yok. Mutlu analar... Maddeyi yenmek iyi, bu ilk adım, ama prensibi hayata geçirmek de ikinci adım. Taş devrinde yaşayan insanlar, denizlerde soluyan ejderhalara, alev köpüren canava­ ra ve kaplan pençelerine, aslan başı ve kartal kanatlarıyla uçan Anka Kuşu’na korkuyla bakarlardı. Ama zeka sahibi insanoğlu, tuzaklarını kurdu ve aklının kutsal kapanında bu canavarları öl­ dürmeyi başardı. «Evet, su canavarını yendik ve ismi buharlı gemi oldu; cana­ varı da yendik; o da lokomotif; Anka Kuşu’nu elimizde tutuyoruz, onu da yenmek üzereyiz, yendik bile sayabiliriz, onun da ismi balon. Bu dev eserleri tamamladığımızda, insanoğlu kendi iste­ mine bu üçlü antik mitolojik canavarlarını -Su, kara ve hava ca­ navarlarını- kendi buyruğu altına aldığı gün, suya, ateşe ve ha­ vaya hâkim olacaktır. Bu gün epeyce yakın, işte o zaman insa­ noğlu yaradalış için eskiçağ ilahlarına dönüşecektir. Cesaret yurttaşlar, ileri! Nereye gidiyoruz? Hükümeti oluşturan bilime, sadece kamu gücüne dönüşen şeylerin gücüne, onaylamasını da, cezasını da bünyesinde toplayan ve gündoğumuna eşit olan gerçeklerin doğumuna gidiyoruz. Ulusların birliğine, insanların eşitliğine gidiyoruz. Artık parazitlere yer yok. Doğru ile yönetilen bir gerçek, işte ereğimiz. Uygarlık yine toplantılarını Avrupa’nın büyük parlamentosunda yapacak. Böyle bir şey çok önceleri de görülmüştü. Yunanistan'da, o antik çağlarda yılda iki kez toplan­ tı yapılırdı, biri ilahların şehri olan Delpheus’da, diğeri de kahra­ manların yurdu olan Thermopyles’de. «Avrupa’nın da, dünyanın da böylesi halleri olacak. Fransa bu yüce geleceği kendi bağrına taşıyor. Evet, işte içinde yaşadı­ ğımız 19. yüzyılın getireceği bu. Yunanistan’ın bir zamanlar ta­ sarladığını Fransa tamamlayacak. 1162

«Sözlerime kulak ver, Feuilly, sen dostum, en yetkin işçi, ce­ sur yoldaş, senin ailen yoktu, sen de aile olarak kendine insan­ lığı ve adaleti seçtin. Evet, işte sen şuracıkta can vereceksin, ne dedim, öleceksin, fakat yengiye ulaşacaksın. Evet, yurttaş­ lar, sonuç ne olursa olsun, yenilgi veya yengimizle bir ihtilal başlattık. Yangınlar şehirleri nasıl aydınlatırsa, ihtilaller de in­ sanlığı öyle aydınlatır. Bütün dünyayı ışığa boğar. Nedir yapa­ cağımız bu ihtilal? Size demin söylediğim gibi bu Gerçek’in ih­ tilalidir. Siyasal bir tek prensip var: insanoğlunun kendi kendisi­ ne egemen olması. «Benim kendi üstümdeki bu egemenliğimin ismi, özgür­ lük’tür. Bu egemenliklerden birkaçının birleşmesinden devlet oluşur. Bu birleşmede hiçbir kararsızlık olamaz. Her egemenlik, genel hakkı oluşturmak için kendisinden bir şeyler verir, bundan, herkes için eş miktarda vardır. Herkesin birbirine verdiği bu tavi­ ze de eşitlik denir. «Genel hak, herkesin hakkına sahip çıkan, ona ışık veren bir himayeden başka bir şey değildir. Herkesin birbirini korumasına da kardeşlik denir. Birleşen bütün bu egemenliklerin kesişmelerine de, toplum adını veririz. Bu kesişme aslında bir birleşim ve bu eksen de bir düğümdür. «Buna 'Toplumsal Bağ’ ismi verilir. Bazıları de buna 'Toplum­ sal Sözleşmesi’ der ki, aynı anlamdadır. Aslında, dilbiliminde sözleşme, bağ ile eşanlamlıdır. Eşitlik üzerinde duralım yurttaş­ lar. Eğer özgürlük bir zirveyse, eşitlik de temeldir. Evet yoldaş­ lar, eşitlik her zaman aynı sırada yeşeren bitkiler anlamına gel­ mez. Uzun ot ve kısa meşelerin toplamı da değildir. Birbirini ve­ rimsizleştiren kıskançlıklarda asla yeşermez. Eşitlik aslında hu­ kuksal anlamda olanaklara sahip bütün becerilerin toplamı de­ mektir; politik yönden, eşağırlıktaki bütün oyların toplamı, dinsel açıdan aynı hakka sahip bütün vicdanlar. Eşitliğin organları var­ dır, parasız ve zorunlu eğitim. Alfabe hakkı, işte bundan başla­ 1163

nacak. İlköğrenim herkes için zorunlu olacak, yine herkese, or­ taöğretim. İşte yasa. Aynı değerdeki okullardan eşit bir toplum oluşur. Evet eğitim-öğretim, ışık, herkes için ışık, her şey ışık­ tan olur, her şey ışığa döner. Yurttaşlar 19. yüzyıl büyüktür, ama 20. yüzyıl mutlu olacaktır. Artık eski tarih, mazide kalan bir şey olacaktır. Bugün olduğu gibi, kimse ne bir savaştan, ne de bir saldırıdan çekinecektir. Kimse başkasının hakkını zorla alma­ yacak, silahlı saldırılar olmayacaktır. Kral evlenmelerinden kay­ naklanan bir medeniyet kesintisine, babadan oğula geçen, o kalıtsal zorbalık doğumlarına, bir kongrenin uygulayacağı ulus­ lar paylaşımına, sülale yıkılmasından oluşacak bir dağılışa meydan verilmeyecektir. Artık ne açlık, ne sömürü, yoksulluk­ tan kaynaklanan fuhuş, grev nedeniyle sefalet, ip, bıçak ve sa­ vaşlar, ormanlardaki haydutluk gibi korkunç şeylerle karşılaşıl­ mayacaktır. Artık ürkütücü olaylar yaşanmayacağına göre, her­ kes mutlu olacaktır. Evrenin yasasını sürmesi gibi, insanoğlu­ nun da yasası sürecektir. Ruh ile yıldız arasında eşsiz bir âhenk sağlanacaktır. «Ruh gerçeğin etrafında dönecektir, tıpkı yıldızın ışığın çev­ resinde dönüşü gibi. Yoldaşlar, sizlerle konuştuğum şu an çok karanlık bir andır, ama bunlar geleceğin korkunç alışverişleridir. İhtilal, tıpkı bir geçiş parasına benzer. Evet, insanoğlu kurtula­ cak, kalkınacak, avutulacaktır. «Bundan dolayı, bu barikatta yemin ediyoruz. Aşk davetini sadece özveri doruklarından seslendirebiliriz. Evet, yoldaşlar, burası düşünenlerin ve çilekeşlerin randevu yeridir. Bu barikat, taş, kalas ve demir artıklarından yapılmadı, iki yığınla yapıldı. Düşünce ve acılarla. Burada sefalet ve ideal birleşti. Gün gece­ ye sarıldı ve ona şöyle dedi: Ben seninle öleceğim fakat sen de benimle tekrar doğacaksın. Bütün acıların birleşiminden inanç doğar. Acılar buraya ölümlerini, düşüncelerini, ölümsüzlüklerini getirirler. Bunlar burada birleşip bizim ölümümüz olacak. Kar­ deşler, burada ölen, geleceğin ışığında ölmüş gibidir ve bizler şafakla aydınlanan bir mezara giriyoruz.» 1164

Enjolras susmadı, durdu belki, çünkü hâlâ kendi kendisiyle konuşurcasına dudaklarını oynatıyordu. İşte bu nedenle onu bi­ raz daha dinlemek için hepsi de safi kulak kesilip gözlerini ona çevirdiler. Kimse alkışlamadı, ama bir fısıltı oldu. Söz bir nefes olduğu için, zekânın titremeleri yaprak hışırtılarını andırır.

6 MARİUS MORALSİZ, JAVERT KISA SÖZCÜKLERLE KONUŞUYOR Marius’ün aklından geçenleri anlatalım. Onun nasıl bir ruh hali içinde olduğunu hatırlamaya gayret edelim. Demin belirttiğimiz gibi, o kendisine ait bir dünyada ya­ şıyor, her şeyi görüntü olarak algılıyordu. Anlayışı belirgin değil­ di. Şunu da eklemek isteriz ki, delikanlı, ölmek üzere olanların üstünde duran gölge kanatların etkisindeydi. O kendini mezara girmiş sayıyordu. Sanki duvarın diğer yanında hissediyordu ken­ dini ve yaşayanları bir ölünün gözüyle görüyordu. Mösyö Fauchelevent nasıl olmuştu da buralara kadar gel­ mişti? Niye? Burada ne arıyor olabilirdi? Marius bunları, kendi kendisine sormadı bile, işin aslı şöyle: Derin bir çaresizliğe ka­ pılanlar, başkalarını da bu çaresizlik kanatlarıyla kaplarlar. Ma­ rius için herkesin ölmek istemesi, epey alışıldık bir tavırdı. Ama Cosette’i düşününce kalbi sızladı. Hem, Mösyö Fauche­ levent, onunla konuşmadı, ona bakmadı bile. Marius «Onu tanı­ yorum» dediğinde, başını ondan tarafa çevirmemiş ve duyma­ mazlıktan gelmişti. Marius’e gelince, Mösyö Fauchelevent’in bu tavrı onu ferah­ latmıştı, böyle bir durumda, eğer bir kelime kullanabilirsek, ho­ şuna bile gitmişti diyebiliriz. Kendisi için hem işkillendiren, hem de görkemli görünen bu sır yüklü adama seslenmekten sürekli çekinmişti. Bir de uzun süredir onu görmemişti, bu da ürkek ya­ pılı delikanlı için, onunla konuşmayı iyice güçleştiriyordu. 1165

Seçilen beş kişi, Mondetour Sokağı ağzından dışarı aktılar. Muhafızlara epeyce benzemişlerdi. Aralarından biri ağlayarak gitti. Gitmeden önce, barikatta kalanlarla kucaklaştı. Hayata döndürülen beş adam gittikten sonra, Enjolras ölme­ ye mahkûm ettiği adamı hatırladı. Salona girdi, direğe bağlı Ja­ vert düşünüyordu: «Bir şeye ihtiyacın var mı?» diye sordu Enjolras. Javert: «İşimi ne zaman bitireceksiniz?» «Bekle, şimdilik cephane bizim için değerli.» Javert: «O zaman biraz su verin bana,» dedi. Enjolras ona bir bardak su verdi ve adamın elikolu bağlı ol­ duğundan, suyu içmesine yardım etti. Sonra tekrar sordu: «Başka isteğin yok mu?» Javert: «Burada bağlı olmak beni epeyce rahatsız ediyor. Bütün ge­ ceyi böyle geçirdim, bana pek şefkatle davrandığınızı söyleye­ mem. Beni istediğiniz gibi bağlayın, ama en azından bir masaya yatırın, tıpkı şu ölü gibi...» Javert baş işaretiyle Mösyö Mabeuf’u gösterdi. Okurumuz hatırlayacak, salonun alt yanında, üstünde mermi hazırladıkları ve sargıbezlerini kestikleri ince uzun bir masa var­ dı. Artık sargıbezleri ve mermi yapım işi olmadığına göre, bura­ sı boştu. Enjolras’ın buyruğuyla, dört asi Javert’in iplerini çözdüler. Bu sırada, beşinci bir asi, onun kaçmasını önlemek için bir süngü­ yü göğsüne dayamıştı. Ellerini yine arkasına bağladılar ve ayak­ larına ipe gidenlere yaptıkları gibi ufak adımlar atmasına uygun bir ip geçirdiler, onu salonun ucuna dek götürüp masaya yatırdı­ lar ve belinden sıkıca bağladılar. Daha da emin olmak için onun boynundan başlayıp, midede çaprazlanan elleriyle bacaklarını da sıkıca sardılar. Polisi bağladıkları sırada, kapıda dikilmiş bir adam, onu derin 1166

bir ilgiyle süzüyordu. Adamın oluşturduğu gölgeye başını çevi­ ren Javert, gözlerini kaldırdı ve Jean Valjean’ı tanıdı. Ne titredi, ne irkildi, gözlerini gururla eğdi ve: «Bu epey anlaşılır, tahmin edilir,» demekle kaldı. 7 DURUM GİDEREK KRİTİK HALE GELİYOR Ortalık giderek ışıyordu. Ama mahallede açık pencere ve ka­ pı yoktu. Bu şafaktı, fakat uyanış değil. Chanvrerie Sokağının di­ ğer ucu askerlerce boşaltılmıştı. Serbest kalan bu yol, geçicile­ re tekinsiz bir dinginlikle açılmıştı. Saint-Denis Caddesi The­ bes’deki Sfenkslerin yolu gibi sessizdi. Gün ışığıyla aydınlanan bu yollarda, tek bir canlı yoktu. Tenha sokakların aydınlığı kas­ vetlidir. Hiçbir şey seçilmiyor, fakat duyuluyordu. Epey uzaklarda giz­ li sesler oluşuyordu. Nazik bir anın yaklaştığı seziliyordu. Bir ak­ şam öncesinde olduğu gibi, nöbetçiler geri döndüler fakat bu kez hepsi birden dönmüşlerdi. Barikat ilk saldırıdan beri, iyice pekiştirilmişti. O beş adamın gidişinden sonra, barikatı azıcık daha yükseltmişlerdi. Çarşı mahallelerini kontrol eden nöbetçinin bir uyarısıyla, En­ jolras, arkadan saldırıyı önlemek için, bir karara vardı. Şimdiye dek açık olan Mondetour Sokağının dar girişini de kapattırdı. Bu­ nun için, yandaki evlerden birkaç taş daha söküldü. Barikat artık ele geçmeyecek ölçüde güçlenmişti. Önden Chanvrerie Sokağı, solda Cygne ve Petite-Truanderie sokakları ve sağda da şu an­ da kapatılan Mondetour Sokağıyla, zapt edilemez hale gelmişti. Buraya kapatılmışlardı. Aslında üç önyüzü vardı, fakat çıkışı yoktu artık. Courfeyrac gülerek, «Kale, fakat aslında bir kapan,» dedi. Saldırının geleceği tarafta, o kadar koyu bir sessizlik vardı ki, Enjolras arkadaşlarının her birini çarpışma yerine yerleştirdi. 1167

Bu arada, meyhanenin hemen önüne, fazladan sökülmüş otuz kadar kaldırım taşı koydular. Enjolras bütün arkadaşlarına birer kadeh içki verdi. Saldırıya hazırlanan bir barikatın görünümü ilginçtir. Herkes tiyatrodaki gibi, istediği yere gider. Herkes birbirine sokulur, bir­ birlerine dayanak olup omuz verirler. Bazıları kaldırım taşların­ dan kendilerine birer koltuk yaparlar. Duvarın açısı sizi huzursuz mu etti, hemen oradan uzaklaşırsınız, işte korunabilecek bir yer, şimdi oraya sığının. Böyle hallerde solak olanlar talihlidirler, çün­ kü diğerlerinin beğenmedikleri yerlere geçerler. Çoğu kişi de, oturarak çarpışmayı seçer. Öldürebilmek ve ölebilmek için rahat olmayı isterler. Haziran 1848’in o tekinsiz savaşında, epey ürkütücü bir nişancılığı olan bir asi ve bir damdaki alanda konuşlanan bir genç, oraya güzel bir koltuk yerleştirmişti. Bir mitralyöz ateşi geldi, onu orada bul­ du. Lider, saldırın buyruğunu bir versin, bütün kargaşa hemen bi­ ter. Artık fısıldamalar, birbirini çekiştirmeler, itişmeler kesilir he­ men. Tehlikeden önce barikatın içi allak bullaktı, tehlike anında sıkıdüzen egemen olur. Tehlike düzeni gerektirir. Aslında iyice cesurlaşmış, gururlanmış gibiydiler. Özverinin buraya dayanmasıyla birer kahraman olmuştu hepsi. Enjolras, elde tüfek, mazgal gibi bir yerde konuşlanınca her­ kes sustu. Taş duvarın önünden, kesik, kuru, ufak tefek sesler geliyordu. Bu doldurulan tüfeklerin sesleriydi. Barikattakilerin yapıp ettikleri, daha güvenli, daha onurluydu. Özveri belli bir sınırı geçince bir sağlamlık getirir. Aslında artık umutları kaybolmuştu fakat bu kez de çaresizlerdi. Bu, zaman zaman utkuya ulaştıran en son silahtır; Latin şair Virgilus belirt­ mişti bunu. Yüce sonuçlar, yüce kararların meyvesidir. Zaman zaman, ölüme atılmak kazadan kurtuluş demektir. Çoğu zaman tabut kapağı bir kurtuluş tahtası haline gelir. Bir akşam önceki gibi, bütün dikkatler sokağın köşesindeydi. Güneş epeyce yükseldiğinden dolayı her yer ışık içindeydi. Bekleyiş fazla sürmedi. Saint-Ley tarafından sesler duyuldu. 1168

Bu ilk saldırının seslerine hiç benzemiyordu. Bir zincir şıngırtısı, bir yığının sarsıntısı, bir bronz şaklaması kaldırımlara yansıyan muhteşem bir gürültü, bir demir yığının yaklaştığını haberliyor­ du. Düşünce ve çıkarların bitek seyri için çizilmiş eski sokaklar en içlerinden sarsıldılar, bu sokaklar savaşların korkunç gereç­ lerinin geçişleri için hazırlıklı sayılmazdı. Asilerin tümü de koyu bir ilgiyle gözlerini yola çevirdiler. Bir top arabası göründü. Topçular arabayı itiyorlardı. Top arabası ateşe hazırdı. Ön ta­ rafı açılmış, iki kişi top kundağını tutuyor, dört kişi de tekerlekle­ ri destekliyor, diğerleri ise arabanın sandığıyla geriden yürüyor­ lardı. Yanan fitilin dumanları seçiliyordu. Enjolras: «Ateş!» diye bağırdı. Barikattakiler ateş etmeye başladılar. Patlama müthiş oldu, bir duman bulutu topu da, onu taşıyanları da kapladı. Birkaç sa­ niye sonra, dumanlar dağıldı ve top ile topçular tekrar göründü. Topçular usulca topu itmeyi sürdürüyorlardı. Disiplinli davranı­ yor, telaşsız görünüyorlardı. Yaralanan yoktu. Sonra, topçu birli­ ğinin komutanı, namluyu yükseltmek istedi ve bunu bir astrono­ mun dürbününü ayarlamasının ağırbaşlılığıyla yaptı. Nişan al­ maya hazırlanıyordu. Bossuet: «Bravo topçular!» diye seslendi. Barikattakiler aynı anda el çırpıp onu alkışladı. Bir an sonra, yolun tam ortasına getirtilen top atışa hazır hal­ de bekliyordu. O devasa ağzı, barikatın tam karşısındaydı. Co­ urfeyrac: «Dayanın! İşte vahşet! Önce fiske, sonra yumruk. Ordu o dev pençesini bize uzattı. Barikat cidden sarsılacak. Tüfek yok­ lar, top çeker götürür.» Combeferre: «Bu yeni model, bronz ve sekizlik bir top. Bu parçalar bakır ve kalay karışımıyla yapılır. Fakat yüz ölçü bakıra on ölçüden 1169

fazla kalay eklendiğinde çarçabuk patlar. Kalayın fazlalığı onla­ rın yumuşamalarına neden olur. Böyle hallarde içlerinde oyuklar, boşluklar vardır. Bu tehlikeye karşı çıkmak için belki de, 14. yüz­ yılın yöntemlerini kullanıp onları dıştan demirle çemberlemek gerekecek. Bu arada bu hatayı başka yöntemlerle önleme yolla­ rını da buluyorlar. Topun içindeki deliklerin, boşlukların yerlerini saptayıp bunu engelliyorlar. Fakat daha da emin bir yol var ki, o da Gribeauval’in dönen yıldızıdır.» Bossuet: «16. yüzyılda topların üstlerine yivler açarlarmış.» Combeferre: «Evet, bu balistik gücü çoğaltır, ama bu kez de ıskalama ris­ kini yükseltir. Hem, kısa menzilli atışlarda, yörünge istenilen sertlikte olmadığından, parabol uzaklaşır, mermi de aradakileri vuracak kadar düz değildir. Böyle savaşlarda, düşmanın yakın­ lığı önemli olduğu gibi, atışın da isabetine epey dikkat etmek ge­ rekir. 16. yüzyılın o yivli toplarındaki bu hata, bu eğrideki gergin­ lik, toptaki barutun azlığındandı. «Böylesi toplara yeterince barut koymamak, balistik açıdan zorunluydu, bunu top kundaklarını korumak için yaparlardı. Özetle, top ismini verdiğimiz bu acımasız her zaman istediğini yapamaz. Güç zaman zaman büyük bir zayıflıktır. Bir top gülle­ si sadece altı yüz fersah ilerler. Oysa ışık, saniyede yetmiş fer­ sahlık yol alır. Bu da İsa’nın Napoleon'dan daha iyi olduğunun kanıtıdır.» Enjolras: «Silahlarınızı doldurun!» Fakat barikatın dış cephesi, toplara nasıl dayanacaktı? Mer­ mi delik açacak mıydı? Bütün mesele buydu. Asiler silahlarını tekrar doldururken, topçular da toplarını doldurdular. Barikattakiler eni konu kaygılanmışlardı. Top patladı, ateş açıldı. Aynı anda, şakrak bir ses: «Ben geldim!» 1170

Tam o sırada barikatın üstüne topla beraber Gavroche düş­ tü. O Cygne Sokağı tarafından gelmişti. Petite-Truandrie Soka­ ğındaki daha küçük barikatın üstünden atlamıştı. Gavroche’un barikatın ortasına düşmesi toptan daha etkiliy­ di. Top mermisi o döküntülere saplanmış, kimseye zarar verme­ mişti. Ama posta arabasının bir tekerleğini daha da parçalamış, bir yük arabasını ikiye ayırmıştı. Olancası bu. Barikattakiler bu duruma kahkahalarla gülmeye başladı. Bossuet topçulara: «Dostlar, durmayın!»

8 TOPÇULAR POSTU PAHALIYA SATIYOR Gavroche’un çevresine sıralandılar. Fakat onun hiçbir şey anlatacak vakti olmadı, çünkü Marius onu bir kenara çekmişti: «Burada ne arıyorsun? Neden geri geldin?» Çocuk ona ağırbaşlıca baktı ve sonra yüz buruşturup: «Vay canına,» dedi. «Peki siz ne arıyorsunuz burada?» Daha sonra o destansı cesaretiyle gözlerini Marius’e çevirdi, çocuğun ruhundaki gurur, gözlerinde parlıyordu. Marius ağırbaşlıca çıkıştı: «Geri dönmeni kim istedi? En azından mektubu götürdün mü?» Mektup için Gavroche biraz vicdan azabı çekiyordu... Barika­ ta dönme telaşıyla, mektubu asıl kişiye değil de, önüne ilk çıka­ na vermişti. Karanlıkta, yüzünü bile yeterince seçemediği bir ya­ bancıya vermekle hata ettiğini kendi kendisine söyledi. Aslında adam şapkalı değildi, fakat bu da yeterli olamazdı. Aslında o bu konuda kendisine bazı sitemlerde bulunuyordu ve Marius’ün kendisine gücenmesinden korktuğundan, en kolay yola başvur­ du. Yetmez gibi, müthiş bir yalan attı. 1171

«Yurttaş, mektubu kapıcıya verdim. Matmazel uyuyordu, uyan­ dığında alır.» Bu mektubu gönderen Marius, bir taşla iki kuş vurmak iste­ miş, hem Gavroche’u beladan uzaklaştırmayı, hem de Cosette’e hoşça kal demeyi düşünmüştü. Gelgelelim, dileğinin ancak yarı­ sını gerçekleştirebilmişti. Bununla yetinmeye mecburdu. Mektubu göndermesi ve Mösyö Fauchelevent’in barikata gel­ mesiyle bir ilişki kurdu. Derken, Gavroche’a, adamı gösterip: «Sen şu adamı tanıyor musun?» diye sordu. Gavroche: «Hayır.» Tekrar anımsatalım ki, Gavroche, Jean Valjean’ı sadece ge­ ce karanlığında görmüştü. Marius’ün aklında beliren bulanık olasılıklar hızla dağıldı. As­ lında o Cosette'in babasına dair ne bilirdi ki? Onu tanımıyordu bile. Kim bilir-belki de adam Cumhuriyetçi’ydi. Bu yüzden, çatış­ maya katılmak için barikata gelmişti. Bu arada barikatın ucundaki Gavroche: «Tüfeğim!» diye ba­ ğırıyordu. Courfeyrac ona tüfeğini verdi. Gavroche «arkadaşlarına» (onlara öyle sesleniyordu) barika­ tın sarılmış olduğunu söyledi. Oraya değin gelebilmek için epey­ ce zorluğa katlanmıştı. Petite-Truandrie Sokağında bir tabur, karşı sokakta ise Muhafız Alayı sokağı izliyordu. Precheur So­ kağında şehir askerleri vardı. Ordunun bütün alayları karşılarındaydı. Bu sözlerden sonra Gavroche: «Haydi arkadaşlar, şunlara günlerini gösterelim.» Enjolras bu sırada, mazgal üstünde kulak verip ortalığı izli­ yordu. Saldıranlar top ateşini tekrarlamamışlardı. Topun hemen gerisinde, bir piyade alayı konuşlanmıştı. As­ kerler de kaldırım taşlarını söküp orada bir duvar yükseltmeye başlamışlardı. Saint-Denis Sokağında bekleyen bir banliyö tabu­ runun askerleri de vardı. Pusudaki Enjolras, sandıktan misket kutularının çıkarılışın­ 1172

daki sese benzer bir gürültü duydu. Komutanın hedef değişirdiğini ve topun namlusunu biraz sola çevirdiğini görür gibi oldu. Daha sonra topçular mermileri doldurmaya başladılar. Top ara­ basının komutanı, fitili ışığa doğru kaldırdı. Enjolras: «Duvar önüne toplanın, başınızı eğin ve diz çökün!» Gavroche göründüğünde, mevzilerinden çıkan asiler, allak bullak barikata doğru koştular. Fakat Enjolras’ın buyruğu henüz yerine getirilmeden, top müthiş bir uğultuyla patladı. Bu sahiden mitraiyöz ateşiydi. Mermiler, tabyanın çatlağına denk gelmişti ve bu ateş iki asi­ nin ölümüne, üçünün yaralanmasına neden oldu. Böyle giderse, barikat düşerdi, içeri mermiler giriyordu. Bir acı ve kin uğultusu başladı. Enjolras: «En azından ikinci atışa izin vermeyelim,» dedi. Ve silahını omuzlayıp, topu ateşleyen genç komutanı hedef seçti. O sırada genç adam topa eğilmiş, nişan noktasını hesap­ lıyordu. Sarışın, alımlı ve gencecik bir çavuştu bu. Tatlı ve akıllı yüz­ lü delikanlı, dehşetle iyice kusursuzlaşıp yakında savaşı bile öl­ dürecek şu müthiş silahla tam bir uyum içindeydi. Enjolras’ın hemen yanı başında duran Combeferre, çavuşa beğeniyle baktı: «Ah ne üzücü,» diye söylendi. «Şu savaş müthiş bir kasaplık yalnızca! Dünyada krallar bittikten sonra, artık savaş da olmaz dilerim. Enjolras şu çavuşu görüyor musun, sanmam. Aslında onu hedef aldın, fakat ona bakmadın bile. O çok şirin biri. Cesur, aklı başında, eğitimli biri. Şu topçu subayları epey bilgili olurlar. Anası, babası, bir ailesi, belki de bir sevgilisi var. En çok yirmi beşinde, senin kardeşin olabilirdi...» «Evet, kardeşim sayılır,» dedi beriki. Combeferre sürdürdü: «Evet, ikimizin de kardeşi. Haydi Enjolras onu öldürme!» «Bırak beni! İşimi yapmalıyım!» 1173

Enjolras’ın o yontu gibi yüzünde bir gözyaşı belirdi. Tam o sı­ rada tetiği çekti. Şimşek çaktı, topçu çavuşu iki kez olduğu yer­ de döndü, kollarını ileri uzatmış, havayı solumak istercesine ba­ şını kaldırmıştı. Sonra topun üstüne yuvarlandı ve öylece kaldı. Sırtından kanlar fışkırıyordu. Mermi göğsünden girip, sırtından çıkmıştı. Can vermişti. Onu taşıdılar, başka biri geldi. Asiler en azından birkaç dakika kazanmıştı. 9 RUHSATSIZ AVCININ ISKALAMAYAN ATIŞLARI Barikattakiler arasında bir tartışma çıkmıştı. Birazdan top ateşi tekrar başlayacaktı. Bu mitralyöz ateşine, yalnızca on beş dakika dayanabilirlerdi. Bunun önüne geçmek zorunluydu. En­ jolras: «Şu deliği bir şilteyle kapatmalı.» Combeferre: «Şiltemiz kalmadı, yaralılardan alamayız.» Jean Valjean, meyhanenin önünde bir taşın üstüne oturmuş, tüfeği dizlerinin arasına almış, düşünüyordu. O zamana dek sa­ vaşa katılmamıştı. Etrafında söylenenleri duymuyor gibiydi. Sa­ vaşçıların onun için: «İşe yaramaz bir tüfek» dediklerinden bile habersiz görünüyordu. Enjolras’ın buyruğunu duyunca yerinden fırladı. Okurlar hatırlar mı, Chanvererie Sokağında barikat kuruldu­ ğunda, yaşlı bir kadın korkusundan, penceresini bir şilteyle ka­ patmıştı. O pencere, altı katlı bir evin tavan arasındaydı. Barikatın he­ men dışında. Çamaşır asma sırıkları üzerine yerleştirilmiş bu şil­ te tepeden iki iple tutturulmuştu, öteden bakıldığında iki sicime benzeyen ipler pencerenin dışındaki çivilere bağlıydı. Gökyüzü­ nün maviliğinde bu ipler saçlar gibiydi. Jean Valjean: 1174

«Biri bana bir çifte verebilir mi?» Silahını dolduran Enjolras ona uzattı. Jean Valjean çatı penceresini hedef alıp tetiğe asıldı. Şiltenin iplerinden biri koptu. Jean Valjean bir el daha ateş etti, ikinci ip pencere camında şakladı. Şilte, sırıklar arasından sokağa düştü. Barikattakiler bu yetkin atışları alkışladı: Aynı anda: «İşte bir şilte!» diye bağırdılar. Combeferre: «Peki ama, bu cehennem atışında kim onu gidip alacak?» di­ ye sordu. Şilte barikatın dışına, saldırganlarla asilerin arasına düşmüş­ tü. Topçu subayının öldürülmesi askerleri öfkelendirmişti, asker­ ler demin oluşturdukları basık yığınağın ardında konuşlanmışlar, ellerinde tüfek, top göreve hazırlanıncaya dek, onun zorunlu sessizliğinden faydalanıp ara vermeden barikata ateş ediyorlar­ dı. Asiler kurşunları ziyan etmemek için onlara yanıt vermiyorlar­ dı. Aslında bu atışlar barikatı delmemiş, mermiler saplanıp kal­ mıştı, ama sokak geçilecek halde değildi. Jean Valjean oyuktan çıktı, sokağa daldı, mermi cehennemi­ ni geçip şilteye yaklaştı, onu aldı, yüklendi ve barikata döndü. Şilteleri yarığa kendisi koydu, duvara o kadar yaslanmıştı ki, topçular onu göremiyorlardı. Bunu da yaptıktan sonra mitralyöz ateşini bekledi. O da gecikmedi. Top müthiş bir patlamayla domuz saçmalarını kustu. Fakat bu kez mermi sekmesi yoktu. Şilte mermiyi geri tepti, istenilen sonuç alınmıştı. Barikat bir kez daha kurtulmuştu. Enjolras, Jean Valjean’a elini uzattı: «Yurttaş, Cumhuriyet size teşekkürlerini sunar!» Bossuet epeyce etkilenmişti; beğeniyle güldü: «Bir şiltenin bu kadar sağlam olması sahiden ahlaka ters. Kı­ rılabilenin, mermi yağdırana zaferi! Fakat yine de yaşasın. Bir top atışını karşılayan şilte yaşasın!» 1175

10 ORTALIK AĞARIRKEN Cosette o sırada uyanıyordu. Arka avluya açılan, doğuya bakan büyük pencere, dar ve derlitoplu odayı aydınlatmıştı. Paris’te neler olduğundan haberi yoktu. Hizmetçi Jean Valje­ an’a, «Paris’te kargaşa varmış» dediğinde, o kendi odasına çe­ kilmiş, bu sözleri duymamıştı. Cosette az, fakat iyi uyumuştu. Küçük ve bembeyaz yatağın­ da epey hoş rüyalar görmüştü. Marius ona bir haleyle kuşatılmış halde görünmüştü. Gözlerine giren güneşle uyandı. Bu da ona, geceleyin gördüğü rüyaların devamı gibi geldi. Uyandığında, rüyasını hatırlayan Cosette, keyifle gülümsedi. Ansızın kendisini güvende hissetti. Bir gün önce, Jean Valje­ an’ın yaşadığı ruh hali içindeydi, acılara prim vermek istemiyor­ du. Sebebini bilmeden bütün kalbiyle umutlanmaya başladı. Sonra hemen içi daraldı. Tam üç gündür Marius’ü görmemişti. Fakat sonra, onun kendisine yazmış olduğu mektubu almış ol­ duğunu ve adresini bildiğini düşündü. Marius öyle akıllıydı ki, bir çaresini bulur, onu ziyarete gelirdi. Cosette, onun o gün, belki o sabah bile gelebileceğini geçir­ di içinden. Güneş ortalığı aydınlatıyordu, ama pencereden giren ışınlar epey yataydı. Genç kız, sabahın epey erken bir vaktinde uyan­ dığını anladı. Fakat Marius geleceğine göre, kalkıp onu karşıla­ mak için hazırlanmalıydı. Cosette, Marius’suz yaşayamayacağını biliyordu, bu kesin­ di, Marius gelecekti. Bundan emindi. Aslında üç gün bunca acı çekmesi bile, epey ürkütücü bir şeydi. Yüce Tanrım, bu nasıl ol­ muştu? Marius tam üç gündür yoktu. Genç kız Tanrı’nın kendi­ sine haşarıca bir oyun oynamak istediğini; fakat artık bu oyu­ nun nihayetine geldiğini düşündü. Marius gelecek ve kendisine güzel haberler verecekti. İşte gençlik böyledir, hemen gözlerini 1176

siler, mutlu olmak için gerekçe arar. Acı anlamsızdır, onu iste­ mez. Gençlik, kendisi gibi meçhul olan gelecek önünde bir gülüm­ seyiştir. Onun nefesi bile umutlarla örülüdür. Cosette, son görüşmelerini hatırladı. Marius, yalnızca bir gün sürecek bu yokluğu hakkında neler söylemişti ki? Genç kız hatır­ lamak istedi, fakat bunu başaramadı. Yere düşen bir metal para­ nın nasıl kaybolduğunu ve onu bulmanın ne kadar zor olduğunu herkes bilir. İşte bazı düşünceler bu metal para gibi beynimizin bir köşesine gizlenir, onu bulmak artık elimizde değildir. Cosette bel­ leğinin bu kadar zayıf olduğunu düşünüp kendisine öfkelendi. Marius’ün sözlerini nasıl unutabilmişti? Kendisini ayıpladı. Yatağından çıktı, ruh ve beden temizliğini yaptı; dua etti, eli­ ni yüzünü yıkandı. Gerektiğinde, okuru bir zifaf odasına götürebiliriz, ama bir genç kız odasına asla. Şiir cesaret edemez, nesir de etmemeli­ dir. Bir genç kızın odası, gül goncası gibidir. Bu gölgede bir be­ yazlık, henüz güneş görmeden erkek gözlerle bakılması yasak bir zambağın goncası vardır... Henüz gonca halindeki kadın, kutsaldır. Şu açık tertemiz yatak, kendi kendisinden bile korkan şu yarı çıplaklık, bir terliğe sığınan şu kar gibi ayak, sanki ayna­ nın gözü varmış gibi ayna karşısında örtünen şu dolgun göğüs­ ler. Bir eşya çıtırtısından ya da yoldan geçen bir araba sesinden çekinerek hemen omzu kapatan şu gömlek, iliklenen düğmeler, bağlanan kurdeleler, kordonlar, titremeler, korku ve utanç ürper­ meleri, tavırlarda beliren şirin korku, hiçbir şey olmadığı halde, kaygılanmalar, gün doğarken gökyüzünü kapatan o pembe bu­ lutlara benzeyen giyinmenin bütün ayrıntıları... Bunları anlatmak uygunsuz olur, buna değinmek de gereksiz. Erkeğin kalbi, bir genç kızın uyanışıyla sevgiyle dolmalıdır, çünkü bu uyanış bir yıldızın doğumundan daha kutsaldır. Halı­ nın şu incecik tüyleri, eriğin ince buğusu, karın kristal taneleri, ipince tüyler serpili kelebek kanadı bile yüceliğinden habersiz bu fazilet karşısında kabadır. 1177

Genç bir kız yontu olmayan bir hayal, bir ışıktır. Yatağı idealin gölgeli yerinde gizlidir. Bakışı, dokunuşu bile bu belirsiz loşluğu üzer. Burada izlemek bile saygısızlıktır. Biz de bu nedenle genç kızın uyanışını size anlatmayacağız. Bir Doğu masalının anlattığına göre, Tanrı gülü önce beyaz yaratmış, ama yaprakları aralanırken Adem Babamız ona bak­ mış, gül de utancından pembeleşmiş. Biz de genç kızlar ve çi­ çekler önünde duraksayacağız; çünkü onları saygıyadeğer bulu­ yoruz. Cosette hemen giyindi, tarandı, saçlarını boynunda topladı. O zamanlar saç biçimleri epey yalındı, kadınlar buklelerini, saç örgülerini bigudilerle kabartarak saçlarına teller yerleştirmemiş­ lerdi. Sonra penceresini açtı ve dışarı baktı. Sokağın birazını görebilmek ve Marius'ün yolunu beklemek istemişti. Fakat dı­ şarıdan fazla bir şey görünmüyordu. Bu arada avlu epey yük­ sek duvarlarla çevrili olduğundan sadece arka bahçeleri görü­ yordu. Cosette, bu bahçeleri çok iğrendirici ve kısa hayatında çiçek­ leri bile çirkin buldu. Ah, sokak köşesindeki yağmur sularından oluşan çamurlar bile ona daha hoş görünecekti. Gökyüzüne bakmayı istedi, Marius oradan inebilirmiş gibi! Derken gözlerinden yaşlar aktı. Bu bir ruh değişikliğinden kay­ naklanmayıp sadece yüreğinin sızlamasından ve kırılan umutla­ rındandı. Durumunu epey hazin buldu. Hiçbir şeyden emin olma­ dığını, sevdiğini görmemenin ruhunu kaybetmek gibi olduğunu düşündü. Marius’ün gökyüzünden ona ulaşması deminki gibi ca­ na yakın değil, tam aksine epey kasvetli göründü. Fakat düşünceleri izleyen bulutlar gibi ansızın içinde bir ra­ hatlama duydu. Derken yeniden huzura kapıldı ve kalbi umutla doldu. Güven dolu bir gülümseyişle gülümsedi. Evde herkes yatıyordu. Koyu bir sessizlik almıştı her tarafı. Pencerelerin hepsi kapalıydı. Hizmetçi bile uyanmamıştı, Coset­ te babasının da kalkmadığını düşündü. Herhalde genç kız, epey acı çekmişti ve hâlâ acı çekiyordu ki, babasını kötü biri olmakla suçladı, fakat yine de, Marius’e güveniyordu. Böyle parlak bir 1178

güneş tutulamazdı. Dua etti. Arada bir ta ötelerden kısık sesler ve sarsıntılar geldi kulağına. Bu kadar erken bir vakitte konak ve ev kapılarının neden böyle gürültüyle açılıp kapandıklarına şaş­ tı. Oysa onun duyduğu bu sesler barikata yağdırılan güllelerdi. Cosette'in penceresinin birkaç karış altında, duvarın çıkıntı­ sında bir kırlangıç yuvası vardı. Yuva saçaktan biraz dışarı taş­ mıştı. Öyle ki, pencereden bakan, bu küçük cennetin içini göre­ bilirdi. Ana kuş, kanatlarını yelpaze gibi açıp yavrularının üstüne germişti, baba kuş kanat çırparak gidip geliyor, gagasında çöp­ ler ve öpücükler getiriyordu. Yükselen güneş, bu mutlu tabloyu yaldızlamıştı. Doğanın o kesin yasası «Birleşin, Çoğalın Yasası» gülümsüyordu burada ilahi bir tavırla. Cosette saçları güneşte parlayıp, gölgelerle dolu ruhu, içten aşk ve dışarıdan şafakla aydınlanmış halde, yuvayı yakından in­ celemek için penceresinden sarktı. Şu anda fark etmediği halde yine Marius’ü düşünüp bu mutlu çifte, erkek ve dişi kuşa baktı. Bu ana-baba ve yavrular, genç kıza epey tatlı fakat karışık bir coşku aşılamıştı. 11 HİÇ ŞAŞMAYAN FAKAT KİMSENİN CANINI ALMAYAN BİR SİLAH Saldıranlar ateşe ara vermemişti. Tüfek ve top atışları fazla zarar vermeden barikatı inletmeye başlamıştı. Sadece evin üst penceresi ve çatı katının mertekleri saçmalar ve mermilerle ör­ seleniyordu. O sırada nöbetçi yoktu. Aslında bu da barikat sa­ vaşlarının asla şaşmayan bir taktiğidir. Asilerin cephanelerini bi­ tirmek için saldıranlar onları sürekli ateş sağanağı altında tutar­ lar. Asiler karşılık verme hatasına kapıldıklarında, yandılar! O zaman mahvolurlardı. Atışları seyreldiğinde, asilerin cephaneli­ ğinin azaldığını fark eden düşman, barikatı düşürmek için saldı­ 1179

rıya geçecekti. Şu da var ki, işbilir Enjolras, bu tuzağı düşündü ve atışları yanıtsız bıraktı. Askerlerin her atışlarında, Gavroche diliyle damağını şişiri­ yordu. Bu da onları küçümsediğinin belirtisiydi. «Oh, ne iyi,» diyordu, «haydi yırtın bezleri, sargı gerekecek!» «İyice dağıttın dostum!» Balolarda olduğu gibi, savaşta da çarpışmalar, şaşırtmayı se­ verler. Şu kesin bir gerçek ki, barikatın bu sessizliği saldıranla­ rın merakını çekmişti. Umulmadık ve hiç de hoş olmayan bir sürprizle karşılaşmaktan korktukları için, taşların arkasındakileri görmek istediler. Asiler karşı damın kiremitlerinin üstünde, bir miğfer ışıltısı gördüler. Bacaya yaslanmış bir itfayeci, orada nö­ bet bekliyor ve barikatın içini izliyordu. Enjolras: «Vay canına! Şu gözcüden hoşlanmadım!» dedi. Aslında, Jean Valjean, Enjolras’a silahını geri vermişti, fakat kendi tüfeği elindeydi. Sessizce nişan aldı, bir an sonra kurşunun deldiği miğfer so­ kağa düşüyordu. Ansızın korkan asker de, ortadan kaybolmuştu. Yerine bir diğeri geçti, bu genç bir subaydı. Jean Valjean ikin­ ci kez ateş etti, bu miğfer de diğeri gibi kaldırımlara düştü. Subay da üstelemeden geri çekildi. Bu onlara iyi bir ders ver­ di. Bir daha dama gözcü yollamaya kalkışmadılar. Barikatı izle­ mekten vazgeçildi. Bossuet epeyce meraklanmıştı, Jean Valjean’a sordu: «Onu neden öldürmediniz?» Jean Valjean yanıt vermedi. 12 DÜZENDEN TARAF OLAN DÜZENSİZLİK Bossuet bütün bunlara anlam kulağına eğildi: «Benim soruma yanıt vermedi.» Combeferre gülerek: 1180

verememişti,

Combeferre’in

«O tüfek atışlarıyla iyilik eden bir adam.» Artık maziye karışan o eski yılları hatırlayanlar, banliyödeki Muhafız Alayının epeyce yararlı olduğunu bilirler. Bu muhafızlar, özellikle 1832’nin Haziran ayının ilk haftasın­ da epey başarılı oldular. Mesela, Pantin, Vertus ya da La Cunet­ te'deki meyhaneciler öfke püskürüyorlardı. Bu isyanlardan dola­ yı yerlerinin boşalması, onları çileden çıkartmıştı. Yalnızca bu nedenle ölümü bile göze alıyorlardı. Meyhanesinin simgelediği düzeni korumak için çarpışıyor, belaya atılıyordu. O dönem için, hem kenter hem cesur bir çağ denebilir. Sa­ vaşçıları olan düşüncelerin, prensiplerin yanı sıra, çıkarların da epey gözüpek silahşörleri vardı. Nedenin sıradanlığı, hareketin ataklığını lekeliyordu. Paranın azalması borsacılara ‘Marseillaise’i söyletiyordu. Tezgâhları için kanlarını döküyorlardı ve yiğit bir heyecanla dükkânı, yani vatanın küçücük bir parçasını, eski savaşçıların karşı durulmaz cesaretiyle savunuyorlardı. Şunu da ekleyelim ki, bütün bunlar alabildiğine kritik durum­ lar olup, mücadele eden toplumsal öğelerdi. Dengelenecekleri vakti bekliyorlardı. O günlerin bir diğer belirtisi de Hükümetçilik­ le (Asıl parti için kullanılan vahşi ad) anarşi işbirliği içindeydi. Dü­ zen için çarpışıyorlardı, fakat rastgele. Ulusal Muhafız Alayının herhangi bir subayının emriyle olmayacak bir anda trompet çalı­ nıyor; aklına esen herhangi bir subay çarpışmaya katılıyordu. Bir muhafız kendi adına dövüşüyordu. Buhran günlerinde kişi li­ derden emir almaz, kendi içgüdülerine uyardı. Orduda klikler oluşmuştu, kimi Fannicot gibi kılıcıyla çarpışıyor, kimi de Hengi Fonfrede gibi kalem kullanıyordu. Prensiplere bağlı olmayan, sadece çıkarlarını düşünenler ta­ rafından simgelenen uygarlık, o günlerde epeyce tehlikedeydi. Alarm isteme sesini yükseltti, herkes ona destek olup, onu koru­ mak, savunmak istedi, ama her biri bunu aklına geldiği gibi ya­ pıyordu. Önüne gelen toplumu kurtarma ödevini üstlenmişti. Bu gözü karalık bazen cinayete kadar gidiyordu. Herhangi bir şehir muhafız taburu, özel yetkesine dayanarak, kendisini aske­ 1181

ri mahkeme ilan edip, beş dakika içinde esir alınan bir asiyi kur­ şuna dizerdi. işte Jean Prouvaire de böyle uyduruk bir taburca öldürülmüş­ tü. Sayısız hataya neden olan bir linç yasası. Aimé Garnier isim­ li genç bir ozan, Kraliyet Meydanında süngülü muhafızlarca ko­ valanmış ve güç bela 6 numaralı konağa sığınarak paçayı sıyır­ mıştı. Halk ardı sıra şöyle bağırıyordu: «İşte bir Saint-Simon’cu!» Ve onu linç etmek istemişlerdi. Oy­ sa biçare ozanın elinde zararsız bir yazar olan Birinci Saint-Si­ mon’un, ünlü eseri Anılar kitabı vardı. Ulusal bir muhafız kitabın adını okumuş ve onu ihtilalci sanıp: «Öldürelim!» demişti. Demin adından söz ettiğimiz «Yüzbaşı Farnicot»nun buyru­ ğu altındaki bir birlik 1832’nin 6 Haziran gününde, belki kapris yaparak, belki keyfi olarak Chanvrerie Sokağında ölüme atılmış­ tı. Bu bilinmez olay, 1832 İsyanından sonra açılan soruşturma­ da meydana çıktı. Sabırsız ve cesur bir kenter olan Yüzbaşı Fannicot, demin belirttiğimiz gibi gayretli birisi olduğundan, er­ ken ateş edip, kendi başına barikatı düşürme hayaline kapılmış­ tı. Barikatın üstüne asılan Mösyö Mabeuf’un siyah ceketini siyah bayrak sanıp, hemen öfkelenmiş ve komutanlarından buyruk beklemeden, kendi başına hareket etmek istemişti. Henüz ateş etme vaktinin gelmediğini bildiklerinden, bekleyen general ve müfreze komutanları yüksek sesle ayıplamış ve kendi başına buyruk olmak istemişti. Kendisi gibi kararlı adamları yönetiyordu. Bir tanığın belirttiği üzere, «Kudurmuş adamlar»dı. Jean Prouvaire’i kurşuna dizen aynı birlikti. En umulmadık zamanda, Yüzbaşı Fannicot askerlerini barikatın üstüne saldırttı. Fakat stratejiden mahrum, sadece gözüpeklikle yapılan bu saldırı on­ lara epeyce tuzluya geldi. Birlik sokağın daha yarısına gelme­ den bir mermi sağanağına yakalandı. Başta koşan en cesur dört kişi barikatın önünde yere devrildi. Aslında epey yiğit, fakat as­ kerlik bilgisinden uzak olan bu muhafızlar, kaldırımlarda on beş ölü bırakıp çekildiler. Onların bu kararsızlığından faydalanan 1182

asiler, tüfeklerini bir daha doldurdular ve ikinci bir ateş karşısın­ da sokakta kıstırıldılar. Bu seferki atış daha da kıyıcı olmuştu. Yüzbaşı Fannicot cesur ama önlemsiz bir komutan olduğundan, bu saldırıda öldü, iki ateş arasında kalmıştı, onu öldüren «Top», yani «düzen» oldu. Aslında o kadar önemli olmayan fakat yine de zorlu olan bu saldırı Enjolras’ı epeyce öfkelendirmişti: «Hey ahmaklar!» diye homurdandı. «Hem kendi adamlarını öldürttüler, hem de kurşunlarımızı harcattılar!» Enjolras, safkan bir ihtilal generali gibi konuşmuştu. Haklıydı da. İsyan ile bastırma eşit silahlarla vuruşmaz, isyanın belli sa­ yıda silahları olduğu için, bunu hızla tüketebilir, ordu kadar fazla askeri de yoktur. Boşalan bir fişekliğin, öldürülen bir adamın ye­ rine yenisini koymak hiç kolay değildir. Oysa arkasında ordu olan güç, adam saymaz. Barikatta olan adam sayısına karşılık, bastırmanın da o miktarda alayları; bari­ katın dayanıklılığına karşı onun cephanelikleri vardır. Bunlar sü­ rekli yüze karşı bir kişinin çarpışmaları olduğundan, neredeyse her zaman barikat yenik düşer. Yeter ki ihtilal ansızın ortaya çıkıp elinde kurtarıcı meleğin kılıcını parlatmasın. Böylesi haller de olur. İşte o zaman, her şey ayaklanır, kaldırımlarda bir fokurdama başlar. Halk barikatları çarçabuk çoğaltır. Paris içten içe titrer. Kutsal şeyler belirir, 10 Ağustos-29 Temmuz havadadır. Göz alıcı bir ışık görünür. Kaba gücün korkunç ağzı geriler ve bir aslan olan ordu, karşısında dikilmiş ve sakin bir peygamber bulur; Fransa. 13 ŞİMŞEKLER Bir barikatta duygular ve tutkular karışımı arasında her şey var­ dır: gözü karalık ve gençlik; onur, coşku ve ideal, inanç; kumarbazın inadı ve özellikle arada bir parlayan umutlar... En olmayacak anda, işte böyle bir umut titremesi, Chanverire Sokağı barikatını kuşattı. Dikkatle ortalığı kollayan Enjolras birden bağırdı: 1183

«Çocuklar, kulak verin, Paris uyanıyor gibi!» 6 Haziranın sabah saatlerinde isyan birkaç saat için bir şid­ detlenme işareti gösterdi. Saint-Merry matem çanının üstele­ yen vuruşları bazı istemleri canlandırdı. Poirier ve Gravilliers Sokaklarında birkaç barikat daha kuruldu. Saint-Martin Kapısı­ nın önünde, silahlı bir delikanlı, kendi başına bir süvari taburu­ na saldırdı. Caddenin tam ortasında bir dizini yere koyup, silahını omuz­ ladı. Tabur komutanını vurdu ve sonra başını çevirip: «İşte, en azından artık bize zarar verenlerden bir kişi eksildi!» dedi. Kılıçla öldürdüler onu. Saint-Denis Sokağında bir kadın, evinin kapalı panjurları ar­ kasından muhafızlara ateş açıyordu. Panjur tahtalarının sarsıl­ dıkları görülüyordu. Cassonnerie Sokağında cepleri mermi dolu, on dördünde bir çocuk tutuklandı. Birçok karakola saldırı yapıldı. Bertin-Poiree Sokağı girişin­ de, başta General Cavaignac de Baragne’in durduğu bir süvari alayı beklenmedik bir kurşun sağanağına tutuldu. Planche-Mib­ ray Sokağında, alayların üstüne kırık şişeler, bardak-tabak attı­ lar. Bu kötü bir şeydi. Bunu Napoleon’un eski teğmeni olan Ma­ reşal Soult’a söylediklerinde, o yaşlı kurt, kaş çattı ve Saragos­ se'da Suchet’den duyduğu bir sözü söyledi: «Yazık, yaşlı kadınlar başlarımıza lazımlıklarını boşalttıkla­ rında işimiz tamam demektir!» isyanın sınırlı kaldığının düşünüldüğü anda zuhur eden bu genel belirtiler, ansızın kabaran bu öfke buhranı, Paris mahalle­ leri üzerinde çakan bu şimşekler, bütün bunlar komutanları en­ dişeye sürükledi. Bu yangın işaretlerini söndürmek için önlem alındı. Bu kıvıl­ cımlar söndürüldükten sonra, harekete geçmek gayesiyle, Ma­ ubuee, Chanvrerie ve Saint-Merry barikatlarına saldırıyı beklet­ me kararına vardılar. Yollarda karşılaşacakları sevimsizliklere son verip sadece bu barikatlarla baş etmeyi ereklemişlerdi. Ansızın fokurdayan so­ 1184

kaklara birlikler yollandı. Bu birlikler, büyük sokakları aramış, di­ ğerlerini zaman zaman önlemle, zaman zaman saldırarak araş­ tırmıştı. Fakat bu bastırma sessizce olmadı, orduyla halkın çar­ pışmalarına has gürültüler her yeri sardı. İşte Enjolras bu sesle­ ri duymuştu. Askerler kapıları kırıyordu, bu arada bölükler cad­ dede biriken asileri silah kulanıp dağıtıyordu. Bir ara Enjolras sedyede taşınan yaralıları gördü ve Courfeyrac’a: «Şu yaralılar bizim barikattan değil!» Ne yazık ki, umut uzun yaşamadı. Yarım saat ancak geçmiş­ ti ki Paris eski havasına döndü. Bu yıldırımsız bir şimşek gibiy­ di. Kısa süre sonra asiler tepelerine mermilerden bir örtünün tek­ rar düştüğünü anladılar; bu da, kayıtsız halkın terk ettiği yardım­ cılarına gösterdiği umursamazlıktır. Demin sezilen hareketlilik, birden yok oluvermişti. Artık, Sa­ vaş Bakanı’nın ve generallerin ilgileri hâlâ direnen barikatlara çevrilebilirdi. Güneş yükseliyordu. Asilerden biri Enjolras’a: «Açız, burada böyle mi öleceğiz?» Enjolras her zamanki yerinde dikilmiş, bakışları sokakta, ba­ şıyla evet dedi. 14 ENJOLRAS’IN SEVGİLİSİNİN İSMİ Courfeyrac, Enjolras’ın yanında, bir kaldırıma oturmuş, topa hakaretler ediyordu. Her top gürleyişinde, ona sesleniyordu: «Koca haylaz, yok yere yoruluyorsun, içim sızlıyor, bu şama­ ta anlamsız. Bu uğultu bile değil, sadece bir öksürük.» Etrafındakiler onun bu şakasına gülüyorlardı. Courfeyrac ve belayla iyice keyiflenen Bossuet, Madam Scarron’un yıllar önce yapmış olduğu gibi, yiyecek yerine şaka tüketiyorlar, şarap yerine arkadaşlarına neşe sunuyorlardı. Bossuet: 1185

«Enjolras’a hayranım. Onun bu cesareti beni coşturuyor. O tek başına yaşayan bir genç, belki de bu nedenle, dul olmaktan yakınıyor. «Ama bizlerin sevgilisi var. Bizi kimi zaman çıldırtan metres­ lerimiz var, yani bize cesaret de vermiyorlar. Bir kaplan gibi âşık olunca, bir aslan gibi savaşmak o kadar kolay değil, işte bu alım­ lı kızlardan intikam almak için bizler de bu yolu seçtik. Roland(*), Angelique'yi üzmemek için kendisini öldürttü. Bütün cesaretimiz kadınlarımızdan gelir. Kadınsız bir erkek, horozsuz bir tabanca gibidir. Kadın erkeğin parçasıdır. Evet fakat Enjolras’ın kadını yok. Âşık değil ama yine de kahraman olabiliyor. Onun gibi ol­ mak, buz gibi soğuk ve ateş gibi sıcak olabilmek eşsiz bir şey.» Enjolras onu dinlemiyor, duymuyor gibiydi, ama epey yakı­ nında olan biri onun kısık sesle söylediği şu sözü duyabilirdi: «Patria.»(**) Bossuet gülüyordu. Courfeyrac duruşma salonundaki bir mü­ başir edasıyla seslendi: «Adım Sekizlik bir top.» Evet, sahneye başka bir oyuncu girmişti, bu bir top arabasıydı. Topçular hemen davranıp bu yeni topu da ilkinin yanına koy­ dular. Sonun yakınlaşmasıydı bu. Birkaç saniye ancak geçmişti ki, hizmete hazır iki top aynı anda saldırdı. Şehir muhafızları da yaylım ateşiyle top atışlarını destekliyordu. Biraz ötede bir topun uğultusu daha duyuldu. Chanvrerie bari­ katına iki top ateş ederken, iki top daha getirtilmiş, bir Saint-Denis Sokağına, diğeri Aybry-Me Bougher Sokağından, Saint-Merry bari­ katına gülle yağdırıyorlardı. Dört topun sesi birbirlerine karışıyordu. Bu tekinsiz savaş köpeklerinin havlamaları birbirlerini yanıtlı­ yordu. (*) Roland: Ortaçağın bir kahramanı, imparator Charlemagne’ın yeğeni olan şö­ valye. (**) Patria: Yurt.

1186

Chanvrerie Sokağındaki barikata ateş açan iki toptan biri sal­ kım(*), diğeri gülle atıyordu. Gülle atan top az daha yukarıyı hedeflemişti ve barikatın üst kısmını yıkıyordu. Asilerin üstüne, parçalanan kaldırım taşları ve salkım döküntüleri yağıyordu. Bu atışın niyeti savaşçıları yerlerinden indirmekti. Onları içte kıs­ tırmak istemişlerdi, bu da saldırının yakın olduğuna işaret ediyordu. Asiler, güllelerden barikatın tepesinden ve meyhane pence­ relerinden gökten yağan salkımlardan dolayı uzaklaştıkları için, saldırganlar sokağa kolayca girebilirlerdi. Hem sokakta görünme tehlikesi bile yoktu. Barikatı rahatça aşabilir ve belki de onları hazırlıksız avlayarak barikatı düşürürlerdi. Enjolras: «Şu toplar can sıkmaya başladı,» dedi. «Onların ateşini sey­ reltelim, topçulara ateş!» Hepsi hazır duruyordu. Uzun süredir sessiz kalan barikat bir­ den ateş açtı. Yedi-sekiz kez üst üste ateş açıldı ve birkaç sani­ ye geçti geçmedi, alevlerle karışık koyu dumanda birkaç topçu­ nun topların üstüne devrildikleri görüldü. Canlı kalanlar katı ve sakin işlerini sürdürüyorlardı, artık ateş ağırlaşmıştı. Bossuet, Enjolras’a: «Bu iyi, başardık.» Enjolras başını sallayıp: «Böyle bir başarıyla yalnızca on dakika daha dayanabiliriz, birazdan barikatta on fişek bile kalmayacak.» Gavroche, onun bu söylediklerini duymuştu. 15 GAVROCHE BARİKATIN DIŞINDA Courfeyrac bir süre sonra barikatın dışında, birini mermi yağ­ muru altında gördü. (*) Salkım: Topla atılan demir parçaları.

1187

Gavroche koluna meyhaneden aldığı bir sepeti takmış, oyuk­ tan dışarı süzülmüş, sokakta öldürülen muhafızların mermilerini kendi sepetine aktarıyordu. Courfeyrac seslendi: «Ne yapıyorsun?» Gavroche: «Sepet dolduruyorum yurttaş.» «Ateş edildiğini görmüyor musun?» Gavroche omuzlarını kaldırdı: «Eh, ne yapalım, yağmur yağıyor sadece!» «Haydi geri dön!» Gavroche: «Birazdan dönerim,» deyip, sokağa daldı. Okurumuzun hatırlayacağı üzere, Fannicot birliği gerilerken sayısız ceset bırakmıştı sokakta. Kaldırımlar boyunca yirmiye yakın ceset vardı. Gavroche için yirmi kadar fişeklik, barikat için eşsiz bir şeydi. Duman, sokağı koyu bir sisle kapatmıştı. İki dik bayır arasın­ daki bir boğaza düşen bir bulutu gören biri, yüksek evlerin orta­ sına sıkışan bu dumana ilişkin bir fikir edinebilir. Sürekli yenile­ nen bu duman iyice yoğunlaştığı için, direnişçiler sokağı belir­ gince göremiyorlardı. Barikata saldırıyı idare edecek komutanların bilerek uygula­ dıkları bu dumanla karartma Gavroche için epey iyi oldu. Sade yapılı sıska çocuk, bu dumanda yok olur gibiydi. Gö­ rünmeden yedi-sekiz fişek çantasını aktardı sepetine. Tıpkı fın­ dık kıran maymun gibi, çabuk davranıyordu. Şimdilik fazla tehli­ kede sayılmazdı. Yerlerde sürünüyor, emekliyor, sepeti elinde, bir yılan gibi kıvrılıp kayıyor ve çantasını cephaneyle dolduruyordu. Barikattakiler, ilgiyi onun üstüne çekmemek için seslenmeye cesaret edemediler. Bir onbaşının cesedinde bir barutluk buldu. Bunu hemen se­ pete koydu: 1188

«Oh oh, susuzluk için bir armut!»(*) diye söylendi. O kadar ilerlemişti ki, sis artık şeffaflaşmaya başlamıştı. Sokak­ ta dizilen askerler dumanlar arasında devinen bir gölge seçtiler. Gavroche bir çavuşun cephanesini sepetine boşaltırken, ce­ sede bir mermi denk geldi. Gavroche haşarı bir gülüşle: «Vay canına!» dedi, «cesetleri öldürüyorlar!» Başını kaldırdı ve merminin geldiği yana baktı. Sonra ayağa kalktı. Rüzgâr saçlarını havalandırmıştı. Eli belinde, gözü mermi yağdıran muhafızlarda, bir şarkı söylemeye başladı: Berbat bir mahalle Nanterre, Suçlu her zaman Voltaire. Boğucu bir yer Palaiseau, Burada da suçlu Rousseau. Daha sonra yerdeki sepetini aldı, düşen mermileri sırayla yerleştirdi ve her yerde vızıldayan mermiler arasında birkaç adım koşup yeni bir fişekliği boşaltmaya başladı. Orada dördün­ cü bir kurşun yanından ıslık çalıp geçti. Yine ona denk gelme­ mişti, Gavroche şarkı söylemeyi sürdürdü: Ben bir Noter değilim, Bunun suçlusu Voltaire, Kuşlar gibi uçarım. Bunun sorumlusu Rousseau. Beşinci kurşunda şarkısını kesmemişti: Yaradılışım keyif demek, Bunun da suçlusu Voltaire. Nasibimdir yıkımlar, Yine suçlu Roussesau. (*) Barutluk: Fransızca bir kelime oyunu. Poire, yani armut barutluk anlamına gelir. Fransızlar da susuzluğa karşı bir armut der.

1189

Biraz daha zaman geçti. Görüntü korkunç ve sevimliydi. Mermiler arasında oynaşan Gavroche meydan okuyordu. Epeyce eğleniyordu. Avcılara dayı­ lanan bir serçeye benziyordu. Her mermiye yeni bir dörtlükle yanıt veriyordu. Sürekli ona nişan alıyor, fakat hiç denk getiremiyorlardı. Askerler ona nişan alırken, haline gülüyorlardı. Çocuk eğiliyor, bü­ külüyor, kıvrılıyor, sonra bir evin eşiğine sığınıyor, sekerek sokak ortasında görünüyor, kaçıyor, geri dönüyor, kendisine ateş eden­ lerle eğleniyor, bulduğu cephaneyi sepetine koyuyordu. Asiler yürekleri ağızlarında, gözlerini ondan alamıyor, kaygıy­ la izliyorlardı. Barikat onun için titrerken, o şarkı söylüyordu. O bir çocuk değildi, bir erkek de değildi. Tuhaf bir cin yumurcağı, perilerin oğlu gibiydi. Savaşın kurşun işlemez cücesiydi. Kurşun­ lar arkasından kovalıyor, o ise onlardan kaçıp kurtulmayı başa­ rıyordu. Ölümle saklambaç oynuyordu. Ecelin her yakınlaşma­ sında haylaz çocuk ona bir fiske atıyordu. Nihayet bir kurşun, bu tuhaf çocuğa, bu ateş ışıltısına geldi. Gavroche’un sendelediğini, sonra düştüğünü gördüler. Bütün bari­ kat keder dolu bir çığlık attı, fakat bu küçük yavru benliğinde An­ tee’yi(*) taşıyordu. Yumurcak için kaldırıma düşmek, devin toprağa düşmesi gibi oldu, Gavroche yerinden kalkmak için düşmüş gibiy­ di. Bir süre olduğu yerde kaldı, yüzünden kanlar akıyordu, kollarını yukarı kaldırdı, merminin geldiği tarafa baktı sonra sesini yükseltti: Devrildim ben kara toprağa, Bunda da suç Voltaire'in. Yüzüm gözüm çamur içinde, Bunda da suç... Tamamlayamadı, ikinci bir kurşun geldi, aynı elden. Bu kez karınüstü yere yuvarlandı ve bir daha kımıldamadı. Bu küçük fa­ kat cesur ruh göçmüştü. (*) Antee: Yunan Mitolojisinde Hercules’le çarpışan bir dev. Antee ayağı her toprağa değdiğinde, yeniden güçlenirdi.

1190

16 AĞABEYLİKTEN BABALIĞA GEÇİŞ Facianın gözleri sürekli açık olmalıdır. Tam o sıralarda, park­ ta el ele yürüyen iki çocuk vardı. Bunlardan biri olsa olsa yedi, diğeri beş yaşlarında olabilirdi. Yağmurdan ıslanan ufaklıklar ku­ runmak için güneşte yürüyorlardı. Çocuklardan büyüğü kardeşi­ nin elini tutmuş sürüklüyordu, her ikisinin de yüzleri kansız, kılı­ ğı kıyafeti perişandı. Yabankuşlarına benziyorlardı. Küçük, ağa­ beyine: «Çok açım,» dedi. Daha şimdiden himaye eden bir tavır takınan ağabeyi, karde­ şinin elini sol eliyle tutuyordu, sağ elindeki bir sopayı salladı. Bahçede yalnızdılar. Park tenhaydı. Güvenlik önlemi olarak parmaklık kapısı kapanmıştı. Orada üs kuran askerler savaşma­ ya çıkmışlardı. Bu çocuklar buraya nasıl gelmişlerdi. Bir karakoldan mı kaç­ mışlardı? Ya da şehir kapılarında çadır kuran gezginci cambaz­ lardan mı kaçıp kurtulmuşlardı? Kim bilir belki de geceyi, hani şu gazete okunan bir nöbetçi kulübesinde geçirmişlerdi. Gerçek şu ki, şu anda özgür oldukları gibi yeri yurdu olmayan serserilerdi. Özgür, fakat serseri olmak, büyük perişanlıktı. Aynı zamanda, kalacak yerleri olmayan, yollarını kaybeden zavallılardı, bu ço­ cuklar da böyle bir haldelerdi. Okurumuzun hatırlayacağı gibi, bu çocuklar bir gece Gavroc­ he’un himayesine aldığı iki kardeşti. Magnon Kız'ın baktığı, as­ lında Thenardierler’in oğulları. Magnon Kız’ın, Mösyö Gillenor­ mand’a attığı bu yavrular, şu sıralarda daldan düşmüş yapraklar gibilerdi. Köksüz bir ağaçtan yuvarlanan ve rüzgârın yerlerde sürüklediği yapraklar... Kendilerine analık eden Magnon Kız'ın zamanında temiz gi­ yimli olan bu çocuklar, şu anda, pılı pırtı içindeydi. Bu çocuklar şimdi Paris polisinin kaldırımlarda toplayıp ardi­ yelere götürdüğü yetim çocuklardı. Bu sefiller, bunca güzel bir parkta olmalarını, bu karmaşaya 1191

borçlu sayılırlardı. Park bekçileri görev yerlerinde olsalar, bu dö­ küntü giyimli çocukları içeri almazlardı. Sefillerin parka girmeye hakları yoktur. Fakat çocuk olarak onların da çiçekler kadar hak­ ları oldukları unutulmamalı. Kapılar kapalı olduğu için parmaklıklardan girmişlerdi. Aslın­ da kapıların kapalı olması polislere dinlenme fırsatı vermez, ama bu işler de savsaklanıyordu. Paris’te başlayan fırtınayla il­ gilenen park bekçileri, çocukları gözden kaçırmışlardı. Bir gün önce çok yağmur yağmıştı, o sabah bile biraz serpiş­ tirmişti. Fakat haziranda sağanakları önemsemeyiz. Aradan bir saat geçsin bu fırtına aklımızdan çıkar. Bu ışıkta sarışın günün ağladığını görmeyiz bile. Toprak bir bebenin pembe yanağı gibi hemen kurur. Günün bu öğle vaktinde, güneş yakıyor, ortalığı kasıp kavu­ ruyordu, toprağı emercesine yapışık gibiydi. İnsanın güneşin su­ sadığına inanası geliyordu. Bir sağanak, bir bardak su yerine geçer. Toprak yağmuru hemen içer. Sabahleyin, ıslak olan yer­ ler öğleyin toza batmıştı. Yağmurun yıkayıp güneşin kuruttuğu bir yeşillik gibi güzel şey yoktur. Bu sıcak bir yeşillik gibidir. Bahçeler ve çayırlar kök­ lerindeki sudan ve çiçeklerindeki güneşten mis kokulu buketler gibi en hoş kokularını saçarlar. Her şey güler, şarkı söyler ve kendisini doğaya sunar, insan kendisini esrimiş sanır, ilkbahar uçarı bir cennettir. Güneş insana sabrı belletir. Çoğu kişi daha çoğunu istemez. Bazıları canlı göklerin mavi­ liği bize yeter, derler. Kış soğuklarında, pılı pırtıya bürülü yolcu­ nun üşümesi, bir zavalının eğri omurgasıdır; izbede, çatı katın­ da yaşayan yoksul, ona vız gelir. Cezaevinde soğukta üşüyen genç kızın, pırtılarından ona ne? Ağaçlar altında kendi düşlerine dalmak, olmayacak hayallere kafa yormak varken. Bu huzurlu ama ürkütücü insanlar, acımasızcasına tatmin olurlar, işin en beter yanı da, sonsuzun onlara yetmesidir, insanoğlunun en bü­ yük ihtiyaçlarından biri olan, «son»dan habersizdirler. Gelişmeyi, şu yüce emeği kabul edenler, bu «son»u benim­ semezler. 1192

Sonsuzla sonun ilahi ve insani birleşiminden doğan sınırsız­ lığı iyi bilmezler. Uçsuz bucaksızla karşılıklı olsunlar, bununla kalır gülümserler. Sevinç asla, sarhoşluk sürekli. Ölüm, insanlığın tarihi bile onlar için sadece parçalanmış kara­ lamalardır. Bütün yoktur burada, gerçek iyice dışarıda kalır. Bu ay­ rıntı ile ilgilenmek ne işe yarar? İnsanoğlu! Evet anladık, insanoğ­ lu acı çeker, ama ne yapalım, şu anda gökyüzünde yükselen şu Aldebaran Yıldızı daha önemli sayılmaz mı? Genç lohusanın be­ beğini emzirecek sütü yok! Ne iş ama. Yeni doğan bebek ölmüş, dert değil, mikroskop altında parlayan şu çiğdem, ne harika... Bu­ nu kusursuz bir Malines(*) danteliyle karşılaştıramazsınız... Böyle düşünenler sevmeyi de unuturlar. Zodyak,(**) onları o kadar etkilemiştir ki, ağlayan bir çocuğu bile fark etmezler. Tan­ rı onların ruhlarını karartmış. Bunlar hem küçük, hem de yüce ruhlar ailesi: Horace(***) gibi, Goethe gibi. Belki de La Fontaine! Bunlar, sonsuzun kusursuz izleyicileri, acıyı görmeyen kayıtsız egoistler. İyi havalarda Neron’u bile göremezler. Güneş, azizlerin yakıldığı odun yığınını gizler onlardan. Bir giyotinle idamı izlerken bile, burada bir ışık oyunu ararlar. Böyle benciller, ne inlemeyi, ne hıçkırığı, ne de matem çanını duyar. Mayıs ayı boyunca her şeyi hoşgörürler. Başlarının üstünde kı­ zıl bulutlar olduğu sürece, kendilerini mutlu sayarlar. Yıldız parıl­ tısı ve kuş seslerinden sevinç duyarlar. Bunlar parlak gölgelerdir. Ne kadar zavallı olduklarının ayrı­ mında bile olmazlar. Onlara hem hayranlık duymak, hem de merhamet etmek gerekir, tıpkı benliğinde geceyle gündüzü yan yana getiren bir yaratığa acınacağı gibi. Böyle yaratıkların göre­ cek gözleri yerine, alınlarının ortasında bir yıldız vardır. Bu bilgelerin umursamazlığı, bazı eleştirmenlere göre üstün bir felsefeymiş. Mümkün, fakat bu üstünlükte bir eksiklik, bir sa­ katlık vardır, insan hem ilahi, hem de topal olabilir, yarı-Tanrı (*) Malines : Belçika'da dantelleriyle ünlü bir şehir. (**) Zodiak: Burçlar toplamı. (***) Horace : Romalı şair.

1193

Vulcain(*) gibi. İnsan insanüstü olabileceği gibi, insandan aşağı da olabilir. Sonsuz eksik doğada yok mu? Güneşin bir kor olma­ dığını kim ispat edebilir? Evet ama o zaman neye inanmalı? Güneşin yalancı olduğu­ nu kim söyleyebilir? Demek bir sürü dâhi, insanüstü, yıldız adamlar bile, zaman zaman yanılabiliyor? Demek göklerde du­ ran ve dünyaya ışık veren güneş bile iyi görmeyecek, az mı gö­ recek? Bu sahiden de cesaret kırıcı. Hayır, ama güneşten de üs­ tün ne var? Tanrı! 1832’nin 6 Haziran gününde, öğleyin saat on bir civarında, ten­ ha olmasına rağmen, park çok güzeldi. Çiçek tarhları yağmurla yı­ kanmış, havaya en hoş kokularını salmışlardı. Öğle aydınlığında bir eğlencede gibi, ağaç dalları birbirlerine sarılmaya çalışıyordu. Çalıbülbülleri, serçeler yarışırcasına cıvıldaşıyorlar, ağaçkakanlar küçücük gagalarıyla ağaç kabuklarını kemirmeye uğraşıyorlardı. Çiçek tarhları zambağın egemenliğini kabul etmişlerdi. Koku­ ların en muhteşemi beyazlıklardan yayılanı değil midir? Karan­ fillerin o acımtırak kokusu havayı doldurmuştu. «Marie de Medicis»in(**) ihtiyar kuzgunları büyük ağaçlarda çiftleşmeye uğraşı­ yorlardı. Güneş laleleri parlatmış, üstlerinde ışıklar oluşturmuş­ tu. O laleler, çiçeğe dönüşen alevlerin bir başka manzarasını sergiler. Bu laleler üzerinde altın kanatlı arılar vızıldıyordu. Şu alev çiçekleri de, kıvılcımlara benziyordu. Her şey âhenk ve sevinçten oluşmuştu. Birazdan yağacak yağmur bile, inci çiçekleriyle hanımellerini sulayarak bu ikinci sa­ ğanak da hiç korkunç görünmüyordu. Fırtınayı hisseden kırlan­ gıçlar aşağıdan süzülerek uçuşuyorlardı. Bahçede herkes ve her şey mutluluk içindeydi, hayat güzel kokuyor, bütün doğa bir saflık, bir yardım, şefkat saçıyordu. Göklerden yere inen düşün­ celer, öpülen tombul bir bebek eli gibi tatlıydılar. Yeşil dallı ağaçlar altında yükselen o mermer yontular bile, ışıkta (*) Vulcain: Romalıların ateş ve maden tanrısı. (**) Marie de Medicis: İtalyan asıllı bir Fransa kraliçesi. O parkta adına bir çeş­ me vardır. IV. Henri'nin karısı ve XIII. Louis’nin annesidir.

1194

delikli giysiler giymiş gibiydi. O ilaheler sanki güneşten paçavralar gi­ yinmişlerdi. Her taraflarından gün ışığı sarkıyordu. Sağda solda azı­ cık toz kaldıracak ölçüde usul bir esinti vardı. Geçen sonbahardan kalan birkaç kuru yaprak birbirleriyle oynaşır gibi uçuşuyordu. Işık fazlalığı insanın içini açıyor, güven veriyordu. Hayat, usa­ re, ısı, buharlar her yeri dolduruyordu. Aşkla kuşatılan bu nefes­ lerde, bu yansıma ve ışıklarla, bu ortalığı dolduran altın sıvısın­ da, insan tükenmeyenin tansığını seziyordu. Bir alev örtüsü gibi yükselen bu ihtişamın arkasında, insan Tanrı’yı görebilirdi. Yolları kapatan kum nedeniyle çamur yoktu. Yağmurdan do­ layı kül de yoktu. Çiçekler yıkanmış tazeliklerini göz önüne ser­ mişlerdi. Yerden biten bütün çiçekler kusursuz güzellikteydi. Ter­ temiz ihtişamdı görünen. Doğanın huzurlu sessizliği doldurmuş­ tu bahçeyi. Bu sessizlikte âhenkli müziklerin ezgileri yükseliyor­ du; yuvalardan gelen cıvıltılar, esintinin usulca soluğu... Mevsimin olanca âhengi, nazik bir beraberlik oluşturmuştu, ilkyazın görünümleri düzenli biçimde sıralanmıştı. Leylaklar açıp solarken, yaseminler çiçek vermeye başlıyordu. Çiçeklerin bazı­ ları gecikmiş, bazıları vaktinden erken gelmişti. Haziranın haber­ cisi olan kızıl kelebekler, mayısın geciken kelebekleriyle, kardeş­ çe oyunlar oynuyordu. Çınarlar yapraklarını yeşertmiş, bahar rüzgârı kestane ağacının solgun pembe çiçeklerini oynatıyordu. Yandaki kışladan gelen emekli bir subay, parkın parmaklığında durmuş: Bahar, tören üniformasıya selama hazır, diyordu. Bütün doğanın beslenme vaktiydi. Yaradılış yemek masası­ na oturmuş vakit ve saat gelip dayanmıştı. Mavi yemek örtüsü gökler, yeşil olan yeryüzü için serilmişti. Güneş ortalığı ışıkla dol­ durmuş, Tanrı da herkese yemek dağıtıyordu. Her yaratık ken­ dince besleniyordu. Güvercin kenevir tohumu gagalıyor, ispinoz darı yiyor, saka farekulağı arıyordu. Kırlangıçlar, solucan kovalı­ yordu. Arı çiçeklere dadanmış, sinek çöpleri kovalıyor, çalıbül­ bülü sinekleri yakalıyordu. Bu hengâmede da herkes bir diğerin­ den besleniyordu; bu olgu iyiliğe karışan fenalığın sırrıdır. Fakat böcek ve kuşların hiçbirinin kursağı boş değildi. Terk edilmiş iki kimsesiz çocuk, büyük havuz kenarındaydı. 1195

Bu göz alıcı ışıkla ürken çocuklar gizlenmeye çalışır gibilerdi. Kimsesiz ve lanetlenmişin içgüdüsü gereğince, kuğu kümesleri­ nin arkasına sığınmışlardı. Rüzgâr oradan estiğinde, güç işitilir sesler, gürültüler oluyordu. Bunlar silah ve top atışlarıydı. Çarşı Mahallesi civarında gökyüzü sisler içindeydi. Bir davet olan kilisenin çanı aralıksız vuruyordu. Çocuklar bu sesleri duymuyorlardı, kendi dertlerine düşmüş­ lerdi. Küçük olanı: «Havuza doğru gidelim mi?» diye sordu. Çocuklarla beraber iki kişi daha havuza yaklaştı. Elli yaşlarında bir baba ve elinden tuttuğu oğlu. Çocuk altı yaşlarında olabilirdi... O yıllarda Madame de Enfer Sokağındaki bazı ev sahiplerin­ de parkın anahtarı olurdu. Oradakiler kapı kilitli olduğu zaman­ larda da parka gelebilirlerdi. Artık bu yok. Baba-oğul park civarındaki evlerden birinden gelmiş olabilirdi. Yetimler bu baba-oğulu görünce, biraz gerilediler. Adam bir kenterdi. Belki de bir yıl önce Marius’ün Cosette âşık olduğu gün­ lerde, yine burada karşılaştığı ve oğluna sürekli iyi davranmanın faydasını anlatan adamdı. Adam sevecen ve güler yüzlüydü. Ço­ cuk, ufacık bir parça ısırdığı büyük bir çörek tutuyordu. Doymuş gibi mızmızlanıyordu. Çocuk, isyandan dolayı muhafız kılığınday­ dı. Baba da önlemli davranmak istediği için, şehirli kılığındaydı. Baba-oğul, kuğuların yüzdüğü havuz başında durdular. Ba­ ba, kuğulara hayrandı. Onlara benziyordu da diyebiliriz, çünkü onlar gibi yürüyordu. Kuğular yüzüyordu. Güzel görünüyorlardı. Çocuklar, ikisinin konuşmalarına kulak verseler ve bunu kav­ rayacak çağda olsalar, babanın şu sözlerini duyarlardı. Baba: «Bilge insan azla yetinmeli, gösterişi sevmem, kimse beni sırmalı süslü elbiselerle görmedi. Bu yapay ışıltıyı sıradan in­ sanlara bırakırım.» Derken çarşı yanından uğultular, çan sesler oldu. Çocuk: «Neler oluyor?» 1196

Baba: «Şenlik var!» Sonra, pılı pırtı içindeki küçükleri gördü. Kuğu kümeslerinin arkasında öylece duruyorlardı: «Bu da bir başlangıç,» dedi. Sonra: «Parka da kargaşa girdi.» Çocuk, çöreğinden bir parça daha ısırdı, otların üzerine tü­ kürdü ve ağlamaya başladı. Baba: «Niye ağlıyorsun?» diye sordu. «Aç değilim,» dedi çocuk. Baba: «Ama çörek yemek için aç olman gerekmiyor.» «Bu çöreği sevmedim, bayat!» «İstemiyorsun ha?» «Evet.» Baba kuğuları gösterdi: «O zaman onu kuşlara at.» Çocuk kararsızdı. Çöreği sevmemişti, fakat bu, onu atmaya yeterli değildi. Baba: «Haydi, merhametli davran. Hayvanlara acımalıyız.» Oğlunun elinden çöreği alıp havuza attı. Çörek kıyıya epey yakın bir yere düştü. Kuğular havuzun ortasındaydı. Şu sırada kendilerine yiyecek arıyorlardı. Kenter babayı ve atılan çöreği fark etmemişlerdi. Baba, çöreğe yazık olacağını anlayıp telaşlandı. Kimseye faydası dokunmayacak bu girişimi önlemek için, el ve kol hare­ ketleriyle kuğuların ilgisini çekmeye çalıştı. Kuşlar suda bir şey görmüşlerdi nihayet, hemen gemiler gibi dönüp, yüzmeye başladılar. Baba: «Kuğular işaretleri anlar,»(*) dedi, ve kendi yaptığı esp­ riye güldü. (*) Fransızca bir kelime oyunu: Kuğu, Cygne; işaret, Signes. Her iki kelimenin de okunuşu aynıdır.

1197

Şehirden gelen gürültüler çoğalmıştı. Bazı rüzgârlar diğerle­ rinden daha belirgin bir dille konuşur. Bu rüzgâr, davul seslerini, mermi vızıltılarını ve bunlara yanıt veren yas çanı ile topun o uğultusunu iyice yakınlaştırmıştı. Kuğular çöreğe yaklaşmamıştı. Baba: «Eve gidelim,» dedi. «Tuilleries Sarayına saldırdılar.» Oğlunu elinden tutup sürdürdü: «Tuilleries ile Luxembourg arasındaki yol» krallığı senatodan ayıran uzaklığa denk. Birazdan, mermi sağanağına yakalanırız.» Sonra göklerdeki bulutlara bakıp: «Yağmur da yağabilir,» dedi. «Gökyüzü de kargaşaya eklen­ di. Krallığın küçük kolu mahkûm gibi.» Çocuk gitmek istemiyordu: «Ben şu kuğuların çörek yemelerini izlemek istiyorum,» diye mızmızlandı. Baba: «Bu dikkatsizce davranmak olur.» Ve oğlunu elinden sürükleyerek götürdü. Çocuk başı hâlâ geride, kuğuların yaklaşmalarını izliyordu. Hemen sonra köşeyi döndüler. Bu arada kuğularla beraber, iki kimsesiz çocuk da havuza yaklaşmışlardı. Çörek henüz su yüzeyindeydi. Küçük oğlan bakışlarını çörekten alamıyordu, büyüğü, giden adamı izliyordu. Baba-oğul, Madam Sokağına ve büyük merdivene çıkan yol­ larda silinmişti. Onlar uzaklaşınca, büyük kardeş havuzun kenarına uzandı, sol eliyle düşmemek için taşlara tutundu ve sağ elindeki sopayı çöreğe doğru uzattı. Kuğular düşmanı görmüşlerdi, hemen yüz­ düler. Onların kanatları suda dalgacıklar oluşturmuştu, dalgalar çöreği çocuğa doğru itti. Ağabey sopayla çöreği kaptı. Çörek epeyce ıslanmıştı fakat çocuklar aç ve susuzdular. Büyüğü, çö­ reği ikiye ayırdı, küçük parçayı aldı ve büyüğü kardeşine uzatıp: «Şunu ye,» dedi. 1198

17 ÖLÜ BABA, ÖLMEYE HAZIRLANAN OĞLUNU İZLİYOR Marius barikat dışındaydı. Combeferre de ardı sıra yürüdü. Fakat geç kalmışlardı. Gavroche ölmüştü. Combeferre çocuğun elinden düşen fişek dolu sepeti aldı, Marius çocuğu kucakladı. «Yazık!» diye düşündü. Babanın kendi babasına yaptığını o da yıllar sonra onun oğ­ luna yapıyordu, ama Thenardier onun babasını canlı olarak ta­ şımış, kendisi ölü yavruyu taşıyordu. Marius, kollarında Gavroche’la barikata girdiğinde, yüzü gö­ zü kan içindeydi; çocuğun yüzü gibi. Çocuğu kaldırmak için eğil­ diğinde bir kurşun başına denk gelmiş, o, bunu fark etmemişti, yara fazla derin değildi. Courfeyrac kıravatını açıp Marius’ün alnını sardı. Çocuğun cesedini Mabeuf Baba’nın yanına yatırdılar. Siyah bir şalı da üs­ tüne örttüler. Şal ihtiyarla çocuğa yetecek kadar büyüktü. Combeferre aldığı sepetteki fişekleri dağıttı. Her birine on beş mermi düşmüştü. Jean Valjean sürekli aynı yerde, taşın üstünde kımıltısızdı. Combeferre kendisine mermi uzattığında, bir baş işaretiye is­ temediğini söyledi. Combeferre kısık sesle: «Enteresan biri!» diye söylendi. «Barikatın içinde bile, savaş­ mamayı başarıyor.» Enjolras: «Fakat barikatı savunmaktan geri durmuyor.» Combeferre: «Kahramanlığın da çeşitleri var demek,» dedi. Onların sözlerini duyan Courfeyrac: «Bu da Mabeuf Baba gibi.» Olan bitenin en tuhaf yönü, saldırının barikat içinde hiçbir de­ ğişikliğe neden olmamasıydı. Böylesi savaşlara katılmış olma­ yanlar bu konuda fikir sahibi olamazlar. Müthiş heyecanlara ka­ rışan bu durgun anları anlayamazlar. İçeridekiler gelip gidiyor, 1199

konuşuyor, şakalaşıyorlardı. Tanıdığımız biri, asinin mermi sa­ ğanağı altında kendisine şunları söylediğini anlattı: «Biz burada bekârların toplandıkları bir yemekte gibiyiz.» Chanvererie Sokağındaki barikat epey sakin görünüyordu. Tüm imkânlar ve çareler bitmişti. Demin tehlikeli olan durumları iyice ağırlaşmıştı. İşler kötüye gittikçe, barikat daha da kızılımsı bir cesaret ışı­ ğıyla kuşatılıyordu. Genç bir Ispartalı’ya benzeyen Enjolras, el­ de kılıç, bir cesaret örneğiydi. Beline bir önlük bağlamış olan Combeferre yaralılara pansu­ man yapıyor, Bossuet ve Feuilly, Gavroche’un ölü onbaşının ce­ sedinden aldığı fişeklerden yenilerini hazırlıyorlardı. Bossuet ar­ kadaşına: «Birazdan posta arabasına binerek başka bir gezege­ ne gideceğiz,» dedi. Courfeyrac bir genç kızın çekmecesini yerleştirir gibi, Enjol­ ras’ın yanındaki kaldırım taşlarına cephanelerini sıralıyordu. Bastonlu kılıcını, tüfeğini, iki tabancasını yan yana koymuştu. Jean Valjean, sessiz ve dalgın gözlerini karşı duvara çevirmiş­ ti. Bir işçi Hucheloup Ana’dan kalan enli bir hasır şapkayı başına takmış, iple çenesinin altından bağlıyor ve «Güneşten korunmak için» diyordu. Aix Cougourde’ından gelen gençler, şen bir sohbe­ te dalmış, güney ağzıyla son kez konuşuyorlardı. Jolly, Huchelo­ up Ana’nın aynasında dilini inceledi. Birkaç asi, bir çekmecede buldukları bayat ekmekleri iştahla yiyorlardı. Marius, babasının kendisine dair neler söyleyeceğini düşünerek kaygılanıyordu.

18 AV OLAN ATMACA Barikata dair psikolojik bir detay verelim. Bu olağanüstü so­ kak savaşına dair söylenmedik söz kalsın istemeyiz. Ne ölçüde sakin olursa olsun, barikat yine de tehlikeliydi, he­ le içinde bulunanlar için. İç savaşta kıyamet parıltıları olur. İhtilaller birer sfensktir. Bir barikattan geçen bir rüyadan geçmiş gibi hisseder kendini. 1200

Böylesi yerlerdeki insanların hislerini, demin Marius’ün hisle­ rini tanımlarken açıklamıştık. Bu hayattan hem daha fazla, hem de daha eksik bir etki. Barikattan kurtulan biri, yaşadıklarını bile­ mez. Orada müthiş bir zaman yaşanır fakat hatırlanmaz. insan suretinde savaşçı düşüncelerle karşılaşıldı, beyinlerde gelecek ışıdı. Yere uzanmış cesetler ve ayakta hortlaklar görüldü. Zaman geçiyor, sonsuza değin sürecek kadar uzuyor, bitmi­ yordu. Ölümle yaşandı. Gölgeler gelip geçti. Kimdiler? Kana bu­ lanmış eller vardı, sağır edici bir şamata ve korkunç bir sessiz­ lik... Bağıranlar, susanlar vardı. İnsan, bilinmeyen derinliklerin lanetli sızıntısına dokunduğunu hissederdi. Tırnaklara yapışık kırmızı bir şeyler görür, ama hatırlamaz. Chanvrerie Sokağındaki barikata dönelim. İki ateş arasında, ötelerden gelen bir çan duyuldu. Combeferre: «Öğlen.» Henüz on iki vuruş olmuştu ki, Enjolras ayağa kalktı ve bari­ katın üzerinden bağırdı: «Taş getirin, pencere kenarlarını ve çatı pencerelerini güç­ lendirin. Adamlarımızın yarısı silah başına, öbür yarısı kaldırım­ lara insinler. Yitirecek bir an bile yok.» O sırada, omuzlarında balta, bir bölük itfayeci belirmişti so­ kak başında. Saldırı birliğinin askerleriydiler. Barikat yıkmakla görevli olan adamların ardı sıra, oraya girmeye hazırlanan askerler gelir hep. Enjolras’ın buyruğu gemilerde ve barikatlarda görülen titizlik­ le hemen uygulandı. Gemilerden ve barikatlardan kaçmak im­ kânsız olduğundan, oradakiler buyruklara uyar. Yarım dakika içinde, Enjolras’ın evin kapısının dışına istif ettirdiği kaldırım taş­ ları eve taşındı ve iki dakika sonra üstüste dizilen bu taşlar, ilk kat pencereleriyle tavan arası pencereler önlerinde yığınaklar yaptı. Bunun mimarı olan Feully'nin sanatsal biçimde açık bırak­ tığı ufak aralıklardan silah namluları geçebiliyordu. Pencereleri dayanıklı kılma işi kolay yapıldı. Çünkü bir süreliğine, karşı taraf 1201

ateşkesmişti. iki top aynı anda işleyip bir yarık açmak için, ya da barikatı aşabilmek için gülle atmaya başlamıştı. Nihai savunma için kaldırım taşları yığıldıktan sonra Enjolras, Mösyö Mabeuf’ün yattığı masanın altına aldığı şarap şişelerini ilk kata çıkardı. Bossuet: «Bunları kim içecek?» «Onlar,» dedi Enjolras. Alt kat penceresini bir tahtayla pekiştirdiler ve önceden mey­ haneyi içeriden kapatan demir sürgüleri hazır tuttular. Kale inşası bitmişti. Barikat kale; meyhane de burcuydu. Artan taşlarla yarığı kapattılar. Barikatçıların cephaneyi dikkatli harcamaya mecbur olduğu­ nu düşman da bildiğinden, barikatçılar hazırlıklarını gergin bir uyumla yapıyorlardı. Üstünlüklerini fark eden düşman, önce ya­ vaştan alıp, alevleri sonra yağdırır. Fakat bu yavaşlıkları, Enjolras’ın her şeyi tekrar düşünüp iyi­ ce sağlam yapmasına yaramıştı. Asiler ne de olsa öleceklerini biliyorlardı fakat postu pahalıya satacaklar ve ölümlerinden birer sanat eseri yaratacaklardı. Enjolras, Marius'e: «İkimiz barikatın komutanlarıyız. Ben içerde olacağım, sen dışarıda kal ve izle.» Marius, barikatın üzerinde gözcülüğe çıktı. Enjolras, sedye olarak kullandıkları mutfak kapısını da çiviletti. «Yaralılar mermi sekmelerinden zarar görmesinler,» dedi. Aşağıdaki meyhanede son emirlerini kısa ve kesin bir sesle verdi. Sakin görünüyordu, Feulliy onu ilgiyle dinliyor ve hepsi adına yanıtlıyordu. «İlk katta merdiveni kesebilmek için baltaları hazır tutun. Bal­ tanız var mı?» «Var,» dedi Feuilly. «Kaç tane?» «İki balta ve bir keser.» «Tamam, yirmi altı sağlam savaşçıyız. Kaç silahımız var?» 1202

«Otuz dört.» «Sekizi fazla, fakat bunları da diğer silahlar gibi doldurun, ateşe hazır tutun. Kılıç ve tabancalarınızı belinize takın. Yirmi ki­ şi barikatta dursun, altı kişi tavan arasında ve ilk kat pencerele­ rinin ardında konuşlansın ve taşlar arasındaki çatlaklardan bari­ kata sızmak isteyenlere ateş açmaya hazır dursunlar. Burada işe yaramayan hiç kimseyi istemiyorum. Birazdan trampet ateş işareti verdiğinde, aşağıdaki yirmi kişi barikatın girişine koşsun­ lar. ilk gelenler daha talihli sayılırlar.» Bu emirleri verdikten sonra Javert’e dönüp: «Onu unutmuyorum.» Masanın üstüne bir tabanca atıp: «Burada kalan son kişi ölmeden önce şunun kafasına bir mermi sıksın.» Bir ses: «Onu burada mı temizleyelim?» «Hayır, onun o pis cesedinin bizimkilerin yanında durmasını istemem. Mondetour Sokağı üstündeki küçük barikat fazla yük­ sek değil. Rahatça aşar, adamı orada öldürürsünüz. Nasılsa sı­ kıca bağlı, bir yere gidemez.» Enjolras kadar sakin diğer kişi Javert idi. Oralı bile olmuyordu. Derken Jean Valjean göründü. Asilerin arasındaydı, Enjolras’a sordu: «Burada komutan sizsiniz değil mi?» «Evet.» Demin bana teşekkür etmiştiniz?» «Cumhuriyet adına size minnetimi bildirdim. Barikatın iki kur­ tarıcısı oldu. Marius Pontmercy ve siz.» «Sizce bir ödül hak ettim mi?» «Kuşkusuz.» «Öyleyse beni ödüllendirin.» «Nasıl?» «Şu adamı öldürmeyi isterim.» Javert başını kaldırdı Jean Valjean’ı gördü. Derken belli be­ lirsiz titreyip: 1203

«Çok isabetli,» dedi. Enjolras, tüfeğini doldurmaya başlamıştı. Gözlerini oradaki­ lerde dolaştırıp: «İtirazı olan var mı?» diye sordu. Jean Valjean’a: «Onu alın, sizin,» dedi. Jean Valjean masanın kıyısına oturup Javert’e sahip çıktı. Tabancayı aldı ve çıkan sesten, mermi doldurduğu belli oldu. Dışarıdan bir borazan sesi geldi. Barikatın üstündeki Marius, tehlike işaretini verdi: «Silahbaşına!» Javert, kendisine has o sinsi ve sessiz gülüşüyle güldü ve asilerin gözlerinin içine aksice bakıp: «Sizin durumunz da benimkinden iyi değil,» dedi. Enjolras: «Herkes dışarı çıksın!» Asiler gürültü adımlarla koştular ve çıkarken Javert’in sesini duydular: «Cehennemde görüşürüz!» 19 JEAN VALJEAN’IN İNTİKAMI Javert’le baş başa kaldığında, onun iplerini çözdü ve ardı sı­ ra gelmesini söyledi. Javert, esir alınan otoritenin yoğunlaştırdığı küçümseyen bir gülümseyişle izledi. Jean Valjean bir atı dizgininden tutar gibi Javert’i yakasından tuttu ve sürükleyerek meyhanenin dışına çıkardı. Fakat hayli ya­ vaş ilerliyorlardı, çünkü ayakları bağlı polis, çok küçük adımlarla yürüyebiliyordu. Jean Valjean elinde silah tutuyordu. Barikatı beraberce geçtiler. Saldırıya karşılık vermekle uğra­ şan asiler onlara bakmıyorlardı bile. 1204

Fakat barikatın solunda dikili olan Marius onları seyretti. Cel­ latla kurbanın geçişi, lanetli ışıklar içindeydi. Jean Valjean tutsağını hiç bırakmadan, alçak duvarı güçlük­ le aştırdı ve Mondetour Sokağına girdiler. Sokakta baş başalardı, barikattan görünmezlerdi. Evlerin oluşturduğu dirsek onları saklamıştı. Barikattan atılan cesetler de bir öbek oluşturmuştu. Cesetler arasında, solgun bir yüz, kar­ makarışık saçlar, delinmiş bir el, yarı çıplak bir göğüs seçti: Epo­ nine’nin cesediydi. Javert ölü kıza biraz baktı ve alabildiğine sakin: «Aman Tanrım! Sanırım şu kızı görmüştüm,» dedi. Jean Valjean tabancasını koltuğu altına aldı ve ona öyle bak­ tı ki: Javert’in «evet, benim!» demesi için konuşması gereksizdi. Javert: «Haydi bitir işimi!» Jean Valjean cebinden bir bıçak çıkardı. Javert: «Bir sustalı, evet, senin gibilere yakışır!» Jean Valjean, Javert'in boynundaki ipleri, bileklerini bağlayan ipleri kesti ve ayaklarındakileri kesmek için yere eğildi. Sonra hemen dikilip: «Gidebilirsiniz,» dedi. Javert, kolay şaşıran biri değildi. Fakat soğukkanlılığına rağ­ men, şimdiki heyecanına engel olamadı. Hayret içinde, ona ba­ kakaldı. Jean Valjean: «Buradan sağ çıkabileceğimi sanmıyorum, fakat belki bir mu­ cize olur da çıkarsam, size adresimi veriyorum. Silahlı Adam So­ kağı, numara 7. Fauchelevent ismini kullanıyorum.» Javert kaplan gibi sırıtıp, dişlerini gösterdi ve: «Kolla kendini!» dedi. «Gidin, uzaklaşın buradan,» dedi Jean Valjean. Javert: «Fauchelevent dedin değil mi? Silahlı Adam Sokağı, 7 numara.» 1205

«Evet.» Javert yineledi: «Numara 7.» Sonra redingotunu çenesine değin ilikledi, omuzlarını bir as­ ker gibi dikleştirdi, topuklarının üstünde döndü, ellerinden birini çenesine koyup, kollarını göğsünde birleştirdi ve Hal Çarşısı ta­ rafında ilerlemeye başladı. Jean Valjean onu izledi. Birkaç adım attıktan sonra, dönüp: «Uzatıyorsunuz. Haydi öldürün beni, bu iş bitsin!..« Javert, artık Jean Valjean'la teklifsiz konuşmadığının, ona sen demediğinin, daha saygılı davrandığının farkında değildi. Jean Valjean sakince: «Gidin,» diye tekrarladı. «Uzaklaşın.» Javert yavaş adımlarla uzaklaştı. Birkaç saniye sonra Prec­ heurs Sokağına varmıştı bile. Javert, görünmez olduktan sonra, Jean Valjean silahını kal­ dırdı ve boşa bir el ateş etti. Sonra barikata dönüp: «Hesabı görüldü,» dedi. Onun yokluğunda neler olmuştu? Marius başka işlerle uğraştığı için, salondaki adama fazla dikkat etmemişti. Fakat Jean Valjean'la beraber barikatın dışına çıktığında, ona baktı ve hemen tanıdı. Sonra, eski bir anısı canlandı. Pon­ toise Sokağındaki polisi, Marius’ün barikatta kullandığı ve ada­ mın kendisine verdiği iki silahı hatırladı. Ama adamın yüzünü değil, ismini hatırlamıştı. Marius’ün aklındaki bütün fikirler gibi bu anı da bulanıktı. Emin olmak amacıyla, kendisine bir soru sordu: «İsminin Javert olduğunu söyleyen polis değil miydi o?» Ama ansızın bundan emin olmak istedi. Acaba aynı adam mıydı? Marius o sırada ba­ rikatın ucunda nöbette olan Enjolras’a sordu: «Enjolras, şu adamın ismi neydi?» «Hangi adamın?» «Şu polisin ismi neydi?» 1206

«Javert.» Ürperdi Marius. O sırada bir silah sesi duyuldu. Jean Valjean: «Hesabı görüldü,» dedi. Marius'ün yüreğini buzdan bir el tutuyor gibi oldu. 20 ÖLÜLERİN HAKKI VAR; FAKAT DİRİLER DE HAKSIZ SAYILMAZ Barikat düşmeye başlıyordu. Olup bitenler, yaşanan anın acıklı ihtişamını sonuçlandırma­ ya yardımcıydı. Ortalıkta bitmek bilmez bir uğultu, hiçbir yerde görünmeyen fakat sesleri gelen askerlerin gürültüleri vardı. Sü­ varilerin at koşturma sesleri, devinim halindeki top arabalarının sarsıntıları, birbirine karışan yaylımateş ve top sesleri, parlayıp sönen tehlike parıltıları, Saint-Merry’nin sürekli çalan matem ça­ nı, mevsimin ısıtan ılıklığı, güneş ve bulutlarla dolu eşsiz yaz gü­ nü, evlerin korkulu sessizliği... Bir gün öncesinden, Chanvrerie Sokağındaki evler duvarlar oluşturmuş gibiydi. Yabanıl duvarlar, kapalı kapılar; pencereler, panjurlar... Bugün yaşadığımız günlerden epey farklı olan günlerde, vak­ ti geldiğinde, halk uzun süredir var olan bir durumu bitirmek is­ tediğinde, tanınan bir ayrıcalıktan kurtulmayı, yasal bir hükümet, kente evrensel bir öfke yaydığında, şehrin kendisi bile kaldırım­ larının isyanına izin verdiğinde, başkaldırma kenterlerin bile ho­ şuna gittiğinde, şehirde bir dedikodu dolaşırdı ve o zaman Paris asilerle işbirliğine giderdi. Evler de kendisine yaslanan barikata yardımcı olurdu. Fakat koşullar yeterince olgunlaşmadığında, yı­ ğın hareketi yoluna girilmediğinde, asilerin işi tamamdı. Ulusu vaktinden önce yürümeye zorlamak imkânsızdır. Ona bu biçimde davranan mahvolur! Ulus buyruk altına girmez, isya­ nı kendi haline bırakır. Asiler cüzzamlılara dönüşürler onun ka­ 1207

tında. Bir ev, bir kale, bir kapı, bir «karşı koyma» kapısıdır, bir cephe duvar oluşturur. Bu duvar görür, duyar, fakat istemez. O isterse aralanıp kurtarabilir. Bu duvar yargıçtır. Size bakar ve yargılar. Şu sıkıca kapalı evler çok karanlık, ölmüş gibi, ama canlıdır. Orada bir süreliğine duran hayat sürer. Yirmi dört saat­ tir, dışarı çıkan yok, ama evdekilerin hepsi orada. Yaşanır, yürü­ nür, yenir, içilir, uyunur, uyanılır, ailece oturulur, korkulur da. Bu durum epey müthiş, korkuları belki bu konuksevmezliği bağışla­ tabilir. Bu korku hafifletici bir neden gibidir. Bazen epey olağan bir durumdur bu. Korku tutkuya yücelir, ürkeklik kine dönüşür, önlemliliğin azgınlığı getirmesi gibi. Bu epey anlamlı deyiş de: «Sakin olanın azması»ndan gelir. Bu korku ve dehşet parlama­ larıyla uğursuz bir duman gibi kin oluşur. Adamların dertleri ne? Asla hoşnut olmazlar. Kendi halinde insanları da tehlikeye atı­ yorlar. Buraya gelme amaçları nedir? Hemen gitsinler. Canları cehenneme. Kabahat onlarda. Oh olsun, başlarına gelenlere kendileri neden oldu. Bize ne. Sokağımız mermilerle kevgire döndü. İpsiz sapsız bunlar, onlara kapınızı açmayın. O zaman ev de bir mezar gibi sessizleşir. Kapılarda asiler can verir. Mit­ ralyöz ateşini ve kılıçların yaklaşmasını görür, yardım için bağır­ sa sesinin duyulacağını, fakat kimsenin kendisine yardıma gel­ meyeceğini bilir. Kendisini koruyacak duvarların olduğunu, ken­ disini kurtaracak birilerinin bulunduğunu, fakat kimsenin uğra­ mayacağını da. Duvarlar et kulaklı, fakat bu adamlar taş kalplidir. Suç kimde? Herkes de ve kimsede. Yaşadığımız bu çağlarda. Ütopyanın isyana dönüşmesi, her zaman tehlikelidir. Felsefi karşı koyma, silahlı karşı koymaya dönüşür. Minerva, Pallas(*) olur. Sabırsızlanan ve isyan eden de başına geleceği bilir, işte o zaman, uysallaşır ve utku yerine mertçe bir yıkımı kabullenir. Hiç (*) Minerva: Zeus’un kızı. Zekâ, bilim, sanat Tanrıçası. Pallas: Minerva'nın Sa­ vaş Tanrıçası olduğunda aldığı isim.

1208

yakınmadan, hizmet eder, kendisine ihanet edenleri bağışlar ve onun yüceliği bu bırakılışa evet demesidir. Zorluklar karşısında yılmaz, ama nankörlüğe uysaldır. Buna nankörlük diyebilir miyiz? İnsanlık için, evet. Bireysel olarak, hayır. İnsanoğlunun niteliği gelişimdir. Onun genel hayatına ilerle­ me denir. İlerleme durmaz, o insana ve evrensele ilişkin bir ila­ hilik durumuna dönüştürür. Bazen duraklar, dağılan sürüyü to­ parlamak için dinlenir. Çevrende sezilen bir parlaklıkla düşün­ meye dalar. Bazı geceler uyur, insan ruhuna gelen bu gölgeleri görmek ve gölgelerde uyuyan bu ilerlemeye ilişmek, onu uyan­ dıramamak bir filozof için üzücüdür. İlerleme ve Tanrı’yı birbirine karıştıran Gérard de Nerval, bir gün bu eserin yazarına «Tanrı ölmüş olabilir» demişti. Çaresizleşen haksızdır, ilerleme bir gün uyanacaktır. Uyur­ ken bile onun yürüdüğünü savlayabiliriz, çünkü iyice büyüdü. Onu ayakta gördüğümüzde boyunun epeyce uzadığını görüyo­ ruz. Nehir gibi, ilerlemenin de huzura ihtiyacı var. Barajlar, ketler yükseltmeyin, içine kayalar yuvarlamayın. En­ gel suyu şiddetlendirir ve insanlığın coşkusuna neden olur. Ka­ rışıklıkların nedeni de budur. Fakat bu kargaşanın sonu geldiğin­ de, insan hayli ilerlediğini anlar. Evrensel barış adı verilen dün­ ya kuruluncaya değin, yani uyum ve evrensel barışın hâkim kılı­ nacağı gün, ilerlemenin durakları her zaman ihtilal olacaktır. İlerleme nedir, demin söylemiştik. Bu ulusların varolan hayatı. Bazen bireylerin hayatı, insanlığın bitimsiz hayatına direnir. Kendimizi üzüntüye bırakmadan belirtebiliriz ki, bireyin de kendince çıkarları vardır, söz konusu çıkarlarını korumak için kö­ tü bir yola girmeden, önlemler alabilir. Yaşadığımız zamanın an­ laşılır miktarda bencili vardır, o anlık hayatın da hakları vardır ve sürekli gelecek için özveride bulunmak zorunda değildir. Dünya­ da şu an hayatını sürdüren nesil, gelecek nesilleri düşünüp ha­ yatını kısaltmak zorunda tutulamaz. Onlar da kendi zamanları 1209

geldiğinde uygun biçimde davranacaklardır. Herkes isimli şu adam: «Ben varım,» diyor, «ben gencim, ben âşığım, ben ihtiya­ rım, huzur istiyorum, aile babasıyım, çalışıyorum, para kazanı­ yorum, iyi işler yapıyorum, kiraya vermek istediğim evlerim var, devlete iş yaptım, mutluyum, karım ve çocuklarım var, onların hepsini seviyorum, ben varkalmak istiyorum, gidin başımdan!» Bu saydıklarımız bazen, insanlığın yüksek ruhlu öncülerinin üs­ tüne esen üşütücü esintidir. İtiraf edelim ki, Ütopya da savaş verip kendisine ihanet et­ miştir. O kendisini kuşatan haleden uzak kalmıştır. Yarının gerçek davranışını savaştan alır, savaş, kısa süre ön­ ce onun için hayaldi. Gelecek olan Ütopya da, onun gibi hareket eder. Temiz bir fikir, bir ideal olan Ütopya bir zor aracına dönü­ şür. Kahramanlığına şiddet ekler ve bu da kendisini vareden prensiplere zıttır ve nihayet bu nedenle ağır ceza alır. Ütopya is­ yan ve savaş, elinde eski askeri yasa, casusları kurşuna dizer, hainleri asar, canlıları yok edip onları karanlığa fırlatır. Vahim bir durumu, ölümü yardıma çağırır. Bu tavrıyla Ütopya da, artık karşı konmazlık ve yıkılmazlığını vareden ışınlamaya inanmadığını belirtir. Hançerle vurur. Ama hiçbir hançer sıradan değildir. Her kılıcın iki kesici ağzı vardır. Bir yanda birini, diğer yanda kendi kendisini yaralar. Açıklamamızdan sonra eklemek istiyorum ki, başarılı ya da ba­ şarısız olsunlar, geleceğin bu talihli savaşçılarına hayran olmamak mümkün değil. Yenilseler bile, saygındırlar. Belki de bu durum onla­ ra daha çok ihtişam kazandırır, ilerleme yoluna kazanılan bir utku, ulusların alkışlarını alır, fakat mertçe bir yenilgi onların şefkatini alır. Biri fiyakaysa, diğeri yücedir. Biz ise, başarılı fikir kurbanını, başarı­ lı komutana tercih ederiz. Bize göre John Brown(*) Washington’dan daha yüce; Pisacane(**) ise Garibaldi'den(***) daha tanınmıştır. (*) John Brown: (1800-1859) Köleliğin kaldırılmasını savunan idealist bir Amerikalı. (**) Pisacane: idealist İtalyan yazar, gayesine ulaşamadan öldü. (***) Garibaldi: İtalyanların ulusal kahramanı.

1210

Yenilenlerden yana birileri de olmalı değil mi? Geleceğin bu savaşçıları yenildikerinde, onlara haksızlık yapılır. Asileri terörizmle suçlarlar. Her biri barikat, suikast gibi görü­ nür. Onların fikirlerini ayıplar, niyetlerinden kuşkulanırlar, onları merhametsizlikle suçlarlar. Onları toplumsal olana karşı bir fakirlik, acı, haksızlık ve kin yığınları yükseltmekle suçlarlar. Karanlık mafya dünyasını oluş­ turan sefaletleri kullanıp bir kale yapmakla suçlarlar. Onlara ba­ ğırılır: «Cehennem taşlarını söküyorsunuz.» Onlar da şu yanıtı verebilir: «Barikatlarımız bu yüzden iyi niyetle yapıldı!» Barışçı bir çözüm en iyisi, ama toplumun kendi kendini koru­ ması gerekir. Bu nedenle biz de onun iyi niyetleriyle sesleniyoruz. Terör gereksiz. Kötülüğü sakince incelemek ve sonra onu sa­ ğaltma çaresi aramak. Ulusları buna çağırıyoruz biz. Ne olursa olsun, utkun olsalar ya da yenik de düşseler Fran­ sa için, o büyük gaye için savaşan bu mert insanlara saygı duy­ mamak imkânsız. Bu ülküye atan yürekler, yüce ruhlar ilerleme için canlarını gönüllü feda eden bu insanlar karşısında saygıyla eğiliyoruz. 14 Temmuz 1789’da başlatılan o kusursuz insancıl davranışa saygı duymamak mümkün mü? O askerler birer pa­ paz gibidir. Fransız ihtilali ise, Tanrı’nın eylemidir. Başka bir bölümde değindiğimiz gibi, eklemek gerekir ki, ihti­ lal denilen ve kabul edilen isyanların yanı sıra, geri çevrilenler de vardır ki, bunlar da isyandır. Başlayan bir isyan, halkın karşısın­ da sınava giren bir düşüncedir. Halk bunu geri çevirirse, fikir de olmamış bir meyveye dönüşür ve isyan mağlup olur. Ütopyanın istediği zaman savaşa girmek de halkın onaylaya­ cağı bir şey olamaz. Uluslar da şehitler, kurbanlar ve kahraman­ lar yetiştirmezler sürekli. O daha ılımlı, daha gerçekçi düşünür. Önce isyanı benimse­ mez, çünkü çoğu zaman bir yıkımla bitimlenir, İkincisi, o sürekli soyut düşünceden kaynaklanır. Eklemeli ki, ideal ve sadece o temiz yüce fikir için, özveride bulunulur, isyan bir coşkudur. Coşku da öfkelenebilir ve silaha 1211

el atabilir!.. Unutmayalım ki, çoğu kez hükümeti ya da bir yöne­ timi hedefleyen isyanın gözü her zaman daha da ötelere çevri­ lir. iyice açıklamak için 1832’deki şeflerin nelerle savaştıklarını düşünelim. Chanvrerie Sokağındaki barikatta canlarını ortaya koyan o heyecanlı gençler aslında Kral Louis-Philippe’e karşı koymamışlardı. Onların çoğu birbirleriyle dertleştiklerinde, bu hem ihtilal, hem monarşi yanlısı olan açık düşünceli kralı suçlamıyorlardı. Onlar, sadece monarşiye karşı çıkıyordu. Daha önce Charles IX. Karşı çıktıklarında, krallığın büyük koluna saldırmaları gibi, şu an da krallığın ikinci kolunu oluşturan Louis-Philippe'i tahttan devirmeyi amaçlamışlardı. Onların yıkmak istedikleri insanın in­ san üstüne üstündeki egemenliğine karşı çıkmaktı. Bütün dün­ yada olduğu gibi, ayrıcalığın haktan üstün tutulmasına izin ver­ mek istemiyorlardı. Kralı olmayan bir Paris, despotsuz bir dün­ yadır. Onlar, bu düşüncedeydi. Gayelerinin gerçekleşmesine zaman vardı, ama bir hamle yapmak, ileriye sıçramaları kaçınıl­ mazdı. İnsan çoğu zaman bir hayal yoluna kendini ateşe atar. Onlar, genellikle, bütün insanlığın karışmış olduğu bu yüce hayaller karşısında rahatça canlarından vazgeçerler. Asi, isyana bir yaldız, bir ışıltı verir. Bu yiğit delikanlılar alayı, kendi düşünceleriyle esrir, belaya sevinçle atılırlar. Kim bilir, ba­ şarılı da olabilirler. İsyancılar bir azınlık, karşılarında koca bir or­ du var, fakat yine de hakkı savunmaktan geri durmuyorlar. Do­ ğal yasayı, insanın kendi üstündeki egemenliğini, adaleti savu­ nacaklar. Belki de can verecekler. Don Quijote’yi değil fakat Le­ onidas’ı düşünürler ve öne çıkarlar, bir kez yola çıktıktan sonra gerileme olamaz. Utku fikriyle ilerlemeyi geliştirme gayesi, in­ sanlığın iyice gelişimi, evrensel kurtuluşun düşüyle savaşa atılır­ lar, tıpkı Thermopyles olduğu gibi olursa itaat ederler. İlerleme yoluna başlatılan bu silahlı savaş çoğunlukla yeni­ lir. Nedenlerini saydık. Halk şövalyelerin eylemlerine uygun de­ 1212

ğildir. Halk macera istemez, oysa idealda macera sürekli var­ dır. Unutulmaması gereken bir husus daha sayalım. Çıkarlar, her zaman idealin düşmanı olmuştur. Çoğu zaman mide, kalbi taş­ laştırır. Fransa’nın diğer uluslar üzerindeki üstünlüğü onlar ölçüsün­ de köklenmemiş olmasından kaynaklanır. O belindeki kuşağı sürekli sıkmamıştır. O ilk uyanan ve en son uyuyan ulustur. O ön­ cü, arayıcıdır. Fransa sanatçıdır. İdeal mantığın doruğudur. Güzelin gerçeğin doruğu olması gibi. Sanatçı uluslar sürekli en isabetli, en iyi düşünen uluslardır. Güzeli sevmek ışık ihtiyacıdır. Avrupa’nın, daha doğrusu uy­ garlığın meşalesini önce Yunanistan taşıdı, sonra İtalya’ya ge­ çirdi, İtalya’dan meşaleyi alan Fransa. Tanrısal uluslar! Vitai Lampada tradunt. Bunların en güzel yanı, şiirinin ilerleme unsurunu oluşturma­ sıdır. Uygarlık hayal gücüne göre düzenlenir. Çağdaş inancın türü sanattaysa, aracı da bilimdedir. Fakat bi­ lim yoluyla şairlerin, şu yüce görüntüsünü gerçekleştirebileceğiz: Toplumsal bir güzellik toplamı: «A + B ile cennet bahçesini tekrar kurabiliriz. Uygarlığın giriştiği noktada, kesin bilimin ihtişa­ mı kaçınılmazdır. Sanatçı sezgisi sadece bilimsel olanla bütün­ lenir. Hayal bile hesaplanmak zorundadır. Kurtarıcı sayılan sa­ natın dayanak noktası bilimdir. Tutucu, taşlaşmış ya da ahlakını parayla bozmuş ırklar, uy­ garlığa engel olur. Bir putun önünde diz çökmek ya da paraya tapmak işleyen kaslara ve ilerleyen isteme engel olur. Boş inançlara bağlı kalmak ya da ticaret yapmak bir ulusu bozar, onun ufuklarını daraltır, düzeyini düşürür ve evrensel hedefe bağlı kalan, hem Tanrısal, hem insanal zekâsını azaltır. Babil’in ideali yoktu, Kartaca’nın ideali olmadı. Fakat Atina ve Roma za­ manın yoğunluğuna rağmen, uygarlık ışığını korumayı bildi. Fransa da Yunanistan ve İtalya gibi bir Latin ülkesi. Güzele 1213

duyduğu tutkusuyla Atinalı ve yüceliğe duyduğu istekle Romalı’dır. Hem merhametli ve iyi kalplidir. Kendisinden fazlasıyla sunar. Öz­ veri bakımından diğer uluslardan daha öndedir. Fakat onun bu do­ ğası değişkendir. Yürümek istediğinde, koşanları ve durmak iste­ diğinde yürüyenleri riske atar. Fransa da bazen, maddeci olur. Ba­ zen, Fransız yüceliğini hatırlatan fikirlerden uzak kalıp bir Missouri ya da bir Güney Caroline ayarına düşer. Ne yapmalı. Demek ba­ zen, dev de cüce olmayı istiyor. O yüce Fransa’nın da küçülme kaprislerine kapıldığını söylemeliyiz. Hepsi bu!.. Eklemeliyiz ki, ulusların da yıldızlar gibi karardıkları dönemler olur. Fakat bu durumun geçici olması ve sonunda karanlığın ye­ rini ışığa bırakmasını dileyelim. Karanlık tekrar aydınlandığında her şey düzelir. Şafak ve yeniden doğuş aynı anlama gelen keli­ melerdir. Işığın tekrar görünmesi «Ben»in devamı ölçüsünde ha­ kikatlidir. Bu gerçekler üzerinde yeniden düşünelim. Barikatlardaki ölüm ya da sürgündeki mezar, yine de özveri açısından kabul edilecek şeylerdir. Özverinin asıl adı, kişisel yararları bırakmak. Terk edil­ mişler, sürgündekiler bu hale katlansın, bize ise yapacak tek iş var. Büyük yüce uluslara yalvarıyoruz, gerilediklerinde fazla abartmasınlar. Sözüm ona anlayışlı olma isteğine kapılıp, bu ge­ rilemelerinden bir düşüş çıkarmasınlar. Madde var, zaman var, çıkarlar var, mide de var fakat onun asıl bilge olmasına izin vermeyelim. Geçici hayatın da kendince hakkı var, tamam buna evet, fakat varolan hayatın hakkını verme­ liyiz. Zirveye çıkmak düşmeyi gerektirmez. Tarihte böylesi haller olmuştur. Bir ulus tanındı, ideali tattı, fakat çamura da battı ve onu da nefis buldu. Kendisine neden Falstaff’ı(*) Socrates için terk etti­ ğini sorduklarında, «Devlet adamlarını severim,» der. Birkaç söz daha... (*) Falstaff: Shakespeare'in bir roman kişisi, yalancı, madrabaz biri.

1214

Anlattığımız savaş, idealin bir kıvranmasından başka bir şey sayılmaz. Durdurulmuş ilerleme rahatsızlandı, acıklı epilepsi krizleri geçiriyor. İlerlemenin bu rahatsızlığı iç savaş, ona rastla­ dık. Adı ilerleme olan toplumsal acıklının perdesini ve perde ar­ kasını oluşturur. İlerleme! Her zaman yükselttiğimiz şu çığlık, bizim bütün düşüncemiz ve dramın şurasında onun içerdiği fikre katılmak zorunda kalı­ nan bir deney gibi. Bu nedenle, bunu gizleyen örtüyü açıp için­ deki ışığa göz atmaya mecburuz. Gözler önüne serilen bu kitap baştan sona ve bütün ayrıntı­ larıyla beraber eksik ya da yetersiz yanlarına rağmen, yine de fenalığın iyiliğe; haksızlığın hakka; sahtenin gerçeğe; gecenin gündüze, iştahın vicdana; çürümenin hayata; hayvanlığın öde­ ve; cehennemin cennete; boşluğun Tanrı’ya varmasıdır. Odak noktası madde, varış noktası ruh. Önce şeytan, sonra melek. 21 MANGAL YÜREKLİLER Bir davul sesi duyuldu. Saldırı fırtına gibiydi. Bir gün önce, gece karanlığında barika­ ta yılan gibi sokulmuştu. Fakat şimdi, günışığında, bu büyük so­ kakta sürpriz imkânsız gibiydi. Zor kendini göstermeye ve his­ settirmeye başlamıştı bile. Toplar bağırıyordu. Ordu barikata yü­ rüdü. Kin son sınırına varmış bir ustalıktı. Zorlu bir piyade birliği ulusal ve şehir muhafızlarınca iyice güçlenerek sokakta ilerledi. Trampetler çalıyor, borazanlar bağırıyordu, itfayeciler elde sün­ gü, bir kalasın duvara fırlatılmasının ağırlığıyla, barikatın üstüne yürüdüler. Duvar direndi. Asiler ateş ettiler. Fakat aşılan barikatta şimşekler çaktı. Saldırı o kadar ağırdı ki, bir an için düşmanla doldu, ama asla­ nın köpekleri geriletmesi gibi, bu saldırıları da geri tepti ve kö­ 1215

püklerin kapladığı taşlar gibi, yine dimdik, yalçın ve karanlık ol­ du. Kaçışmak zorunda kalan askerler sokakta kaldı ve barikatı kur­ şun yağmuruna tuttu. Bunu görenler «demet» denilen yıldırımların çarpışmasından oluşan ışını görmüşlerdir. Bu kez demet dikey de­ ğil, yatay alev yağdırıyordu. Bu ateş fıskiyeleri kurşunları, saçmala­ rı, mermileri yağdırmıştı. Barikat böyle bir ateş altında kaldı. Her iki yanda kararlılık vardı. Cesaret barbarlığa varıyor ve kendini feda etmekle başlayan yiğit bir yabanıllıkla karışıyordu. O yıllarda, bir ulusal muhafız da, bir ordu askeri gibi hevesle sa­ vaşıyordu. Askerler bu işe son vermek istiyordu, isyan direnişe kararlıydı. Yaşlarının en güzel ve en sağlıklı çağındaki bu genç­ ler için, ölüm delice bir şeydi. Bu hengâmedeki her biri, eşsiz vaktin yüceliğine bürünmüştü. Sokak cesetlerle doldu. Barikatın bir ucunda Enjolras, diğerinde Marius vardı. Barika­ tın idaresine bakan Enjolras kendisini kollamaya çalışıyordu. Gö­ rünmeden ateş açtığı üç asker art arda yere devrildiler. Marius açıktaydı. Canlı bir hedefti. Barikattan sarıp ateş açıyordu. Kimse harcamayı göze alan bir pinti gibi savurgan olamaz. Savaşta en korkunç düşünenler bunlar olur. Marius korkunç ve dalgındı. O bu savaşa, bir rüyaya girer gibi girmişti. Ateş etmek isteyen bir tüfek gibi. Asilerin cephanesi bitiyordu, fakat nükteler yapmayı bırak­ mamışlardı. Mezarın eşiğinde bile gülüyorlardı. Courfeyrac’ın başı açıktı. Bossuet: «Şapkan ne oldu?» Courfeyrac: «Gülleler uçurdu!» Ya da daha gurur dolu başka şeyler söylüyorlardı. Feuilly: «İnanılır gibi değil şu adamlar,» diyor ve sıralıyordu, bunlar tanınmış adlardı, «bize yardım edeceklerini yeminle söylediler ve verdikleri sözde durmadılar. Onlar bizi yazgımıza terk eden generallerimiz!» 1216

Courfeyrac, kederli bir gülümseyişle: «Bazıları onursuz,» dedi. Barikat patlayan fişeklerle doluydu, kar yağmış gibi görünü­ yordu. Düşman sayıca fazlaydı ama asilerin durumları daha iyiydi. Bir duvarın üzerinden ateş ediyorlar ve boşa mermi yakmıyorlar­ dı. Askerler tökezliyor, ayakları ölülere, yaralılara takılıyordu. Barikat o kadar sağlamca yapılmıştı, o kadar zorluydu ki, bir elin parmağı kadar adamlar bütün bir orduya karşı çıkabilecek hal­ deydi. Fakat sayısı sürekli artan askerler ilerliyordu. Ordu, bari­ katı tornavidanın vidayı sıkması gibi sıkıyordu. Saldırılar giderek çoğaldı. Bu sokak savaşında, Chanvrerie Sokağında, eski savaşlara benzeyen bir çarpışma başladı. Troya surlarına yakışır bir çarpış­ ma. Şu gencecik, döküntü kılıklı, yirmi dört saattir yemek yememiş, uyumamış, neredeyse hepsi ya kolundan ya da başından yaralı şu gençler, ceketlerinin deliklerinden kan akıtıp birer Titan(*) oldular. Bunlara dair bir düşünce edinmek için, cesaretlerin artması­ nı düşünüp, bu yüce yangını izlemek gerekir. Bir çarpışma değil, fırının ağzıydı. Ağızlardan ateşler fışkırıyordu ve bu yalımlar ara­ sında bu savaş salamandralarını(**) izlemek olasıydı. Bu yüce katliamın bütün tablolalarını vermek istemiyoruz. Bunu sadece destan başarabilir. On-on iki bin dizeyle. Veda’nın «Kılıçlar Orma­ nı» ismini verdiği bu Brahman cehenneminde on yedi uçurum­ dan en korkuncu olan on yedinci uçurumdalardı. Yüz yüze çarpışılıyordu tabancayla, kılıçla, hançerle, yakın­ dan uzaktan, yukarıda, aşağıda, her yerde. Evlerin çatılarında, meyhane pencerelerinde, mahzenlerde. Altmış askere bir asi dü­ şüyordu. Corinthe Meyhanesinin yarı virane cephesi korkunç gö­ rünüyordu. Mermilerle delik deşik olan pencere, çerçevesini ve (*) Titan: Yunan mitolojisinde yarı tanrı sayılan devler. Üstünler için kullanılan bir nitem. (**) Salamandra: Bir soba markası, fakat alevlerden yanmadan geçebilen bir tür kertenkele anlamına da gelir.

1217

camlarını kaybetmiş, bir delik oluşturmuştu. Şimdi kaldırım taşla­ rıyla tıkalıydı. Feuilly, Courfeyrac, Joly öldürüldü, yerdeki yaralı bir askeri kaldırmak için eğilen Combeferre üç kılıç yarası aldı, fakat gökyüzüne bakacak vakti bulup son son soluğunu verdi. Çarpışmayı bırakmamış olan Marius, sayısız yara almıştı. Özellikle başından kötü biçimde yaralanmıştı, yüzü gözü kan içindeydi. Yüzüne kırmızı bir mendil atmış gibiydi. Yarası beresi olmayan tek asi Enjolras’tı. Mermisi bittiğinde elini her yere uzatıyor, arkadaşlarından biri onun eline, herhan­ gi bir kılıç veriyordu. Elindeki kılıçlardan sadece dört kılıç kabza­ sı kalmıştı. Marignan’da yenilen I. François’nın elindeki o üç kı­ lıç kalıntısından bir fazla. Homeros: «Diomede o güzel Arisba’da yaşayan ve Teuthranis'in oğlu olan Axyle yi öldürür: Mecistee'nin oğlu Dresos ile Opheltius Esepe ve mükemmel Pegasus'u öldürür. O Pegasus’u anası su perisi Abarba­ ree, cesur Boucolion’dan peydahlamıştı; Ulysse, Percoseli Pidyte’yi yıkar; Antiloque, Ablere’i; Polypaetes Astyale’i; Polydamus, Cylene­ li Otos ve Teucer'li Aretaon’u öldürür. Meganthios Euriphle’in mızra­ ğıyla ölür, Kahramanlar kahramanı Agamemnon parlak Satnois Nehrinin suladığı aşılmaz yerde doğan Elatos’u yener,» der. Şövalyelik destanlarımızda Esplandian elindeki ateşten bal­ tayla dev Swantibore’a saldırır; o da şövalyeyi köklerinden ko­ pardığı kocaman ağaçlarla yaralar. Şatolarda rastlanan fresklerde iki Brötanyalı Düka’nın resim­ leri vardır. Atları üzerindeki bu cesur savaşçılar elde balta, zırh, demir maskeler, demir eldivenler, biri sırtında beyaz kürk, diğeri gök mavisi bir örtü, Brötanya Dükası tacının ortasındaki boynuz­ lar arasındaki aslanı, Bourbon Dükü siperli bir miğferde görünen zambak çiçeğiyle resimlemişlerdi. Kusursuz olmak için Yvon gibi, düka miğferi takmak, Espaldi­ an gibi elde balta taşımak ya da Polydamas’ın babası Phyles gi­ bi, Kral Euphete’in hediyesi olan bir zırhı Ephyre’den getirmek ge­ rekmez. Hayatını bir ideal, bir inanç yoluna vermek yeter. Fran­ sa’nın rastgele bir yerinden gelme şu saf köylü, şu gencecik 1218

adam, dün parktaki genç dadılara bakan çocuk yaştaki asker, elin­ deki anatomi atlasına eğilmiş şu öğrenci, sarı sakalını makasla kesen şu delikanlı, alın onları, sırayla, alın karşılaştırın, onlara bi­ raz can, görev aşılayın, içlerinden biri bayrağı, diğeri ideali için çarpışacaktır. Biri vatanı için, diğeri inandığı ilkeler için birbirlerini öldüreceklerdir. Bu büyük bir savaş olacak ve insanlığın çarpıştı­ ğı o destansı meydanda mızrak ve kılıç, eski zaman yiğitlerine eşit bir cesaretle çarpışacak ve ölümlerini sayısız destan işleyecektir.

22 GÖĞÜS GÖĞÜSE Enjolras ve Marius dışında canlı lider kalmadığı için; barika­ tın ortasını savunan Courfeyrac, Joly, Bossuet, Feully ve Com­ beferre öldükten sonra, barikat geri çekilir gibi oldu. Top, saatler­ dir sürdürdüğü o bezdiren atışlarla barikatın ortasında epey bü­ yük bir oyuk açmıştı. Duvarın üstü gülleyle uçmuş ve yıkılmıştı ve iç tarafa ve dış tarafa yuvarlanan taş parçaları barikatın her iki tarafında birer yükselti oluşturmuştu. Biri içten, diğeri dıştan. Dıştaki yükselti barikata girişi rahatlatıyordu. Oradaki son saldırı epey yıkıcı oldu, eli mızraklı askerler ko­ yu bir duman arasında, yükseltide ortada kaldılar. Bu kez her şey bitmişti. Ortayı savunan asiler de gerilediler. O an içlerinde bir yaşama isteği uç verdi. Karşılarındaki bu si­ lahları gören gençlerin çoğu hayatta kalmak istedi. Bu kritik andaki yaşam isteği insanda belirir ve bir an, içinde uyuyan hayvanı uyandırır. Ölümü istemeyen bu delikanlılar bari­ katın kurulduğu eve itilmişlerdi. Bu ev canlarını kurtarabilirdi. Bu altı katlı ev de sıkıca kapalıydı. Askerler barikata girmeden önce bir kapı açılır ve yine kapanırdı. Beklenmedik bir şimşek çakışı gi­ bi açılıp kapanan kapı, çaresiz kalan bu gençler için sığınak ola­ bilirdi. Evin arkasında sokaklar ve yollar vardı. Kapıyı vurmaya başladılar, sesleniyor, yalvarıyor, bağırıyorlardı, ellerini birleştirip, dua eder gibilerdi. Kapıyı açan olmadı. Üçüncü katın penceresin­ den uzanan ölü kapıcının başı, eğlenir gibi bakıyordu onlara. 1219

Enjolras, Marius ve asilerden sağ kalan yedi-sekiz kişi onları savunuyordu. Enjolras askerlere: «Gelmeyin!» diye seslendi. Bir subay onu dinlemedi; Enjolras onu öldürdü. Şimdi barikatın için­ de, Corinthe evine dayanmıştı, bir elinde tüfeği, diğerinde kılıcı vardı, meyhane kapısını açmış, düşmandan korunuyordu. Çare­ siz bekleşen gençlere: «Tek açık kapı burada!» dedi. Onları kendi bedeniyle korudu ve kendi başına bir orduya ka­ fa tutup, onları arkasından geçirdi. Kurtulmak için koştular. En­ jolras silahını baston gibi kullanarak kendisine engel olmak iste­ yen süngüleri itiyordu, kapıdan son olarak o girdi. Müthiş bir an­ dı bu. Askerler de eve girmek istediler, fakat kapı o kadar şiddet­ le kapandı ki, geçmek isteyen bir askerin beş parmağı sıkışıp koptu. Marius dışarıda kalmıştı. Merminin biri köprücük kemiğini kır­ mıştı. Bayıldığını hissetti, düşüyordu. Gözlerini kapatmıştı ki, güçlü bir elin kendisini tuttuğunu hissetti ve tam bayılırken tek düşüncesi sevgilisi oldu: «Tutsak alındım, beni kurşuna dizerler!» Enjolras eve sığınanların arasında Marius’ü görmemişti, as­ kerlerin eline düştüğünü sandı. Öyle bir an gelip dayanmıştı ki, uzun uzun düşünecek vakit kalmamıştı. Enjolras kapıyı kapattı, demir kolu indirip sürgüledi. Bu sırada dışarıdaki askerler tüfek kabzalarıyla, itfaiyeciler baltalarla kapıyı kırmak için zorluyorlar­ dı. Düşmanlar kapının önündelerdi. Meyhaneyi kuşatmışlardı. Askerler epey öfkeliydi. Enjolras'ın demin vurduğu topçu subayının ölümü onları epeyce öfkelendirmişti. Saldırıdan önceki birkaç saat içinde, ba­ zı asılsız dedikodular da dolaşmaya başlamıştı. Asilerin esir et­ tikleri askerleri sakatladıkları söyleniyordu, meyhanede kellesi kopartılmış bir erin cesedinin olduğunu duymuşlardı. Bu yalan­ lar, iç savaşlarda çabuk yayılır. Ve yine böyle bir iftira sonraki bir tarihte, Transnonnain Sokağındaki yıkıma neden olacaktı. Kapı iyice ezildiğinde, Enjolras arkadaşlarına: «Postu pahalıya satalım!» dedi. 1220

Mabeuf Baba ile Gavroche’un serili oldukları masaya yaklaş­ tı. Kara kefen şal altında ihtiyarla çocuğun cesetleri vardı. Biri büyük, diğeri küçük. Kefenden çıkan bir el masadan sarkmıştı. Bu ihtiyarın eliydi. Enjolras eğildi ve bir gün önce alnını öptüğü adamın, elini öptü. Hayatında verdiği ilk öpücüktü. Uzatmayalım. Barikat Yunan destanlarındaki Thebes Kapısı gibi direnmişti. Meyhane de Saragossa’daki ev gibi. Böylesi di­ renişler çok kararlıca olur. Bağışlanma ihtimali olmadığı gibi, be­ yaz bayrakla çıkıp teslim olmak da yoktur. Öldürmek şartıyla öl­ mek isteyen ölür! Suchet «Teslim olun!» dediğinde, Palafox: «Top ateşinden sonra, bıçakla savaşırız!» demişti. Meyhanenin ele geçirilmemesi için hiçbir gerekçe kalmamıştı Pencerelerden ve çatıdan sokağa atılan kaldırım taşları, askerle­ ri ezerek, onları iyice delirtmişti; mahzenden ve çatından atılan şeylerle ölen askerler fazlaydı. Hücumun şiddetini, savunmanın şiddeti dengeliyordu. Düşmanlar kapıyı kırıp içeri daldılar. Mey­ hanede sendelediklerinde ve yerdeki molozlarda tökezlediklerin­ de içerde kimseyi bulamadılar. Baltayla kırılan merdiven yarı yı­ kıktı. Birkaç yaralı can çekişerek öldü. Merdivenin başlangıcı olan tavandaki delikten kurşunlar yağdı. Fakat bu ateşleme son cephaneyi de eritti. Her biri ikişer şişe şarap aldı, bu şaraplar En­ jolras’ın koruduğu şaraplardı, asiler kendilerini bu şişelerle sa­ vundular. Asi, her şeyden silah yaratır. Savaş ve korku içinde ter­ cih hakkına kimse bakmaz. Aşağıda olduklarından o kadar avan­ tajlı sayılmazlardı, fakat saldırganların ateşi korkunçtu. Tavandaki delikten oluk oluk kan aktı, ölü başlardan kanlar boşalıyordu. Gürültü kelimeyle ifade edilecek gibi değildi, sağır­ laştırıyordu. Olup biteni anlatmaya kelime bulunamaz. Bu cehennemi sa­ vaşta çarpışanlar insan değildi. Bunlar devlerle savaşan titanlar da değildi. Bu çatışma artık Homeros destanından çok, cehen­ nemi tanımlayan Dante ile Milton’ın yazılarına uygundu, iblisler saldırıyor, hortlaklar direniyorlardı. Bu, yabanıl bir vuruşmaydı. 1221

23 AÇ VE SARHOŞ Askerler ve muhafızlardan yirmi kadarı, birbirlerinin omuzla­ rına çıkıp, yüzleri gözleri kan revan içinde yukarı çıkmayı başar­ dılar. Öfkeden delirmiş bu adamlar, başlarından akan kandan gözleri görmez halde, yabanıllaşmalardı. İlk kattaki salonda ayakta duran biriyle karşılaştılar. Yaralı olma­ yan Enjolras’tı bu, barikat komutanı. Ne cephanesi vardı, ne de si­ lahı. Elinde sadece tüfeğinin dipçiği kalmıştı. Askerlerle arasına bi­ lardo masasını almıştı. Salonun köşesine gerilemiş, dimdik başı ve öfke yağdıran gözleriyle elindeki tüfek artığını hâlâ tutuyordu. Apansız bir çığlık: «Liderleri o! Barikat komutanı! Topçuyu öldüren o. Durduğu yerde kurşuna dizelim!» Enjolras: «Hadi yapsanıza!» Elindeki şeyi bir kenara attı ve kollarını birleştirip karşılarına dikildi. Yiğitçe ölümler sürekli heyecan yaratır. Enjolras kollarını bir­ leştirip göğsünü onlara döndüğünde, salondaki sesler kesildi. Oreste: Kral Agamemnon’un oğlu. Babasını öldüren annesi Clymenstra’dan intikam almak için öldürmüştür. Pylade: Oreste'nin kuzeni ve en yakın arkadaşı. Oreste ve Pylade sözcükleri yakın iki arkadaşı anlatır. Silahsız ve cesur Enjolras’ın ihtişamı bütün sesleri sustur­ muştu. O değişmez bakışının huzurlu otoritesi, tek bir yara al­ mamış eşsiz, kanlar içinde, alımlı genç adamın etrafında bir say­ gı havası uyandırıyordu. Onurunun üstün güzelliği ışıklar saçıyordu. Aradan geçen o katlanılmaz yirmi dört saatten sonra, ne yorgun, ne de yaralıydı. Yüzü pembe, saçları yıldızlar saçıyordu. Belki de harp divanın­ da konuşacak biri, onu şu sözlerle anlatmıştı: «Aralarında bir asi vardı, ondan Apollon(*) diye bahsediyorlardı.» (*) Apollon: Güneş Tanrısı. Diğer ismi Phoebe’dir. Güzellik ve ışığın simgesi.

1222

O sırada ona nişan almış bir muhafız silahını indirdi: «Yüce Tanrım! Bir çiçeğe ateş edecekmişim gibi!» Enjolras’ın karşısındaki duvara on iki asker dizilmiş, hazır bekliyordu. Başlarındaki bağırdı: «Nişan alın!» Bir subay: «Durun!» Enjolras'a sordu: «Gözlerini bağlayalım mı?» «İstemem!» «Topçuyu siz mi vurdunuz?» «Evet!» Grantaire uyanmıştı. Okurun hatırlayacağı üzere, Grantaire bir gün öncesinden beri sarhoştu. Yukarıdaki salonda bir yere oturmuş, başı masa­ da, deliksiz uyumuştu. Şu eski söze, «Sarhoş-ölü» deyimine alabildiğine uygundu. Kana kana içtiği şaraplar onu sarhoşluğun son sınırına getirmiş­ ti. Dayandığı masa işe yaramayacak kadar küçük olduğu için, onu oradan kaldırmamışlardı. Grantaire eski halindeydi. Göğsü masada, başı kollarına da­ yalı, bardak ve şişelerle dolu bir masadaydı. Her tarafı üşüyen ayının ve karnı doymuş sülüğün derin ve öldürücü uykusunday­ dı. Hiçbir şey onu uyandırmamıştı, ne top, ne tüfek. Saldırının sesini bile duymamıştı. Bazen, top seslerine müthiş bir horultuyla yanıt veriyordu. Bir merminin kendisini uyanma zahmetinden kurtarmasını bekliyor­ du. Sağında solunda birkaç ceset vardı. İlk anda onu da bu ce­ setlerden ayırmak imkânsızdı. Gürültü sarhoşa dokunmaz. Onu sessizlik uyandırır. Çevresinde yıkılanlar Grantaire'in o uykusunu iyice yoğunlaş­ tırmıştı. Bu sesler ona ninni gibi gelmişti. Fakat şimdi Enjolras’ın çevresini saran o sessizlik, bu ağır uykusunda bir sarsıntıya ne­ den oldu. Doludizgin koşan atların çektiği bir arabanın durması gi­ 1223

bi bir etki bırakmıştı. Uyuyanlar uyanır. Grantaire irkilerek uyandı, gerinmek için kollarını açtı, gözlerini oğuşturdu, bakındı ve anladı. Sarhoşluk yırtılan bir perde gibidir. Yirmi dört saatten beri olan bitenlerden habersiz olan sarhoş, gözlerini açar açmaz, her şeyi anlar. Düşünceler aklına doluşur. Sarhoşluğun geçmesiyle zihni körelten bulut da aralanır ve gerçekler ortaya çıkar. Bir yerde gizli gibi olan ve bilardo masası arkasında olduğun­ dan Enjolras’la ilgilenen askerler onu fark etmemişti. Çavuş buy­ ruğu yinelemeye hazırlanıyordu, «Ateş» diyeceği sırada, ardın­ dan bir ses geldi: «Yaşasın Cumhuriyet! Ben de isyancıyım!» Grantaire yerinden kalkmıştı. Kaçırdığı mücadelenin parıltısı, bir anda gözlerinde ışıdı. Ka­ rarlı bir sesle: «Yaşasın Cumhuriyet!» dedi ve kararlı adımlarla yürüyüp En­ jolras’ın yanında durdu. «İkimizi birden öldürün!» dedi. Enjolras’a döndü ve yumuşak bir sesle: «Seninle ölmeme izin verir misin?» diye sordu. Enjolras gülümseyerek onun elini sıktı. Gülümseyişi dudaklarından silinmemişti ama silahlar patladı. Sekiz kurşunla yaralanan Enjolras çivilenmiş gibi yaslandığı du­ varda durdu. Sadece başını eğmişti. Grantaire yıldırımla vurulmuş gibi onun ayaklarının önüne düştü. Hemen sonra askerler evin çatısına sığınan son birkaç ada­ mı da ele geçirmişlerdi. Çatı katında tahta bir kafesin arkasından ateş açtılar. Mücadele çatı katına değin yükselmişti. Henüz ölmemiş bazı yaralıları pencereden aşağı atıyorlardı. Barikatı oluşturan o kırık posta arabasını düzeltmeye çalışan iki asker tavan arasından seken kurşunlarla ölüp arabanın üstüne yığıldılar. İşçi ceketli, karnından yaralı bir genç yerde can çekişiyordu. Bir askerle bir asi birbirlerine kenetlenmiş gibi, çatının kiremitle­ rinden düştüler. Birbirlerini bırakmak istememişlerdi. Aynı çar­ 1224

pışma mahzende de devam ediyordu. Haykırışlar, silah atışları, korkunç didişmeler. Sessizlik. Barikat düşmüştü. Askerler oradaki evleri aramaya başladılar ve kaçanları ya­ kaladılar. 24 ESİR Marius esir düşmüştü. Jean Valjean’ın esiriydi. Bayılarak düştüğünde, boynundan tutan el, Jean Valjean’ındı. O da çatışmaya canını tehlikeye atıp girmişti. O olmasa yaralılarla ilgilenen çıkmazdı. Onun araya girme­ siyle düşen asiler revir gibi kullanılan salona taşınıyor ve pansu­ manı yapılıyordu. Boş kaldığında barikatı onarıyordu. Fakat hiç kimseye saldırmamış, kendisini savunmak için bile ateş açma­ mıştı. Yaralı da değildi, birkaç sıyrığı vardı. Mermiler onu beğen­ memiş olmalıydı. Barikata gelirken eğer canına kıymayı düşün­ düyse başarılı sayılmazdı. Fakat dine ters olan canına kıymayı düşünmüş olduğuna inanmıyoruz. Savaşın o kesif dumanı arasında Jean Valjean Marius’ü görmü­ yor gibiydi, ama gözü sürekli ondaydı. Marius bir mermiyle yere dev­ rildiğinde, bir kaplan gibi üstüne atılmış ve onu alıp yüklenmişti. Saldırı o kadar şiddetliydi ki, Enjolras ile meyhane kapısına saldı­ ranlardan hiçbiri Marius’ü taşıyan Jean Valjean'ı görmedi. Adam onu barikatın ve Corinthe Meyhanesinin arkasındaki çıkmaza götürdü. Okur, hatırlar, sokak orada bir açı oluşturuyor, kurşunlar bura­ ya denk gelmiyordu. Her yangında uzak bir oda vardır, en fırtına­ lı denizde bile, bir burnun arkasında, sakin bir yer bulunur. Barika­ tın yaratığı bu iç üçgende Eponine son soluğunu vermişti. Jean Valjean durdu ve Marius’ü yere uzatıp, arkasını duvara verip bakındı. Her şey kötüydü. Şimdilik birkaç dakikalığına, bu duvarın arkası bir sığınak olabilirdi, fakat bu cehennemden nasıl sıyrılacaklardı? Jean Val­ jean geçmişi düşündü, sekiz yıl öncesine. Cosette’le beraber Ja­ 1225

vert ve adamlarından kaçtıkları o geceyi. Nasıl sağ çıkabilmişti? O zaman bile zor olan koşullar şimdi umutsuzdu. Kaçıp kurtul­ manın çaresi yoktu. Tam karşısında sessiz, altı katlı bir ev yük­ seliyordu. Evde, başı pencereden sarkan ölü dışında kimse yok­ tu. Sağda Petite-Truandrie Sokağını kapatan o basık barikat vardı. Bunu geçmek kolaydı, ama sonra, duvarın arkasından sivrilen süngülerin parıltısı seçiliyordu. Burada bekleyen asker müfrezesiydi. Barikatı geçmek kur­ şun yağmurunu göze almaktı. Solda savaş meydanı vardı. Ölüm duvar arkasında, pupusudaydı. Nasıl davranmalıydı? Sadece bir kuş oradan kurtarabilirdi onları. Derhal bir karara varmalı, bir kaçış yolu bulmalıydı. Birkaç adım berisinde çarpışıyorlardı. Ama neyse ki hepsi aynı yere yö­ nelmiş, meyhane kapısına birikmişlerdi. Askerlerden biri başını geriye çevirecek olsa, işi bitikti. Jean Valjean karşısındaki eve, yanındaki barikata baktı. Sonra, umutsuzca, gözleriyle yerde bir delik açmak ister gibi yere baktı. O kadar inatla bakmıştı ki, şu can çekişme içinde bir şeyin belir­ ginleştiğini görür gibi oldu. Gözlerinin gücü arzusunu gerçek kılmıştı. Birkaç adım ileride, kırık kaldırım taşlarıyla yarı saklı bir demir ızgara gördü. Kalın demirlerden yapılı bu ızgara birkaç arşın büyüklüğün­ deydi. Hemen yanındaki taşlar sökülmüş olduğundan, ızgara da ka­ palı gibi görünmüyordu. Çubuklar arkasında karanlık bir boşluk, bir ocak bacası ya da bir sarnıç ağzına benzeyen bir ara gördü. Jean Valjean ileri atıldı. Firar ustalığı, hemen beynini aydınlattı. Taşları ara­ lamak, demir parmaklığı çıkarmak, hareketsiz Marius’ü yüklenmek ve bu yükle yerin dibine, fazla derin olmayan o kuyuya inmek çok az vaktini aldı. Bir dev gücü ve bir kartal hızıyla giriştiği bu kaçıştan son­ ra, kendisini yerin altında, üç metre derinlikte, taşlı bir yolda buldu. Jean Valjean üzerinde baygın Marius’le kendisini bir yeraltı galerisinde buldu. Burada bitimsiz bir sessizlik vardı; gece. Derken, o manastır bahçesine duvardan atladığı gecenin duygu­ larını hatırladı. Fakat bu kez kollarındaki Cosette değil, Marius’tü. Saldırıyla ele geçen meyhanedeki gürültüleri işitmez oldu. 1226

İKİNCİ KİTAP

LEVİATHAN’IN(*) BAĞIRSAĞI 1 DENİZİN ÖRSELEDİĞİ TOPRAK Bu şehir yılda yirmi beş milyonu suya atar. Bu simge anla­ mında değildir. Nasıl peki? Gündüz, gece. Ne için? Hiç için. Hangi düşünceyle? Düşünmeden. Ne diye? Hiçbir şey için. Ne­ yiyle? Bağırsaklarıyla. Bağırsakları nelerdir? Lağım. Yirmi beş milyon derken abartmıyoruz, istatistik sonuçlar bunlar. Epey uzun araştırmalardan sonra bilim en bitek en etkin güb­ renin insan dışkısı olduğunda birleşti. Eklemeliyiz ki Çinliler bu­ nu bizden önce biliyorlardı. Her Çinli köylü, şehre giderken, omuzlarına asılı kamıştan sarkan iki kova dolusu, pislik dediği­ miz atıkları götürür, insan atığı sayesinde Çin'de toprak hâlâ İb­ rahim Peygamber dönemindeki kadar taze ve bitektir. Çin’de buğday yüze yirmi verir. Hiçbir hayvan gübresi, bir başşehir güb­ resiyle yanşamaz. Büyük şehir, en büyük gübreliktir. Tarlayı işle­ mek için şehri kullanmak epey başarılı bir uygulamadır. Bizim al­ tınımız gübreyse, gübremiz de altındır. Altın olan bu gübreyle ne yaparız? Bunu uçuruma atarız. Epeyce para harcayıp yabanördekleri, fırtınakuşları ve penguen dışkıları toplamak için gemiler yola çıkarılır, fakat elimizin altın­ (*) Leviathan: incil’de geçen canavar, korkunç bir hayvan.

1227

daki bu gömüyü sulara fırlatmaktan çekinmeyiz. Dünyanın çıkar­ dığı insan ve hayvan atığı, suya atılacağına toprağa sunulsa, dünyayı doyururdu. Sokaklardaki döküntüler, geceleri sokaklara sürülen şu ça­ murlu fıçıları, kaldırımın bizden sakladığı şu yeraltı lağımlarının ne olduğunu düşündünüz mü? Çiçekli çayırlar, yeşil otlar, kekik ve adaçayı, bu av ve davar, bunlar akşamleyin doymuş öküzle­ rin sevinçli sesleri, hoş kokulu saman, masanızda taze ekmek, damarlarınızda kan, sağlık, sevinç ve hayat. Evet işte sürekli bir değişim halinde olan yaradılış, böyle ister. Dünyada biçim deği­ şikliği, gökyüzünde ruh değişimi. Bütün bu insan atıklarını büyük bir potaya akıtın, bereket fış­ kıracaktır. Ovaların gıdası insanların gıdasıdır. Sizler, bütün bu serveti kaybetmek, beni komik ve ahmak bulmakta özgürsünüz, ama bu da sizin cehaletinizin eseridir. İstatistiklere göre, Fransa her yıl, nehir ve dereleri yoluyla Atlan­ tik Okyanusuna yarım milyarlık bir yatırım yapmakta. Bunu göz önü­ ne alın, şu beş yüz milyonla bütçe masrafları kapatılabilir. İnsanın ustalığı yanlışa yönetildiğinden, şu beş yüz milyonu çöpe atmayı se­ çer. Lağımlarımızın o kusmukları damla damla ırmaklara, ırmakların kusmukları dalga dalga okyanuslara götürdüğü halkın özüdür. Şu lağımların her hıçkırığı bize bin franga gelir. Bunun da iki sonucu var, toprak yoksullaşıyor ve su zehirleniyor. Tarlalar aç­ lık ve ırmak hastalık üretiyor. Thames Nehrinin Londra’yı zehirlediği kesin. Paris’e gelince son yıllarda birçok lağım ağızlarını son köprünün akış tarafına taşıdılar. Çift borulu emme düzeni olan subaplı ve pis­ tonlu bir aygıt, insan ciğeri gibi soluyan bir dizge, kırlardaki saf su­ yu şehirlerimize ve o zengin suyunu tarlalara ulaştırabilir. İngilte­ re’nin birçok bucağında kullanılan yöntem olumlu sonuçlar vermiş­ tir. Böyle bir yöntem hem bizim beş yüz milyonu boşa harcamamızı önleyecek, hem de tarlalarımızı bitek yapacaktır. Bunu düşünen yok. Bugünkü yöntem iyilik yaptığını sanıp fenalık etmekte. Dü­ şünce belki iyi, sonuç kötü. Şehirleri temizlediklerini sanırken, 1228

zarar veriyorlar. Lağım bir yanlış anlamadır. Fakat diğer ülkeler­ de uygulanan o akçalama yöntemiyle, çift görevli boşaltma yön­ temi kullanılacak olsa, aldığını veren toprak ürünleri en azından artacak ve sefalet sorunu da ortadan kalkacaktır. Buna bir de parazitlerin yok edilmesi eklendiğinde sorun kalmaz. Fakat şimdi toplumsal servet nehre ve oradan denize akıyor. Akma doğru bir söz, yani savurganlık. Avrupa işte bu yoldan if­ lasa gidiyor. Fransa'ya gelince demin onunla ilgili sayıları söyledik. Paris, Fransa nüfusunun yüzde yirmi beşini kendinde toplar, demek Paris gübresi en iyisi. Bundan dolayı Fransa'nın her yıl savurdu­ ğu yarım milyon içinde Paris’in kaybını yirmi beş milyon olarak hesaplayabiliriz. Bu servettir, bunu yoksullara yardım ya da eğ­ lence olarak kullanmakla Paris’in ihtişamı çoğalırdı. Ama şehir bunu çirkeflere harcıyor. Biz de bundan yola çıkıp, Paris'in en önemli savurganlığının, en muhteşem ziyafetinin, şenliğinin, bol keseden altın dağıtımı, fiyakasının, lüksünün ve eşsizliğinin la­ ğımı olduğunu hemen belirtebiliriz. Geleceği görmekten uzak bir politikanın sonucu. Her birinin refahını suda boğuyorlar. Paris servetini suya atıyor. Halkın ser­ vetini koruyabilmek için, Saint-Cloud ağlarına ihtiyaç var. İktisadi açıdan durumu özetleyebiliriz: Paris delik sepet. Paris, bu başşehir patronu, her ulusun kopyalamaya heves­ lendiği ışıklı diyar. İedal metropolü, hamle, deney vatanı, sanat merkezi, ulus şehir, geleceği oluşturacak kovan. Babil ile Corint­ he’in birleşimiyle oluşan güzel kentin, bir Çinli köylüce küçümse­ neceğini söyleyebilir misiniz? Paris’e öykünün, batarsınız. Delice ve vakti bilinmeyecek denli eski bir savurganlıkta Pa­ ris kendi kendine öykünüyor. Bu saçmalık yeni sayılmaz. Bu genç bir ahmaklık değildir. Es­ kiler de çağdaşlar gibi yaparlar. Liebig: «Roma lağımları Romalı köylünün refahını yuttu » der. Roma kırsalı Roma lağımında iflas ettikten sonra, Roma İtalya’yı bitirdi ve İtalya’yı lağıma buladıktan sonra buraya Sicilya ve Sardalya Adalarını attı ve sonra da Afri­ 1229

ka’yı ekledi. Roma lağımı dünyayı yuttu. Bu çirkef, şehre ve dün­ yaya zarar verdi. Sonsuz şehir, derinliği bilinmez lağım. Böylesi şeyleri başkalarına olduğu gibi Roma örnek vermişti. Bu örneği Paris de sürdürdü, en zekilerin ahmaklığına battı. Sözünü ettiğimiz şeyin ihtiyaçları için, eklemeliyiz ki Paris’in altında başka bir Paris var: Lağımlar Paris’i. Buranın da sokak­ ları, mahalleleri, meydanları, çıkmazları vardır. Bu da insandan uzak bir bataktır. Beğenmek yanlış olur, büyük bir ulusa iltifat etmek doğru ol­ maz, çünkü ululuk yanında yüz karası da vardır. Paris gücünün mührü bu, şehrin büyük batakhanesi anıtlar ara­ sında bunu gösterir, insanlıkta Machiavel, Bacon ve Mirabeau gibi­ lerin insanlık ülküsünde oluşturdukları o eşsiz tiksindiriciliği. Göz yeraltını görebilse, Paris’in zemininde kocaman bir «madrapor»(*) görürdü. Bu kocaman antik şehrin altında, bir süngerin yüzeyindeki girinti ve çıkıntılardan daha fazlasına rastlanır. Kendilerince bir mahzen oluşturan o yeraltı mezarlarına değinmeyeceğiz, hele o gaz borula­ rı, o müthiş boru donatımı ve şehrin çeşmelerine su götüren borular. Lağımlar sadece Paris’te akan Seine Nehrinin iki kenarında gölgeli bir şebeke oluşturur. Bir dehliz. Orada, o nemli siste, Paris’in bir ürünü daha vardır: Fare.

2 LAĞIMIN HİKÂYESİ Şehrin kapağını kaldırdığınızı düşünün. Lağımların yeraltına kuşbakışı, her iki kıyıda, nehre aşılanmış iki büyücek kol oluştu­ rur. Sağdaki kıyıda kuşağı oluşturan lağım bu kolun bedeni olur, ikinci derecedeki dallarda çıkmaz sokakları vardır. Bu üstünkörü bir benzetmedir, çünkü yeraltı dallanmalarının bil­ dik açısını oluşturan sağ açıya, normal bitkilerde nadiren rastlanır. Bu tuhaf geometrik plana dair anlaşılır bir fikir edinmek isteyen (*) Madrapor: Yeraltındaki kalker polipleri.

1230

kişi, bir gölge fonunda karışık bir Doğu alfabesi düşünsün, bunla­ rın biçimsiz harflerinin birbirlerine bağlı olduklarını da hesaba ka­ tacak olursa, anlatmak istediğimiz şeye dair bir fikri olur. Yeraltı bataklıkları ve lağımlar, ortaçağda epeyce rol oynamış­ tı, genellikle Bizans imparatorluğu ile Eskidoğu ülkelerinde. Bura­ dan veba çıkması gibi, zorbaların mezarı da oluyordu. Ölümün ca­ navar beşiği sayılan, bu döküntülerin yatağını dinsel bir korkuyla izlerdi bakanlar. Benares’deki çirkef yuvası, Babil’deki aslanların çukuru ölçüsünde tehlikelidir. Eski İbrani kitaplarına bakılırsa Tég­ lath-Phalasar, Ninova bataklığı üzerine yemin içermiş. Jean de Letde Munster lağımından sahte ayı doğurdu, Kekscheb’in lağım kuyusundan onun Doğulu benzeri Mokanna, Horason’ın peçeli peygamberi sahte güneşini doğdurtmuştu. İnsanların hikâyeleri lağımların hikâyesine benzer. İşkence merdivenleri Roma’yı anlatmıştır. Paris lağımı epey müthiş bir şey olmuştur. O hem mezar, hem sığınak oldu. Cinayet, zekâ, toplum­ sal direniş, vicdan özgürlüğü, düşünce, hırsızlık insan kanunları­ nın kovaladıkları bu çukurda saklanmıştır. XIV. yüzyıldaki savaşçı­ lar XV. yüzyıldaki sokak serserileri, XVI. yüzyıldaki Protestanlar, XVII. yüzyıldaki Morin yanlıları, XVIII. yüzyıldaki ateşçiler. Daha yüz yıl önce, geceleyin oradan bıçaklı caniler çıkıyordu, kovalanan hırsız oraya giriyordu. Ormanlarda mağara olması gibi, Paris’in de lağımı vardı. Şu Galyalı dilenciler, lağımı Mucizeler Avlusu’nun bir ofisi gibi görmüşlerdi. Geceleyin bu ayak takımı, bu hırsız ve ser­ seri topluluğu, yatak odasına girer gibi bu lağıma girerdi. İşyerleri Vide-Gousset(*) Çıkmazı ve Coupe-Gorge(**) Sokağı olanların geceleri bu lağımlarda barınmaları olağandı. Bunlar arkalarında sayısız anı bırakmışlardır. Bu tenha dar koridorlarda sayısız hortlak vardır, her yerde kokuşmuşluk ve pislik, her yerde açık bir ızgara önünde Villon ile söyleşen Rabe­ lais. (*) Vide-Gousset Sokağı: Fransızca bir kelime oyunu. «Kese boşaltan» anla­ mında. (**) Coupe-Gorge: Boğazkesen anlamında. Hırsızlar ve caniler.

1231

Paris lağımı, bütün tüketimin, bütün deneylerin randevu yeri gi­ bidir. Ekonomi politik burada döküntüler bulur, toplumsal felsefe burada karanlık bir düşünceyi aydınlatmaya uğraşır. Lağım şehrin vicdanıdır. Her şey oraya yönelir, orada karşılaşır. Bu renksiz yer­ de gölgeler vardır, fakat sır yoktur. Pislik yığınının tek özelliği sah­ tekâr olmamasıdır. Orada saflık vardır. Basile’in maskesini görür­ sünüz ama altından kartonu çıkar. Sicimleri ve içini olduğu gibi se­ çersiniz ve dürüst bir çamurla vurgulanmış olduğunu görürsünüz. Onun yanı sıra Scapin’in(*) yalancı burnuna rastlarsınız. Uy­ garlığın olanca atığı, işlerini yaptıktan sonra bu gerçekler çuku­ runa yuvarlanır, orada batar, yayılır da. Bu yayılma bir itiraftır. Orada sahne yoktur. Pislik gömleğini sıyırır, eşsiz bir çıplak­ lık, hayal ve imgeleri de kaçırır. Biten bir şeyin tekinsiz yüzünü alan şeyden başkasına burada rastlayamazsınız. Burada kırık bir şişe sarhoşun geçtiğini fısıldar, delik sepet, uşağı anlatır. Caiphe’in balgamı Falstaff’ın kusmuğuna denk gelir. Kumarha­ neden gelen altın para, ihtiyar adamın kendisini astığı ipe karışır. Karnaval gecesi, Operada dans eden pullu bir eteğe sarılı mosmor bir dölüt görülür, insanları yargılamış yargıç başlığı, Margoton'un saten etekliğiyle burada yüzer. Bu, kardeşlikten öte bir içlidışlılık­ tır. Boyalı olan her şey orada birbirine karışır. Pisliğin bu içtenliği hoşumuza gider, dinlendirir, insan ömür boyu hükümet kararlarının gerekçelerini, andları, siyasal bilgelik, insani adalet, durum güçlük­ leri, satın alınmaz yargıçların sahte havalarını izledikten sonra, bir lağıma dalıp, bu durumlarla uyum sağlayan yerde ferahlar. Lağım bir öğreticidir. Değindiğimiz gibi, tarih lağımdan geçer. Saint-Barthelemy katliamları kaldırım taşlarından damla damla sızar. Siyasal tartışmalar, ve dinsel katliamlar uygarlığın bu deh­ lizinden geçer ve ardında ceset bırakır. Burada XI. Louis ile Tristan’ı I. François ile Duprat’yı, IX. Charles(**) ile annesi Catherine de Medicis'i, XIII. Louis ile Ric­ (*) Scapin: Moliere'in komedilerinde sürekli efendisi için yalan söyleyen uşak. (**) IX. Charles: Annesi İtalyan asıllı Catherine de Medicis'in üstelemesiyle soy­ kırım sayılan Saint-Barthelemy’i başlattı.

1232

helieu’yu, Louvois’yi Letellier’yi. Hébert ve Maillard’ı görebilirsi­ niz. Orada hepsi de toplanmış, taşlara bulaşan kan lekelerini te­ mizlemek için tırnaklarıyla kazarlar. Bu tavan altında hortlakların süpürge sesleri duyulur. Köşelerde kırmızı ışıltılar vardır. Kanlı ellerin temizlendiği müthiş bir su şırıldar. Sosyal gözlemci, bu gölgelere karışmak zorundadır. Bunlar laboratuvarıdır onun. Felsefe düşüncenin mikroskobudur. Her şey onu kaçırmak ister, fakat hiçbir şey onun dikkatinden kaç­ maz. Oyalanmak işe yaramaz, aslında böyle yapmakla insan neyi gösterir? Utancı. Felsefe da namuslu bakışlarla fenalığı iz­ ler ve onun sonsuzda kaybolmasını engeller. Pılı pırtıdan saray giysisini, giysiden kadını yaratır. Lağımdan şehir kurar. Cam kı­ rığından billur testiyi oluşturur. Bir parşömendeki tırnak izinden Yahudi mezhepleri arasındaki farkları görür. Kalanlardan iyiyi, kötüyü, sahteyi, yalanı, kan lekesini mağaradaki mürekkep dam­ lasını, genelevin içyağı bulaşığını, çekilen acıları, ayartılmaları, kusulan sefahatları, alçalan insan ruhunun edindiği potlukları. Roma hamalının ceketi üzerinde Messalina’nın(*) dirsek darbe­ siyle oluşan o lekeden yüzyıllardan beri kalan her şeyin asıl yüz­ lerini görür.

3 BRUNESEAU Ortaçağda Paris lağımı efsane gibiydi. XVI. yüzyılda, II. Hen­ ri başarısız kalan bir sondaj yaptırmayı denedi. Bir asır önce Mercier’e bakılırsa, kendi kendine bırakılan çirkef istediği biçime gelmişti. Siyasal atışmalara, kararsızlıklara ve araştırmalara bırakılan Paris bu haldeydi. Uzun süre bu ahmaklığı sürdürdü. Epey son­ raları, 1789’da aklı işlemeye başladı. O eski çağlarda burası faz­ la zeki sayılmazdı, ne maddi, ne de manevi açıdan işlerini götü­ (*) Messalina: imparator Neron'un eşi. Ünlü bir fahişe. Messalina fuhuşun sim­ gesidir.

1233

remiyordu. Yolsuzluklardan uzak durmayı bilmediği gibi, çöpleri­ ni de temizlemiyordu. Her şey bir engel oluyor, her şey sorun oluyordu. Mesela, lağım herhangi bir plana uymuyordu. Şehirde yolunu bulmak nasıl güçse, lağımda da kaybolmak işten bile de­ ğildi. Özetle, dillerin karışıklığının yanında, mahzenler de birbiri­ ne karışıyordu. Dedale(*), Babel’e taş çıkartıyordu. Paris lağımının taştığı da olurdu. Kıymeti bilinmeyen Nil’in ka­ barması gibi. Korkunç olan lağımların tıkanıp taşmalarıydı. Uy­ garlık bazen yediklerini hazmedemezdi, o zaman bataklık şehrin boğazına yükselirdi ve Paris'in ağzından berbat kokular çıkardı. Lağımla vicdan azabının benzerliklerinin iyi yanları vardı, Şehir, çamurunun bu kadar küstah olmasına kin duyuyordu. Pisliğin ge­ ri tepmesini aklı almıyordu. Onu daha sakin kovmalıydı. 1802 kanalizasyon taşkını, seksen yaşını süren Parisliler için yeni sayılır. Çirkef, haç biçiminde, Victoires Meydanında, XIV. Lo­ uis heykelinin ayağının önünden başladı. Champs Elyesses’deki iki lağımı da taşıp Saint-Honorée Sokağına girdi. Saint-Florentin lağımı da aynı isimli sokağı kaplamıştı. Sonnerie lağımı Pierrea­ Poisson Sokağına yayıldıktan sonra Champs Elyesses Cadde­ sinde, otuz beş santimlik yüksekliğe ulaştı ve aynı günü öğlen, aksi yönden tepip Seine Nehrinin tahliye ağzından Mazarine, Ec­ haudée, Marais Sokaklarına girerek yüz dokuz metrelik bir uzun­ luğa erişti. Ünlü şair Racine’in evinin kapısında durdu ve böylece kraldan çok şaire saygı gösterdiğini gösterdi. Saint-Pierre Soka­ ğında epeyce yükseldi. Oluk ağzından taş basamaklar üstüne yarım metre değin yükseldi, Saint-Sabin Sokağında, iki yüz otuz sekiz metrelik bir yeri kaplayıp en geniş akıntıyı oluşturdu. Yüzyılımızın ilk yıllarında Paris lağımı gizemli bir yerdi. Ça­ mur sürekli kötü bir üne sahiptir, fakat burada onun ünü korkuy­ du. Paris altında korkunç bir galeri olduğunun farkındaydı. Thébes şehrinde, yedi-sekiz metre boyunda, kocaman kırka­ yakların kaynaştığı ve Behomoth’e banyo hizmeti görecek kor­ (*) Dédale: Yunan mimar. Girit Adasındaki labirenti yaptı, içiçe geçmiş sokakla­ ra «dedale» denir.

1234

kunç bir bataklık. Lağımcılar bile ayaklarında su geçirmez çiz­ meleriyle belirli yerlerden ileri gitmeye cesaret edemezlerdi. O günlerde, Saint-Poix ile Créqui markisinin kardeş gibi birleştiği çamur arabalarının lağıma akıtıldığı çağlardı o çağlar. Temizliği yağmurlara bırakmışlardı, yağmursa süpürmekten çok, yolların tıkanmasına neden oluyordu. En azından, eski Roma, çirkef yı­ ğınına şiirsel bir isim vermiş, Gémonies demişti, ama Paris, ken­ di lağımına haraketler edip ona «mis kokulu delik» derdi. Bilim ve batıl inançlar ondan iğrenmek için elele vermişlerdi. Bu «pis koku deliği» esnafa olduğu gibi sağlığa da mikrop yayıyordu. Muffetard lağımının çirkefleriyle Moine Bourru’nin meydana çık­ masına neden olması gibi, Marmousetler’in(*) cesetleri de bu la­ ğıma atılmıştı. Fagon, 1685 yılında Paris’i kasıp kavuran sıtma­ nın nedenini bu lağımlarla ilişkilendirir. Marais lağımının o koca­ man ağzı 1833 yılına kadar Saint-Louis çıkışında «Messager Galant» plakası karşısında açık kalmıştı. Morrellerie Sokağının lağımları vebasıyla ünlüydü. Dev dişlerine benzeyen sivri demir çubukla mazgalıyla bu lağım insanların üstüne alev yağdıran bir canavar gibiydi. Halkın hayal gücü, şu karanlık Paris bulaşık çu­ kurunu, gizemli bir sonsuzlukla karıştırırdı. Bu iğrenç yerleri gez­ mek polisin aklına gelmezdi. Fakat bunu yapmak için bir gönül­ lü başvurdu. Bu lağımda kendisini keşfedecek bir Christophe Colomb bulacaktı. 1805 yılında bir gün İmparator Napoléon’un Paris’te az gö­ ründüğü gününde, içişleri bakanı, imparatoru sabahleyin ziyaret etmişti. Carroussel’de bir kılıç sesi duyuluyordu, Napoléon'un kapısında yiğitler toplanmışlardı. Büyük Cumguriet ve Büyük im­ paratorluğun cesur savaşçıları, Rhin, Escaut, Adige ve Nil(**) kahramanları, Joubert’in Desaix’in, Marceau’nun, Hoche’un, Kleber’in arkadaşları , Almanya’da, İtalya’da Mısır’da utku üstü­ ne utku kazanan Napoléon’un general ve mareşalleri. İmparato­ (*)

Marmouset: Sıradan adamlar. VI. Charles'in danışmanları. Kral çıldırdıktan sonra Burgonya Dükü, çok usta yönetici olan bu adamları sürgüne gönderdi. (**) Rhin, Escaut, Adige, Nil: Nehir isimleri.

1235

run bütün ordusu Tuilleries Sarayı önünde toplanmıştı. İmpara­ torluğun en görkemli dönemiydi Austerlitz kazanılmış, Marengo utkusu yoldaydı. Bakan, imparatora yaklaşmış ve kendisini saygıyla selamla­ yıp: «Majesteleri,» demişti, «demin imparatorluğunuzun en cesur adamıyla tanıştım.» İmparator: «Kim o?» «Bir şey yapmak istiyor, Majeste...» «Ne?» «Paris lağımlarını dolaşacak!» Adamın ismi Bruneseau idi. 4 BAZI DETAYLAR Ziyaret gerçekleşti. Bu sahiden korkunç bir gezinti oldu. Ve­ ba ve boğulmaya karşı gece savaşı. Aynı zamanda bir keşif ge­ zisi de. O seferden kalanlardan biri, genç ve epey cin bir işçi, ço­ cuk yaşta yaptığı bu geziden Bruneseau’nun raporuna yazmak istemediği bazı detayları aktardı. O dönemde mikrop öldürücü dezenfektan ilaçlar epey yetersizdi. Bruneseau, o yeraltı galeri­ lerinde, birkaç metre gittikten sonra işçilerden sekizi daha fazla yürümeyi istemediler. Operasyon epey karmaşık olduğu için, bu keşif müthiş bir yürek gerektiriyordu. Temizlemek, aramak, su gi­ rişlerini parmaklıkları, lağım ağızlarını incelemek gerekirdi. Su kollarını saymak, belirli yerden ayrılan akıntıları işaretlemek, ba­ zı havuzları ölçmek, ana lağıma bağlı küçük lağımları saptamak, galerinin derinliğini tavan altının ve ark tabanının enini ve her su girişinin düzeyini ölçmek, hem lağım ark tabanını, hem de, so­ kak zeminini ölçmek gerekliydi. Güç bela gidiyorlardı. Çoğu za­ man iniş merdivenleri birkaç metrelik balçığa saplanırdı. Bu pis­ lik içinde, fenerler ölü gibi ışık verirdi. Zaman zaman, bir lağım­ cıyı, kokudan bayılan bir lağım işçisini yukarı taşımak gerekiyor­ 1236

du. Zemin çökmüş, basamaklar yıkılmış, lağım dipsiz bir uçurum olmuştu. Bir ara ayaklar yere sağlam basmaz oldu, bir işçi yok oluverdi, onu zorlukla çıkardılar. Fourcroy’nun önerisine uyup yer yer, epey temiz köşelerde, geniş kafesler içinde reçineye ba­ tırılmış üstüpüler yakıyorlardı. Bazı yerlerde, duvarlar tuhaf kabarcıklarla dolmuştu, ur gibi kabartılar. Bu soluk kesici yerde taşlar bile hasta gibiydi. Keşif gezisinde Bruneseau akıntıya karşı yürüdü. Grand Hur­ leur su dağıtıcısının iki kolunun sapağında 1550 tarihini okudu. Bu taş Kral II. Henri tarafından görevlendirilen Philbert Delor­ ma’un ulaştığı yerdi. XVI. yüzyılın mührünü basmıştı. Daha ötede, XVII. yüzyıl işçiliğini Ponceau kanalıyla Vieille du-Temple Sokaklarının tam altında buldu adam, bunlar 1600 ile 1650 yılları arasında yapılan tonozlardı. XVIII. yüzyıl da burayı imzalamıştı. Toplayıcı kanalın batı kesimindeki duvarlarla kub­ beydi bu. Bu iki kubbe özellikle daha az eski olan, 1740'ta yapı­ lan kubbe, 1412 yılında yapılan kemer duvarlarından çok daha oyuk ve eskiceydi. 1412 yılında, Menilmontant’dan akan o duru su deresi, Paris’in ana lağımı mertebesine yükselmişti. Bu da kralın başhizmetçisi rütbesine çıkan bir köylünün yükselişi gibiy­ di. Lebel’e dönüşen Gros-Jean gibi. Özellikle, Adliye Sarayının altında petek gözlerine benzeyen lağımda yapılmış eski zindan kalıntıları vardı. Bu hücrelerin birin­ de demirden bir pıranga duruyordu. Hücrelerin tümünün kapılarını ördürdüler. Bazı olağanüstü şeyler de oldu. Mesela, 1800 yılların­ da Paris Hayvanat Bahçesinden kaçan bir orangutanın iskeleti. Orangutanın kayboluşu, aynı günlerde Bernandins Sokağın­ da şeytanın görünmesiyle ilgiliydi. Zavallı hayvancık kaçmak is­ terken lağımda boğulmuştu. Arche-Marion’a varan, uzun galerinin hemen altında, iyi ko­ runmuş bir sepet herkesin ilgisini çekti. Lağımcıların cesurca ka­ rıştırmayı başardıkları balçıkta değerli takılar çıkıyordu. Altın ve elmaslar, gümüş ve değerli taşlar, eski zaman paraları. Bu lağı­ ma batmayı göze alacak bir dev, çağların servetini toplamış olur­ du. Temple Sokağı ile Sainte-Avoye Sokaklarının oluşturduğu 1237

kavşakta, Protestanlar döneminden kalma epey değerli bir bakır madalyon bulunur. Madalyonun bir yüzünde, başında Kardinal şapkasıyla bir domuz, diğer yüzünde başında bir Papalık tacı olan bir kurt vardı. En şaşılası ve akla ziyan rastlantı ana lağımın ağzındaydı. Bu ağız eski zamanlarda demir bir parmaklıkla kapatılmıştı. Par­ maklıktan menteşeler kalmıştı sadece. Menteşelerin birinde bir kumaş parçası vardı. Bruneseau el lambasını yaklaştırıp bu be­ zi inceledi. Bu epey ince bir patiska parçasıydı. En sağlam yerinde yedi harfin, LAUBESP harflerinin üstünde bir arma vardı. Taç bir markilik tacıydı, bu yedi harf de LAUBES­ PİNE olmalıydı. Bu patiskanın Marat’nın kefeninden yırtılan bir parça olduğu çıktı ortaya. Marat gençliğinde epey aşk serüven­ leri yaşamıştı. Artois Kontunun sarayında ahırlar veterinerliğini yaptığı yıllarda. Öldüğünde, evinde buldukları en değerli çama­ şır olduğundan, onu asil bir hanımdan kendisine kalan bu çar­ şafta görmüşlerdi. Öldüğünde ihtiyar kadınlar mezarı için bu aşk kalıntısını kundaklamışlardı. Kösnünün izlerinin kaldığı bu güzel çarşaf Halkın Dostu’na kefenbeziydi. Bruneseau yürüdü. O paçavrayı bıraktı. Belki saygı, belki de hoşgörü. Marat her ikisine de layıktı. Kaderin damgaladığı bu kumaşa dokunmaya cesaretleri yoktu. Paris’in bu yeraltı lağım kanallarını dolaşmak 1805’ten 1812’ye dek sürdü. Bruneseau bir yandan dolaşıyor, beri yandan önemli işleri belirtiyor, yönetiyor, bitiriyordu. 1808 yılında Ponceau Sokağındaki ızgarayı alçalttı, birçok yeni kollar açıp, lağımı 1809 yılında Saint-Denis Mahallesinde Froid-Manteau Sokağıyla Sal­ petriere’in altından innocentslar çeşmesinin altına değin ilerletti. 1811'de Neuve des Petits-Peres Sokağı, Mail Sokağı, Echar­ pe Sokağı ve Kraliyet Meydanının altına değin uzattı. 1812 yılın­ da La paix Sokağının altından La Chaussée Caddesinin altına. Aynı zamanda lağımı mikroplardan temizliyor ve bütün şebe­ keyi yeniliyordu. Çalışmalarının ikinci yılında Bruneseau’ya da­ madı Nargaud da katıldı. Böylece, bu yüzyılın başında eski sosyete lağımlarını temiz­ 1238

leterek, onları daha sağlıklı hale getirdi. En azından lağımlar iyi­ ce temizlenmişti. Paris’in eski kanalizasyonu girintili çıkıntılı, çat­ lak taşlı, yarık ve hendeklerle dolu, tuhaf, yabanıl, karanlık bir boşluktu. Geçmişe bakıldığında şehir lağımından akılda kalan bunlar oldu. Her yönde ayrılan dallar gibi kollar, hendeklerin bir­ leşmeleri, sapaklar, duvarlarda balgamlara benzeyen sızıntılar, tavanlardan damlayan çamurlar, gölgeler hiçbir şey bu eski ye­ raltı definesinin dehşetini anlatmaya yetmez. Bir daha söyleyelim: Burası çok eski yıllardan kalma bir la­ ğımdı. 5

İLERLEMELER Bugün artık lağım temiz ve kusursuzdur. İngiltere’de saygın sözünün anlamına epey denk düşer. Danıştay üyeliğine yükse­ len bir taciri andırır. Burada göz bile çevreyi seçer. Çamur ve balçık iyi davranır. İlk bakışta burası, eski zamanlarda, mutlu günlerde halkın kralını ve prenslerini sevdiği o günlerde epey yaygın olan ve kralların kaçmasına uygun olan bir yere benzer. Bugünün lağımı çağdaş bir kanalizasyonun ürünüdür. Burada biçem epey sadedir. Şiirde artık istenmeyen klasik on iki heceli dizeler gibi mimariye sığınmışlardır. Bu klasik biçem, bu karan­ lık tavan altındaki galerinin bütün taşlarına karışmış gibidir. Her su deliği bir kemerdir. Günümüzde lağım da epey resmi bir ifade aldı. Polis rapor­ larında bile saygıyla söz ediliyor ondan. Belediye dili de, onu ağırbaşlı ve ciddi bir görüyor. Eskiden «lağım» denilen yere şimdi «dehliz» deniyor, «delik» yerine «ba­ kış» deniyor. Villon tekrar dünyaya dönse, eski yedek konutunu tanıyamaz. Gelgelelim, lağımlar yine eski yıllarda olduğu gibi ke­ mirici hayvanlarla dolu. Bazen, pos bıyıklı ihtiyar bir fare başını lağım penceresinden uzatır ve Parislileri inceler fakat artık bu fa­ reler bile evcilleşerek o yeraltı sarayında mutlu bir hayat sürer­ ler. Lağım bile eski ilkelliğinden kurtuldu. Önceleri lağımları kir­ 1239

leten yağmur, artık lağımları yıkıyor. Yine de ona fazla güvenme­ yin. Orada hâlâ mikroplu hava var. Mükemmel değildir ama riya­ kârdır. Emniyet Müdürlüğü ve Sağlık Müdürlüğü ellerinden gele­ ni yapar. Fakat temizleme işlemlerinden sonra bile kuşkulu bir koku vardır, itirafından sonra Tartuffe’un(*) yaydığı koku gibi. Be­ lirtmek gerekir ki, bu arındırma lağımın uygarlığa gösterdiği say­ gının ürünüdür. Bu açıdan da Tartuffe’un vicdanı, Augias’ın(**) ahırlarından daha iyi durumda. Paris lağımının epey ileri bir adım attığı ortada. Bu ilerlemeyi bile aşar, değişim sayılır. Eski ve yeni lağımlar arasındaki bir devrim. Bu devrimi kim yaptı? Herkesin unuttuğu ve bizim demin ismini koyduğumuz kişi: Bruneseau.

6 GELECEĞİN İLERLEMELERİ Şehir lağımlarının kazılışı, sıradan bir şey olmadı. Son on yüzyıl çalışıldı, fakat yine de Paris gibi bunu da tamamlayama­ dılar. Paris’in altındaki kanalizasyon, Paris’in gelişmesinin tepki­ lerinin etkisindedir. Bu yeraltında oluşan gölgeli şehirle büyüyen bin bir antenli dev bir poliptir(***). Şehir bir sokak açarken, lağım da bir kol uzatır. Eski Monarşi, yirmi üç bin üç yüz metrekarelik bir kanalizasyon kazımıştı. 1806 yılının ocak ayında Paris’teki durum böyle. Söz edeceğimiz bu çağdan sonra, çalışmalar epey olumlu başladı ve gitti. Birazdan vereceğimiz sayılar sahiden il­ ginçtir. Napoléon dört bin sekiz yüz dört metrelik bir kazı baş­ lattı. XVIII. Louis, beş bin yedi yüz dokuz metre daha ekledi, X. Charles, on bin sekiz yüz otuz sekiz metre ve Louis-Philippe de seksen dokuz bin metre daha. 1848’in Cumhuriyeti, yirmi üç bin dokuz yüz seksen bir metre ekledi ve bugün de buna ekler ya­ pıldı. İki yüz yirmi altı bin altı yüz metre, yani diğer bir deyimle (*) Tartuffe: Moliere’in aynı isimli komedisinin kahramanı, ikiyüzlülüğün simgesi. (**) Augias: Ahırlarının berbat oluşuyla ünlenen bir kral. (***) Polip: Üstü yumrulu ur.

1240

yaklaşık altmış kilometrelik bir lağıma sahip olduk, Paris’in koca­ man bağırsaklarına. Sürekli çalışan, bilinmeyen ve sonsuz bir yapı. Görüldüğü gi­ bi, Paris’in yeraltı galerileri bugün, XIX. yüzyılın ilk yıllarından daha gelişmiş. Bu çirkefi bu duruma getirebilmek için nasıl bir nasıl bir kararlılık ve emek gerektiğini düşünmek şaşırtıcı. 1806'dan önce XVIII. yüzyılın son on yılında bile Devrimci belediye yönetimi sadece beş kilometrelik bir lağım kazabilmiş­ ti. Bunu zorlaştıran sayısız engel vardı. Toprak türüyle ilgili, Pa­ ris'in çalışkan halkının önyargılarından kaynaklanan engeller. Paris, kazma, kürek, çapa ve iskandile hiç de uygun olmayan bir toprak üstüne kurulmuştur. Paris dediğimiz o tarihi kuruluşun altında bulunan, jeolojik oluşum, oymaya ve delmeye hiç gelmez. Herhangi bir biçimde çalışma başlarken, bütün engeller belirir. Sıvı, killer, pınarlar, bü­ yük taşlar ve özel bir bilimin «hardal» dediği yumuşak ve yapış­ kan balçıklardır. Kireçli maden taşları üzerinde, kürek ve kazma çalışamaz. Tarih öncesi sularda gelişen istiridye kabuklarına benzeyen bu şist katmanını delmek epey emek gerektirir. Ba­ zen, tam başlatılan bir tavan altında bir kaynak çıkar ve işçileri ıslatır, ya da marn akıntısı belirir ve bir şelale hızıyla seller akı­ tarak en büyük kalasları bile kırıp geçer. Son zamanlarda Villet­ te’de kanalı boşaltmadan, toplayıcı lağım borusunu Saint-Martin kanalının altından geçirmek gerektiğinde, kanal küvetinde olu­ şan bir çatlaktan çıkan su yeraltı şantiyesini sele boğmuştu. Ku­ rutma pompaları yok yere çalışıyordu. Bir dalgıcı suyun dibine indirip çatlağın tamiratını güç bela başarabildiler. Seine Nehri ci­ varında bile, Belleville, Grande-rue ve Lumiere Geçidinde kum­ lara rastlanır. Burada kuma gömülüp boğulmak an meselesidir. Bu boğulma belasına, o kötü koku ve buharlardan tıkanıp boğul­ mayı, kayalardan ezilmeleri ekleyecek olursanız, lağımlarda ça­ lışmaya dair fikir sahibi olabilirsiniz, işçilerin habire yuttukları mikroplardan kaynaklanan hastalıkları unutmayalım. Tifüs gibi. Bugün, bu hastalıktan ölen ustabaşı Monnot’dan bahsetmek istiyorum. Bu yiğit işçi, yeraltının on metre derinliğine inip Clichy 1241

dehlizini döşedikten, yıkıntılar arasındaki caddenin altındaki Bi­ evre’yi kemerlerle donattıktan, Blanche kapısından Aubervilliers Caddesine değin lağım kazdıktan ve dört ay boyunca on bir met­ relik bir çukurda habire çalıştıktan sonra ölmüştü. 1832'deki lağımlar bugüne göre epey ilkeldir. Bruneseau başlama işaretini vermişti, ama sonraki inşaatın gerçekleşme­ sinde kolera salgının epey katkısı oldu. İnanılması zor ama, 1821’de şehri kuşatan lağımdan bir bö­ lüm olan Venedik’teki Büyük Kanal ismini taşıyan bir kanalın Go­ urdes Sokağında üstü açıktı ve ortalığa kötü kokularını ve has­ talık saçıyordu. 1823 yılında Paris kasasında bu pisliği örtecek parayı, iki yüz altmış altı bin seksen frank ve altı santimi bularak bu kötülük ku­ yusunu kapatmayı başardı. Combat, Cunette ve Saint-Mandé Sokaklarının üç emici kuyusu savakları, donatım ve çirkef kuyu­ ları temizleyen kollarıyla 1836’dan beri işler. Paris’in hazım sistemi tekrar yapıldı derken, yaklaşık yirmi beş yıldır on kat büyüdüğünü belirtiyoruz. Otuz yıl oluyor, 5-6 Haziran isyanından beri hâlâ birçok yer­ de o eski lağımlar bulunuyordu. Günümüzdeki yolların çoğu o zamanlar eski şoselerdi. Çoğu zaman sapaklarda ızgara demir­ leri geçenlerin adımlarından kaygan ve nemli hale gelen sokak ızgaraları, arabalar için tehlikedir ve atların nallarını kaydırarak yere düşmelerine neden olurdu. Yol ve köprü yönetiminde çalı­ şanlar resmi dilde bu kaygan ızgaralara, epey manidar bir isim vermişti; «kasis.» 1832’de, birçok sokakta, örneğin Etoile, Saint-Louid, Temple, Vieille du Temple, Notre-Dame de Nazareth, Normandiya, Pont Aux Biches, Marais Sokağı; Saint-Martin Mahallesi Notre-Dame­ des Victoire Sokağı, Montmartre Mahallesi, Grange Bateliere, Champs Elysées de Jabob, Tournon Sokaklarında da eski çirkef hiç utanmadan açık ağızlarını herkese gösteriyordu. Çevreleri büyücek taşlarla çevrili, anıtsal bir küstahlıkla görünen deliklerdi. 1806'da Paris’teki lağımlar, mayıs 1663’tekinden fazla değil­ di. Beş bin üç yüz yirmi sekiz kulaç. 1242

Bruneseau'dan sonra 1832 yılının ocak ayında kırk bin üç yüz metreye dayandı. 1806'dan 1831'e değin yılda yaklaşık ye­ di yüz elli metre inşa edilmişti. Bu tarihten sonra her yıl sekiz ya da on bin metrelik galeri kazılıyordu. Anlatmaya başlarken de­ ğindiğimiz parasal sorunların yanı sıra, halk sağlığı da bu epey önemli meseleye bağlı: Paris Lağımına. Paris iki katman arasındadır, su ile hava. Derinlikte yatan fa­ kat iki kez delinerek zorlanan su katmanı tebeşirli Jura kireciyle yeşil kum yığınından oluşmuştur. Bu, yirmi beş kilometre yarıça­ pında bir daireyle gösterilebilir. Buradan sayısız dere ve nehir sı­ zar. Grenlle’deki bir kuyu suyundaki tek bir bardaktan Seine, Marne, Yonne, Oise, Aisne, Le Cher Lavvienire nehirlerinin su­ larından bir karışım içilir. Bu su katmanı epey sağlıklıdır, önce gökyüzünden, sonra topraktan gelir, ama hava katmanı sağlık­ sızdır. Çünkü lağımdan çıkar. Çirkefin pis buğusu şehrin havası­ na karışır, o kötü koku da bundan gelir. Bilimsel olarak kanıtlan­ mıştır ki, bir gübre yığınından çıkan koku Paris’in kokusundan sağlıklıdır. Fakat belirli bir süre sonra, ilerlemenin yardımı ve mükemmelleşen mikropları yok etmek için su katmanından ya­ rarlanacaklar; lağımı yıkayacaklardır. Bu, pisliğin toprağa geri döndürülmesi demektir, gübrenin toprağa ve tarlalara dağıtılma­ sı. Bu eylemle, bütün toplum için sefaletin azalması ve sağlık ar­ tışı olacaktır. On yüzyıldır çirkefin Paris hastalığı olduğunu söy­ leyebiliriz. Lağım Paris’in kanını bozan bir fenalık, bir eksikliktir. Halkın içgüdüsü hiç yanılmadı. Eski zamanlarda lağımcılık halk arasında neredeyse hayvan parçalamak gibi iğrençti. O ka­ dar ki uzun süre, bu işi cellatlara bırakırlardı. Dülgeri bu pislik çukuruna girmeye razı edebilmek için epey dolgun bir para veri­ lirdi. Sayısız efsaneler anlatırlardı bu dev bulaşık çukuru için. Evren devrimlerinden tutun da, insanların devrimlerinin izlerini taşıyan bu korkunç bataklıkta, taş devrinden kalma kalıntılar vardır. Nuh’un tufanından kalma sedef bir deniz kabuğundan Marat’ın bezine değin her şeyle karşılaşılır.

1243

ÜÇÜNCÜ KİTAP

ÇAMUR FAKAT RUH 1 ÇİRKEFİN BİLİNMEZLERİ İhtiyar adam, Paris lağımındaydı. Paris’in denizle olan bir iliş­ kisi de şöyledir. Denizde olduğu gibi, dalgıç burada da yitebilir. Bütün bunlar akla ziyan şeylerdir. Şehrin tam ortasında olma­ sına rağmen, Jean Valjean şehir dışına çıkmıştı sanki. Çarçabuk, bir kapak açılıp tekrar kapanmıştı. Şiddetli ışıktan korkunç bir karanlığa geçmişti. Öğle vaktinde ve Ponceau Soka­ ğındaki olaydan daha tansıksal bir şekilde, en müthiş tehlike­ den, güvenli bir yere geçmişti. Galerinin birine apansız düşüş, Paris zindan kuyusunda kay­ boluş, ölümün nöbet tuttuğu o sokağı terk edip içinde hayatı ta­ şıyan bir mezara iniş. Bu epey tuhaf bir an oldu. Birkaç saniye sersemler gibi oldu, Jean Valjean afallayarak kulak kesildi. Kur­ tuluşun tuzak kapısı altında açılmıştı. Tanrı’nın merhameti onu hileyle kurtarmıştı. Tanrı’nın akla ziyan yüceliği... İhtiyar, taşıdığı adamın durumunu iyi bilmiyordu. Sağ mıydı, ölü mü? Yaralı kımıltısızdı. Karşılaştığı ilk şey beklenmedik bir körlük oldu. Önce hiçbir şey göremedi. Sonra bir an sağırlaştığını sandı. Hiçbir ses yok­ tu. Üstünde, birkaç metre yükseklikte kopan ölüm fırtınası ona değin ulaşmıyordu. Sağlam bir zemine bastığını hissetti, bu da 1245

ona yetti. Önce bir kolunu, sonra diğer kolunu uzatıp duvara do­ kundu ve galerinin dar olduğunu fark etti. Ayağını dikkatle uzat­ tı, bir çukurdan, bir delikten kuşkulanmıştı, taş yolun uzadığını anladı. Tiksindirici bir koku yaktı boğazını ve nerede olduğunu hemen anladı. Kısa süre sonra, güç bela görmeye başladı. Artık kör değildi. İçeri süzüldüğü o hava deliğinden, biraz ışık giriyordu, gözü bu loşluğa alışmıştı. Bir şeyler görmeye başladı. Gömüldüğü o ga­ leri (bu sözcük epey uygundu) hemen arkasından duvarla kapa­ tılmıştı. Burası bir çıkmazdı, ama «özel dil» burayı iki borunun birleştiği bir sapak olarak görebilirdi. Jean Valjean’ın bulunduğu yerin on-on iki adım berisinde hava deliğinin ışığı bitiyor ve lağı­ mın o rutubetli duvarında beyaz bir leke çiziyordu. Daha ilerisi epeyce karanlıktı, oraya gitmek korkunç bir girişim olabilirdi, gi­ riş de bir uçuruma benziyordu. Fakat bu gölgeler duvarına gir­ mesi gerekiyor, bu mutlak görünüyordu. Acele etmesinin gerek­ tiğini de biliyordu. Jean Valjean buraya inmiş olduğu ızgaranın askerlerin ilgisini çektiği zaman, mahvolacağını anladı. Bir rast­ lantıyla her şey mahvolurdu. Askerler de yeraltı galerisine gire­ bilir ve orada bir arama yaparlardı. Kaybedecek vakit yoktu, bir an bile. Marius’ü yere bırakmıştı, onu tekrar yüklendi ve yürüme­ ye başladı. Kararlı adımlarla karanlığa yollandı. İhtiyar adam ve taşıdığı adama kurtulmuş denemezdi, onları farklı tehlikeler bekliyordu. Savaşın o anaforundan sonra, zarar­ lı mikroplar ve tuzaklar galerisi; karmaşadan sonra lağım. Jean Valjean bir cehennemden bir cehenneme düşmüştü. Elli adımı güç bela yürümüştü ki, durmaya mecbur kaldı. Bir mesele vardı. Bulunduğu galeri, başka bir başka yolla kesişiyor­ du. Orada iki yol vardı. Hangisine girecekti? Sola mı, sağa mı? Bu zifiri koyu labirentte yönünü nasıl tayin edecekti? Önceden değindiğimiz gibi, bu galerinin de bir rehberi vardı, bayırı; bu bayırı izleyerek nehre çıkabilirdi. İhtiyar bunun farkına hemen vardı. Nerede bulunduğunu düşündü ve Hal Çarşısı altındaki la­ ğımda olduğunu çıkarsadı. Sola ilerler ve o bayırı izlerse, birkaç 1246

dakika içinde, Seine Nehrinin Pint-au-Change ile Pont Neuf ara­ sındaki bir kolunun girişine varırdı. Yani Paris’in kalabalık bir mahallesinde tekrar yerüstüne çıkabilirdi. Belki de bir mahalle ızgarasından çıkardı. Orada karşılaşacağı adamların afallama­ larını düşündü. Kan revan içinde, iki adamın yerden, ayaklarının önünden çıktığını göreceklerdi. Jandarmalar gelecek, daha kur­ tulmadan tekrar yakalanacaklardı. Bundan böyle bu galerinin, daha derinlerine dalmaya ve gerisini Tanrı’ya havale etmeye ka­ rarlaştırdı. Bayırı tırmanıp sağdaki yola saptı. Koridorun köşesini döndü, havalandırma deliğinin o zayıf ışıltısı kayboldu, karanlık bir per­ de gibi tekrar sardı onu. Fakat yoluna gitti, epey seri adımlarla yürüdü. Marius kollarını onun boynuna atmıştı, ayakları sarkı­ yordu. Adam, onun iki kolunu bir eliyle tutuyor, diğer eliyle duvar­ ları yokluyordu. Marius yanağını onun yüzüne dayamıştı, yüz kanlıydı. Jean Valjean Marius’ten sızan ve üstüne akan ılık bir sıvının kan olduğunu anladı. Fakat tam kulağının yakınında nemli bir sıcaklık delikanlının soluk aldığını ve canlı olduğunu açıklıyordu. Jean Valjean’ın şu anda yürüdüğü o galeri ilkinden daha genişti. Yine de güç bela ilerliyordu. Bir gün önceki yağ­ murlar, burada birikmiş ve zeminde küçük bir birikinti oluştur­ muştu. O da ayaklarını sudan uzak tutmak için duvarlara sürtü­ nerek ilerlemek zorundaydı. İşte böyle karanlıklar arasında iler­ ledi. Karanlığın damarlarında kaybolan adam, el yordamıyla yo­ lunu ararken, gece yaratıklarını andırıyordu. Zamanla, ya uzaktaki hava deliklerinden süzülen ışıklarda, ya da gözlerinin karanlığa alışmasından olmalı, bir şeyleri güç bela seçmeye başladı. Zaman zaman, dayandığı duvarı, zaman zaman altında yürüdüğü tavanı fark eder gibi oldu. Karanlıkta gözbebekleri büyüdüğü için, ışığı görebiliyordu, tıpkı yıkımlarla yoğrulan ruhun genleşip Tanrı’yı hissetmesi gibi. Bu karanlıkta ilerlemek epeyce zorlu oldu. Lağımlar da üzerinde bulunan sokakların haritasına uyar. O yıllarda Paris’te iki bin kadar sokak vardı. Bu sokaklar altında ka­ nalizasyon adı verilen, karanlık ağaçlardan oluşma ormanı göz 1247

önüne getirmeye çalışın. O yıllardaki atık sistemleri uç uca geti­ rilse, sadece on, on bir kilometrelik bir mesafe yapardı. Daha ön­ ce söylediğimiz gibi, yeni çalışmalar yardımıyla şebeke, son otuz yılda altmış kilometreye yükseldi. İhtiyar adam önce yanıldı, kendisini Saint-Denis Sokağında sandı. Aslında böyle olmaması bir terslikti. Çünkü Saint-Denis Sokağında, ta XIII. Louis devrinden kalan eski bir lağım vardır. Bu lağım doğruca asıl lağım toplayıcısına ulanır. Sağda bir dirsek vardı, bu, eski «Mucizeler Avlusu» düzeyin­ deydi. Bir sapakta, Saint-Martin lağımının dört kolu bir haç biçi­ mini alır. Fakat Petite-Truandreie Sokağının altındaki Corinthe Meyhanesinin yakınındaki boru, hiçbir zaman Saint-Denis yeral­ tı galerisiyle bağlantılı olmamıştır; o doğruca Montmartre kanali­ zasyonuna gider. İşte Jean Valjean da bu yöne gidiyordu. Kaybolma olasılıkları sayısızdı burada. Montmartre kanali­ zasyonu, eski şebekenin en girintili yerlerinden biridir. Neyse ki, Jean Valjean, Hal Çarşısı kanalizasyonunu arkasında bırakmış­ tı. Önce solda, Platriere kanalizasyonu, karışık bir Çin bulmaca­ sının T ve Z’lerinin karışımını Postalar Otelinin altında kenetler. Buradan Buğday Çarşısına dek uzanarak Seine Nehri altında bir Y ile bitimlenir. ikinci olarak, solda her biri bir çıkmaz olan üç diş­ li Cadran Sokağının kavisli koridoru vardır. Mail sapağı giderek bir tür çatalla daha da karmaşık bir hale gelip zikzaklar çizerek, Louvre'un büyük yeraltı definesine ulaşır. Üçüncü olarak en son­ da, sağda, Jeuneurs Sokağının çıkmazını oluşturan yer bulunur, ama kuşak kanalizasyonuna varıncaya değin, yolda rastlanan küçük bölümleri de göz önüne alması gerekir insanın. İhtiyar buranın kendisini güvenli bir lağım girişine, bir hava aralığına ulaştıracağını çıkarsadı. İhtiyar adamın demin söylediklerimize dair en ufak bir fikri ol­ saydı, duvarı ellemekle Saint-Denis Sokağının altında olmadığı­ nı çabucak anlardı. O eski yontma taş yapılı duvar yerine, lağım­ lara da uygulanan eski muhteşem mimari yerine; kulacı, sekiz yüz lira karşılığında, günün ucuz emeğiyle yükseltilmiş granit taşları ve yağlı kireç sıvalı bir duvarı hisseder ve elinin altında bu 1248

ucuz modern pazarlamanın ürününü görürdü, fakat bu konular­ da bilgisi yoktu. Kaygılı ama huzurlu biçimde ilerlemeyi sürdürüyordu. Bir şey görmüyor, bir şey bilmiyor, kendisini şansa, daha doğrusu kade­ rine bırakmış, gidiyordu. Bazen, korktuğunu da söylemeliyiz. Kendisini kuşatan gölgeler sanki beynini de karartıyordu. Bir bulmacada, bir meçhulde ilerli­ yordu. Şu çirkeflerin su kemeri sahiden korkunçtur, baş döndürü­ cü biçimde karışıktır. Paris’in bu koyu gölgelerine dalmış olmak inanın sıkıntılı bir durumdur. Jean Valjean, görmeden yolunu bul­ mak, daha doğrusu yönünü icat etmek zorundaydı. Bu bilinmezdi, attığı her adım son adımı olabilirdi. Buradan nasıl nasıl çıkacaktı? Çıkışı bulacak mıydı? Taştan gözeneklerle dolu bu yeraltı süngeri onun içine girmesine izin verecek miydi? Yoksa burada karanlığın kendisine hazırladığı pusularla mı karşılaşacaktı? O aşılmaz, o sarp galeriden sağ çıkmayı başarabilecek miydi? Bu arada, sırtında taşıdığı Marius, kan kaybıyla yolda ölecek miydi? Burada ikisi de birden can verip iskeletlerini bu berbat kokulu la­ ğımda mı bırakacaklardı? Jean Valjean, kendi kendisine sordu­ ğu bu sorulara karşılık veremiyordu. Bütün bunları soruyordu, fakat nafile. Paris’in bağırsakları dipsiz bir uçurum gibidir. O da peygamber gibi balığın içindeydi. Bir sürprizle karşılaştı apansız. En olmayacak anda, sürekli düz yürümekten vazgeçmeden ilerlerken, artık daha fazla yokuş çıkmadığını hissetti, ayakları bileklerine değin su içindeydi. Ka­ nalizasyon artık bayıraşağı iniyor gibiydi. Neden? Yoksa bu gi­ dişle Seine Nehrine mi varacaktı? Bu tehlike epey büyüktü, ama şu sırada gerilemek daha da belalıydı. Yürümeye devam etti. Nehre doğru gitmiyordu. Paris zeminini sağ kıyıya doğru oluşturur ve eşek sırtına benzeyen bayırlarının birini Seine’e akıtır ve diğer yamacını ana lağıma boşaltır. Suların akma nok­ tası olan o en tepedeki nokta, Saint-Avoye lağımına gider. Bura­ sı Louvre lağımında yani Michel-Le-Comte sokağındadır. Cad­ deler yanındaki Montmartre lağımı, Hal Çarşısı civarındadır. 1249

ihtiyar ayrımında olmadan, doğru yoldaydı. Bir sapakla ne zaman karşılaşsa duvarı yokluyor ve girişi, bulunduğu koridordan daha dar bulursa girmiyor, yoluna gidiyor­ du. O dar galerilerin bir çıkmaza varacağını düşünüyordu. Bu da kendisini gayesinden uzaklaştırabilirdi. İşte bu yüzden, demin saydığım dört galerinin tuzaklarından uzak durabilmişti. Paris'in savaştığı ve isyanın sürdüğü mahallelerden uzaklaş­ tığını ve şu anda üzerinde bulunan şehrin, yaşayan olağan bir yer olduğunu hissetti bir an. Başının üstünde, gök gürültüsüne benzeyen sesler duydu, bunlar araba tekerleklerinindi. Hesaplarına göre, yaklaşık yarım saattir yürüyordu ve henüz mola vermeyi düşünmemişti bile. Fakat Marius'ü tutan elini değiş­ tirmişti. Karanlık iyice koyulaşmıştı, fakat o bunu güvenli buldu. Derken, kendi gölgesini önünde gördü. Gölgesi ayaklarının önündeki ark tabanını, başının üstünde­ ki tavanı belli belirsiz bir ışıkla aydınlatan dehlizin duvarlarında titreşen kızıllıkta sivriliyordu. Derin bir hayrete düştü, hızla başı­ nı geriye çevirdi. Polisin karanlık yıldızıydı bu. Lağıma doğan yıldızı. O yıldızın arkasında, belirsiz birkaç siyah gölge deviniyordu. Çok iyi seçilmemekle beraber, korku veren karartılar.

2 AÇIKLAMA Haziranın altıncı günü kanalizasyon çukurlarının aranması emri verilmişti. Asilerin oraya sığınacaklarını düşünmüşlerdi ve Vali Gisquet Paris’in gizli yerlerini aramak zorunda kaldı. Bu ara­ da General Bugeaud da yeryüzü Paris’ini araştırıyordu. Bu ikili operasyon, orduyla polisi işbirliğine götürmüştü. Üç polis müfre­ zesi ve birkaç yüz lağımcı, Paris’in yeraltı koridorlarını araştırdı­ lar. Üç müfrezeye ayrılmışlardı, ilki sağ kıyıyı, İkincisi sol kıyıyı, üçüncüsü de sitenin altına düşen yeri araştırdılar. Ellerinde tüfekler, topuzlar, coplar ve kılıçlar tutuyorlardı. İhtiyar adamın gördüğü ışık polisin fenerinden çıkıyordu. 1250

Bu adam, eğik dehlizi ve Cadran Sokağı altındaki üç çıkma­ zı aramıştı. Polis feneriyle önünü aydınlatırken, Jean Valjean dehlizin köşesini dar bulduğu için, girmemiş, geçmişti. Cadran Sokağının altındaki dehlizdeki jandarmalar, kuşak lağımı tarafın­ da ayak sesleri duyar gibi olmuşlardı. Sahiden de bunlar Jean Valjean’ın adımlarıydı. Görevli, fenerini kaldırmış ve bölük sis arasından kendisine ulaşan gürültünün geldiği yere bakmıştı. İhtiyar adam için tarifsiz bir korku anı oldu bu. Talih sonucu, o feneri görüyor, ama fener onu kötü görüyordu. Fener aydınlık, kendisi karanlıktı. Hem epey uzaktaydı ve gölge­ lere karışmıştı. O, epey uzaklarda bulunduğu o koyu karanlıkta güç seçilirdi. Hemen duvara verdi arkasını; kulak kesildi. Önündekilerin kimler olduğunu yeterince anlayamamıştı. Hiçbir şeyin ayrımında değildi. Uykusuzluk, açlık, telaş onu da bir şeyler görecek hale getirmişti. O bir alevlenme ve bu alev içindeki devinimler seçiyordu. Fakat ne idi bunlar? Kimlerdi? Fazla bir şey çıkaramamıştı. İhtiyar durdu, sesler kesildi. Galeriyi tarayanlar, kulak kesilmiş fakat bir şey duymamışlar­ dı. Bakıyorlar ama göremiyorlardı. Birbirleriyle konuşmaya ko­ yuldular. Montmarte lağımının o bölümünde «Servis Yeri» denilen bir kavşak vardı, şiddetli yağmurlarda sular orada birikir, ufak bir göl oluştururdu, bu nedenle, daha sonra orayı yok ettiler. Devriyeler de oraya girdiler. İhtiyar adam, gölgelerin birleşip çoğaldıklarını seçer gibi ol­ du. Başlar yaklaşmıştı. Toplantıları şöyle sonuçlandı. Yanıldıklarına, hiçbir ses olma­ dığına karar verdiler, orada kimsenin olmadığına inandıklarını söylediler, bundan dolayı, bu karanlıkta daha fazla oyalanmanın anlamı yoktu. Saint-Merry’nin altına geçmek, daha yerinde olur­ du, orada kendilerine göre bir şeyler bulabilirlerdi. Aslında Saint-­ Merry de o civardaydı, aynı civarda. Başlarındaki adam sola doğru gitme buyruğu verdi, eğer ora­ 1251

dan çıkarken ikiye ayrılmayı düşünecek olsalar, Jean Valjean mahvolurdu, işte her zaman olduğu gibi, yakalanmasına az ka­ la kurtuldu. Kaderi bir ipliğe bağlıydı. Herhalde, bir çarpışma ih­ timali için jandarmalara birbirlerinden ayrılmama komutu vermiş­ lerdi. Devriye yoluna gitti, Jean Valjean geride kaldı, kurtulmuş­ tu. İşin en tuhaf yanı, bütün bu olup bitenlerden Jean Valjean’an bir şey anlamamasıydı. O ne büyük bir riskle karşılaştığını hiçbir zaman hesaplayamamıştı. Oradan ayrılmadan önce jandarma çavuşu, son bir tedbir olarak ve işini yapmış olmak amacıyla silahını gürültünün geldi­ ği tarafa doğru boşalttı. Yani tam Jean Valjean’ın bulunduğu ta­ rafa. Patlama derin yankılarla uzun zaman taş duvarlarda çınla­ dı. Yerdeki su birikintisine düşen bir alçı parçası Jean Valjean’ın dizlerine geldi. O zaman, adam başının üstündeki tavana mermi geldiğini sezdi. Dikkatli, yavaş adımlar uzun süre ark zemininde gürültüler yaptı. Sonra uzaklaştılar ve sesler kayboldu. Ta ötelerde kızıl bir ışığın titremeleri görüldü, sonra o da kayboldu. Sessizlik yine başladı, karanlık koyulaştı. Körlük ve sağırlık tekrar gölgeleri sardı. Bir süre hareket etmeye cesaret edemeyen Jean Valjean, dayandığı duvarın yanında bekledi. Hâlâ kulak veriyordu. Göz­ lerini açıp karanlığı delmeye çalıştı. Devriyenin gözden silinişini izledi. 3 TAKİP Polisin hakkını teslim etmek gerekir. En belalı anlarda bile işi­ ni asla savsaklamaz, hiç şaşmadan yapardı. Bir isyan onun için görevin hoşlanmasını gerektiren bir neden olamazdı. Böyle bir şey oldu diye suçluları öylece bırakamazdı. Hükümet tehlikede diye, kamunun güvenliğini riske atamazdı. Olağanüstü hizmeti­ nin yanı sıra, polis günlük işlerini de yapıyordu. Muhtemel bir ih­ tilalin öncesinde, ortasında bile polis, yine de de suçluları izle­ meye ara vermezdi. 1252

6 Haziran’ın akşam üstü, böyle bir olay olmuştu. Seine Neh­ rinin sağ bayırında, İnvalidesler Köprüsünde. Buralarda artık bayır yok, görüntü iyice değişti. Bu bayırda, aralarında belirli bir uzaklık bulunan iki kişi birbirlerini izliyorlar­ dı. Aslında biri diğerinden kaçıyordu. Önden giden uzaklaşmaya çalışıyor, arkadan gelen yaklaşmaya. Uzaktan oynanan bir satranç oyunu gibiydi bu. ikisi de telaş­ sızdı ve ağır ağır yürüyorlardı. Sanki kaçan telaşıyla, kovalaya­ nı kışkırtmak istemezcesine. Bir avı kovalayan bir açlık, bunu fazla belli etmeden yapıyor­ du. Oysa sinsi av da kendisini koruyordu. Tıpkı kovalan bir san­ sarla bir av köpeğinin arasında olması gereken mesafe özenle korunuyordu. Kaçmak isteyen yalın, sıska bir adamdı, oysa be­ riki onu yakalamak isteyen iri kıyım bir adamdı. Onun her açıdan zorlu biri olduğu belliydi. Kaçan zayıf olduğunu bildiğinden, kaçıyordu, fakat bunu öf­ keyle yapıyordu. Onun yakından gören biri gözlerindeki kin pa­ rıltısını sezerek bu korkunun tehditle karışık olduğunu hemen anlardı. Bayır tenhaydı. Kimsecikler yoktu. Hatta karşı yakaya ulaştı­ ran sandalcı bile yoktu. Kıyıda duran kayıklar boştu. Kayıkçılar da görünmüyordu. Rıhtımı karşıdan izleyen biri o adamları net biçimde seçebi­ lirdi. Bunlardan biri pılı pırtı içinde, saçı sakalına karışmış, zayıf, hırpani bir serseriydi. Diğeri klasik ve resmi kılıklı bir memur. Yetkenin redingotunu ta çenesine değin çekmişti. Okur, yakından görse, bu iki adamı da hemen tanırdı. İkincinin gayesi neydi? Herhalde, kendisinden kaçan o adama daha sıcak giysiler vermek. Devletin üniformasını giyinmiş memur, pılı pırtı içindeki birini izlerse onu devlet tarafından giydirmeye niyetlidir. Fakat giysinin rengi ne olacaktı? Maviler giymek, onur vericidir, fakat kırmızı uygunsuz! 1253

Baldırıçıplakların, haytaların kızılı vardır ki, ilk kaçan adam böyle sevimsiz bir renge bürünmek istemediğinden, kaçıyordu. İkincisi, yani izleyen onun uzaklaşmasına, önden yürümesi­ ne izin veriyorsa, onun önemli bir iş toplantısına, iş arkadaşlarıy­ la buluşmasına fırsat vermek içindi. Böylece bir taşla iki kuş vu­ racaktı. Bu fikrini pekiştiren bir şey oldu. Ceketi ilikli adam, o anda ba­ yırdan inen bir araba görüp hemen arabacıya işaret etti. Araba­ cı onu görür görmez, tanımış olmalıydı ki, o da atının başını ters çevirdi ve adım adım o iki adamın ardı sıra gitmeye başladı. O döküntü kılıklı adam, önden gittiği için, bu araba hamlesini fark etmemişti. Araba, Champs Elysées Caddesinin ağaçları altında gidiyor­ du. Korkuluk üzerinden, elinde kamçısı arabacının gölgesi görü­ lüyordu. Polislere verilen önemli ve gizli emirlerinden biri de «daima çevrede bir araba bulundurmaları» emridir. Eşsiz bir taktikle davranan iki adam, izlenen ve izleyen, rıhtı­ mın bir bayırına yaklaştılar. O yıllarda, Passy’den gelen araba sürücüleri, nehirden atlarına su içirmek için burayı seçerlerdi. Ne yazık ki, artık burayı yok ettiler. Atlar susuzluktan ölüyor, ama manzara biraz bakılır oldu. Döküntü kılıklı adam şu bayırdan çıkıp Champs-Elysées ta­ rafına kaçmayı düşünüyordu. Gerçi orası ağaçlıydı, fakat hemen her yerde polisler olduğundan, adam kendisine hemen yardım bulurdu, izlenen adam belayı sezdi. Rıhtımın bu noktası Moret tarafından 1824 yılında Albay Brack eliyle getirilen ve I. Franço­ is Evi denilen eve yakındı. Orada bir karakol vardı. ihtiyarın durumu giderek kötülüyordu. Nehre atlamak dışında umarı yoktu. Rıhtıma varma şansı da yoktu, ne basamak vardı, ne de ba­ yır. Seine Nehrinin İéna Köprüsüne doğru yarattığı bir dirseğe yakınlardı, orada daha da daralan bayır, suda kayboluyordu. Ka­ 1254

çan hergele, sağda yükselen dik duvar, solda ve karşısında ne­ hir ve ardındaki otorite adamının arasına kıstırılmıştı. Aslında şöyle bir durum vardı; altı-yedi ayak eninde, bir süp­ rüntü yığını çamurla karışarak yükseliyordu. Yoksa adam, dökün­ tülerin içine girmeyi mi düşünüyordu? Fakat bu da çözüm değil­ di. Hırsızlar ne kadar saf olsalar, bu kadar ahmak değillerdir. Moloz artıkları, kıyıda rıhtım duvarına dek burun gibi uzayan bir çıkıntı yapmıştı, izlenen adam, bu çıkıntıya geldi, tepenin ar­ kasına geçip bir an için ortadan kayboldu. Kendisini izleyen adam onu seçemiyordu. Göze görünmediğini fark eden .izleyici bütün önlemleri sav­ sakladı ve daha seri adımlarla o molozların üstüne tırmandı, orada çevresine baktı ve derin bir hayrete kapıldı, çünkü izledi­ ği adam hemen uçuvermişti. Molozlu bayır, birkaç adım sonra suda kayboluyordu. Kaçak, suya atlasa kendisini izleyen adam tarafından görülürdü. Ceketli adam, bayırın ucuna değin yürüdü ve bir süre gözle­ ri suya çevrili, yumrukları sıkılı durdu. Sonra, eliyle alnına vurdu. Toprakla suyun birleştikleri yerde, kalın bir kilitle kilitli demirler­ den yapılma bir ızgara görmüştü. Bu ızgara toprağa olduğu ka­ dar suyun altına da açılıyordu. Altından bataklık gibi, simsiyah bir dere akıyordu. Bu dere de Seine Nehrine giderdi. Karanlık bir dehliz vardı burada. Polis, kollarını göğsünde birleştirdi ve yakınan bakışlarını de­ liğe çevirdi. Demir çubukları kederle izledi. Hemen sonra, yalnızca bakmakla kalmadı ve ızgarayı itmeyi denedi; sarstı, fakat ızgara epey güçlüydü, dayandı. Herhalde, az önce açılmıştı fakat nedense hiç gürültü duymamıştı, bu ka­ dar paslı bir parmaklığın sessizce açılmış olması tuhaftı. Fakat bir gerçek daha vardı, parmaklık kilitlenmişti. Demir çubukları nafile sarsan adam bu gerçeği anladı ve he­ yecanla bağırdı; «Aman Tanrım nasıl olur, hem de devletin anahtarıyla!» Öfkelendiği gibi yatıştı ve alaylı bir sesle sürekli tek heceli bir söz söyledi: 1255

«Vay canına!» Sonra ya kaçan adamın tekrar görünmesini bekledi, ya da bi­ nleriyle karşılaşma umuduyla, o molozların ardından pusu kur­ du. Kendisinin de iyi bilmediği bir sebeple, bekçi köpeği gibi inat­ la beklemeye başladı. Onun hızına ayak uyduran sürücü de arabasını rıhtım korku­ luğunun önünde durdurdu. Arabacı, müşterisini orada uzun bir bekleyişe başladığını anlamıştı, atlarının burunlarına yulaf tor­ basını taktı. Parisliler de bu alt kısmı ıslak yemliği iyi bilirler, çün­ kü kimi zaman hükümet de böyle torbaları onların başına takar. İena Köprüsünden tek tük geçenler uzaklaşmadan önce baş­ larını çevirip, manzaranın bu iki ayrıntısına bakıyorlardı. Bayırda duran adam, rıhtımdaki araba. 4 HAÇ TAŞIYAN Tekrar yürümeye başlayan Jean Valjean, bir daha durmamış­ tı. Bu yürüyüş iyice zorlaşıyordu. Bu tonozların seviyeleri gidil­ dikçe değişir. Ortalama yükseklik beş ayak vardır, yani bir insan boyu kadar. Fakat kendisi de uzunca olan Jean Valjean, üzerin­ de taşıdığı Marius’ün başını tonoz tavanına vurmamak için eğil­ mek durumunda kalıyordu. Bundan dolayı birkaç adımda bir eği­ liyor, sonra tekrar doğruluyordu, sürekli duvarı yokluyordu. Taş­ ların nemli olması ve ark tabanının yapışkanlığı elini ve ayağını zorluyordu. Şehrin batağında habire tökezliyordu. Hava delikle­ rinden süzülen ölgün ışıklar uzun aralıklarla görüldüğünden, en parlak güneş bile burada mehtap oluyordu. Arkada kalan şeyle­ ri hepsi sis, mikrop, donukluk, karanlıktı. Jean Valjean acıkmış, susamıştı. Özellikle susamıştı, fakat bulunduğu yer sulu olması­ na karşın, içilmeyen bir suydu. Tıpkı deniz gibi. Bildiğimiz gibi epeyce güçlüydü, dürüst ve sade bir hayat sürmesinden dolayı ilerleyen yaşına karşın bu gücü fazla azalmamıştı fakat yine de artık yorulduğunu anladı. Bitkinleşiyordu ve bu arada gücü azal­ 1256

dıkça yükü de ağır geliyordu. Kim bilir belki de ölü Marius epey ağırlaşmıştı. İhtiyar, taşıdığı delikanlının rahat soluk alabilmesi için onun bağrına bastı, baskı yapmayacak halde taşıyordu. Bacakları arasında farelerin hızla geçtiklerini hissetti. Hatta biri onu ısırdı. Hareket, arada bir hava deliklerinden sızan temiz hava Jean Valjean’ı zindeleştiriyordu. Lağımlar kuşağına geldiğinde, ikindinin üçü olmuştu. Bulunduğu yerin birden genişlemesine şaşırır gibi oldu. Elle­ rini yanına uzattığında duvara değemiyordu, bulunduğu dehliz bu kadar genişti, hem başı da tavana değmiyordu. Fakat kana­ lizasyon, sekiz ayak eninde ve yedi ayak yüksekliğindeydi. Montmartre lağımının, bu ana lağımla birleştiği yerde iki ye­ raltı koridoru, Provence Sokağı ile Abattoir Sokağı birleşip bir sapak oluşturur. Burada, Jean Valjean kadar zorlu ve doğru fikir­ li olmayan biri bocalar ve hatalı yola sapardı. Ama Jean Valjean en geniş yolda ilerledi, yani o kuşak kanalizasyonunda. Fakat bu kez de yeni bir mesele vardı, yokuşu çıkmak mı, inmek mi? Durumun nazikleştiğini, vakit kaybının riskli olacağını düşün­ dü. Her ne pahasına olursa olsun, Seine Nehrine varması gere­ kiyordu. Yani diğer bir deyimle bayıraşağı inmesi. O da öyle yap­ tı. Yerindeydi bu hareketi, çünkü lağımın birinin Bercy’ye, diğe­ rinin Passy’ye açılan iki çıkışı olduğunu düşünmek ve adına ya­ nılıp da onun sağdaki yeraltı kuşağına bağlı olduğunu düşün­ mek hata olurdu. Hatırlanacağı üzere, eski, Menilmontant çirke­ finden başka bir şey olmayan o ana lağım, Menilmontant tepesi altındaki çıkışı olan bir yere ulaşır. Popincoyrt Mahallesinden, Paris sularını toplayan ve onları Seine Nehrine, Amelot lağımıy­ la döken toplayıcıyla bağlantısı yoktur. Jean Valjean, dehlizdeki o yokuşu çıksaydı, bin bir emekten sonra bitkin ve ölüm halinde karanlıklarda dik bir duvara varacaktı ki, bu da onun yıkımı de­ mekti. icap ederse, geldiği yoldan geri dönüp Calvaire Kızları kori­ 1257

doruna girdikten sonra, Saint-Louis galerisine sapıp daha sonra Saint-Sebastian dehlizinden uzak durup, belki Amelot lağımına varırdı ve orada Bastille zindanının altındaki, F harfinde yolunu kaybetmediği zaman, Arsenal çevresindeki Seine Nehri çıkışın­ dan kurtulabilirdi. Fakat bu da çok epey zor bir şey olacaktı, bu nedenle, lağım ahtapotunun bütün kollarını, girintilerini ezbere bilmek gerekirdi. Fakat şu durum üzerinde düşünmek isteriz, Je­ an Valjean, Paris’in altını dolduran bu engin yeraltına ilk kez adım atıyordu, içinde bulunduğu o bitimsiz geceye dair bilgisi yoktu. Kendisine, nerede olduğunu soracak olsalar «Gecede!» derdi. İçgüdüsüne uydu. İnmek, evet kurtuluş buydu. Laffitte ve Saint-Georges sokaklarının altındaki pençemsi kollara ayrılan iki dehlizi arkada bıraktı, Antin Caddesinin altın­ daki dehlize de girmeden, inişe geçti. Madeleine’in kolu olması gereken bir yerde, biraz dinlendi. Yorgundu. Epey geniş bir hava deliğinden, herhalde Anjou So­ kağına açılan bir delikten aşağıya ışık giriyordu. Jean Valjean, bir ağabeyin yaralı kardeşe göstereceği bir sevgiyle, Marius’ü la­ ğımdaki bir taş sıraya uzattı. Mezar içinin ölü ışığına benzeyen o aydınlıkta Marius’ün kanlı yüzünü gördü; gözleri kapalıydı, saçları alnına yapışmıştı, kurumuş kırmızı boyaya batırılmış fır­ çalar gibi. Elleri cansız ve sarkıktı, kolları, bacakları buz gibiydi. Dudaklarının kıyısındaki kanlar kurumuştu. Beyaz boyunbağı da kandan kırmızılaşmıştı. Gömleği yaralarının içine girmişti ve ce­ ketinin kaba kumaşı, yaraların kanlı yarıklarına değiyordu. Jean Valjean elini onun göğsüne attı. Kalbi hâlâ atıyordu. Adam göm­ leğini yırttı ve yaraları alabildiğine sardı, böylece kan kaybını bi­ raz olsun durdurmuştu. Daha sonra bu loşlukta, baygın ve he­ men hemen soluksuz gencin üstüne eğilip ona tarifsiz bir öfkey­ le baktı. Onun üstünü ararken, iki şey buldu. Bir gün önce delikanlının unuttuğu ekmek ve cüzdan. Ekmeği yedi ve cüzdanı açtı. Eline gelen bir kâğıdın üstüne onun yazmış olduğu satırları okudu: 1258

ismim Marius Pontmercy. Cesedimi Calvaire Kızları Soka­ ğında oturan dedem Mösyö Gillenormand’ın evine götürün lüt­ fen. Marais Mahallesi No. 6 ihtiyar adam, o ölü ışıkta bunları okudu, bir zaman düşünür gibi oldu ve birkaç kez kendi kendisine tekrarladı: «Calvaire Kız­ ları Sokağı, Mösyö Gillenormand, Marais Mahallesi No. 6.» Da­ ha sonra cüzdanı Marius’ün cebine, aldığı yere koydu. Biraz güçlenmişti. Yediği ekmekle canlanmıştı. Marius’ü tekrar yüklen­ di, başı sallanmasın diye, boynunun altına yerleştirdi ve lağım­ dan inmeye başladı. Menilmontant bayırının toplayıcısı yönüne doğru uzayan ana lağımın yaklaşık iki kilometrelik bir uzunluğu vardır. Birçok yeri taş zeminlidir. Okuru aydınlatmak için belirtelim ki, Jean Valjean’ın bu yeral­ tı yürüyüşünde, altından geçtiği sokaklardan oluşan o ışık, ne yazık ki onun elinde değildi. O hangi mahallenin, hangi sokağın altında olduğunu bilmeden gidiyordu. Fakat giderek ışığın sol­ masından, güneşin ufukta alçaldığını sezebiliyordu. Başının üs­ tünde duyulan o araba sesleri de giderek seyrelmişti. İşte o za­ man adam, artık şehir merkezinden uzaklaşmış olduğunu ve dış caddelere yakın olan varoşlara yaklaştığını anladı. Jean Valje­ an’ın etrafı giderek kararıyordu. Fakat yine de gölgelerde yürü­ meyi sürdürdü. Fakat bir zaman geldi ki, bu gölge epey vahim bir görünüme büründü. 5 KADINLAR VE KUMLARIN HAİNCE İNCELİKLERİ Suya daldığını, ayaklarının altında taş zemin yerine balçık ol­ duğunu hissetti aniden. Bazen, Brötanya ya da İskoçya’nın kimi kıyılarında bir adam, yolcu veya balıkçı, deniz çekildiğinde, sahilde yürürken, birden adım atmakta zorlandığını hisseder. Ayağının altındaki kum bal­ 1259

çık gibidir, tabanı buna yapışır, bu artık kum değil, sanki bir tut­ kaldır. Aslında kumsal kurudur, ama atılan her adımda ayak kal­ dırıldığında, kumda bırakılan iz suyla dolar. Göz hiçbir değişiklik fark etmemiştir. O engin kumsal, sakin ve pürüzsüzdür, kum da öyle. Hiçbir şey tabanın sağlam olup olmadığını göstermez. Yol­ cunun ayakları etrafında, o deniz böceklerinin keyifle uçuştukla­ rı görülür. Adam, yoluna gider, yürür. Sahile yaklaşmaya uğraşır. Hiç de kaygılı sayılmaz, olması gerekmez ki? Nedense, attığı her adımda, sanki ayaklarının ağırlaştığını sezer. Sonra gömülür, birkaç parmak kadar. Demek ki sağlam yolda değil. Yönünü saptamak için biraz durur. Sonra ayaklarına bakar, ne görse iyi? Ayakları kaybolmuş. Kuma batmış. Ayakla­ rını kumdan çeker, geldiği yoldan dönmek ister, iyice derine sap­ lanır. Bu kez kum ayak bileklerini kaplar, sağa gider, kum dizle­ rine kadar gelir, işte o zaman korkar, kaygan kumlara daldığını, balığın yüzemeyeceği gibi, insanın da yürüyemeyeceği lanetli bir kum batağında olduğunu anlar. Üzerinde yükü varsa fırlatır, batacak bir gemi gibi yüklerinden kurtulur, ama geç kalmıştır, kum dirseklerine kadar çıkar. Seslenir, şapkasını sallar, mendili­ ni dalgalandırır, kum onu iyice yutar. Kıyıları tenhaysa, sağlam zemin uzaklardaysa, çevrede canından vazgeçmeye hazır bir yiğit bulunmuyorsa, bu biçare adam batmaya mahkûmdur. Bu müthiş ve hiç bağışlamayan zalim, önlenmesi olanaksız gömül­ me onu aldı demektir. Saatler boyu sürecek, yavaş bir ölümle yüz yüzedir. Genç, zinde birini, en olmayacak anda yakalayan bu kaygan zemin, bu bataklık, kurbanını her an içine çeker. Her attığınız çığlık, yaptığınız her hareket, daha çok batmanıza ne­ den olur. Direnmenizden ötürü sizi cezalandırmak istercesine gi­ derek batırır. Böyle bir belayla karşılaşan adamın çevresine ufuklara, ağaçlara, yemyeşil otlaklara, ovadaki köylerin bacala­ rından yükselen dumanlara, yelkenlilere, gemilere, deniz üzerin­ deki kuşlara, güneşe göklere bakmaya epeyce vakit bulur. Bat­ mak, kabaran deniz haline gelen bir mezar, toprağın derinlikle­ 1260

rinden canlılara değin yükselip onları yutan bir mezardır. Her an acımasız bir kazmacıdır. Biçare kurban oturmak, yatmak, sürünmek ister, ama habire gömülür. Bu durumu anladığında kederle iç çeker, bulutlara yal­ varmak için kollarını yukarı kaldırır, çaresizliğe kapılır. İşte ta karnına değin kumlara gömüldü, ellerini uzatıp, öfkeli çığlıklar atar, tırnaklarını kumlara batırıp tutunmayı dener, kendisini ku­ şatan bu çemberden çıkmak için, dirsekleriyle kuma abanır, ke­ derle hıçkırır, kum iyice yükselir. Omuzlarına, boynuna çıkar, yalnızca yüzü açıktadır. Ağız bağırır, kum ağza dolup, onu sus­ turur, yine bakar, kum onları da kapatır, sonra alın da yok olur. Birkaç tel saç görünür, bir el kumlardan çıkıp titrer, sallanır ve kaybolur. Bir insanın korkunç mahvoluşu! Bazen, binici atıyla beraber kumlara batar, bazen, sürücü arabasıyla. Kumsal onları yutar. Bu, su dışındaki bir yerde olu­ şan deniz kazasıdır. İnsanı öldüren topraktır. Suyla dolan toprak bir tuzak haline gelir. Bir ova gibi görünür, bir su gibi açılır. Uçu­ rumların alçaklıkları... Denizin rastgele bir sahilinde normal olabilen bu korkunç se­ rüven otuz yıl kadar önce Paris lağımında epeyce görülen kor­ kunç bir olaydı. 1833’te başlatılan o çalışmalardan önce Paris’in yeraltı galerilerinde birden çöküntüler oluşurdu. Fazla sağlam ol­ mayan topraklar su sızdırır, boyuna sızan su da betonu eritirdi. Zemin taş ya da betondan olsun, böyle çöküntülerle sık sık kar­ şılaşılırdı. Böyle bir zeminde bir kıvrım, bir çatlak, bu da çökün­ tü demekti. Ark zemini belirli bir uzunlukta çökerdi. Bu tür çökün­ tülere «Fontis» denilirdi. Fontis ne demek? Deniz sahillerindeki kaygan kum, bu bir lağımda Mont Saint-Michel kumsalıdır. Sü­ rekli ıslanan zemin, sanki kaynama halindedir, bütün molekülle­ ri yumuşak, kaygan bir tabanda sanki boşlukta kalmışlardır. Bu ne toprak, ne de su olur. Zaman zaman, hayli derinliklere gider. Dünyanın en müthiş olayı, böyle bir tesadüfün kurbanı olmaktır. Eğer, böyle balçık ya da kumlarda su oranı daha yüksek ise ölüm daha hızlı olur, eğer toprak, üstün geliyorsa, ölüm kurbanı­ 1261

nı usulca inleterek, kendine çeker, bu da gömülmek anlamına gelir. Ölümün böylesini düşünmek de tüyler ürpertir. Sahilde, mavi gökler altında bile, böylesi batmalar korkunç olduğuna göre, bir lağımda bir gömülmenin dehşetini tarif edecek kelime bulun­ maz. Açık hava, aydınlık ufuklar, hayatın damla damla sızdığı bulutlar altında, öteden yelkenli ve kayıkları izleyerek, binde bir yardım ihtimali olsa bile, karanlıklar içinde, şu kötü kokular ara­ sında mezarların en tiksindiricisine, en korkuncuna gömülmek katlanılmazdır... Çirkefe bata bata ölmek, lağımlı bir pençeye yakalanıp taş bir kutuya kapanmak, pislikler içinde can vermek, kumsal yerine ça­ mur, balçık, atıklar; fırtına yerine sülfürlü hidrojen; açık hava ye­ rine lağım; yardım istemek için seslenmek, diş gıcırdatmak, çır­ pınmak, kıvranmak ve hiçbir şeyden haberi olmayan üzerinizde­ ki koca şehrin altında ölmek. Bu halde ölmek ne de kötüdür. Zaman zaman ölüm bile bir tür ağırbaşlılıkla, acımasızlığı gizler. Odun yığınında yakılmak, deniz kazasında ölmek, çoğu zaman yüce bir son olur. Deniz dalgalarında olduğu gibi, alevlerde de bir ihtişam kazanılır. İnsan ölürken en azından gözlerde büyür. Fakat burada bu da imkân­ sızdı. Tam aksine, ölüm burada çirkefe, onu bile geçen bir tiksin­ diricilik kazanırdı. Böyle ölmek gurur kırıcıdır. Son anlar bile yüz kızartıcı olur. Çamur utanç demektir. Küçümseyici, çirkin ve ha­ in. Clarence gibi, bir şarap fıçısında gelen ecele sözümüz yok, ama Escoulbeau gibi lağımda ölmek korkunç. Böyle bir yerde çırpınmak bile iç kaldırıcı olur, insan bir yandan can çekişirken, öte yandan debelenir. Cehennemi oluşturacak kadar gölge bu­ lunduğu gibi, lağımı da oluşturacak pislik vardır. Ölen, öldükten sonra, ne olacağını da bilemez. Bir hortlak mı, yoksa bir kurba­ ğa mı? Lanetini her yere taşıyan mezar, burada tiksinçtir. Toprak çöküntülerin derinliklerinin değişkendi, boyları ve de­ rinlikleri bulundukları yere bağlıydı. Bazı çöküntüler bir-bir buçuk 1262

metre derinliğindedir, bazıları iki ya da beş metre derinlikte ka­ dar. Daha da derin olabileceği gibi, bazen dibine ulaşılamazdı. Yer yer sağlam olan balçık, ansızın sıvıya dönüşürdü. Mesela, Linkere çöküntüsünde gömülü insan ölünceye dek bütün gün çırpınır, oysa Philippeaux batağında beş dakikada can verirdi. Çamurlar koyuluğuna göre yük taşır. Örneğin, yetişkin bir er­ keğin boğulduğu yerden, bir çocuk kurtulabilir. Kurtuluşun ilk ku­ ralı yüklerden arınmak, ayaklarının altında zeminin yumuşadığı­ nı duyan kanalizasyon işçisinin ilk işi, omuzundaki gereç çanta­ sını, küfesini hemen uzağa fırlatmak olurdu. Kendisini kurtarmak için böyle yapmaya mecburdu. Toprak çöküntülerinin farklı sebepleri olur. Toprağın yumu­ şaklığı, kişinin erişmediği bir derinlikteki çöküntüler, yaz sağa­ nakları, kışın yağmurlar, karlar. Zaman zaman kanalizasyon hal­ kasının üstünde yükselen evlerin ağırlıkları, özellikle evlerin te­ melleri kumluk veya marn türü bir topraksa. Çoğu zaman böyle­ si yükler yeraltı dehlizlerinin kubbelerine basınç yapıp onları çö­ kertirdi. Zaman zaman da tabanı bu yükün altında yarıklar oluş­ tururdu. Yüz yıl önce Pantheon’un yığınları, Sainte-Genevieve Dağındaki galerilerin bir takımınıp aşınmasına neden olmuştu. Evlerin basıncı altında bir lağım çöktüğünde, bu durum önce so­ kaktan belli olurdu. Sokak kaldırım taşları arasında testere diş­ leri gibi yarıldıkları görünürdü. Fakat çoğu zaman da bu içten yı­ kım, dıştan belli olmazdı. İşte o zaman, lağımcılar yandı. Önlem almadan yıkık lağıma girdiklerinde işleri tamamdı. Eski zaman kayıtlarında böyle toprağa gömülmüş lağımcılardan söz edilir. Örneğin, Carme-Prenant Sokağının altındaki balçıkta boğulan lağımcı, Blaise Poutrain isimli biri. Biaise Poutrain, 1785 yılında kapanan İnnocentslar mezarlığında çukur kazan mezarcı Nico­ las Poutrain’le kardeşti. İsmini andığımız sevimli ve alımlı soyludan biraz söz etmek isteriz. Escloubeau Vikontu, Lerida seferinin yiğitlerinden biriydi, kuşatmaya ipekli çoraplar ve kemancılarla katılan Vikont bir ge­ ce sevgilisi, ve kuzini düşes de Sourbis’in evinde düşesin koca­ sı tarafından yakalanmamak için kaçarken Beautreillis lağım çu­ 1263

kuruna gizlenmişti. Oradaki bir çirkefte boğuldu. Bu korkunç ölü­ mü duyduğunda, alımlı Vikontun metresi, eter koklamaktan ağ­ lamaya fırsat bulamamıştı. Böyle hallerde aşk da önemsizleşir. Çirkef ateşi söndürür. Héro, Leandre’in cesedini yıkamaktan çe­ kinir, Thisbée Pyrame’in cesedi karşısında burnunu tıkayıp, «İğ­ renç» diye söylenir.

6 FONTİS ihtiyar adam, bir çukurun önündeydi. Champs Elysées Mahallesinin altındaki lağımlarda, o yıllarda sık sık böylesi çöküntüler olurdu. Çünkü oranın toprağı sulu ça­ lışmalara fazla uygun değildir. Epey sulak olan bu yeraltı galeri­ si, Saint-Georges Mahallesindeki kumların bile kayganlığını ge­ çer. Bu kumlar, sadece su ile karışık beton, Martyrs Mahallesin­ den, sıvı halinde bulunan gazların çözülmelerini önlemek için dehliz boyu kalın borular döşetildi ve böyle önlendi. 1836 yılın­ da, Saint-Honoré Mahallesinin altını kazdıklarında, şu sırada Je­ an Valjean’ın içinde yürüdüğü eski taş lağımdaki su taşmaları çalışmaları o kadar aksatmıştı ki, bu çalışma altı aydan fazla sürdü. Orada konakları ve arabaları bulunanlar, buna karşı çık­ mışlardı. İş zor, çok da riskli oldu. Fakat şu gerçeği de akılda tutmak gerekir ki, dört buçuk ay yağmur yağmış ve Seine Nehri üç kez yükselmişti. İhtiyarın karşılaştığı o lağım çukuruna bir gün önceki yağmur­ lar neden olmuştu. Alttaki bölüme yerleştirilen taşları birbirine bağlayan kumların sızdırması sonunda, bir su akıntısı oluşmuş­ tu. Bu akıntıdan hemen sonra, çökme oluştu. Parçalanan ark ta­ banı balçıkta erimişti. Uzunluğunu anlamak imkânsızdı. Fakat burada karanlık epey yoğundu, her yerden daha kesifti. Gece mağarasında çamur hendeği. İhtiyar adam, ansızın ayaklarının yerden kesildiğini fark etti. 1264

Bu çamura girdi, yüzeyi çamurdu. Buradan geçmekten başka yolu yoktu. Geri dönmeyi düşünmüyordu. Marius ölmek üzerey­ di, Jean Valjean yorgundu. Nereye gidebilirdi ki? Jean Valjean yürüdü. Bataklık fazla de­ rin değildi. Fakat ilerledikçe ayaklarının iyice battığını hissedi­ yordu. Hemen sonra, ayak bileklerine değin çamura ve suya gö­ müldü. Yürüyor ve Marius’ün ıslanmasını engellemek için, onu daha yüksekte tutmaya uğraşıyordu. Hemen sonra çamur dizlerine ve su ta beline yükseldi. Ama bela şu ki, artık gerileyemezdi. Gide­ rek çamura batıyordu. Aslında bir adamın yükünü bile taşıyama­ yacak ölçüde koyu olan bu çirkef iki kişinin yükünü nasıl taşırdı. Marius ve Jean Valjean tek başlarına olsalar buradan kurtulabi­ lirlerdi. Jean Valjean belki de bir ceset olan yükünü taşıyarak yü­ rüdü. Koltukaltına değin yükselmişti su, az daha batacaktı. İçinde bulunduğu balçıkta, güç bela kımıldayabiliyordu. Marius’ü dü­ şürmemek için epeyce güç harcayarak ilerledi, ilerledi ama gide­ rek de batıyordu, artık yalnızca başı ve Marius’ü taşıyan kolları su dışında kalmıştı. Eski dinsel kitaplarda tufanın böyle bir res­ mi vardır, çocuğunu başı üstünde taşıyan genç annenin resmi... iyice battı, soluklanabilmek için boynunu uzatıp başını geriye attı. Onu böyle gören biri, suda yüzen bir maske gördüğünü sa­ nırdı. Jean Valjean kendi başının üstünde tuttuğu Marius’ün o renksiz yüzünü seçebildi, çaresizce çabaladı, ayağını öne attı, derken ayağı sağlam bir şeye takıldı, bir dayanak noktası. Tam vaktiydi. Hızla dikildi ve hırsla, bu dayanak noktasına kenetlendi. Ken­ disini yukarı çıkaracak bir basamakta olduğu hissini yaşadı. Nihayet rastladığı bu dayanak noktası, ark tabanının diğer bayırıydı, kırılmadan su altında kıvrılan bu ark tabanından yuka­ rı çıkabilirdi, iyi yapılan taş zemin, son anda Jean Valjean’la ta­ şıdığı delikanlının canlarını kurtarıyordu. Jean Valjean iyice tu­ tunduğu bu noktadan faydalanacaktı. Artık tehlike yoktu. Oradan çıkar çıkmaz ayağı bir taşa geldi ve onu dizleri üstü­ 1265

ne düşürdü. Fakat Jean Valjean bunu epey uygun buldu. Bir sü­ re ruhunu Tanrı'ya yönelterek dua etmeye başladı. Tekrar kalktı, üşümüştü, ürperdi, donmuş gibiydi. Kötü koku­ yu da, şu çamurla ıslanmış bedeni de hâlâ taşıyordu. Fakat ru­ huna tuhaf bir ışık boşalmıştı. 7 KİŞİ KURTULDUĞUNA SEVİNİR SEVİNMEZ, TEKRAR KARAYA OTURUR O lağımda ölmemiş, ama gücünü tüketmişti. Bu son gayreti, onu dermansız bırakmıştı. O kadar bitkindi ki, birkaç adımda bir soluk almak için durup duvara dayanıyordu. Bir kezinde Marius’ü daha rahat taşıyabilmek için, taş sıralar­ dan birinin üstüne çöktü ve bir daha kalkamayacağını düşündü. Gücü belki tükenmişti, ama istemi, o güçlü içgüdüsü onu hâlâ ta­ şıyordu. Yeniden fırladı. Çaresizlikle hızlı hızlı yürüdü ve başını bile kaldırmadan, yüz adım kadar gitti. Soluk bile almaya korkuyordu. Ansızın duvara çarptı. Lağımın bir başka sapağına varmıştı ve başını kaldırma­ dan giderken o sarp duvarla karşılaşmıştı. Başını kaldırdı ve ye­ raltı galerisinin diğer ucunda, ötede, epey uzaklarda bir ışık gör­ dü. Fakat bu, saatler önce gördüğü lanet ışık gibi korkutucu de­ ğildi, gün ışığıydı. İhtiyar, çıkışı görmüştü. Daraldığı o cehennem fırınında lanetlenmiş ruh, ansızın na­ sıl bir kurtuluş yolu görürse, şu anda Jean Valjean'ın duyguları­ nı anlardı. Jean Valjean artık yorgunluğunu hissetmediği gibi Marius’ün ağırlığına da hissetmedi. Tüy gibi hafifti. Ansızın ka­ natlanır gibi oldu. Gerçi giderek daralan tavan daha alçaktı, ga­ leriden dardı. Tünel sanki bir hunide sonlanıyordu. Tıpkı cezaev­ lerinde olduğu gibi, aslında epey anlamsız ve gereksiz bir daral­ ma. Hem bir kanalizasyon için de anlamı olmayan bir şey. 1266

İhtiyar, o açıklığa vardı. Orada durdu, görünüşe, paslı menteşelere bakılırsa, orayı açmak kolay değildi. Çıkışa varmıştı, çıkamıyordu. Ne terslik! Çıkış kapısı epey sağlamca kilitlenmişti. Anahtar deliği ve ki­ lide girmiş sağlam kilit dili de görünüyordu. Herhalde burasını ki­ litlemek için, anahtarı iki kez çevirmişlerdi. Bu Paris'te hayli re­ vaçta olan zindan kilitlerindendi. Korkuluğun dışında açık hava, nehir, gün, ışık, epey dar fa­ kat üstünden yürünecek kadar geniş bayır, ötelerdeki rıhtımlar ve şu rahatça saklanan uçurumu oluşturan Paris görünüyordu. Geniş ufuklar, özgürlük, hayat. Sağda akıntı aşağı, İena Köprü­ sü, solda Invalidesler Köprüsü. Burası epey elverişli bir yerdi, buradan çıkmak için karanlığı beklemeliydi. Rahat kaçılırdı. Hem Paris’in en tenha yerlerinden biriydi, Gros-Caillou karşısın­ daki bayır. Saat akşamın sekiz buçuğu olmalıydı, güneş epeyce alçal­ mıştı, birazdan batacaktı. İhtiyar adam, bir süre Marius’ü ark tabanının kuru yerine bı­ raktı, sonra parmaklığa yaklaşıp demir çubukları yokladı. Sarstı, epeyce sarstı, boşuna, parmaklığı kımıldatamadı. Jean Valjean çubukları tek tek kavradı, en çürüğünü çekip kopartarak, bunu bir kaldıraç gibi kullanmayı düşündü. Belki bununla parmaklığı kaldırır ya da kilidi kırabilirdi. Fakat mümkün değil, hiçbir şey kı­ pırdamadı. Bu demir parmaklıklar taş gibi sağlamdı. Kaldıraç sağlama umudu da kırıldı, kaçma fırsatı da. Kapıyı açmanın başka çaresi yoktu. Böyle kalacaklar mıydı? Ne yapacaktı? Bu serüven nasıl so­ na erecekti? Geri dönmek, o korkunç yoldan tekrar geri dön­ mek? Jean Valjean’ın buna dermanı yoktu. Demin boğulmaktan güç bela kurtulduğu o lağıma girmeye bir daha asla cesaret ede­ mezdi. Hem oradan geçse bile bu kez galerilerde olan polislerin eline düşerdi! Talihi ona ikinci kez yardım eder miydi? Bütün çıkışlar bu halde olabilirdi. Buradan kaçmak bir ceza­ evinden kaçmaktan daha güçtü. 1267

Umutları tükenmişti. Jean Valjean’ın bütün gayreti boşunay­ dı. Tanrı istemiyordu belki de. Ölümün o büyük ve karanlık örtü­ sü onları kuşatmıştı. Jean Valjean, korkunç örümceğin o simsi­ yah iplikleri üzerinde, gölgelerde koştuğunu hissediyordu. Belini parmaklığa verdi ve kaldırıma oturmak istedi, ama hâ­ lâ hareketsiz duran Marius’ün yanına yığıldı ve başını dizlerinin arasına koydu. Çıkış yoktu. Artık azabı katlanılmaz düzeydeydi. Epey acı çektiği bu sırada, ne düşünüyordu ki? Sadece genç kızı düşünüyordu.

8 CEKETİN YIRTILAN PARÇASI Bu kriz anında ansızın bir el omuzuna dokundu ve kısık bir ses: «Bölüşelim,» dedi. Bu delikte biri! Hiçbir şey çaresizlik kadar hayale benzemez. Jean Valjean, hayal gördüğünü sandı. Ayak sesi bile duymamış­ tı. Nasıl olurdu? Ansızın başını kaldırdı. Tam önünde birini gördü. Üzerinde yırtık bir gömlek, çıplak ayak, pabuçlarını sol elinde tutan bir adamdı. Herhalde Jean Valjean’in yanına usulca yak­ laşmak için çıkarmıştı. ihtiyar, bir an bile bocalamadı. Hiç olmayacak bir şey olması­ na rağmen, o adamı tanıyordu. Sabık hancıydı. Sarsılarak uyandırılmış biri gibi olan Jean Valjean, her türlü şeye hazır olmasına ve kritik hallerden kurtulmayı bilmesinden dolayı, hemen kendine geldi. Aslında içinde bulunduğu durum­ dan daha kötüsü olamazdı. Hancı bile bu geceyi artık koyulta­ mazdı. Bir an sessizlik oldu. Hancı, elini alnına kaldırıp gözlerini siper etti, daha sonra göz kırpıp, kaş çattı, dudaklarını kıstı ve karşısındakini tanımak iste­ yen bir yüz ifadesine büründü. Fakat başaramadı. Jean Valjean arkasını ışığa çevirmişti, hem saçı başı o kadar perişan, yüzü 1268

çamurla lekeli, kana bulanmış müthiş bir durumdaydı. Gün ışı­ ğında bile onu tanımak güçtü. Çıkıştan süzülen o zayıf ışık, onun solgun yüzüne karanlık gölgeler vermişti, ama Jean Valjean hemen hancıyı tanıdı. On­ ların durumlarındaki eşitsizlik Jean Valjean için avantajlıydı. Kar­ şılaşma tanınmayan Jean Valjean ile maskesi düşen Thenardi­ er arasında geçiyordu. ihtiyar adam, onun kendisini tanımamış olduğunu hemen an­ ladı. Güçlerini karşılaştırmak istercesine, bir süre birbirlerine ba­ kakaldılar. Sessizliği hancı dağıttı: «Buradan nasıl çıkacaksın?» Jean Valjean yanıt vermedi. Beriki sürdürdü: «Kapıyla uğraşmanın faydası yok, fakat yine de buradan çı­ kıp gitmeye mecbursun.» «Evet,» dedi Jean Valjean. «İşte bu yüzden bölüşelim.» «Ne demek istiyorsun?» «Sen adamı öldürdün, bende anahtar var.» Hancı, parmağıyla Marius’ü gösterdi ve: «Seni tanımıyorum, fakat yine de sana yardım etmek isterim. Sen bizden biri olmalısın...» İhtiyar adam, anlamaya başladı, hancı, onu bir katil sanmış­ tı. Thenardier tekrar başladı: «Adamı boşuna öldürmedin, cepleri dolu olmalı. Paranın ya­ rısını bana ver, ben de sana kapıyı açayım.» Adam gömleğinin cebinden büyük bir anahtar çıkarttı. «Kurtuluş anahtarının nasıl olduğunu görmek ister misin? iş­ te, bak.» İhtiyar, serseme dönmüştü. O kadar ki, bir ara yanlış duyup, yanlış görüp görmediğinden emin olamadı, kader ona güler yüz­ lü davranıyordu, koruyucu meleği, hancının şekline bürünüp, yerden bitmişti. 1269

Hancı elini yırtık cebine soktu ve epey kalın bir ip alıp Jean Valjean’a uzattı: «Sana şu ipi de veririm.» «Ne yapacağım ki?» «Aptal, cesedi nehre atmayacak mısın? Sana bir ip gerekli. Herifin ayağına bir taş bağla ki dibi bulsun. Yoksa, ceset yüzeye çıkar.» Jean Valjean robot gibi, ipi aldı. Şu anda ne yaptığının farkın­ da bile değildi. Hancı aklına yepyeni bir fikir gelmiş gibi, parmaklarını oynat­ tı: «Ahbap, şu çirkeften çıkabilmeyi nasıl başardın. Ben oradan geçmeyi göze almazdım. Pöf, çok iğrenç kokuyorsun...» Bir duraklamadan sonra ekledi: «Sana habire soru soruyorum, yanıtlamamakta haklısın. Hâ­ kimin karşısındaki sınav için bir hazırlık olur. Hem hiç konuşma­ mak, kısık sesle konuşmaktan iyidir. Aslında umurumda değil, yüzünü görmediğim gibi ismini de bilmiyorum, fakat yine de, se­ nin nasıl biri olduğunu anlamadım sanma. Anlaşıldı, sen şu ada­ mı biraz hırpaladın, şimdi de onu bir yerlere atmak istiyorsun. Sana şu nehir gerekir, nehir sır küpüdür. Ben seni kurtaracağım, başı dertte olan iyi birine yardım etmek epey hoşuma gider.» İhtiyar sustuğu için onaylarken, bir yandan da onu konuştur­ maya çalıştı. Onu yandan görmek için, bir dirsek attı, sesini faz­ la yükseltmeden: «Şu çirkeften yakayı kurtardığına göre, sen müthiş birisin! Herifi neden orada bırakmadın?» dedi. Jean Valjean sessizdi. Hancı o zayıf boğazını kravatıyla örterek, ağırbaşlı bir adam ifadesi almak istediğini gösterdi. «Belki de iyi yaptın. Yarın deliği kapatmak için gelen işçiler orada cesedi bulurlar ve araştırma sonunda senin izini bulurlar. Biri lağımdan geçmiş? Kim? Nasıl biri? Onu çıkarken gören var mı? Polis ahmak değildir, yani... Lağım alçağın biridir, suçluyu hemen yakalatır. Böyle bir olay sık olmadığından, hemen şüphe 1270

çeker. Oysa nehir herkesin malı, bütün şehirliler oraya ceset ata­ bilir. Bir ay sonra adamı Saint-Cloud’da ağlardan çıkarırlar. Fa­ kat artık o çürüyüp gitmiştir. Onu kim öldürdü? Paris. Adalet, bu­ nu dert etmez bile, işbilir birisin.» Hancı konuşuyor, beriki susuyordu. Hancı onun omzunu yumrukladı: «Haydi bu işi bitirelim. Bölüşelim. Sen anahtarını gördün, ba­ na cüzdanını göster.» Hancı döküntü paçavralı, yabanıl, tehdit edici, fakat yine de içten davranıyordu. Tuhaf bir tavrı vardı. Davranışları epey şüp­ he çekiciydi. O kadar rahat görünmüyordu. Gizemli tavırlar takı­ nıyor, yarım sesle konuşurken, arada bir elini dudaklarına atıp «Sus» diyordu. Bunun nedenini anlamak kolay değildi. Çünkü burada ikisi dışında kimse yoktu. Jean Valjean belki başka hay­ dutların da saklanmış olabileceklerini düşündü. Belki de hancı yakınlarda olan arkadaşlarıyla parayı paylaşmak istemiyordu. Hancı bir daha sordu: «Haydi uzatma ahbap, şu adamın üstünde ne kadar para vardı?» İhtiyar, elini ceplerine attı. Sürekli yanında yüklü para taşırdı. Habire kaçmak zorunda kaldığı yıllardan kalan bir alışkanlık, onda bir ilke olmuştu. Fakat nedense bu kez gafil avlanıyordu. Bir akşam önce o muhafız üniformasını giydiğinde, cüzdanını almayı unutmuştu, yeleğin­ deki kesede yalnızca bozukluklar vardı. Yaklaşık otuz frank ka­ dar. Çamura batmış ceplerini tersyüz etti ve taş sıranın üstüne bir altın parayla iki beş franklık gümüş ve altı-yedi metelik attı. Hancı manidar bir küçümsemeyle: «Vah biçare,» dedi, «yok pahasına gitmiş aslında!» Sonra, büyük bir utanmazlıkla, Jean Valjean'ın ve Marius'ün ceplerini yoklamaya başladı. Yüzünü göstermemek için, sırtını ışığa veren Jean Valjean bunu engellemedi. Hancı, Marius’ün ceketini yoklarken, Jean Valjean’a sezdirmeden ceketin eteğin­ den bir parça alıp yırtık gömleğinin altına sakladı. Bir gün, bu ku­ 1271

maş parçasının, katili ve maktülü bulmaya yarayacağını düşü­ nüyordu. Araması da boş çıktı, çünkü o otuz franktan fazlası yoktu. «İnanılır gibi değil, ikiniz de birbirinizden çulsuzmuşsunuz ya­ ni, daha fazla paranız yok ha...» Demin, «bölüşelim» dediğini unutup, paraların hepsini cebe attı. Bir ara o büyük metelikleri alıp almamakta bocaladı, sonra homurdanarak onları da aldı: «Buna beleş cinayet denir.» Bu beyanından sonra, gömleğinin altındaki anahtarı çıkardı: «Haydi ahbap, artık çık. Burası panayır gibidir, çıkarken öderler. Sen de ödedin çık.» Gülmeye başladı. Tanımadığı birine bu anahtarı vermekle ve bu kapıdan kendi­ si dışında birini çıkarmakla, bir katili kurtarmak mı istemişti? Bu­ nu iyi niyet ve temiz duygularla mı yapmıştı? Bundan emin de­ ğiliz! Hancı, Jean Valjean’a Marius’ü yüklenmesi için yardım etti ve sessizce, kendisine ardı sıra gelmesini söyledi. Dışarı baktı ve parmağını dudaklarına bastırdı ve bir süre bekledi, izleme işini yaptıktan sonra, anahtarı kilide soktu. Kilidin dili kaydı, kapı ken­ di üzerinde çevrildi. Ne ses duyuldu, ne de gıcırtı. Bu iş epeyce yavaş oldu. Herhalde bu parmaklık kapısı ve kilit, kimi zaman yağlanıyor ve sanıldığından daha fazla kullanılıyordu. Bu ses­ sizlik, bu yumuşaklıkta, bir uğursuzluk vardı. Gece işi yapan ser­ serilerin bu kapıdan girip çıktıkları anlaşılıyordu. Bu sessiz parmaklık, bir yataklık gibiydi. Hancı kapıyı biraz araladı, yalnızca Jean Valjean’ı geçirebi­ lecek ölçüde açtı, parmaklığı kapattı, anahtarı iki kez kilitte dön­ dürdü, daha sonra hiç gürültü çıkarmadan karanlıklara yürüdü. Bir an sonra kaderin bu korkunç yüzü, bilinmeyende kaybol­ muştu. İhtiyar, dışarıdaydı.

1272

9 İŞBİLİR BİRİ DE MARİUS'Ü ÖLÜ SANIYORDU Dışarıdalardı. Marius’ü kıyıdaki bayıra yatırdı. Atık kokusu, karanlık, korku artık geride kalmıştı. Temiz ha­ va, canlı, neşeli rahat solunan hava, Jean Valjean’a bir bağış gi­ bi geldi. Etrafında huzur vardı, sessizlik ve demin güneşin bat­ masıyla kızıla boyanan göklerin sessizliği... Gün batmış, gece geliyordu. Gece o eşsiz kurtarıcı, bir kederden kurtulmak için, bir paltoya bürünmek isteyenlerin dostu. Gökyüzü, her yeri huzurla doldurmuştu. İhtiyar, ayaklarının önünde biten dalgaların sesini bir öpücük sesine benzetti. Champs Elysees’deki ağaçlardaki kuş yuvala­ rından sesler yükseliyordu. Birbirlerine iyi geceler dileyen kuş cı­ vıltıları. Zenit’in o solgun mavisinde birkaç yıldız parlamaya baş­ lamıştı. Akşam, Jean Valjean’ın başının üstünde enginlerin olan­ ca güzelliğini gösteriyordu. Günün en hoş ve en kararsız vakitleriydi. Ne evet, ne de ha­ yır diyen bir an. Öteleri göremeyecek ölçüde karanlık, fakat ya­ kından birbirini tanıyacak ölçüde ışık. İhtiyar, bir süre kendisini bu muhteşem ve huzur yüklü güzel­ liğe bıraktı. Öyle unutma anları gelir ki, acı bile yoksulu hırpala­ maktan bıkar, her şey fikre dönüşür, sakinlik de düşünür, bir ge­ ce gibi kuşatır. Parlak gün batımında, ışıklanan göklerin altında, ruh yıldızlarla dolar. Jean Valjean da, bir süre nerede olduğunu unutup kendisini kuşatan bu aydınlık ve engin gölgeyi izledi. De­ rin bir düşünceye dalan adam, sonsuz gökyüzü altında, bir sar­ hoşluk ve duaya gömüldü. Sonra ansızın, ödev hissini ve so­ rumluluğunu hatırladı. Eğildi ve nehirden avucuna aldığı suyu Marius’ün yüzüne serpti. Delikanlının gözkapakları kımıldamadı fakat aralı dudaklarından usulca soluklar veriyordu. İhtiyar, tekrar elini suya daldıracaktı, derken tedirginleşti. Görmediği halde, arkasına birisi var gibiydi. Daha önce de herkesin kapıldığı bu izlenimden söz etmiştik. 1273

Jean Valjean arkasına döndü. Evet. Arkasında biri vardı. Uzunca boylu bir adam, üzerinde uzun bir redingot ve elinde bir topuz, Marius’ün yanı başına çömelmiş duran Jean Valje­ an’in hemen arkasındaydı. Jean Valjean onu bir hortlağa benzetti. Rastgele bir adam, bu geç vakitte böyle bir manzaradan korkardı, aklı başında biri de adamın elindeki topuzdan. Jean Valjean, Javert'i tanıdı. Okur da onu tanımıştır. Javert, barikattan o mucizevi kurtuluşundan sonra, polis ka­ rakoluna gitmiş ve sözlü raporunu başkomisere vermiş, daha sonra görevine dönmüştü. Hatırlayacağınız üzere, görevi (üze­ rinde bulunan o kağıtta yazılı olduğu gibi) Seine Nehrinin sağ yakasını, Champs Elysees civarını kollamaktı. Polis, uzun za­ mandır o kıyıdan kuşkulanıyordu. Javert orada hancıyı görmüş ve onu izlemişti. Gerisini biliyoruz. Jean Valjean’ın önünde hemen açılan şu lağım ızgarasının kapısı da hancının bir uyanıklığıydı. Hancı, Javert’in hâlâ pusu­ da kendisini beklediğini biliyordu. Bu av köpeğinin önüne bir ke­ mik atmalıydı, izlenilen adam, asla sekmeyen bir koku duygusu­ na sahipti. Hem bir de katil, aman ne talih. Bu ateş payı(*) sayı­ lırdı. Hiç vazgeçilmeyen bir şey. Thenardier, Jean Valjean’ı dışa­ rı çıkartmakla, hem polise bir av sunuyor, hem de büyük bir iş verip, kendi izini kaybettirmiş oluyordu. Böylece Javert’i de ödül­ lendirmiş oluyordu, bu da bir polisi hep gururlandırır, hem durup dururken otuz frank kazanıyor ve bu karmaşada yakayı kurtar­ mayı kuruyordu. Jean Valjean yağmurdan kaçarken doluya yakalanmıştı. İki lanetli rastlantı, üst üste gelen rastlantılar, önce hancı, sonra Javert. Jean Valjean bunu kaderin epey acımasız bir cil­ vesi olarak göğüsledi. (*) Ateş Payı: Ateşe tapanlar, yemeklerinin ilk lokmasını ateşe atarlar ve buna «ateş payı» derlerdi.

1274

Javert, Jean Valjean’ı tanımamıştı. Değindiğimiz gibi, adam artık insanlıktan çıkmıştı, kendi kendisine bile benzemiyordu. Javet göğsünde birleştirdiği kollarını indirmedi, sağ yumruğun­ daki topuzunu daha sağlamca tuttu ve kesin fakat sakince: «Kimsiniz?» diye sordu. «Ben mi?» «Evet!» «Jean Valjean.» Javert elindeki topuzu dişlerinin arasına aldı, dizlerini büktü, başını eğdi ve o güçlü ellerini Jean Valjean'ın omuzlarına attı. Elleri birer kıskaç gibi, adamın omuzlarını kavradı. Javert onu inceledi, tanıdı. Yüzleri birbirine değiyor gibiydi. Polisin bakışla­ rı ürkütücüydü. Jean Valjean, Javert’i bir sırtlana esir düşen bir aslan gibi ha­ reketsiz durdu. «Müfettiş Javert,» dedi. «Elinizdeyim, aslında bu sabahtan beri tutuklunuz sayıyorum kendimi. Sizden kaçmak için verme­ dim size adresimi. Beni alıp götürebilirsiniz, ama sizden tek bir isteğim var.» Beriki onu duymuyor gibiydi. Jean Valjean’ın üzerine o değiş­ mez gözlerini dikmiş, dudaklarını burnuna değdirecek ölçüde çenesini kısmıştı ki, bu da onda, yabanıl bir düşünce işareti gi­ biydi. Sonra Jean Valjean’ı bıraktı ve sanki bir rüyada gibi, hiç­ bir şey sormadı, fısıltıyla: «Burada ne arıyorsunuz? Bu adam da kim?» Artık Jean Valjean’a «sen» demiyor, «siz» diyordu. Jean Valjean yanıtladığında, ses tonu adeta Javert’i dalgınlı­ ğından sıyırdı. «Ben de onun için size rica etmek istemiştim. Bana dilediği­ nizi yapabilirsiniz, ama çok rica ederim, şu yaralı delikanlıyı evi­ ne götürmeme yardım edin, sizden başka bir şey istemiyorum.» Herhangi bir ödün verdiğinde yaptığı gibi, Javert yüzünü bu­ ruşturdu, ama niyeyse «hayır» demedi. Tekrar eğildi ve mendilini suya batırarak Marius’ün kanlı alnı­ nı sildi. Sonra yarım sesle, kendi kendisiyle konuşurcasına: 1275

«Bu genç barikattaydı,» dedi. «Sanırım arkadaşları Marius diye çağırıyorlardı.» Uzman bir polis olan Javert, kendisini ölümün eşiğinde ve mezarın önünde olduğunu bildiği halde, yine de her şeyi izlemiş, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamıştı. Can çekişirken bile izleyecek kadar kusursuz olan bu hafiye, aklına notlar yazmıştı. Marius’ün elini yakalayıp, nabzını aradı. Jean Valjean: «Yaralı.» Javert: «Ölü.» Jean Valjean: «Hayır, henüz değil.» Javert şaşkınca sordu: «Onu barikattan buraya kadar mı taşıdınız?» Fakat lağımlar yoluyla bu tuhaf kurtarma üzerinde, daha faz­ la üstelemeyecek kadar derin bir düşünceye dalmış olmalıydı ki, Jean Valjean’ın sessiz kaldığını bile fark etmedi. Ama Jean Valjean’ın aklında bir tek düşünce vardı: «Marais Mahallesinde, Calvaire Kızları Sokağında, dedesi­ nin konağında oturuyor. Adamın adını hatırlayamıyorum.» İhtiyar, Marius’ün ceketini karıştırdı, içindeki cüzdanı çıkarttı. Marius’ün karaladığı o adrese göz attı. Okumaya izin verecek kadar ışık vardı. Javert’te kedilerin fosforlu gözleri vardı. Marius’ün karaladığı o birkaç satırı okudu ve «Gillenormand, Calvaire Kızları Sokağı, No.6» diye homur­ dandı. Sonra: «Arabacı!» Kendisini bekleyen arabayı okur hatırlar. Araba bayırda duru­ yordu. Marius’ü arkadaki kanepeye serdiler, Javert ile Jean Val­ jean öne geçti. Kapı kapanır kapanmaz, araba süratle uzaklaştı, rıhtımları geride bırakıp Bastille tarafına yola çıktı. Rıhtımdan ayrılanlar sokaklara girmişlerdi. Arabacı, kara bir gölge oluşturup, atlarını dehledi. Marius kımıltısız, başı göğsüne

1276

düşmüş, kolları sarkık, tabuta konmayı bekleyen bir cesede benziyordu. Jean Valjean, sanki gölgelerden, Javert de taştan gibiydi. Gece karanlığıyla örtülü bu araba, her sokak fenerinin önünden geçtiğinde, içinde sanki solgun bir şimşek ışıltısı gös­ terip, rastlantının şu üç acıklı tablosunu birleştiriyordu: Ceset, Hortlak ve Heykel! 10 HAYATA DÖNÜŞ Kaldırımlardaki her sarsıntıyla Marius’in başından bir damla kan süzülüyordu yüzüne. Araba Calvaire Kızları Sokağındaki evin önüne yanaştığında, karanlık eni konu bastırmıştı. Arabadan ilk inen Javert, bir bakışla konak kapısındaki nu­ marayı inceledi ve sonra demir tokmağı kaldırıp hızla vurdu. Ka­ pı aralandı ve Javert kapıyı itti. Henüz uyanmamış kapıcı, elin­ de bir mumla, esneyerek boy verdi. Evdekiler uykudaydı, Marais Mahallesinde herkes erken uyur, özellikle isyan günlerinde. Bu muhteşem mahalle sakinle­ ri, isyandan korkup uykuya sığınırlar, tıpkı cadılardan korkup başlarını yastık altına koyan çocuklar misali. Jean Valjean ile sürücü, Marius’ü ağır ağır çıkartıyorlardı. Je­ an Valjean genç adamı koltukaltından, arabacı da ayaklarından tutmuştu. Delikanlıyı taşırken bir ara Jean Valjean elini onun kalbinin üstüne koyup yaşadığını anladı. Eskiden daha güçlü çarpıyordu bu kalp, arabanın sarsıntısı ona yeni bir hayat vermişti. Javert bir bozguncunun karşısında bir hükümet adamına uy­ gun bir dille: «Burada Gillenormand isimli biri var mı?» «Evet. Neden sordunuz?» «Ona oğlunu getirdik.» Kapıcı bön bön: «Oğlu mu?» diye sordu. 1277

«Evet, ölü.» Javert’in ardından beliren pılı pırtılara bürülü kir, pas, çamur ve kanlar içindeki Jean Valjean, kapıcıya başıyla «hayır» dedi. Kapıcı ne Javert'in sözünden, ne de Jean Valjean’ın işaretin­ den bir şey anlamıştı. Javert: «Barikattaydı ve işte sonuç.» «Barikatta mı?» diye bağırdı kapıcı. «Kendini orada öldürmüş, haydi uyandırın babayı!» Kapıcı oralı olmadı: «Hadisenize!» diyen Javert ekledi: «Yarın buradan bir cenaze çıkacak.» Hafiye için, kamu hayatının bütün olayları belirli bölümlere ayrılırdı, bu da ileri görüş ve izlemenin başlangıcını oluştururdu ve her ihtimal da ayrı kısımlara ayrılırdı. Olanaklı olaylar bazı çekmecelerde bulunup, yeri geldiğinde, farklı miktarda çıkarlar­ dı: Sokakta kargaşa, isyan, karnaval ve ölüm kol geziyordu. Kapıcı, uşak Basque’yi uyandırarak işe başladı. Basque da Nicolette’yi uyandırdı, Nicolette, Gillenormand Teyzesini kaldır­ dı. Dede’ye gelince, onu uyandırmak istemediler, çünkü ne de olsa her şeyi haber alacaktı. Delikanlıyı konağın ilk katına taşıdılar, ama mahalledeki ev­ lerin hiçbirinde kimse bunun ayrımında olmadı. Delikanlıyı, Mösyö Gillenormand’ın bekleme salonundaki es­ ki bir kanepeye yatırdılar. Basque, hekim çağırmaya gitmiş, Ni­ colette çamaşır dolabını açmaya koyulmuştu ki birden, Javert eliyle Jean Valjean’ın omuzuna el attı. ihtiyar, hemen anladı. Merdivenden inerken, ardı sıra gelen Javert de kendisini izliyordu. Kapıcı hâlâ mahmurdu, onları karşıladığı gibi şaşkınca artla­ rından bakakaldı. Arabaya bindiler, arabacı da yerine geçti. Jean Valjean: «Müfettiş Javert,» dedi, «sizden bir isteğim daha olacak!» Javert sertçe sordu: 1278

«Nedir?» «Bir dakika için eve gitmeme izin verin, sonra bana dilediği­ nizi yapın.» Javert birkaç dakika düşündü, çenesini ceketinin yakasına sokmuş halde durdu, sonra öndeki camı açıp: «Arabacı,» dedi, «Silahlı Adam Sokağı Numara 7’ye.» 11 MUTLAK’IN DEPREMİ Yolda konuşmadılar. İhtiyar neler kuruyordu? Herhalde, başladığı işi bitirmek, Co­ sette’e Marius’ün nerede olduğunu söylemek, ona faydalı bilgi­ leri vermek ve bazı hazırlıklar yapmak. Kendisine gelince, artık onun için her şeyin tamam olduğunu anlamıştı. Javert tarafından yakalanmıştı, buna karşı çıkmıyordu bile, fakat kendisinden farklı kişilikte biri olsa bu fırsatta hancının kendisine verdiği ipten faydalanıp, kapatılacağı hücrenin parmaklıklarını belli belirsiz, düşünürdü. Fakat yıllar önceki olaydan, Piskoposla karşılaştığı günden beri, Jean Valjean o kadar değişmişti ki, her kötü niyet karşısında, kendi zararına bile olsa, şiddetten iğreniyordu. İntihardan bile, bilinmeze karşı bir şiddet eylemi sayılan inti­ hardan bile çekiniyor, bunu ruhun ölümü olarak görüyordu. Araba, Silahlı Adam Sokağında durdu, sokak arabaların gire­ meyeceği ölçüde dardı. Javert’le, Jean Valjean indiler. Arabacı ürkerek, polise, arabasının kadife döşemesinin, öl­ dürülen adamın kanı ve katilin çamur ve çirkefiyle kirlendiğini söyledi. Bu kadarını anlayabilmişti. Kendisine bir tazminatın gerekli olacağını da söyledi. Bu arada cebinden çıkardığı defterine «du­ rumu belirtir bir belge» yazmasını da rica etti. Javert, adamın uzattığı defteri itti. «Bekleme parasını da katarsam, sana ne ödeyeceğim?» «Yedi saat bekledim efendim, kadifem de yeniydi, seksen frank, efendim.» 1279

Polis, cebinden çıkardığı parayı adama verip savdı. İhtiyar, polisin kendisini buralarda olan Blanc-Manteaux ya da Arşivler Karakoluna götüreceğini sanmıştı. Evin bulunduğu sokağa girdiler, her zamanki gibi tenhaydı. Javert, Jean Valjean’in ardı sıra geliyordu. 7 numaranın önüne geldiler. Jean Valjean, kapıyı çaldı. Açıldı. «Pekâlâ,» dedi, Javert, «çıkın.» Zorla konuşuyormuş gibi, yüzünde tuhaf bir ifadeyle: «Ben burada beklerim.» ihtiyar, aksice Javert’in yüzüne baktı. Bu tavır onun olağan tavrına o kadar ters düşüyordu ki. Yine de fazla şaşırmadı, de­ mek ki Javert şu anda ona güveniyordu, fareye uzaklaşabilme iznini veren bir kedinin gururlu güveni. Nasılsa Jean Valjean’ın teslim olup işi bitirme kararında olduğunu anlamıştı. Jean Valje­ an kapıyı itip içeri daldı ve odasındaki ipi çekip kapıyı açan, ka­ pıcıya: «Benim,» dedi. İlk katta biraz dinlendi. Keder yollarının da kendilerince du­ rakları vardır. Sahanlıkta, sürgülü pencere açıktı. Çok eski evler­ de olduğu gibi merdiven pencereden aydınlanır ve sokağa ba­ kardı. Sokak feneri de tam karşıda olduğu için merdiveni aydın­ latma giderinden kurtulunuyordu. İhtiyar ya soluklanmak için ya da, ne yaptığını bilmeden, pen­ cereden baktı. Kısa ve dar alan sokak feneriyle aydınlanmıştı. Jean Valjean’ın şaşkınlıktan gözleri büyüdü, sokak bomboştu. 12 DEDE Basque ve kapıcı hâlâ baygın ve hareketsiz, Marius’ü salona taşımış ve kanepeye uzatmışlardı. Çağrılan hekim hemen gel­ miş, Gillenormand Teyze yatağından fırlayarak kalkmıştı. İhtiyar kadın, ellerini yukarı kaldırıp salonda yürüyor, korkuy­ la, «Aman Tanrım nedir bu başımıza gelenler!» diye söylenmek­ 1280

ten başka bir şey yapmıyor, kimi zaman, «Eyvah! Şimdi her yer kan olacak!» diyordu. İlk şaşkınlıktan çıktıktan sonra, beyninde bir tür felsefe belir­ di ve bunu da şu çığlıkla ifade etti: «Olacağı buydu!» Böyle hallerde epey olağan sayılan o sözü «ben söylemiş­ tim!» demeye çekindi. Hekimin isteğiyle, salonun bir köşesine taşınabilir bir yatak getirilmişti. Hekim, Marius’ü muayene etti, kalbinin attığını, yara­ lının göğsünde tehlikeli bir yara olmadığını, dudaklarından sızan kanın ağızdan değil de burun deliklerinden aktığını anladıktan sonra onun solumasını kolaylaştırmak için başıyla ayakları aynı düzeyde, yastıksız yatırttı. Genç adamı beline değin soymuştu. Gillenormand Teyze, Marius’ü soyduklarını görünce, elinde tes­ pihiyle yan odaya kaçtı. Gövdede tehlikeli bir yara yoktu, mermi cüzdana gelip kay­ mış ve kötü bir yara açarak kaburgaları kırmıştı. Fakat yara de­ rin değildi, hemen iyileşebilecek gibiydi. Fakat o yeraltında uzun süre taşınmakla hırpalanan genç yaralının köprücük kemiğinde ciddi bir sorun vardı. Kollar da, kılıç ve bıçak yaralarıyla delik de­ şikti. Yüzde hiçbir yara yoktu, fakat başı kesik ve deliklerle do­ luydu. Baştaki bu yaralar ne kadar tehlikeliydi? Sadece saç kö­ künde, deri altında mı kalıyor, yoksa beyne zarar veriyorlar mıy­ dı? Buna yanıt verilemezdi. En ciddi belirti genç adamın baygın­ lığıydı, çoğu zaman böylesi baygınlıklardan kurtulamaz hasta. Herhalde kan kaybı da yaralıyı tüketmişti. Belden aşağı yanı, barikat duvarından korunmuştu. Orada bir tırmık izi bile görün­ müyordu. Basque ve Nicolette çarşafları yırtıp sargıbezi hazırlıyorlardı. Nicolette dikiyor, Basque dikilenleri sarıyordu. Pansuman için gazlıbez olmadığından, hekim yaranın kanını durdurmak için pamuk basmıştı. Hekim, gereçlerini yatağın yanındaki üç mumun yandığı bir masaya sermişti. Önce Marius’ün yüzünü ve saçlarını soğuk suyla yıkadı. Kova bir anda kıpkızıl sıvılarla doldu. Kapıcı elin­ deki mumla ortalığı ışıtıyordu. 1281

Kederli görünen hekim, derin derin düşünüyordu, kimi zaman kendi kendisine yönelttiği bir soruyu yanıtlarcasına, başıyla olumsuz bir işaret yapıyordu. Hekimin kendi kendisiyle böyle ko­ nuşması hasta için iyiye işaret değildir. Hekim, delikanlının yüzünü silip, gözkapaklarına usulca do­ kunduğu sırada salon kapısı açıldı ve solgun, uzun bir yüz gö­ ründü. Bu «Dede» idi. İsyan onu iki gündür epeyce üzmüş ve heyecanlandırmıştı. Mösyö Gillenormand, bir gece önce uyuyamamış ve gün boyu ateşi yükselmişti. Akşam tez vakit odasına çekilmiş, bütün kapıların kilitlenip sürgülenmeleri buyruğunu vermiş ve yorgun olduğu için hemen uyuyakalmıştı. Yaşlıların uykusu hafif olur. Mösyö Gillenormand’ın odası sa­ lonun yanında olduğundan, alınan bütün önlemlere karşın çıkan sesler onu uyandırmıştı. Kapının altında ışık görmüş, yatağından kalkmış ve el yorda­ mıyla yürüyüp, salona gelmişti. Eli kapı tokmağında, dikilip duruyordu, başı biraz öne eğik o uzun zayıf bedeni beyaz ve kıvrımsız bir sabahlıkla örtülü bir ke­ fen misali. Bir mezara bakan bir hortlak gibiydi. Önce yatağı, daha sonra o yaralı genç adamı gördü. Kar gi­ bi bembeyaz kesilen yüzü, kapalı gözleri, yarı aralı dudakları, solgun dudakları seçti. Yarı beline değin çıplak, her yeri kan re­ van içindeki bu genç bedeni izledi. Dede ansızın titredi. Yaşın kemikleştirdiği bir bedenin titre­ mesi kocamışlıktan, beyazı bile sararan o gözleri hemen sabit­ leşti ve yüzü bir iskelet yüzünün görünümünü aldı. Sanki bir ya­ yı kopmuş gibi, kolları iki yanına düştü ve şaşkınlığını o titrek yaşlı ellerini açıp gösterdi. Sabahlığının önü açılıp, o ağarmış kıllarla kaplı cılız bacaklarını ortaya çıkardı. Mırıltı gibi bir sesle: «Marius!» Basque: «Beyefendi,» dedi, «demin kendisini getirdiler, Mösyö barika­ ta gitmiş ve...» 1282

İhtiyar müthiş bir sesle bağırdı: «Öldü mü, haydut!» Derken beklenmedik bir değişiklikle şu yüz yaşına yakın ihti­ yar bir delikanlı kesildi. «Mösyö siz hekimsiniz, değil mi? Bana derhal söyleyin, öldü mü?» Alabildiğine kaygılı olan hekim yanıt vermedi. Mösyö Gillenormand, müthiş bir kahkahayla: «Öldü, öldü! Yalnızca benden intikam almak için, gidip kendi­ sini barikatlarda öldürttü. Ah bunu beni mahvetmek için yaptı, ah kan emici, demek bana böyle geri döndü, hayatımı mahvetti, öl­ dü...» Pencereye gitti, ve tıkanır gibi, camı sonuna kadar açıp, ge­ cede konuşmaya başladı; sokağa bağırıyordu: «Delinmiş, kılıçlanmış, gırtlaklanmış, didiklenmiş, parçalan­ mış, ah şu haylazı görüyor musunuz? Onu beklediğimi, onun odasını hazırladığımı ve yatağının ayak ucunda ta bebekliğin­ den kalan resmini astığımı biliyordu. Kendisine kollarını açmam için, geri dönmesini beklediğimi biliyordu. Yıllardır, onu özlediği­ mi, akşamları ellerim dizimde ocak başında ne yaptığımı bilme­ den onun hasretiyle bunaldığımı biliyordu. Benim ahmağın teki olduğumu da biliyordu. Evet, bütün bunları biliyorum, yalnızca geri dönüp ‘Ben geldim' demesinin yeteceğini, evin beyi olaca­ ğını, benim ona boyun eğeceğimi ve her istediğine uyacağımı biliyordu. Şu aptal bunak dedesini parmağında oynatacağını da biliyordu. Evet bütün bunları bilmesine karşın ne yaptı: ‘Hayır o bir Kralcı, gitmeyeceğim!’ dedi ve barikatlara gidip kendini öl­ dürttü. Bunu yalnızca hainlik amacıyla yaptı, yalnızca Berry Dü­ kü için intikam almak için yaptı. Ah, işte bu çok haince bir tavır, haydi yatın ve uyuyun... Öldü ve işte ben de uyandım!» Hekimin işi iyice zorlaşmıştı, ihtiyar için de üzüldü, şimdi iki hastayla baş başaydı. Mösyö Gillenormand’a yaklaştı ve onu kolundan tuttu. Dede başını çevirdi daha da büyümüş ve kanlı gözlerle ona baktı ve sakince: «Size teşekkür ederim efendim,» dedi, «ben sakinim. Ben bir 1283

erkeğim, ben kralımız XVI. Louis'nin ölümünü gördüm, olayları kıyaslayabilirim. Fakat beni delirten, bütün fenalığın sizin şu ga­ zeteleriniz yüzünden olduğunu bilmek. Sizin şu ahmak yazarla­ rınız, konuşmacılarınız, avukatlarınız, kürsüleriniz, tartışmaları­ nız, ışıklarınız, insan haklarınız, basın özgürlüğünüz var, iyi ama işte, bakın çocuklarımızı evlerimize nasıl getiriyorlar? Ah Mari­ us, müthiş bir ölüm bu, hem de senin benden önce ölümünün. Barikat hal.. Ah eşkıya!... Hekim bey, siz bizim mahallede oturu­ yorsunuz değil mi? Oh, evet, sizi tanırım. Penceremden araba­ nızın geçtiğini görüyorum. Bakın size söyleyim. Öfkelendim san­ mayın. Bir ölüye karşı öfkelenilmez. Aptalca olur. O benim yetiş­ tirdiğim bir çocuktu, daha bebekken, ben epey ihtiyardım. Tuille­ ries Parkında küçük kovası, küçük iskemlesiyle oynardı. Park bekçileri görmesin diye ben bastonumla onun yaptığı delikleri tı­ kardım. Bir gün ‘kahrolsun XVIII. Louis!' diye bağırdı ve çıkıp git­ ti. Benim kabahatim yok ki. Ah ne hoş bir çocuktu, pespembe, sapsarı. Annesi de öldü. Acaba fark ettiniz mi, bütün çocuklar bebekken sarışın olurlar. Bunun nedeni ne ola ki? O, Loire hay­ dutlarından birinin oğlu. Evet, fakat çocuklar babalarının cina­ yetlerinden sorumlu olamazlar ki. Onun şöyle iki karış olduğu günleri bilirim. Bir türlü 'D’yi söyleyemezdi. O kadar şirin, o ka­ dar zorlu bir konuşması vardı ki, sanki bir kuş cıvıltısı. Hiç unut­ mam birinde, parkta heykel önünde, herkes çevresinde sıra ol­ muş onu beğeniyle izlemişti, o kadar güzel bir çocuktu. Başı tab­ lolardaki başlar gibiydi. Ona bağırır, onu bastonumla korkutur­ dum, fakat o bunun şaka olduğunu bilirdi. Sabahları odama gir­ diğimde, onu homurtuyla karşılardım, fakat sanki odama güneş girerdi. Ah, insan bu haylazlara karşı savunmasız oluyor. Sizi her yerinizden sıkıca yakalarlar, artık bir daha kendinizi kurtara­ mazsınız. Aslında, hiçbir çocuk onun kadar tatlı olmamıştır. Şim­ di artık onu öldüren sizin Lafayetteler’iniz, Benjamin Constant­ lar’ınız ve Tircuir de Corceller’inizin hepinize lanet olsun. Hepsi cehenneme gitsin. Ah, bu böyle gitmez!» Sürekli kımıltısız ve bembeyaz bir yüzle yatan Marius'e yak­ laştı ve tekrar ellerini burkmaya başladı. İhtiyarın o kansız du­ 1284

dakları kıpırdıyor, fakat iniltiden başka ses çıkmıyordu, söyledik­ leri güç bela duyulabiliyordu: «Ah yüreksiz, ah teşkilatçı, ah hergele, ah eylül isyancısı!» diye bir can çekişenden, bir cesede sitemler ediyordu. İçten heyecanların dışavurumlarının kaçınılmazlığı gibi, de­ denin sözleri iyice belirginleşti, fakat sanki sesini bile yükseltme­ ye mecali yok gibiydi. Derin bir uçurumdan gelir gibi yansıyan bir sesle: «Aslında derdim değil, ne de olsa çok yakında ben de ölece­ ğim. Fakat şu Paris’te, şu haini mutlu etmek için çırpınacak kız­ ların sayısını düşündükçe içim sızlıyor. Ah ne hovarda, gezip eğ­ leneceği, hayatın tadını çıkaracağı yerde git sen bir hayvan gibi savaş ve kendini kurşunlara hedef et. Ne adına? Cumhuriyet. Gençlere yakışacağı gibi gidip Chaumiete’de dans edeceğine, savaşmanın ne gereği vardı. Ah gençliğine yazık, heder edilen o yirmi yaş. Cumhuriyet, işte koca bir ahmaklık daha. Ah zaval­ lı anneler, siz yine güzel çocuklar doğurun. Haydi artık öldü. Neyse yarın, ev kapısından iki cenaze çıkar. Ah ahmak çocuk, bunu da şu General Lamarque’ın güzel gözleri için mi yaptın? Kuzum şu hayta generalden ne hayır gördün? Kaba bir savaşçı, lafazanın biri. Ah, bir ölü için kendini öldürtmek. Tam yirmisinde, geride bıraktıklarını asla düşünmeden, ardına bakmadan. Ah, artık bizim gibi bunaklar da kendi başına ölüme bırakıldılar. Kö­ şende öl ihtiyar hortlak. Aslında bu da benim için iyi ya, ben de bunu bekliyordum hep. Epey ihtiyarım; yüz yaşındayım, yüz bin yaşındayım, uzun zamandır ölümü haketmiştim. Artık bitti, oh benim de işim bitik, ne âlâ. Ona amonyak ve bir yığın ilaç kok­ latmanın ne anlamı var sersem, hekim? O öldü, bende öldü. Ölü olduğum için, ben bu işten anlarım. İşi yarım kalmadı. Ah, ne be­ ter günler yaşıyoruz, tekinsiz bir çağ. Sizin şu fikirlerinizin, şu ya­ kınmalarınızın, hocalarınızın, bilicilerinizin, hekimlerinizin, o ser­ seri yazarlarınızın, ahmak filozoflarınıza lanet. «Altmış senedir, Tuilleries kargalarını huylandıran devrimleri­ nizin de canı cehenneme. Mademki sen bana acımadan kendi­ 1285

ni öldürttün, oh olsun sana, ben de ölümüne hiç yanmayacağım. Duydun mu beni cani?» O sırada, Marius gözlerini usulca kaldırdı ve bakışı baygınlı­ ğın şaşkınlığıyla buğulu, anlamsız bakan gözlerini Mösyö Gille­ normand'a çevirdi. İhtiyar heyecanla: «Marius! Yavrum Marius! Çocuğum, sevgili yavrum, gözlerini açtın, bana baktın, yaşıyorsun. Teşekkür ederim!» Bayıldı.

1286

DÖRDÜNCÜ KİTAP

JAVERT’İN BOZGUNU Javert, Silahlı Adam Sokağından usulca uzaklaşmıştı. Hayatında ilk kez başını eğmiş, ilk kez ellerini arkasında bir­ leştirmişti. O güne değin, Napoléon’un iki pozundan sadece gö­ ğüste birleştirilen pozuna öykünmüş, bocalama belirtisi olan, ge­ ride birleşen ellere hiçbir zaman isteklenmemişti. Fakat ne yazık ki, birden onda bir değişiklik oluveriyordu. Javert bocalıyordu. Javert’in bütün varlığını ağır bir kaygı almıştı. Sessiz sokaklara daldı. Fakat belirli bir yöne gidiyordu. En kısa yoldan Seine Nehrine indi. Ormes rıhtımına geldi, orayı geçti, Grèves Meydanından geçti ve Chatelet Meydanın­ daki karakolun birkaç adım berisinde durakladı. Seine Nehri orada, bir yandan Notre Dame Köprüsü ile Change Köprüsü, öte yandan Mégisserie rıhtımıyla Çiçekler rıh­ tımı arasında bir akıntının kuşattığı bir dörtkenarlı bir göl oluştu­ rur. Seine’in burasındaki akıntı epeyce tehlikedir. Denizcileri epeyce korkutur. Bugün artık olmayan köprü, değirmenin kazık­ larından oluşan o anaforun basıncı, akıntıyı iyice şiddetlendirir. İki köprü arasına sıkışan su deli gibi, kemerler altında büyücek büklümler oluşturur, içine düşeni sıkıca yakalayan bu büklümler, onu asla bırakmazlar, orada suya düşen hiç kurtulamaz. En iyi yüzücüler bile orada canlarından olmuşlardır. Javert, dirseklerini köprü korkuluklarına yasladı, çenesini el­ lerinin arasına aldı ve derin bir düşünceye daldı. Kalbinin derin­ 1287

liklerinde bir yenilik, bir ihtilal, bir yıkım başlamıştı. Ansızın ken­ di kendisini izlemesi gerektiğini algıladı. Javert katlanılmaz acılar içindeydi. Birkaç saattir, onda müthiş değişiklikler başlamıştı. O, artık o eski Javert değildi. Bütün duyguları karışmış, aklı allak bullak ol­ muştu. O dar kafalı o beyninin duruluğunu, bir bulut kaplamış gi­ biydi. Javert vicdanında, görevinin ikiye ayrıldığını hissediyordu, artık bunu saklayacak hali yoktu. Kendi kendisini kandırmak is­ temiyordu. En olmayacak anda Seine kıyısında Jean Valjean’la karşılaştığında, ansızın kendisini epey mutlu hissetmişti. Av bu­ lan bir kurdun ya da sahibine kavuşan bir köpeğin mutluluğunu yaşamıştı. Şu anda önünde iki yol vardı, ama bu yollar onu korkutuyor­ du. Oysa o bütün ömrü boyunca yalnızca bir doğru yol bilmişti. Hem şu iki yol, birbirlerine karşıt yönlere uzanıyordu. Biri sağda, diğeri solda. Bunlardan hangisi doğruydu? Durumu sahiden anlatılacak gibi değildi... Bir katile can borçlu olmak, bunu kabullenmek ve buna yanıt vermek, bunu ödemeye mecbur kalmak, onun kendisine «çek git» demesine izin vermek ve yeri geldiğinde de ona «Özgür­ sün!» diyebilmek. Fakat bu da şahsi nedenler için, işini savsak­ lamak değil miydi? Vicdanına uymak için topluma ihanet etmiyor muydu? işte bütün bu aptalca gerekçelerin üstüne yüklenmesi onu eziyordu. Epey afalladığı şey, Jean Valjean’ın onu affetmesi, ama ken­ disini daha da afallatan bir diğer durum da kendisinin, Javert’in Jean Valjean’ı bağışlayıp salıvermesiydi. Bunları nasıl anlamlandıracaktı, neden bu noktaya gelmişti işler? Düşünüyor ve yanıtsız kalıyordu. Ne yapacaktı? Jean Valjean’ı hâkime teslim etmek çok ber­ bat bir fikirdi, ama onu salıvermek de kötüydü. İlk tavırda yetke­ nin ajanı, kürek mahkûmundan daha fazla alçalıyor, İkincisinde, mahkûm kendisi üzerinde bir üstünlük sağlıyordu. Her iki hal de, Javert için onur zedeleyen şeylerdi. Her iki tavırda da bir alçal­ ma, bir aşağılanma vardı. Kaderin bazen olanaksız zirveleri olur, 1288

bunun dışında hayat bir uçuruma dönüşür. Javert, işte böyle zir­ velerden birindeydi. En büyük acısı da düşünmek zorunda olmasıydı. Birbirlerine karşıt şu heyecanların şiddeti, onu düşünmeye yöneltiyordu. Oysa Javert için düşünmek hiç de alışkın olmadığı ve kendi­ sine epey ters gelen bir şeydi. Hem düşünmek ona acı veriyor­ du. Düşüncede genellikle, bir tür iç direnme vardır; Javert içinde bunu duyduğu için öfkeleniyordu. Dar kafalı polis için, görevinin dışındaki düşünce onun için bir faydasızlık, bir yorgunluktu, fakat geçen gün hakkında düşün­ mek onun için işkenceydi. Fakat yine de vicdanını yoklamak ve böyle acılardan sonra kendi duygularını gözlemek durumundaydı. Ne yaptığını düşünmekle bile tüyleri ürperiyordu. Javert po­ lisliğin bütün kurallarına karşı çıkıp, toplum ve adalet örgütüne zıt daranmış, bütün yasaları yoksayarak, kendi kendisine bir ka­ rar verip, bir suçluyu serbest bırakmıştı. Fakat bunu çıkarı oldu­ ğu için yapmıştı, demek özel işini, kamu işinden üstün tutmuş­ tu? Bu inanılır şey değildi, bunu her düşündüğünde, kanı donu­ yordu. Peki, şimdi ne yapacaktı? Tek çaresi vardı, o da hemen Silahlı Adam Sokağına dönüp Jean Valjean’ın tutuklamak. Bunu belirgince hissediyordu, bunu yapması gerekirdi elinden gelmi­ yordu. Bir şey yolunu tıkıyordu. Bir şey? Evet, ama ne? Dünyada, mahkemeler, ceza yasala­ rı, polis bile yetkeden daha başka, daha önemli ne olabilirdi? Ja­ vert allak bullaktı. Kutsal bir kürek mahkûmunu, dokunulmaz birini salıvermişti. Javert ve Jean Valjean; biri yakıp yıkmak, diğeri dayanmak, biri cezalandırmak, diğeri boyun eğmek için varedilmiş iki adam. Her ikisi de kanunlara bağlı olmaları gereken, kanunun malı olan bu iki adam, ansızın yasaları hiçe saymışlardı, korkunç değil mi? Yüce Tanrım, demek böyle fena işler olacak ve kimse bunla­ 1289

rı cezalandırmayacaktı ha? Bütün toplumsal düzenden daha güçlü olan Jean Valjean serbest kalacak ve Javert hâlâ devlet­ ten maaş alacaktı. Düşünceleri alabildiğine korkunçlaştı. Calvaire Kızları Sokağına taşıdıkları asi de masum değildi, fakat artık bunu düşünmedi bile. Küçük suç o büyük suçta koy­ bolmuştu. Hem o asi herhalde ölüydü. Yasalar gözünde bir ölü­ nün yakalanması gereksizdi. Jean Valjean! İşte Javert’in aklındaki mesele! Bu adam onu şaşırtıyordu. Tüm ömrü boyunca inandığı şey­ ler, bu adamın karşısında yıkılıyordu. Javert onun kendisine gösterdiği o yücelikle eziliyordu. Bir zamanlar yalan ve delilik saydığı varsayımları, varsaydığı gerçekleri düşündü. Mösyö Ma­ daleine’in ciddi kişiliği, Jean Valjean’ın gerisinde belirdi. Sonra bu iki karakter birleşip saygın bir adama dönüştü. Javert, içinde korkunç bir duygunun uç verdiğini hissetti. Bir kürek mahkûmu­ na hayrandı. Bir kürek mahkûmuna saygısı vardı, fakat nasıl olurdu? Titriyor, buna inanmak istemiyordu. Fakat her ne denli çırpınsa ve kıvransa da, ta içinden şu sefilin eşsiz biri olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyordu. Bu da emin olun korkunç bir şey­ di. Hayırsever bir suçlu, vicdanlı bir kürek mahkûmu, uysal yar­ dımcı, hakbilir, fenalığı iyilikle karşılayan, intikam yerine merha­ meti seçen, düşmanına fenalık etmektense, kendisini yıkıma gö­ türmeye hazır, kendisini vuranı kurtaran faziletin en son basa­ mağında diz çöken, insandan çok meleksi biri. İşte Javert böyle bir adamın varlığını kendi kendisine itiraf et­ ti. Fakat bu böyle gidemezdi. Şunu ekleyip onu hakkını vermeliyiz ki, o bu canavara, bu müthiş meleğe, bu suçlu kahramana teslim oluncaya değin az karşı koymamıştı. Arabada onunla yüz yüze giderken, içindeki kaplan uyanmış, belki yirmi kez, onun üstüne saldırmak, yakasına yapışmak, onu 1290

yutmak, tutuklamak istemişti. Bu o kadar kolay olurdu ki. Önün­ den geçtiği ilk karakolda arabayı durdurup, jandarmalara haber verip: «İşte bir firari,» demesi yeterdi. Daha sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi, ordan çekip gitmek ve bir daha hiçbir şeye bu­ laşmamak. Bu adamı da yasaya emanet etmek. Yasa ona dile­ diğini yapardı. Bundan haklı ne olabilirdi ki? Javert bütün bunla­ rı, kendi kendisine söylemişti. Evet işte bütün bunları kurmuş, fa­ kat bir türlü hayata geçirememişti. Elini kaldırıp, Jean Valjean’ın yakasına her yapışmak istediğinde, sanki binlerce kilo ağırlığın­ daki bu el yanına düşmüştü. Aklından bir ses şöyle seslenmişti: «Pekâlâ, kurtarıcını teslim et. Daha sonra Ponce-Pilate’in(*) leğenini getir ve ellerini yıka.» Daha sonra düşüncelerini kendisine çeviriyor ve o yüceleşen Jean Valjean’ın yanı sıra, kendisini epey küçülmüş sayıyordu. Bir kürek mahkûmuna minnet borçluydu. Fakat kendisi de suçlu sayılırdı. Neden onun adamın kendi­ sini kurtarmasına rıza göstermişti? Şu barikatta onun ölmeye hakkı vardı. O, bu hakkı kullanmalı, diğer asilere seslenip onla­ rı yardımına çağırarak, Jean Valjean’dan kurtulup kendisini zor­ la kurşuna dizdirmeliydi. Keşke bunu yapsaydı. En dayanılmaz acısı, kesin inançlarının kayboluşuydu. San­ ki köklerinden kopartılmıştı. Artık yasa, yetkenin üstünlüğü onun elinde sadece bir koçandı. Hiç bilmediği vicdan azaplarıyla kıv­ ranıyordu. Kendisinde apansız bir ihtilal başlamıştı. Duygusal bir ihtilal. O zamana değin belirli ölçüler, bilinen düzeylere uygun yaşamıştı, demek salt dürüst olmak dürüst yetmiyordu. Hiç umulmadık çeşitli olaylar onu etkilerine almışlardı. Ruhu farklı bir dünyaya açılmıştı. Kabullenilen ve yanıt verilen iyilik özveri, merhamet, acımanın yetkeye olan şiddetli baskısı, insanlara du­ (*) Ponce-Pilat: Romalı Vali. İsa’yı çarmıha germeleri için Yahudiler'e vermiş ve sonra bu işte kabahatli olmadığını göstermek ister gibi ellerini yıkamıştı. Bu­ nun yanı sıra, Fransızcada «elini yıkamak» hiçbir şeyden sorumlu olmamak anlamındadır.

1291

yulması gereken saygı, artık kesin suçlamaları bitirmek, lanetle­ meleri bitimi, yasanın gözünde bir damla yaş, insanların adale­ tine ters düşen bir Tanrı adaleti. Javert karanlıklar içinde hiç bil­ mediği manevi bir gücün korkunç doğuşunu algılıyordu, bundan hem gözleri kamaşıyor, hem de korkuyordu. Kartal bakışlarına zorlanan bir baykuş. Birçok şeyi kabullenmek durumunda olduğunu, ayrıcalıkların olduğunu, yetkenin bile yanılabileceğini, bazı olaylar için kuralla­ rın bile geçerliliği olmadığı, her şeyin kanunlara uyamayacağı, en olmayacak şeyle karşılaşabileceği, bir kürek mahkûmunun faziletinin bir memur faziletine tuzak kurabileceği, canavar sanı­ lanın ilahi olabileceği, kaderin böyle inanılmaz tuzakları olduğu­ nu düşünüyor ve kendisinin bile böyle bir belaya uğradığını dü­ şünüp çaresizleşiyordu. İyiliğin varlığına değinmek zorundaydı. Evet bu kürek mahkû­ mu çok namuslu davranmıştı, hem inanılır gibi değil, kendisi de aynı biçimde davranmıştı. Ahlakı mı bozuluyordu ne... Kendisini hain buluyor ve iğreniyordu. Javert için ideal insan olma, yüce olma, benzersiz olma de­ ğildi; onun için ideal insan, kusursuzdu. Oysa kendisi de yanılmıştı. Nasıl bu hale gelmişti? Bütün bunlar nasıl gerçekleşmişti? O kendisine bile bunu söyleyemiyordu. Başını ellerinin arasına alı­ yor ve bütün afallamasına rağmen, bu vartayı atlatamıyordu. O sürekli Jean Valjean’ı kanuna teslim etmeyi düşünmüştü. O kanunlar ki, Jean Valjean’ın esiri olduğu ve kendisinin de kö­ lesi olduğu şeylerdi. Bir an bile Jean Valjean’ı elinde tuttuğunu ve onu salıvereceğini düşünmemişti. Bu öylece oluvermişti. Bir­ den eli açılmış ve onu bırakmıştı, bunu kendisi de fark etmemiş­ ti. Sırları önünde her türlü yenilik seriliyordu. Kendi kendisine soruyor, bunlara karşılık veriyor ve bu karşılıklarla korkuyordu. Kendi kendisine sürekli aynı şeyi soruyordu: «Şu kürek mahkû­ mu, habire kovaladığım şu çaresiz sefil adam, beni ayağının altında buldu, rahatça ezebilirdi, intikam alabilirdi, bunu kendi 1292

güvenliği için yapmaya mecbur olduğu halde, bana canımı ba­ ğışladı? Bununla ne yaptı ki? İşini mi? Hayır, daha çoğunu. Ben onu bağışlarken ne yapmış oluyorum, işimi mi? Hayır, daha ço­ ğunu. Demek işi bile aşan yücelikler bulunuyor!» Düşünmesi bile ürkütüyordu. Terazi kayıyor, denge bozulu­ yor, kefelerden biri boşluğa düşüyordu. Diğer kefe gökyüzüne yükseliyordu, iki kefe de korkunçtu, yukarıdaki de aşağıdaki öl­ çüsünde korkunçtu. Aslında o ne Voltaire yanlısı, ne de filozof­ tu. inançsız da sayılmazdı, tam aksine, onun kiliseye büyük bir saygısı vardı. Onun için «Din» ve «kilise» de toplum yetkesin­ den parçalardı. Javert için «düzen» her şeydi, düzen «dogma» idi ve o da bununla kalıyordu. Ergenlik yaşına geldiğinden beri, onun her şeyi işiydi. Bunu söylerken hiç abartmıyoruz, kelime­ leri gerçek anlamlarına uygun kullandık, insan sanık olduğu gi­ bi, polis de olur. Onun şefi Emniyet Amiri Mösyö Quisequet’ti, o güne değin, daha büyük bir amiri, Tanrı’yı hiç aklına getirme­ mişti. Şimdi henüz şef olan Tanrı’nın ayırdındaydı ve bu da onu te­ dirgin ediyordu. Bu hiç umulmadık varlık, onu allak bullak ediyordu, o bu şefi ne yapacaktı? Javert’e göre, yönetici karşısında memur sürekli eğilir, ona asla itaatsiz davranmaz, onu suçlamaz, onunla tartış­ mazdı. Kendisini bu kadar afallatan bir amir karşısında, istifa et­ mekten başka yolu yoktu. Evet ama Tanrı’ya istifasını nasıl sunacaktı? Ne olursa olsun, dönüp dolaşıyor ve sürekli aynı yere geliyor­ du. Tek bir gerçekle dehşete düşmüştü, firari bir suçluyu göz gö­ re göre salıvermişti. Bir kürek mahkûmunun gitmesine göz yu­ muyordu. Kanunların ilgilenmesi gereken bir adamı kanunlardan uzak tutuyordu. Bunu yapmıştı, ne yapsa anlamıyordu. Kendi kendi­ sinden bile emin değildi. Yaptığının nedenlerini bile anlamlandı­ ramıyordu. O güne değin, gölgeli bir ilkesizliğin doğurduğu o dar kafayla yaşamıştı. Şu anda bu inanç, onu bırakıyor, bu dürüst­ lük ondan uzaklaşıyordu. Bütün inançları siliniyordu. Hiç isteme­ 1293

diği gerçekler aklını karıştırıyordu. Demek artık farklı biri olma­ lıydı. Derken, gözlerindeki örtünün açıldığını fark etti, vicdanı da böyle bir operasyondan sonra ışıkla dolmuştu. Ama hiç istemediği şeyler görüyordu. Kendisini boşalmış, beş para etmez, hayattan kopmuş hissediyordu. Yetkesi öldüğüne göre, artık hayatın anlamı da kalmamıştı. Korkunç bir durum, hislenmek... Taşlaştıktan sonra kuşkulanmak, yasanın potasında erimiş cezanın heykeli olup da, birden tunç bağrında bir kalbin attığını sezmek, bu ne herzeydi! iyiliğe iyilikle yanıt vermek, o güne de­ ğin fenalık olduğunu bildiğinin iyilik olduğunu görmek, bekçi kö­ peği olduğu halde efendisinin elini yalamak, buz olup gitmek, kıskanç olup da ansızın bir ele dönüşmek. Birden parmaklarının açıldığını hissetmek, bırakmak, Yüce Tanrım, ne dayanılmaz! Atak biri olup, apansız gerilemek, yolunu kaybetmek. Kendisine şunu da itiraf etmek durumunda kalmıştı. Aldan­ mazlığın sürekli olmadığını anlamak. Dogmada bile aldanma mümkün, kanun her şey değildir. Toplum mükemmel olamaz, yetke bile bazı sarsıntılara uğrayabilir, değişmezde bile bir deği­ şim olası. Yargıçlar da eni konu insandırlar, kanun da aldanabi­ lir, mahkemeler de yanlış bir hükme varabilirler... Bu da, terte­ miz gökyüzünde bir çatlak anlamına gelir. Javert epey tuhaf ve ifadesi zor bir ruh hali içindeydi. Sakin bir vicdanın ayartılması, bir ruhun yönelim değişikliği, doğru yol­ da hızla itilen bir iffetin Tanrı’ya gelip parçalanması. Evet, aslın­ da bu da epey anlaşılmaz bir şeydi. Düzenin devam ettiricisi, yetkenin makinisti, o sarsılmaz ve kör, demir atının üzerinde bir gün ışığıyla atından düşüyordu. Değişmeyen, doğrudan, düm­ düz, geometrik, bilinmez, kusursuz, nasıl bükülür, nasıl eğrilirdi? Lokomotif için de farklı bir yol olası mıydı? Her zaman insanın içinde yaşayan, her zaman sahte vicda­ na karşı olan o gerçek vicdan Tanrı, kıvılcımı sönmekten men eden, ışığa güneşi anmasını buyuran, yanlış bir kesinle karışan gerçek mutlakı, ruha tanıtmayı sağlayan zor, bu kusursuz olay iç evrenimizin en hoş gösterisi. Javert bunu nasıl anlardı? Javert 1294

anlayabiliyor muydu? Hayır. Fakat yine de bu korkunç anlaşma­ zın karşısında aklının zorlandığını seziyordu. Kendisi bu tansığın değişkeni değil, kurbanıydı, istemediği halde göğüs geriyordu. Soluğu bile sonsuza kadar daralmıştı. Başının üstünde bilinmezi taşımak; Javert, buna alışkın de­ ğildi. Şimdiye değin hep bilinen şeylerle kuşatılmıştı. Tek bir dü­ zey, şeffaflık içinde hiçbir meçhulün, hiçbir karanlığın bulunma­ dığı sistemli, dakik, sınırlı, kapalı ve hiçbir sürprizi olmayan bir düzey. Burada, ne düşülür, ne de baş dönerdi. Javert, meçhulü yalnızca altlarda görmüştü. Karmaşık, umulmadık, karmaşanın düzensiz açılışı, bir uçuruma düşme ihtimali, böylesi şeyler is­ yancıların, kötülerin, sefillerin kaderiydi. Artık kendisi, öteleniyor­ du ve şu beklenmedik manzarayla dehşete düşüyordu. Ama nasıl olurdu bu? Her şey parçalanıyor, dağılıyordu. Ki­ me güvenilecek, kime inanılacak? İnanılan şeyler de çöküyordu. Toplum zırhının hatasını da yüce bir yüce bulup çıkarabiliyor­ du? Demek kanunların namuslu bir memuru, bir an, kendisini iki cinayet arasında buluyordu. Bir adamın firarına izin verme su­ çuyla onu enselememe suçu. Devletin memuruna verdiği tali­ matnamede her şey yazılı değil miydi? Görevde çıkmazlar ola­ bilir miydi? Yüce Tanrım, bütün bunlar nasıl olabilirdi? Eski bir kürek mahkûmunun, mahkûmiyetle ezilen bir adamın, ansızın dikleşmesi ve haklı olabilmesi nasıl ihtimal dahilinde olabilirdi? Bu olacak iş miydi? Demek öyle haller oluyordu ki, kanun bile değişken cinayetin önünde af dileyip geri çekiliyordu. Bunlar oluyordu, evet. Javert bunları görmüş, bunlara dokun­ muştu, bunları inkâr etmek bir yana, buna katılmak zorunda kal­ mıştı. Bunlar gerçekti, gerçek olayların bu kadar biçim değiştir­ mesi ne de korkunçtu! Olgular işlerini yapsalar, kanunun kanıtları olurlardı. Olaylar Tanrı tarafından başlatılır. Demek artık anarşi de göklerden ge­ lecekti. Durum böyleydi ve acısının çoğalmasında ve keder bunalı­ mında, izlenimlerini hale yola koyacak her şey siliniyordu. Artık toplum, insanlık ve dünyanın gözleri önünde mide bulandırıcı 1295

çizgilerle özetleniyordu. Demek cezalandırma, yargılanma, ka­ nunlara gösterilmesi gereken saygı, en yüce mahkeme kararla­ rı, savcılar, hükümet, önyargı ve bastırma, resmi bilgelik, yasal şaşmazlık, yetke ilkesi, siyasal ve sivil emniyete dayalı bütün ta­ nıklar, egemenlik, hak, kanundan sızan mantık, sosyal kesinlik, halk gerçeği, bütün bunlar yıkıntı, parçalar ve karmaşaydı. Ken­ disi bile, düzen yanlısı Javert, polis hizmetinde o satılmaz, na­ muslu adam, toplumun o uyanık bekçi köpeği bile yenilmişti. Bü­ tün bu harabe üzerine dikilmiş bir adam vardı, başında yeşil baş­ lık ve alnında bir nur. İşte ruhunun gördüğü müthiş şey! Buna nasıl göğüs gerilirdi? Şiddet yüklü bir durumdu bu. Bundan sıyrılmanın iki çaresi vardı. Biri Jean Valjean’a gidip onu tekrar içeri tıkmak. Ya da... Javert, başı yukarıda dayandığı korkuluktan ayrıldı ve tok adımlarla en yakın karakol olan Châtelet Meydanındaki karako­ la gitti. Oraya varınca, içeride bir belediye çavuşunu gördü ve girdi. Kapının itilme biçimiyle adamlar onu tanıdılar. Javert ismini söy­ ledi, kartını gösterdi ve bir mumla aydınlanmış masaya geçti. Masada kurşundan bir hokka, kalem ve yazılacak tutanaklar için üst üste konmuş boş kâğıtlar... Hasır bir sandalyeli bu masa bir kurum sayılır, bu her kara­ kolda vardır, içinde testere talaşı olan şimşir kâse ve kırmızı bal­ mumları ile dolu karton bir kutu da masa takımını tamamlar. Devletin yazınsallığı burada başlar. Javert kalemi aldı, önüne bir kâğıt çekti ve yazmaya başladı: HİZMET İÇİN BAZI İZLENİMLER: Sayın müdürün önce şunlara bakmalarını rica ediyorum: Tutuklular soruşturmaya getirildiklerinde pabuçlarını çıkarıp taşlar üstünde, yalın ayak yürüyorlar ve üşütüyor. Bu da gerek­ siz revir giderlerine neden oluyor. izleme sistemi aralıklı memurlar koyma şartıyla iyidir, fakat önemli hallerde en azından iki memur, birbirlerini gözden kay­ 1296

betmemelidirler. Adamlardan biri herhangi bir terslik yüzünden görevini hakkıyla yapamayacak olursa, diğeri onu izleyip yerine geçebilsin. Madalonette Cezaevi yönetmeliğinin tutukluya parasını ken­ disi verirse, bir sandalye vermemesinin nedeni anlaşılamıyor. Madelonette Cezaevi kantininde sadece iki parmaklık var, bu da kantinci kadının elinin tutukluklara değmesine neden oluyor. Kendilerine «çığırtkanlar» diyen tutuklular diğer mahpusları ziyaret günlerinde, görüşme odasına çağırıyorlar ve bunun için onlardan iki metelik alıyorlar, bu hırsızlıktır. Kaçan bir iplik için, dokuma işliğinde tutuklunun parasından on metelik kesiyorlar. Bu da üstlenicinin yolsuzluğu; çünkü do­ kunan kumaş diğerlerinden daha kötü değil. Force Cezaevi ziyaretçilerinin çocukların avlusundan geçip Sainte-Marie L’lgyptienne salonuna girmeleri epey kötü bir durum. Müdüriyet avlusunda, jandarmaların her gün tutukluların so­ ruşturmalarından söz ettikleri biliniyor. Kutsal bir görevi olan bir jandarmanın böyle lafazanlık etmesi düzensizliktir. Kantinci Madam Henri epey iffetli bir hanımdır, kantini de terte­ miz, ama bir kadının cezaevinde kantincilik etmesi pek hoş değil. Eşsiz bir uygarlığın cezaevi olan Conciergerie Cezaevine yakışmaz. Sakince ve çok okunaklı bir yazıyla kalemini kâğıtta cızırdatıp bir şey atlamadan bunları yazdı. Son satırın altına imzasını attı. JAVERT 1. Sınıf Müfettiş Châtelet Meydanı Karakolu: 7 Haziran 1832, saat bir, sabah. Javert, kâğıdın mürekkebini kuruttu, katladı, mühürledi, kâğı­ dın altına: «Yönetim için Not» diye yazdı ve masada bırakıp, ka­ rakoldan ayrıldı. Camlı ve parmaklıklı kapı ardı sıra kapandı. Châtelet Meydanından tekrar geçti, rıhtıma geri döndü, yak­ laşık yirmi dakika önce bıraktığı yere geri döndü ve aynı biçim­ 1297

de dirseğini korkuluğa yasladı, sanki hiç kıpırdamamış, ordan bir an ayrılmamıştı. Karanlık çökmüştü. Gece yarısından hemen sonraki ölüme benzeyen korkunç vakitteydi. Bulutların örtüsü yıldızları saklı­ yordu. Gökyüzünde tekinsiz bir karanlık vardı. Oradaki evlerin hiçbirinde ışık yoktu, kimsecikler geçmiyordu oralardan, alabildi­ ğine tenha sokaklar ve bomboş rıhtımlar, Notre Dame Kilisesi ve Adalet Sarayının kuleleri gecede çizgiler çizmişlerdi. Sokak lam­ bası rıhtım taşlarını kızıla boyuyordu. Arka arkaya beliren köp­ rülerin gölgeleri siste biçim değiştirmişti. Yağmurlar nehrin sula­ rını iyice yükseltmişti. Okurun hatırlayacağı üzere, Javert’in dayandığı korkuluk Se­ ine Nehrinin o tehlikeli girdabının üstündeydi. Burası sonsuz bir hayat gibi, çözülüp tekrar örülen bir anafor getirmişti meydana. Javert eğilip baktı. Her şey simsiyahtı. Hiçbir şey görünmü­ yordu. Bir köpük sesi duyuluyor, fakat nehir görünmüyordu. Bu baş döndürücü karanlıkta kimi zaman, bir ışık beliriyordu ve kıv­ rılarak uzayıp gidiyordu. En zifiri gecede bile, şu ışığı yakalar ve onu bir yılana benzetir. Işık kayboluyor ve her şey tekrar belirsiz­ leşiyordu. Sonsuzluk orada açılmış gibiydi, insanın altında gör­ düğü şey, su değil uçurumdu. Rıhtım duvarı yalçın ve belirsiz si­ se karışıp gecenin sonsuzluğuna ekleniyordu. Hiçbir şey görülmüyor, ama suyun düşmanca soğukluğunu ve nemli taşların küflü kokusu duyuluyordu. Bu uçurumdan, ya­ banıl bir soluk yükseliyordu. Nehrin kabarması seçilmiyor, sezi­ liyordu. Dalganın acıklı fısıltısı, köprü kemerlerinin sıkıntı yüklü büyüklüğü, bu karanlık boşlukta düşme ihtimali, bütün bu gölge­ ler korkuyla yüklüydü. Javert, bir zaman kımıltısız durdu, bu gölgelere bakıp, görün­ meyeni ilgiye benzer bir kararsızlıkla izledi. Sular hışırdıyordu. Sonra şapkasını çıkarttı, rıhtımın üstüne bıraktı. Geciken ya­ yaların bir hortlak sanacakları uzunca boylu ve karanlık bir göl­ ge korkulukta dikildi. Seine Nehrine eğildi, tekrar dikilerek gölge­ ler arasına düştü. Uğultulu bir su sesi duyuldu ve bu kara gölge­ nin gizli kıvranışlarını gölgelerden başka gören olmadı. 1298

BEŞİNCİ KİTAP

DEDE VE TORUN 1 ÇİNKO KAPLI AĞAÇ Değindiğimiz olaylardan hemen sonra, Boulatruelle isimli adam, koyu bir heyecan yaşadı. Bu adam, kitabımızın karanlık bölümlerinde sözü geçen ve Montfermeil’de yaşayan taşçıydı.. Hatırlanacağı üzere, Boulatruelle gece işlerinin adamıydı. O bir yandan taş kırar, öte yandan, yoldan geçenleri soyardı. Hem yol işçisi, hem de hırsız olduğundan, onun bir düşü vardı. O, de­ finelere inanırdı, özellikle Montfermeil ormanında böyle bir gömü olduğuna emindi. Bir gün, toprak altında para bulmayı düşlüyor ve bu arada vakit yitirmemek için, yolcuların ceplerinden bir şey­ ler çalıyordu. Şimdilik epeyce tedbirli davranıyordu. Yakayı zor bela kurtar­ mıştı. Yakalanmasına az kalmıştı. Hancıların inindeki diğer hay­ dutlarla yakalanmış ve kötü bir huyu sayesinde kurtulmuştu. Evet, sarhoşluk onu kurtarmıştı. O anda yapılan bir araştırma sonunda, onun orada ne amaçla bulunduğu kesin biçimde anla­ şılmamış, sarhoş adamın hırsız mı, yoksa onların bir kurbanı mı olduğu kanıtlanamamıştı. İşte o tuzak gecesi, böylece paçayı kurtarmış ve serbest kalır kalmaz, hemen Montfermeil çevresine geri dönmüştü. Eski işine başlamıştı, aslında biraz süklüm pük­ lümdü, epeyce de dalgındı, ama yine de dışarıda olmanın mut­ 1299

luluğuyla bir süre başını derde sokabilecek hırsızlık işlerinden uzak kalmaya karar vermişti. Onun geçirdiği o şiddetli heyeca­ nın nedeninden de söz edelim. Boulatruelle bir sabah, her zamanki gibi, işine gitmek için or­ mandaki barakasından ayrılmıştı. Epeyce erkenciydi, henüz gün doğmamıştı. Bir ara sadece arkadan bir adamı görür gibi oldu, fakat uzaklık ve alacakaranlığa rağmen, adamın kılığı kıyafetin­ de kendisine tanıdık gelen bir şeyler vardı. Genellikle sarhoş ol­ masına karşın, yine de, Boulatruelle’in güçlü bir hafızası vardı. Böyle uyanık olması, onun gibi, kanunla başı sürekli belada olan biri için epey faydalı oluyordu bu. «Vay canına! Şuna benzer birini ne zaman ve nerede gör­ düm?» diye söylendi. Fakat buna yanıt bulamadı. Herhalde, ta­ nıdığı birine biraz olsun benziyordu. Boulatruelle, kim olduğunu çıkaramadığı adama dair aklında bazı yakınlaştırmalar yaptı. Adam buralı değildi, herhalde başka yerden olmalıydı. Çünkü o vakitlerde ilçeden posta arabası geç­ mezdi. Bütün gece yürümüş olmalıydı. Nereden geliyordu? Faz­ la uzaklardan olmasa gerek, çünkü üzerinde ne yol çantası var­ dı, ne başka bir şey. Paris’ten geliyor olabilirdi. Bu ormanda ne arıyordu? Özellik­ le herkesin uyuduğu vakitte buraya neden gelmişti? Boulatruelle’in aklına gelen ilk şey, define oldu. Belleğini ara­ ya araya orada bir ışık yanmasına neden oldu. Belli belirsiz, yıl­ lar önce tıpkı buna benzeyen bir adamı, yine bu ormanda gör­ müş olduğunu hatırlar gibiydi. Bu derin düşünceler içinde, başı göğsüne inik, dalgınca du­ ruyordu. Tekrar başını kaldırdığında adamın kaybolduğunu gör­ dü. Orman ve gölgeler adamı içlerine çekmişlerdi. «Kahrolası!» diye söylendi, «onu bulacağım ve şu adamın inini meydana çıkaracağım. Alacakaranlıkta ormanda yürüyüş­ ler yapan şu ahmağın sırrını çözeceğim. Orman benim orma­ nım, burada kimsenin gizli kapaklı işler görmeye hakkı ola­ maz!..» Epeyce sivriltilmiş olan küreğini kaptı. 1300

Homurdanarak: «İşte bir adamı da, toprağı da hallaç pamuğu gibi atacak bir silah!» Bir ipucunu izler gibi, adamın sabahleyin aldığı yolu tahmin ederek çalılar arasında yürümeye başladı. Yüz adım gitmişti ki, ufukların pembeleştiğini fark etti, ortalık ağarıyordu. Bu aydınlığın da iz arama işinde yardımı oldu. Kum üzerinde bazı taban izleri, çiğnenmiş otlar, ezik çalılar, onlar ara­ sında kırılmış genç fideler, bir iz üzerinde olduğunu gösteriyor­ du. Bir süre öylece yürüdü fakat apansız izleri kaybetti. Vakit ge­ çiyordu. Ormanın daha da içine daldı ve küçücük bir tepeye var­ dı. Ötelerden neşeli bir havayı ıslıkla çalan bir avcının geçtiğini gördü, sonra bir ağaca tırmanmayı akıl etti, ihtiyarlığına rağmen Boulatruelle keçi gibi çevikti. Hemen oracıkta yüksek bir gürgen ağacı gördü. Boulatruelle en yüksek dala çıktı. İyi fikirdi bu, ormanın o en vahşi kısmını gözleriyle aranırken o esrarengiz yolcuyu fark etti. Ne yazık ki görmesiyle kaybetmesi bir oldu. Adam büyücek ağaçlarla sınırlı bir açıklığa girmiş, daha doğ­ rusu kayboluvermişti. Boulatruelle, ormanın o köşesini iyi bilirdi, çünkü burada bir taş kütlesinin hemen yanında, bedeni çinkoyla kaplı hasta bir kestane ağacı vardı. Bu açıklığa bir zamanlar Bla­ ru Tarlası derlerdi. Otuz yıldır herhangi bir şey için oraya yığılan o taşlar kuşkusuz hâlâ oradadır. Hiçbir şey bir taş yığını kadar ömürlü olmaz, belki tahta bir parmaklıkla hayat süresini kıyasla­ yabiliriz... Ah Tanrım, uzun yaşamak için ne kadar önemli bir ge­ rekçe... Boulatruelle sevinçten kanatlarla, ağaçtan uçar gibi, kendisi­ ni yere attı. Gizlenen avın inini bulmuştu, şimdi sıra yakalamaya gelmişti. Hayalindeki o kusursuz gömü, o büyük define, herhal­ de oradaydı. Fakat o açıklığa ulaşmak o kadar kolay değildi. Binbir zikzak oluşturan yollardan geçmek hiç almasa bir çey­ rek saat alırdı. Doğru yolu izleyecek olsanız fazlasıyla dikenli ça­ 1301

lılardan geçmek gerektiği için, en azından bir yarım saat sürer­ di. Boulatruelle bir ahmaklık etti, bunu anlamak istemedi, düz yola inandı. Aslında çoğu zaman bu yol bir göz yanılgısı olup epey kişiyi mahvetmiştir. O dikenli, sık çalılık ona daha iyi bir yol gibi geldi. «Rivoli Caddesinin kurtlar kısmından geçelim,» dedi. Her zaman çetrefil yoldan gitmeyi kendisine kural edinen taş­ çı, bu kez doğru yolu izleme gafletine düştü. Kendisini çalıların arasına attı. Çobanpüskülleri, ısırganlar, akdikenler, yabangülleri, devedi­ kenleri önünü kesti. Epeyce tırmalandı, hayli hırpalandı. Bayırın hemen eteğinde bir su birikintisi oluşmuştu, onu do­ laşmaya mecbur kaldı. Nihayet çalılığa geldi. Kırk dakika sonra, Blaru Tarlasına var­ dığında kan ter içinde, ıslak, soluk soluğa, yüzü gözü kan için­ de, yabanıl bir halde açıklığa vardı. Boulatruelle o taş kütlesine koştu, taşlar öylece duruyorlardı. Kimse dokunmamıştı. Adam ise ormanda yokolmuş gibiydi. Nerede? Ne tarafta? Hangi çalılıkta? Bunu anlamak mümkün değildi. İşin en hazin yanı, o çinko plakalı ağacın önündeki taş kütle­ sinin yakınında, toprağın demin kazıldığı anlaşılıyordu, bir delik, bırakılan bir kazma vardı ve bir de çukur. Çukur bomboştu. Boulatruelle sıktığı yumruklarını göklere kaldırdı: «Hırsız» diye bağırdı. 2 İÇ SAVAŞTAN ÇIKAN MARİUS, AİLE SAVAŞINDA Delikanlı, uzun süre hayatla ölüm arasında gidip geldi. Birkaç hafta sayıklamalarla karışık ateşlendi, bunlar başındaki yarala­ rın neden olduğu beyin dokusu bozulmalarındandı. Gece boyu sürekli Cosette’in ismini sayıkladı, bunu can çekiş­ 1302

menin o çaresiz ısrarıyla yineleyip durdu. Bazı doku yaralarının genişliği kritik olduğu için, yaraların ateşi, hastayı öldürebilirdi. Bazı iklim etkileri, hava değişimi, basınçlı ya da fırtınalı hava risk­ li olabilirdi. Hekim epey kaygılıydı, sürekli aynı şeyi söylüyordu: «Hastayı heyecanlandırmayın.» Pansumanlar yorucuydu. O günlerde, gazlıbezlerin yaraya yakıyla yapıştırılması henüz bilinmiyordu. Nicolette sargıbezleri için tavana kadar değecek çarşaf ve çamaşır harcadığını söylü­ yordu. Klorlu losyonlar ve gümüşnitratlı ilaçlarla kangren güç­ lükle önlendi. Tehlike olduğu sürece Mösyö Gillenormand toru­ nunun başında perişan halde bekledi. O da Marius gibi bir ikilem yaşadı. Ne sağ, ne ölü. Her gün, hatta zaman zaman günde iki kez, ak saçlı çok şık giyimli (kapıcının tanımlaması), «beyefendi tavırlı bir adam» ya­ ralının haberini almaya geliyor ve epey büyük bir paket bırakı­ yordu. Sargıbezleri. Nihayet yedi eylül sabahı Marius’ün dedesine komada getiril­ diği o geceden dört ay sonra, hekim onun artık kurtulduğunu söyledi. İyileşme dönemi başlıyordu. Fakat yine de o kırık köp­ rücükkemiğinin oluşturduğu bazı komplikasyonlar nedeniyle, Marius daha iki ay daha sırtüstü yatacaktı. Aslında bu sürekli böyledir, sürekli kapanmak bilmeyen bir yara hazırdır. Uzun sürmüş bu hastalık ve bu uzun iyileşme dönemi, onu sa­ yısız kovalanmalardan kurtaracaktı. Fransa’da altı ay gibi bir süre geçtikten sonra bitmeyen kin yoktur, isyanlar aslında bütün toplu­ mun kabahati sayıldığı için, çoğu zaman bunlara göz yumulur. Emniyet Amiri Guisquet’nin epey zalimce bir buyruğu, hekim­ lerin yaralıları ihbar etmesi talimatı, kamuoyunu o kadar öfkelen­ dirmişti ki, en başta kral olmak üzere, yaralılar bu öfke örtüsü al­ tında saklanıp korundular. Savaşta esir olanlar dışındakiler, as­ keri divan tarafından huzursuz edilmedi. Bundan dolayı da Ma­ rius’e karışmadılar. Mösyö Gillenormand önce acılara, kedere, daha sonra mut­ luluklara kapıldı. Geceleri sabahlara değin Marius’ün başında beklememesi için bütün ev halkı işbirliği etti. Rahat koltuğunu to­ 1303

rununun yatağı yanında taşıtmış, oradan bir yere ayrılmıyordu. Sargıbezleri için kızından konaktaki en nadide, en ince ketenle­ ri kullanmasını buyurdu. Fakat aklı başında bir kadın olan Gillenormand Teyze, bu hoş çarşafları korumanın bir çaresini buldu. Fakat yine de bunu babasından gizli yaptı. Mösyö Gillenormand sargı ve kompres için patiskanın, amerikanbezi kadar uygun olmadığını, eski ke­ tenin yeni ketenden daha yumuşak olduğunu söylediklerinde bunu dinlemek bile istememişti. Kızının aşırı tutuculuğundan utanıp kaçtığı pansumanlarda sürekli bulunuyordu. Ölü derileri makasla kestiklerinde, «Ay, of» diye inlemesi, yürek parçalıyor­ du. Titrek elleriyle, yaralı torununa bir fincan ıhlamur uzatışı epey acıklıydı. Hekimi soru yağmuruna tutuyor, sürekli aynı şey­ leri üsteleyerek sorduğunu da hemen unutup, tekrar başlıyordu. Marius’ün belayı atlattığını hekimden duyduğu gün, babacan dede sevinçten delirecek gibi oldu. Kapıcısına üç altın bahşiş verdi. Gece kendi odasına çekildiğinde, parmakların zil gibi kul­ lanarak, bir gavot dansı(*) etti ve şu şarkıyı söyledi: Jean ne Fougere’de doğmuştu, Çoban kızları vardır orada, Ah o elbisesiyle, Ah, ne de ayartıcıydı! Asıl aşkı onda buldum, Gözlerimde onu gördüm, Okunu attı Mahvetti beni!.. Onu ben her zaman sevdim, Diana’dan(**) yüce buldum. Jeanne’nin o biçimli göğüsleri, Delirtti beni!.. (*) Gavot Dansı: 17. yüzyılın bir dansı (**) Diana: Ay ve Av Tanrıçası.

1304

Daha sonra bir iskemlenin önüne diz çöktü, onu kapıdan iz­ leyen Basque, dua ettiğini gördü. O güne değin, Mösyö Gillenor­ mand Tanrı’ya inançsızdı. Torununun iyileşmesinin her devresinde dede, başka çılgın­ lıklar deniyordu. Nedenini bilmeden, günde kaç kez konağın merdivenlerinden inip çıkıyordu. Bir yığın anlamsız davranış sergiliyordu, komşularından biri olan güzel bir genç kadın, bir sabah ondan koca bir buket çiçek alıp afalladı. Mösyö Gillenormand göndermişti. Alımlı kadının kocası bir kıskançlık yarattı. Mösyö Gillenormand hizmetçisi Nicolette’yi dizlerine oturtmaya çalışıyor, Marius’e «Mösyö le Baron», diye sesleniyor ve durup dururken «Yaşasın Cumhuriyet!» diye bağı­ rıyordu. Hekime sürekli: «Artık tehlike yok, değil mi?» diye soruyor, Marius’e sevecen gözleriyle bakıyordu. Torunu yemek yerken, onu gözleriyle okşu­ yordu. Artık iyice değişip farklı biri olmuştu. Kendi kendisini unut­ muştu. Marius evin beyiydi. Onun bu kendisinden vazgeçmesin­ de sevinç, mutluluk vardı. O artık torununun torunu gibiydi. Bu sevinçle çocukların en saygınıydı. Henüz iyileşme döne­ minde bulunan hastasını yormamak için, arkasına geçip gülüm­ süyordu. Memnun, mutlu, sevinçli, şirin, genç olmuştu. Yüzünü aydınlatan ışığa, beyaz saçları daha sevimli bir şey katıyordu. Yüzdeki kırışıklara incelik karıştığında, ihtiyarlık epey sevimli olur. Mutlu bir kocamışlıkta bir şafak aydınlığı bulunur. Marius ise bütün bu şımartmalar, bu ilgi arasında, tek bir dü­ şünceye takılıydı. Sürekli onu düşünüyordu: genç kızı. Ateşi düşüp sayıklamalardan kurtulduğundan beri onun ismi­ ni söylemiyordu ve karşısındakiler onun unutmuş olduğunu sa­ nabilirlerdi. Ama o yalnızca ruhu dolu olduğu için sessizdi. Genç kızın nerede olduğunu bilmiyordu. Şu Chanvrerie So­ kağı onun aklında koyu bir bulut gibiydi. Belli belirsiz bir şeyleri seçer gibi oluyordu: Eponine, Gavroche, Mabeuf Baba, Thenar­ dierler. Sonra barikatın tozuna dumanına karışan yiğit arkadaş­ ları, bu kanlı macerada Mösyö Fauchelevent’in o anlaşılmaz ge­ 1305

lişi de onda bir fırtınada oluşan bir bulmaca etkisi bırakıyordu. Kendi hayatına dair hiçbir şey bilmiyor, anlamıyordu. Nasıl ve kim tarafından kurtarıldığını bilmiyordu. Aslında yanındakilerden hiç kimse bu konuda fazla bir şey bilmiyordu. Geceleyin bir kira arabasında dedesinin konağına getirtilmişti. Geçmiş, bugün, ge­ lecek, her şey Marius için belirsiz bir sisle sarılıydı, fakat bunda, hareketsiz bir nokta, belirgin bir çizgi, asla şaşmayan kaya gibi dayanıklı bir yan vardı, Cosette'i tekrar bulmak, Marius için ha­ yat demekti, kalbinin derinliklerinde Cosette'siz bir hayatı düşün­ meyeceğine yemin etmişti. Bundan dolayı sabit bir düşünceye saplanmıştı, yaşamasını isteyen herhangi birinden, dedesinden, kaderden, cehennemden, kaybettiği cennet bahçesinin kendisi­ ne geri verilmesi için üsteleyecekti. Engellerin varlığını biliyordu. Burada bir ayrıntı verelim, dedesinin olanca şefkati ve özeni­ ne rağmen, Marius ona karşı yumuşamamıştı, ona yine de ka­ yıtsız davranıyordu. Hem durumunun olanca açıklığını bilmiyor­ du, o hasta aklının yarattığı kuşkularda dedesinin sevgisinden kuşkulanıyordu. Sanki ihtiyar adamın kendisini yeneceği gibi bir izlenimi vardı. Biçare ihtiyar boşu boşuna, ona tatlı tatlı gülüm­ süyordu. Marius, kendisi henüz konuşmadığı için dedenin ken­ disine bu kadar uysal davrandığını aklına koymuştu. Kendisi Co­ sette’in ismini söyleyecek olsa, dede de hemen değişir, yüzün­ deki o iyilik maskesini atardı, işte o zaman, yine o eski mesele­ ler ortaya çıkacak, ailevi sorunları çıkacaktı. Bunları düşünen delikanlı giderek katılaşıyordu. Sağlığı düzelip canlandıkça, eski kinleri de uç veriyordu. Bel­ leğin o eski yaraları açılıyordu. Marius maziyi düşünüyor, baba­ sı Albay Pontmercy, dedesiyle arasına giriyordu. Dedesinden hiçbir şey beklemeyeceğini, onun hiçbir zaman iyi biri olmadığı­ nı, babasına epey sert, merhametsiz davrandığını unutamıyor­ du. İyileştikçe dedesine daha da katı davranıyordu, ihtiyarcık tatlı tatlı azaplar içindeydi. Mösyö Gillenormand esasen duygularını ele vermeden bir şeyin daha farkındaydı. Marius eve getirip kendisine geldiği gün­ 1306

den beri, bir kez bile kendisine «Baba» dememişti. Evet, aslın­ da ona «Mösyö» de demiyordu, ama hiçbir şey söylemeden ko­ nuşma çaresini bulmuştu. Şurası belliydi ki, bir buhran geliyordu. Böyle hallerde sürekli olduğu gibi, Marius savaşa başlama­ dan önce, küçük hamleler yapmayı denedi. Buna «Zemin dene­ timi» denir. Bir sabah, gazetesini okuyan Mösyö Gillenormand, Konvansiyon hakkında alaycı bir dille konuştu ve Danton, Saint-­ Just ve Robespierre hakkında kralcı şeyler söyledi. Marius aksi bir sesle: «’93'ün adamlarının hepsi devdi,» dedi. İhtiyarcık sustu ve bütün gün konuşmadı. Marius hâla çocukluk yıllarının katı, ödün vermez dedesini ha­ tırladığı için, onun bu sessizliğinde bir kin buldu ve zorlu bir didiş­ me işareti verildiğini düşündü. Aklında savaş planları bile kurdu. Kararı şuydu: dedesi reddettiğinde yaralarının sargılarını açıp, köprücükkemiğini tekrar dağıtacak, yaralarını açıkta bıra­ kacak ve kendisine verilen yemekleri reddedecekti. Onun yara­ ları silahlarıydı. Cosette ya da ölüm! Hastaların o bitmez sabrıyla, bu anı bekledi. 3 MARİUS ATAĞA GEÇİYOR Gillenormand Teyze, ocağın üstüne fincanları yerleştirirken, dede, torununun yüzüne eğildi ve sevgi dolu bir sesle: «Dinle yavrum,» dedi, «senin yerinde olsam, balık yerine et yerdim. Kızarmış bir dilbalığı iyileşme için iyi ama bir hastanın ayağa kalkmasını sağlamak için, şöyle pişkin bir biftek tercih et­ meli.» Eski gücüne kavuşan Marius, olduğu yerde doğruldu, sıktığı yumruklarını yatağının çarşaflarına koydu ve dedesine aksice bakıp, öfkeli bir ifade takındı: «Size bir şey söylemek istiyorum.» «Nedir?» 1307

«Evlenmek istiyorum.» «Malum, bekliyordum bunu,» diyen Mösyö Gillenormand, şen bir kahkaha attı. «Nereden biliyordunuz?» «Biliyorum işte, o güzel kız senin olacak.» Marius şaşırmış ve sanki gözleri kamaşmıştı, bütün bedeni titremeye başladı. Mösyö Gillenormand anlattı: «O güzel kıza kavuşacaksın. Aslında o neredeyse her gün, ihtiyar bir adam kılığında gelip senden haber soruyor. Duydu­ ğum kadarıyla, yaralandığından beri, bütün vaktini ağlamak ve sana sargıbezleri hazırlamakla geçiriyormuş. Ben bilgi aldım, sevgilin o güzel kız, Silahlı Adam Sokağında oturuyor. Onu isti­ yorsun değil mi, senin olacak... seni afallatım değil mi? Sen ken­ di kendine küçük hesaplar yapmış ve bir düzen kurmuştun: Ben bunu resmen dedeme söylerim, o direktuar mumyasına, şu kart zamparaya, şu eski kaşara, onun da sayısız macerası oldu, onun da işçi kızları, Cosetteler’i oldu. O da kuşlar gibi cıvıldadı, kanat çırptı, ilkbaharlarını yaşadı, onun da bütün bunları hatırla­ ması gerek. Göreceğiz, savaş istiyorsun ha! Ya demek boğayı boynuzlarından tutmak istedin? Ben sana bir pirzola öneriyo­ rum, sen de bana ‘evlenmek istiyorum’ diyorsun, işte buna, bir konudan diğerine atlamak denir, demek sen benim karşı çıkaca­ ğımı sanmıştın, benim bunağın biri olduğuma emindin. Buna ne dersin? Demek deden sandığından daha ahmak çıktı. Bunu um­ muyordun, değil mi? Bana atacağın o söyleve yazık oldu aslın­ da, evet Sayın Avukat, bu epey hain oldu, oh olsun sana, diledi­ ğince hırslan. Ben de senin arzuna uyacağım, kız hakkında bol bol bilgi edindim, o çok alımlı, güzel, aklı başında, hanım hanım­ cık, sürekli sana sargı bezleri yollayan bir çocuk. Şu subay hikâ­ yesi de mavalmış. Sen biraz iyileşince, onu baş ucuna getirtme­ yi düşünmedim değil, ama bu sadece romanlarda olur. Aşk öy­ külerinde genç kızları alımlı yaralıların odasına sokarlar. Bu uy­ gun olmaz. Hem teyzen ne der buna? Ayrıca çoğu zaman sen yarı çıplak yatıyordun. Senin yanından bir an bile ayrılmayan Ni­ 1308

colette’ye, sor, odaya bir kadın alınmazdı. Üstelik hekim de bu­ nu yerinde bulmazdı. Güzel bir kız hastanın ateşini geçirmez. Peki tamam artık, bu konuyu kapatalım. Kararlaştırıldı, al senin olsun. İşte bak, ben böyle kötü bir dedeyim. Bak dinle, beni sev­ mediğini anladım. Şu hayvana kendimi sevdirmek için neler yap­ malı diye düşündüm, sonra ansızın zihnimde bir ışık çaktı. Vay canına dedim, elimin altında şu küçük Cosette ne güne duruyor? Kızı ona vereyim, şu sevimsiz torun da belki o zaman beni bir parça sever. Ama sen benim karşı duracağımı, hışım dolu bir sesle, sana saldıracağımı sanmıştın? Hiç de değil, aşk mı peki. Cosette mi peki. Ben de bunu istiyordum. Haydi efendim, ne olur evlenme yüceliğini gösterin. Mutlu ol yavrum!» Bu sözlerden sonra yaşlı adam hıçkırmaya başladı. Delikanlının başını o titrek elleri arasına aldı ve kollarıyla onu bağrına bastı, ikisi de gözyaşı döktü. Bu da engin mutluluğun bir alametidir. Marius: «Babacığım,» diye bağırdı. İhtiyar: «Demek beni biraz olsun seviyorsun?» dedi. Kelimelerin tarif edemeyeceği bir an yaşandı. Her ikisi de mutluluktan tıkanmış gibiydi, konuşamadılar. Nihayet ihtiyar: «Oh, oh, artık açıldı, 'babacığım' dediğine göre!» Marius başını dedesinin kollarından usulca kurtardı ve uysal bir sesle: «Babacığım,» dedi, «artık iyileştiğime göre, onu görebilirim sanki.» «Buna da peki, onu yarın göreceksin.» «Babacığım?» «Ne?» «Niye bugün değil?» «Peki istediğin gibi olsun. Öyle ya, niye bugün olmasın? Ta­ mam, bugün göreceksin. Üç kez bana ‘Babacığım’ dediğine gö­ re bunu hak ettin. Ben bununla ilgilenirim. Kızı sana getirirler. Karar verildi dedim ya, bu da bir ara şiir gibi yayınlanmıştı. And­ 1309

re Chenier’nin(*) ‘Genç Hasta’ isimli ağıdının son kısmında. Şu Andre Chenier ki, boğazlanmıştı, ‘93’ün Hay-Yoo devlerince...» Dede, Marius'ün usulca somurttuğunu görür gibi olmuştu, ama ihtiyar yanılıyordu. Mutluluğun zirvesindeki Marius, şu an­ da 1793’ü değil, sadece sevgilisini düşünüyordu. Dede, Andre Chenier hakkında bir gaf yaptığını düşünüp hemen sözlerini dü­ zeltmeyi düşündü. «Boğazlanmak uygun kelime değil. Aslında şu ihtilalci dahi­ ler, o kadar da alçak sayılmazlardı, tümü de kahramanlardı, on­ lar Andre Chenier’nin kendilerini huzursuz ettiğini düşünmüş ol­ malı ve onu giyot... yani işte şu büyük adamlar halk yararına Andre Chenier’den 7 Thermidor’da, bir parça uzaklaşmasını...» Gillenormand Dede bocaladı, bir türlü işin içinden sıyrılama­ yacağını anlamıştı, ne başladığı tümceyi bitirebildi, ne de sözle­ rini geri aldı. Bu arada, kızı Gillenormand Teyze, Marius’ün da­ ğılan yastıklarını düzeltiyordu, ihtiyar, o sıska bacaklarının bütün hızıyla yatak odasından fırladı ve kapıyı ardından kapattı. Yüzü gözü morarmış, ağzından köpükler çıkarıp, tam o sırada Basque ile karşılaştı, uşağını yakasından kavradı ve kinle: «Canları cehenneme! Haydutlar onu öldürdüler!» «Kimi, efendim?» «Andre Chenier’yi!..» Basque dehşet içindeydi: «Evet, efendim,» diyerek gitti. 4 MATMAZEL GİLLENORMAND’IN MÖSYÖ FAUCHELEVENT’İN KOLTUĞUNUN ALTINDAKİ PAKETİ GÖRMESİ Genç kız ve Marius buluştu. Bunu anlatmaya çekiniyoruz. Bazı şeyler tanımlanmaz, güneş de böyledir. (*) Andre Chenier: İstanbul’da doğan Fransız bir şair. Büyük ihtilal’de giyotine gitti.

1310

Tüm aile Basque ve Nicolette dahil olmak üzere, Marius’ün odasındalardı. Genç kız göründü, bir haleyle kuşatılmış gibiydi. Tam o sıra­ da, dede, burnunu silmeye hazırlanıyordu, elinde mendil, kala­ kaldı, gözlerini Cosette’e çevirip: «Tapılası bir güzellik, olağanüstü!» diye haykırdı. Sonra bur­ nunu seslice sildi. Cosette hoşnut, mutluluktan sarhoş, sevinçten uçuyor ama bir parça da korkuyordu. Yüzü hem solgun, hem bir gelincik gi­ bi kırmızıydı. Bir şeyler bekliyor, Marius’ün kollarına atılmak isti­ yor, yapamıyordu. Kalabalık önünde sevmekten yüzü kızarmış­ tı. Mutlu sevgililere karşı merhametsizce davranılır, onları baş başa bırakmak varken, yanlarında durulur. Fakat onların gözleri kendilerinden başkasına bakmaz. Genç kızın ardı sıra biri girmişti. Ak saçlı, ağırbaşlı, gülümse­ yen ama etkili bir gülüşle gülümseyen biri. Mösyö Fauchele­ vent’di, yani eski dostumuz «Jean Valjean.» Kapıcının sürekli söylediği gibi, çok şık giyinmişti. Yepyeni bir siyah elbise ve ge­ niş beyaz kravat. Kapıcı bu şık giyimli kenter kılıklı adamın, 6 Haziran gecesi kucağında Mösyö Marius’ü taşıyan saçı başı pe­ rişan, dikenli, kanlı, çamurlu, kötü kokan adam olduğunu nasıl bilebilirdi? Fakat yine de onu görür görmez, karısına: «Baksana, garip değil mi? Şu adamı bir yerden tanıyorum, onu her gördüğümde daha önce de görmüş gibi bir hisse kapılı­ yorum.» Mösyö Fauchelevent salonda, kapının önünde herkesten uzakta kaldı. Kolunun altında sıkıca sarılmış bir paket vardı, her­ halde kitap olmalıydı. Paketin zarfı biraz yeşillenmişti ve yosun­ lu gibiydi. Kitaplardan fazla hoşlanmayan Matmazel Gillenormand, Ni­ colette'ye: «Bu adam sürekli böyle koltuğu altında kitapla mı gezer?» Mösyö Gillenormand da kızı gibi, yarım sesle araya karıştı: «Ne var yani, demek ki o bir aydın. Eh, bu suç mu ki? Çok iyi 1311

tanıdığım Mösyö Bulard da, elinde kitapla dolaşır, bağrında hep bir kitap taşırdı.» Sonra ziyaretçiyi selamladı: «Mösyö Tranchelevent...» Gillenormand Baba, özellikle yapmamıştı, ama soyadlarına ilgisizlik onda bir tür aristokratlıktı. «Mösyö Tranchelevent, torunum Baron Marius Pontmercy için, kızınızı istemekten onur duyarım.» Mösyö Tranchelevent eğilip selamladı. Dede: «Bu da tamam,» dedi. Kollarını uzatıp kutsamak ister gibi Marius’le Cosette’e dön­ dü ve: «Birbirinizi taparcasına sevebilirsiniz, izin alındı,» dedi. Berikiler bunu yineletmediler. Oh olsun. Cıvıltı başladı, yarım sesle konuşuyorlardı. Marius kanepesine yaslı, Cosette hemen onun yanı başında: «Yüce Tanrım! Sizi tekrar görebildim,» diyordu Cosette. «Siz­ siniz, sen. Aman Tanrım gidip savaşmanın ne gereği vardı? Hem, neden? Korkunç bir şey. Tam dört aydır yaşamadım, ölü gibiydim. Şu savaşa katılmak ne beter şey. Ben size ne yapmış­ tım ki? Sizi affediyorum, fakat bir daha yapmayın. Demin bizi ça­ ğırmaya geldiklerinde, öleceğimi sandım, fakat sevinçten öle­ cektim, ama o kadar acı çekmiştim ki, giyinmeye bile vakit bula­ madım. Korkunç görünüyor olabilirim. Aileniz beni kırış kırış bir yakayla görünce kim bilir ne çok kınayacak? Konuşsanıza. Sü­ rekli beni konuşturuyorsunuz. Biz hep aynı yerde oturduk. Omu­ zunuzun kötü olduğunu duydum. Bir yumruk girecek kadar bü­ yük bir yaraymış. Sonra kuru derileri makaslarla kestiklerini söy­ lediler. Bu da kötü olmalı! O kadar ağladım ki, gözlerim kuruya­ caktı az daha... Hiç bunca acı çekebileceğimi düşünemezdim. Dedeniz çok iyi birine benziyor. Huzursuz olmayın, dirseğinize dayanmayın, dikkat edin, yine yaralarınız açılır. Oh ne çok mut­ luyum. Demek artık acılar bitti. Ne kadar aptalım, aklıma geleni söylüyorum. Beni hâlâ seviyor musunuz? Size bir yığın şey an­ 1312

latmak istiyordum, tümünü unuttum, ne aptalım. Biz hâlâ aynı sokaktayız, oranın bahçesi yok. Sürekli sargıbezleri hazırladım, bakın, hep sizin kabahatiniz, parmağım nasır bağladı.» Delikanlı ona beğeniyle bakıyor ve «Meleğim» diyordu. Melek kelimesi hiç eskimez, dilde her zaman vardır. Hiçbir kelime, sevgililerin bunca kullanımına dayanamaz. Sonra âşıklar birden, tanıklarla çevrili olduklarını görüp, he­ men sustular ve hiç konuşmadan el ele oturdular. Mösyö Gillenormand oradakilere dönüp: «Haydi, aynı ağızdan konuşsanıza. Haydi artık biraz gürültü yapın ki, şu çocuklar da rahat rahat cıvıldaşsınlar.» Daha sonra genç sevgililere yaklaşıp göz kırptı: «Haydi çekinmeyin, birbirinize ‘seni’ deyin...» Gillenormand Teyze yıllardır şu sakin hayatına giren bu ışığa afallayarak bakakalmıştı. Aslında onun bu şaşkınlığında kin yok­ tu, bu bir baykuşun bir kumruya hasetle bakışı değil, sadece el­ lisindeki ahmak ve saf bir ihtiyar bakirenin bakışlarıydı. Başarı­ sız bir hayatın utku izlencesi... Babası ona: «Matmazel Gillenormand, bir gün böyle olacağını söylemiş­ tim,» dedi. «Beni dinlemek istemedin ya, oh olsun sana.» Biraz sustuktan sonra: «Haydi şimdi sen de başkalarının mutluluğunu izle bakalım.» Dede daha sonra Cosette’le, Marius’e döndü: «Tanrım, ne alımlı kız, ne kadar şirin. Ne kadar kibar, ne ka­ dar tatlı, sanki Greuze’un bir tablosundan çıkmış gibi. Vay çap­ kın, demek bütün bunlar senin olacak ha? Ah seni gidi yaramaz, talihlisin doğrusu, benden paçayı kurtardın, görürsün, on beş, yirmi yaş daha genç olsaydım, bu güzel kız için seninle düello ederdim. Bakalım kime nasip olurdu? İşte bakın, size âşık oldum hanımefendi. Eh, bu kadar kolay, bu da sizin hakkınız, ne yapa­ lım bu kadar güzel olmasaydınız? Ah sevgili çocuklarım, size ne hoş, ne kusursuz bir düğün yaptıracağım. Gerçi bizim Saint-De­ nis Mahallesi Saint-Sacremant Kilisesine bağlı, fakat ben düğü­ 1313

nün Saint-Paul Kilisesinde yapılmasını istiyorum. Cizvit rahiple­ rin kurdukları bu kilise daha süslü, daha ışıklı. Biraque Kardina­ linin çeşmesiyle bakışıyor. Aslında cizvit mimarisinin en hoş eseri Namur’dadır. Saint-Loue Kilisesi. Evlendikten sonra gidip görmelisiniz, buna değer. Evet hanımefendi, ben de tıpkı sizin gibi düşünüyorum: kızlar evlenmek için yaratılmıştır. Bundan do­ layı şu Sainte-Catherine isimli azizeyi sürekli başı açık görmek isterdim. Kız kalmak iyi ama soğuk. İncil bile, ‘Birleşin. Çoğalın!’ der. Halkı kurtarmak için Jeanne D’arclar gerekiyor, ama halkı yaşatmak için de Gigogne gerekir. Evet, alımlı kızlar evlenin, as­ lında kiliselerde bekâr kızlar için yer var. 'Meryem Ana Derneği.' Fakat neme gerek, yine de alımlı bir eş, iyi, yiğit bir genç ve bir yıl sonra sarışın, tombul bir bebek oburcasına süt emen, tombul bacaklı, güneş gibi güzel gülüşüyle pembecik parmaklarıyla göğsünü mıncıklayacak küçük bir melek. Herhalde, akşam du­ asında mum tutup ‘Turris Evurnea’ ilahisini okumaktan daha ke­ yifli olur.» Doksanlık adam, bir delikanlı gibi topukları üstünde döndü ve kurulu bir yay gibi boşaldı: Alceste demek düşleri bırakıp Evlenmeye karar verdin... «Marius, aklımdayken...» «Evet, babacığım?» «Senin bir arkadaşın vardı ya?» «Ne oldu ona?» «Öldü.» «Peki.» Dede gençlerin yanı başlarına oturdu ve kırışık ellerine onla­ rın ellerini alıp: «Şu küçükhanım, çok tatlı, çok zarif, asil ama ne yazık ki Ba­ rones olacak, ama Markiz olmak için yaratılmış. Şu kirpiklere ba­ kın! Çocuklarım, en doğru şeyi yaptığınızı unutmayın. Birbirinizi sevin, aşktan saçmalıklar yapın, serseme dönün. Aşk insanın aptallığı ve Tanrı’nın zekâsı. Birbirinizi tapar gibi sevin. Evet 1314

ama, ne yazık servetimin yarısından fazlası sadece yaşadığım sürece yeter diyelim, bir de baktınız ki, yirmi yıl sonra öldüm, ah zavallı çocuklar, o zaman beş kuruşsuz kalacaksınız. Evet, Ma­ dam Barones, o güzel beyaz ellerinizle parasız kalırsınız!» Sonra, odanın ucundan ağırbaşlı bir ses yükseldi: «Matmazel Euphrasie Fauchelevent’in tam altı yüz bin frank­ lık serveti var.» Jean Valjean’dı konuşan. Şimdiye değin sesini çıkarmamış, tek kelime etmemişti, var­ lığını bile unutturmuştu. Kapının önünde ayaktaydı. Mutlu çiftin hemen gerisinde. Dede şaşkın: «Matmazel Euphrasie de kim?» Cosette: «Euphrasie benim,» dedi. Gillenormand boyun eğip yineledi: «Altı yüz bin frank mı?» Jean Valjean: «Belki altı yüz bin franktan, on dört ya da on beş bin frank noksan. Elindeki paketi Matmazel Gillenormand’ın içinde kitap olduğunu sandığı paketi, masaya bıraktı. Jean Valjean paketi açtı, içi banknotlarla doluydu. Parayı saydılar. Hesap tamamdı. Bin franklık beş yüz banknot ve yüz altmış adet beş yüz franklık banknot. Tam beş yüz seksen dört bin frank. Gillenormand: «Kitap diye buna derim,» dedi, «İyi bir kitap!..» Gillenormand Teyze: «Beş yüz seksen dört bin frank mı,» diye mırıldandı. Dede kızına: «Bu da pek çok şeyi çözdü değil mi, Matmazel Gillenor­ mand? Şu Marius ahmağı hayal ağacından bir milyoner bulup getirdi. Ah işte, zamane gençleri, gelin de onlara güvenin. Öğ­ renciler altı yüz bin franklık milyoner kızlar buluyorlar. Minik Aşk Tanrısı Rostchild’den bile iyi.» 1315

Teyze yineliyordu: «Beş yüz seksen dört bir frank, canım şuna altı yüz bin diye­ lim de tam hesap olsun!» Bu arada Marius’le Cosette, birbirlerine bakıyorlardı, bu de­ tayın farkında olmadılar. 5 PARANIZI ORMANA YATIRMAK BANKAYA YATIRMAKTAN GÜVENLİDİR Okur, durumu anlamıştır. Champmathieu olayından sonra Jean Valjean ilk kaçışında birkaç günlüğüne Paris’e gelmiş ve Banker Laffitte’de bekleyen Mösyö Madeleine’in hesabındaki parasını çekip tekrar yakalanmak korkusuyla, parayı Montfer­ meil ormanında kazdığı bir yere gizlemişti. Altı yüz bin franklık para fazla yer kaplamadığından, bir kutuya sığmıştı. Fakat adam kutuyu nemden korumak için, bunu meşe bir kasaya yer­ leştirmiş ve kasayı da kestane talaşlarıyla doldurmuştu. Aynı ka­ sanın içine, Piskopos’un o gümüş şamdanlarını da koymuştu. Montreuil-sur-Mer’den kaçarken hatırlayacağınız gibi, bu şam­ danları da yanında getirmişti. Yıllar önce, akşam karanlığında Boulatruelle’in öteden seçtiği adam Jean Valjean’dı. Daha son­ raları ne zaman paraya ihtiyacı olduğunda, Blaru tarlasına gelip, ağaç dibini kazarak kasadan alırdı. İşte arada bir yaptığı kısa gezintilerin sırrı. Ormanda çalılar arasına bir kazma bırakmıştı, sadece kendi­ sinin bildiği bir yerde. Marius’ün iyileşmeye başladığını görünce, paranın hepsini oradan almayı düşündü. Paranın faydalı olaca­ ğı vakit gelip dayanmıştı. Boulatruelle’in bir sabah, alacakaran­ lıkta ormanda gördüğü yine o idi, fakat artık bu kez akşam değil, sabah erken gelmişti. Kazma da Boulatruelle’e kaldı. Jean Valjean, bu paradan kendisine sadece beş yüz frank ayırdı, «İşe yarar» diye düşünmüştü. Bu parayla Banker Laffitte’ye yatırılan paranın farkı, on yıllık giderlere harcanmıştı. 1823’ten 1833 yılına değin. Cosette’in 1316

manastırda kaldığı beş yıl da Jean Valjean’a, beş bin franka gel­ mişti. Jean Valjean gümüş şamdanları şöminenin üstüne koydu. Hizmetçi, bunlara hayran kaldı. Jean Valjean Javert’den kurtulduğunu da biliyordu. Kendisi­ ne anlattıkları gibi, olayı Morıiteur gazetesinde okumuştu. Javert isimli bir polis müfettişinin cesedini Seine nehrinden çıkarmışlar­ dı. Change Köprüsü ile Yeni Köprü arasında çamaşırcıların san­ dalına takılmıştı ceset. Bu kusursuz ve amirlerince takdir edilen memurun ölmeden yazdığı bir nottan onun ani bir delilik nöbeti­ ne karşı çıkamadığı anlaşılmıştı. Jean Valjean, bu habere epey şaşırmıştı. «Beni yakaladıktan sonra salıverdiğine göre, sahiden delirmiş olmalı!» diye düşündü.

6 HER İKİ İHTİYAR DA COSETTE’İN MUTLULUĞU İÇİN ÇALIŞIYOR Düğün hazırlıkları başladı. Doktora danışıldı, Şubatta Mari­ us’ün evlenebileceğini söylediler. Aralık ayındaydılar. Birkaç mutlu ve tatlı hafta çarçabuk geçti. En mutlu olan Gillenormand Dede’ydi. Saatlerce Cosette'in karşısında hayran hayran duruyor ve söyleniyordu: «Aman Tanrım, ne güzel kız. Ne de tatlı ve iyi biri. Ah kalbi­ min gülü, şimdiye kadar gördüğüm kızların en şirini. Daha son­ ra, menekşe kokulu faziletini de yayacak. Ah o bir güzellik peri­ si. Böyle bir eşle sadece aristokrat bir ömür sürülür. Marius, yav­ rum, sen Baronsun, zenginsin, artık avukatçılık oynama, rica ederim.» Cosette’le Marius mezardan cennete çıkmışlardı. Artık gele­ nekleri hiçe sayıyorlardı, fakat bu onlara vız gelirdi. Mutluluktan gözleri kamaşmış gibiydi. Marius, genç kıza: «Bu olup bitenlerden bir şey anlayabiliyor musun?» diye soruyordu. Cosette: 1317

«Hayır, fakat artık Tanrı bizi gördü,» diyordu. Jean Valjean, nikâh işlemlerini tamamladı, çok kritik bir me­ seleyi de çözdü. Cosette’in medeni durumunun sırrını biliyordu. Kızın aslında gayrı meşru doğduğunu açıkça söylemek olmazdı, belki de bu evliliğe engel olabilirdi. Cosette’i bütün zorluklardan kurtardı, bü­ tün pürüzleri giderdi. Ölmüş kişilerden bir aile oluşturdu kıza. En azından hiçbir araştırma yapılmazdı. Cosette, soyu tükenen bir ailenin son çocuğuydu. Kendisini baba biliyordu, ama kardeşi olan bir başka Fauchelevent’in kızıydı, iki Fauchelevent kardeş Petit-Picpus Manastırında bahçıvanlık etmişlerdi. Manastıra gi­ dildi, en iyi bilgiler, en saygın referanslar alındı. İyi kalpli rahibe­ ler, babalık sorunuyla fazla ilgilenmediklerinden, Cosette'in han­ gi Fauchelevent’in kızı olduğunu bile bilmezlerdi. Her ne istediy­ se, o melek kızlar onu söylediler. Evraklar hazırlandı. Cosette, kanun karşısında Matmazel Euphrasie Fauchele­ vent olup çıktı. Ana ve babadan mahrum, öksüz ve yetim. Jean Valjean Fauchelevent ismiyle kızın vasisi ilan edildi. Mösyö Gil­ lenormand da vasi vekiliydi. Dolgun servete gelince, beş yüz bin seksen dört frank, ismi­ ni vermek istemeyen uzak bir akraba tarafından Cosette’e miras bırakılmıştı. Miras, beş yüz doksan bin franktı, ama bunun için­ den beş bin frank Cosette'in eğitimine harcanmıştı. Üçüncü bir kişiye emanet edilecek bu miras Cosette ergenlik vakti geldiğin­ de, ya da evlendiğinde verilecekti. Cosette yıllardır «Baba» diye seslendiği adamın kızı olmadı­ ğını öğrendi. Onun yeğeniydi, babası bir diğer Fauchelevent’ti. Başka bir zamanda olsa, bunu öğrenmek kızı mahvederdi, ama öyle bir mutluluk denizinde yüzüyordu ki, bu yalnızca çabuk da­ ğılan bir yas olarak kaldı. Sevinci de, bu bulutu hemen dağıttı. Onun Marius’ü vardı. Delikanlı görününce ihtiyar adam siliniyor­ du, hayat böyledir. Cosette küçük yaşından beri etrafında tuhaf şeyler görmeye alışkındı. Gizemli bir çocukluğu olan kişi, bir şeye şaşırmaz ve çok şeyden vazgeçmeye alışır. 1318

Jean Valjean’ı «Baba» diye çağırmayı sürdürdü. Mutluluktan uçan Cosette, bu arada Gillenormand Dede'yi de epeyce seviyordu. Nasıl sevmesin, ihtiyar onu şiirlere ve hediye­ lere boğuyordu. Jean Valjean yetiştirdiği kıza toplumsal bir ko­ num hazırlarken, Gillenormand da çeyiz sepetini doldurmakla il­ gileniyordu. Eliaçıklık onu epey mutlu ediyordu. Kendi ninesin­ den kalan güzel Bibche dantelinden bir tuvalet vermişti genç kı­ za. «Eski zaman giysileri moda oluyor, bugünün gençleri çocuk­ luğumuzdaki yaşlı hanımlar gibi giyiniyorlar.» Yıllardır el sürmediği, kilitli duran şiş karınlı, lakeden Coro­ mandel konsollarını, boşaltıyordu: «Şu eski zaman kadınlarının günahlarını çıkaralım,» diyordu, «bakalım o şişko göbeklerine neler saklamışlar?» Heyecanlı bir gürültüyle dolapları açıyor, bütün eşlerinin, sev­ gililerinin nine ve teyzelerinin tuvaletlerini, dantellerini, süslerini meydana çıkarıyordu. Çin kumaşları, Şam ipeklileri, hareli ku­ maşlar, yanardöner Tours ipeklisi roblar, suya dayanıklı, sırma tellerle işlenmiş Hint mendilleri, tersi de kullanılabilecek kumaş­ lar, çiçek işlemeli ipekliler, Venedik ve Alençon dantelleri, antika takılar, küçük savaşların kabartmalarıyla süslü fildişi şeker kutu­ ları, gümüş takılar, kurdeleler, muslinler, ne bulursa Cosette’in önüne atıyordu. Neye uğradığını bilemeyen Cosette, kendisini harikalar diyarında sanıp Marius’ün aşkı, Gillenormand’ın iyili­ ğinden dolayı sarhoş gibiydi. Saten ve kadife ebiseler içinde bir mutluluk düşlüyordu. Düğün sepeti, gelinlik sepeti, melekler ta­ rafından taşınmıştı. Ruhu da Malines dantelinden kanatlarla uçuyordu. Sevgililerin, nişanlıların heyecanı, Dede’nin esrimesine denkti. Calvaire Kızları Sokağında bitmek bilmez bir eğlence vardı. Cosette her yeni günde Dede’den yeni hediyeler alıyordu. Bütün süsler, ziynet ve takılar çevresinde çiçekler gibi diziliyor­ du. Mutluluğu arasında Marius, bazen ciddi konulara da değini­ yordu. Bir gün bir konudan esinlenip: 1319

«Devrim yapan şu kahramanlar o kadar yücedirler ki, çağla­ rın saygısını kazandılar, Caton ve Phosio gibi, her biri antik bir anıt.» Dede: «Buldum!» diye bağırdı, «şu antika menevişli kumaş. Marius dünden beri bunu düşünüyordum, iyi ki hatırlattın...» Hemen ertesi gün çay rengi, eski zaman brokarından antika bir kumaş Cosette’in sepetine eklendi. Dede bunlardan felsefe çıkarıyordu: «Aşk iyi, aşk güzel fakat başka şeyler de gerek. Mutlulukta ihtiyaç duyulan şeylerin de bulunması gerek. Mutluluk evet, bu sadece bir ihtiyaç fakat fazla lüks de onun baharatı sayılır. Bir saray ve bir kalp. Kalp ve Louvre Sarayı. Sade bir mutluluk ku­ ru ekmeğe benzer. Yenilir, ama tadılmaz. Ben fazlasını, farklı olanı, lüksü istiyorum. Hiç unutmama, Starsbourg Kilisesine üç katlı bir ev yüksekliğinde büyücek bir saat görmüştüm. Bu saati bildiren saat aslında bunun için yapılmamıştı, öğle vaktini ve ge­ ce yarısını çaldıktan sonra, istenilen herhangi bir saati de duyur­ duktan sonra size ay ve yıldızları, balıkları, Phebus ile Phebee’yi de gösterirdi, bir yuvadan çıkan en olmayacak şeyleri; İsa’nın o on iki havarisini, İmparator Charles-Quint’i Eponine ile Sabi­ nus’u(*) ve trampet çalan bir yığın küçücük adamı da gösterirdi. Ya o saatleri çalarken ortalığa yaydığı o iç açıcı, saat çalgısı. Sa­ dece saatleri bildiren bir saat, bununla karşılaştırılır mı? Evet, ben şu Strasbourg saatinden yanayım onu şu Kara-Orman’ın guguklu tahta saatine üstün buluyorum.» Gillenormand, düğün hakkında epey saçmalıyor ve XVIII. yüzyılın görüntülerini allak bullak övgülerle sergiliyordu: «Siz şenlik sanatı nedir bilmezsiniz. Ah o zamanki gibi, bir mutluluk gününün ne olduğunu hayal bile edemezsiniz. Sizin (*) Eponine ve Sabinus: Galyalı karı-koca. Savaşta yenilen Sabinus ömrünün kalanını yeraltında bir mahzende geçirdi, eşi Eponine de onunla aynı meza­ ra kapandı ve 9 yıl, bir ihanet sonunda eşi düşmana esir düşünceye değin onu avuttu. Ölümünden sonra imparatoru aşağılayıp idamını hazırladı.

1320

yüzyılınız epey gevşek, cansız. Aşırılık nedir bilmez, zenginliği bilmez, asaleti bilmez. Her konuda zayıf. Evlenen kenter kızların bütün hayali -onların deyimiyle- güzel bir salon, iyi döşenmiş pelesenk ağacı koltuklar, kadife eşyalar. Yer açın, çekilin. Beye­ fendi Grigou, Matmazel Grippesou ile evleniyor.» «İhtişam ve fiyaka, bir kilise mumuna bir altın yapıştırdılar, iş­ te yaşadığımız çağ; ama ben şu Sarmatlardan kaçmak isterdim. Ah 1787’den beri mahvolduğumuzu söylemiştim, dinletemedim. Leon Prensini, Chabot Dükü’nü, Montbazob Dükü’nü, Soubise Markisi’ni ve Fransız Senato üyesi Thour Vikontu’nun Longc­ hamps’a iki kişilik arabayla gittiklerini gördüğümde, böyle olaca­ ğını anlamıştım. Meyvelerini hemen verdi. Çağımızda insan iş­ ler yapıyor, borsa oyunlarına katılıyor, para kazanıyor, cimrilik ediyor, insan, dış bakımını ihmal etmiyor, iki dirhem bir çekirdek, yıkanmış, tıraş olmuş, taranmış, parlatılmış, fırçalanmış, dış kı­ sım tertemiz, çakıl taşı gibi, pırıl pırıl, sessiz, temiz, ama vicdan­ lar gübreyle dolu ve eliyle sümüğünü silen bir çoban kadını bile ürpertecek kadar tiksinç. Ben çağımıza şu sözü uygun buluyo­ rum: Pis Temizlik! Sus Marius, kızma, izin ver de konuşayım, gördüğün gibi halkı eleştirmiyorum, halkın aleyhinde konuşmu­ yorum, fakat insaf, bırak da şu kenterler hakkında düşündükleri­ mi söyleyeyim. Çok seven, cezalandırır. Aslında ben de bir ken­ terim. «Evet, ne diyordum, bugün herkes evleniyor, ama bu işi de bilmiyorlar. Bütün bunları kederle anıyorum, ah şu eski töreleri ne çok özlüyorum. O incelik, o şövalye tavrı, o kibar davranışlar, herkese özgü iç açıcı lüks, her düğüne eşlik eden müzik, senfo­ niler, aşağıda duval, danslar, masa başındaki insanların güler yüzleri, saf şiirler, şarkılar, havaifişekler, kahkahalar, şeytani şa­ kalar, kalın kurdele fiyonkları. «Troya(*) savaşı niye çıktı? Elbette Helene’in dizbağı yüzün­ den. Erkekler birbirleriyle neden dövüşür? Neden Diomede, (*) Troyalı Helen: Bir Grek prensinin eşi olan ve Troya Prensi Paris tarafından kaçırılan Grek kraliçesi, Troya savaşına neden oldu.

1321

Tanrısal Diomede, Merionee’nin başında on sivri dikenli tunç miğferi parçaladı? Neden Achilleus ile Hector mızrakla çarpıştı? Çünkü Helene, Paris’e birdizbağını verdi diye. Cosette’in dizba­ ğından sağ olsa Homeros, bir İliada daha yazardı. Benim gibi yaşlı bir bunağı de destanına katar ve ona Nestor derdi. Evet, eski günlerde, o güzel eski günlerde, görgüyle evlenilirdi, yerin­ de bir anlaşma yaparlar ve sonra bir eğlence. Cujas(*) çıkadur­ sun, Gamache(**) kendisini gösterirdi. Değil mi ya, midenin de rolü var; o da hakkını isteyen iyi bir hayvandır. Düğünden niye nasiplenmesin? Nefis yemekler yerlerdi, masadaki kadın kom­ şunuz memelerini gizlemeyen dekolte bir tuvalet giyerdi. Ah o gülen ağızlar, o yıllarda herkes nasıl da keyifli olurdu? Gençlik bir buketti. Her genç bir leylak dalı ya da bir gül buketiyle nokta­ lardı sözlerini. Savaşçılar bile, gönül çobanı olmaya heveslenin­ di. Bir Dragon yüzbaşısı ne yapar eder, kendisini Florian diye ça­ ğırtırdı. Herkes hoş görünmek isterdi. Güzellik bir ödevdi. Süslü giysiler modaydı. Bir kenter bir çiçeğe, bir Marki bir mücevhere benzerdi. Pantolonların ayağı bağlayan kemeri olmadığı gibi, çizme de giyilmezdi. Erkekler parlak, havalı, süslü elbiselerle epey kibar görünürlerdi, fakat bu onların bellerine hançer takma­ larını engellemezdi. Sinekkuşunun gagası ve pençeleri yok mu? O yıllar İndes Gallantes gösterileri zamanıydı. Çağın bir yüzü nezaket, diğer yüzü ihtişamdı. Eğlenilirdi, hem de nasıl? Oysa bugün herkes ciddi. Kenter cimri, eşi namusluluk taslayan bir bağnaz. Ah yavrularım, talihli bir çağda yaşıyorsunuz. Neredey­ se şu mitolojideki perileri bile bağırları açık diye kovacaklar. Ni­ yedir bilmem güzelliği, çirkinlik gibi saklıyorlar. Devrimden beri, herkes pantolon giyiyor, dansözler bile. Soytarı bir kız bile ağır­ başlı olmak zorunda, şu dans ezgileri de ukala, ihtişam modası sürüyor, ceketler çeneye değin ilikli, çeneler kıravatta gömülü. «Yirmisinde evlenen bir gencin ideali, Beyefendi Royer-Col­ (*) Cujas: Ün salan bir hukukçu. (**) Gamache: Don Quijhotte romanında, midesine düşkün bir kahraman.

1322

lard’a benzemek. Bütün bu ihtişamın sonu neye dayanır bilir mi­ siniz? Küçülmeye. «Şunu da unutmayın ki sevinç, sadece neşeli değil yücedir de. Neşeyle âşık olun, evlendiğinizde heyecanla evlenin. Düğü­ nünüze mutluluk gürültüsünü, karmaşasını ekleyin. Kiliselerde ağırbaşlılık, tamam, takat dinsel tören biter bitmez, hemen geli­ nin çevresinde bir rüya evreni yaratın. Bir düğün hem görkemli, hem romantik olmalı. Töreni Reims Kilisesinden, ta Chanteloup pagodasına değin taşımalı. Uyuşuk bir düğün. Tanrıların yaşadı­ ğı dağa, Olympos'a tırmanın. Sizler de onlara eş olun. Bir gün için orman, hava, su perisi, cin olun. Gündelik hayatınızı eski bir palto gibi atın. Dostlarım, her genç damat bir Aldobrandini Pren­ si olmalı. En azından bu tek andan faydalanın, kuğular ve kar­ tallarla masal diyarına uçun, zararı yok, ertesi sabah eski haya­ tınıza dönüp kurbağalara dönüşebilirsiniz. Düğünde pazarlık et­ meyin. Parıldayacağınız o hayatınızın tek gününün parıltısını öl­ dürmeyin. «Düğün, geçim değildir. Ah keyfimce yapsam, ağaç dallarına kemanlar yerleştirirdim, işte programım, gök mavisi ve gümüş, şenliğe eski ilahları, orman ve su perilerini de eklerdim. Amphi­ tirite’in düğünü pembe bulut, saçları iyi taranmış kır perileri, Tan­ rıçaya şiirler okuyan bir akademi öğrencisi, deniz ejderlerinin çektiği bir utku arabası: Triton önden yürür, kabuğundan, Herkesi sarhoş eden sesler çıkarır. «İşte bir eğlence programı, bunları çok iyi bilirim...» Dede, coşkuyla, bu upuzun nutku atarken, Cosette ve Mari­ us birbirlerini gözleriyle okşuyorlardı. Gillenormand Teyze, bütün bunları her zamanki durağanıyla izliyordu. Birkaç aydır, yeni heyecanlar yaşamıştı. Marius’ün dö­ nüşü, Marius’ün paramparça kanlar içinde, bir barikattan sağ kurtulan Marius, ölü sanılan Marius, canlanan Marius, dedesiyle barışan Marius, nişanlanan Marius, parasız bir kızla nişanlanan 1323

Marius, milyoner bir kızla evlenen Marius. Cosette’in çeyizi olan altı yüz bin frank onun sürprizi olmuştu. Sonra bağnazca kayıt­ sızlığına geri döndü, ilk dinsel törene katılan o küçük kız saflığı­ na kilise ayinlerini hiç kaçırmadan gitti, yanında gençler birbirle­ rine «seni seviyorum,» diye fısıldarken, o bir kenarda teşbihini çekmeyi sürdürdü. Marius ile Cosette, onun gözünde belirsiz iki gölgeydi. Fakat aslında gölge kendisiydi. Durgun bir dindarlık hali vardır, miskinliğe alışan ruh hayatın dışında kalır. Hayat diye adlandırdığımız durumun iyice yaban­ cısı olur. Büyük yıkımlar, zelzele ve felaketler dışında her şeye kayıtsız kalır. Ne mutlulukla ilgilenir, ne de mutsuzlukla. Gillenor­ mand Baba kızına sürekli aynı şeyi söylerdi: «Senin bağnazlığın nezle gibi. Hayattan hiçbir şey anlamı­ yorsun, ne kötü kokuyu alıyorsun, ne de iyiyi!» Altı yüz bin frank teyzenin kararsızlığına nokta koymuştu. Ba­ bası onu hiçe saymaya o kadar alışmıştı ki. Marius’ün evliliğine dair ona sormamıştı bile. Her zamanki gibi, yapısına uyarak des­ potluktan köleliğe geçip, Marius’ü sevindirmek istemişti. Bu ara teyzenin varlığını ve teyzenin de bu konuda bir fikir sahibi olabi­ leceğini düşünmemişti. Aslında çok uysal olan Gillenormand Teyze buna hayli içerlemişti. Fakat kendi kendisine de şu kararı aldı: «Babam, bana sormadan düğün işini hallediyor, ben de mi­ ras işini halledeyim.» İhtiyar kız epey zengindi, babasından daha zengindi. Ölen annesinden kabarık bir servet kalmıştı. Artık bu konuda kesin kararını vermişti. Eğer Cosette meteleksiz bir kız olsa, Matma­ zel Gillenormand, onlara kuruş koklatmazdı. Marius yoksul bir kız alıyor, ne hali varsa görsün derdi. Fakat Cosette’in şu yarım milyonu teyzenin epey hoşuna gitti ve âşıklara davranışının de­ ğişmesine neden oldu. Doğrusu altı yüz bin frank iyi paraydı, kendi parasına ihtiyaçları olmayan bu genç çifte servetini bırak­ maktan başka bir şey yapamazdı. Genç ikilinin dedenin konağında oturmalarına karar verildi. Gillenormand evin en iyi odası olan kendi odasını onlara ver­ mekte üsteledi: 1324

«Bu beni gençleştirecek,» diyordu, «odamda sürekli eğlen­ mek istedim.» Odayı sayısız açık saçık bibloyla süsletti. Tavanı tekrar bo­ yattı ve duvarları Utrecht kadifesi sandığı kusursuz bir kumaşla kaplattı. Parlak kadife üstüne ayı kulakları resimleri olan bir ku­ maştı bu: «Anville Düşesi’nin yatağı böyle bir kumaşla kaplıydı,» diyordu. Şöminenin üstüne Saxe biblosu koydurttu. Bu çıplak karnın­ da bir kürk manşon tutan güzel bir kadın biblosuydu. Gillenormand’ın kitaplığı, Marius’ün ihtiyaç duyacağı çalışma odası haline dönüştürüldü. 7 MUTLULUĞA KARIŞAN DÜŞ Gençler günaşırı görüşüyorlardı. Cosette Faucheleventie geliyordu. «Gelinin damat evine gitmesi dünyanın ters dönece­ ğine işaret.» Fakat Marius’ün uzun süren iyileşme dönemi, bu alışkanlığı kaçınılmazlaştırmıştı. Calvaire Kızları Sokağındaki konağın ra­ hat koltukları, Silahlı Adam Sokağındaki evin hasır oturakların­ dan daha rahattı. Marius ve Beyefendi Fauchelevent görüşüyor­ lar fakat konuşmuyorlardı. Bunu da kaçınılmaz bir şey gibi görü­ yorlardı. Her kızın bir yetişkine ihtiyacı vardır. Cosette, Marius Fauc­ helevent olmadan nişanlısının evine gelemezdi. Marius için, Be­ yefendi Fauchelevent Cosette’in olmazsa olmaz şartıydı bu. Bu­ nu kabul ediyordu. Fakat nedense evet ve hayırdan öteye ko­ nuşmuyorlardı. Marius bir kez eğitimin bedava ve zorunlu olma­ sının epey faydalı olduğunu söylediğinde, bunun herkese hava ve güneş gibi sunulmasının gerektiğini açıkladığında her ikisi de hemfikir olduklarını söyleyerek bu konuda epey uzun sohbetler ettiler. O sırada Marius Beyefendi Fauchelevent’in çok ustaca konuştuğunu ve yorumlarından epey bilgili biri izlenimi edindiği­ 1325

ni kabul etti. Fakat yine de bir eksiği vardı. Beyefendi Fauchele­ vent’in bir sosyete adamından eksiği ve biraz fazla şeyleri vardı. Marius kendisine iyimser, ama katı davranan Fauchelevent hakkında sayısız soru soruyordu. Kendi anıları hakkında kuşku­ landığı bile oluyordu. Aklında bir delik var gibiydi, devasa, karan­ lık bir delik. Şu can çekiştiği dört ay boyunca çok şeyi unutmuş­ tu. Fauchelevent’i sahiden görüp görmediğinden emin değildi. Bu sakin ve ciddi adamın barikatta ne işi vardı? Mazinin belirip kayboluşlarının tek şaşkınlığı bu değildi. En mutlu ve en sevinçli anımızda bile arkaya bakmamızı gerektiren bellek saplantılarının hepsinden kurtulmamıştı. Silinmiş ufuklara geri çevrilmeyen başlar ne düşünce ne de sevgi içerir. Marius bazen başını ellerinin arasına alıyor, fırtınalı ve belirsiz maziyi beynindeki o loşlukta seçer gibi oluyordu. Mabeuf’ün mermilerle düştüğünü görüyor, ateş altında Gavroche’un keyifle şarkı söy­ lediğini duyuyor, dudaklarının altında Eponine'nin alnının soğuk­ luğunu hissediyordu. Bütün dostları Enjolras, Combeferre, Cour­ feyrac, Jean Prouvaire, Bossuet, Grantaire, karşısında duruyor­ lardı. Sonra hemen siliniyorlardı. Bütün bu sevgili, kederli, atak, şirin yaratıklar, sadece düşlerini süsleyen hayaller miydi, yoksa sahiden yaşamışlar mıydılar? İsyan dumanları her şey alıp gö­ türmüştü. Büyük coşkuların büyük hayalleri vardır. Kendi kendi­ sine sorular soruyordu, kendi kendisini yokluyordu. Şu anda yok olan bütün bu gerçekler, onun başını döndürmüştü. Neredeydi onlar? Herkesin öldüğü doğru muydu? Gölgelere bir düşüş her şeyi alıp götürmüştü. Her şey bir tiyatro perdesinin altında kay­ bolmuştu. Böyle apansız kapanan perdeler vardır. Tanrı ikinci sahneye geçer. Peki kendisi de hâlâ o eski genç miydi? Bir zamanların fakir Marius’ü artık varsıldı, kimsesiz olan Marius’ün artık ailesi vardı. Çaresizce çırpınan zavallı genç, artık Cosette’le evleniyordu. Ölü girdiği bir mezardan canlı gibi çıkmıştı. Fakat diğerlerinin hepsi mezarda kalmışlardı. Bazen, mazinin ve günün bu insan­ ları çevresinde bir daire oluşturup, içini karartıyorlardı, işte o za­ 1326

man genç kızı düşünüyor ve ferahlıyordu. Ancak böyle bir mut­ luluk, bu korkunç yıkımı silebilirdi. Fauchelevent de kaybolan kişiler arasındaydı. Marius bari­ katte Fauchelevent ile Cosette’in yanında sessizce oturan şu canlı Fauchelevent’in aynı insan olduklarından kuşkulanıyordu. Herhalde bu izlenim o sayıklama anlarında kapıldığı bir şeydi. Barikattaki adamla, Cosette’e eşlik eden ihtiyar adam arasında epeyce fark vardı. Marius bu düşünceyi reddediyordu. Aslında ona sormayı düşünmemişti bile. Bu belirtici detaydan söz etmiş­ tik. Bir sırrı olan iki kişi, sessiz bir anlaşmayla, bundan kimseye söz etmeyenlere rastlanır. Sadece bir kez, Marius bir deneme yaptı. Konuşmada sözü Chanvrerie Sokağına getirdi ve Fauchelevent’e sordu: «O sokağı iyi bilirsiniz değil mi?» «Hangi sokak?» «Chanverie Sokağı.» Beyefendi Fauchelevent son derece doğal bir sesle: «Bu sokak hakkında, hiçbir düşüncem yok,» dedi. «Bu ad al­ tında bir sokak olduğunu bile bilmiyordum.» Sokağın adı hakkındaki yanıt, Marius’ü daha da etkilemişti. «Herhalde düş görmüş olacağım,» dedi, kendi kendisine, «bir sanrı olmalı. O, herhalde Beyefendi Fauchelevent’e benze­ yen biriydi. Beyefendi Fauchelevent orada bulunmamış.»

8 BULUNMALARI MÜMKÜN OLMAYAN İKİLİ Delikanlının o eşsiz mutluluğunun büyüklüğüne rağmen, ba­ zı sıkıntıları da vardı. Düğün hazırlıklarına girişilirken, bazı araştırmalara başvur­ du. Minnet borçlarını ödemeliydi. Önce babası için, sonra kendi­ si için. Babasının borcunu ödemek için bulması gereken adamın 1327

hancı olduğunu bildiği gibi, kendisini Mösyö Gillenormand’ın evi­ ne taşıyan o adamı da bulması gerekiyordu. Delikanlı bu iki ikisini bulmaya kararlıydı. Bu işleri yapmadan evlenip mutlu olmayacağına emindi. Geride sefalet bırakıp yeni hayatına başlamak istemiyordu. Geleceğe mutlu halde girebilmek için, öncelikle borçlarını temiz­ lemeyi kendisine bir ödev bildi. Hancının en adisinden alçak bir madrabaz oluşu, onun yine de Albay Pontmercy’i kurtarmasının iyiliğinden bir şey götürmü­ yordu. Toplum için bir utanç olan hancıyı Marius farklı değerlendiri­ yordu. Yıllar önce, o savaş tablosunun asıl olaylarını bilmeyen Ma­ rius, babasının o adama borçlu olduğuna içtenlikle inanmıştı. Babasının hayatını hancıya borçlu olduğuna inanıyordu. Delikanlının bu araştırmada kullandığı adamlardan hiçbiri onun izine rastlayamadı. Bu konuda hiç ipucu yoktu. Hancı Ka­ dın, cezaevinde soruşturma sırasında ölmüştü. Thénardier ile kızı Azelma, şu alçak aileden kalan iki kişi de, o karanlıklarda kaybolmuşlardı. Toplumsal meçhul uçurumu onları yutmuştu. Tam bir kayboluş. Oraya bir şey düştüğünü haber verecek, o usulca ürperti, belirsiz bir dalgalanma bile görünmüyordu. Üs­ tünde yoğunlaşacak hiçbir bir işaret bırakmamışlardı. Hancı Kadın ölmüş, Boulatruelle paçayı sıyırmış, Claqueso­ us kaybolmuş, diğer suçlular da cezaevinden kaçtıklarına göre, Gorbeau harabesindeki tuzak da başarısızlıkla bitmişti. Yargıç­ lar, bu davada ikinci düzeyde suçlu sayılan iki hırsızla yetinmek zorunda kalmışlardı. Printanier, Bigrenaille lakaplarıyla bilinen Panchaud, bir de Deux-Milliard adını taşıyan Demi-Liard. Bu iki hırsız on yıl küreğe yollanmışlardı. Sıvışmayı başaran suçortakları da aynı cezayı almışlardı. Hepsinin lideri olan Thénardier idam cezası almıştı, işte Marius hancıya verilen bu mahkûmiyet dışında şey bilmiyordu. Bu da tabutun yanında sönmek üzere bulunan bir mumun tekinsiz ışı­ ğı gibi her şeyi bulandırıyordu. 1328

Thenardier en koyu gölgelere karışıp tekrar yakalanmaktan kurtarıyordu. Diğeri, Marius’ün o isimsiz kurtarıcısını bulması daha da güç olacaktı. Önce birkaç sonuç bulundu, fakat hepsi bu kadardı. Marius’ü 6 Haziran gecesi eve getiren araba nihayet bulundu. Arabacı 6 Haziran günü bir polisin emriyle Champs Elysees rıh­ tımda tam üç saat beklediğini söyledi. Ana lağım kapısında bek­ lemişti. Gece saat dokuz civarında lağımlar kapısında, birini yüklenmiş bir adam çıkmış ve oradan nöbette olan ajan, beriki­ ni tutuklamış ve omuzlarındaki o ölüye de el koymuştu. Bunların üçü de onun arabasına binmişler, önce Calvaire Kızları Soka­ ğındaki eve gidilmiş, tekrar arabaya binmişlerdi. Arabacı, atları­ nı kırbaçlamış ve Arşivler Kapısında tekrar durmuş, adamların ikisi de inmişler, sürücünün parası ödenmiş ve polis diğer adamı götürmüş, ikisi de ordan ayrılmışlardı. Arabacı daha çoğunu bi­ lemiyordu, ama o gece ölü sandığı taşıdığı gencin Mösyö Mari­ us olduğunu, onu yeterince tanıdığını da söyledi. Değindiğimiz gibi, Marius hiçbir şey hatırlamıyordu. O sade­ ce barikatta vurulduğunu, tam düşeceği anda, bir elin saçlarını tutup onu tuttuğunu hatırlıyor, sonra her şey siliniyordu. O sade­ ce dedesinin evinde toparlanabilmişti. Birçok tahmini vardı. Kendi kimliğinden kuşkulanamazdı. Evet ama nasıl oluyor da, Chanvrerie Sokağında yaralanarak bayılan Marius, birkaç saat sonra Seine Nehri kıyısında bir polis tarafından bulunuyor­ du, üstelik invalides Köprüsü yakınlarında? Demek birisi kendi­ sini oralara dek taşımıştı. Evet ama nasıl? Lağımlar yoluyla. Gö­ rülmemiş bir özveri!.. Birisi? Ama kim? Marius’ün aradığı o adam kimdi? Kurtarıcısına ilişkin hiçbir bilgisi yoktu, ne bir iz, ne bir işa­ ret... Marius, önlemli olmak zorunda olduğunu bilmesine rağmen, yine de araştırmalarını Emniyet Müdürlüğüne değin sürdürdü. Orada sağlanan bilgiler de bir şeyler açıklamıyordu. Polis araba­ 1329

cının bildiği kadarını bile bilmiyordu. Ana lağım kapısında 6 Ha­ ziran akşamı yapılan tutuklamadan kimselerin haberi yoktu. Bu konuda hiçbir hafiyeden rapor gelmemişti. Polis, bu olaya bir maval gibi bakmıştı. Bu mavalı arabacının uydurduğuna emindi. Para koparmak için bir arabacı neler uydurmaz? Fakat Marius tek bir gerçekten emindi, kendi karakterinden nasıl kuşku duyar­ dı? O gece, o arabada getirilen yaralı genç kendisinden başka­ sı olmadığına göre, bir kurtarıcısı olduğuna emindi. Yine de bu karmaşık bulmacada yanıtlanması gereken çok şey vardı. O esrarengiz adam. Arabacının lağım kapısında gördüğü ve kendisini taşıyan o adam. Polisin, bir asiyi kurtarma suçuyla ya­ kaladığı o adam kimdi? Ona ne olmuştu? Hafiye ne olmuştu? Neden bu konuda susmayı tercih ediyordu polis? Tutuklanan o adam kaçıp kurtulmayı başarmış mıydı? Adamı rüşvetle mi sus­ turmuştu? Evet ama neden bu adam hiçbir hayat belirtisi göster­ miyordu? Marius ona her şeyini, canını borçluydu. Çıkarcı olma­ yışı da özverisini silmezdi. Adam kendisini düşünmeyen, iyilik ol­ sun diye özveride bulunan bir melek, bir aziz olmalıydı. Ödülün bile az geleceği ölçüde üstün biri. Evet ama ya, minnet borcu? Kimse bundan üstün olamaz. Bu adam bir daha neden görün­ memişti? Neden meydana çıkmıyordu? Ölmüş müydü? Kimse bu konuda bir şey bilmiyordu. Arabacı: «Gece epey karanlıktı,» demişti. Basque ile Nicolette genç efendilerini kan revan içinde gö­ rünce, o kadar perişan olmuşlardı ki, adama bakmayı bile aklet­ memişlerdi. Ama gelenlere mum tutan kapıcı, söz konusu adamı görebil­ mişti ve onu şöyle tarif etti: «Korkunçtu!» Araştırmalarını sonuçlandırabilmek için, Marius o gün üzerin­ den çıkardıkları kanlı elbiselerini saklattı. Ceketini incelerken eteğinden bir parçanın yırtık olduğunu gördü. Tuhaf bir yırtıktı. Marius nişanlısıyla Jean Valjean’ın karşısında bu tuhaf ma­ ceradan söz etti bir gün. Topladığı bilgilerden, kurtarıcısını bul­ mak için çabalarından söz etti. Fakat Mösyö Fauchelevent’in ka­ 1330

yıtsız, soğuk yüzü karşısında, sabrı taşıp haykırdı, sesinde öfke vardı: «Kim olursa olsun, büyük bir adamdı. Bir melek gibi oraya girdi ve ne yaptı, biliyor musunuz? Savaşın ortasına atıldı, beni yakalayıp kaçırdı, lağım ızgarasını açıp. Bir buçuk kilometreden uzun bir yolu o karanlıklarda alıp, çirkef içinde, beni taşıyarak iki kat yürüdü. Hem de bir cesetle. Gayesi neydi? O genci yaşat­ mak. O genç bendim. Adam kendi kendisine düşünmüş olmalı. Belki şu anda, bir parça soluk vardı, hayatını benim için bir de­ ğil belki yirmi kez riske attı. Her adım bir riskti. Hem lağımdan çı­ kar çıkmaz tutuklandı. Suçu da bir asiyi kurtarmaktı! «Efendim, bu adamın bütün bunları yaptığını biliyor musu­ nuz? Üstelik ne karşılığında, hangi ödül için. Ben kimdim? Bir asi! Bir mağlup!.. Ah Cosette’in şu altı yüz bin frankı benim ol­ saydı...» Jean Valjean sözünü kesti: «O paralar sizin.» «İnanın, o adamı bulmak için, bu parayı seve seve harcar­ dım.» Jean Valjean yanıt vermedi.

1331

ALTINCI KİTAP

UYKUSUZ GECE

1 1833’ÜN 13 ŞUBATI 1833’ün 16 şubatını, 17 şubata bağlayan gece, ilahi bir gece oldu. Gökler karanlıkları delmiş, ışık saçmışlardı. Marius ile Co­ sette’in gerdek gecesi. Gün de epey iyi geçti. Düğün günü, Gillenormand Dede’nin hayal ettiği mavi şenlik günü olmadı. Yeni evlileri küçük periler, aşk ilaheleri çevreleme­ di. Duvarda süslü bir tablo oluşturmamıştı bu düğün, fakat yine de epey hoş ve zevkli bir düğün oldu. 1833’teki düğünler komşu İngiltere’nin düğünlerine benze­ mezdi o günlerde. Fransızlar, komşularının eşsiz bir incelikle eş­ lerini kilise kapısından kaçırıp mutluluklarını gizlemek için posta arabasına binip, tenha bir köşede balaylarını geçirme huyunu daha benimsememişlerdi. Düğün şarkılarının o tatlı ezgisine, bir iflas etmişin sır dolu tavırlarını karıştırmayı daha bilmezdik biz­ ler. İnsanın cennetini bir araba gölgesine saklamakta bulduğu mutluluğu, bir han yatağında gerdek gecesini geçirme nezaketi­ ne henüz alışmamıştı. Hayatlarının bu tek ve en güzel gecesinin anılarını han hizmetçisi ve arabacıyla paylaşmasına alışkındır İngiliz dostlarımız. İçinde yaşadığımız, çağın ikinci yarısında artık göğsünde madalyası ve kordonu bulunan Vali ve giydiği tören cüppesi olan 1333

papaz, yasa ve Tanrı artık yeni evlilerin mutluluğuna az geliyor. Bu mutluluğu tamamlamak, göstermek için, Longjumeau’nun arabacısı, klapaları kırmızılı mavili yelekli yeşil deri pantolonlu ve yaldızlı düğmeli arabacıya da ihtiyaç duyuluyor bugün. Kuy­ rukları kız saçları gibi dikkatle örülü o Normandiya atlarına, döv­ melere, yaldızlara, sırmalara, alımlı şapkalara, pudralı saçlara şaklayan kırbaçlara ve uzun çizmelere de artık bu törende yer var. Aslında Fransa, henüz İngiltere’nin bütün geleneklerini be­ nimsemedi, yeni evlilerin arabalarına tabak, çanak, eski terlikler, topukları basılmış eski ayakkabı yağdırma geleneğini almadı. Böylesi gösterilerin henüz yeri yok, fakat biraz sabredelim, o da gelir böyle giderse. Zevklerin bu kadar incelmesinin yankılarına bakılırsa, bunu da benimsersek normal karşılarım. 1833’ün yıllar öncesinde düğünler çarçabuk yapılmazdı. Ga­ rip değil mi? O zamanlarda bir evliliği içten ve toplumsal bir eğ­ lence olarak tanımladıkları için, neredeyse sürekli bir aile şöle­ niyle bitirilirdi. Aile büyüklerinin de onurlandırdıkları böyle bir eğlence içten ve bağlantılı olduğunda, istediği kadar şen olabilirdi. Sevinç ne ölçüde güçlü olursa olsun, yine de itibarlı bir hava içinde yapılan bu aile toplantısı birleşen iki kaderin ve bir ailenin mayasını oluş­ turacak bu evliliğin evde yapılması ve yeni ailenin gerdek odası­ nı tanık göstermesi hoş karşılanırdı. Evet, o günlerde kendi evinde evlenmek gibi genel terbiyeye ters bir şey yaparlardı. İşte Cosette’le Marius’ün evlilikleri de, Mösyö Gillenor­ mand’ın konağında bu eski biçeme uygundu. Aslında bu tören epey olağan olmasına rağmen, yine de ev­ rakların hazırlanması, kilise hazırlıkları bazı karışıklıklara neden olmuştu. Düğün 16 Şubat'ta yapılabildi. Vakit kaybetmemek için bir ayrıntı daha verelim. Düğün tari­ hi Karnaval’ın son gününe denk gelmişti. Gillenormand Teyze bu durumdan epeyce tedirgin olmuştu. Bazen duraksayıp kaygıları­ nı iletiyordu. Dede buna epeyce sevinmişti: 1334

«Oh,» dedi. «Karnavalın son günü olan «Bereketli Salı’da mıyız?» O tarihte evlenenler için şöyle bir atasözü vardı: Karnaval salısında evlenin, Güzel çocuklarınız olsun. «16 Şubat dedik değil mi? Bir itirazın var mı Marius?» Âşık genç: «Hayır babacığım,» dedi. Dede: «Tamam, o halde evlenin,» dedi. Böylece ülkede de bir dinsel yortu ve bir şenlik günü olan o salı günü düğün yapıldı. Hava kapalıydı, yağmur çiseliyordu, fa­ kat gökyüzünde sadece sevgililerin görebilecekleri masmavi bir yer vardı. Davetliler şemsiye altında dursa ne olur? Jean Valjean bir gün önce, Mösyö Gillenormand’ın yanında, Marius’e o beş yüz seksen dört bin franklık paketi verdi. Evlilik «Mal Birliği» yönetimine uygun yapıldığından, sözleş­ meler de epey yalındı. Hizmetçi Kadın Jean Valjean için gerekli değildi artık, onun Cosette’le yeni evine gitmesi kararlaştırıldı. O, Cosette’in oda hizmetçisi oldu. Jean Valjean için Gillenormand evinde güzel bir oda hazır­ lanmıştı. Cosette «Baba, rica ederim, ne olur kırmayın beni,» di­ ye o kadar yalvarmıştı ki, ona geleceğine söz verdirtmişti. Düğünden birkaç gün önce, Jean Valjean’ın başına bir kaza geldi. Sağ elinin baş parmağını biraz ezmişti. Bu tehlikeli bir ya­ ra sayılmazdı, bundan dolayı kimsenin buna üzülmesini isteme­ mişti. Pansuman yapmasını istemediği gibi, bu parmağını kim­ seye göstermemişti bile, fakat yine de eline bir sargı bağlamış ve nikâhta imza atamamıştı. Cosette’in vasi vekili olan Gillenor­ mand Dede, onun yerine bu işi üstlenmişti. Okurumuzu evlenme dairesine ve kiliseye götürmeyeceğiz. 1335

Âşıkları izlemek uygun olmaz ve yakasına bir düğün buketi ta­ kan acıklı şeylere yüz çevrilir. Fakat düğün alayının farkında olmadığı bir ayrıntıyı burada vermek istiyoruz. Düğün alayı Calvaire Kızları Sokağında Saint-­ Paul Kilisesine dek gitmişti. O günlerde Saint-Louis Caddesinin kaldırım taşları yeniden yapılıyordu. Bu nedenle, Parc-Royal’dan yana olan sokak kapa­ tılmıştı. Düğün arabalarının bu yoldan kiliseye gitmeleri olanak­ sızdı. Yollarını değiştirmek zorunda kaldılar ve caddeden dolaş­ maya karar verdiler. Davetlilerden biri o günün Yortu olduğunu ve yolun arabalarla kapalı olacağını söyledi: «Niye?» diye sordu Mösyö Gillenormand. «Maskeler yüzünden, karnaval bitiyor ya!» Dede buna da sevinmişti: «Oh, oh, daha iyi,» dedi, «ordan geçelim. Şu evlenen genç­ ler nasılsa hayata başlıyorlar, düğünlerinden önce biraz eğlen­ sinler, şenlik görsünler, şu maskeliler onları neşelendirir.» Caddeden yola çıkıldı. İlk arabada, Gelin Cosette, Gillenormand Teyze, Mösyö Gillenormand ve Jean Valjean vardı. Törelere göre, nişanlısından ayrı kalmak zorunda olan delikanlı, ikinci arabadaydı. Düğün alayı, Calvaire Kızları Sokağından çıkar çıkmaz, araba kon­ voyunun ardına takıldı. Bu arabalar Madeleine’den Bastille’ye, Bas­ tille’den Madeleine’e büyük bir sıra oluşturmuştu. Caddede sayısız maskeli vardı. Paillasse, Pantolon, Gilles(*) yağmura rağmen ortaya çıkmak için üstelemişlerdi. 1833’ün bu hoş kış gününde, Paris kıyafet değiştirip, Venedik olmuştu. Artık bugün bu kadar şen karnaval eğlenceleri olmuyor. Var olan her şey karnaval olduğundan, artık özellikle kutlanmıyor. Ara yollar kalabalık, pencereler meraklılarla doluydu. Tiyatro binalarının teraslarına kadar tıklım tıklımdı her taraf. Maskeliler alayının yanı sıra halk, Bereketli Salı’ya(**) has, o geçit törenini

(*) Paillase, Pantolon Gilles: İtalyan komikleri. (**) Bereketli Salı: Karnavalın bitiş günü. Günler sürmüş Büyük Perhiz’den çıkıl­ dığı için Bereketli Salı (Mardi Gras) ismi verilmiştir.

1336

izliyordu. Bu arabalar Polis kurallarına uyup birbirine zincirli gibi, raylar üzerine oturtulmuşçasına ilerliyorlardı. Böyle bir arabada olan hem seyirci, hem de seyredilendir. Belediye Çavuşları kal­ dırımlarda, trafiği düzenliyorlardı. Şu yukarıdan aşağı, diğeri aşağı, beriki aşağıdan yukarı iki nehir gibi akan şu araba trafiği­ ni denetliyorlardı. Arabaların bir kolu Antin yoluna, diğeri Saint-­ Antoine Mahallesine yöneliyordu. Fransız parlamenterlerinin armalı arabalarıyla, elçilerin ara­ baları yolun ortasındaydı, rahatça geçiyorlardı. Aynı ayrıcalık «Semiz Öküz» arabasında da vardı. Paris’in bu neşesinde İngil­ tere kırbacını vuruyordu. Lord Seymour’un posta arabası, baldı­ rıçıplakların sataşmaları arasında hızla kayıp gitti. Bu ikili araba konvoyunun tam ortasında Belediye muhafızla­ rı, çoban köpekleri gibi tetikte, atlarını süratle koşturuyorlardı. Namuslu orta halli aileler, nineler ve teyzeler eşliğinde, Pierrot ile Pierrete kılıklarında altı-yedi yaşlarında pembebeyaz çocuk­ larıyla geçtiler. Bu tazecik yavrular, bir günlük iğreti karnaval kı­ lıkları için toplum neşesine katılmanın ve maskaralıklarının se­ vimliliğiyle epey gururlulardı. Bazen, kopukluk oluyor, arabalardan birinde bir aksaklık gö­ rülüyordu. Sorun giderilinceye dek, trafik biraz duruyor, sonra her şey düzeliyordu. Düğün alayının arabaları o konvoyda caddenin sağını izleyip Bastille’e gidiyordu. Pont-Aux-Choux çevresinde bir bekleyiş vardı, tam o sırada, karşı kıyıdaki Madeleine’ye doğru çıkan ara­ balar da biraz durdular. Maskelilerle dolu bir aradaydılar o an. Maskelileri taşıyan arabalar şehirlilerin epey kanıksadığı bir manzaradır. Karnaval ortasında ya da karnavalın bitiş günlerin­ de bu arabalar görünmeyecek olsa, halk tedirgin olur ve şöyle bir dedikodu dolaşır: «İşin içinde bir iş var, hükümette bir deği­ şiklik mi oldu acaba?» Araba Cassandralar(*), Arlequinler ve Co­ lombineler’le(**) tıklım tıklımdı. (*) Cassandre: Troya savaşlarının bilici kadını. (**) Arlequin, Colombine: İtalyan Komikleri.

1337

Eli kılıçlı Moğol’dan tutun da, Amerikan vahşisine kadar akla gelebilecek her çeşit kılık. Güçlü kollarla, saçları pudralı markizle­ ri yukarı kaldıran güreşçiler, Rabelais’nin(*) bile yüzünü kızartacak küfürler eden eli maşalı kaldırım kadınları, Aristophanes’in(**) ba­ kışlarını yere eğecek yosmalar, solgun sarı peruklar, tozpembe mayolar, şıklık manyağı gençlere has şapkalar, tuhaf gözlükler, bir kelebekle süslü üç köşeli şapkalar, yoldan geçenlere sataşmalar, ellerde, kalçalarda küstah tavırlar, çıplak omuzlar, maskeli yüzler, yakası açıklığın sayısız görüntüsü, çiçeklerle süslü bir arabanın dolaştırdığı bir küstahlık sergisi, işte bu karnaval manzarası... Yunanistan Thepis'in(***) arabasına ihtiyaç duyardı, Fransa Vade’nin(****) kiralık arabasına biniyor. Her şey taklit edilebilir, bir parodi bile. Şu canım antik çağla­ rın bir beğeni uyandıran Satürn Şenlikleri bile kabalaşarak Karna­ vala varır. Eskiden asma yapraklarıyla süslü, güneşe sarılı ilahi bir çıplaklıkta mermer göğüslerini gösteren o antik şarap şenliği, kuzeyin nemli döküntülerinde soysuzlaşıp karnaval haline geldi. Maskeli insanlar taşıyan arabaların geleneği, monarşinin es­ ki zamanlarından beri süregelir. XI. Louis’nin hesaplarında, sa­ ray vekilharcına «Sapaklardaki üç maske arabası için yirmi me­ telik ödenek ayrıldığı» yazılmıştır. Bugün ise böyle eğlencelere katılmak isteyenler herhangi bir yolcu arabasının en üst katına doluşurlar, bazen, körüğünü indirdikleri bir arabaya binerler. Altı kişilik arabaya yirmi kişi binerler. Arabacının yanındaki yerlere, körüklerde arabanın aks’ına bile tutunurlar. Araba fenerlerine tü­ neyenler bile görülür, bazısı oturur, bazısı ayakta, bazısının diz­ leri bükük, kimi bacakları sarkık arabaları doldururlar. Bazısı er­ keklerin kucağına otururlar. Başların kaynaşmasında onların oluşturdukları delimsi piramitler seçilir. Bu arabalar kalabalıkta (*) Rabelais: Ortaçağ yazarlarından. Epey müstehçen bir dili kullanırdı. (**) Aristophanes: Eskiçağların Yunan ozanı, güldürü ve hicivleriyle ünlenmişti. (***) Thespis: Trajedinin yaratıcısı olarak bilinen Yunan ozanı. (****) Vade: Fransız yazar (1720-1757). Açık saçık şiirler yazan bir şair.

1338

neşe dağları yaratırlar. Argonun iyice zenginleştirdiği Collé, Pa­ nard ve Piron’un taşkınlıklarına rastlanır. Arabadakiler bulun­ dukları o yüksek yerden kaldırımlardaki kalabalığa küfürler eder­ ler. İçerdiği kalabalıktan daha da büyük görünen şu kiralık ara­ bada, bir yengi havası vardır. Önde karmaşa, arkada şamata; şarkılar söylenir, ulunur, mutluluktan kıvranılır, sevinç kükrer, alay ateş saçar, neşe yayılır. İki zayıf ve uyuz beygir, bir tanrılaş­ tırmada çiçek gibi açılan bu güldürüyü taşır. Bu kahkahanın ut­ ku taşıtıdır. İçtenlikli olmayacak kadar inançsız bir gülüş. Evet sahiden de bu kahkaha kuşku çeker. Bu gülüşün bir ödevi var. Parislile­ re karnavalı göstermek. Bu arabalar, bilgeyi düşünmeye zorlar. Bunun içinde hükü­ met olmalı. Genel adamlarla, genel kadınlar arasında bir irtibat vardır. Yığın yığın kepazeliğin bir neşe toplamı oluşturması, skanda­ li utançla birleştirip halka sunmak, casusluğun kadın ticaretine destek olarak yığınları eğlendirmesi, halkın dört tekerlek üstüne kurulu bir canavarı andıran döküntü kılıklı, pislik ve ışık karışımı, havlayan ve şarkı söyleyen bir topluluğun geçişini izlemesi, hem bu gösteride bütün bunları alkışlamak yürek sızlatıcı. Fakat ne yapalım? Kurdele ve çiçeklerle süslü bu çirkef arabaları, halk ta­ rafından hem devinime, hem genel bağışa uğrar. Herkesin gülü­ şü dünyevi çöküşün suçortaklığını yapar. Böylesi şenlikler halkı dağıtır, küçültür ve adileştirir. Bu sıradan ayaktakımına da soy­ tarılar gerekir. Kralın Roquelaure’yu var, halkın da palyaçosu olacak. O yüce, o büyük site olmadığı günlerde, Paris çılgın bir yerdir. Karnavalda onun siyasetinin bir parçası. Paris, bayağılık gösterilerini anlayışla karşılar, bunu inkâr edemeyiz. Efendileri, efendileri olduğunda, onlar da sadece tek bir şey ister «beni ça­ murlara atın» Roma da aynı yapıda bir yerdi. Roma, Néron’u se­ verdi, oysa Néron, koca bir soytarıydı salt. Değindiğimiz gibi rastlantı işte, büyücek bir arabayı dolduran kılıksız erkek ve kadın salkımları, maskeliler caddenin solunda 1339

durmuş, düğün arabası da tam karşıda, kaldırımın sağındaydı. Maskeliler: «Vay canına, bir düğün!» Bir diğeri: «Bu sahte düğün, asıl düğün bizimki!» Düğün arabasına sataşmayacak kadar ötede olduklarından ve Belediye çavuşlarından çekindiklerinden olmalı, maskeliler başlarını öteye döndürdüler. Bu karnaval arabası hemen sonra, halkın tezahüratına yanıt vermek durumunda kaldı. Halk onları yuhaladı, bu da topluluğun maskeleri okşaması gibidir. Demin konuşan iki maskeli, arka­ daşlarıyla beraber, bu kalabalıkla uğraşmak zorunda kalmışlar­ dı. Onların sataşmalarına esprili yanıtlar vermişlerdi. Maskeliler­ le halk arasında bir hazırcevaplık yarışı başladı. Aynı arabada iki maskeli daha; ihtiyar görünümlü, uzunca bu­ runlu bir İspanyol ile gencecik bir kaldırım kızı kılıklı biri, yüzün­ de kadife bir maskeyle, düğün alayını fark etmişlerdi. Arkadaş­ ları, halkla ağız dalaşı yapadursun, kısık sesle konuşmaya baş­ ladılar. Sözleri kalabalıkta dağılıp gidiyordu. Yağmur, körüğü açık olan arabadakileri ıslatmıştı. Şubat rüzgârı da sertti. İspanyol’a yanıt veren o zayıf kız, açık yakalı elbisesi içinde titriyor, gülerek öksürüyordu: «Hey baksana?» «Ne oldu ahbap?» «Şu moruğu gördün mü?» «Hangisini?» «Şu düğün arabasında, bizim tam karşımıza geleni?» «Kolu siyah bir kravatla bağlı olan mı?» «Evet.» «Ee, ne olmuş?» «Onu bir yerlerden tanıyorum.» «Öyle mi!» «Kesinlikle!» 1340

«Paris bugünlük sadece Pantin.» «Eğildiğinde gelini görebiliyor musun?» «Hayır.» «Damadı?» «Orada damat yok.» «İyice baktın mı?» «Evet, iki ihtiyar var sadece.» «Başını uzat ve gelini görmeye çalış.» «Göremiyorum.» «Ama yine de ön ayağı bağlı ihtiyarı bir yerlerden tanıyo­ rum.» «Bunun ne yararı var ki?» «Belli olmaz, gün gelir, işe yarar.» «İhtiyarları umursamam.» «Tanıyorum.» «Nasıl olmuş da düğüne katılmış?» «Biz de katıldık ya!» «Bu düğün kimin? Nereden geliyor?» «Ne bileyim?» «Dinle!» «Ne oldu?» «Arabadan inip şu düğün alayını izlemelisin.» «O neden?» «Nereye gittiklerini ve bilmek için. Haydi in kızım, ne de olsa sen gençsin. Durma, koş.» «Arabadan inemem.» «Neden?» «Kiralandım ya!» «Kahrolası!» «Polis, beni bir günlüğüne kiraladı.» «Öyle ya!..» «Arabadan indiğimde, zarbonun biri yakama yapışır, o za­ man yandığımın resmidir. Bilirsin.» «Evet.» 1341

«Bugün beni Pharos(*) aldı.» «Olsun, yine de şu ihtiyar canımı sıkıyor.» «Sen çok mu gençsin! Duyan da seni delikanlı sanacak...» «Hem de ilk arabada.» «Bize ne bundan?» «Gelin arabasında.» «Başka?» «Demek gelinin babası.» «Bize ne bundan?» «Sana kızın babası diyorum.» «Sanki başka baba yok mu?» «Dinle.» «Ne oldu?» «Bilirsin ben yalnızca bugün çıkabildim, bunu da maskeli ol­ maya borçluyum. Bugün Karnaval fakat yarın Küllü Çarşam­ ba(**). Maskelere elveda. Yakalanmam an meselesi, tekrar inime girmeliyim. Fakat sen, sen serbestsin.» «Pek değil.» «Yine de benim gibi değilsin ya.» «Peki ne olmuş?» «Şu düğüne dair bilgi almalısın, nereden gelip, Nereye gitti­ ler?» «Nereye mi?» «Evet.» «Biliyorum.» «Peki nereye gidiyor ki?» «Mavi Kadran’a.» «Kadran o tarafta değil.» «O zaman Rapee’ye.» «Belki de başka yere.» «Düğünlerde serbest değil mi? İstediği yere gidemez mi?» (*) Pharos: Hükümet. (**) Küllü Çarşamba: dua günü.

1342

«Bu kadar kolay değil. Sen söylediğimi yap. Şu düğün kimle­ rin, bunu tam olarak öğren. Şu ihtiyarın adını ve düğün evinin de adresini al.» «Başka derdin? Oh, oh, ne âlâ. Sekiz gün sonra Karnaval’ın bitiş gününde, Paris’teki bir düğünün izini bulmak ne de kolay. Bu samanlıkta iğne aramak gibi. Mümkün mü bu?» «Ne yap et, bana o ihtiyarın adresini al. İşe giriş, duydun mu Azelma?» Yol açılmıştı, araba konvoyu aksi yönlerden yollarına gittiler ve maskelilerin arabası düğün arabasının izini yitirdi.

2 JEAN VALJEAN’IN KOLUNUN SARGILARI DAHA AÇILMADI Düşünü gerçekleştirmek! Ah, bu kime kısmet olmuş ki? Gök­ yüzünde seçimler vardır, haberimiz olmadan, hepimiz adayız, melekler gizlice oy verirler. İşte Cosette ve Marius seçilmişlerdi. Nikâh dairesinde ve kilisede Cosette epey kusursuz, epey et­ kileyiciydi. Nicolette’nin yardımıyla hizmetçisi giydirmişti. Genç kız en şık tuvaletini giymiş, İngiliz dantelinden bir du­ vak takmıştı. Boynunda bir dizi nefis inci, başında portakal çi­ çeklerinden bir taç vardı. Her şeyi beyazdı. Bu beyazlıklar ara­ sında, ışıklar saçıyordu. Aydınlıkla yücelen ve giderek daha gü­ zel haller alan bir ışık. İlahe olmaya sıvanan bir bakire. Delikanlının o gür saçları pırıltılıydı, hoş kokular saçıyordu. Sağda solda o kalın büklümler arasında, barikatta aldığı yarala­ rın beyaz izleri vardı. Gillenormand Dede görkemliydi. Barras döneminin olanca in­ celiğini giysilerinde gösterip, dik başla Cosette’in koluna girmiş­ ti. Eli yaralı Jean Valjean’ın yerine, kızın koluna o girmişti. Siyah giyimli Jean Valjean, gülümseyerek arkada duruyordu. Dede neşe yayıyordu. «Mösyö Fauchelevent,» diyordu, «İşte hoş bir gün. Acı ve 1343

üzüntülerin bitmesi için oyumu verdim. Artık hiçbir yerde kaygı kalmamalı. «Neşelenmeyi emrediyorum. Kötülüğün artık geçerliliği kal­ madı. Biçarelerin olması, göklerin maviliğini aşağılamadır. Aslın­ da fenalık, içten iyi olan insanoğlundan gelmiyor. Bütün sefalet­ lerin odağı ve üssü cehennemdir, yani diğer bir deyimle şu kah­ rolası Tuilleries Sarayı. Yüce Tanrım, işte yine sapıttım, oysa ar­ tık benim politik inançlarım yok. Herkes varsıl ve mutlu olsun, başka arzum yok!» Törenler yapıldıktan, nikâh kıyan vali ile papaz önünde «evet» denilip imzalar atıldıktan, parmaklara yüzükler takılıp, dirsek dirseğe papaz karşısında diz çöküp o beyaz örtü altında tütsü kokularına bürünüp kutsandıktan sonra, el ele, albay apo­ letli sırma elbiseli hademelerin arasından herkesin beğenisi ve imrenmesini kazanıp, kilisenin kapısının basamaklarından inip de arabalarına binerlerken bile, Cosette yaşadıklarına inanamı­ yordu. Sevgilisine, kalabalığa bakıyor, başını göklere kaldırıyor­ du. Uyanmaktan korktuğu bir rüyada gibiydi. Bu afallamış ve ür­ kek hali de ona iyice büyüleyici bir ifade katmıştı. Geri dönerken, aynı arabaya bindiler, ihtiyar teyze ikinci arabaya bindi. Yeni ev­ liler Gillenormand Dede ile Jean Valjean’ın karşısına geçmişler­ di. ihtiyar: «Evlatlarım artık Baron ile Barones yılda otuz bin franklık bir gelirle, karı-koca oldunuz.» Cosette genç kıza sokuldu ve onun kulağına şu büyüleyici sözleri fısıldadı: «Demek doğru bunlar, benim adım Marius, ben Madam ‘sen’ oldum.» Gençler ışık saçıyorlardı, tazeliklerinin ve mutluluklarının do­ ruğundaki hayatlarının en kusursuz anını yaşıyorlardı. Jean Pro­ uvaire’in dizelerini gerçek kılmışlardı. İkisinin yaşları kırkı bulmu­ yordu. Bu yüce bir evlilikti. Birbirlerini görmüyor, izliyorlardı. Co­ sette, Marius’ü bir utku duygusuyla görüyor, Marius Cosette’i bir mihrapta görüyordu. Bu mihrap ile, bu utku birleşip, ilahlaştırı­ 1344

yordu onları. Cosette için bir bulut arkasında, Marius için bir alevlenmede, ideal gerçekle birleşmişti, öpücükle rüyanın buluş­ ması, gerdek yatağı. Bugüne değin çektikleri bütün acıları şu anda bir sarhoşlukla anıyorlardı. Kaygılar, o uykusuz geceler, üzüntü, dehşet, çare­ sizlik, gözyaşları şu anda okşamalara ve ışıklara dönüşmüştü. Bu da yaklaşan o tatlı vakitleri iyice güzelleştiriyordu. Acılar ar­ tık sevinci süsleyen birer hizmetçi gibiydi. Acı çekmek de iyi bir şey sayılırdı. Yıkımları şu anda mutluluklarına biraz ışık eklemiş­ ti. Aşklarının uzun can çekişmesi bir zirveyle bitimlenmişti. İki ruh da büyülenmişti. Marius kösnü duygularına kapılmış, Cosette’in duygularına utangançlık karışmıştı. Usul sesle birbir­ lerine sırlar verdiler: «Plumet Sokağındaki o küçük bahçemizi zi­ yarete gideriz.» Cosette’in giysi kıvrımları, Marius’ün dizlerini kapatıyordu. Böyle bir gün bir düş ve bir gerçeğin tarifsiz karışımıdır, insan hem sahip olur, hem de hayal eder. Böyle bir günde, öğle vak­ tinde bulunup da gece yarısını düşünmek eşsiz bir heyecandır. Bu mutluluğu bulan yüreklerden süzülen mutluluk, görenlerin içlerini açıyordu. Saint-Antoine Sokağında, Saint-Paul Kilisesi önünde yürü­ yenler, arabanın camları arkasında Cosette’in başındaki gelin çi­ çeklerinin titreşimlerini izlemek için durmuşlardı. Daha sonra Calvaire Kızları Sokağındaki evlerine geldiler. Marius gelinin yanı sıra, dört ay önce ağır yaralı taşındığı bu merdivenlerden sevinçle çıktı. Kapıda toplanan yoksullar, kendi­ lerine atılan para dolu keseleri paylaşıp gençlere dualar ettiler. Her yerde, çiçekler vardı. Ev de kiliseden daha hoş kokuyordu. Tütsü kokusundan sonra güller. Göklerde şarkı söyleyen sesleri duyar gibilerdi. Tanrı’yı kalplerinde taşıyorlardı. Kader onlara yaldızlı bir kubbe gibi göründü, başlarının üstünde bir pembelik, tam vaktinde doğan güneşin kızıllığını gördüler. Sonra duvar sa­ ati çaldı. Marius, Cosette’in güzel, çıplak koluna baktı ve korse­ sisinin dantelleri arasında seçilen o pembeliklere baktı. Cosette kıpkırmızı kesildi, saç diplerine kadar kızarmıştı. 1345

Gillenormand ailesinin akrabaları ve eski ahbaplarının hepsi düğüne gelmişlerdi. Davetliler yeni gelinin etrafını aldılar, onu «Barones» diye çağırmak için yarışır gibilerdi. Şu sırada yüzbaşılığa terfi etmiş olan subay Theodule Gille­ normand da ta Chartre’daki kışlasından, kuzeni Pontmercy’nin düğününe geldi. Cosette, onu tanımadı bile. Theodule ise, kadınlar tarafından şımartılmayı kanıksamış genç adam da, Cosette’i hatırlamadı. Genç kız, Jean Valjean’a karşı hiçbir zaman bu kadar sevgi dolu olmamış, onunla bu kadar içten konuşmamıştı. Ona sesle­ nirken, sesine o çocukluğundaki titreşimleri katmıştı. Bakışlarıy­ la ihtiyarı okşar gibiydi. Tıpkı Gillenormand Dede gibi, mutluluk saçıyordu. İhtiyar, sevincini atasözleriyle anlatırken, Cosette, et­ rafına mis gibi bir kokuyla sevgi ve iyilik yayıyordu. Yemek için bir şölen sofrası hazırdı. Bol ışık, büyük bir sevincin baharatıdır. Sis ve loşluk mutlu in­ sanlar tarafından benimsenmez. Karanlığı istemezler. Geceye evet, karanlığa hayır. Güneş yoksa, yapay bir güneş var edilir. Yemek odası hoş şeylerle doluydu. Tam ortada, masanın üs­ tünde tavandan sarkan kocaman bir Venedik avizesi, parlak kristaller, cam mumlar arasında rengârenk, mavi, mor, kırmızı ve yeşil renkli kuşlarla süslüydü. Avizenin etrafında kristal şamdan­ lar, duvarda üç ya da baş dallı aplikler. Aynalar, kristaller, cam­ lar, tabak, bardak, porselen, çini ve gümüşler, her şey ışıyor, her şey mutluluk saçıyordu. Şamdanların arasındaki boşlukları, çi­ çekler dolduruyordu. Yandaki bekleme odasında, üç keman ve bir flüt oda müziği çalıyorlardı. Haydn’ın bir dörtlüsünü. Jean Valjean salonda, kapının arkasında, bir sandalyeye oturmuştu. Kapının kanadı kapandığında görünmez oluyordu. Masaya oturmadan birkaç dakika önce Cosette, öylesine gibi ve eliyle eteklerini tutup önünde kibar bir selamla diz kırdı. Şakacı ama epey sevecen gözlerle: «Baba, memnun musunuz?» diye sordu. «Evet,» dedi Jean Valjean. 1346

«Peki o halde gülün bakalım.» Jean Valjean gülmeye başladı. Birkaç dakika sonra, Basque yemeğe davet etti. Önce Gillenormand Dede, kolunda gelin, ardı sıra konuklar yemeğe geçtiler ve kendilerine ayrılan yerlerine oturdular. Gelinin sağ ve solunda iki büyük koltuk vardı. Bunlardan biri Gillenormand Dede, diğeri Jean Valjean içindi. Mösyö Gillenor­ mand oturdu, diğer koltuk boş kalmıştı. Bütün gözler Mösyö Fauchelevent’i aradı. Yoktu. Mösyö Gillenormand uşağı Basque’a seslendi: «Mösyö Fauchelevent’ın nerede olduğunu biliyor musun?» Basque: «Evet, ben de size bunu bildirecektim. Mösyö Fauchelevent mesaj bıraktı, yaralı elinin çok acıdığını, sizlerle yemek yiyeme­ yeceğini bildirmemi istedi benden. Baron ile Barones’ten af dile­ diğini, yarın sabah uğrayacağını söylememi istedi. Demin çıkıp gitti.» Boş koltuk düğünün coşkusunu biraz dağıtır gibi olmuştu. Fa­ kat Mösyö Fauchelevent yoksa bile, Gillenormand Dede vardı, o mutluluk saçıyordu. Canı yandığına göre Mösyö Fauchele­ vent’in erken gitmekle iyi yaptığını ama bu yaranın o kadar so­ run olmadığını belirtti. Aslında bu tür bir sevinç taşkınlığında ka­ ranlık husus olamazdı. Dedenin bu açıklaması yeter göründü. Cosette ve Marius, çok mutlu anlar yaşıyorlar, sevinç dışında duyguya el vermeyen o bencil ve ilahi anlardan birini sürdürü­ yorlardı. Sonra Mösyö Gillenormand’ın aklına hoş bir fikir geldi: «Şu koltuk boş olduğuna göre, oraya sen geç Marius. Aslın­ da burada oturmak Teyzenin hakkı, ama seve seve böyle bir ge­ cede yerini sana vereceğini buluyorum. Bu hem yasal, hem de epey hoş bir durum. Fortinata’nın yanında Fortunatus(*)» (*) Fortunata: Şanslı kadın. Fortunatus: Şanslı erkek.

1347

Masadakiler alkışladı. Marius alımlı gelinin yanına oturdu, Jean Valjean’ın yerini aldı. Yemek salonunun havasında epeyce coşku vardı. Jean Valjean’ın yokluğundan üzüntü duyan Coset­ te, daha sonra sevinmişti. Marius yanındayken, Cosette Tanrı’yı bile aramazdı. O yumuşacık, ipek ayakkabılı ayağını Marius’ün ayağına koydu. Mösyö Fauchelvent’in koltuğu da böylece unutuldu ve hiçbir eksikleri olmadı. Sıra tatlılara geldiğinde, Gillenormand Baba doksan yaşının titremelerinden dolayı dökülmemesi için, elinde yarı dolu bir şampanya kadehi, kalktı ve yeni evlilerin onuruna içti: «İki vaazdan kurtulamayacaksınız,» diye sevinçle bağırdı. «Önce, papazın vaazını dinlediniz, şimdi benimkini dinleyeceksi­ niz. Sözlerimi iyi kulak verin, size bir öğüdüm var, birbirinizi se­ vin, tapar gibi sevin. Ben lafı uzatmadan meseleye geleceğim. Mutlu olun. Yaradılışın en aklı başında canlıları kumrulardır. Fi­ lozoflar sevinçlerinizi dizginleyin derler, aman Tanrım ne aptal­ ca, ben de tam aksine, sevinçlerinizi yaşayın derim. İblisler gibi âşık olun. Kudurun, delilikler yapın. İnsan hayatında, güzel ko­ kulardan, açılmış gül goncalarından, bülbüllerden, pembe sa­ bahlardan usanabilir mi? Bu kusursuz şeylerin fazlası olur mu? Fazla sevmekten nasıl usanılır? Birbirinden hoşlanmak günah mı? Dikkatli ol Estelle, sen epey güzelsin, dikkat et, Nemorin de epey yakışıklı. Aman ne büyük bir ahmaklık. Birbirini büyüleme­ nin, okşamanın sevmenin çoğu olur mu? Sevinçlerinizi dizginle­ yin ha! Kahrolsun Filozoflar. Bilgelik, sevinçten esrimektir. Ah, ödlekler! Robespierre’in canı cehenneme! Hâkim olan kadındır. Ben de bundan böyle bu krallığa tapıyorum. Adem Babamız neydi? Havva Anamızın krallığı oldu. Hem de Havva Anamız için, 89 ihtilali olmadı. Zambakla süslü bir kral asası, üzerinde bir dünya bulunan imparatorluk asası oldu. Charlemagne’ın demir­ den asası, Louis Le Grand’ın altından asası oldu. İhtilal bunların hepsini büktü, baş ve işaret parmakları arasında çöp gibi kırdı, bitti, kırıldılar, yerdeler. Artık asa namına bir şey yok. Fakat ge­ 1348

lin de şu hoş kokan ipek işlemeli mendile karşı bir ihtilal başla­ tın. Haydi yiğitler görmek isterim. Deneyin bir. Neden bunca sağ­ lam, çünkü bir pılı pırtı. Demek sizler, XIX. yüzyılsınız. Olsun. «Bizler’de XVIII. yüzyıldık. Biz de, sizler kadar ahmakça dav­ randık. Birkaç önemli değişiklik yapmakla dünyada bir yığın şey değiştirdiğinizi ve kıyametin geldiğini sanmayın. Aslında her çağda kadını sevmeli. Kadınları sevmeyenlere kafa tutuyorum. Şu dişi şeytanlar aslında bizim meleklerimiz. Evet, aşk, kadın ve öpücük öyle bir halkadır ki, ondan çıkmak isteyenin vay haline! Bana gelince, ah keşke tekrar oraya girebilsem. Aranızda han­ giniz göklerde şu uçurumların işveli Celimene’nin, dalgalar üs­ tünde, gökler altında Venüs yıldızının doğuşuna bakmadı! O Ve­ nüs ki, uçurumun uçarı kadını denizlerin, Celimene’dir. Büyük deniz, ah işte o kadar cesur bir âşık fakat hayli hırçındır da... Marius altı ay önce çarpışıyordu, fakat bugün evleniyor. Oh ol­ sun. Evet Marius, evet Cosette, yerden göğe hakkınız var, siz birbiriniz için yaşayın, birbirinizi sevmekten, okşamaktan, öp­ mekten yorulmayın. Sizler gibi yapmadığımız için bizi de kıs­ kançlıktan öldürün. Tapar gibi sevişin, gagalarınızla evrendeki mutluluk parçacıklarını toplayın ve bunlarla bir yuva yapın. Aman Tanrım, sevmek, sevilmek ne hoş, gençliğin getirdiği bir tansık. Ha, sanmayın ki bunu siz icat ettiniz. Ben de düş kur­ dum, düşündüm iç çektim, benim de yıllar önce ayışığıyla örül­ müş bir ruhum vardı. Aşk tam altı bin yıllık bir çocuk. Aşkın hak­ kı, uzunca bir sakal. Cupidon’un yanı sıra Mathusalem(*) bir ço­ cuk kalır. Tam altmış asırdan beri, kadın ve erkek birbirlerini se­ verek beladan kurtulmayı başarabildiler. Aslında şeytan da bu işte yanıldı, insanoğluna kin duydu. Fakat insan ondan daha da zorlu çıkıp kadını sevmeye başladı. Böylece de, şu ahmak şey­ tan fenalık edeceğini sanıp insanoğluna iyilik etti. Çünkü ona aş­ kı tattırdı. Evet ahmak şeytanın emeği boşa gitti, işte bu incelik insanoğlunun cennetten kovulmasından beri süregelir. Evet, (*) Mathusalem: İncil’de yüz yaşını geride bırakmış bir ihtiyar olarak geçer.

1349

dostlarım, buluş eski fakat yine de yeni sayılır. Bunu kullanma­ sını bilin. Philemon ve Baucis(*) olmadan önce, Daphnis ve Chloe(**) olun. Öyle bir hayatınız olsun, hiçbir şey mutluluğunu­ zu bozmasın. Cosette, Marius'ün güneşi Marius, Cosette’in ev­ reni olsun. Evet Cosette senin için güzel hava kocanın gülüşü ol­ sun, Marius eşinin gözyaşları da senin yağmurun. Yuvanıza hiç yağmur yağdırmayın. Gözyaşlarına hayır. Piyangoda büyük ik­ ramiyeyi aldınız. Tanrı’nın kutsadığı bir aşkı. Bunu iyi koruyun, asla heder etmeyin. Birbirinizi tapar gibi sevin, gerisini dert et­ meyin. Bütün bu söylediklerim aklıselime uyar, o hiç yanılmaz. Birbiriniz için bir din olun. Herkesin Tanrı’ya tapma yolları farklı­ dır. ‘Seni seviyorum’ işte benim incil’im. Seven dindardır. Şu bü­ yük zampara Kral IX. Henri nasıl oldu da ünlü sövgüsünde, Ventre Saint-Eris derken kadını unuttu. Ben bu hafif küfrü hiç tutmam ama. Genç ve kösnül kralın bu sevgisi beni afallatıyor. «Bana ihtiyar diyorlar, ama kendimi hiç de öyle görmüyorum. Aksine, kendimi o kadar genç hissediyorum ki, şu anda orman­ lara gidip gayda dinlemek isterdim. Şu yeni evlilere, şu genç ço­ cuklara bakmak beni esritiyor. «Biri beni isteyecek olsa, emin olun hiç durmaz, evlenirdim. Tanrı’nın bizi farklı bir şey için yaratmış olabilme ihtimalini dü­ şünmüyorum. «Tapar gibi sevmek, kumrular gibi olmak, Evet, birbirinizi se­ vin, aşk olmasa ilkbahar ne işe yarardı? Ben o zaman Tanrı’ya yalvarır, bize sunduğu o şeyleri geri almasını, bir kutuya çiçek­ lerle kuşları ve güzel kızları doldurmasını söylerdim. Evet, yav­ rularım şu, ihtiyar babanın kutsamasını sunuyorum size.» Gece epey neşeli geçti. Dedenin neşesi hepsine geçmiş gi­ biydi, eğlenceye iyice coşku kattı. Konukların neredeyse hepsi bu asırlık neşeye uydu. Biraz dans edildi, çokça gülündü. Önce patırtı gürültü, sonra sessizlik oldu. (*) Philemon ve Baucis: Zeus’un ödül verip birbirinden ayrılmamaları için uzun bir hayattan sonra ağaç haline getirdiği çift. (**) Daphnis ve Chloe: Mitolojide sevgililer, çoban ve kız.

1350

Yani evliler ortadan yok oldular. Gece yarısından hemen sonra Gillenormand evi bir tapınak haline geldi. Burada duralım. Gerdek gecelerinin kapısında gülümseyen bir melek eli dudaklarında, bize olduğumuz yerde durmamızı bu­ yurur. Aşk töreninin yapıldığı bu tapınak karşısında ruh da izlence­ ye dalar. Böylesi evlerin üstünde aylalar olmalı. Bunların kapsa­ dığı sevinç, evlerin duvarlarından ışık halinde süzülür ve gölge­ leri parlatır. Bu ilahi ve kaçınılmaz şenliğin sonsuza bir ışık göndermemiş olması mümkün değildir. Aşk, kadınla erkeğin eridikleri bir ka­ zandır. Tek yaratık, üçlü yaratık, insanoğlunun zorlu varlığı bun­ dan gelir. İki ruhun tekleşmesi gölgeler için epey heyecanlandırıcı ol­ malı. Âşık burada rahiptir, bakire hayran, yani aşkın olduğu böy­ le bir birleşmede, ideal de karışır işe. Gölgelik, yüce hayatın kor­ kunç, şirin hayallerini görebilme gücü olsa, belki de gecenin ka­ ranlığında meçhulün kanatlarında, görünmezin mavisinde, sim­ siyah başların memnun ve mutlu şu ışıklı evin etrafında eğildik­ leri yeni evlileri kutsarlar ve onların yüzlerini nurlandıran insani mutlulukla gururlanırlardı. Bu eşsiz vakitte, kendilerini yalnız sanan o heyecanlı evliler kulak verseler, odalarında belirsiz bir kanat sesi duyarlardı. Mut­ luluk meleklerin yardımıyla oluşur. Bu karanlık aşk yatağının kubbesi göklerdir. Aşkın kutsadığı iki dudak yaratmak için birleş­ tiklerinde, bu doyulmaz öpüşün ardında, yıldızlarda bile bir titre­ me olur. Bunlar sahici mutluluklardır. Bunun dışında sevinç yoktur. Aşk biricik sarhoşluk. Geri kalan, gözyaşıdır sadece. Sevmek ya da sevmiş olmak, bir hayata yeter. Başka bir şey dilemeyin. Ha­ yatın karanlık yollarında başka kapı aramayın. Sevmek eksiksiz olmaktır.

1351

3 SADIK DOST Jean Valjean neredeydi? Genç kızın şakasına gülüp, kimsenin kendisine bakmadığını fark eden ihtiyar, usulca bekleme odasına geçmişti. Sekiz ay ön­ ce, aynı odaya, çamurlu ve kanlanmış halde, saç baş dağınık, leş gibi girmiş ve dedesine torununu getirmişti. Oysa bu gün her şey ne kadar farklıydı. Salon duvar kâğıtla­ rıyla, çiçeklerle süslenmişti. Yaralı Marius’ü yatırdıkları o kane­ peye yerleşen müzisyenler çalgılarını akort ediyorlardı. Basque üzerinde siyah ceket, kısa pantolon, ipekli çorap, rugan ayakka­ bı ve beyaz eldivenle, her tabağın yanına güller bırakıyordu. Je­ an Valjean ona askıdaki kolunu göstermiş, gidiş nedenini anlat­ masını rica etmiş ve oradan ayrılmıştı. Yemek odasının pencereleri sokağa bakıyordu. Dışarıda Je­ an Valjean ışıklı pencereler altında, ayakta ve hareketsiz bekle­ di. Dinliyordu. Şölenin o belli belirsiz duyulan uğultusu kendisine dek ulaşıyordu. Dedenin o gür sesini, kemanları, tabak-bardak şıngırtısını, kahkahaları duyabiliyordu. Bütün bu şakrak sesler­ de Cosette’in o hoş sesini tanıdı. Calvaire Kızları Sokağından ayrıldı ve Silahlı Adam Sokağına vardı. Geri dönmek için yolu biraz uzatmış, Saint-Louis, Culture, Saint-Catherine ve Blancs-Manteaux sokaklarından geçmişti. Aslında bu halde yolu uzatmış oluyordu, ama aylardır Cosette’le geçtiği yoldu. Marius’ün evine bu yoldan yürürlerdi. Cosette’le yürüdüğü bu yol artık onun için kutsaldı. Başka bir yolu düşünemezdi. Jean Valjean evine girdi, mumunu yaktı ve yukarı çıktı. Ev boştu. Hizmetçi Kadın da artık burada olmadığına göre, Jean Valjean’ın ayak sesleri daha da gürültü çıkarmıştı boş evde. Do­ lapların hepsi açıktı. Cosette’in odasına girdi. Yatak takımları bi­ le kaldırılmıştı. Kılıfsız yastık da, toplanan nevresimlerle birlikte şiltenin ayak ucuna konmuştu. Artık kimse burada yatmayacak­ tı. Cosette, sevdiği bütün şeylerini yanında götürmüştü, burada 1352

sadece o dört duvar ile kaba döşemeler kalmıştı. Hizmetçi kadı­ nın yatağı da kaldırılmıştı. Tek bir yatak hazır hazır bekliyordu, Jean Valjean’ın yatağı. Jean Valjean duvarlara baktı, dolap ka­ pılarından birkaçını kapattı ve bir odadan diğerine geçti. Sonra kendisini odasında buldu, mumu bir masaya bıraktı. Kolunu askıdan çıkarır gibi oldu; hiç canı yanmazcasına, sağ eli­ ni kullanabiliyordu. Yatağına yaklaştı, gözleri rastlantıyla mı, ya da bilerek mi o Sadık Dost’un üstünde durdu. Bu, Cosette’in kıskandığını söyle­ diği küçük valizdi. Jean Valjean’ın yanından hiç ayırmadığı bir şey. 4 Haziran gecesi, Silahlı Adam Sokağındaki evine girer gir­ mez ilk yaptığı, bunu ayak ucundaki küçük bir masaya bırakmak olmuştu. Hemen oraya yaklaştı ve cebinden çıkardığı bir anah­ tarla onun kilidini açtı. İçinden elbiseleri çıkardı. Bunlar on yıl önce Cosette’in Mont­ fermeil’den ayrılırken giydiği matem giysileriydi. Önce o siyah yünlü robu, siyah şalı, Cosette’in hâlâ giyebileceği (ayakları epey küçüktü) o çocuk pabuçlarını, sonra o kalın yün yeleği, cepli önlüğü ve kışlık çorapları çıkardı. Çoraplarda hâlâ küçük kızın küçük bacağını şekli vardı ve Jean Valjean’ın elinin boyun­ dan uzun değildi. Bunlar simsiyahtı, matem rengi. Bunları Pa­ ris’te satın almış ve Montfermeil’e taşımıştı. Giysileri valizden sırayla çıkarıp, yatağın üzerine koydukça düşünüyordu. Hatırlıyordu. Aralık bitiyordu, buz gibi bir kış... Çocukcağız, o pılı pırtılar içinde titriyordu, o küçücük ayakları nalınlar içinde mosmordu. Jean Valjean, onun bu giydiklerini çı­ karttırmış ve ona bu matem giysilerini giydirtmişti. Biçare ana, mezarda, kızının matemini tutmasına sevinirdi ve özellikle onun üşütmeyecek şeyler giydiğini bilmekle mutlu olurdu. Genç kızla beraber, onun küçük eli kendi elinde, beraber aş­ tıkları o Montfermeil ormanını düşündü. O günün havasını alır gibi oldu, çıplak ağaçları, kuşsuz ormanı, güneşsiz gökyüzünü... Yine de güzel, aydınlık bir gündü. Adam, bütün bu elbiseleri dik­ katle yatağının üzerine dizdi, şalı, juponu, çorapları, pabuç ve 1353

yeleği... Uzun uzun baktı onlara. Ah Cosette’cik birkaç karış bo­ yundaydı ve o büyük bebeği kollarında taşıyordu, kendisine ver­ diği o altını da önlüğünün cebine atmıştı. El ele yürüyorlardı. Co­ sette gülüyordu, şu dünyada Jean Valjean dışında kimsesi yok­ tu. O zaman o parlak beyaz başını yatağın üzerine kapadı, şu yiğit yürek parçalandı ve yüzünü Cosette’in giysilerine gömüp kaldı. Biri oradan geçecek olsa epey acıklı hıçkırıklar işitirdi. 4 DİNMEYEN ACI Jean Valjean’ın kendi içindeki savaşlardan biri tekrar başla­ dı. Jacob sadece bir kere melekle savaştı, ama Jean Valjean kaç kez vicdanın gölgeleriyle savaşmak durumunda kaldı ve kaç kez bu çatışmadan yenik ve güçlenmiş çıktı. Hepimiz bunun şa­ hidiyiz. Tarifsiz bir mücadele; bazen ayak kayar, bazen zemin, iyiliğe zorlanan bu vicdan defalarca onu yakalayıp ezdi, defalarca bo­ ğazına sarıldı, defalarca onu merhametsizce yere serdi. Jean Valjean bu ışıktan yardım istedi. Hiçbir şeyi görmemeyi seçtiği anlarda, Piskopos'un kalbinde yaktığı o ateşten gözleri kamaş­ mıştı. Savaşta defalarca dikilmiş, kayaya tutunmuş, bilgeciliğe yaslanmış, toz toprak arasında sürünüp, bazen vicdanını yen­ miş, bazen yenilmişti. Defalarca, bir anlaşılmazlık aldatıcı bazı karşı koyuşlardan sonra, öfkeli vicdanının kulağına «Alçak, bu bir tokat» demişti. Defalarca, kararın ısrarlılığı, görevin gerçeği karşısında titreyerek inlemişti. Tanrı’ya direnmek. Ecel terleri. Acısını hâlâ çektiği gizli yaralar. O keder dolu hayatında sayısız sıyrık. Kaç kez, kanlar içinde, parçalanmış fakat yüreği çaresizlikle, ruhu ışıkla dolu halde to­ parlanıp kalkabilmişti. Mağlup olmasına rağmen, yine de kendi­ sini yenebilmişti. Kendisini dağıtan, örseleyip parçalayan vicda­ nı karşısında, ışık içinde dikilip, ona: «Haydi, artık huzur içinde git!» demişti. 1354

Fakat bunca sıkıntı verici bir çatışmadan sonra ne kasvetli bir huzur! Jean Valjean o gece son savaşını verdiğine inandı. Epey hüzünlü bir sonla karşılaşmıştı. Kaderimiz ne yazık ki, sürekli dolaysız değildir, dümdüz yol­ larda uzayıp, dümdüz yollar oluşturmaz. Çıkmazlar, çetin sokak­ lar oluşturur. Birkaç yol oluşturan karanlık virajlar, korkunç sa­ paklar açarlar. Jean Valjean şu anda bu sapakların en tehlikeli­ sindeydi. İyilik ve fenalığın birleştiği yerdeydi. İşte bu karanlık kesişme­ nin önündeydi. Bu gece daha önce olduğu gibi, epey acil bir du­ rumla karşılaşmıştı. Önünde iki yol vardı. Biri çekici, ayartıcı, di­ ğeri korkunç. Hangisine yönelecekti? Bu korkutucu yola her baktığımızda fark ettiğimiz o sır dolu parmak, korkunç yola gitmesini öneriyordu. Jean Valjean bir kez daha epey zor bir karar almak zorun­ daydı. O korkunç liman ve o tatlı tuzak arasında bir tercih yap­ malıydı. Demek doğruydu? Ruh sağalabiliyor, kader aynı kalıyordu. Yüce Tanrım, hiçbir zaman sağalmayacak bir kader korkunç bir şey! Mesele şuydu: Genç kızın mutluluğuyla ne yapacaktı? Bunu kendisi istemiş, hazırlamış, oluşturmuştu. Hançeri kendisine saplamıştı. Şu an­ da, bu mutluluğu düşünüp bundan kekre tatlar alıyordu. Tıpkı kendisini öldüren bıçağın kendi imalathanesinde yapıldığını gö­ ren bir silah fabrikatörünün acı hazzı gibi. Cosette delikanlıya sahipti, Marius Cosette’i almıştı. Onlar eşsiz bir mutluluğa erişmişlerdi. Bu onun yapıtıydı. Fakat artık var olan bu mutlulukta nasıl hareket edecekti ken­ disi? Yoksa o bu mutlulukta payı olduğunu düşünüp bunu be­ nimseyecek miydi? Aslında artık Cosette bir başkasınındı. Jean Valjean ona eskisi gibi mi davranacaktı? Şimdiye değin olduğu gibi, yaşlı baba rolünü sürdürecek miydi? Cosette’in evine kolay­ ca yerleşip mazisini bu geleceğe katacak mıydı? Hakkı varmış 1355

gibi gelip de, bu huzurlu yuvada rahatça yerini alabilecek miydi? Şu iki günahsızın ellerini kendi kederli elleri arasına alacak mıy­ dı? Gillenormand evinin salonundaki ocak demirlerine zincirlerin çürüttüğü ayaklarını uzatabilecek miydi? Kaderini o çocuklarla birleştirecek miydi? Kendi alnındaki karayı iyice yoğunlaştırıp, onların o dümdüz alınlarını da karartacak mıydı? Bencillik yolu­ na onun mutluluğunu riske mi atacaktı? Susmayı sürdürecek miydi? Uzatmayalım, iki mutlu varlığın yanı başında kaderin kendi halinde habercisi miydi? Böylesi sorular zihnimizde belirdiğinde, bunların yarattıkları tekinsizliklere alışkın olmak gerekir, iyilik ve fenalık şu katı soru işaretinin arkasında durur. Sfenks sorar: «Nasıl hareket edecek­ sin?» Jean Valjean bu acı tecrübelere alışıktı. Göz kırpmadan Sfenks’e bakardı. O kıyıcı meseleyi bütün açılarıyla inceledi. Cosette, şu şirin faleket, kazazedenin salı gibiydi. Ne yapmalı? Buna tutunmalı mı? Yoksa terk etmeli mi? Sala tutunduğunda, acıdan kurtuluyor, gün yüzüne çıkıyor, saçlarından ve giyeceklerinden sızan suları kurutuyor, canlanı­ yordu. Jean Valjean, kendi düşüncesiyle savaştı. İçtenlikli bir öfkey­ le kendi iradesine, inançlarına karşı koydu. Jean Valjean için ağlayabilmek mutluluk oldu. Belki de bu­ nunla aydınlandı. Fakat yine de epey korkunç oldu. Yıllar önce Arras yolundaki gibi, içinde kasırgalar koptu. Fakat bu kezki hay­ li şiddetliydi. Geçmiş bir daha canlandı. Bu ikisini oranladı ve gözyaşına boğuldu. Onları salıverip kıvrandı. Bir şey kendisini durdurur gibiydi. Ne üzücü, bencilliğimizle vicdanımız arasındaki didişmede, değişmez ereğin karşısında böyle afallayıp boyun eğmeye öfke­ lenip, konumunu korumaya çalışarak, muhtemel bir kurtuluşu arayarak, adım adım gerilediğimizde, ansızın kendimizi sarp bir duvara kıstırılmış bulup titreriz. İşimize engel olan o ilahi gölgeyi hissetmek! 1356

O zalim görünmezlik! Takıntı. Ne üzücü, şu vicdan adı verilen şeyle baş edemiyordu insan. Haydi bir karara var Brutus, haydi Caton, ne yapacağını düşün! Vicdan sonsuzdur, o Tanrı’dan da sonsuzdur. Bu kuyuya insan bir hayatın emeğini atar, servetini döker, talih ve başarısını atar, özgürlüğünü, yurdunu, bedenini, neşesini atar. Eski cehennemlerin gölgelerinde böyle dipsiz bir fıçı olur­ muş. Bunu istememek bağışlanmaz mı? Onun bir hakkı olabilir mi? Şu bitmek bilmeyen zincirler, insanoğlunun gücünün üste­ sinde değil mi? Kim kınayabilir ki, Jean Valjean’ı «bitsin» dediğinde. Maddenin itaati, sürtünmekle sınırlıdır, ruhun boyun eğme­ sinin sınırı yok mu? Eğer sürekli devinim bile olanaksızsa, ne­ den özverinin sonu gelmiyor? ilk adım bir şey değil, esas önem­ li olan son adım, Cosette’in evlenmesiydi, bunun yanında, Champmathieu meselesi çok önemsizdi. Tekrar içeri girmek bir şey değildi, bu kez boşluğa düşecekti. Ah ilk merdiven, ne de karanlıksın, ah ikinci merdiven ne de kaygansın! Bu kez nasıl baş çevrilmesin? Kendinden vazgeçmek, ilahi bir gaye uğruna ölmek ne yücel­ medir. Fakat yakıcıdır. Bu kutsayan bir azaptır. İlk saat buna onay verilir, kızgın demirlere oturulur, başa kızgın demirden taç geçirilir, fakat her şey bu kadarla kalmaz, alevden giysiler giy­ mek de gerek... bir an gelir ki, o düşkün ten isyan eder ve insan işkenceden cayar. Jean Valjean fırtına öncesi sessizliğe büründü. Ya şu tertemiz çocuklara kendi mahkûmiyetini bulaştıracak, veya kendisini koyu karanlıklara atacaktı. Başka umarı yoktu. Ya Cosette’i, ya da kendisinden vazgeçecekti! Hangi çözüme karar verdi? Kaderin o şaşmaz sorusuna han­ gi kesin karşılığı verdi? Hayatının neresini kapatmaya karar ver­ di. Nasıl bir ceza kararı aldı? Etrafını saran bu yalçın yamaçlar arasında nasıl bir tercih yaptı? Hangi sonuca ulaştı? Şu uçurum­ lardan hangisini sessizce kabullendi? 1357

Kasvet veren düşünceleri gece boyunca sürdü. Sabaha ka­ dar aynı halde kaldı. Kaderin yüküyle, iki kat ve ezik! Çarmıhtan indirilen biri gibi, kolları haç biçiminde iki yana açık, on iki saat kaldı. Uzun bir kış gecesinin on iki saati. Ne ba­ şını kaldırmış, ne konuşmuştu. Ölü gibi kaldı. Bu arada fikri ara ara yerde kıvranıyor, ara ara uçuyordu. Bazen, bir ejderha, bazen bir kartal. Cosette'in elbise­ lerine yapıştırdığı dudaklarıyla öperken titriyordu. İşte o zaman yaşadığı belli oluyordu. Onu gören var mıydı? Jean Valjean odasında kendi başına değil miydi? Kendisinden başkası olmadığına göre... Karanlıklar arasındaki görüyordu onu!

1358

YEDİNCİ KİTAP

AĞUNUN SON YUDUMLARI 1 DAİRE YEDİ, GÖK SEKİZ Düğünden sonraki gün sessizdir. Mutluların yalnızlığına say­ gı vardır. Şölen ve kutlamaların karmaşası daha sonra başlar. 17 Şu­ bat günü, vakit öğleyi yeni geçiyordu ki, Basque elinde bir toz­ bezi ve bir süpürgeyle salona girdi, derken, kapıda usulca bir tı­ kırtı duydu. Kapıyı çalmamışlardı, bu da saygılı bir tavırdı, böy­ le bir günde. Basque kapıyı açınca, karşısında Mösyö Fauche­ levent’i gördü. Onu, bir gün öncesinin coşkusundan savaş mey­ danına dönmüş salona aldı. Uşak af dileme ihtiyacı duydu: «Bağışlayın efendim, bu sabah geç uyandık da...» Jean Valjean sordu: «Efendiniz kalktı mı?» Basque, adamın sağlığını sormak istedi: «Kolunuz nasıl efendim?» «Daha iyi. Efendiniz kalktı mı?» «Hangisi, yenisi mi, eskisi mi?» «Mösyö Pontmercy.» Basque: «Baron mu?» Efendi, çok zaman hizmetçisi için Baron’dur. Sanki bu unvan­ 1359

dan bir parlaklık edinir. Bir filozofun değindiği gibi, unvanın bir onuru da onlara geçer. Bu da onları gururlandırır. Yeri gelmiş­ ken, şunu da belirtelim ki, Cumhuriyetçi ve militan olan Marius, şu sırada gönülsüzce baron’du. Ailede küçük bir değişiklik ol­ muştu ve bu kez dedesi, onun bu unvanı taşımasında üsteliyor­ du. Marius fazla hevesli değildi ama Albay ölmeden önce şunu yazmıştı: «Oğlum, Baron unvanı alacak.» Bu yüzden Marius, buna karşı çıkamazdı. Hem Cosette de vardı. Kadınlık hisleri uyanmaya başladığında «Taze gelin» de «Barones» diye çağrıl­ maktan hoşlanacaktı. Basque: «Mösyö Baron’u görmek istiyorsunuz ha, gidip bir bakayım? Geldiğinizi söyleyeyim.» «Hayır, ismimi söylemeyin, sadece kendisiyle özel olarak ko­ nuşmak isteyen biri olduğumu söyleyin.» «Öyle mi!» dedi Basque. «Ona bir sürprizim var da.» Basque tekrar bir «Öyle mi!» dedi, ama bu ilkinin açıklaması gibiydi. Ve çıktı. Jean Valjean salonda kendi başına kaldı. Değindiğimiz gibi salon allak bullaktı. Kulak verince bir dü­ ğünün gürültülerini duyacak gibi oluyordu insan. Zeminde çe­ lenklerden ve kadınların saçlarından düşen çiçekler vardı. Ta diplerine kadar yanan mumlar, avizelerin kristal kollarına bal­ mumu parçalar ekliyordu. Eşyaların hiçbiri yerinde değildi. Bir köşede üç-dört koltuk bitiştirilmiş, başlayan bir sohbeti sürdü­ rür gibiydi. Salonun bütün manzarası iç açıcı, şirindi. Ölü bir eğlencede tatlı bir albeni vardır. Burada mutlu olunduğu belliy­ di. Karmakarışık saten kaplı sandalyalerin solan çiçekleri, ölü ışıkların arasında sevincin düşünüldüğü, sevincin yaşandığı belli oluyordu. Güneş, avizenin yerini almış, salonu doldurmuş­ tu. Birkaç saniye geçti. Jean Valjean, Basque’nin kendisini bı­ 1360

raktığı yerde bekliyordu. Yüzü solgundu. Gözleri çukura batmış, uykusuzluktan görünmez olmuş gibiydi. Siyah giysisi gece üzerinden çıkarmadığı için kırışmıştı. Dir­ sekleri çarşafa sürtünmekten, yünlü kumaşlarda olduğu gibi ip­ liklerinin dökülmesi nedeniyle beyazlaşmıştı. Jean Valjean, aya­ ğının önüne baktı, zeminde güneşin bir pencere çizdiği görülü­ yordu. Kapıda bir ses duyuldu, adam başını kaldırdı. Marius girdi. Başı dikti, yüzü gülüyordu, alnında bir ışık, göz­ leri utkulu, içeri girdi. O da uyumamıştı. Jean Valjean’ı görünce: «Baba siz misiniz?» dedi. «Ahmak Basque, sır dolu sözlerle beni çağırdı. Ama epey erken geldiniz, saat henüz yarım, bir bi­ le olmadı. Cosette uyuyor.» Marius’ün Mösyö Fauchelevent’i «Baba» diye çağırması onun ne kadar mutlu olduğunun göstergesiydi. Her zaman ara­ larında bir soğukluk, bir çekinme, kırılacak ya da eriyecek buz­ lardan oluşan tuhaf bir hava yaşanmıştı. Marius bu sırada mut­ luluktan o kadar sarhoştu ki, artık aralarındaki bütün engeller kalkmış, buzlar çözülmüş ve Cosette için olduğu gibi, Mösyö Fa­ uchelevent kendisi için de baba olup çıkmıştı. Delikanlı konuşmayı sürdürdü. Sözler ağzından akar gibiydi, bu da onun ne kadar mutlu olduğuna gösteriyordu: «Sizi gördüğüme ne çok sevindim. Dün akşam, size o kadar andık ki. Günaydın baba, eliniz nasıl bu sabah? Daha iyice mi?» Kendi kendisine verdiği o olumlu karşılıktan memnun adamı konuşturmadan sürdürdü: «Dün akşam sürekli sizden söz etti. Cosette size o kadar se­ viyor ki. Burada odanızın hazır olduğunu unutmayın. Silahlı Adam Sokağındaki yeri istemiyoruz. Bunun sözünü bile duymak istemiyoruz. Nasıl oldu da, böyle sıkıntılı, kötü gürültülü çirkin bir sokakta oturdunuz? Bir ucunda parmaklık olan, insanı üşüten ve girilmesi zor olan öyle bir sokağa nasıl taşındınız? Hemen bura­ ya taşınacaksınız. Bugünden erkeni yok. Yoksa Cosette’den çe­ 1361

keceğiniz var. O hepimizi parmağında oynatmaya kararlı, unut­ mayın. Odanızı gördünüz mü, bizimkine epey yakın, bahçelere açılan pencerelerden bol bol ışık alır, şirin bir odadır. Cosette ka­ pı kilidinizi onarttırdı, yatak da hazır. Cosette yatağınızın baş ucuna arkası yüksek Ultrecht kadifesi kaplı büyücek bir koltuk koydurttu ve ona ‘Babama kolların aç' buyruğu verdi. Baharda pencerenizin önündeki akasyalarda bir bülbül yuva kurar. Gece­ leyin sizin için öter, gündüzleri Cosette’in cıvıltılarını dinlersiniz. Cosette bütün kitaplarınızı, sizin Kaptan Cook’un Keşifleri'ni ve Vancouver’in eserini duvardaki raflara koyacak. Bir de epeyce sevdiğiniz, hiç ayrılmadığınız küçük bir valiz varmış. Onun için de ben, başköşeyi ayırdım. Dedemin sevgisini kazandınız, siz­ den çok hoşlanıyor. Beraberce yaşarız. Whist(*) oynamasını bi­ lir misiniz? Dedem bu oyunu sever. Sizinle oynar. Adliye Sara­ yında dava kovaladığım günlerde, Cosette’i gezmeye siz götü­ rürsünüz. Onun koluna girersiniz, hatırladınız mı, o parkta oldu­ ğu gibi... Evet baba, siz de bizim mutluluğumuza katılacaksınız, duydunuz mu babacığım? Öğle yemeğini bugün beraber yiyo­ ruz.» Jean Valjean geniş bir soluk aldı: «Efendim,» dedi Jean Valjean, «size bir sözüm var, ben eski bir mahkûmum.» Duyulan ince ses titreşimleri zihin için aşılabildiği gibi, bazen kulak için de anlaşılır. Şu sözler «Ben eski bir mahkûmum,» Ma­ rius’ün beynine çekiç gibi indi. Marius duymadı, bir şeyler söy­ lenmişti kendisine, ama ne? Öyle afallamış halde kalakaldı. İşte o zaman kendisiyle konuşan adamın epey acınacak hal­ de olduğunu fark etti. Şimdiye değin kendi mutluluğunu düşünen delikanlı, onun bu korkunç solgunluğunu fark etmemişti. Jean Valjean kolundaki askıyı çözdü ve elini açarak sapa­ sağlam başparmağını gösterdi. «Elimde yara falan yok,» dedi. (*) Whist: Bir tür iskambil oyunu.

1362

Marius başparmağa baktı. «Hiçbir zaman da elimi yaralamamıştım,» diye sürdürdü. Sahiden de yara izi yoktu. Jean Valjean: «Düğününüzün dışında kalmalıydım. Elimden geldiğince uzak durmayı başardım, bu yarayı özellikle düşündüm. Nikâhı­ nızda bir sahtekârlık olmaması için imzalamaya çekindim.» Marius: «Bütün bunlar ne demek oluyor?» «Ben bir forsaydım!» Marius dehşet içindeydi: «Beni çıldırtıyorsunuz!» İhtiyar: «Efendim, tam on dokuz yıl kürekte yaşadım. Oraya bir hır­ sızlık nedeniyle düşmüştüm, sonra müebbet hapse mahkûm edildim, yine hırsızlık ve suç yineleme yüzünden. Şu sırada bir firariyim.» Delikanlı duyduklarına ne kadar inanmak istemese de, ger­ çek karşısında daha fazla gerileyemezdi. Kesik kopuk anlama­ ya başladı ve sonra böyle hallerde hep olduğu gibi, daha fazla­ sını da anladı. Hemen ürperdi, beyninde bir şimşek çakmıştı, müthiş bir gerçeği, hayatının ve geleceğinin karardığını anladı. «Söyleyin!» diye bağırdı, «her şeyi söyleyin bana, siz Coset­ te’in babasısınız değil mi?» Apansız dehşete düşmüş gibi iki adım geriledi. Jean Valjean sırtını dikleştirdi ve başını geriye attı, o kadar görkemli bir duruş almıştı ki, başı az daha tavana değecekti. «Bana inanmanız gerekiyor, aslında mahkemede bizim gibi­ lerin yeminleri geçerli sayılmaz, fakat yine de...» Biraz sustu ve sonra egemenlik ve güç yüklü bir tavırla hece­ lerini vurgulayarak: «...Sözlerime inanacaksınız, Cosette’in babası ha? Tanrı hu­ zurunda size yemin ederim, efendim. Ben bir köylüyüm. Fave­ rolles’da doğan ve gençliğinde ağaç budayan bir köylü. İsmim 1363

Fauchelevent falan değil, asıl ismim Jean Valjean. Cosette’le hiçbir kan bağım yok, rahatlayın, efendim...» Marius kekeledi: «Fakat ya bunun kanıtı?» «Söylemem yetmez mi!» Marius adama baktı, hazin ama sakin bir duruşu vardı. Bun­ ca yoğun bir huzurdan hiçbir yalan çıkamazdı. Bunca donmuş birinin içtenliğinden kuşkulanılmaz. Bu kabir soğukluğunda, iç­ tenlik ve gerçek vardı. Marius önüne baktı: «Sözlerinize inanıyorum.» Jean Valjean, buna teşekkür eder gibi başını eğdi ve sürdür­ dü: «Cosette için ben neyim ki? Bir yabancı! Rastlantıyla yolla­ rı kesişen iki yolcu. On yıl öncesine değin, varlığından bile ha­ berim yoktu. Evet onu seviyorum, bu doğru. İnsan yaşlanmaya başladığında, kendi yetiştirdiği bir kıza bağlanamaz mı? ihti­ yarlar her çocuk için yüreklerinde bir dedelik yeri ayırırlar. Her­ halde benim de bir kalbim olduğunu kabul edersiniz. Küçük kız kimsesizdi. Bana ihtiyacı vardı, işte bundan dolayı onu sevme­ ye başladım. Çocuklar o kadar zayıf ve savunmasız olurlar ki, karşılarına ilk çıkan benim gibi biri bile onların himaye edeni olabilir. Ben de, Cosette'e karşı bu insanlık ödevini yaptım. Bunca sıradan bir şeye iyi bir davranış bile denmez, fakat iyi bir davranış diyelim, evet, işte ben de bunu yaptım. Bunu kabul edin. Artık Cosette’in bana ihtiyacı yok, hayatımdan çıktı, yol­ larımız ayrılıyor. Artık bugünden sonra onun için hiçbir şey ya­ pamam. O artık Madam Pontmercy oldu, kaderi değişti. Bu de­ ğişimde kazanan Cosette. Taşlar yerine oturuyor. Şu emanete gelince, şu altı yüz bin frank, bunun nasıl benim elimde bulun­ duğunu sormayın. Gerçek ismimi açıklamakla ben işimi yap­ tım, daha fazlasını sormayın. Kim olduğumu söylemek iste­ dim.» Jean Valjean gözlerini onun yüzüne çevirdi. 1364

Delikanlının bütün duyguları allak bullaktı. Kaderin bazı rüz­ gârları ruhumuzda böyle dalgalar oluşturur. İçimizde her şeyin paramparça olduğu anlar vardır, çoğu za­ man ağzımıza ilk geleni söyleriz. Bazen de öyle açıklamalar var­ dır ki tekinsiz bir mey gibi, insanı sersemce bir esrimeye götürür. Önüne serilen açıklama delikanlıyı korkutmuş, sersemletmiş, korku vermişti, sanki bu itirafına içerlemiş gibi: «Ama bütün bunları bana anlatmanıza ne gerek var? Buna kim zorladı size? Bu sırrı kendinize saklayabilirdiniz. Sizi ihbar eden olmadığı gibi, kovalanıyor da değilsiniz. Seve isteye böyle bir açıklama yapmanıza nasıl bir gerekçe var ki? Düşünün, bu işin altında daha farklı şeyler olmalı. Bunları neden söylediniz? Hangi gaye için?» Jean Valjean kendi kendisine konuşurcasına, kısık ve güç işi­ tilir bir sesle: «Hangi gaye mi? Evet, haklısınız, hangi amaçla, eski kürek mahkûmu bugün karşınıza çıkıp size böyle bir açıklama yaparak size ‘Ben eski bir suçluyum’ diyor. Evet, şaşıracaksınız, ama dü­ rüst olduğumdan dolayı, yalnızca bunun gerektirdiği bir neden­ le. Evet işin en kötü yanı da, yüreğimde beni bağlayan bir bağ var. İnsan kocadıkça böylesi iplikler sağlamlaşıyor. Bütün bir ha­ yat, bu bağla kuruluyor. Kurtulmuştum, uzaklara kaçabilirdim. Boulois Sokağından kalkan posta arabaları var. Sizler mutlusu­ nuz, ben de işimi yaptım, gidiyorum. Evet, bu bağı koparmaya çalıştım, sıkıca çektim, ama kopmadı, o kadar sağlam ki, onun­ la beraber kalbimi de parçalayacağımı anladım, işte o zaman sordum: Neden kalmayayım? Bana evinizde bir oda verdiniz. Madam Pontmercy beni seviyor, o bir koltuğa buyruk verdi: Ba­ bama kollarını aç. Dedeniz benim kalmamı istiyor. Onun doğa­ sına uygun biriyim, hep beraber otururuz, yemek yeriz. Coset­ te’in pardon alışkanlık, Madam Pontmercy’nin koluna girip, gez­ meye götürürüm. Aynı evde yaşarız, bir masada yer ocakta ısı­ nırız. Kış aylarında aynı yerde ellerimizi uzatır, yazları gezeriz. Bu büyük sevincin daha fazlası istenir mi? Ailece yaşardık.» 1365

Bu sözlerden sonra Jean Valjean’ın yüzünü yabanıl bir ifade aldı. Kollarını göğsünde birleştirdi, oracıkta bir uçurum kazmak ister gibi, ayağının altındaki zemine baktı, sonra çınlayan bir sesle: «Ailece ha... Ama, ne yazık ki ben hiçbir aileden değilim. İn­ san ailesinden değilim. Herkesin beraber yaşadığı toplumda ben fazlalığım. Dışarıda kalmaya mahkûmum ben. Bir ailem ol­ du mu? Şimdi bundan bile emin değilim. Şu kızı evlendirdiğim gün, her şey bitti. Onu mutlu gördüm, sevdiği adamla beraber, evde iyi kalpli bir ihtiyarın olduğunu ve iki melekten oluşan bir ai­ le, evet bu evde bütün mutluluklar vardı, işte o zaman, ben de kendi kendime, ‘İyi, ama sen giremezsin’ dedim. Evet yalanı sür­ dürür, sizi kandırır, Mösyö Fauchelevent olarak kalabilirdim. Söz konusu Cosette olduğu sürece bu kutsal yalanı kesmezdim, ar­ tık kendim için yalan söyleyemem, istemiyorum. Evet susmam yeterliydi ve her şey yoluna girecekti. Kimin beni konuşturmaya zorladığını soruyorsunuz, epey inanılmaz bir şey: Vicdanım. Oy­ sa susmak daha kolaydı. Bütün gece, gün doğuncaya değin bu­ nu kendi kendime yok yere söyledim, kendimi buna ikna etmeyi istedim. Siz soruyorsunuz, ben de yanıtlıyorum, dün gece sus­ mak için epeyce etkili nedenlerim vardı. İki şeyi başaramadım, yüreğimdeki o bağı koparabilmek, ikincisi yalnız olduğumda be­ nimle konuşan, bana öğüt veren o sesi susturabilmek. Bu ne­ denle geldim ve her şeyi yalansızca anlattım. Yani neredeyse hemen her şeyi. «Kendimden başkasını ilgilendiren şeyleri anlatmanın gereği yok, onlar bana ait, beni ilgilendirir. Önemli olan sizin öğrenme­ niz. Ben de sırrımı size açtım ve gözleriniz önünde bu sırrı ifşa ettim. «Söz konusu Champmathieu olmadığını, ismimi gizlemekle kimseye zararım dokunmadığını yineledi. Fauchelevent ismi, kendisine hizmet ettiğim Fauchelevent tarafından bana verilmiş­ ti. Adam bunu bir şükran belirtisi olarak verdi, bunu ebette koru­ yabilirdim. Bana eliaçıkça verdiğiniz şu odada epeyce mutlu ola­ 1366

bilir, kimseyi huzursuz etmez, bir kenarda yaşardım. Bu arada si­ zin Cosette’niz olacak, ben de onunla aynı damaltında yaşama mutluluğuna erecektim. Herkes kendince bir mutluluk bulacaktı bunda. Mösyö Fauchelevent olmayı sürdürmem herkesin işine yarardı. Fakat ruhum bunu istemedi. Mutlu olacak, ruhumda ka­ ranlık gölgeler olacaktı. Mutluluk yetmez, insan memnun da kal­ malı. Fauchelevent ismiyle yaşayarak asıl yüzümü sizin şu hoş mutluluğunuzdan saklayacaktım, sürekli karanlıklarda olacak­ tım. Sıkıntı yüklü ruhumu sizin mutluluğunuza ekleyip sevginize zincirleri karıştırmış olacaktım. Masanızda oturduğumda, asıl kimliğimi öğrendiğinizde beni kovacağınızı düşünecek, uşakları­ nızın hizmetlerini kabullenecektim. O uşaklar ki, gerçeği bilseler ‘Aman Tanrım, ne korkunç!’ diye bağırırdı. «Dirseğimi dokunduğumda bunu yadırgama hakkınız vardı. Sizinle her el sıkıştığımda sahtekârca davranmış olacaktım. En güzel vakitlerde, bütün kalplerin birbirlerine açıldıkları zaman­ larda, dördümüz birlikte olduğumuzda, aranızda sürekli bir ya­ bancı bulunacaktı. Yaşamınızda, sizlerle beraber olduğum hal­ de, sürekli o korkunç sır küpünün kapağını kaldırmamaya dikkat edip üzülecektim. Siz, Cosette ve ben, üçümüz de o yeşil başlı­ ğın altında, üç baş olacaktık. Şimdi siz de titremiyorsunuz, şu anda belki yaratıkların en dertlisiyim, fakat o zaman da en mer­ hametsizi olurdum. Bu cinayeti de her gün işleyecek, bu yalanı her gün yaşayacaktım. Bu karanlık gece maskesini hep yüzüm­ de taşıyacaktım. «Azaplarımla sizi daha çok lekeleyecektim, sizler benim sev­ diklerim, yavrularım, masumlarımsınız. Susmak bir şey istemez, sessizliği korumak kolay. Hiç de öyle değil, yalan söyleyen bir sessizlik vardır. Yalanımı, sahtekârlığımı, fenalığımı, alçaklığımı, ihanetimi, cinayetimi her an içecek, tükürecek ve tekrar içecek­ tim. Gece bitirip ertesi gün başlayacaktım. Günaydın demem ya­ lan, iyi geceler demem bir diğeri olacaktı. Bunu bile bile uyuya­ cak ve bunu yemeğimle yiyecektim ve Cosette'in yüzüne baka­ cak ve meleğin gülüşüne lanetlinin sırıtışıyla yanıt verecektim. O 1367

zaman alçak bir yalancı olmaz mıydım? Ne için? Mutluluk için. Mutlu olmak mı? Benim mutlu olmaya hakkım var mı? Ben ha­ yat dışıyım Mösyö.» Sustu. Marius dinliyordu. Böylesi düşünce ve acı dizisini sus­ turmak yakışıksızdır. Jean Valjean tekrar başını eğdi, ama bu kez kısık değil, korkulu bir sesle: «Niye konuştuğumu soruyorsunuz? Evet, ne ihbar edildim, ne de izleniyorum. Yanılıyorsunuz, biri beni ihbar ediyor, biri be­ ni kovalıyor? Kim mi? Kendim. Yolu kesen benim ve sürüklenen itilen, duran yine ben. Ben de kendi cezamı veriyorum. Kendisi­ ni yakalayan kişi, hemen bırakmaz.» Ceketini yakasından tuttu ve bunu Marius’e doğru itip: «Şu yumruğu görüyor musunuz?» diye sordu, «şu yakayı hiç bırakmayacak ölçüde sıkı tutmuyor mu? Vicdan da böyle bir şey. Mutlu olmak isteyen, ödev, sorumluluk duygusunu hiç bilmeme­ li. Öğrendi mi yandı. Ödev zalimdir. Onu anladığınız için sizi ce­ zalandırır, ama bir yandan da ödüllendirir, çünkü sizi öyle bir ce­ henneme atar ki, Tanrı’yı yanı başınızda bulursunuz. Kalbinizi parçaladınız; hemen arkasından derin bir huzur buldunuz.» Kederle tekrar başladı: «Efendim, söyleyeceklerim anlamsız görünebilir, fakat yine de namuslu, dürüst biriyim. Kendimi sizin katınızda alçaltırken, değer kazanıyorum. Bir kez daha bununla karşılaşmıştım, bu kadar acı değildi. Evet, ben dürüst bir adamım. Eğer hatam ne­ deniyle, bana saygı göstermeyi sürdürseydiniz, işte o zaman al­ çak olurdum. Beni küçümsüyorsunuz, demek dürüstüm. Kade­ rim bu, çalınmış bir saygınlık hariç, bir şeyim olmadığından, bu durum beni aşağılatıyor ve kemiriyor, kendime saygı duyabil­ mem için, beni küçümsemeleri gerekiyor. İşte o zaman, ben de ayaklanıyorum. Vicdanına boyun eğen bir eski suçluyum. Bu epey anlamsız geliyor, ama gerçek. Kendi kendime bazı sözler verdim, bunlara uyuyorum. Bizi bağlayan bazı rastlantılar, bizi ödevlere sürükleyen, bazı şeyler olur. Bilseniz Mösyö Pont­ mercy, hayatımda neler yaşadım?» 1368

Tekrar sustu, sözlerinin katılığını gidermek ister gibi, boğazı­ nı temizledi. «İnsan kendisinden bunca nefret ederse, bunu başkalarına vermeye hakkı olamaz, onların haberleri bile olmadan hele. Ay­ rımında olmadan başkalarını nasıl uçuruma atabiliriz. O kırmızı kazağı onlara giydirmeye, kişisel durumumuzla, başkalarının mutluluğunu karartmaya hakkımız olamaz. Sağlıklı olanlara yak­ laşmak ve karanlıkta görünmeyen yanımızı onlara dokundur­ mak, ne kötü. Fauchelevent dilediğince bana ismini versin, bu­ nu kullanma hakkım olamaz. Bir isim, bir kimliktir, bir benlik. Kendi kendimi eğittim. Evet bir ismi çalmak ve buna bürünmek eşsiz alçaklıktır. Alfabe harfleri de bir para kesesi ya da altın bir saat gibi çalınabilir. Sahte bir imza olmak, sahte bir anahtar gibi, namuslu insanlar arasına karışmak, kilitlerini zorlamak gibi. Hiç­ bir zaman kimsenin yüzüne bakamamak, sürekli yan bakmak, alçak olmak hayır, acı çekmeyi bin kez isterim, kanamak, ağla­ mak, derimi tırnaklarımla lime lime etmek, içimin parçalanması, geceleri sabahlara kadar azapla kıvranmak bin kez evladır. Bun­ dan dolayı, size anlattım, belirttiğiniz gibi seve isteye.» Göğüs geçirdi ve: «Bir zamanlar, yaşamak için bir ekmek çalmıştım, ama bu­ gün yaşamak için bir isim çalmak istemiyorum!» Marius sözünü yarıda bıraktı: «Yaşamak için mi dediniz? Ama yaşamak için bu isme ihtiya­ cınız yok ki?» Jean Valjean başını birkaç kez yukarıdan aşağı sallayıp: «Ne dediğimi biliyorum,» dedi. Bir sessizlik oldu. Her biri bir düşünce uçurumuna düşer gi­ biydi. Marius bir masanın başına geçmiş ve dudaklarını büküp parmaklarına dayamıştı. Jean Valjean gidip geliyordu. Bir ara, aynanın önünde durdu. Daha sonra bir konuşmayı cevaplarca­ sına, o aynaya bakıp: «Artık huzur buldum!» dedi. Tekrar yürümeye başladı, salonun diğer ucuna gitti. Geri dö­ 1369

nüyordu ki Marius’ün üzerine çevrili gözleriyle karşılaştı. İşte o zaman tarifsiz bir umutsuzlukla: «Biraz ayağım aksıyor, bunun nedenini de anlardınız sanı­ rım.» Ona bakıp: «Diyelim ki, hiçbir şey demedim, Mösyö Fauchelevent olarak kaldım, evinizde yerimi aldım, sizlerden biri gibi oldum, bana ha­ zırladığınız odada kalıyor, sabahları ayağımda terlikler, kahvaltı­ ya geliyorum. Geceleri tiyatroya gidiyoruz. Madam Pont­ mercy’ye eşlik ediyorum, Tuileries Parkına, Kraliyet Sarayına gi­ diyoruz. Beraberiz, siz de beni kendinizden sanıyorsunuz. Bir gün, birlikte gülüp eğlendiğiniz bir an, bir sesin şu ismi haykırdı­ ğını duyuyorsunuz, Jean Valjan! Ve polisin zalim eli gölgelerden sıyrılıp benim o aldatıcı maskemi kopardı.» Sustu. Marius yerinden kalkmıştı. Jean Valjean sordu: «Buna bir sözünüz var mı?» Marius’ün suskunluğu yanıttı. Jean Valjean sürdürdü: «Gördünüz ya, susmaya hakkım var. Bakın işte, mutlu olun bu ve öbür dünyada bir meleğin meleği olun, güneşlerde yaşa­ yın ve bununla kalıp biçare bir ezilmişle fazla ilgilenmeyin. Bıra­ kın, o göğsüne hançeri saplayıp işini tamamlamak için parçalan­ sın. Karşınızda epey zavallı biri var.» Delikanlı usulca salonu geçti ve Jean Valjean’a yaklaştığında ona el verdi. Uzatılan elini sıkmadı. Marius, bunu yakalamak zorunda kal­ dığında, mermerden bir el tutar gibi oldu. Delikanlı: «Dedemin epey hatırlı ahbapları vardır, bağışlanmanızı sağ­ layacağım.» İhtiyar: «İstemem, nasılsa ölü biliyorlar beni, yeter. Ölüler artık izle­ me ve kovalamadan kurtulmuş sayılır. Onlar çürümeye bırakılır. Ölüm de bir tür aklanma.» 1370

Onun tuttuğu eli güçlükle çekip ekledi: «Görevimi yapmak, benim başvuracağım dost, tek bir affa ih­ tiyacım var, vicdanıma!» Salonun diğer ucundaki kapı açıldı ve aralıkta Cosette’in ba­ şı belirdi. Yalnızca yüzü seçiliyordu, saçları dağınıktı, gözleri mahmurdu. Başını yuvasından çıkaran bir kuş gibi, önce koca­ sına, sonra Jean Valjean’a baktı ve gülerek seslendi. Bir çiçek gülümsemesi görür gibi oldular. «Yemin ederim ki politik bir tartışma. Aman ne saçma, be­ nimle olabilirdiniz!» İhtiyar titredi. «Cosette!» diye kekeledi Marius. Sonra sustu, iki suçlu gibi yeni gelinin karşısında boyun eğdiler. Neşe yayan Cosette önce birine, sonra diğerine bakıyordu. Gözlerinde cennet vardı. Cosette başladı: «İkinizi de suçüstü yakaladım, demin kapı ardında Fauchele­ vent Babamın sözlerini duydum, ‘Vicdan...’ diyordu, ‘görevini yapmak’ dedi. Politika değilse nedir bu? istemiyorum. Bir düğü­ nün ertesi günü bu konuşulmaz. Yakışık almaz, yanlış!» Delikanlı: «Yanılıyorsun Cosette, babanla öyle konuşmuyorduk, senin altı yüz bin frank için olumlu, kârlı bir iş düşünüyorduk...» Cosette: «Hayır,» dedi, «yanınıza geliyorum. Beni ister misiniz?» Bu kez kapıyı sonuna değin açıp içeri girdi. Beyaz bir sabah­ lık giymişti, kolları boyundan başlayıp ayak bileklerine iniyordu. Eski gotik tabloların fonlarında şirin giysilere bürülü böyle melek­ ler görülür. Boy aynasında kendisini inceledi, hiçbir kelimeyle ifade edi­ lemeyecek bir mutlulukla: «Bir zamanlar, bir kralla, bir kraliçe varmış. Oh ne kadar se­ vinçliyim.» Bu sözlerden sonra, Marius’le Jean Valjean’ın önlerinde, diz kırıp: 1371

«Ben yanımızdaki şu koltuğu geçerim, yarım saat sonra öğ­ le yemeği hazırlanır, istediğiniz şeyden konuşun, erkeklerin cid­ di konuşmaları gerektiğini bilirim, uslu otururum.» Delikanlı onun koluna girdi ve âşık sesiyle: «İş konuşacağız,» dedi. Genç kız: «Ha, demin penceremi açtım. Bahçeye bir yığın serçe girdi. Pierrot(*) girdi, fakat maskeli değil, kuş. Biliyorsunuz, Karnaval bitti; bugün Küllü Çarşamba. Fakat herhalde kuşlar bu dinsel yortuyu kutlamaz.» «Canım Cosette, rakamlardan söz ediyorum, iş konuşması. Sıkılırsın.» «Bu sabah ne de hoş bir kravat takmışsın. Sizin bu kadar şık olduğunuzu bilmezdim. Hayır, rakamlardan sıkılmam.» «Sıkılırsın, yemin ederim!» «Hayır, konuşanlar siz olduğunuza göre. İyi anlamam ama dinlerim. Sevdiğimiz sesleri duymak yeterli, anlamak gerekmez. Benim tek istediğim şu anda sizinle olmak. Kalıyorum.» «Sen benim çok sevdiğim Cosette’imsin, ama hayır.» «Hayır mı?» «Evet.» Genç kız: «İyi benim de size haberlerim vardı. Dedemin hâlâ uyuduğu­ nu, teyzenin kiliseye gittiğini, Fauchlevent Baba’ya hazırladığı­ mız odanın bacasının tüttüğünü, Nicolette’nin bacacıyı çağırdı­ ğını söyleyecektim. «Hizmetçi Kadın’la Nicolette’nin şimdiden atıştıklarını, Nico­ lette’nin onun kekemeliğiyle eğlendiğini söyleyecektim. Oh ol­ sun, artık hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz. Demek olamazmış ha... Ben de yeri gelince hayır derim, bakın görün kim cezala­ nacak. Haydi canım Marius, ne olur burada kalayım.» (*) Pierrot: İtalyan komedi kahramanlarından biri ve serçe anlamında.

1372

«Cosette, yemin ederim ki, baş başa kalmak zorundayız!» «Sizden değil miyim, yabancı mıyım?» İhtiyar konuşmamıştı, genç kız ona döndü: «Babacığım önce gelip kucaklayın beni. Neden benden yana çıkacak halde, orda sessizce dikildiniz? Nasıl bir baba oldunuz siz? Evlilikte ne kadar şanssız olduğumu görüyorsunuz, kocam beni dövüyor. Haydi sarılın bana. Hemen.» Genç kız kocasına: «Size gelince, dilimi çıkarıyorum.» Daha sonra alnını Jean Valjean’a uzattı. İhtiyar, ona doğru yürüdü. Genç kız geri çekildi: «Baba yüzünüz bembeyaz, kolunuz çok mu acıyor?» «Kolum iyileşti,» dedi. «İyi uyumadınız mı?» «Hayır.» «Bir derdiniz mi var?» «Yok.» «O zaman öpün beni. Sağlığınız iyi, güzel uyuyor ve kederli değilseniz size çıkışmayacağım.» Ona alnını bir daha uzattı. İhtiyar ilahi bir ışığın parladığı bu alna dudağını yapıştırdı. «Gülümseyin.» İhtiyar bunu da yaptı. Bir hayalet gülümsemiş gibiydi. «Şimdi beni kocama karşı koruyun.» Delikanlı: «Cosette...» «Haydi baba, öfkelenin, ona bir ders verin, kalmam gerektiği­ ni söyleyin. Benim yanımda konuşulmaz mı? Demek beni o ka­ dar ahmak buluyorsunuz. Söyledikleriniz inanılmaz şeyler, işler, para, bankadaki hesap. Yatırımlar. Aman, ne önemli... Şu er­ kekler de bir bardak suda fırtına koparır. Kalmak istiyorum. Bu sabah epeyce güzelim, bana iyi bak Marius.» O yuvarlak omuzlarını oynatıp tatlı bir yakınışla Marius’e bak­ 1373

tı. O anda şu iki canlı arasında bir şimşek çaktı. Arada biri ol­ muş, bir diğeri, dert miydi? «Seni seviyorum,» dedi Marius. «Sana tapıyorum,» dedi Cosette. Birbirlerinin kollarına atıldılar, bir güçle itilmişcesine. Genç kız sabahlığının kırışan kıvrımını düzeltip: «Kalıyorum,» dedi ve utkulu bir gülüşle dudaklarını araladı. Delikanlı: «Olmaz, şu anda bitirmek zorunda olduğumuz önemli bir ko­ nu var.» «Yine mi?» Delikanlı: «Cosette, inan bana, imkânsız.» «Demek sesinizi yükseltip bana bağırdınız. Peki gidiyorum. Size gelince baba, beni Marius’e karşı korumadınız, üzüldüm. Kocam ve babam, ikiniz de zorbasınız. Hemen gidip Dede’ye anlatacağım, o anlar. Tekrar buraya gelip yalvaracağımı sanı­ yorsanız, avucunuzu yalayın. Benim de onurum var. Ben ayağı­ ma gelmenizi bekleyeceğim. Bensiz nasıl sıkılacaksınız, görür­ sünüz. Gidiyorum işte, oh olsun!» Gitti. Bir an sonra kapı açıldı, o parıltılı başını uzattı ve: «Çok kızdım!» Kapı kapandı, her yer kararmış gibiydi. Gün ışığı doldurur gibi, olmuştu genç kadın odada belirince. Delikanlı kapının kapanmasını bekledi ve yarım sesle mırıl­ dadı: «Zavallı Cosette, ne çok üzülecek duyunca...» Bu ismi duyunca Jean Valjean yaprak gibi titredi. Marius’e kin dolu gözlerle baktı. «Cosette, evet. Öyle ya, bütün bunları ona anlatmak zorun­ da kalacaksınız. Kuşkusuz, bu doğru. Ne yapsak? Bunu düşü­ nememiştim. Ah insan bir şey için gereken gücü kendinden bu­ luyor, ötesine gücü az geliyor. Rica ederim, bana söz verin, bu 1374

duyduklarınızı Cosette’e söylemeyeceğinize. Sizin bilmeniz yet­ miyor mu? Zorlayan olmadığı halde, bunu itiraf ettim, hiçbir şey söylemeyebilirdim, bunu bütün dünyaya söyleyebilirim fakat Co­ sette’e asla. O bunları duymamalı, dehşete kapılır. Bir forsa! Ona bu anlatmak zorunda kalacaksınız, sürgüne yollanmış biri diyeceksiniz. Aman Tanrım, hayır, olamaz. O bir gün, bu zavallı mahkûmların geçtiğini görmüş, bunun etkisinden uzun zaman çıkamamıştı!» Yanındaki koltuğa çöker gibi oturdu ve başını ellerinin arası­ na aldı. Sesi duyulmuyordu fakat omuz hareketinden onun ağla­ dığı görülüyordu. Sessiz gözyaşları, müthiş gözyaşları! Hıçkırıklarda tıkanabilir insan. Titremeye başladı, soluk al­ mak ister gibi, başını geriye atıp, koltuğa yaslandı. Kollarını aşa­ ğı sarkıttı ve gözyaşlarıyla nemlenen yüzünü Marius’e gösterdi. Marius onun derinlerden yükselen çaresiz dolu sesle: «Keşke ölebilsem!» dediğini duydu. Delikanlı: «Kaygılanmayın, sırrınızı kendime saklayacak, kimseye aç­ mayacağım.» Aslında gerektiğinden az duygulanmıştı, fakat bir saattir, umulmayacak ve korkunç bir gerçeğin baskısıyla daralan Mari­ us, duyduklarına inanamıyordu. Mösyö Fauchelevent'in yerine eski bir sabıkalı geçmişti. Delikanlı, bu adamla arasındaki uzak­ lığı ölçebilmiş ve acı gerçeğin ağusunu tatmıştı. Marius ekledi: «Bir fikrimi söylemek istiyorum. Bana bıraktığınız şu emanet için teşekkür etmek isterim. Sizin bu onurlu ve dürüst davranışı­ nıza bir ödül vermek gerekir. Fiyatı siz biçin, istediğinizi veririm. Yüksek miktar isteyebilirsiniz.» İhtiyar: «Teşekkür ederim, efendim,» dedi. Bir zaman düşünür gibi göründü, sonra sesini yükselterek: «Her şey bitti gibi, bir tek şey kaldı» «Nedir o?» İhtiyar kararsız gibiydi, güçlükle: 1375

«Olanı biteni öğrendiğinize, yargılarınıza göre Cosette'i gör­ memek daha mı doğru olur acaba?» Delikanlı katı bir sesle: «Evet, görüşmeseniz daha doğru olur.» «Demek onu bir daha görmeyeceğim!» diye fısıldadı Jean Valjean. Kalkıp kapıya ilerledi. Elini kapıya attı, açtı, Jean Valjean, kapıyı çıkabileceği kadar açtı, bir an öylece durdu, sonra kapıyı kapatıp Marius’e yaklaş­ tı. Yüzüne solgun denmezdi, yeşilimsi bir renk almıştı, ölü bir yüz. Gözlerinde yaş yoktu, fakat tuhaf bir alev, acıklı bir parıltı. Sesi epey durgundu: «Dinleyin efendim, isterseniz daha az gelirim onu ziyarete. Emin olun, bu tek arzum. Eğer Cosette’in sevgisi olmasa, size deminki itirafları yapmazdım. Her şeyi yalansızca anlattım, çıkıp giderdim, fakat yine de ara sıra onu görmek istediğim için, na­ muslu davranıp anlattım neler yaşadığımı. Sözlerimi anlıyorsu­ nuz değil mi? Bu hemen anlayacağınız bir şey. Dokuz yıldır be­ raber yaşıyoruz. Önce, şu caddedeki izbede, manastırda, sonra da Lüxembourg Parkı çevresinde oturduk. Onu orada görmüştü­ nüz. Onun mavi tüylü şapkasını hatırladınız mı? Daha sonra, İn­ valides Mahallesinde bir parmaklığın arkasındaki bahçeli evde yaşadık, Plumet Sokağında. Ben köşkte oturmazdım, odam ar­ ka taraftaydı, geceleri onun piyano çalmasını dinlerdim. İşte bü­ tün hayatım. Birbirimizden asla ayrılmadık. Dokuz yılımız ve bir­ kaç ayımız böyle geçti. Ben babası gibiydim, o da kızım. Şu an­ daki hislerimi anlayabilir misiniz, efendim? Artık onu hiç görme­ mek, onunla konuşamamak, hayatına dair hiçbir şey bilmemek dayanılmaz bir şey olacak. Eğer izniniz olursa, bazen, onu ziya­ rete gelebilirim. O kadar sık gelmem, uzun uzun da kalmam. Emir verin, beni alt kattaki odaya alsınlar. Aslında uşakların ser­ vis kapısından girerdim, fakat bunu tuhaf karşılarlar. Evet sanı­ rım herkesin girdiği büyük kapıdan girmek daha doğru. Onu ara­ 1376

da bir de olsa görmeyi epey isterdim. Sizin istediğiniz vakitlerde gelirim. Ne olur, kendinizi yerime koyun, ondan başka kimsem yok. Dikkatli olmak zorundayız, hemen ayağımı kesmem kuşku çekmez mi? Bunun dedikodusunu ederler, isterseniz akşamları geleyim, karanlık çökünce.» Delikanlı: «Her akşam gelebilirsiniz. O sizi bekleyecek.» İhtiyar: «Çok iyisiniz, efendim!» Delikanlı, Jean Valjean’ı selamladı ve mutluluk, çaresizliği uğurladı.

2 İTİRAFIN KARANLIKLARI Delikanlı allak bullaktı! Genç kızın yanında gördüğü adama duyduğu soğukluğun gerekçesi belirginleşiyordu. O adamın sırrı Marius’ü hep tedirgin etmişti. Demek bu sır utanç yüklüydü. «Forsa.» Demek Mösyö Fauchelevent, kürek mahkûmu Jean Valjean’dı. Büyük mutluluğunda, en umulmadık anda, bunca korkunç bir sır bulmak, kumru yuvasında bir akrep bulmak gibi korkunç. Genç adamla Cosette’in mutluluğu böyle bir komşuluğa mı yargılıydı? Bu bir oldubitti miydi? Evliliğin bitiminde böyle bir adamı kabullenmek zorunluluğu da mı vardı? Yapılacak bir şey var mıydı? Genç adam bir kürek mahkûmuyla da mı evliydi? İnsan ne denli ışık ve sevinçle sarılı olursa olsun, hayatın en renkli anlarında bulunsun, mutlu bir aşka böylesi bir gölgenin düşmesi bile sarhoşluk uyandırır, bir Yarı-ilah’ın bile yengisini gölgeler. Böyle hallerde sürekli olduğu gibi, Marius, kendi kendine de sitemler ediyordu. O da bir şey sezmemiş, dikkatsiz davranma­ 1377

mış mıydı? Öylece salmıştı kendisini. Evet, Cosette'le evlenme­ siyle bitimlenen bu aşk serüvenine gözü kapalı girmemiş miydi? Evet, bunu kabul ediyordu. Aslında bu her zaman böyle olmaz mı? Kendi kişiliğimize dair, zamanla edineceğimiz gözlemlerden hayatımızın bazen bizi cezalandırdığını görürüz. Mairus, Cosette’in aşkına o kadar kapılmıştı ki, Plumet Soka­ ğındaki o bahçedeki gece randevuları sırasında, bir kez bile genç kıza Gorbeau harabesinin şu acıklı tuzağından söz etme­ mişti. Oysa, yedi-sekiz hafta boyunca neredeyse her gece bu­ luşmuşlardı. Kurbanın ses çıkarmaması ve polisin gelmesiyle oradan tüy­ mesi kuşku çekecek bir şey değil miydi? Nasıl olur da, Marius, ona hancının ailesinden söz açmamıştı, özellikle Eponine’le kar­ şılaştığı o gün. Şu sırada, o zamanki sessizliğine ne çok pişman oluyordu. Fakat Marius, bunun nedenini biraz olsun anlar gibi oluyordu. Genç kızın gözlerini nasıl kamaştırdığını, onun yanından aşktan nasıl esridiğini düşünüyordu. Gizli bir içgüdü ona sevgili­ sine bu olayı anlatmamasını buyurmuş gibiydi, belki de onu üz­ meye yanaşmamış, anlatıcısı ve tanığı olduğu bu hikâyede suç­ layıcı istememişti. Taptığı kızın babasına dair nasıl kuşkuları olabilirdi? Hem şu birkaç hafta gözleri aydınlatan bir şimşekten başka bir şey değildi. Birbirlerini sevmek dışında bir şeye vakit­ leri yoktu ki. Her şeyi uzun uzun düşünüp, bu olayı ona anlatsa, hancıdan söz etse, Jean Valjean’ın da eski bir kürek mahkûmu olduğunu öğrense ne değişecekti ki? Marius mü? Cosette mi? Marius, kızdan uzaklaşacak mıydı? Onu eskisi kadar sevmeye­ cek miydi? Onunla evlenmeyecek miydi? Hayır. Olanlar bunları değişmeyecekti. Her şey iyi, güzeldi. Şu âşık isimli sarhoşların Tanrısı vardır. Körlük Tanrısı. Marius’ün aklı başında olsa, kendi yolunu çizerdi. Fakat aşk onun gözlerini karartmış ve körlüğe sü­ rüklemişti. Nereye mi? Cennete. Fakat cennetin cehennemi bir komşusu vardı. Marius’ün 1378

genç kızın babasına duyduğu soğukluk, artık dehşete dönüş­ müştü. Ondan korkuyordu. Fakat yine de bunda bir tür şaşkınlık ve merhamet de vardı. Bu sabıkalı, bu suçlu, bir emaneti sahibine teslim etmişti. Hem de epey yüksek bir meblağı, altı yüz bin frangı. Bu emane­ tin sırrını başka bilen yoktu, bunun tümünü kendisine alabilirdi, ama o olduğu gibi teslim etmişti. Kim olduğunu da açıklamıştı. Kimse onu buna zorlamamıştı ki. Onun kim olduğu biliniyorsa, sadece kendi ağzından duyan öğrenmişti. Bu itirafta salt küçümsenme riskinin yanı sıra, bir tehlike riski de vardı. Bir mahkûm için bir maske değil bir sığı­ naktı. O bu sığınaktan kendi arzusuyla ayrılmıştı. Sahte bir isim teminat demektir, o bu sahte ismi bile istememişti. İstese, o şu eski mahkûm, ömür boyu, tertemiz bir ailede barınabilir, sakla­ nabilirdi. O buna da yüz çevirmişti. Fakat niye? Sadece vicdanı nedeniyle. Evet gerçeğin o şaşmaz içtenliğiyle, bunu kendisi de söylemişti ya. Er geç bu adam ne kadar sefil biri olsa bile, şu an­ da uyanan bir vicdandı. Uzun zamandır, iyiliğe adımlar atmış, kendisini aklamaya çalışmış olmalıydı ve haline bakılırsa şu se­ fil mahkûm, vicdanının tutsağıydı. Böylesine doğruluk ve iyilik işaretleri sıradan ruhlarda bulunmaz. Vicdan uyanışı bir ruh yü­ celiğine işaret eder. İhtiyar adam içtendi. Bu görmezden gelinemezdi. Onun bu görünür, dokunulur, yadsınmaz içtenliği, kendisine çektirdiği acıyla ortaya çıkıyor, bilgi toplamayı gereksiz kılıyor ve adamın her sözüne hemen inanmaya zorluyordu insanı. Marius için bir durum değişikliği sadece. Mösyö Fauchelevent için ne hisset­ mişti: Güvensizlik. Ama adam ne veriyordu: Güven! Delikanlı koyu düşüncelere dalıp, Jean Valjean'ın otopsisini çıkartıyordu. Alacağı hesaplıyor, borcu hesaplıyor, terazide den­ ge kurmaya uğraşıyordu. Fakat hepsi de bir fırtınalar içindeydi. Bu adama ilişkin, kesin bir görüş edinmek isteyen ya Jean Val­ jean’ı kovalarken yitiriyor ya da lanetli bir sis arasında tekrar bu­ luyordu. 1379

Bir de, kuruşu kuruşuna teslim edilen o para, itirafın dürüst­ lüğü, bunlar çok iyi şeylerdi. Bu koyu bulutta bir ara oluşturuyor, bulut sonra tekrar kararıyordu. Delikanlının anıları ne kadar bulanık olursa olsun, yine de bazı lekeler hatırlıyordu. Hancıların inindeki tuzağın özü neydi? Neden polis gelir gel­ mez, adam yakınacağına, oradan sıvışmıştı? Marius bu soruya yanıt veriyordu. Çünkü bu adam eski bir suçlu, bir cezaevi firari­ siydi. Diğer soru: Bu adam, Chanvrerie Sokağındaki barikata ne­ den gelmişti? Marius anılarında bunu da belirgince seçiyordu. Gizli mürekkeple yazılan ve ışığa tutulan bir kâğıtta okunduğu gibi bunu da okudu. Barikata gelmiş, ama orada savaşmamış­ tı, kimseyi öldürmemişti. O halde? Marius, bu sorunun da yanı­ tını buldu: Javert. Evet karşısındaki bir hayalet vermişti bu ceva­ bı. Marius, Jean Valjean’ın o korkunç halini düşündü, polisi ya­ kasından tutup dışarı sürmüştü ve Mondetour Sokağının arka­ sında bir silah patlamıştı. Demek mahkûmla polis arasında bit­ mez bir kin vardı. Biri ötekini huzursuz ediyordu. Jean Valjean da, yalnızca intikam almak için, barikata gelmiş, geç kalmıştı. Javert’in esir edildiğini biliyor olmalıydı. Asla bağışlamayan Korsika kan davası yeraltı dünyasına yerleşmiş ve orda kanu­ nu eline almıştı. Bu intikamı o kadar olağan görürler ki, en iyi niyetliler için bile bu hiç de günah değildir. O kadar ki, bu iyi ni­ yetli insanlara göre suçundan pişman olan bir katil hırsızlık açı­ sından titizlense bile, intikam almaktan vazgeçmez, işte Jean Valjean da böyle bir güdüyle Javert’i öldürmüştü. Bundan emin­ di. Son soru... Fakat bunun yanıtını Marius de bulamıyordu. Bu soru da tıpkı bir kıskaç gibi Marius’ü kavramıştı. Nasıl olmuş da Jean Valjean ile Cosette’in hayatı birleşmişti? Kaderin hangi oyunu bu çocuğu bu suçluyla birleştirmişti? Göklerde demek iki kişiyi birbirine zincirleyen kelepçeler vardı? Tanrı, melekle şey­ tanı birleştirmişti! Yoksunlukların pırangasında bir suç ve bir gü­ 1380

nahsızlık aynı yerde kalabildi? İnsanlığın kaderi denilen şu mah­ kûmlar geçidinde, iki alın karşılaşabiliyordu? Biri tertemiz, diğeri korkunç. İlki sabahın ışıklarıyla aydınlanmış, diğeri engin bir şimşekten sonsuza kararmış. Bu sistemi kuran kimdi? Nasıl ve hangi anlaşılmaz tansık, bu ilahi küçük kızla, bu ihtiyarı aynı ömürde birleştirmişti? Kuzuyu, kurda kim emanet etmiş ve işin en garip yanı, nasıl olmuş da kurt kuzuya bağlanmıştı? Çünkü, kurt kuzuyu seviyordu, o vah­ şi yaratık, o zayıf varlığı sevmiş ve ona sahip çıkmıştı. Dokuz yıl boyunca melek canavara yaslanmış, ona tutunmuştu. Cosette’in çocukluk ve ergenlik yılları, hayatı kavrayabilmesi, ışığa doğru yükselmesi, sürekli bu biçimsiz özveri yardımıyla olagelmişti. Derken sorular iyice karmaşaklaşıyor, bulmaca haline geliyordu, uçurumların altında başka uçurumlar açılıyor ve Marius müthiş bir baş dönmesiyle Jean Valjean’ın mazisine eğilebiliyordu. Bu uçurum insanı ne tür biriydi? Dünyanın yaradılışına dair o eski simgeler, ölümsüzdür. Top­ lumsal hayatta da böyle korundu bu. İki çeşit insan vardır; biri üstün, ikincisi aşağılık. İyi olan Habil, kötü Kabil’dir. Fakat şu se­ vecen Kabil, kimdi? Kendisini, dokunulmamış bir kızın sevgisine adayan, onu dinsel bir sevgiyle seven, koruyan, büyüten, eğiten bu adam, nasıl biriydi? Kendi kirini ona bulaştırmadan, tertemiz yetiştirmiş, onu masumiyetle sarmalamıştı. Bu saflığı koruyan ve ona kir bulaştırmayan bu bataklık neydi? Cosette’in eğitimini tamamlayan Jean Valjean kimdi? Bir yıldızın doğumunu, her çe­ şit gölge ve buluttan korumak için gayret eden «Karanlık Yüz», nasıl biriydi? İhtiyarın sırrı buydu. Bu işlerde Tanrı’nın da eli vardı. Tan­ rı’nın kendince gereçleri vardır. İstediği gereci kullanır. O insanın karşısında sorumlu tutulamaz. Tanrı’nın nasıl davrandığını nasıl bilebiliriz? Jean Valjean, genç kız üzerinde çalışmış, onun ruhu­ nu iyilikle doldurmuştu. Bu ortadaydı. Ya sonra? İşçi korkunçtu, fakat eseri başyapıt. Marius, bu yanıtları kendi kendisine veriyor ve bunların çok isabetli olduğunu da söylüyordu. Birçok yerde, 1381

kendi kendisine itiraf etmese de, Jean Valjean’ı zorlamaya cesa­ ret bulamamıştı. Cosette’i tapar gibi seviyordu. Ona sahipti. İhtiyar oralardan geçen bir yolcuydu. Bunu kendisi de söyle­ mişti. Rolünü tamamlamıştı ya. Genç kızı korumak için kendisi vardı artık. Gök mavisinde Cosette benzerini, erkeğini bulmuştu. Kanat açıp göklerde uçuşan Cosette bir kelebek gibi, o boş kozasını bırakıyordu. Delikanlının aklını karıştıran düşüncelerde, ne yaparsa yap­ sın sürekli aynı noktaya dönüyordu. Jean Valjean ona korkuyla geri dönüyordu, kutsal bir korku denebilirdi buna. Çünkü değin­ diğimiz gibi, o bu adamda «İlahi bir kıvılcımın» yanıp söndüğü­ nü biliyordu. Fakat bu konuda ne düşünürse düşünsün, istediği kadar hafifletici nedenler bulsun, er geç, aynı şeyle karşılaşıyor­ du. Adam bir mahkûmdu. Bir forsa, yani hiyerarşide yeri olma­ yacak biri. İnsanların en adisinden sonra gelir onlar. Bu tür düşünceleri olan Marius için, Jean Valjean şekilsiz ve iğrençti. Korkunç bir forsaydı. Bu deyim delikanlının kulakların­ da bir «Adalet» yargısı borusu gibi öttü. Bundan dolayı Jean Val­ jean konusunu yeterince düşündükten sonra, son tavrı başını çevirmek oldu. Şunu da eklemeli ve özellikle vurgulamalıyız ki, Jean Valje­ an'a sorular soran Marius, ona çok önemli birkaç soruyu sorma­ ya çekinmişti. Bunları düşünemediğinden değil, sormaya cesaret edemedi­ ğinden, vereceği yanıtlardan korktuğu için yapmamıştı: «Bari­ kat? Javert?» bir de şu Jondrette işi vardı? Kim bilir bunlara ne korkunç karşılıklar alırdı. Jean Valjean’ın önünde gerilemeyece­ ğini biliyordu. Belki de sorup pişman da olabilirdi, bu yüzden çe­ kinmişti. Hepimiz böylesi olaylar görmüşüzdür. Bazı hallerde bir soru sorup da cevap almamak için kulak tıkadığımız anlar vardır de­ ğil mi? 1382

Sevenler böyle davranır. Hayatın vazgeçemeyeceğimiz bir parçasının karıştığı hallerde fazla soru sormak iyi bir şey sayıl­ maz. Jean Valjean’ın çaresizlik yüklü açıklamalarından korkunç bir gerçek de çıkabilirdi! Kim bilir belki de bu tekinsiz gölge Co­ sette’e de sıçramış olabilirdi? Belki de şu meleğin bembeyaz alnına bu cehennemden bir leke sıçramıştı! Bir şimşekle oluşan bir leke... Bu bağların acıları o kadar şiddetlidir ki, masumiyet bile renkli ışıkların anlaşılmaz yasasından dolayı istemeden ci­ nayete alet olur. En lekesiz alınlar bile, bu korkunç yakınlığın yansımasını sonsuza taşırlar. Haklı ya da haksız, Marius de bundan korkuyordu. Aşk coşkusuyla aklı başından gitmiş halde Cosette’i kollarından kaçırıyor, Jean Valjean hakkında susuyor­ du. Canlı ve müthiş bir geceden çıkıp gelmişti o. Bu gecenin de­ rinliklerine inmeye kim kalkışabilir? Kim dibi arayabilirdi? Gölge­ ye soru sormak korkutur. Kim bilir nasıl bir karşılık verecek? Bundan sonra da insanın bütün hayatı kararabilir. işte böyle bir ruh halinde olan Marius için, Jean Valjean'ın bundan sonra Cosette’le herhangi bir ilişkisi olabileceğini düşün­ mek ürkütücüydü. Neden sert davranmıştı? Kendisine korkunç gelen soruları sormadığı için pişmandı. Epey uysal, iyi davranmıştı, çok zayıf davranmıştı. İşte bu nedenle, korkunç bir taviz vermeye sürüklenmişti ya. Adama acımıştı. Jean Valjean’ı hayatlarından silip atmaları gerekirdi. Jean Valjean «Ateş Payı»ydı. Ona öyle davranmalıydı. O adamı bir daha evine sokmaması gerekirdi. Marius kendi kendine kız­ dı. Onu körleştiren, sağırlaştıran ve sürükleyen o duygular ana­ forunda sürüklendiği için kendi kendisine lanetler etti. Ne yapacaktı? O adamın ziyaretleri ona epey dokunuyordu. Onun evinde ne işi vardı? Oraya ne diye gelsindi? Birden yine şaşıyor, aklını iyice karıştırmaktan çekiniyordu. Söz vermişti. Evet fakat bu sözü vermeye gönülsüzce sürüklen­ mişti. Adam ondan söz almıştı, insan sözünü tutmalı, bir forsa­ ya bile verilse. Sözünde durmak zorundaydı, fakat onun asıl gö­ 1383

revi Cosette’e karşı onu korumak değil miydi? Özetle, Marius isimlendiremediği bir iğrenmeye tutulmuştu, buna isyan ediyor­ du. Delikanlı bu düşünceler içinde derin bir krize yakalandı. Ha­ bire düşünüyor, kesin bir yere gidemiyordu. Bunları Cosette’den gizlemesi hiç kolay olmadı. Fakat aşk sanattır; bunu başardı. Hiç sezdirmeden genç kıza sorular sordu. Bir kumru gibi be­ yaz ve saf kızcağız hemen (Bir şeyden kuşkulanmıyordu ki), ona çocukluğundan ve ilkgençlik yıllarından söz etti. Marius, onun bu sözleriyle bir sonuca vardı. Bir insan ne kadar iyi, ne kadar ba­ ba, ne kadar şefkatli ve saygın olursa olsun; bu mahkûm, Coset­ te’e kusursuz bir babalık etmişti. Onun bu konuda kusursuz dav­ randığına emin oldu. Marius, tahminlerinde yanılmamıştı. O ısır­ gan, zambağı sevip kollamıştı.

1384

SEKİZİNCİ KİTAP

KARARAN UFUKLAR 1 ALT KAT Sonraki sabah, karanlık çökerken Jean Valjean, Gillenor­ mand evinin sokak kapısını çaldı. Basque onu içeri aldı. Ev sa­ hibi uşağına bazen şöyle bir buyruk verir, «Mösyö bilmem kim geldiğinde, onu içeri alın.» Basque Jean Valjean’ın eve girmesini beklemeden sordu: «Baron size sormamı istedi, aşağıda mı kalmak istersiniz, yukarı mı çıkmak istersiniz?» İhtiyar: «Aşağıda.» Basque saygılı bir tavırla, basık tavanlı oda kapısını açıp: «Geldiğinizi haber vereyim,» dedi. İhtiyarın girdiği oda alçak tavanlı, nemli, mahzen niyetine kul­ lanılan bir yerdi. Sokaktan ışık alırdı, yerleri kırmızı tuğla döşeli, demir parmaklıklı pencereli bir yerdi. Buraya süpürgenin girmediği hemen anlaşılıyordu. Toz, bu­ rada sakin ve rahattı. Örümceklere azap çektirilmiyordu burada, çünkü ölü sineklerle bezeli kapkara bir ağ pencerelerden birini örtmüştü. Dar ve alçak odanın bir köşesinde, boş şişeler vardı. Açık sarı sıvalı duvarda yer yer yarıklar görünüyordu. Dipte si­ yah boyalı tahtadan, kenarları dar bir ocak vardı; ateş yakılmış­ tı. Bunu fark eden Jean Valjean, onu buraya almaya önceden 1385

hazırlandıklarını anladı. Herhalde, onun «aşağı kat olsun» de­ mesi bekleniliyordu. Ocağın iki yanına, birer koltuk konulmuştu. Koltukların önünde, epey eski bir kilim vardı, halı yerine. Yatak önlerine serilen bu kilim o kadar eskiydi ki, ilmikleri sayılıyordu. Odada şömineden yayılanla, pencereden giren dışında ışık yok­ tu. Jean Valjean yorgundu, günlerdir aç ve uykusuzdu. Uyuya­ madığı gibi, ağzına sudan başka bir şey koymamıştı. Koltuklar­ dan birine yığılır gibi oturdu. Derken kapı açıldı, Basque tekrar göründü ve ocak tahtasının üstüne bir mum bıraktı, sonra tekrar çıktı. Jean Valjean, başı önünde çenesi göğsünde, adamın gir­ diğini bile fark etmemişti. Onu görmediği gibi, odaya getirdiği mumu da. Sonra, olduğu yerde sıçradı. Cosette onun arkasındaydı. Onun girdiğini de görmemiş, fakat hissetmişti. Başını çevirdi onu izlemeye başladı. Kız tapılası bir güzellikteydi. Fakat Jean Valjean’ın baktığı onun güzelliği değil, ruhuydu. Genç kız: «Baba inanılır gibi değil! Aslında farklı huyların olduğunu bi­ lirim, ama şaşkınım. Marius, bana benimle bu odada görüşmek için üstelediğinizi söyledi.» «Evet, öyle istedim.» «Ben de bunu bekliyordum. Kendinizi kollayın, sizinle tartış­ maya kararlıyım. Size bir oyun oynayacağım. En baştan başla­ yalım, baba sarılın bana.» Pembe yanağını uzattı adama. İhtiyar kımıltısızdı. «Kımıldamadığınızın farkındayım, bu da kabahatli olduğunu­ zun işareti. Ama önemi yok, bu seferlik affediyorum. İsa bile: ‘di­ ğer yanağınızı uzatın’ demiş. İşte yüzüm.» Sahiden diğer yanağını uzattı. İhtiyar oralı bile olmadı. Durduğu yere çivili gibiydi. Genç kız: «İş kötü,» dedi. «Böyle olmaz. Size ne yaptım ben? Bunu ha­ 1386

karet sayıyorum. Bana bir özür borçlusunuz. Akşam yemeğini beraber yiyoruz.» «Ben yemeğimi yedim.» «Olamaz. Mösyö Gillenormand'a söyleyeceğim, size kızsın. Aslında dedelerin görevi babalara kızmaktır. Haydi nazlanma­ yın, hemen benimle yukarı çıkın.» «Hayır!» Cosette o an, bir yenildiğini anlayıp, emretmeyi bıraktı ve so­ ru yağmuruna tuttu: «Beni görmek için evin en kötü odasını niye seçtiniz? Burası berbat bir yer.» «Bilirsin...» İhtiyar sustu ve sözünü düzeltmek istedi: «Bilirsiniz, ben herkese benzemem, kaprislerim vardır.» Genç kız küçük ellerini birbirine çarptı: «Bu da nesi? Bunların ne anlamı var? Neler oluyor?» İhtiyar arada kullandığı o kederli gülümseyişlerden biriyle: «İstediğinizi oldunuz,» dedi. «Evet fakat sizin için değil, baba...» «Bana bir daha asla baba, demeyin.» «Anlamadım?» «Beni Mösyö Jean diye çağırın, isterseniz Jean da diyebilir­ siniz.» «Siz babam değilseniz, ben de Cosette değilim. Mösyö Jean da ne demek? Yüce Tanrım, bunlar inanılmaz, ama neler oldu. Baba gözlerimin içine bakın. Bizimle de kalmak istemiyorsunuz, size ayırdığım odayı da istemiyorsunuz. Size ne yaptım? Bir ka­ bahat mı işledim?» «Hayır...» «Öyleyse?» «Her şey eskisi gibi.» «İsminizi niye değiştiriyorsunuz?» «Siz değiştirdiniz ama.» Yine o acıklı gülümseyişiyle ekledi: 1387

«Siz Madam Pontmercy olduğunuza göre, ben Mösyö Jean niye olmayayım?» «Anlamadım, bunlar epey saçma. Kocamdan sizi Mösyö Je­ an diye çağırma iznini isteyeceğim, dilerim buna izin vermez. Beni epeyce üzüyorsunuz. Kaprisleriniz olabilir, peki. Ama şu Cosette'ciğinize bu kadar üzüntüyü niye çektiriyorsunuz. Buna hakkınız yok. Bu çok fena. Sizin gibi birinin kötü olma hakkı ola­ maz.» İhtiyar bunu yanıtlamadı. Genç kadın onun ellerini tuttu ve yüzünün düzeyine kaldırıp, kendi çenesinin altında bastırarak yüzünü sürdü ki, bu da epey derin bir sevgi işaretidir. «Ah!» diye inledi, «ne olur eskisi gibi iyi davranın bana. Ne demek istediğimi anladınız, kesinlikle. İyi demekle, bana içten olun, gelin burada bizimle kalın, o güzel küçük gezintilerimize başlayalım. Buradaki bahçede de tıpkı Plumet Sokağındaki gibi güzel kuşlar var. Şu Silahlı Adam izbesindeki evi bırakın, sır yüklü tavırlarla beni bulmaca çözmeye mahkûm etmeyin. Her­ kes gibi yapın, bizimle yemeğe oturun, öğle ve akşam yemekle­ rini bizimle yiyin. Benim babam olun, eski günlerde olduğu gi­ bi...» Adam ellerini onun ellerinden kurtardı: «Artık babaya ihtiyacınız yok,» dedi. «Bir kocanız var.» Cosette hışımla: «Babaya ihtiyacım yok mu? Bunlar mantıklı şeyler değil. Sağduyuya ters sözler. Size ne oldu böyle? Ne diyeceğimi bile­ miyorum.» Jean Valjean sanki düşmemek için tutunacak yer arayan bi­ rinin çaresizliğiyle: «Şu anda hizmetçi kadın yanımızda olsa, benim kimselere benzemeyen tuhaf biri olduğumu söylerdi. Her zaman, kendim­ ce davranışlarımın olduğunu söylerdi. Ben her zaman kendime kapanmayı sevdim.» «Evet fakat burası soğuk, hem de fazla ışık da yok. Bir de 1388

Mösyö Jean olmak istemeniz var, bana ‘siz’ demenizi istemiyo­ rum.» Jean Valjean buna farklı bir yanıt verdi: «Demin buraya gelirken, Saint-Louis Sokağında epey hoşu­ ma giden bir şey gördüm. Alımlı bir kadın olsam, bunu kendime hediye ederdim. Çok kusursuz bir tuvalet masası, modern biçim­ li, galiba gül ağacı dediğiniz bir tahtadan yapılma, üstü de sedef. Güzel ve büyük bir aynası da var. Çekmeceleri. Çok şık.» Dişlerini sıkıp, dudaklarını aralayarak, Jean Valjean’ın yüzü­ ne bir soluk üfledi sevimlice. Bir kediyi taklit eden bir güzellik pe­ risi gibiydi. Yakınmaya başladı: «Öfkeden deliriyorum. Dünden beri hepiniz beni öfkelendir­ mek için yarışır gibisiniz. Çok kızıyor, bir şey anlamıyorum. Siz beni Marius’e karşı korumuyorsunuz. Marius, beni size karşı desteklemiyor. Yetim gibi bir başıma kaldım. Çok güzel bir oda döşüyorum. Fırsatım olsa içine Tanrı’yı bile koyabilirim. Oda be­ nim başıma kalıyor. Kiracım beni yolda bırakıyor. Nicolette’ye nefis bir akşam yemeği ısmarlıyorum, siz istemiyorsunuz. Ma­ dam, diyorlar bana. Bu da az gibi, Fauchelevent Babam kendi­ sine Mösyö Jean demem için üsteliyor ve onunla küflü, karanlık bir mahzende buluşmamı istiyor. Duvarlarda küf sakallarının sarktığı kristaller yerine, boş şişelerin durduğu, perde yerine, örümcek ağlarıyla dolu oda. Peki, kimseye benzemiyorsunuz, tuhafsınız, ama en azından, bu kaprislere hemen başlamasay­ dınız. Yeni evlilere bir mutluluk zamanı vermeli. Demek şu mide bulandırıcı, Silahlı Adam Sokağında epey mesut olacaksınız, ama ben orada epeyce mutsuz oldum. Beni üzüyorsunuz.» Birden ciddileşip, ona aksice baktı: «Yoksa mutlu olduğum için mi öfkelisiniz?» Saflık bazen bilinçsiz halde, derin ve etkileyici olmayı başa­ rır. Pontmercy için sıradan olan bu soru, Jean Valjean için epey­ ce derindi. Genç kız tırmalamak istemişti, fakat parçalıyordu. 1389

İhtiyarın rengi iyice attı. Bir süre sessizce bekledi. Sonra epey etkili bir sesle ve kendi kendisine konuşur gibi: «Senin mutluluğun hayat gayemdi. Artık Tanrı çıkış kâğıdımı imzalayabilir. Cosette sen mutlusun ya, benim de işim tamam!» Genç kız haykırdı: «Oh, hele şükür bana ‘sen’ dediniz!» ve birden adamın boy­ nuna sarıldı. İhtiyar, heyecanla bağrına bastı. Sanki ona tekrar sahip olur gibiydi. Genç kız: «Teşekkür ederim, babacığım,» dedi. Derken ihtiyar, durumun giderek daha ağırlaşacağını anla­ mış gibi, genç kadının kollarından kurtardı kendisini ve şapkası­ nı aldı. Cosette şaşkın: «Ne oldu?» diye sordu. Beriki: «Sizden ayrılıyorum, sizi yukarıda bekliyorlar.» Kapıda şunları söyledi: «Bir an kendimi unutup ‘sen’ dedim, kocanıza söyleyin bunu; yinelemem. Özür dilerim.» Bu sır yüklü vedanın ardından, Jean Valjean gitti. Cosette hayret içinde, ardı sıra bakakalmıştı.

2 GEÇMİŞE ATILAN ADIMLAR Ertesi gün aynı vakitte geldi. Cosette ona bir şey sormadı, şaşkın görünmedi, soğuktan söz etmedi, salondan konuşmadı. Ona baba demedi, fakat «Mösyö Jean» diye de seslenmedi. Kendisine siz denmesine karşı çıkmadı, «Madam» denmesine de, fakat onda bir sevinç eksilmesi olmuş gibiydi. Uygun olsa ona üzüntülü denebilirdi. 1390

Marius’le konuşması sonunda sevilen erkek istediğini ona söylemiş olmalıydı, bir şey anlatmadan, yine de o sevdiği kadı­ nın merakını gidermişti. Sevgililerin merakı aşktan öteye değil­ dir. O aşağı kattaki oda da bir tür süs gibiydi. Basque boş şişele­ ri alıp atmış, Nicolette, pencerelerdeki örümcek ağlarını almıştı. Daha sonraki günlerde, neredeyse aynı vakitlerde Jean Val­ jean oraya geldi. Her gün uğradı, Marius'ün sözlerini harfiyen uygulamak onun da işine gelmişti. Jean Valjean’ın geldiği vakit­ lerde, Marius bir iş bulup dışarı çıkardı. Evdekiler tuhaf biri olan Mösyö Fauchelevent gibilere alışıktı. Bunda hizmetçi kadının epey yardımcı olmuştu «Mösyö böyle davranır, tuhaf biri» de­ mişti. Gillenormand Dede de ise: «Enteresan biri!» Bununla her şeyi ifade etmiş oldu, aslında doksanını geçen biri için yeni bir arkadaşlık kurmak hiç de kolay değildir. Yeni ar­ kadaşa yer yoktur. Mösyö Fauchelevent, Mösyö Tranchelevent, Gillenormand Baba, bu efendiden kurtulduğundan epey mem­ nundu. «Böyle enteresan adamlar öyle akla ters şeyler yaptıklarına sık rastlanır. Gereksiz yere, öyle olmayacak davranışlarda bulu­ nurlar ki, içinden çıkamazsınız. Hiç unutmam, gençliğimde bir aristokrat vardı. Canaples Markisi, adam bir saray aldı, fakat ça­ tı katında yattı. Bu da bazılarının şaşırtıcı halleridir.» Kimse biçare adamın davranışının nedenlerini düşünmedi. Hindistan’da böyle su birikintileri vardır. Hava rüzgârsız oldu­ ğu halde, su her zaman ürpertilidir. Yüzeyde nedensiz görünen bu anafora hayretle bakarlar, kimse suyun dibinde sürüklenen o canavarı görmez. Çoğu insanda böyle gizli bir canavar, besle­ dikleri ejderha vardır Gecelerini renkleyen bir çaresizlik. Adamın biri tıpkı bir diğerine benzer, gider gelir, onun içindeki o müthiş acıyı, içini kemiren o bin dişli parazitten kimse kuşkulanmaz. Sonra adam ölüp gider bu dertten. Bu adamın bir uçurum oldu­ ğunu da bilmezler, o durağan fakat derindir. Kimi zaman, kimse­ 1391

nin anlamadığı bir bulanıklık suyu dalgalandırır. Sır yüklü kırışık kıvrımlar yaratır, sonra silinir ve tekrar görünür, havada bir su ka­ bartısı belirir ve patlar. Bu, diplerde yaşayan o meçhul hayvanın solumasıdır. Herkesten farklı tavırlar, diğerlerinin gittiği vakitlerde gelmek, diğerleri kendilerini gösterdikleri anda, kaybolmak. Neredeyse her fırsatta o duvar renkli örtüye bürünüp tenha yolu seçmek, sohbete katılmamak, kalabalıklarda, eğlenceden kaçmak, varsıl görünmekle beraber, epey yalın bir hayat sürmek, çok zengin ol­ makla birlikte, anahtarla dolaşmak, kapıcıdan mum alıp, odaya yalnız çıkmak. İşte tüm bu zararsız görüntüler, çoğu zaman dipteki korkunç bir canavarın varlığından kaynaklanır. Birkaç hafta bu halde geçti. Cosette, farklı bir hayata başla­ mıştı. Evlilikten kaynaklanan, yeni tanıdıklar, ziyaretler, ev işleri­ ni denetlemek, davetler, vb. Cosette'in zevkleri o kadar masraflı sayılmazdı, bunlar tek bir yere odaklanırdı. Marius’le beraber ol­ mak, onunla sokağa çıkmak, onunla evde kalmak, bunlar onun hayatının en yoğun işleriydi. Onlar için, kol kola sokağa çıkabil­ mek, ele güne gezip kimseden gizlenmeden aşklarını göster­ mek, en büyük hazlardandı. Cosette’in bir sıkıntısı oldu. Nicolet­ te’yle geçinemeyen hizmetçi bir gün çekip gitti. Şu iki kocamış kızın anlaşmaları mümkün olamamıştı. Dedenin sağlığı iyiydi. Marius sağda solda birkaç dava almıştı. Gillenormand Teyze, kendi halinde hayatını sürdürüyordu. Jean Valjean her akşam uğruyordu. O teklifsizliğin yok olması, Madam, Mösyö Jean, bütün bun­ ları onu epeyce değiştirmişti Cosette artık onu tanıyamıyor gibiy­ di. Kızı, kendisinden uzaklaştırmak girişimlerinde başarıya ula­ şıyordu. Cosette giderek daha az neşeli ve daha az sevgili tavır­ lar alıyordu. Cosette şöyle dedi bir gün: «Babamdınız, ansızın babam olmaktan çıktınız, amcam ol­ dunuz, amca olmaktan da vazgeçtiniz. Mösyö Fauchelevent ol­ dunuz. Sonra isminiz Jean oldu, bütün bunlar ne anlama geli­ 1392

yor? Bu sırlardan hoşlanmıyorum. Ne kadar iyi kalpli olduğunu­ zu bilmesem sizden korkardım.» Genç kız, oturduğu yere yakın Silahlı Adam Sokağından ay­ rılmayı bir türlü istemiyordu ihtiyar. Önceleri onun yanında sadece birkaç dakika kalıp gidiyordu. Sonra giderek ziyaretlerinin süresini çoğaltmaya başladı. Sanki günlerin uzamalarından faydalanıyordu. Daha erken geli­ yor, daha geç çıkıyordu. Cosette, bir gün, ağzından kaçırıp ona «Babacığım» dedi, Jean Valjean’ın ihtiyar yüzünü bir sevinç kapladı. Hemen onu azarladı: «Mösyö Jean, de!» Cosette şakrak bir kahkahayla: «Tabii ya unutmuşum,» dedi, «Mösyö Jean.» «Tamam,» dedi adam. Gözyaşlarını göstermemek için arka­ sını döndü. 3 AŞK BAHÇESİNİ UNUTMUYORLAR Bu sondu. Bundan sonra, koyu bir karanlık. Bir daha, ne can­ dan bir davranış, ne de öpüşle geçen bir selamlama, ne de şu «babacığım» sözü gibi hoş bir çağrı. Jean Valjean yalnızca ken­ di arzusuyla bütün mutluluklarını uzaklaştırmıştı. Cosette'i, bir günde iyice yitirdiği az gibi, bunu izleyen günlerde parça parça kaybediyordu. Göz karanlığa alışır. Neredeyse her gün Cosette’i bir kez görmek bile yetiyordu. Onun yanına oturuyor, izliyor, ya da za­ man zaman ona eski günlerden, çocukluğundan, manastırdan, orada yaşadıklarından söz ediyordu. Bir akşam üstü, henüz sıcak nisan ayının ilk günlerinden bi­ riydi. Güneşin en hoş olduğu vakit, Marius’le Cosette’in pence­ relerini açtıklarında, bahçelerde uyanışın coşkusu vardı. Akdi­ 1393

ken çiçeklenmek üzereydi, tomurcukları patlamıştı, şebboylar paha biçilmez taşlar gibi rengârenk eski duvarlara yayılmışlardı, taş çatlaklarında pembe aslanağızlarının goncaları görünüyor­ du. Taze otlar arasında, koyungözü isimli güzel papatyalar, sarı sarı açmışlardı, düğünçiçekleri sarı başlarını rüzgârda dalgalan­ dırıyordu. Kelebekler yeni yeni uçmaya başlamıştı. Bitimsiz dü­ ğünün müzisyeni olan rüzgâr, eski şairleri «Baharın gelişi» adı verilen eski senfoninin notalarını ağaçlarda deniyordu. Genç sevgililer bunlarla esrimiş gibiydi. Marius Cosette’e: «Plumet Sokağındaki bahçemizi göreceğiz demiştik, unut­ mayalım bunu.» Kırlangıçlar gibi ilkyaza uçuştular. Plumet Sokağındaki bah­ çe, onlara bir sabah manzarası sunuyordu. Bahçeye ve eve döndüler, orada birbirlerini tekrar bulup saatleri unuttular. Akşam Jean Valjean alışkın olduğu vakitte geldiğinde, Basque: «Madam, Baronla çıktı. Daha dönmediler,» dedi. Sessizce oturdu ve bir saat bekledi. Cosette dönmedi. Jean Valjean üzgün halde evine döndü. Genç kız bir gün önceki gezintiye o kadar sevinmişti ki, «ma­ zinin bir gününü yaşamaktan» esrimişti. Ertesi gün başka bir şey konuşmadı. Jean Valjean'ı bir akşam önce görmediğini bile unutmuştu. İhtiyar sordu: «Oraya nasıl gittiniz?» «Yürüyerek.» «Nasıl döndünüz?» «Kiralık arabayla.» Ne zamandır, Jean Valjean yeni evlilerin epey sınırlı bir ha­ yatları olduğunun ayrımındaydı. Bu onu epey tedirgin ediyordu. Marius sıkı bir disiplinle yaşıyordu. Adamcağız bir soru soracak cesareti buldu: «Neden bir araba almıyorsunuz? Güzel bir kupa arabası ay­ da size sadece beş yüz franka gelir. Paranız var.» Genç kız: 1394

«Bilemiyorum,» dedi. İhtiyar: «Bak hizmetçi işi vardı. O gitti, neden onun yerine birini bul­ madınız?» «Nicolette yetiyor.» «Evet ama, özel bir oda hizmetçisi gerek.» «Marius giyinmeme yardım ediyor, yetmez mi?» «Sizin ait bir eviniz, uşaklarınız, hizmetçileriniz olmalı, bir de güzel bir araba. Operada bir locanız da. Hiçbir şey sizin için faz­ la değildir. Neden paralarınızı harcamazsınız ki? Servetin mutlu­ luğa etkisi vardır.» Genç kız buna da yanıt vermedi. İhtiyar ziyaretini uzatmak ve vakti unutturmak istediğinde, genç kadını oyalamak için Marius’ü övüyordu. Onu alımlı, asil, cesur, esprili, iyi konuşur, cesur buluyordu. Cosette de bire bin ekleyip, ona katılıyordu. Şu altı harfli isme ciltler sığardı. Böyle­ ce, Jean Valjean, daha uzun oturabiliyordu. Bu da yarasına bi­ raz pansuman oluyordu. Basque kaç kez gelip, Mösyö Gillenor­ mand’ın Madam'ı yemek salonunda beklediklerini söylemişti. Hatta bazı akşamlar Basque iki kez üst üste aşağı inip: «Barones, Mösyö Gillenormand yemeğin hazır olduğunu söylemem için yolladı,» demişti. Böyle akşamlarda Jean Valjean epey dalgınca dönerdi evine. Delikanlının aklında çizilen o kozada hakikat payı var mıydı? ihtiyar, kozadan çıkan kelebeği sürekli tedirgin edecek bir ko­ za mı yapıyordu? Bir akşam, her zamankinden daha uzun kaldı. Ertesi gün gel­ diğinde ocakta ateş yanmadığını gördü. «Vay canına» diye dü­ şündü, «ocağı yakmamışlar.» Ve sonra kendi kendisine bunu açıkladı: «Evet, ama bu çok sıradan bir şey, nisandayız, soğuk­ lar yok.» Genç kız yeni gelmişti ki bağırdı: «Aman Tanrım, burası ne de soğuk!» «Hayır,» dedi Jean Valjean. 1395

«Yoksa ocağı yakmaması için Basque’ye siz mi emir verdi­ niz?» «Evet, mayısa giriyoruz.» «Evet ama bu mahzende haziranda bile ocak yanar. Yıl bo­ yu burası ısıtılmalı, o kadar nemli ki.» «Ateşin gerekmeyeceğini düşünmüştüm.» Genç kız: «İnanılır gibi değil, yine o tuhaf fikirlerinizden biri,» dedi. Ertesi akşam ocak yakılmıştı, fakat bu kez de koltuklar, oda­ nın önüne, kapıya yakın konmuştu. Jean Valjean, «Bu da ne de­ mek?» diye düşündü. Koltukları aldı, eski yerlerine taşıdı. Ocağın önüne. Tekrar yakılan şömine ona cesaret vermişti. Konuşmayı her zamankinden daha da uzun tuttu. Tam gitmek için hazırlanıyor­ du ki, Cosette, onu durdurdu: «Dün Marius bana çok tuhaf bir şey sordu.» «Nasıl?» «Cosette, ikimizin otuz bin franklık geliri var. Bunun yirmi ye­ di bin frankı senin, dedem de bana yılda üç bin veriyor. ‘Evet’ de­ dim, ‘bu otuz bin frank eder.’ Sordu: ‘sadece üç bin frankla ya­ şayabilir misin?’ evet dedim, ‘hiç para olmasın, sen varsın ya’ ve şunu da sordum: ‘bana neden bunu soruyorsun?’, ‘öylesine’ de­ di, ‘bilmek istedim.’» İhtiyar buna verecek yanıt bulmadı. Cosette herhalde, ondan bir açıklama istiyordu, ama kederli bir sessizlikle bekledi. Silahlı Adam Sokağına geldiğinde o kadar afallamıştı ki, kendi evi yeri­ ne yandaki evin kapısından girdi, ama iki kat merdiven çıktıktan sonra, aldandığını anlayıp döndü. Aklı allak bullaktı. Şurası kesindi, Marius bu paranın bir hır­ sızlıktan geldiğine inanmış olmalıydı; bu nedenle dokunmak is­ temiyordu. Bu servetin dürüstçe olmadığını Jean Valjean’dan gelen bir paranın mutlaka kirli olduğuna karar vermiş olabilirdi. Bu kirli paraya ilişmekten çekiniyordu, onu kullanmaktansa ge­ çim darlığıyla hayat sürdürmeyi seçiyordu. 1396

Bu da az gibi Jean Valjean, artık akşam ziyaretlerini de pek istenmediğini sezmişti. Kovulmasına az kalmıştı. Ertesi akşam o mahzen gibi odaya girince gözlerine inana­ madı. Koltuklar yoktu, oturacak tek bir şey bırakmamışlardı. Cosette girer girmez bağırdı: «Bu da ne, koltuklar yok. Koltuklar nerede?» İhtiyar: «Koltuklar konmamış,» dedi. «İnanılır gibi değil!» İhtiyar: «Basque’ye kaldırması için ben buyruk verdim.» «Neden?» «Bugün fazla vaktim yok, uzun kalmayacağım.» «Bu, ayakta beklemek için neden değil.» «Anladığım kadarıyla Basque bu koltukları salona almak isti­ yordu.» «Neden?» «Bu akşam misafirleriniz gelmiyor mu?» «Hayır, kimseyi beklemiyoruz.» İhtiyar konuşmadı. Genç kız omuzlarını kaldırdı. «İnanılır gibi değil! O kadar tuhaf şeyler yapıyorsunuz ki? Geçen gün ocağı yaktırmadınız, bugün koltukları kaldırttınız!» İhtiyar solur gibi: «Hoşça kal.» «Hoşça kal Cosette,» demedi, ama bu kez «Hoşça kal Ma­ dam» da demedi. Tükenmiş gibi çıktı. Bu kez emindi. Ertesi gün gelmedi. Cosette, bunu geceleyin düşündü. «Vay canına,» diye söylendi, «Jean gelmedi.» Kalbini bir şey sıkar gibi oldu, fakat Marius’ün sarılmasıyla bunu da unuttu. 1397

İhtiyar ertesi gün de yoktu. Genç kız farkında bile olmadı. Akşam saatlerini keyifli geçir­ di. Her zamanki gibi rahat uyudu. O kadar mutluydu ki. Mösyö Jean’ın evine Nicolette'yi yolladı, onun hasta olup olmadığını sordurmak için. Nicolette hemen sonra geldi. Mösyö Jean, has­ ta değildi, bazı işleri vardı. Bir süre sonra gelirdi, en kısa zaman­ da. Zaten epey yakında bir yolculuğa çıkacaktı. Kendisini düşünmemelerini, merak etmemelerini söylüyordu. Nicolette adamın evine geldiğinde, hanımının sözlerini Mös­ yö Jean’a iletmişti: «Madam dün akşam niye gelmediğinizi merak etti?» İhtiyar uysalca: «İki akşamdır gelmiyorum,» dedi. Fakat onun bu yorumu hizmetçiyi ilgilendirmedi, bundan söz etmedi. 4 TÜKENİŞ 1833’ün ilkbaharının son aylarında ve aynı yılın yazının ilk günlerinde, Marais Mahallesinden geçenler, esnaf ve kapı önle­ rinde ortalığa bakan işsiz güçsüzler, tertemiz siyahlar giymiş ih­ tiyar bir adam görürlerdi. Bu adam neredeyse her akşam, gün batımında Silahlı Adam Sokağından çıkar ve Balancs Manteaux Sokağına gider, Echarpe Sokağından geçip Saint-Louis Cadde­ sine inerdi. Orada başı önde, usulca yürürdü. Hiçbir şey görmez, duy­ mazdı. Bakışlarını sanki kendisi için yıldızlarla kaplı gibi olan bir sokağa diker, yürümeyi sürdürürdü. Onun üsteleyerek baktığı köşe, Calvaire Kızlarının sokak köşesiydi. Buraya yaklaştıkça bakışları parlar gibi olurdu, gizli bir ışık gözbebeklerini büyütür­ dü. Görmediği biriyle konuşur gibi dudaklarını oynatır, gülümser ve alabildiğince usulca, ağır ağır giderdi. Oraya varmak istemesine rağmen, yaklaşmaya korkar gibiy­ 1398

di. Adımları o kadar ağırdı ki, yürümüyor gibi olurdu. Başının tit­ remesi ve gözlerindeki sabit bakış kutbu arayan bir pusula ibre­ si gibiydi. Yolu ne kadar uzatmak isterse istesin yine de, varma­ sı gerekiyordu. Calvaire Kızları Sokağına geldiğinde durur ve köşedeki en son evin köşesinde durup başını uzatırdı. Titrediği görülürdü bu anlarda. Bu sokağa uzun uzun bakardı ve onun bu acıklı bakışında, olanaksızlığın göz kamaşmasıyla örtülü bir cennetin yansıması görülürdü. Daha sonra, gözlerine biriken gözyaşları büyüyüp yanağından düşerdi. Bazen, dudaklarının hemen üstünde dururdu. Yaşlı adam, bu gözyaşının kekre tadı­ nı duyardı. Donakalmış gibi, birkaç dakika öylece kalır, sonra ay­ nı yoldan giderdi, aynı yavaşlıkla, uzaklaştıkça gözlerinin güç­ süzleştiği anlaşılırdı. Aynı adam, Calvaire Kızları Sokağının köşesine değin yak­ laşmaktan birden vazgeçti. Saint-Louis Caddesinin ortasında durmaya başladı, zaman zaman daha uzak, zaman zaman da­ ha yakın. Birinde, Culture Sokağını izlemeye başladı. Sonra ça­ resiz bir sessizlikle, başını salladı ve geldiği gibi döndü. Epey sonraları Saint-Louis Caddesine değin de yaklaşmadı. Pavée Sokağına geliyor ve başını sallayıp daha uzağa gitmeye cesareti yokmuş gibi geri dönüyordu. Sonra, Trouis Pavillons Sokağını bile geçmedi, Blancs Manteaux’ya dek uzandı. Sanki kurulması unutulan saatin sarkacı iyice durmadan önce, giderek yavaşlıyordu. Neredeyse her gün gibi aynı vakitte evinden çıkıyor, aynı yo­ lu yürüyor, ama tamamlamıyordu. Ayrımında bile olmadan her gün bu yolu da azaltıyordu. O kederli yüzü «Ne anlamı var?» dercesine bir ifade almıştı. Gözlerinin feri sönmüştü, parıltısı yoktu. Gözyaşı da kuru­ muştu. Dalgın yüzü kupkuruydu. İhtiyarın başı ileri uzamıştı. Za­ man zaman çenesi oynardı. Zayıf boynun sarkık kıvrımları içler acısıydı. Yağmurlu havalarda hiç açmadığı bir şemsiye taşırdı. Mahallenin ihtiyar kadınları onun için, «Aptal» diyorlar, çocuklar gülerek onunla eğleniyorlardı. 1399

DOKUZUNCU KİTAP

BÜYÜK ŞAFAK 1 BEDBAHT İNSANLARA ACIYALIM, MESUT İNSANLARI HOŞGÖRELİM Mutlu olmak korkunç bir şeydir. İnsan bununla kalır, daha ço­ ğunu istemez. Aslında hayatın sahte bir ereği olan mutluluğa sa­ hip olmakla, yaşamın asıl ereği olması gereken ödev duygusu da bir kenara bırakılır. Marius’ü suçlamak haksızlık olur. Bildiğimiz gibi, Marius ev­ lenmeden önce Mösyö Fauchelevent’e bir şey sormamış ve da­ ha sonra da ona bir şeyler sormaktan korkmuştu. Kendisini bağ­ layan sözden epeyce pişmandı. Çaresizliğe böyle bir taviz ver­ mekle, güçsüz davrandığı için kendisini kaç kez ayıplamıştı. Je­ an Valjean’ı giderek kendi evinden uzaklaştırmayı ve Cosette’in kalbindeki anısını silmeyi başarabilmişti. Her zaman ikisinin ara­ sına girmişti, böylece ihtiyar adam siliniyordu belleklerden, silin­ mekten daha da çoğu. Yok oluyordu. Delikanlı faydalı ve doğru sandığı şeyi yaptığına emindi. Je­ an Valjean’a katı davranmadan fakat zaaf da göstermeden, onu usulca uzaklaştırmaya gayret etmişti. Bunun nedenlerini belirttik ve daha sonra sözünü edeceğimiz nedenler de vardı. Tesadü­ fen, demin baktığı bir davada Laffitte Bankasının eski bir memu­ ruyla karşılaşmış ve istemeyerek bazı bilgiler toplamıştı. Fakat korumaya söz verdiği bu sır yüzünden ve Jean Valjean’ın belalı 1401

durumu nedeniyle bu bilgileri doğrulamaya cesaret edememişti. Şu anlarda bir vicdan sorunuyla karşılaşmıştı. Altı yüz bin fran­ ga dokunmadan onları asıl sahibine geri vermeyi kuruyordu. Bu şanslı adamı da sessizce aratmaya başlamıştı. Cosette bunlar­ dan habersizdi, ama onu suçlamak haksızlık. Delikanlıyla karısı arasında o kadar güçlü bir bağ vardı ki, Cosette bilinçsizce, farkında olmadan, Marius’ün istediklerini yapmayı huy edinmişti. Kocasının ona bir şeyler söylemesi ge­ rekmiyordu. O erkeğin belirsiz ereklerinin baskısını sezip bun­ ları uyguluyordu. Genç kadının uysallığı, Marius’ün unuttukları­ nı hatırlamak oluyordu. Nasıl ve neden olduğunu bilmeden, ru­ hu karısının ruhuyla o kadar karışmış, yoğrulmuştu ki, delikan­ lının içinde gölgeler, Cosette'in ruhunda da karanlıklar beliriyor­ du. Fakat bu durumu daha fazla uzatmayalım, Jean Valjean hak­ kındaki bu unutuluş yüzeyseldi. Cosette unutkan değil, afalla­ mıştı... Aslında, yıllar boyunca kendisine baba bildiği ihtiyara epeyce bağlıydı. Kocasını daha fazla seviyordu, işte bu da çok eğilen bu yü­ reğin dengesini bozmuştu. Genç kız bazen, ihtiyardan söz açıp onun çoktandır görün­ memesine şaştığını söylerdi. O zaman, kocası onu sakinleştiri­ yordu: «Sanırım buralarda değil, kendisi de bir yola gideceğini söy­ lememiş miydi?» Genç kız da bir süre oyalanır ve şöyle düşünürdü: «Doğru, önceleri de böyle arada bir kaybolurdu, dışarıda hiç bunca uzun kalmazdı ama.» Nicolette’yi Silahlı Adam Sokağına bir kaç kez gönderdi, Mösyö Jean’dan haber almak için. Jean Valjean, kadına «Hayır» dedirtirdi. Genç kız bu kadarla kaldı, daha fazlasını sormadı, onun dün­ yada en büyük ihtiyacı kocasıydı. Ekleyelim ki, Marius’le Cosette de birkaç günlüğüne Paris’ten 1402

ayrılmışlar, geziye çıkmışlardı. Marius genç karısını Vernon’a götürmüştü, babasının kabrini ziyarete. Marius, Cosette’i Jean Valjean’dan uzak tutmayı başarmış, Cosette buna karşı çıkmamıştı. Şunu da söylemeliyiz ki, çocukların nankörlüğü denilen şey aslında sürekli ayıplanmamalı. Aslında, bu doğanın varettiği bir şey. Bildiğiniz gibi doğa sürekli «geleceğe», önüne bakar. Doğa canlıları ikiye ayırır, gelenler ve gidenler. Gidenler karanlıklara doğrudur, gelenlerse ışığa. İşte bu nedenle yaşlılar için kaçınıl­ maz, gençler için da gönülsüz bir uzaklaşma olur. Önceleri epey belirsiz görünen bu ayrılık, dalların ayrılmasında olduğu gibi gi­ derek, kendisini gösterir. Yeni filizler kökten bütünüyle ayrılmasa da, ağır ağır uzaklaşırlar. Bunun kabahati onların değildir. Genç­ lik zevkin olduğu yerlere, eğlencelere, parlak ışıklara koşar, aşk­ larda oyalanır. Kocamışlık kendi sonuna uzanır. Birbirleriyle gö­ rüşürler fakat artık o sarılmalar olmaz. Gençler, hayatın soğudu­ ğunu hisseder, ihtiyarlar mezarın soğuğunu. Biçare çocukları suçlamayalım. 2 YAĞI AZALMAYA YÜZ TUTAN KANDİLİN TİTREMELERİ İhtiyar, bir akşam merdivenleri indi, üç adım yürüdü, bir taşa oturdu, Gavroche’un 5 Haziran’ı 6 Haziran'a bağlayan gece oturduğu yere oturdu. Orada birkaç dakika dinlendikten sonra tekrar odasına çıktı. İşte bu sarkacın son devinimi oldu. Ertesi gün evinden çıkmadı. Daha ertesi gün de. Kendisine basit yemekler hazırlayan, domuzyağında pişmiş biraz lahana ya da patates pişiren kadın, tepsideki dolu tabakla­ ra baktı ve çığlık attı: «Ah, beyefendi dün hiçbir şey yememişsiniz?» «Yedim,» dedi beriki. 1403

«Nasıl olur? Tabağınız dolu.» «Evet fakat testime bakın, boşaldı.» «Evet fakat bu yediğinizi değil, içtiğinizi gösterir.» Jean Valjean dudak büktü: «Sadece su içmek istedim.» «Hararetiniz var, insan, yemeden su içerse hasta demektir.» «Yarın yerim.» «Yarın olmaz. Ne demek yarın? Niye bugün değil? Aman Tanrım, şu lezzetli yahniye elinizi bile sürmemişsiniz, o kadar da emek vermiştim ki!» Jean Valjean, kadının elini tuttu, yumuşak sesiyle: «Size söz veriyorum, yiyeceğim,» dedi. Kadın homurdandı: «Sizden hiç de memnun değilim.» İhtiyar, bu iyi kalpli kadından başka kimseyi görmüyordu. Pa­ ris’te kimseciklerin geçmediği sokaklar ve girmediği evler bulu­ nur. Jean Valjean böyle tenha bir sokakta ve böyle bir evde ka­ lıyordu. Sokağa çıktığı zamanlar, bir bakıcıdan birkaç metelik karşılı­ ğında küçük bir haç alıp, yatağının karşısına asmıştı. Böyle bir haçı görmek insanı rahatlatır. Bir hafta geçti. Jean Valjean odasından dışarı çıkmadı, sü­ rekli yatıyordu. Hizmetçi kadın, eşine: «Şu yukarıdaki ihtiyarın vadesi geldi,» diyordu, «sürekli yatı­ yor, kalkmıyor, yemiyor. Bir acısı olmalı. Kim bilir belki de kızı kö­ tü bir evlilik yaptı!» Kapıcı bir erkek ve bir koca olmanın bilinciyle: «Parası varsa hekim çağırsın, yoksa ve hekim çağırmıyorsa ölüp gider.» «Peki çağırdı diyelim?» «Yine de ölecek!» Kapıcı kadın mutfak bıçağıyla kaldırımda yeşeren otları kes­ meye girişti ve şöyle homurdandı: 1404

«Yazık, tertemiz bir ihtiyarcıktı. Bir tavuk gibi bembeyaz.» Tam o sırada, sokak köşesinden geçen mahalle hekimini gör­ dü, onu çağırma ihtiyacı hissetti. Ondan yukarı çıkmasını istedi. «İkinci katta, kapı açık, itip girin. Şu zavallıcık yerinden kıpır­ damıyor, anahtarı kilitte.» Hekim, adamı gördü, onunla konuştu. Aşağı inerken, kapıcı seslendi: «Nasıl?» «Ağır hasta.» «Nesi var?» «Hiç ve her şey. Anladığım kadarıyla epey sevdiği birini kay­ betmiş, bu insanı öldürebilir.» «Size ne dedi?» «Sağlığının iyi olduğunu.» «Tekrar gelecek misiniz?» Adam: «Evet, ama başka birinin gelmesi gerekli.» 3 BİR ZAMANLAR FAUCHELEVENT’İN ARABASINI YÜKLENEN ADAM, BUGÜN KALEMİ BİLE KALDIRAMIYOR Bir akşam, dirseğinin üstünde doğrulmakta bile zorlandı ihti­ yar. Bileğini tuttu ve nabzını bulamadı, sık soluk alıyor ve zaman zaman nefesi kesiliyordu. Şimdiye dek, hiç olmadığı kadar zayıf ve güçsüz olduğunu anladı. İşte o zaman, son bir gayretle doğ­ ruldu ve giyinmeye başladı. Eski işçi kılığını giydi. Sokağa çık­ madığına göre, bu elbisenin içinde daha rahat ederdi. Giyinirken dinlenmek için birkaç kez durmak zorunda kaldı. Yeleğini giy­ mekle bile yorulmuştu, alnından terler boşaldı. Yalnız yaşadığından beri, yatağını kapıya yakın yerleştirmiş­ ti, sanki bu bomboş daireden alabildiğine uzaklaşmak ister gibi. 1405

Valizi açtı ve içinden Cosette'in çocukluk elbiselerini çıkardı. Bunları yatağının üzerine yaydı. Piskopos’un gümüş şamdanları şöminenin üstündeydi. Adam bir çekmeceden aldığı iki mumu şamdanlara koydu, sonra yaz ol­ duğu için, hem aydınlık, hem de sıcaklığa rağmen, bunları yaktı. Ölülerin bulundukları odalarda böyle şeyler görülür. Her adımı gücünü azaltıyordu. Birkaç kez oturmak zorunda kaldı. Bu yenilmez gücün yorgunluğu delindi, artık yapabileceği son şeyleri düşünüyordu. Bu damla damla akan hayatıydı. Kendisini bıraktığı sandalyelerden biri, Marius’ün kurtarıcısı sayılan aynanın hemen karşısındaydı. Aylar önce, belki bir yıl önce o aynada Cosette’in ters çevrili mektubunu okumuştu. Ma­ rius için talih olan bu ayna, kendisi için çok uğursuzdu. Derken aynada yüzünü gördü ve kendisini tanıyamadı. Seksen yaşında gibiydi. Oysa Marius’le Cosette’in düğünlerinde, ellisinde görü­ nüyordu. Bir yılda sanki otuz yıl yaşlanmıştı. Alnında yaşlılığın kırışmaları değil, ölümün sır yüklü damgası vardı. Burada mer­ hametsiz tırnağın açtığı yarık seçiliyordu. Yanakları sarkmıştı, yüzünün derisi şimdiden toprağa bulanmış gibi korkunç bir ren­ ge bürünmüştü. Antik çağlarda mezarlara kazılan maskelerde olduğu gibi, ağzının iki yanından inen hatlar bu yüze bitmez bir acı vermişti. Yakınan gözleri boşluğa çevriliydi. Trajedilerde ağ­ layan oyuncular gibiydi. Bu haldeydi. Krizin sınırında, artık kanı akmaz, donmuş gibi­ dir. Ruhunun üzerinde kederden bir damla vardı. Karanlık çökmüştü, güç bela küçük masayla bir koltuğa sü­ rüklendi ve masaya bir kalem, bir hokka ve bir tutam kâğıt bırak­ tı. Bunu da yaptıktan sonra, kısa bir an, kendinden geçti, bay­ gındı. Ayıldığında susamıştı. Testiyi dudaklarına kadar götüre­ cek gücü yoktu, başını eğip bir damla su içti. Sonra yatağa döndü ve oturduğu yerde, küçük siyah elbise­ ye baktı. 1406

Böylesi bakışlar saatler sürer, fakat dakikalar kadar kısa gö­ rünür. Derken bir ürpertiyle sarsıldı, üşüyor gibiydi. Piskopos’un şamdanlarının aydınlattığı masaya abandı ve kalemi aldı. Kalem ve mürekkep uzun zamandır kullanılmamıştı. Kale­ min ucu kıvrılmış, mürekkep kurumuştu. Kalkıp mürekkebi bi­ raz sulandırması gerekti. Bunu da birkaç kez kalkıp oturarak yapabildi. Arada bir alnındaki terleri siliyordu. Kalem ucunun tersiyle yazmak zorunda kaldı. Ağır ağır birkaç satır birkaç sa­ tır karaladı: Cosette, seni kutsuyorum. Kocan haklı, bana uzaklaşmam gerektiğini söyledi. Aslında düşündüğü şeyde biraz yanlışlık var, fakat haklı. O çok iyi biri. Onu her zaman çok sev, ben öldükten sonra, daha da fazla sev. Mösyö Pontmercy, şu sevgili çocuğu­ mu her zaman çok, çok sev. Cosette, bu kâğıdı sonra bulurlar, sayıları görürsün, eğer hatırlamaya gücüm yeterse. Bu para se­ nin. Durum şöyle: Beyaz kehribar Norveç’ten gelir, siyah kehri­ bar İngiltere’den, şu siyah cam boncuklar Almanya’dan geliyor. Kehribar hem hafif, hem de daha da değerli. Fransa 'da da Al­ manya'da olduğu gibi taklitleri vardır. Balmumunu yumuşatmak için, iki parmak eninde bir örs ve küçük ispirto ocağı gerek. Es­ kiden balmumunu reçine ve zift karasıyla yaparlardı ve kilosu dört franka gelirdi. Ben yeni bir şey buldum, gomalak ve tere­ bentin karışımıyla yaptım, hem otuz meteliğe geliyor, hem de daha sağlam. Halkalar siyah bir demire bu balmumuyla yapıştı­ rılan mor renkli bir camdan yapılır. Demir takılar için camlar mor ve altın takılar için siyah olmalı. İspanya bu maldan epeyce sa­ tın alır, orası kehribar toprağıdır. Ansızın durdu, kalemi parmaklarının arasından düştü. Ta yü­ reğinden kopan sessiz bir hıçkırıkla sarsıldı. Biçare adam başı­ nı ellerinin arasına aldı ve düşündü: «Ah!» dedi. Sadece Tanrı’nın duyduğu bir çığlık. «Artık bitti. 1407

Bir daha göremeyeceğim onu. Karanlıklara gireceğim. Ah, bir dakika, bir an, onun sesini duymak, elbisesine dokunmak, ona bakmak, o meleğe ve ölmek. Ölmek bir şey değil, kötü olan gör­ meden ölmek. O bana gülümser, bir şeyler söylerdi. Bunun kime zararı dokunurdu kil Haydi, artık tamam. Asla! Bir başımayım. Tanrım! Ah Tanrım, bir daha onu göremeyeceğim!» Tam o sırada kapısı çalındı. 4 AKLAMAK İÇİN GEREKEN MÜREKKEP ŞİŞESİ Aynı gün, hatta aynı akşam, Marius yemek masasından kalk­ mış ve bir dosyaya bakmak için çalışma odasına gitmişti ki, Bas­ que kendisine bir mektup verip, mektubu yazan kişinin bekleme odasında olduğunu söyledi. Genç kız, Gillenormand Dede’yle bahçede gezinmeye çık­ mıştı. Bir mektubun da, bir insan gibi kötü bir tarzı olabilir. Kaba bir kâğıt, kılıksız bir kıvrım. Bazı mektuplar insanı gördüğü an iğren­ dirir. Basque’nin getirdiği mektup böyle bir mektuptu. Delikanlı eline aldı, kâğıt tütün kokuluydu. Hiçbir şey koku kadar, anıları canlandırmaz. Marius, hemen kokuyu tanıdı. Ad­ resi okudu Mösyö le Baron Pomercy Konağında. Tütünü tanıyan Marius, yazıyı da hemen tanıdı. Şaşkınlık da şimşekler oluştu­ rur. Marius, böyle bir şimşekle aydınlanır gibi oldu. Koku alma hissi, şu sır küpü hafıza, ona geçmişi hatırlatmış­ tı. Kâğıt aynı, kıvrım aynı elden çıkma, mürekkebin sulu rengi ve özellikle o yazı ve bir de tütün kokusu. Marius’ün gözlerinin önünde Jondrette ini belirdi. Tesadüfün ne inanılmaz bir işvesiydi bu? Demek aylardır araştırdığı ipuçlarından biri, olanca gayretine rağmen, bulmak­ tan umut kestiği o ipucu kendiliğinden gelmişti. Mührü hemen söküp okudu: 1408

Sayın Baron, Tanrı bana gereken yetenekleri vermiş olsa, şu sırada Ensti­ tü üyesi Baron Therand olabilirdim; bilim akademisinde, fakat kader bu mutluluğu bana fazla gördü. Ben yalnızca sayın ba­ ron'la aynı adı taşımaktan gurur duyarım. Umarım ki, ekselans­ ları beni hatırlama yüceliğinde bulunacaklardır. Bana gösterdiği­ niz ilgi bedelsiz kalmayacak. Size yakın biri hakkında bildiğim bir sırrı size açıklamayı ödev bilirim. Bu adam size epey yakın oldu­ ğu için, size yardımcı olabilirim sanırım. Sayın ailenizin arasın­ dan şu alçağı kovmanızın çaresini size göstermek isterim. O al­ çağın evinize girmeye hakkı yok, çünkü karınız barones yüksek ve asil bir ailenin kızıdır. Erdem ile cinayet asla yan yana gele­ mez, birinin silinmesi gerek. Baron hazretlerinin buyruğunu bekliyorum. Saygılarımla... THENARD diye imzalanmıştı. Bu imza sahte değildi, yalnızca kısaltılmıştı. O çetin ifade ve bozuk gramer, adamın kimliğini fısıldamıştı bile. Kimlik eksiksizdi. Kuşkuya yer yoktu. Delikanlı koyu bir heyecana kapıldı. İlk şaşkınlığını atlatınca içini bir sevinç kapladı. Ah, tek bir gayesi vardı, bu kez diğer adamı, kurtarıcısını, kendisini o kötü gecede eve taşıyan adamı bulmak. Marius onu da bulduktan sonra mutluluğunun kusursuz olacağına emindi. Çekmecelerinden birini açtı, içinden birkaç banknot çıkardı, bunları cebine attı, çekmeceyi kapattı ve zili çaldı, gelen uşağa: «İçeri alın mektubu getireni!» dedi. Basque adamı çağırdı: «Mösyö Thenard!» Adam girdi. 1409

Marius için bir sürpriz daha. Bu gelen hiç tanımadığı biriydi. Bu ihtiyarın büyücek bir burnu vardı, çenesi kravatına gömü­ lüydü, gözlerinde çift yeşil taftadan gözlükler, gözlerini kapatı­ yordu. Tıpkı bir peruk gibi saçları alnının üstünde, kaşlarına de­ ğin indirilmişti. İngiltere’de, yüksek sosyete arabacılarının taktık­ ları bir peruklar gibi. Saçları griydi. Siyahlar giyinmişti. Elbisesi biraz eskiceydi, fakat yine de temizdi, yelek cebinden sarkan kordondan orada bir saat olduğu belliydi. Elinde eski bir şapka­ yı vardı. Öne eğik yürüyordu ve selamlamaya eğildiğinde, kam­ buru çıkıyordu. İlk anda dikkati çeken, çenesine değin ilikli olan ceketin bu adamın ölçüsüne göre yapılmış olmamasıydı. Burada kısa bir açıklama yapalım. O günlerde Paris’te, Beautreills Sokağında, Arsenal civarın­ da, çıkmaz bir sokakta epey hünerli bir Yahudi yaşardı. Onun hüneri, hırsız kılıklı kişilere dürüst adam görüntüsü vermekti. Fakat bu yalnızca birkaç günlüğüne yapılırdı, günde otuz me­ telik karşılığında. Yahudinin ismi Le Changeur idi, yani kuyum­ cu. Parisli madrabazlar, ona bu lakabı vermişlerdi ve böyle ça­ ğırırlardı onu. Onda eksiksiz bir gardrop vardı. Birilerine kirala­ dığı giysiler, giyilebilir halde olurdu. Farklı çeşitleri, özel kılıkla­ rı vardı. Dükkânın her yerinde, kullanılmış, eskimiş ve kırışmış bir papaz kaftanı, banker kostümü, emekli subay üniforması, daha ötede bir yazar kılığı, onun yanında bir memur giysisi. Bu yaratık Paris’teki kapkaççıların ve alçakların oynadıkları, o za­ lim oyunların kostümleriydi. Onun ininden hırsızlık çıkar, şarla­ tanlık girerdi. Herhangi bir hergele pılı pırtıyla girer, otuz mete­ liği adama verir ve o gün oynamak istediği rol için gerekeni se­ çerdi. Merdivenlerden inen o adam artık «Beyefendi» olmuştu. Er­ tesi gün o kılık tekrar sahibine teslim edilirdi. Her şeyi hırsızla­ ra veren bu adamın hiçbir malı çalınmazdı. Ama kostümlerin bir kusuru vardı, çoğu zaman, giyenlerin ölçüsüne uymazdı. Kimi­ ne dar, bol gelir; kiminin bacağına yapışın, kiminin üzerinden 1410

sarkardı. Orta boy ve orta kiloda olmayan herhangi biri onun kı­ lığına uymazdı. Ne aşırı şişman, ne de fazla zayıf olmalıydı. Fazla uzun boylu bir serseri de, kendisine göre giyecek bul­ mazdı. Yahudi, sıradan insanlar için giyecek kiralardı, ölçüsünü ilk bulduğu hırsızdan almıştı. Bu nedenle, ne fazla ağır, ne fazla hafif, ne çok uzun boylu, ne de fazla kısa olmak gerekirdi. Yahudinin müşterileri genellikle zor durumda kalırlar, yine de başlarının çaresine bakmaya uğraşırlardı. Ne yapalım, olağan ölçüde olmayanlar da talihlerine küssünler. Mesela, yukarıdan aşağı düğmeli ve siyah devlet adamı kılığı Pitt için fazla geniş fa­ kat Castelcicala için epey dar olurdu. Yahudinin kataloğunda bu resmi kılığın tanımı şöyleydi: Siyah dar bir ceket, siyah yünlü pantolon, ipek bir yelek, çizmeler, gömlek. Sayfa kıyısında bir çıkma vardı: Emekli büyükelçi. Ve de ay­ nen yazdığımız şu hatırlatma: Ayrı bir kutuda, dikkatle kıvırılmış saçlardan peruk, yeşil camlı gözlükler, saat kösteğine takılı ma­ dalyalar, pamukla sarılı iki kalem (burun biçimini değiştirmek için). Bunlar da bir zamanlar diplomatlık yapmış emeklilerin gi­ yeceğiydi. Fakat şunu da söylemeli ki, bu giysi, artık bitmişti, dö­ külüyordu; dikiş yerleri açılmış, dirseklerinden birinde yama var­ dı. Ceketin bir düğmesi de yoktu. Fakat bu bir ayrıntıydı salt. Devlet adamı elini sürekli göğsünde tutmak zorunda kaldığın­ dan, onun bu hareketi, eksik düğmeyi göstermezdi. Marius’ün Paris’teki bu kostümcüden haberi olsa, Basque’nin içeri soktuğu adamın üzerindekilerin o adamın gardrobundan çıktığını hemen anlardı. Beklediği dışındaki birini görmenin yarattığı hayal kırıklığı Marius’ü şaşırtmıştı. Geleni somurtarak karşıladı ve onu uzun uzun süzdü. Gelen, yerlere değin eğilip selamlıyordu. Genç adam, epey katı bir sesle: «Ne istiyorsunuz?» diye sordu. Adam cana yakın olmaya çalışan bir timsahın gülüşüyle: «Baron hazretlerine bir yerlerde karşılaşmak onuruna erdi­ 1411

ğimden eminim. Acaba nerede karşılaşmıştık? Aa, evet, sanırım anımsadım; birkaç yıl önce Prenses Bagration’un(*) salonlarında olmalı, birde kendilerini Senato üyesi Vikont Dambray’ın evinde görmüştüm.» Tanınmayan birini tanımış gibi davranmak da, şarlatanların sık kullandıkları hilelerdendir. Marius adamın konuşmasına kulak kesildi. Adamın sesinde bazı benzerlikler aradı, fakat hayal kırıklığı sürüyordu. Adam ge­ nizden gelen bir sesle konuşuyordu. Ama Marius onda Jondret­ te ve Thenardier’nin kesin, kuru lehçesini arıyordu. «İsmini söylediğiniz Bagration Prensesini ve Mösyö Damb­ ray’yı tanımıyorum, evlerine de hiç gitmedim.» Epey kaba bir yanıt vermişti, ama adam yine de zarifçe sür­ dürdü: «O zaman Chateaubriand’ın(**) salonunda baron hazretleriy­ le karşılaşmışadır. Chateaubriand’ı yakından tanırım. Bana sü­ rekli dostça davranır. Kaç kez beni bir şeyler içmeye davet etti: ‘Thenard dostum benimle bir kadeh içsene...’ dedi.» Delikanlı somurttu, kesip attı: «Mösyö Chateaubriand’la görüşme onuruna erişmedim. Uzatmayın, istediğiniz ne?» Adam iyice sertleşen ses karşısında daha da eğildi. «Baron hazretleri. Lütfen beni dinlemek onurunu bağışlayın. Amerika’da, Panama civarında, ‘La Soya’ isimli bir köy vardır. Bu köyde tek bir ev bulunur. Bu ev, güneşte kurutulmuş tuğla­ lardan yapılmıştır. Üç katlıdır. Bu dört köşe evin her yanı, yüz elli metrekareliktir. Her kat, alttakinden üç metre kadar içerde olduğundan, binayı kuşatan bir teras oluşturur. Evin tam orta­ sında cephaneliğin ve erzakların bulunduğu iç avlu, pencere yerine mazgallar, merdiven yerinde asma merdivenler, kapısız, ilk kattan İkincisine, oradan üçüncüsüne çıkmak için asma mer­ (*) Prenses Bagration: Bir Rus prensesi. (**) Chateubriand: Ünlü Fransız yazar.

1412

divenler kullanılır. Aynı biçimde inilir. Odalarda kapı yerine dö­ şemeden açılan kapaklar vardır. Akşamları kapaklar kapanır, asma merdivenler içeri alınır, mazgallara tüfekler yerleştirilir. İçeri girmeye imkân yoktur, gündüzleri bir ev, geceleri kale. Bü­ tün köyde sekiz yüz kişi yaşar. Neden bu kadar önlemli olurlar ki? Çünkü bu köy epeyce tehlikelidir, yamyamlarla doludur. Pe­ ki bu insan etiyle beslenen yamyamların ülkesine niye gelmiş­ ler? Çünkü bu ülke olağanüstüdür. Orada altın madenleri bulu­ nur.» Hayal kırıklığı sabırsızlığa dönüşen Marius, epeyce öfkeliydi: «Ne anlatmak istiyorsunuz?» diye sordu. «Baron hazretleri, ben yorgun bir diplomatım. Medeniyet be­ ni yıprattı, bir kez de vahşileri denemek istedim.» «Ee?» «Baron hazretleri, bencillik evrenin kanunudur. Emekçi köylü kadın, posta arabası geçerken başını çevirip bakar. Mal sahibi köylü kadın, oralı olmaz. Yoksulun köpeği zenginin ardı sıra hav­ lar, zenginin köpeği fakire havlar. Çıkarcılık insanoğlunun yasa­ sı. Altın, tam bir mıknatıs.» «Artık bitirin...» «Ben gidip Joya’ya yerleşmek istiyorum. Tam üç kişilik bir ai­ leyiz. Karım, çok güzel bir kızım var. Yolculuk uzun ve epey pa­ halı. Bana biraz ödenek verin.» Delikanlı: «Benimle ne ilgisi var bunların?» Adam, bir akbaba gibi boynunu kravatından uzattı ve gülüm­ seyerek: «Baron hazretleri mektubunu okumadılar mı?» Bu da yaklaşık gerçekti. Mektubun içerdikleri Marius’ün ak­ lından çıkmış, fazla etkilememişti, şimdi anlıyordu. Bir ipucu bul­ muştu, «karım, kızım.» Adama delici gözlerle baktı. Bir hâkim ol­ sa, daha fazla bakmazdı. Onu izlemişti. «Daha anlaşılır konuşun!» 1413

Adam, ellerini ceplerine soktu, sırtını dikleştirmeden başını kaldırdı, bu arada o yeşil camlı gözlüklerin altından, Marius’ü iz­ lemeyi bırakmamıştı. «Baron hazretleri, size satacak bir sırrım var...» «Bir sır mı?» «Evet.» «Benimle mi ilgili?» «Öyle gibi.» «Peki nedir o?» Marius adamı ilgiyle dinlerken, onu izlemeyi bırakmıyordu.» Adam başladı: «Beleş olandan başlayacağım. Ne ilginç bir bilgi, dinleseniz.» «Evet...» «Baron hazretleri, evinizde bir hırsız, bir katil var.» Marius titredi. «Evimde mi, hayır!» dedi. Adam, epey sakin bir hareketle, şapkasıyla dirseğinin tozunu sildi: «Katil ve hırsız. Dikkat edin Baron hazretleri. Şunu da ekle­ meliyim ki, ben bu haydutun eski suçlarından söz etmiyorum. Kanun karşısında zamanaşımına uğramış ve Tanrı nazarında pişmanlıkla silinen suçlardan söz etmiyorum. Benim amaçladı­ ğım epeyce yeni olaylar. Adaletin şu anda bilmediği şeyler bun­ lar. Bu adam, sizin güveninizi kazandı ve ailenize sahte bir isim­ le girdi. Siz onun asıl ismini söyleyeceğim, hem de bunu parasız yapacağım.» «Evet.» «Onun ismi Jean Valjean.» «Biliyorum.» «Yine beleşe size onun kim olduğunu söyleyeceğim.» «Evet.» «O eski bir kürek mahkûmu.» «Biliyorum.» «Evet fakat ben size söyledikten sonra öğrendiniz.» 1414

«Hayır, biliyordum.» Marius’ün bu soğuk sesi, «biliyorum» demesi, konuşma is­ teksizliği, adamda korkunç bir öfke oluşturdu. Marius'e epey kin­ le baktı, fakat sonra hemen bunu maskeledi. Bir anlığına ışıyan bakışı Marius tanımıştı. Böylesi alevlenmeler sadece bu tür ruh­ lardan çıkar. Düşüncenin penceresi olan gözler bununla aydın­ lanır. Gözlükler hiçbir şey saklamaz, cehenneme cam takılır mı? Adam gülümseyerek tekrar başladı: «Baron hazretlerini yalanlamak işim değil. Benim bu konuda epey bilgili olduğumu göreceksiniz. Şimdi bendeki bu bilgi sade­ ce benim bildiğim bir şey, bu da karınız Barones hazretleriyle il­ gili. Bu harika sır satılık. Bunu önce size önermeyi düşündüm. Hem ucuz da, yirmi bin frank...» Marius sakince: «Ben bu sırrı da, diğerlerini bildiğim gibi biliyorum.» Adam, fiyatta indirim yapmayı düşündü: «Baron hazretleri, şunu on bin yapalım isterseniz ve konuşa­ yım.» «Bana öğretecek yeni bir şeyinizin olmadığını söylüyorum. Ne söyleyeceğinizi biliyorum.» Adamın gözlerinde yeni bir şimşek çaktı, bağırdı: «Yine de bugün bir şeyler yemeliyim. Bu eşsiz bir sır diyorum size, Baron hazretleri, bana yirmi frank verin en azından.» Marius aksice: «Sizin şu harika sırrınızı biliyorum, jean Valjean’ın ismini bil­ diğim gibi, sizin de asıl isminizi biliyorum.» «İsmimi mi?» «Evet.» «Bu zor değil Baron hazretleri, bunu size hem yazdım, hem de söyledim. Adım Thenard.» «Dier.» «Ne?» «Thenardier.» «O da ne?» 1415

Tehlikedeki kirpi, dikenlerini çıkarır; tomustanböceği ölü takli­ di yapar, muhafız alayı toplanır. Bu adam gülmeye başladı. Daha sonra parmağıyla ceketinin kolundaki tozu aldı. Marius sürdürdü: «Siz aynı zamanda işçi Jondrette, oyuncu Fabantou, ozan Genflot, İspanyol asil don Alvarez ve Balizard Ana’sınız.» «Ne anası, ne?» «Montfermeil de bir meyhane işlettiniz.» «Bir meyhane mi, asla?» «Size Thenardier olduğunuzu söylüyorum.» «İnkâr ediyorum.» «Ayrıca, bir dolandırıcısınız.» Marius cebinden aldığı bir parayı adamın yüzüne attı. «Teşekkür ederim, bağışlayın, aman Tanrım, beş yüz frank, Baron!» Allak bullak adam, selamlayarak banknotu aldı, inceledi. Sevinçten deli gibi: «Beş yüz frank ha!» diye tekrarladı ve kı­ sıkça: «Bu ne kusursuz bir şey!» Sonra bir karar vermiş gibi: «Tamam,» dedi, «şimdi rahatımı­ za bakalım.» Saçlarını geriye attı, gözlüklerini çıkardı, giyeceklerinden sıy­ rıldı. Gözleri parladı, o yer yer çıkıntılı korkunç kırışık alın çıktı or­ taya, burun bir kuş gagası gibi sivrildi. Hırsızın asıl yüzü ortaya çıktı. Hiç de genizden gelmeyen, epey normal bir sesle: «Baron hazretlerinin gözünden hiçbir şey kaçmıyor,» dedi. «Evet, ben Thenardier’yim.» Kambur belini dikleştirdi. Thenardier, çünkü sahiden de oydu. Derin bir şaşkınlık için­ deydi. Eğer yapabilse belki kaygılanırdı da. O şaşkınlık uyandır­ maya gelmiş, kendisi afallamıştı. Bu utancına karşılık beş yüz frank alıyordu, aslında bunu kabullenmişti, fakat yine de şaşkın­ lığı giderek çoğalıyordu. 1416

Pontmercy baronunu ilk kez görüyordu ve kılık değiştirmesi­ ne rağmen Baron onu tanıyordu, hem de yeterince. Thenardi­ er’yi tanıyan bu Baron, Jean Valjean’a ilişkin de bilgi sahibiydi. Kimdi şu yüzü tüysüz, buz gibi ve şu aşırı eliaçık genç? İnsanla­ rın isimlerini bilen, onların her şeyini bilen ve onlara kesesini açan. Madrabazları yargıç gibi hırpalayan ama yine de, onlara bir ahmak gibi para dağıtan şu adam kimdi? Nasıl biriydi? Okur, belki hatırlar, Thenardier, Marius’le Gorbeau harabe­ sinde komşu olmuştu, fakat onu hiç görmemişti. Böyle komşu­ luklara, Paris’te çok sık rastlanır. Kızı, ismi Marius olan çok yok­ sul bir gençten söz etmişti. Fakat onu tanımadan da bildiğimiz mektubu yazmıştı. Mösyö Marius ile şu anda karşısında duran Baron Mösyö Pontmercy arasında herhangi bir ilişkinin olması aklının ucundan bile geç­ miyordu. Kendisi, «Pontmercy» ismini bile doğru dürüst duymamıştı. Okur hatırlar; o bu ismin, sadece son hecesini duymuş ve yara­ lı subayın bu sözle kendisine teşekkür ettiğini sanmıştı. Bir zamanlar, 16 Şubat günü, düğündeki genç evlilerin arka­ sına taktığı kızı Azelma yardımıyla epeyce bilgi almıştı. Karan­ lıklar içinde pek çok bilgi. Aklını kullanıp ustalığı yardımıyla, gü­ nün birinde ana lağımda, sırtında bir ceset taşıyan adamın kim­ liğinin sırrını çözmüştü. Pontmercy Baronesinin, eski Cosette ol­ duğunu biliyordu. Fakat bu konuda sessiz olması gerekliydi. Co­ sette kimdi? Kendisinin de bu konuda fazla bilgisi olmadığından gaf yapmak istemedi. Kızın gayrı meşru bir çocuk olduğunu bili­ yordu, Fantine’in öyküsü kendisine sürekli karışık görünmüştü. Fakat bundan söz etmenin ne yararı vardı? Suskunluğunu öde­ tebilirdi, üstelik onun şu anda satacak çok daha kıymetli şeyleri vardı. Baron Pontmercy’nin karşısına dikilip de ona «karınız bir piç» demekle ne geçerdi eline, sadece hakaret gören genç adamdan, kıçına sıkı bir tekme yerdi... Sabık hancının fikrine göre, Marius’le konuşmaya daha baş­ lamamıştı. Gerilemesi, taktik değiştirmesi gerekiyordu. Fakat 1417

önemli bir kaybı yoktu ve üstelik cebinde beş yüz frank vardı ki, bu da uzun zamandır bir arada görmediği bir miktardı. Söyleye­ cek epey kesin bir sözü vardı. Şu epeyce bilgili ve iyi silahlan­ mış genç Baron’un bile karşısında kendisini güçlü buluyordu. Bundan dolayı: «Evet, benim adım Thenardier» dedi ve bekledi. Marius düşünmeye başlamıştı. O kadar üsteleyerek aradığı bu adam kendi ayağıyla gelmişti, karşısındaydı. Albay Pont­ mercy’nin vasiyetini yerine getirecekti. Fakat içinde bir eziklik vardı. Babasının, o yiğit subayın böyle bir hırsıza can borçlu ol­ ması onu çok üzdü. Babasının mezardan gönderdiği o senedin böyle protesto edilmesinden utanıyordu... O kadar tuhaf bir ruh hali yaşıyordu ki, adama karşı beslediği kinden güç bulup, baba­ sının böyle bir hırsız tarafından kurtarılmasının intikamını alabi­ leceğini de düşündü. Fakat her ne olursa olsun, memnundu. Hiç değilse şu alçak adama borcunu ödeyerek babasının ruhuna huzur serpecekti. Babasının borç yüzünden cezaevinde olan hatırasını kurta­ racaktı. Bu ödevin yanı sıra, bir ödevi daha vardı. Belki herhangi bir çareyle Cosette’in şu parasının kaynağını da öğrenebilirdi. Bu konuda alçak hırsız bilgi sahibi olabilirdi. Şu adinin ruhunun içi­ ni görmenin faydası dokunabilirdi. Öylece başlamak istedi. Hancı o dolgun avantayı çoktan cebe atmıştı ve Marius’e şef­ katli denecek bakışlarla bakıyordu. Marius: «Thenardier, size isminizi söyledim. Şimdi de bana söylemek istediğiniz şu sırrı konuşalım. İster misiniz size bazı açıklamalar yapayım. Benim de bilgi kaynaklarım var, inanın Jean Valjean hakkında sizden daha fazlasını biliyorum. Evet, o adam bir hır­ sız ve bir cani. Hırsız, çünkü çok varsıl bir fabrikatörün servetini çaldı ve onu batmaya sürükledi. Katil, çünkü polis müfettişi Ja­ vert’i öldürdü.» Thenardier afallamıştı: «Anlayamadım Baron hazretleri,» diye kekeledi. 1418

«Anlatayım. 1822 yıllarında Pas de Caluis’nin bir ilçesinde bir ara polisle bazı anlaşmazlıkları olan bir adam vardı. Madeleine ismini alan bu adam kendisini aklamış ve üstün bir kişilik kazan­ mıştı. Kelimenin tam anlamıyla bu adam epey hakbilir biri ol­ muştu. Yeni bir sanayi oluşturup, siyah boncuk üretiminde epey ilginç bir buluşla, tüm bir ilçeyi kalkındırmış, orayı zenginleştir­ mişti. Kendi servetine gelince, evet kendisine de pay ayırmıştı, fakat şehre kazandırdıklarının yanında önemsiz bir miktar. O yoksulların parababasıydı. Hastaneler kuruyor, okullar yaptırı­ yor, düşkünleri ziyaret ediyor, evlenen kızlara çeyiz düzüyor, dul­ lara yardım ediyor, öksüzleri büyütüyordu. O bütün şehrin koru­ yucu azizi olmuştu. Kendisine önerilen ‘onur madalyası’nı iste­ memişti, sonunda ona güç bela valilik kabul ettirebilmişlerdi. Es­ ki bir kürek mahkûmu olan adamın bir suçunu biliyordu, onu po­ lise ihbar etti ve bundan faydalanıp Paris’e geldi ve banker Laf­ fitte’den (Bunu kasadardan öğrendim) sahte bir imzayla yarım milyondan fazla tutan bir parayı bankadan çekti. Oysa bu para Mösyö Madeleine’indi. Mösyö Madeleine'in parasını aşıran kü­ rek mahkûmu Jean Valjean’dır. Diğer suç konusunda da bana söyleyecek fazla şeyiniz yok. Bunu da yeterince biliyorum, Jean Valjean Polis Müfettişi Javert’i beyninden vurup öldürdü. Çünkü size bunları anlatan ben, oradaydım.» Thenardier, Marius’e utkulu bir bakış attı. Yenilgiyi kabullene­ ceği sırada, bütün kayıplarını geri alan birinin mutluluğunu yaşı­ yordu. Fakat bu utkuya şımarmış görünmek istemedi. Ne de ol­ sa bir ast, üstü karşısında saygılı olmalı. Uysal bir sesle: «Baron hazretleri, korkarım hatalı yola giriyoruz,» dedi. Bu sözleri vurgulamak ister gibi, yeleğinden çıkan zincirleri şıngırdattı. Marius karşı çıktı: «Nasıl olur? Bu anlattıklarım doğru. Bunları nasıl yoksayar­ sınız?» «Bunlar boş laf. Baron hazretlerinin güvenlerini kötüye kul­ lanmak istemem. Bu konuda kendilerine gerçeği bildirmeyi ödev 1419

bilirim. Hem, işlemediği bir suçtan dolayı suçlanmalara da gele­ mem. Jean Valjean, Mösyö Madeleine’in parasını hiç çalmadı, hiçbir zaman Javert’i öldürmedi.» «İnanılır gibi değil? Nasıl olur bu?» «İki nedenle!» «Hangi nedenler, hemen anlatın!» «İşte ilk neden: O Mösyö Madeleine’in servetini çalmadı, çünkü Mösyö Madeleine ismini taşıyan o hayırsever Jean Valje­ an’ın ta kendisiydi.» «Neler diyorsunuz böyle?» «İşte ikinci neden. O hiçbir zaman Javert’i öldürmedi, çünkü Javert’i öldüren kendi kendisi. O canına kıydı.» «Anlamadım?» «Evet, o kendisini nehre atıp boğuldu.» Marius kendinden geçmişti: «Kanıt. Kanıtlayın bunu!» diye haykırdı. Hancı, sözlerini şiir gibi hecelere ayırıp: «Po-lis Aja-nı Ja-vert, Sei-ne Nehrinde, bir ka-yık altında bo-­ ğul-muş halde bulun-du. Chan-ge Köp-rüsünde.» «Peki hani kanıt?» Thenardier cebinden epey geniş bir zarf çıkardı, sakince: «İşte benim dosyam,» dedi. Ekledi sonra: «Baron hazretleri çıkarınız için Jean Valjean’ı çok iyi tanımak istedim. Evet sözlerimden eminim, Jean Valjean ile Vali Madele­ ine aynı kişi. Javert’in de katili olmadığını söylerken, kanıtlarım var. Hem de yazılı şeyler, el yazısı yanıltıcı olabilir. Fakat benim kanıtlarım baskılı kanıtlar. Gazete kupürleri.» Hancı konuşurken, zarftan iki gazete çıkardı. Bunlar yılların sarartıp soldurduğu ve tütün kokusu sinmiş gazetelerdi. Gazetelerden biri paramparça olduğundan, epey eski görü­ nüyordu. «İki olay, iki kanıt,» diyen sabık hancı gazeteleri Marius’e ver­ di. 1420

Okur, bu iki gazeteyi hatırlar. Biri, 1823 yılının 23 Tem­ muz’una aitti. Beyaz Bayrak gazetesi. Burada Mösyö Madele­ ine’le Jean Valjean’ın aynı kişi oldukları yazılıydı. Diğer gazete 1833 yılının 15 Haziran tarihli Moniteur gazetesi, Polis müfettişi Javert’in intiharını yazıyordu. Javert ölmeden önce komiserlikte bıraktığı bir notta intiharı­ nın nedenini de söylemişti. Chanvererie Sokağındaki barikatta esir edildiğini ve hayatını eski bir mahkûma borçlu olduğunu da yazmıştı. Bu adam mermiyi ona sıkacağına boşa ateş etmişti. Marius okudu. Şurası kesindi ki, bu haberler sadece Thenar­ dier’yi haklı çıkarmak için yazılmamıştı. Moniteur'deki rapor ko­ miserliğin bir bildirişiydi. Marius artık emindi. Demek o banka veznedarı da yanılmıştı, tıpkı kendisi gibi. Birden gözlerinde bü­ yüyen JEAN VALJEAN, sarıldığı karanlıklardan parlayarak yük­ seliyordu. Marius bir sevinç çığlığı kopardı. «Aman Tanrım! Demek o zavallı adam, harika, üstün biri! De­ mek bu servet namuslu. O bütün bir ülkeyi kalkındıran, bir şehri koruyan o aziz, o Madeleine Baba, demek Jean Valjean. Eski düşmanı Javert’in kurtarıcısı! O bir yiğit! O bir evliya!» Thenardier: «O ne kahraman, ne de bir evliya. O bir hırsız ve katil!» Derken bazı hakları olan biri gibi konuştu. «Heyecanlanmayalım!» Hırsız, katil, Marius yok olduğu sandığı bu suçlamalardan he­ men irkilmişti, sordu: «Ama?» «Evet, aslında Jean Valjean Madeleine’in servetini çalmadı, fakat yine de o bir hırsız. Gerçi o Javert'i öldürmedi, yine de bir katil!» Marius ansızın rahat bir nefes almıştı: «Şu kırk yıl önce çalınan bir ekmekten mi söz etmek istiyor­ sunuz. Gazetelerden anladığım kadarıyla pişmanlık, çile ve fazi­ let dolu bir yaşamla aklanan şu azizden mi söz ediyorsunuz?» «Baron hazretleri ben hırsızlık ve cinayet dedim. Üsteliyo­ 1421

rum. Bugünün olaylarından söz ediyorum. Kimsenin bilmediği bir şeyden. Belki de burada, şu Jean Valjean'ın karınız Baro­ nes’e ustaca verdiği o servetin kaynağını öğrenebilirsiniz. Usta­ ca dedim, çünkü, bu hain böyle bir bağıştan sonra zengin bir ai­ leye girebilmesinin ve cinayetini örtbas edip burada korunmayı da başardı. Hırsızlığının tadını çıkarmak, adını saklamak ve kendisine yepyeni bir aile kurmak, ustaca değil mi?» Marius: «Sizi susturabilirim, fakat anlatın,» dedi. «Baron hazretleri, size olanı biteni anlatacağım. Ödülü size bırakıyorum. Bu sır altın değerinde, som altın. Şimdi bana diye­ ceksiniz ki niye gidip de Jean Valjean’a başvurmadın? Çok ba­ sit. Çünkü servetini size geçirdi, onda beş kuruş yok. Gitsem, ona sırdan söz edecek olsam, bana boş cebini gösterir. Ben de kuşkusuz sizi tercih ederim. Hiçbir şeyi olmayan birine gitmek­ tense, her şeyi olan sizi seçerim. Fakat yorgunum, izin verin de şöyle oturayım.» Marius de yerine geçti ve adama oturmasını söyledi. Sabık hancı kadife kaplı bir sandalyeye kuruldu, o iki gazete­ yi alıp zarfın içine tıktı ve eliyle Beyaz Bayrak gazetesini tırnak­ layarak ekledi: «Şunu edinmek için ne çok uğraştım.» Daha sonra bacaklarını üst üste attı ve söylediklerinden emin halde oturdu. Kelimeleri vurgulayıp başladı: «Baron hazretleri, 1832’nin 6 Haziran gününde, yaklaşık bir yıl önceki o isyanda adamın biri, Paris lağımındaydı. Lağımın tam Seine Nehrine döküldüğü yerde, İena Köprüsüyle İnvalides­ ler Köprüsünün hemen ortasında.» Marius birden sandalyesini onunkine yaklaştırdı. Hancı onun bu heyecanını sezdi ve dinleyicisini meraklandırmak isteyen bir konuşmacı gibi, usulca: «Bu adam politikayla ilgisiz nedenlerden saklanmak zorunda olduğundan, lağımı kendisine yuva bilirdi. Oranın bir anahtarını 1422

bile yaptırmıştı. Yinelemek isterim 6 Haziran günüydü, saat ge­ cenin sekizi civarıydı. Sözünü ettiğim adam lağımda bir ses duy­ du. Epey şaşırıp bir yere gizlendi ve kulak kesildi. Ayak sesleri vardı, biri gölgelerde yürüyor ve onun bulunduğu yere geliyordu. İşin tuhaf yanı lağımda kendisinden başkasının da olmasıydı. Lağımın çıkış parmaklığı ötede değildi. Oradan giren aydınlık dostumuza, yeni geleni görmesinde yardım etti. Bu adamın sır­ tında bir şey taşıdığını seçmişti, iki kat yürüyordu. Öyle yürüyen adam, eski bir kürek mahkûmuydu ve taşıdığı bir cesetti. Tam suçüstü yakalanmıştı. Hırsızlığa gelince, kesindi. İnsan kimseyi ucuza öldürmez, beleşe can almaz. İşte bu mahkûm cesedi neh­ re atacaktı. Burada dikkatinizi bir şeye çekmek isterim, şurası kesin ki oraya gelmeden önce, mahkûm korkunç bir batağa sap­ lanmış olmalıydı, cesedi orada bırakabilirdi, yapmamasının ne­ deni de sahiden bilinmez. Fakat ertesi sabah kanalizasyon işçi­ leri çalışırken cesedi görebilirdi ki, bu da herhalde onun işine gelmemişti. Bu yüzden omuzundaki o ağırlıkla çirkeften geçme­ yi göze almıştı. Bu da müthiş bir gayret gerektirir, kimse canını böyle göz göre göre riske atamaz. Oradan sağ çıkması da tan­ sık, buna inanamıyorum.» Marius iskemlesini biraz daha yaklaştırdı, beriki bundan fay­ dalanıp soluklandı. Sürdürdü: «Baron hazretleri, bu lağım çukuru Champ de Mars değildi. Orada insan her şeyden mahrumdur, yerden bile. Orada iki kişi olsa, karşılaşmaları kaçınılmazdır. İşte böyle bir şey oldu. La­ ğımda yatan ve ev sahibi sayılan adamla, misafir karşılaştılar. Misafir, oranın yerlisine: ‘Üzerimdekini gördün. Burdan çıkmak zorundayım. Bana anahtarı ver’ dedi. O alabildiğine güçlü biriy­ di. Diğeri ona karşı çıkamazdı. Fakat yine de anahtarlı adam, vakit kazanmak için bir tartışma çıkardı. Cesede baktı, fazla bir şey göremedi, sadece genç ve şık giyimliydi. Herhalde iyi aile­ dendi. Yüzü gözü kan içindeydi. Dostumuz konuşurken, bir yan­ dan da kanıt olması için ölünün ceketinden bir parça koparabil­ 1423

mişti. Katil bunu anlamadı bile. Bu da epey sağlam bir kanıt olur­ du. Günün birinde bu parça yardımıyla bir şeyler bulabilirdi. Dos­ tumuz zeki bir adamdı. Hemen bu ipucunu cebine attı. Daha sonra anahtarıyla kapıyı açıp, yüklü adamı çıkardı, işin geri ka­ lanına tanık olmayı istemedi. Adamın cesedi sulara attığını gör­ memek için, hiç vakit yitirmeden kendi inine döndü. Şimdi anla­ dınız mı? Cesedi taşıyan Jean Valjean’dı; anahtarın sahibi ise, şimdi sizinle konuşan kişi ve işte ceketten alınan o parça...» Adam, cümlesini bitirmeden koyu lekelerle kaplı delik deşik siyah bir parça çıkardı cebinden; tiksinir gibi başparmağıyla işa­ ret parmağının arasında tutuyordu. Marius kalktı, yüzünde kan kalmamıştı, güçlükle soluk alı­ yordu. Gözlerini siyah kumaşa dikmişti, duvara doğru geriledi. Sağ eli arkasında duvara asılı bir anahtarı el yordamıyla alıp do­ labı açtı. Bakmadan elini dolaba attı. Gözü hâlâ adamın elinden sarkan o siyah kumaştaydı. Bu arada adam hâlâ konuşuyordu: «Baron hazretleri, öldürülen adamın epey paralı bir yabancı olduğundan eminim. Jean Valjean’ın pusuya düşürdüğü bu za­ vallı epeyce çok taşıyordu.» «O adam bendim ve işte ceket!» diye bağırdı Marius ve ze­ minin üstüne o kanlı ceketini attı. Daha sonra adamın elindeki o yırtık parçayı alıp bunu kapan yere yaklaştırdı. Parça oraya uymuştu. Hancı afallamıştı, donakaldı ve içinden: «Aman Tanrım!» diye mırıldandı. Marius sırtını dikti, titriyordu, çaresizdi. Gözlerinden alevler çıkıyordu. Elini cebine attı ve hancının üstüne yürüdü. Adamı ahmak­ laştıran bir hareketle ona para dolu ellerini uzattı. Elleri beş yüz, bin franklık banknotlarla doluydu. «Siz bir hain, bir yalancı, çok adi bir haydutsunuz! Şu adamı suçlamaya geldiniz, fakat onu akladınız. Onu mahvetmek iste­ miştiniz, oysa onu yücelttiniz. Hırsız sizsiniz! Katil olan da siz! 1424

Sizi gördüm Thenardier, Jondrette; Gorbeau harabesinde. Sizi pırangaya yollayacak kadar bilgim var. İstesem tamamen silebi­ lirim. Hadi al şunu alçak, al şu bin frankı!» Hancının başına bin frank daha attı. «Evet Jondrette, Thenardier. Bu sana bir ders olsun, seni gi­ di hırsız! Al sana beş yüz frank daha ve hemen defol! Seni Wa­ terloo koruyor!» Adam neye uğradığını bilemiyordu, paraları sevinçle aldı, ha­ karetler umurunda değildi, bir ara söylendi.» «Waterloo...» «Evet katil, orada bir albayın canını kurtarmıştın.» Hancı başını geriye atıp: «Bir generali kurtardım.» Marius öfkeyle: «Albay diyorum sana alçak! General için metelik bile koklat­ mazdım sana! Buraya yine pislik saçmaya geldin, oysa tüm fe­ nalıklar senin başının altından çıktı! Git, defol! İşte bunu diyebi­ lirim. Evet canavar işte, al üç bin frank daha. Yarından erkeni yok, Amerika’ya giden bir yelkenliye bineceksin kızınla, çünkü eşin de öldü, seni gidi yalancı, alçak! Senin gittiğini görmek için seni uğurlamaya gelecek ve o anda eline yirmi bin frank daha vereceğim. Haydi git, cehenneme kadar yolun var!» Hancı yerlere değin eğilip: «Baron hazretleri, sonsuz minnetimle!» Adam çıkıp gitti, hiçbir şey anlamamış, üzerine yağan bu pa­ ra yağmuruyla sersemlemişti. Evet şimşekle vurulmuştu, fakat mutluydu. Böyle bir yıldırıma karşı korunmayı hiç istemezdi. Bu alçak adam konusunu kapatalım. Anlattığımız olaylar­ dan iki gün sonra Marius’ün tehditleriyle sahte bir isimle, Ame­ rika’ya giden bir yelkenliye kızı Azelma ile bindi. Newyork ban­ kalarından birinde bozdurmak üzere yirmi bin franklık bir sene­ di vardı cebinde. Fakat asla dürüst yaşayamamıştı. Ameri­ ka’da, Avrupa’da olduğu gibi adice bir hayata başladı. Kötü bir 1425

adamın dokunması bir iyiliği bile yozlaştırıp, hayırdan fenalık yarattı. Marius’ün verdiği paralarla, Amerika’da köle ticaretine başladı. Hancı gider gitmez, Marius bahçeye koştu. Cosette orada dolaşıyordu. Sevinçle bağırdı: «Cosette! Gel, hemen gel. Gidelim. Basque hemen bir araba bul, Cosette gel dedim. Aman Tanrım, demek canımı kurtaran oymuş. Bir dakika bile kaybetmeyelim. Hemen şalını al.» Cosette delirmiş sandı onu, fakat istediğini yaptı. Marius soluk alamaz gibiydi. Kalp çarpıntısını yavaşlatmak istercesine, elini bağrına bastırmıştı. Deli gibi oradan oraya ko­ şuyor, Cosette’e sarılıyordu. «Ah Cosette! Ben alçağın tekiyim!» diye söylendi. Marius kendinden geçmişti. Jean Valjean’ın asıl kimliğini gö­ rebiliyordu. O ne yüce, ne ilahi biriydi. Sonsuz bir fazilet. Yüce ve yumuşak, kibirsiz. Kürek mahkûmu İsa’ya dönüşmüştü. Mari­ us’ün bu tansıkla gözleri kamaştı. Ne gördüğünü tam olarak an­ lamamakla birlikte, yine de epey üstün bir şeyler gördüğünü bi­ liyordu. Bir an sonra araba konağın kapısına durdu. Marius, Cosette’i bindirdi, kendisi de atıldı: «Arabacı!» dedi, «Silahlı Adam Sokağı, numara yedi.» Araba kalktı. Cosette sevinçle bağırdı: «Silahlı Adam Sokağı mı! Çok mutluyum! Sana söylemeye cesaretim yoktu. Demek Mösyö Jean’ı ziyarete gidiyoruz, oh ne iyi!» «Baban Cosette! Her zamankinden fazla baban. Sen şu Gavroche’la yolladığım yazıyı hiç almadığını söylemiştin. Her­ halde, bu mektup onun için bir ihtiyaç olduğundan, bu arada sa­ dece beni değil başkalarını da kurtardı. Javert’i kurtardı. Beni o cehennemden alıp sana getirdi. Şu korkunç lağımda beni sırtın­ da taşıdı. Ah Cosette, ben ne nankörüm. Bir acımasız, bir cana­ var! Sana koruyucu meleklik ettikten sonra, beni korudu kurtar­ 1426

dı. Düşünebiliyor musun, lağımda bir çirkef vardı, yüz kez boğul­ ma pahasına beni taşıyarak oradan geçti. Canını benim yoluma riske attı. Ben baygındım, bir şey görmüyor, duymuyordum. Kendi serüvenim hakkında en ufak fikrim bile yoktu. Onu getire­ ceğiz, istesin istemesin, yanımıza alacağız. Artık onun benim başımın üzerinde yeri var. Umarım, onu evde buluruz. Hayatı­ mın kalan yıllarını onu sevmek, onu saymakla geçireceğim. Evet, Cosette, böyle olmalı. Herhalde Gavroche mektubu ona verdi. Her şey anlaşıldı, çok basit. Anladın mı?» Cosette bir şey anlamamıştı: «Evet,» dedi. Bu arada araba gidiyordu. 5 IŞIĞI GETİREN KARANLIK Kapıdaki sesleri duyan Jean Valjean başını kaldırdı. Ölü bir sesle: «Giriniz,» dedi. Kapı açıldı, Cosette ve Marius göründüler. Cosette odaya koştu. Marius kapıda kalmış, duvara dayanmıştı. Jean Valjean: «Cosette!» diyerek yerinde doğruldu. Titreyerek kollarını aç­ tı. Yüzü bembeyazdı, kötü görünüyordu. Fakat gözlerinde engin bir sevinç vardı. Coşkudan tıkanan Cosette, Jean Valjean’ın göğsüne ka­ pandı. «Babacığım!» dedi. Jean Valjean kekeledi: «Cosette. O, siz, madam, ah, sen geldin. Ah Tanrım!» Adam, Cosette kollarında bağırdı: «Sen geldin! Sen! Demek beni affettin!» 1427

Marius gözyaşlarını önlemek için gözlerini kapattı. Bir adım yürüdü ve hıçkırıklarına engel olmak için yarım sesle: «Babacığım!» «Demek siz de beni affettiniz!» diye söylendi. Marius verecek yanıt bulamadı. Jean Valjean ekledi: «Sağ olun.» Cosette şalıyla şapkasını yatağa attı: «Şöyle rahatlayayım,» dedi. Yaşlı adamın dizlerine oturup, şirin bir hareketle onun o ak saçlarını geriye itip nurlu alnından öptü. Şaşırmış, sevinçten esrimiş Jean Valjean, buna engel olma­ dı. Olanı biteni biraz anlayan Cosette, sanki okşamalarıyla Ma­ rius’ün borcunu vermek istemişti. Jean Valjean: «Aman Tanrım! İnsan ne kadar ahmak oluyor. Onu göreme­ yeceğim, sanıyordum.» «Düşünebiliyor musunuz Mösyö Pontmercy, tam girdiğiniz sırada, kendi kendime, artık tamam. İşte onun o küçük elbisesi. Ben sefilin biriyim. Bir daha onu göremeyeceğim, diyordum. Ben bunları söylerken, siz merdivenlerdeymişsiniz. Ne ahmakça de­ ğil mi? İşte insan çoğu zaman böyle ahmakça davranır. Tanrı’yı dikkate almaz. Hayır, bu böyle olmaz, şu biçare adamcağızın bir meleğe ihtiyacı var. Melek geri geldi ve Cosette’ciğimi gördüm. Yüce Tanrım! Ne kadar çaresizdim!» Biraz konuşmadı ve sonra: «Sahiden ara sıra Cosette’i görmeye ihtiyacım vardı. Bir yü­ rek de arada bir, kemirecek bir şey ister. Fakat aranızda fazla ol­ duğumu biliyordum, kendi kendime gerekçeler uydurdum. Artık sana ihtiyaçları yok. Sen köşende kal, habire onları rahatsız et­ meye hakkın yok. Ah yüce Tanrım, onu tekrar görüyorum. Co­ sette, biliyor musun, kocan epey yakışıklı. Senin de şu işlemeli yakan çok güzel. Şu kurdeleyi çok beğendim, sanırım bunu da kocan seçti senin için, öyle mi?» 1428

«Sana yünlü şallar gerek. Mösyö Pontmercy izin verin de, ona ‘sen’ diyeyim. Fazla vaktim kalmadı.» Cosette yakınıyordu: «Bizi böyle bırakmakla ne kadar kötü ettiniz. Uzun zamandır nerelerde gezdiniz böyle. Eskiden gezileriniz iki günden uzun sürmezdi, en çok üç gün. Nicolette’yi her yolladığımda, sizin dı­ şarıda olduğunuzu söylüyordu. Ne zaman döndünüz? Neden bi­ ze haber vermediniz? Baba sizi epeyce değişmiş buldum. Ah yaramaz babam benim, hastalandı da bana söylemedi. Marius tut babamın elini, bak ne de soğuk!..» İhtiyar sordu: «Demek beni bağışladınız, Mösyö Pontmercy?» Jean Valjean’ın bu sözlerinin ardından, sanki Marius’ün için­ dekiler çıkmak için bir kapı buldular. Hemen coştu: «Cosette, onun sözlerini duydun mu? Benden af diliyor. Bun­ ca kibirsiz. Benden bağışlanma diliyor. Bütün yaptıklarından sonra! Aman Tanrım! Onun ne yaptığını biliyor musun? Beni, canımı kurtardı. Fazlasını da yaptı, seni bana verdi. Beni kurta­ rıp ve sana verdikten sonra o ne yaptı? Kendini feda etti. İşte böyle biri. Benim gibi birine, benim gibi acımışız birine, ne diyor, ‘teşekkür ederim’. Cosette, ömrümün sonuna kadar bu adamın dizinin dibinde otursam ona olan borcumu ödeyemem. O bari­ kat, lağım, bataklık, çirkef, hepsini canımı kurtarmak için geçti. Beni kurtarmak yoluna kendisini sayısız belaya attı. Bütün cesa­ retler, bütün yücelikler, bütün cesaret onda toplanmış. Cosette, o bir insan değil, ermiş!..» Jean Valjean usulca: «Susun!» dedi, «bunları niye söylüyorsunuz?» Marius saygının karıştığı bir sesle: «Siz niye sustunuz? Niye kimliğinizi sakladınız? Bütün kaba­ hat sizde. Siz insanın hayatını kurtarıyor ve bunu bir suç gibi saklıyorsunuz. Fazlasını da yapıyorsunuz, sözüm ona, açıkla­ mak bahanesiyle kendinize iftiralar ediyorsunuz. Bu korkunç!» Jean Valjean: 1429

«Ben gerçeği söyledim,» dedi. «Hayır, gerçek, gerçeğin tamamıdır. Oysa siz en önemli yeri­ ni sakladınız. Siz Mösyö Madeleine idiniz; bütün bir şehrin koru­ yucu azizi. Bunu neden söylemediniz? Javert'in hayatını kurtar­ mıştınız? Neden bunu anlatmadınız? Size can borçluydum. Ne­ den bahsetmediniz?» «Çünkü sizin gibi düşünmüştüm. Sizi haklı buluyorum. Git­ meliydim. O lağım işini duyacak olsanız, beni yanınızdan ayır­ mazdınız. İşte ben de susmak zorunda olduğumu anladım. Ko­ nuşacak olsam her şey mahvolurdu. Sizi tedirgin ederdim.» «Tedirgin mi? Neyi? Kimi? Burada kalacağınızı mı sanıyorsu­ nuz? Sizi götürüyoruz. Araba aşağıda bekliyor. Yüce Tanrım! Bunları tesadüfen öğrendiğimi düşündükçe delirecek gibi oluyor­ dum. Bu akşam alçak adamın teki gelmese, hiçbir şey bilmeye­ cektim. Sizi götürüyorum. Siz artık bizimsiniz. Bundan kurtulmak yok. Siz Cosette’in babasısınız, benim babamsınız. Şu korkunç evde bir gün daha kalmanıza izin vermem. Yarın burada olaca­ ğınızı düşünmeyin!» Jean Valjean: «Yarın burada olmayacağım, fakat sizin evinizde de olmaya­ cağım!» Marius: «Ne! Yine mi geziye çıkıyorsunuz? Yo, hayır artık bizden ay­ rılmanız yasak. Bizden ayrılmayacaksınız. Sizi yakaladık bir da­ ha hiç bırakmayız. Siz artık bizimsiniz.» Cosette: «İnanın öyle. Aşağıda araba duruyor, sizi kaçıracağız. Gere­ kirse güç kullanırız.» Gülerek ona sarılmak ister gibi bir hareket yaptı. «Evimizde odanız sizi bekliyor, ah babacığım bilseniz, şu mevsimde bahçe ne hoş. Açelyalar çiçeklendi, şebboylar güzel kokuyor, bahçe yolları nehir kumuyla kaplı, mor sedef kabuklar var. Çiçekleri elimle suluyorum. Artık Madamlara, Mösyö Jean’a hayır. Ne demek! Ah baba, bilseniz, ne çok üzüldüm. Duvarın bir 1430

deliğinde yuva kurmuş çok tatlı bir saka vardı. Pis bir kedi onu boğdu. Ah o şirin kuşcağız başını uzatıp ufacık gözleriyle bana bakardı. Onu bir daha asla göremeyeceğim. Ağladım, o kötü ke­ diyi öldürebilirdim. Fakat artık kimse ağlamıyor. Herkes gülüyor, herkes şen. Bizimle geleceksiniz. Dede de buna ne çok sevine­ cek. Bahçede size bir yer ayarlarız. Oraya çiçekler ekersiniz, ba­ kalım sizinkiler benimkiler kadar güzel olacak mı? Her arzunuza uyacağım ve siz de beni dinleyeceksiniz.» Jean Valjean onu sessizce dinliyordu. Sözlerinin anlamından fazla, sesinin müziğini duyuyordu. Ruhun siyah incileri olan bü­ yücek bir gözyaşı belirdi. Fısıltıyla: «İşte Tanrı’nın yüceliğinin bir kanıtı daha, işte bak, o geldi.» Cosette: «Babacığım, dedi. Jean Valjean söze başladı: «Ah, doğru, beraberce yaşamak ne hoş olurdu. Ağaçlar do­ lusu kuşlar var. Cosette’le kol kola gezerdim. Beraber yaşayan insanlardan kurulu bir aile olmak, birbirine sabahları günaydın diyebilmek, bahçede birbirine seslenebilmek, ne tatlı, ne sevim­ li bir hayat! Her gün birbirini görebilmek. Herkesin ekip biçeceği bir yerinin olması. Bana çileklerinden yedirirdi, ben ona güllerim­ den demetler verirdim. Ah ne hoş olurdu, fakat ne yazık ki!..» Sustu ve epey kısıkça: «Evet, çok üzücü!» dedi. O gözyaşı yanaktan düşmedi, kurudu. Jean Valjean bu kez gülümsedi. Genç kız onun ellerini ellerinin içine aldı. «Yüce Tanrım,» diye söylendi, «elleriniz iyice soğumuş. Has­ ta mısınız, bir yeriniz mi ağrıyor?» İhtiyar, neredeyse keyifle: «Hayır, çok iyiyim,» dedi, «ama sadece...» Sustu. «Sadece ne? Neyiniz var?» «Birazdan öleceğim!..» 1431

Cosette ve Marius titrediler. Delikanlı: «Ne dediniz? Ölmek mi?» İhtiyar: «Evet, ama önemli değil,» dedi. Soluk aldı, gülümsedi ve konuştu: «Cosette benimle konuşuyordun, haydi anlat, susma. Şu sa­ kanın ölümüne epey üzüldüğünü söylemiştin. Anlat, sesini duya­ yım.» Delikanlı donakalmış gibi, ona baktı. Genç kız üzüntü dolu bir çığlık attı: «Baba! Babacığım! Yaşayacaksınız! Evet yaşayacaksınız! Bunu istiyorum, duydunuz mu?» İhtiyar yoğun bir sevgiyle baktı: «Evet, peki. Ölmemi yasakla. Kim bilir belki de buna uyarım. Siz gelmeden önce ölmek üzereydim. Fakat geldiniz ve hâlâ ya­ şıyorum, sanki tekrar doğdum!» Delikanlı: «Güçlüsünüz. Sağlığınız iyi. Ölmeyi de nereden çıkardınız. Ölüm öyle kolay mı? Böyle durup dururken ölünür mü? Bir sıkın­ tınız oldu. Bundan sonra hiçbir sıkıntınız olmayacak. Bunu siz­ den rica ediyorum. Önünüzde diz çöküp. Yaşayacaksınız. Bizim­ le yaşayacaksınız, hem de yıllarca. Sizi geri alıyoruz. İkimizin bundan sonraki tek gayesi mutluluğunuz olacak.» Genç kız gözlerinden yağmur gibi yaşlar döküp: «Duyuyor musunuz, baba,» dedi. «Marius ölmeyeceğinizi söylüyor.» İhtiyar gülümsemeyi sürdürüyordu: «Mösyö Pontmercy, beni alıp evinize götürdünüz diyelim. Bu neyi değiştirir ki, yine de beni ben olmaktan kurtarır mı? Hayır. Tanrı da sizin ve benim gibi düşündü ve asla bunu değiştirmeye­ cek. Artık gitmeliyim. Ölüm çoğu zaman uygun bir düzenleme­ dir. Tanrı, bizim iyiliğimizi daha iyi bilir. Siz mutlu olun. Mösyö Pontmercy, Cosette’le yaşasın, gençlik sabahla evlensin, yolla­ 1432

rınız çiçek ve bülbülle dolsun. Hayatınız güneşte parlayan bir çi­ menlik olsun ve cennetin tüm güzellikleri yüreklerinize aksın ve artık hiçbir işe yaramayan ben, ben de gideyim. Bütün bunların en iyi ve en doğru olduğundan emin olun. Haydi siz de anlayış­ lı olun, yapılacak bir şey yok. Ben bile her şey bitti diyor ve bu­ nu hissediyorum. Bir saat önce bayıldım ve geçen gece şu ya­ tağımın baş ucundaki testinin suyunu içtim. Kocan ne kadar iyi kalpli Cosette, onun yanında benimle olduğundan daha mutlu olacaksın.» Kapıda bir ses duyuldu, gelen hekimdi. İhtiyar gülerek selamladı: «Hoş geldiniz ve güle güle. Bakın, bunlar benim çocuklarım.» Delikanlı hekime yaklaştı, ona tek kelime etti: «Mösyö.» Fa­ kat bunu söyleyişinde, bir soru vardı. Hekim bu soruyu epey anlamlı bir bakışla yanıtladı. İhtiyar: «Hoşlanmadığımız bazı şeyler oluyor diye, Tanrı’ya haksızlık etmeyelim.» Bir sessizlik başladı. Bütün kalpler sıkıntılıydı. İhtiyar, Cosette’e döndü. Sanki sonsuza değin onu yanında götürmek ister gibi, ona uzun uzun baktı, içinde bulunduğu göl­ gelere rağmen, yine de Cosette’i izlerken hayranlık duyabiliyor­ du. Şu sevimli yüzün yansıması onun solgun yüzünü aydınlat­ mıştı. Hekim, hastanın nabzını saydı. Eşlere bakıp: «Ona sizin gelmeniz gerekirdi. Size ihtiyacı vardı.» Marius’ün kulağına eğildi ve soluk gibi bir sesle: «Çok geç!» diye fısıldadı. İhtiyar, Cosette’e bakmakla birlikte, katı bir yüz ifadesiyle he­ kimle Marius’e baktı. Daha sonra onun şu sözünü duydular: «Ölmek önemli değil, hayat korkunç!» 1433

Ansızın yerinden kalktı. Bu güçlenmeler, bazen can çekiş­ me işaretidir. Kararlı adımlarla duvara doğru yürüdü, kendisine yardım etmek isteyen hekimle, Marius'ü itti. Duvarda asılı du­ ran bakır haçı aldı ve yerine dönüp oturdu. Haçı masaya bırak­ mıştı: «İşte en büyük kurban!» dedi. «Epeyce çekti.» Daha sonra sanki mezarın arzusuna uyarcasına başı önüne düştü. Bağrı çöktü. Dizlerine bıraktığı elleri tırnaklarıyla pantolo­ nun kumaşını tırmaladı. Genç kız onu korumak ister gibi, omuzlarından tutmuş, hıçkı­ rıklarla ağlıyor, ona bir şeyler anlatmak istiyor, beceremiyordu. Gözyaşlarıyla köpüren o acı sıvılara karışan kopuk sözler duyul­ du: «Baba, ne olur bizi bırakmayın! Aman Tanrım! Sizi kaybet­ mek için mi tekrar bulduk?» Can çekişmenin de evreleri vardır. Gelir gider, mezara yakla­ şır, hayata geri döner. Ölmekte bile bir tür el yordamıyla yürü­ mek vardır. Bu yarı baygınlığın ardından, ihtiyar toparlandı. Gölgeleleri alnından silkelemek ister gibi, başını salladı ve iyice ayıldı. Co­ sette’in kolunun ucunu yakalayıp öptü. Delikanlı: «Toparlanıyor, ayıldı.» İhtiyar konuşmak istedi: «İkiniz de iyisiniz. Bakın nelere üzüldüğümü söyleyeyim. Evet, Mösyö Pontmercy, Cosette’in parasına ilişmemeniz beni epeyce üzdü. Bu para tamamen onun. Hem de alınteriyle kaza­ nılan, dürüst para. İşte bu nedenle, sizleri görüp anlatabileceğim için de ayrıca seviniyorum. Siyah kehribar İngiltere'den, beyaz kehribar Norveç’ten gelir. Bunları şu kâğıda yazdım. Sonra okur­ sunuz. Bileziklere gelince, lehimli sac halkaların yerine daha karmaşık sac halkalar yaptım. Hem daha iyi duruyor, hem daha ucuz. Bu yoldan epeyce para kazanılır, anladınız mı? Cosette'in 1434

serveti onundur, temiz para. Rahatlayın diye bunları söylüyo­ rum.» Kapıcı kadın yukarı çıkmış, aralı kapıdan başını uzatmıştı. Hekim onu aşağı savmak istedi, ama bu iyi kalpli kadın inmeden önce seslendi: «Bir rahip getireyim mi?» İhtiyar: «Sağ olun kadınım, benim rahibim var.» Parmağıyla tavanı gösterdi, sanki orada biri vardı. Herhalde Piskopos da bu can çekişmeye katılmıştı. Genç kız onu rahatlatmak için beline bir yastık koydu usulca. Jean Valjean: «Evet, Mösyö Pontmercy, rahat olun, o altı yüz bin frank Co­ sette’in çeyizi. Eğer bu parayı kullanmazsanız, hayatımı boşa harcamış olacağım! Şu camdan boncuklarda epey başarılı ol­ muştun. Hatta Berlin’in takılarıyla rekabete başlamıştık. Alman­ ların siyah boncuklarıyla yarışamaz kimse, fakat biz de epey ilerletmiştik bu işi. Bin iki yüz iyi kesilmiş boncuğu kapsayan on iki düzine sadece üç franka geliyordu.» Epeyce sevdiğimiz, bizim için değerli birinin öleceğini bildiği­ mizde, ona tutunmak ister gibi bakarız. Gençlerin ikisi de acıdan dilleri tutulmuş, ölüm karşısında bekleştiler. Cosette, Marius’ün elini tutuyordu. İhtiyar giderek tükeniyordu. O karanlık ufka yaklaşmıştı. So­ luğu bazen tıkanıyor, hırıltılar çıkıyordu. Kollarını oynatamıyor, ayakları kımıldamıyordu. Yorgunluğu çoğalırken, ruhun ihtişa­ mı beliriyordu. O bilinmez âlemin olanca aydınlığı gözlerindey­ di. Her an solan yüzünde üzüntülü ve tatlı bir gülümseme vardı. Artık onda can yoktu, fakat farklı bir şey vardı. Soluğu kısılıyor, bakışı güçleniyordu. Kanatlanan bir ölü gibiydi. Genç kıza, yaklaşması için işaret verdi. Daha sonra Marius’ü de çağırdı. Herhalde artık son anı gelmişti. Onlarla konuşmaya 1435

başladı. Sesi o kadar hafif çıkıyordu ki, onunla o gençler arasın­ da bir duvar var gibiydi: «Yaklaşın, ikiniz de. İkinizi de çok seviyorum. Böyle ölmek ne iyi. Sen de beni seviyorsun Cosette’ciğim, çocuğum! Şu yaşlı adamcağıza sürekli sevgin olduğuna eminim. Belime şu yastığı koyman çok iyi oldu. Ne iyisin. Arkamdan biraz ağlarsın değil mi? Fakat fazla ağlama, istemem. Senin bir sıkıntın olma­ sına gelemem. Çok iyi vakit geçirmenizi, bahtiyar olup, eğlen­ menizi isterim. Söylemeyi unutmuştum. Şu tokasız küpeler epeyce kârlıydı. On iki düzinesi on franka geliyor ve altmış fran­ ga satılıyor. Çok iyi bir işti yani. Evet, Mösyö Pontmercy, bunla­ rı size özellikle şu altı yüz bin franka dair kuşkularınızı gider­ mek için anlatıyorum. Bu tertemiz bir para. Rahat rahat zengin­ liğinizin tadını çıkarabilirsiniz. Bir araba alın, tiyatrolarda bir lo­ ca. Sevgili Cosette kendisine şık giysiler yaptır, balo tuvaletleri al, sonra dostlarınıza akşam yemekleri, şölenler verin, mutlu olun. «Demin Cosette’e yazmaya başlamıştım. Cosette yazdıkla­ rımı oku. Şu gümüş şamdanları da Cosette’e bırakıyorum. Gü­ müş, fakat benim için altın, elmastan bile kıymetli. Üzerlerine takılan mumları değiştirip, kutsal mumlara dönüştürürler; kilise mumlarına. Bunları bana veren kutsal adam, acaba benden memnun kaldı mı? Yukarıda, cennette beni bekliyor mu? Elim­ den geleni yaptım. Yavrularım benim fakir bir adam olduğumu hiç unutmayın. Beni öylesine bir yere gömün. Sadece bir taş koyarsınız yeter. Bu benim arzum. Taşın üzerinde isim de yaz­ mayın. Cosette, kimileyin beni ziyarete gelirsen çok sevinirim. Siz de Mösyö Pontmercy. Şunu da söylemek isterim ki, sizi her zaman fazla sevmedim, bu nedenle affınızı dilerim. Fakat artık siz ve Cosette benim için bütün sayılırsınız. Size epeyce min­ nettarım. Cosette’i mutlu ettiğinizi biliyorum ve bu da beni se­ vindiriyor. Ah Mösyö Pontmercy, bilseniz onun o pembe yanak­ ları benim için ne hoştu. Onu solgun görecek olsam üzülürdüm. 1436

Şu çekmecede, kendime ayırdığım beş yüz franklık bir para var, ona el sürmedim, onu yoksullara verir misiniz? Cosette, bak senin şu siyah giysin yatağın üstünde, tanıdın mı? On yıl geçti. Zaman ne çabuk geçiyor. Beraber epeyce mutlu olduk. Ama artık tamam. Evlatlarım artık ağlamayın. Fazla uzaklara gidecek değilim, olduğum yerden sizi hep izleyeceğim. Gecele­ yin göklere baktığınızda benim gülümsediğimi görürsünüz. Co­ sette, Monfermeil’i unutma. Karanlık ormandaydın. Ne çok korkmuştun. Yaprak gibi titriyordun. Kovanın sapını tuttuğum­ da, senin o ufacık elini de tutmuştum. O minik elin ne de soğuk­ tu. O günlerde ellerin kıpkırmızıydı. Fakat artık bembeyaz, kü­ çük madam... Hele o büyücek bebek, hatırladın mı? Onu ‘Cat­ herine’ diye çağırırdın. Onu da yanında manastıra götürmedi­ ğin için, sızlanıp durdun. Ah tatlı meleğim benim, beni ne çok güldürürdün. Yağmur yağdığında saman parçalarını küçük de­ relere atar, yüzmelerini izlemeye başlardın. Hiç unutmam, bir gün, sana küçük bir raket almıştım, rengârenk tüylerden yapıl­ mış topları vardı, onunla oynardın. Unuttun değil mi? Ah küçük­ ken, sen çok şakacı, çok tatlı bir kızdın! Sürekli oynardın, ku­ laklarına kirazlardan küpeler takardın, bütün bunlar artık mazi­ de kaldı. Evet insanın çocuğuyla geçtiği ormanlar, altında gezi­ len ağaçlar, gizlenilen manastırlar, oyunlar, çocukluğun o gam­ sız kahkahaları, artık bütün bunlar maziye karıştı. Fakat ben bütün bunları kendime ait bellemiştim. İşte bu da benim yanlı­ şım, ne ahmaklık değil mi? Şu hancılar sana çok kötü davran­ dılar, fakat onları da affet. Cosette, işte sana annenin ismini söyleme vakti geldi. Onun ismi Fantine'di. Bu ismi her söyledi­ ğinde diz çök. Asla unutma, Fantine. Onu dualarında an. Bütün ömrü bitimsiz bir çileydi. Bazılarının yazgısı böyledir. Tanrı işini bilir, senin mutluluğuna karşılık annen yıkım ve acıdan başka bir şey görmedi. Evet ama, Tanrı yukarıda görüyor ve o koca­ man yıldızlarının arasında ne yaptığını yeterince biliyor. Evet işte ben de, artık gidiyorum yavrularım. Birbirinizi her zaman 1437

sevin. Hayatta aşk kadar güzel şey yoktur. Bazen, bir şuracık­ ta ölen ihtiyarcığı da düşünün. Cosette, şu son günlerde seni sık sık görmediysem, benim kabahatim değildi. Yüreğim parça­ lanıyordu, senin sokağının köşesine değin gidip, bekliyordum. Görenler deli sandılar. Öyle de gibiydim. Bir seferinde şapkasız çıkmıştım, hâlâ aklımda. Yavrularım, artık sizi iyi göremiyorum, başka sözlerim de vardı, unuttum. Beni biraz olsun düşünün. Sizler ilahi varlıklarsınız. Ne olduğunu anlayamadım, fakat bir ışık görüyorum. Birazcık yaklaşın, bahtiyar ölüyorum. Şu güzel başlarınızı bana uzatın, ellerimle onlara dokunayım...» Gençler kedere boğulup, onun önünde diz çöktüler. İhtiyar ikisinin de birer elini tutmuştu. Bu kutsal eller hareketsizdi ar­ tık. Başı geriye düşmüştü, mumların ışığı onu aydınlatıyordu. Bembeyaz yüzü göklere çıkmıştı. Cosette’le Marius onun elleri­ ni öpücüklere boğdular; son soluğunu vermişti. Karanlık, yıldızsız bir geceydi. Orada kanat çırpan bir melek o yüce ruhun yanı başındaydı.

6 OTLAR GİZLER, YAĞMUR TEMİZLER Pere-Lachaise Mezarlığında, fakirlerin kabirlerine yakın bir yerde, kabirler şehrinin varsıllar mahallesinin ötesinde, ölümün yüzüne bakılmaz modasını sonsuza seren o mezarlardan ötede, tenha bir köşede, yıkık bir duvarın altında, ayrıkotlarıyla yosun­ lar arasında, kahkahaçiçekleriyle dolu bir selvinin altında bir taş vardır. Suyun yeşile boyadığı ve havanın kararttığı bu taş da di­ ğer taşlar gibi yıllardan, nemden, yosundan, kuş pisliklerinden ötede kalmamıştır. Oraya giden bir yol olmadığı için, kimse ora­ ya değin gitmek istemez. Çünkü orada, otlar epeyce yüksektir ve insanın ayakları suya batar. Güneş birazcık yüzünü gösterdi­ ğinde, kertenkeleler üşüşür oraya. Taşın çevresinde yabani yu­ 1438

laf hışırtıları olur, ilkyazda, ağaç dallarında çalıbülbülleri cıvılda­ şır. Kabirtaşı süssüzdür, yontarken, onun sadece bir kabirtaşı olacağını düşünmüşler ve bu taşı sadece bir adamın üstünü ör­ tecek ölçüde tutmuşlar. İsimsiz bir kabirdir. Fakat yıllar önce bilinmeyen bir el, oraya kurşunkalemle di­ zeler yazmıştı. Yağmur ve tozdan okunmazlaşan bu dizeler bu­ gün belki de tamamen silinmiştir: UYUYOR, KADERİ ONA NELER YAPTI, YAŞADI, MELEĞİ TERK EDİNCE, GÖÇTÜ. GÜNÜN GECE OLMASI GİBİ, BU İŞ ÖYLECE OLUVERDİ.

SON

1439

Cilt 1 word-epub http://www.mediafire.com/?3756dye7hdjyimm pdfler (resim-metin) http://www.mediafire.com/?0or3lq7s4uzlntn Cilt 2 word-epub http://www.mediafire.com/?5aehqdxbm6be0ex pdfler( resim-metin) http://www.mediafire.com/?q7snekz8umkl47l

Cilt 3 word-epub http://www.mediafire.com/?9vbn2po6sya1mig pdfler( resim-metin) http://www.mediafire.com/?iye101yseet6eo0

Cilt 4 word-epub http://www.mediafire.com/?pz8gg8c3fei8ff5 pdfler( resim-metin) http://www.mediafire.com/?1yotscl59ar85bs İyi okumalar. secretdream

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF