Sanarist Ultimate - 3.0 ("Uncut")

January 27, 2017 | Author: gezgingezdi | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Senaryo yazımı hakkında çeşitli bilgiler, senaryo ve film eleştirileri, hayat hakkı...

Description

SANARIST ULTIMATE v. 3.0 (UNCUT)

gezgin gezer

2004 - 2014

1

Yazarın Notu

Bu kitaptaki yazılar Ağustos 2004 – Nisan 2015 tarihleri arasında http://sanarist.blogspot.com adresinde, gezgin gezer tarafından yayınlanmıştır. Yazıların bazıları orijinal, bazıları alıntı, bazıları da ikisinin karışımıdır. Bu kitap ücretsiz dağıtılmak üzere hazırlanmıştır, internet üzerinden ya da başka yöntemlerle paylaşılmasında hiçbir sakınca yoktur. Kitabın tamamını ya da bir bölümünü satmak, kaynak göstermeden kullanmak, ya da üzerinde değişiklik yapmak kesinlikle yasaktır. Bu kitapta yazılanlar sadece tavsiye niteliğindedir. Yazar, yazılanların uygulanmasından kaynaklanabilecek sorunlardan mesul tutulamaz, ama elde edilecek başarılarda kendini küçük de olsa bir pay sahibi addedecektir :). Kitaptaki yazılar, en yeniden en eskiye doğru sıralandığı için, yazıları ilk kez okuyanların sondan başa doğru ilerlemesi tavsiye olunur. Kitabın en sonunda yer alan “İçindekiler” bölümüne bakarak, istediğiniz yazıyı kolayca bulabilirsiniz.

g.g.

[email protected]

2

3

SANARİST 17 Nisan 2015 Cuma CHINESE DEMOCRACY - II Ünlü GNR albümüdür. Hazırlanması on yılı aşmış, müzik tarihine en çok ve en uzun beklenen albüm olarak geçmiştir. SANARIST "UNCUT" da öyle oldu biraz. İstediğim tarihten çok daha geç, ama istediğime bayağı yakın bir şekilde hazırladım. Eksiği yok mu? Var: 1) Konuların karışık olması: Bu durum eserin sıkıcı olmasını engellemekle beraber birşeyler aradığınızda bulmanızı zorlaştırıyor. Bir ara "index"li bir versiyonunu hazırlayıp piyasaya 3.01 olarak sunmalıyım. 2) Araya giren acayip siyasi yazılar. Toplumsal hayatımız kayarken onlara tepki vermemek olmazdı ama şimdi kayık kayık yaşamaya öyle alıştık ki bazıları o yazıları okurken "ne gerek vardı?!" diyecek. Desinler. Değeri beş senede değil, yirmi beş sene sonra ortaya çıkacak o yazıların. 3) Bir kere internete sunduktan sonra bir daha geri alma ihtimalinin ortadan kalkması. Daha sonra tabii ki ufak eklemeler yapılabilir ama bir kere alınıp basıldıktan sonra geri dönüşü zor. 4) Allah bilir gözümden kaçan tonla yazım hatası vardır. Bütün bunları daha sonra fark etmek beni mahvedecek. Ne yapalım. 5) Okuyun okutun. Anlamaya çalışın. Anlatılanlar ışığında yazdıklarınızı ve izlediklerinizi tartışın. Başka türlü işe yaramaz bu bilgiler. Hakkınızı da helal edin. Şu ölümlü dünyada bazılarınızın kalbini kırmış olabilirim. Emin olun hiçbirini ben başlatmamışımdır. Yine de haddimi aştığım yerler olduysa, affoluna! Pools of Light Yeni nesil yazarların (Holivut'tan bahsediyorum) anlamadığı şeylerin başında, insan ruhunun evrensel özellikleri geliyor. Yani arketipleri bilmiyorlar, mitleri bilmiyorlar, kolektif bilinçaltını bilmiyorlar. Sadece birkaç ilginç dramatik durum yaratıp onun üzerine hızlı hikayeler kurmayı yazarlık zannediyorlar. Sonra da merak ediyorlar: neden benim filmim de tekrar tekrar izlenen filmler arasına girmiyor? Neden kolektif kültürün bir parçası haline gelmiyor? Neden ben de defalarca alıntılanmıyorum? Bir George Lucas'ın Star Wars'ta, James Cameron'un Terminator 2'de, Spielberg'in Jaws'ta yaptığını yeni nesilden yapan kimse çıkmadı. Ne J. J. Abrams, ne Mc G, ne de başka bir zıpır yönetmen. Çoğu reklamdan, TV'den ya da kliplerden gelen bu gençler (artık orta yaş'talar), insan ruhunun ebedi ve ezeli arzularını, korkularını, hayallerini işlemek yerine, anlık heyecanların ve duyguların peşine düştüler. Bu yüzden de kalıcı olmadı yaptıkları. Bunların en başında gelen isim J.J. Abrams'tır. Kendisi önce "Görevimiz Tehlike 3" ile bu "franchise"ı mahvetmiş, sonra "Uzay Yolu"nu uzatılmış bir TV dizisi bölümüne çevirmiştir. Sıra "Star Wars" filmine geldi. Onu mahvedecek. Göreceksiniz. "A New Hope"un yanına bile yaklaşamayacak! Çünkü kendisi "sığ" bir insan. Ne yeni bir Spielberg, ne de yeni bir George Lucas. Sadece iyi TV dizileri başlatan, ama sonunu getiremeyen biri. * Arada bazı yerli filmler izlemeye devam ediyorum. İnatla! Ama açık söyleyeyim, her sene dramatik yazarlık bölümüne giren ve bu bölümlerden çıkan yetenekler nereye gidiyor merak ediyorum artık! Yani mezuniyet aşamasında toplu olarak fikir değiştirip pastacılık işine mi giriyorsunuz kardeşim? Ya da okul müfredatlarınız bu kadar mı kötü? Aslına bakarsanız arada bir sınavlarınıza bakıyorum, sorulan sorular manalı şeyler ama, bu soruları yanıtlamakla yazar olunmaz ki? Onlar kuramsal şeyler. Asıl önemli olan sizin kendi hikayeleriniz, kendi ruhunuzdan fışkıran hikayeler, ve bu hikayelere eli yüzü düzgün bir dramatik yapı verebilmeniz. Neredesiniz ey gençler?! * TV izlemek eskiden de bir eziyetti ama şimdi başka bir tür eziyete dönüştü. Yerli yabancı bütün dizilerdeki muazzam karamsarlık, her türlü ruhsal ışıltıyı karatacak nitelikte. İyi şeylere kimse inanmıyor artık, 4

gençler şaka olsun diye değil, gerçekten "hiçbir iyilik cezasız kalmaz" diye düşünüyor. Topluma rol model olacak kimse, hiçbir kahraman yok. Varsa yoksa kendi bencil çıkarımız ve bizi bu sonuca götürecek her türlü yol. Muazzam bir "hak etme" ("entitlement") duygusu! Dünyanın gittikçe daha loşlaştığını görmek içimi burkmuyor değil. Ama hala ışık göletleri var. Gönderen gezgin zaman: 05:34 Hiç yorum yok: 16 Nisan 2015 Perşembe SANARİST 11 YAŞINDA! Sanırım bu kadar bilgi yeter. David Freeman yazısını da ancak tamamlayabildim. * İlk yazının üzerinden 10.5 sene geçmiş arkadaşlar. Mevcut iktidar henüz 1.5 yaşındaydı ve Avrupa Birliğine gireceğiz hayalleriyle milleti uyutmaktaydı. Ergenekon'a, Balyoz'a, 4-5 yıl, 17-25 Aralık'a ise yaklaşık 10 yıl vardı. Bu arada geçirilen onlarca, hatta yüzlerce yasa ile insanların hayatları çalındı, onlar bunun farkına bile varmadan. Hatta öyle ki bizzat hayatları(ndan) çalınanlar, hırsızları canla başla savunur hale geldi?! 2012'de 16 bin olan milyoner sayımız 2015'in başında 77 bin'e çıkmıştı ve sadece bu bile ülkede olan biteni açıklamaya yetiyordu. Açıklanamayan şey ise, bütün bu çalma, çırpma, adam kayırma, malı götürme faaliyetlerinin, milletimizin çoğunluğunun vicdanında neden bir yansıma bulmadığıydı? Yoksa, onlar da mı bu faaliyetlere razıydı? Ya da düpedüz kandırılmışlar mıydı? Şu son bir düzine yıl bize hiç yoksa şunu öğretti: medya'yı susturursan ve/veya ele geçirirsen, diğer kurumları da (üniversiteler, STK'lar, sendikalar, vb.) iğdiş edersen, bir süre sonra istediğin herşeyi yapabilirsin ve kimsenin gıkı çıkmaz. Gıkı çıkanları ise bizzat soyulanlar susturur! Dünyanın en acayip deneyini yaşadık bu son bir düzine senede. Başka bir ülkede böyle bir durum görmedim ben. Ne Avrupa, ne Amerika, ne G. Amerika... Bu kadar çok insanın bu kadar uzun süre kandırıldığı ve bu esnada da çılgınlar gibi soyulduğu / yolsuzluk yapıldığı bir ülke. Dünya tarihine geçtiğimiz için "gurur" duymalıyız. * Peki bütün bunlar olurken SANARİST nerede duruyor? Yani ne anlama geliyor? Şahıs olarak benim mavi gözlü sarışın yakışıklı adama derin bir hayranlık beslediğimi biliyorsunuzdur. Eğer bu sizi rahatsız ediyorsa, bundan son derece memnuniyet duyarım. Evet, sinema hakkında bu ülkede yapılmış ya da yapılabilecek en büyük kıyağı yapan adam (tevazuda sınır tanımam!), aynı zamanda bir Kemalist! (Şimdi kazandığı anlamda değil, kelimenin ilk çıktığı zamanki anlamda). Neden en büyük kıyak? Ülke sinemasının en büyük sorunu, bu son bir düzine yılda hala SENARYO olmaya devam ediyor. Ve birilerinin yazdığı ve/veya yayınladığı kıçı kırık kitaplara ve verdiği uyduruk senaryo kurslarına / seminerlerine rağmen durum hala bu. Ve SANARİST bu boşluğu dolduruyor. Hiçbirinin yapamadığı bir şekilde. En güncel kuramsal bilgileri, en yeni filmlere, en sağlam açıklamalarla uygulayarak. Ha, bir işe yarıyor mu? Sanmıyorum! :) (Yani görünürde işe yarıyor gibi durmuyor). Çünkü mevcut ekonomik düzen (sinema ve TV ekonomisi) buna izin vermez. Şu TV'ye yazan arkadaşlara inanın acıyorum. Sen git bir Şekspir, Tenessee Williams olacağım diye o kadar dramatik yazarlık oku, sonra gel, rating raporlarına göre dramatik yapıyı kuşa (hatta baş aşağı) çevir! Sonra da bunu "ekmek parası" ile açıkla! Eh, o ruhunuzdaki yetenek, neden kendisinin kullanılmadığının hesabını size "bunalım" şeklinde sorduğunda, tabii ki alkole başvuracaksınız, naneli şekere değil! (Bağımsız sinemamız da bir gelişemedi gitti kardeşim. Ekipmanlar o kadar ucuzladı, programlar o kadar ilerledi. Hala üç beş kişi bir araya gelip uzun metraj film çekmekten korkuyoruz. Öğrenilmiş çaresizliğimiz buraya da sirayet etmiş anlaşılan.) SANARİST aynı zamanda, herşeyin "ruhanileşme adı altında maddileştiği" bir dönemde, tamamen karşılıksız olmak suretiyle, bir sembol işlevi de gördü sanırım. Yani "herşey parayla değil". Oralarda bir yerlerde "her adımını parayla atmayan" insanlar da var?! Kim olduğu önemli değil. Ama var. (Klişeye 5

yaklaştığımın farkındayım, ama durumumuz bu gençler. İnsanların tek kuruş almadan günahını bile vermediği bir dünyada yaşadığımızı görünce, ne demek istediğimi anlayacaksınız). * Ama ufak bir bit yeniği de var burada. Bu bilgileri alıp da: 1) Sadece bencil çıkarlarınız için kullanamazsınız. Bir yerden sonra siz de paylaşmalısınız. 2) Bu bilgileri dini sömürü yapan ya da bölücülüğü kışkırtan eserler üretmekte kullanamazsınız. Çarparım! 3) Terbiyesizlik etmezsiniz her halde, buradaki bilgileri kullandığınız eserlerde, dipnot olarak kaynağa atıfta bulunun bir zahmet! * Senaryo yazımı konusunda, bu sanat formunun merkezi olan Batı'nın bayağı gerisinde olduğumuz aşikar. Adamlar hemen her gün yeni bir kuram, yeni bir bakış açısı ile ortaya çıkıyorlar. Biz ise var olanları dahi anlamaktan henüz uzağız. Ama SANARİST, bu açığı kapatmak için iyi bir başlangıç yeri sanırım. Bu yüzden faydalanın, faydalatın, insanlara tavsiye edin. Çıktısını alın, çoğaltın, paylaşın. Bu dipsiz gibi görünen kuyudan çıkmanın tek yolu bu çünkü! Biz Daha Kötüsünü Hak Ediyoruz! Şöyle bir kabine hayal ediyorum: Mehmet Metiner başbakan, Jet Fadıl Maliye Bakanı, Adnan Hoca Diyanetten sorumlu devlet bakanı, Kadir Mısıroğlu Savunma Bakanı, Ahmet Maranki Sağlık Bakanı, Cübbeli Ahmet Milli Eğitim Bakanı, Nureddin Yıldız (6 yaşında çocukla evlenilir diyen zat) aileden sorumlu bakan, Hakan Şükür de Gençlik ve Spor Bakanı olsun... Komik mi? Hiç de değil. Mevcut halimizden bir tık daha kötü olur herşey, o kadar. Ve o tarafa doğru da gidiyoruz. Şu iki fotoğrafa bakınız. Elli yıl sonra bakanlar, detayları bilmeyecekleri için bir anlam veremeyecektir, ama biz verebiliyoruz. Milli irade böyle kullanılır işte! Bir de şu muhalefet mebusuna bakın: İktidarı da muhalefeti de acayip bir memleketiz. Daha kötüsünü düşünemiyorum demeyin, genel seçimleri bekleyin. Gönderen gezgin zaman: 00:41 5 yorum: 16 Ocak 2015 Cuma BIRDMAN Dikkat: Aşağıda "Birdman" ("Atmaca") hakkında kısa bilgi var. Bildiğiniz, çok iyi bir film. Hani böyle filmler on yılda bir filan gelir zira yapılması çok zordur. Onlardan. "Gravity"yi düşünün. Onun tiyatroda geçeni. Aklıma nedense önce "Meeting Venus" geldi. Sonra da "Moulin Rouge" ve "All that Jazz". Film hakkında hiçbirşey okumamıştım. Bir tek Keaton'ın oynadığını biliyordum. Bir de basındaki bir fotoğrafı: Keaton önde, Kuş Adam arkada. O kadar. Filmi izlemeye başladıkça sürprizler arka arkaya gelmeye başladı: Plan sekans, tiyatro, Naomi Watts, Edward Norton, Emma Stone! Ve diğerleri. En ilginç şeylerden biri de, arada azıcık üzerinde durulup da vurgulanmayan detaylar. Edward Norton'un canlandırdığı manyak oyuncu, telekinezi, kişilik bölünmesi, eleştirmenlerin eleştirilmesi... Hepsi çok iyi... Ve meraklıları için bir ders: Plan sekans böyle yapılır. Gönderen gezgin zaman: 02:00 4 yorum: 10 Ocak 2015 Cumartesi

6

David S. Freeman - Hikaye Yazma Teknikleri Aşağıda David S. Freeman'dan hikaye yazma teknikleri konulu bir yazı var. Ve daha yazının çok az bir bölümünü ekleyebildim. Vaktim oldukta kalanını da koyacağım. Çok beğeneceğinizi tahmin ediyorum. Holywood filmlerinde görüp de beğendiğiniz ama nasıl yapıldığını anlamadığınız birçok şeyi öğrenmenizi sağlayacak. * Senaryo yazımı ve hikâye tekniklerini yaratıp damıtırken, herşeyin şu iki eksenden birinde bir noktaya denk geldiğini gördüm. Yukarıdaki yatay ok, birşeyleri (olayları, karakterleri, diyaloğu, vb.) İLGİNÇ (yani orijinal, benzersiz, hayal gücü yüksek) yapmakla ilgili teknikleri temsil ediyor. Dikey ok ise birşeyleri (olaylar, karakterler, vb.) derin yapmakta kullanılan teknikleri gösteriyor. Onlara duygusal derinlik hissi veren, ya da onları duygusal açıdan katmanlı, önemli, ruh dolu, duygusal açıdan karmaşık, psikolojik açıdan karmaşık, vb. yapan teknikleri anlatıyor. Bu iki kategori (yani birşeyleri ilginç ve derin yapmak), yazma eyleminin beş alanı için de geçerlidir: 1) Diyalog 2) Karakterler 3) Karakterler arasındaki ilişkiler 4) Sahneler 5) Olay örgüleri ("plot") * DERİN (DUYGULU) DEMEK İLLE DE İLGİNÇ DEMEK DEĞİLDİR Duygusal acı, diyaloglara derinlik katmanın yollarından yalnızca biridir. (Örnek: 2. Dünya savaşı sırasında Almanların terk ettiği bir kasabaya giren bir Amerikan askeri, kasabanın yerlisi bir kadına kiliseyi sorar. Kadın, bir moloz yığınını işaret eder. KADIN (Kötü örnek): Burası eskiden bir kiliseydi. 2 yaşında bir oğlum vardı, Michael. Orada vaftiz edilmişti. Almanlar onu öldürdüler. Şimdi ben de çok üzgünüm. KADIN (İyi örnek): (Askere bakmaz bile) Oğlum Michael, o kilisede vaftiz edilmişti. * Başroldeki kahramanı umursamak (onun için endişelenmek) neden önemlidir? Çünkü bu hikayeyi daha ilginç kılar. (Birçok yabancı ve yerli filmin yapmadığı ve bu nedenle de gişede başarısız olduğu şeydir bu: Özdeşleşme yöntemlerini kullandırarak baş kahraman için seyircide sempati uyandırmak - gg). * KARAKTERİ İLGİNÇ YAPMA TEKNİKLERİ Karakter Elmas'ı Önemli hikaye karakterleri için bir karakter elmas'ı yaratmak gerekir. Bu elmasın dört (bazen üç, bazen beş) köşesi olduğu gibi, bu karakterlerin de dört farklı (belirgin) özelliği olur.

7

Örneğin, hikayenizin kahramanı bir Yunan Savaşçısı olsun. Özellikleri de şunlar olsun: 1) Sinsi (muzip, kurnaz, yaramaz): Bir tüccarın arabasından yiyecek çalar. 2) Kahraman (yiğit): Adil bir dava için her zaman kavgaya girer, tüm olanaksızlıklara karşın. 3) Dalgın (unutkan): Eşyalarını vb. nereye koyduğunu unutur. 4) Estetik duygusu yüksek: Güzel bir manzarayı ya da bir gün doğumunu durup seyreder. Önemli karakterlerin bu niteliklerine ben "ana özellik" ("trait") diyorum. Ana özellik, karakterin kişiliğinin önemli bir yönüdür, ve onun dünyayı nasıl GÖRDÜĞÜNÜ, nasıl DÜŞÜNDÜĞÜNÜ, nasıl KONUŞTUĞUNU ve HAREKET ETTİĞİNİ belirler. Karakterin bütün eylem ve konuşmaları o karakterin ELMAS'ı tarafından belirlenir. (Sadece belirli bir duruma özgü olan duygular bunun istisnasıdır). Eğer karakterin, örneğin, sürekli ayağı takılıyorsa, bu bir "ana özellik" değildir. Bu niteliği onun dünyanı nasıl gördüğünü, nasıl düşündüğünü ve karakterin nasıl konuştuğunu belirlemez. Ama örneğin "gözü karalık" bir ana özellik olabilir. Karakter elması, bir mimari çizim gibidir. Nasıl binayı yaparken bu mimari plana sadık kalırsanız, hikayenizin bir ana karakterini yaratırken, onun eylem ve konuşmalarını belirlerken de karakter elmasındaki ana niteliklere sadık kalmalısınız. * Diyelim ki kahramanınızın karakter elması şöyle birşey olsun: 1) Kahraman (yiğit), 2) Sadık, 3) Dürüst, 4) Ahlaklı BU bir karakter elması mı? Evet. Ama bu karakterle ilgili olarak söylenebilecek ilk şey SIKICI olduğu olurdu herhalde. KLİŞE KARAKTER, sinema, TV ve romanlarda sık sık gördüğümüz ana özelliklerin bir kombinasyonuna sahip kişidir. Hatta klişe karakterler 3, 4 veya 5 esas niteliğe değil, sadece bir ya da iki niteliğe sahiptir. Örneğin, "kurnaz ve kötü niyetli" olan bir kötü adam. Star Wars'taki Han Solo'nun çakması olan bir uzay pilotu düşünelim. Onun karakter elması şöyle birşey olurdu herhalde: 1) Macera dolu ve heyecan verici 2) Cesur 3) Alaycı 4) Biraz kibirli ("Galaksi'nin Koruyucuları"nın başrolündeki Star Lord, çok bariz bir Han Solo çakmasıdır. - gg) Bir ana karakterin elmasında ille de dört özellik olmak zorunda değildir. Üç ya da ana özellik de olabilir. (Bu aşamada durup biraz alıştırma yapalım. TV ve sinemadan sevdiğiniz karakterlerin karakter elmasını çıkartmaya çalışın. Örneğin Dr. House, vb. - gg). Bir ana özellik, bir EYLEM ya da DİYALOG ya da her ikisi şeklinde kendini belli eder. Beş kenarlı bir karakter elması örneği: Kahramanın adı: LUTHER 1) Kendini beğenmiş, ukala, alaycı 2) Son derece atletik biri, çok iyi bir kılıç ustası, onu eylem halinde görmekten zevk alıyoruz, 8

3) Derinlerde bir yerde hüzünlü bir tarafı var, bunun nedeni suçluluk duygusu olabilir 4) İnsanlara karşı son derece anlayışlı / kavrayış gücü yüksek, onlarla kolay empati kuruyor 5) Sinsi ve kaçamak iş yapmaya eğilimli * Ana karakterlere "ana özellikler" verirken yapmaya çalıştığımız şey, karakterin çok yönlü (geniş kapsamlı) olmasını sağlamak, bir şekilde özellikleri DENGELEMEK DEĞİL. Örneğin bir karaktere güçlü bir ana özellik (örneğin Liderlik) verip, sonra bunu yumuşak bir ana özellikle (örn. Hayata ruhani bir bakış açısına sahip olmak) dengelemeye çalışmıyoruz. Hoşa giden (ya da erdemli) özellikleri hoşa gitmeyen özelliklerle (kötülük) dengelemeye çalışmayın. Burada önemli olan ana karakterin İLGİNÇ olmasıdır. Bu da en az ÜÇ ANA ÖZELLİĞİN renkli bir grup oluşturmasıdır. Karakterlere verilen bu ana özellikleri ekranda / perdede eylem veya diyalog olarak görmeliyiz. Kullanılmayan ana özellikler (tasarım aşamasında karakter elmasına dâhil edilmiş olsalar bile) yok hükmündedirler. Burada iki istisna vardır. Birincisi durumsal duygulardır. Yani karakterin elmasında "SİNİRLİ" diye bir özellik olmayabilir ama hikayenin gidişatında durum gerektiriyorsa karakter sinirlenebilir. İkincisi ise karakter duygusal olarak büyür ve değişiklik geçirirse, ana özelliklerinden biri değişebilir ("Karakter Yayı"). * Karakter elması nasıl yaratılır? Önce karakterinizin sahip olmasını istediğiniz bütün özellikleri yazın. Örneğin eğlenceyi seven, onurlu, şiddet düşkünü, komik, kaba , savaşçı, huzurlu, doğayı seven, tutkulu, lider özellikli, ittifaktan nefret eden, otorite karşıtı, cesur, vahşi, umarsız, küfürbaz, saygılı, kontrollü, pragmatik, dürüst, Şamanik, iç güdüselhayatı seven, soğuk, özgürlük, doğa, tutkulu. Geçici olan bütün kelimeleri listeden atın. karakterinizin zamanla aşacağı bütün nitelikleri çıkartın. Daha sonra benzer kelimeleri bir araya getirin. 1) eğlenceyi seven, komik, umarsız, şakacı, hayatı seven, doğa, tutkulu 2) onurlu, huzurlu, doğaya yönelik, Şamanik, spiritüel, saygılı. 3) kontrollü, pragmatik, dürüst, soğuk 4) kaba, öfkeli, şiddete eğilimli, savaşçı, ittifaktan nefret eden, otorite karşıtı, cesur, vahşi, küfürbaz, içgüdüsel. * Daha sonra, bu gruplardan her biri için, o grubu olabildiğince kapsamlı bir şekilde temsil eden TEK BİR NİTELİK belirlemeye çalışın. Örneğin: 1) eğlenceyi seven, komik, umarsız, şakacı, hayatı seven, doğa, tutkulu : UMARSIZ 2) onurlu, huzurlu, doğaya yönelik, Şamanik, spiritüel, saygılı. : SPİRİTÜEL 3) kontrollü, pragmatik, dürüst, soğuk: PRAGMATİK 4) kaba, öfkeli, şiddete eğilimli, savaşçı, ittifaktan nefret eden, otorite karşıtı, cesur, vahşi, küfürbaz, içgüdüsel: ŞİDDETE EĞİLİMLİ

9

Bu konuyla ilgili olarak birisi şöyle bir eleştiri getirmişti: Neden bütün bu karakter özelliklerini duvara bir liste olarak asıp, sonra bir "dart" oku fırlatarak o karakteri oluşutrmuyoruz ki? (Yani: rastgele nitelikler seçerek bir karakter oluşturabilir miyiz?) Bu ana özelliklerin seçilmesi, işin püf noktasını (sanatın zuhur ettiği ânı) teşkil eder. Hangi özelliklerin seçileceği konusunda bir çok etken devreye girebilir, ama en neticede seçimi yapacak olan kişi, karakterin yaratacak olan yazardır. İşte bu nedenle beğendiğimiz başka yazarların eserlerini incelemek önemlidir: onların hangi seçimleri yaptığını görmek ve bu seçimlerin ardında yatan düşünceyi anlamaya çalışmak gerekir. Ben şahsen önemli bir karakterin ana özelliklerini yaratırken çok düşünürüm. Bazen binlerce özellikten oluşan listeler kullanırım. Zaman içinde derlediğim bu özellikler listesini, bende fikir uyandırmaları için kullanırım. Yaptığım seçimler üzerinde de uzun süre düşünürüm. "ANA ÖZELLİK Mİ, İLGİNÇ HUY MU?" Bir karakterde gördüğümüz her özellik ana özellik değildir. Örneğin bir karakterin sık sık ayağının takılıp düşmesi, bir "ilginç huy" ("quirk") olarak değerlendirilebilir. İlginç huylar, ana özellik kadar önemli olmamakla beraber, bir karakterin diğerlerinden ayırt edilmesini sağlayan niteliklerdir. Bu ilginç huylar da karakterleri İLGİNÇ yapmakta kullanılan bir yöntemdir. İKİNCİ DERECE KARAKTERLER Hikayenizin ikinci derecede önemli karakterlerine üç ya da dört ana özellik bulmanıza gerek yoktur. Bunlara iki hatta tek bir ana özellik vermeniz bile yeterli olabilir. * MASKELER Bazen bir karakterin bir ana özelliği, onun bir başka ana özelliğini gizleyen bir maskedir. Örneğin bir karakterde gördüğümüz kibir, onun güvensizliğini gizleyen bir ana özellik olabilir. Bu tür ana özelliklere MASKE denilir. Bazen bir karakter, kendisinin bir ya da daha fazla ana özelliği ile mücadele ediyor olabilir. Örneğin bir asker korkaktır ama cesur davranmaya çalışıyordur ("Er Ryan'ı Kurtarmak"taki Upham'ı hatırlayın - gg.) Hikayenizdeki kötü adamları, onları iten (harekete geçiren) korkuları veya duygusal yaraları göstererek insancıllaştırabilirsiniz. Yaptıkları kötü işlerin dışında,kendi iç dünyalarından küçük parçalar gösterebilirsiniz. Bize çok kötü (çirkin, iğrenç, menfur) gibi görünen motivasyonlarının onlara neden anlamlı geldiğine dair ipuçları sunabilirsiniz. Ama kötü adamı fazla insancıllaştırmayın, aksi takdirde seyirci onunla fazla özdeşleşir, ki bu birçok durumda istenmeyen birşeydir. ("Batman - Kara Şovalye" filmi bu konuda çok güzel bir örnek sunar: Joker. Senaristler, bize Joker'i biraz sevecek, biraz anlayacak kadar bilgi verirler. Ama o kadar. Adamın yaptığı kötülükleri hoşgördürecek kadar değil - gg.) * Bununla beraber, eğer kötü adamınız hikayenin bir aşamasında taraf değiştirecekse (ki bazen böyle durumlar gerçekleşebiliyor, özellikle de ortaya "daha kötü" bir kötü adam çıktığında, başlangıçtaki kötü adam ile kahraman bir araya gelebiliyorlar), bu ilk kötü adama biraz insancıllık katmak seyircinin onu daha kolay benimsenmesini sağlayabilir ("Ocean's Twelve" filminde böyle bir durum vardı. Birinci filmin kötü adamı olan Andy Garcia, ikinci filmde kahramanlarla birlikte hareket ediyordu. Eğer Andy Garcia'nın karakteri birinci filmde çok iğrenç ve tiksindirici biri olsaydı, seyirci ikinci filmde bunu kabul edemezdi. Oysa birinci filmin sonunda adama neredeyse acıyorduk: Elinden parası ve sevgilisi alınıyordu - gg.) Ana özellikler ve ilginç huylar birbirini tamamalayabilir de, birbiriyle çatışabilir de. Ama fazla çatışmamalarına dikkat edin, aksi takdirde karakterin odağı dağılabilir. Genelde ilginç huylar ana özelliklerden bağımsız olurlar. Karakterinize biraz daha detay katarlar, o kadar: Çok organize bir karakterin (ana özellik), aynı zamanda futboldan hoşlanması (ilginç huy) gibi. *

10

KARAKTER DERİNLEŞTİRME (DUYGUSAL AÇIDAN DERİNLİK KATMA) TEKNİKLERİ *DUYGUSAL ACI Acı, ister ifade edilmiş olsun , ister içeride tutulmuş olsun, bir karaktere derinlik katar. (Teknikleri üstüste yığma. Bu, çeşitli duygu yaratma tekniklerinin eş zamanlı olarak üst üste kullanılması (yığılması), ya da birbirlerine çok yakın zamanlarda kullanılması anlamına gelir. Burada amaç karmaşık duygusal etkiler yaratmaktır.) Çelişik duygulara sahip olma.Gollum, insani tarafı ile canavar taraflar arasında kalmıştır. Bir karakterin, olduğundan daha iyi bir insan olmak için çabalaması. Schindler bunu yapmaktadır. Hakkında hiçbir şey bilmediğin birini savunmak, veya bildiğin ve önemsediğin birine karşı çıkmak/saldırmak duygusal açıdan karmaşık bir durum durum yaratır. Zor seçimler, bir karakterin kendi iç dünyasına dalmasına neden olur. Duygusal mühendislik sanatlı bir biçimde yapıldığında,duygu teknikleri ve katmanları, tıpkı bir senfonideki enstrümanların ve melodilerin birbirlerinin içine geçmesi gibi üst üste yığılır. * PİŞMANLIK - BİR SIR SAKLAMA İkinci Dünya Savaşı hikayesinde, bir müfrezede ilginç bir karakter vardır. 1) Bu karakter duygusal olarak uzaktır. Öyle ki onun ne hissettiğinizi anlayamaktasınızdır. Üzerinde hep bir acı ve mutsuzluk havası vardır. 2) Aşırı cesurdur. Hatta intihara eğilimli gibidir. Her görevde ilk önce o gönüllü olmaktadır. 3) Hem taktik - strateji hem de savaşçılık açısından üstün bir askerdir. Mermiler sanki ona dokunmamaktadır. İçgüdüsel olarak düşmandan hep bir adım ötededir.4) Aşırı ölçüde iyilikseverdir. Her zaman diğer adamlara yardımcı olmaktadır.5) Ekip arkadaşlarının ölümü konusunda takıntılı derecede üzülmektedir. Adamlarından biri öldüğünde büyük duygusal tepki vermektedir. Bu karakterlerin bize çok mantıklı gelmediğini fark ederiz. Bu karakterin elması çok acayip görünmektedir. Neden bu kadar mesafeli, bu kadar cesur, arkadaşlarının ölümükonusunda bu kadar takıntılıdır? Çünkü bu adamın bir sırrı vardır. Kendisi eskiden bir müfreze komutanıdır. Ama bir dost ateşi kazasına neden olmuş ve bazı adamlarının ölmesine sebebiyet vermiştir. Bu nedenle rutbesi indirilmiştir. Ama kendisi bu cezanın yeterince sert olmadığına inanmakta, kendisinden nefret etmekte ve büyük bir suçluluk duymaktadır. Bu nedenle zor görevlere talip olmaktadır. * TAKDİR ETME VE BİLGELİK Bir arkadaşı takdir etme, doğayı takdir etme, bir grubu takdir etme (değerini bilme/anlama)... Bütün bunlar karaktere derinlik katar. Matrix filmindeki Kahin: 1) Sırlarla doludur 2) Mistiktir 3) Sakin bir şekilde güçlüdür 4) Neşeli ve eğlenceli bir şekilde anaçtır 5) Asil bir davaya kendini tamamen adamıştır. Diğer insanlar için sorumluluk almaktadır. Burada tekniklerin üst üste yığılması / istiflenmesi kullanılmaktadır. * ESTETİK Bir karakterin birşeye estetik düzeyde tepki verdiğini gördüğümüzde, biz de tepki veririz (Amerikan Güzeli'ndeki RİCKY) * GERÇEK BİR DUYGUNUN SAHTE BİR DUYGU İLE ÖRTÜLMESİ: MASKELER Bir karakterin derin korkusunun, utancının, duygusal yarasının veya probleminin örtülmesinde çok çeşitli maskeler kullanılabilir. Bununla birlikte bir karakter sadece birkaç dakika için bir maske takabilir. Bu geçici bir maskedir. (Örn. Takviye gelmediği halde "takviye geliyor" diyerek askerlerin moralini yükselten komutan): Bu o karaktere derinlik katar.

11

Eğer bu duygu, karakterin eylemlerini ve kararlarını etkilemekte kullanılırsa, daha iyidir. (Örn. sizin X karakteri için duyduğunuz bir duygu (öfke, acıma, pişmanlık, vb.) bir eyleme yol açıyorsa). * BAŞKA İNSANLARIN GÖRMEDİĞİ YERDE BİR BAŞKA KİŞİNİN İNSANLIĞINI FARK ETMEK Örneğin Frodo, Gollum'daki acıyı görür ve onu Sam'in öfkesinden korur. *** KARAKTERLER ARASI İLİŞKİLER KARAKTERLER ARASINDA KİMYA OLUŞTURMA TEKNİKLERİ * Karakterler aynı şekilde düşünmektedir. Burada karakterler, her ikisinin de hoşlandığı birşeyden bahsetmektedir. Bu konuşmaya biraz da tartışma / fikir ayrılığı katarsan daha "katmanlı" olur ("Tezgahtarlar" filmindeki gibi - gg.) * Karakterlerin ortak noktaları / ritüelleri vardır. "Ortak nokta" tekrar eden bir rutindir. Bu, özel bir el sıkışması gibi fiziksel de olabilir, sözel birşey de olabilir. Örneğin iki arkadaş hep kendi sorununun daha büyük olduğunu göstermeye çalışır. Ya da arkadaşlar hep karşı tarafın gizli duygularını açığa vurmaktadır. * Karakterlerin ortak deneyimleri / ortak tarihi vardır. * A karakteri B karakterinin yokluğunda, onun hakkında olumlu şeyler söyler. * A karakteri B karakterinin gizli duygularını okuyabilmektedir. * A karakteri B karakterinin ne düşündüğünü bilmektedir. * Kavga Sevginin zıddı nefret değildir, umarsızlıktır. İki kişi birbiriyle kavga ettiği sürece birbiriyle hala duygusal bir bağlantı içindedir. Bu nedenle romantik bir komedide kadın ve erkek uzun süre kavga ettikten sonra birbirlerine aşık olduklarında şaşırmayız. Aslında neredeyse bunu beklemekteyizdir. Kimya, iki insanın birbirleriyle kavga etmesinden ya da birbirlerinin arkadaşı olmasından daha karmaşık olabilir. Bu çatışmalı duygular, karakterlerin birbirlerine karşı farklı DUYGU KATMANLARINA sahip olmasından kaynaklanabilir. Ya da karakterlerden biri diğerine karşı gerçek bir sevgi hissetmesine karşın, bunu ona düşmanca davranarak gizler. *** KARAKTERLER ARASI İLİŞKİLER İLİŞKİ DERİNLEŞTİRME TEKNİKLERİ İki karakterin birbirlerine karşı DUYGU KATMANLARI (farklı katmanlarda duyguları) olabilir. ÖRNEK: Bir polis timinde, TECRÜBELİ bir polis ile ÇAYLAK polis arasında şu katmanlar olabilir (Örn. "Point Break"): Tecrübeli Polisten Çaylak Polise Doğru 1) Koruyucudur 2) Ona imrenmektedir 3) Onu kıskanmaktadır 4) Çaylak Polis Tecrübeli Polisin kendini hüzünlü ve nostaljik hissetmesine yol açmaktadır zira vaktiyle 12

kendisi de kibirli ve iyimsermiş. Tecrübeli polisin çaylağa karşı hissettiği duygu katmanlarından bir ya da ikisinin, diğerlerinden daha baskın olmasına karar verebilirsiniz. Ya da hepsinin aynı ağırlıkta olmasını seçebilirsiniz. Ben diyalog ile eylem arasından ayırım yapmıyorum. "Cesaret" gibi bir ana özellik, bir karakterin cesur davranışlarıyla da ortaya konulabilir, onun sözleriyle de ortaya konulabilir. Farklı katmanlar, hikayenin farklı aşamalarında / anlarında ortaya çıkabilir. Ya da çok sayıda katman eş zamanlı olarak ya da çok kısa aralıklarla ortaya çıkabilir. Tek bir cümle ile birden fazla duygu katmanı ifşa edilebilir. İki karakterin birbirine olan duygu katmanları ilişkili olmak zorunda değildir. Tecrübeli polisin çaylak polise karşı hissettiği duygu katmanları ile çaylağın tecrübeli polise karşı hissettiği duygu katmanları arasında ille de bir ilişki olması değildir. Bu iki duygu katmanı grubu çoğu zaman ayrı ve ilgizisdir. Burada bir istisna, her ikisinin de benzer ve tanınabilir bir örüntüye girmeleridir. Örneğin her ikisinin de belirli, yerleşik rolleri oynadığı "baba/oğul" tipi ilişkiye girmeleridir. Hatta bu ilişkiyi "eleştirel baba - asi evlat" ilişkisine dönüştürebilirsiniz. Karakterlerin benzer ilişkilere sahip olmaları sorun değildir. Ama burada iki tehlike var: 1) Deneyimli poli (baba rolündeki) ve çaylak (oğul rolündeki) birer klişeye dönüşürse bu çok kötü olur. Eğer klişe tuzağına düşerseniz, burada karakter ilginçleştirme ve diyalog ilginçleştirme tekniklerini kullanmamaktasınızdır. 2) Bildik metaforik ilişki kullanmanın da bir tehlikesi şudur: Bir karakterin diğer karaktere karşı tek bir duygu katmanını kullanmak. Bu, çok sığ bir uygulamadır. İlişkinin derinleşmesini sağlayan şey, bu katmanlardır. KARAKTER YAYI (KARAKTER DÖNÜŞÜMÜ / DEĞİŞİMİ) TEKNİKLERİ Filmlerde sıklıkla bir ya da daha fazla karakterin bazı sorunları / bozuklukları olduğunu görürüz. Daha açık söylersek bu karakterler filmin en başında belirli bir Korkuya, Sınırlamaya, Engele ya da Yaraya sahiptir (Fear, limitation, block, wound - FLBW). Örn. Bir korkak, sorumsuz, ahlaktan yoksun olabilirler, kendilerine zarar verme eğilimleri olabilir, yaptıkları birşeyden dolayı suçluluk duyuyor olabilirler, özgüvenleri düşük olabilir. Diyelim ki kahramanın FLBW'si şu: bu karakter kendisinin bir insan olarak ne olduğuna dair kim / ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktur. Kendisini hayatı boyunca böyle hissetmiş olabilir. Ya da geçen hafta başına gelen korkunç bir olay onu bu hale getirmiş olabilir. Bizim açımızdan bu önemli değildir. Bizim için önemli olan bu karakterin bu FLBW'yi büyüyerek aşması, ve kendisinin benzersiz bir kişi olduğuna dair iyi bir kavrayışa sahip olmasıdır (örn. Star Wars filminden Luke Skywalker) KARAKTER DÖNÜŞÜMÜ KOLAY GERÇEKLEŞMEZ Bir karakter dönüşümü, engebeli bir yoldur. Genelde karakter bu yolu istemeyerek (unwillingly) ya da birçok güçlük aşarak yaşar. Bu dönemde karakter, kendisinin ciddi FLBW'lerinin bazılarıyla ya da hepsiyle mücadele eder ve en sonunda da bunları yener. Kahraman, büyüme konusunda isteksizdir, çünkü FLBW'yi aşacak şekilde büyümek acı vericidir. Filmleri duygusal açıdan çekici kılan anahtar nitelikli etkenlerden biri de karakterlerden birinin ya da birkaçının bu Korku, Sınırlama, Engel ya da Yara ile mücadele etmesini seyretmektir. (Luke Skywalker'ın karakter dönüşümü: Kendinin kim olduğunu bilmemekten bilmeye doğru değişmek). KARAKTER DÖNÜŞÜMÜNÜN AYRINTILARI TEK BİR DÖNÜŞÜM Bir karaktere tek bir dönüşüm (yay) verin. Bir karaktere birden fazla dönüşüm vermenin yolları vardır ama bu çok çetrefillidir.

13

SIKINTILI BÜYÜME Bir karakterin büyümesi sıkıntılı olmalıdır. Karakterin büyümeye direnmesi (Eski davranış biçimlerine tutunması) normaldir. Bazen bir karakterin büyümeye başlaması için kafasına birkaç kez vurulması gerekebilir. MUTLU OLAYLAR DA BÜYÜMEYE YOL AÇAR Bir karakterin büyümesine yol açan olaylardan bazıları, mutlu olaylardır. KADEME KADEME (KÜÇÜK ADIMLAR ŞEKLİNDE) BÜYÜME Genelde Luke ya da Neo gibi bir karakter, hikaye boyunca kendi FLBW'si ile birkaç defa yüzleşmesi gerekebilir. Bu durumların bazılarında karakter hiç büyümeyebilir. Büyüme gerçekleştiğinde bu genelde küçük adımlar / aşamalar şeklinde olur. Genelde hikayenin sonunda karakter kendi dönüşümünün de sonuna gelmiş olur. BÜYÜMEDEN ÖNCE KARANLIK Karakterler kendi dönüşümlerinin diğer ucundan çıkmadan önce duygusal olarak son derece karanlık dönemlerden geçebilirler. SINIRLAMALARI GİZLEMEK İÇİN MASKE KULLANILMASI Bazı karakterler bu FLBW'lerini gizlemek için bir maskenin arkasına saklanırlar. Eğer bir karaktere bir maske verdiyseniz, bu karakter kendi FLBW'sini aşarak büyüdüğünde artık bu maskeye ihtiyaç duymaz. BAŞARIYI İMA EDİN, AÇIKÇA SÖYLEMEYİN Karakterin nasıl büyüdüğünü hikayenin sonunda açık bir şekilde (sözle) ifade edilmesi genelde kötü bir yazarlık belirtisidir. Bunun yerine hikayenin sonuna gelindiğinde bu karakterin büyümeyi başardığını ve FLBW'lerini biz çıkarsamalıyız. BAŞARISIZ OLAN KARAKTER DÖNÜŞÜMLERİ Bizim özdeşleştiğimiz ya da desteklediğimiz her karakter ille de kendi dönüşümünü başarıyla tamamlayamayabilir. Eğer başarısız olursa, TRAJİK bir karaktere dönüşür ve bu FLBW'leri tarafıdan yönetilmeye (onların baskısı / etkisi altında yaşamaya) mahkum olurlar. Karakter dönüşümünde başarısız olan karakterler depresif / üzücü bir duygu verirler. Bu nedenle seyircilerin sevmesini istediğiniz karakterlerden birine bunu yapmadan önce iyice düşünün. KÖTÜ ADAMLARIN TUTARLILIĞI Kötü adamların nadiren karakter yayları / dönüşümleri vardır. Eğer bir dönüşüm / değişim yaşarlarsa da bu genelde daha kötüye doğrudur. Daha kötü insanlara dönüşürler. KARAKTER DÖNÜŞÜM TEKNİKLERİ Çok sayıda ve geçerli karakter dönüşümleri vardır. - CESARET KAZANMAK / CESUR BİRİ HALİNE GELMEK - BAŞKA BİR KİŞİNİN / KİŞİLERİN SORUMLULUĞUNU ÜSTLENMEK - BİR LİDER HALİNE GELMEK Karakteriniz sıradan biri olarak hikayeye başlayabilir. Hiçkimsenin hesaba katmadığı biridir. Her bir kararlılık eylemi için ödüllendirilir. Bir liderin takipçilere ihtiyacı vardır. Böylece siz karakter dönüşümünüz boyunca ilerlediğiniz zaman takipçiler edinirsiniz. - KENDİNİZİN SEVİLMEYE DEĞER BİRİ OLDUĞUNU ÖĞRENMEK Hikayenin başında nefret edilmektesinizdir. Babanız size acımasız davranmıştır, vb. Ama sizin kahramanca hareketleriniz ve iyiliğini, o ortamdaki (ya da ülkedeki) en sevilen kişi haline gelmenizi sağlar.

14

- DÜNYA İLE SPİRİTÜEL BİR BAĞLANTI KURMAK Hikayeye olduğunuz gibi başlarsınız. Bununla beraber aşağıdakilerden birini yaptığınız için ödüllendirilirsiniz: - Doğadaki çok küçük varyasyonları (değişiklikleri) fark etmek. - Silahınızı gittikçe estetik bir biçimde kullanmaya başlamak / ustalaşmak - Zor seçimleri bilgece yapmak - Gittikçe daha katı (rigorous) bir etik sahibi olmak - Spiritüel olarak kabul ettiğimiz diğer şeyleri yapmak - Etik'i öğrenmek Hikayeye bir korsan vb. olarak başlayabilirsiniz. Sadece kendinizi düşünmektesinizdir. Ama gittikçe artan teşvikler (incentive) alırsınız - bunlar ödüller de olabilir cezalar da. Bu teşvikler sizi seçimlerinizde daha etik (ahlaklı) biri haline getirir. Bu da bir zamanlar birlikte seyahat ettiğiniz ve masum kişileri öldüren korsanların (yasadışı kişilerin) aleyhine dönmenize neden olur. *** HİKAYE AÇILIŞ TEKNİKLERİ Filmlerde genellikle hikayenin ilk birkaç dakikasında seyirciyi yakalama ("hook") arzusu vardır. Bir seyirciyi hızlı bir biçimde hikayeye dahil etme / sokma (engage) yöntemleri şunlardır: 1) Bir kandırma sahnesi ("fake out" scene) ile başlamak: Bu teknikte bir seyircinin birşey / bir olay olduğunu sanmasını sağlarız. Oysa olan başka birşeydir. Bu sahte sahneler komik bir niteliği vardır. Bu komik nitelik bu sahne bittiğinde ve seyirci kandırmacayı anladığında ortaya çıkar. Bununla beraber bir kandırmaca sahnesinin ille de komik olması gerekmez. Örneğin "Total Recall" filmi (orijinal film) Mars'ta Ölmesiyle başlar. Ama Arnold uyandığında hem o hem de biz onun rüya gördüğünü fark ederiz. 2) Sunspenseful or funny chaos in progress // Kendimizi gerilim dolu ya da komik bir kaosun içinde buluruz (hikayenin başında). 3) Bir gizem ile başlamak (begin with a mystery) 4) Bize benzersiz bir karekteri tanıtarak hikayeye başla 5) Bizi hikayenin gerilimli bir parçasının içine atarak başla. Yani hikayenin halihazırda devam eden bir eylemiyle başlarız. 6) Benzersiz bir dünyaya girerek başla. KARAKTER İLE ÖZDEŞLEŞME SAĞLAMA TEKNİKLERİ (Karaktere ilgi duymayı sağlama teknikleri) Sanatlı bir biçimde yazılmış filmlerin bizi etkilemesinin / duygulandırmasının en büyük sebebi şudur: bir ya da birkaç karakterle özdeşleşiriz / onlarla empati kurarız. O karaktere olan şey, sanki bize oluyormuş gibi gelir. Eğer karakter duygusal bir an yaşarsa, onun aynısını biz de yaşarız. Karakter elmas'ıyla olan ilişki: Karakter elmas'ı renkli ve taze karakterler yaratmanızı sağlar. Bunları bir iki ilginç huy ile süsleyin. Böylece karakterler daha da biricik / benzersiz hale gelirler.

15

Ama burada dikkat etmeniz gereken birşey var: eğer karakterler fazla biricik, ve bizden çok farklı birine dönüşürlerse, onlarla özdeşleşme kuramayız. Onlarla özdeşleşemezsek, filme duygusal olarak dahil olma konusunda büyük bir fırsat kaçırmış oluruz. KARAKTER ÖZDEŞLEŞME TEKNİKLERİ 1) Karakteri tehlikeye at 2) Kendini feda et 3) Hak edilmemiş talihsizlik. (Örn. Kaçak filminin baş karakteri - Harrison Ford. Bu karakter karısının cinayetini engellemekte başarısız olur, daha sonra tutuklanır ve cinayetle suçlanır. Bu hak edilmemiş talihsizlikten dolayı onunla güçlü bir özdeşleşme kurarız.) 4) Kahramanın acı dolayı geçmişi hakkında birşeyler öğrenme. 5) Karakteri edebiyat ve sanattan hoşlanan biri yapma. 6) KArakterin duygusal olarak acı çekebilmesini sağla, ona acı çekebilme yeteneği ver. 7) Cesaret: Cesuryürek'teki William Wallace, Star Wars'ta Luke Skywalker, vb. Bazı teknikler iki farklı kategoriye girer. Bazı karakterle özdeleşme teknikleri aynı zamanda karakteri derinleştirme teknikleridir. Kendisine bir hayat verdiğiniz (invest with life) karakterlerle özdeşleşirsiniz. Sims oyunundaki gibi. 9) Kendilerinden sorumlu olduğumuz karakterler: Kendisinden sorumlu hissettiğimiz karakterlerler özdeşleşiriz. Biriyle empati kurmanın, onlar için sorumluluk sahibi olmak istememize yol açtığı doğrudur. Tersi de doğrudur: Birilerinden sorumlu olmak, o kişilerden empati duymamıza neden olur. Bir kedi ya da köpeğe bakıyorsanız bir süre sonra onlar için emptal duyarsınız. Hayvan hastalanırsa, bu sizi duygusal olarak etkiler. Not: Ters yüz edilen bir "özdeşleşme tekniği", karakterin sevilmemesine yol açar ve bizim de o karakterle özdeşleşmek isteMEMEMİZE yol açar. Örn. Bir karakterin tehlikedeki bir insan için kendini feda etme riskini göze alması, onu sevmemize yol açar. Tersi: kendini feda etmemesi, onu sevmememize yol açar. Böylece bir karakteri ne kadar seveceğimize dair, onunla ne kadar özdeşleşeceğimize dair bir düğme ("dial") geçmiş gibidir. Bu özdeşleşme yaratma düğmesinin çeşitli kullanımları vardır. Kusurlu karakterler yaratmak ve kahramanların aşırı mükemmel olmasına engel olmak: Zaman zaman sevdiğimiz, ya da en azından çelişik duygular hissettiğimiz kötü adamlar yaratmak. Örn. Pulp Fiction ya da Usual Suspects'teki "cool" kötü adamlar. Normalde sevilmeyecek birinin, bir kahramana dönüşmesini sağlamak. Rocky filmindeki ana karakter son derece sevilebilir birisidir çünkü bütün "özdeşleşme (ilgi doğurma) teknikleri" bu karakter için kullanılmıştır. Bütün bunlar, Rocky'nin bir tefeci için çalıştığını görmezden gelmemize neden olur. Bir karakterin zaman içerisinde / belirli bir zaman aralığında sevilmez biri olmaktan sevilir birine dönüşmesini sağlamak. Gönderen gezgin zaman: 11:46 3 yorum: 9 Ocak 2015 Cuma Kış Uykusu Dikkat: Aşağıda, "Kış Uykusu" filmi ile ilgili bilgiler vardır. İzlememiş olanların yazıyı okuması, seyir zevklerini azaltabilir. "Kış Uykusu"nu izlemeyi bitirdim. 16

Film birkaç yönden kötü. Aklımda kalanları sırasız bir şekilde yazayım: 1) Demet Akbağ'ın karakteri ile Haluk Bilginer'in konuşmaları (ilk konuşmanın 5. dakikası) sinema salonundan dışarı fırladığım an olurdu. Kötü yazılmış diyaloglar kötü sayılmayacak bir performansla sergilenmiş. Ama asıl kötü olan, Demet Akbağ karakterinin iticiliği. Gerçek hayatta "Ha, tamam, tamam" diye susturacağınız bir insanı önce kısa, sonra da çok uzun bir süre için dinlemek zorunda bırakılıyorsunuz. Katlanılır gibi değildi. Yaşasın DVD'ler! 2) Karakterlerin hepsi köksüzdü. Sanki filmde anlatılan hikaye başlamadan kısa bir süre önce oraya gelmişler ve orada yaşamaya başlamışlar gibiydi. Karakterler arasındaki bağlantıları ve yaşanmışlıkları hissedemiyoruz. Yani aralarında bir miktar kırgınlıklar ve geçmişten kalan bazı izler var ama bana hiçbiri gerçekçi gelmedi. Sanki birbirlerini yeni tanıyorlarmış gibi, yıllar önce konuşulmuş ve halledilmiş olması gereken meseleleri (seyirciye serim olsun diye) yeni yeni gündeme getiriyorlardı. 3) Haluk Bilginer ile Melisa Sözen ilişkisi. Gerçek dışı bir ilişki. Hem de birçok yönden. Bunlar ne zaman birbirlerini sevdiler, birbirlerinin nesini sevdiler, bu sevgi nasıl sona erdi, vb. Hiçbir iz yok. M. Sözen'in Cansu Dere taklidi oyunculuğunun bize ima ettiği (yönetmen bunun ardına sığınmış resmen) bir yaşanmışlık var, ama ne olduğuna dair hiçbir somut belirti yok. Yani ortada analizine tanık olmaktan zevk aldığımız bir ilişki yok, sadece "bunlar arasında birşeyler yaşanmış yaaa!" dedirten acayip susmalar, gerdan kırmalar, laf sokmalar filan var. 4) Diyalgolara tekrar dönmek zorundayım. Bu kadar kötü yazılmış diyalogları ben bu kadar "övülen" bir filmde görmemiştim. Seksenlerdeki entel filmlere benzemiş. "Diyalog Yazma Sanatı"ndan hiçbir nasibini almamış kitabi cümleler, sanki bir "sesli kitap" seslendiriliyormuş gibi bir tonlamayla "okunuyor" "söyleniyor" demiyorum bakın! Yine Demet Akbağ bu konuda başı çekiyor, Haluk da onu takip ediyor. Birisi NBC'ye gerçek diyalogların nasıl olduğunu hatırlatsın. 5) Filmin başlarındaki atın yakalanmasından ve sonra salıverilmesinden metaforik anlamlar çıkartanlar var! Haklılar! Ama artık sinema seyircisi o kadar akıllı ki (iyi seyirciden bahsediyorum, bizim ergen taifesinden değil), o atı ilk gördüğü zaman "Aha! Ulan bununla kesin metaforik bir anlam yaratır" diyor zaten. Yani hiçbir şekilde "subtle" değil. Kör kör parmağım gözüne olmuş. Hele Haluk atı serbest bıraktığında "Öfff!" dedim, "Ne bu? İlkokul çocuklarına simgesel anlatım dersi mi?" Arkadaşlar, sanat incelikli olur, Rembrandt ile tabela boyayan adam aynı malzemeleri kullanır ama aralarında "sanat" farkı vardır. NBC bildiğin tembellik yapmış. 6) Haluk'un canlandırdığı Aydın karakterinin (ki son yüzyılın en talihsiz isim seçimi olmuş) hiçbir derdi yok aslında. Derdi olmadığı için de düz ovada akacak yer bulamayan bir su birikintisi gibi. Sadece (sahip olduğu paradan kaynaklanan) ufak otoritesiyle etrafındakilere hafif hafif üstünlük taslıyor. Ki bu gündelik hayatta çoook sık gördüğümüz bir durum. (Siz kendinizin öyle olmadığınızı zannedebilirsiniz ama elinize azıcık yetki / para / avantaj geçince sizin de ayranınız kabarır, emin olun. Hatta kabarıyordur da siz farkında değilsinizdir). Yani Aydın'ın durumu bir filme konu olabilecek bir durum değil. (Bu konuda Üç Maymun'un çok gerisinde kalıyor, orada en azından hikaye gibi bir tarafa akan birşey vardı). Ama NBC zaten klasik hikayeler anlatmaz, durumlar anlatır diyebilirsiniz. İşte bu yüzden bu gibi "anlatacak birşeyi olmayan" adamlar kendilerini birşey zannediyorlar. 7) Filmin yan karakterleri sayılabilecek Serhat (Hoca) ve Nejat (Kardeşi) biraz ilginç olsalar da aslında NBC'nin asıl ilgi alanını teşkil eden şehirli beyaz Türk aydınlara bir fon oluşturmaktan başka bir fonksiyonları yok. Serhat'ın oyunculuğu iyi, Nejat İşler ise biraz "typecast" olmuş, yani her zamanki "kötü çocuk" karakterine sıkışıp kalmış. Hikayeyi ilerletmek için hiçbir fonksiyonları yok (Hah! Hangi hikaye yahu?! Olmayan hikayeyi ilerletmeyen adamlar. Süper!). 8) Gelelim finale. Herhalde bu tür filmlerde görülebilecek en saçma finallerden biri bu. Kahraman (Haluk) baştan beri kendi küçük otoritesiyle ezmeye ve yön vermeye çalıştığı karısına olan sevgisini/aşkını anlatmaya başlar. Hayırdır? Ne oldu?! Nasıl oldu da bu adam bir anda böyle döndü? Bildiğin "Deus Ex Machina" olmuş. NBC filmi nasıl bitireceğini bilememiş. Ciddiyim. Bir yerde Melisa Sözen silahı çıkarıp kendi ağzına dayayacak diye bekledim. Olmadı! Bir dahaki sefere inşallah! 9) Diyalogların kötülüğü iki katmanlı aslında: Birincisi, diyalogların biçimi. Yazarlık bölümü öğrencileri bile birinci sınıfta bu kadar kötü biçimli diyalog yazmaz. Bunu bir geçelim. İkincisi, diyaloglarda (özellikle de Haluk, Demet ve Melisa arasında geçen diyaloglarda) söylenenler (içerik) o kadar kötü ki, birkaç defa midem bulandı. Yani yarı aydınların boş saçmalıkları. Bunları bir zamanlar Ankara'da "entelektüel" ve "sanatçı" camiada çok duyardım. Ama onlar bile bu kadar sığ değildi. Şimdi burada bir ikilemle karşı karşıyayız. Bu diyaloglar NBC'nin gerçek görüşleri mi (özellikle Haluk - Demet diyalogları), yoksa NBC bu yarı sığ - yarı entel tipleri mi bize göstermeye çalışıyor. Size birşey diyeyim mi: Bence birincisi. Ama NBC sıkışınca "Ben aslında sığ insanları göstermek istedim!" (yani ikincisi) diyerek de yırtabilir. Ne yazık ki. 17

NBC'nin neden önceki filmlerinde bu kadar sustuğunu anlamış olduk. İnsanlar onun hikayelerindeki boşlukları kendileri doldurdukları için ona bir derinlik atfediyorlar. Ağzını açtığı an, ne olduğunu anlamış olduk. Eh, ben hep diyordum ama şimdi artık siz de biliyorsunuz. 10) Filmin görüntü yönetmenliği bildiğin vasat. Vasat yani. Bir fotoğrafçının çektiği belli. Kamera hep en tahmin edilen yerde. Çerçeve hep en öngörülen şekilde kurulmuş. Şaşırtmıyor ve heyecan yok. 11) Müziğe gelince: Allah seni bildiği gibi yapsın NBC! Gerçekten de bu kadar yavan, bu kadar 80'ler entel filmi müziğini nereden buldun? Daha da birşey diyemeyeceğim. 12) Kurgu ise normal: ne yaratıcı, ne de kötü. Ama bazı yerlerde düpedüz yanlış. Tam yanlış değil de, yanlış yani! Özellikle diyaloglarda araya öyle planlar koymuş ki hiç gereği yok, daha iyisi olduğunu biliyoruz zaten (çünkü biraz önce gördük), ritmi ve akışı bozmuş. Ama buna da şükür. Filmin en az aksayan yönü kurgusu olmuş neredeyse. * Neticede çok da iyi olmayan bir film. Tahminlerimi boş çıkarmadı NBC (bkz. Eski bir yazı). Bir sonraki filminde de yine şehirli, hayattan çok fazla şey beklemeyen, saçma sapan acılar içinde kıvranıp bunlarla ilgili dişe dokunur birşey yapmayan birilerinin mutsuzluğuna tanık olacağımıza bahse girerim. Heyecansız bir şekilde bekliyoruz... Gönderen gezgin zaman: 21:00 2 yorum: İyi Seneler... Yersen! Herkese İyi Seneler... ... Dilemek isterdim ama Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan belli oluyor. Daha "Bismillah" demeden Fransa'daki terör saldırısını öğrendik. Bunun aslında dinlerle ilgili olmadığını, dünyanın müreffeh kuzey yarı küresi ile yoksul güney yarı küresi arasındaki çatışmanın bir ürünü olduğunu anlatmaya gerek var mı? Müreffeh kuzey yoksul güneyi sömürmeye devam ettiği sürece böyle olaylar görmeye devam edeceğiz. Eh, batı (yani kuzey) bu tür saldırıları "kabul edilebilir" bir bedel olarak görüyor olmalı ki tavrında bir değişikliğe lüzum görmüyor. Olan, ortada duran ve hiçbirşeyi doğru dürüst çözümleyemeyen / çözümlemesine izin (bunun için gerekli bilgiler) verilmeyen ve oradan oraya sürüklenen büyük kitlelere oluyor. Artık haftalarca (hiçbir sonuca varmayacağı belli olan) "İfade özgürlüğü" "Dini inançlara saygı" vb. konulu tartışmalar dinleriz. Başka bir olay gündemi işgal edene kadar tabii... * Bir parti genel başkanı, vekili olduğu kişiyle ilgili olarak şöyle demiş: "Türkiye’de soyguncular, katiller, hırsızlar ellerini kollarını sallayarak dolaşırken ülkenin iç barışına katkı sunmak isteyen bir insan 15 yıldır tek kişilik bir odada tutuluyor. Bunun haklı bir tarafı olabilir mi?" Yani başka parti liderleri saçmaladığında normal karşılıyorum ama aklı başında gibi görünen bu eski cumhurbaşkanı adayı böyle saçmaladığında biraz daha şaşırıyorum. Hepimizi gerizekalı olarak gördüğünü bundan daha iyi bir şekilde söyleyemezdi. Bir sonraki adımda Hitler'i Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterirse şaşmam. * Bundan yaklaşık bir sene önce her gün ayrı bir kaset haberiyle uyanıyorduk. Son derece ilginç günlerdi. Normalde asla erişemeyeceğimiz bilgileri medyadan alıyorduk ama bir yandan da şüpheleniyorduk: bunun arkasında kim var? Tam bir sene sonra işler tam tersine döndü: Kasetleri ortaya atanlara bir etiket yapıştırıldı ("Paralel devlet") ve avlanmaya başladılar. Bu arada iki seçim geçirdik: Yerel Seçimler ve CB seçimi. Şimdi önümüzde bir seçim daha var. Ama halk olarak tartışmaktan, kapışmaktan, birbirimizi yemekten yorulduğumuzu görüyorum. Anlamadığımız şey şu (bunu sadece karşı tarafa değil bizimkilere de söylüyorum): Biz bu dünyaya mutlu olmaya geldik. Ve karşı tarafı yenince bu mutluluğu yaşayacak değiliz! Bunu unutmayın. Mutluluğunuzu bunun üzerine kurmayın. Bir grup insanı alt ettiğinizde mutlu olmayacaksınız. Onları ezdiğinizde, ya da seçimden galip çıktığınızda mutlu olmayacaksınız!

18

(Sakın bundan benim "Dünya işleriyle uğraşmaya değmez! Yiyelim, içelim, kâm alalım dünyadan" dediğim zannedilmesin. Eğitime ve çevreye ne kadar önem verdiğimi bilen biliyor. Demek istediğim, kendi halkımızın bir bölümünü büyük bir mağlubiyete uğrattığımızda mutlu olacak değiliz. Çok insan böyle zannediyor ve sabahtan akşama, haftanın yedi günü mutsuz mutsuz dolanıyor. Yalnış. Hayatta en önemli ân "şimdi"dir, muğlak bir gelecek ânı değil. Dünyanın hayhuyu ile hayatı yaşamanın zevki birbirinin yerine geçmemeli, ya da bir taraf diğerinin zararına kendi alanını genişletmemeli.) * TRT'den bildiğiniz iğreniyorum ve benden alınıp orada çalışanlara verilen tek kuruşumu bile helal etmiyorum! Hadi alın bakalım o maaşları şimdi! (Onların da çok umrundaydı. Umurlarında olsaydı bu şekilde mevki işgal eder ya da habercilik (!) yaparlar mıydı?) * M. Metiner'in bu haftaki bir beyanı, sanırım önümüzdeki yüzyıllarda tarih ve din kitaplarına konulacak (farklı başlıklar altına tabi). Hazret, akrabayı kollamanın Kur'an tarafından emredildiğini ve buna karşı çıkılmaması gerektiğini söylemiş. İsteyen araştırsın, buraya linkini koyarak sayfayı kirletemeyeceğim. İşte böyle insanlar sayesinde dindarlar kendi dertlerini anlatamaz hale geliyorlar. Ve ne yazık ki onun gibi düşünen başka insanlar da var. Aslında önemli biri ya da önemli bir olay değil. Ama yine de tarihe not düşmek istedim. * "Kış uykusu"nu seyrediyorum. Sanırım ayrı bir yazıyı hak ediyor, onun için burada yazmayacağım. Ama o diyaloglar ne yahu? Bu filmi bir de beğenenler mi çıktı? A. Dorsay filan? Fesuphanallaaah... * Uncut'ın sadece formatlanması kaldı. Bekleyenlere duyurulur! 4 Aralık 2014 Perşembe Son bir Alev Alatlı yazısı! Yani insanın aklı, havsalası almıyor. Entellektüel duruş sahibi olmak, bu kadar mı zor? Alev Alatlı'dan bahsediyorum. Kendimi, terk edip giden eski sevgilisi, bu yetmemiş gibi, bir de olabildiğince yanlış, ahlaksız bir adamla evlenmiş ve bu suretle benim de geçmişimi biraz daha kirletmiş biri gibi hissediyorum. Yalan mıydı o okuduklarımız? Dinlediklerimiz? Aklıma bazı tabirler geliyor. Biri Motaigne'den. "Bir insana mutlu yaşadı demek için, onun ölene kadar mutlu yaşamış olması gerekir. Bir süre mutlu yaşadıktan sonra hayatının son dönemlerinde son derece büyük azaplar çeken insanlar vardır. Biri ölmeden, onun için 'mutlu yaşadı' dememek gerekir" minvalinde bir tespiti vardır. Bir başka tabir ise Dark Knight filminden (farkındayım, Montaigne'den sonra çok klas olmadı ama tam oturuyor): "You either die a hero, or you live long enough to become the villain!". Bunu Savcı söylüyordu, hikayedeki kendi geleceğini "foreshadow" ederek. Yani "Ya genç bir kahraman olarak ölürsün, ya da kötü adam olacak kadar uzun yaşarsın!". Şu kahpe dünyada, omurgayı son günlerine kadar dik tutan çok az insan görüyoruz. İnsanlar zamanla (propagandanın etkisiyle, kendi önceliklerinin değişmesiyle, bir zamanlar inandıkları davalara aslında gönülden bağlanmadıklarını fark ettikleri için) inanç ve davranışlarında değişiklik gösterebiliyor. Aslına bakarsanız bu çok da anlaşılır ve çok insani birşey. Şu hayat bazıları için bu tür büyük mücadelelere giremeyecek kadar kısa. Ama bazıları için, çok az sayıda insan için, insanlığa başkalarının görmediği şeyleri göstermekle görevli insanlar için, böyle bir döneklik lüksü yok. Doğa/Allah tarafından üstün bir zeka, başkalarında görülmeyen bir çalışkanlık, irade, analiz gücü, nüfz-u nazar ile ödüllendirilmiş, sanki geri kalanları aydınlatmak için gen havuzunda özel olarak dizayn edilmiş gibi duran bu insanlar, böyle birşey yapamazlar. Yapmamalılar.

19

Zira yaparlarsa, zararları sadece kendilerine olmuyor. Onları takip eden on binler, yüz binler de yolunu, yönünü şaşırıyor, sapıtıyor, karanlıkta kayboluyor. Mesela Alev Alatlı'nın çok sıkı bir takipçi grubu vardı internette. 2000'lerin başında biraz bakmıştım. Öyle çalışkandılar ki bir iki kitap bile hazırlamışlardı, vb. İnternette görüp görebileceğiniz en seviyeli tartışmalardan bazıları orada gerçekleşirdi. Ne oldu şimdi onlara? Onlar da Alatlı'nın ödül almasını alkışladılar mı? Eminim orası kaynıyordur şimdi, terk edip gidenler olmuştur. (Eğer olmamışsa, durum daha da vahim). * Daha doksanlarda, Alev Alatlı'nın Mesut Yılmaz'a olan ünsiyetinden anlamalıydım olacakları. Heyhat! "Her Kürtaj Bir Uludere"ydi?! Yakın zamanlarda yapılan en bariz, en beceriksiz medya ve kamuoyu manipulasyonlarından biriydi bu, hatırlarsanız. Uludere'de onlarca vatandaşımız kendi devletleri tarafından öldürülmüş, hükümet ve ilgili kurumlar da yaylım ateşine tutulmuştu. O tartışmanın nasıl bittiğini hatırlıyor musunuz? Zamanın baş yöneticisi başlıktaki iddiayı ortaya atmış ("Her kürtaj bir Uludere'dir!") ve bütün dikkatleri aniden bu konuya yönlendirmeyi başarmıştı. Bunu takip eden on gün boyunca da bütün gazeteler ve televizyonlar "Benim bedenim benim kararım" minvalinde tartışmalarla dolmuştu. Her ne kadar o konu bir süre sonra çeşitli aralıklarla gündeme getirilse de, ölenlerin ailelerine verilen sus parası ile olay neticelendirilmişti. (Bu para verip susturma yönteminin ne kadar çok işe yaradığını gören hükümet, aynı yola Soma'da da başvurdu. Hatta olayın çok fazla kapitalist görünmesini engellemek için önce "Soma'da ölenler şehittir" diye dini bir perspektif de kattılar. Hem alttan hem üstten olaya yüklendiler ve görünür hiçbir zarara uğramadan olayı atlattılar.) Şimdi de bizim bütün dünyaya rezil olmamıza neden olan bir Kaçak Saray (ruhsat alınması ile inşaatın bitişi arasında geçen süre "altı" gün!) olayından dikkatleri uzaklaştırmak için yeni bir "Her kürtaj bir Uludere'dir"e ihtiyaç var. (Sanırım bunların elinde böyle bir kitapçık ya da defter var: "Sıkıştığımızda gündemi saptırmak için kullanılacak konular!" başlıklı!) Eh, Dersim olayları, tek parti dönemi uygulamaları her zaman iş görmüştür. Zira o dönemin sorumluları ve yetkilileri artık hesap verebilecek bir durumda değil. Yapılanları açık açık savunabilen de yok (Öymen'in başına gelenler malum). Öyleyse Dersim plağını koyalım ve biraz da onu dinleyelim! dediler. Dinliyoruz. Ama yemiyoruz! * Dünün en güzel olaylarından biri NTV'ye verilen cezaydı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde mevcut cumhurbaşkanına 5 saat, diğer adaylara ise yarım saatten az yer verdiği için RTÜK NTV'ye ceza kesmiş! (NTV'de onların normalde yayınlamayacağı kalitede bir belgesel vardı). Gece rüyalarında gördüler herhalde! (Bu cezalara da bayılıyorum. Olay olup bittikten sonra gelen her türlü tedbire şaşıyorum daha doğrusu. Bir sürü insan madende ölür, madencilikle ilgili yönetmelik değişir; asansör düşer insanlar ölür, iş güvenliği bilmem nesi değişir; seçim olur, medya tarafgirliğin Allah'ını yapar, atı alan Üsküdar'ı geçer, RTÜK ceza verir. Sanırım millet olarak "ilahi adalet" olayını yanlış yorumluyoruz. Yani "burada cezasını bulmazsa öbür tarafta cezasını bulur" anlayışını gündelik hayatta bu kadar kullanmak doğru değil. Bu dünyanın işini burada halledeceksin! Laiklik bu değil miydi? Neydi laiklik? Emek'ti! ... Şimdi durayım ben...) * Birilerinin bizi nasıl güttüğünü artık eni konu sokaktaki çocuk bile fark etmiş durumda. Seçim öncesi kadro vaat et, maaşlara zam yap, abuk subuk projelerle milletin ağzını sulandırıp hayal gücünü ateşle. Seçimden sonra yapılan zamlarla o paraları fazlasıyla geri al. Başka bir kriz çıkarsa da konuyu değiştir ya da hemen karşı saldırıya geç! Bunu yaparken de bütün medyayı kullan, ne de olsa hepsi en fazla bir telefon uzaklıkta! Diğer yandan futbol ve dini programlar sürekli olarak işlevlerini yerine getiriyor zaten. (Cübbeli Jet Ski pilotu, Amerikalı'ların uzay programını eleştirmiş: "O kadar milyon doları harcayıp uzaya uydu yollayacaklarına bana yüz bin dolar versinler, ben oradaki herşeyi anlatayım. Herşey Kur'an'da var!" diyor. Bkz: http://www.youtube.com/watch?v=JYVLAVlv6zo)

20

* Boşuna demiyorum: mevcut medya ve eğitim sistemimiz, insanlarımızın dönen dolapları anlamasını sağlayacak bilgiyi ve muhakeme yeteneğini vermiyor! Asıl değişmesi gereken ekonomi değil, savunma değil, eğitim! Orada ise (nüfus arttıkça) durum daha kötüye gidiyor. Akıllı tahtalar ile bu iş olmuyor. Tahtalar akıllı ama öğrenciler(in çoğu) değil. * Bir de diyorlar ki "Öğretmenler gününüz kutlu olsun?". Bize bu insanları, bu nesilleri yetiştiren öğretmenlerin mi? Güldürmeyin beni! Biz bundan daha iyisini hak etmiyoruz ki daha iyi bir şekilde yönetilelim?! Biz bundan daha iyisini hak etmiyoruz ki daha iyi bir şekilde yönetilelim?! Eğitimli, aydın dediğimiz kesim bildiğin kafayı yemiş gibi davranıyor. Bir taraftan ekonomik düzenleri hiç bozulmasın, istikrar devam etsin istiyorlar, diğer taraftan da bunu muazzam bedeller (bizim ödediğimiz bedeller) karşılığında sağlayan adam ve sistemi gitsin istiyorlar. Bir yandan kapitalizmin her türlü nimetinden faydalanalım, maaşlarımız artsın ve daha çok şey satın alabilelim istiyorlar, diğer taraftan bunun olabilmesi için gereken acımasız kapitalizm (bkz. özelde maden işçilerinin genelde bütün işçilerin sömürülmesi) ve onun sonuçları (özelde zeytinliklerin ve ormanların, genelde bütün doğanın katledilmesi) olmasın istiyorlar. Bir yandan kifayetsiz bir lidere emanet edilen kurucu parti neden birşey yapmıyor diye sızlanıyorlar, diğer yandan özellikle iki büyük şehirde belediye başkanlıklarını almak için kıçlarını bile kaldırmıyorlar (İstanbul'da Sarıgül, Ankara'da Yavaş alsaydı, emin olun mevcut yöneticilerin karizması bayağı çizilmiş olurdu). Twitter üzerinden sandık sonuç tutanağı aramak nedir yahu?! Hem kuzu gibi davranmakta direniyorlar (Gezi bir başkaldırıysa, sonuç ne?! Değişen ne?! Gitarist başkanlı mikro boyutta bir partinin yaratılması ve beyaz Türklere on yıllarca yetecek bir emzik -"pacifier"verilmesi dışında, netice ne?), hem de birileri onlara çobanlık yapmaya kalkınca (kafede sigara içenlere karışılması, 1.5 milyar liralık saray yapılması, vb.) itiraz ediyorlar. Ülkenin en önemli kurumları yavaş yavaş ele geçirilirken (Askeri okullarda verilmeye başlanan din dersleri, 9 yaşındaki kız çocuklarının artık BAŞINI BAĞLAYACAK OLMASI, vb.) doğru dürüst ses çıkartmıyorlar, sonra kalkıp "Biz ne zaman bu hale geldik?!" diyorlar. Yahu, bir yürü git! "INTERSTELLAR" Hakkıda Dikkat: Bu yazıda "Yıldızlararası" ("Interstellar") hakkında bilgiler vardır. Filmi henüz izlemeyenlerin bu yazıyı okuması, daha sonraki seyir keyiflerini olumsuz etkileyebilir. * "Interstellar"ı vizyona girdikten bir hafta sonra izledim. Bu arada da film hakkında herhangi bir yorum ya da eleştiri okumamak için özel bir çaba sarf ettim. (Medya hayatımıza o kadar sirayet etmiş ki, hiç ummadığınız bir yerde karşınıza birşeyler çıkabiliyor). Filmi izledim. En azından şunu söyleyebilirim. Nolan, film bittikten sonra bile etkisi sizin üzerinizde bir süre daha kalan bir eser üretmiş. Bu süre, Nolan'ın filmde ele aldığı temalar ile daha önce kadar haşır neşir olduğunuza bağlıdır diye tahmin ediyorum. Örneğin Sanarist'in eski yazılarını hatırlayanlar benim çevreye ne kadar önem verdiğimi bilirler ("Yeşil Test" diye bir yazımı okuyun mesela). Burada çok ele almamakla birlikte kuantum fiziği, astronomi, zaman yolculuğu, uzayda seyahat, vb. de ilgilendiğim alanlar arasındadır. Eh bilimkurgu seven biri için bu da normal sayılır. Sinemayla da "ilgilendiğimize" göre, bu film tam bana göre denilebilir... mi? Pek sanmam. Yani bana ne uzak ne de yakın. Maddeler şeklinde sıralayayım. 1) Nolan kahramanını uzaya yollamak için serim bölümünü bildiğiniz "hızlandırmış". Yani Matthew M.'nin kızıyla birlikte NASA'yı bulmasından sonra uzaya çıkmayı kabul etmesi arasında o kadar az zaman geçiyor 21

ki, kendimi bir anda radyo oyunu dinler gibi hissettim. Yani o ilk toplantıda herşey o kadar hızlı gelişti ki?! Zannedersiniz ki adamlar "ya uzaya kimi yollayacağımız konusunda bir toplantı yapalım, belki bir astronot kazara bizi bulur da onu göndeririz" demiş va VOILA! Allah isteklerini yerine getirmiş! Daha filmin başında küçük bir deus-ex machina ile karşı karşıyayız. 2) Matthew'un uzaya gitmesiyle ilgili olarak ortaya konan plan da çok kırılgan. Aniden ortaya çıkan bir solucan deliği ve oradan dikizlenen diğer galaksilere / sistemlere bakarak dünyaya benzer yerler aramak. Daha bu aşamada Nolan bilimin, insan aklının ve olasılıkların sınırlarını zorlamaya başlıyor ki henüz filmin serim aşamasından çıkmadık. Benim solucan delikleri ile ilgili olarak son okuduğum şuydu: Evet, solucan deliği diye birşey olabilir ama bu en fazla bir atomun geçebileceği genişlikte olabilir, öyle devasa uzay gemilerinin geçebileceği büyüklükte değil. Hele bir galaksinin bir ucundan diğerine böyle aşırı bir kestirme şeklinde sürekli açık duran bir yapı hiç olası değil. Ama Nolan bizi başka yerlere çok hızlı yollayacak ya, başka çaresi yok (adam hiper-uzay (Yıldız Savaşları) ya da Warp (Uzay Yolu) gibi fantastik şeyler kullanmak yerine nispeten bilinen bilimin sınırları içinde kalmaya karar vermiş bu yüzden o kapıyı zorlamak zorunda). 3) Uzay gemisinin solucan deliğinden geçmesini de kabul ettik diyelim. Bundan sonra iki gezegene yaptıkları ziyaretler karşımıza çıkıyor. Karadeliğe yakın olan gezegenin üzerinde zamanın çok daha yavaş geçmesiyle ilgili fiziği açıkçası bilmiyorum. Benim bildiğim zaman, ışık hızına yaklaştıkça yavaşlar, bunun başka bir versiyonundan haberdar değilim. Yine de akla pek yakın gelmiyor. (O gezegende olanlar ayrı bir komedi zaten.) Sanki Nolan, "Abi ben şimdi uzaya çıkıyorum ya, uzayla ilgili her bir ilginç konuyu kullanayım" demiş. Doğal olarak karadelikler, uzay-zaman bütünlüğü, zamanın göreliliği, solucan delikleri, vb.'ye de uğramış. 4) Sulak Gezegende nereden geldiği belli olmayan ("Abyss" tarzı) dalgaları ciddiye almayan şebelek Kedi Kadın yüzünden Matthew'un hayatından 23 sene gittiği gibi, diğer bilimadamı da ölüyor. Sadece bu (önceki) cümle bile buradaki saçmalıkları anlamanıza yardımcı olur sanırım. Ama en komiğini söyleyeyim: Minecraft'tan çıkmışa benzeyen (Evet! Minecraft'ı biliyorum!) bir şekilde ama çok hızlı hareket edip koşan robot'un diğer bütün işleri yapmakta kullanılmaması, bu gezegende olan herşeyin aslında dramatik açıdan "anlamsız" hatta "gereksiz" olduğunu gösteriyor. Yani şebelek Kedi Kadın ve diğer astronot, o suyun içerisinde güçlükle ve yavaş yavaş ilerleyeceklerine Minecraft robotu o işleri yapmaya yollansaydı en başta, o olayların hiçbirisi olmayacaktı! (Yaa, Nolan! Okyanusun bu tarafında senden daha iyi analiz yapanlar var! Hıh! :) ) 5) Bourne'un bulunduğu (Matt Damon) diğer gezegende olanlar biraz daha ilginç olmakla beraber, herhangi bir biçimde filmin temasıyla ilgili değil gibiydi. Kafayı yemiş ve hayatta kalmak için herşeyi yapmaya çalışan bir bilimadamı, kahramanlarımızı iyice zor duruma sokmak dışında, uzayda yaşam, dünyanın kurtarılması, vb. konularıyla ilgili hiçbir şey sunmuyordu bence. Yaptığı tek şey, Matthew ve Kedi Kadın'ın uzay aracına, Matthew'u karadeliğe dalmaya zorlayacak kadar zarar vermekti. (Sizi bilmem ama ben bilim kurgu seyrederken bilimle ilgili şeylerin belirli aralıklarla gelmesini severim. Mümkünse de finalde ya da finale doğru zirve yapsın: "Contact" gibi, ya da "2001"). 6) Matthew abimiz karadeliğe dalınca, çoook doğal olarak eğer "Contact"ı seyrettiyseniz, Jodie Foster'ın o uzay aracında yaşadıklarına benzer birşeyler hissediyorsunuz, ama o kadar heyecanlanmıyorsunuz. Zira Carl Sagan abimiz, Nolanlar (abi + kardeş) gibi çakma bilim adamı değil, gerçek bilim adamıydı. Görsel efektler 1997'ye göre çok daha iyi olmasına karşın şimdikinin verdiği duygu 10'da biri kadar. Tabii o filmi sinemada dev perdede seyretmeniz lazımdı. 7) Matthew'un bir kere kara deliğe girip canlı kalması imkansız. (Keza, solucan deliğine de). Film burada artık bilim kurgu olmaktan çıkıp Yüzüklerin Efendisi janrına (fantastik) yaklaşıyor. Ama hadi bilete para verdik, filmin ikinci yarısının ortasında çıkılmaz diyorsunuz ve seyre devam ediyorsunuz. Nolan bize karadeliğin ortasında uzay-zaman hakkında (özellikle de boyutlar hk.) bilgi vermeye başlıyor. Eh, fizikle uğraşan herkesin ilk öğrendiği şeylerdir bunlar: boyutlar, uzay-zaman birlikteliği, zaman'ın tek yönlü olması, vb. Ama Nolan burada kendi hikayesinde en başta attığı bir temeli (set up) sonuca (pay-off) dönüştürmek için bilim kurallarını bayağı bir zorluyor. Neymiş: Matthew'ın kızına en başta odasında o bilgileri veren (kitapların düşmesi, tavandan düşen tozlar) vb. aslında kendisiymiş. E sormazlar mı adama, neden sadece o anda (kitapların düştüğü an) iletişim kurmaya karar verdin. Daha önce ve hatta kendisiyle (kızıyla değil) iletişim kursaymış ya? Ya da kendi yaşamından da öncesine gidip, iklimler bu kadar bozulmadan önce kendisini anlayacak birilerine ulaşsaymış? Sorunu kökten çözseymiş? Nolan(lar) burada kendilerine koydukları sınırlar içinde kalmaya çalışarak güya mantık çerçevesini bozmamaya çalışıyorlar, ama daha en temelde/başta o kadar bozuyorlar ki, aklı başında bir şekilde bu işin içinden çıkmaları mümkün görünmüyor. Tıpkı "Lost"ta olduğu gibi. Bu kadar açık uç ("loose ends") bırakırsan, bunları toplayamazsın.

22

8) Netekim toplayamıyorlar - en azından bana göre. Matthew abimiz kızıyla mesajlaşarak dünyayı kurtarıyor, vb. Sonra da çook uygun bir şekilde kızının yaşlılığı döneminde dünyaya genç biri olarak geri dönüyor (Einstein'ın kuramlarından birini doğrularcasına, ama bence tamamen yanlış bilimsel nedenlerle). Kızıyla helalleşiyor ve uzak bir gezegende bıraktığı kadının yanına gitmek üzere bir gemi çalıyor! Yok artık! diyoruz biz de. Nolanlar, bilimsel bir hikaye anlattık, ama aynı zamanda draması da sağlam olsun, en azından bir çatısı olsun, baş son ile birleşsin, vb. diye her türlü hokkabazlığı, hem de çok kısa bir sürede yapıyorlar. Yerseniz! 9) Bütün bu olayların aslında Michael Caine tarafından canlandırılan adi profesörden kaynaklanması ise, karşımızda gerçek bir "kötü" (nemesis) olmamasının verdiği boşluk hissini açıklıyor. Yani bir "Joker" ile karşı karşıya değiliz. Sadece insanlık adına karar verebileceğini zanneden hafif psikopat kendini bilmez yaşlı bir bilimadamıyla karşı karşıyayız. Bu mudur olay? Nolanlara göre budur ve yeterlidir! Efektleriniz yeterince havalı olursa, birkaç da bilimsel kuramı kurcalarsanız, insanlar size "Kendi 2001'ini yaptı" filan bile derler. 10) Yerçekimi ("gravity") benim de ilgilendiğim şeylerden birisidir. Evrendeki dört kuvvetten biri (hatta zayıf olanlardan biridir, bilen bilir). "Graviton" adı verilen kuramsal parçacıklar yoluyla taşındığı düşünülür. (Henüz ne olduklarına dair -etkileri hariç- hiçbirşey bilinmemektedir. Cern'deki bu parçacık hoplatma deneyleri biraz da onu bulmayı amaçlar). Nolanların yerçekimi'ni zaman ötesi bir varlık olarak açıklaması, bildiğiniz saçmalığın daniskası olmuş. Yani en az bu konuyu araştırıp çalışmışlar, ya da işlerine geldiği için böyle bir açıklamaya gitmişler. Yavrucum, bak buraya yazıyorum: herşeyin üzerinde var olabildiği matris, zaman'dır. Yerçekimi değil. Yerçekimi bile zaman matrisi üzerinde var olabilir. Öyle bir yerinden kuram uydurma! Adamı sinirlendirme! 11) Beş boyutlu varlık ne lan?! (Afedersiniz). Tahayyül dahi edemediğin birşeylere / birilerine hikayeyi bağlamak deus-ex machina'nın Allah'ı olmuş! (Burada yaptığım kelime oyununun adını bilene kırmızı kurdela vereceğim!). * Neticetül Kelam: Bilimkurgu seven biri olarak uzayda geçen ve çeşitli uzay kavramlarını somut olarak gösteren bu filme alakasız kalmam imkansızdı. Ama senaryo açısından ve dahi bilim açısından film ortalamanın pek üzerine çıkamıyor. Hele en başlarda bir ara yine herkes "Deyimler ve Atasözleri Sözlüğü"nden fırlamış gibi konuşmaya başladı ya, "eyvah" dedim, "bir Batman daha mı Başlıyor?" Bence gidilebilir bir film. Ama daha sonra, filmde geçen kavramlarla ilgili ciddi birşeyler okumanız ya da araştırmanız şartıyla. O filmde anlatılanları bilim kabul edip konuyu bilen birileriyle konuşursanız, fena rezil olursunuz. Demedi demeyin... DAVID FINCHER: ÇATIŞMADAN KORKAN ADAM David Fincher'ı genel olarak severim. Ele aldığı konuların ve karakterlerin "tatsızlığına" karşın, onları ele almadaki ciddiyeti, çalışkanlığı ve üslubu, kendisini benim için ilgiye değer bir yönetmen haline getiriyor. Etrafında bu konuda bulunan boşluğua bakılınca, adam ister istemez biraz daha ön plana çıkıyor. Ama daha ilk filminden beri Fincher'ın hikayelerinde bir durumun tekrarlandığını görüyoruz. O da şu: Fincher hikayelerindeki karakterler çok uzun süreler boyunca birbirleriyle doğrudan çatışmaya girmiyorlar. Bir sebepten dolayı birbirlerinden uzak / ayrı duruyorlar. Bir araya geldiklerinde de kısa çatışmalar yaşıyorlar. Hikayelerindeki ana olay genel olarak bundan ibaret. Bunu en son "Gone Girl"ü izlerken fark ettim. Sonra geri dönüp Zodiac ve Ejderha Dövmeli Kız filmlerine bakınca, bunun doğru olduğunu fark ettim. Önceki filmlerine de bakınca, yine aynı durumun tekrarlandığını gördüm. Örneğin "Seven" filminde hep kaçan bir kötü adam / nemesis vardır. Dedektifler John Doe'yu arayarak geçirirler bütün filmi. Sadece sonlara doğru bir iki karşılaşma olur. "Oyun" filminde zaten "kötü adam" belirli biri değildir. Baş kahraman (M. Douglas) çeşitli insanlarla çatışır / onlardan kaçar ama ortada geçer bir nemesis hiç yoktur. Güya birileri onu kovalamaktadır. "Alien"da zaten serinin genel kuralı olarak Alien'lar az ve nadiren gösterilir. Bu da Fincher'in hikayesel eğilimine tam uyuyor. "Fight Club"ı bu açıdan değerlendirebilir miyiz bilmiyorum. Bunu sonraya bırakalım. 23

"Panik Odası", bu hikaye yapısının şahikasıdır neredeyse. Kahramanlar bir odaya kapatılır, kötü adamlar da odanın dışındadır. Film boyunca (finaldeki kısa bölüm hariç) çok az etkileşirler. "Zodiac"ta da hikaye boyunca bir gerilim var. Ama gerçekten kahraman ile kötü adam hiç ama hiç çatışmıyor. Finaldeki yüzleşme hariç! Bu açıdan bakarsanız bildiğiniz "komik"! "Benjamin Button"da zaten bildiğimiz anlamda çatışmalı bir hikaye yok, bu yüzden bu kritere göre değerlendirmek zor. Ama yine de Fincher'in "çatışmadan kaçışı"nın en üst düzeyi olarak nitelendirilebilir. "Social Network" belki de en çatışmalı hikaye. Ama bunun nedeni de Fincher'in tercihinden çok anlatılanların gerçek olaylara dayanması. Yani Aaron Sorkin'in hikayesi kaçınılmaz olarak çatışma içermek zorundaydı zira "herkesi arkadaş yapan bir adamın arkadaşsız kalması" gibi biraz çocuksu ama aslında etkileyici bir önermeye dayanıyordu. "Ejderha Dövmeli Kız"da da kahraman ile kötü adam ancak finalde karşılaşıp çatışıyorlar. Onun dışında sürekli bir araştırma, soruşturma, delil bulma, vb. var. Bunların dışında belirgin bir çatışma yok. * Zaten aslında Fincher de kendisini "mystery / thriller" türü ile sınırlandırıyor. Bu tür, işlenen bir suçun failinin bulunması / yakalanması ile ilgilidir. Bir J. Cameron gibi "aksiyon" yönetmeni değil Fincher. Bir Fincher filmine gittiğinizde, ne bekleyeceğinizi aşağı yukarı biliyorsunuz. Güzel kompozisyonlar, ilginç diyaloglar, birkaç şaşırtıcı hikaye süprizi ("twist"), insan doğasına dair olumsuz bir bakış açısı. Kötü değil ama artık çok şaşırtmıyor. Not: Son iki filminde (Ej. Döv. Kız ve Kayıp Kız) kayıpların arkalarında bir günlük / defter bırakması vb. de ortak. Ama Gone Girl'de Fincher seyirciye bir çalım atıyor ve ikinci filmdeki defterin kurmaca olduğunu gösteriyor. Sanki bir önceki filminde kullandığı trük ile (hatta filmin tamamıyla) alay ediyor. İlginç. * Fincher'in bu çatışmadan kaçma eğilimi acaba gişedeki genel performansının bir nedeni olabilir mi? Muhtemelen. NOTLAR - 2 1) (18+ bir nottur, sinirlerinize hakim olun) Bir insan bu kadar "ilgi ****pusu" olabilir! (Bilenler, bu tabirin İngilizceden geldiğini bilirler: "attention whore". İlgi çekmek için her türlü saçmalığı yapanlar kadın / erkek fark etmez- için kullanılır.). Ölmüş bir kızın katilini sevimli göstermeye çalışan yazarımsı yaratığı daha ilk zamanlarından itibaren sevmezdim - gerçekten! Hayatta bazı insanlar doğruyu söylerken bile alttan alta ruhsal rahatsızlıklarını belli ederler ya, bence öyle biriydi. Değil arkadaş olmak, kafede yan masada bile oturmak istemeyeceğiniz tipte birisi. Ve şu anda zevkten dört köşe, biliyor musunuz? Elde etti istediğini! Herkesin ilgisini aldı - azı olumlu, çoğu olumsuz, ama ne fark eder! Gündeme geldi ya. Kendini değerli hissediyor, damarlarında adrenalin dolaşıyor, kendini tekrar "canlı" hissediyor! Katilini övdüğü genç kızdan farklı olarak! Medyamız bu manyakları nerede buluyor bilmiyorum ama herhalde iş görüşmelerinde "içinizde bir manyak var mı?" sorusunu olumlu yanıtlayanları seçiyorlar?! 2) Ah, madem hayal kırıklıklarından gidiyoruz, A. Alatlı'yla devam edeyim. Ne kadar sevmiştik seni?! Hem akıllı, hem içtendin. Ve sanki herhangi bir politik cepheye kapılmadan bizlere doğruyu göstermeye çalışıyordun, yukarılardan bir yerden! Ama olsun, kafamızda ve gönlümüzde öyle ufuklar açmıştın ki bazı tutarsızlıklarını görmezden gelmeye hazırdık. Ta ki bu 17 Aralık olaylarında cansiperane (ki onun tabiridir) kendisini baş yöneticiyi savunmaya adayana kadar! Yazıklar olsun'dan başka birşey demeyeceğim. Anlattıklarından bazılarını öyle özümsemiştik ki, düşünce dünyamızın temel taşları haline gelmişlerdi. Onlar da mı yanlış şimdi? Türk insanı (ki bunda okumamış yazmamışlardan bahsetmiyorum, okumuş yazmış orta sınıftan bahsediyorum) kendi aydınına bu kadar mı şüpheyle yaklaşmak zorunda? Bugün ak dediğinize yarın kara diyebileceğinizin en güzel örneği olarak tarihe geçtin. Bir zamanlar akıllı uslu konuşup finale doğru saçmalama konusunda örnek vermek gerekirse ileride bir belgeselde, senden kesinlikle bahsedilecektir! 3) Kobane olaylarının Gezi olaylarına bağlanmaya çalışılması (en azından bazı kişiler tarafından), Gezi'nin başlangıçta bir beyaz Türk eylemi olup sonra solcuların / kürtçülerin tekeline girdiği yönündeki değerlendirmemi doğruluyor. Bu arada Selehettin'in, bir lafıyla 30 küsür kişinin ölümüne yol açması ve buna dair en ufak bir pişmanlık belirtisi göstermemesi (belki içi kan ağlıyordur), o siyasi hareketin 24

başındakilerin sağlıklı karar alma kabiliyeti hakkında çok şeyler gösteriyor. Gezi'de 5 kişinin ölümüne yol açan ile Kobane eylemlerinde 30 küsür kişi öldüren yarışmış meğerse son seçimde. Allahım sen bizi koru! 4) Alakasız Not: Çok eski bir yazıda "Çocuklar Duymasın" dizisinin P. Altuğ'un "sadakatsizliği" nedeniyle bitirilmesinin saçma olduğunu söylemiştim. Dizi tekrar yayınlanmaya başladığından beri her gördüğümde "Bak! Ben demiştim" diyorum, gayri ihtiyari! :) 5) Yine yaklaşık on yıl önceki bir yazıda "The O.C." için "izlemeyeni döverim" demiştim, en azından birinci sezonu için. O dizinin bizdeki uyarlaması olan "Med Cezir"e gösterilen ilginin büyüklüğü, sanırsam o zamanki tespitimin doğruluğunu gösteriyor. (Evet, adam on sene önce yaptığı bir tespitle ilgili "Bak ben demiştim!" diye övünüyor, ne var?!) 6) Geçen akşam Kutluğ Ataman'ı gördüm televizyonda, bir mülakat veriyordu filmiyle ilgili. Tekrar kani oldum, "sanatçı"nın canı yanan, yarası kanayan bir insan olması gerektiğine. Herşeyi birbirine denk (kusura bakmayın, 18+ demiştim), medyanın ilgisine mazhar olduğu için etrafa içi boş gülücükler saçan insanlar ancak sinir kaynağı olabiliyor. Derdi (her iki anlamda "dert") / yarası olmayan adamdan sanatçı olmaz. Bunu bir kenara yazın! Dağılabilirsiniz! Gri Cehennemi ... Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da sizin sorumluluğunuzdur. * Hayat böyle birşeydir işte. Kendi köşene çekilip sessiz sakin ve mutlu bir hayat yaşamana izin vermez. Sürekli senden ilgi ve dikkat ister. Seni dürter. Seni köşenden çıkaracak olaylar ve durumlar yaratır. Bunlara bir şekilde tepki vermeni ister. İstemesen bile taraf olması talep eder senden. Oysa ne güzeldir dağ başında bir kulübede herkesten ve herşeyden uzak yaşama hayali. Hayır, buna izin vermez. Hayat böyle bir maceradır. Genelde acı, çok nadiren tatlı, ama her zaman çalkantılı ve değişken. * Ülkemiz "bir kısrak başı gibi Akdeniz'e uzanıyor" ama gövdesi Ortadoğuda. Atalarımız Ortaasya'dan buralara gelirken neler düşünüyordu, bilmem. Ama aradıklarını bulabildiklerini sanmıyorum. Viyana'yı alsaydık, çoktan Portekiz'den Amerika'ya açılmıştık. Orada bizi durdurdular da yeryüzündeki bu en acayip bir coğrafyaya hapsettiler. Her tarafımızda her üç beş senede bir iç savaş, katliam, kaos. Bir rahat yok. * Önce son yirmi beş yılı kısaca bir özetleyelim: Doksanları terörle uğraşarak geçirdik (1984 - 2013). Sağolsun (!) güney komşularımız ve medeni Avrupa ülkeleri (başta Almanya, Yunanistan, Amerika ve Fransa), terör örgütüne mebzul miktarda destek sağladılar. Avrupa'nın göbeğinde Bosna'da katliam oldu (92-95) ama Avrupa'dan kimsenin umrunda olmadı - ta ki Amerika gelip havadan bombalayana kadar. Hocalı'da da Ermeniler Türkleri öldürdü ama dünya kılını kıpırdatmadı. Biz bile layıkıyla tepki vermedik, ki bir utanç vesilesidir. İsrail'in üç beş vatandaşının intikamını almak için binlerce Filistinli öldürmesi o kadar mutad bir hal aldı ki artık BM kılını dahi kıpırdatmıyor, vasat bir kınama yayınlamaktan başka. Bu arada Amerika sürekli olarak İran ile didişti. Diğer yandan da Rusları Afganistan'da durdurmak için Mücahitleri eğitti ve onlara para ve silah verdi. Ruslar Afganistan'dan çekilip gitti (1989) ama Mücahitler ve silahları bu kez onları eğiten ve onlara silah veren Amerikalılara ve batıya döndü. Bu sırada Irak'ın başında, yine Amerika'nın semirttiği Saddam vardı. İranla olan savaş bitince, Amerika'ya ve Batı'ya diklenir olmuştu. Elinin altında dünyanın en büyük petrol rezervlerinden biri olduğu da herkesin malumuydu. 11 Eylül 2001'de aşırı dinci müslümanlar (ki bu konu hala tartışmalıdır) New York'un göbeğindeki ikiz kuleleri uçaklarla yıktı. Bu sırada iktidara yeni gelmiş olan Amerika'nın gelmiş geçmiş en geri zekalı başkanı (G.W.B.) bu terör eylemiyle bağlantılı olduğunu ve Kitle İmha Silahlarına sahip olduğunu ileri sürerek Irak'a girdi ve yaklaşık 1 MİLYON kişi öldürdü (2003) - İkiz Kulelerde ölenlerin sayısı yaklaşık 3 BİN idi. Ama bununla yetinmedi: gelmiş geçmiş en saçma gerekçe ("demokrasi götürmek") ile, Irak'ın bütün altyapısını (her türlü devlet mekanizmasından ordusuna kadar) yok etti. Güya yerine yenisini kuracaktı. Ama bunu tamamlamadan oradan çekildi (petrol ile ilgili diğer işleri ise sağlama bağlamış, kuzeyde de Amerika'nın her dediğine evet diyen bir Kürdistan kurmayı da ihmal etmemişti. Kürdistan'da da muazzam petrol kaynakları vardı).

25

2000'lerin sonlarında Kuzey Afrika'da "Arap Baharı" başladı. İnsanlar diktatörler gidiyor diye seviniyordu. (Solcu dergi ve sitelerde "halk ayaklanması" diye sevinç dolu yazılar çıktığını hatırlıyorum). Ama gidenlerin yerine daha kötüleri geliyordu: Aşırı dinciler, şeriatçılar, müslüman kardeşler. Libya, Tunus, Mısır... Tek istisnası Esad oldu. Esad bir türlü gitmedi. Kendi halkına karşı bir katliam başlattı. Hem Suriye'deki çatışmalarda hem de Irak'taki bombalama olaylarında mezhep çatışmaları çok belirgin bir etkendi. Sunniler ve Şiiler birbirine giriyordu. Kazan iyice ısınmıştı. Bölgedeki siyasi ve askeri boşluk, daha önce Afganistan'da, Irak'ta, Libya'da savaşmış aşırı dinciler tarafından dolduruldu. "Biz burada - iç savaş halindeki Suriye'de ve doğru dürüst devlet otoritesinin olmadığı Irak'ta - bir devlet kursak nasıl olur?" dediler ve denemeye kalktılar. Baktılar önlerinde ciddi hiçbir engel yok (Irak ordusunda güya 300 bin askerin olduğunu biliyor muydunuz?) kuruverdiler devletlerini ve arka arkaya şehirler almaya başladılar. Musul'u almaları, büyük bir kırılma noktasıydı. Bütün dünya aniden kulak kesildi. Su artık kaynamıştı. (Bu arada IŞİD'i Amerika, İngiltere ve İsrail'in bizzat kurduğuna dair ciddi iddialar var. Deniliyor ki Amerika, kendisine - daha önce Saddam'da yaptığı gibi - bir düşman yaratacak, sonra bu düşmanın yeterince zulüm yapmasına izin verecek, böylece tekrar Ortadoğu'ya girdiğinde kimse ses çıkarmayacak, hatta insanlar ABD gelsin diye yalvaracaklar. O da bu vesileyle Irak'ta yarım bıraktığı işi, yani Kürt petrolünü Akdeniz'e ulaştıracak koridoru oluşturma işini tamamlayacak. Bu iddiaların doğru olup olmadığını kısa bir süre içinde göreceğiz). Bütün bu olaylar Türkiye'nin beş on km ötesinde gerçekleşirken, bölgeyle tarihi bağlarımız olduğu için etkilenmememiz düşünülemezdi. IŞİD'in işgal ettiği yerlerde hem Kürtler hem de Türkmenler vardı. İlginçtir, IŞİD Türkmenleri öldürürken doğru dürüst ses çıkarmayan bizdeki kürt milliyetçileri, IŞİD kendilerine dokunmaya başlayınca ayaklandılar. "Tece" diye alay ettikleri, askerini öldürdükleri, sivillerini kaçırdıkları ülkeden, onların adına Kobani'ye yardım etmesini istiyorlardı. "Tece" vatandaşı olduklarını yeni hatırlamışlardı. Ortada öyle bir traji-komik durum vardı ki, kürt milliyetçiler, Kobani'ye destek vermek için gerekli olan tezkereye bir hafta önce hayır oyu vermişlerdi?! Türkiye mültecilere kapılarını açmıştı. Şu an itibariyle 1.7 milyon insan sınırlarımızdan ülkemize girmiş bulunuyor. Arap - Kürt - Yezidi demeden herkesi alıyoruz. Bunun benzerini yakın tarihte yapan bir ülkeyi hatırlamıyorum. Yine Saddam'dan kaçan Peşmergeleri ve Bulgar zulmünden kaçan Türkleri biz almıştık. İmparatorluk geçmişimiz bizi bir türlü bırakmıyordu. Ama işin ilginç tarafı, Kobani ve civarında Kürtleri öldüren IŞİDçilerin bir bölümü Türkiye'de tedavi edilmiş, Türkiye tarafından doğrudan veya dolaylı olarak desteklenmiş insanlardı. Oysa bizim yöneticilerin amacı bu değildi: onların Esad'a saldırması gerekiyordu, Kürtlere değil. Yöneticilerimiz, mavi gözlü yakışıklının "Yurtta sulh, cihanda sulh" ve "Vatan müdafası dışındaki her türlü savaş cinayettir" sözlerinin anlamını yeni anlıyorlardı. Ama bedelini masum Kürtler ve Türkmenler ödüyordu. Yakında Türklerin ödemesi de olasıydı. Neticede bizden ülke olarak, yıllarca halkımızı ve askerimizi öldürenlere destek olanları kurtarmamız bekleniyor, isteniyor. En azından ülkeyi bir günde yangın yerine çevirenlerin talebi bu. (Ki gerçek niyetlerinin bu olduundan şüpheliyim. Zira sizin için DEV bir kıyak yapmasını isteyeceğiniz kişiye / kuruma / topluma molotof kokteyli ile saldırmamak, en azından bir nezaket kuralıdır). Eğer birşey yapmazsak, on binlerce Kürt ölecek . Eğer birşey yaparsak, 1) Bir süre sonra muhtemelen bizi öldürmeye ve/veya ülkeyi bölmek için çabalayanlara destek vermeye devam edecekler. 2) Görünüşte hiçbir bağlantımız olmayan psikopat bir örgüt/devleti üstümüze sıçratmış olacağız. Ama birşey yapmazsak da, onları öldüren o acımasız grupla aynı pozisyona düşeceğiz. Zımnen onaylamış olacağız on binlerce kişinin ölümünü. Bunun adı iki ucu pis değnek değil. Değneğin kendisi pislikten oluşuyor. Her hamlemizde birşeyler kaybediyoruz. Siyah ve beyazın olmadığı, yalnızca grinin farklı tonlarının bulunduğu karmaşık bir durumla karşı karşıyayız. İnsanların ölmesine izin vermeyen, ama kendimizi de içinden çıkamayacağımız bir batağa sürüklemeyeceğimiz bir çözüm bulmalıyız. İşte yaratıcılık, zeka ve dirayet, siyasette böyle zamanlar için gerekli. Bir marketin içine kadar bir vatandaşı takip edip onu tokatlamak için değil. Güncelleme (9 Ekim): K.K. "Hükümet yeni bir tezkere getirsin, ama bu kez sadece Kobani ile sınırlı olsun. Valla onaylayacağız." demiş. Bu adam, eski baş yöneticiden bile hızlı dönüyor yahu! Türk siyasetini izlemek, Fuar'da balerine binmek gibi birşey gerçekten! * 26

N.B. Bütün bunların "petrol" ile ilgili olduğunu söylemeye gerek var mı? Ortadoğu'daki petrol kaynaklarını kontrol etmek ve bu sayede Çin'i dizginlemek isteyen Amerika, yine kanlı bir oyun sahneliyor. Biz ise yine kendini başrolde zanneden figüranlardan ibaretiz. Hayatlar gidiyor, kanlar akıyor, umutlar sönüyor... Amerika'daki bir gerizekalı kıytırık arabasına biraz daha ucuza benzin alabilsin ya da Çin'in yirmi-otuz sene sonra Amerika'nın karşısına bir süpergüç olarak çıkması biraz daha geciksin diye. Kurban Kim?! Eski yazılarımı okuyorum bazen. Hrant'ın öldürülüşü, Ergenekon davaları ilk çıktığında ülkenin üzerine çöken karabulut, Gezi olayları, 17 Aralık ve sonrası, seçimler... Şunu fark ediyorum. O günlerde bizi hop oturtup hop kaldıran şeyler, bir süre sonra gündelik hayatımızda ufacık bir detaya dönüşüyor. Tabii ki Hrant ve Berkin her hatırlandığında kalbimi ayrı bir sızlatıyor ama örneğin 301 Somalı işçinin ölümü ya da Gezi olayları artık o kadar canlı gibi gelmiyor. İnsan hafızasının nankörülüğü mü bu? Sanmıyorum. Bence beynimizin sürekli yeni ve çeşitli verilerin bombardımanına tutularak bulandırılması, önemli ile önemsizin bilerek birbirine karıştırılması, gündelik meselelerle uğraşmak zorunda bırakılmak. Arada bir ortaya çıkan krizleri de eklersek, neresinden bakarsak bakalım ağır bir travma olan şeyler, hafızamızda ilk günkünün binde biri kadar bir yer tutmaya başlıyor bir süre sonra. Bu kışın favori konuları belli olmaya başladı yavaş yavaş: IŞİD'e Nato (Amerika) müdahalesi ve Ebola salgını. Bazı silah şirketleri ve ilaç şirketleri deli para kazanacaklar yine! Ve yine bir sürü masum insan ölecek bu süreçte. Yine güçlüler haklı çıkacaklar, çünkü insanları buna inandırmaya kabil araçlara sahipler. O kadar kafa buluyorlar ki bizimle, bundan bir ay önce 49 rehine için "Takas yapılmadı" diyen adamların aslında "180" kişiyi IŞİD'e verdiği ortaya çıktı. Ama bundan dolayı hiç gocunmuyorlar, gocunmayacaklar. Zira bu devasa bilinç akışında (burada yazar toplumun bilincini ağır ağır akan, içine her türlü fabrika atığı, kanalizasyon, vb. karışan dev bir ırmağa benzetmektedir) her türlü pisliğin bir süre su yüzünde kaldıktan sonra derinlere batacağını biliyorlar.Biz de çaresiz bir şekilde bunu seyretmek zorunda kalıyoruz. Bunlarla ilgili ne bir eser vererek, ne bir itirazda bulunarak, ne bir sonuç yaratarak. Herşeyi kabul ediyoruz zira kurulan toplum mekanizması (ki güya Gücü Halka Veren bir mekanizma bu) aslında ses çıkarmamamız ve etki etmememiz üzerine kurulu. O zaman da söylemiştim, şimdi de söyleyeyim: Taksimin ortasındaki ağaçlardan bin kat daha büyük kötülükler oldu ve oluyor memlekette, neredesiniz Ey Geziciler?! Dokuz yaşındaki kız çocuklarının başına başörtüsü geçirdiler, bunu önce "özgürlük" diye sunuyorlar, sonra zorunlu hale getirecekler! Nerede başkanı gitarist olan parti ve üyeleri! Tatilden döndünüz mü? Bayramda da mı küçük bir kaçamak yaptınız! Yıllar yıllar önce yazmıştım (artık böyle bir kalıp kullanabilecek durumdayım), Türkiye light bir "İslam / Şeriat Cumhuriyeti" olacak, ama adı böyle olmayacak, demiştim. İçki satın almaya saat, dokuz yaşındaki kızın başına baş örtüsü koydular! Devlet dairelerinde baş örtüsü serbest, okullara mescit yapılıyor. 2000'lerin başında ülkedeki İmam Hatip Lisesi öğrencisi 70 bin iken 2014 itibariyle BİR MİLYON! İyi okuyun: BİR MİLYON. Bu sadece bu sene. Seneye neler olacağını göreceğiz! Ben size boşuna en önemli konu siyaset ya da ekonomi değil EĞİTİM'dir demiyorum. Adamlar bunun farkındalar. Ama bizimkiler değil! Bu arada ülke için en çok şey vaat eden partinin başkanı da tek seçimini, o parti için en çok şey yapabilecek adaya karşı kazandı ve onu ekarte etti. Kendi yerine Okyanus Ötesine selam çakan bitki soyadlı birini getirmek için. IŞİD ile ilgili tahminimi de söyleyeyim. Amerika nasıl İkiz Kuleler'i bahane ederek iki ülkeye girdiyse, şimdi de bir benzerini yapacak gibi görünüyor. Bu kez Suriye ve civardaki başka ülkelerin petrolüne yön verecek. Ve bunu da Demokrat bir Amerikan başkanı yapacak! Medyanın hep bir ağızdan bir kötü adam yaratmaya çalışmasındaki cevvalliği buna işaret ediyor. Medyamızın ne kadar satılmış, kalitesiz, adi olduğunu hatırlıyor musunuz? Gezi olaylarının bize gösterdiği bir iki önemli şeyden biriydi bu. Yani her gün saatlerce evimize konuk olan ve bize dış dünyada olup biteni anlatan medya (TV, gazeteler, internet) aslında ****** çocuğu yalancının teki! Neredeyse tek kelimesine güvenilmemesi gereken bir şerefsiz. Ama biz bunu da unutmuş ve bu şerefsizi tekrar kendi aramıza almış ve hatta tekrar zihnimizi bilinçlendirmesine izin vermiş durumdayız. Eh, kendini kandırmak isteyen, bunu yapacak birini elbette bulur. Ama sonuçlarına da katlanır. * Böyle bir ülkede ve dünyada, fantastik ya da siyasi gerilim filmi yazmaya gerek var mı? "Akbaba'nın Üç Günü"nü biz yaşıyoruz zaten gün be gün, filmine ne gerek. Kahramanı olmasak bile kurbanı biziz. Ama yazarlar, bilincimizi açık tutuyorlar, başımıza gelenleri görmemiz ama birşey yapamayacak olmanın çaresizliğini net bir şekilde yaşamamız için.

27

Kurban bayramı mı? Aynen öyle! Ama sorulması gereken soru şu: Kurban kim?! "Save the Cat" Yazarı Blake Snyder'dan Sevgiler... Film türlerini anlatmak için genelde "Suç filmleri" "komedi filmleri" "kovboy (sığır çobanı) filmleri" "bilim kurgu filmleri" "romantik filmler" gibi kategoriler kullanılır. Bu, filmlerin geçtiği mekânlar ya da ele aldıkları temalar ile ilgili bir sınıflandırmadır. Aslına bakarsanız, bu çok "dışarıdan" yapılan bir değerlendirmeye dayanan çok kaba bir sınıflandırma dışında birşey değildir. Senaristlere gereken, onların aslında daha çok işine yarayacak olan, daha "içeriden" yapılacak bir sınıflandırmadır. Yani filmleri geçtiği mekânlara vb. göre değil de, ele aldığı konuları işleyiş tarzına göre değerlendirmek senaristler açısından çok daha anlamlı ve işlevsel olacaktır. İşte böyle bir değerlendirmeyi yapan bir ağabeyimiz var(dı): Blake Snyder. Genç yaşta bu dünyadan göçen Blake Snyder, arkasında üç önemli kitap bıraktı: "Save the Cat" "Save the Cat! Goes to the Movies" ve "Save the Cat! Strikes Back". Snyder, ilk kitabıyla bu sınıflandırmanın ve değerlendirme tarzının temellerini attı, ikinci kitabıyla da bu temellerin üzerine birkaç kat çıktı. Üçüncü kitabında da yazarların kullanabileceği teknikler hakkında tecrübelerinden elde ettiği bilgileri paylaştı. Burada bizi ilk iki kitabı ilgilendiriyor. * Lafı uzatmandan Snyder'ın yaptığı sınıflandırmalara geçelim. Snyder'a göre filmleri şu 10 kategoriye göre değerlendirebiliriz: 1) Evdeki Canavar (“Monster in the House”) 2) Altın Post (“Golden Fleece”) 3) Şişeden çıkan cin (“Out of the bottle”) ??? 4) Derdi olan Adam (“Dude with a problem”) 5) Geçiş Ritüelleri (“Rites of passage”) ??? 6) Dost Sevgisi (“Buddy love”) 7) Neden Yaptı (“Whydunit”) 8) Muzaffer Budala (“Fool Triumphant”) 9) Grup Hikâyesi (“Institutionalized”) 10) Süper Kahraman (“Superhero”) * 1) EVDEKİ CANAVAR "Alien" (Yaratık) filmini ele alalım. Geleneksel değerlendirmeye göre "Alien" (Yaratık) bir bilimkurgu filmidir. Oysa bu sınıflama bize yalnızca filmin nerede (ve ne zaman) geçtiğine dair bir bilgi verir. Oysa filmin içeriğine göre bir değerlendirme yapacak olursak "Alien" bir "Evdeki Canavar" filmidir. Bir filmin bu kategoriye girmesi için 1) Bir Canavar, 2) Bir Ev, 3) Bir Günah olması gerekmektedir. Yani bir canavar, sınırları belirli (kapalı) bir mekân içinde insanları dehşete düşürmeli ve/veya öldürmelidir. "Alien"daki yaratık tam da bunu yapmaktadır. Uzay gemisi içerisindeki insanları teker teker avlamaktadır. Serinin diğer filmleri de bu kalıbı izlemektedir. (Takdir edersiniz ki J. Cameron, D. Fincher, ve J.P. Jeunet bu formülü daha en başta fark etmişler ve ona uymuşlardır). Peki, buna benzer başka filmler hatırlıyor musunuz? Akla ilk gelen filmlerden birisi "Jaws"tır. Bu filmde de bir canavar (köpek balığı), bir ev (ada) ve bir günah (aç gözlülük) söz konusudur. Köpekbalığı insanları teker teker avlamaktadır ve insanların da yapabileceği birşey yok gibidir. Ta ki filmin ikinci yarısına kadar. İkinci yarıda Şerif Brody ve iki kişi denize açılarak köpek balığının peşine düşerler. Fakat hikâye "Evdeki

28

canavar" formatının dışına çıkmaz. Bu kez "ev" "deniz"dir. Denizde gidebilecekleri hiçbir yer yoktur. Köpekbalığı tarafından kıstırılmışlardır. "Evdeki Canavar" türünde kahramanların davranışları ya da eylemleri kötülüğün içeri girmesine neden olur. Buradaki iki temel öğe "canavar" ve "ev"dir. Bu tür bir hikâye yazmak için karakterleri bir odaya, bir binaya ya da küçük bir köye koyun. Bir günah işlesinler. Bu günah "doğaüstü bir canavarın yaratılmasına / davet edilmesine" neden olur. Bu canavar günahkârları öldürür ve diğerlerine dokunmaz. "Alien" (Yaratık), "Tremors" (Yeraltı Canavarı), "Jurassic Park" "Jaws" bu kategorideki filmlerdir. Bu tür filmlerde çok miktarda şiddet ve ölüm vardır. Filmin başlarında, canavarın (genelde) dokunmayacağı "düşünen tip"i yaratmalısınız ("Jurassic Park"taki Matematikçi, "Jaws"taki Şerif ve Deniz Biyoloğu, vb.). * "JAWS" "exorcist" ve "Yaratık" filmlerinin ortak yönü nedir? Bunlar "Evdeki Canavar" dediğim türe ait örneklerdir. Bu türün iki temel öğesi vardır: Bir canavar. Bir ev. Bu evin içine o canavarı öldürmek için can atan insanlar koyduğunuzda, dünyanın her yerindeki herkese hitap eden bir hikâye yaratmış olursunuz. Bu türün diğer örnekleri "Jurassic Park" "Elm Sokağı Kabusu" "13. Cuma" ve "Scream" (Çığlık), "Tremors" (Yeraltı Canavarı) filmleridir. Hayaletli ev filmleri de bu kategoriye girer. İçinde doğaüstü öğeler bulunmayan "Öldüren Cazibe" ("Fatal Attraction") gibi filmler de bu kategoridendir. "Arachnophobia" "Deep Blue Sea" gibi filmler de. Bu türün kuralları basittir: "Ev" sınırlı /kapalı bir mekan olmalıdır. Bir sahil kasabası, bir uzay gemisi, dinozorların bulunduğu bir park, bir aile birimi. Bir de günah işlenmelidir. Bu genelde açgözlülük ya da cinsel bir suç olur. Bu da doğaüstü canavarın yaratılmasına neden olur. Bu canavar da bir intikam meleği gibi günahı işleyen kişileri öldürmeye başlar. Günahın ne olduğunu anlayanlara dokunmaz. Bunun dışında olanlar "kaç ve saklan"dan ibarettir. Bu canavara, canavarın güçlerine, ve seyirciye "Bööö!" deme şeklimize getireceğimiz yenilikler, senaristin en önemli görevlerindendir. Burada kötü örnek olarak "Arachnophobia"yı verebiliriz: Bu filmdeki canavar "kötü"dür: küçücük bir örümcektir. Hiçbir doğaüstü gücü yoktur. Bu açıdan da korkunç değildir. Üzerine basınca ölür. Ayrıca burada bir "ev" de yoktur. Filmin kahramanları istedikleri zaman o mekandan ayrılabilecek durumdadırlar. Bu nedenle burada bir gerilim oluşmuyor. * 2) ALTIN POST Arayış miti en eski hikaye türlerinden biridir. Eğer senaryonuz bir "yol filmi" olarak sınıflandırılabiliyorsa, bu durumda "Altın Post" denilen türü bilmeniz gerekir. Bu isim "Jason ve Arganotlar" efsanesinden gelmektedir. Bu hikayede bir kahraman, bireyi aramak için "yola çıkar" ve en neticede başka bireyi (kendisini) bulur. Bu nedenle "Oz Büyücüsü" "Yıldız Savaşları" "Geleceğe Dönüş" özlerinde aynı filmdir. Her hikayede olduğu gibi, "Altın Post" türünün dönüm noktaları, kahramanımızın ya da kahramanlarımızın karşılaştığı kişi ve olaylardır. "Episodik" (yani bölüm bölüm) olduğu için, sanki bunlar birbirine bağlı değilmiş gibi görünebilir ama bağlı olmalıdırlar. Her "Altın Post" filminin teması, içsel büyümedir. Olayların kahramanları nasıl etkilediği, hikayeyi (olay örgüsünü) meydana getirir. İyi bir "Altın Post" hikayesi, kahraman(lar)ın ne kadar yol aldığıyla değil, kahramanın yol aldıkça değişime uğrama şekli ile kendini gösterir. Ve bu dönüm noktalarının kahraman için bir anlam taşımasını sağlamak, yazarın görevidir. "Altın Post" tabiri, "Jason ve Arganotlar" adlı Yunan efsanesinden gelir. Bu hikayede Jason, kral olması için bu postu bulup getirmekle görevlendirilir. Bunu yapmak için de Jason bir ekip toplar (ekipte Herkül de vardır) ve yola çıkarlar. Bu yolculuk çeşitli maceralara yol açar, en sonunda Jason kendisiyle yüzleşir ve ödülünü elde eder. "Post" bu avın nesnesi, yolculuğun amacıdır, ve bu türdeki birçok hikayede olduğu gibi bir "McGuffin"dir. Bu arayışı başlatan, ama elde edildiğinde çok da anlamlı olmadığı ortaya çıkan şeydir. Günümüzde bu türe giren filmlere örnek olarak "Little Miss Sunshine", "Saving Private Ryan" ve "Star Wars" verilebilir. Bu yolculuğa bazen tek bir kişi çıkabilir. Bu durumda buna "Solo Post" denilebilir (Snyder'ın kendi tabiri). "About Schmidt" ve "Garden State" filmleri bu kategoriye girer. Bazı biyografi filmleri de bu türe ait olarak kabul edilebilir: "Capote" ve "Ray". Burada "yol", o kişinin "yaşamıdır" ve geçiş'in risk ve ödüllerini anlatır. "Spor Post"u kategorisinde bir grup insan bir kupayı elde etmeye çalışır. "Hırsızlık Post"unda ise "altın" kapalı bir odada tutulan gerçek bir hazinedir (örn. "Ocean's Eleven"). Bu filmlerde takım, liderin sahip olmadığı çeşitli özellikleri taşıyan bir grup acayip insandan oluşur. Bu kişilerin kazanmak için bir bütün olması gerekmektedir. 29

"Altın Post" hikayesinin güzelliği, evden uzakta olmanın verdiği macera duygusundan ve bizim ötemizde bulunan anlamlı bireye erişmek için bir takım çalışmasına katılmaktan kaynaklanır. Bu hikaye türü iyi uygulandığında seyirciye çok iyi vakit geçirtir. Tıpkı "Evdeki Canavar"da olduğu gibi "Altın Post" da üç temel öğeden meydana gelir: (1) bir "yol" (2) bir "takım" (3) "ödül". Yol: Evden uzaklaşmak suretiyle çıktığımız (gittiğimiz) ve kendisi üzerinden döndüğümüz şey. Bunun gerçekten katran kaplı bir yol olması gerekmiyor. Bu bir metafor da olabilir. Yol, bir insanın hayatı olabilir, okyanus ötesine ya da yolun karşısına yapılan bir yolculuk olabilir. "Yüzüklerin Efendisi" ve "Üç Kral" filmlerinin de kanıtladığı üzere yol, bütün evreni, gezegen sistemlerini, savaş bölgelerini zaman ve mekan boyutlarını kat edebilir. Bir "Altın Post" hikayesi yazıp yazmadığınızı anlamanın yolu şudur: kendinize "karamanların belirli bir yere gidiyorlar mı, ve ben onların yolculuğunun haritasını çıkartabilir miyim?" "Altın Post" hikayesi genelde arkadaşlık ile ilgilidir ve kişinin seçtiği takım arkadaşları genelde ödülün kendisi kadar önemlidir. Bu Altın Post hikayesindeki kahraman genelde bir "mazlum” (ezilen kişi, “underdog”) ya da put kırıcı (ikonoklast)dır. Ekibi de, hikayenin sonunda kahramanın karakteri ile bütünleşecek olan "kalp" "beyin" veya "ruh" gibi diğer nitelikleri temsil ederler. Kahraman ekibin merkezinde yer alan karakterdir ve genelde de "sıkıcı" biridir. Luke Skywalker, sinema dünyasındaki en sıkıcı karakterlerden biri değil mi? Ama işte tam da bu nedenle çevresini Han Solo'nun, yürüyen kilim Chewbacca ve ukala robotlar ile sarması gerekmektedir. Luke, Jason ile onu bir kahraman yapan özelliği paylaşmaktadır: o, en iyi halimizdeki/günümüzdeki bizdir. istekli, pırıl pırıl gözlü ve olduğu gibi. Daha büyük ekiplerin bulunduğu filmlerde, ekibin her üyesinin tanıtılması serimin önemli bir bölümünü kapsayabilir ve hemen her karakterin ilginç/zeki bir biçimde hikayeye girmesi gerekmektedir. Bunun ustaca yapıldığı bazı örnekler "Ocean's Eleven" ve "Guardians of the Galaxy"dir. Burada her bir karakter ve yetenek topluluğu büyük bir ekonomi ile verilir. Yolun sonuna vardığımızda "ödül"ün ona değecek gerçek birşey olması bile gerekmemektedir. Hatta kahramanlarınız bu şeyi elde edemeyebilirler bile. "Hırsızlık Postu" türünde, ödülün özgürlük olduğu "Kelebek" ve "Alcatraz'dan Kaçış" gibi filmler de yer alır. Ödülün para olduğu filmlerde -ki birçok hırsızlık filminde durum budur- iyiler, parayı çalmak için temel bir nedeni olan kişilerdir. Bu neden intikam, aşk ya da Ocean's Eleven'da olduğu gibi erkeklik olabilir. Bununla birlikte ödül kazanıldığında da genelde bir bityeniği ortaya çıkar. Örneğin "Er Ryan'ı Kurtarmak"ta Tom Hanks'ın ekibi Er Ryan'ı kurtardığı anda Ryan onlarla geri gelmeyeceğini söyler. Altın Post hikayelerinin işe yaramasını sağlayan şeylerden birisi de kahramanlarımızın, aradıkları altının aslında önemli bile olmadığını, arkadaşlığın gerçek altını karşısında sönük kaldığını öğrenmeleridir. Tıpkı Rocky'de olduğu gibi, Rocky'nin gerçek dostlarının kim olduğunu öğrenmesi için Apollo'yu yenmesi gerekmemektedir. Eğer gerçek bir yol filmi yazmaya kalkışıyorsanız, bunları yazmanın o kadar da kolay olmadığını unutmamalısınız. Birini bir yolculuğa çıkarmak ve başlarına harika bir maceranın geleceğini varsaymak, büyük bir hatadır. Kahramanımızı, birşey bulmak için yola çıkardığımız hikayelerde, yoldaki her durağın önemli / ilginç / anlamlı olmasını sağlamak zorundayız. Her yol işaretinin bir nedeni, bir anlamı olmalıdır. Sadece "komik" olduğu ya da hep orada bir film çekmek istediğiniz için oraya konmamalıdır. * 4) DERDİ OLAN ADAM Bu tür hikayelerde kahraman kendisini boyunda büyük belaların içinde bulur. Hitchcock'un "North by Northwest"i ya da "Die Hard" filmleri bu kategoriye girer. Kendi işinde gücünde olan ortalama insanlar, kendi hatalarından kaynaklanmayan bir nedenden dolayı, aniden bir polis kuşatması altında bulurlar kendilerini. Tabii bir de onlara geceyi birlikte geçirmelerini öneren seksi bir sarışın da vardır, çünkü ona inanan tek kişi bu sarışındır (bkz. "North by Northwest"). En iyi "Derdi olan Adam" hikayeleri bize sıradan / ortalama olmadığımızı hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda gizli bir gücümüz olduğunu da gösterir. Birçok DOA filminde olduğu gibi biz de kendimizi kanıtlamak için bir şans arayışı içerisindeyizdir. Aynı zamanda özel bireylerin olduğu, havada elektriğin bulunduğu gibi bir hisse kapılırız. Sanki bütün dünya kafayı kahramana (ve onun aracılığıyla da bize) 30

takmıştır. Bu hikayenin bizde uyandırdığı "hayatta kalma" içgüdüsü, kendimizi canlı hissetmemizi sağlar. İşte bu nedenle bu hikaye türünün çok çeşitli varyasyonları vardır. Örneğin "North by Northwest"te ve "Enemy of the State"te (Devlet Düşmanı) olduğu gibi bir "Casus Sorunu" vardır. Bu hikayelerde tek bir adam ya da kadın, bir grup gizli ajandan kaçar. Bir başka tür de "Polislik Sorunu"dur. "Die Hard" bunun bir örneğidir. Burada da bir kahraman tek başına hem kötü adamlarla hem de polislerle mücadele etmek zorunda kalır. "Ev İçi Sorun" türünde kahraman, evinin sandığı kadar da güvenli olmadığını öğrenir ("Sleeping with the Enemy" ya da "Wait until Dark"). "Doğa Sorunu" türünde insanlar kendilerini mücbir sebeplerden dolayı acı dolu bir dünya içinde bulurlar: "Lorenzo'nun Yağı"nda insanlar kendilerini bir hastalık karşısında yapayalnız hissederler. Bazen de vahşi hayvanlar karşısında ("The Edge" "Open Water") ya da doğanın içinde ("Alive") bu yalnızlığı ve çaresizliği hissederler. "Epik Sorun"da ise insanlar dünyanın sonu ile karşı karşıyadırlar ("Armageddon" "Outbreak"). Görüldüğü üzere durumlar neredeyse sonsuz sayıdadır, ama kurallar hep aynıdır: (") "Masum bir kahraman", istemediği halde kendini bir sorunun içinde bulur. (2) "Ani bir olay" hiç uyarmadan kahramanı bu sorunun içine atar. 3) "Hayatta kalma sınavı", mesele hayat memat (ölüm kalım) meselesidir. Bizim bu "adamla" özdeleşmemizin nedenlerinden biri, bizim de onlar gibi olmamızdır. Biz de "Çok Şey Bilen Adam"daki James Stewart gibiyiz. Bruce Willis, "Die Hard"ta Avrupalı teröristlerin, karısının da bulunduğu binayı ele geçirmesine neden olacak birşey yapmış mıdır? Hayır. İnsan ırkı, dev bir meteorun dünyaya doğru gelmesine neden olacak birşey yaptı mı ("Deep Impact"?) hayır. Ama bunlar bir günahın cezalandırıldığı bir hikaye değil de hayatta kalma hikayeleri olduğu için, kahramanın bu ikileme girmek için yaptıkları, filmin konusunu teşkil etmez. "Derdi olan Adam" hikayelerindeki en önemli unsurlardan birisi, kahramanın başını belaya sokan olayın "aniden" meydana gelmesidir. Bu katalizörler durduk yerde ortaya çıkarlar ve kahramanı olan biten ile derhal başa çıkmak zorunda bırakırlar. "Adam"ın yüzleşmek zorunda olduğu sorun nedir? Umarız çok önemli birşeydir. "Ölüm kalım meselesi" olmalıdır. Bu tür filmlerin başrolünde genelde bir erkek vardır. Ama ana kahraman ister erkek ister kadın olsun, ona inanan ve ona teselli sunan tek kişi, aynı zamanda ona romantik bir ilgi duyan kişidir (ama bu şart değildir). Bu tür filmlerde işlerin sarpa sardığı bir anda "fırtınanın merkezi" denilebilecek bir an vardır. Herşey karma karışık bir haldeyken, kahraman kendisine yardım eden bu kişi ise sakin bir an/ortam yakalar ve olan biteni/ neler hissettiğini vb. konuşma fırsatı bulur. Bu hikayenin gerilimini bir süre için azaltır, karakterlere koşuşturmaya ara verme fırsatı verir. Derdi Olan Adam filmlerinin çoğu "ruhun zaferi" türünden filmlerdir ve genelde de bu şekilde sona ererler. Eğer kahraman bütün o belaları atlattıktan sonra finalde başarısız olursa, gerçekten de çok depresif olur (bkz. Avrupa filmleri ve bizde de zaman zaman görülen "hayat böyledir işte(!)" diyen filmler.). Bununla birlikte "Açık Deniz" ve "Mükemmel Fırtına" filmleri, bu dertleri atlatmanın herkes için mümkün olmayacağını gösterir. Grup macerasının avantajlarından biri budur. Grupta birden fazla "adam" olduğu için, bunlardan bazılarını öldürüp diğerlerini sağ bırakabilir ve her birinin bu kaderi hak etmek için neler yaptığı ile ilgili değerli bir ders verebilirsiniz. Hikayenizin Derdi olan Adam kategorisine girip girmediğini anlamanız için şu işaretlere bakın: 1) Masum kahramanınız kendisini hiç istemediği - hatta farkında olmadığı - halde bir sorunun içinde buluyorsa. 2) Masum kahraman(lar)ı o acılarla dolu dünyaya sokan "ani olan" kesin ise ve hiç bir uyarı olmadan ortaya çıkıyorsa. 3) Bir "ölüm kalım" savaşı söz konusuysa - bir kişinin, ailenin, grubun ya da toplumun varlığının devam edip etmemesi mevzu bahis ise. (Örnekler: Akbabanın Üç Günü, Die Hard) * 6) DOST SEVGİSİ Köpekbalıkları tarafından yenme korkumuzun dışında ilkel benliklerimizin en fazla bağlantı kurduğu hikaye, sevgi duygusuyla ilgili olanlardır.

31

Bütün hikayeler dönüşümle ilgilidir. Genelde kahraman, anahtar nitelikteki bir an ya da olay tarafından değişime uğratılır. Ama "dost sevgisi" denen türde kahramanımızı dönüştüren şek bir başkasıdır. "Dost Sevgisi"nin birçok türü vardır. Bu "kız oğlanla tanışır" gibi geleneksel bir hikaye de olabilir, bir suçlunun peşindeki iki polis arasındaki ilişki de olabilir, sadece birlikte takılmaktan hoşlanan iki geri zekâlı ("Salak ve Avanak") arasındaki sevgi de olabilir. Hiç fark etmez, hep aynı dinamikler geçerlidir. (Gördüğünüz üzere Blake Snyder, "Aşk Filmi" türünü "Dost Sevgisi" olarak adlandırıp kapsamını aynı cinsten insanlar (ve hatta başka canlılar ve şeyler) arasındaki dostluğu da alacak şekilde genişletiyor). "Aşk Filmleri"nin büyük bir çoğunluğunda cinsellik işin merkezinde yer alır, ama bu hikayelerin aslı "birbirini tamamlama"dır, dostların kendi başlarınayken, birlikte oldukları kadar iyi olmadıklarını yavaş yavaş fark etmeleriyle ilgilidir. Her ne kadar birçok filmin içinde "aşk hikayesi" olduğu için kafamız genelde karışsa da, gerçek "Dost Sevgisi" filminde ana hikaye, iki bireyin hayatlarının, birbirleri olmadan daha fakir olmasıdır. İster "Evcil Hayvan" hikayesi (örn. Lassie, "Siyah İnci"), "Romantik Komedi" (örn. "Mesajınız Var" ve "Harry Sally ile Tanışınca"), "Profesyonel Sevgi" (örn. "Cehennem Silahı" ve "Rush Hour"), "Epik Aşk" (örn. "Titanic" "Rüzgar Gibi Geçti") ya da "Yasak Aşk" (örn. "Brokeback Mountain") veya animasyon bir peri masalı (Örn. "Güzel ile Çirkin") olsun, bütün bu hikayelerin özünde hepimizin özdeşleşebileceği bir ders vardır: Hayatımız, bir başka kişiyi tanıdığımız için değişmiştir. "Dost Sevgisi" filmleri çok geniş kapsamlıdır ama üç ana öğeden oluşurlar. (1) "Eksik bir kahraman" (2) "Bir eş (emsal, kopya, karşıt, benzer, suret, "counterpart"), (3) ve onları birbirinden ayrı tutan "Bir sorun" (Complication) - her ne kadar o güç aslında bir arada tutan şey olsa da. Örneğin "Cehennem Silahı 1" filminde Danny Glover karakterinin Mel Gibson karakterine ihtiyacı vardır. O olmadan "eksik"tir. Danny Glover'ın tekrar "canlanmak" için ona ihtiyacı vardır. Aynı şekilde "Titanic" filminde de Kate Winslet'ın oynadığı karakterin de Leonardo'ya ihtiyacı vardır. Kate (Rose) annesi ve nişanlısı tarafından zincire vurulmuş bir köle gibidir, hiçbir umudu ya da görünürde hiçbir çözüm yoktur. "Harry Sally ile Tanışınca" filminde Harry kendisinin ilişkilerde yüzeysel olduğunun farkında değildir, ta ki Sally bunu ona gösterene kadar. Bu karakterlerin ilginç maceralar yaşadığı doğru, ama bu filmlerin asıl konusu, ancak özel bir kişi tarafından düzeltilebilecek / tamir edilebilecek bir kahramanlarının olmasıdır. Aksi takdirde bu kişi "ölecektir". Diğer bütün ilginç sahnelere karşın aslın "kanca" budur. Bütün "aşk" (sevgi) hikayeleri bize bunu anlatır. Peki bu "diğer kişi" kimdir? Büyük bir ihtimalle bu "eş" benzersiz ve genelde de acayip biridir. "Yağmur Adam"daki Dustin Hoffman'ı, "Cehennem Silahı"ndaki Mel Gibson'ı düşünün. Bunlar, kahramanların uyuşuk hayatlarını sarsacak olan katalizör karakterlerdir. Prototip katalizör karakterin kendisinde pek fazla değişim meydana gelmez, ama diğer kişide değişime yol açar. "Yağmur Adam"daki Dustin Hoffman'ın kendisi değişmekten acizdir. Ama bu, katalizör karakterin de değişim için yardıma ihtiyacı olmadığı, ya da ikilinin filmin sonunda ulaşacakları hayata uymak için evrim geçirmesi gerekmediği anlamına gelmez. Bazı filmlerde her iki karakter de değişip büyür. "Two Weeks Notice" filminde akıllı ve komik bir anti-kapitalist avukat olan Sandra Bullock, kendisinin korumaya çalıştığı binaları yok eden Hugh Grant ile karşılaşır. Bu iki karakterin de, eğer birlikte olmak istiyorlarsa, büyük değişimler geçirmesi gerektiğini hemen anlarız. Peki bu iki kişiyi birbirinden ayrı tutan şey nedir? Dost Sevgisi filmlerinin yüzeyini kazırsanız (özellikle de romantik komedilerin), bunun bir sorun ("complication") olduğunu görürsünüz. Örneğin "How to Lose a Guy in 10 Day" filminde erkek kahramanın kızı kazanması için yapması gereken tek şey ona bahisten bahsetmesidir. "Sleepless in Seattle"da sevgilileri birbirinden ayıran şey mesafedir. "Two Weeks Notice"de sevgililerin bir araya gelmesi için kişisel ahlak anlayışları değişmelidir. Titanic'te bir araya gelmelerini engelleyen şey batan gemidir. Ama aslında bu iki kişiyi birbirinden ayıran şey aynı zamanda onları bir arada tutan şeydir. Bu sorun, üçüncü bir kişiyi de içermelidir. "Üç kişilik hikaye"de, doğru kıza / erkeğe ulaşmak için yanlış olanın bırakılması gerekir (örn. "Bridget Jones'un Günlüğü"). Bazen dördüncü bir kişi bile olabilir. Burada da iki çift ele alınır ("Harry Sally ile Tanışınca"). Ama bir çok Dost Sevgisi filmi, o özel kişiyle ilgilidir. Her hikayede olduğu gibi, Dost Sevgisi filmlerinin özü de çatışmadır. Buradaki çatışma da, ihtiyaç duydukları "doğru kişi"yi bulduklarının farkında olmayan iki kişi arasındadır Bir Dost Sevgisi filmi yazarken, karakterleri, hikayenin başlangıç anından çok öncesine kadar izlediğinizden emin olun. Eğer karakterler birbirlerini gördükleri anda birbirlerinden nefret etmezlerse, (hikaye olarak) gidecek hiçbir yeriniz yok demektir. Her ne kadar seyirciler kadar siz de bu karakterleri sevseniz de / destekleseniz de, hikayeye onlar birbirinden olabildiğince uzakken ve mümkün olduğunca çatışma içindeyken başlayın.

32

İşte size bir başka sır daha: Romantik durumlarda çoğunlukla bunun gerçek bir aşk olduğunun farkında olan taraf kızdır, ve durumun farkında olmayan ise erkektir. En fazla "büyümesi" (olgunlaşması) gereken, erkektir. Aklınıza gelebilecek hemen her durumda bir kişi, diğeriyle birlikte olmak için değişmek zorundadır, ve bu da genellikle erkeklerdir. * Dost Sevgisi hikayenizin sağlam olup olmadığını ölçmek için şu kriterlere bakmalısınız>: 1) Hikaye, "eksik bir kahraman" ile ilgilidir. Bu kişi, fiziksel, ahlaki ya da ruhsal bireye sahip değildir. Tam olabilmek için bir başkasına ihtiyaç duymaktadır. 2) Bu tamamlanma olayını gerçekleştirecek olan bir "Eş". Bu kişide, kahramanın ihtiyaç duyduğu nitelikler bulunmalıdır. 3) Bir "Sorun". Bu bir yanlış anlaşılma olabilir, kişisel veya ahlaki bir bakış açısı olabilir, epik bir tarihi olay olabilir, ya da toplumun aşırı tutuculuğu olabilir. ÖRNEKLER: Titanic (1997) 7) NEDEN YAPTI? (GG'nin notu: Geleneksel senaryo kuramında "whodunit" diye bir hikaye türü vardır: "kim yaptı?". Burada Blake Snyder bunun bir ötesine geçiyor ve "Neden Yaptı" (whydunit) diye bir türün varlığından bahsediyor.) Hepimiz insanların kalbinde kötülüklerin gizlendiğini biliriz. Açgözlü davranırlar. Cinayetler işlenir. Ve bütün bunlardan sorumlu olanlar, görülmeyen "kötüler"dir. Ama "kim" asla "neden" kadar ilginç değildir. "Altın Post" hikayelerinden farklı olarak "Neden Yaptı" hikayeleri kahramanın geçirdiği değişimle ilgili değildir. Bu bizim, insan doğasıyla ilgili (cinayet/suç işlenmeden önce, mümkün olduğunu düşünmediğimiz) bireyi keşfetmekle ilgili bir hikayedir. Klasik bir "Neden yaptı" hikayesi olan "Yurttaş Kane"de olduğu gibi bu tür hikayeler aslında insan kabinin en gizli odasını aramak ve orada da beklenmedik, karanlık ve genelde de pek hoş (çekici) olmayan birşey bulmakla ilgilidir. "Çin Mahallesi" ("Chinatown") Belki de yapılmış en iyi "Neden Yaptı" hikayesidir. Binlerce kez seyretseniz bile her defasında insan ruhunun daha derin ve küçük odalarına ulaşabileceğiniz bir filmdir. "Başkanın Bütün Adamları" "JFK" "Mystic River" ("Gizemli Nehir") gibi bütün "Neden Yaptı" filmleri, insanın karanlık tarafına yapılan bir yolculuktur. Bunlar gizi caddenin gölgeli tarafına götürür. Kurallar da aslında basittir. Hikayede, seyircinin adına hareket eden bir karakter (örn. detektif), gerçeği araştırmalarımızda bize yardımcı olur. Çok miktarda bilgiyi inceledikten sonra bulduğumuz şey bizi şok etmelidir. Gizemi çözdüğümüz zaman, insan doğasıyla ilgili karanlık ve hoş olmayan, beklenmedik birşey keşfederiz. Bu türün alt türlerinden birisi "Polis Neden Yaptı"sıdır (Burada eylemi yapan polis değil. Polis, Neden Yaptı türünün kahramanı - gg) (Örn. Temel İçgüdü, Fargo). Amatör bir detektif ya da bir sivil de kendisini ya da başkalarını kurtarmak için suçu araştırıyor olabilir. Ama burada da kendisi hakkında "şok edici" şeyler keşfeder (örn. "Mystic River", "Rear Window" "Dressed to Kill"). Neden Yaptı filmleri, suçun işlenmesine neden olan gizin keşfedilmesi ile ilgilidir. Altın Post hikayesindeki gibi açık bir hedefin ele geçirilmesinden çok, kartların açılması ile ilgilenir. Bütün "Neden Yaptı" hikayelerinin öğeleri aynıdır: (1) Kendisinin herşeyi gördüğünü / bildiğini düşünen, ama bulacakları karşısında aslında hazırlıksız olan bir detektif, (2) bir "Gizem" ("Sır"), bu gizemin aranması, bütün hikayenin varoluş amacını teşkil eder, ve (3) "Karanlık bir Dönüş", kahramanın, gizin peşindeyken kuralları (kendi kurallarını ya da toplumun kurallarını) çiğnediği ve onun da suçun bir parçası olmasına neden olan an. "Neden Yaptı"nın kahramanı, bize vekalet eder. Bize keşfettiği ipuçlarını ve ne anlama geldiklerini gösterir. Buldukları sayesinde o değişmeyecektir ama muhtemelen biz değişeceğizdir. Örneğin "Çin Mahallesi" filminde Jake Gittes (J. Nicholson) filmin başında da sonunda da aynı kişidir, bir dönüşüm geçirmez. Benzer bir şekilde "Başkanın Bütün Adamları"ndaki gazeteciler (R. Redford ve D. Hoffman) ve JFK'deki Savcı (K. Costner) da değişmezler.

33

Gizemi oluşturan şey "sır"dır. Genelde çok küçük ve alakasız birşey gibi başlar. "Neden Yaptı" hikayesi "Kim, Nerede, Ne Zaman, Ne Yaptı, Neden Yaptı" sorularının hepsini kullanır. Ve bu soruların her birinin cevabını bulma arzusu çok güçlüdür. "Başkan'ın Adamları" filminde R. Redford ve D. Hoffman, iyi bir hikaye isteyen genç gazetecilerdir. "Aç"tırlar (fiziken değil, ruhen -gg).Kendinizin "aç" olduğunuz zamanı hatırlıyor musunuz? Benzer bir şekilde, birçok "Neden Yaptı" hikayesinde (ister "Mystic River" gibi acımasız cinayetleri anlatan bir hikaye, ister "Blade Runner" gibi bir fantezi, ya da "Missing" gibi bir siyasi gizem hikayesi olsun) o son küçük odadaki şeyi bilme arzusu, çok büyüktür - sadece bu cevabı bulmak çok güç olduğu için değil, başka bir yöne artık bakamadığımız için. Bizi ileri doğru iten gizem, hikaye boyunca gittikçe güçlenir. Hikayenin bir noktasında kaçınılmaz olarak "karanlık dönüş noktası" gelir: kahraman olaya o kadar dâhil olmuştur ki, cevabı bulmak için kendi kurallarını veya grubun kurallarını ihlal eder. Ve kendisini de suçun bir parçası haline getirdiğini ya da ta en başından beri benzer bir suçtan dolayı suçlu olduğunu fark eder. "Temel İçgüdü" filminde Michael Douglas Sharon Stone'u takip ederken aynı zamanda onun bir sonraki kurbanı olma yolunda ilerlemektedir. Bununla birlikte kadının cazibesi o kadar fazladır ki Michael cevabı "ölesiye" öğrenmek istemektedir! Hikayenin sonlarında, iz kendi üzerine ve suçu araştıranların üzerine kapanır. Birçok detektif hikayesinin serim bölümü bitmek üzere olan bir davayı içerir, bu dava yeni oyuncularla yeni bir dava olarak tekrar ortaya çıkar ve kahramanı, gerçek sorunla yüzleşmesini sağlayan bir şekilde ilk macerayla tekrar yüz yüze bırakır. "Neden Yaptı" türünün bu özelliğine "dava içinde dava" denir ve genelde de "tema"yı bu ortaya çıkarır. İlk kanunsuzluğa dönerek ve bunun detektif için anlamını keşfederek, aslında gerçek hikayenin baştan beri ne anlama geldiğini öğreniriz. "Neden yaptı"nın karanlık dünyasına girmek isteyen senaristlerin suçtan ve suçu kurgulayan suçlulardan başlamaları yerinde olur. Her ne kadar sizi kötülüğe götürecek delil "kartlarını açmaya" başladığınızda ne olduğunu bilmiyor gibi görünmeniz gerekse de, aslında baştan itibaren hepsini bilmeniz gerekmektedir. Kendinizi kötü adamın yerine koyun ve suçu nasıl işlediğini ve izini örtmek için de diğerlerini nasıl yanılttığını anlayarak başlayın. "Neden Yaptı" hikayesinin yaratıcısı olarak sizin göreviniz, şaşırtmada (gizlemede, örtmede) çok yaratıcı/zeki olmanız, sonra gizin ortaya çıkartılmasında da aynı derecede yaratıcı/zeki olmanızdır. Ve bunu da kötü adam kaçmadan önce yapmalısınız. Bu iki parçalı yaklaşım, eğer zeki bir biçimde yapılırsa, korkutucu ve açıklayıcı bir final yaratmanızı garanti eder. NEDEN YAPTI HİKAYELERİNİN ÖZELLİKLERİ: 1) Detektif "değişmez", biz değişiriz: bununla birlikte kahraman, profesyonelden amatöre kadar her türden olabilir. 2) Davanın "sırrı", o kadar güçlüdür ki para, cinsellik, güç ya da şöhretin önüne geçer. Onu bilmek zorundayızdır. Neden Yaptı hikayesinin kahramanı da öyle! 3) Son olarak detektif, sırrı ararken kuralları, hatta yıllardır kendisini güvende tutan kendi kurallarını bile çiğner. Sırrın cazibesi çok büyüktür. (Örnek: Bladerunner) 8) MUZAFFER BUDALA Köyün delisi hikayeleri, çok eski zamanlardan beri görülen bir türdür. İster gerçek bir deli ile ilgili olsun, ister yetenekleri gizlenmiş bir alimle ilgili olsun, önemsenmemek (görmezden gelinmek, umursanmamak, tanınmamak) bu karakterin gücünü - ve başarısının sırrını - teşkil eder. Ulysses gibi kurnaz Yunan kahramanları sık sık budalayı oynarlar. Bir yaz gecesi rüyası'ndaki Puck şamaları ve bilgeliği ile bizi eğlendirir. "Soytarı" kralın maiyetinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bunlar "gerilerden gelip öne geçme" hikayeleriyle ünlü olan kahramanlardır. Bir süre için çevrelerindekiler onun ne kadar bilge biri olduğunu görmezler, ama biz görürüz. İşte "Muzaffer Budala"yı oluşturan temel öğe de budur. "Bir kahraman olarak budala" hikayesini çatmanın püf noktası, ona karşı çıkabileceği yerleşik bir düzen (sistem) vermektir. Hikayenin başında kendi hayatını yaşamaktan başka bir derdi yokken, bu denklemdeki gerçek budalanın bu "yerleşik düzen" olduğu ortaya çıkar. Korkmayın, bizim alışılmadık kahramanımız sistemin bir parçası haline gelmeyecektir - ya da gelmek istememektedir. Budala, bir devrime öncülük etmeyecek, hükümeti devirmeyecek, ya da kendisini veya bir davayı yüceltmeyecektir. Ama onun varlığı bize bir bireyin dünyada bir şeyleri değiştirebileceğini hatırlatır. Budala, içimizde 34

bulunan ve söylediklerimizdeki hakikati bilen ama başkalarını buna ikna edemeyen tarafımızdır. O en sevgi dolu ümidimizi, yani en budalaca günümüzde bile (yaptıklarımızın) bir anlamı olduğu ... ve herkesin bize bir şans tanıması (huzur vermesi, bizi rahat bırakması) gerektiği ümidini temsil eder. "Muzaffer Budala"nın çeşitli alt türleri vardır: "Gizli Budala", başka birinin kimliğine/kişiliğine bürünür ("Tootsie" "Mrs. Doubtfire"); "Siyasi Budala", kralın maiyetindeki soytarıdır, ama diğerleri onu bilge biri zanneder ("Being There", "Dave"), "Cinsellik Budalası" ("40-Year-Old Virgin", "The Guru"), bir çapkın gibi görünür ama aslında yardıma ihtiyacı olan biridir. Bu tür, "sudan çıkmış balık" hikayelerini de içerir. Yetenekleri takdir edilmeyen bir kişi (balık) karaya çıkar ve hayattaki gerçek yerini bulur ("Legally Blonde" / "Bu Nasıl Sarışın"), burada yetenekleri aniden yeni bir etkiye yol açar. "Budala" hikayelerinin kuralları basittir: (1) Kendi güçleri/yeteneklerinden bihaber olan, gözardı edilmiş bir adam ya da kadın, yani "budala", (2) "Budala"nın karşı çıktığı ya da mücadele etmek üzere yollandığı bir "kurum", "sistem" "yerleşik düzen", ve (3) İlahi gibi görünen koşullar tarafından budalaya sunulan bir "dönüşüm". Bu dönüşüm genelde bir isim değişikliği de içerir, yani budalanın ismi değişir. Budala hikayelerinin en önemli öğesi, hikayenin en başında "budala"nın görmezden gelinmesi / önemsenmemesi / küçük görülmesidir. Budalanın kendisi de neyin eksik olduğundan bihaberdir: "Bu Nasıl Sarışın"daki Reese Witherspoon, "Being There"deki Peter Sellers, "Tootsie"deki Dustin Hoffman, "Shine"daki Geoffrey Rush, hatta "Amadeus"taki Tom Hulce. Bu karakterlerin hepsi "mazlum" / "ezilen kişi" özelliğini paylaşırlar. Bir sebepten dolayı bu ezik / acınası tipler aşağı görülürler ya da tamamen görmezden gelinirler. Kendileri gerekli niteliklere sahip olduklarını bilseler de, hiçimse onları ciddiye almaz ve en başta onları bir tehdit olarak görmez. Budala hikayelerinde her zaman işin iç yüzünü bilen bir karakter vardır. Bu kişi, Budalanın "büyülük güçleri" olduğunu bilir. Bu budalayla rekabet etmeye kalktığı için bazen "karma" tarafından cezalandırılır. Amadeus'taki "Salieri", "Forrest Gump"taki Teğmen Dan böyle bir karakterdir. Süper kahraman filmleri ile Budala hikayeleri arasındaki fark da budur: Süper kahraman filmlerinde kahraman kendisinin özel olduğunun ve bu özelliğinin ona bedel ödeteceğinin farkındadır. "Muzaffer Budala" hikayelerinde ise sadece bu içyüzü bilen karakter durumun farkındadır. Budalanın mücadele etmesi için gönderildiği (ya da kendisini mücadele ederken bulduğu) kurum / düzen, onun dikkat çekmesine / göze çarpmasına neden olur. Bununla birlikte Budala ile olan mücadelede genelde bu kurum / düzen / sistem kaybeder. Düzenin gelenekleri, sabit fikirliliği, ve değişme ihtiyacını fark etmemesi, Budalanın başarılı olmasına neden olur. Dönüşüm'e gelince: Budalanın bazen isim ve kimlik değiştirmesi gerekir. Budalanın da çok uzun bir süre insanlar tarafından görmezden gelindikten sonra artık ortaya çıkması gerekmektedir. Bir çok yönden budala hikayesi şudur: gereğinden uzun bir süre boyunca tırtıl sanılan bir kelebek hikayesi. 9) GRUP HİKAYESİ Bu türde grubun hikayesi anlatılır. Hikayede, bir grubu kendimizden daha önemli bir konuma koymamızın, kendimizin önüne geçirmemizin olumlu ve olumsuz tarafları ele alınır. Burada grup yüceltilir, ama yanı zamanda insanın bu grup içinde kendi kimliğini kaybetmesinin yarattığı sorunlar ele alınır. Bu tür hikayelerde her zaman grubun amacının sahte, yapmacık vb. olduğunu ileri süren biri vardır. Ayrıca gruba yeni katılan bir üye de sık rastlanan bir karakterdir. Bu yeni kişinin gözünden (ve sorduğu sorular aracılığıyla) bu grubun işleyiş prensiplerini öğreniriz. Bu, nasıl "çılgın" bir dünyada yaşadığımızı göstermenin bir yoludur. (Örnek filmler: "Godfather" "Platoon") Bu türün, "Askeri grup" ("Gallipoli", "Full Metal Jacket", "The Grand Illusion"), "İş ("business") grubu" (") to 5", "Office Space"), "Aile Grubu" ("Goodfellas" "The Royal Tennenbaums"), "Sorun/Dava Grubu" ("Crash" "Babel" "Short Cuts") gibi alt türleri vardır. Bu hikayenin kuralları şunlardır: 1) Grup 2) Seçim 3) Özveri. Bu hikayelerin çoğunda bir de ahlaki ders vardır: "Katılmadan önce (grubu) incele". Bu tür hikayelerde sık görülen karakterlerden biri "İsyankar"dır. Bu kişi, sistemin doğasına tamamen aykırı olan biridir. "Guguk Kuşu" filmindeki Jack Nicholson, ya da "Amerikan Güzeli" filmindeki Kevin Spacey tam da böyle bir karakterdir. Bu türde bazen kahraman "Naif" arketipindedir. Seyirci en çok onunla özdeşleşir, zira kahraman da tıpkı bizim gibi kurallar hakkında birşey bilmemektedir: "Amadeus"taki Mozart ya da "Baba"daki Al Pacino gibi. Bu kişiler grubun kenarındadır, hala "bakir"dir, ta ki grubun içine çekilene kadar. Bu karakterlerin yapmak zorunda oldukları seçim, bu hikayelerdeki devam eden çatışmayı da oluşturur. "Goodfellas"'ta, "grubun bir üyesi olmanın" iyi ve kötü tarafları gösterildikçe, Ray Liotta karakterin için "Acaba gruba bağlı kalacak mı yoksa onları satacak mı?" diye sorarız. 35

Bu hikayelerde sık görülen bir başka karakter de "Şirket Adamı"dır. Sisteme tamamen gömülmüş, robot gibi yaşayan biridir bu. "Training Day"deki Denzel Washington, "A Few Good Men"deki Jack Nicholson, "Guguk Kuşu"ndaki Louise Fletcher sisteme tam bir uyum sergilerler. Son olarak, Grup Hikayesi'nde bir karar alınması gerekir. Ve bu her zaman şudur: Ben mi, onlar mı? İşte "özveri" budur. Kendi bireyselliğimizi (kimliğimizi) grup için feda etmek veya iddia edildiğinden daha kötü olduğu anlaşılan grubu yok etmek. Bunu "Goodfellas"ın sonunda açık bir biçimde görebilirsiniz. Bu gibi hikayelerde genelde birey, kendisini feda eder. Bu katılım ile birey aslında bir anlamda intihar etmiş olur. "Godfather 2"nin, "Amerikan Güzeli"nin ve "Guguk Kuşu"nun finallerindeki kahramanların ifadelerine bakın, yüzleri tamamen ifadesizdir. Buradaki asıl ders (bu hikayelerin bize anlattığı ders), içimizdeki sesi dinlememenin tehlikeleridir. Bütün iyi hikayeler gibi bu hikaye de bize derin bir mesaj verir. Bizim emirlerimiz, "daha yüksek bir kaynaktan" gelir. Geleneklerden değil, ebeveynlerimizden değil, gruptan sorumlu olan mağara adamından değil. İçimizdeki ruhun sesini dinleyenler, her şeyin üstesinden gelebilecek bir güçle ileri sevk edilirler. Grup hikayeleri, sisteme güvenmek ya da onu yıkmakla ilgilidir. Kendi hayatlarımıza bakarsak, sıklıkla bireylerin gruptan atıldığını görürüz. İşte bu hikayeler, bununla mücadele etme yöntemimizdir. Grubun haklarına olduğu kadar bireyin de haklarına inananlara, nasıl davranacakları hakkında bir yol göstericidir. * 10) SÜPER KAHRAMAN Olağanüstü bir adam kendisini sıradan/olağan bir dünyanın içinde bulur. Bu hikaye türü "Derdi olan adam" hikayesinin tam zıddıdır. Farklı olmakla ilgilidir. Kahraman, kendisinin benzersiz bakış açısını ve üstün zihnini kıskanan insanlarla uğraşmak zorundadır. Hepimiz bu şekilde hissederiz: Sempati (acıma duygusu), yanlış anlaşılma şeklindeki acınası durumdan kaynaklanır. Bu tür hikayeler bize, içimizdeki potansiyeli gerçekleştirme ilhamı verir. Seyirciler yanlış anlaşılmış, eziyet gören kahraman için sempati duyarlar. * Her ne kadar muhteşem güçleri olsa ve biz sıradan insanları kendimizden kurtarmak için gönderilmiş olsa da, aslında çıkmazda (saplanıp kalmış) olan kendisidir. Ne tam olarak insandır, ne de bir tanrıdır; bir sevgilisi olamaz - ya da kendi sıkıntılarını, onu anlayacak birine anlatamaz. Bu köşeli çeneli kahraman, biz sıradan insanların düşmanlık, kıskançlık ve korku duygularına katlanmak durumundadır. Kendisine saygı duyulmaz, insanlar tarafından sevilmez, vb. Ama bizim kurtarıcımız olmaktan başka bir seçeneği de yoktur. Özel olmak kolay değildir. Ama asıl sıkıcı olan, Süper kahramanın kendisinin özel olduğunu ve bunun için bir bedel ödeyeceğini bilmesidir. Süper kahramanların saygı görmemesinin bir nedeni vardır - özel olmaları, onların bizim gibi olmadığı anlamına gelir. İşte bu nedenle onların hikayeleri zafer ve fedakarlık hikayeleridir. "Halkın Süper Kahramanı", büyük bir güçlüğe karşı çıkmak için öne atılan sıradan bir insanla ilgilidir. Robin Hood, Zorro ve "Gladyatör" filminin kahramanı böyle kişilerdir. Bir de "Çizgiroman Süper kahramanları" vardır. "Örümcek Adam" "Yarasa Adam" "Süper Adam" ("Süpermen") vb. Bir kategori de, "Gerçek Hayat Süper Kahramanlarıdır: Jean D'Arc, Arabistanlı Lawrence, ve hayatları, Süper kahraman hikaye formuna oturtulmuş gerçek insanlar, örneğin Jake La Motta ("Raging Bull"). "Fantazi Dünyası Süper Kahramanları", fantazi dünyalarını kurtarı: "Matrix" "Kaplan ve Ejderha", vb. "Hikaye Kitabı Süper Kahramanları", animasyonlarda görülür: "Aslan Kral" "Mulan" vb. Bunlar, "seçilmiş kişi" efsanesinin varyasyonlarından ibarettir, yalnızca komik şarkılar ve konuşan hayvanlarla renklendirilmişlerdir. * Süper kahraman hikayesi şu benzersiz öğeleri içeri: 1) Kahramanın sahip olduğu bir "güç", ya da onu sıradan bir insandan "üstün" yapan bir görev; (2) Bir "düşman"; kahramanın ortaya çıkışına karşı çıkan, aynı derecede güçlü kötü bir adam; ve (3) Bir "lanet" veya "Aşil'in topuğu" - her gücün bir kusuru vardır, ve bu kusur kötü adam tarafından kahramanın aleyhine kullanılır. Süper Kahramana verilen güç en başta eğlenceli gibi görünür. Süpermen’in ve Örümcek Adam'ın çocukluklarını düşünün. Bu güçlerle eğlenirler. Biz de eğleniriz. Ama derinlerde bir yerde, ne kadar yüksekten uçarlarsa, yere o kadar sert çakılacaklarını da biliriz. Sahip olunan her süper güç için kozmik bir bedel ödenecektir. 36

Süper Kahraman hikayelerinin Muzaffer Budala hikayeleriyle birçok ortak noktası vardır. Aralarındaki en büyük fark, Süper Kahraman'ın düşmanıdır. Bir Süper Kahraman olabilmeniz için, karşınızda Lex Luthor (Süpermen'in düşmanı) olmalıdır. Sherlock Holmes'un Moriarity'si, Maximus'un ("Gladyatör") Commodus'u, James Bond'un de çeşitli baş düşmanları vardır. Bunlar, hikaye anlatıcılığındaki en ilginç iyi adam/ kötü adam eşleşmeleridir, zira iyi ile kötü arasındaki ayrım çok azdır/hafiftir. Kahramanın sahip olup da Düşmanın ("Nemesis") sahip olmadığı şey nedir? İnanç! Süper kahramanın, kendisinin özel olup olmadığını merak etmesi gerekmez, bunu bilir. Bu hikayelerdeki kötü adam ise, kendisinin "seçilmiş" kişi olduğu imajını desteklemek için bizzat çaba göstermeli ve yarattığı küçük mekanizmaları kullanmalıdır. ("Incredibles" filmini hatırlayın, oradaki kötü adam). Kendisi de aslında kendisinin "seçilmiş kişi" olmadığını bilmektedir. Genelde gücünü zekasından alır, süper zeki biridir - iradenin yoldan çıkmış halidir. Düşman, bir süre için Süper kahramanı alt etse de, inancının olmayışı onu karşısındakini öldürmeye çalışmak zorunda bırakır, zira ancak gerçek "seçilmiş kişi"yi ortadan kaldırmak suretiyle zafere ulaşabilir. Eğer düşmanlar (Nemesis) gerçekten özel olsalardı, kimseyi öldürmeleri gerekmezdi. Son olarak, "lanet", Süper Kahraman hikayelerinde, kahramanın sahip olduğu güçleri dengeleyen ve kahramandan sonuna kadar nefret etmemizi engelleyen şeydir. "Senaryo Fiziğinin Değişmez Yasaları"na göre, istediği herşeyi elde eden kişiler sevimsiz/nahoş insanlardır, bu nedenle onları dayanılabilir / tahammül edilebilir kılmak için, Süper kahramanımıza bir tür engel/dezavantaj/handikap veririz. Örümcek Adam'daki Peter Parker'ın ya da Süpermen'deki Clark Kent'in yapmak zorunda oldukları "cinsel fedakarlığa" bakın. Gerçek kimliklerini gizli tutmak zorunda olmaları da cabası! Burada verilmek istenen mesaj, özel olmanın insana acı çektirdiğidir, ve güç için bazı şeylerden vazgeçmemiz gerekir. Kendimiz süper güçlere sahip olmadığımız halde bu süper kahramanlarla özdeşleşiriz, çünkü hepimiz dar kafalı insanlarla karşı karşıya kalmışızdır. Bu gibi süper kahraman filmlerinde en sık görülen karakterlerden biri, "Maskot"tur. Bu, Süper kahramanın ayağının dibinden ayrılmayan, ve sonuna kadar ona sadık olan bir köpek yavrusudur (Mecazen). "Arabistanlı Lawrence"da bu Lawrence'ın seçtiği hizmetçilerdir, Süpermen’de Jimmy Olsen'dır, Raging Bull'da Jake La Motta'nın kardeşidir, vb. Bunlar, biz sıradan inanlar ile onlar (süper kahramanlar) arasındaki tezadı gösterir. Gönderen gezgin zaman: 13:17 1 yorum: "Good Things Come To Those Who Wait" Herkesin sabırsızlıkla "Uncut"ı beklediğini biliyorum ama gecikmenin bir nedeni de şu: Henüz anlatılmayan önemli bir bilgi grubu var. Onları anlatmadan "Uncut"ı yayınlarsam ve siz de gidip çıktı alırsanız ve sonra o bilgileri anlatırsam, içim hiç rahat etmeyecek. Yıllarca elinizden düşürmeyeceğiniz (özgüvene bak!) o çıktılar eksik kalacak. Bu gecikme biraz da bundan kaynaklanıyor. Yukarıda, o bilgilerin ilk bölümü yer alıyor. Sabreden derviş... NOTLAR 1) "Kış Uykusu"nun DVD'sini sabırla bekliyorum. Hiç acelem yok. Gerçekten. Otuz yıl sonra çıksa bile olur. Elinizi çabuk tutmayın, bir sürü "Kamera Arkası" filan hazırlayın. Acele işe şeytan karışır. :) 2) Bu senenin en büyük "flop"larından (yani burun üstü çakılanlarından) biri "Panzehir" oldu. "DAĞ"ın yönetmeninden böyle birşey beklemiyordum... diyemeyeceğim. Dağ'ın en büyük özelliği, bu kadar az kadro ve mekan ile, dramatik bir yapı oluşturabilmesiydi. Yani insanda bir hikaye izliyor hissi yaratıyordu en azından. "Panzehir"e ise on dakika katlanabildim. 136 Kopya'ya 90 bin seyirci. Hemi de Cüneyt Arkın'lı bir filmde. 3) Bir vesile ile Alien 2, 3 ve 4'ü tekrar izledim. James Cameron Alien 2'de teknik olarak çok iyi bir iş çıkarmış. Çerçeveler, "blocking", kurgu vb. süper. Ama senaryoda büyük sıkıntılar var aslında. Kendini seyrettiren bir film, fakat filmin çok önemli bir bölümü boyunca hiçbir gerilim ya da tehlike duygusu yaşamıyoruz. Zira filmin karakterleri böyle bir duygu yaşamıyor. Oysa bu tür filmlerde gerilimin gittikçe tırmanması, karakterlerin gittikçe çaresizleşmesi vb. gerekiyor. Yaratıkların son saldırısına kadar Ripley ve çevresindekiler o kadar rahatlar ki bir ara çay demleyip sohbete başlayacaklarını sandım. Neyse. Zaten en az sevdiğim Cameron filmidir. Yine de kamera işinin güzelliğine sinir olmadım diyemem. 4) Mustafa Hakkında Herşey'in başına baktım tekrar. Çok da gerekli bir film değilmiş. İnsan bizim filmleri izlerken şunu anlıyor. Senaristler / yapımcılar / yönetmenler projenin (başlarında) bir aşamasında "Abi biz bu filmi bizim millet için çekiyoruz, çok kaliteli olmasına gerek yok" diyorlar besbelli. Yani sahne yazımındaki, çekimlerdeki, aydınlatmadaki özensizlik başka türlü açıklanamaz.

37

5) "Aşçı" filmini hızlı hızlı seyrettim, gereksiz yerleri atlayarak. Çatışmasız bir hikayenin olamayacağının güzel bir örneği. Aşçımızın net hiçbir amacı yok. Hayatta herşey istediği gibi gidiyor. Kendi arzusuyla kendini restorandan attırıyor. Sonra kolayca para bularak seyyar köfteciliğe başlıyor ve başarılı oluyor. Eee? "Where the f*** is the story?" Yani "Hikaye nerede lan?!" 6) Alien 4'te yönetmen gerçekten de "gerilim filmi" nedir, ne değildir anlamamış. Alien serisinin kendi geleneklerini umursamadığı gibi gerilim filmi nasıl yaratılır, onu da çözememiş. "Amelie"yi çeken adamdır kendisi. Görüntü yönetmeni de aynı. Kısa bir özet geçeyim gerilim filmi ile ilgili: Gerilim filmleri, çaresiz insanlar üzerindeki baskının gittikçe artmasıyla ilgilidir. (Örneğin ay sonunda faturaların üst üste binmesi ve maaşın bunların yarısına bile yetmemesi!). Eğer böyle bir çaresizlik yoksa, gerilim de yoktur. 7) Bourne Identity hala süper bir film. Ama teknik olarak izlememek gerek. Yani kendinizi içine bırakırsanız, film size büyük bir eğlence sunuyor. Ve Bourne 5'te Matt Damon geri dönüyor, hem de 2 ve 3'ün yönetmeni ile birlikte. Bekliyoruz. 8) "Geçit Yok" Schwarzenegger'in son filmlerinden biri. Eğlencelik. Küçük bir kasabadaki birkaç polisin, Meksika'ya geçmeye çalışan büyük bir uyuşturucu satıcısını (ve adamlarını) durdurma çabaları. "Kahraman Şerif"in (High Noon) bir versiyonu. Zaten işleyen bir formülü güncelleştirmişler. Bütün hikaye boyunca bütün kasabalı nerede diye sormazsanız, gayet eğlenebileceğiniz bir film. Benzerinin bizde çekilmemesi için hiçbir neden yok. 9) "Breaking Bad"e baştan baktım. ÇOOOK BÜYÜK birkaç ahlaki sorunu göz ardı ederseniz, eğlencelik bir dizi ama vaktinde neden bu kadar abartıldığını anlamadım. Yani abartılmasını sağlayacak bir hikaye, bir karakter, bir dönüşüm, bir yaratıcılık yok. Bir lise öğretmeni kanser olduğunu öğrenince metanfetamin yapıp satmaya başlıyor. Bir, buradaki büyük ahlaki çelişkiye dair ne karakterde ne de olaylarda hiçbir iz yok. Yani adam uyuşturucu ile yüzlerce, hatta binlerce gencin hayatının mahvolmasına neden oluyor. Niçin? Karısına ve çocuklarına bakmak için. Bu kavram (karısına ve çocuklarına bakmak) yüceltilirken, diğer taraftan uyuşturucudan dolayı mahvolan hayatlardan en ufak bir iz bile yok. Zannedersin ki adam leblebi şekeri üretiyor?! OHA yani! (Afedersiniz). Yani biz şimdi bu yüzlerce, binlerce, (ve hatta daha sonra on binlerce) gencin hayatını bizzat karartan adamla mı özdeşleşip onun için üzüleceğiz ya da sevineceğiz? Onun bazı artistik laflarından etkileneceğiz?! "I am the danger! I am the one who knocks!" Bunlardan etkilenmek için, uyuşturucu ticaretinin ne olduğunu ve ne gibi sonuçlara yol açtığını bilmeyen liseli (hatta ortaokullu) çocuklar olmak gerekiyor sanırım. Skyler (W. White'ın karısı) da aynı derecede suçlu. Yani kartel bu aileyi toptan öldürse, hepsini asit bidonlarında eritse, tozlarını çöle savursa, bütün dünyaya büyük bir hayır işlemiş olurmuş! 10) Geçenlerde şu videoya denk geldim (http://www.youtube.com/watch?v=ogDE-9oyV18). Yılmaz Erdoğan Las Vegas'ta McKee'nin kursuna gittiğini anlatıyor. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Biz burada on senedir hikaye şudur, özdeşleşme budur, üç perdeli yapı odur diye anlatıyoruz. Türk filmlerinde bu yapılar olmadığı için filmlerin (dramatik olarak) ayakta kalamadığını, genelde ikinci perdenin ortasında bir yerde çöktüğünü anlatıyoruz. Adam (Y. Erdoğan) onca film çektikten sonra hikaye yapısını öğrenmesi gerektiğine karar vermiş! Tebrikler! Ben kaç defa burada yazdım, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Şahan Gökbakar skeç yazarıdır. Yaptıkları da sinema değildir. Skeçlerin arka arkaya dizilmesi, bunların çok zayıf bir olay örgüsü ("plot") etrafında toplanmasıdır diye. Bu insanların Türk "Sineması"na herhangi bir katkısı yoktur, ışıkçılara, kurguculara, set işçilerine para kazandırmak dışında. Şu anda Cem Yılmaz'ın yeni filmi dönüyor sinemalarda. Eleştirilerin hepsi aynı yönde: Yeşilçam'a saygı duruşu niteliğinde bir hikayesizlik örneği. Zaten bu çocuklar ("Cem Yılmaz Erdohan Gökbakar") ellerine para geçtiği için sinema çekebilen insanlar, sinemacı oldukları için değil. Bir şekilde ulaştıkları paraya para katıyorlar komiklikleri sayesinde. 11) Arada bir "Kardeş Payı"na bakıyorum internette. Fazla dayanamıyorum. Diziyi resmen ergenlere çekiyorlar. Küfür ile komiklik konusunda Şahan'ı geçmiş durumdalar. Hemen sıfır hikaye, ama absürde varan acayip durumlar ile ilgi çekme ve küfür ile de kahkahayı yakalama. Tam artık bundan (Recep İvedik) daha kötüsü yoktur der iken, kötünün kötüsü karşımıza çıkıyor. Allahım sen bizi neyle sınıyorsun?! 12) "Interstellar"ı ve "Jupiter Ascending"i merakla bekliyoruz. Bir de bir Michael Mann filmi var yakında gelecek. 13) Youtube'ta "Honest Trailer" diye bir kanal var. Filmleri yerden yere vuruyor ve yüzde yüz haklılar (aşağıda bahsetmiştim). Bir de "Everyting Wrong With ..." dizisi var ki senaryo derslerinde mutlaka seyrettirilmesi lazım. Birisi bunların benzerlerini bizde de yapsa ya?! (Benim yazılarım biraz bu yönde sayılır ama o kurgu ve sesle yapılanlara bildiğiniz çok gülüyorum). 14) Size ufak bir itirafta bulunacağım. Eskiden bir ara "Nasıl Tutan Dizi Yazılır" diye bir yazı yazmıştım. Yaptığım saptamaların ve verdiğim bilgilerin çoğu doğruydu. Şimdi bu sezon (ve aslında son birkaç sezon) çıkan dizilere bakıyorum da, acaba benim o yazıyı insanlar elden ele mi dolaştırıyorlar, zorunlu okuma olarak senaristlere mi dayatıyorlar diye merak ediyorum. Yani birçok dizi de o yazıda bahsettiğim 38

teknikler, "trükler", yöntemler kullanılıyor. Ama sallapati yapıldığı için çoğu tutmuyor, tutmayacak. Hele dizi adları... Tam benim söylediğim formüle göre seçiliyor. Kendimi "acaba bunlardan ben mi sorumluyum" diye düşünmekten alamıyorum. Vicdanım sızlıyor resmen. Arkadaşlar ben o kalıpları tekrar tekrar uygulayın diye vermedim, onları öğrenin, ama üzerlerinde çalışın, onları aşın, geliştirin diye verdim. Bayatladı o teknikler artık! 15) "Jack Ryan", bütçedeki yüz milyonlarca doların bir bölümünü senaryoya vermezseniz, nasıl saçma şeyler ortaya çıkacağının bir göstergesi. Anlatmaya bile değmez. 16) "Lucy", Luc Besson'un artık aşırı içkili bir gecenin sabahında muazzam bir başağrısı ve akşamdan kalmışlıkla yazdığı bir hikayeye benziyor. Kahramanın (Lucy) ne istediği belli değil. Yani üstün güçler elde ettikten sonra bunları ne yapacak? Karşısındaki düşmanın ne istediği de belli değil?! Morgan Freeman'ın karakteri sadece bize bunların bilimsel bir temeli olduğunu kanıtlamak için orada bulunuyor. Yine de Scarlett Johanson ve biraz aksiyon bir araya gelince, 300 milyon dolardan fazla bir para kazanılabileceğini görmüş olduk. Sanırım Luc Besson "Beşinci Element"ten sonra öldü ve yerine zombisi geldi. Taksi serisi, Transporter'lar, ve şimdi de bunlar. Nerede "Deep Blue?" nerede "Metro" nerede "Lucy"?! Lucy'nin senaryo açısından en büyük sorunu, bir kaza sonucu "kadir-i mutlak" hale gelen genç kadının karşısında, anlamlı bir dramatik gerilim yaratacak bir "düşman"ın (nemesis) bulunmaması. Hemen herşey Lucy'nin istediği şekilde ilerliyor ve gelişiyor. Bazı insanlarla çatışsa da bunlar hep Lucy'nin galip çıkacağını bildiğimiz şeyler. Filmden elde ettiğimiz tek duygu "Vay be! Demek ki insan beyninin yüzde yüzünü kullansa Tanrı gibi birşey olacak!" şeklindeki saçma bir şey. 17) Galaksinin Koruyucuları. Bu senenin en fazla iş yapan filmlerinden biri olmuş dünyada. Birkaç komik an dışında eğlenemedim. Net bir amacı olmayan bir grup "yaratık"! Daha doğrusu bir amaçları var da bu amacı aslında istemiyorlar ve/veya umursamıyorlar. Her nedense Amerikalılar bayıldı. 18) Bu tür filmerin başarılı olmasını artık gençlerin hayatla ilgili beklentilerindeki yamukluğa ve yanlışlığa bağlıyorum ben. "Değer"siz bir kuşakla karşı kaşıyayız. Yani "değer"leri yok. "Worthless" değil "Devoid of values". İnandıkları tek şey maddi getiri ve eğlence. Ahlaki standartları çok düşük ile hiç yok arasında. Kendilerini aşan bir davaya inançları ise sıfırın altında (enn fazla bir takımı destekliyorlar, ya da hoşlandıkları bir siyasi görüşle ilgili yazıyı facebook'ta "like" ediyorlar, o kadar). 19) "Barry Lyndon"ı tekrar izledim. Her karesi görüntü yönetmenlerine kompozisyon dersi olarak okutulabilecek bir film. Daha açılış sahnesinden anlıyoruz böyle bir filmle karşı karşıya olduğumuzu. Filmin senaryosu biraz yavaş aksa da asla sıkıcı değil. Her sahne, her diyalog, her oyunculuk anlamlı ve derin. Hikaye sürekli bir yere doğru ilerliyor. Dış ses kullanımı çok başarılı. Filmde olup bitenleri anlatmak yerine bunları yorumluyor, hatta izleyiciye olacak olayları önceden anlatmak suretiyle dramatik akışı algılayışımıza müdahale ediyor, dramatik ironi yaratıyor (yani biz Barry Lyndon'dan daha önce onun başına gelecekleri biliyoruz). Ama bu filmin hakkını vermek için en az otuz yaşını aşmış, biraz feleğin çemberinden geçmiş olmak gerekiyor. Yani çıtır çerez bir film değil. Ağır senfonilere ya da bizdeki kallavi Türk Sanat Müziği eserlerine benziyor. Tadı çok spesifik ve yoğun. Ağzı - dili fast food'a alışmış insanların hoşlanabileceği bir şey değil. Ama bundan elli ya da yüz yıl sonra bile aynı zevkle seyredilebilecek bir eser. 20) Sanarist 3.0 - Uncut'a gelince. Çoktan bitti. Ama bir iki rötuşu yapamadığım için (zamansızlıktan) bekliyor. Bugün yarın. Eli kulağında. SANARİST ULTIMATE 3 (Uncut) GELİYOR! Evet. 10. yılımızı idrak etmiş bulunuyoruz (24 Ağustos 2014'te). Bu on senede senaryo dünyasına ne kadar etki ettiğimi ölçemesem de (yazılarımın hala okunduğunu biliyorum ama etkilerini nedense göremiyorum), bu kadar şey yazmış olmaktan ve bazı insanlara az da olsa yardımcı olduğumu düşünmekten mutluluk duyduğumu söyleyebilirim. 10 sene!... Bende de amma çene varmış yahu! :) Bu on senenin (yazılarım bazında) özetini yapmak biraz zor (350 bin'i aşkın kelime yazmışım anlatmak için derdimi, neyi özetleyeceksin?!). Ama ilk zamanlarda büyük bir şevkle kendi uyguladığım / bulduğum / öğrendiğim şeyleri yazarken sonra (ülkenin genel olarak değişen ilkimine bağlı olarak) siyasi yazılar yazmaya başlamışım. Hatta son zamanlarda toplum ve hayatla ilgili yazılar senaryo yazılarının çok önüne geçmiş. Bunun bir nedeni topluca bu dünyadaki bir cehenneme doğru hızla ilerlememiz ise, diğer bir nedeni de ilk dönemde 39

yazdıklarımın çokça yeterli olmasıydı. Yani yazacak yeni şeyler, yeni teknikler fazla yoktu. (Aslında vardı da, şu on senede daha "özdeşleşme"yi anlatamamışım insanlara, sahne içi katmanlı diyalog yazmayı anlatsan ne yazar, anlatmasan ne yazar). Hem TV'deki hem de sinemadaki örneklerin kötülüğü, şevkimi de biraz kırmadı dersem yalan olur. Yine de elimden geldiğince, hem kendi deneyimlerimi, hem de başkalarının deneyim ve bilgilerini paylaşmaya çalıştım. Ve ortaya devasa bir eser çıktı. SANARİST ULTIMATE 3.0 (Uncut). Yani kesintisiz, organize edilmemiş (v.2.0'dan farklı olarak), her birşeyi içeriyor. İlk günden itibaren, elimde bulunan herşey. Son düzeltmeleri yapıyorum. Bir iki haftaya bir şekilde dağıtmaya başlarım. Heyecan yaptım, bak! :) Gönderen gezgin zaman: 19:24 Hiç yorum yok: 10. Yıl Türküsü Önümüzdeki Ağustos ayında SANARİST 10. Yılına eriyor. Üzüleyim mi sevineyim mi bilemedim! Film İzleme Siteleri, Türk Sineması ve ... Öğretmenim! Filmleri artık bilgisayarınıza indirmenize gerek yok. Son yılların en moda film izleme yollarından biri, internete yüklenen filmlere bakmak. Yani artk korsan CD/DVD almanıza ya da torrent olarak indirmenize gerek yok (ne ayıp!!!). Filmleri Türk Hukukunu pek takmayan ülkelerin (örn Rusya) server'larına yükleyen insanlar var. Oradan izleyebilirsiniz.(Bunları izlemenin yasadışılık teşkil edip etmediğini bilmiyorum açıkçası. Zira burada izleyiciler filmle ilgili aktif bir eylemde bulunmuyorlar -indirmek ya da satın almak gibi - sadece izliyorlar). Bir tür bedava tvyo ya da tivibu gibi. En büyük farkı onlardan çok daha önce yayına sokmaları. Bu sitelerin bir de "Türk Filmleri" bölümü oluyor genelde. İşte oralara baktığınız zaman bir aydınlanma yaşıyorsunuz. Şunu görüyorsunuz: Türk Sineması, seri üretim tezgahı gibi aynı filmleri tekrar tekrar üretiyor. Ufak değişiklikler ile aynı şeyleri tekrar tekrar önümüze koyuyor. Bir orijinallik, bir hakikilik, bir buluş yok neredeyse. (Hala inatla son orijinal fikrin Hacivat ve Karagöz olduğunu ileri sürüyorum). Hepsi birbirinin kopyası. Oyuncular da öyle, ışık da. Aynı müziklerden zaten midem bulanıyor artık. Anlamsız kamera hareketleri bile aynı. Bu durum sadece ticari filmler için geçerli değil. Kendine "Sanat" filmi diyen filmlerde de benzer eğilimler geçerli. Kendini azıcık okumuş ve aydın olarak gören kişilerin (yazar ve yönetmenlerin) hiçbir orijinal bakış açısı yok! Bu hikayelere yansıdığı gibi biçime (kamera açıları ve hareketleri, müzikler vb.) de yansıyor. Sanat filmlerimiz (ki en yaratıcı ve en şaşırtıcı onlar olmalı, en azından kağıt üzerinde) bile klişe. On metreden görüyorsunuz hikayenin bir sonraki hamlesini. Gelse de gitsek diyorsunuz izlerken. Ve ben bütün bunlar için hala ilkokuldan başlayarak üniversite sona kadar gençlerimizin beynine (ve kalbine) el atan, daha doğrusu içine eden öğretmenleri suçluyorum. Her türlü orijinallik ve yaratıcılık kırıntısını büyük bir çabayla gençlerimizin ruhundan kazımaya and içmiş gibi duran öğretmenlerimizi. Bize bir okuma yazma öğretti diye bütün hayatımız boyunca şükran borçlu olmamız gerektiği söylenen öğretmenlerimizi. Memnun musunuz eserinizden? Çocuğunuzu ya okula göndermeyin, ya da okul dışında büyük bir çaba harcayarak ona okulda verilen zararı nötralize edecek, ve ruhundaki yaratıcılığı kaybetmesini engelleyecek birşeyler yapın. Ama bunun için önce sizin kendi ruhunuzun nasıl köreltildiğini fark etmeniz ve bunu tersine çevirmeniz ("reverse") gerekiyor. Kendisine hayrı olmayanın başkasına da hayrı olmaz çünkü. Edge of Tomorrow Japonlar kesinlikle farklı bir kafada yaşıyorlar. Japon ürünlerine (kültürel ürünlerden bahsediyorum) biraz bakarsanız, bunu hemen fark edersiniz. Bizim Ortadoğu soslu kültürümüzden, ya da Avrupa'nın Angıl ve Sakson kültüründen çok farklılar. Dünya, hayat, ölüm, doğa ile ilgili yaklaşımları çok acayip. (Bir ara zahmet edip Şintoizm'i derinlemesine araştırmam gerek). Neyse. Nereden çıktı Japonlar diyeceksiniz. Bu aralar sinemada "Edge of Tomorrow" diye bir Tom Cruise filmi var. Filmi izledim ve genel olarak beğendim. (Zaten yönetmeni, Bourne 1'i çeken Doug Liman'mış). Biraz araştırınca da filmin aslında bir Japon hikayesinden uyarlandığını öğrendim. Hikayeyi biraz düşününce

40

zaten buna çok şaşırmıyorsunuz. (Final Fantasy filmi de öyleydi. Acayip bir kafada yaşıyorlar gerçekten). Neyse - 2. Filmin temel başarısı, sıkıcı olabilecek bir konuya sürekli olarak yeni unsurlar eklemek suretiyle seyircinin ilgisini ayakta tutmasından kaynaklanıyor. Kısaca anlatırsak Tom Cruise, aynı günü tekrar tekrar yaşayan bir askeri canlandırıyor (kelimenin tam anlamıyla "canlandırıyor"). Bu gelecekte yaşanan bir savaşta savaşan bir asker. Uzaylıların istilasını engellemek için uğraşıyor. Ama başaramıyor ve bir sebepten dolayı (bu sebep nispeten mantıklı bir şekilde filmde anlatılıyor) aynı günü tekrar tekrar yaşıyor. En sonunda da bir çıkışı buluyor. Bunun "Groundhog Day"e ne kadar benzediğini fark etmişsinizdir. Temel fikir aynı olmasına karşın, çok farklı bir şekilde işliyor "Edge of Tomorrow". Yani film, birinci perde için çok uğraşıp, sonra bunun üzerine yatan bir film değil. Son sekansa kadar senaryo üzerinde çok uğraşıldığını anlıyoruz ve bunu da takdir ediyoruz. Senaryoya harcanan yoğun emeği hissediyorsunuz. (Matrix de böyle bir his verir seyirciye). Bir süredir iyi sayılabilecek bir bilimkurgu izlememiştim, iyi geldi. Sinema ve Hayat Hakkında Notlar... "Sen Aydınlatırsın Geceyi", yakında izlediğim ikinci Onur Ünlü filmi oldu. Diğeri "Celal Tan ve Ailesinin..." idi. "Celal Tan"da bir senaryo olmasına karşın "Sen Aydınlatırsın"da sanki ellerinde bir kaç sayfalık sinopsis varmış, çekime onunla başlamışlar gibi duruyor. Sanki "Abi bir çekim mekanına gidelim. O sahne için düşündüğün oyuncuları sete çağıralım. Işık yapılırken sen sahneyi yazarsın" demişler Onur Ünlü'ye. O da kabul etmiş ve filmi öyle çekmiş... gibi duruyor gerçekten. Filmin siyah beyaz çekilmesi, karakterlerin ağır bir şiveyle konuşması, yer yer ortaya çıkan görsel efektler dışında filmin en büyük özelliği, darmaduman olmuş ("all over the place" derler yabancılar) senaryosu - muhtemelen darmaduman olmadan önce de organize bir halde değildi zaten. Görünüşe göre Onur Ünlü, sinema piyasasındaki bir damarı, daha doğrusu bir zaafı yakalamış. O da şu: Ülkede sinema (ve dahi televizyon) adına o kadar kalitesiz işler yapılıyor ki, bunların dışına çıkan birşeyler oldu mu, hemen kendinize sıkı bir takipçi grubu ediniyorsunuz. Bu film için Ekşisözlükte 57 sayfa yorum yapılmış. OHA! diyorum (afedersiniz). Bu kadar malı bulmak için bu filmi yem olarak kullanmak mümkün demek ki! Filmden anlamayan insanların bu filmi senenin en iyi filmi ilan etmesi mi dersiniz, Şekspir'den yapılan alıntı üzerine yorumlar döşenenler mi dersiniz, herşey var. Filmin aslında annesini kaybettiği için ağırlaşan bir ruh hastalığı olan ve bu nedenle halüsinasyonlar görmeye başlayan bir gençle ilgili olduğunu anlamayıp onun bu ruhsal bozukluğunu felsefi derinlik zanneden sersemler, döşenmişler bir sürü lafı. Onur Ünlü'nün başarısının bir bölümü sanırım buradan kaynaklanıyor. Seyircisinin bilgisizliğini tanıması, bunun farkında olması. İkinci bölümü de, klişe hikayelere girmemesinin (ama orijinal fikirler de bulamamasının) bazı sinema eleştirmenleri tarafından derinlik olarak algılanacağını yakalamış olması. Yani "Abi ben klişe yazmayayım da ne yazarsam yazayım, onlar (eleştirmenler) aslında orada olmayan bir "anlam"ı kendileri uydurup ona atfedeceklerdir, merak etme" demiş olmalı bir aşamada bir yapımcıya. Bu da doğru tespit. Senaryonun s'sinden anlamayan kerli ferli eleştirmenler (ki piyasanın yüzde doksan sekizini teşkil ederler) bir iki acayip şey görünce hemen kafalarına fazla mesai yaptırmaya başlıyorlar "burada bir anlam vardır, onu bulmalıyım" minvalinde. Eh, Marcel Duchamp'ın sergiye pisuar koymasından beri gerizekalı eleştirmenler bunu yapıyor zaten: olmayan anlamı bulup yapıştırmak. Ne diyeyim. Size kolay gelsin, hayırlı işler! (Sonradan gelen edit: Onur Ünlü de röportajlarında aslında filmi yaparken çok da fazla kafa yormadığını itiraf ediyor. En güzeli de şuydu: Ekşisözlük'teki bir yazar, bu filmde birçok anlam bulduğunu (yapısökücülük filan), ama Onur Ünlü'ye bunlar sorulduğunda "Canım istedi öyle çektim, özel bir sebebi yok yani" demesini içine sindiremediğini yazmış. Buna çok güldüm gerçekten. Adam "işkembeden salladım" diyor, seyirci hala inatla anlam bulmaya çalışıyor. İlginç. Yani seyircimizin gayretperverliği açısından ilginç.) (Başka bir edit: İki şarkının filmde tekrar tekrar döndüğünü duyuyoruz. Herhalde uzun metrajda en fazla tekrarlanan şarkı rekoruna filan oynuyordu O. Ünlü.) (Burada bir not düşeyim: Daha önceki yorumlarımdan birinde Martin Scorsese'nin hikaye anlatmayı bilmediğini söylemiştim. Scorsese, sinematografiyi bilir, kurguyu bilir, vb. ama kendisi sıfırdan hikaye yazamaz ya da iyi hikayeyi kötü hikayeden ayırt edemez. Eğer denk gelir de eline iyi hikaye geçerse, bunu çeker (bkz. Departed, Taxi Driver). Bunu sadece ben diyorum zannediyordum zira akademik çevrelerde (standart ve gereksiz bir M.S. hayranlığı tezahürü olarak) Scorsese büyük sinemacı olarak geçer. Oysa William Goldman'ın da aynı fikirde olduğunu öğrenmiş bulunuyorum (bunu daha önce paylaştım mı?). Yaşayan en büyük senaristlerden biri olan Goldman, Gangs of New York filmi ile ilgili

41

olarak çok güzel bir yazı kaleme almış (İngilizce). Okuyun, okutun, ve "büyük" denilen yönetmenlerin bile nasıl devasa kusurları olabileceğini görün. Kızım sana söylüyorum, Onur Ünlü sen anla!) * Recep İvedik 4'e baktım biraz. Biraz dediğim yarım saat kadar. Kardeşim, hiç mi gülünmez? Hiç mi birşey komik bulunmaz. Bu filmin 7.2 milyon seyirci çektiği bir ülkede, bazı çok önemli şeyler yolunda gitmiyor demektir. Yani korkarım mevcut iktidardan iki üç kat daha kötü bir parti çıksa (bir NAZİ partisi mesela), yüzde yirmi - otuz oy alabilir. Bu yeni kuşakta yolunda gitmeyen çok acayip şeyler var. Önce Cem Yılmaz, sonra Şahan Gökbakar (ve bütün bu süre boyunca da Okan Bayülgen) bu yeni ve sığ ve acayip beğenileri olan Özal Kuşağının zaaflarını yakalamış durumda, olabildiğince sömürüyorlar. Size de kolay gelsin arkadaşlar, hayırlı işler! * "Kış Uykusu"nu seyretmedim. Sinemada seyredeceğimi de sanmıyorum. Daraldıkça ikide bir salondan çıkmama izin vereceklerini sanmıyorum. DVD'si çıksın öyle bakarım. Uzuuun aralar vererek tahammül edebilirim herhalde. Gişesi şu anda (ikinci haftasında 130 bin). Benim tahminim 300-400 bin civarındaydı. Bakalm ne olacak? Bazı oyuncular (tabii ki filmde rol alanlar) bu filme ilgi gösterilmemesinden şikayetçiymiş. Hangisi daha kötü anlamadım. Bu filme ilgi gösterilmemesi mi (ki bence bu aslında bir ruhsal sağlık işaretidir), Recep İvedik 4'ün yedi nokta iki milyon seyirci çekmesi mi? * Adam gibi adam yokluğundan mustaribiz. Ne dediğini bilen, hayatın politika-üstü, dinler-üstü, ve hatta bilim-üstü kurallarının farkında olan ve bunları insanlarımıza anlatacak kaliteli aydınlarımız yok. Her aydınımız ya yarı cahilden kötü durumda, ya da politik olarak bir tarafa angaje olduğu için bütün sözleri ve düşünceleri yamuk. Bilimin bile ötesine geçen bir bakış açısıyla şu hayatı bize anlatacak, açıklayacak, yorumlayacak kimse yok. Günlerimiz politik tarafların kısır çekişmelerini takip etmekle geçiyor. Ha, bir de kredi kartı ve fatura ödeyerek. Biz de buna hayat diyoruz. Gönderen gezgin zaman: 20:54 Hiç yorum yok: RAHVAN! Benim endişem bu vurdum duymazlıkla, mesela ülkemiz işgal edilse (örn. Amerikalılar, Ruslar, Yunanlılar, vb. tarafından), yaklaşık üç ay sonra olayı unutup yine saçma sapan konuları tartışmaya başlayacağımız. Ne oldu 301 Somalı'ya? 432 çocuğun babasız Babalar Günü geçirecek olmasına? Milyonlarca oyun çalınması ile birilerinin yine muslukların başında kalmayı başarmasına? Bu kadar mı kolay unutulur, umursamaz hale gelinir, omuz silkilir? Oluyor vallahi?! En büyük trajedilerin gündemimizde yer etme süresi, medya efendilerinin bu olaylarda gördüğü haber değeri kadar. Kendi kendimize bir gündem yaratma gücüne sahip değiliz. Unutup geçiyoruz. Yani diyorum ki, Mavi Gözlü Yakışıklı ve arkadaşları olmasaydı, şimdi hepimiz mutlu mesut yarı İngiliz, çeyrek Yunan, beşte bir Fransız ve İtalyan filandık ve bunu hiç de umursamıyorduk. "Bağımsız olsaydık iyiydi ama bu da fena değil be?! Ne güzel çifte pasaportumuz var!" derdik. Burnumuzun dibinde (önce Suriye'de, sonra Ukrayna'da, ardından da Musul'da) savaşlar çıkarken biz bize en gerekli olacak kurumun (i.e. ORDU) köküke kibrit suyu döktük! Bilimsel (!) kurumlarımız (bkz. Tübitak) dökülüyor. Devlet televizyonumuz taraflı yayın yapmayı bıraktı, bizzat tarafın kendisi oldu! Şirketlerimiz ise hükümetten fırça yedikçe yola geliyorlar! Eğitim kurumları ise anlatmaya bile değmeyecek bir kalitesizlikte ve kalibresizlikte faaliyetlerine devam ediyorlar. Bütün bunlar olurken Ajda Pekkan bir gecede yüz elli bin lira almış! Yüz elli maden işçisinin bir ayda yerin dibinde zar zor kazandığı parayı bir saatte kazanmış. Eminim Soma felaketinden sonra üzüntülerini ifade eden bir yazı yazdırmıştır asistanına! Ne Denilebilir Ki?! Ehil olmayan kişileri başa getirmenin ve başta tutmanın sonuçları bunlar hep. Sana verilen üç kuruş karşılığında oyunu satmanın sonuçları. Seni koruması, kollaması gereken insanları seçerken sorumsuz davranmanın sonuçları. Başımıza çok kötü şeyler gelecek, belamızı bulacağız demiştim birkaç sene önceki yazımda. Ama birşey söyleyeyim mi, bu daha birşey değil. Yüksek hızlı trenler, deniz altından geçen tüneller, abuk subuk ülkelere yaptırılan nükleer santraller var daha sırada. "Soma da neymiş" diyeceğimiz şeyler olacak. Direksiyona şoför olmayan - bırak şoför olmayı, kısa boyundan dolayı yolu dahi göremeyen - insanlar geçirmenin bedelini ödeyeceğiz. İşin kötü tarafı, onlara oy vermeyenler de ödeyecek. Çünkü sistem bu. Çünkü yanlış bir sistemi sürdürüyoruz. Demokrasi bize çok bile. Çok değil aslında. Yanlış

42

anlıyoruz demokrasiyi. Satranç tahtasında, satranç taşları ile tavla oynuyoruz. Demokrasi pratiğimiz buna benziyor. Allah vefat edenlere rahmet eylesin. Yakınlarına da sabır versin. Diğerlerine de akıl ve feraset. İstek Üzerine: Senaryo Yazısı 20-25 yaşındaki adam/kadın senaryo yazmak konusunda ne bilebilir ki? Kıçı kırık birkaç kuram parçası (onların niye öyle olduğunu da anlamamıştır, sadece sınavları geçmek için ezberlemiştir) ve bir kaç hikaye (onlar da eş dostun ya da ailenin beğenisi dışında hiçbir şeye mazhar olmamıştır) hiçbir şeyi yoktur çıkınında. Ama izlediği birkaç film veya diziden fark ettiği senaryo trüklerine dayanarak kendisini Şekspir ya da Tenessee William zanneder. (Bu cümlelerin sonunda küfür koyabilmeyi çok isterdim. Küfretmek o anda rahatlatıyor ama sonra çok rahatsız ediyor.) Senaryo yazmak için bir derdinizin olması lazım. Bir ya da birkaç travmanız. Hayatınızda tekrarlanan bir acı türü, bir "pattern" (örüntü diyeceğim ama hala dilim varmıyor bu kelimeye). Sanki hayat sizi hep yaralı yerinizden tekrar tekrar deşmek istiyor gibi hissetmelisiniz. İşte o yara, sizin besin kaynağınızdır aynı zamanda. Hayata bakışınızı belirlerken, yaratıcı güçlerinizi de harekete geçiren o yara ve yaralardır. İnsanlar tarafından aldatılmadan, ihanete uğramadan, unutulmadan veya siz bizzat birilerine acı çektirmeden ve bunun vicdan azabıyla yıllar (ama uzun yıllar) sürünmeden, yazacak birşeyiniz yoktur. Yakın zamanlarda izlediğiniz filmlere benzer (ama bu benzerliği fark edemediğiniz) fikirleriniz var diye, bir sahnede iki komik diyalog yazabiliyorsunuz diye senarist olunmaz. Senarist, ciğeri deşik adamdır / kadındır. Bunu yazar. * Daha önce de yazmıştım: Televizyonda yazan arkadaşlar, lütfen kendinize senarist demeyin. Televizyon için (Türk televizyonlarından bahsediyorum, zaten yabancı bir TV'de yazma ihtimaliniz, yolda başınıza meteor düşme ihtimalinden daha düşük) yazan arkadaşlar, copy / paste'ten başka birşey yapmıyorsunuz. Bunun farkındasınız. "Ah, ama ekmek parası" dediğinizi duyuyorum, ona da birşey diyen yok. Ama siz senarist değilsiniz. Copy / paste'çisiniz, başka dizilerden (eski ve/veya yabancı dizilerden /filmlerden) sahneler, çatışmalar, karakterler çalan kişilersiniz. Buna da mecbursunuz zira abileriniz / ablalarınız bunun aksine izin vermez. Onlar izin verse, kanal izin vermez. Bu nedenle Türk edebiyatını hallaç pamuğu gibi atıyorsunuz, bu halkta ilgi / duygu uyandıracak birşeyler bulabilmek için. Sonra da buna bol bol su katıyorsunuz, doksan dakikayı doldurmak için. Eh, Allah yardımcınız olsun. (Bunun aksi durumu Kardeş Payı'nda var. Orijinal karakterler, komik diyaloglar, SIFIR hikaye.) * E, ne yapalım yani, yazmayalım mı? Bilakis yazın, ama kendiniz için. Yani eğer bir yerde (TV'de) çalışıyorsanız, ve kendiniz için yazmak için enerjiniz kalırsa, yazın. Ama kalacağını pek sanmam. TV insanın ruhunu bir vampir gibi emer, geriye sadece, alacağınız üç beş kuruşun azıcık tadına varabileceğiniz bir harabe bırakır, ama asla kendi romanlarınızı ya da senaryolarınızı yazacak enerjiyi bırakmaz. Otuzlarınızda, artık yeterince terk ettikten ve edildikten, kalbiniz yol ortasına atılmış bir paspas gibi ezildikten, Türk Sanat Müziği'nin neden sadece ayrılık ve acı temalı şarkılardan oluştuğunu birinci elden anladıktan sonra, işte ondan sonra gerçekten içinde ruh, ışıltı, enerji olan birşeyler yazabilirsiniz. Ondan önce boşuna heveslenmeyin. Ondan sonra ise, vazgeçmeyin. Bu dünyanın, bu sinemanın hala size ihtiyacı var. Medya Operasyonu: Kayıp Çocuklar Fark ettiniz mi bilmem, seçim sonrasında medyamızda hemen her gün bir kayıp çocuk haberi kapsamlı bir şekilde yer almaya başladı. Daha önce de çocuklar kayboluyordu ama aniden haberlerin birinci maddesi haline geldiler. Neden acaba? Birileri yine medyayı manipule ediyor da ondan! Birileri bize seçimlerden önceki kasetleri, rezaletleri Alo Fatih'leri, sıfırlamaları, 17 Aralık ve devamını unutturmaya çalışıyor sanırım. Bunu da toplum olarak en büyük ortak paydamız olan çocuklar üzerinden yapıyor. Kayıp çocuk haberlerini duyan aileler, seçim öncesi rezaletleri unutup kendi ailelerindeki çocuklarla ilgili derin bir korkuya kapılıyorlar. İnsanlara ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlar desek yeridir. Medyamızın ne kadar şerefsiz ve taraflı olduğunu Gezi döneminde görmüştük zaten. 17 Aralık süreci buna tuz biber ekmişti. Şimdi de bize (bilinçaltımıza) başka bir servis yapıyorlar.

43

Böyle şeyler gördüğümde en çok "bir gün gazetecilik ya da sinema-tv bölümlerinden mezun olup medyada görev almak isteyen" gençler aklıma geliyor. Kendilerini nasıl bir *** çukuruna atmaya hazırlandıklarının farkında olsalar, acaba bu kadar heveslenirler miydi? Emret Bakanım! Seksenlerde (gerçek seksenler, dizisi değil) televizyon izlemiş olanlar, "Emret Bakanım" ve daha sonra da "Emret Başbakanım" adlı dizileri izlemişlerdir. BBC'nin çektiği bu dizilerin, o dönemde yayınlanmış olması (iktidarda ANAP vardı, Özal Başbakandı) şu günlerden geriye bakılınca imkansız, hatta fantastik görünüyor. Öyle bir dizinin bırakın devlet televizyonunu (o zamanlar sadece TRT vardı ve tek kanaldı) özel kanallarda bile yayınlanması hayal edilemez. Hükümetleri, devleti, bürokrasiyi yerden yere vuran, aşırı gerçekçi bir diziydi. Naif bir bakan (ve sonra başbakan) ile onun kurt müsteşarı (Humphrey) arasında geçen diyaloglar, siyaset bilimi kitaplarından fırlamışcasına bilgi dolu, ama aynı zamanda kahkaha attıracak kadar eğlenceliydi. (Humphrey'i ben hep C. Çiçek'e benzetirim: A man of all seasons!) Bu dizileri şimdi internette bulabilirsiniz. Aşağıda Youtube'ta bulunan bir bölümü yer alıyor. Ne yazık ki Türkçesi yok. Bir yerden bir şekilde bulursanız, boş zamanlarınızda izleyin. Hem siyasetin iç yüzünü öğrenirsiniz ve şu an yönetimde olanların neyi neden yaptığını (ve yapmadığını) daha iyi anlarsınız, hem de böyle bir dizinin devlet kanalında yayınlanmış olmasına şaşarak, nereden nereye geldiğimizi görürsünüz. Bu İşte Bir(kaç) Yanlışlık Var! Tuna Kiremitçi'yi okumayı bir kere denedim. Sonunu getirmeyi başaramadım. Ben de her aklı başında Türk gibi A. H. Tanpınar'ı Türk Edebiyatı'nın zirvesi olarak görürüm. Onu seven ve kendince anlayıp hisseden biri olarak T. Kiremitçi gibi birini okumanın nasıl bir azap olduğunu anlayamazsınız. Ya da belki anlayabilirsiniz. Bilemedim şimdi. Neyse. Birileri üşenmemiş, Kiremitçinin bir kitabını film yapalım demiş. Muhtemelen romanın tanınırlığından faydalanmak istemiş. Ama bundan emin olamamış ki filme E.A. Düzyatan ve Ö. Namal gibi yıldızları da koymuş. Sonra da bir reklam yönetmenine çektirmiş. (Yönetmeni tanımıyorum ama bu tahminimin nedeni biraz aşağıda). Filmin 200 bin küsür gişesi var. Yani amacının beşte birine bile zar zor ulaşmış. Ama başka açılardan (vergi indirimi) başarılı olmuş olabilir. Gelelim bu önemsiz filmin pek de önemli olmayan sorunlarına. (Diyeceksiniz ki film bu kadar önemsizse neden yazıyorsun? Hatalarından ders aldırmak için mi? Kesinlikle hayır. Bu filmin hatalarından alınabilecek bir ders yok. Varsa da şu olabilir: Film çekmeyin! Bu yazının tek amacı çok uzun süredir siyaset yazısı yazdığımı fark etmem. Biraz değişiklik olsun diye yazıyorum. Biraz da kendimi denemek için. Bakalım yazının sonuna kadar çıldırmayıp siyasete girmemeyi ve birilerine laf etmemeyi başarabilecek miyim. Hadi bakalım!) Filmin en büyük sorunu, bence ışıkçısı! Evet. Senaryo çok kötü. Oyuncuklar da orta ile kötü arasında gidip gelirken sık sık kötüde takılıyor, oyalanıyorlar orada. Ama en kötüsü ışık. Kardeşim, sinema ışığı başka birşeydir, otuz saniyelik reklam ışığı başka birşyedir! Bütün filmi reklam sektöründe çalışanlara (görüntü yönetmeni, ışıkçı, ve dahi yönetmen) çektirirseniz, böyle bir görünüm ("look") elde edersiniz. 30 saniyelik reklamda dikkat çeken, ama 90 dakikalık filmde mide bulandıran bir ışık tarzı. Bu film başka bir ışıkçının elinde çok farklı görünebilirdi. Ama halihazırda kötü olan senaryosunu diriltmeye yetmezdi. Bir ölüye ne kadar iyi makyaj yaparsanız yapın, onu diriltemezsiniz. Filmin ikinci en büyük sorunu, senaryosu tabii ki. Birşeyi doğru dürüst istemeyen, kendi çok belirgin olmayan depresyonunda debelenen bir rock'çı eskisi (E.A. Düzyatan), alt komşusunun kocasını ararken ona karşı ilgi hissetmeye başlar ama finale kadar kılını kıpırdatmaz (arada sırada ergen hayalleri görmekten gayrı). Yani birşeyi istemeyen bir kahraman var karşımızda. Kahramanımıza verilen yüzeysel amaç (komşusunun kocasını aramak) da o kadar güçsüz ki, arada sırada bunu unutup muhabbete dalıyorlar komşu ablayla. Filmin zaten düşük olan ritmi iyice mafiş oluyor. ("Mafiş"ten güzel grafik şirketi adı olur bak). Ö. Namal'ın karakteri arada sırada kocasının kaybolmuş olmasına üzülmeyi UNUTUYOR! Kikir kikir, bir neşe, bir neşe! Vay canına. Böyle bir filmi ancak Fransız sanat filmi diye yutturmaya çalışabilirsiniz, ama o da işe yaramaz. Filmin üçüncü en büyük sorunu, ritmi. Filmde sahnelerin içinde genelde çok az malzeme var (lahmacundaki az kıyma ya da pizzadaki az kaşar ya da okul kantininde satılan poğaçadaki peynir gibi düşünün). Bu kadar sarkık ve açık (açık çay düşünün) sahneler de birbirlerine çok zayıf bağlarla bağlı. Yani olaylar birbirlerine çok güçlü bir neden sonuç ilişkisi ile bağlı değil. Bunun nedeni karakterlerin tam olarak ne istediklerinin çok net bir şekilde belli olmaması. Ö. Namal kocasını bulmak istiyor mu? Bence hayır. E, ne diye arıyorsun, hazır gitmiş adam. E. A. Düzyatan onu bulmak istiyor mu? Hiç sanmam. Öyle ki bir ara koca ile ilgili önemli bir tüyoyu (bar olayı) tamamen unutuyor. Kahraman, onu "amacına" 44

götürecek en önemli tüyoyu unutuyor! Daha ne diyeyim?! E.A. Düzyatan, Ö. Namal ile ciddi bir ilişki istiyor mu? Kesinlikle hayır. Hele o ortamda (bar, içki, rock, konser, vb.) hiçbir şekilde gerçekçi olmayan bir "ahlaki duruş" sergiliyor: Arkadaşımın Aşkısın! Yemezler. Hele o depresyonda, bu mümkün değil. Anladığım kadarıyla yazar (ve yönetmen) bu bunalımlı rock'çı karakterini sevmişler. Onun etrafındaki insanları ve olayları (atmosferi) göstermek istemişler. Ölen yaşlı rock'çı, onun "bilgece" (!) sözleri (örn. "Buldun mu yapışacaksın!" mealinde birşey vardı ki tam ergen tavsiyesi!), onun anısına verilen uyduruk konser (niye uyduruk, çünkü herkes acayip neşeli anasını satayım. Sanki aylardır "birimiz ölse de bir araya gelip çalsak" halinde bekliyorlarmış), vesaire. Tabii bir rockçı'nın Türkiye versiyonunun ne kadar komik olduğunu anlatmaya gerek yok. Var mı? Var galiba. Şöyle ki: Rock denilen hadise en son seksenlerde zirvesine ulaşmış, doksanların başında (hadi uyduruk bir milat da verelim: Kurt Cobain'in kendini tüfekle öldürmesi) sona ermiştir. Ondan sonrası rock'ın zombi dönemidir. Tamamen ticarileşmiştir. Toplumdaki olaylara ve durumlara tepki verme hadisesini bırakmış, sisteme entegre olmuş, Metallica'ya yaylı sazlar eşliğinde şarkılar yaptırmıştır. Eh Batı'da bunlar olurken, bunların Türkiye versiyonu, artık komik bir hal alıyor. Kendi toplumuna tepki olarak tamamen başka bir ülkenin kültürünün ürününü kullanan, çoğu İstanbul'un çok dar bir iki bölgesinde yaşayan bu rock'çı hippi bozuntularının acıları açıkçası bana komik geliyor. Hakiki olmaları beklenemez ama, yani! Çok yapay. Ve çocukça. Aşırı özenti. Bu ülkede Jim Morrison tarzı acı çekemezsin kardeşim. Rock dinleyebilirsin, sevebilirsin, ama bu ülkede Neşet Ertaş gibi, Ahmet Kaya gibi (ki pek sevmem), Müslüm Gürses gibi (onu da sevmem), Mahzuni gibi (çok severim) acı çekilir. Ya da aşk acısı çekiyorsan, Türk Sanat Müziği ile acı çekilir. Rakı masasında İngilizce şarkı söyleyeni bu ülkede döverler, polis de işlem bile yapmaz bu dayak için, haketti diye! Neyse, sanırım derdimi anlatabildim. Yani özetle şu: Filmin kendine seçtiği sosyal tabaka, çok yabancı, çok alakasız, çok yapma, çok özenti... Eh, bunun neticesinde filme ve karakterlere de giremiyorsunuz. Böyle yaşayan birkaç yüz bin insan vardır bu ülkede, ama onlara bile bu filmi satamazsın. Filme gidenlerin yarısının, sevgilisi tarafından o filme sürüklenen erkekler, diğer yarısının da T. Kiremitçi hayranı genç kızlar olduğunu düşünüyorum. Peki sen niye seyrettin diye sorabilirsiniz. Son ayların siyasi zehirlenmesinden zihnimi arındırmak için elimin altında Türk yapımı ne varsa iyi kötü demeden bakıyorum (Ha-ha, çok komiğim, sanki "iyi" var da biz seyretmedik!). Genelde on sene önce eleştirdiğim herşey aynen yerli yerinde, hatta daha da derinlere nüfuz etmiş olarak yerinde duruyor. Ne bir "İstanbul Kanatlarımın Altında" çıktı bu dönemde, ne bir "Eşkıya", ne bir "Ağır Roman", ne de "Hacivat ve Karagöz". Çıka çıka bir NBC ve türevleri çıktı, onları da çıktıkları yere geri sokamıyoruz. Gişe rakamları 7 milyona dayandı ya da "Bunalım" dalında Oscar aldı diye hala "Türk sineması çağ atladı" diyorsanız, siz de atlayıverin bir pencereden, olsun gitsin. * Finale kadar siyasete değinmemeyi başardığım için tedavinin başarılı olduğu söylenebilir. Değil mi doktor bey. Evet, öyle. Bu kendinle konuşma olayını ne yapacağız? Biraz daha sinema yazısı yazmalısın hasta bey. Eh, iyi madem. "Taht Oyunları" ya da "Tahtlar Oyunu" Ki doğru olan "Tahtlar Oyunu". Zira ortada bir sürü taht var, bir tane yok. Taht Oyunları deyince sanki tek krallık, tek taht ve onun etrafında dönen oyunlar varmış gibi duruyor. Ama bu da Türkçe'ye iyi çevrilemeyen bir tabir. Taht Oyunları kulağa daha hoş geliyor. Neyse... Diziye bilerek geç başladım. Çünkü ne zaman karşıma çıksa birilerinin kellesi uçuyordu, abuk subuk şeyler oluyordu. Sonra bir şekilde ben buna baştan başlayayım dedim ve başladım. Ve... Harika bulmadım. Güzel sayılır ama birçok kusuru var. Bu kusurlardan hiçbirisi dramatik yapısıyla ilgili değil. İçerikle ilgili. Şöyle ki: Dizi, sekans sekans ilerliyor. Her bölümde, bir kahramanın (ya da düşmanın) başından geçenlerin anlatıldığı iki ya da üç uzun sekans izliyoruz. Bu açıdan ilginç bir biçimde doyurucu bir dizi. Yani bir karakterle ilgili sahne izletip, sonra başka bir karaktere geçip, orada bir sahne izletip, sonra ilk karaktere geçerek bizim başımızı döndürmüyor. Eğer karakteri tanıyorsak, onunla ilgili uzun, başı-ortasısonu olan bir sekans izliyoruz. Her sekans bildiğin bir kısa film. ("Sekans Yaklaşımı"ndan bahsetmiştik biraz). Her sahnede istisnasız yeterli (ve bazen haddinden fazla) çatışma var. Bir sorun ortaya atılıyor, bununla ilgili bir çatışma yaşanıyor - ki bu çatışmalar genelde kılıçla hallediliyor - sonra da bir çözüme ulaşılıyor. 45

Benim diziyle ilgili rahatsız olduğum şeyler başka: Dizinin özünde, insanlıkla ilgili olumlu bir bakış açısı yok. Aksine olumsuz bakış ve olumsuz değerler had safhada. Ensestten, eşcinselliğe, sürekli kötülerin kazanmasından, aldatmanın ve ihanetin "erdemlerine" kadar herşey var dizide. Özellikle de ensestin bu kadar "normalleştirilmesi" akıl almaz birşey. Dizinin "inciting incident"i zaten iki kardeşin birleşmesini gören ufak çocuğun öldürülmeye çalışışması. Kusura bakmayın ama buna sadece "yok artık!" denir. Daha sonra bunun son derece normal olduğu, vb. anlatılıyor. Şimdi burada bir parantez açmak lazım. Amerika denen sefil ülkede, altmışlardan itibaren toplumun yerleşik değerleri çeşitli aralıklarla ayaklar altına alınmıştır. Örneğin altmışlı yıllar uyuşturucunun meşrulaştırılmasıdır. Yetmişli yıllar feminizm yıllarıdır, erkeklik ayaklar altına alınmıştır. Seksenli yıllar, eşcinselliğin artık tabu olmaktan çıkarılmaya başlandığı dönemdir. Doksanlı yıllar şiddetin hat safhaya vardığı, hem gündelik hayatta hem de medyada normalleştirildiği yıllardır (Tarantino, Sopranolar). Ve, ikibinlere geldiğimizde de artık sıra enseste gelmiş gibi görünüyor. (Bundan bir sonraki adımın pedofili olacağını tahmin ediyorum). (Bunlar kesin tarihler değil tabii ki. Sadece on yıllık dönemlerin ortalamalarını aldım. 80'lerde de 90'larda da ensestle ilgili filmler vardı, 60'larda da şiddet filmleri vardı - Pekinpach vb. - ama ortaya çıkış sıklıklarına bakılırsa, böyle bir gruplaşmadan bahsedilebilir). Bunun bir nedeni, insan psikolojisine dayanıyor. "Habituation" (Alışma) denilen korkunç bir özelliğimiz var bizim (bütün insanların). Bir zamanlar ilginç ve şaşırtıcı gelen şeylere bir süre sonra "alışıyoruz". Artık o konularda yeterince tepki vermez oluyoruz. Bunu fark eden medya üreticileri de dikkat çekmek için daha farklı alanlara yöneliyor. O dönemde toplumda saldırılabilecek hangi tabu varsa, onu işlemeye başlıyorlar. Karşılıklı etkileşim sonucunda bir süre sonra o tabu da nispeten "normalleşiyor". Game of Thrones'un bu kadar ilgi çekmesinin nedeni sadece ensest değil tabii ki. İnsanlar, sürekli iyilerin kazandığı kahramanlık hikayeleri duymak ya da izlemek de istemiyor. Gerçek hayatta da olduğu gibi (bkz. 2014 yerel seçimleri) aldatma, ihanet, ölüm, vb. ile elde edilen zaferleri görmek istiyorlar. Ama bunun bir dezavantajı var. Hayatın bu yönünü alıp (biraz da abartarak) işleyen eserler, bir süre sonra bu olumsuz eylemleri meşrulaştırmaya da hizmet etmiş oluyor. Bu konudaki en önemli örneklerden biri "Baba" filmidir. Sinematografisi ve senaryosunun yapısı çok sağlam olan Baba filmi, ahlaki açıdan çok yanlış bir yerde durmakta, çok yanlış birşey söylemektedir. (Coppola bunun farkındadır tabii, ama artık yapacak birşey yok.) Mafya'nın meşrulaştırılmasına, hatta yüceltilmesine sebep olmuştur "Baba". (Tıpkı Kurtlar Vadisi"nin şiddeti tek çözüm yolu olarak meşrulaştırması gibi. Bir KV bölümünü baştan sona izlemeyeli yıllar oldu. Geçenlerde bir tanıtımını izledim. Sürekli silah patlıyor. "Acaba" dedim, "bir bölümde hiç silah patlamasa ve insanlar konuşarak sorunlarını halletse, kaç kişi izler?") Taht Oyunları'yle ilgili olarak denilebilir ki, "İnsanlar aldatma, ihanet, ölüm ve sapkın cinsellik'i perdede seyrederek bir tür katarsis yaşıyorlar ve bunları gerçek hayatta uygulamıyorlar". Bu da bir bakış açısı, ama pek doğru değil. Medya toplumdaki dönüşümlerde hep ön ayak olmuştur. Ve bu da genelde olumsuz ve yasak eylemlerle ilgili olarak yaşanmıştır. Zira yasak olanı kaşımak, tahrik etmek, kurcalamak hep daha ilginçtir. Eh, sonra da diyorlar ki toplumda neden bu kadar sapkınlık, bu kadar şiddet, bu kadar aldatma var. Ben hala Türk toplumundaki dejenerasyonun önemli bir bölümünü Dallas'a, Ceyar'a ve Sue Ellen'a bağlıyorum. Varın gerisini siz düşünün. Bunun Daha Rövanşı Var Şaşırdınız mı seçim sonuçlarına? Ben şaşırdım. Şuna şaşırdım - CHP bazı illerde gerçekten de kendi mutad uyuşukluğunun üstünde performans gösterdi, ona şaşırdım. Ankara'nın kıl payı kaybedilmesi, Sarıgül'ün bu kadar oy alması, bazı diğer illerde de AKP ile kafa kafaya gitmesi, beni umutlandırmadı değil. Özellikle de dün gece Ankara'da birşeyler oldu, o kesin. Yavaş ile Gökçek arasındaki oy farkı dakika dakika erirken aniden veri akışı 45 dakika durdu. Sonra bir baktık ki Gökçek'in oyları fırlamış. Eh, 50 milyon seçmen için 100 milyondan fazla oy pusulası basılınca, bunlar nereden çıkacak diye şüphelenmiştim, Ankara'dan çıktı. Ama şunu unutmamak lazım: Siyaset zaten kirli bir oyundur. Sandıkta bir oy verdikten sonra evde oturup sonuçları izlemekle biten birşey değildir. Daha oy vermeden çok önce başlar seçim süreci, aylar, hatta yıllar önce. Eğer bir davaya inanıyorsanız, çevrenizdeki insanları, hatta çevrenizde olmayan insanları bile davanıza katmak için aktif olarak çabalamalısınız. Kendi zamanınızdan, hatta malınızdan vermelisiniz. Bu 46

başka türlü olmaz. Olmuyor. Okumuş insanların entelektüel tartışma kazanması şeklinde oy kazanılmıyor. Sosyal psikoloji öğrenmeniz gerekiyor.İknanın Psikolojisi'ni okumanızı öneririm, Cialdini'nin çok faydalı bir kitabıdır. Sonuçlar CHP açısından hezimet gibi görünse de ben CHP'nin nispeten "güzel" bir şekilde kaybettiğine inanıyorum. Sanki biraz daha akıllanmış gibiydi diğer seçimlere göre. Buradan nereye gider? Şuraya gider: Sarıgül genel başkan olur. Mansur Yavaş kaybettiği için Kılıçdaroğlu'nun eli zayıfladı, bu yüzden bunun önünde duramaz. Genel Seçimler biraz daha heyecanlı geçer. İnsanlar bu kadar politize olmuşken, hele Ankara'yı bu kadar kılpayı (ve şaibeli bir şekilde) kaybetmişken, bu işin peşini bırakmazlar. * Naçizane tavsiyem, aşağılardaki "Dangalak" yazısını tekrar okumanız. Çok rahatsız oluyorsanız Dangalak'ları Şapşi diye okuyabilirsiniz, ama önemli kısımı zaten orası değil. Diğer bilgiler. Ayrıca "bonus" olarak Cialdi'ninin bir videosunu koyuyorum. Neyi nasıl yapacağınız konusunda güzel bilgiler var. Türkçeleştirenin ellerine sağlık. Quelle Alaqa Yazı - Gezi Hk. Bazen aynı konuyu farklı yazılarda farklı açılardan ele alıyorum. Örneğin Gezi olayları bunlardan biri. Bazen içinden, bazen dışından, bazen siyaset, bazen psikoloji ve sosyal psikoloji açısından vb. işliyorum aynı konuyu. Bunun sonucunda da konu aynı olmasına karşın, onunla ilgili birçok değişik görüş ifade ediyorum. Dikkatli olmayan bir göze bu farklı bakış açıları çelişki gibi görünebilir. Eh, bu da neticede bir blog, akademisyenler tarafından içsel tutarlılık açısından didik didik edileceğini sanmıyorum / ummuyorum. Bu nedenle de düşüncelerim arasındaki bağlantıları ve geçişleri bir tez yazar gibi açık seçik ve BÜYÜK HARFLERLE yazmıyorum. Anlayan anlar diyorum, geçiyorum. Ama bu ADD'li kuşaktan bazıları doğal olarak anlamamış ve özellikle de bu Gezi olayları hakkındaki fikirlerimde büyük bir dönüş olduğunu zannetmiş. Benim başlangıçtan beri bu olaylarla ilgili söylediğim şeyler şunlar (önce olumluları sonra olumsuzları sıralayacağım): 1) Gezi olayları, hükümetteki sarsılmazlık duygusunu cidden sarsan ilk olay olmuştur. İlk kez karizmaları biraz çizilmiş, hafif panik emareleri göstermişlerdir. 2) İnsanların büyük topluluklar halinde hareket ettiklerinde gerçekten de seslerini duyurma ihtimali olduğu -yine- anlaşılmıştır. (Ama o kadar - yani sadece sesinizi duyuruyorsunuz, birşey değişmiyor). 3) Medyamızın nasıl bir foseptik çukuru olduğu çok iyi anlaşılmıştır. Devlet kanalları ve özel kanallar bu konuda berbat bir performans göstermiştir. 4) Medyaya ve dolayısıyla hükümete göbekten bağlı olan "san'atçılar" ve "ünlüler" çok kötü bir sınav vermişlerdir. Halkla ilgili tek bağlantıları, halkın cebindeki parayı kendi ceplerine aktaran hat olduğu ortaya çıkmıştır. Birkaç tanesi şirinlik olsun diye ön plana çıkmıştır, ama o kadar. * 1) Gezi olayları, bu kadar büyük (katılım olarak büyük) bir hareketin bile, eğer bir düşünce, plan ve strateji etrafında organize olmazsa hemen hiçbir sonuç yaratmayacağını acı bir şekilde kanıtlamıştır. 2) Ortaya çıka çıka başkanı gitarist olan bir "parti" çıkmıştır. 3) Beş genç, bir çocuk ölmüştür. Bu ölümlerde polisin sorumsuz davranışının olduğu kadar, göstericilerin polisi kışkırtan tavırlarının da payı olduğu unutulmaktadır hep. Kaç park bir Berkin'in hayatına bedeldir? Hiç sormazlar. 4) Bu olaylar neticesinde yüzlerce insan işinden olmuş, binlercesi (özellikle de akademilerde) sindirilmiş, yine binlercesi fişlenmiştir. On binlerce kişi hakkında davalar açılmıştır. 5) Bütün bu olayların bir ay içerisinde bastırılması, aslında ne kadar kof olduğunu gösterir. Yani hükümete karşı gibi görünen eylemler, parka dokunulmayacağının söylenmesi ve yeterince şiddetli polis baskısıyla sona erdirilmiştir. 6) Sakın ama sakın, gezi parkı olayları ile bugünkü kaset olayları arasında bağlantı kurmayın. Bugünkü kaset olayları kesinlikle yabancı bir istihbarat servisinin Türk hükümetini devirme projesinden başka birşey değildir. Gezi olmasaydı da bu kaset olayları olacaktı. 7) Bu tür eylemlerin, sokak gösterilerinde (ve polisle çatışmada) çok tecrübeli olan grupların (aşırı sol gruplar) kontrolüne ne kadar çabuk geçtiğini gördük. 8) Geziciler, eylemleri bittikten sonra, liberal-muhafazakar partinin başını çektiği SİSTEM'e hizmet etmek üzere okullarına ve işlerine geri dönmüşlerdir. Sahte bir zafer duygusu ile, büyük birşey başarmış gibi evlerine dağıldılar.

47

Buraya başka şeyler de eklenebilir. Ama genel olarak şunu söyleyebilirim. Gezi parkı olayları, "ergen isyanı" gibidir benim nazarımda. Nasıl ki ergenler, kendi kişiliklerini bulmak için, saçma sapan bazı isyan hareketleri yaparlar, Gezi olayları da böyle birşey işte. Yani gençlerin gelişimi için sağlıklı, gerekli, ama bir o kadar da boş ve işlevsiz. Ve abartıldığı takdirde de zararlı. "Biz dünyayı değiştiriyoruz / değiştirdik" havasındakilerin, akıllarını başlarına devşireceğini umuyorum bir ara. "Back to the 80s" Bu işi yapacaksanız adam gibi yapın. Öyle youtube, facebook filan kapatmakla olmaz. Doğrudan interneti keseceksin. Hayır, bağlantıyı değil. Kabloyu keseceksin. Cart diye! Uydu bağlantılarını da kapatacaksın. Ama o da yetmez. Zira cep telefonu denen bir meret var. Onlar da bazen uydu üzerinden bağlantı sağlayabiliyorlar. Öyleyse Turkcell, Avea ve Vodafon'a da birer ihtar çekeceksin ve interneti kapattıracaksın. Özel radyolar var? Eh, bütün frekanslar aslında devlete ait değil mi? Onları da kapattırırsın birer yazıyla. Yetmiyorsa, seyyar "jammer"lar dolaştırtırsın mahalle aralarında, olur biter. Faks? Telefon? Bunlar da bir ihbarnameye bakar. Uymayanın üzerine salarsın maliye müfettişlerini, yedi ceddi kurtulamaz. Geriye sadece C.B. (Halk Bandı) telsiz kalır. "Arrrkadaş arıyorum, arrrkadaş!" nidaları tekrar yükselir evlerden. Whatsapp da neymiş! Bir de güvercinler ve genç aşıklar arasında mektup taşıyan veletler. Onları da hallediverirsiniz artık. * Geldik mi "80'lere". Dizisine hiç gerek kalmaz. Yanlış Adam Melih Gökçek'i başımıza saranın CHP olduğunu biliyor muydunuz? Gökçek'in katıldığı ilk seçimde, Çankaya Belediye Başkanı olan Doğan Taşdelen, CHP Ankara Büyükşehir'den aday olmak istemişti. Ama tam o dönemde Tansu'nun peşinde tin tin dolaşmaktan sıkılan Murat Karayalçın (ki Peter'in İlkesi'ne göre başbakan yardımcılığı onun "yeteneksizlik düzeyi"ni teşkil eder) tekrar Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığına dönmeye karar verdi. Buna bozulan Doğan Taşdelen, gelecek yirmi yıl boyunca aklı başında her Ankaralı'dan her gün laf yemesine sebep olacak birşey yaptı: DSP'nin Büyükşehir adayı oldu! Oylar bölündü. Aradan nurtopu gibi bir Melih çıktı. Yirmi yıldır Ankaralıları yöneten adam, aslında kendi yeteneklerinden ve becerilerinden değil, karşısındakilerin şapşallık ve hırslarından dolayı oraya geldi. Karayalçın kendisinin en güçlü olduğu pozisyonu (yani belediye başkanlığı) bilse (mesela Eskişehir'de Yılmaz Büyükerşen öyle yapmaktadır), başbakanlığa çapının yetmediğini fark etse, böyle bir trajedi olmayacak, Ankara belki de son yirmi yıldır altın çağını yaşıyor olacaktı. Ya da Doğan Taşdelen, muazzam bir feraset gösterse ve DSP'ye geçmesinin sadece ve sadece Melih'e yarayacağını görse ve adaylıktan (en azından o seçimde) çekilse, Melih adı çoktan unutulmuş olacaktı. Ama görmedi - ya da daha da kötüsü "bile bile" aday oldu: "Madem siz beni CHP'den aday yapmadınız, ben Ankara'yı Melih'e vereyim de görün!" dedi! Netice'de Ankara'nın alınması Refah'ı daha da güçlendirdi ve bizi adım adım AKP iktidarına yaklaştırdı. * Gelelim günümüze: İstanbul'da benzer bir durum var. SSÖ'nün adaylığı, kendisine oy verecek insanların oylarının teknik olarak hiçbir işe yaramamasına neden olacak. Bu oyların büyük bir bölümü de AKP'den değil de CHP'den gidecek. İşin ilginç yanı, CHP ile AKP arasındaki fark da SSÖ'nün aldığı oy ile rahatlıkla kapanıyor. Bu durumda SSÖ, İstanbul'u altın tepsi içinde AKP'ye vermiş oluyor. Eh, buna da şaşmamak gerek. Bir zamanlar Başbakan bunların ellerini bile sıkmazken, Diyarbakır'da Osman Baydemir ile diz dize fotoğraf çektirecek noktaya gelmişlerse, bundan daha normal birşey olamaz. Daha da "normal"ini Cumhurbaşkanlığı / Başkanlık seçiminde göreceğiz. CHP'li Doğan Taşdelen Ankara'yı nasıl yirmi yıllığına elleriyle verdiyse, "Gezi Parkı kahramanı" SSÖ'de İstanbul'u ve ardından da memleketin tamamını AKP'ye verecek. Taa en başından beri sürdüregeldiği anti-Kemalist, CHP düşmanı kimliğinin gereğini yerine getirecek. Beynelmilel'de söylediklerine, ya da 48

diğer platformlarda yaptıklarına (bkz. "Postacı Kapıyı İki Kere Çalar") paralel olarak, kendisini seven ve destekleyen insanların hayatını katran karasına çevirecek birşey yapacak. Tıpkı Doğan Taşdelen gibi insanların mutluluğunu ve geleceğini değil, kendisinin komplekslerini ve intikam duygusunu düşünecek. Sırf bir iki komik fıkra anlatıyor diye Cübbeli'nin peşinden koşan halkımın gençleri de, sırf bir iki artistik hareket yaptı diye (komikimsi filmler ve Gezi'nin ilk birkaç günündeki eylemleri), memleketin dibine dinamit döşeyen bu adama oy verecek. Ondan sonra da herşey zincirleme gidecek. Bir on sene daha AKP'nin yönetimine maruz kalacağız. Bir mucize olmazsa tabii. * (Aşağıdaki dört cümle, fragmanlarda kullanılan Davudi ses ile okunacak ve kafanızın içinden eko eklenecek) "Doğru zamanda... Doğru yerde ... Yanlış adam... S... S... Ö...." * Eh bu durumda gidip bir SSÖ filmi izleyeyim bari. Yok yok, "Beynelmilel" değil, öbürü. Anladınız siz! Vee... Twitter Gitti! Aslında bir yere gittiği yok, bilen nasıl gireceğini biliyor. Bir zamanlar baş yöneticinin kendisi de Youtube yasaklı olduğunda "Ben giriyorum" demişti. Arayın bulun yöntemini, uygulayın. Ama bana komik gelen, geçen sene Gezi Olayları'ndan sonra "Mesajı Aldık" yazımda belirttiğim "Twitter'ı kapatma düğmesi"nin gerçekten uygulamaya sokulması oldu. * Yemin ediyorum dünyadaki en komik, en saçma, en maceralı ve en eziyetli ülkede yaşıyoruz. Başka herhangi bir ülkede uzun süre kalan Türklerin ilk yaşadıkları ilk sıkıntı "Geri Çekilme Sendromu" olacaktır. Hani şu uyuşturucuyu bıraktıktan sonra vücudun acayip bir dönemden geçmesi hadisesi. Her gün ülkenin, dünyanın, hatta var oluşumuzun temellerini sarsan saçma sapan olayların olduğu ve açıklamaların yapıldığı bir ülkeden gidip sakin, düzenli bir ülkeye yerleşince, böyle oluyordur mutlaka. Ben dışarıya gittiğimde haberleri izlerken sıkılırdım. Bu ülkede haberler dizilerden ve filmlerden daha heyecanlı anasını satayım. Ama bir yere kadar. Artık sinirlerimiz fazla yıpranmaya başladı. Biraz ara verelim bu kadar heyecana. Çocuklarımız sağlıklı bir şekilde büyüsünler. Hatta bir gelecekleri olsun, korkusuz. * Ve siz, müstakbel senaristler. Bu dönemden en az bir "Evita" çıkartmazsanız, bir "JFK" çıkartmazsanız, yazıklar olsun size. Sabahtan akşama kadar övünüp durursunuz "Aslında bizim tarihimizde senaryoluk ne olaylar var" diye. Alın size senaryoluk malzeme : her gün televizyondan naklen yayınlanıyor! Kağıt ve kalemleri hazırlayın. Senaryo sınavı yapıcam! Dangalak! - Dangalak... zannediyor ki verdiği bir oy ile birşeyleri değiştirecek. Kendisi gibi düşünen üç beş kişiyle aynı yönde oy verdiklerinde, hükümeti yerinden oynatacak... 49

- Dangalak... bilmiyor ki karşısındaki adam ya da kadın, kendisini sadece kendi oyundan değil, yüzlerce kişinin oyundan sorumlu tutuyor. Onlara ulaşmaya, onları ikna etmeye çalışıyor... - Dangalak... bilmiyor ki facebook'ta hoşuna giden yazıları "like" ettiğinde birşey değişmiyor... - Dangalak... zannediyor ki yeterince acı çektiğini söylerse, bir gün büyükleri ona diyecek ki "Bu kadar acı çektiğin yeter, senin acılarının yüzü suyu hürmetine iktidarı değiştirelim"... Ağlıyor da ağlıyor dangalak... - Dangalak... zannediyor ki, dünya adil bir yer... ilahi adalet diye birşey var... - Dangalak... zannediyor ki, kendisi kıçını kıpırdatmasa bile birşeyler yapabilir... birşeyleri değiştirebilir... yeterince yönetim karşıtı yazı paylaşırsa, birşeyler olur... birşeyler değişir... - Dangalak... bilmiyor ki şimdi birşeyler yapmaya başlasa, en erken yirmi yıl sonra sonuçlarını görmeye başlar... - Dangalak... bilmiyor ki şimdi başına kabus gibi çöken yönetimin tohumları, değil yirmi, kırk yıl önce atıldı... senin anan baban "sigortalı iş"te çalışıp seslerini, gıklarını çıkartmazken... - Dangalak... bilmiyor ki bu ülke asla aşırı uç sola oy vermedi ve VERMEYECEK!... Vermesi de gerekmiyor zaten... Çünkü çare onlarda değil... Binde birden az bir oy için birbirine bu kadar giren yeni yetme bozuntusu entellere mi oy vereceğim... Oyumu tuvalete atarım daha iyi! - Dangalak... bilmiyor ki, bu dünya güçlülerin dünyası, hassasların, sevgi doluların, vicdanlıların değil... Eğer güçlü olanda aynı zamanda vicdan ve sevgi varsa (ki en son örneğini mavi gözlü yakışıklıda gördük) bu Allah'ın varlığına ve sizi sevdiğine en büyük delildir... Ama her on yılda bir de mucize beklememek gerek.. Kaldır kıçını... * Seçim sonrası depresyona girmeyin diye yazıyorum bunları... O kadar uğraştık, neden işe yaramadı diye düşüneceklerin... Çünkü doğru şeyleri yapmadın, doğru sözcükleri söylemedin (Evil Dead'e gönderme), doğru zamanda yanlış işler peşindeydin... Ağlama be dangalak... Hepsi geçecek demek isterdim ama... Sen kıçını kaldırmadıkça, hepsi daha da kötüye gidecek! Gönderen gezgin zaman: 01:45 Hiç yorum yok: Bugün Berkin... Yarın kim? Kendi kendi ilga etmiş oldu emniyet... Eğer hiçbir suçu olmayan çocukları acımasızca öldürüyorsa... Kendi varoluş sebebinin tam aksi yönde hareket etmeye başladığını göstermiştir... Artık birşey yapmasa da olur... Oturup çay içsinler masalarının başında... Yeter ki sokaktaki masum insanlara ilişmesinler... Hırsızları bile kovalamasınlar, bize devretsinler o işi... Yaparız biz.. * Kendi kendini ele vermiş oldu başyönetici... "Destan yazdılar" dediklerinin öldürdüğü masum bir çocukla ilgili soruya, döviz kuru ile ilgili cevap veriyorsa... Kalp yerine çorak bir toprak parçası taşıdığını belli etmiştir, şaşmaz bir şekilde ... Bu ülke böyle bir yönetici görmedi... Ne Tansu, ne Yılmaz... Hatta Demirel bile halkın yarısından fazlasının diş bilediği biri haline getirmedi kendini... Diğerlerini saymaya bile gerek görmüyorum... Onların medyadaki şakşakçılarını... Sanatçı geçinip de aslında sadece halkın cebindeki parayı kendisine aktarmakta ustalaşanları... Akil insanlar nerede?... Nerede Baş Yönetici ile kahvaltılara gidenler... Nerede beş milyon takipçisi olan Cem Yılmaz... Beş milyon takipçi... boş bir hesabı takip ediyorlarmış meğer! * Dinleri kendilerine, paraları kendilerine, icraatleri kendilerine... Sözleri ile özleri, ta en tepedeki noterden, en aşağıdaki militanına kadar, çelişki içinde... Ne müslümanlar, ne de insanlar... Nasıl bu hale geldiler... Zombi'den beterler... Çünkü zombi en azından yalan söylemez, iftira atmaz... Nasıl bir milletin yarısını bu hale getirdiler? 50

Halkın yarısı, bildiğin yarısı ruhen hasta olmuş: kendisini büyük hayaller, mutluluklar içinde görüyor, sanrılar içerisinde kıvranıyor. Bunları yaparken de cennete gideceğim zannediyor oysa dünyayı cehenneme çeviriyor, farkında değil, umrunda da değil... * Ama işin kötüsü, bu yarı'nın seçme gücüyle belirleniyor, bu akıl hastanesi otobüsünün nereye gideceği... Direksiyonu delilere bırakmışız, adına da demokrasi demişiz. Sanki sandıktan yüzde yüz oy alınca, masum insanların kanı temizlenecek ellerinden... * Sistemi hatalı kurarsanız, bir gün gelir, en masum canlar bile yanar... Marifet, o canlar yanmadan önce sistemin hastalıklarını görebilmekte.. Ya da görenleri dinlemekte... Bugün Berkin... Yarın kim? Beceriksiz, hatta düpedüz sosyopat insanları idareci konumuna getiren bir sistemde yaşıyorsanız, ve buna gıkınız çıkmıyorsa maişet kaygısından ya da korkudan... Bu sorunun cevabı olarak "Hiç kimse" diyemezsiniz... Bu sorunun yarın bir cevabı olacaktır... Ne yazık ki! Bugün Berkin... Yarın kim? Nasıl Çocuklar?! Biz nasıl çocuklar yetiştirmişiz böyle? Kendi halkından gencecik insanların ölümünü umursamayan, bu ölüme bizzat neden olan, sonra bu eylemlerinden dolayı ödüllendirilince gıkı çıkmayan? Biz nasıl çocuklar yetiştirmişiz böyle? Vicdanları bu kadar çarpık, kalpleri bu kadar taş, gözleri bu kadar kör? Biz nasıl çocuklar yetiştirmişiz böyle? Hiçbiri çıkıp da "Ben bu kadar ağır vebalin altında kalamam" demiyen. Üç kuruşluk devlet memurluğu maaşı için, kendi kardeşinin kafasını gözünü yarıp sonra sıcak yatağında rahat rahat yatan. Biz nasıl çocuklar yetiştirmişiz böyle? Suçsuz insanların hayatlarından aylar, yıllar çalıp, bunu vatan ya da Allah sevgisiyle yaptığını kendine söyleyerek vicdanını susturabilen. Biz nasıl çocuklar yetiştirmişiz böyle? Doğru ile yanlışı ayırt etme kabiliyetinin, Allah'ın kendisine verdiği en büyük lütuf olduğunu unutup, kendini adeta bir robota, robocop'a dönüştürebilen. Sonra da bu yaşadığına hayat diyebilen. Biz nasıl çocuklar yetiştirmişzi böyle? Başka uluslara (Kanuni döneminde Yahudilere, şimdi Suriyelilere) gösterdiği merhametin onda değil binde birini kendi halkına göstermeyen, gösteremeyen? *** Allah bizim belamızı verecek. İnsanlar, yaptıkları eserlere değil, yetiştirdikleri çocuklara göre hesap verirler. Bunlara bakılırsa, Allah hepimizin belasını verecek. Kim bilir, belki verdi bile. *** (Güncelleme: 14.3.2014) Gönderen gezgin zaman: 00:22 2 yorum: 10 Mart 2014 Pazartesi Verba Volant ... Sizlerden bir ricam var. Hepiniz değil ama bazılarınız ileride film çekeceksiniz. Hatta bundan on beş yirmi yıl sonra kerli ferli yönetmenler olacaksınız... diye umuyorum. 51

Bu günlerin heyecanının, bu günlerin duygularının hep aynı kalacağını zannediyor olabilirsiniz arkadaşlar. Ama öyle olmuyor. Üzerinden birkaç ay geçince herşeyin üzerine bir sis bulutu çöküyor. Duygular, düşünceler, ilişkiler... zaman herşeyi kendi koynuna alıp uyuşturuyor, unutturuyor. Özellikle bu son senenin, bu şekilde zamanın sisleri içinde kaybolmasına izin vermeyin. Aklınızın ve kalbinizin bir kenarına yazın. Ve sonra da filmini yapın. Senaryosunu, kitabını yazın. Bunun için de yapmanız gereken şey şu: Gün be gün olan bitenlerle ilgili günlük tutun. Hangi olayın ne zaman patlak verdiğini, o olaylara katılanların ve sizin buna tepkilerini yazın, bir kenara not edin. Ama bu yetmez. Bir de belge toplamalısınız. Her gün olanlarla ilgili gazete kupürleri, videolar, sesler, CAPS... ne bulursanız. Kopyalayın ve dosyalayın. Medyaya güvenmeyin. Herşey internette nasılsa var demeyin. İnanın hepsi üç beş senede yavaş yavaş kaldırılır, ruhunuz bile duymaz. Herşeyi bilgisayarınıza indirin, dosyalayın, arşivleyin. Unutulmasına engel olun. Unutmanıza engel olun. Bu günleri yaşayan insanlar olarak gelecektekilere karşı en büyük sorumluluklarından biri budur. Her gün her biri tek başına bir hükümeti düşürecek kasetlerin yayınlandığı bir ülke görmedim ben. Her gün muazzam bir eylemin, dehşet bir kararın, akıl almaz olayların yaşandığını görmedim. İnsanların bu kadar döndüğü, dönekliği bu kadar rahat gerçekleştirdiği, kimsenin de umursamadığı bir dönem görmedim. On yılda olacak şeyleri sıkıştırılmış gibi bir senede yaşıyoruz. Geçtiğimiz Haziran'dan itibaren olanları kastediyorum. Talihe bakınız ki bunları görmek bize nasip oldu. Sorumluluk bize düştü. Gereğini yerine getirelim. Bütün bunlar tek başına bir kişinin altından kalkabileceği bir durum değil. Sağdan, soldan, ortadan gazeteleri arşivleyin, Youtube videolarını arşivleyin (keepvid.com ile indirebilirsiniz), CAPS alın ve arşivleyin (gazeteler ileride sayfalarını değiştirebilirler.) Sonra da bunlardan güzel bir (ya da birkaç) senaryo çıkartın. Şu sene gördüklerim duyduklarım "All the President's Men"e nal toplatır, iyi anlatılırsa. "Akbaba'nın Üç Günü" Cin Ali kitabı gibi kalıyor, bizde yaşananlar karşısında. Allah aşkına bunu yapın. Unutmam demeyin. Unutulur. Ama söz uçar, arşiv kalır. Gönderen gezgin zaman: 01:14 1 yorum: 4 Mart 2014 Salı Memleket Sineması'nda Bu Hafta: "Face-Off 54" Bu seçimin yakın zamandaki diğer seçimlerden farkı, kirli yöntemlerin muhalefeti sindirmek ve şekillendirmek için değil, iktidarı yıpratmak için kullanılması. Bu durumdan çıkartılabilecek bazı saptamalar var: 1) Ülkede bariz bir "yeraltı" örgütü var, herkesi dinleyen, herşeyi bilen, herkesi (kaydadeğer herkesi) takip eden. Herkesle ilgili kayıtlar, dosyalar tutuyorlar, fotoğraflıyorlar, videoya alıyorlar, vs. Bu, sadece Gladio diye adlandırılan yapı değil. (Bilmeyenler için çok kısa özet geçeyim: Gladio, Nato'nun ["Amerika" diye okunacak] komünist ülkelerde ve komünizm tehlikesinin bulunduğu ülkelerde solcuları sindirmek için kurduğu yer altı örgütünün adıdır. Çatlılar filan işte.) Daha farklı, hem ona dahil, ama ondan bağımsız da. Acayip birşey. 2) Ülkedeki büyük olaylar (seçimler, ihaleler, önemli makamlara atamalar), görünen yetkililer kadar görünmeyen yetkililerin de nüfuzuyla belirleniyor. Bütün bu mücadelenin dışında kalan zavallı vatandaş da, attığı kıçıkırık oy ile hükümeti belirlediğini zannediyor. Yavrum benim. 3) Bu yeraltı yapısı yakın zamanda ortadan kalkacağa benzemiyor. Niye derseniz bu yapı, görünüşe -ya da görünmeyenlere- bakılırsa, sadece bizde değil bütün dünyada aktif. Koskoca Dominic Strauss Kahn'ı bile paçavraya çevirdi adamlar, başkan olmasını istemedikleri için. Türkiye gibi bir "3. Dünya Ülkesi"nde çok daha kolay faaliyet gösterebilir, yuvalanabilir. 52

4) Ortaya çıkan "tape"lerde konuşulanları kınamakla beraber, koskoca CHP'nin bu tapelerin peşine takılarak siyaset yapmasını içime sindiremiyorum. Daha dik, daha onurlu bir duruş sergileyebilirdi. Birgün bu tapeler eğer iktidarı devirirse ve CHP iktidar olursa, kasetle gelmiş olacak, kendi becerikliliği, bilek gücü, halkı ikna kabiliyeti, halkla bütünleşmesiyle değil. Bu tape'lerin peşine takılmak, CHP'deki müzmin hastalıkların yine görmezden gelinmesine, şu anki CHP yönetiminin de kendilerini aktif muhalefet yaptıklarını zannetmesine neden oluyor. Oysa muhalefeti başkası yapıyor, onlar sadece aracı (ve bir anlamda da kukla) oluyorlar. 5) Ben bütün bunlardan son derece sıkılmış vaziyetteyim. Hani şu had hesap bilmeyen uzak doğu dövüş filmleri gibi. Hani filmdeki dövüş sahneleri bir türlü bitmez ya. O kadar dayaktan sonra o dövüşenlerin ikisi de ezilmiş bifteğe dönmesi gerekir, ama öyle olmuyor, yine kalkıp yine dövüşüyorlar (bkz. Faceoff'un finalindeki dövüş). Ben de kalkıp bu memleket salonundan çıkmak istiyorum, ama nereye çıkacağız anasını satayım. Memleket bu! 6) Nuri Bilge Ceylan "Nymphomaniac"ın yasaklanmasını eleştirmiş. Memleket elden gidiyor, adamın eleştirdiği şeye bak. Aktivist olsun demiyorum, ama beri böyle delicesine ironik beyanlarda bulunmasa?! (Ne desin adam? Kültür bakanlığından aldığı onca paradan sonra? Boşuna dememiş atalarımız "Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıncını çalar" diye. Ben de boşuna bağımsız sinema demiyorum. Hoş bu aralar sinemayı biraz fazla unuttuk ama haberler filmlerden daha heyecanlı yahu! Hem de hepsi 3 boyutlu. Hatta bildiğin gerçek hayat!) 6) Bu pislikler ne zaman etrafımızı bu kadar sardı? Kutsal kitaplarda başına felaket gelmeden önce iyice sapıtan milletlere dönmüş durumdayız. Allah sonumuzu hayreyleye! Gönderen gezgin zaman: 14:22 Hiç yorum yok: gezgin2014-02-10T02:53:06.934 RUHUNA DOZER GİRDİ FARKINDA DEĞİLSİN! Bildiğiniz "ağzım açık" izliyorum, bu en son "TAPE" yayınlarını. Ülkemizin en başındaki yönetici, bir muhalefet partisinin liderinin, bir ÖZEL kanalda (TRT değil) çok uzun konuştuğundan şikayet ediyor kanal ile bağlantılı birisine. O kişi de hemen yayını kestiriyor. (Konuşmaların tamamı YouTube denen şeytan icadında var!) Bu sözü artık duya duya klişe haline geldi ve etkisini kaybetti, biliyorum, ama "normal" bir ülkede bu TAPE'den sonra hükümet düşer, düşmekle kalmaz ertesi gün bütün bakanlar kurulu pılını pırtısını toplar, ülkeyi terk eder. Gider Antarktika'ya yerleşir. Medya ise kendi kapısına kilit vurur, Gazetecilik diplomalarını şehrin en geniş meydanında bir kamp ateşi gibi yakar, toplu olarak halktan özür diler ve çırıl çıplak sonulup bir tavuk kümesinde ömrünün son günlerine kadar saklanırlar. Ayrıca üniversitelerdeki gazetecilik bölümleri de kendisini fesheder, "Nasılsa bir işe yaramıyoruz" diye. Ama burası normal bir ülke değiiil. Dünyanın en acayip ülkesiyiz. Ciddi söylüyorum. Ne Batılıyız (onu biliyoruz), ne doğuluyuz, ne Afrika ya da Güney Amerika ülkeleri gibiyiz. Güney Amerika gibi olsaydık, yarın sokaklardaydık. Ama bakın görün, herkes tıpış tıpış işine gidecek, aldığı düşük maaşa şükrederek! Niye? Çünkü ülkemizdeki gençlik, ancak finaller bitince, bahar aylarında (hava 18-25 derece arasındayken), ve alkol içme özgürlüğüne dokunulunca tepki verir. Ha bir de el kadar bir yeşil araziye dozer sokulunca. Onun dışında, dünya yıkılsa gam yemez. (Hiç utanmadan birçokları 12 Eylül'de Evet oyu verdiklerini söylemişlerdi.) EY TÜRK GENÇLİĞİ! RUHUNA DOZER GİRDİ, FARKINDA DEĞİLSİN! En son çıkarılan İnternet Yasası (YASAĞI!) bildiğin dikta kanunu. Ama, koydun ki bulasın tepkiyi. (Ekşisözlüğün "banner"ının üzerine siyah bant koymanın ne kadar işe yaradığı görmüştür SSG). Kurbağamız herhalde artık bayılmak, kendinden geçmek üzere. Su ise kaynadı kaynayacak. Bu işi biliyorlar vesselam. Gezgin 2014-02-03 Gözü Yaşlı Bülent ile Gezi Kahramanı Bir Gün ...

53

Gözü Yaşlı Bülent, iktidar partisi için ne ise, Gezi Kahramanı SSÖ de, Kürt Milliyetçisi Parti için odur. Nasıl ki birincisi, iktidar partisinin daha vicdanlı, daha anlayışlı, babacan, esprili, yumuşak yüzünü temsil ediyorsa, ikincisi de Kürt Milliyetçisi Parti için aynı işlevleri görüyor. Birincisi, bu işlevi sayesinde büyük vicdansızlıklara ve yolsuzluklara paravanlık ederken, ikincisi de büyük alçaklıklara ve namussuzluklara paravanlık ediyor. Baş terörist ile yan yana gülerek çektirdiği fotoğrafı, asla ve asla unutmayın. Gazetede görürseniz kesip saklayın. İnternette bulursanız, arşivinize atın, tarihiyle birlikte. Meclis'e kıravat zorunluluğu kalksın diye önerge verirken, Önderlik'i görmek için takım elbise giyip (ve tabii kravat takan) bir adam bu. Unutmayın. *** Burada Şekspir'den bir alıntı yapayım: "Bir insan yüzünüze gülebilir, ama yine de bir hain olabilir." Hamlet'ten... *** Ne gerek böyle bir yazıya? Gençlerimizin bu adamın asıl yüzünü görmediğini (göremediğini) dehşetle görüyorum. Katillere aracılık yapan, ama arada bir sevimlilik yaparak gözleri boyayan birisi. Güzelim Mehmet'leri kör bıçakla katledenlerin şakşakçısı... Demokrasi kahramanı! Yemezler... Gezgin 2014-02-01 Kayıp Ruhlar Ekonomisi "Altyapı üstyapıyı belirler" derken Marks amca haklıydı. İnsanların kültürlerini belirleyen şey gerçekten de ekonomi.  Daha ayrıntılandırırsak, ekonomik işleyiş, üretim ve tüketim şekilleri, vb. Tarım toplumunun kültürü farklı olur, sanayi toplumunun kültürü farklı olur, bilgi toplumunun kültürü farklı olur. Bunda şaşılacak birşey yok. Ama bunların birinden diğerine geçişte yaşanan sancılar, can sıkıcı. Açıkçası geçmek gerekli mi, ondan da emin değilim. Bunları tartışmaya başlamadan önce biraz başa sarmak gerekiyor. Türkiye şu anda bu üç toplum türünün (tarım, sanayi, bilgi) özelliklerini de gösteriyor. Yani daha tarım toplumunun ekonomisinden ve kültürel özelliklerinden kurtulmadan (bu kelimeyi kullanmak zorundayım, ama amacım tarım toplumunun kötü birşey olduğunu iddia etmek değil) sanayi toplumunun bazı ekonomik ve kültürel özelliklerini almış durumdayız. Daha "sanayi hamlesi"ni tamamlamadan da bilgi toplumunun öğeleri (üretim ve tüketim şekilleri) hayatımızı işgal etmeye başlamış durumda. Kültürel ve ekonomik çorbaya bakar mısınız? Bunun sonucunda, doğayla bağlarını hala koparmamış ama olması kadar da ona bağlı olmayan, sanayi üretimi büyük ölçüde ara ürün üretmekle sınırlandırılmış, teknolojik ürünlerle çevrelendiği halde teknoloji üretemeyecek kadar bilgi üretiminden yoksun acayip bir ülkeyiz. Sanki farklı yüzyıllardaki toplumlardan alınan parçalarla yapılmış bir Frankenstein canavarı gibiyiz. Kafa bilgi toplumu, gövde sanayi toplumu, kollar ve bacaklar tarım toplumu... Hepsi ayrı ayrı birşeyler yapmak istiyor, bütün organlar başka bir tarafa gitmek, hatta diğer organları kendisine benzetmek istiyor, birbirlerinin alanlarına giriyorlar. Bütün bunlara bir zamanlar (ortaçağda) çok büyük bir İmparatorluk olmuş bir devletin halkı olmamızı eklerseniz, ortaya çıkan karmaşayı daha net değerlendirebilirsiniz. Sonuç, Bülent Ersoy gibi birşeydir. Yani sanayi toplumlarında görülen dekadans ile Osmanlı Müziğinin acayip bir birleşimi. "Ablan Kurban Olsun Sana" ile Itrî arasında gidip gelen bir şahsiyet.

54

* Ben bilim ve teknolojide meydana gelen bazı ilerlemelerden hoşnut olmakla birlikte (yüksek hızda çekim yapan kameralar, havadan internet, iPad, Hubble Teleskobu, tıbbi gözlem cihazları, vb.) diğerlerinden son derece rahatsızım (örn. Bütün dünyanın bir "araba kültürü"ne teslim edilmesi, her türlü teknolojik ürünün her sene "demode" ilan edilip yenisinin satılmaya çalışılması, silah teknolojileri, özellikle kimya (boya ve ilaç) sanayiinde ortaya çıkan atık maddeler, vb.). Hele bu teknolojilerin insanları daha özgürleştirir gibi görünmesine karşın aslında bizi 70'li ve 80'li yıllarda yaşayan insanlardan çok daha fazla köleleştirmesi, akıl almaz bir hata, trajedi, kötülük! Ama sanayi toplumunun ve bunun getirdiği şehirleşmenin savunulur hiçbir tarafı yok neredeyse. Yani insanların hem doğadan hem de birbirlerinden kopması, birbirleriyle kurdukları ilişkilerin giderek (artık bunu her sene daha fazla hissediyoruz) yozlaşması, maddi hazların (i.e. tüketim) her türlü hazzın önüne geçmesi, insanların kendilerini ancak tüketerek ve tüketim güçleriyle ölçmeye başlaması, akıl almaz bir saçmalık ve hastalık. Gün içinde böyle bir durumla her karşılaştığımda, mideme bir yumruk yemiş gibi birkaç dakika nefessiz kalıyorum. Akşama kadar, Rocky 1'in sonundaki Sylvester Stallone'ye dönüyorum her gün. Bunu gençlere anlatmak ise mümkün görünmüyor. Zira o gençleri yetiştiren anne babaları, içinde bulundukları sosyal geçiş sürecinin pek farkında değiler. Ya da umursamıyorlar. Daha da kötüsü bunu iyi birşey zannediyorlar. İnsanlıktan bu kadar uzaklaşmanın insanlara çok iyi birşey olarak yutturulabilmesi, bunun bütün dünya halklarına yapılabilmesi, kapitalizmin (yani kapitalizm yoluyla paralarına  para katan üç beş uluslarüstü sermayenin) büyük başarısıdır. Herkesin tek derdi, tüketim, ve bu tüketimi gerçekleştirmelerini sağlayacak olanaklara sahip olmak. Yani daha iyi bir iş, daha fazla para! Nereden gelirse gelsin, nasıl olursa olsun, bu koşulları sağlamaya çalışıyorlar. İnsanlık, insancıllık, insani duygular, vb. hak getire. Asgari ahlaki değerler bile gün geçtikçe insanların hayatlarından çekiliyor. Örneğin artık eşten dosttan borç almak yerine, bankadan kredi alıyorsunuz. Bunu size iyi birşey gibi yutturuyorlar - böyle bir reklam hatırlıyorum. Ama sonuçta siz etrafına güvenmeyen, sevgi ve saygı ile bağlı olduğu insanlarla bağımlılık ilişkisinden koparılmış, izole, soyutlanmış, YALNIZ bir insana dönüşüyorsunuz. Artık telefonunuzu arkadaşlarınız değil bankaların müşteri temsilcileri çaldırıyor. Mal ve hizmet tüketimindeki bu uslup, bu tarz tabii ki ilişkilere de yansıyor. Artık erkekler gibi kadınlar da ilişkileri tüketiyor. Sabahtan akşama kadar binlerce kez hızlı mal/hizmet tüketimi konusunda beyni reklamlarla ve propagandayla yıkanan bireylerin, bu "mod"u, bu zihin halini ilişkilere taşımaması düşünülemez. Eh, bunun sonucunda da AŞK, geçmişte kalan bir duyguya, bir hayale dönüşüyor. Hiç özlemeyen birinin aşık olması imkansızdır. Gün boyu SMS'leşen insanlar aşık olamazlar, beyinleri ve kalpleri buna izin vermez. Aşk, özlem denilen suyla büyüyen bir çiçektir. Daha ikinci buluşmada yatağa girenler bu duygunun yanından bile geçemez. Birbirini tanımadan bu kadar önemli bir eyleme (doğum kontrolleri olmasa, bu eylemin amacı yeni bir hayat yaratmak için birleşme olurdu!) kalkışan gençlerin aşkı yaşaması imkansızdır. Herkes aşk aradığını söylüyor ama aslında tek yaptıkları çekirdek çitler gibi ilişki tüketmek. Bunun neticesinde de etraf çitlenmiş erkek ve kadınlarla dolu! İşte bu erkek ve kadınlar (daha çok da kadınlar) "niçin kaybettiklerini bir türlü anlayamadıkları" bir duyguyu, TV dizilerinde, filmlerde, romanlarda ve şarkılarda arıyorlar. Bu arayışı izlemek, ona tanıklık etmek ise ayrı bir hüzün kaynağı. İnsanların kör tavuklar gibi oradan oraya koşturmasına bir ekonomik ve bunun neticesinde ortaya çıkan "piç" kültürel sistemin neden olduğu bilmek ise, ruhsal ve zihinsel acı kaynağı. TV seyretmek, istemeden içine atıldığınız bir sosyolojik deneyin sonuçlarını gözlemlemeniz gibi. Dışarı çıkmak ise, kendilerine çeşitli ilaçlar uygulanmış hastaların serbest olarak dolaştığı bir tımarhane koğuşuna ziyarete dönüşüyor. Bu mentalitedeki insanlarla ilişki kurmak ise, size muazzam bir acı veriyor - insanlığından koparılmış zararsız zombilerle uğraşıyormuşsunuz gibi geliyor. * Bunları neden bilmeli, görmelisiniz? Birincisi, sanatçı olarak sizin bunları görebiliyor olmanız gerekiyor. İnsanlara kaybettikleri şeyleri anlatabilmeniz için. İkincisi, seyircinizi / okuyucunuzu tanımalısınız. Bu tanıma eylemi, sadece reyting tablolarına bakmakla olmuyor. Reyting tabloları size sosyolojik - kültürel - ekonomik analiz yapmaz. Üçüncüsü, ve en önemlisi, insan olarak eğer hala bir kalbinizin olmasını istiyorsanız, üzerinizde size uygulanan baskıları bilmeli, hissetmeli ve onlarla savaşmanın yollarını bulmalısınız.

55

Gezgin 2014-01-22 Anlamamanı Anlıyorum, Ama ... ... Bu senin gerizekâlı olduğun gerçeğini değiştirmiyor! *** Cahil veya zihni çarpık insanlarla konuşmak, onlara birşey anlatmaya çalışmak, tahminim cehennemdeki en favori işkencelerden biridir. Yani işlediğim günahlardan dolayı bir yerde yanacaksam, bu ısıl uygulamalar şeklinde değil, gerizekalılara birşeyler anlatmak zorunda bırakılmak şeklinde gerçekleşecektir. Başucumda da bir Yiğit Özgür zebanisi, koca göbeği ve elindeki kargısıyla beni bekleyecektir! * İnsanların anlayış kapasitelerindeki azalma gittikçe artıyor. Önceki cümlenin "olumlu" bir fiil ile bitmesine bakarak aldanmayın. Durumumuzun vehametinin gittikçe koyulaştığından bahsediyorum. Bunun çeşitli sebepleri var. Sırasız sıralayalım: - Medya'nın artık insanların adına düşünmeye başlaması, onlara ne düşüneceklerini söylemesi, insanların da medyadan (kendilerine bir şekilde yakın buldukları medyadan) duyduklarını, kendi zihin programlarına "copy-paste" etmeleri. Duyduklarını analiz etme, kritik etme (eleştirerek sorgulama), değerlendirme zahmetine ve çabasına girmemeleri. - "Cognitive Dissonance"ın (bilişsel çelişki) muazzam baskısı. Bir şekilde kendisini belirli bir görüş ya da inanış kampına atan insanların, kendilerini, o kampın bütün söylemlerini desteklemek, bu söylemlere mezaret bulmak, bu söylemleri rasyonalize etmek zorunda hissetmeleri. Bu sağda da solda da görülen birşey. Ama enn ballı kaymaklılarını tabii ki sağda görüyoruz. Hele bu aralar birbirine düşen Nurcular ile Nakşilerin medyadaki kapışmaları, dünya tarihinde az görülür bir durumdur. Düne kadar çıkar birliği ile birbirlerinin her türlü hatasını görmezden gelen, hatta haklı gösteren bu iki grup, artık en ufak kusuru bile mübalağa ederek ortaya sermekte beis görmemektedir. Ama asıl hazin durum, bu grupların sıradan halk arasındaki takipçilerinde görülmektedir. Düne kadar birlikte memleketi soyup soğana çevirdikleri dava arkadaşları, artık en büyük düşmanları kesilmiştir. Bu dönüşü, dönüşümü rasyonalize etmek, gerçekten büyük bir kortikal (beyinsel) efor gerektirmektedir. Bunu seyretmek ise benim gibiler için bulunmaz bir zevk. - Kendilerine Düğün Dernek'i çok beğendikleri için sığ dediğim insanlardan bazıları alınmış. İyi de, senin bu durumunu sana, seni kırmadan nasıl anlatabilirim? Yani, anlayışlı bir abi gibi, kolumu omuzuna atarak sakin bir köşeye götürüp, "Sen var ya. Aslında sandığın kadar akıllı değilsin. Seni sığlaştırmaya çalışan insanlar var. Bunun için bütün güçleriyle, olanaklarıyla uğraşıyorlar. Neticede de bayağı başarılı olmuşlar. Sen, Neo, aslında bir gerizekalısın!" mı diyeyim? Dedim işte. Arkadaşlar, ben sabah akşam opera dinleyen, klasik müzikten (ya da ağır Türk Sanat Müziğinden) şaşmayan, Fransa'da üniversite okumuş, İngiltere'de mastır yapmış bir entellektüel değilim ki? Kaliteli eserleri tanıyan, kalitesizliği de fark edebilen, bunu da paylaşmak isteyen bir Anadolu insanıyım. Ve buna rağmen diyorum ki "Seni sığırlaştırıyorlar. Farkında değilsin! Etinden sütünden faydalanmak için beynini törpülüyorlar, kalbini uyuşturuyorlar, bedenini zehirliyorlar. Neticesinde de sen süper bir salağa dönüşüyorsun!" Bunu söylemenin daha hafif, daha acısız bir yolunu bilen varsa beri gelsin. - Kırk yaş, kritik bir yaş arkadaşlar. Kırkına gelen insanlarda artık görüşler ve yaşam biçimleri (yaşam pratikleri) neredeyse geri döndürülemez bir biçimde yerlemiş oluyor. Bu yüzden en geç otuzlarınızın başında aymanızı, aydınlanmanızı, kendi bedeniniz kadar ruhunuza da hizmet eden bir düşünce ve yaşam biçimine kavuşmaya çabalamanızı tavsiye ediyorum. Kırkına kadar saçma sapan inançlara bağlanıp yaşarsanız, buradan dönüş zor, hatta imkansız oluyor. Ev taksidi ve çocuğun okul parası, sizi her türlü radikal eylemden alıkoyuyor. En geç otuzlarınızın başında akıllanmaya çalışın. - Hala izlemeyen varsa Matrix 1 filmini seyretsin (iki ve üçü değil ama, sadece biri). İnsanlığın sömürülmesini, belki Potemkin Zırhlısı kadar net ve iyi anlatan bir filmdir. Bir kere aydınlandınız mı, artık "taksit ve banka kredisi ödemenizi sağlayan o sevmediğiniz ama uyuşuk ve rutin işin ve çocuklara sahip olmanızı sağlayan boğucu evliliğin" rahatlığına geri dönmeniz imkansız hale gelecektir. Çoğunluğun o cehennemi (uyuşuk iş ve boğucu evlilik) tercih etme ihtimali bulunuyor. Ama tıpkı mavi gözlü yakışıklı gibi ben de "Bütün ümidim gençliktedir" diyorum. Yeter ki onları salaklaştıran mekanizmaların ayırdında

56

olsunlar ve kendilerini az da olsa aydınlatmaya çalışanlara otomatik bir refleksle karşı çıkmaya çalışmak yerine onları anlamaya çalışsınlar. - Bazı insanlar asla anlamayacaktır. Kendilerine söyleneni anlayacak kapasiteleri yoktur, ya da henüz onlar için erkendir. Ya da bu insanların çıkarları, görüşlerinde herhangi bir değişiklik yapmayı küllen engelleyecek kadar bir cephenin görüşlerine entegre olmuş haldedir. Onlar bir kenara. Asıl beni ilgilendirenler, Gri Bölgedekiler. Muallaktakiler. Müteredditler. Sisteme tam entegre olmakta hala tereddüt edenler. Teslim olmamışlar. Onlardan hala ümidim var benim. Çok şükür ki doğa (ya da Allah) bunları her kuşakta belirli miktarda göndermeye, üretmeye devam ediyor. Sayıları asla çoğunluğu teşkil edecek kadar fazla değil. Ama insanın büsbütün ümitsizliğe kapılmasını engelleyecek kadar da çoklar. Var olun e mi! Gezgin 2014-01-19 Geçerken - TİYATRO! Bu aralar tiyatroya sardım - biraz da gayri ihtiyari olarak. Ve sinemayı neden çok daha fazla sevdiğimi hatırladım! Tiyatro, yeni birşeyler yapmanın daha zor olduğu bir sanat. Doğru düzgün yeni yerli yazar yok (tanıdık bir sorun). Olsa bile rejide ilginç birşeyler yapma olasılığı düşük (daha da tanıdık bir sorun). Dünyayı takip edeceksin, eğilimleri izleyeceksin - bunlar sinemada daha kolay. "In your face" diye birşey duymuşlar, en son yenilik o gibi. Oysa kaç sene önce çıkmıştı İngiltere'de. Zaten Batı'yı takip edenler, özellikle Avrupa'da moda olan şeylerin ancak beş on sene sonra buralara "düştüğünü" biliyorlardır. Ne yapalım? Sanatın kökü orada olunca, yenilikler için de oraya bakıyor sanatçılarımız. Sanatı kendinize mal edemeyince olacağı da budur. Tiyatroda da sinemadakine benzer bir durum var aslında. Ağırlıklı olarak komedi oynayan özel tiyatrolar, ve devletin bütçesiyle kafasına göre takılan (!) devlet tiyatroları. Tiyatro konusunda hoşuma giden tek şey, oyuncuların kalitesi. Gerçekten de çok üst düzey performans çıkartan oyuncular var - ama tiyatroya göre. Sinemaya geçtiklerinde nasıl çuvalladıklarını görüyoruz. Bunu başarıyla yapabilen çok az insan var. En büyük sıkıntıları bence her sene yazarlık bölümünden mezun olan yüzlerce öğrencinin ancak reklam ajanslarında ve dizilerde iş bulması, başka ekmek kapılarının olmaması. Dramatik sanatların hepsinde yetenek sınavıyla öğrenci alınır - SİNEMA TELEVİZYON BÖLÜMÜ HARİÇ! O bölüme yeteneksizleri yeteneği olduğu belirli olmayan insanları - doldururlar. Sonra biz de deriz ki "Sinemamız neden ilerlemiyor?!" Hoş, bunlar gelip geçerken yapılan küçük saptamalar. Tiyatro, çok içine girmek istemediğim bir sanat. Bana göre en şaşalı dönemini (Avrupa'da) 19. yüzyılda kapatmış bir dal. Bize ise geç geldiği için, TV'den önceki dönemde altın çağını yaşadı. Şimdi ise bocalama halinde. Devletin tiyatrosu olur mu? Olursa o tiyatro mu olur? Özel tiyatrolar devletten destek alırsa onun güdümüne girer mi? Nerede ulan bizim "Hamlet"imiz? gibi sorular geliyor aklıma. Bunları kişisel çıkarlarla çarpıtılmış bakış açılarıyla değil de nesnel ve eleştirel bir perspektifle değerlendirmek daha doğru olur. Ama dediğim gibi, pek ilgilenmiyorum. Sinema sanatı ise insana resmen heyecan veriyor, olanaklarıyla, olasılıklarıyla. Herşeyin üç duvar arasında geçtiği bir sanat dalı için yazmamak, insanın zihnini ve kalbini ferahlatıyor. CUT TO: CARRIBEANS yazabiliyorsunuz mesela! Ve bir sonraki planda, Karayiplerde denize inen bir uçak gösterebiliyorsunuz! Bundan daha büyük keyif mi olur?! gezgin12014-01-29T09:21:34.802 "Düğün Dernek" ve Cenaze! Bu yazıda "Düğün Dernek" filmi ile ilgili bol miktarda bilgi ve ağır eleştiri vardır. Filmi izleme niyetinde olduğunu tahmin ettiğim son bir milyon kişi bunu okumasın. Filmi izleyip de beğenenlere ise kişilik bütünlüklerine zarar gelmemesi için bu yazıyı okumamaları tavsiye edilir. *** Düğün Dernek'i bu gece seyrettim. Bu filmi izlemeyi olabildiğince erteledim. Ama bir yerden sonra gitmem kaçınılmazdı. Keşke DVD'sini bekleseydim. Ya da Recep İvedikler gibi TV'de karşıma çıkana kadar sabretseydim. 57

Olmadı. Zaman ve koşullar bu gece bir film izlemem için uygundu ve ben de Düğün Dernek'i seçtim. * İyi ki de seçmişim. İyi ki diyorum ama film iyi olduğundan değil. Sinemaya, Türk gençliğine ve film sektörüne bakışımı kökten değiştirdiği için. Bu aydınlanmayı altı ay sonra yaşasaydım ne olurdu? Altı ay daha mutlu mesut yaşardım. Heyhat! Kader bana bu süreyi fazla gördü. Ne yapalım? * Yazı yazalım! * Eski adetleri yeniden canlandıralım ve notlar şeklinde yazalım. Film, hakkında başı sonu olan kompozisyonlu bir yazı yazılmasını hak etmiyor zira: 1) Düğün Dernek, asgari bir TV dizisinin bir bölümde bile olması gereken dramatik materyale sahip değil. Türk dizilerindekinden bile daha az materyal var. Eğer bu film bir Cin Ali ise, örneğin, Sherlock herhalde Britannica Ansiklopedisi kadar materyale sahip. Casino Royal ise bildiğin Maydan Larousse. (Bilmeyenler için söyleyelim, bunlar devasa ansiklopediler.  Bir evin bir duvarından diğerine kadar uzanan ciltlerden oluşuyorlardı). Filmimizin basit bir olay hattı var. Bir genç adam, yabancı bir kızla evlenmeye karar verir. Babası ve babasının arkadaşları, genç adama bir köy düğünü yapmaya karar verirler. Olaylar gelişir... "Olaylar gelişir"... İşte bu ifade, senaristimizin (ki kendisi aynı zamanda filmin yönetmeni oluyor) kurtarıcısı olmuş. Ne zaman sıkışsa, ortaya saçma bir olay, durum, karakter özelliği, şive, küfür vb. ekleyerek, filmin 1 saat 35 dakikasını doldurmuş. Bu olayların, özelliklerin, küfürlerin vb. arasında bir tutarlılık, bir neden sonuç ilişkisi, bir mantık var mı? Ne gezer?! Gezgin! 2) Filmdeki komedinin önemli bir bölümü (gelen kahkahalara bakarak söylüyorum), şiveden ve diyalogdan ve küfürden kaynaklanıyor. Bu açıdan film, Recep İvedik'in altında ya da üstünde değil, yanında, hatta azıcık çaprazında yer alıyor. Daha üstün veya aşağı değil. Çaprazında. Birkaç kez gerçekten de aynı filmi mi seyrediyoruz diye salona baktım. Evet. Aynı mekandaydık. Aynı perdeye doğru bakıyorduk. (Buffy the Vampire Slayer'da böyle bir bölüm vardı: Bütün karakterler aynı mekandalar, aynı zamandalar, ama farklı boyuttalar. Aklıma o geldi). Evet. Aynı filmi seyrediyorduk. Peki ben niye gülmüyordum? Hayatta herşeyi eleştirerek ancak mutluluk bulan, güzel şeyleri karalayarak içindeki zehiri akıtan, bu şeyleri hiç fark dahi edemeyen biri olduğum için mi? Hayır. Zira çok beğendiğim ve çok güldüğüm eserler de var. Ama bunlardaki kalitenin binde biri bile bu filmde yok. Peki ama bu insanlar neye gülüyorlar. Ciddi ciddi film süresinin bir bölümünü bunu düşünerek geçirdim. Bu konuya sonra döneceğim. 3) Yazar yönetmenin en son işi, TV'deki "İşler Güçler" idi. Bu dizi ilginç başlamasına karşın, sonlarda artık iyice anlamsızlaşmaya, boş olaylarla bölümleri doldurmaya başlamıştı. Bu eğilim, bu filme de yansımış. Yani perdede birşey izliyorsunuz, bunun (eğer hikaye ve karakterler sağlam olsa) komik olma ihtimali var, ama yönetmen bunların (hikaye ve karakterler) üzerinde hiç çalışmadığı için, bu komik olabilecek şeyler havada kalıyor. Lakin, seyirci bu havadaki şeylere dahi gülüyor. Yönetmenin (muhtemel) başarısı da burada zaten. Seyircilerin ne kadar boş şeylere güleceğini tahmin ederek / öngörerek filmi bu öğelerle doldurması. Bunların hiçbirini burada yazmayacağım zira hafızamda tutmaya bile değmez. Ama komik denilen şeylerin yüzde doksan'ından fazlası, ancak başka ön koşullar yerine getirildiğinde komik olabilirdi. Ama  değillerdi. Lakin bu durum seyirci için bir mahsur oluşturmadı. 4) Hikayedeki bir kaç ağır klişe (yani kullanıla kullanıla cılkı çıkmış klişeler) ise, hikayenin omurgasını doldurmaya yetmiyor. Ne doldurmak, hafifçe destek bile olmuyor. Yabancı gelinin Türk kültürüyle oluşturduğu tezat, gelinliği bir erkeğin giymesi... (cidden düşünüyorum ve aklıma hiçbir olay / olayımsı gelmiyor) hah, hatırladım, düğünde sebepsiz yere ölen iki yaşlı insan... Tamamen kolaj şeklinde bu genel olay akışına (yabancı gelinle evlenme) yapıştırılmış, üzerine serpiştirilmiş şeyler. 58

Şimdi burada filmin aslında "absürd komedi" olduğu söylenebilir. Eh, "absürd" sözcüğünün altına her türlü salaklığı koyabileceğimizi sanacak kadar "absürd cahili" olsak, bu iddianın haklı bir tarafı olduğunu sanabiliriz. Ama absürd'ün öyle olmadığını biliyoruz. (Tıpkı "sanat filmi"nin insanı sıkan / boğan birşey olması gerektiğini sanmadığımız gibi). Absürd komediyi burada açıklamayacağım, isteyen Google amcaya sorsun. Sadece şunu söyleyeceğim - film, kendi iç tutarsızlıklarını, yetersizliklerini ve en kötüsü tembelliklerini ve sallapatiliklerini, bu etiketin arkasına sığınarak gizlemeye çalışıyor. Tembel yazar düzgün bir senaryo çıkartamayıp yüzlerce filmden klişeleri "hikayemsi"sine kolaj olarak yapıştırırken, "çok sıkışırsam bu bir absürd bir komedidir" derim diye düşünmüş. 5) Gelelim asıl meseleye - yani seyirciye! Bu kadar boş filme, bu kadar anlamsız esprimsiye çılgınlar gibi gülen, akın akın sinemaya giden seyirciye. Kim bunlar? Nasıl insanlar? Nasıl bu hale gelmişler? Bu insanların önemli bir bölümü genç. Bu da bu insanların çoğunun mevcut yönetim döneminde orta ve yüksek öğrenimlerini geçirdikleri anlamına geliyor. Yine mevcut yönetimin belirgin bir şekilde medyayı ve sanatı şekillendirdiği bir dönemin ürünleri bu kişiler. Yine, rating cihazlarının AB grubu evlerden çıkartılıp CD grubu evlere daha fazla konulduğu, bunun sonucunda da TV programlarında ani bir devalüasyon olduğu bir dönemde büyümüş insanlar. En büyük komedyenleri Cem Yılmaz! olan insanlar bunlar. Cem Yılmaz diyorum! Başka birşey dememe gerek var mı? 6) Bu insanlar aynı zamanda Recep İvedik'leri, Arog'u, Gora'yı ve Yahşi Batıyı bir numaraya taşımış insanlar. Daha ne diyeyim? Benim yerden yere vurduğum Babam ve Oğlum meğersem bir sanat eseriymiş Düğün Dernek'e göre. Çağan Irmak'tan özür dilemeli miyim? O kadar da değil! 7) Okulllarımızın genel olarak seviyesizliğinden bahsetmeme gerek var mı? OECD'de kafa çalıştırmayı gereken alanlarda en arkalardayız. Peki neden? Kafası çalışmayan, çalıştırılmayan, yarı cahil insanları, HÖT ZÖT ile yönetmek, DİN ile korkutmak, SAÇMA YASA ve UYGULAMALAR karşısında sindirmek (bkz. Ergenekon davası ve benzerleri) mümkündür. Okuyan, düşünen ve bilgili insanlara bunları yutturamazsınız. Eğitimimiz neden bu kadar yerlerde sürünüyor sanıyorsunuz? Aynı beceriksiz insanlara tekrar tekrar oy vermelerini sağlamak için. İki düşünceyi bile kafasında tutamayan, bırakın analiz yapmayı, yapılan analizi bile doğru dürüst anlamayan insanlar olursa vatandaşlarınız, kendilerini düpedüz kandıranlara, aldatanlara, gözlerini boyayanlara tekrar tekrar oy verirler. İşte Cem Yılmaz, bu tür insanlara, yani kafası fazla çalışmayan insanlara seslendiği için bu kadar sevildi. Cem Yılmaz çok tuttu, çünkü okullarda ondan hoşlanacak tarzda yarı boş, tam koyun insanlar özenle yetiştiriliyordu (ya da "düzgün bir şekilde yetişmelerine" engel olunuyordu). Bu durumun suçlusu Cem Yılmaz değil, ama kendisi bu pası gole çevirmeyi başardı. Sonra aynısını Şahan Gökbakar yaptı. Şimdi de Selçuk Aydemir yapıyor. Buradan daha çok ekmek yerler. Zira bu makinalar (yani ortaya beyinsiz, kişiliksiz, ruhsuz insanlar çıkartan makinalar: eğitim sistemimiz, yani okullar) böyle ful istim çalışmaya  daha çoook devam edecekler. Bugünden yarına birşeyin değişeceği yok. 8) Eğer bağımsız sinemacıysanız ve filminiz gişede yattıysa, bunu sakın üzerinize alınmayın. Kişisel bir mesele olarak algılamayın. Düşük gişenin büyük bir sanatsal değer anlamına gelebildiği (geldiği değil ama gelebildiği) nadir ülkelerden birinde yaşıyorsunuz. Tadını çıkartın. 9) Sanarist bu sene 10. yılını kutluyor. 2004'ten beri hemen hiçbir etkimin olmadığını görmek, sevindirici. (Ne diyorum ben?!). Gittikçe salaklaşan TV ve onun dümen suyuna takılmış sinemamız, daha da aptalca şeyler yaparak parayı götürmeye devam edecektir. Recep İvedik 4'ün de voliyi vuracağını tahmin ediyoruz. 10) İzleyicinin çok büyük bir çoğunluğu genç insanlardan oluşuyordu. Bu da bu kişilerin yeterince kaliteli şeyler izlememiş olabileceğini akla getiriyor. Bu çocuklar orta okula başladıklarında Facebook vardı ve Cem Yılmaz çok ünlü ve başarılı biriydi onların gözünde. Ama aynı zamanda Dijital Platform'lar da vardı. Yani TV'de kaliteli şeyler de izleyebiliyorlardı. Ayrıca yüksek internet hızı sayesinde istedikleri filmleri izleyebilirlerdi? Ama Özal ile başlayan, gençleri dangalaklaştırma operasyonu, sanırım artık tepe noktasına ulaşmış durumda. Bu filmde ben bunu anladım. Herşeyi sadece para ve çıkar için yapan, hayattaki en büyük amacı eğlenmek ve iyi vakit geçirmek olan, bunun için de herşey evet diyen bir gençliğimiz var. Vatana ve millete hayırlı olsunlar!

59

Sömürün arkadaşlar! (Bu son söz, Reklamcılara, TV'cilere, Sinemacılara ve bu gençlere mal satmaya çalışan diğer herkese ithafen söylenmiştir) gezgin62014-01-07T15:30:50.361 Cemaatin İçindeki Cemaat - CIA'in İçindeki CIA En sevdiğim filmlerden biridir "Akbabanın Üç Günü" ("Three Days of Condor"). CIA'in içerisinde yer alan ve CIA'in bile haberdar olmadığı bir yapılanmadan bahseder. Komplo teorisi filmlerinin ağa babasıdır. Aşağıda filmin fragmanı yer alıyor. Bugün internette şu habere rastladım: "Câmia içerisinde başına buyruk başka bir Câmia mı var?'' diye sormuş Fehmi Koru. Gözlerime inanamadım desem yeridir. Bir tarafta devlet içinde devlet olmakla suçlananlar, diğer tarafta da bunları içeri alan cemaatin içerisinde yer alan başka bir cemaat. Ne bu, matruşkaların savaşı mı? (Filmin adını bulduk bile: Matruşkaların Savaşı!). Aşağıdaki yazılarda da belirttiğim üzere, bundan on beş yirmi yıl sonra bugünlerin senaryolarını yazanlar, hiç malzeme sıkıntısı çekmeyecekler. Umarım taraflı ve saçma sapan propaganda filmleri olmaz da, gerçekleri yansıtan şeyler olur bunlar. gezgin02014-01-05T03:34:37.678 "Kültür Emperyalizmi", Kültür Emperyalizminin bir Sonucu mudur? Evet! Bazı şeyleri birşeyleri değiştireceği için değil, tarihe not düşmek için yazıyorum (Tarihin de çok umrundaydı!). Aşağıdaki notlar, bu şeylerden bazıları. *** Kültür emperyalizmi denilen şeyi kaç kişi fark ediyor acaba? Gündelik hayatımızın unsurlarının (bunlar eşyalar da olabilir, eylem (davranış) biçimleri de olabilir) bize ait olmayıp tamamen başka bir kültürden alındığını, hatta biz almak istemesek bile bize zorla dayatıldığını kaç kişi biliyor ya da görüyor? Sokakta yürürken, bir yerde yemek yerken, çalışırken, hatta sevişirken? Birşeyin bize mi ait olduğunun, yoksa birileri tarafından bize dayatılıp dayatılmadığının bir önemi var mı? Var, ama bunun tartışması daha sonra. Önce böyle bir ayrımın var olduğunu ortaya koymak, görmeyenlere göstermek, görmeleri için bazı örneklere işaret etmek gerekiyor. Denilebilir ki, "Hangi davranışın ya da eşyanın kimden ya da nereden geldiğinin ne önemi var? İşimizi görsün, bizi eğlendirsin, yeter!" Ancak aşırı pragmatik bir bakış açısı, bu görüşün doğru olduğunda ısrar edebilir. Onun dışında, bir kimlik, bir kişilik, bir bütünlük arz etmeye, arz etmekten de önemlisi bunu yaşamaya çalışan insanlar ve insan toplulukları, hayatın hemen her unsurunun kendisine ait, kendisine özgü, has olmasını ister. Bu, kökenleri neredeyse biyolojiye kadar uzanan sosyal bir içgüdüdür. İnsanlar "biz" olan ile "biz" olmayanı ayırt etme ihtiyacı hissederler, hatta bunu vurgulamaya çabalar, bundan da zevk alırlar. Bir tür hayatta kalma ("survival") içgüdüsüdür bu. Biz olan nedir? Belirli bir coğrafyada çok uzun süre birlikte yaşayan insanların, hayatın temel sorunlarına, meselelerine, eğilimlerine karşı buldukları yöntemler, ürettikleri eşyalar, keşfettikleri davranış tarzlarıdır (i.e. "kültür"). Bunlar bizi "biz" yapan şeylerdir. Her ne kadar bu yöntemler, eşyalar, tarzlar bizim yaşam süremiz içinde geliştirilmemiş olsa da (muhtemelen böyledir), kendimizi "biz" olarak tanımlamamızda büyük rol oynarlar. İşte, "biz olmayan" da, bir coğrafyada çok uzun bir süre birlikte yaşayan insanların bulmadığı, üretmediği, keşfetmediği yöntem, eşya ve tarzlardır (i.e. "yabancı kültür"). 10. yüzyılda yaşayan Akdeniz köylüsünün hayata bakış açısı ve sorunlarına çözümleri ile Viking köylerinde yaşan Vikinglerin bakış açısı ve çözümleri çok farklıdır. Farklı olmak zorundadır. İlkim, toprak, teknoloji, din, dil, ırk gibi etkenler, bu farklılığı yaratır ve şekillendirir. Ve insanlar, büyük oranda bu kimliklerini muhafaza ederler. Herkes kendi iç tutarlılığını sürdürmek için çabalar. Ticaret yollarının gelişmesiyle artan kültürler arası etkileşim, bir yere kadardır. Bir ülkenin ordusu, diğer ülkenin topraklarını çiğnemedikçe, insanlarda büyük değişim görünmez. İnsanlar kimliklerini korurlar ve sürdürürler. Bu da onlarda büyük bir tutarlılık ve güçlü bir benlik duygusu uyandırır. * 60

Günümüze gelelim: İnsanlar artık teknolojinin gelişmesi ve iletişim araçlarının çoğalması nedeniyle, bir toprakta uzun süre birlikte yaşamaktan kaynaklanan bir birlik, kimlik, aidiyet duygusunu artık eskisi kadar yaşamıyorlar. Aslına bakarsanız, hemen hiç yaşamıyorlar. Teknolojinin gelişmesi, hayatın bazı işlerinin ve süreçlerini kolaylaştırmakla birlikte, insanları, kendilerinin üretmediği yaşam tarzlarını benimsemeye zorladı. Bu çok saf ve kendiliğinden gerçekleşen bir süreç şeklinde gerçekleşmedi. Batı'daki ekonomik ve teknoloji açısından gelişmiş ülkeler, kendi ürün ve hizmetlerini satabilmek için, dünyanın geri kalan bölümünü de kendilerine az ya da çok benzetmeye karar verdiler. Bunun için de ellerindeki her türlü iletişim aracını kullanmaya başladılar. Bunun sonucunda kendi toplumuna yabancılaşıp başka toplumun üyelerine öyle benzeyen insanlar ortaya çıktı ki, bu kişiler, benzedikleri toplumun üyelerinin yerini alabilir hale geldi. Örneğin günümüzde bir şirkette yönetici olarak çalışan bir kadının, Amerika'daki ya da Fransada'ki konumdaşından hemen hiçbir farkı bulunmuyor. Bunun neticesinde (eğer o kadın yabancı dil de biliyorsa), rahatlıkla istediği ülkede iş bulabiliyor. Başka bir kültürün üyelerine bu kadar çok benzeme eğilimi (ve hevesi), okul öncesi çağlardan itibaren çocuklarımıza aşılanmaya başlanıyor. Gözünü açan bebeğin karşılaştığı reklam, TV ve çizgifilm bombardımanı, onu, bu topraklarda üretilmemiş yaşam tarzlarını normal, hatta doğal olarak kabul etmeye zorluyor, itiyor. Öyle insanlar doğup büyüyor ki, kendisini bu hayat boyunca sürükleyen kültürün ("software"in) yabancı menşeili olduğunu fark etmiyor bile - ya da fark etse de, bundan çok rahatsız olacak kadar umursamıyor. Artık bütün gençler öyle. Şu anda yirmili yaşlarını yaşayan arkadaşlar, bu ülkenin görüp görebileceği enn büyük kültürel emperyalizm sürecinin doğal çocukları (kültürel emperyalizm sözcüğünün kendisi bile yabancı kaynaklı - düşünsenize, yabancıların kültürümüze istenmeyen etkisini anlatmak için kullandığımız ifade bile bu etkinin bir ürünü) . 90'larda özel kanallar (TV) kanalları açıldığında dünyaya geldiler. Bu kanallarda, kolejlerden ve yabancı kültürün baskın olduğu üniversite bölümlerinden mezun olan yöneticiler ve içerik üreticileri çalıştı. Bu yöneticiler ve içerik üreticilerinin kendileri hemen hiçbirşey üretmek zorunda kalmadı, yapmak "istedikleri" herşey zaten Batı'da yapılmaktaydı. Onu "copy-paste" ettiler sadece, küçük değişikliklerle. Aynı şey gazeteler için de geçerliydi, radyolar için de, dergiler için de. 1995'te internet'in ortaya çıkması ve 2000'li yıllarda yaygınlaşması ise, kültürel emperyalizmin gündelik hayatımıza girişindeki en önemli kanallardan biri oldu (İnternet'in hala bu kadar ucuz ve yaygın olmasının altındaki en büyük neden, Batılı ülkelere pazar üretmedeki muazzam rolüdür). Diğer kanal ise ithal malların ucuzlaması, ülkemizin de (ekonomi politikaları nedeniyle) ithalat cennetine dönüşmesiydi. Gençlerin izledikleri filmlerden yedikleri çikolataya kadar herşey yabancı kökenli ya da ağır yabancı etkisindeydi. Aralarındaki "romantik" ilişkiler de aynı minvaldeydi. Eskiden "konuşma" diye adlandırılan "flört" aşaması çok kısaldı, kızlarımız her birlikte olduklarıyla evlenme fikrinden vazgeçince de hem kadın için hem de erkek için namus kavramının içi bayağı boşaldı. Artık New York'ta ya da Los Angeles'te gençler nasıl yaşıyorduysa, bizimkiler de öyle yaşıyordu. Evlenilecek adamı/kadını bulana kadar "denemeye" devam. (Sanki ayakkabı deniyorlar!) Facebook ve cep telefonları işin cılkını çıkardı. Bu ikisinin yaygınlaşması için 2000'lerin sonları diye bir tarih verebiliriz. Bunlar sayesinde her türlü ilişki, ki zaten içleri büyük ölçüde boşaltılmıştı, tamamen fuzuli, keyfi, havai bir hal aldı. Her dört evlilikten biri boşanmayla bitiyor artık. Kadınlar, sanki hiç orta yaşa gelmeyeceklermiş gibi, biraz sıkıntısını gördükleri erkekleri boşamaya başladılar - nasılsa kendi maaşları var ya? Erkekler de facebook sayesinde, kendi eşlerinden çok daha küçük (genç) kadınlara ulaşmaya başladı - sanki birkaç yatak deneyimi, sağlam bir evliliğin verdiği doyumu verebilirmiş gibi! * İşte son elli - altmış yılın özeti budur. Menderes'in "Türkiye'yi küçük Amerika yapacağım" demesinin ardında yatan hedef budur. "Avrupa Birliğine girelim" denmesinin ardındaki hedef budur. "Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim" denmesinin hedefi budur. (Bu son sözü söyleyen kişinin muhafazakar ve yerel değerlere bağlı olduğunu zannetmesindeki ironiyi, hatta oksimoronu görmek, insanı acıyla kıvranmak ile kahkaha atmak arasında götürüp getirir). Nihai amaç, Batılı ülkelere pazar etmektir kendi ülkemizi ve insanımızı. *** Bütün bunları yazan kişinin aşırı dinci, koyu Müslüman, aşırı gelenekçi biri olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Batı'nın kültürel emperyalizmi kadar Doğu'nun Arap ve Fars emperyalizmine de gıcık kapan biriyim, ama bu da başka bir yazının konusu. Ne dediği belli olmayan, her seçimde azıcık ikbal için birilerine yardakçılık yapmayı kendine kolayca yediren Milliyetçilerden ise hiç değilim. Ekonomik eşitlik 61

geldiğinde herşeyin kurtuluşa ereceğini zanneden (ve parayı bulduğu anda bu görüşü terk eden) solculardan ise hiç mi hiç değilim. Sadece akıl, gözlem yeteneği ve vicdan sahibi biriyim. Birşeylerin ters gittiğini (ne yazık ki) görebilen, ve bunu değiştirme gücünden büyük ölçüde yoksun, bu yüzden de birçok insanın fark bile etmediği konularda zihinsel ve ruhsal acı çeken biri. *** gg - "Yazdın mı hepsini?" tarih - "Yazdım abi." gg - "Tamam, şimdi gidebilirsin." gezgin42014-01-29T09:20:35.702 2013 - Bu nasıl bir yıl ulan?! (Pardon) Dilim tutulmuş bir halde siyasi olayları seyrediyorum. "Akbabanın Üç Günü" ya da "Başkanın Adamları" gözümden düştü resmen. Ülkeyi on küsür senedir yöneten iki büyük güç birbirine girmiş durumda. Bir bakan, başbakanı istifaya davet ediyor. Ordunun üst kademesini içeri atan savcılar, başbakana yakın isimleri de almaya kalkınca, Polis isyan ediyor. Bir gecede polisin tepesindeki yüz elliye yakın ismin yeri değişiyor. Ebru Gündeş, televizyon programında ağlıyor. Bir başkası da okyanus ötesinden lanetler yağdırıyor. Olaylar henüz durulmadı. Ama sadece bu olanlar bile, yukarıda andığım filmleri Cin Ali mertebesine indirecek kalibrede şeyler. İleride bunlardan güzel bir (ya da birkaç, hatta bir çok) film senaryosu çıkarmazsanız, ahirette iki elim yakanızda olur ona göre! Altı ay önce ülkedeki bütün taşları yerinden oynatan, ak koyun ile kara koyunu belli eden, gençleri sokaklara döküp polisi üstlerine saldırtan, medyayı yüzde yüz deşifre, birçok ünlüyü ise rezil eden Gezi olaylarını, ondan önceki Akil Adamlar operasyonunu ise saymıyorum bile. Çok önemli, çok büyük insanları kaybettik. Ama onlar bir yana, Türkiye Cumhuriyeti'nin "ergen isyanı" yılıydı bu. Daha çabuk büyümek dileğiyle, Herkese iyi seneler. gezgin02013-12-05T16:11:23.843 Everything Wrong With Star Trek Senarist olarak, filminizin iç tutarlılığı olsun, akla yakın olsun diye başınızı duvarlara vuruyor olabilirsiniz. Vurmayın. Benim şöyle bir kuralım var kendime koyduğum: Eğer birşeyin olma ihtimali, yüzde otuza (%30) yakınsa, onu hikayeye koyabilirsin. Yani bir olayı ya da durumu hikayenize koymak için, gerçekleşme ihtimalinin yüzde seksen - doksan (%80-90) olmasını beklemeyin. Yukarıda bir örneğini verdiğim ve Youtube'ta kendi kanalı olan "Everyting Wrong With ..." dizisindeki bütün videoları izlemenizi tavsiye ederim. Ennn büyük filmlerin bile ne kadar saçmalık ve hikaye boşluğu ("plot hole") içerdiğini görüp şaşacaksınız. Özellikle "Prometheus" eleştirileri çok iyi. Bu durum şunu bir kez daha kanıtlıyor: Önemli olan mantlıklılık değil, icra ("execution")dır. Yani hikayeyi, inandırıcı bir "şekilde" anlatmaktır, hikayenin kendisinin / özünün inandırıcı olması değil. gezgin02013-12-05T15:58:13.207 Honest Trailers gezgin02013-11-26T14:20:27.083 Senaryo Okuyucuların Affetmediği 38 Hata! Aşağıdaki yazıda, "senaryo okuyucularının" (reader) senaryoları neden reddettiğine dair bir istatistik sunulmuş. Bunlar, senaryoların reddedilmesinin ya da güçlü bir şekilde tavsiye edilmemesinin en önemli

62

nedenleri. Eğer yazdığınız senaryonun kalitesini daha da artırmak istiyorsanız, bir de bu konuları göz önünde bulundurarak elden geçirmeniz faydalı olabilir.

63

gezgin12013-11-26T13:54:30.653

64

PIXAR’'ın 22 Hikaye Kuralı Pixarcıların arka arkaya "hit" film üretmeleri, diğer şirketleri hem şaşırtan, hem de gıcık eden bir durum. Herkes onları taklit etmeye çalışıyor, yer yer başarılı oluyorlar, ama kimse Pixar'ın yerini alamıyor. (Tıpkı Apple ürünlerinde olduğu gibi). Hatta Pixarcılar kendilerine o kadar güveniyorlar ki meslek sırlarını paylaşmaktan hiç çekinmiyorlar. Zira önemli olan bu sırlardan çok, onları uygulayan kişilerin sahip olduğu yetenek! Vermeyince mabud, neylesin Mahmut?! İşte bu linkte, Pixarcıların hikaye oluştururken kullandıkları kurallar yer alıyor. Daha önce bu konuda birkaç kısa yazım olmuştu. Ama bu yazı, bizzat iki Pixarcının elinden çıkmış. (İngilizce). Birisi önce bu kuralları tweet olarak yollamış, diğeri de sonra bunları tek tek açmış. Link sağlamken indirin, okuyun, okutun derim. Lisan bilmeyen arkadaşlarınıza da özetleyebilirsiniz. gezgin02013-11-17T13:51:14.753 Şiddetle Tavsiye Ediyorum: " Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda" - Yılmaz Özdil Yılmaz Özdil'in " Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda" kitabını tavsiye ederim... Okurken dehşete düşüyorsunuz, hem de birkaç nedenden dolayı... 1) Koskoca bir ülkenin bir sosyal mühendislik projesiyle nasıl yapılandırıldığına,2) Kendini akıllı sanan insanların (akademisyenlerin ve siyasetçilerin) aptalca hareketlerine ve bunların sonuçlarına,3) Kendini kadir-i mutlak zannedenlerin (askerlerin) nasıl köşeye sıkıştırıldığına ve bu konuda çaresiz kaldıklarına,4) Özellikle Ergenekon ve Balyoz davalarının nasıl tasarlanıp uygulamaya sokulduğuna, ve toplumun bu konularda nasıl gün be gün manipule edildiğine,5) Mevcut yönetimin aslında dindar görünümlü liberal hırsız bir parti olduğunun binlerce kez gözümüze sokulmasına karşın halkın her seçimde onları daha fazla desteklemesine,6) CHP'nin akıl almaz beceriksizlik ve kifayetsizliğne,7) Son 11 yıldan gelecekte JFK gibi en az 30 film çıkarılabileceğine... ve başka bir sürü şeye daha bakıp şaşırıyorsunuz. Okuyun, okutun, saklayın... Çünkü bu filmin devamına dair çok önemli ipuçları var... gezgin02013-11-17T13:32:47.629 "Clerks" - Efsanenin Ardındaki Gerçekler! Bağımsız Sinema'nın en ilginç figürlerinden birinin Kevin Smith olduğunu bilirsiniz. Bir taraftan bir markette (bildiğiniz bakkal irisi) çalışırken diğer taraftan geceleri aynı markette 27.000 dolara film çekmesi ve sonra da Miramax'a bu filmi satması, sinemayla uğraşan hemen herkesin duyduğu efsanelerdendir. Bu hikaye genç sinemacılara "Bir bakkal çırağı bir film çekip ünlü oluyorsa, sen de olabilirsin" mesajıyla anlatılır. Fakat genelde bu sürecin ayrıntıları bilinmez. Gerçek - her zaman olduğu gibi - görünenden daha karmaşık ve daha acılıdir. Aşağıdaki videoda işte bu acılı, sıkıntılı, yer yer ümitsiz, ama çok ilginç ve neredeyse takdiri ilahi denilen olaylarla (örneğin Clerks'ün ilk gösterimine gelen on kişiden birinin bir Bağımsız Film Danışmanı olması) dolu süreci izleyebilirsiniz (İngilizce). Bağımsız Sinema yapmak, o zaman göre biraz daha kolay. Yani artık seyirciye ulaşmak için sadece salonlara mahkum değilsiniz. Ama iyi bir senaryo her zamanki gibi sürecin en önemli öğesini oluşturuyor. Clerks'ün bu kadar iyi ve komik senaryosu olmasaydı, diğer öğelerin hiçbiri işe yaramazdı. gezgin02013-10-21T00:44:16.223+ "Gezi Kahramanı"ndan beyan: "CHP Kazanacağına AKP Kazansın!" Sırrı Süreyya Önder böyle buyurmuş. Ya da İBB başkanlığı ile ilgili tavrının özeti buymuş. İnsanın gözleri doluyor. "Başgan"ından bu yönde bir mesaj aldı herhalde. Birisi "Sırrı Süreyya Önder'in Ufuk Uraslaştığının göstergesidir" demiş, tam on ikiden vurmuş. Bu nasıl bir ülke, anlamadan öleceğim sanırım. Bir yerinizde durun yahu, bir kıpraşmayın, bir oynaşmayın, bir dönmeyin! gezgin02013-10-18T02:05:55.227+ Dijital Soğukluk - Pratik Sıcaklık

65

"Book of Eli"ı izledim yakınlarda. Pek beğenmedim. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, filmin önermesi. İkincisi, zayıf senaryosu. Asıl neden ve bu yazının konusunu teşkil eden şey, bilim-kurgusal karakterinin (ki burada aslında daha çok kıyamet sonrası (post-apocalyptic) bir durum sözkonusu) inandırıcı olmaması. Ne demek istediğimi açıklayayım: 1970'lerde ve 80'lerde yapılan kaliteli bilim kurgu filmleri, henüz dijital teknoloji gelişmediği için, "practical effects" denilen özel efekt türüne dayanıyordu. Örneğin Star Wars filminde gördüğünüz herşey (ışın kılıçları dahil) somut nesnelere dayanmaktadır. Star Wars'taki Bantha'lar, üzerlerine post giydirilmiş fillerdir, AT-AT'ler, fiziksel olarak var olan minyatürlerdir, ışın kılıçları bile aslında birer çubuktan ibarettir. Mad Max filminde de çevrede gördüğümüz harabe dünya, gerçekten de harabe süsü verilmiş bir dünyadır. O filmin en büyük başarılarından birisi yapım tasarımı ve kostüm departmanına aittir. Terminatör filmleri (ilk ikisi) de yine çok büyük oranda fiziksel dünyaya dayanmaktadır. Terminatör 2'deki sıvı kötü adam hariç hemen bütün efektler fiziksel efektlerdir - yağmur kanalına dalan tır, patlayan bina, finaldeki fabrika sahnesinde haşat edilen T-800 (Arnold) hep pratik efektlerdir. Avatar'ın başarısının önemli bir bölümü, dijital yaratıklarının büyük bir bölümünün arkasında çok sağlam fiziksel varlıkların (insanların, atların, vb.) olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun sonucu, bu efektlerin bizde gerçeklik duygusu yaratmasıdır. Bu efektler bize bilinçaltı düzeyde fizik kurallarına bağlı (ve bu yüzden de gerçek) olabilecekleri mesajını verirler. Buna ek (ve doğal) olarak bizim kendimiz hikayeye daha fazla kaptırmamıza, filme daha fazla girmemize neden olurlar. Ama çok büyük ölçüde dijitale dayanan filmler, bizde bu gerçeklik duygusunu fazla uyandırmazlar. Seyirciler artık neyin gerçek, neyin dijital olduğunu fark edebiliyorlar. Ve dijital efekt filmlere çok fazla giremiyorlar, hikaye olarak. Çok fazla etkilenemiyorlar. Hacı yağı bol bulunca ... hesabı, dijital efektleri fazla bulan yapım şirketleri, işin suyunu çıkartıyorlar (bkz. Total Recall'un yeni (ikinci) versiyonu). Star Wars'un orijinal üçlemesinin hala çok sevilmesinin bir nedenin (çok sağlam senaryolarının, en azından ilk ikisinin yanı sıra) bu olduğunu düşünüyorum. Yine Batman'in yeni versiyonlarının bu kadar sevilmesinin de Nolan'ın bu tür pratik efektleri sevmesinden kaynaklandığı kanaatindeyim. Bunu ilginç bir bilgiye bağlayayım. Apple'ın meşhur baş tasarımcısı Jonathan Ive, yakın zamanlarda verdiği bir röportajda şöyle diyordu (mealen): "Yeni tasarımcılar, ellerine hiç somut malzeme (alüminyum, tahta, vb.)  almadan bütün tasarımı bilgisayarda yapıyorlar. En büyük zaaflarından biri de bu. Malzemeyi tanımamaları." Dokunmak, hissetmek, gerçek hayatın gerçek kuralları hala bizi dijital yaratılardan daha fazla etkiliyor. Bu bizim sadece zihinsel varlıklar değil, aynı zamanda bedeninin diğer organlarını (ve duyularını) da kullanan, somut varlıklar olmamızdan kaynaklanıyor. Bu bilginin henüz kimsenin işine yarayacağını sanmıyorum, zira ülkemizde bilimkurgu film çekme cesareti/heyecanı, Cem Yılmaz'ın GORA'sı (ve Dünyayı Kurtaran Adam'ın Oğlu) sayesinde biraz daha baltalanmış ve bu nedenle ertelenmiş durumda. Ama gün gelir de birileri bu engelleri aşmaya kalkarsa, aklının kenarına bu bilgiyi not etsin, işe yarayabilir. Elinize Wacom Tablet ve Maya programını almadan önce Testere ve Matkap'ı almanız daha doğru olabilir. gezgin02013-10-16T05:37:18.313+ Bayrakla Ülke Nasıl Çalınır? - Eddie Izzard Anglo Sakson ülkelerdeki "stand-up"çıları takip etmiyorsanız, Cem Yılmaz'ın ne kadar sıradan ve zeka yoksunu bir gösterisi olduğunu anlayamazsınız. Bu aralar en iyileri Louis C.K., Chris Rock, Dylan Moran, Ricky Gervais, ve Eddie Izzard (en son Hannibal'da gördük kendisini). Eskilerden George Carlin çok iyidir. Yabancı filmler sayesinde sinema beğenisi yükselen izleyici, ne yazık ki dil engelinden dolayı "stand-up" alanında yerlilere mahkum olmuş durumda. Zira bu tür gösterilerin önemli bir bölümü kelime oyunlarına ve kültürel referanslara dayanıyor. Umulur ki bu alanda da ileride tekelden ve düşük seviyeden kurtuluruz. gezgin02013-10-14T03:43:27.708+ Amerika Ülkeleri Nasıl Fethediyor?! gezgin22013-10-13T03:16:28.447+ Be a Filmmaker Kevin Smith sez:

66

Nobody else can believe in you if you don’t believe in what you’re doing. I’ve willed almost all the stuff I’ve done into existence, and if I can do that, anybody can do that. So start your chatter: talk about what you’re going to do. Don’t pursue a role, LIVE that role. Like my sister told me, back when I confessed I wanted to be a filmmaker… “Then BE a filmmaker,” she said. “That’s what I’m saying: I wanna be.” And that’s when she gave me the million dollar advice… “No - BE a filmmaker. You say you wanna be; just BE a filmmaker. Think every thought AS a filmmaker. Don’t pine for it or pursue it; BE it. You ARE a filmmaker; you just haven’t made a film yet.” And it sounded artsy-fartsy as f***, but it was CRAZY useful advice. A slacker hit the sheets that night, but the CLERKS-guy got out of bed the following morning. ... Remember that if an ass-hat like Kevin Smith can succeed at something like film or life, then what the f*** is stopping YOU from doing the same? ... This s*** was not manifest, nor was it ever offered. gezgin02013-10-11T04:51:13.305+ Marty McFly ve Diğerleri Kına Yaksın! Bugün, bilim-kurgu'nun gerçek olduğu gündür. Marty McFly kendini 88 mph hıza ulaştırmak için akı kapasitörü ile boşu boşuna uğraşsın. Ülkemizde zaman yolculuğu icat edilmiş, icat edilmek ne kelime, çoktan gündelik hayata dahil olmuş ve hatta mahkeme kararlarına bile girmiş durumda. Anlayan anladı, ama anlamayanlara bir kez daha açıklayalım. Bugün (aslında dün, yani 9 Ekim) Balyoz Davası'nın Yargıtay tarafından karara bağlandığı gündü. Ve işte bu nurlu günde, alt mahkemenin verdiği "acayip" karar, ülkedeki ENNN YÜKSEK YARGI ORGANI tarafından da ONANDI. Memlekete millete hayırlı olsun. Lakin şöyle ufak bir sorun var. Davanın dayanağını oluşturan en temel belgelerden biri, ZAMAN YOLCULUĞU YAPILARAK YARATILMIŞ durumda. Nasıl? derseniz, bilmiyorum. Ama en neticede, ülkedeki en yüksek mahkeme, 2005 (iki bin BEŞ) yılında üretilen, 2007'de (iki bin YEDİ) de Microsoft Office Word'e dahil edilen bir fontun 2003 (iki bin ÜÇ) tarihinde kullanılabileceğini, bunun akla, mantığa, bilime ve hayatın pratik gerçeklerine uygun olduğunu kabul etmiş durumda. Yani en yüksek mahkeme ZAMAN YOLCULUĞUNUN MÜMKÜN, HATTA GERÇEK OLDUĞUNU SÖYLÜYOR bize. Boru değil! Yani artık sokakta uçan inekler, bizi bir başka galaksiye anında ışınlayan Portal'ler, ışın kılıçları vb. görürseniz şaşmayın, zira bunlar, zaman yolculuğundan daha makul ve gerçekleşme ihtimali bulunan şeyler. *** Ha, "gerçekte" ne oldu diyorsanız, bu siteyi o dönemde siyasetle doldurmama neden olan 12 Eylül Referandumu, kendisinden beklenen ilk ve büyük meyveyi vermiş bulunuyor. Adalet mekanizmasının ele geçirildiğini biliyorduk. Ama tek (ve belki de en çocuksu) ümidimiz olan "Bu kadar saçma bir karar/kararlar, Yargıtay'dan döner" inancımız, dün itibariyle sona ermiş durumda. Artık her yeri ele geçirmiş durumdalar. Biz de biraz daha büyüdük. Dünya biraz daha karardı. Artık Baş Yöneticiye en fazla üç ay ömür biçen BAYKAL ile İstanbul'u alabilecek tek kişiyi (kim olduğunu biliyorsunuz) aday göstermeye eli gitmeyen KILIÇDAROĞLU (ve "Yetmez ama Evet"çiler) kına yakarlar herhalde! gezgin02013-10-09T23:43:22.284+ Bağımsız Film Nasıl Çekilmez 11 Ocak 2012 tarihli bir yazı. Fena değilmiş. ***

67

Aşağıdaki yazıya gelen yorumlar, bağımsız sinema hakkında insanların aklında bazı yanlış düşüncelerin olabileceği fikrini bende uyandırdı. Bu düşünceleri ortadan kaldırmak için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bir yorumcu şöyle demiş: "... oyuncu arkadaşları olanlar oyuncuları, kamera ve ekipmanı olanlar malzemelerini, yönetmen olanlar yönetmenlik becerilerini, ulaşım (araba, kamyonet) imkanı olanlar kendi imkanlarını, post production konusunda bilgileri olanlar bu işi yerine getirerek, yani imece usulü ile hiç bir maddi beklenti içine girmeden, sadece Türkiye'de yetenekli ve bilgili insanların bir araya gelerek çok güzel bir film yapabileceğini ispat etmek ve diğer insanları teşvik etmek için bir film yapalım. İşte kritik soru burada saklı. Yapabilir miyiz?!" Hayır yapamazsınız. Herkesin eşit derecede kazandığı bir ortamda büyük bir ihtimalle kimse birşey kazanmıyor demektir. Yukarıda anlatılan "imece" tarzı çalışmalar profesyonel olmaktan uzak, kişisel arzuların çıldırtıcı kaprislerine ise aşırı yakındır. Ve sonuç genelde profesyonelin çok altında, amatörün sadece biraz üstündedir. Tabi şu da var: Bağımsız sinemayla uğraşmak isteyenler (yani henüz sektöre girerek hayallerini satmamış ya da sonsuza kadar ertelememiş olanlar) büyük oranda genç insanlar, bu da bu kişilerin profesyonel çalışma hayatı deneyiminin bulunmadığı anlamına geliyor. Bunun doğal sonucu da görev duygusundan uzak olmaları, profesyonel bir şekilde bir işe başlayıp o işi bitirme kavramının kendilerinde bulunmaması ya da az olması anlamına geliyor. Oysa profesyonellik, ne olursa olsun, vaadettiğin performansı yerine getirmek, (elinde olmayanlar hariç) herhangi bir mazeret göstererek işten kaçınmamak, aksine, en zor koşullar altında bile elinden gelenden daha iyisini yapmaktır. İnsanlar ancak böyle bir performans gösterirlerse, bağımsız sinema yaparken harcanacak çabalar profesyonel sonuçlar doğurabilir. Aksi takdirde iyi niyetli ama yetersiz çabaların ötesine geçemezler. Bu da sinema seyircisi için kabul edilebilir birşey değildir. Bir film bağımsız bile olsa, kalite açısından tutturmak zorunda olduğu bir alt limit vardır. Yukarıdaki yorumda şu ifade en çok dikkatimi çekti: "yani imece usulü ile hiç bir maddi beklenti içine girmeden...". Böyle birşeyin mümkün olmadığını görememek için insanın ancak genç ve tecrübesiz olması gerekir. Sinema ve hiçbir ciddi sanat eseri (bireyselleri saymıyorum) ve aslında hiçbir büyük iş bu şekilde gerçekleştirilemez. Eğer insanlar emeklerini, bilgilerini, yeteneklerini ortaya koyuyorlarsa, bunun karşılığını mutlaka almalıdırlar. Almayacaklarsa, emeklerini, yeteneklerini, bilgilerini ortaya koymazlar, koyar gibi görünürler, en asgari düzeyde iş çıkarırlar. Siz de kafayı yersiniz. Bu tür bir imece çalışmaları belki köylerde ve küçük komünlerde işe yarıyordur. Ama şehir kültüründe bu tür karşılıksız girişimlerin yeri yoktur. Şehirli insanlar doğdukları andan itibaren herşeyi bir şey karşılığında yapmayı öğrenirler. Sonuç olarak, örneğin, bunun böyle olduğunu çok iyi bilen sağcı partiler, her zaman en yüksek çıkarı vaat ederek bu kadar çok yandaş toplayabilmektedir. Diğerleri ise başka ve gerçek dışı vaatlerle ancak nal toplayabilmektedir. Bağımsız sinema, işlerini doğru dürüst yapmayı bilmeyen iyi niyetli üç beş gencin bir araya gelmesiyle yapılabilecek birşey değildir. Bağımsız sinema, filmini çekme konusunda son derece tutkulu olan bir yazar-yönetmenin, zamanları bir biçimde müsait olan ve profesyonel performans gösterebilen insanları (emeklerinin karşılığını vererek ya da vermeyi resmi olarak vaat etmek suretiyle) organize ederek, hayallerini gerçekleştirmek için kendi kaynaklarını (zaman, para, ilişki) kullanması yoluyla gerçekleştirilebilir. Bu tür projelerin başını çeken hep bir ya da (çok iyi anlaşan) iki kişi vardır. Diğer insanlar bu kişi(ler)in tutkusuna, iş bilirliğine, profesyonelliğine, iyi niyetine kapılarak projeye dahil olurlar. Eğer siz de bir film çekmek istiyorsanız, projenin başındaki bu tutkulu, işini bilen, insanlarla profesyonel bir şekilde iş görüşebilecek, sözünün eri, piyasa gerçeklerinden haberdar (neticede kimse 3 bin kişinin seyredeceği bir film için haftalar boyunca uğraşmak istemez) biri olmalısınız. Bilgi, tutku ve profesyonellikle parlamalısınız adeta. Siz bunu sağlayın, diğer unsurlar ya kendilerinden sizi bulacaktır, ya da kolayca ikna olacaklardır projenizde yer almaya. gezgin32013-10-06T21:51:46.716+ ORİJİNALLİK ÇÖLÜ Aşağıdaki yazının yazılma tarihi 24 Mart 2012. O tarihte Sanarist ikinci büyük arasını vermiş idi. Lakin kendimi tutamamış, yazmışım bir kenara. Yazının biraz sert olduğunun farkındayım, ama söylenenlerin

68

doğru olduğuna şahitlik edecek binlerce kişi vardır şu ülkede. (Ben alkol de kullanmam ama bu ne kafasıysa artık, resmen kan damlamış klavyeden). :) *** Mevcut Türk sinemasının en büyük sorunu, orijinal fikirlerin, orijinal senaryoların, orijinal oyunculuk ve yönetmenliklerin kendisini ifade etme olanağı bulamamasıdır. Yapılmayı başaran senaryoların (ve sergilenen oyunculuk ve yönetmenliklerin) en büyük özelliği de  sıradan, kalitesiz (çok düşük kaliteli) ve bizatihi orijinallik düşmanı olmasıdır. Mevcut sistemin bekçileri ("gatekeeper"), orijinal fikirleri daha yüz metreden tanımakta, bu fikirleri ya da fikir sahiplerini ellerindeki baltalarla öldürmekte ya da ağır yaralamaktadırlar. Bir şekilde kapıdan geçmeyi başaranlar, yani seyirciyle buluşanlar, bunu bedelini orijinalliklerinden çok şey kaybederek ödemektedirler. Sinema sistemimiz, genelde reklamcılıkla ya da TV dizisi üretmekle uğraşan insanların tekelindedir. Günümüz sineması, bu bahsettiğim sektörlerin bir yan ürünüdür sadece. Tıpkı arabaya vurulan öküzlerin aynı zamanda arada sırada dışkılayarak size gübre ya da yakacak olarak kullanabileceğiniz tezek vermesi gibi, reklam ve TV sektörlerimiz de arada sırada önümüze filmler atmaktadır. Bunları arada sırada vakit geçirmek ya da üzerinde sohbet etmek için kullanabilirsiniz ama aslında bir *** değildirler. Kapıları bu şirketler ve onların hempaları (dağıtımcılar ve salonlar) tutmaktadır. Paralar bu insanların ellerindedir. Ve bu parayı sadece kendi kalitesiz beğenilerini tatmin eden kalitesiz fikirlere vermektedirler. Onların orospusu olmadığınız takdirde, parayı masanın üzerine dahi bırakmamaktadırlar. Bu ortamda namus (sanatsal namus), bırakın yaşanmayı, telaffuzu bile hak etmeyen bir kavramdır. Böyle bir ortamın doğal sonuçlarından biri de insanların (yazarlar, yönetmenler, oyuncular) orijinal fikir bulmayı unutmasıdır. Yazarlar ve yönetmenler (ve oyuncular ve yapımcılar) artık başkalarının "iş yapmış" fikirlerini apartmayı, çalıp deforme ve "degrade"etmeyi  (derecesini düşürmek), orijinal fikir üretmek zannetmektedirler. Sanatsal duyuları, yetenek sinir uçları körelmiş, ancak ve ancak başkalarını tatmin etme konusunda biraz hassasiyetleri kalmıştır. Aslında bırakın orijinal fikir (performans, yaklaşım) bulmayı unutmayı, orijinal fikirleri tanımaktan dahi aciz bir hale gelmişlerdir. Orijinal bir fikrin suyunun suyu çıkmış hali, alkolle (ve benzeri narkotiklerle) dumanlanmış  zihinlerine doluştuğunda, kendilerini eşi bulunmaz sinema dahileri zannetmektedirler. Ama gerçek durumlarının  farkında dahi değildirler. Bunu onlara söylemesi gereken eleştirmenlerimiz galadan galaya koşarken entellektüel namuslarını yolda bir yerde düşürmüş gibi davranmakta, önlerine konulan ürünlerin kalitesizliğini görmezden gelip, kalitesizlik tezeğinde boncuk avına çıkmaktadırlar. Bu arada da sahip olmadıkları yeteneklerin acısını, aslında yeteneksiz olan insanların eserleri üzerinde hüküm verme iktidarını kullanarak çıkartmaktadırlar. Kör dövüşünün bu tarafı, bu kadar iğrenç bir şekilde devam etmektedir. Akademisyenlerimizin eleştirmenlerimizden pek bir farkı kalmamıştır. Aslında bir akademisyenin orijinal fikri tanımasını beklemek zaten çok saçmadır. Onu tanıyacak hassasiyette / yetenekte olsaydı, akademide olmazdı / kalamazdı zaten. Akademisyenlerimiz, önlerine (batıdaki efendileri tarafından) şaheser ("masterpiece") diye konulan şeyleri ululamayı ve ululatmayı görev edinmiş memurlardan başka birşey değildir burada. Akademiler de dışarıdaki (okul dışındaki) dünyada doğup yaşayan sonra da ölen şeylerin otopsi masasına yatırıldığı yerlerdir. Orijinal bir yaratı, ancak öldükten ve öldüğü de kitap ve dergilerde çıkan ölüm ilanlarında (i.e. yazılarda) teyit ve tescil edildikten sonra onların ilgi alanına girer. "Birkaç tane istisna var" demeyeceğim. Zira böyle dediğinizde, aslında çoğunluğu oluşturan muazzam kalitesizlik ve onun savunucuları, hemen koca popolarını bu küçük kümeye sığdırmaya çalışıp vicdanlarını tatmin etmek için uğraşmaktadırlar. Kurunun yanında yaş da yansın ***** *******! Hepiniz aynısınız! gezgin12013-10-05T01:20:15.765+ Notlar * "Breaking Bad" dizisi sona erdi. Bu diziyle ilgili olarak ilginç birşey yaptım. Dizinin sadece birinci sezonunun birkaç bölümünü ve son sezonunun son iki bölümünü izledim. Arasını izlemedim. Neden? Meth üreten bir kimya öğretmeni ilgimi çekmedi de ondan. Ahlaken bu kadar yanlış olan birşeyi bu kadar uzun süre devam ettiren birisini mide ağrıları çekmeden izlemek benim için zor. Zira yanlış davranışları uzun uzadıya ve detaylı olarak anlatarak, henüz ahlaki değerleri tam oturmamış insanların kafasını ve gönlünü 69

karıştırıyor, onlara kötü örnek oluyordu. Finale gelince, aradaki beş sezonu izlemeyince, çok ama çok sönük geldi. Çok da yaratıcı olmayan bir şekilde intikamla bitti. Eğer aradaki sezonları izleseydim, belki daha büyük bir katarsis yaşardım, ama öyle olmadı. Bir filme ikinici yarısında (hatta finalinde) girmek gibiydi yaptığım. Duygusal bağım olmadığı için karakterlerle, yaptıkları da beni pek etkilemedi. * "Dexter" da "ailenizin psikopatı" kontenjanından seyircilerin kalbinde yer edinmişti. Kendine özgü zekası ve esprileri, ayrıca sadece "kötüleri" öldürüyor olması, seyircilerin ağzında kekremsi bir tat bırakıyordu. Ama biraz düşününce, adamın yaptığının küllen yanlış olduğunu görüyordunuz. Bir insanın tek başına hem hakim, hem infazcı olması, hiçbir koşulda kabul edilemez birşeydir. "Gerçekten" suçlu olan ve adalet sisteminin çatlaklarından kaçan insanları öldürmesi bile bunu değiştirmez. Bunun farkında olan senaristler, Dexter'a bir bedel ödettiler: hayatta onu gerçekten seven tek kişi olan kardeşini aldılar elinden, aldığı bütün canlara karşılık. Ama analizi biraz daha derinleştirirseniz, Dexter'ın suçsuz olduğunu görürsünüz. Kendi annesinin ölümüne tanık olmaktan kaynaklanan apati (duygusuzluk) halini manipule eden (ve son sezonda ortaya çıkan) psikiatr ile babası asıl suçlu olan. Bu ağır bedeli Dexter'ın ödemesi haksızlık. Ama bu, hiçbir şekilde Dexter'ın cinayetlerini mazur göstermez. Kendisine yanlış yapılan bir insanın yaptığı yanlışlar... şeklinde özetlenebilecek bir dizi Dexter. Seyri büyük keyif veren bir eser değildi benim için. Bu nedenle onu da 2. ya da 3. sezonda takip etmeyi bıraktmıştım. * Televizyon izlemeyi iyice bıraktım. Ama tanıtımlara bakılırsa, edebi uyarlamalar gırla devam ediyor. Buna "İntikam" gibi yabancı dizi uyarlamaları da eklenince, Türk televizyonlarındaki orijinalliğin neredeyse ortadan kalmış olduğunu görüyoruz. Yakın zamandaki en orijinal iki dizi "İşler Güçler" ve "Behzat Ç." idi. Birincisi, senaryosuzluktan (hikayesizlikten) dolayı kalitesini hızla kaybetti. Karakterlerin ilginçliği bir diziyi bir yere kadar götürür. Ondan sonra, elinizde iyi ve orijinal hikayeler olsa iyi olur. (Kötü örnek için bkz. Avrupa Yakası ve Yalan Dünya). Hoş, o da aslında "Entourage"dan alıntıydı ya, neyse. Oralara girmeyelim. "Behzat Ç." ise, iç karartmada rekor denemesi yaptı. Bu vesileyle halkımızın içindeki arabesk, acılı-ıstıraplı, ölüm saplantılı tarafları kaşıdı, kaşıdı, ama bir yere kadar. Bu kadar gam ve kasvet, televizyonda pek iyi durmuyor. "Crow" filminin dizisinin yapıldığını düşünün. Bir gün bizde de "kablolu televizyonlara" özel dramatik diziler çekilmeye başlanırsa (Bir Kadın Bir Erkek gibi), belki orada kendi niş seyircisine ulaşabilir bu tür kasvetli diziler. * Fatih Altaylı'nın yeni Ertuğrul Özkök haline dönüşmesi, "karma" değildir de nedir? Televizyonda, haber adına izlenecek kanal kalmadı. (Hemen Halk TV filan diye atlamayın. Bir propaganda kanalının alternatifi, başka bir propaganda kanalı değildir). Okunacak gazete de kalmadı. (Cumhuriyet ya da Aydınlık ya da Sözcü diye de atlamayın. Bkz. önceki parantez.). Yani ben sadece haber izlemek ya da okumak istiyorum diyorsanız, böyle bir şansınız yok. Ya bir tarafın, ya da diğer tarafın propagandasını izlemek ya da okumak zorundasınız. Sağ duyulu duayenlerimiz yok, bize gerçekleri işaret edecek. Sadece borazanlar var. Haber açısından, bildiğiniz "karanlık" içindeyiz. * Eskiden futbola karşı ilgisizdim. Şimdi bizatihi nefret ediyorum. Özellikle de yerli futboldan. Bildiğin uyuşturucu. (Yabancı futbolunu bize yönelik bir manipulasyon olarak algılamadığım için, onlara karşı hala nötrüm. Hatta Barça maçlarını takip ettiğim bile söylenebilir.) Bir futbol, iki diziler. İnsanların zihinlerinde ve kalplerinde (her ne kadar temelsiz ve oldukça gerçek dışı / fantastik olsa da) bir kıpırdanma yaratan Gezi Olaylarının yayınlandığı günleri düşünün, bir de bugünleri düşünün. Beyin faaliyetlerimiz futbol ve diziler (ve siyaset) vasıtasıyla, kış uykusuna yatırılmış durumda. Allah sonumuzu hayreylesin. Kimileri 700 bin, kimileri 2,5 milyon Suriyeli Türkiye'ye girdi diyor. Barış Süreci sadece teröristlerin levazım ve personel açısından kendisini yenilemesine yaramış gibi görünüyor. Ama olsun. Futbol ve bir dizi yeter bize! * Gazetecilik Okullarında öğretilenlerin kaçta kaçı gereksiz acaba? Yani öğrenciler, öğrendikleri şeylerin kaçta kaçını, bir Medya Plazasının girişinde güvenlikte bırakıyorlar? Biraz hukuk, biraz siyasi tarih, biraz da araştırma teknikleri ve haber yazımı hariç hemen hepsini sanırsam. Yüzde seksene tekabül ediyordur. Hani zıpır ortaokul öğrencileri hocayı sıkıştırırlar ya derste "Hocam bu öğrendiklerimiz, gerçek hayatta ne işimize yarayacak?!" diye. İşte, bu soruyu en layıkıyla sorma hakkına sahip olanlar Gazetecilik Bölümü öğrencileri. Gezin, tozun, eğlenin anasını satayım, öğrenmeye ne gerek var! Nasılsa kullanmayacaksın. Sen daha çok, karakterini ve ideallerini ve ahlaki değerlerini çiğneyerek hayatını kazanmaya kendini nasıl alıştıracaksın, onu öğrenmeye bak. Alkol, birinci yöntem. Var mı başka artıran? * Demokrasi, burnunun dibinin bir buçuk metre ötesinden daha fazlasını gerçek anlamda kavrayamayan insanlara, bütün dünyayı etkileyecek konularda karar verme yetkisi veren sistemdir. Sonra da diyorsunuz ki, Suriye'de neden böyle oldu. Gelmiş geçmiş en beceriksiz insanları bu konuyla ilgili en yetkili mercilere getirebilen bir sistemi benimsersen, böyle olur. Ama sen, bunu dahi anlayamayacak kapasitedesin. Yaşasın Fenerbahçe! * Yeni kuşak gerçekten de göründüğü kadar sığ mı, bana mı öyle geliyor? Yavrularım, bu kadar "distraction"dan (cep telefonu, internet, facebook), bu kadar acımasız ve maddeci bir kapitalist sistemden, bu kadar iğrenç bir siyasi ortamdan (ve iyi örneklerin artık gittikçe ortadan kaybolmasından) 70

dolayı böyle oluyorlar, biliyorum. Ama eskilerin (biz eskiyiz ya artık) "Efendi" dediği tipleri görememek içimi burkuyor. Hepsi maşallah "ben, ben, ben" kuşağı. Hay senin...! Bari birşeye iyi gelsen! gezgin32013-09-25T08:32:39.868+ Kötülük! Kötülük, aşırı basitleştirilmiş ve yanlış bir algılamanın zannettiği gibi, sadistik bir biçimde başkalarına zarar verme eğilimi değildir. Sebepsiz yere insanlara acı çektirmek isteyenler değildir kötüler. Öyle olsalar, onları saptamak ve uzak durmak çok daha kolay olurdu. Kötülük, kendi isteklerinin ve düşüncelerinin herkesinkinden daha üstün, daha değerli, daha doğru ve daha uygulanması gereken şeyler olduğunu zannetmek ve bunu zorla uygulamaya çalışmaktır. Kötülük, bencilliğin sağlıklı boyutların ötesine geçip, abartılmasıdır. Kötülük başkalarına yaşama, hissetme, düşünme hakkı tanımamaktır. Kötülük, herkesi kendine bende etme isteğidir, bunu kendine bir hak olarak görmektir. Kötülük insanlar arası ilişkilerde dengeyi kendi lehine bozmak, adaletin bozulmasını umursamamaktır. Sanıldığından çok daha yaygındır kötülük. Başkalarının haklarına tecavüz eder, ama bunu umursamazlar. Bunun farkındadırlar ama. Sadece umursamazlar. Elde ettiği kazançlar, avantajlar, üstünlükler insanların rızasına, başkalarının onayına ve mutluluğuna dayanmadığı için, dengeleri daha fazla bozduğu için, o kişiyi de "tatmin etmez". Bu tatminsizlik neticesinde tekrar başka dengeleri bozmaya, daha başkalarının haklarına tecavüz etmeye, başka adaletsizlikler yapmaya kalkışır bu kişiler. Nereye kadar? Fiziksel sınırlarının (zaman, imkan, gücünün yettiği alan, vb.) sonuna kadar. Başka kötülerin güçleriyle karşılaşıp durdurulana kadar. Bu dünya, iyi insanlara bu yüzden haramdır. Bu yüzden acı çekerler. Bu yüzden. Başkalarının haklarına saygı gösterdikleri için. Onların mutluluğunu düşündükleri için. Sıkıysa ne kadar kötü olduğunuza bakın! gezgin32013-09-20T11:59:04.246+ V.I.M. - Çok Önemli Bir Yazı DUYUSAL UYARANLAR (Sensory Stimuli) Duyusal (yani görme, işitme, dokunma, vb. ile ilgili) uyarılma, günlük hayattaki en önemli pekiştireçlerden biridir. Bu tür uyarılma (stimulation), ister uykuda ister uyanık, ister tek başımıza ister başkalarıyla olalım, davranışlarımızı günün her saatinde etkiler. Duyusal uyarım, bize, uyaran kolajının her tarafından – bedenimizin hem dışından hem de içinden - gelen uyaranların toplam miktarı anlamına gelmektedir. Biz beş duyumuz (görme, işitme, koklama, tatma, ve dokunma) sayesinde sürekli olarak uyaranlara maruz kalırız. Çevremizde ne kadar çok şey meydana gelirse, bu beş duyumuza o kadar çok duyumsal uyaran girer. Bedenimizin içindeki çeşitli kaynaklardan (örneğin, beyin) gelen uyaranları algılayan içsel duyu organları da vardır. Bu algılayıcılar bizim heyecanlanınca içimizin pırpır etmesi, kalbimizin çarpması, kollarımızı ya da bacaklarımızı hareket ettirdiğimizde kaslarımızda meydana gelen kasılmalar gibi çok sayıda içsel tepkiyi de hissetmemizi sağlarlar. Beynimizin çok aktif olduğunu ya da tamamen durgun bir hale girdiğini de hissedebiliriz. Düşünceler, fantaziler, gündüz düşleri bize o kadar çok ilginç duyusal uyarım sağlayabilir ki, insanlar zihinsel uyarımdan aldıkları zevk yüzünden dışsal uyarımları göz ardı edebilirler (Örn. okuduğu kitaba ya da izlediği filme kendini kaptırdığı için etrafında olup bitenleri fark edemeyen insan – gg.). Bütün bu duyu modaliteleri, optimal miktarda ve nitelikte duyusal girdi tarafından uyarıldıklarında insana haz verirler. (Yani, sizi uyaran bu dış kaynakların hem miktarı, hem de niteliği optimum/ideal düzeyde olmalıdır, daha az ya da daha fazla değil – gg). 71

*** MİKTAR (NİCELİK) Duyusal uyarım, duyu sistemlerine giren uyaranların miktarına bağlı olarak, bir pekiştireç ya da cezalandırıcı olabilir. Normal uyanıklık halinde, duyusal girdilerin çok az ya da çok fazla olması, temel cezalandırıcılar (ceza – gg) olarak iş görürler. Bu iki uç arasında, temel pekiştireç (ödül – gg) olarak işgören, optimal bir duyusal uyarım düzeyi vardır. Dışsal ve içsel kaynaklardan çok az uyarım aldığımızda, SIKINTI şeklinde olumsuz duygular yaşarız. Aşırı miktarda duyusal uyarım da, gerginlik, kaygı ve yüksek tansiyon gibi olumsuz duygulara yol açar. İnsanlar, kendilerine gelen uyarıları OPTIMAL düzeyde tutmak için ayarlama yaparlar: gün ışığında gözümüzü kısar, karanlık bir odaya girdiğimizde ışığı açarız. Eğer kafamız çok meşgulse, yatmadan önce bir uyku hapı alırız, ya da düşünecek birşeyimiz yoksa bir dergi alır ya da TV’yi açarız, böylece duyularımızı uyarırız. Kimileri daha fazla uyarıcı ister ve kafein, nikotin, amfetamin ya da kokain alır. Başka insanlar ise heyecanlı bir hayat sürmenin ve zorlayıcı fiziksel aktivitelerin insanı doğal olarak “uçurduğunu” (high) fark ettiklerinden, bunları yaparlar. Aktif bir biçimde hayatın duyusal harikalarını aramak, beyni heyecan verici uyaranlarla doldurmanın doğal bir yoludur. *** NİTELİK Uyaranların, duyusal uyarılma sağlama yetenekleri etkileyen en az 3 niteliği bulunmaktadır: 1) Çeşitlilik (Variety)2) Şiddet (Intensity)3) Anlamlılık (Meaninfulness) (yani VİM – gg) Bütün uyaranlarda bu 3 Vim özelliği bulunmaktadır, ama farklı uyaranlarda bulunan çeşitliliğin, şiddetin, ve anlamlılığın miktarı da çok farklı olabilmektedir. Örneğin bir uyaranın Çeşitliliği (V’si) ve Şiddeti (İ’si) son derece yüksek olabilir; bir başka uyaranın ise Çeşitliliği (V’si) ve Anlamlılığı (M’si) yüksek olabilir. ÇEŞİTLİLİK Çeşitlilik, hayatın tuzu biberidir! Bildik, monoton, ve basit uyaranlar, bize düşük bir çeşitlilik düzeyi sunarlar ve SIKINTI’ya yol açma olasılıkları çok yüksektir. Yeni, değişken, karmaşık ve şaşırtıcı uyaranlar ise daha fazla çeşitlilik sunarlar. Bir uyaran ne kadar yeni ve çeşitli ise, kişinin uyaran kolajından deneyimlediği toplam duyusal uyarıma o kadar çok katkıda bulunur. ŞİDDET Düşük Şiddet …………… Yüksek Şiddet Sessiz ……………. Yüksek SesliKaranlık …………….. ParlakYumuşak……………… Sert (Kaba) Bir uyaran ne kadar şiddetli olursa, kişinin deneyimlediği toplam duyusal uyarıma o kadar katkıda bulunur. 72

Uyaran şiddetinin çok fazla olması (çok miktarda ışık, çok miktarda ses) genelde rahatsız edicidir. Uyaran şiddetinin çok düşük olması ise insanların canının sıkılmasına neden olur. ANLAMLILIK Her uyaran, az anlamlıdan çok anlamlıya doğru uzanan bir skala üzerinde yer alır. AZ (Düşük) Anlamlı …………………………. ÇOK (Yüksek) Anlamlı Eğer bir insan bir uyarana cevap (tepki) veriyorsa, o uyaran o kişi için anlamlı demektir. Bir uyaran ne kadar çok anlamlı ise, o kadar çok içsel ve dışsal tepkiye (cevaba) yol açar. Gefarlich: Eğer Almanca biliyorsanız, anlamı “tehlikeli” olan bu kelimeye tepki verirsiniz. Eğer bilmiyorsanız vermezsiniz. *** Kaynak: Behavior Principles In Everday Life *** Psikolojiyle ilgili bu metin burada ne arıyor diyebilirsiniz, demeyiniz. İyi senaryoların neden iyi olduğunu, kötü senaryoların ise neden kötü olduğunu açıklamamızı sağlayacak çok önemli kavramlar anlatılıyor bu yazıda. Bu kavramlardan bazılarını kullanarak birkaç yazı daha yazacağım. Ondan sonra geceleri daha rahat uyuyabilirim sanırım. gezgin22013-09-20T11:57:30.243+ Çok ZOR Ama İMKANSIZ Değil Teknolojinin, uzun metrajlı bir film çekmek için gereken malzemeleri nispeten ucuz bir şekilde bağımsız filmcilere sunacak kadar gelişmiş olması, eline her kamera alanın, seyredilmeye değer bir film çekebileceği anlamına gelmiyor. Kendisine "bağımsız" diyen filmcinin, bu bağımsızlık durumunun bedeli, normalde üç dört kişinin beynini doldurabilecek bilgi ve yetenekleri kendisinde toplaması oluyor. Bir bağımsız filmcinin asgari olarak neleri bilmesi, en azından haberdar olması gerektiği ile ilgili sırasız liste aşağıda yer alıyor: 1) Senaryodan anlamalı. Ya kendisi iyi senaryo yazabilmeli, ya da bulduğu senaryoların iyi olup olmadığını doğru olarak kestirebilmeli. 2) Kameradan anlamalı. Filmini çekerken kullanacağı kameranın güçlü ve zayıf yönlerini bilmeli. 35mm adaptör kullanacaksa, bu aleti kullanabilmeli. Kameradan istediği (ya da istediğine en yakın) görüntüyü almayı başarabilmeli. 3) Işıktan anlamalı. Hangi ışığın ne tür ruh hali (duygu) yarattığını bilmeli ve sette bu tür ışıkları (set-up) kurabilmeli, kurdurabilmeli. Işık ile kamera arasındaki etkileşimi bilmeli. 4) Sesten anlamalı. Sesin, en az görüntü kadar önemli olduğunu fark etmiş olmalı. Ses kayıt konusuna en az kamera kadar önem vermeli. Çekime başlamadan önce sesle ilgili çıkabilecek bütün sorunları olabildiğince ortadan kaldırmış olmalı. Ses için mutlaka bu işten anlayan bir elemanla çalışması gerektiğinin farkında olmalı. 5) Oyuncularla çalışmayı bilmeli. Oyunculardan oyun alabilmeyi başarmalı. Onlara istediğini yaptırırken kırıcı olmamayı başarabilmeli. Ama sette son söz sahibi kendisi olmalı. Kontrolü oyunculara bırakmamalı. Ama ne zaman oyuncuyu serbest bırakması gerektiğini bilmeli.

73

6) Çekim mekanı, çeşitli özel vasıtalar vb. ayarlama konusunda başarılı olmalı. İkna kabiliyetine sahip olmalı, yoksa da bunu öğrenmeli. Ya da bu işleri yapabilecek yetenekte birilerini bulacak kadar akıllı davranabilmeli. 7) Post-prodüksiyon aşamalarını çok iyi bilmeli. Film hangi programda kurgulanacak, color correction nasıl yapılacak, müzikler nasıl olacak. Hepsi konusunda asgari bilgi sahibi olmalı ve bu işleri yapacak uzmanlara taleplerini anlamlı bir dille iletebilmeli. (Bazılarını kendisi de yapabilir: kurgu, color-correction). 8) "Sinema Dili"ni bilmeli ve bunu mümkünse yaratıcı, değilse en azından anlamlı bir biçimde kullanabilmeli. Sinema Dili'nin senaryo+oyunculuk+ışık+ses+kurgu+renk+müzik'ten oluştuğunun farkında olmalı ve bunları istediği şekilde etkileyerek anlamlı bir ürün verebilmeli. 9) Filmi bitirdikten sonra (hatta, aslında, filme başlamadan önce) tanıtımlara başlamalı. Film için güzel bir web sitesi hazırlatmalı. Filmini verebileceği dağıtımcılarla, tv kanallarıyla, DVD şirketleriyle, vb. profesyonel görüşmeler yürütebilmeli ve filmini pazarlayabilmeli. 10) Daha bir filmi bitirmeden, ikinci filmini hazırlıklarına başlamalı. Bu piyasada tek atımlık bir kurşun olmadığını göstermeli. Elinin altında en az iki senaryo daha olmalı. Daha sonraki filmlerini çekmek için yapımcılarla ön-görüşmelere başlamalı. *** Gördüğünüz üzere, film çekme işini Olimpos dağından alıp sıradan insanlara ulaştıran teknoloji, diğer konularda çok yardımcı olmuyor. Bağımsız filmcinin üzerinde yine muazzam bir yük biniyor. Ama uzun metraj film çekmek, sıradan insan için eskiden İMKANSIZ iken, şimdi sadece ÇOK ZOR. Gerisi, sizin kişiliğinize, yeteneklerinize, irade gücünüze, azminize kalmış. gezgin62013-09-10T23:09:38.424+ Farklı Düşün! Devlet dediğimiz organizasyon, yüzyıllar içerisinde büyük bir evrim geçirmiştir. Bu evrimin bir bölümü, halka daha iyi hizmet şeklinde yansırken, diğer ve önemli bir bölümü de halkın daha fazla ve daha iyi kontrol ve baskı altında tutulması şeklinde gerçekleşmiştir. Özellikle emniyet teşkilatı, vatandaşların daha iyi denetlenmesini sağlamak için, ilerleyen teknolojiyi ve organizasyonel yenilikleri çok kısa bir sürede benimsemiş, bunun sonucunda halktan gelebilecek tepkilere en etkili şekilde cevap vermeyi öğrenmiştir. Devletle bir nedenle karşı karşıya gelen insan toplulukları ise hala yüzyıllardır kullanılan "sokağa çıkma" "gösteri yapma" vb. yöntemlerden faydalanmaktadır. Geçtiğimiz yüzyıllarda (medyanın olmadığı, teknolojinin bugünkünün yüzde biri kadar gelişmediği zamanlarda) son derece etkili olan bu yöntem, artık neredeyse "çağ dışı" denebilecek bir pozisyona düşmüştür. Hedeflediği sonuçları elde edemeyen, bilakis katılımcılarına çok daha büyük sorunlar açan bir eylem biçimine dönüşmüştür. Devlet, gösterilere katılanları takip etme ve bu gösterileri yönlendirme konusunda muazzam denilebilecek olanaklara sahiptir. Facebook'tan twitter'a, e-posta'dan cep mesajlarına kadar herşeyi takip etmekte, hatta bizzat bu platformlara katılmaktadır. Bir olay olmadan önce kimlerin katılabileceğini, olayın nereye varabileceğini, vb. öngörebilmektedir. Olaylar bir kere başladıktan sonra bunlara istediği gibi tepki vermesini sağlayacak maddi olanaklara (gaz bombası, TOMA, vb.) da sahiptir. Göstericiler ise bu olanaklardan yoksundur. Zaten bu olanakların benzerlerine sahip olsalar, onlara artık gösterici değil isyancı denir. Eylemin adı da gösteriden çıkar ve "kalkışma" olur. Ki bu da çok daha sert müdahaleleri getirir. Yani göstericiler her halükarda maça üç sıfır başlarlar ve genelde sekiz sıfır mağlup bitirirler. Her gösteride daha fazla insan  yaralanır, daha fazla insan içeri alınır, daha fazla insan fişlenir. Her gösteri, insanların kuzu kuzu Emniyete gidip "Bakın ben buradayım" demesi gibidir. Onlar da size çay (tazyikli su) ve kahve (gaz) sunarlar! * Bu gösterilerin, toplumsal birkaç fonksiyonu yok değildir. Memnuniyetsiz topluluklarda biriken sinir enerjisinin deşarj olmasını sağlar. Yöneticilerin kendi amaçlarına doğru engellenemez bir biçimde ilerlerken yarattıkları ufak tefek rahatsızlıkları görmelerini ve buna göre bazı ayarlamalar yapmalarını (bazen de yapmamalarını) sağlar. En kötüsü ise, ülkenin gerçek gündeminin saptırılmasında başarılı bir 74

biçimde kullanılmalarıdır. Kafasında bir kerede sadece bir fikir taşıyabilen insanlar, nerede, ne zaman, nasıl kullanıldıklarını pek anlayamazlar. İnsanlar bir topluluk olarak bir araya geldiklerinde, ortalama zeka, "orada bulunan insanların zekasının ortalaması bölü iki" kadardır. * Bu tür eylemlerin işe yaradığı ortamlar hala vardır. 1) Bir ülkenin ekonomisinde büyük sorunlar varsa ve toplumun her katmanını aktif bir şekilde etkileyen bir kriz yaşanıyorsa.2) Ülke yöneticilerinin büyük yolsuzlukları ortaya çıkarılmışsa ve bu durum halkta bir infial yaratmışsa.3) "Büyük Güçler" o ülkenin yönetiminin gitmesine karar verdiyse ve bunu gerçekleştirmek için "düğmeye basıldıysa" Bu koşulları yerine getiren ülkelerde sokak eylemleri etkili olabilir (kesin olarak olur demiyorum). Özellikle diğer kurumların da desteği alındığı takdirde, yöneticiler halkın isteklerine kulak vermek zorunda kalabilirler. Ama bunları takmayabilirler de. Ya da birkaç kozmetik değişiklik yapıp halkı tekrar mutad eğlencelerine yönlendirebilirler (bkz. TV dizileri ve futbol). Hiçkimsenin sinir sistemi uzun süreli bir gerginliğe (bkz. Gezi Olayları) dayanamayacağı için, insanlar bir süre sonra eski uyuşuk rutinlerine döndükleri için mutlu bile olabilirler. * Bütün bunlardan "gösteri yapılmamalıdır" mesajını anlamamalısınız. Anlamanız gereken şey şu: Daha iyi, daha akıllı, daha yaratıcı gösteriler düzenlemelisiniz. Ya da gösteri ile elde etmeyi amaçladığınız sonucu farklı, 19. yüzyıldan kalmamış ve gerçekten etkili olabilecek yollardan elde etmeye çalışmalısınız. Protestonuzun sesinizi duyurması için enerjinize zekanızı ve yaratıcılığınızı da katmalısınız. Ve asla yasaların dışına çıkmamalısınız. Yasa dışına çıktığınız an, belki birkaç sivri zekalı arkadaşınız sizi alkışlar ama etkilemeye çalıştığınız halkın nezdinde bütün meşruiyetinizi kaybedersiniz. gezgin02013-09-10T14:57:32.009+ Göstere Göstere! Gösteri mantığı şudur: Gösteri yapacağın yere gidersin. Diğer insanlarla buluşursun. Elinizde pankartlar vb. vardır. Bir miktar bağırır çağırırsın. Belki bir yerden bir yere yürürsün bu sırada. Sonra da dağılırsın. Sesini duyurmanın, içindeki öfkeyi boşaltmanın rahatlığı ile akşam eve dönersin. Bu sırada yasaları çiğneyecek hiçbir şey yapmamaya özen gösterirsin. Çevrendeki insanlara ve eşyalara zarar vermezsin. Tek amacın, belirli bir fikri savunan insanlar grubuyla, çevredekilere kabul edilebilir düzeyde rahatsızlık vererek dikkatlerini çekmektir. (Grevlerin amacı da budur temelde: kabul edilebilir düzeyde rahatsızlık vermek). Ama bu ülke, ta Osmanlıdan ve hatta daha öncesinden gelen geleneklerinden dolayı, bu tür eylemlerden pek hazzetmez. Yöneticiler de hazzetmez, aynı fikirde olmayanlar da. Bizdeki (Osmanlı'dan bahsediyorum) sokak toplantıları genelde birinin kellesini almak için yapılır. Herhalde bundan mütevellit, devlet bu tür gösterilere karşı aşırı allerjiktir. Öyle böyle değil. Yöneticilerimizin bilinç altına sinmiş "Şunun kellesini isteruk" korkusu, onları en masum eylemlerde bile en acımasız müdahalelerde bulunmaya iter. Oysa bırak değil mi?! Adamı rahat bırak. Bırak bağırsın, çağırsın, derdini söylesin. Ben buradayım desin. O da biliyor bir eylemle hükümetin değişmeyeceğini. Hatta öfkesinin bir nedeni de bu: hep yenilen, hep ezilen tarafta olmak. Bari sesi çıksın adamın. Dokunma. Sadece yanında dur, taşkınlıkları engellemek için. Hatta korumak için. Bir de sen saldırma ona. O senin vatandaşın. Senin çalıştığın kurumun varlık nedeni olan halkın bir parçası, hatta kendisi. Ama bizde demokrasi, çoğunluğun azınlığı ezmesini engelleyen rejim olarak değil, çoğunluğun azınlığı ezdiği rejim olarak anlaşılıyor. Eh, kafasını 1400 yıl öncesinin felsefesiyle doldurmuş bir insandan, AngloSakson tarzı demokrasiyi sindirmesini bekleyemeyiz değil mi?! Muhalefet, demokrasilerdeki en önemli unsurdur. Olmazsa olmazıdır demokrasilerin. Bünyenin (vatanın, milletin, ruhumuzun) sağlığının teminatıdır muhalefetin varlığı ve işlevselliği. İşte bizde demokrasi, bu muhalefeti yok etmek için kullanılan bir araç haline getirilmiş durumda. Devlet, elindeki her türlü imkanı (her türlü bakanlığı, devlet kurumunu - eğitim, sağlık, vergi dairesi, ordu, vb.-) muhalefeti etkisizleştirmek, uzun vadede de yok etmek için kullanıyor. Sonra da buna "ileri demokrasi" 75

diyor. (Bazı "okumuş"ların bunlara inanmış olması, benim insan zekasına, karakterine, eğitimin önemine ve entellektüelliğe duyduğum bütün inancı yıkmış bir durumdur). İğneyi biraz da kendimize batıralım: Devlet'in muhalefete, muhalif fikirlere nasıl yaklaştığını biliyoruz. Bizzat yaşıyoruz ya da TV'den, internetten takip ediyoruz. Hiç acımıyor. Nasıl bir devletse bu, kendi insanına ezici, yok edici, öldürücü güç kullanırken, bir gram vicdan sergilemiyor. Bunu yapabilmeleri için gerçekten de beyinlerinin çok iyi yıkanmış ya da vicdanlarının "uninstall" edilmiş olması gerekiyor. Acı, ama gerçek bu! E benim güzel kardeşim. Karşında neredeyse Terminatör'den daha tehlikeli bir grup var. Sen de bunu biliyorsun. Biliyorsun ki acımayacak. Biliyorsun ki kafana gözüne sıkacak o gaz bombasını. Biliyorsun ki sırtında kırmaya çalışacak o copu! Bunun alternatifi yok. (Sadece kendi taraftalarında uyanan bir vicdanı var bunların. Onların gösterilerindeki insancıllıkları, göz yaşartıyor). Peki ne arıyorsun orada?! Ne bekliyorsun? Bu sefer farklı davranmalarını mı? Neden farklı davransınlar ki? Ne değişti? NE DEĞİŞTİ? Hiçbir şey. "Bu kez mermi belki beynime saplanmaz, kafatasıma beş milim kala havada durur kendiliğinden" diye mi düşünüyorsun? Böyle bir mucizeyi ummanı sağlayan şey ne? Aşırı iyimserliğin mi? Gençliğin mi? Saflığın mı? Durmuyor işte mermi. Durmuyor! Olan, sadece anana, babana, kardeşlerine oluyor. Kalanlar senin üzerinden politikalarını daha da yoğunlaştırıyorlar. Onlara biraz daha güçlü politika yapmaları için malzeme oluyor körpe bedenin. Senin hayallerin ve planların ise, artık uzak bir anı haline geliyor, bir anda. Seni o gösteriye katılmaya teşvik edenler, "Gel çok eğleneceğiz" diyenler, ya da "Onlara gününü göstereceğiz" diyenler, ya da "Devrimi buradan başlatacağız" diyenler, birkaç gün ağlıyor, sızlanıyor, senin fotoğraflarının altına anlamsız sloganlar yazıp bunların facebook'ta paylaşıyor, paylaşanları "like" ediyor. Sonra... unutuyorlar. Fener maçı giriyor araya! 12 Eylül'den önce ve hemen sonra da özellikle solcuların abileri yapardı bunu. Gencecik ruhların bedenlerini öne sürer, kullanıldıklarını anlayacak tecrübeden uzak bu insanları, kendi politik egolarını tatmin etmek için kullanırlardı. Onlarca seneyi, hiç gelmeyecek bir devrimi beklemekle geçirdiler hapislerde. Devrim bekliyorlardı, darbe oldu. Zincirlerinden kurtulmayı bekliyorlardı, işkencelerden geçtiler. Sadece kendilerinin değil, bütün ailelerinin hayatı karardı. Nice hayaller, nice güzel günler, var olamadan  yokluğa karıştı. *** Bir daha bir gösteriye gitmeden önce, neyi başarmayı umduğunuzu tekrar gözden geçirin. Başka ülkeleri bilmem ama bu ülkede gösteri yapılarak kalıcı hiçbir değişiklik elde edilmemiştir. Körpecik hayatınız, birkaç dangalağın facebook sayfasında, kötü bir sloganla ("Unutturmayacağız!" ya da "O Ölmedi, Yaşıyor" gibi birşey olur bu genelde) birleştirilmiş vesikalık fotoğrafınızın "like" edilmesine meze olmasın. İnsanları bu sonuçsuz gösterilere teşvik ederken de, yazdığınız her kelimenin, o gencecik hayatın bitirilişine bir byte bile olsuna katkıda bulunduğunu unutmayın. gezgin02013-09-07T00:54:03.272+ Sessiz Memleket Bir süredir yeni yazı yok. Çünkü içimden yazmak gelmiyor. (Blog yazarlığının iyi tarafı bu işte, kimseye hesap vermek zorunda değilsin.) Çünkü savaş kapımızdayken, herhangi bir senaryo analizi yapmak ya da dramatik çatışma tüyosu vermek, anlamlı gelmiyor. Çatışmanın Allah'ı kapımızda. Bundan birkaç sene önce yazmıştım: Türkiye, böyle yöneticileri başına getirmenin ve başında tutmanın bedelini ödeyecektir, diye. Aklı, mantığı ve bilimsel düşünceyi değil de dini duyguları ve çıkar hesaplarını göz önünde bulunduran insanları yönetici yapmanın, elbette bir bedeli olacaktır. Ama işin kötü tarafı, bu bedeli sadece bu son padişahı ve divânını başımıza getirenler değil, hep beraber ödeyeceğiz. Beş on yıl ekonomiyi biraz istikrarlı tuttu diye yere göğe koyamadıkları baş yönetici, gencecik Türk çocuklarını cepheye sürünce ve körpecik fidanlar, hayatlarının baharında koparılınca bakalım ne diyecekler?

76

Birşey söyleyeyim mi: birşey demeyecekler! Vicdanlarının sınırını çıkarları ile çizmiş olanlar, masumların aç kalmasını ve hatta ölmesini umursamazlar. Geride sadece analar ağlar. Ateş düştüğü yeri yakar. Bir toplu histeriye dönmüş geri zekalılığımıza iyice gaz döken medya da bundan on beş yirmi yıl sonra öz eleştiri yapar - "Ama n'apalım?! Herkes öyle yapıyordu?!" diye. Sanki bir yanlışı herkesin yapmasının o yanlışı mazur gösterdiği herhangi bir etik ve ahlaki kural varmış gibi. Satılmış medya, onu satın almış dönek sermaye, tırsmış üniversiteler, pıstırılmış ordu, sadece üç beş ağaç için yaygarayı koparan beyaz Türkler... Memleketteki sessizliğe şaşmamak gerek. Zeka, dirayet, cesaret, basiret, buralardan göçeli çok olmuş. Çakalların ve sırtlanların ulumasından başka birşey yok gece karanlığında. Bakalım, gün ne zaman ağaracak?! gezgin02013-08-18T02:31:57.223+ Aydınlık ve Karanlık Türklerin Müslümanlığı başkadır, Arapların Müslümanlığı başkadır, Kur'an'da yazan Müslümanlık başkadır. Kur'an'ı okumuş, azıcık da Ortadoğu ve Türk tarihi bilen herkes bunun farkındadır. Ama gel gör ki okumayan ve görgüsüz Türk gençleri bunların farkında değildir. Türklerin Müslümanlığında (günlük hayattaki pratikte) çok büyük bir Tasavvuf etkisi vardır. Özellikle Mevleviliğin ve Bektaşiliğin yumuşatıcı etkisi, Türkleri Müslümanlığı dünya üzerinde belki de en doğru yaşayan toplum haline getirmiştir. (Arada bir ortaya çıkan meczup grupları kastetmiyorum.) Arapların Müslümanlığı 10-11. yy'da zirvesine ulaşmıştır. (Endülüs, vb.) Ondan sonra da Ortadoğu'yu biz devralıdk :). Yaklaşık bin yıl Türkler İslam dinine mensup en ileri (hem bilimsel, hem de kültürel, hem de askeri açıdan) millet olmuştur. Hayatın çok katı kurallara sığmayacağını çok iyi anladıkları için İslam'ın sivri köşelerini yumuşatmış, insanlara hem bu hayatı, hem de öbür hayatı dolu dolu yaşamayı öneren bir versiyon ortaya koymuşlardır. (Bunu bilerek, düşünerek yaptıklarını sanmıyorum. Orta Asya'nın bozkırlarından bu münbit ve ılıman ilkime gelen bu ırkın, böyle birşey yapmasına şaşmamak lazım. Orta Asya'nın sert ikliminden Akdeniz-Ege kıyılarının muazzamn güzelliğine ulaşan bir milletin, katı bir inanç sistemine bağlı kalması düşünülemez. İstanbul Boğazı'nın sırtlarından Boğaz'ın serin sularını seyreden biri ile Allah'ın çölünün sıcağında kavrulan biri, hayata karşı aynı bakış açısına sahip olamaz.). Bugün ülkemizde yaşanan toplumsal ve siyasi sorunların kökeninde, kendi toplumunun geliştirdiği İslam versiyonunu reddedip, çöl Arabının versiyonunu benimseyen bir grubun iktidara gelmesi ve toplumun geri kalanını da kendine benzetmeye çalışması (kendi inancına yakın olanları çeşitli yollarla -ihaleler, vb.zenginleştirmesi, yurtlar-vakıflar vb. ile bu tür insanların yetiştirilmesine olanak sağlaması) yatıyor. E, bu adamlar gökten inmediler - çoğu imam hatip liselerinden yetişti, ya da Cumhuriyet'in tüm çabalarına karşın gücünü kıramadığı tarikatlarden geldiler. Bu insanlar da bu kurumlarda İslam'ın Türk versiyonunu değil de Arap versiyonunu öğrendiler. Windows 8 (Cumhuriyet) kullanan bir bilgisayara, Windows 3.1 (Şeriat) kurmaya çalışıyorlar, sıkıntı burada. Toplumun Windows 8'e alışmış kesimi de buna tepki veriyor doğal olarak. Ama eski versiyonun kurulumuna itiraz eden grup, itirazını ortaya koyarken diğer kesime karşı da büyük bir anlayışsızlık gösteriyor. Halkın büyük bir bölümü hala Arap Müslümanlığına geçmemişken (çoğu hala gri bölgede), hepsini göz ardı eden, küçümseyen, yer yer de aşağılayan tavır ve beyanlarda bulunuyor. E, tahmin edersiniz ki bu da herhangi bir çözüm üretmekten çok çatışmayı daha da artırıyor. Zira bu durumun çözümü, karşı tarafı (Arap Müslümanlığını savunanları ve onlara sempati duyanları) en sert şekilde eleştirme ve aşağılamak değil?! Çözüm? Evet, doğru bildiniz: Eğitim. Ama bu sadece aydın yeni kuşakların yetiştirilmesini sağlayacak bir eğitim değil. Aynı zamanda kendisine "aydın" diyen fakat toplumun geri kalanından ekonomik ve sosyal olarak kopmuş insanların da eğitimi. Sırtından para kazandıkları büyük toplulukları aşağılamaktan vazgeçmelerini, onları anlamalarını sağlamak gerekiyor. Medya ve kültürel emperyalizm yoluyla kendi toplumlarından koparılmadan önceki hallerine dönmeleri gerekiyor - en azından zihinsel olarak.

77

Zira karşınızda düşmanınız yok. Sizin öz be öz kendi milletiniz var. Bu savaş, karşı tarafı yok etme savaşı değil, onları aydınlatarak zihinlerindeki ve kalplerindeki karanlıkları ortadan kaldırma savaşı. Bunu unutursanız, kaybetmeye mahkum olursunuz. gezgin02013-08-17T00:35:54.867+ Sanat Böyle Birşey! gezgin02013-08-13T17:34:57.824+ Baskı Yok, Sansür Yok! Şu sözlere bakın: "Sürekli ‘AK Parti baskı yapıyor’ diyorlar. Ama ben bu baskıyı hissetmiyorum." Kaynak, burası. "Türkiye'de sansür var mı sorusuna, "Türkiye'de bir sansür olduğunu söyleyemem." şeklinde cevap veren ünlü yönetmen, "Herkes istediği şeyi filme çekebiliyor dedi." Kaynak, burası. Bunları iktidar yanlısı yalakalar söylese, gülüp geçerim. Ama söyleyenlere bakınca (ilk söz Kutluğ Ataman'a, ikincisi de Nuri Bilge Ceylan'a ait) "Acaba" diyorum "ben mi yoksa onlar mı alternatif evrende yaşıyor?" Kutluğ Ataman'ın, Koç Grubu'ndan alacağı büyük bir paradan mahrum kaldığını, yukarıda bahsi geçen kaynaktan öğreniyoruz. NBC ise hem hem de Eurimages'dan (450 bin Avro) büyük paralar almış durumda, son filmi için. Sanatın neden bağımsız olması gerektiğini anladınız mı? Neden sadece senaryo yazmayı öğrenmekle kalmayıp kamera, lens, ışık, ses, oyunculuk ve post prodüksiyon öğrenmenmeniz gerektiğini anladınız mı? Aksi takdirde birilerine mahkum oluyor, birilerine gebe kalıyor, sonra da "gavurun ekmeğini yiyip gavurun kılıncını çalıyorsunuz". Hiç kimse size bağımsızlığın kolay birşey olduğunu söylemedi! gezgin02013-08-13T05:26:35.342+ Senarist Böyle Onurlandırılır: Coppola'nın John Milius Röportajı "Apocalypse Now" filmini bilmiyorsanız, sinema işinde pek derin değilsiniz demektir. Coppola'nın bu filmi, kendi öz niteliği kadar, çekim aşamasında yaşananlarla da ün kazanmıştı 70'lerde (bkz. "Hearts of Darkness"). Aşağıdaki videoda (İngilizce) Coppola, filmin senaristi John Milius ile bir röportaj yapmış. Yıl 2010, yer Napa, California. John Milius, hikayenin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili (bazılarını yönetmenin bile bilmediği) şeyler anlatıyor. Örneğin "Apocalypse Now" adının nereden geldiğini. Senaristlerin (film senaristlerinin) ülkemizde ne kadar ikinci planda kaldığını düşünürsek, Coppola'nın Sezar'ın hakkını Sezar'a vermesinin önemi daha iyi anlaşılır. Darısı, bizim (film) senaristlerin başına! gezgin02013-08-10T03:20:20.694+ Ses Körlüğü! Müzik dinlemek istediğinizde ne yaparsınız? Müzik setinizi açarsınız, ya da kulaklığınızı telefonunuza / MP3 çalarınıza bağlarsınız. Video klip denen şey, beynindeki muazzam boşluğu doldurmak için görüntülere ihtiyaç duyan ergenlerin işidir, ne yazık ki. Hiçbir aklı başında yetişkin, bir defadan fazla (o da genelde merak için) bir müziğin klibini seyretmez. Klip ne kadar güzel olsa da.) Bunun amacı, müziği, hitap ettiği duyunuzla deneyimlemektir. Bunu engelleyecek herşey, dikkati dağıtmaktan başka bir işe yaramaz. ***

78

Size şöyle bir şey denemenizi istiyorum. Sevdiğiniz ve bildiğiniz bir filmi açın. İster TV'de ister bilgisayarınızda / tabletinizde vb. Ve sesi sonuna kadar KISIN! Filmi beş on dakika (ya da daha uzun bir süre) böyle izleyin! En başta size acayip gelebilir. Ama bir süre sonra acayip bir zevk almaya başlayacaksınız. Sesin (ve diyalogların) çeldirici çağrısı olmadan, zihninizin tamamı görüntülere, ışığa, kurguya, oyunculuğa, kamera açılarına ve hareketlerine, çekim ölçeklerine odaklanır. İşte görüntü yönetmenleri ve kurgucular ve renkçiler ve efektçiler filmi böyle izlerler. Böyle görüp böyle yaratırlar. Deneyin, en başta çok acayip gelecek, ama bu acaiplik safhasını atlatınca, buna fena alışacaksınız. gezgin02013-08-09T23:27:33.151+ Bayram Şekeri Niyetine : SENARYO YAZARKEN Aşağıda, yıllar içerisinde (toplam dört yıl - 2010 ila 2013) senaryo yazarken kendime hatırlatıcı olarak yazdığım notlar var. Umarım işinize yararlar. Kimileri çok kişisel. Onları görmezden gelebilirsiniz. Bunlar da kesin kurallar değil zaten. Hatta kendime önerdiğim şeylerin yüzde yüz aksini yaparak bazı şeyleri çözmüşlüğüm de vardır. Ama aşağıdaki yazılarda bazı temaların sık sık tekrarlandığını göreceksiniz. Kendinizi benzer durumlarda bulursanız, çözüm aşağıdakilerden biri olabilir. (İngilizce tabir ve cümleler için kusura bakmayın. Ukalalık olsun diye yazmadım. O an öyle geldi.) SENARYO YAZARKEN Senaryo yazmanın rasyonel akılla hiçbir alakası yok. Hatta senaryoya fikir bulurken, zihninin kelime modunda çalışmaması gerekiyor. Tamamen gevşemiş bir halde iken zihnine, içinde elektrik ve heyecan ve yaratıcılık olan fikirler geliyorsa, o zaman gerçekten de yazıyorsun demektir. Bunun dışındaki her türlü yazma çabası boşuna, hatta zararlıdır. Yapman gereken zihni o hale getirmek, sonra da kendini hiç zorlamadan çeşitli olasılıklarla oynamak. Bazen bunlardan bir tanesi seni çok heyecanlandıran bir şeyi doğurabilir. Ama genelde bu gibi fikirler paket halinde gelir. Yani hepsi bellidir. Aşırı gevşemeyi ve zorlamadan beklemeyi becermelisin. *** Senaryo yazarken - hangi hikayenin olacağından tut da, hangi sahnenin konulacagina kadar karar verirken kullanılan tek kıstas, bunların kalbinde / yüreğinde sağlam bir yerinin olup olmadığı ve icine tamamen sinip sinmedigi. Bazı sahneler ve olay örgüleri ve karakterler çok hoş olabilir ama hikayeye ve icine sinmiyorsa, atılmalıdır. Heyecan vermiyorsa, bir yerde yanlış yola saptın demektir. Heyecanlı olduğu versiyona dön. *** Senaryo yazarken - Tıkanıklığın nedeni, herseyi kafanın içnde çözmeye çalışman olabilir. Overthink ettigin bir hikayeyi, seçenekleri (alternatifleri) teker teker yazarak elemek suretiyle aktive edebilirsin. Ama en iyi yöntemlerden biri de emin olmadigin alanla ilgili araştırma yapmak. *** Senaryo yazarken - Bazen bir konuda çok fazla fikir üretiyorsun. Sonra bunları beğenmeyip baskalarını üretmeye çalışıyorsun. Ama üretemiyorsun. Bunun nedeni, halihazirda üretmiş oldugun fikirlerden birinin, bilinçaltının en iyi fikri olması (yani bilinçaltının aslında sana verecek başka birşeyinin olmaması) ama senin bunu fark etmemen. *** Senaryo yazarken: bir hikayeyi bir süre düşündükten sonra, birçok konu ile ilgili karar, sadece iki seçeneğe inmiş oluyor. Yani yazar olarak yapman gereken, kendi bulduğun iki seçenekten birini secmek, o kadar. Bu noktada çok yaratıcı olmaya da gerek yok. Sadece iç sesine danışarak/dayanarak doğru seçeneği bulman gerekiyor. ***

79

Senaryo Yazarken - Senaryo yazmanın en eğlenceli tarafı, sahneleri yazmaktır. Ama sahneleri yazmanın en eğlenceli tarafı, her sahne için bir / birkaç çatışmalı durum bulmaktır. Yani sahne yazmak demek, çatışmalı durum yazmak demektir. Bütün bilgiler bu çatışmalı durum üzerinden verilir. Aksi takdirde, bilgilerin diyalogla verilmesi, sadece sıkıntıya davet çıkarır. ... Bilginin bu şekilde bir challenge veya conflict üzerinden verilmesi, her zaman çok daha iyidir. *** ENNN ÖNEMLİ SENARYO KURALI Sanirim bir numarali senaryo yazma kurali şu olmalı: eğer bir yerde iki günden fazla takılı kalırsan, geri basmalı ve son eklediğin (muhtemelen tıkanmaya da o yol aciyordur zaten) sahneleri cikarmalisin. Bu sahne ne kadar doğru ve ne kadar gerekli görünürse gorunsun. Your block might be that "you have put" something in that should not be there. Neden iki gün? İlk günde enerjini toplamak için dinleniyor olabilirsin ikinci günde de (eğer asiri yorulmuşsan) bilinçaltı enerji biriktiriyor olabilir. Ama üçüncü gun hala yazamiyorsan sorun var demektir. Acil durumlarda bu süre kisaltilabilir. İkinci kural da sanırım belirli bir konu olmadan insanın yaratıcı olamayacağı. Yani zihnin odağına belirli bir konuyu koymadan o konuda yaratıcı bir çözüm üretmek imkansizdir. *** "Hoşlandığım seyler" moduna girmek gerekiyor yaratıci birseyler yapmadan once. Yani yaratilan ve yaratilacak seyler yaratanin hosuna giden seyler olmali. *** Bir konuda yaratıcı fikir uretebilmek için o konuyu zihninde "gündeme" almak gerekiyor. *** Takıldığını fark etmelisin. Bazen fark etmiyorsun. Bu da sana zaman ve enerji kaybettiriyor. *** Relax, it never comes from pushing. *** Alpha (theta) wave mode You need to get your brain into the alpha (theta) brain wave mode. Beta waves do not help your creativity. *** It also helps to stimulate your thinking from the inside and rarely from outside (magazines). Trying different ideas unjudgmentally is helpful. Still the process must be driven by your creativevly aroused subconscious. This is very important. You must somehow get into the "alpha" brainwave state. *** SENARYO YAZARKEN: Hikaye ilerlemiyorsa, mutlaka mevcut halinde değiştirilmesi ya da eklenmesi gereken birsey vardır. Aktif olarak bunu denemelisin: ekle, çıkar, değiştir. ***

80

Senaryo yazarken herseyi aynı anda yapmaya calışma. Plot, karakterler vb. uzerinde ayrı ayrı dur. *** ... Yani demem o ki, heyecan duymadığın senaryoyu ya da fikri yazmak zor / imkansız. Ayrıca, acele etme, gelmiyorsa paniğe kapılma, sadece konsantre ol. Eğer yeterince uzun odaklanırsa birsey mutlaka geliyor. Paniğe kapılma. Konsantre olmak demek, zihninin lazer gibi keskin olması demek değil. Zihninin hep o civarda olması, kokuları, mekanları, insanları vb. Düşünmesi demek. Sen bunlarla oyalan, fikirler gelir zaten. *** Senaryo yazarken: En sık yapılan hatalardan biri, bir fikri kafanda fazla taşımak. O fikri kafanda taşıdığında tam olarak ne tepki vereceğini, fikrin sana uygun olup olmadigini bilemiyorsun. Oysa fikri yazarsan, tepkin (olumlu ya da olumsuz) belli olur, kabul ya da red edersin. Bir de yazarak tartışma yöntemi var. Yani "su söyle olsa nasıl olur, bu böyle olursa su iyi olmaz" gibi iç tartışmalar daha faydalı, kafanda dolandirmaktan. *** Senaryo yazarken : "zorunlu sahneler" ya da "olmasını istediğim sahneleri" de yaz onceden ki olaylar o tarafa doğru akar. *** Sevmediğin bir kahramanı yazamazsın. En kötü karakterde bile sevdigin ya da nefret ettigin birsey olmalı. Yan karakterleri sevmek zorunda degilsin. Ama bas karakteri sevmeli, temel duygusunu onemli olcude paylaşmalisin. *** Senaryo yazarken: eğer zihnin "doğru" sahneyi bulma konusuna odaklanmış bir "mod"da ise (yani kasilip kaldıysa) yaratıcı birseyler yazmam imkansız. Zihnini gevsetmeli ve yeni, ilginç, siradisi fikirlere açık hale getirmelisin. Bunun icin, "eyvah, fikir bulamayacağım" korkusundan da kurtulmak gerekiyor. Zira ancak serbest kalınca zihin fikirler buluyor. Bu iki mod arasındaki fark, açık el ile yumruk halinde sıkılmış el kadar bariz. Bir de bu modda iken, zihni zorlamamak gerekiyor. Yani "doğru" olduğunu düşündüğün ama icine sinmeyin sahneyi zorla hikayeye koymamalısın. Yaratıcılık akışını en çok bu bozuyor. Her türlü ön fikri bir kenara koyarsan yaratıcı fikirler akmaya başlıyor. *** YAZMANIN TEK KURALI Yazmanın tek kuralı vardır. O da içinde, kalbinde, belirli bir miktarda, hatta çok miktarda enerjisi olan, seni bir şekilde heyecanlandıran fikirleri yazmaktır. Bunun dışındaki hiçbir şeyi de yazmamaktır. Yazamazsın zaten. Ama önemli olan, içinde bu bir şeylerin coştuğu, kıpırdadığı, yazılmayı hak ettiğini sana hissettirdiği hali hatırlamak. Yazmanın tek kuralı, tek yolu var: içinde kıpırdayan, kalbini hoplatan şeyler yazmak. Write what excites you. Bunun tersi de, yani bunu yapmamanın sonucu da “Your block might be that you are trying to force something in that should not be there!” Ama buna bakarak harekete geçilmez. Ne kadar doğru olursa olsun, yazmama halinin nedenini anlatan bir bilgi seni yazmaya sevk etmez. Önemli olan, seni yazmaya sevk eden bilgi. Ve onu hatırlatan. Seni heyecanlandıran, aklını değil de gönlünü (bilinçaltını) coşturan şeyi yazmalısın. 81

Başka bir şeyi değil. *** 1) Lower your standards and keep writing. 2) Her sahnede şunları sor: bu sahnenin amacı ne, karakterlerin amacı ne, karakterlerin tavrı ne, çatışma nerede? 3) Her sahnede ilginç birsey. 4) Her sahnede çatışma 5) Hikayeyi kartlar üzerinde bitirmeden yazmaya başlama. 6) Sevdigin karakterler hakkında yaz. *** Senaryo yazarken - Spesifik Ol Muğlak fikirleri (Story Cloud!) kafanda dolaştırıp ilginç fikirler gelmesini beklemek yerine, hikayenin bir yönünü (karakter, olay örgüsü) ele alıp onun üzerinde (kağıt üzerinde) oynayarak bazı şeyler bulabilirsin. Doğru ve spesifik sorular sormak genelde en hızlı ilerlemeyi sağlar. "Şunu istiyorum, nasıl oraya gidebilirim" gibi yaklaşımlar da işe yarar. *** Senaryo Yazarken - Yine Karakter Hep aynı şey oluyor. İlginç bir durum ve belli belirsiz bir plot yakalıyorsun. Ama karakterleri detaylı olarak ele almadığın için, karakterler plota tam olarak oturmuyor. Sahneler de bu nedenle motivasyonsuz ya da zayıf motivasyonlu oluyor ve akmıyor. Herkes sadece plot'a hizmet eder gibi bir hal oluşuyor. Diyaloglar da sadece işlevsel oluyor, canlı, ruhlu, kanlı olmuyor. Bunun için en önemli karakterlerin geri planını iyi geliştirmelisin. Bunlar senin için neredeyse birer insan haline gelene kadar arka planlarına olay ve özellik koymalısın. Travmasız insan olmaz. Ama herkesin travmaya verdiği tepki farklıdır. Ve bu tepkilerin bütününden oluşan karakteri, sahnelerde ve diyaloglarda açıkça görmeliyiz. Aksi takdirde BG oluşturmanın da bir anlamı olmaz. Go back to character. Ana karakterlerin genel tavrını beğenmesen bile onları sevmen gerektiğini biliyorsun. Aksi takdirde hiçbir şey yazamazsın onlarla ilgili. *** Senaryo Yazarken - Not this hard Senaryo yazmak bu kadar zor olmamalı. Yani bu kadar zorlama, bekleme, deneme yanılma, fikir gelmemesi, vb. oluyorsa, ya yanlış hikayedesin, ya da kendini fazla zorluyorsun. *** Senaryo yazarken: one can ruin a beautiful scene by over-thinking it. You have to write what excites you and what you strongly feel right. It may not feel as right as it did later, but you have to trust your previous gut and keep it. *** Senaryo yazarken - bir fikri kalbinde tut. Uymuyorsa at, uyanı bulana kadar dene. *** Senaryo Yazarken 82

Bunun bir yöntemi olmalı: 1) Çalışılacak konuyu seç: kızın tanıtılması, araştırmanın ilk aşamaları, vb. 2) Amacı ve ne istediğini belirle: Kızın ilginç bir biçimde tanıtılması. Bu sahnede / sekansta kızın şu özelliklerini tanıtan olay bulmak istiyorum. 2) Brainstorm / Eskileri dene / Benzerlerine bak (başka filmlere ve kendi hikayelerine) 3) Birini ya da birkaçını seç ve demlendir. İçine sinip sinmediğine bak. Sleep over it. 4) Uyuyorsa devam, uymuyorsa (your block might be that...) 2 ve 3'ü tekrarla 5) Solution is in the environment: Bir sahneden diğerine geçişte kullanabileceğin en yaratıcı ve en mantıklı yol genelde son sahne(ler)deki bir olay, kişi, nesne, mekan vb.dir. 6) Bazı şeylerin temelini attıktan sonra (aslında en başta bile) "mantıken neyin yapılması gerektiği" bellidir. Bir sonraki mantıksal adım bellidir. Ama her zaman onu seçmemek gerekir. Mantıklı adım çok nadiren ilginçtir. Bazen tam zıddını yapmak, bazen de tamamen yepyeni ve yaratıcı birşey bulmak gerekir. Ama bunlara ulaşmak için de mantıklı olanı bilmek gerekir. 7) Reverse engineering: "Buraya şunu anlatan bir sahne lazım" deyip sonra bu sahnenin içeriğini bulmak. 8) Eğer yeni ve enerjili senaryo fikri gelmiyorsa, bunun nedeni, geçmişte gelen fikirlerin hakkını vermemen (not honor past stories) olabilir. *** Senaryo yazarken, kendi kafanda önceden kurduğun bazı şeylere uygun fikirler gelmesini bekleme boşuna beklersin. Yapman gereken, genel durumu seçmek, sonra da o duruma uygun fikirlerin gelmesine açık olmaktır. Fikirler senin beklentilerine uygun olmayacaktır - Allah'tan! Zira beklentilerine uygun gelirlerse yaratıcı olmazlar, kuru olurlar. Bunun yerine durumun içerdiği potansiyele ve yaratıcı seçeneklere açık olmalısın. Senin kafandakinden tamamen farklı bir yöne doğru gitse bile fikrin peşine takılmalısın. Zira senin görevin bu. Ve emin ol, fikirler geliyor. Sadece onları dayatmaya çalışma. Onlara açık ol, ve peşlerinden git. Bilinçaltın senden birkaç kat daha akkılı. *** Sahneye girdiğinde, kafandaki bütün ön fikirlerden, herşeyden arınmalısın. Her türlü ön fikir, sahnenin yaratıcı akışını engeller. Sen sadece durumu yarat. Daha önceden beğendiğin unsurlardan acımasızca kurtulmaya da hazır ol. Aksi takdirde yaratıcı değil, ancak eksik tamamlayıcı olursun. Eğer daha öncesinde TAM olsaydı, zaten ikinci kez başına oturman gerekmezdi. Tarafsız, ön yargısız, ön fikirsiz ol. Kendine güven. Cevaplar gelecektir. Geliyor. *** Senaryo yazmanın kuralı şudur: Eğer kalbinde, göğüs kafesinde, sanki büyük bir sırrı ya da önemli bir duyguyu açıklayacakmışsın gibi bir his yoksa, o sahneyi yazma. O sahnenin yazılacak yeterli materyali yoktur demektir. Peki bunu ne sağlar? Birincisi, o sahnedeki karakterleri ve motivasyonlarını tanımak. Yani o karakterlerin en azından birkaç sayfalık biyografisini yazmış olmalısın. Bunu yaptığın zamanlarda hep güzel işler çıktı. Ama karakterleri yazmadığında, hep yüzeysel birşeylerle boğuştun Biyografi yazmak zahmetli de olsa karakterlere "varlık" (vücut) kazandırıyor. Dış mmotivasyonlarını ("elması ele geçirmek"), iç ihtiyaçlarını ("babasının saygısını kazanmak") buluyorsun. Böylece hangi sahnede neden var olduklarını ve nasıl davranacaklarını biliyorsun. 83

Ama belki de bunun kadar önemli olan bir başka şey, o sahnenin o hikayenin ilerleyişindeki işlevi bilmek. "Bu sahnenin amacı..." cümlesini anlamlı bir biçimde tamamlayabilmek. Mümkünse birden fazla işlev vermek, her zaman daha etkilidir. Yani bir sahne hem hikayedeki bir olayı ilerletebilir, hem de kahramanlardan biri hakkında fazladan bilgi verebilir. Her sahne mutlaka biraz eksik bitmeli ve sonraki sahneler ile ilgili beklenti yaratmalı. "Peki bundan sonra ne olacak" diye sordurmalı. Üçüncü şey, hikayeyi sinopsis olarak bitirdikten sonra, kartlarla (sahne kartları) yazmak. Bunu yapmazsan, hikayeyi sonrada yapbozla toplamak zorunda kalıyorsun ki bu apayrı bir işkence. Sahneleri kartlara yazmayıp perdelere ayırmadan da yapabileceğini sandın. Ama yanıldın. İşin süresi ve zahmeti belki de üç katına çıktı. Yapman gereken en önemli şeylerden biri de, kahramanlarını asgari olarak sevmen. Ana karakterleri mutlaka sevmelisin. Sevdiğin özellikleri, sevmediklerinden daha fazla olmalı ki onlarla vakit geçirmekten hoşlanasın. Kendi olmak istediğin kişiler olabilirler, ya da tanıdığın hoş kişiler olabilirler. Fark etmez. Ama onların sevdiğin özellikleri sevmediklerinden daha fazla olmalı. Aksi takdirde hayatta masa başına oturamazsın. Bilinçaltın sevmediğin insanlarla vakit geçirmene izin vermez. Her sahnede bir sorun, çözülmesi gereken bir mesele olmalı. Karakterlerin de bu sorunla ilgili, birbirlerininkiyle çatışan motivasyonları olmalı. Bu çözüm de ilginç ve yaratıcı ve ŞAŞIRTICI bir biçimde elde edilmeli. Aksi takdirde kim niye bu filmi seyretsin. Her sahnede asgari üç kişi bulundurmak (zorunlu ikili sahneler dışında) iyi fikirdir. Diyaloglara zenginlik katar. Kahramanlar kendi içlerinden gelen engellerle, birbirlerinin yarattığı engellerle, ya da dış dünyanın engelleriyle mücadele edebilirler. *** Günde sadece bir buçuk sayfa senaryo yazmak, gercekçi bir hedef gibi gorunuyor. Yine de en büyük sorunlardan biri, masa başına oturamamak. Distraction'ları en alt seviyeye indirmek gerekiyor. Bunun için de 1) çalışma ortamının yeterince düzenli olması 2) yeterince yemek yemiş ve uyku uyumuş olmak 3) ve yazilacak sahne hakkında birşeylere karar vermiş olmak gerekiyor. El altında internetin ve izlenebilecek filmlerin bulunması da bir dezavantaj. Ayrıca civarda gürültü yapan ya da oyun oynamak isteyen cocukların bulunmaması da gerekiyor. Senaryo yazarken ise en onemli şart yazilacak heyecan verici ve doğru şeyi bulmuş olmaktır. Bunu hissederek buada birseyler karalamanın neredeyse hiçbir anlamı yoktur. Senaryoda o "enerji" olmadan bilgisayar karşısına oturmak anlamsız. Iki nedenden dolayi: birincisi, eğer yazilacak birsey yoksa internet ve benzeri seylere (film, kitap, vb.) dalmak çok kolay. İkincisi, yazarlıkta sıfırdan birseyler yaratmak gerekiyor ve bunların orijinal olması gerekiyor. Orijinal olmayan seyleri yaza boza orijinal şey olusmuyor. Daha en başta orijinal ve güzel bir fikrin bulunması gerekiyor. *** Senaryo yazarken: if it doesn't feel right, lose it immediately. *** Kendi duygularına yabancılaşan bir insan yaratıcı da olamaz, senaryo da yazamaz, zira baskalarının (karakterlerin) duygularına da giremez. *** Senaryo yazarken - "bir senaryo yazacağım" dediğinde, bilinçaltının bunu ciddiye alıp belirli bir hikayede karar kılması birkaç ay alabilir. Do not panic!

84

Senaryo yazarken yazdığının sana uygun olup olmadıgını belirleyen şey "negatif secim"dir. Yani aklına gelen fikirlerden bazılarını yazamaman, bazı karakterleri yazamaman, bazı olay ya da dönüşleri hikayeye entegre edememen. Bu negatif secimleri izleyerek, neyi yazmaman gerektiğini bulabilirsin. Tabi bir de haunting image'ler var. Onlar da neyi yazman gerektiğini gösterir ya da ima eder. Bunları ne kadar çabuk fark edersen yazmaya o kadar çabuk koyulursun. *** Gecmisinde bir travma olan (bir ebeveyni kaybetmek, duygusal bir travma yasamak, ya da duygusal yoksunluk icinde büyümek), o insanların sonraki sanatsal secimlerini de etkiliyor. Karamsar müzikler (Pink Floyd) ya da karamsar edebiyatçılar (Sartre ya da Beckett), karamsar sinemacılar (Fincher) seviyorlar. Hatta bu sanatçılar bile aslında kendi geçmişlerindeki travmaların kurbanları olabilirler. Bu travmayı yiyenler uzun terapilerden geçmemişlerse ya da hayatın bir mucizesi sonucu (genetik ya da sosyal) olumlu bir bakış acısına sahip olmamışlarsa, bütün hayatları bu yarayı iyileştirmeye, bastirmaya, görmezden gelmeye çalışmakla geçiyor. Hayatlarında başka güzel seyler olmamışsa böyle kalıyorlar. Senin de kendi gecmisin ve bunun yarattığı bir kişilik var. Senaryoların ve karakterler bunu yansıtmalı yoksa sahte olurlar. *** Senaryo yazmak - Geliyor – X İki uç gün senaryo yazma fikri ile dolandım ama masa basına oturmadim. Ama aklımda gündemin birinci maddesi oydu. Sonra bir gece mutfakta tv seyredip fall-down oynarken, tv'deki bir haberin alakasız cagrisimiyla (TV'de futbol ile ilgili bir haber vardı) X aklıma geldi. Hem de blok olarak, eksiksiz. Ben de oturup beş sayfa sinopsisi yazdım. Yani demem o ki, heyecan duymadığın senaryoyu ya da fikri yazmak zor / imkansız. Ayrıca, acele etme, gelmiyorsa paniğe kapılma, sadece konsantre ol. Eğer yeterince uzun odaklanırsa birsey mutlaka geliyor. Paniğe kapılma. Konsantre olmak demek, zihninin lazer gibi keskin olması demek değil. Zihninin hep o civarda olması, kokuları, mekanları, insanları vb. Düşünmesi demek. Sen bunlarla oyalan, fikirler gelir zaten. *** Senaryo Fikir Testi Eğer bir fikir, ana hikayeye "yapışıyorsa", eğer ona tutunacak kadar enerjisi varsa, sana da heyecan verip ilginç geliyorsa, o fikri hikayeye koy. Aksi takdirde koyma. Hikayeye koymak icin bu nitelikte fikirler ara ve bunları böyle test et. *** Senaryo yazarken: Her bir ögenin ve karakterin üzerinde durmalisin. Her karakterin hayat hikayesi ve hayaleti ve motivasyonu ve zaafı ve hayalleri ve istekleri bilinmeli. Bundan kaçamazsın, KAÇMAMALISIN. Aksi takdirde senaryo yazma süresi cok uzar. Kalitesi de düşer. *** Daha iyi sorular sor Senaryo yazarken yaratıcılığı harekete geçirmek için sorular sor. X’i daha ilginç bir bicimde nasıl tanitabilirim? gibi. Sadece fikirlerin gelmesini bekleme. Sorular sorarak yaratıcı fikirleri harekete geçir.

85

*** Senaryo yazarken kafanı tamamen özgür bırakmalisin! Hiç ama hiçbir önyargı ya da beklenti ya da kural veya kuram olmamalı! Aksi takdirde bilinçaltını korkutursun. Tamamen özgür bir zihne gelebilir yeni fikirler. *** Senaryo Yazma Koşulları No internet No music Anlamlı sorular sor, cevapları gelir. ENN ÖNEMLİSİ: Bir fikir aklına geldikten sonra, bilinçaltın onun hikayeye uygun olup olmadıgını bilir. Eğer uygun degilse zaten zorlama durur ve fikir akışı kesilir (Your block might be ...). Eğer uygunsa, zaten büyük bir enerji hissedersin. *** Senaryo Yazarken - kacamayacagin aşamaların basinda, bütün karakterlerin bio'larini yazmak geliyor. Bu bio'larini ve iç ve dış motivasyonları yazdıktan sonra bir de o kisinin hikayedeki bölümünü (hikaye kolunu) topluca yazmalısın. Bunu yaparsan, daha sonra plot'u yazmak daha kolay olur. Ayrıca sadece tek karakterdeki yükselen action'i daha net görebilirsin. Tüm hikayeyi bir oturuşta yazmaya kalkarsan, kol'lar zayıf kalıyor. Go Back to character, bunun icin de doğru. *** Senaryo Yazarken: Her karakterin üzerinde düşünmelisin. Hiçbir karakter, sadece hikayedeki bir fonksiyonu yerine getirmek için orada olmamalı. Aksi takdirde hem sahneler ilerlemez, hem de hikaye kuru olur. Yaratıcı plot twistleri ve diyaloglar için her karakterin geçmişi, ghost'u, kendi iç motivasyonu ve bir de hikayeyle bağlantılı dış motivasyonunu bilmelisin. Aksi takdirde hikaye yazılamıyor. Karakterlere DUYGUSAL bir derinlik / VARLIK katmazsan, onları bir duygu yumağı / VARLIĞI haline getirmezsen hikayeler işlemiyor. Tıkanmanın sebeplerinden biri bu. Bu, aynı zamanda, "go back to character"in doğru bir ilke olmasını da açıklıyor. *** Senaryo Yazarken - Her karakterin bir derdi, bir sorunu, bir çatışması olsun. Hiçbir derdi, hiçbir sorunu, hiçbir ghost'u olmayan karakterler çok kötü, çok sığ duruyorlar. Hayatta böyle bir insan olmadığı için herhalde. Bu yüzden herhangi bir karaktere DERİNLİK vermek istiyorsan, o karakterin geçmişine bir travma, bir GHOST koy. Bu da hikaye ile bağlantılı bir ghost olursa tematik açıdan -ve hikayenin organikliğini sağlamak açısından- daha etkili olur. *** Senaryo yazarken: İlle de aklindaki plana göre yazman gerekmiyor. Bazen hiç ummadığın bir konu (sahne, karakter, vb.) enerji içeriyorsa oradan başlayabilirsin. Hikaye yazmak bir arkeolojik kazı gibidir denmesi bundan herhalde. *** Senaryo yazarken: The best way to create something exciting is to write about what excites you. Never second guess your instincts. - Karl Iglesias *** Senaryo yazarken: i cannot write anyone except for the misfits, bohemians, rebels, enemies of the system, outsiders. I don't like stories about ordinary people. I like to write about people who stick to their love and ideals in the face of adversity. 86

*** Senaryo Yazarken: Gerald DiPego: But before I start to write, I’ll do a character check— ask myself whether I really know these people, what they love, what they hate, what they’re afraid of, what they want, how do they move through a room, what are their voices. I don’t start writing until I feel I have a unique personality, tone of voice, and pattern of speech for each character. *** Steven de Souza: I believe in free association. I always carry a bunch of three-by-five cards where I write ideas that come to me—bits of dialogue or odd observations. Eventually, a couple of them will collide to form a whole new idea, or they’ll achieve a critical mass, and a light bulb will flash in my head and I’ll say, that’s a story. *** Emotion, not logic, is the stuff of drama. Emotion is your screenplay’s lifeblood. *** Senaryo yazarken kafanı tamamen özgür bırakmalisin! Hiç ama hiçbir önyargı ya da beklenti ya da kural veya kuram olmamalı! Aksi takdirde bilinçaltını korkutursun. Tamamen özgür bir zihne gelebilir yeni fikirler. gezgin02013-08-07T16:11:38.623+ Mesajı Aldık - 2 ... demişlerdi de, ben de "Ne mesajı aldılar acaba?" diye sormuştum. Geçtiğimiz iki ay içerisinde hangi mesajı aldıkları anlaşıldı: 1) "Twitter'ı durduracak bir düğme olsa" fantezimi bire bir uygulamaya koydular. Ama iş Twitter'dan döndü. Yine de bu işin peşini bırakacaklarını sanmıyorum. 2) "Twitter, Facebook ve Ekşi olmasaydı, bu isyan bu kadar büyümez, organize olmazdı" demiştim, Ekşi Sözlük'ün kurucusuna ve 40 yazarına dava açılmış. 3) Gezi Eylemlerine katılan ünlülere, Ergenekon kararları açıklandığı gün uyuşturucu baskını yapıldı. 4) Divan Otel aracılığıyla Gezi eylemcilerine destek veren Koç Grubu'na mali müfettişler gitti. (Hatırlarsanız, bir ara hükümete diklenen Doğan Grubu'na da gitmişler ve Aydın Doğan'ın serveti kadar vergi borcu tahakkuk ettirmişlerdi. Sonra kendisi "doğru yolu" bulmuştu tabii.) 5) "Olaylar yatıştıktan sonra Emniyet güçlerinin bir fişleme operasyonu başlatması mümkün" demiştim. Buna benzer operasyonlar oldu. Özellikle de üniversitelerde akademisyenlere yönelik bu yönde işlemler olduğunu duyduk. 6) "Bu TV ve gazete şaklabanlarının bugün hükümete vuruyor gibi yapmalarına aldanmayın. Rüzgar yarın yine hükümetten yana esmeye başlayınca, onlar eski tavırlarına geri dönecekler, "Ama bu gençler de çok ileri gittiler canım" tarzı yazılar döşenmeye devam edeceklerdir." demiştim. Medyamız aynen hizaya geldi. 7) Futbol maçlarının başlaması ile en akıllı insanların bile dikkatinde bu yöne doğru bir kayma oldu. Ayrıca Ramazan Bayramı ve Tatil, bütün dikkatleri iyice dağıttı. 8) Baş yöneticimizin yeni bir baş danışmanı var. Gezi olaylarının en menfi sonuçlarından biri bu oldu. :( Yazıyı, ilk "Mesajı Aldık" yazısının kapanışıyla bitireyim: "Siz de zannediyordunuz ki, demokrasi, ifade özgürlüğü, insan hakları, yaşam tarzına müdahale etmeme yönünde mesajlar aldılar. Çok beklersiniz!" gezgin02013-08-07T01:48:34.349+

87

Havada Bir Fantazi Kokusu Var! Ergenekon Davası'nın kararları açıklanmış. Hukukçu olmadığım için kararlar ile ilgili (kişisel görüş hariç) somut birşey demem mümkün değil. Somut birşey demek için de bütün dava dosyasını ve eklerini (delilleri, itirafları, vb.) okumak lazım. Onu da yapacak kapasitede değilim. Ama Emekli Genel Kurmay Başkanının örgüt yöneticiliğinden müebbet almasındaki acayipliğin, absürtlük sınırını aştığını söyleyebilirim. Bunun bir suç örgütünü çökertmekten çok, "rövanş" duygusuyla yapıldığı açık (28 Şubat'ın vb.'nin rövanşı). Karar (mahkeme) ve uygulama (polis, jandarma, cezaevleri, vb.) mekanizmalarını ele geçirdiyseniz, sizi durduracak kimse yoktur. Bunda şaşacak birşey yok. Adamlar Erbakan döneminden beri (yani 60'lardan beri) buna uğraşıyorlar. Sonunda da başardılar. Benim şaştığım, onların karşısındakilerin (akıllı ve aydın geçinenlerin) bütün bunlar olurkenki ilgisizliği, umarsızlığı, sonra da şaşkınlık ve öfkeleri. Dünyanın nasıl işlediğinden habersiz olan bu güruh, yine her zamanki gibi en şık protestoları yapan taraf oldu. Hayatları muhalefetle geçen ve bunun nedenini bir türlü anlayamayanlar, doğal olarak kendilerini hep önce şaşarken, sonra da isyan ederken buluyorlar. Ama görünüşe göre bundan da memnunlar. Daha başka birşey yapmadıklarına göre?! (Daha başka ne yapacaklar? diye soranlara aşağıdaki yazıyı göstereyim: Eğitim, eğitim, eğitim. Kaliteli bir kuşak yetişmesine katkıda bulunacaklar. Bunun yanına yaklaşan başka bir seçenek yok bile.). Yine de bu iktidar dönemini elli yıl sonrakilere anlatmakta zorlanacağız: İdris Naim Şahin'in çeşitli fiiliyatı, kilolu insanlara "şişko" diyerek utandırmayı öneren birinin aynı zamanda Sağlık Bakanı olması, ve Genel Kurmay Başkanı'nın örgüt lideri olarak nitelenmesi, akla ve havsalaya sığmayacak şeyler. Bütün bunları yaşadık ve hala da yaşamaya devam ediyoruz. Havada bir fantazi, bir gerçek dışılık kokusu var. Yüzüklerin Efendisi halt etmiş. Asıl orta dünya burası! gezgin02013-07-30T21:42:47.085+ Syd Field'dan "Senaryo: Senaryo Yazımının Temelleri" - Hem de Türkçe! Syd Field'dan bu sitede ilk kez 2004 yılında bahsetmişim. 2006 yılında ise şöyle demişim: VAY CANINA: "SCREENPLAY"IN YENİ BASKISI ÇIKMIŞ!"O da ne?" demeyin. Son 25 (yirmibeş) yılda Amerika ve Avrupa'da (ve aslında dünyanın her yerinde) senaryo yazarlığını en çok etkileyen kitap: SCREENPLAY (ilk baskısı 1979). Yazarı da Syd Field adlı bir amca.Lakin biz bilmiyoruz. Neden? Çünkü Türk Yayıncıları 25 yıldır dışarıda "ben senaryo yazıyorum" diyen her Allah'ın kulunun kütüphanesinde birkaç kopyası bulunan bu kitabı Türkçe'ye kazandırmayı akıl etmediler.Neden? Cevap çok basit: Para getireceğini düşünmedikleri için! (Alın size kapitalizmin bir nimeti daha! Para yoksa hiçbir şey yok)." *** En sonunda bir yayın evi, kitaptan haberdar olmuş ve basmaya karar vermiş. Kendilerini tebrik etmek istiyorum. Türk sinemasına ne kadar büyük bir katkı yaptıklarının farkında değiller. (İnşallah çevirisi güzeldir - McKee'nin STORY'sininki gibi değildir yani.). Kitabı (çevirisini ) okumadım. Ama birşey fark ettim. Kitabın ilk (1979) baskısını değil, daha sonraki genişletilmiş baskısını yayınlamış bizimkiler. İlk versiyonu biraz daha kısa ve özdü. Olsun, bulup da bunamayayım. Artık "Ne okuyayım?" diye soranlara verecek bir cevabım var. (Kitapla ve basanla hiçbir alakam olmadığını belirtmeme gerek var mı? Sanmıyorum.) gezgin02013-07-29T19:07:23.614+ Renkli Kader! Sanat filmlerinin neden az seyirci çektiğiyle ilgili aşağıda (ve SANARİST dokümanlarında) bazı bilgiler var. Bu yazıda bunlardan sadece biri üzerinde duracağım: OLUMSUZLUK. Sanat filmleri (bu yazıdan sonra bunlara başka bir isim bulmak gerekecek), insanların hayatındaki olumsuzlukları konu alır. Bunlar olumsuz olaylar, olumsuz tavırlar, olumsuz davranışlar, olumsuz fiziksel koşullar, vb. şeklinde gider. Renkler bile insanın içini bayar. Müzik, keza öyle. Sanat filminden anlaşılan / kastedilen şey, bu olumsuzluklardır. (ÜÇ MAYMUN yazısını hatırladınız mı?). Bu filmlere mutlu giren, mutsuz çıkar. Mutsuz giren, çıkmaz - muhtemelen kalpten gitmiştir ya da intihar etmiştir salonda. 88

"Hiç de öyle değil" mi diyorsunuz? Alın size yaklaşan bir OLUMSUZLUK dalgası, hatta tsunamisi: Kış Uykusu. Nuri Bilge Ceylan'ın yeni filmi. Film hakkında şu kısa metne bakın ne demek istediğimi anlarsınız. (Metindeki OLUMSUZLUK içerek sözcükleri farklı renkle boyadım): Emekli bir aktör olan Aydın, Orta Anadolu'da küçük bir otelde çalışıyor.Yanında ona duygusal açıdan uzak olan genç karısı Nihal (Melisa Sözen) ve boşanmış olan kız kardeşi Necla (Demet Akbağ) var.Kar ve kışın gelmesi Aydın'ı sinirlendiriyor ve gitmeye zorluyor. Filmin devamını merak ettiniz mi? Ben etmedim. Zira bu koşullardan (yani öncüllerden, birinci perdeden) ancak ve ancak daha OLUMSUZ bir ikinci perde ve KORKUNÇ bir üçüncü perde çıkar. Bahse girer misiniz? *** Ben artık SANAT FİLMİ denen şeyin, hayatın ÖZÜNE dair birşeyler anlatan filmler olmadığına, hayattaki sadece olumsuz durum, insan, davranış, ve karakter özelliklerini ele alan filmler olduğuna inanmaya başladım. Yani sektöre (sinema sektörüne, ki buna akademisyenler, eleştirmenler, yazarlar ve yönetmenler dahildir) bir biçimde hakim olmuş insanlar, bunun böyle olmasına karar vermişler. "YÜKSEK SANAT = OLUMSUZLUK" olsun demişler. Millet (hatta insanlık) da bunu yutmuş. Eh, bu böyle olunca, kendi kişiliğinde (çocukluğundan ve gelişiminden dolayı) bolca OLUMSUZLUK barındıran yazar ve yönetmenler, belirli çevrelerde (akademilerde ve yarışmalarda) ödüllendirilmeye, el üstünde tutulmaya, onurlandırılmaya başlanmış. Böyle bir sistem (aslında kısır döngü) oluşmuş. Bu sistemi kabul edenler, kendilerini daha üstün, daha zeki, daha derin kişiler zannetmeye, böyle yansıtmaya başlamışlar. Her sene sinema-tv ve yazarlık bölümlerinde böyle insanlar üretiliyor, yüzlerce. (Oyuncular biraz daha eğlenceli tiplerdir onlara göre, ama onlar da genelde bir derinlik sıkıntısı çekerler). *** Oysa hayat, acısıyla - tatlısıyla, neşesiyle - üzüntüsüyle, doğumuyla - ölümüyle bir bütündür. Kendi içinde tek renk barındırmaz, birçok renk barındırır. Filozofundan delisine, korkağından maceracısına, aşığından berduşuna kadar birçok karakter vardır bu sahnede. Bunlardan sadece bazılarını alıp "Bütün hayat bunlardan ibarettir"  demek, sizi bilge ve derin biri yapmaz, sadece ruhunuzun ne kadar çarpık olduğunu, ne kadar mutsuz bir çocukluk geçirdiğinizi, ve hayata dair umudunuzu nasıl çoktan kaybettiğinizi gösterir. İç dünyanızın hep bulutlu olduğunu, ve güneşin açacağına dair umudunuzu yitirdiğinizi anlatır. Bu insanların koca koca hocalar, proflar, ödüllü yazar ve yönetmenler ve eleştirmenler olması, hiçbir şeyi değiştirmez. Gençlerin içindeki umutların ve güzelliklerin, bu kukumav kuşları tarafından "eğitim" adı altında en kısa sürede ortadan kaldırılmaya çalışılmasına tanıklık etmek, hayatın bana yüklediği en hüzünlü görevlerden biri. Hayatın daha güzelliklerini ve maceralarını hiç yaşayamayan insanlar, onun "kötü, karanlık, zevksiz ve bencil" olduğuna dair ön kabullerle onu yorumlamaya, o yönde ürünler vermeye başlıyorlar. Hiç bilmedikleri hayat durumlarını anlatan karamsar filmlere, hocalarına öykünerek (büyük ölçüde de onları tatmin etmek / not almak için) büyük payeler biçiyorlar. Ruhsal saflıklarını, "yüksek sanat" adına kirletiyorlar. Buna dur demesi gereken hocalar, bizzat bunu yapıyorlar. *** Ben diyorum ki, kendi hayat ve sanat (burada, sinema) görüşünüzü kendiniz yaratın. Birileri iyi ya da kötü, yüksek ya da aşağı dedi diye, filmleri ve zevklerinizi damgalamayın. Kişiliğinizin, yeteneğinizin ve yaşama şevkinizin önüne, hocalarınızı (ve eleştirmenleri) tatmin etmek için suni setler çekmeyin. İçinizden neşe taşıyorsa, bırakın kaleminize de yansısın. Karamsar gerizekalıların sistemi ele geçirmesine ve yine bu sistem vasıtasıyla ödüllendirilmesine aldanmayın. Kendi kaderinizi, kendiniz çizin. Hem de renkli kalemlerle! gezgin62013-07-24T01:12:07.644+ "Like" Vatandaşlık

89

Asgari bir internet okur yazarlığı olan bir insan (yani interneti facebook için değil de araştırma yapmak vb. için de kullanan bir insan), şu anki yönetimin ve yönetimi oluşturan şahısların ne kadar büyük yanlışlar içinde olduğunu bilir. En fazla iki sayfa hareketiyle (Google'ı aç, ve yönetimden - ya da onu etkileyen güç odaklarından - herhangi birinin adını ve "yolsuzluk" yaz, sonuçlara bak) bu bilgilere ulaşmak mümkündür. Bu bilgileri yeni keşfeden gençler de, mal bulmuş Mağribi gibi bunları paylaşırlar sayfalarında. "Beğen" ya da "Paylaş" düğmesine basmakla, vatandaşlık görevini yerine getirdiğini düşünür. Biraz daha "militan" ruhlular, arkadaş listesine "hasbelkader" girmiş insanların "kabul edilemez" yazılarının yorum bölümünde canhıraş bir mücadeleye girerler. Bir iki saat (bazen bir iki gün) süren bu mücadeleden sonra da başlarını yastıklarına rahat bir biçimde koyarlar, vazifelerini yapmış olmanın, karşı devrimi bir bayt daha durdurmanın, karanlığı bir piksel daha aydınlatmanın verdiği huzurla. Oysa bu arkadaşlar hayatlarını sanal alemde bu şekilde heba ederken, onların inandığı herşeyi yıkmaya çalışan insanlar "gerçek" alemde toplanıyorlar, buluşuyorlar, istişare ediyorlar, eylem planları yapıyorlar, para ve başka kaynaklar topluyorlar, dernek ve vakıf ve dergiler kuruyorlar, bunları kendi davalarını gerçekleştirmek kullanıyorlar, öğrenci yurtları açıyorlar, kendi belediyelerinde yine kendilerine yakın insanlara iş ve ihale veriyorlar, kendilerinden olmayanların ayağını kaydırıyorlar, karşı propaganda yapıyorlar (hem de bıkmadan, zira propagandanın etkisini en çok belirleyen şey, süresidir, şiddetinden ziyade), çalışıyorlar da çalışıyorlar. Bir "beğen" tuşuna basarak vatandaşlık görevini yaptığını zanneden kişinin ise, kendi yarattıkları bu "Gerçek Hayat Etkisi" dalgasının altında silinip süpürüleceğinin bilincindeler. Zira onlar bir değil, iki hayatın ödülüyle motive olmuş durumdalar: bir bu hayat, bir de ahiret! Umutsuzluğa düştüklerinde birbirlerine destek oluyorlar, maddi sıkıntıya düşme korkuları daha az, zaten birbirlerinden kız alıp verdikleri için daha organik bir ilişki içindeler. Ruhlarında, onları otoriteye teslim olmaya ve sorgulamamaya ve hiyerarşiye boyun eğmeye hazır / meyyal hale getiren bir akaid zaten var. Diğerleri ise "Saçma sapan bir işte yıl boyu çalıştık, biraz dinlenmek, gezip eğlenmek bizim de hakkımız. Varsın memleketin köküne kibrit suyu ekenlerle bir süre başkaları mücadele etsin. Dönüşte kaldığımız yerden devam ederiz" mantığıyle gezmelere, eğlenmelere, tatillere çıkıyorlar. Arada da alay ediyorlar "Hüloğğğ" dedi kadın, diye. Karşı tarafın gücüyle mücadele edemeyenlerin başvurduğu en acınası yöntem olan "aşağılama"yı kullanarak. Ama sonra bir bakıyorlar, karşı taraf safları daha da sıklaştırmış. "E hani F tipliler ile bunlar kavgalıydı, bugün yarın ayrılıyorlardı? Ne oldu?" Birşey olduğu yok. Sen eğlenirken onlar da barıştılar, asgari müştereklerde - tekrar - buluşarak yola devam kararı aldılar. Memleketin kaynaklarını kendi belirledikleri iç ve dış mihraklara akıtmaya devam ediyorlar. Sen "Hüloğğğ" dedi diye alay etmeye devam et. *** Bu insanlara karşı (aslında bu insanlara karşı değil bu insanların taşıdığı görüşlere karşı; zira aralarında gerçekten de sevdiğim kişiler - hatta akrabalarım bile - var) yapılabilecek en iyi şey, eğitim, eğitim, eğitim. Aydın bir nesil yetiştirmek, bu yoldaki en küçük görevi bile küçümsememek. Zira en küçük görevin bile muazzam etkileri olur. (Bir nal bir at kaybettirir, bir at bir komutan kaybettirir... hesabı). Bu esnada da (ne yazık ki Gezi Parkı olayları sırasında çok ama çok gördüğüm) karşı tarafı aşağılama, onlarla ağız dalaşına girme, onları küçümseme hatasına düşmemek. Düşünceleri ne kadar size aykırı olsa da, onlara hakaret etmemek. Zira şu yaşıma geldim, birisine hakaret ede ede, ya da onu aşağılaya aşağılaya o kişinin fikrinin değiştiğini görmedim. Böyle bir tavır sonucunda olan tek şey, onu daha da itmek, düşmanlığını daha da artırmaktır. (Koooskoca Bekir Coşkun'un - ve onu destekleyenlerin - bunu görememesi ise ayrı bir komedidir). Bu gibi işler bugünden yarına olmaz. Uzun bir yoldur, iyiye doğru değişim. Hatta kuşaklar birbirlerine devrederler görevi. Dann diye devrim olmayacak, bazılarının (TKP'liler vb'nin ve bazı Gezi Parkçılarının) sandığı gibi. Akıllıca yöntemlerle, yavaş yavaş aydınlanacak insanlar. Bunu yaparken de olabildiğince az kalp kırmaya özen göstermek lazım. Aksi takdirde, bildiğiniz ve söylediğiniz ne kadar doğru olursa olsun, fikirleriniz karşınızdakinin kalbinde yeşermez, yer bulamaz. Bunu unutmayın. gezgin02013-07-24T00:43:04.456+ "You are alarmed, Arınç you?"

90

"Suriye sınırında yeni bir Kürt devleti oluşumu Türk hariciyesini alarma geçirdi" deniliyor haberlerde. Günaydın! Ne olacağını zannediyordunuz? Bir kuralsızlık (kaos) ortamını beslediğiniz zaman (ki bu da Esad'ın devrilmesi için, ne idüğü belirsiz muhalifleri desteklemek şeklinde tezahür etmiştir), o ortamdan ne  çıkacağına siz karar veremezsiniz. Adı üstünde: Kaos! Sonra da oturup "alarma geçiyorsunuz"! Cık cık cık. (Eskiden de buna "teyakkuz hali" deniyordu. Dışişlerindeki "Imerikın" etkisi arttıkça, terimler de değişiyor) 90'lı yıllarda Irak'ta bir Kürdistan kurulması, "kırmızı çizgi"yi oluşturuyordu (o zamanlar moda tabir buydu), savaş sebebi sayılıyordu yani. Sonra ne oldu? Türk müteahhitleri o "savaş sebebi" Kürdistan'ın kurulmasına yardım etmek için sıraya girdi. Barzani'nin, gençlerimizi öldüren terör örgütüne doğrudan destek olduğunu bildikleri halde. (Para'nın dini de yoktur imanı da milliyeti de insanlığı da). Peki Suriye'deki Kürdistan'da ne olacak? Hiçbir şey olmayacak! Bizimkiler bir süre bağırıp çağırırlar, biz elimizden geleni yaptık demek için (oysa, itiraz eder gibi göründükleri bu oluşuma ortam hazırlamak için ellerinden geleni yapmış bulunuyorlar). Sonra da kuzu kuzu kabul ederler (bu kabul açıklamasını "Arınç You?"nun yapacağını tahmin ediyorum: "Teröristler bizden kalabalıktı, üstelik silahları vardı " (böyle birşey demişti değil mi? Sanki kendi ülkesinin ordusu yoktu da opera ve bale kadrosuyla mücadeleye girecekti!)). Önümüzdeki 20-30 senede diğer Kürdistanlar da özerk statülerini kazanırlar. Sonra da uyduruk bir referandum ile birleşme kararı alırlar. (Bölgedeki petrole ve İsrail korumasına ihtiyaç duyan Batılı devletler, bu olaya seve seve sponsor olacaktır). Sen de (i.e. Türkiye) on beş yirmi sene bununla boğuşursun. Sonra (yine tepede şimdiki yöneticiler gibi aşırı liberaller varsa), sanki babasının malını satar gibi (özelleştirmeyi öyle yapmıyorlar mı?) kendilerinin kazanmadığı toprakları vermeye kalkarlar ("10 yıl sonra iktidarda olursam, Eyalet Sistemi düşünülebilir, dememiş miydi hazret?). Millet de o sıralar artık sosyal medya namına ne varsa (twitter ve facebook'un çoktan modası geçmiş olacaktır) onun üzerinden bir iki itirazda bulunur, bir iki yazı paylaşır, sonra işine gücüne döner. Liberal kapitalist ekonomilerde, işler artık böyle yürüyor. Uyuşuk mayışık zombimsi insanlarla yaşanan bir hayat bu işte. gezgin02013-07-22T01:07:16.743+ Fotokopi Devrim Sanırım bu ülke orijinal fikir üretmeyi bırakalı, bayağı olmuş. Birkaç yüzyıl filan. Bir işi senden daha iyi yapan, hatta o işle ilgili senin hiç aklına gelmeyen fikirler üreten kişileri incelemek, anlamaya çalışmak, onlardan esinlenmek tamam da, aynısını yapmak ne yahu? Gezi Parkı olayları ile Occupy Wall Street olaylarına bakıyorum da. Bu kadar paralellik olmaz. Ama bu kadar yani. İnanmayan buradan okusun. El insaf be kardeşim. Ne diyeceğimi bilemedim. (Hayır, bu yazı Gezi Eylemleri'nin kökü dışarıda demeye çalışmıyor. En haklı protestolarımızı bile bu kadar fotokopya yapmamıza duyulan şaşkınlığı ve isyanı anlatıyor. "Protesto" kelimesi de yabancı kökenli zaten :) gezgin02013-07-21T04:56:26.105+ Kaçan Uyku! Gezi olaylarından beri birşey yazmak istemiyorum açıkçası. Bunun neden olduğunu da biliyorum: Hayatımızın ne kadar büyük bir yalandan ibaret olduğunu tekrar görmekten kaynaklanıyor bu isteksizlik. Artık midem bulanmadan (bu gerçek, edebi sanat yapmıyorum) televizyon kanallarına bakamıyorum. Mide bulantısı haberlerde zirve yapıyor, diğer programlarda ise (dizi vb.) bunların milleti uyutmakta nasıl kullanıldığını hatırlayınca (birkaç dakika sürüyor) bulantı başlıyor. Ne güzel uyutulmuştuk. Ne güzel "comfortably numb" haldeydik. Ne güzel çaresizliğimizi bilinçaltımıza gömmüş, hayatımızın değişmeyeceğini kabullenmiştik. Çevremizdeki bazı insanların aslında ne kadar dar kafalı olduğunu görmemeye alıştırmıştık kendimizi. İçlerinde barındırdıkları düşmanlıktan ve seviyesizlikten habersizdik. Ama bu olayların bir sonuca varamaması (ki varamayacağına dair birçok işaret vardı), bizi psikoterapiyi yarıda bırakmış gibi yaptı. Artık yalanlarımızla yaşayamıyoruz, ama onları çözecek yöntem bilgisinden ve güçten de mahrumuz. En kötü haldeyiz yani.

91

Bundan sonra kendimizi uyuşturmak, çok daha fazla zaman alacak, daha fazla çaba sarfetmemiz gerekecek. Daha fazla roman okumalı, daha fazla pop şarkıları dinlemeliyiz. Sesini o kadar açmalıyız ki kendi düşüncelerimizi bile duyamayalım. Mutsuz bir ailede yaşadığı gerçeğini unutmak isteyen bir ergen gibi, saçma sapan işlere verelim kendimizi, millet olarak göbeğimize piercing ya da sırtımıza dövme yaptıralım mesela. Hürrem geri gelsin diye tutturalım. Zaten liglerin başlamasına şunun şurasında ne kadar kaldı. Aydınlığımızı söndürmek için iki derbi, birkaç hakem yanlışı yeter de artar bile. Koca koca adamlar saatlerce televizyonlara çıkıp, dünyanın en önemli olayıymış gibi futbol tartışsınlar, uykumuz gelene kadar. Bülent Ersoy ve Acun Ilıcalı milletin dikkatini dağıtmak için maaşla işe alınsın. Kaçan uykuyu tekrar yakalamak çok zordur. Bilen bilir... gezgin02013-07-21T04:36:42.249+ Demokrasi v.2.1 Eski bir yazımda ("Demokrasi v.2.0") , "Demokrasi" denen yönetim biçiminin (yani devlet kurumlarını yönetecek kişilerin oy çokluğuna göre seçilmesinin) çok sayıda eksiği olduğunu söylemiştim. Gün geçmiyor ki, benim bu düşüncemi kanıtlayan yeni bir olay ortaya çıkmasın. Bence, mevcut demokrasi anlayışının işe yaramamasının (işe yaramamak derken, başımıza, en tecrübeli, en bilgili, en yetenekli yöneticileri değil, en muhteris, en sahtekar, en bencil kişileri getirmesini kastediyorum) birinci nedeni, yöneticiliğe aday olacak kişilerde herhangi bir ehliyet aramamasıdır. Yani bir insanın yöneticiliğe aday olabilmesi için o kişinin bu konuda çok tecrübeli, bilgili ve yetenekli olması beklenmemektedir. Sadece belirli ve bence yöneticilikle alakasız koşulları (bunları aşağıda ele alacağım) yerine getiren insanlar rahatlıkla aday olabilmekte, seçilebilmekte, sonra da başımıza geçebilmektedir. Bu konuda örnek vermeme gerek yok sanırım. Son yerel ve genel seçimde başımıza gelenlere bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Şirketlerin başına geçecek insanlar (CEO’lar, genel müdürler, vb.) ise çok ama çok sıkı bazı koşullarına yerine getirmek zorunda kalmaktadır. Bu kriterleri yerine getirmeyen insanların bırakın yönetici olmayı, şirkette yükselmesine bile izin verilmemektedir. Bu kriterlerin bazıları engin bir tecrübe, başarılarla dolu bir geçmiş, yöneticilik becerilerini kanıtlayan projeler ya da durumlar (örn. bir ya da birkaç krizi atlatmış olmak), büyük bir bilgi birikimi ve sağlam bir karakterdir.Bu kriterleri yerel ve genel yönetimlerin başındaki insanlara uyguladığımız zaman hayal kırıklığına uğramakla kalmıyor, aniden paniğe bile kapılıyoruz. Zira çok ama çok az sayıda yöneticinin bu nitelikleri haiz olduğunu görüyoruz. Ama bu insanların bu yerlere “demokratik” bir biçimde bu yerlere gelmiş olduğu da aşikar. Yine de yöneticimizin “meşru” bir biçimde seçilmiş olması, ülkenin kalifiye olmayan kişiler tarafından yönetilmesinden kaynaklanan paniğimizi azaltmıyor, aksine bizi demokrasinin erdemleri hakkında -tekrarşüpheye düşürüyor.Bu nedenle, devletin ve benzeri büyük kurumların başına geçecek kişiler seçilirken, şirketlerin ve yönetim konusunda başarısını kanıtlamış kurumların kullandığı ve ilk bakışta hiç de demokratik görünmeyen ama çok iyi sonuçlar veren yöntemlerin -ya da bunların benzerlerinin- benimsenmesi gerektiğini düşünüyorum.Gelelim mevcut sistemde başa geçenlerin, ne gibi faktörler sayesinde bu konumlara ulaştıklarına: Şimdiki sistemde, üst düzey yöneticilerin orada bulunmasını sağlayan tek şey, ne kadar büyük bir kitleyi kendilerine oy vermeye ikna edebildikleridir. Bu da, yöneticilikle hemen hiçbir alakası olmayan, gerekli parasal kaynaklara sahip olmaya ve bir grup insanı bu doğrultuda mobilize edecek güce sahip olmaya bağlı bir şeydir. Yani mevcut sistem yöneticilerimizi, yüksek yöneticilik becerilerine göre değil, parasal ve nüfuz gücüne (i.e. tarikat ve sermaye bağlantıları, vb.) göre insanları seçmektedir. Bunun ne kadar vahim bir durum olduğunu göstermek için, örneğin GOOGLE’ın ya da MICROSOFT'un başına gelecek kişinin böyle seçildiğini düşünelim. Böyle bir kurumun başına geçecek kişinin, teknik bilgisine, tecrübesine, eğitimine, yöneticilik becerilerine göre değil de, mobilize edebildiği paraya ya da nüfuzuna göre belirlendiğini düşünebiliyor musunuz? Bu iki kurumun da başına geçecek kişinin, bizim yönetici seçme yöntemimizle belirleneceği açıklandığı gün, her iki şirketin de hisse senetleri dibe vurmaz mı? Vurur.Ama biz, içten içe bu yöntemin işe yaramadığını bildiğimiz halde, aynı yöntemi kullanmaya, sonra bunu da “meşruiyet” maskesi ile gizlemeye devam etmekteyiz. Yöneticiler hangi meşru yöntemlerle seçilirse seçilsin, yaptıkları uygulamalar akla, vicdana, hatta mantığa aykırı ise (örn. artık her –HER– sene 50 milyar dolar dış borç FAİZİ ödememiz), yanlıştır, hatalıdır, hatta düpedüz SUÇtur. Ama yine de bu metodoloji değiştirilmez, zira muhalefettekiler ve onların yandaşları da bir gün o makamlara ulaşma ve bu güç ile kendini ve çevresindekileri zengin etme hayalini taşımaktadır. Bu nedenle mekanizmanın böyle işlemesine kimse ses çıkarmaz. Sonuç, muazzam kaynakların (hem para, hem zaman, hem de emek) heba olmasıdır.Yani asıl sorun, kendi misyonerlik projelerini –i.e. şeriatı– uygulamak uğruna devletin bütün kurumlarını dejenere eden ve tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını uluslararası sermayeye gözünü kırpmadan teslim eden yöneticilerimizin olmasında değil, onların oraya gelmesine izin veren mekanizmadadır. Sorun, ekonomimizin sallantıda olmasında değil, dış borçlarımızın beş sene içinde, son elli senede oluşan borcun iki katına çıkmasını sağlayacak politikaları benimseyecek kadar bilinçsiz ve/veya vicdansız insanları o makamlara getiren mekanizmadadır. Asıl sorun 92

üniversitelerde türban takılması ya da takılmamasında değil, laikliğin dinsizlik değil, bir ulus olarak hayatta kalmamızın en temel şartlarından biri olduğunu göremeyen insanların devletin yönetimine geçmesine izin veren mekanizmadadır. gezgin12013-07-04T11:13:49.352+ FAŞİST BAĞIMLILIK ve DÜŞMANLIK PARTİSİ! Ben uyurken ya da tatildeyken Türkçe'nin kurallarını değiştirdiniz de, benim mi haberim yok? Adalet ve Kalkınma Partisi diye bir parti var. Adalet sistemini tamamen ele geçirmiş ve böylece adalet kavramını fiilen ilga etmiş bir parti bu. Kalkınma dersen, milletin malını kendi malı gibi satarak borç faizi ödeyen, borsaya dışarıdan sürekli sıcak para girmese, bir hafta bile iktidarda kalamayacak bir parti. "İleri demokrasi" diyerek demokrasiyi yok eden, "IMF'ye borcu kapattık" diye övünürken, tarihin en büyük dış borcuna imza atan parti de yine bu parti. Barış ve Demokrasi Partisi diye bir başka parti var. Son otuz senedir ülkede devam eden düşük yoğunluklu savaşın başlatıcısı. Demokrasi diyorlar ama partide hiçbir demokratik süreç işlemiyor. Ada'dan gelen talimat neyse, onu yapıyorlar: Yat deniliyor, yatıyorlar; kalk deniliyor, kalkıyorlar; açlık grevi bitti deniliyor, açlık grevini bitiriyorlar; meclise girin deniliyor, meclise giriyorlar. Ciddiye almak mümkün değil. Cumhuriyet Halk Partisi diye de bir parti var. Halkla iletişimi en kopuk parti bu. Cenaze namazlarına katılmayan, halkın ayağına gitmek yerine onlara parti merkezinde konferansa davet eden, halkla iletişime geçmek adına EKŞİSÖZLÜK'çülerle buluşan (neden İNCİ'ciler yok?) bir parti bu. Halkı harekete geçiremediğini itiraf eden, bunu başaran Gezi Parkçılarını kutlayan, ama sonra istifa etmek aklına bile gelmeyen bir genel başkana sahip bir parti. Milliyetçi Hareket Partisi diye de bir parti var. Aslında hiçbir harekette bulunmayan, sadece arada sırada genel başkanlarının sert çıkış yapmasıyla yetinen, milliyetçiliği de tamamen yanlış anlamış, sık sık stepne rolüne soyunan bir parti bu. Genel başkanlarının bir matematik dehası olduğunu da söylemeye gerek yok sanırım. En metafizikçi parti. * Eğer Türkçe bu duruma geldiyse, yani kelimeler tamamen zıt anlamlarında kullanılıyorsa artık, ben de kuracağım partinin adını açıklıyorum arkadaşlar: FAŞİST BAĞIMLILIK ve DÜŞMANLIK PARTİSİ. Seçimlerde hepinizi beklerim! gezgin02013-06-30T06:03:29.115+ ÜÇ KİŞİ Şu üç kişiyle konuşulmaz: AŞIRI DİNCİYLE KONUŞULMAZ! Çünkü düşündüğü ve söylediği birçok şey kendisine ait fikirler değildir. Ya ilmihallerden ya da savunduğu politikacılardan (ya da dini liderlerden) copy paste yapar. (Kur'an'dan yapmaz ama. Çünkü Kur'an ile onun yaşadığı İslam arasında muazzam farklılıklar vardır. Kur'an'ın Türkçesini de okumadığı için bilmez.). Bir de yeni kurulan Cumhuriyet'in bazı uygulamalarından mustarip olduğu için, bunları pişirip pişirip önünüze koyar. O kadar utanmazdır ki, çok özel koşullarda (i.e. savaş) yapılan bazı eylemleri (Camilerin farklı amaçlarla kullanılmasını) yetmiş seksen sene sonra bile önünüze çıkartır. (Siz sanıyor musunuz ki bu "Camide içki içtiler" lafı birkaç ay içinde unutulacak. Yüz yıllık bir efsane yarattılar, farkında değilsiniz.). Hayatın gerçeklerinden kopuk, hayatın insanın karşısına çıkarttığı binbir farklı duruma orijinal cevaplar değil de hep aynı tepkiyi vermeye çalışan (alışmış) insanlardır bunlar. Kendi bir "töresel bilgileri" ("lore") vardır ve bunu kuşaktan kuşağa aktararak yaşarlar ("Cumhuriyet devrinde şu kadar acı çektik. Türbanlılar okuyamadı. Camiler ahır yapıldı. İnönü halktan topladığı buğdayı denize döktü" vs.). Hiç anlamadıkları ve bilmedikleri (ya da fena halde yanlış tanıdıkları) kişileri (örn. "Mustafa Kemal") eleştirir, hatta ondan nefret ederler. Şu anda bağımsız bir bayrak altında kendi dinleriyle ve dilleriyle yaşayabilmeyi ona borçlu oldukları halde. Aldıkları her nefeste ona teşekkür etmeleri gerekirken. Bunu yapmazlar. Bu şekilde kandırılan insanların kandırılabilme kapasitelerine inanamazsınız. Bu nedenle onlarla konuşmak, bir kasetçalar ile konuşmaya çalışmaya benzer. Karşı taraftan hep aynı konuşma gelir ama sizi duymazlar. *** 93

AŞIRI SOLCULARLA (VE KÜRTÇÜLERLE) KONUŞULMAZ! Bu arkadaşların tipik bir sosyo-ekonomik geçmişi vardır. Bu geçmişin etkileri onları, acayip şeylere inanmaya açık hale getirir. Kendisine cennette 40 huri verileceğine inanan aşırı dinciden farksızdırlar. Herkesin eşit derecede zengin olacağı bir ülke hayal ederler. Bu hayale katılmayan nüfusun yüzde 99'unu da gerizekalı, satılmış ya da kandırılmış kişiler olarak görmekte beis görmezler. Oysa önerdikleri yöntemlerin gerçek hayatta yaratabileceği tek şey, insanların fakirlikte eşitlenmesidir, zenginlikte değil. Haklarını yememek lazım: En iyi kapitalizm eleştirisi bunlardan gelir. Ama kendi görüşlerini ve yöntemlerini ve bunların dünyayı nasıl cennete çevireceğini anlatmaya başladıklarında, kendizi "Yüzüklerin Efendisi" kadar fantastik bir dünyayı hayal ederken bulursunuz. Söylediklerinin hiçbirinin gerçekleşmeyeceği açıktır. Azıcık sağduyu, bunu anlamanız için yeter de artar da. İşin ilginci, biraz büyüdüklerinde onlar da bunu anlar. İnsanların özünde var olan adaletsizliği fark ettikçe, birlikte hareket ettikleri ya da korumak istedikleri kişilerden kazık yedikçe (12 Eylül 80'den sonra solcuların yaşadığı tam da budur), peşinde koştukları ütopyadan uzaklaşır, "bir salak ben miyim" diye düşünmeye başlarlar. Sonraki aşama daha da vahimdir: Kendilerini aniden kapitalizmin en azgın meslek kollarında bulurlar! Reklamcılık, bankacılık, ya da azgın bir kapitalistin şirketinde yöneticilik. * Aşırı solcuların alt kollarından biri sayılabilecek KÜRTÇÜLÜK de, yüzyıllara yayılan bir ekonomik ve sosyolojik durumun ve bunların sonuçlarının, ideolojiye çevrilmiş halidir. Yanlış zamanda yanlış yerde olan bir halkın (kürtler), daha büyük devletler (batıdaki ve orta doğudaki devletler) tarafından yüzlerce yıl boyunca hırpalanmasının yarattığı bir haklılık duyguları vardır. Ama bu haklılık duygularıyla hareket ederken kendilerini sürekli olarak başka büyük ülkelerin maşası konumunda bulurlar. Zira üzerinde acı çektikleri coğrafya, son yüz yılın en önemli enerji kaynağının da bulunduğu bölgedir. Ve batılılara göre bu enerji, Kürtlere bırakılamayacak kadar önemlidir. Onlara bağımsız ülkeler vaat edenler, yıllarca onlara (doğrudan ya da aracılar vasıtasıyla) eziyet edenlerle aynı kişilerdir. Ama çektikleri acılar, verdikleri kayıplar bunu görmelerine engeldir. Kendilerine en yakın millete (Türklere) bile muazzam bir garez besleyecek hale getirilmişlerdir. Şimdi ise kulaklarına üfürülen bağımsızlık masallarına inanmış durumdadırlar. Oysa bu masalları üfürenlerin, inanılmaz bir döneklikle ve acımasızlıkla o toprakları ve altındaki petrolü bir gecede ellerinden alabileceğini görmemektedirler - bkz. Saddam. Özgürlük ve bağımsızlık hayaliyle gözleri kör olmuştur. Çektikleri acıdan yarattıkları töresel bilgi ("lore") da buna zemin hazırlamaktadır (verdikleri "şehitler" vb.). Böyle bir insanla bırakın tartışmayı, konuşmanız bile mümkün değildir. *** LİBERALLERLE KONUŞULMAZ: Hemen hiçbir ahlaki değeri olmayan, tek ölçütü kendi keyfi, kendi zevki, ve kendi özgürlüğü olan bir insanla ne konuşabilirsiniz ki? Sonuçta vardığı nokta "iyi" ve "kötü"nün olmadığıdır. Liberal ekonomin işleyebilmesi için yapılacak uygulamaların, milyonlarca insanın aç, eğitimsiz ve sefil kalmasına yol açması umrunda değildir. Ona göre bu insanlar da "özgürlükten yararlanma şansına" sahiptir. Kendisinin muhtemelen baba parasıyla çok iyi yerlerde okuyup hayata zaten iki sıfır galip başlamış olduğu gerçeğini görmez. O zengin olmayı başarmışsa, herkes başarabilir. Ona göre devlet herkesi istediğini yapmakta serbest bırakmalıdır. (Tabii ki yaptıkları borsayı ve doları ve yatırımları vb. etkilemediği sürece). En mide bulandıran insan grubunu bunlar oluşturur. Başkalarının acılarına karşı duyarsız, daha da kötüsü umarsızdırlar. Onların da tıpkı dinciler, aşırı solcular ve kürtçüler gibi gerçeklikten kopuk bir bakış açılarının olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Liberalizmin herkesi mutlu edeceğini söylerken, etrafta bu kadar acı, ıstırap ve bunlardan kaynaklanan halk olayları olmasını bir türlü anlamlandıramazlar. Aslında pek kafa da yormazlar. Onlar için en önemli şey, borsadaki son durumdur. *** Kimlerle konuşulur? Görmüş geçirmiş kişilerle. Hayatın ne olduğunu bilenlerle. Ölümle yolu kesişmiş, ve bu travmayı doğru değerlendirmiş kişilerle. Yani bu travmanın sonucunda hayatı yok saymayı değil, hayatı yüceltmeyi, kutsamayı öğrenmiş olanlarla. Bu kişilerin belirli bir sağ ya da sol ideolojisinin bulunması gerekmez. Zaten azıcık daha derin düşünen bir insanın, hayatın özünde ideolojinin olmadığını, bunun ona insanlar tarafından sonradan giydirilen bir gömlek olduğunu görmemesi imkansızdır. Hayat çok önemlidir. Hayatın en önemli malzemesi olan zaman da çok önemlidir. Kendinizin ve başkalarının zamanını boşa harcamayın. 94

gezgin12013-07-04T11:14:52.119+ Kuralsızlığın Kuralı "Barış Dili" kullanılmalı diyorlar. Her iki taraf için de söyleniyor artık bu. Hem yönetim için, hem de Kürtçüler için. Sanki kullanılan "dil" değişince herşey düzelecek. Kafalardaki ve kalplerdeki marazlar aynı kaldığı sürece, hiçbirşeyin değişmeyeceğini bilmiyorlar mı? Biliyorlar. Ama amaç zaten zevahiri (görünüşü) kurtarmak. Kimsenin değişeceği yok. "İmaj yapmak için 10 sene uğraşırsınız, ama onu bir haftada yıkarsınız" diyor, zat-ı muhterem. Zaten meselemiz yaratılan imajlar, "çıkarıldığı söylenen gömlekler", değil mi? "Avrupa'ya girmek ister gibi görünmek"! Yoksa aslında değişen birşey yok. Kendi ağızlarından söylüyorlar. Dervişin zikri ve fikri aynı. Bir de bunların peşkeşçileri var. Kendisine "gazeteci" "kamuoyu önderi" "akademisyen" diyenler. Maaşlı soytarılar. Olan, bunlara inanan, kandırılan halka oluyor. Başka birşey değil. *** Gezi Parkı Olaylarının maliyetinden bahsediyorlar. Kimsi 140 milyon TL zarar verildi diyor, kimisi milyarlarca doların borsadan kaçtığını söylüyor, kimisi de dolarda meydana gelen artıştan dolayı 3. havaalanının maliyetinin arttığından bahsediyor. Oysa 11 senedir milletin cebinden "yandaşların cebine" aktarılan milyarlarla liradan bahseden yok. Asıl vurgun orada. Asıl "Gezi Parkı" orada! Ondan bahsedecek babayiğit yok! Zira yönetim, medyayı münasip bir yerinden yakalamış, öttürüyor. (Tabirin kusuruna bakmayın, daha hafifini bulamadım). *** "Camide içki içtiler" diyorlar. "Alkollü insanlar gördüm" diyor cami vaizi. "Peki kafasına gözüne gaz bombası atılan, coplanan, üzerine TOMAlarla gelinen insanlar da gördün mü sokaklarda?" diyen yok. Savaş yerine çevrilmiş caddelerde bir devletin kendi vatandaşına düşman muamelesi yaptığını da gördün mü? Ölen 5 kişiyi gördün mü? Yok. Sadece camideki alkollü içecek kutularını görmüş. Aferin. *** Henüz gösterilerde hiçkimse ölmemişken "Kimse ölmesin diye dua ediyorum" demiştim. 4 kişi öldü. Hepsine Allah rahmet eylesin. Gezi Parkçıları (en azından bir bölümü) ölenlerden şehit çıkartmaya çalışıyor şimdi. (Bunun, bariz bir şekilde "aşırı sol" pratiği olduğunun farkındasınızdır sanırım. "Ethem Yoldaş" söylemi, politikayla biraz ilgilenenler tarafından hemen teşhis edilecektir). Ölenlerin olmasına aslında şaşmamak gerek. Sen (göstericiler) kuralları ilga ettiğin zaman, onları hiçe saydığın zaman, kendini kaptırıp gündüz işe, akşamları da (eğlenceye gider gibi) polisle mücadeleye gittiğin zaman, kuralsızlığın kuralları devreye girer. Kuralsızlığın kuralı da budur: Birileri ölür! Birileri ağır yaralanır. Birileri göz altına alınır. Ve bunları yapanlar da "Destan Yazdı" diye övülür ve ödüllendirilir. Kuralsızlığın kuralını bileceksin. Ona göre davranacaksın. Sonradan ağlamak yok! gezgin02013-06-27T03:37:26.003+ Bizim! Bu ülkede asker olmak zor. Hayatını verdiğin toprakları, yıllarca savaştığın düşmanlarına peşkeş çekerlerken sesini çıkartamamak, uzaktan seyretmek zorunda kalmak, insanı çıldırtır. Bu ülkede gazeteci olmak zor. Ömrünü adadığın gerçekleri yayınlayabilecek bir kanal ya da gazete bulamamak, aksine yalan haber yapmak, ya da insanları uyutacak konuları işlemek zorunda bırakılmak, adama kafayı yedirtir.

95

Bu ülkede doktor olmak zor. Uygulamak için yemin ettiğin ilkeleri uyguladığın için göz altına alınmak, bu nedenle soruşturmaya uğramak, insanı isyan ettirir. Bu ülkede avukat olmak zor. Adaletin tecellisi için uğraşırken bir de yaka paça gözaltına alınmak, suçsuzun suçlu, suçlunun da suçsuz ilan edilişine sesini çıkartamamak ya da bunun için birşey yapamamak, adamı hayata küstürür. Bu ülkede sanatçı olmak da zor. İnsanların kalplerini ve zihinlerini aydınlatmak, ruhlarını yüceltmek yerine onları kandırmak ve uyuşturmak zorunda bırakılmak, aksi takdirde hayatta kalma şansından mahrum bırakılmak, insana çok fena kor. *** Ama bu ülke bizim ülkemiz yahu! Gidecek başka bir yerimiz mi var? Uğruna savaşacak başka topraklar mı var? Sevecek başka halk mı var? Yüzde ellisi değil, yüzde yüzü bizim olan bir ülke burası. Halkıyla, harsıyla,  toprağıyla ... Emin olun! Burası bizim. Anamızın ak sütü kadar helal. Aldığımız nefes kadar bize ait. Siz bakmayın bazılarının kendilerini evsahibi, başkalarını da misafir zannetmesine. Bu ülkenin doğusu da bizim, batısı da! kuzeyi de bizim, güneyi de! Çeri de bizim, çöpü de! Cahili de bizim, okumuşu da! İnananı da bizim, inançsızı da. Hepsine karşı da garip, tutkulu, delişmen bir aşkımız var! Herşeye rağmen. Ve aslında herşey yüzünden. Bir de şu var: Kolay olsaydı burayı sevmek, bu kadar sevmezdik be yav! gezgin02013-06-25T03:08:00.566+ İstifa... Murat Belge "akil adamlıktan istifa etmiş"! Bunu alkışlayacak birçok zevzek çıkacaktır. Sanki büyük engellere göğüs germiş ve birşey başarmış gibi! Oysa daha en baştan kabul etmemesi gerekirdi, sandığı kadar "akil" olsaydı. Böyle bir yönetim tarafından seçilmiş olmasının bile, bir amaç için kullanılmasına hizmet edeceğini anlaması gerekirdi. Teröristlerle barış dilini kullanmaya başlayan birinin (Baş Yöneticimizin), Gezi Parkçılarına bu kadar şiddet uygulamasını içine sindirememiş. Neden acaba? 35 bin gencimizin ölümüne neden olanlarla masaya oturmayı içine sindirmişti halbuki? 5 ölünün lafı mı olur? Murat Belge (ki bilmeyenlere söyleyelim, kendisi bir İngiliz Edebiyatı profesörüdür, iktisatçı filan değildir), bu ülkenin aydınlarının (!) sadece biraz bilgi sahibi oldukları için bir yerlere gelmiş,  ama aslında ne kadar şaşkın, muhakeme, vicdan, karakter, tutarlılık konularında çok büyük eksiklere sahip insanlar olduğunun en iyi örneklerinden biridir. Kendi ülkesinin vatandaşlarını öldüren Ermeniler'den özür dilediği halde gerçekleşmesi imkansız olan bir proje (Barış Süreci) için piyon seçilmesinin ardındaki hikmeti kavrayamamış, göz göre göre baş yöneticiye Başkanlık'ı verme yolundaki taşlardan biri olmayı kabul etmiştir. Aklı şimdi mi başına geliyor? Duran saatler bile Murat Belge'den daha sık doğruyu gösteriyor. gezgin02013-06-25T00:52:36.919+

96

Geçmişi Bilmeyen ... Gezi Parkı olayları bence bu son on yılın en ilginç olaylarından biriydi. Artçı sarsıntıları hala devam etmekle beraber, büyük oranda bittiğini söyleyebiliriz. En azından fiilen. Bundan sonra, bu olayları doğru yorumlayan birileri toplumun önemli bir bölümünü (ama çoğunluğunu değil!) arkasına alarak bir başka dalga yaratabilir. Bu olayların "tekrar" ortaya çıkarttığı bazı şeyler var. Yazmama gerek yok, ama kendi yorumlarımı eklemek için yine de sıralayayım: 1) Medyamızın inanılmaz satılmışlığı. Şu dönemde medya sektöründe çalışıyor olsaydım (gazeteci ya da TV'ci) herhalde kafayı yer, bunalımlardan kendime bunalım beğenemezdim. Kendini haberci zannedip de aslında sadece hükümetin "milleti uyutma mekanizmasında bir dişli" olduğunu fark etmek, TV'lerde insanlar için dizi yazdığını zannedip aslında muazzam bir uyutma komplosunun parçası olduğunu görmek, bazılarına çok koymuş olmalı. (Vicdanlı olanlara tabi. Vicdansızlar yine maaş + sigorta için ellerinden geleni yapacaktır). 2) Bilim ve Sanat İnsanlarımızın çoğunun çapsızlığı / iki yüzlülüğü / bilgisizliği. Bu olayları yorumlaya yorumlaya bitiremediler. Ama hiçbiri olacakları öngöremedi. Dinlediğim kadarıyla doğru analiz eden de yok. Şunu unutmayın: "Gavurun ekmeğini yiyen gavurunn kılıcını çalar." Yani bir insan hangi cepheden / cenahtan ekmek yiyorsa, o cenahın görüşlerini savunur / kendini bunu yapmak zorunda hisseder. Sıradan insanda sorun yaratmayacak bu durum (ki aslında orada da sorunludur) nesnel olması gereken bilim insanlarında muazzam bir sorun yaratıyor. 3) Siyasetçilerimizin "Muhteşem Çapsızlığı". Sadece yönetimdekilerden bahsetmiyorum. Onlar bu olaylarda "Kötü Adam"lar. Ama onların karşısındakiler, yani muhalefettekiler "İyi Adam" değil. En fazla figüran rolündeki etkisiz kişiler. Bir CHP ve MHP, bütün üst kadrolarıyla istifa etseler, şu anda en onurlu şeyi yapmış olurlar. "İstediğini aldığı için" bir kenarda ellerini ovuşturarak bekleyen BDP'den bahsetmiyorum bile. 4) Gençlerimiz okumuyor! TV de izlemiyorlar! Kendi yakın çevreleri vb. dışındaki olaylarla ve insanlarla ilgilenmiyorlar. Bunun sonucunda da Gezi Parkına çıktıklarında ve Polis kafalarına gaz bombası yağdırdığında ya da coplarla giriştiğinde şaşırıyorlar! Son birkaç yılda Polis, hangi öğrenci hareketine farklı tepki verdi? Poşu taktığı için 9 sene yiyen genç, bu ülkede yaşamıyor mu? Yüzde yüz haklı HES'çiler (HES'leri protesto edenler) az mı gaz yediler? Ya ODTÜ'lüler? Devletin bütün bu olaylarda verdiği tepki, Gezi Parkında verdiği tepkinin aynısıdır özde. Bir ilin Emniyet Müdürü'nün İç İşleri Bakanı yapılmasında da mı ayıkmadınız, polis devletine dönüşümümüz konusunda? Ve yönetimin bütün bunları elini kolunu sallayarak yapabilmesinini sağlayan 12 Eylül referandumunda neredeydiniz? Kreşte olmadığınızdan eminim. "Kenan Evreni en sonunda yargılatacağız" masalına inanıp da iktidarın eline muazzam yetkiler verenler siz değil miydiniz? (O dönemde bu sitede yazdıklarımı hatırlayanlar vardır. Siteyi aniden siyasi yazılarla doldurmamın sebebini kafanıza cop, gözünüze gaz, sırtınıza su yeyince anlamışsınızdır herhalde!) 5) Gençlerimiz geçmişlerini hiç bilmiyor. 12 Eylül 1980'de ve hemen öncesinde ve sonrasında devlet, hükümet ve polis ne yaptıysa, şimdi aynısını yapmaktalar. Bir gram değişiklik yok. (On senedir anlatılan "Avrupa Birliğine gireceğiz" masalları, sanırım Antalya'daki kapalı bir garaja sığınanları dövenler tarafından yeterince açıklanmış/"kanıtlanmıştır"). 1980'de daha doğmamış olan bu gençlerin, bunları tecrübeyle bilmesi tabi mümkün değil. Ama kitap da mı okumuyorsunuz kardeşim. Analarınıza babalarınıza sorun, abileriniz anlatsın size, kitaplar belgeseller var (çoğu taraflıdır, ama siz hepsini izleyip ortalama bir doğruya ulaşabilirsiniz.). 12 Eylül'den önce "Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" diyen (ve sonradan Demokrasi Kahramanı olan) Demirel ile, Polis'in arkasında aslanlar gibi duran baş yöneticimiz arasında gram fark yok! Ama eğer siz bunu bilmiyorsanız, başınıza yediğiniz coplara daha çook şaşarsınız. 6) Forumlar! Hey Allahım. Güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum. Sizin dilinizden anlatayım: Bu parklarda yapılan forumlar ve onlardan birşey beklemek, 2013 senesinde bir şirketin ortaya çıkıp "Ben iTelefon diye birşey icat ettim. Süper birşey. Böyle ekranda parmağınızı kaydırıyorsunuz. Sonra app denilen şeyler icat ettim. Bunları bir merkezden indireceksiniz." demesine benziyor. Çoktan yapıldı yani. İnanmıyorsanız, 12 Eylül öncesindeki çeşitli sol fraksiyonlara takılmış (hatta bu fraksiyonları bizzat yaratmış) amcalarınıza sorun. Kendileri çoktan o yollardan geçip bankacı, reklamcı oldular, ya da şu anda güneyde bir barda oturmuş, alkol eşliğinde dans eden genç kızları kesiyorlar. Bu kadar az bilgi, bu kadar az tecrübe, bu kadar yöntemsizlik, bu kadar organizasyonsuzluk ile birşey olmaz. İnsanların cesaretini takdir ediyorum, ama o kadar. Çabalarının bir sonuca varmaması için ellerinden geleni yapıyorlar! Sanırım başarılı da olacaklar. gezgin02013-06-21T03:14:00.693+ 97

Mesajı Aldık!... Bu günlerde yönetim cenahından gelen "Mesajı aldık" yorumlarını duyunca, irkilmedim desem yalan olur. Ne mesajı aldılar acaba? Ne anladılar? Doğru mu anladılar? Bilemiyoruz ki? Zira ne anladıklarını söylemiyorlar! Ben size birkaç tahminimi söyleyeyim: 1) Mesajı aldık. Yaptığımız değişiklikler biraz fazla arka arkaya geldi. Değişikliklerin hızı yavaşlatılacak. Su hızla ısınınca kurbağa zıpladı. 2) Mesajı aldık. Polis gücümüz çok yetersiz. Birkaç çapulcuyla başa çıkamadılar. Daha iyi eğitilmeli, daha iyi teçhizatlandırılmalılar. TOMA'ların yanı sıra TOEA (Toplumsal Olayları Ezme Aracı), TOÖTEA (Toplumsal Olayları Önceden Tahmin Etme Aracı) TOSDYA (Toplumsal Olaylar Sırasında Dezenformasyon Yayma Aracı) gibi araçlar da geliştirilmeli ve Polis'in kullanımına verilmeli. 3) Mesajı aldık. Twitter, Facebook ve Ekşi olmasaydı, bu isyan bu kadar büyümez, organize olmazdı. Bunları takip etmek, gerektiğinde filtrelemek için bazı mekanizmalar devreye sokulmalı. Örneğin masamda kırmızı telefon gibi bir kırmızı düğme olmalı ve anında Twitter'ı kapatabilmeli. 4) Mesajı aldık. Göz yaşartıcı gaz bombası ve tazyikli su, eylemcilere pek etki etmiyor. Hatta mübarekler Gremlinler gibi çoğalıyorlar! Onun yerine Kola ve Bol Mayonezli Hamburger atılsaydı daha etkili olurdu. İki haftada **t - göbek büyür, polisten kaçamaz hale gelirlerdi. Göstericilere fırlatılacak yeni maddeler bulunacak (Terlik fırlatan TOMA fikrini araştır. Bunlar pek ana kuzusuymuş! Korkabilirler.) 5) Mesajı aldık. Aslında göz yaşartıcı bomba atmak yerine, sokaklara ve caddelere düzenli aralıklarla gaz muslukları yapılabilir. Her defasında göstericilere gaz bombası atıp birilerinin kaşını gözünü yarmak yerine, bu musluklar bir merkezden açılır ve bütün sokak bir anda gaza boğulur. (Süper fikir. Patenti için başvur) 6) Mesajı aldık. Göstericilere tepki verirken "çapulcular" "ayyaş" "kafa kıyak" gibi sıfat ve zarflardan kaçınılacak. Şerefsizler hemen benimseyip grup psikolojisine giriyorlar. Olabildiğince kuru bir dille konuşulacak. "Ali topu tut. Oya içki içme. Osman, yine tıksırana kadar içip kafa kıyak sokaklara döküldün değil mi, seni gibi çapulcu ayyaş..." (Kendime not: Öfke denetim dersleri alınacak). 7) Mesajı aldık. Kim koydu ulan bu ekose ceketi gardrobuma! İlgili şahıs bulunacak. Haddi bildirilecek! 8) Mesajı aldık. Bülent bunu bilerek mi yapıyor, yoksa farkında değil mi anlamadım. Ama öyle bir laf kalabalığı yaratıyor ki, anlayana aşkolsun. Lafından dönerken de hiç gocunmuyor. Teşekkür babından bir şişe gül suyu yollanacak. 9) Mesajı aldık. BDP'ye de bir tepsi baklava gönderilecek. Ülke yıkılırken gıklarını çıkartmadılar. Doğudan bu çapulculara bir tane dahi destek gelmedi. Aferin onlara. Bakalım, onları bir kez daha kandırabilecek miyim? 10) Mesajı aldık. Ben "Medyayı ele geçirin" demiştim ama bu kadar abartacaklarını ben bile düşünmemiştim. Memlekette bize ait olmayan bir tane bile mi gazete kalmaz lan?! Birkaç tanesinin "tasmasını biraz serbest bırakalım" da, demokrasi olduğumuz sanılsın. Yoksa millet çabuk ayıkır valla. (YÖK'e Not: Gazetecilik bölümlerinde "Çaktırmadan hükümete yağ nasıl çekilir" dersi koysunlar. Yiğit bu işi iyice abarttı. Herif benim önümde koşuyor. Bir ara bana "Sen yeterince AKP'li değilsin" diyecek diye korkuyorum.) 11) Mesajı aldık. Kendi seçmenimize mukayyet olunacak. Ne demek lan "Godünin gılıyım"?! Ben nasıl tuvalete gidicem şimdi? *** Siz de zannediyordunuz ki, demokrasi, ifade özgürlüğü, insan hakları, yaşam tarzına müdahale etmeme yönünde mesajlar aldılar. Çok beklersiniz! gezgin22013-06-07T17:27:32.741+ Ünlüler Kenardan Kenardan ... 98

Gezi Parkı olaylarının en hoşuma giden taraflarından biri, "ünlüler"i aniden gündemden düşürmesi. Kendilerini bir halt zannedenlerin, halktan üstün görenlerin, her gün medyayı peşlerine takanların, saçma sansasyonlarla insanların kafalarını meşgul edenlerin böylesine ofsayta düştüğünü hiç görmemiştim. Bunun neticesinde onlar da bu eylemlere kenardan kenardan monte olmak, kuyruğa kaynak yapmak, bir şekilde tekrar gündeme gelmek istiyorlar. Şişmiş egolarını tatmin edecek ilgiden mahrum kaldıklarında huysuzlaşıyorlar. İlgi tekrar kendi üzerlerinde olsun istiyorlar. (Sezen Aksu konserinin iptali, çok güzeldi! Herhalde ilk kez kendisinin bir konserin yapılmaması, yapılmasından daha fazla ilgi çekmiştir. "Yetmez ama evet" tavrının unutulmadığını görmek güzel.) Bu olaylar, medyanın önümüze attığı ünlü saçmalıklarının ne kadar boş olduğunu daha belirgin bir biçimde ortaya koydu. Kerametleri kendinden menkul bu şahıslar, bir tarafta sağlıksız benliklerini halkın ilgisiyle doyururken, diğer yanda da bu ilgiyi hiç utanmadan paraya tahvil ediyorlardı. İnsanların sorunları ile en uyduruk düzeylerde ilgilenip (kıçık kırık yardım konserleri, atılan birkaç tvit, hiçbir işe yaramayan eylemsiler, vb.) sonra da halka karşı "görevlerini yapmış olmanın verdiği rahatlıkla" cipleri ile Olimpos dağlarındaki villalarına çekiliyorlardı. Cem Yılmazlar, Sezen Aksular, Elif Şafaklar, Hülya Koçyiğitler... hayatlarında hiç bu kadar devre dışı bırakıldıklarını hissetmemişlerdir. Kendi köşelerinde oturmuş, olayların dinginleşmesini ve ilginin tekrar kendilerine yönelmesini beklemektedirler. Ama bir yandan da için için "Ulan meğer bu millet, bu gençler ne kadar dertle doluymuş da bizim haberimiz yokmuş" diyorlardır. TV'de bu olayları anlatmayan hiçbir haber, hiçbir program, hiçbir dizi... anlamlı gelmiyor. Hepsi, sanki büyükler kendi sorunlarıyla uğraşırken, çocukların kendi aralarında kurdukları hayal dünyalarını andırıyor. Kendilerini bir halt zannedenlerin, böyle olmadıklarını fark etmelerini seyretmek ayrı bir zevk. gezgin02013-06-07T17:05:12.442+ Bugün Kafanıza Yediğiniz Coplar ... Bugün kafanıza yediğiniz coplar, sizin ya da abilerinizin / ablalarınızın dün ses çıkartmadığı yasal değişikliklerin ve uygulamaların sonucudur. Vakti zamanında emniyette meydana gelen yapılanmalara dikkat edip bunlara karşı çıkacaklarına, Kurtlar Vadisi ve Asmalı Konak / Bir İstanbul Masalı / Aşkı Memnu izleyerek (futbolu saymıyorum bile) beyinlerini uyuşturanlar (o zamanlar Hürrem yoktu), memlekette meydana gelen her türlü hukuksuzluğa (yasa başka, hukuk başkadır, biliyorsunuz) göz yummasa bile, hafif bir homurtudan başka ses çıkartmayanlar, "Bütün bunların ben mi değiştireceğim" deyip sadece maaşını ve yazın nerede tatil yapacağını düşünenler, bugün yediğiniz gazların müsebbibidir. Kamu ihale kanunu onlarca kez değiştirilirken, belediyelerin taraflı uygulamalarıyla yüzbinler hatta milyonlar ihya edilirken, ülkenin en temel varlıkları (Tüpraş, Telekom, Petkim, Seka vb.) haraç mezat satılırken ses çıkartmayanlar, bugünkü baskı ortamına da zemini hazırlamıştır. Televizyonlara çıkıp saatlerce hükümeti savunan, en azından gerektiği gibi eleştirmeyenler de, bu hırsızların halk tarafından daha kabul edilmesine, en azından mazur görmesine aracılık etmiş, kıyakçılık yapmıştır. Bu TV ve gazete şaklabanlarının bugün hükümete vuruyor gibi yapmalarına aldanmayın. Rüzgar yarın yine hükümetten yana esmeye başlayınca, onlar eski tavırlarına geri dönecekler, "Ama bu gençler de çok ileri gittiler canım" tarzı yazılar döşenmeye devam edeceklerdir. Acı ve acımasız bir dünya bu. Kendinizi hayallere kaptırmayın. gezgin12013-06-07T11:12:04.380+ Avrupa Sineması Amerikan Sinemasına Karşı Daha önce bu yazıdan kısa bir alıntı yapmıştım. Ama yazının daha büyük bir bölümünün de faideli olduğunu düşünüyorum. ***

99

Szabo, Avrupa sinemasının Amerikan sinemasının rekabetine nasıl karşı koyabileceği sorusuna da ilginç bir yanıt verdi: "Her hastalığın bir hikâyesi, bir geçmişi vardır. Sorun nedir? Amerika'da yılda yaklaşık 600 film yapılıyor. Avrupa'da ise 800. Yani aslında biz daha çok film üretiyoruz, ama bu filmler sinemalarda gösterilemiyor. Fransa'da yılda ortalama 150 uzun metraj film yapılıyor. Bunların ancak yüzde 70, 80'i gösteriliyor. Fransa'da çok iyi bir yasa var. Sinema biletlerinden yüzde 11, 12 oranında kesilen vergi, tekrar film endüstrisine dönüyor. Filmleri buradan gelen paralarla yapabiliyorlar. Bu vergi Amerikan filmlerinin biletlerinden de kesiliyor. "Amerikan filmlerini oynatamazsınız" diyemiyorlar, çünkü o zaman bu para gelmeyecek. Esas sorun nedir? Genç nesil, ki şu anda sinemaya çok büyük çoğunlukla gençler gidiyor, Amerikan kahramanlarını daha çok seviyor. Bunun nedeni de esas olarak Amerikan kahramanlarının hep kazananlardan oluşması. Amerikan kahramanları her zaman kazanıyor. Bizim kahramanlarımız ise hep kaybedenler oluyor. Genç sinema izleyicileri ise kazananlarla özdeşleşmek istiyor. Mesele Amerikalılar değil, mesele kazananlar. Türkiye'de de, bizde Macaristan'da olduğu gibi, çocuklar için masal geleneği var. Masallar da hep kazananları anlatır. Çocuklar kendilerini kazananlarla özdeşleştirirler. Çünkü çocuk kazanmak ister. Bu, bir Amerikan görüşü değildir, insanın düşünüş biçimidir. Amerika, dünyanın farklı yerlerinden gelenlerin 150, 200 yıl önce oluşturduğu çok yeni bir ülke. Onların ortak masalları, hikâyeleri yok. Amerika'nın masalları sinema oldu. Bizim masallarımızdaki gibi, kahramanlar, her zaman kazananlar oldu. Sinemacılar dünyayı değiştiremezler. Dünyayı politikacılar değiştirir. Avrupa filmleri gelecekte, kazananlar olarak sadece mafyayı, yolsuzluk yapanları göstermez de, kazanan olumlu karakterleri gösterebilirse, bu belki bir fark yaratır. Avrupa Birliği sadece büyük bir pazar olacaksa; bu, gerçekleşmez. Bizim ihtiyacımız olan Avrupa'nın geleceğiyle ilgili bir imaj. Gelecekle ilgili pozitif bir imaj. Gençlere, Avrupa güzel olduğu için oraya gelmeye çağıran bir imaj sunmak. Avrupa eğer yalnızca geçmişin güzel kalıntılarını gösteren bir müze olursa, gelecekle ilgili bir imaj oluşturamaz. Amerika'da; Roma'da, İstanbul'da, Atina'daki gibi geçmiş kültürü gösteren tarihi kalıntılar yok. Avrupa'da 5, 6 Euro verirseniz, geçmiş, yıkılmış kalıntıları görebilirsiniz. Ama yeni bir şey yaratacak enerji nerede? Sorun burada. Eğer gençlere sunacak yeni şeylerimiz olursa, o zaman yeni kahramanlar bulabiliriz. Amerika'nın kahramanlarına karşı belki savaşabiliriz." (Kaynak: Tempo Dergisi 22-28 Aralık 2004) *** Istavan Szabo hakkında daha ayrıntılı bilgiyi BURADAN alabilirsiniz. gezgin22013-06-10T15:00:40.390+ GEZİ PARKI OLAYLARI HAKKINDA Önce bu olaylarla ilgili görüşümü özetleyeyim: - Açıkçası olayların bu kadar uzayacağını tahmin etmemiştim. Olaylar uzadıkça ve yayıldıkça, farklı bir nitelik kazandı. Benim de görüşlerimde kısmen değişiklik oldu.- Olayların büyük bir çoğunlukla 20'li yaşlarının başındaki gençler tarafından yapılması ilginç. Neden ilginç olduğunu aşağıda açıklayacağım.Arada çeşitli parti bayrakları görünse de, genel olarak apolitik (ya da politika üstü?) bir eylem gibi duruyor. Yine de günler ilerledikçe şu olaylar açıkça hoşuma gitti: - Başbakan'ın kaçar gibi ülkeyi terk etmesi. (Bu muhtemelen daha önce planlanmış bir geziydi. Ama patlayan olaylar karşısında ertelenebilir ya da iptal edilebilirdi. Sanki apar topar kaçmış gibi oldu).Başbakan'ın ardından B. Arınç'ın onun ve diğerlerinin saçmalıklarını örtmek için özür dilemesi. (Bunu yaparken bile saçmalaması. Bkz. "düğün mahvoldu" minvalindeki bölüm).- Medyamızın satılmışlığının artık inkar edilemez bir şekilde ortaya çıkmış olması.- NTV'de Oğuz Haksever'in belli ki büyük bir fırçadan sonra ilk kez eylemciler ile ilgili haber yaparken takındığı surat ifadesi. (Adamlar popüler kültüre "penguen" diye bir mem soktular bir haftada yahu!)- Topluma öncülük etmesi gereken birçok kesimin, aslında toplumun ne kadar gerisinde ve dışında olduğunun anlaşılması: Sanatçılar, bilim ve düşünce adamları, siyasetçiler, medya... Hepsi sınıfta kaldılar. Değişeceklerini de sanmıyorum. Bunlardan yeni bir kuşak lazım.- Polisimizin kesinlikle elden geçirilmesinin gerektiği ortaya çıktı. Sekiz ay eğitimle işe aldığınız insanlar, ne yazık ki hak hukuk tanımıyorlar. Yasalardan bihaberler.- Muammer Güler'in dünkü (Salı günü) Meclis konuşmasındaki surat ifadesi. Höt zöt ile ülke yönetmeye alışmış insanların, 100

demokratik tepki karşısında alı al, moru mor hallerini görmek, herşeye bedel.- Fatih Altaylı'nın gazeteciği bırakıp reklamcılığa başladığı artık açıkça tescillenmiş oldu. Bundan on beş sene önce Teke Tek'i yapan Fatih nerede, bu adam nerede?!- En hoşuma giden de Tayyip'in ezberinin bozulmuş olması: "Yüzde elli oy aldım, istediğimi yaparım" diyen başbakanın, demokrasinin başka kuralları olduğunu da öğrenmesi (ve bunun karşısındaki şaşkınlığı/öfkesi). "Demek ki ben her istediğimi yapamıyormuşum. Demek ki insanların itiraz hakkı da varmış. Ama, ama, ama...!" - Eylemci gençler, halkın geneline, Kemal Kılıçdaroğlunun ve Bahçelinin kısır hakaretleri ile yetinmek zorunda olmadıklarını gösterdiler. Sadece bu bile büyük bir paradigma değişikliğidir. Bundan sonra daha fazla eylem göreceğimizi tahmin ediyorum.Twitter, facebook, SMS ve genel olarak internetin bu eylemde önemli bir rolü var. Sanırım GSM operatörleri, öğrencilere çok uygun paketler sunarken, böyle bir eyleme "yardım ve yataklık" yaptıklarını farkında değillerdi :)- "Arap Baharı" bizde olmaz diyenlerin morarmasını izlemek de güzeldi. Neymiş? Baskı olan her yerde tepki olurmuş.- Eylemlerdeki mizah. Atılan twitler, sloganlar, pankartlar... Bazıları bildiğiniz komikti. Ama: - Eylemciler bu eylemi Aralık'ta koyamazlardı. Kışın olmazdı. Temmuzda da koyamazlardı. Herkes tatilde olurdu. Eylemin başarısının temel nedenlerinden biri zamanlama. Ayrıca finallere denk gelmesi de etkili oldu sanırım.- Eylemin Taksim gibi merkezi bir yerde başlamış olması, katılımın ve dikkatlerin artmasını sağladı. Çok daha ciddi çevre cinayetlerinde (sırf başka bir coğrafyada olduğu için) bunun binde biri kadar bile tepki gösterilmemiştir.- Eylemden kısa bir süre önce alkol yasağının gelmiş olması, eylemcilerin katılımını artırdığını düşünüyorum. Zira bu yasak, katılanların önemli bölümünü birinci elden etkiliyor.Eylemcilerin hareketlerinin "onlardan" birinin (bir polisin veya AKP'linin) canına kastetmemesi için resmen dua ediyorum. Kazara bile olsa böyle bir olay, herşeyin rengini değiştirir. Çok ama çok dikkatli olmaları lazım. Bina yakmak ne demek yahu?!- Nerede Müjdat Gezen, Levent Kırca, Sarıgül? - Eylem sonsuza dek sürecek değil. Finaller bitecek. Yaz bastıracak. Tatil gelecek. Eğer Tayyip ve polis yangına körükle gitmekten vazgeçerse, eylemin zamanla etkisini yitireceğini tahmin ediyorum. Aksi takdirde millet tatile bile gitmekten vazgeçer. Sırf Tayyip'i sinir edebilmek için.- Olaylar yatıştıktan sonra Emniyet güçlerinin bir fişleme operasyonu başlatması mümkün. İnternet'in kullanım şekline de bazı kısıtlamalar getirilebilir.Bu eylemler daha sonra daha somut bir harekete dönüştürülemezse, gençlik hevesi gibi geçici olabilir.20'li yaşlarının başındaki bu gençler, henüz üniversitede okuyorlar. (Ankara'da da liseliler ilginç bir şekilde aktif). Bu gençler bir süre sonra bu karşı çıktıkları düzene girebilmek için ceketlerini ilikleyip İK departmanlarından randevu almak için sıraya girecekler. Bu çok acı.- Eylemlerde baskın bir "beyaz ya da açık gri Türk" havası var. Bu hava, eylemin öz niteliğini ve neler yapabileceğini (ve aslında yapamayacağını) gösteriyor. - Eylemcilerin en güçlü tarafı, aynı zamanda en zayıf taraflarını oluşturuyor. Belirli bir merkezden yönetilmemeleri ve net bir amaçlarının olmaması (genel amaçları, kendilerini küçümseyen bir başbakana tepkilerini göstermek gibi duruyor), çok farklı kesimden insanları bir araya getiriyor. Ama aynı zamanda "somut" ve "kesin" bir başarı şanslarını da azaltıyor. Afrika'dan dönen başbakanın "Tamam siz haklısınız. Artık bundan sonraki kararlarımı alırken size de soracağım. Size daha az bağıracağım. Sizi daha az aşağılayacağım" diyeceğini mi zannediyorsunuz?- Eylemin genel olarak kapitalizme karşı olmaması, birazcık analize bile dayanamamasına neden oluyor. Halk genel olarak Tayyip'in tavrına duyduğu öfkeyi dışa vuruyor. Ama ülkenin işleyişinde yapısal bir değişiklik talep edilmiyor. Çünkü bu eylemi yapanlar böyle bir değişikliğin gerektiğinin farkında bile değil. Eylemin amaçlarındaki bu belirsizlik tabanın daha geniş olmasını sağlarken, eylemin netice alma noktasında güçsüz kalmasına neden oluyor. Yine de şunu söyleyeyim: Bu eylemler, o pahalı deri koltuklarda oturup sağa sola emir vererek ülkeyi yönetmeye devam edebileceğini sanan siyasi ve bürokrasi kalantorlarına, herşeyin kontrolleri altında olmadığını göstermiştir. Halkın koyun olmadığını ("İki koyun dahi gütmemiş" lafı sanırım artık tekrarlanmayacak, zira koyunlar isyankar çıktı) görmüş bulunuyorlar. Bu bile çok önemli. gezgin12013-06-05T08:45:57.073+ Kafa Buluyorlarmış! Aşağıdaki bir yazıda, "Kafanız mı iyi, kafa mı buluyorsunuz?" diye sormuştum. Sinemacılar bir basın duyurusu yapmışlar. Cevabımı almış oldum: Kafa Buluyorlarmış! İsterseniz dinleyin, isterseniz okuyun: Basın duyurusunun metni de şöyle: "Biz bu ülkenin sinemacıları, sanatçıları ve yazarları olarak, kendini Türkiye’nin önde gelen, tarafsız medya kuruluşları olarak tanımlayan, başta NTV, CNN Türk, Habertürk, Kanal D, ATV, Star, Show TV ve TRT olmak üzere tüm ana akım televizyon kanallarının ve başta Star, Sabah ve Habertürk olmak üzere bazı gazetelerin, Gezi Parkı Direnişi’yle başlayan süreçte, tarafsız haber ilkelerini hiçe sayan sansürcü ve yanlı tutumlarını kınıyoruz. Gezi Parkı Direnişi ve ülkenin dört bir yanında yapılan protestolar, gün geçtikçe varlığını perçinleyen baskı düzenine karşı, Türkiye ve dünyada yaşanan bir uyanışı simgeleyen, hiçbir siyasi partiye bağlı olmayan ve gücünü halkın ortak bilincinden alan eylemlerdir. Tamamen barışçıl bir çerçevede gerçekleştirilen bu eylemlere katılanların ortak amacı özgürce yaşama hakkına, yaşadıkları coğrafyaya, kent ve çevre bilincine sahip çıkmaktır. Ana akım medya kuruluşlarının, hem bu harekete, hem de polisin bu hareketi bastırmak için uyguladığı, zaman zaman cana kasteden, kışkırtıcı ve saldırgan tutumuna neredeyse hiç denebilecek kadar az, siyasi ve sermaye erklerinin gözüne batmamaya çalışacak şekilde yer veren yayınlarını hayret ve üzüntü içerisinde izledik. Ancak medyanın bu yok sayan tutumu, görüldüğü üzere direnişi küçümseyen ve yozlaştırmaya çalışanların niyetlerini Türkiye ve dünyada deşifre etmekten başka bir işe yaramadı. İlgili yayın kuruluşlarını, bir an evvel içinde bulundukları tarihi aymazlıktan vazgeçerek, tarafsız haber ilkelerini gözeten bir yayın yapmaya, demokratik ve özgür bir medya oluşumuna katkıda bulunmaya davet ediyoruz. Yaşanan tarihi bir süreçtir, bağımsız bir medya hepimize güven ve özgürlük verecektir. Bizler, bu sürecin tanığı olmaya devam edeceğiz. Sinemacılar" *** Nereden başlayayım bilemedim. Ama lafı uzatmadan, sadece koyu harfle yazılı bölümleri ele alayım. Gerisini yorumlamaya bile gerek yok. "Siyasi ve sermaye erklerinin gözüne batmamaya çalışacak şekilde"... demiş, metni yazan arkadaş (ve metni yayınlayanlar ve okunurken başıyla onaylayanlar ve dinledikten sonra alkışlayanlar). Acaba bu şahıslar, Güneş sistemi içindeki bir gezegende mi yaşıyorlar, yoksa dışında mı? Bütün kapitalist ülkelerde medya kuruluşları büyük sermayeye aittir. Hele bizimki gibi gelişmeye bocalayanlarda, patronlar, siyasi erki memnun etmek için, ya da onu biraz silkeleyerek avanta koparmak amacıyla gazete ve TV alırlar ya da kurarlar. Bunu özellikle 80 sonrası dönemde çok açık bir biçimde gördük. 80'lerde hükümeti topa tutan Sabah gazetesinin, sahipleri ihaleler aldıktan sonra hükümetlere karşı nasıl "yumuşadığını", Hürriyet ve Milliyet'in 2000'li yıllarda bir süre siyasi erke direnip, sopayı gördükten sonra nasıl "hidayete" erdiğini, bilenler bilir. Diğerlerini saymıyorum bile. Durum böyle iken, bunlardan herhangi bir objektiflik beklemek, "sanatçı" dediğimiz insanların aklına, vicdanına, bilgi birikimine ve tecrübesine hiç uymayan birşey. Bir de buna HAYRET etmek, apayrı bir saçmalık. Ya da, bildiğin "ergenlik". Bir de bu sinemacıların, eleştirdikleri bu kanalların gerçek yüzünü aslında çok iyi bildikleri halde, bu kanallarda yayınlanan dizilerden ya da bu kanallara sattıkları filmlerden  aldıkları paralar var ki, apayrı mesele. Sanki o diziler ve filmler yayınlanırken bu kanallar süper objektif ve hassastı da, şimdi taraflı ya da duyarsız davranmaya başladılar. Peh! * Bizi aydınlatması ve yol göstermesi gereken bu kişilerin bu şekilde yalan ve yapmacık sözler söyleyerek ve sahte ("pseudo") tepkiler vererek bizi salak yerine koymasını da ben kınıyorum. Bir yürüyün gidin yahu! gezgin12013-06-02T12:54:57.979+ Sinemada Telefonlarınızı Kapatın! 102

Biz de bunlardan yapalım. Mehmet Ali Alabora ve Beren Saat'li olanını ben öneriyorum. gezgin02013-06-03T07:44:54.539+ Bak, Kuş! Son günlerde medyamızı işgal eden "Gezi Parkı" haberleri, neye ne zaman ve nasıl tepki vermeyi bilmediğimizin kitaplara girebilecek bir örneği. . Ülkenin gerçek sorunları çok daha büyük ve acil iken, insanların bu kadar (nispeten) küçük bir mesele ile meşgul olması, toplum olarak hala çocuk ila ergen arasında bir yerde bulunduğumuzun yadsınamaz bir göstergesi. Burnumuzun dibinde büyük bir savaş çıkma olasılığı varken (geçen hafta Esad'a teslim edilenler, S-300 füzeleriydi, yılbaşı sepeti değil), ve ayrıca hükümetimiz, ülkemizin büyük bir bölümünü (i.e. Güneydoğu) teröristlere vermeyi vaat etmişken (Başka hangi vaat onları susturmuş olabilir ki? Gülten Kışanak'ın "Dümdüz bir yolumuz var özerk Kürdistan") ve Osman Baydemir'in Türkiye'de Özerk Kürdistan olacak") süreçten önceki sözlerini bir inceleyin), biz oturup birkaç yüz metre karedeki ağaçların sökülmemesiyle uğraşıyoruz. Memleket, elinde polislerin biber gazından çok daha güçlü (!) silahları bulunan Esad ile savaşa girmek üzere, koca koca vilayetler teröristlere ve onların siyasi uzantılarına vaat edilmiş durumda, sesinizi çıkartmayacaksınız, sonra üç ağaç söküldü diye, yaygara koparacaksınız? (Bunların başında S.S. Önder'in olması da ironinin şahıdır. Gezi Parkı'nın "kahramanı", Güneydoğu'nun devralınması için bu aralar tekrar "Başgan" ile görüşmeye gidecek.). Kafa mı buluyorsunuz? Yoksa kafanız mı kıyak? Muhalefet kültürümüzün hemen hiç olmaması, olan bölümünün de yanlış konumlanmış ("misplaced") ve çok kolay manipule edilebiliyor olması, gülsek mi ağlasak mı bilemediğimiz bu gibi hallerin sık sık doğmasına neden oluyor. gezgin82013-05-29T01:12:32.716+ Başarısızların Önemi! "Kendi alanımızdaki başarılı insanlara bakıp onların neyi doğru yaptığını sormaktan hoşlanırız, ama aslında onların (ve başkalarının) neyi yanlış yaptıklarını sormamız gerkir. Zaferin erdemlerini damıtmaya çalışmak, en önemli unsuru ortadan kaldırmaktadır: başarısızlık. "Hayatta kalma tarafgirliği" ("Survival Bias") olarak bilinen bir görüngü (fenomen) yüzünden başarıya bakmayı tercih ederiz. Bu olay beyinlerimizin, yolunda giden şeyler dışındaki herşeyi göz ardı etmesine neden olur. Örneğin, uzun bir hayat yaşamak için, yaşlı insanların verdiği tasviyeleri dinleriz. Oysa yapmamız gereken şey, neden kaçınmamız gerektiğini öğrenmek için, genç yaşta ölenleri incelemektir. "O kadar da akıllı değilsiniz" (You Are Not So Smart") blogunun ve kitabının yazarı David McRaney, neden hepimizin bu hatayı yaptığımızı açıklıyor: "Çünkü bu hataya düşmesi çok kolay. Ardında bazılarının hayatta kaldığı her süreçten sonra, hayatta kalamayanlar (başaramayanlar) genelde ortadan kalkar, susturulur ya da görüş alanımızın dışına çıkarılır. Eğer başarısızlıklar görünmez hale gelirse, o zaman başarılara daha fazla dikkat edersiniz. (...)" Neden "Gişenin Dibi" diye bir yazı dizisine başladığımı anladınız mı? Kaynak: Lifehacker gezgin02013-06-01T11:00:47.343+ Kimseye Karışmıyoruz! Ben böyle bir yönetim görmedim. İyi günü de kötü günü de istediklerini yapmak için kullanıyorlar. Ne zaman ulusal bir facia yaşansa, ya da herkesi heyecanlandıran bir gelişme olsa, kendi gizli gündemlerinde (ki artık bir ajanda dolusu malzeme olduğundan eminim) yer alan bir maddeyi ortaya sürüp ya oy kazanıyorlar ya da doğrudan o konuyla ilgili yasal düzenleme yapıyorlar. Uludere'nin ardından "Her kürtaj bir Uludere'dir" diyerek milleti iki hafta uyutmayı başarmışlardı. Şimdi de resmi rakamlara göre 50 (gayri resmi rakamlar bunun yaklaşık üç katı) kişinin öldüğü bir ortamda, alkolle ilgili bir düzenlemeyi jet hızıyla geçirip milleti gafil avladılar. Millet hala ne olduğunun farkında bile değil. Ve bütün bunlara rağmen "Biz kimsenin yaşam biçimine karışmadık" diyorlar.

103

Millet de bu söylenenleri yiyor. Ya da yemiyor ama, Büyük Türk Düşünürü'nün söylediği gibi, "Bugün eleştirirler, yarın unuturlar" düsturunca bir süre sonra eleştirmeyi bırakıyor. Bazen yöneticiler bu eleştiriler sonucunda geri adım atıyor ya da soğutmaya alıyor (Milletvekillerine SÜPER yetkiler ve haklar veren yasada olduğu gibi). Ama bir punduna getirip (muhtemelen bir futbol başarısı ya da başka bir hengame sırasında) jet hızıyla geçirecekler ve istediklerini alacaklar. Halkımızın cahil bölümünün bunlara kanmasını, olaylar arasındaki neden sonuç ilişkisini kuramamasını, bunun neticesinde de kendisini soyanlara gün geçtikçe daha fazla bağlanmasını anlarım. Benim anlamadığım, okumuş kesimden bunlara verilen destek. ("Alev Alatlı" bile bunları destekledi ya, ben artık gam yemem!). Neymiş? "Aydınlar" da alıştıra alıştıra yapılan değişikliklere bağışık değillermiş! Sadece çok kitap okunmakla aydın olunmuyormuş! Aslan gibi bir yürek, sapasağlam bir karakter, jilet gibi bir zeka gerekiyormuş! Böyle aydınları koydun ki bulasın! gezgin22013-05-25T22:59:24.149+ The Early Years of American Zoetrope Bu adamların (Coppola, Scorsese, Spielberg ve Murch) ilk günlerini öğrenmek, sizin bağımsız olarak çekeceğiniz filmlere çok şey katacaktır. Şu anda en büyük yönetmenler, sistemin köşe taşları olarak görülen bu kişilerin başlangıçta ne kadar serseri ve bağımsız olduklarını öğrenmek sizi şaşırtabilir. Hele sürekli "en iyi film" seçilen Baba'nın yönetmeni Coppola'nın ne kadar asi olduğuna gerçekten hayret edeceksiniz. ("Film çekmeyi, adam öldürecek kadar çok istemelisiniz!" bölümüne özellikle dikkat.) Not: İlk 20 dakikanın ardından diğer iki bölümü de izleyin. gezgin02013-05-24T00:42:36.126+ Before Sunset - 9 Yıl Sonra gezgin02013-05-24T00:39:09.743+ Before Sunrise - Herşey Böyle Başlamıştı Bu çocuklar önce böyleydiler.. gezgin02013-05-24T00:43:41.607+ Beklenen Film: Before Midnight ("Geceyarısından Önce") Son zamanlarda en çok beklediğim filmlerin başında yer alıyor. Richard Linklater, Julie Delpy ve Ethan Hawk'ı tekrar bir araya getiriyor. Çok az malzeme (para vb.) ama çok iyi bir senaryo ile ne kadar iyi sinema yapılabileceğinin dersini tekrar göreceğiz. ("What makes you say that?"te kahkaha attım. :D) gezgin02013-05-19T23:57:47.213+ J.J. Abrams'tan Film Çekmek ve Sinema Hakkında Kısa Söyleşi gezgin22013-05-13T18:28:48.582+ Gişenin Dibi: Tepenin Ardı "Tepe'nin Ardı" Emin Alper'in ilk filmi. (İlk filmlerin gişenin altlarındaki yolculuğuna dikkatinizi çekerim. Bu konuyu ayrıca ele almak gerekiyor sanırsam.) 14 Aralık 2012 tarihinde 14 kopya ile vizyona girmiş. 16 haftada toplam 25 bin kişi tarafından izlenmiş. 218 bin TL hasılat yapmış. * Filmin konusu şöyle: "Faik, Orman İşletmesi’nden emekli olduktan sonra yaşadığı kasabanın yaylasında babadan kalma bir araziyi işlemeye ve burada ufak bir keçi sürüsü beslemeye başlamıştır. Araziye bakmak üzere bir ortakçı yörük ailesiyle anlaşmıştır. Bir Ağustos günü Faik’in oğlu Nusret, iki torunu Zafer ve Caner birkaç günlük tatil için dedelerini yaylada ziyarete gelir. Oğlu ve torunları geldiği esnada Faik karşı tepenin arkasında çadır kurmuş yörüklerle amansız bir kavgaya tutuşmuştur. Aile buluşması, hem Faik’in ailesi içindeki, hem de ortakçı aile ile aralarındaki bazı sorunları su yüzüne çıkartır. Fakat Faik için asıl tehdit yörükler gibi gözükmektedir."

104

* Filmi izledim. Filmin aldığı ödüllerle hiç ilgilenmedim açıkçası. Ama ödül almasına da şaşırmadım. Bu tür filmlere ödül vermek üzere hazırda bekleyen bir grup festival var. Bunlar "bizim kriterlerimize göre filmler gelsin de ödül verelim, neşemizi bulalım" festivalleri. Mazallah bu festivallerden birinin son on ya da yirmi yılda ödül alan filmlerinden bir DVD Box-set yapılsa, toplu intiharlar görülebilir. * Filmin 14 kopya ile gösterime girmesi, dağıtımcının zaten çok ümitvar olmadığının bir göstergesi. Film Kültür Bakanlığı'ndan destek almış - yani sizin benim paramla çekilmiş. Herkes parasını almış ama muhtemelen Bakanlığa aldığı parayı vermeyecek, borcun üzerine yatacak. ("Alınan desteğin geri ödenmemesi için uluslararası bir festivalden ödül alma şartı var. Bu nedenle yapımcılar dünyanın dört bir köşesinde festival arıyorlar. Bakanlık bu festivalleri kategorize etmediği için bizdeki gibi adeta çilek festivali ödülleri de kabûl görüyor. Ödüller ise basınımız tarafından Oscarlı kabûl ediliyor adeta." Sadibey.com) * Filmin senaryosundan başlayalım. Senaryo, ilginç bir şekilde, kendi içerisinde tutarlı ve ayakta duran bir dünya yaratmayı başarabiliyor. Yani dramatik bazı sorunlar olmasına karşın (örneğin, sonlara doğru çocuğun, tüfeğin nerede olduğunu iki kere söylemesi; ortalıkta o kadar tüfek olmasına karşın, kimsenin aklına tüfeklerden biriyle atış yapılıp yapılmadığını kontrol etmenin gelmemesi; kadının tecavüze uğrayıp uğramadığının belirsiz kalması -sonra verdiği tepkilere bakılırsa, uğramamış, ama uğramadığına dair herhangi bir bilgi verilmiyor bize. Eğer uğradıysa, ya bayağı rahat biri ya da dramatik açıdan tutarsız) vb. öyle bir dünya olduğuna inanıyoruz. * Belirsizlikler, tıpkı Lost'ta olduğu gibi, seyircinin hikayeyle biraz daha fazla ilgilenmesini sağlıyor, ama bunların en sonda bile cevaplanmaması, bir miktar aldatılma hissi yaratıyor seyircide. Hele final'in açıkta bırakılması (bkz. Gişenin Dibi - Gözetleme Kulesi), bu tür filmlerde sık gördüğümüz (sanırım bir klişe diyebiliriz artık) bir trük'a (numara, oyun, yöntem) dönüştü. * Ama bu belirsizliklere rağmen hikaye (bu bir mini-öykü, bkz. SANARİST ULTIMATE ve SANARİST v.2.0, ayrıca "Öykü", Robert McKee) kendi dünyasını başarılı bir biçimde kuruyor. Karakterlerin kim olduklarını, nerede, ne yaptıklarını ve bunları neden yaptıklarını aşağı yukarı anlıyoruz. Yani dramatik ya da başka nedenlerle (oyunculuk, kamera, vb.) hikayenin dünyasının dışına savrulmuyoruz. Böyle bir yer var, böyle insanlar var, böyle ilişkiler var... tarzı bir gerçeklik kuruluyor ve bize geçiyor. * Sanırım seyircilerin bu filme ilgi göstermemesinin temel nedeni, hikayede gerçekten birşey isteyen tek kişinin (Faik), saçma birşeyi (yüzyıllardır aynı yerden geçen yörüklere yollarını değiştirtmek) gereksiz bir inatla ve aslında yasa ve ahlak dışı bir şekilde istemesi. Kendisi, seyircinin özdeşleşebileceği ve bu sayede duygularına ortak olabileceği biri değil. Birçok kere "Salak herif yine hata yapıyor, başına bela alacak!" diye seyrediyorsunuz. Ama bir yandan da yönetmenin zaten bunu -özdeşleşmeyi - amaçlamadığının farkındasınız. Yönetmen, sanat filmlerinde sık görüldüğü gibi, bizi duygusal bir yolculuğa çıkartmak yerine, kendi (bazen gerçek, bazen saçma) dertleri içinde debelenen insanlara tanık olmamızı istiyor o kadar. Bunda da başarılı oluyor. Ama bunu yaptığında, kendisini de gişenin dibine mahkum etmiş oluyor. * Filmde sevebileceğimiz tek karakter, Faik'in yardımcısı olan adam. Ama o da Faik'in arkasından birçok şey çevirdiği için, sevgimizi pek kazanmıyor. Sonuç itibariyle, hepsine az ya da çok gıcık ve/veya sinir olduğumuz insanların öyküsünü izliyoruz. Cumartesi akşamı için çok ideal bir eğlence seçeneği sayılmaz bu. (Bkz. Üç Maymun ile ilgili eski yazım). Yönetmenin amacının bu olduğu aşikar, ama yönetmen bunu yaparken aynı zamanda "Ben gişenin dibini görmek istiyorum" da demiş oluyor, zımnen. * Kamera kullanımı ilginç bir şekilde başarılı. Kendine özgü. Yine de bu tür filmlerdeki yakın plan fobisini anlayabilmiş değilim. (Aslında anlıyorum, yukarıdaki paragrafta açıkladım zaten. Yönetmen karakterle özdeşleşmemizi istemiyor. Yakın plan ise özdeşleştirme planıdır). Yine de oyuncuların bir rolü çıkarmak için ne kadar uğraştıklarını bilen biri olarak, o çabanın sonuçlarını biraz yakın planda görmeyi isterdim, zira tiyatroda yakın plan diye bir şans yok. * Filmde anlamsız miktarda "ense" seyrediyoruz. Aslında ense çekimi çok hoştur. Bizi, karakterin yüzünü, yüzündeki ifadeleri, duygularını vb. tahmin etmeye iter. Ama bu kadar olunca, biraz suyunu çıkarmış gibi duruyor yönetmen. Etkisini bayağı kaybetmiş. * Hikayenin odağında Faik olmasına karşın, hikayenin odağı zaman zaman farklı karakterlere kayıyor. Fakat bu odaklanmalar fazla uzun sürmüyor. O karakterin birkaç özelliğini gösteriyor (Baba'nın karısının ölmüş olması, büyük evlatın PTSD kurbanı olması, vb.), onlara Faik'in yörük paranoyasını besleyecek bir iki hareket yaptırıyor, sonra tekrar Faik'e dönüyoruz. Yani bu Faik'in hikayesi. * Yazar-yönetmen bize hikayedeki ana (?) çatışmanın kaynağı olan yörükleri göstermemeyi tercih ediyor. Bu tercih filmi aniden düz bir anlatıdan bir metafora dönüştürüyor. Yani gerçek dünyadan önemli ölçüde koparıp, her çağa ve topluma uygulayabileceğimiz bir soyutlama haline getiriyor. Eh, bu da bir seçimdir. Ama bu, ortalama seyirciye hitap etmek istemediğinizin ve kendinizi bilerek gişenin dibine mahkum 105

ettiğinizin de bir göstergesidir. Ortalama seyirci hikayede çatışma ister, ama çatışmanın her iki tarafını da görmek ister. Bu kadar önemli bir öğeyi (düşman, antagonist) tamamen hikaye ve perde dışında bırakmak, ortalama seyirciden beklenmeyecek bir hayal gücü kullanımı gerektirir. Kendinizi de zaten her filmi ıncık cıncık seyretmek üzere bütün duyargalarını açarak gelmiş festival seyircilerinin beğenisiyle sınırlamış olursunuz. Ortalama seyirci, bu kadar çaba göstermeyi sevmez, istemez. * Filmin finalindeki müzik kullanımıı komik! Kötü değil, yanlış değil, bildiğin komik. Açıklama zahmetine bile girmeyeceğim. Umarım yönetmen bu eleştiriden haberdar olur da bir ara çıkartır. * Filmin afişini de sevmedim. Yanıltıcı demeyeyim ama, filmin hakkını vermiyor. Sudan kurbağa gibi çıkmış bir Berk Hakman ve bir tüfeği fena halde yanlış tutan kardeşi. Biraz daha üzerinde düşünülseymiş, seyirciyi daha etkileyebilirmiş. gezgin02013-05-12T22:30:20.422+ Ne oluyor yahu?! Gazze'de ölenler için hüngür hüngür ağlayan ama Türkiye'deki bombalamayı gülümseyerek anlatan bir Dışişleri Bakanı... Suriye'de bebeklere mermi sıkılmasını lanetleyen, ama kendi ülkesinde bebeklere mermi sıkanlarla sıkı fıkı olan bir Başbakan ... Boston'da üç kişinin öldüğü maratonu günlerce en ince detayıyla veren, ama Türkiye'de kırkı aşkın kişinin öldüğü bombalama ile ilgili "sus" emrine harfiyen uyan bir Medya... Ne oluyor yahu? *** Benim kabuslarım bile bu kadar korkunç değil. Memleket "1984" olmuş, ağlayanı yok. *** Güncelleme (22:25): Tarihe not düşmek için yazıyorum. Memleket neredeyse savaşa girmek üzere, millet oturmuş Fenerbahçe - Galatasaray maçını tartışıyor. Ordunun en şerefli generalleri hapishanelere tıkılırken gıkını çıkartmamış, ama mafioso olduğu kanıtlanmış bir klüp başkanı için aynı hapishanenin önünü on binlerce taraftarla doldurmuş bir milletiz. Allah sonumuzu hayreylesin. gezgin02013-05-11T02:59:37.956+ Andrew Stanton'dan Hikaye İpuçları (Türkçe Altyazılı) Andrew Stanton ("Oyuncak Hikayesi", "WALL-E", "John Carter") hikaye anlatmakla ilgili bildiklerini paylaşıyor. gezgin02013-05-10T15:19:46.850+ Senaristin Kendisi * Senaristin kendisi kendi ruhunun derinliklerine inmediyse, derin karakterler yazamaz... * Senaristin kendisi cesur bir insan değilse, cesur insanlar hakkında yazamaz... * Senaristin kendisi yaratıcı değilse, karakterleri de sorunlarına yaratıcı çözümler bulamaz... gezgin12013-05-10T15:05:48.393+ Gişenin Dibi - Gözetleme Kulesi 106

* "Gözetleme Kulesi" 16 Kasım 2012 tarihinde 15 kopya olarak gösterime girmiş. 11 haftada 13 bin seyirci çekebilmiş. Filmin başrollerinde Olgun Şimşek, Nilay Erdönmez ve Menderes Samancılar var. Pelin Esmer'in ikinci yönetmenlik denemesi ! :) Daha önceki çalışmalarından en fazla ses getireni, "Oyun" adlı belgesel olmuştu. Hem "Oyun", hem de "11'e 10 kala" filmlerini iTunes'dan bulup izlemek mümkün. (Evet. Artık böyle bir sistem var Türkiye'de. Yıllardır söylüyordum, bağımsız sinemacıların önünü bu dijital platformlar açacak, "Salon bulamıyoruz" diye ağlamayın, "Kapın kemarayı ve birşeyler çekin" diye!) * Filmin Konusu: "Ormanın en tepesinde bir yangın gözetleme kulesine bekçi olarak sığınan Nihat'la, Tosya'da otoyol kenarında küçük bir otogara sığınan Seher, başkalarından kaçarken birbirleriyle çarpıştıklarında, suçluluk duygularına karşı kendi kendilerine verdikleri savaşı artık birbirlerinin şahitliği altında yapmak zorunda kalırlar." Böyle uzun bileşik tümcelerle film tanıtımı yapmak yasaklanmalı bence. Mesela ben olsam şöyle yazardım: Nihat, geçmişindeki acı dolu olayların ardından, ormanın tepesindeki bir yangın gözetleme kulesine bekçi olarak sığınmıştır. Seher de kendisini otoyol kenarındaki küçük bir otogarda (orası otogar değil yahu, mola yeri) bulmuştur. Başkalarından kaçarken karşılaşan bu iki insan ... şöyledir, böyledir." Yani film tanıtımları ÖSS'deki Anlam Bozukluğunu Yaratan Tümceyi Bulunuz sorusu gibi olmamalı. Kısa ve çarpıcı cümlelerle okuyucunun zihninde keskin bir görüntü, kalbinde de bir duygu uyandırmalıdır. * Filmin fragmanı şöyle birşey: (bkz. Youtube) * Film 15 kopya olarak gösterime girmiş. 11 haftada 13 bin seyirci tarafından izlenmiş. Şimdi, bu durumda bu filmin karşısında hangi film vardı da buna engel oldu diye araştırmaya pek gerek yok. Zira filmin yapımcısı ve dağıtımcısı (buna karar veren daha çok dağıtımcıdır) filmin fazla gişe yapmayacağını öngörmüş ve az kopya ile vizyona girmesine izin vermiş. Yani bu film ağzıyla kuş tutsa da gişe yapamazmış zaten. Toplam hasılat da 113.955,71 TL olmuş. Filmin neden gişenin dibinde kaldığına gelirsek: * Senaryodan başlayalım: Filmin senaryosu, yazarının (ve film hakkında olumlu eleştiri yazan birçok kişinin) sandığı gibi iyi değil. "İyi" göreli bir kavram diyebilirsiniz. Benim burada kastettiğim, filmin dramatik çatısının, bu hikayenin uzun metrajlı bir film olarak "ayakta kalmasını" sağlayacak kadar sağlam olmaması. Filmin bize karakterleri sevdirmeye çalışmadığı, hatta onlar hakkında asgari bilgileri bile vermek istemediği açık. Bu, yazar-yönetmenin yaratıcı bir seçimidir. Ama bu tür yaratıcı seçimler, sizin film ile seyircide uyandırmaya çalıştığınız duygu ve düşüncelerin oluşmasına da engel olur. İnsanlar, tanımadıkları kişiler hakkında duygulanamazlar. Hal ve tavırlarından bir derdi olduğunu anladığımız kişilere karşı bile ancak bir yere kadar sempati duyarız. Yönetmenin bu konuda biraz daha seyirciye yardımcı olması, gişeye birkaç on bin kişi daha gelmesi anlamına gelirdi ki, bir sonraki filmini çekmesi kolaylaşırdı. (Hoş, filmin başında gördüğümüz destekçilere bakılırsa, filmin gişe kaygısının olmaması anlaşılır birşey. Zira görünüşe göre herkes parasını almış. İnsan, bu tür sübvansiyonların, yazaryönetmen-oyuncularda "Ne çeksek olur!" diye bir rehavet yaratıp yaratmadığından şüpheye düşüyor). * "Filmde kartpostal gibi görüntüler var!" diyen ilk kişinin ağzını kırarım! Filmlere fotoğraf sergisi muamelesi yapmayın artık! Güzel manzaralar görmek istiyorsanız, internetten wallpaper indirip ağzınızın suyu aka aka seyredin. Yönetmenler ve görüntü yönetmenleri NBC tarzı çerçeveler bulacağım diye bir taraflarını yırtmak yerine, adam gibi kamera hareketleri ve blocking ve kurgu çalışsalar, filmleri çok daha kaliteli olurdu. "Gözetleme Kulesi" de yaratıcı olmayan kamera kullanımından mustarip. Evet, böyle bir akım var. Yani kamerayı hemen her zaman göz hizasına koyup, sadece hikayeye odaklanmak (hikayeyi kaydetmek!). Bunun çok iyi örnekleri de var. Ama bunu yapanların (başarılı örneklerin) taş gibi senaryosu var. Bize bir an bile nefes aldırmıyorlar senaryo sayesinde. Sizin hikayeniz zayıfsa, ve yine böyle aşırı sade bir kamera kullanımı tercih ediyorsanız, dikkat ister istemez o tarafa kayıyor ve "bari sinematografisi güzel olsaydı!" dedirtiyor insan. (Sinematografinin güzel olması, görüntülerin güzel manzara resimleri gibi olması demek değil, biliyorsun değil mi Abidin?!) * Filmin finali yok! Film bitiyor ama finalsiz. E, aslında hikayeniz yoksa, finalinizin olmaması da biraz normal. Hayattan çok birşey istemeyen, sadece sorunlarının altında ezilen insanların, asgari zeka ve daha az çabayla yaşarken, birşeyler yapmasını bekleyemezsiniz. Bu tür insanların, hayatlarıyla ilgili kesin ve iradeye dayalı büyük kararlar alması da mümkün değildir. Bunlar, bir fırtınada batan geminin, sahile vuran parçaları gibidir. Dalgalar o parçalarla aylarca, yıllarca oynar sahilde. Filmin kahramanları da, hayatın kendilerini savurduğu gözetleme kulesinde kalakalıyorlar öyle. Ne yapacaklar? Hiç. Orada kalacaklar. Belki başka şeyler de yaparlar? (Bu her zaman ve herkes için mümkün). Belki bir meteor çarpar kuleye, o zaman yer değiştirirler. Ama yönetmen, karakterlerin ne yapacağına dair hiçbir ipucu vermiyor bize. Bu, insanın içine işleyen, onun içinde soru işaretleri uyandıran bir belirsizlik değil. Düpedüz hikayesizlikten kaynaklanan bir eylemsizlik. Eh, karakterlerinizi düzgün yaratmazsanız, hikayenizin de bir sonu olmaz. 107

* Finale doğru fırtınalı havada geçen bir sahne var. Çok elektrik yüklü! :) Güya karakterlerin içlerini boşalttıkları, fena halde çatıştıkları, meselelerini halletmeseler bile gömmeye çalıştıkları sorunlarla ilk kez yüzleştikleri bir sahne bu. Ama o kadar güçlü değil. Hem rejisi, hem diyalogları, hem kurgusu yetersiz. Eğer karakterler en baştan beri kendi dertlerini içlerine gömmeye çalışsalar, böyle bir duygusal patlama filmin önceki bölümleri ile tezat yaratarak etkili olurdu. Ama karakterler filmin başından beri acılarının içinde yüzüyorlar. Hiçbir saniye unutmuyorlar. Hep onu yaşıyorlar. Birbirleriyle pek bir iletişimleri de olmadığı için, böyle bir sahnedeki birbirini suçlama da çok anlamlı ya da etkili olmuyor. * Ben olsaydım kızı filmin yarısından sonra değil, ilk otuz dakikasından sonra gözetleme kulesine getirirdim ve sonra bu iki karakterin çatışmalarına odaklanırdım. Ama yazar-yönetmen bu fırsatı kaçırmış, daha doğrusu tercih etmemiş. Kendi sorunuyla boğuşan kadın, ve kendi içine kapanık bir adam, filmin ilk bir saatini dolduruyor. Her ikisinin de hayatında küçük çatışmalar var ama bir filme (ya da senaryoya) konmayı hak edecek kadar fazla değil. Bunun yerine, bu ikisini hikayenin daha başlarında bir araya getirseydi, çok daha ilginç dramatik fırsatlarla karşılaşabilirdi. * Bu sanırım bir trend haline gelmeye başladı. "Hadi herhangi bir gazetenin üçüncü sayfasında yer alan haberlerden birinden veya birkaçından bir hikaye çıkartalım. Ama kahramanlara hiçbir irade gücü ve/veya yaratıcılık (çıkmazları ile ilgili çözüm bulma konusunda) vermeyelim. İnsanların kendi acıları içerisinde debelenmelerini gösterelim. Sonra da hikayenin sonunu bağlamayalım." Buna benzer sanat filmleri var. Gerçek sanat filmleri. Ama gerçek sanat filmlerinin, üçüncü sayfa haberlerinin radyo oyununa dönüştürülmüş halini andıran bu filmlerden farkı, "sanat" dediğimiz, gerçekten de muazzam bir inceliği ve yaratıcılığı da içermeleri. Hem içerikte, hem de sunuşta (biçimde). Sanırım bizdeki "sanat" filmi yapanları ve bunları yere göğe koyamayanları yanıltan şey bu. Gerçek sanat filmlerinin sadece içereğinin en kaba yönlerine odaklanıp, muazzam incelikli taraflarını es geçmek, belki de bu tarafların farkına bile varamamak. (Seksenlerde bunlardan çok vardı. Ama orada kendi acıları içinde debelenenler, koyu gri Türkler değil, beyaz Türkler, daha açık söylersek, "Entel"ler idi. Bitti diye seviniyorduk. Yanılmışız demek ki). Buna "çakma sanat" da denilebilir! Çakma iPhone gibi. * Görüldüğü üzere bu yazı "izlediğim" bir filmle ilgili oldu. Ama araştırmanın önemli bölümünü izlemeden önce yapmıştım. Filmi izlemek, sadece şüphelerimi doğrulamama yardımcı oldu. * Bir terslik çıkmazsa, gelecek programda "Araf" var. gezgin32013-05-09T21:56:00.824+ Hıdrellez Aslında ne acayip bir millet olduğumuzu gösteren geleneklerden biridir. Tarihimizin bin sene önce bu topraklarda başlamadığını, bizi biz yapan özelliklerin, Müslümanlıkla tanışmadan çok önce, bozkırın göbeğinde oluştuğunu hatırlatır. Bugün kendinize bir ateş bulun ve üstünden atlayın. Ata ruhlarınızı yad edin. Üç beş namussuzun kendi çıkarları doğrultusunda sizin kimliğinize karar vermesine izin vermeyin. gezgin02013-05-11T03:50:52.405+ "Senariste Tapınacaksın!" Türk sineması ve televizyonu aslında bir "ibret öyküsü" ("cautionary tale") gibidir. Senaryonun ve senaristin değerini azımsamanın hazin sonuçlarıyla ilgili bir öyküdür bu. Bu hataya düşen yüzlerce film, sinema ve televizyon tarihinin dibini boylamış kadırgalar gibi, bize bu sonuçları hatırlatır. Senarist, geminin gövdesi gibidir. Suyun dışarıda, havanın da içeride kalmasını sağlayan odur. Onun dışında, geminizde birçok olanak bulunabilir. Mutfağı harika olabilir, mürettebat çok eğitimli olabilir, geminin her yerinde son derece ileri teknolojik donanımlar bulunabilir. Ama eğer geminiz, senaristin becerisi ("su geçirmez bir senaryo") sayesinde suyun üstünde durmuyorsa, bütün bunların hiçbir anlamı yoktur. Hepsi Atlantik okyanusunun (ya da en sıradan bir su birikintisinin) dibini boylamaya mahkumdur. İşte bu nedenle senariste tapınmalısınız ey yapımcılar, yönetmenler, oyuncular ve sinemayla ilgili diğer elemanlar! Çünkü kaderiniz, ona bağlıdır.

108

Siz olmasanız, yerinize başka birisi geçer. Fonksiyonlarınız başkaları tarafından da layıkıyla yerine getirilebilir. Ama iyi bir senaristin ve sağlam bir senaryonun yerine hiçbirşey geçemez! Ne yıldız oyuncu, ne reklam, ne de başka birşey. Çünkü senaryo, herşey olmasa bile, en önemli şeydir. gezgin52013-05-02T13:40:31.810+ Gişenin Dibi - "Eve Dönüş: Sarıkamış 1915" * "Eve Dönüş: Sarıkamış 1915" 8 Mart 2013'te vizyona girmiş ve 42 bin seyirciye ulaşmış. Başrollerinde Uğur Polat, Nergis Öztürk ve Serdar Orçin var. Film, Alphan Eşeli'nin ilk yönetmenlik denemesi! (Bu tabire bayılıyorum. Burada bilerek kullandım. Genelde kompleksli sinema yazarlarının, yönetmenleri aşağılamak için kullandığı bir tabirdir: "Bir kere denedi ama pek olmamış bu!" şeklinde bir altmetin çemkirmesi içerir). * Filmin konusu: "Bakü’de görevli Hariciye Nazırlığı Kalem Müdürü’nün eşi Gül Hanım ve kızı Nihan, onlara Erzurum yolunda eşlik eden Hariciye Nazırlığı mensubu Saci Efendi, zorlu ve sert kış koşullarının hakim olduğu bu kimsesiz topraklarda yol alırken savaşın ortasında kalmış, harabeye dönmüş ve terk edilmiş bir köye ulaşırlar. Issızlığın ortasında ki bu köyde geçirdikleri ilk akşamlarında yalnız olmadıklarını öğrenirler. Birbirlerinden farklı, toplumunun değişik sınıf ve kültüründen gelen 8 insan, vahşi doğanın ve koşulların ortasında kalmış bu ıssız köyde dayanılmaz bir açlıkla baş ederken hayatta kalmanın peşinde ve eve dönüş mücadelesi ile karşı karşıyadır artık… " (Basın bülteninden) * Fragmanı da şöyle birşey: (Fragmanı Youtube'ta seyreden sayısı ile filme giden kişi sayısının birbirine bu kadar yakın olması ilginç.) * Film 76 kopya ile vizyona girmiş. 7 hafta'da 42 bin seyirci çekmiş. Toplam hasılatı 419 bin TL olmuş. Tabi bu paranın tamamı, yapımcının cebine gitmiyor. Yapımcının cebine giren para, bilet başına 2.2 dolar civarındadır. Sonuç olarak yapımcı, bu filmden 42 bin x 2.2 dolar = 92,400 dolar kazanmış. Kopya parasını ancak çıkarmış. Gelelim filmin neden gişenin dibine gittiğine. Acaba bu sonuç öngörülebilir miydi? Ve bunu engellemek için birşeyler yapılabilir miydi? * Sinopsisine ve fragmanına bakılırsa, iç karartıcı bir film. İnsanların bile bile içlerini karartacak bir film izlemeleri için, başka bazı cazibe unsurlarına ihtiyaç vardır. Mesela başrol oyuncusu o dönemde çok meşhur olan biri olursa, insanlar böyle bir filme gidebilir. (Ama bu, her zaman işleyen bir ilke değildir. Olumsuz örnekleri sinema tarihinde çok). Ya da konu karartıcı bile olsa (örn. 2. Dünya savaşındaki Yahudi katliamı), konunun öyle bir yanını ele alabilirsiniz ki (Schindler adlı bir işadamının, Nazileri kandırarak binlerce Yahudiyi kurtarması), insanlar akın akın giderler. (Tabi bunun için çok iyi bir yönetmenlik, oyunculuk, görüntü yönetmenliği ve müzik de gerekli). * Yakın zamanda Birinci Dünya Savaşı dönemi ile ilgili birçok film çekildi: "120", "Taş Mektep", "Çanakkale Yolun Sonu", "Çanakkale 1915", "Çanakkale Çocukları" bunlardan bazıları. İnsanlarda sinema konusunda böyle bir eğilim vardır. Belirgin bir biçimde gündelik hayattan ayrı duran filmlerle ilgili senelik bir kontenjanları vardır. Özellikle hastası olanlar dışında kimse bir senede iki üç'ten fazla bilim kurgu, tarihi film, vb. seyretmez. Ama sundukları evren gündelik hayata yakın olan filmler, özellikle de komedi iseler, hep seyirci bulur. * Uğur Polat'ta yıldız ışığı denen şey yok. Başkalarını bilmem ama bir filmin başrolünde Uğur Polat'ın olması, o filmi seyretmemem için bir nedendir benim için. Tek tonlu bir oyunculuğu olduğu için belki de. Çakal'daki oyunculuğuna bakın, İki Süper Film Birden'deki oyunculuğuna bakın, Kayıp Şehir'deki oyunculuğuna bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Hepsi aynıdır. İşin kötüsü, bu oyunculuk, bende hiçbir duygu uyandıramıyor. * Filmin, aslında Sarıkamış'taki faciayla pek bir alakasının olmaması da, insanları filme gitmekten alıkoymuş olabilir. Filmin adına bakarak Sarıkamış ile ilgili bir film bekleyenler, fena yanılıyor. Bu, tam o dönemde ve o civarda geçen, ama bir Ermeni köyünde mahsur kalan 8 insanın Erzurum’a ulaşarak hayatta kalma mücadelelerini anlatan bir film. Neticede, ulusal tarihle çok yakından bir ilgisi yok. Hatta bazıları, filmin adının bir kandırmaca olduğunu bile düşünebilir. * Film vizyona girdiği sırada (8 Mart 2013) vizyonda olan ve o hafta vizyona giren filmler de, gişeye etki etmiştir. Birçok insanın her hafta sinemaya gitmediği düşünülürse, insanların kısa bir süre önce sinemaya gitmesini sağlamış daha "iyi" bir film vizyona girmişse, bu durum da "Eve Dönüş"ün gişe başarısını 109

olumsuz etkilemiş olabilir. O haftalarda (Şubat sonu, Mart'ın ilk yarısı) vizyonda olan filmler şunlar: Kelebeğin Rüyası (Vizyon: 22 Şubat; Gişe: 2 milyon), Romantik Komedi 2 (14 Şubat; Gişe: 1,7 milyon), Çanakkale Yolun Sonu (15 Mart, 650 bin), Aşk Kırmızı (15 Mart, 300 bin), Taş Mektep (15 Şubat, 187 bin). Cem Yılmaz'ın gösterisi de belki genel olarak gişeyi etkilemiş olabilir. * Filmin tanıtımına ne kadar bütçe ayrıldığı, tanıtıma ne zaman başlandığı, doğru stratejilerin (örn. sosyal medya) kullanılıp kullanılmadığı vb. de çok önemli etkenler. Ama bazı filmleri, ne yaparsanız yapın seyirciye satamazsınız. Bu tür filmler ancak dijital platformlarda kendisine alıcı bulabilir. Sonuç: Yukarıda ele alınan unsuların büyük bir bölümü, yapımcının kontrolü altında olan şeyler. Yani senaryodan oyuncu seçimine, tanıtımdan filmin ne zaman vizyona sokulacağına kadar. Ama bu filmin gişenin dibinde yer alması, yapımcının bilgisiz ve yeteneksiz olduğunu göstermiyor. Hem Amerika'da hem Avrupa'da, her sene çekilen yüzlerce filmden sadece küçük bir bölümü asıl kârı getirir. Diğerleri zarar eder ama çarkların dönmesi için o tür filmlerin de çekilip piyasaya sürülmesi gerekir. Bu mekanizma sanırım bizde de işliyor. Not: "Gişenin Dibi" değerlendirmeleri, ele alınan film izlenmeden yapılmaktadır. Amaç, film daha fikir aşamasındayken (yani henüz çekilmemişken, sadece sinopsis halindeyken) var olan koşulları simule etmek, ve gişe başarısının o koşullarda tahmin edilebilir olup olmadığına bakmaktır. Yapılan değerlendirmenin, filmin sanatsal kalitesiyle hiçbir ilgisi yoktur. gezgin02013-04-26T00:04:25.656+ Şantaj Sanatı Aksiyon-gerilim filmlerinde ve dizilerinde en sık rastlanan klişelerden biridir. Kötü adam iyi adama birşey yaptırmak için çocuğunu kaçırır. Aile, her insanda en yüksek değere sahip şey olduğu için, bu tür bir şantaj iyi adama normal koşullarda yapmayacağı herşeyi yaptırır. (24 dizisinde Jack Bauer başta olmak üzere hemen bütün iyi karakterler bu şekilde şantaja uğramıştır). Hatta bu gibi durumlarda, yan karakterler de vardır. İyi adamdan yana görünüp aslında çıkarları kötü adamınkiyle örtüşen tiplerdir. İyi adamı anlaşma yapmaya ikna etmeye çalışır. İyi adam onun iki yüzlülüğünü bilmediği için ona güvenir. Bunun ne alakası var diyeceksiniz. Söyleyeyim: Ülkemiz, şu anda aynen bu konumda! Birileri (teröristler ve onların siyasi piyonları) çocuklarımızı esir almış durumda. Diyorlar ki, "Eğer istediklerimizi yapmazsanız çocuklarınız ölür (ya da ölmeye devam eder). Eğer hayatta kalmalarını istiyorsanız, ne istiyorsak yapın." Biz de diyoruz ki (yani şu anda bunu der konumdayız, millet olarak bunu demiyoruz ama bizim adımıza konuştuğunu iddia edenler öyle diyorlar) "Tamam, çocuklarımız ölmesin. Ne istiyorsunuz?" "Barış istiyoruz." "Daha spesifik olabilir misiniz?" "Ne istediğimizi daha sonra söyleyeceğiz. Önce istediğimizi yapmayı kabul ediyor musunuz? Onu söyleyin." Benzetmeyi daha da uzatarak ağdalı bir siyasi yorum yapacak değilim. Amacım, içinde bulunduğumuz durumu netleştirmek. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: O "daha sonra" netleştirilen istek, genelde o kadar kabul edilmez birşey olur ki (örneğin "Eğer bir milyon kişiyi öldürecek nükleer silahı bana vermezsen, kızın ölür Jack!"), kahraman çok acayip bir seçim yapmak zorunda kalır. Sonuç genelde çok kötü ile felaket arasındadır. Zaten en sevdiklerinizin hayatını tehdit ederek sizinle pazarlığa oturan birileri ile yapacağınız anlaşmadan, hayırlı birşey çıkmasını beklemek saflık olur. Özet: Şu anda yaşanan bir barış süreci değil, şantajcılar ile yapılan bir pazarlıktır. (Gerçekten barış isteseler, masaya koşulsuz -ve silahsız- otururlardı). Denklemdeki en büyük bilinmeyen, şantajcının ne istediği. Ananızın nikahından daha fazlasını isteyeceğine bahse girerim. Not: Kimsenin aklına gelmiyor mu, bizi temsil edenlerin "değer sistemi"nde ne değişti de, bundan önce ölen çocuklarımızı feda ettiler ama bundan sonrakilere birşey olmasını istemiyorlar?! Yanlış anlaşılmasın, bundan sonra gençlerimiz ölsün demiyorum. Sadece bu son on senede akılları ve vicdanları neredeydi? O çocukların günahı neydi? Madem bu kadar vicdanlı ve düşünceliydiniz, o zaman ("then") neden birşey yapmadınız? Eğer bu değişikliğin sebebi, yaklaşan başkanlık seçimi ise, tarih sizi, bağrındaki en karanlık karakterlerle aynı kefeye koyacaktır. Bundan emin olabilirsiniz. gezgin22013-04-25T09:21:35.904+ Gişenin Dibi 110

Bu yazı dizisinde, son on - on beş yılda vizyona giren ve gişede çok az iş yapan filmlerin neden orada kaldıklarını, bu durumlarının öngörülebilir ya da engellenebilir olup olmadığını ele alacağım. Açıkçası çok detaylı bir film analizinden ziyade, bu incelemeyi sinopsis düzeyinde yapmayı planlıyorum. Elime başka veriler -kopya sayısı, aynı hafta vizyona giren diğer filmler, vb.- geçerse, onları da kullanacağım. Ama asıl amacım, birçok filmin gişe başarısının, daha sinopsis düzeyinde bile tahmin edilebilir olduğunu göstermek. Tahmin ettiğinizden daha eğlenceli, bir o kadar da ürkütücü bir yazı dizisi olacağından emin olabilirsiniz. Not: Elinizde bu gibi filmlere ait materyaller (basın bültenleri, senaryolar, sinopsisler, vb.) var ise gezgingezdi et hotmail nokta com'a yollayabilirsiniz. gezgin22013-04-25T10:22:53.959+ Zenarist Senarist olmak için birçok özelliğe sahip olmanız gerekiyor. Sanırım bunların en başında gözlem gücü ve kelimelere hakimiyet geliyor. Olay örgüsü yaratabilmek, dramatik durumları fark edebilmek ve bunları yaratabilmek ya da mevcut olanları geliştirebilmek, zamanlama (ritm) duygusuna sahip olmak da bunların arasında sayılabilir. Ama ben başka bir özellikten bahsedeceğim: Tavır. Daha açık söylersem, hayata karşı net bir tavır. Tavırdan kastım şu: Dünyanın  nasıl bir yer olduğunu üç aşağı, beş yukarı biliyorsunuz: Adaletin ve özgürlüğün olmadığı, insanların sizi arkanızdan bıçaklamak için fırsat kolladığı, en azından size haksızlık yapıldığında herkesin kuzuların sessizliğine büründüğü, kimsenin kimseye faydasının olmadığı bir yer burası. Yalanın en muteber iletişim biçimi, çıkarcılığın ise en yaygın gelenek olduğu bir yer. (Bu söylediklerimi "Evet, gerçekten de öyle" diyerek ve başınızla olumluyarak okumuyorsanız, henüz çok gençsiniz demektir). Peki sizin bu dünyaya karşı tavrınız ne? Yaklaşımınız ne? Size dert olan şeyler ne? (Burada birinci elden kişisel çıkarlarınıza dokunan şeylerden bahsetmiyorum. Sizi doğrudan etkilemediği halde içinize dert olan şeylerden, dengesizliklerden, adaletsizliklerden, sorunlardan bahsediyorum.) Ve bu duruma karşı ne yapıyorsunuz? Senarist dediğiniz insanın, bu hayatla ilgili bir derdi, ona karşı net bir tavrı olmalıdır. Yarattığı hikayeler, gerçek adaletsizliklere, gerçek haksızlıklara, gerçek vicdansızlıklara isyan etmelidir. Yazdıklarınız birşeyi değiştirecek olmasa da, buna inanan kişiler olmalıdır senaristler. Senaryo yazmak suretiyle, bu dünyanın düzenine hayali de olsa bir çomak sokmaya çalışmalıdır senarist. Böyle bir derdiniz yoksa, binlerce kez tekrarlana tekrarlana artık klişe ötesi bir hale gelmiş şeyleri sadece karakterlerin isimlerini değiştirerek yeniden yazıyorsanız, ya da yabancı bir diziyi aynen ya da kısmen alıp sahneler şeklinde uyarlamak size hiç koymuyorsa,  kendinize "senarist" diyemezsiniz. Belki, olsa olsa "Zenarist" denebilir sizin için. ("Sanatkar" ile "zanaatkar" arasındaki farktan yola çıkarak). Zedelenen egonuzu tatmin etmek için kendinize "sanatçı" denmesinde ısrar edebilirsiniz. Ya da bu işi "ekmek parası" için yaptığınızı söyleyerek kendinizi savunabilirsiniz. Tanrının/doğanın size verdiği yeteneği, sadece para kazanmak amacıyla kullanmaktan kaynaklanan vicdan azabınızı, alkolle boğmaya da çalışabilirsiniz. (Bu konuda endişelenmeyin, hemen yan masada aynı şeyi yapan eski solcular var). Ama bunlar birşey değiştirmez. Ruhunuzdan fışkırmaya çalışan yaratıcı enerjiyi, en azından bir bölümünü, size para getirmeyeceğini bildiğiniz halde, kendisini (o enerjinin bir bölümünü) gerçekleştirmek ("actualize") için kullanmadığınız, asil ve yüce bir amaç için sarf etmediğiniz sürece, sanatçı sıfatını haiz olmayı da hak etmezsiniz. gezgin02013-04-22T08:26:55.324+ 4K Geldi Hanım! Sinema teknolojisi ile ilgili yazı yazmayı aslında çok sevmem çünkü bu tür yazılar çok kısa bir sürede geçerliliğini kaybeder. Ama bazı öyle gelişmeler oluyor ki, bunların o konuda bir köşe taşı olduğunu hissediyorsunuz. Bunlardan ikisi geçtiğimiz haftalarda ortaya çıktı. Birincisi, Blackmagic'in 4 bin dolar fiyatla piyasaya sunacağı, 4K kalitede çekim yapabilen kamerası. Daha önce 4K kayıt yapabilen en uygun fiyatlı kamera Scarlet iken, Blackmagic, bunun  yarı fiyatıyla bir 111

kamera sunmayı vaat ediyor. (Birşeyin kağıt üzerindeki özellikleri ile gerçek hayattaki özelliklerinin ne kadar farklı olabileceğini söylememe gerek yok sanırım. Ayrıca bu fiyata lensler, harici kayıt cihazları, vb. dahil değil. Yine de güzel bir gelişme). İkincisi ise Sony'nın, nispeten uygun bir fiyata (5 bin dolar) 4K televizyon sunacak olması. Daha önce yirmi bin dolardan daha büyük rakamların teleffuz edildiği bu cihazlar, bir iki yıl içerisinde 2-3 bin dolar bantına inecektir. Bunların aynı zamanda 3D özelliğinin olacağını söylemeye gerek yok. Artık evinizde gerçekten de sinema kalitesine yakın film izlemek mümkün olacak. Ama bütün bu teknolojik gelişmelerin sinemanın, o bir grup tanımadığın insanla karanlık bir salonda oturup toplu olarak film izlemenin tadını vermeyeceği kesin. (Şimdi düşündüm de, buna bile bir çare bulabilirler. Sanal salonlar kurulur. İnsanlar aynı anda film karşısına geçer ve ortam -film izlenen mekanların - sesleri ve görüntüleri, hızlı internet üzerinden paylaşılır. Bunu kim ister bilmem, ama birilerinin böyle birşey ortaya atacağından eminim). Ve sıra tabii ki 4K çekim yapabilen cep telefonlarında. gezgin02013-04-19T16:55:26.640+ Ahir Zaman Yeniden yazmaya karar verdim. Bu kararı vermemin nedeni, bazı düşüncelerin kafamda uçuşup duracaklarına, bir yere inmeleri sağlamak ve zihnimin içinde kalabalık yapmalarını engellemek. Bir de, yazmayı bıraktığım zaman ile bugün arasında internette ortaya çıkan muazzam bilgi kirliliğine duyduğum tepki. Bu kirliliği tek başına giderecek değilim, ama yine de içgüdüsel olarak birşeyler yapmak istedim. Sinemamızın (niteliksel olarak) hala sürünüyor olması ve benim on sene önce anlattığım şeylerin hala perdelere ve ekranlara yansımamış olması da beni yazmaya iten şeyler arasında. Bırakın kavramları uygulamayı, kavramların ne olduğundan dahi haberdar değil bir çok profesyonel. Geçen on senelik süreçte yaşanan değişimi gözlemlemek ilginç oldu bir bakıma. Tahminlerimde  bazı yanılgılarım var. Bunları da dile getirmek gerekiyor. Yazıların bir bölümünü buna ayıracağım. Yaklaşık olarak yazıların üçte birini senaryo ve sinema yazıları oluşturacak. Diğer üçte ikiyi ise bilimsel ve felsefi konular ile gündelik olayların bu bilgiler ışığında ve benim perspektifimden değerlendirilmesi teşkil edecek. Ben yazmayı bırakalıberi Facebook bütün sanal hayatı ele geçirdi. Onun yaramaz çocuğu Twitter ise artık her an her yerde. Facebook'ta kullanmadığım iki hesap var. Twitter'ı da kullanmayı planlamıyorum. Her türlü bilgiyi seviyesizleştiren yerler. Blogger'a ise her Pazartesi ve Perşembe günü birer yazı girmek gibi planım var. Ama kendimi azıcık tanıyorsam, bu planı daha en baştan bozarım. Hem iyi hem de kötü şekilde. Post-apokaliptik günlere hoşgeldiniz!... g.g. gezgin42011-09-22T00:15:56.570+ 2001: A Space Odyssey: Finalin Anlamı Stanley Kubrick: Interviews gezgin02010-12-17T21:51:15.363 Giderken Her zaman bir geri zekalı çıkar. Ama mutlaka. Daha önce de çıkmışlardı. Kendi aralarında örgütlüler mi bilmiyorum. Olabilirler. Embesillikte bu kadar tutarlı olmaları mümkün değil yoksa.

112

Ve yine biri çıktı. Benim sinirimi oynatacak kadar. Hem bu seferki sadece geri zekalı değil, aynı zamanda bir hırsız. Her toplulukta olduğu gibi böylelerinin okurlarım arasında da var olması normal. Ama bunun kendisini ve yaptıklarını bir nimet olarak sunması, psikolojik açıdan büyük bir acayiplik oluşturuyor. Ama kendisinin bu çelişkiyi fark edecek zihin yapısında olduğunu sanmıyorum. Birinin malını çalarak onun için asıl sahibinden daha fazla sahiplik iddiasında bulunmak nasıl açıklanabilir ki? Gerçekten patolojik bir durum. Hakaret için söylemiyorum. Cidden patolojik bir vaka. Her saçma inanışın ya da düşüncenin peşinden gidenler olduğu gibi, bunun arkasından gidenler de var. Kılavuzu karga olanın... Ama giderken yaptıkları birşey var. Kalanlara zarar vermek. Bu şerefsiz hırsız (ki kendisi Türkiye'den bile değil, Hollanda'dan [Maassluis, Zuid-holland, Netherlands] bu işi kotarmaktadır) yüzünden siteyi kapatıyorum. Unutmayın, burada (http://sanarist.blogspot.com adresinde) yayınlanmayan hiçbir yazı bana ait değildir. Değiştirilmiş, çarpıtılmış, üzerinde oynanmış olabilir. Çalan hırsızdan bunları yapmasını beklemek kadar normal bir şey olamaz. Sadece ve sadece burada yayınlananlar gezgin tarafından kaleme alınmıştır. Bunun dışındakiler hiçbir şekilde tarafımdan onaylanmamakta, kabul edilmemektedirler. Başka yerlerde yayınlanmalarına da kesinlikle izin vermemekteyim. Kendisinin reklamını yapmamak için adresini burada vermeyeceğim. Adresi öğrendiğiniz zaman bunun hesabını kendisinden soracağınızdan eminim. Siteyi sevenlerin canları sağ olsun. Muarızlara gelince... Bu kadar faydalı ve iyi niyetle hazırlanan bir şeye son vermenin vebali onlara aittir. Böyle bir adiliğin hiçbir zaman cezasız kalmayacağını bildiğimden, Allah yardımcıları olsun. Sağlıcakla kalın. g. gezgin2010-09-14T01:02:03.822+ Bitti Her zaman bir geri zekalı çıkar. Ama mutlaka. Daha önce de çıkmışlardı. Kendi aralarında örgütlüler mi bilmiyorum. Olabilirler. Embesillikte bu kadar tutarlı olmaları mümkün değil yoksa. Ve yine biri çıktı. Benim sinirimi oynatacak kadar. Hem bu seferki sadece geri zekalı değil, aynı zamanda bir hırsız. Her toplulukta olduğu gibi böylelerinin okurlarım arasında da var olması normal. Ama bunun kendisini ve yaptıklarını bir nimet olarak sunması, psikolojik açıdan büyük bir acayiplik oluşturuyor. Ama kendisinin bu çelişkiyi fark edecek zihin yapısında olduğunu sanmıyorum. Birinin malını çalarak onun için asıl sahibinden daha fazla sahiplik iddiasında bulunmak nasıl açıklanabilir ki? Gerçekten patolojik bir durum. Hakaret için söylemiyorum. Cidden patolojik bir vaka. Her saçma inanışın ya da düşüncenin peşinden gidenler olduğu gibi, bunun arkasından gidenler de var. Kılavuzu karga olanın... Ama giderken yaptıkları birşey var. Kalanlara zarar vermek. Bu şerefsiz hırsız (ki kendisi Türkiye'den bilen değil, Hollanda'dan [Maassluis, Zuid-holland, Netherlands] bu işi kotarmaktadır) yüzünden siteyi kapatıyorum. Unutmayın, burada (http://sanarist.blogspot.com adresinde) yayınlanmayan hiçbir yazı bana ait değildir. Değiştirilmiş, çarpıtılmış, üzerinde oynanmış olabilir. Çalan hırsızdan bunları yapmasını beklemek kadar normal bir şey olamaz. Sadece ve sadece burada yayınlananlar gezgin tarafından kaleme alınmıştır. Bunun dışındakiler hiçbir şekilde tarafımdan onaylanmamakta, kabul edilmemektedirler. Kendisinin reklamını yapmamak için adresini burada vermeyeceğim. Ama adresi öğrendiğiniz zaman bunun hesabını kendisinden soracağınızdan eminim. Siteyi sevenlerin canları sağ olsun. Muarızlarının ise... bu kadar faydalı ve iyi niyetle hazırlanan bir şeye son vermeye vesile olmanın, hiçbir zaman cezasız kalmayacağını bildiğimden, Allah yardımcıları olsun.

113

Sağlıcakla kalın. g. gezgin2010-09-14T21:31:47.800+ Zaman Makinesi: Referandum! Referandum sonuçları belli oldu. Yüzde 58 Evet demiş. Aferin! Bunun ne anlama geldiğini aşağıda uzun uzadıya anlattığım için, başımıza gelecekleri burada tekrar sıralamaya gerek görmüyorum. Karanlık Çağlara hoş geldiniz! Bunun bende yarattığı hissiyatı anlatayım biraz. Yenilgi duygusu değil hissettiğim. Zira oylar çoğunlukla hayır çıksaydı kendimi "galip" ya da "kazanmış" da hissetmeyecektim. "En sonunda milletin ruhu, zihni, ekonomisi üzerine ipotek koyanlara geri adım attırdık, biraz daha nefes alma olanağı yakaladık" diye düşünecektim. Ama olmadı. İnsanlar kendi ruhlarını karartan, sömüren, yok edenlerin dediklerini kabul ettiler. Zihinlerini iğfal edenleri alkışladılar. Ceplerini boşaltanlara kaçma olanağı verdiler, hatta ve hatta hırsızları şahsen yatak odalarına sokup mücevherlerinin yerlerini gösterdiler! Bu tabii ki onların seçimi. Ama ben hala onların sorumluluğu diye düşünmüyorum. Zira karşı tarafta büyük sihirbazlar, büyük hokkabazlar, büyük göz boyayıcılar var. Okyanus ötesinden efsun yapan büyücüler var. Bunların hepsiyle mücadele etmek zordu. Sonuçta onların istediği oldu. *** Hissettiklerim şuna benziyor: Gencecik yaşında uyuşturucu batağına saplanan ve "Bana birşey olmaz, kontrol bende" dediği halde aslında kontrolü çoktan kaybettiğini göremeyen bir genci seyretmek gibi. Sevdiğiniz birinin asla ve asla altında kalkamayacağı borç batağına girmesini izlemek gibi. Genç yaşındaki bir tanıdığınızın ölümcül olduğunu bildiğiniz bir hastalığa bile bile yakalanmasını görmek gibi. Neyin ne olduğunu siz biliyorsunuz, sonuçları görüyorsunuz, ama karşı tarafa bunları anlatamıyorsunuz. Hatta "Bana bir şey olmaz" "Her şey kontrolümün altında" diyor. Siz ise onu adım adım cehenneme doğru inişini seyrediyorsunuz. Uzaklaştıkça küçülen görüntüsünü, büyük bir hüzünle izliyorsunuz. Arkasından sesleniyorsunuz "Yapma, gitme!" diye, ama rüzgar ters yönden esiyor, sesinizi boğuyor. O size gülümseyerek el sallıyor. İçiniz daha da burkuluyor. *** Bu referandum işimizi daha da zorlaştırdı. İnsanlarımızın ruhen ve bedenen daha aydınlık günlere ulaşması için verilecek mücadelenin süresi daha da arttı. Hani "Darbeler ülkeyi 10 yıl geri götürür" derler ya. Bu referandumla en az 50-60 sene geriye gidildi. Yargıda meydana gelecek tahrifatı düzeltmek çok zor olacak. İnsanlarda meydana gelen ruhsal, zihinsel ve bedensel tahrifatı ise belki birkaç kuşak düzeltmek mümkün olmayacak. Ben en azından bir umut olarak da olsa, kendi ömrüm içerisinde kayda değer bir düzelmenin gerçekleşebileceğini düşünüyordum. Böyle bir olasılık var zannediyordum. Bunun böyle olmadığını artık biliyorum. Zira bu "darbe"den sonra ahtapot kollarını daha sıkı saracak, örümcek ağlarını daha sıkı örecek, boa yılanı tutuşunu daha da sıkacaktır. Gerçek "özgürlüğün", gerçek "insanlığın" ne olduğunu hiç bilmeyen, tamamen robotlaşmış, beyni daha doğduğu andan itibaren aşırı din soslu bir ideolojiyle yıkanmış ve köleleştirilmiş kuşakların üretilmesi daha da kolaylaşmış bulunuyor. Bunu engelleyecek bir yargı ise tamamen ortadan kaldırılmış durumda. Hem de ne adına? "Özgürlük" "Demokrasi" "Darbeciler ile hesaplaşma" adına. Sanırım tarihte bunun kadar acı ama aynı derecede komik bir ironi görülmemiştir. *** Ama daha önce de dediğim gibi. Biz buradayız.

114

Bir yere gittiğimiz yok. Cehaletle mücadelemiz devam edecek. Ama artık görev, başka kuşakları da içine alacak şekilde uzadı. Kaderlerine küssünler! gezgin2011-09-22T00:15:56.689+ Panasonic AF100 Yukarıda gördüğünüz alet, Panasonic'in Micro 4/3 algılayıcılı kamerası. Aralıkta piyasaya çıkıyor ve Amerika'da satış fiyatının 6 bin doların altında olacağı söyleniyor. SDHC ve SDXC kartlara kayıt yapacak kamera 1080/720 - 60i, 50i, 30p 25p 24p modlarında çekim olanağı sağlıyor. Ayrıca 720p'de 60p ve 50p kayıt mümkün. 1080p'de ise çeşitli kare hızları (VFR) olanağı var. Adaptör kullanmak suretiyle başka objektiflerin de kullanılmasına olanak verecek. 2 adet XLR girişi var ve 24 Mbps AVCHD kayıt yapıyor. HD SDI ve HDMI çıkışları var (yani NanoFlash ile güzel bir ikili oluştururlar). LCD'si ise HD. Bu tabii ki gerçek bir "kamera" olduğu için (artık Türkçe'ye de bulaşan "kamera = fotoğraf makinası" karışıklığını unutun), gerçek bir kamerada olması gereken birçok faydalı özellik bunda da yer alacak. (artı, "rolling shutter" sorunun az olacağı iddia ediliyordu.) Canon Mark II'nin tahtını kesinlikle sallayacaktır. Canon da buna Mark III ile karşılık verecektir. Sonuçları yakında göreceğiz. Kamerayla ilgili daha fazla ayrıntıyı burada bulabilirsiniz. En sonunda dişimize uygun bir rakip! :) gezgin02010-09-12T11:19:19.767+ İstersek Olur! gezgin02010-09-13T23:29:34.958+ Siyaseti Kışladan Çıkarıp Camiye Sokmak İşte bu da bu referandumun unutulmaması gereken karelerinden biri. (Diğeri çeşitli iftarlarda Evet isteyen liderler). Bayram namazından sonra (namaz kılmak için gelmiş cemaatten) cami kapısında Evet isteyen bir yönetici! Hem de baş yönetici. Onlar yapınca yolsuzluk, ahlaksızlık, hukuksuzluk olmaz. Onlar "Allah" için bunları yapmaktadırlar zira. Başkaları yapınca ise veryansın ederler! Adam kayırma, konuşmaları dinleme, mahremiyetin ihlali (hem de en büyük ağızdan: Tekel işçilerinin banka hesap hareketlerinin şantaj amaçlı kullanılmasını hatırlayın!), siyaseti gerçek mecrasından çıkartıp başka mecralara (yani, camilere) kaydırılması. Hepsini yaparlar ve hiçbirinin yanlış olduğunu kabul etmezler. Ama benzerlerini, hatta daha hafiflerini başkalarında görünce ortalığı ayağa kaldırırlar, "Hukuk elden gidiyor!" diye. *** Hani bazı insanlar vardır: zihinleri o kadar kaypak, o kadar bulanıktır ki, bırakın bir tartışmayı, herhangi bir sohbeti dahi sürdüremezsiniz. Zihinlerinde (ve ruhlarında) "tutarlılık" diye bir kavram yoktur. Herşeyi kendilerine göre yorumlar, kendilerine yontarlar. Eğitimsizlik, karaktersizlik, utanmazlık diz boyudur. Ama bu "değişkenlik"leri onların her devirde arsızca güçlüden yana olmalarına da olanak verir. Bu nedenle "hacı yatmaz" gibidirler. ("Oportünist", solcuların bunlara verdiği genel isimdir ama benim bahsettiğim biraz daha patolojik bir durum.) İşte bu insanları ikna etmek mümkün değildir. Hayatta bazı şeyleri asla anlamayacak insanlar vardır. Bunlarla tartışmanın anlamı yoktur. Önlerine koyduğunuz delilleri anlamadıkları gibi doğru da değerlendiremezler. Ama bu, bu kişilerin serbestçe at koşturup ortalığı haraca kesmesine izin vermek anlamına da gelmez. Sadece bu insanlarla normal yollarla iletişimin imkansızlığına dikkati çekmeye çalışıyorum. Herhangi birşey yapılacaksa, bu karakteri bozuklarla yapılmayacaktır. Asıl mesele gelecekte, gelecek kuşaklarda çözülecektir. 115

gezgin02010-09-13T23:29:41.042+ Bunu "Sizden" Beklemiyoruz! Bu seçim her ne kadar Anayasa'nın bazı maddeleriyle ilgili olsa da, büyük bir çoğunluk için basit bir taraftarlık meselesi. Özellikle de sağ kesim, kendisinden her zaman beklendiği gibi, sürü psikolojisiyle hareket ederek önlerine konanın ne olduğuna bakmadan liderlerinin işaret ettiği yönde oy kullanacak. Bu insanlarla uzun uzadıya tartışmanın pek bir anlamı yok. Zira aklıyla değil de inancıyla ve korkularıyla hareket eden bir insana, akıl yoluyla ulaşmak (hem de kısa bir sürede) pek mümkün değildir. (Efendilikten öleceğim hakikatten: Bazı siyasetçilerin kendileri gibi düşünmeyenlere "Hayır diyenin ya aklından zoru vardır ya da vatanını sevmiyordur" (E. Bağış) ya da "Hayır demek için insanların aptal olması gerek" (E. Günay) dediklerini buraya not düşmek gerek. "Konsomatris" ve "bertaraf" laflarına girmek bile istemiyorum). Ama bir de aklını kullandığını iddia eden, aklıyla hareket etmesi beklenen, sahip olduğu ideoloji bunu gerektiren bazı insanlar var ki, bunun tam aksi yönde hareket ediyorlar. Bu insanlardan bir grup da, bu referandum sayesinde 12 Eylül ile hesaplaşılacağını zanneden solcular. (Aslına bakılırsa burada da bir akıl tasarrufu değil de intikam duygusu olduğunu gayet net bir biçimde söyleyebiliriz. Yani yine bilinçdışı etkenlerle hareket ediyorlar.) İşte bu insanlara birşeyler anlatmak mümkün zira bunların dilinden konuşursanız anlama ihtimalleri bulunuyor. Bu kez sözü doğrudan K. Kılıçdaroğluna bırakayım: "Bazı “solcular” bu anayasa değişikliğine “evet” diyeceklerini açıkladılar. Elbette, niye olmasın? “12 Eylül’le hesaplaşmak için…” Kılıçdaroğlu, Devrim Sevimay’la yaptığı söyleşide “onlara” şu soruyu sorarak lafa başladı, “evet ” diyeceklere anayasayı anlatarak: “Bir savcı onları sabahın beşinde isimsiz ihbar mektuplarıyla gözaltına aldırabilir, telefonlarını dinlettirebilir, özel hayatlarını basına sızdırabilir. Savcıyı şikâyet ettikleri zaman ise Adalet Bakanı soruşturulmasına gerek yoktur der ve dosyayı kapatır. Hiçbir yere gidemezler. Danıştay’a bile. Bu mudur solculuk? Bu mudur aydın olmak? Bu pakete göre son karar, soruşturma açma yetkisi bakana ait. Ama şu anda bakana ait değil. Bakan izin vermese bile Danıştay’a gidebiliyorsunuz. Ben size söyleyeyim, ben kötü niyetli bir Adalet Bakanı olayım, bize oy vermeyen işadamlarının hepsini bir gecede toplatırım, hepsini içeri tıkarım, hepsinin özel telefonlarını, özel hayatlarını deşifre ettiririm, bunu yapan savcının soruşturulmasına da izin vermem. Kenan Evren’in bile düşünemediğini bunlar düşündüler. Şimdi çıkıp bana desinler ki hayır böyle bir şey yok pakette… Diyebiliyorlar mı? Ben bunu meydanlarda defalarca söyledim. Çıkıp, “Hayır böyle bir şey yoktur” diyemiyorlar. Sorun burada zaten, baskıcı anayasayla baskıyı kurmakta. Ve buna diyorsunuz ki solcular hesaplaşma için buna evet diyecek. Kusura bakmayın, ama o zaman onların solculuğu tartışılır. Asıl onlar solcu değildir.” Kaynak burası. *** Bu paketin 12 Eylül ile ilgili hiçbir etkisinin olamayacağını, sonradan yapılan yasalarla geçmişteki fiiliyatı suç kapsamına sokamayacağınızı, soksanız bile faillerini yargılayamayacağınızı aşağıda bir yerlerde açıklamıştım. Tekrarlamaya gerek görmüyorum. Ama bu durum (yani bazı solcuların neye oy vereceklerini çözememiş olmasını) insanı düşünceye sevk ediyor. Demek ki, diyorum, o dönemde yaşadıkları olayların etkisiyle nesnel düşünme ve değerlendirme melekeleri zarar görmüş. Yine de bu hareketlerinin vereceği zararın büyüklüğünü görebilirler gibi geliyor bana. Göremezlerse, yaşadıkları travmanın yanı sıra, uğruna mücadele ettikleri onca şeyin (ve daha fazlasının) bizzat kendi elleriyle mahvedilmesinin vebali de onların boyuna. *** Türkiye tarihinin en büyük "satış"ında Kürt Partisinin satıcılar safında yer alması ise, tıpkı Tansu ile Mesut birbirlerini aklarken BBP'nin desteğini almasında olduğu gibi, unutulması imkansız bir utanca yol 116

açacaktır. Ama bu partide zaten elle tutulur (doğru) hiçbir şey olmadığı için, bu hareketlerini eleştirmeye lüzum bile görmüyorum. gezgin02010-09-13T23:29:46.174+ Bu Acele Neden? !Neden bu referadum ile birlikte Anayasa Mahkemesi'nin yapısı değiştirilmek isteniyor? Nedir bu acele? Mahkemenin ele geçirilmek istendiği doğru da, somut olarak bu neye karşılık geliyor? İşte buna: "12 Eylül 2010 günü yapılacak oylamada AKP'nin Anayasa değişikliği önerisi kabul edilirse Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nda ne gibi değişiklikler olacak? Bu değişiklikler AKP'ye ne kazandıracak? Anayasa Mahkemesi'nde halen 11 asil, 4 yedek üye bulunuyor. Bu üyelerin büyük çoğunluğu 10. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından atandığından, AKP Anayasa Mahkemesi asil üye çoğunluğuna sahip olabilmek için 2015 yılına kadar beklemek zorunda. (Anayasa Mahkemesi'nin mevcut üyelerinin görev süreleri doluyor.) Haşim Kılıç (Özal seçti) 2015'te emekli Fulya Kantarcıoğlu (Demirel seçti) 2015'te emekli Serdar Özgüldür (Sezer seçti) 2020'de emekli Serruh Kaleli (Sezer seçti) 2019'da emekli Osman Paksüt (Sezer seçti) 2018'de emekli Ahmet Akyalçın (Sezer seçti) 2014'te emekli Mehmet Erten (Sezer seçti) 2014'te emekli Zehra Perktaş (Sezer seçti) 2014'te emekli Şevket Apalak (Sezer seçti) Kasımda emekli Engin Yıldırım (Gül seçti) 2031'de emekli Nuri Necipoğlu (Gül seçti) 2018'de emekli Fettah Oto (Sezer seçti) (Yedek üye) Aralıkta emekli Recep Kömürcü (Gül seçti) (Yedek üye) 2020'de emekli Alpaslan Altan (Gül seçti) (Yedek üye) 2033'te emekli Burhan Üstün (Gül seçti) (Yedek üye) 2021'de emekli 2015 yılına kadar beklemek istemeyen AKP, Anayasa'da yaptığı değişiklikleri halkoyuna sunarak, yedek üyelikleri asil üyeliğe dönüştürmekte ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin atanmasına yeni kriterler ve yeni usuller getirmektedir." Kaynak burası. *** "Amaaaan. Anayasa Mahkemesine kim seçilirse seçilsin! Yeni gelecek bir iktidar hepsini hemencecik değiştirebilir" zannetmeyin, zira doğru değil: "Öncelikle, AKP'nin ileri sürdüğü “Siz iktidara gelirseniz siz de hakimleri atayacaksınız” tezi doğru değil. Çünkü Anayasa Mahkemesi'ne atanacak yargıçlar 12 yıl görev yapacaklar. Yani en iyi ihtimalle 3 seçim dönemi AKP'nin atadığı yargıçlar görev yapacak.

117

Belki 5 sene sonra AKP diye bir parti olmayacak ama yandaşları yüksek mahkemede kontrolü elde tutacaklar. HSYK'da ise bu süre seçilen 1. sınıf hakim ve savcılar için 4 yıl... Ama bu sürede tüm hakim ve savcıları atayacakları gibi, Danıştay ve Yargıtay'a da bu kurul üye seçecek. Yani 3-5 yıla kalmadan bu iki yüksek mahkeme de ele geçirilmiş olacak. İstenilen hakim ve savcılar istenilen yerlere atanacağı için, bu mahkemelerden AKP'liler aleyhine karar çıkması neredeyse imkansız hale gelecek. Böylece şu anda sadece AKP'li vekillerde olan dokunulmazlık, fiili biçimde tüm AKP'lileri ve yandaşları kapsayacak şekilde genişletilecek." Danıştay'ın sadece Tüpraş'ın satışında sağladığı 3 milyar dolarlık kazançtan (millet için "kazanç" ama yöneticiler -ve onları destekleyen sermaye- için kayıp) bile rahatsız olan iktidar, bu mahkemenin elindeki "yerindelik" yetkisini elinden alarak, devletin mallarını haraç mezat satarak, görülmemiş bir yağmanın da yolunu yapmaktadır. *** Adamların kendilerini ve destekçilerini korumak ve hatta daha da semirtmek için hazırladıkları kötü niyetli planlarının içerdiği incelikli ustalık, gerçekten de göz yaşartıcı. Ama insanı asıl dehşete düşüren, bunu tamamen farklı bir ambalajla, yani "halkın iradesi" "demokrasi" "darbecilerin yargılanması" vb. paketiyle satmaya çalışmaları ve halkın neredeyse yarısını da kandırmayı başarmaları. Ama olsun. Biz buradayız. Bir yere gittiğimiz yok. gezgin22010-09-13T23:29:51.574+ "Hile" Sanatı" Seçim" dediğiniz şeyin halkın iradesini yansıtabilmesi için dürüst yapılması gerekir. (Bu "halkın iradesi" meselesine çok da inanmadığımı daha önce belirtmiştim. Zira burada söz konusu olan aslında "gerçekten aydınlanan kitlelerin özgür iradeyle yaptığı bir seçim değil, kitleleri kandırma gücüne - parasal kaynaklar, cemaat desteği, medya desteği, vb. - sahip olan tarafın - yani iktidarın - aldığı sonuç"tur. Reklamcıların size ihtiyacınız olmayan bir malı satmasına çok benzer bu durum. Ama biz şu anda mevcut düzen üzerinden, yani ehven-i şer kanalından gidiyoruz. İdeal yönetim biçimlerini tartışmıyoruz.) Aşağıdaki yazısında Yılmaz Özdil'in anlatmak istediği de budur. Ama tam anlaşılmamış olmalı. Öyleyse daha önce "sağ" kanadın neler yaptığına bir bakalım. Yazı, Perşembe (9 Eylül 2010) günkü Hürriyet'ten geliyor. Muharrir, Oktay Ekşi: "Ama “göreceli olarak temiz” seçim yapma geleneğini, demokrasi tarihimizin en kirli seçimi olan 1946'dan alınan derslere borçlu olduğumuzu kaydetmeliyiz. O seçim “kirli” idi ama o tarihte iktidarda olan CHP bundan ders aldı ve 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti'yi iktidara getiren “gizli oy-açık sayım” ilkeli yasayı kabul edip uyguladı. O tarihten sonraki 1957 seçiminde Demokrat Parti iktidarının kendi taraftarı seçmenlere -İstanbul'da ve bazı illerde- çift oy kullandırdığı iddia edildi ama konu resmi bir soruşturma sebebi sayılmadı. 1977 seçimlerinde “seçmen sayısı”nın bir öncekinden 3 milyon kadar fazla olduğu açıklandı ama bunun sonuçları etkileyen bir hile içerip içermediği tartışılmadı. Keza o seçimle Adalet ve Kalkınma Partisi'ni iktidara getiren 3 Kasım 2002 seçim akşamı tüm Türkiye'de elektriklerin yarım saatten fazla süre kesilmiş olmasının sonuçları ne kadar etkilediğini soran olmadı. Bir de 1994'te Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu “yerel yönetim” seçimi var. Orada da özellikle CHP'ye verilmiş binlerce oyun şehrin muhtelif yerlerindeki çöp konteynerlerinden çıktığı bilinmektedir ama o oyların o konteynerlere nasıl girdiği hâlâ bilinmemektedir. Keza 22 Temmuz 2007 Milletvekili Genel Seçimi'nde oy sayım sonuçlarını elektronik sistemle Yüksek Seçim Kurulu'na iletmek için kullanılan “SEÇSİS” isimli sistemin ne kadar “güvenilir” olduğuyla ilgili tartışmalar devam etmektedir.

118

Son olarak 29 Mart 2009'da yapılan Yerel Yönetim Seçimi'nde oy kullanan seçmen sayısının bir öncekine göre 6 milyon kadar yüksek olmasının nedeni henüz açıklanamadı." Kaynak burada. *** Peki bunlar nasıl yapılabiliyor? diye sorabilirsiniz. Bunu da aynı günkü Sözcü gazetesinde SONAR başkanı Hakan Bayrakçı açıklamış: "Seçimlerde 4 aşamada hile olabiliyor. 1. Sandık kurulu başkanı tayin edilirken 2. Oylar okunurken/sayılırken 3. Sandık kurulu başkanı oyları/sonuçları, ilçe seçim kuruluna götürürken 4. İlçe seçim kurulunda, sandık sonuçları bilgisayara girilirken Bu dört aşamada hile yapılabiliyor, Ancak bunlardan en önemlisi, ilçe seçim kurullarında ki bilgisayara giriş aşamasında olanıdır. Şimdi 4 tehlikeyi ve çözümlerini açalım. 1. Sandık Kurulu Başkanı Tayini a. Sorun: Bu tayin yapılırken, belirli bir görüşe yakın kişiler seçilebiliyor. b. Çözüm: Tayinler çoktan yapıldı. Bu soruna şu saatten sonra bir çözüm yoktur. Hangi siyasi görüşten olurlarsa olsunlar, Sandık Kurulu Başkanı olan insanlarımız, yani ulusumuzun namusuna güvenmeliyiz. 2. Oy Sayımı/Dökümü a. Sorun: Sandıklar açıldığında, sayım başladığında oy pusulalarını sandık kurulu başkanı okur ve iki kişi de tercih hanelerine işaret koyar. Bazen başkan tercihleri yanlış okuyabilir. b. Çözüm: Sandık Kurulu Başkanı oy pusulalarını okurken ya yanında farklı siyasi görüşten birkaç kişi olmalı ya da Başkanın, tercihi okuduktan sonra oy pusulasını orada ki herkese göstermesi istenmelidir. Yani bu sorunu aşmak mümkün ve kolaydır. 3. Sayım bittikten sonra Başkan İlçe Seçim Kuruluna giderken: a. Sorun: Sayım bittikten sonra, Başkan kullanılmış oyları, kullanılmamış boş oy pusulalarını ve tutanak ile diğer araç/ dokümanları ilçe seçim kuruluna götürür. Yolda bir yerde kullanılmamış boş oy pusulalarını kullanarak zarflarda ki oyları değiştirebilir. b. Çözüm: Başkan İlçe Seçim kuruluna giderken yanında mutlaka polis, eğer polis yoksa farklı görüşten bir sandık kurulu üyesi olmalıdır. 4. En Ciddi Aşama, İlçe Seçim Kurulundaki giriş/ Toplama İşlemi a. Sorun: Sandıklardan gelen sonuçlar, ilçe seçim kurulunda bilgisayarlara girilerek toplama işlemi yapılır. Bu noktada bilgisayarın başında oturan kişi çok önemlidir. Kendisine okunulan oyları farklı tercihler hanesine giriş yapabilir. En önemlisi de, genelde ilçe seçim kurulundaki bilgisayar donanımı ile giriş işlemini yapan kişiler, o kentin belediyesi tarafından oluşturulmaktadır. b. Çözüm: İlçede ki bu giriş işlemi esnasında, gözünü bilgisayardan ayırmayacak farklı partilerin temsilcileri, mümkünse polis olmalıdır. Süre uzasa da bu kişiler bilgisayar girişinin tümünü denetlemelidirler. Girişi yapan kişinin hile dışında, yorulma ve hata yapma ihtimalide vardır. Bu nedenle giriş nöbetleşe yapılmalıdır." Kaynak burada. gezgin02011-09-22T00:15:56.673+

119

Bütün Dertlerimiz Bitecekti Siz "DEEP IMPACT" ya da "ARMAGEDDON" gibi filmlerin tamamen kurmaca olduğunu mu zannediyorsunuz? Dikkatle okuyun öyleyse, zira NASA bildiriyor: Bugün (Çarşamba) itibariyle iki meteor, uzaydaki mesafeler düşünüldüğünde, dünyayı kıl payı sıyırarak yanından geçecekler. 2010 RX30 adlı asteroid yaklaşık 10 ila 20 metre boyunda, ve TSİ 13:00 civarında Dünyanın 248,000 kilometre yakınından geçecek. 2010 RF12 adlı asteroid ise 6 ila 14 metre boyutunda ve ilkinden 11 saat sonra 79,000 kilometre yakınımızdan geçecek. (Dünyanın çevresinin 40 bin kilometre olduğunu hatırlarsanız, tehlikenin ciddiyetini daha iyi hayal edebilirsiniz.) Bundan milyonlarca km önce, bu meteorların yörüngesinde meydana gelecek mikrometrelik bir değişiklik, referandumda "Evet" veya "Hayır" çıkmasını son derece anlamsız bir hale getirebilirdi. Hele bu meteorlar biraz daha büyük olsaydı, emeklilik planlarınız ya da yazacağınız o "harika senaryo" projesi gerçekten de suya düşerdi. Gerçekten de hayatımız pamuk ipliğine bağlı. Hem de her gün, her an, her yerde... *** Meraklısına detay: Her iki asteroid de 5 Eylül günü fark edilmiş. (Yani öyle filmlerdeki gibi aylar öncesinden bilinen ve hazırlık yapılabilecek şeyler değiller). Her 10 senede bir de bunlardan bir tanesinin Dünya'ya çarpma olasılığı varmış. (Ama bu, önümüzdeki 10 sene rahatız anlamına gelmez, sanırsam). gezgin02010-09-13T23:30:02.277+ Gelecek Hırsızlarına Dönüş II Meğersem ben aşağıda eksik yazmışım. Hani derler ya devam filmleri asla orijinali kadar iyi olmaz diye. Burada bir istisna söz konusu. Yönetmen Yılmaz Özdil'den geliyor: Yeni başlayanlar için referandum... Madde madde Aylardır anlatılıyor... Hâlâ “hangi maddeleri oylayacağız?” diyen var. İzah edeyim. Memur maddesi: Kamu Personeli Seçme Sınavı yapıldı, dini imanı dilinden düşürmeyen cemaatçi arkadaşların soruları arakladığı, kul hakkı yemeye utanmadıkları ortaya çıktı. Eğitim maddesi: Üniversite sınav sorularının takunyalılara sızdırıldığı, kendi dershanelerine servis edildiği, milyonlarca evladımızın geleceğini çaldıkları ortaya çıktı. Güvenlik maddesi: Polis Akademisi sınavında soruların zimmete geçirildiği, tarikatçılara ezberletildiği, uzun lafın kısası, hırsızların polis olmaya çalıştığı ortaya çıktı. Eşitlik maddesi: TRT’ye personel almak için sınav yapıp, sonuçları internetten yayınladılar, ancak, torpil taleplerini silmeyi unuttular, böylece, kazanan isimlerinin yanında “şu müdür tanıyor, bu müdür kefil” gibi notların düşüldüğü ortaya çıktı. İşçi hakları maddesi: AKP’li belediye itfaiyeye alınacak üç personel için sınav yaptı, yüzlerce aday “belgen eksik” diye sınava sokulmadı, “prosedürü uyguladık” dendi, sonuçlar bi açıklandı, başkanın oğlu ve kayınbiraderiyle, zabıta müdürü oğlunun kazandığı ortaya çıktı. Ekonomi maddesi: Kamu bankası sınav yaptı, müfettişler aldı, boru değil, müfettiş bu, sahtekârları yakalayacak, 80 puan alanlar girecekti, 70 alanlar dolduruldu, rezalet ortaya çıkınca, bilgisayarın hata yaptığı söylendi... Bir başka kamu bankası müfettişler aldı, sınavı hazırlayan özel üniversitenin aynı soruları daha önce bir başka kamu kurumunun sınavında sorduğu ortaya çıktı, suçüstü enselenen üniversite “ayy çok pardon” dedi. Sağlık maddesi: Sağlık Bakanlığı Unvan Sınavı yapıldı, 20 soru iptal edildi, 17 sorunun cevap şıkları değiştirildi, zaten 50 soru vardı birader, belli ki unvanı yükseltilmek istenenler buna rağmen becerememişti, sonuçlar bir hafta geç açıklandı, rezaletin ayyuka çıktığı ortaya çıktı. Spor maddesi: Çok örnek var, birini anlatayım, Menderes Üniversitesi Beden Eğitimi Yüksek Okulu’nda sınav yapıldı, kazananların listesi açıklandı, sonra o liste indirildi, başka liste asıldı, kazanıp kayıt 120

yaptıranlara “siz kazanamadınız” dendi, kazanamayanlar kayıt edildi, savcı “oha artık” demek zorunda kaldı, mahkemenin yürütmeyi durdurduğu ortaya çıktı. Sendika maddesi: Eğitim Kurumu Müdürlüğü sınavı yapıldı, soruların iktidara yakın bi sendikanın çalıştayında sorulan sorular olduğu, o sendikadan olanların kazandığı ortaya çıktı. Din maddesi: Diyanet İşleri Başkanlığı vaizlik, Kuran kursu öğreticiliği, müezzinlik sınavı yaptı, başarılı olan adaylar başarısız ilan edildi, başarısız denilen adaylar mahkemeye başvurdu, olmayacak duaya amin denildiği, sınavın iptal edildiği ortaya çıktı. Netice itibariyle... Son 4-5 senede, vatandaşların geleceğiyle alakalı olup, seçenekli şıkları bulunan her sınavda, hukuken tespit edilmiş “yamuk” olduğuna göre, pazar günü cevabı aranması gereken asıl soru şudur... Hukuk sınavı referandumda katakulli olmayacağının garantisini kimse verebilir mi? a, evet b, hayır *** Kaynak: Burası gezgin52010-09-07T18:03:42.853+ "Anayasa Mahkemesi" diye bir mahkeme neden var? diye merak ediyorsanız, şuradaki yazıyı gezgin02010-09-13T23:30:08.015+ Aldatma Özgürlüğü! Bu referandumun bir özelliği de DİN'in SİYASET'e alet edilmesinin artık alenen yapılır hale gelmesidir. Artık hiç kimse "biz dini siyasete alet etmedik" diyemez. İftarlarda yapılan referandum konuşmaları artık sıradan bir hal almıştı ki, yukarıdaki durum ile karşılaştık. Bu artık size sıradan, hatta normal bir şey gibi görünmeye başlamış olabilir. Ama aslında hiç de değil. Bunun neye benzediğini şöyle anlatayım: Diyelim ki siz bir kadınsınız, hatta annesiniz. Adamın birisi çok sevdiğiniz çocuğunuzu kaçırıyor ve diyor ki "Bana şu kadar para vermezsen, çocuğunu göremezsin / çocuğuna zarar veririm." Normal bir annenin çocuğu için yapamayacağı şey yoktur. Hiçbir rasyonel açıklama bu kadını, çocuğunu görmek ya da sağlığını teminat altına almak için çılgınca şeyler yapmaktan alıkoyamaz. Zira annelik bir içgüdüdür, bilinç düzeyinde işleyen, akıllı mantıklı bir süreç değildir. Bu güdü hayatın devam etmesi açısından o kadar önemlidir ki, anne çocuğunu kurtarmak için gerekirse kendi hayatını verir. Din de genelde annelik kadar olmasa da, çok güçlü bir bilinçaltı güdüdür. Akılla-mantıkla alakası yoktur. İnançla, geleneklerle, eğitimle, çok küçük yaşlardan itibaren maruz kalınan telkinlerle alakalı birşeydir. İnsanlar daha sonra bu inançlarını pekiştirmek için bilimsel yaklaşımlara girebilirler. Ama büyük çoğunluk için din, vazifeleri yerine getirildi mi mutlu olunan, getirilmedi mi suçluluk duyulan ya da en azından rahatsız olunan bir hadisedir. Siyaset ise duygularla değil de akıl ile oynanması gereken bir oyundur. Zira her şey ortadadır: Enflasyon, işsizlik rakamları, iç ve dış borç, ailelerin açlık sınırları vb, tartışma götürmeyen rakamlarla ifade edilir. İnsanların başka şeylere değil bu rakamlara bakarak karar vermesi gerekir. Bu işin başka bir boyutu yoktur. Ama eğer gözünüz iktidar arayışıyla dönmüş ise, özellikle de halkınız büyük ölçüde cahil ise, onları bu rakamlarla ikna edemeyecekseniz, başka yollara başvurmanız kaçınılmazdır. Topluluklar bazında en etkili araç da dindir. Sadece kişi ile Allah arasında kalması gereken bir meseleyi ortaya sürer, onun çeşitli veçhelerinden kendinize oy çıkartmaya çalışırsınız. Bunun ahlak dışı olduğunu söylememe gerek yok. Tıpkı bir buzdolabı satıcısının size "bu buzdolabı Mekke'deki kutsal topraklarda üretildi" diyerek bir ürün satmasına benzer. Eğer siz eğitimli, aklı başında

121

biri iseniz "Ne alakası var Mekke ile buzdolabının. Allah'ı karıştırma bu işe!" dersiniz. Ama eğitimli değilseniz, içinizdeki Allah korkusu ve sevgisi depreşir ve kesenin ağzını açarsınız. Yakın zamana kadar yöneticiler bunu yapıyor ama yapmadık diyorlardı. Ama şimdi öyle bir hırs bürümüş durumda ki gözlerini, arkalarına Allah'ı (yani Ramazan ayının insanlarda uyandırdığı uhreviyet duygusunu) alıyorlar ve siyasetlerini bu platformda yürütüyorlar. Bunun ahlaka aykırılığından mı bahsedeyim, yasalara aykırılığından mı bahsedeyim, yoksa bizzat İslam'a aykırılığından mı bahsedeyim, bilememiyorum. Ama şurası çok açık. Bu güzel milletin güzel duygularını sömürerek zenginleşenler, ve bunların oyunlarına kananlar, gerçekten de eğitime ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu açıkça gösteriyor. Bir de şu var: Daha önce de belirttiğim gibi, bu kadar cahillik, bu kadar saflık, bu kadar körlük (ya da düpedüz kötü niyet, vicdansızlık ve insafsızlık), hayat tarafından, doğa tarafından ve tarih tarafından mutlaka cezalandırılır. İç ve dış düşmanlar, en ufak zaafınızda tepenize inerler. Neye uğradığınızı anlamazsınız bile. Daha geçen yüzyılda buna benzer nedenlerden dolayı bir imparatorluk kaybettik. Allah'ın çok sevgili kullarıymışız da Mavi Gözlü Yakışıklı ve arkadaşları imdadımıza yetişti. Ama bu yüzyılda böyle birilerinin geleceği ne malum? Aldanmamayı öğrenmemiz lazım. Aldatmayı sevenler çok zira! gezgin102010-09-13T23:30:13.143+ Yanlış Duymadınız, Yanlış Okumadınız! Bu da OdaTV'den geliyor: (Başbakan Çorum mitinginde şöyle demiş:) "Millet olarak Çorum'la, Çorum'un yiğitliğiyle, mertliğiyle, gözü pekliğiyle her zaman gurur duyduk, nasıl ki Çorum bu topraklardan yetişmiş Akşemsettin Hazretleriyle, Ebusuud Efendi'yle, Koyunbaba'yla, İskilipli Atıf Hoca'yla gurur duyuyorsa, bizler de Çorum'la gurur duyuyoruz. Biz sizlerle gurur duyuyoruz." Ebu Suud Efendi ... Yavuz Sultan Selim'in Şeyhül İslam'ı. "Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir" diye fetva veren kişi. "İster okla, ister mızrakla, ister bıçakla olsun alevilerin kestiği mırdardır, yenilmez" diyen yobaz. Bu kişiye sorarlar," elimize geçirdiğimiz alevi kadınlarını ne yapalım?" diye? Verdiği cevap, ''BELİNİZE KUVVET". İskilipli Atıf Hoca kimdir? İstiklal savaşında "Mustafa Kemal isyankardır, katli vaciptir, Yunan askerleri, padişahımız efendimizin daveti üzerine gelmişlerdir, onlara saygılı olalım diye yazılar yazan biridir." (demiştir). Türk askerlerine yazdığı mesajlarla, Türk askerinin cepheden çekilmelerini istemiş, padişahımın emirlerine karşı gelmeyin, Mustafa Kemal'e karşı gelin mealindeki yazıları Yunan uçakları tarafından cephedeki mevzilere atılmış, askerin dağılması amaçlanmıştır. Zaferden sonra İstiklal Mahkemelerinde yargılanmış ve asılmıştır." *** Bazen gerçekler, benim hayal gücümü dahi aşıyor. El insaf! gezgin12011-09-22T00:04:04.667+ Bilmeyen Kalmasın Diye! Aşağıda, Cüneyt Ülsever'in 24 Ağustos 2010 tarihli yazısından bazı bölümler bulacaksınız. Kendisinin birçok görüşüne katılmasam bile, aşağıdakilerin ne kadar doğru olduğunu siz de göreceksiniz: "HSYK'da gördüğüm en temel mesele Adalet Bakanı ve Müsteşarı'nın Kurul'a üye olmalarının devam etmesi. Bu düzenleme yargının bağımsızlığı ile zaten bağdaşmıyor. Bakan'ın HSYK'ya başkanlık etmesi 12 Eylül Anayasası ile getirildi, 1961 Anayasası'nda ise HSYK Başkanı Kurul içinden seçiliyordu. 122

Halihazırda, HSYK'yı toplantıya çağırma, gündemi oluşturma yetkisi Adalet Bakanlığı'nda. Müsteşar toplantıya katılmazsa Kurul toplanamıyor. Yargıçlık mesleğine girebilmek için gereken sözlü sınavı da Adalet Bakanlığı yapıyor. (Bu son cümlenin anlattığı durum bile aslında tek başına yeterince korkunç. Sözlü sınavların ne kadar keyfi olduğunu bilmeyeneniniz yoktur sanırım. Adalet Bakanlığı halihazırda zaten "bağımsız" yargıyı büyük ölçüde etkilemekteydi, gördüğünüz üzere. Bu paketle birlikte bu etkiyi iyice artırmayı planlıyorlar. - gg) Anayasa değişiklikleri ile Adalet Bakanı'nın yetkileri beter genişliyor. Anayasa'ya, “HSYK'nın yönetim ve temsilinin Adalet Bakanı'na ait olduğu” yolunda bir cümle ekleniyor. Yargı erkinin yönetiminden yargı mensupları değil, Adalet Bakanı sorumlu olacak. Kurulacak sekretaryanın Genel Sekreteri'ni atama yetkisi de Adalet Bakanı'nda. Müfettişler HSYK'ya bağlanıyor ama Bakan'ın onayı olmadan soruşturma yapamıyorlar. Bunun yanında, 3 daire halinde çalışacak olan yeni HSYK'da dairelerin oluşumu ve işbölümünün kanunla düzenleneceği belirtiliyor. Böylelikle hükümet istediği düzenlemeleri yapma konusunda geniş yetkiye sahip oluyor. *** Değişiklik ile birlikte Anayasa Mahkemesi üyelikleri de 11'den 17'ye çıkarılıyor. 17 üyenin 14'ü (4'ü doğrudan) cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. 3 üye TBMM tarafından seçiliyor. Ancak, TBMM'nin seçimi salt çoğunlukla yapıyor, böylece Meclis'te çoğunluğa sahip iktidar 3 üyeyi belirliyor. TBMM'nin seçeceği 3 üyeden 2'si Sayıştay'ın gösterdiği adaylar arasından seçilecek. Halihazırda Anayasa Mahkemesi'nde Sayıştay'dan sadece 1 üye var. Ayrıca, şimdiki Anayasa Mahkemesi'nde YÖK'ten seçilen 1 üye varken bu sayı 3'e çıkarılıyor. Hem Sayıştay, hem YÖK, tesadüf eseri, Hükümet'e yakın kurumlar! Cumhurbaşkanı'nın takdirine bırakılan üye sayısı da önce 3 iken şimdi 4'e çıkıyor. Açıkça görülüyor ki; Anayasa Mahkemesi'nde 17 üyeden en az 10'unun iktidarın yanında olması garanti altına alınıyor!" Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz. *** Bu arada yöneticiler, devletin imkanlarını "tam güç" kullanmaya başlamış durumdalar. Gün geçmiyor ki halkın çeşitli kesimlerine çeşitli müjdeler verilmesin. Memura yapılan zamlar, çiftçinin kredi faizlerinin yüzde 13'ten yüzde 10'a düşürülmesi, öğrenci harçlarına zam yapılmaması (YÖK'ün ısrarlı talebine (!) rağmen - kendi aralarında oynadıkları tiyatroya bakın: "Sen artırmayı ister gibi yap, ben de reddeder gibi yapayım!"), KOBİ'lerin vergi borcunun yeniden düzenlenecek olması... Bütün bunlar halka verilen rüşvet değil de nedir? Neden baştakiler, örneğin Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun kabul edilmesi için kendilerini bu kadar zorlasınlar ki? Yoksa bireysel başvuru vb. aslında kandırmaca da bunların dertleri başka mı? Tabii ki başka: Yüksek Kanepe korkusu bunlarınkisi. Yüce yerlerden duyulan bir korku. Yükseklik Korkusu. Vertigo. Hitchcock! *** Bilmeyen kalmasın, dedim. Sorarlarsa kolayca anlatırsınız. Ya da doğrudan buraya link verin. Konuşurken bile! Güncelleme: "Ben okumaktan sıkılıyorum" diyenlere, Muharrem İnce'den son derece yalın anlatımlı videolar BURADA. gezgin12010-09-13T23:30:24.618+ A. ve F. Bazı yazarları bir kere değerlendirmeye tabi tutup kafamda bir yere koyduktan sonra kendilerine tekrar tekrar dönme ihtiyacı hissetmem. Meğer ki büyük bir değişiklik geçirdiklerine dair bazı duyumlar alayım. (İyi örnek olarak C. Ülsever, kötü örnek olarak Y. Bulut)

123

A. Altan benim için böyle bir yazardır. Orta kalitede bir edebiyatçı, çok ama çok kötü bir gazetecidir. Kötülüğü sadece "gazetecilik" mesleğinin bilinen bütün ilkelerini ayaklar altına almasından kaynaklanmaz. Ayrıca bütün insani değerleri de (kendisi tam aksini yaptığını zannetse de) günaşırı çiğner. Kendisini alkışlayan bir grup (ve de yönetim) bulunduğu için hatasının farkına da varması pek mümkün görünmüyor. (Benim tahminim bütün bu fırtına dindikten ve ne büyük hatalar yaptığını anladıktan sonra, "ama ben aslında sadece bir edebiyatçıyım" diye yırtmaya çalışacağı). Lakin gelen bir yorum üzerine bir yazısını okumaya başladım. Her zamanki seviyesiz düşüncemsiler düşünce bile değil. Ama yazının altındaki bir bağlantı, ilgimi çekti. Cemaat ile Hanefi Avcı hakkında da yazı yazmış hazret. Ben de o yazıya bakayım dedim. Ve Voila! Yazıdan aldığım bazı cümleler aşağıda yer alıyor. Onun altında da benim listeli yorumlarım var. Yazının sadece belli yerlerini almamın nedeni, cımbızla bazı cümleleri seçmek değil, Altan'ın bütün düşüncelerini temsil ettiklerine inanmam. (Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz.) "Çok sık duyduğumuz sözler var. “AKP’liler, devleti ele geçirmeye çalışıyor” gibi ya da “Fethullahçılar devleti ele geçirmeye çalışıyor” gibi. Devlet “birilerinin” sahip olduğu ve “birilerinden” koruduğu bir kale anladığım kadarıyla ve bu “kalenin” ele geçirilmesinden korkuyorlar. Dün Roni Margulies bu konuda muhteşem bir yazı yazmıştı. “Bir general, bir emniyet müdürü ‘evet ben Fethullahçıyım’ derse ne yapılması öneriliyor” diyordu, “işten mi atmak gerek adamı? Hapse mi atmak gerek? İnançları nedeniyle atılması gerek, öyle mi? Başka kimleri atmak gerek peki? Beğenmediğimiz inançlara inanan herkesi atalım mı?” Fethullahçıların inançlarının ne olduğunu, diğer Müslümanlardan farklarını bilmiyorum, “ılımlı İslam” oldukları söyleniyor, ne olursa olsun, neticede bir “inanç” değil mi bu? İnançlarından dolayı insanları suçlayacak mıyız? “İnanç”, suç mu? ... Emniyet’in, istihbaratın, ordunun içinde çok sayıda Fethullahçı olduğu artık biliniyor ama bu adamları “inançlarından” dolayı suçlayamazsınız, karalayamazsınız, eğer “cemaatlerinin çıkarı” için yasadışı işler yapıyorlarsa, bunu yakalar, belgeler, yargılarsınız. “Kötü bir şey yapacaklar” diye niyetlerini sorgulamak, “niyetlerini” suçlamak “faşizme” girer, hukuk ise “kötü bir şey yaptıklarında” yakalayıp “belgelemektir”." *** Yazının özü bu cümlelerde yer alıyor. Merak eden tamamını okusun. Gelelim benim burada ortaya konan görüşlerle ilgili düşüncelerime: 1) Türkiye Cumhuriyeti, şehir kulübünde briç oynamaktan sıkılan bir grup beyfendi tarafından eğlenmek amacıyla kurulmuş bir kurum değildir. Belirli iç ve dış güçler tarafından (bu tabirin klişe olmasına bakmayın: Birinci Dünya Savaşını ve Kurtuluş Savaşı dönemindeki isyanları hatırlayın) yok edilişin kıyısına getirilen bir milleti uçurumun kenarından alan ASKERLER ve bürokratlar tarafından kurulmuştur. Bu kişiler, kimlerle kıyasıya bir mücadele verdiklerinin son derece bilincinde oldukları için, bu kişilere karşı mücadelenin devam etmesi gerektiğini ve bu mücadelenin nasıl yapılacağını da Anayasa'ya koymuşlardır. Aynı Anayasada, güçlükle kurulan bu yeni devletin hangi ilkelere bağlı kalırsa baki olacağı da belirlenmiş ve bu ilkelere bağlı kalınması gerektiği belirtilmiştir.

124

Anayasanın 2. Maddesinde şöyle denmektedir: "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir." Yani devlet, nötr değildir. Devletin bir ideolojisi vardır. Ama bu ideoloji sonradan ona yapıştırılmış, birilerinin devleti ÖNCE ele geçirmesiyle ona zerk edilmiş birşey değildir. Devleti kuranlar zımnen (yani ülke ilk kurulduğunda) ya da doğrudan (daha sonra yapılan Yasa değişiklikleri ile) bu ilkeleri ortaya koymuşlardır. Bunun, insanların inançları ile ilgili bir mesele olmadığına dikkatinizi çekerim. Yani burada devlet bütün vatandaşlarının belirli inançlara sahip olmasını istemiyor. Sadece kendi kurumlarının ve çalışanlarının gözetmesi gereken ana ilkeleri ortaya koyuyor. Eh, bu devlet sokakta bulunmadığına göre, bu son derece anlaşılır birşeydir. En ufak şirketler bile kendi çalışanları için belirli "davranış ilkeleri" belirlerken, koskoca devletin böyle ilkelerinin olmasını yadırgamamak lazım. Şimdi gelelim A.A.'nın görüşlerine. Ona bakılırsa belirli bir inanca sahip olmak, bu inanca sahip olduğunu açıklamak bir devlet memuru için suç teşkil etmemeli, bu inançtaki insanların devlet kadrolarını doldurmasından korkulmamalıdır. Korkulması gereken suç işlenmesidir. Zaten devletin görevi de suç işlendikten SONRA bunu belgeleyerek suçu işleyenleri yakalamak ve cezalandırmaktır. Buradaki düşünce hatalarının ne kadar bariz olduğunu siz de görüyorsunuz, ama anlamayanlar için yavaş yavaş, teker teker açıklayayım. I) Sözü geçen cemaat (ki aslında Özal döneminde Nakşiler için bu söylenebilirdi zira kendisi ve bir çok çalışma arkadaşı o tarikata mensuptu), cemaat liderinin youtube'ta rahatlıkla bulunabilecek videolarından da kolayca görülebileceği üzere, YAYILMACI bir cemaattir. Hatta en sık izlenen videosunda kendi takipçilerine devletin kılcal damarlarına kadar nüfuz etmelerini, vakit gelmeden başlarını kaldırmamalarını, ele geçirme işlemi tamamlandıktan sonra harekete geçmelerini önermektedir. Özellikle sirayet edilmesini istediği kurumların başında adalet gelmektedir. Bu konuşmanın dinleyiciler arasında bir sır gibi saklanması gerektiğini de sonradan eklemektedir. A.A. bu videoyu bilmiyor mu? Bulması o kadar zor mu? Kendisinin bu bilgilerden bihaber olduğunu sanmıyorum. Sadece kendi savını desteklemek amacıyla bunu görmezden geliyordur. Adam açık bir biçimde devleti ele geçirme planından bahsediyor, sonra bunun gizli tutulmasını istiyor, ama sayın A.A. bunu doğrudan görmezden geliyor. Hmm. Gerçekleri araması gereken bir meslek mensubundan ilginç bir tavır. II) Hakkında iki cümleden fazla birşey bilmediği bir topluluğu savunmak, hangi vicdana sığar. Eğer isterse ben NAZİ partisini herkese sevimli gelecek bir iki cümle ile tanıtayım: "Almanya'nın yeniden yükselmesi ve Alman halkının refahı için çalışan bir partidir. Son derece çalışkan, disiplinli ve enerjik üyelerden meydana gelir. Amaçlarına ulaşmak için hiçbir engel karşısında yılmamayı kendilerine düstur edinmişlerdir." Ne güzel bir parti değil mi? Oysa gerçek ne kadar farklı! Buradan da anlaşılacağı üzere, gerçeği öğrenmek ve kimi savunduğumuzu doğru anlamak için biraz araştırma yapmak zorundayız. A.A. da cemaat(ler) hakkında birkaç kitap okusa, birkaç kişiyle görüşse, birkaç video izleseydi, sanırım olayın sadece basit bir "kişisel inanç" düzeyinde kalmadığını, devleti ele geçirmek için düpedüz orta ve uzun vadeli plan yapan bir (aslında birkaç) insan grubunun söz konusu olduğunu anlardı. Ama A.A.'nın amacı bu değil. Onun yıpratmak istediği kurumlar var. Bu kurumların düşmanları da ona her nedense hoş, samimi, en basitinden tehlikesiz geliyor. Kendi görüşlerinden vazgeçmemek için gerçekleri ya çarpıtıyor ya da yok sayıyor. Edebiyat alanında mazur görülebilecek bir tavır olan bu yaklaşım, "gerçek"lerin tek geçer akçe olduğu gazetecilikte son derece yanlıştır. Ama yukarıda da dediğim gibi, ben bir gün A.A.'nın "Ben aslında sadece bir edebiyatçıyım" diyerek paçayı kurtarmaya çalışacağından şüpheliyim. Yoksa, bu kadar bariz hatalar yapan bir insanı, değil gazeteye yönetici yapmak, ortaokulda münazara takımına bile almazlar. III) A.A.'nın yaptığı en büyük hatalardan biri, devlet güvenlik güçlerinin (ve ilgili diğer kurumların) suç işlenmeden harekete geçemeyeceğini zannetmesi. Yani devletin ancak bir suç işlendikten sonra ve bu kanıtlandıktan sonra harekete geçmek zorunda olduğunu zannetmesi. Oysa azıcık Ceza Hukuku ile ilgilense, "suç işleme ihtimali yüksek bulunan kişilerin" de yakalanabileceği ve eldeki deliller doğrultusunda işlemeyi planladıkları suç yüzünden cezalandırılabileceğini bilirdi. Yani siz birini öldürme hazırlığı yaparken yakalandığınızda da suçlusunuzdur. Henüz suçu işlememiş olmanız sizi bu suçlardan ari kılmaz. Aynen hapsi boylarsınız.

125

Ama burada iş biraz daha çetrefilli. Zira söz konusu olan, birilerinin öldürülmesi gibi bariz somut bir suç değil. Yavaş yavaş devlet kurumlarının belirli bir inanca sahip kişiler tarafından ele geçirilmesi, sonra da bu kurumların bu topluluğun isteklerine göre yönetilmesi. Yani burada elinde dumanı tüten silah tutan bir cani bulma şansınız yok. Hatta yapılan işlemlerdeki tarafgirliği bile bazı durumlarda kanıtlayamayabilirsiniz. (Otoriteden kaçmayı ve kendilerini gizlemeyi çok iyi bilirler.) Ama bir süre sonra bir bakarsınız, bir kurumdaki bütün elemanlar, bu inanca sahip insanlardan meydana gelmekte. Ya da başka bir kurumum bütün satın alma işlemleri, o cemaatle bağlantılı olan kurumlardan yapılıyor. Ya da belirli kurumların sınavları, o cemaatin dershanelerine önceden servis ediliyor ki o kurum, bu dershanelerden çıkan elemanlarla dolsun. (Son defasında yakalandılar. ÖSYM başkanının acınası açıklamalarını mutlaka bulunuz.) Ya da TRT örneğinde olduğu gibi açık açık o kurumlardan personel transfer ediliyor. E şimdi bunlar suç değil mi? Devlet tamamen ele geçirildikten sonra, izini örtmeyi beceremeyen üç beş çapulcuyu yakalamanın anlamı ne? Artık deve hamuduyla götürülürken, sızlanmanın ne anlamı var? Devletin görevlerinin başında suçluyu yakalamak kadar suçu daha gerçekleşmeden de önlemek gelmiyor mu? Ama bunların A.A.'nın derdi olduğunu sanmıyorum. A.A.'nın amacı belli. Gazetecilik yapmak değil. Devletin belirli kurumlarını yıpratmak. Bu nedenle de onu bu amaca götüren yoldaki her engel saçma, yanlış, "anti-demokratik" ve "bürokratik". Cıs, tü-kaka yani. Bu yaklaşım, hazırladığı haberlerde de belli oluyor. Kaynağın sorgulanmadığı, sonuçlara varırken usulün tamamen göz ardı edildiği, hukuktan bahsedilirken hukukun ayaklar altına alındığı bir gazetecilik bu. (Nedense aklıma "Zor Ölüm 2" filmi geldi. Orada da böyle bir gazeteci vardı. Gazetecilik yapıyorum derken ortalığı birbirine karıştıran.) 2) Halihazırda bu veya başka cemaatler tarafından suçlar işleniyor zaten. Başka bir yerde (sanırım bir yorumda) belirttiğim üzere bu adamlar (yani radikal dinciler) günümüz dünyasını "darül harb" ilan ettikleri için, düşmanı (laikleri, kendilerine karşı olan askerleri, akademisyenleri, yöneticileri, vb.) alt etmek için her türlü yolsuzluğu, yanlışı, aldatmacayı yapmayı normal kabul ederler. Bütün dünyanın müslüman olduğu ütopik bir zamanda günah sayılacak eylemler, bu "darül harb" döneminde kabul edilebilirdir. Yani "Bunlar Müslüman, bunlardan zarar gelmez" demeyin. Zararın en büyüğünü yapıp bundan dolayı bir de vicdan azabı çekmemek için gerekli açıklama mekanizmalarına sahiptirler. Ama asıl mesele, özellikle devlet içerisinde ele geçirdikleri konumlardan dolayı, işledikleri suçların yasal takibe uğramaması ya da başkalarına nazaran daha az uğramasıdır. Yani adamlar çok akıllıca (kendileri için akıllıca tabi) bir hareketle, yaptıkları ve yapacakları yasa dışılıkları takip edecek kurumları önce ele geçirmişler ya da ellerindeki muazzam siyasi - ekonomik - sosyal güç sayesinde bu kurumların üyelerini etkiler hale gelmişlerdir. Bu sayede, örneğin, bu cemaate ya da onun desteklediği partiye bağlı Belediyelerde meydana gelen yolsuzlukların hemen hiçbirinin hesabı sorulmaz. Bu gruplara yakın şirketler Vergi Dairesi'nin kör noktasına yığılmış haldedir. A. Altan da beklesin: Birileri belge bulacak da, sonra suçluları yargı önüne çıkaracak da... Ölme eşeğim, ölme. Ama tabii bunlar, bu somut hayat, yani hepimizin bire bir kavga dövüş yaşadığı bu hayat, onun için fantastik bir kurgudan ibaret. Tıpkı ekürisi O. Pamuk gibi, uzaktan seyrediyor dünyayı. Kendi kafasında devlerle mücadeleler veriyor. Kendisini bir kahraman gibi hissetmesini sağlayacak bir Goliath bulmuş, durmadan saldırıyor. Karşısındaki gerçekten Goliath mıdır, kendisi Davud mudur, hiç farkında değil. Bir gün somut gerçekler, (tıpkı C. Ülsever'de olduğu gibi) dank edecek kafasına ama o zaman iş işten geçmiş olacak. Zarar, verilmiş olacak. Ciddi ciddi ılımlı şeriatı ve/veya bölünmüş bir Türkiye'yi konuşuyor olacağız. (Aslında konuşuyoruz da farkında değiliz. Son günlerdeki "ayrılma" söylemlerine bir bakın.) Ama o bunlardaki payının hâlâ tam olarak farkında olmayacak. "Ben ne yaptım ki" diyecek "yüksek idealleri savunmaktan başka?" Hiçbir idealin boşlukta, bağlamsız var olamayacağını, ideallere anlamını verenin konjonktür olduğunu, ve en yüksek ideallerin bile kötü niyetli insanlar tarafından suistimal edilebildiğini unutarak. gezgin82010-09-13T23:30:30.330+ Durum Bu Kadar Ciddi! Bu sitede siyaset yazmaktan ben de pek hoşlanmıyorum. Ama bu sefer durum çok ciddi. Hırsızın daha fazla hırsızlık yapma ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi kaçma planına engel olma şansınız, hatta böyle bir göreviniz var. 126

Çevrede yeterince bilgilenmemiş, bu nedenle ne oy vereceğini bilmeyen insanları da aydınlatmalısınız. Onları kırarak ya da onlara hakaret ederek değil, sadece bilgilendirerek. Ele geçirilmiş medyanın bitimsiz beyin yıkamalarına karşı uyararak. Ve de mitinglere katılarak. Yaşadığınız şehirde, HAYIR diyecek partinin mitinglerine katılmak, sandığınızdan çok daha fazla etkiye sahiptir. Vaktiniz müsaitse (değilse bile koşulları biraz zorlayın), yer de çok uzak değilse, mutlaka gidin. Arkadaşlarınızı da götürün. Sizin kuşağınıza yapıştırılan APOLİTİK yaftasından bir nebze de olsa kurtulmanız için bir fırsattır bu. Şurada, Halk Partisinin miting programı var. Hayır diyen diğer partilerin programlarını da bildirirseniz, burada yayınlayabilirim. (Şantaj için Hayır diyenler hariç.) gezgin92010-09-13T23:30:38.803+ Neden HAYIR! Konuyla ilgili biraz daha detay verelim. 9 Ağustos 2010 tarihli Hürriyet gazetesinde Kemal Kılıçdaroğlu başka şeylerin yanı sıra şunları da yazmış: "HEDEF İKTİDARA BAĞIMLI ANAYASA MAHKEMESİ Anayasa Mahkemesi'nin bağımsız ve tarafsız bir organ olması üyelerin atamalarıyla yakından ilişkilidir. Değişiklik paketinde Anayasa Mahkemesi'nin çoğunluğunun iktidarla aynı görüşü paylaşan üyeler olması sağlanmak istenmiştir. Bu üyelerden bazıları kendisi halkoyu ile gelen Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan, bazıları ise TBMM tarafından seçilecektir. Bu sistem, çok önemli sakıncalar doğuracaktır. Öncelikle, yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı'na belirleyici bir rol verilmekte, böylece yürütmenin yargı üzerindeki ağırlığı artırılmaktadır. Ayrıca, iktidarın egemen olduğu kurumlardan seçilen üyelerin sayısı artırılmıştır. Örneğin, mevcut Anayasa Mahkemesi'nde YÖK'ten bir üye varken, bu sayı üçe çıkarılmaktadır. Sayıştay'dan bir üye varken, bu sayı ikiye çıkarılmaktadır. TBMM üç üyeyi nitelikli çoğunlukla değil, basit çoğunlukla seçecektir. Böylelikle, Anayasa Mahkemesi'ne bağımsız değil, siyasal iktidarla aynı eğilimi paylaşan üyeler egemen olacaktır. Bu yapıdaki bir Anayasa Mahkemesi'nin siyasal iktidar üzerindeki denetim görevini etkili bir biçimde yerine getirmesi beklenemez. *** BAKANIN BULUNDUĞU HSYK AVRUPA'DA YOK Yargı bağımsızlığının anahtarı olan HSYK'da yapılan ve yapılmayan değişiklikler de siyasal iktidarın gerçek niyetlerini yine olanca berraklığıyla ortaya koymaktadır. Anayasa paketinde, Adalet Bakanı'nın Kurul başkanlığı ve müsteşarın üyeliği devam etmektedir. Bu sistem de önemli sakıncalar yaratacaktır. Adalet Bakanı'nın başkanlığı ve müsteşarın üyeliği HSYK'nın bağımsızlığı ile bağdaşmamaktadır. Avrupa'da hiçbir ülkede Adalet Bakanı'nın başkan olduğu bir HSYK bulunmamaktadır. Aynı şekilde, hiçbir ülkede hem bakan hem de müsteşarın birlikte üye olmaları söz konusu değildir. *** HSYK'YA İKTİDAR DENETİMİ PEKİŞTİRİLİYOR Hali hazırda, Adalet Bakanı HSYK'nın bağımsız çalışmasına olanak vermeyen geniş yetkilere sahiptir. Değişiklik paketiyle bu yetkiler azaltılmamış, tersine artırılmıştır. Anayasa'ya, HSYK'nın yönetim ve temsilinin Adalet Bakanı'na ait olduğu yolunda bir cümle de eklenmiştir. Üstelik yeni kurulacak Sekretarya'nın genel sekreterini atama yetkisi Adalet Bakanı'na verilmektedir. Diğer yandan, müfettişler HSYK'ya bağlanmıştır ama Bakan'ın onayı olmadan soruşturma yapamayacaklardır. Anayasa'ya eklenen son derece tehlikeli bir hüküm ise şudur:

127

“Kurul üyelerinin seçimi, dairelerin oluşumu ve işbölümü, Kurul'un ve dairelerin görevleri, toplantı ve karar yeter sayıları kanunla düzenlenir.” Siyasal iktidarın önerdiği değişiklik paketi yürürlüğe girerse, hükümet buna dayanarak HSYK ile ilgili istediği düzenlemeleri yapmak konusunda geniş yetkiye sahip olacaktır. Bunun yanında Bakan'ın mevcut Anayasa ve yasalarla sahip olduğu yetkiler devam etmektedir. Adalet Bakanlığı mahkemelerin yargı çevresinin değiştirilmesini ya da bir mahkemenin kaldırılmasını önerme yetkisine sahiptir. HSYK'yı toplantıya davet etme, gündemi yapma yetkisi Adalet Bakanlığı'ndadır. Müsteşar toplantıya katılmazsa Kurul toplanamamaktadır. Bütün bunlar Adalet Bakanı'nın başkanlığının sembolik olmadığını, zaten geniş olan yetkilerinin yeni değişikliklerle artırılarak HSYK üzerindeki iktidarın denetiminin pekiştirildiğini göstermektedir." *** Yazının devamında başka bilgiler de yer almaktadır. Yukarıdaki linkten hepsini okumanızı tavsiye ederim. Kaynak: Hürriyet gazetesi. gezgin22010-09-13T23:30:44.565+ O GÜN NEREDE OLACAKSINIZ?! O gün nerede oy vereceğinizi T.C. Kimlik Numarası ile şu adresten kontrol edebilirsiniz. gezgin02011-09-22T00:15:56.574+ AVATAR: Yeniden ve Daha Fazla 15 Ekim'de Türkiye'de. 9 dakikalık ekstra görüntülerle. Neden olmasın? gezgin12011-09-22T00:15:56.612+ Sanarist 6 Yaşında SANARİST yayına gireli 6 sene olmuş. Eğer "Sanarist Ultimate" kitabının (ki kendisine düzgün bir isim bulamamaktan dolayı mustaribim) ilk yazılarının tarihine (yani en sondaki yazıların tarihine) bakarsanız 24 Ağustos 2004 tarihi görürsünüz. Altı sene, az buz değil. Son altı senede neler yaptığınızı, başınıza neler geldiğini bir düşünün. Memlekette neler olduğuna bir bakın. Ülkenin iç ve dış borcu yaklaşık İKİ KATINA çıktı. 2004'te mevcut yöneticiler Avrupa Birliği'ne girmeye çalışıyor gibi yaparak milleti uyuturken, artık gerçek özlerine dönmüş bulunuyorlar (ılımlı İslama dayalı dikta). Ülkenin en değerli varlıkları (Tüpraş, Telekom, vb.) özelleştirilerek, oradan elde edilen gelirle BORÇ FAİZLERİ (Anaparası bile değil) ödendi. Ülkedeki gerçek "milyoner" (yani bankada 1 milyon TL'den fazla parası olan kişi) sayısı yaklaşık İKİ KATINA (30 bin civarı) çıktı. (Siz de "Soygun nerede?" "Ama biz soyulduğumuzu hissetmiyoruz ki!" diyordunuz.) Ben de yedi cüceler tadında bir değişim geçirdim, en azından bu sitede babında. İyi niyetliden sinirliye, sinirliden hayal kırıklığına uğramışa, hayali kırıktan öfkeliye, öfkeliden de bıkkına. Yine de bir süre daha devam etmem gerektiğini düşünüyorum. Zira hala bu ülkede bir filmin gerçek değerinin senaryodan kaynaklandığını ve iyi senaryoların da nasıl işlediği bilen insan sayısı bir elin parmaklarını geçecek kadar değil. Yani iyi bir film yazılma ve bunun çekilme olasılığı, ya da çekilmiş filmlerinin doğru bir şekilde değerlendirilmesi, size bir meteor çarpma olasılığı kadar. En usta sinemacıların bile karşımıza film ya da eleştiri diye koydukları şeylerin niteliğine bakarsanız, ne demek istediğimi anlarsınız. Eh, bu durumda ben yazmayayım da kimler yazsın. Yine de yazdıklarımı tam bir ders kitabı formatında organize edememiş olmaktan da şikayetçiyim. Eğer hepsini derleyip toparlarsam, daha güzel ve faydalı olacak gibi. Ama bunun gerektirdiği sürenin çokluğu ne yazık ki bu planı çook ileri bir tarihe itiyor. Elinizdekilerle yetineceksiniz bir süre daha.

128

Bu süreci değerlendirecek olursam, yaşadığım en büyük hayal kırıklığının, yazarlardaki ve yazar adaylarındaki hayal gücü zayıflığı olduğunu söyleyebilirim. İzlediğim birçok filmde ya da karşıma gelen birçok senaryoda, beni şöyle gerçekten şaşırtacak ya da derinden sarsacak bir materyal göremedim. Yazarlar teknik olarak birçok sorunun altından kalkabileseler de ne yazık ki 15 sene süren ezberci eğitimin törpülediği, darbe üstüne darbe vurduğu, dumura uğrattığı, köküne kibrit suyu ektiği hayal gücünü canlandırmak mümkün olmuyor demek ki. Bu nedenle de yazar adaylarının yapması gereken şeylerin başında bu geliyor: Kendilerinin yemyeşil, çiçeklerle ve meyve ağaçlarıyla dolu, içinden küçük derelerin aktığı ve havuzcuklarında balıkların oynadığı bir bahçe sandıkları; ama aslında kupkuru, çorak, bakımsız, çıplak topraktan ibaret hayal güçlerini canlandırmaları, beslemeleri, tımar etmeleri gerekiyor. Zihninizi yeniden eğitmelisiniz. Bildiğinizi sandığınız şeyleri unutmalı, beyninizi gerçek bilgilerle donatmalısınız. Bu bilgilere ek olarak yaratıcı, şaşırtıcı, hatta çılgınca düşünmeyi de öğrenmelisiniz. Evet, bunlar biraz doğuştan gelen yetenekler ama çokça da öğrenilen - ve sizde de, gerizekalı öğretmenleriniz tarafından örselene örselene söndürülmüş- yetenekler. Size yapılan bu acımasızlığın altından kalkmalı, ruhen, zihnen ve bedenen tekrar kendinizi inşa etmeli, yeniden doğmalısınız. Bunu nasıl yapacağınızı da açıp okuyun, araştırın. Dünya, bu konuda ne yapılmasını anlatan kitaplarla, makalelerle, bilgilerle dolu. Ararsanız, bulursunuz. Bulduklarınızı da uygulamaya geçirin, değişmekten, değişimden korkmayın. Engeller önlerinde durmak için değil, aşılmak için oradadırlar. Bunu sakın unutmayın. gezgin102010-09-13T23:31:01.351+ Gelecek Hırsızları Hırsızlık, ille de para ya da değerli eşya çalmak şeklinde gerçekleşmez. İnsanların fırsatlarını, zamanlarını, hayatlarını da çalabilirsiniz. Bunun en bariz iki örneğini geçtiğimiz bir sene içerisinde yaşamış bulunuyoruz: Birinci örnek 13 Eylül 2009'da yaşandı. Polis Akademisi Meslek Yüksek Okulları sınavının soruları çalındı. Soruların sınavdan önce "belirli çevrelere" ulaştırıldığı iddia edildi. Neticede sınav iptal edildi. İkinci örnek ise 2010 Kpss sorularının belirli kişilere önceden verilmesi şeklinde yaşandı. Durum o kadar bariz ki aynı evde yaşayanlar ve karı-kocalar arasından "full çekenler" olmuş. ÖSYM Başkanı SAVCILARI göreve çağırıyor. *** Bunu kim engelleyebilir? Ya da bu durumu kim düzeltebilir? Hangi kurum bize kaybettiğimiz fırsatları geri verebilir ya da bu kaybı tazmin edebilir? BAĞIMSIZ SAVCILAR, YARGIÇLAR, MAHKEMELER. Anladınız mı mahkemeler neden bağımsız olmalı. gezgin22010-09-13T23:31:06.729+ Tabii ki HAYIR! Başka söze gerek yok. *** Güncelleme: Varmış. Hangi ülkede olursak olalım, geçmişte hangi darbeler-vesaireler yaşanmış olursa olsun, hangi güç odakları kimlerle kapışıyor ya da ortaklık yapıyor olursa olsun, ya da teklif hangi parti tarafından getirilmiş olursa olsun:

129

Bağımsız yargıçların atanmasıyla görevli kurum olan HSYK'nın 21 üyesinden 16'sını hükümetin etkisi altına sokan bir pakete Hayır demek lazımdır. Bunu akrabayı kalkındırma partisi de getirse, Halk Partisi de getirse, gazinocular kralı da getirse, fark etmez. Böyle bir yapılanmayı içeren paket reddedilmelidir. Yargı'ya kimse, hiçkimse, hiçbir parti, kurum ya da birey dokunmamalıdır. Bunun dışındaki maddeleri tartışmaya gerek dahi yok. *** Güncelleme: O. Pamuk da "evet" diyecekmiş. Bazı insanların tutarlı bir biçimde, her defasında yanlış davranışlarda bulunmasına kimse bir şey diyemez. Ama bu insanlara da "aydın" denmemesi gerekiyor. gezgin252011-09-22T00:15:56.648+ Walter Murch'ten inciler... The advent of computer technology in film editing has resulted in a couple of serious drawbacks for the craft. “When you actually had to make the cut physically on film, you naturally tended to think more about what you were about to do,” remarked the New York native. “Which — in the right proportion — is a good thing to do. The cut is a kind of sacramental moment. When I was in grade school they made us write our essays in ink for the same reason. Pencil was too easy to erase. (Aynı şey acaba senaryo yazımı için de söylenebilir mi? Eğer bilgisayarla değil de daktiloyla yazmak durumunda olsaydınız, daha çok mu düşünürdünüz acaba, ne yazılacağına kesin karar vermeden önce? g.g.) The other “missing” advantage to linear editing was the natural integration of repeatedly scanning through rolls of film to get to a shot you wanted. Inevitably, before you ever got there, you found something that was better than what you had in mind. With random access, you immediately get what you want. Which may not be what you need.” Kaynak: Burası gezgin22011-09-22T00:15:56.742+ Star Wars: Aslında Neymiş! Aşağıdaki sözler Walter Murch'e ait. 70'lerde Lucas ve Coppola ile takılırken gözlemlediklerini anlattığı bir söyleşiden: "Film gişe açısından cazibe taşımasına rağmen, yönetmen (George Lucas) Vietnam Savaşı ile ilgili bir film yapamıyordu. "American Graffiti'nin 1973'teki başarısının ardından" diyor Walter Murch "George bu filmi yeniden gündeme getirmek istedi, ama bu hala çok sıcak bir konuydu, savaş hala devam ediyordu ve hiç kimse böyle bir filmi finanse etmek istemiyordu." "Bunun üzerine George elindeki seçenekleri göz önünde bulundurdu: "Kıyamet" ("Apocalypse Now") filmi ile gerçekte ne demek istiyordu? Mesaj özünde küçük bir grubun, sadece inançlarının gücü vasıtasıyla dev gibi bir gücü yenebilmesiydi. Ve şuna karar verdi: "Eğer bu çağdaş bir konu olarak siyasi açıdan aşırı sıcak bir konuysa ben de bu hikayenin özünü uzaya götürürüm ve olayların çok uzak bir galakside, bundan çok uzun bir zaman önce gerçekleşmesini sağlarım." İsyankar grup, Kuzey Vietnamlılardı, İmparatorluk da Amerika Birleşik Devletleri. Eğer "güç"e sahipseniz, ne kadar küçük olursanız olun, sizden ezici ölçüde büyük bir gücü yenebilirsiniz. Star Wars (1977) George Lucas'ın, "Kıyatmet"in dönüştürülmüş versiyonudur." Kaynak: Burası gezgin12011-09-22T00:15:56.575+ "Inception" - "Başlangıç" Dikkat: Henüz "Başlangıç" ("Inception") filmini izlemeyenlerin bu yazıyı okuması tavsiye olunmaz. 130

*** Nolan'ın nesini sevmediğimi anladım. Daha doğrusu hep hissediyordum da, bu filmle birlikte artık "resmiyet" kazandı. Memento'dan beri bazı insanların yere göğe koyamadığı bir yazar-yönetmen olan Nolan, çok "cerebral" bir tip. Yani beyniyle, aklıyla yazıyor, kalbiyle değil. Bu nedenle de karakterlerin başına gelen olayların ilginçliği ile işi götürmeye çalışıyor, karakterleri çok fazla umursamamamız onun pek umurunda değil. Ama sonuç olarak "Ne kadar ilginç bir film" diyoruz, "Ne kadar güzel bir film" değil. En azından ben öyle diyorum. "Başlangıç" da bu duruma bir istisna teşkil etmiyor. Nolan filmin orta noktasına (midpoint) kadar bize bilgi yüklemeye devam ediyor. Amaç, filmin ikinci yarısında izleyeceklerimizi doğru bir şekilde anlamamız. Bunca açıklamaya karşın rüyaların üçüncü düzeyine inildiğinde artık duygusal olarak kaybolmuş vaziyette oluyoruz. Sadece "bu neydi, burada bu olunca orada ne oluyordu? Bunlar şimdi neyin peşindeydiler?" sorularına cevap arar vaziyette oluyoruz. Kahramanların (aslında sadece Leo'nun) başarılı olup olmaması bizi pek ilgilendirmiyor. Neden? Çünkü yönetmenin asıl derdi bizi kurduğu dünya ile şaşırtmak. Leo ve diğer karakterler, sırf bizim o dünyada var olmamız için vesile teşkil ediyorlar. Yani Nolan derdi olan bir karakterden yola çıkmamış ya da hikayeyi o noktaya getirecek kadar kendi ruhunda (kalbinde) derinleştirmemiş, pişirmemiş, demlememiş. Sadece dünya içinde dünya içinde dünya kurmak ve bunlar arasında geçişler yapmak fikrini, bir hırsızlık ("heist") hikayesine sindirmek istemiş. Bence bir miktar başarılı olduğu söylenebilir, ama çok değil. Neden çok değil? Neticede kahramanımız, ahlak dışı birşey yapıp çocuklarına kavuşmak isteyen biridir. Yaptığı işin ahlak ve yasadışılığı ile ilgili herhangi bir aydınlanma ya da vicdan azabı yaşamamaktadır - yani büyümemekte, gelişmemektedir. Sadece çocuklarına kavuşma derdindedir. ("Çocuklarım olmadan asla diyorsanız - Aliye!"). Biz de bunun neticesinde, masum insanların bilinçaltını manipule eden bu adamı pek fazla sevememekteyiz. Nolan'ın, bir karakteri sevme veya ona acıma duyma konusundaki en güçlü kartı -çocuklar- kullanmasına rağmen. Görüldüğü üzere en güçlü teknik bile, doğru kullanılmadığında işe yaramıyor. Film her nedense "Matrix" kompleksinden bir türlü kurtulamıyor. Neden? Hatırlarsanız "Matrix"te bilgisayarların inşa ettiği bir dünyada yaşayan insanlar (insan projeksiyonları) vardı. Nolan da burada bir "mimar"ın inşa ettiği bir dünyaya rüyalarında giren insanları anlatıyor. Ve bu ikisi arasında büyük benzerlikler var. Yani her iki "sanal" dünya da çok gerçekçi. Oysa ikincisinin olmaması gerekiyordu. Zira insanın bilinçaltı, Matrix'teki sanal dünyalar kadar gerçekçi değildir. "What Dreams May Come"daki kadar değişken olmasa bile, yine de biyolojik bir yapı olan insan beyninin üretimi olduğunu belli eden kusurları, belirsizlikleri, çelişkileri bolca içermeliydi. Oysa Nolan kendisine Matrix'i model aldığı için mükemmel dünyalar kurmuş. Bu da bize, sanki bir bilinçaltı imalatı rüya değil de, bir bilgisayar imalatı sanal dünya izliyormuş hissi veriyor. Eh, filmin hikayesini aklıyla, son derece mekanik bir şekilde kuran birinin, bilinçaltı kadar kaotik bir yapıyı bile son derece düzgün ve düzenli birşey zannedip öyle sunmasına şaşmamak gerek. Ama rüya gören herkesin de çok iyi bildiği gibi durum (yani bilinçaltının yarattığı dünyalar) hiç de öyle değildir. Bilinçaltı imalatı dünyaların bu aşırı titiz sunumu da filmin ele aldığı konunun (bilinçaltı, rüyalar) hakkını verememesine neden oluyor. Leo'nun "Shutter Island"dan sonra yine akli dengesi bozuk bir kadınla evli olması ve yine sanal dünyalar içinde dolaşması da film içinde kendimizi rahat rahat kaybetmemize engel olan bir unsur olmuş. "Yine mi!" dediğimi hatırlıyorum. Allahtan bunun finalinde çocuklara birşey olmadı. Bu Nolan kadar Yapımcının ve Oyuncu Seçicinin hatası. Filmin ikinci yarısında bir sorun var. Bir türlü belirli bir ivmeye (hıza değil, ivmeye) ulaşamıyor. Bunun sonucunda da "şu lanet minibüs suya çarpsa da gitsek" moduna giriyoruz. Yani hikayeler içinde gittikçe hızlanan bir durum olmuyor. İlk düzeyde minibüs suya vuracak, ikinci düzeyde yetkili arkadaş herkesi paketleyip asansöre bindirecek, üçüncü düzeydekiler de karlı dağ başındaki baskınlarını gerçekleştireceklerdi. Her düzey kendi içinde belirli bir aksiyon içerse de ne yazık ki tatmin edici bir ivmeye ulaşamıyor. Rüyaların iç içeliğinin, seyircinin duygusunu (kalbini) nereye koyacağını şaşırmasına ve filmden kopmasına yol açtığı kanaatindeyim. İç içe hikayeler kötüdür demiyorum, ama bir yerde abartmayı bırakmalısınız. Matrix'in finalinin bu kadar etkili olmasının nedeni, sanal dünya sayısını bir'de bırakmasıydı. Orada bir gerçek bir de sanal dünya vardı. Nolan ise bir gerçek üç sanal dünyayı idare etmeye çalışmış. Başarısız olduğu söylenemez ama çok etkileyici ve başarılı da değil. Sanal dünyalar arası etkileşim kurallarını bir saat boyunca (evet, neredeyse tam bir saat) bize anlatacağına, iki sanal dünyayla uğraşıp karakterleri

131

derinleştirseydi (mesela kendisine "inception" / fikir ekme uygulan kişiyi biraz daha derin tanısaydık) daha iyi, daha etkili olabilirdi. Filmin finalinde Leo'nun çevirdiği topaç'ın düşüp düşmediğinin gösterilmemesi de, en az "Lost"un finalindeki kadar belden aşağı bir vuruş olmuş. Yani size altı sezon (burada iki küsür saat) dizi izletiyoruz ama sonuçta bunların gerçek olup olmadığı konusunu muallakta bırakıyoruz. Aferin size. Bu tür muallakların işe yaradığı yerler vardır. Ama bir de beceriksiz yönetmenlerin, yani finaline güvenmeyen yönetmenlerin, "şu ana kadar doğru dürüst bir hikaye sunamadım, bari son anda seyircinin kafasını karıştırıp spekülasyon yaratayım" demesi vardır. Nolan da bu yola başvurmuş. Demek ki o da hikayesinin güçlü olmadığının farkındaydı, bundan yırtmak için bu yola başvurdu. Ama madem hikayenin zayıflığının farkındasın, neden oturup hikayeyi toparlamakla uğraşmıyorsun da finale böyle bir fiyonk atıyorsun? Filmin adının "Başlangıç" olmadığı film içinde anlatılıyor. Yani inception'ın ne olduğu ile ilgili bir sahne var filmde. Yapımcılar artık filmlere isim koyarken filmleri izlemiyorlar mı? Yoksa sözlükte karşılarına çıkan ilk kelimeyi yazıyorlar? Netice olarak kötü bir film değil. Ama çok büyük ölçüde akla hitap eden ve bunu yaparken de birçok senaryo kuralını (yaratıcı olmayan bir biçimde) çiğneyen bir filmle karşı karşıyayız. Nolan ne zaman kalbinden yazmaya başlar, o zaman aklının, üzerinde yükseleceği sağlam bir zemin de bulmuş olur. *** Güncelleme (21 Ağustos 2010): Ben fikirlerini başkalarının fikirleri ile destekleme ihtiyacı hisseden biri değilimdir, bilirsiniz. (Ama bilgilerin mutlaka kaynak ile desteklenmesi gerekir. Akademik namus gereği). Yine de İngiltere'de yayınlanan TOTAL FILM'in "Inception" ile ilgili eleştirisindeki şu bölümü okuyunca, benim yukarıdaki eleştirime karşı çıkanları bu yazıdan haberdar etmek ihtiyacı hissettim. Söz konusu yazının sonunda şöyle deniyor (sayfa 64): "Ama bir açıdan, sorun burada yatıyor. "Inception" mükemmel bir zamanlamaya sahip olabilir ama aynı zamanda biraz mekanik: duyuları harekete geçiren entelektüel bir egzersiz (deneme), duyguları ise nadiren harekete geçiriyor. İyi hazırlanmış bir soygunun ortaya çıkışını izlemenin verdiği tatmin duygusunun dışında bize duygusal olarak destek vereceğimiz (root for) hemen hiçbir şey sunmuyor. Ve her ne kadar Di Caprio'nun Mal ile olan çözümsüz geçmişi onun karakteri için bir motivasyon sağlıyorsa da, bu bizim onun duygularını, Shutter Island'da sanrılar içinde kıvranan detektifin duygularını paylaştığımız şekilde paylaşmamızı sağlamıyor. "Inception"ın önemli bir eser olduğuna şüphe yok; muhtemelen Nolan'ın günümüze kadar ürettiği teknik açıdan en başarılı filmi. Bununla birlikte Nolan'ın iyi bir hikayeciden çok, iyi bir zanaatkâra dönüşme tehlikesi de bulunuyor." Ne diyeyim? Gören görüyor. Görmeyenlere derdimizi anlatmaya devam. *** Güncelleme (26 Ağustos 2010): Alex Epstein geç de olsa "Inception"daki zayıflıkları fark etmiş. (İngilizce) gezgin192011-09-22T00:15:56.678+ Bebelere 3D! 3 boyutlu film çekmenin daha uzun yıllar menzilinizin dışında kalacağını düşünüyorsanız, yanılıyor olabilirsiniz. Panasonic'in önümüzdeki sonbaharda 20 bin dolar civarında çıkaracağı 3D kamera, sizi zaten otomatik olarak kapsama alanı içine alacaktı. Ama anlaşılan Pana'dakiler bununla da yetinmemişler ve 3D çekim yapan bir "camcorder" da piyasaya sürmeye karar vermişler (Kamera Ekim ayında piyasaya sürülecekmiş ve 1.400 dolarlık bir fiyatı olacakmış.): Arkadaşın adı HDC-SDT750 olacak ve 1080p'yi 60 fps'de çekecek. Daha fazla bilgiyi buradan bulabilirsiniz. Bu biraz tutsun, diğer firmaların da hemen olaya gireceğinden emin olabilirsiniz. Not: Geçtiğimiz hafta İstiklal Caddesinde (tıpkı Avatar'da olduğu gibi dik açıyla monte edilmiş) iki CineAlta ile yapılan bir 3D çekim vardı. Hâlâ bu işin buralarda tutmayacağını mı iddia ediyorsunuz? Güncelleme (29 Temmuz 2010): Biraz daha fazla bilgiyi burada bulabilirsiniz. 132

gezgin12011-09-22T00:15:56.601+ Sony'den Yeni Bir Şey! Sony doğrudan Canon 5D Mark II ve 7D'yi (ve hâlâ namevcut Scarlet'i) hedef alan bir kamera yapmış. Objektifi değişebiliyor ve başka bir sürü ilginç özelliği var. Kamera Eylül'de piyasaya çıkacak ve 1999 dolara satılacak. Aynı dönemde (Ekim sonlarında) Panasonic de AF 100'ü çıkartacaktı. Fotoğraf makinasıyla film çekme zahmetlerinden kurtuluyor olabilirsiniz, demedi demeyin. Peki ama elinizde süper bir senaryo var mı? Asıl mesela o, kamera değil. Bunu hâlâ anlamadıysanız, kendinizi kandırıyorsunuz demektir. Daha fazla bilgiyi şuradan alabilirsiniz. gezgin22011-09-22T00:15:56.744+ Bu da Ridley Scott'tan Geliyor: "Sadece Yapın!" "Kişisel" olması lazım. Kişisel olması gerekiyor. Aradığımız bu. Burada anahtar, tabii ki, yazar olarak size neyin cazip geldiği. Yaptığım ilk film "hayatımın bir günü" idi. "Ne yapacağım?" diye düşünüyordum. Sonra hayatımın bir gününü ve neden okula gitmemeye karar vediğimi yazmaya karar verdim, zira okuldan nefret ediyordum, ve o günü tatil ilan ettim. Ama günün tamamını kendime ayırdığım için zamanımın çoğunu bisikletimle saklanarak geçirmek zorunda kaldım. Bu nedenle bu çoğunlukla şu ya da bu konuda içsel anlatı şeklinde oldu. Ve bunun sayesinde ilk işimi kaptım. Kameralarınızı alın, biraz önce söylediğim şeyi düşünün ve gerçekten gidip gününüzü ya da başka birşeyi kaydedin. Bu bir gündoğumu ya da günbatımı da olabilir. Ben bir gündoğumuna veya günbatımına baktığımda, bunu şöyle anlıyorum: alın size bir ipucu. Gündoğumu benim için yeni bir başlangıçtır, bu nedenle benim için her zaman iyimserdir. Günbatımı ise biraz hüzünlüdür, bu nedenle alacakaranlık tamamen karanlığa dönüşene kadar ruhumda beni üzen ve biraz kederlendiren birşeyler olur. O zamanda bir votka martini içip kendimi iyi hissederim. Buranızla düşünün. Gündoğumunun neden sizi mutlu ettiğini, günbatımının neden sizi hüzünlendirdiğini gerçekten düşünün. Hiçbir mazeretiniz yok. Dijital bir kameranız var. Dışarı çıkın ve filminizi çekin. Ciddi söylüyorum. Hiçbir mazeretiniz yok. Eğer benim yaptığımı yapmak istiyorsanız, kameranızı alın, birkaç arkadaşınızı alın ve bunları bu şekilde bir araya getirin. Eğer bir sinemacı olmak istiyorsanız hiçbir şey sizi vazgeçirmemeli ve durdurmamalı. (Mazeret üretmeyin) Sadece yapın. Bu neredeyse herşey için geçerlidir. Sadece yapın. gezgin42011-09-22T00:15:56.634+ Ustalar Konuşuyor: Cameron WGA'da! Başarılı Amerikan filmlerini eleştiren insanların eleştirilerindeki yüzeysellikten bıkmış durumdayım. "Klişe" dedikleri filmlerin senaryolarının kaç defa ve kaç kişi tarafından revize edildiğini ve üzerilerinde ne kadar kafa patlatıldığını görseler, şaşırıp kalırlar. Ama hayır, cehaletin verdiği mutluluk içerisinde bir yandan debelenirken diğer yandan başarılı insanları anlamaya çalışmayıp atıp tutmak çok rahattır. Hele kimse onlara "senin eleştirin daha da klişe" demiyorsa. Şuradaki sayfada James Cameron ile yapılmış ve AVATAR'ın (ve diğer filmlerinin) nasıl yazıldığı, yazılırken ne gibi bilgi ve etkenlerin göz önünde bulundurulduğu ile ilgili bir saati aşkın bir sohbet bulunuyor . Sohbetteki dinleyiciler ve soru soranlar hiç de hafifsenecek insanlar değil: WGA üyeleri. Yani soranlar da iyi, cevap veren daha da iyi. (İngilizce) Cameron'un söylediklerini (sadece terimleri değil, bilgileri de) anlayabilmek için, bu sitede anlatılan senaryo bilgilerini ve daha fazlasını bilmelisiniz. Aksi takdirde söylenenlerden faydalanamayabilirsiniz. Umarım bir daha başarılı ve iyi bir filme "klişe" demeden önce, daha uzun düşünürsünüz. Not: Yukarıdaki resim, Avatar filmi için çekilmiş ama son kurguya konmamış (birinci perdede yer alan) bir sahneden. Yerde yatan Jake Sully. Avatar'ın 2007 tarihli senaryosunda bu sahne yer alıyor. Bu senaryoyu da bulup okumanızı öneririm. (Cameron'un 95'te yazdığı tretmandan bahsetmiyorum. Bu daha yeni düştü internete.) gezgin32011-09-22T00:15:56.715+ 3D Dünya 133

Aşağıda bir yerlerde (aslında sık sık) "3D film çekmeyi öğrenin. Kameraları, post'unu, gösterimini, yazımını, vb." diyorum. "Peki 3D hakkında nereden bilgi bulacağız?" derseniz, başvurabileceğiniz kaynaklardan biri şurada. (İngilizce) Niye 3D diye ısrar ediyorum? Bundan yaklaşık 3 sene sonra 3D TV'lerin, sinema salonlarının ve filmlerin sayısı ona yirmiye katlandığında, kendinizi tam bir cehalet içinde bulmayın diye. Bu kez (HD'de olduğu gibi) dalganın arkasında kalmayıp önüne geçin diye. Bazı aklı evveller diyecektir ki "Hala VCD satılan ülkede 3D'ye ne gerek var?" Ne yazık ki ileri teknoloji ile geri teknolojilerin aynı anda kendi pazarlarına sahip olduğunu göremeyen insanların düşüncesidir bu. Sanki birinin varlığı diğerinin varlığını gereksiz/anlamsız/önemsiz bir hale getiriyormuş gibi. Oysa durum öyle değil. Her ikisinin de kendi alıcısı var/olacak. Ama siz bilgi ve teknolojinin neresinde olacaksınız? Mesele bu. Güncelleme (12 Temmuz 2010): Herkes kendi iyi bildiği şeye tutunur, sonra çıkan şeylere de çamur atmayı marifet zanneder. Kendi bildiklerinin, bundan on sene önce "gereksiz, anlamsız, pahalı, gelip geçici bir heves" olarak nitelendiğini unutarak. Bu insanların bir de öğretmenlik yaptığını düşünün. Cemaat ne yapmaz. Hey Allahım! gezgin22011-09-22T00:15:56.560+ İçimde Kötü Bir His Var: "Av Mevsimi" "Av Mevsimi" Yavuz Turgul'un yeni filmi. Aralık 2010'da gösterime girecekmiş. Bir cinayet soruşturmasıyla hayatları altüst olan üç polisin hikayesini konu alıyormuş. Facebook'ta fotoğrafları var. Bir de teaser. Hmm. Yavuz Turgul, Şener Şen, Cem Yılmaz, ve Uğur İçbak. Ve bir cinayet araştırması. Eğer elinizde ÇOK ama ÇOK güçlü bir hikaye, insanları derinden sarsacak bir olaylar dizisi ve gerçekten iyi işlenmiş karakterler yok ise, bu tür projeler başarısızlık için en garantili yollardan biridir. Değil Cem Yılmaz, Al Pacino bile oynasa kurtaramaz filmi. Ki Türkiye'de bir Şener Şen beş Al Pacino gücündedir, bilirsiniz. Daha sadece fotoğrafları ve bir cümlelik konusu yayınlanan bir film hakkında olumsuz tahminde bulunmam size garip gelebilir. Ama film ortaya çıkınca haklı olduğumu göreceksiniz. Türkiye'de tam anlamıyla "namevcut" olan bir türü (yani "polisiye"yi) Yavuz Turgul bile olsa başlatamaz ya da kuramaz. Zira polisiye için gereken altyapı, bizim senaristlerimizde (ve insanlarımızda) yoktur. Alt yapı derken, düşünce tarzını kastediyorum. "Beyzanın Kadınları" olsun, "Ejder Kapanı" olsun sadece ve sadece görsel bazı öğeleri taklit ederek bu işi kotarmaya çalışmış ve başarısız olmuşlardır. Oysa gerçek polisiyelerde (yakın bir örnek için "Yedi"ye bakın, ya da "Zodiac"a), hayatın özüne ve insanlara dair çok net bir bakış açısı, ve bu bakış açısıyla ilgili çok stilize bir sunuş tarzı vardır. Sadece görüntülerin karanlık ve mat, müziğin de boğucu olması değil, başka şeyler de gerekir. İnsan doğasına dair kötümser bakış açısı gerekir. Ve bu kötümser bakış açısının da bu ülkede ortaya çıkmasına (çok şükür) daha çok var. Zira Türk insanı, bu janr'ın öngördüğü "yabancılaşma"ya henüz tamamen teslim olmamıştır. Daha bir yirmi otuz senesi var en az. Oysa sanayileşme denilen korkunç süreç, son iki yüzyılda Batı'da insanların ruhunu makinalara (ve kapitalist sisteme) çiğ çiğ yedirttiği için, oralarda her türlü acayip suçluyu ve suçu görebilirsiniz. İnsan ruhun her türlü ahlaktan ve değer'den yoksun versiyonunu da. Ama bu topraklarda henüz, henüz bu kadar kötücül insanları bulamazsınız. Bulsanız bile bunlarla özdeşleşecek miktarda çok seyirci yakalayamazsınız. Yine birileri çıkacak "Usta yine çok güzel bir film yaptı" filan diyerek, "kendi tanrılarını övme" görevini yerine getirecektir, eminim. Medya özellikle Şener Şen ve Cem Yılmaz ikilisini "Bu kez güldürmüyorlar" diye gözümüze sokacaktır. Alkışlamaya hazır eller, daha ilk işarette güvercinler gibi çırpınmaya başlayacaktır. Ama işte burada yazıyorum: Bu film, sanıldığı kadar başarılı ve kaliteli olmayacaktır. Yavuz Turgul bile bile lades demiş. *** Teaser'da şu dikkatimi çekti: Neden bizim yönetmenler, müzik söz konusu olunca bu kadar büyük bir kalitesizliğe razı oluyorlar? Eline geçirdiği orgla oynayan çocuklar gibi sesler üreten insanlara film 134

müzikleri yaptırıyorlar? Mesela bu film için şöyle küçük bir yaylılar grubu için bir müzik yazılsaydı fena mı olurdu? Org sesinin yetmişlerde (en fazla seksenlerde, o da zorlarsak) kaldığını fark etmiyorlar mı hala? Cahit Berkay'ın (bazı güzel müzikleri hariç) Türk Sinemasına verdiği zararın altından ne zaman kalkacağız? Ben söyleyeyim ne zaman: "Şimdiye kadar böyle yapılmış, bundan sonra da böyle gider" demeyen müzisyenler yetiştiğinde. gezgin42011-09-22T00:15:56.694+ Sana Öyle Gıcığım Ki Hakkında Bir Senaryo Yazacağım! Filmlerde ve dizilerde izleyip de hoşumuza giden baş ya da yan karakterlerin, gerçek hayatta karşımıza çıksalar ne kadar gıcık olacaklarını hiç düşündünüz mü? Mesela "24" dizisini ele alalım. Oradaki en gıcık tip kimdir derseniz Chloe O'Brian olduğu konusunda herhalde genel bir fikir birliği vardır. Ama dizide Jack'ten sonra (ve bazen ondan da çok) en faydalı kişi de Chloe'dir. Kadının (üstün bilgisayar yeteneklerinin yanı sıra) bir sürü olumsuz özelliği vardır: suratsızdır, yüzü bir gün gülmez, sürekli ters cevap verir, kendi bildiğinden şaşmaz, asi bir karakteri vardır, kural çiğnemekten çekinmez, vb. Chloe O'Brian Türkiye'de ortalama bir devlet dairesinde çalışsa, çok kısa bir sürede ıssız bir kasabanın postanesine memure olarak sürülürdü. Ama gelin görün ki "24" dizisi onsuz düşünülemeyecek bir hal almış durumda. Gregory House'u ele alalım. Altıncı sezon hariç, tamemen baş belası bir doktordur. Ukaladır, kendini beğenmiştir, hiçbir kural ve prosedürü dinlemez. Etrafındakileri sürekli olarak aşağılar, onlarla dalga geçer, özel hayatlarına burnunu sokar, ilişkilerini baltalar, vb. House'un Türkiye'deki bir devlet hastanesinde çalıştığını hayal edebiliyor musunuz? Ne kadar bilgili ve yetenekli olursa olsun, eminim röntgen cihazı olmayan bir hastaneye röntgen mütahassısı olarak yollanırdı. E, o da orada rahat ederdi muhtemelen. TV'de "Doktorlar" dizisini seyredip milletle kafa bulurdu. Sinemadan örnek verelim: "Iron Man"deki Tony Stark'ı ele alalım. Bu kendini beğenmiş, bencil, düşüncesiz, aşırı risk seven adamın bir ailesinin olmamasına şaşmamak lazım. Zira karısı ve çocukları her akşama babamız eve dönecek mi diye endişe etmekten kafayı yerlerdi. Duygusal ilişki kurduğu iki kişinin (Pepper ve Rhody) de ona aslında parasal ve mesleki bağının olmasına da şaşmamak gerekir. Zira normal hayatta hiç kimse bu kadar bencil birini çekmez, çekemez. Anında basar tekmeyi. Kadın ya da erkek, fark etmez. Aslında filmler de (1 ve 2) biraz bu temaları işliyor. Ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar lüks içinde yaşıyorsanız yaşayın, insanibağlar kuramadığınız müddetçe mutsuzluk içinde debelenirsiniz. Bütün o debdebe de bu mutsuzluğu (geçici ve başarısız bir şekilde) maskelemeye yarar, o kadar. *** Sanırım demek istediğimi anlatabildim. Filmlere ya da dizilere kahraman olan tipler, günlük hayatta deli gibi gıcık olduğumuz, nefret ettiğimiz, bize büyük acılar tattıran ya da tattırma potansiyeli olan tiplerdir. Bu kişilerin hayatımızda değil de perdede ya da TV'de olmasından dolayı bir miktar rahatlama da hissederiz. "Allah'tan House gibi bir kocam, Chloe gibi bir karım yok" demişsinizdir, eminim. Yine de hastalandığınızda ya da bilgisayarsal bir sorununuz olduğunda onların cep telefonuna sahip olmak hiç de fena olmazdı. Duyacağınız bir sürü fırçaya katlanacak siniriniz varsa tabii ... Benim burada size vermek istediğim iki adet tavsiye var: 1) Karakterlerinizi yaratırken, gerçek hayatınızdaki kriterlerin biraz daha dışına çıkın. Gerçek hayatta kabul edilebilir olan sınırlar ile dramatik eserlerde kabul edilebilir olan sınırlar farklıdır. Dramatik eserlerde biraz daha abartabilirsiniz. Gerçek hayatta "hayatta olmaz" diyeceğiniz şeyleri (bilimkurgu türü fantastik şeylerden bahsetmiyorum) dramatik eserlerde kabul ettirebilirsiniz. İnsan davranışlarında biraz (hatta bazen çok fazla) abartıyı dramatik eserler kaldırabilir. Kahramanlarınız ve yan karakterlerin biraz gıcık, egzantirik, abartılı, şaşalı olmasından çok korkmayın. Eminim seyircinin hoşuna gidecektir. 2) Günlük hayatınızda sizi gıcık eden karakterlere (becerebilirseniz) farklı bir gözle bakın. Size attıkları kazıkları, verdikleri sıkıntıyı ya da çektirdikleri acıları bir yana bırakabilirseniz, bu karakterlerden hikayeniz için çok ilginç malzemeler çıkabileceğini göreceksiniz. Bu insanların sizi üzme sebeplerini zaten biliyorsunuz, bu özelliklerini alıp biraz daha parlatın, abartın, başka özelliklerle birleştirin. Eminim ilginç karakterler bulabilirsiniz. Kötü adamlarda olduğu kadar iyi karakterlerde de bu yönteme başvurabilirsiniz. (Benim kötü adamlara koyduğum adlar, gerçek hayatta gıcık olduğum tiplere aittir. Böylece onlarla negatif de olsa- bir duygusal bağ kurmam kolaylaşır.) gezgin12011-09-22T00:15:56.730+ 135

BİTENLERİN ARDINDAN 1) Lost bitti. Bkz. aşağılardaki bir yerdeki bir yazı. 2) 24 bitti. Ülkesini sekiz defa kurtardı adam. Her defasında da ihanete uğradı, haklı olduğu halde söyledikleri yapılmadı, ama son dakikalarda hep işi kotarmayı başardı. Bunca sene sonra bile Jack Bauer ahlak değerleri olan vatansever biri gibi dururken Polat Alemdar ve adamları kural ve ahlak tanımaz mafiözö (öz-mafya) tipler olarak duruyorlar ya, aferin yaratıcılarına! (Ortaokul ve liselerde Kurtlar Vadisi etkisiyle yaşanan şiddet olayları bir yana, bu sezon finalini canlandırmaya çalışırken bir çocuk hayatını kaybetti. Yaratıcıları bu gibi durumları nasıl rasyonalize ediyorlar merak ediyorum. Bölüm başına aldıkları astronomik paranın da faydası oluyordur sanırım). 3) Flashforward en sonunda bitti. Civcivlerin bile koşması gereken bir final bölümünde, kırda pikniğe gider gibi yürüyen insanların, doğru dürüst heyecan yaratamayan dizisi. Sinemada başarılı olanların (David S. Goyer) TV'de genelde dikiş tutturamadığı şeklindeki kuralın bir ispatı oldu Flashforward. 4) 3D burada kalacak gibi - gidici değil yani. Demedi demeyin. 2005'lerde HD ne idiyse, 3D de şimdi o. George Lucas ilk dijital HD kamerayı Sony'ye 2000 yılında yaptırdı. 2008'e gelindiğinde HD video çeken ve oynatan cep telefonları vardı (yanlış hatırlamıyorsam bir Samsung idi). 3D'ye ne olacağını siz tahmin edin. İnanmayan, bir showroom'a gidip 3D televizyonlara baksın - gözlüklerle!. (Şimdilik piyasada Panasonic, Samsung, LG var. Arkası da gelecektir.) Genç sinemacıların kendilerini bu alanda da eğitmesini öneriyorum. Kameralar, kurgu, codec'ler, 3D için senaryo yazmak, vb. "Bize gelmesine daha çok var" demeyin. Kendinizi bir anda 3D bir dünyanın ortasında zır cahil halde bulabilirsiniz. Güncelleme: Sony PS3, 4 adet 3D oyunu 10 Haziran'da satışa sunacağını duyurmuş durumda. 22 Haziran'da da "Köfte Yağmuru" 3D Bluray olarak çıkıyor (yurtdışında). Güncelleme 2: ESPN 11 Haziran itibariyle 3D televizyon yayınına başlamış durumda. 2010 Dünya Kupası'ndan 25 maçı üç boyutlu olarak yayınlayacak. Aralık 2009'da Avatar ile başlayan dalganın hızı gerçekten de şaşırtıcı. Bu kez ilgili herkes hazırmış - "içerik" üretenler hariç! Güncelleme 3: Toshiba ilk 3d Bluray laptop'u çıkarıyormuş. 120 Hz ekran. Bluray oynatıcı. 5) Daha önce söylediğim birşeyi tekrarlamalıyım: Önce öğrenmeyi öğrenin (Mümin Sekman'dan uzak, Acar Baltaş'a yakın durun). Sonra İngilizce öğrenin. Sonra da herşeyi. Lynda.com, Total Training, VTC, Gnomon vb'nin mükemmel öğretici kaynaklar var. Onları sömürün. Bu "kendi halinden fazlasıyla memnun" sinemacılardan başka türlü kurtuluş yok bize. Umudum gençlerde. 6) Yakında IP TV başlayacak ("O da ne" demeyin, araştırın). Elektrik hatlarından da internet bağlantısı kurulabilecek - telefon hatlarından internet akışı sağlanıyor da, elektrik kablolarından niye olmasın?. Cep telefonlarındaki 3G, 4G olunca her tarafımız iletişim kanallarıyla dolacak. Gelecek burada desek yeridir. (Ha, iyi bir gelecek mi? Sanmam. Kafamız şişecek gittiğimiz her yerde, olacak olan budur.). Yine de asgari bir ahlakınız var ise, kendinizin yanı sıra insanlara da faydalı olabilirsiniz. Bu kadar fazla iletişim kanalının insanlığın en doymak bilmez iştahalarına sunulmasının yaratacağı ruhsal kirliliğe alternatifler yaratabilirsiniz. Ama bunun için az da olsa ahlak sahibi olmalısınız. Bu da ne yazık ki büyük ölçüde annenize ve babanıza ve çocukluğunuzdaki çevrenize (yani nasıl yetiştirildiğinize) bağlı. Bundan sonra kitap okuya okuya ahlak sahibi olamazsınız. 7) House da bitti. En azından 6. sezonu. (Yönetmen "5D bu bölümde işe yaradı ama bir daha gerekmedikçe -dar alanlarda vb. çekim olmayacaksa, anlamında- kullanmam" demiş.) House'un 6. sezonun başından itibaren (akıl hastanesinden çıktıktan sonra) iyi bir insan olduğunu biliyorsunuz. 5. Sezonun sonunda yazarlar kendilerini köşeye sıkıştırmışlardı - daha doğrusu bilerek bir seçim yapmışlardı - ve House'u akıl hastanesine göndermişlerdi. Bunun sonucunda 6. sezonda "iyi" (insanlara karşı eskisi kadar kırıcı olmayan, vb.) bir House izledik. Ama eski bölümlere bakınca şunu görüyorum. "Kötü" House daha eğlenceliymiş. İnsanlara acımasız bir şekilde davrandığı zaman (senaryo açısından) çok daha fazla fırsatlar doğuruyor. (5. Sezondaki "Social Contract" bölümünde Lisa Cuddy'yi hastanın yanına çağırtıp, hastanın söylediklerini gizlice dinlemesi gerçekten acımasız ve komikti). "İyi" olmak ise House'un davranış seçeneklerini kısıtlıyor gibi. 7. sezonda ise biraz daha kötü bir House görebiliriz sanki - Psikoloğa attığı o son fırçadan sonra. 8) Son dönemlerde arada bir Habertürk gazetesi okuyordum. Ta ki diğer gazetelerde sevmediğim ne kadar insan varsa onları bünyesinde toplamaya ve bunu da bir maharetmiş gibi sunmaya başlayana kadar. Son olarak Serdar Turgut gibi "ahlak" duygusundan yoksun birini de bünyelerine kattılar. Fatih Altaylı, Hürriyet'in artıklarını Habertürk bünyesine alarak "Yeni Hürriyet" olmaya kesin kararlı. Basında yeni bir soluk için başka bir gazete çıkmasını bekleyeceğiz artık, zira Habertürk arkeoloji müzeciliğine 136

başlamış durumda. (Görüyorsunuz değil mi, memleketin her alanında durumlar birbirine benziyor. "Yeni" hiçbir şey yok. Sinemamız da bunun sadece "bir" yansıması.) 9) Hayatımız bir kitap, hayatın bütünü de bir kütüphane gibi. Her gün bir sayfa okuyoruz kitabımızdan. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi çeviriyoruz sayfaları. Ama birgün bir bakıyoruz, okunacak çok az sayfa kalmış. Kitabını bizden önce bitirenler var. Kimi bizden yaşlı, kimi bizimle yaşıt, kimi daha genç. Kitabını bitiren, kalkıp gidiyor kütüphaneden. Biz kitabımızı bitirsek bile, birileri hep kitaplarını okuyor olacak bu kütüphanede. gezgin192011-09-22T00:15:56.622+ İyi Senaryo Vardı da Biz mi Oynamadık! Oyuncu milletini iyi bilmek gibi bir bahtsızlığa sahibim. Küçük yaştan itibaren nasıl yetiştiklerini, hangi motivlerle oyuncu olduklarını, nasıl bir eğitim aldıklarını, sonra da nasıl çalıştıklarını biliyorum. Mümkünse yanlarında çok durulmaması gereken insanlardır oyuncular, zira büyük bir bölümü, halkın onlara gösterdiği ilginin altından kalkacak karakter gücüne sahip değildirler. Zaman içinde suni olarak şişen egoları, gereksiz bir sürü psikolojik ve toplumsal arızaya yol açar. Bununla beraber bir senarist olarak onlara mahkumsunuz. Sizin yazdıklarınızın vücut bulması, oyuncu denen bu acayip insan topluluğu aracılığıyla gerçekleşmektedir (artı yönetmen, artı kurgucu, artı müzikçi, artı "color correction"cı, vb.). Yazdıklarınız oyuncular (ve yönetmen) tarafından yorumlanacak, yönetmen bu yorumlardan bir tanesini seçecek, kurgucu da bu seçimler arasında kendi kafasına göre (tabii ki yönetmenin onayıyla) bir anlamsal dizilim yaratacaktır. Film son aşamasına geldikten sonra saçınızı başınızı yolmanız neredeyse mukadderattır. Ama şu da var. Oyuncunun iyisi, Şam'da kayısıdır (bkz. Al Pacino, Kevin Spacey, Cate Blanchett, Tom Hanks. Bizde de az değiller: Başak Köklükaya, İlker Aksun, Sumru Yavrucuk, Necati Şaşmaz :). İyi bir oyuncu, sizin senaryonuza yazmadığınız, belki aklınıza bile gelmeyen boyutları yakalar, hatta yaratır. Sizin kafanızdaki karaktere öyle bir derinlik ekler ki gözlerinize inanamazsınız. Karakterinizin bu şekilde et ve kemiğe büründüğünü görmek, bu hayatta duyabileceğiniz en büyük hazlardan biridir. (Bunda tabii yönetmenin oyuncudan oyun alma yeteneği de büyük öneme sahiptir. Bizdeki yönetmenlerin eksiklerinden biri de budur: oyuncudan "iyi oyun"u almayı becerememek.) Bunun için oyuncuya asgari kalitede bir malzeme sunmalısınız. Yani onun önüne koyacağınız materyalde, onun yapacağı araştırmaların, denemelerin, çeşitlemelerin temelini oluşturacak bazı şeyler bulunmalıdır. Eğer bunlar yoksa, en iyi oyuncunun bile yapabileceği şeyler sınırlıdır. Bu nedenle senarist, güzel (derin, etkileyici) karakterler yaratırken, oyuncunun bunları nasıl dışa vuracağını da düşünmeli, biraz da buna göre yazmalıdır. gezgin82011-09-22T00:15:56.657+ James Cameron: "The Aquaman" Şu haber ilginç işte: "Meksika Körfezi’nde BP’ye ait “Deepwater Horizon” petrol platformunun infilak edip batmasının ardından bir aydır tüm çabalara rağmen önüne geçilemeyen çevre felaketi için Hollywood’dan medet umuluyor. Kamuoyu önünde zor duruma düşen ABD Başkanı Barack Obama, “Titanic” ve “The Abyss” isimli fimleriyle okyanus derinliklerini konu alan ünlü yönetmen James Cameron’u Washington’a davet etti." Haberin devamı (Türkçe) şurada, orijinali de (İngilizce) burada. BP'nin Meksika Körfezi'nde yol açtığı kazanın zararlarını önleme çabalarını izlerken, Cameron'un "Abyss" ve "Titanic"te kullandığı uzaktan kumandalı sualtı araçları aklıma gelmişti. Cameron'un ROV'lar konusunda çok bilgili ve tecrübeli olduğunu ve ondan faydalanabileceklerini düşünmüştüm. Barack da öyle düşünmüş. Sinema tarihinin en zor çekimi olarak adlandırılan "Abyss"in altından kalkan ve "Titanic" (ve daha sonra "Bismarck" ve "Ghosts of The Abyss") sırasında binlerce metre suyun altında artık elini kolunu sallaya sallaya dolaşabilen Cameron'dan yardım istenmesi gayet normal. Adam ayrıca NASA'nın Mars'la ilgili projesinde danışma kurulunda bulunuyor. En son Mars'a gönderilecek kameraların 3D olması konusunda NASA'yı ikna etmişti. Bunu niye yazdım? Kafası çalışan yönetmenler ile kafası çalışmayan yönetmenler arasındaki farka bir kez daha dikkat çekmek için. İki defa üst üste dünya gişe rekoru kırmanın rastlantı olmadığını göstermek için. Azıcık bilgi ve bilimsel düşüncenin, sanatınıza (ve hatta belki de topluma) zarar değil de fayda getirebileceğini söylemek için. 137

Arada bir elinize, kendi "comfort zone"unuz (kendinizi rahat hissettiğiniz alan - yani edebiyat, sanat, sinema) dışındaki alanlardan (fizik, astronomi, biyoloji, çevre, vb.) da birşeyler alıp okumanızı öneririm. Beyninizin bunlarla ilgili bölümlerine de biraz kan gitsin, sinapslar oluşsun. Kim bilir, belki siz de bazı ilginç sentezlere ulaşabilirsiniz. *** Güncelleme (4 Haziran 2010): Cameron EPA'daki toplantıdan sonra şöyle demiş: "Geçtiğimiz haftalarda ben de herkes gibi gittikçe büyüyen bir dehşet ve üzüntü ile Körfez'de olanları seyrettim ve bu gerizekalıların ne yaptıklarını bilmediklerini düşündüm." Cameron bu toplantıdan önce BP'ye petrol sızıntısı konusunda yardımda bulunmayı teklif etmiş ama "nazik bir şekilde" reddedilmiş. Kanadalı yönetmen hükümetin bağımsız bir şekilde kaza yerine gidip durumu görüntülemesi gerektiğini de düşünüyor - anlaşılan Beyaz Saray şu ana kadar sadece BP'nin kendisine verdiği bilgilerle yetiniyormuş. "Eğer kaza yerini bağımsız bir biçimde denetleyemezseniz, suçu işleyenden suç mahallinin bir videosunu istiyor konumuna düşersiniz" diyor. *** Barlarda memleketi kurtaran yönetmenlerden ne kadar farklı bir yaklaşım değil mi? gezgin02011-09-22T00:15:56.592+ James Cameron TED'de Tüm zamanların en çok gişe yapan iki filmini arka arkaya (12 yıl arayla) çeken adamdan ilginç bir konuşma. Türkçe altyazı seçeneği de var. gezgin12011-09-22T00:15:56.614+ Lost – Final Dikkat: Lost 6. sezon finalini izlemeyenler okumasın. *** "Lost"un temel tekniğinin, soru sordurmak ama cevap vermemek olduğunu belirtmiştim eski bir yazımda. Daha doğrusu verdiği her cevaba karşılık üç soru daha sorduruyordu. Lost'un dikkat (izleyici) çekme yöntemi buydu. Dramatik eserlerde, bir sonraki sahnede ya da bölümde ne olacağını merak etmek, çok önemli bir unsur olmakla birlikte asıl önemli olan, sordurulan bütün soruların tatminkar ve yaratıcı bir biçimde cevaplanmasıdır. Sırf sorular üzerinden giden bir eserin, nihayetinde izleyicileri tatmin etmemesi kaçınılmazdır. "Lost"un yaptığı tam da bu oldu. Yazarların merkezi (ve anlamlı) bir hikayesinin olmadığından daha ilk bölümlerde şüphe etmiş ve bunu da yazmıştım (sanırım Sanarist ULTIMATE'te var böyle bir yazı). Ama bu kadar pahalı bir dizi, bu kadar çok yazar, vb. olunca, insan "Herhalde bütün bunları bir yere bağlayacaklar" diye ikincil düşüncelere kapılıyordu. Yani bu kadar insan (seyirciler) bu kadar uzun süre aptal yerine konacak değildi herhalde, değil mi? Değilmiş! Düpedüz bütün dünya ile kafa bulmuş yazar ve yapımcılar. Bu arada devasa kârlar elde ettiklerinden de şüphe yok. Sawyer'ın son bölümde dediği gibi: "That's hell of a long con, doc!". Yani "Bu çok uzun vadeli bir tezgah, doktor!". Gerçekten de" Lost"un böyle olduğu ortaya çıktı. Özellikle altıncı sezonda ortaya çıkan alternatif evren olayı, tamamen araf ("limbo") işiymiş. Ada'da geçen olayları ise iki şekilde yorumlamak mümkün: Ya herşey aslında Jack'in ölmeden önce gördüğü kısa (!) bir rüyaymış (ki bu durumda bir aşağıdaki yazıda -Pers Prensi- belirttiğim kandırılmanın daniskasını yaşamış oluyoruz) ya da bütün o olaylar yaşanmış ve hayatımızın geri kalanını milyonlarca cevapsız soruyla yaşamaya devam edeceğiz - yapımcıların "Finalde herşey açıklığa kavuşacak" vaatlerine rağmen. Yani yazarlar birşeyler vaat ettiler, ama vaat ettiklerini yerine getirmediler. Sanırım yakın zamanda kendilerine yöneltilecek eleştirileri şöyle savuşturacaklardır: "Ama bu sadece bir dizi!" "Olsun ama, yine

138

de çok eğlendiniz değil mi!" "Hikayemiz berbattı ama önemli olan duygulardır. E, biz de sizi şöyle ya da böyle duygulandırdık", vs. Bunun etik olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. Seyirci ile dizinin yaratıcıları arasında bir pakt (anlaşma) vardır. Yapımcı/yazar der ki "Gel sana güzel bir hikaye anlatayım". Seyirci de der ki "Eğer anlamlı, duygulu ve heyecanlı olacaksa gelirim." Yapımcı da der ki "Valla öyle olacak. İki gözüm önüme aksın ki!". Buna inanan seyirci de yapımcıların/yazarların peşine takılır ve yüzlerce saatini diziye ayırır. Tek istediği, iyi bir hikaye tatmin edici bir sondur. "Lost" bize bunları vermedi işte. "Lost" yayınlanmaya başladığında doğan bebekler, seneye okula başlayacaklar. Yani hayal kırıklıklarınızla aynı yaştalar. Seneye Eylül ayında bir ilkokul bahçesinden geçerseniz, bahçede toplanan birinci sınıflara bakıp iç geçirebilirsiniz: "İşte benim "Lost" ile ilgili hayal kırıklığım da tam bu yaşta... ama boyu daha uzun" diyebilirsiniz. Cümleten geçmiş olsun. Bir dahaki sefere, peşine takılacağınız bir dizi seçerken, hikayesinin sağlam olup olmadığına bakın, e mi... *** Güncelleme 28 Mayıs 2010: 1) Final ile birlikte, "siyah duman" ortalıktayken duyulan" yazar kasa" sesinin nedeni anlaşıldı: "Yazarkasa", komik değil mi :) Bu esprinin İngilizce'ye aktarılamaması ne kötü :) 2) Yazar-kasa'ların izleyicileri ne kadar ciddiye aldıkları ise şu video'dan da rahatlıkla anlaşılıyor. (İlk final onlardaki "Survivor"dan, ikincisi "Sopranos"tan, üçüncüsünü çıkaramadım.) 3) Kendisinin "Lost" yazar ekibinden olduğunu iddia eden birisi, şöyle bir açıklama yapmış (İngilizce). Açıklama Ada'yı ve orada olanları biraz aydınlatsa da cevaplanmamış binlerce soru olduğu gerçeğini değiştirmiyor. gezgin182011-09-22T00:15:56.580+ Pers Prensi: Zamanın Kumları Dikkat: "Pers Prensi: Zamanın Kumları" filmini izlemeyenlerin ama izleyecek olanların bu yazıyı okuması, daha sonraki seyir zevklerini azaltabilir. *** "Pers Prensi"nin kendine özgü birçok güzelliği var. Bilgisayarlı animasyonun yer yer başarılı olarak kullanıldığını görüyoruz. "Banlieu-13" filminde gördüğümüz "parkour"un 6. yy. İran'ında kullanılması da ilginç olmuş. Başroldeki karakter Jake Gyllenhaal da fena değil. Ama daha iyisi olabilirmiş - mesela "Iron Man"deki Robert Downey Jr. gibi daha "yırtık" biri. Müzik ortalama, Ben Kingsley fena değil, "Tus" adlı karakteri ise "Coupling"den Jeff canlandırıyor! Senaryo ikinci perdede şöyle bir dağılıyor ama finale doğru toparlıyorlar. Ta ki finalde tamamen dağıtana kadar! Pers Prensi, finalde kullandığı yöntem ile seyirciyi yüzde yüz salak yerine koyuyor. Yöntemin ne olduğunu birazdan ele alacağım, ama şunu en baştan söyleyeyim. Bu yöntemi asla ama asla kullanmayın. Birileri kafanıza bir silah dayamış halde size senaryo yazdırıyor ve ısrarla sizden bu yöntemi kullanmanızı istiyor olsa bile. "Böyle bir son yazacağıma ölürüm daha iyi. Çek ulan tetiği!" deyin kendisine. Yöntem şu: Filmin başından beri izleyip sevdiğimiz, kendileriyle özdeşleştiğimiz, yaklaşık iki saattir duygusal yatırımda bulunduğumuz karakterler, senaryodaki bir numara ile filmin en başındaki hallerine dönüyorlar. Yani film boyunca onlarla birlikte yaşadığımız maceralar, zorluklar, üzüntüler, sevinçler... hiçbiri yaşanmamış gibi oluyor. "Meğerse bunların hiçbiri yaşanmamış" diyor senaristler bize. Biz de diyoruz ki kendilerine: "*&%€]{$#!*+^!!!" Adamlar (senarist, yönetmen ve yapımcı) resmen sizin film için verdiğiniz bilet parasını yakıyorlar. Siz sinemaya tam, dolu bir duygusal deneyim için gidiyorsunuz, ama bomboş bir duyguyla dışarı çıkıyorsunuz. Lüks bir restoranda mükellef bir yemek yediğinizi, hesabı ödediğinizi, ama restoran çıkışında karnınızın bomboş olduğunu zira yediklerinizin hepsinin "sanal", "hayal", olduğunu düşünün. Sinirlenmez misiniz? 139

Bu yöntem, çok sıkışan ve kendisini sıkıştırdığı yerden çıkacak zekası ya da yeteneği olmayan yazarların kullandığı bir yöntemdir: "Meğer hepsi hayalmiş!" Eğer kendini çıkamayacağın bir köşeye sıkıştırdıysan, en başa döneceksin ve çıkış yollarının temellerini atacaksın. Aksi durum senaristin zekası, yeteneği, ve dürüstlüğü (seyirciye karşı dürüstlüğü) hakkında çok olumsuz mesajlar taşır. Aynısını bizde yıllar önce "Okul" filmi yapmıştı, hatırlarsanız. O zaman da eleştirmiştim. İnsanları salak yerine koyuyordu senarist ve yapımcılar. İnsanları hikayenin en başından beri alıp bir yerlere götürüyorsanız, bazı heyecanlar, mutluluklar ve acılar yaşatıyorsanız, sizin senarist olarak göreviniz, ne olursa olsun (ister acı ister tatlı, ki genelde çok acıdır) bu olayları aklı başında, gerçekçi, tatmin edici bir yere bağlamaktır. Biz koskoca seyircileriz, çocuk değiliz. Acı olayların, acı durumların, kayıpların insan hayatının bir parçası olduğunu biliriz ve kabul ederiz. Siz yüreksizsiniz ya da beceriksizsiniz ya da (en kötüsü) mutsuz bir final yaparak gişede seyirci kaybetmek istemiyorsunuz diye seyircilerin tamamını salak yerine koymamalısınız. Asla ama asla. Yine de arada bir bunu yapanlar çıkıyor. Deus Ex Machina kadar saçma bir yöntemdir. Uzak durun derim. Adam gibi kafa patlatın, kahramanlarınızı içinden çıkılması imkansız güçlüklere sokmadan önce çıkış yollarını da düşünün, mümkünse zeki ve yaratıcı olsunlar, biz de size verdiğimiz bilet parasını helal edelim. Türk sinemasının en büyük hatalarından biri budur işte: senarist/yönetmen/yapımcının, seyirciyle olan bu pakt'ı, bu sözleşmeyi ciddiye almaması. Seyircinin önüne "yerli" ne koyarsa koysun seyircinin onu izleyeceğini, kabul edeceğini, seveceğini zannetmesi. Hayır canım, öyle olmuyor bu işler. Biz "yerli"yi seviyoruz, ama zeka da istiyoruz, yetenek de, yaratıcılık da, mizah da, derin ama anlamlı duygular da. Bir zahmet biraz kafa patlatın. Karşılığını mutlaka alırsınız. gezgin22011-09-22T00:15:56.711+ Notlar 1) Banlieu 13 - İlginç bir film. Hızlı. Luc Besson'un bu işi çözdüğü daha 5. Element'ten belliydi. Ama adamcağızın Fransa'da (Godard'ın Tanrı sayıldığı bir yer) maruz kaldığı eleştirinin haddi hesabı yok. Ama o bunları pek takmamış. Kendi başına gişe canavarı işlere imza atmış - çoğunlukla yapımcı olarak. Artık film çekmemesi daha da ilginç. Belki akıllanır da bu fikrinden vazgeçer. 2) Barry Lyndon - Kubrick'in, bu film gişede iş yapmadı diye üzüldüğünü biliyor muydunuz (Bkz. "A Life in Pictures") ? Hangisine şaşayım bilemedim. Kubrick'in "bu" filmden gişe beklemesine mi, Kubrick gibi bir adamın "gişe" endişesinin olmasına mı? Acayip (gerçekten acayip) hızına rağmen izlenmeyi hak eden, kimilerine göre mükemmel bir film. 3) Hellboy 1 ve 2. Bir türlü yeterli doyuruculuğa ulaşamayan iki film. Kısa kalmışlar. Yani otuz dakikalık daha materyale ihtiyaçları var. Ama bu sadece daha fazla görsel efekt kullanma fırsatı yaratacak bir 30 dakika değil. Hikayeleri ve karakterleri daha derinleştirmeyi sağlayacak bir 30 dakika. Yine de fena değiller. 4) Iron Man 2 - Çok az devam filmi ilki kadar iyidir, hatta daha da azı ilkini geçer. Iron Man 2, bunlardan değil ne yazık ki. Birincisindeki ilginç kimyayı bu filmde de ama daha seyreltilmiş olarak buluyoruz. Rock müziğin kullanımı ise hoş olmuş, özellikle de ACDC'nin. 5) House (6. Sezon finali). Canon'un 5D Mark2'siyle çekilmiş. Bölümü izleyince, başka birşeyle çekilemezdi diyorsunuz zaten. O yerlere büyük kameraların girmesi imkansız. Aşırı sığ DOF biraz rahatsız etse de hikaye yine etkileyici. Özellikle de final. Sevenler kaçırmasın. 6) LOST - Artık bir eziyete dönüşmüş durumda. Bitse de gitsek diyoruz. Zira sadece soru sordurma üzerine kurulu hikayeler artık bıkkınlık vermiş durumda. Adam gibi bir hikayeniz olmadan yola çıkarsanız, olacağı budur. Yinede ilk sezonlarında, hikayesinin gücünden değil ama anlatım tarzından ve gittikçe artan sorulardan dolayı bir fenomen haline geldiği inkar edilemez. 7) Melekler ve Kumarbazlar, Peri Tozu, İki Çizgi, Yedi Kocali Hürmüz - Başlayıp da devam edemediğim filmler. Yorum dahi yapamayacağım. Allah bildiği gibi yapsın. Bu kadar az filmin çekildiği bir ülkede böyle filmlere onay veren değerlendirme mekanizmasını anlamak ya da onaylamak mümkün değil. 8) Acı Aşk - Olmasa da olurdu mektubun.

140

9) Old Boy - Bu filme ödül verenin... aklına şaşarım. Bu filmi beğenenin, ruh sağlığından şüphe ederim. Üslup güzel diye bir film sevilmez. Aklınızı başınıza devşirin. 10) Türk TV'sinden nefret etme aşamasına geldim. Çoğunluğu kadınlara yönelik vıcık vıcık (ve artık ezbere bilinen) ilişkisel durumları anlatan hikayeler. Bütün suç Milli Eğitim Bakanlığı'nda. Onca senede bu kadar insanın beynine azıcık bilgi, azıcık düşünme kabiliyeti bile koyamamak ayrı bir uzmanlık gerektiriyordur herhalde. gezgin22011-09-22T00:15:56.698+ Alacakaranlık "Nasıl ki gece bir anda çökmezse, baskı da bir anda gelmez... İşte hava daha alacakaranlık iken havadaki en ufak değişikliklerin bile farkında olmalıyız ki karanlığın kurbanı olmayalım." Hakim William O. Douglas "As night-fall does not come at once, neither does oppression... It is in such twilight that we all must be aware of change in the air - however slight - lest we become victims of the darkness." Justice William O. Douglas gezgin02011-09-22T00:15:56.735+ EJDER KAPANI - Ön Eleştiri “Ejder Kapanı" filmini seyretmediyseniz ve seyretmeyi planlıyorsanız , bu yazıyı okumamanız tavsiye olunur. *** "Ejder Kapanı"nı izlemeyi henüz bitirmedim. İnşallah bir ara o da olacak. "Seyri bitmemiş filmi eleştirmek de neyin nesi?" diyebilirsiniz. Ama işte mesele de o zaten. Henüz filmin 38. dakikasına gelmiş bulunuyorum. Bu an itibariyle senarist (ve yönetmen) karşıma şöyle birşeyler koymuş durumda: 1) Kızkardeşinin intikamını almaya çalışan bir Nejat İşler var ortalıkta. Bu kişi bize en birinci şüpheli olarak sunuluyor. Hayır, sunulmuyor, gözümüze sokuluyor. Senarist (ve yönetmen) onu en başta bize sunarak "Al sana bir şüpheli" diyor. Biz seyirciler de salak (ya da 3 yaşında) olduğumuz için ondan şüpheleniyoruz. Sanki herhangi bir polisiyede ilk sunulan şüpheli, asıl katil çıkarmış gibi. 2) Ortada bir de "artık bu işlerden bıktığını" söyleyen bir Uğur Yücel var. O kadar klişe ötesi ki, klişeler ansiklopedisinde Uğur Yücel'in bu filminden alınan bir fotoğrafı konulabilir. En komiği de, bir türlü oturtamadığı, arada bir gidip gelen sesi. Oyunculuk bölümündeki birinci sınıf öğrencileri "Ses ve konuşma" hocalarına Uğur Yücel'i örnek gösterip finallerinden geçirilmelerini talep edebilirler. O kadar kötü yani. 3) Bir de Kenan İmirzalıoğlu karakteri var. Şimdiye kadar hafif ilginçlik arz edebilen tek karakter bu. Ama bu da sağlam değil. Uğur Yücel bu davayı almazsa, kendisinin istifa edeceğini söylüyor. Çocuk mu bu yahu? Adam eder eder, sana ne? Ha, böyle bir istekte bulunabileceğin bir ilişkin olabilir Uğur Yücel ile. Ama biz seyirci olarak bu ilişkiyi bilmiyoruz, zira görmedik. "Şimdi, iki polis var, bunlar çok sıkı kanka" diye düşünmüşler. İyi ama, kanka olduklarını görmedik ki biz. Bu minvaldeki konuşmalar ne yazık ki kafi olmuyor, göstermek lazım. 4) Polisiye filminde tabii ki bir de suçlu olacak. Bu suçlumuz da pedofilleri (sübyancıları) bayrak direğine asan bir adam. (En azından ilki öyleydi, ikincisi ahır gibi bir yerde, üçüncüsü de kuyuda bulundu. Bence bayrak direği -ya da öyle acayip bir yer- teması devam etseydi, daha ilgi çekici olurdu.). Ama bu suçu işleyeni hemen hiçbir şekilde merak etmiyoruz. Neden? Çünkü suçla ilgili filmlerde seyircide, suçlunun yakalanmasını istetecek bir ortam yaratmalı, bir serim oluşturmalısınız. Bunu, sevilen bir yan karakterin öldürülmesi ile ya da çok iğrenç (yani gerçekten mide bulandırıcı) suçların işlenmesi yoluyla sağlayabilirsiniz. Sağlamalısınız. Aksi takdirde, hele ki pedofilleri öldüren bir seri katilin yakalanmasını seyirci çok beklemez, istemez. Hatta "karışmayın adama, işini bitirsin" diyenler bile çıkabilir. Filmin kamera kullanımından da rahatsız oldum. Hani şu iyi bildiğiniz omuz kamerası yöntemi kullanılmış. Omuz kamerası yönteminde kamera hafifçe titrer, çok küçük açılarla sağa sola savrulur (bkz. "Bourne Supremacy" ve "Bourne Ultimatum"). Burada ise kamera (büyük bir ihtimalle genelde zoom çalışıldığı için) çok büyük açılarla sallanıyor. Yani normal bir insanın kafasının ve gözlerinin sallantısı gibi değil de, çok rüzgarlı bir günde vapurda giden birinin sallantısı şeklinde sallanıyor. Bu da izleyende arzu edilen 141

duyguyu değil, mide bulantısı yaratıyor. Bunu bile göremiyor kameramanlarımız (ve dahi görüntü yönetmenlerimiz, ve dahi yönetmenlerimiz). Aferin onlara. Filmin "Se7en"a benzerliğinden bahsetmeye gerek bile duymuyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi, henüz 38. dakikadayım ve filmin devamını izlemek gibi bir istek yok içimde. (İşte bu nedenle birçok filmi sinemada değil de DVD'de izlemeyi tercih ediyorum. Sinemada filme henüz ara verilmeden çıkmak biraz zor. Başkalarını rahatsız etmeyeyim diye oturup kendiniz rahatsız rahatsız film izliyorsunuz. Ama DVD'de böyle çekinceler yok. Yine de hiçbir şey salonun büyüsünü evde yaratmıyor tabi.). Bir ara bitirirsem, devamının da eleştirisini yaparım. Ama bence bu kadarlık bir eleştiri bile yeterince bilgilendirici olmuştur. *** Güncelleme (09 Mayıs 2010): Filmin tamamını en sonunda izledim. En baştaki şüphelerimi doğrulayan bir şekilde gelişti ve bitti film. En başta gözümüze şüpheli olarak sokulan kişinin şüpheli olmadığı anlaşıldı doğal olarak. Filmde en fazla görünen iki karakter vardı - Uğur Yücel ve Kenan İ. Bunlardan birinin olacağı belliydi. Eh, Uğur Yücel tip olarak uygun değil. Doğal olarak Kenan oldu. Çok şaşırtmadı yani. Bu tür filmlerin en önemli özelliklerinden birisi, "merak" unsurudur. Yani birçok şüpheli arasından bir kişiyi bulmaya çalışmak zorunda kalır seyirci. Yönetmen ince (göze batmayan) yönlendirmeler ile seyirciyi bazı karakterlere doğru iter. Ama genelde en az tahmin edilen kişi ya da önce suçlu sanılıp sonradan masumluğunu kanıtlayan kişilerden biri suçlu çıkar. İşin eğlencesi buradadır. Yani yazar/yönetmen seyirciyle kedi-fare oyunu oynar. Burada ise tek bir şüpheli var, ama biz salak olmadığımız için, mutlaka başka birinin asıl suçlu olduğunu tahmin ediyoruz zaten. Senaryonun başka birçok sakat tarafı var, ama hepsini sayamayacağım. Ama bir CSI dizisinin sıradan bir bölümünde bile daha fazla emek, kafa karıştırma, yaratıcılık var. Yanlış okumadıysam bu film için 5 milyon TL harcanmış. Eğer tüm ekip her gece sabahlara kadar eğlenmediyse bu paranın nereye harcandığını merak ediyorum. Ama şundan eminim. Senaryoya harcanmamış. gezgin12011-09-22T00:15:56.632+ "Vavien", pas bien! Dikkat: "Vavien" filmini henüz izlemeyenlerin ve izlemeye niyeti olanların bu yazıyı okumaması tavsiye olunur. *** "Vavien"i izleyenlerin (ve ortalama bir sinema kültürüne sahip olan herkesin) söylediği birşey var: "Vavien, tıpkı Coen kardeşlerin filmlerine benziyor. Onların filmlerindeki gibi beceriksiz ve sıradan bir adamın bir suçu yüzüne gözüne bulaştırması anlatılıyor. vb. vb." Bu bir hakaret mi, yoksa sadece bir kategorizasyon çabası mı anlamadım. İkincisi niyetiyle yapılıyor sanki, ama daha çok birincisine uyuyor gibi. Vavien'in Coen kardeşlerin filmleriyle tematik (genel anlamda tema) bir benzerliği olduğu doğru. Ama bu temanın ötesine geçen hemen hiçbir şey yok. Geçmesine de gerek yok. Ama yukarıda bahsettiğim sınıflandırmayı hak etmiyor bu film. Yani "Coenlerin filmleri gibi" tanımlaması, bu filmi anlatmıyor. Ama filmi bu koldan ("Coenlere benziyor mu benzemiyor mu") değerlendirmeyelim. Tek başına bir film olarak ele alalım. O zaman birçok şey çok daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. Filmin en büyük eksiği, yeterince malzemesinin bulunmaması. Yani filmin karakter malzemesi az, çatışma malzemesi az, hikaye malzemesi az, oyunculuklar az... Az oğlu az. Karakterlerden başlayalım. Filmde gördüğümüz karakterlerden hiçbirisi, ilgi çekecek nitelikte değil. Yani ille de çok acayip, çok sıradışı olması gerekmiyor karakterlerin. Sıradanlıkları içinde bile ilginç olabilir insanlar. Ama Vavien'deki karakterler bu açıdan bir "beslenme yetersizliği" içerisindeler. İçleri dolmamış. Baş karakter hiçbir şeyi çok istemiyor. Sadece evliliğinden sıkılmış ve bir pavyon şarkıcısına tutulmuş. Ama buradaki tutulma kelimesi de yanlış. Zira biraz sert bir biçimde fırçalanıp yüzüne kapı kapatılınca ondan da vazgeçiyor. Para deseniz, parayı da çok seviyor değil. Yani kendisiyle, dükkanıyla, oğluyla ilgili büyük hayaller içerisinde de değil. Biliyorsunuz, bir şeyi güçlü bir biçimde istemeyen karakterlerden güzel 142

hikaye çıkması çok zordur. Vavien, bu zorluğu aşamıyor. Bizi sıradan bir meraka bile gark etmeyi başaramıyor. Diğer karakterler de benzer zayıflıklar içindeler. Engin Günaydın'ın en yakın arkadaşı da böyle bir birbuçuk boyutluluk hali içerisinde, karısı da, oğlu da. Hani bazı filmler vardır, hikaye zayıftır ama karakterler ilginçtir. Bu filmde karakterlerden medet ummamak gerektiğini çok geçmeden anlıyoruz. Filmin merkezinde bulunan olay ise, bir hikaye olarak adlandırılmayı hak etmeyecek kadar basit ve yüzeysel: Adam parası için karısını uçurumdan atar, karısı ölümden (kelimenin tam anlamıyla) döner, ama herşey (adamın hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan) yoluna girer. Ee? Baş kahramanın karısını öldürme kararı dışında sıradışı sayılabilecek hiçbir çabası yok. Oysa bu gibi hikayelerde kahraman planını devam ettirmek için kendisini bataklığa gittikçe daha fazla gömen bir sürü hatayı arka arkaya yapar. Bunu hem salaklığından yapar, hem de seyirci sıkılmasın diye. Film boyunca tek bir girişimde bulunup ondan sonra keyfine bakmaz. Baksa bile hayat onun başına bir sürü ters olay getirir ki böylece seyirciler ödedikleri bilet parasının karşılığını alsınlar. ("Sevgilim hadi bugün sinemaya gidip sıradan bir insanın başına hiçbir ilginç şeyin gelmemesini anlatan bir film izleyelim" diyen bir sevgiliniz varsa... terk edin gitsin!) Vavien'de ise kahramanın tek bir eylemi var ve onun dışında herşey yolunda gidiyor. Yani karısı uçurumdan düşüyor, adam hiç sorgulanmıyor (mesela böyle bir sorgulama hikayeye ciddi bir gerilim katardı), sonra birgün karısı geri dönüyor (nasıl? burada da kaçırılmış bir sürü fırsat var), kadın adamdan ciddi anlamda şüphelenmiyor, ortadan kaybolan para meselesi ise, kadının "kocasından gizli iş çevirmekten dolayı duyduğu suçluluk" sayesinde kolayca çözülüyor (bu da kaçırılmış bir başka fırsat, kahraman bu kadar kolay paçayı kurtarmamalıydı). Hikayenin diğer kolu da (şarkıcıyla ilgili olan) kahramanın hayatında hiçbir ciddi dalgalanma yaratmadan halloluyor. Oh, sen sağ ben selamet! Filmin tabii ki bir CSI bölümü havasında ilerlemesi gerektiğini söylemiyorum. Ama bu kadar zahmete girip bir film çekiyorsanız, seyircinin ilgisini ya karakterlerle, ya hikayeyle, ya da başka birşeylerle (görsel efekt vb.) ayakta tutmalısınız. İnsanlar bunun için sinemaya gidiyorlar ve Vavien, bu haliyle, insanlara sinemaya gitmeyi istetme eşiğinin altında kalıyor. Netice olarak da seyirci, o kadar ünlü oyuncusuna karşın filme pek iltifat etmemiş. Engin Günaydın'ın adı bile işe yaramamış (Toplam seyirci 131.000 -yüzotuzbirbin- kişi). Bu kadar hatadan sonra "Bu kadar kaliteli filme insanlar niye gitmiyor" diye sormak, olsa olsa psikolojik savunma mekanizmanızın bir yansımasıdır. Ama hangisi olduğunu açıklamakla uğraşamayacağım, onu da siz bulun. gezgin252011-09-22T00:15:56.587+ Gelecek Program: Ejder Kapanı ve Vavien Geçen sezen en fazla bahsi geçen ama umulduğu kadar iyi gişe yapmayan iki film bunlar. Eğer dayanabilir de izlemeyi bitirebilirsem, eleştirilerini yazacağım. gezgin32011-09-22T00:15:56.646+ Uzatma Yönetmen! Filmlerin makul bir süreye sahip olmasının nedenlerinden biri, seyircilerin film izlerken sıkılmamasıdır. Üç beş saatlik filmler bu yüzden çekilmez ya da yapımcılar buna karşı çıkarlar. Genelde yönetmenler sürekli bundan şikayet ederler ama aslında yapımcıların haklı olduğu taraflar da vardır. Uzun filmler (istisnalar hariç) hemen her zaman sıkıcıdır ve sıkıcı film de iyi gişe yapmaz. Ayrıca uzun filmleri bir gün içinde daha az gösterirsiniz, böylece daha az para kazanırsınız. Ama DVD çıktı mertlik bozuldu, denebilir bu konuda. Yönetmenler normal versiyona koyamadıkları sahneleri, DVD'ye koyabiliyorlar. Hatta bu ekstra materyal, DVD'nin reklamına malzeme de olabiliyor: "Daha önce hiç görmediğiniz sahneler!" vb. Ben bunların DVD'de "bonus" materyal olarak bulunmasına karşı değilim, ama bazı filmlerin normal hallerinin uzatılması, filmin sizde en başta uyandırdığı etkiye zarar veriyor. Yönetmenin kıyamadığı görüntüleri izlemek hoş, özellikle de sevdiğiniz bir yönetmense. Ama herşeyiyle oturmuş bir filmin ritmiyle ve hikayesiyle oynamak, her zaman iyi sonuçlar vermiyor. Örneklerle anlatayım:

143

Aklıma ilk gelen örnek "Apocalypse Now: Redux". Coppola, filme hayli uzun sahneler eklemiş. Film üç buçuk saati aşmış. Eh, filmi evde izlerken DVD'nin durdur tuşuna basıp istediğiniz kadar ara verebiliyorsunuz, hatta filmi birkaç güne yayarak da izleyebiliyorsunuz. Ama filmi bir oturuşta izlemenin sizde yarattığı o topyekün duyguya da zarar vermiş oluyorsunuz. O duygu kayboluyor. Coppola filme o kadar da güçlü ve dolu malzemesi olmayan birçok sahne koymuş. Benim hiç beğenmediğim bir sekans, Franszı ailenin evine yapılan ziyaret ve gereksiz derecede uzun yemek sahnesi. (Coppola sahnede Fransızlar var diye Fransız filmleri gibi çekmiş gibi. :) Neticede Apocalypse, o eski mağrur, ağır ama dopdolu havasından oldukça uzaklaşmış. Uzadıkça uzamış, hatta biraz yavanlaşmış. Bir başka örnek de "Kurtlarla Dans". Burada da yönetmenin eklemelerinden sonra üç buçuk saati aşan bir filmle karşı karşıyayız. Eski versiyonunu sinemada izlemesi çok zevkli olan bu filmin aniden bir sürü çok da gerekli olmayan malzemeyle dolmuş. Örneğin önceki versiyonda "Stands with a fist"in kocasına ne olduğunu görmüyorduk, kadın ile ilk olarak ağacın altında (intihar ederken) karşılaşıyorduk, ve bunun yarattığı hoş bir şok duygusu vardı. Ama yeni versiyonda kadının kocasının öldürüldüğünü vb. bunları görüyoruz ve kadınla ilgili gizem aniden ortadan kayboluyor. Gizemi yok eden bir başka şey de, John Dunbar'ın görev yerine gitmeden önce, orada neler olduğunu öğrenmemiz. Oysa orijinal (ilk) versiyonda bu terk edilmiş görev yerinde neler olduğunu hiç bilmiyorduk ve bir sürü şey acayip tahminde bulunuyorduk. Ama Costner o "kale"de neler olduğunu göstererek bu gizemi tamamen yok etmiş. Filmin birçok yerinde, o yıllarda seyrettiğimizde aklımızda ve yüreğimizde oluşan neredeyse mistik denebilecek duyguya zarar veren bir sürü ekleme yapılmış. Yine de Costner'ın "Kurtlarla Dans"ı, "Apocalypse" kadar zarar görmemiş. Son örnek de "Terminator 2". Benim bu filmi sevmemin temel nedenlerinden biri de filmin "frame perfect" olmasıdır, yani tek bir fazla kare bile yoktur bu filmde. Ritm çok yüksektir, gereksiz hiçbir sahne yoktur. Ama Cameron, yönetmenin versiyonunda bir sürü sahne eklemeyi gerekli görmüş. Sarah hastanedeyken Kyle'ın (rüyada) onu ziyaret etmesi, John Connor'un Arnold'a gülmeyi öğretmesi, Arnold'un çipinde değişiklik yapılması, Dyson hakkında fazladan verilen bilgiler, vb. düpedüz filmin ritmini düşürmüş. İşte burada yönetmenin subjektif algısının filme zarar verdiğini görüyoruz. Yönetmen filmi, o kadar uğraş verdiği birşey olarak görüp çektiklerini atmaya kıyamıyor. Mesela Coppola'nın ünlü kurgucusu Walter Murch'ün ("İngiliz Hasta", "Soğuk Dağ") şöyle bir ilkesi var: "Asla sete gitmem, asla oyuncularla tanışmam." ("The Cutting Edge - The Magic of Movie Editing", 00:06:50) Niye? Onlarla yakınlık kurarsa ya da sette ne gibi zahmetlere girildiğini görürse, bu bilgiler kurgudaki nesnelliğini etkileyebilir. Adam bunu bildiği için filme hizmet adına setten ve oyunculardan uzak duruyor. Sonuç olarak Cameron gibi bir yönetmen bile bu hataya düşebiliyor. Özetle demek istediğim şey şu: Filmler çok gerekmedikçe iki saati aşmamalıdır. Elinizde epik boyutlarda malzeme yoksa (ki bazen epikler bile sıkabiliyor, bkz. "Yüzüklerin Efendisi"), 120-150 dakika aralığı, bir film için son derece uygun. Ve bir kere buna uygun bir ürün ortaya çıkarttıktan sonra, artık filmin ayarları ile oynamamak lazım. Not: Cameron Avatar'ı Ağustos'ta yeniden vizyona sokacakmış. Neden? İlk gösterimde, "Alice"in gösterime girmek zorunda olmasından dolayı, henüz seyirci ilgisi tükenmemiş iken film salonlardan çekilmek zorunda kalmış. Bunun üzerine, haftada %8 azalan gişe aniden %50 düşmüş. Yani ortada henüz Avatar'ı seyredecek insanlar var, diyor. Ve işin ilginç tarafı, Ağustos'taki gösterime 6 dakikalık ek materyal koyacakmış. Buyurun, buradan yakın. gezgin22011-09-22T00:15:56.642+ Enerji Yöntemi "Ben küçük bir kızken, resim çizmek hayatımı kurtardı. Resim, kendi yarattığım ve içinde büyüdüğümden çok daha mutlu olan bir dünyaya kaçmama olanak sağladı. Resim çizerken kalemi o kadar çok bastırıyordum ki orta parmağımın şekli bozuldu. Ama bu bana hala ödenen küçük bir bedel gibi gelir. Öfkeme baktığım zaman, çizimlerime koyduğum muazzam ENERJİyi görüyorum. Kalemi o kadar bastırmam, tamamen ENERJİydi. Bazen öğrencilerimi, kendilerine verdiğim yazı alıştırmalarını sanki hayat memat meselesiymiş gibi yaparken görüyorum. Bunu gördüğümde, kendi içlerindeki önemli bir kaynağa ulaşmış olduklarını biliyorum. Bu kitapta ENERJİ sözcüğünü kullandığım zaman, yazı yazma dürtüsünü kastediyorum. Ama en geniş anlamıyla ENERJİ benim için yaşamın kendisidir. 144

ENERJİ, sözcüklerin ardındaki güçtür. İçinizde bulunan ve sizi harekete geçiren kuvvettir. Daha önce hiç var olmamış birşeyi ortaya çıkarma arzusudur. En derin duygularınıza, en büyük arzularınıza, düşlerinize, hayallerinize, yani varlığınıza şekil (vücut) verme tutkusudur. ENERJİ, siz bir yer, yaratık, güzel bir ağaç, bir gün batımı, ya da bir sanat eseri, senfoni, veya bir başka insan ile ruhen bağlantı kurduğunuzda çakan kıvılcımdır. ENERJİ, sizin ile sizin dışınızdaki birşey arasında kurulan, ve sizin dünyanızı genişleten, hayatı görme ve hissetme biçiminizi değiştiren bağlantıdır. Birşeyi ilk kez bütün çıplaklıyla anladığınızda, - bu şey acı veren, hatta kalbinizi kıran birşey olsa bile – ortaya çıkan görünmez güçtür ENERJİ. Enerji, genelde korku kabuğu içine hapsedilmiş olan ve siz bu kabuğu kırdığınızda ortaya çıkan görünmez güçtür. ENERJİ, hiçbir şeyin sizi durdurmasına izin vermediğinizde ortaya çıkan güçtür. *** 1970'lerin sonlarında, Amerika'da ve Avrupa'da birçok sergi açtıktan sonra, görsel sanat yapma konusunda çok fazla ENERJİ hissetmiyordum. Bununla beraber hikâye yazarken ENERJİ hissediyordum. Bu ENERJİ kısa ataklar şeklinde, genelde de sokakta yürürken geliyordu. Durup birkaç dakika boyunca sürekli olarak yanımda taşıdığım bir deftere hırsla, ENERJİ tükenene kadar yazıyordum. Daha sonra da yazdıklarımı gözden geçiriyordum. Bu şekilde bir kitap dolusu hikaye yazdım. Üniversiteye gitmediğim için, kitabım yayınlandıktan sonra yaratıcı yazarlık dersi vermeye başladığımda, yazmayı herhangi bir şekilde öğretmek üzere programlanmış değildim. Bu nedenle, ENERJİMİ TAKİP ETME sürecime paralel bir yöntem geliştirmekte özgürdüm. Birçok insanın yazma konusunda hissettiği korku bende yoktu. Ama hayatımın diğer alanlarında benim de birçok korkum vardı. Dokuz ya da on yaşındaydım, babamın verdiği talimatlar doğrultusunda bir havuzun kenarında durmuş, dalış pozisyonu almıştım. Sorun şuydu ki korkudan donmuş haldeydim. “Ne yapacağını (olacağını) düşünme – sadece yap!” dedi babam. Ama ben, korku dolu düşüncelerimi durduramadım. “Ne yapacağını (olacağını) düşünme, sadece yap!” cümlesi hep aklımda kaldı. Babam bu bilgiyi zor yoldan öğrenmişti. Aşağı Doğu Yakası’nda küçük bir çocukken bazı büyük çocuklar onu Doğu Nehri’ne atmışlardı. Babam da yüzmeyi öğrenmişti – hem de çok çabuk! Babamın deneyiminin çok uç olduğu söylenebilir, ama yıllar sonra baskının ENERJİnin yüzeye (ortaya) çıkmasını sağladığını fark ettim. Bu da bende öğrencilerimle çalışırken zamanlayıcı (kronometre) kullanma fikrini doğurdu. Bir zaman sınırlaması koymak onları düşünmek yerine eyleme geçmeye zorlayacaktı. Babamın bende sona erdirmeye çalıştığı düşünce, şu ya da bu zamanda hepimizi durduran düşünceydi. Bu, bizim gereken yeteneğe sahip olmadığımızı, bu işe uygun olmadığımızı söyleyen o küçük eleştirel sesti. Bizi yeni şeyler denemekten alıkoyan sesti bu. Dinlediğimiz takdirde, bizi hayallerimizi yaşamaktan alıkoyan sesti. ENERJİ YÖNTEMİ nedir? ENERJİ YÖNTEMİ, yaratıcı ENERJİNİZLE bağlantı kurmak ve sözcüklerinizin kesintisiz bir şekilde akmaya başlamasını sağlamak için çok hızlı bir yoldur. Korku kabuğunu kırmanın ve bastırılmış ENERJİyi serbest bırakmaktan gelen ferahlama duygusu ile yazmanın bir yoludur. Sizi durduran, aynı cümleyi bütün gün boyunca tekrar tekrar yazmanıza neden olabilen iç sesin (iç eleştirmenin) yanından (bypass) geçmenin bir yoludur. Kendinizi, yaratmanın büyüsü içinde bir çocuk gibi kaybetmenize izin veren basit, eğlenceli bir yöntemdir. Sizi heyecanlandıran, size ilham veren kelimeler ve görüntülerin ardından gitmek anlamına gelir. YARATICI ENERJİNİZİ TAKİP ETMEK, içinizdeki kıvılcımı izlemek, onun sizi götürdüğü yere gitmek anlamına gelir. 145

Bir kelimenin ya da görüntünün ENERJİsi olup olmadığını nasıl anlarsınız? İçinizde ufacık da olsa bir duygu hissedersiniz.Gözünüz anında ona kayar.Kendinizi onu düşünürken bulursunuz.Çok güçlü bir çağrışım yapar.Duygulanır veya heyecanlanırsınız.Kendinizi tedirgin veya rahatsız hissedersiniz." Kaynak: “The Playful Way to Serious Writing” – Roberta Allen gezgin12011-09-22T00:15:56.644+ Panasonic'ten 3D Kamera Detayları Bu yazının konusu Panasonic'in 3D kamerasıydı ama alttaki videoda Panasonic'in doğrudan RED'e hatta SCARLET'a yönelik çıkardığı bir kameradan daha bahsediliyor. Bu kameranın sensörü, yukarıdaki resimde yeşil renkle çizilmiş dikdörtgen kadar. Yani Sony'nin EX1 ve 3 serisindekilerden en az dört beş kat büyük. Full frame'den daha küçük olduğu doğru ama şunu da unutmamak gerekiyor. Gördüğümüz filmlerin çoğunda kullanılan film kamerasının karesi de "full frame"den küçüktür. Bu nedenle bu kameranın sensörü, güzel bir sığ DOF elde etmek için yeterli olacaktır. Ama bu kamerayı ön plana çıkartan şey başka özellikleri olacak gibi duruyor. Panasonic yetkililerinin söylediğine göre kamerada "aliasing" diye bir sorun olmayacak, zira bu bir "video" kamerası, "video" özelliği de bulunan fotoğraf kamerası değil. Kamerada, 5D/7d/550D'de bulunmayan tonlarca "kamerasal" özellik olacak. İş sadece XLR girişle bitmiyor yani. Sony de bildiğim kadarıyla doğrudan RED'i hedef alan bir başka kamera çıkarma hazırlığı içinde. RED'in bu kadar çok gecikmesi anlaşılan bu iki deve (Sony ve Panasonic) yaradı. Eğer Scarlet'i geçen sene çıkarmış olsalardı, ne bu Canon 5D dalgası bu kadar büyürdü, ne de Sony ve Panasonic böyle birşeye kalkışırlardı. Canon'un DSLR'larının genç sinemacılar için çok büyük bir nimet olduğunu düşünüyorum. Sığ DOF, üstün gece çekim kabiliyeti, güzel renkler, değiştirilebilir objektifler... Bunlar hep büyük avantajlar. Ama elinize çıplak bir DSLR alıp hemen çekime başlayamayacağınız da hayatın acı bir gerçeği: Follow focus'undan monitörüne, Beach-tek ya da Juiced Link adaptöründen bütün bunları bağlayacağınız rodlara kadar daha bir sürü şeye para harcamak zorundasınız. Bu durumda bir 5D'ye verdiğiniz toplam para 5 bin dolar civarına gelebilir. Panasonic'in bu kamerası ise 6 bin dolar civarında olacak ve "gerçek" bir kamera olacak. "Film çekme özelliği bulunan fotoğraf makinası" değil. Bence geçtiğimiz sene, HVX/EX1-3 tipi kameralardan, gelecek sene çıkacak daha ciddi ve güzel kameralara (RED, Panasonic, Sony) geçişin yaşandığı bir ara dönem olarak tarihe geçecek. Asıl eğlence gelecek sene başlıyor. Kamera açısından yani. gezgin22010-09-13T23:35:36.825+ Işığın olmadığı yerde, karanlık hüküm sürer Benim zaman zaman yönetimdekilere kızdığımı okuyorsunuz. Ama sakın bunu sadece politik bir tepki olarak değerlendirmeyin. Benim öfkemin asıl kaynağı, şu anda yönetimde bulunanların ellerindeki kaynakları kullanarak, kendilerinin "hastalıklı" yaşam görüşlerini benimsemiş daha fazla sayıda insan yetiştirmek için uğraşmaları. Ve genel olarak da başarılı olmaları. Bu sürecin sonu, felaketten başka birşey değildir. Tek kelimeyle felaket. Yani bu zevzeklerin uygulamaları sonucunda ortaya çıkacak olan millet terkibi (ki ona artık millet denilemez olacaktır) ve onun oluşturduğu devlet organizasyonu, dışarıdan ve içeriden gelecek hiçbir ciddi saldırıya dayanamayacak güçte olacaktır. Ben insanların dini inançlarına karışılması taraftarı değilim. Herkesin kendi özel yaşamında istediği dini görüşe sahip olabileceğini düşünüyorum. Bunu da uyduruk Batılı felsefelere ("inanç özgürlüğü" vb.) dayandırarak söylemiyorum. Samimi olarak kişisel ve doğal bir hak olarak görüyorum bunu. Her insan, Tanrı'ya inanmamak da dahil, her türlü inancı kendi özel hayatında uygulama hakkına sahiptir. Ama bu inançların uygulanması, toplumsal hayatımızın işleyişini durduracak, yavaşlatacak, çarpıtacak bir hale kesinlikle ve kesinlikle gelmemelidir. Her ne kadar inanç, insan hayatında çok önemli bir yer tutsa da, hayatın inançtan daha önemli olan pratik yönleri vardır. Sağlık bunlardan biridir, bilim ve teknoloji de, eğitim de, askeri güç de, iç ve dış siyaset de. Bu alanların her biri, dini inançlardan olabildiğince arındırıldıkları takdirde, gerçekten işe yararayabilirler ve en yüksek potansiyellerine ulaşabilirler. 146

Dinin bu alanlara bulaşması, hatta tamamen yayılması ve ele geçirmesi durumunda, bu alanlar iş göremez hale gelirler. Yani bireysel hayatta işe yarayan ve güzel birşey olan din, toplumsal hayatta yıkıcı ve zayıflatıcı bir etkiye yol açar. Tıpkı vücudun bazı bölgelerindeki maddelerin (örneğin midedeki asidin), kendi doğal yerinde son derece işe yararken, vücudun başka yerlerine geçtiğinde (bir ülser durumunda) zehirleyici olması gibi. Şu anda yönetimde bulunanların anlamadıkları şey de budur: hala Asr-ı Saadet hayalleri gören bu zevat, son bin beş yüz senenin acı derslerini unutmuş gibidir (muhtemelen hiç öğrenmediler, ya da farklı öğrendiler). En azından son üç yüz yıldan hiçbir ders almamış gibi görünmektedir. Kendileri belki "Allah'ın rızası"nı kazanma konusunda iyi niyetli olabilirler (aralarında böyle bir iki tip var gibi duruyor), ama yaptıkları uygulamalar, bizi felaketin eşiğine adım adım getiriyor. Bir taraftan Ordu'nun fiziken ve moral olarak çökmesi için gösterilen çabalar ve aldıkları ufak tefek sonuçlar, diğer yandan yargıyı tamamen kendilerine bağlama girişimleri (şuna bakar mısınız: yasama onların elinde, yürütme onların elinde, yargıyı da ele geçirecekler - Anayasa mahkemesinin üyelerini kendileri seçeceklermiş, partileri de Meclis kapatacakmış -, böylece istedikleri yasaları tıkır tıkır çıkaracaklar, herşey yanlış ama "yasal" ve "demokratik" olacak), bir yandan da üniversiteleri ele geçirme girişimleri (Oktay Ekşi'nin rektör atamalarıyla ilgili en son yazılarına bakınız). Belediyelerde olan bitenleri (ihalelerde ve eleman alımlarında yandaşların kayırılması), cezalandırılmayan kaçak Kuran kurslarını, tarikatlerin kapalı ekonomi kurmak suretiyle gün geçtikçe katlanarak güçlenmelerini, tamamen kendilerine ait bir medya atmosferi yaratmalarını, aydınlarımızın ise hala "demokratik özgürlük" adı altında uyur gezer hatta daha da kötüsü düpedüz misyoner gibi davranmalarını, ve tabii ki Büyük Sermayemizin akla hayale sığmayan ölçüdeki satılmışlığını saymıyorum bile. Arkadaşlar: bu kadar yanlıştan, bir doğru çıkmaz. Çok kötü bir sonuç çıkar. Felaket çıkar. Dedelerimizin, babalarımızın canları pahasına kazandığı bir ülkeyi, Arap özentilerinden oluşan bir grup embesil bu şekilde har vurup harman savurmaya kalkarsa, bu durumdan bizi kurtaracak biri tekrar çıkmaz. İkinci bir Mustafa Kemal beklemeyin yani. Ya da birgün ordu müdahale eder, herşey eski haline gelir diye çocukça hayallerle kendinizi kandırmayın. Bunlar olmayacak, olmamalı da. Peki, bu olan bitene karşı yapılabilecek ve hem meşru hem de doğru olan birşeyler var mı? Evet var. Bunun için (tıpkı kandırılan Müslümanların yaptığı gibi) kendi zamanınızdan, kendi paranızdan, kendi emeğinizden vermek zorundasınız. O samimi Müslümanları "Allah rızası için" diyerek kandırdılar, "Cennet'ten bir köşe" vaat ederek uyuttular. Siz ise, daha bilinçli bir şekilde, ama yine onlarınkine benzer bazı şeyler yapabilirsiniz. 1) Yapabileceklerinizin en başında da, genç nesillerin doğru düzgün eğitim görmesine katkıda bulunmak geliyor. Yapabileceğiniz en iyi şey, en somut, en basit ama en etkili şey budur. Genç nesillerin, aklı başında bir şekilde yetişmesini sağlamak. Bedava yurtlarda kalan, bunun bedelini ruhunu, beynini ve sonra da bedenini satmakla ödeyen (evet, bu yurtlarda bedava kalan masum çocuklardan daha sonra - meslek sahibi olduklarında - kendileri gibi öğrencileri okutmaları istenmektedir) bu zavallı robotlara, "insan" alternatiflerin yetiştirilmesini sağlamalı, buna katkıda bulunmalısınız. Şimdilik yapabileceğiniz en iyi şey budur. Kendiniz bizzat dernekler ya da vakıflar kurabilir ya da mevcut aklı başında vakıflara/derneklere katkıda bulunabilirsiniz. 2) Yapabileceğiniz bir başka şey de, insanların ruhlarını ve zihinlerini aydınlatan bilgilerin yayılmasını sağlamak ya da buna katkıda bulunmak olabilir. Bu işi bizzat siz de yapabilirsiniz, ya da yapan örgütler (medya kuruluşları, vb.) kurabilirsiniz, veya bunlara katkıda bulunabilirsiniz. Bilimin ve düşüncenin, insan ruhunun diğer melekelerine (inanç, duygular, vb.) ters düşmediğini insanlara anlatabilirseniz, fazla bilgili olmayan çoğunluğun, bu duygu istismarcılarına yem olmasını engelleyebilirsiniz. 3) Yapılabilecek son şey de, parasal olarak sıkıntıda olan insanları, bu kişilere muhtaç etmemektir. Meşhur bir söz vardır: "Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını çalar". Aslında bu "karşılıklılık ilkesi"nin bir dışavurumundan başka birşey değildir. (Ayrıntılı açıklama için bkz. "İknanın Psikolojisi"). Yani insanlar, kendilerine iyilik yapan kişilerin söylediklerini yapma eğilimindedirler. İşte bu ilkeyi bilen din sömürgecileri için toplumun ekonomik açıdan alt kesimleri en kolay lokmalardır (bir çuval kömüre bir oy vermeleri bundandır, zira diğerleri hiçbir şey vermemektedir). Buna engel olmak için çalışan çeşitli organizasyonlar var, herhangi bir görüşü size zorla dayatmayan. Bu kurumlara katkıda bulunabilirsiniz. Onlara parasal, eşyasal ya da işgücü olarak yardımda bulunabilirsiniz. 147

*** Bunları yaptığınız zaman, birkaç ay içinde ülke hemen aydınlığa kavuşacak diye beklemeyin. Belki onlarca yıl uğraşmak gerekiyor, karşı tarafla durumu eşitlemek için. Ama eğer bunları yapmazsanız, hiç geçmez sandığınız o on yıllar geçtikten sonra kendinizi kapkaranlık bir çukurun içinde bulabilirsiniz. Yapılacak en iyi şey, her ay belli bir miktar zamanı, emeği ve (mümkünse) parayı bu hedefler doğrultusunda kullanmak üzere ayırmak olacaktır. Daha da iyisi, bu işleri örgütlü olarak yapmak, çevrenizdeki insanları da davanıza katmaktır. Bunu yaparken de ayırıcı değil de birleştirici olursanız, hem bu adamların tuzağını bozarsınız, hem de kendi kültürünüzün en güzel özelliklerinden birini yeniden canlandırmış olursunuz. *** Unutmayın: Işığın olmadığı yerde, karanlık hüküm sürer. Işık siz olun. gezgin32011-09-22T00:15:56.564+ SİZ KENDİNİZİ NE SANIYORSUNUZ?! "Aha, gezgin yine fırçaya başladı" diye heyecanlanmayın hemen. Konu hiç de sandığınız şeylerle ilgili değil. *** İnsan olarak hepimiz, kendimizi "birşey" sanırız. Kendi kişiliğimiz, kendi düşüncelerimiz, duygularımız, davranışlarımız, eğilimlerimiz, korkularımız, arzularımız, ihtiyaçlarımız... biz bütün bunların bir toplamıyız. Kafamızda (ve kalbimizde) bunların toplamından oluşan bir benlik imgesi vardır. Çeşitli durumlar ve olaylar karşısında bu benlik daha belirgin bir biçimde ortaya çıkar! Ya da çıkmaz! O zamanlarda da kendimizin aslında hiç de sandığımız kişi olmayabileceğimizi fark ederiz. Bu oldukça şaşırtıcı, aydınlatıcı, ama aynı derecede rahatsız edici bir durumdur. Zira bu durumda hemen ikinci bir soru peşimizi bırakmaz. "Ben ... değilsem, neyim?" Hayat, bize bu süprizi çok defalar yapar. Olaylar karşısında kendimizin aslında kim olduğumuzu anlamamıza yardımcı olur. Ama asıl şaşırtıcı ve rahatsız edici olan şudur: Sizin "ben" dediğiniz kişi/şey, "benlik imgeniz"i oluşturan özellikler bütünü, çok büyük oranda sizin kontrolünüz dışında gelişmiş, kalıplaşmış, oturmuştur. Bunun üzerinde çok ama çok küçük bir etki gücünüz vardır. Kendinizi her ne kadar kaderinizin ve kişiliğinizin hakimi sansanız da aslında durum böyle değildir. Kişiliğinizin en büyük bileşenlerinden biri genlerdir. Anne ve babanızdan aldığınız genler, sadece saç ve göz renginizi değil, nasıl bir karaktere sahip olacağınızı da büyük ölçüde belirler. Bunu burada uzun uzadıya anlatacak değilim, ama konuyu merak edenlerin doğdukları andan itibaren farklı ailelerde yetişmiş ikizler üzerinde yapılmış deneyleri araştırmasını öneririm. O kadar şaşırtıcı sonuçlar elde edilmiş ki, insan "acaba hayatımdaki herhangi birşey benim kontrolümde mi?" diye sormadan edemiyor. Ama daha bitmedi. Daha anne karnındayken annenin yaşadıkları, yiyip içtikleri, size (bebeğe) karşı hissettikleri, sizin karakterinizin önemli bir bölümünü meydana getiriyor. Annenin stresli bir hamilelik geçirip geçirmemesi, isteyerek ve severek hamile kalmış olması ya da olmaması, bu dönemde alkol, sigara, zararlı kimyasal maddeler tüketip tüketmemesi hep kişiliğinizin ve bedeninizin oluşumunda büyük etkenler oluşturuyor. Gelelim 0-6 yaş dönemine. Eğer anneniz (ve babanız, ama daha çok anneniz) eğer sizin doğumunuzdan önce iki üç sene kadar pedagoji (çocuk yetiştirme) eğitimi almamışsa, muhtemelen sağdan soldan duyduklarıyla ve gördükleriyle ama büyük oranda kendisine yapılanla aynı şekilde sizi yetiştirmeye başlar. Ve muhtemelen de kendisi de çok kötü ve yanlış bir şekilde, yetersiz bilgilerle donanmış bireyler tarafından yetiştirilmiştir. Size en iyi niyetlerle yaklaşır, ama çocuk yetiştirmek bambaşka bir sanat olduğu için, eline yüzüne bulaştırmış olma ihtimali yüksektir.

148

(Bunu sakın anne sevginizi sorguladığım şeklinde yorumlamayın. Anneniz sizi büyük bir ihtimalle çook sevmiştir ve seviyordur. Ve hayatınız boyunca da hiçbir insan evladı sizi o kadar sevmeyecektir. Ama sevmek başka birşey, çocuk yetiştirmek başka birşey.) Bu 0-6 yaş döneminden sonra başınıza gelen hemen herşey arızidir. Hayata, kendinize, insanlara ve olaylara karşı yaklaşımınızda, hayat enerjinizde, iyimser ya da kötümser olmanızda bu dönemde yaşadıklarınızın, annenizin size yaklaşımının, sizin ihtiyaçlarınızı karşılama şeklinin, kardeşlerinizin olup olmamasının, ekonomik durumunuzun, vb. büyük bir payı vardır. Hayat dolu, neşeli, cıvıl cıvıl biri olmanız ile, karamsar, depresif, kendi iç enerjisinden kopuk bir insan olmanız, bir türlü kendi yeteneklerinizi somut hale getirememeniz, doğrudan bu dönemde size uygulanan muamele ile ilgilidir. Ve bebek, bu dönemde başına gelenleri, yaşadıklarını, hayatının geri kalanında kullanmak üzere bir rehber olarak bilinçaltına kazır. Hayatla, olaylarla, insanlarla ilgili çeşitli durumlar ortaya çıktığında, hiç ama hiç farkında olmadan, sadece duygu düzeyinde işleyen bir mekanizma yoluyla, bu rehber ("blueprint") devreye girer ve seçimlerimizi ona göre yaparız. Farkında olmadan, yaşımız ilerledikçe bu ana rehbere uygun olaylar ve durumlar yaratır ve ana rehberdeki kanaat, inanç, ve davranış kalıplarımızı pekiştiririz. Yirmili yaşlara geldiğimizde artık kişiliğimiz eni konu oturuşmuştur. Bu esnada içine girdiğimiz toplumsal ortamlar (arkadaş çevresi ve okul) da bu şekillenmede katalizör rolü oynarlar. İşin ilginç yanı, bu kadar kontrolümüzün dışındaki etkenlerle oluşan kişiliğimiz tarafından belirlenen kararları, özgür bir biçimde aldığımızı sanmamızdır. Davranışlarımızı bile isteye belirliyoruz zannederiz. Oysa bu belirleme gücü, belki yüzde beşi bile geçmez. Biz geçmişimizin, genlerimizin, annemizin ferasetinin kurbanıyızdır. Sevdiğimiz kadın/adam, seçtiğimiz meslek, olaylar karşısındaki tutumlarımız, hep bizim dışımızdaki etkenler tarafından içimize konulmuş mekanizmaların bir sonucudur. Ama biz hiç utanmadan "Ben seçtim" deriz. Lafı şuraya getirmeye çalışıyorum aslında: Kendimizi ennn beğendiğimiz halimizde bile aslında son derece yetersiz, yanlış yetiştirilmiş, yalan yanlış bir biçimde kurgulanmış, anlamsız ve hatta bazen de tehlikeli duyguların esiriyizdir. Ve buna da "kişiliğimiz" "karakterimiz" deriz. Aslında kişilik olarak Afrika'daki karnı şişmiş, bir deri bir kemik, gözü sinekli bir çocuk gibiyken, kendimizi Heidi Klum ya da Jude Law zannederiz. Bunun sonucu da şu oluyor: yanlış seçilmiş meslekler, yanlış ilişkiler, yanlış yaşam tarzları, dayanılmaz ruhsal bulantıları bastırmak için deli gibi alkol, sigara ve benzeri narkotikler kullanma eğilimi, hayatın amaçsız gelmesi sonucunda saçma sapan amaçlara sarmalar, aşırı dinci ya da aşırı hedonist olma eğilimleri, her türlü sapkınlığa düşme eğilimleri, vb. "Peki ne olacak?" diyebilirsiniz. Deyin zaten. "Çok geç değil" diyeceğim ben de, "Kendinizi, ruhunuzu, kişiliğinizi düzlettirmek için çok geç değil." Eğer ölmemişseniz, geç değildir. Ama bunu kendi başınıza hemen hiçbir şekilde yapamazsınız. Kendini geliştirme kitapları neredeyse tamamen fasafisodur. Gerçek psikolog ve psikiatrların yazdıkları bile, uzun vadeli bir terapinin yaratacağı etkinin binde birini yapamaz. Bunun nedeni, insanın kendi duygu ve davranışlarına karşı nesnel olamamasıdır. Kendi ayağımıza batan dikeni çıkarabiliriz, ama kendi ruhumuzda kalıcı değişiklikler yapamayız. Ehil insanlardan, usul erkân bilen, işin bilimini okumuş ve bu konuda onlarca yıl tecrübe kazanmış insanlardan yardım almaya çalışmalısınız. Uzun süreli, hatta belki birkaç yıl sürecek bir terapiye (ben konuşma terapisini öneriyorum) başlamalısınız. İşte bu terapi sürecinden sonra ancak gerçek kimliğinizin ne olduğunu anlayabilir ve bazı özelliklerinizi - o da yavaş yavaş - değiştirebilirsiniz. Ancak böyle bir terapi sürecinin sonunda bilincimizin hemen altında yer alan ve davranışlarımıza büyük oranda yön veren korkulardan kurtulur ve gerçek arzu ve yeteneklerimize göre seçimler yapmaya, insanlar sevmeye, davalar benimsemeye başlarız. Diyeceğim o ki, sadece sinema vb. alanlarda eser vermeden önce değil, normal bir hayatı yaşayabilmek için, doğru düzgün bir duygusal ve düşünsel hayata sahip olabilmek için, gerçekten sağlıklı ilişkiler kurabilmek için, önce sizin içinizde var olan ama var olduğunu bile bilmediğiniz arazları düzeltmeye, bunu da ehil kişilere yaptırmaya bakın. Ancak ondan sonra gerçek kişiliğinize ve bu sayede de gerçek bir hayata kavuşabilir, kendiniz olarak yaşamaya başlayabilirsiniz. gezgin92011-09-22T00:15:56.703+ Notlar 149

1) "Flashforward" diye bir dizi var. David S. Goyer ("Prince of Darkness" diye anılır kendisi senaryo ve sinema çevrelerinde) tarafından yaratılıp ilk bölümleri onun tarafından çekilmiş. Ana konusu şu: Bütün dünya aynı anda bilincini 2 dakika 17 saniye boyunca kaybedip 6 ay sonra ne yapıyor olacaklarını görüyor. FBI'da bir grup polis bu durumun nedenlerini araştırmaya başlıyor. Gizem yavaş yavaş çözülürken kahramanlarımızın kişisel sorunlarıyla boğuşmalarını da izliyoruz. Dizi "olmamış"! Neden olmamış, söyleyeyim: İnsanların, başlarına altı ay sonra gelecekleri öğrenmesinin, eğer başlarına ÇOK korkunç birşey gelmeyecekse, ne anlamı var ki? Eğer dünya yıkılmayacaksa, böyle bir öngörünün hemen hiçbir cazibesi yok. Beni her hafta bir saat ayırmaya ikna eden bir konu değil. Bu konuda "Terminator" filmlerinden (özellikle de 2.si) ya da "Heroes"tan (1. sezon) ders alsalardı iyi olurdu: Eğer pottaki para yeterince büyük değilse, oyun da pek ilginç olmaz. Bu nedenle böyle fantastik bir hikaye anlatacaksanız, tehlikede olan şeylerin ("stakes") miktarını yüksek tutmalısınız. Kaybedilecek şeyler çok değerli olmalı. 2) "Shutter Island", Martin Scorsese'nin aslında iyi bir hikayeci olmadığını (en azından artık öyle olmadığını) tekrar bize kanıtlıyor. Senaryosunun başarısı daha önce kanıtlanmış olan "Departed" gibi birşeyi çekince, "sinema" sevenler doğal olarak mest oldular. İyi görüntüler iyi bir hikayeyle buluşunca, bütün dünya seyran oluyor. Ama elinizdeki hikayenin işlemediğini anlayamıyorsanız (bkz. "Shutter Island") kesinlikle bir doktora (senaryo doktoruna) başvurmalısınız. Hatta ikinci üçüncü beşinci görüşler de almalı, ve dinlerken de kulak kesilmelisiniz. Scorsese bunu bilmiyor, ya da artık "yaştan dolayı" bu kusurlarının affedilmesini bekliyor. Ama sinema, mimari gibidir: yapısal hataları asla affetmez. 3) "IT Crowd", "Coupling"ten sonra en çok güldüğüm İngiliz sitcom'u oldu. Bu kadar az fiziksel malzeme ile bu kadar çok komedi yaratabilmek, İngilizlerin başarabildiği ender güzel şeylerden biri. İzlemenizi tavsiye ederim. ("Teknoloji inekleri" kesinlikle bayılacaklar ve kahramanlarla özdeşleşecekler). Bu sitcom, sitcom'ların aslında neden ve nasıl komik olduğunu size hatırlatacak: tek ihtiyacınız, ortalıkta bir sürü hata yapan birkaç salak ve daha salak ama sevimli kahramanlar. (Kullanılan güldürme teknikleri bildik ama aynı zamanda yaratıcı.). 4) "The Apartment", mutlaka bulunması gereken eski cevherlerden. En iyi senaryo ödülü almıştı sanırım. Jack Lemmon'ın genç bir Shirley McLane ile karşılıklı döktürmesi, çok hoş. Mekan kullanımı kısıtlı olsa da, iyi bir senaryonun seyirciyi fazlasıyla tatmin edebileceğini kanıtlıyor. 5) Video-severler için muhtemelen en iyi Canon fotoğraf makinası (DSLR), Eylül'de Photokina'da açıklanacak olan 1Ds Mark IV. Hem full frame, hem 32 MP sensörü olacak (24p ve diğer kare hızlarını söylemeye gerek bile yok). Neredeyse video çekmek için hazırlanmış birşey. Canon'un, Mark2'ye 24p özelliği vermek için milleti bir buçuk sene bekletmesinin acısı daha sönmeden, ondan kat kat daha iyi bir makina çıkaracağını tahmin eder miydiniz? Tabii ki hayır. Ama etmeliydiniz. Zira bu oyunda amaç sizi mutlu etmek değil, kendi ceplerini doldurmak. (Örneğin Panasonic'in hpx370 diye müthiş bir kamera hazırlayıp buna 1/3 sensör koyması başka nasıl açıklanabilir?). Bu arada yeteri miktarda 5D, 7D ve 550D satmış olacaklar. Sonra da en iyisini (6 bin dolara) piyasaya çıkaracaklar. Şu an itibariyle ise en iyi performans/fiyat oranı 550D'de. Yakında Doğubank'a düşer. 6) Şımarmamak lazım. Cem Yılmaz "Yahşi Batı'dan çok para kazanacağım" dedi, çektiği komedi filmleri içinde en düşük gişeyi yaptı. Şahan "Çıtayı Recep İvedik koyar" dedi, en düşük gişeli Recep İvedik oldu üçüncüsü. 2.7 milyar dolar kazanan AVATAR'ın yönetmeni bile (ki 12 yıldır dünya gişe rekoru kendisindeydi) bu kadar büyük konuşmamıştı. Sidik gölündeki yaprağın üzerinde duran böcekler, kendilerini dünyanın en büyük deryalarının en şanlı kaptanları zannediyorlar. Ne kadar ilginç! 7) Caz söyleyen Türklere nedense hiç ısınamadım (Bkz. Film Festivali açılışındaki Fatih Erkoç, Sertab, vb.). Bana hep filmlerde uzak ya da yakın doğudaki (Hong Kong, Mısır, vb.) otel lobilerinde Batılı misafirleri eğlendirmek için onların müziğini söylemeye çalışan yerlileri hatırlatıyorlar. Ses ne kadar güzel olsa da, aksan, yorum, tip ya da başka birşey, orijinal olunmadığını ele veriyor. Ne kadar çabalansa da. Ve bu çabanın büyüklüğü de aslında insanın içini acıtıyor. Niye özeniyorsun ki? Bin yıl uğraşsan orijinali olamayacaksın. Hep "gibi" kalacaksın, "orijinal gibi" "Batılı gibi". Hem ne gerek var orijinali gibi olmaya? Kendin olmak değil midir, kültürel ve psikolojik sağlığın en büyük koşullarından biri. Ama gel de bunu bizim "krem dö la krem"e anlat. Kendilerinde azıcık bir doğululuk görseler, uykuları kaçacak zahir! gezgin62011-09-22T00:15:56.701+ Türk Sineması Ne Zaman Kurtulur

150

Max Planck 1918 Nobel Fizik Ödülünü kazanmıştır. Kendisine bilimin, değişmesi için o kadar çok inkar edilemez delilin bulunmasına rağmen neden bu kadar yavaş değiştiği sorulmuştur. Planck şöyle cevap vermiştir: "Yeni bilimsel gerçekler, muhalifleri ikna ederek ve onların ışığı görmesini sağlayarak zafer kazanmaz. Muhalifler en sonunda ölünce ve daha en başından itibaren bu fikirlere aşina olan yeni bir kuşak yetiştiğinde zafer kazanır." *** Türk sineması ne zaman kurtulur diye soranlara... gezgin62011-09-22T00:15:56.710+ ADA: Zombilerin Düğünü Dikkat: Bu filmi izlemeyenlerin bu yazıyı okuması, filmi izleme zevkini azaltabilir... azaltmayabilir de. *** Bir tür ile dalga geçmek başka birşeydir, tembellik edip ortaya kalitesiz iş çıkartmak başka birşey. "Ada"nın yazar ve yönetmenleri (ki kendileri "film eleştirmeni" oluyorlar) böyle bir tembellikten ve muhtemelen de muazzam bir bilgisizlikten mustaripler. 1) Film "üç beş genç ellerine bir kamera geçirmiş ve film çekmişler" havasından ne yazık ki çıkamıyor. Belki gerçekten de öyledir?! (Öyle olmadığını biliyoruz). Bunun en temel nedeni senaryonun kalitesizliği, hatta namevcudiyeti denilebilir. Yazar-yönetmenlerin senaryo yazmaktan anlamadığı kesin, ama bu yeteneksizliklerinden ve bilgisizliklerinden şüphe edip bu işten anlayan birine danışsalardı, onca emek ile çektikleri filmin gişesi bu kadar kötü olmazdı. 2) Filmin görüntü yönetmenliği düpedüz kötü. Bunun temel nedenlerinden biri, filmde doğru düzgün bir aydınlatma yapılmaması (filmin büyük bir bölümü gece geçiyor). Oysa gece geçen hikayeleri çekerken göz önünde bulundurulması gereken birinci kural, gerçekçi bir ışık yapılmasıdır, hiç ışık yapılmaması değil. (Doğru yapılan bir örnek için bkz: "Cloverfield"). "Blair Witch" gibi birşey yapmaya çalışmışlar, ama olmamış. İşin kötüsü, olmadığını da anlamamışlar. 3) Oyunculuk ise yerlerde sürünüyor. Allah aşkına gerçek oyunculuktan anlayan kimse kalmadı mı şu piyasada? Dakika başı birbirlerine ödül vermek suretiyle gaz verilen oyuncuların performansları yerde sürünüyor ve kimsenin gıkını çıkarttığı yok. 4) Kurgu konusunda da iyi birşeyler diyemeyeceğim. Bu tür filmlerin geleneksel bir kurgusu olmasa bile, aslında yapım öncesinde en çok kafa patlatılan şeylerin başında bu gelir zira bu filmlerde kurgu, kamera kullanımı yoluyla yapılır. Ama bu filmde bırakın yaratıcı bir uygulamayı, işlevsel birşeyler bile göremiyoruz. 5) Korku türünün kendine özgü gelenekleri vardır. Bunların başında da "korkutmak" gelir! Oysa "Ada: Zombilerin Düğünü" korkutmayan, germeyen, "bitse de gitsek" dedirten bir film olmuş. Korkunun birinci kuralı, seyircinin kahraman(lar) ile özdeşleşmesidir. Kahramanla özdeşleşeceksin ki, onun başına kötü birşeyler gelmesinden endişeleneceksin. Ha, bir de korku uyandıracak birşey olacak. (İlginç bir biçimde bu filmdeki zombiler herhangi bir korku ya da gerilim oluşturmayı başaramıyorlar. Bunun sebebini de siz bulun.) Ayrıca kahramanların başına bu korkunç olayların meydana gelmesi için maddi/manevi bir suç, bir günah olacak. "Ada" da bunların hiçbiri yok. "Shaun of the Dead" bile daha korkunçtu. 6) Filmin bir başarısı var, o da şu: Bu kadar küfredildiği halde güldürmeyen bir film hiç görmemiştim. Oysa Türk seyircisinin küfür=komik denklemi vardır kafasında. Bundan bile faydalanamamışlar. Aferin. *** Aşağıdaki yazılarda defalarca söyledim: Sinema, çok ama çok karmaşık bir iştir. Bu işi bağımsız olarak yapmak isteyenler, normalde on beş yirmi uzmanın yapması gereken şeyi kendi başlarına yapacak kadar bilgili ve yetenekli olmalıdırlar. "Ben yaptım oldu" derseniz ve kalitesizliğinizi "ben zaten parodi olsun diye yaptım" gerekçesinin arkasına saklanarak örtmeye çalışırsanız, seyirci gişede boyunuzun ölçüsünü alır. (An itibariyle 24. 445 seyirci). 151

*** "Ada: Zombilerin Düğünü" ilk ve (başka rakibi olmadığından, şimdilik) en kötü Türk Zombi filmi! Yapımcıları ve yönetmenleri tebrik ederim! İşinizi ciddiye alın biraz! gezgin122011-09-22T00:15:56.652+ İklimler Bu sitenin okurları, benim kendini "sanat filmi" diye yaftalayan filmlerden pek hoşlanmadığımı bilirler. Ben daha çok "öykü" seven biriyim. Başı sonu belli olan, insanı bir yerden alıp başka bir yere taşıyan, sonunda da (mümkünse) sizi hayata dair derin bir içgörüyle baş başa bırakan filmleri. "Sanat filmi" yapacağım diye yola çıkılan filmleri (gerçek sanat filmlerini değil) sevmememin birkaç nedeni var. - İstisnasız karamsar olmaları. Bu benim bunca yıldır çözemediğim bir durumdur. Yani zannedersiniz ki bir psikiatri kliniğinden "kötümser, depresif, melankolik" diye rapor almadan bu tür filmler yazılamıyor ya da çekilemiyor. Burada bir tavuk ve omlet ilişkisi olabilir. - Bu tür filmlerin "hikaye malzemesinin" aslında az ila çok az olması. Normalde orta halli bir kısa film ile anlatılabilecek şeyleri, gereksiz yere uzun planlar ile, seyircide "bayma" duygusu uyandırarak anlatmaları. Seyircilerin de daha sonra "eğer bayıyorsa iyidir" diye acayip bir koşullanmaya girmesi (ya da girmek zorunda olduğunu sanması) ve bu filmleri takdir etmesi. (İlaçlarda da böyle yanlış bir koşullanma vardır ya: acıtıyorsa/acıysa faydalıdır.) - Genelde hikayesel yetersizliklerini, "bu bir sanat filmi, ben yaptım oldu" diyerek örtbas etmeye çalışmaları. Bu düpedüz ahlaksızlık. Yani modern sanattan anlamayan insanlara, akşam çocuğunun karaladığı şeyleri ertesi gün müşterisine modern sanat şaheseri diye yutturmaya çalışan sergi salonu sahibine benziyorlar. Ama bu senaryosal yetersizlikleri anlamak ve bu tür ucuz numaralara düşmemek için senaryodan gerçekten anlamak gerekiyor. (Sinema eleştirmenlerinin çoğunun senaryodan HİÇ anlamadığını söylemiş miydim?) *** Bunları bile bile NBC'nin İklimlerini izledim. Filmle ilgili yapacağım bütün yorumlar, yukarıdaki maddelerde değindiğim hoşlanmama sebepleriyle bağlantılı, ne yazık ki: İklimler, olsa olsa orta karar bir film. Kendi nefsine düşkün bir adamın, artık sevmediği uzun süreli sevgilisine kazık atmasını anlatıyor, o kadar. Arada bir güzel çerçeveler var. Ama hikaye sıradan, uzun planlar esnasında (filmle bağlantılı olmayan bir şekilde, sırf sıkıntıdan) hayatınızı sorguluyorsunuz ("Tanrım, evreni neden yarattın?" gibi), NBC'nin oyunculuğu (her orta kalite oyuncunun söyleyebileceği gibi) düpedüz kötü ve filmden çok şey götürüyor. Ama artık çürümeye yüz tutmuş Avrupa kültürünün gözü bağlı ve hipnotize edilmiş hayranları (artı, CNBC-E yöneticileri) bu filmi beğenecekler, hatta bayılacaklardır (CNBC-E'nin sadece Avrupada ödül almış Türk filmleri yayınlaması, adamlar -kanal- hakkında ne kadar çok şey söylüyor, değil mi?!). Zira Avrupa böyle filmlerin üretildiği fabrikaların bulunduğu bir coğrafyadır. Kullanılan müzikler, anlatılan insanlar, anlatılan insanlar arası ilişkiler itibariyle bu tür filmler, herşeyiyle kokuşmuş Avrupa'da bol miktarda vardır. Ama Avrupa artık kendi kendini ödüllendirmekten ("self gratification") sıkıldığı için, onun filmlerini anlatan başka ülke sinemacılarını ödüllendirmeye yönelmiş bulunuyor bir süredir. (Tıpkı Nobellerde olduğu gibi). Yani NBC'nin bu filminin kalitesi, şurada burada aldığı ödüllere bakılarak belirlenemez, zira ödüllerin veriliş felsefesi baştan sakattır. Ama bu tür filmlerden belki de en iyi şöyle bir ders çıkartılabilir: "Ulan bu film de ödül alıyorsa, ben hayda hayda bundan beş kat iyisini çekerim" diyebilirsiniz ve sinemaya atılabilirsiniz. Böyle bir faydası olabilir yani. Onun dışında, vakit kaybı derim. Hoşlananın da, beğenenin de zevkinden şüphe ederim. gezgin152011-09-22T00:15:56.699+ 152

Peter Jackson'dan Dersler: "Meğer Uzun Metraj Çekiyormuşum" "Ergenlik yıllarımı olabildiğince çabuk okuldan kurtulmayı isteyerek geçirdim. Buradaki öğrencilere baktığımda, bu konuda onlar için en iyi rol model olmadığım kesin. Olabildiğince çabuk okuldan kurtulmak istiyordum, ama okuldan nefret ettiğim için değil, ama sevmiyordum da. Okuldan kurtulmak istiyordum zira 16 milimetrelik bir kamera satın almak istiyordum. Bu isteğim tamamen ekipman ile ilgiliydi. Film çekmek isteyip de en iyi aletlere sahip olmamakla ilgiliydi. Ergenlik yıllarımda annemle babam bana yılbaşında Super 8 sesli kamera aldılar, ben de bu kamerayı kullandım. Ama yavaş yavaş benim yılbaşında 16 milimetrelik bir kamera almayı ummayacağım bir noktaya geliyorduk ve benim de bir kameraya ihtiyacım vardı, bu da para kazanmam gerektiği anlamına geliyordu. Para kazanmam lazımdı ve bu nedenle okuldan çıkıp bir işe girmek istiyordum, herhangi bir işe hem de, böylece elde etmek istediğim bir sonraki film ekipmanı için para biriktirmeye başlayabilecektim. 16 yaşında okuldan ayrıldım. Bir gazetede foto litograf olarak iş buldum ve orada çalıştığım yedi sene boyunca iki yılımı bir 16 mm’lik kamera için para biriktirmek için harcadım. Bu kamera birkaç bin dolar tuttu ve ben haftada sadece 75 dolar kazanıyordum. Bu esnada ailemle birlikte kalıyordum zira onlardan ayrı yaşamaya mali gücüm yetmiyordu. Bana bedava yemek ve kalacak yer veriyorlardı, o dönemde bütün arkadaşlarım kendi dairelerine çıkıyorlardı. Evden ayrılıyorlardı ama ben evden ayrılmanın gerçekten çok pahalı olacağını fark etmiştim. Bir araba almam ve ev sahibine kira ödemem gerekecekti. “Eğer bütün bu harcamaları yaparsam nasıl kamera alabilirim ki?” diye düşündüm. Bu nedenle Annem ve Babamla birlikte kaldım. Benden evde kaldığım için hiç para almadılar böylece ben de bu parayı biriktirebildim. En sonunda, birkaç yıl sonra 16 mm’lik kameramı aldım. Bu aşamada, bir kısa film olarak başlayan bir filmde çalışmaya başladım zira kamerayı denemek istiyordum. Bu 16 mm’lik kurmalı bir kameraydı ama son derece karmaşıktı, o zamana kadar kullandıklarımdan çok daha karmaşıktı hem de. Pozlanmayı kendim belirlemeliydim, bir ışıkölçer kullanmalıydım ve bunları nasıl yapacağımı öğrenmeliydim, zira Super 8 kameralar sadece bas ve çek tarzı kameralardı. Bu nedenle aniden bunları öğrenmek durumunda kaldım. Hiç para kaybetmek istemiyordum zira 16 mm’lik kamerada 3 dakikalık film 100 dolara çıkıyordu – negatifi aldığınız zaman o negatifi yıkatmak, sonra da ondan bir baskı almak zorundaydınız. Bütün bunları yaptığınızda, o günlerde, o üç dakikayı yaptırmak 100 dolar tutuyordu. Bu artık ciddi bir işti. Super 8’de ise her biri yaklaşık 4 dolar tutuyordu. Bu nedenle o kamerada tetiği her çektiğimde çok ciddi olmalıydım. Artık sadece eğlencesine yapılan bir şey değildi bu, gerçekten. Bu nedenle “Tamam, bu kameranın nasıl işlediğini öğrenmeliyim, bunu da bir kısa film yaparak öğreneceğim, böylece her şey bittiğinde, öğrenme sürecimin sonunda elimde bir film olur” diye düşündüm. Bu nedenle bir kısa film çektim ve kameranın nasıl çalıştığını anladım. Sadece Pazar günleri film çekebiliyordum çünkü tam zamanlı bir işim vardı ve cumartesi günleri de gazetede fazla mesaiye kalıyordum böylece bu filmin masraflarını ödeyebilmek için fazla mesai ücreti alıyordum. Böylece kısa film gittikçe büyüdü, ben on dakikalık bir şey olacağını düşünüyordum – filmi iki ya da üç hafta süresinde çekecektim. Bütün hafta boyunca sevmediğim bu sıkıcı işin başında oturuyordum ama aklım sürekli olarak filmde olurdu, bu süreçte bir sonraki Pazar günü çekeceğimiz şeyle ilgili yeni şeyler aklıma gelirdi. Bir sonraki Pazar bir araya gelirdik ve kafamda o Pazar çekmeyi istediğim yepyeni bir hikâye parçası olurdu kafamda. Ve böylece bu kısa film gittikçe büyüdü ve büyüdü ve bu süreyi aştı ve en sonunda bu filmin çekimi dört yıl sürdü - dört yıl boyunca Pazar günleri. Ve çektiklerimin hiçbirini daha kurgulamamıştım. O dönemde işten iki haftalık izin aldım, çünkü senede sadece üç hafta izin veriyorlardı. Ben de iznimin iki haftasını kullandım. Çok basit bir kurgu makinası aldım – 16 mm’lik bir kurgu makinası – ve evde annemin mutfak masasına oturdum, artık orada yemek yiyemez hale geldiler. Yemeği kucaklarında yemek zorundaydılar. İki hafta boyunca son birkaç yılda çektiğim filmi kurgulamaya başladım, ve film bir uzun metraj filme dönüştü. Yani, çok şey çektiğimi biliyordum ama ben yaklaşık 45 dakika veya bir saat olur diye düşünüyordum. Ama kurgu bitince 75 dakikalık bir şey çıktı ve daha çekilmesi gereken bazı bölümler daha vardı. O aşamada bu film üzerinde yaklaşık üç sene çalıştıktan sonra, bunun artık bir uzun metraj olduğunu fark ettim. Ben tamamen bir kısa film çektiğimi düşünüyordum, ve sonra “Aman Tanrım, ben aslında bir uzun metraj çekiyormuşum” dedim." O aşamada Yeni Zelanda Film Komisyonunda biraz yardım aldım. Filmi gördüler ve yardım ettiler. O aşamaya ulaşmak için kendi cebimden 17 bin dolar harcadım. Film komisyonu geldi, elimdeki 75 dakikayı gördü ve 30 küsür bin dolar vermeyi kabul ettiler. Bu para sayesinde işimden ayrılabilecek, tam zamanlı olarak film üzerinde çalışabilecek, hafta sonları çekim yapabilecek, hafta içinde de kostümleri ve setleri hazırlayabilecektim. Bu para her şeyi canlandıracaktı. Daha sonra filmin post-prodüksiyonunu 153

tamamlamak için para verdiler, 200 bin dolar. Post çok pahalı bir süreçtir. Filmi tamamlamak için 16 mm’yi 35 mm’ye büyütmeniz, sesleri eklemeniz, besteci tutmanız, müzik yaptırmanız, ses miksi yaptırmanız, renk düzenlemesi yaptırmanız, vb. gerekir. Bütün bunları 1988 yılında Cannes Film Festivali’nden önce yetiştirdik. Filmin adı “Kötü Zevk” (Bad Taste) idi ve gayet de iyi sattı. İşin ilginç tarafı şu: bu film Yeni Zelanda’nın o zamana kadar en hızlı satan filmi oldu. Yeni Zelanda’da bazı değerli, sosyal bilinç taşıyan, hafif sanatsal, biraz yapmacık filmler yapılmıştır. Sonra ben ve Film Komisyonu devreye giriyoruz, onların işi Cannes’da bütün Yeni Zelanda filmlerini satmak, ve sanırım 48 saat içinde “Kötü Zevk” yaklaşık 30’dan fazla ülkeye satıldı. Ve daha o aşamada filmin parasını çoktan çıkarmıştık. Kâra geçmiştik. Film için harcadıklarımızı çoktan kazanmıştık. O film hâlâ satılır. Lisanslar sürekli olarak yenilenir ve film sürekli olarak dolaşımdadır. Filmim Yeni Zelanda Film Komisyonu için de biraz garipti çünkü onlar kocanızdan ya da karınızdan boşandıktan sonra çocuk yetiştirmenin güçlükleri ile ilgili filmler için başvurular alıyorlardı. Hani şu toplumsal bilinç içeren filmler. Yeni Zelanda filmlerinin konuları genelde çok sıkıcıdır, hiç ilginç değillerdir. O günlerde hiç kimse sinemada fantezi ve hayal gücüne sahip değildi sanırım. (kaynak: Burası) gezgin32011-09-22T00:15:56.683+ Büyük Resim Büyük resmi görebilmek için, gözlerinizi hergün (tavukların önüne atılan yem misali) önünüze çıkartılan "flaş" haberlerden ayırıp daha yüksek bir noktadan olaylara bakmak gerekiyor. Gün be gün önünüze basın aracılığı ile konan ve basına da çok ilginç şekillerde servis edilen bu "bilgilere" dayanarak sonuçlara varmaya kalkarsanız, orta ve uzun vadede kesinlikle yanılırsınız. Büyük resim nedir? 1) Büyük resim, asker içerisindeki bazı grupların, kendilerinden beklendiği gibi gizli-şeriatçı bir iktidara karşı tasavvur ettiği ya da planladığı bazı gayrimeşru hareketler değil, gizli-şeriatçı iktidarın kendi planlarını yavaş yavaş ("alıştıra alıştıra, sindire sindire") uygulamasıdır. Nedir bu plan? Ortadoğu'daki enerji yollarında çok önemli bir konumu bulunan Türkiye'de, hem Amerika hem de Avrupa için tek tedhit unsuru olan Türk ordusunun yıpratılması. Yalnız, buradaki kumpasın içerdiği inceliğe ve sanata dikkatinizi çekerim. Asker, şeriatçılığa karşı (çok doğal olarak ve kendinden beklendiği gibi) tepki duyduğu için suçlanırken, şeriatçılar, devasa uluslararası sermayenin hareketlerinin önündeki engelleri ortadan kaldırmakta ya da zayıflatmakta maşa olarak kullanılmaktadırlar. Yani Türk Ordusu aslında kendi ülkesindeki derme çatma bir siyasi ya da toplumsal hareketle değil, kendisinden binlerce kat büyük bir güç ile karşı karşıyadır. Gün aşırı basına servis edilen haberlerdeki detaylı çalışma, bu haberlerin içeriği ve sunuluş sırası/ritmi, bu gücün bu kumpası ne kadar titiz bir biçimde hazırladığını ve uyguladığını göstermektedir. 2) Büyük resim, gizli-şeriatçıların önce bir "olay" yaratıp sonra onu bahane ederek ülkenin laik ve demokratik yapısında kendi lehlerine değişikliklere gitme stratejisini iyice benimsemiş, öğrenmiş olmasıdır. Bunun en güzel son iki örneği, Bülent Arınç'a "suikast planı" ve Van başsavcısının görevden alınmasıdır. Arınç'a suikast planı bahane gösterilip Kozmik odaya girilmiş, Başsavcı'nın görevden alınmasıyla tetiklenen olaylar bahane edilip, yargının bağımsızlığına müdahale etme planları yürürlüğe konmuştur. Birileri, bu satrancı çok ustaca oynuyor (ya da bunlara oynatıyor), hep birkaç hamle sonrasını görerek hareket ediyor. Ve ülkenin bağımsızlığını ve yaşam tarzını yavaş yavaş kendi istedikleri şekilde değiştiriyorlar. (Gelecekte "önce olay - sonra değişiklik" uygulamalarını daha çok göreceğiz sanırım). 3) Büyük resim, büyük uluslararası sermayenin her zaman "maşa"lar yoluyla bizi kontrol etmeye, sarsmaya, yıpratmaya ve dağıtmaya çalıştığıdır. Bundan doksan yıl önce bu maşa "Yunanistan" idi. Şimdi ise Kürtler. Oyun değişmiyor, sadece bazı oyuncular değişiyor. Hatta aslında oyuncular da değişmiyor (terör örgütü üyelerinin Yunanistan'da Yunanlı subaylardan eğitim görmesi, bunun en basit kanıtı), sadece ön plana çıkanlar değişiyor. Ama bunları görmek için burnunuzu, dev duvar resmine (ben bunu derken Rembrandt'ın "Gece Nöbeti"ni hayal ediyorum) dayamaktan vazgeçip, şöyle beş on metre geriye gitmeniz gerekiyor. Eğer bunu yapamazsanız, hergün önünüze atılan sahte ve/veya yönlendirilmiş bilgi/yorum kırıntılarıyla düşüncelerinizi oluşturmaya çalışırsanız, gerçeklikle bağınız kopar, yanlış kanaatler oluşturursunuz, düpedüz birilerinin dolduruşuna gelir, manipule edilmiş olursunuz. Ama farkına dahi varmazsınız. Geri adım atın ve büyük resme bakın. Göreceksiniz. 154

Göremiyorsanız, körsünüz demektir. gezgin412011-09-22T00:15:56.582+ 5D MarkII Sahiplerine Müjde - "Firmware" Güncellemesi 5D Mark II için yeni "firmware" güncellemesi 17 MART'ta geliyor - diye bir dedikodu var "canonrumors.com"da. Güncelleme ile Mark II şu özellikleri kazanacak: Video için "Live Histogram" Ses düzeyi kontrolü 24p/25p *** Ama aslanlar gibi "rolling shutter"ınız olmaya devam edecek. Ve "aliasing"iniz de. Yine de bu kadar hoş görüntüler veren, gece çekimi bu kadar güzel olan böyle bir kameraya haksızlık etmemek gerekir. 10 sene önce film çekmeye çalışanların yüz bin dolara hayal edebildiği özelliklere 2700 dolara sahip olmak, az buz birşey değil. *** Diğer kameralar için de, eninde sonunda çıkacağı belli olan başka cihazlar belirmiş durumda. Örneğin eğer elinizde bir HDMI çıkışı olan bir kamera varsa, eskiden bu çıkıştan kaliteli görüntü almak için masaüstü bilgisayarınızda AJA'nın pahalı ama iyi, BlackMagic'in ise ucuz ama biraz sorunlu kartlarını kullanmanız gerekiyordu. Oysa şimdi Matrox'un çıkarttığı Matrox MXO2 Mini (500$) ve AJA'nın çıkarttığı IO Express (995$), hızlı laptoplara kayıt yapma olanağı tanıyor. Her ikisi de expresscard slot'unu kullanabiliyor. (Bunlarla bağlantılı olarak SSD -katı hal- harddiskler kullanabilirsiniz. O konuyu da takip etmenizi tavsiye ederim.) Şurada, IO Express ile Matrox MXO2 LE'nin arsız bir karşılaştırması yer alıyor.) Daha önceden bahsettiğim Convergent Design'ın Flash XDR ürünü, laptopa gerek duymadan doğrudan CF kartlara kayıt yapıyor. Ama fiyatı nispeten daha pahalı. Ayrıca yukarıda andığım kartlarda (örn. Matrox) monitör renk ayarı da yapabiliyorsunuz, ki neyi nasıl çektiğinizi görmek için bu çok önemli bir ayrıntı. Daha sonra post'ta kafayı yememek için. Ayrıca Canon 7D'den elde edilen HDMI çıktısını da Matrox MXO2 Mini ile bilgisayara (Mac) aktarmak ve "Syndicate 7D Tool Software" adlı bir yazılım yardımıyla sıkıştırmasız yakalamak mümkün görünüyor. Bu yöntem çok yeni olduğu için, güvenilirliği tartışmalı. Ayrıca 7D'nin kayıt esnasında sağ üst köşeye kondurduğu kırmızı noktanın kaldırılması da, şimdilik sorunlu gözüküyor. (Sinemaskop çekerseniz, bu sorun kendiliğinden ortadan kalkıyor). gezgin22011-09-22T00:15:56.672+ Klişeleri Kırmayalım Lütfen! Hani hep derler ya, önce klişeleri bilin, sonra onları kırın. Bazı klişeleri kırmaya hiç gerek yok. Zira her defasında işe yarıyorlar gezgin12011-09-22T00:15:56.732+ "Azınlık Raporu", Şimdi! Bilimkurgu filmlerinde ya da dizilerinde gördüğümüz şeylerin gerçek hayatta ortaya çıkma hızı gittikçe artmaya başladı. Cep telefonları, iPAD, şimdi de bu: Yukarıdaki videoyu izleyenler, anlatılan teknolojinin 2054 yılında geçen "Azınlık Raporu" filminde gösterildiğini hemen hatırlayacaklardır. Bu, filmi çekenlerin mi başarısı, yoksa teknolojiyi geliştirenlerin mi, bilemedim. Galiba her ikisinin. Bunu, sinemanın hayatımızdaki yerine bir örnek olarak okumak da mümkün: Bize ne olduğumuz kadar ne olacağımızı da söylüyor. gezgin52011-09-22T00:15:56.585+ Canon'dan Yeni Bir... Öff 155

Bu işe sadece Canon'un uyandığı anlaşıldı. Onu uzak ara ile Nikon ve Panasonic takip ediyor. (Nikon bir sonraki kamerasında 1080p düşünüyormuş. Ama Canon, fotoğraf çekmek için ürettiği makinaların sinema ve TV işi ile uğraşanları ne kadar heyecanlandırdığını fark etmiş durumda. Diğerleri bu heyacanı fark edene kadar da piyasayı ele geçirmeye kararlı gibi görünüyor. Yukarıda resmi bulunan arkadaş, Canon 550D Rebel T2i. Verilen özelliklere bakılırsa 7D'nin yaptığı herşeyi yapabiliyor, ama fiyatı onun yarısı kadar (800 dolar). 18 MP bir sensörü var. İşinize yarayabilecek her kare hızında çekim yapabiliyor. (1080p 24/25/30 ve 720p 50/60). Stereo mikrofon girişi var, vb. Bütün EF objektifler bu makinada kullanılabilecek. Mart ayında piyasaya çıkacak. (RED'in değişen çıkış tarihleriyle karşılaştırıldığında insan şaşırmıyor değil. Adamlar -Canon- bir kamerayı duyuruyorlar ve bir ay sonra da piyasaya sürüyorlar. İki yıl boyunca insanları oyaladıktan sonra değil.) Görüntüleri de hiç kötü durmuyor. Hatta düpedüz iyiler. Şuradaki linkte, Kiss x 4 başlıklı video, bu kameraya ait. Aşağıdaki video da gayet ümit verici. Bundan iki sene önce, Canon'un (şimdi bize) uyduruk (gelen) kameralarına DOF adaptörleri takarak yapmaya çalıştığınız şeyleri, artık bu kamerayla, çok daha iyi az ışık performansıyla yapabilirsiniz. Bu kamerayla film çekilebilir mi? Eh, Canon'un XL2'siyle (ki hala sahibinden.com'da muazzam fiyatlara satmaya çalışanlar var) film çekildiğine göre (bkz. "28 gün Sonra"), bunlarla hayda hayda çekilir. Ama aşmanız gereken bir kaç sorun var. Bunların başında da efendi bir focus mekanizması ve rolling shutter etkisi geliyor. Olsun, bunlar da her teknolojinin beraberinde getirdiği ve yaratıcılığı harekete geçiren sınırlamalardan. Değilse bile öyle düşünün. Bu kameralarla film çekilmez diyenlere de aşağıdaki videoyu tavsiye edeceğim. Bu videoda 24 dizisinin görüntü yönetmeni Rodney Charters, dizide kullanılacak bazı görüntüleri 5d Mark2'lerle elde etmek için bir iskelet kuruyor. Yakında birilerinin sizi uyuşukluğunuzdan yaka paça silkeleyerek bir film setine götürüp, "Hadi artık çek şu filmi!" diyeceğini zannediyorsanız, aldanıyorsunuz. "This is as good as it gets"... Ya da Türkçe söylersek "Bundan iyisi Şam'da kayısı!" gezgin172011-09-22T00:15:56.568+ Muhtelif Notlar Yakın zamanda izlediğim filmlerden aklımda kalanlar: 1) AVATAR'ın senaryosundaki (bana göre) zayıflığa karşın insanların bu filme koşa koşa gitmesi, senaryoda bize artık çok sıradan gelen özelliklerin, özellikle genç kuşağa ilginç gelmesinden kaynaklanıyor olabilir. Eh, neticede herkes sinema tarihçileri gibi eski filmlere meraklı değil. Şu anda ortalama sinema seyircisini oluşturan insanlar (yaşları ortalama 20 olan gençler) "Titanic" gösterime girdiğinde ilkokula gidiyordu. "Matrix"i sinemada izlemiş olma ihtimalleri gayet düşük. "Pocahontas" ya da "Kurtlarla Dans", onların karşısına TV'de çıkan filmler. Bu nedenle AVATAR'ın hikayesinin ne kadar klişe olduğunu fark etmemiş olmaları son derece mümkün. 2) Bir de "bağlam" ("context") meselesi var. Her metin, bir bağlam içerisinde anlamını bulur. Bağlam değiştikçe, statik olan metinlerin de anlamı değişir. AVATAR'ın insanlara sunulduğu bağlam, Amerika'nın son on yıl içinde tam anlamıyla dünyanın çanına ot tıkadığı bir ortama karşılık geliyor. İnsanların Amerika'nın uluslararası harekatlarına karşı duyduğu rahatsızlık hissi had safhaya ulaşmış durumda. (Bu konuda birşey yapamıyorlar ve yapamazlar, o ayrı). AVATAR da tam bu hissiyatı yansıtıyor. İşte tam bu nedenle AVATAR'ın gişe başarısının yüzde yetmişi (%70) Amerika dışı ülkelerden geliyor. Bütün dünya Amerika'ya olan gıcıklığını, bu film üzerinden ifade ediyor. Bir nevi bir "katarsis" durumu var. "Ama AVATAR bir Holivut filmi" diyebilirsiniz. Aslında biraz yanılmış olursunuz. AVATAR Holivut şirketleri tarafından üretilen ve dağıtılan bir film ama bildik Holivut mekanizmaları ile üretilmiş bir film değil. Yani yapımcıların hoşuna giden bir senaryoya, yine yapımcıların bir yönetmen bulması, sonra da oyuncu seçmesi ile oluşturulmadı AVATAR. James Cameron Titanic'in başarısının ardından, beş on sene deniz diplerinde gezindikten sonra tekrar film çekmeye karar verdiğinde, kendisinin 95'te yazdığı bir senaryoyu tozlu raflardan indirdi. (Diğer alternatifler "Savaş Meleği Alita" ve "Dalış" idi.) Fox'a gidip "Ben bunu çekeceğim" dedi, Fox da ona "Al sana iki yüz elli milyon dolar" diye karşılık verdi. (Bu krediye sahip az sayıda yönetmenden biridir kendisi). Hemen her filminde teknoloji, medeniyet, insanlık konularını işleyen Cameron, bu filmi de Amerika'nın Irak'ı işgaliyle ilgili bir metafora dönüştürdü. Burada Cameron'un kendi sanatçı tavrı ile işadamı 156

yaklaşımının doğru bir kombinasyon yakaladığını görüyoruz. Ki sonuç bu kadar başarılı oldu. (Cameron'un bir Michael Bay gibi Holivut kölesi olmadığını söylemek gerekiyor. Kendisi aslen Kanadalı'dır ve oğul George Bush başkan seçilince, ABD vatandaşlığı başvurusunu geri çekmiştir. Bir "çiçek çocuğu" olmasa da 68'in havasını biraz taşır.) 3) Filmleriniz ne kadar kaliteli olursa olsun, filminizin tanıtımına son ana kadar devam etmelisiniz. Filmin piyasaya çıkmasından yaklaşık üç ay önce yoğun PR ("Halkla İlişkiler") çalışmalarına başlamalı ve film gösterimdeyken de son hız buna devam etmelisiniz. Yapımcı, yönetmen, ve bütün oyuncular, hatta müzikçi, görsel efektçi, vb. herkes bu PR çalışmasına katılmalı. Neden? Zira bunu böyle yapan bir sürü Holivut filmi var karşınızda. Onlarla yarışabilmek için elinizdeki tüm kozları kullanmalısınız. Artık 80'lerde değiliz. Özel radyolar, özel (ve yerel) TV kanalları, ve de en önemlisi İnternet denen birşey var. Bu kanalların başarılı bir biçimde nasıl kullanılacağını, daha "yapım öncesi" dönemde düşünmeye başlamalı ve çekim aşamasındayken bunları ufak ufak kullanmaya başlamalısınız. Yapımcınızın aklına gelen (gelmiş geçmiş en banal) iki yöntem "Sette aşk" dedikoduları ve "Filmden açık saçık kareler"in gösterimden önce basına verilmesidir. Bu da Türk sinema sektöründe musluğun başındakilerin ne kadar seviyesiz insanlar olduğuna işaret ediyor. Mümkünse bu hataları yapmayın. Diğer yolları etkili bir biçimde kullanmaya bakın. Filminizin temasıyla ilgili kurumlarla iletişime geçin, açık oturumlara vb. katılın. Ses getirmek için çok ama çok çalışın. Zira rakipleriniz bunu yapıyor zaten. (Olumsuz örnek olarak bkz."Başka Dilde Aşk"). 4) "Yahşi Batı", Cem Yılmaz'ın "Para sahibi, sinemayı seven, ama pek de sinemadan anlamayan" biri olduğunu tekrar gösterdi. Cem Yılmaz'ın doksanların ortalarından itibaren tiyatro ve reklamlar vasıtasıyla oluşturduğu taban seyircisi, önlerine ne konursa konsun izlemeye devam edecek gibi duruyor. Ama bu filmler ne yazık ki senaryo ve sinema açısından kötü ile çok kötü arasında gidip geliyor. Bu kadar başarılı olmalarını ise Cem Yılmaz ve Pavlov'un Köpeği başlıklı bir yazıda açıklamıştım. Cem Yılmaz Türk şov tarihindeki başarısıyla ve sinemadaki gişesiyle hatırlanacaktır, başka birşeyle değil. 5) En başarılı filmlerin çoğunlukla komedi olmasının bir başka nedeni daha var. Ben en meşhur iki Recep'in (biri İvedik, diğerini de anladınız ya da birazdan anlayacaksınız) ortaklaşa çalıştığına inanıyorum artık. Birisi milletin moralini bozuyor, diğeri de bu morali düzeltmeyi vaat ederek para kazanıyor. Yukarıda bahsettiğim "bağlam" olayı burada da biraz geçerli. Türk insanı yaklaşık sekiz yıldır, siyasi olarak çok gerilimli bir dönem yaşıyor. Özellikle de ortalama sinema seyircisi için bu böyle. İnsanlar da doğal olarak "kaçış" filmlerine yöneliyorlar. Recep İvedik, tam buna denk gelen bir seri. Yoksa, senaryosundan kurgusuna kadar bu kadar kötü bir filmin, normal koşullar altında bu kadar başarılı olması mümkün değil. (Bu filmlerin -hem İvedik, hem Yahşi Batı, hem de Yılmaz Erdoğan filmleri - Türkiye'de gişe rekorları kırarken, yurt dışında hiçbir başarı elde edememeleri de "bu kültüre" ve "bağlama" olan bağlılıklarının bir kanıtı). 6) Geçen hafta "Spartacus"ü ve "Kelebek"i seyrettim, tekrar. Her ikisinde de son derece güçlü "sinema duygusu" mevcut. Nedir bu "sinema duygusu"? Derdini, günümüzde çokça alıştığımız "aşırı açıklayıcı" yöntemlerle (yani "on the nose" diyalogla) değil de, sinemanın tam merkezinde yer alan yöntemlerle, (yani kamera açısı ve çerçeveleme, kamera hareketi, kurgu, iyi oyunculuk, ışık, müzik ile) anlatma arzusu. Öyle ki filmde bazen dakikalarca tek kelime duymuyorsunuz, ama bunu yadırgamıyorsunuz. Filmin "filmatik" duygusuna o kadar kendinizi kaptırmış oluyorsunuz ki, zaten konuşma da duymak istemiyor oluyorsunuz. Bu yöntemler hala kullanılıyor, ama genelde insanın içini bayan sözde "sanat" filmlerinde. Senaryonun mide kaldıran niteliğine mi tahammül edeyim, film dilinin mi tadını çıkarayım, şaşırıyorum çoğunlukla. Galiba Kurosawa ve Kubrick ile birlikte bu işleri ana akım sinemada yapan son ustaları da kaybetmişiz. gezgin22011-09-22T00:15:56.721+ İlk 3D Türk Filmi... ...ni kim çekecek acaba? Fikrin kendisi bile insanı heyecanlandırıyor değil mi? Sabahtan akşama kadar uyduruk senaryoları kimin kimden çaldığını tartışan bir sektörde birilerinin, gözlerini bu kısır kavgadövüşün dışında bir yerlere dikmiş olması ihtimali... Burada, Panasonic'in yukarıda fotoğrafı yer alan kamerasıyla ilgili biraz daha bilgi var. Ama çok değil. Lakin kamera gerçek ve insanı gerçekten de heyecanlandıracak basitlikte. Siz hayal kurmaya başlayın, iki seneye kadar elinizde olur. Ya da seneye. Kim bilir?!

157

*** Güncelleme (7 Şubat 2010): Kullanımı nispeten kolay olan 3D kamera üretimiyle uğraşan başka şirketler de var. Bunlardan biri de İkonoskop. Linkteki kamera "full HD" görüntüleri RAW olarak kaydedecek, ve ağırlığı da yaklaşık 3 kg olacak. Kamera, tıpkı Panasonic'te olduğu gibi, sipariş üzerine imal edilecekmiş. gezgin02011-09-22T00:15:56.685+ Ritm Siyasimsi yazı. Tarzı sevmeyen okumasın... *** Ülkenin gündemine askerlerle ilgili olarak düşen olayların, daha doğrusu bu olayların bize yansıtılışların bir ritmi, belirli aralıkları var. Buna dikkat edin. Size sunulan şeylerden çok, hatta en çok buna dikkat edin. Kafanız ne zaman bulandırılıyor? Ne zaman bir bomba ("haber bombası") patlatılıyor? Hangi olaylar gözünüzden saklanmaya çalışılıyor. Buna dikkat edin. Böylece, bu "haber bombaları"nı atanların kim olduğunu, ya da en azından kimden yana olduğunu ve amaçlarının ne olduğunu anlayabilirsiniz. İyisi mi, büyük bir duvar takvimi alın. Hani şu yılın bütün aylarını ve günlerini bir kerede gösteren, dev takvimlerden. Ve hükümetin fena çuvalladığı ya da zam yapmak üzere olduğu ya da dış politikada önemli bazı gelişmelerin olduğu anlar ile bu "haber bombaları"nın patlatıldığı zamanları farklı renklerde kalemlerle işaretleyin bu takvime. O zaman ritmi siz de göreceksiniz. 21. yüzyılın belki de en büyük komplosunun, Türkiye sahnesinde nasıl sahnelendiğine, kendi gözlerinizle şahit olacaksınız. Kendine aydın diyenlerin aptallıklarına, düşünür diyenlerin sığlıklarına, politikacı diyenlerin satılmışlıklarına şaşırıp kalacaksınız. *** Bana, M. Kemal'in ölümünden sonra en ilginç dönem olarak DP dönemi gelirdi. Politik hareketlilik açısından. Artık o dönemi de geride bırakmış durumdayız bence. Birinci dünya savaşındaki işgal günlerini, hem de bu kez safların çok daha belirsiz olduğu bir versiyonuyla, tekrar yaşıyoruz. Bu dönemi akıl sağlığı ile atlatanlara şeref madalyası verilse azdır gezgin2011-09-22T00:15:56.610+ HOLMES vs. HOUSE "House" dizisindeki Gregory House karakterinin, Sherlock Holmes adlı kahramanın üzerine kurulduğunu bilmeyeniniz yoktur sanırım. Yapımcılar "tıbbi bir Sherlock Holmes" yaratmak istemişler ve başarmışlar da. House'un isminin bile (okunuş olarak) Holmes'u ne kadar çağrıştırdığına dikkat edin, yapımcılar bunu bilerek yapmışlar. Hatta Sherlock'un Watson'ı gibi House'un da bir Wilson'ı var. Orada da bariz bir isim benzerliği ve hikaye fonksiyonu yakınlığı söz konusu. *** Dikkat: Yazının bundan sonraki bölümünde Sherlock Holmes (2009) filmiyle ilgili bilgiler yer almaktadır. Eğer henüz filmi izlemediyseniz, bu yazıyı okumak seyir zevkinizi azaltabilir. *** Holmes filminin ne yazık ki seyircinin ilgisini 2 saat ayakta tutacak kadar ilginç malzemesi yok. Hikaye, büyücülük iddiasında bulunup aslında bilimsel yöntemlerle insanları kandıran/öldüren bir kötü adam ve onu durdurmaya çalışan Holmes ve Watson üzerine kurulu. Bu açıdan 19. yüzyıla uygun bir hikaye. Yani artık insanların büyü vb. gibi şeylerin etkisinden nispeten kurtulup aklın ve bilimin etkisine girdiği bir dönemde geçen, doğru bir hikaye. Ama hikayede birkaç büyük eksik var. Film her ne kadar şimdilik 300 milyon gibi bir gişe yapmış olsa da hikayedeki bu eksiklikler filmin derhal büyük bir başarı olmasını engellemiş.

158

Bunların başında kahramanımızın yeterince derin olmaması geliyor. Evet, Holmes zekasıyla başka insanların ilk bakışta fark etmediği ayrıntıları doğru yorumlayarak giz perdelerini aralıyor, ama bu bize onu sevmek için bir sebep vermiyor. Her ne kadar böyle büyük yetenekler bize karakteri bir miktar sevdirse de aslında o karakterin ruhundaki derin özlem ve acıları bilmek, bizi ona daha fazla bağlar. Bunların doğrudan açıklanması ya da gösterilmesi gerekmez (ama gösterilse her zaman daha iyidir). Ama Holmes'un neden böyle (çevresiyle uyumsuz, bohem, egzantrik, vb.) olduğunu öğrenseydik, onun için daha fazla endişelenirdik. Şu haliyle Holmes, başına hiçbirşey gelmeyeceğini bildiğimiz bir süper kahraman gibi. Eh, bu duyguya kapıldıktan sonra (yani ona birşey olmayacağını anladıktan sonra), hiçbir tehlike artık bizi gerçekten de korkutmaz hale geliyor. Holmes'un bizi yeterince etkilememesinin nedenlerinden biri de, kötü adamın niyetinin absürtlüğü ve adamın motivasyonunun zayıflığı. Kötü adam (ki bir iddiaya göre Aliester Crowley üzerine kurulmuş) bağlı olduğu gizli tarikat vasıtasıyla önce İngiltere'nin sonra da dünyanın yönetimini ele geçirecektir. Bu tür amaçları, (son ikisi hariç) Bond filmlerinde hep görmüş ve gülüp geçmişizdir. Yani insanların kendilerine hayat amacı olarak dünyanın egemenliğini ele geçirmeyi seçmesi, bana hep komik ve çocukça gelmiştir. Hele şu anda sinema seyircisi bu tür motivasyonlara çok ama çok doymuş olduğu için, kötü adamın hedefinin gerçek dışılığı bizi filmden koparmaya yarıyor, heyecanlanmamıza değil. Filmin bir başka eksikliği, yer yer başgösteren ritm düşüklüğü. Bazı sahneler ve sekanslar düpedüz yavaş. Bazı diyaloglar ve karakterler düpedüz gereksiz. Onlara ayrılacak zaman, hem Holmes'un hem de Watson'un geçmişini derinleştirmekte kullanılabilirdi. Ama yapılmamış. Sanırım bu, yönetmenin Holmes hikayelerine biraz fazla bağlı kalmak istemesinden kaynaklanıyor. Oysa adaptasyon bir film çekerken, en son düşünülmesi gereken şey orijinal eser ve orijinal eserin okuyucularıdır. Sıfırdan, saf bir sinema filmi çeker gibi düşünmelisiniz. Aksi takdirde size önemli gibi gelen ama seyircinin umrunda olmayan bir çok malzemeyi filminize doldurursunuz. Filmde en bariz şekilde beni rahatsız eden şey, müziklerdi. Hans Zimmer, filmin geçtiği dönemi ve filmin temasını neredeyse tamamen ıskalayan müzikler koymuş. Yer yer tango, çigan, vb. müzikleri duyulurken, arada bir metal bile kulağıma çalındı. Herhalde "soundtrack"i tek başına dinlemek eğlenceli olacaktır, ama filmi desteklemek yerine neredeyse bağımsız bir varlık kazanmış müzik. Bu kadar büyük prodüksiyonlarda genelde müzisyenler bu kadar büyük hatalar yapmaz, hele Hans Zimmer gibi ustalar hiç yapmaz. Meğer ki birileri onları yanlış yönlendirsin. Filmin efektleri ve yapım tasarımı da fena değildi. Ama ben biraz daha "kirli", biraz daha "grungy" ve "gritty" bir tasarım bekliyordum. Elektrik ve elektronik çağından önceki mekanik çağı daha fazla hissetmek iyi olurdu. Mevcut hali fena değil, ama 90 milyonluk bir bütçeyle daha iyisi yapılabilirdi. *** House ile ne alakası var diyeceksiniz bu yazının. Şu alakası var: Hala karşılaştığım bazı insanlar (ki bunlar eni konu akıllı ve okumuş insanlar) "House mu, o da ne?" diyebiliyorlar. Ben de şaşkınlık ile kızgınlık arasında gidip geliyorum. Son on yılda yapılmış en iyi dizilerden birini hiç izlemeden yaşayan insanlar var aramızda. Pes! House'un şöyle bir özelliği var: Sizi hemen asla hayal kırıklığına uğratmıyor. TV'de izleyebileceğiniz 40 dakikanın kırkını da, her sahne, her diyalog, her mimik ile sonuna kadar dolduruyor, hatta dibine kadar zorluyor. House sofrasından aç kalkmanız neredeyse imkansız. Bu tür dizilere, sadece dizi denilip geçilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Biraz abartılı olabilir ama geçmişte nasıl Şekspir'in oyunları, aslında düpedüz halk eğlencesi olarak yazılmışsa ve zaman içinde klasiklik değerleri anlaşılmışsa, bu dizilerden bazılarının da önümüzdeki on yılları (belki de yüz yılları) aşabilecek kalitede yazılmış bölümleri var diye düşünüyorum. Ve bu gibi (yani klasik bölümleri en fazla çıkartacak) dizilerin başında House'un geldiği kanaatindeyim. House'un yazarları ne ritm, ne süpriz ("twist") ne diyalog konusunda hedefi şaşırıyorlar. Bu kadar istikrarlı bir biçimde bu kadar kaliteli olmanın ödülünü de alıyorlar. Bildiğim kadarıyla House şu anda bütün dünyada en çok seyredilen dizilerden biri. Bunda Hugh Laurie ve diğer oyuncuların insanı sinir edecek kalitede oyunculuklarının ve çok güzel müziklerinin de payı var. Aynı bölüm içinde insanı hem güldüren, (10. bölümde Wilson'ın evlilik teklifinde gerçekten kahkahalarla güldüm), hem hüzünlendiren, hem de düşündüren ("tekrar toplu katliamlar yapacağını bildiğiniz bir soykırımcıyı öldürmek suç mudur?") bir dizi.

159

Hani zaman zaman Türk filmlerini orijinal fikirlerden yoksunlukla itham ediyorum ya. İşte bizimkilerde olmayıp da House'da olan şeyden bahsediyorum bunu derken: Orijinallik, yaratıcılık, eğlendiricilik, gerçekten komiklik. (Türk dizilerinin bu kıstaslara göre durumundan bahsetmek bile istemiyorum.). *** Neticetül kelam, Sherlock Holmes filmi, ortalama bir House dizisi kalitesinde (efektler hariç) denilebilir. Sadece o kadar doyurucu. Oysa bir sinema filmi çok ama çok daha doyurucu olmalı. Evden kalkıp sinemaya gitmenizi ve bir hafta (bazen daha uzun süre) etkisinden çıkamamanızı sağlayacak bir nitelikte olmalı. Holmes öyle bir film değil. DVD olarak izlemek daha eğlenceli olacaktır. House ise, anti-kahramanlıktan vazgeçtiği, iyi bir insan olmaya çalıştığı, hayatının aşkını en sonunda belirlediği halde ilginç olmayı ve her hafta kendisini bekletmeyi başarıyor. Holmes'a selam, House'a devam.. gezgin162011-09-22T00:15:56.566+ Just Do It! - Sadece Yap! Bu sitede zaman zaman yeni kameralardan bahseden yazılar yazıyorum. Bunu yapmaktaki tek amacım, bir sanatçı olarak sinemacının kendini ifade etme kapasitesini artıran cihazları duyurmak. Amacım hiçbir şekilde tüketim çılgınlığını destekleyecek şekilde bu malların pazarlamacılığına soyunmak değil. Yani sizi, elinizde bulunan olanaklardan soğutup, bu yeni ürünleri almaya sevk etmek istiyor değilim. Eğer elinizde henüz bir kamera yoksa ve almayı planlıyorsanız, ya da elinizde bulunan cihazların yeteneklerinden memnun değilseniz, bu kameralara (ya da diğer cihazlara) yönelebilirsiniz, diye haber vermek. Ama genç sinemacılarda (henüz kolunu bacağını anlamsız TV - reklam sektörüne tam olarak kaptırmamış olanlarda) "birgün çıkacak ve bütün dertleri çözecek" kamera bekleyişinin bir türlü bitmediğinin farkındayım. Yani öyle bir kamera bekliyorlar ki (bugünlerde bu kameranın adı SCARLET, ileride ne olur Allah bilir), 3K ya da 4K çekim yapsın, DOF'u çok sığ olsun, XLR ses girişi olsun, gece çekimleri muhteşem olsun... Bir nevi Kaf Dağının ardındaki kızıl elma. Ha, bir de ucuz olsun. Böyle bir kamera yok kardeşim. Aşağıda örneğini gördünüz. Siz bu kamerayı 2 bin dolara alır hale geldiğinizde (ki muhtemelen 2013-4'te olur bu) herkes zaten yeni 3D kameraların peşine düşmüş olacak. Yani kapitalizm size yine yeni bir kamera satmaya çalışıyor olacak. Siz hiç farkında olmadan (ya da belki biraz olarak ama umursamayarak) beyninizi yıkayacaklar, dergi yazılarıyla, bloglarla, TV programlarıyla, vb. Sizde aslında hemen hiç ihtiyacınız olmayan bir kamerayı satın alma arzusu yaratacaklar. Siz de kurulmuş robotlar gibi bu kamerayı bekleyecek, kıt kaynaklarınızı bu arzu nesnesini elde etmek için harcayacaksınız. Ama kamerayı elde etmenin sizi daha iyi sinemacı yapmadığını da tam o anda fark edeceksiniz. Bir bağımsız sinemacının ihtiyaç duyabileceği her türlü kamera şu anda 4-7 bin dolar arasında bulunmaktadır. İsim de vereyim: Panasonic HVX200A ya da HPX171; Canon XH-A1, Sony Ex1 ya da EX-3 artı NanoFlash (NanoFlash'sız Canon ya da Sony önerilmez), ve güzel bir Redrock ya da Letus DOF adapter. Güzel bir de Rode NTG3 shotgun mikrofon, ses kayıt cihazı (bunu kiralayın, mümkünse Sound Devices), birkaç bin wattlık çeşitli ışıklar (tungsten ve Kino) ve 4 çekirdekli aslan gibi bir kurgu bilgisayarınız var ise ya da farklı kişilerde de olsa bunlara erişebiliyorsanız, hiçbir kamerayı ya da diğer cihazları beklemenize gerek yok. Bekliyorsanız, ya aptalsınız demektir, ya beyni yıkanmış, ya da korkak. Gece çekimleri mi zayıf? İyi aydınlat kardeşim. DOF mu fazla? Adaptör tak, bir iki f-stop kaybedersin, yine iyi aydınlat! Hatta sahnenin parlak yerine göre görüntüyü ayarla, sonra postta istediğin gibi diğer tarafları karartabilirsin (Apple'ın COLOR'ı ya da Magic Bullet ile). Fazla sızlanma. Kamerayı bekleyeceğine kurgu, sahne içinde gerilim yaratma, sahneleri anlamlı ve heyecan verici şekilde birbirine bağlama, müzik ile dramatik etkiyi artırma konularını öğren. Hollywood Camera Works'u bul, bin defa seyret. Ağlamayı kes. Film çekmek için elinde her türlü imkanın var artık. Ha, çektiğin film gişede iki seksen yatıyor mu? En başa dön. Senaryodan başla. Çünkü çok büyük bir ihtimalle daha hiç çekilmemesi gereken bir filmi hayata geçirme hatası yapmışsın demektir. Akıllan. Daha fazla oku. Başarılı örnekleri daha fazla incele. Ama ağlama. Sadece yap gezgin72011-09-22T00:15:56.663+

160

Nihayet SCARLET! Scarlet'i duymayan yoktur. RED'in yavrusu. En sonunda CES'te tanıtımı yapılmış bulunuyor. Daha önceden sadece prototiplerini görürken artık üretime yakın bir versiyonu karşımızda. Kameranın fotoğraflarını burada bulabilirsiniz. Bakalım Canon ile çekişmesi nasıl geçecek. Orta ve uzun vadede sinemacılar, kısa vadede ise şirketler kazanacak.. yine. Hadi hayırlısı! gezgin42011-09-22T00:15:56.640+ Canon Karşılaştırması: 5D, 7D, Mark IV Yukarıda, şu anda video çeken DSLR piyasasının neredeyse tartışmasız hakimi Canon'un üç ürününün görüntülerinin karşılaştırması yer alıyor. Konuya (süje) aynı mesafede duran makinaların farklı boyutlarda çekim yapmasının nedeni, sensörlerinin büyüklüğü. 5D "full frame" (yani gerçek 35mm) iken 7D ve Mark IV öyle değil. Yine de 1:20'de gösterilmeye başlanan "rolling shutter", insanın gözlerini yaşartacak kadar önemli bir sorun. Yani neymiş: aksiyon sahneleri çekerken kamerayla hızlı pan yapılmayacakmış. Aynı şekilde bütün bu kameralarda aliasing" konusunda da dikkatli olmak gerekiyor. Ama bu iki büyük sorun (artı, ses kaydının haricen ya da juicedlink gibi bir pre-amp yardımıyla yapılması gerekliliği) dışında gayet iş gören kameralar (artık bunlara fotoğraf makinası demek ayıp olur gibi geliyor). Unutanlara hatırlatayım, 5D'nin fiyatı 2700 dolar, 7D'ninki 1700 dolar, Mark IV 5 bin dolar gezgin12011-09-22T00:15:56.677+ Hayatımız 3D Olacak ! 2010, 3 boyutlu sinemanın daha fazla konuşulduğu bir yıl olacak. Ama bu tür filmlerin ve oynatıcıların bizde 2012'den önce çok yaygınlık kazanacağını sanmıyorum. Zira HD daha yeni yeni önemli sayılabilecek bir izleyici kitlesine ulaştı. (Şu an itibariyle HD olarak DVD'si çıkartılan Türk filmlerinin sayısı... 2, yazıyla İKİ: Üç Maymun ve Nefes. Gerisini siz düşünün.). Ama kaçınılmaz eğilim 3D yönünde gibi duruyor. Bunu CES'te duyurusu yapılan cihazlardan, filmlerden, ve uygulamalardan anlayabiliriz. Aşağıda bahsettiğim kamera bile tek başına 3D'nin ne kadar ciddiye alındığını gösteriyor. Panasonic, tıpkı HVX'te olduğu gibi (hatırlarsanız orada kaset yerine SSD'lere kayıt yapan ilk şirket Panasonic idi ve herkes dalga geçmişi. Şu anda ise bütün şirketler aynı yolda yürüyorlar ve Panasonic'e ettikleri lafları yutmuş görünüyorlar) 3D'de de öncülüğü kimseye bırakmayacak gibi. Fakat 3D kameralar, onları gösterecek ekranlar ya da projeksiyon cihazları vb. olmadan hiçbir işe yaramaz. Yine aşağıda Sony ve Panasonic'in 3D gösterebilen TV'lerinden bahsetmiştim. LG, JVC ve Samsung da bu kafiledeler. Yani 2010 yılında 3 boyutlu film gösterebilen TV'lerini satışa sunacaklar. Tabi bu filmleri oynatacak oynatıcılar da lazım. Yine Panasonic, Samsung ve Sony, 3D oynatıcılarını bildirmiş durumdalar. İşin ilginç yanı, 3D'nin gösteriminin sadece TV'ler ile sınırlı olmaması. Ev projeksiyon cihazları, laptoplar, hatta akıllı telefonlar bile 3D gösterebiliyorlar. ACER'ın 3D gösteren bir laptopundan aşağıda bahsetmiştim. MSI'ın da böyle bir laptopu varmış, ASUS'un da. 3M şirketi, gözlüksüz kullanılabilen 3D ekranlar üretmeyi başarmış. Bugünlerde sinemalarda gişe rekorları kıran AVATAR'ın bluray'de 3D olarak da yayınlanacağına şüphe yok. Ama onun tarihi henüz belli değil. Tarihi belli olan bir film ise Jim Carrey'nin "oynadığı" "A Christmas Carol". Disney bu filmi 2010 sonbaharında 3D bluray olarak çıkarmaya karar verdiğini duyurmuş bulunuyor. Olay bununla bitmiyor. Bazı TV kanalları da 3D yayın yapacaklarını açıkladı. Örneğin DIRECTV ve ESPN. Bizde daha HD'ye yeni yeni geçildiği için 3D konusunda yakın zamanda fazla ümitlenmemek lazım. O vakte kadar bluray diskler ile idare etmek gerekecektir. (Güncelleme: Şuradaki habere göre Discovery, Sony ve IMAX ortaklaşa kuracakları bir kanalda 2011 yılında 24 saat 3D yayın yapmaya başlayacaklarmış.)

161

*** Yine de bütün bunların, senaristlerin, görüntü yönetmenlerinin, ve yönetmenlerin sanatlarını icra ederken kullanacağı yeni araçlardan başka birşey olmadığını unutmamak gerekiyor. Yani bir film 3 boyutlu çekiliyor diye, gişe başarısı garanti olmayacak. İyi hikayesi olan film, değil üç boyutlu, siyah beyaz olsa bile seyircisini bulacaktır. Her zaman olduğu gibi, aslolan hikâyedir gezgin22011-09-22T00:15:56.740+ Panasonic 3D Kamera - Sipariş Üzerine, 21 000 Dolara Türkçeleştirmeye vaktim yok. Anlayanlar anlamayanlara anlatsın... - g.g. *** Panasonic Corporation will release the world's first* professional, fully-integrated Full HD 3D camcorder in Fall 2010. The company will begin taking orders in April. Engineering samples of the professional Full HD 3D solid-state camcorder will be exhibited at the Panasonic booth (Las Vegas Convention Center, Main Hall, #9405) at the 2010 International CES in Las Vegas, USA, from January 7-10. Easier to Use Current 3D systems are large-scale setups in which two cameras are fitted to a rig in parallel, or vertically intersect across a half-mirror. Separate recorders are also required. In Panasonic's new Full HD 3D camcorder, the lenses, camera head, and a dual Memory Card recorder are integrated into a single, lightweight body. The camcorder also incorporates stereoscopic adjustment controls making it easier to use and operate. The twin-lens system adopted in the camcorder's optical section allows the convergence point** to be adjusted. Functions for automatically correcting horizontal and vertical displacement are also provided. Conventional 3D camera systems require these adjustments to be made by means of a PC or an external video processor. This new camcorder, however, will automatically recalibrate without any need for external equipment, allowing immediate 3D image capture. More Flexible The solid-state memory file-based recording system offers greater flexibility to produce Full HD 3D videos in more challenging shooting environments. The camcorder is lighter weight and smaller than current 3D rigs, while providing the flexibility of handheld-style shooting. Setup and transportation is simplified, making it ideal for sports, documentary and filmmaking projects. Solid-State Reliability and Workflow Right and left Full HD video streams of the twin-lens 3D camcorder can be recorded as files on SDHC/SD Memory Cards, ensuring higher reliability than on other tape, optical disc, HDD or other mechanicalbased recording systems. This solid-state, no-moving-parts design will help significantly reduce maintenance costs, and the 3D camcorder will be better able to perform in extreme environments and be more resistant to temperature extremes, shock, and vibration. And users will enjoy a fast, highlyproductive file-based workflow, with instant, random access to recorded content; easy plug-in to both Mac and PC-based platforms; and longer recording capacity. More Affordable Using a standardized, fully integrated design, the Full HD 3D camcorder will be offered at a much lower price than traditional 3D rigs. Transportation expenses for this handheld unit will be less and faster setup times reduce labor costs. Using standard, re-recordable SDHC/SD Memory Cards available already everywhere, media costs become almost insignificant.In addition to a camcorder, Panasonic also plans to offer a professional-quality 3D Full HD LCD monitor for field use as well as a professional HD digital AV mixer for live event production. Panasonic will offer professional production equipment to allow video professionals to efficiently create 3D content, so consumers can enjoy 3D video using Panasonic 3D home theater systems. Major Specifications (tentative)

162

Product Name: Twin-lens Full HD 3D camcorder (made-to-order)Suggested Retail Price for Main Unit: $21,000Available: Fall 2010 (made to order)Power Consumption: Under 19 W (main unit only)Weight: Under 3 kg (main unit only)Recording Media: SDHC/SD Memory Card * As an integrated twin-lens Full HD 3D camcorder capable of recording Full HD 3D video to Memory Cards. As of January 2010 (based on our investigation) ** The point at which the left and right-camera lenses' optical axes converge Development Background Movie companies and content producers are eager to produce more 3D content. 3D video is set to become a mainstream motion picture technology. In response to the resurgence of 3D movies, in September 2009, Panasonic proposed the world's first 3D home theater systems, based around 3Denabled Blu-ray Disc players and Plasma TVs (announced and exhibited at CEATEC 2008). In February 2009, the company established the Advanced Authoring Center (within Panasonic Hollywood Laboratory) - at which 3D movies are authored for replication on 3D Blu-ray Discs (announced at CES 2009). Currently, producing 3D movies is a painstaking process. Panasonic intends to promote the production of high-quality 3D video content by accelerating the development of 3D video production systems designed to boost production speed and efficiency. Differences from conventional 3D camera systems: Conventional 3D camera systems are built from two off-the-shelf film or broadcast cameras. Normally, the two cameras are installed horizontally and side by side, with the right and left camera axes approximately 6.5 cm apart - equivalent to the distance between the human eyes - to create binocular parallax. This can be done with small cameras, but broadcast or film cameras cannot be installed side by side since their bodies and lenses are too large. They must be installed vertically using half-mirrors, or mounted on metal frames called rigs, using prisms. This results in a bulky system that must be carefully adjusted to prevent the right and left cameras from going out of alignment before image capture. In addition, if the system is moved, the shock or vibration inevitably puts the cameras out of alignment, making frequent re-adjustment necessary. In this fully-integrated Full HD 3D camcorder that Panasonic has developed, the two lenses, camera head, and memory card recorder are incorporated into a single compact housing. Unlike large 3D camera systems, this camcorder allows video shooting with greater mobility and from all angles; significantly reducing the time required for set up and adjustments, thereby leaving more time for creative activities. Convergence Point Adjustment The convergence point is the point at which the left and right cameras' optical axes converge to produce 3D images. To take natural-looking 3D video, the convergence point needs to be adjusted to match that of a human's eyes, whose convergence point varies according to the closeness of the objects being viewed. Panasonic's new Full HD 3D camcorder adopts newly-developed twin-lens system that realizes convergence point control with its integrated design. gezgin02011-09-22T00:15:56.593+ Nasıl Yapmışlar: AVATAR DİKKAT: Aşağıdaki videolarda, filmin içeriği ile ilgili bazı görüntüler bulunmaktadır. Eğer filmi henüz izlemediyseniz, bu görüntüleri izlemek film izleme zevkinizi etkileyebilir. *** Çok kısa sürede (17 gün) 1 milyar dolarlık gişe başarısı elde eden AVATAR'ın arkasında çok farklı teknolojiler var. Bunlardan bir tanesi oyuncuların performanslarının bilgisayar ortamına aktarılmasıyla ilgili. Bir başkası da burada: Bir de genel olarak filmin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili bir James Cameron röportajı var aşağıda. AVATAR'ın "Sahne Arkası"nı anlatan bir başka video: Cameron 3D kamera yaparken karşılaştığı güçlükleri ve bunları nasıl aştığını da anlatıyor: 163

Filmin animasyon sorumlusunun da söyleyecekleri var. Vince Pace ile yapılan bir röportaj. Sonunda, filmde kullanılan kamerada da gösteriliyor. gezgin52011-09-22T00:15:56.628+ AVATAR: James Cameron Neleri Daha İyi Yapabilirdi DİKKAT: Bu yazıda AVATAR filmi hakkında ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Eğer filmi izlemediyseniz bu yazıyı okumak film izleme zevkinizi azaltabilir. *** AVATAR filmi görsel olarak çok etkileyici olmasına karşın senaryo açısından daha önceki Cameron filmleri kadar güçlü değil. Hikaye, özellikle de görsel efektlerin etkisi ile, insanı iki buçuk saatin nasıl geçtiğini unutturacak kadar akıcı, ama Cameron’un diğer hikayelerindeki duygusal vuruculuktan ve pırıltıdan uzak. Bunun bazı örneklerini aşağıda sıraladım: 1) Cameron, ana karakteri yeterince sevmemiz için bize vakit ve malzeme vermiyor. Hemen şöyle bir örnek vereyim: Terminator 2 filminde çocuk John Connor karakterini sevmemiz için bize birçok vesile sunuyordu. John Connor’ın koruyucu ailesinin yaşadığı mutsuz hayat, genel olarak sisteme ve yasalara karşı duruşu, çocuk yaşta bile liderlik özellikleri göstermesi, sırf eğlenmek için suç işlemesi ve bunu da zeki bir biçimde yapması. Titanic’e bakalım. Jack, bir kumarbazdır. Hayatının en büyük yolculuğunun biletini bir kumar masasında elde eder. Arkadaşı Fabrizio ile arası gayet iyidir. Resim yeteneği vardır. O da toplumsal hayatın kendisine dayattığı kuralları pek takmayan bir karakterdir. Bu sayede ona karşı da muhabbet beslemeye başlarız. Oysa AVATAR’daki Jake Sully, belden aşağısı felçli bir deniz piyadesi olmanın ötesinde bize çok fazla şey ifade etmez. Biraz aptal birine benzemektedir. Asker olduğu için emirleri yerine getirmekten başka pek bir şey düşünmüyor gibidir. (Her ne kadar filmin ikinci bölümünde bu özelliğinden vazgeçse de, filmin en başında sırada bir emir eri olduğu izlenimine kapılırız.) Başka filmlerdeki sevimli karakterlere de bakalım. Örneğin Kurtarla Dans’taki John Dunbar (Kevin Costner). O da bir asker olmasına karşın özelde askerliği, genelde de içinde büyüdüğü medeniyeti sevmemektedir. Filmin en başında yaptığı kahramanca hareket (filmi izleyenler hemen hatırlayacaktır) sayesinde kendi tarafının bir muharebeyi kazanmasını sağlar. Aynı zamanda kendisinin ne kadar gözü pek, hatta intihar eğilimli olduğunu da görürüz. Son Samuray’da Nathan Algren’i (Tom Cruise) sevmemizin nedeni de John Dunbar’ınkine benzemektedir. O da askerlik mesleği ile ilgili olumsuz duygulara sahiptir. Silah tüccarlarının insanları daha iyi öldürmek için ürettikleri aletlerin satışında yer almaktan - ve geçmişteki bazı deneyimlerinden - öylesine rahatsız olmaktadır ki bu rahatsızlığını alkol ile boğmaya çalışmaktadır. O da filmin nispeten başlarında kendi hayatını gereksiz yere tehlikeye atarak hayata dair sorgulamasını somut bir biçimde ortaya koyar. Oysa Jake Sully’de böyle bir şey görmüyoruz. Jake, felçli olmasına karşın asker kişiliğini büyük bir memnuniyetle korumakta gibidir. Kardeşinin ölümüne dair bile doğru dürüst bir duygu ifade etmez. Tek amacı “kendisine değecek bir amaç gösterilmesi”dir. Bütün bu durumlar, Jake’i yeterince sevmememize yol açıyor. Seviyoruz, ama Jack Dawson ya da John Connor ya da John Dunbar ya da Nathan Algren kadar değil. 2) James Cameron AVATAR’daki diğer önemli karakterleri de yeterince derinleştirmiyor. Yani ne Grace (S. Weaver) ne Jake’in diğer arkadaşları, ne de Kötü Adamlar (Şirketin Adamı ve Asker) yeterince duygu uyandıracak kadar bize tanıtılmıyor. Ana karakterlerde duygu uyandırma tekniklerini biliyorsunuz. Yan karakterlerde ise bunu genelde ilginç diyaloglarla yaparsınız. Yani o karakterin geçmişi hakkında uzun uzadıya bilgi vermezsiniz (veremezsiniz, zira vakit yoktur) ama yine de o adamın ya da kadının normalin dışına çıkan bazı davranış ve sözlerini seyirciye sunmak suretiyle seyircinin onunla duygusal bağlantı kurmasını sağlarsınız. Burada Son Samuray’dan örnek vereyim. Bu filmde hatırlarsanız Nathan Algren’in düşmanları önce Samuraylardı. Ama Samuraylar öyle güzel bir hayat süren öyle onurlu insanlar ki, Nathan Algren onlarla bir süre yaşadıktan sonra onlara hayran olmamak (saygıları, savaşçı nitelikleri, doğayı kucaklamaları) elde olmuyordu. Bu kez Kötü Adam, Amerikalılar ve Batı özentisi Japonlar olarak sunuluyordu. Bu iki cephe de iki kişi ile somutlaştırılıyordu. Nathan Algren’in komutanı olan Yüzbaşı ve Omura. Bu iki kişiden de iliklerimize kadar nefret edecek kadar onları tanıyorduk. 164

Oysa AVATAR’da, en fazla zaman ayrılan kişi Jake olmasına karşın onunla bile doğru dürüst duygusal bağlantı kurmamız sağlanmıyorken, yan karakterlerle ilgili böyle bir derinleştirme uygulaması beklemek abes olur. Yine de bu süreç içinde NEYTİRİ’nin diğerlerinden daha ön plana çıktığını söylemek mümkün. Üç metre boyunda olan bu kuyruklu mavi yaratık, bizde en fazla duygu uyandıran karakter olarak ön plana çıkıyor. 3) Yukarıdaki maddenin daha spesifik bir tarafına daha değinmek gerekiyor. Bunu da yine Kurtlarla Dans ve Son Samuray üzerinde yapacağım. AVATAR filminde Jake Navilere katıldıktan sonra, Neytiri haricinde hiçkimse ile olumlu ya da olumsuz büyük bir etkileşime girmiyor. Belki sadece Neytiri’nin müstakbel eşi hariç. Onunla da sadece bir iki defa karşı karşıya geliyorlar, o kadar. Ne Navilerin şefi, ne onun karısı, ne de başka birisi. Navilerden - Neytiri hariç – hiçkimse ön pana çıkmıyor. Kurtlarla Dans’ta ise bunun tam tersi söz konusu. John Dunbar Kızılderili tercümana aşık olmanın yanı sıra Şef ile büyük bir dostluk kuruyor. Ayrıca –şimdi adını hatırlamadığım- genç ve atılgan savaşçı (“good.. trade”) ile de ilginç bir dostluk kuruyor. Son olarak da bizon avı sırasında hayatını kurtardığı Kızılderili çocuk var. Bütün bu kişiler, Kızılderili kabilesinin bizim gözümüzde daha kanlı canlı, daha somut insanlar haline gelmesine sebep oluyor. Aynı şey Son Samuray’da da var. Nathan Algren sadece öldürdüğü adamın karısı ile duygusal yakınlık kurmuyor. Aynı zamanda Samuray ayaklanmasının lideri Katsumoto ile de yakın dostluk kuruyor. Yine Katsumoto’nun oğlu ile de ilginç bir arkadaşlık geliştiriyor. Öldürdüğü adamın oğlu ile kurduğu ilişki de ilginç. Düpedüz çocuğun babasının yerini alıyor. Ama en ilginç ilişkiyi sanırım kendisine en başta son derece gıcık olan kılıç ustası ile kuruyor. Başlarda kendisine son derece gıcık olan ve yağmurlu sahnede eşek sudan gelene kadar kendisini döven bu adamla daha sonra sessizlik üzerine kurulu ama çok derin bir dostluk geliştiriyor. Bütün bu ilişkiler bizim Samurayları daha iyi anlamamıza ve had safhada sevmemize neden oluyor. Öyle ki filmin sonundaki savaş sahnesinde ölen her Samurayla birlikte biz de üzülüyoruz. James Cameron ise AVATAR’da bunu pek yapmamış. Daha önce de dediğim gibi Neytiri haricinde duygusal olarak bağlandığımız bir Navi yok. Bu da büyük katliam sırasında onlar için çok üzülmemize engel oluyor. 4) Senaryonun büyük süprizlerden uzak olması da, dikkat çeken eksiklerden birisi. Yani filmin herhangi bir anında büyük bir süprizle karşılaşmıyoruz. Mesela ben filmi ilk izlediğimde, Naviler arasında bir başka Avatar’ın daha olmasının ama kimsenin bunu bilmemesinin ne kadar ilginç olacağını düşündüm. Sırf filmin fazla doğrusal hikayesini biraz sarsmak için. Ama böyle bir şey çıkmadı. *** Yine de filmde çok ama çok güzel sahneler ve buluşlar var.Ve bunları izlerken tam anlamıyla mest oluyorsunuz. Hatta James Cameron sanki hikayedeki zayıflıkları biraz bu buluşlarla örtmüş gibi. Yani isteseydi eminim daha derin ve detaylı bir hikaye çıkarırırdı ortaya, tıpkı daha önce yaptığı gibi. Ama ya buna gerek görmemiş, ya da vakit bulamamış. Eğer bulsaydı, AVATAR gerçekten de gelecek on yılın en iyi filmlerinden biri olmaya aday olurdu. Bir Matrix ya da Fight Club gibi. Yine de (özellikle de aşağıdaki yazıda belirttiğim 3d televizyonlar çıktıktan sonra) uzun süre konuşulacak bir film olmaya devam edecektir. Hele ikinci ve üçüncü filmleri de çekilirse. Cameron’dan belli olmaz. İlk film kadar –hatta daha güzel– ikinci filmler çeken başka kaç kişi tanıyorsunuz? gezgin12011-09-22T00:15:56.595+ Yaratıcı Özgürlük Senaristlerin elini kolunu bağlayan şeylerden biri de, bütçedir. Yani bütçenizin elvermediği şeyleri yazmak, senaryonuzun satın alınmamasına, çekilmemesine, ya da büyük ölçüde değiştirilmesine neden olabilir. Ama AVATAR'da en üst düzeyde gördüğümüz bilgisayar destekli görüntüler, size imkansız gibi görünen mekanlarda çekim yapma (aslında, çekim yapmış hissi yaratma) olanağını tanıyor. Aşağıdaki videoda bunun şaşırtıcı örnekleri görebilirsiniz. Burada gördüklerinizin hepsi, son derece profesyonel uygulamalar. Yani ev bilgisayarınızda oturup bu kalitede birşey yapmanız (eğer bizzat Stu Maschwitz değilseniz) biraz zor. Yine de bu gibi uygulamalar 165

artık yapımcıları belini kırmayacak ücretlere yapılabiliyor. Bu nedenle senaryolarınız yazarken kendinizi biraz daha özgür hissedebilirsiniz gezgin22011-09-22T00:15:56.579+ Üçüncü Boyut - AVATAR ve Diğerleri Görünüşe göre sinema ve benzeri görsel sunumlarda üç boyutlu (3d) görüntüler, kısa bir süre sonra çok daha fazla yaygın bir hal alacak. Ve tıpkı artık siyah beyaz filmleri biraz yadırgayarak izlememiz gibi, iki boyutlu çekilmiş ve sunulmuş filmleri de yadırgayarak hatırlayacağız. Bugüne kadar çok sayıda 3 boyutlu film çekilmesine karşın, sanırım bu alanda şimdilik zirve AVATAR'a ait. Ama ilginç bir biçimde, 3. Boyut, AVATAR'ın en güçlü yönünü meydana getirmiyor. Hatta bir noktadan sonra ikinci planda kalıyor. AVATAR'ın en büyük numarası, artık gerçekten de gerçek gibi görünen CGI (Bilgisayarda Üretilmiş Görüntüler). 3 Boyutlu sunum ise işin tuzu biberi, hatta pazarlama kancası gibi görünüyor. CGI için söylenecek artık pek fazla şey kalmamış. Yani James Cameron ve WETA (Peter Jackson'un şirketi) bu işi son noktaya taşımışlar. 1980'lerin sonlarında başlayan devrim, artık nihayete ermiş ve sistemin bir parçası haline gelmiş bulunuyor. Bu devrimin ilk anlarında ve en büyük savunucularının başında yine Cameron vardı. "Abyss" (ki o "Sudan Dokungaç" sahnesi hala çok etkileyicidir) ve "Terminator 2" filmleri ile dijital sinemaya öncülük yapmış bu şahsiyet, bir ömre ikinci bir devrimi de sığdırmayı başarmış bulunuyor. Bu devrim de 3d sinema, tabii ki. Konuyu takip edenler bilir: 3d, sinemada çok uzun süredir var olan bir uygulama. Yakın zamana kadar en çok bilinen sunuş şekli, biri kırmızı diğeri yeşil camı olan gözlüklerle seyredilebiliyordu. Ama deneyenler bilir, bu şekilde izlenen filmlerin pek de insanı içine çektiği söylenemez. Cameron'un yaptığı yenilik, insan gözü gibi hareket eden dijital bir 3d kameranın geliştirilmesine (PaceCameron Fusion kamerası) vesile olmak ve bunu, dünyanın her yanındaki sinemaların kullanmak istemesine yol açacak bir filmde kullanmakta ısrar etmek. Eğer Cameron gibi bir adam (ki 12 yıldır, dünyanın en yüksek gişeli filminin yazar-yönetmeni kendisi) 3 boyutlu filmlere böyle bir destek vermeseydi, sinemalar bu konuda çok daha isteksiz olurdu. Ama daha bitmedi: Özellikle AVATAR'ın Bluray sunuşu, asıl kıyameti koparacak. Zira Bluray'in de 3d sunabilen bir formatı var. Ve hem Panasonic, hem de Sony bu 3d filmleri oynatabilecek TV'ler piyasaya sürmeye hazırlanıyorlar. LG de hazırlıklarını sürdürüyor. Bu Panasonic'in videosu: Bu da Sony'nin: Ayrıca ACER, 3d görüntü gösterebilen bir laptop piyasaya sundu bile. Fuji de 3d çekim yapan -evet, iki mercekli- bir fotoğraf makinası piyasaya sürdü. İşin bir başka boyutu da var. Eski 2d çekilmiş filmleri 3d'ye çevirmek de mümkün. Örneğin şu yazıda TITANIC'in 3d yapıldığı söyleniyor. Bunun nasıl yapıldığı ile ilgili bir videoyu burada, yazıyı da burada bulabilirsiniz. (Video İngilizce, ama sadece görüntüler bile birçok şeyi anlamanızı sağlayacaktır). Yani 2010, 3 boyutlu gösteri devriminin başladığı yıl olacak ve miladı da AVATAR kabul edilecek. *** Peki bütün bunlar film yapımcıları, yönetmenler, senaristler ve postçular açısından ne anlama geliyor? Ellerinde artık, senaryolarının ve filmlerinin etkisini artıracak yeni bir yöntem daha var. Ama her yöntemde olduğu gibi, bunu da hakkıyla öğrenmek biraz vakit alacaktır. Bir sene içerisinde çeşitli filmalar 3d kameralarını piyasaya sunmaya başlayacaktır. Kurgu programlarından bazılarının halihazırda 3d kurguya olanak tanıdığı biliyorum. Cineform'un sırf bu iş için ürettiği bir codec'i bulunuyor: Neo3d. Burada da tanıtımı var, İngilizce Yani öğrenilecek bir sürü yeni şey daha çıktı. Eğer hikayelerinize farklı bir tat katmak istiyorsanız, bu konuda daha şimdiden bilgilenmeye başlamanızı tavsiye ederim. Zira birkaç ay (diyelim bir sene) içinde bunlar söylenti olmaktan çıkıp gerçek haline gelmeye başlayınca, hazırlıklı olmanın faydalı olacağı kanaatindeyim. *** 166

AVATAR filmine gelince: Filmi henüz iki defa izledim. İzledikçe sevilen filmlerden. James Cameron'un daha önceki senaryo işçiliklerinden biraz daha farklı, yani onlar kadar parlak değil. Ama CGI görüntüler ve 3D sunum, bu eksikliği büyük ölçüde unutmanızı sağlıyor. Filmle ilgili bir eleştiri yazar mıyım bilmiyorum. Pek gerek de yok aslında. Gidip izleyin. Mümkünse 3d, daha mümkünse IMAX 3d. Aşağıdaki video, IMAX 3d'nin nasıl yapıldığını anlatıyor (İngilizce): gezgin52011-09-22T00:15:56.667+ After Effects CS4 Dersleri – Türkçe Bu ayki (Aralık) CHIP dergisinin yanında verilen DVD'de, videolu After Effects CS4 dersleri (Türkçe) yer almaktadır. Almanızı, şimdi olmasa bile ileride kullanmak üzere bir köşeye kaldırmanızı, vaktiniz varsa da yavaştan incelemeye başlamanızı tavsiye ederim. Zaten post'un en önemli üç işlevini, üç adet Adobe ürünüyle yapabilirsiniz. Kurgu için Premiere, efektler ve renk düzenleme için After Effects, ses düzenlemesi için de Audition (aslında Protools tavsiye edilir) yeterli olacaktır. Bunların tabii ki başka firmalardan çıkan alternatifleri var. Ama birbiriyle uyum içinde çalışan programları kullanmak, birbirini tanımayan programlar arasında geçiş yapmaktan kaynaklanan sorunları asgari düzeye indirecektir. *** Bununla beraber, şu anda renk düzenleme konusunda en heyecan verici program Apple'ın Color'ı gibi (DaVinci'den önce, AE'den sonra, arada bir yerde) duruyor. Yani düzenlemeyi ona (ve tabii ki onu çok iyi bilen birine) bırakabilirsiniz. Eğer bu programı öğrenmek istiyorsanız Lynda ve VTC'nin Color dersleri var (İngilizce) gezgin42011-09-22T00:15:56.616+ "Cinematographer Style" Tanıtımı Yaşayan en önemli görüntü yönetmenlerinden bazılarından nasıl çalıştıkları, çalışırken neler düşünüp neler hissettikleri ile ilgili anlatılar. Hem eğlenceli hem de çok öğretici. (İngilizce) Orijinal DVD'yi Cinematographer Style bulmanız tavsiye olunur. DVD'de kimler mi var: Michael Ballhaus, Adam Greenberg, Russel Carpenter, Dean Cundey, Stephen Goldblat, Richard Kline, David Mullen, Vittorio Storaro, Gordon Willis (Karanlıklar Prensi - Baba'nın Görüntü Yönetmeni)... Tüm ekibi burada bulabilirsiniz. gezgin02011-09-22T00:15:56.681+ Ohio'daki Küçük Şişman Kız! Coppola yukarıdaki röportajında (1991) şöyle diyor: "Benim en büyük umudum, bu 8mm video kameralar filan çıktıktan sonra, normalde film çekemeyecek insanların aniden film çekmeye başlaması. Bir gün, Ohio'daki küçük şişman bir kız yeni bir Mozart olacak ve babasının küçük kamerasıyla güzel bir film yapacak. Filmlerin bütün bu profesyonelliği tamamen ortadan kalktıktan sonra, sinema bir sanat biçimine dönüşecek. Benim görüşüm bu şekilde." Aşağıda, bu röportajdan sadece bir sene sonra (yani 1992'de) doğan ve şimdi 17 yaşında (yazıyla ONYEDİ) olmasına karşın iki adet uzun metrajlı film çekmiş Emily Hagins'i görüyorsunuz. Ohio'lu değil (Austin, Texas'tan), şişman da sayılmaz, ama iki adet UZUN METRAJ film çekmiş durumda. Şurada, kendisiyle yapılan bir röportajı (İngilizce) okuyabilirsiniz. Filmlerinin isimleri de "Pathogen" ve "Retelling". Filmleri kendi yazmış, yönetmiş ve kurgulamış. Youtube'da kendisiyle ilgili başka videolar da bulabilirsiniz.

167

Filmlerinin görüntüleri çok kaliteli gibi durmuyor. Ama bence bu genç kızın başarısı, zihninin "uzun metraj çekmek zordur, hatta imkânsızdır" şeklinde bir yanlış düşünceyle zehirlenmemesinden kaynaklanıyor büyük ölçüde. Cesaret ve yeteneği de ayrıca takdire şayan tabii ki. Engellerimizin büyük bir bölümünün zihnimizde olduğunu, bir kez daha hatırlatmak istedim. gezgin82011-09-22T00:15:56.654+ Gölge Etme Başka İhsan Televizyon izlemek, çeşitli nedenlerden dolayı bir eziyet haline gelmiş durumda. Bunların en başında tabii ki kanalların son derece taraflı yayınları yer alıyor. Bu öyle böyle bir sorun değil. Uzaktan kumanda diye bir alet olmasa, sizi kesinlikle televizyondan kopartacak bir durum. Herkes kendi çıkarını gözetmek, kendi kampını savunmak ya da o kampın görüşlerinin reklamını yapmak için o kadar uğraşıyor ki (haberiyle, programıyla, dizisiyle ve de reklamıyla), bu kanallarda çalışanları yetiştiren öğretim görevlileri herhalde geceleri başlarını duvarlara vuruyorlardır, "bunları biz mi yetiştirdik" diye. Televizyon izlemenin gerçekten de insanı koltuğunda eziyet çekercesine kıvrandıran bir başka yönü de var. O da spikerlerin sanki Dikkat Dağınıklığı bozukluğu (ADD) varmışcasına program yapmaları ve konuklarına (ve en çok da izleyicilerine) eziyet etmeleri. Bunu biraz daha açmak gerekiyor. Özellikle tartışma programlarında (ama bu son derece sıradan bir röportajda da olabiliyor) görülen bir durum var. Programı sunan şahsın kafasında, programına davet ettiği kişinin (ki bu kişiler genelde, programa çıkmayı hak edecek liyakatta insanlar oluyor) ağzından duymak istediği bazı şeyler oluyor. Spiker (diyelim biz bunlara), aklındaki soruyu sormak ya da daha da kötüsü, karşısındakinden duymak istediklerini zorla o şahsa söyletmek için, konuşmaların doğal akışını defalarca bozup "Peki ama bir de şu var..." diye olabildiğince saygısız bir biçimde karşısındakinin sözünü kesiyor. Eğer siz, o konuğun söylediklerini dinlemeye başlamışsanız ve sözlerinin nereye varacağını merak ediyorsanız, çıldırıyorsunuz tabi: "Yahu bir sus, adam/kadın sözünü bitirsin. Sen sonra da sorarsın o uyduruk (reyting amaçlı) sorunu!" diye bağırırken buluyorsunuz kendinizi. Ya da başka şeyler. Bunun en son örneğini Gece-Gündüz programında izledim. Programı sunan Yekta adlı şahsın karşısında "Hocaların Hocası" Halil İnalcık var. Adının önüne Prof. koymak bile kelimenin değerini artırır, onun değil. Öyle bir adam. Kendi alanının dünya çapındaki en önemli şahsiyetlerinden biri. Böyle birini kendine konuk aldıysan, bırakacaksın o konuşacak. Araya girmeyeceksin, hatta nefes bile almayacaksın. (Aslında bunu yapacak, daha doğrusu böyle yapılması gerektiğini bilecek insanlar var, ama onlar da TV programcısı değil, Halil İnalcık'ın meslektaş-öğrencileri.) Lakin programın sunucusu inatla Halil İnalcık'ın ağzından bazı şeyler almaya çalışıyor. Buna İngilizce'de "to put words in one's mouth" derler, yani birinin ağzına kendisinin o anda söylemek istemediği sözleri zorla sokmak, ona zorla birşeyler söyletmek. Yekta bilmemkim, Türk tarih eğitiminin ne kadar kötü ve yanlış olduğuyla ilgili birkaç söz duymadan bu gece rahat etmeyecek gibi kıvranıyor, her fırsatta hocanın sözünü kesip konuyu buraya getirtiyor. En sonunda da muradına eriyor. (Tabi bu esnada hocanın "Batı'nın bütün amacı Osmanlı'yı kötülemektir" yönündeki sözlerini ıskalıyor. Niye? Ben söyleyeyim: Bu konu, kendisinin sonuna kadar bağlı olduğu Batı Kültürü'nü kötülüyor da ondan. Bu yüzden bununla bir saniye olsun ilgilenmiyor. Alın size bir bilişsel uyumsuzluk örneği.) Televizyon, bu tip ADD'li programcılarla dolu. Yiğit Bulut, Ruhat Mengi, M.A. Birand, Okan Bayülgen bunların en önde gelenleri. Uğur Dündar ise karşı tarafın sözünü kesmeyecek kadar terbiye sahibi. Sıranın kendi kafasındaki konuya gelmesini bekleyecek kadar nazik. Ama özellikle genç kuşak spikerler, saç baş yoldurtacak cinsten. Hem yarı cahiller, hem yeteneksizler (programcılık açısından) hem de terbiye yoksunular. *** Tabi şunu asla unutmamak gerekiyor. Televizyonların en birincil amacı insanları bilgilendirmek, haber alma özgürlüğünün hayata geçirilmesi, vs. vs. değildir. Televizyonların (buna haber kanalları da dahil) birincil amacı olabildiğince yüksek reyting alarak keselerini doldurmaktır. İkincil amacı da o kanalın sahibinin çıkarları doğrultusunda kamuoyunu yönlendirmek. Üçüncü amacı da belirli bir ideolojik ya da dini bakış açısını yaymaktır.

168

Yine de insan televizyonda, onlarca yılını akademik çalışmalara vermiş ve şöyle ya da böyle bir kariyer edinmiş insanların, program yöneticisi adlı yarı okumuş bu insanlar tarafından böyle bir muameleye maruz bırakılmasını hazmedemiyor gezgin52011-09-22T00:15:56.638+ Özgürlük ve KAOS Özgürlük başka şeydir, KAOS başka şey. Özgürlük kavramı ilk bakışta tam bir kuralsızlık durumunu çağrıştırsa da, gerçek bir kuralsızlık haliyle yan yana getirilidiğinde, hiç de öyle olmadığı derhal fark edilir. Tam kuralsızlığa verilen ad KAOS'tur. Hiçbir kuralın olmadığı, düzenin tamamen ortadan kalktığı ya da kalkmaya doğru hızla ilerlendiği bir durumdur bu. KAOS ortamı, o ortamdaki herkes için yıkıcıdır. Hiçkimseye daha güzel bir gelecek vaat etmez. Özgürlük ise o ortamdakiler açısından yapıcıdır. Bunun böyle olabilmesinin sebebi, bazı ilkelere bağlı kalmayı en başta kabul etmesidir. Yani özgürlük "mutlak" anlamda özgürlük anlamına gelmez. Bazı fıtri ("inherent") kısıtlamalar içerir. Bu kısıtlamaların ödülü, "özgür" ortamda bulunan insanların bedensel ve ruhsal sağlığı ve mutluluğudur. *** Eğer henüz fark etmediyseniz söyleyeyim: Ülkemizin şu günlerde içinde bulunduğu ortam, özgür değil çok KAOTİK'tir. Neden mi? İnanç özgürlüğü adı altında yapılan ya da izin verilen şeyler, insanları birbirine düşürmekte, çok sayıda beyinsel ve ruhsal yönden sakat insanın yetiştirilmesine yol açarak ülkenin geleceğini tehlikeye atmaktadır. Demokratik açılım adı altında yapılan şeyler, ülkeyi doğrudan silahla yıkmaya çalışanları yücelterek, vatanını korurken can verenleri ve onların ailelerini düpedüz aşağılamaktadır. Düşünce özgürlüğü adı altında söylenenler ve yapılanlar, bu ülkenin kurucularına ve temel kurumlarına doğrudan bir hakaret ve saldırı niteliğindedir. *** İnanç, düşünce , demokrasi, vb. alanlarında bizden beş-on kat daha "özgür" olan Batılı ülkelere giden, orada bulunan herkes, özgürlük ile KAOS aradaki farkı hemen görecektir. Biz şu anda "Cehenneme Giden Bir Otoyol"dayız, sadece bunun farkında değiliz gezgin92011-09-22T00:15:56.738+ Aşk Geliyorum Demez: Ama Hikaye Gidiyorum Der Uyarı: Bu yazıda "Aşk Geliyorum Demez" filmi hakkında bilgiler yer almaktadır. Yazıyı okumak, filmi izlemekten alacağınız zevki azaltabilir. *** Murat Şeker'in bir önceki filmi olan "Aşk Tutulması"nın yarısına kadar dayanabildiğimi söylemiştim. Aslında "Aşk Geliyorum Demez" de çok farklı bir film değil. Ama bu kez filmi DVD'de değil de sinemada izlediğim için, sonuna kadar dayandım. Aslında "dayandım" biraz abartılı bir ifade oldu. Zira bu film, "Aşk Tutulması" kadar eziyet niteliğinde bir film değil. Kötü ve yavan da olsa bir senaryosu var ve filmin nereye doğru gittiğini eni konu en baştan itibaren biliyorsunuz. Ama asıl mesele, film varacağı yere giderken, bizi duygulandıracak, heyecanlandıracak, şaşırtacak fikirler içeriyor mu? Bunu merak ediyorsunuz. Yani neticede asgari beş yüz bin dolar verilerek yapılmış gibi bir film. Herhalde birkaç güzel fikir de vardır, değil mi?

169

İşte filmin sizi şaşırtan tarafı burası: içinde Allah için bir tane bile orijinal ya da ilginç fikir yok. Murat Şeker (hem yazar hem yönetmen) ve yazar arkadaşı, eski Yeşilçamcıların dahi yapmadığını yapmış ve insanı baştan sona sıkan, sıfır süprizli bir senaryoya imza atmayı başarmışlar. Filmde o kadar çok eksik var ki, sıralamakla bitecek değil. Ama en belirgini, filmin "plan" bölümünün çok zayıf olması. Truby'yi bilenler hemen hatırlayacaktır. Kahraman sorunla karşılaştıktan sonra bir plan yapar ve bu planı uygulayarak sonuca ulaşmaya çalışır. Ama işler istediği gibi gitmez, planında birçok değişiklik yapmak zorunda kalır, vs. İşte filmleri en çok ilginç kılan şey, bu "plan"ın ve onda yapılmak zorunda kalınan değişikliklerin orijinalliğidir. Yazar(lar)ın en fazla kafa patlatması gereken yerlerin başında, bu planın orijinal ve ilginç olması gelir. Karakterlere ilginç arka planlar, diyaloglara yaratıcı sözler bulmaktan çok, buna kafa yormak gerekir. Zira seyirciyi filme bağlayan şey, karakterin ilginçliğinden çok (ki o da önemlidir ama) hikayenin şaşırtıcı dönüşlerle ("twist") ilerlemesidir. Anlaşılan Sugarworkz yapım, böyle bir beyin mesaine gerek duymadan (ya da daha kötüsü, bulduklarını orijinal ve ilginç zannederek) film çekebileceklerini düşünmüşler. Eh, başrollerde iki yıldız oyuncu (Bergüzar Korel bu rol için 7 ila 10 yaş geç kalmış) ve yan rollerde de bildik TV komedyenleri olunca, ellerinde gişe garantili bir film olduğu sonucuna varmışlar. Bu filmin gişesi de yaklaşık 300-400 bin civarında olur. Öldürmez de oldurmaz da. Ama asla ve asla tekrar dönüp izlemek isteyeceğiniz, kalbinizi ısıtan, her izlediğinizde sizi şaşırtan filmlerden biri değil. Sıradan bir "House M.D." bölümünde bile, bu koskoca filmdekinden üç kat daha fazla materyal var. Sonra da merak ediyorsunuz, "Neden bizim filmlerimiz dışarıda rağbet görmüyor?", hatta "Neden yeterince gişe yapmıyor?" diye. Cevabını hemen söyleyeyim: Yeterince kafa patlatmadığınız, orijinal fikir bulmadığınız, bulduğunuz fikirlerin orijinal olup olmadığını anlamadığınız için gezgin82011-09-22T00:15:56.562+ Kış Masalı: Şahlanamayan At "Kış Masalı"nın sorununu anladım ama bunun için yapacak birşey yok artık. Dizinin reytinglerde hep 7 ila 10. sıralar arasında gidip gelmesi ve bir türlü (dizideki at gibi) şahlanamaması, senaristin hikayeyi eksik kurmasından ve bu eksikliği de bir türlü gidermek istememesinden kaynaklanıyor. Nedir o eksiklik? Dizinin çatışmaları zayıf kurulmuş. Hatta çatışma olması gereken bazı yerlerde güller açmış. Karakterlerin içleri yeterince doldurulmamış. Arada sırada güzel sayılabilecek anlar yaratmalarına karşın herhangi bir gerçek motivasyona sahip değiller. Ve bütün bunların Mahinur Ergun'un kaleminden çıkmış olması, işleri daha da acayipleştiriyor. İlk saptamama, yani çatışmaların zayıflığına ya da namevcudiyetine gelirsek: Dizinin ana çatışması kimler arasında tam olarak anlamadım açıkçası. İlk bakışta Masum ile Ali Murat arasında bir çatışma varmış gibi görünüyor. Oysa öyle bir çatışma yok. Sadece arada sırada hafif bir sürtüşme var, o kadar. Zira herkes olmak istediği yerde. Yani Masum Esmer'i elde etmiş durumda, Ali Murat da erkek çocuğunu. Aralarında bu yüzden fazla bir çatışma yok. (Benim bu diziyi en baştan sevmemin nedeni, ilk bölümlerde Esmer'in, hem Masum hem de Ali Murat için bir değişim katalizörü rolü oynamasıydı. Yani hem Masum'un şehirli sahte hayatını, hem de Ali Murat'ın feodal kırsal hayatını allak bullak edecek gibiydi. Ama ne yazık ki bu durum fazla sürmedi. Herkes eski hayatlarına fazlasıyla mutlu memnun devam ediyor.) Masum-Ali Murat çatışması dışında, iki ailenin büyükleri arasında da kanlı (dramatik kan) ve uzun sürecek bir çatışma bekliyordum ben. Heyhat, orada da çatışmadan eser yok. Meğersem aile büyükleri otuz beş yıl önce yarım bıraktıkları bir romansa kaldıkları yerden devam etmek istiyorlarmış da, bunca sene beklemişler. Her ne kadar Ali Murat'ın annesinin arada sırada "kötü kadınlara" yakışır bazı girişimleri olsa da, kendisini sık sık Masum'un dedesinin yanında bulması insanı sinir ediyor.

170

Ana çatışmaların olması gereken yerde yeller esince, hikayeyi ilginçleştirmek yan karakterlere kalıyor. Masum'un sakat ağabeyi ile eşi arasındaki sürtüşme, ya da Mamuk'un eski karısı ile yeni karısı arasındaki çatışma, ne yazık ki bu kadar büyük bir prodüksiyonu taşıyacak güçte değil. Arada sırada ilginç diyaloglar yaşansa bile, bize aradığımız dramayı vermekten uzak. Şu haliyle "Kış Masalı" çok fazla "kadın elinden çıkmış" gibi duruyor. Erkek karakterlerin hiçbiri erkek gibi davranmıyor. Yani gerçek erkekler gibi sorumsuzca ileri atılıp sonra sonuçlara katlanmıyorlar. Sanırım dizinin çatışma eksikliğinin temelinde bu yatıyor. Kış Masalı bir "kadın fantezisi". Bir zamanlar "Asmalı Konak"ın tek erkek (Özcan Deniz) üzerinden yaptığını (yani hem feodal hem de okumuş-medeni erkek), iki ayrı erkek üzerinden (Masum -okumuş- ve Ali Murat -feodal-) yapmaya çalışıyor. Ama olmuyor. Hikaye bir türlü güldür güldür akmaya başlayamıyor. Dizinin en heyecanlı anlarından biri (Ali Murat'ın Esmer ve Masum'a tüfeğini doğrulttuğu an) bile, o sahnede atılan fişek gibi boşa harcanıyor. Bunun nedeni de erkeklerin yeterince tutkulu olmaması. Bir tutkunun akıllarını başlarından alıp onlara bir sürü hata yaptırmaması ve bedellerini ödetmemesi. Bir de hikayenin bir hız sorunu var: yani geçen bölüm çocuğunu kaybeden Esmer bu bölümde güle oynaya ortalıkta dolaşıyor. Sanki yazar, hikayenin materyalindeki azlıktan haberdar olduğu için, en azından hikaye hızı ile bu eksikliği örtbas etmeye çalışıyor gibi. Ama bunun sonucu, seyircinin yeterince uzun duygulanamaması oluyor. Sanki senarist bizi elimizden tutmuş, bir lunaparkın içinde koşturarak gezdiriyor. Ama hiçbir eğlenceden yeterince zevk almamıza izin vermiyor. *** Velhasıl en başlarda büyük ümitler bağladığım ve erkek ruhunun da bazı özelliklerini araştıracağını düşündüğüm "Kış Masalı", tipik bir kadın dizisine dönüşmüş durumda. Kadın seyirci diziyi bir süre daha izlemeye devam edecektir ama dramatik kalitesinden dolayı değil, arada sırada bildik duygusal ajitasyon düğmelerine basıldığı için gezgin12011-09-22T00:15:56.598+ Kapışma İnsanlarda öğrenme en çok "rol modeli" üzerinden gerçekleşen bir hadisedir. Yani genç insanlar, daha yaşlıların davranışlarını taklit ederek, onlara özenerek kendi davranış modellerini oluştururlar. Toplumsal alanda son derece önemli olan "saygılı davranış" da bu şekilde öğrenilir. Büyüklerle ve yaşıtlarla ve tanımadığınız insanlarla nasıl konuşulur, onların yanında nasıl oturulur kalkılır, onlarla nasıl iletişim kurulur, hep örnekler üzerinden öğrenilen şeylerdir. Bu çağın en büyük sıkıntılarından biri, gençlerin bu konudaki terbiye eksikliği. Bu terbiyeyi vermesi gereken kişiler anne, baba, ve okuldur. Ama bu üçlü, gencin hayatındaki en önemli şeyin okul + dershane = üniversite olduğuna çoktan karar verdiği için, geri kalan her türlü eğitimi tamamen boşlamış durumdadır. Ama genç zihinler, davranışlarına nasıl yön vereceğini ister istemez sürekli olarak araştırmaktadır. Bir "rol modeli"nin yokluğunda da en yakınına, yani yaşıtlarına, arkadaşlarına bakmaktadır. Ama bunun sonucu tam bir felaket olmaktadır. Zira birşey bilmeyen insanların birbirine öğreteceği ya da birbirinden öğreneceği birşey de yoktur. Bilgisizliklerini ve kabalıklarını (terbiyesizliklerini, eğitimsizliklerini) haklı göstermek dışında. Bu "öğrenme boşluğu" sonucunda ortalık ağzı kalabalık, saygı kavramından haberi olmayan, büyük küçük ayırımından habersiz insanlarla dolmuş bulunuyor. Herkese "sen" diye hitap eden, kendisinden büyüklerle aynı söz ve davranış haklarına sahip olduğunu zanneden, kerameti kendinden menkul allamelerle adım başı karşılaşıyoruz artık. İnternette anonim kalınabilmesi, bu tür terbiyesiz insanların, seviyesiz duygu ve düşüncelerini, hiçbir sonucuna katlanmadan hemen her platformda ifade etmesine olanak tanıyor. Eskiden bu tür insanlar "yakalanma" ve örnek aldıkları kişiler tarafından "tekdir edilme" korkusuyla, daha adaplı duruyorlardı. Ama internet anonimliği, bu oto-sansürü ortadan kaldırmış bulunuyor. Sonuç olarak karşınıza her gün ya da gün aşırı kendini bilmezlerin anlamsız, düpe düz yanlış, ve hakaretamiz yorumları, dışa vurumları, höykürüşleri çıkabiliyor. *** 171

Demek istediğim şey şu: Eğer bu siteyle ya da benimle ilgili bir sorununuz varsa, bunu bana mail ile açıkça bildirebilirsiniz. Bir derdiniz varsa oradan haberleşebiliriz. Ama kendi aşağılık duygularınızın (aşağılık kompleksinizin değil, düpedüz alt seviyelerde sürünen duygularınızın) dışavurumunu bu site üzerinden yapmayın. Zira bir an için hissettiğiniz o rahatlama, aslında kendi özsaygınıza indirilen bir darbedir. Nasıl ki insanlar, söyledikleri her yalanla, gözlerden kaçırmayı başardıkları her sahtekarlıkla kendi nazarlarında biraz daha değer yitirirlerse, siz de vur-kaç misali yolladığınız yorumlar ile kendi gözünüdeki değerinizi düşürüyorsunuz. O konuda ise (hakaretamiz yorumları silmek dışında) sizin için yapabileceğim birşey yok. Bunu da kendi gözünüzde ve başkalarının gözünde daha fazla düşmeyin, ya da karakter zaafınız, internet tarihine ilelebet kaydolmasın diye yapıyorum. Yoksa benim için hava hoş gezgin162011-09-22T00:15:56.665+ Pamuk Eller Cebe: Önemli Bir Yazı - Ama İngilizce Şuradaki yazıda, dijital sinemada neyin aslında daha önemli olduğu anlatılıyor. Anlatan kişiye kulak vermek gerektiğini düşünüyorum zira kendisi John Galt, Panavision'da İleri Dijital Görüntüleme Bölümünün Kıdemli Başkan Yardımcısı. Aynı zamanda Genesis kamerasını yaratan ekibin başında yer alıyordu ve "Star Wars 2"nin çekiminde kullanılarn F900'un da müsebbibi. Ve bu yazıda, aslında 2K ya da 4K denilen kameraların neden 2K ya da 4K olmadığını (ipucu: Bayer tipi olan sensörlerde, yeşil algılayıcıların sayısı, kırmız ve mavi algılayıcılardan iki kat fazladır), ve kameraların piksellerini artırmak yerine film hızını artırmanın daha iyi bir fikir olduğunu (ki mesela James Cameron 48 fps'yi savunur) anlatıyor. Ayrıca, bir yeni kamera çıktığında sürekli olarak çığırtkanlığı yapılan bu çözünürlük olayının aslında bir pazarlama yalanı olduğundan da bahsediyor. Yalnız, yazı İngilizce. Ve benim bunu çevirecek kadar vaktim yok. Var mı aranızda gönüllü olan? Amatörce değil de ciddi ciddi, bilimsel makale çevirir gibi bunu Türkçeleştirecek ana/babayiğit? Yalnız, "intermediate" düzeyde bir İngilizceyle olacak iş değil bu, haberiniz olsun. Hepsini bir kişi yapmak zorunda değil, parçalara da bölebiliriz - birden fazla kişinin başvurması durumunda tabii ki. Eğer böyle gönüllüler var ise, [email protected] adresinden bana mail atsın. Bakalım ne kadar organize olunabiliyor gezgin72011-09-22T00:15:56.723+ Fragman Sanatı Aşağıda bir yerde, filmlerin jeneriklerinin ne kadar önemli olduğundan bahsetmiştim. Aynı şey fragmanlar için de geçerli. Bu da başlı başına uzmanlık gerektiren bir branş. Kesinlikle riske atılmaması gereken konu. Siz de biraz çabayla, fragmanınızı cazip hale getirmek konusunda birkaç numara öğrenebilirsiniz. Nasıl mı? Bol bol fragman izleyerek. Türkiye'de çeşitli filmlerin fragmanlarını bulabileceğiniz Fragmanpark var. Dışarıda ise Apple'ın sitesi, ilk akla gelen adres. Bir de YouTube var ki, herşeyi bulabiliyorsunuz. (Youtube'ta filmin orijinal adını yazın, yanına da "trailer" yazın, fragmanı gelsin.) Tavsiyem, beğendiğiniz fragmanları beşer onar kez kalem elde izlemeniz. Sesin, kurgunun, dış sesin, vb. nasıl kullanıldığına bakmanız. Hatta daha önce izlediğiniz filmlerin fragmanlarına da bakabilirsiniz. Kurguda, filmde olmayan (ama pazarlamanın gerektirdiği) anlamların nasıl yaratıldığını görüp şaşırabilirsiniz. Wikipedia'da fragmanlarla ilgili uzun bir yazı (İngilizce) var. Guardian da bu konuyla ilgili uzun bir yazı yayınlamış (İngilizce). Hatta, ucunu kaçırmamak kaydıyla, fragman biriktirmeniz faydalı olabilir. (Neden ucunu kaçırmamanız gerekiyor? İnternet sayesinde o kadar çok fragmana ulaşabilliyorsunuz ki, bir süre sonra durum aniden muazzam bir zaman, sabit disk alanı, ve çaba israfı haline gelebilir. En baştan uyarayım dedim.)

172

gezgin22011-09-22T00:15:56.713+ Gündem Manipulasyonuna Giriş – 101 Eğer bu satırları okuyorsanız, çok şanslı bir kuşaksınız demektir. Zira Türkiye tarihinde, benzeri görülmemiş bir döneme tanıklık ediyorsunuz. Türk politik hayatı, hiç bu kadar aşikar bir biçimde manipule edilmemiş, halkın gözünü boyama operasyonları hiç bu kadar çiğ bir biçimde icra edilmemişti. Geçtiğimiz iki sene boyunca gazete manşetlerini incelerseniz, belki beş on defa tekrarlanan şöyle bir örüntü (model, kalıp, "pattern") görürsünüz: Ne zaman ülkeyi yönetenler bir konuyu ellerine yüzlerine bulaştırsalar, ardından hemen Ergenekon davası ile ilgili yeni bir bilgi / belge / iddia ortaya atılıyor. Ne zaman baş yönetici ya da arkadaşları bir konuda saçmalasalar ve halkın gözünden düşüşe geçseler, hemen dikkatleri başka yöne (tercihan da TSK'ya) yöneltecek iddialar gündeme getiriliyor. Son iki haftada Domuz Gribi + Teröristlerin El Üstünde Tutulması faciaları ile halkın nazarında düşüşe geçen yönetimdeki parti, bir başka "dikkatleri başka tarafa çekme operasyonu"na başladı: (Bu saldırıya sorgusuz sualsiz alet olan medyamız ise, satılmışlık ile salaklık arasında hızla gidip geliyor). Ve daha önce servis edilmiş olan bir konu, tekrar ısıtılarak gündeme sunuldu. Buna benzer bir operasyon en son Deniz Feneri'yle ilgili olarak uygulanmıştı, yanlış hatırlamıyorsam. Orada da ipliği pazara çıkmaya başlayan yöneticiler, derhal benzer iddialarla gündemi değiştirmiş, halkın gözündeki yıpranma süreçlerini kısa keserek dikkatleri başka tarafa çekmeyi başarmıştı. Ama bunlara kim akıl veriyorsa, bunu çok acemice yapıyor. (Muhtemelen ilgili kurumda "stajyerler"den oluşan bir ekip). Benim tahminim, bunları (yönetici partiyi) gözden çıkardılar ama bunu onlara da söyle(ye)miyorlar. Zira hem onlara verdikleri akıl (teröristlerin davul zurnayla karşılanması) hem de bunun sonucunda ortaya çıkan infiali başka tarafa kanalize etme yöntemi (TSK'yı yeni iddialar ile yıpratma) orta ve uzun vadede, yönetici partiye zarar veren şeyler. Bence stajyerler yönetimdeki partiyi böyle böyle yıpratacaklar ve en sonunda da "biz elimizden geleni yaptık, siz beceremediniz" diyecekler. Yöneticiler de, "Biz cihadımızı elimizden geldiğince yaptık. Bazı engelleri kaldırdık. Ayrıca taraftarımızı da zengin ettik" diyerek iç huzuruyla sahneden çekilecekler. Ben, ikinci perdenin yarısına (orta nokta) yaklaştık diyorum, bu filmde. Finalin nasıl olacağı ise meçhul. Ama finalden önce en az iki genel seçim daha var bence. Bu adamların taraftarları da yüklerini tutsun, Allah'ın adını kullana kullana milletin kanını emsin ve biraz doysunlar, yıpranan partinin yerine geçecek ve sömürü düzeninin işlemesine vesile olacak bir başka (muhtemelen yeni bir) partiyi en kısa sürede başımıza getirmeyi başaracaklardır. (Bu partinin bir yılda kurulup ezici çoğunlukla iktidara geldiğini unutmayın. Bu işin arkasındakiler çok becerikli bu konuda.) Tıpkı 1950'den beri olduğu gibi gezgin112011-09-22T00:15:56.675+ "Çeviride Kaybolan" - "Lost In Translation" "Çeviride Kaybolan" (2003), hatırlarsanız, Sofia Coppola'nın ödüllü ve çok başarılı filmi. 4 milyon dolarlık bütçe ile 120 milyon dolarlık bir gişe elde etmiş. En iyi senaryo Oscar'ı dahil başka bir sürü ödül daha almış. Filmi izlemenizi tavsiye ederim. Gerçekten de güzel bir senaryosu var. Sıkıcı ya da boğucu olmadan derin olmayı başarıyor. Farklı kültürlerin karşılaşmasının yarattığı ilginç durumların yanı sıra, samimi bir ruhsal arayış öyküsü de anlatıyor. Bütçesi bu kadar düşük bir filmin bu kadar başarılı olması, incelenmeyi ayrıca hak ediyor. Çok şükür ülkemizde, bundan daha büyük bütçeli filmlerimiz var ("Kurtlar Vadisi: Irak", "GORA", "AROG", vb.). Ama hiçbiri ne kalite, ne de başarı açısından bu filmin yanına yaklaşabiliyor. Eminim, filmin bütçesinin önemli bir bölümü Bill Murray'in ve Scarlett Johanson'un ücretlerine gitmiştir. Filmi izlediğiniz zaman, bu kadar kaliteli olan başka oyuncular da oynasa, bu filmin aynı derecede etkili olacağını anlıyorsunuz. (Ama böyle bir durumda uluslararası başarısı büyük ölçüde zarar görürdü. Coppola bu işi biliyor.) Demek istediğim, düşük bütçe için yazılan senaryolar da, eğer iyi icra edilirlerse, muazzam başarılara imza atabilirler. (Aşağıda bir yazıda ele aldığım "Paranormal Activity"nin -bütçesi 15 bin dolardı- bugün 173

itibariyle gişesi 60 MİLYON DOLAR! Ve gün geçtikçe de artacak. Kesinlikle ikinci bir "Blair Cadısı" vakasıyla karşı karşıyayız.) *** Tabi filmi izlerken, benim takıldığım başka yerler var. Bu filmi bu kez, "Japon Kültürü kendi pimini nasıl çekmiş" diye seyrettim. Coppola'nın güzel hikayesinin arka planında, kendisini Batı tarzı yaşama neredeyse tamamen teslim etmiş bir Japon Hayatı görüyoruz. Ve insanın içi acıyor. Neden? Çünkü aynı hatayı benim ülkem de yapmış durumda. Sorun kısmen şurada: Batılı yaşam tarzına göre organize edilmiş şehir hayatı içine doğan insanlar, bu hayat tarzını yadırgamamakta, hatta tek doğru yaşam tarzı zannetmektedir. Eğer köyde, kasabada, doğayla iç içe bir çocukluk geçirmediyseniz, şehir hayatının yanlışlığını, bunaltıcılığını, sıkıcılığını fark etmezsiniz bile. Zira en temel paradigmalarınız, "doğaya uygun" bir yaşam tarzına göre değil, tamamen yanlış olan şehirli yaşam tarzına göre oluşmuştur. Bundan sonra, eğer büyük bir "aydınlanma" (uyanış) yaşamazsanız (ki binde bir bile değil bu ihtimal) Batılı tarzda kurulmuş şehir yaşamından sadece arada bir şikayet edersiniz: trafik, kirli hava, suç oranları, vb. Ama sonra aynı şehirde aynı şekilde yaşamaya devam edersiniz. Peki bütün bunların bir alternatifi olabileceğini hiç düşündünüz mü? Yani şehirlerin farklı bir biçimde organize edildiği; teknolojinin, doğaya en fazla zarar veren tarzda değil de, çok daha insani ve doğayla bütünleşik bir şekilde geliştirildiği; ekonominin, çok küçük bir azınlığın büyük bir azınlığı acımasızca sömürdüğü (yani, kapitalizm) ya da herkesin çalışma ve yaşama motivasyonunun sıfıra indirildiği baskıcı (yani, sosyalizm, vb.) bir tarzda değil de, kontrollü bir rekabete ve büyümeye dayanan, ve kesinlikle doğa dostu bir biçimde kurulup işletildiği alternatif bir yaşam... Sanırım dünyada böyle bir yaşam yok. "Gelişmemiş" denilen bölgelerdeki doğa ve insan dostu ama çok kısa bir süre içinde (kapitalizm eliyle) yok olmaya mahkum (örn. Kutuplarda, Afrika'nın vahşi bölgelerinde, Moğolistan bozkırlarında devam eden) yaşam tarzları dışında, artık herkes koşar adım Batılı yaşam tarzını benimsemeye çalışıyor. Daha "mutlu" olmak için. (Siz sormadan ben cevaplayayım: Hayır, bir dine dayalı olarak kurulacak hayat da doğru çözüm değil. İslam, Hristiyanlık, ve Budizm, kapitalizme -her nedense- çok iyi entegre olmuş durumda. Bakınız Suudi Arabistan, İsviçre, Çin Halk Cumhuriyeti, ve hey! Türkiye!) Ama bu tarz yaşamın insanları mutlu etmediğini en başta Batılıların kendisi bilir. Gerçekten akıllı ve namuslu Batılı düşünürler sık sık, bizimki gibi "orijinal" bir kültürden gelen insanlara "Niye Batılı gibi olmaya çalışıyorsunuz, kendiniz gibi olsanıza!" derler. Ama karşı cephe, yani "Batılı tarzı yaşamı pazarlayanlar"ın sesi o kadar gür çıkar ki, bu gibi insancıl ve doğru uyarılar hep arada kaynar gider. *** "Çeviride Kaybolan" ("Lost in Translation") bende bu duygu ve düşünceleri -tekrar- uyandırdı. Hem de büyük bir ihtimalle yönetmen bunu hemen hiç amaçlamadığı halde. Coppola sadece, kendilerine ve eşlerine yabancılaşmış insanların bu duygularını, onları yabancı bir kültürün ortasına yerleştirerek daha da vurgulamayı, büyütmeyi amaçlamış belli ki. Ama ben Batı Kültürünün etkisiyle dejenere olmuş Japon Kültürüne bakıp üzüldüm. Neye niyet, neye kısmet gezgin122011-09-22T00:15:56.705+ Her Zaman Bir Çözüm Vardır! Aşağıdaki yazıya gelen bir yorum, daha önce aklıma gelen bir fikri sizinle paylaşma isteğine yol açtı: Hani senaryo yazımıyla ilgili hemen bütün kaynaklar İngilizce ya. Hani herkes İngilizce bilmiyor ya, hani herkes bundan şikayet ediyor ya, hani herkesin bunu öğrenmesi zor/pahalı/vs. ya. Bu duruma çare olarak, etrafta başıboş dolanan İngilizce bilenleri organize edebilirsiniz. Nerede bulacaksınız bu insanları diyebilirsiniz. Oysa sürüsüne bereket bu şahsiyetlerin. Kimler mi:

174

Yabancı (İngilizce) dizilerin altyazılarını hemen Türkçe'ye çevirenler. Evet, İnternet'te, yabancı dizilerin altyazılarını yemeyip içmeyip en kısa sürede Türkçeye çeviren bir insan grubu var. (Örn. Divxplanet'çiler) Benim tahminim birkaç yüz kişiler. Mesela Lost'un bir bölümü İnternet'e düştüğü zaman a) Ya orijinalden dinleyip çeviriyorlar b) Ya da çıkan İngilizce altyazıyı çeviriyorlar. Ve bildiğim kadarıyla da bunu ücretsiz yapıyorlar. Namları yürüsün diye. İşte bu vakti bol arkadaşları organize ederek, çok önemli olduğunu düşündüğünüz kitapları ve yazıları küçük parçalar şeklinde bölüştürerek onlara çevirtebilirsiniz. Bunun bir karşılığı da olabilir, ya da sevabına yapmalarını da sağlayabilirsiniz. ("Bu makaleyi çevirirsen, Türk sineması kurtulacak!" gibi :) Ama bundan önce, doğru makalelerin ve kitapların ne olduğunu belirleyecek birileri lazım. Eh, bunun yöntemini de siz bulun! gezgin292011-09-22T00:15:56.626+ Jennifer'ın Vücudu, David'in Kamerası Şu bağlantıda, ünlü görüntü yönetmenlerinden biri olan David Mullen, en son çalıştığı uzun metraj film olan Jennifer's Body'deki (başrolde Megan Fox) bir sahneyi nasıl çektiğini ayrıntısıyla anlatıyor. Hem de bir forumda (cinematography.com) Ama İngilizce anlatıyor. Siz, neyi nasıl yazdığını anlatan bir senarist, neye nasıl hazırlandığını anlatan bir oyuncu, neyi nasıl çektiğini anlatan bir görüntü yönetmeni gördünüz mü, bu güzel ülkede? Bilmem anlatabildim mi? gezgin62011-09-22T00:15:56.748+ Canon'dan Süpriz: MarkII'ye 24p firmware güncellemesi - ve başka şeyler! Canon, HD video çeken DSLR işini ne kadar ciddiye aldığını şu iki haberle gösteriyor: 1) Geçtiğimiz sene bu sıralar piyasaya sürülen ve sürüldüğü andan itibaren kullanıcıları hem mest edip hem (kötü anlamda) çıldırtan Mark II'ye yapılacak bir "firmware" güncellemesi ile, izleyenleri hayran bırakan bu kameranın artık 24p ve 25p çekim yapabilir hale geleceği Canon tarafından açıklanmış bulunuyor. Güncelleme 2010'un ilk yarısında çıkacak. 2) Canon, yine Mark II'de yaptığı gibi, yeni fotoğraf 1D Mark IV'ün bir "pre-production" versiyonunu Vincent Laforet'ye vermiş ve Stu Maschwitz ile birlikte çok güzel bir film çekmelerini sağlamış durumda. Yeni kameranın karanlıkta, insan gözünün dahi göremediği yerleri algılayabildiği ve "rolling shutter" sorununun büyük oranda halledildiği söyleniyor. Kamera şu kare hızlarında kayıt yapabilecek: 24p (23.976), 25p, 30p (29.97). HDMI çıkışından Full HD görüntü alınabileceği söyleniyor. (Eğer bu özelliği, aşağıda tanıttığım NanoFlash ile birleştirilirse, müthiş bir ikili olurlar). Kamera halihazırda "ön-sipariş" için Amazon'da yerini almış bulunuyor. (Kamera, objektifsiz olarak 5 bin dolara satışa sunulacak.) Burada izleyebileceğiniz filmde tek bir yapay ışık dahi kullanılmamış. Yani hepsi ortam ışıkları. Filmin tamamen kaçak (yani yetkililerden hiçbir izin alınmadan) çekilmesi ise hoş bir ayrıntı. Şurada izleyebileceğiniz film de fotoğraf makinasının hem gece hem de gündüz yapılan video çekimlerdeki başarısını gösteriyor. 3) RED'in de kendi kameralarıyla ilgili açıklama yapmasına da sadece 10 gün kalmış durumda. 4) Sony, dün (21 Ekim 2009) iki kamera duyurdu: EX1R (7 bin dolar) ve PMW350K (22 bin dolar). Kendi çaplarında çeşitli yenilikler getiren bu kameralar, ne yazık ki sinemayla uğraşanlar için bir süpriz içermiyordu. EXR1, eski modelden farklı olarak SD kayıt da yapabiliyor ve HDMI girişi var, vb. Her iki kamera da 35 Mbps LongGOP kayıt yapıyorlar. (Bu arada Panasonic ise AVC-Intra (100 Mbps "intraframe") kayıt yapan HPX300'ün fiyatını 7 bin dolara düşürmüş durumda). gezgin22011-09-22T00:15:56.737+ Güzel ama Yanlış: Nefes 175

Dikkat: Bu yazıda "Nefes" filmi hakkında ayrıntılı bilgi ve yorumlar bulunmaktadır. Eğer filmi henüz izlemediyseniz, bu yazıyı okumak seyir keyfinizi azaltabilir. *** "Nefes" iyi bir film. Yönetmenliği iyi. Müziği iyi. Oyunculuğu iyi. Kurgusu iyi. Görüntüleri iyi. Hikayesi ise orta. İyi olan bölümlerin neden iyi olduğunu anlatmaya gerek yok tek tek. Beni şaşırtan, bir ilk filmde bu kadar olgun bir yönetmenlikle karşılaşmış olmak oldu açıkçası. Yani düpedüz birçok şeyi doğru, yerli yerinde, hatta yer yer orijinal yapmış Levent Semerci. Ayrıca müzik kullanımını da şaşırtıcı derecede başarılı buldum. Sadece doğru yerde doğru müzik yoktu, filme kesinlikle bir kamera gibi, bir oyunculuk gibi katkıda bulunan bir unsur vardı. Bu açıdan da tebrik etmek gerek Levent'i ve müzikçisini. *** Filmin, benim tarafımdan eleştiriye en müstahak unsuru, senaryosu. Senaryonun iki özelliği, bence teknik ve ahlaki açıdan zaaf içinde. Bir: Film, sanki küçük küçük sekanslardan meydana gelen bir kolaj. Yani bütün filmi taşıyan bir ana hikaye yok. Sürekli olarak bize oradaki insanların halet-i ruhiyesini gösteren, orada yaşanan acı ve insani durumları gözler önüne seren kısa sekanslar izliyoruz arka arkaya. Bu sekansların hemen hepsini ilgi çekici yapmayı başarmış Levent Semerci. Güney Doğu'daki çatışma ortamında ister istemez ortaya çıkan dramları, fazla duygu sömürüsüne girmeden, olabildiğince çok miktarda gözler önüne sermiş. (Bu sekansların en başarılı olanlarndan bir tanesi, başka bir karakola yapılan baskını çaresiz bir biçimde telsizden dinlemeleri.). Hatta yönetmen bu etkiyi artırmak için birkaç defa seyirciyi ("Okul" filminden farklı olarak, kabul edilir bir biçimde) kandırma yöntemini de kullanıyor. Aniden kan damlamaya başlayan sarkıt, nöbet yerine yapıldığı hayal edilen baskın, ve yine aynı nöbet yerine gerçekten yapılacağını sandığımız baskının aslında teröristler için kurulan pusu olması... Bunlar, yönetmenin kullanmasının meşru olduğu anlatım araçları. Ve yönetmen de bunu gayet doğru bir biçimde kullanmış. Ama filmin en büyük sıkıntısı, "serim" olduğunu düşündüğümüz/tahmin ettiğimiz ilk on beş yirmi dakikadan sonra belirli bir yönde ilerleyen bir hikayesinin olmaması. Arka arkaya başı boş tespih taneleri gibi sekanslar izlemenize karşın, bu sekansları birbirine bağlayan bir ipin olmaması. Bunun sonucunda da bir "ilerleme" hissi yaşayamamanız. Bunun sonucu ne oluyor? Şu oluyor. Filmin herhangi bir ânındaki bir sekansı alıp diğeriyle kolaylıkla değiştirebilirsiniz ve hiçkimse de bunu yadırgamaz. "Nefes"in birçok sekansı için geçerli bu durum. Filmin sonunda gerçekleşeceğini tahmin ettiğimiz karakol baskınının beklentisi dışında, filmi ileri götüren hemen hiçbir şey yok. Bu yapısı itibariyle "sanat" filmlerine benziyor "Nefes". Ama seçtiği janr ("savaş filmi"), bu tür (bu türe göre) aşırı sanatsal seçimleri kaldırmaz pek. Savaş filmlerinde bir kahraman, bir düşman, ve belirli bir hikaye (amaç, engeller, çatışma, sonuç) vardır. "Nefes" bu açıdan zayıf kalıyor. Daha önce de belirttiğim üzere, sekansların her birinin ilginç olması, bu zayıflığı büyük ölçüde gizliyor. Ama filmden çıktığınızda, filmi size soran arkadaşlarınıza anlatabileceğiniz bir hikayesinin olmadığını hemen fark ediyorsunuz: "Ee, bir karakol var, askerler var, sonra baskın oluyor..." *** İki: Filmin ikinci zaafiyeti, "duruş"uyla ilgili. Filmin "kahramanı" diyebileceğimiz yüzbaşı, uzun süredir savaşıyor olmaktan dolayı çeşitli içsel çalkantılar, belirsizlikler, dengesizlikler, bunalımlar yaşıyor. Ve filmin "savaş" hakkında söylediği en belirgin mesaj da, bu yüzbaşının savaşla ilgili olarak içinde bulunduğu sallantılı durumda vücut buluyor. Örnek verirsem, daha iyi anlatabilirim. Yüzbaşı, filmin bir yerinde "Savaşta ya katilsindir, ya kurban" diyor. Bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu anlatmak için ayrı ve uzuun bir yazı yazmak gerekir. Ama şöyle özetleyeyim:

176

Savaşlar çeşit çeşittir. Kimileri sadece politikacıların ve onları kukla gibi oynatan para babalarının açgözlülüğünden doğar, kimileri de vatanını, bağımsızlığını, hayatını koruma zaruretinden. Bu ikisi, bir madalyonun iki tarafı gibidir: Bir tarafta açgözlü bir canavar vardır, bir tarafta da kendisinin ve hatta daha çok milletinin hayatını kurtarmaya çalışan bir kahraman. Cezayir Savaşını örnek alalım: Oradaki canavar, Fransız ordusudur, kahraman ise Cezayirliler. Vietnama bakalım: Canavar, Amerikan ordusudur, kahraman, Vietkonglular. Kurtuluş Savaşı'na bakalım: Canavar, başta Yunanlar olmak üzere çeşitli Batılı ülkeler, kahraman da Türk ulusu. Bu durumlarda, ahlaki bir belirsizlik yoktur. Yani kendisini ve milletini savunurken karşı tarafın askerini öldürenlere "katil", normalde hiç işinin olmaması gereken topraklarda öldürülen askere de "kurban" diyemezsin. Eğer dersen, sen dünyadan bihaber, beyni "anti-militarist" entel ("entellektüel" değil) söylemlerle yıkanmış, ve gerçeklerden tamamen kopmuş yarı-aydın bir insansın demektir. "Savaş", olduğunda her zaman çirkindir, doğru. Ama bir ya da birkaç ülkenin askerleri memleketine doluşmuş, boğazına süngüyü dayamış, senin yaşam hakkın dahil herşeyini senden almak istiyorsa, o zaman savaş bir zarurettir. Zira aksi durum, yani esaret altında yaşamak, "ölümden beterdir". Boşuna "ya bağımsızlık, ya ölüm" demiyor, o mavi gözlü yakışıklı. Ama işte, hayatın en temel gerçeklerinden bile "aşırı ve yanlış okuma" yoluyla koparılan Türk aydını, kendisini abuk subuk savları hararetle tartışırken, bunları deli gibi savunurken bulabiliyor kendisini. (Bu şahıslar aynı zamanda "Şeriat gelirse yurtdışına kaçarım" diyenler oluyor aynı zamanda - şu rastlantıya bakınız.) "Nefes"e dönersek: "Nefes"in kendisine konu ettiği düşük yoğunluklu savaş, bizim haklı olduğumuz savaştır. Bunda da şüphe yoktur: Egemen bir devletin ordusuna silah çeken herkes, o ordunun savunduğu millete (sadece Türklere değil, Kürtlere, Çerkeslere, Lazlara, Ermenilere, Yahudilere, Rumlara, herkese) silah çekmiş sayılır. O ülkenin bağımsızlığına çekilmiştir o silah. Ve yabancı güçlerin manipulasyonuna da son derece açıktır. O silah ya zorla bıraktırılmalıdır ya da silahı tutan el etkisiz hale getirilmelidir. (Bu arada güncel bir not da düşeyim: Daha bundan birkaç hafta önce gencecik çocuklarımızı öldürenler, bugün Meclis'te partisi olan bir topluluk tarafından sınırda kahraman gibi karşılanacaklar ve teslim olacaklar. Ve devlet büyükleri de bunu bir başarı, olumlu bir adım gibi görüyorlar. Burada ne kadar çok şeyin yanlış olduğunun farkında mısınız?) İşte "Nefes"in sorunu, haklı olduğumuz bir savaşta, kendisinin haklı olduğuna yeterince inanmaması. Filmin "kahramanı" olan yüzbaşı, sanki ülkesinin emperyal hevesleri uğruna gencecik yaşta Vietnam'a gönderilmiş bir asker gibi (bkz. "Platoon" "Full Metal Jacket", vb. ), bir bunalımdan diğerine koşuyor. Oysa o yüzbaşı, kendi milletinin yaşama hakkını savunmak gibi en doğru ve sağlam bir gerekçe ile orada bulunuyor ve burada şüphe edilecek bir durum yok. Birey olarak "şiddet"le sık sık iç içe olmaktan dolayı ruhsal güçlükler yaşayabilirsiniz, bu da normaldir. Ama temsil ettiğiniz ülkenin oradaki mücadelesi hakkında şüpheye düşmemelisiniz. Zira haklı bir nedenle oraya gönderilmiş bulunmaktasınız. (Gerçek hayatta şüpheye düşmüş, düşen, ve düşecek tabii ki vardır. Ama bunu bir film olarak yapıp milyonların -özellikle de her sene onlarca evladını teröre kurban veren insanların - önüne koyduğunuz zaman, bunun anlamı -daha önce de defalarca söylediğim gibi- çok farklı olur.) *** Şu da var: Eğer ülkemizde, yaklaşık 25 yıldır yaşadığımız bu acılı süreçle ilgili haklılığımızı gösteren çok sayıda film çekiliyor olsaydı, bu film kendisine daha rahat "yer" bulabilirdi. Yani "Ben diğer filmler gibi değilim, Güneydoğu'daki bu durumu kendime göre yorumlayacağım" diyebilirdi. Ama böyle birşey olmadığı için, filmin ele aldığı konuyla ilgili acılarımız da hemen her hafta tekrar deşildiği için, filmle ilgili beklentiler artıyor. Ve bu tür hataları da daha göze batar hale geliyor. *** Görünüşe göre, Batı'dan aldığımız bir çok kurumu, davranışı, düşünceyi, uygulamayı yanlış anladığımız gibi, "savaş karşıtlığını" da yanlış anlıyoruz. Bu yaklaşımı, "tatlı su aydını" olarak nitelenebilecek binlerce insanda görebilirsiniz. (Eskiden sayıları onlarla, yüzlerle ifade edilirdi. Ama artık hepsinin medyada çok sağlam köşeleri var. Ve gencecik insanların beyinlerini yıkamaya devam ediyorlar.)

177

Ama işi doğru anlayanlar ve doğru şekilde dile getirenler de var. Burada yine mavi gözlü yakışıklıdan alıntı yapayım: "Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir." Bizim Güneydoğu'daki savaşımız da hem zaruri, hem de hayatidir. İnanmayan, orada teröristler tarafından öldürülen öğretmenlere, mühendislere, bebeklere ve de askerlere sorsun gezgin152011-09-22T00:15:56.687+ NanoFlash: Kendi Çapında Bir Devrim Bu siteyi takip edenlerin genel olarak senaryo yazarlığı ile ilgilendiğini biliyorum. Ama senaryo yazarlığı ile ilgilenenlerin bir bölümü, aynı zamanda bağımsız sinema ile de ilgileniyor. Yani kendi kısıtlı olanakları ile uzun metraj film çekmek isteyenler de var. Bu nedenle arada sırada onları ilgilendiren bilgileri ve haberleri de paylaşmayı gerekli görüyorum. Bu bilgilerden bir tanesi, aslında usul usul bir devrim gerçekleştiren, ve aşağıda yer alan yazılarda sadece bir kere bahsettiğim NANOFLASH adlı bir cihaz. Yukarıda resmini gördüğünüz bu cihaz, HDMI ya da HDSDI çıkışı olan kameralardan, o kameraların kasede ya da karta kaydettiğinden üç beş kat daha kaliteli görüntü alınmasını sağlıyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Bir HD kameranın sensörüne düşen görüntülerden oluşturulan dijital bilgi, o kameranın kullandığı ortama (medyaya) göre sıkıştırılır ("compress") ve öyle kaydedilir. Burada genelde çok büyük oranlı bir sıkıştırma gerçekleştirilir. Bunu amacı, çok miktardaki bilginin, kısıtlı bir alana depolanmasını sağlamaktır. Böyle bir sıkıştırma olmazsa, bu kameraları kullanmak mümkün olmazdı. Ama gelişen teknoloji, çok daha büyük veri miktarlarını, çok daha küçük ortamlara sığdırmaya olanak sağlamaktadır. Bunun bağımsız sinemacılar için anlamı, ellerindeki nispeten ucuz kameralardan çok ama çok daha kaliteli görüntüler elde etmektir. Normalde elli bin küsür dolarlık kameralarda görülen veri hızlarını, kendi üç - beş - on bin dolarlık kameralarından elde edebilmek anlamına gelmektedir. Bunun, az paraya iyi sonuç almaya çalışan (almak zorunda olan) bağımsız sinemacı için büyük bir nimet olduğunu söylemeye gerek yok. Örneğin, HDMI çıkışınız olan bir Sony FX7'den ya da HD-SDI çıkışınız olan bir Sony EX1'den ya da Panasonic HPX171'den, bu kameraların normalde sunduğundan birkaç kat daha kaliteli görüntü elde edebilirsiniz. Örneğin FX7'nin kasede yaptığı (HDV) görüntünün veri hızı 25 Mbps'dir. Sony EX1'in karta yaptığı kaydın veri hızı 35 Mbps'dir. Panasonic 171'de ise bu veri hızı 100 Mbps'dir. Adı geçen Sony'lerin renk örneklemesi 4:2:0, Panasonic'inki ise 4:2:2'dir. Oysa Nanoflash, bütün bu kameralardan 160 Mbps'lik bir veri hızında "intraframe" 4:2:2 kayıt yapılmasına olanak tanımaktadır. Ve bu kayıt da, kasede ya da bir diske değil, CF (Compact Flash) karta yapılmaktadır. Yani şu an kullanılan en güvenilir ortama. (Kasetli ve diskli kameralar, aşırı soğuk, aşırı sıcak ve nemli ortamlarda çalışmamaktadır). Ama iyi haberler bununla da sona ermiyor. Zira yapılacak bir "firmware" güncellemesi ile Nanoflash'ların 220 Mbps 4:2:2 "intraframe" görüntü kaydı yapabileceği duyurulmuş bulunuyor. Panasonic'in 40-50 bin dolarlık kameraları bile AVC-Intra'da 100 Mbps kayıt yaparken (tamam, HPX300'ün fiyatı, 7 bin dolar civarında), elinizdeki HDMI ya da HD-SDI çıkışlı kameralarla 220 Mbps 4:2:2 Intraframe kayıt yapabileceksiniz. *** Benzer işleri yapan başka cihazlar aslında uzun süredir piyasada bulunuyor. Aja'nın, Black Magic'in "capture card"ları, benzer şeyleri yapıyorlar. Ama bu kartların kullanılabilmesi için, kameranın civarında bir de bilgisayarın (laptop değil, desktop) bulunması gerekiyor. Sadece kapalı alanlarda (stüdyo vb.) kayıt yapılmasına uygun gibi duruyorlar. Buna çözüm olarak Aja "Ki-Pro" diye portatif bir cihaz geliştirdi. Bu cihaz Prores 422 kayıt yapıyor. Cihazın fiyatı 4000 dolar civarında. Yani (şu an itibariyle) Nano-flash'tan 1000 dolar daha pahalı. Ve oldukça da hantal. Ama Quicktime'a dayalı bir işakışı olanlar için ideal. Matrox da MXO2 diye bir kart geliştirdi. Prores 422 ve "uncompressed" HD kayıt yapabiliyor. Nispeten ucuz olan (1500 dolar) bu cihaz sadece Mac laptoplarla çalışıyor. Yani istediğiniz kadar özgür değilsiniz.

178

Stüdyo ortamında herhangi bir sorun olmayacaktır, ama dış çekimlerde bir laptopa kabloyla bağlı olmak, hareketi oldukça kısıtlayacaktır. NanoFlash'ın bu çözümlerden bazı avantajları (portatiflik, fiyat, kayıt formatı, vb.) olduğu kesin. Ama bunlar da son derece profesyonel cihazlar ve farklı ortamlarda daha iyi sonuçlar verebilirler. (Örneğin bir "greenscreen" çekiminde, "uncompressed" 4:4:4 kayıt çok daha verimli olacaktır.). Naçizane tavsiyem, kameralarla ve objektiflerle ilgili araştırma yaparken ve satın alma seçeneklerini değerlendirirken, NanoFlash ve benzeri ürünleri de göz önünde bulundurmanız. Sadece birkaç bin dolar daha ödeyerek, on binlerce doların bir yönetmen olarak size getiremediği olanaklara sahip olabilirsiniz. gezgin12011-09-22T00:15:56.583+ Muhtemel Abbas Yolcu: Kış Masalı "Kış Masalı" adlı dizinin reytingleri yine (kendi çapında bir diziye göre) yerlerde sürünüyor. Total'de ve AB'de ilk 10'a bile girememiş. Bu kadar usta bir kalemin, bu kadar yetenekli bir teknik ekibin, bu kadar kalifiye oyuncuların elinden çıkan bir hikaye, acaba neden başarılı olamaz? Eğer TV yöneticileri bu sorunun cevabını bilselerdi, herhalde çok mutlu olurlardı. Yazarlar da, yapımcılar da, bu diziden (ve benzerlerinden) ekmek kazananlar da. Aşağıda bunun nedenini söylemiştim oysa: "Kış Masalı"nın acilen ortalamanın üzerinde bir çatışmaya, hikayeyi güldür güldür akıtmaya başlatmaya ihtiyacı var, demiştim. Beşinci bölümü izledik ve hala bu konuda tık yok. Yani görüp görebildiğimiz sadece hafif deli (egzantrik) bir köylü kızı ve ona aşık olduğunu iddia eden iki güçlü erkek. Erkeklerden biri daha geleneksel bir arka plana sahipken diğeri daha şehirli. Ama her ikisi de zengin. Ve bu iki erkeğin aileleri arasında geçmişte yaşanmış bir çatışmanın izlerini görüyoruz. Ama o kadar. Günümüzde ise sadece Ali Murat, zengin çocuğu orta karar pataklıyor sadece. Ha, bir de Esmer'in hamileliği olayı var. Ali Murat'ın karısının ona erkek evlat verememesi, Esmer'in çocuğunun ise "erkek olma" ihtimalinin bulunması hali. Bunu fark eden Ali Murat'ın annesi (Kayınvalide olabilir mi? Hatırlayamadım şimdi), Esmer'den kurtulmak yerine onu şehir dışında bir eve yerleştirir. Doğacak olan erkek çocuğu bir biçimde aileye entegreye düşünmektedir anne. Bu arada Ali Murat'ın karısının da hamile olması, hafif ilginç bir durum yaratıyor. Bir "bilen"in söylediğine göre burada bir "bebek değiştirme" operasyonu planlıyor olabilir anne. Yine de dört bölümünü seyrettiğimiz büyük çaplı bir prodüksiyonda yeterli bir çatışma, yeterince güçlü bir hikaye yok ortalıkta henüz. Oysa biliyorsunuz, TV kanalları bir dizinin kaderini belirlemek için sadece ilk iki ya da üç bölümünün reytingine bakarlar, sonra da diziyi tutmaya ya da bırakmaya karar verirler. (Bu yüzden genelde sadece ilk dört bölümü sipariş verirler, sonrasını çektirtmezler.) Şu hale bakılırsa, "Kış Masalı"nın çoktan gitmiş olması gerekirdi. Zira reytinglerde, geçen haftalara göre bir yükselme değil de düşüş var. Ama eğer yazar ya da yapımcı şirket yeterince prestij sahibiyse, kanal bir süre daha dayanmayı tercih edebilir. Yine geçen seneden "Aşk Yakar"ı örnek vereyim. Dizi, reytingleri yüzünden değil, projenin başındaki kişi (Yavuz Turgul) yüzünden tutulmuştu. Reytingler ise ne yazık ki beklenen yükselmeyi bir türlü gösterememişti. Yaklaşık 20. bölümünde de son verildi diziye. (Yolun yarısında yazı ekibi değişmiş olmasına karşın). Eğer "Kış Masalı"nın tutması isteniyorsa, derhal ağır topları (yani büyük çatışmaları) devreye sokması gerekiyor. Yani en temel çelişkiler, en büyük arzular, bu arzuların yarattığı büyük sorunlar, ve bunları çözmek için yapılan kanlı çatışmalar (bu kan maddi de olabilir, manevi de) hikayeye dahil edilmeli. Ayrıca Ali Murat'ın, karısından bu kadar soğumasının çok ama çok gerçekçi nedenleri öğrenmeliyiz ki, Esmer'e olan (anlaşılan) bitmemiş aşkını destekleyelim. Aksi takdirde, sırf bir aşk uğruna ailesini dağıtan bir insan gibi duruyor. Şehirli çocuk Masum da (bu nasıl bir isim yahu, Küçük Emrah'ı çağrıştırıyor) Esmer'e karşı "haklı" bir sebeple ilgi duymalı. Mesela kendi şehirli ortamında yaşadığı büyük bir duygusal travmadan sonra, arkadaş çevresinden soğumuş olabilir. (İlginç bir biçimde, "Haneler" dizisinde parodisi yapılan, başrolünü Kadir İnanır'ın oynadığı "Yaban" filminde böyle bir durum anlatılmaktadır.) İşte o zaman, bu genç adamın ilgisinin geçici bir heves olmadığını anlarız. İnsan, bir aşk hikayesinin, daha kanlı, daha çatışmalı, daha şiddetli olmasını bekliyor. "Kış Masalı"nın en büyük eksiği bu bence. Büyük bir ihtimalle kanalın drama bölümü bunu görmüş ve yazara bildirmiştir. Ama piyasada öyle "ünlü ve güçlü" insanlar var ki, onlara kimse "Kral Çıplak" diyemiyor. Olan da en sonunda diziye, yapımcılara, oyunculara, ekibe oluyor. 179

Açıkçası şimdiye kadar edindiğim izlenim, bunun bir aşk hikayesinden çok, bir aileler arası çekişme dizisi olarak düşünüldüğü. Yani yazar kendisinin bir aşk hikayesi anlattığını düşünebilir, ama ekranda bize gösterdiklerinin büyük bir bölümü, aşk hikayesi unsurlarından çok, aileler arasındaki entrikalı durumlar: İki ailenin büyükleri arasındaki geçmişte yaşanmış ilişkisel çatışma, Esmer'in Yengesi'nin karısının eski eşinin (Mamuk), Masum'un dedesinin evindeki bir kadına kaçmış olması, yine o evdeki bir kadının Masum'u sevmesi, vb. Bir de şu dış ses olayı var. Ne yazık ki yeterince iyi değil. Yani, hikayenin bize aktarmadığı duyguları, dış ses ile anlatmaya çalışıyor. En başlarda, biraz hoş ve şiirli olduğunu düşünmüştüm. (Bir başka kötü örnek için bakınız: "Ezel") Ama daha sonra, hikayenin zayıflığını gizlemek için kullanıldığını fark ettim. Bunun, en büyük anlatı hatalarından biri olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Seyirciye "Ali Murat çok aşıktı" demek, seyircide bir duygu uyandırmaz, sadece "Hava durumu" bir bilgi aktarımı sağlar. İnsanlar, özdeşleşme teknikleri ile sevmeye başladıkları insanların başına gelen olayları, kanlı-canlı-şiddetli olayları gördükleri zaman duygulanırlar, o duygular kendilerine şiirimsili bir dil ile "bildirildiğinde" değil. Neymiş: En büyük kalemler bile hata yaparmış ve bu hatalar bütün TV mekanizmalarını aşıp karşımıza (hem de haftalar boyunca) çıkabilirmiş. Eğer bahsettiğim yönde değişiklikler yapılmazsa, "Kış Masalı" bu sezonun en büyük fiyaskolarından biri olmaya aday. Demedi demeyin gezgin82011-09-22T00:15:56.589+ Güzel Fikir Her Yerde Güzeldir *** gezgin12011-09-22T00:15:56.669+ Nikon Hala Uyanmamış: D3s Aşağıda, yeni nesil DSLR fotoğraf makinalarının, video dünyasını alt üst etme potansiyelinin olduğunu, hatta bunu yavaş yavaş başardığını söylemiştim. Canon'un Mark2 ve 7D'sine Nikon'un vereceği bir cevabın olduğundan bahsetmiştim. Nikon bu cevabı duyurdu: D3s. Makinanın video özelliklerine bakınca, Nikon'un video-DSLR'ların yaptığı atılımı ıskaladığını görüyoruz. Nikon hala kendisini sadece bir fotoğraf makinası ve objektif imalatçısı olarak görüyor besbelli. Makina sadece 720p 24p çekim yapıyor. Oysa 7d'nin ve GH1'in seçenekleri daha fazla. Her ikisinde de full HD çekim yeteneği var. GH1 hem AVCHD hem de Mjpeg codeclerini kullanabiliyor. Nikon ise sadece Mjpeg codec'i ile kayıt yapabiliyor. Bu makinayla çekilmiş video örneklerini görmeden birşey söylemek zor, ama Nikon'un D3s ile video pazarını pek düşünmediği aşikar. Unutmadan, makinanın fiyatı 5200 dolar. Yani üç adet 7D, bir adet HPX171, ya da üstüne biraz daha para ekleyerek bir EX1 alabilirsiniz. Demek istediğim, Nikon şu anda video dünyasının bir oyuncusu olmayı düşünmüyor. Belki ileride düşüncesini değiştirebilir. Bakalım Panasonic GH1'in bir üst modeli için ne yapacak? Scarlet acaba bekleneni verecek mi? Scarlet'ı bilmem ama, eğer Panasonic'ten güzel bir yanıt gelmezse, bu senenin fotoğraf makina/kamerası 7D gibi görünüyor. gezgin22011-09-22T00:15:56.620+ Bir Düşük Bütçe, Yüksek Gişe Örneği: Paranormal Activity Korku filmlerinin, düşük bütçeli sinemacılar için en iyi giriş formatı olduğunu söylemiştim. Bu ilkeyi uygulayan bir film "Paranormal Activity". 15 000 (on beş bin) dolara çekilmiş, şu anki gişesi ise 1.000.000 (bir milyon) dolar. Filmin fragmanı aşağıda: Wikipedia'da şöyle deniyor filmin yapımı hakkında:

180

"Bu film fikri, Oren Peli yaşadığı evde acayip olaylar yaşamaya başladığında ortaya çıkmış. Peli eğer uyurken gece olanları kaydetmek için kamera düzeneği kursam ne olur diye düşünmüş. İnsanın uykudayken savunmasız olmasının, en büyük korkularımızdan birini harekete geçirdiğini söyleyen Peli 'Eğer evde gizlenen birşey varsa, onunla hakkında yapabileceğiniz pek birşey yoktur' diyor. Peli ömrü boyunca hayaletlerden korkmuş, hatta Ghostbusters (Hayalet Avcıları) filminden bile, ama bu korkuyu olumlu ve üretici bir şeye kanalize etmeye karar vermiş. Peli'nin evi çekime hazır hale getirmesi bir yılı almış: duvarları boyamış, yeni mobilyalar eklemiş, bir halı almış, ve gerçek bir merdiven inşa etmiş. Peli, filmin olumlu yan etkilerinden birinin "En sonunda eline, içinde dev gibi bir TV'nin bulunduğu mükemmel bir evin geçmesi" olduğunu söylüyor şakayla karışık. Bu esnada paranormal olaylar ve demonoloji (şeytan ve cinlerin varlığını araştıran bilim) konusunda ayrıntılı araştırmalar yapan Peli, "Olabildiğince gerçeğe bağlı kalmaya çalıştık" diyor ve ekliyor: "Hikayedeki hayaleti bir cin yapmamızın nedeni, en kötücül ve şiddet düşkünü varlıkların cinler olduğunu belirten bir araştımaydı." Peli'nin hiçbir formel sinema eğitimi yok. Bu film için de tam bir senaryo yazmamış. Blair Witch'de olduğu gibi oyunculara sadece genel olarak hikayeyi ve o sahnedeki "durumu" anlatmış. Filmin tamamı 7 günde çekilmiş - bu, yönetmenin kendi kendine koyduğu bir zaman sınırlamasıymış. Film çekildikten sonra Sundance'e kabul edilmemiş. Miramax'ta görülmüş ama dağıtılmamış. Daha sonra Dreamworks'e gitmiş. Yapım sorumlusu Ashley Brooks filmden öyle etkilenmiş ki, her gün patronu Yapım Şefi Adam Goodman'ın başının etini yemiş, filmi görmesi için. En sonunda bezen Goodman filmi görmüş ve o da çok beğenip kendi patronu, Stüdyo Şefi Stacey Snider'a vermiş. O da Steven Spielberg'e. İşin ilginci Spielberg ertesi gün Dreamworks'e filmin DVD'sini bir çöp torbasına koyarak getirmiş. Zira filmin efsunlu olduğuna inanıyormuş. Önceki gece filmi izledikten birkaç dakika sonra yatak odasının kapıları kendiliğinden kilitlenmiş ve o saatte bir çilingir çağırmak zorunda kalmışlar. Buna karşın Spielberg filmi sevmiş ve filmin "yeniden çekilmesi" için onay vermiş. Yapılan görüşmelerde filmin yeniden çekilmesinden önce filmin bir kere sinemada insanlara gösterilmesine karar verilmiş. Gösterime de senaristler vb. çağrılmış izleyici olarak. Film gösterimi sırasında insanlar filmin yarısında çıkmaya başlamışlar. Yapımcı "Eyvah, yanlış filmi satın aldık" derken, gerçek ortaya çıkmış: seyirciler, çok kötü olduğu için değil çok korkutucu olduğu için filmden çıkıyorlarmış. Bunun öğrenilmesi üzerine filmin yeniden çekilmesi fikrinden tamamen vazgeçilmiş. Film 25 Eylül 2009'da az sayıda salonda gösterime girmiş. 9 Ekim'de de daha fazla şehirde ve salonda gösterim başlayacakmış. Kısıtlı gösterimden elde edilen gişe 1 milyon dolar. Daha sonra ne olur Allah bilir. Film Türkiye'de Aralık 2009'da gösterime girecek. *** Bu da filmi izleyenlerin gizlice çekilen görüntüleri: Filmin daha fazla salonda gösterime sokulması için kullanılan bir yöntem var: Yapımcılar, eğer kendilerine 1 milyon talep gelirse, filmi başka yerlerde de gösterime sokacaklarını söylemişler. Bunun üzerine eventful.com sitesinde bir anket açılmış. Şu an itibariyle belirtilen rakama hayli yaklaşılmış durumda. Yine yukarıdaki videolardan ilki (yani fragman) bir milyondan daha fazla izleyici tarafından seyredilmiş. Alttaki tanıtım ise üç yüz bin izleyiciyi aşmış. Filmin facebook sayfasında da elli bin "hayran"ı var. On beş bin dolara çekilen bir film için, hiç de azımsanacak bir başarı değil, değil mi?! gezgin102011-09-22T00:15:56.608+ Kafa Bul Benimle, Bebek! Arkadaşlar, siyaset, ince ince yalan söyleme sanatıdır. Bunun çeşitli yolları vardır: Gerçeği azıcık çarpıtırsınız, kısmen gizlersiniz, olmayanı eklersiniz, olan ufacık birşeyi abartırsınız, vb. İzleyicinin/dinleyicinin gerçeklik duygusuyla fazla oynamaz, böylelikle onu ikna edebilirsiniz. Söylediğiniz yalan aşırı büyük ve saçma olursa, karşınızdakinin gerçeklik duygusunu sarsarsa, inandırıcılığınızı kaybedersiniz.

181

Şimdiki yöneticilerimiz ise bizimle doğrudan kafa bulma modunda konuşuyorlar. Nasılsa ortalıkta "Saçmalamayın yahu!" diyen kimse olmadığı/kalmadığı için (bkz. "Basının Varolmamasının Dayanılmaz Hafifliği"), istedikleri gibi doğaçlama zırvalayıp, sözlerinin altının dolu olup olmadığına bakma ya da bunu dert etme zahmetine katlanmıyorlar. En son Hacıcavcav'ın (son seçimlerden sonra tekrar baş yönetici yardımcısı olan zerzevat) sözleri bende bu duyguyu uyandırdı. Hani bazı satıcılar size düpedüz ucuz ve kalitesiz bir malı çok kaliteliymiş gibi büyük bir fiyata satmaya çalışırlar ya, işte öyle konuşuyor adam. Neymiş: kendilerinden önceki yönetimler sorunları tembel evkadınları gibi halının altına süpürmüşler, onlar ise gerçekten birşeyleri değiştirmek için uğraşıyorlarmış, vs. vs. "Ah canım, annen nerde senin?!" (Şok halinde, kaybolmuş ve kafası karışmış, hem ağlayan hem de saçmalayan bir çocuğa söylenen bir söz). Bunu diyen zatın partisinin yaklaşık olarak yarısı, son otuz yılda piyasada çeşitli zamanlarda iktidarda olan partilerde görev yapmış insanlardan oluşuyor. E, kurulduktan bir sene sonra iktidar olan bir partinin uzaydan siyasetçi getirmesi beklenemez, tabii ki ortalıkta başıboş dolanan tipleri bünyesine alacak. Ama böyle bir devşirme operasyonundan sonra "Son otuz yıldır iktidarlar hiçbirşey yapmadılar" diyemezsin, zira birşey yapmayanlar bizzat senin bünyende yer alıyorlar, hatta yakın zamana kadar bakanlık yapıyorlardı (AA, KT) ya da yapıyorlar (CÇ). Hatta ve hatta bu sözleri söyleyen zat bizzat yedi yıldır iktidarda ve daha önce de iktidar ortağı olan bir partide bakanlık yapmıştı yine. Ayrıca, kendileri iktidara geldiği zaman sıfır noktasına gelmiş olan terörün, tarihinin en azgın dönemlerinden birini yaşar hale geldiğini de kimse unutmuyor. Bu terör karşısındaki aciziyetlerinin "5 Kasımda Bushla görüşmeden önce harekat kararı alamam" sözleri ile tescillendiğini herkes biliyor. Bütün bu "Açılım" masallarının, Kuzey Irak'taki petrollerin güvenli bir biçimde topraklarımız üzerinden Akdenize taşınmasıyla ilgili olarak, "Nobel Barış Ödülü" sahibi Obama tarafından verilen emirlerden kaynaklandığını da. Böyle bir emir gelmese kıllarını kıpırdatmayacaklarını da. *** Ama gerçeklerle bağı koparıp fantazyanın sonsuz çayırlarında at koşturan insanlar, sadece bu devşirme ordusunda bulunmuyor. Dün gece bunlardan birini Sarıgül'ün şahsiyetinde de izleme şansına nail oldum. Ve dedim ki, "Gitti bir fırsat daha!" Neden? Kendisi şöyle buyuruyor: "Eğer ilk seçimde (yani 2011'de) ezici bir çoğunluğun oyunu alıp iktidar olmazsa, siyaseti bırakacakmış." Özal öyle yapmış, RTE de. Kendisi de öyle yapacakmış. Böyle birşey olmayacak, yani gelecek seçimlerde ne yazık ki iktidar olamayacak. Zira kendisine örnek aldığı iki şahsın da iktidara büyük bir çoğunlukla gelmesi, çok özel koşullarda gerçekleşmişti: Biri, darbeden sonra yapılan ilk genel seçimlerde iktidar oldu, diğeri de ülkenin yaşadığı en büyük ekonomik krizlerden birinden sonra. Yani her iki durumda da halk, mevcut düzenden son derece rahatsızdı. Ayrıca Türk milleti, geleneksel olarak muhafazakardır. Muhafazakar partilerin kandırma operasyonlarına da daha açıktır. Sağcı bir parti sadece birkaç dini söylem, artı, fantastik bir iki ekonomik vaat kullanarak halkın büyük bir bölümünün oyunu alabilir. (Bkz. Tansu Çiller'in "İki anahtar" vaadi.). Oysa bir sosyal demokratın bunu yapması için çok daha fazla çabalaması gerekir. (bkz. Apo'nun yakalanmasının DSP'yi iktidar yapması). Eğer gelecek seçimlerde, böyle aşırı sıradışı olaylar (kriz ya da terörle ilgili çok önemli bir gelişme) gerçekleşmezse, Türk halkı oyunu yine mevcut iktidara verecektir, belki birkaç puan düşürerek. Ama iktidar değişmeyecektir. Sarıgül'ün bunu görememesi ise, çevresinden aldığı aşırı gazın etkisidir, sanıyorum. Oysa daha uzun vadeli düşünse, eskilerin söylediği gibi, "Siyaset bir maratondur" dese, hem solu silkeleyerek biraz daha kendine gelmek zorunda bırakabilir, hem de sağlam bir muhalefetle iktidarın ayağını denk almasına yardımcı olabilir. Ama Sarıgül bir sonraki seçimlerde asla ve asla iktidar olmayacaktır. ABD ve Tüsiad'ın ve tarikatların şu anda kime destek verdiği ayan beyan ortadadır. Bu desteği değiştirmeleri için de şimdilik hiçbir neden görünmüyor. 182

Yani Sarıgül de Hacıcavcav gibi hayal görüyor. Ya da bizimle kafa buluyor! *** CHP'de ise Deniz Baykal, kendisinin çözümün değil sorunun bir parçası olduğunu artık anlamalı. Hem o, hem de çevresindekiler. Bu kadar çok ve sık başarısız olmuş bir insanın ve onu destekleyenler grubunun o koltuklarda oturmaması gerekiyor. Bunu anlamak için süper zeki olmaya gerek yok. "Çözüm olamıyorsan kenara çekil", demokrasilerin en temel prensiplerinden biridir. Bizim ülkemizde ise demokrasi dendiği zaman sadece, "yeterli sayıda oyu alarak olabildiğince uzun süre başta kalmak" anlaşılmaktadır. Oy alabilirsiniz, ama bu sizi ehil kişi yapmaz. Ehil olmadığınız anlaşıldığında (yani çeşitli seçimlerde arka arkaya başarısız olduğunuzda) da çekip gitmeyi bilmelisiniz. Demokrasi denen oyunun sadece bazı kurallarını alıp diğerlerini almazsanız, böyle acayip sonuçlara da katlanmak zorunda kalırsınız. *** Kendime not: Daha az haber seyret, sinirlerine dokunuyor! gezgin02011-09-22T00:15:56.603+ Aşkına İhanet Etmeyeceksin! Ettiğin zaman, bunun bedelini en ağır şekilde ödeyeceksin. Aşk denilen duygu, birçok bileşenin mucizevi bir biçimde bir araya gelmesiyle oluşuyor. Siz hazır olacaksınız, dünya hazır olacak, karşınızdaki hazır olacak. Az rastlanan, bu nedenle de yüzyılda bir gelen kuyruklu yıldızlar gibi heyecan uyandıran bir durumdur. Eğer Allah'ın sevgili kuluysanız ve böyle birşey yaşamaya başladıysanız, varınızı yoğunuzu bu kumara yatırmak zorundasınız. Burada pazarlık olmaz, burada taksit olmaz, burada vade yapılmaz. Ya şimdi, ya hiçtir. Eğer bu ateşi taşıma görevi sizin gönlünüze verilmişse, bunu ya layıkıyla yaparsınız, ya sonsuza dek lanetlenirsiniz. Ve herkes bunu bilir. Her türlü piyangodan daha büyük olan bu talihi reddetmek, kainatın en büyük aptallıklarındandır. Ama bunu yapmayanlar da yok değildir. Hiçbir maddi başarı, hiçbir iktidar, hiçbir şöhret, bu hatayı örtemez. Hiçbir alkol ya da uyuşturucu bu hatanın acısını dindiremez. İşte bu yüzden, insanların en çok dikkatini çeken hikayeler, aşk hikayeleridir. Aşk şarkıları, aşk şiirleri, aşk hikayeleri... Ruhun, yuvasına dönüş yolculuğudur aşk. Ve ruh, bu şarkıyı bin kere dinlese de yine bıkmaz. Aşkı bitiren, ama gerçekten bitiren tek şey ihanettir. İhanet, ille de başka birine meyletmek değildir. Aşkın gereklerini yerine getirmemektir ihanet. Ona vermeniz gereken enerjiyi, zamanı, duyguyu, başka şeylere atfetmektir. Her türlü ihanet, aşkı bitirir. *** Bu ne şiddet bu celal, diyeceksiniz. Bir dizi izlerken aklıma geldi: Kış Masalı. Aşağıda birkaç kez bahsetmiştim. Eğer reytingini yükseltmek istiyorsa, "hemen ocağın altını açmalılar, ateşi harlamalılar" demiştim. 4. Bölüm'de, Ağa'yı oynayan karakterin, basit bir kadın şantajı (karısının "ben hamileyim" demesi) karşısında, aşkından vazgeçtiğini gördüm. Ve dedim ki, bu dizi şimdi kendi bacağına bir kurşun sıktı. ("Jump the shark"). Artık bayağı zor toparlar. Neden? Aşkı için dünyayı yakmayacak karakterlerden, iyi dizi çıkmaz. Niye böyle birinin hikayesini seyredeyim ki? Hayat zaten öyle sıradan insanlarla dolu. Ben (yani "izleyici"), günlük hayatta görmediklerimi gösteren hikayeleri izlerim. Öbürü zaten hayatımda var. Güçlü duygular yaşamayan ya da yaşatmayan insanlar, güzel dizilere konu olamazlar, seyirciyi peşlerine takıp götüremezler. Aynı hatayı, geçen sene heyecanla beklenen ama sonra yayından kaldırılan "Aşk Yakar" dizisi yaptı. Özcan Deniz ve Meltem Cumbul'un başrolünü oynadığı, projenin başında Yavuz Turgul'un olduğu dizi, "Aşk"ı 183

harcattı. Baş karakter Özcan Deniz, aşkını sattı, Meltem'in karakteri olan Nazlı yerine Belda denen zengin kadını tercih etti, parası için. İşte o an, o dizinin bittiği andı. Ne yazık ki yapımcılar ve kanal bunu fark etmediler. Seyirci ise fark etti. Reyting mezarlığına gömdü diziyi. Dizi yazmak isteyenlere duyurulur! (Film de olabilir) gezgin82011-09-22T00:15:56.624+ Canon 5D: Gece Performansı Yukarıdaki performansı Stanley Kubrick görseydi ağlardı herhalde. Sadece üç mumun ışığı ile elde edilen görüntülere bakar mısınız? Rahmetli, "Barry Lydon"da benzer birşeyi yapmayı denemişti: sadece mum ışığında film çekmek. 7D, bundan biraz daha düşük performans gösteriyor. Ama o bile gayet tatmin edici sayılır. Canon, Nikon vb.'nin çıkaracağı rakiplere karşı, Mark2'ye sadece 24p eklemekle bile bütün piyasayı altüst edebilir. (Güncelleme: 2010'un ilk yarısında bunu sağlayacak bir "firmware" çıkartacakmış.) Bu arada, Mark2'ye ekstra özellikler (Zebra, AGC kontrolü, vb.) eklemeyi başaran MagicLantern'ciler, 7D üzerinde de çalışmaya başlamışlar. Bu iyi haber, hem de çok iyi. gezgin22011-09-22T00:15:56.577+ Canon 7D: Ne Sensör Ne Ben ... Aşağıda yer alan bazı yazılarda Canon 7D'den heyecanla bahsettiğimi görmüşsünüzdür. Bunun bir nedeni var: Dijital kameralarla sinema yapmak isteyenlerin elini kolunu bağlayan birkaç konuyu radikal bir biçimde çözüme ulaştırması. Bunlardan birincisi 24p kayıt yapması. Mark2'den farklı olarak, sinemayla uğraşanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek kare hızları sunması. (Eğer Philip Bloom'un anlattığı bir yöntemi kullanırsanız, NTSC ülkeler için düşünülmüş 60 fps'lik çekim modunda elde edilen görüntülerden hoş bir "yavaş çekim" etkisi de elde edebiliyorsunuz.) Ama en önemlisi 24p. İkincisi, sığ alan derinliği (DOF: "Depth of Field"). Geçen seneye kadar genç sinemacılar, filmli kameraların elde ettiği sığ DOF'a ulaşabilmek için Redrock gibi adaptörlere bin dolar civarında para yatırmak zorunda kalıyordu. Elde ettikleri görüntünün ters olması, aletin tozlanma olasılığı, fazla titreşim, kameranın hantallaşması gibi sorunlarla boğuşmaları gerekiyordu. Ama Canon 7D bu sorunları bir hamlede ortadan kaldırdı. Daha önce de belirttiğim gibi, adaptör firmaları, eğer başka alanlara yönelmezlerse, birkaç seneye kadar ortadan kalkacaklar. Üçüncüsü, diğer kameralarla karşılaştırıldığında devasa sayılabilecek büyüklükteki sensörü. 7D'nin sensörü (APS-C) Mark 2'den (35mm -still) küçük olmakla birlikte, birçok kişinin ihtiyaçlarını sorunsuz karşılayacak büyüklükte ve hassasiyette. Gece çekimleri, sadece Mark2'ninkinden biraz daha kötü, ama 1000-8000 $ aralığındaki kameralardan (kimilerine göre RED'den bile) daha iyi. *** Ama 7D, "her derde deva" bir fotoğraf makinası değil. Bazı sorunları var. Bunların en başında, sensörünün CMOS olması geliyor. CMOS sensörlerin (görüntüyü bir kerede, bütün satırların aynı anda kayıt yapması yoluyla değil de, yukarıdan aşağıya doğru satır satır kaydetmesinden kaynaklanan) "rolling shutter" denen bir sorunu var ki, evlere şenlik. Kamerayla hızlı bir biçimde pan yaptığınızda dikey görünmesi gereken nesneler (binalar, ağaçlar, kapılar) ya da çerçeve içinde hızlı bir biçimde hareket eden düz nesneler güçlü bir rüzgar karşısında eğilen saz gibi yamuluyorlar. (Yukarıda gördüğünüz bateristin bagetleri aslında DÜMDÜZ!) Bunun (görünen) tek çaresi, çekimlerinizi buna göre ayarlamanız ve hızlı panlardan kaçınmanız ya da bu tür nesneleri çerçevenize sokmamanız. (CCD'li kameralarda bu sorun yok). İkinci sorun, "codec" ile ilgili. 7D'nin kullandığı codec ne yazık ki AVCHD'nin bir profili. Bu da Long GOP ve 4:2:0 renk örneklemesi demek. (Bu konuyu galiba aşağılarda bir yerde açıklamıştım). Ayrıca kullanılan profilde B kareleri kullanılmıyor. (Mark2 ve GH1'de de durum aynı). Bu da keying gibi uygulamalarda sorun çıkabileceğini gösteriyor. Yine de 48 Mbps'lik veri hızı, birçok sorunu aşmaya yardımcı olacak gibi görünüyor. 184

Mark2 çıktıktan sonra, beklenmedik yerlerde siyah noktaların görünmesi gibi bazı sorunlar görülmüştü. 7D de benzer sorunlar çıkabilir. Ama 7D'nin, Mark2'den alınan birçok derse dayanılarak çıkarılıdığı belli. Bu nedenle her ne sorun çıkacaksa, daha az ciddi olacaktır diye tahmin ediyorum. *** Bunları anlatmamın nedeni koşup, bütün dünyada bu hafta mağazalarda satılmaya başlanan Canon 7D'lerden hemen bir tane ALMAMANIZ! Biraz daha bekleyin. Eğer bu aralar bir kamera almayı amaçlıyorsanız ve elinizde 1500-3500 dolar civarında bir para varsa, ve ölümcül bir aciliyet söz konusu değilse, bekleyin derim. Neden? Birinci neden, makinanın kamera camiası tarafından yapılacak testlerinin sonuçlarının gelmesini beklemenizin gerekmesi. Hemen bu trene atlarsanız daha sonra çok pişman olabilirsiniz. Film çekim amaçlı Mark2 alanlarda olduğu gibi. (Mark2'nin 30 karesinin 29.97 değil de TAM 30 kare olduğunu biliyor muydunuz? Sadece Mark2 de olan bu özellik, gerçekten de çok can sıkıcı.) İkincisi, Panasonic, Nikon ve RED, buna uygun bir cevap vereceklerdir birkaç ay içinde. Panasonic GH1'in özelliklerini düşük tutarak Canon'u hafife aldığını anladı. (Şu anda en büyük Panasonic forumu olan dvxuser.com'da Canon7D sayfasının ziyaretçileri, Panasonic kameralarının ziyaretçilerinden birkaç kat daha fazla). Nikon'un da HD çekim yapabilen bir full-frame fotoğraf makinası çıkarma hazırlığında olduğuna dair söylendiler var. Eh, RED de elbet birgün Scarlet'i çıkartacak. Ama şurası kesin gibi: İster Panasonic, ister Canon, ister Sony olsun, küçük handycamlerin, ve hatta HVX200/HPX170'lerin, EX1/EX3'lerin suyu ısınmış durumda. Ya sensörlerini büyütecekler ve bir sürü ekstra özellik katacaklar bünyelerine, ya da AVC-Intra gibi (hem 1o bit, hem de kare içi sıkıştırmaya sahip) codeclere yönelerek fark yaratmaya çalışacaklar. (Bu fiyat aralığında, yani 3500-8500 dolar aralığında, Panasonic'in HPX300'ü dışındaki bütün kameralar 8 bit kayıt yapıyorlar. Farkı yukarıda ve aşağıda görebilirsiniz.) *** Yine de şunu tekrar söylemeden edemeyeceğim: Bu "yeni çıkacak ve diğerlerini piyasadan silecek kamera" muhabbeti asla bitmez. Bu, kapitalizmin, serbest piyasanın bir tuzağıdır biraz da. Zira iyi görüntüleri alan, kameradan çok görüntü yönetmenidir. İşini bilen bir görüntü yönetmeni, SD kayıt yapan Canon XL2 ile bile mükemmel şeyler çekebilir. Panasonic HVX'i ya da EX1'i ise uçurur. Bu yüzden, eğer film çekme zamanınız geldi de geçiyorsa, sürekli olarak "ideal kameranın çıkmasını" beklemeyin. Eldeki kameralarla (ve tabii ki iyi bir görüntü yönetmeni ile) işinizi görün, bir sonraki filminizi onlarla çekersiniz. *** Güncelleme - 11 Ekim 2009: Görünüşe göre Nikon'un cevabının adın D300s. Sanırım resmi duyurusu bu hafta yapılacak. Canon'un "gerçekten video için tasarlanmış bir sensörü bulunan" kamerasının adı ise muhtemelen "1D MKIV" olacak ve 8 bin dolar civarında satılacak. 16MP olacak olan bu fotoğraf makinası gerçekten de video pazarını etkilemek üzere tasarlanmış bulunuyor. Bu kamera da Ocak ayında duyurulacak. (7D 1 Eylülde açıklandı ve Ekim başında satışa sunuldu). Aşağıda ise, bir başka 7D örneği bulunuyor: gezgin172011-09-22T00:17:51.526+ Sanatı Taklit Eden Hayat Geçen hafta meydana gelen iki olay, filmlerden çıkma gibiydi. Ne yazık ki sadece biri, komedi filminden alınmıştı, diğeri ise azıcık politik, çokça da "distopik" bir felaket filmden kopyalanmıştı sanki. 1) Bir polis memurunun, yaşadığı ve çalıştığı şehrin valisini bir ormanda bir kadınla (ki o da belediye meclisi başkanı) basması, adamı tanımaması, kolundan tutup karakola götürmesi, ancak ve ancak Polis Akademisi filmlerinde görülebilecek bir olaydı. Ben bu olayla ilgili olarak en çok polis memurunun, yanında vali olduğu halde karakola girdiği anı düşününce kendi kendime kahkahalarla gülüyorum. Düşünsenize, yanınızda adi bir suç işlediği için 185

yakaladığınız bir adam var ve karakola girince bütün memurlar ayağa kalkıyorlar! Polis'in o anki (yani yanındaki adamın gerçekten de vali olduğunu kavradığı anki) düşüncesini buraya yazamam, ama sanırım siz tahmin edebilirsiniz. Bundan çıkartılacak ders: Hayatta en olmaz dediğiniz olaylar bile olabilmektedir. Bu yüzden senaryolarınızı aşırı gerçekçilikle boğmayın, yaratıcı olun. McKee'nin dediği gibi, "Sizin olmaz, olamaz dediğiniz bir şeyi dünyanın bir yerinde çoktan yapmış biri mutlaka vardır." 2) İkinci olay ise, "büyük" bir partinin kongresinde çıkan "acı" bir sonuçla ilgili. O partideki bütün delegeler, aynı kişiye oy vererek o kişiyi tekrar başkan seçmişler. Arkadaşlar, böyle bir olayın, ve bunun yarattığı durumun tek bir adı, tek bir anlamı vardır: FAŞİZM! Farklı görüşlere, farklı düşüncelere, farklı yaklaşımlara duyulan sıfır tolerans. Ve tek bir görüşün, diğer görüşlere yaşam hakkı dahi tanımayarak onları ezmesi, yok etmesi. Hayata tek tip bakan, bakabilen insanlardan, başkalarına bir tek hayır bile gelmez. Yaptıkları herşeyde muazzam hata payları vardır, ve bu hataları kendi içlerinde gösterme cesaretini gösterecek insanların başı derhal ezilir. Faşizmin, demokrasi denilen bu ortam içinde bu kadar palazlanabilmesi ise, ironik bir durum yaratıyor. Tıpkı kanser hastalığının, kendisinin ortaya çıkmasını ve yaşamasını sağlayan konakçıyı ("host", yani bedenin kendisi) en sonunda öldürmesi gibi, faşizm de kendisinin ortaya çıkmasına izin veren nispeten özgür ortamı en sonunda yok eder. Kim ne derse desin, sadece bu yönüyle bile, başka birçok alanda tökezleyen ve beceriksizlik üstüne beceriksizlik sergileyen CHP'nin aslında gerçekten demokratik olduğunu ve faşist bir biçimde işleyen parti(ler)den çok daha sağlıklı ve insanlar için faydalı olduğunu söyleyebilirim. NB: Kongre sonuçlarını duyunca, gerçekten de 1984 filminde/kitabında olduğumu hissettim iliklerime kadar. Lodos ve Dolunay da var. Öff. Bitse de gitsek... Star Trek, Dark Knight, ve Fight Club Yazarlarından TavsiyelerAşağıda, Holivut'ta çalışan yazarlarla yapılmış röportajlardan yapılan kısa alıntılar yer alıyor. (İngilizce) Bu iki yazar, Transformers'ı, Star Trek'i ve Fringe'i yazdılar. Bir senaryo yazmadan önce hikaye taslağı ("outline") yazılmasının ne kadar önemli olduğundan bahsediyorlar: Aynı şekilde, Dark City'nin, Blade filmlerinin, Dark Knight'ın, ve Jumper'ın yazarı David Goyer de senaryoya başlamadan önce hikaye taslağı yazanlardan. Fight Club'ın yazarı (uyarlayıcısı demek daha doğru) Jim Uhls ise, böyle bir ön çalışmanın kendisine hiç uymadığını söylüyor. Jim Uhls ayrıca yeni başlayan senaryo yazarının kendisini geliştirmek için yapabileceği en iyi şeyin, başkalarının senaryolarını okumak olduğunu belirtiyor. ÇGHB vs. Haneler ve Başka Şeyler"Çok Güzel Hareketler Bunlar"ı pek sevmediğimi söylemiştim. Her ne kadar artık skeçler, ilk zamankiler kadar kötü olmasa da, seyrederken hep bir amatörlük hissediyorsunuz. Bu amatörlük, programın ortalama seyircisinin pek gözüne batmıyor, zira onlar da oyuncularla benzer yaşlardalar. Ama tiyatro sahnesinde Zeki-Metinleri, Levent Kırcaları, Ferhan Şensoyları görmeye alışmış gözlere batan şeylerin sayısı daha fazla oluyor. Buna karşılık "Haneler" hem skeçlerin kalitesi hem de oyunculuk açısından çok daha tatmin edici. Son zamanların en iyi genç oyuncuları, tam anlamıyla karşılıklı olarak döktürüyorlar. Yaban karakteri özellikle dikkat çekici. Bu Kadir İnanır parodisi, yetmişli yıllardan beri hayatımızda ve filmlerde ne kadar çok şeyin değiştiğini, çok güzel ortaya koyuyor. Skeçler biraz daha kısa olsa çok daha eğlenceli olacaklar, ama "sündürme"nin bir TV sanatı olduğu memleketimizde, daha fazlasını beklememek lazım. *** Aşağıda "Kış Masalı" dizisinden hoşlandığımı söylemiştim. Ama üçüncü haftasında Total'de 11., AB'de 6. olmuş. Oysa "Ezel" daha birinci bölümünde, Total'de 2., AB'de ise 1. olmuş. Başka bir çok faktörün (örn. başrol oyuncuları) yanı sıra ben bu durumun, Ezel'de ana hikayeye erken girilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. "Kış Masalı"nda 3. bölümde olmamıza karşın hala ana çatışma başlamış değil, sadece emareleri var ortada. "Ezel" ise dakika bir, gol bir ana çatışmayı kurmuş, karakterleri tanıtmuş, hikayenin nereye gideceğini göstermiş durumda. Ayrıca "Kış Masalı" aynı deli kızı seven farklı kültürlerden gelen zengin iki gencin çatışması şeklindeki orta şiddette bir hikaye anlatacak gibi dururken "Ezel" aşk, ihanet ve intikam gibi çok daha şiddetli duyguları işleyeceğini göstermiş bulunuyor. 186

Bence bu durum, Türk seyircisinin, incelikli hikaye örgüleri ve orta şiddet duygular yerine, basit ama güçlü duygları işleyen klasik hikayeleri (bir başka örnek de "Aşk-ı Memnu") tercih ettiğinin bir örneğini daha teşkil ediyor. Yine de belli olmaz, "Kış Masalı" gelecek bölümde hikayeye damardan girerse, reytinglerini yükseltebilir gezgin72011-09-22T00:17:51.503+ Canon 7D - Video Örneği 2 Burada kullanılan Canon 7D, deneme modeli değil, gerçekten mağazada satılan bir makine. Gece çekimlerindeki siyahların grensizliği ve renklerin canlılığı dikkat çekici. Philip Bloom'a göre Canon 7D'ye harici bir monitör bağlayabiliyorsunuz ve bu esnada HD çekmeye devam edebiliyorsunuz - MarkII'de ise monitör bağlanınca çekim kalitesi SD'ye düşüyor. 7D'de aldığınız harici görüntü HD değil, ama bu çok önemli birşey değil, özellikle de kameranın LCD ekranının sabit olduğu düşünülürse. *** İnsan merak ediyor: 4:2:2 ya da düpedüz 4:4:4 intraframe çeken DSLR'ler ne zaman çıkacak diye. Geçen sene böyle bir fikir aklımıza bile gelmezken şimdi iple çekiyoruz, henüz tasarımı bile yapılmamış kameraları. Bağımsız sinemacıların eline gerçekten çok büyük bir koz geçti, bu fotoğraf makinalarıyla. Umarım hakkını verirler. gezgin12011-09-22T00:17:51.497+ Hızlı Kurgu Aşağıdaki yazı "The Way Hollywood Tells It" ("Holivut Tarzı Anlatım Teknikleri") adlı kitaptan alınmıştır. Buradaki bilgileri Holivut tarzı film kurgulamak için de, bu kurgu tarzını eleştirmek için de kullanabilirsiniz: 1. Yoğunlaştırılmış Süreklilik: Dört Boyut Yeni tarzın merkezinde dört adet kamera kullanımı ve kurgu stratejisi bulunmaktadır: hızlı kurgu, lens uzunluklarının her iki uçta abartılı olması, yakın çekimlere olan bağlılık, ve kamera hareketlerinin çok çeşitli olması. Bu tekniklerin büyük bir bölümü, genelde tedirgin eleştirmenler tarafından daha önce ele alınmıştır, ama hiçbiri yakından incelenmemiştir, ve biz de bunların tutarlı bir sanatsal seçimler bütünü oluşturacak şekilde nasıl birlikte işlediğini ele almamış bulunuyoruz. Ayrıca, bir çok cephede meydana gelen teknolojik ilerlemelere karşın, stüdyo döneminden sonra filmcilerin elindeki seçenekler azalmıştır. Tartışacağım stratejiler baskın, hatta ezici bir hal almış durumdadır: sinemacılar diğer seçenekleri kullanma konusunda teşvik edilmemektedir. Bu durum da, bu yazının son sayfalarında da belirteceğim üzere, stüdyo dönemi sinemasında bulunan bazı kendini ifade etmek kaynaklarının kaybı anlamına gelmektedir. Hızı Artırmak Herkes bugünlerde filmlerdeki kurgunun daha hızlı olduğunu düşünmektedir, ama hızlı demek tam olarak ne demektir? Ve neye göre hızlıdır? Popüler gazetecilik bize bu konuda bazı ipuçları vermeye çalışmıştır. 1999 yılında bir yazar "Ortalama bir filmde 600 ila 700 kesme ("cut") vardır" diyor. Hollywood'da çalışanlar ise filmlerde tipik olarak ortalama 1100-1200 plan ("shot") olduğunu söylemektedirler. Her iki rakam da günümüzde kurgunun gittikçe artan hızını küçümsemektedir. 1920'lerde Hollywood filmleri son derece hızlı bir biçimde kurgulanıyordu, her plan ortalama dört ila altı saniye sürüyordu, ama sesin kullanılmaya başlanması frene bastı. 1930 ila 1960 arasında filmlerin çoğunda üç yüz ila yedi yüz plan yer almaktaydı, yani ortalama plan uzunluğu (OPU) 8 ila 11 saniye arasında değişiyordu. B-filmleri kategorisinde bile, bu rakamın altında bir ortalaması olan film bulmak zordur. Son derece hızlı bir biçimde kurgulanan A-filmleri genelde hızlarını sıkışık prodüksiyon programlarına ya da mevcut ("stock") görüntüleri filmde kullanma ihtiyacına borçludurlar. "Tarzan Oğlunu Buluyor" (1939) filmde OPU (Ortalama Plan Uzunluğu) 3.6 gibi son derece kısa bir süreye sahiptir. Bunun büyük ölçüde nedeni, orman yaratıklarının arşivlerde bulunan görüntülerine yapılan çok sayıdaki kesmedir.

187

Diğer uçta ise, son derece uzun çekimlerden oluşan çok sayıda film yer almaktadır. John Stahl'in "Back Street" (1932) adlı filminin OPU'su 19 saniyedir. Otto Preminger'in "Fallen Angel"ının (1945) OPU'su ise 33 saniyedir. 1950'li yıllar boyunca Preminger, Vincent Minelli, ve Billy Wilder uzun çekimler kullanmaya devam etmişlerdir. 1960'ların ortalarında çok sayıda sinemacı kurgu hızlarını artırmaya başladılar. Bu dönemin birçok Afilminin OPU'ları 6 ila 8 saniye arasında yer almaktadır. Bazılarının ortalamaları ise çok daha kısadır. Örneğin "Goldfinger"ın (1964) hızı 4.0 saniyedir. "Mickey One"ınki (1965) 3.8 saniyedir. "Head"in (1968) ortalama plan uzunluğu ise 2.7 saniye gibi şaşırtıcı bir rakamdır. Hız 1970'lerde daha da artmıştır. O dönemde filmlerin dörtte üçünün OPU'ları 5 ila 8 saniyedir. Yine bu dönemde bundan çok daha hızlı çok sayıda film görüyoruz. Tahmin edilebileceği üzere aksiyon filmleri diğer türlerden daha hızlı kurgulanma eğilimindeydi (ve Sam Pakinpach'ın filmleri en hızlı kurgulanan filmlerdi), ama müzikaller, dramalar, romantik filmler, ve komediler de uzun çekimleri tercih ediyor değildi. "The Candidate" (1972), "Slaughterhouse-Five" (1972), "Pete’s Dragon" (1977), "Freaky Friday" (1977), "National Lampoon’s Animal House" (1978), "Foul Play" (1978), ve "Hair" (1979) filmlerinin hepsinin OPU'ları 4 ila 5 saniye arasındadır. Yetmişlerin ortalarında her janrdaki filmlerde en az bin plan bulunmaktaydı. 1980'lerde tempo artmaya devam etti, ama sinemacının seçim yelpazesi de önemli ölçüde daraldı. 1970'li yıllarda hala görülebilen iki haneli OPU'lar, kitlelere hitap eden filmlerde tam anlamıyla ortadan kalktı. Ana akım filmlerin büyük bir çoğunluğunun OPU'ları 5 ila 7 saniyeydi. Birçok filmin ortalaması 4 ila 5 saniye arasındaydı. Bunlar sadece "Kutsal Hazine Avcıları" ve "Cehennem Silahı" (1987) gibi aksiyon filmleri değil, aynı zamanda (her ikisi de 1983 yapımı olan "Stand By Me" ve "The Right Stuff"; 1984 yapımı "Amadeus"; 1985 yapımı "The Breakfast Club" gibi) dramalardı. Ayrıca 3-4 saniye OPU'ları bulunan daha fazla sayıda film ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunların çoğu, "Road Warrior" (1981), "Pink Floyd: The Wall" (1982), "Tron" (1982), "WarGames" (1983), "Streets of Fire" (1984), "Highlander" (1986), "Top Gun" (1986), "Near Dark" (1987), "Alien Nation" (1988), ve "Black Rain" (1989) gibi aksiyon filmleri ya da video kliplerden etkilenen filmlerdi. 1980'lerin sonlarında birçok film 1500 ya da daha fazla sayıda plan içermekle övünüyordu. Bunu kısa bir süre sonra "JFK" (1991) ve "The Last Boy Scout" (1991) gibi iki ila üç bin plan içeren filmler takip etti. Robert Rodriguez'in düşük bütçeli çıkış filmi olan "El Mariachi"de (1993) yaklaşık 2100 plan bulunmaktadır. Aynı yıl çıkan "Demolition Man"de yaklaşık 2600 plan bulunmaktadır. Kısa bir süre sonra üç ila dört bin planlık filmler ortaya çıktı. ("Braveheart" 1995; "Nixon" 1995; "Armageddon" 1998; "Any Given Sunday" 1999). Birçok yönetmen OPU'yu 3 saniyenin altına çekmeye başladı. "The Crow" (1994), "U-Turn" (1997), ve "Sleepy Hollow" (1999) filmlerinin OPU'su 2.7 saniyedir; "El Mariachi", "Armageddon", ve "South Park" (1999) 2.3 saniyelik OPU'lara sahiptir. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, herhangi bir türdeki ortalama bir filmin OPU'su 3 ila 6 saniye arasında değişmekteydi. Günümüzde filmler ortalama olarak, Amerikan Stüdyo sinemacılığı tarihindeki herhangi bir zamandan daha hızlı bir biçimde kurgulanmaktadır. Bazı filmler 1920'lerin sonundaki Sovyet sessiz montajını andıran plan uzunlukları kullanmaktadır. 1961 ila 1999 yılları arasında 2 saniyeden kısa OPU'su bulunan sadece tek bir film bulunmaktadır ("Dark City", 1998, 1.8 saniye). Ama 2000'li yıllarda her sene en az bir adet bulabiliyoruz (örn. "Moulin Rouge" ve "Requiem for a Dream", 2001; "Pirates of the Caribbean", 2003). Her ne kadar aksiyon filmleri son derece yüksek bir hızda kurgulansa da, hızlı kurgu bütün türlerde yaygın olarak görülmektedir. "Quills" (2000) gibi üslupçu tarihi dramalar, "Adaptation" (2002) gibi absürt denemeler ve "Bridget Jones'un Günlüğü" (2001) ve "Intolerable Cruelty" gibi romantik komedilerde (2003) OPU 5 saniye ya da daha az olmaktadır. "Love Actually"nin (finaldeki çok çerçeveli bobardımandan önce 3.8 saniye OPU'su bulunan 2003 yapımı film), 21 Gram'dan daha hızlı kurgulanacağını (2003, OPU 4.6 saniye) kim tahmin edebilirdi ki? Bu eğilim "Sevimli Canavarlar" (2001, 3.0 saniye OPU) ve "Kayıp Balık Nemo" (2003, 3.3 saniye OPU) gibi animasyon filmlerinde de devam etmektedir. Her ne kadar 1.5'den daha kısa bir ortalaması olan bir film biliyor olsam da, norm'un ağırlığı son kırk yılda açıkça aşağı doğru kaymış bulunmaktadır. "The Others" (2001) ve "Lost in Translation" (2003) gibi 6 ila 7 saniyelik OPU'su olan filmler artık ağırbaşlı (ciddi, sakin, vakarlı) görünürken sadece "Thirteen Conversations About One Thing" (2001) ve "Solaris" (2002) gibi sanat filmleri 10 ila 11 saniyelik ortalamaları göze alabilmektedir. Bir zamanlar son derece uzun planları tercih eden Roman Polanski ve Mike Nichols gibi yönetmenler de bu eğilime katılmışlardır. Nichols, uzun planlar "daha fazla kendini önemser gibi görünmeye başladı, artık beni çok sayıda kesme yapmak heyecanlandırıyor ve birçok yönetmenin sahip olduğu hazzı bana hemen veriyor." diyor. Sadece Woody Allen ve M. Night Shyamalan sürekli olarak uzun planlar kullanmak suretiyle filmlerini oluşturmayı tercih ediyorlar.

188

Kurgunun hızlanması diğer teknikleri de etkiledi. Her ne kadar geçmişte stüdyo yönetmenleri bir kamera hareketinin ortasında kesme yapmaktan kaçınıyorduysa da günümüzde sinemacılar bu konuda bir çekingenlik hissetmemektedir. Eskiden kameranın harekete başlayıp hareketi bitirdiği anlar, hareketin kendisi kadar önemliydi. Ama şimdi kaydırmalar ve çevrinmeler (pan) sık sık kesmeler ile bölünmekte ve bir bilginin açıklanmasına doğru gerçekleşen sabit bir ilerleme hissi bizden esirgenmektedir. Sinemacılar, hızlı kurgu yetmezmiş gibi, başka yöntemler de kullanarak ani görüntü patlamaları yaratabilmektedir. Araçlar sahnenin önünden hızla geçerek görüş hattımızı kesmektedir. Yıldırım panlar ve sarsıntılı çerçevelemeler, bir bulanıklığın birleştirdiği iki kısa görüş ânı yaratmaktadır. Mizopuan ("rack focus", odağın ön plan ile arka plan arasında değiştirilmesi) bir planın kompozisyonunu bir kesme kadar kesin bir biçimde değiştirebilmektedir. Yönetmenler sadece flaş lambaları veya araba farları gibi ışık patlamalarına kesme yapmakla kalmamaktadır; disko strobları veya çakan şimşekler tarafından tek bir plan içinde yaratılan ışık atımları da kurgu hızında da bir artış izlenimi yaratmaktadır. Film yönetmenleri bu diğer tekniklerin, kesmenin "enerji" vermesine, perdeyi yenilemesine, ilgiyi devam ettirmeye, ve heyecan oluşturmaya yardımcı olduğuna inanmaktadırlar gezgin32011-09-22T00:17:51.551+ Jenerik Sanatı Filmlerin başında yer alan jenerikler, filmin kalitesi hakkında fikir verir bazen. Aklıma ilk gelen örnek Fight Club. Aslında yapımcılar son âna kadar bu jeneriğe para ayırmamışlar. Ama daha sonra bir biçimde ok'lenmiş ve ortaya sinema tarihinin bu en ilginç jeneriklerinden biri çıkmış. (Bilmeyen ya da izlemeyen var ise, bu jenerikte, insan beynindeki nöronlar arasında bir yolculuk yapıyor kamera.) Daha sonra çok taklidi çıksa bile, bu film vizyona girdiğinde çok yenilikçiydi bu görüntüler. Aklıma gelen ikinci örnek, Casino Royal (James Bond). James Bond filmlerini oldum olası sevmezdim, daha doğrusu ciddiye almazdım - Casino Royal'e kadar. Çocuk filmleri gibi gelirlerdi bana. Kahramanın hiçbir gerçek derdinin olmadığı filmlerdi, Casino Royal'den öncekiler. Ama bu filmle birlikte neredeyse janr değiştirdi James Bond. Ve kendine çok yakışan bir jenerik yaptı. Şarkısı da güzel, görüntüleri de güzel, jeneriğin. Aklıma gelen üçüncü örnek, Terminator 2. Filmin başındaki kısa giriş bölümünden sonra başlayan jenerik tek kelimeyle tüyler ürpertiyor: Devasa alevlerin yuttuğu bir çocuk parkı! Ve buna eşlik eden (ve yaklaşık yirmi yıldır kafamıza kazınmış) müthiş bir müzik. Filmin bütün duygusunu bu jenerik bölümünde özet olarak bulmak mümkün. *** Filminize jenerik olarak sade birşey de düşünebilirsiniz. Bu tür jeneriği olan çok iyi filmler de var. Ama bazı filmler siyah zemin üzerine beyaz yazıdan daha fazlasını hak eder. Hele bu dijital çağda, After Effects ile bile bir çok şey yapabileceğiniz bir dönemde, jeneriğe biraz özen göstermek suretiyle filminizin yapım değerini bir anda artırabilirsiniz. Demedi demeyin.. gezgin82011-09-22T00:17:51.536+ Bir De Buradan Bakın: Ray Bradbury'ye Göre Yaratıcılığın Kaynağı Ray Bradbury ile yapılan bir röportajdan kısa bir bölüm yer alıyor aşağıda. Bradbury'yi bilen bilir, ama bilmeyenler için, kendisinin bilim-kurgu ve fantezi yazarlarının en önde gelenlerinden biri olduğunu söylemekle yetinelim."From the Dust Returned"de hikayeye kaldığınız yerden devam etmek zor muydu? Hayır, hayır. Kontrol bende değil. Bütün işi bilinçaltım yapıyor. Bilinçaltım birşeyi yapmaya hazır olduğunda yapıyor. Ben bu gibi şeyler hakkında düşünmem - bunlar kendiliğinden meydana gelir. Zaman geçer, bazen işleri daha çabuk bitirirsiniz, bir hafta ya da bir ay içinde, bazen ise iki ya da üç yıl alır, bu hikayede ise 55 sene aldı. Bu arada bu hikayenin parçalarını yazıyor muydunuz? Oraya buraya notlar alıyordum, ama üzerinde çok çalışmadım. Belki yılda bir kere. Gelecekte Elliot ailesiyle ilgili daha çok yazmak isteyebilir misiniz?

189

Neyi neden yaptığınızı asla bilemezsiniz. Ben kendi işimi asla akıl yoluyla açıklamaya çalışmadım: hikayeler nerden geliyor, neden o şekilde gelişiyorlar, bunları gerçekten de bilmiyorum. Bütün bunlar benim için hâlâ bir sır. Bence insanlar bu nedenle yazdıklarımı seviyor, zira bunun çok dürüst bir eser olduğunu, son derece sezgisel olduğunu ve rüyalara benzediğini biliyorlar. Bu şeyler bana çoğu zaman sabah 7 civarında uyanırken gelir. Ben birşeyler hayal etmem, ama uyanma ile tam uyanıklık arasında, zihninizin gevşemiş olduğu ve aklınıza birşeylerin geldiği bir dönem vardır, işte tam bu sırada yataktan fırlarsınız ve koşup bunları yazarsınız. Bu bana hep olur. Bu size hep böyle mi olmuştur? Eserlerimin yaklaşık %60'ında böyle olur. Ben hayal kurmaya inanmam. İnsanlar "Hiç bir hikaye hayal ettiniz mi?" diye sorarlar. Bu benim başıma hiç gelmemiştir. Ben insanın uyanırken, akıl yoluyla (entellektüel olarak) düşünmediği o gevşemiş hâle inanıyorum. Bu esnada, tamamen uyanık olmadığınız bir hâlde algılarsanız herşeyi. Bu 50 ya da 40 veya 20 sene önce de aynen bu şekilde mi oluyordu? Hayır, yaklaşık 40 sene önce gevşemeyi ve daha çok keyfime bakmayı öğrendim. Bundan elli sene önce hikayelerim hakkında çok fazla düşünürdüm. Gevşemenin faydasını ve sezgisel tarafımın keyfini çıkartmayı hayatımın daha sonraki dönemlerinde öğrendim. *** Kaynak: gezgin02011-09-22T00:17:51.625+ Crash'in Oscarlı Yazarından Yazar Tıkanmasına Çare! Moderatör: Iambored_biscuit'in bir sorusu var: "Yazar tıkanmasını aşmak için bir tavsiyeniz var mı?" Bob Moresco: Evet, masanızın başına geçin. Bu kadar basit. Yazar tıkanması ile ilgili duyduğum en iyi tavsiye Neil Simon'a aittir. Kendisi Amerika'nın belki de en üretken oyun yazarıdır. Bence öyle. Kendisine "Sizi diğer yazarlardan farklı kılan nedir?" diye soruyorlar. Neil Simon da "Benimle diğer yazarlar arasındaki tek fark sanırım benim her gün sekiz saat masamın başında oturabilmemdir" diyor. O kadar basit. Eğer yazar tıkanmanız varsa "Bende yazar tıkanması yok" diyeceksiniz, "Bende masamın başına geçememe hali var" diyeceksiniz. Gidip masanızın başına oturacaksınız, yarattığınız dünyayı düşüneceksiniz, karakterleri düşüneceksiniz, yaratmaya çalıştığınız karmaşıklığı düşüneceksiniz, en önemlisi de çatışmanızı düşüneceksiniz. Eğer sahnedeki ya da hikayenin bütün yapısındaki çatışmada bir sorun varsa, bununla ilgileneceksiniz. Er ya da geç cevapları bulmaya başlayacaksınız, size söz veriyorum. Eğer masanıza oturursanız ve hikayenizin unsurlarını düşünürseniz, yazmaya başlarsınız. Eğer dışarı çıkıp alışveriş yaparsanız, basketbol oynarsanız, karınızla yemeğe giderseniz... Bakın her gün "yazmamanız" için binlerce "geçerli" neden olacaktır. Bunlardan biri yazar tıkanması olabilir. Hepsi palavra. Bir yazar oturur, kendisini (yarattığı) dünyanın içine sokar ve bir noktada birşeyler bulur. Yazar tıkanması hakkında söyleyebileceğim son şey "iyi" yazmaya çalışmamalarıdır. Yazmama haline geçişin en hızlı yolu "iyi birşey yazmanız gerektiğini" düşünmenizdir. Kötü yazın, sonra tekrar yazarken onu biraz daha düzeltin/güzelleştirin. Moderatör: Harika. Ben tabii ki daha iyi ifade edemem, zira siz bir Oscar kazandınız. *** Bob Moresco'nun nasıl yazar olduğu ile ilgili ilginç bir röportaj (İngilizce): gezgin22011-09-22T00:17:51.665+ Gezgin'le Bir RöportajBenimle e-posta yoluyla yapılan bir röportajın tam metnini aşağıda bulabilirsiniz:

190

1-Gezgin Gezer bağımsız sinema ile uğraşan hemen hemen bütün insanların uğrak noktası olmuştur. Ülkemizde senaryo sorunsalı ile alakalı bilgi eksikliğini büyük ölçüde giderdiniz. Bunun dışında genel anlamda sinemanın sorunlarına da değinerek, ciddi bir öğrenim ortamını sağladınız. Bu bilgi paylaşımından "ONLİNE SENARYO KİTABI" ı da meydana geldi. Gezginin bu paylaşıma başlarken vermek istedikleri nelerdi? Bugün baktığımızda neleri gerçekleştirdiğine inanıyor? Öncelikle bir değerlendirmenize pek katılmadığımı söylemeliyim. Ülkemizdeki senaryo sorunsalı ile ilgili bilgi eksikliği o kadar büyük ki, değil bir, elli tane SANARİST sitesi olsa bu gedik kapanmaz. Senaryo yazma tekniği hakkında kendimiz orijinal fikirler üretmediğimiz gibi, dışarıda üretilen fikirlerin de çoğundan haberdar değiliz. SANARİST’in bu kadar çok takipçisinin olmasına ise bir yandan seviniyor, ama diğer yandan da çok üzülüyorum. Amerika’da ve Avrupa’da senaryo hakkında çok çeşitli bilgilerin bulunduğu yüzlerce site ve blog var. Hepsini takip etmeye kalksanız tek kelime yazı yazacak vakit bulamazsınız. Oysa bizde, benim haberdar olduğum bir tek SANARİST var. Bir eksikliği gidermek gibi bir görevi yerine getiriyor olmaktan dolayı sevinç duyuyorum ama tek başıma olmaktan dolayı üzülüyorum. Keşke on beş yirmi site daha olsaydı, gençlere daha fazla ve daha çeşitli bilgiler sunabilseydik. Bu sayede gittikçe daha da kaliteli filmler izleme olanağı bulurduk. SANARİST sitesinde yazmaya başlarkenki amacım, senaryo yazımı ile ilgili bilgi ve tecrübelerimi paylaşmaktı. Gündemdeki filmleri analiz ederek, neleri doğru, neleri yanlış yaptıklarını göstererek, senaryo yazmak isteyenlere yardımcı olmaktı. (Bu siteye bilmeden vesile olan Aranan Adam’a bir kez de buradan teşekkür ediyorum.) İnsanlardan aldığım geribildirimlere bakarak, hedefime bir ölçüde ulaştığımı söyleyebilirim. Ama tamamen değil. Açıkçası şimdiye kadar anlattığım bilgileri kullanarak birkaç sinema filminin çekilmiş olacağını düşünüyordum. Sanırım o noktaya daha gelinmedi, en azından ben haberdar değilim, SANARİST’te anlatılan bilgileri kullanarak senaryo yazan ve/veya film çekenlerden. Herhalde o noktaya daha sonra, belki beş on yıl sonra gelinecek. Eğer kısa süre içinde başka siteler açılır, başka bilgi kaynakları (kitap, video ders, podcast, vb.) ortaya çıkarsa, bu süre kısalabilir. 2-Bugün konumuz genel itibari ile kısa film olacak. Kısa film için şudur, şöyledir diye bir tanım yapmak olanaksız. Üretilen yapıtlara bakarak, Avrupa’daki kısa film tanımıyla, ülkemizdeki kısa film tanımının örtüştüğünü söylemek de mümkün değil. Gezginin penceresinden kısa film nedir? Ne değildir? Kısa filmi iki şekilde ele almak mümkün: Olan ve olması gereken. İkinciden başlarsak, kısa film, etkileyici bir mesajı (bir duygu ya da düşünceyi ya da her ikisini birden) nispeten yaratıcı yöntemler kullanarak az bir zamanda sunan filmdir. Bunun belirli bir süresi yoktur ama genel olarak 20 dakikanın altında olması tercih edilmektedir. Olan’a gelirsek, özellikle ülkemizde kısa film, üzerinde yeterince durulmamış, yeterince işlenmemiş “biraz ilginç” bir fikrin, alt seviyedeki olanaklarla çekilerek, izleyiciye sunulmasıdır. Kısa film çekenlerin ellerindeki olanakları zorlamaması, filmlerin kalitesine büyük darbe vurmaktadır. Senaryo, oyunculuk, ses, ışık, kurgu… İzlediğim kısa filmlerin çoğunda bu alanlar geliştirilebilecekken genelde aynen bırakılmış oluyor. Bunun nedeni bilgisizlik olabilir, yani gençler, hangi alanda neyi ne kadar geliştirebileceklerini bilmiyor olabilirler. Bu vahim bir durum. Okulların ya da sinema eğitimi veren diğer kurumların görevlerini yapmadığı anlamına geliyor. Bir başka neden ise umursamazlık olabilir. Ki bu daha da vahim bir durum. Gençlerimizin iş disiplinlerinin, sanatlarına duydukları saygının az olduğuna işaret ediyor. Bence günümüz Türk kısa filmciliğinde bu ikisinin bir karışımıyla karşı karşıyayız. Yani hem bir cehalet, hem de bir umursamazlık var. 3-Birkaç yıl öncesine kadar İstanbul’daki yabancı ülkelerin kültür merkezleri ve birkaç televizyon kanalının düzenlediği festival, yarışmalarla sınırlı kalınıyordu kısa film etkinlikleri. Bu gün ise üniversiteler, belediyeler vb… birçok kurum ve kuruluşlar etkinlikler düzenliyor. Bu etkinlikleri ne kadar yeterli görüyorsunuz. Gerçek anlamında kısa filme katkısı nedir veya nasıl olmalıdır. Kısa film festivali düzenlemenin, son yılların “trendi” faaliyetlerinden biri haline geldiği doğru. Nerede adını bir faaliyetle duyurmak isteyen bir kurum ya da belde varsa, ilk olarak hemen kısa film festivali düzenlemek akıllarına geliyor. Bu festivallere baktığınız zaman ise, hep aynı filmleri görüyorsunuz. Yani bir iki sene içinde çekilen filmler, kafileler şeklinde festival festival dolaşıyor. Bunun (kısa film çeken kişinin bir yarışmayı kazanma şansını artırmak dışında) pek bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca kısa filmleri değerlendirecek jürilerin niteliği de, dikkat edilmesi gereken bir konu. Üniversiteler ve büyük şehirlerdeki bazı yarışmalarda kalifiye jüri üyesi bulmak mümkünken, daha küçük yerlerde nitelikli jüri oluşturmak mümkün olmayabiliyor. Bu tür faaliyetler, kısa filmciliğe nasıl katkıda bulunabilir, sorusuna gelince: Eğer bu faaliyetlerin kısa filmlerin kalitesini artırması gerçekten isteniyorsa, büyük ödülün çok büyük olduğu (örneğin 50 ya da100 191

bin dolar) ve jürinin de gerçekten işinin ehli insanlardan oluştuğu yarışmalar düzenlenmelidir. Bu yarışmayı kazanacak kişiye uzun metraj bir film yapma olanağı da sağlanabilir. Yani yarışmaya katılacak kişiler, küçük ve sevimli bir ödülle değil, devasa bir ödülle motive edilmelidir. O zaman bütün katılımcılar, beyinlerinin ve kalplerinin son damlasına kadar filmlerinin kalitesini artırmaya çalışacaktır. İşte böyle bir yarışma kısa filmlerin kalitesini artırabilir. 4-Ülkemizdeki sinema eğitimi veren kurum ve kuruluşlar ne kadar yeterli? İçerik ve uygulama olarak üzerine düşen sorumluluğu yaptıkları söylenebilir mi? Sinema eğitimiyle ilgili bir şey söylemek için, sinema eğitimi veren kurumlardan çıkan öğrencilere bakmak yeterli olacaktır. Her sene yüzlerce gencin mezun olduğu bu bölümler, ulusal ve yerel TV kanallarına elaman yetiştiren meslek okullarına dönüşmüş durumda kanaatimce. Bu gençlerden kimi reklâm ajanslarında iş buluyor, kimi de özel yapım şirketlerinde. Bu bölümlerin adının “Sinema – TV” yazmasına karşın, ortada ciddi anlamda sadece sinemayla uğraşan birilerine rastlamak çok güç, neredeyse imkânsız. Oysa son beş altı yılda dünyada bağımsız sinema alanında (dijital teknoloji sayesinde) bir patlama yaşanırken, bizde bu konuda neredeyse “tık” yok. Bu da sinema bölümlerinin, kuruluş amaçlarına ne kadar uzak bir eğitim verdiğinin, sinema hocalarının çoğunun ne kadar yetersiz kaldığının kanıtı bence. Sinema ve Televizyon, birbirine ne kadar benzer görünse de, aslında çok farklı alanlar. Farklı tarafları, ortak taraflarından çok daha fazla. Oysa bizde, medya sektörüne baktığınız zaman, eskiden (yetmişli yıllardan önce) “Kral” olan sinema sektörü, artık televizyonun bir şamar oğlanı haline gelmiş durumda. Kendi başına sadece sinema filmi yaparak ayakta kalan şirket yok gibi. Bütün sinema oyuncuları, “asıl meslek” olarak TV ve tiyatro oyunculuğu yapıyorlar. Film müzikçilerinin asıl ekmek kapısı TV dizileri ya da müzik sektörü. Yani sonuç olarak Sinema, her şeyin sefasını süren TV’nin yanında hep itilip kakılan ve ikinci plana itilen külkedisine dönüşmüş durumda. Sinema TV bölümlerinin hali de, piyasadaki bu durumu yansıtır nitelikte. Oysa en azından akademide bu böyle olmamalı, sinema TV’ye kurban edilmemeliydi. Özellikle devlete ait üniversitelerdeki sinema TV bölümü öğrencilerini dinlediğinizde, bölümlerindeki teçhizatın ne kadar eski olduğunu sık sık duyarsınız. Kurgu yapılacak bilgisayarların yetersizliği, kameraların eskiliği, hep sorun olmaktadır. Bu bölümlerde kurulacak bir döner sermaye mekanizması, bölümün ihtiyaçlarının kendi başına halletmesine olanak tanıyabilir. Bölüm öğrencileri hatta öğretim görevlileri tarafından çekilecek reklâm, klip, tanıtım, belgesel ve hatta dizilerden elde edilecek gelir, bölümlerin ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayabilir. Bu ayrıca öğrencilerin mezun olmadan önce piyasayla tanışmalarını da sağlayabilir. Bir fonda biriktirilecek paralar, birkaç senede bir uzun metrajlı bir filmin çekilmesinde kullanılabilir. 5-Yazılarınızın çoğunda dile getirdiğiniz bir teoriniz var “Hikâye sağlam olsun gerisi gelir ” Türk filmleri üzerine yaptığınız eleştirilerde de, oyunculuk vb, sorunlar değil hikâyelerinin yetersiz olduğu üzerin duruyorsunuz. Kısa film içinde aynı şeyi söylemek mümkün mü? Bugün kısa film hikâyeleri bu tezinizin neresinde duruyor? Bizdeki kısa filmleri kötü çizilmiş karikatürlere benzetiyorum. Karikatür çizerken şöyle bir durum vardır: karikatürist önce biraz ilginç, şaşırtıcı ve komik bir durum bulur. Kötü karikatürist, bulduğu bu fikri hemen çizer. Bu tür karikatürlere bir ya da en fazla iki defa bakar, güler geçersiniz. Daha sonra baktığınızda sizi tekrar güldürmezler. İyi karikatürist ise bu ilginç fikri alır, onunla oynar, zaman geçirir, onu kafasında evirir çevirir, içerdiği potansiyeli bulur ve sonuna kadar kullanır. Bu şekilde ortaya çıkan bir karikatür insanı her baktığında güldürür, hem de yıllar sonra bile. Bizdeki kısa filmler genelde birinci kategorideki karikatürlere benziyor. Yani filmi çeken arkadaş, ilginç bir fikir buluyor, ama bu fikri sonuna kadar götürmüyor, o fikrin sınırlarını araştırmıyor, onunla oynamıyor. Aklına geldiği ilk haliyle hemen çekiyor. En azından öyle görünüyor. Filmi izlediğinizde de yeterince “işlenmemiş” bir eserle karşı karşıya olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Eğer ışık, ses, çerçeve, oyunculuk vb. de yetersizse, fikir etkisini daha da kaybediyor. İzlediğim kısa filmlerin çok büyük bir bölümü böyle. Ortada hoş bir fikir var, ama bu fikir zekâ ile, yetenek ile yoğrulmadan, kaba haliyle önümüze konmuş gibi duruyor. Bu açıdan, kısa filmlerin senaryolarının da yeterince geliştirilmediğini düşünüyorum. Bunun nedeninin ise yeteneksizlikten çok bilgisizlik ve biraz da umursamazlık olduğu kanaatindeyim. 6-“Önce öğrenmeyi öğreneceksiniz. Sonra İngilizce. Sonra da dijital sinema... Ya da istediğiniz herhangi bir şey…” diyorsunuz. Daha öncede çoğu yazınızda özellikle İngilizce öğrenme konusunu defaatle dile getirdiniz. Gerçekten sinema adına, gerek basılı, gerekse internet ortamında Türkçe kaynak o kadar az ki. Bugün Kadir Köymen de olmasa, en basitinden montaj ve çekim dersleri adına görsel olarak neredeyse hiçbir Türkçe kaynak yok. Bu tezinizi çok önemsiyorum. Bu konuya bir kez daha değinsek, neler söylemek istersiniz.

192

Önce bir ülke olarak kendi konumumuzu iyi saptamalıyız. Biz dağılan bir imparatorluktan kalan son parçayı Avrupalılara yem etmemeyi başararak, ucu ucuna kurulmuş bir ülkeyiz. Bundan beş yüz yıl önceki şaşalı dönemlerimiz artık çok geride kaldı. Biz bilim ve teknoloji üreten bir ülke değiliz, bunları tüketen bir ülkeyiz. Hayatımızı kolaylaştıran, hatta en temel hayati fonksiyonlarımızı yerine getiren bütün teçhizatı ya da teçhizatın bilgisini bile Batı’dan almaktayız. Durumumuz bu. Bu durumda yapmamız gereken ilk şey, bilgiyi ve teknolojiyi üreten Batı ile olan iletişimimizi artırmak. Bunun için de önce İngilizce öğrenmek gerekiyor. Zira 20. ve 21. yüzyılda Batı’da kullanılan ortak bilim ve teknoloji dili İngilizce. İnternete bakıyorsunuz, içeriğin büyük bir bölümü İngilizce. Orada Japon da İngilizce yazıyor, Arjantinli de, Mısırlı da. Aradığınız bir konuda Türkçe 1-2 kaynak buluyorsanız, İngilizce 10 000 kaynak çıkıyor karşınıza. Kitaplara, makalelere, diğer kaynaklara bakıyorsunuz, hemen hepsi İngilizce. Ya da çok kısa bir sürede İngilizceye çevriliyor. Sinema konusuna gelirsek: Sinemada gün geçtikçe daha fazla ve sık kullanılan dijital teknoloji (kameralar, ses kayıt, post-prodüksiyon) ile ilgilenen insanlar da bilgi ve deneyimlerini hep İngilizce olarak sunuyorlar. Bunun en önemli nedenlerinden biri, İngilizce sunulan bir bilginin, sadece bir ülkeye değil, bütün dünyaya satılabilmesi. Yani İngilizce bilgi alışverişini olduğu kadar ticareti de hızlandırıyor. Sinema sektöründe en alt düzeyden en üst düzeye kadar görev alan insanlar da düşünce ve deneyimlerini sürekli olarak internete taşıyorlar. Forumlarda, bloglarda, web sitelerinde tecrübelerini bütün dünya ile ve ücretsiz olarak paylaşıyorlar. Dvxuser.com, dvinfo.net, creativecow.com, reduser.net, cinematography.com gibi ortamlarda her dakika yeni bir bilgi ile karşılaşıyorsunuz. Örneğin RED ONE kamerasını üreten şirketin başındaki kişi (Jim Jannard) reduser.net’te sorularınızı bizzat yanıtlıyor. Holivut’a çalışan yazarlardan bazıları, örneğin Jane Espenson (Buffy), John August (Charlie’nin Melekleri), Ken Levine (M*A*S*H, Simpsons, Fraiser) senaryo yazarken karşılaştıkları sorunları nasıl aştıklarını bloglarında anlatıyorlar. Holivut’ta ya da Avrupa’da film çekmiş oyuncular, görsel efekt yönetmenleri (Stu Maschwitz), görüntü yönetmenleri (David Mullen), hatta yönetmenler (Kevin Smith, Alex Cox), meslekleriyle ilgili düşünce ve tecrübelerini açıkça paylaşıyorlar. Ve bütün bunlar hep İngilizce yapılıyor. İngilizce bilmek size bu insanların bilgi ve deneyimlerini öğrenme olanağını tanıyor. Bu yüzden İngilizceye bu kadar önem veriyorum. Bu kişilerden doğrudan bir şeyler öğrenmek, kendimizi geliştirmek, onlarla aynı lige çıkabilmek için, bu dili bilmelisiniz. Daha doğrusu İngilizce, bu süreci çok daha kısaltıp kolaylaştırabilir. Ayrıca yine İngilizce sayesinde, yurt dışında çıkan bir kitaba ya da video dersine anında internetten ulaşmak mümkün. Bir kitabın elektronik kopyasını daha çıkar çıkmaz satın alabilir, derhal okumaya başlayabilirsiniz. O kadar aceleniz yoksa Amazon’dan da getirtebilirsiniz. Okulunuzun o kitabı satın alıp kütüphanenize getirtmesini ya da bir yayınevi sahibinin o kitabı beğenip basmaya karar vermesini beklemek zorunda değilsiniz. (Yayınevlerinin senaryo kitapları konusundaki aymazlığı, insanı hayrete düşürecek boyutta. Senaryo yazarlığının temel kitabı sayılan Syd Field’ın “Screenplay” (1979) kitabı hâlâ Türkçede yok. Oysa adamlar artık bu kitabın bile demode olduğunu iddia etmeye başladılar.) Ya da bir video dersi birkaç dakikada evinizdeki bilgisayara indirebilir ya da hiç indirmeden “online” seyredebilirsiniz. Tabi bunlardan faydalanmak için hep İngilizce bilmeniz gerekiyor İngilizce bilirseniz, bütün bu bilgilere ve daha fazlasına anında ulaşabilirsiniz. Yabancı sinemacılarla, ajanslarla, kurumlarla doğrudan iletişime geçebilirsiniz. Kendi filminizi daha önce hiç hayal etmediğiniz kişilere tanıtabilir, ummadığınız ülkelerde promosyonunu yapabilirsiniz. Cannes’ı kazanırsanız ödül törenindeki konuşmanızı doğrudan (tercümansız) yapabilir, gazetecilere doğrudan röportaj verebilirsiniz. Yapabileceklerinizin neredeyse sınırı yok! İngilizce, bizim “Cehalet” adlı bu Hapishaneden kaçış tünelimizdir. Bu yüzden genç sinemacılara, hayatın hayhuyuna henüz kendilerini kaptırmadan, olanakları varsa İngilizce öğrenmelerini tavsiye ediyorum. Olanakları yoksa bile zorlasınlar. Kesinlikle karşılığını göreceklerdir. 7- Bilmiyorum ne kadar katılırsınız ama ben kısa film yönetmenlerini fırlatılmaya hazır ok gibi görüyorum ülkemin sinema geleceği adına; fakat düşünce ve teoriler oluşsa da bir türlü uygulamaya geçilmiyor. Dinlediğimiz kısa film yönetmenleri, bin türlü mazeret ve zorluktan bahsediyor. Bağımsız, sizin tabirinizle Gerilla sinemacılara genel anlamda neler öneriyorsunuz. Bu okun yaydan ayrılması için neler gerekiyor. Gençlerimizde büyük bir potansiyel görüyorum. Onlarla sık sık bir arada olduğum için, dertlerini, ihtiyaçlarını, duygu ve düşüncelerini iyi biliyorum. İçinde bulundukları pasif durumun nedenlerinin de farkındayım. Ve bunda çok fazla suçlarının bulunmadığını düşünüyorum. Neticede ben de onlarla aynı yollardan geçtim, benzer öğretmenlerden benzer eğitimler aldım, benim de ruhum aynı öğretmenler tarafından ezilmeye çalışıldı.

193

Ama benim bir farkım, sürekli “arıza” çıkartan bir öğrenci olmamdı sanırım. Yani benden şikâyetçi olmayan öğretmenim yoktu. Önceleri ben de kendimi “yaramaz” zannediyordum, ama daha sonra fark ettim ki “işe yaramaz” olan onlarmış. Gerçekten de eğitim kurumlarımız (hem öğretmen, hem müfredat, hem de teknoloji açısından) içler acısı bir durumdadır. Hem de anaokulundan üniversiteye kadar. Türkiye’de eğitim, gençlerin yaratıcılığını, kendilerini ve dünyayı anlama, kabiliyetlerini, zekâ ve yeteneklerini geliştirmeye yönelik bir süreç değildir. Aksine, 7 ila 22 yaş arasındaki gençlerin ayakaltında dolaşmasına engel olmaya çalışan Dev Bir Kreş’tir Türk Eğitim Sistemi. “Bu 15 senenin ardından mümkünse eline bir meslek de verelim bu çocukların” derler ama bunu bile yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar. Mezunların büyük bir çoğunluğuna bakarak bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. “Ezberci öğretim sistemi” klişesine girmek istemezdim ama durum ne yazık ki bu. Yani bir insana kitapta yazan bir şeyi bir süre sonra aynen tekrarlatabildiğimiz zaman bunu bir öğrenme olarak kabul eden bir sistemimiz var. Bir bilgiyi, bir olayı, bir durumu sorgulatan, araştırtan, onunla ilgili analiz ve sentez yaptıran, yaratıcı çözümler buldurtan bir eğitim sistemimiz yok. Çocuklarımızın beyni kavanoz işlevi görüyor: doldur, boşalt, doldur boşalt. Bu esnada, genetik yapılarında var olan yeteneklerin ve potansiyelin büyük bir bölümü boşa gidiyor, köreliyor, ya da yanlış yönlere kanalize ediliyor. Bu süreçte gençlerimizin hiçbir suçu yok. Gerçekten tamamen masumlar. Ama onların sorumluluğu, bu formel eğitim bittikten sonra başlıyor. Kendilerine atılan bu devasa kazığın, “eğitim öğretim” adı altında yutturulan muazzam saçmalığın farkına varmalı, onun dışına çıkmalı, mümkünse onu unutmalı ve kendi kendilerini, hem kendi potansiyellerine hem de hayatın gerçeklerine uygun bir şekilde yeniden eğitmeleri gerekiyor. Kısa ve uzun filmcilerin, mahallenin yaşlı kadınları gibi sabahtan akşama kadar ağlaşmalarının altında büyük ölçüde bu yanlış eğitim sistemi yatıyor. İnsanlara sorun çözmeyi, zorlu bir durum karşısında yaratıcı çözümler üretmeyi, kendi içlerindeki potansiyele ulaşarak onu gerçekleştirmeyi, zorluklar karşısında yine kendi kişiliklerinde yatan güce dayanarak azmetmeyi öğretmedikleri için, “Çaresiz Ev Kadınları” gibi, sızlanıp duruyorlar. Yapmaları gereken, kendilerindeki güçlerin, yeteneklerinin, yaratıcılıklarının farkına varmak. Ve bunları kullanmaya başlamak. Ayrıca karşılarına bir engel çıktığı zaman hemen pes edip sızlanma moduna geçmek yerine, vazgeçmeyip sorunu çözmenin yollarını aramaya başlamak. Ve bu süreçte karşılaşılan geçici başarısızlıklara rağmen yılmamak. Amerikalı bunu yapıyor, Fransız bunu yapıyor, Japon bunu yapıyor, Arjantinli de bunu yapıyor… Neden Türk çocukları yapamasın? Bilgi, cesaret ve azim dışında, dünyadaki benzerlerinden hiçbir eksikleri yok. Okullarımızın yapması gereken şey, gençlere hayatta hiçbir işlerine yaramayan bilgileri ezberlettirip sonra unutturmak yerine, hatta gerçekten önemli olan bu meziyetleri kazandırmaya çalışmaktır. Ama bunun için önce bunu öğretebilecek bir öğretmen kadrosuna ve bu yönde hazırlanmış bir müfredata ihtiyaç var, değil mi? Hatta ondan da önce, bu öğretmenlerin eğitilmesini ve buna uygun bir müfredatın hazırlatılması gerektiğini fark edecek bir yönetici kadroya ihtiyaç var. İşin köklerinin ne kadar derine gittiğinin farkında mısınız?!Yani bu durum, bugünden yarına, bu on yıldan gelecek on yıla düzelecek bir şey değil. İçinden çıktığınız eğitim sistemini suçlamak da bir yere kadar. Bunun için gençlerin, her şeyden şikâyet etmek yerine kendi kaderlerinin sorumluluğunu kendi ellerine almaları ve kendilerini geliştirmeye, kendilerini düzeltmeye başlamaları gerekiyor. 8 - İyi filmlerin ortak özelliğinden bahsederken, bu filmlerde ki büyük istekten; bir şeyi çok isteyen karakterlerden bahsettiniz. Size, kendisini tekrar tekrar izletmeyi başaran bu filmleri bizimle yeniden paylaşır mısınız? Belirli bir sıra olmaksızın, en sevdiğim filmleri şöyle sıralayabilirim: Terminator 2: Gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmi. Onu takip eden bütün filmlerde ondan çeşitli parçalar bulabilirsiniz. Bir saniye bile nefes aldırmayan senaryosunun yanı sıra, insanlığın durumu ve geleceği ile ilgili içerdiği büyük mesaj, filmi izleyen kuşakların zihinlerinde silinmeyen bir iz bırakıyor. Eşkıya: En iyi Türk filmlerinden. Türk sinemasının yeniden doğuşunu müjdeleyen iki filmden biri (diğeri İstanbul Kanatlarımın Altında). Hikayesi sağlam, oyunculuğu sağlam, görüntüsü sağlam, kurgusu sağlam, müziği sapasağlam. Şener Şen belki de kariyerinin en iyi rolünde. Yavuz Turgul’un on yılda yazdığını söylediği senaryo, kelimenin tam anlamıyla taş gibi. Matrix: Tipik bir “kahramanın yolculuğu” hikâyesinin, modernize edilmiş hali. İçinde genç izleyicinin izlemek isteyebileceği her şey var: kavga sahneleri, uzay gemileri, canavarlar, kovalamaca sahneleri,

194

silahlı çatışma, ve aşk! Gerçekliği bu kadar az sözle bu kadar derinden sorgulatabilmesi de bir başka başarısı. Casablanca: Bu filmi mutlaka izleyin. Hem de defalarca. Yüksek hızda bir hikâye anlatmanın seksenlerde icat edilmediğinin bir kanıtı. (Ayrıca Türk filmlerinin çoğunda görülen düşük ritmi de daha iyi fark etmemizi sağlayan bir örnek). Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman çok başarılı. Yarım kalan bir aşk ve vatan sevgisinin aşktan da üstün olduğuyla ilgili romantik bir klasik. Arşivde mutlaka olmalı. Rocky: Bir boks filmi zannedilmesine karşın aslında tam bir karakter filmidir. Boks sahneleri filmin sadece en sonunda, o da şaşırtıcı derecede kısa bir şekilde gösterilir. Kaybeden bir kahramanı bu kadar sevdiren bir film az görülür. Her sahnesi bizi usul usul bir sonraki sahneye taşır, ve her sahne ile birlikte bizim heyecanımız da Rocky’ninki ile birlikte artar. Field of Dreams: Otuzlu yaşlarının ortasında sesler duymaya başlayan bir çiftçiyi anlatıyor hikâye. Ama bu sesler o çiftçiye (Kevin Costner), mısır tarlasını bozup bir beysbol sahası yapmasını söylüyor. Hiç abartıya kaçmadan, fantastik ve komik öğelerle bezeli bir öykü ve en temelde insanların geçmişleriyle barışık olmalarının önemini anlatıyor. Titanic: Batacağı belli bir gemide yaşanan bir aşk. 12 yıl sonra bile hala dünyanın en çok gişe yapan filmi. Ana hikâyenin yanı sıra onlarca küçük hikâyeyi daha anlatıyor ve finalde her birini sorunsuz bir biçimde bağlıyor. James Cameron’un sadece bir yönetmen olarak değil bir hikâyeci olarak da dikkate alınması gerektiğinin en önemli kanıtı. Pixar filmleri ve diğer bilgisayarlı animasyonlar: Oyuncak Hikâyesi 1-2, Şrek, Kayıp Balık Nemo, Sevimli Canavarlar, Wall-E. Her biri bir senaryo dersi olacak kadar iyi yazılmış, iyi çekilmiş, iyi yapılmış filmler. John Lasseter “Neden bizim filmlerimiz Oscar’larda “En iyi film” dalında yarışamıyor?! diye isyan etmekte son derece haklı. “Singing in the Rain”, “Back to the Future” “Kutsal Hazine Avcıları (1)” “Âşık Şekspir” “Esaretin Bedeli” “Bourne Identity” gibi başka onlarca film daha var. Ama hepsini yazmak için yer yok. 9-Son olarak kısa film yönetmenlerine neler söylemek istersiniz? Uzun metraj film çekmek için çabalasınlar. Ellerindeki olanakları bu yönde zorlasınlar. Sinemada, uzunluk da önemlidir. Ellerini bu yönde alıştırsınlar. “Üç arkadaş bir hafta sonu bir araya gelip kısa film çektik” mentalitesinden çıkıp daha uzun bir süreye yayılan, daha kalabalık kadrolu, ve uzun hikâyeli işler yapmaya çalışsınlar. Böylece acemiliklerini olabildiğince çabuk üzerlerinde atarlar. Kendilerini iki yüz TV dizisi bölümü çektikten sonra film çekmeye hazır hissedeceklerini zannetmesinler. Film çekmek, film çekerek öğrenilir. Sürekli kısa film çekerseniz, kısa film çekmeyi; hep TV dizisi çekerseniz de TV dizisi çekmeyi iyi öğrenirsiniz. Ama uzun metraj bambaşka bir şeydir. Sürekli 100 metre koşarak, maratona hazırlanamazsınız. Gençlerin kendilerini geliştirebilecekleri bir başka alan da, hayata bakış açıları. Hayata, insanlara, olaylara bakışlarını derinleştirebilirler. Benim en sık rastladığım yetersizliklerden biri, gençlerin insanları tanımamaları. İnsanların (ve kendilerinin) iç dünyalarının nasıl işlediğini yeterince derinlemesine bilmemeleri. Bu bilgisizlik senaryolarına en çok karşı cinsten bir karakter eklerken ortaya çıkıyor. Bir bakıyorsunuz, bütün karşı cinsler klişe, yüzeysel. Derinlikten, derin kavrayıştan eser yok. Bu nedenle gençlere psikoloji okumalarını tavsiye ediyorum. Özel bir alt branş olarak, karşı cinsin psikolojisi ile ilgili kitaplar okusunlar. Kadınlar ise erkekleri anlamaya çalışsınlar, erkek’ler ise kadınların iç dünyasına girmeye çalışsınlar. Gençler, film çekmek kadar, filmlerini olabildiğince çok kişiye ulaştırmakla da yükümlüler. Bunu unutmasınlar. Filmlerinin senaryosunu yazma anından post prodüksiyona kadar, bu dağıtım ve tanıtım konusunda bir sorumlulukları olduğunu bilmeliler. Seçimlerinin bazılarını (hepsini değil) bunu düşünerek yapmalılar. Bu nedenle filmleri olabildiğince çok insana ulaştırmak amacıyla pazarlama, halkla ilişkiler, hatta tüketici psikolojisi gibi alanlarda kendilerini geliştirmeliler. Hikâyelerine azıcık ticari ve genel halka hitap eden unsurlar katmanın, dünyanın en aşağılık işi olduğunu düşünmesinler. Öyle değil zira. Kimsenin seyretmediği filmler çekmenin, sadece sinema hocalarının takdir ettiği bir trend olduğunu unutmasınlar. Filmlerinin gişesinin iyi olması için çabalamaktan çekinmesinler, utanmasınlar, hatta ellerinden geleni yapsınlar. Ama bu sözüm “Gidin, Recep İvedik 4’ü siz çekin” anlamına gelmiyor. Kendi ruhlarına sadık kalarak da ticari açıdan başarılı olmak mümkün. Bunu yapmaya çalışsınlar. Sinema tarihi bu tür örneklerle dolu. İyimser olsunlar. Engeller karşısında yılmasınlar. Eğer önümüzde hiçbir engel olmasaydı, yaşamanın hiçbir tadı, hiçbir macerası, hiçbir zevki olmazdı. Engeller, siz onları aşma zevkini tadın diye oraya konuldu,

195

önlerinde durup aval aval onları seyredin diye değil. Biraz yaratıcılık, biraz bilgi, bir miktar dayanışma ve bolca azim ile aşılamayacak engel yoktur. Ve her şeyden önemlisi, kendilerini tanıyarak, kendi ruhlarına dokunarak, kendileri için gerçekten dert olan meselelere eğilerek, özenti değil sahici hikâyeler anlatmaya çalışsınlar. Samimi olsunlar. Herkes farklı bir dünyadır, bize o farkı anlatsınlar. *** Bu söyleşi önce kısacafilm sitesinde yayınlanmıştır gezgin02011-09-22T00:17:51.589+ Canon 7D - Video Örneği Dublin's People: Canon 7d 24p from Philip Bloom on Vimeo. Philip Bloom'un eline geçirdiği Canon 7D ile gece yaptığı çekimleri yukarıda izleyebilirsiniz. Sanırım sığ DOF (Alan Derinliği) ve çipin gece çekim kabiliyeti ile ilgili bütün endişeleriniz giderilmiş olacaktır. Artık bundan sonra Panasonic'in nasıl bir cevap vereceğini, Scarlet almaya gerek olup olmadığını, vb. görmek gerekiyor sadece. 35mm adaptörlerin devri de yavaş yavaş sona erecektir. Canon, bilerek ya da bilmeyerek, video çekim dünyasında yepyeni bir devri başlatmış bulunuyor zira (Mark II ile). gezgin32011-09-22T00:17:51.661+ Kış Masalı: Hayret, Bir Diziden Hoşlandım Genel olarak Türk dizilerini seyretmem. Bunun birinci nedeni, ilk bölümlerini kaçırmış olmamdır. Zira bizim senaristlerimiz bütün maharetlerini ilk birkaç bölümde gösterirler, sonra derhal "sündürme" operasyonuna başlarlar. Bütün ev kadınlarının ezbere bildiği senaryo klişelerini arka arkaya sıralarlar. Yani ben diziye bakmaya başladığımda, dizinin "flört" dönemi çoktan bitmiş, "evliliğin" sıkıcı yılları çoktan başlamış olur. Bu sezonda hasbelkader TV karşısında olduğum sırada başlayan bir dizi, dikkatimi çekecek kadar kaliteliydi: Kış Masalı. Neden dikkatimi çektiğini anlatayım: Hikaye (ortam, kişiler, ilişkiler) eni konu iyi kurulmuştu - harika değil, ama izlenmeye değecek kadar iyi. Ama bununla da kalmadı dizi. Bu hikayeyi dikkate değecek bir hızda, hiç sündürmeden, son derece güzel görüntüler ve iyi bir oyunculukla sundu. Bunlar, bir Türk dizisinde pek bulunan şeyler değildir. Genelde bir ikisi olur, diğerleri olmaz. Ama Kış Masalı, müzik dahil bütün doğru şeyleri yapmıştı. Beni en çok şaşırtan, kurgunun hızı ve sahnelerin kısalığıydı. İkinci en çok şaşırtan ise diyalogların doğallığı ve temizliği. Gereksiz bir kelime bile kullanmadan, hoş sayılabilecek lakırdılar döküldü kahramanların ağzından. Görüntüler, sinema (Türk sineması) kalitesindeydi, stedicam ve jimmy jib'in doğru kullanımları da dikkatlerden kaçmadı. Çok çeşitli tutulmuş müziğin doğru yerlerde kullanılması da öyle. Rrenk düzenleme ("color correction") de doğruydu. Hatta güzeldi. *** Ama mesleki deformasyon hemen devreye girdi, diziyi izlerken: "Bu bununla birlikte olacak, sonra bu bunu aldatacak, sonra bu kadın bu ikisi arasında kalacak. Şu yan karakter avucunu yalayacak. Şu intikam alacak. Şununla şu arasında eskiden romantik bir ilişki varmış, o tekrar ortaya çıkacak. Sezon sonu da şöyle olur." düşüncesi daha ilk bölümden zihnimden geçti. Beni (ve doğal olarak herkesi) şaşırtacak yeni karakterlerin getireceği hikayeler haricinde, hikayenin nereye gideceği fena halde belli. Asmalı Konak + Beyaz Gelincik + Bir İstanbul Masalı + ... Neden yerli dizi izlemediğimi tekrar hatırladım gezgin142011-09-22T00:17:51.660+ A Night With Gezgin 196

Benimle yapılan uzuuun bir röportajı şurada okuyabilirsiniz.. gezgin82011-09-22T00:17:51.524+ Canon'dan Yeni Bir Foto-Video Kamera: 7D Canon, 5D Mark II ile yapmadığını, 7D ile yaptı: yeni fotoğraf makinasına 24 kare özelliği koydu. Üstelik makinanın Amazon fiyatı 1700 dolar. Konuyu takip edenler bilir: Geçtiğimiz sene sonbaharda Canon 5D Mark II adlı bir fotoğraf makinası çıkartmış ve içine RED sahiplerini bile kıskandıracak büyüklükte bir çip koymuştu. Ama makinanın video modundaki manuel (yani elle ayarlanabilen) ayarları kısıtlıydı ve makina (sinemayla uğraşanların ihtiyaç duyduğu) 24 kare çekim özelliğine sahip değildi. Aşağıdaki bir yazıda, Canon'un bu özelliği daha pahalı bir modele koyacağına dair bir söylentiye yer vermiştim. Bu söylenti kısmen doğru çıktı, yani Mark II'ye 24 kare özelliği eklenmedi. Ama beklendiği gibi bu özellik daha pahalı bir kameraya değil, daha ucuz bir kameraya kondu. Hatta Canon bununla kalmadı, şu çekim modlarını da kameraya ekledi: 1920 x 1080'de: 23.976, 24, 29.97, 301280x720'de: 50 ve 59.94 (60p) Bunlar, küçük kameralarla (Örn. HV40) boğuşan genç sinamacıların tırım tırım aradıkları özellikler. Ve bütün bu çekim modları, o küçük kameraların tırnak kadar çipleriyle değil de, eni konu büyük (ama yine de Mark II'den küçük) çipiyle birlikte geliyor: Bu çip büyüklüğü ve bu objektifler, genç sinemacıların alan derinliğini azaltmak için kullandıkları 35mm adaptörlere duyduğu ihtiyacı da büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır. Yine de codec'in AVCHD olması, insanı biraz endişelendirmiyor değil. Örnekleri gördükçe hakkında daha iyi bir fikir sahibi olacağız. (Kamera 2009 Eylül sonunda piyasaya çıkıyor.) (Güncelleme: Doğrudan kameradan alınan bir video görüntünün 48 Mbps olduğu görülmüş. Mark II'ninki ise 41 Mbps gözüküyor. Yani bu konuda Mark II'den daha iyi. Yahu Sony EX3'ten [35 Mbps] bile daha iyi! :) Ayrıca bugün (1 Eylül) itibariyle Panasonic'in 2000 dolarlık 1920x1080 kayıt yapan HMC40 adlı kamerası da piyasaya çıkmış bulunuyor. Bakalım Sony bütün bunlara nasıl karşılık verecek ve RED'in Scarlet'ı oyunun dengesini ne yönde bozacak. Bütün bu anlattıklarım, henüz kamera almamış olan ve almayı düşünenler için. Yoksa, elinizde bulunanlarla da gayet güzel çekimler yapabilirsiniz. Zaten bir süre sonra, yani gerçekten büyük ölçekli projeler çekmeye başladığınızda, kameraları satın almanıza gerek olmadığını da göreceksiniz. *** Güncelleme 2: Aşağıdaki ilk yorumla birlikte, aklıma küçük bir "Bağımsız Sinemacı Mikro Seti"nin kaça mal olabileceği sorusu takıldı. Set, asgari şunlardan oluşmalı: 1) Kamera Canon Mark 7D (1700 dolar) ve lens (ödünç alınacak); veya Panasonic HMC40 (2000 dolar) [İkinci alternatifler: Canon HV40 (1250 dolar - Doğubank fiyatı), Canon HFS100 (1000 dolar - B&H fiyatı), Panasonic HDC-TM300 (1300 dolar - B&H fiyatı)] 2) Ses Mikrofon - NTG 2 (460 TL - Compel fiyatı) Firewire ses kartı - M audio 410 Firewire Ses Kartı (450 TL - ya da T.C. Konnekt 24D (1200 TL - Compel fiyatı)

197

XLR kablo (yaklaşık 100 TL - Compel fiyatı) 3) Işık 2 x 1000W + 2 x 500W = 1000 TL (yaklaşık fiyat - ayakları Sirkeci'de Hayyam Pasajı'ndan alabilirsiniz. Yine Sirkecide'ki çeşitli fotoğrafçılarda farklı fiyatlarda ışık bulabilirsiniz. Ya da ucuz Çin malı kırmızı kafalardan alacaksınız, veya bir elektrikçide inşaat lambalarından ve florasanlardan sıcak ve soğuk ışıklar yaptıracaksınız) Elektrik Uzatma Kabloları (100 TL) 4) Laptop Çok afili birşey olmasına gerek yok. Hatta ikinci el bile olabilir. Şu anda 1000 TL'ye çok güzel çift çekirdekli exprescard girişli laptoplar bulunabilir. Laptop'u üç iş için kullanacağız: 1) Ses kaydı yaparken (mikrofonu ses kartına, ses kartını laptopa bağlayacağız, laptopta da Adobe Audition ya da Protools ile kayıt yapacağız.) 2) Adobe Onlocation ile de çektiklerimizi kontrol edeceğiz. Onlocation'ın waveform monitörü sayesinde yanlış "exposure"dan kaçınabilecek, daha iyi çerçeveler yapabileceğiz. 3) Kameralardaki SD kartlara yaptığımız kayıtları hemen laptop üzerinden harici harddisklere atacağız. 5) Harici HDD Yaptığımız ses ve görüntü kayıtlarını düzenli olarak iki HDD'ye atacağız. Biri mastır, diğeri de yedek. Eğer paranoyaksanız, üçüncü bir kopya almanızda hiçbir sakınca yok. Aktarımın hızlı olması için HDD'nin Firewire bağlantısının olması tercihiniz olmalı. Buradaki bütçeniz de 500TL ile 1000 TL arasında değişir. (HDD'nin kalitelisini alın. Sarsıntıya vb. daha dayanıklı olanını seçin.) *** Gerçekten de bir bağımsız sinemacı 5 bin doların altında bir bütçeyle, bir mikro set oluşturabiliyor. Kamerayı, laptopu, ve aslında burada sayılan herşeyi ödünç de alabilirsiniz (sanırım HDD hariç). Bu rakamlara prodüksiyon ve post prodüksiyon dahil değil tabii. Oradaki rakamlar ise sizin senaryonuza ve pazarlık/ikna kabiliyetinize göre büyük değişiklik gösterecektir. Efendi bir bilgisayarda da kurgunuzu, renk düzenlemenizi ve ses/müzik işini halledince, elinizde bir uzun metrajlı film olması, işten bile değil. gezgin132011-09-22T00:17:51.537+ Tarla, Davar, ve Sinema Üzerine Bu sitede bağımsız sinema ile ilgili olarak verdiğim bilgiler, sizlerin, eğer bir gün film çekmek isterseniz, karşılaşacağınız zorlukların etkisini hafifletmeyi amaçlamaktadır. Bu bilgileri deneme-yanılma yoluyla ya da başka kaynaklardan da öğrenebilirsiniz. Benim buradaki amacım bu süreci biraz daha kısaltmak ve kolaylaştırmak. Fakat bu bilgileri verirken, ya da MSN üzerinden görüştüğüm genç sinemacılarla konuşurken asla, "Film çekmek çok kolay bir iştir. Hemen varınızı yoğunuzu satıp bu işe girin ve en kısa sürede zengin olun" demiyorum. Bu hem sorumsuz bir davranış olur, hem de gerçekçi olmaz. Ama sinema ile uğraşmak isteyenlerin önünün, aslında ne kadar açık olduğunu bir nebze göstermek istiyorum. Bundan yirmi sene önce sadece zengin çocuklarının ulaşabileceği teknolojinin artık orta hatta ortanın altı sınıflardaki gençlerin dahi erişiminde olduğunu anlatmak istiyorum. Eskiden onbinlerce dolara yapılabilecek işlerin, artık sadece birkaç bin dolara halledilebilir hale geldiğini göstermek istiyorum. İş tabii ki teknolojinin ucuzlaması ile bitmiyor. Bu teknolojiden, "sanat" olma düzeyine uygun kalitede sonuçlar almayı da başarmak gerekiyor. Bunun için de hem bilgi, hem de yetenek lazım. Yeteneğiniz Allah/doğa vergisidir. Onun için birşey yapamam. Ama eğer yeteneğiniz varsa (yani görüntüden, müzikten, sinemanın iç mantığından anlıyorsanız, daha doğrusu bunları "hissedebiliyorsanız"), yeterli miktarda bilgi ve azim ile, size hep ulaşılmaz gelen o yıldızlara dokunabileceğinizi söylüyorum. * * *Burada değinmek istediğim küçük bir mesele var:

198

Sinemayla ilgilenen gençlerin büyük bir bölümü, ister hala öğrenci olsunlar, ister mezun olmuş olsunlar, ilginç bir "çaresizlik" hali içindeler. Yani sinemayı seviyorlar, film çekmek istiyorlar, ama film çekmek için gereken teçhizat ya da bilgi konusunda "tesis yok" havasındalar: "Kamera yok" "mikrofon ve kayıt cihazı yok" "oyuncu yok" "ışık yok" "kurgu yapacak bilgisayar yok" diye sürekli şikayet ediyorlar. Evet, insanın elinde bunlar olmayabilir. Ama bu, olmayacak anlamına gelmez. Karşınızda iki seçenek var: ya bunlara sahip olan insanlarla iletişime geçecek ve onları ikna edeceksiniz, ya da satın alacak ya da kiralayacaksınız. Bu da para demek. İkna konusunda şunu söyleyebilirim: insanları ikna etmek de, en az güzel bir şiir yazmak ya da beste yapmak kadar bir sanattır. Yani sizi hiç tanımayan ve sizin hakkında hiçbir olumlu duygusu ya da düşüncesi olmayan bir insanı sizinle birlikte ya da sizin için çalışmaya ikna etmek, bilimin de ötesinde bir uğraştır. İnsanları, onlara ne kadar para ya da şöhret kazanacaklarını söyleyerek sadece belirli bir yere kadar ikna edebilirsiniz. Ama asıl ikna, o insanların duygularına ulaşarak sağlanır. O insanların size inanmalarını, yapmak istediğinizi takdir etmelerini, hatta buna katkıda bulunmak istemelerini sağlamak, herşeyin ötesinde sizi bir insan olarak beğenmelerini temin etmek... işte (parası az) bir sinemacı olarak yapmanız gereken budur. Yani insanların kalplerine dokunmayı başarmalısınız. Bunu da "Ben acayip yetenekliyim. Size deli gibi para kazandıracağım" diyerek sağlayamazsınız. İnsanları en çok etkileyen şey, tutkudur. TUTKU. Yapmak istediğiniz iş için tutku duyuyorsanız, bu işin dünyayı olumlu yönde değiştireceğine gerçekten ve derinden inanıyorsanız, etrafınızdakilerin de bu duyguyu hissetmelerini sağlayabilirsiniz. (Eğer böyle birşey hissetmiyor ama yine de sinema-TV'den hoşlanıyorsanız, reklamcı olmanızı tavsiye ederim.) Ama saf tutku yetmez. Saf tutku, saf aşk gibidir. Birine deli gibi aşık olabilirsiniz, ama bu coşkun duygu, karşınızdakinin size karşı aynı duyguları beslemesini sağlamaya kâfi değildir. Bu duygunuzu ifade etmeyi de bilmelisiniz. Aksi takdirde siz kendi duygularınız içinde kavrulup kalırsınız ve karşı tarafın haberi bile olmaz. Bu da insanları ikna etmeyi öğrenmeniz gerektiği anlamına geliyor. Evet, sinemayla ilgili bir sürü kitabın yanında, ikna sanatını da öğrenmelisiniz. Zira ne kadar bağımsız olursanız olun, karşınıza birlikte çalışmanız gereken onlarca insan çıkacaktır. Onlara istediklerinizi yaptırmayı başarmanız için, insanların hangi düğmesine ne zaman ve nasıl basılacağını da öğrenmelisiniz. Bu konuda bir klasik olan "İknanın Psikolojisi"ni kesinlikle tavsiye ederim. Kevin Hogan'ın kitapları da iyidir. Google'da, ideefixe'te arayın işte. Ama bazı kaynaklara ikna yoluyla ulaşamazsınız. Onları satın almanız ya da kiralamanız gerekir. Bunun için de para bulmalısınız. Eğer öğrenci ya da yeni mezun iseniz, aklınıza hemen ailenizden para istemek gelecektir. Ama birçoğu için bu seçenek, yani bir film çekimi para istemek, söz konusu bile değildir. Sizin için gereken ekipmanları okuduğunuz bölüme de aldırabilirsiniz, ya da mevcut ekipmanı da kullanabilirsiniz, ama o zaman da bir sürü prosedürle uğraşmak zorunda kalırsınız. Yapabileceğiniz şeylerden biri, para kazanmaktır. Yani filminizi finanse etmek için, para kazanmak. Parttime işlere girebilir, ya da çeşitli bilgi ve becerileriniz varsa, parça başı çalışarak ihtiyacınız olan ses kartı ya da mikrofon için para biriktirebilirsiniz. Hangi işleri yapabileceğinizi burada sıralamak abes olur. Zira herkesin kolundaki altın bilezik farklıdır. Ama lütfen tesis yok, olanak yok diye ağlamayın. İşinizi görecek ekipmanı belirleyin ve onu elde etmek için tek başınıza ya da arkadaşlarınızla birlikte birkaç ay ter dökmeyi göze alın. İş hayatında edineceğiniz tecrübeler, film çekimi sırasında emin olun işinize çok yarayacaktır. Herşeyin en yenisini almak zorunda da değilsiniz. Zaman zaman daha önce piyasada görev almış insanlar ellerindeki kameraları, ışıkları, mikrofonları, ses kayıt cihazlarını elden çıkarmaktadır. Artık bunları internetten takip edebilirsiniz. Şimdilik bu konudaki en iyi kaynak sahibinden.com adlı site gibi görünüyor. Başka yerlere bakmayı da ihmal etmeyin. Eğer para kazanmaya başlarsanız, bu kaynağı bilgilenmekte de kullanabilirsiniz. DFA gibi yerlerden ders alabilir, ya da ilgilendiğiniz bir alanda çok önemli olduğunuz bir kaynağı (örneğin bir kitabı, ya da bir videolu dersi) özetleterek Türkçeye çevirtebilirsiniz. Bunları tek başınıza finanse etmenize gerek yok, birkaç arkadaş bir araya gelerek yapabilirsiniz.

199

*** Özetlemek gerekirse: Sinemayla uğraşmak, dünyanın en zevkli işlerinden biridir. Her türlü zahmeti bile insana büyük bir haz verir. Ama bu hazzı duyabilmek için bu işi layığıyla yapmanız gerekir. Bunun için de elinizi taşın altına koymaya hazır olmalısınız. Hazır mısınız? gezgin82011-09-22T00:17:51.669+ Bağımsız Sinemacı Şirinler: Cesur, Bilgili, Yetenekli Anti-NBC yazısına gelen bir yoruma verdiğim cevap: Bizdeki düşük bütçeli filmler genelde, her nedense, yönetmenlerin nevrozlarını ve iç bayan yaşam görüşlerini (nedense hep Dostoyevski severler) yansıtan eserlerdir. Bu nedenle de seyirciler tarafından pek iltifat edilmez kendilerine. Yani burada sorun, düşük bütçe değil, düşük bütçeyle iş yapmaya kalkanların iç bayıcı hikayeler üreterek seyirciyi kaçırma eğilimleridir. Aslına bakılırsa bu yönetmenler, kendi dar çevrelerinden aldıkları geribildirimden ("feedback") yeterince memnun olmalılar ki, filmlerini bu güzergahta çekmeye devam etmektedirler. (Bkz. NBC, Zeki Demirkubuz, Ümit Ünal, vb.).Benim beş senedir bu sitede nasıl yapıldığını anlatmaya çalıştığım film tarzı ise, düşük bütçeyle ama yine de seyirciyi düşünerek çekilen filmler. Bu tür filmlerin özelliklerini anlatmaya çalışıyorum. Zaman sınırlaması koymak bu yöntemlerden sadece biridir. Ama sadece bu yöntemi kullandı diye bir filmin başarılı olacağı hakkında garanti vermek mümkün değildir. Türkiye'de sektörün TV-dizi ağırlıklı şekilde ilerlediği doğru. Yani neredeyse, bütün oyuncu, yönetmen, kameraman, post'çu, vb.ler hayatlarını TV'den kazanıyorlar, ve sadece arada bir, o da prestij olsun diye ya da (daha muhtemel olarak) tek bir işle voliyi vurmak için sinemaya tevessül ediyorlar. Ama bu, bizim seyircimizin iyi anlatılmış hikayelere susamış olduğu gerçeğini değiştirmez. Ennn kötü hikayelere bile akın akın gitmelerinin nedenlerinden biri budur. Ben de bu ihtiyaca (tamamen değil ama) kısmen, bağımsız olarak çekilmiş iyi hikayeli Türk filmleri ile karşılık verilmesini istiyorum. Ve evet: Sinemayla ilgilenen gençlerimizin önündeki en büyük engeller, maddi engellerden çok, psikolojik engeller. Bilgisizliklerinin ve korkaklıklarının sonucunda, hiçbirşey yapılamayacağını zannediyorlar ya da yapmaktan korkuyorlar. İnsanların çok daha cüzi olanaklarla film çekebildiğini önlerine somut örneklerle koyduğumda bile, korkaklıklarına sıkı sıkıya yapışıyorlar. Christopher Nolan'ın Memento'dan önce 6 bin (ALTI BİN) dolarlık bir film çekmiş olması, onların korkaklığını ve cehaletini yüzlerine vuruyor. Ama yerlerinden kımıldamamayı tercih ediyorlar. Çağan Irmak'a gelince: Çağan Irmak, Asmalı Konak'tan önce, hatta herşeyden önce "Bana Old And Wise'ı Çal" aldı uzun bir kısa film çekmeye cesaret gösterdiği için sektöre girebilmiştir. Hayat hikayesini biraz araştırırsanız, günümüzün en beğenilen (ama benim pek tutmadığım) bu yönetmeninin başarısının ilk halkasında da büyük bir cesaret ve girişimcilik görürsünüz. Hayat, cesurları sever. Cesur, bilgili, ve yeteneklileri ise daha çok sever. Alnından öper, baş köşeye oturtur gezgin92011-09-22T00:17:51.658+ 12 Yıl Sonra Yeniden James Cameron: AVATAR Sinemalarda en son Titanic (1997) ile arz-ı endam eden James Cameron'dan, yani sinemada dijital çağı başlatmış adamdan (bkz. Abyss ve Terminator 2), yeni bir çağı (3D) müjdeleyen film. Mümkünse, bir 3D sinemada izleyin. James Cameron filmleri, artık kuyruklu yıldızlar gibi, çok seyrek gelmeye başladılar. Tadını çıkartın. gezgin02011-09-22T00:17:51.572+ Ev Kadınları İçin Tek Derste Film Yapımı!

200

Tamam. Film çekmek için harika bir senaryo yazmayı, dağıtımcılarla birlikte içki içecek kadar onlarla samimi olmayı, ya da 24K kameraların çıkmasını bekliyor olabilirsiniz. Ama aramızda o kadar sabırlı olmayanlar da olabilir. Mesela canı çok sıkılan ev kadınları. İşte onlar için, Allah ne verdiyse onunla film yapabilmelerini sağlayacak küçük bir rehber hazırladım. Yalnız bunun (ellerinde çok sayıda materyal bulunduğu halde kolaya kaçanların başvurduğu) bir "kısa film" projesi olduğunu söylemeliyim. Burada maksat, içinizde kıpırdanan sinemacıya az da olsa gerçek sinemayı tattırmak. Size uzun metraj film çektirmek değil. Ki aslında onun aşamaları da aşağı yukarı bununki gibidir. İşte gerekli malzeme: 1) Bir senaryo. Evet. Her koşulda buna ihtiyacınız var. Ama bu projede gereken, uzun metrajlı bir film senaryosu değil. İki, üç, hadi hatırımı kırmayın, beş sayfalık bir senaryo. Senaryoda olması gerekenler de şunlar: I) Asgari, bir kahraman. Bu kahraman, birşeyler istemeli, ve karşısınaII) Engeller çıkmalı. Bu istek vs. engel durumu, otomatikman seyircilerin ilgisini çekecektir.III) Kullanabileceğiniz mekanlar. Bu, tek bir oda olabileceği gibi, birkaç odadan oluşan eviniz, arkadaşlarınızın ve akrabalarınızın evleri, arabanız, polisle başınız derde girmeden çekim yapabileceğiniz her türlü dış mekan olabilir.IV) Yan karakterler. Hikayenizde kahraman dışında bir kaç kişi daha olursa, daha eğlenceli olur. Hikayenizi yazarken, filminizde oynatabileceğiniz eş dost akrabayı da düşünün, onlara göre rol yazabilirsiniz. En başta size hayır deyip naz yapabilirler ama, bir süre sonra sinemanın büyüsü onları da etkileri altına alacaktır. Eğer oyuncunuz eşiniz ya da çocuğunuz ise, yemek yapmamakla vb. tehdit edebilirsiniz. 2) Kamera. Hayır, HD olmasına gerek yok. Şu doğumgünlerini ve her türlü ailesel olayı çektiğiniz ve ikinci el satsanız 350 liradan fazla para alamayacağınız kamera da olur. İster kasete (Mini DV kaset olması tercih) ister DVD'ye, ister hard diske kayıt yapsın, fark etmez. PAL çekmesi avantajınızadır. Bir mikrofon girişinin olması, daha da avantajınızadır. 3) Işıklar. Hayır canım, evinizin tavanından sallanan ampul/florasan/ekoton yetmez. Gerçek sinema, yönünü ve şiddetini (hatta rengini) ayarlayabildiğiniz ışıkla yapılır. Ama bunun için gidip yüzlerce dolarlık profesyonel ışıklar almanıza gerek yok. Evinizdeki masa lambası (evinizde bir çalışma masanız olduğunu ve onun da üzerinde bir lamba olduğunu varsayıyorum) ya da tavana yönelttiğiniz ayarlanabilir halojen lamba (ki fark ettiyseniz, "Yemekteyiz" programının ev çekimlerinde hep bunlar kullanılıyor) da işinizi görecektir. Hatta eş dosttaki lambaları bir haftalığına ödünç alabilirsiniz. + Uzatma kabloları. 4) Kurgu yapabileceğiniz bir bilgisayar. Artık hemen her evde bir bilgisayar var. Bilgisayar varsa Windows da vardır. Windows varsa, Moviemaker da vardır. "Ne! Bunca süredir evimdeki bilgisayarda bir kurgu programı mı gizleniyordu?! Ve bunu bana şimdi mi söylüyorsunuz!" diyebilirsiniz. Yine de geç kaldınız sayılmaz. Evet, Moviemaker programı ile kameranızdaki görüntüleri bilgisayarınıza aktarabilir ve bu görüntüleri istediğiniz şekilde kurgulayabilirsiniz. Bu işi daha iyi yapabilen programlar da var. Adobe Premiere, Sony Vegas, vb. programların deneme sürümleri zaman zaman bilgisayar dergilerinin ekindeki DVD'lerde veriliyor. Olmadı bunları internetten bulup indirebilirsiniz. Programları bilgisayara indirdikten sonra birkaç gün kurcalayın. Sizin için en önemli fonksiyonlar görüntüleri nasıl kesip birbirine yapıştıracağınız ve sonra da bunları nasıl ihraç edeceğiniz. (Bu konuda herhangi bir sorunla karşılaşırsanız Google'da "Kameradan Görüntü Aktarma" yazıp çıkan yazıları okumanızı tavsiye ederim.) Kameradan bilgisayarınıza aktaracağınız tek kaset bile asgari 13 GB yer tutar. Bu nedenle bu film macerasına atılmadan önce yapacağınız en önemli işlerden birisi (eğer yeterli değilse) bilgisayarınızın sabit diskinin kapasitesini artırmaktır. Artık sabit diskler sudan ucuz. Şöyle 100-200 GB'lık bir ekstra alan, işinizi hayda hayda görür. 5) Mikrofon ve ses kartı. Bu maddeyi yazıp yazmamakta bir süre tereddüt ettim. Ama diğer maddelerde, elinizde ne varsa onunla idare etmenizi söylerken, bu maddede koşullarınızı biraz zorlamanızı tavsiye edeceğim. Zira sinemayla ilgilenenler pek farkında olmasa da kötü ses, bir filmin başarısızlığının belki de ilk nedenidir. Bu yüzden, bir miktar para biriktirerek, kendinize bir shotgun mikrofon ve onun XLR kablosunu sokabileceğiniz bir ses kartı almanızı tavsiye edeceğim. Ses kartını sahibinden.com'da kolaylıkla ikinci el bulabilirsiniz. (Önemli olan bir XLR girişi olması). Shotgun mikrofonu ikinci el bulmanız zor. Compel'den bir rode shotgun mikfrofon (tavsiyem NTG 1) alabilirsiniz. Ama eğer şimdilik fazla açılmak istemiyorsanız müzik mağazalarında 50-100 liraya satılan spiker mikrofonlarıyla da idare edebilirsiniz. Neticede bu, ilk filminiz. Bu mikrofonu, bilgisayarınızın ses kartına nasıl takacağınızı vb. araştırın. Bir uzatma kablosu da gerekebilir. *** 201

Bir biçimde, beş sayfalık / beş dakikalık bir senaryo yazdığınızı varsayıyorum. Peki şimdi ne yapacaksanız? Önce senaryonuzu biraz görselleştirmeniz gerekiyor. Bunun için profesyoneller özel "storyboard" sanatçıları tutarlar ve senaryolarının önemli sahnelerini onlara çizdirirler: oyuncu şurada duracak, kamera onu şu şekilde çekecek, sonra kamera şöyle hareket edecek vb. Hem pahalı hem de masraflı bir iştir. Ama siz de buna benzer birşey yapabilirsiniz. Elinizde 20-30 adet boş A4 kağıt alın ve Her kağıdın üzerine üç adet 5 cm x 10 cm dikdörtgen çizin. Bu dikdörtgen, sizin kameranızla çekeceğiniz görüntüyü temsil ediyor. Şimdi yapmanız gereken, Cin Ali'ler ile, hangi karakterin nerede durup ne tarafa doğru hareket ettiğini belirlemek. Mesela 1. Sahne mutfakta geçiyorsa, dikdörtgenin üzerine mutfak yazın, mutfağın hangi bölümü olduğunu temsilen belirten bir iki çizgi çizin (pencere önü mü, evye önü mü, dolap önü mü, neresiyse), sonra da kahramanlarınızı Cin Ali'ler olarak bu zemin üzerine yerleştirin. Eğer kahramanlarınız belirli bir yönde hareket ediyorsa, bunu da okla belirtin. Storyboard yapmak zorunda değilsiniz, ama yapmanız işinizi kolaylaştırır. Ve filmi çekerken de buna uymak zorunda değilsiniz. Siz sanatçısınız. İstediğiniz an yeni bir fikirle ortaya çıkabilir ve herşeyi değiştirebilirsiniz. Hatta bu konuda şöyle bir avantajı var günümüz gençlerinin: Artık her evde ufak bir dijital fotoğraf makinası var. Ya da hemen her cep telefonu artık fotoğraf da çekiyor. Film çekim mekanlarınızı önce bunlarla belirleyip kamera açısını vb. bunlarla prova edebilirsiniz. İsterseniz bu fotoğrafları kullanarak bilgisayarda bir storyboard yapabilirsiniz. *** Storyboard'dan sonra oyuncu seçimleri geliyor. Salonunuzun kapısını kapatın ve dışarıya da "Oyuncu seçimi" yazın. Sonra eşinizi, çocuklarınızı, ve eş dostu kapının önünde sıraya sokun. Siz de içeri bir masanın arkasına oturup onları teker teker çağırın. Tabi sosyal ve ailevi hayatınızın sona ermesini istiyorsanız. :) Asıl yapmanız gereken, yukarıda da belirtildiği üzere, az arıza çıkartarak razı olacak tanıdıklarınıza ve akrabalarınıza göre bir senaryo yazmak. Sonra da senaryoyu onlara dağıtmak ve rollerini ezberlemelerini istemek. Normal bir filmde, çekimlere geçmeden önce birkaç defa okuma provası yapılır. Ama sizin böyle bir şansınız olmayabilir. Oyuncunuz "Ben bu iş için yeterince para almıyorum. Hatta hiç almıyorum!" deyip seti terk etmez de çekimlerin sonuna kadar kalırsa, kendinizi şanslı addedin. *** Kendinize bilgisayardan, ışıktan, sesten anlayan bir asistan bulun. Bu muhtemelen kocanız olacaktır. Erkek kardeşiniz de olabilir. Bu konuda her türlü şirinlikle erkekleri sömürmekten sakın çekinmeyin. Hayatları boyunca bir kez bu anlamsız bilgileri anlamlı bir dava için kullanma şansı verin onlara. Teşvik için ev yapımı çikolatalı kek ve süt de işe yarayabilir. Bu şahıslara ışıkları taşıtacaksınız, sesi kaydettireceksiniz, sonra da görüntüleri bilgisayara aktartacaksınız. Emin olun, Holivut'un en büyük yönetmenleri bile, teknik elemanlara olmasa bile birilerine (yapımcı, oyuncu, vb.) yağ çekmek zorunda kalıyorlar. Kendinizi onlara yakın hissetmenizde hiçbir sakınca yok: "Allahım! Spielberg de bu kadar uğraşıyor muydu acaba oyuncularıyla?!!" Kesinlikle evet. *** Filminizi, çekim mekanlarının ve oyuncuların uygunluğuna göre çekin. Yani çekim günlerinizi bunlara göre ayarlayın. Eğer senaryonuz elveriyorsa, filmin tamamını bir günde de çekebilirsiniz, birkaç günde de. Eğer farklı günlerde çekiyorsanız, sahnelerin aynı şekilde aydınlatılmış olmasını sağlamak için günün aynı saatinde çekin ve ışıkları da aynı şekilde kurun. Her sahneyi birkaç defa çekin. Hatta oyunculara nazınız geçiyorsa, "iyi" olduğunu düşündüğünüz bir sahneyi bile birkaç defa ve farklı açılardan çekin. Kurgu aşamasında elinizin altında ne kadar çok alternatif olursa o kadar iyi. Ama bir oyuncuya aynı sahneyi on beş yirmi defa oynatırsanız, ilk birkaç çekimdeki enerjiyi bulamayabilirsiniz de. Bunu da unutmayın. Yine de aynı çekim'i en az üç defa tekrarlatın. Asla bir defayla yetinmeyin. ***

202

Filmi sesli çekeceğiniz için, mikrofonu doğru bir biçimde (oyuncuların üzerinde ama kameranın görüş alanının dışında) tutmalısınız. Daha doğrusu tutturmalısınız. Bunu yapacak arkadaşa (yani eşinize), film çekimi boyunca kol kaslarının ne kadar geliştiği hakkında iltifatlarınızı esirgemeyin. Birkaç deneme ile mikrofonu kameranın görüş alanının dışında tutmayı öğrenecektir. Peki sesi nasıl kaydedeceğiz. Mikrofonu doğrudan laptopunuza ya da harici bir ses kartına bağladığınızı düşünelim. Ses kayıt yapmak için çok çeşitli programlar var. Ben Audition'ı tavsiye ediyorum. Deneme sürümünü bulabilirsiniz. Alternatifleri de işe yarayacaktır. Ses konusunda önemli olan, seslerin çatlamaması. Bu nedenle kayıt düzeyini ayarlamanız gerekecektir. Programı bilen birisinden yardım alın, ya da bu konuyu biraz araştırın. Her zaman (seste, kurguda, ışıkta) prova yapmakta fayda vardır. *** Eveet. Filmi çektiniz ve bilgisayara attınız. (Bu bilgisayara atma işlemini kendiniz yapabilirsiniz. Fotoğrafçılara vb. yaptırmanıza gerek yok. Eğer kameranız sabit diskli ise mutlaka beraberinde bir bağlantı kablosuyla gelmiştir; DVD'ye kaydediyorsa, kayıt yaptığınız DVD'yi çıkarıp bilgisayara takacaksınız, o kadar. Eğer kasede kaydediyorsa, tek yapmanız gereken, kameranız ile bilgisayarınız arasındaki iletişimi sağlayacak bir Firewire kablosu almanız - büyük bir ihtimalle her iki ucu da 4 pin'li biri 4 diğeri 6 pin'li de olabilir. Kamerayı bilgisayara bağlayın, ve görüntüleri -Moviemaker ya da benzeri bir programla- bilgisayara aktarın. Bunları yapmadan önce, kameranızla birlikte gelen kitapçığın ilgili bölümünü birkaç defa okuyun.) Şimdi yapmanız gereken, bu görüntüleri, anlamlı bir bütün meydana getirecek şekilde birbirine eklemek. Bu işleme "kurgu" ya da "montaj" denir. İşte bence sinemanın ennn eğlenceli aşaması budur. Zira elinizdeki materyali, istediğiniz şekilde kurgulayabilirsiniz - tabii ki genel olarak senaryoya bağlı kalmak kaydıyla. Ama bazen, senaryoda o anda orada olmayan bir görüntüyü de, sahneyi yaratırken kullanabilirsiniz. Kurgu aşamasında "zamanla" oynayabilirsiniz. Yani bir sahnenin hızlı olmasını sağlamak için kısa kesmeler kullanabilir, ya da uzun planlar ile zamanı bilerek esnetebilirsiniz (bkz. NBC). Tabii burada, "film grameri"ni bilmekte fayda vardır. Bu ilk filminiz olduğu için, bu konuda çok akademik bir araştırman yapmanıza gerek olduğunu sanmıyorum. Ama artık bir film yönetmeni olduğunuza göre, başkalarının filmlerini "bu sahneyi nasıl kurgulamış" diye daha dikkatli seyretmenizi tavsiye ederim. Evdeki DVD player'a sevdiğiniz bir filmi koyun, elinize kumandayı alın ve aynı sahneyi otuz defa tekrar tekrar izleyin. Size bu sahneyi sunan yönetmenin ve kurgucunun, sizin daha önce bir kere seyredip geçtiğiniz bu sahneyi yaklaşık 300 defa izlediğini de hatrınızdan çıkarmayın. Hatta elinize bir kağıt kalem alıp not bile tutabilirsiniz. *** Filminizin kurgusu bitti. Peki müzik? Bazı yerlere dramatik etkiyi artırmak için müzik ekleyebilirsiniz. Bunun için elinizdeki müzik arşivini en arsız ve hayasız bir biçimde kullanabilirsiniz. Tabii bu da oturup saatlerce bu müzikleri dinlemek, not almak, deneme yanılma yöntemiyle doğruyu bulmak anlamına gelecektir. Ama emin olun, her saniyesine değecektir. *** Müziği de eklediniz, şimdi ne olacak? Filminizi ihraç edeceksiniz. Yani bilgisayar dışındaki bir ortamda da seyredilebilmesi için, (muhtemelen) bir DVD'ye aktaracaksınız. Moviemaker'ın bununla ilgili yönergeleri çok basit. Sol tarafta filminizin aşamaları hakkında gayet faydalı bilgiler yer alıyor. Size sunduğu seçenekleri iyice okuyun, anlamadığınız yer varsa Google'da araştırın. Emin olun sizden daha fazla kafası karışık birileri benzer sorular sormuş ve cevabını almıştır. Eğer İngilizce'niz varsa, cevabı on saniyede bulacağınızdan eminim. Yoksa, bu süre sadece biraz daha uzayacaktır. *** Filminiz bitti? Peki şimdi ne olacak? 1) Filminizin DVD kopyalarını eşe dosta dağıtabilir, daha da eğlencelisi, bir akşam oturup hep beraber izleyebilirsiniz. 2) Filminizle ilgili bir web sitesi açıp, onu tanıtan yazılar, fotoğraflar, hatta kısa video parçaları yükleyebilirsiniz. Filminiz için blogger'dan bir sayfa alabilir, hatta sadece bu film için facebook'ta bir sayfa açabilirsiniz. Ya da filmi facebook sayfanıza yükleyebilirsiniz.

203

3) Filminizin tamamını Youtube ya da Vimeo'ya yükleyebilir ve başkalarının eleştirilerine açabilirsiniz. Eğer bir ev kadını olduğunuzu öğrenirlerse hemen hepsi sizi takdirle karşılayacaktır. Gerçek kimliğinizi söyleyip söylememek size kalmış. 4) Filminizi kısa film yarışmalarına ve festivallere yollayabilirsiniz. Evet. Yanlış duymadınız. Eğer elinizde bir film varsa, kendiniz çektinizse, bunu sene içinde her türlü kısa film festivaline yollayabilirsiniz. Allah aşkına, Altın Portakal'a bile yollayabilirsiniz! Önünüzde duran mı var?! Her sene onlarca belediye "kültürel faaliyet" olarak hemen hiçkimsenin umursamadığı kısa film festivalleri düzenler ve üç beş bin TL gibi aslında gayet hoş ödüller koyarlar. (Bunun için düzenli aralıklarla Google'da "Kısa film yarışması" "20?? Film festivali" diye arama yapın). Bunlardan "bir" tanesini kazansanız bile, mutfak dolaplarını değiştirebilirsiniz :) Eğer Altın Portakal'da dereceye girerseniz, Nurgül Yeşilçay'a yakından bakabilir ve hemen yanınızdaki eşinize "Hıh, aslında hiç de o kadar güzel değilmiş" diyebilirsiniz, ona duyuracak şekilde! Hepinize iyi şanslar. *** Aklınıza şu soru gelebilir: Acaba bu yazı neden gençler için değil de ev kadınları için yazıldı? El Cevap: Sevgili gençlerimiz ömürlerini geçirdikleri anlamsız işlerin (yani, facebook, msn, twitter ya da karşı cinsle/karşı cins hakkında cep telefonu görüşmesi) başından kalkıp adam gibi bir film çekemeyecek kadar şuursuz, bezgin, kibirli, ve/veya tırsak oldukları için! Lise sona kadar anlamsız/yarı-anlamlı bilgileri ezberleyip bunlarla ilgili testlere girmek dışında gerçek hayatla ilgili doğru dürüst hiçbir sorumluluk üstlenmeyen gençlerin, üniversiteden mezun olurken aniden bir film çekmek için gereken azim, kararlılık, ve sorumluluk duygusu kazanmasını beklemek tabii ki onlara haksızlık olur. Ama bu kadar da salmayın be kardeşim kendinizi! Bu kadar armut piş ağzıma düş olmayın. Teknolojinin önünüze yem olarak attığı zaman-katillerine bu kadar çabuk ve kolay kanmayın! Bu kadar da kendini beğenmiş olmayın. Elinizdekiyle yola çıkın. Sadece o yolculuk da size çok şey öğretecektir, emin olun. Unutmayın, her arayan bulmadı, ama bulanlar hep arayanlardı gezgin22011-09-22T00:17:51.653+ İflah Olmazlar İçin Film Yapımı gezgin02011-09-22T00:17:51.544+ Anti-NBC Filmi Nasıl Yapılır Anti-NBC'den kastım, Nuri Bile Ceylan (NBC) filmlerinin aksine, hikayenin normal hızda, hatta normalden daha hızlı ilerlediği filmler. Bildiğiniz üzere Nuri Bilge Ceylan filmlerinin en büyük özelliklerinden (sıkıntılarından) birisi, hikayenin ilerlemek bilmemesidir. Kimi seyircinin bundan hoşlandığı belli, ama büyük seyirci kitleleri bu kadar düşük hızları sevmiyor. Skalanın diğer ucunda, hızı hiç düşmeyen filmler var. Artık bir noktadan sonra insanı yoran bu tür filmleri ise genel olarak adrenalinden (ya da fazla beyaz şeker tüketmekten) yerinde duramayan gençler seyrediyor. Ben de genelde bu tür filmleri severim, eğer koşuşturmaca için makul bir neden bulunabilmişse. Bu yazıda, bu tür koşuşturma filmlerinin bir iki ortak özelliğinden bahsedeceğim. "Crank" (bizde "Tetikçi" diye oynamıştı) filminde filmin kahramanına, vücuttaki epinefrin'in salgılanmasını engelleyen bir ilaç verilir. Bunun sonucunda kahramanın kalbi yavaşlayacak ve duracaktır. Kahramanımız sadece sürekli hareket ederek ve kendisini tehlikeye atarak ve böylece adrenalinini yükselterek bu ilacın etkisini nötralize edebilecektir. Bunun sonucunda, baştan sona koşuşturmalı bir film seyrederiz. "Crank: High Voltage"da ise kahramanımızın kalbi alınıp yerine elektrikle çalışan ikinci bir kalp takılmıştır. Ama bu kalbin de aküsü bitmek üzeredir. Kahramanımız yine kendisine arada sırada yüksek akımlı elektrik vererek ve sürekli hareket ederek hayatta kalmak şansına sahiptir. Ayrıca bu arada kalbini kendisinden çalan adamı da bulmalı ve kalbini geri almalıdır. Hareket için biraz mantık sınırını zorlasa seyretmesi gayet zevkli olan bir diğer film de "Hız Tuzağı"dır. ("Speed"). Baş rolünde Matrix öncesi bir Keanu Reeves'in oynadığı bu filmin hız için kendine koyduğu kural, "bomba konulmuş bir otobüsün, saatte 75 km'nin altına inerse, bombanın patlayacak olması"dır. 204

Bunun neticesinde yolcu dolu otobüs, şehrin kalabalık caddelerinde büyük bir hızla ilerlerken, otobüse binmeyi başaran bir polis (Keanu), yolcuları sağ sağlim otobüsten indirmeye çalışır. Son örnek de, "Koş Lola Koş" (“Run Lola Run"). Bu filmde de kahramanımız Lola, dolaylı olarak başını belaya soktuğu erkek arkadaşının hayatını kurtarmak için 20 dakika içinde 100 bin mark (Euro öncesi Alman para birimi) bulmalıdır. Bu filmin diğerlerinden bir farkı, bu 20 dakikayı üç defa, ama her defasında çeşitli farklarla anlatmasıdır. Yine de filmin hızının son derece yüksek olduğunu tahmin edebilirsiniz. Lola rolünde, "Bourne Identity" filminden tanıdığımız Franka Potente, Manni rolünde ise, Temmuzda'dan ("Im Juli") hatırlayacağınız Moritz Beilbtreu var. Karşılıklı döktürüyorlar. *** Bütün bu filmlerin ortak özelliği, kahramanın bir hedefe ulaşması için kısa bir süresinin olmasıdır. Kahraman, kendisine verilen bir zaman sınırına uymak zorundadır yoksa çok kötü şeyler olacaktır. (Bu yöntem, son 7 sezondur TV'nin en hareketli dizilerinden biri olan "24"ün de bel kemiğini oluşturur.). Eğer seyircinizin ilgisini biraz daha çekmek, onları biraz daha heyecanlandırarak hikayeye bağlamak istiyorsanız, kahramanınıza böyle bir sınırlama verin ve önüne akıl almaz bir sürü engel koyun. Ama bunların aşılması imkansız (gibi görünen) engeller olmasına ve kahramanımızın da büyük oranda zeka ve çaba ile son anda bu engelleri ilginç bir şekilde aşmasına dikkat edin. Gerisi, kendiliğinden gelecektir gezgin72011-09-22T00:17:51.632+ Oh Bebeğim, Bu Gece Ağlamıyor musun?! Bugün Amerikan sinemasında çok büyük bütçelerle çalışan birçok yönetmen, kariyerlerinin en başında çok düşük bütçelerle ve tam anlamıyla "bağımsız" filmler çekmişler. Yani bu insanlar gökten zembille inmiyorlar, ya da seçkin bir "elit"in üyeleri olarak doğmuyorlar. Buna birkaç örnek vereyim: En son "Batman - The Dark Knight" ile seyircinin karşısına çıkan Christopher Nolan'ın ilk filmi, 1998 yılında çevirdiği "Following". Film, sıradan insanları saplantı haline getiren bir yazarı anlatıyor. Film 6.000 (altı bin) dolara çekilmiş. Nolan filmi bir sene boyunca haftasonlarında çekmiş ve üniversitenin film klübünde tanıştığı insanları oynatmış. 1999'a kadar gittikçe artan bir şöhret kazanan film, Nolan'ın 2000 yılında Memento'yu (bütçe: 4.,5 milyon dolar) çekmesinin önünü açmış. Gerisi malum. En son "Şampiyon" ("The Wrestler") ile sinemalarda arz-ı endam eden Darren Aronofsky'nin ilk filmi Pi"nin bütçesi 35,000 (otuz beş bin) dolar. Ama filmin getirisi 3 milyon iki yüz bin dolar. Bu başarı (ki filmi bilenler bilir, hiç de öyle bir kerede oturulup keyifle seyredilecek birşey değildir), Aronofsky'nin “Requiem for a Dream"i (bütçe, 4,5 milyon dolar) yapmasının önünü açıyor. Aronofsky'nin bir sonraki filmi 35 milyon dolara yaptığı "The Fountain"in gişesi 15 milyon. Son filmi "Şampiyon"u ise, yine tam bir bağımsız gibi 6 milyon dolara çekiyor ve gişede 44 milyon dolar kazandırıyor. Son haber ise, bağımsız film çekmek isteyenlerin cesaretini bayağı artıracak cinsten: "Crank" filmlerini ("Crank" ve “Crank: High Voltage") duymuşsunuzdur. Başrolünde Jason Statham'in yer aldığı, baştan sona koşuşturmalı, içinde bolca şiddet ve acayip vesilelerle cinsellik bulunan bu filmler, nispeten küçük bir bütçe ile yapılmış bulunuyor. Herkese hitap etmeyen bu filmler (ilkini seyrettiğimde abartılı bulmuştum, ama ikincisini, şimdi vereceğim bilgiden sonra merak edip seyrettim), ortalama olarak 12 milyon dolara yapılmış ve 40 milyon dolar civarında da gişe getirmişler (DVD ve TV gelirleri dahil değil). Yönetmenler ilk filmde ("Crank"), fiyatı 115 bin dolar olan Sony F950 kullanmışlar (Holivut'da kimse kamera satın almaz, hep kiralanır). Bu kameranın renk örneklemesi 4:4:4, kullandığı format ise HDCAM SR (440 ya da 880 Mbps!) . Yani piyasadaki en iyi formatlardan biri. Fakat yönetmenler ikinci filmde (“Crank: High Voltage"), kamera konusunda daha serbest olabilmek için daha küçük bir kamerayla çalışmaya karar vermişler. Ve neyi tercih etmişler biliyor musunuz: Canon XH-A1. 3400 (üç bin dört yüz) dolar fiyatı olan bu yarı-profesyonel ("prosumer") kamera, HDV kaydediyor. Yani 25 (yirmi beş) Mbps veri hızıyla, 4:2:0 renk örneklemesi yapıyor. Önemli bir özelliği ise 24 kare çekim yeteneğinin bulunması. Ayrıca, filmde bir çok Canon HF10 da kullanılıyor. Tatilcilerin gözdelerinden olan ve yarım kiloyu aşmayan bu AVCHD kamera (17 Mbps, 4:2:0), film setinde büyük kameraların konulamayacağı yerlere konularak çok ilginç açılar yakalanmasını sağlamış. Filmi izlerseniz, hangi çekimlerin bu 500 (beş yüz) dolarlık minik kamerayla yapıldığını tahmin edebilirsiniz. Bu kameranın da 24 kare özelliği var. Filmin bazı sahnelerinin, uzaktan kumandalı bir oyuncak arabaya monte edilmiş bir HF10 ile, diğerlerinin ise patenle kayan yönetmen tarafından çekildiğini de belirtmeliyim.

205

Sonuç? İkinci film de ilk filmin başarısını neredeyse yakalamış durumda. Yaklaşık bütçe 12 milyon dolar, ve gişe de 40 milyon civarında. Bir örnek de bizden: "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" (2004) filmini duymayanınız yoktur. Filmin bütçesi, yaklaşık 50 bin dolar. Peki filmin Sony DVCAM ile çekildiğini biliyor muydunuz? DV formatının Sony'ye özgü versiyonu olan DVCAM (Panasonic'e özgü olanı da DVCPRO), bildiğiniz DVD çözünürlüğünü kullanıyor (720 x 480 ya da 576). Yani HDV'nin (1080 x 1440) neredeyse dörtte biri kadar. Renk örneklemesi ise 4:2:0 (PAL) ya da 4:1:1 (NTSC). Veri hızı 25 Mbps (HDV ile aynı) ve kare içi sıkıştırma ("intraframe") yapıyor (HDV'den daha iyi). Filmin gişede çok başarılı olduğu söylenemez (18 bin kişi), ama o dönemde festivallerin gözdesi olduğunu ve birçok ödül aldığını (örn. İstanbul Film Festivali'nden "En İyi Film Ödülü") hatırlayacaksınız. *** Demem o ki, hikayeniz güzel olsun, güzel bir "cast" oluşturun, kurguyu ve sesi iyi yapın/yaptırın, kameradan anlayan bir görüntü yönetmeni bulun, ve işe başlayın. Sallanarak vakit kaybetmeyin! gezgin32011-09-22T00:17:51.641+ Film Dağıtımı Vb. Hakkında Yukarıdaki videoda çektiğiniz filmin dağıtımı hakkında bilgi veriliyor. Tavsiyem, videonun yayınlandığı siteye (Uzmantv.com ) gidip konuyla ilgili diğer videoları da izlemeniz. Bu video da bir film yapımcısının ağzından yapım sürecini anlatıyor gezgin02011-09-22T00:17:51.514+ Daldaki Kuş: Yeni Kameralar Sinemayla ilgilenip de kameralarla ilgilenmeyen yoktur sanırım. Bu yazıda profesyonel kameralardan (Vericam, Genesis, RED, vb.) değil de, bağımsızların kolayca elde edebileceği kameralardan bahsedeceğim. Bildiğiniz gibi film yapmak isteyen kişinin iyi bir kameradan bazı beklentileri vardır. 1) 24p kare çekim yapması.2) Alan derinliğinin sığ olması - bu 35 mm adaptörler ile halledilebiliyor.3) Profesyonel ses kaydı yapabilmesi - yani XLR jak girişinin olması - bu da dışarıdan halledilebiliyor.4) Renk örnekleme kalitesinin yüksek olması - asgari 4:2:2 olmalı.5) Veri aktarım hızının olabildiğince yüksek olması - mümkünse 100 Mbps.6) Jöle etkisinin olmaması, ya da az olması - bilmeyenlere komik gelebilir, ama en pahalı kameraların bile bir jöle etkisi olabiliyor. *** Artık piyasadaki birçok küçük kamera 24p kayıt yapabiliyor. Bu konudaki liderlik son zamanlarda Canon'da idi. Kaset bazlı kameralarda Canon HV40, gerçek (N) 24p (HDV) kayıt yapıyor. Yani 60i üzerine 24p kaydetmiyor, doğrudan 24p kaydediyor. Bu açıdan bir üstünlüğü var. AVCHD codeğine gelirsek, burada da önderlik Canon'da gibi. Küçük kameralarda Canon HFS100, en yüksek veri aktarım hızına sahip: 24Mbps. Onun hemen arkasından Panasonic'in HDC-TM300'ü geliyor. Bu kameranın max. veri hızı 17 Mbps ama büyük bir avantajı var: odaklama halkası. Yani odağı elle yapabiliyorsunuz. Diğerlerinde bu kadar hassas odaklama olanağı yok. Sony'nin de bu alanda başa baş güreşen küçük kameraları var. Ama hepsinin en büyük sorunu bence ses kaydı. Hepsi sadece küçük jaklar yoluyla ses kaydına olanak tanıyor. Bu sorunu bypass edebilmek için dışarıdan beachtek ya da juicedlink XLR adaptörleri almalısınız. Fiyatları çok fazla değil. Bu kategorideki süpriz yumurta ise Panasonic'in GH1 adlı fotoğraf makinası. Bu cihaz 17 Mbps'de 24p video çekiyor. Alan derinliği çok güzel. Fiyatı da 1400 dolar civarında. Ama bununla ciddi bir film çekmeyi düşünmek pek mümkün değil zannımca. Bir üst kategoride (yaklaşık 3000 dolar) ise Panasonic'in HMC 150'si var (AVCHD - SD karta kayıt). Bunun fiyatı yukarıda bahsettiklerimin yaklaşık 3-4 katı kadar (burada yurtdışı fiyatlarından bahsediyorum. Türkiye fiyatları genelde genç sinemacılar için dudak uçuklatıcı). Canon'un bu kategorideki kamerası ise XH-A1 (HDV - yani kasetli). Sony'nin alternatifinin adı HDR-FX1000 (HDV - kasetli). 206

HMC 150'nin üstündeki kameralar (5000 dolar ve üstü civarı) ise artık profesyonel kameralar sayılıyor: Panasonic'in HPX 171'i ve HVX 200A'sı (her ikisi de Intraframe, 100 Mbps), Sony'nin EX1 ve EX3'ü (XDCAM EX, Long GOP, 25 ya da 35 Mbps, 4:2:0 renk örnekleme), Canon'un XH-G1 (HDV) ve XL-H1'i (HDV) var. Bu kategorinin en büyük süprizi ise bu sene Panasonic'ten gelen HPX301. Bu kamera 1920x1080'i AVC-Intra denilen müthiş bir codec ile 100 Mbps'de "10bit" olarak kaydediyor. (Bu bit konusunu da biraz araştırın: 8 bit vs. 10 bit). *** Gelelim gelecek kameralara. Bu alanda benim ilgimi çeken üç kamera var. 1) Panasonic, RED'in Scarlet çıkartmasının (ve başka şeylerin) önünü kesmek için HMC40'diye bir kamera çıkartıyor 1 Eylül'de. 1920x1080 kayıt yapacak olan bu kamera AVCHD codeğin en yüksek profilini (yani 24 Mbps) kullanıyor. Ve fiyatı da 2000 dolar olacak (Amazon'a ve BH'e bakın). Bu özellikleri bu fiyata verdiğiniz zaman, fiyat olarak kendisinden bir üst sınıftaki birçok rakibini de bayağı zorlamış olacak. Bir üst kategoride bazı fiyat düşüşleri olabilir ya da benzer kameraları görebiliriz. 2) RED, 3000 dolara, 3K (3 bin satır) kayıt yapan Scarlet adlı kamerayı bu sonbaharda çıkaracak inşallah! Millet dokuz değil on dokuz doğurdu bu kameraları beklerken. Acaba beklemeye değdi mi diye merak etmiyor değilim. Elinizdeki 1920-1080 kameralarla filminizi çekebilirdiniz - eğer George Lucas bile bu çözünürlükten memnunsa (Yıldız Savaşları 2 ve 3, bu çözünürlükte çekildi) siz niye memnun olmayasınız ki? (Sadece çözünürlük açısından söylüyorum, yoksa, onun kullandığı kameraların onlarca başka artısı daha vardı.) RED, Epic ve Scarlet'in diğer modellerini de aynı dönemde piyasaya sürecek herhalde. Herkes heyecanla bekliyor, ama bağımsız sinemacıları çok heyecanlandıran birşey yok ortada. Zira fiyatları biraz tuzlu olacak. 3) Canon'un Mark II'si ise herkesi kahretti. Alan bin pişman, almayan.. o kadar pişman değil. Zira kamera sadece 30 kare kayıt yapıyor. Manda gözü kadar bir sensörü olmasına karşın, 30 kare hiçbir sinemacının işine yaramaz. 30'dan 24'e çevirme işlemi genelde sorunludur ve istenilen sonuçları pek vermez. (Sadece video ortamı için çekiyorsanız, durum başka tabi). Renklerin güzelliği ve gece çekimlerinin RED'i bile kıskandıracak kalitede olması dışında, sinemacılar için pek birşey ifade etmedi Mark II. Amma ve lakin... Canon 24p özelliği başka bir fotoğraf makinasına ekleyecekmiş. Bu tamamen bir söylenti, ama bir Canon yetkilisinden duyulan bir söylenti. Adam özetle bu özelliğin (yani 24p'nin) Mark 2'ye eklenmesinin mümkün olmadığını, ama bu özelliğin, 1Ds Mark 3'ün bir sonraki modeline konulacağını söylemiş. Ama işin kötü tarafı şu: iki sene önce çıkan 1Ds Mark3 halihazırda 7000 dolara satılıyor. Yani yeni çıkan modeli herhalde bir sekiz-dokuz bin dolar civarında olur. Bu fiyatıyla da RED ile, Scarlet'lar ile, Panasonic HPX 301'ler ile yarışır hale gelir. Yine de alan derinliği ya da gece çekimleri konusunda hiçbir sorun yaşamayacağı kesin. Ama codec'i de görmek lazım. Zira Mark 2'nin codec'i 38 Mbps iken HPX 301'in codec'i 100 Mbps ve de 10 bit. Ayrıca HPX'in tonlarca başka özelliği (ses girişleri, HD çıkışları, vb.) de var. Ve artık bütün kameraların CMOS'a dönmesi (yani CCD sensör yerine CMOS senör kullanması) ise insanı çıldırtıyor. Yarattıkları jöle etkisi ile her türlü hızlı yatay hareketi çekilmez hale getiriyorlar. Bütün dikey yapılar (binalar, ağaçlar, elektrik direkleri, duvar köşeleri, hatta insanlar) sanki rüzgarda arkaya doğru eğilmiş gibi yamuluyorlar. Ve bunu da pek bir çaresi yok. Panasonic dahil birçok şirket plug-inler geliştirmeye çalışıyor ama tamamen bozuk kaydedilmiş bir görüntüyü plug-in'le ne kadar düzeltebilirsin ki? *** Şunu asla unutmayın: bu "yeni çıkacak kamera" muhabbeti asla bitmez. Siz elinizdeki projenize güveniyorsanız, bir biçimde 1920x1080 4:2:2 kayıt yapan bir kamera ele geçirin (kiralamak en doğru seçim), güzel bir ses kayıt düzeneği bulun/kurun ve projenizi çekin. Şu çıksın bu çıksın diye beklerseniz, feleğinizi şaşırırsınız. Eldeki bir kuş, daldaki iki kuştan evladır zira! *** Önemli Not: HDV codec'i, 1440x1080'dir ve renk örneklemesi de 4:2:0'dır. Veri hızı 25 Mbps'dir. AVCHD ise 1920x1080 satır kaydeder ama onun da renk örneklemesi 4:2:0'dır. Veri hızı max. 24 Mbps'dir ama HDV'den daha verimli olduğu söylenmektedir.

207

Önemli Not 2: Bir de Long GOP ve Intra-frame kayıt durumları var. HDV ve AVCHD Long GOP'tur. XDCAM EX ve HD de öyle. Bu konuda sınıfı geçen tek kamera Panasonic: hem HVX 200A hem HPX 170 ve 301, Intraframedir. Uzun metraj filminizi çekerken Long GOP çeken bir kamera değil, Intra-frame çeken kamera kullanacaksınız. Elinizdeki olanakları bu yönde zorlamanızı tavsiye ederim. Önemli Not 3: Bir de film çekimi için yetersiz olan kameralardan (örn. Sony FX1, EX1 ve EX3 ya da Canon G1 - normalde 25 ya da 35 Mbps, Long GOP, 4:2:0 kameralar) bile HDMI ya da HD SDI çıkışları sayesinde çok güzel sonuçlar almayı sağlayan Intensity (Sıkıştırmasız, 4:4:4) ya da Aja Kona gibi bilgisayar (PCI) kartları, NanoFlash (160 Mbps, 4:2:2) ya da Ki-Pro (Prores 422) gibi kayıt cihazları veya doğruda laptop'un expresscard girişine uygun imperx gibi HD-SDI yakalama kartları var. Bunları da bir araştırmalısınız. Elinizdeki kısıtlı olanakları aniden birkaç katına çıkartabilirler zira. *** Video formatları hakkında daha fazla bilgiyi aşağıdaki (wikipedia'dan alınmış) tabloda görebilirsiniz. Sinema bir sanattır ve matematikle ne ilgisi vardır, demeyin. Çok ilgisi var zira. Cübbeli Zerzevat Hk. Birkaç Not Geçen haftalarda ekranı işgal eden (ve anlaşılan işgal etmeye devam edecek olan) Cübbeli Zerzevat şöyle buyurmuş: "Cennete giden kadınlar, evlilerse kocalarına verilecekler. Yalnız çok adamla evlendilerse, son kocaya verilecekler. Kadının kocası çok kötü bir adamsa, alkolikse, kadını dövdüyse, zaten cennete giremeyecek. Cennete tek başına giden kadın, dünyadaki şehitlere verilecek. Ama kadın orada beş erkek isteyemeyecek, sadece bir erkek isteyecek ama o adamın beş erkek gücü olacak, ona her türlü zevki tattıracak. Cennete giden erkeklerin tenasül uzuvları eğilmez. (!!!) Kadınlara, bir tane erkek verilse de o erkek cimadan hiçbir zaman kaçmayacak, sürekli yapabilecek, kadın da istediği kadar cima edecek. Erkeğe de huriler verilecek." Bu, zatı muhteremin zırvalıklarının sadece küçük bir bölümü. İnsan ne diyeceğini şaşırıyor. Ama aklıma ilk gelen, bu adam her nerede vaaz veriyorsa, derhal imamlık ehliyetinin elinden alınması, şimdiye kadar halka verdiği zararın cezası olarak da adam gibi bir ilahiyat fakültesinde lisans, master, doktora yapmakla cezalandırılması. Üstüne de iki ya da dört yıllık bir fen eğitimi (tercihan biyoloji, ya da temel tıp bilimleri) alması. Şimdi sadece yukarıdaki paragrafla ilgili bazı soru ve yorumlarım olacak. Aksi takdirde bu gece (ve takip eden geceler) rahat uyuyamam: 1) "Cennete giden kadınlar, evlilerse kocalarına verilecekler." Yahu kadın zaten bir ömür boyunca aynı adamın kahrını çekmiş, hatta bu kahrı çekmeyi, cennete gitmenin yollarından biri olarak kabul ettiği için bu kadar tahammül edebilmiş. Bir de öbür tarafta karşısına aynı ibiş mi çıkacak?! Peki adam da cennete giderse, son cümlede söylendiği gibi adama bir sürü huri verilecek. Kadın bu hurilerden biri mi olacak? 2) "Cennete tek başına giden kadın şehitlere verilecek." Hanfendiler, eninde sonunda birilerine peşkeş çekiliyorsunuz. Boşuna uğraşmayın. Seçme şansınız neredeyse sıfır. E bunu duyan bazı kadınların bu tarafta birden fazla adamın peşine düşmesine şaşmamalı. 3) "Kadın orada beş erkek isteyemeyecek, sadece bir erkek isteyecek ama o adamın beş erkek gücü olacak." Cennet-i ala'yı kerhaneye çevirdi adam iki dakikada. Yani dervişin fikri neyse zikri de o olur derler ya, işte bu Cübbeli Zerzevat ve onun akıl hocaları, insanları cinsi sapıklara, cenneti de her köşesinde her an cinselliğin yaşandığı bir umumhaneye çevirdiler doğal olarak. Cenneti sonsuz bir kütüphane olarak tasavvur eden Borges'in anlayışını ve hissedişini bu güdük beyinlerden beklemiyoruz ama en azından "Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver onları/Bana seni gerek seni" diyen Yunus'umuzu ve onların hepsinden daha üst bir Tanrı ve öte alem kavrayışı olan Mevlana'yı bu kadar da mumla arıyor hale düşmemeliydik. 4) "Cennete giden erkeklerin tenasül (cinsel) uzuvları eğilmez." Sadece "el insaf!" demek istiyorum. Acaba hiçbir aklı başında kişi (ki Cübbeli Zerzevatın yanında böyle kişilerin olması pek muhtemel değildir) bu adama "Hocam, ötede bedenlerimiz mi olacak ruhlarımız mı? Eğer ruhlarımız olacaksa ruhun cinsiyeti var mıdır?" diye sormuş mudur acaba? Tabii bu kadar temel bir soruyu bile tasavvur edip doğru cevaplayamayan insan, sabahtan akşama kadar abuk subuk kaynaklardan Arapça alıntılar yapsa da, çevresindekilere "Playboy Late Night Show" tadında yorumlar dışına birşey sunamayacaktır.

208

5) "Erkeğe de huriler verilecek!" Neden kadınlara bir tane de erkeklere bir sürü? İlahi adalet bu mu? Bu kadar kadınla uğraşmak zorunda bırakılmak için ne gibi bir günah işlemiş olabiliriz :) Beyin hücrelerinin çok büyük bir bölümü dumura uğramış bir şahıstan, aklı başında yorumlar beklememek gerektiğini biliyoruz tabi. Ama mesele bu değil. Mesele, bu adamın, bu kadar kötü bir yol göstericinin peşinden gidebilecek kadar akıldan, düşünceden, bilgiden, analiz yeteneğinden uzak insanlarımızın olması. Yani Türk eğitim sisteminin yüzde yüz iflas ettiğinin en büyük göstergesi, Cübbeli Zerzevat'ın ortaya çıkabilmesine olanak tanıyan on binlerce takipçisidir. Bu adamlar millete ve devlete zarar vermenin dışında Allah'a, ruha, ve öte aleme de büyük haksızlık ediyorlar. Tabii ki bunun da tek çaresi eğitim. Ama doğru eğitim. Konuşanın da dinleyenin de eğitilmesi. Başka yolu yok. Bu adamları ancak böyle ortadan kaldırabiliriz: müşterilerini onlardan daha akıllı hale getirerek. Nasıl bir eğitim verileceğini, mavi gözlü sarı saçlı güzel adam söylemişti zaten: "Hayattaki en doğru yol gösterici bilimdir!" Eğer bu tavsiyeye uymazsanız, karşınıza Allah'ı da, ruhu da, öte alemi de yanlış anlatarak insanların ruhunu karartan bu tür Muppet Show karakterlerinin çıkması kaçınılmazdır. Red Giant TV Episode 22: Creating a Summer Blockbuster Film Look Stu Maschwitz Video kameralarla sinema yapmaya çalışanların elde etmeye çalıştığı bir "film görünümü" ("film look") vardır. Yani filmlerini aslında video kamera ile çekmiş olmalarına karşın film kamerasıyla çekildiği izlenimini yaratmaya çalışırlar. Bunun ne kadar gerekli olduğu konusunu burada tartışmayacağım. Bilinen birşey var ise o da video ile film çekenlerin hemen hemen tamamının bunun için uğraş verdiğidir. Genç sinemacıların büyük bir çoğunluğu için "film görünümü"nün en önemli iki göstergesi "sığ bir alan derinliği" (DOF) ve "saniyede 24 kare çekilen görüntüler"dir. Bu iki özellik, film kamerası ile çekilen filmlerin en belirgin özellikleri arasında yer alsa da, tek başına "film görünümü"nü yaratmazlar, yaratamazlar. Bence bunu sağlayan en az bu ikisi kadar önemli olan başka unsurlar da bulunuyor: 1) Çerçeveleme ("Framing") 2) Aydınlatma ("Lighting") 3) Renk Düzenleme ("Color correction") 4) Kaliteli Ses (Ses kaydı, ses tasarımı, ses efektleri, vb.) 5) Kaliteli Oyunculuk 6) İyi müzik 7) İyi (ve hızlı) bir kurgu 8) Belirli kamera hareketleri Ama her nedense sığ bir alan derinliği ve 24 kare çekim kabiliyeti olan kameralar, genç (müstakbel) sinemacıların tek saplantısı haline gelmiştir ve diğer unsurlarla uğraşmayı (filmlerinin bu yönlerini geliştirmeyi) zul saymaktadırlar. Bunun büyük bir hata olduğunu söylemeliyim. Yukarıda yer alan video, bu alanlardan sadece biriyle, "renk düzenlemesiyle" ilgili. Video baştan sona İngilizce. Ama sadece görüntülere bakarak bile bir görüntünün, sinemalarda izlediğimiz son hale ulaşmadan önce hangi aşamalardan geçmesi gerektiği hakkında bir fikir sahibi olabilirsiniz. Yukarıdaki videoda, Terminator 4'ten Transformers 2'ye kadar birçok örnek bulacaksınız. Bu video, Final Cut ve After Effects'te eklenti ("plug-in") olarak kullanılabilen Magic Bullet Looks'un nasıl kullanılabildiğini anlatıyor. Nacizane tavsiyem, eğer herhangi bir biçimde film yapımıyla ilgileniyorsanız, Magic Bullet'ı ya da bir muadilini kullanmayı öğrenmeniz. En azından bunlarla neler yapılabildiğine bir bakmanız ve setteki ve post'taki seçimlerinizi buna göre yönlendirmeniz. gezgin GÜNDEMSEL NOTLAR

209

1) Münevver adlı genç kızın ölümünün acısı daha ailesinin kalbinde bu kadar tazeyken bu olayı film yapmayı düşünenin, bu olayı haber yaparak satışını artırmaya çalışanın, bir biçimde olaya tepki vermek vb. suretiyle de reklamını yapanın... Allah müstahakını versin. Bu olayın "Ahlaken Ne Kadar Alçalabildiğimize Dair Örnekler - Cilt XIII" adlı kitaba örnek olarak konulması gerekiyor bence. 2) "Bir yetişkinin yapması gereken işe asla bir çocuğu gönderme!" diye bir atasözü vardır İngilizce'de. Türkçe'deki daha komiktir: "Çocuğa iş buyuran, ardınca kendisi gider!" Bu nereden aklıma geldi? Habertürk'te bir tartışma programı seyrederken. İktidar partisinin ve küçük bir muhalefet partisinin konuşmacıları, tam birer tartımacı gibi gövde gösterisi yaparken, ana muhalefet partisinin konuşmacısı, elindeki kağıtlara bakarak konuşma dışında herhangi bir hitabet yeteneği olmadığını gösteriyordu binince kez. Arkadaşlar: Siyaset, akıllı uslu, efendi, centilmen insanların alanı değildir. Siyaset girişken, konuşkan, gerektiğinde karşısındakinin konuşma hakkını çatır çatır çiğneyen, haklılığına inanan ve bu inancını da ses tonu ve beden diliyle de (ki onlar daha önemlidir aslında) gösteren, "savaşçı" kişilikli insanların alanıdır. Böyle insanlar, ne kadar yanlış inançları savunuyor olsalar da, büyük çoğunlukları etkilemeyi başarır, onları peşine takar, en bariz yenilgileri bile ufak bir zafere, en azından bir beraberliğe çevirmeye muvaffak olurlar. Ana Muhalefet partisinin ne lideri, ne de çevresindekiler bu vasıflara sahip. Eh, bunun nedeni de "SOL"un liderlerinin geleneksel olarak çevrelerinde çok güçlü karakterler barındırmaması, koltuklarını kaptırma korkusuyla, kendilerine bel bağlayan milyonlarca insanın kaderini hiçe saymalarıdır. Ne zaman ki bu paranoyadan kurtulurlar ve üç beş silahşörü (savaşçı ruhlu siyasetçiyi) partinin başına getirirler, ancak o zaman halkın gözünde bir "güçlülük" imajı uyandırabilirler. Zira halk söylemden çok imaja bakar, ve en iyi parti programı bile bu imajı yaratmaya yetmez. 3) Cübbeli Şaklaban'a iki haftada dört defa (hem zaman dilimi hem de süre açısından) çok değerli bir televizyon zamanı ayıran o büyük gazeteciyi ve şakşakçısı amatör-tarihçiyi tebrik ediyorum. Sadece reyting uğruna, yarı meczup bir insanın saçma sapan görüşlerini saatlerce millete izletmenizin insanlarımızın ruhunda yarattığı hasar, diğer medyatik gerizekalılıklar gibi, tabii ki niceliksel olarak ölçülemeyecektir. Ama ülkemizde yaratılan ruhsal karanlık denizine katılan nadide bir damla olarak tarihe geçmiştir. 4) "Huzur X Dininde"... Vallahi doğru. Soru sorup bu soruları cevaplandırmaya çalışmak, bir çoğunu cevabını asla bilemeyecek olmak, hayattaki seçimlerinin ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenmek, gerçekten de zaman zaman çok yorucu oluyor. Başkalarını verdiği cevapları kendi hayatına "copy-paste" ederek yaşamak, seçim anında kendi aklını ve vicdanını değil başkasınınkini kullanmak ("What would Jesus do?"), ve birkaç sıradan insani zaafı bastırarak (dikkat edin, onlarla mücadele ederek ya da onları aşarak değil, bastırarak) öbür tarafta muazzam bir mükafatlar silsilesini hak ettiğine inanmak çok daha kolay, çok daha huzur verici. Ama ben almayayım. Kendime yakıştıramıyorum bu kadar kolaycılığı. Ettiğimi bulayım. Ektiğimi biçeyim. Hatalar yapayım ama bunlardan ders alayım. Hayatı böyle öğreneyim. Başkalarının kalıp reçetelerini harfiyen takip ederek değil. İnsanlık onuru bir yana, kendi onuruma yediremem böyle birşeyi yahu! 5) Roger Ebert, "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" filmiyle ilgili olarak şöyle demiş: "Hikayesi, kasıtlı olarak kafa karıştırıcı olan halkalar arasında sürekli hoplaya zıplaya ilerlemesine karşın, Eternal Sunshine'ın duygusal bir merkezi var, ve filmin işlemesini (yürümesini) de bu sağlıyor." Amerika'nın Atilla Dorsay'ı, bu cümlesi ile sadece eleştirdiği filmin değil, bizde de kötü ya da yazıf senaryosuna rağmen başarılı olan birçok filmin başarısının sırrını açıklamaktadır: Duygusal Merkez. Aklıma ilk gelen "Babam ve Oğlum". Aklı başında hiçkimse "Babam ve Oğlum"un iyi bir hikayesi, iyi işlenmiş bir senaryosu olduğunu ileri süremez. Filmin gişede dört milyon seyirci çekmiş olması, ne yazık ki bu gerçeği değiştirmiyor. Ama filmin vizyonda olduğu dönemde söylenen "mendilinizi almadan bu filme gitmeyin" sözü de, filmin gişe başarısını özetliyor. Film, duyguları uyandırmayı başardığı için gişede bu kadar başarılı oldu, senaryosunun kalitesinden dolayı değil. Ama bizde son sözü gişe söylediği için (ki bu durum, demokrasimizdeki sandık fetişizmine de çok benziyor: kim en çok oyu aldıysa o haklıdır!), insanlar filmin gerçek kalitesini analiz dahi edemiyorlar. Analiz edemedikleri için de saçma sapan taklitlerini çekmeye kalkıyorlar. Ebert'in saptaması, Recep İvedik ya da Issız Adam için de geçerlidir. Recep İvedik'in gişe başarısını analiz etmeye çalışanlar, filmin kaba mizah yapması noktasında tıkanıp kalmıştır. Oysa mesele kaba mizah değildir, bu mizahı yaratan kişinin yarattığı duygusal durumdur. Eğer Recep İvedik, üst ekonomik sınıftan bir insan olup yine üst sınıftan insanların arasında bu kabalıkları yapsaydı, hemen hiç komik olmazdı. Ama Recep bunları, alt sınıfın bir mensubu olarak ve bir çoğunu da istemeden yapıyordu. Bu da seyircilerin büyük bir bölümünde gülme hissiyle birlikte bir acıma duygusu da uyandırıyordu. Filmin temel başarısı 210

bundan kaynaklanıyordu. Bunu yakalayamayan senaristlerin, benzer gişe başarılarına imza atamamasına şaşmamak gerekiyor. Issız Adam ise, ortanın biraz altı kalitede bir romantik ilişkinin "sebepsiz" yere bitmesi ve bu bitişin ardından iki tarafın da hissettiklerini anlatıyordu. Film açıkçası ilişkinin kurulması ve gelişmesi aşamasında çok ilginç değildi. Ama ne zaman ki Issız Adam, hiçbir gerekçe göstermeden ilişkiyi bitirdi, o zaman (özellikle de bayan) seyircileri kalbinden vurdu. Zira filmi seyreden kadın izleyicilerin çok büyük bir bölümü, benzer durumlarda kendilerini bulmuşlardı ve hemen hiçbir senaryosal trüğe gerek kalmadan, yönetmen tarafından (duygusal açıdan) aşırı derecede uyarılmış bir hale sokulmuşlardı. Hele filmin finalindeki (aslında çok komik olan) karşılaşma sahnesi ("Kızsız Adam" az bile eleştirmiş!), bu duygusal şoka kendi içinde anlamlı bir nihayet sağlıyordu. Babam ve Oğlum'da da benzer bir yöntemi kullanmıştı Çağan. Orada da kendi babasıyla duygusal olarak bağlantı kuramayan Türk insanını, bir sahne ile kalbinden vurmuştu. Çağan'ın bu tek duygusal vuruş yöntemi, onun senaryolarının kalitesizliğini gizlemeyi başarıyor ne yazık ki. Bu kalitesizlik, böyle bir duygusal vuruş içermeyen diğer filmlerinde (örn. Mustafa Hakkında Herşey, Ulak) çok daha belirginleşiyor. Eğer bir sonraki filminde de böyle bir duygusal darbe yoksa, yine gişede iki seksen yatacaktır. Demedi demeyin. Bazı Türk dizilerinin neden reyting açısından başarılı olduğunu da bu şekilde açıklayabiliriz: duygulandırma! Türk insanı duygulandırılmayı seviyor. Bazı Amerikan ve Avrupa dizilerinde ya da filmlerinde olduğu gibi bir filmde ya da dizide hem duygu hem düşünce oldu mu, bunlara pek yüz vermiyor. Tamamen duyguya çalışan filmler ve diziler ise turnayı gözünden vuruyor. Ha, tabii ki birkaç ufak senaryo trüğü bilecek, gündemle bağlantılı üç beş yenilik serpiştireceksiniz senaryonuza. Ama ne yapıp yapın, seyirciyi en kısa sürede duygulandırın. (Bunun ironik bir tavsiye olduğunu söylememe gerek var mı? Yani aslında bunu tavsiye etmiyorum. Ama piyasaya kalitesiz iş yaparak hayatınızı kazanmak gibi bir duruma soktuysanız kendinizi, işin o tarafını bilemem. Seçim size kalmış.) gezgin42011-09-22T00:17:51.532+ Bir Bilen Bir Bilmeyen Bağımsız sinemacının en büyük avantajı, yeteneği, bilgisi ve azmidir demiştik. Yetenek biraz Allah vergisi, biraz da kendinizi nasıl eğittiğinize bağlı. Azim, aileden ve çevreden gelen bir özellik büyük ölçüde. Eğer bastırılmış bir kişiliğiniz varsa, karşınıza çıkan ilk engelde vazgeçersiniz. Ama eğer aileniz ve çevreniz (burada en önemlilerinden biri okul) size, azim gösterdiğinizde sonuç elde edebildiğinizi öğrettiyse, kolay vazgeçenlerden değilsiniz demektir. Geriye bilgi kalıyor. Ben burada, karınca kararınca senaryo yazımı hakkında ufak tefek bilgiler vermeye çalışıyorum. Filmlerinizin sadece size değil, başkalarına da güzel, duygulu, ve anlamlı gelmesini sağlayacak teknikler anlatmaya çalışıyorum. Ama iş sadece senaryo ile bitmiyor. Bağımsız sinemacının sinema dilini bilmesi, bu dili sadece tatminkar değil yaratıcı bir biçimde de kullanabilmesi gerekiyor. Bu yazının amacı, size bunları öğretecek bazı kaynaklar hakkında bilgi vermek. Bu kaynakların hepsinin İngilizce olduğunu söylememe gerek yok. Bu nedenle, bağımsız bir sinemacı olmak istiyorsanız ve hâlâ okulda okuyorsanız, ya da bir biçimde zaman ve kaynak yaratabilirseniz, mutlaka ama MUTLAKA İNGİLİZCE ÖĞRENMELİSİNİZ. *** Lynda.com Bu sitede, kurgu ve efekt programları ile ilgili yüzlerce saatlik görsel (videolu) eğitim bulunmaktadır. Kurgu için Adobe Premiere veya Final Cut, efekt için After Effects, sesle ilgili olarak Audition, renk düzenleme için Color, 3D modelleme için Maya ya da 3Ds Max vb. hakkında eğitimleri buradan online olarak satın alabilirsiniz. Benzer dersleri VTC ve Total Training'te de bulabilirsiniz. Sound for Film and Television Dvxuser.com sitesinin moderatörlerinden Barry Green'in hazırladığı ve sadece ses kaydı ile ilgili bir DVD. Nerede hangi mikrofonun nasıl kullanılması gerektiği konusunda çok önemli bilgiler içeriyor. HVX BootCamp Training DVD Sets

211

Yine Barry Green tarafından hazırlanan ve Panasonic'in HVX kameralarının kullanımını anlattığı iki DVD. Hatırlarsanız eğer film çekmek istiyorsanız, intraframe sıkıştırma kullanan bu kameradan aşağısına razı olmamanız gerektiğini söylemiştim. Eğer daha iyisini kullanacaksanız onu da aynı şekilde araştırmalısınız. Hollywood Camera Work Sinemalarımızın yüzde doksanını işgal eden ve artık ister istemez kafamızdaki sinema anlayışını belirler hale gelmiş olan Hollywood'un bu işi nasıl kotardığını anlatan bir dizi DVD. Hollywood anlam yaratırken kamerayı nasıl kullanıyor konusunu altı DVD'de anlatmışlar. VFX for Directors Yönetmenler için görsel efektleri anlatan ve yine Hollywood Camera Work ekibi tarafından hazırlanan DVD seti. Eğer bir yazar ve yönetmen olarak görsel efektlerin nasıl yapıldığını bilirseniz, bunun, sizin hikaye anlatımınıza büyük katkısı olabileceğini düşünüyorum. Tabii ki milyonlarca dolarlık efektlerden bahsetmiyorum. Ama çok ucuza yapılabilecek çok etkili birkaç efekt, filminize unutulmaz tatlar katacaktır. Verdiğim linkteki örnek videolara bir bakın. Digital Cinema Course Bu DVD setinde film yapımında kullanılan cihazların tanıtımından (Gear Guide) aydınlatmaya, ses'ten compositing'e kadar her konuda bilgi bulabilirsiniz. Özellikle aydınlatmayle ilgili DVD ilginizi çekecektir. Vortex Media Çeşitli Sony kameraları hakkında eğitici DVD'ler ve kitaplar içeren bir site. Sony FX1, Z1, Z7, EX1 ve EX3, hatta F350 ve F330 hakkında eğitici DVD'ler bulabilirsiniz. *** Yukarıda bahsettiğim konularda yüzlerce kitap (İngilizce) olduğunu söylememe gerek yok sanırım. (Türkçe'de ise sadece bir kaç "sevimli" "iyi niyetli" ama büyük ölçüde yetersiz kitap var). Ama onlar başka bir yazının konusu. Şimdilik aklıma gelen görsel kaynaklar bunlar. Başka kaynak bulursam onları da zaman içinde buraya eklerim. 25 TEMMUZ 2009 CEPHANEN BİTTİYSE SÜNGÜ TAK İnsanların zihinlerindeki kalıpları değiştirmek ne kadar zormuş yahu. Hani Einstein demiş ya, "Bir önyargıyı yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur" diye. Haklıymış adamcağız. Bizde de sinemayla, özellikle de bağımsız sinema ile ilgili düşünceleri değiştirmek, deveye hendek atlatmaktan daha güç. Herkes ağzını üç yüz beş yüz bin dolardan açıyor. Ama konuşanlara bir bakıyorsunuz, ya konu hakkında hiç bilgisi olmayanlar, ya da sisteme (piyasaya) entegre olmuş ve herşeyi en kaliteli ve en pahalısıyla yapmaktan başka birşey düşünemeyenler. İşte bağımsız sinemacı, bu ikisinin tam ortasında durur. Hem bilgilidir, hem de piyasaya entegre olmamıştır. Güzel, etkileyici, profesyonel sonuçları çok daha ucuza elde etmeyi bilen kişidir bağımsız sinemacı. Bunun için de çelik gibi bir iradeye, mangal gibi bir yüreğe, ve kütüphaneler dolusu bilgiyle donanmış bir zihne sahiptir. Arkaşdaşlar, şunu unutmayın:"Uzun metraj" terimi, sadece ve sadece filmin süresi ile ilgili bir tanımlamadır. Uzun metraj film çekmeye kalktığınız zaman kendinizi kıyaslamanız gereken filmler "Karayip Korsanları" değil "Gün Batmadan"dır, "Yıldız Savaşları" değil "Tezgahtarlar"dır, "Titanic" değil "El Mariachi"dir. Filmin, bir buçuk saate uzanan bir hikayesinin olması ve bunun, seyirciyi aşırı derecede rahatsız etmeyecek bir şekilde çekilmesi (ki Blair Cadısı bile bunun istisnasını teşkil etmektedir) yeterlidir. Kullanacağınız kameranın çip boyutuna, post prodüksiyonda harcanacak yüz binlerce dolara takılmamak gerekiyor. Tabii ki kötü ya da kalitesiz işleri savunuyor değilim ama öncelikleri iyi belirlemelisiniz. "Önce iyi bir kamera/oyuncu/post olanakları bulayım, ondan sonra çekerim" derseniz, daha çook beklersiniz.

212

Öncelik şöyle olmalı: "Önce iyi bir hikaye bulayım/yazayım, gerisi kendiliğinden hallolur". Tabii bu iyi hikayenin, milyonlarca dolarlık efektler vb. gerektirmemesi gerektiğini söylememe gerek yok. Elinizdeki olanaklarla çekilebilecek bir senaryo yazın, ve gerisi fazla düşünmeyin. Işık da hallolur, ses de. (Bugün, profesyonele yakın bir sesi Rode NTG2 ile elde edebiliyorsunuz ki fiyatı 270 dolar civarındadır. Işık ise artık her yerde var. Önemli olan neyi nerede nasıl kullanacağınızı bilmek.) Bir de filmi çekerken sizin değil de dağıtımcının derdi olan konular var. Eğer güzel bir konu bulabilirseniz ve bunu da ilgi çekici bir biçimde çekerseniz, dağıtımcılar filminizin tanıtım ve baskı masraflarını üstlenebilirler. Hatta filminizin cilalı bir post-prodüksiyonunu dahi yapabilecek bir yer bulabilirsiniz. Ve bilin bakalım bunun için ne gerekiyor: en son model jimmy jib'lerle ya da kameralarla çekilmiş ve Da Vinci'lerde renkleri düzeltilmiş bir film değil, insanları duygulandıran, ilgi çekici bir film. Bu da büyük ölçüde sizin yaratıcılığınıza ve yoktan var etme kabiliyetinize bağlı bir şey. Bir zamanlar güzel bir adamın söylediği gibi, "Cephaneniz bittiyse, süngü takın!" 19 TEMMUZ 2009 ROBERT RODRİGUEZ’DEN 10 DK’LIK FİLM OKULU "Günaydın arkadaşlar! Bir süre önce ünlü bir film yapımcısının laflarına şahit oldum. Diyordu ki: "Film hakkında bilmeniz gereken her şeyi öğrenmeniz 1 haftanızı alacaktır." Bence biraz cömert davranmış. Bütün hepsini 10 dakikada öğrenebilirsiniz! Saatlerinizi kurun, 10 dakika sonra bu sınıftan çıkmış olacağız. Pekala, birer yönetmen olmak istiyorsunuz, öyle mi? (Sınıf toplu halde: EVET!) Yanlış cevap. Çünkü siz birer yönetmensiniz. Yönetmen olmayı düşündüğünüz, aklınıza koyduğunuz anda zaten birer yönetmensinizdir. Kendi adınıza bir kart bastırın, altına yönetmen olduğunuzu yazın ve bütün arkadaşlarınıza dağıtın. Bu işi hallettikten sonra ve kendiniz yönetmen olduğunuza inandığınız anda bir yönetmensinizdir, artık bir yönetmen gibi düşünmeye başlarsınız. Sakın yönetmen olmayı hayal etmeyin, siz zaten yönetmensiniz! Şimdi dersimize geri dönelim. Hadi filmi başlatalım! İlk bilmeniz gereken, bu işte yaratıcı olmanın size yetmeyeceğidir, teknik olarak da donanımlı olmalısınız.Yaratıcı insanlar yaratıcı doğarlar- çok şanslısınız! Teknik beceriye sahip insanlar ise hiçbir zaman yaratıcı olamazlar, istedikleri kadar uğraşsınlar. Yaratıcılığı satın alamazsınız, bir yerde bulamazsınız, öğrenemezsiniz, ancak onunla doğarsınız! Bir sürü yaratıcı insan teknik detayları öğrenmek istemez, peki o zaman ne olur? Teknik insanlara bağlı kalırlar. Teknik beceriler edinin, öğrenmek zor değil. Yaratıcılığınıza teknik becerilerinizi de eklediğiniz anda durdurulamazsınız. Deneyim - Filmler konusunda her hangi bir deneyime sahip misiniz? Evet, sahipsiniz, film izliyorsunuz! Şimdi sizin gerçek bir tecrübeye ihtiyacınız var. Sadece film izleyerek bu tecrübeyi edinemezsiniz. Elinize kamerayı alın, istediğiniz her şeyi çekin, kendi filmlerinizi yapın, kendi hatalarınızı yapın. Unutmayın hatalar özneldir. Birinin hata olarak kabul ettiği bir durum, bir çekim, başka biri için sanatın ta kendisidir. Bu gerçeğin arkasına saklanın. Herkese yaptığınızın saf sanat olduğunu söyleyin, bu şekilde işin içinden çıkmanız çok kolaylaşır. Bir senaryo ile başlayın! Aranızdan herhangi biri senaryo yazmayı biliyor mu? Hayır mı? Güzel! Sizin dışınızda herkes aynı tarzda yazıyor, siz kendi tarzınızı oluşturun. Tek olun. Yazmak üzerine dersler alabilirsiniz, ama sakın bir film okuluna gitmeyi düşünmeyin. Yoksa siz de diğerlerinin yaptıkları filmlerin aynılarını yaparsınız. İnsanlar size ait bir şey görmek istiyorlar, bunu unutmayın! Nasıl bir senaryo yazmalı? - Herhalde çok paranız yoktur, yoksa bu sınıfta olmazdınız. Demek film yapmak istiyorsunuz ama çok fazla para harcamak istemiyorsunuz. Film çekmeye başladığınızda sette binlerce problemle karşılaşacaksınız. Bu problemleri aşmanın iki yolu vardır: Ya yaratıcılığınızı kullanırsınız, ya da paranızı. Paranız yoktu değil mi? O zaman siz de anne babanızın paralarını bitirmeden çekebileceğiniz bir senaryo yazın. Ucuz bir film yapın! 213

Ucuz film nasıl yapılır? - Etrafınıza bir bakın, nelere sahipsiniz? Sahip olduğunuz şeylerin bir listesini oluşturun. Babanızın likör dükkanı mı var, o zaman bir likör dükkanı hakkında bir film yapın. Köpeğiniz mi var, onun hakkında bir film yapın. Anneniz bir klinikte mi çalışıyor, gidin ve filminizi klinikte çekin. El Mariachi'yi yaptığımda elimde bir kaplumbağa, bir gitar çantası ve küçük bir kasaba vardı. Ben de bunların çevresinde dönen bir film yapmaya karar verdim. Aklınızdakini nasıl görselleştirirsiniz? - Storyboard kullanabilirsiniz, hayal ettiklerinizi kağıda çizerek bir plan oluşturabilirsiniz. Ama aslında yapmanız gereken şey bomboş beyaz bir perde hayal edip, filminizi oraya yansıtmaktır. Gözünüzü kapatın ve bir perde hayal edin, kendi filminizi hayal edin. Her çekime, her sahneye odaklanın. Koltukta oturun ve etrafınızdaki herkesten, aklınızdaki filminiz dışındaki tüm düşüncelerden kurtulun ve filminizi izleyin. Çok mu yavaş, çok mu hızlı, eğlenceli mi olmuş, peki bir bütünlüğe sahip mi? Tüm izlediklerinizi, tüm gördüğünüz çekimleri not edin. Sonra gidip hepsini teker teker filme alın. Neler lazım? - Şimdi araç gerece bir göz atalım. Ne kadar kötü aletlere sahipseniz o kadar iyi. Bu sizin ilk filminiz, en iyi şeylere ihtiyacınız yok, unutmayın daha Spielberg olmadınız! Bu kamerayı El Mariachi'yi çekerken kullandım, nerdeyse aynısını diyelim, çünkü bu bir 16S, bense bir 16M kullandım. Çok hafif bir kamera böylece istediğim gibi hareket edebildim, sesi de biraz çok çıkıyor, o yüzden ses kaydı konusunda problemler yaşadım, ama sadece 2000$. Sakın gidip de 2000$'ı bir anda bir kameraya yatırmayın. Kamerası olan birini bulun. Arkadaşım kamerasını kullanmıyordu ve ondan ödünç aldım, filmimi çektim. (Çok ağır gözüken üç bacağı göstererek) Şuna bakın, ne kadar güzel bir üç bacak, çok sağlam bir üç bacak, ne olacağını tahmin edebiliyor musunuz? Kamera hareket etmeden o üç bacak üzerinde duracak, siz o kamerayı ordan almak istemeyeceksiniz, çünkü bileceksiniz ki bu sizin filminizin sıkı görünmesini sağlayacak. Alın o kamerayı elinize, bir tekerlekli sandalyeye oturun ve kendi etrafınızda dönün, bu filminize biraz enerji katar. İlk filmlerin en güzel yanı enerji dolu olmalarıdır, hayat dolu olmalarıdır. Büyük prodüksiyonların bu enerjiyi taklit etmeleri bile mümkün değildir. Çünkü ortada çok güzel ve sağlam bir üç bacak vardır, çok fazla teknik eleman vardır. Böylece herşey pasparlak ve aynı zamanda ölü görünür. Kurtulun şu pahalı şeyden ve filminizi canlandırın. Fazlasıyla iyi, fazlasıyla ağır- ellerinizi kullanın yeter! Bu bir ışık ölçer. Bu da yeteri kadar pahalı bir şey. Tabi ki kullanbilirsiniz ama ihtiyacınız olanın sadece üzerinde bir algılayıcı ve bir gösterge olan bir ışık ölçerdir. Unutmayın bu alet sizin en yakın dostunuz. Çekeceğiniz objeye tutun, ışığı ölçün kaydedin. Kullanacağınız lensi seçin ve artık çekime hazırsınız! Sakın fazla ışık kullanmayın. El Mariachi'yi çekerken sadece iki ışık kaynağım vardı, bildiğiniz sıradan ampüller. İç mekan çekimleri için dengeli kaynaklardı, işimi görürlerdi. Film bitince herkes bana çekimlerin çok tarz olduğunu çünkü ışığın çok az olduğundan bahsetti. İşte gördünüz, hatalarınız ve imkansızlıklarınız nasılda artistik öğelere dönüştü. Son olarak postprodüksiyona geldik. Çekimleriniz bitti, şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz? (Bir video edit aletini göstererek) Bunlar sizin dostlarınızdır. Video editleme araçları, montaj yazılımları kolay kullanılırlar, ucuzdurlar ve anında tepki verirler. Sakın film şeritlerinizi kesip biçmeyin. Film şeritleri isizn düşmanınızdır. Çekimlerinizi film üzerine yapabilirsiniz, bu sorun değil; ama sakın film şeritlerinizi montaj için kullanmayın. Aranızda böyle bir şey düşünen varsa şimdi bu sınıfı terketsin. Gidip gerçek bir film okuluna 20000$ ödesin, sonra istediği gibi filmleri kesip biçebilir. Ama eline hiçbir şey geçmeyecektir, bir işi bile olmayacaktır, bana güvenin. Bugün tüm kayıtlar ya bilgisayarda ya da video kasetlerde. Film yavaştır, film pahalıdır ve yaratıcı değildir- bir sürü zamanınızı çalar. Video bandlarını kesip biçin. Ben öyle yapıyorum. El Mariachi'yi çekmek için nerdeyse hiç para harcamadım. 3,5 inc. Lik bir master kaydım vardı, çok güzel görünüyordu çünkü direk band üzerine kaydedilmişti. Arada kopyalama süreçlerine girmediği için aynı bir 35 mm gibi temiz ve saf görünüyordu. Filmin VHS kopyalarını çıkardım ve bütün Hollywood'a yolladım. Bir tane bile film kopyasını çıkarmadım. Para kaybından başka bir şey değil. Uğraşırsın, karışırlar, bozulurlar, bir sürü para harcarsın. Ama en önemlisi onlar filminin kopyalarıdır. Filminizin kopyalarını istemezsiniz, negatiflerini istersiniz, band üzerine kaydedilmiş. Böylece insanlar ellerine geçeni izlerler ve çoğaltırlar. Filmin çekimleri bitti, montajı bitti. İnsanlar sizi beğendi, herkes size para ödemek için can atıyor. Peki şimdi ne yapacaksınız. Gidin ve kendinize bir menejer bulun. Hollywood çakallarla doludur. Size en iyi teklifleri bulurlar, en çok parayı kazandırırlar, en iyi filmleri çekmenize yardım ederler. Burada öğrendiğiniz şey kimsenin bilmediği bir şey. Ucuza bir film nasıl çekilir. Hollywood'da bir kişi bile bu bilgilere sahip değil. Siz ucuza bir film çekebilirsiniz, siz daha iyi filmler çekebilirsiniz. Sistem içinde eriyip kaybolmayın, ayrıcalıklı pozisyonunuzun avantajını kullanın.

214

Ben hala çok düşük bütçeli filmler çekiyorum, ama yüksek bütçeli filmlerden farklı değiller. Çünkü artık sizin de öğrendiğiniz bu teknikleri kullanıyorum. Artık gidip kendi filmlerimi çekmeye devam etmeliyim. Umarım size anlattıklarımdan bir şeyler öğrenmişsinizdir. Umarım hayallerinizi yazar, elinize kamerayı alıp çekersiniz. Arzulamayı bırakın, yapmaya başlayın. Hollywood'da görüşürüz, korkutucu olun!" Robert Rodriguez Kaynak: Burası 16 TEMMUZ 2009 Sarsıntısı Olmayan Görüntü İstiyoruz! Sinema yapımında en önemli faktörlerin başında, profesyonel kamera kullanımı gelir. Büyük prodüksiyonlarda görüntünün sarsıntısız olması için çok büyük paralarla kiralanan devasa aletler kullanılır (şaryo, jimmy jib, stedicam, vb.). Kasıtlı olarak omuz kamerası kullanımı durumları hariç, herkes sarsıntısız görüntü elde etmek için çabalar durur. New Scientist dergisindeki şu makalede, Wisconsin Üniversitesi'ndeki bilim adamları ile Adobe arasında yapılan işbirliği sonucunda, sarsıntılı görüntüleri pro kalitede düzelten bir yazılım geliştirildiği anlatılıyor. Mevcut yazılımlarda buna benzer bir özellik var, ama bu özellik kullanılınca, hareketli nesnelerin arkasında bir iz meydana geliyor. Oysa bu yeni program kameranın üç boyutlu düzlemdeki hareketini hesaplıyor ve sarsıntıyı bu sayede ortadan kaldırıyor. Şu linkteki videoda programın yapabildikleri gösterilmektedir. Ama yazıda ve videoda söylendiğine göre, bu programın ticari olarak yaygınlaşması için birkaç sene varmış. Eh, siz senaryonuzu şimdi yazmaya başlarsanız, prodüksiyon aşamasına geçtiğinizde bu program piyasaya çıkmış olabilir. Bağımsız sinemacıların mazeretleri gerçekten de her geçen gün azalıyor. Birkaç sene sonra "Abi çok iyi bir fikrim var ama film çekecek olanak yok" diyenleri dövecekler gibi geliyor bana. 12 TEMMUZ 2009 ÜÇ MAYMUN Dikkat: Üç Maymun filmini henüz izlemediyseniz, bu yazıda filmi seyir zevkinizi olumsuz yönde etkileyebilecek bilgi ve yorumlar bulunmaktadır. Üç Maymun iyi bir film. Yani senaryosuyla, oyunculuğu ile, kurgu ve görüntü yönetmenliği ile, son derece kaliteli bir film. Filmin tek kusuru, senaryosunun içeriğinin hayata ve insana dair pek olumlu şeyler söylememesi. Aşağıdaki yazıda bu konuyu daha ayrıntısıyla ele alacağım. Üç Maymun'un belki de en belirgin özelliği, görüntülerinin güzelliği. Hem kompozisyonlar, hem de renkler, akılda kalıcı bir özenle hazırlanmış. Kamerayla olduğu kadar post prodüksiyonda da bayağı uğraşılmış, belli o luyor. Görüntülerde, Matrix filmini andıran bir siyah-yeşil hakim. Biraz da "bleach-bypass" havası verilmiş. Oyunculuklar da ortanın bayağı üstünde. Diyaloglar az olduğundan ve kamera uzun uzun karakterlerin yüzünde durduğundan, bu daha da belirgin bir hale geliyor. Görüntülerin güzelliği ile birleşince, daha da ön plana çıkıyor oyunculuk performansları. Yönetmenlik de gayet iyi. Yani hikayenin ele alınış tarzı, sahnelenişi, temposu, gayet iyi ayarlanmış. Hızlı akan senaryolara alışkın seyirciler (ya da böyle bir hikaye bekleyenler) filmin hızından dolayı daralabilir ama hikaye daha en başından itibaren böyle birşey vaadetmediği için, bu kıstas üzerinden filmi değerlendirmek haksızlık olacaktır. Film kendi içinde son derece tutarlı bu açıdan da. Filmin seyirciyi en olumsuz yönde etkileyeceği bölümü içeriği, verdiği mesajı. Senaryo, yapısal olarak son derece arı, ve anlatmak istediğini başarıyla anlatacak kadar iyi işlenmiş. Hiçbir fazlalığı yok. Eksiği de.

215

Ama hikayedeki karakterlerin ve olayların nitelikleri, seyircinin canını sıkacak cinsten. İnsan "Zeki Demirkubuz, Coen Biraderler karışımı" bir hikaye izler gibi oluyor. Karakterlerin hepsi, filmin ilk sahnesinden itibaren ahlaken yanlış seçimler yapıyorlar ve yanlış seçim yapmayı da filmin sonuna kadar götürüyorlar. Yavuz Bingöl'ün işlemediği bir suçu üstlenmesi yanlış, bunu para için yapması yanlış, politikacının böyle birşeyi önermesi yanlış, çocuğun seçtiği arkadaşlar yanlış, sonra servis işine girmek için araba istemesi yanlış (bu, ahlaken yanlış değil ama yaşam tekniği açısından yanlış), kadının, oğlunun bu teklifini kabul etmesi yanlış, kocasına haber vermeden politikacıyla görüşmeye gitmesi yanlış, politikacının, kocası hapiste bir kadına yaklaşması yanlış, kadının politikacıyla yatması yanlış, oğlunun, bu durumu öğrendikten sonra babasına haber vermemesi yanlış, kadının bu durumu kocasına haber vermemesi yanlış, çocuğun politikacıyı öldürmesi yanlış, babanın bu olayı başkasına yıkmaya çalışması yanlış... Hüfff... Bir sürü yanlış oldu. Ama hepsi yanlış yahu! Yani hani bilmediğiniz bir semtte bir adres ararken hep yanlış tarafa dönersiniz ya. Öyle olmuş işte senaryo. Allah için doğru tek hareket, tek doğru dönüş yok. Şifa niyetine bir tane bile. Ama bu sadece senaristin bir hatası değil. Hatta buna senaryo yazarlığı açısından tam olarak hata da diyemeyiz. Zira senarist(ler)in seçtiği insanların bu tür hatalar yapması son derece anlaşılır. Yani öyle bir ortamdaki o tür insanlar bu tür hataları yapabilirler, yaparlar, hatta yapıyorlar. (Zeki Demirkubuz hikayelerinde bu alanı son derece sık kurcalar.) Mesele, insanların bu filmi oturup seyretmek isteyip istemeyecekleridir. "Hadi sevgilim, bu akşam gidip yanlış üstüne yanlış yapan insanların hikayesini izleyelim" mi diyecek sevgiliniz? İhtimal pek az. (Bugün itibariyle 127 bin kişi). Eğer Cannes'da ödül almasaydı, bu seyircinin dörtte birine bile ulaşamazdı NBC. Burada daha sonra irdelenebilecek bir nokta ise, Batı'nın sanat filmlerinin en üst noktalarından biri olan Cannes'ın böyle bir filmi neden ödüllendirdiği. Batmak üzere olan Avrupa Medeniyeti'nin bir yansıması bence bu. Ahlaki değerleri dibi boylamak üzere olan, güçlü bir ekonomisi ve teknolojisinden başka geriye pek az şeyin kaldığı bir medeniyetin, böyle bir filmi ödüllendirmesine şaşmıyorum. Ama asıl şaştığım, insanların bunu bir "başarı" olarak görmesi. Yani bence insanların "Yaşasın, Cannes'ı kazandık" yerine "Eyvah, Cannes'da birinci olmuşum yahu!" demesi gerekiyor. Tabi bu, başka yazılarda uzuun uzadıya ele alınması gereken bir konu. 16 NİSAN 2009 GERİ BAS! Bu konuya daha önce değinmiştim. Ama her önemli konu gibi, birkaç defa ve farklı açılardan anlatılması gerekiyor. Mesele şu: Büyük bir heyecanla, hevesle, çoşkuyla başladığınız bir senaryoda bir noktadan sonra tıkanırsanız ne yapmalısınız? Durumu biraz daha detaylandırayım. Diyelim ki içinize doğan, sizin için duygusal düzeyde çok anlam taşıyan bir senaryo fikri yakaladınız. Bu senaryo fikri hem büyük bir çatışma potansiyeli içeriyor, hem de çok güzel karakterler barındırıyor. Bazı çok önemli ve güzel sahneler de geldi aklınıza. Siz de bunlara güvenerek, oturup senaryoyu yazmaya başladınız. Başlangıçta, fikrin kendisinden kaynaklanan enerjiyle bir yere kadar geldiniz. Zihninize kendiliğen doluşan sahneleri, diyalgoları, kolaylıkla yazmaya başladınız. Ama bir süre sonra, bu ilk cephane bitti. Siz belki bunun farkına vardınız ya da varmadınız. Belki bu projeyi sizden acilen bekleyen birileri var ya da cephanenizin bittiğini fark etmediniz ya da umursamadınız ve yazmaya devam ettiniz. Lakin hissediyorsunuz ki en baştaki enerjinin onda biri bile yok. Yazdığınız sahnelerin, diyalogların, karakterlerin hiçbirisi sizi heyecanlandırmıyor. Belki açılırım diye yazmaya devam ettiniz, ama nafile. Kendiniz yemyeşil Yağmur Ormanları'ndan Sahara çölüne düşmüş gibi hissediyorsunuz. Ne oldu? Neden bu noktaya geldiniz? Ve bu durumdan kurtulmak için ne yapmalısınız? ***

216

Olan şu: Bilinçaltınızın size şimdilik verdiği malzeme tükendi. Ve siz de kaynağı bilinçaltı olan malzemelerle devam etmek (yani kaynağı bilinçaltı olanyeni malzemeleri beklemek) yerine, aklınızla bulduğunuz malzemeleri senaryonuza eklemeye başladınız. "Ee? N'olmuş akıl kaynaklı malzeme kullanmaya başladıysak?" diyebilirsiniz. Ve bu soruyla, sanat eserlerinin nasıl yaratıldığı konusunda ne kadar bilgisiz olduğunuzu belli etmiş olursunuz. Sanat eserlerinin kaynağı, malzemelerin üretildiği yer, bilinçaltıdır. Burası, bizim için "gerçekten" önemli olan konuların, bilgilerin, olayların, duyguların harmanlanıp, "al şunu yaz/bestele/çiz" diye bilince gönderildiği bir tür mutfaktır. Buradan gelen malzemeler "gönül telimizi titretir" insanları gerçekten derinlemesine etkiler, "ruha hitap eder". Oysa bilinçaltıyla yazılmayan/çizilmeyen/bestelenmeyen eserler her ne kadar teknik açıdan bütün şartları yerine getirse de, "gönül telinizi titretmez", sizi derinden heyecanlandırmaz, ruhunuzda derin bir iz bırakmaz. Akıl ile yapılmış ürünleri yine akıl tüketir, duygular ve ruh değil. Eğer bilinçaltınızdan/ruhunuzdan gelen bir malzemeyle başladığınız bir işe, yeni malzemenin gelmesi için sabırla beklemek yerine aceleyle akıl yoluyla bulunmuş malzemeler eklerseniz, eserinizin bütünlüğünü bozmuş olursunuz. Hikayeniz bir yere kadar çok iyi, çok orijinal ilerler, ama sonra klişelere, bildik trüklere, vb. yönelir. Bazen de -eğer kendi ruhunuzla biraz daha barışık bir insansanız- görünmez bir duvara çarpmış gibi olursunuz. Yeni sahneler yazar, yeni karakterler yaratır, yeni diyaloglar oluşturursunuz, ama hiçbiri sizi heyecanlandırmaz. Buradaki anahtar sözcük "heyecanlanmak"tır. Çok iyi bilirsiniz ki, sizi heyecanlandırmayan bir eserin ya da eser parçalarının başkalarını heyecanlandırması da mümkün değildir. Özetlersek, bu durumunuzun nedeni, kökeni bilinçaltında olan malzemelere, bilgisizlikten ya da aceleden, akıl ile bulunmuş malzemeler eklemektir. Peki bu durumdan kurtulmak için ne yapmalısınız? Cevap iki kelime: Geri basmalısınız! Yani, hikayenize sonradan, akıl yoluyla eklediğiniz karakterleri, sahneleri, diyalogları teker teker çıkarmalısınız. Her ne kadar uğraşmış olursanız olun, onları atmalısınız. Teker teker. Hiç acımadan. Nereye kadar? Bilinçaltından gelen son malzemeyi kullandığınız yere kadar. O sahneye kadar. O karaktere kadar. Sizi heyecanlandıran son noktaya kadar geri basmalı, diğerlerini de acımasız bir biçimde atmalısınız. Bu size önce zor, mantıksız, zaman kaybı vb. gibi gelebilir. Ama emin olun öyle değil. O noktaya kadar geri gittiğinizde, kaybetmiş olduğunuz heyecanı tekrar hissetmeye başlayacak, kendinizi bir anda tekrar Yağmur Ormanları'nın kıyısında bulacaksınız. Bilinçaltınıza güvenin. O size tekrar malzeme vermeye başlayacaktır. Başka kitaplar okuyun, dergiler karıştırın, sakin yürüyüşler yapın, insanlarla başka konularda konuşun. Bilinçaltınız size cevabı verecektir. Hem de hiç ummadığınız bir anda. (House M.D. dizisini seyredenler, beş sezon boyunca bu yöntemin istisnasız her bölümde kullanıldığını, House'un son teşhisi hep bu şekilde koyduğunu iyi bilirler). *** Ha, diyebilirsiniz ki "Ben TV sektöründe çalışıyorum, çok kısa teslim tarihleri var, bu yüzden bu yöntem bana uymaz". Ben de derim ki "Allah yardımcınız olsun." Bizdeki dizilerin genelde bu kadar kalitesiz olmasının nedeni, yazarların bilinçaltlarından gelen malzemelerle değil, ço kısa sürede reyting yapan klişelerle çalışmasıdır. "Lost"un ya da "Coupling"in bir bölümü iki ayda (rakamla 2) yazılmaktadır. Ama bu sayede dünyanın her tarafında seyredilmekte, zamana karşı da çok iyi direnmektedirler. Ne zaman ki bizim yazarlar da bu koşullarda yazmaya başlarlar (artı, bu sitede anlatılan ve anlatılmayan binlerce bilgiyi sindirirler), Türk dizileri de o zaman gerçekten kaydadeğer bir nitelik kazanır. *** Güncelleme: Sadece yazdığınız bir senaryoda, atmış olduğunuz yanlış adımları geri almakla bitmiyor iş. Bazen kendinizi tamamen yanlış bir projeye başlamış halde de bulabilirsiniz.

217

13 NİSAN 2009 4 ERKEK DÖNÜŞÜMÜ Hikayelerin büyük bir bölümünde kahraman(lar) bir dönüşüm geçirir. Buna karakter dönüşümü ("character arc") denir. Her filmde kahraman dönüşüm geçirmez (örn. James Bond - "Casino Royal" hariç). Bu tür filmler genelde aksiyon filmleridir. Ama genel olarak ana karakter(ler), başlarına gelen olaylar sonunda bir değişim geçirirler. Bu, seyircinin hayat deneyimleri ile de örtüşen bir durumdur, zira onlar da hayatları boyunca yaşadıkları olaylar sonunda değişim geçirmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken, bu değişimin mümkün mertebe organik olmasıdır. Yani kahraman başına gelen olayların ona dayattığı değişime önce direnmeli, sonra yavaş yavaş bu direnç gevşemeli, bir noktada tamamen kırılmalı (muhtemelen üçüncü perdede) ve yaşadığı olaylar sonucunda hayata, kendine ve insanlara karşı daha derin bir içgörü geliştirmelidir. Kahramanın başına gelen olaylar, (aşağıda anlatıldığı gibi ilginç ve çatışmalı olmalarının yanı sıra) onu değişime sevk edecek nitelikte de olmalıdır, yani o tür olaylar seçilmelidir. Kahramanın film boyunca değişime direnmesi, sonra da tek bir olayla dönüşüme uğraması inandırıcı değildir. Aşağıda, erkek baş karakterlerde görülen dönüşümlerden bazıları yer almaktadır. Bunlar daha çok ilişkiler ile ilgili dönüşümlerdir. Başka tür filmlerde başka dönüşümler de gerçekleşebilir. (Kadınların dönüşümü ile ilgili yazı, daha sonra gelecek). Yazının, gerçek hayatta karşınıza çıkan erkeklerle ilgili ne kadar çok şey söylediğine de dikkatinizi çekerim. *** 1. Oğlan dönüşümü (bazen, ama her zaman değil, “Dalgacı”) Bu, kalbinde hala bir çocuk olan ve büyümeyen adamla ilgilidir. Adam sorumsuzdur, olgunlaşmamıştır, kaçıktır ve çok eğlencelidir. Dönüşüm: Filmin sonuna gelindiğinde, artık büyümüş bir adama dönüşmüştür. Yani gerçek bir iş bulmuş, nişanlanmış, ya da evlenmiş ve/veya muhtemelen bir çocuğun bakımını üstlenmiştir. Örnekler: "Süper Baba"daki ("Big Daddy") Adam Sandler; "Kaza Kurşunu"ndaki ("Knocked Up") Seth Rogen, "Kırk Yıllık Bekar", "The Hangover" (bir grup adam bekarlığa veda partisinde damadı Las Vegas’ta kaybederler ve düğünden önce adamı bulmak zorundadırlar). Tonlarca film bu dönüşümün çeşitli varyasyonlarını takip eder: aslında çocuk olan ve çok eğlenen adamların bir şekilde hayatlarında sorumluluk almayı kabul etmeleri gerekir. Sık görülen türler: Komediler, Romantik Komediler 2. İşkolik Bu, ailesi ve karısı/sevgilisi pahasına sürekli olarak çalışan adamdır. Bu, dramatik bir dönüşümün “neşeli” karşılığıdır: o kadar çok yapılmıştır ki artık suyu çıkmıştır. Örneğin "Evan Almighty" ("Aman Tanrım 2"). Bu formül artık işe yarayabilir mi? Belki, ama ilginç bir yaklaşım/sürpriz gerekiyor. Ama lütfen senaryonuza “Senin tek düşündüğün işin!” ya da “Ofiste çok fazla zaman geçiriyorsun!” diyen kadın karakterler koymayın. Lütfen, lütfeeen. Dönüşüm: Bu filmin sonunda bu karakter ailenin, ilişkilerin ve insanların ne kadar önemli olduğunu fark eder. Örnekler: Jim Carrey, "Yalancı Yalancı"; Adam Sandler, "Click"; Don Draper, "Mad Men" vb. Sık görülen türler: Komediler, aile filmleri, romantik komediler, dramalar 3. Yalnız Adam Bu, kimseye ihtiyacı olmayan, muhtemelen içki içen, ve size bakmak kadar kolaylıkla suratınıza bir tane indirebilecek biridir. Güçlü, sessiz, sert bir tiptir. Western filmlerinde bu adamlar dönüşüm geçirmez. Genelde acılı ve duygusal olarak kopuk/uzak bir tiptir. Dönüşüm: Filmin sonunda bu karakter bir santim kadar ilerleme kaydetmiştir, ama bu onun için kilometrelere eşdeğerdir. Kendisi dışında birisine önem vermiştir.

218

"Örnekler: "Casablanca"da Humprey Bogart. "Benden Bu Kadar"da ("As Good As It Gets") Jack Nicholson.. Sık görülen türler: Dramalar, Dramediler (yani Drama-Komedi karışımları, örn. "Ally McBeal", "House", "Scrubs") 4. Yaralı Adam Bu adamın, geçmişinde yaşadığı ve atlatması gereken bir travması vardır. Ya sevdiği birini kaybetmiştir, ya da bir şey yapmıştır ve bu olayla barışamamaktadır ve kendisini suçlamaktadır. Geçmişinde, kendisini kurtarmak zorunda olduğu olduğu bir şey vardır. Dönüşüm: Filmin sonunda, kahramanın ruhundaki (geçmişe ait) şeytanlar çıkarılır ve geçmişin yaraları iyileşir. Örnekler: "Cehennem Silahı"ndaki Gibson/Riggs, "Die Hard"ta Bruce Willis, "24" dizisindeki Jack Bauer. Sık görülen türler: Aksiyon, Drama *** Eğer 5. bir dönüşüm olacak olsaydı, o da Sıkı Dost filmleri (Buddy Films) olurdu (erkek Romantik Komedileri) Not: Erkek dönüşümlerinin çoğu, bağlılıktan korkan erkeklerle ilgilidir. *** Kaynak: http://bluestockingla.blogspot.com/2007/12/there-are-only-four-male-character-arcs.html 13 NİSAN 2009 Nereden Başlamalı? Elinizde yazılmaya değer bir senaryo olduğunu nasıl anlarsınız? Daha doğrusu, senaryo yazmaya ne zaman ve nereden başlamalı? Bu konuyu daha önce ele almıştık biraz. Senaryoda hikaye mi önemlidir, yoksa karakter mi? sorusuna çeşitli cevaplar verildiğini görmüştük. (Kaç yıl önceki bir yazıya atıfta bulunduğumu ben bile hatırlamıyorum :) ) Ama burada bahsettiğim biraz daha farklı: aklınıza doluşan bir sürü sinematik düşünceden hangisine dayanarak bir senaryo yazmaya başlayabileceğiniz. Ve bir senaryo yazmaya oturmak için bu düşüncenin ne gibi niteliklere sahip olması gerektiği. *** Bir senaryo yazmaya başlamadan önce, elinizde, çok çeşitli ilginç olaylara kaynaklık edebilecek İLGİNÇ VE ÇATIŞMA İÇEREN MERKEZİ BİR SORUN/DURUM olmalıdır. Bu öyle bir durum olmalıdır ki, 1) Bizzat bir sürü ilginç olaya kaynaklık edebilecek kadar ilginç olmalıdır (yani iki saati dolduracak kadar malzeme potansiyeli içermelidir) 2) Bu olaylar da ancak ve ancak iki ya da daha fazla tarafın çatışmasını gerektirecek nitelikte olmalıdır. Ve bu çatışma da öyle az buz değil, gerçekten güçlü olmalıdır. Elinizdeki fikirlerin senaryo haline getirilmeye değecek nitelikte olup olmadığını anlamanın yolu, bu iki kıstasa uyup uymadıklarına bakmaktır. *** Benim Türk filmleriyle ilgili en temel eleştirilerimin başında, aslında bir film olacak kadar güçlü olmayan ve potansiyel içermeyen sorun/durumların film haline getirilmiş olması geliyor. En fazla bir kısa film olabilecek malzemeler, çeşitli şişirme yöntemleri ile iki saate kadar uzatılmakta, sonra da film diye önümüze konuyor sık sık.

219

Bunun nedeni bazen bulunan fikrin öz itibariyle zayıf olmasıdır. Yani yazar öyle bir konu seçer ki, ne kadar zorlarsanız zorlayın, insanların ilgisini iki saat boyunca ayakta tutacak malzeme çıkmaz. Belki bu konu kendisi için çok ilginç olabilir, ama sinema kitlesel bir eğlence olduğu için, genel izleyici kitlesinin ilgisini cezbetmez. Bazen de yazar, büyük bir potansiyel içeren bir fikre sahiptir, ama bu fikri uç noktalarına kadar taşımamıştır. Yani durumları olabilecek en uç noktalara kadar zorlamamış, hikayenin ve karakterlerin uç noktalarına kadar gitmemiştir. Belki bunu yapması gerektiğini bilmediğinden, belki acele ettiğinden, belki de korktuğundan. Hikaye, yeterince şeker konmamış tatlılara benzer. Sebep her ne olursa olsun, bir fikrin yeterince ilginç olmaması, çatışmaların uç noktalara kadar taşınmaması, senaryonun aleyhine işler. Bu da seyircinin sıkılmasına ya da yeterince heyecanlanmamasına neden olur. Sizin ise bir senarist olarak, vampirlerin sarmısaktan korkması kadar korkmanız gereken birşeydir seyircinin sıkılması. *** İşte elinizdeki fikir bu özelliklere sahipse, yani yeterince ilginçse ve büyük çatışma potansiyeli içeriyorsa, ya da fikrinizi bu hale getirebildiyseniz, işte o zaman oturup karakterleriniz üzerinde daha ayrıntılı bir şekilde çalışmaya başlayabilirsiniz. Eğer bunu yapmadan karakterlere geçerseniz, istediğiniz kadar sayfalar dolusu biyografi yazın, onlara bir sürü ilginç kişilik özelliği verin vb., hikayenizin ilginç olmasını sağlayamazsınız. Zira hikayeden kaynaklanan sorunlar, karakterler ile çözülemez ya da örtbas edilemez. 8 NİSAN 2009 DİYALOG YAZMA TEKNİKLERİ Senaryo yazarlığının en önemli olan ama en az dikkat edilen alanlarından biri “diyalog yazmak”tır. Güzel bir hikaye, kötü yazılmış diyaloglar yüzünden çok zayıflayabileceği gibi, normalde vasat sayılabilecek bir hikaye de güzel diyaloglar sayesinde seyredeğer bir hal alabilir. Ben Türk filmlerindeki diyalogları genelde beğenmiyorum. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, konuşan insanların hep akıllarından geçen ilk şeyi doğrudan söylemesi. Yani insanlar ne düşünüyorlarsa doğrudan onu söylüyorlar. Bu gerçekçi bir diyalog yazarlığı değil. Zira insanlar hemen asla akıllarından geçeni doğrudan söylemezler. İkincisi, bu tür diyaloglar seyircinin zihinsel katılımına da olanak tanımıyor. Yani karakterin söylemek istediği şey ile seyircinin duyduğu şey aynı ise, seyircinin bu sözleri zihninde incelmesine, değerlendirmesine, çıkarsamalarda bulunmasına gerek kalmıyor. Üçüncü neden, Türk filmlerindeki karakterlerin hemen hiç yaratıcı konuşmaması. Yani imalar, kinayeler, kelime oyunları.. ya hiç yok ya da çok kalitesizler. Son olarak da, iyi diyalog yazma tekniklerinden mahrumlar. Belki de en önemli neden bu. Hemen bütün diyaloglar, tekniğe dayalı bir yaratıcılıktan mahrumlar. *** Burada David S. Freeman’ın (“Beyond Structure” seminerini veren şahıs) diyalog yazma ile ilgili bazı tekniklerini aktarmak istiyorum. Bu teknikleri öğrenmeye ve izlediğiniz filmlerde de bunları yakalamaya çalışın. Eminim diyalog yazma becerileriniz bayağı ilerleme gösterecektir. Diyalog Yazma Teknikleri 1) Geciken Cevap A karakteri B karakterine bir cevap verdiğinde, B hemen cevap vermez. A ve B başka konulardan bahsetmeye devam ederler. Belki de B yeni bir konu açar. B cevabı konuşmanın başka bir yerinde, belki de çok alakasız bir yerinde verir. Bu gecikme, B’nin kişiliği ya da sorulan konu ile ilgili farklı anlamların doğmasına yol açar. 2) Anlamlı Sessizlik

220

Nasıl müzik seslerden ve onlar arasındaki boşluklardan oluşuyorsa, diyalog da sözlerden ve onlar arasındaki sessizliklerden oluşur. A karakteri bir şey söyledikten sonra B cevap vermesi gerekirken cevap vermiyorsa, bu (hikayeye göre) çok ilginç anlamların ortaya çıkmasına neden olur. Bazen iki (ya da daha fazla) kişinin konuşmaları gerekirken hiç konuşmamaları, sahneye, herhangi bir sözden daha büyük bir derinlik katar. 3) Birbirinin Sözünü Kesmek Günlük hayattaki konuşmalarımız ile filmlerde gördüğümüz diyaloglar birbirinden oldukça farklıdır. Filmlerde daha rafine (arıtılmış) bir dil ve üslup kullanılır. Günlük hayatta iki kişi konuşurken sözlerini sürekli keserler, kekelerler, konudan konuya atlarlar, vb. Oysa kısıtlı bir süre içinde derdini anlatmak zorunda olan filmde karakterler tane tane ve birbirlerinin sözünü pek kesmeden konuşurlar. Ama gerektiği yerde birbirlerinin sözlerini kesebilmelidirler. Yani diyaloglara bir miktar gerçekçilik ve hız kazandırmak istiyorsanız, karakterlerinizin birbirinin sözünü kesmesini, normal akan bir diyaloğun sözün kesilmesiyle birlikte aniden başka bir yöne kaymasını sağlayabilirsiniz. 4) Karakter “Aslında” Ne Demek İstiyor? İnsanlar, toplumsal ortamlarda gerçek duygu ve düşüncelerini gizleme eğilimindedirler. Bunun nedeni bu duygu ve düşüncelerin genelde çevrelerindekileri kızdıracak ya da üzecek nitelikte olmasıdır. Filmlerde ise genelde günlük hayatın monotonluğunun çok ötesinde şiddetli olaylar yaşanır ve bunlar da karakterleri derinden etkiler. Gerçek duygular ve düşünceler bu gibi durumlarda da açıkça ifade edilmez. Ancak karakterlerin sözcük seçimleri, tonlamaları, ya da yaptıkları söz oyunları veya dil sürçmeleri, gerçek duygu ve düşüncelerine işaret eder. Sizin de karakterleriniz akıllarına gelenleri ya da hissettiklerini aynen söylüyorlar ise diyaloglarda sorun var demektir. Tabii ki senaryonuzdaki herkesin bulmaca gibi konuşmasından bahsetmiyorum. Ama her duygunun anında ve aynen ifade edilmediği de bir gerçektir. Bunu da göz önünde bulundurun. 5) Cümle parçası Günlük konuşmada kullanılan üslup, yazı dilinde kullanılan üsluptan oldukça farklıdır. Günlük konuşmalarda edilgen yapı sıklıkla kullanılır. Yani yüklem cümlenin en sonunda olmayabilir. Değişebilir yeri bazen. Ya da cümleler itinayla tamamlanmayabilir. Bazı cümleler yarım bırakılabilir. Bunun nedeni, o cümlenin geçtiği sahnenin, cümlenin devamında ne söyleneceği ile ilgili yeterince bilgi içermesidir. Yani o sahneden, cümlenin devamı tahmin edilebilir. Bu ilginç bir yöntemdir ve seyirciyi filme biraz daha fazla dahil eder. Zira yarım kalan cümlenin geri kalan bölümünü her seyirci kendi kafasından tamamlar. (“Ocean’s Eleven” filmleri, bu gibi eksik bırakılmış cümleler konusunda çok sayıda örnek içerir). 6) Kendi konusundan ayrılmamak İki kişi konuşurken genelde aynı konudan bahsederler. Ama durum her zaman böyle olmayabilir. A karakteri 1) Belli bir konu zihnini çok meşgul ettiği için, ya da 2) B karakterinin açmak istediği konudan kaçınmak istediği için, kendi istediği konuda konuşmaya devam eder. Bu da görünürde acayip bir durum yaratır. Ama aslında karakterlerin öncelikler hakkında izleyiciye çok önemli ipuçları sunar. Sizin karakterleriniz de sanki çok iyi hazırlanmış bir PPT sunumu gibi hep aynı konudan bahsetmek değildir. Ortama biraz anarşi, biraz kaos katın, bakalım ne olacak. *** Diyalog yazmakla ilgili teknikler sadece bunlarla sınırlı değil. Ama en belli başlıları bunlar diyebilirim. Siz de David S. Freeman'ın yaptığını ("tersine mühendislik" / "reverse engineering") yaparak, burada anlatılmayan teknikleri bulabilirsiniz. Kaynak: David S. Freeman (Yorumların çoğu gezgin’e ait). 7 NİSAN 2009 “The Wrestler” – “Güreşçi” DİKKAT: "The Wrestler" filmini henüz izlemeyenlerin bu yazıyı okuması tavsiye olunmaz. *** Bu film isimlerini Türkçeleştirenlerde bazı zihinsel anormallikler var. Tamam, bazı yabancı film adlarının Türkçe karşılıkları ya hiç yok ya da çok saçma oluyor. Ama "The Wrestler" gibi tam Türkçe karşılığı olan

221

bir ismin yerine filme hiçbir ilgisi olmayan "Şampiyon" adını koymak da neyin nesi?! (Filmde birinin "şampiyon" olmasını sağlayacak bir yarışma vb. yok.) Filmin konusuna gelince: Darren Aronofsky hemen hiçbir risk içermeyen klasik yapıda bir senaryoyu filme almış. Film Randy "Ram" adlı artık iyice yaşlanmış bir güreşçinin hayatından kesitler sunuyor. Randy bir maçtan sonra kalp krizi geçiriyor, bunun üzerine güreşten bir süre uzaklaşıyor, kopmuş olduğu kızıyla tekrar yakınlaşıyor, ama bu ilişki bozuluyor, hoşlandığı striptizci de yüz vermeyince Randy son bir maça çıkmaya karar veriyor. Film, bu son maç ile sona eriyor. Aslında film, tema itibariyle Rocky'ye benziyor. Yaptığı spor üzerinden özsaygısını yeniden kazanmaya, hayatına bir anlam katmaya çalışan bir adam var burada da. Ama Rocky'den farkı -bir Aronofsky filmi olduğu için- biraz daha karamsar olması. (Yine de bir Aronofsky filmine göre oldukça iyimser sayılır). Filmin nispeten karanlık havası, hem senaryosal hem de görsel unsurlarla desteklenmiş. Randy'nin parasız olması, bunun için kaldığı mekanın dışında uyumak zorunda kalması, para kazanmak için kendi bedenine her türlü zararı veren faaliyetleri yapması, hayatındaki tek anlamlı ilişkinin bir striptizciyle kurduğu paraya dayalı ilişki olması, arada sırada bir süpermarkette çalışması... Hep Randy'nın dipteki hayatının atmosferini başarılı bir biçimde yaratıyor. Randy'ye çok acımıyoruz, ama ona karşı tamamen duyarsız da değiliz. Özellikle kalp krizi geçirdikten sonra striptizciyle arkadaş olmaya çalışması ya da kızıyla ilişkisini yeniden başlatma çabaları, seyirciyi yeterince duygulandırıyor ama yönetmen bu sahneleri duygu sömürüsü yapacak kadar uzatmıyor. Normal bir hayat sürdürmeyi başaramayan Randy, iyi olduğu tek alana, yani güreş ringlerine geri dönüyor - hem de ölmek pahasına. Bu davranışı da çok insancıl Randy'nin. Hepimiz hayatımızda yeni alanlara girmek için yaptığımız girişimlerde başarısız olduğumuzda geriye, başarılı olduğumuz alanlara dönmek istemiş, hatta kimimiz de dönmüşüzdür. Randy'nin bizden farkı, onun bu dönüşünün, hayatına son verebilecek bir seçim olması. Ama bu da bize Randy için özsaygının, hayatına acayip de olsa bir anlam katmanın, seyircinin yüzeysel de olsa sevgisinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. İşte film özetle bundan ibaret: hayatını heba etmiş bir insanın, hayatında birşeyleri yoluna koyma girişimlerinin başarısız olması üzerine, kendisine çok zarar verebilecek ama kendisini iyi hissetmesini sağlayabilecek bir alana geri dönmesi. *** Filmin öne çıkan özelliklerinden bazıları şunlar: 1) Film 16 mm kamera ile çekilmiş. Bu yüzden görüntüler 35mm'liğe göre çok daha grenli. Bu filme sert bir hava veriyor, ki bu da hikayeye gayet uygun. 2) Filmin bazı sahnelerinde bilerek yapay ışık kullanılmamış. Bu da filmin gerçekçi havasını artırıyor. 3) Mickey Rourke'un iyi bir performansı var. 9.5 Hafta ve Angelheart'taki yakışıklının ne hale geldiğini görmek ise iç burkucu. (Ama Mickey'nin bu haline benzer bir hali Spun diye bir filmde de vardı. Onu izleyenler çok şaşırmayacaklardır.) 4) Filmde Marisa Tomei'nin karakteri üzerinden sergilenen bir miktar çıplaklık var ama bu erotik bir çıplaklık değil. Daha çok seks işçilerinin hayatından bir kesit sunmak amacıyla kullanılmış. 5) Filmde çok az müzik var. Olanlar da genelde 80'lerin hard rock ve metal gruplarının şarkıları. Bu müzik türü Randy'ye çok uygun düşüyor. 6) Adı "Güreşçi" olan filmde doğal olarak bir miktar şiddet var. Ama çok fazla değil. Burada da şiddet seyirciyi çok duygulandırmak için değil, Randy adlı karakterin hayatını kazanmak için katlandığı birşey olarak gösteriliyor. Tıpkı 4. maddede bahsedilen çıplaklık gibi. 7) Filmin toplam maliyeti 6 milyon dolar ve bütün dünyada yaptığı gişe 42 milyon dolar. Yani aşırı kârlı bir film. (Aronofsky'nin bir önceki filmi olan "Fountain" 35 milyon dolara malolmuş ve 15 milyon dolar iş yapmıştı. Aronofsky de bu filmiyle biraz piyasaya oynamış gibi.) *** Netice: "Güreşçi" çok çok iyi bir film, bir klasik ya da kült bir film değil. Ama ortanın üzerinde bir senaryosu var. Oyunculuk ve yönetim de güzel. Yine de iki defadan fazla izleyeceğinizi sanmıyorum.

222

3 NİSAN 2009 Hademe Partisi! Ben demokrasi ile ilgili olumsuz düşüncelerimi ifade ederken genelde felsefi düzeyde konuşuyorum. Yani önümüze çıkan adayların belirlenme sürecindeki keyfiliğe ve saçmalığa, seçenlerin çoğunun da seçme kabiliyetinden yoksunluğuna işaret ediyorum. Yani olay tam bir körler dövüşü ve birileri de bundan müthiş bir çıkar sağlıyor. İşin bir de karanlık boyutu var: Bazı insanların adlarının seçim listelerinde yer almamasından dolayı oy kullanamamaları, gökten bir anda inen altı milyon seçmen (Bu fena halde 4400 adlı diziye benziyor. Hani orada da uzaylıların kaçırdığı 4400 kişi iade ediliyordu ya. Burada da bu 6 milyon kişi kaçırılmış ve iade edilmiş gibi), ve en son olarak da nüfus cüzdanında TC Kimlik Numarası bulunmaması yüzünden on milyon insanın neredeyse oy kullanma hakkından mahrum kalması. Ama işin asıl karanlık tarafı, seçimler gerçekleştikten sonra sandıklarda yapılan işler. Bunlardan bir tanesi yerel bir gazetede yer almış. Adam açık açık oyların 100 TL karşılığında kendisine yaktırıldığını söylüyor. Sözlerinin en sonunda da ekliyor: "Hiçbir partiye üye değilim." Herhalde bu itirafının arkasında bu "bağımsızlık" yatıyor. Peki bir de partili olanlar? Yani iktidar partisine üye olup da kendilerini madden ve manen bu tür suçları itiraf edemeyecek kadar partilerine bağlı, bağımlı hissedenler. (Özgürlüklerini bir görüşe tamamen teslim etmiş insanların özgür irade gerektiren seçime katılmaları ne ironik değil mi? "Kör kameraman" gibi.). Onlardan asla böyle itiraflar duyamayacaksınız. Yüzlerce, hatta binlerce bu tip olay görmezden gelinecek, karanlıkta kalacak. Sonra da bana "Demokrasi en güzel yönetim biçimidir" diyeceksiniz. Tahminim ilköğretim okullarında hademelik ya da çaycılık yapan insanlardan oluşan bir topluluk bizi daha düzgün bir biçimde yönetir. "Hademe Partisi" kurulursa, oylarım kesinlikle onlara gidecektir. 1 NİSAN 2009 Helal Değil Hacı! Şu televizyon sektöründe çalışmak cefalı bir iş. İsterseniz kanalın sahibi olun, mutlaka ama mutlaka birilerine gebesinizdir. Asla tam olarak kendi içinizden geldiği gibi, özgür bir şekilde hareket edemezsiniz. Mutlaka yararını gözetmek, en azından gazabından sakınmak istediğiniz birileri vardır. Şu anda Türkiye'de bu tanımın dışında kalan bir televizyon kanalı göremiyorum. Bize en bağımsız gibi gelen kanalların dahi, bizim bilmediğimiz yarenleri ya da düşmanları vardır. Bunun doğal sonucu olarak, bir kanalda çalışan en düşük düzeyli elemandan en tepe yöneticiye kadar herkes, kendi inançlarına zıt şeyler yapmak durumunda kalır zaman zaman. Bunun etik tarafları bir yana, kişiler üzerinde psikolojik açıdan çok yıpratıcı bir etkisi vardır. İnanmadığınız şeyleri para uğruna yapmak, ne kadar yaygın olursa olsun, insan ruhu üzerinde son derece tahrip edici bir etkiye sahiptir. Bu tahrip edici etkiye en fazla maruz kalanların TRT çalışanları olduğunu düşünüyorum. Her dört ya da beş senede bir tepelerindekiler değişince ona göre tavır almak, daha önceden övdüklerinize şimdi sövmek, daha önce sövdüklerinizi ise şimdi övmek, karakter üzerinde bayağı baskı oluşturuyordur. Ama bu onların tercihi tabii. Yani burada onlara acıyor değilim. Bir maaş uğruna ruhu satıp satmamak, her zaman kişinin tercihine kalmış birşeydir. Ekonomik ve toplumsal koşullanmaların dışına çıkma cesareti gösteremiyorsanız, eninde sonunda birilerine bende (köle) olacaksınız demektir. Eğer gösterebilirseniz, fakir (olma olasılığı biraz yüksek) ama onurlu bir hayat sizi bekliyor demektir. *** TRT'nin Kanal 7'leşmesi sürecini bir süredir takip ediyorum. Bilenler bilir, bu sadece program çeşitlerinin aniden Kanal 7'ninkilere benzemesinden mütevellit değil, bizzat Kanal 7 kadroları TRT'ye dolmuş durumda. Bunun doğal sonucu olarak, özel bir girişimle değil, bizzat ülkede yaşayan herkesin paralarıyla kurulmuş ve işleyen bir devlet kurumu, sadece belirli bir partinin ve siyasi görüşün borazanı haline gelmiş halde. Bunun son örneği de, TRT'de yayınlanacak olan bir dizi: Başrollerin birinde Ahmet Özhan varmış, Hacı adlı bir karakteri canlandırıyormuş. Bu Hacı, yurtdışında okullar açan bir dini öndermiş. (Bu şahsiyetin gerçek hayatta kime karşılık geldiğini tahmin etmekte güçlük çekmezsiniz sanırım.). 223

*** Sizi bilmem ama ben bu haberi duyunca öfkeden deliye döndüm. Ne TRT'ye sövmediğim kaldı, ne Ahmet Özhan'a. Bu ikisinin bu diziyle yalakalık etmeye çalıştığı grup zaten günlük sinkaf listemin başlarında yer alıyor. Ama benim paramla işleyen bir kurumun, benim dinsel ve siyasi inançlarıma tamamen zıt bir görüşü savunan bir eser yaptırması ve yayınlaması, hiçbir koşulda kabul edilebilir birşey değil benim için. Devlet kanalının işinin ehli olan insanlarla değil de sadece belirli bir dini görüşe sahip olanlarla doldurulmasının vehameti bir yana, bir de benim paramla bu ülkeye bu kadar zararlı bir grubun propagandasının yapılması, ülkenin kendi ayağına, hatta kalbine kurşun sıkmasından farksız. Sonuç olarak, hakkımı helal etmiyorum bu insanlara. Benden (bizden) aldıkları paralarla bu işi yapanlara, yayınlayanlara, buna vesile olanlara kazandıkları para yâr olmasın. Bir milletin saflığı, duyguları, iyi niyeti ancak bu kadar suistimal edilir. Kainat, mazlumların ahını asla unutmaz, geçen yıllar içerisinde şiddetlenen bir eko halinde, zalimin hesabını mutlaka görür. Bugün güç sahibi olup da hak hukuk tanımayanlarınkini de görecektir, emin olun. 28 MART 2009 Karamsar Notlar - 1 Aslında yazılması gereken bir sürü senaryosal konu var ama içimden gelmediği için yazamıyorum. Bir sürü film eleştirisi de yapılabilir ya da politik olaylardan da bahsedilebilir, ama içimden hiçbiri hakkında birşeyler söylemek gelmiyor. Yine de bir iki kelam edilebilir belki. 1) Hayatta en büyük mücadelelerimizi sevmediğimiz insanlara karşı değil, sevdiğimiz insanlara karşı vermek zorundayız. Bizi hayallerimize ulaşmaktan alıkoyma gücüne sahip olanlar, bizden nefret edenler değil, bazen bizi en çok sevdiğini söyleyenler, hatta gerçekten de sevenler. Bu yüzden onlarla mücadele etmek zor. 2) Benzer bir şekilde, hayallerimize ulaşmak için en büyük engellerden bazıları da kendi içimizde yer alıyor. Anne babamızın, arkadaşlarımızın, yakın çevremizin bilerek ya da bilmeyerek ruhumuza soktuğu engeller, koşullanmalar, değersizlik hissi, ya da başarısız olacağımıza dair inançlar, dış dünyadaki engellerden daha fazla bizi uğraştırıyorlar. Kendine güvenen ve inanan bir insanın, örneğin, çekmeye karar verdiği bir film için yirmi otuz bin dolar toplaması sorun olmaz, ama kendine güvenmeyen ve inanmayan bir insan, üç kuruşu bile bir araya getiremez. 3) Türk eğitim sisteminin insanların ruhları ve beyinleri üzerindeki dehşetengiz yıkıcı etkisini gördükçe, tarifi imkansız kederlere kapılıyorum. Bu ülkeden neden daha fazla sayıda dünya çapında sanatçı ve bilimadamının çıkmadığını soranlar, üzerinde MEB yazan binalara çevirsinler bakışlarını. Böyle bir ruh katliamı, gelecek kuşakların korku hikayelerinde bulunabilir ancak. Biz ise içinde yaşadık, yaşıyoruz. 4) Sevsek de sevmesek de doğulu bir milletiz biz. Duygularımız daha baskın hep. Bu yüzden de kandırılmaya daha müsaitiz. Hele aklını bileyip ruhunu çoktan kaybetmiş Batılı uluslara bu yüzden çok kolay yem oluyoruz. Ben diyorum ki aramızdan bazılarını, ama bizden ruhen kopmayacak kadar güçlü karakteri olan bazılarını, tam anlamıyla batılı tarzda yetiştirelim ve onlar mücadele etsinler Batılılarla. Ama böyle bir eğitimin de şu riski var: onlar gibi düşünmek üzere eğitilenler, her nedense çok kolayca onların safına geçiyorlar. 5) Yeni kuşaklarda gerçekten de ruhsal bir dejenerasyon var. Ama bundan dolayı onları suçluyor değilim. Onlar sadece kendilerini içinde buldukları ortama uyum sağlıyorlar. Bu ortamı sağlayanlar ise önceki kuşaklar. Bu yüzden büyük aşklar, büyük kahramanlıklar, büyük düşünceler çıkmıyor ortaya. Hepsi kısa süreli zevk, en az çabayla maksimum kazanç, ve sorumluluktan tamamen ari bir hayat istiyorlar. Onların kuracağı bir dünyada yaşamak zorunda kalanlara acıyorum. 6) Teknolojinin insanları daha mutlu etmediği kesin. Sadece daha fazla köleleştiriyor, kendi ruhundan daha fazla koparıp daha fazla maddiyata yönelmesini sağlıyor. Zihinsel yoğunluk, konsantrasyon, ânı yaşama ise kaybolup giden en temel melekelerimiz. 7) Yöneticilerimizin ve zenginlerin bizleri sadece bazı faydalar (örneğin değiştirilmiş genlerimiz sayesinde ürettiğimiz sıra dışı bir protein) için hayatta tutulan fareler gibi gördüğünden adım gibi eminim. Yeter ki ekonominin çarkları dönsün, yeter ki onların istediği gibi hareket edelim. Bunun için çokça ceza, nadiren de ödül kullanıyorlar. Halkı aydınlatması gerekenler ise ne yazık ki bu kesimlerin borazanlığından başka

224

birşey yapmıyorlar. Bu nasıl bir çağ ki, hayatımızın ne kadar berbat olduğunu ve ideoloji gözetilmeksizin hepimizin hayvan yerine konduğunu söyleyecek bir insan evladı yok memlekette. 8) Yine de her doğan çocuk, gelecek için bir umut demek. Her ne kadar "Children of Men" filmindeki kadar vahim bir duruma henüz düşmediysek de, her yeni (yepyeni) kuşak, geleceğe umutla bakmamız için bir sebep teşkil ediyor. Ama her yeni kuşağın öncekilerden daha kötü bir biçimde şekil aldığını görmek, içimizi karartıyor. Tamamen ümidi kaybetmek için çok erken, çok ümitli olmak için çok geç. 9) Ölecek olmanız, hem de sandığınızdan erken ölecek olmanız, size arkanızda bir yangın yeri bırakma hakkı vermiyor. Benden sonra tufan deyip de çevrenize ve gelecek kuşaklara büyük kötülükler etme hakkınız yok. Bu bazen, ölmeden önce en çok sevdiğiniz şeylerin hepsini yapmanızdan (ve bu esnada insanlara ve çevreye büyük zararlar vermenizden) vazgeçmeniz anlamına gelebilir. 10) Kendinizi tamamen değiştiremeden, en mükemmel halinize ulaşamadan, bir çok işi yarım, bir sürü hayali de gerçekleşmemiş halde bırakarak bu dünyadan göçeceksiniz. Kendinizi bu fikre alıştırsanız ve zamanınızı abuk subuk işlerle değil de gerçekten de mutlaka yapılması gerektiğini hissettiğiniz en önemli bir iki şeyle geçirmeye başlasanız iyi edersiniz. En büyük korku kaynağı erken ölmek değil, mutlaka yapmanız gereken o bir iki şeyi yapmadan ölmektir. *** Bugün seçim olmayan bir seçim var. Sanki birşeyleri değiştirebilecekmişiz gibi gidip oy kullanacağız. Oysa hemen hiçbirşey değişmeyecek. Zira sistem gerçek bir değişime izin vermeyecek şekilde kurulu. Ufak tefek bir iki istisna haricinde, herşey olduğu gibi kalacak. Bütün sistemin, toplumun zekasıyla ve ruhuyla alay etmesinin şahikasıdır seçimler. Sonra da günler, haftalar boyunca saray soytarılarının seçim sonuçlarıyla ilgili şaklabanlıklarını izleyeceğiz. Yine de gidip oy kullanmak lazım. Bizimle alay eden sistemle alay etmenin en iyi yolu, blöfünü görmektir zira. 7 MART 2009 Gelecek, ŞİMDİ! Eğer sadece senaryo yazımı ile ilgilenip, görüntü üretme teknolojilerinin hangi aşamaya geldiğini umursamıyorsanız, yazdığınız hikayeler bundan zarar görecektir. Bu nedenle tam detaylarını anlamasanız bile, kameraların nasıl işlediği, post-prodüksiyonda görüntü ve ses ile ilgili ne gibi cambazlıklar yapılabildiğini öğrenmenizi tavsiye ederim. Eğer bunları öğrenirseniz, hikayeleriniz çok daha zengin bir dokuya sahip olabilir. Sadece siz bilmiyorsunuz diye, aslında kolayca yapılabilecek bazı şeyleri hikayelerinize eklemezseniz, yazık olur. Aşağıda, "Benjamin Button"da kullanılan ve Brad Pitt'in yüzünün, filmin başlarındaki yaşlı adamın yüzünü canlandırmakta nasıl kullanıldığını anlatan bir video var. Bu teknoloji, daha önce kullanılan "motion capture"dan çok farklı, tamamen yeni bir teknoloji. Artık hayatta olmayan sanatçıların yeni filmler çevirmesine bence en fazla beş sene kalmış durumda. Bu teknolojilerin çok kısa bir süre sonra sizin de kullanımınıza açılacağından emin olabilirsiniz. Bu yüzden, yazdığınız hikayelerin türü değişebilir. Belki de görsel açıdan herkesi tatmin edecek gerçek bir Atatürk filmini, ancak bu teknoloji ile çekebileceğiz. Aşağıdaki konuşmacı, Benjamin Button'daki bu efektleri yaratan ekipten bir eleman. 18 dk'da herşeyi anlatmak için çılgınca bir hızda konuşuyor (İngilizce). Ama amca zaten ancak 9. dk'dan sonra ilginç birşeyler söylemeye başlıyor. Anlamasanız bile görüntüleri seyredin, sinema teknolojisinin hangi aşamada olduğunu görünce bayağı şaşıracağınızı tahmin ediyorum. Şaşırmazsanız, ya bu gelişmeleri takdir edemeyecek kadar sinema teknolojisinden uzaksınız, ya da Benjamin Button'u yaratan ekipte çalışıyordunuz zaten :) 3 MART 2009 GECEKONDU MİLYONERİ DİKKAT: "Slumdog Millionaire" (SM) filmini henüz seyretmeyenlerin bu yazıyı okuması tavsiye olunmaz. *** SM, "orta kalite" bir film. Yani başı sonu olan bir hikayesi var, bu hikayeyi çok yaratıcı olmayan bir tarzda anlatıyor, ama sonuçta bizi az da olsa duygulandırmayı başarıyor ve hedefine ulaşıyor.

225

SM bu kadar Oscar'ı alacak bir film miydi? Diğerlerini seyretmeden birşey diyemeyeceğim. Ama Oscar tarihinde en gereksiz yere bu kadar çok ödül almış filmlerden biri olarak anılması muhtemel. Zira o kadar ahım şahım bir film değil SM. Filmin gerçekten de orta karar bir hikayesi var. Genç bir adamın (Cemal), kaybettiği sevgilisine ulaşmak için "Kim Milyoner Olmak İster" yarışmasına katılmasını anlatıyor. Ana hikaye bu. Biraz ilginç olsa da, çok yaratıcı olduğu söylenemez. Senarist, hikayenin zayıflığının farkında olduğu için, anlatım tarzına iki atraksiyon eklemiş. Birincisi, Cemal'in en baştan filmin 3/4'üne kadar karakolda işkence altında sorgulanması. İkincisi de, bu sorgulama sırasında izlediğimiz geri dönüşler ("flashback"). İşte bu sonradan eklenen iki atraksiyon, filmin potansiyel sıkıcılığını nispeten ortadan kaldırmış. Ayrıca bize Cemal ile özdeşleşmek için bir sürü fırsat vermiş. Cemal'in gerçekten sefalet ve tehlike içinde geçen çocukluğu, Latika'yı kurtarması, onu sevmesi, daha sonra kaybetmesi, hayatını kazanmak için abisiyle birlikte komik sahtekarlıklar yapması... Bu arada Cemal'in karakolda işkence görmesi. Ve yarışmadaki adamın Cemal'i kandırmaya çalışması... Yazar Cemal ile özdeşleşme kurulması için kitaptaki her yöntemi (bkz. SANARIST ULTIMATE, s. 316) kullanmış. (Sonuçta 8 Oscar aldığına göre, etkili olduğu söylenebilir). Hikayenin bir ilginç noktası da, Cemal'in yarışmaya katılana kadar yaşadığı olayların hepsinin, yarışmadaki soruları doğru cevaplamasına yardımcı nitelikte olması. Bu da onun "kaderi"nin yarışmayı kazanmak ve Latika'ya kavuşmak olduğunu gösteriyor. (Hikaye boyunca anlatılan herşeyin aslında daha büyük bir amaca hizmet ettiğini öğrendiğimiz bir başka film daha hatırlıyorum: "İşaretler" ("Signs"). Bir başka Hintli (Night Shyamalan) tarafından yönetilen o film de, kader temasını bu kez gerilim atmosferi içinde işliyordu.) Filmin anlatım tarzının batılı olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Tam Avrupalıların ve Amerikalıların anlayacağı tarzda ele alınmış herşey. E, yönetmen de Dany Boyle zaten. Bu film bir Avrupalı-Amerikalı olmayan biri tarafından çekilseydi, Oscarlarda bu kadar iltifat görmezdi sanırım. *** Bence çok kayda değer bir film değil. İkinci kez seyreder miyim emin değilim. Ama sıkıcı olabilecek bir hikayenin, doğru yöntemler kullanılarak nasıl izlenir hale getirildiğinin güzel bir örneği. En azından bu açıdan ilgiyi hak ediyor. Güncelleme: Yine de, bu filmin Hindistan ile ilgili olumlu bir izlenim bıraktığı söylenemez. Artık Hintlilerin de bir "Geceyarısı Ekspresi" var sanırım, hem de 8 Oscarlı! 24 ŞUBAT 2009 Neden Olmasın: Yirmi Bin Dolara Uzun Metraj Film! Yirmi Bin Dolar! Benim, sinemalarda gösterilebilecek kalitede bir filmin, senaryo aşamasından son kurguya kadar çekilip hazırlanması için ihtiyaç duyulacağını düşündüğüm asgari miktardaki para bu. Yani bu paraya, onu filme basacak dağıtımcıya götürebileceğiniz bir film çekebileceğinizi düşünüyorum. Bu paranın içinde neler var? * Kamera: Beş bin dolara Bir HVX200 ya da HPX 171 alabilirsiniz. (Sony EX'ler (1 ve 3) sinema filmi çekimi için uygun değildir. Daha iyi DOF'ları vardır, ama codec'leri (HDV) film için yetersizdir.) (Alternatif: Film çekiminin üç hafta süreceğini varsayarsak, iki-üç bin dolara bu kameraları bu süre için kiralayabilirsiniz. Hele elinize -yakında çıkacak- bir HPX300 geçirirseniz -10 bit AVC-Intra codec kullanıyor - çok daha iyi olur, görüntüleri diğerlerinden çok daha iyi.) * Ses: Bin dolara ses kitini satın da alabilirsiniz, kiralayabilirsiniz de. Yurtdışına gidip gelenlerden alırsanız, biraz daha ucuza gelir. En iyisi, bu işten gerçekten anlayan birilerini bulmak ve sıkı bir pazarlıkla ikna etmek.

226

* Işık: Bin dolara yine ışıkları halledebilirsiniz. Ucuz halojen ışıklar alabilir, ya da okulunuzdaki ya da fotoğrafçı/videocu arkadaşınıza ait ışıkları kullanabilirsiniz (o zaman bedavaya ya da çok daha ucuza gelir). * Lojistik: Dört bin dolar. Oyuncuların sete gidip gelmesi, kamera, ışık, vb. ekipmanın sete taşınması, ekibin yiyecek ve içecek ihtiyacı, bazı mekanların kiralanması bu parayla karşılanacak. Oyuncularınızın karnını doyurmayı ve asgari yol paralarını vermeyi unutmayın. * Ekip (kameraman + ışıkçı + sesçi): İki bin dolar. Kameramanınızın kullanacağınız kamerayı iyi tanıdığından emin olun. Yani bütün özelliklerini bilmeli. Sesçiniz de ses kayıt cihazlarını çok iyi düzeyde kullanabilmeli. (Eğer kamerayı da siz kullanacaksanız, kendinize ödeme yapmayın!) * Oyuncular: İki bin dolar. Adam başı değil. Toplam hepsine. Bu tabii ki filmden alacakları toplam para değil. Bunun bir avans olduğunu söyleyin ve asıl paranın film satıldıktan sonra geleceğini belirtin. Film satılırsa para alacaklarını bir sözleşmeyle belgeleyin. Az da olsa para alan oyuncu, sizin bu işte ciddi olduğunuzu düşünecektir. * Müzik: Ortalık, adını duyurmak isteyen müzisyenlerle dolu. Bu yüzden avantajlı konumda olan sizsiniz, onlar değil. Yine bu yüzden çok seçici olmalısınız. Beş yüz, en fazla bin dolar. * Post (Kurgu + Color Correction): Bu işi de çok sağlam ve işleyen bir bilgisayarı olan ve bu işten anlayan kişilerle yapmalısınız. İyi arkadaşınız ise, hiç para vermeden, değilse, en fazla bin dolar. * Tanıtım (web sitesi + ziyaretler + telefon görüşmeleri + duyurular + vb): Bin dolar. Filminizin yapım aşamalarının da anlatıldığı "cool" görünümlü ama pahalı olmayan, FLASH ile hazırlanmış bir web sitesi. * Beklenmedik harcamalar: İki bin dolar. Emin olun, beklemediğiniz bir sürü şeyle karşılaşacaksınız. *** Tabi burada belirtmediğim bazı şeyler var: * Bu fiyatlara bu işleri yaptırabilmek için bazen bir kedi yavrusu kadar sevimli, bazen de Rus mafyası kadar acımasız olmanız gerekiyor. İkna kabiliyetiniz had safhada olmalı. Sinirleriniz ise çelikten. Birçok insan, kendilerinden bedava birşey istenince otomatik olarak hayır cevabı verir. Bu otomatik cevabı aşmak için onlara biraz dil dökmeniz gerekebilir. Bazen gerçekleri hafifçe çarpıtabilirsiniz, ama asla yüzde yüz yalan söylemeyin. Neticede bir sanatçı (adayı) olarak film çekiyorsunuz, "saadet zinciri" kurmuyorsunuz. * Elinizde, az mekanda ya da bedava ulaşabileceğiniz çok mekanda çekebileceğiniz fişek gibi bir senaryonuz olmalı: birşeyi çok ama çok isteyen bir karakter bulun ve onun önüne iki saat boyunca ilgi çekici (VIM'i yüksek) engeller çıkartın. Eğer seyirci karakterle özdeşleşir ve onun arzusuna inanırsa, teknik ve senaryosal ufak tefek hatalarınızı görmezden gelecektir. * Maddi engellerin sizi durdurmasına izin vermeyin. Kameranın tamamen bozulması, ve oyuncuların seti terk etmesi dışında hemen her sorununuzun yaratıcı bir çözümü vardır. Ve çözüm genelde yakınınızdadır! * Yaptığınız iş yakın çevrenizdekileri gerebilir. Herkes sizinle aynı coşkuyu paylaşmayabilir. Bu girişiminizin, çok önemli bağlara kalıcı zarar vermemesini sağlamak, sizin en büyük görevlerinizden biri. Sevdiklerinizin desteğini arkanızda hissetmek, size daha büyük güç verecektir. İnsanlar, uygun bir dille konuşulduklarında ikna olma eğilimindedirler. * Sette karşılaşabileceğiniz hatalarla ilgili olarak önceden olabildiğince bilgilenmeye çalışın. Başta dvinfo.net olmak üzere sizin girişiminizle ilgili olabilecek bütün web sitelerini araştırın. Ama ne yaparsanız yapın, sorunların hepsini önceden ortadan kaldıramazsınız. Bu yüzden sette ve postta bir çok soruna hızlı ve yaratıcı çözümler bulmaya hazır olun. * Bu işi tek başınıza değil de, birbirine nazı geçen sıkı iki ya da üç arkadaşla sırtlamanızı tavsiye ederim. Bir kişi sanatsal işlere yoğunlaşırken diğerleri işin daha pratik yönleriyle uğraşır. * Bu paranın (yani yirmi bin dolar) sadece çekim ve post için olduğunu unutmayın. Filmin gerçek tanıtımı, baskısı, DOLBY'si vb, filminizi satın alacak dağıtımcının işi. Film ille sinemada gösterilmeyebilir, doğrudan DVD'ye ve TV kanallarına da gidebilir. Olsun, önemli değil. Bu ülkede bu kadar az imkanlarla uzun metraj bir film çekmek, Everest'e tırmanmaktan daha prestijli bana göre. *** 227

Peki yirmi bin doları nereden bulacaksınız? İşte o, sizin ikna kabiliyetinize kalmış bir mesele. Artık babanıza ya da zengin bir arkadaşınıza arabasını mı sattırırsınız (bu kriz ortamında iyi fikir değil), iddia'da çok iyi bir formül mü bulursunuz, ya da bir banka müdiresini ikna mı edersiniz, yoksa filminizin etkileyici bir sahnesini çeker ve (güzelce kurguladıktan sonra) bu sahneyi olası yatırımcılara mı gösterirsiniz, bilmem. Ama şunu unutmayın: gerçek coşku bulaşıcıdır. Siz projenize gerçekten inanıyorsanız, ve bu inancınızı başkalarına da aktarabiliyorsanız, önünüze çıkan engelleri daha kolay aşabilirsiniz. Önünüzde hiçbir engel olmazsa, işin zevki kalmaz ki?! İnanmayan Nasuh'a sorsun... 22 ŞUBAT 2009 AŞK TUTULMASI DİKKAT: "Aşk Tutulması" filmini henüz seyretmeyenlerin ve seyretmeyi planlayanların bu yazıyı okuması tavsiye olunmaz. "İki Süper Film Birden"in yönetmeni Murat Şeker'in, "Plajda"dan sonraki yeni eseriymiş aşk tutulması. Her nedense sinema gösterimi gözümden kaçmış, DVD'si çıkınca seyredeyim dedim, romantik komedileri severim ya. 50. dakikada artık filmi izlemenin, filmi izlememekten daha büyük bir kayıp olduğuna karar verdim ve seyri bıraktım. Burada uzun uzadıya bir eleştiri yapacak değilim. Romantik komedilerin benim en sevdiğim üç türden biri olduğunu biliyorsunuz (diğer ikisi bilim-kurgu ve aksiyon). Aşağıda da rom-komlarla ilgili bir sürü yazı var, iyi bir romantik komedinin nasıl olması gerektiği ile ilgili. İşte bu yüzden, benim gibi birinin bu türden bir film izlemesi tehlikeli oluyor, zira sıradan bir seyirci olarak değil de o türü (janr) ıncığı cıncığı ile bilen biri olarak seyrediyorum. Filmle ilgili uzun bir eleştiri yapmayacağım - zaten finalini de seyretmedim, haksızlık olur. Ama ilk elli dakikası ile ilgili olarak söyleyebileceğim bazı şeyler var. * Romantik komedi filmlerindeki EN ÖNEMLİ unsur, kahramanların bir araya gelecek olması değil, onları birbirinden ayrı tutacak olan NEDEN'dir. Yani elinizde ÇOK ORİJİNAL BİR NEDEN yoksa, romantik komedi yazmaya oturmamalısınız. Orijinal neden örneklerine bakalım: "You've Got Mail" ("Mesajınız Var") filminde aşıklar, aslında birbirlerinin TİCARİ RAKİBİdir ve BİRBİRLERİNİ TANIMAMAKTADIRLAR. "Sleepless in Seattle"da (Sevginin Bağladıkları) aşıklar, BİR KITANIN İKİ AYRI UCUNDADIRLAR ve birinin (Tom) diğerinden (Meg) haberi bile yoktur. "Pretty Woman"da ("Özel bir Kadın"), kahramanlardan biri FAHİŞE, diğeri ise çok ZENGİN BİR İŞADAMIdır. Yakın zaman örneklerinden "Just Like Heaven"da ("Cennet Gibi"), aşıklardan biri bedeni komada olan bir RUHtur. * Lakin orijinal bir nedene sahip olmanız yetmez. Bu nedeni filmin başlarında devreye sokmalı ve seyirciye "Acaba bu salaklar bir araya gelecek mi?" diye en başından itibaren sordurmaya başlatmalısınız. Filmin itici gücü bu sorudur: acaba bir araya gelecekler mi? Acaba bu engeli nasıl aşacaklar? Bu esnada kendilerini nasıl küçük düşürecekler? Ne gibi komik durumlar olacak? Yukarıda andığım filmlerin hepsi, bu çatıyı filmin birinci perdesinde, hatta bazıları daha ilk on dakikasında kurarlar ve biz de keyifle koltuğa yayılıp hikayenin önümüzde çözülmesini ("unfold") seyrederiz. Ama "Aşk Tutulması"nda 50. dakikaya gelinmesine karşın hala aşıklar ilk adımı yeni atıyorlardı. Yani filmin sonunu merak etmemizi sağlayacak olan "Aşıkları Ayıracak Neden" henüz devreye girmemişti. Hatta aksine, aşıkları birlikte olmaya iten bir sürü acayip neden vardı: 1) Trafik Kazası 2) Rastlantılar (Eczanede ve Restoranda) 3) Ailelerin gençleri buluşturma çabası... DVD'nin arkasında yazdığına göre, aşıkları ayıracak neden, Uğur'un ("Tolga Sayışman") Fenerbahçe aşkıymış. Bence bu çok çocuksu bir neden. Yani, hayatını birlikte geçireceği kadın ile arasına bir takım sevgisi giriyorsa, o zaman karşımızdaki adam, aslında ruhen "yetişkin" biri değil, çocuk kalmış biridir. Böyle bir ruh hali içindeki insandan da iyi bir rom-kom karakteri çıkmaz. (Bu nokta, aşağıdaki V.I.M. 228

yazısında bahsedilen "Anlamlılık"a ters düşüyor. Yani hiçkimse, bu kadar anlamsız birşey (yani "takım sevgisi") yüzünden sevgilisini bırakmaz). * Filmde, Türk filmlerinde ortak olarak görünen bir sürü olumsuz özellik de var: gereksiz yere uzun sahneler, kötü diyaloglar, yeterince orijinal malzeme olmadığı halde sırf "dolgu olsun" ya da "bilgi versin" diye yazılmış sahneler, vesaire. (Bkz. SANARIST ULTIMATE, s. 199). Beni asıl şaşırtan, bunca eğitimden, bunca güzel örnek seyrettikten sonra bile hala bu hataların aşılamaması. Yani yazar, yönetmen ve kurgucularımızın, bir sahnenin orijinal ya da gereğinden uzun olup olmadığını, diyalogların ilginç yeni ve manidar olup olmadığını bilememeleri veya bir durumu (örneğin bir ilişkiyi) başlatmak için hoş fikirler bulamamaları (kız ile erkeğin ilk tanışması için bir trafik kazası! Çok orijinal!). Ben bunu iki şeye bağlıyorum: 1) Türk eğitim sistemi sonucunda beyninin içine edilmeye devam eden kuşaklar ile karşı karşıyayız. Yani on altı yıl süren ezberci eğitim sonucunda orijinal düşünme yeteneğini kaybeden adamlar/kadınlar, orijinallik, yaratcılık isteyen işlere girince, derhal en klişeye en sıradana, en yavana sarılıyorlar. 2) Aslında sinemacılarımız çok yaratıcı insanlar (!!!) ama televizyon seyircisi ile sinema seyircisini karıştırıyorlar. Günümüzde (son yirmi yıldır hatta) dramatik yazarlık ürünlerinin çok büyük bir bölümü TV'lerde yayınlandığı için ve hemen her yazar aslında TV yazarı olduğu için, iş sinema için birşeyler yazmaya gelince, mod değiştiremiyorlar ve yine TV için yazıyor gibi yazıyorlar. Oysa sinema seyircisi çok daha farklıdır. Daha hızlı, daha yoğun, daha kaliteli, daha ince işler bekler. Bu isteğini de özel bir zaman ve para harcayarak belli eder zaten. Tek kuruş para vermeden dizi izleyen ev kadını ile, süslenip püslenip sinemaya giden genç kadın arasında beklenti ve standart (dramatik eser standardı) açısından dağlar kadar fark vardır. Ama işte bizim yazarlar bunu görmezden geliyorlar ve şişirilmiş, yavan, komik olmayan, sadece bilgi veren sahneleri ardı arkasına önümüze koymaya devam ediyorlar. Bunun çözümü sanırım sinema sektörümüzün, sadece filmlerden para kazanarak yaşamını idame ettirebilen insanlar yaratacak kadar büyümesinde. Ya da bağımsız sinemada. 12 ŞUBAT 2009 “V.I.M”e Devam Aşağıda yer alan ve çok önemli olduğunu iddia ettiğim, ama kendi başına okunduğunda çok da önemli gibi durmayan bir yazı var: "V.I.M. Çok Önemli Bir Yazı". Bu yazıda, orada anlatılan kuramsal bilgilerin uygulamadaki etkilerini anlatacağım. Ama önce, özelde sinemanın, genelde de sanat eserlerinin temel bir fonksiyonundan bahsetmek gerekiyor. Sanat eserlerinin en temel işlevi, hayatın devam etmesine yardımcı olan üretimsel eylemlerden farklı olarak, insanların zihinlerini ve ruhlarını eylemek, meşgul etmek, "eğlendirmek"tir. Bu yönüyle sanat eserleri daha çok "keyfi" bir yapıya sahiptirler. Buradaki "eğlendirmek" sözcüğünü ille de güldürmek, kahkaha attırmak anlamında kullanmıyorum. Trajik sonu olan bir film de, örneğin, seyircisini ağlatarak onu eğlendirebilir. Ya da heyecan verici bir aksiyon filmi ("Hızlı ve Öfkeli"), ya da üzücü bir insanlık durumuyla ilgili bir film ("Schindler'in Listesi") de insanı "eğlendirir". Kısaca özetlersek, sinema seyircisi sinemaya "eğlenmek" için gider. Bunun en doğal sonucu olarak, insanları en fazla "eğlendiren" filmler, en "başarılı" olan (en "kaliteli" demedim, dikkat edin) filmlerdir. Eğer siz de filminizin başarılı olmasını istiyorsanız, filminizi olabildiğince eğlenceli yapmalısınız. *** Şimdi size, bütün senaristlik kariyerinizi etkileyebilecek bir bilgi vereceğim: Filminizin / hikayenizin daha fazla "eğlenceli" olmasını sağlamanın en garantili yolu, onun VIM'ini artırmaktır. İyi de bu ne demek? Şu demek: Bir hikayenin VIM'ini artırmak, o hikayeyi oluşturan unsurların "Variety" (Çeşitlilik), "Intensity" (Şiddet, yoğunluk), ve "Meaningfulness" (Anlamlılık)'ını artırmak demektir. 229

Hemen örneklere geçelim. ÇEŞİTLİLİK ÖRNEKLERİ Mekansal Çeşitlilik "James Bond" filmlerinin başarısının en temel nedenlerinden biri, "mekansal çeşitlilik"in çok fazla olmasıdır. Bütün James Bond filmleri hep ilginç mekanlarda geçer. Sadece farklı mekanları göstermesi bile James Bond filmleri için bir cazibe nedenidir. Örneğin "Casino Royal" bizi Prag'da karşılar, ardından Madagaskar'a ve Bahamalar'a, sonra da "Karadağ"a götürür. "Bourne" filmleri de böyledir. Bizi Avrupa'nın bir yakasından diğer yakasına sürükler dururlar. Karakter Çeşitliliği Filminizde çok çeşitli ve ilginç karakterlerinizin olması, filminizin eğlendiricilik özelliğini arttırır. Aklıma ilk gelen örnek, "Karayip Korsanları". Bu filmdeki karakter çeşitliliği, filmin cazibesine büyük ölçüde katkıda bulunuyordu. (Ama dikkat: Bağımsız Sinemacılar için, çok çeşitli karakter kullanmak biraz zordur, zira o kadar geniş bir cast'ı toplamak para ve/veya nüfuz ister). "Lost" dizisi de karakter çeşitliliği açısından iyi bir örnek teşkil eder. Dizide uyuşturucu kaçakçısı rahipten (Mr. Eko) kaza öncesi bacakları tutmayan bir karton kutu fabrikası çalışanına (John Locke), bir cerrahtan (Jack) eski ününü kaybetmiş bir şarkıcıya (Charlie) kadar herkes vardır. Konu Çeşitliliği Bu biraz dikkat edilmesi gereken bir özelliktir. Zira ortalama iki saatlik bir filme birden fazla konu sığdırmaya çalışmak riskli bir harekettir. Burada yapılabilecek en iyi şeylerden biri, merkezdeki bir konunun alt dallarını araştırmaktır. Bu da o konuyu derinlemesine bilmeyi gerektirir. "Titanic" bu konuda çok iyi bir performans sergiler. Batacağını bildiğimiz bir gemide kaptan köşkünde olanlardan, 3. sınıf yolcular arasında yaşananlara kadar herşeyi izleriz. Görsel Çeşitlilik Bununla kastettiğim, görsel efektler. Bir filmdeki görsel efektlerin çeşitliliği, izleyicinin o filmden zevk alma miktarını artırır. "Matrix" filmindeki efektler buna en iyi bir örnektir. Ama burada da dikkat edilmesi gereken bir husus var (bu sözüm Holivut yapımcılarına!): Sadece görsel çeşitliliğin, filminizin başarılı olmasını sağlayacağını sanmayın. "Transformers" gibi filmler, seyirciye görsel bir zenginlik sunmakla beraber, senaryo açısından zayıf kalmakta ve filmin çok kısa bir sürede unutulmasına neden olmaktadır. (Doğru dürüst bir senaryosu olmamasına karşın sadece görsel çeşitlilik sayesinde dikkate şayan hale gelen filmlere bir örnek olarak bkz. "The Fall") *** ŞİDDET (YOĞUNLUK) ÖRNEKLERİ Şiddet ("intensity") ile kastettiğim şey, insanların birbirlerine fiziksel ya da ruhsal açından zarar vermesi ("violence") değil. Hikayenizdeki bazı unsurların kısık ateşte değil de harlı ateşte olması. Yani volümünün yüksek olması. Bir çok Türk filminin en zayıf noktası, içindeki malzemelerin aslında 2 saatlik bir filmi dolduracak miktarda ve şiddette olmamasıdır. Bizde sık sık, insanda en fazla "hafif" bir duygulanım uyandıracak konular ve durumlar, hiç üşenilmeden iki saatlik filmlere dönüştürülür, ve sonuçta da "Neden kimse filme gelmedi / filmi beğenmedi?" diye sızlanılıp durulur. Oysa bir filmdeki unsurların, seyircinin evinden kalkıp sinemaya gelmesini sağlayacak yoğunlukta, şiddette olması gerekmektedir. William C. Martell'in de söylediği gibi, eğer bir aksiyon filmi hikayesi yazıyorsanız, on, en geç on beş dakikada bir büyük aksiyon sahnelerine ihtiyacınız vardır. Filminizin altmış beş yetmiş dakikasını diyaloglarla doldurup son on beş dakikasına aksiyon koyarsanız seyirci sıkılır. Yani filminizdeki aksiyonun belirli bir şiddette olması gerekmektedir. Ama bu sadece aksiyonla ilgili durumlar açısından geçerli değildir. Bir romantik komedi yazıyorsanız, belirli aralıklarla hem romantik hem de komik sahnelere ihtiyacınız vardır. Yani filminiz, seyirciyi hangi "janr" üzerinden duygulandırmak istiyorsa, o tür duyguları uyandıracak malzemelerin belirli bir şiddette (miktarda, sıklıkta ve yoğunlukta) olması gerekmektedir.

230

İlginç bir biçimde hem Stanley Kubrick hem de James Cameron, bir film çekmeden önce, çok etkileyici dört ya da beş sekans bulmaya çalıştıklarını söylerler. Yani hikayede, seyirciyi etkileyeceğinden emin oldukları bu dört beş sekansı bulmadan, filmi çekmeye kalkışmazlar. Bu da bu iki iyi yönetmenin, hikayedeki duygusal şiddetin belirli bir yoğunluğun üzerinde olması gerektiğini çok iyi bildiğini göstermektedir. Gelelim örneklere: "Matrix" filmi, filmin içerdiği aksiyon sahnelerinin hikayenin geneline yayılmış yoğunluğu açısından mükemmel bir örnek teşkil eder. Bu filmde sıkılacak tek bir saniye bile bulamazsınız. Film hem bilgilendirme (Matrix nedir?) hem de eğlendirme (dövüş ve kovalamaca sahneleri) açısından tam dengededir. Başarısı da büyük ölçüde bundan kaynaklanır. "İşaretler" filmi, ait oldu janr'ın gerektirdiği gerilimi hep doğru zamanlarda ve doğru miktarlarda verir. Gerilim filmin sonuna doğru gittikçe artar ve final sahensinde doruğa ulaşır. Bu kadar küçük bir cast, bu kadar az görsel efekt ile bu kadar büyük bir gişe başarısı yakalanmasının altında, senaryodaki gerilim öğelerinin doğru yoğunlukta (şiddette) ve doğru sıklıkta kullanılması yatmaktadır. "Aşık Şekspir" filmine bakalım. Bu filmin başarısı da, filmdeki romantik ve komik unsurların, filmin ilk sahnesinden itibaren, ilgimizi ayakta tutacak yoğunlukta verilmesinden kaynaklanmaktadır. "Aşık Şekspir"de sıkılacağınız tek bir sahne bile bulamazsınız, hepsi ya komiktir ya romantiktir ya da ikisi birdendir. *** ANLAMLILIK Filminizin seyircide olumlu ve yoğun bir tepki oluşturması için, hikayenizin "anlamlı" olması lazım. Burada "anlam" derken kastım, "İnsanları, insanlığı ilgilendiren konularda, anlamlı birşeyler" söylemesi. Yani filminizin, siz isteseniz de istemeseniz de, insanlık durumlarıyla ilgili bir mesajı olmalı. İnsanlar iki saat bir öykü izledikten sonra, böyle bir mesaj da beklerler, kaçınılmaz olarak. Her ne kadar modern kuramcılar, içerik önemli değildir, önemli olan biçimdir deseler de, hayır, içerik önemlidir. Hele hikayelerin, insanlara, hayatı doğru bir biçimde algılama, hayatla ilgili paradigmalarını oluşturmalarına yardımcı olma gibi bir fonksiyonu da vardır. Bu yüzden hikayenizin, insanların, insanlığın durumu ile ilgili anlamlı (ve mümkünse de "olumlu") bir mesajı olmalıdır. Örneklere geçelim: "Titanic" bu konuda yine başı çekmektedir. İçerdiği aşk hikayesi ve geminin batışını göstermek için sunulan görsel efektlerin yanı sıra, bu hikayede insanların zor durumlarda ne gibi tepkiler verdiği ve birçoğunun, başkalarının hayatını kurtarmak için kendi hayatını nasıl feda ettiği anlatılmaktadır. "Titanic"i tek kelime ile anlatmak istesek, o kelime "fedakarlık" olurdu. Benzer bir durum "Er Ryan'ı Kurtarmak"ta da var. Orada da önce tek bir askeri kurtarmak için kendi canını tehlikeye atan bir grup asker (Yüzbaşı Miller ve ekibi), sonra da ekibi için kendi hayatını riske atan bir başka asker (Ryan ve köprüyü savunanlar) anlatılmaktadır. Bu filmin bu kadar başarılı olmasına şaşmamalı. "Eşkiya" da, arkadaşı için kendi aşkını ve canını feda eden bir adam anlatılmaktadır. "Eşkiya"nın benim en sevdiğim film olmasının nedenlerinden biri, bu "anlamlılık" boyutuyla ilgilidir. Son zamanlarda gişede başarılı olan hiçbir Türk filminin "anlamlılık" boyutu, "Eşkiya"nınki kadar derin değildir. Ne "Kurtlar Vadisi Irak", ne "Vizontele"ler, ne "Recep İvedik"ler, ne "GORA" ya da "AROG", ne "Babam ve Oğlum", ne de "Issız Adam"... Hiçbiri anlamlılık açısından "Eşkiya"nın yanına dahi yaklaşamamıştır (Yavuz Turgul'un son iki filmi bile). *** Gördüğünüz üzere, VIM çok derin bir konu. Ve çok da önemli. En az, senaryo teknikleri kadar önemli. Bu konuda başka yazılar da gelecek. 8 ŞUBAT 2009

231

“MUSTAFA” Hakkında Birkaç Şey Can Dündar'ın "Mustafa"sını seyrettim. Açıkçası bende olumlu ya da olumsuz bir duygu uyandırmadı. Yani ne bazı kesim gibi Mustafa Kemal'in insani tarafını gösterdiğini düşünüyorum, ne de diğer bir kesim gibi onu aşağıladığını. Benim fark ettiğim şey, bunun bir belgesel olmadığı. Yani bize bir sürü belgeye dayanarak belirli bir konuda bilgilenme fırsatı sunmuyor. Aksine, bütün hayatı tarihin aydınlığında geçmiş ve kendisiyle ilgili onbinlerce belge bulunan bir insan hakkında, bu belge yığınından seçilen en fazla yüze yakın belgeyle hazırlanmış bir eser bu. Yani bize sunulan bu kadar. Eh, bu da çok doğal olarak Mevlana'nın anlattığı fil hikayesine benziyor. Fil sicim gibi uzun birşey mi, yaprak gibi ince ve düz birşey mi, sütun gibi kalın birşey mi, yoksa büyük bir kaya gibi yuvarlak birşey mi? Bu anlamda "Mustafa" bizi aydınlattığı bölümlerden çok bizi karanlıkta bıraktığı yönleriyle dikkat çekiyor. Yani söylediklerinden çok söylemedikleriyle. Yani bu adam (C. Dündar) neden binlerce belge arasından bunları seçmiş? Agatha Christie yöntemini kullanarak (yani bu durumdan en çok kimin fayda gördüğüne bakarak) bu soruyu cevaplandırırsak, C. Dündar'ın gizli bir şeriatçı olduğu sonucuna varabiliriz (!) (Bu bir espriydi, bu arada. Yine de böyle bir belgesel hazırlamaya kafası ve yetenekleri yetmeyen belirli bir kesimin ekmeğine yağ ve bal sürdüğü kesin.) Bu eser ile ortaya Mustafa Kemal'in insani tarafının ortaya çıkarılmasından çok, onunla ilgili halkın zihninde ve bilinçaltında var olan "üstün insan" düşüncesi kırılmak istenmiş. Bunu anlamak çok zor değil. Filmin sadece ilk 15 dakikasına bakarsanız, Mustafa Kemal ve çevresi hakkında sürekli olarak olumsuz ya da üzücü şeyler duyuyor ya da görüyorsunuz (Bir "Metin Analizcisi"nden bu ilk on beş dakikayı analiz etmesini rica ediyorum). Bunlar ise bizde onunla ilgili insani bir hislenmeye yol açmıyor - en azından bende yol açmadı. Benim sorduğum soru şu oldu. "Neden bir ülke kurmuş bu insanın çocukluğu ve gençliği, bir korku filmi havasında verilmiş?" Can Dündar ne yazık ki en basitinden bir psikanalitik çözümleme bile yapamamış. Bu tür "belgesellerde" genelde kahramanın daha sonraki hayatında gösterdiği büyük başarıların altında yatan motivasyonun tohumları yakalanmaya çalışılır. Yani kahramanın gençliğinde yaşadığı ve hırslanmasına neden olan olaylar ele alınır ve bunlar daha sonra büyük tarihsel olaylarla ilişkilendirilir. Oysa C. Dündar sadece "Kendisine küçük kulübe yapan Mustafa, daha sonra halkı için bir ülke kurdu" ve "Medresede yediği dayağın intikamını daha sonra şunu şunu yaparak aldı" dışında herhangi bir neden sonuç bağlantısı kurmuyor. Bize sadece iç karartıcı bir arka plan sunuyor. Ama bu arka plan (background) ne yazık ki gerçekçi değil. Şöyle ki: C. Dündar'ın anlattığı tarzda geçmişten gelen birisi, daha sonra karşısına çıkan her türlü engelin üzerine bir aslan gibi saldıracak bir karaktere, motivasyona sahip olmaz. Aksine ezilir, büzülür, Küçük Emrah gibi boynu bükük, çekingen, önüne gelenin ensesine vurup lokmasını aldığı biri olur. Oysa Mustafa Kemal karşısına çıkan her engelle hem de bodoslama mücadele etmeyi tercih etmiş birisidir. Hem kişisel hayatı hem de mesleki hayatında yaptıkları bunu göstermektedir. Yani korkak değildir, son derece yüksek bir özgüven sahibidir. Bir insan, C. Dündar'ın anlattığı tarzda bir arka plandan gelip de bu kadar özgüven sahibi olmaz. Ama bunun böyle olamayacağını anlamak için C. Dündar'In azıcık gelişim psikolojisi bilmesi gerekiyordu. Filme baktığımızda C. Dündarın bu bilgiye hiçbir şekilde sahip olmadığı ortaya çıkıyor. Peki ama neden diğer yöntemi seçmiş? İşte burada "Acaba bilinçli ya da bilinçsiz bir art niyet mi var?" sorusu ortaya çıkıyor. Şimdilik bu soruyu bir kenara koyalım. Filmin geri kalan bölümünde de Mustafa Kemal hakkında nispeten kişisel şeyler duyuyor görüyoruz. Bunlar bize Mustafa Kemal'in özel hayatı hakkında bölük pörçük bilgiler veriyor. Ama bu bilgilerin de ortak özelliği, genel olarak olumsuz bir havaya sahip olmaları. Yani sanki C. Dündar eline bir cımbız almış ve sadece belirli koyuluktaki bilgileri seçmiş ve bize sunmuş. Mustafa Kemal'in hayatı ne kadar sevdiğini, sevmekle kalmayıp onu daha da güzelleştirmek için kendi hayatını dahi gözünü kırpmadan tehlikeye atan bir karaktere sahip olduğunu her nedense hep görmezden gelmiş.

232

Bu sitenin okurlarından büyük bir bölümü senaryo yazan/yazmaya çalışan ve bir gün kendi filmini çekmek isteyen insanlar - en azından ben öyle tahmin ediyorum. Onlar bir film çekmenin ne kadar zor olduğunun farkındalar. Ben de aşağıda özetledim (bkz. Çok Zor Ama İmkansız Değil). Peki bir ülkeyi önce düşmanlardan kurtarmak, sonra neredeyse sıfırdan yeniden kurmak ne kadar zordur acaba? Ne kadar büyük bir motivasyon, ruhsal ve zihinsel enerji, yetenek, bilgi, irade gerektiriyor farkında mısınız? Ve hele çevrenizdeki herkes, sizin dörtte biriniz kadar bir çapta iken, yani bütün önemli işleri ve kararları siz üstlenmişken? "Mustafa"nın ıskaladığı taraf bu bence. Bunları başaran, yani 15 senede bir ülke kurup ayağa kaldıran (siz son onbeş senede ne kurdunuz?) bir adamın karakterini doğru analiz edememiş C. Dündar. Mustafa Kemal'in insani tarafını göstereceğim derken, onun kişiliğinin en önemli bölümünü göstermemeyi, hatta bizzat kendisi görmemeyi tercih etmiş. Yani şöyle birşey yapsak, C. Dündar'ın peşine bir kameraman taksak. Bu kameraman da onun sadece yataktan çıkarkenki halini, yüzü gözü şişmiş halini, saç baş karışık halini, banyodan yeni çıkmış halini, ağır bir grip etkisi altında ağzı burnu birbirine karışmış halini çekse, geçmiş defterleri kurcalayıp ona dayak atanları (C.'de hiç dayak atmış bir hal yok :) ve onu terk edenleri, onu işten kovanları bulsa ve konuştursa ve bunları bir film olarak bir araya getirip önümüze koysa, bu film bize C. Dündar'ın insani tarafını mı tanıtmış olur? Hayır. Böyle bir filmde hemen bir kasıt ararız, zira önümüze konan herşey gerçek bile olsa, gerçeğin tamamını temsil etmemekte, sadece C.'nin olumsuz durumlara düştüğü zamanları göstermektedir. Yani burada bir imaj yıpratma söz konusudur. C. Dündar "Mustafa" filmiyle aynı şeyi yapıyor. Sanki birileri kendisine belirli bir açıdan propaganda yapsın diye para vermiş gibi Mustafa Kemal'in hayatında yaşadığı olumsuzlukları cımbızla seçmiş ve bunları arka arkaya koymuş. Şifa niyetine arada sırada tarihsel olayları da anlatının orasına burasına serpiştirmiş, ama bunlar üzerinde pek durmamış. Zira amacı Mustafa Kemal'i nesnel olarak anlatan bir film yapmak değil, kendi bakış açısından bir Mustafa Kemal sunmak. İyi de o zaman biz buna "belgesel" demiyoruz. "İzlenimcilik" gibi birşey bu. Böyle birşey yapmak istiyorsan gider roman yazarsın, kurgu film çekersin. Ama format olarak BELGESEL'i tercih edip, sonra bu formatın içeriğini KURGU ile doldurursan o zaman bu kadar ters tepkiyle karşılaşman normaldir. BELGESEL sadece bir eser türü değil aynı zamanda bir format (biçem) türüdür. Dış ses, hareketli kamera kullanımı, belgelerin sunulması, tarihsel görüntülerin kullanılması, canlandırmalar... bunlar hep bu formatın unsurlarıdır. Bu unsurları kullanarak tamamen sahte bir belgesel yaratabilirsiniz. Mesela ben sırf bu unsurları kullanarak, Hitler'in ne kadar insan sever biri olduğunu anlatabilirim, sadece bazı olaylara ve bilgilere odaklanıp çok miktarda başka bilgiyi ve belgeyi göz ardı ederek. Sanırım ne demek istediğimi anlatabildim. "Mustafa" bir belgesel değil. İzlenimlere ve on binlerce belge arasında yapılan çok öznel bir seçiciliğe dayanan, kişisel bir eser. *** Ama neden şimdi? Neden bizi cehennemin dibine güle oynaya götürmeye çalışan bir iktidar zamanında, bu iktidarın ekmeğine yağ sürüyor? İleride oğlunun kendisine soracağı ikinci soru eminim bu olacaktır: "Neden o dönemde böyle bir film yaptın baba? Neden şeriatçılardan yana tavır aldın?" Bence C. bu sorunun cevabını şimdiden düşünmeye başlasın. Zira aklı başında bir yanıt bulmak bayağı vakit alacaktır. 3 ŞUBAT 2009 V.I.M. - Çok Önemli Bir Yazı DUYUSAL UYARANLAR (Sensory Stimuli) Duyusal (yani görme, işitme, dokunma, vb. ile ilgili) uyarılma, günlük hayattaki en önemli pekiştireçlerden biridir. Bu tür uyarılma (stimulation), ister uykuda ister uyanık, ister tek başımıza ister başkalarıyla olalım, davranışlarımızı günün her saatinde etkiler.

233

Duyusal uyarım, bize, uyaran kolajının her tarafından – bedenimizin hem dışından hem de içinden - gelen uyaranların toplam miktarı anlamına gelmektedir. Biz beş duyumuz (görme, işitme, koklama, tatma, ve dokunma) sayesinde sürekli olarak uyaranlara maruz kalırız. Çevremizde ne kadar çok şey meydana gelirse, bu beş duyumuza o kadar çok duyumsal uyaran girer. Bedenimizin içindeki çeşitli kaynaklardan (örneğin, beyin) gelen uyaranları algılayan içsel duyu organları da vardır. Bu algılayıcılar bizim heyecanlanınca içimizin pırpır etmesi, kalbimizin çarpması, kollarımızı ya da bacaklarımızı hareket ettirdiğimizde kaslarımızda meydana gelen kasılmalar gibi çok sayıda içsel tepkiyi de hissetmemizi sağlarlar. Beynimizin çok aktif olduğunu ya da tamamen durgun bir hale girdiğini de hissedebiliriz. Düşünceler, fantaziler, gündüz düşleri bize o kadar çok ilginç duyusal uyarım sağlayabilir ki, insanlar zihinsel uyarımdan aldıkları zevk yüzünden dışsal uyarımları göz ardı edebilirler (Örn. okuduğu kitaba ya da izlediği filme kendini kaptırdığı için etrafında olup bitenleri fark edemeyen insan – gg.). Bütün bu duyu modaliteleri, optimal miktarda ve nitelikte duyusal girdi tarafından uyarıldıklarında insana haz verirler. (Yani, sizi uyaran bu dış kaynakların hem miktarı, hem de niteliği optimum/ideal düzeyde olmalıdır, daha az ya da daha fazla değil – gg). *** MİKTAR (NİCELİK) Duyusal uyarım, duyu sistemlerine giren uyaranların miktarına bağlı olarak, bir pekiştireç ya da cezalandırıcı olabilir. Normal uyanıklık halinde, duyusal girdilerin çok az ya da çok fazla olması, temel cezalandırıcılar (ceza – gg) olarak iş görürler. Bu iki uç arasında, temel pekiştireç (ödül – gg) olarak işgören, optimal bir duyusal uyarım düzeyi vardır. Dışsal ve içsel kaynaklardan çok az uyarım aldığımızda, SIKINTI şeklinde olumsuz duygular yaşarız. Aşırı miktarda duyusal uyarım da, gerginlik, kaygı ve yüksek tansiyon gibi olumsuz duygulara yol açar. İnsanlar, kendilerine gelen uyarıları OPTIMAL düzeyde tutmak için ayarlama yaparlar: gün ışığında gözümüzü kısar, karanlık bir odaya girdiğimizde ışığı açarız. Eğer kafamız çok meşgulse, yatmadan önce bir uyku hapı alırız, ya da düşünecek birşeyimiz yoksa bir dergi alır ya da TV’yi açarız, böylece duyularımızı uyarırız. Kimileri daha fazla uyarıcı ister ve kafein, nikotin, amfetamin ya da kokain alır. Başka insanlar ise heyecanlı bir hayat sürmenin ve zorlayıcı fiziksel aktivitelerin insanı doğal olarak “uçurduğunu” (high) fark ettiklerinden, bunları yaparlar. Aktif bir biçimde hayatın duyusal harikalarını aramak, beyni heyecan verici uyaranlarla doldurmanın doğal bir yoludur. *** NİTELİK Uyaranların, duyusal uyarılma sağlama yetenekleri etkileyen en az 3 niteliği bulunmaktadır: 1) Çeşitlilik (Variety) 2) Şiddet (Intensity) 3) Anlamlılık (Meaninfulness) 234

(yani VİM – gg) Bütün uyaranlarda bu 3 Vim özelliği bulunmaktadır, ama farklı uyaranlarda bulunan çeşitliliğin, şiddetin, ve anlamlılığın miktarı da çok farklı olabilmektedir. Örneğin bir uyaranın Çeşitliliği (V’si) ve Şiddeti (İ’si) son derece yüksek olabilir; bir başka uyaranın ise Çeşitliliği (V’si) ve Anlamlılığı (M’si) yüksek olabilir. ÇEŞİTLİLİK Çeşitlilik, hayatın tuzu biberidir! Bildik, monoton, ve basit uyaranlar, bize düşük bir çeşitlilik düzeyi sunarlar ve SIKINTI’ya yol açma olasılıkları çok yüksektir. Yeni, değişken, karmaşık ve şaşırtıcı uyaranlar ise daha fazla çeşitlilik sunarlar. Bir uyaran ne kadar yeni ve çeşitli ise, kişinin uyaran kolajından deneyimlediği toplam duyusal uyarıma o kadar çok katkıda bulunur. ŞİDDET Düşük Şiddet …………… Yüksek Şiddet Sessiz ……………. Yüksek Sesli Karanlık …………….. Parlak Yumuşak……………… Sert (Kaba) Bir uyaran ne kadar şiddetli olursa, kişinin deneyimlediği toplam duyusal uyarıma o kadar katkıda bulunur. Uyaran şiddetinin çok fazla olması (çok miktarda ışık, çok miktarda ses) genelde rahatsız edicidir. Uyaran şiddetinin çok düşük olması ise insanların canının sıkılmasına neden olur. ANLAMLILIK Her uyaran, az anlamlıdan çok anlamlıya doğru uzanan bir skala üzerinde yer alır. AZ (Düşük) Anlamlı …………………………. ÇOK (Yüksek) Anlamlı Eğer bir insan bir uyarana cevap (tepki) veriyorsa, o uyaran o kişi için anlamlı demektir. Bir uyaran ne kadar çok anlamlı ise, o kadar çok içsel ve dışsal tepkiye (cevaba) yol açar. Gefarlich: Eğer Almanca biliyorsanız, anlamı “tehlikeli” olan bu kelimeye tepki verirsiniz. Eğer bilmiyorsanız vermezsiniz. *** Kaynak: Behavior Principles In Everday Life *** Psikolojiyle ilgili bu metin burada ne arıyor diyebilirsiniz, demeyiniz. İyi senaryoların neden iyi olduğunu, kötü senaryoların ise neden kötü olduğunu açıklamamızı sağlayacak çok önemli kavramlar anlatılıyor bu yazıda. Bu kavramlardan bazılarını kullanarak birkaç yazı daha yazacağım. Ondan sonra geceleri daha rahat uyuyabilirim sanırım. Çok ZOR Ama İMKANSIZ Değil

235

Teknolojinin, uzun metrajlı bir film çekmek için gereken malzemeleri nispeten ucuz bir şekilde bağımsız filmcilere sunacak kadar gelişmiş olması, eline her kamera alanın, seyredilmeye değer bir film çekebileceği anlamına gelmiyor. Kendisine "bağımsız" diyen filmcinin, bu bağımsızlık durumunun bedeli, normalde üç dört kişinin beynini doldurabilecek bilgi ve yetenekleri kendisinde toplaması oluyor. Bir bağımsız filmcinin asgari olarak neleri bilmesi, en azından haberdar olması gerektiği ile ilgili sırasız liste aşağıda yer alıyor: 1) Senaryodan anlamalı. Ya kendisi iyi senaryo yazabilmeli, ya da bulduğu senaryoların iyi olup olmadığını doğru olarak kestirebilmeli. 2) Kameradan anlamalı. Filmini çekerken kullanacağı kameranın güçlü ve zayıf yönlerini bilmeli. 35mm adaptör kullanacaksa, bu aleti kullanabilmeli. Kameradan istediği (ya da istediğine en yakın) görüntüyü almayı başarabilmeli. 3) Işıktan anlamalı. Hangi ışığın ne tür ruh hali (duygu) yarattığını bilmeli ve sette bu tür ışıkları (set-up) kurabilmeli, kurdurabilmeli. Işık ile kamera arasındaki etkileşimi bilmeli. 4) Sesten anlamalı. Sesin, en az görüntü kadar önemli olduğunu fark etmiş olmalı. Ses kayıt konusuna en az kamera kadar önem vermeli. Çekime başlamadan önce sesle ilgili çıkabilecek bütün sorunları olabildiğince ortadan kaldırmış olmalı. Ses için mutlaka bu işten anlayan bir elemanla çalışması gerektiğinin farkında olmalı. 5) Oyuncularla çalışmayı bilmeli. Oyunculardan oyun alabilmeyi başarmalı. Onlara istediğini yaptırırken kırıcı olmamayı başarabilmeli. Ama sette son söz sahibi kendisi olmalı. Kontrolü oyunculara bırakmamalı. Ama ne zaman oyuncuyu serbest bırakması gerektiğini bilmeli. 6) Çekim mekanı, çeşitli özel vasıtalar vb. ayarlama konusunda başarılı olmalı. İkna kabiliyetine sahip olmalı, yoksa da bunu öğrenmeli. Ya da bu işleri yapabilecek yetenekte birilerini bulacak kadar akıllı davranabilmeli. 7) Post-prodüksiyon aşamalarını çok iyi bilmeli. Film hangi programda kurgulanacak, color correction nasıl yapılacak, müzikler nasıl olacak. Hepsi konusunda asgari bilgi sahibi olmalı ve bu işleri yapacak uzmanlara taleplerini anlamlı bir dille iletebilmeli. (Bazılarını kendisi de yapabilir: kurgu, color-correction). 8) "Sinema Dili"ni bilmeli ve bunu mümkünse yaratıcı, değilse en azından anlamlı bir biçimde kullanabilmeli. Sinema Dili'nin senaryo+oyunculuk+ışık+ses+kurgu+renk+müzik'ten oluştuğunun farkında olmalı ve bunları istediği şekilde etkileyerek anlamlı bir ürün verebilmeli. 9) Filmi bitirdikten sonra (hatta, aslında, filme başlamadan önce) tanıtımlara başlamalı. Film için güzel bir web sitesi hazırlatmalı. Filmini verebileceği dağıtımcılarla, tv kanallarıyla, DVD şirketleriyle, vb. profesyonel görüşmeler yürütebilmeli ve filmini pazarlayabilmeli. 10) Daha bir filmi bitirmeden, ikinci filmini hazırlıklarına başlamalı. Bu piyasada tek atımlık bir kurşun olmadığını göstermeli. Elinin altında en az iki senaryo daha olmalı. Daha sonraki filmlerini çekmek için yapımcılarla ön-görüşmelere başlamalı. *** Gördüğünüz üzere, film çekme işini Olimpos dağından alıp sıradan insanlara ulaştıran teknoloji, diğer konularda çok yardımcı olmuyor. Bağımsız filmcinin üzerinde yine muazzam bir yük biniyor. Ama uzun metraj film çekmek, sıradan insan için eskiden İMKANSIZ iken, şimdi sadece ÇOK ZOR. Gerisi, sizin kişiliğinize, yeteneklerinize, irade gücünüze, azminize kalmış.

03 ŞUBAT 2009 SALI GİDEN BİR KUŞAĞIN ARDINDAN Şimdilerde altmış yaş ve üstü olan insanlarımız, hayatlarının sonlarına yaklaştıkça (Allah hepsine uzun ömürler versin), kendileriyle birlikte çok değerli bir hazineyi de götürüyorlar. 236

Bu hazinenin adı, "Orijinal Türk Kültürü"dür. Bu ne demek hemen açıklayayım. 1950'lerde ve sonrasında Türkiye topraklarında doğan insanların büyük bir bölümü, kültürel olarak, acayip dış etkilerin altında kalmıştır. Büyük bir bölümü Batılılık etkisindedir, kimi (politik nedenlerden dolayı) Rus etkisinde kalmıştır, son otuz yıldır ise ülkenin her tarafını bir kanser gibi saran ve Türk'e müslümanlık öğretmeye kalkan Arap emperyalizminin etkisi söz konusudur. Bu insanların kimliklerini, kişiliklerini, hayata bakışlarını belirleyen şey, kendi milletlerinin orijinal kültürü değil de, bu yabancı kültürlerin yoğun etkisi olmuştur. Bunun sonucunda Türk müziği (TSM ve Halk Müziği) sevmeyen kuşaklar, bayramları insanları ziyaret etmek için değil de insanlardan kaçmak için bir vesile (yani "tatil") olarak gören kuşaklar, görüntüsü itibariyle New York Manhattan'dan ya da Mekke'den daha biraz önce gelmiş ve oraya geri döndüğünde hiçbir sıkıntı çekmeyecek gibi duran kuşaklar, kendi milletinin en temel kurumlarıyla (örn. ordu) kavgalı hale gelmiş kuşaklar... ortaya çıkmıştır. Yeni kuşaklar için çok olumsuz şey söylenebilir. Ama bu yazının konusu onlar değil. Bu yazının konusu, orijinal, yani bozulmamış (ya da olabildiğince az, son derece kabul edilebilir düzeyde, hafifçe değişmiş) bir kültürü taşıyan son kuşak. Ve bu kuşak, yavaş yavaş hayatın sahnesinden elini eteğini çekiyor. Artık toplumun karar mekanizmalarındaki yerlerini, kendilerinden sonra gelen acımasız, vicdansız, ruhunu az ya da çok (genelde çok) kendi milletininkinden başka bir kültüre entegre etmiş bir kuşağa yerlerini bırakıyor. El öpmeyi çok doğal karşılayan, bayram-cenaze-doğum gibi olaylarda ne yapılması gerektiğini en doğru şekilde bilen ve bunları samimi bir biçimde yerine getiren, biraz tutucu ama aslında son derece anlayışlı, biçime takılmadan Allah'a inanan (şimdiki şeriatçılardan farklı olarak), sohbet-muhabbet adabı bilen, "Siz" kelimesini zorla değil de içinden geldiği için ve gerçek bir saygının belirtisi olarak kullanabilen bir kuşak bu. Ama üzülerek gözlemliyorum ki, bu kuşak, kendisine sorunsuz bir biçimde aktarılan bu içsel ve dışsal değerleri, kendisinden sonraki kuşaklara aynı başarıyla aktarabilmiş değil. Neden? En başta, kendilerinden daha küçük olan kuşakların ruhu üzerinde etkide bulunan çok fazla yabancı etken vardı. Çocukluklarını 40'lı yıllarda yaşayanlar ile, çocukluklarını 50'li yıllar ver daha sonrasında, gittikçe artan Amerika-Avrupa etkisinde yaşayanların kültürel yapılanmaları da farklı oldu. Hele 80'lerde çocuk olanların durumları çok daha kötüydü. Sayıları ve teknolojileri gittikçe artan iletişim araçları, bu "Eski Kuşak"ın yeni kuşaklar üzerindeki etkisine talip oldu: Tamamı batı kültürünü yansıtan, sevdirmeye çalışan, yücelten dergiler, gazeteler, filmler, plaklar, kasetler, CD'ler, TV kanalları, şimdilerde internet... Eski kuşağın yeni kuşağa vermek istediklerinin demode, çağdışı, işe yaramaz, anlamsız, hatta düpedüz kötü ve ortadan kaldırılması gereken birşey gibi görünmesini sağladı. İş hayatına hakim olan kapitalist kültür de buna çok sıkı bir destek verdi. Yaşadığı askeri ve ekonomik başarısızlıklardan dolayı son birkaç yüz yıldır Batı'ya karşı bir imrenme yaşayan toplumumuza, "Eski Kültürünü at, yenisini al" denildiğinde, "Eski Kuşak" bunun ne kadar yanlış olduğunu görüp bunu dile getirmesine karşın, o kuşağın sesi, yukarıda bahsettiğim iletişim yollarının (dergiler, filmler, TV, vb.) sabahtan akşama kadar yürüttüğü beyin yıkama operasyonunun gürültüsü arasında duyulamadan kayboldu. Ve şimdi, o kuşak da yavaş yavaş hayat sahnesinden çekiliyor. Kim yeni kuşaklara oturmayı kalkmayı öğretecek, adab-ı muaşeret öğretecek, büyüklerin yanında çok fazla konuşmamak gerektiğini öğretecek, hürmeti öğretecek, hayatın en temel durumlarıyla ilgili (eş bulma, evlilik, çocuk sahibi olma, hastalık, ölüm, vb.) nasıl davranılacağını öğretecek, Türk sanat müziğinden gerçekten tad almayı öğretecek.. Kim? *** Hayatı gerçekten de en güzel haliyle yaşamayı başarabilen, mütevazı, insan sıcaklığını yüreğinde taşıyan, onurlu, edepli, haysiyet sahibi bu kuşağı sevgiyle selamlıyor, ellerinden öpüyorum.

237

Sizi tanımak ve hayatımın bir dönemini sizinle paylaşmak gerçekten benim için büyük bir şerefti. Onur duydum. Bize ise çok daha acımasız bir dünyada, çok daha kaba insanlarla birlikte, harala gürele kavga ede ede yaşamak nasipmiş. Ne yapalım. Kısmet... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 08:27 2 YORUM

30 OCAK 2009 CUMA "Peter İlkesi" İş Başında Hayatta gelmesi gereken en yüksek merci, bir taşra kasabasında belediye başkanlığı olan bir kişiyi, çok yüksek düzey bir yönetici yaparsanız, onun çapının ne olduğunu medya danışmanları, konuşma yazarları vb. marifetiyle bir süre gizleyebilirsiniz. Ama aslında ne kadar az şey yapabileceği, yeteneklerinin ne kadar kısıtlı olduğu, ne kadar çapsız olduğu, kendisine önceden bir cila hazırlayacak insanların bulun(a)madığı doğaçlama ortamlarda belli olur. Yani "kahraman"ın ne dediğine değil, kriz anında "ne yaptığına" bakılır. Evde aslan, dışarıda sünepebeceriksiz-ağzıbozuk bir kedi olduğu bu şekilde anlaşılır. *** Biz zaten biliyorduk da... Artık dünya da biliyor! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 00:20 4 YORUM

26 OCAK 2009 PAZARTESİ Duygusal Düşünceler... İnsanların düşünsel bir maske ile sakladıkları duygusal bağlantılarını, sadece düşünsel düzeyde tartışarak etkilemek, ne yazık ki pek mümkün değildir. Yani siz o kişinin düşüncelerine itiraz ettiğinizi, düşünsel düzlemde bir tartışma yürüttüğünüzü zannedersiniz, ama aslında onun düşüncelerinin ardındaki duygularla uğraşmaktasınızdır ve duyguları düşüncelerle değiştirmek neredeyse imkansızdır. Bu yüzden de başarılı olamazsınız. İnsan dediğimiz varlığın en temel özelliklerinden biridir bu: Çok aklı başında, çok makul, çok mantıklı görünmesine ve konuşmasına karşın aslında davranışlarının (bazen kendisinin bile farkında olmadığı) duygular tarafından motive edilmesi. Eğer bunu kendinizde ya da başkalarında gözlemleyemiyorsanız, hayatınız gerçeklerden çok uzak, oldukça da çatışma içeren bir tarzda seyrediyor demektir. Başkalarını "gerçekten" anladığınız da söylenemez. Oysa herkes, bir biçimde duygusal bağlantı kurduğu bir düşünsel açıklama şekline tutunur, bu hayat denilen dalgalı denizde gemiden düşmemek için. Kimi sol bir görüşe sıkı sıkıya bağlanır, kimi sağ bir görüşe, kimi dini bir görüşe, kimi de maddi zevklere. Görünüşte bizi denize düşmekten kurtaran, bize yol gösteren, hayatımıza değer katan şey bu düşünsel öğeler bütünüdür, ama aslında değildir. O sistemle kurduğumuz duygusal bağlantı ve bu bağlantıyı kurma nedenidir, o sistemi bizim için değerli kılan. Kim bilir, belki de o sistemi ailemizde görmüşüzdür, ailemizle o sistemi özdeşleştirmişizdir, ve o sistemden kopmak bize ailenizden kopmak gibi geleceğinden onunla ilgili hiçbir eleştiriye tahammül dahi edememekteyizdir. Ya da belki de hayattaki bazı adaletsizliklere (tabii ki size yapıldığını hissettiğiniz adaletsizliklere) isyan olarak bir düşünce sistemini benimsemişsinizdir. Ama bunun da altında o sistemin içsel düşünsel tutarlılığı değil, size yapılmış adaletsizliğe duyduğunuz öfke ve bunu gidermek için hissettiğiniz büyük özlem vardır. Belki de sadece o sistemi savunan insanların iyi, besleyici bir atmosfer sunmasından dolayı siz de o sistemle duygusal bir bağlantı kurmuş, onun savunucusu olmuşsunuzdur. 238

Duygusal nedenleri çeşitlendirmek mümkün. Ama şu da kesin: insanların büyük bir bölümü, düşünsel açıklama tarzlarının ardındaki bu tür duygusal nedenlerin farkında değildirler, ya da böyle bir farkındalığı kaldıracak halde değildirler. "Ben kendimi çok değersiz hissediyorum, bu yüzden kendimi değerli hissetmemi sağlayan bu sistemi / bu sistemi benimsemiş insanları kabul ettim" diyen birine pek rastlamazsınız. Ama genelde durum bu ya da buna benzer birşeydir. Hayatına yön verecek bir anlam/değerler sistemi arayan zengin genç adamın solcu olmasından, çektiği sefalete duyduğu öfkeden dolayı solcu olan fakir genç kıza, ailesinde gördüğü değerlerin yozlaştığı bir şehir ortamına tepki olarak milliyetçi olan taşralı bir gençten, hayatın kargaşası karşısında hissettiği korkuyu altetmesi için kendisine bir kurallar dizisi sunan bir dini/tarikatı benimseyen genç kıza kadar herkes... herkesin düşünsel sisteminin ardında böyle bir duygusal motivasyon vardır. Ama onlar bunu fark etmez. Onlara göre o sistem "enn doğru sistem" olduğu ve kendileri de ölçüp tarttıkları için o sistemi seçmişlerdir. *** Anladınız mı neden hiçkimseyi, aslında duygusal olarak bağlandığı düşünce sistemlerini, sadece düşünsel düzlemde tartışarak sorgulatamayacağınızı. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 11:04 4 YORUM ETİKETLER: DUYGU, DÜŞÜNCE, SİSTEM

24 OCAK 2009 CUMARTESİ Hayatın Amacı Hayatın amacına gelince: Hayatın amacı gerçek İslam'ı yaşamak değildir. Acı ama gerçek. Hayatın amacı, hayatı adam gibi, onurunla, şerefinle, başkalarının hakkını gasp etmeden kendi özgürlük ve yeteneklerini sonuna kadar kullanarak yaşamaktır. İslam'ın bazı yorumları buna olanak tanırken, çoğu yorumu (ki tarikatlar, cemaatler ile yayılan yorumlar genelde bu kategoridedir) bunu bizzat engellemektedir. İnsanların hayat tecrübelerini olabildiğince kısıtlayarak, onları bu dünyayı göz ardı edip öbür dünyaya hazırlamak gibi bir misyon benimsemiş durumdadırlar. Hayatta bu dünyaya değil de öbür dünyaya vurgu yapan, öbür dünyayı ön plana çıkartan her anlayış, bu dünyada kurda kuşa yem olmaya mahkumdur. Bakınız: BÜTÜN ARAP MİLLETLERİ! Türk Milletinin bu konuda çok ilginç bir sicili vardır. Türkler öbür dünyayı da gözeterek bu dünyayı yaşamayı çok iyi başarmış, iki dünya arasındaki dengeyi çok iyi tutturmuş insanlardır ("best of two worlds"). Bu yüzden, abartısız söylüyorum, yeryüzünde bize benzer ikinci bir millet bulamazsınız. Ama bu son dönemde ortaya çıkan Arap özentileri, bize dünya üzerinde muazzam bir avantaj sağlayan, yani hem vicdanlı hem de pratik olmamızı sağlayan bu hayat görüşünü rafa kaldırtan bir yaklaşımı bize dayatmakta, bizi Araplaştırmaya çalışmaktadır. Kendi ana dilinde Kur'an'ı okutmayan, okutmayı sevmeyen bir yaklaşımdır bu. Benim de sonuna kadar karşı olduğum bir yaklaşım. Açıkçası bizi başta Amerika olmak üzere, "bu dünya"ya hakim olmuş ülkelere de yem yapan bir yaklaşım. Bu yaklaşıma itiraz etmek, "gerçek İslam'ı reddetmek" olarak sunulduğundan, yeterince donanımlı olmayan zihinler ne yazık ki bu söylem karşısında susup kalmaktadır. Oysa tek bir "gerçek İslam" olmadığı gibi (N.F. Kısakürek'in yanıldığı yer burasıdır), İslam'ın insanlardan istediği de bu değildir. İşin acı tarafı, hayatın tam merkezine İslam'ı koyan insanların, başka dinlere mensup olup da hayatı adam gibi, insan gibi, onuruyla, özgürlükleriyle yaşayanları tamamen görmezden gelmeleridir. Yani İslam, onu getiren kitabın da söylediği gibi, bir öneriler bütünüdür. Başka dinlere mensup olup da iyi yaşamak, güzel yaşamak gayet mümkündür.

239

Ama bizim sonumuzu getirebilecek olan, bırakın müslümanlarla başka dinden olanları ayırmayı, müslümanları dahi kendi içlerinde bölen yaklaşımlardır. "Bizden olanlar" ile "olmayanlar" şeklindeki bu tehlikeli ayırım, bizi dış tehditlere karşı en savunmasız bırakacak yaklaşımdır. Bu nedenle dini konuları toplumsal hayattan çıkartıp bireysel hayat ile sınırlamak, toplumsal hayatı ise Mustafa Kemal'in öngördüğü laik tarza göre düzenlemek, bize en büyük faydayı sağlayacak yaklaşımdır. Bizi zayıflatmak isteyenlerin (bu bir paranoya değil, gerçekten böyle birileri var) dini toplumsal hayatın her alanına sokmaya çalışmasına şaşmamak gerek. Yapılması gereken, bunun aksi yönde hareket edip, dini uygulamaları bireysel yaşam alanı ile sınırlamak, böylece hayatı insan gibi yaşamanın en temel şartlarından biri olan "olabildiğince geniş (sonsuz demiyorum, dikkat) bir özgürlüğü toplumsal alanda hakim kılmaktır. Bu bizi sadece birey olarak değil, toplumsal olarak da son derece güçlendirecek, hem bilimsel hem teknolojik hem de ekonomik anlamda ayağa kalkmamızı sağlayacaktır. (Aşağıdaki yazıya yapılan bir yoruma cevabım idi. Buraya koymayı uygun gördüm) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 18:27 13 YORUM ETİKETLER: HAYATIN AMACI

23 OCAK 2009 CUMA Siyaset Yazısı Aslında mesele, ülkede muhalif ses çıkartan herkesin tutuklanması da değil. Asıl mesele, bütün bunlar olurken insanların çok büyük bir çoğunluğunun, olan biteni bir TV programı gibi seyretmesi. Eh bunu da şöyle sağlıyorlar: Bir, önce herkesi geçim derdine düşürüyorlar. (Maslow'un "ihtiyaçlar piramidi" burada da geçerli: bir insan doğalgaz faturasının şokunu ya da işten çıkartılma tehlikesinin tedirginliğini yaşarken, oturup siyasi özgürlükleri elinden alındığı için ahlanıp vahlanmaz). İki, zaten 1980'den beri törpülenen siyasi hareket refleksi, bu yeni kuşaklarda hepten yok olmuş durumda. (Burada da Seligman'ın anlattığı "öğrenilmiş çaresizlik" mekanizması devrede. "Biz ne yaparsak yapalım, boş" diye düşünen bir insandan tepki vermesini bekleyemezsiniz). Bütün bunların üstüne, toplumsal bilinci şekillendirmenin en güçlü aygıtı olan medyayı da ellerine geçirmiş oldukları ya da susturdukları için (bugün ART'yi bile basmışlar. ART'yi kim seyrediyor yahu?), artık önlerinde hiçbir engel kalmadı. Tabii bu arada toplumsal bilinci şekillendirmekte en etkili mekanizmalardan bir diğeri olan cemaatler, zaten sessiz ve derinden işleyişine devam ediyor. Siz akşam evinizde rahat rahat Aşk-ı Memnu'yu seyrederken bu insanlar çeşitli mekanlarda (yurtlar, evler, hücreler, dernekler, vakıflar, partiler, vb.) toplanıyor, inançlarını tazeliyor, aralarına yeni üyeler katıyor, inaçlarını yaymak için planlar yapıyor ve bunları da uyguluyorlar. Buradaki toplumsal mühendisliğe hayran olmamak elde değil. İnsanların on yılları kapsayan bir süreç içerisinde usul usul, adım adım, yavaş yavaş belirli bir noktaya çekilmesi, ve kimsenin de bunun farkına varmaması, buna izin verilmemesi, hayranlık uyandıran bir mühendisliğe işaret ediyor. *** Benim "aydınlara" neden kızdığımı anlıyorsunuz değil mi? İnsanları uyarmaları gereken konu bu iken, gidip hiçbir pratik değeri olmayan bir konuda özür dilenmesi, diğer yandan, devam eden bu muazzam beyin yıkama operasyonunu görmezden gelip / görülmesine engel olup / bizzat bu operasyona katılıp faydadan çok zarar vermeleri, bunu da "düşünce özgürlüğü" adı altında yapmaları ve kasım kasım ortalıkta dolaşmaları, fantastik distopya filmlerinden bir sekans sanki. (Bir not: Baskın Oran, kendisine mail yolu ile hakaret edenleri mahkemeye veriyormuş. Kendi yaptığı şeyin, yani milleti adına Ermeniler'den özür dilemenin, o millet için bir hakaret olabileceğini hiç düşünüyor mu acaba? Dedesi, hatta babası Ermeniler tarafından öldürülmüş insanlar hala hayattayken böyle bir harekette bulunmak, küfür değil de nedir? Ama hayır! Baskın Hoca konuşurken "düşünce özgürlüğü", diğerleri konuşurken "hakaret"! Siz misiniz onu meclise sokmayan. Hoca intikam alıyor işte! Hem de kendi halkından! Söyleyecek söz bulamıyor ve susuyorum.) 240

*** Bana, bir daha, sakın, "siyasi yazı yazmayın", demeyin! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 00:03 7 YORUM

14 OCAK 2009 ÇARŞAMBA Sen Bir GAZETECİ'sin! Memleketimde yine filmlerden, dizilerden, romanlardan daha ilginç günler yaşanıyor. Ama bu ilginçlik sadece sağda solda yapılan kazılarda bulunan silahlardan değil, bunlar sonucunda siyasetçilerin ve "aydınların" bunlarla ilgili yorumlarından da kaynaklanıyor. Dalga dalga yürüyen bir soruşturmadan ve onun ne anlama geldiğinden bahsedecek değilim. Ama bir iki noktaya dikkatinizi çekmek isterim: 1) Ortalık toz dumana bulanmışsa, bu belirsizlikten fayda gören birileri mutlaka vardır. Kaç gündür işsizlikten bahsedilmiyor, ekonomimizin yatık halinden bahsedilmiyor, ya da ülkemizin İsrail üzerindeki etkisizliğinden bahsedilmiyor farkında mısınız? Hepi topu birkaç yüz kişiyi fiziksel olarak ilgilendiren bir durum, on milyonların zihnini bulandırıyor. İşte ben buna başarılı bir göz boyama operasyonu derim. Medyanın buna bu kadar kolay alet olması ise, göz yaşartıcı (üzüntüden tabii) bir durum. 2) Soruşturmayla ilgili olarak konuşan insanların yarıdan fazlası (kaba bir tahminle yüzde sekseni) hukukçu olmayan insanlar. Çoğu da gazeteci. Bu ülkede, "gerçekleri en doğru bir biçimde yorumlayan kişiler listesi"nin en başına gazeteciler ne zaman geçti? Ben mi uyudum bir ara? Neden her konuda gazeteciler en çok ve en yüksek sesle görüş bildiriyor? Hele de uzmanı olmadıkları bir alanda (burada, hukuk) bu kadar rahat konuşma hakkını kendilerinde nasıl buluyorlar? Hukuk da, sağlık gibi, ekonomi gibi, din gibi, uzmanlık gerektiren bir alandır. Gazeteci dediğiniz insanlar, eğer özellikle doktora vb. yapmamışlarsa, dört yıllık lisans eğitiminden sonra, kendi kendini (genelde de sadece siyaset tarihi konusunda) geliştirerek bir yerlere gelmiş kişilerdir. Ama akademik disiplinden uzaktırlar. Yani bir sonuca varmak için gerekli olan bilimsel süreçleri kullanmazlar. Sadece kendi izlenimlerini aktarırlar. Ama bir bakıyorsunuz, ülkenin en önemli konularında, TV'nin en "prime" zamanında, hiçbir uzmanlığı olmayan bir gazeteci, sadece yirmi yıl gazetecilik yapmış diye, fikir beyan ediyor, asıyor, kesiyor. Gazetecilikten gelen fırlamalığını kullanarak karşısındaki edepli akademisyenlere baskın çıkıyor. Eh, bizim halkımız genelde ne söylendiğinden çok nasıl söylendiğine (yani, kimin daha çok bağırıp haklı göründüğüne) baktığı için, o insanlardan daha fazla etkileniyor. Siz, örneğin karnınızda ya da kafanızda sıradışı bir ağrı olsa, gazetede sağlık köşesini hazırlayan birine mi gidersiniz? Yoksa uzman bir doktora mı? Burada da durum aynıdır. Hukukla ilgili meseleler, hukuk uzmanlarının (yani bu alanda asgari yüksek lisans, hatta doktora yapmış kişilerin) alanına girer. Bunun aksi yönde hareket etmek, gazetecileri büyük vebal altına sokar. Ama onlar, kendilerine maaş veren patronun görüşlerine paralel bir biçimde görüş bildirmekten hiç çekinmiyorlar. Neden çekinsinler ki? Hesap soran mı var? Bir dahiliye uzmanı, bir beyin tomografisine bakıp yorumlamaya kalksa, adamı doğduğuna pişman ederler. Aynı şey aslında gazeteciler için de geçerli olmalıdır. Asıl görevi olayları olabildiğince tarafsız aktarmak olan gazeteciler, bu olayları yorumlamakta bu kadar hevesli olmamalıdırlar. Eğer heveslilerse gidip o işi usulüne uygun bir biçimde (okulunda) öğrenmeli, ondan sonra konuşmalıdırlar. Ama gazetecilerin bu konulardaki ahkam kesme hevesleri, bize daha gerçeği bile olduğu gibi aktardıklarından şüphe duymamıza neden oluyor. *** Aklınıza mukayyet olmaya çalışın. Bu toz duman bir gün bitecek. İşte o zaman, hırsızların fırsat bu fırsat diyerek bizi ne kadar soyduklarını ve başkalarını ne kadar zengin ettiğini göreceğiz. 241

GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 20:37 4 YORUM ETİKETLER: DUMAN, HIRSIZ, TOZ

30 ARALIK 2008 SALI Sinemada Alternatif Dağıtım Yöntemleri Bir konuda yaratıcı olabilmek için, o konuda eni konu bilgili olmak gerekiyor. Hatta gerçek yaratıcılık için, o alandaki bilgileri amiyane tabirle yalayıp yutmuş olmalısınız (bkz. Mihaly Csikszentmihalyi'nin Creativity adlı kitabı). Zira o alanı çok ama çok iyi bilmeden, yaptığınız şeylerin yeni ve işe yarar olduğunu bilemezsiniz. *** Bağımsız sinemacılık yolu ile para kazanılması, benim üzerinde durduğum bir alan. Duygu ve düşüncelerini sinema formatında ifade etmek isteyen, bunu da büyük yapım şirketlerinin kaprislerine maruz kalmadan yapmak isteyen insanların neler yapabileceği ile ilgili mümkün mertebe araştırma yaparım. Bu konuda yurt dışında yapılan çeşitli girişimler var. Bunların başında, bağımsız filmlerin iTunes gibi online satış siteleri üzerinden satışı ya da kiralanması geliyor. Örneğin iTunes her gün 50 000 (elli bin) filmi internet üzerinden satıyor ya da kiralıyor ve bu alandaki pazar lideri. iTunes dışında bu işi yapan başka siteler de var, örneğin Amazon.com'a ait Createspace.com. Bunlar dışında, filmlerini kendi sitelerinde DVD olarak satmaya çalışan çok sayıda bağımsız sinemacı bulunuyor. Bu gibi yerlerle ilgili en önemli mesele, sizin ürününüz için nasıl bir ödeme yapılabileceği. Online işlemlerde kredi kartı kullanımı dışarıda son derece gelişmiş olsa da, bizde hala güvenilen ve sık kullanılan bir yöntem değil. Aslında durum yabancılar için de biraz böyle olmalı ki, PayPal gibi sistemler geliştirmişler. Bu sistemlerde doğrudan kredi kartınızdan değil, PayPal hesabınızdan para yatırıyorsunuz. Böylece kredi kartı bilgileriniz tamamen gizli kalıyor. Sözü şuraya getireceğim: Eğer bir biçimde bizim bağımsız sinemacıların çektiklerini iTunes gibi bir siteye yüklersek, bu filmleri izlemek isteyen kişiler kredi kartlarından (ya da artık Türkiye'de de faaliyet göstermeye başlayan PayPal'dan) ödeyecekleri küçük bir ücret karşılığında, filmleri buradan indirebilir ve seyredebilirler. Böylece bağımsız sinemacılar ürünlerini yapımcıların, dağıtımcıların, ve sinema salonu sahiplerinin kaprisleri olmadan seyircilere ulaştırabilir ve bunun karşılığını da fazlasıyla alabilirler. *** Peki ilk paragraf ile yazının geri kalanı arasındaki bağlantı nedir, diyeceksiniz. Şudur: Eğer siz çekeceğiniz filmin tek bir dağıtım şekli olduğunu zannediyorsanız (yapımcılar + dağıtımcılar + sinema salonları), ve o dağıtım şekline takılıp kaldıysanız, ve filminiz de piyasa filmi (yani Recep İvedik 3) değilse, o film sonsuza dek gelecek zaman kipinde kalacak demektir. Ama eğer alternatif dağıtım yollarından haberdarsanız, hem bağımsızlığınızı koruyabilir, hem de bundan geçiminizi sağlayabilirsiniz. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 13:21 1 YORUM

25 ARALIK 2008 PERŞEMBE "Aydın" Üzerine Notlar Sömürge Aydını tanımı sanırım bu insanları anlatmaya kâfi: Bir ülkeyi istila eden (bizim durumumuzda fiziki değil ama kültürel bir istila söz konusu) diğer bir ülkenin kültürüne özenen, istila edilmiş ülkenin aydınları. Bu aydınlarda, kendi (istila edilen) ülkelerinin kültürlerine (ve insanına) yönelik büyük bir küçümseme ve aşağılama duygusu hâkimdir. Kendi milletinden asla tam olarak kopamayan (ama bunu çok isteyen), diğer (istilacı) kültüre de yüzde yüz entegre olamayan bu aydın, iki arada bir derede kalmanın acısını, zaman zaman (ki bu pek sık olur aslında) kendi ülkesine, kendi kültürüne, kendi insanlarına çemkirerek çıkartmaya çalışır. Onu üzecek ne varsa yapar. Onun değerlerine saldırır. Onu tarihiyle alay eder. Onun el üstünde tuttuğu kişilerin açıklarını bulmak için çabalar. Amaç (ki bu, bilinçaltında yatan bir amaçtır, bilinçli olarak bunu asla itiraf edemezler, hatta belki bunun farkında bile değildirler), aslında ait oldukları milleti küçümseyerek onunla tamamen bağlarını koparmak ve diğer kültüre entegre olmaktır. Bunu yaparken de "Biz aslında kendi milletimizin iyiliğini istiyoruz. Onun 242

yücelmesini istiyoruz. Onun da yüksek (X) kültürünün standartlarına ulaşmasını istiyoruz" derler. Ama altta yatan amaç, bunun aksine, kendi kültürlerine doğrudan ya da dolaylı olarak zarar vermektir. Halk ise bilinçdışı bir sağduyu ile bu zibidilerin kendilerine bir faydasını olmadığını, hatta tamamen kötü niyetli olduklarını anlar ve onlara sırtını döner. Hatta zaman zaman inat yapar ve sömürgeleşmiş aydınların arada sırada söyledikleri doğru şeylerin bile zıddını yaparlar. Bu gibi durumlarda sanki halk haksız, sömürge aydını haklıymış gibi görünür, ama büyük resme baktığınız zaman, halkın haklı olarak (bile bile) hata yapmayı tercih ettiğini, bu adamlardan gelecek doğruları dahi duymak istemediğini ve bu tavrını da bu şekilde belli ettiğini görürsünüz. Halkın kendi kültürünü savunan bir başka "aydın" grubu ise, bu sömürge aydınlarının savunduklarına karşı çıkmak için, halktan çok halkçı davranır. Bu da onları kaçınılmaz olarak "muhafazakarlığın" uç noktalarına kadar sürükler. Hele bizimki gibi dönüşüm yaşamaya, kabuk değiştirmeye çalışan toplumlarda, (ne kadar kötü, anlamsız, zararlı olursa olsun) eskinin savunuculuğuna kalkışırlar. Onlara göre halka ve onun geçmişine ait olan ne var ise, iyidir, doğrudur; başka şeyler ise kötüdür ve yanlıştır. Bu insanlar da muazzam "halk yalakalığı" içinde debelenirler. Ama içinden çıktıkları halkı geliştirmek, onları daha iyi hallere sokmak, hatta gerekirse (evet) "eğitmek" gibi bir görevleri olduğunu fark etmezler. Bu yüzden "aydın" değil, "ayna" gibidirler. Toplumun tüm özelliklerini yansıtmaktan başka hiçbir birşey yapamayan, çapsız, eğitimsiz insanlardırlar. Oysa "aydın", adı üstünde, "etrafındaki karanlıktan daha parlak olan"dır. Bunlar ise, sadece etraflarındaki karanlığı yansıtan, çoğu da son derece kirli aynalardır. Bu iki şer arasında halk, içgüdüsel olarak ikinci grubu tercih eder. Zira o daha tanıdıktır, daha kendisindendir, daha "bizdendir". Ama onun hiçbir derde çare olmadığının pek farkında değildir. Onda sadece, kendisini teselli eden bir figür bulur. Kendisini geliştiren, bu çılgınca bir hızla değişen dünyada yol gösteren, hatta bu dünya ile hakkıyla rekabet etmesini sağlayan bir rehber bulmaz. Yine de, kendisini aşağılayan sömürge aydınları yerine, kendisini bu karanlık ormanın karmaşık yollarında iyice kaybeden, düpedüz yanlış yol gösteren, ama onu kusurlarıyla birlikte kabul ettiği için daha sevimli duran bu muhafazakar aydınları tercih eder. El ele modern çağın karanlık ormanındaki dolambaçlı yollarda eski günleri yad eden şarkılar söyleyerek kaybolurlar. *** Tabii bir de durumu olduğu gibi görebilen, halkını hem seven, ama onu doğruya sevk edecek bilgi ve vicdana sahip, gerçek aydınlar da vardır. Ama bunlar hem sayıca az oldukları, hem de yukarıda bahsedilen aydın müsveddeleri kadar medya erişimine sahip olamadıkları için, seslerini onlar kadar duyuramazlar. Duyurduklarında ise her iki cepheden de saldırıya uğrarlar. Günümüzde en çok sesi çıkanın haklı sayıldığını bilmelerine karşın, efendiliklerinden taviz vermezler. Ve aydınlık görevlerini yapmaya devam ederler, birgün kendilerinin haklı olduğunun fark edilmesini umarak. Ve o günün çok geç olmaması için dua ederek. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 01:54 1 YORUM ETİKETLER: KUŞUM AYDIN

15 ARALIK 2008 PAZARTESİ ŞAŞKIN Bu sitenin okurları, benim listeleri sevdiğimi bilirler. Bir konuyu karma karışık anlatıp karşınızdakinin kafasını bulandırmak istemiyorsanız, onu bir liste şeklinde madde madde açıklayarak anlaşılmasını sağlayabilirsiniz. Liste yönteminin anlamlı-anlamsız kullanımlarına hepiniz rastgelmişsinizdir: "En seksi 100 kadın" "Ölmeden önce yapmanız gereken 99 şey" "100 Temel Eser" "Bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey" gibi. Ama bazen öyle listeler karşınıza çıkıyor ki, gözlerinize inanamıyorsunuz. Ağzını açık kalıyorsunuz. Hani bazen derim ya, bunu senaryo olarak yazıp önüme koysanız, "Saçmalama!" deyip geri çeviririm. İşte böyle bir liste ile karşı karşıyayım. Güleyim mi, ağlayayım mı gerçekten bilememiş bir halde listeye bakıyorum. Bir yandan da "İşte hayatın, filmlerden daha uçuk kaçık olduğu anlardan biri" diye geçiriyorum içimden.

243

Lafı uzatmayayım: Konu, sevgili "Aydın zararlılarımızın" hazırladığı "Özür Diliyoruz" sitesi. Sözde Ermeni katliamından dolayı vicdanları öyle bir sızlamış ki, kendilerini Ermenilerden özür dilemek zorunda hissetmişler. Bunun için de bir liste hazırlamışlar, kendi adlarını alt alta koydukları. Listede kimler yok ki: Adalet Ağaoğlu, Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu, Asaf Savaş Akat, Barış Pirhasan, Baskın Oran, Cem Mansur, Cengiz Çandar, Cezmi Ersöz!, Deniz Türkali, Derya Alabora, Ece Temelkuran, Enis Batur!!!, Ertuğrul Kürkçü, Faruk Bildirici, Hadi Uluengin, Hasan Cemal!, Hüseyin Hatemi, İpek Çalışlar, Işıl Kasapoğlu, Kemal Gökhan Gürses!, Lale Mansur, Mahir Günşiray, Mine Kırkkanat, Murat Belge (a.k.a "Kamber"), Murathan Mungan?, Nedim Gürsel, Neşe Düzel, Nilüfer Göle, Ömer Madra, (AMAN ALLAHIM, LİSTEDE ORHAN PAMUK YOK!!!), Perihan Mağden, Pınar Selek, Piyale Madra, Şahin Alpay, Şanar Yurdatapan, Semih Kaplanoğlu, Tanıl Bora, Tarhan Erdem, Tuna Kiremitçi, Yasemin Çongar, Yavuz Bingöl!!!, ... ve diğerleri... Tam liste için http://www.ozurdiliyoruz.com/ 'a bakmanız kafi... *** Ama şimdi bu listeye bir isim bulmak lazım. Benim bazı önerilerim var: "Şaşkınlar" "Şaşkın ördek misali suya kıçın kıçın girenler!" "Aydın zararlıları" "Kafa-dar'lar" "Dinden eden yarım imamlar" "Bilmeden fikir sahibi olanlar" "Beyni en çabuk yıkananlar" "Aramızdaki Saylonlar" Aklıma geldikçe eklerim buraya bazı isimler. *** Ama işin trajik olan tarafı şu: Bu insanlar eni konu bu ülkenin entelijansiyasının önemli bir bölümünü teşkil ediyorlar. Ve yüzbinlerce insan, bu şahısların eserleri sayesinde dünya görüşlerini belirledi, oy kullandı, eylem koydu, vb. Ve şimdi görüyor ve anlıyoruz ki, 1) Bu adam ve kadıncağızlar, meğer gerçek tarih bilgisinden tamamen yoksunmuşlar. Yani bir başka ulustan boş yere özür dileyecek kadar tarihi gerçeklerden bihabermişler, ve 2) Sözde Ermeni soykırımı hakkında yapılan ve onlarca yıldır devam eden beyin yıkama operasyonu, meğersem gerçekten işe yarıyormuş. Bize etki etmeyen, hatta gülüp geçtiğimiz iddialar, bu zayıf dimağlarda onulmaz yaralara ve pişmanlıklara yol açmış. *** Yani demek ki biraz daha zorlasalar, bu adamlar Amerikalılar tarafından katledilen Kızılderililerden de, Hernan Cortes'in öldürdüğü Azteklerden de, ya da Çin'in düpedüz soykırım uyguladığı Tibetlilerden de özür dileyecekler. Diyorum ya, bizim aydınlarda sebebini tam çözemediğim bir aşağılık kompleksi var. Öyle ki, hemen hiçbir sorumluluğumuz olmayan bir olayın bile sorumluluğunu üstleniyorlar. Hem de o olayla bağlantılı başka gerçekleri tamamen görmezden gelmek ve kendi milletine düpedüz ihanet etmek pahasına. *** 244

Bu zevzekler topluluğuna en anlamlı cevabı, bu saçmalıktan en fazla canı yananlar, yani meslektaşlarını Ermeni terörüne kurban veren büyükelçiler ve diplomatlar vermiş. Ama şimdi onlar da "resmi söylem"in savunucusu olarak eleştirilirler. Oysa Alev Alatlı'nın da iki sene önce bir TV programında söylediği gibi, "sözde Ermeni soykırımı konusunda GERÇEKLER ile Türkiye Cumhuriyeti'nin RESMİ SÖYLEMİ bire bir örtüşmektedir." (mealen) *** Cehaletle savaşmaktan çok daha zor iştir, yarı aydınlarla uğraşmak. Zira kafa bulandırırlar, bilgili insanlar gibi görünürler, ve alimlerle aynı lisanı konuşurlar. Oysa söyledikleri ya boş, ya da yanlış ya da düpedüz aldatmacadır. En zor mücadele de, onlara ve onların takipçilerine karşı verilir. Zoru severiz... :) *** Güncelleme: http://www.ozurbekliyorum.com Sanırım doğadaki "etki-tepki" mekanizması devrede. Bahse girerim Ermenistan'da yaşayanların bu olan bitenlerden haberi yoktur. Yine de kendine aydın diyen şabalakların şapşallıklarını bir web sitesiyle tescil edip dünyaya duyurmalarından duygulanmadım değil. İkinci güncelleme: Bu "aydın zararlıları" bu kez baltayı taşa vurdular. Milletin tepkisinden çok, bu konuda üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi duran hakiki akademisyenlerin tepkisi, onların cehaletini ortaya çıkartıyor. Yine de gözlerim Orhan Pamuk'u aramıyor değil. Gelsin, bu hareketin bayraktarlığını yapsın. Ve de boyunun ölçüsünü alsın. Kafadan sallama rakamlarla Nobel'i kaptıktan sonra ortadan kaybolması çok manidar. Demek ki söylediklerinin o kadar da arkasında değilmiş. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 22:04 8 YORUM ETİKETLER: AZTEK, KANBER, KIZILDERİLİ, TİBET

01 ARALIK 2008 PAZARTESİ PETER İLKESİ Bu tabiri ("Peter İlkesi") duymuş olma ihtimaliniz var, ama az. Tabirle ilgili kitap Türkçe'de yayınlandı, ama onu okumuş olma ihtimaliniz daha az. Sizi zahmete sokmadan kısaca ben açıklayayım. İlkenin tek cümlelik tanımı şu: "Hiyerarşik bir yapıda, her çalışan, kendi yeteneksizlik düzeyine kadar yükselme eğilimindedir." Bu cümleyi biraz açmamız gerek: Diyelim ki, Ayşe bir öğretmendir. Hem de iyisinden. Son derece yeteneklidir. Bu yeteneğini fark eden yöneticiler onu müdür yardımcısı yaparlar. Birkaç sene orada çalışır. Orada da ne kadar becerikli olduğunu gösterir. Sonra Ayşe'yi müdür yaparlar. Ama müdürlük Ayşe'ye ağır gelir. Aslında Ayşe'nin yeteneklerinin en yüksek olduğu düzey, müdür yardımcılığıdır. Lakin Ayşe bir kere müdür yapılmıştır. Orada işleri karman çorman eder. Fakat ona bir tenzil-i rütbe uygulanamayacağı için Ayşe'nin müdürlükten emekli olması beklenir. Müdürlük, Ayşe'nin "yeteneksizlik düzeyi"dir. 245

Ahmet de bir öğretmendir. Yeteneklidir. Hırslıdır. O da Ayşe gibi önce müdür yardımcısı, sonra müdür olur. Ama müdürlük onu kesmez. Okulunun başarıları, Milli Eğitim'dekilerin gözünden kaçmaz. Ona önce bir daire başkanlığı, sonra da Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı verilir. Fakat Ahmet orada tıkanır kalır. Zira en başarılı olduğu düzey, daire başkanlığıdır. Milli Eğitim Müdür yardımcılığı ona fazla gelmiştir. Fakat artık daire başkanlığına geri dönemeyeceği için, kariyerinin geri kalan bölümünü, aslında yeteneklerini aşan bir görev yerini işgal ederek geçirecektir. Milli Eğitim müdür yardımcılığı, Ahmet'in "yeteneksizlik düzeyi"dir. *** Sanırım ne demek istediğimi biraz anlatabildim: Hiyerarşik yapılarda birçok insan, yeteneklerinin yetmediği pozisyonlara kadar bir yıldız gibi yükselirler, ama sonra başarısız oldukları bir noktada takılıp kalırlar. Bu hem o kişi, hem de onun yer aldığı kurum için zararlıdır. İşte bu nedenle birçok devlet kurumunda, siyasi partide, üniversitelerde, hatta özel şirketlerde, yüksek konumlarda olmasına karşın pek de başarılı olmadığını düşündüğünüz insanlara rastlarsınız. Bu insanlar kötü niyetli değildirler, ama bir şekilde, çok da verimli ve zekice olmayan bir şekilde çalıştıklarını gözlemlersiniz. Sonuçta sistemi tıkarlar, en azından yavaşlatırlar. *** "Şimdi bu adam bu bilgiyi nereye bağlayacak?" diye merak ediyorsunuz. Hayır, senaryo yazımına bağlamayacağım. Siyasete bağlayacağım. Ama korkmayın - bu soft bir siyaset yazısı, o yüzden sinirleriniz zıplamayacak: Bizdeki siyasi sistem, Peter İlkesinin çarpık bir versiyonu gibi görünüyor. Yani insanlar, kendi "yeteneksizlik düzeyleri"ne, uzun yıllar daha alt pozisyonlarda başarılı bir şekilde çalıştıktan sonra, yüksele yüksele gelmiyorlar. Aksine tepeden, ve çok büyük bir oranda da "yetenek" ile ilgili olmayan kriterler gözetilerek bu düzeylere "atanıyorlar". Bu nedenle, örneğin büyükşehirlerin, önemli devlet kurumlarının başında, hatta bakanlıklarda, aslında o makamlara layık olmayan insanları görüyoruz. En fazla küçük bir ilçenin başkanı ya da bir devlet dairesinin müdürü olarak başarılı olabilecek bir insanı büyükşehrin ya da bakanlığın başına (yani o kişinin "yeteneksizlik düzeyine") getirince, o kişi de mutsuz oluyor, onun yönettiği kurum da. Ama bundan en büyük zararı halkın gördüğünü söylememe gerek yok sanırım. *** Neden bu yazıyı yazdım. Bu ilkeyi bilmeniz gerektiğini düşündüm de ondan. Başımıza gelen çeşitli olayları ya da içinde bulunduğumuz bazı durumları açıklamakta işe yarayabilir. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 00:55 3 YORUM ETİKETLER: PETER İLKESİ, YETENEKSİZLİK DÜZEYİ

27 KASIM 2008 PERŞEMBE Nerede Bu Bağımsız Sinemacılar?! Çıkın Ortaya!!! Dijital sinema alanında ufak ufak devrimler oluyor, bilmem farkında mısınız. Bunların en başında, 1080 satır kayıt yapan kameraların yerine 4K (4 bin satır) kameraların (bkz. Red) gelmesi, fotoğraf makinalarının (Canon 5D Mark II ve Nikon D90) HD çekmeye başlaması, post-prodüksiyonda kullanılan programların artık hayal edebileceğiniz herşeyi, hem de çok makul fiyatlarla gerçekleştirebilir hale gelmesi, 3 boyutlu kameraların gerçekten çok gelişmesi (özellikle de Cameron - Pace kamerası), dijital projeksiyonun (yani sinemalarda kullanılan projeksiyon makinalarının dijitalleşmesinin) yaygınlaşması (en azından dışarıda), görüntülü medyanın artık her yerde (telefon, ipod, internet) olması, son beş yıl içinde gerçekleşen ve geleceği radikal bir biçimde değiştiren değişiklikler oldu. Bunların, senaryo yazımı ile ne ilgisi var diyebilirsiniz. Çok ilgisi var. Karşıma sürekli olarak, yazdıkları senaryoları yapımcı şirketlere göndermiş ama onlardan aylar boyunca bir cevap alamamış ya da tekrar 246

tekrar olumsuz cevap almış genç yazarlar çıkıyor. Ben de onlara sürekli şu tavsiyeyi veriyorum: "Kendi filminizi kendiniz çekin". Bu tabi onlar için fantastik bir cevap gibi geliyor. "Olur mu öyle şey. Ben kendi filmimi nasıl çekeyim. Film çekmek o kadar kolay ve ucuz mu?" diye düşünüyorlar, ve işe yaramayan eski yöntemlerini uygulamaya devam ediyorlar. (Ben bir de bunu anlamıyorum: yöntem işe yaramıyorsa, yöntemi değiştirirsin değil mi? Yok, bizimkilerde "sabreden derviş" örneği çok yer etmiş olmalı ki, aynı yöntem, ne kadar başarısız olursa olsun, tekrar ediliyor. Sonra da ver yansın!) Kendi filminizi kendiniz çekebilirsiniz. Buna kesinlikle inanıyorum. Hatta biliyorum. Artık kamera maliyetleri, kurgu maliyetleri, çok düşmüş durumda. Film stoğu maliyeti ve banyo maliyeti ise ortadan kalkmış halde. Bunun ne büyük bir rahatlık olduğunu, ancak 35 mm film çekenler bilebilir. Yani şu anda 2000 dolara, JJ Abrams'ın Cloverfield'ı çekerken kullandığı kamerayı (HVX 200) iki haftalığına kiralayabilirsiniz. Bin dolara da ses sistemini kiralayabilir ya da ille de mikrofon isterim diyorsanız, satın alabilirsiniz. Işıklar ise nispeten kolay. Geriye sadece oyuncuları ayarlamak, mekanlar için insanları ikna etmek, ulaşım, vb. kalıyor. Tabi filmi çektikten sonra işin bir de post bölümü var. Ama film bir kere çekilsin, post'unu havada karada yaparsınız, bulursunuz bir yolunu. Genç bir sinemacının/yazarın önüne, yapımcı şirketlere başvurma ve binde dokuzyüzdoksandokuz olasılıkla reddedilme alternatifi ile, yukarıda anlattığım, bilgilenmeye ve cesarete dayalı kendi filmini çekme alternatifini koyduğunuz zaman, birinci alternatif hemen istisnasız bir biçimde tercih ediliyor. Nedeni çok basit aslında: Öğrenilmiş Çaresizlik. (Bu konuyu bana uzun uzadıya anlattırmayın. "Öğrenilmiş İyimserlik" adlı bir kitap var, alın okuyun). Bunlarla tek tek uğraşmak zor oluyor. Ben de uğraşmıyorum zaten. İçinde tutku kıvılcımı olmayan bir insan için ne yaparsanız yapın, kâr etmiyor. Ama içindeki birşeyler yapma tutkusunu, yapımcı şirketlerin sekreterlerinden gelen ret cevaplarına endekslemeyenler için, dış dünya fırsatlar sunmaya ve bu fırsatları gün geçtikçe daha da artırmaya devam ediyor. RED kamerasının bu fırsatlardan biri olduğunu daha önce söylemiştim. Bu ne menem birşeydir diyenler için, şu videoyu izlemeniz kafi olacaktır (İngilizce). Bu kameranın çeşitli aksesuarlarının takılmasını anlatan bir başka videoyu da şuradan izleyebilirsiniz: Kameralar ve DP'lik (Görüntü yönetmenliği) vb. hakkında daha fazla videoyu da şu adresten bulabilirsiniz: http://www.wonderhowto.com/movies-film-theater/cinematography-video/ GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 23:03 7 YORUM

18 KASIM 2008 SALI Kendinizi İyi Hissedin Diye Azıcık okumuş tiplerde gördüğüm ilginç bir aşağılık kompleksi var: Türkiye Cumhuriyeti'ni dünyadaki en kötü devlet, Türk Milletini de dünyadaki en tembel, en beceriksiz, en çıkarcı, en ... (buraya olumsuz bir sıfat koyun işte).. olarak görme eğilimi. Bunun nedeni, bu insanların "azıcık" okumuş olmaları. Aşağılık kompleksinden mi kıvranıyor yoksa fena halde dış mihraklara mı satılmış olduğunu anlamadığım medyamız sayesinde her gün gazetelerde ve TV'de (ve de artık internette) kendi ülkemiz ve milletimiz hakkında bir sürü olumsuz mesaj alıyoruz. (Birgün birileri bu konuda son elli yılı araştıran bir doktora tezi yazsa da ben de buradan haber versem, ne güzel olur). Oysa "azıcık"tan biraz daha fazla okuyan insanlar, kendimizde gördüğümüz bütün olumsuz özelliklerin yabancı ülkelerde ve yabancı devletlerde de olduğunu, hatta onların bizi fersah fersah geçtiğini bilirler. Bu "Batılı" ve "gelişmiş" ülkelerde öyle kötü özellikler vardır ki, değil bunların bu ülkede olması, hayal edilmesi bile tüylerimizi diken diken eder. Keyfinizi kaçırmamak için bunlara örnek vermiyorum. Bizde çeşitli web sitelerinin zaman zaman yasaklandığını biliyorsunuz. Benim genel olarak site yasaklamaya karşı olmadığımın da farkındasınız. Eğer bir yayın, kağıt üzerinde, radyoda, TV'de suç teşkil ediyorsa, internette de suç teşkil ediyor demektir. Burada dikkat edilmesi gereken şey, suçu önlemek için alınan tedbirin, başka olumlu şeylere engel olmamasıdır. Yani Youtube'daki birkaç video yüzünden bütün youtube'u kapatmak, ya da yakın zamanda blogger'ın kapatılması, özünde doğru, ama uygulamada yanlış eylemlerdir. Bu, raflardaki tek bir kitaptan dolayı bütün Milli Kütüphaneyi kapatmaya benzer.

247

Lakin bu tür uygulamalar sadece bize özgü değil. Aşağıda Almanya'da koskoca wikipedia'nın tek bir yazıdan dolayı nasıl kapatıldığını anlatan haber yer alıyor: "Alman Sol Parti Federal milletvekili Lutz Heilmann, internet ansiklopedisi Wikipedia'yı geçici olarak kapattırdı. Ama bu kapattırma yasaklama değil, gerçek bir kapattırma. Haberin yayına hazırlandığı saatlerde siteye giriş yapmak isteyenler karşılarında yine Wikipedia Almanya (www.wikipedia.de) sayfasını görüyor; ancak sayfada kapatma nedeninden başka bir şey bulunmuyordu. Hakkında özgeçmişiyle ilgili asılsız bilgilerin yer aldığını ileri süren Heilmann'ın açtığı dava üzerine Lübeck Bölgesel Mahkemesi, "www.wikipedia.de" internet sitesini ihtiyati tedbirle kapattı. Siteye giriş yapmak isteyenler "www.wikipedia.org" adresine de yönlendirilmiyor. Spiegel Online'ın haberine göre, 42 yaşındaki Sol Parti milletvekili, eski Doğu Almanya'nın iç istihbaratı STASİ'deki göreviyle ilgili bilgilerin yer alması nedeniyle Wikipedia aleyhinde mahkemeye başvurup kapatma kararı aldırdı. Wikipedia Almanya kapatma kararına itiraz edeceğini bildirirken söz konusu internet portalının kapatılması eleştirilere neden oldu. Heilmann, hakkında yazılan yanlış bilgilerin siteden çıkartılmasından sonra yaptığı basın açıklamasında, "Benim girişimim sonucu Lübeck Bölgesel Mahkeme kararıyla alınan ihtiyati tedbir kararıyla kapatılan Wikipedia'nın tüm kullanıcılarından, söz konusu siteye girememelerinden ötürü özür diliyorum" dedi. Sitenin, mahkeme kararının da kalmasından hemen sonra tekrar normal yayınına dönmesi bekleniyor." Kaynak: http://www.veteknoloji.com/wikipedia-kapatildi--9459-.html Sadece bizde RTÜK olduğunu, sadece bizde YÖK olduğunu, sadece bizde TCK 301 olduğunu, ve sadece bizde site yasaklama olduğunu zannedenlere duyurayım dedim. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 19:43 6 YORUM ETİKETLER: SİTE YASAKLAMA

12 KASIM 2008 ÇARŞAMBA BARİ ZARAR VERMEYİN! Tıpta bir kural vardır. Doktorlara ilk öğretilen şeylerden biridir bu. Aynı zamanda, uygulanacak tedaviye yön veren temel ilkedir: Önce zarar verme ("First, do no harm")! Yani doktorlardan ilk olarak istenen ve beklenen şey, tedavi ediyorum diye hastaya daha fazla zarar vermemeleridir. Bizim "aydın kılıklılar"dan beklentilerim artık bu düzeye inmiş durumda. Herhangi bir derde şifa olmalarını beklemiyorum artık. Saçmalayıp milletin kafasını karıştırmasınlar yeter. Ama nerdee! Koydun ki bulasın. Yok öyle bir aydın türü bizde. Daha doğrusu bizde "aydın" kategorisinde yarışan arkadaşlar, eğitimleri gereği saçmalamak, doğruyu söylüyorum diye yalanlara dolanmak, iyilik yapıyorum diye kötlüğünün alasına davetiye çıkarmak gibi hasletlere sahipler. Bunları yaptıkları zaman "görevlerini" yaptıklarını zannediyorlar. Mehmet Altan'ı izliyordum bu gece NTV'de. (Bu Altanları seyrederken genelde dişlerim sıkılmış, midem düğümlenmiş olur. Ama nesnel olacağım ya, önyargısız olacağım ya, arada bir dinlemek lazım.) Düpedüz saçmalıyor. Sadece iki örnek örnek vereyim: Eğer demokrasi ve özgürlükleri ön plana çıkartırsak, barış gelirmiş... Terör'ün ortaya çıkmasının nedeni de bizmişiz (Türk Devleti). Güneydoğuda yapmadıklarımız ya da yanlış yaptığımız şeylerden dolayı varmış terör. Şimdi, sıradan bir ortaokul öğrencisi bile, bu afili lafların ne kadar boş olduğunun farkına varabilir. Demokrasi ve özgürlüklerin ön plana çıkartılması, ne batıda ne de başka bir yerde barış getirmemektedir. Batılı ülkeler belki demokrasinin ve özgürlüğün tadını kendi başlarına çıkarmaktadır, ama bu demokrasi ve özgürlük onları dünyanın en çevreye zararlı, en bencil, en acımasız, en tüketici, en savaş-çığırtkanı insan toplulukları olmasını engellememekte, hatta bizzat buna neden olmaktadır. Dünyadaki en çok silah satan ya da çevreye en çok zarar veren ülkeler listesine baktığınızda, demokrasi ve özgürlüğün en çok gelişmiş olduğu ülkeler listesine de bakıyor olursunuz büyük ölçüde (bkz. Buraya ve buraya).

248

Güneydoğudaki terörün sorumluluğunun devletimize yıkılması ise, büyük ölçüde yanlış yönlendirmedir. Burada bu konunun detaylarına girmeyeceğim, ama kafasındaki aynaların çoğu çarpık olan (yani dünyayı doğru algılayamayan ve doğru düşünceler üretemeyen) biri olan Fehmi Koru bile Mehmet Altan'a, "Türkiye'nin bulunduğu coğrafyada, PKK olmasaydı mutlaka başka bir terör örgütü olurdu" diyerek kendisine "Jeopolitiğe Giriş - 101" dersi verdi. Bütün büyük enerji kaynaklarının bulunduğu bu bölgenin, dünyanın büyük güçleri tarafından asla rahat bırakılmayacağını, değil orta okul öğrencileri, ilkokul öğrencileri biliyor (Fehmi K. bile öğrenmiş, düşünün yani!). Ama Mehmet Altan bilmiyor (bu kötü), ya da biliyor da söylemiyor (bu vahim!). Ve bu adam, üniversitede profesör, öğrenci yetiştiriyor, ve çıktığı TV programlarında binlerce insanın fikriyatını etkiliyor. *** Bir başka "aydın zararlısı" da, tahmin edebileceğiniz üzere, Can Dündar. Şimdi, burada Can Dündar'ı eleştirmeden önce, onun taşıyıcısı olduğu (yani Can Dündar'ın taşıdığı) "batılı eleştirel düşünce"ye bir bakalım. Batı'nın "Aydınlanma" olarak adlandırdığı dönemde geliştirdiği bu düşünsel yaklaşım, hiçbir "kutsal"ı istisna saymadan kıyasıya eleştirmiş, yerden yere vurmuştur. Bunun sonucunda Batı'da manevi değerler, toplumsal hayatın büyük bir bölümünden çıkmıştır. Hemen herşey maddi değeriyle ölçülmeye başlanmıştır. (Benim ölümlü kazalarda ya da felaketlerde "Şu kadar ölü, şu kadar maddi hasar" lafına kızmamın nedeni de budur). Genelde maneviyat, özelde din kurumu büyük ölçüde yıpranmış, onun insan hayatındaki olumlu etkileri ortadan kalkınca oluşan boşluğu, yasalarla öngörülen kurumlar doldurmaya çalışmıştır. Ne kadar başarılı olduklarını anlamak için bu ülkelerdeki uyuşturucu kullanımına ve intihar oranlarına bakmak yeterlidir. Bu eleştirel bakış açısının en çok yıprattığı şeylerin başında, toplumların büyük kesimlerinin aziz tuttuğu figüleri gelmektedir. Bunun sonucunda, şu anda hemen hiçbir Batı toplumunda, bütün toplum tarafından el üstünde tutulan bir şahsiyet bulamazsınız. Hepsinin ipliği pazara çıkartılmış, zaafları ifşa edilmiş, yaptıkları insani hatalar gözler önüne serilmiştir. Ama bunun sonucu da, insanları bir araya getiren ortak paydaların en önemlilerinden birinin (yani toplumun her kesimi tarafından beğenilen büyük şahsiyetlerin) ortadan kaybolmasıdır. Bunu Fransızlar Napolyon'a, İngilizler de Kraliyet Ailesine yapmışlardır. Hepsini şamar oğlanına çevirmişlerdir. Oysa toplumların bu tür birleştirici figürlere ihtiyaçları vardır. Hatta bu şahsiyetlerin biraz insan üstü olmasını bizzat toplumun kendi üyeleri ister, bekler. Kendileri (halk) için çok şey yapmış bu insanların sıradan hayatlarını görmek istemez, hatta biraz çocuksu bir inkar tavrıyla, onların sıradanlıklarının bile sıradışı olduğunu düşünmeyi tercih ederler. Bu, insan zihninin, her zaman gerçeklerle yüzleşmek istememesinin, bazen gerçeği şekerle kaplama eğiliminin doğal bir sonucudur. Çok insancıldır, hatta gereklidir de. Şu zalim dünyada her dakika acımasız gerçeklerle burun buruna kalmak yerine, gündelik hayatımıza biraz sihir sokarız böylece. Bize çok büyük faydası dokunmuş insanları biraz tanrılaştırırız, ve onun tarafından kurtarılmış olmaktan dolayı da bir parça gurur çıkarırız kendimize. Bu yaklaşım, gerçeklerle yüzde yüz örtüşmese de, bizi dayanışma içindeki bir toplum yapma açısından yüzde yüz faydalıdır. Bu tarihi şahsiyet etrafında bir fikir birliği, bir konsensüs oluşturmak, bizi hayatın zorluklarıyla başa çıkma konusunda daha güçlü kılar. Dışarıdan (ve içeriden!) gelecek saldırılara karşı direncimizi, azmimizi, zekamızı artırır. Bizi daha yaratıcı yapar. Yalnız şuna dikkatinizi çekmek isterim: Burada (yani Can Dündar vakasında) söz konusu olan kişi, yani Mustafa Kemal, gerçekten, ama GERÇEKTEN de tarihte benzeri hiç görülmemiş karakterlerden biridir. Yani biz onun bizim milletimiz arasından çıkmasından gurur duymakta yüzde yüz haklıyız. Hem batıdaki hem de doğudaki ülkelerin son iki yüzyılına bir bakın bakalım, benzer koşullar içinde onun yaptıklarının yarısını yapan biri var mı. Yok. Gerçekten de yok. İnanmayan araştırsın. Ama Batılılar kendi tarihlerindeki her önemli şahsiyeti alaşağı etmekten mazoşistçe bir zevk alıyor diye bizim de böyle mi yapmamız gerek? Evet! Eğer Batı eğitimi almışsanız, yani onlar gibi "kutsalları yıkmanın bir erdem olduğuna" inanmışsanız, bunu yapmak zorundasınız. Bunun toplum üzerinde yaratacağı olumsuz etkileri de düşünmemelisiniz, tıpkı Manhattan Projesi'nde atom bombasını yapan Oppenheimer gibi. Yani Can Dündar yanlış birşey yapıyor, ama bunu yapmak zorunda. Yani aldığı eğitim, onu buna mecbur ediyor. Beynindeki Batılı eğitim programı, onu Batılı efendilerini memnun edecek şekilde hareket etmeye ve sonra da bu yüzden aldığı eleştirilere şaşmaya mecbur ediyor. Peki Can Dündar bu filmiyle toplumsal yapıya verdiği zararı bir gün anlar mı? Sanmam. Koskoca Avrupa'da Aydınlanmanın bu yaklaşımının toplumsal dokuya verdiği zararı gören bir avuç insana (başta Romantikler) karşı, Aydınlanmayı sanki yeryüzünün ennn büyük nimeti zanneden o kadar çok beyni yıkanmış geri zekalı var ki, ve hem eğitim kurumlarının hem de medyanın o kadar büyük bir bölümü bu soytarıların elinde ki, ve dahi bu Aydınlanma masalını o kadar sık pişirip pişirip her yeni kuşağın önüne 249

koyuyor ve dünyaya başarıyla ihraç ediyolar ki, bu bir avuç insanın söylediklerinin bırakın tartışılması, duyulması bile mümkün değil. (Alev Alatlı'nın son romanlarından birinin adının "Aydınlanma Değil Merhamet" olması bundan mülhem). *** Alın size günümüz Türkiye'sinden "tescilli" iki aydın. İnsanın (burada benim) onlara söyleyeceği tek şey var: Gölge etmeyin, başka ihsan istemiyorum. *** GÜNCELLEME: Yakın zaman Türk aydınları arasında pusulasını şaşırmış, bilerek/bilmeyerek halkına yanlış yol gösterenlerin başında bence Toktamış Ateş gelir. Bu kadar akıllı olan/görünen bir insanın F tipi tufaya gelmesi gerçekten de akla hayale sığmayacak bir durumdur. Aslında değildir, yani çok iyi biliyorum kitabi (kuramsal) bilgi ile hayati (pratik) bilgi örtüşmeyince ne gibi felaketler ortaya çıkabileceğini, ama hala gözlerime inanamıyorum. Geçenlerde yine anlamsız bir tez ile TV'ye çıktığını gördüm de, anılarım depreşti. Hey Allahım! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 02:32 6 YORUM ETİKETLER: AYDIN ZARARLISI, CAN DÜNDAR

05 KASIM 2008 ÇARŞAMBA SIRLAR ve YALANLAR Dramatik eserlerin çok önemli iki özelliği vardır. Yani bunlar olmazsa olmaz. Sütlaçtaki süt ile pirinç gibidirler. 1) Dramatik eser ilginç olmalıdır. Yani seyircinin ilgisini çekecek nitelikte olmalıdır. Bunun için de, günümüz seyircisinin uyaran ("stimulus") manyağı olmuş zihninde, diğer uyaranlarla yarışabilecek kadar yeni/şaşırtıcı/ilginç/komik/korkunç/vb. şeyler anlatmalı ya da göstermelidir. En nihayetinde seyirci her onbeş yirmi saniyede bir "Şimdi ne olacak?" diye kendine sormalıdır. Sormuyorsa sıkılır. Sıkılırsa da ilgisi kaybolur. Yazdığınızı beğenmez. 2) Yukarıdaki birinci maddenin anlattığı koşulu sağlamanın en garantili yolu, hikayenizdeki iki ya da daha fazla kişinin ya da grubun birbiriyle çatışmasını sağlamaktır. Bunun için de A kişisi ile B kişisi aynı şeyi isteyebilir, ama sadece bir kişi o şeyi alabilecektir. Ya da A kişisi birşeyi isterken B onu engellemek istemektedir. Bu iki yöntemi kullandığınız zaman kesinlikle bir çatışma elde edersiniz. Çatışma da ilginçtir ve birinci maddedeki ilginçlik koşulunun yerine getirilmesini sağlar. Yazdığınız senaryolara ilginçlik ve çatışma katmanın en garanti yollarından biri, önemli karakterlerden birine bir sır vermek, ve o karakterin o sırrı korumak için etrafındakilera yalan söylemesini sağlamaktır. Ama eğer bu karakter başarılı bir yalancıysa, hikayeniz hiç ilginç olmaz. İlginç olan, bu karakterin (mümkünse sevilen bir karakter olsun bu) sırrının ortaya çıkmasına sebep olabilecek durumların yavaş yavaş ortaya çıkmasını sağlamaktır. Yani bu karakterin etrafındaki kişiler bilerek ya da bilmeyerek bu kişinin sırrını ufak ufak öğrensinler. Bunu fark eden karakter de sırrını korumak için bir sürü yalan söylesin, acayip girişimlerde bulunsun, vb. Bunun belki de binlerce örneği vardır. Yakın zamanda Türk dizilerinden aklıma gelen ilk örnek "Beyaz Gelincik". Diziyi seyredenler biliyor: Bütün dizi, sırlar ve yalanlar üzerine kurulmuştu. Bu sırların yavaş yavaş ortaya çıkması, Ceren'in kendisiyle ilgili sırrı korumaya çalışırken ailesi ile ilgili sırları çözmeye çalışması, dizinin eksenini oluşturuyordu. Yabancı dizilerden güncel bir örnek olarak "Dexter"ı verebilirim. Kendisi "Katillerin katili" (yani polisin yakalayamadığı katilleri öldüren bir katil) olan Dexter Morgan, Miami'deki bir karakolda çalışıyordu! Yani adam hem suçlu, hem de güçlü idi! Elinin altında bütün polis gücünün yetki ve bilgileri vardı. Böylece adaletin elinden kaçmayı başaran suçluların cezasını kendi başına kesiyordu. Hem de bütün iş arkadaşları iki sezon boyunca kendisini ararken! Sırlar ve yalanlar ile dolu bir hikaye, bize gerçek hayatın bir simulasyonunu sağlar. Hemen hiçbir zaman karşımızdaki insanların gerçek duygu, düşünce, ve niyetlerini bilemeyeceğimiz için, hayat bize bir sır 250

dünyası, bir yalan yumağı gibi gelir sık sık. Sırların açığa çıktığı, yalanların anlaşıldığı, gerçeklerin öğrenildiği anlar genelde hepimiz için şok anlardır. Bu nedenle başka insanların sırlarını ve yalanlarını izlemek hoşumuza gider. Dramatik yazarlıkta bu yöntemin işe yaraması için şu iki koşulun yerine getirilmesi gerekiyor: 1) Sır, ilginç birşey olmalı. Yani Ayşe hanımın pilavının bu kadar güzel olmasını sağlayan sır, bizi pek ilgilendirmez - en azından çoğumuzu. Ama Ayşe hanımın kocasının geçmişte bir kadınla ilişkisinin olmuş olması ve bu kadının aniden ortadan kaybolmuş olması (Ayşe hanım kadını bir şekilde ortadan kaldırmıştır) ilgimizi çeker. 2) Bu sırrın korunması için yapılan şeyler, girilen zahmetler, kullanılan yöntemler ilginç olmalıdır. Yani sırrı taşıyan karakterimiz, hayatının dengesi bozulmasın diye, çok acayip işlere kalkışmalı, çevresindekilere anlamsız gelen ödünler vermeli, ya da proaktif davranarak ahlakın ve yasaların sınırını zorlayan girişimlerde bulunmalıdır. Ancak bu şekilde ilgimizi çeker. *** Notlar: a) Sırlar, ille de bütün diziye yayılacak şeyler olmak zorunda değildir. Birkaç bölüme, hatta sadece birkaç sahneye yayılacak kadar küçük sırlar ve yalanlar da olabilir. b) Sırlar ve yalanlar, içlerinde büyük komedi potansiyeli barındırırlar. Hatta bir komedi dizisinde koskoca bir bölüm bir yalanın sürdürülmeye çalışılması ama en sonunda ortaya çıkması ile doldurulabilir. c) Sırların yavaş yavaş öğrenilmesi, seyircinin çok hoşuna gider. Hele ana kahramanın sırrının, onun en büyük düşmanı tarafından öğrenilmesi, ve kahramanımızın aniden düşmanına karşı dezavantajlı konuma gelmesi, en sık kullanılan güzel yöntemlerden biridir. d) Sırlar, hikaye içinde bilgi hiyerarşisi denen şeyin yaratılmasını sağlarlar. Hikayenin karakterleri bu sırrın farklı yönlerini biliyor olabilirler. Ya da farklı derecelerde sırra vakıftırlar. A, B'nin bildiğini bilmez. B de C'nin bildiğini. D ise hepsinden daha fazla şey bilmektedir. vb. e) Dramatik ironi, biraz da bu sırlar ve yalanlar sayesinde kurulur. Hatta bunun en ilginç yöntemlerinde biri, yönetmenin, bir sırrı seyirciye anlatması, ama hikayenin karakterlerini bu konuda cahil bırakmasıdır: "Aman Allahım! O kapının ardında baltalı bir sapık var!" düşüncesi kadar, bir seyirciyi hikayeye dahil eden çok az şey vardır. f) Bu sır-yalan yönteminin en ilginç versiyonlarından biri, kendisine değil de sevdiği birine ait bir sırrı korumak için fedakarlık yapan ve elini taşın altına koyan karakterdir. Bu özveri onu yapan kişiyle güçlü bir özdeşleşme sağlar hemen. g) Yukarıdaki maddenin bir versiyonu da, hiçbirşeyden haberi olmayan masum bir karakteri korumak için söylenen yalanlardır. Çocuğunu korumak için yalan söyleyen anne, sevgilisini korumak için yalan söyleyen kadın/erkek de hem ilgimizi hem de sempatimizi celbeder. h) Sır taşımak zor iştir. Taşıyanı yorar. Ruhun bir bölümünün enerjisi sürekli olarak bu sırrı korumak için harcandığından, bu ekstra gayret kişiyi zaman içinde ruhen ve bedenen çökertir. Sır taşıyan insanların hep biraz donuk, biraz neşesiz, tepkilerinin de biraz yavaş olmasının nedeni budur. i) Bu yüzden sır taşıyıcıları (normal insanlar) bir süre sonra bu sırrı biriyle paylaşmak ihtiyacı hissederler. Bu ihtiyaç içinde büyük bir potansiyel taşır. Sırrın yanlış kişiyle paylaşılması, kahramanı bir sürü ilginç güçlüğe sokar. "Söyleme sırrını dostuna, o da söyler dostuna" vecizesi, buradaki temel kuraldır. j) Sırrın bir başkası tarafından kazara öğrenilmesi de benzer bir fonksiyona sahiptir. k) Sırlar öğrenilmek içindir. Unutmayın, eğer bir hikayenin içinde bir sır varsa, bu eninde sonunda ortaya çıkacaktır, çıkmalıdır. Seyirci bunu bekler. Çehov'un tüfeğinin patlamasını beklediğimiz gibi, bu sır ortaya çıktığında insanların vereceği tepkiyi dört gözle bekleriz. Bir sırrı korumak için söylenen yalanlar ve alınan önlemler ne kadar büyük olursa, seyircinin, o sır açığa çıktığında verilecek tepkiyi görmek için duyduğu merak da o kadar büyür. l) Bazı sırlar ise ifşa edilmez. Bunlar, sırların çok küçük bir bölümünü oluşturur. Ama bu, hikaye anlatımı açısından çok riskli bir yöntemdir. Ancak ve ancak "sırrın ortaya çıkmamasının seyirci üzerinde yaratacağı etki, ortaya çıkmasının yaratacağı etkiden daha büyükse" bu yola başvurulmalıdır. 251

GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 05:46 0 YORUM ETİKETLER: SIR, SÜTLAÇ, YALAN

01 KASIM 2008 CUMARTESİ Bir Travma Yeter Yazdığınız karakterlere, özellikle de baş karakterlere, bir derinlik katmak istiyorsanız, bunun en kestirme yolu, onlara geçmişlerinde yaşadıkları bir travma vermektir. Bu travma ve onun karakteriniz üzerinde yarattığı etki, aniden o kişiyi hayatı daha derinlemesine algılayan ve yaşayan biri haline getirir. Artık bu kişi için yüzeysel acılar, yüzeysel sevinçler, yüzeysel hazlar anlam taşımaz, ya da çok az taşır. Yaşadığı travma bu kişiyi hayat okyanusunun daha derinliklerine çekmiştir. Burada biraz daha az ışık vardır, biraz daha az neşesizdir etraf. Ama gerçekliğin daha geniş bir kısmını görürler. Bir çok film bu tür karakterlerle doludur. Aklıma hemen Casablanca geliyor. (Eğer bu sitenin okurları arasında hala Casablanca'yı yedi sekiz defa seyretmemiş biri varsa, hızla açık bir pencereye doğru koşabilir. Pencereye geldiğinizde durmanıza gerek yok, yola devam edin!). Casablanca'nın kahramanı Rick, çok sevdiği bir kadın tarafından çok sebepsiz bir şekilde, yeterince açıklama da yapılmadan terk edilir. Rick de bu terkedilişin sonunda yıkılır, hayata ve insanlara küser. Sinik ("cynical") bir adama dönüşür. Bizdeki filmlerden yine Eşkiya'yı örnek vereceğim. Baran'ın travması, hem hapiste yatması, hem de sevdiğinden kopmasıdır. Bu ikisi aynı anda meydana gelmiştir. Ama bu olay onu hayatının geri kalan bölümünde bir hayalet gibi takip etmiştir. Ve bu iki meseleyi de çözmek için ta İstanbul'a gelir ve geçmişinin eksik parçalarını tamamlar. Çok sevmediğim bir film olmasına karşın gişedeki başarısı inkar edilemeyen "Babam ve Oğlum"da da bu travma olayı vardır. Hem de iki kişide. Hem babada, hem de oğulda. Baba, darbe öncesinde oğlu giderken bu travmayı yaşamıştır, oğul ise karısını kaybettiğinde (ve darbe sonrasında yaşadıklarında). Bu acı olaylar bu iki karakteri de değiştirmiş, derinleştirmiştir. (Aman Allah'ım: "Recep İvedik"te bile var bu travma hadisesi!) Eminim sizin de hayatınızda, başınıza geldikten sonra bütün hayat görüşünüzün değişitiren, insanları ve olayları görmek için kullandığınız gözlüğünüze belirli bir renk katan bir travma vardır. Ya da olacaktır! Üzülmeyin. Hayatın hepimize yetecek kadar trajedisi var o hain kesesinde. Acı çekenler (çekmiş olanlar) arasında, henüz çekmemişlerin fark etmediği bir lisan vardır. Bu insanlar birbirlerini daha iyi ve kolay anlarlar. Ayakları suya ermiştir. Etraflarında boş boş konuşan insanların kendilerine düşen bu "acı payı"nı henüz teslim almadıklarını bilirler. *** Senaryo yazımına geri dönersek: Karakterinizin sadece ilginç değil, derin de olmasını sağlamak istiyorsanız, onun geçmişine hakiki bir travma koyun. Bu travma, hikayenizin gidişatıyla doğrudan ilgili de olabilir (travmanın bu kullanımına dikkat etmek gerekir), ilgisiz de olabilir (bu daha ilginçtir). Bir yazar olarak göreviniz, bu travmanın ilgi çekici olmasını sağlamak ve günümüzdeki (yani izlediğimiz hikayedeki) etkilerini de ilginç bir biçimde yansıtmaktır. Travma, eğer hikayenin tam merkezinde değilse, yani yemeğin ana malzemesini oluşturmuyorsa, abartılmamalıdır. Birden fazla travmalı bir insanın hikayesi insanın içini karartacak kadar karanlık ya da gerçek dışı olabilir. Seyircinin kahramanınız için sempati duymasını istiyoruz, onunla alay etmesini değil. Bir çok eski Türk filminde (ve hemen bütün Küçük Emrah filmlerinde) travmaların bu abartılı kullanımı, fimlerin gerçeklik duygusuna büyük zarar vermiştir. Sizin yapmanız gereken şey, bu "acı"yı, yemeğin bütün tadını bastırmayacak miktarda kullanmaktır. Travmaların sadece dramlarda değil, komedilerde de kullanılabildiğini ve bu filmlere beklenmedik bir derinlik kattığını da söylemeliyim. Ama bu konuyu siz araştırın artık, beni uğraştırmayın! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 01:48 0 YORUM ETİKETLER: KÜÇÜK EMRAH, TRAVMA

252

25 EKİM 2008 CUMARTESİ VALLAHİ BEN YAPMADIM! Aşağıdaki "Gıcık Liste" yazısının ertesi günü Blogger'a Türkiye'den erişim engellenmiş. İnsan ister istemez huylanıyor, acaba benim yazılarımdan dolayı mı bu karar alındı diye :) Ama benim bu yazıyı yazıyor olmamın ve sizin de bunu okuyor olmanızın kanıtladığı üzere, bu tür engellemeler, zarif bir kalça hareketi ile bertaraf edilebiliyor. İsterseniz bilgisayarınıza Hotspot Shield gibi bir program kurabilirsiniz, isterseniz Vtunnel ya da Beatfiltering gibi siteler üzerinden istediğiniz siteye bağlanabilirsiniz. Ben sınırsız özgürlük olamayacağının farkındayım. İnternet de bir medya türüdür, yani insanların görüş ve düşüncelerinin başkalarına toplu olarak duyurulmasını sağlayan bir araçtır. Bu yüzden de suistimale açıktır ve asgari düzeyde de olsa devlet tarafından denetlenmelidir. Buna karşı çıkmıyorum. İnternette yayın halinde bulunan abuk subuk sitelerin ne kadar çok olduğunu bilmiyor olabilirsiniz. Zira çoğunuz işinizde gücünüzde insanlarsınız. Bu yüzden sık uğradığınız bir sitenin kapatılması size anlamsız gelebilir, hatta içinizde isyan duyguları oluşabilir. Ve fevri bir hareketle bu engellemeyi yapanlara karşı tepki duyabilirsiniz. Ama gerçek şu ki bunu yapan dünyadaki tek ülke biz değiliz (bunu yapan dünyadaki tek ülkenin biz olduğunu zanneden tek ülke olabiliriz ama :) Benim şaştığım şey, teknolojinin bu kadar geliştiği bir ortamda, bu gibi engellemelerin nokta vuruşu şeklinde yapılamaması. Ben bilgisayar ya da internet uzmanı değilim. Ama herhalde Telekom'da ve devletin ilgili başka birimlerinde bu nitelikte insanlar vardır. Onlar da mı bir çözüm bulamıyorlar buna? Ayrıca işin bir de siyasi boyutu var. Aşağılarda bir yerde yazdığım "Anlayacakları Dilden" yazısında da belirttiğim gibi, Türk Devleti'nin konuyla ilgili bir birimi, Google'ın ilgili birimi ile (Blogger Google'a ait bir şirket) iletişime geçerek çözüm arayabilir. Ama bunun için de sanırım sizi güçlü ve etkili bir devlet olarak algılamaları gerekiyor. Sevgili baş yöneticimiz onlara da bir çemkirsin, "Blogger'ı açmayan şerefsizdir!" desin, bakalım açıyorlar mı, açmıyorlar mı! Siz yine de tedbirli olun, bütün yazıları "copy paste" ile bilgisayarınıza atın, hatta çıktısını alın. Anlaşıldığı üzere bugün varız, yarın yokuz. İnsan oğlu bir byte misali şu siber alemde... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 21:02 0 YORUM ETİKETLER: BLOGGER, ŞEREFSİZ

23 EKİM 2008 PERŞEMBE GICIK LİSTE 1) Batı'dan gelen hemen herşeye gıcığım. Buna, özünde Batılı olan eğitimim de dahil. Kaderin bir cilvesi ile onların nasıl düşünüp hissettiğini anlamamı sağlayacak bir eğitim aldım. Ve buna bile pişmanım. Bu zibidileri hiç tanımadan, tamamen orijinal (dejenere olmamış) bir Türk olarak doğup büyümeyi ve ölmeyi isterdim. Ne yazık ki melez bir kültür ürünüyüm. Bunun bana hemen hiçbir faydası yok, ama başkalarına var. 2) Çağımın hemen bütün teknolojik ürünlerine gıcığım. İnsan sağlığını daha detaylı algılamayı sağlayanlar hariç, bütün teknolojik ürünler insan hayatını piç etmek üzerine kurulu. Ama şehirlere tıkıştırılmış deney farelerinden başka birşey olmayan insanlardan (yani sizlerden, yani bizlerden) önümüze kırıntı şeklinde atılan teknolojik oyuncaklardan (televizyon, telefon, bilgisayar, araba, vb.) dolayı bir de minnettar olmamız beklenmiyor mu, sinirim tepeme çıkıyor. Köydeki evin fırınını mikrodalga fırına, kuyudaki suyu da şişelenmiş ve plastik tadı kazanmış bu H20 parodisine bir milisaniye bile tereddüt etmeden tercih ederim. 3) Şehirlerden ise (100 - 200 bin üzerinde nüfusu olanlardan) istisnasız nefret ediyorum. Gördüğüm her beton binayı bir balyozla yıkmak istiyorum. İçindeki insanları boşalttıktan sonra tabi. İnsanların çıplak ayaklarının günlerce, hatta haftalarca toprağa değmediği yapılanmalara sonuna kadar gıcığım. Böyle bir hayat olabileceğini düşünenlerin ve gündelik hayatı buna göre kurgulayanların Allah cezalarını versin. Bunu hayatın ennn normal yapılanması olarak algılayan ve kabul edenlerin ise cezası verilmiş demektir 253

zaten. Şehirde bir iki gece bile kalamayıp köyüne dönmek isteyen iki kuşak öncesi büyüklerimin önünde saygıyla eğiliyorum. Sizdeki insaniyetin onda biri bende olsaydı çoktan dağlara kaçmıştım. 4) Küçük ailelere sonuna kadar gıcığım. Küçük aile diye birşey olur mu yahu? O bir aile değil, bir tüketim birimidir. Hayatın karşımıza çıkartmakta gözü kara bir biçimde azimli olduğu sorunların altından gencecik bir kızın ve gencecik bir oğlanın tek başlarına kalkması mümkün değildir. Sırf daha fazla buzdolabı satılsın diye aile büyüklerinin bilgeliklerinin göz ardı edilmesine yol açan her türlü aile konfigürasyonuna gıcığım. (Burada, insanların kişiliklerini ezen aşırı otoriter aile yapılanmalarını savunuyor değilim. Ama hayat tecrübeleri sıfır olan insanların hayat karşısında dımdızlak bırakılmalarına karşıyım. Kızılderililerde olduğu gibi, aile büyüklerinin hayat tecrübelerinin bireysel ve toplumsal yaşama doğru yön verdiği bir yapılanmayı savunuyorum.) 5) Hayatta hiç yabancı müzik dinlemeseydim de olurmuş. Bir saniye bile eksikliklerini hissetmezdim. (Tamam, belki biraz Beethoven ve Mozart özlerdim, ama o kadar). Bütün hayatımı türkülerle ve şarkılarla geçirebilirdim. Doğa ile içiçe yaşayan bir kültürün müziği bunlar. Ama ne yazık ki hem şehirde doğup büyüdüm, hem de şehir merkezli Batı müziğini anlayacak şekilde yetiştirildim. İnsan ruhu hakkında hiçbir şey söylemeyen ve türüne pop adı verilen şarkıları duydukça mideme kramplar giriyor. 6) Yeni ilişki tarzlarına da gıcığım. En başta da kadın erkek arasındakilere. Burada en büyük zararı görenler kadınlar. Hem erkeklerin onları daha fazla suistimal etmesine sebep olan bir erkek rolü gelişti, hem de kadınların kendi ruhlarından tamamen kopmasına yol açan bir kadın rolü. Erkeklerin mertliklerinden, düşünceliliklerinden, baba'lıklarından eser kalmadı. Kadınlara ise latif, ruhen besleyici ve şifa verici, yaratıcı demek için artık bin şahit gerek. Yani erkekler erkeğe, kadınlar da kadına benzemiyor. Özellikle de yirmi beş yaş ve altı kuşak beni dehşete düşürüyor. Allah sonlarını hayretsin, ve mümkünse de benden uzak dursunlar. 7) Yöneticilerimizin bu kadar satılmış olmasını sindiremiyorum bir türlü. Haberleri izlemek benim için artık bir psikolojik dayanıklılık testi haline gelmiş durumda. Tabii ki beş dakika içinde testte başarısız oluyorum ve başlıyorum küfretmeye. Tek partili Atatürk yönetiminde ya da Kanuni Sultan Süleyman egemenliğinde yaşamayı, bu zibidilerin demokrasisinde yaşamaya bin kere tercih ederim. Demokrasinin, yani yöneticilerin seçiliş biçiminin, yani yöneticilerin saçmalıklarının sorumluluğunu halka yıkabilen bir rejimin, tek başına bir erdem olmadığını ne zaman anlayacak bu salaklar? Önemli olan yöneticinin nasıl seçildiği değil, kim olduğu, hangi erdemleri ruhunda barındırdığı. İsterse darbeyle gelsin, isterse gökten zembille insin, bana ne! 8) Medyadaki zevzeklerin kendilerini bulunmaz hint kumaşı zannedip halktan üstün görmelerine gıcığım. Yazdıklarına, söylediklerine, yaptıklarına bakılırsa, ideal bir ortaokul öğrencisinden daha kültürlü olmayan bu insanların, çığırtkan iletişim araçlarının kontrolünü ellerinde bulundurdukları için, buradan aldıkları güçle, kendilerine, aslında onlarda bulunmayan nitelikler vehmetmeleri sinirime dokunuyor. Sizi bilmem ama bana, sabahtan aklama kadar "Ben Aptalım! Bakın, Ne Kadar Gerizekalıyım. İnanmazsanız Yaptığım Yorumlara Bakın!" diye bağırıyorlarmış gibi geliyorlar. Aralarında, gerçekten de sözlerine itibar edilecek insanlar var. Ama yüzde biri aşmıyor oranları. 9) Kendi halkımın saflığına gıcığım. Politikacıların, medyanın, şeyhlerin şıhların yönlendirmesine bu kadar kolay kapılabilmesi, bende duvarları yumruklatacak kadar öfke uyandırıyor. Kendilerini bu kadar kolay sömürtmeleri akıl alır gibi değil. Hayatı tamamen duygularıyla yaşamaları çok güzel. Ama bazı şerefsizlerin bu duyguları sömürebileceğini akıllarına dahi getirmemeleri ve bu nedenle de koyun gibi bir o yana bir bu yana güdülmeleri insanı çileden çıkartıyor. Onlara bu konuda yol göstermesi gereken Aydın denen gerizekalıların ise toplumun önünde durmaları gerekirken bir kenara çekilip onları aşağılamaları ise ayrı bir adilik. 10) Saygı'nın artık içi boşaltılmış bir kavram haline getirilmiş olmasına gıcığım. Orijinali sanırım "hürmet". Daha güzel bir kelime kesinlikle. Ve hürmet, birilerinden korktuğunuz için, ya da sırf toplumsal bir ritüeli yerine getirmek gayesiyle, o kişiye mesafeli davranmak değildir. Eğer böyle davranıyorsanız, bu içi boş bir saygıdır. Ve böyle davranmanızı sağlayan nedenler (o kişinin gücü, ya da toplumsal baskı) ortadan kalkar kalkmaz, saygı da ortadan kalkar. Oysa gerçek hürmet, karşınızdakinin içsel değerini anlamanızdan ve bunu takdir etmenizden kaynaklanır. Bazı insanların bazı niteliklerinin sizinkilerden üstün olduğunu fark etmekten ileri gelir. Ama bu, kendinizi küçük görmeniz ya da aşağılamanız anlamına da gelmez. Sadece karşınızdakinin büyüklüğünü takdir etmek anlamına gelir. Bu hissi yaşayan ve yaşatanların bu kadar azalmış olmasına da gıcığım. 11) Herhangi bir vesileyle kendisini küçük bir gruba ait görüp, sonra da bu grubun toplumun diğer unsurlarından üstün olduğunu düşünen zibidilere de gıcığım: Fenerbahçeli olduğu için kendisini diğer bütün takımları tutanlardan üstün görenlere gıcığım (bunu bütün takımlar için söyleyebilirsiniz). Altmışsekizli olduğunu söyleyip diğer kuşakları aşağılayan ama kendisi aslında döneklerin şahı olanlara gıcığım. İki yıllık bir üniversite bitirip liselileri aşağılayanlara, dört yıllık üniversite bitirip iki yıllıkları 254

aşağılayanlara, X üniversitesinde okuyup diğer üniversitelerde okuyanları aşağılayanlara, dışarıda okuyup bu ülkedeki bütün üniversiteleri aşağılayanlara da gıcığım; A şehrinde olup B şehrinde (ve diğer şehirlerde) olanları küçük görenlere gıcığım. Anladınız ne demek istediğimi... Hiçkimsenin bir başkasına üstünlük taslayamayacağını, gerçekten üstün olanların ise geri kalanlara fazladan bir hizmet borcu olmasının dışında bir farkı bulunmadığını ne zaman anlayacaksınız? 12) Ruhu kararmışlara gıcığım. Hayatın, griden başka renklerinin de olabileceğini göremeyenlere, kendi karamsarlıklarını yüceltenlere, bu karamsarlığa kapılmadığı için başkalarını küçük gören zibidilere kesinlikle gıcığım. Hele bu psikolojik iç dengesizliklerini sanatsal ya da entelektüel bir cila ile süsleyip matah birşeymiş gibi yutturanlara ve bunu yutanlara daha da gıcığım. Gidin kişisel bunalımlarınızı başka yerde yaşayın. Milletin kafasını bulandırmayın. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 19:16 5 YORUM

02 EKİM 2008 PERŞEMBE GİZEM KUTUSU J.J. ABRAMS'ın TED Konuşmasının Türkçe Metni Bu da benim size bayram hediyem... J.J. Abrams'ın (Alias ve LOST'un yaratıcılarından biri, Görevimiz Tehlike 3'ün ve gelecek "Uzay Yolu" filminin yönetmeni) TED'de yaptığı konuşmanın Türkçe metni aşağıda yer alıyor. *** Bugün sözlerime - işte şu - bekleyin biraz - tamam, oldu - evet. Bugün sözlerime, polipeptidin yapısı hakkında konuşarak başlamak istiyorum (polipeptit şemalarının bir slaytını görürüz - seyirci güler). Bir çok insan bana Lost'u soruyor - "O ada da ne yahu?". İşte, sonra yine soruyorlar "Valla. Cidden. O ada da neyin nesi?" Neden bu kadar çok gizem var, gizemin nesi beni çekiyor? TED'in temsilcisiyle konuşurken ben de bunu, TED'de ne konuşacağımı düşünüyordum. Ona dedim, ne hakkında konuşmalıyım? O da bana, merak etme, sadece derin birşeylerden bahset, dedi (kahkahalar). Bu da beni çok rahatlattı. Bu yüzden, o TED temsilcisi buralarda bir yerdeyse, buradan kendisine teşekkür etmek isterim. Ben de konuşmada neden bahsedeyim diye düşünüyordum, bu da iyi bir soruydu - acaba neden içinde gizem barındıran bu kadar çok şey yapıyordum, sonra zamanla bunun neden olduğunu çözmeye başladım. Daha sonra, neden genel olarak yaptığım şeyleri yaptığımı düşünmeye başladım ve sonunda da dedemi düşünmeye başladım. Ben dedemi çok severdim. Adı Harry Kelvin'di, annemin babasıydı, 1986'da vefat etti. Harika bir insandı. Onu bu kadar harika yapan şeylerden biri de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bir elektronik şirketi açmıştı - fazla parçaları - takımları - okullara filan satıyordu. Ayrıca çok da meraklıydı. Ben daha küçük bir çocukken elinde radyolar, telefonlar, vesaireyle yanıma gelirdi ve onları açardı, tornavidayla vidalarını sökerdi ve içindekileri dışarı çıkarırdı. Birçoğumuz bu gibi şeyleri olduğu gibi kabul ederiz, ama bu aslında bir çocuğa verilebilecek harika bir hediyedir: Böyle birşeyi açmak, nasıl çalıştığını, neden çalıştığını ve içinde ne olduğunu göstermek. Dedem birçok yönden en büyük yapı sökücüydü. Dedem sadece aletleri parçalayan bir adam değildi, benim matbaacılık, tipo baskısı gibi bir sürü acayip zanaata ilgi duymamı da sağladı. Ben matbaacılık ile takıntılı derecede ilgiliyimdir. İpekli kumaş baskısı, ciltçilik, ve kutu yapımı takıntılarım arasındadır. Bir çocukken her zaman kutuları ve benzeri şeyleri sökmekten hoşlanmışımdır. Daha dün akşam otelde Kleenex kutusunu söktüm - elime almış bakıyordum sadece - ve dediğim gibi - ben (elinde sökülmüş bir Kleenex kutusuyla seyircilere şaşırmış bir şekilde bakar). Bu çok güzel birşey, ciddiyim. Yani kutuya baktığınız zaman onun nasıl işlediğini görüyorsunuz. Rives burada, onunla yıllar önce bir kitap fuarında tanışmıştım, o da oyuncaklı kitaplar üretiyor. Ben de kağıtla yapılan şeylere hastayımdır. Çizimini, baskısını, kitabın yapıştırılma yerini, mürekkep için konan işaretleri seviyorum, kutuları seviyorum yani. Beni bütün bu şeylere bulaştıran kişi dedem olmuştur. Bana ayrıca çeşitli araç gereç temin eden kişi de o olmuştur. İnsanı çok cesaretlendiren biriydi - bir tür, birşeyler yapma hamisiydi. Ben 10 yaşındayken bana bir Super-8 kamera almıştı. Ve 1976 yılında bu çok sıradışı birşeydi, 10 yaşında bir çocuk olarak bir kameranın elinizde olması. O kadar cömertti ki inanamazdım. Ama bunu biraz manipulasyon olmadan da yapmazdı. Ona telefon ederdim, şöyle derdim, "Dinle dede - bu kameraya gerçekten ihtiyacım var. 255

Anlamıyorsun, bu şöyle birşey, ben film çekmek istiyorum. Birgün TED'e davet edileceğim (kahkahalar)." Ve tabii ki anneannem de harikaydı. Dedeme şöyle derdi (New York aksanıyla) "Harry, kamera kullanması uyuşturucu kullanmasından iyidir. Bence bunu yapmalı" Harika bir kadındır. (Kahkahalar). Onun yardımıyla kendimi bu gibi şeylerle uğraşırken buldum. Mesela bu sayede 14 yaşındayken bir sintisayzırım filan vardı. Ve bu da benim birşeyler yapmama olanak sağlıyordu. Ki bu da benim için rüya gibi birşeydi. Benim başka şeylerle ilgili saplantılarıma da, örneğin sihirle olan ilgime de destek oldu. Beraber New York şehrindeki bir sihir dükkanına giderdik, adı "Lou Tannen'in Sihri" idi - harika bir sihir dükkanıydı. Midtown'da bir dükkandı bu - bir asansöre binerdiniz, sonra da asansörün kapısı açılırdı ve karşınıza bu küçük sihir dükkanı çıkardı, kendinizi dükkanın içinde bulurdunuz. Ve harika bir yerdi. Oradan bir sürü sihir numarası alırdım - İşte burada, size göstereyim, böyle şeyler. Şunun gibi olurdu - (eline bir parça kağıt alır, diğer elini bu elinin üzerinde gezdirir, ve kağıt kaybolur). Tamam mı? Bu güzel değil mi, ama şimdi hareket edemiyorum. (Bir elini uzatmış halde durur). Şimdi de numaranın geri kalan bölümünü yapmalıyım, yani şöyle, hey şuradaki bilgisayarıma bakın! (elini bir an için bilgisayarın arkasında saklar, sonra da indirir, seyirciler güler). Her neyse, o sihir dükkanından aldığım şeylerden biri de buydu (üzerinde büyük bir soru işareti olan bir kutu çıkarır). "Tannen'ın Gizemli Sihir Kutusu". Bu gizemli sihir kutusunun arkasındaki fikir şuydu - 15 dolara (üzerindeki fiyatı gösterir) 50 dolarlık sihir satın alın! Tasarruf ediyordunuz yani. Şimdi, bu kutuyu yıllar önce aldım. Cidden. Ve kutuya dikkatle bakarsanız, hiç açılmamış olduğunu görürsünüz. Bu kutu ezelden beri vardı yani. Şimdi, ofisimde hep rafta duran bu kutuya bakıyordum, ve bunu neden hiç açmadım diye düşünüyordum? Neden bu kadar uzun süre bunu açmadım? Ve TED'de birşeyler anlatmak hakkında konuşurken, kutunun, bu durumu açıklayan bir anahtar olduğunu hissettim, bu kutuyla ilgili birşeyler vardı. Bunu düşünmeye başladım. Ve üzerinde de dev gibi bir soru işareti var bu şeyin tasarımını çok seviyorum. Ve düşünmeye başladım, bu kutuyu neden daha önce açmamıştım? Sonra şunu fark ettim: kutuyu açmamıştım çünkü benim için önemli olan birşeyi temsil ediyordu. Bu kutu dedemi temsil ediyordu (!). TED'de ağlamama izin var mı? Çünkü - hayır, ağlamayacağım. Ama (kahkahalar). Mesele şu: bu kutu, sonsuz olanakları temsil ediyor. Umudu temsil ediyor. Potansiyeli temsil ediyor. Bu kutunun sevdiğim yanı, yaptığım herşeyde şunu yaptığımı görüyorum, kendimi sonsuz olasılıklara, o "potansiyel hissi"ne doğru cezbedilirken buluyorum. Ve gizemin de hayal gücü için bir hızlandırıcı (katalizör) olduğunu fark ettim. Bu, çok yeni, çok devrimci bir düşünce değil, biliyorum, ama bunu düşünmeye başaldığımda, gizemin bilgiden daha da önemli olduğu durumlar olabileceğini görünce, bu konuyla ilgilenmeye başladım. Böylece Lost'u ve yaptığımız şeyleri düşünmeye başladım ve şunu fark ettim - Aman Tanrım, gizem kutuları, yaptığım herşeyde vardı! Lost'u yaratırken, Damon Lindelof, ki kendisi benimle birlikte o diziyi yaratmıştır, ve ben, çok kısa bir zaman zarfı içinde diziyi yaratmakla görevlendirilmiştik. Diziyi yazmak, oyuncuları seçmek, teknik ekibi ayarlamak, çekmek, kurgulamak, postprodüksiyonunu yapmak, ve iki saatlik bir pilot bölüme dönüştürmek için on bir buçuk haftamız vardı. Bu yüzden çok fazla zamanımız yoktu. Ve bu olasılık hissi "Bu şey (dizi) ne olabilir?" Diziyi geliştirmek için vaktimiz yoktu. Eminim hepiniz size neyi yapamayacağınızı, neyi değiştirmeniz gerektiğini söyleyen insanları bilirsiniz, bunun için hiç vakit yoktu, ki bu da harika birşeydi. Ve biz de bu diziyi yaptık, ve bu diziyi seyretmeyenleriniz ya da bilmeyenler için, pilot bölümünden küçük bir klip seyrettirmek istiyorum, yaptıklarımızın bir bölümünü göstermek için. (Klipte, bir Lost karakterinin yaralı bir insanı bir uçak enkazından çekip çıkardığını ve bacağına bir turnike yaptığını görürüz. Bu sırada arkada uçağın motoru dönmektedir. Kesme ile bağıran bir kadına geçeriz "İmdat! Lütfen yardım edin! Lütfen yardım edin bana! Yarım edin!" Adam - "Onu buradan uzaklaştır. Onu motordan uzaklaştır! Onu buradan uzaklaştır!" Kadının yanına gider. Kadın - "Sancılar başladı!" Adam - Kaç aylık hamilesin?" Kadın - "Sadece 8 aylık" Adam - "Sancılar ne sıklıkla geliyor?" Kadın - Bilmiyorum, galiba - aniden oldu." Kesme ile motorun yanından geçen bir adam görürüz. Başka bir adam - "Hey,hey, hey, motordan uzaklaş" Motorun yanından geçen adam hava akımına kapılarak motorun içine çekilir ve motor patlar - büyük bir karmaşa meydana gelir - klip biter.)

256

Şimdi, bundan 10 yıl önce, eğer bunu yapmak isteseydik, dublörü öldürmemiz gerekirdi. Gerçekten de (kahkahalar) - daha zor olurdu, ikinci çekim ise çok daha zor olurdu. İşin en güzel tarafı bu şeyi yapabiliyor olmamızdı, ve bunun bir bölümü de, bunu yapabilecek teknolojiye sahip olmamızdı, istediğimiz herşeyi yapabileceğimizi bilmek harikaydı. Demem o ki, bunu asla yapamazdık - bunu belki yazabilirdik, ama bizim tasvir ettiğimiz gibi tasvir etmemiz mümkün olmayabilirdi, bu yüzden bunun benim için güzelliğinin bir bölümü, yaratıcı süreçten kaynaklanıyor, teknoloji benim için zihnimi uçuracak kadar ilham veriyor. Boş sayfanın bir sihir kutusu olduğunu fark ettim. Değil mi? Boş sayfanın harika birşeyle doldurulması gerekiyor. Eskiden bende "Sıradan İnsanlar" filminin senaryosu vardı, arada bir karıştırırdım, bu senaryodaki romantizm benim büyülerdi, bana ilham verirdi. Ben de sayfaları benzer bir ruh, düşünce ve duygu ile doldurmak isterdim. Mesela, ben Apple bilgisayarlara bayılırım. Hastasıyım Apple bilgisayarların. Örneğin şu Powerbook, şu bilgisayar, bana meydan okuyor gibi geliyor bana. Bana sanki şöyle diyor "Bugün bana layık olabilecek ne yazacaksın?" Sanırım böyle hissediyorum, kendimi iyi şeyler yazmak zorunda hissediyorum. Ve genelde de şöyle oluyorum, "Birader, bugün benden iş çıkmaz. Kafamda hiçbir şey yok. Yani." (Kahkahalar) Yani durum bu. İçerik açısından baktığınızda, hikayeleri incelediğinizde, hikaye dediğiniz şey bir gizem kutusundan başka nedir ki? Hep o temel soru (mesele) vardır - Televizyon dizilerinde ilk perdeye "teaser" (merak uyandırıcı) denir. Gerçekten de öyledir. O büyük soruyu sordurur ki siz de dizinin içine çekilirsiniz. Daha sonra bir başka soru ortaya çıkar. Bu hep böyle devam eder. Star Wars'a bakın. Robotlar var, gizemli bir kadın var (Prenses Leia), o kadın da kim, bilmiyoruz, alın size gizem kutusu! Anladınız mı. Daha sonra Luke Skywalker ile karşılaşıyoruz, o robotu alıyor, holografik görüntüyü görüyoruz, onun bir mesaj olduğunu öğreniyoruz, kadın sizden Obi-Wan Kenobi'yi bulmanızı istiyor. Obi-Wan onun tek umuduymuş. Obi-Wan kim lan? Alın size gizem kutusu. Sonra Luke gidiyor, Ben Kenobi ile tanışıyor, Ben Kenobi aslında Obi-Wan Kenobiymiş, ha***tir! Yani, bu hep böyle devam ediyor (kahkahalar). Siz bu filmi görmediniz mi? Harikadır! Her neyse Beni bu gizem kutularına çeken birşey var - hayalgücü açısından gizemden bahsediyorum - bilginin esirgenmesi. Bunu kasten yapmak çok daha ilgi çekici, tıpkı Jaws filmindeki köpekbalığında olduğu gibi. Biliyorsunuz eğer Spielberg'in mekanik köpekbalığı (adı Bruce'muş) çalışsaydı, bu seyrettiğimizin onda biri kadar korkunç olmazdı. Alien filminde, yaratığı asla göstermezler - bu çok daha korkutucudur. "Mezun" (The Graduate) gibi bir romantik komedide bile durum budur. O filmde kahramanlar bir gece birlikte dışarı çıkıyorlar, hatırladınız mı, arabanın içindeler, etrafta çok ses var, bu yüzden arabanın üstünü kapatıyorlar, kendileri içeride kalıyor - biz ise söylediklerini hiç duyamıyoruz. Tek kelimesini bile! Ama bu, görüp görebileceğiniz en romantik flört gecesidir. Bu sahneyi seviyoruz çünkü neler söylendiğini duymuyoruz. En azından benim için bu böyle. Sonra bir de şu fikir var, bu paradigmanın sınırlarını biraz zorlamak, ama bu gizem kutusu fikri aldığınızı sandığınız şey ile aslında aldığınız şeyin farklı olması. Ve bu bir çok filmde ve hikayede vardır. E.T.'ye baktığınızda, örneğin - E.T. harika bir filmdir, ama ne hakkında? Bir çocukla tanışan bir uzaylı hakkında, değil mi? Hayır, öyle değil. E.T. boşanma ile ilgili bir filmdir. E.T. insanın kalbini tarumar eden bir boşanma, yaralanmış bir aile, ve bütün bunlar arasında yolunu bulamayan bir çocukla ilgili bir filmdir. "Zor Ölüm" mesela. Çok çılgın, çok eğlenceli, aksiyon - mecare filmi, bir bina ile ilgili, değil mi? Hayır, "Zor Ölüm" boşanmanın eşiğinde olan bir adamla ilgili bir filmdir. Kahramanımız kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış bir biçimde Los Angeles'a gelir. Orada çok güzel sahneler var, tarihin en dramatik sahneleri olmayabilirler, son derece iyi sahnelerdir. Umduğunuz sahnelere (yani patlamalara, aksiyona) ulaşana kadar yarım saat süren karakter kurma sahneleri vardır. Jaws gibi bir filme baktığınızda, şöyle sahneler beklersiniz - sahne hazır mı? (perdede Jaws'tan bir sahne görünür. Kadının biri denizde yüzmektedir ve aşağıdan gelen bir köpekbalığı onu ısırır. Kadın "Tanrım!" diye bağırmaya başlar. Kadın perdede yenmeye devam ederken J.J.A. da konuşmasını sürdürür) Jaws dendi mi bu tür sahneleri hatırlıyor, bunları bekliyorsunuz değil mi? Kadının biri yeniliyor, bir köpekbalığı var. Jaws'un en ilginç tarafı, aslında bu filmin, kendisinin dünyadaki yerini bulmaya çalışan bir adamla ilgili olmasıdır - kendi erkek kimliği, ailesi, bu yeni kasabada nasıl başarılı olacağı ile ilgili konularla cebelleşen bir adamdır bu. Şimdi izleyeceğimiz, benim en favori sahnelerimden biridir ve Jaws denince aklınıza ilk gelen sahnelerden bir değildir bu, ama harika bir sahnedir. (Sahnede Jaws'un ana karakterinin oğluyla birlikte akşam yemeği yediğini görürüz. Başını ellerinin arasına almıştır. Karısı da onları seyretmektedir. Oğlu babasının bütün hareketlerini taklit eder, ellerini onun gibi oynatır, sonra birbirlerine komik yüz ifadeleri yaparlar. 257

Adam, çocuğa - "Gel buraya. Bir öpücük ver." "Neden?" "Çünkü buna ihtiyacım var." Hadi ama! "Neden, çünkü buna ihtiyacım var!" Harika bir sahne değil mi? Hadi ama! Jaws'u düşündüğünüzde - işte bu gibi sahneler, karakter kurma (karakteri geliştirme) sahneleri, kutunun asıl içinde olan şeyler bunlardır. Değil mi? Bu yüzden bir filmin ikincisini çekenler, ya da başarılı bir filmi taklit edenler, yanlış şeyi taklit ediyorlar. Taklit etmeniz gereken şey köpekbalığı ya da canavar değil, taklit etmeniz gereken şey, ille de taklit etmeniz gerekiyorsa, karakterdir. Özünde önemli olan şeyleri taklit etmelisiniz. Yani, kendi içinize bakın ve içinizde neler olduğunu keşfedin, zira neticede, hepimiz bir gizem kutusuyuz. İşte, bu da böyle. Bir de dağıtım var. Bir sinema salonundan daha büyük bir gizem kutusu olabilir mi? Değil mi? Salona girersiniz, artık her ne görecekseniz onu göreceğiniz için heyecanlısınızdır, ışıkların karardığı an en güzel andır, değil mi? O harika duyguyla, heyecan dolu beklenti duygusuyla dolusunuzdur. Genelde de film başlar ve devam eder, sonra birşey olur ve siz de "Vaay" dersiniz, sonra başka birşey olur ve siz de "Hmm" dersiniz. Eğer film çok güzelse, siz de kendinizi bu yolculuğa kaptırmaya hazırsınızdır, çünkü kendinizi ona kaptırmayı zaten istiyorsunuzdur. Bu yüzden benim açımdan, ister TV olsun, iser iPod olsun, ister bir bilgisayar ya da cep telefonu olsun şu çok komik. Dediğim gibi, ben bir Apple hastasıyım, yaklaşık bir sene önce sabahleyin internete bağlandım Steve Jobs'un konuşmasını dinlemek için, bunu hep yaparım, Steve çıktı, video gösteren iPod'u sunuyordu. Peki onun arkasında görünen dev iPod'un üzerinde ne vardı biliyor musunuz? Lost! Hayatta aklıma gelmezdi. Sonra şunu fark ettim, döngü tamamlanmıştı. Benim kendisinden ilham aldığım teknoloji şimdi, kendisinden ilham alınan şeyi teknoloji satmak için kullanılıyordu - çılgınca bir şey! Size birkaç şey daha gösterecektim. Bazılarını atlayacağım. Sadece birşey daha göstereceğim, ki bu da diğer herşeyle ilgili. (Perdedeki görüntüde adamın birisi, bir havaalanı pistinde bir 4x4 ile, inmekte olan bir uçağı geçmeye çalışmaktadır. Uçak 4x4'ün tepesine vurur ve aracın tavanı çöker.) Buna internette rastladım, daha önce gördünüz mü bilmiyorum - bunu dört sene önce yapmışlar. Bu, biraz görsel efekt deneyimi olan birileri tarafından yapılıp internete konmuş birşey. Demek istediğim şey şu, bu adamlar, kendilerinin sahip olduğu - artık herkeste bulunan - gizem kutularını (bilgisayarları) kullanarak bunları yapıyordu. Şunu fark etmiş durumdayım, dedemin ben çocukken bana verdiği şeylere artık herkes sahip. Sizin benim dedeme ihtiyacınız yok, keşke sizin de öyle bir dedeniz olsaydı tabi, ama, şunu söylemeliyim (Perdede bir bilgisayar animasyonu görürüz) Bu bir Quadra 950 bilgisayarda çalışan bir adam, çözünürlük biraz düşük - 15 yıl önce üretimi durdurulan Infinity diye bir program kullanıyor. Hollywood'dan çıkan filmlerdeki kadar harika şeyler yapıyor. Bence en büyük gizem artık, bundan sonra ne olacağı. Çünkü artık teknoloji herkesin ulaşabildiği birşey haline gelmiş durumda. Medya artık heryerde üretiliyor. Benim çocukken elde etme şansına sahip olduğum, elde etmek için yalvardığım şeyler artık heryerde. Yani şu anda büyük bir fırsat hissi var. Şu anda bütün dünyada bulunan ve geçmişte (teknoloji eksikliğinden dolayı) susturulmuş olabilecek filmciler - bence bu çok heyecan verici. Verdiğim derslerde ve konferanslarda filan, yazmak isteyen insanlara şöyle derdim - Git, yaz! Yeteneğini göster. Bunu yapmakta özgürsün. Yazmak için birinden izin almana gerek yok. Ama artık şunu diyebiliyorum - "Git filmini çek!" Gidip o teknolojiyi elde etmekten seni alıkoyan şey yok. Seni, Hollywood'daki insanlar tarafından kullanılan insanların kullandığı kadar, ya da onlara yakın şeyleri kiralamaktan, ya da satın almaktan alıkoyan hiçbir şey yok. Sadece elit tabakanın kontrolü elinde bulundurduğu bir topluluğa iyi bir şekilde hizmet edilmiyor demektir. Ben de dışarıda başka neler olduğunu görmek için bunun büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Görevimiz Tehlike III'ü yaptığımızda, elimizin altında harika görsel efekt olanakları vardı.Ben bu efektlere havadan konmuş oldum, harikaydılar. Sanki rüyada gibiydim. Filmde, size şimdi göstereceğim bazı sahneler vardı. (Tom Cruise yüksek bir binanın tepesinden atlar) İşte bu var. (Tom Cruise patlayan bir arabadan fırlar ve hemen üzerinden bir jet geçer.) Tamam, büyük çılgın patlamalara karşı bir zaafım olduğu belli. Ama bu filmde en fazla hoşuma giden görsel efekti birazdan göstereceğim. Bu sahnede Tom'un karakteri uyanıyor, uykulu bir halde, delirmiş 258

durumda, kendinde değil. Bir adam onu uyandırıyor ve burnuna bir silah sokup, daha sonra onu öldürecek olan küçük bir kapsülü beyninin içine yerleştiriyor, ki kötü adamlar bunu hep yaparlar zaten. (Sahne aynen J.J.'in anlattığı gibi gerçekleşir. Kötü adam "Günaydın" der.) Şimdi. Bu sahneyi çektiğimizde, sahneyi çekerken, silahı elinde bulunduran oyuncu, bir İngiliz oyuncu kendisi, Eddie Marsan, çok tatlı, harika bir insan, sürekli olarak silahı Tom'un burnuna sokuyordu ve bu da Tom'un canını acıtıyordu. Şu gerçeği, kariyerimin daha en başında öğrenmiş bulunuyorum - Tom'un burnunu incitmeyeceksin (Kahkahalar). Eddie'nin elinde bu silah var, ve gerçekten de çok harika bir insandır, (İngiliz aksanıyla) "Afedersin, canını yakmayı hiç istemiyorum, şöyle yapmalısın, bunun iyi görünmesini sağlamamız lazım." O anda birşey yapmamız gerektiğini fark ettim, çünkü mevcut yöntem işe yaramıyordu. Ve tam anlamıyla, dedemin bana verdiği Super 8 kamera ile çalışıyor olsaydım ne yapardım diye düşündüm. Ve bu sahnedeki elin Eddie Marsan'ın eli olmasının gerekmediğini fark ettim. Bu Tom'un eli olabilirdi. Ve Tom da silahı ne kadar sert itmesi gerektiğini bilebilir ve kendisini de incitmezdi. Böylece biz de Tom'un elini aldık, Eddie'nin eline benzemesi için biraz boyadık, Eddie'nin ceketinin koluna soktuk. Yani gördüğünüz el, şimdi tekrar göstereceğim, Eddie'nin eli değil, Tom'un eli. Tom iki rol oynadı (kahkahalar) ve bunun için ekstra para da istemedi. Tekrar izleyelim: (Sahne tekrar oynatılır) İşte Tom, uyanıyor, uykulu, başına çok şey gelmiş. (Silah burnuna sokulur). İşte bu Tom'un eli, bu da, bu da. (Kahkahalar). Neyse. İşte böyle. (Kahkahalar). Sağolun. Yani, filmlerde gördüğünüz ve işe yarayan şeyleri yapmak için en yeni ve büyük teknolojiye ihtiyacınız yoktur. Ve bu gizem kutusu, dedemin anısına, kapalı kalmaya devam ediyor. Evet. Çözen: Robert Thomas Carter Türkçesi: g.g. kaynak: http://blog.ted.com/2008/01/jj_abrams.php GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 22:09 5 YORUM ETİKETLER: GİZEM KUTUSU, J.J. ABRAMS, LOST

01 EKİM 2008 ÇARŞAMBA Yazarlıkla İlgili Alıntılar - 3 "Tutkularınızı küçük gören (aşağılayan) insanlardan uzak durun. Küçük insanlar bunu hep yaparlar. Ama gerçekten büyük insanlar sizin de büyük olabileceğinizi hissettirirler." - Mark Twain "Hayal gücü, egzersiz (uygulama) ile gelişir, sanılanın aksine yetişkinlerde, gençlerde olduğundan daha güçlüdür." - Summerset Maugham "İyi bir fikir sahibi olmanın (bulmanın) en iyi yolu, birçok fikir bulmaktır." - Linus Pauling "Kelimeler kutsaldır. Saygıyı hakederler. Eğer doğru sözcükleri bulup doğru sıraya koyabilirseniz, dünyayı az da olsa yerinden oynatabilirsiniz." - Tom Stoppard "Geceleyin, dış dünya kendi mağarasına çekilip hayalperestleri rahat bıraktığında, daha az büyülü ve daha az sessiz bir saatte mümkün olmayan ilhamlar ve yetenekler ortaya çıkar. Gece yazmayı denemeyen hiçkimse, kendisinin bir yazar olup olmadığını bilemez." – H.P. Lovecraft "Hayatın tadına iki kez bakmak için yazıyoruz." - Anais Nin

259

"Başarı bir yazara her zaman o kadar yavaş gelir ki, yazarlar geriye bakıp çıkmış oldukları yükseklikleri fark ettiklerinde her zaman çok şaşırırlar." - P. G. Wodehouse "Başarı, bitmiş bir kitap, her biri sözcüklerle dolu bir yığın kağıttır. Eğer o noktaya ulaşmışsanız, kendinize karşı, tek başınıza dünyanın etrafını yelkenliyle dolaşmaktan hiç de küçük olmayan bir zafer kazanmışsınız demektir." - Tom Clancy "Yazmak için uygun ruh halini beklemem. Eğer böyle yaparsanız hiçbir şey başaramazsınız. Zihniniz çalışmaya başlaması gerektiğini bilmelidir." - Pearl S. Buck "Kurgu, yalanın içindeki gerçektir (hakikattir)." - Stephen King "Başarı da başarısızlık da aynı derecede felakete yol açar." - Tenessee Williams "Nerede ve ne zaman yazıyor olursanız olun, asla ve asla okuyucularınızın/izleyicilerinizin sizden daha az zeki olduğunu düşünme hatasına düşmeyin" - Rod Serling "Önce kahramanınızın ne istediğini bulun, sonra da yalnızca onu takip edin!" – Ray Bradbury "Yazarın amacı, medeniyetin kendi kendisini yok etmesine engel olmaktır." - Albert Camus "Bazı kitaplar yazılmayı reddederler. Yıllar yılı direnirler ve ikna edilemezler. Bunun nedeni kitabın orada olmaması ve yazmaya değer olmaması değildir -- asıl neden, kitabın doğru biçiminin (formunun) kendisini izhar etmemesidir. Bir hikayenin sadece tek bir doğru şekli vardır ve eğer bu şekli (formu) bulamazsanız, hikaye kendisini anlat(tır)maz." - Mark Twain GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 17:47 3 YORUM

19 EYLÜL 2008 CUMA TERSİNE ROBİN Son bir buçuk ayın gündeminde çok ilginç gelişmeler oldu: 1) Ergenekon davası komik bir hal aldı. Burası üç düzine el bombası ile darbe yapılabilecek bir ülke mi yahu? Ama sevgili basınımız satılmış ve/veya salak olduğu için, bu haberlere mal bulmuş mağribi gibi atladı. İki ay kafa ütülediler. Medyaya gün be gün servis edilen bilgilerin, birilerine ne kadar hizmet ettiğini anlayamamaları (ya da daha kötüsü, bilerek anlamazdan gelmeleri), onları kesinlikle ciddiye almamamız gerektiğini bir kez daha gösterdi. Ekşisözlük bile bunlardan daha iyi yahu. 2) Deniz Feneri davası ise, daha eğlenceliydi. Almanya'da tutuklanan baş faillerden birisi, "Cebime tek pfenig bile girmedi" diyerek kendini savunmuş. Beyefendiye birileri, kendisinin hırsızlıkla değil de, milleti aldatmakla (yani fakirlere vereceğiz diye topladıkları paraları, zenginlere - yani partisine - dağıtmakla) suçlandığını hatırlatmalı. Bu adamlarda Robin Hood'lar bile ters - fakirden alıp zengine veriyorlar! 3) Ramazan vesilesiyle, her saatimizi dolduracak bir dini program bulmak mümkün. En renklisi Beyaz Hoca. Ama gözler Yaşar Nuri Öztürk'ü de arıyor. Yaşar Hoca ne yazık ki, en güçlü olduğu alanı terk edip, hemen hiç gücünün/bilgisinin/tecrübesinin olmadığı bir alana (yani siyasete) girmiş durumda. () O kadar namuslu birisinin, bu çakallar arasında hiçbir şey yapamayacağı gün gibi ortada. Sadece üç beş bin kişinin oyunun boşa gitmesine neden olacak, o kadar. Bir de bir din bilgini olarak halka faydalı olabileceği beş on senesini, boşa harcamış olacak. 4) Bir programda bir din aliminin (!) şöyle buyurduğuna denk geldim: "Kredi kartınızın borcunu geç ödeyip faize düşmek günahtır." Yani maddi sıkıntılardan dolayı, aldıklarınızı ödeyemediğiniz için hem bu tarafta cezalandırlıyorsunuz, hem de öbür tarafta. Bu durumda Türkiye'de, cehenneme odun olacak çok şahıs var. Yaktı bizi bu bankalar! 260

5) Ramazan'ın (tekrar) ortaya çıkarttığı bir başka gerçek de şu: Bu halka dinini anlatan insanların bir çoğu, dini ve din dışı konularda ya "çok bilgisiz" ya da "çok yanlış bilgilendirilmiş" halde. Hemen hepsi tombul yanaklı ve badem bıyıklı olan bu şahısların yüzde doksanı, güven telkin etmekten çok uzak. Bence sadece 4 yıllık ilahiyat fakültelerinden mezunlara din konusunda görev yapmasına ya da bilgi vermesine izni verilmeli. Ayrıca ilahiyattan mezun odluktan sonra bunlara bir de kesinlikle bir sosyal bilim (felsefe, psikoloji, sosyoloji, vb.) ya da fen bilimi (biyoloji, fizik, vb.) alanında mastır yaptırmalı. Akademik hayata dinden girip, dinden çıkanların bakış açısı ne yazık ki çok dar oluyor. 6) 10 Eylül'de yapılan (!) CERN deneyi de, dindar-dindar olmayan herkesin, fen bilimleri (özellikle de fizik) konusunda ne kadar cahil olduğunu gösterdi. (Asıl deney üç aydan önce yapılmayacak! Bunlar daha hazırlık denemeleri.) Yolda proton görse tanıyamayacak olan, "kuark"ı kurbağa vıraklaması sanan insanlar, dünyanın sonu ile ilgili yorumlar yaptı. Bu millet bunca sene neden okula gidiyor, bu okullarda ne öğretiliyor, ya da birşey öğretiliyor mu, anlamış değilim! 7) Gün geçmiyor ki, dini Allah ile kişi arasında bir mesele olmaktan çıkarıp, güç ve para elde etme mücadelesine alet etmek isteyenlerin (yani siyasi dincilerin) yeni bir icadı ortaya çıkmasın. İlköğretim okullarına ibadethane açma heveslisi bir bayan, bu tür insanların, ne acayip fikirler üretebileceğinin çok güzel bir örneğini teşkil ediyor. Bu zihniyetin bizi, öbür tarafta toplu olarak cennete götürüp götürmeyeceğini bilemem ama, bu tarafta yaşanacak bir siyasi-askeri-ekonomik kriz sırasında hepimizi yokoluşun kenarına getireceğinden adım eminim. 8) Şu bir gerçek: Bu halk, "okumayı" değil "dinlemeyi" seviyor. Sevgili aydınlarımız, şu her köşede ot gibi biten yarı-cahil din adamlarının yüzde biri kadar bu halkın kulaklarına hitap etse, yani konuşsa, anlatsa, kendini dinletebilse (eh, bunun için biraz hitabet sanatı öğrenmek gerekiyor), herşey çok daha farklı olurdu/olur/olacak. Ama tabii önce kendilerini bu halka tekrar sevdirmeleri, onların güvenlerini kazanmaları, onların arasına karışmaları lazım. "Ooo, çok iş, kim uğraşacak bunlarla şimdi" diyorsanız, uğraşanların (burada, din istismarcılarının) yarattığı sonuçlara da katlanmak zorunda kalırsınız. Herkese hayırlı Ramazanlar... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 02:18 6 YORUM ETİKETLER: CEHENNEM, CENNET, CERN, ERGENEKON

14 EYLÜL 2008 PAZAR Avrupa Sineması Amerikan Sinemasına Karşı Daha önce bu yazıdan kısa bir alıntı yapmıştım. Ama yazının daha büyük bir bölümünün de faideli olduğunu düşünüyorum. *** Szabo, Avrupa sinemasının Amerikan sinemasının rekabetine nasıl karşı koyabileceği sorusuna da ilginç bir yanıt verdi: "Her hastalığın bir hikâyesi, bir geçmişi vardır. Sorun nedir? Amerika'da yılda yaklaşık 600 film yapılıyor. Avrupa'da ise 800. Yani aslında biz daha çok film üretiyoruz, ama bu filmler sinemalarda gösterilemiyor. Fransa'da yılda ortalama 150 uzun metraj film yapılıyor. Bunların ancak yüzde 70, 80'i gösteriliyor. Fransa'da çok iyi bir yasa var. Sinema biletlerinden yüzde 11, 12 oranında kesilen vergi, tekrar film endüstrisine dönüyor. Filmleri buradan gelen paralarla yapabiliyorlar. Bu vergi Amerikan filmlerinin biletlerinden de kesiliyor. "Amerikan filmlerini oynatamazsınız" diyemiyorlar, çünkü o zaman bu para gelmeyecek. Esas sorun nedir? Genç nesil, ki şu anda sinemaya çok büyük çoğunlukla gençler gidiyor, Amerikan kahramanlarını daha çok seviyor. Bunun nedeni de esas olarak Amerikan kahramanlarının hep kazananlardan oluşması. Amerikan kahramanları her zaman kazanıyor. Bizim kahramanlarımız ise hep kaybedenler oluyor. Genç sinema izleyicileri ise kazananlarla özdeşleşmek istiyor. Mesele Amerikalılar değil, mesele kazananlar. Türkiye'de de, bizde Macaristan'da olduğu gibi, çocuklar için masal geleneği var. Masallar da hep kazananları anlatır. Çocuklar kendilerini kazananlarla özdeşleştirirler. Çünkü çocuk kazanmak ister. Bu, bir Amerikan görüşü değildir, insanın düşünüş biçimidir. Amerika, dünyanın farklı 261

yerlerinden gelenlerin 150, 200 yıl önce oluşturduğu çok yeni bir ülke. Onların ortak masalları, hikâyeleri yok. Amerika'nın masalları sinema oldu. Bizim masallarımızdaki gibi, kahramanlar, her zaman kazananlar oldu. Sinemacılar dünyayı değiştiremezler. Dünyayı politikacılar değiştirir. Avrupa filmleri gelecekte, kazananlar olarak sadece mafyayı, yolsuzluk yapanları göstermez de, kazanan olumlu karakterleri gösterebilirse, bu belki bir fark yaratır. Avrupa Birliği sadece büyük bir pazar olacaksa; bu, gerçekleşmez. Bizim ihtiyacımız olan Avrupa'nın geleceğiyle ilgili bir imaj. Gelecekle ilgili pozitif bir imaj. Gençlere, Avrupa güzel olduğu için oraya gelmeye çağıran bir imaj sunmak. Avrupa eğer yalnızca geçmişin güzel kalıntılarını gösteren bir müze olursa, gelecekle ilgili bir imaj oluşturamaz. Amerika'da; Roma'da, İstanbul'da, Atina'daki gibi geçmiş kültürü gösteren tarihi kalıntılar yok. Avrupa'da 5, 6 Euro verirseniz, geçmiş, yıkılmış kalıntıları görebilirsiniz. Ama yeni bir şey yaratacak enerji nerede? Sorun burada. Eğer gençlere sunacak yeni şeylerimiz olursa, o zaman yeni kahramanlar bulabiliriz. Amerika'nın kahramanlarına karşı belki savaşabiliriz." (Kaynak: Tempo Dergisi 22-28 Aralık 2004) *** Istavan Szabo hakkında daha ayrıntılı bilgiyi BURADAN alabilirsiniz. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 03:20 2 YORUM ETİKETLER: AMERİKA, AVRUPA, KAHRAMAN

10 EYLÜL 2008 ÇARŞAMBA TUĞLA DUVARLAR "Önümüze çıkan tuğla duvarların (engellerin) orada bulunmasının bir nedeni var. Bu duvarlar, bizi dışarı tutmak için yoklar. Bu duvarlar bize, birşeyi ne kadar çok istediğimizi göstermemiz için bir şans vermek üzere varlar. Bu duvarlar, o şeyi yeterince istmeyen insanları durdurmak için oradalar." Profesör Randy Pausch - Carnegie Mellon Üniversitesi

*** "The brick walls are there for a reason. The brick walls are not there to keep us out; the brick walls are there to give us a chance to show how badly we want something. The brick walls are there to stop the people who don't want it badly enough." GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 16:50 0 YORUM

30 TEMMUZ 2008 ÇARŞAMBA Bulacağız elbet! Aşağılarda bir yerlerde demokrasinin ennn iyi yönetici seçme biçimi olmayabileceğini tartışırken, şöyle demiştim: "Aslında demokrasinin temel işlevi, suçu birilerine (yani seçmene) yüklemektir. Yani 'Bakın, bu yöneticileri siz seçtiniz, onların yaptıklarından da siz sorumlusunuz' denilebilmesini sağlayan bir yöntemdir." Anayasa Mahkemesi'nin bugün açıklanan kararı, demokrasinin temelinde yatan (ve benim de pek onaylamadığım) bu ilkenin somutlaşmış bir halidir bence. Yani "Bu adamları siz seçtiniz, tekrar tekrar ve her defasında artarak daha fazla oy veren sizsiniz. Laiklik sizin neyinize! Kendiniz ettiniz, kendiniz bulun! Başınıza türbanı, kıçınıza şalvarı geçirsinler de görün" demiş durumdalar. Ayrıca kapatMAmanın kısa vadede ekonomi üzerindeki olumlu etkileri, uzun vadede ülkenin insan dokusunda yapacağı tahribata tercih edilmiş gibi duruyor. "Kanserli dokuyu almayalım. Neticede

262

sigarayı hasta kendi özgür iradesiyle içiyor. Bakalım ne olacak?" gibi bir analoji kurulabilir patoloji bilimiyle. "Türkiye" adlı filmimiz, ironik bir sondan (bkz. McKee), trajik bir sona doğru dümen kırmış durumdadır. Katsumoto'nun Ordusu gibi biçildikten sonra, ardımızdan birileri ağlayacaktır elbet. Bilerek ya da bilmeyerek bu finale alkış tutanlar ise uygun bir yerlerine, kına yakmak yetmez, dövme yaptırılar artık. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 21:53

27 TEMMUZ 2008 PAZAR 47 mi, 74 mü? Aşağılarda bir yerlerde, gelecekte bu ülkenin bir gün şeriat ile yönetilebileceğini, ama adının ille de şeriat olmayabileceğini, daha yumuşak, daha "soft", daha "light" bir ifade ile adlandırılabileceğini söylemiştim. Bunda da, çeşitli tarikatlerin, imam hatiplerin, dinci yurtların ve kursların yoğun çalışmasının büyük payı olduğunun altını çizmiştim. Bir çok okurum da bana çok karamsar olduğumu söylemişlerdi. Hatta bazıları burada siyasi yazı görmek istemediklerini de eklemişlerdi. Aşağıdaki şu haberi okuyun (kaynak: Ruhat Mengi - Vatan) da kim karamsarmış, kim gerçekçiymiş, kim hayal görüyormuş, anlayın: " Dünyanın en prestijli araştırma kuruluşu Gallup’tan şok edici şeriat araştırması! Gallup’un 2007 yılında yaptığı son araştırmada Mısırlıların yüzde 91’i, İranlıların yüzde 90’ı, Türklerin ise yüzde 74’ü şeriata olumlu bakıyor. Şeriatın hukukun içinde yer almasını isteyenlerin yüzde 69’u ise (burada daha da dikkat) şeriatı kadınlar için iyi bir adalet sistemi olarak görüyor. Bu arada anket yapılan Türklerin yüzde 7’sinin tam şeriat istediği, yüzde 26’sının ise bazı şeriat hükümlerinin hukuka bir şekilde entegre edilmesini desteklediği görülmüş. Aynı gün gelen bir başka haberde Amerikalı Müslümanların da Obama’dan şeriat kuralları talebinde bulunduğu bildiriliyor. Onlar kamuda türban yasağının kalkması, cuma günleri izin, hükümet binaları, havaalanları ve üniversitelerde mescit gibi isteklerde bulunuyorlar. Bizde şeriat isteyenler de tabii önce okul, üniversite ve kamuda türbana izinden başlayıp sonra da “kadınlar için iyi bir adalet sistemi” olarak kadını birey olmaktan çıkarıp emirlerle, baskılarla kuklaya çevirecek düzene varacaklar. Bu kadar kesin ve net, çünkü ılımlı İslâmla (veya ılımlı şeriat) başlayarak bu noktaya varmayan başka Müslüman ülke veya topluluk da dünyada yok artık... Zaten neden şeriata sıcak baktıkları sorulduğunda bizimkiler bunu açıkça belirtmişler de - Kadınlar için adalet sağlar (%69) - Adil bir hukuk sistemi oluşturur (%63) - Zalimce cezalar getirir (%33) - Kişisel hakları kısıtlar (%32) - Kadınlar için baskı olur (%22) - Hükümete sonsuz güç verir (%21) Beyler, hanımlar, bu anketin Türkiye’deki sonuçları Malezya veya Endonezya’da yapılan anket sonuçlarından hiç farklı değildir. Haydi hayırlı olsun! Bozdurup bozdurup harcayın veya tepe tepe kullanın laik rejiminizi..." GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 19:06 ETİKETLER: ŞERİAT

263

26 TEMMUZ 2008 CUMARTESİ NE "TARAF"? Beni yazılarımdan biraz tanıyanlar, TARAF gazetesi ile pek bir alakam olamayacağını bilirler. Ben de bir "taraf"ım, ama onların tarafında değilim. Herhalde karşı cepheye denk geliyordur benim konumum. Ama tam olarak değil. Şöyle hafif çaprazdan. Yine de arada sırada o gazeteyi elime alıp bakmıyor değilim. Ama çok uzun sürmüyor, zira Taraf hep kendini tekrarlıyor. Cumhuriyet gibi. Zaman gibi. Vakit gibi. Yeni Şafak gibi. Hayata bakışlarını, perspektiflerini bir kere çözdükten sonra, gündeme düşen her olayla ilgili neler söyleyeceklerini şıppadanak tahmin edebiliyorsunuz. Bu da sizi gazeteyi okuma zahmetinden kurtarıyor. *** Taraf'ın üstü çok da örtülü olmayan bir iddiası var: Kendilerini daha modern, daha özgür, daha ileri bir ülkenin tarafı olarak görüyorlar. Ve bunun için de belirli bir yaklaşımı benimsemiş durumdalar. Bu yaklaşımın detaylarına burada girmeyeceğim. Ama benimsedikleri yaklaşımın bir bölümü Ordu karşıtlığı, burası kesin. Bunu yazılarında açıkça ya da örtülü bir biçimde ifade ediyorlar. "Biz ordu karşıtıyız" diyerek değil tabii ki. Daha "edepli", daha "edebi", daha "politik" ifadelerle yapıyorlar bunu. Ama aynı gazetede ben hiç "Dinci Suistimal Karşıtlığı" diye birşeye denk gelmedim. Sürekli okuyucusu olmadığım için belki arada bir çıkan yazılarını kaçırmış olabilirim. Ama gözlemlediğim kadarıyla, bu konu onları hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Neden? Dinci Suistimal, her hareketini "meşruişet" kılıfı altında yapmayı başarıyor da ondan. Dinci Suistimal derken, toplumun tarikatler halinde bölünmesini, bu tarikatlerin çıkar amaçlı örgüt gibi hareket etmesini, devlet kurumlarına nüfuz ederek önemli pozisyonları ele geçirmesi (malum Anayasa Mahkemesi raportörünün hep aynı yönde rapor hazırlaması, size de ilginç gelmiyor mu?), bu sayede daha fazla sayıda kendi taraftarlarının devlet kurumlarına girmesine ve ihalelerin, bu tarikatların kurduğu şirketlere verilmesine sebep olunmasını kastediyorum. (Örnek için buraya bakınız). Ayrıca, sadece kendi ideolojisini (i.e. Şeriat) ülkeye hakim kılmak için iktidar olmaya azmeden, bunun için de ülkeyi yabancı sermayeye ve yabancı ülkelere peşkeş çeken bir hükümeti de, bu kapsamda düşünmek mümkündür. Yani olay, sadece bir tarikate üye olmak hasebiyle belediyeye çaycı olarak alınan kişiden, ülkenin ennn tepelerine kadar uzanmaktadır. *** Bu Dinci Suistimal'in ülkemize yüz milyarlarca dolar zarar verdiği (sadece son altı yılda, ülkenin 200 milyar dolar olan iç ve dış borcu, iki katına çıkmıştır), siyasi ve askeri egemenliğimizi de tehlikeye soktuğu (bkz. 1. Tezkere ile ilgili tartışmalar, ve yakın zamanda ortaya çıkacak olan Kıbrıs olayı) herkesin bildiği bir durumdur. İç piyasada kendi taraftarlarına akıttıkları milyarlarca doların bir bölümü, yine kendileri gibi düşünüp davranan robot-insanların yetiştirilmesinde kullanılmakta, böylece "demokrasi" denen bu oyunda, kazan taraf olmayı sürdürmeyi garanti altına almaktadırlar. Ve bütün bunları, "meşruiyet" kılıfı altında, yasalara ve yönetmeliklere uygun bir biçimde yapmaktadırlar. İşte bu "meşruiyet" kılıfı, Taraf'ın, bu tarafı görmesini engellemektedir. Sanki bu kılıf, Dinci Suistimalin üzerini bir perde gibi örtmekte, ve onun yanlışlarını tamamen görmezden gelinmesine neden olmaktadır. Öte yandan, kendi ülkesinin kendine özgü koşullarını ve kurumlarını hazmedemeyen, ve zihni Batılılık ideolojisiyle yıkanmış insanlar (örn. Murat Belge, Ahmet Altan, vb.), kendilerine model aldıkları Batılı kalıplara uygun hareket etmiyor diye, Ordu'yu yerden yere vurmaya devam etmektedirler. Ordunun hareketleri, tek bir haksız kazanca yol açmadığı, sadece ve sadece ülkenin ve milletin geleceğini korumaya yönelik olduğu halde, "Batı demokrasilerinde böyle birşey yok" denilerek eleştirilmektedir. Gerçek hayattan bu kadar kopuk insanlara, burunlarının dibinde gerçekleşen soyguna bu kadar bigâne kalan insanlara, kurumları ve insanları bu kadar yanlış değerlendiren insanlara, ne denir? Aklıma birçok sıfat geliyor, ama bunlardan hiçbiri "Aydın" değil.

264

Bundan yirmi-otuz yıl sonra, mevcut Din Suistimalcisi yöneticiler anılarını yazarken, konu geldiğinde, keyifle kıkırdayacaklar ve şöyle diyecekler: "Biz düşmanlarımızla nasıl uğraşacağız diye düşünürken, kendine AYDIN diye bir grup, aniden bizim avukatlığımıza soyunmuştu... Ne güzel günlerdi onlar..." *** Ne zaman "Taraf" okusam, kendimi onun "Karşı Taraf"ında buluyorum. Bir konuda ne düşündüğümü değil, ama ne düşünmediğimi hatırlamak ya da bulmak için, "Taraf" okumak yetiyor. Yazık! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 16:13 ETİKETLER: AYDIN, TARAF

25 TEMMUZ 2008 CUMA ANLAYACAKLARI DİLDEN Youtube yaklaşık iki aydır kapalı. Nedeni malum. İki mahkeme kararı, koskoca bir ülkeyi tamamen youtube'a (ve başka sitelere) kapatmaya yetiyor. Tamam, hukukun üstünlüğünün kabul edildiği bir ülkede, buna itirazımız yok. (İtirazı olanlar, yani ille de youtube'a ulaşacağız diyenler, zaten ne yapacaklarını biliyorlar). Sorun, hukukun üstünlüğünden çok, bir ülkenin, kıçıkırık bir yabancı şirket (merkezi San Mateo, CALIFORNIA) üzerinde dahi yaptırım gücünün bulunmaması. Yani youtube denilen şirkete, server'larındaki bir iki filmi kaldırtamamaları. Peki bunu nasıl yapacaklar? Şirketlerle hangi dilde konuşulursa, o dil kullanılarak: PARA! Bizim millet olarak bazı konularda abartıya eğilimli olduğumuzu biliyorsunuz. Herşeyin iyisinde de, kötüsünde de abartırız. En çok cep telefonu kullanan, en çok televizyon seyreden, en çok trafik kazası yapan, vb. ülkelerin başında geliyoruz. Alexa.com'a göre, youtube kullanımında da bayağı öndeyiz (Türkiye'de en çok ziyaret edilen 18. site). Sonuçta youtube da reklamlardan kazanan bir şirket. Türkiye'den her gün binlerce insanın ziyaret ettiği bir sitenin, bu kadar çok izleyici kaybetmeyi isteyeceğini sanmıyorum. Söz konusu para olunca, youtube'un kapatılmasına neden olan birkaç seviyesiz videoyu kaldırmakta tereddüt edeceklerini de düşünmüyorum. Peki bu işi kim yapacak? Devletin çeşitli kurumları yapabilir. Dışişleri Bakanlığı olabilir, Başbakanlığın konuyla alakalı olabilecek bir birimi olabilir, Kültür Bakanlığı olabilir. Bunların uygun bir biçimde yetkilendirilen bir birimi, youtube ile görüşmeleri sürdürebilir. İstedikleri sonucu en kısa sürede alacaklarından eminim. *** Ama benim bu olayda dikkatimi çeken şu: Bu ülkede, yasaları koruyan, uygulayan kurumlar var: Mahkemeler. Onlar tamam. Ama halkı koruyan, halkın bilgilenme özgürlüğünü, eğlenme özgürlüğünü, kendini geliştirme özgürlüğünü savunan kurumlar nerede? İşe yaramaz ve çoğu anlamsız protestolarda bulunan STK'lardan bahsetmiyorum. Devletten bahsediyorum. Devlet kurumlarından bahsediyorum. Onlar nerede? Orada bir yerlerde, bizim birey olarak gelişimimizi de düşünen bazı kurumlar olmalı, değil mi? Gören olursa, haber versin! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 15:59 2 YORUM ETİKETLER: YOUTUBE

265

22 TEMMUZ 2008 SALI JOE ESZTERHAS'TAN Senaristlere Tavsiyeler Aşağıda, Temel İçgüdü'nün yazarından, genç yazarlara bazı tavsiyeler yer alıyor. Hepsini Türkiye'de uygulamak mümkün değil. Ama senaristlerin karşılaştığı bazı sorunların evrensel olduğunu göstermesi açısından ilginç. *** 1) Çok fazla film seyretmeyin. Bugünlerde sinemalarda oynayan filmlerin çoğu berbat. Sizi bunalıma sokarlar. Kendi kendinize şöyle sormaya başlarsınız: Nasıl olur da bu iğrenç filmi çekerler de, benimkini satın alıp yapmazlar? Kendinize gereksiz yere bu ıstırabı çektirmeyin. Onun yerine gidip iyi bir kitap okuyun. 2) Lafı ağzınızda gevelemeyin. Eğer bir stüdyo yöneticisinin size verdiği fikir berbatsa, "Eh, ilginç bir fikir, ama.. " demeyin, "Bu gerçekten b**tan bir fikir" deyin. Birlikte çalıştığınız insanlar aptal değiller, sadece kibirliler. Aslında derinlerde bir yerde, onlar da fikirlerinin b**tan olduğunu biliyorlar. 3) Onların, yazdığınız birşeyi değiştirmek için sizi ikna etmelerine izin vermeyin. Yönetmen, yazar değildir. Yapımcı ya da stüdyo yöneticisi de öyle. Siz hayatınızı yazarak kazanıyorsunuz. Profesyonel olan sizsiniz. Onlar amatörler. Onlara öyle davranın. Ne olduklarını onlara hissettirin. 4) Yazacağınız senaryo fikrini insanlara anlatıp onları ikna etmeye çalışmayın. Oturup senaryonuzu yazın. Bir oda dolusu cahil egomanyağı, sizin senaryo yazabileceğinize ikna etmeye çalışmanın ne anlamı var? Oturup yazın! İyi bir senaryo yazmak, iyi senaryo yazacağınızı söylemekten çok daha dürüst bir davranıştır. 5) Kalbinizden geldiği gibi yazın. Hayat kısa, sandığınızdan daha da kısa hem de. Ismarlama iş yapmayın. Eğer stüdyo size birşeyler yazma görevi verirse, bu görevi ancak, içinizde, ruhsal ya da cinsel bir şeylere dokunursa yapın. 6) İlk müsveddeniz hakkında her zaman yalan söyleyin. Temel İçgüdü'nün senaryosunu sattığımda insanlara, bu senaryo üzerinde yıllardır çalıştığımı söylemiştim. Film 1992 yılının en başarılı filmi olunca, onlara gerçeği söyledim: Senaryoyu yazmak sadece 13 günümü almıştı. 7) Aile sırlarını hatırlayın. Eğer yazacak birşey bulamıyorsanız, ailenizin konuşmadığı şeyleri düşünün. Oralarda bir yerde iyi bir senaryo gizleniyor olabilir. 8) Yönetmenle birlikteyken, onun her söylediğini yapmayın. Ne kadar canayakın olursa olsun, o sizin arkadaşınız ya da ortağınız değildir. O sizin düşmanınızdır. Kendi yaratıcı bakış açısını, sizinkine dahil etmek istemektedir. Sizin yazdığınız şeyi alıp kendisine mal etmek, sonra da bütün övgüleri toplamak istemektedir. 9) Biraz kötü kalpli olun. Benim eski ve sevgili menejerim, Guy McElwaine, şöyle derdi: "Bir senaryo menejerininki kadar kararmış bir kalp yoktur." Benim için çok uzun süre çalışmış olsa da, ve onu gerçekten sevmeme rağmen, gün geldi kendisini kovdum. 10) İnsanların sizin moralinizi bozmasına izin vermeyin. Eğer senaryonuzu satamıyorsanız... ya da satıyorsanız, ama yapımcılar onu katletmesi için başka bir yazar getiriyorsa.. ya da yönetmen, kendisiyle yapılan röportajlarda senaryonuzu aslında kendisinin yazdığını söylüyorsa... ya da oyuncular, sizin en iyi repliklerinizi kendilerinin doğaçlama olarak bulduklarını söylüyorlarsa... ya da filmin basın toplantısına dahil edilmediyseniz... yapacağınız en doğru şey oturup bir başka senaryo yazmak olacaktır. Aynı şey bir sonraki senaryoda da olursa, o zaman bir başka senaryo daha yazın, sonra bir başkasını, sonra bir başkasını daha... Ta ki, yönetmenin, sizin bakış açınızı perdeye yansıttığı bir senaryo yazana dek. *** Joe Eszterhas, aralarında Temel İçgüdü, Jagged Edge, Flashdance, ve Showgirls'ün de bulunduğu 15 filmin senaryosunu yazmıştır. Kaynak: http://www.moviemaker.com/directing/article/joe_eszterhas_2904/ GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 18:20 1 YORUM ETİKETLER: JOE ESZTERHAS, TEMEL İÇGÜDÜ 266

19 TEMMUZ 2008 CUMARTESİ Bir Yorum'a Cevap - (Siyaset) Aşağıda bir yerlerde "Hasta Ettiniz Beni" adlı yazıma gelen bir yorum var. Bu yazı, ona cevap olarak yazılmıştır. *** Yorumunuza madde madde cevap yazayım: 1) Demirel'in dürüst olduğunu kimse iddia etmiyor. "Verdimse ben verdim" lafını nerede ve hangi vesileyle söylediğini bir araştırın. Demirel'in siyasette bu kadar uzun süre kalabilmesinin çok sayıda faktörü vardır, ve bunların çok azı dürüstlükle ilgilidir. 2) Ali Babacan değil ODTÜ'yü, isterse Princeton'ı bitirmiş olsun, bu durum, milletin parasını yabancılara peşkeş çeken ve bununla da övünecek kadar -bkz. özelleştirmeler- vicdansız olan bir hükümetin üyesi olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsanların yaptıkları, üniversiteyi bitirme notlarına bakarak değerlendirilemez. Atom bombasını yapan Oppenheimer ve arkadaşları Ali Babacan'dan on kat daha zeki ama on kat daha ahlaksız insanlardı! Ayrıca, ülkenin gerçek ekonomik durumunu, Ali Babacan'dan daha iyi bilebilirim de. Benimle aynı fikirde olan ve A. Babacan'a hocalık yapmış onlarca insan var!İnsanları üniv. mezuniyet notları ile değerlendirmenizin ne kadar komik olduğunu ileride anlayacağınızı tahmin ediyorum. 3) Ülkenin ekonomisindeki düzelme, sadece zaten zengin olanlara yarayan, ve büyük ölçüde de kağıt üzerinde olan bir durum. Bir asgari ücret ile, örneğin Erbakan'ın zamanında alınabilenleri, bugün alınabilenlerle karşılaştırın, farkı görün. 4) Dünyanın en yüksek faiziyle borçlanan ülkesi olmamızı neyle açıklayacaksınız, onu da merak ediyorum. Biraz Prof. Şükrü Kızılot (Hür.) ve Yiğit Bulut (Vatan) okumanızı tavsiye ederim, ekonomi hk. gerçekçi bir perspektif edinmeniz için. 5) Yöneticiler namaz kılıyorlar diye siyaseti alet ediyorlar demedim. Ama gidin belediyelere sorun, iktidar partisinden olmayan şirket sahipleri doğru dürüst bir ihale alabiliyorlar mı?! Bütün belediyelere ve devlet kadrolarına da kendi yandaşlarını doldurdular, öyle ki Guardian'da bile çıktı bununla ilgili haberler - yani dışarıdan bile görünüyor neler yaptıkları. E, siz bu ülkedeyken bunu göremiyorsanız birşey diyemeyeceğim. 6) Türban ile mini eteğin karşılaştırılmasını hep anlamlı bulmuşumdur. Ne açıdan anlamlı? Karşılaştırmayı yapanların zihinsel bulanıklığını göstermesinden dolayı. Türban dini bir simgedir, ve üniversitelerde ve kamu kurumlarında dini simgeler kullanmak yasaktır. Mini etek ise bir dini simge değildir. Bu yüzden serbesttir. Mesela, kuramsal konuşuyorum, önümüzdeki on yılda, mini eteği dini simge yapan bir din ortaya çıksa, üniversitelerde mini etek de yasaklanır, emin olun. Yani buradaki engelleme, insanların her türlü özgür tercihlerini engellemek değil, dini simgeleri kamu kurumlarının dışında tutmaktır. 7) Bu ülkede türban ve benzeri dini simgelerin kamu kurumlarına alınmamasının nedeni, bu ülke kurulurken, dış düşmanlar kadar, şeriatçılarla da mücadele edilmiş olmasıdır. Fransa'nın, Çin'in, ya da Ermenistan'ın tarihinde hiç böyle bir derdi olmamıştır, ama bizim olmuştur. Bizim hassasiyetimiz bundan. Bu yüzden, tarihsel olarak benzer olmayan ülkeleri karşılaştırarak doğru bir sonuca varmanız mümkün değil. 8) Yöneticilerin askerle arasının sorunlu olduğunu görmemek için, Mars'tan yeni gelmiş olmak lazım. Azıcık tarih bilgisi yahu! Genel Kurmay başkanının iki açıklamasından biri PKK, diğeri de şeriatçılarla ilgilidir. Mevcut hükümetin amacının şeriat olduğunu ise Fransa'daki kargalar bile biliyor. Eğer bu konulardaki görüşlerinizi, sadece siyasi yöneticilerin beyanatlarına dayandırıyorsanız, ülke gerçeklerinden çok kopuk yaşıyorsunuz demektir. 9) AB konusunda da yöneticiler yalan söylüyorlar. Zira AB'nin gerektirdiği bütün değişiklikleri salladılar, geciktirdiler. Bunun için Oli Rehn ve kankalarının açıklamalarına bir bakın. 10) Eğer bu ülke, Kur'an ayetlerine göre yönetilseydi, bu yönetimin adı ŞERİAT olurdu. Ama Türkiye şeriatla yönetilen bir ülke değil. 1923'te bu ülkeyi kuranlar, dini simgeleri kamu kurumlarının dışında tutmuşlardır. Eğer ille de hem ibadetimi yapacağım hem de bir kamu kurumunda çalışacağım ("kamu"yu vurgulamak gerekiyor, zira özel sektörde bu yönde hiçbir kısıtlama yok, hatta aksi yönde bir baskı var)

267

diyorsanız, Şeriatla yönetilen bir ülkeye gideceksiniz. Eğer bu ülkede de böyle olsun diyorsanız, bunun için daha çok beklemeniz gerek. 11) Özgürlük, sizin gibi düşünenlere göre, çoğunluğun inancının baskın çıkmasıdır. Yani çoğunluğun azınlığı ezmesidir. Ama gerçek özgürlük hem çoğunluğun hem de azınlığın eşit muamelesi görmesidir. Bunu da laik sistemler yapar. Örneğin kamu kurumlarında dinsel simgelere izin verilse, bu kez tarikatler ve cemaatler devreye girecek. Erkekler sakal bırakacak. Kimisi şalvarla, kimisi sarıkla gelmek istediğini söyleyecek. Kadınlardan kimisi kara çarşaf giyecek. Herkes mezhebine, hangi cemaate bağlı olduğuna göre giyinecek. Hatta daha da kötüsü, başka mezheplerden (mesela Alevi) olanlara ayrımcı davranacaklar. (Türbanlı ve türbansız öğrencilerin bir arada bulunduğu sınıflarda, türbansızlar istisnasız zaman içinde kapanmaktadır. Bunun nedeni, zaman içinde "doğru yolu" bulmaları değil, türbanlıların onlara baskı yapmasıdır.) İşte bütün bu karmaşayı ve ayrımcılığı engelleyen şey, laikliktir. Kamu Kurumlarını her türlü inancın etkisinden uzak tutmaya çalışır. Onun dışında, sivil hayatta kimsenin inancına karışılmaz. İnsanlar yan yana cami yapıyorlar, biri daha dolmazken ikincisini dikiyorlar. Karışan var mı? Yok.Laikliğin değerini, eğer bir gün elden giderse, ve sizinle aynı mezhepten olmayan bazı kamu görevlileri size eziyet etmeye başlarsa (bkz. Irak), o zaman anlarsınız, ama çok geç olmuş olur. 12) Ben bu ülke olayları karşısında tabii ki tarafsız değilim. Kesinlikle tarafım. Bilenlerin, uzak görüşlülerin, nesnelere ve olaylara derin ve gerçekçi bakanların tarafındayım. Bu, benim kadar bilmeyenlerle bazen yüzde yüz zıt düşmeme yol açsa da, çoğunlukla küçük bir azınlık halinde kalmama neden olsa da, böyle. Bu benim görevim. Aziz milletimin bütün mensuplarına karşı bir görev bu. Hatta size karşı bile. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 00:07

15 TEMMUZ 2008 SALI YAZARLIKLA İLGİLİ ALINTILAR - 2 Herkesin yeteneği vardır, zira insan olan herkesin ifade edecek birşeyleri vardır. - BRENDA UELAND Yetenek, cinayet gibidir - eninde sonunda ortaya çıkar. - LORETTA BURROUGH Yazma yeteneği varlığını ille de çocuklukta ya da ergenlikte belli etmez. Bazı insanlarda bu yetenek, yetişkinlik yıllarında kendini gösterir. - DEENA METZGER Her insanın içinde en azından bir şiir ya da kısa hikaye, ya da belki de bir kitap olduğunu düşünüyorum. DEE BROWN Zaman geçtikçe, yeteneğin sezgiye çok benzediğini düşünüyorum: yetenek, tıpkı sezgide olduğu gibi, kendisini dinleme zahmetine katlanan herkesin ulaşabileceği birşeydir. - LAWRENCE BLOCK Yetenek, gerçekten de bir çağrı'dır: belirli bir yaşam tarzına doğal olarak eğilimli olmak gibi birşey vardır; herkes keşiş olamaz. - CHRISTOPHER ISHERWOOD Bir yazarda mutlaka olması gereken yeteneklerden biri de sebattır. Kitabı siz yazmalısınız, aksi takdirde kitap diye birşey olmaz. Kitap kendi kendini bitirmez. - TOM CLANCY Ortak fikir şu ki... yazma arzusu/güdüsü, yaratıcı eser verme yeteneğinden şaşırtıcı ölçüde daha önemlidir. Dr. ALICE W. FLAHERTY Yetenek öğretilemez, ama desteklenip geliştirilebilir. Zanaatle ilgili konular ise öğretilebilir, ve bunları öğrenmek, yazarın doğuştan gelen yeteneğine zarar vermez. - ROBERT DeMARIA Eğer yazma konusunda güçlük çekiyorsanız, kendinizde bir terslik olduğu sonucuna varmayın. Yazmak, asla ve asla kendinize duyduğunuz saygıyı sınama vesilesi olmamalıdır. Eğer işler istediğiniz gibi gitmiyorsa, bunu bilinçaltınızdaki bilinmeyen bir kusurun kanıtı olarak görmeyin. AYN RAND Roman yazmayı hiç zor bir iş olarak görmedim... Roman daha çok arzuyla - arzuyu yazıya dönüştürmekle - ve uzun süre konsantre olabilmeyi kabul eden bir mizaca sahip olmakla alakalıdır. Bu da her gün, tek bir yerde, tek başına oturabilme yeteneği anlamına gelir. - WARD JUST 268

Kaynak: "The Writer's Quotebook: 500 Authors on Creativity, Craft, and the Writing Life" - Jim Fisher GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 03:40 0 YORUM ETİKETLER: YAZARLIK

08 TEMMUZ 2008 SALI "TÜREV" Hakkında Türev bir "film" mi? Evet. İyi bir film mi? Hayır. Türev'i bir film yapan, en başta, bir dramatik durum yaratabilmesi, bize az ya da çok, filmin sonunu merak ettirebilmesi. Bazı sahneleri zaman zaman camdan atlama hissi yaratsa da, sonuna kadar dayanabildiğinizde, "Aa, ben bu hikayeyi birilerine anlatabilirim" diyorsunuz. Yani filmin, başı ve sonu olan ve olayların birbirini mantıklı ve dramatik bir biçimde izlediği bir hikayesi var. Ama çok orijinal, çok yenilikçi, çok yaratıcı bir hikaye değil bu: Genç bir kadın, sevgilisinin aşkını test etmek için, bir kız arkadaşından onu baştan çıkarmasını ister. İşin kötüsü, bu ikisi daha sonra birbirlerine aşık olurlar. So what? Eee? İzlediğimiz Amerikan ve İngiliz sitcom'larında bundan üç kat daha karmaşık hikayeler anlatılıyor otuz dakika içinde. İnanmayan "Coupling" ya da "Two and a Half Men" ya da "How I Met Your Mother" ya da benzeri yüzlerce sitcom'a baksın. Ama bu aslında çok büyük bir sorun değil. Yani olmayabilirdi. Eğer karakterler yeterince karmaşık ve ilgi çekici olsaydı (bkz. Aşağılarda bir yerdeki "Basit Hikaye, Karmaşık Karakter" başlıklı ve içerikli yazı). Ne yazık ki karakterler, fazla karmaşık, yeterince derin, ve de hiç ilginç değiller. Eğer öyle olsalardı, olaylar da finalde gerçekleşmesini beklediğimiz o yüzleşmenin biraz daha ötesine uzanabilseydi, kesinlikle "iyi" bir film olabilirdi "Türev". Film aslında bu zayıflığının biraz farkında. Bu yüzden hikayenin arasına karakterlerin gerçek duygu ve düşüncelerini itiraf ettiği bölümler serpiştirilmiş. Eh, bunlar da bir noktaya kadar hikayenin yavanlığını azaltıyorlar, ama sadece bir noktaya kadar. Karakterlerin kendisi sıradan ve sıkıcı olduğu için, aslında çok ilginç birşey olabilecek itiraflar da sıradan ve sıkıcı kalıyor. Filme kamera ve ışık kullanımıyla ilgili olarak yapılan eleştiriler tamamen saçma. Bu bir üslup meselesi. Ulaş İnaç bunu seçmiş, gerisi sizin beğeninize kalmış, ama kimse buna "yanlış" diyemez. (2008'de izlediğimiz ve JJ Abrams'ın yapımcılığını yaptığı "Cloverfield" da aynı üslupla çekilmişti, ama onda biraz daha dikkatli olmuşlardı, zira o tamamen ticari bir filmdi, "Türev" ise değil). Tekrar ediyorum: Bu film, "Filmin sonunda ne olacak? İşler nasıl son bulacak?" diye sordurmayı başarıyor, bu yüzden de bir "film" olarak kabul edilmeyi hak ediyor. *** Benim asıl şaştığım, bu filmin ardından daha fazla sayıda gencin ellerine dijital kameraları alıp kendi uzun metrajlı filmlerini çekmek gibi bir girişimde bulunmamış olması. Bu film, dijitalle çekilecek filmler ile ilgili son derece cesaretlendirici bir örnek bence. İlle de Dogma tarzında çekmek zorunda değiller tabii ki. Belki de böyle yanlış bir anlama oluşmuştur: Dijitalle çekilen film böyle olur diye. Oysa burada sinemada gerçekliği yaratmaya yardımcı olan ışık ve sesle (kasıtlı olarak) hemen hiç uğraşılmamış. Eğer siz bunlarla uğraşırsanız, dijitalle çok daha güzel filmler çekebilirsiniz. (Dogma'cıların en büyük hatası şu: Gerçeklik, film çekilirken oluşan durum değil, film izlenirken meydana gelen bir algılamadır. Yani sizin "gerçekçi" olmak için suni ışıktan, ses düzenlemelerinden, efektlerden, vb. uzak durarak ürettiğiniz film, izleyicide, gerçekçilik hissi yaratmayabilir, hatta tam aksine, onlardaki gerçeklik duygusunu büyük ölçüde zedeleyebilir.) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 16:40 0 YORUM ETİKETLER: DİJİTAL, DOGMA, TÜREV 269

05 TEMMUZ 2008 CUMARTESİ YANLIŞ YÖNLENDİRME Sürekli olarak değişen bir gündemi var ülkemizin. En azından medyanın bize yansıttığı bu. Bunun sonucunda biz de "kriz arsızı" olduk.

Ama aslında bu bir aldatmaca. Yani ülkeyi ve dünyayı gerçekten etkileyen ve etkileyecek olayları görmemizi engelleyen bir sis bulutu yaratıyorlar. Biz de çok değerli vaktimizi, yanlış şeyleri tartışarak geçiriyoruz.

Ülkenin gerçek gündemi Ergenekon değil. Ülkenin gerçek gündemi parti kapatma davası değil. Ülkenin gerçek gündemi milli takımın Avrupa Kupası'nda yarı finale çıkması değil.

***

Ülkenin gerçek gündemi, kamu ihaleleri yoluyla meydana gelen muazzam soygun. Hükümet, kendi yandaşlarını semirtmenin ennn iyi yolu olarak gördüğü kamu ihalelerinin denetimini biraz daha gevşetmeye çalışıyor. Böylece kendisini destekleyen tarikatlara daha fazla para akıtabilecek. Onlar da karşılığında, Hükümet'in gerçek davasına (o da ne diye sormayın!) destek verecek yeni neferler yetiştirecekler.

Ülkenin gerçek gündemi, dünyanın ennn yüksek faizle devlet tahvili satan ülkesi olmamız. Yüzde yirmiler bitti, yüzde otuzlara varan faizlerle para bulmaya ve devlet memurlarının maaşlarını ödemeye çalışıyoruz. Toplam iç ve dış borcumuz 400 milyar dolardan fazla, bunun yıllık faizi ise 50 milyar dolar. Ve biz borçlandıkça, ülkemiz üzerindeki ekonomik, siyasi, ve askeri egemenliğimizi kaybediyoruz.

Ülkenin gerçek gündemi, Amerika'nın İran'a girmeye kesinlikle karar vermiş, ve bu konuda kendisine yardım etmesi konusunda mevcut hükümetten kesin bir söz almış olmasıdır. Amerika'nın bu hükümeti öve öve bitirememesi, ama bir yandan da milyonlarca varil petrol stoklaması hep bundan. Vakti geldiğinde, 1. tezkeredeki gibi bir durum olmamasını istiyor ABD. Bunun için de hükümete, içişlerinde istediği gibi davranma izni vermiş durumda.

Hükümetin de ennn büyük düşmanı, tek "predator"u Ordu. Bunu çok iyi bilen hükümet de Avrupa Birliğini, ekonomiyi, şunu bunu unuttu, tek düşmanını kıyısından köşesinden yıpratmaya çalışıyor. Emekli generalleri tutukluyor, kendisine muhalefet yapan kamu görevlilerini ya da sivilleri takibe alıyor ya da gözaltına alarak yıldırmaya çalışıyor. Amaç, kendi niyetlerini hayata geçirirken olabildiğince az dirençle karşılaşmak.

Ülkenin gerçek gündemi, insanlarımızın büyük bir bölümünün, Türk usulü (yani bize ait) olan ve hayatı gerçekten kucaklayan İslam yorumunu terk etmeye zorlanıp, Arap usulü, katı, ve gerçekdışı, ve acayip bir şekilde olumsuz bir İslam yorumunu kabul etmeye zorlanması. Devlet desteği ile coşturulan imam hatipler, Kur'an kursları, ve dinci öğrenci yurtlarının yanı sıra, tarikatler ve dinci sermayenin kurduğu okullar da bu yönde büyük bir çaba harcıyorlar. Belki de bizim için ennn büyük tehlike, bu tektipleştirilmiş, vicdanları karartılmış, akılları dondurulmuş insanlar:



Ömrünün sonuna kadar hep benzer partilere oy vermek üzere beyni yıkanmış insanlar. 270





Borçluluk duygusu ile ruhları karartılıp (dinci yurtlarda bedava kalmanın, ya da herkes işsizlikten kırılırken, sadece inancı yüzünden dinci bir şirkette ya da belediyede kolayca iş bulmanın da bir "bedeli" var), belki de samimi bir biçimde bağlanmadıkları, ama dışına çıkmaya da cesaret edemedikleri cemaatlerin emir kulu haline getirilen insanlar. Allah'ın kendilerine verdiği iyiyi kötüyü seçme melekesini (yani özgür iradeyi) tamamen rafa kaldırıp, herşeyi kuralların en katısına göre yaşamayı tercih ederek bu hayatı otomatiğe bağlayan ve öbür dünyada kurtuluşu bulabileceğine inandırılan insanlar.

Ülkenin gerçek gündemi, "ne olursa olsun para" diyen, ve bunun için ennn kötü hükümetlerin en korkunç planlarına dahi onay vermekten çekinmeyen sermayenin akıl almaz ihaneti. Ve daha da kötüsü, gittikçe daha fazla sayıda insanın bu şekilde düşünmeye başlaması. Ülkenin gerçek gündemi, gittikçe artan su ve enerji sorunu. Ülkenin gerçek gündemi, dünya ekonomilerini çatır çatır sallayan, bizim ise çok suni bir biçimde dışında tutulduğumuz, ama eninde sonunda bizi de vuracak olan ekonomik kriz. Ülkenin gerçek gündemi, Amerika İran'a vurduğunda içine gireceğimiz askeri ve ekonomik kaos. Ülkenin gerçek gündemi, hepimizin hayatını artık her gün etkileyen ama bir türlü farkına varmadığımız, ya da varmak istemediğimiz küresel ısınma ve doğanın dengesindeki bozulma. Ülkenin gerçek gündemi, bütün bu olan biten karşısında, Alzheimer'in son noktasına gelmiş bir insanın beyni gibi, etrafında ne olup bittiğini ayırt edemeyen aydınlarımızın, çözüm üretip bunları etkili bir biçimde halka anlatmak yerine, yaratılan sis bulutunun biraz daha koyulaştırılmasına yardımcı olması. Bunu da "hukuk" "demokrasi" "özgürlük" gibi çok yüksek idealleri çok yanlış yorumlayarak yapması. Şah'ın gitmesi için Mollalar'a destek çıkan İran'lı aydınlardan farkları yok. Bu durumda, bizim de ikinci bir İran olmamızın önünde bir engel kalmıyor. *** Halkın büyük bir bölümünün beyni yıkanmışsa (hem eğitim hem de medya yoluyla), aydınları hepten yanlışa doğru, doğruya yanlış demeye başlamışsa, ekonomisinin yeterince büyük bir bölümü artık "yeşil" renk aldıysa, ve bütün bu yozlaşmanın karşısında sadece üç beş kamu görevlisi ve bir avuç asker kaldıysa, artık bu ülkeye şeriat düzeninin gerçekten de getirilebileceğini düşünebiliriz. (Adı ille de "şeriat" olmayacaktır. "Adil düzen" gibi başka ve afili - güzel bazı kavramların piç edilmesine dayanan - yeni bir kelime grubu bulacaklarından eminim). Hemen yarın değil. Beş sene sonra da değil. Ama on ila yirmi sene içerisinde, Ordu'nun gücü iyice kırıldıktan ve içine dinci unsurlar sokulduktan sonra, bunun gerçek bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. On ya da yirmi sene içinde, hukuk sistemimizde ve onun şekil verdiği yaşam biçimimizde şeriatı büyük ölçüde andıran değişiklikler olabilir. Bu bence artık gerçek bir ihtimal. Beklenen İstanbul depreminden de daha gerçek bir ihtimal hem de... Hayat, bu kadar kaşınan bir insan topluluğuna, kendisini bekleyen tehlikeler konusunda bu kadar aymaz olan bir insan topluluğuna, yani bize, istediğimizi eninde sonunda verecektir. Arayan, Mevlasını da bulacaktır, belasını da... *** Peki hep böyle mi olacak? Hep şeriat düzeni -ya da yeni adı her ne olacak ise, onun- içinde mi kalacağız? Sanmam. Bir otuz-kırk senelik deneme döneminden sonra, dış baskıların da etkisiyle (belki o zamanlar üzerimizdeki en büyük dış etki Amerika değil de Çin ya da daha yakındaki Hindistan olacaktır) şeriat düzeninden vazgeçilecek, ve yine dünya ekonomisinin büyük oyuncularının istediği karma bir yönetim biçimi belirlenecektir. Aynı dönemde - yani 21. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra - din bütün dünyada (20. yüzyıldaki ideolojilerin gösterdiği tarzda) bir yükseliş yaşayacak, birçok ülke yaşam tarzlarında dini ön plana çıkaracak (artı, enerji ve su savaşları olacak), ama sonra aşırı dinciliğin hayatın önünü ne kadar tıkadığı -tekraranlaşılacak ve ondan -tekrar- vazgeçilecektir. Bütün bu tecrübelerin sonunda dünyada benimsenecek olan idari sistemler, Mustafa Kemal'in Türkiye'de 20. yy.'ın başında kurduğu sisteme çok ama çok benzeyecektir. Biz de (eğer hayatta olursak, ya da olanlar) kaybettiğimiz eşeğimizi bulduğumuz için, çocuklar gibi sevineceğiz. Ama asıl mesele, eşeği kaybetmemekte değil mi?! 271

GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 20:05

04 TEMMUZ 2008 CUMA EN SONUNDA: RECEP İVEDİK Recep İvedik "başarılı" bir film mi? Evet. Hem de fazlasıyla. İnanmayan gişe rakamlarına baksın. Recep İvedik bir "film" mi? Değil. Bu yazıda temel olarak bu iki saptama üzerinde duracağım. *** Recep İvedik, "belirli" bir mizah türünü kullanarak insanları güldürmeyi hedefleyen bir film. Kendisi bu türün ne ilk, ne de son örneği. Dünyanın bütün ülkelerinde Recep İvedik'in kullandığı "kaba güldürü" tarzını kullanan filmler vardır. Ve bunlar da kendilerine her zaman sinema eleştirmenlerini şaşırtacak miktarda seyirci bulurlar. Böyle bir kaba güldürünün ülkenin en fazla seyredilen filmi haline gelmesinin doğru yorumlanması gerektiğini düşünüyorum. Bu "ekonomik başarı" seyircinin demografisindeki bir değişikliğe işaret ediyor olabilir. Bu film sayesinde yepyeni bir seyirci kitlesi sinemaya gitmiş olabilir. (Benzer bir durum "Eşkiya"da ve "Babam ve Oğlum"da da olmuştu. Bu filmler sayesinde hayatında ilk kez ya da uzun süredir ilk kez sinemaya gidenler vardı.). Ayrıca filmin vizyona girdiğin dönemde, ülkedeki gergin hava da (tıpkı bu günlerde olduğu gibi hükümet ve devletin çeşitli kurumları arasında büyük bir gerginlik vardı), insanlarda "Türü ya da kalitesi ne olursa olsun, eğlenceli bir filme gidelim" duygusu yaratmış olabilir. Türkler zaten komedi filmlerini sever, en çok iş yapan filmler listesinin tepelerinde her zaman bir iki komedi filmi vardır. (SANARİST'in ilk yazılarından biri bu konuyu inceler.). Bütün bu faktörler bir araya gelince, Recep İvedik'in "ekonomik" başarısı ortaya çıkıyor. Yani bunda mistik, akıl almaz, şaşılacak bir durum yok. *** Şaşılacak birşey varsa, bu ekonomik başarıyı sağlayan "film"in, aslında bir "film" olmanın asgari standartlarını yerine getirecek kalibrede olmaması. Bunu biraz açayım: Recep İvedik'te bir hikaye yok. Hikayeyi andıran, kahramanın silik bir arzusu var: Raslantı eseri bir otelde tekrar karşılaştığı çocukluk aşkı Sibel ile tekrar arkadaş/sevgili olmak? Ama Recep İvedik'in bunu gerçekleştirmek için belirli bir planı yok. Sadece genel olarak Sibel'in etrafında dolanıyor. Yani Recep İvedik, kendisini Sibel'e sevdirecek birşeyler yapacak durumda değil zihniyet olarak. Zaten filmin amacı da bu değil. Filmin amacı, "durumsal zıtlık" prensibini kullanarak komedi yaratmak: Fakir ve eğitimsiz, hatta düpedüz kaba bir insanı, nispeten zenginlerin ve daha eğitimlilerin bulunduğu bir ortama koymaktan kaynaklanan komedi. (Bunun zıddı da mümkün biliyorsunuz: Zengin ve eğitimli birini, yoksul ve eğitimsizlerin bulunduğu bir ortama koymak). İşte filmi götüren iki şey bu: Recep İvedik'in arada sırada Sibel'in etrafında dolanması, bunun dışında adamın eğitimsizliğinin beş yıldızlı otelde yarattığı kaba güldürü. Ama bunun bir "film" sayılmamasının en önemli nedeni, filmde bir "ilerleme" hissinin olmaması. Yani hikaye bir yerden başlayıp başka bir yere doğru ilerlemiyor. Filmi oluşturan skeçlerin sırasını istediğiniz gibi değiştirebilirsiniz, yine de filmin "dramatik yapısı"nda hiçbir değişiklik olmaz. ("Parça değiştirilebilirlik"in senaryo boyutundaki karşılığı). Filmde dört ana olay var: Recep cüzdanı otel sahibine getirir, Recep otelde kalıp Sibel'i taciz etmeye başlar, Recep en sonunda (bilinmeyen, mistik bir gücün devreye girmesi ile) kendisini Sibel'e sevdirmeyi başarır, Sibel'in nişanlı olduğunu öğrenen Recep birşey demeden otelden ayrılır. Bunlar, birbirini uzuuun aralıklarla izleseler de, bizde filmi izlerken bir ilerleme hissi yaratmıyorlar. Zira bir filmde bu kadar az dramatik malzeme olmaz. Çok daha fazlası olur. Bir kazan kaynamış suya düşen üç dört tane mercimek nasıl o suyu "mercimek çorbası" yapmazsa, bu kadar az olay da bu filmi bir "film" yapmaya yetmiyor. 272

Recep İvedik'te, her 10 saniyede bir gördüğümüz iğrençliklerin dışında, bir filmdeymişiz hissini biraz veren iki şey var. Birincisi film boyunca Recep'in dibinden ayrılmayan bellboy. Receple bu bellboy arasındaki ilişki, filme "film" havası veren, ama çok ihmal edilmiş ve potansiyeli hemen hiç kullanılmamış bir unsur. İkincisi ise otelin müdürü ile Recep arasındaki zıtlaşma. Bu da hep yüzeysel olarak geçiştirilmiş, galibi hep belli bir çatışma. Bu yüzden de filmin bir dramatik yapısının olmasına katkıda bulunamıyor. Yalnız aklıma şu da gelmiyor değil: Recep İvedik belki de bu eleştirileri dikkate alarak çekilseydi, yani böyle arka arkaya dizilmiş skeçlerden oluşmak yerine ortalama da olsa bir hikayeye sahip olsaydı, belki ekonomik açından bu kadar başarılı olmayabilirdi. Yani başarısı belki bu skeçli yapısından kaynaklanıyordur. (Tıpkı Avrupa Kupası'nda kötü oynadığı maçları kazanan, iyi oynadığı tek maçta da Almanlar'a yenilen Türk Milli takımı gibi :) ). Bunu hiç bilemeyeceğiz. *** Recep İvedik'in komedi yaratmada kullandığı basit yöntem, devam filmlerinin de anahtarını oluşturacaktır sanırım: "Recep İvedik Kayak Merkezinde" "Recep İvedik Amerika'da" "Recep İvedik Yüksek Sosyetede", vb. *** Ben filmi herkesle aynı dönemde izlemediğim için etrafında dönen tartışmalara pek dikkat etmemiştim. Daha sonra şöyle bir baktığımda, bu filmin de, kendisini halkından ayrı ve üstün gören Türk entelijansiyasının, bu ayrılıktan duyduğu kompleksin tekrar açığa çıkmasına neden olmuş olduğunu gördüm. Yani Recep İvedik'i bir film olarak ele almayı bırakmışlar, onun üzerinden kendi halktan kopukluklarını dışa vurmuşlar yine. Ne demiş eskiler: Yarası olan gocunur. Bizim aydınlarımızda bu "yara" oldukça, ortaya çıkacak her popüler eserde gocunmaya devam edeceklerdir. Ne diyelim: Aferin size! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 15:25 3 YORUM ETİKETLER: KOMEDİ, RECEP İVEDİK

30 HAZİRAN 2008 PAZARTESİ Basit Hikaye, Karmaşık Karakter Basit hikaye, karmaşık karakter... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 04:27 1 YORUM ETİKETLER: HİKAYE, KARAKTER

28 HAZİRAN 2008 CUMARTESİ ZENGİN OLMANIN ZARARLARI Şimdi çoğunuz fakirlik içinde süründüğünüz, ya da eninde sonunda zengin ve ünlü olmayı hayal ettiğiniz (ve hayatta başka bir amacın olabileceğini düşünemediğiniz) için, bu söyleyeceklerim size ters gelebilir. Ama yargılamadan önce bir dinleyin: "Zengin olmak, bir sanatçının başına gelebilecek en kötü şeylerden biridir." Neden? Zira para, sanatçının sanatçı olmasını sağlayan en önemli şeyi, yani yeteneğini, yani ruhunu, yani kendini ifade etme arzusunu, yani öfkesini, yani tutkusunu elinden alır. Onu, sadece piyasa için iş yapan, kendi ilk eserlerinin (zengin olmadan önce verdiği eserlerin) silik kopyalarını üreten bir hayalete, asıl benliğinin bir parodisine dönüştürür. Fakirlik ise, acı ve ızdırap dolu olmasına karşın, bir sanatçının hayatta ennn çok ihtiyaç duyduğu şey olan ruhsal canlılığı ve uyanıklığı verir size. Hayattaki bütün renkler sizin için çok canlıdır, duyargalarınız sonuna kadar açıktır, herşeyi görür, duyar, hissedersiniz.

273

Zenginlik ise bunları alır elinizden: artık herşey size tanışıklığın ve uyuşukluğun gri bulutu arkasından ulaşır, hiçbiri ruhunuzda bir kıpraşma, bir hareket, bir motivasyon yaratmaz olur. Kendinizi ılık ve yosunlarla dolu bir göletin içinde mayışık bir halde debelenirken bulursunuz. Hayatınızın anlamını, amacını, itici gücünü kaybetmişsinizdir çünkü. Fakirken sanatınızı icra etmenizin birkaç amacı vardır. Bunlardan biri para kazanmaktır, ama en önemlisi değil. Bir derdiniz vardır. Dünyadaki yanlışlıkları görebilmektesinizdir, zira gözünüz hala açıktır. Hala duyarlısınızdır yoksulun ve ezilmişin gördüğü eziyete karşı. Kim bilir, belki de onlardan biri olma ihtimalinin sizin için hala geçerli olmasından dolayı. Ama paralandığınızda, bitiniz kanlandığında, artık sizin için böyle bir risk kalmaz. Bir zamanlar ter kokan sıcak otobüslerde birlikte yolculuk ettiğiniz insanlar, 4x4 cipinizin filtreli camının ardından seyrettiğiniz bir güruh haline gelirler. Onlardan biri olduğunuz zamanlarda, hayatınızdaki bütün renklerin, kokuların, ve dokunuşların ne kadar canlı, ne kadar çarpıcı olduğunu hatırlarsınız ve içiniz bir an cıss edebilir. Ama bu cıss'ı bastırmak için alabileceğiniz çok pahalı uyuşturucular vardır artık elinizin altında. Kendinizi yaratıcılık açısından kurak bir dönemde bulabilirsiniz, hayatınızın sonuna dek sürebilecek bir dönem. Bu durumda artık kendi yaratıcılığınızı bir kenara koyup etrafınıza yaratıcı insanlar toplamaya başlarsınız. Henüz zengin olmamış, hayata hala keskin bir gözle bakabilen, ruhunun yaratıcı pınarları kurumamış insanlar. Ve kendinizi böyle kandırabilirsiniz bir süre: "Ben artık deneyimlerimi gençlerle paylaşıyorum." Oysa onlardan birşeyler alan sizsinizdir daha çok: Kaybettiğiniz gençliğinizi, paraya satarak kararttığınız ruhunuzu aydınlatacak bir huzmeyi, enerjiyi, yaratıcılığın o enfes kokusunu. *** Örnek mi? "Harry Potter"ları yazarak dünyanın en zengin kadınlarından biri haline gelen J.K. Rowling, serinin son kitabını yazmak için ne yapıyormuş biliyor musunuz? Fakirlikten kırıldığı dönemde, çocuğu rahatça uyusun diye gittiği kafelere geri dönmüş. O ilhamı bulabilmek için. Örneğin Luc Besson, parayı bulduktan sonra "Benim artık söyleyecek şeyim kalmadı" diyen biri. Kendisini yapımcılığa vermiş. "Big Blue" ve "Metro"nun yaratıcısı, artık günde sadece bir saat ayırarak yapabildiği bir alana geçmiş durumda. Bizde de öyle insanlar var. Sinan Çetin'in ilk filmlerine bakın. Bir de parayı (reklamdan) bulduktan sonra yaptıklarına. Artık sinema yapma arzusu kalmamış durumda. Olsa, şu son filmleri böyle mi olurdu? "Nasılsa parasını ben veriyorum, istediğimi filmi yaparım, istediğimi vizyona sokarım, istediğimi sokmam?" diyor. Bu bir sanatçı tavrı mı, bir işadamı tavrı mı? Yavuz Turgul'a ne denebilir? Yaptığı son filmlere (kendi yazdığı ya da çektiği filmlere) bir bakın. Kendi kendisinin bir parodisi olmuş durumda. Eskiden tutturduğu -hakkını yemeyelim, gerçekten de "iyi" olaneserleri tekrar tekrar ısıtıp önümüze koymaya çalışıyor. Aslında kendini hatırlamaya çalışıyor. Ama kendisinden ne kadar uzak düştüğünün farkında değil. Kendi kendisiyle iç içe yaşarken bile. Peki ya Yılmaz Erdoğan? Bu konudaki belki de en bariz örnek. Artık kendisi yazmıyor (yazamıyor denebilir mi? ATV'de bir ara yayınlanıp kaldırılan "Bir Demet Tiyatro"ya bakarak, evet), ama çevresinde topladığı gençlere yazdırıyor. Sonra da bunları TV'ye satıyor, ve pazarlamacılığını da kendisi yapıyor. Bir yazar için ne hüzün verici bir durum. Ben şahsen arada bir "Çok Güzel Hareketler Bunlar"a baktığımda, Yılmaz'ı görünce hep hüzünleniyorum. Kendisi de düşünüyordur herhalde, "Bir yerlerde terslik var, ama nerede?" İşte burada! *** Ha, bunun çıkışı var mı? Evet var: Parayı bırakacaksınız. Tamamen değil. Ama çok büyük ölçüde. Hayatınızı idame ettirecek kadar. Ama sefahat içinde yüzecek kadar değil. Herşeyin ama herşeyin daha fazla para üzerine kurulduğu bir dünyada, herhalde bundan saçma görünen bir cümle yoktur. Ama ne yazık ki doğru. Başka yolu yok.

274

Seçim sizin: Sanatçı kimliğiniz mi, yani hayatı capcanlı yaşayıp deli gibi ve orijinal şeyler üretmek mi? Yoksa zengiliğin o duyuları ve duyguları öldüren mayışıklığı içinde debelenip, kendinizin hüzünlü bir kopyasına, bir parodisine dönüşmek mi. *** Peki paralı olduğu halde bozulmayan sanatçılar var mı? Var. Aileden zengin olup da sanatçı ruhunun/genlerinin çağrısına boyun eğen insanlar var. Ama bu kişiler zaten paraya ve onun etkilerine karşı immün (bağışık) halde büyüyorlar. Bu yüzden onlara birşey olmuyor. Bir de çok ama çok küçük bir kesim, parayı bulmasına karşın, içindeki öfkeyi, tutkuyu, arzuyu, hayali kaybetmiyor. Çok ama çok küçük bir kesim bu. Emin olun siz değilsiniz. "Ben de onlardan biriyim / onlardan biri olacağım" diye üzerinize alınmayın yani... *** Parayı bırakınca ne olacak? Yeniden doğacaksınız... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 20:39 2 YORUM ETİKETLER: PARA, SANATÇILIK, ZENGİN OLMAK

26 HAZİRAN 2008 PERŞEMBE ONUN SUÇU DEĞİL Kimin suçu değil? Acun Ilıcalı'nın sunduğu "Var mısın, Yok musun?"da 500 Bin YTL açanın. Ama yine de onun suçuymuş gibi tepki veriyor herkes. Kutuyu açan dahil. Benzer bir biçimde, "küçük açan"lar da sanki çok "büyük" birşey yapmışlar gibi seviniyorlar, hatta yarışmacı tarafından makamında ziyaret edilip kucaklanılıyor, öpülüyorlar, vb. Ama bu onun da başarısı değil. "Ben yarışmacı olsaydım 500 Bin YTL açanın yanına gidip onu kucaklardım, üzülme diye teselli ederdim." Ne yazık ki benim aklıma gelmeyen, çok ince bir düşünce. Demek ki inceden de incesi varmış... *** Hayata biraz farklı bakabilmek, biz yaratıcı insanların en önemli yeteneklerinden, hatta görevlerinden biri olmalı. Herkesin "kötü" diyerek elinde taşlarla sopalarla kovaladıklarının, gerçekten "kötü" olup olmadıklarını görebilmeli; herkesin "iyi" diyerek yere göğe koyamadıklarının, gerçekten de o rütbeyi hak edip etmediğini algılayabilmeliyiz. Sonra da bu "delici bakış"ımızla gördüklerimizi, bunları göremeyenlere sunabilmeliyiz. Yoksa, neye yarar ki bunca yetenek, bunca bilgi, bunca akıl? GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 23:41 0 YORUM ETİKETLER: VAR MISIN, YOK MUSUN

23 HAZİRAN 2008 PAZARTESİ DVD Eleştirileri - 1

275

Dikkat: Aşağıda "Arka Bahçe", "Duvak", "Legends of the Fall" ve "Skandal" filmleri hakkında seyir zevkinizi azaltabilecek bilgiler yer almaktadır. *** "Arka Bahçe" ("Constant Gardener"), oyuncu kadrosuyla ilginç bir film: Rachel Weisz ve Ralph Fiennes. Hikaye basit: Mantık evliliği yapan bir adam ve bir kadın, Kenya'ya giderler. Kadın aktivist bir tiptir, bu yüzden hükümetin ilaçlarla ilgili yolsuzluklarını kurcalar ve öldürülür. Kocası da bu olayı araştırır. İlk otuz dakikasını seyredip bıraktığım bir film oldu "Arka Bahçe". Neden? Filmin, birbirini sevmeyen (ve sevmeyecek) bir çiftin ilişkisi olması zaten daha en başta hoşuma gitmedi. İşin içerisine sıradan bir aldatma hikayesi ve yolsuzluğa bulaşmış devlet görevlileri de girince, "Aha" dedim, "benzerlerini sık sık gördüğüm filmlerden biri". Sonunu tahmin edebildiğim filmleri sevmiyorum. Daha en başta bana şaşırtıcı şeyler vaad etmeli. Daha sonra sıkıcılaşsa bile, en başta bana yutturduğu kanca ile beni bir süre daha seyretmeye ikna edebilir. Ama "Arka Bahçe"de böyle birşey yok. Filmin devamının çok iyi olduğuna dair birşeyler duymazsam, bir daha geri döneceğimi sanmam. *** "Duvak" ("The Painted Weil") da başrolündeki oyuncularla dikkat çekiyor: Edward Norton ve Naomi Watts. Burada da birbirini o kadar çok sevmeyen bir çift var. N. Watts sırf ailesinin yanından ayrılmak için E. Norton ile evleniyor, ama kısa süre sonra onu aldatıyor. Bunu fark eden kocası da onu ceza olarak Çin'in iç bölgelerinden birine, kolera salgını olan bir köye götürüyor. Zaman içinde kadın, kocasının aslında iyi biri olduğunu fark ediyor. Ama bunu fark ettiği dönemde kocası koleraya kapılıyor ve ölüyor. Neymiş: İyiler genç ölürmüş... Eh, bu filmi sonuna kadar izledim. Ama büyük bir zevk alarak değil. Hani hayatta bazen ortalamanın altındaki şeylere bile evet dersiniz ya, sıkıntıdan, alternatifsizlikten, vb. Bu film de öyle bir tarafıma geldi. Buradaki kadının da kocasını aldatması ve aralarında gerçek bir sevgi bağının olmaması, filmin tatsız tarafıydı. Ve bütün film boyunca da gerçek bir sevgi oluşmuyor. Sadece genç kadın kendisinin ne kadar salak, sasık doktorumuzun da aslında iyi biri olduğunu fark ediyor. Biz de "eee?" oluyoruz. Aslında film olmayı hak etmeyecek bir konu, sırf iyi oyuncular ok demiş, diye film olmuş. Eğer siz de benzer ilişkiler ya da durumlar içerisindeyseniz, konu damarınıza basabilir ve filmi iyi zannedebilirsiniz. (Not: Filmin en ilginç cümlelerinden birini E. Norton, katolik misyonerler ile ilgili söylüyor: "Misyonerler fakir Çinli ailelere, çocuklarını manastıra göndermeleri için para teklif ediyorlarmış." Size de tanıdık geldi mi bu uygulama?) *** "Legends of the Fall" (1994) aslında eski bir film. Başrollerinde Anthony Hopkins ve Brad Pitt var. Ama bence yönetmen daha ilginç: Edward Zwick. Daha sonra "Son Samuray" "Kanlı Elmas" ve "Courage Under Fire" gibi filmleri çekecek adam. Son filmlerindeki Batı'yı/Amerika'yı eleştiren tavrı dikkat çekici. "Son Samuray"daki kızılderililerin katliamı temasının başını bu filmde bulabiliyoruz. Bu filmin kendine özgü ilginç sayılabilecek bir felsefesi de var. Film şu sözlerle başlıyor: "Bazı insanlar iç seslerini çok net bir biçimde duyarlar. Ve hayatlarını da bu içseslerine göre yaşarlar. Bu insanlar ya deli olurlar, ya da efsane...". Bunu, filmin baş karakteri diyebileceğimiz Tristan (B. Pitt) için söylüyor. Film içinde en mutlu olmasa bile en dolu dolu yaşayan karakter Tristan. Kendi bilinçaltıyla, kendi karanlık tarafıyla ("gölge"siyle), "kendisiyle" barışık biri çünkü. Bu açıdan filmin en ilginç karakterini teşkil ediyor. Ama bu ilginç karakterin dışında filmde pek birşey olmuyor. Sadece genç bir kadının, üç erkek kardeşin arasına girip istemeden onları birbirinden uzaklaştırması anlatılıyor. Bu anlatı on yıllara yayıldığı için biraz sünüyor. Zaman zaman duygulandıran bir iki sahne dışında çok derin bir film değil. Ama ortalamanın biraz üzerinde sayılabilir. Buradaki ilişkilerin de bozuk olması, filmin çekiciliğini biraz azaltıyor. Yani filmin kadın kahramanı Susannah sırasıyla bütün kardeşlerle birlikte oluyor ama yine de mutlu olamıyor. E, ne çıkarıcaz bundan şimdi? Ne yaparsan yap hayatta mutlu olamazsın mı? (Ki bu mesaj, diğer kardeşlerin ve babanın başına gelenlerle de destekleniyor). Eh, içimiz ferahladı bunu duyunca, çok teşekkürler... ***

276

"Skandal" ("Notes On a Scandal"), sadece kadın oyuncuları ile bile izleyiciyi cezbedecek bir film: Judi Dench ve cate Blanchett. Hikaye şu: Öğrencisi ile ilişki yaşayan bir lise öğretmeni (C. Blanchett), ve bu bilgiyi, o öğretmenin arkadaşlığını kazanmak için suistimal eden daha kıdemli başka bir öğretmen (J. Dench). Filmin ilginç yanı, hikayeyi anlatan yaşlı kadının aslında filmdeki kötü karakter olması ve bunun farkında olmaması. Kadın bir tür insan paraziti, insanlara yapışarak ve onların sıkıntılarını sömürerek var olabiliyor. Ama bunun dışında filmde pek ilginç birşey yok. Zira diğer baş karakter olan genç öğretmen (ki öğrencisi ile başına bela alan o) bize pek sevimli gösterilmediği için, sırrı ifşa olduğu takdirde onun birşeyler (ailesini ve işini, yani "stakes") kaybetmesi riskini de pek umursamıyoruz. Film ton olarak biraz "Breaking and Entering"e benziyor. Ama filmin oyunculuklarının, özellikle de Cate Blanchett'in peformansının çok iyi olduğunu söylemeye gerek yok. Kadroda bonus olarak Bill Nighy var. Müzik ise şaşırtıcı derecede kötü. Tek bir filme bakarak bütün bir ülke sineması yargılanamaz, ama eğer İngiltere en ağır toplarıyla böyle bir film çekiyorsa, biraz sallantıda olduğu söylenebilir. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 22:43 1 YORUM ETİKETLER: ARKA BAHÇE, DUVAK, LEGENDS OF THE FALL, SKANDAL

16 HAZİRAN 2008 PAZARTESİ BU KADAR DEVRİM MAVALI YETER Araba "Devrim"den bahsediyorum... Siz ne zannetmiştiniz? Gün geçmiyor ki medyadaki bir gerizekâlı, Devrim otomobili olayını gözümüze tekrar sokmasın. Neden gerizekâlı? Birazdan geleceğim oraya... *** Türk Milli Futbol takımı, Çek takımını son dakikalarda attığı gollerde yendi. Eh, herkes gibi ben de sevindim. Ama sevincim bir yerde kursağımda kaldı. Neden? Bizim futbolcuların ve teknik adamların sevincini gördüğüm için. Hiçbir milli takım, bir maçtan galip çıkınca bizimkiler kadar zavallı bir biçimde sevinmiyor. Bizimkiler ise, bütün bastırılmışlıklarının, bütün aşağılanmışlıklarının, bütün küçümsenmişliklerinin verdiği bir kompleksle seviniyorlar. Zengin çocuklarla maç yapan fakir mahalle takımı gibi seviniyorlar. Peki öyle miyiz? "Aslında" değiliz. Ama öyle olduğumuza öyle inandırılmışız ki, en ufak bir zaferde, bütün komplekslerimizi dışarı vuruyoruz. *** Araba Devrim'e gelince. Hikaye malum. Herşeyi bizim tarafımızdan üretilen, ama Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bindikten yüz metre sonra duran, ve ona "Batı kafasıyla otomobil yaparız, Doğu kafasıyla ikmali unuturuz" dedirten araba. Şimdi, burada benim kafama takılan bazı sorular var. 1) Her mühendisin bildiği gibi başarılı bir ürün ortaya koymak, yeterli kaynak, eleman, bilgi ve süre ile alakalı birşeydir. Ama bunlar yetmez. İnsanı bıktıracak sayıda deneme yapmak gerekir. Hatta bu denemelerden bazıları insan ölümlü kazalarla bile sonuçlanabilir. Buna en iyi örnek, Amerikalıların uzay programıdır. Astronotların cayır cayır yandığı bir sürü kaza olmuştur. 2007 yılına kadar yapılan uzay çalışmalarında Amerikalılar uzayda 18 astronot, eğitimlerde 11 astronot, ve kalkış alanında da 70 personel kaybı vermiştir. (Kaynak burada). Peki bunun sonucunda Amerikalılar "Batı kafasıyla uzay mekiği yaparız, eee... yine batı kafasıyla onu patlatırız" deyip uzay programlarını askıya mı almışlar? Hayır. Cemal Gürsel'in orada (Devrim'in benzinsizlikten dolayı durduğu anda) yapacağı en doğru şey, benzin getirilmesini bekleyip sonra güle oynaya Anıtkabir'e gitmekti. Zira o projenin hedefi, arabalara benzin konması konusundaki performansımızı ölçmek değil, yürüyen bir otomobil yapmaktı. Ve bunda da son derece başarılı olunmuştu. Yani asıl sorun batı ya da doğu kafasında değil, projenin aslında ne olduğunu 277

anlamayan ve bu yüzden de bütün ekonomimizi etkileyecek yanlış bir karar alan Cemal Gürsel'in kafasındaydı. 2) Devrim otomobilinin halkın zihnine ve bilinçaltına bir "başarısızlık örneği" olarak kazındığı bir vakıadır. Her ne kadar gerçek dışı olsa da, artık Devrim otomobili, bizim beceriksizliğimizin, yetersizliğimizin, bilgisizliğimizin, vb. bir timsali olmuş durumda. Peki ama hangi gerizekâlı durduk yerde bunu ısıtıp ısıtıp önümüze koyar? Neden? Amaçları nedir? Ekonomisi zaten satılmış (pardon, seçilmiş) bir hükümet tarafından yabancılara devredilmiş, eğitim sistemi yerlerde sürünen, tarımı bizzat hükümetler tarafından tırpanlanmış, suları içilmez, çayırları yürünmez bir ülkede, amacınız nedir? İnsanların moralini biraz daha bozmak mı? Hepimizin geçmişinde, yapmış ya da yaşamış olmaktan dolayı gurur duymadığımız olaylar ya da durumlar vardır. Hatırladıkça içimiz cızz eder. "Keşke olmasaydı" deriz, ama artık yapılabilecek birşey yoktur. Zira geçmiş geçmiştir. Değiştirmek mümkün değildir. Benlik saygımız bu olaydan dolayı az ya da çok bir yara almıştır. Olayı hatırladığımızda kendimizi biraz daha küçük hissederiz. Ama her sağlıklı insan gibi biz de yüzümüzü geleceğe döner, ya da başarılı olduğumuz olaylara ve durumlara odaklanırız. Bu son derece sağlıklı bir eğilimdir. Zira hayat, kusurlara odaklanıldığında değil, geçmiş ya da gelecek başarılara ve yeteneklere odaklanıldığında yaşanılır bir hâl alır. Aksi takdirde, sürekli geçmişteki kusurları tekrar tekrar gündeme getirmek, yarınları da çekilmez bir hâle getirecektir. Hatta zihnin bu olumsuz eğilimine karşı koyamayan insanlar derhal ilaç tedavisi altına alınırlar, o kişi "kötü birşeyler düşüneceğine hiçbirşey düşünmesin daha iyi" diye düşünülerek. Benzer bir durum milletler için de söz konusudur. Kendimize örnek aldığımız Batılı milletler, geçmişlerindeki başarısızlıklara ya da acılara değil, geleceğe odaklanırlar. Zira değiştirebileceğimiz tek bir zaman dilimi vardır. O da gelecektir. (Şimdi'yi bile değiştiremeyiz çoğu zaman. Zira şimdiyi belirleyen etkenler geçmişte yaratılmıştır ve artık ortadan kaldılırılmaları çok zor ya da imkansızdır.). Bu yüzden geçmişteki hatalarından ders alırlar, ve yollarına devam ederler. İşte bu yüzden, bazı gerizekâlıların Devrim otomobilini zaman zaman karşımıza çıkarmasına inanamıyorum. Bu düpedüz kasıtlı bir davranış gibi geliyor. Size, geçmişinizdeki bir kusurunuzu yerli yersiz hatırlatan bir arkadaşınız olduğunu düşünün. Ne yaparsınız? Ya onu uyarır, ya da ilişkinizi bitirirsiniz değil mi? Ne yazık ki medyanın çeşitli köşelerine yuvalanmış bu düşünce özürlü insanlardan kurtulmak pek mümkün gözükmüyor. Yapabileceğimiz en iyi şey, bu zerzevatlar saçmalamaya başladığında onlardan yüz çevirmek. 3) Bireylerin olduğu gibi toplumların da morali vardır. Tıpkı bireylerde olduğu gibi toplumlarda da morali belirleyen en önemli etkenler kendilerine duydukları güven ve saygı, yeteneklerine duydukları inanç, daha iyi bir gelecek yaratacak kudrete sahip olduklarını bilmektir. Bunlara sahip olan birey ve toplumlar, şu anda sıkıntı içinde olsalar bile morallerini yüksek tutar ve çabalamaya devam ederler. Sonuçta da başarılı olurlar. Zira hayat sadece fiziksel açıdan değil, ruhsal açıdan da güçlü olanı sever. Bu yüzden yöneticilerin yapması gereken en önemli işlerden birisi halkın moralini yüksek tutmak, onlara yeteneklerini hatırlatmak, daha iyi bir gelecek kurmak kudreti sahip olduklarını göstermektir. (Mevcut hükümetin seçilme nedenlerinden birisi, bu gerçeği bildikleri için, aslında kendilerinin inanmadığı -bkz. 10 sene önceki konuşmaları- AB'ye tam üyeliği toplumun önüne bir hedef olarak koymalarıdır. Mevcut muhalefetin başarısızlık nedenlerinden biri de, sürekli olarak herşeyi eleştirmesi ve halkın önüne hiçbir somut hedef koymamasıdır.) Peki bu durumda eğer yöneticilerimiz kavga delisi değil de aklı başında insanlar olsalardı, ne yaparlardı? Toplumun önüne somut bir hedef koyarlardı. Başarılabilir, zamana bağlı, ölçülebilir bir hedef olurdu bu şu bildiğiniz S.M.A.R.T. hedeflerden. Mesela soğuk savaş döneminde Uzay Programı Amerikalılar için böyle bir hedefti. Kurtuluş savaşı döneminde düşmanı yurttan kovmak da bizim için böyle birşeydi. 2. Dünya savaşı sonrasında, tamamen harab olmuş Almanya'nın ve Japonya'nın da en büyük amacı, kendilerini savaşta yenen ülkelere ekonomi alanında rakip olmaktı, bunu da başardılar. Bizim ise şu anda böyle bir hedefimiz yok. Her insan topluluğu gibi biz de başarılarımızdan dolayı kendimizi iyi hissetmek istiyoruz. Ve futbol arada bir bize bu hissi veriyor. (Kazandığımızda bu kadar abartmamızın nedeni bu: başka alanlarda elde etmeyi arzuladığımız başarının enerjisini de futbola transfer ediyoruz. Ya da sağcı ve dinci grupların arada sırada yüzyıllar öncesine ait askeri zaferleri hatırlamasının nedeni de bu: Kendilerini iyi hissetmek). Ama bunun ötesinde, somut bir hedefimiz yok. Birey bazında "yırtmak" "zengin/ünlü" olmak ya da "cennete gitmek" gibi mikro hedefler var. Ama ulus olarak, okyanusta pusulasız bir gemi gibiyiz. Rüzgarımız -zekamız ve yeteneğimiz- var, ama nereye gideceğimizi bilmiyoruz.

278

İşte böyle bir durumda, toplumun çeşitli kurumları, topluma yeteneklerini hatırlatacak bazı projeler geliştirebilirler. Artık devlet kurumlarının bütçeleri, 40-50 sene öncesininkilere göre devasa boyutlarda. Üniversitelerden, TÜBİTAK'tan, GYTE'den neden bize ne kadar akıllı ve yetenekli olduğumuzu hatırlatan projeler çıkmıyor? Neden özsaygımızı sadece otlar üzerinde top peşinde koşan 11 çocuğa bağlıyoruz? Diğer kurumlar neden birer "prestij projesi" geliştirmiyor? Neden Kültür Bakanlığı (aslında sinemaya devlet desteğine karşı olduğumu biliyorsunuz) her sene Oscar'lık bir ya da iki proje seçip en iyi elemanlarını onun üzerinde çalıştırtmıyor? Neden sanayi bakanlığı "Devrim II diye dehşet bir otomobil mesela Tesla gibi tamamen akülü bir araba- üretmiyor? Artık herşeyi yapabilecek kapasitedeyiz. Ama bunun pek farkında değiliz. Bu site, biraz da bunu yapmaya çalışıyor. Sahip olduğumuz güç ve yeteneği hatırlatmaya. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 19:19 9 YORUM ETİKETLER: DEVRİM

14 HAZİRAN 2008 CUMARTESİ İÇSESİN YOLCULUĞU Hayat yeteneklerimizi, zekamızı, tecrübemizi, bilgimizi, ve karakterimizi, hayatın karşımıza çıkardığı olaylar üzerinden test ettiğimiz, karmakarışık bir süreçtir. Kesin kuralları yoktur, genel eğilimleri vardır, ama bu eğilimlerin dışına çıkan istisnalar, bizi her an şaşırtmaya hazırdır. Bugün doğru olan bir hareket yarın yanlış olabilir, dün yanlış olan bir seçenek de bugün doğru olabilir. Bütün bu kaos içerisinde bize en büyük yardımı yapacak şey de "içsesimiz"dir: yeteneklerimizin, zekamızın, tecrübemizin, bilgimizin, ve ruhumuzun bilinçdışı melekelerinin bir bileşkesi olan içsesimiz. Bu içsesimiz bazen çok garanti olan bir seçeneği reddetmemizi söyler. Bazen de hiçbir garantisi bulunmayan bir hareketin aslında en doğru hareket olduğunu söyler. Eğer tarafsız bir gözle değerlendirirseniz, bu içsesin asla yanılmadığını görebilirsiniz. Ama işin şöyle bir bityeniği de vardır: içimizde bize birşeyler yapmamızı, birşeylerden uzak durmamızı söyleyen tek ses bu ses değildir. Diğer sesler arasında "korkularımız" "tecrübelerimiz" "aklımız" "genetik eğilimlerimiz" "öğrenilmiş davranışlar" "utanma duygusu" yer alır. Bazen korkularımız, ruh dünyamızdaki en belirgin ses haline gelir ve diğer sesleri bastırır. Bazen aldığımız eğitim, bizim iç sesimizi dinlememize engel olur. En sık rastlanan durum ise rasyonel aklın, zaman zaman en akılalmaz seçeneğe işaret eden içsesimizi boğmasıdır. İçsesimiz "A" yolunu tercih etmemizi söylerken, rasyonel akıl "Çok mantıksız, hiç A olur mu! En mantıklısı B" der. Zaman zaman iç ses dışındaki bu seslerden birinin söylediği birşey doğru çıkabilir. Örneğin geçmiş bir tecrübemizden öğrendiğimiz bir davranış, daha sonra tekrar işimize yarayabilir. Ya da akıl yoluyla seçtiğimiz bir seçenek, bizi en doğru sonuca götürebilir. Ama bu durum bizi bir tuzağa da sürükler. Bu kez hayatın karşımıza çıkardığı her durumu aynı şekilde çözmeye çalışırız. Hayat ise ne yazık ki bu kadar rutin, bu kadar tekdüze değildir. Hayat, şakacı bir çocuk gibi, sürprizleri sever. İşte hayatın bu bitmek tükenmek bilmeyen sürprizleri karşısında, aklımızı mı kullanacağız, tecrübelerimizi mi, sosyal olarak öğrendiklerimizi mi, yoksa genetik eğilimlerimizi mi? Bazen sadece buna karar vermek bile, olayın geçip gitmesine, fırsatın kaçmasına neden olabilir. Oysa her türlü durumda kullanacağınız meleke bellidir: içsesiniz! *** Hayattaki en mutlu insanlar, kendi içsesleriyle, bilinçaltlarıyla en barışık insanlardır. Bunlar zaman zaman, herkesin dediğinin aksine davranışlarda bulunmaktan korkmazlar. İçseslerine güvenmeyi öğrenmişlerdir. Hayatlarındaki herşeyin akıllı, mantıklı, garantili, güvenceli, kurallara uygun, yerli yerinde olmasının gerekmediğini, hatta bunun çok zararlı ve tehlikeli olduğunu fark etmişlerdir. Zira hayatın kendisi bu kadar akıllı, mantıklı, garantili değildir. Bu insanlar bir miktar kaosa, fırsatların ortaya çıkmasına, belirsizliğe, akla göre değil, ruhtan gelen impulslara göre hareket etmeye izin verirler. Sevimli bir dağınıklık, orta karar bir macera havası vardır hayatlarında.

279

Bela tabii ki onları da bulur. Ama bundan dolayı hayata küsmez, ya da kaderlerini suçlamazlar. "Mükemmel hayat" yanılsaması yoktur onlarda. Hepimizin hayattan bir dert alacağı olduğunu bilirler. Bu yüzden sıraları geldiğinde, bela istihkaklarını alır, çeker, ve yollarına devam ederler. Peki bu insanlar, doğuştan mı böyleler? Hayır. Bu meleke, yani ruhumuzda yankılanan bir sürü ses arasından "içsesi" duyma melekesi, zamanla öğrenilen birşeydir. Hayatın karşımıza çıkardığı olaylar karşısında içsesimizi dinlediğimiz zaman ulaştığımız sonuçları, dinlemediğimiz zaman ulaştığımız sonuçlarla karşılaştıra karşılaştıra öğrenilir. Ve artık bir süre sonra, olaylar olduktan sonra değil, olmadan önce onların sonuçlarını kestirebilir hale geliriz içsesimiz sayesinde. Sonuç? Ruhsal yeteneklerimize daha uygun, onları daha büyük bir oranda kullanan, hayatın hakkını veren, dolu ve doygun bir yaşam. Ama bunun için, bazı kritik durumlarda, hiçbir maddi kanıt göstermemesine karşın, içsesinizi dinleme cesaretini göstermelisiniz. Hatta bazen aklınız, mantığınız, tecrübeleriniz, ve bilginiz bile size içsesinizin söylediğinden aksi yönü işaret ediyor olabilir. O zaman bile içsesinizi duymayı ve dinlemeyi başarabilirseniz, sonuçları sizi şaşırtacaktır. Benim naçizane tavsiyem bu deneyleri önce büyük sonuçları olmayan, küçük olaylarla ilgili seçimlerde yapmanız. Zaman içinde de daha büyük olaylarda kullanmanız. Hayat size aynen şunu soruyor: Var mısın, yok musun? İşte bu soruya cevap verirken en büyük yardımcınız, içsesiniz olacaktır. *** NOT: Bu yazı sadece hayatı, herkesin öğrettiğinden biraz daha farklı bir tarzda, biraz daha maceralı, biraz daha derin yaşamak isteyenler için yazılmıştır. Eğer hayatı herkes gibi yaşamak istiyorsanız (yani asgari risk, asgari tehlike, asgari kayıp istiyorsanız), bu yazıda yazılanları dikkate almayınız ve bildiğiniz gibi yaşamaya devam ediniz. Bu yazıda önerilenleri uygularken yaşayacağınız kayıp ve sıkıntıların sorumluluğu tamamen okuyucuya aittir. (Aslında burada anlatılanları uygulayacak kişiler, bunu zaten biliyorlar, değil mi? :) ) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 01:17 3 YORUM ETİKETLER: İÇSES

08 HAZİRAN 2008 PAZAR İbn HALDUN ve Engin ARDIÇ ... Ütopyalara iltifat etmez İbn Haldun. Ona göre, ilim başkadır, siyaset başka. Cevdet Paşa'nın türkçesiyle: "Sunûf-u beşer içinde, emr-i sayasetten" en uzak insanlar âlimlerdir. ... Tunuslu, bu zâlim hükmün mûcib sebeblerini şöyle hülâsa eder: "Ulemâ ve fukahâ" mânâ denizinde yüzmeye alışmış. "Bir madde ve bir şahıs ve bir asır ve ümmetin ve nâssdan bir sınıfın" husûsiyetleriyle uğraşamazlar. Onlar için mühim olan, "umûmi ve küllî"dir. "Maanîyi" (mefhumlar) hissedilir dünyâdan ayırır ve onları "umûr-u külliye-yi âmme olarak zihinde tecrit ve tasavvur ederler. Sonra "Bu küllî'yi mevâdd-i hâriciyeye tatbik ederler"... "Velhâsıl, kâffe-i hüküm ve nezarlarında enzâr-ı fikriyye ve umûr-u zihniyye ile me'luf olup başka şey bilmezler" (Cevdet Paşa tercümesi). Oysa politikacı, bütün dikkatini dış gerçeklere ve bu gerçeklerle ilgili siyasî şartlara teksif etmek zorundadır. Çok girift bir dünyâdır politika. Siyâsi hâdiseler, kıyâs yoluyla "umûmi fikir"lere irca edilemez. İbn Haldun, bu vesîleyle, Batı sosyolojisinin henüz farkına vardığı bir hakîkatı ifşa eder: medeniyetler farklıdırlar. Şu veya bu müessese, falan ya da filân müesseseye benzeyebilir. Ama bu benzeyiş yalnız bir noktadadır, bütünü kucaklamaz. Âlimler kıyâs yoluyla hüküm verirler, kıyâs ve genelleme yoluyla. Müşâhadelerini zihinlerindeki kalıplara dökerler. Bu alışkanlık, birçok hatâların kaynağıdır İbn Haldun'a göre (bu satırları okurken, "bilim" âşıkı medresecilerimizi hatırlamamak kaabil mi? Sathî benzerlikleri kanunlaştıran bu keskin zekâlar, Osmanlı İmparatorluğunda feodalite tahâyyül eder, târihimizi sınıf kavgasıyla îzâha kalkışırlar.)

280

Buna mukabil, "avamdan tab'ı selîm ve zekâvet-i mutavassıt olan kimse" gördüklerinin, duyduklarının dışına çıkmaz, gerçekler dünyasında kalır, sâhilden uzaklaşmayan yüzücü gibi. "Siyasi davranışlarında ideolojilerin tesîri altında kalmaz, çünkü insanları tanır, onlara nasıl muâmele edileceğini bilir". ... Bir kelimeyle, siyâset âlimlerin işi değildir; ne âlimlerin ne güzîdelerin. (Kaynak: Umrândan Uygarlığa, Cemil Meriç, s: 148 - 149, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1974) *** Dili yer yer ağır olsa da, yukarıdaki metnin ne demek istediğini anladığınızı tahmin ediyorum. Günümüzdeki sol ideolojilerin ülkemizde neden tutmadığını çok iyi açıklıyor İbh Haldun: Halktan ve gerçeklikten kopuk oldukları için. Ama aynı zamanda, aydınların toplumdan da neden uzak olduğunu çok güzel betimliyor. Toplum üzerindeki etkilerinin sıfıra yakın olması başka nasıl açıklanabilir ki? (Kısa bir süre önce TV'de program yapan Yalçık Küçük, programın arasına arya ve opera parçaları koyacağını söylüyor. Ben de merak ediyordum, Türkiye'de sosyalistler neden binde bir'ler civarında oy alır diye...) *** Televizyonlarda yayınlanan ve okumuş insanların politika hakkında konuştuğu programların neden bana cazip gelmediğini İbn Haldun gayet iyi anlatıyor. Politika, aydınların işi değil. Ama bizim aydınlarımız, kendi işlerini de doğru düzgün yapmıyorlar. Hem de hiç. Yani aydınlarımız sayesinde hayatı daha iyi anlıyor, önümüzü daha iyi görüyor, kendimizde yaşamın güçlükleriyle mücadele etme gücünü ve azmini buluyor değiliz. Ağızlarını açtıkları zaman hemen istisnasız iştah kaçırıcı ve iç karartıcı şeyler söylüyorlar. Ki bunların büyük bir bölümü eksik, düpedüz yanlış, ya da tamamen taraflı. Ben böyle bir aydınlık almayayım... *** Aydınlarla ilgili olarak unutulmaması gereken şey, her bir aydının bir de karakteri olduğudur. Yani bir insanın "aydın" denecek kadar çok bilgilenmesi ve analiz-sentez yeteneği sergilemesi, onun ille de topluma faydalı bir insan olacağı anlamına gelmez. Karakter, bu bilginin nerede, ne zaman, nasıl kullanılacağını belirleyen şeydir. Toplumun lehine de kullandırtabilir, sermayenin lehine de. *** En sevdiğim yazarlardan birinin Engin Ardıç olduğunu biliyorsunuz. Sıradışı bir düşünce tarzı, ve benzerine kolay ulaşılamayacak bir bilgi birikimine sahiptir. Ama onun CHP'ye, Devlet'e, ve bürokratlara olan ve irrasyonel bir düşmanlığa varan tavrını hiç anlayamamışımdır. Daha doğrusu anlardım, ama bugünkü yazısı (8 Haziran 2008 - Sabah) herşeyi çok daha net açıklıyor: "(Babama) göre, özel sektörde çalışmak da en büyük suçtu! "Adam gibi adam" ancak devlet memuru olabilirdi... "Memuriyete girmediğim" için beni hep suçladı, "aybaşında maaşın hazır olmasının rahatlığını" teptiğim için hep üzüldü..." Görüldüğü üzere Engin Ardıç'ın bu cepheyle olan zıtlaşmasının altında, aslında babasıyla olan zıtlaşması yatıyor. Erkek evlatların babalarıyla olan ilişkileri, bildiğiniz üzere, biraz farklıdır. Baba, hem sevdiğiniz, hem de kendinizi kanıtlamak zorunda olduğunuz, yani saygısını kazanmanız gereken biridir. Hatta alttan alta onu geçmek de istersiniz. Freud bunu Oidipus kompleksi olarak adlandırır. Ama hiçbir erkek evlat, hayatındaki en büyük rol modeli olan babasını kendisinden koparan bir anlayışı, ideolojiyi affetmez, affedemez. Engin Ardıç da, devletçilerle mücadele ederken, hâlâ kendisini babasına kanıtlamaya çalışan bir yeni yetme gibi, babasıyla mücadele ediyor. Ama artık bu mücadeleyi kazanma şansı kalmamış durumda. Zira babası vefat etmiş. O da bu mücadeleyi, devletçiliği savunanlara mantık dışı bir tarzda saldırarak devam ettiriyor. Peki bunun bir zararı var mı? Ya da burada yanlış olan birşey var mı? Aslında hepimizin, belirlediğimiz hayat görüşlerinde, kabul etsek de etmesek de, ebeveynlerimizin ve içinde büyüdüğümüz sosyo-ekonomik koşulların büyük bir etkisi vardır. Yoktur diyen, bunun henüz farkına varamamış kişilerdir. Kendi geçmişinize bakarak, şimdiki hayat görüşünüzün köklerini rahatlıkla 281

bulabilirsiniz. Bunu başkalarında da yapabilirsiniz: Çetin Altan'a bakın, Yalçın Küçük'e bakın, Alev Alatlı'ya bakın, Emre Kongar'a bakın... Hepsinde, geçmişin izlerinin şimdiki duruşlarına yansıyışını göreceksiniz. Yani özetle bu, normal birşeydir. Ama Engin Ardıç'ın babasıyla ve babasının benimsediği ideolojiyle olan bu sorunu, onun kadar akıllı ve derin bir adama yakışmayan bir durum yaratıyor. Ardıç, devletçilere ve bürokratlara bu kadar yüklenerek aniden kendisi, serbest piyasacıları, din tüccarlarını, çevre düşmanlarını savunanlarla aynı kampa sokmuş oluyor. Profesyonel vaktinin büyük bir bölümünü de bu canavarları değil de devletçileri-bürokratları eleştirerek geçirdiği için, entelijansiyamızda (aydınlardan oluşan dünyamızda) aslında hak ettiği yeri bir türlü alamıyor. Benim gibi çok az sayıda insan, onun gerçek kimliğini görebildiğimiz, ve yazdıklarının ardındaki derin mesajı alabildiğimiz için, Engin'i sevmeye devam ediyoruz. Ama o, derdini anlatamayanlar klübünün azılı bir üyesi olmakta ısrar ediyor her nedense. En kısa sürede -mümkünse ölmeden önce- babasıyla olan bu meselesini halletmesini, ve anlamsız grupları savunur görünümünden kurtulmasını diliyorum. Onun devletçilere giydirdiği kadar çevre düşmanlarına, din tüccarlarına, azgın kapitalistlere giydirdiğini de görmek/okumak, çok zevkli olacaktır eminim. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 18:00 5 YORUM ETİKETLER: AYDIN, ENGİN ARDIÇ, İBN HALDUN

07 HAZİRAN 2008 CUMARTESİ Yazarlık Hk. Alıntılar.. Freud vb. Freud bir yerlerde, kendisinin en iyi, orta karar bir ızdırap içindeyken çalıştığını yazmıştı. Ben de bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Hafif bir keyifsizlik (rahatsızlık) hali - ister bedensel, ister zihinsel, ya da duygusal olsun - son derece yardımcıdır; bence yazmak, şifa verici bir süreç olduğu için, ortada şifa verilecek birşey olmalıdır. - Peg Bracken Tıpkı silahlı soygunda olduğu gibi, yaratıcı düşünce için de bir miktar gaddarlık (acımasızlık, zalimlik) ve toplumdan bir miktar yabancılaşma gereklidir. - Nelson Algren Herkeste yetenek vardır. Nadir olan şey, bu yeteneği, sizi götüreceği karanlık yere kadar takip etme cesaretidir. - Erica JONG GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 14:11 0 YORUM ETİKETLER: YAZARLIK

04 HAZİRAN 2008 ÇARŞAMBA D-DAY: Dört Kişilik Ekiple Nasıl Çekilir Aşağıdaki bazı yazılarda, senaristlerin ve bağımsız yönetmenlerin, prodüksiyon ve post-prodüksiyon aşamaları (kameralar, bilgisayar programları, efektler, vb.) hakkında bilgi edinmesinin faydalarından bahsetmiş, bunun onları daha da özgürleştireceğini söylemiştim. Bir okurun yolladığı şu linki ( http://www.youtube.com/watch?v=WRS9cpOMYv0), http://www.beatfiltering.com/ sayfasının ortasındaki adres boşluğuna yazınız ve filmi izleyiniz. Dört kişilik bir ekibin, yeterli teknik bilgi sayesinde, koskoca Normandiya Çıkarmasını nasıl dört günde çekebileceğini göreceksiniz. Umarım bu ve benzeri filmler, bilginin yaratıcılığınızı ne kadar özgür bırakabileceği hakkında sizi biraz daha ikna eder. Yani üç yeniçeri ile "İstanbul Kuşatması" çekmek, işten bile değil. Daha ilk yazılarımdan birinde ("Son Samuray") söylemiştim, o kadar da zor değil diye. Artık iyi bir film çekmemek için mazeretiniz gittikçe azalıyor. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 01:09 2 YORUM 282

ETİKETLER: BAĞIMSIZ SİNEMA, POST PRODÜKSİYON

03 HAZİRAN 2008 SALI BOŞANMA ÇOCUKLARI Boşanmak üzere olan ya da boşanması gereken çiftlerin en büyük özelliği, herşey hakkında tartışmalarıdır. Artık aradaki kırgınlıklar ve birikmiş öfkeler öyle bir noktaya gelmiştir ki, en ufak gündelik sorunlar bile bir bağrış-çağrış malzemesi olur. Evin içinde huzur diye birşey kalmamıştır. Bu ortamdan en büyük zararı gören kişiler ise -varsa- çocuklardır. Anne-babalarının tartışmaları üzerinde hiçbir etkileri olamayan yavrucaklar, her kavgayı, her atışmayı, her iğneleyici sözü, ruhlarına bir yara izi olarak işlerler ve bunları hayatları boyunca taşırlar. Kendileri büyürken ve büyüdüklerinde de yaşarken, hayatı bu yara izlerine bakarak yorumlarlar. Genelde mutsuzluğa ve huzursuzluğa eğilimli, hafif depresif insanlar olmalarının nedeni de, hayatı nasıl yaşamaları gerektiği konusunda kendilerine ilk ve en etkili dersleri veren rol modellerinden aldıkları bu yara izleridir. *** Biz de millet olarak uzun bir süredir boşanması gereken ve bir türlü boşanamayan anne-babaların çocukları gibiyiz. Başımızdakiler arasındaki bitmek bilmeyen kavgalar, suçlamalar, iftiralar, yalanlar, krizler, bizi canımızdan bezdirmiş halde. Hayattan zevk almayı bırakın, sürekli olarak hayatta kalma kaygısı içerisinde yaşıyoruz. Yarınımız, gelecek haftamız, gelecek ayımız hakkında endişeliyiz. An be an geçen hayatın tadına varmak yerine, herşeyimizi kavga ederek halletmeye çalışmamız gerektiğini öğreniyoruz başımızdakilerden. (Allah'tan dini bayramlar var. (Milli Bayramlar ne yazık ki artık tepedekilerin edeplerini korumasına yetmiyor, her milli bayramda bir kriz daha patlıyor zira). İnsanların zoraki olarak da olsa sesini kestiği, kavgayı bıraktığı, biraz zorlama da olsa sevgi, barış, kardeşlik gibi duyguları ön plana çıkarttığı zamanlar oluyor bu bayramlar. Onlar da olmasa, yani dini bayramlar sayesinde tansiyon düşüp adrenalin azalmasa, millet olarak sokakta birbirimizin gırtlağına sarılacağız artık.) Başımızdakiler, ki toplasanız üç beş bini aşmaz sayıları (kendileri, danışmanları, hempaları, vb.), kendi çıkarlarını korumak adına bir an bile tereddüt etmeden kavgaya atlarken, her gün kendilerini izlemek zorunda olan milyonlarca insana ne büyük bir kötülük yaptıklarının farkında değiller. Hele onları seyrederek büyüyen bir kuşak var ki, anlaşma ve uzlaşmayı değil, kavgayı en temel iletişim biçimi olarak öğreniyorlar "Bağırmak da bir hitabet biçimidir" sözü o kuşak geldiğinde "Uçan tekme de bir iletişim biçimidir" olacak herhalde. Onların başa geçtiği dönemde hepimiz belimizde silahla dolaşmaya başlayacağız galiba. Allah sonumuzu hayır etsin! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 15:31 3 YORUM

30 MAYIS 2008 CUMA Yazma Sancısı Birçok yazar, yazma eyleminin kendisinden nefret eder. Bunun nedeni, üretirken çektikleri sıkıntıdır. Eşidostu memnun edecek şeyler yazmak nispeten kolaydır. Ama gerçekten kaliteli birşeyler yazmak, insanın kendisiyle, yetenekleriyle, zekasıyla, bilgisiyle, ve tecrübesiyle uzun uzadıya mücadele etmesini gerektirir. İşte bu mücadelenin verdiği acı, yazarları masadan ya da bilgisayar başından uzak tutan şeydir. Ama içlerindeki yaratıcı dürtü onları yazmaya sevk eder sürekli. Ama her nedense bir türlü kendilerini masa başına getiremezler. Yazmadan, yazamadan ortalıkta dolanır dururlar. Yazmaları gerekmektedir, ama masa başında olmak yerine televizyon karşısında, internette, ya da alışveriştedirler. Bilinçaltınız, olmanız gereken yerde (masabaşında) olmadığınız için sizden nefret eder, daha doğrusu sizin kendinizden nefret etmenize neden olur, ama siz yazma sancısı çekmektense kendinizden nefret etmeyi tercih edersiniz. Ta ki bu öz-nefret, yazma sancısından daha büyük bir hale gelene kadar. İşte birçok yazarın masabaşına geçmesini sağlayan gong, bu öz-nefret'te yaşanan limit aşımıdır. 283

*** Oysa bu böyle olmak zorunda değildir. Yukarıda anlattığım tablo, kendisini, yaratıcı güçlerini, daha da önemlisi yaratıcı süreci bilmeyen, sadece ilhamla yazan yazarlar için geçerli olan bir metodtur. İyi yazarlar, -iyiden kastım, birşeyler üretirken kendine ve çevresine azami derecede zarar vermeyen yazarlar- yazma eyleminin masabaşında gerçekleştiğini bilirler: Deneme, beğenmeme, tekrar deneme, tekrar beğenmeme.. ta ki beğendiğiniz birşey yazana kadar denemeye devam etme sürecinin, yazmanın belki de tek evrensel kuralı olduğunu bilirler. (Yani tek ve ilahi bir ilhamla, bir oturuşta mükemmel birşeyler yazmanın saçma bir efsane olduğunun farkındadırlar). Herşeyin ilk müsveddesinin yüzde doksanının çöpü boylayacağını bilirler. Bu yüzden bir an evvel bu çöpe gidecek bölümü yazıp, yollarına devam etmek isterler. Yaratıcılığın sesini bazen önce bir fısıltı gibi duyurduğunu, siz bunu dinledikçe volümünü arttığını da öğrenmişlerdir. Başkaları gibi kendilerine gümbür gümbür bağıran bir ilham beklemek yerine, bu düşük volümlü fısıltıları dinleyerek yollarına devam ederler. Başkaları daha ilk müsveddeye doğru dürüst başlamamışken onlar bilmem kaçıncı müsveddededirler. Sonuç olarak, yazarlar "yazar"! Diğerleri dünyanın milyon tane meşgalesi ile eğlenirler, oyalanırlar, vakit geçirirler. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 05:45 3 YORUM

22 MAYIS 2008 PERŞEMBE YAPIM DEĞERİ: Yapma Yav! Aslında bu senaristlerle ilgili bir site gibi durmasına karşın asıl amacım bağımsız sinemacıların elini güçlendirmek. Bu yüzden arada sırada film çekiminin diğer yönleri hakkında da bilgi verme zarureti hissediyorum. "Hayır ben sadece senaryo yazmak, sonra da onun bir yapımcı ve yönetmen tarafından katledilmesini izlemek istiyorum. Mazoşistim ben!" diyorsanız, bu yazı size uygun değil... *** İyi filmlerin "iyi film" gibi görünmesini sağlayan çok sayıda unsur vardır. Bu unsurların sayısı o kadar fazladır ki, ortalama bir beynin bunlara vakıf olması zor, hatta imkansızdır. (Ama sinema da zaten orta kapasitedeki insanların işi değildir.) İyi bir senaryoyu oluşturan etmenlerin ne kadar çok olduğunu biliyorsunuz. Ama filminizin iyi olması için senaryonuzun iyi olması yetmez. Yani bu gerek şarttır, ama yeter şart değildir. "Casting"iniz, yani oyuncu seçiminiz iyi olmalı, mümkünse bir iki ünlü oyuncuyu oynatmalısınız. Bu insanları oynatmanız da yetmez, onlardan "iyi oyun almayı" da başarabilmelisiniz (bu konuda Stanley Kubrick bir efsanedir, araştırmanızı tavsiye ederim: "A Life in Pictures"). Prodüksiyon sırasında kullandığınız malzemeler de kaliteli olmalıdır. Kameranız ya 35 mm ya da super 16 mm, ya da iyi bir HD video kamera olmalıdır (asgari Panasonic HVX 200). Kamerayı koyduğunuz tripod iyi olmalıdır, "fluid" bir kafası olmalıdır en azından. Bazı ilginç kamera hareketleri yapabilmelisiniz. Bunun için de dolly gibi, jimmy jib gibi, steadicam gibi araçlara ihtiyacınız var. Bunları yüksek paralarla kiralayabilirsiniz de, kendiniz de yapabilirsiniz. (İnternette "DIY Dolly" "DIY jimmy jib" "DIY steadicam" kelimelerini google'da aratın ve gelen resimlere bakın. Youtube'ta da bunları anlatan videolar var. Ayrıca, engellenen youtube'a ulaşmayı da öğrenin. Bkz. beatfiltering.com) Ama bunlar da kâfi değildir. Seslerin çok iyi kaydedilmesi gerekir. Sinemaya gönül veren gençlerin kendilerini kaptırdıkları ilk ve son yer her nedense kamera olmaktadır. Kamera olayını çözdüler mi işin bittiğini zannederler. Oysa en iyi görüntüler bile, o görüntüyü sağlayan teçhizatın onda biri parayla halledilebilecek bir ses sorunu yüzünden piç olabilir. Mikrofon türlerini tanıyın. Kayıt cihazlarını tanıyın - ille de kameraya kaydetmek zorunda değilsiniz, bkz. burası . Ses senkronizasyonu meselesini ("timecode"lu ya da onsuz) çözün ki sonra kurgucu arkadaşınız sizi sopayla kovalamasın. Ses kaydetmeyi bizzat, şahsen öğrenin. ***

284

Bu liste böyle gider - bir ara daha da detaylandırırız. Bir filmi iyi film yapmak için gereken tonlarca şey vardır. Ve eğer bu işte ciddi iseniz bunların hepsini iyi bilmeli, en azından bilenlerden birşeyler talep edecek kadar bunlardan haberdar olmalısınız. Aksi takdirde onların bilgisine, daha da kötüsü keyfine tabi olursunuz, ki bu korkunç bir durumdur. *** Filminizin göze hoş görünmesini sağlayan şeyler, genelde pahalı şeylerdir. Örneğin sıkı bir araba takip sahnesi (bkz. "Bourne" filmleri) filminize çok para harcandığı hissini verir. Ve seyirci de bundan hoşlanır. İlginç kamera hareketleri de öyle (örn. Görevimiz Tehlike 3'te, Ethan Çin'de bir binanın tepesindeyken ona yaklaşan kamera). Patlamalar (bkz. Terminatör 2), düğün sahneleri (bkz. Baba 1 filminin girişi), felaketler (Titanic'in batışı, Yarından Sonra), çok güzel doğa manzaraları (Kurtlarla Dans, Son Mohikan, Kaplan ve Ejderha), güzel müzik (John Williams ya da James Horner'in hemen bütün işleri), kaliteli CGI görüntüler (Örümcek Adam serisi) hep filminizin "iyi" görünmesini sağlar. Evet, iyi bir filmin en temel unsuru senaryodur, ama bu senaryonun üzerine bu bahsettiğim unsurları da eklerseniz, artık filminiz tadından yenmez. İşte, filminizin iyi görünmesini sağlayan bu "artı değer"lere İngilizce'de "production value" diyorlar, yani "yapım değeri". İyi oyuncu seçimi "yapım değeri"ni artırıyor - mesela Al Pacino'nun filminizde oynaması. İlginç kamera hareketleri filminizin "yapım değeri"ni artırıyor. Görsel efektler filminizin yapım değerini artırıyor. Kaliteli bir ses tasarımı filminizin yapım değerini artırıyor., vb. İşin ilginç tarafı, filminizin yapım değerini artıran, yani "çok para harcanmış gibi" görünmesini sağlayan şeyler ille de çok pahalı şeyler değildir. Çok ama çok ucuza, hatta bedavaya yapılabilecek şeyler de filminizi aniden en kaliteli Hollywood filmleri ile aynı kategoriye sokar. *** Filminize 1. sınıf filmlerde bulunan yapım değerini katacak ve size maliyeti neredeyse sıfır olacak bir şey var (bütün bu peşrev aslında bunun için): KOMPOZİSYON. Yani ekranda görünen şeylerin düzenlenişi. En kaliteli filmlerin hemen her zaman mükemmel bir kompozisyonu vardır. Ekranda gördüğümüz şeylerin yan yana duruşu bile göze estetik bir haz verir. "Adamlar kompozisyon için bile bu kadar uğraşmışlar" dedirtir. (Dikkat edin, ışıklandırmadan bahsetmiyorum, zira ışıklandırma biraz maliyetlidir. Düz kompozisyondan bahsediyorum). Ama kompozisyon derken, fotoğrafçılıktan bildiğiniz kompozisyondan da bahsetmiyorum tam olarak. Zira fotoğrafçılıkta görüntü sabittir, bir kere çekersiniz biter. Ama sinemada kamera da hareket eder, içindeki unsurlar da. Bu yüzden dinamik bir kompozisyon anlayışına sahip olmanız gerekir. Yani "Ben çok iyi fotoğrafçıyım, bu yüzden benden harika sinemacı olur" zannetmeyin. Fotoğraftaki kompozisyon kurallarını öğrenin, bu faydalıdır, ama bunun ötesi olduğunu da unutmayın. (Bu noktada sinema, tiyatro ile fotoğrafın kesişim kümesinde duruyor). *** İşte nicedir size bu konuda bir kitap tavsiye etmek istiyordum. Sinematografi alanında neredeyse onlarca kitap var. Ama hiçbiri yeterince güncel ya da derin değildi. En beğendiğim "The Visual Story" (2001) bile çok kuru kalıyordu. İşte bu "The Visual Story"'nin ikinci baskısı çıktı 2007'de. Birinci baskıdaki kuruluk tamamen gitmiş, en yeni filmlerden mükemmel görüntüler ile son derece sade ve anlaşılır bir kitap oluşturulmuş en baştan. "İşte bu kitap, bahsedilmeyi hak ediyor" dedim. Kitapta anlatılan sinemasal kompozisyon kurallarını inceleyin, ve ustaların nasıl çalıştığını görün. Sadece kamerayı doğru yere koyarak ya da içindeki unsurları doğru/ilginç/yaratıcı bir biçimde yerleştirerek bile, filminize büyük bir yapım değeri katabilirsiniz. Kitabı şuradan inceleyebilirsiniz. İngilizce olmasına karşın, sadece resimleri bile çok şey ifade ediyor. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 15:55 3 YORUM ETİKETLER: THE VİSUAL STORY, YAPIM DEĞERİ

20 MAYIS 2008 SALI Ölmenin En SAÇMA Yolu 285

Sigara'dır tabii ki... İnsanın bir maddeye olan bağlılığının onu kendisi (ve aslında biraz da başkaları) karşısında küçük düşürücü etkisi bir yana, her nefeste kendisini biraz daha öldürürken birilerini (ve emin olun, sizden daha zeki, daha yetenekli, daha üstün olmayan birilerini) zengin ediyor olmak, işin saçmalığını bence isyan edilesi bir noktaya taşıyor. "Bırakmak istiyorum ama yapamıyorum" diyorsanız, size iki kelime derim: Allen Carr. Google'dan kitabını araştırın, okuyun, ve bu işe artık bir son verin. En sonunda bırakanların 3. ya da 4. denemeden sonra bırakabildiğini de unutmayın. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 03:33 0 YORUM ETİKETLER: ALLEN CARR, SİGARA

15 MAYIS 2008 PERŞEMBE DEMİR ADAM'dan Özel Ders Dijital görüntüler son on beş yıldır sinemada iyice yaygınlaşmış durumda. "Terminator 2" filmi ile, film yapımının ayrılmaz bir parçası olacağının haberini veren CGI (bilgisayarla üretilmiş görüntüler), artık her filmin bir parçası haline gelmiş halde. Bunun en son örneklerinden biri "Demir Adam" ("Iron Man"). Kullanılan efektler son derece etkileyici, ve bunların gerçek olduğundan şüpheye düşmemize neden olabilecek hiçbir falsoları kalmamış neredeyse. "Maya", "Shake", "Combustion", "Modo", "3Ds Max" ve benzeri programlar, artık filmlerin yapım ve yapım sonrası süreçlerinin ayrılmaz parçaları haline geldi. After Effects ya da FCP'yi ve benzeri programları saymıyorum bile. Ama "Demir Adam"ın bize öğrettiği ders bu değil. "Demir Adam" bize, bir filmi iyi yapan şeyin hala iyi bir senaryo olduğunu TERSTEN kanıtlıyor. Uyduruk bir senaryonun üzerine yüz milyonlarca dolarlık CGI efekt atıldığında bile, doğru dürüst bir seyir zevkinin oluşamayacağını gösteriyor. (Bu konuda yakın zamanda onunla yarışacak hatta geçecek tek film "Transformers" idi). *** Ama şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Dijital yollarla (yani bilgisayarla) görüntüler yaratma ya da mevcut görüntüleri güçlendirme, sadece yönetmenin değil, yazarın da elini güçlendiren bir uygulamadır. Yani eğer yazarlar, dijital olarak neler yapılabileceğinden haberdar olurlarsa, bu ekstra yetenekleri, yaratıcılık paletlerine ekleyebilirler. "Terminator 2" çekilirken (1991) milyonlarca dolara mal olan efektlerin, günümüzde (2008) birkaç bin dolara yapılabilmesi, bağımsız sinemacıların elini güçlendiren bir durumdur. Bu nedenle, boş zamanlarınızda bu konuları araştırmanızda fayda mülahaza ediyorum. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 16:51 2 YORUM ETİKETLER: CGI, DEMİR ADAM, TERMİNATOR

11 MAYIS 2008 PAZAR EHVEN-İ ŞER Amerika'daki hapisanelerde yatan mahkumların yüzde 59.6'sı, uyuşturucu ile bağlantılı suçlardan dolayı içerideymiş. Amerika'da her yıl yaklaşık yarım milyon insanın ölümüne neden olan tütün ise, sadece bir yılda, geçtiğimiz yüzyılda yasadışı uyuşturuculardan ölen insan sayısından daha fazla insanın ölümüne neden olmuştur. Absürd bir biçimde başarısız olan "Uyuşturucu ile Savaş" devam ederken, Amerika'da şu anda "Tütüne ile Savaş" diye birşey bulunmamaktadır. kaynak: http://videoediting.digitalmedianet.com/articles/viewarticle.jsp?id=30128 *** 286

Bunun daha da üzücüsü, bizde Devlet'in bizzat kendi elleri ile (yani TEKEL vasıtasıyla) kendi vatandaşlarını zehirlemesidir. Yani devlet önce sağlığı, mutluluğu, yaşaması ile sorumlu olduğu vatandaşları uyuşturucuya alıştırmakta, onları bağımlı yapmakta, onlara uyuşturucu satmaktadır, sonra da bu uyuşturucunun neden olduğu hastalıkların (kanser, kalp-damar-akciğer hastalıkları) tedavisi için, kendisine bağlı hastaneleri seferber etmektedir. Allah'tan bir süredir piyasada özel teşebbüse ait sigaralar var da, devlet bu konuda tek başına töhmet altında kalmaktan kurtuldu. Artık cevval girişimcilerimiz de kanımıza girmekte, bizi öldürmekte, ve bundan para kazanmaktadır. *** Gördüğünüz üzere yirminci ve yirmibirinci yüzyıllar kapitalizmin çağıdır, demokrasinin çağıtır, toplu tüketimin çağıdır. Ve bunların hepsi, birbirine organik olarak bağlıdır. Demokrasi olmadan kapitalizm olmaz, kapitalizm olmadan da toplu üretim ve tüketim mümkün değildir. Sen kim oluyorsun da, şehirlere tıkıştırılmış ve bunaltılmış insansıların mutluluğundan bahsediyorsun! Nasıl oluyor da demokrasiyi eleştiriyorsun! Hangi hakla tüketime karşı çıkıyorsun! Urun kellesini!... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 03:03 1 YORUM

17 NİSAN 2008 PERŞEMBE "VİDEOCU" ve Bilinçaltı Mafyası "Videocu" senaryosuna ne oldu diye düşünenleri hemen aydınlatayım: birşey olmadı, hala bilinçaltımdan yeterince iyi bir fikir gelmesini bekliyorum. "Ee, neden bu kadar gecikti peki bu fikirlerin gelmesi?" diye ukalalık yapacaklara ise cevabım hazır: Demek ki bazı şeyleri yanlış yapıyorum. *** İnsanın, kendi bilinçaltıyla, yaratıcı tarafıyla iletişim kurması, sizi anlamayan ve sizin de anlamadığınız bir karşı cins üyesiyle iletişim kurmaya benzer. Siz onunla iletişim kurmak için bazı iyi niyetli girişimlerde bulunursunuz, onunla iyi vakit geçirmek için planlar, programlar yaparsınız, vb. ama bunlar tamamen geri teper, karşınızdaki kişi surat asar, tavır koyar, sizi çıldırtır. Ama sonra sizin hiç ummadığınız bir zamanda size yakınlık gösterir, yüzünüze güler. Siz tam herşey yoluna girdi dersiniz, sebepsiz yere çekip gider. Onu ne kadar sevseniz de, ona ne kadar ilgi ve şefkat gösterseniz de, ona ne kadar bağırıp çağırsanız da, ona istediğinizi yaptıramazsınız. Onun kendine özgü bir iç gündemi, iç programı, iç saati vardır. O ona uyar. Size değil. Tam saçınızı başınızı yolduran bir ilişkidir yani. Bu durumda birçok kişi, kendisini çaresiz hisseder, "Benn bu acııılaraaaa mahkuummmuyuuum" tarzı şarkıları daha hislenerek dinlemeye başlar, kendisini bir zalime mecbur eden feleğe küfreder, alkol ve benzeri yıkıcı maddelerin tüketimini artırır, vb. Oysa yapılması gereken şey, bu kişiyi sizin arzularınıza göre hareket etmeye zorlamak değil, onun karakterini, özelliklerini, arzularını, korkularını, hayallerini, sizinle gizli-açık iletişim kurma yöntemlerini öğrenmek, ve bunlara göre hareketlerinizi ve pozisyonunuzu yeniden düzenlemektir. Böyle bir yaklaşımda bulunursanız, karşınızdakine tüm istediklerinizi yine yaptıramazsınız (ki bu aslında hiç de arzulanan bir durum değildir), ama en azından, onu tanımadığınız dönemdeki bozgunları yaşamazsınız, canınız daha az yanar, ve arada bir de olsa, bu şahsın iyi anını yakalayabilir ve kendinizi mutlu hissedebilirsiniz. *** İnsanın bilinçaltıyla olan ilişkisi de temelde böyle birşeydir. Ona asla ama asla istediğinizi yaptıramazsınız. Asla sizin istediğinizi, sizin istediğiniz zamanda, ve sizin istediğiniz tarzda vermez. Hatta sizin istediğinizi bile vermez. (Seinfeld'deki Nazi Çorbacı geldi aklıma: Siz salata ısmarlarsınız, o size ızgara balık verir, bir tatlı ısmarlarsınız, önünüce bol sirkeli bir çorba gelir, herhangi birşey istersiniz, size hiçbirşey vermez: "No soup for you!") 287

Ve işin kötü tarafı, ona söz geçiremezsiniz. Yani onun bu karakterini değiştirme şansınız yoktur. O sizin bilinçaltınızdır ve siz ölene kadar değişmeyecektir - daha doğrusu siz onu, bilinçli çabalarınızla, değiştiremeyeceksinizdir. (O gördüğünüz acayip rüyaların nedenini anladınız mı?). Ancak ve ancak onu daha iyi tanımak suretiyle, onunla ilişkilerinizi biraz daha düzeltebilirsiniz. Bunun birinci kuralı, onun hoşlandığı şeylere kulak vermektir. Yani bilinçaltınızın neden hoşlandığını fark edebilmelisiniz. Bunlar her zaman en mantıklı ve kaliteli seçimler olmayabilir. Hatta size, sizin kendiniz hakkında zihninizde barındırdığınız imajınıza ters bile olabilir, ama eğer bilinaçltınız birşeyi seviyorsa, seviyordur. Bunun tartışması yoktur. (Bu aslında kişisel ilişkilerde de geçerli bir durumdur: Kimden hoşlandığımızı genelde akılsal ve mantıksal bir biçimde açıklayabildiğimizi zannederiz. Ama hoşlanma ya da hoşlanmama ile ilgili bütün kararları bilinçaltı verir. Siz de buna uyarsınız mecburen.) İkinci kural, bilinçaltınıza herhangi bir dayatma yapamayacağınızdır. Yani "Ben şöyle şöyle bir hikaye istiyorum" diye bilinçaltınıza bir sipariş veremezsiniz. Bırakın hikayeyi, sahne bile ısmarlayamazsınız. Eğer karakterlerinizden birine, bilinçaltınızın kabul etmediği bir şey yaptırmaya ya da yaşatmaya çalışırsanız, yazar tıkanmasının feriştahını yaşarsınız. Ya tek kelime bile yazamaz hale gelirsiniz, ya da yazdıklarınızı beğenmezsiniz. (Eh, yukarıda da belirttiğim gibi, beğenme ve beğenmeme organımız bilinçaltımız olduğuna göre, bu konuda da bir zorlamada bulunma şansımız kalmıyor.) Üçüncü kural, bilinçaltınızı ufak ufak harekete geçirecek uyaranları ona sunmaktır. Bilinçaltı kendi başına bırakıldığı zaman, yani belirli bir niyet, amaç, plan önüne konulmadığı zaman, sonsuza kadar birşey üretmeden kendi kendine oyalanabilecek bir yapıdadır. Bu nedenle, belirli bir proje ile bilinçaltınıza bir hedef belirlemeli, sonra da onu ufak ufak harekete geçirmeye çalışmalısınız. Bu son söylediğim, daha önce söylediklerimle ters düşüyor gibi görünebilir. Ama durum öyle değil. Yani eğer siz normal bir hayat sürerken bir gün aniden bilinaçltınızın bangır bangır size "Kalk Mahmut, şöyle şöyle bir senaryo yaz!" diyeceğini zannediyorsanız, çok beklersiniz. Bilinçaltı kesin bir biçimde verilen siparişlere istenildiği gibi karşılık vermez, ama bu, hiçbir şeye karşılık vermediği anlamına gelmez. Aslında zaten sizi bir biçimde bu sinema, senaryo, vb. konulara iten de kendisidir! Yani durup dururken bu siteyi okuyor, birşeyler yazmaya çalışıyor değilsiniz. Bütün bunlardan hoşlanmanız, bilinçaltınızın yönlendirmesi ile olan şeyler. Bu yüzden, size bu eziyeti reva gördüğü için, onunla az da olsa pazarlık hakkınız vardır. Ama biraz. Çok değil. Yani ona, bir senaryo yazmak istediğinizi söyleyebilirsiniz, ama çoğu zaman ne tür bir senaryo olacağını söyleyemezsiniz. Belki de kendi içinizden geldiği gibi yazamayacak bir pozisyonda olabilirsiniz - örneğin bir TV dizisi senaryo grubunda çalışıyorsunuzdur. O zaman seçenekleriniz çok daha kısıtlı olacaktır. Ama bilinçaltı, eğer ona uygun koşulları sağlarsanız, ve kendisini zorlamazsanız, yine size orijinal fikirler verecektir. (ARA NOT: TV yazarlığında, İngilizce "hack writer" denen bir yazar türü vardır. Bu insanlar, iki elleri kanda dahi olsa, kendilerine sipariş edileni yazarlar. Ortaya çıkan ürün pek yaratıcı ya da eğlendirici, bilinçaltı kaynaklı birşey değildir. Genelde çeşitli klişelerin arka arkaya kullanılmasından oluşur. Ama sonuçta yapımcının işini görecek niteliktedir. Sadece bizde değil bütün dünyada vardır bu tür yazarlar. Ürünleri iş görür, ve birçok durumda yapımcıların yazarlardan istediği şey, bir sanatçı gibi davranması değil, bir "hack writer" gibi davranmasıdır. Ama bütün klişeler tükendiğinde, yani seyirci, bu dizinin de diğerlerinin bir kolajı olduğunu fark ettiğinde, reytingler düşer, yapımcılar da "Neler oluyoooor bize?" şarkısını söylemeye başlarlar.) Bilinçaltıyla ilgili son önemli not: Eğer bilinçaltınızdan birşey gelmiyorsa, yani hikayenizde, sahnenizde, diyaloğunuzda, ya da karakterinizde bir aksaklık, bir duraksama, bir tıkanma yaşıyorsanız, onunla ilgili son yaptığınız seçime doğru geri gidip bilinçaltınızı en son nerede zorladığınızı, nerede zora koştuğunuzu, nerede tıkadığınızı bulmaya çalışın. Yazar tıkanıklığı, orada olmaması gereken birşeyi oraya sokmaya çalıştığınız zaman ortaya çıkan bir durumdur. Bunun çaresi de, bilinçaltınıza yaptığınız bu son emrivakiyi bulmak, ve size ne kadar gerekli gibi görünse de, ondan vazgeçmek, kurtulmaktır. Bunu yaptığınızda, yani bilinçaltınıza uyguladığınız dayatmayı kaldırdığınızda, bir rahatlama hissedeceksiniz. Ve kısa bir süre sonra bilinçaltınızdan yeniden birşeyler (yeni fikirler, yeni olaylar, yeni sahneler, güzel ve akıcı diyalog) gelmeye başlayacaktır. Ama burada şundan ürkmeyin: hikaye, sahne, ya da karakter, sizin gideceğini sandığını ya da gitmesini umduğunuz yerlere gitmeyebilir. Buna şaşırmayın, üzülmeyin, hatta kızmayın. Aşırı fantastik olmadığı sürece, bilinçaltınızdan gelen bu akışa kendinizi kaptırın ("go with the flow). Zira bu gelen malzeme, sizin 288

en hakiki benliğinizden gelmektedir. Sizin, belki yeterince iyi tanımadığınız, hatta bastırmaya çalıştığınız bir yanınızdan gelmektedir. Bu yüzden şu anda size kabul edilmez gelecektir. (Yazarlığın, böyle psikanalitik bir fonksiyonu da vardır işte). *** Kim demiş yazarlık kolay meslektir diye! *** Gelelim Videocu'ya. Bu uzun süreli bekleyişin nedeni de benim, aklımdaki bazı fikirleri bilinçaltıma dayatmamdan kaynaklandı. "Bu hikayede şöyle karakterler, şöyle olaylar olsa ne güzel olur" diye düşündüm ve bunlarda direttim. Sen misin direten. El mi yaman, bey mi yaman gördük. Ne zaman ki bu karakterler ve olaylar üzerindeki ısrarımdan vazgeçtim, beynimdeki Videocu dosyası tekrar harekete geçti, "read only" modundan çıktı. Kısa bir süre sonra, Videocu hakkında başka yazılar göreceğinizden emin olabilirsiniz. *** İnsanın (daha doğrusu yazarların) kendi bilinçaltlarıyla olan ilişkisi, bir biçimde paçayı kaptırdığınız bir mafya babası ile kurulan ilişkiye çok benzer. Ona hemen hiçbirşey yaptıramazsınız, ama onun her dediğini yapmak zorundasınızdır. Yapmazsanız da bacağınıza değil ama, kafanıza, daha da kötüsü gönlünüze sıkar! Her halükarda, bilinçaltınızla iyi geçinmek zorundasınız. Zira kendisi bizzat kendiniz oluyor! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 15:27 7 YORUM

15 NİSAN 2008 SALI Gelecek de Gelecek: RED ve Diğerleri Şu anda Las Vegas'ta devam etmekte olan NAB 2008'den ilginç haberler geliyor. Bunlardan bizi (beni!) en çok ilgilendireni, RED'in yeni ürünleri. Herkes, RED'in SCARLET adlı küçük-dev kamerası hakkında yeni birşeyler duymayı beklerken, RED bir sürpriz yaptı ve 5K'lık (5 bin satırlık) bir kamera yaptığını duyurdu: EPIC! Bunun ne anlama geldiğini anlayabilmeniz için şunu söyleyeyim: Normal 35mm'lik kameralarla çekilen görüntülerin bir karesinin 4K (yani 4 bin satır) olduğu kabul edilir. 2009 başlarında çıkacak olan Scarlet'in ise 3K olacağı ve 3 bin dolara satılacağı söyleniyor. Bu, şu anda piyasada "Ben kamerayım" diye dolanan bir sürü serserinin köküne kibrit suyu dökecek bir fiyat. 3 bin dolara, profesyonel ötesi bir kamera! *** Film çekmek için gerekli olan diğer malzemelerdeki fiyat düşüşü devam ediyor. HD görüntüleri işleyebilecek bilgisayarlar, artık bin doların altına düşmüş durumda. (Yine de tökezlemeyecek bir bilgisayar toplamak iki bin doları buluyor). Ses ve ışık ise hala eski fiyatlarında. Zira bu teknolojiler artık ulaşabilecekleri en iyi noktaya yaklaşmış durumda. Bundan sonra meydana gelecek değişiklikler, kozmetik nitelikte olacaktır. Yazılımlar ise gerçekten insanı heyecanlandıran seçenekler sunuyor: Adobe Premiere Pro ve AE'nin (After Effects) yanı sıra Magic Bullet Looks gibi programlar, dijital görüntülerinize çok hoş tatları çok düşük fiyatlara sunuyor. *** İyi bir senaryonun bedeli ise hep aynı: Yetenek, bilgi, ve sebat. *** 289

Yeteneğinizi ve girişimcilik ruhunuzu birleştirirseniz, siz de kendinizi, hep uzaktan seyrettiğiniz ve hep öyle seyredeceğinizi zannettiğiniz sinemacılar arasında bulabilirsiniz. Ben sizi seçeneklerden haberdar edeyim de, gerisi size kalmış. *** Güncelleme: Geleceğin sineması 3D'nin ennn öncülerinden James Cameron ile yapılmış uzun bir söyleşiyi (İngilizce) de burada bulabilirsiniz. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 14:42 5 YORUM

11 NİSAN 2008 CUMA "HASTA ETTİNİZ BENİ!" (DİKKAT: Siyasetle ve Psikolojiyle ilgili bir yazı. Eğer bu sitede Siyasi yazılar görmeyi sevmiyorsanız, lütfen bu yazıyı es geçiniz) *** Psikoloji tarihinin en büyük isimlerinden bir futbol takımı kurulsa, ilk on bire kesinlikle girecek bir adam var: Abraham Maslow. Bin dokuz yüz ellilerde ve altmışlarda yayınladığı bazı eserleri vasıtasıyla, "hümanist" psikolojinin kurucuları arasında yer almıştır. Onun o dönemde ileri sürdüğü savlar, bugün Martin Seligman ve benzeri bilimadamları tarafından deneylerle kanıtlanmaktadır. Maslow amca "İhtiyaçlar piramidi" ile biliniyor. (Daha önce bu konuda birkaç yazı yazmıştım. SANARIST ULTIMATE kitabında bulabilirsiniz bunları). Bu ihtiyaçlar, aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralanmış: FİZYOLOJİK: Soluma, yemek-içmek, uyku, vb. GÜVENLİK: Kendi bedenimizin, işimizin, kaynaklarımızın, sağlığımızın, ailemizin güvende olması, SEVGİ ve AİT OLMA: Arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık, SAYGI: Özsaygı, güven, başarı, başkalarının saygısı, başkalarına saygı, KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRME: Ahlak, yaratıcılık, içtenlik, sorunları çözme, önyargıdan uzak olma, gerçekleri kabul etme. Maslow, ilk dört basamaktaki ihtiyaçlara "Deficiency Needs" (Eksiklik ihtiyaçları) diyor. Yani, eksikliğinde, hayatımızın doğrudan tehlikeye girdiği, ya da büyük sarsıntılar geçirdiği ihtiyaçlardır bunlar. Ülkemizde birçok insan ne yazık ki bu ihtiyaçlar düzeyini aşamadan hayatını sürdürmekte ve sonlandırmaktadır. Ne dediğini bilmeyen bazı politikacıların tavsiyelerine uyulup üç beş çocuk yapıldıkça da, bu düzeyi aşması hayal gibi görünmektedir. Tabii ki uygun bir tarikata ya da partiye mensup değilse. Maslow, en üst düzeyi oluşturan "Kendini Gerçekleştirme" düzeyindeki ihtiyaçları ise, "Büyüme ihtiyaçları" olarak adlandırır. Bu ihtiyaçlar bize hayattan gerçek ve derin bir haz almamızı, hayatımızın gerçek anlamını aramamızı, gerçek sanat eserlerinden zevk almamızı, adalet, dürüstlük, cesaret gibi üstün değerlerin peşinden koşmamızı ve bunlar için çabalamamızı sağlarlar. Bu ihtiyaçlara Maslow "Metaihtiyaçlar" da der ("Meta", biliyorsunuz, "üst, öte, ötesi" gibi anlamlara gelmektedir). Yani temel ihtiyaçların ötesindeki, üst düzey ihtiyaçlar. Maslow bazı yazılarında, bu meta-ihtiyaçlar karşılanmadığında ne olacağını tartışır. Örneğin, kendisi dürüstlüğe önem veren birisi, sürekli olarak yalan söyleyenler arasında kalırsa, daha da kötüsü, kendisi de yalan söylemek zorunda olursa ne olur? Açıksözlü birisi, sürekli dedikodu yapan, arkadan konuşan insanların arasında kalırsa? Ya da sanattan zevk alacak kadar incelmiş biri, paradan başka birşey düşünmeyenler arasında hapsolursa ne olur? "Meta-hasta olur" diyor Maslow. Yani, bu üst düzey değerlerin (dürüstlük, açıksözlülük, sanat, vb.) yokluğunda ortaya çıkan bir psikolojik rahatsızlık yaşar. (Siz de zaman zaman kendinizi öyle hissediyor olabilirsiniz. Eğer bir senarist ya da sinemacı iseniz, duygularınız son derece incelmişse, ama insanların paradan başka birşey konuşmadığı bir ortama tıkanıp kaldıysanız, hissettiğiniz bu iç bulantısının sebebi, işte budur. Bundan nasıl kurtulunacağı ise, sizin ruhunuza ne kadar sadık kalma gücüne sahip olduğunuza, maddi koşullarınıza, yeteneklerinize, ve başka bir sürü etkene bağlıdır. Burada boşuna yırtınmıyoruz "Bağımsız sinema" diye!). 290

*** Ben, tek tek bireylerin değil, toplumların da psikolojik rahatsızlıklara yakalanabileceğini düşünenlerdenim. Yani toplum olarak depresyona girebilir, toplum olarak mani'ye kendimizi kaptırabiliriz. Toplum olarak güçlü bir aşağılık kompleksinden mustarip olduğumuz zaten aşikar. Ama bir de, bu son dönemde, toplu olarak başka bir Meta-Hastalık yaşadığımızı düşünüyorum. Bunun nedeni de, yöneticilerimizin gözümüzün içine baka baka YALAN söylemesi. Biz de her insan gibi dürüst insanlar tarafından yönetilmek isityoruz. Tamam, son otuz yılda bunun ham bir hayal olduğunu fark ettik, artık sadece "biraz da olsa" dürüst olsun istiyoruz yöneticilerimizin. (Rahmetli Ecevit'in siyasi arenada bu kadar uzun süre kalabilmesinin belki de tek nedeni, bu özelliğiydi: "Dürüst Adam"). Ama şimdiki yöneticilerimiz, sağolsunlar, her ağızlarını açışlarında istisnasız yalan söylüyorlar. Örnek mi istiyorsunuz? Herhangi bir günün gazetesini açın ya da TV'deki haber programını izleyin, yeterince örnek bulursunuz. Ama burada bir iki tane örnek sıralayayım: * Yöneticiler diyor ki, "Ekonomi tıkırında": YALAN(Herkes çok iyi biliyor, ekonominin tamamen borsadaki yabancı paranın varlığına bağlı olduğunu. Yabancı gitmeye karar verdiği an, kendimizi kıç üstü bulacağız. Toplam borç 500 milyar dolar, bütün yıl için verilen zam, daha ilk üç ayda eridi bitti, KOBİler yerlerde sürünüyor.) * Yöneticiler diyor ki, "Dini siyasete alet etmiyoruz."(Küllen yalan.) * Yöneticiler diyor ki, "Askerle aramızda bir sorun yok"(Külliyetlen yalan.) * Yöneticiler diyor ki, "Biz AB'ye girmek istiyoruz."(Yalanın önde gideni) * Yöneticiler diyor ki, "Türban bir özgürlük meselesidir." (Düpedüz safsata) * Vb. Beni uğraştırmayın işte. Bu adamların (ve kadınların) ağzından çıkan herşey yalan. Hem de bu, onlarınkine karşı ideolojik görüşe sahip olmaktan kaynaklanan bir YALAN ALGILAMASI değil. Bunlar, en somut halleriyle, sayılarla, beyanlarla, yapılan işlerle, harcanan paralarla kanıtlanabilecek yalanlar. Gün geçtikte bu yalanlar daha da artıyor. Biz de millet olarak bu yalanların farkındayız. Hem de fena halde. Farkında değil gibi görünenler, kendi içsel tutarlılıklarını korumak için (yani verdiği oyun boşa gitmediğini kendine ve başkalarına kanıtlamak için) gerçekleri düpedüz çarpıtan insanlar (bkz. "Kendini Kandırmanın Psikolojisi" adlı yazım). Eh, bir de her çağda ve her partide olan, gözleri tamamen ideolojik körlük içinde insanlar da var. Onları da Allah'a havale ediyorum zaten. İşte, sabah akşam, ve Allah'ın hemen her medya kanalında (başta gazeteler ve TV olmak üzere) üzerimize yağan bu yalan yağmuru bizi hasta ediyor, META-HASTA ediyor. Sabah gözümüzü açtığımız andan itibaren ennn tepedeki yöneticilerden, en alt düzeydekine kadar herkes tarafından yalan yağmuruna tutulmak, ruhumuzu daraltıyor, içimizi karartıyor, yaşama sevincimizi azaltıyor. Evet, biz, olmamız gereken kadar çalışkan bir millet değiliz şu anda; bilmemiz gerekenleri de bilmiyoruz; sanatsal ve kültürel olarak da eski görkemli günlerin ancak gölgesi konumunda sayılabiliriz. Yani, dünya üzerindeki her ülkenin milleti gibi, bizim de eksiklerimiz var. Ama bu kadar yalanı, ve onun doğal sonucu olan META-Hastalığı, huzursuzluğu, mutsuzluğu, bunalımı, keyifsizliği hak etmek için ne yaptık, bilmiyorum. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 00:52 7 YORUM ETİKETLER: MASLOW, YALAN

07 NİSAN 2008 PAZARTESİ "HALK GÜNÜ" İktidardaki partiyi kapatma davasını eleştirmek için en sık kullanılan ifade bu: "Milleti kapatın o zaman!"

291

Çok "akıllıca" olduğu düşünülüyor olmalı ki, sık sık söyleniyor. Bu sloganın dayandığı temel varsayım, milletin seçtiği temsilcilerin, herşeyi yapmaya muktedir olduğu savıdır. Yani, eğer temsilciler meşru bir biçimde seçilmişse, istedikleri herşeyi yapabilirler. (Adnan Menderes'e "Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" dedirten de bu düşünce şeklidir). Böyle düşünenlere göre meşruiyet, her türlü kuralı, hakkı, hukuku değiştirme, keyfinize göre yorumlama, hatta size uymuyorsa yok sayma gücü verir (bkz. YÖK başkanının, türbanla ilgili ilk sözleri: "Yasa çıkmasına ne gerek var canım, siz türbanlıları üniversitelere alın gitsin"). Hayatın hiçbir alanında, insana bu kadar büyük bir yetki veren bir meşruiyet yoktur. Değil yüzde 47, yüzde yüz oyla gelseniz, arkanızda halkın tamamının, hatta sokaktaki kedilerin bile desteği olsa, yapamayacağınız şeyler vardır. Bu şeyleri belirleyen de, son derece keyfi hareket eden bir dış güç değil, birey ya da ulus olarak hayatta kalmamızı sağlayacak olan doğa kanunlarıdır. Herhangi bir salim kafa, bu kanunları fark edip, eylemlerini ona göre düzenler. Ama kafa salim değilse, ve bir biçimde (bkz. aşağıdaki Demokrasi v.2.1 yazısı) yetkiyi eline geçirmişse, doğa kanunlarını hiçe sayarak hareket edecek, ve en sonunda da kendi sonunu (ve kendisini seçip orada tutanların sonunu) getirecektir. Şu anda millet olarak içinde bulunduğumuz durum, demokrasinin belki de en zayıf yönünü açıkça gözler önüne sermektedir (bu yönü aşağıdaki yazıda bilerek ele almadım): Demokrasi, bizimki gibi gelişen ülkelerde, en iyiyi yapmayı (yani en iyi yöneticileri seçmeyi, milleti en müreffeh hale getirmeyi) hedefleyen bir yöntem değil, sadece, sorumluluğu (genelde de "suçu") millete yüklemeyi hedefleyen bir yönetim biçimidir. Yani, yöneticiler saçmaladığı, suç işlediği, beceriksizlik ettiği zaman, halka, "Ama bunları siz seçmiştiniz" denilebilecek bir yönetimdir: "Kendiniz ettiniz, kendiniz buldunuz... Öyleyse kesin sesinizi!" İşin ilginci halkın, demokrasi'nin bu zaaflarını hiç görmemesi, ya da daha da kötüsü, görmezden gelmesi. Geçen seçimlerde seçmenlerin yüzde altmış beşinin, bu seçimde de yarısının (ki, bu sayı bile şaibelidir) hayır dediği bir partinin ülkenin hem maddi hem de manevi yapısını paramparça ediyor olması, halkımıza son derece kabul edilebilir birşey olarak görülüyor gibi. Aziz halkım, medeniyetin bir çok unsurunda olduğu gibi, yine kendisinin geliştirmediği ve bir türlü de sindiremediği bu yönetim biçiminin kurallarını, "Eh, madem batılı 'Demokrasi budur' diyor" diyerek kabullenmekte, ve sesini çıkarmamakta sanki. (Eh, ben de iyi niyetten ölmezsem!) Oysa gerçek demokrasilerde, iktidara gelen partiyi feci halde kontrol altında tutan başka güçler vardır. Bu güçler, gerekirse iktidar partisini devirebilirler bile. (Örneğin yakın geçmişte Avusturya'da son derece demokratik bir biçimde seçilen faşist partinin iktidar olması, yabancı ülkelerin nüfuzu ile engellenmişti). Bunların başında sivil toplum örgütleri ve medya vardır. Ama ne yazık ki bizde STK'lar büyük ölçüde susturulmuş ya da "ikna edilmiş"tir (bkz. iktidarla çok yakın dans eden sendikalar. Hangi ülkede başbakan ve avanesi, bir sendikanın toplantısına katılmıştır yahu!). Medya ise, "içleri kan ağlaya ağlaya" her gün iktidar yanlısı haber yapmaktadır. Başbakana en ciddi muhalefet ne yazık ki, karikatüristlerden gelmektedir. Tiyatrolar ve sinemacılar, sus pus halde fırtınanın geçmesini beklemektedir. Sanki sanatın görevi, zor günlerde halkı aydınlatmak değil de, eğlendirmek, hatta düpedüz uyuşturmakmış gibi. İşin daha kötüsü, devletten üç kuruş ödenek alambilmek için, seslerini kısmakta, sürekli eften püften şeyler söylemekteler (Müjdat Gezen istisnası, çölde bir vaha gibi içimizi ferahlatıyor). İnatla değiştirilmeyen parti içi seçim yasasının, padişahlıktan beter derecede antidemokratik olduğunu söylemeye gerek yok tabii. Bu ennn antidemokratik şekilde parti başına geçenlerin demokrasi savunucusu olması, sözlükte "ironi" kelimesinin karşısında yer almaktadır. Bir de ülkenin ekonomisinin durumu var. Bu "ennn demokratik" şekilde gelen antidemokratik partinin, ülkenin ekonomisini soktuğu durum, dudak uçuklatacak bir vehamet arz etmektedir. Her sene, sadece ve sadece dış borç faizi olarak 50 milyar dolardan fazla ödeme yapmamız, son beş senede, dünyanın ennn yüksek faizi ile borçlanmamız, ülkenin en önemli kan damarlarının başında gelen bankacılık sistemini gözü kapalı bir biçimde yabancılara teslim etmemiz (eğer Tekstil Bank da satılırsa, bankacılık sistemimizin yüzde ellisinden fazlası yabancıların eline geçecek, ki, Osmanlı'yı batıran kapütilasyonlar kadar ağır bir durumdur), sadece beş yılda, bütün Cumhuriyet tarihi borçlarını ikiye katlamış olmamız, dış arenada ise prestijimizin yerlerde sürünmesi (bkz. sözde Ermeni soykırımı ile ilgili yasaları kabul eden ülkelerin sayısındaki artış, ya da aşiret reisi Barzani'nin bize posta koyması), bu "enn demokratik" şekilde seçilen partinin ne kadar da doğru (!) bir seçim olduğunu göstermektedir. Ve bütün bunlar olurken, kendi halkıyla kontağı, teması, onlar üzerindeki etkisini tamamen kaybetmiş bir aydınlar grubu. Halkın da, kendisine yol gösterici olarak, tam aksi istikamette hareket edip, hacılara hocalara sarılması. Sanatçıların, üç kuruş devlet desteği alacağız, beş kuruş reklam kapacağız diye, iktidar önünde on takla atması. Sonra da bar köşelerinde, alkol duvarı aşıldıktan sonra, memleketi kurtarması. Eğer demokrasi bu ise, ben almayayım kardeşim! 292

(Bundan iki yüz sene sonra, sanırım insanlar, istedikleri ülkede yaşayabilecekler. "Ben şeriat istiyorum" diyen, şeriatla yönetilen bir ülkeye, "Ben demokrasi istiyorum" diyen, demokratik bir ülkeye gidecek, vb. Ama o güne kadar, herkes kendi ülkesinin ayarları ile oynayıp duracak.) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 22:53 2 YORUM

06 NİSAN 2008 PAZAR YAZARLIKLA İLGİLİ ALINTILAR "Hikayenizin temasını geliştirmek için, içinize dönerek sizin için neyin önemli olduğuna, ve bu konuda ne söylemek istediğinize bakın." (The Thinking Writer) *** "İLK GÜN YÖNTEMİ: Bu yöntem bir çok dizinin pilot bölümünde kullanılır. Dizinin ortamını, karakterleri, ana meseleyi tanıtmak (yani serim) için, hikayeye yeni girmiş birini görürüz. Bu kişi, seyirci adına çeşitli sorular sorarak, bu soruların cevapları hk. yorumlar yaparak, vb. hikayeyi bize tanıtır." (Kaynak: Hatırlamıyorum) *** "Sanatta, sıkıcı olan gerçek, doğru değildir" (In art, truth that is boring is not true." (Isaac Bashevis Singer) *** "Bildiğiniz şeylerle başlayın, bilmediğiniz şeyler zamanla kendilerini gösterecektir (bilinir hale gelecektir)." (Rembrandt) *** "Çocukken nelerden hoşlandığınızı düşünün. Hangi renkleri, hangi elbiseleri, hani oyuncakları, faaliyetleri, hayalleri seviyordunuz? Bunlardan hangileri şimdi hayatınızda var? Hangilerini yıllardır tatmadınız?" (Kaynak: 10 Ways to cultivate creativity) *** "Ne yazacağınıza karar veremezsiniz (yani, çok yazmalısınız), ama neyi yazının dışında bırakacağınıza karar verebilirsiniz." (Kaynak: Hatırlamıyorum) *** Drama, sıkıcı bölümleri çıkartılmış gerçek hayattır." (Alfred Hitchcock) *** "Kitap yazarken memnun etmeyi düşüneceğiniz ilk kişi, kendiniz olmalısınız. Eğer bir kitap yazmak için gereken süre boyunca kendinizi eğlendirebilirseniz, yayıncılar ve okuyucular da eğleneceklerdir." (Patricia Highsmith: Plotting and Writing Suspense Fiction) *** 293

"Başarı, bir başarısızlıktan diğerine koşarak yaşarken, şevkinizi kaybetmemektir (kaybetmemekten doğar)." (Success is going from one failure to failure without loss on enthusiasm.) (W. Churchill) *** "Bütün büyük işler, (para, vb. için değil) kendileri için yapılan işlerdir." (Robert Frost) *** "Birçok sahne (film - g.), kazanılacak/kaybedilecek şeyler yeterince büyük olmadığı için başarısız olur." (Kaynak: Scriptdoctor) *** "Yüreğinizden yazın. İlk (Spec) senaryonuz orijinal, benzersiz olsun; bu senaryoyu öyle yazın ki, onu bu dünya üzerinde yazabilecek tek kişi siz olun. Eğer, yazdığınız senaryoya yüreğinizi koymazsanız, bu sayfada belli olur. Tutku duyduğunuz konuda yazarsanız, bu da sayfada belli olur, ve sizi diğerlerinden ayırır. Kendinizin hangi yönünün benzersiz olduğunu düşünmeli ve bunu yazılarınızda kullanmalısınız. Sizi sürünün geri kalanından ayıracak olan da budur." (Kaynak: "How to sell your screenplay") *** İyi hikayeler kendi kendilerini yazarlar. Kötü hikayelerin, yazılması gerekir." (F. Scott Fitzgerald) *** "Ne yapabilecek iseniz, neyi hayal edebiliyorsanız, başlayın. Cesaretin içinde deha, güç, ve sihir vardır. Şimdi başlayın." J.W. Goethe *** "Eğer yazar, güçlü duygular hissettiği bir konuda yazarsa, bu, okuyucu ya da seyirci tarafından da hissedilir... En nihayetinde hikayenizin başarısını belirleyecek olan şey, onun duygusal gücüdür... Yazmanın birincil amacı, içinizdeki birşeyi netleştirmek ve ifşa etmektir, ama bunu yapabilmenin tek yolu da, onu (içinizden) dışarı çıkartmaktır... İlk olarak hikayede, kendiniz için bir anlam (yani, anlamlı olan şeyi) bulmalısınız. Sonra başkaları için anlamlı olabilecek gerekli formu bulursunuz." (Kaynak: Hatırlamıyorum) *** "Kahramanınızın kaybedeceği şey ne kadar büyük olursa, hikayeniz o kadar gerilimli (suspenseful) ve dramatik hale gelir" (Kaynak: A Guide to Screenwriting Success: Writing for Film & TV) *** 294

"Gruplar, insanın içindeki en iyi ve en kötü özellikleri ortaya çıkartır" (S. Freud) *** "Her yazar kaçınılmaz olarak kendi endişeleri ve tutkuları ile çalışır. Eğer kitap iyi ise, içinde, kişisel bilinçaltının ateşini barındırmalıdır." (Iris Murdoch _ Writers on Writing) *** "İyi yazılar, okuyucuda duygu ("sensation") uyandırmalıdır - yağmur yağdığı gerçeğini değil, üzerine yağmur yağıyor olma hissini." (E.L. Doctorow - Writers on Writing) *** "Eğer bir doktor bana altı dakikalık ömrüm kaldığını söyleseydi, biraz daha hızlı yazardım." (Isaac Assimov - Çok üretkenliği ile bilinen bir yazar) *** "Çok sayıda insanı rahatsız etmeyecekseniz, yazar olmanın ne anlamı var ki?" (Norman Mailer) *** "Ortalama bir çocukluk atlatmış herkesin, onlarca yıl yazacak kadar malzemesi vardır." (Flannery O'Connor) *** "Bildiğiniz konuda yazın, eğer o konuyu bilmiyorsanız, öğrenin." (Martina Cole) *** "Bizi büyüleyen karakterler, kendi özlerine zıt şeyler yapan, ya da kendileriyle çelişen karakterlerdir... ("Benden Bu Kadar"da) Hemen herkesten nefret eden sevimsiz Melvin (J. Nicholson), AŞK romanları yazmaktadır." (Karl Iglesias) *** Senaryo yazmak, şiir yazmaya benzer. Çok miktarda şeyi, olabildiğince az sözcükle söylemeniz gerekmektedir." (Karl Iglesias) *** "Göğsünüze dönün: Kalbinizin kapısını çalın ve ona, ne bildiğini sorun." (Şekspir - Measure for Measure) ***

295

"İsa dedi ki, eğer içinizde olanı (gönlünüzdekini) ortaya koyarsanız (dışarı çıkarırsanız), ortaya koyduğunuz şey sizi kurtaracaktır. Eğer içinzide olanı ortaya koymazsanız, ortaya koymadığınız şey sizi yok edecektir." (Thomas İncili) *** "Medeniyetin başlangıcından beri, insanoğlunun tek bir seçimi vardı: (topluma) uyum sağlamak, ya da uyum sağlamamak.Eğer topluma uyarsa, o artık ölü biridir. Hayatı sona ermiştir, hayatıyla ilgili kararlar, katıldığı topluluk tarafından daha önceden belirlenmiştir. Eğer uymamayı tercih ederse, kendisine bir seçim hakkı daha kazanır: bir kahraman, ya da bir kanun kaçağı olmak." (Sigmund Freud: Sexuality and the Psychology of Love) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 18:17 0 YORUM

30 MART 2008 PAZAR Demokrasi v.2.1 Eski bir yazımda ("Demokrasi v.2.0") , "Demokrasi" denen yönetim biçiminin (yani devlet kurumlarını yönetecek kişilerin oy çokluğuna göre seçilmesinin) çok sayıda eksiği olduğunu söylemiştim. Gün geçmiyor ki, benim bu düşüncemi kanıtlayan yeni bir olay ortaya çıkmasın. Bence, mevcut demokrasi anlayışının işe yaramamasının (işe yaramamak derken, başımıza, en tecrübeli, en bilgili, en yetenekli yöneticileri değil, en muhteris, en sahtekar, en bencil kişileri getirmesini kastediyorum) birinci nedeni, yöneticiliğe aday olacak kişilerde herhangi bir ehliyet aramamasıdır. Yani bir insanın yöneticiliğe aday olabilmesi için o kişinin bu konuda çok tecrübeli, bilgili ve yetenekli olması beklenmemektedir. Sadece belirli ve bence yöneticilikle alakasız koşulları (bunları aşağıda ele alacağım) yerine getiren insanlar rahatlıkla aday olabilmekte, seçilebilmekte, sonra da başımıza geçebilmektedir. Bu konuda örnek vermeme gerek yok sanırım. Son yerel ve genel seçimde başımıza gelenlere bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Şirketlerin başına geçecek insanlar (CEO’lar, genel müdürler, vb.) ise çok ama çok sıkı bazı koşullarına yerine getirmek zorunda kalmaktadır. Bu kriterleri yerine getirmeyen insanların bırakın yönetici olmayı, şirkette yükselmesine bile izin verilmemektedir. Bu kriterlerin bazıları engin bir tecrübe, başarılarla dolu bir geçmiş, yöneticilik becerilerini kanıtlayan projeler ya da durumlar (örn. bir ya da birkaç krizi atlatmış olmak), büyük bir bilgi birikimi ve sağlam bir karakterdir. Bu kriterleri yerel ve genel yönetimlerin başındaki insanlara uyguladığımız zaman hayal kırıklığına uğramakla kalmıyor, aniden paniğe bile kapılıyoruz. Zira çok ama çok az sayıda yöneticinin bu nitelikleri haiz olduğunu görüyoruz. Ama bu insanların bu yerlere “demokratik” bir biçimde bu yerlere gelmiş olduğu da aşikar. Yine de yöneticimizin “meşru” bir biçimde seçilmiş olması, ülkenin kalifiye olmayan kişiler tarafından yönetilmesinden kaynaklanan paniğimizi azaltmıyor, aksine bizi demokrasinin erdemleri hakkında -tekrar- şüpheye düşürüyor. Bu nedenle, devletin ve benzeri büyük kurumların başına geçecek kişiler seçilirken, şirketlerin ve yönetim konusunda başarısını kanıtlamış kurumların kullandığı ve ilk bakışta hiç de demokratik görünmeyen ama çok iyi sonuçlar veren yöntemlerin -ya da bunların benzerlerinin- benimsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Gelelim mevcut sistemde başa geçenlerin, ne gibi faktörler sayesinde bu konumlara ulaştıklarına: Şimdiki sistemde, üst düzey yöneticilerin orada bulunmasını sağlayan tek şey, ne kadar büyük bir kitleyi kendilerine oy vermeye ikna edebildikleridir. Bu da, yöneticilikle hemen hiçbir alakası olmayan, gerekli parasal kaynaklara sahip olmaya ve bir grup insanı bu doğrultuda mobilize edecek güce sahip olmaya bağlı bir şeydir. Yani mevcut sistem yöneticilerimizi, yüksek yöneticilik becerilerine göre değil, parasal ve nüfuz gücüne (i.e. tarikat ve sermaye bağlantıları, vb.) göre insanları seçmektedir. Bunun ne kadar vahim bir durum olduğunu göstermek için, örneğin GOOGLE’ın ya da MICROSOFT'un başına gelecek kişinin böyle seçildiğini düşünelim. Böyle bir kurumun başına geçecek kişinin, teknik bilgisine, tecrübesine, eğitimine, yöneticilik becerilerine göre değil de, mobilize edebildiği paraya ya da nüfuzuna göre belirlendiğini düşünebiliyor musunuz? Bu iki kurumun da başına geçecek kişinin, bizim yönetici seçme yöntemimizle belirleneceği açıklandığı gün, her iki şirketin de hisse senetleri dibe vurmaz mı? Vurur. 296

Ama biz, içten içe bu yöntemin işe yaramadığını bildiğimiz halde, aynı yöntemi kullanmaya, sonra bunu da “meşruiyet” maskesi ile gizlemeye devam etmekteyiz. Yöneticiler hangi meşru yöntemlerle seçilirse seçilsin, yaptıkları uygulamalar akla, vicdana, hatta mantığa aykırı ise (örn. artık her –HER– sene 50 milyar dolar dış borç FAİZİ ödememiz), yanlıştır, hatalıdır, hatta düpedüz SUÇtur. Ama yine de bu metodoloji değiştirilmez, zira muhalefettekiler ve onların yandaşları da bir gün o makamlara ulaşma ve bu güç ile kendini ve çevresindekileri zengin etme hayalini taşımaktadır. Bu nedenle mekanizmanın böyle işlemesine kimse ses çıkarmaz. Sonuç, muazzam kaynakların (hem para, hem zaman, hem de emek) heba olmasıdır. Yani asıl sorun, kendi misyonerlik projelerini –i.e. şeriatı– uygulamak uğruna devletin bütün kurumlarını dejenere eden ve tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını uluslararası sermayeye gözünü kırpmadan teslim eden yöneticilerimizin olmasında değil, onların oraya gelmesine izin veren mekanizmadadır. Sorun, ekonomimizin sallantıda olmasında değil, dış borçlarımızın beş sene içinde, son elli senede oluşan borcun iki katına çıkmasını sağlayacak politikaları benimseyecek kadar bilinçsiz ve/veya vicdansız insanları o makamlara getiren mekanizmadadır. Asıl sorun üniversitelerde türban takılması ya da takılmamasında değil, laikliğin dinsizlik değil, bir ulus olarak hayatta kalmamızın en temel şartlarından biri olduğunu göremeyen insanların devletin yönetimine geçmesine izin veren mekanizmadadır. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 22:20 1 YORUM

28 MART 2008 CUMA HOMO HOMINI LUPUS Başlıktaki deyim, "İnsan insanın kurdudur" demek. Ama elma kurdu değil bu kurt. Köpeğin atası olan kurt. (Evet, bugün köpek dediğimiz hayvanlar, kurdun evcilleştirilmesinin bin yıllar sonra ortaya çıkan sonucudur). İngilizcesi sanırım biraz daha net bir anlam ifade ediyor: "Man is a wolf to a man". M.Ö. 3. yy'da yaşamış Romalı yazar Plautus'a ait bir söz. Daha sonra 17. yüzyıl İngiliz düşünürü Thomas Hobbes bu cümleyi kendi eserinde sarf etmiş. *** "Kurtlar Vadisi - Pusu"yu seyretmeyi, ilk iki üç bölümünden sonra bırakmıştım - "Benim bu kadar yavaş ilerleyen bir diziye ayıracak zamanım yok" diyerek. Ama tutkunları olduğunu biliyorum. Ve dizi, bu tutkunları sayesinde varlığını devam ettiriyor. Arada sırada güncel olaylara da göndermede bulunarak, gündeme gelmeyi başarıyor. Ama benim gündemime değil. Zira ne çekim tekniği (ki sanırım yakın zamanda yapılan en pahalı TV prodüksiyonudur), ne senaryosu, ne de oyunculuğu ilgi eşiğimi aşabiliyor. Hatta geçen hafta diziye şöyle bir baktığımda aklımdan şu düşünce geçti: "Yahu, bu dizi resmen 'Yetişkinler İçin Tele-Tubbies'! Aynı hızda ilerliyor!" *** Dizinin tekrar dikkatimi çeken tarafı, bir karakterinin -Polat değil- tek başına haberlere kadar taşınması oldu. Dizinin yaratıcıları diziye Muro diye bir karakter koymuşlar. Yanına da Çetin diye bir eleman yerleştirmişler. Bunlar terör örgütünün üyesiymiş ve milleti "kırıp geçiriyormuş". Şimdi, KV bağlamında "kırıp geçirmek", sapır sapır insan öldürmek anlamına gelebilir değil mi? Hayır! Bu ikisi milleti gülmekten kırıp geçiriyormuş. "Allah Allah?" dedim kendi kendime ve youtube'tan videolarını izledim. *** Ve tek kelimeyle dehşete kapıldım. Bu iki karakter, terör örgütünün elemanları. Ve dizideki en sevimli karakterler. Muro'nun sözleri, Çetin'in aptallıkları, adamlara ayrı bir bir dizi -tabii ki sitcom- çektirtecek kadar komik. Hem de bu adamların terörle, insan öldürmekle, uyuşturucu kaçakçılığı ile uğraştığını bize unutturacak kadar. Bu sitenin okuyucuları bunun bir özdeşleşme yöntemi olduğunu iyi bilirler. Ve bu yöntemin düşman için değil, kahraman için kullanılması gerektiğinin da farkındadırlar. Aksi takdirde seyircinin duygularını yanlış yönlendirmiş olursunuz. Hatta daha da vahimi, aniden çok yanlış bir mesaj veriyor olma pozisyonuna düşersiniz. Örneğin bu yöntemi Naziler için kullanıdığınızda sevimli Naziler elde edersiniz. 297

Kendinizi "Naziler de o kadar kötü insanlar değilmiş" gibi düşünürken bulursunuz. (Spielberg, "Shindler'in Listesi" filminde bu yöntem ile çok dikkatli bir biçimde oynar.) *** Belki KV'nin yaratıcıları kendi kendilerine "Bakın, biz kötü adamı bile sevimli gösterebiliyoruz, senaryo tekniğine bu kadar vakıfız" diye övünüyor olabilirler. Oysa burada övünülecek birşey yok. Hatta vahim bir hata var. Kahramanın karşısına koydukları kötü adamı böyle sevimli gösterdiğiniz zaman, bu kötü adamı ve onun temsil ettiği değerleri yüceltmiş olursunuz. Hatta daha da kötüsü, düpedüz o adamın ideolojisinin reklamını yapmış olursunuz. Youtube'da izlediğim sahneleri görünce aklımdan şunlar geçti: "Eğer terör örgütü, milyonlarca dolar -tabii ki uyuşturucuyla elde edilmiş dolarlar- verip bir reklam ajansı tutsalardı, bu kadar iyi reklamlarını yapamazdı. Bu reklamı, o örgüte düşman görünen bir cephenin ürettiği bir dizinin yapması ise, eksiksiz bir ironi örneği. Herhalde İmralı sakininin her hafta iple çektiği tek dizi Kurtlar Vadisi olmuştur artık!" *** Eski bir yazımda da ("Ne dedin sen!") belirttiğim gibi, "Ne dediğinize" dikkat etmek zorundasınız. Bir senarist olarak, insanlar üzerinde büyük bir etkiniz olduğundan, söylediklerinizden sorumlusunuz. İnsanlık onuruna, kendi ülkenizin ve milletinizin çıkarlarına aykırı şeyler söylerseniz, bu sözlerinizin olumsuz sonuçlarından pay sahibi olursunuz. Senaryonuzdan / dizinizden / filminizden kazanacağınız para, bu sorumluluğu ellerinizden çıkartmayacaktır. Neymiş? Televizyon tarihinin en pahalı dizisini yapıyor olmak, her yaptığınızın doğru olmasını sağlamıyormuş. Hatta büyük hatalar da yapabiliyormuşsunuz: Bebek katillerinin, gencecik çocuklarımızı katledenlerin, uyuşturucu kaçakçılarının, bölücülerin reklamını bedava yapmak gibi. Bakalım KV bu hatasından ne zaman dönecek. (Yine de tamamen dönmesi mümkün değil. Artık Muro ve Çetin videoları ve diyalogları siberuzaya salınmış durumda. Topla toplayabilirsen). El insaf! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 12:10 3 YORUM

21 MART 2008 CUMA KARIŞIK NOTLAR - 1 Yazılması gereken o kadar çok konu birikti ki, artık yazamaz hale gelmiş bulunuyorum. Hangisinden başlayacağımı bilememenin yanı sıra, bir yazmaya başlayınca birkaç günün tamamını bu işe ayırmak zorunda kalacağımı bildiğimden, sadece bu notlarla idare etmek zorundasınız. * David S. Freeman son zamanların en gözde senaryo hocası. Onun söylediği bir şey var: Senaryodaki her öğenin iki özelliği vardır: ilginç, ve derin (duygusal, duygu uyandırıcı). Bir filmi iyi yapan şey, o filmi oluşturan unsurların ilginç ve duygusal olmasıdır diyor. Ve ekliyor: Duygusal olmayabilirsiniz, ama mutlaka ve mutlaka ilginç olmalısınız. Karakterleriniz, hikayeniz, diyaloglarınız, sahneleriniz, hatta müziğiniz ve kurgunuz bile ilginç olmalı. Başarılı olan filmlere bir bakın, hepsi bu kritere uymaktadır. Öyleyse siz de ilginç olmanın yöntemlerini araştırın. * Senaryo yazarken kullanılabilecek bir model olarak "Üç perdeli yapı"dan bahsetmiştim. Bu, hemen bütün dünyada kabul edilen ve kullanılan bir kalıp. Ama tek kalıp değil. Hikayelere "sekans" bazında yaklaşanlar da var. Yani bir filmi üç ana bölüme değil de, sekiz (ya da daha fazla) sekansa bölenler de var. Ve inanın bu yaklaşım, 2. perdenin yazılmasını, "3 Perdeli Yapı"dan çok daha kolaylaştırıyor. Örneğin birinci perdeyi ikiye bölüyor bu yaklaşım: Tetikleyici olaydan önceki serim, ve tetikleyici olaydan sonraki dönem. İkinci perdeyi dört sekansa bölüyor. Son perdeyi de iki sekansa. İşin güzel yanı, her sekansı kendi içinde giriş gelişme sonuç olarak ele alması. Böylece hikayenizi nispeten küçük alt parçalara bölüp, onları dişinize uygun hale getirebilir, ve altlarından öyle kalkabilirsiniz. Dikkat ederseniz birçok filmin aslında birbirlerine genel bir amaç ile bağlanmış ayrı sekanslardan oluştuğunu görürsünüz. (Bu konuya daha sonra detaylı olarak gireceğiz). * Güçlü bir "hikaye motoru" bulun. Yani, elinizdeki hikayeyi, seyirciyi iki saat sıkmadan götürecek kadar güçlü itici (tiksindirici anlamında değil, bir yöne doğru götürmek anlamında) bir olaya, duruma, ya da 298

karaktere ihtiyacınız var. Buna yabancılar "Story engine" diyorlar. Hikaye motoru buradan geliyor. Yeterince güçlü bir motorunuz yoksa, hikayeniz istisnasız sarkacaktır. Bunun örneklerini Türk sinemasında çok görüyoruz ne yazık ki. (Yazarlar, kendileri için yeterince güçlü olan motorların seyirci içinde güçlü olup olmadığını doğru tartmak zorundadır). Bunu sağlamanın bir yolu, karakterin (bu kahraman da olabilir, düşman da) potansiyelini artırmak, ikinci yolu da, kahraman eğer başarısız olursa, kaybeceği şeylerin değerinin çok büyük olmasını temin etmektir. Bu iki yöntemden birini ya da ikisini uygularsanız, hikayenizin aniden hızlanıp havalandığını görürsünüz. * İçinizden gelmeyen, içinizde bir heyecan oluşturmayan hiçbir şey yazmayın. Nokta. Bunun dışında yapacağınız her iş, çöpçülükten, hayat kadınlığından, ya da beyin cerrahlığından farksızdır. Ya ruhunuzu (ve bunun sonucu olarak da ruhumuzu) coşturan şeyler yazın, ya da hiç yazmayın. Aslına bakarsanız, yazamazsınız zaten. Bilinçaltınız izin vermez. Yazdıklarınızdan hiçbiri orijinal olmaz. İnsanların ruhlarına hitap etmez. Piyasa için yazmış olursunuz. Para kazanbilirsiniz, ama kendinize sanatçı diyemezsiniz. Deseniz bile kimse inanmaz. En azından ben... :) * Hikayenizi yazarken hissettiğiniz rahatsızlıkların ve tıkanmaların önemli bir bölümünü, kahramanınızın karakterine geri dönerek çözebilirsiniz. "Go back to character", benim çok kullandığım bir yöntemdir. Aklınızda bir olay vardır, ama kahraman o olayda istediğiniz gibi davranmaz. Eğer zorlarsanız, melodram olur. Bu durumda yapılması gereken en önemli şey, karaktere dönüp, ona, bu olayda istediğinizi yaptıracak özellikler vermektir. Ama bu durumda, hikayenin geri kalan bölümünün de bundan etkileneceğini unutmayın. * Michael Hauge'un çok önemli bir ilkesini, SANARİST'in daha ilk yazılarından itibaren tekrarlıyorum: "Senaryoların (filmlerin) tek bir amacı vardır, o da seyircide duygu uyandırmak." Burada dikkat edilmesi gereken şey şu: Sizin, hikayenizde üzülen birini göstermeniz, seyircinin üzülmesine, gülen birini göstermeniz de seyircinin gülmesine yol açmaz. Bu ikisi farklı şeylerdir. Hatta o kadar farklıdır ki, bazen kahramanınız gözyaşları içinde boğulurken seyirci kahkahalar atar, ya da kahramanınız gülmekten kırılırken, seyirciniz derin bir hüzne gark olabilir. Duygu uyandırmayı öğrenin. Filmlerin bunu nasıl yaptığını iyi araştırın. * Karakter Elmas'ı, ("Character Diamond") David S. Freeman'ın kullandığı terimlerden biri. Kahramanınız ve diğer karakterler hakkında uzun uzadıya biyografiler yazmanız gerektiğini herkes söylüyor - Ben bile dedim. Ama Freeman diyor ki, "Bir karakteri oluşturan dört ya da beş temel özellik vardır. Bu özellikler, birbiriyle uyumlu olmak zorunda değildir. Hatta olmazlarsa, karakterler daha ilginç olurlar. İşte bu dört beş özellik, mutlaka ama mutlaka ekranda göreceğimiz özellikler olmalıdır. Ekranda görmeyeceğimiz özelliği, karakter elmas'ına koymanın bir anlamı yoktur." David S. Freeman, karakter özelliği ile cins hareket ("quirk") arasında da bir ayırım yapıyor, ama onu da sonra anlatırız. * Bana gelen senaryolarda (hah! güya senaryo okumuyorum demiştim!) fark ettiğim birşey var: Birçok yazar, hikayelerini renkli karakterlerle doldurma konusunda çok başarılılar. Ama hikayenin merkezine oturan bir olay, kahramanın elde etmek ya da kaçınmak istediği ve bunun için de elinden gelen herşeyi yapabileceği birşey bulmak konusunda zorlanıyorlar. Sadece güzellik (yani renkli karakterler ve hoş/eğlenceli/komik diyaloglar) yetmez, söyleyecek bir sözünüz, anlatacak ilginç ve güçlü/büyük bir olayınız da olmalı. * Bir senaristin işleyebileceği ennn büyük günah, seyirciyi sıkmaktır. Bundan kaçmak için elinizden geleni yapın. Kendi yazdıklarınızı çok beğeniyor olabilirsiniz, ya da senaryo konusunda yeterince donanımlı olmayan insanlar da yaptıklarınızı çook beğendiklerini söylüyor olabilirler. Ama bu, hikayenizin "gerçekten" iyi, eğlenceli, kalifiye olduğu anlamına gelmez. Kendi kendinizi eleştirmeyi, bir sahnenin gerçekten ilginç olup olmadığını ayırt etmeyi öğrenmelisiniz. İlginç sahneye dokunmamayı, az ilginci ise ilginç hale getirmeyi, ya da topyekün atıp yerine yenisini yazmayı becerebilmelisiniz. *Seyirciyi hikayenize bağlamanın, hikayenizde olacak olayları beklemesini sağlamanın dört ana yöntemi vardır. Bu yöntemleri, Fatiha suresinden daha iyi bilmeli ve uygulayabilmelisiniz - eğer bu işi gerçekten yapmak istiyorsanız: 1) Gelecek bir olayı haber vermek ("Telegraphing"): Hikayenizin başında bir yerde kahramanınız, "Saat dörtte şurada buluşalım" dediği zaman, seyirci otomatikman "acaba dörtte orada olabilecek mi?" diye merak etmeye başlar. Bu yöntemin bir versiyonu, "zaman sınırı koymak"tır. "İki saat/gün/hafta sonra bir bomba patlayacak" dediğiniz zaman, bütün seyirciler, "Acaba kahraman zamanında durdurabilecek mi?" diye hikayeye bağlanırlar. 24 adlı dizi, bu tekniği en çok kullanan dramatik eserdir. Bu tür dizileri ve filmleri dikkatle inceleyin. 2) Sonuçsuz Sebep ("Dangling Cause"): Eski Holivut filmlerinde ve bizim hemen bütün filmlerimizde, sebepler ile sonuçları birbirlerini hemen takip eder. Örneğin adam kadına "Benimle evlenir misin?" diye sorar, kadın da "Evet" diye cevabı yapıştırır. Ama günümüz seyircisini daha fazla etkileyen bir yöntem 299

var: Adam "Benimle evlenir misin?" diye sorduktan sonra, kadının cevabını vermesini engelleyen birşeyin olması. Bu, hikayenin içinden bir başka unsurun devreye girmesi de olabilir, yönetmenin, kadın tam cevabını verecekken kesme ile başka bir sahneye geçmesi de olabilir. Özellikle Amerikan dizilerinde bu yöntem çok kullanılır. Hemen her sahne, yaratılmış bir sebebin tam sonucunu görmeden biter. "Without A Trace" gibi dizilerde bu yöntem çok kullanılır. Yani sebebi yaratırlar, ama sonucun tamamını hemen göstermezler. Seyirci de "Sonuç ne olacak" diye hikayeye daha bir bağlanır. 3) Dramatik İroni ("Dramatic Irony"): Benim en sevdiğim yöntem. Bu, seyircinin, hikayedeki kahramanlardan birinden ya da birkaçından daha fazla şey bilmesi ile sağlanır. Klasik Hitchcock örneği şudur: Bir kadınla adam masada konuşmaktadırlar. Ama masanın altında bir bomba vardır. Onlar bu bombadan habersiz oldukları için biz endişeleniriz. Eğer bu bombanın üzerinde bir de saat varsa, o zaman 1. maddedeki yöntem de kullanılıyor demektir. Heyecanımız daha da artar. Kahramanlarımız acaba bomba patlamadan önce oradan uzaklaşabilecek mi? İyi yazarlar, sadece hikayenin kahramanları ile seyirci arasında bir bilgisel fark yaratmazlar. Hikayedeki kahramanlar arasında da bir bilgi hiyerarşisi oluştururlar. Bazı kahramanlar diğerlerinden daha fazla şey bilir ve biz de bu bilgisizlerin bilgilendiklerinde ne olacağını da merak ederiz. Genelde kötü adamlar iyi adamlardan daha bilgilidirler. :) 4) Dramatik Gerilim ("Dramatic Tension"): Bu, bildiğiniz bir şeye verilen afili bir isim. Ama şunu da söyleyeyim. Seyirciyi hikayeye bağlama yöntemlerinin en güçlüsü de budur. Bu dediğim de, kahramanın bir şeyi elde etmek istemesi ve önünde bazı engellerin olmasıdır. İşte bu yöntem, seyircinin hikayeye en yüksek derecede bağlanmasını sağlar. Hikayedeki kahraman (ki irili ufaklı her karakter birşey isterse, hikaye kesinlikle çok daha boyutlu olur) birşey arzular ya da birşeyden kaçmak ister, ama önünde, aşılması imkansız gibi duran engeller vardır. Seyirci otomatik olarak "Acaba kahramanımız bu engelleri aşabilecek mi?" diye sorar. Eğer kahraman ilginçse, elde etmek istediği şey hem makul hem de elde ediliş süreci bize yeterli derecede eğlence vaat ediyorsa, o zaman seyirci iki saatini ve cebindeki 10 YTL'yi sizin hikayenize vermeyi kabul edecektir. (Tabii ki önce kahramanla ÖZDEŞLEŞME kurdurmanız gerektiğini söylememe gerek var mı? Dördüncü senemizde, artık olmaması lazım.) Bu yöntemler birçok kitapta ayrı adlar altında bulunabilir. Ben Paul Joseph Gulino'nun "The Sequence Approach" adlı kitabındakileri kullandım burada. * Jung'un arketiplerini iyi öğrenin. Bu arketipleri en iyi anltan şahıs John TRUBY amca. Onun Blockbuster programının help dosyasında arketiplerle ilgili bir kitap dolusu bilgi var (İngilizce). Bunun dışında, Akaşa Yayınlarından çıkan "İçimizdeki Kahraman"ı okuyun. Orada da çeşitli arketipler anlatılıyor. Yine Akaşa'dan çıkan "Işığı Arayanların Karanlık Yanı" adlı kitap ise, sadece "Gölge" arketipini ele alması açısından ilginç. Bu kitap, size, kendiniz -özellikle de karanlık yanınız- hakkında da çok şey öğretecektir). Karakterlerinizi oluştururken arketiplerden faydalanarak, seyircilerin kollektif bilinçaltına hitap edebilir, ve aniden seyirciyi çok ama çok derinden etkileme şansına ulaşabilirsiniz. (İngilizceniz varsa, arketipler konusunda net'te çok bilgi var, bir google'layın). * Uzuuun uzun anlatılacak konulardan biri de Christopher Vogler'ın kahramanın yolculuğu yorumunun anlatıldığı "Yazarın Yolculuğu". Yine Türkçe'de olmayan bir kitap, yine bütün Hollywood'un ezbere bildiği bir kitap, yine bizim bihaber olduğumuz bir kitap. Bire bir uygulanması sakıncalı olan, ama hikayenize bir bütünlük hissi vermekte çok faydalı olan bir eser. Burada da çeşitli arketipler anlatılıyor. "Kahraman" "Haberci" "Eşik Muhafızı" "Yaşlı Bilge Adam/Kadın" "Şekil Değiştirici" vb. Hele sonundaki film analizleri, dikkate değer. Bu kitap sayesinde, büyük filmlerin kazara büyük olmadığını anlıyorsunuz. Eh, yazarı Disney'in en üst düzeylerinde çalışmış, daha ne olsun... *** Şimdi oturun, elinizdeki hikayeleri, karakterleri, diyalogları ve sahneleri bu kıstaslara göre tekrar gözden geçirin. Bakın bakalım, kaçta kaçı hayatta kalıyor, kaçı çöp kutusunu boyluyor... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 04:22 2 YORUM ETİKETLER: ARKETİP, DAVİD S. FREEMAN, HİKAYE MOTORU, KARAKTER ELMASI, SEKANS YAKLAŞIMI

07 MART 2008 CUMA Bir Mail ve Cevabı... Aşağıda, bana dün gelen bir mail ve benim ona yanıtım var. Gelen mail'de geçen bazı isimleri çıkardım. Anlamı bozmayacak ufak değişiklikler de yaptım. (Her mailinize sadece üç kelimeden oluşan bir yanıt vermediğim de böylece ortaya çıkmış oldu :). 300

*** "Merhaba Bir yıl önce X filminin yönetmen ve senaristi Y ile tanıştım. İlerliyen saatlerde neden Türkiye'de güzel senaryo çıkamıyacağı sonucuna vardım. Y sadece İstanbul'da ve belli bir zümrenin içinde yaşamış. İnsan gördüğünü işler derler ya... Bir Z'de yaşamayan , onlarla birlikte olmayan birisi ancak Q'yu bu kadar kötü yazar. W'da ders verdiğimde çocuklara bir senaryo taslağı yazmalarını istiyorum. İnanın %85 konu aynı. Esrar veya uyuşturucu kullanan oğlan, barda şarkı söyleyen genç kız, lisede tecavüze uğrayan birisi gibi ipe sapa gelmez onlarca konu. O kağıtların tamamını saklıyorum iyi mizah eseri çıkar. Senaryo yazmaya karar veren birisinin ya hayal gücü müthiş olmalı yada sizin anlattığınız gibi kendinden/yaşadıklarını yazmalı. Ancak yazarlık müthiş zor bir olay. Sizin yazılarınızı kerelerce okumuş birisi olarak yine de yazılmıyor. Gelelim 24p kamera ve boom ve ışığa... Bence bu işler Bizans'ta (yani İstanbul'da) yaşayarak yapılacak şeyler. Düşünün bir kere koskoca J'den (bir il) bu güne kadar hiç sinema filmi çıktımı? Çıkmaz ki! Nedeni çok basit. İşin kolayına kaçmıyorum. İzin vermezler sayın hocam. ''Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak'' filmi ne kadar gişe yaptı. Çünkü İstanbul'daki üç beş şirket kendilerine girecek kazığı sivritmek istemiyor. Arada sizin gibi çıkan bir kaç yiğit insan birşeyler öğrenelim diye kendini yırtıyor... Öğrensek/öğrenseler ne olacak ki? Anneannemin bir lafı vardı para pul olmadan çarşıya çıkanlar için '' gör popom yolları'' derdi. Bu çocukların onlarca senaryosu şu anda Ümraniye çöplüğünde. Belki aralarında çok iyi şeyler vardı kimbilir..." *** "Söyleldiklerinize bir ölçüde katılıyorum. Benim "Cihangir Sendromu" dediğim birşey var. Sürekli orada yaşayıp orada takılan insanlar, bütün dünyayı oradan ibaret zannediyorlar. Kendi deneyim spektrumlarının ne kadar dar olduğunun da farkında değiller. Hayatlarındaki en büyük zenginlik de sinema. Ve birşeyler üretmeye başladıklarında kaçınılmaz olarak izledikleri filmlerden vb. büyük oranda etkileniyorlar. Bunun ya farkında olmuyorlar, ya da büyük bir ustadan "esinlenmeyi" maharet sayıyorlar. Her iki durumda da yaratıcılıktan uzak şeyler üretiyorlar. Karpuz Kabuğu'nu örnek vermişsiniz. Sanarist'in eski versiyonunda (Yani geçen temmuz yayından kaldırmadan önce) bu filmle ilgili bir eleştiri vardı blogda. Yazdım ama yayınlamadım. Kıyamadım. (Benim bile bir vicdanım var :) Bu kadar iyi niyetle yapılmış bir filmi, senaryosu yetersiz diye eleştirmek istemedim. Zira Uluçay'ın ne gibi engellerle karşılaşmış olabileceğini biliyorum. Ama o filmin başarısızlığı ne yazık ki İstanbul'daki canavar yapımcıların engellemesinden değil (ki arkasında İFR ve Ezel Akay vardı, ki bu da az buz değil) senaryosunun zayıflığından kaynaklanıyordu. O film, eğer "Cinema Paradiso" gibi güçlü bir hikayeye sahip olsaydı, kesinlikle çok iş yapardı. Ne yazık ki hikayenin odağı belirsizdi. Çocuğun kıza olan aşkı mı yoksa sinema sevgisi mi ön planda? belli değildi. Ben bu işlerin "sadece" Bizansta yapılacak şeyler olduğuna da katılmıyorum. Ha, filminizi bitirdikten sonra İstanbul'daki dağıtımcılara götürmek zorundasınız, orası kesin. Ama bir filme başlamak ve onu bitirmek için artık Bizans'tan icazet almanıza gerek yok. Elinizin altında bir HVX200 olsun, bir 4 çekirdekli 1 terabayt 4 GB'lik bir bilgisayar olsun (artı bir sürü harici HDD), bir boom birkaç yaka mikrofonu ve yaklaşık 6-10 KW'lık ışık ile bu iş tamamdır. Gerisi, iyi bir senaryoya, oyuncuları ikna kabiliyetinize, dostlarınızdan alacağınız ulaşım-lojistikbeslenme desteğine bağlıdır. Filminiz (hikayeniz) iyi olduktan sonra bütün yapımcılar size kapılarını açacaktır. ("Pamuk Prenses 2" filmini çeken çocuğun şu anda milyon dolarlık bir projenin başında olduğunu biliyorum - bence yanlış bir davranış, ama yapımcıların gençlere ne kadar açık olduğunu da gösteriyor). İyi senaryo konusuna gelince. İyi senaryonun ne olduğu bilinmeden, bunun yazılma ihtimalinin çok ama çok düşük olduğunu düşünüyorum. Ve ne yazık ki iyi senaryonun nasıl yazılacağına dair bilgiler Türkçe'de çok ama çok az. Bunu defalarca yazdım. Bunları bilmeden birilerinin çok iyi senaryo yazması ve bunların kendini çöplükte bulması ise çok ama çok düşük bir ihtimal. Bu yüzden bu konuda pek hayıflanmıyorum. Gelecek dijitalde ve hızlı internet bağlantısında. Bilgisayarlar nasıl masaüstü yayıncılığı ve müziği demokratikleştirdiyse, kısa bir süre sonra sinemayı da halka indirecek. Hele bir RED'ler ucuzlasın, ya da bir SCARLET'i (bkz. www.red.com) görelim, ondan sonra bu fırsatları daha net görebileceğiz. Mesela Adobe Premiere CS3 ve After Effects 7 (CS3 değil) bile, profesyonel kalitede film üretmeye uygun programlar. Ama hikayeniz sağlam olmak kaydıyla. Siz hikayelerinizi sağlam tutun, gerisi gelir.

301

g.g." GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 02:59 3 YORUM ETİKETLER: BAĞIMSIZ SİNEMA, RED, SCARLET

05 MART 2008 ÇARŞAMBA Videocu Hakkında Notlar - 2 "Videocu" ile ilgili ilginç mailler alıyorum. Gönderdiğiniz fikirler, aklıma başkalarını getiriyor ve hikayenin ilginçlik katsayısını artırıyor. Aşağıda, hikaye ile ilgili düşüncelerim, önem sırasız bir biçimde yer alıyor... * Videocuların çok ilginç bir hayatı varmış. Yani ben sadece düğünler ve sünnet düğünleri ile bağlantılı olarak çalıştıklarını düşünürdüm. Ama kendisi bizzat bu mesleği icra etmiş olan L.'nin gönderdiği şu listeye bakın: 1 Sünnetler, ve kına geceler 2 Kurban bayramından önceki gün keseceği koyunla hatıra çektirenler 3 Bebeklerin ilk dişleri çıktığı zaman 4 Nişan ve söz günleri 5 Gelin evine çeyiz giderken 6 Asker uğurlama 7 Dedesinin öleceğini anlayan hayırsız torun tarafından hasta yatağında yaşlı adam çekimi 8 Boşanırken evdeki eşyaların tespiti 9 Kendi evini yakan adamın sigorta tarafından istenen belgeler arasında çekim 10 Cenazeler 11 Evinde porno çekim isteyenler 12 Çocuğunun doğum anını belgelemek isteyenler 13 Düğünden önce hayatını anlatan zengin baba belgeselleri 14 Zengin ve bunamış kendini ''Sakıp sabancı zanneden'' taşra zenginleri için yarı belgeseller 15 Zengin otel sahibinin abuk besteleri için klipler 16 Kocalarının 60. yaşgünü için parti veren menapozlu kadınlar için belgeseller, vb. Film içerisinde bunların hepsini kullanmak pek mümkün görünmüyor. Zaten bu film, videocuların (daha güzel bir isim bulmak gerek) hayatını detaylı bir biçimde anlatmayı hedeflemiyor. Aksine, genelde düğün videoları çeken bir adamla ilgili. Bu yüzden, bu listedekilerin en fazla bir ya da iki tanesini kullanabiliriz (ve evet, 11. maddeyi kullanmayacağız). * Şimdi ortada bir videocu var ise, onun bir de patronu var demektir. Bir de uygun bir patron düşünmemiz gerekiyor. Bu konudaki tek şartım, İLGİNÇ olması. İlle de babacan biri olmak zorunda da değil. Hatta aksine hayatı genç adama dar eden biri olabilir. * Bu videocunun bir de erkek arkadaşı (kankası) olmalı. Bu tip, genelde bütün romantik komedilerde görülür: You've got mail'de Tom Hanks'in zenci ortağı, Sleepless in Seattle'da yine Tom'un şişman arkadaşı, Must Love Dogs'ta John Cusack'in avukat arkadaşı, Just Like Heaven'daki psikolog arkadaş, vb. Bu şahsın temel fonksiyonu, kahramanımızın düşüncelerini paylaşabileceği biri olması. Kesinlikle kahramanımızdan daha derin, daha yakışıklı, daha espritüel, ya da daha semptaik veya daha acınası bir halde olamaz. Zira seyirci, kahramanla özdeşleşmelidir, arkadaşıyla değil. * Bu arkadaşlar genelde, kahramanın ne kadar duyarlı, ne kadar iyi, ne kadar bişey olduğunu vurgulamak için "counterpoint" olarak konulurlar. Yani kahramanımız duyarlı biri ise (ki Romantik Komedi'lerde duyarsız erkekler genelde kahraman olamazlar), arkadaşı biraz daha duyarsız, dünyevi, aşktan çok geçici arzulara önem veren kişiler olur. Bu arkadaş da böyle biri olabilir. Ama patron için geçerli olan İLGİNÇLİK kuralı, onun için de geçerli. (Ama ilginç yapıcam diye de suyunu çıkarmayın). * Gelelim, BAŞ KADIN KARAKTERE. (Hayır, bazı arkadaşların önerdiği gibi, kahramanımız eşcinsel olmayacak. Bu bir anadamar -"mainstream"- hikaye, asgari bir gişe beklentimiz var. Hikayemizi riske atmayalım). Kadın kahraman ile erkek kahraman arasında genelde temel zıtlıklar vardır. Filmi izleten de biraz bu zıtlıklardır zaten. Hatta romantik komedi izleyicileri, bu zıtlıklara rağmen ilişkilerin yürüyebileceğine inanan, ya da inanmak isteyen kişilerdir denilebilir. * Örneklere bakalım: You've Got Mail'de Meg Ryan aklı bir karış havada, idealist ve duyarlı, küçük bir kitap dükkanı sahibi, Tom Hanks ise onun işini batıran, zengin ve nispeten duyarsız bir işadamı. Maid in

302

Manhattan'da Jennifer Lopez bir otelde temizlik görevlisi, Ralph Fiennes ise bir senatör. Pretty Woman'da Julia Roberts bir fahişe, Richard Gere ise çok zengin bir işadamı. * Ama bu farklar sadece dışsal özelliklerle ilgili değil. Kişilikleri ve hayatı algılayış şekilleri de farklı. Örneğin Notting Hill'de Julia Roberts kendini beğenmiş ve kolayca öfke nöbeti geçiren bir kadınken Hugh Grant son derece sakin, herşeyin iyi tarafını görmeye çalışan, duyarlı ve anlayışlı bir tip. Bu gibi zıt özellikler, romantik komedilere büyük bir dinamizm katar. Bu özelliklerin neden olduğu tatlı atışmalarını büyük bir zevkle seyrederiz. Bu zıtlıklar zaman zaman büyük kavgalara da neden olabilir. * Bu işle ilgili herhangi birşey üretmeden önce, benim isteyene dağıttığım "SANARIST ULTIMATE" kitabındaki Romantik Komedi yazısını defalarca okumuş olmalısınız. Henüz okumadıysanız, şimdi tam zamanı. Okuduysanız, bir tekrarın olmaz zararı. :) * Gelelim kızın mesleğine. İlginçlik kuralı burada da geçerli. Kızın mesleği, bize (genel seyirciye) bilmediğimiz birşeyler göstermeli ki, seyirci sadece kızın mesleğini icra edişini seyrederken bile gözünü perdeden/ekrandan ayıramasın. Bu alan hala tekliflerinize açık. (Videocu Hakkında Notlar 1 yazısının yorumlarında, bu konuyla ilgili bazı öneriler bulabilirsiniz: "Esas kız itfaiyeci veya seyis olabilir... ya da esas oğlanın monoton mesleğine inat kızınkisi daha hareketli, daha tehlikeli daha tempolu olabilir: broker, terörle mücedelede polis vb." "Esas kız düğün organizatörü olsun"-"Wedding Planner" diye bir film var-, "Kız boşanma avukatı olursa , nasıl olur mesela?") * Bu son teklif, boşanma avukatı yani, aslında hoş gibi duruyor. Ama biraz da fazla "Kör kör parmağım gözüne" bir durum yaratıyor. Yani her ikisinin de sürekli evlilikle ilgili şeylerle uğraşması, işin tadını biraz kaçırabilir gibi. Yine de bu seçeneği tamamen elimine etmiş değilim. * İlginç meslek derken, aklıma gelen en hoş örneklerden biri, "Failure to Launch" filminde, Matthew McConaughey'nin mesleğidir. Adamın işi, yat satıcılığı idi. Yani adam bildiğiniz yatları, kotraları, ve benzeri deniz araçlarını satıyordu. "Eh" demiştim filmi izlerken, "bu kadar mı hoş meslek olur, kim, nereden bulmuş bunu". Ama o filmi de izlerseniz, bu mesleğin hikayeye çok fazla katkısının olmadığını görürsünüz. Yine bir McConaughey filmi olan "How to Lose a Guy in Ten Days"te ise meslek ("reklamcılık") daha ön plandadır. What Women Want'ta da. Bizimkinde ise bu kadar fazla ekran zamanı almayacak. Zira sürekli farklı düğünler çekmek, prodüksiyon açısından sıkıntı yaratabilir. * Aslında kızın mesleği, kızla ilgili bir başka meseleyi de çözecek gibi duruyor. O da kız ile oğlanın NASIL karşılaşacakları! Filmlerin en önemli sahnelerinden biridir bu. Esas kız ile oğlanın karşılaşması çok zorlama olmamalı, makul ama son derece ilginç olmalı. Örneğin When Harry Met Sally'de Meg Ryan ile Billy Crystal, şehirlerarası bir yolculuk vesilesiyle karşılaşırlar. Bu uzun yolculuk boyunca arabayı sırayla kullanacaklardır. Bu arada kaçınılmaz olarak da bol bol sohbet ederler. Maid in Manhattan'da Ralph Fiennes Jennifer Lopez'i, başka bir kadının giysilerini denerken görür ve aşık olur. Onun bir hizmetçi olduğunu uzun süre bilmez. Pretty Woman'da ise Julia ile Richard'ı karşılaştıran şey, Richard'ın genç kadından bir yerin tarifini öğrenmek istemesidir. Bu karşılaşma kesinlikle çok hoş olmalıdır. (İngilizcede buna "meet cute" derler, "hoş karşılaşma"). * Ama iş karşılaşma ile bitmiyor. Bu ikisini bir araya getirecek bir ya da birkaç vesileye de ihtiyaç var. İşte bunu çözdüğümüz zaman, hikayenin yarısını halletmiş olacağız, emin olun. (Buna senaryo literatüründe "crucible" diyorlar, kazan, pota yani. Yani kahramanları birbirlerine muhtaç eden, birbirlerine zorunlu olarak bağlayan bağ. Bu, You've Got Mail'de çok belirgindir. Orada kahramanlar ticari rakip, sanal sevgilidirler: Çifte bağ! What Women Want'ta kahramanlar aynı şirkette çalışan ama alttan alta rekabet eden iki reklamcıdır. Alın size kazan. My Best Friend's Wedding'te kahramanlar eski en iyi arkadaşlardır. Ve Julia Roberts kesinlikle en iyi arkadaşının düğününe katılmalı ve onu mahvetmelidir! As Good As It Gets'te Jack Nicholson sadece ve sadece Helen Hunt'un sunduğu yemekleri yiyebilmektedir. Bu kadar güzel bir bağ olabilir mi :) Yalnız bu bağ, ille de bu kadar zaruri olmak zorunda değildir. Yani kahramanları bir arada tutacağım diye de kasmayın kendinizi. Ama hoş birşey bulursanız, bu da iyi olur. * Kız kim olmalı? Evliliği yaklaşan bir gelin adayı? Genç adamın düğünlerini çektiği insanları bir süre sonra boşayan bir boşanma avukatı? Kendi düğünü de genç adam tarafından çekilmiş ama sonra evliliği hüsranla sonuçlanmış bir kadın? Çeşitli düğünlerde hep arka planda kalan, yani hep arkadaşlarını evlendiren ama kendisi bir türlü evlenemeyen biri? * Bilinçaltınızı çalıştırmaya devam. İyi gidiyorsunuz... *** * Bu senaryoyu iyi bir paraya satarsak, ki satarız gibi geliyor bana, onunla güzel bir 24p HD kamera alırız, bunu da film çekmek isteyenlere veririz sırayla. Bir de ışık ve mikrofon da almak gerekiyor tabii... Gerisi ise halledilir... :) 303

GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 04:03 7 YORUM ETİKETLER: KAZAN, ROMANTİK KOMEDİ, VİDEOCU

27 ŞUBAT 2008 ÇARŞAMBA ORİJİNAL KENDİM BEN "Edebiyatta ve sanatta, orijinal olmayı kafaya takan hiçkimse orijinal olamaz: ama eğer sadece hakikati anlatmaya çalışırsanız (bunun daha önce kaç defa anlatılmış olduğuna bakmaksızın), on seferin dokuzunda, farkına dahi varmaksızın, orijinal olursunuz". – C.S. Lewis "Kendiniz için yazıp okuyucunuzun olmaması, okuyucu için yazıp kendiniz olmamanızdan daha iyidir" – Cyril Connolly ("Better to write for yourself and have no public, than to write for the public and have no self.") GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 19:32

25 ŞUBAT 2008 PAZARTESİ BÜLENT ERSOY'un Saçmalıkları (Eh, burada B.E. hakkında bir yazı da yazdım ya, artık gözüm açık gitmez.) Hazret şöyle buyurmuş: "Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, olamayacağım da. Ama insan olarak o anaların yüreğinin nasıl cayır cayır yandığını ben anlayamam ama anneler anlar" ... Bülent Ersoy'un "başkalarının savaşı için doğurduğum çocuğu toprağa veremem" sözleri... Bülent Ersoy'un sözleri aslında birçok insanın hissiyatını yansıtıyor. Bu yaklaşımla o kadar sık karşılaşıyorum ki, artık bununla ilgili birşeyler yazma gereğini duydum. *** "Şehir Fareleri" olarak kendinizi toplumun genelinden, onun değerlerinden, onu oluşturan dinamiklerden son derece soyutlanmış hissediyor olabilirsiniz. Ama biz, Anadolu Yarımadasını (ve Trakya'nın bir bölümünü) dolduran bir toplum olarak, Türk toplumu olarak belirli ortak değerlere, hala sahibiz. Bugün akşam başınızı yastığa huzurlu bir biçimde koyuyorsanız, bunun nedeni, emin olun, Polis ve askeri gücümüzün göz açtırmayan kudreti değil, bizi, burada, bu çağda, bu şekilde yaşamaya sevk eden bu değerlerdir. Bu değerlerin ne olduğunu burada tek tek yazmayacağım. Eğer bunların hala farkında değilseniz, bırakın ortalama bir senarist olmayı, sıradan bir vatandaş dahi olamazsınız. Bülent Ersoy, bu değerlerden birini fena halde ıskalamış görünüyor, ki bu tür sözler söylemiş, daha doğrusu ona bu sözleri söyletecek bir hissiyata sahip olmuş. Nedir bu değer peki? Şudur: Birlikte yaşamak, topluluk üyelerine, bireysel olarak pek de hoşlanmayabilecekleri bazı görevler yükler. Toplumlar, bu görevleri yerine getirenleri ödüllendirir, onları yüceltir, aziz tutar. Bir toplum olarak hayatta kalabilmemiz için bu görevlerin yerine getirilmesi elzemdir. Bu nedenle kişisel konforumuzu bir kenara koyup bazen bu görevleri üstlenmek zorunda kalırız. Askerlik bunlardan biridir. Sizin kişisel keyfiniz ve konfor anlayışınız size ne buyurursa buyursun, bu görevin, bizim bu coğrafyada toplu olarak hayatta kalabilmemiz için kilit bir önemi vardır. Ve toplumun çok ama çok büyük bir bölümü bu önemin farkına vardığı için, oğullarını, ölüm riskinin bulunduğu bu hizmete, davulla zurnayla gönderir. Askerliğini yapmayana kız verilmemesinin ardında, bu görev esnasında elde edilen olgunluğun yanı sıra, topluma olan bu borcun ödenmesine verilen önem de yatar.

304

*** Şu anda Güneydoğu'da ve K. Irak'ta süren operasyon, başkasının savaşı değildir. Bizim savaşımızdır. Bizim bu topraklardaki yaşam hakkımızı elimizden almaya çalışanlara karşı verilen, baştan sona meşru olan bir mücadeledir. Bu uğurda ölenler de, toplum için, bizim için canlarını vermiş kardeşlerimiz, çocuklarımızdır. Bülent Ersoy'un ıskaladığı en önemli gerçek budur. Bu savaş "bizim" savaşımızdır. Bunun, Bülent Ersoy'un savaşı olması için, bombaların onun evinin yakınında patlaması, terörist örgüt elemanlarının onu ve yakınlarını mı uyuşturucuyla zehirlemesi gerekiyor? Bir de şu var: çocuklarını askere yollayan analar, orada neler olabileceğini bilmiyorlar mı? Emin olun, bir çocuk sahibi olmayan B.E.'den çok daha iyi biliyorlardır. Ama yine de gönderiyorlar. Neden? Çünkü kişisel hayatlarımızdan daha büyük şeyler söz konusu. İşte bunu, ilkokul dahi okumamış analar anlıyor da, trilyonluk servet sahibi B.E. anlamıyor. *** B.E. hakkında halkı askerlikten soğuttuğu için dava açılmış. Bence gerek yok. Bir toplu iletişim organında saçmaladığı için dava edilse daha iyi olurdu. Toplumun temel kurumlarını (örn. evlilik) yıpratmaktan da dava edilebilirdi. Ya da hiç dava etmeyin bence. Yani, başına daha ne gelebilir ki... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 17:46 8 YORUM

24 ŞUBAT 2008 PAZAR ANINDA YARATICILIK! Osman Tan Erkır'ın "Anında Görüntü Show"unu (FOX TV) kaçırmış olamazsınız. İki grup tiyatro oyuncusu, kendilerine verilen bazı ipuçlarından yola çıkarak, daha önceden belirlenmiş formatlarda, yaratıcılıklarını konuşturuyorlar. Ve genelde de, yazılı metne sahip şovlardan çok daha komik şeyler üretiyorlar. Peki bu şov bize neler söylüyor. Ben kendi anladıklarımı sıralayayım: 1) Herkes yaratıcıdır. 2) Sınırlamalar, yaratıcılık için aslında faydalı şeylerdir. Sınırlamalar, (zaman sınırlaması, kaynak sınırlaması, konu sınırlaması, yer sınırlaması, oyuncu sınırlaması, vb.) yaratıcılığın çıkış noktası olabilir. *** Bu şovu kaçırmayın derim. İnsan bilinçaltının nelere kadir olduğunu "canlı" olarak görecek, kendi bilinçaltınıza olan güveniniz biraz daha artacaktır. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 00:38 0 YORUM

21 ŞUBAT 2008 PERŞEMBE "Videocu" Hakkında Notlar - 1 Aşağıda bir yerlerde, 1. Senaryo Fikri Denemesi yer alıyor. Bu fikirde özetle, kendisi romantik ilişkiler konusunda sıkıntı yaşamış genç bir düğün videocusunun hikayesini izleyeceğimiz anlatılıyor. Aslında bu "tam" bir fikir değil, bir fikre ("idea") kaynaklık edebilecek bir düşünce ("thought"). Zira, burada henüz, kahramanımızın birlikte olmak isteyeceği, karşı cinsten birileri, ve bu birlikteliğin önüne geçecek ilginç engeller bulunmuyor. "Romantik komedi için bunlar gerekli mi?" diye sorabilirsiniz: evet, gerekli. Neticede romantik komediler, "Oğlan kızla tanışır, oğlan kızı kaybeder, oğlan kızı yeniden kazanır" şeklinde özetlenebilecek bir yapı üzerinde ilerlerler.

305

Yani bize bu oğlan kadar kallavi bir kız gerekiyor. Kallaviden kastım, kendine özgü özellikleri bulunan, izlemesi bile ilginç olan biri. Aslında bunca süredir birşey yazmamamın nedeni de bu kızın kim olduğunu tam olarak çıkartamamam. Henüz kızın neye benzediğine dair bilinçaltımdan birşey gelmiş değil. (Gördüğünüz gibi bilinçaltımı zorlamak gibi bir huyum yok. Zira zorladığım zaman karşıma çıkan şey genelde suyu çıkartılmış klişeler oluyor. Ben ise büyük bir klişe düşmanı olduğum için, bu uzun süreli beklemelere katlanmak zorunda kalıyorum. Eh, Yavuz Turgul da aynı dertten mustarip sanırım: bir, senaryosunu 10 senede yazdığı Eşkıya'ya bakın, bir de "Gönül Yarası" ve "Kabadayı"ya.) *** Ama bu arada, bu romantik komedi ile hangi konuları, hangi temaları (genel anlamda tema) ele almaya niyetlendiğimden bahsedebilirim. (Bu konuda bir yasak ya da engel bulunmuyor.) Ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Niyetim bu konuları ele almak olmasına rağmen, nihai üründe, yani ortaya çıkacak olan senaryoda, bunlardan hiç bahsetmeyebilirm de. Yani karakterler ve olaylar beni çok farklı bir yere götürebilir. Kendimi bu açıdan da kasmıyorum. Bu senaryoda ele almak istediğim konulardan biri, günümüzde şehirlerde (özellikle de büyük şehirlerde) gençler arasında kurulan romantik ilişkiler. Bu ilişkilerin kısa ömürlülüğü, bunun olası nedenleri, taraflar üzerindeki etkisi, ve bunların daha uzun süreli kılınıp kılınmayacağı, ve kılınabilecekse bunun nasıl yapılabileceği... (Evet, farkındayım: bu, çok derin bir mevzu. Belki birkaç doktora tezi ile ancak ele alınabilecek birşey. Ama ben sadece aklımda uçuşan temaları yazıyorum şimdilik). Senaryoda işlemek istediğim konularda bir diğeri de, yine günümüzde ve yine büyükşehirlerde (bakın bu büyükşehir ayırımını bilerek yapıyorum, zira küçük şehirlerde bambaşka bir hayat devam ediyor ve büyükşehir fareleri bundan ya habersiz ya da arkasını dönmüş bir biçimde yaşamaya devam ediyorlar) gençler arasında evlilikle sonuçlanan romantik ilişkiler. Gençlerin evlilik kurumuna bakışı, bu kurumun özünde yatan ilkeleri ne kadar anlayıp ne kadar anlamadıkları, tüketim çılgınlığının insan ruhuna enjekte ettiği "kullan-at" felsefesinin evliliklere olan yansıması, genç evlilerin evliliklerinde ortaya çıkan ve anne babalarınınkinden farklı olan krizler (ki bu yüzden onların tavsiyelerinin işe yaramaması), ve bütün bunlara rağmen sağlıklı ve mutlu bir evlilik için bir ümidin var olup olmadığı. *** Tabii ki bu konuları "didaktik" bir biçimde ele alacak değilim. Hiçkimseye "Şöyle yapın, böyle yapın" gibi şeyler söylemeyeceğim. Sadece, senaryonun malzemesini meydana getirecek hikayelerin bu temaların içinden, yanından, kenarından geçebileceğini söylüyorum, o kadar. Bunlar, her insan evladı gibi benim de kafamı kurcalayan konular. İster evlenmemiş olun, ister evliliğin kenarından dönmüş olun, ister evli olun, ister boşanmış ya da dul kalmış olun: Eminim sizin de bu konular hakkında kendinize özgü görüşleriniz, deneyimleriniz, inandıklarınız ve savunduklarınız vardır. İşte tam da bu yüzden romantik komediler, bu kadar çok insanın ilgisini çeker ya! GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 13:10 7 YORUM ETİKETLER: EVLİLİK, SENARYO FİKRİ, VİDEOCU

15 ŞUBAT 2008 CUMA Yorum Adabı II Aşağıda "Asrın Sorusu: GEZGİN Kimdir" yazısına gelen bir yorum ve benim de ona verdiğim yanıt var. *** İsimsiz dedi ki... tüm yazılarını okudum gezgin... ama en çok hoşuma giden neydi biliyor musun? Açıklıyorum: 0 Comments :D Bu kadar yazıdan sonra daha iyisini yapabilrisin dostum ;) Çok süper bir fikir değil sende biliyorsun. 15 Şubat 2008 Cuma 00:52 306

*** gezgin dedi ki... Bunu olabildiğince açık bir biçimde söylemeye çalışacağım, ki bir daha bu tür yorumlar ile karşılaşmayayım: Bu projenin amacı, bir fikrin alınıp, adım adım bir senaryoya dönüşme sürecini göstermektir. Yani bir yazarın, bir fikri nasıl işlediğini göstermektir. Başka birşey değil. Bu süreç içerisinde bol bol hata yapmayı ve bu hatalardan nasıl çıkıldığını göstermeyi hedefliyorum. (Yabancı ve yerli senaryo öğretmenlerinin bir "hindsight" -olay olup bittikten sonra konuşma- şeklinde, "Yazar şöyle düşünmüş, onun için böyle yapmış" gibi anlamsız yorumlarından farklı olarak, bire bir, an be an, bir yazarın fikirlerle, karakterlerle, olay örgüleri ile oynadığını kendi üzerimden anlatmak derdindeyim). Ben burada hiçkimseye çok süper bir fikir bulacağımı söylemedim. Böyle birşeyi kimse söyleyemez. David Koepp bile. Size tek vaadettiğim, bir fikrin senaryoya nasıl evrildiğini göstermek. Bunu da burada büyük bir ihtimalle ortalama bir fikirin ortalamanın biraz daha üzeri bir senaryoya dönüşmesi şeklinde göreceksiniz (ki Türk sineması için bu bile çok önemli birşey sayılır). Bu süreçte karşınıza çıkacak ilk engellerden birinin, "erken yargılama", "iç eleştirmeni çok erken devreye sokma" olduğunu da önceki yazılarda belirtmiştim. (Siz de merak ediyordunuz o yazılar neden gerekli diye, değil mi?) Ama daha ortada fikir bile yokken (gerçekten, ortada sadece fikire tohum olabilecek birşey var ve bunu da yazımda belirttim) bu tür yorumlar ile karşılaşınca hem şaşırıyorum, hem de üzülüyorum. Yukarıdaki yorumun sahibi, hem kendisinin hem de başkalarının yaratıcı süreçlerini baltalayan zihniyetin çok güzel bir örneğini sergilemiş bulunuyor: "çok erken yargılama ve olumsuz değerlendirme!" Bu açından, bize hemen canlı bir örnek sunduğu için teşekkür ediyorum. Yine de hatırlatmadan edemeyeceğim: Anlamsız ya da bu tür yıkıcı şeyler söylemek için dayanılmaz bir içgüdü hissediyorsanız, bunu başka bir yerde yapın. Kendi blogunuzu açın. Ya da boş bir araziye gidip bağırın filan. Buraya böyle yorumlar yazarak beni bu işten soğutabilir, kendi düşüncesizliğiniz yüzünden yüzlerce kişinin birşeyler öğrenme fırsatını baltalamış olursunuz. Eğer sizin süper bir fikriniz varsa onu buraya yazmakta serbestsiniz. Onun süperliğini burada büyük bir zevkle inceleyebilirim. Ama eğer en ufak bir senaryo fikriniz yoksa, içinizden de -kaynağı bilinmeyen bir hınçtan dolayı- olumlu şeyler söylemek gelmiyorsa, bir süre daha sessiz kalmanızı tavsiye ederim. Daha yolun çok başındayız. Eleştirilecek şeylerin daha ucu bile görünmedi. Asıl eleştirilecek şeyler geldiğinde ve siz onları eleştirmezseniz, sizinle o zaman görüşeceğiz :) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 13:06

12 ŞUBAT 2008 SALI LOST'un Yaratıcısı J.J. ABRAMS'tan Senaryo Dersleri

Tüm zamanların en çok tutulan dizilerinden biri olan LOST'un yaratıcısından, bu bağımlılığı nasıl yarattığı ile ilgili senaryosal ipuçları... (İngilizce) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 15:36 4 YORUM

11 ŞUBAT 2008 PAZARTESİ TÜRBAN: Kötü Adam mı, Kurban mı?

307

Senaryolar ile gerçek hayatın birbirine bu kadar benzemesi, bana ilginç benzetmeler yapma olanağı sunuyor. Mesela izlediğim kötü filmlerde (yani iyi yazılmamış filmlerde) ya da bana okumam için gönderilmiş kötü senaryolarda en sık karşılaştığım durumlardan biri, kötü adamın ("nemesis") yeterince iyi "kurulmamış" olmasıdır. Bu ne demek, biraz daha açıklayayım. Kötü adam, kahramanımızı, amacına ulaşmaktan engellemeye çalışan en büyük güçtür. Bu birçok durumda, kahramanımıza denk bir başka insandır. Yani kahramanımız genelde bir başka ademevladıyla, gerektiğinde yumruk yumruğa, mücadele etmek zorundadır. İstediğini elde etmesi için bu mücadeleden sağ çıkması gerekir. Kötü adam bazen bir doğa koşuludur. Titanic'ten kurtulmaya çalışanlar için kötü adam "buz gibi deniz" zaman zaman "gemi mürettebatı", "diğer yolcular", ve hatta onları kurtulmaktan alıkoyan" gemi"nin bizzat kendisidir. Kimi zamanlarda ise kötü adam, kahramanın içindeki bir engeldir. Kahramanımızın iç dünyasında var olan bu engel, onun normal, sağlıklı bir biçimde davranmasına engel olur. Belki de kahramanımız sevgisini gösterme konusunda büyük bir içsel engele sahiptir. Belki geçmişte yaşadığı bir travmanın etkisinden kurtulamamıştır ("Dalgaların Prensi"). Bazen bu kötü adam, insanarın içinde bulunan ve başkalarına karşı belirli bir konuda (örneğin "ırk") gösterdiği bir önyargıdır ("Mississipi Yanıyor"). Yani bu durumda aslında bu insanlar kötü değildir ama bir biçimde içlerine yerleşmiş olan bazı yanlış duygu ve düşüncelerdir kötü olan. Ama bu yanlış duygu ve düşünceyle mücadele ederken, onu taşıyan insanlarla da mücadele etmeniz gerekir. *** Sanırım sözü nereye getireceğimi anladınız: Son günlerde hayatımızı büyük ölçüde etkileyen ve herkesin tadını kaçıran şu TÜRBAN olayına. Onca yazarın , çizerin, aydının, politikacının, bu meselenin altından kalkamamasının nedenlerinden biri bence, Türban (ve onun temsil ettikleri) ile onu giyenleri birbirlerinden ayırt edememeleri. Türban, samimi bir biçimde inananlar ya da onu manipulatif bir tarzda kullananlar ne derse desin, insanları özgürleştiren değil özgürlükleri kısıtlayan, daha da kötüsü, bundan önceki devletimizi (yani Osmanlı İmparatorluğunu) batıran bir düşünce ve inanış tarzının yansımasıdır, sembolüdür. Bu, İslam'ın değil, onun gerici yorumunun bir simgesidir. (Bu konuyla ilgili olarak Fethullah Gülen'in 30 yıl muhasebeciliğini yapmış Nurettin Veren'in kitabını okumanızı tavsiye ederim). Türban giyen genç kızlar ve kadınlar ise, İslam'ın bu gerici yorumunu sahiplenen erkeklerin elinde alet olmuş kurbanlardır. Kendilerini özgür olduklarına inandırmışlardır, ama özgürlüğün ne olduğundan haberdar bile değildir. (Bunu en güzel, bir kaç ay önce yapılan ve Radikal'de yayınlanan araştırma göstermiştir: Kadınların türban giyme oranı, erkek egemenliğine girdikçe artmaktadır). Ama benim amacım Türban'ı ve türban giyenleri analiz etmek değil. Onunla mücadele ederken başarılı olmak için neler yapılması gerektiğini göstermek. Mevcut mücadelede yapılan en büyük hata, Türban'ı bir toplumsal fenomen haline getiren koşulların ıskalanıp, işin ta en sonuna, yani artık türbana mahkum olmuş gencecik kızlara odaklanılmasıdır. Oysa mücadelenin asıl muhatabı, bu Türban'ı ortaya çıkaran zihniyettir. Bu zihniyet (ve onun toplumsal ve ekonomik kaynakları) zayıflatılmadıkça, yayılması engellenmedikçe, verilecek bütün mücadeleler ve elde edilecek zaferler yüzeysel ve geçici olacaktır. Türk aydınlarının yapmış olması gereken (ama yapmadıkları) ödev, türbanı ortaya çıkartan ve besleyen koşulları iyi analiz edip bunları uzun uzadıya tartışmaları ve bu konuda etkili olabilecek şekilde harekete geçmeleridir (yani yürüyüşler, vb. gibi beyhude işlerle uğraşmamalıdırlar). Ama kendi toplumundan tamamen kopmuş bulunan Türk aydını, bu fenomenin nedenlerini doğru analiz edemediği gibi, onunla ilgili doğru çözümler de üretememektedir. Bununla ilgili en büyük hatası da ait olduğu, içinden çıktığı halkın inançlarını safsata olarak görmesi, hatta küçümsemesidir. Bu nedenle ne halkını tam olarak anlamakta, ne de onunla bir iletişim (aslında "ilişki") kurabilmektedir. (Bu kesim arasında Kur'an'ın Türkçesini okuyanların ne kadar az olduğuna inanamazsınız. Kur'an hakkındaki bilgilerinin büyük bir bölümü ne yazık ki onun aleyhine yazılmış kitaplardan gelir - Din Bu, vb.)

308

(devamı var) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 14:36

09 ŞUBAT 2008 CUMARTESİ Senaryo Fikri Denemeleri: 1 Aklıma gelecek ilk film fikrinin aksiyon türüne ait olacağını zannediyordum, lakin heyhat! Hiç de öyle olmadı. Bilinçaltımın benimle ilgili başka planları vardı. İlk fikrim, romantik komedi türünde oldu. Öyleyse elimiz mahkum, onun üzerinden gideceğiz bir süre. Zaten ne demişler: "Tanrı'yı güldürmek istiyorsan, plan yap!" Bulduğum fikir, aslında bir fikrin bir parçası sadece. Yani bir filme kaynaklık edebilecek tam bir fikir değil. Ama işe yarar nitelikte birşey olduğunu düşünüyorum. İçinde bir potansiyel barındırdığı inancındayım. Fikri nasıl bulduğumu da söyleyeyim: şehirlerarası yolculuk sırasında! Hem de yolculuğun amacının sinemayla hiç ilgisi yok iken. Aşağıdaki bazı yazılarda da bahsettiğim üzere, bilinçaltımı bu konuyla ilgili hiç kasmazken. Tamamen savunmasız bir haldeyken yakalandım yani. (Buraya bir dipnot olarak, "Finding Nemo" filminin yapımcı ve yönetmeninin, filmle ilgili birçok fikirlerini arabayla bir yere giderken -sanırım Vegas'a gidiyorlardı- bulmuşlar. Tebdil-i mekanda gerçekten ferahlık var galiba.) *** Gelelim aklıma gelen fikir parçacığına: Senaryo, düğünleri videoya kaydeden genç (25, en fazla 28 yaşlarında) bir adamla ilgili. Bu adam bir fotoğrafçıda çalışıyor. İlle de o fotoğrafçıda tam zamanlı çalışmak zorunda değil. Ama o fotoğrafçıyla bağlantısı var. Kendisine (ya da fotoğrafçıya ait) bir kamera var, ve onunla düğünleri çekiyor. Bildik düğün görüntüleri işte. Orta kalite düğünlerde (yani Çırağan Sarayı'nda yapılmayanlarda) elinde kamerasıyla gelini, damadı, onların ailelerini, ilginç olayları çekiyor. Kendisi bu ortama duygusal olarak dahil olmadığı için oradaki olayları ve insanları farklı bir biçimde gözlemleyebiliyor. Hatta genç adam onların arasında, kamerasının arkasına gizlenen bir "yabancılaştırma efekti" gibi duruyor. Bu arada bu genç adamdan bahsetmek gerek. Bu genç adam zeki, çok olmasa da yakışıklı, duygusal ve duyarlı biri. Bir biçimde geçmişinde yaşadığı (yani evlilikten kısa bir süre önce biten) bir ilişkinden dolayı kalbi kırılmış. Bu ruhsal durum, onun yaptığı mesleği, daha ironik kılıyor. Yani kendisinin yaşamadığı bir mutluluğu yaşayan insanların görüntülerini kaydetmek zorunda. Eh, madem ortada elinde kamera olan genç bir adam var, neden bu genç adam aynı zamanda sinema ile uğraşmasın? (Belki de bazı genç sinemacılara amatör görüntü yönetmenliği yapmaktadır?) Bu bize, senaryomuzu sadece düğün salonları ile kısıtlamama şansı tanır. Şimdilik, genç adamın sinema sevgisini ön plana çıkartma niyetinde değilim, ama ileride ne olur bilmem. *** Evet, elimde şimdilik sadece bir karakter ve bir ön-durum var. Ön-durum'dan kastım, ileride ilginç olaylara gebe olabilecek bir ortam. Ama henüz bu olayların neler olabileceğine dair hiçbir fikrim yok. Elimdekilerden birşeyler çıkabilir gibi duruyor. Hikaye buradan nereye gidecek, inanın şimdilik hiçbir fikrim yok. Acele edip klişeler tuzağına düşmek istemiyorum. Bilinçaltıma vakit tanıyacağım, o da bana birşeyler verecektir diye düşünüyorum. *** Eh, en sonunda başladık. Hadi hayırlısı! *** Bu fikri bildiğim kadarıyla hiçbir yerden almamış durumdayım. Tamamen orijinal yani. Siteyi takip eden arkadaşlardan ricam, onların da kendi fikirlerini bulup, bana paralel bir tarzda bunlar geliştirmeye çalışmaları. Daha önce de belirttiğim gibi, benim burada yazacağım fikirler ile ilgili görüşlerinizi bildirebilirsiniz. Ama bu, onları kullanacağım anlamına gelmez. Bunu bilin, ona göre hareket edin, derim. *** 309

(Burada geliştirilen fikirleri çalmak gibi bir niyeti olanlardan naçizane ricam, bunu yapmamaları. Eğitim amaçlı olan bu proje, birileri tarafından bu şekilde sabote edilirse akim kalır. Siz de, diğerlerinden hiçbir farkı bulunmayan uyduruk bir senaryo yazacağım diye, insanların birşeyler öğrenme fırsatına engel olmuş olursunuz. Eğer yapımcı iseniz, projenin tamamlanmasını bekleyin, ortaya güzel birşey çıkarsa zaten uygun bir fiyatla size satılır, neticede senaryoyu yazıp da turşusunu kuracak değiliz.) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 01:07 7 YORUM ETİKETLER: SENARYO FİKRİ, VİDEOCU

06 ŞUBAT 2008 ÇARŞAMBA Asrın Sorusu: GEZGİN Kimdir? Siz de doğal olarak, "Eee, nerede bu senaryo yazma projesi" diyorsunuz. Ben de diyorum ki, "Bu projenin baştan savma olmasını istemiyorum. İşlemeye değer bir fikir bulmaya çalışıyorum. Bu da vakit alıyor. O yüzden biraz gecikme var." Ama demediğim şey, şu anda daha önceden başlamış iki projenin bilinçaltı enerjimi halihazırda emiyor olduğu. Bunlar belirli bir olgunluğa ulaştıklarında (ki eli kulağında), bilinçaltı, enerjisini bizim projeye yönlendirecektir. (Sıkıysa yapmasın. Dağıtırım valla...) *** O vakte kadar kendimden biraz bahsetmem gerekiyor... (Ad, adres, telefon verecek değilim herhalde! Ne tür filmlerden ve neden bunlardan hoşlandığımdan bahsedeceğim.) Yan taraftaki profilimde de görülebileceği gibi en temelde üç film türünü seviyorum: bilimkurgu, aksiyon, ve romantik komediler. Neden, bilmiyorum. Ama tahminde bulunabilirim: Bilimkurgu çocukluğumdan beri hoşuma gidegelmiştir. İçinde yaşadığımız gerçeklikten sıkılan her ademevladı gibi ben de ya geleceğe ya da geçmişe yönelecektim. Her ne kadar kaliteli tarihi filmleri de sevsem de (Spartaküs, Hamlet, Gladyatör, Son Samuray, Kurtlarla Dans, vb.), bu asla ve asla bilimkurguya olan tutkumla yarışamaz. Geleceğin nasıl olacağını hayal ve tahmin etmek, geçmişe hülyalı bir özlem (nostalji) duymaktan çok daha fazla heyecanlandırıyor beni. Neticede geçmiş, geçmiştir. Değiştirilemez. Ama gelecek, fırsatlarla ve olasılıklarla doludur. Herhalde bu yüzden geleceği daha çok seviyorum. (Bilimkurgu türü, asla ve asla çiçek-böcek-elf'lerle dolu fantastik filmlerle karıştırılmamalıdır. Fantastik filmler imkansız şeyleri anlatır, bilimkurgu filmler ise şimdi olmasa bile gelecekte olabilecek şeyleri anlatır.) Aksiyon filmlerine olan düşkünlüğümü ise, bu şehir hayatının bizi yaşamak zorunda bıraktığı bu sıkıcı ve boğucu hayata olan bilinçaltısal tepkimle açıklayabiliyorum. Bizi "şehir fareleri"ne dönüştüren bu rezil hayattan (dikkat: hayatın kendisi rezil değil, bu versiyonu berbat) iki saatliğine de olsa kaçış sağladıkları için, aksiyon filmlerinin hemen her türünü severim. Aksiyon filmlerindeki kaçma kovalamacayı, bireyin toplumla olan çatışmalı ilişkisine benzettiğimi daha önce söylemiştim. Eh, ben de bu kovalamacadan kendime düşen payı almış durumdayım. Bu nedenle aksiyon aşkım bitecek gibi değil. Romantik komediler ise bana, hayatı tekrar sevdiren filmler. Aslında içerik olarak bilimkurgu filmlerinden daha gerçekdışı olan bu filmleri izlemek bende acayip bir rahatlama yaratıyor. İnsana "saf aşkın" gerçekten de var olabileceği hissini veriyorlar, en azından iki saatliğine. Ben de bu uyuşturucu hissini seviyorum, ne yapayım :) *** "Ee, bize ne bundan?" diyebilirsiniz. Şundan size ne: İnsan ancak bildiği türden ("janr") ürün verebilir. Kurallarına, prensiplerine hakim olmadığınız türlerde iyi ürün (burada senaryo) veremezsiniz. Nokta. Bu yüzden sevdiğiniz bir (ya da birkaç) tür belirleyin ve o türü olabildiğince iyi öğrenmeye çalışın. Benim sevdiğim türler bunlar. Ve bu türlerdeki en önemli eserlerden en uyduruk olanlara kadar yüzlerce 310

film seyretmişimdir. Sadece seyretmekle kalmamış, bunların kuramını da yapmışımdır. Bilimkurgu geleneklerini, aksiyon klişelerini, ya da romantik komedi kurallarını bilirim. Demem o ki, bulacağım fikir bu türlerden birinden olacak. Aklıma bir "suç", bir "tarihi film" ya da bir "dram" konusu gelirse bile yazmam. En azından burada yazmam. İleride bu konuda kendimi daha geliştirebilirim diye sadece bir kenara not ederim. *** Lafın kısası şu: Hangi tür içinde yazacağınızı belirlemek aslında işinizi büyük ölçüde kolaylaştırır. Siz de kendi senaryonuzu yazmaya başladığınızda bu belirlemeyi yapıp o türe hakim olmaya çalışın. Zira, o türe, sizin sandığınızdan çok daha hakim bir seyircinin karşısına çıkacaksınız. Bunu unutmayın. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 18:10 3 YORUM

29 OCAK 2008 SALI TÜRBAN En Son Derdiniz Olsun! Bu kadar karanlık günler gördüğümü hatırlamıyorum. Karanlığın derinliği insanın ruhunu ürpertecek kadar büyük. Hele bir de "çoğunluğuz, haklıyız, istediğimizi yaparız" şeklinde ifade edilebilecek olan tavrın pervasızlığı, insanın cesaretini biraz daha kırıyor. Neden bahsettiğimi anladınız: Türbanın üniversitelerde serbest bırakılması. Burada insanın içini acıtan başka şeyler var, ve türbanın üniversitelerde serbest bırakılması, bence bunların en sonuncusu. Beni en çok nelerin sarstığını sırasız olarak yazayım, siz kendi sıralamanızı yapabilirsiniz: 1) CHP'nin kifayetsizliği. Yani nasıl oluyor da Cumhuriyet'i kuran parti bu kadar halktan ve gerçeklerden kopuk, bu kadar beceriksiz, akılsız, içe kapanık bir duruma gelip, düpedüz aptalca eylemlerde bulunabilir, insanın havsalası almıyor. Herşeye rağmen Deniz Baykal'ı başında tutan CHP yönetiminin kendilerini bu kadar sağlama alabilmiş olmaları, kesinlikle akademik inceleme gerektiren bir sosyo-politik fenomen. 2) Yüzde 47'lik körlük. Bu kadar geniş bir halk kitlesinin, azıcık istikrar ve rant uğruna, kendisine düpedüz zarar veren bir iktidarı yeniden görevlendirmesi de havsalamı aşan birşey. (Bunun nasıl başarıldığını eski bir yazımda anlatmıştım: "Şeriatçılar Neden Kazanacak"). Dış borcun intihar düzeyine ulaştığı , ekonomideki göreli istikrarın sadece ve sadece sıcak paranın varlığına bağlı olduğu bir ortamda, bu kadar çok sayıda insanın körü körüne kendi sömürücülerine, işkencecilerine, hatta gelecek katillerine oy vermesi insanın zihnini acıdan felç eden bir durum. 3) Medya'nın satılmışlığı. "Dördüncü Kuvvet Medya" felsefesinin bir hurafeden ibaret olduğunu kendi gözlerimizle görüyoruz. Neymiş, aslında üç kuvvet varmış: "Yasama, Yargı, ve Yürütme (+Medya)". Bu dönemde medyada görev yapanların, önümüzdeki yirmi sene içerisinde kanser ya da alkole bağlı rahatsızlıklardan (kendi ruhlarına ettikleri ihanetten dolayı) vefat edeceğini tahmin ediyorum. Ben İletişim Fakültesi Dekanı olsam, müfredatı değiştirir, "Basın Ahlakı" gibi gereksiz şeyleri kaldırır, "Hükümete Nasıl Yalakalık Yapılır" ya da "Kitle İletişim Araçları ile Şantaj" "Hükümetle Dans" "İhale Alma Sanatı" gibi dersler koydururdum. Çocuklar okuldan mezun olup biryerlerde çalışmaya başlayınca şok olmasınlar diye. 4) Türbanın yaygınlaştıran toplumsal mekanizmaların göz ardı edilmesi. CHP'nin ve bu konuda isyan edenlerin yaptığı en büyük hata bu. Türbanın bu kadar yaygınlaşmasını sağlayan toplumsal mekanizmalar sessiz ve derinden ama kesinlikle büyük bir güçle çalışırken, kimsenin gıkı çıkmıyor. Ne zaman ki Türban, sistemin temel kurallarından biri ile çatışmaya giriyor, insanlar o zaman ayağa kalkıyorlar. Oysa bu meselenin halledileceği yer, bu mekanizmalar: tarikatler, şeyhler, cemaatler, vb. Bu oluşumların son kuvvet çabalaması sonucunda yaygınlaşan türban artık üniversite kapısına geldiğinde, aslında çoktan geç kalınmıştır. Filmi başa sarmak ve mücadeleyi farklı bir zeminde, başkalarına karşı vermek gerekmektedir. 5) Para için ruhu satmak. Bu, 3. maddeyle ilişkili, ama bu kez ekonomik refahı için "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenleri kastediyorum. Hükümetin sağladığı göreli ekonomik istikrardan büyük rant elde edenler var. IMKB 500'e bakmanız kafi. Hükümetin, onların desteği ile orada olduğu da açık. IMKB 500'e giremeyip bakanlıklardan ve belediyelerden aldıkları ihalelerle en kısa sürede köşe olanlar, hatta sadece kendisi ya da evladı bir iş bulsun diye parti değiştirenler de bu gruba giriyor. Bundan 30 yıl sonra, 311

bu dönemle ilgili olarak yapılacak filmin adını da ben koyayım: "Bir Millet Karakterini Kaybediyor" ya da "Bedenime de Sahip Olabilirsin, Ruhuma da, Yeter ki Nakit Öde!" 6) Aydınlarımızın karanlığı. Kendi halkının gerçek sorunlarından ve durumundan bu kadar habersiz bir "aydın"lar topluluğu, acaba bu gezegen üzerinde görülmüş müdür? Kendi halkı üzerindeki etkisini tamamen yitirmiş, onun nazarında hiçbir güvenilirliği kalmamış bir gruba aydın demek, aslında "aydın" tanımıyla da bağdaşmayan birşey ya! Emin olun, 100 yıl sonra aydınların bu durumunu en iyi özetleyen tek bir isim olacak: Orhan Pamuk! 7) Gençlerin Ultra-Salaklığı. Gençler her zaman salaktır. Bu doğanın bir kuralıdır. Bu salaklıktan kurtulma sürecine biz olgunlaşma diyoruz. Yaklaşık 30 yaşlarında başlar ve devam eder. Ve aslında biraz sevimlilik de vardır bu salaklıkta. Yürümeyi yeni öğrenen bebeklerinki gibi hatalar vb. yaparlar, düşerler, filan. "Onlar genç, olur böyle şeyler" dedirtirler bize. Ama bu dönemdekiler, düpedüz ultrasalaklar: a) Ya bir iş bulabilmek için bütün ruhlarını satmış durumdalar, b) Ya bazı büyüklerin kendilerine biçtiği rolleri oynamakla birşey (birey!) olduklarını zannediyorlar (buna türban takan kız da dahil, sokak ortasında gazete satarak devrim yapacağını zanneden oğlan da), c) Ya da tamamen apolitik ve yabancılaşmış (ve çok miktarda yabancı hayranlığı içeren) bir konformizm içinde debeleniyorlar (bkz. ekşisözlük ahalisi, en azından çoğu). Bu gençleri (fiziken ve ruhen) üreten anne-babaları ve öğretmenleri (ve de eğitim sistemini) de unutmamak gerek! *** Anladınız mı neden türbanın en son derdiniz olması gerektiğini. Hastamız kanser, verem, iç kanamalı... ve siz tutmuş başağrısını asprinle kesmeye çalışıyorsunuz. Eh, kolay gelsin... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 19:02 SANARİST'in Eti ve Sütü Beni MSN'de yakalayan ya da mail adresimi (ki profilimde var) bilen arkadaşlar bana zaman zaman senaryo yazımı ile ilgili soru soruyorlar. Ben de elimden geldiğince onlara cevap vermeye çalışıyorum. Ama yeterince faydalı olabildiğimi sanmıyorum. Neden? Çünkü sorular yeterince iyi hazırlanmamış oluyor genelde. Soruyu soran kişi, konuyla ilgili kendi başına araştırma yapmamış ya da kafa patlatmamış oluyor. Bu da beni üzüyor. Ben senaryonuzu 7. basamaktan alıp 9. basamağa çıkarabilecekken, bana daha 1. basamakla ilgili sorular soruluyor. Bana herhangi bir soru sormadan önce SANARİST'in eski yazılarını mutlaka okumuş olmalısınız. Orada cevabını verdiğim şeylerle tekrar karşılaştığım zaman, genelde sohbeti ya da maili kısa kesip soruyu soran kişiyi oraya yönlendiriyorum. Bana senaryo yazımı ile ilgili soru sormadan önce, 1) SANARİST yazılarını - en az birkaç kez - baştan sona okumuş olmalısınız . 2) Kendi senaryonuzu yazmaya başlamış ve en azından üçte birine gelmiş olmalısınız. 3) Karşılaştığınız sorunla ilgili eni konu bir araştırma yapmış, kafa patlatmış, benzer filmlerde benzer sorunların nasıl çözüldüğüne bakmış olmalısınız. 4) Senaryo formatı ile ilgili konuları başka kaynaklardan öğrenmiş olmalısınız. Eğer bunları yaptıysanız, size çok daha fazla faydam dokunabilir. Özellikle de bağımsız sinemacılara... *** Bir hatırlatma: SANARİST'e girmenin en kestirme yolu http://sanarist.blogspot.com'dur. Bu adresten, hiç beklemeden girebilirsiniz. Sık kullanılanlara bunu eklemenizi tavsiye ederim. Bir hatırlatma daha: Eski SANARİST yazılarını [email protected]'dan toplu olarak isteyebilirsiniz. 312

GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 01:05 0 YORUM ETİKETLER: BAĞIMSIZ SİNEMA, SANARİST, SENARYO

25 OCAK 2008 CUMA YARATICILIK HAKKINDA Her sanat dalı gibi yazarlık da herşeyden öncelikle yaratıcılıktan beslenir. Sanatı sanat yapan şey onun yaratıcı bir uğraş olmasıdır. Daha önce yapılmış birşeyin tekrarı, yaratıcılık sayılmaz, bu yüzden de önemsenmez. Bir robota keman çaldırabilirsiniz, ama bu onun sanat icra ettiği anlamına gelmez. Benzer bir biçimde de bazı yazarlar, bazı müzisyenler, bazı ressamlar, vb. için çok iyi bir tekniğe sahip oldukları, ama yaratıcı yanlarının zayıf olduğu için eleştirilirler. Öyleyse yaratıcılık denen bu hadiseyi iyi anlamak, iyi çözümlemek, onu nasıl uyandırabileceğimizi, nasıl harekete geçirebileceğimizi, nasıl davet edebileceğimizi öğrenmek zorundayız. Bunun için de işe, yaratıcılıkla ilgili bazı temel bilgilerden başlayalım. 1) Yaratıcılık, herkeste var olan bir yetenektir! "Her çocuk yaratıcıdır" diyor Picasso, "önemli olan, büyürken yaratıcı kalmaktır". Aşağıdaki bir yazıda, insanların büyüdükçe, zihinlerinin bir bölümünde bir içsel eleştirmen oluşturduklarını ve bunun da yaratıcılıklarını gittikçe körelttiğini anlatmıştım. İnsanlar kendi bilinçaltlarından gelen yaratıcı impulsları (itkileri) dinlemeye dinlemeye, hatta açıkça eleştire eleştire bu yaratıcılık pınarını kuruturlar. Bir süre sonra da toplumun kendilerinden beklediği şeyler dışında hiçbir şey yapmayan robotlara dönüşürler. Hayatlarında hiçbir heyecan, hiçbir yenilik, hiçbir orijinallik kalmaz. (Bkz. "Amerikan Güzeli"). Sanatçı dediğimiz insanların diğerlerinden bir farkı varsa, o da, bu "ruhu/bilinçaltını kalıba sokma, sindirme, bastırma operasyonu"na karşı biraz daha direngen, biraz daha isyankâr olmalarıdır. Sıradan insanların boynunu büküp koyunlaşmayı kabullendiği yerde sanatçı acı çekme pahasına isyan eder, kendisine bunu yapmaya çalışanlarla çatışmaya girer, gerekirse mekan ve ortam değiştirir. Yani sanatçıların en büyük farkı yaratıcılıklarında değil, yaratıcı impulsları konusunda sindirilememelerindedir. 2) Yaratıcılık karman-çorman, darmadağınık, düzensiz, ve çizgisel (lineer) olmayan bir süreçtir! Eğer yaratıcı insanların (yaratıcılığının ölmesine ya da azalmasına izin vermeyenleri artık kısaca böyle adlandıracağım) bu yaratıcı eylemleri son derece düzgün, düzenli, sıralı, adım adım ilerleyen bir biçimde yaptığını zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Yine aşağıdaki bir yazıda, insanın bilinçaltının işleyiş biçimi hakkında birşeyler anlatmıştım. Bilinçaltı size yeni ve orijinal fikirleri sırasıyla vermez. Yani "Bak kızım, bu bir numaralı fikir, biraz sonra da iki numaralı fikri vericem, sonra da üç..." şeklinde çalışmaz. Aksine "Bak evladım, bu elli dört numaralı fikir... gerisi Allah kerim... Hadi bana eyvallah!" şeklinde çalışır. Hatta fikirleri bir numarayla da vermez. Bilincinize bir görüntü ya da bir sahne bırakır, ve siz bunun filminizin girişinde mi, finalinde mi, yoksa ikinci perdesinde mi olduğunu bir süre anlayamazsınız. Tabii bu durum geçicidir. Eğer sebat eder, bilinçaltınızın size verdiklerini yargılamadan kabul eder, yoğunlaşmayı (konsantrasyon) başarır, ve bilinçaltınızı tahrik edebilirseniz, puzzle'ın diğer parçaları da yavaş yavaş gelmeye başlar. Ama bunlar sizin istediğiniz sırayla gelmez yalnız, bundan emin olun. Lakin eninde sonunda anlamlı birşey ortaya çıkmaya başlar. Ve resmin bütünü belli oldukça, fikirler artık daha hızlı gelirler. Bu nedenle elinizin altında bol bol not kağıtlarının olması, yanınızda sürekli bir not defteri taşımanız, yatağınızın başucunda bir not defterinin ve kalemin (ve de elfenerinin) olması çok ama çok iyi bir fikirdir. Sakın "Şu işimi bitireyim, sonra bu fikri yazarım" demeyin. Birçok fikir ilk iki dakikadan sonra sobanın üzerine damlamış kolonya hızıyla uçar gider, siz de arkasından yasını tutarsınız. Madem bilinçaltı size birşey vermiş, üşenmeyin, kalkın, yazın. 3) Yaratıcılık ilhamla ilgili birşeydir - ama o kadar da değil.

313

İlham dediğimiz şey, artık bilinçaltımızın fikirlerle dolup taştığı, ve biz istemesek de bilincimize bir sürü orijinal fikri yağmur gibi yağdırdığı bir durumdur. Ama bu her zaman böyle olmaz. Eğer sadece ilham geldiğinde yazarsanız, aşırı sakin bir yazarlık hayatınız olacak demektir, zira ilham hiç güvenilmemesi gereken, ancak kafasına estiğinde gelen bir misafirdir. Uyuşturucu ve alkol vasıtasıyla elde edilen ilham ise zaman zaman işe yaramakla birlikte yaratıcı şahsı öldüren birşeydir, bu nedenle tavsiye olunmaz. Ama yaratıcılığınızı gıdıklamak ve harekete geçirmek mümkündür. Mesela her yazarın tercih ettiği bir çalışma mekânı vardır. Bazıları kendi odasının sessizliğinde yazmayı tercih ederken bazıları parklarda, diğerleri de kafelerde yazmayı tercih eder. Bu tamamen kişiliğinize bağlı birşeydir. Mesela ben masabaşı insanıyım. Ayrıca yazarken kullandığınız favori bir araç da olabilir. Kimi elle yazar, kimi bilgisayarda. Kimi kurşun kalemi sever, kimi tükenmezi ya da Pilot kalemi. Kimi tam bir sessizlik ister (bkz. "gezgin"), kimi de müzik dinlemeyi sever. Kimileri gündüz çalışır, kimileri gece. Bir çok durumda insan, durup dururken yaratıcı olamaz. Bu yaratıcılığı harekete geçirecek bir odak noktasına, bir uyarana ihtiyaç duyar. Yani sıfırdan yaratıcılığa yönelmek yerine, daha önceden belirlediğiniz bir konuda yaratıcı olmak daha kolaydır. Hikayenizin belirli bir yönüne odaklanmak, yaratıcı enerjilerinizin işini kolaylaştırır. "Bu hikayeyi nasıl daha iyi hale getirebilirim" gibi aşırı geniş bir odak yerine "Bu hikayenin girişini nasıl geliştirebilirim" şeklindeki daha spesifik bir odakla hareket etmek, işleri çok daha hızlandıracaktır. Yaratıcılığı harekete geçirmenin bir yolu da, bilinçaltınıza çeşitli veriler (ben bunlara "yem" diyorum) göndermektir. Dergi okuyun, gazete okuyun, kitap okuyun. Bakın bakalım bu verilerden hangisine tepki verecek bilinçaltınız. Hangi haber, hangi olay - siz kendinizi hiç zorlamadan - kendiliğinden dikkatinizi çekecek. Bu da çok iyi bir yöntemdir. Ama dikkatli bir biçimde kullanılmalıdır. Zira kendinizi "bilinçaltımı yemliyorum" diye saatler hatta günler boyunca tek bir kelime bile yazmazken bulabilirsiniz. Şahsi deneyimim TV ve internetin hemen hiçbir yaratıcı katkısının olmadığını yönünde. TV ve internette (örn. Ekşisözlük, itiraf.com, ya da youtube gibi konsantrasyon düşmanı sayfalardan) uzak durun. Daha geleneksel yöntemlerle bilinçaltınıza yem atın: yani dergiler, kitaplar, gazeteler, kendi alanında tecrübe sahibi insanlar. Okuduğunuz ya da duyduğunuz yirmi şeyden belki sadece biri gerçekten ilginizi çekecek, bilinçaltınıza "Bak bu ilginç, bundan birşeyler çıkar" dedirtecektir. Ama o bir şey, sizin senaryonuzun çıkış noktası, ya da üzerinde çalıştığınız sahnedeki sorunun çözümü olabilir. 4) Yaratıcılık ayrı, yargılama (değerlendirme) ayrı süreçlerdir. Bu iki işlem neredeyse birbirinin zıddıdır. Zira birinde olabildiğince çok şey üretme, diğerinde ise bu üretilenlerden hangisinin eldeki iş için faydalı olduğunu seçme ve diğerlerini de atma vardır. Daha açık bir biçimde söylersek ilkinde bilinçaltı ön plandadır, diğerinde ise bilinç. Eğer bu iki işlemi aynı anda ya da çok kısa sürelerle arka arkaya yapmaya kalkarsanız, ikisinden de verim alamazsınız. Bu aynı anda arabanın hem gaz pedalına hem de frenine basmaya benzer. Hiçbir sonuç elde edemezsiniz. Yapılması gereken, bu işlemleri doğal sıralarına koymaktır. Önce yaratıcı süreci yaşamalısınız. Sizi ilgilendiren konuda olabildiğince çok fikir üretmelisiniz. Bunlar başlangıçta aklınıza gelen her fikir olabilir, ama bir süre sonra sizi özellikle etkileyen, duygusal olarak size dokunan fikirler üretmeye başlayacaksınız. Ürettiğiniz fikirlerde kendi kişiliğinizin yansımalarını görebilirsiniz. Bu esnada başka dış kaynaklardan da yararlanabilirsiniz. Bir başka filmde ya da kitapta gördüğünüz fikri alıp, üzerinde oynayarak ona yeni bir soluk, taze bir bakış açısı verebilirsniz. Bunda da hiçbir sakınca yoktur. Düpedüz çalıntı yapmadığınız sürece, esinlenme, sanatın bütün dallarında görülen bir durumdur. Değerlendirme bundan sonra gelir. Daha önce de belirttiğim üzere yaratıcı süreçten hemen sonra değil de, bunu birkaç saat, hatta mümkünse birkaç gün sonra yapmak en iyisidir. Zira bu arada bilinçaltı boş durmaz, bilincinize vermiş olduğu fikirler arasında bir sıralama yapar: önem sıralaması, kalite sıralaması, vb. Bazı fikirleri atmak, bazılarını değiştirmek isteyebilirsiniz. Bazıları içinize sinecek, bazılarını ise şimdilik dosyalayıp rafa kaldırmanız gerekecektir. 5) Korkmayın, fikirler gelecektir. Çözümü bulacaksınız. Yazarların zaman zaman yaşadıkların en büyük korkulardan biri, "Ya orijinal, kaliteli, iyi bir fikir bulamazsam?"dır. Bu, yeni bir hikaye ile ilgili en temel fikir olabileceği gibi, ellerindeki hikayenin belirli bir yönü (örn. bir karakter, bir sahne, bir diyalog, bir olay örgüsü) ile de ilgili olabilir. Hatta bu korku, eğer bir teslim tarihi ("deadline") söz konusu ise, panik noktasına kadar ulaşabilir. 314

Oysa endişeye hiç mahal yok. O fikri bulacaksınız. Zira o fikir bir yerlerde var. Yani sorun varsa, çözümü de vardır. Sadece bu çözüm sizin istediğiniz, beklediğiniz, umduğunuz şey olmayabilir. Ya da istediğiniz zamanda zuhur etmeyebilir. Ama çözüm vardır. Bunun için zihninizi gerçekten de olmadık seçeneklere açık hâle getirmeniz gerekiyor. Yani yarı bilinçli bir şekilde, "çözümün belirli kıstaslara uyması gerektiğini" düşünüyorsanız, "çözümün neye benzemesi gerektiği ile ilgili" belli belirsiz beklentileriniz varsa, bilinçaltınıza uyguladığınız ("empoze ettiğiniz") bu beklentiler, çözümün (çözümlerin) gelmesinin önündeki en büyük engel olabilir. Daha önce de belirttiğim gibi, bilinçaltı ile pazarlık olmaz. O ne verirse onu alacaksınız. Aldıklarınız üzerinde daha sonra oynayabilir, bunları değiştirebilirsiniz. Ama aklınıza hangi fikrin geleceğini siz belirleyemezsiniz. Rahat olun. Alıcı bir halde olun. Oyunbaz olun. Eğlenin. Gevşeyin. Denemekten ve tekrar denemekten (bakın, bilerek "yanılmak" demiyorum, zira yaratıcılıkta yanılmak diye birşey yoktur, sadece o meseleye uygun olmayan çözümler vardır) çekinmeyin. Ve yeteneğinize olan güveni asla kaybetmeyin. Yaratıcılık, insan zihninin sonuna kadar özgür olduğu, bilinçaltının rahat rahat kendini ifade edebildiği, duyguların coştuğu, son derece eğlenceli ve zevkli bir süreçtir. Eğer zevk almıyorsanız, sıkılıyorsanız, bunalıyorsanız, hatta acı içinde kıvranıyorsanız, birşeyleri yanlış yapıyorsunuz demektir. Bu yazıdaki maddeleri tekrar tekrar okuyun, nerede hata yapıyor olabileceğinize bir bakın. Sonra da bunları düzeltmeye çalışın. *** İnsan, hayatının her aşamasında aynı derecede yaratıcı değildir. Genç insanların yaratıcılığı, biraz daha olgun insanlara göre nispeten daha azdır. Zira faydalanacakları kaynaklar sayısal olarak diğerleri kadar fazla değildir. Ama zaman, bu açığı eninde sonunda size kapattıracaktır. Bu yüzden endişelenmeyin. Kendinize, gerçekleştiremeyeceğiniz yükseklikte hedefler dekoymayın. Sahip olduklarınız, doğru bir yaklaşımla ele alınırlarsa, son derece orijinal şeylere kaynaklık edebilir. Çünkü yeryüzünde sizin gibi ikinci bir insan yok. Olayları sizin gibi yaşayan ve yorumlayan ikinci bir insan evladı bulunmuyor, bulunmadı, bulunmayacak. Bu da sizin yeni fikirler üretmenizi, en azından eskilerine yeni bir bakış açısı getirmenizi garantileyen birşey. Kendinize güvenin. *** Artık senaryomuzu yazmaya başlayabiliriz... Bu noktaya gelmek biraz vakit aldı ama, olsun... Gerekliydi bu yazılar... Göreceksiniz... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 14:51 3 YORUM ETİKETLER: BİLİNÇALTI, YARATICILIK

23 OCAK 2008 ÇARŞAMBA SEBAT Kişiliğinizin, geliştirdiğiniz takdirde hayatınızda başarıyı garantileyecek tek bir özelliğini seçecek olsaydınız, size "sebat"ı listenizin en başına yerleştirmenizi tavsiye ederdim. Napoleon Hill şöyle der: "Sebat sözcüğünün kahramanlıkla ilgili bir çağrışımı olmayabilir. Ama bu özelliğinizin karakteriniz için taşıdığı anlam, karbonun çelik için taşıdığı anlamla aynıdır." Nasıl karbon çeliği sertleştirirse, sebat da kişiliğinizi güçlendirerek, siz hayallerinizin peşinden giderken karşınıza çıkan her türlü engeli parçalayıp geçmenizi sağlar. Bütün profesyonel hayatım boyunca insanlarla çalıştım, ve şunu gözlemledim: Çok az insan hayattan ne istediğine GERÇEKTEN karar verir, ve bundan da az sayıda insan kendilerini bu şeyi gerçekleştirmeye ADAR. Bu konu neden bu kadar önemli? Çünkü netlik ve kendini adama olmadan, sebat da olamaz.

315

Sebat niteliğini kişiliğinizde geliştirmek için, birşeyi o kadar çok istemelisiniz ki, o şey ruhunuzda yanan bir tutkuya dönüşmelidir! O zaman sebat da otomatik bir hal alır ve sizi artık kimse durduramaz. Sebattan yoksunluğun genelde irade zayıflığından kaynaklandığı zannedilir. Bu kesinlikle doğru değildir. Bir insanın son derece gelişkin bir irade gücü olabilir, ama yine de hedeflerini başarmak için gereken sebattan yoksun olabilir. Sebat özelliği olmayan kişiler genelde, tutkularını aydınlatacak, onlara yol gösterecek bir amacı olmayan kişilerdir. Sebat özelliğinizi geliştirmenizin nispeten basit dört adımı vardır: 1) Net bir biçimde tanımlanmış bir hedef belirleyin. Bu hedef sizin gerçekten de arzuladığınız birşey olmalıdır. Duygusal bir ateş ve tutku olmadan, zihninizin, sizi gerçekten başarıya götürecek olan bölümüne, yani bilinçaltınıza ulaşamazsınız. 2) Bir eylem planı oluşturun ve bunu derhal yürürlüğe koyun. Bu planın, sizi hedefinize götürecek yolculuğun sadece ilk aşamasını kapsamasında hiçbir mazhur yoktur. Siz planınızı uyguladıkça, sizi hedefinize daha da yaklaştıracak olan diğer adımları keşfedeceksiniz. 3) Arkadaşlardan, akrabalardan, ya da komşulardan gelecek olan olumsuz geri bildirimleri reddetme konusunda kesin olarak kararlı olun. Hedefinizin ulaşılamayacak olduğunu iddia eden hiçbir şeye kulak asmayın. 4) Sizi cesaretlendirecek, size destek ve yardımcı olacak bir ya da birkaç kişiden oluşan bir beyin takımı oluşturun. Napoleon Hill'in de belirttiği üzere: Birçok vakada, son derece başarılı olan erkek ve kadınları diğerlerinden ayıran TEK nitelik, sebattır. Şimdi, şu an, sizin güçlü noktanızdır. Hayatınızda ne yapmayı hayâl ediyorsanız, bugün başlayın, ve vazgeçmeyi reddedin. İçinizde büyüklük var. Onun dışarı çıkmasına izin verin, ve sebat gösterin. (Yazar: Dr. Jill Ammon-Wexler, Beyin/Zihin araştırmacısı) *** "Profesyonel, vazgeçmemiş olan bir amatördür" Richard Bach (A professional is an amateur who did not quit.) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 11:18 1 YORUM ETİKETLER: BAŞARI, KENDİNİ ADAMA, SEBAT

17 OCAK 2008 PERŞEMBE "ÖNEM VERDİĞİNİZ ŞEYİ YAPIN" Her insanın yaşamındaki deneyimler, o insanın ruhunda başkalarınınkine benzemeyen izler bırakır. Siz bu izlerin farkında olsanız da olmasanız da bu izler hayatınızı nasıl yaşayacağınızı, bu hayattaki arayışınızı, ve bir sanat dalı vasıtasıyla neleri kesin bir dille söyleyeceğinizi belirler. Bu gerçeği görmezden gelebilir ya da herhangi bir özel iz taşıdığınızı inkâr edebilirsiniz, ama bu tavrınız, bu izlerin sizin üzerinizdeki etkisini ortadan kaldırmaz. Ya da hayatınızda tekrar tekrar ortaya çıkan bir örüntünün ("pattern", model) olduğunu kabul edebilirsiniz. Bu meydana geldiğinde (yani hayatınızda tekrarlanan temayı fark ettiğinizde) - bu tek başınıza da olabilir, bir arkadaş ya da psikoterapist vasıtasıyla da olabilir - bizi bunca yıldır belirli şeyleri yapmaya sevk etmiş olan şeyi keşfetmekten kaynaklanan bir coşku ve rahatlama duygusu hissederiz. Heraklit, "İnsanın karakteri, onun kaderidir" demiştir. Küçük bir toplulukta yaşıyorsanız, diğerlerinin, taşıdıkları izlere göre hareket ettiğini zaman içinde görebilirsiniz. Ama insanın bu durumu (yani taşıdığımız izlere göre hareket ettiğimizi) görmesi zordur. Ben de 30'larıma gelene kadar bu durumu kendimde göremedim. Bir çalışma programının bir parçası olarak, yapmış olduğum bütün belgeselleri seyretmem ve kendim hakkında bir değerlendirme yazmam 316

gerekiyordu. Yaptığım belgesellerin hepsi farklı konularda olmasına karşın, hepsinde var olan ve benim o güne kadar gözümden kaçmış ortak bir temalarının olduğunu fark edince dehşete düştüm. Bu tema "Birçok insan kendisini hapsedilmiş hisseder, ama yaratıcı olanlar uyum sağlamayı, isyan etmeyi ve kaçmayı başarabilir" idi. Nasıl olmuştu da 20'den fazla film yapmış ve bu tek sabit temayı fark etmemiştim? Bu temanın nedenlerini yavaş yavaş fark etmeye başladım. Ben 2. Dünya Savaşından sonra İngiltere'nin kırsal kesimine yerleştirilmiş bir ailede yetişmiştim. Biz orta sınıf aileydik ve kırsal kesimde yaşayan yoksul ailelerden kopuk yaşıyorduk. Bir yabancı olan babam, uzun yıllar ticari gemilerde çalıştığı için hiç evde olmazdı. Annem ise komşuları ile hiçbir ortak nokta bulamıyordu. Ben de mahalli okula gidiyordum ve konuşma biçimimle dalga geçen çocuklar ile uğraşmak zorunda kalıyordum. Benimle alay ediyor, eşyalarıma imreniyorlardı; bazen de saldırıya uğruyordum. Mahalli halktan daha "üstün" olduğumuzu düşünüyordum. Zaman içinde bazı çıkarsamalar yapmıştım: çoğunluğu oluşturan insanlardan farklıydım ve onlar tarafından kabul edilmeyen biriydim, ve bu durumla tek başına başaçıkmam gerekiyordu çünkü yetişkinler çok meşguldü. Zor durumlardan, insanları güldürerek kurtulabildiğimi, ve evin dışında tamamen farklı bir insana dönüşmenin en iyisi olduğunu fark etmiştim. Daha sonra İngiltere'nin kırsal kesiminin çektiği acıları ve nasıl sömürüldüklerini tarih kitaplarında okuduğum zaman, benim temsil ettiklerime olan düşmanlıklarını anlayabilmiştim. Korkum ortadan kaybolmuştu, onunla birlikte kökleri derinlere uzanan bir sınıf üstünlüğü duygusu da yok olmuştu. Kraliyet Hava Kuvvetlerindeki askerlik arkadaşlarım ile olan ilişkilerim ise - ki okuldaki durumum rahatlıkla burada da tekrar edebilirdi - son derece farklı ve tatmin ediciydi. Filmlerindeki ortak tema, sosyal bariyerin her iki tarafında da yaşamış olmaktan ve benimkine benzer güçlükler yaşayan insanlar ile duygudaşlık (empati) kurmamdan kaynaklanıyordu: beyazların mahallesinde yaşayan bir zenci, musevi olmayanlar arasında yaşayan bir musevi, yetişkinler arasında yaşayan bir çocuk. Bu unsurların izini taşıyan herhangi bir hikaye beni heyecanlandırıyor, nabzımı hızlandırıyordu. Ama uzun yıllar (ve yirmi küsür film) boyunca, "hayatın birbirini takip eden hapsolunma hallerinden oluştuğu, ve ancak azimli bir azınlığın bunlardan kaçma olasılığının bulunduğu" düşüncesini taşıdığımı fark etmemiştim. Belki bu iz benim ailemden geliyordu, zira her kuşak başka bir ülkeye taşınmıştı. Kendi geçmiş deneyimlerinizi çok iyi anlamanın size yardım mı edeceğini, yoksa yıkıcı bir etkisinin mi olacağını, ve bunu yaparken bir psikoloğa gitmenin işe yarayıp yaramayacağını merak ediyor olabilirsiniz. Bu konuda her insan için verilecek cevap farklı olacaktır, ama psikoterapi uzun ve zorlu bir iştir, ve bu yöntemi başvuranlar genelde sadece mutsuzluklarından kurtulmayı amaçlamaktadır. Sanatla uğraşmak ise farklı birşeydir, çünkü burada, düzen yaratma ve anlamlar oluşturma ve ileri sürme merakı ve güdüsü vardır. Sizi buna en iyi hazırlayan şeyi yapmalısınız. (Kaynak: "Directing: Film Techniques and Aesthetics" , s: 26-27, Michael Rabiger) GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 18:00 1 YORUM

16 OCAK 2008 ÇARŞAMBA Fikir Bulma Zanaatı III - "MÜKEMMELLİYETÇİLİK VE İÇİMİZDEKİ ELEŞTİRMEN" Aşağıda, bu konuyla ilgili yazacağımı duyurduğum yazının ilk müsveddesi yer alıyor. Bu yazıyı daha sonra düzeltmeyi umuyorum. Bu ilk hali. Ama daha fazla bekletmek istemedim. Zira derdini yeterince anlatabilen bir yazı oldu. Lakin hemen çıktısını almayın, çünkü ileride biraz değişecek. *** Günlük hayattaki davranışlarımızda, sözlerimizde, yaptığımız işlerde iyi, çok iyi, hatta mümkünse mükemmel olmaya çalışırız. Bu nitelikleri taşıyan işlerin bizi başarılı ve mutlu edeceğine inanırız. Bu niteliği taşıyan işlerin bize çevremizden getireceği olumlu geribildirimler de bu çabamızın ardında yatan bir diğer nedendir. Aksi durumlarda, yani davranışlarımızın, sözlerimizin, işlerimizin yeterince iyi olmaması durumunda ise toplumsal geribildirim genelde olumsuz olur. Amirlerimiz, ebeveynlerimiz, arkadaşlarımız ya da sevgililerimiz bizi yanlışlarımızdan dolayı kınarlar. Hatta onlardan önce biz, bu tür hatalar yaptığımız için kendimizi düpedüz azarlarız. "Nasıl böyle bir aptallık yaptım?!" "Ne kadar da beceriksizin tekiyim!" "Benden adam olmaz!" İçimizde sanki bir eleştiren, bir de eleştirilen vardır. Bu içsel eleştiri mekanizması, gün boyu peşimizi bırakmaz. Sabah uyandığımız andan gece başımızı yastığı koyduğumuz âna kadar sürekli olarak bu içsel eleştirmenin yorumlarına maruz kalırız. Etrafımızda başkaları olmadığında bile kendi kendimizi değerlendirmeye devam ederiz. Sanki sürekli bir performans 317

testi halindeyizdir. Tek başımıza yemek yerken çatalı yere düşürsek bile, "Off, ne kadar sakarım!" düşüncesi beynimizden şimşek hızıyla geçer. Bazen bu öyle hızlı olur ki, farkına bile varamayız eleştirinin. Sadece içimizden bir sıkıntı/bunalma duygusu uyanır ve sonra da geçer. Eğer özelde yazarlık, genelde sanatçılık gibi yaratıcı bir işle uğraşıyorsanız, bu içimizdeki eleştirmen ile sık sık karşılaşmış olmalısınız. Zira işiniz gereği sürekli olarak yeni, orijinal, ve iyi buluşlar yapmak zorundasınızdır. Bu ise içimizdeki eleştirmenin fazla mesai yapması için mükemmel bir fırsattır. Bulduğunuz her fikir, her sahne, her kompozisyon, her melodi bu içimizdeki eleştirmenin olumsuz yorumlarına maruz kalır: "Yeterince iyi değil" "Sen kendine sanatçı mı diyorsun?" "Yeteneksiz bir yazar olduğunu herkes anlayacak" "Kendini küçük düşüreceksin... yine!" "Bence sen bu işi bırak ve bir markette tezgahtarlığa başla." Sıradan insanlarda ortalama bir düzeyde işleyen bu içsel eleştirmen, sanatçılarda birkaç kat daha gelişmiştir. Zira bir ev kadının yaptığı yemeğin yenilebilir düzeyde güzel olması kâfidir, ama bir sanatçı için sıradanlık, ortalama olmak, "kâfi olmak" en büyük kusurdur. Sanatçı "iyi" değil, "çok iyi" veya "mükemmel" olmalıdır. Daha aşağısı kurtarmaz. Bu yüzden de onların içindeki içsel eleştirmenin değerlendirme kıstası da "mükemmel"dir. Bunun altındaki nitelikte herşey içsel eleştirmen tarafından acımasızca eleştirilir. (Bu eleştirilerin ne kadar acı verdiğini anlatmama gerek var mı? Var ise, bu yazının muhatabı siz olmayabilirsiniz.) Bazı insanlar, kendilerindeki bu "mükemmelliyetçi" tavrı bir "üstünlük göstergesi" olarak sunarlar: "Ben, eserlerimde mükemmelden aşağısını kabul etmem." "Mükemmel" kavramı ile birlikte gelen olumlu anlamlara kanan diğer insanlar da bu tavrın çok doğru, hatta en doğru birşey olduğunu zannederler: "Tabi canım, sanatta mükemmelden aşağısı olur mu?" *** Oysa mükemmellik bir yanılsamadır. Gerçek hayatta ulaşılması imkansız olan bir çıta, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir kıstastır. Ve insanları, davranışları, ya da üretimleri bu kıstasa göre değerlendirmek, istisnasız olarak o insanlara, davranışlara, ya da üretimlere haksızlık etmek demektir. *** Sanatçıların, özellikle de yazarların bu içsel eleştirmenden çekmedikleri kalmaz. Bu içsel eleştirmenin "mükemmelliyet" kıstaslarına uyan fikirler bulamadıkları için haftalarca ya da aylarca ellerine kalem almazlar, alma cesaretini gösterip birşeyler yazdıklarında ise mükemmel olması için o kadar çok ve sık değişiklik yaparlar ki ortaya ilk yaratımın coşkusundan eser taşımayan, ucubik şeyler çıkar. (Genç yazarların, değerlendirme için bir başkasına verdikleri eserleri hakkında geribildirim almaya gittiklerinde ilk söylediği şey şu olur: "Durun siz söylemeyin: Berbat olmuş değil mi?" İçsel eleştirmen iş başında!) Mükemmelliyet kıstasını kullanan içsel eleştirmen en büyük darbeyi, sanatçının yaratıcılığına vurur. Sanatçının yaşam kaynağı olan bu melekesi, eleştirmenin acımasız darbelerinden sonra önce tırsar, sonra küçülür, en sonunda da kurur kalır. Artık ancak alkol ve benzeri uyarıcılar sayesinde, o da zaman zaman açığa çıkmaya başlar. *** Yaratıcılık, insanın bilinçaltından bilinçüstüne döşenmiş bir duygu ve düşünce kanalı gibidir - bir su kanalı düşünün, ama içinden fikirler, kavramlar, duygular akıyor. Bu kanaldan neyin, ne zaman ve ne kadar akacağına bilinçaltı karar verir. Bizim buluş, keşif, yaratım, ilham dediğimiz şeyler, bilinçaltımızın bize (bilincimize) bu "yaratıcılık kanalı" ile verdiği şeylerdir. İnsanın bilinçaltının ilginç bir özelliği vardır. Onu kontrol edemezsiniz ama geçici bir süre için bastırabilir, baskılayabilir, susturabilirsiniz. Ama sadece geçici bir süre için. Bilinçaltı kendisine yapılan ve kendisine atılan hiçbir şeyi unutmaz. Hepsini alır, değerlendirir, ve uygun bir zamanda size aynen geri iade eder genelde de birkaç misli büyütülmüş ve büyük ölçüde çarpıtılmış olarak. Ama bu, bilinçaltının kötü, korkunç bir canavar olduğu anlamına gelmez. Aslında biz bilinçaltımızız. Yani bütün duygularımızın ve düşüncelerimizin kökeni blinçaltımızdadır. Eğer bu kökler olmasaydı, bunların hiçbiri olamazdı. Bu yüzden bilinçaltını olumsuz birşey gibi görmemek, öyle düşünmemek gerekiyor. Peki neden bilinçaltı diye birşey var. Bunun nedeni basit. Eğer biz, bir insan olarak, ilk doğduğumuz andaki gibi sınırsız ve sorumsuz isteklerimizle yaşamaya devam etseydik, bizim bir tür olarak hayatta kalmamızı sağlayan medeniyeti kuramazdık. Kurtlar, çakallar, baykuşlar gibi olurduk. Medeniyetin 318

kurulması ve yaşatılması, her yeni doğan insanın, bazı isteklerini bastırması, bilinçaltına itmesiyle mümkündür. Bu bilinçaltına itme sürecine, sosyalleşme denir. Birey önce anne babasıyla, sonra arkadaşları ve toplumun geri kalanıyla sosyalleştikçe kendi isteklerini bilinçaltına itmeyi, toplumun normlarına uymayı öğrenir. "Kötü, ayıp, yanlış" gibi kavramlar, bireylerin bu normları öğrenmesinde kullandığı ya da kullanılan kavramlardır. İşte birey olarak bu normları öğrenirken, etrafımızda anne babalarımızın ya da bizden sorumlu otoritelerin olmadığı dönemlerde dahi davranışlarımıza şekil vermek, iyi, doğru, güzel davranmak amacıyla bu otoriteleri "içselleştiririz" ("introjection"), ruhumuzun bir parçası haline getiririz. Ruhumzda, sanki kendimizden, bizden bağımsız bir yargıç, bir eleştirmen oluşturuz, "Şunu doğru yaptın, bunu yanlış yaptın" diyen. İşte bu, bizim içsel eleştirmen dediğim şeydir. Ve bu eleştirmenin bulunması son derece normal, hatta gerekli birşeydir. Gereksiz olan şey, bu eleştirmenin fazla mesai yapması, özellikle de bizi, yani sanatçı hassasiyetine sahip kişileri (evet, öyle bir grup vardır her toplumda), yaratıcılıktan alıkoyacak kadar acımasız bir biçimde yargılaması, eleştirmesidir. Zira yaratıcılığın kaynağı olan bilinçaltı, bu içsel eleştirmenin eleştirilerine maruz kalınca, artık eskisi kadar çok şey ve sık göndermemeye başlar. İnsanların "yaratıcılığımı kaybettiğim" dediği şeylerin başında bu gelir (diğer nedenlere sonra değineceğiz). Gençliğinde ya da amatörlüğünde son derece yaratıcı olan insanların, yaş ilerledikçe ya da o sanatın profesyonel çevrelerine girince yaratıcı coşkusunu kaybetmesinin temel nedeni de budur. Bu içsel eleştirmen, eskisinin birkaç katı büyüklüğe ve şiddete ulaşır. Yaratıcılığın kaynağı olan bilinçaltı da artık birşey yollamayı keser. (Peki bu durumda sanatçılar, bu içsel eleştirmeni susturup bilinçaltlarına tekrar ulaşmak için ne yaparlar dersiniz: ALKOL ile bilinçlerini bulandırırlar, bu esnada içsel eleştirmen faal olamadığı için akıllarına gelenleri yazarlar ya da çizerler. Sonunda da genç yaşta karaciğer yetmezliğinden terk-i diyar ederler!) *** Bir önceki yazıda beyin fırtınasını ele almamın nedeni, oradaki "Hiçbir fikrin aptalca ya da komik bulunmaması" uygulamasının yaratıcılık üzerindeki olumlu etkisini göstermekti. Siz de bu fikri düşününce dahi bir ferahlama hissetmiyor musunuz, içinizde ılık ve rahatlatıcı bir lodos esmiyor mu? "Her türlü fikri üretebilirim ve beni kimse eleştiremez - sen bile, ey gıcık iç eleştirmen!" İşte bu konuşan, bu rahatlayan, bu lodosu estiren şey bilinçaltınızdan başkası değildir. *** Yaratıcılık, çok özel bir süreçtir. Bilincin nispeten sakin olduğu, içsel eleştirmenin ise tamamen sustuğu bir ortam ister. (Bu susturma işinin alkolle yapılmasına SON DERECE KARŞI olduğumu söylememe gerek var mı?) Bilinçaltı size önce saçma sapan şeyler gönderir. Bunlar sanki, içsel eleştirmenin ortalıkta olup olmadığını sınamak için bilince atılan yemlerdir. Eğer içsel eleştirmen ortalıkta ise ve aklınıza gelen ilk fikrin üzerine atlayıp "HAH! Bu NEKKADDARDA saçma bir fikir! Aptalsın sen oğlum/kızım!" diyorsa, bilinçaltı kendi cevherlerini yollamayı keser. Zira ne yollarsa yollasın, içsel eleştirmenin kurbanı olacağını bilir. Eğer içsel eleştirmen ortalıkta yoksa, bilinçaltı kendi buluşlarını, kendi sentezlerini önce yavaş, sonra giderek artan bir hızla bilince akıtmaya başlar. (İçsel eleştirmenin tamamen devre dışı olduğu iki durum, bir Türk atasözünde çok güzel bir biçimde anlatılmıştır, bilirsiniz: Türkün aklı ya kaçarken, ya ... ! Gerisini anladınız. Bu saptamanın doğruluğu karşısında hayrete düşmemek elde değil. Ama insanların bu saptamayı Türkleri -kendilerini- aşağılamak için kullanmaları ise, başka bir yazının konusu olan başka bir hayretin vesilesi). İçsel eleştirmenin tamamen devre dışı olduğu durumların başında uyku gelir. Bu nedenle birçok akıllı yazar, yataklarının hemen yanıbaşında bir kağıt ve kalem bulundururlar. İçsel eleştirmen iş göremez hale geldiğinde, bilinçaltıda yaratıcılık kanalının vanalarını açar ve buluşlarını yollamaya başlar. Benzer bir durum, gündelik hayatın hayhuyu içinde de geçerlidir. Kendi yaratıcılık alanımızın dışındaki bir işle uğraşırken, içsel eleştirmenimiz iş başında olmadığı için (en azından, o yaratıcılık alanıyla ilgili olarak bizi eleştirmediğinden), aklımıza aniden bir fikir gelebilir. Bir çok yaratıcılık sorunumuzu çok alakasız yerde (diş fırçalarken, durakta otobüs beklerken, ya da bambaşka bir işin ortasında) çözmemizin nedeni, içsel eleştirmenimizin yaratıcı bilinçaltımız üzerindeki baskısını hafifletmiş olmasıdır. Eğer bilinçaltınızı ürkütüp kaçırmamak istiyorsanız, onun size verdiği herşeyi ama HERŞEYİ yargılamadan kabul etmeniz gerekiyor. Bu yüzden aklınıza gelen her türlü fikri hemen -HEMEN- bir kenara not etmeli, yine yargılamadan bir deftere yazmalısınız. Eğer yargılarsanız, bilinçaltı suyu keser, ona göre. Size gelen herşeyi hemen kullanmak zorunda değilsiniz, hatta bunlardan bir bölümü tamamen saçma gibi görünebilir en başta. Ama birçok yazar, bu saçma görünen ilk fikirlerin daha sonra nasıl harika eserlere dönüştüğünü bildiğinden, kendilerine lütfedilen bu nimeti geri çevirmez, bir kenara not eder, dosyalar, ve zaman zaman da onlara geri döner, acaba bunun geri kalanını algılayabilecek hale geldim mi diye. 319

Yaratıcı insanların yapması gereken şey, bilinçaltının kendilerine verdiği şeyler arasında, uyumlu bir birliktelik oluşturanları bir araya getirmek, diğerlerini de dışarıda bırakmaktır - "atmak" değil, "dışarıda bırakmak". Bir yazar, ne yazacağına karar veremez, neyi eserinin içine koyabileceğine karar verebilir ancak. Tabii bu bahsettiğim, akılla, bilinçle yazılan, ve istisnasız kupkuru olan, ruha dokunmayan, içimzde birşeyler oluşturmayan eserlerle ilgili değil. Bu tür eserler veren insanlar ve bunları bir halt zannedip yüceltenler de var ne yazık ki. Ama içindeki sanatçıyla barışık olanların bu tür eserleri anlaması ve değerlendirmesi 1-2 saniyeyi aşmayan birşeydir. (Bir karşılaştırma için Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Huzur"u ile Orhan Pamuk'un herhangi birşeyini arka arkaya okuyun). Şu da önemli: Yazmak için oturduğunuzda, değerlendirme işlemini sonraya bırakın. Hem yaratma, hem değerlendirme aynı anda olmaz. Değerlendirme varsa yaratma yoktur. Kural bu. Ve bunun pazarlığı da yok. Yani bilinçaltınızı bunun aksine ikna edemezsiniz. Önce yazın, yaratın... üzerinden birkaç saat, mümkünse en azından bir uzun uyku geçsin, sonra değerlendirme yapın. Ve dediğim gibi bu değerlendirmeyi de "Allahım ne kadar aptalca şeyler yazmışım" şeklinde değil de, basit bir eleme olarak yapın. Zira bilinçaltı bu "aptalca" değerlendirmelerini duyar (ne de olsa sizin ruhunuzu bir parçası, hatta büyük parçası) ve bir sonraki yaratım süreciniz biraz daha sancılı olur. Bir süre sonra, eğer bu söylediğim yöntemi uygularsanız, yaratım sürecinin daha sancısız olduğunu görürsünüz. Fikirler artık daha kolay gelmeye başlar. Hatta önceki fikir tıkanıklığınız hatırlayıp, bu kadar çok şey yaratmanıza şaşabilir ve bunların kalitesiz olduğunu bile düşünebilirsiniz. Oysa durum bu değildir, sadece içsel eleştirmeni susturdunuz ve bilinçaltınız size hediyelerini göndermeye razı olmuştur, o kadar. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 16:18 0 YORUM

15 OCAK 2008 SALI Bilgi Özgürleştirir... Genç sinemacıların genelde tembel olduklarını gözlemliyorum. Yani kendine "yönetmen" diyen genç, ışığı, sesi, kurguyu, oyunculuğu umursamıyor. Bir bölümü ise "Ben senaristim, ne işim olur NLE ile?" modunda. Herkes (burada gençlerden bahsediyorum tabii ki) bir uzmanlık köşesine çekilip diğerlerinin kendi işini yapmasını bekliyor. Eh, bu durum da onları, ancak çok yüksek paralarla kiralanabilen başka ekiplere muhtaç hale getiriyor: ışıkçılar, görüntü ekibi, ses ekibi, prodüksiyon ekibi... Neticede bu arkadaşlar oyunun en tepesinden işe başlayabilecekken kendilerini piramidin en alt katmanından yukarıya doğru tırmanmaya çalışırken buluyorlar. Oysa bilgi insanı özgürleştirir. Ne kadar çok şey bilirseniz, o kadar az insana ihtiyaç duyarsınız. Eğer ışığı bilirseniz, bir ışık ekibine ihtiyaç duymazsınız, ya da bir ekip yerine becerikli tek bir adamla ışık olayını bitirirsiniz. Sesi bilirseniz, filmlerin en önemli unsurlarından biri olan (ama en çok ihmal edilen) ses olayını çok ucuza çok profesyonel bir biçimde halledebilirsiniz. Eğer oyunculuktan anlarsanız, size verilen kötü oyunculuklara razı olmak zorunda kalmazsınız. Kameradan anlarsanız, elinizdeki kameranın imkanlarını sonuna kadar kullanabilirsiniz, "Bu kameradan böyle iş çıkar mı yahu" dedirtecek kadar. Bağımsız / Gerilla sinemacının en büyük avantajı, en etkili silahı bilgidir. Bilgi, onlara daha çekim başlamadan önce yüzbinlerce dolar kazandırır, gereksiz derecede büyük bir çekim ekibini engelleyerek. Eğer biraz daha fazla bilgi edinirlerse (örn. güzel senaryo yazmak), bu para gerçekten ceplerine de girebilir. *** Benim naçizane tavsiyem, bu cehalet bataklığından, yine bilgi yoluyla kurtulmanız! Bizi bu bataklığa mahkum eden kim? En başta, hangi kitabın Türkçe'ye çevrileceğine karar veren Yayınevleri... Eğer yayınevlerinin bu tahakkümünden kurtulmak istiyorsanız, geçen yüzyılın ve bu yüzyılın bilgi üretme ve paylaşma dili olan İngilizce'yi iyi öğrenin. İki senenizi harcarsınız, ama dünya dolusu bilgiye ulaşım ("access") sağlarsınız. Ama, bundan da önce öğrenmeniz gereken birşey var: Öğrenmeyi öğrenmek... Yani beyninizin, bir bilgi ya da yeteneği, kendine nasıl mâl ettiğini öğrenmek. Öğrenmenin de bilgisi var yani. Ama bu, ilk, ortaokul, lise, ve üniversite hayatınız boyunca karşınıza çıkmayan, çok özel - ama gizli olmayan - bir bilgi bu. 320

Yani önce öğrenmeyi öğreneceksiniz. Sonra İngilizce. Sonra da dijital sinema... Ya da istediğiniz herhangi birşey. Her ne kadar çok uzun bir süreç gibi görünse de aslında değil. İlk adımı attığınız, yani öğrenmeyi öğrendiğiniz zaman, bu iş büyük ölçüde hallolmuş demektir. Eh, hadi bu konuda da bir kitap tavsiye edeyim: Acar Baltaş ve Zuhal Baltaş'ın "Öğrenmede ve Sınavlarda ÜSTÜN BAŞARI" kitabı, bu alanda bir klasiktir. Sınav teknikleri bölümünü atlayın ve beyin ile ilgili bölümlere odaklanın, yeter. Benzer kitaplar da işe yarar. Ama bunların daha çok işinin ehli olanlar tarafından yazılanlarını tercih edin. Bilimsel temeli sağlam olmayan, neredeyse sadece gaz vermeye yönelik bazı kitaplar var, onlarla pek vakit harcamayın. Önce bu öğrenme konusunu halledin, gerisi çok kolay gelecektir... GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 19:20

11 OCAK 2008 CUMA Fikir Bulma Zanaatı II BEYİN FIRTINASI NASIL YAPILIR Beyin Fırtınasının temelinde, bir sorun ile ilgili en doğru çözümün ille de görünürdeki en mantıklı çözüm olmayabileceği ve bu çözüme de geleneksel yöntemlerle varılmayabileceği varsayımı yatar. Herkesin saatlerce mantıklı mantıklı konuştuğu toplantılarda hiçbir işe yarar çözümün ortaya çıkmaması sonucunda bu yöntemin geliştirilmiş olması pek muhtemeldir. Peki bir beyin fırtınası toplantısında neler olur? En az iki, en fazla bir oda dolusu insan bir masa etrafında toplanırlar. Katılımcılar için rahat bir ortam yaratılır. Toplantının amacı, belirli bir sorun için çözüm üretmektir. Bir beyin fırtınası toplantısında, üst düzey yöneticilerin olamaması tercih nedenidir. Zira bu kişilerin varlığı, diğer katılımcıları olumsuz yönde etkileyebilir ve kendilerini açıkça ifade etmekten kaçınmalarına, içlerine kapanmalarına, yeni ve orijinal fikir üretememelerine neden olabilir. Bir beyin fırtınası toplantısında önce sorun net bir biçimde ifade edilir. Sonra da katılımcılardan, bu sorunun çözümünü sağlayabilecek her türlü fikri üretmeleri, bunu yaparken de kendilerini mantık ve olabilirlik parametreleri ile kısıtlamamaları istenir. Katılımcıların söyleyeceği hiçbir fikir "kötü, yanlış, ya da saçma" olarak nitelenmez. En acayibinden en olanaksızına kadar her türlü fikri üretmeye teşvik edilirler. Burada toplantıyı yöneten kişinin ve katılımcıların tavrı çok önemlidir. Hiçkimse, söylenen saçma fikirleri aşağılayıcı ya da küçümseyici bir tavır takınmaz. Hatta yönetici önce kendisi saçma bazı fikirler üreterek katılımcıların rahatlamasına vesile olur - eğer katılımcılar ilk kez böyle bir toplantıya katılıyorsa. Zira en ufak bir tersleme bile katılımcıların kapanıp yaratıcı fikir üretiminden vazgeçmesine neden olur. Bu aşamada amaç, olabildiğince çok sayıda fikir üretmektir. Niteliklerine, uygulanabilirliklerine, maliyetlerine, vb. bakılmadan fikirler üretilir. Yani burada önemli olan sayısal çokluktur. Bu fikirler bir tahtaya yazılır ya da bir deftere kaydedilir. Bu arada bu fikirler arasında etkileşim de olabilir. Birinin söylediği ilginç ama saçma bir düşünce, başkasının zihninde farklı bir açılıma neden olabilir ve bu ikinci kişi, ilkinin fikrini alıp başka bir boyuta taşıyabilir. Bu, beyin fırtınasında olabilecek, hatta olması beklenen ve istenen bir durumdur. Belirli bir noktadan sonra serbest fikir üretimine son verilir. Fikirler organize edilir. Bariz bir biçimde saçma olanlar ya da uygulanması imkansız olanlar ayıklanır. Sonra geri kalan fikirler üzerinde tartışmaya geçilir. Bazı fikirlerde değişiklik yapılır, bazı farklı fikirler birleştirilir. Ve en sonunda nihai bir fikir listesi oluşturulur. Toplantının yöneticisi katılımlara teşekkür eder ve toplantıyı bitirir. Bu bir karar alma toplantısı olmadığı için üretilen fikirler daha sonra ilgili ve yetkili kişiler tarafından tekrar ele alınır. ***

321

Beyin fırtınası yöntemi yeni değildir. Ta 1930'larda ortaya çıkmıştır. Dünyanın her yerinde, özellikle de şirketlerde kullanılan bir yöntemdir. Ama senaryo yazarlarının kullanmaması için de hiçbir neden yoktur. Bu yöntemin senaryo yazarları açısından önemi büyüktür. Zira senaryo yazmak, sürekli olarak sorunlara çözüm bulmaktan ibaret bir süreçtir. Buradaki en büyük sorun da "yaratıcılık"tır. Yani senaryo yazarı sürekli olarak ilginç karakterler, ilginç olaylar, ilginç durumlar, ilginç diyaloglar yaratmak zorundadır. Bu başlangıçta büyük bir sorun teşkil etmez. Zira senarist(ler), kafalarında belirli karakterler ve olaylar olduğu halde yazmaya otururlar. Ama bir süre sonra bunlar tükenir, yazar(lar)ın yaratıcılığı sanki bitmiş gibidir. İşte böyle bir durumda, (ve aslında da en başta, yani senaryonun çatısı kurulurken bile) beyin fırtınası uygulanabilir. Yazar(lar), senaryonun getirdiği kısıtlamaları bir kenara bırakıp beyin fırtınası uyguladıkları zaman, daha önce çıkışsız gibi görünen durumlar için çözüm üretilebilir. *** Burada anlattığım beyin fırtınası, şirketlerde kullanılan yöntem olduğu için birden fazla kişinin katılımını gerektiriyor. Senaryo yazım grupları da bu yöntemi kullanabilirler. Ama eğer tek başına yazıyorsanız, bu beyin fırtınası yapamayacağınız anlamına gelmez. Siz de kendi başınıza bir beyin fırtınası seansı başarılı bir biçimde uygulayabilirsiniz: 1) Kendinize rahat, ses ve benzeri dikkat dağıtıcılardan uzak bir ortam yaratın. Masa başına geçin. Çay kahve serbest. Ama televizyon, radyo, internet, telefon yok. 2) Önünüze bol miktarda boş kağıt alın. Bunlar rahat rahat harcayabileceğiniz türde ve miktada kağıtlar olsun. Acımayın yani. 3) Yapmak istediğiniz şeyi, çözmek istediğiniz sorunu bir kağıda açık bir biçimde yazın: "Yeni bir film/dizi projesi için fikir" ya da "X karakterinin başına filmin 2. perdesinde gelebilecek olaylar" gibi. 4) Konuyla ilgili olarak aklınıza gelen her türlü fikri yazmaya başlayın. Bu aşamada hiçbir ama HİÇBİR fikri "saçma, anlamsız, komik, uygulanamaz" deyip daha zihninizdeyken engellemeyin. Eğer engellerseniz, bilinçaltınız size başka fikir göndermeyi keser. Eğer engellemezseniz, bir süre sonra çok ilginç ve işe yarar fikirler bulmaya başladığınızı göreceksiniz. 5) Sayfalar sayfalar sayfalar dolusu yazın. (Yazarken de kendinizi kasmayın. Ödev hazırlamıyorsunuz!). 6) Artık makul bir süre sonra (kahve ya da siz bittiğinizde ya da yeni bir fikir bulamadığınızda) beyin fırtınası seansına son verin. Ama hemen bulduklarınızı değerlendirmeye geçmeyin. Bir iki saatlik bir ara iyi olur. 7) Arada da dinlenin. 8) Tekrar masa başına geçin ve fikirleri incelemeye başlayın. Burada da asla ve asla kendinize karşı aşağılayıcı, küçümseyici bir tavır takınmayın. Bulmuş olduğunuz fikirleri, kategorize etmeye çalışın. Daha da önemlisi, fikirler arasında işe yarar olanları, içinde bir "cevher", bir "elektrik", bir "enerji" barındıranları, yani potansiyeli ("gizilgücü") olanları ayırın, ayrı bir kağıda yazın. 9) Bu fikirler arasında bazı sentezler yapabilirsiniz. Yani farklı birkaç fikri birleştirip ortaya yeni bir fikir çıkartabilirsiniz. 10) Hemen oturup bu fikirleri hayata geçirmeye, geliştirmeye başlamayın. Beyin fırtınası rahat bir ortamda ve şekilde yapılmasına karşın yorucu bir süreçtir. Biraz (belki bir gün kadar) ara verin. Böylece o fikirlere karşı yeni bir perspektif edinebilirsiniz. 11) Sonra da bu fikirlerin size en uygun olanını seçip onları geliştirmeye ve yazmaya başlayabilirsiniz. *** (Gelecek Yazı: "Mükemmelliyetçilik ve İçimizdeki Eleştirmen") GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 15:54

06 OCAK 2008 PAZAR Fikir Bulma Zanaatı I DUYGUSAL İÇERİK Her senaryonun temelinde bir fikir vardır. Bu fikrin sahip olması gereken özelliklerden biri çatışmadır. Herhangi bir çatışma vaadetmeyen fikirlere dayalı filmlere insanlar gitmek istemezler. Çünkü çatışmasız hikayeler ilginç değildir. 322

Ama çatışma bir film fikrinin sahip olması gereken tek özellik değildir. Özdeşleşebileceğimiz ilginç karakterler, bu karakterlerin uğrunda çabaladığı ilginç bir amaç (ve bu amacı gerçekleştiremedikleri takdirde kaybedecekleri şeyler: "stakes") da bir filmi ilginç ve gitmeye değer şeylerden biridir. Peki ama bütün bunları içinde barındıran bir fikri nasıl bulacağız? Bu tür fikirler bulmak sadece yetenek meselesi midir, yoksa bizim yapabileceğimiz birşeyler de var mı bu fikirlere ulaşabilmek, onları yakalamak için? *** Öncelikle şunu söylemem gerekiyor. Tek başına iyi bir fikir iyi bir senaryo için yeterli değildir. Zaman zaman (hatta sık sık) iyi bir fikrin kötü bir senaristin elinde nasıl boşa harcandığını görebilirsiniz. Bu biraz da senaristin yazarlık tecrübesi, yaratıcılığı, ve teknik bilgisiyle ilgilidir. Ama bu durumun bir başka nedeni de o fikrin, o yazar için yeterince anlam, duygusal önem taşımamasıdır. Yani yazar, o fikrin içini belili bir duygusal içerikle dolduramamıştır. Hatta o fikri umursamamış bile olabilir. Evet, iyi hikayelere neden olan fikirler, yazarları için bir anlam ifade ederler, hem de derin bir anlam. Yani o fikre kaynaklık eden duygu, yazarın kafasından ve gönlünden bir türlü söküp atamadığı bir histir. Ne kadar zaman geçerse geçsin yazarın içinde canlı bir biçimde yaşar. Sizi terk eden bir sevgili gibi, size yapılan bir haksızlık gibi, kaderin acımasız bir biçimde elinizden aldığı bir yakınınız gibi şeylerin yarattığı duygulardır bunlar. Ama fikirlerin tek kaynağı bu tür duygusal travmalar olmak zorunda değildir. İnsan türünün bir üyesi olarak size dokunan, sizi derinden etkileyen idealler de vardır mutlaka. Kimileri için bu adalettir, kimileri için gerçektir, kimi için sevgidir. Herkesin ruhunda böyle, dokunulduğu zaman anında tepki veren, yara gibi, hakkında sabahlara kadar bıkmadan usanmadan konuşabileceğiniz, uğruna kavgaya girebileceğiniz hassas noktalar vardır. İşte iyi fikirler, yazarların ruhundaki bu travma kökenli duygulardan ya da hassas noktalardan doğar. *** Peki ruhunuzdaki bu yaraları ya da hassas noktaları nasıl bulacak ve onları ifade eden hikayeleri nasıl keşfedeceğiz? Bunu yapabilmek için öncelikle kendinizi tanımanız gerekiyor. Ruhunuzdaki bu hassas noktaları keşfetmeli, üzeri kabuk bağlamış ama bir türlü iyileşmemiş bu yaraları tekrar deşmelisiniz. Kendinize şu soruları sorun: hayattaki hangi kavram ya da his için gecenizi gündüzünüze katabilir, ya da bir kavgaya balıklama atlayabilirsiniz? Hangi kavram uğruna işinizi bir saniye dahi düşünmeden bırakabilirsiniz? Hangi duygu için elinizdeki bütün malı mülkü gözünüzü kırpmadan verebilirsiniz? (Bu ne yazık ki biraz da yaşla ve yaşam tecrübesiyle bağlantılı birşeydir. Genç insanlar, henüz yaşam tarafından yeterince sınanmadıkları için, bu gibi konularda pek net olmazlar, olamazlar. Ama korkmayın, zamanla geçen bir durum bu: Sonuçta hepiniz bunları anlayacak kadar yaşlanacaksınız. Ama bu her yaşlı insanın da bu konularda bilgili olduğu anlamına da gelmez. Yani "kendini bulmak, kendini bilmek" yaşla bağlantılı birşeydir, ama yaş bu konuyla ilgili tek koşul değildir.) Ya da geçmişte ruhunuzda açılan hangi yaraları, cesaretiniz ya da gücünüz olmadığı için örtbas ettiniz? Hangi dostun ihaneti, hangi sevgilinin aldatışı, hangi karşılık bulamamış aşk, ya da ruhunuzda derin bir iz bırakan travma (bir kaza, doğal afet, bir aile üyesinin kaybedilmesi, kaçırılan bir fırsat), o dönemde kendisiyle uğraşacak halde olmadığınız (ya da düpedüz korktuğunuz) için bilinçaltınıza itildi - ve sadece zaman zaman, benzer bir durumu anlatan bir filmle ya da kitapla karşılaştığınızda, gözlerinizi yaşartacak kadar eşelenip, sonra tekrar bilinçaltının loş koridorlarına sürgün gönderildi? *** Aslında bu iki şey, idealler ve geçmiş acı dolu deneyimler, "karakter" dediğimiz şeyin de özünü oluştururlar. Bir başka şekilde ifade etmek istersek, sadece kendi karakterinize uygun fikirler bulmalısınız. ***

323

İnanmadığınız, sizin için duygusal bir karşılığı olmayan fikirler ile hiç uğraşmayın. Para için bile. Zira bu tür senaryolar için bulacağınız her diyalog, her olay, her karakter yapay, duygusal enerjiden, elektrikten yoksun, donuk, yüzeysel, ve aslında seyirci için de bir zaman kaybı olacaktır. "Benim bu hikayeyi anlatmam gerekiyordu" demediğiniz her hikaye, ilgili herkes için bir zaman ve enerji israfıdır. *** İçinizdeki bu hassas noktaları bulmak için zaman zaman iç dünyanıza dönmeniz gerekiyor. Yani gönlünüzün loş, hatta karanlık labirentlerinde yolculuklara çıkmanız, orada bulacaklarınızı gün ışığına çıkarma cesaretini göstermeniz gerekiyor. Kendi kusurlarınızla, gönlünüze açılan yaralarla, geçmişte size yapılan ve unutmak için çok çaba harcadığınız haksızlıklarla tekrar yüzleşmeniz, onları kucaklamanız, ve bir anlamda terapi niyetine onları önce bir fikre, sonra da bir senaryoya döndürmeniz gerekiyor. Bu tür içsel yolculuklar için kendi kendinizle zaman geçirmeye alışmalısınız. Dış dünyanın yapay uyaranlarından ("televizyon, müzik, internet, gazete-dergi, gereksiz arkadaş sohbetleri") uzak zaman dilimleri yaratmalı ve samimi bir biçimde kendi içinize yönelmelisiniz. Ve orada göreceğiniz şeyden korkmamalısınız. Zira içeride sizden başkası yok. Belki çok sevmediğiniz bir versiyonunuz ile karşılaşacaksınız. Ya da kapatılmamış hesaplar bulabilirsiniz orada. Tatsız çocukluk anıları, sizinki gibi hassas bir ruha yapılmaması gereken yüzlerce kırıcı davranışın izleri, kendinize bile itiraf edemediğiniz korkaklıklarınız, ya da hem başkalarına hem de kendinize söylediğiniz yalanlar, yalanlar, yalanlar ... İçerisi de ne kadar kalabalıkmış değil mi? *** İşte bunları hepsi, bir fikre kaynaklık edebilir. Ya da önce ilginç bir fikir bulup daha sonra bu duygulardan birini bu fikrin temeline oturtabilir, bu duyguyu o fikre yedirebilirsiniz. Ama ne olur sizin için duygusal bir değeri, ağırlığı, önemi olmayan fikirler ile vakit kaybetmeyin, kendinizi de, biz seyircileri de boşa yormayın. *** (Gelecek yazı: "Beyin Fırtınası Nasıl Yapılır?") GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 04:01 0 YORUM

02 OCAK 2008 ÇARŞAMBA EVLENİLECEK KIZLAR, SENARYO OLACAK FİKİRLER Ayrımı duymuşsunuzdur: Eğlenilecek kızlar vardır, evlenilecek kızlar vardır. Aynı şeyi erkekler için de söylemek mümkün: Eğlenilecek erkekler ve evlenilecek erkekler vardır. Burada bu ayrımın altında yatan nedenleri ayrıntılı olarak ele alacak değilim. Ama herhalde şuna kimse itiraz etmez: evlenilecek kişiyi belirlerken, onun uzun süreli bir ilişki kurma ve devam ettirme yeteneklerine bakılır esas olarak. Yani kısa vadeli, gönül eğlendirme tarzı bir ilişkide aranan özellikler başkadır, evlilik için aranan özellikle başkadır. Aynı şey, senaryo olacak fikirler için de geçerlidir. Kısa film olabilecek fikirler farklıdır, bir kısa hikaye olabilecek fikirler farklıdır, televizyon dizisi olabilecek fikirler farklıdır, sinema filmi olabilecek fikirler farklıdır. Bu ayrımı yapamıyorsanız, kendinizi aniden yanlış bir fikir üzerine kurulmuş uzun vadeli bir ilişki içinde bulabilirsiniz! Haftalar, aylar, hatta belki yıllar boyunca, film olamayacak, olmaması gereken bir fikir üzerinde çalışabilirsiniz. Bunu fark ettiğinizde vakit çok geç olabilir. Bu ayrımı yapabilmek bizimki gibi senede ortalama 30 film çekilen bir sektörde çok büyük önem taşır. Az miktardaki kaynakların doğru tahsisi, sinemamız için ölüm kalım meselesi niteliğinde bir tercihtir. Hollywood gibi kendi çarkını döndürebilen dev sektörler, bu alanda yapılabilecek hataları belirli bir yere kadar tolere edebilir, zira bir stüdyonun başarılı bir filmi, başarısız on filminin zararını karşılayıp kar bile bırakabilir. Ama Türk sinemasında yanlış bir fikre yatırım yapmak, o yapımcının ihya olması ile imha olması arasındaki seçime denktir. Bu nedenle hangi fikre yatırım yapacağınızı çok iyi seçmeniz gerekir. 324

SENARYO OLMAYA DEĞER BİR FİKRİN ÖZELLİKLERİ 1) Senaryo haline getirilecek fikrin, öncelikle çok sağlam bir çatışma içermesi gerekir. Bu o kadar güçlü bir çatışma olmalıdır ki, fikir bir iki cümleyle ifade edildiğinde bile çatışmanın büyüklüğü, seyircide ilgi uyandırmalıdır. Ne demek istediğimi anlatmak için bazı örnekler vereyim: Matrix: Makinalar (Bilgisayarlar) varlıklarını sürdürebilmek için gerekli olan enerjiyi elde etmek amacıyla insanları köleleştirmiş ve onları sanal bir dünyaya hapsetmiştir. İnsanlar, bu sanal dünya hapishanesinden kurtulmak için Neo adlı bir bilgisayar korsanı önderliğinde savaşırlar. Sadece yukarıdaki iki cümle bile, makinalarla insanlar arasında muazzam bir çatışmanın olacağına işaret etmektedir. Filmi izleyenler, filmin hemen sahnesinin buram buram bu çatışmayla dolu olduğunu da hatırlayacaklardır. (Bu arada, Matrix, "Zorunlu Müfredat"ın bir parçası. Yani elinizin altında mutlaka bir DVD'sinin olması gerekiyor. Zira bu filme sık sık atıfta bulunacağız.) Aşık Shakespeare: İlhamını kaybetmiş ve beş parasız olan William Shakespeare, kısa bir süre sonra evlenecek Lady De Lesseps'e aşık olur ve Romeo ve Juliet'i yazmaya başlar. Lady de Lesseps de, o dönemde kadınların sahneye çıkması yasak olduğu halde, erkek kılığına girerek bu oyunda oynamaya başlar. Bu fikrin de içinde bir çok çatışma barındırdığını söylemeye gerek yok. Shakespeare ilhamını kaybetmiştir (iç çatışma) ve parasızdır (dış çatışma). Evlenecek olan bir kadına aşık olur ve onunla ilişkiye girer (dış çatışma). Lady De Lesseps de, kadınların sahneye çıkması yasak olduğu halde oyuncu olmakta ısrar etmekte ve kılık değiştirip sahneye çıkmaktadır (dış çatışma). Titanic: Farklı ekonomik sınıflara ait nişanlı bir genç kadın ile bekâr bir genç adam, bir gemi yolculuğu sırasında tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Ne yazık ki bulundukları gemi, birkaç gün sonra feci bir şekilde batacağını bildiğimiz Titanic'tir. Burada da çok çeşitli ve güçlü çatışmalar var: Üst sınıftan bir kız ile alt sınıftan bir erkek birbirlerine aşık oluyorlar. Ayrıca kız, zengin bir adamla da evlenmek üzere. Bu iki durum da ortalama bir filmi götürmeye yetecek kadar çatışma (kişisel çatışma) barındırıyor. Ama bu kişileri, bir de tarihin en büyük deniz kazalarından birini yaşayacak olan Titanic'e koyduğunuz zaman, yaşanacak çatışmalar tam anlamıyla tavan yapıyor (dış çatışma). Aşık gençler hem kızın ailesi ve nişanlısıyla, hem de batmakta olan gemi ve içindekilerle, sonra da buz gibi denizle mücadele etmek zorunda kalıyorlar (kişisel ve dış çatışma). Gemi batarken yolcuların birbirleriyle ve fiziksel ortamla (gemi, soğuk hava, soğuk deniz) verdikleri mücadele de filmdeki çatışmaları çeşitlendiriyor. Netice: Tarihin en yüksek hasılatlı filmi! Amerikan Güzeli: Lester Burnham (Kevin Spacey), kendi ruhuna ihanet ettiği için, zevkten, heyecandan, coşkudan uzak, donuk bir hayat yaşamaktadır. Kızının arkadaşına duyduğu ilgi ile tekrar hissetmeye başladığı heyecan, komşusunun oğlundan edindiği uyuşturucu ile birleşince, karısının muhalefetine karşın içinden geldiği gibi davranmaya başlar. İşinden ayrılır, arabasını satar ve yeni bir spor araba alır, spora başlar. Benzer içsel değişimler karısının, kızının, ve komşularının çocuğunda da meydana gelir. Bu film bol miktarda içsel ve kişisel çatışma içeriyor. Karakterlerin hepsi, filmin başındaki donuk hayatlarını terk edip (nispeten) daha coşkulu, daha anlamlı hayatlar sürmeye başlıyorlar. Ama bu gelişim içsel ve kişisel çatışmalarla meydana geliyor: Lester, karısı ve patronuyla çatışıyor. Karısı Lester ile çatışıyor. Kızı, hem annesi, hem babası, hem de yüzeysel arkadaşı ile çatışıyor. Komşunun çocuğu, babasıyla çatışıyor. Komşu, kendisiyle çatışıyor (adam, eşcinsel eğilimleri ile yüzleşmek zorunda kalıyor). Filmde değişim geçirmeyen tek karakter, Lester'ın komşusunun ruhsal açıdan iyice dengesini kaybetmiş karısı. *** Bu konu sandığınızdan çok daha önemli ve ne yazık ki genç yazarların en büyük hatalarından biri, hikayenin merkezine yeterince güçlü bir çatışma yerleştirmemeleri. Bu yüzden konu iyice netleşene kadar bu yazıya başka örnekler ekleyeceğim. Arada bir uğramanızda fayda var. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 14:39

28 ARALIK 2007 CUMA

325

BU BÖYLE OLMAYACAK Bazı şeyleri kuramsal olarak ne kadar anlatsam da olmuyor. Başka filmlerdeki hataları göstermek de yeterince faydalı değil. Zira bu tür eleştiriler ile, neyin yanlış olduğunu gösterebiliyorsunuz, ama neyin doğru olduğunu gösterme şansınız olmuyor. Bir yerde kuralların gerçek hayatta nasıl kullanıldığını, kuramın nasıl uygulandığını bire bir göstermek gerekiyor. Yani? Yanisi şu: burada bir senaryo yazacağız arkadaşlar. Daha doğrusu ben yazacağım, siz de neyin nasıl yapıldığını izleyecek, sonra da kendi senaryolarınızda uygulayacaksınız. Ne yazık ki bu, demokratik bir süreç olmayacak. Yani sizden gelen eleştirileri okuyacağım (belki), ama onları değerlendirmeye almayabilirim (büyük bir ihtimalle). Nacizane tavsiyem, bu senaryo yazılırken, siz de kendi hikayelerinizi ya da senaryolarınızı gözden geçirin. Nerelerde ne gibi hatalar yaptığınızı, ya da neleri daha iyi hâle getirebileceğinizi bulmaya çalışın. Sürecin sonunda ortaya bir senaryo çıkacak. Eh, onu ben yazdığıma göre, mülkiyeti de bana ait demektir. Sizce bu senaryo birileri tarafından çalınır mı dersiniz? Kesinlikle! :) Olsun. Sizin için, Türk sineması için bir fikrim, bir senaryom feda olsun! Eğer bir senaryo çaldırmak, daha sonra onlarca kötü Türk filminin yazılmasına engel olacaksa, helâl-i hoş olsun. Hadi bakalım. Yola koyulalım. *** İlk adım, senaryo olmaya, bir film olarak çekilmeye değecek bir fikir bulmak. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 22:55 3 YORUM

22 ARALIK 2007 CUMARTESİ KABADAYI Dikkat: Kabadayı filmini henüz izlemeyenlerin bu yazıyı okuması tavsiye olunmaz. *** Yavuz Turgul'un yazdığı Kabadayı'yı uzun süredir bekliyordum. Nedenini tahmin edebilirsiniz: Türk Sinemasının en sevdiğim filimlerinin başında gelen "Eşkiya"nın yaratıcısından, bir kez daha kaliteli birşeyler görmeyi çok istiyordum. Gerçi "Gönül Yarası" ile kötü bir performans sergilemişti, ama o filmin senaryosunu iki ayda yazdığını söylemişti. Belki bunda farklı olurdu. "Ama bu Ömer Vargı'nın filmi" diyebilirsiniz. Demeyiniz. Ortada senarist denen birşey var. Hem de orijinal bir senaryo yazmış bir senarist. Ben zaten bu yaklaşımı hiç anlamam: "Yönetmen bu filmiyle şunu demiş, şöyle düşündüğünü göstermiş" derler. Filmin künyesine bakıyorsunuz, senarist(ler) başkası. Hani filmi yazan ve yöneten aynı kişi olsa anlayacağım, Woody Allen öyledir mesela, James Cameron da, Zeki Demirkubuz da. Ama Spielberg öyle değildir. David Fincher da, Kubrick de. Bu yüzden bir filmden bahsederken "Spielberg ve X (senarist) böyle demişler" demek bana daha doğru geliyor. *** Filmle ilgili eleştirilerimi üç gruba ayırıyorum: Hikâye, karakterler, ve diyalog. Kabadayı, bence bu üç kategoride de sınıfta kalan bir film. HİKÂYE

326

* Filmin eli yüzü düzgün bir hikayesi yok. Aslında var gibi duruyor, ama bu sadece bir görünüm. Filmi izlerken, size sürekli olarak "Şimdi ne olacak?" sorusunu sordurtan sağlam bir hikaye mevcut değil. Sadece arada sırada patlak veren küçük ve orta boylu krizler var, bunlar da birbirlerine çok sıkı bir neden sonuç ilişkisiyle bağlı değiller. Onların, çok yaratıcı olmayan çözümleri var. * Biz yine de bize verilenle yetinelim. Filmin konusu, aşağı yukarı şöyle: Ali Osman adlı eski bir kabadayı, yıllar sonra eski aşkı ile karşılaşır, kadından, bir oğlunun olduğunu öğrenir, oğlunu yeni bitme kabadayılardan birinden korumaya çalışır, en sonunda da eski ve yeni kabadayılar kapışır, ve eski kabadayı kazanır. Hikaye ana hatlarıyla bu. Şimdi, bu haliyle baktığınız zaman filmin eksenindeki çatışmanın iki kabadayı arasında gerçekleştiğini düşünürsünüz değil mi? Film boyunca bu ikisi arasındaki çatışma, şiddeti artarak aralıklarla devam edecek, ve büyük bir final ile son bulacak. Çok beklersiniz. Filmin neredeyse birinci saati boyunca bu iki kabadayı doğru dürüst karşı karşıya bile gelmiyorlar. Geldiklerinde de önemli birşey olmuyor. Dikkate değer tek karşılaşma, sadece finalde meydana geliyor. Peki bu finale kadar, Ali Osman (Şener Şen'in canlandırdığı esas kabadayı) ve oğlu, ve de oğlunun sevgili ne yapıyor dersiniz? Devran adlı diğer kötü kabadayıdan kaçıyorlar. Evet, yanlış okumadınız. Kaçıyorlar! E, o zaman çatışma nasıl meydana gelecek, diye sorabilirsiniz? Hikaye nasıl oluşacak ve ilerleyecek? Çatışmasız hikaye olur mu? Olmaz. Çatışma olmayınca hikaye de olmaz. Bu yüzden de filmin hikayesi çok ama çok zayıf. Diyebilirsiniz ki, "Bu bir kaçma-kovalamaca hikayesi". Orada bile, o tür filmlerde bile, kaçan ile kovalayan zaman zaman karşı karşıya gelir. Zira kaçanın hep kaçma başarısını gösterdiği filmlerde bir çatışma, bunun sonucunda da eğlenceli şeyler olmaz. ("Terminator 2"yi ya da "Cazcı Kardeşler"i hatırlayın). Ama işte Kabadayı'da böyle bir durum var. Taraflar gerçek anlamda hiç çatışmıyorlar - final hariç. İzleyici de kös kös bekleyecek. (10 dk. arada, "Herhalde asıl hikaye ikinci yarıda başlayacak" diyen birçok insan duydum. Yahu, ikinci yarıda başlayan hikayeden hayır mı gelir? Öyleyse niye birinci yarının parasını verdik?). * Filmin girişinde, serim bölümünde senarist bize Ali Osman'ı (Şener Şen) sevdirmeye çalışıyor. Bunu da onu, insanlara iyilik yaparken göstererek yapıyor: Ali Osman açlara çorba dağıtıyor, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözüyor, ihtiyacı olanlara para veriyor. Ben bunları arka arkaya seyrederken artık bir tanesinde "Eehh!" dedim yüksek sesle, "İnsaf!" İnsanın bu kadar mı gözüne sokulur bir şey. Senarist, bütün bu sözde özdeşleştirme yöntemlerinin hepsini aynı sekansa koymuş. Sonuçta da "Kör kör parmağım gözüne" durumu yaratmış. Turgul'un burada yaptığı hata, filmin her ne kadar serim bölümünde olsak da, bu serimin "sıkıcı olmamak" kuralının dışında kalmadığını unutması. Yani serim bile ilginç, dikkat çekici olmalıdır. Ama Turgul, "iyi insan" klişesinin bütün gereklerini arka arkaya sıralamış (hatta hepsi aynı mekanda gerçekleşiyordu, yanlış hatırlamıyorsam), ve bizden de kahramanla özdeşleşmemizi beklemiş. Ama yanılmış. Zira insanlar sinemaya, bildik kavramları, yeni yaklaşımlarla, yeni perspektiflerle görmeye giderler. Yani insanlar o bilet parasını, senaristin ve yönetmenin eski hikayeleri yeni biçimlerle anlatırken kullandıkları yaratıcılıklarına verirler, yeni hikayeler anlatma kabiliyetine değil. Ama Turgul bu zahmete hiç girmemiş, sonuçta da sıkıcı, hatta yavan olmuş. Yabancı senaristlerin kullandığı bir yöntem vardır serim aşamasında. Buna "exposition as ammunition" derler. Yani serim aşamasını bile, filmin ana hikayesine cephane olarak kullanırlar. İyi filmlerde sık sık görülen birşeydir bu (bkz. "Matrix"). Kahramanı tanıtırken kullandığınız sahneleri, filmin ana hikayesini besleyecek şekilde ayarlarsınız. Ben Yavuz Turgul'dan böyle birşeyi beklerdim. Ama ne yazık ki, 3. sınıf filmlerde görülen yöntemlerin beceriksiz bir biçimde arka arkaya sıralanmasından başka birşey bulamıyoruz filmde. * Hikayenin sorunları bundan ibaret zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Gece uzun, eleştiri de öyle.

327

Hikayenin en aksayan taraflarından biri bizden, birileri sırf öyle dedi diye Ali Osman'ı bir büyük kabadayı olarak kabul etmemizin beklenmesi. Bu da çok yanlış. Yani sırf etrafındakiler öyle dedi diye birinin kabadayı olduğunu neden benimseyelim ki. Sinema bu. Göstereceksin. Hatta bu gösterimi filmin belki de en başında yapmak gerekirdi - ve siyah beyaz yapılsaydı çok şık olurdu. Ali Osman ve diğer tontonları, eski günlerinde, çakı gibi oldukları zamanda bir iş üstünde, bir olayı yaşarken görseydik (Şener'i tabii ki başkası oynaması kaydıyla) ne güzel olurdu. Hatta bu olay, Ali Osman'ın şimdiki hayatını da etkileyen bir olay (bir çeşit ukte) olsaydı senaryo aniden daha da derinlik kazanırdı. Ama hayır. Ali Osman'ın yanındaki tontonlar Ali Osman'a büyük kabadayı dediler diye bizim de buna inanmamız, onu sevmemiz, hatta ona hayran olmamız, ve onunla özdeşleşmemiz bekleniyor. Yemezler. "Anlatma, göster". Göstereceksin kardeşim. * Filmin Ali Osman'ın geçmişi ilgili bölümleri de pek net anlaşılmıyor. Benim anladığım kadarıyla Ali Osman eskiden evliymiş, karısı ölmüş. (Hatta yanlış anlamadıysam bir oğlu da varmış ama galiba o da ölmüş). Ve yıllar sonra karşısına en büyük aşkı çıkıyor. Kadın hastanede, ölüm döşeğindeyken Ali Osman'ı buluyor. Kadın, Ali Osman'dana bir oğlu olduğunu söyledikten sonra ölüyor. Burada da aksayan bir sürü şey var. En önemlisi, kadının Ali Osman için taşıdığı önemin pek vurgulanmaması, bize hissettirilmemesi. Turgul, burada da "anlatma" yönetmini seçiyor, ve bize Ali Osman'ın o kadına olan aşkının ne kadar büyük olduğunu kısaca anlatıyor. Ama bu kadar kısa ve yetersiz anlatı bizi duygulandırmaya yetmez ki? Biz de Ali Osman'ı sadece koğuştan hastane bahçesine sarsılmış bir biçimde çıkarken görüyoruz. O kadar. Aslında kadının senaryoda çok büyük bir rolü yok, tek fonksiyonu "tetikleyici olay" ("inciting incident") olarak Ali Osman'ın hayatındakid eğişimleri başlatmak. Ama yine de bir insanın hayatının en büyük aşkının ölmesi, onda (ve seyircide) büyük duygular uyandırmalı değil mi? Bu pek olmuyor. Zira senaristin derdi, böyle detaylara takılmayıp asıl konuya (oğula ve onun başına geleceklere) geçmek ve onun üzerinden ilerlemek. Bu nedenle senaristin, kadını o kadar önemsememesine siz de katılabilirsinizi ama bence yanılmış olursunuz. Zira Ali Osman ile oğlu arasında bir türlü de doğru dürüst bir biçimde kurulamayan duygusal bağ, ölen kadın üzerinden kurulabilirdi. Yani Ali Osman, ölen aşkının hatrına bu genç çocuğa sahip çıkmak isteyebilirdi. Ama bu bağ da sadece sözle anlatıldığından, bizde pek bir etki bırakmıyor, ve hikayenin geri kalanında, Ali Osman'ın Murat için büyük eylemlere girişmesinin gerekçesini, mantıksal ve duygusal zeminini yaratmamış oluyor. Burada şuna dikkatinizi çekmek isterim: Ali Osman ile oğlu arasında, pozitif bir baba-oğul ilişkisinin hemen kurulmasını bekleyen yok. Böyle birşey olsa hata olurdu zaten. Ama en azından, negatif de olsa güçlü bir ilişki kurulabilirdi. Yani Murat biraz da belirgin, yoğun ("intense"), parlak bir karakter olarak çizilseydi, babasız yetiştirilmenin öfkesini daha fazla ve anlamlı bir biçimde taşısaydı, belki bu ilişki, negatif duygu üzerinden de olsa kurulurdu. Ama bu da yok. Yani var, ama bence çok yetersiz. * Ali Osman'ın hangi olaydan sonra Kabadayılıktan vazgeçtiği, kanunlara uyan sıradan bir insan olduğu aslında çok önemli bir konu. Her ne kadar filmin geçtiği zamanın dışında gerçekleşse de, bu olay, Ali Osman'ın hayatındaki en büyük dönüm noktası. Ama buna yönelik doğru dürüst hiçbir bilgi yok. Senarist bizden onun geçmişinde birçok insan öldürdüğünü, bu yüzden hapse girdiğini, ve -belli ki- yaptıklarından pişman olduğunu çıkarsamamızı istiyor. Yanlış hatırlamıyorsam bu yönde tek bir konuşma geçiyor filmde. Bence bu kaçırılmış büyük bir dramatik fırsat. Eğer Ali Osman'ın geçmişinden böyle bir ân'ı filmin en başında seyretseydik, ya da filmin ilgil bir yerinde flashback olarak görseydik, çok güzel olurdu. Hele film, Ali Osman'ın, oğlunu korumak uğruna, kendisine koyduğu bir kuralı çiğnemesi üzerine kurulu olsaydı (mesela "Bir daha can almamaya yemin ettim" diye bir kuralı olsaydı Ali Osman'ın ve sonra oğlu için bunu çiğnemek zorunda kalsaydı) çok ama çok daha etkili olurdu ("Billy Elliot"ın babası, oğlunun bale eğitimi alması için grev kırıcılık yapıyordu hatırlarsanız) . Şu haliyle film, yeterince güçlü olmayan bir baba-oğul ilişkisi üzerine kurulu. * Ali Osman, bir oğlu olduğunu öğrendikten sonra, onunla yeterince yakınlaşmıyor. Aslında "neden yakınlaşsın ki?" diyebiliriz rahatlıkla. Zira Ali Osman'ın hayatında herşey yolunda gidiyor: İşi var. Parası var. Ona bakıcılık yapan bir kadın var. Sosyal ortamı, arkadaşları var. Eee? Eğer bunlardan bazıları eksik olsaydı, Ali Osman'ın ruhunda bir aileye yönelik bir boşluk, bir eksiklik olsaydı, bir oğlunun olduğunu öğrenmesi çok daha anlamlı olurdu, zira bu evlat onun hayatındaki bu boşluğu doldurmaya da namzet olurdu. Hikayeye de bir derinlik katardı.

328

* Film başladığında, Devran'ın Karaca ile olan ilişkisinde bir tuhaflık var. Yani sanki film başladığında, Murat (İsmail Hacıoğlu) ile Karaca (Aslı Tandoğan) arasındaki ilişki çoktan başlamış gibi. Ama sanki Devran bundan yeni haberdar oluyor, ya da yeni yeni tepki vermeye başlıyor. Aynı şey Murat açısından da geçerli: Mura da Devran'dan yeni haberdar oluyor gibi. Oysa, ilişkilerin durumuna bakılırsa her iki adam da birbirlerinden çoktan haberdar olmuş olmalıydı. Hatta mantıken, Devran'ın Murat'ı çoktan harcamış olması gerekiyordu. Ama senarist İsmail'i, Ali Osman ile Devran'ı karşı karşıya getirmek için kullanacak ya, onun için bu mantık hatasını mazur göreceğimizi varsaymış. Eğer filmin geri kalanı iyi çıksaydı, görürdük. Ama çıkmadığı için, göremiyoruz. Fazla göze batıyor. Ayrıca Karaca ile Devran arasındaki ilişkinin geçmişi hakkında da yeterince bilgi sahibi olamıyoruz. Yani Karaca gibi birisi, şimdi Murat ile birlikte oluyorsa, neden daha önce Devran ile birlikte olmuş. Daha da önemlisi, ne olmuş da Devran'dan ayrılmış ve Murat'a meyletmiş. Bunları görmemize gerek yok, ama sözlü olarak bile yeterince öğrenemiyoruz. Aslında bu Murat - Karaca olayı, senaryonun en zayıf noktalarından biri. Sanki Ali Osman ile Devran'ı bir araya getirmek için icat edilmiş, görevini yerine getirdikten sonra da terk edilmiş. Ta villa faslında tekrar, o da yüzeysel bir biçimde ortaya çıkıyor. Ondan sonraki görünümlerinde de hiç de yaratıcı olmayan biçimlerde tezahür ediyor. Oysa gençlerin bu aşkı, eski - yeni fark etmez, kabadayıların acımasız dünyasında farklı bir derinlik kaynağı, farklı bir boyut olabilirdi. Ama böyle kullanılmamış Ve Murat ve Karaca aşkı da, senaryonun "kaçırılmış dramatik fırsatları" silsilesinde yerini almış. * Eski Kabadayılar ("tontonlar"), hiç de eski kabadayılar gibi durmuyorlar. Aslında hepsi bir biçimde yırtmış, sisteme adapta olmuş insanlar. Muhabbetleri de hiç o kadar eğlenceli değil. Neticede haftada bir toplanıp köfte ya da benzeri şeyler yiyip geyik yapıyorlar, ölmüş arkadaşları şerefine (sanki nispet olsun, "bakın siz öldünüz ama biz ölmedik" der gibi) kadeh kaldırıyorlar. Hiçbirinde, eski kabadayılıktan geleceğini umduğunuz ağır abilik hali yok. Hatta biraz fazla neşeliler bu tontonlar. Oysa tanım itibariyle hepsinin birkaç leşinin olması lazım. Bu ne hafiflik yahu! Burası emekli muhasebeciler derneği değil ki, eski katiller cemiyeti! Ona göre davranın biraz. Karakterlerdeki bu kayma (yani tam yerine oturmama), filme sandığından daha fazla zarara vermiş. * Gelelim hikayedeki bazı mantıksızlıklara: Devran bir bar basar, bar sahibini öldürür. Murat her nedense, bar baskınını Devran'ın ve ekibinin gerçekleştirdiğiyle ilgili tanıklık yapmakta ısrar eder. Devran da onu susturmaya karar verir. Araya Ali Osman ve Cemil girer, Murat'ı korurlar. (Filmin görünen omurgalarından biri bu, ama ikincisi de var. Az sonra!) Bir kere, Murat gibi, 16 yaşından beri kendi ayakları üzerinde duran bir gencin böyle saçma sapan bir girişimde bulunması anlamsız. Yani, gece aleminin içinde yer alan ve bu alemi az çok bilen bir insan olarak kendisinin Devran'a kafa tutamayacağını, tutarsa da başına neler geleceğini biliyor olmalıydı. Ama Murat, hayatı hiç tanımayan, aşırı idealist kolej bebeleri gibi davranmayı tercih ediyor. Ve hikayeye zarar veriyor. Belli ki bu da, senarist'in, Devran ile Ali Osman'ı karşı karşıya getirmek için mantığımızı zorlamayı tercih ettiği noktalardan biri. (Küçük bir not: Tiyatro yazarlığında bir söz vardır, bilirsiniz: Bir sahnede tüfek görünürse, o tüfek oyunun sonuna kadar mutlaka patlar. Ben de, Cemil'in hastaneye giderken çorabına göstere göstere soktuğu bıçağın bir yerde çekilmesini umuyordum, ama olmadı. Madem kullandırtmayacaksın, neden gösteriyorsun?) * Senaryo'nun "ilginç" denilebilecek trüklerinden biri, Devran'ın aslında polise muhbirlik yapması. Ama bunun ardındaki gerekçe düpedüz komik. Devran'a geçmişte kadın giysileri giydirip fotoğraflarını çekmişler, bunları medyaya vermekle tehdit ediyorlar ve böylece Devran'ın muhbirlik yapması sağlanıyor. Bir kere, bu, hiç de o kadar orijinal bir fikir değil. İkincisi, bence düpedüz komik. Yani belki gerçek hayatta böyle şeyler olabilir, ama bu filmde daha ciddi ve daha ağır birşeyler bekliyordum. Mesela bar baskınının gibi, başka bir cinayet (ya da benzeri vehamette bir olay) olsaydı, daha iyi olurdu. Ben şimdi hatırladıkça gülerim o fotoğrafları :) * Hikayenin beni en şok eden yanlarından biri, bir noktada ana hikayenin belirsizleşmesi. Yani sanki bir süre belirli bir yolda gidiyorsunuz, diyelim ki İstanbul'dan Ankara'ya. Sonra aniden yol ortasında fikir değiştiriyorsunuz, "Ne Ankara'sı, Bursa'ya gidiyoruz" diyorsunuz. Yukarıda bahsettiğim Murat'ın şahitlik salaklığından sonra (daha hafif bir tabir bulamadım), Devran'ın birincil amacı Murat'ı ortadan kaldırmak gibi görünüyor, değil mi? Filmin sonuna kadar da bu böyle gidecek zannediyorsunuz değil mi? (En azından, bariz bir biçimde hedef kayması yaşatılmazsa, ki böyle bir kaydırma yok). 329

Çook beklersiniz. Filmin ortalarında bir yerde aniden ana meselenin, Murat'ın susturulması değil de, Devran'ın Karaca'yı yeniden elde etmesi olduğunu öğreniyoruz. Hatta, Yavuz Turgul da bu acayip kaymayı fark etmiş olmalı ki, Devran bir adamına, "Bırak ulan şahitliği. Ben Karaca'yı istiyorum!" diyor. Biz de "N'ooluyoruz! Bu filmin konusu ne?!" diyoruz. Sadece bu cümle bile, senaryonun nasıl belirgin bir omurgadan yoksun olduğunun, nasıl dağınık bir yapısı bulunduğunun kanıtıdır. Ama helal olsun, Yavuz Turgul bunu fark etmiş ve filmin tam ortasında da bağıra bağıra itiraf etmiş. Bu durum bir anda Ali Osman'ı ofsaytta da bırakıyor. Şöyle ki: Ali Osman'ın Devran ile kapışmasının nedeni (aslında hala yeterince duygusal bağ kuramadığı) oğlu. Ama bu noktadan sonra Ali Osman, oğlunun, kendisinin (yani Ali Osman'ın) hiçbir duygusal bağının olmadığı sevgilisini korumak durumunda kalıyor. Film aniden oğlunun sevgilisini korumak zorunda kalan eski bir kabadayının hikayesine dönüşüyor. Peki bu durum bizi niye o kadar ilgilendirsin ki? Zira kız filmin başında bize sevdirilmedi, yani onunla ilgili olarak özdeşleşme yöntemleri kullanılmadı. Kızı bırak, Murat için de bu yapılmadı. Peki biz kimin hayatı için endişeleneceğiz? Bu durumda benim aklıma ilk gelen kız gitsin ve baba-oğul da kurtulsun. Zira kız ile oğlan arasında da öyle romeo-juliet vari bir ilişki de yok. Belki senarist böyle bir ilişki olduğunu kafasında varsayıyor olabilir, ama bu varsayım bize görsel olarak sunulmuyor. Karaca'nın Murat'ı kurtarmak için Devran'ın silahının önüne atlaması da ne yazık ki yeterli değil. Zira aşkın aşk olduğuna inanmamız için, fedakarlık faslından önce aşk faslını görmemiz lazım (bkz. Romeo ve Juliet'in herhangi bir versiyonu). * Hikayenin, karakterle bağlantılı olarak saptığı bazı yerler var. Bunların en önemlilerinden bir bence Ali Osman'ın oğlunu kurtarmak için, Devran'ın patronunun karşısına çıkıp Devran'ın bar baskınının video kasedinin olduğunu ama bunun hasıraltı edildiğini söylemesi. Şimdi bu davranış, Devran'ın kategorisindeki bir başka kabadayından beklenen birşey. Yani bir başka mafiozo kabadayı, bu şekilde bir gammazlama yoluyla Devran'ı arkadan vurmayı tercih edebilir. Ama Ali Osman gibi birisi böyle bir gammazlık ile iş görmez. Kabadayılığın raconu buna izin vermez. Madem ki kabadayısın, erkek gibi Devran'ın karşısına çıkacaksın. Daha önce de belirttiğim gibi Ali Osman, "zamanının en büyük kabadayısı" nitelemesine layık olmayan bir biçimde uzun süre kaçıyor, kaçmadığında da arkadan vurmayı (politik oyun yapmayı) tercih ediyor. Bunu, çok iyi niyetli bir biçimde, "Bir babanın, oğlu için herşeyi yapması, herşeyi göze alması" şeklinde de yorumlayabiliriz. Ama o zaman da bu filmin adının kabadayı olmasının bir anlamı kalmaz. Ya da Ali Osman, ailelerini kurtarmak için kendisini satan arkadaşlarından farksız olur. Yazarın ve yönetmenin bunu hedeflediğini sanmıyorum. * Devran'ın tontonları konuşturma yöntemi ilginç. Devran, bu kadar organize bir yıkımı gerçekleştirecek çapta görünmüyor. Ama bir biçimde başardı diyelim, patlayan yerlerden edilen telefonlar, nasıl oluyor da çalışmaya devam ediyor? Belki de bu telefonların sahibi o mekanlarda değidi. Peki neredeler? Cep telefonları o kadar yüksek çözünürlüklü ses verir mi? Ama bunlar ayrıntı. Asıl konu bu değil. Asıl konu, tontonların kendi ailelerini korumak için Ali Osman'ı satmaları. "Hayır, böyle birşey yapmamalıydılar" demeyeceğim. Şunu diyeceğim: Bu adamlar zaten, emekliler klübü gibi bir topluluk. Hiçbir erdemleri yok, ya da bize gösterilmiyor (bize gösterilmediğine, olayla kanıtlanmadığına göre rahatlıkla yok sayılabilir). İşleri güçleri toplanıp yemek yemek ve geçmişi yad etmek. (Bir kere arkadaşlarına destek olmak için bir toplantıya gidiyorlar, ama çıkışta da tırstıklarını görüyoruz). Bu yüzden, bu adamlar Ali Osman'ı sattığı vakit, buna ne üzülüyor, ne de şaşırıyoruz. (Eğer gerçek bir satış örneği ve bu satışın etkilerini görmek istiyorsanız, size "Braveheart"ı ("Cesur Yürek") öneririm. Filmdeki Robert the Bruce'un ihanetinin hem William Wallace, hem de bizim üzerimizdeki etkisi inanılmazdır.) Bunun üzerine Ali Osman'ın tontonların kahvesine gelip "Racon bitmiştir" demesi pek bir anlam kazanmıyor. Adamlarda zaten racon benzeri birşey görmedik ki?... * Devran'ın, kendi patronunu koyun gibi keserek öldürdüğü sahneden, üzerine tek bir damla kan gelmeden çıkması, filmi fantastik bir boyuta taşıyor. Mantığı çok ama çok zorlayan bir sahne bu. Yani zaten sallantıda olan hikayeden bizi başka bir nedenle (inanılırlık) kopartıp savuruyor. * Ayrıca Devran'ın istismar edildiğini anlatırkenki flashback'e ne demeli? Bence "El insaf!"kafi gelir. Filmin kahramanlarının hayatından flashback vermiyorsun, ama kötü adamın hayatından bir kesiti, hiç üşenmeden, filmin dramatik yapısına hiç bir katkısı olmayacağı halde, gösteriyorsun. Bence (daha önce de dediğim gibi) Ali Osman hakkında, Murat - Karaca hakkında, hatta tontonlar hakkında böyle flashbackler verilebilirdi, verilmeliydi. Ama yazar, bu hakkını en alakasız anda, hem de hiç gerekmeyen bir kişi için kullanmış. * Bu film ne zamanbitecek diye beklerken, yine çok akıllıca olmayan bir yöntemle finalin ucu ufukta görünüyor. Murat, tek başına Devran ile yüzleşmeye gidiyor. Yani gitmeden önce kendi kafasına sıksaydı 330

daha iyiydi, belki kurtulma şansı olurdu. Ama senarist bizi bir yerlere çekmek için karakterlerine saçma sapan işler yaptırmaktan çekinmiyor. Burada da amacı Murat'ı Devran'ın yanına götürmek, Ali Osman'ı da onun peşine takmak ve bize bir final yaşatmak. Murat ile Devran arasında abuk subuk bir Rus ruleti sahnesi yaşanıyor. Ondan sonra Ali Osman giriyor sahneye, Devran'ı öldürüyor, kendisi de ölüyor. Ama ölmeden önce Murat babasına ilk kez baba diyor (Bu artık 3. sınıf filmlerde gördüğümüz bir klişe. Baba ile oğulun ölüm anında barışması). Filmin finalinde, Murat'ın, babasının futbol sahasını devraldığını ve fakirlere çorba dağıttığını görüyoruz. Ali Osman'ın ruhu, Murat'ta yaşamaktadır. Bunun ne kadar yavan bir final olduğunu bilmem anlatmama gerek var mı. Ama zaten senaryonun geneli döküldüğü için, finalin sıradan olmasını da yadırgamıyoruz. Hatta yazıların çıkmasını bile beklemeden paltomuzu alıp salonda koşar adım dışarı çıkıyoruz. Temiz hava suratımıza tokat gibi iniyor, bizi uyandırıyor, "Gerçek hayata hoşgeldin" diyor, "Burası, o salonlardaki sahte hayattan daha eğlenceli!" KARAKTERLER * Ali Osman karakteri ile ilgili eksikliklerden bazılarına yukarıda değinmiştim. Bu adam geçmişte kimdi, ne gibi pis işler yaptı, kimleri öldürdü, sonra neden tövbekar oldu, karısıyla ilişkisi neydi, sevgilisiyle ilişkisi nasıl başladı, onu neden bıraktı... Bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Ali Osman'ın gariban babası olduğu. Ama bu da bize yetmiyor. Onunla özdeşleşmek için daha fazla bilgiye ihtiyacımız var. Ve bu bilgilerinde ilginç olaylar ile gösterilmesi gerekiyor, en yavan klişelerle ya da diyaloglarla değil. * Cemil karakteri, kaçmış bir fırsat. Kimdir, nedir, necidir. Ali Osman'la ne gibi bir geçmiş paylaşmışlardır. Hiçbir şey yok. Allah için, ilginç bir özelliği de yok. En sıradan Yeşilçam filmlerindeki, en sıradan figüran gibi. * Sürmeli, her nedense filmin en sevilen karakteri. Ama ben sevmedim. Onu da klişe buldum. (Ama "Anlat İstanbul"daki Güven Kıraç karakteri kadar klişe değildi.) Sevilmesinin nedeni, doğru bir yöntem kullanılarak, yani dostu için kendini feda ederek öldürülmesi bence. Bunun dışında, standart "Türk İzleyicisini Tavlama Yöntemleri" el kitabının birinci maddesini (bkz. 1. Madde: "Karakterlerine bol bol küfrettireceksin") sık sık kullandığı ve bu sayede çok kahkaha aldığı için de sevilmiş olabilir. Yine de, bu klişeler cehenneminde, nispeten daha az klişe olan kişi oydu diyebilirim. * Devran karakteri, orta karar bir karakter. Ne derin, ne de yüzeysel. Aslında yüzeysel, ama filmdeki diğer karakterlere göre onun motivasyonları hakkında daha fazla bilgi sahibi olduğumuz için o kadar yüzeysel durmuyor. Tabii bence en gereksiz ayrıntı, onun çocukluğu ile ilgili istismar olayı. Hatırlarsanız, eksi bir yazıda "Beni kediler kovalamıştı, onun için böyle manyak oldum" tarzı kişilik açıklamalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatmıştım. Yani, bir insanın geçmişinden olaylar göstererek onun kişiliğine ışık tutmakta bir yanlış yok, ama bunu bu kadar yavan bir biçimde yapmakta büyük bir yanlış var. Daha ilginç bir yerden ele alınabilirdi. Ama daha önce de dediğim gibi, Ali Osman dururken Devran'ın geçmişini öğrenmek, çok ama çok yersiz. * Murat, filmdeki bütün acayip olayların kaynağı o. Karaca'yla birlikte olan o, Devran aleyhine şahitlik yapacağım diyen o, finalde de Devran'la kapışmaya giden o. Ama hiçbir işe yaramayan bir karakter. Derinlikten yoksun. Babasız geçmiş çocukluğunun travmasını yeterince yansıtmayan, yeterince asi olmayan bir karakter. Üstelik düpedüz salak. Barmenlik yapmasına karşın gece aleminde kime bulaşıp kime bulaşmayacağını bilmiyor. Karaca'nın onda ne bulduğu ise bir merak konusu. Yani hangi özelliğine tutkun, anlamak mümkün değil. * Karaca da kaçırılmış bir karakter fırsatı. Çok daha iyi işlenebilirdi. Devran gibi bir adamla ilişki kurmuş, yani "Karanlık taraf"a gitmiş ve dönmüş. Çok daha derin bir kız çizilebilirdi. ("Strange Days"teki Juliette Lewis'i hatırlamamak elde değil.) Olmamış. Ne diyelim? Bişey demeyelim. * Tontonlar, dediğim gibi, kof kavunlar. Ne karakterler hakkında birşey öğreniyoruz, ne de geçmişleri. (Aklıma her nedense "Space Cowboys" filmi geldi. Hatırlarsanız orada da, eski bir uyduyu tamir etmek için uzaya gönderilen bir grup yaşlı astronotun hikayesi anlatılıyordu. Ama orada, yukarıda da önerdiğim gibi, siyah beyaz olarak bu yaşlı adamların gençliklerini görüyor ve onları seviyorduk. Burada öyle birşey yok.) DİYALOGLAR * Bir film boyunca bu kadar klişe, bu kadar sıradan, bu kadar yavan laf mı edilir. Edilir işte. "Eşkiya"daki şiir nerede, buradaki klişeler resmi geçidi nerede. Sadece iki cümlesi orijinal: Onları da bir zahmet siz bulun. 331

* Diyalog derinleştirme ve diyalogları ilginç kılma yöntemlerinden hiçbiri burada kullanılmamış. Genelde karakterler akıllarından ne geçiyorsa, onu açık bir biçimde söylüyorlar. Hatta, fiziksel olarak ekranda gördüğümüz şeyleri de bize anlatıyorlar. Oysa iyi diyaloğun özelliği, karakterin düşündükleri ve hissettikleri hakkında ipucu vermesi ve seyirciyi de bu ipucunu değerlendirerek gerçekleri bulmaya teşvik etmesidir. Sinemanın (ve diğer edebi eserlerin) seyirciyle "etkileşim" içine girmesinin en iyi yöntemlerinden biridir bu. Ama Kabadayı'da neredeyse hiç kullanılmamış bu yöntem. Her söylenen söz, o anda söylenmesi en çok beklenen söz. Bu da bizi, bilincimizi anında uyku moduna sokuyor. Seyirci her zaman, yazarın ve yönetmenin biraz sonra yapacaklarını tahmin etmeye çalışır. Bu da insan beyninin engellenemez eğilimlerinden biridir. Ama sinemaya gitme amaçlarından biri de, kendisini şaşırtacak, hiç düşünmediği ya da tahmin edemediği şeyleri görmek istemesidir seyircinin. Kabadayı ise hem hikaye olarak, hem diyalog olarak, sadece kendisinden bekleneni, onu da hiç yaratıcı olmayan bir biçimde veriyor. Ve böylece seyir zevkimizi önemli ölçüde azaltıyor. * Diyaloglarla ilgili başka eleştirilerim de var. Ama onları filmi bir kez daha (artık DVD'sini bekleyeceğiz) seyrettikten sonra yazarım. NOTLAR * Filmin montajı ile ilgili bazı kusurlar vardı. Bir çok yerde, sahnenin son birkaç saniyesi sanki kesilmiş gibiydi. Yani sahnenin sonundaki önemli sözün ya da ânın etkisini hissedip sindirmemize izin verilmeden, hemen bir sonraki sahneye geçiliyordu. Sanırım bu, filmin süresini kısaltmak için yapılmış. Ama kötü olmuş. * Yukarıdaki maddeyle bağlantılı olarak: Filmin süresini gereksiz yere uzatan bir sürü sahne var. Benim aklıma ilk gelen, Devran'ın, patronunu görmeye gittiğinde, binanın önünden cipten iniş ve binaya giriş sahnesi. Sıfır fonksiyonlu bir sahne. Ama hem çekim aşamasında, hem de filmin kurgusunda büyük bir zaman kaybı olmuş. Filmde, bunun gibi atılabilecek bir çok sahne var. Ömer Vargı, her nedense eksiltileme yöntemini pek kullanmamış. * Uğur İçbak diye bir adem evladı bu ülkede varken, başka bir ülkeden görüntü yönetmenine ne gerek var? Görüntüler ne yazık ki bizde bir izleme zevki oluşturacak kalitede değildi (oysa bkz. Kötü senaryosuna rağmen kendini görüntüleriyle izleten "Organize İşler"). Hele kamera açıları, sinema okulu öğrencilerininkinden farksızdı. Kamerayı sürekli olarak hep en beklenen yerde, en sıkıcı açıda gördük. İstisnaları vardı tabii. Ama bu konuda da çok fırsat kaçırılmıştı. Bununla ilgili örnekleri daha sonra ayrıntılı olarak verebilirim. * Müzikler fena değildi. Ama daha iyi olabilirdi. Detaya girmeyeyim. Çok uzamasın. * Ama oyunculuklar hakkında kesin birşeyler söylemek gerek. Şener Şen'de artık bir Robert de Niro sendromu var. Her filmde aynı bir iki tipi oynuyor sanki. Oyunculuk yelpazesinin çok dar bir bölümünü görmeye başladık Şener'de. Hoş, senaryo da bu yelpazenin farklı yerlerine uzanmıyordu. Bu nedenle Şener'i suçlamak yersiz olur. Ama sanıldığı kadar mükemmel bir oyunculuk sergilemiş değil. Aynı şey Kenan İmirzalıoğlu için de geçerli. Açık söylemek gerekirse 2. sınıf bir oyuncluğu var Kenan'ın. Ne demek istediğimi anlamak için onu bir Edward Norton ya da Phillip Seymour Hoffman ile karşılaştırın. "Ama onlar Hollywood aktörü!" demeyin. Filmlerin hemen her yönü ile ilgili olarak Hollywood'un teknik üstünlüğü olduğunu iddia edebilir ve haklı olabilirsiniz. İki yönü hariç. Senaryo ve oyuncluluk. Bu ikisi konusunda, dünyanın her ülkesi aynı düzeydedir. Ve ilki için bilgi ve yetenek, ikincisi için ise sadece yetenek gerekir. Bu nedenle, Kenan'ı Edward Norton ile karşılaştırmamamız için hiçbir neden yok. E, karşılaştırınca da kötü oluyor. Artık kendine bir "oyunculuk koçu" mu tutar, ne yapar, bilemem. Ama bu performansının, sanıldığı gibi yere göğe sığmaz olmadığının farkında olması lazım. (Zaten başımıza ne geliyorsa, orta kalite şeyleri aşırı beğenmemizden geliyor. Bunun da, kendimizi küçük görmeye dayanamamızdan kaynaklanan bir psikolojik savunma mekanizması olduğu kanaatindeyim. Anlaşılır, ama bize zarar veren bir mekanizma bu.) Sürmeli için de şu söylenebilir: Bu tür roller (yani eşcinsel rolleri, özürlü insan rolleri, vb.), geleneksel sağlıklı insan ya da kadın - erkek rollerinin dışına çıkmayı gerektirdiği için, bunlardaki "oyunculuk" daha fazla göze batar. (Bu yüzden Oscar'larda bir engelli üzerine kurulu film varsa, orada oyuncunun Oscar alma ihtimali daha yüksektir - bkz. "Yağmur Adam" "Sol Ayağım" "Akıl Oyunları"). Eşcinsellerde bu durum biraz daha belirgindir. Zira özürlülük, toplumların yüzde onunda görülen bir durumken, insanların yarısı erkek, yarısı da kadındır. Bu yüzden yüzde yüzü, eşcinsellerdeki rol kaymasına güçlü tepki verir. Onların perdedeki yansımalarının göze batmasının ana nedeni de budur. 332

Ben şahsen Rasim Öztekin'in oyununu çok başarılı bulmadım. Ama başarısız da değildi. Sadece yaratıcılıktan, orijinallikten uzaktı. Bunun ana nedeninin senaryo olduğunu söylememe gerek var mı? Çok orijinal bir eşcinsel görmek istiyorsanız "Mexican"'da, Tony Soprano'nun oynadığı karaktere bakacaksınız. Perdede görüp görebileceğiniz en iyi travestilerden birini de, yine Philip Seymour Hoffman'dan "Flawless"da izleyebilirsiniz. * Filmle ilgili söylenebilecek başka birçok şey var. Ama çoğu da olumsuz şeyler. Aklıma geldikçe ya da seyrettikçe buraya yazarım. Ama bu filmin kanıtladığı birşey var: Türk sineması, SANARİST'te yayınlanan ve yayınlanacak olan yazılara benim sandığımdan çok daha uzun bir süre ihtiyaç duyacak. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 23:53 7 YORUM ETİKETLER: KABADAYI, YAVUZ TURGUL, ÖMER VARGI

24 AĞUSTOS 2007 CUMA SANARİST Yazıları Toplu Halde... Bugüne kısmetmiş... Sanarist'in açılmasından tamı tamına 3 yıl sonrasına... 3 yıl boyunca burada yayınlanan yazıların tamamını [email protected] messenger adresinden isteyebilirsiniz. Online olduğumda hemen yollayabilirim, değilsem de mail ile benden alabilirsiniz. Eh, benden bu kadar artık. Bundan sonra yazılan kötü senaryolar için daha az mazeretiniz olacak... :) g.g. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 22:31

01 AĞUSTOS 2007 ÇARŞAMBA OLMAMAK Başlayan herşeyin bir sonu varsa, SANARİST'in de olması gerekiyordu. Ve oldu. Aslında bundan yaklaşık 2 sene önce, "Ben bu SANARİST'i üçüncü senesinde bitiririm, ve de kimliğimi açıklarım" demiştim. Bu düşüncemin en azından yarısını yerine getiriyorum. Neden? Messenger'da birçok kişiye söylediğim gibi, söylenecek şeyler büyük ölçüde bitti. Artık tekrar tekrar aynı şeyleri yapmak da istemiyorum. Ama bitirme eylemini tetikleyen şey, ne dediğini bilmeyenler ile uğraşırken kaybettiğim zamanın ve keyif enerjisinin çokluğu oldu. "Bunu kaldıracak kadar para almıyorum!" dedim kendi kendime.Hey, aslında hiç para almıyorum! Sadece keyif için yapılan birşeyde bu kadar çok sinir üretilebilememeli. Üretiliyorsa, o iş keyif olmaktan çıkar artık. Ama insanların böyle birşeyin niteliğini göremeyip de yıkıcı bir biçimde saçmalama potansiyellerini hesaba katmamıştım. Hesap önüme gelince anladım. Aslında ayrılırken hiçbir şey yazmayacaktım. Ama bir Sanarist okuru, "bize bir açıklama borçlusunuz" diye yazdı. İşte açıklıyorum, "Hiçkimseye hiçbir borcum olmadığını, bunun kişisel bir günlük olduğunu anlamayanlar yüzünden SANARİST kapanıyor." Yeri gelmişken, bu geri dönüşü olmayan bir gidiş. Yani SANARİST yazıları tamamen silinmiş durumda. Eğer kaydettiyseniz, kaydettiniz, kaydetmediyseniz, arkadaşlarınızdan alın, benden değil. Kendinize iyi bakın... Belki kim olduğunuzu daha iyi anlarsınız. 333

-g.g. GÖNDEREN GEZGİN ZAMAN: 21:00 Kaydol: Kayıtlar (Atom)

Perşembe, Ağustos 23, 2007 Sanatçılık: Zor Zenaat Her türlü gerçek sanatsal yaratış, insanın ruhundan kopup gelen itkilerle (impuls) gerçekleşir. Ruhtan gelen bu itkiler, sanatçının kendine özgü yorumlayıcı programları (i.e. yetenekleri) tarafından yorumlanarak eser halini alır, kitap olur, müzik olur, resim olur, heykel olur. Ruhtan gelen bu itkileri duyabilmek, onları canlandırıp coşturabilmek, yöntemini, sanatçıların kendi başlarına öğrenmek zorunda olduğu birşeydir. Bir sanatçı için geçerli olan bir yöntem, diğeri için geçerli olmayabilir. Bu yüzden sanatçılık, insanın, kendi ruhuyla temasa geçmeyi ve temasta kalmayı öğrenmesini de gerektirir. Bunun bedene ve ruha zarar verilmeden yapılması en iyisidir. Aksi takdirde bir süre sonra sanatı icra edecek bir beden, ya da ona kaynaklık edecek bir ruh kalmayabilir. Yıpranmış bir bedenden ve tükenmiş ve/veya sağlığı bozulmuş bir ruhtan ancak kalitesiz ürünler çıkar. posted by gezgin @ 5:55 AM

0 comments

Perşembe, Temmuz 05, 2007 Bu sizin umrunuzda bile değil! “Yeşil Test” başlıklı yazımda, bir insanın gerçek düşünsel derinliğini ölçmenin en kestirme yolunun, o kişinin görüşlerinde ve davranışlarında “çevre” (“environment”) ile ilgili unsurların ne kadar var olduğuna bakmak olduğunu söylemiştim. Bu aralar gündemimizi çokça meşgul eden siyasilere bir bakın. Çevreden ne kadar bahsediyorlar. Programlarında çevrenin payı ne. (Aslında bunların programı baştan sona çevre olsa ne yazar. Uygulamıyorlar zaten) Haziranın son haftasında, gelmiş geçmiş en sıcak günlerden birini yaşadık. Ve yazın ilerleyen günlerinde böyle günler yaşayacak gibiyiz. Klima satışlarında patlama olmuş, fiyatlar da yüzde 40 artmış. (Yani, bir şekilde KIYAMET GÜNÜ’nün tarihi ve içeriği belli olsa, bundan bile para kazanmanın bir yolu bulunacağından eminim!) *** Bu konudaki yazıma gelen en iyi eleştirilerden biri, “İyi de, sıradan önerilerin dışında ne söylüyorsunuz?” diyor özetle. Haklı. Hemen anlatayım: (Aşağıdaki bölümü ekonomik-siyasi kıstaslara göre değil de, bir bilim kurgu romanının geriplan araştırması gibi okuyun, durup dururken sinirlerinizi oynatmayın!) * Bütün dünyadaki ekonomik düzenin, temel kıstaslarını derhal değiştirmesi gerekiyor. İhtiyaç dışı üretim ve tüketimin derhal durdurulması gerekiyor. Zira ekolojik sistemin bozulmasının temel nedeni, gereksiz üretim ve gereksiz tüketimin yarattığı kirlilik. * Bütün ülkelerde "doğal" olarak kabul edilen mülkiyet anlayışı temelden değişmeli. Kapitalist sistemlerdeki sınırsız mülkiyet hakkı ortadan kaldırılmalı, ama komünist sistemlerdeki gibi, insanların çalışma motivasyonunu sıfırlayan bir kollektivizme de gidilmemeli. İnsanların, ihtiyaç duymadıkları şeyler edinmeleri çok zorlaştırılmalı. Zira üstün yetenekli ya da ortalamadan daha çok çalışan insanları cezalandırmaya gerek yok. Ama onların da durmalarını sağlayacak bir tavan olmalı. *Nüfusun bu hızda büyümesi kesinlikle durdurulmalı - bu kesin. İnsanlar çocuk sahibi olmadan önce kesinlikle çok sıkı bir sağlık kontrolünden (bedensel ve zihinsel) geçirilmeli. Ve her anne-baba adayı, çocuk sahibi olmadan önce İKİ YIL boyunca ZORUNLU ANNE-BABALIK OKULU’na gitmeli ve okuldan mezun olamayanlar, çocuk sahibi olamamalı. Bu kadar bencil psikopat bize yüz yıl yeter! 334

* İşler yoluna girene kadar, yani nüfus doğal yollarla (i.e. kimseyi öldürmeden!) makul bir seviyeye çekilene kadar, belki 100 yıl kadar, temel ihtiyaç maddeleri karne (ya da benzeri bir sistemle) ile dağıtılmalı. Ama bu temel ihtiyaç maddeleri arasında bilgisayarlar, kitaplar, müzik kayıtları, vb. de olmalı. Mevcut üretim teknikleri herkese bunları sağlayacak kadar gelişmiş durumda. * Ama bütün bunlara rağmen, ekonomiden elde edilen artı değerin bir bölümü pragmatik bilimsel çalışmalara aktarılmaya devam edilmeli. Teknolojiden tamamen vazgeçilmemeli, yani örn. evinizde bir bilgisayar ve bir internet olabilmeli, ama herkes her iki yılda bir bilgisayar, her 6 ayda bir cep telefonu değiştirememeli. * En büyük şehirlerin nüfusu 1 milyon ile sınırlandırılmalı. Ortalama şehir büyüklüğü ise 100 bin - 500 bin arasında olmalı. (Büyük şehirlerde yaşamaktan “Uyaran Bağımlılığı” çeken arkadaşlara - bkz. Eski bir yazı - biraz zor gelecek ama, ne yapalım.) * Eğitim, insan beyninin neredeyse sınırsız kapasitesini geliştirmeye odaklanmalı. Müfredatın en az yarısı uygulamalı ve işe yarar konulara odaklanmalı: psikoloji, gündelik ekonomi, temel teknoloji, ilk yardım, doğru beslenme, dans, kadın erkek ilişkileri, vb. * Politika kurumu tamamen ortadan kaldırılmalı (en azından düze çıkana kadar). Devlet yöneticiliği, sadece çok zeki ve çok yetenekli olanların yapabileceği bir kuruma dönüştürülmeli. Kulağı olmayan insanların konservatuara girememesi gibi, aptallar ve yeteneksizler (idari yetenek, empati duygusu, iletişim becerileri, plan yapma ve proje uygulama, vizyon geliştirme, vb.) de devlet yönetimine girememeli. * 20. yüzyılın kanseri olan şirketlerden elde edilen yöneticilik deneyimi (kriz yönetimi, motivasyon sağlama, iş bölümü, vb.) devlet ve diğer kurumlara aktarılmalı. Tabii içine bolca insaniyet katılarak. (Greenpeace'in kurucusu olan ve gezegenin kurtulması için 5 milyar kişi ölmeli diyen adamdan daha insaflıyım değil mi?) Bütün bunların, tek bir ülkede ya da bir grup ülkede (örn Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku’ndaki gibi) olması değil, bütün dünyada aynı anda uygulanması gerekiyor. Aksi takdirde, 20. yüzyılın büyük bir bölümünde olduğu gibi, çok gereksiz bir kamplaşmaya neden olunur. Ama küresel ısınma hepimizi, toptan yok eder. “Peki”, diyeceksiniz “bunu kim sağlayacak?” Bence insanlar bunların gerekli olduğunu kendi kendilerine anlayacaklar. Doğa koşulları o kadar bozulacak ki, politikacıların gündeminin birinci, ikinci, ve üçüncü maddesini bu konular oluşturacak. Ama mesele, insanlar (çoğunluk) bunu anladığında, “geri dönüşü olmayan nokta”yı geçmiş olur muyuz, olmaz mıyız? *** Ha, "zenginler" mi? Onlar her zaman hayatta kalmanın bir yolunu bulurlar. Siz kendinizi ve daha da çok çocuklarınızı düşünün. *** Böyle bir sistemin bütün dünyaya kabul ettirilmesini anlatan bir bilimkurgu kitabı var. Arthur C. Clarke’ın “Childhood’s End”i (Türkçe'ye "Son Nesil" diye çevrilmiş). 50’lerde yazılmış. Ursula ablanın “Mülksüzler”i de bir yan okuma olarak düşünülebilir. posted by gezgin @ 4:33 AM

3 comments

Salı, Temmuz 03, 2007 2007 YAZ NOTLARI - 1 * "Beynelmilel" fena bir film değil, finali hariç. Final kötü ve filmin geri kalanıyla tamamen (TA-MA-MEN) alakasız. Yani, hangi aşçı yaptığı kazandibi tatlısının en dibine bir parça kızarmış, kanlı bir et koyar ki? "Beynelmilel" böyle birşey yapmış. Ama amaç bir biçimde sisteme/12 Eylüle/askerlere giydirmek olunca, seyircinin seyir zevki ve eserin içsel bütünlüğü gibi kaygılar kolaylıkla bir kenara atılıyor demek ki. Demek ki BKM filmleri artık hep böyle bitecek. Yani! 335

* Casino Royal. Güzel film. Ders gibi film. Senaryodan müziğe, oyunculuktan kurguya kadar. Klişelerin nasıl taze bir biçimde yeniden kullanılabileceğini gösteriyor. Anında klasik olan bir film. * "Dark City". Tek kelime ile "pretentious" - özenti, sahicilikten uzak, tatmin edici değil. Kahramanı aşırı pasif. Uzaylılar komik. Dr. Bilmem kim (K. Sutherland) vasat ve komik, hele o suni konuşma biçimiyle... Hafızayı değiştirmek için koca koca iğneler, filan. (Matrix'teki dev gibi jaklar bile komikti, ama bu daha komik). Alex Proyas (ki "Ben Robot"tan dolayı kendisine ayrı bir muhabbetim vardır, ama "The Crow"dan dolayı değil), bir sene sonra Matrix'i seyrettiği zaman şöyle demiştir herhalde: "Ama... ama... ama... Ühüüüü!" * "Entourage" hoş ama boş bir dizi. Dizi boş olmayı kendine hedef koymuş ve bunu başarıyor. Truby'nin "Karakter Ağı" dediği şeyin çok güzel bir uygulaması. (Sürpriz: 3. sezon, 2. bölüm 6. dakika 28. saniyede başlayan şarkıyı dikkatli dinleyin. Burak Kut'un "Komple"sinin aynısı değil mi? Vay canına, adamlar bizden çalmışlar!) * "Lost" Birinci sezon gayet iyi. Hikaye tamamen "E, peki şimdi ne olacak?" sorusu üzerine ilerliyor. Lakin tatmin edici değil. Bir türlü, başka dizileri seyrederken hissettiğiniz tamamlanmışlık hissini yaşamıyorsunuz. Hep muallaktasınız. Dizinin başarısının buna bağlı olması kötü. Birinci sezonda güncel olaylara paralel olarak insanların geçmişleri hakkında verilmesi güzeldi. Ama 2. sezonda işin tadı kaçtı. Ben ikinci sezon ilk 5 bölümde seyretmeyi bıraktım. Daha fazla Mualla'ya tahammülüm yok... * "Six Feet Under", sonradan açılanlardan. İlk sezonlardaki karanlık, sonraki sezonlarda açılınca benim için izlenebilir oldu. Ama Nate'in ölümü kötüydü - duygusal olarak. Eh "American Beauty" yazarından da böyle birşey beklenir zaten. Önce birilerini sevdirip sonra onu öldürürler. Ama bittiğine sevindim. * "ROME", müthiş. Tek kelimeyle. İkinci sezonunu heyecanla bekliyoruz. (Osmanlı ile ilgili bir dizi ya da film çekilirse, bu kalitede çekilmeli ya da hiç çekilmemeli. Neticede Roma İmparatorluğu ile aynı ligde bir imparatorluktu bizimkisi.) posted by gezgin @ 2:54 PM

2 comments

Perşembe, Haziran 07, 2007 GELECEĞİN SİNEMASI James Cameron yine yapacağını yaptı. Geleceğin sinemasını yarattı. İleride filmler nasıl mı izlenecek? Dijital projeksiyon makinalarıyla ve 3 boyutlu olarak. Bunun nasıl olduğunu görmek için şu linke bakınız (İngilizce ama sadece görüntüler bile çok şey anlatıyor, sonuna kadar sabredin derim): http://video.google.com/videoplay?docid=-241532803911842846 posted by gezgin @ 4:08 PM

1 comments

Çarşamba, Mayıs 30, 2007 AHESTE VİTES! SANARİST yazıları 300'ü aşmış. Hepsinin arşivlik olduğunu düşünmüyorum. Ama yaklaşık yarısında, senaryo yazımıyla ilgili bazı faydalı bilgiler var. Ve şimdiye kadar bu ülkede kullanılmamış bir yaklaşımla yazılmış yazılar. Zira şimdiye kadar senaryo dendiğinde herkes ya Aristo'dan söze başlıyordu, ya da M.T. Öngören'den. O açıdan, SANARİST yazıları bir ilk teşkil ediyorlar. Size Michael Hauge'u, John Truby'yi, ve Robert McKee'yi tanıttılar en azından. Daha çok ve daha kaliteli yazabilmeyi isterdim. Ama herşeyde olduğu gibi bu da bir motivasyon meselesi. Tıpkı senaryolarda olduğu gibi "Kahramanın bir şeyi yapmak için yeterince motive olması" gerekiyor. Motivasyon olmadan yapılan işler, McKee'nin deyimiyle, melodrama yol açar. Ben ise daha çok trajik ve komedik bir tipim, melodramla çok işim olmaz. Bu nedenle ya bir şeylere çok sinirlendiğimde (belirli bir konudaki aşırı bilgisizliğe), ya da birşeyi çok eğlenceli bulduğumda (belirli bir konudaki bilginin öğrenilmesinin çok eğlenceli olacağına inandığımda) yazı yazıyorum. Bu nedenle bazen uzun süreler yazı yazamıyorum. Dikkat edin, yazmıyorum değil, yazamıyorum. Zira içimde bir öfke ya da arzu yok. Bir çok konuda denmesi gerekenleri söylemişim gibi geliyor. Aynı konuları tekrar tekrar yazmaya gerek yok. (Örneğin geçen gece "İki Süper Film Birden"i tekrar seyrettim. Film 336

baştan sona hata. Ama ben bu hatalarla ilgili bir sürü yazı yazmıştım, onun için tekrar yazmaya gerek yok. Ya da "Örümcek Adam 3". Bilenler bilir, "Örümcek Adam 3 daha mı kötü olacak?" diye bir yazım vardır, iki sene önce yazılmış. O zaman bir öngörüde bulunmuştum, ama filmin bu kadar kötü olacağını ben bile tahmin etmiyordum.) Senaryo dışındaki yazılarımın ise yeterince anlaşılmadığı kanaatindeyim. En azından büyük bir kesim tarafından. Zira çıkış noktalarımız, referans sistemlerimiz farklı. Ben hayata temelde BİYOLOJİ PSİKOLOJİ - SOSYOLOJİ açısından bakıyorum. Yani temelde bilimsel bir yaklaşımım var. Geçerliliği, doğruluğu kanıtlanamayan şeyler beni pek ilgilendirmiyor. Ama bir çok insan, Türk milletinin çok sevdiği ve kahvehane muhabbetinden biraz daha hallice bir şey olan SİYASET açısından bakıyor olaylara. Bu bakış açısı ise, bilimsel kesinlikten tamamen uzak, sonsuza dek sürebilecek tartışmalara gebedir. Bu ise bana mizaç olarak hiç uymuyor. Bununla kaybedecek zamanım yok benim. Artık o kadar genç değilim. *** Arada sırada dönüp eski yazılarımı okuyorum. Üzerinden yaklaşık 3 sene geçmiş yazılarım var! Yani tamamen unutmuşum yazıyı. Hoşuma gitmiyor dersem yalan olur. Zira bu yazıların çok az bölümü, ilk yazıldıkları gibi yayınlanıyorlar. Bir çok yazı, bir iki hafta dinlendirilip, büyük revizyonlardan sonra karşınıza çıkıyor. Bu nedenle okunmaları o kadar kolay ve eğlenceli. Bu işin de tekniği var yani :) *** Demem o ki, bir süre burada yeni yazı bulamazsanız, eski yazılara takılınız. En az yenileri kadar bilgilendirici ve eğlendiriciler. Hatta daha da iyisi, kendiniz bir blog oluşturun ve izlediğiniz filmler hakkında yazmaya başlayın. Yazmak çok ilginç bir uğraştır. İnsanı, zihnini disipline etmeye sevk ediyor. Eğer "ben yazdım oldu" gibi bir kolaycılığa kaçmazsanız, söylediklerinizi somut şeylerle destekleme zarureti hissediyorsunuz. Bu da yazılarınızın değerini artırıyor. Eğer böyle bir blogunuz olursa, seve seve burada tanıtırım. (Bu ülkede bu kadar sinemacı var, senarist var, sinema-TV hocası var... nerede bu insanların blogları yahu? Sinema blogu denince sadece Tarkovski vb. sever teenager'ların blogları çıkıyor karşımıza. Biraz daha "hafif" birşeyler yazmaya utanıyor mu insanlar? Nedir?) Özetle söylemek gerekirse, bir süre için yazı sıklığında azalma olabilir. Bu arada kendinize iyi bakınız. Bol bol senaryo yazınız. Cesareti elden kaybetmeyiniz. "Adaptation"daki ürkek ama derin kardeş gibi değil, sığ ama cesur kardeş gibi olunuz. Bu dünya, utana sıkıla yaşanmayacak kadar kısa ömürlü zira. posted by gezgin @ 11:53 AM

16 comments

Cuma, Mayıs 25, 2007 YORUM ADABI SANARİST'teki yazılara yorum yazabilirsiniz, ama efendiliğinizi elden bırakmamak kaydıyla. Bir insanın fikirlerine katılmamanız, hatta o insanın fikirlerine taban tabana zıt fikirlere sahip olmanız, size kabalaşma hakkı vermez. Entellektüel olarak farklı mecralarda bulunmamız, bize gayri-insani davranma hakkını tanımaz. Bunun ayırdına varamayacak kadar kaba bir ruh hali içindeyseniz, yorum yazarken gözünüz kararıyor ise, insaniyetinizi kaybediyorsanız, hakaretamiz bir yorum yazmaktan kendinizi alıkoyamıyorsanız, yorum yazmayın. Ya da yazın ve ben de sileyim. Üzerinize alınmalı mısınız? Kesinlikle! posted by gezgin @ 11:25 AM

4 comments

Çarşamba, Mayıs 23, 2007 RÜYA BİLMECESİ ("The Science of Sleep") Dikkat: Eğer henüz bu filmi seyretmediyseniz, bu yazıyı okumamanız tavsiye olunur.

337

*** "Rüya Bilmecesi"nin ait olduğu bir film kategorisi var. Güçlü bir karaktere sahip olmayan, istediğini elde etmek için yeterli iradeyi ve zekayı gösteremeyen, sonunda da genelde mağlup olan (bu sonuncusu şart değil) kahramanların bulunduğu filmler kategorisi. Bunlar hafif (komik) bir tarzda da çekilmiş olabilirler (çeşitli Woody Allen filmleri, örneğin), ağır bir tarzda da (milyonlarca Avrupa filmi). Eylemden çok diyalog içeren bu filmleri daha çok festivallerde seyredersiniz, zira ortalama seyirci bu tür filmleri pek tutmaz. Neden? "Kazananlar"dan çok "kaybedenler"i anlattığı için (bkz. 4 Ocak 2006 tarihli yazım). Büyük insan kitlelerinin çoğunlukla kaybedenlerden oluştuğu göz önünde bulundurulursa (biraz iddialı bir sav oldu ama, durum kanaatimce böyledir), bu kadar az seyirci çekmeleri ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Ama kaybedenlerin, kendileri gibi insanların sefil hayatlarını seyredip sinema dışında olduğu gibi sinema salonunda da bunalmak yerine, kendilerinde bulunmayan cesaret ve yeteneklere sahip insanları seyrederek, 2 saatliğine de olsa bu sefaletten kurtulmak istemeleri aslında son derece anlaşılır bir durumdur. *** "Rüya Bilmecesi" de kaybeden birini anlatan bir film. Sevimliliği, yaratıcılığı, zekası, onun, kişiliği yeterince gelişmemiş bir kaybeden olduğu gerçeğini gizleyemiyor. Gizlemek ne kelime, film aslında onun bu az gelişmişliği üzerine kurulmuş. Belirli bir süre sevimli gelen bu az gelişmişlik ("arrested development"?), bir süre sonra insana, "Eh, büyü be artık!" dedirtiyor. Ama öyle olmuyor. Az gelişmiş kahramanımız, filme başladığı zamankinden daha da az gelişmiş bir halde filmi bitiriyor. (Ne "karakter değişimi" ama!). Filmin güzel yanları yok değil. Kahramanın rüyalar ile gerçek yaşam arasında bir denge kuramaması son derece hoş. Gördüğü rüyaların perdede yansıtılma şekli de öyle (Stop motion, mavi ekran kullanımı, kartondan maketler, vb.). Hatta anlaşılan yönetmen daha çok bu rüyaların yaratıcılığına odaklanmış gibi. Senaryonun geri kalan bölümündeki zayıflığın nedeni bu olabilir. Yine de filmin en sonunda, bu rüyaların verdiği hoş duygu değil de, kahramanın zayıf karakterinin ve pısırıklığının bizde yarattığı "sinir olma" duygusu ile kalıyoruz (en azından ben öyle kaldım). Ne büyük bir aşk, ne de benzer bir duygu var. Sadece cesaretten yoksun bir kahramanın duygularını açmadan önce oyalanırken kurduğu hayaller. *** Benzer bir duyguyu "Dolls"u seyrederken de hissetmiştim. Orada da yeterince güçlü olmayan bir nedenden (arkadaşın ölümü) dolayı bir araya gelemeyen iki tip anlatıyordu. Filmin bir noktasında, "Bunlara altı aylık Prozac tedavisi, artı psikoterapi uygulayacaksın, bak birşeyleri kalıyor mu!" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ama yönetmen (ve yazar) kahramanlarından bu tedaviyi esirgemiş, onları divaneler gibi dağ bayır gezdirmişti, zira bu ona daha ilginç -sinematik- gelmişti. Bazılarının (gerçek ve büyük bir aşkla karıştırdıkları için sanırım) ayıla bayıla seyrettiği bu film de beni sinir ettiği ile kalmıştı. Ne kadar iyi çekilirse çekilsin, karakterlerin önündeki engeller gerçek ve aşılmaz olmadıkça, ve onlar da bu engelleri aşmak için canlarını dişlerine takarak çabalamadıkça, onların bu engeller önünde acı içinde kıvranmaları bende bir sempati ya da empati uyandırmıyor. *** "Rüya Bilmecesi"ni bir daha seyreder miyim? Rüya sahneleri için belki ama senaryo için, kesinlikle hayır. posted by gezgin @ 10:28 AM

2 comments

Pazartesi, Mayıs 21, 2007 SANATIN KAYNAĞI Peşimizi bırakmayan o tuhaf düşüncedir, en sonunda sanata dönüşen. Aklımızdan atamadığımız o tek imgedir, en sonunda sanata dönüşen. Aklımızdan çıkaramadığımız o tekil/acayip/hususi/istisnai düşünce, sanata dönüşür. 338

*** Orijinali: "It's the singular image that haunts us that becomes art." Julia Cameron *** Bir çok kereler başıma gelmiş bir hadisedir. Bir görüntü, bir imge çakar beynimde, ve bu imgenin bir hikayenin kilit nitelikli bir anı olduğunu bilirim hemen. Artık bana düşen, bunun geri kalan bölümünü bulmaktır. Ne zaman akıl yolu ile bu imgeye eklemeler yapmaya çalışsam, başarısız olurum. İçimi sıkıntı basar. O imge, kendisini doğal/organik olarak tamamlayan diğer bölümlerin de bilinçaltından çekilip çıkartılmasını ister. İşte yaratıcılık budur. Orijinal eserler böyle yaratılır. Bunun dışındaki her yöntem (formüller, vb.), tek başlarına kullanıldıklarında, yapay ya da güçsüz olurlar. Sanat eserleri, güçlerini, bu peşimizi bırakmayan imgelerin (ki onları aysberglerin görünen ucuna benzetebiliriz) görünmeyen, bilinçaltında kalan bölümlerinden alırlar. İşte bu kaynağa ulaşabilmek, oradan yazabilmek, orayı besleyebilmek, gerçek sanatçılığın uğraş alanlarıdır. posted by gezgin @ 1:04 PM

1 comments

Perşembe, Mayıs 17, 2007 Düzeltme, ve Ne Özrü?! Arada sırada yazdığım yazıların sonucunda, benim bir "ulusalcı", hatta ve hatta "milliyetçi" olduğum izlenimi doğuyor olabilir. Ne yazık ki hayatta, kendini şöyle bir kampa atıp, sonra da o köşeden bütün dünyaya atıp tutma lüksüm olmadı. Hiçbir kampa ait ya da bağlı değilim. Olamam da... Bunun birinci nedeni insanların toplu olarak hareket ettiklerinde IQ'larında meydana geldiğini gözlemlediğim "dramatik" (anlayan, kelime oyununu anladı) düşüş. Bu tür ortamları pek sevmem, onlar da beni sevmez. İkinci nedeni, girdiğim kampın savunduğu görüşlerdeki çelişkileri görmezden gelecek kadar vicdansız olamamam. Sevmemek ve sevilmemek için bir sebep daha! Üçüncü neden, mevcut kamplardan hiçbirinin, bu ülkede yaşayan olabildiğince çok sayıda insan için doğru düzgün bir plan ve projeye sahip olduğunu düşünmemem. Buna merkezdeki görüşler kadar radikal görüşler de dahil. *** Benim daha çok eklektik bir bakış açım var. Ve bu eklektizm, bu kampların her biri tarafından çelişik olarak nitelenebilir. Olsun. Ben bu dünyaya yüzde yüz tutarlı bir yaşam sürmek üzere gelmedim. Zaten yaşamın kendisi yüzde yüz tutarlı değil. Hatta bu yaşam, bir senaryo olarak önüme gelse, "Ne kadar çelişik" deyip reddederdim :) Ama bırakın reddetmeyi, bu çelişik kuralları bir santim bile yerinden oynatmak mümkün değil. Ben sadece gerçeği, işe yarayanı, ve bu esnada da olabildiğince ahlaki olanı arıyorum. Yani hem idealistim, hem pragmatist. Hem tutucuyum, hem özgürlükçü. Şimdilik bir şikayetim de yok bu durumdan. posted by gezgin @ 2:27 PM

6 comments

BİRİ BİZİMLE KAFA BULUYOR! Bazen insanın karşısına öyle haberler çıkar ki, "durumu" tam anlamıyla özetlediği için kesip bir yerde saklamak gerekir. Bugün Milliyet'te çıkan bir haber da bu kategoride: 339

"Avrupalı aydınlardan TSK'ya tepki Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinden yaptığı açıklamaya Avrupa'dan sert tepki geldi. Aralarında siyasetçi, sivil toplum örgütü temsilcileri ve düşünürlerin olduğu 50'ye yakın isim, açıklamayı protesto etti... "Avrupalı dostlarından Türk halkına" başlıklı açıklamada, "Türkiye'nin ilerlemesini ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini zedeleyecek bu girişimi şiddetle reddediyoruz" denildi. Açıklamadaki diğer ifadeler şöyle: "Türk ordusu yaptığı açıklamayı Türkiye'nin laikliğini korumak olarak savunmaktadır. Halbuki laikliğin tehdit altında olduğu abartılmıştır. Çünkü , Türkiye, kadın haklarından eğitime kadar pek çok alanda önemli reformlar gerçekleştirmiş, bu reformlar laik değerlere hukuk çerçevesinde koruma getirmiştir." "Türk Ceza Yasası ve kanunları hiçbir dönemde şu anda olduğu kadar AB standartlarına yakın olmamıştır ve bu değişikliklerin çoğu şu anda görev başında olan hükümet döneminde yapılmıştır. Biz Türk halkının tercihlerinin, Türk siyasetçileri ve Türkiye'nin sivil toplumu tarafından ifade edilmesi gereketiğini düşünüyoruz." Avrupalı aydınların açıklaması AB'ye mesajla noktalanıyor: "Avrupa hükümetlerine Avrupa Birliği'nin verdiği sözlere sadık kalması yönünde çağrıda bulunuyoruz. Türkiye'de Demokratlara verilecek destek AB yönündeki süreci güçlendirecektir." *** İnsan düşünmeden edemiyor: Bu adamlar bu kadar mı kör? Bu kadar mı Türkiye'de olan bitenden ve mevcut hükümetin art niyetlerinden habersiz? Bu kadar tanımadığın bir ülke hakkında nasıl böyle bir açıklamada bulunabilirsiniz? Nasıl "aydın"sınız siz? Neymiş: Demek ki, okumuş cahillere, ya da daha da kötüsü, okumuş kötü niyetlilere sadece bizde rastlanmıyormuş. Yine de kafası karışıklar için "durumu" kısaca netleştirmekte fayda var: 1) Mevcut iktidar kesinlikle demokrat filan değildir. Halkın inançlarını manipule ederek iktidar olmayı akıl edebilmiş / başarabilmiş bir gerikafalı insanlar güruhudur. Demokrasi, onlar için sadece kendi seslerini daha fazla duyurabilmeleri için gerekli bir şeydir. Başkalarının sesini duymaya tahammülleri bile yoktur. 2) Mevcut iktidarın amacı Türkiye'yi ileri değil geri götürmek, ama bu arada ticari kazançlarını da maksimize etmektir.Bu amaçlarını gerçekleştirmek için buldukları "dahiyane" yöntem ise, ülkeyi geri götürme niyetlerini, "ülkeyi ileriye götürür gibi yapmak" şeklinde maskelemektir. 3) Avrupa Birliği'ne girmek, onların bu niyetlerini maskelemek için kullandıkları en etkili silahtır. Avrupa Birliğine katılım için gereken ön şartlar ile, mevcut iktidarın ülkeyi geri götürmesinin önündeki engellerin kaldırılması, kaderin bir cilvesi sayesinde örtüşünce, onlar da "biz geri gitmek istemiyoruz, AB'ye girmek istiyoruz" diyebilme şansını yakalamışlardır. 4) Mevcut iktidar, kendi gerici planlarıyla çatışan her noktada AB kriterlerini terk ve inkar etmekte, "Avrupa"yı yetersiz bulmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin "türban" ile ilgili kararları bunun en bariz örneğidir. 5) Bu ülkede Askerler de, Bürokrat Elit de bu ülkenin çocuğudur ve bu ülkenin çıkarlarını savunmaktan başka bir şey düşünmemektir. Son tahlilde her iki grup da memur maaşı alan iyi okumuş insanlardan oluşmaktadır. Kendi çıkarını düşünen bir kast, ya da aristokrat bir sınıf değildir. Öz be öz vatan evladıdır. (E. Ardıç'ın ıskaladığı basit bir kaç gerçekten biri). 6) Son olarak da şunu tekrar hatırlamak gerek: Bu ülke, Avrupalı ülkeler gibi yavaş yavaş, doğal bir evrim sonucunda kurulmamıştır. Bir imparatorluğun çökmesinin ardından, ASKERLER tarafından (bunu açıklamaya gerek var mı?), Avrupalılarla ve Gericilerle ve Bölücülerle savaşılarak kurulmuştur. Kuruluşunun üzerinden 80 yıldan fazla bir zaman geçmesine karşın hâlâ aynı düşmanlarla uğraşmaktadır. İşin ilginç ve insanları en çok aldatan tarafı, bu düşmanların, "demokrasi" "özgürlük" vb. adı altında birleşmiş, farklı bir imaj yaratmış ve Türkiye Cumhuriyeti ile hala mücadele ediyor olmalarıdır. posted by gezgin @ 11:18 AM

5 comments

Çarşamba, Mayıs 16, 2007 340

HÜRRİYET'TEN BİR HABER Hürriyet'in bugünkü sayısında yayınlanan şu haberi atlamayın. ASELSAN'ın olayı ele alış tarzı ve davanın örtbas edilmesi, çok ilginç. Birileri gerçekten bizim fazla bilgilenmemizi istemiyor galiba. posted by gezgin @ 12:21 PM

4 comments

Pazartesi, Mayıs 14, 2007 That's The Way I Wanna Rock n Roll Önümüzdeki 5-10 yılı meşgul edecek olan teknolojik hadise, HD (High Definition - Yüksek Çözünürlüklü) TV ve sinemadır. Örneğin Amerika'da yanlış hatırlamıyorsam 2008'den itibaren bütün yayınlar HD olmak zorunda. Japonya ve Avrupa da bu yönde hızla ilerliyor. Bizde ise benim bildiğim tek girişim Kanal D'den geldi. Bunda, gerçek HD televizyon setlerinin pek satılmaması da rol oynuyor. Zira adam ne yapsın HD televizyonu, evinde HD oynatıcı ya da kamera yokken. Ayrıca gerçek (full) HD televizyonların fiyatı biraz tuzlu. HD oynatıcıların da iki ayrı standardının bulunması (HD-DVD ve Blu-Ray), tüketicileri erken bir hamle yapmaktan alıkoyuyor da olabilir. Ama işin ilginci, teknolojik gelişmeler, bizim bu tedirginliğimizi umursamadan aynen devam ediyor. Sony'nin HC1 ile tüketici (consumer) düzeyine indirdiği HD (aslında HDV), Canon'un el kadar kameralarıyla iyice ulaşılabilir oldu. Yakında, HD (ya da başka bir formatta) çekim yapan cep telefonları çıkarsa şaşmayın. *** Amma, işin asıl heyecan verici noktası bu değil. Bu noktayı anlatabilmek için de azıcık teknik bilgi vermek gerekiyor (Korkmanıza gerek yok, son derece basitleştireceğim): Normal bir TV görüntüsünü oluşturan dikey satır sayısı 576'dır (PAL). Bir DVD görüntüsünü oluşturan dikey satır sayısı 720'dir. Bir HD (Yüksek Çözünürlük) görüntüsünü oluşturan dikey satır sayısı 1920'dir. Normal bir film kamerasının çektiği tek bir karede ise 4000 (4K) satır olduğu varsayılır. Bu nedenle 35mm ya da 16mm çalışmış insanlar, video görüntülerine genelde burun kıvırırlar. *** Ama işte öyle bir kamera piyasaya çıkıyor ki, hem sinema kalitesinde (4K) görüntü sağlayacak, hem dijital olacak, hem de post production'ı çok daha kolay olacak. İşte o kamera RED ONE. Fiyatı da (inanılmaz gelebilir ama) 17.000 dolar civarında (olacak). "The sensor will have a 12 Megapixel CMOS (brand name: Mysterium) that is 24.4mm x 13.7mm, with 4520x2540 active pixels, 4900x2580 full pixels, and a 66dB dynamic range. The Mysterium sensor has the same active area as a Super 35 film frame (masked to a 16:9 aspect ratio), allowing the same shallow depth of field to be produced in conjunction with lenses designed to cover the 35mm format." "The recording formats include 2540p, 4K, 2K, 1080p,1080i, and 720p." "The Redcode RAW codec will allow 4K sensor data to be recorded at 24 frames per second with a data rate of around 27.5 MB/s (220 megabits per second). This data rate is low enough that on-camera recording" (Wikipedia'dan) Şu anda sadece siparişleri alınan bu kamera eminim sinema okullarının, yapım şirketlerinin ve cebi biraz paralı heveslilerin en yakın dostu olacak. Zaman içerisinde mutlaka onun (ve aksesuarlarının) da fiyatı düşecektir. İşte o zaman, gerçek "in-digi" (independent-digital) sinema atağa geçecek ve bizi cebi para dolu kifayetsizlerin elinden kurtaracaktır. *** Şurada, RED ONE ile ilgili bir yetkilinin NAB 2007'deki konuşması var (İngilizce). 341

Şurada da ayrıntılı bir RED ONE değerlendirmesi (İngilizce). posted by gezgin @ 2:19 PM

4 comments

DERİN İLETİŞİM Hayattaki en zevkli dördüncü şey, biri ile derinden iletişim kurmaktır. Derinden iletişim ile kastım, size karşı hiçbir önyargısı olmayan ve söylediklerinizi anlama kapasitesine sahip olan biri ile yapılan iletişimdir. Bu tür iletişimler sürekli olmaz, belki bir kaç ayda bir, belirli bir konuda başlayıp sonra çok farklı alanlara yönelen sohbetler şeklinde gerçekleşir. Ama bu sohbet bittiği zaman, kendinizi çok güzel bir yemek yemiş gibi, ya da çok güzel bir konserden çıkmış gibi ruhen doymuş, tatmin olmuş hissedersiniz. Ve aslında gerçekten de ruhunuz doymuştur, zira bir başka insan evladı ile bu kadar derin bir iletişim kurmak, her ruhun en temel ihtiyaçlarından biridir. Böyle bir iletişimin etkisi aylar sürer. Bu ihtiyaç karşılanmadığında, kendinizi koskoca evrende yapayalnız ve amaçsız hissedersiniz. Yalnız olmadığınızı anlamak ve hayatınızın aktığı yönü kestirebilmek için, sizinle aynı frekansta bir başka ruh ile iletişime geçmeniz gerekmektedir. *** Dramatik çatışma türlerinden biri olan "insanlar arası çatışma", işte bu tür derin iletişimlerin kurulamamasından kaynaklanır. Böyle bir iletişimin herkesle kurulamayacağı açıktır, ve bu da gündelik çatışmalara yol açar. Ama bizi etkileyen şey, birbirine son derece yakın olan insanlar arasında da bu derin iletişimin kurulamamasıdır. Hikayenin başından beri özdeşleştiğimiz karakterler arasında yaşanan iletişimsel sorunlar, bizi kahreder. Her iki tarafın da iyi niyetli olduğunu biliriz, ama gururlarından ya da kötü şanslarından dolayı yaşanan iletişimsizlik, onları birbiriyle çatışmaya iter, ya da bir araya gelmelerine engel olur. (Bunun en iyi örneğini, mesajın zamanında Romeo'ya ulaşmamasında görürüz). *** Böyle bir iletişimin önündeki engeller nelerdir? Tarafların birbirleriyle aynı karakter kalitesinde olduğunu ve birbirleri ile önemli sayılabilecek bir ilişki içinde bulunduklarını varsayarsak, şunları söyleyebiliriz: 1) Gurur: Gurur, insanın içindeki şeytandır. "Aslında" önemli olmayan bir sürü şeyi kafaya takıp, bunlar yüzünden üzülüp ya da öfkelenip, abuk subuk eylemlerde bulunmamıza neden olan duygudur. Derin bir iletişimin önündeki en büyük engel de odur aynı zamanda. 2) Geçmişteki İncinmişlikler: Bir kişiyle ne kadar aynı ruhsal karakterde olsanız da, geçmişte o kişiyle yaşadığınız can yakıcı deneyimler, sizi, ruhunuzu o kişiye tamamen açmaktan alıkoyar. Artık dersinizi almışsınızdır. Her ne kadar, bu acı verici deneyimden önce bu kişiyle çok derin bir iletişim halinde olsanız da, artık cennetten kovulmuş, ya da çıkmışsınızdır. 3) Yargılama Eğilimi: Bu eğilimin evrimsel bir şey mi, yoksa öğrenilmiş bir davranış mı olduğunu çıkartamadım. Her ikisi de olabilir. Her birimiz, karşımıza çıkan herşeyi ve herkesi, "iyi, kötü, doğru, çirkin" şeklinde yargılama eğilimindeyizdir. Gündelik hayatımızı olabildiğince kazasız belasız yaşamamızı sağlayan bu eğilim, derin iletişimin en büyük düşmanlarından biridir. Zira bu tür derin bir iletişim anında tarafların en son istediği şey, birisi tarafından yargılanmaktır. İstediği ilk şey ise "anlaşılmak"tır, sadece anlaşılmak. Kendisi hakkında "iyi" ya da "kötü", "doğru" ya da "yanlış" şeklinde hüküm verilmeden, sadece anlaşılmak. Kökeni ister genetik olsun, ister kültürel, bu eğilim engellenmediği sürece, bir başkası ile derin iletişime geçmek mümkün değildir. Buradaki "engelleme"den kastım, karşındakini dinlerken içte yaşanan yargılama sürecinin söz ile dışa vurulmaması değil. O kişiyi gerçekten yargılamamak, olduğu gibi kabul etmek, olabildiğince çok yönüyle ve sevecen bir tavırla anlamaya çalışmak. 4) Kader: Bazen, insanlar arasında derin bir iletişimin kurulması için diğer bütün koşullar yerinde iken, yine de böyle bir iletişim kurulamaz. Zaman uygun olmaz, mekan uygun olmaz, ruh hali uygun olmaz, bir şeyler uygun olmaz işte... Buna karşı ise yapılabilecek bir şey yoktur. *** Bir çok insan, kendisini gururdan arınmış, kin tutmayan, ve yargılama eğilimi olmayan kişiler olarak tanımlar. Ama bahsettiğim derinlikte ilişkiler kuramamalarını ve (gündelik hayatın yüzeysel boyutunda ne yapıyor ya da ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar) neden büyük bir yalnızlık hissi içinde boğulduklarını açıklayamazlar. Çok sayıda insan, bu yalnızlık hissini ortadan kaldırmak için kendisini 342

eğlenceye ve zihin dağıtma faaliyetlerine vurur. *** Bir yazar olarak, derinlikli karakterler yaratabilmeniz için, önce kendi ruhunuzun derinliklerine inebilmeli, orada bütün iyi ve kötü yönlerinizle yüzleşebilmeli ve hesaplaşabilmeli, sonra başka insanlarla da yukarıda anlattığım tarzda bir derin iletişim kurabilmelisiniz. Ancak ve ancak bu sayede, insan ruhunu bütün çıplaklığı ile tanıyabilir ve izleyicilerde/okuyucularda, kalıcı bir etki yaratan eserler verebilirsiniz. posted by gezgin @ 11:08 AM

0 comments

Cuma, Mayıs 11, 2007 KISA FİLMCİLERE NEDEN GICIK OLUYORUM! (Güncelleme: Bu yazıda anlatılanların ne kadar doğru olduğunu anlamak için, bu aralar S'NEK'te Digiturk, Kanal 99- NYFA'ya gönderilmek üzere çekilmiş kısa filmleri -en azından bazılarını- izlemenizi tavsiye ederim. Kaç tanesini izleyeceğiniz size kalmış, zira daha sonra "Sizin tavsiyenize uydum ve ömrümün üç güzel saati gitti" derseniz, sorumluluk üstlenmem :) Çok uzun bir süredir iyi bir kısa film seyretmediğim için. İnsanlar bir kaç kısa film çektikten sonra kapağı doğrudan TV'ye ve reklam sektörüne attıkları, kısa filmleri sadece bu doğrultuda bir basamak olarak kullandıkları için. Kısa filmciler, o kadar materyali (kamera, ışık, oyuncu, ses, post) bir araya getirdikten sonra, dişlerini biraz daha sıkıp uzun metraja zahmet etmedikleri için. Karikatürlerdeki espriler gibi, küçük ama ilginç bir fikir bulduktan sonra, bunu hiç geliştirmeyip hemen film yapıp, sonra bunun için de yere göğe konulmamayı bekledikleri için. Bazı gerizekalı kurumlar, sanata katkı adına çeşitli kısa film yarışmaları yoluyla, aslında yeteneksizlik ve üşengeçliği ödüllendirdiği için. (Ben, bu kadar ödüllendirilen kısa film dünyasından, uzun metraj dünyasına gerçekleşen büyük katkı örnekleri göremiyorum. Ya siz?) *** Daha saymama gerek var mı? Benim film çekme konusundaki fikirlerim, biraz katolik rahiplerin evlilik konusundaki fikirlerine benziyor. Ya bu işi "tam" yapmalı, ya da "hiç" yapmamalı. İnsan, ara ya da geçici yollara başvurup, enerjisini boşa harcamamalı bence. Gençlerin bu konuya eğilmemelerinin temelinde yine bilgisizlik yatıyor bence. "Aslında" neler yapabileceklerini bilseler, bir çoğu uzun metraj çekerdi. Bir "Clerks" bir "El Mariachi" bu gençlere örnek olmalı, cesaret vermeli. Ki bu filmler çekildiğinde ne internet gibi dev bir bilgi kaynağı var, ne şimdiki kadar kaliteli ve ucuz video kameralar var, ne de neredeyse ev bilgisayarında kurgu yapmayı sağlayan programlar var. Ama, görüldüğü üzere: "Reklam dünyasına giden gelmiyor, Acep nedendir..." *** YORUMLARA YORUM… Benim gibi bir insanın derdinin anlatamamış olması, tek başına bir depresyon nedenidir, zira ben kendini iyi ifade ettiğini düşünen biriyim. Bu nedenle kendi yazılarıma bir de açıklama yapmak ayrı bir dert. Yine de yapayım: Türkiye’nin gerçeklerini değerlendirirken, bize referans (karşılaştırma) noktası teşkil etmeyecek ülkeleri anmamaya çalışın. Yüzyıldır büyüyen bir Hollywood ile Türk sinemasını karşılaştırmayın. Özellikle de bir dönem ayakta kalabilmek için en büyük oyuncularının ve yönetmenlerinin bile erotik filmler çekmek 343

zorunda kalan bir ülke olduğunu unutmayın buranın. Şu aralar Türk sinemasında yaşandığı iddia edilen “patlama” ise bir kalite patlaması olmayıp sayısal bir patlamadır sadece. Çeşitli nedenlerle yabancı filmlere tepki duymaya başlayan seyircinin gösterdiği eğilime, Türk sinemacılarının verdiği kalitesiz bir cevaplar topluluğundan ibarettir. Her yıl çekilen 30-40 filmde sadece bir ya da ikisinin “iyi” (mükemmel ya da çok iyi demiyorum, bakın) olması (ya da onun bile olmaması), buna dalalet eder. İşte bu ahval ve şerait içerisindeyken, kısa filmcilerin bol ve anlamsız/yetersiz ürünlerinin ödüllendirilmesine duyduğum bir tepkiyi ifade ettim bu yazıda. Şu aşamada, bize kısa film yapıp sonra hepsi reklama ya da TV’ye kayacak yönetmenlere ihtiyacımız yok. Adam gibi uzun metrajlı film yapıp kendi çağını yakalayacak, onunla halleşecek, ona hesap soracak yönetmenlere ihtiyacımız var (Bu bağlamda Ç. Irmak ne kadar geri kafalı kalıyor, farkında mısınız?). “Kısa film uzun metraja giden yolda bir basamak…” demişsiniz. Ben ise bunun kuramsal olarak doğru, ama günümüz Türkiye’sinin gerçeğinde kesinlikle yanlış olduğunu söylüyorum. Yani kısada uzuna geçen insan sayısı o kadar az ki… Yazının başında da belirttiğim gibi kısa filmler sadece reklam sektörüne geçiş aracı olarak, bir CV DOLGUSU niyetine kullanılıyor., Bunun ne kadar doğru olduğunu görmek için, Canon XL1’in çıktığı 1997 yılından günümüze geçen 10 senede (daha öncesinin mazereti var diyelim) Türkiye’deki sinema okullarından ve sinema eğitimi veren kurumlardan mezun olanlardan kaçının uzun metrajlı filme yöneldiğini bir araştırın derim ben. Binlerle ifade edilen bu sayının ne kadarı sinemada şimdi? Lütfen döne döne Ç. Irmak ve Mustafa Altıoklar örneğini de vermeyin. Bence bunun altında yanlış ödüllendirme yer alıyor. Sinemacı olmak aşkıyla bu okullara giden insanların önce kısa filmle yetinmeye, sonra da reklam ve TV sektörüne girmeye cezp edilmeleriyle, bu genç insanların içindeki yetenek, yanlış yönlendiriliyor. Bunun en iyi örneği belki de Ezel Akay. Reklam sektörüne girdikten sonra sinema yapmayı hep ertelediğini, çeşitli röportajlarında hep dile getirir. *** İkinci yorumun cevabına gelince: “Kısa filmle uzun metraj arasındaki mesafe o kadar "kısa" mı sahiden?” denmiş. Daha güzel bir soru olmuş. Tabii ki 5-6 oyuncu arkadaşınızla çekebileceğiniz bir film ile “Gladyatör”ü aynı kefeye koymuyorum. Ama diyorum ki, 5-6 arkadaşınız, 2-3 mekanınız varsa, bunlarla uzun metrajlı film çekin. Örneğin Richard Linklater “Tape” adlı filmi bir otel odasında çekti. Ve elinde sadece 3 oyuncusu vardı. Geçen sene CNBCe’nin yayınladığı film, beni gece yarılarına kadar ayakta tutacak kadar da iyiydi. Ve Clerks’ün ve El Mariachi’nin nasıl ve hangi koşullarda çekildiğine bakın diyorum. Clerks, yazaryönetmenin çalıştığı bir markette ve geceleri çekildi. (Bu markette çalışan Kevin Smith, ancak geceleri çekim yapmak için izin alabilmişti. Bu nedenle marketin pancurları kapalı ve bunu açıklamak için de çok güzel bir yol bulmuşlar. Filmi izleyin, ne demek istediğimi anlarsınız). Ama bizde genelde genç yönetmenler yaratıcı çözüm üretme değil ağlama eğilimindedir (hence the title). Hatta bu yaratıcılıktan uzaklık, genel olarak senaryolarına da yansır. posted by gezgin @ 7:29 PM

7 comments

Robert McKee Türkiye'de! www.kapital.com.tr'den bana gelen bir duyuru. İlginizi çekebilir diye düşündüm: "Senaryo yazarlarının hocası Robert McKee, Türk pazarlama dünyasını pek çok ilkle tanıştıran MediaCat dergisinin düzenlediği, Digitürk’ün desteklediği, Alametifarika, Hürriyet ve Ünite İletişim’in iletişim sponsorluğunu üstlendiği üç günlük bir seminer için haziran ayında Türkiye’ye geliyor. McKee’nin semineri 4-5-6 Haziran tarihlerinde Ceylan Intercontinental Bosphorus Salonu’nda gerçekleşecek." Başvuru: 0212 282 26 40 0212 282 26 99 / 211 / 232 / 233 344

[email protected] Not: Bu tür seminerlerin genelde çok yüksek bir giriş ücreti olur. Bu paranın üçte birine, seminerdekinden otuz kat daha fazla bilgi içeren kitabı alabilirsiniz. Ama seminerin ve kitabın ingilizce olduğunu unutmayın. Seminerde tabii ki simultane çeviri olacaktır... posted by gezgin @ 6:12 PM

0 comments

Salı, Mayıs 08, 2007 AĞLAMA YAR, AĞLAMA! Bağımsız sinemanın ("Independent filmmaking") önündeki engeller teker teker kalkıyor. Hem film çekmek, hem bu filmi kurgulamak, hem de seyirciyle buluşturmak, sinema tarihinde hiç olmadığı kadar ucuz ve kolay artık. Geriye biraz heves, bir miktar tanıdık bağlantısı, biraz da yüzsüzlük gerekiyor (yüzsüzlüğün neden gerektiğini birazdan göreceğiz :). *** KAMERALAR En başta kameradan başlayalım. Video kameralar uzun bir süredir piyasada, ama ilk kez, sinemada gösterilebilecek kalitede film çeken kameralar bu kadar ucuzlamış durumda. Ucuzdan kastım 5 bin dolar civarı. Bugüne kadarki kameralarda hep bir sorun, eksiklik oluyordu: Ya kameranın çözünürlüğü yeterli olmuyordu, ya progressive çekmiyorlardı, ya da bu özelliklere sahip olanlar çok pahalı olabiliyordu. Ama bu bile bir çok yönetmeni bunlarla başarılı filmler çekmekten alıkoymadı: Soderbergh 2001'de "Full Frontal"ı bir Canon XL1 ile çekti (2 milyon dolar maliyet, 3 milyon dolar gişe). Danny Boyle (Trainspotting, The Beach) bir sene sonra "28 GÜn Sonra"yı aynı kamera ile çekti (8 milyon dolar maliyet, 82 milyon dolar gişe!). Ama artık sinemalarda rahatlıkla gösterilebilecek kalitede görüntüler veren kameralar 5 bin dolar civarında. Bu kameralar hem HD ya da HDV çekiyorlar, hem progressiveler, hem XLR girişleri sayesinde çok iyi ses kaydedebiliyorlar. (Eğer sadece senaryo yazımıyla ilgileniyorsanız ve bu terimlerin ne olduğundan haberiniz yoksa paniğe kapılmayın. İleride bunları daha detaylı bir biçimde öğreneceğiz. Şimdilik hiçbirşey olmamış gibi devam edin.) Peki hangi kamera bunlar. Şu anda bu fiyat aralığında piyasada iki adet müthiş kamera var: SOny HVR V1 ve Panasonic AG-HVX200. İşte bu isimleri iyi öğrenin. Aradığınız kameralar bunlar. Her kim bunların dışında bir şey sizi öneriyorsa, bir şeyleri eksik biliyor demektir. Pek kulak asmayın. Eğer bir okulda iseniz (bu özel bir üniversite de olabilir, devlet üniversitesi de), bölüm başkanlarınıza, dekanlarınıza, rektörlerinize, bu kameraları almaları için baskı yapabilirsiniz. "Kariyerimize engel olmayın" sloganı da benden size hediye... şimdi bu kameralarla ilgili iki ufak mesele var. Bu kameralardan Sony olanı MiniDV kasetlere kayıt yapıyor. Kasetin tanesini 5-10 YTL'ye bulabilirsiniz. Normal "film" (ve onun baskı masrafları) ile karşılaştırıldığında o kadar komik bir rakam ki bu, inanılmazlık derecesinde. Ama sette bu kayıt yapılan kaseti çok oynatmamak (izlememek) gerekiyor. Görüntülerin en kısa sürede bilgisayara atılmasında fayda var. Panasonic ise HD kaydı P2 denilen kartlara yapıyor. Bunlar, cep telefonlarındaki ya da fotoğraf makinalarındaki kartlar gibi, kameraya takılıyor, sonra oradan doğrudan bilgisayara aktarılıyor. Çok dayanıklı, ama düşük kapasiteli ve pahalılar. Ama bunun da çaresi var: Bu kartlara değil de harici harddisklere kayıt yapabiliyorsunuz. Bir walkman büyüklüğündeki bu harici harddiskler (Firestore sözcüğünü google'da aratın), sizi bayağı bir külfetten kurtarıyor. Aynı harici harddisk desteği sony için de geçerli. Rakamlarla konuşacak olursak, bir kamera ve onun harici harddiskini yaklaşık 6 bin dolara halledebilirsiniz. *** KAMERA AKSESUARLARI Sadece bir kamera, kaliteli bir film çekmek için yeterli değil tabii. Bir iki aksesuara daha ihtiyaç var. Aslında bir çok aksesuar olsa iyi olur ama ben en elzemlerini yazıyorum:

345

1) Redrock Micro M2 Adapter: Bu ne demeyin. Bu alet sayesinde, 35 mm'lik objektifleri, video kameranızın objektifine takabileceksiniz. Yani bu adaptör, 35 mm objektif ile kameranızın objektifini buluşturan, bir araya getiren bir nevi çöpçatan. Bir yumruktan biraz daha büyük, siyah bir kutu. Bu neden lazım? Detaya girmeden şöyle anlatayım: Sinema filmlerinde, bir görüntüde odaklandığınız nesne net iken, zemin bulanıktır. Bu sayede önplandaki nesne ile arka plandaki nesne birbirinden ayrılır. Bu, sinemanın en belirgin özelliklerinden biridir. Video görüntülerde ise önplandaki nesne de nettir, arkaplandaki nesne de. Bu nedenle bu iki nesne birbirine karışmış gibi görünür. Bu, video kameraların chip büyüklüğünden kaynaklanan kaçınılmaz bir durumdur. Ama eloğlu bu sorunu aşmak için bir adaptör icat etmiş. Şu anda bu adaptörün en kalitelisini şu adresten bulabiliyorsunuz: http://www.redrockmicro.com/micro35.html 2) Follow Focus: Amatör video kamera görüntülerini hatırlayın. Özellikle hareketli sahnelerde, nesneler bir net, bir bulanık çıkar. Bunun nedeni kameranın otomatik zumunun nesneye hemen odaklanamamasıdır. Eğer sinema için bir şeyler çekecekseniz, görüntülerinizin çok net olması gerekiyor. Bunun için de kameranızın focus'unun manuelde olması gerekiyor. Ama bu da kafi değil. Zira bir sahnede zumu, halkasından yapmaya çalışmak büyük bir eziyettir. Eloğlu bunun için de "Follow Focus" denen bir nane üretmiş. Bunu kameranızın önüne takıyorsunuz ve zum olayı dert olmaktan çıkıyor. İnternette "follow focus" terimi aratın, bir çok adres bulacaksınız. Ama yine redrock'unki en ideali bence: http://www.redrockmicro.com/mff_product.htm 3) Filtreler: Görüntülerinizin biraz daha sinematik olması için, biraz daha doygun (saturated) olması gerekiyor. Bunu post-production'da da sağlayabilirsiniz, ama yine de el altında en azında bir ND filtre olması iyi olur. Genel olarak filtre konusunu bir araştırın, fotoğrafçı arkadaşlarınızdan bilgi alın, kitaplarını çalın, bir şeyler yapın işte. 4) Ucuz steadicam: Hani filmlerde kamera yürüyen bir insanı takip eder ya. Ama sanki kamera havada uçar gibi, ya da pürüzsüz bir zeminde ilerler gibi hareket etmektedir. İşte bunu sağlayan meretin adı steadicamdir (stedikem). Orijinali son derece hantal ve pahalı bir şeydir. Ama bunun da üstesinden gelmenin yolu bulunmuş. Glidecam Pro 2000 denen bir cihaz, profesyonele yakın sonuçlar veriyor. Daha fazla bilgiyi adamların sitesinden bulabilirsiniz: www.glidecam.com. 5) Tripod ve tripod kafası: İşte bu meretin ucuzu ve kalitelisi yok. Paranıza kıymanız gereken nesnelerden biri bu. www.zoomithalat.com'a gidiyorsunuz, tripodlar sayfasına bakıyorsunuz, sizi öldürmeyecek ama işinizi de görecek bir şey alıp çıkıyorsunuz. Tripodu olan arkadaşınız varsa, ya da okulunuzda böyle bir şey bulunuyorsa, hiç üzülmenize gerek yok. Ama unutmayın, kaliteli birşeyden bahsediyorum. 20-30 milyonluk uyduruk ayaklardan değil. 6) Şaryo (Dolly): Bu maddeyi yazıp yazmama konusunda tereddüt ettim. Bu kadar gerekli mi diye. Sonra gerekli olduğuna karar verdim. Dolly, biliyorsunuz, yerlere döşenen raylar üzerinde sallantısız bir biçimde giden ufak bir araç. Bunu buraya yazmamın nedeni ise, dolly kullanımının artık sinema dilinin bir parçası olduğuna inanmam. Aksi takdirde bütün çekimleriniz omuz kamerası ya da tripodla yapılır ki, seyirciyi en kısa süre baymanın garantili bir yoludur. Peki nereden bulacağız bu dolly'yi? Eğer kamera ekipmanı kiralayan arkadaşlarınız varsa, onlardan elde edebilirsiniz. Ya da kendiniz de yapabilirsiniz. Ama bu, biraz torna-tesviye bilgisi gerektiren bir hadisedir. Bu yeteneklerden ve olanaklardan yoksunsanız, bunlara sahip olan birilerini devreye sokmanın zamanı gelmiştir. İnternette "home-made dolly" ya da benzeri terimleri araştırın, çok ilginç sonuçlarla karşılaşacağınızdan eminim. 7) Her ne kadar artık bu video kameraların içerinde bir sürü otomatik ayar olsa da, elinizin altında bir pozometre ("lightmeter") olması iyi olur. Paranız varsa satın alın, okulunuzda varsa ödün alın, arkadaşınızda varsa, yalvarın! Ve bu mereti kullanmayı iyi öğrenin. Ya da bilen biri ile çalışmaya çalışın. *** SES KAYIT Bunlar, kemara departmanının alet edevatıydı. Şimdi gelelim ses departmanına. 1) "Kameramın üzerinde hazır bir mikrofon var, daha ne!" demeyin. "Ses, bir filmi olduran ya da öldüren şeydir" denecek kadar önemlidir. Ve kamera üzerindeki uyduruk bir mikrofonla olacak gibi değildir. Bir kere ya kameranızın XLR (Canon) jak girişi olmalıdır. Bunun ne olduğunu bilen arkadaşlarınıza da 346

sorabilirsiniz, internetten de araştırabilirsiniz. Ama şurası kesin: sinemayı hedefleyen bir film, mutlaka XLR girişle kaydedilmiş sese sahip olmalıdır. 2) İkincisi, kullandığınız mikrofonun da çok kaliteli olması gerekiyor. Burası da, kaliteyi ucuza alamayacağınız yerlerden biri. En iyi markalar: Sennheiser, Shure, Rode. Sennheiser ME66, işinizi görecektir. Ama daha iyisine paranız yetiyorsa neden almayın? Bu alanda da eğer stüdyosu olan arkadaşlarınız varsa, onlara sırnaşabilirsiniz. (Demiştim size bu iş biraz yüzsüzlük gerektiriyor diye :) 3) Yukarıdaki mikrofonun "shotgun" mikrofon olduğunu söylemiş miydim? Hani şu oyuncuların tepesinden sarkıtılan. Bir de yaka mikrofonlarına ihtiyacınız var. Bunların da kalitelisine ihtiyacınız var. Burada yine Sennheiser markasına bakmanız tavsiye olunur. En az iki tane olması lazım, takdir edersiniz ki! 4) Sıralama biraz kaydı ama olsun: Bir yukarıdaki shotgun mikrofonu tutturabileceğiniz bir "sopaya" ihtiyaç var. Bunun profesyonellerini de bulabilirsiniz, ama pahalıdır. "Vileda sopası" işe yarayacaktır. Unutmayın, siz bağımsız sinema yapıyorsunuz, yani henüz "Spielberg" karizmasından söz etmem mümkün değil. 5) Ee, bu sesi nereye kaydedeceğiz? İki olasılık mümkün. Kameraya da kaydedebiliriz, harici bir kayıt cihazına da. Kameranız, XLR girişi olduğu için, sizin için yeterli bir kayıt olanağı sağlayacaktır. Ama "yeterli"nin "çok iyi" olmadığına dikkat edin. En iyisi, kameranızla ve yukarıda anılan ses ekipmanıyla denemeler yapın, tatmin olmazsanız harici kayıt olanaklarını araştırın. 6) Artık kayıt cihazları da nispeten ucuzlamış durumda. Sadece ucuzlamakla kalmadılar, aynı zamanda video kameralarla çalışmaya da uyumlu hale geldiler. Yani hem bit oranları ve frekansları yükseldi, hem de timecode gibi özellikler kazandılar (Örn. Tascam HD-P2). Bunların ne olduğunu bilmiyorsanız, bilen birinden öğrenmeye çalışın. Ya da internette araştırın. İngilizce'niz varsa ne ala, yoksa "www.benimsinemalarım.com" sitesinin "forum" bölümünde "ses ve ışık" kısmına bakın). Alternatif bir kayıt yöntemi olarak, iyi bir ses kartı ile desteklenmiş bir laptop da kullanabilirsiniz. Ama bunun için bu işleri anlayan birilerinden destek almanız tavsiye olunur. Bu arada en azından bir ses işleme programını (Adobe Audition, mesela) da asgari düzeyde öğrenmeniz lazım. *** IŞIK Gelelim ışık departmanına... (Sona yaklaşıyoruz, sabırsızlanmayın) Tabii ki bir şeyin profesyonelini almak ve kullanmak her zaman daha iyidir. Ama genelde onlar da çılgınlar gibi pahalı olur. Elektrikten anlayan birilerinin yardımıyla kendinize 6-7 kilowatt'lık bir ışık seti oluşturabilirsiniz. 250watt'tan başlayıp 2kw'a kadar uzanan bir yelpazede çeşitli ışıklar yapabilirsiniz. Tek yapmanız gereken, ne yaptığını bilen bir arkadaşınızla birlikte, bu tür ışıkların satıldığı bir mağazaya gitmek. Japon lambalarını da unutmayın (Bunların İngilizcesinin "chinese lantern" olması ilginçtir). Bir kaç tanesinin elinizin altında bulunması hiç kötü olmaz. Çok işe yararlar. Lambalar tek başına işe yaramaz tabii. Onların üzerinde duracağı ayaklar da bulmanız gerekiyor. Bunları nasıl halledeceğinizi sizin yaratıcılığınıza bırakıyorum. Herşeyi devletten beklemeyin. Bir de kablo meselesi var. Bol bol uzatma kablosuna ihtiyacınız olacak. Ve yedek ampule. Ayrıca ışıkların rengini değiştirmek için kullanacağınız jelatinleri unutmamak gerek. Ve bu jelatinleri tutturmak için gereken tahta mandalları da. Bir de ışıkların şiddetini artırıp azaltmak için gereken "dimmer" hadisesini çözdünüz mü, ışık departmanında malzeme açısından herşeyi çözdünüz sayılır. İyi de, o sinema filmlerinde gördüğümüz ışıklandırmayı nasıl yapacağız? Bunun için çeşitli kaynaklara başvurabilirsiniz. İnternette tonlarca belge ve "tutorial" var. Ben Kodak'ınkini tavsiye ederim. İngilizce'nin olmasa bile bir çok şeyi kolayca anlayabilirsiniz. Ama "Üç noktadan aydınlatma"yı (three-point lighting) mutlaka öğrenin. Bunun için güzel bir kaynak: http://www.jamesarnett.com/lighting.html *** OYUNCULAR, MEKAN, ULAŞIM, YEMEK İşte burası yüzsüzlüğünüzün had safhaya vuracağı alanlar :). Filminizde oynayacak oyunculara olabildiğince az para vermek zorundasınız. "Film satıldıktan sonra ödeme yapılmak kaydıyla" diye 347

anlaşma da yapabilirsiniz. İnsanları kandırmaya çalışmayın ama. Ne diyorsanız yapın. Mevcut durumunuz hakkında gerçekçi olun. Kabul eden eder, etmeyen etmez. Filmin yarısında durumunuzu keşfederlerse, çekip gitmeleri işten bile değildir. Mekanlar da önemli. Zira artık bir çok mekan sahibi film çekimi için para istiyor. Bunu by-pass etmenin bir yolunu bulun. Mekan eğer ticari bir yer ise "ürün yerleştirme" yaparak o yerin filminizde belirgin bir biçimde görünmesini sağlayın. Ya da kimsenin kullanmadığı zamanlarda o mekanları kullanın (Clerks'ün, Kevin Smith'in çalıştığı yerde gece çekildiğini biliyor muydunuz?). Ama en önemlisi, daha en başta, senaryonuzu yazarken mekanları minimum sayıda tutmaya çalışın. Ulaşım meselesini de en başta açıklığa kavuşturun. Oyuncular ve ekip kendi olanakları ile mi gelecek, yoksa onları birisi arabasıyla/minibüsüyle toplayacak mı? Kendileri gelecekse, en azından yol/benzin paralarını vermeniz büyük bir incelik olur. Yemek konusu da ulaşım gibi. Önceden düşünülmeli. Uygun miktarda yiyecek ve içecek sağlanmalı. Gece çekimleri için bolca kahve. Ya da başka sıcak içecekler. Filminize sponsor olarak bunları sağlayacak birilerini de bulabilirsiniz. *** POST-PRODUCTION (Yapım-sonrası) Diyelim ki filminizi kazasız belasız bitirdiniz - pek mümkün değil ya! Elinizde onlarca kasetlik görüntü var. Sıra bunları kesip biçim, aylardır kafanızda canlandırdığınız filme dönüştürmeye geldi. Bunun için postprodüksiyona başlamanız lazım artık. Bunu yapabilmek için iyi bir bilgisayara, bu bilgisayarda çalışacak bazı programlara ve bu programları kullanacak elemana ihtiyacınız var. Herşeyi kendiniz yapmaya kalkmayın, ama birlikte çalıştığınız insanlardan neler talep edebileceğinizi bilmek için biraz da olsa herşeyden haberdar olun. Bilgisayarınızın Dual Core olması gerekiyor, hem de en iyilerinden. RAM'inizin en az 2 GB, RAID'li hard disklerinizin de en az 500GB olması gerekiyor. Ses ve ekran kartlarınız da çok iyi olmalı. Boru değil, sinema filmi işliyoruz. Program olarak Adobe Production Studio'yu tavsiye edeceğim. Premiere-After Effects-Audition-Photoshop dörtlüsü, bir çok ihtiyacınızı görecek kapasitededir. Başka programlar da olabilir, bilenlere sorun. Ama herkesin, kendi iyi bildiği programı övme ve diğerlerini fena halde küçümseme, hatta aşağılama eğiliminde olduğunu da unutmayın... *** MÜZİK Gelelim müzik konusuna. Müzik, sanılandan çok daha önemli bir konudur. Sinemanın görsel tarafı insan zihninin daha çok bilinçli tarafında etki ederken müzik, doğrudan bilinçaltında açılan bir yolu kullanır. Bu nedenle çok güçlüdür. Yakın çevrenizde bir "John Williams" ya da "James Horner" olma ihtimali çok düşük olacaktır. Ama yine biraz araştırmayla, kendi sesini duyurmak isteyen müzisyenlere ulaşabilirsiniz. Ama burada da ne istediğinizi bilin, müzisyenin kafasına göre uçmasına izin vermeyin. *** PAZARLAMA Filminizi çektiniz, kurguladınız, müziğini döşediğiniz, jeneriğini yazdınız ve son haliyle çıktısını aldınız. Dertleriniz bitti zannediyorsun değil mi? Hayır. Asıl dert şimdi başlıyor: PAZARLAMA. Filminiz bildik dağıtımcılara götürebilirsiniz: Warner Bros, ÖZEN Film, vb. Adreslerini webden bulun, beni uğraştırmayın. Eğer beğenirlerse, filminizi uygun bir zamanda, uygun bir kopya sayısıyla ve uygun bir tanıtım bütçesiyle vizyona sokabilirler. Ama bunun için filminizin az-çok ticari bir niteliğinin olması gerekiyor. Bu da taa, senaryo yazarken düşünmeniz gereken bir konu: Bu hikaye satar mı? Filminizi sinema dağıtımcılarına satamadınız. Üzülmeyin. DVD/VCD piyasasını düşünebilirsiniz. Tiglon ve Kanal D Home Video'ya filminizi gösterebilirsiniz. Ya da başka şirketlere. Onların da adresleri webde var. 348

Ya da piyasadaki filmlerin arka kapaklarından bakın. Onlar da olmazsa, artık TV kanalları ile görüşmeye başlayacaksınız. Türkmax, ilk başvuracağınız yerlerden biri olmalı. Zira onlar yerli filmleri eski yeni demeden alıyorlar, ve iyi de ediyorlar. Sonra diğer kanallar var. Bu arada çeşitli festivallere ve yarışmalara filminizi göndermeyi unutmayın. Zira ödül almış bir filmin, dağıtımcılar tarafından satın alınma ihtimali daha fazladır her zaman. Hatta dağıtımcılarla görüşmeyi en sona bırakmamanız daha hayırlı olabilir, filminiz çekmeye başladıktan sonra, ilginç görüntülerden oluşan bir DVD ile görüşmeye giderseniz, "Benim bir projem var" diyen birinden daha fazla ciddiye alınırsınız. Hatta senaryoyu ve götürdüğünüz görüntüleri beğenirlerse, filminize maddi destekte bile bulunabilirler. Diyelim ki bunlardan hiçbirinda başarılı olamadınız, ama yine de insanlar eserinizi seyretsin, namınız yürüsün istiyorsunuz. Bu durumda 1) Kendinize bir web sitesi açıp burada filminizi parça parça gösterebilirsiniz, bir Flash oynatıcı ile 2) Ya da filminizin tamamını Rapidshare gibi paylaşım sitelerine bırakabilir, sonra da çeşitli forumlarda insanları bundan haberdar edebilirsiniz. Hiçkimse bedava filme hayır demeyecektir. Hele biraz da güzelse... *** VEEE... SENARYO! Ama bütün bu sürecin en başında, filminizin kaderini belirleyecek olan faktör, dört unsurdan oluşmaktadır: 1) Bir adet tükenmez kalem (kırtasiyelerde var) 2) Bir top kağıt (bu da kırtasiyelerde var) 3) Dramatik yazarlık yeteneği (Bu Allah vergisi bir şey. Eğer yoksa, zaten bu alanda da işiniz yok demektir) 4) Senaryo bilgisi (Sanarist diye bir site varmış, böyle bilgiler veriyormuş, onu bulun derim ben). *** NOT: Bu yazıdaki bilgilere dayanarak film çekmeye kalkarsanız ve batarsanız karışmam. Akıllı ve ihtiyatlı davranın. Ama önünüz, daha önceki kuşaklardakinden çok daha açık, bunu bilin istedim... posted by gezgin @ 5:19 PM

3 comments

Pazartesi, Mayıs 07, 2007 HAZIR MECLİSİN ELİ DEĞMİŞKEN... Son meclis hazır yangından mal kaçırır gibi yeni seçim yasasını çıkartırken, elleri bir değse de Türk TV'lerindeki yerli dizilerle ilgili bir iki yasa çıkarsa. Benim bazı önerilerim olacak bu konuda, nacizane: 1) Yerli bir dizi 50 bölümden fazla olamaz, olmamalıdır. Zira yerli diziler 50 bölümden sonra kısır döngüye giriyor, enerjilerini, yaratıcılıklarını, sevimliliklerini kaybediyorlar. Bundan sonrası artık keyifli bir seyir değil, bir biçimde dizi bağımlısı olmuş insanların istmeye yerine getirdikleri tatsız bir vazife halini alıyor. Bkz. Çocuklar Duymasın, Beyaz Gelincik, Gümüş, Avrupa Yakası, vesaire... 2) Dizilerde Mehmet Ali Erbil kesinlikle oynatılmamalıdır. Hatta bu MAE yasağı, sinema filmlerini de kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Hatta ve hatta, bu konularda ona teklif götürülmesi bile engellenmelidir. Zira kendisinin "Tatlı Kaçıklar" dışında ekranda ve perdede bir adet "dramatik" başarısı dahi hatırlanmamaktadır. Kendisinin sadece gösteri dünyasında kalması için gerekirse lazer parmaklıklı hapishaneler düzenlenmelidir. 3) Kıraç'a artık müzik yaptırılmamalı. Detaya girmeye gerek yok herhalde. 4) En kısa sürede, "yayından kaldırılan diziler müzesi" kurulmalıdır. Ciddiyim. Gülmeyin. Bu bir web sitesi de olabilir. Sitede yayından kaldırılan dizilerin künyesi, hangi kanalda, saat kaçta, kaç bölüm oynadığı, hatta senaryoları yer almalı; YOUTUBE tarzı küçük bir ekranla da bu diziler izleyicilere seyrettirilmelidir. Hatta bu blogda olduğu gibi, dizinin yapımına katkıda bulunan insanların ANONİM olarak diziyle ilgili yorumlarını ifade etmesine izin verilmelidir. Ki gelecek kuşaklar aynı hataları tekrarlamasın. 5) Dizilerin, insanlık onuruna ters düşen mesajlar vermesi yasaklanmalıdır. Yani "Binbir Gece", "Sıla", "Kurtlar Vadisi" gibi dizilerin üretilmesi engellenmelidir. Senaryoları bu açıdan değerlendirecek 349

bir etik kurul oluşturulmalıdır. Ve bu kurulun kararları bağlayıcı olmalıdır. (RTÜK böyle bir işlev görmeye çalışıyor, ama çok zayıf kalıyor. Sadece KV üzerinde etkili olması, Binbir Gece ve Sıla'yı ıskalaması, yetersizliğinin bir kanıtı.) Bu kararla ilgili olarak, senaristlerin "Biz sadece dizimizi yazıyoruz, insanların bu diziden etkilenerek suç işlemesi bizi bağlamaz" demesi yasaklanmalı, ceza olarak da "TV'deki şiddetin izleyici üzerindeki etkileri" ile ilgili mevcut yüzlerce sosyopsikoloji doktora tezi ve kitap okutulmalıdır. (Bu tez ve kitapların bazılarının yabancı dilde olması engel teşkil etmemeli, senariste önce bir ya da birkaç yabancı dil öğretilmeli, sonra da bu eserler zorla okutulmaya devam edilmelidir. Cehalet suça mazeret teşkil edemez zira.) 6) Yapımcı ve kanal yöneticilerinin dizilerin oluşturulması safhasındaki müdahaleleri en fazla yüzde 10 ile kısıtlanmalıdır. Herkes kendi işini yapsa, yayından kaldırılan diziler çöplüğü bu kadar hızlı büyümezdi, tahminim. posted by gezgin @ 10:35 AM

5 comments

DONDURMAM GAYMAK "Dondurmam Gaymak" başarılı bir film. Neden? Çünkü kendisi için koyduğu hedefe ulaşıyor. Peki güzel bir film mi? Eh. Tekrar seyreder miyim? Belki... Sıcak bir yaz gecesinde... El alında daha iyi bir film olmazsa... *** "Dondurmam Gaymak", tipik bir "mini hikaye" (mini-plot) filmi. Yani ortada büyük kahramanlar, onların peşinden koştuğu büyük amaçlar, onları bu amaçlardan alıkoymaya çalışan şeytani düşmanlar yok. İlginç bir karakter diyebileceğimiz Ali Usta'nın önce motorsikletini kaybetmesi, sonra da bulması var. O kadar. Bu arada da, Ali Usta'nın yaşadığı bölgedeki sevimli insanlarla tanışıyoruz, yaşlısıyla genciyle. Ve aslında filmi götüren de bu insanlar. Hemen hepsi bir biçimde komik olan bu insanlar, çeşitli aralıklarla perdede görünerek bizi güldürüyor ya da gülümsetiyorlar. Ali Usta'nın hikayesi, aslında onların resm-i geçidi için bir vesile neredeyse. Yönetmen sanki bu sevimli insanları göstermek için bir mazeret olarak Ali Usta'nın motorunun kaybolması hadisesini bulmuş. Bunda bir sakınca var mı? Hem var, hem yok. Yok, zira bu güldürmeyi amaçlayan bir film. Merkezine bir ölüm-kalım meselesini koyacak hali yok ya! Var, zira filmi tekrar tekrar izleme şansımızı elimizden alıyor bu zayıf çatı. Bu sevimli tipleri bir kere gördükten sonra, tekrar tekrar görmemize pek gerek olmayacak. Bir "Mediterrano" ya da "Cinema Paradiso" gibi, hikayenin merkezinde daha sağlam bir olay olsaydı, bu filmi de izlemekten bıkmazdık. Ne yazık ki yazar-yönetmen Yüksel Aksu bize böyle bir hikaye vermiyor. *** Ama en başta da belirttiğim gibi, "Dondurmam Gaymak", kendisine koyduğu bu mütevazı hedefi (Muğla Köylülerini göstermek) hakkıyla yerine getiriyor. Seyirci de bu nedenle kendini tatmin olmuş hissediyor, filmi izledikten sonra. Eh, alan razı, satan razı. Bana da fazla söz düşmüyor bu durumda. posted by gezgin @ 10:31 AM

3 comments

Pazar, Nisan 29, 2007 DEMOKRASİ v.2.0 Yazılarımdan ve yazılarımın tonundan, serde öğretmenliğin de bulunduğunu anlamışsınızdır. Öğretmenlik mesleği, inanılmaz bir meslektir. İnsan psikolojisi hakkında yüzlerce kitaptan öğrenemeyeceğiniz şeyi size 45 dakikada uygulamalı olarak öğretirler. İnsan ruhunun zayıf ve güçlü yanlarını bu meslekte bire bir görür, yaşarsınız, hem kendinizde, hem de karşınızdakilerde. Bu mesleği icra etmiş biri olarak, "okulda demokrasi" "öğrencilere söz hakkı" gibi kavramların bana ne kadar acayip geldiğini belirtmek isterim. Bir insanın belirli bir konuda seçim yetkesini kullanabilmesi için, o konuda ehil olması, hadi bırakın ehliyeti, en azından asgari bir bilgiye sahip olması gerekir. Oysa öğrenciler, adları itibariyle, öğrenen kişilerdir. Ne kendilerine ne öğretileceği hakkında bilgileri vardır, ne 350

de öğretme teknikleri hakkında. Yani bu konuların onlara sorulması abesle iştigaldir, hatta zaman, enerji ve kaynak kaybıdır. Ama hayır, özellikle üniversitelerde, öğrencilerin bu gibi konularda söz sahibi olması gerektiği tekrar tekrar gündeme getirilir. Ciddiye alınması mümkün olmayan bir şeyin bu kadar çok savunucusunun olması beni hep hayrete düşürmüştür. Daha önce de söylediğim gibi, bazı kavramlar o kadar parlaktır ki insanın gözünü (mantığını) alır, doğruluğu tartışılmaz, özellikle de büyük ve düşünmeyi külfet sayıp sloganlarla hayatını sürdürmekten memnun olan kitleler için geçerlidir bu. *** Bu ufak örnekten, bugünlerde gündemi meşgul eden bir başka konuya geçeceğim. Biliyorsunuz son birkaç günümüz Cumhurbaşkanı seçimiyle doldu taştı. En sonunda medya hesabı Askerlere kesti. Onları darbecilikle suçladı. AKP bu krizden de mağduru oynayarak kazançlı çıktı, çıkacak. Kendileri için zaten "win-win" olan bir durumu "win-win-win"e çevirdiler. Askerleri AB vasıtasıyla köşeye sıkıştırdıkları yetmiyormuş gibi artık DARBECİLİK suçlaması ile de sıkıştırabilecekler. Askerler ise, yapmak zorunda oldukları bir hamle yaptılar. Satranç oynayanlar iyi bilir, bazen karşınızdaki sizi aslında aklınızdan hiç geçmeyen hamlelerde bulunmaya iter. Durup dururken kendinizi vezirinizi feda ederken bulabilirsiniz. Askerlerin yaptığı da böyle bir şeydi aslında. Darbecilik filan değil. Ama "tehlikenin" farkında olmayan, olmak istemeyen, ya da bizzat tehlikenin bir parçası olan ya da ondan çıkar sağlayanlar, bu fırsatı kaçırmadılar. Areneyı kendileri için biraz daha güvenli bir hale getirmek için bağırmaya başladılar hemen: Tek Yol Demokrasi! Önce şunu belirtmek gerekir, demokrasi bir kaptır, bir araçtır, bir yöntemdir. Bu kabın içerisine ilaç da koyabilirsiniz zehir de. Bu aracı iyi amaçla da kullanabilirsiniz, kötü amaçla da. Bu yöntemle insanları mutlu da edebilirsiniz, mutsuz da. Yani bir şeyin demokratik olması, o şeyin iyi, yararlı, meşru olduğu anlamına gelmez. HİTLER'in iktidara demokratik yöntemlerle geldiğini hepiniz çok iyi biliyorsunuz, George W. BUSH'un da. Mevcut iktidarın, kendi kötü niyetlerini bu Demokratik yöntemi kullanarak uyguladığını bilmeyen yok. Ama işin kötü tarafı, mevcut sistem, yönetilenlere bu konuda hiçbir itiraz şansı bırakmıyor. Halkın yüzde 70'ini oluştursalar bile, yüzde 30'un dediklerine uymak zorundalar. Oyunun kuralı bu. Bu akıllı azınlığın oyununa karşı çıkabilen tek ciddi kurumu da darbecilikle suçluyorlar. Ve bütün dünyda da onları destekliyor. Burada sorun sistemden kalkıyor. Sistemin iyi ile kötüyü ayırt edememesi, her ne şekilde olursa olsun oy çoğunluğunu kazanan küçük bir gruba bütün ülkeyi yönetme yetkisi vermesi, sistemin en büyük zaafları. Her ne kadar Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi gibi üç kurum, sistemin emniyet sübapları gibi iş görse de, elinde yasama ve yürütme gücünü bulunduran bir iktidar önünde pek fazla seçenekleri yok. Üstelik belden aşağı vurmaktan da çekinmeyen bir iktidar bu. Başbakanı meclis kürsüsünden Danıştay üyelerini hedef gösterince ve bu üyeler birileri tarafından vurulunca başbakana birşey diyen yok, ama benzer olayların ilerde artmasını engellemek isteyen Genelkurmay bir uyarıda bulununca tükaka sayılıyor. *** Mevcut iktidarın ve benzerlerinin en hoşuna giden insan tipolojisi, düşünmeyen, inanan; bilgili değil cahil; birey değil sürü üyesi insandır. Bütün amaçları bu tarz insanların çoğalmasını sağlamaktır. Ellerindeki maddi gücün önemli bir bölümünü bu tür insanların yetiştirilmesini sağlayacak kurumların kurulmasına ve yaşatılmasına harcarlar. Bilgili, sorgulayan, modern düşünen insan onlar için makbul değildir. Ve Cumhurbaşkanlığı ile ilgili sevdaları da temelde bu amaçla bağlantılıdır. Cumhurbaşkanı kendilerinden olduğu zaman istedikleri yasaları daha kolay geçireceklerdir. Sıra zamanla Danıştay, Yargıtay, ve Anayasa Mahkemesine gelecek, imam hatip mezunlarını Ordu'ya soktukları zaman da muratlarına ereceklerdir. Ve bunu da, yine oyunun kuralı gereği, küçük bir azınlık olmalarına rağmen gerçekleştirebilirler. Peki bu durum sizde de, oyunu sorgulama isteği doğurmuyor mu? Bende doğuruyor. Demokrasinin erdemlerini sorgulamaya başlıyorum ister istemez. İnsanları etkilmeyi başaran üç beş lafazanı başımıza getiren bir sistemi sorgulamak, aklı başındaki her ademoğlunun kaçınamayacağı bir görevdir. Hayır, dikta taraftarı değilim. Ama bu demokrasinin bir üst versiyonunu oluşturup işletmeyi başarmamız lazım. Demokrasi v. 2.0 gibi bir şey lazım bize. Zırt pırt çökmeyen, kendi kendine virüs üretmeyen, kendisini oluşturanlara zarar verici bir eğilime girmesi engellenen bir demokrasi lazım. Her "mavi ekran"da demokrasiyi resetlemek de çare değil çünkü. 351

posted by gezgin @ 3:45 PM

5 comments

Cuma, Nisan 27, 2007 ÖLÜM NEDENİ: CEHALET İnsanın paranoyak olması işten bile değil. Sanki gizli bazı güçler bazı bilgilerin bu ülke topraklarında öğrenilmesini istemiyormuş gibi bu bilgi kaynaklarını bizden esirgiyorlar. Konu tabii ki "senaryo kitapları"... Bizdeki kitapların bu kadar az ve bu kadar kalitesiz olması şaşırtıcı. Ama kaliteli olanların ("Screenplay", "Story", "Writing Screenplays That Sell", etc.) bile hala basılmamış olması, artık insanda paranoya tarzı düşüncelerin doğmasına neden oluyor. Neden bu kitaplar basılmıyor? *** Ama işin ilginç tarafı, sadece senaryo yazarlığı alanında değil bu durum. Üniversitelerin çeşitli bölümlerine gidin, belirli dallarda uzmanlaşmış olan hocalarla konuşun. Hemen hepsi, çok temel bir çok kitabın henüz Türkçe'de bulunmadığını söyleyecektir. İşin ilginci, adamlar dışarıda çatır çatır yeni temel eserler veriyorlar, yani biz gün geçtikçe bir adım daha geride kalıyoruz. Burada yayınevlerinin sosyal sorumluluk görevi devreye giriyor. Daha doğrusu, girmeli. Tıpkı kamu yararına çalışan bazı şirketlerin, zarar ettikleri zaman, devlet tarafından sübvanse edilmesi gerektiği gibi, yayınevleri de, kendi alanının köşetaşı olduğu belirlenen eserlerin basımı, dağıtılması, tutundurulması konusunda devlet tarafından desteklenmeli. (Devlet'in bu kitapları kendisinin basmasını önermeyeceğim, çünkü bu konuda çok kötü bir performansları var. İnanmayan Kültür Bakanlığının ya da Milli Eğitim Bakanlığının kitaplarına baksın). Hangi kitapların temel eser olduğunu belirlemek de o kadar zor değil. 6 ayda bir ülkenin önde gelen üniversitelerinden ve hocalarından, kendi branşlarıyla ilgili bir "Top 10" listesi alınır. Ayrıca yabancı üniversitelerdeki hocalardan da mütalaa alınır. Ve hangi kitapların Türkçeleştirileceği belirlenir. *** Bu konu gerçekten de çok önemli. Herkese yabancı dil öğretmeye çalışmak yerine, önemli eserleri seri bir şekilde ve düzenli olarak Türkçeleştirmek çok daha verimli bir yöntem olacaktır. Okullarımızda verilen yabancı dil derslerinin ne kadar işe yaramaz olduğu meydanda. O hocalar, kitaplar, ders saatleri için harcanan paranın 10'da biri ile bu bahsettiğim proje en mükemmel bir şekilde uygulanabilir. Tabii tepelerdeki birileri bizim cahil kalıp koyun gibi güdülmemizi istemiyorsa. Eğer istiyorsa, şu anki uygulamaya (daha doğrusu "uygulamamaya") devam edilmesi yerinde olacaktır. posted by gezgin @ 11:59 AM

1 comments

Salı, Nisan 24, 2007 "28 GÜN SONRA" - DİJİTAL İLE NE YAPILABİLİR DİKKAT: "28 GÜN SONRA" filmini seyretmediyseniz ve seyretme niyetiniz varsa, bu yazıyı okumayı ertelemeniz tavsiye olunur. "28 Gün Sonra" konu itibariyle basit bir film: İnsanlığın kökünü kurutacak bir virüs serbest kalır. Virüse yakalananlar acayip vahşileşmektedir. Yakalanmayan bir avuç insan hayatta kalmak için ellerinden geleni yaparlar. Film temelde 3 bölümden oluşuyor - 3 modülden de diyebiliriz. 1. Bölümde kahramanımızı tanıyoruz. Onun bomboş Londra sokaklarında gezintisini. Sonra bu canavarlaşmış tipler kahramanımızı kovalıyor ve virüse yakalanmayanlar tarafından kurtarılıyor. 2. Bölümde Kahramanımız ve genç kadın, virüse yakalanmamış bir baba-kıza rastlıyor ve onlarla birlikte, aldıkları bir radyo mesajını takip etmeye karar veriyorlar. Bu mesaja göre Manchester civarında virüse yakalanmamış bir grup asker vardır ve virüsün çaresine sahip olduklarını iddia etmektedirler. Oraya giderken yolda başlarına çeşitli olaylar gelir. Bu bölüm, sayısı üçe çıkan kahramanlarımızın askeri üsse ulaşması ile bitiyor. 3. Bölümde ise kahramanlarımız, bu kez askerlerle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Zira askerler kızlara tecavüz 352

etmek, baş kahramanımızı da öldürmek istiyorlar. Bunun üzerine baş kahraman, zombileri askerlerin üzerine salarak kızları kurtarıyor. *** Çok akıllıca yazılmış bir senaryo değil. Orta karar bir şey. İlginç bazı sahneler var. Londra sokaklarını bomboş görmek hoş. Ama gerilim dozu yerinde. Belirli aralıklarla insanı heyecanlandıracak olaylar oluyor. Ve 3. Perde'nin sonunda da en büyük çatışma meydana geliyor. Yani bir akşamınızı dolduracak kalitede bir film. Ama fazlası değil. Bir "Alien" beklemeyin yani. Felsefi olarak o kadar dolu değil. *** 28 Gün Sonra'nın ilginç bir özelliği daha var: Film, bir Canon XL1S ile çekilmiş. Yani bir DV kamerayla. Sadece senaryo yazımı ile ilgilenenler, "Bunda ne var?" diyebilir. Ama sinema olayına, özellikle de dijital sinemaya biraz daha ilgi duyanlar, ne demek istediğimi anlamışlardır hemen. Bu, fiyatı yaklaşık 1500 dolar olan bir kamera! Üstelik HD de değil. En büyük avantajı "progressive" çekim yapması. Yani normal filmli kameralar gibi saniyede 24 kare çekim yapabiliyor. Ayrıca 3 CCD'si var. Tabii ki filmin yapım tasarımı için bayağı bir para harcamış. Filmin toplam bütçesi 8 milyon dolar. Ama hiçbir yıldız oyuncu yok. Filmin getirisi ise şaşırtıcı: $82,719,885. Yani yapımcılarına 1'e 10 kazandırmış. Filmin bu kadar başarılı olmasının ardında, Danny Boyle'ın (filmin yönetmeni), orta karar bir malzemeyi çok iyi cilalayabilmesi yatıyor bence. Hızlı kamera hareketleri, yine çok hızlı bir kurgu, bazı güzel müzik parçaları... Aynı zamanda gerilim ve korkunun, son 10 yılın yükselen trendi olması da filmin başarısına katkıda bulunuyor. *** Dijital kameralar, sinemanın geleceğini belirleyecek en önemli etkenlerden biri (diğer bir faktör de İnternet). Genç sinemacıları ham filmcilerin, laboratuvarların ve kurgucuların zulmünden kurtaracak yegane vasıta. Çektiğiniz sahneyi anında sette seyredebilmenin ne büyük bir nimet olduğunu, filmlerin banyodan gelmesini bekleyen yönetmenler bilir. *** Yine de, iyi senaryonun yerini hiçbir şey tutmuyor, tutmayacak. Senaryo yazımı ile ilgili teknolojik bir gelişme yok çünkü. En iyi senaryolar hala bir kalem ve bir kağıtla yazılıyor. Senaryo programları sadece yazma eylemini hızlandırıyor, o kadar. *** Eğer iyi bir senaryonuz varsa, elinize bir dijital kamera (ve ışık ve ses gereçleri) geçirebiliyorsanız, oyuncu arkadaşlarınız da bulunuyorsa, Türk Sineması'na katkıda bulunmanız işten bile değil. *** Uyarı Notu: Bu, tabii ki, yapımcılarla, dağıtımcılarla, ve bilumum insanla boğuşmayacağınız anlamına gelmiyor. Bu alanlardaki mücadele bâki, ve hatta film çekme sürecinden biraz daha zor ve yıpratıcı. Bunu unutmamak ve bu nedenle, hemen "tarlayı davarı satıp" sinema işine girmeden önce herşeyi iyice bir tartmak gerekiyor. posted by gezgin @ 4:20 PM

0 comments

Cuma, Nisan 20, 2007 NE PARS, NE KİRAZ, NE OPERASYON Dikkat: Eğer henüz Osman Sınav'ın PARS filmini seyretmediyseniz, bu yazıyı okumak seyir zevkinize zarar verebilir. (Böyle bir uyarıdan sonra kaç kişi yazıyı okumayı bırakıyor, merak ediyorum doğrusu) *** "PARS - Kiraz Operasyonu" da bir sürü senaryosal hatadan mustarip bir film. En başta, filmin merkezini oluşturacak bir olay örgüsü hattı yok, ya da varla yok arası şeklinde var. Kahramanlar tam 353

olarak ne istediklerini bilmiyorlar, bunları yeterince istemiyorlar, istedikleri şeyleri elde etmek için de doğru davranışları göstermiyorlar. Bunlar, filmin temelini oyan kusurlar. Bunun dışında sahnelerin önemli bir bölümü çok uzun. Ve bir çoğu kötü yazılmış. Diyaloglar da öyle. Bazı diyaloglar var ki, yüksek sesle gülmeden edemedim - ki ortada komik bir durum ya da bir espri yoktu. O kadar kötü yazılmıştı. (Örn. ilk yarıdaki "Sen şimdi benimle gelmiyor musun?"lu diyaloğa bakınız.) Karakterler çok tutarsız - "ortada karakter namına bir şey yok" demenin kibarcası oluyor bu. Kardeşinin ölümünü hemen hiç takmayan biriyle karşı karşıyayız. Filmin çok geç bir bölümünde "inciting incident" (tetikleyici olay) olarak devreye giren kardeşin ölümü, kahramanımızı bir süre sonra hiç etkilemez oluyor. Kötü adamımız da yeterince kötü değil. Osman Sınav, bu kötü adamın devletle bağlantılarının olduğunu öğrenmemizin bizi dehşete düşürmesini bekliyor. Ama biz zaten bunu biliyoruz ki. Halihazırda cumhurbaşkanı olmaya çalışan başbakanı hakkında muazzam suç dosyaları olan bir ülke burası Osman Bey! Öyle, milletvekili, bakan kesmez bizi! "Şaka" bir yana (ne şakası yahu!), kötü adamın sadece bir iki kötülüğünü görmek bizi ondan soğutmaya yetmiyor. Kötü adamların kötülüğünü göstermeniz gerekiyor. Bizzat birilerinin canını hem de sebepsiz yere ya da çıkar için yaktığını görmeliyiz. (Çatır çatır adam öldüren Darth Vader'ı ya da Schindler'in Listesi'nde balkonundan yahudileri vuran yüzbaşıyı hatırlayınız). E, bunu görmeyince de onun kötülüğünden yeterince etkilenmiyoruz. İyi adamımızın, filmin büyük bir bölümün boyunca yapmak istediği net birşey yok. Genel olarak narkotik ile ilgileniyor. Hatta arada sırada saçmalıyor - çok önemli bir izleme esnasında izlemeyi bırakıp küçük bir uyuşturucu satıcısına sarması ve operasyonu tehlikeye atması, bir örnek. Hikayede ucu açık bırakılan ya da çok önemli olduğu halde sadece bir iki sözle geçiştirilen hikaye uçları var. Bankamatik'teki uyuşturucu haplara ne olduğu konusu, mesela. Ya da kahramanın kardeşinin cinayeti. Bir narkotik polisi, kardeşinin cinayetini bu kadar incelemeden mi bırakır? O gece ne yaptığını, nerede ve kimlerle olduğunu hemen araştırmaz mı? Bizimkisi bunu çok geç yapıyor. Ölen çocuğun kolyesi bile çok geç açılıyor. Neden? Yeterince açıklama yok, yazar öyle görmüş. Ama film bayağı aksıyor böyle şeylerden dolayı. Bu tür filmlerde seyirciyi etkileyen şeylerin başında, suçluların ve onları takip edenlerin kullandığı ileri teknolojidir. Zekice tasarlanmış aygıtlar, seyir zevkimize çeşni olur. Ama PARS'ta koskoca otel odasına tek bir dinleyici konuyor. Ya da Hollandalı kötü adamımız, filmin finaline doğru kahramanın evini ziyaret ederken, bastonunun içinden bir bıçak çıkartıyor. Ah ne yaratıcı, ne yaratıcı! Bir de, aksiyon filmlerinde genelde aksiyon olur. Filmin en başında bir tır sahnesi var, o kadar. Onun dışında ciddi bir aksiyon hatırlamıyorum. Filmin finali bile, anlaşılır nedenlerle kapalı bir mekanda, bir dağ evinde çekilmiş. Ama burada olan tek şey, bir araç patlaması ve kısa bir silahlı çatışma. Kötü adamlardan birinin cebinden (!) çıkardığı roketatar ise çok şık olmuş. *** Yazılacak çok şey daha var PARS hakkında. Ve hepsi de olumsuz şeyler. Senaryo yeterince işlenmemiş, üzerinde çalışılmamış, (çalışıldıktan sonra bu çıkıyorsa, daha da kötü), fazla uzun olmuş, yeterince ilginç değil, sahneleri çok uzun, karakterler yüzeysel, diyaloglar cidden kötü, sona doğru gittikçe artan bir heyecan yok. Osman Sınav bu haliyle Holywood'da nasıl çekecekti, ben anlamadım. PARS, B filmi bile olamayacak bir eser zira. posted by gezgin @ 10:57 PM

1 comments

FARKLI BİR ŞEY YAPIN! Bir çoğumuz "içimizden bir yerlerden" farklı bir şeyler yapmamız gerektiğini, özel bir şeylerin kendimizi farklı bir yerlerde beklediğini, ancak tam olarak adını henüz koyamadığımızı söylüyoruz. Biz, hemen hepimiz, kendimiz için doğru olan şeyin ne olduğunu bulmak ve onun peşinden gitmek istiyoruz. Bizim yaşam amacımız ne acaba? Hayatımızı ne yaparak kazanırsak, ne ile uğraşırsak daha mutlu oluruz, daha yararlı oluruz, daha güvenli oluruz, daha zengin oluruz, daha sevilen oluruz? Yeteneklerimiz, potansiyelimiz ne yana düşüyor? Diyorsunuz ki, "eğer ben radikal bir eylem yapacaksam, yani eğer iç sesimi dinleyeceksem, eğer 354

teslim olacaksam yaşama, bunun bir karşılığı olmalı. Başarı garanti olmalı! Yolda zorluklar olmamalı. Acı artık ortadan kaybolmalı. Çabalamamalıyım! Her şey sadece benim isteğime göre gelişmeli." Peki, eğer gökten tam olarak ne yapmanız, nereye gitmeniz gerektiğinin talimatları zembille inse ve bu talimatların arasında sadece parasız kalmayacağınızın değil, şimdiye kadar hayal ettiğinizden bile fazla kazanacağınızın garantisi olsa, kabul eder miydiniz? İşte bizim istediğimiz de böyle bir şey tutkumuzun peşinden gitmek denildiğinde. Duyun beni: KİMSE SİZE GARANTİLER VERMEYECEK! SEÇTİĞİNİZ YOLUN İSTEDİĞİNİZ YERE GİDİP GİTMEDİĞİNİ BİLEMEYECEKSİNİZ VE BU KÖTÜ BİR ŞEY DEĞİL! Garanti olan tek şey şu: Şu ana kadar yaptıklarınızı yaparsanız, şu ana kadar elde ettiklerinize ulaşacaksınız. Eğer farklı bir şey istiyorsanız, farklı bir şey yapın. neyi seçiyorsanız, ne olursa! İnsan ancak iki şekilde amaçlarına ulaşamaz. Ya öldüğünde, ya da vazgeçtiğinde. (Kaynak: "Cesur Sorular"; Dost Can Deniz; Hayat Yayınları; s: 260-2; fena halde kısaltan: gezgin) posted by gezgin @ 6:56 PM

1 comments

Perşembe, Nisan 19, 2007 SINAV'DA ÇAKMAK Dikkat: "Sınav" filmini henüz seyretmeyenlerin bu yazıyı okuması tavsiye olunmaz. Sınav'ın neden kötü bir film olduğu ile ilgili çok şey söylenebilir. Bunların başında tabii ki senaryosunun yetersizliği gelecektir. Sınav, uzun süresine rağmen "malzemesi" az bir film, tıpkı malzemesi az bir çorba gibi. Bunu gizlemek için de bir sürü gereksiz senaryo dolgu malzemesi ve görsel-kurgusalmüzikal yöntem kullanıyor. Sınav'ın en temel sorunu bu değil ama. En temel sorunu yapısal: "Sınav sorularını çalma fikri"nin hikayeye çok geç girmesi. Bu fikir, onu uygulamaya koyabilecek asıl kahraman olan Mert'e filmin 45. dakikasında açılıyor! Yani biz kırk beş dakika boyunca, serim ya da dolgu malzemesi seyrediyoruz. Filmde, filmin asıl konusu olması gereken ÖSS soygunu, çok geç karşımıza çıkıyor. Filmin ilk bir saati boyunca, gerçekten dişe dokunmayan iki soygun girişimi görüyoruz. (Michael Mann'ın "HEAT"inde de böyle bir sorun vardı, hatırlarsanız). Bu soygunlar yaratıcılıktan o kadar uzak ki, herhangi bir lisenin öğrencileri size bundan çok daha gelişmiş soygun deneyimlerini anlatabilir. Bu tür "aksiyon" sahnelerinde heyecanı yaratan temel unsur, kötü adamın yenilmez gibi görünen gücü ve yetenekleridir. Biz seyirciler olarak, (bilinçaltı düzeyimizde, hayatımızdaki aşılması imkansız sorunları temsil eden) bu yenilmez kötü adamın, kahramanımız tarafından (zeki ve yaratıcı bir biçimde) alt edilişini görmek isteriz. Ama Sınav'da ilk iki aşama (yani matematikçiden soruları çalmak ve soru bankasının sorularını çalmak) aslında hiç de zor işler değil. Öğrencilerin bu ikisinden sınav sorularını çalma gerekçeleri de inandırıcılıktan uzak. Gelelim ÖSS sorularının çalınmasına. İşte bu noktada gerçekten heyecanlanıyoruz. Her ne kadar filmin artık 2. saati içerisinde bayağı ilerlemiş olsak da, gösterilen hedef gerçekten de anlamlı, ilginç ve uğraşmaya değer bir şey. Ama burada da, kendisiyle az çok özdeşleşmiş olduğumuz kahramanlarımız, kahramanlıklarını bir başkasına ihale ediyorlar! Hem de kime: Jan Claude VAN DAMME. Hem de nasıl: Okul dışında çalışarak ve kendileri için önemli olan bazı eşyaları satarak biriktirdikleri parayla. 4 bin YTL'ye tuttukları hırsız, özel jeti ile geliyor. (Her ne kadar bu durum daha sonra Levent Lemi faktörü ile açıklanabilse de, filmin o aşamasında çok komik ve inandırıcılıktan uzak duruyor). "Çok ince planlanmış" bir soygunu gerçekleştirip (!) gidiyor. Senaryonun inandırıcılıktan en uzak noktalarından biriyle de burada karşılaşıyoruz: Meğersem Van Damme'ın öğrencilere verdiği sorular, geçen senenin sorularıymış. Bizden de buna inanmamız bekleniyor. Yahu, ÖSS'ye girecek her Allah'ın kulunun yaptığı ilk işlerden biri, önceki senenin sorularını çözmek, ve hatta hatmetmektir. Koskoca bir soygun planlayan bu zeki çocukların bunu fark etmemesi, akıl almaz geliyor tabii. Senaryonun sakat taraflarından biri de Okan Bayülgen tarafından canlandırılan Levent Lemi. Kendisi kopya çekerek okuldan mezun olmuş birinin daha sonra doğru yolu bularak - nasıl? belli değil öğrencilere doğru yolu öğretmeye kalkması, komik ("funny" değil de "ridiculous") olmuş. Başkalarına 355

ahlak dersi veren birinin önce kendisinin ders verecek konumda olması beklenir değil mi? (Okan Bayülgen'in yetersiz oyunculuğunu, TV'deki performansına da sirayet etmiş olan "Ben bu ülkede ne yapsam tutar!" düşüncesi ile açıklayabiliyorum ancak.) Senaryoda, öğrenci-izleyicileri tavlayacak yan karakterler de yok değil. Güven Kıraç ve Hümeyra bu konuda iyi iş çıkartıyorlar. Müzik öğretmeni ve rehberlik öğretmeni de öyle. Ama hikayenin temeli sağlam olmayınca, bu karakterler de havada kalıyor tabii. Filmin iki yerinde, iki tam şarkıyı video klip gibi izliyoruz. Hadi bunlardan biri filmin nispeten başlarında olduğu için kabul edilebilir bir şey. Ama ikincisi, filmin tam finalinde. Filmin en heyecanlı olması gereken yerinde. E, elinizde heyecan verici bir final olmazsa, olacağı da budur. Filmde sınava hazırlanan öğrenciler ile yarış atları arasında kurulan paralellik, ilk defasında hoş olmakla birlikte ikinci defasında (finale doğru) boş kalıyor. Aynı sahneleri tekrar izlettiriyorlar bize. Hatırlarsanız, McKee'nin bir sözü vardır: Senaryonuzun başı ve ortası ne kadar vasat olursa olsun, SONUNU İYİ BİTİRİN! Seyirci bir filmi değerlendirirken en çok finale bakar çünkü. Zira en çok finali hatırlar - "recency effect". Ama Sınav bunu yapamıyor. Mert'in annesinin ölümü ve çalınan soruların geçen seneye ait olduğunun fark edilmesi, bizde yeterince güçlü bir etki bırakmıyor. Sonuç olarak içeriği yeterince güçlü olmayan, sadece bazı anlarda eğlenceli olabilen, bunun dışında bir sürü mantık hatası ya da özensizlikten dolayı inandırıcılığını kaybeden bir film SINAV. Yani Sınav, seyirci sınavında çakıyor. Şunu da ekleyeyim: Filmin en sevdiğim yeri, başlangıçtaki rüya sahneleri oldu. Belli ki çok çalışılmış, iyi de uygulanmış. Ama filmin geri kalan bölümünde böyle bir özen ve yoğun çalışma görmek mümkün değil. İnşallah bir gün, "tamamı" çok çalışılmış ve iyi uygulanmış filmler de izleriz Sorak'tan. *** Yalnız, Sorak'ın affedilmez bir hatası var. O da, gerçekten kökten yanlış olan bir sistemi (ÖSS ve öğrencileri ona hazırlayan okul - dershane - aile üçgeni) eleştirme şansı var iken, son tahlilde SİSTEM'den yana tavır koyması ve ÖSS'yi savunması. Türk insanının bireysel potansiyelini tamamen hiçe sayan (bkz. Türk eğitim sisteminde aslında var olmayan Rehberlik uygulaması), sadece tek bir zekayı ölçen (bkz. Çoklu Zekalar - Howard Gardner), ve bunu da insanlık dışı bir süre içerisinde (3 saat) ve son derece yanlış bir biçimde (çoktan seçmeli sınav) yapan ÖSS, eleştirilmesi son derece doğru bir konu iken, Sorak bu "tehlikeli sularda" gezinmeyi tercih etmiyor. Ve çok yüzeysel bir ahlak anlayışına bağlı kalmak adına, yanlış bir sistemin savunusunu yapmış oluyor. Burada derin ahlaki tartışmalara girmeyeceğim. Sadece şu ipucunu vermekle yetineyim: İzlediğiniz soygun filmlerinin bir çoğu, örneğin "Ocean's Eleven", "Köpeklerin Günü", vb. gayri ahlaki bir tavrın yüceltilmesi değil, haksız zenginleşmenin ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin eleştirilmesi amacını güder. Evet, soygun yapmak ahlaken yanlış bir şeydir, ama insanları sömürerek onların haklarını gaspetmek, daha yanlış bir şeydir. Sorak, eğer bu gerçeği kavramış olsaydı, "ne olursa olsun ahlaki davranış" deme yanlışına düşmez, yanlış bir sistemi değil, ruhları harap edilen gençleri savunurdu. *** Sonuç olarak da Sınav, bence, Türk sinema tarihinin kaçırımış fırsatlar "hall of fame"inde pek de nadide olmayan bir yere girip, araya karışacaktır. posted by gezgin @ 6:13 PM

4 comments

Pazar, Nisan 15, 2007 ŞERİATÇILAR NEDEN KAZANACAK? Çünkü şeriatçılar oyunun kuralını öğrendiler. Çünkü bu kuralları uygulamak için daha fazla çaba harcıyorlar. Ve arkalarında, 1400 yıllık bir geleneğin desteği var. Şimdi bu maddeleri teker teker inceleyelim: 1) Çünkü oyunun kuralını öğrendiler. Oyun nedir? Demokrasi. Demokrasi nedir? Vatandaşların oy vererek kendilerini yönetecek insanları seçmesi. Öyleyse bir partinin (yani belirli bir düşünce 356

etrafında toplanmış bir grubun) iktidara gelebilmek için yapması gereken tek şey, olabildiğince çok sayıda insanı kendilerine oy vermeye ikna etmektir. Oyunun kuralı budur. Demokraside önemli olan, partinizin savunduğu inancın ne kadar doğru, faydalı, modern, vb. olduğu değildir. Demokraside önemli olan, sizi destekleyen insanların sayısının çok olmasıdır, ideolojiniz ne olursa olsun. Bunun için, insanları sizi desteklemeye ikna etmeniz gerekir. Peki insanlar nasıl ikna olur. Konunun ayrıntılarını Mediacat'ten çıkan "İknanın Psikolojisi" adlı kitapta bulabilirsiniz - eğer hala okumadıysanız! Ama burada şunu söyleyeyim: nasıl iyi senaryo yazmanın, yaratıcılık kadar önemli olan ve denenip sınanmış teknikleri varsa, iknanın da bu tür teknikleri var. Ve bunları doğru kullananlar, eninde sonunda kitlelere ulaşıp onlara istediklerini yaptırabiliyorlar. Bu tekniklerin hepsini burada yazacak değilim. Sadece bir tanesinin üzerinde durmak istiyorum: KARŞILIK VERME PRENSİBİ. Bu prensibe göre insanlar, kendilerine bir iyilikte bulunan kişilere karşılık verme zorunluluğu hissederler. Bu çok ama çok güçlü bir sosyo-psikolojik dürtüdür. Biri size bir iyilik yaptığı zaman hissettiğiniz borçluluk duygusu, size yapılan iyiliğin maddi bedelini kat be kat aşan karşılıklar vermeye zorlar sizi. İşte Şeriatçılar, bu ilkeyi kullanıyorlar seçime hazırlanırken, seçmenlerini kendilerine bağlarken, yeni seçmenler kazanırken. Dikkat edin, Türkiye'nin her yerinde dinci partinin seçim hazırlıklarının ilk maddelerinden birini, insanlara dağıtılacak olan yiyecek, giysi, yakacak, vb.ler oluşturur. Hatta bu eylemleri seçim daha ufukta yokken yaparlar, ki seçim günü geldiğinde -ki elbet bir gün gelecektir o günellerinin altında çok sağlam bir seçmen kitlesi bulunsun. (Seçim alanlarında bedava döner dağıtan bir politikacının, bu kadar kısa sürede bu kadar çok oy toplaması, bu nedenle beni şaşırtmıyor). Bu teknik, özellikle ekonomik olarak sıkıntı içindeki büyük gruplarda çok etkili olur. Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin daha birinci basamağında kalmış insanlara bir çuval patates verirsen, adamın hayır duası ile birlikte oyunu da alırsın. Hele bir de diğer partiler, kuru vaatten başka hiçbir şey vermiyorsa. Toplumun daha eğitimli ve zengin kesimleri bu tekniğe karşı biraz daha bağışıklık sahibidir, ama tamamen değil. Zira onlar, ihtiyaçlar piramidinin daha üst düzeyinden şeyler aldıklarında karşılık verirler. Yani karşılık prensibi, her düzeyde geçerlidir. Şeriatçılar, bir başka davranışsal tekniği de kullanıyorlar. Bu da ödül yoluyla insanların davranışlarını değiştirme tekniği. Davranışçı psikolojiyi biliyorsanız, ödül (ve ceza) yöntemiyle, hemen bütün canlıların davranışlarını şekillendirebildiğinizi öğrenmişsinizdir. Uygun şekilde ödül verildiğinde güvercinlere bile pin pon öğretebilirsiniz. Ödül beklentisi de (burada bilişsel psikoloji devreye girer) insanları belirli şekilde davranmaya iter. Yani bir yerden bir ödül geleceğini düşünün insanlar, belirli eylemlerde bulunmaya ikna edilebilirler. Ülkemizde her gün loto vb. oynayan milyonlarca insan, bu ikna mekanizmasının kurbanı olmaktadır. Siyasi partiler de, kendilerine oy vereceklere iş, vb. bulma gibi somut ödüller dağıtma vaadiyle seçmenleri etkilemeye çalışırlar. Ama bir kere iktidara geldikten sonra bu sözü yerine getirmeleri gerekir. Aksi takdirde bir sonraki seçimde avuçlarını yalayabilirler. Mevcut iktidar da bu yönde vaatlerde bulunmuş, ve özellikle de belediyeler vasıtasıyla kendi yandaşlarını ihya etmiştir. Yeni seçimde de daha fazla iş, ve hatta ev vaat etmektedirler. Oyunun (Demokrasinin) seçmenle ilgili kuralının dışında, bir de makroekonomik oyuncularla ilgili bir kuralı da var: Sırtını her zaman zenginlere (ve medyaya) dayayacaksın. Sen onları ihya edersen, onlar da seni ihya eder. Sevgili zenginlerimizin alenen TV'lere çıkıp "Şeriatçıları destekliyoruz, zira bize deli gibi para kazandırıyorlar" demeleri, bunun en güzel kanıtıdır. Güler Sabancı tabii ki tam bu kelimeleri söylemiyor, ama söylediği tam olarak bu anlama geliyor: "Ülkemiz psikolojik olarak, kültürel olarak, kimlik olarak tam bir yok oluş içerisinde, ama biz bu arada deli gibi para kazanıyoruz. Bu nedenle de Şeriatçıları destekliyoruz" diyor. Kendisine (ve benzerlerine) sorarsanız, "Ne yok oluşu canım!" derler, "Herşey güllük gülistanlık." "Kendini Kandırmanın Psikolojisi" yazısında yazdığım, "İnsan zihni mutlu olmak ile gerçekleri öğrenmek arasında seçim yapmak zorunda kaldığında mutlu olmayı tercih eder ve gerçekleri çarpıtır" kuralını şıppadanak uygularlar. Oyunun bir başka kuralı da, Amerika'nın desteğini almaktır. Amerika'nın desteği olmadan, Türkiye'de iktidara gelmek ya da uzun süre iktidarda kalmak mümkün değildir. Bu kadar büyük dış borçla, bu kadar büyük askeri bağlantılarla, böyle bir iktidara geliş hayal dahi edilemez. Şeriatçılar da gittiler, Amerikadan icazet aldılar ve iktidar oldular. Özetlemek gerekirse, şeriatçılar bu ülkede iktidar olmanın kurallarını iyi öğrenmişler, ve bunları da çatır çatır uyguluyorlar. Darısı, kendilerine oy verdiğimiz ama iktidar olmayı bir türlü başaramayan, zira işin kurallarını bilmeyen diğer partilerin başına... 357

2) Şeriatçıların kazanacak olmasının temel nedenlerinden biri de, politika ile dini inançlarını örtüştürerek, politikayı hayatın bir parçası haline getirmeleridir. Daha doğrusu, gündelik hayatlarının bir parçası olan din ile politikayı özdeşleştirmeyi başarıp, politikayı gündelik bir uğraşa dönüştürmeleridir. Şeriatçılar için politik eylemlerde bulunmak, seçimden seçime yapılan bir şey değildir. Her gün yapılan bir şeydir. İbadetlerinin, ve sevap kazanma süreçlerini bir parçasıdır artık. Ödül ve ceza yöntemi, binlerce yıldır kullanılan bir davranış değiştirme yöntemidir. Dini inançların (özellikle de İslam'ın) merkezinde, çok yalın bir ödül - ceza sistemi vardır. İyi şeyler yaparsan cennete gidersin (ödüllendirilirsin), kötü şeyler yaparsan da cehennemi boylarsın (cezalandırılırsın). Şeriatçı politikacıların başarısının bir bölümü, politikayı "dini bir misyon olarak" yaptıklarını ileri sürmelerinden ileri gelir. Yani, aslında paraya ve güce hakim olma çabasından başka bir şey olmayan politikayı, "Allah rızası" için yaptıklarını söylemeleri ve büyük kitleleri de buna inandırmalarıdır. Bunun sonucunda da bir çok insan, "Şeriatçı politikacılar için çalışmak = Allah için çalışmak" gibi bir denklik kurmakta ve ister istemez bu politikacıların neferleri haline gelmektedir. Peki bunun sonucu ne olmuştur? Şeriatçı parti şubelerinin gece yarılarına, hatta sabahlara kadar çalışması, kendi üye tabanlarını genişletmek için bıkıp usanmadan uğraşmaları, kendi üyelerinden oy verme çağına gelmişlerin çok iyi organize edilmesi, sandık başlarında çok iyi örgütlenmeleri... Siz sayın artık. Şurası matematik bir gerçektir. Şeriatçı partinin üyeleri, iktidara talip olan diğer partilerden iki üç kat daha fazla çalışmaktadır. Ne demişler: Çalışan kazanır, elması ... 3) Şeriatçı partinin insanlara ulaşmak için kullandığı söylem, insanların günlük hayatlarında hali hazırda çok yoğun olarak kullandığı bir söylemdir: Din söylemi. Yani şeriatçılar, insanlarla iletişim kurarken, onların zihinlerinde yeni zihinsel kavramlar oluşturmaya çalışmıyorlar. Yaklaşık bin yıldır var olan (ve çoğu duygu kökenli) kavramları kullanıyorlar. Bu da kendilerini çok iyi iletişimciler yapıyor. Dertlerini olabildiğince az kayıpla anlatıyorlar ve insanlardan da istedikleri tepkiyi almayı başarıyorlar. Hele bizim milletimizin duygusal bir kültüre sahip olduğu düşünülürse, yerleşik ve duygusal kavramları kullanmanın ne kadar etkili olacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. Diğer partiler (özellikle de solcular) ise, insanların büyük bir bölümüne (i.e asıl oy kaynağına) yabancı (laiklik, çağdaşlık, vb.) ve çoğu zihinsel olan kavramlar kullanarak insanlara dertlerini anlatmaya, onları etkilemeye, kendilerine oy verdirmeye çalışıyorlar. Ve genelde de başarısız oluyorlar. Onların derdini anlayanların sayısı ise onları tek başına iktidara taşımaya yetecek kadar değil. *** Yukarıda anlattıklarım, Şeriatçıların neden iktidar olduğunu ve neden iktidar kaldığını açıklayan temel nedenler. Bunların dışında başka nedenler de var tabii: Diğer partilerin yaptığı hatalar (kendi aralarında bölünmek gibi), gösterdikleri zayıflıklar (karizmasız liderler seçme eğilimi gibi), tembellikler (sadece seçimden seçime kımıldanmak gibi)... Bunlar tabii ki şeriatçıların ekmeğine yağ sürüyor. Şeriatçıların kararsızları etkilemek için yürüttükleri gri propaganda (Mustafa Kemal'le ilgili, laiklikle ilgili, vb.) etkili oluyor. Ekonomik olarak sıkıntıda olan gençleri alıp onları yetiştirmeleri de kendilerine yeni seçmenler kazandırıyor (Karşılık Prensibi burada da geçerli: Ben seni yetirştirdim, sen benim istediğim partiye oy vereceksin). Şeriatçılar aynı zamanda mazlum psikolojisini de çok iyi kullanıyor. Başörtüsü yasağı (neden hala bu yasak kalkmadı zannediyorsunuz. Bu yasağı kaldırmak, altın yumurtlayan tavuğu kesmekten farksız olurdu onlar için), mevcut başbakanın bir şiirden dolayı hapis yatmış olması ve Halkçı Parti'nin geçmişteki bazı uygulamalarının zulüm olarak cahil kitlelere yutturulması, bu insanların daha da militanlaşmasına neden oluyor. Şeriatçılar, özellikle yerel yönetimlerden aldıkları maddi güçleri, dini pratiklerle birleştirerek kendi seçmen tabanlarını sağlamlaştırıyorlar: İftar çadırları, özel bayram uygulamaları (sirkler, bedava otobüsler, vb) hep kendilerine oy olarak geri dönen şeyler (CHP'den Mustafa Sarıgül de benzer uygulamalar sayesinde, CHP'nin rüyasında bile göremeyeceği oranlarda oylar kazanıyor). Dernekler vasıtasıyla yürüttükleri faaliyetler de öyle. "Deniz Feneri" programı bile, yayınlandığı kanal itibariyle, aynı cephenin lehine çalışıyor. *** İşin ilginç (belki de hiç ilginç olmayan) yani ise, diğer partilerin kurallara bu kadar hakim olmayıp, bu kadar çalışmayıp, ve içinden çıktıkları topluma bu kadar yabancı kalıp hala iktidar olacaklarını iddia edebilmeleri. 358

Koskoca profesörlerin, bakanlık yapmış karakterlerin TV'lere çıkıp, yukarıda anlattığım nedenleri hiçe sayan propaganda faaliyetlerini görünce, içim acıyor. Toplumlar, galiba gerçekten de hak ettikleri yöneticiler tarafından yönetiliyorlar. *** Bu yazının amacı, okuyucuların moralini bozmak değil. Sadece, şeriatçıların neden ve nasıl başımıza geldiğini, ve neden bir süre daha orada kalacaklarını göstermek. Ne zamana kadar mı başımızdalar? Diğer partilerden biri (umalım ki aklı başında bir parti olsun bu), bu teknikleri keşfedip uygulayana kadar. posted by gezgin @ 6:37 PM

12 comments

Cuma, Nisan 13, 2007 MERAKLILARA... Kim olduğum, anladığım kadarıyla okurlarımın en merak ettiği konulardan biri. Sebebini de çok iyi anlayabiliyorum. İnsan zihninin "tamamlama" ("closure") eğiliminden kaynaklanan bir şey. Tamam. Ama ben bu kadar yazı ile (1 milyon karakteri devirmişiz arkadaşlar, az değil, yaklaşık 2-3 kitap eder), sanırım kim olduğum konusunun o kadar önemli olmadığını gösterdiğimi düşünüyorum. Eğer bir aksilik olmazsa, kim olduğumu asla ama asla öğrenmeyeceksiniz. Hatta öğrenmemeniz gerekiyor. Bu yazıların var olabilmesi ile benim kim olduğumu öğrenmeniz, birbiriyle çelişen şeyler. Yani ben varsam yazılar yok, yazılar varsa ben yokum. Kural bu. İşin kötüsü, bu konuda bir seçme hakkınız da yok. Yazıları okumayı tercih edip etmemekten başka. Ama seçme şansınız olsaydı, herhalde yazıları okumaya devam etmeyi tercih ederdiniz. Değil mi? posted by gezgin @ 12:05 PM

6 comments

PIXAR TARZI HİKAYE ANLATMAK PIXAR'ın kim olduğunu söylemeye gerek var mı? Olabilir: Oyuncak Hikayesi 1 - 2, Sevimli Canavarlar, Bir Böceğin Yaşamı, İnanılmaz Aile, Kayıp Balık Nemo, ve Arabalar filmlerini yaratan animasyon stüdyosu. Ama PIXAR sadece bir animasyon stüdyosu değil. Aynı zamanda son derece kendilerine has bir hikaye anlatma tarzları da var. "Bana ne, ben animasyon sevmem zaten" diyebilirsiniz (ki büyük bir kayıp olur), ama bu filmlerin hepsinin, tüm zamanların en çok iş yapan filmleri arasında yer aldığını söylemek biraz dikkatinizi çekebilir. İnanmayan IMDB'nin "All-Time Worldwide Boxoffice" sayfasını incelesin. Neyse, bu adamlar (PIXAR'ın başındakiler) geçtiğimiz sonbaharda (Ekim 2006) Los Angeles'taki Screenwriting EXPO 5'te (yaa, duy da inanma, Senaristler Fuarı gibi birşey!) bir gün boyunca ard arda konferanslar verdiler. En sonuncusunda da bütün PIXAR ağır topları birlikte çıktı sahneye. İşte aşağıda bu konuşmalardan derlenmiş bazı notlar: * Tıpkı bir fıkra anlatırken olduğu gibi, hikaye anlatıcılığı da hikayenizin nereye gittiğini bilmenizi gerektirir. Fıkranın en vurucu cümlesini bilmeniz gerektiği gibi, hikayenizin de sonucunu, amacını bilmeniz gerekir. Ama bu noktaya giderken önemli olan, ne söylediğinizden çok bunu nasıl söylediğinizdir. * Hikaye yazma süreci, karman çorman birşeydir. Burada oyunlar oynamanız ve keşfe çıkmanız gerekir. İlk müsvedde sadece bir başlangıçtır ve genelde de kötüdür. Kendinizi emniyette hissetmeniz ve hatalar yapma konusunda istekli olmanız - sonra da bunları düzeltmeniz - gerekir. İyi hikaye yazmanın yolu, yeniden yazmaktan geçer. Andrew Stanton: "Olabildiğince kısa sürede hata yapın" diyor. Fikirlerinizi sayfalara taşıyın. Gerçek altın daha sonra ortaya çıkacaktır. * Hikaye yazmak, karakter yaratmaktan ibarettir. Karakter yaratırken, çeşitli karmaşık yönleri olan tam bir insan yanılsaması yaratıyorsunuz. Bir keresinde Mr. Roberts şöyle demişti: Kişisel hikayesini duyduğunuzda sevemeyeceğiniz insan yoktur. Drama, beklentinin belirsizlikle birleşmesinden doğar. İyi hikayeler her zaman seyircinin, hikayedeki karakterleri önemsemesini ve onlar için endişelenmesini sağlar. Bu nedenle bir sanatçı olarak dışarı çıkıp bir sürü farklı insanla tanışmanız elzemdir. Brad Bird'in de söylediği gibi "Eğer kendiniz bir hayat yaşamadıysanız, bir yaşam 359

yanılsaması (yani hikaye) yaratamazsınız." * PIXAR liderlerinin bazı prensipleri var. Öncelikle kendilerinin de seyretmek istedikleri filmler yapıyorlar. Önce sinema seyircisi, sonra sinemacılar. Hikaye formüllerinden uzak duruyorlar. Yazma süreci esnasında bir formül ortaya çıkarsa onu terk ediyorlar. PIXARcılara göre animasyon bir ortamdır (medium), bir tür değil. Orijinal olmaya çalışıyorlar. Yazarların hikayelerini keşfederken, kendilerinin yaratıcı açıdan güvenli bir ortamda olmak zoruda olduklarını biliyorlar. * Andrew Stanton'dan bir kaç öneri: Kahramanınızla duygudaşlık (empati) kurun, onun bütün motivasyonlarını sevmeseniz bile (Örneğin "Oyuncak Hikayesi"nde Woody bencilce niyetlerini yardımseverlik maskesi altında saklıyordu). / Her kahramanın çok net amaçları olmalıdır ve bunlar birbirleriyle çelişmelidir. / Söyleyecek birşeyiniz olsun. Bu ille de bir mesaj olmak zorunda değil. Ama bir perspektif, tecrübi bir gerçek sunun. / Hikayenizin özünü özet olarak içeren anahtar nitelikli bir imgeniz olsun. Örneğin Kayıp Balık Nemo'da bu, baba Marlin'in, köpekbalığı saldırısından sonra yuvada kalmış tek yumurtaya baktığı görüntüdür. / Hikayenizi ve onun kurallarını bilin (Sevimli Canavarlarda olduğu gibi) / Hikayenizin özü, dış değil iç çatışmalar üzerinde olmalıdır. / Flashback'lere hayır deyin! * Bir hikayeyi geliştirmek, arkeolojik bir kazı yapmak gibidir. Hikayenizin gömülü olduğunu düşündüğünüz bir yer seçin ve onu bulana kadar kazmaya devam edin. *** PIXAR'ın en büyük özelliklerinin başında, gerçek bir ekip olarak çalışmaları geliyor. Yani yazar toplantısında insanlar kendi egolarını bir kenara bırakıp ortadaki fikri geliştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Birbirlerini besleyerek hikayelerini geliştiriyorlar. Yaratıcı süreç esnasında komik ya da aptalca denebilecek hatalar yapmaktan çekinmiyorlar. Zira yaratıcı fikir, genelde en aptalca ya da komik fikrin bir santim daha düzgün duranıdır genelde. Bunu bildiklerinden o alanlarda gezinmekten çekinmiyorlar. posted by gezgin @ 11:59 AM

2 comments

Salı, Nisan 03, 2007 PARS FRAGMANI Geçen akşam PARS filminin (O. Sınav'ın yeni aksiyon filmi) fragmanını izledim. Ve fragman bittiğinde filme gitmemeye karar verdim. Genelde fragmanların, bunun tersi bir etki yaratması beklenir değil mi? PARS ise bende filme gitmeme isteği uyandırdı. Niye? Çünkü neredeyse filmin tamamından bölümler gösterdiler! Azıcık akıllı bir seyirci, bu fragmana bakarak filmin neye benzediğini, sonunun ne olduğunu tahmin edebilir. O kadar çok çekim ("cut") var ki fragmanda... Üşenmeyen otursun saysın. Bir fragmanda bu kadar çok bilgi verilmez. Fragmanın amacı filmin bazı (HER değil) önemli sahnelerinden, merak uyandırıcı bir kolaj sunmaktır. Burada "az aslında daha çoktur" ("less is more") felsefesi geçerlidir. Bizde ise filmdeki BÜTÜN ÖNEMLİ SAHNELER'den bir şeyler konulur fragmana. Ve filmi izlemenize neredeyse gerek kalmaz. Fragman hazırlamak, ayrı bir eğitim işi. Film çekmekten ve kurgulamaktan çok farklı bir mantığı var. Burada az bilgi ile çok merak uyandırma çabası söz konusu. Yani insanlar filmin en başında bir iki dakikalık bir şey izleyecekler, sonra film bittikten sonra bile o fragmanı hatırlayacaklar. Yani o kadar etkili olmalı fragman. Ama işte bu etki, ne kadar çok ilginç görüntü koyarsan o kadar büyük olmuyor. Böyle bir tavır fena halde geri tepiyor. Aşırı makyaj yapmış, bulduğu her takıyı takmış, fazla dekolteli kadınlara benziyor bu fragmanlar: Güzelden çok komik, hatta itici, hiç merak uyandırmayan şeyler... *** Nacizane tavsiyem, internette eski filmlerin fragmanlarını bulun. Olmadı APPLE - Quicktime'ın web sitesine gidip izleyin. Ya da bilgisayar dergilerindeki fragmanları (artık HD formatında veriyorlar) seyredin. Hem de tekrar tekrar. Bu işi öğrenmenin ilk adımı, bunları çok seyretmek, nasıl yapıldıklarını çok iyi analiz etmek. Unutmayın, her türlü öğrenme, önce TAKLİT ile başlar. İnsan, oradan yola çıkarak zaman içinde kendi sesini bulur. İyiyi taklit etmekte bir sakınca da yoktur... 360

*** Gülmek isteyenlere: Fragmanlardaki o derin, davudi sesle nasıl dalga geçildiğini görmek için ŞU LİNKE bakınız. posted by gezgin @ 4:48 PM 0 comments Perşembe, Mart 29, 2007 KENDİNİ KANDIRMANIN PSİKOLOJİSİ İnsan zihninin iki temel eğilimi vardır. Bu iki temel eğilim, zihne giren ya da zihinde var olan verilerin yorumlanış şeklini büyük oranda etkiler. Bu eğilimler, 1) Kendini iyi hissetmek, 2) Gerçeği öğrenmektir. Herkes kendini iyi hissetmek, mutlu olmak ister. Bu, hayattaki en temel güdümüzdür. Vaktimizin ve enerjimizin büyük bir bölümünü, mutlu olma arayışı için harcarız. En büyük mutluluklar, temel ihtiyaçlarımız karşılandığında yaşanır. Uzun süre aç kaldıktan sonra yenen yemek, susuzluktan dilimiz damağımıza yapıştığında içilen su, soğuk ve karlı bir kış günü uzun süre dışarıda kaldıktan sonra girilen sobalı bir ev, sıcak bir yaz günün yenen buz gibi bir dondurma... Bize hep mutluluk verir. Temel ihtiyaçlarımız karşılandıktan sonra, daha üst düzeydeki ihtiyaçlarımızın - sevgi, saygı, ait olma, entellektüel, estetik, dinsel ihtiyaçlar - karşılanması arayışına gireriz (bkz. Maslow'un İhtiyaçlar Piramidi). Bunlar bedensel ihtiyaçların karşılanması ile gelen mutluluklar. Bir de zihinsel ihtiyaçlar var. Nedir bunlar? Kendimizin iyi birer insan olduğunu, yetenekli, zeki, irade sahibi, dürüst, çalışkan, vb. olduğunu görmek, düşünmektir. Bu nedenle bir sorunu çözdüğümüz zaman kendimizle gurur duyarız. Bir irade gösterdiğimiz zaman, kendimize olan güvenimiz artar. Kısacası, çeşitli zihinsel (ruhsal) olumlu özelliklere sahip olmak, ve sahip olduğumuzu görmek/hissetmek/duymak isteriz. Adeta, mutlu olmaya programlanmış robotlar gibiyizdir. (Bu nedenle "Hayatın anlamı ne?" diyen insanlara şaşıyorum: "Hayatın anlamı yaşamak ve genlerinin -ve eğer inanıyorsan, ruhunun- sana emrettiği şeyleri yapmaktır, a be şaşkın!") *** İnsan zihninin bir diğer eğilimi de, çevremiz ve kendimiz hakkındaki gerçekleri öğrenmektir. Bu da büyük bir ihtimalle, öğrenen organizmaların hayatta kalma olasılığının daha fazla olmasından kaynaklanan, evrimsel bir durumdur. Yani evrim, öğrenen organizmaların hayatta kalmasına izin vermiş, öğrenemeyenleri elemiş, ya da köşe bucağa itmiştir. Anlaşılacağı üzere çevreleri hakkında bilgi toplayan ve bu bilgileri saklayan organizmalar, bunu yapamayan organizmalar karşısında evrimsel avantajlar yakalamıştır. Birinci grup yaşamayı (ve genlerini aktarmayı) sürdürürken ikinci grup yeryüzünden silinip gitmiş, ya da bu üst grubun avı haline gelmiştir. İnsan sadece çevresi hakkında değil, kendisi hakkında da gerçekleri öğrenmek ister. Bu bilgi de hayatta kalmamız/başarılı olmamız için son derece elzemdir. Eğer kendimizi iyi tanırsak, yeteneklerimizi, avantajlarımızı, üstünlüklerimizi iyi bilirsek, hayatta başarılı olma, istediklerimizi elde etme olasılığımız artar. Ayrıca zayıflıklarımızı öğrenmek de bizim için bir artıdır. Zayıflığının farkında olmayan bir insan, hayatın zor koşulları tarafından eninde sonunda alt edilecek bir insandır. Yine de insanın kendisindeki kusurları, eksiklikleri, zayıflıkları bulması, görmesi, kabul etmesi dünyanın belki de en zor işlerinden biridir. Hiçkimse kendisinin yeterince zeki olmadığını, yeterince yetenekli olmadığını, çeşitli karakter kusurlarının bulunduğunu duymak istemez. Zira insan benliği (egosu) çok kırılgandır. Bu nedenle bir çok insan, kendi iç dünyasındaki bu kırılganlığı ve kusurları örtmek için dışarıya karşı son derece güçlü/zeki/yetenekli bir görünüm (maske) yansıtır. *** Peki, bu iki eğilim, yani mutlu olma ve gerçekleri öğrenme isteği, birbiri ile çelişirse / çatışırsa ne yaparız? Yani, kendini iyi hissetme eğilimi ile gerçekleri öğrenme eğilimi çelişirse ne olur? Burada, bağlanma ("commitment") kavramından biraz bahsetmek gerekiyor. Şu örneğe bir bakalım: Bir hipodromda, bahisçiler arasında bir araştırma yapılmış. Bahisçiler, paralarını henüz belirli bir ata 361

yatırmadan önce ve sonra incelenmiş. Bulgular son derece ilginç: insanların, parayı yatırdıktan sonra o atın kazanacağına karşı duydukları inanç, yatırmadan önceki inançlarından çok daha fazlaymış. Bu iki durum arasındaki tek fark, parayı yatırmış olmaları, yani bahisçilerin o ata artık bağlanmaları ("commitment"). Yani bahisçiler bu arada o atın kazanacağına dair fazladan bir bilgi vb. almış değiller. Sadece parayı yatırma, yani kendilerinden bir şeyi (para) o ata bağlama eylemi, o ata olan inançlarını artırmış. Ne var bunda? diyebilirsiniz. Demeyin. Bu (ve benzeri yüzlerce) deneyin ortaya koyduğu ilginç bir durum söz konusu insan zihnine dair: Bir insan, bir şeye bağlandığı zaman, o şey için belirli bir zaman/para/emek harcadığı zaman, o şeyin değeri o kişinin gözünde daha da büyür. Yani elde etmesi zor olan şeylerin bizim için değeri büyüktür, bir anlamda. O şeyin asli/gerçek değeri fazla olmasa bile, bize yine de çok değerliymiş gibi gelir. Bir başka örnek daha: Bir grup üniversite öğrencisine, cinsellikle ilgili bir konferans verileceği ve bu konferansa katılmaları söylenmiş. Birinci gruptaki öğrencilerden, bu konferansa katılabilmek için çok zor bazı ön koşulları yerine getirmeleri istenmiş. Bu öğrenciler uzun mülakatlara, testlere, vb. tabi tutulmuşlar. İkinci grup öğrenciden de bazı ön koşulları yerine getirmeleri istenmiş ama bu ön koşullar ilk grubunkiler kadar ağır değilmiş. Üçüncü grup öğrenciden ise hiçbir şey yapmaları istenmemiş. Araştırmacılar daha sonra bu öğrencileri, son derece sıkıcı bir cinsellik konferansına sokmuşlar. Yani konferansın sıkıcı olması için ellerinden gelen herşeyi yapmışlar. Konferans çıkışında da bu öğrencilere, konferansı nasıl buldukları sorulmuş. Sonuçlar çok ilginç. Konferansa hiçbir koşulu yerini getirmeden, elini kolunu sallaya sallaya girenler (üçüncü grup), konferansı çok sıkıcı bulmuşlar. İkinci grup, konferansı biraz ilginç bulurken, birici gruptakiler konferansın son derece güzel ve aydınlatıcı olduğunu söylemişler! Bu ilginç durumu da bağlanma kuramıyla açıklayabiliriz. Burada birinci gruptaki öğrenciler, konferansa girebilmek için çok büyük emek ve zaman harcamışlardır. Bu nedenle, girdikleri konferansın çok değerli olduğunu düşünmüşleridir. *** Peki ama neden? Yani bir insan, neden zaman/para/emek harcadığı şeyleri, olduğundan daha değerli görme eğilimi gösterir? Bunu da "bilişsel uyumsuzluk" ("cognitive dissonance") kuramı ile açıklıyor psikologlar, ve iyi ediyorlar. Bilişsel uyumsuzluk kısaca şöyle diyor: Zihinde, birbiriyle çelişen iki düşünce, iki bilgi varsa, zihin bunlardan, kendisini iyi hissetmesini sağlayacak olana ağırlık verir, onu kayırır; ve diğerini de görmezden gelir, ya da görmezden gelinemeyecek kadar büyük ve bariz bir şey ise, kendisini iyi hisstemesini sağlayacak şekilde bu bilgiyi çarpıtır. Cinsellikle ilgili konferansa katılan öğrenciler örneğine dönelim. Bu deneyde, birinci gruptaki (yani konferansa katılmak için bin bir türlü zahmete katlanan) öğrenciler şöyle bir durumla karşı karşıyadırlar: Bu konferansa katılmak için o kadar zahmete girmişlerdir ama konferans son derece sıkıcıdır/önemsizdir/değersizdir. Burada bir çelişki var. Yani bu gruptaki öğrenciler, zihinsel bir uyumsuzluk yaşıyorlar: "Ben bu konferansa katılmak için o kadar ter döktüm, ama konferans berbat çıktı. Ben aptal mıyım?" İşte bu durumda insan zihni, yazının en başında bahsettiğimiz iki eğilimden (gerçeği öğrenmek ve kendini iyi hissetmek) "kendini iyi hissetmek"i tercih ediyor ve "Hayır, benim gibi akıllı birisi aptalca bir şey yapmaz. Öyleyse bu konferans son derece önemlidir" şeklinde, gerçeği çarpıtmak pahasına bir yorum yapıyor. Hiç kimse kendisinin aptal olduğunu kabul edemeyeceğine göre, yaptığı tercihin doğru olduğu sonucuna varıyor. (Bu değerlendirmelerin bilinçaltı düzeyde gerçekleştiğini, yani bu sürecin farkında olmadığımızı söylememe bilmem gerek var mı? Yok.) Bahisçilere de bir göz atalım. Bahisçi de, belirli bir ata parasını yatırdıktan sonra, o atın kazanacağına daha fazla inanmaktadır. Neden? Hiçkimsenin (özellikle de bahisçilerin) "Ben kaybedecek ata oynayacak kadar aptalım" diyeceğini düşünmüyorsunuz herhalde. "Ben, kazanacak ata paramı yatıracak kadar akıllıyım" düşüncesi, insanları o atla ilgili değerlendirmelerini değiştirmektedir. Sanırım ne demek istediğimi anladınız. Yine de özetleyeyim: İnsanlar, belirli bir emek/para/zaman harcadıkları şeyleri değerli bulma eğilimindedirler. Bu şey ASLINDA 362

ne kadar boş, anlamsız, değersiz, olsa bile. Bunun nedeni de, kendilerinin bu şeyi yapacak kadar aptal (ya da ....; sıfatı siz koyun) olduklarını kabul edemeyecek olmalarıdır. İnsan zihni, gerçek arayışı ile kendini iyi hissetme eğilimleri arasındaki bir çatışmada, kendini iyi hissetmeyi tercih eder ve hiç farkında olmadan gerçekleri çarpıtma eğilimindedir. *** Diyelim ki belirli bir siyasi görüşe sahipsiniz. Örneğin, kronik solcusunuz diyelim. Ya da fanatik - ama harbi fanatik - bir dincisiniz. Ya da sıkı bir liberal. Sahip olduğunuz bu siyasi / dini / ekonomik görüş sizi tanımlıyor, kendinizi değerli, anlamlı, işe yarar biri gibi hissetmenizi sağlıyor. Sizi mutlu ediyor. Dünyadaki yerinizi belli ediyor. (Bu, yani insanlara dünya üzerinde belirli bir duruş, belirli koordinatlar vermek, sanıldığından çok daha güçlü ve değerli bir şeydir, ha. Sakın küçümsemeyin.) Ve yine diyelim ki çevrenizde, sizin siyasi / dini / ekonomik görüşlerinizin "yanlış" olabileceğine dair bazı verilerle karşılaşıyorsunuz. Örneğin solcu söylemlerin çağı yakalayamadığına dair sözler duyuyorsunuz. Kendinizi 30 yıl önceki sloganları tekrarlarken buluyorsunuz hep. Ya da (Türkiye'den örnek verelim) 12 Eylül öncesinde, sizin tuttuğunuz tarafın, yaşanan kargaşada en az karşı taraf kadar sorumluluk sahibi olduğunu birileri söylüyor. Yani o kadar eleştirdiğiniz darbenin en has davetçilerinden birisiniz aslında. Ya da samimi bir biçimde bağlandığınız dini görüşe sahip ülkeler, dünya üzerindeki en sefil, en barbar ülkeler gibi görünüyor. Hayatınızı kolaylaştıran icatlar ya da hukuksal uygulamalar hep "kafir" insanların ülkelerinden geliyor. Ve bu durumu da bir türlü açıklayamıyorsunuz, çünkü en doğru inanç sizinkiyse, nasıl olur da "yanlış şeylere inanan insanlar" teknolojik olarak bu kadar ileri, ekonomik olarak bu kadar güçlü olabilir? Ya da liberalizme gönülden inanıyorsunuz diyelim. Ama ülkeniz ve hatta dünya gittikçe liberalleşirken, etrafınızda sürekli artan bir sefalet görüyorsunuz. Liberalizmi en katı haliyle uygulayan ülkelerin çevreyi en çok kirleten, iklimleri en çok bozan, kısacası dünyayı yok oluşa sürükleyen ülkeler olduğunu da görüyorsunuz. İklimler her geçen sene biraz daha bozuluyor, sosyal adaletsizlik ve suç oranları, dehşetengiz boyutlara ulaşıyor. Liberalizm bütün bunlara nasıl çare olamaz? Ya da aşırı sayılabilecek milliyetçi görüşleriniz var (yine 12 Eylül öncesindeyiz). Bu uğurda ölmeyi ve öldürmeyi göze almışsınız. Ama bir sorun var: size düşman olarak gösterilen insanlar, yani solcular, yine sizin ülkenizin evlatları. İşin kötüsü, onlar da vatanları için mücadele verdiklerini söylüyorlar. Ve peşinde koştukları idealler (eşitlik, özgürlük, sömürüye direniş) de aslında akla ve vicdana hiç ters gelmiyor. Ve hatta bu insanlar sizinle aynı mahalleden, aynı sokaktan, belki de çocukken birlikte oyun oynadığınız, özünde kötü olmadıklarını bildiğiniz insanlar. Ama bu insanlarla mücadele etmek zorundasınız, size böyle söyleniyor, inançlarınız size bunu emrediyor, çevrenizdeki insanlar da böyle yapıyor. Alın size, zihinsel uyumsuzluk ("cognitive dissonace") yaşayan dört kişinin zihin halleri... Sizce bu uyumsuzluk durumundan nasıl çıkılır dersiniz? Bir yanda kendini iyi hissetmenizi sağlayan bir düşünce veya inanç, diğer yanda da bu düşünce ya da inancın kısmen ya da tamamen yanlış olabileceğine dair gerçekler. Zihniniz bu çelişkileri nasıl çözer? Ben söyleyeyim: Böyle bir durumda zihin, sizi rahatsız eden gerçekleri, kendinizi iyi hissetme lehine "bozar, saptırır, yanlış yorumlar, ya da yok sayar". Yani zihin, "kendi mutluluğum mu, yoksa gerçekler mi?" ikileminde kaldığında, kendi mutluluğunu seçer ve bu durumu devam ettirmek için gerçekleri saptırmayı tercih eder. Açarsak: Solcu şahıs, ömrünün en güzel günlerini işlevsiz, hatta belki de darbeye yol açan bir ideolojinin peşinde harcadığını kabul edemeyeceği için, gerçekleri görmezden gelecek, ve hatta onları çarpıtacaktır. 12 Eylül öncesinde, kendileri o şekilde davranmaya itilmişlerdir. Kendi davranışları tamamen doğru ve haklıdır. Onlar sadece kendilerine yapılanlara tepki vermişlerdir. Olanlarda hiçbir sorumlulukları yoktur. Fanatik dinci de yukarıda bahsettiğim çelişkiyi çözemeyecek, suçu başkalarına atmakta bulacaktır. Bazı gizli örgütlenmelerin (örn. Siyonistler) kendilerinin gelişmesine engel olmak için ellerinden geleni yaptığını iddia eder. Diğer tarikatlar da yollarına taş koymaktadır. Yoksa, kendi inancında (daha doğru söylemek gerekirse "inanç yorumunda") hiçbir hata yoktur. Suç hep başkalarındadır. Ve bir gün elbette herkes "doğru"yu bulacak, kendileri gibi inanmaya başlayacak, işte o zaman Altın Çağ (i.e. Asr-ı Saadet) yeniden başlayacaktır. 363

Aynı şekilde liberal de, dünyanın mahvolmasında payının bulunduğu gerçeği ile yüzleşemeyecektir. Aksine "dünyanın yeterince liberalleşmediğinden" yakınır. O en liberal ülkelerde bile yeterince uygulanmamaktadır liberalizm, ona göre. Liberalizmin kökten yanlış olabileceği ihtimali aklına dahi gelmez... Aşırı milliyetçi de, kendi inançlarında bir sorgulamaya gitmeyecek, onun uğruna gerçekleri görmezden gelmeyi tercih edecektir. Kendininin onca sene, hatalı bir inancın peşinden koşmuş olabileceğini kabul edemez. Bu nedenle, inançsal tutarlılığını sürdürmek için, bu inancın buyurduğu şeyleri gözü kapalı yapacaktır - zira gözünü açarsa, çelişkiyi =kendisi gibi bir vatanseverle mücadele ettiğini= görebilir. *** Daha iyi anlaşılması için bir kez tekrarlayalım: Zihin, mutlu olmak ile gerçekleri öğrenmek arasında ikileme düştüğünde , mutlu olmak için gerçekleri bozma / saptırma / yok sayma eğilimine girer. *** (Bu psikolojik eğilimin, para verip seyrettiğiniz filmleri daha çok beğenme şeklinde kendini gösterdiğini söylememe gerek var mı? Ya da aylarca uğraşıp yazdığınız senaryoların ne kadar kötü olduğunu görememenize neden olduğunu? Ya da bazı yönetmenlerin onca zaman/emek/para harcadığı filmini şaheser zannetmesine neden olduğunu? Gerek olmasa yazar mıydım? Bilmem?) *** Bu ilginç psikolojik durumların günlük hayattaki yansımalarını sık sık gözlemleyebilirsiniz. İnsanların, "doğru"yu yapmamak için mazeret ürettiği hemen her durumda, ikileme düşmüş zihnin mutluluğu / kolayı tercih edişine ve gerçeği "harcayışına" tanık olabilirsiniz. Çok az, ama çok az insan, kendi mutluluğu pahasına gerçeğin peşine gider. Çok az insan. Yürek sızlatacak kadar az hem de... posted by gezgin @ 1:30 PM

0 comments

Pazartesi, Mart 26, 2007 PIRATES OF THE CADDIKOYH KORSAN'ın sadece bizim sorunumuz olduğunu düşünüyorsanız, dünyadan pek haberiniz yok demektir. Haberiniz olsun diye şu (İngilizce) linki okuyabilirsiniz. posted by gezgin @ 6:10 PM

0 comments

Salı, Mart 06, 2007 BARDA Dikkat: Barda filmini henüz izlememişlerin ve bu film hakkında olmulu beklentileri olanların bu yazıyı okuması tavsiye edilmez. *** Hani öyle filmler vardır ya, seyrettikten sonra içinizde kötü bir his kalır, ama bu his filmin kalitesizliğinden değildir -aksine son derece becerikli bir biçimde çekilmiştir- ama ele aldığı konunun iğrençliğinden, daha doğrusu iğrenç bir konunun gereksiz yere film yapılmış olmasındandır. İşte "Barda" öyle bir film. ("Closer" gibi.) Seyrettikten sonra sizde, insan ruhunun derinliklerine bir yolculuk yapmış olmanın verdiği hazzı vermiyor. Sadece ruhun kötü bir tarafını büyüteçle -sinemaylabüyüterek ve nedenleri açıklamayarak midenizi bulandırıyor. Barda'nın senaryosunda sakat olan bir kaç şey var. Bunlardan birincisi, filmin yaklaşık ilk 30 dakikasında, filmin sonraki bölümleriyle ilgili hiçbir olayın olmaması. Barda, bu açından çok kusurlu bir 364

film. Yani Serdar Akar'ın ilk 30 dakika boyunca anlattığı bilgilerden hiçbiri -genç kadınlardan birinin hamile olması bile- senaryonun ilerleyen bölümlerinde önemli bir rol oynamıyor. Bu bölüm sadece serim, ama serilen şey dramatik olarak filmin geri kalan bölümüyle hemen hiç alakalı değil. Özellikle bu bölümde dönen TGG (Tekrar Gözden Geçirme) geyiğinin tekrarı tam bayacak raddeye ulaşmışken, filmin, ilk yarım saatiyle hiç alakasız olan ikinci bölümü başlıyor. Bu TGG geyiğinin, gençler arasında kullanılamayacak kadar yüzeysel olması ve bunu dile getiren karakterin bitmek tükenmek bilmeyen feylozofi konuşmaları, senaryoda ilk sırıtan noktalar. Hele TGG'nin, hikayenin çok ileri bir bölümünde -şiddetin tam göbeğinde- tekrar dile getirilmesi ise, o anın gerçekliğini tamamen bozan bir şey. Hayatları tehlikeye girmiş insanlar, hayatı açıklamaya çalışmazlar. Hayatta kalmaya çalışırlar. Yalvarırlar, ağlarlar, sosyal ortamlardaki maskelerinin tamamının düşürüp gerçek benliklerine dönerler. Her nedense Barda'daki "iyi çocuklar", ölümle burun buruna geldiklerinde bile, normal insan tepkileri vermeyip acayip felsefe yapıyorlar ya da duruma ters davranıyorlar. Bu ters davranış filmin finalinde de var. Biri arkadaşları olan iki insanın ölümüne, kendilerinin fena halde dayak yemesine ve kız arkadaşlarının -ki bunlardan bir hamile- tecavüze uğramasına karşın bu gençler, olayları TGG edince (yani tekrar gözden geçirince), suçlulardan intikam almamaya, bu olayı bir sınav gibi değerlendirmeye karar veriyorlar (ÖSS'nin yan etkileri olsa gerek!). O kadar genç insanlardan, özellikle de film boyunca bayağı yüzeysel davranan genç insanlardan, hiç de beklenmeyecek olgunlukta bir davranış. (Hatta bunun "oldunca" bir davranış olduğu bile şüpheli!) Bütün bunlar, senaristin "psikoloji bilgisi" hanesine yazılması gereken bir eksi olarak sırıtıyor. Daha önce de dediğim gibi, ilk 30 dakika kayda değer hiçbir şey olmuyor. Eh, hepimiz filmin konusunu medyadan öğrendiğimiz için, "Artık psikopatlar gelse de, şunları bir dövse" diye düşünmeye başladığımız anda psikopatlar geliyor. Ve çok kısa bir sürede dayak başlıyor. Şimdi, Serdar Akar'ın çeşitli röportajlarında söylediği gibi, ortada sebepsiz bir şiddet yok. Maço kültürünün hakiki taşıyıcısı koyu gri Türkler ile, bu kültürü taşımak zorunda olduğunu zanneden açık gri Türkler arasında bir çatışma vuku buluyor. Yani kavga, bir tarafın diğerini haksız yere dövmesi şeklinde gerçekleşmiyor. Her iki taraf da kavgaya bile isteye giriyor. Bu nedenle koyu gri Türkleri suçlamak, bu aşamada imkansız. Zira açık gri Türkler efendi efendi bardan çekip gitseler, başlarına hiçbir şey gelmeyecek. Her hallerinden sakat oldukları bildikleri tiplere saldırarak, Darwin'in doğal seleksiyonuna (zayıfın elenmesi) aday olduklarını gösteriyorlar - yani dayağı biraz hak ediyorlar. Kavganın başlamasından hemen sonra eksiltileme yöntemi kullanılarak, çok hızlı bir biçimde kavganın çok ileri bir aşamasına sıçrama yapılıyor. Bu sahnede artık olay kavga olmaktan çıkmış ve bir işkence seansına dönüşmüştür. Neden? Nasıl? Ne zaman? Serdar Akar bu hayati bilgileri bize vermiyor. Peki, bilgiyi bu şekilde esirgeyiş, ne anlama geliyor? Hemen söyleyeyim: uygulanan şiddetin sebepsizliği, keyfiliği, amaçsızlığı. Serdar Akar ister istemez bize, "Bakın bazı insanlar sebepsiz yere bu kadar abartılı şiddet uygular. Aramızda ne gibi canavarlar var değil mi?" demiş oluyor. Şimdi biz seyirci olarak, sebepsiz yere birilerine işkence uygulayan bir grup insanı seyretmek durumunda kalıyoruz. Mağdurlar öyle bağlanmış durumda ki, inlemekten başka yapabilecekleri hiçbir şey yok. Serdar Akar'ın senaryosundaki en temel boşluklardan biri de işte bu: Çatışma yok. Çatma var. Birileri pat küt diğerlerine çatıyor. İşkence görenlere bir miktar üzülüyoruz, ama hiçbir şey yapamayacak durumda olmaları da sinirimize dokunuyor. Bizi böyle bir işkenceye maruz bıraktığı için yönetmene de kızıyoruz. Oysa güçleri birbirine nispeten genç taraflar arasındaki bir çatışmanın, her iyi hikayenin sahip olması gereken bir özellik olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu açıdan Barda, dramatik bir eser olmaktan çıkıp bir S&M revüsüne dönüşüyor. Bu işkence aşamasına gelindikten sonra, zaten zayıf olan dramatik yapı, biraz daha zayıflıyor, bir monotonluk başlıyor. Hep üst düzey şiddet izlemeye başlıyoruz: Çeşitli tecavüzler, ağır yaralamalar, adam öldürmeler, vb. McKee bu durumu anlatmak için ekonomi biliminden bir terim alır: "Azalan verimler yasası" ("Law of Diminishing Returns"). Bu terimin senaryo yazımındaki anlamı şu: Hikaye ilerledikçe, olayların, duyguların, vb. şiddeti artmalıdır. Bir şey, aynı düzeyde tekrar tekrar sunulursa, ilk seferde verdiği etkiyi veremez. İkinci seferde uyandırdığı tepki biraz daha az olur, üçüncüsünde ve sonrakilerde ise gittikçe azalır. Serdar Akar bu hatayı yapıyor. Karşımıza hep ağır şiddet, tecavüz ve adam öldürme çıkarıyor. Biz de bir noktadan sonra, şiddete ilk defasında olduğu gibi tepki vermemeye başlıyoruz. Duyarsız insanlar olduğumuzdan değil, beynin "alışma" ("habituation") özelliğinden dolayı. Şimdi burada, hikayeleme tekniklerinden birine dikkat çekmek gerekiyor. Filmin başından beri yönetmen, sürekli olarak zaman sıçraması yapıyor. Bir geri, bir ileri, bir çok ileri (Hep bu Tarantino özentisi yüzünden bunlar. Ah, AH!). Filmin ilk 30 dakikasındaki bu zıplamalar, çok önemli ve fonksiyonel ya da yanlış değil. Seyrediyoruz işte. Ama ağır şiddet faslı başladıktan sonra gerçekleşen bir ileri sıçrama, hikaye anlatımına büyük bir darbe vuruyor. Hangi sahne dersiniz? Çok daralmayın, ben söyleyeyim: suçluları mahkemede gördüğümüz 365

sahne. Bu sahnenin nesi var? diyebilirsiniz. Hemen açıklayayım: Bu sahneyi gördüğümüz an, hikaye anlatma sanatının en önemli unsurlarından biri olan "Şimdi ne olacak?" sorusunu sormaz oluyoruz, zira filmin sonunu öğrenmiş oluyoruz: Adamlar tutuklanacaklar ve büyük bir ihtimalle de ağır bir ceza alacaklar. Gıcık arkadaşların ve densiz film eleştirmenlerinin yaptığı bir şeyi (filmin sonunu söylemeyi) yönetmen bizzat yapıyor. Ee? Biz neyi merak edeceğiz şimdi? Mahkemenin sonucunu mu? Bu kadar ağır suçlardan yakalanmış olduklarına göre hafif bir şeylerle yırtamayacakları belli. Bunu kendimiz anlayabiliyoruz. Bu da, filmin geri kalanını seyretmek için motivasyonumuzu -ki abartılı şiddet teşhiri ile zaten zayıflamıştı- iyice zayıflatıyor. Film, bu ileri sıçramayla aniden tür ("genre") da değiştirmeye çalışıyor. Aniden karşımıza bir "mahkeme draması"ndan ("courtroom drama") sahneler çıkıyor. Şimdi: Mahkeme filmlerinin kendine özgü özellikleri vardır. Mahkeme süreci, sanıkları, tanıkları, mağdurları, ve avukatları kilim gibi silkeler. Bütün kirli çamaşırlarını, zaaflarını ortaya döker. Başlangıçta bir takım olarak hareket eden taraflar aralarında anlaşmazlığa düşer ve birbirlerini satmaya başlarlar." JFK" böyledir, "Sanık" ("The Accused") böyledir, "Bir Kaç İyi Adam" böyledir, vb. Barda ise filmin çok ileri bir aşamasında başladığı bu işe, yeterince vakit ayıramıyor. Sanıklar arasındaki uzlaşmazlık ise yeterince ikna edici değil. Sıradan lümpen kaypaklığı düzeyinde kalıyor. Ama bu da bir anlamda kaçınılmaz. Zira o gece Barda yaşanan işkence seansı o kadar nedensiz, o kadar spontane ki, tarafların birbirlerini savunmaları, birbirlerine arka çıkmaları için hiçbir neden yok. Ee? O zaman neden "Mahkeme draması"na geçtik? Bence seyirciyi, şiddet sahneleri ile daha fazla baymamak için. Gelelim filmin (senaryoculuk dışındaki anlamıyla) teması olan "şiddet"e. Hatırlarsanız, filmlerde şiddete değil, yanlış kişiler tarafından kullanılan ve yüceltilen şiddete (ki hatırlarsanız, bunun örneklerini Serdar Akar "Kurtlar Vadisi"nde mebzul miktarda vermiştir) karşı olduğumu söylemiştim. Bu filmde şiddet yüceltilmiyor. Ama buradaki sorun "şiddetin nedeni". Serdar Akar, filmin son sahnesine kadar, şiddetin nedeni ile ilgili hemen hiç açıklama yapmıyor. Sadece baş şiddetçi Selim (N. İşler), dövdükleri çocuklara karşı hissetikleri aşağılık kompleksini dışa vuran bazı şeyler söylüyor, o kadar (futbol sahasındaki sahne). Bir de son sahnede, gençlerin bara girmeden önce, istemeden N. İşler karakterini provoke etmelerini görüyoruz. "Haa" diyoruz o noktada, "Adam buna kızdığı için şiddet uygulamış". Ama bu da çok tatmin edici olmuyor. Bu kadar şiddetin bu kadar zayıf nedenlerle gerekçelendirilmesi yetersiz, hatta komik kalıyor. Bu açıdan bakıldığında Barda, fena halde "Şiddet için şiddet" filmi gibi duruyor. Şiddet pornografisi bile denebilir Barda için. Şimdi hemen "Ama gerçek hayatta da bunun gibi olaylar oluyor" diye atlamayın. Sinema (ve tiyatro ve benzeri performans sanatları) gerçek hayatı bire bir yansıtmazlar. Yansıtamazlar. Hatta yansıtmamalıdırlar. Zira sinema perdesine konan herşey bir kaç kat büyür. Bir şeyin perdeye (ya da ekrana) konması -sadece bu koyma eylemi- o şeyle ilgili bazı alt mesajlar doğurur: "Herkes böyle yapıyor", "Herkes böyle yapmalı", "Doğru olan budur", vb. Sinemanın büyüteçlik, megafonluk, amflikatörlük, iddiacılık işlevi vardır yani (İşte bu sebepten dolayı "Medium is the message"). Bu nedenle perdeye neyi koyduğunuza çok ama çok dikkat edersiniz. Çekilen bir acı, toplumun geneliyle ilgili bir mesaj veriyorsa, ancak o zaman gösterilmeye ve izlenmeye değer olur. Ama Barda'da böyle bir mesaj da yok. Serdar Akar'ın yaptığı, şiddeti eleştirmek de değil. Eğer eleştiriyor olsaydı, film süresi içerisinde, şiddeti uygulayanlara uygun bir ceza keserdi. Ama filmde şiddeti uygulayanlar ağır hapis cezalarına çarptırılsalar bile seyirci bundan manevi bir tatmin alamıyor. Çünkü insan gördüğüne inanır, deneyimlediğini hisseder. (Şiddet uygulayan tayfanın hapiste tek tek öldürülmelerinin de gerçek olmadığını anlıyoruz.). Şiddete maruz kalanların yaşadıkları acıları görüyoruz, ama bunu uygulayanların uzun süre hapiste yatacağını bilmekten başka hiçbir şey verilmiyor bize. Bu da ne yazık ki seyircinin adalet duygusunu tatmin edecek kadar güçlü bir anlatım değil. Yani yönetmen biz seyircilerin ruh halinin içine ederek bizi dışarı gönderiyor. "Şiddet kötüdür" "şiddet uygulayanlar cezalandırılmalıdır" vb. gibi bir tema var mı? Yok. Söylediği sadece "Aramızdaki insanlardan bazıları psikopat, sebepsiz yere şiddet uygulayabiliyorlar". O kadar. E, ama ben bunu her gün gazetenin üçüncü sayfasında okuyorum zaten?! Burada Mel Gibson filmlerinde görülen şiddet aklıma geliyor hemen. Ve tabii ki de "Passion". "Passion"da Hz. İsa'nın gördüğü şiddete tanık oluyoruz. Ama öyle böyle değil. En iğrenç detaylarına kadar. Her aklı başında seyirci, belirli bir miktardan sonra "Evet, anladık. Hz. İsa çok acı çekmiş" der ve ekler "peki sonra ne oldu, sen onu anlat." Ama Gibson öyle yapmıyor, bize şiddeti verdikçe veriyor. Yani insan bir noktadan sonra "Acaba işin içerisinde biraz SADİZM mi var?" diye şüphelenmeden duramıyor. Ama bu şüpheleri boşa çıkartacak bir şey var. Hristiyanlık dini GERÇEKTEN de İsa'nın çektiği acılar üzerine kuruludur. "Bakın, isa sizin için ne acılar çekti. Siz de onu bu fedakarlığına karşılık vermelisiniz" der. Barda ise, böyle yetersiz bir temelde de sahip değil. Şiddet'in nedenleri, şiddeti uygulayan karakterler yeterince incelenmediği için, örtük bir sadizm havası var. 366

Eğer, üst sınıftan çocukların ağzı bağlanmamış olsaydı ve kendilerini dövenlerle az da olsa diyalogları olsaydı, şiddetin ardında yatan bu sosyal-ekonomik-kültürel-psikolojik nedenler daha net bir biçimde ortaya çıkardı. Sadece Nejat İşler'in söylediği bir iki cümle ile sınırlı kalmazdı. Biz de şiddeti uygulayanları onaylamaz ama az da olsa anlardık ve filmden bir şeyler kazanmış olarak çıkardık. Bir not: Filmdeki "iyi" çocuklar, ağızlarını açtıklarında neredeyse her defasından saçmalıyorlar. En başından itibaren. Zaten şiddet de, erkek kültürüne dayalı bir çatışma olarak başlıyor. Şiddet tırmandıktan sonra TGG'cinin ağzı açıldığında -futbol sahasındaki sahne- bile o erkek söylemi devam ediyor. Nejat İşler'e gol atan ve böylece kendisini bacağından vurduran çocuğun davranışı da aynı erkek kültüründen besleniyor. İnsan bir noktada "Ee, bu kadar aptal olursan, ölmeyi hak edersin" bile diyor. (Eğer filmden çıkartılacak bir ders varsa -ki Serdar Akar'ın bunu hedeflediğini sanmıyorum- o da "Maço kültürü başa beladır" olabilir.). Filmin kötü karakterleri ne kadar abartılı bir hastalıklılık içindeyse, "iyi" karakterleri de o kadar büyük bir aptallık içinde ne yazık ki. Akar, karakter yaratımını da yeterince iyi (hatta hiç iyi) gerçekleştiremiyor. *** Neticetül kelam: Seyrettikten sonra insanın aklında sadece "Vay canına, böyle cani insanlar da varmış" cümlesinin kaldığı, ama insan ruhu hakkında pek bir şey söyleyemeyen bir filmle karşı karşıyayız. Ne diyelim. Türk sinemasına hayırlı uğurlu olsun. posted by gezgin @ 11:32 AM

1 comments

Cuma, Mart 02, 2007 DUYGU İMPARATORLUĞU Yazıya Michael Hauge'un bir sözünü hatırlatarak başlayayım: "Bütün senaryoların (ve filmlerin) asıl amacı, izleyicide duygu uyandırmaktır." Aslında bütün sanat eserlerinin amacı budur. Bir ressam, kompozisyonunu ve renkleri bu uğurda kullanır. Müzisyenin notları bu amaçla bir araya getirir. Heykeltraş taşa bu niyetle çekicini vurur. (Tabii 20. yüzyılın, insan hayatının bir çok yönüne yaptığı gibi, sanatın bu değişmez özünü de piç ettiğini, bilerek yanlış yorumladığını söylememe gerek yok. Bu nedenle, yirminci yüzyılda çıkan asılsız zibidilikleri kavramsal sanat, absürd tiyatro, vb.-, bu tanımların dışında tutuyorum.) Senaristler de, senaryolarındaki olayları, izleyicide duygu uyandıracak şekilde kurgularlar, kurgulamalıdırlar. Bu nedenle, hangi olayların izleyicide nasıl bir tepki yaratacığını bilmelidirler. Bir ressam, hangi renkleri yan yana koyunca nasıl bir duygu uyandıracağını biliyorsa -ki bu da büyük ölçüde renk kuramı bilgisi sayesinde olur-, bir senarist de hangi olayları hangi sırayla dizdiğinde nasıl bir duygu uyandıracağını bilmelidir. Yani senarist, insanların duygularını, yaratıcı bir biçimde manipule etmelidir, edebilmelidir. Bunun için senaristin insan duygularının doğasını da bilmesi gerekiyor. İnsan duyguları, insan düşüncelerinden farklı bir biçimde işler. Beynin korteks (kabuk) tabakasında meydana gelen bir hadise olan düşünce, çok hızlıdır. Çok çabuk değişebilir. İnanmıyorsanız, herhangi bir anınızda zihninize girip çıkan düşünceleri takip etmeye çalışın. Hele serbest çağrışım esnasında zihinde dolaşan düşüncelerin, haddi hesabı yoktur. Ama duygular öyle değildir. Duygular, beyindeki nöronlar arasında meydana gelen hızlı akışlardan çok, çeşitli hormonların bütün vücudu etkisi altına almasıyla meydana gelir. Ve bu hormonların etki süresi, düşüncelerinkinden çok daha uzundur. Yani bir insanın duyguları, düşüncelerinden çok ama çok daha yavaş ortaya çıkar, çok daha uzun sürer, ve çok daha yavaş değişir. *** Bu bilginin bize ne faydası var? diyebilirsiniz. Çeşitli faydaları var. Bir kere, senaryonuzdaki olayları yaratırken, bu bilgiden çokça yararlanabilirsiniz, hatta yararlanmalısınız da. Mesela, seyirciyi etkileyeceğini bildiğiniz önemli olaylardan sonra, seyircinin bu duyguyu iyice yaşaması için ona bir "soluklanma -duygulanma- süresi" vermeniz gerekir. Bu esnada senaryonuzun uyandırdığı duyguları yaratmaktan sorumlu hormonlar üretilerek ve vücuda yayılarak, istenilen etkiyi meydana getirebilirler. Eğer bu ilkeye uymazsanız, senaryonuzdaki olaylar ne kadar çarpıcı olursa olsun, seyircide istenilen tepki 367

istediğiniz şiddette meydana gelmez. Bu gerçeği atlayan yakın bir örnek olarak "Sihirbaz"ı ("The Illusionist") verebiliriz. Filmdeki olaylar kendi başlarına son derece güçlü. Ama bu kadar güçlü olaylar o kadar arka arkaya veriliyor ki, seyircinin duygulanmasına zaman kalmıyor. Buna bir de bizim millet olarak nispeten fazla duygusal ve az zihinsel karakterimizi eklerseniz, TV dizilerinin neden bu kadar ağdalı bir yapısının olduğunu da anlarsınız. Bir çok Amerikan dizisinin bizde tutmamasının nedenini de. Onlarda sitcom en fazla 25 dk. Bizde ise 60 dakikadan fazla. Jack Bauer 45 dakikada üç operasyon düzenlerken bir Kurtlar Vadisi'nde Polat Alemdar bir bardak suyu zor içiyordu. (Hatırlarsanız, ilk yayınlandığında Kurtlar Vadisi'ni seyretmediğimi söylemiştim. Arada sırada gerçekleştirdiğim seyretme girişimlerinin başarısız olmasının nedenlerinden biri de "Allahım, neden bu dizide herkes çok yavaş konuşuyor ve hareket ediyor?" sorusunu tatminkar bir biçimde yanıtlayamamamdı.) Duyguların dünyasını iyi inceleyin. Kendinizinkini olduğu kadar, başkalarınınkini de. Çeşitlerini, şiddetlerini, sürelerini, aralarındaki geçişleri, ve en önemlisi de kaynaklarını öğrenmeye çalışın. Sadece bu bilgi bile, bir sürü senaryo kuramı bilgisinden çok daha değerli, çok daha üst seviyededir. posted by gezgin @ 2:40 PM

0 comments

SENARYO YAZARININ BAŞARISI NEYE BAĞLIDIR Steve Moffat'i hatırlarsınız. "Coupling"in yazarı. Bu aralar "Dr Who" ile İngiliz TVlerinin tozunu attırıyor - bir Hugo bile aldı. Yakın zamanda da "Dr Jykell and Mr Hyde"ın yeni bir versiyonuna başlayacak. Aşağıda, yakın zamanda verdiği bir röportajdan, ilginizi çekebilecek bir alıntı var. Dikkatle okuyun derim. "Genç yazarlar vakitlerinin önemli bir bölümünü endişelenerek geçiriyorlar. "Doğru insanlarla nasıl karşılaşırım?" "Doğru partilere nasıl giderim?" "Keşke birisi senaryomu okusa!" Unutun bunları. Bütün bunların hepsi kolaydır ve eninde sonunda gerçekleşir. Senaryonuzu doğru insanlara ulaştırmanızın yolu, onu bir zarfa koyup göndermektir. Bu da son derece kolaydır. İşin zor yanı, insanların yeni bir yazar için riske girmek istemesini sağlayacak kadar iyi bir senaryo yazmaktır. Olay budur - gerçekten harika bir senaryo yazmak zorundasınız. Sanırım Robert McKee söylemişti: Üstün nitelikte bir senaryo yazdığınız zaman başarılı olur ve saygı görürsünüz. Öğrenilecek başka bir şey yok. Sosyal becerileriniz önemli değil. Bana bir bakın: iğrenç bir adamım. Kimi tanıdığınızın önemi yoktur. Bir gün herkesi tanıyacaksınız. En başlarda ben de hiçkimseyi tanımıyordum. Bu önemli değil. Önemli olan yazdıklarınızın kalitesi. En başta herkes ama herkes aptalca şeyler yazar. İleride başarılı olacak olanlar, yazdıkları şeyin aptalca olduğunu fark eden ama yazmaya devam edenlerdir. Başarısız olacaklar ise, yazdıkları saçmalıkları harika zannedenler ve bunun ötesine geçemeyenlerdir. Öz-eleştiri herşeydir." posted by gezgin @ 2:36 PM

0 comments

JOHN TRUBY KİMDİR? Arada sırada bu sitede John Truby adlı bir zatın yazılarını görüyorsunuz. Eminim "Bu adam da kim?" diye bir kez sormuşsunuzdur. Aşağıda, hazretin kendi sitesinden alınan tanıtım bilgilerini bulabilirsiniz: John Truby, Houston Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Drama ödülünü almış ve Hollywood Film Festivali'nde En İyi Film dalında aday olmuş "All-American Boy" adlı filmin yazarı ve yönetmenidir. Truby, dünyanın çeşitli yerlerinde 22 000 öğrenciye "22 Adımda Harika Senaryo Yazmak" ve "Tür" ("Genre") derslerini vermiştir Aynı zamanda Disney Stüdyoları, Sony Pictures, FOX, HBO, Alliance Atlantis ve Cannell Stüdyoları için hikaye danışmanlığı ve senaryo doktoru olarak hizmet vermiştir. Avrupa'da ise BBC, RAI, LUX, TV4 ve İsveç MTV'si için danışmanlık yapmıştır. Öğrencileri arasında, aşağıdaki filmlerin yazarları/yönetmenleri/yapımcıları yer almaktadır. * * * * * * *

Shrek Pirates of the Caribbean The Mask of Zorro Nightmare on Elm Street Outbreak Scream Sleepless in Seattle 368

* * * * * * *

Back to School The Addams Family Kiss of the Spider Woman Beetlejuice Valley Girl The Negotiator Star Wars

posted by gezgin @ 2:32 PM

0 comments

Perşembe, Mart 01, 2007 POLİİİİİS! Bu sezon şöyle bir karar aldım: Yerli filmleri sinemada izlemeyecektim. "Hepsinin DVD'si çıksın, o zaman seyrederim. Böylece kötü bir filmle karşılaşırsam, olumsuz eleştiri yazıp filmin gişesine zarar vermek durumunda kalmam (kendime atfettiğim ehemmiyete bakınız!)" diye düşünmüştüm. Lakin bu sözümü bozdum. Ve her bozulan söz gibi, hata etmiş oldum. Dün "POLİS"i seyrettim. Hakkında yazılabilecek tek iyi şey, Özgü Namal'ın inandırıcı oyunculuğu ve Haluk Bilginer'in, elindeki kıt malzemeyle bir şeyler yapmaya çalıştığını gösteren performansıydı. Olumsuz yönlerinden en belirginleri ise, en başta tabii ki paramparça dağılmış bir senaryo, şaşırtıcı derecede yanlış müzik kullanımı (bir sahnenin ortasında müzik başlayıp, o sahne bitmeden müzik biter ve sonra tekrar diyaloglara dönülür mü yahu?!), düşüncesiz kamera kullanımı, vesaire... Korkmayın detaya girmeyeceğim. Filme sadece, en başta bahsettiğim sözü bana tekrar hatırlattığı için olumlu bir özellik atfedebilirim: Neymiş? Sözler tutulmak içinmiş. posted by gezgin @ 1:06 PM

0 comments

"POST IT"LİK BASİT HİKAYE TANIMI Hikâye Nedir: "Bir hikaye genelde şu unsurlardan oluşur: (a) bir kişinin (b) bir fırsatı, bir sorunu ya da bir amacı vardır (c) bu kişi çeşitli engellerle ve/veya bir düşmanla karşılaşır, ve (d) bu kişinin kaybedecek bir şeyleri (tehlike) ve (e) kazanacağı bir şeyler (ödül) vardır." "A story is generally: (a) a person with (b) an opportunity, problem or goal (c) who faces obstacles and/or an antagonist, and (d) has something to lose (jeopardy) and (e) something to gain (stakes)." Kaynak: Complications Ensue'dan Alex Epstein posted by gezgin @ 11:49 AM

0 comments

Salı, Şubat 27, 2007 YANLIŞ FORM YÜZÜNDEN SOYKIRIM! Aşağıda "Referans Gazetesi"nin bugünkü nüshasından bir haber var. İnsanlık adına yanlış olan o kadar çok şey var ki, tek tek belirtemiyorum bile. Okuyun ve Avrupalı olmanın ne olduğunu bir kez daha görün: "Sırbistan'ın saldırıları nedeniyle Bosna'nın kuzeydoğusundan kaçan Müslüman mülteciler için 1993 yılında Srebrenitza yakınlarında bir Birleşmiş Milletler (BM) Güvenli Bölgesi oluşturuldu. Bölge, Bosnalı Sırp güçler tarafından 1995 temmuzunda kuşatma altına alındı. Bölge, 600 hafif silahlı Hollandalı piyadenin koruması altındaydı. Sırp güçler, Srebrenitza'ya önce havan topuyla saldırdılar. Saldırılar üzerine, Müslüman savaşçıların silahlarının iade edilmesi talebi BM barışgücü askerlerince geri çevrildi. Sırp saldırılarının atması üzerine, binlerce mülteci güneydeki kamptan Srebrenitza köyünün merkezine gittiler. Sırplar, Hollanda askerlerinin bulunduğu izleme noktalarına saldırarak yaklaşık 30 askeri rehin aldılar. 10 Temmuz gecesi, Hollandalı komutan Albay Karremans, Müslümanların liderlerine sabah saatlerinde 369

NATO'nun geri çekilmemeleri durumunda Sırplara yönelik bir hava saldırısı düzenleneceğini açıkladı. Ancak, Sırpların geri çekilmemesine karşın hava operasyonu düzenlenmedi. Karremans'a Saraybosna'daki BM karargahından, hava desteği talebini yanlış formla ilettiği ve bu nedenle de operasyonun iptal edildiği bilgisi verildi. Karremans'ın talebini yinelemesine karşın NATO uçaklarının yakıt ikmali için İtalya'daki üsse geri döndükleri bildirildi. 11 Temmuz günü öğle saatlerinde köye ulaşan mülteci sayısı 20 bini geçmişti. Sırp komutan Ratko Mladiç önderliğindeki güçler, köye girdi. Ertesi gün Sırplar, BM ile varılan anlaşma uyarınca kadın ve çocukları Müslüman bölgelere götürecek otobüslere yerleştirilirken, yaşları 12 ile 77 arasında olan erkekleri "savaş suçu şüphesi nedeniyle sorgulamak" üzere ayırdı. 13 Temmuz itibariyle yakınlardaki Kraviça kasabasında bir depoda ilk katliam başladı. Diğer yandan da Sırplar, ellerindeki 14 Hollandalı barışgücü askeri karşılığında Potocari'deki Hollanda üssüne sığınan yaklaşık 5 bin Müslümanı teslim aldılar. Katliamla ilgili ilk haberler, kaçanların Müslüman bölgelere ulaşmalarıyla duyulmaya başlandı. Olaylarda 7 binden fazla kişinin öldürüldüğü sanılıyor." posted by gezgin @ 2:18 PM

0 comments

Pazartesi, Şubat 19, 2007 OLAY ÖRGÜSÜ: 22 ADIM Olay örgüsü ("plot"), farklı eylem hatlarının hikaye içinde bir kilim gibi dokunmasından meydana gelir. İyi olay örgüleri 22 adım üzerine kuruludur. Bu adımlar her hikayenin temel taşlarını oluşturur. Bu 22 adım, dramatik akışın 22 adımıdır. Bunlar hikayenizde ne olması gerektiğini söylemezler. Size olayları, seyirci için olası en dramatik biçimde nasıl sıralayacağınızı gösterirler. Eğer bu 22 adımı incelerseniz bunların, kahramanımız amacına ulaşmak ve hayati bir meseleyi çözmeye uğraşırken, kahraman ile düşman arasında yaşanan mücadelenin ayrıntılı bir koreografisini sunduğunu görürsünüz. Bir hikayede 22'den daha fazla ya da daha az adım bulunabilir. Bu da hikayenin türüne ve uzunluğuna bağlıdır. Örneğin kısa bir hikaye ya da bir durum komedisi, hikayenin kısa süresi içerisinde sadece 7 büyük adımı gösterebilir. Uzun metrajlı bir film, kısa bir roman, ya da bir saatlik bir TV draması ise bu 22 adımın hepsini kapsar. Daha uzun bir roman, fazladan sürprizler içerir, ve 22'den daha fazla adım içerebilir. 22 adım, her türlü kurgu ("fiction") yazımında büyük bir yardımcıdır. Ama bunları uygularken esnek olun. Her iki hikaye bu 22 adımı biraz farklı bir biçimde işler. Sizin olay örgünüz ve karakterleriniz için en uygun sıralamayı siz bulacaksınız. 22 YAPITAŞI 1. KENDİYLE İLGİLİ BİR GERÇEĞİ KEŞFETME, İHTİYAÇ, ARZU Kendiyle ilgili bir gerçeği keşfetme ("self-revelation"), ihtiyaç ve arzu, karakterinizin hikaye boyunca geçireceği değişimin tamamını ifade etmektedir. Bunlar, kahramanınızın yapacağı yapısal "yolculuk"tur. Bu nedenle, ilk önce bunları belirlemek gerekir ki hikayenizdeki diğer bütün adımlar sizi gitmek istediğiniz bir yere götürsün. 2. HAYALET ve BAĞLAM Hayalet, kahramanınızın geçmişte yaşadığı ve onu hala rahatsız eden / etkileyen olaydır. Bu olay, kahramanınızın psikolojik ve ahlaki ("moral") ihtiyacının kaynağını meydana getiren açık bir yaradır. Hayalet, kahramanın içinde bulunan bir düşman, bir karşı-arzu, kahramanı eyleme geçmekten alıkoyan bir korku olarak da görülebilir. Çok nadiren de olsa bir hikayede hayaletin bulunması imkansız olabilir çünkü kahraman hikayenin en başında cennet gibi bir dünyada yaşamaktadır. Bağlam, kahramanınızın içinde yaşadığı dünyadır. Arenadan, doğal ortamdan, havadan (iklimden), sosyal aşamadan, aletlerden, binalardan, sokaklardan, odalardan, yerlerden, ve değerlerden meydana gelen bağlam, hem kahramanınızı etkiler hem de onun kişiliğinin bir dışavurumudur.

370

3. PROBLEM / İHTİYAÇ Problem, kahramanın hikayenin başından beri karşı karşıya olduğu güçlüktür. Kahraman sorunun ne olduğunun farkındadır, ama bunu nasıl çözeceğini bilememektedir. İhtiyaç, kahramanın, daha iyi bir hayat sürmek için yerine getirmesi gereken şeydir. Genel olarak kahramanın, bu ihtiyacı karşılayabilmesi için büyük bir zayıflığın üstesinden gelmesi gerekir. Psikolojik bir ihtiyaç son derece kişiseldir. Kahramanın bir zayıflığı vardır, ya da onda birşey eksiktir. Ama bunun kahraman dışında kimse üzerinde olumsuz bir etkisi bulunmaz. Ahlaki bir ihtiyaç, kişinin başkalarına karşı doğru bir biçimde davranmayı öğrenmesini gerektirir. Bir başka deyişle kahramanımız hikayenin başında diğerlerini incitmektedir. Ahlaki bir ihtiyacı olan bir karakterin her zaman başkası üzerinde doğrudan olumsuz bir etkisi vardır. Hayaleti, bağlamı, sorunu ve ihtiyacı hep birlikte düşündüğünüz zaman, hikaye anlatım sanatında üç tür açılış olduğunu görürsünüz: TOPLULUK (CEMAAT) AÇILIŞI: Burada karakter, arazinin, insanların ve teknolojinin mükemmel bir uyum içinde olduğu bir cennet içinde yaşamaktadır. Bunun sonucu olarak kahraman mutludur - hiçbir sorunu yoktur, varsa bile bu sorun son derece önemsizdir - ama aynı zamanda saldırıya da açıktır. Saldırı kısa bir süre sonra, ya içeriden ya da dışarıdan gelecektir. "Meet Me in St. Louis" bu sıcak, cemaat açılışının bir örneğidir. HIZLI AÇILIŞ: Okuyucuyu ilk 10 sayfada yakalamayı amaçlayan bu klasik açılış aslında bir çok unsurdan meydana gelir. Kahramanın güçlü bir hayaleti vardır, bir kölelik dünyasında yaşamaktadır, bir ya da daha fazla sorunu vardır, ve hem kişisel hem de ahlaki bir ihtiyacı vardır. Bir çok iyi hikaye bu açılışı kullanır. YAVAŞ AÇILIŞ: Yavaş açılış, yazarın hiçbir açılış yapısını koymadığı bir açılış değildir. Bu tür açılışlar daha çok bir amacı olmayan kahramanlara odaklanan hikaye türlerinde görülür. Bu gibi insanlar var olmakla birlikte, onlarla ilgili hikayeler son derece yavaştır. Kahramanın "kendiyle ilgilili olarak keşfedeceği gerçek", gerçek arzusunu öğrenmek olduğu için, bu tür hikayelerin ilk üç çeyreği ilginçlikten ve momentumdan yoksundur. Sadece "Rıhtımlar üzerinde" (On the Waterfront) ve "Asi Gençlik" (Rebel Without A Cause) gibi az sayıda film bu tür hikayeleri başarıyla anlatabilmiştir. 4. TETİKLEYİCİ OLAY Tetikleyici olay, dışarıdan gelen ve kahramanın bir amaç edinmesini ve harekete geçmesini sağlayan bir olaydır. Tetikleyici olay, ihtiyaçtan arzuya geçiştir. Hikayenin en başında - ihtiyaç/sorun aşamasında kahraman bir şekilde paralize (felç) olmuştur. Kahramanı bu felç halinden çıkartıp harekete zorlayacak bir olay gereklidir. Anahtar Kural: Hikayeniz için gerekli olan ideal ya da gerekli tetikleyici olayı bulmak için, "yağmurdan kaçarken doluya tutulmak" deyimini aklınızda bulundurun. Bir başka deyişle en iyi tetikleyici olay, kahramana, hikayenin başından beri yaşamakta olduğu sorunları aştığı hissini vermelidir. Oysa kahraman, bu olay nedeniyle hayatının en büyük güçlüğünün içine düşmüştür. Örneğin "Sunset Boulevard" filminde Joe, arabasını ele geçirmek isteyen iki kişi tarafından kovalanırken, arabanın lastiği patlar. Joe arabasını Norma Desmond'un bulunduğu yola sapar ve adamlardan kurtulduğunu düşünür. Oysa içinde asla çıkamayacağı bir tuzağa düşmüştür. 5. ARZU Arzu, kahramanın hikayedeki özel amacıdır. Amaç hikayenin başında düşük düzeyde olmalıdır ki hikaye ilerledikçe gittikçe artsın. Bu da ortalarda hikayenin yavan olmasına ve kendini tekrarlıyor hissi vermesine engel olur. Şunu aklınızdan çıkarmayın: yeni bir arzu hattı yaratmak istemiyorsunuz, asıl istediğini arzunun şiddetini ve onu elde etmek için ortaya konanların değerini artırmak.

371

6. MÜTTEFİK(LER) Kahraman belirli bir arzu elde edince, düşmanı (rakibi) yenip amacına ulaşmasında kendisine yardımcı olacak müttefikler bulur. Bir müttefik, kahramanın fikirlerini paylaştığı sığ bir insan değildir. Müttefik, kahramanınızı tanımlamanın (özelliklerini belirgin bir hale getirmenin) en önemli yollarından biridir. Püf Noktaları: Müttefike de bir arzu hattı vermeye çalışın. Bu da, onu geliştirmek için nispeten az bir zaman olmasına karşın, müttefikin tam bir insan gibi görünmesini sağlar. Örneğin "Oz Büyücüsü"nde Korkuluk bir beyin istemektedir. Müttefiki asla kahramandan daha ilginç bir insan yapmayın. "Her zaman en ilginç karakterle ilgili hikayeyi yazın" kuralı, eski ama güzel bir kuraldır. 7. DÜŞMAN / GİZLİ Büyük hikayeler iki bacak üzerinde yürür: kahraman ve düşman. Bu her hikayedeki en önemli ilişkidir. Eğer düşmanı doğru bir biçimde yaratırsanız, hikaye güzel bir biçimde ilerleyecektir. Eğer kahramanı doğru bir biçimde yaratmazsanız, hikayeyi ne kadar çok tekrar yazarsanız yazın, hiçbir şey değişmeyecektir. Doğru düşman, kahramanınızın en büyük zayıflığına en iyi şekilde saldırabilecek düşmandır. Kahramanınız ya o zayıflığı yenip gelişecektir (büyüyecektir), ya da yok olacaktır. Gizemin (gizliliğin) düşmanla iki şekilde bağlantısı vardır: Gizli bir düşmanı yenmek çok daha zordur. Ortalama hikayelerde kahramanın görevi düşmanı yenmektir. Ama iyi hikayelerde kahramanın, iki bölümden oluşan bir görevi vardır: önce düşmanın kim olduğunu bulmalı, onu sonra yenmelidir. Bu da kahramanın işini çok daha zorlaştırır ve başarısını bçok daha büyük bir hale getirir. Örneğin Hamlet, kralın gerçekten de babasını öldürüp öldürmediğini bilmemektedir. Othello da Iago'nun kendisinin peşinde olduğunu bilmez. Kral Lear, hangi kızının kendisini gerçekten sevdiğini bilmemektedir. Gizem ve dedektif hikayeleri, eksik bir unsurun yerini doldurmak için gizeme ihtiyac duyarlar. Dedektif hikayeleri, hikayenin sonuna kadar düşmanı kasten gizledikleri için izleyicinin, kahraman ile düşman arasında süregitmesi gereken çatışmanın yerine bir şey koyması gerekmektedir. Bu tür hikayelerde gizem, normal hikayelerde düşmanın hikayeye girdiği ana denk gelen bir zamanda hikayeye sokulur. 8. DÜŞMAN-MÜTTEFİK Düşman-müttefik, kahramanın dostu gibi görünen ama aslında düşmanı olan ya da düşmanı için çalışan bir karakterdir. Düşman-müttefik her hikayede bulunmaz, ama hikaye anlatıcı için son derece faydalı bir araçtır. Bir çok hikayedeki olayların sırası, kahramanın, düşmanın gerçek gücünü keşfederken attığı adımlar tarafından belirlenir. Düşman-müttefik, düşmanın gücüne derinlik katmanın mükemmel bir yöntemidir, ve hem kahramanı hem de seyirciği buzdağının su altında kalan bölümünü de görmeye ve hikayenin sonunda kahramanı gerçekte neyin beklediğini keşfetmeye zorlar. Düşman-müttefik aslında doğası itibariyle karmaşık bir karakterdir. Bu karakter her zaman hikaye sırasında büyüleyici bir değişim gösterir. Kahramanın müttefikiymiş gibi davranarak, kendisini öyle (müttefikmiş gibi) hissetmeye başlar. Böylece düşman-müttefik bir ikilem ile karşı karşıya kalır: düşman için çalışmaktadır ama kahramanın kazanmasını ister. (En güzel örneklerinden birini "Buz Devri 1"deki Diego'da görüyoruz - gg). 9. KENDİYLE İLGİLİ 1. GERÇEĞİ KEŞFEDİŞ VE KARAR: ARZUNUN VE MOTİVİN DEĞİŞMESİ Hikayenin bu aşamasında kahraman, onu bir karar almaya ve yeni bir yönde hareket etmeye zorlayan büyük bir bilgi edinir. Bu bilgi aynı zamanda kahramanı, arzusunu ve motivini ya da eyleme geçme nedenini değiştirmeye iter. 10. PLAN Plan, kahramanın düşmanını yenmek ve amacına ulaşmak için kullanacağı yönergeler bütünüdür. Dikkat: Kahramanınızın bu planı baştan sona aynen uygulamasına imkan vermeyin. Düşmanın hareketleri kahramanı, planını değiştirmeye ve seyirciyi şaşırtmaya itmelidir. 372

11. DÜŞMANIN PLANI VE ESAS KARŞI-SALDIRI Kahramanın nasıl bir planı varsa ve kazanmak için çeşitli girişimlerde bulunuyorsa, düşmanın da bir planı vardır. Güçlü bir düşman bir plan yapmalı ve kahramana saldırmaya başlamalıdır. 12. EYLEMLER Eylemler, kahramanın düşmanı yenmek ve kazanmak için giriştiği faaliyetlerdir. Her hikayenin en büyük bölümü olan eylemler, kahramanın planı le başlar ve görünüşteki (zahiri) yenilgiye kadar devam eder. Eylemler sırasında kahraman genelde düşman karşısında yenilgilere uğrar. Bunun sonucunda kahraman umutsuzluğa kapılır ve sık sık gayri ahlaki eylemlerde bulunmaya başlar. Püf Noktası: Eylemler sırasında hikaye kendini tekrarlamamalı, gelişmelidir. Bir başka deyişle hikayede hep aynı vuruşu ("beat") yapacağınıza eylemi değiştirin. Örneğin bir aşk hikayesinde, önce plaja giden, sonra sinemaya giden, sonra da parka giden aşık karakterler hep aynı vuruşu yapmaktadır. 13. MÜTTEFİKİN SALDIRISI Eylemler sırasında kahraman umutsuzluğa kapılır. Başarılı olmak için gayriahlaki hareketlerde bulunmaya başlar. Bu da müttefikin kahramana karşı çıkmasına neden olur. Müttefik kahramanın vicdanı haline gelir, ona "Ben, hedefine ulaşmanda sana yardımcı olmaya çalışıyorum, ama şu anda yaptığın şey yanlış" der gibidir. Genelde kahraman kendi eylemlerini savunmaya çalışır ve müttefikin eleştirilerini kabul etmez. Müttefikin saldırısı hikayeye ikinci bir çatışma düzlemi katar (birinci çatışma düzlemi kahraman ile düşman arasındakidir). Bu da kahramanın sorununu daha da artırır ve onu, değerlerini ve yaşam biçimini sorgulamaya iter. 14. GÖRÜNÜŞTEKİ (ZAHİRİ) YENİLGİ Eylemler sırasında kahraman düşman karşısında yenilmektedir. Hikayenin üçte ikisi ila dörtte üçü civarında kahraman görünüşte bir yenilgi yaşar. Kahraman amaca ulaşamayacağını ve düşmanın kazandığını düşünür. Bu kahraman için hikayedeki en kötü andır. Görünüşteki yenilgi, her türlü hikayenin genel yapısında önemli bir vurgu anını teşkil eder. Aynı zamanda kahramanı yenildikten sonra ayağa kalkara hikayenin sonunda kazanmaya zorlar. Görünüşteki yenilgi kahraman açısından büyük ve mahvedici bir an olmalıdır. Seyirci kahramanın gerçekten de işinin bittiğini düşünmelidir. Hikayede sadece tek bir görünüşte yenilgi olmalıdır. Kahraman hikaye boyunca çeşitli gerilemeler yaşayabilir ve yaşamalıdır da; ama herşeyin açıkça bitmiş gibi göründüğü tek bir an olmalıdır. Aksi takdirde hikaye şekilden ve dramatik güçten mahrum olur. Bu olayı, bir fıçının içinde tepeden aşağı yuvarlanması gibi düşünün. Bu yuvarlanma sırasında bir kaç defa bazı tümseklere çarpılacak, en sonunda da bir tuvara toslanıp fıçı parçalanacaktır. 15. İKİNCİ GERÇEĞİ KEŞFEDİŞ ve KARAR: TAKINTILI GÜDÜ, DEĞİŞEN ARZU ve MOTİV Görünüşteki yenilgiden sonra kahraman hemen her zaman ikinci bir gizli bilgi öğrenir, bir ifşaat yaşar. Kahramanın, yaşadığı şeyin sadece görünüşte bir yenilgi olduğunu ve zafere hala ulaşabileceğini anlaması için böyle önemli bir bilgi alması gerektiği açıktır. Bu olay üzerine kahraman tekrar oyuna girmeye ve tekrar amacın peşinden gitmeye karar verir. Bu ikinci ifşaatın kahraman üzerinde ateşleyici bir etkisi vardır. Daha önce hedefe ulaşmak için bir cazibe hissetmekteyse de şimdi hedefe ulaşmak onun için bir takıntı haline gelmiştir. Kahraman kazanmak için gerçekten de herşeyi yapmaya hazırdır. Kısacası kahraman, kazanma arayışı içinde zalimleşir. Böylece bu bilgi sayesinde güç kazanmışsa da, eylemler sırasında yaşamaya başladığı ahlaki inişinde devam etmektedir. İkinci ifşaat kahramanı, arzu ve motivini değiştirmeye de sevk eder. Burada da hikaye yeni bir yön kazanır. 373

16. SEYİRCİYE YAPILAN AÇIKLAMA Seyirciye yapılan açıklama, kahramanın değil ama seyircinin çok önemli bir bilgiyi öğrendiği andır. Genelde -ama her zaman değil- seyirci, kahramanın müttefiki gibi görünen bir karakterin aslında düşman olduğunu ya da esas düşman için çalıştığını öğrenir. Hikayenizde düşman-müttefik yoksa bile, seyirciye yapılan açıklama, birkaç nedenden dolayı son derece değerli bir andır. Genelde hikayenin yavaş bir bölümünde heyecan verici bir duygu patlaması sağlar. Seyirciye, kahramanın mücadele etmekte olduğu kişilerin gerçek gücünü gösterir. Seyirciye, gizli olarak yapılan bazı eylemleri dramatik ya da görsel bir biçimde gösterir. En önemlisi de seyirciye yapılan açıklama seyirciyi kahramandan ayırır. Bir çok hikayede seyirciler bilgileri kahramanla aynı anda öğrenir (Fars türü komediler bir istisna teşkil eder). Seyirciye yapılan açıklama sırasında seyirci ilk kez kahramandan önce bir şey öğrenir. Bu da seyircinin kahramandan uzaklaştırılmasına (koparılmasına) yarar, böylece seyirci kahramanın geçirmekte olduğu değişim sürecinin tamamını görmeye başlar. (Matrix 1 filminde bu an, seyircinin Cypher'ın hain olduğunu öğrendiği andır.) 17. 3. GERÇEĞİ KEŞFEDİŞ ve KARAR Üçüncü gerçeği keşfediş, gerçeği keşfedişlerin en büyüğüdür; bu anda kahraman, düşmanı yenmek için ihtiyaç duyduğu herşeyi öğrenir. Eğer hikayenizde bir düşman-müttefik varsa, kahraman bu anda seyircinin düşman-müttefik hakkında zaten bildiği şeyi öğrenir. Eğer düşman-müttefik yoksa, kahraman düşmanla ilgili nihai gerçeği öğrenir. Kahraman, gerçek düşmanının ne kadar güçlü olduğunu öğrendiğinde, çatışmadan kaçınmak isteyebilir diye düşünebilirsiniz. Tam aksine, bu bilgi kahramanı daha güçlü kılar, çünkü artık düşmanla açık bir biçimde savaşabilecektir. 18. KAPI, GEÇİT, ÖLÜMÜ ZİYARET Hikayenin sonlarına doğru kahraman ile düşman arasındaki çatışmanın şiddeti artarken, kahraman üzerindeki baskı neredeyse dayanılmaz bir hal alır. Kahramanın seçenekleri azalır, kahramanın geçmek zorunda olduğu yer daralır. Son olarak kahraman dar bir kapıdan geçmek ya da uzun bir geçit (koridor) boyunca ilerlemek zorunda kalır. Dahası, kahraman "ölüm"ü ziyaret eder. Efsanelerde kahraman gerçekten de yeraltı dünyasına gider ve ölüler ülkesinde kendi geleceğini görür. Modern hikayelerde ise kahraman kendi ölümlülüğünü farkeder (hisseder), hayatın sonlu olduğunu görür. Bu fark ediş kahramanı çatışmadan alıkoymak yerine, onu savaşa girmeye sevk eder. Kahraman şöyle düşünür: "Eğer hayatımın bir amacı olacaksa, inandığım şeyleri savunmak için mücadele vermeliyim." Kapı, geçit, ve ölümü ziyaret sık sık hikayenin diğer bölümlerinde de bulunabilir. Örneğin kahraman, görünüşteki yenilgi sırasında ölümü ziyaret edebilir. Kahraman son savaş sırasında geçit boyunca ilerleyebilir, tıpkı Yıldız Savaşları'nın finalindeki siper savaşı gibi. Ya da kahraman savaştan sonra geçitten geçebilir, "On the Waterfront"un sonunda Terry Molloy'un yaptığı gibi. 19. SAVAŞ Savaş, kimin amacına ulaşacağını belirleyen nihai çatışmadır. En az ilginç olan savaş şekli, büyük, şiddetli bir çatışmadır. Bu savaş, tarafların uğruna savaştığı değerlerin en açık ifadesi olmalıdır. Bizi asıl, hangi gücün daha üstün olduğu değil, hangi düşüncelerin, hangi değerlerin daha üstün olduğu ilgilendirmelidir.

374

Bu an sırasında: Bütün karakterler ve bütün eylem hatları bir arada toplanır (bir araya gelir, birleşir); Savaş, mümkün olan en dar alanda gerçekleşir; Kahraman genelde ihtiyacını giderir ve arzusunu yerine getirir; Kahraman düşmana çok benzemektedir. Ama bu benzerlik içerisinde kahraman ile düşman arasındaki farklılık da en belirgin haldedir; Hikayenin teması, izleyicinin zihninde en açık haliyle tezahür eder. Bu değerler çatışmasında seyirci, hangi eylem ya da yaşama tarzının daha üstün olduğunu açıkça görmeye başlar. 20. KENDİYLE İLGİLİ GERÇEĞİ ÖĞRENME Savaş sınamasını yaşayan kahraman değişime uğrar. İlk kez kendisinin kim olduğunu çok derin bir biçimde öğrenir. Aldatıcı dış görünüş şok edici bir şekilde ortadan kalkmıştır ve gerçek benlik açığa çıkmıştır. Kendisi hakkındaki gerçek ile karşılaşmak kahramanı ya yok eder - "Oedipus Rex" ve "The Conversation"da olduğu gibi - ya da onu daha güçlü kılar. Eğer kendiyle ilgili gerçeği öğrenmek psikolojik olduğu kadar ahlaki de olacaksa, o zaman kahraman bu anda başkalarına karşı doğru davranma biçimini de öğrenmelidir. Harika bir "kendiyle ilgili gerçeği öğrenme" şöyle olmalıdır: Daha fazla dramatik etki yaratabilmesi için ani olmalıdır. Olumlu ya da olumsuz bir şekilde, kahraman için sarsıcı (tahrip edici, yok edici) olmalıdır. Kahramanın o ana kadar sahip olmadığı yeni bir bilgi içermelidir. Kahraman, başkalarıyla olan ilişkilerinde hangi hataları yaptığını fark etmelidir. Dikkat: Kahramanın kendisi hakkında öğrendiği şeylerin gerçekten anlamlı olmasına, sadece kulağa hoş gelen sözcükler ya da yaşamla ilgili basmakalıp sözler olmamasına dikkat edin. 21. AHLAKİ KARAR Kahraman, kendisi hakkında bir gerçeği öğrenip doğru davranma yöntemini öğrendikten sonra bir karar almalı ve ahlaki bir biçimde hareket etmelidir. Ahlaki karar, iyi eylem biçiminden biri arasında seçim yaptığı andır. Bu eylem biçimlerinden her biri belirli bir değer ve yaşam tarzını temsil etmektedir. Ahlaki karar kahramanın, kendisi hakkında öğrendiği gerçeğin bir kanıtıdır. Kahramanın bu eyleminde, kahramanın dönüştüğü yeni kişiyi görürüz. 22. YENİ DENGE Arzu yerine getirildikten ve ihtiyaç karşılandıktan sonra (ya da trajik bir biçimde karşılanmadan bırakıldığında) herşey normale dönüşür. Ama arada büyük bir fark vardır. Kahraman, kendisi hakkında öğrendiği yeni şey ile artık daha üst ya da daha aşağı bir pozisyondadır. (Kaynak: John Truby'nin "Blockbuster" adlı senaryo yazma programının "HELP" bölümü.) posted by gezgin @ 12:47 PM

3 comments

Salı, Şubat 06, 2007 GELECEK PROGRAM: JOHN TRUBY Daha önce Truby'nin senaryo kuramından bazı bölümler aktarmıştım. Ama asıl önemli bölümü sona sakladım. Zira bayağı uzundu. Ama ne kadar faydalı olduğunu görünce inanamayacaksınız. Biraz sabredin. Beklediğinize değecek. 375

posted by gezgin @ 12:47 PM

2 comments

Cuma, Şubat 02, 2007 KOMPLE KOMPLO Komplo teorilerini severim. Çoğuna inanmam, ama bana açık bir zihne sahip olma olanağı verdiklerini düşünürüm. Hafızayı güçlü tutmak için bulmaca çözenler gibi, ben de düşüncelerimin çok katılaşmasına mahal vermemek için komplo teorilerinin gerçeklik olasılığı üzerinde zaman zaman kafa patlatırım. Bu mesainin sonunda ben de kendi kendime komplo teorisi geliştirmeye başladım doğal olarak. Etrafımda gördüğüm ve başkalarının fark etmediği ipuçlarını değerlendirerek, olası motivleri bulmaya çalışıyorum. İşte size öz be öz şahsıma ait bir komplo teorisi: Türk medyasının gizli amaçlarından biri, Türk milletinin moralini bozmak, onu kendisine (medyaya değil, milletin kendisine) yabancılaştırmak, ne zaman iyi bir şeyler yapacak olsa hemen keyfini bozacak bir şeyler ortaya çıkartıp "biz adam olmayız" duygusunu uyandırmak ve böylece ilerlemesini engellemektir. Bunu kim yapmak isteyebilir? Batılı sermayeden tutun, petrolden başka hiçbir zenginliği olmayan Araplara kadar herkes olabilir bu. Paranın kaynağı çok da önemli değil aslında. Önemli olan, birilerinin medyayı bu şekilde manipule etmesi ve toplumsal özgüvenimizi düzenli aralıklarla yerle bir etmesi. *** Neden böyle bir sonuca vardım? Bir miktar medyayı takip eden, yabancı dili sayesinde sadece kendi ülkesinde değil bütün dünyada olup bitenlerden biraz haberdar olan, ve aşağılık komplekslerinden kurtulmuş her insan, kesinlikle böyle bir komplo olduğunu görebilir. Ben, batılı ülkelerin hiçbirinde, genelde medyasının, özelde de gazete yazarlarının kendi halkını, kendi kültürünü, kendi yaşam biçimini bu kadar aşağıladığını, bu kadar küçük gördüğünü görmedim. Herhangi bir gün, önünüze Türkiye'de çıkan gazeteleri koyun ve haberler ile köşe yazılarını okuyun. 15-20 tane öz-aşağılayıcı habere mutlaka rastlarsınız. Çeşitli kazalar, felaketler, ya da cinayetler döneminde bu öz aşağılama had safhaya ulaşır. Bu insanlar, tıpkı bir hastalık nöbetine kapılmışlar gibi, "Biz adam olmayız, biz adam olmayız" diye sayıklarlar. Hem de en güvendiğiniz, en beğendiğiniz, adlarının önünde prof. mrof. yazan insanlar bile. (Kendi inanç sisteminizi inceleyin. Siz bile ister istemez bu negatif inanç akımına kapılmış olabilirsiniz!) Oysa dünyayı takip eden, kendisine ve kendi milletine karşı sağlıklı bir sevginin getirdiği pozitif yaklaşım dışında objektifliğini koruyan her insan, bu sözlerin ne kadar yanlış olduğunu bilir, görebilir. Size bugünden bir örnek: NTVMSNBC'sitesinden bir haber: Sera gazı salınımında birinciyiz "Birleşmiş Milletler’in iklim değişikliği konusunda yayımladığı bir rapor, küresel ısınmaya karşı harcanan çabalara karşın, sera gazlarının salınımının yükselişe geçtiğini ortaya koydu. Rapora göre, sera gazı salınımının en hızlı arttığı ülke ise Türkiye." Haberin geri kalanını okuduğunuz zaman, aslında Türkiye'nin sera gazı üretiminin, kendine gelişmiş diyen barbarların ülkelerinden fersah fersah geride olduğunu görüyorsunuz. Yani Türkiye'nin teknolojik geriliğinin nimetlerinden biri, dünyamızın katledilmesindeki katkısının çok küçük olmasıdır, büyük abileriyle karşılaştırıldığında. Peki NTVMSNBC'de bu başlığı atan %&*?!, bunu bilmiyor mu? Biliyor. Peki neden koskoca haber içerisinde, kendi ülkesini en fazla yaralayacak bilgiyi cımbızla çekip çıkartıyor bu %&*?!? İşte bu noktada benim komplo teorim devreye giriyor. Birileri kesinlikle moralimizi çökertmeye çalışıyor. Ya da (bu daha kötü), medya sektöründe çalışan herkes, müzmin kötümser! Hani, sizin çevrenizde de öyle insanlar vardır: siz iyi bir şey yapmışsınızdır, ya da çevrenizde gözlemlediğiniz iyi birşeye işaret edersiniz. Bu kişiler hemen "Ama..." diye söze başlarlar ve o şeydeki olumsuz nitelikleri sıralarlar. Siz 376

bilirsiniz ki bu olumsuz nitelik, olumluların yanında devede kulak bile değildir, ama bu insanlar sadece bu kulağı görürler. Sanki gözlerinde, olumlu şeyleri süzen, sadece olumsuz şeyleri görmelerini sağlayan bir filtre vardır. Acaba bütün medyamız bu tür insanlardan oluşuyor olabilir mi? Ya da medya sektörüne girenler zamanla böyle mi oluyor? Her iki ihtimal de korkunç bence. Bunun çaresi ise, medyamızdaki bu fıtri olumsuzluğun farkında olmak ve bahsettikleri olumsuzlukları ya da olumsuz yorumları süzerek haberleri değerlendirmek. İşin en komiği, medyadaki bu tiplerin, kendilerini dünyanın en akıllı, en bilgili, ve en gerçekçi insanları zannetmeleri! posted by gezgin @ 12:52 PM

1 comments

Pazar, Ocak 28, 2007 Değişen Görüş Açıları (Dikkat: Aşağıda, Michael Hauge'un sahne yazma konusundaki tavsiyelerinden sonra, en faydalı bir yazı bulacaksınız. Aman iyi okuyun ve anlayın!) Bir hikayede, senaryoda, romanda, vb.'de iki insan arasında geçen her sahne, şuna indirgenebilir: Karakter A: "Ben bir şey istiyorum." Karakter B: "O şeyi elde edemezsin." Çözüm Evet, fazla bir basite indirgenme oldu. Ama boğazınıza kadar bir metne daldığınız sırada, sizin canınıza okuyan şey de budur aslında. Şimdi, yazarların genel eğilimi, bir sahneyi yazarken, "ben bir şey istiyorum" diyen kişinin zihniyetini benimseyerek (o kişinin zihnine bürünerek) yazmaktır. Bu da çok doğaldır. Sizin bu hikayeyi yazmanızı sağlayan şey genelde, o bir şey isteyen karakterin hikayesini anlatmak için duyduğunuz istektir. Olsun. Ama bunun sonucunda, B Karakteri ya pasif bir engel olarak kendini gösterir, ya da, bizim (yani yazarın), Karakter A'nın önüne çıkabilecek en ilginç engel olduğunu düşündüğümüz şeye göre seçimler yapar (yani çatışma ilginç olsun diye abuk subuk seçimler yapabilir - gg). Çatışmaya şu yönden bakmak daha yararlı olacaktır: Karakter A: "Ben bir şey istiyorum." Karakter B: "Ben başka bir şey istiyorum." Çözüm Bir sahneye, bu zihniyetle (bu zihniyete bürünerek) girmek, benim senaryo yazarken en çok kullandığım yöntemlerden birini kullanmanızı çok daha kolaylaştırır: bakış açılarını değiştirmek (yani, farklı bakış açılarına bürünmek - gg) ve ikincil karakter, o sahnenin ana karakteriymiş gibi sahneyi yazmak. Vites değiştirin. Oturun ve, örneğin, o sahnedeki DİĞER kahramanı oynaması için çok büyük bir aktörün tutulduğunu varsayın (hayal edin). Sizin göreviniz de o rolün oynanmasını daha ilginç hale getirmek olsun. Ya da kendinizi B Karakterinin yerine koyun. Karakter A'yı, sizi elde etmek istediğiniz şeyden alıkoyan hıyarın teki yapın. Şimdi, Karakter B'nin belirli bir niyeti, belirli bir güdüsü var. Ve bu nedenle Karakter A'nın hayatını çok ama çok zorlaştıracaktır. İşte şimdi bir çatışmanız var. Bir SAHNE'niz var artık. Şimdi Karakter A'nın biraz daha fazla uğraşması, biraz daha ilginç olması gerekiyor sizi alt edebilek için. Belki bu sayede hikayenizde yeni bir "karakter" (tip'in karşıtı olarak - gg) yaratmış, yeni bir ses bulmuş oldunuz. Çok nadiren de olsa, aslında yanlış karakterin hikayesini anlattığınızı fark edebilirsiniz! (Kaynak: Kung Fu Monkey - http://kfmonkey.blogspot.com; Thursday, January 06, 2005'ten alıntı) posted by gezgin @ 5:29 PM

0 comments

Cuma, Ocak 26, 2007

377

KARAKTER DEĞİŞİMİ ve YAPI Sinema-TV dünyasında sık sık duyacağınız üzere, senaryo demek, YAPI ("structure") demektir. Bu nedenle, doğal olarak, karakterler de yapının bir parçasıdır. Karakter değişimi ("character arc"), karakterinizin, yazdığınız hikayede rol alarak deneyimlediği değişim yolculuğudur. Karakterinizin geçireceği değişime karar vermek için önce hikayenizin sonucuna karar vermeniz gerekir. Hikayenizin sonucu, iki kriter grubuna göre değerlendirilebilir: 1) başarı / başarısızlık 2) istenen / istenmeyen. Her iki kategoriden birini seçerseniz, dört olası sonuç elde edersiniz. 1) İstenen başarı - Temel mutlu son. Burada ana karakter ödüllendirilir, kötü adamlar cezalandırılır ve gün kurtarılır ("Oz Büyücüsü", "Casablanca" "Sleepless In Seattle") 2) İstenmeyen başarısızlık - Trajedi. Bir keder, mutsuzluk ya da ölüm hikayesi. Burada kahraman ya iyi bir durumdayken bunu kaybeder, ya da daha en baştan ölümcül bir kusura sahiptir. ("Titanic", "Amadeus", "An American Werewolf in London") 3) İstenen başarısızlık - Burada kahramanlar istediklerini elde etmezler, ama bu süreçte önemli bir ders öğrenmiş ya da istemeden daha iyi bir ödüle kavuşmuş olurlar ("Risky Business", "Clockwork Orange", "Thelma & Louise") 4) İstenmeyen başarı - Burada kahraman istediğini elde etmiştir, ama bu süreç içinde varlıklarının önemli bir bölümünü - ruhlarını, sevdiği birilerini, kendi yaşamlarını - kaybetmişlerdir. ("Baba", "Affedilmeyen", "Bulworth") Eğer karaktere ve yapıya eşzamanlı olarak yaklaşırsanız, bu iki sorunu aynı anda çözebilirsiniz. Ayrıca bu ikisini daha en baştan birleştirmiş olursunuz. (Kaynak: Hatırlamıyorum) posted by gezgin @ 2:36 AM

0 comments

Pazar, Ocak 21, 2007 YEŞİL YORUM TV haberlerinde, belgesellerde, çevre ile, iklimlerdeki değişikliklerle, vb. ile ilgili başlıklardaki artışın farkındasınız değil mi? Neredeyse çevreyle ilgili ciddi bir haberin olmadığı bir gün geçmiyor artık. Bunda, anormal derecede sıcak geçen kışın da etkisi var sanırım. Sıcak kış, ayılarla birlikte habercileri de uyandırdı anlaşılan! (Bu cümlede haberci=ayı diye bir eşitlik yok, dikkat ederseniz.) Lakin işin içinde bir gariplik var. İnsanlar, çevreyle ilgili bu haberleri yaparken ya da tüketirken (i.e. okurken, izlerken, dinlerken), işin sadece sonuç bölümüne odaklanıyorlar: Şu kadar sene sonra iklimler şöyle olacakmış, turizmimiz bu kadar yara alacakmış (en çok buna sinir olduğumu tahmin edebilirsiniz), vesaire. Bir anlamda haberciler, her zaman yaptıklarını yapıyorlar. İnsanlardan tepki (i.e. reyting, tiraj) alabilecekleri bir konu buldular ya, onu tekrar tekrar pişirip önümüze koyuyorlar. Bu da onları, çok sevimli olmayan bazı hayvanlarla aynı kategoriye koyuyor. Ne zaman bir felaket, bir ölüm, bir musibet olsa, haberciler bundan ekmek çıkarmaya çalışırlar. Onların çevreye tek yaklaşımı budur. Bir de sonrada "Biz bilgilendirme görevimizi yaptık, ama toplum tınmadı!" şeklinde savunmaya geçerler. Oysa, işin çok ilginç bir boyutu var. Bu haberleri izlediğimiz ya da dinlediğimiz ortamlar (i.e. media), bizzat bu haberleri doğuran koşulların da promosyoncusu, tanıtımcısı, destekçisi. Bu koşullar nedir? derseniz, cevap aslında bariz: gereksiz tüketime dayalı yaşam tarzı. Ve medya, reklamlar (ve bazı programlar) aracılığıyla bu yaşam tarzını bizzat -bizzat!- destekler, önerir, korumaya çalışır. Hangi medya mensubuna sorarsanız sorun, size şunu kesinlikle ve rahatlıkla söyleyecektir: "Reklam, medyanın can damarıdır!" Bunu, belirli bir sav ile de desteklerler: "Eğer reklam geliri olmazsa, medya politik odakların etkisi altına girer!" Ama şimdi, bu uygulama sayesinde, o politik odakların da hayatta kalma şansını etkileyen bir çevresel felakete araç olmuş durumdasınız, buna ne diyeceksiniz? Diyecekleri bir şey yok tabii. Belirli bir hatası açıkça ortaya konan herkesin yaptığı son savunmayı yaparlar: "Ama herkes böyle yapıyor. Bütün dünyada bu böyle!" Ama anneciğim, işte bu yüzden şu anda küresel bir felaketten bahsedebiliyoruz ya! Bütün dünya medyası, tüketim pezevenkliği (afedersiniz) yaptığı için, bütün dünyanın dengesi bozulmuş durumda ya?! Ayrıca, bir başkasının hata yapması, senin hatanın vehametini azaltmıyor ki?! ("Kötü örnek, emsal teşkil etmez" ilkesi, hukukta da geçerlidir). 378

Herhalde ironinin sözlükteki karşılığında, örnek olarak şu yazıyordur: "Çevre felaketleri ile ilgili belgeselin arasına, tüketimi artırmayı hedefleyen reklam alınması!" *** Aslında amacım sadece bir medya eleştirisi yapmak değil. Çevremizdeki herşeyin, sıradan bir günü yaşarken yaptığımız her eylemin çevreye ne kadar zarar verdiğine dikkatinizi çekmek. Mesela, en basitinden, ben bu yazıyı bir bilgisayarda yazıyorum. Oh ne güzel! Şimdi bu basit olaya bir de "Yeşil Yorum" yapalım: 1) Acaba bu bilgisayar üretilirken, çevreye ne kadar zarar verilmiştir? 2)Bu bilgisayarın ekranı, tuşları, faresi üretilirken, çevre ne kadar zarar görmüştür. 3)Bizi internete bağlayan kablolar, ya da internet diye bir şeyin varolmasını sağlayan sunucular üretilirken çevre ne kadar zarara uğramıştır? 4)Dahası, bu donanımsal malzeme tüketildikten sonra, yani kullanılıp atıldığında, çevre ne kadar zarar görecektir? (Zarar göreceği kesin!) Başka bir şey alalım. Bir kağıt mesela. Kullanıdığınız kağıdın yapımında, çevreye ne kadar zarar verildi biliyor musunuz? Kaç ağaç kesildi, o kağıdı beyaza boyamak için ne kadar kimyasal madde doğaya bırakıldı? O kağıt size ulaştırılana kadar, ne kadar karbonmonoksit atmosfere salındı? Ne demek istediğimi anladınız, değil mi? Bu paragrafın sonunda bir süre için okumayı bırakın ve çevrenize bakın. Artık her neredeyseniz: ev, okul, işyeri, internet cafe... Bakın ve gördüğünüz eşyaların üretimi ve size ulaştırılması esnasında çevreye ne kadar zarar verilmiş olabileceğini hayal edin. (Siz senaristsiniz/senarist adayısınız, hayal gücünüzün ortalamanın üzerinde olması gerek). Tek tek. Oturduğunuz koltuktan duvarın boyasına kadar, herşeyin üretim sürecini, bu esnada kullanılan hammadeleri, enerji kaynaklarını, atıkları, herşeyi düşünün. Tek tek. İnsanın tüyleri ürperiyor değil mi?! Çevre felaketlerinden bahsediyoruz ve kendimiz, üretim süreçleri ile bizzat bu felaketi oluşturan eşyaların tam göbeğinde yaşıyoruz. Onlara muhtacız. Onlarsız bir hayat hayâl dahi edemiyoruz. Onları kullanarak, üreterek ve satarak hayatta kalabiliyoruz. Hepimiz, farkında olarak ya da olmayarak, bir cinayete, doğanın öldürülmesine yardım ve yataklık yapıyoruz. İğneyi kendimize batırmaya devam edelim: Sinemada ve TV'de kullanılan aletlerin üretimini düşünelim. Sinema filmlerinin üretiminde doğaya zarar veren neler kullanılıyor acaba? TV kameralarının çipleri üretilirken neler oluyor, bilen var mı? Ya da bizzat TV'ler üretilirken, hangi petrol ürünleri kullanılıyor? Ve kullanmakta olduğunuz bu petrol ürününün hammadesinin (i.e. petrol!), Amerika'nın işgalinden sonra Irak'tan gelmiş olma ihtimali var mı? (Bu çevreden çok politikayla ilgili oldu, ama "Büyük Resmi" görmemize yardımcı olması açısından faydalı.) *** Belki siz de "Ama ben bunları bilmek istemiyorum. Ben sadece senaryo yazmak, sonra meşhur olmak, deli gibi para kazanmak istiyorum" diye düşünüyorsunuz. Rahat bir uyuşukluk içinde hayatınızı sürmek, ılık çamur banyosu içinde devrile devrile keyif yapan bir manda gibi yaşamak ("gibi"ye dikkat) istiyor olabilirsiniz. Ama size kötü haberlerim var! Çanlar sizin için çalıyor! Doğa ana, o ılık çamur banyosunu tamamen kurutup, derinize binlerce iğne gibi batacak kuru topraktan bir örtüye çevirmeye kararlı. Sizi o rahat uyuşukluktan uyandıracak. Eğer yirmili ve otuzlu yaşlardaysanız, korkunç bir yaşlılık dönemi yaşayacaksınız. Daha ileri yaştaysanız, biraz "şanslısınız" demektir, "Mad Max" ya da "Su Dünyası" tarzı bir geleceği görmeme ihtimaliniz var. Ama çocuklarınız? Onların nasıl bir gezegende yaşayacaklarını hayal edebiliyor musunuz? Ve dehşete kapılmıyor musunuz? *** Bu yazıyı "Yazdım ve insanları uyardım, ben görevimi yerine getirdim" duygusuyla yazmadığımı 379

söylemeliyim. Bu yazıyı, mütemadiyen yaşadığım bir duyguyu paylaşmak için yazdım. Göz göre göre gelen bir felaketi (örneğini 5-6 ay sonra hep beraber bu topraklarda göreceğimiz bir aşırı sıcak felaketini) siz de görün, öngörün ve biraz korkun diye yazdım. Korkunun ecele faydası yoktur, ama tedbir alınmasını sağlayarak eceli geciktirebilir. Hiç korkmayan, ya aptaldır, ya cahildir, ya da deli! posted by gezgin @ 1:11 AM

0 comments

Cuma, Ocak 19, 2007 HRANT DİNK CİNAYETİ Genç bir adamın hayatının, daha büyük güçlerin politikaları doğrultusunda uluorta sona erdirilebildiği bir dünyada yaşıyoruz. Dünya diyorum, zira yeryüzündeki hiçbir ülke -buna kendine "gelişmiş" diyen barbarlar da dahil- bu saptamanın dışında kalmıyor ne yazık ki. Hatta belki en çok o ülkelerde harcanabiliyorsunuz, bazı ırksal, dinsel, milli niteliklerinizle ortalamanın dışına çıkıyorsanız... Bundan sonraki bir kaç gün, Hrant Dink'in politik duruşu, hakkında açılan davalar, Ermeni sorununa yaklaşımı, öldürülmesinin bunlarla bağlantısı hakkında bir sürü şey okuyacaksınız. Neo-milliyetçiliğin nasıl azdığını, toplumun geleceği için nasıl bir tehlike oluşturduğunu vs. duyacaksınız. Bir süre sonra, bütün bu olanlar unutulacak. Yaklaşık 3 hafta sonra. Tekrar Hülya Avşar ve Bülent Ersoy'u konuşmaya başlayacak insanlar. Bu, insanlarımızın duyarsızlığından değil, insan doğasının sıkıntılar, dertler üzerinde çok durmak istememesinden kaynaklanacak. Hrant Dink de sadece öldüğü ile kalacak. Bu tür cinayetlerde iki yaklaşım vardır: Bir, bu cinayeti en büyük olasılıkla kim işlemiş olabilir, buna bakılır. Hrant Dink en çok kime rahatsızlık verdiyse, en çok kimde nefret uyandırdıysa, o grup cinayetle ya da cinayete azmettirmekle suçlanacak. İkinci yaklaşımda da, bu cinayetten son tahlilde en çok kimin faydalandığına bakılır. Bu Agatha Christie yöntemidir. Hrant'ın ölümünde ilk şüpheli milliyetçiler olmakla birlikte, bu cinayetten en fazla milliyetçileri köşeye sıkıştırmak isteyenler faydalanacak gibi görünüyor. Geçtiğimiz bahar gerçekleşen Danıştay saldırısında, hükümet 2. yöntemi kullandı ve işlenen cinayet ile kendilerinin karalanmaya çalıştığını iddia etti. Ama yapılan araştırma cinayetin arkasında derin devletin olmadığı, bir meczubun, itikatları (ve "çok yetkili birilerinin" yaptığı dolduruşlar) nedeniyle bu cinayeti işlediği ortaya çıktı. Ama Türkiye, ikinci tür yaklaşımlarla açıklanabilecek cinayetlerle de doludur. Çeşitli güç odakları, ülkenin gidişatı ile ilgili bir rüzgar estirmek istediklerinde, herhangi birini kolaylıkla ortadan kaldırırlar. Ve bu tür cinayetler de çözümsüz kalır. *** Bu cinayet sonrasında herkes bilinçaltında sakladığı korkularını bir süre dillendirecek, sonra eski hayatına geri dönecek. Gerçekten üzülenler sadece Dink'in yakınları, akrabaları olacak. Ateş düştüğü yeri yakar çünkü. posted by gezgin @ 4:17 PM

2 comments

Çarşamba, Ocak 17, 2007 KURTLAR VADİSİ: TEKRARLANAN YANLIŞLAR! (Bu yazıyı, aşağıdaki Jack vs Polat'ın devamı olarak da okuyabilirsiniz) İyi adamlar ile kötü adamlar arasındaki farklardan burada biraz bahsetmek gerekiyor. Bir insanın devlet memuru olması, ya da devlet adına çalışıyor olması, tek başına onu iyi adam yapmaz. Devlet’in, çeşitli sorunlarla -burada suçlarla- mücadele yöntemlerini de benimsemiş olması gerekir. Devlet, kötü adamlardan -mayfa, uyuşturucu satıcıları, hırsızlar vb.- farklı olarak, bu insanlarla mücadele ederken asgari da olsa bir insaniyet gösterir. Yani amacı, kötü olarak nitelenen bu işleri yapanları öldürerek ortadan kaldırmak değil, hapse atarak topluma zarar vermekten alıkoymaktır. İyiyi iyi yapan budur. Yoksa, kötü ile kötünün yöntemlerini kullanarak mücadele etmek, onu kötü ile aynı düzeye indirir. Devlet, bir ülke içerisindeki en büyük silahlı kuvvet olduğu için, böyle bir şeye tenezzül etmez, 380

etmemelidir. O devletin vatantaşlarının da devletlerinden beklediği, bu büyük gücün, bu küçük güç odaklarını, asgari düzeyde şiddet uygulayarak etkisiz hale getirmesidir. Yani devlet, belirli bir insaniyet, belirli bir ahlak sahibi bir kurumdur. Peki Polat ve Kurtlar Vadisi ekibi öyle mi? Hayır! Yüz bin kere hayır! (Kaptırdık galiba :). Burada KGT adlı bir örgüt, devlet adına, millet adına cinayetler işliyor. Bu, devletin iyi, ahlaklı, büyük olma vasfına aykırı bir davranış. Uyuşturucu tacirlerinin çocuklarını uyuşturucuya alıştırmak, fuhuş simsarlarının kızlarını devlete ait genelevlerde çalıştırmaktan farksız bir yaklaşım bu. Devlet böyle bir şey yapmaz. Devlet demek prosedür demektir. Ve suçlarla mücadele prosedürü de suçu işleyenleri gerekmedikçe -yani devlet güçlerine öldürme amaçlı olarak saldırmadıkça- öldürmemek, sadece hareket alanlarını kısıtlamak, yani tutuklayıp hapse atmaktır. Kurtlar Vadisi (KV) ekibi bu gerçeği tamamen göz ardı ediyor. Geçmişte yapılmış bazı hatalı uygulamaları (bkz. Çatlı'nın ve diğerlerinin devlet tarafından istihdam edilmesi) baz alıyor, bunları "doğru" ve "iyi" bir hareket gibi kabul ediyor, ve bunu, dramatik etki yaratmak için abartarak halka sunuyor. Peki sonuç ne oluyor? Muazzam bir reyting, Türk TV tarihinde görülmeyen miktarlarda oyunculara yapılan ödemeler, dehşet bir reklam geliri... Ve mafya tipi davranışı norm olarak kabul eden ve çatır çatır şiddet uygulamaya başlayan binlerce genç! Kurtlar Vadisinin senaryosunun özündeki bu sakatlık, dizinin özellikle gençler üzerindeki bu etkisine bakılarak da anlaşılabilir. Diziyi izleyen insanlar, daha ahlaklı, daha doğru davranma eğilimi mi gösteriyorlar, yoksa insaniyet dışı davranarak şiddet uygulamaya mı yöneliyorlar? Tabii ki ikincisi. Demek ki dizi, yazanlar ne derse desin, olumsuz bir mesaj veriyor. (NLP'nin ilginç bir saptamasıdır bu: mesaj, senin ne demek istediğin değil, karşındakinin ne anladığıdır!) Açık bir biçimde söylersek: KV, insanların Jack Bauer gibi ahlaklı devlet memurları gibi davranmasını değil, ahlaksız mafya babaları gibi davranmalarını özendiriyor. Ve izleyiciler de bu mesajı çok net alıyor. Ama yazarlar/yapımcılar mesajın bu olduğunu farkında değiller, ya da görmek işlerine gelmiyor. Dizinin en sonunda Polat’ın 300 küsür adamı öldürmekten beraat ettirilmesi ise, senaristlerin kendi hatalarını örtme çabasının zirvesini oluşturuyor. Kendilerini bir biçimde, gerçek dışı bir mahkeme sürecinin sonunda, aklamaya çalışıyorlar. Hiç kimse onlara, “Oğlum, devlet cinayet işlemez, en fazla suçla mücadele sırasında nefs-i müdafaa kabilinden adam öldürür. Sen kasaplık yapmışsın! Yürü kodese!” demiyor. Zira dese, senaristler dizi boyunca işledikleri hatayı itiraf etmiş olacaklar. (Allah'ın bir savcısı da kalkıp "Kardeşim siz böyle bir mahkeme ile, Türk yargı sistemini yerin dibine sokuyorsunuz, insanlara yanlış bilgiler veriyorsunuz, onlarda yanlış kanaatler uyandırıyorsunuz, halkın yargıya olan güvenini ve inancını yaralıyorsunuz" deyip dava açmıyor!) *** Şimdi dizinin 2. sezonunun reklamları ("teaser"ları) dönüyor. Ve ben her o spotu gördüğümde “Eyvah!” diyorum, "Bu kez de şehit kanları üzerinden deli gibi para kazanacaklar!" Batılıların en gıcık olduğum özelliklerinden biri, bir felaket yaşandıktan sonra (örn. Katrina Fırtınası), o felakette hayatını kaybedenleri kısaca zikredip, ardından parasal kaybın ayrıntılı bir muhasebesini yapmasıdır. Kurtlar Vadisi de aynen bunu yapıyor: Terörle mücadelede şu kadar insan öldü. Şu kadar para harcandı. Bu parayla şu, şu, şu yapılırdı. Bu süreçte yakınlarını kaybedenlerin, bu rakamları gördükçe herhalde ciğerleri yanıyordur, “Kaç baraj bana sevdiğimi geri getirir?!” diye. Lakin KV ekibinin odağı, amacı belli: Yirmi senedir insanlarda terörden dolayı oluşan tepkiyi sömürmek. Tıpkı “KV Irak” filminde, gururu -gereksiz yere- incinen halkımızın bu duygusunu sömürdükleri gibi. Ne diyelim? Hayırlı sömürüler! posted by gezgin @ 7:39 PM

3 comments

Salı, Ocak 16, 2007 "TEPKİ" - MCKEE NOTLARI - 08 Kahraman, hayatının dengesindeki olumlu ya da olumsuz değişikliğe, karakterine ve dünyasına uygun bir biçimde tepki verir. Tepki vermeyi reddetmesi ise, minimalist NONPLOT'ların en pasif kahramanlarında bile, çok uzun süremez. Çünkü hepimiz hayatımız üzerinde makul düzeyde bir denetim sahibi olmak isteriz ve eğer bir olay bu denge ve kontrol duygumuzu kökten bozarsa, ne isteriz? Kahramanımız da dahil, herhangi bir insan ne ister? Bu dengeyi yeniden kurmak ister. Bu nedenle Tetikleyici Olay önce kahramanın hayatının dengesini bozar, sonra da onda bu dengeyi yeniden kurma isteğini uyandırır. Bu ihtiyaçtan mütevellit - genelde hemen, bazen bir düşünce süreci 381

sonunda - kahraman bir Arzu Nesnesi düşünüp bulur. Bu Arzu Nesnesi, "fiziksel", "durumsal" ya da "davranışsal" bir şeydir ve kahraman hayatını tekrar dengeye sokabilmek için bu şeyden mahrum olduğunu ya da bu şeye ihtiyaç duyduğunu hissetmektedir. Son olarak Tetikleyici olay kahramanı bu nesne ya da hedefi ele geçirmek için aktif bir arayışa sevkeder. Ve bir çok hikaye ya da tür için bu yeterlidir: Bir olay kahramanın hayatının dengesini altüst eder; kahramanda, hayatını düzeltmesi için gereken bir şeye karşı bir arzu uyandırır ve kahraman da bu şeyin peşine düşer. Ama en çok hayranlık duyduğumuz kahramanlarda, Tetikleyici Olay sadece bilinçli bir arzu uyandırmaz, bilinçsiz bir arzu da uyandırır. Bu iki arzu birbiriyle çok şiddetli bir biçimde çatıştığı için bu karmaşık karakterler son derece büyük acılar da çekerler. Kahraman bilinçli olarak ne istediğini zannederse zannetsin, seyirciler kahramanın aslında bunun tam zıddını istediğini hissederler ya da fark ederler. posted by gezgin @ 5:33 PM

0 comments

TETİKLEYİCİ OLAY - MCKEE NOTLARI - 7 Bir hikaye başladığında kahramanımız az çok dengeli bir hayat yaşamaktadır. Hayatında başarıları da başarısızlıkları, olumlu ve olumsuz şeyler vardır. Ama kimin yoktur ki? Yine de hayatı nispeten onun kontrolü altındadır. Sonra aniden ya da kat'i bir biçimde, hayatının bu dengesini kökünden sarsan bir olay meydana gelir. Kahramanının gerçekliğinin değer-yükünü olumluya ya da olumsuza doğru fırlatan bir olay meydana gelir. *** Bir çok durumda Tetikleyici Olay ("Inciting Incident") doğrudan kahramanın başına gelen ya da kahramanın yarattığı tek bir olaydır. Bunun sonucunda kahramanımız hayatının artık iyi ya da kötü yönde dengesiz bir duruma geçtiğini görür. *** Çoğunlukla, Tetikleyici Olay'ın bir temel atması ("setup") ve sonuç alması ("payoff") vardır. KAHRAMAN TETİKLEYİCİ OLAYA BİR TEPKİ VERMELİDİR posted by gezgin @ 5:26 PM

0 comments

JACK vs. POLAT Şiddet tek başına eleştirilecek bir şey değildir. Zira şiddet insanın doğasında vardır (bkz. Erich Fromm "Sevgi ve Şiddetin Kaynağı"). Sorun, şiddetin ne amaçla, hangi motivle kullanıldığıdır. 24 dizisinde Jack Bauer tamamen iyi adamlar adına ve nefsi müdafaa olarak şiddeti kullanır. Polat ise büyük oranda yanlış bir ahlaki öncüle dayanarak (düşmanın arasına sızmak ve onları, onların yöntemlerini kullanarak yok etmek) keyfi denebilecek bir tarzda şiddet uyguluyor. Aradaki fark şiddetten değil, şiddetin gerekçesinden kaynaklanıyor.Yoksa "Terminator" filmleri de deli gibi şiddet içeriyor, ama iyiler sadece kendilerini savunuyorlar, kötüler de çıkarları için şiddet uyguluyor. Seyirci bunları ayıramayacak kadar aptal değil. Hatta kötüyü kötü yapan temel niteliklerden biri haline geliyor keyfi olarak şiddet uygulaması. Polat da bir çok durumda bu tarafa kayıyor, Jack Bauer'dan farklı olarak. Bu tür ayırımlara dikkat edin. ("24'ü Neden Seviyoruz" yazısına gelen bir eleştiriye yazdığım yanıt) posted by gezgin @ 5:22 PM

0 comments

Cumartesi, Ocak 13, 2007 ALAN SOKAL VE TUNA ERDEM: "SALLAMANIN" DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ 1996 yılında Alan Sokal adlı bir kuramsal fizikçi (New York Üniversitesi'nde prof.) "Social Text" 382

dergisine bir yazı gönderir. Yazı, "kuantum fiziğinin politika alanında da geçerli anlamları olduğu" gibi aslında bilimsel hiçbir geçerliliği olmayan tezlerle doludur. Sokal'ın amacı derginin editörleri ile kafa bulmak ve postmodernistlerin "herşey dilsel ve sosyal bir kurgudur" savıyla dalga geçmektir. Kuantum fiziği hakkında hiçbir bilgisi olmayan zavallı dergi editörleri ise yazıyı büyük bir şevkle basarlar, "Ne güzel, fizikçiler de bizim gibi düşünüyor" diyerek. Ne yazık ki yazının çıktığı gün, başka bir dergide ("Lingua Franca") Sokal, "Social Text"e oynadığı oyunu anlatmaktadır! Bu olay zamanında entellektüel dünyada büyük gürültü koparmıştı. Zaman zaman hâlâ bu olaya göndermede bulunulur. (Olayla ilgili genel bir bilgiyi burada bulabilirsiniz). *** Bu olayı neden hatırladım: Yeni sinema dergimiz "Empire"ın (bu arada hayırlı olsun diyeyim; bu derginin orijinali benim en sevdiğim yabancı sinema dergisidir) Ocak 2007 sayısında Tuna Erdem'in "Ne Evet, Ne Hayır!" adlı bir yazısı yayınlandı. Yazıyı okuyunca, bir noktada (hangi noktada olduğunu birazdan anlatacağım) bu Sokal olayı hiç üşenmeden zihnimin 10 yıl öncesine ait arşivinden gün ışığına fırladı! Sokal'ın "Social Text" ile kafa bulmak için yaptığı şeyi Tuna Erdem ciddi ciddi Empire'da yapıyordu, ve yazar - ve editörler - bunun farkında bile değildi! Belki bir çok okur da ne denildiğini tam anlamadan, "Evet ya, böyle olabilir" diye düşünmüştü. Yoksa gerçeğin farkında olan sadece ben mi vardım?! (En korkunç ve iyi senaryo kalıplarından biri budur: gerçeği sadece kahraman(lar)ımız bilmektedir ve başka kimse olayın farkında değildir / ona inanmaz. Örn: "Fakülte", "X-Files"). Tuna Erdem'in yazısında (sayfa 42-43) yaptığını özetle anlatayım: Tuna Erdem, hem "Takva" hem de "Kader" filmlerinde kahramanların iki büyük değişim geçirdiğini, ve her iki filmin yönetmeninin de bu değişim süreçlerini göstermek yerine "elipsis" (ki kelimenin Türkçe'si "eksiltileme"dir, dilbiliminde de kullanılır, ve SANARİST okurları daha önceden duymuşlardır) denen bir yöntem kullanarak eski halden yeni hale ani bir geçiş yaptığını söylüyor. Sonra da, bizim toplumsal hayatımızda da bu tür kopuşların olduğunu söyleyerek, filmlerin bu anlarıyla toplumsal değişim tarzımız arasında bir paralellik kuruyor. Aynen aktarıyorum: "... Hal böyle olunca, sürecin atlanıp sonuca ışınlanmamıza neden olan, bir kopuşa, bir boşluğa denk dürüşülen büyük değişimler de, sadece karakterleri değil, bu karakterlerin içinde yaşadıkları kültürü yansıtır hale geliyor. Peki nedir bu coğrafyada nefes alan kültürün, aniden bir kopuş gibi gelen, süreci atlanan, öncelikle ve aslen görüntüde meydana gelen büyük dönüşüm ve değişimlerle ilişkisi? Bu sorunun cevabını vermek zor olmasa gerek. İmparatorluktan Cumhuriyete, Doğu'dan Batı'ya, Arap harflerinden Latin alfabesine, festen şapkaya, şeriattan laikliğe geçişlerimizle başlayan, demokrasiden darbeye, atlaya sıçraya ilerleyen yakın tarihimizin tümünü "elipsis" kavramı etrafında yeniden yazmak mümkün zira." (Kusura bakmayın, daha fazlasını yazamayacağım, dergiyi okuyun, sinirden mideme ağrılar girdi!) *** Tuna Erdem burada iki büyük hata yapıyor. Birincisi, adı geçen iki filmde de yönetmenlerin kullandığı eksiltileme yönteminin, "arada bir geçiş süreci olmadığı" anlamına geldiğini zannetmesi. Hayır, yönetmenler elipsisi, arada geçiş süreci olmadığını anlatmak için değil, geçişi anlatarak vakit kaybetmemek için ya da değişiklikteki tezatı vurgulamak için kullanırlar. Ki bu son amacı kendisi de yazının ilk bölümünde yakalıyor, ama daha sonra - belli ki çok hoşuna giden "tarihsel/sosyolojik dönüşüm tarzımız" savının desteklemek için görmezden geliyor. "Aslında geçiş süreci diye bir şey vardır ve yönetmen bunu göstermemeyi tercih etmiştir" bilgisine bağlı kalsa, bizim "İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e sıçradığımız, vb." savları ile paralellik kuramayacak. Bu nedenle, kendi bildiği ve biraz önce yazdığı şeyi terk edip, kurguda elipsisin, kişisel/toplumsal olaylarda geçiş sürecinin olmaması (ya da çok kısa olması) ile benzerlik taşıdığını iddia ediyor ve yazısını bu harika "edebi ve sosyolojik buluş" üzerine kuruyor. Yani özetlersek, sinemada elipsis, "geçiş süreci var ama ben göstermiyorum" demektir. Tuna Erdem ise bunu, "aniden, kopuş gibi gelen, süreci atlanan ... değişimler" olarak yorumluyor ve hiç üşenmeden toplumumuzda böyle bir durum olduğunu ileri sürüp, sinemadaki olayla bu toplumsal özelliğimiz arasında benzerlik kuruyor! *** Ama bence daha vahim bir hatası daha var Tuna Hanımın: o da toplumsal dönüşüm ve değişimlerin 383

sıçramalı olduğu savı. Herhangi -herhangi!- bir tarih ya da sosyoloji öğrencisine bu savın doğru olup olmadığına sorun. Kesinlikle "hayır" diyecektir! Toplumsal olaylar öyle pat diye olmaz. Her toplumsal dönüşüm ve değişimin bir öncülü, bir hazırlık dönemi vardır. Tuna Erdem'in kendi örneklerinin üzerinden gidelim: * İmparatorluktan Cumhuriyet'e geçiş, 3. Selim ile başlayan yaklaşık yüz yıllık bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Sadece 1. ve 2. Meşrutiyet bile bunu kanıtlamaya yeter. * Doğu'dan Batı'ya geçişimiz ise (yanlış hatırlamıyorsam İlber Ortaylı'nın savıydı) Selçuklu Türkleri'nin 1072'de Anadolu'ya girmesi ile başlamış bir süreçtir. Bu eğilimlerini ifade etmek isteyen Anadolu Türkleri uzun süre Anadolu'ya "Rum" demişlerdir - kendilerini Roma'nın mirasçısı olarak gördüklerinden. (Ek bilgi: "Mevlana Celaleddin Rumi"nin Rumi'si de buradan gelir. "Anadolulu Mevlana Celaleddin" demektir aslında). * Arap harflerinden Latin harflerine geçiş de, daha TC tarafından uygulamaya konmadan önce, 1910'larda Osmanlı aydınları arasında uzun uzadıya tartışılmış bir meseledir. İsteyen araştırsın. * Demokrasiden darbeye geçişlerimiz de 5-10 yıllık "hazırlık" dönemleri sonucunda gerçekleşmiştir. 12 Eylül'ün bir "sıçrama" olduğunu iddia etmek, 70'lerin ikinci yarısında politik cinayetlerde ölen insanlarımızı tamamen görmezden gelmektir. *** Peki bu ne anlama geliyor? Yazıyı, bütün entellektüel camiamızı "cehaletle" suçlamak için kullanmayacağım; neticede bilimsel bir iddiası olmayan ticari bir dergide yayınlanmış, iddiasız bir yazı bu. Asıl şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: Size söylenen herşeye hemen inanmayın - hangi dergide/kitapta yayınlanırsa yayınlansın, ya da söyleyen kim olursa olsun. Ölçün, biçin, tartın, karşılaştırın, araştırın, hemen hüküm vermeyin, biraz bekletin, soğutun... Sonra bir karara varın. Bu gibi konularda doğru bir sonuca varmak için bilgili olmak ve bilimsel düşünce yöntemlerini kullanabiliyor olmak gerekiyor. Mümkünse bu ikisini de edinin. Bunların birincisi ("bilgilenmek"), kasmadan yapılması gereken, sonu olmayan ve aslında çok zevkli bir uğraştır. İkincisi ("bilimsel düşünme yöntemi") ise bisiklete binmek gibi bir beceridir. Kısa sürede öğrenilen bir şeydir. Atla deve değildir yani. Ama biraz fen bilimlerine girmeniz gerekebilir. *** Bu sitedeki bilgileri de "kesin kural" olarak algılamayın. "Hımm, burada ilginç bir şeyler var, bir deneyelim bakalım, olmazsa değiştiririz ya da başka bir yaklaşım deneriz" şeklinde kullanın. Burada cahilane bir ukalalığı teşvik ediyor değilim. Sadece size sunulanları bir de kendi düşünce eleklerinizden geçirin, ne çıkacak ona bakın, diyorum. posted by gezgin @ 5:42 PM

1 comments

800 richest people - 800 millions of poor people İngilizcesi olanlar için (bir ara Türkçesini de koyarım) "I don't feel so proud as a human being today, as an adult. Me, I'm not proud of the [rest of the world] either, it's not just me, it's not my fault. Idon't feel so good, I don't feel proud, to leave the world the way we're leaving it to the 800 richest people in the world who have all the money to the 800 millions of poor people. Something is wrong. I mean, c'mon. I'm not part of the 800 guys; I'm not part of the 800 million, but we cannot live like this. We're going through a catastrophe if we live like this. There's billions of people who live with one dollar a day, and global warming and pollution. You feel responsible, so you turn to who? You can talk to adults -- and there's better people than me who can talk about it, because I'm not a specialist, I'm just a citizen -- or you can tell a story to a younger audience to at least try to give them some feeling so that they can be better than us. " – Luc Besson, on his motivations for making his new film Arthur and the Invisibles posted by gezgin @ 5:34 PM

0 comments

384

Pazartesi, Ocak 08, 2007 "SEARCHING FOR LEVENT KIRCA" Yazının başlığı, yakın zamanda çekilen bir başka filmden alıntı: "Searching For Debra Winger". Yanlış hatırlamıyorsam Rosanne Arquette çekmişti, ve genel olarak, belirli bir yaşın üzerine çıkan kadınların (örn. Debra Winger) Holywood'dan film teklifi almamasını eleştiriyordu. Holywood'da genel bir gençlik faşizmi olduğunu vurguluyordu, özellikle de kadın oyuncular söz konusu olduğunda. Türkiye'de böyle bir şeyin olduğunu söylemek pek mümkün değil. "Türkan Sultan"ın hâlâ film çektiği ve başrol oynadığı bir ülkede böyle bir iddia asılsız olur. Bizde sürekli olarak "gençlerin önünün açılmasından" bahsedilir, ki bu da sinemamızdaki "büyüğe hürmet" eğiliminin dışavurumlarından biridir. *** Aslında yazının konusu oyuncular değil. Komedyenler (komedi oyuncuları ve yazarlar). Özellikle de siyasi taşlama yapan komedyenler: örneğin Levent Kırca ve arkadaşları. Şimdi neredeler? Neden ortalıkta yoklar? Daha önceleri ne yapıyorlardı, şimdi ne yapıyorlar? 80'lerde politik komedi olarak adlandırabileceğimiz bir eğilim vardı. O dönemde tek bir TV kanalı olduğu ve bu kanal da devletin elinde olduğu için, bu tür komedi özel tiyatrolar eliyle yapılabiliyordu. Metin Akpınar-Zeki Alasya ikilisinin başını çektiği bir tiyatroydu bu. Seksenlerin ikinci yarısında Ferhan Şensoy bayrağı devraldı. Oyunları seyredenler ya da dinleyenler (şimdiki Cem Yılmaz CD'leri gibi o zaman ZekiMetin ya da Ferhan Şensoy kasetleri vardı), iktidara tiyatro yoluyla yapılan bu eleştiriler sayesinde biraz rahatlıyordu. Neticede bir darbeden yeni çıkılmıştı ve insanlar üzerlerindeki baskıdan bir nebze olsun kurtulabilmek için mizaha sarılıyordu. (Bu yıllar aynı zamanda Gırgır'ın en başarılı olduğu dönemdi). Bu dönemin rengini, yetmişlerden artakalan politik bilincin oluşturduğunu düşünüyorum. Politika hâlâ insanlar için çok önemliydi, herhangi bir eylemde bulunamasalar bile en azından zihinsel olarak bu konuda hâlâ faaldiler. Sonra? Özal dönemi amacına ulaştı. Özal'ın yapmak istediği şey gerçekleşti, millete yaptığı aşı tuttu. İnsanları politik doğrular peşinde koşmaktan vazgeçirip ortak bir amaç etrafında birleştirdi. Bu ortak amaç, "daha fazla bireysel refah" idi. Artık hiçkimse toplumun geneli için belirli bir ideolojinin doğruluğunu savunmaz oldu. Herkesin bir derdi vardı: Zengin olmak! Yetmişlerin sıkı politiklerinin apolitikliği seçip şirket sahibi oldukları dönem bu dönemdir. Zeki Alaysa-Metin Akpınar ve Ferhan Şensoy döneminin kapanıp "Mesaj kaygısız beyin fırtınası" Cem Yılmaz'ın döneminin başladığı zaman bu zamandır. Artık insanlar için politika gündelik uğraşlarının önemli bir parçası olmaktan çıkmıştı. Sendikaların ve sivil toplum kuruluşlarının kapatılması zaten ellerini kollarını bağlamıştı. Onlar da doğal olarak işlerine güçlerine döndüler (buradaki "Öğrenilmiş Çaresizlik" hadisesini başka bir yazıda ele alacağım). Ve etki edemeyeceği alanlar (yani politika) ile ilgili mizahı bırakıp, gevşeten, eğlendiren, deli gibi güldüren ama sonuçta hemen hiçbir iz bırakmayan mizaha yöneldiler. (Cem Yılmaz'ın aynı oyunu 10 sene oynaması nasıl açıklanabilir başka?). İşte bu iki dönem arasındaki geçişte, Levent Kırca TV'de uzun soluklu bir program yaptı: "Olacak O Kadar Televizyonu" (OOKT). (Aynı dönemde TV'de Ahmet Uğurlu da "Karşı Şov"u yapıyordu, ama Levent Kırca kadar tuttuğu ya da etkili olduğu söylenemez). OOKT, gündelik olayları hicvediyor, hem siyasetçileri, hem de günlük yaşamdaki sorunları işliyordu. "Ne sappladın lan kaffana!", "Atoteytıt pret" ve "Jet ski" gibi klasikleri üretti. Bütün siyasetçilerle kıyasıya dalga geçti, onları eleştirdi. Her ne kadar skeçlerinin sonunda mutlaka ders vermek istemesi, özellikle de son dönemde iyice kabak tadı verdi ise de, mizahın toplumdaki en önemli görevlerinden birini -"farkındalık yaratmak"- yerine getirmeyi başarıyordu Levent Kırca. Sonra? Levent Kırca ve OOKT ortadan kayboldu. Onun yerini (tam yerini denemez aslında ama, güldürme fonksiyonunu diyelim) TV'de "Mükrimin Çıtır", tiyatroda da Cem Yılmaz aldı (bu ikisinin daha sonra "iş" olarak da çok yakınlaşması ilginçtir). Artık insanlar politik eleştirilere değil, laf esprilerine gülmeye 385

başladılar sadece. Gülmece konusunda geldiğimiz son nokta, şu an itibariyle "Gaffur". Şu anda hiçbir TV kanalında OOKT tarzında bir şey yapılmıyor. Hiçkimse iktidarı sert bir biçimde eleştirmiyor. (Bu aynı zamanda Gırgır'ın satıldıktan sonra Avni olup, sonra Hıbır'a bölünüp, ardından önce Limon'u, sonra Leman'ı doğurduğu, Leman'dan kaçan apolitiklerin de Penguen'i yarattığı, politik mizahın da bu dergilerin sadece ilk üç sayfasına sıkıştığı dönemdir.) Neden acaba?      

TV kanalları (ve genelde medya) iktidar ile çok sıkı bir ekonomik ilişki içinde olduğu için mi? İnsanlar politikadan bıkıp (ya da soğutulup) toplumun değil sadece kendilerinin hayat standartlarını yükseltmeye yöneldiği için mi? Reyting sistemi, en sıradan seyircinin en bayağı zevkini yücelten bir sisteme dönüştüğü için mi? 80 ve sonrası doğumlular (darbe sonrası dönemde doğanlar) neredeyse tamamen apolitik ve tam bir tüketici ruhunda insanlar oldukları ve artık tüketimin ana motoru haline geldikleri için mi? (Çoğu artık evli ve iş sahibi). "San'atçılarımız" da (burada komedi oyuncuları ve yazarları kastediliyor) "sanat sanat içindir" mi yoksa "sanat toplum içindir" mi tartışmasını "sanat para içindir" şeklinde çözdükleri için mi? Yoksa bunları hepsi mi?

Sebep her ne ise, şu anda toplum olarak çok önemli bir ruhsal besinin eksikliğini yaşıyoruz. Nasıl uzun süre C vitamini almayanlarda iskorpit hastalığı ortaya çıkıyorsa, bizim de toplum olarak asgari bir politikmizaha ihtiyacımız var. Yeterli dozu almazsak, bazı toplumsal hastalıklar çıkabilir. Hatta belki çoktan çıktı bile. *** Not: Sakın bu yazıdan yola çıkarak, Levent Kırca'nın yaptığı gibi mesaj kaygısı ağır şeyler yazmaya kalkmayın. O dönem sona erdi. Seyircinin bu tür programları istemediği OOKT'nin yayından kalkmasından belli. Artık ne mesaj verecekseniz, bunu çok sıkı bir dramatik yapıya yedirerek vermek zorundasınız, aksi takdirde zamanınıza ve enerjinize yazık olur, benden söylemesi. posted by gezgin @ 6:04 PM

1 comments

YEŞİL TEST Hayatta karşımıza çıkan insanları sürekli olarak ölçüp biçeriz. Kim olduklarını, neyi bilip neyi bilmediklerini, yeteneklerini, karakter özelliklerini, aziz tuttukları değerleri öğrenmeye çalışır, bunlara göre o kişileri kafamızda bir yere yerleştiririz, onların söylediklerini önemser ya da kaale almayız. Bu büyük ölçüde bilinçdışı bir biçimde işleyen bir süreçtir. Yani bunun farkında değilizdir genelde. Ne zaman ki vardığımız sonuçlarda bir çelişki, bir yanlışlık görürüz, o zaman "Aaa!" deriz "Ben onu hiç de öyle biri olarak düşünmemiştim!" *** Zaman içerisinde, insanların düşünce derinliklerini değerlendirirken kullanabileceğim çok basit bir kıstas olduğunu fark ettim. Yani profesöründen çaycısına, kitap yazarından ev kadınına kadar herkesi değerlendirirken kullanabileceğim bir kıstas olduğunu gördüm. Bu kıstas her defasında işe yarıyordu. Çok sayıda denemeden sonra doğruluğundan emin oldum ve onu sizinle paylaşmaya karar verdim. Lafı uzatmadan söyleyeyim: Bir kişinin düşüncelerinin gerçek değeri, gerçek derinliği ile ilgili en doğru ve kestirme kıstas, o kişinin doğayla, çevreyle ilgili farkındalığıdır. Yani karşılaştığınız, görüştüğünüz, tanıştığınız bir insanın derinliği, o kişinin çevre ("environment", doğa) ile ilgili farkındalığı ile doğru orantılıdır. Bir insan, ne kadar çok şey bildiğini iddia ederse etsin, eğitimi ne olursa olsun, toplum içerisinde ne kadar yüksek bir pozisyonda olursa olsun, eğer genel düşünce sisteminde doğa ve çevre meseleleri önemli bir yer tutmuyorsa, o kişinin düşüncelerini çok da önemsemeyebilirsiniz. Kendisi en iyi ihtimalle, lokal bir aydındır, sadece belirli bir konuda bilgi ve görgü sahibidir, ve bu yüzden de sadece belirli bir çevreden saygı görüyordur. Diğer alanlarda, hayatın nasıl işlediği, hayatı oluşturan unsurlar arasındaki görülür ve görülmez ilişkiler hakkındaki bilgisi ya çok azdır, ya da hiç yoktur. Çevre hakkındaki farkındalık eksikliği, bu yargıya varmamıza olanak tanır. O kişinin ağzından "Tabi canım, doğa ve çevre meseleleri çok önemlidir" gibi yavan bir lakırdının dökülmesi kâfi değildir. O kişinin genel olarak doğanın işleyişinin farkında olması ve şu anda sürmekte olduğumuz yaşam tarzının doğanın çanına ot tıkamakta olduğunu bilmesi ve bu yüzden yüreğinin 386

sızlaması ve çocuklarının ve torunlarının kesinlikle cehennemî bir gelecekte yaşayacak olmasından dolayı gerçek bir korku ve dehşet hissetmesi, ve mümkünse bunu engelleyecek bir biçimde hareket etmesi gerekmektedir. Bu nitelikleri taşımayan bir insanın bilgisi ve becerisi, hangi alanda olursa olsun, topaldır, eksiktir, ve hatta büyük bir ihtimalle bir şeylere zararlıdır. *** Bu düşünce en çok ne zaman aklıma geliyor biliyor musunuz? Hani şu NTV'de bir ekonomi programı var, şehir şehir dolaşıp o şehrin insanlarının önünde şaklabanlık yapan üç ahbap çavuş profesörler. Onları her görüşümde ve ağızlarından damlayan ekonomik balları duyduğumda (bu ilginç bir ifade oldu), tüylerim diken diken oluyor. "Acaba" diyorum kendi kendime "bu insanlar, savunuculuğunu yaptıkları ekonomik sistemin -liberalizm- çevreye verdiği geri döndürülemez zararın farkındalar mı? Bu insanları çocukları ya da torunları, onların şimdi savunduğu ekonominin ve üretim biçiminin çevreye verdiği zararlardan dolayı çeşitli kanserlerin ve adı konulmamış hastalıkların pençesinde kıvranırken, bu beyfendiler ne hissedecekler, ne yapacaklar?" ("Büyük bir ihtimalle göçmüş olurlar", diyeceksiniz. İşte, "reenkarnasyon" inancı, böyle zamanlarda imdada yetişiyor. Bu tipler, o günlerde de tekrar doğmuş olurlarsa, görürler Hanya'yı Konya'yı!). *** "Bu konu neden bu kadar önemli?" diye sorabilirsiniz, "Ne alaka şimdi doğa?" İçinde oturduğu ev yanarken yerdeki karıncaları seyreden ve bunlara bakarak düşüncelere dalan bir filozof ya da bilim adamı düşünün. Böyle bir insandan kimseye hayır gelmez. Söyledikleri ne kadar cafcaflı, ve karıncılarla ilgili ne kadar doğru gözlemler içerse de. Aklı başında bir insandan önce o evdeki yangınla ilgili bir düşünce, hatta ve hatta acil bir eylem bekleriz. Eğer böyle bir düşünce ya da hareket göstermiyorsa, onun için söyleyebileceğimiz tek şey "Vah zavallı!"dır. Ne yazık ki üniversiteler, medya, politika bu tür adı konulmamış zavallılarla doludur. Herkes kendi çıkarının peşinde koşmakla o kadar meşgul ki (neden aklıma hızla Orhan Pamuk geliyor?), bindikleri geminin hem yanmakta hem de batmakta olduğunun farkında değiller (bkz. Titanik). Genç beyinlerin de, saçları sakalları ağarmış, alkol-sigara eşliğinde memleket meselelerini düşünmekten beti benzi solmuş (!) bu insanların sözlerini ciddiye alması, hatta bu insanları bir "değer" zannedip kendi davranışları için örnek kabul etmesi ise tek kelimeyle üzülünecek bir durum. *** Bu kıstası kullanarak, çeşitli ideolojileri de, doğa ve çevre ile ilgili olarak geçmişte ya da şimdi yaptıkları ile ölçebilirsiniz. Kapitalizmin (Amerika, İngiltere, Japonya, Avustralya, Kanada, Avrupa) bu konuda karnesinin sıfırlarla dolu olduğu malum. Sosyalizmin de öyle. Sovyetler döneminde Rusya'nın çevreye ne kadar önem verdiğini öğrenmek istiyorsanız, Karadeniz'deki kirlilik hakkında küçük bir araştırma yapın yeter Çernobil'i saymaya gerek duymuyorum. Çin'in şu aralar çevreye verdiği zararın da haddi hesabı yok (bkz. "National Geographic Türkiye" - Mart 2004). Bugün Referans gibi gazetelerde, CNBC-E gibi televizyon kanallarında ekonomik başarısı yere göğe konulamayan ülkelerin hepsinin elleri, doğa katliamlarından dolayı kıpkırmızı kanla kaplı ve hiçbir su bu kanı temizleyecek gibi durmuyor. Peki bu gazetelerin editörleri, bu TV kanallarının sahipleri, bunu görmüyorlar mı? Görmüyor olmalılar. Aksi takdirde hem görüp hem bu yönde yayın yapmaları, düpedüz sahtekarlık, iki yüzlülük, suçortaklığı olurdu, değil mi? (Allahım, ne kadar iyi niyetliyim!). *** Bu konunun senaryo yazımıyla doğrudan bir ilgisi yok. Genel olarak hayata bakış açısının genişliği ile, doğru perspektife sahip olmakla ilgisi var. Eh, bu bile yeterli bir sebep bence, bu yazının burada olması için. posted by gezgin @ 5:51 PM

1 comments

Perşembe, Ocak 04, 2007 GEZGİN ONLINE - EN AZINDAN BAZEN Dikkat: Aşağıdaki yazıda "Tatil" adlı film hakkında biraz bilgi bulunmaktadır.

387

Tatilde yapılabilecek en makul şeylerden birini yaptım ve sinemaya gittim: "The Holiday". Yönetmen Nancy Meyers, daha önce "Kadınlar Ne İster" ve "Something's Gotta Give"i (şu Jack Nicholson'lu film) yönetmiş. Eh, oyuncular da sağlam olduğuna göre (Kate Winslet ve Jack Black oyunuyor, daha ne isteyeyim), riski azdır, dedim. Yanılmışım. Çatışmanın olmadığı bir filmin ne kadar sıkıcı olabileceğine dair çok güzel bir örnek. Filmdeki karakterlerin birlikte olmasının önünde hemen hiçbir engel yok. Biz de iki saat boyunca bu tipler neden bir araya gelmiyor diye merak ediyoruz. Film bitince de nedenini anlıyoruz: senaristin ve yönetmenin beceriksizliğinden dolayı! *** Filmi seyrederken bir anda aklıma bir fikir geldi: neden arada sırada Messenger'da online olup yazarlar ve olası yazarlar ile yazarlık hakkında konuşmayayım, çözüm yöntemlerini paylaşmayayım, fikir teatisinde bulunmayayım? Bu fikir hoşuma gitti. Bir süre sonra bazı olası negatif sonuçlar aklıma geldi, ama hiçbiri önlenemeyecek ya da bertaraf edilemeyecek şeyler değildi. Sadece senaryo yazımı hakkında konuşulacaktı, kişisel bilgiler kesinlikle sorulmayacaktı, "Elimdeki senaryoyu X'e iletir misiniz?" tarzı talepler ışık hızıyla reddedilecekti, laf fazla uzatılmayacaktı, ukalalık yapanlarla iletişimi sürdürmeye ne gerek vardı... Neden olmasındı? Bu nedenle aşağıdaki adresi aldım. Listeme eklenmek isteyen herkesi, kim olduklarına bakmadan ya da bunu sormadan, istisnasız ekleyeceğim(Rahatsızlık verici olduğunu kanıtlayanları listeden silme hakkımı elimden bulundurarak tabii). Umarım sonu iyi olur. [email protected] Çok fazla online olan bir tip değilim. Genelde de mesai saatlerinden sonra internetteyimdir. Ama hiç belli olmaz, bir bakın, belki oradayımdır m :) (Bu hotmail adresini maillerim için kullanmadığımı hatırlatayım.) (Bir anda en fazla üç kişi ile yazışabileceğimi biliyorum. Bu sayıyı aştığımız takdirde bazılarıyla sonra online - görüşmek üzere sözleşebiliriz. Messenger 7.5'un, karşı taraf online değilken de mesaj gönderebildiğini unutmayın. Bu nedenle eğer hala o sürümü kullanmıyorsanız, indirin, yükleyin) posted by gezgin @ 6:42 PM

3 comments

Perşembe, Aralık 28, 2006 SENELERRR! SENELERRR! İyi sene nedir? Mutlu sene nedir? Nasıl olur? Mutlu bir sene geçirmek elimizde midir? Yoksa tamamen kaderin kuklaları mıyız biz? Eğer öyleyse birine iyi bir sene dilemenin bir anlamı var mı? Bir sene tamamen mutlu geçebilir mi? Hiç mi acı ya da sıkıntılı günümüz olmayacak? Olmayacaksa mutlulukların anlamı kalır mı? Öyleyse birine mutlu sene dilerken aynı zamanda bazı sıkıntı ve acılar da dilemek gerekir mi? Böyle bir dilek o kişiyle ilişkimizi nasıl etkiler? "Allah belanı versin!" aslında bir iyi dilek olarak da yorumlanabilir mi bu bağlamda? Sıkıntılar ile mutluluklar arasında optimum bir orantı var mıdır? Yüzde 30'a yüzde 70 mesela? Yoksa tersi mi? Bir mutluluğun büyük olabilmesi için onun önünde ve sonunda bir sürü sıkıntı mı olması gerekiyor? Rembrandt'ın resimlerindeki ışığın, ancak çok miktarda karanlık sayesinde belirgin bir hale gelebilmesi gibi? Çikolatanın sağladığı mutluluk da mutluluk sayılır mı? Yoksa beyindeki zevk hormonlarının ancak bazı yollardan salgılanması mı gerçek mutluluk olarak değerlendirilebilir? Herkese mutlu seneler... Bu sene de ölmemeye çalışın... Yapılacak daha çok şey var :) ... Yılbaşında alkoholu çok kaçırmayın... Böyle anlamsız koşullanmaların dışına çıkın... Akol ve eğlence sektörünün dolduruşuna gelip bir kaç milyon beyin hücrenize kıymayın... Kendinize iyi bakın... İyi yıllar... İyi bayramlar... İyi tatiller... posted by gezgin @ 5:46 PM

1 comments

388

Çarşamba, Aralık 20, 2006 HİKAYENİN GEÇTİĞİ DÜNYA - McKee Notları - 6 Hikayenin geçtiği "ortam"ı dönem, süre, mekan ve çatışma düzeyi açısından tanımladık. Bu dört boyut, hikayenin dünyasının çerçevesini oluşturur. Ama orijinal, klişelerden uzak bir hikaye anlatmak için çok sayıda yaratıcı seçenek bulabilmeniz (ilham alabilmeniz) gerekmektedir. Bunun için de bu çerçeveye derinlik ve çok sayıda ayrıntı katmanız şarttır. Aşağıda, bütün hikayeler ile ilgili olarak sorduğumuz genel sorular yer almaktadır. Bu soruların ötesinde her hikaye, yazarın içgörü (kavrayış, "insight") arayışının doğurduğu kendi benzersiz soru listesini oluşturur. *** KARAKTERLERİM HAYATLARINI NASIL KAZANIYOR? Hayatımızın üçte birini ya da daha fazlasını çalışarak geçiririz, ama çok az senaryoda insanları işlerini yaparken görürüz. Bunun nedeni çok basittir: işlerin büyük bir bölümü sıkıcıdır. Belki o işi yapan kişi sıkılmamaktadır, ama işi seyretmek sıkıcıdır. Her avukat, polis ya da doktorun bildiği gibi, zamanlarının önemli bir bölümü, hemen hiçbir şeyi değiştirmeyen rutin işler, raporlar ve toplantılar ile geçer. Bu da beklentinin sonuç ile bire bir eşleşmesinin zirvesini oluşturur (yani beklenen her zaman meydana gelir ve bu da çok sıkıcıdır - gg). İşte bu nedenle çeşitli mesleklerle bağlantılı film türlerinde ("janr") - mahkeme, suç, tıp - sadece işin (çalışmanın) çözdüğünden daha fazla soruna neden olduğu anlara odaklanırız. Bununla beraber bir karakterin dünyasına girebilmek için onun bir gününün 24 saatinin bütün yönlerini sorgulamalıyız. Sadece işlerini değil nasıl eğlendiklerini, nasıl dua ettiklerini, nasıl seviştiklerini de. DÜNYAMIN POLİTİKASI (GÜÇ DAĞILIMI) NEDİR? Burada "politika" ile kastedilen ille de sağcı/solcu, Muhafazakar/Demokrat değildir. Kelimenin tam karşılığıdır: güç. Politika, herhangi bir toplumdaki güç dağılımına verilen isimdir. İnsanlar ne zaman bir şey yapmak için bir araya gelseler, her zaman güç dağılımında bir dengesizlik oluşur. Şirketlerde, hastanelerde, dinlerde, devlet kurumlarında ve benzeri yerlerde, zirvede bulunan kişinin çok büyük bir gücü vardır, en alttakilerin ise çok az gücü bulunur ya da hiç bulunmaz. Bu ikisinin arasındakilerin ise biraz gücü vardır. Bir işçi nasıl güç kazanır ya da kaybeder? Eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, eşitlikçi kuramları ne kadar uygularsak uygulayalı, insan toplulukları güç dağılımı açısından inatçı bir biçimde ve doğalarından gelen bir dürtü ile hiyerarşik olarak yapılanırlar. Bir başka deyişle "politik" bir yapılanmaya girerler. Sıradan bir aile hakkında yazarken bile o ailedeki güç dağılımını sorgulayın çünkü diğer bütün toplumsal yapılar gibi aileler de politiktir (yani güç eşit olmayan bir biçimde dağılmıştır - gg). Bu aile acaba Baba'nın çok daha etkili olduğu ataerkil bir aile midir? Baba evden ayrılınca güç anneye mi geçer? Peki o da dışarı çıkınca, güç en büyük çocuğa mı transfer olur? Yoksa aileniz, annenin herşeyi yönettiği anaerkil bir aile mi? Ya da aileniz çocuğun anne-babasına istediği herşeyi yaptırdığı modern bir aile mi? Gönül ilişkileri de politiktir (yani güç dağılımı eşit değildir -gg). Eski bir çingene deyişi vardır: "Aşkını ilk itiraf eden gücünü kaybeder." Yani "Seni seviyorum" diyen ilk kişi kaybetmiştir çünkü bunu duyan diğeri bilmiş bir biçimde gülümser, kendisinin sevildiğini bilir, artık ilişkiyi o idare edecektir. Eğer şansınız varsa bu iki sözcük mum ışığında, her iki kişi tarafından aynı anda söylenir. Eğer daha da şanslıysanız bunlar hiç söylenmez ... yapılırlar! DÜNYAMIN TÖRENLERİ (RİTÜELLERİ) NELERDİR? Dünyanın her yerinde yaşam törenlerle (ritüel) doludur. Bu da bir tören değil mi? Ben bir kitap yazdım (ben de bir site yazdım - gg:) ve siz de onu okuyorsunuz. Başka bir zaman ve yerde, bir ağacın altında oturabilir ya da Sokrat ve öğrencileri gibi yürüyüşe çıkabiliriz. Hemen her faaliyet için bir ritüel oluştururuz, bunlar sadece toplumsal törenler (seremoniler) değil, kendi özel özel törenlerimiz de olabilir. Banyomdaki aynanın önünde yer alan sabun, tarak vb. banyo eşyalarımın yerini değiştirenin vay haline! 389

Karakterleriniz nasıl yemek yer? Yemek yemek dünyanın her yerinde çok farklı bir ritüeldir. Örneğin yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre Amerikalıların yüzde 75 yemeklerini restoranda yemektedir. Eğer aileniz evde yemek yiyorsa, bu belirli bir saatte yenen yemek için özel olarak giysilerini değiştiren bir aile mi yoksa açık buzdolabından herkesin kendi yemeğini hazırladığı modern bir aile mi? DÜNYAMDAKİ DEĞERLER NEDİR? Karakterlerim neyi "iyi" (hayırlı), neyi "kötü" (şer) olarak kabul ediyorlar? Neyi "doğru" neyi "yanlış" görüyorlar? Benim toplumumun (yani hikayenin geçtiği toplumun - gg) kanunları nelerdir? İyi/kötü, doğru/yanlış ve yasal/yasadışı kavramlarının ille de birbirleri ile bağlantılı olması gerekmediğine dikkat edin. Karakterlerim ne uğruna yaşamayı doğru buluyor? Neyin peşinden gidilmesini aptalca bir şey olarak kabul ediyor? Hayatlarını ne için verirler? HİKAYEMİN TÜRÜ (JANR) YA DA TÜRLER KARIŞIMI NEDİR? Hikayemin tür (janr) gelenekleri nelerdir? Tıpkı ortamların yaptığı gibi türler de yazarı yaratıcı bir biçimde sınırlarlar. Ama yazar bu sınırlamalara uyabilir de, onları zeki bir biçimde değiştirebilir de. KARAKTERLERİMİN BİYOGRAFİSİ NEDİR? Yaşam, doğdukları günden filmin açılış sahnesine kadar karakterleri nasıl şekillendirmiş? HİKAYENİN ARDÖYKÜSÜ ("BACKSTORY") NEDİR? Bu genelde yanlış anlaşılan bir deyimdir. Bu genelde yaşam öyküsü ya da biyografi demektir. Ardöykü (terimi ben uydurdum - gg), karakterlerin hayatlarında meydana gelmiş ve yazarın hikayenin ileriki bölümlerini üzerine kurabileceği önemli olaylar toplamıdır. (Yani ardöykü de aslında yaşam öyküsünün bir parçasıdır, ama sadece filmde anlatılacak hikaye ile ilgili ÖNEMLİ olaylardır - gg). KARAKTER DAĞILIMIM ("CAST DESIGN") NEDİR? Bir sanat eserinde hiçbir şey kazara orada durmaz. Fikirler aklınıza bir anda gelebilir ama onları hikayenin bütünü içine bilinçli ve yaratıcı bir biçimde örmeliyiz. Aklımıza gelen her karakterin hikayeye dalıp bir rol oynamasına izin veremeyiz. Her karakter belirli bir amaç için hikayede bulunmalıdır, ve karakter dağılımının birinci kuralı kutuplaşmadır ("polarization"). Hikayedeki çeşitli roller arasında, birbiriyle çatışan ya da çelişen tavırlar ağı (şebekesi) öreriz. Eğer ideal karakter dağılımımız oturup beraber akşam yemeği yeseydi ve bir şey olsaydı - bu şarabın masaya dökülmesi ya da içlerinden birinin boşanacağını açıklaması olabilir - her karakter ayrı ve farklı bir tepki verirdi. Karakterlerden hiçbiri aynı şekilde tepki vermezdi çünkü hiçbiri olaylara karşı aynı tavra sahip olmazdı. Her karakterin kendine özgü bir yaşam görüşü olurdu ve onun tamamen farklı tepkisi onu diğerlerinden ayırırdı. Eğer hikayenizdeki iki karakter aynı tavra sahipse ve bir olaya aynı şekilde tepki veriyorsa, ya bu iki karakteri birleştirip tek bir karakter haline getirmelisiniz ya da ikisinden birini hikayeden atmalısınız. Karakterler aynı şekilde tepki verdiklerinde çatışma olasılığınızı en aza indirmiş olursunuz. Oysa yazarın stratejisi, bu fırsatları en üst düzeye çıkarmak olmalıdır. (McKee, STORY, sayfa 181-4) posted by gezgin @ 7:04 PM

2 comments

İYİ SENARYOLAR TEPKİLERE ODAKLANIR - McKee Notları 5 Herhangi bir hikayedeki olayların çoğu aşağı yukarı beklenen şeylerdir. Tür gelenekleri itibariyle, "Aşk Hikayesi"ndeki sevgililer tanışacaktır; "Gerilim" ("thriller") filmindeki dedektif bir suç ile karşılaşacaktır; bir "Egitim hikayesi"nde ("Education Plot") kahramanın hayatı dibe vuracaktır. Bu ve benzer eylemler dünyanın her yerindeki izleyiciler tarafından bilinir ve hatta beklenir. Bunun sonucunda iyi hikayeler "ne" olduğundan çok bunun "kime" olduğuna, "neden" olduğuna ve "nasıl" olduğuna odaklanır. Gerçekten de en zengin ve en tatmin edici hikayeler, bu olayların insanlarda neden olduğu "tepkiler"e ve bu olaylar sonunda "öğrenilenlere" ("kazanılan içgörülere"/"insights) odaklananlardır. posted by gezgin @ 7:01 PM

0 comments

390

RİSK HAKKINDA - McKee Notları - 4 Hepimiz bir taraftan pastamızı yemek, diğer taraftan da pastamız eksilmesin isteriz. Diğer yandan, bir tehlike anında, elde etmeyi ya da korumayı istediğimiz bir şey için, istediğimiz ya da sahip olduğumuz bir şeyi tehlikeye atmak zorunda kalırız. Bu, hepimizin uzak durmak istediği bir ikilemdir. İşte size bütün hikayelere uygulayabileceğiniz basit bir test. Hikaye ile ilgili olarak şunu sorun: Tehlikede olan nedir? Eğer kahraman istediğini elde etmezse neyi kaybetme riski ile karşı karşıyadır? Daha açık bir biçimde söylersek, eğer kahraman elde etmek istediği şeyi elde edemezse, başına gelecek en kötü şey nedir? Eğer bu soru cazip ("compelling") bir biçimde cevaplandırılamazsa, hikaye daha en temelinde yanlış kurulmuş demektir. Örneğin, eğer bu sorunun cevabı "Eğer kahraman başarısız olursa, yaşam eski haline döner" ise, bu hikayeyi anlatmaya değmez. Burada kahramanın istediği şeyin aslında hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur, ve hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan ya da çok az olan bir şeyi isteyen bir kahramanın hikayesi, "sıkıntı" kelimesinin bire bir karşılığıdır. (Örneğin "Yıldız Savaşları" - Episod 4- filminde kahramanımız başarısız olursa bütün galaksi İmparatorluğun egemenliğine girecektir. "Matrix"te Neo başarısız olursa makinalar kazanacak ve bütün insanları köleleştirecektir. "Örümcek Adam 2"de Peter başarısız olursa Doktor Ahtapot bütün şehri yok edecek bir deney daha yapacaktır, vb. Nacizane tavsiyem IMDB'nin tüm zamanların en çok iş yapan filmler listesini (http://www.imdb.com/boxoffice/alltimegross?region=world-wide) bu açıdan incelemeniz gg) Hayat bize, herhangi bir insani isteğin değerinin, onu elde etme çabası sırasında girilen risk ile doğru orantılı olduğunu öğretir. Bir şeyin değeri ne kadar yüksek ise, riski de o kadar yüksek olur. En yüksek riski - hayatımızı, yaşamlarımızı, ruhlarımızı - gerektiren şeylere en yüksek değerleri atfederiz. (McKee, STORY, sayfa 149) posted by gezgin @ 6:57 PM

0 comments

BOŞLUK - McKee Notları - 3 Hikaye, öznel ve nesnel dünyaların birbirine dokunduğu yerde doğar. Kahraman, kendisinin ulaşamayacağı bir arzu nesnesini ister. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak belirli bir eylemde bulunmayı tercih eder. Onu motive eden şey, bu eyleminin sonucunda dünyanın ona, arzu ettiği şeyi elde etmesini sağlayacak biçimde tepki vereceğini düşünmesi ya da hissetmesidir. (Yani dünya ona istediğini verecek diye düşündüğü için o eylemi tercih eder - gg). Kahramanın öznel bakış açısına göre o, asgari, tutucu (durumu koruyucu) ama istediğini elde etmesini de sağlayacak bir eylemde bulunmuştur. Ama kahraman bu eylemde bulunur bulunmaz, kahramanın nesnel iç dünyası, kişisel ilişkileri ve dış dünya veya bunların bir kombinasyonu, kahramanın tahmin ettiğinden daha güçlü ya da farklı bir biçimde tepki verir. Dünyadan gelen bu güçlü ya da farklı tepki kahramanı istediği şeyi elde etmekten alıkoyar, onu arzuladığı şeyden daha da uzaklaştırır. *** Gereklilik ("necessity") mutlak gerçektir. Gereklilik, biz eyleme geçtiğimizde aslında olan şeydir. Bu gerçek de ancak ve ancak biz bir eyleme geçtiğimizde bilinebilir. Dünyanın bize vereceği tepki, o anda bizim varoluşumuzun yegane gerçeğidir. Biz bu andan önce ne olacağını düşünmüş (sanmış, inanmış) olursak olalım bizim gerçeğimiz dünyanın verdiği o tepkidir. Gereklilik olması gereken ve aslında olan şeydir. Bizim olmasını umduğumuz şeyden farklıdır. *** Gerçek hayatta karşımıza çıkan bu durum, kurguda da geçerlidir. Nesnel bir gerçeklik (yani, dünyanın gerçekliği) kahramanın olasılık duygusu (yani "bu olabilir" dediği şey) 391

ile çeliştiğinde, kurgusal gerçeklikte aniden bir "boşluk" oluşur. Bu boşluk, öznel dünyalar ile nesnel dünyaların, beklentiler ile sonuçların, kahramanın eylemden önce tasarladığı dünya ile eylemden sonra karşılaştığı gerçek dünyanın çarpıştığı yerdir. Gerçeklikteki boşluk meydana geldiğinde, hala istekli ve bir şeyler yapma yeteneği olan kahraman, asgari ve tutucu (mevcut durumu koruyucu) bir çaba ile istediğini elde edemeyeceğini fark eder. Kendisini toparlamalı ve bu boşluğu geçmek için ikinci bir eylemde bulunmalıdır. Bu ikinci eylem, kahramanın en başta yapmak istemeyeceği türden bir eylemdir çünkü bu eylem daha fazla irade gücü gerektirmektedir ve onu kendi yeteneklerinin (kapasitesinin) daha derinlerine inmeye (yani, daha fazla güç kullanmaya) zorlamaktadır. Ama en önemlisi, bu ikinci eylem onu RİSK'e atmaktadır. Şimdi, bir şeyler kazanmak için, bir şeyler kaybetmeyi göze almalıdır. (McKee, STORY, sayfa 147-9, bazı bölümleri tarafımdan kırpılmış veya yorumlanmıştır - gg) (Adam senaryo kuramı mı anlatıyor, derin felsefe mi yapıyor, belli değil yav!) posted by gezgin @ 6:52 PM

0 comments

Pazar, Aralık 17, 2006 SAHİLİ TARAMAK İyi film fikirlerinin sevdiğim yönü, çok bariz olmalarıdır - geriye dönülüp bakıldıklarında tabii ki. Örneğin APOLLO 13'ü ele alalım. Hangi oyuncu o uzay giysilerinden birini giymek istemez ki? Kesin satar. AHLAKSIZ TEKLİF - evlilik yemininizi bir milyon dolar için bozar mısınız? İlginç. Hey, ya bir AŞK PERİSİ (CUPID) perisi, avlarından birine aşık olduğu için görevini yapamaz hale gelirse? Güzeel. Bu filmlerin kendi değerlerinden bağımsız olarak baktığımızda, önermelerinin ("premise") bariz bir cazibesi olduğunu görürüz. Sanki Hollywood'daki binlerce insan, ellerinde büyüteçler, bir sonraki harika film fikrini bulmak için sahili taramakta, karşılarına çıkan her kum taneciğini alıp evire çevire incelemekte. Sonra birisi güneşin altında burunlarının dibinde duran parlak deniz kabuğuna işaret eder ve "Hey, bunu film yapalım" diye bağırır. Siz de o muhteşem pembe ve beyaz burgulu deniz kabuğuna bakarsınız ve onu ıskalamış olduğunuza inanamazsınız. "İlginç Cazibe Unsuru" yazısında, film fikirleri hakkında düşünmenin farklı bir yönünü önermiştim. İnsanları "cezbeden" bir fikir seçmenin önemini vurgulamıştım. Peki ama bunu nasıl yapacaksınız? Bu yazıda size elimden geldiğince yardımcı olacağım. Bence bu tür fikirlerin bazı ortak nitelikleri bulunuyor. Ve bu ortak nitelikleri bilmek de onları bulmayı biraz daha kolaylaştırabilir. Tıpkı o deniz kabuklarının yerini bulmak gibi. İşte benim iyi, sağlam, Hollywood-tarzı satılabilir film düşüncesi ile ilgili son listem: A. DAHA BÜYÜK BİR DÜNYANIN GÖZLER ÖNÜNE SERİLMESİ Tematik olarak en iyi film fikirleri dünyayı, genelde düşünüldüğünden daha büyük, daha büyülü, daha karmaşık bir yer olarak gösterir. Ya da hikaye, insan ruhunun genelde düşünüldüğünden daha büyük, daha büyülü ve daha karmaşık olduğunu ortaya koyar (benim en sevdiğim tema - gg) B. EVRENSELLİK Birçok sağlam fikir bir biçimde hepimizin paylaştığı deneyimlerle - hatta yakından bildiğimiz deyimlerle - ilgilidir. Örneğin yatağın altındaki canavar korkusu. Gençken hissettiğimiz BÜYÜK olma arzusu. Şimdi bunları bulmak genelde zordur çünkü a) o kadar ortalıktadırlar ki, görülemezler; ya da b) o kadar barizdirler ki cılkı çıkana kadar yapılmışlardır. C. KLASİK YANSIMALAR Bir çok popüler film, Klasik Drama'nın temalarını kullanabilir, ya da bunlardan geliştirilebilirler. Hikayenizde klasik temaların yansımalarını bulduğunuzda doğru iz üzerinde olduğunuz anlarsınız. Örneğin BABE'e bakın - hem izleyiciler, hem de eleştirmenler beğendi. Bu filmde "Watership Down", "Hayvan Çiftliği" "Grimm'in Peri Masalları", hatta "Rocky"den esintiler vardır. Bu film kimlik, kişinin 392

kendine verdiği değer, sınıf yapısı ve kader gibi konuları ele alıyor. Başrolünde konuşan bir domuzun bulunduğu bir aile filmi için hiç de az şey değil.

D. BİR DURUMUN İMA EDİLMESİ Genelde parlak film fikri bir durumu (hâli) anlatır, ve siz de o durumu çözerken II. ve III. Perdedeki sekanslarınızı çözersiniz. Örneğin New Yorklu bir polis kendisini Los Angeles'ta, otuz kişinin teröristler tarafından rehin tutulduğu bir gökdelende sıkışıp kalmış halde bulur. Bu durumun çözülmesi de filmin sekanslarını meydana getirir. Bir başka örnek: kendisini EVDE TEK BAŞINA bulan bir çocuğun durumu; çocuk kendisini soygunculara karşı savunmak zorundadır. Filmin sekansları daha fikir düzeyinde bile bellidir: çocuğun unutulması, evdeki komik savunma, anne-babanın çocuğu kurtarmaya gelmesi. E. SAHNE ARKASI İzleyiciler az kişi tarafından bilinen şeyleri öğrenmekten hoşlanırlar. Bir filme gidip, çıkışta özel bilgilerle donanmış olmak hoş bir deneyimdir. O filme gitmemiş insanlar o filme sahip değildir. Örneğin "CANDIDATE" (ADAY) bize bir seçimi kazanmanın ardındaki hikayeyi gösterir. "BULL DURHAM" da ikinci beyzbol liginin dünyasını anlatmaktadır. TOP GUN jet plotlarının eğitim merkezinde geçer. Benzersiz ortamları ve konuları etkili bir biçimde kullanan diğer filmler de şunlardır: DOWNHILL RACER; DELIVERANCE; ALIENS; WHO FRAMED ROGER RABBIT? Bir çok iyi film bizi, normalde gidemeyeceğimiz yerlere (ve durumlara) götürmektedir. Eğer film fikriniz sizi son derece güzel, ilginç bir yere götürüyorsa... ve daha sonra size o yerin perde arkasını, gerçeğini gösteriyorsa... o film fikri muhtemelen çok iyidir. F. İYİ ROLLER (İYİ ADLAR) Çoğu zaman iyi bir film fikri, bir oyuncu için güzel bir rol anlamına gelir. Eğer Tom Hanks hikayenizi okursa, ve balığa aşık olan adam rolünü oynamak istese, çok iyi durumdasınız demektir. Aynı zamanda güçlü fikirler genelde basittirler, öyle ki sadece isimleri bile onları anlatmaya yeter: HAYALET AVCILARI, BÜYÜK, GELECEĞE DÖNÜŞ, vb. Filminizin iyi bir adının olması son derece önemlidir - bu konuyu başka bir yazıda uzunlamasına ele almak istiyorum. Bazen film fikriniz, yerleşik bir türün belirli bir yönünü alıp tersine çevirmek olabilir ("...ama bu kez hayaletler insanlardan şeytan çıkarıyorlar!"). Bazen bir türün (janr) tamamı, yeni film izleyicileri kuşağı için, yeni fikirlerle baştan aşağı değişikliğe uğratılır. KUTSAL HAZİNE AVCILARI, BODY HEAT ve STAR WARS bu kategoriye girmektedir. Dikkat: Bu şekilde ilgi çekici bir fikir bulmak çok zordur, çok miktarda ihlamlı çalışma ve muazzam bir yetenek gerektirir. H. PARLAK FİKİR TEKRARLANAMAZ Bilimkurgu yazarı Harlan Ellison iyi bir "parlak fikrin" en belirleyici özelliklerinden birinin, bir kere yapıldıktan sonra, bu fikrin tamamen tanımlanmış ve araştırılmış olması, ve bu nedenle de bir daha başkasının ele alınamaması olduğunu söylemişti. SPLASH daha gelişim aşamasındayken bile başka yazarların uzun bir süre için denizkızı romansı yapmasına engel olmuştu. Jan De Bont'un "TWISTER"ı bu yaz yapıma girdiğinde, Hollywood'da yapım aşamasında olan 30 kadar hortum filmi kendini çöp kutusunda buldu. (Aslında aynı temel fikre dayanan farklı filmler yapılabilir: "BIG", "VICE-VERSA", "LIKE FATHER, LIKE SON", ve "EIGHTEEN AGAIN", örneğin -- ama anlaşılan bunun için hepsinin aynı anda yapılması gerekiyor!). I. BİLİNEN UNSURLAR İyi film fikirleri genelde seyircinin bilgisi dahilinde olan unsurları kullanırlar. Örneğin, kısa bir süre önce bir yazar bana bir fikrini anlatıyordu: "Büyülü baca perileri bir çocuğun en sevdiği önlüğünü çalarlara ve kayıp Maypole ülkesine götürürler. Çocuk da bir bisiklete ters binerek bu büyülü ülkeye gider ve önlüğünü geri alır." Bu fikirde neyin yolunda gitmediğini anlamaya çalıştım. Ne de olsa Winnie the Pooh'da aynı derecede fantastik unsurlar bulunuyordu; MARY POPPINS ve STAR WARS'da da öyle. Sonra olayı anladım: bu unsurlardan hiçbiri benim zihnimde daha önce bulunmuyordu, bu da her bir unsur ile bağlantı kurmayı 393

güçleştiriyordu. Perileri daha önce duymuştum, ama bacalarda yaşayanları değil. Ne zamandan beri çocuklar önlüklerine aşık oluyorlar? Bu da benim deneyim sahamın dışında kalıyordu. Benzer bir biçimde "Kayıp Maypole Ülkesi" ve "Ters Binilen Bisiklet" de bilinmeyen unsurlardı. Buna karşılık, "YALANCI YALANCI" ("LIAR, LIAR") filmindeki unsurları tek tek ele alalım: bir çocuk (bunu anlıyorum) doğumgününde bir dilekte bulunur (tamam): yalancı ve güvenilmez bir avukat olan babası (bu da son derece inanılır bir şey) bir gün boyunca sadece doğruları söyleyecektir (hı-hı). Bu unsurlardan herbiri son derece tanıdık, hepsi halihazırda zihnimde bulunuyorlar, film yapımcısı bunları kolaylıkla kullanabilir. Bu nedenle bu fikir çok kolay bir biçimde pazarlanabilir, çünkü seyircide halihazırda ulaşılabilecek bir fikir zaten bulunmaktadır. (Yöneticiler, hem yeni ve farklı, hem de denemiş ve kanıtlanmış bir şey istediklerini söylerken bunu kastediyor olabilirler). Bu nitelikleri bilmek umarım sizin bir sonraki büyük film fikrini bulmanıza yardımcı olur. Eğer yukarıdaki kriterlerin çoğuna ya da hepsine uyan bir fikriniz varsa, doğru yoldasınız demektir. Eğer biraz çabalamanıza rağmen hala memnun olduğunuz bir fikir bulamadıysanız, şu numaraları da deneyebilirsiniz: 1. Okuyun. Cidden. Hem de çok, ama çok okuyun. Okumak bir tür (janr) hakkında çok miktarda bilgi edinmenizi sağlar. Ve sizin belirli bir türde çeşitlemelere - daha önce yapılmamış çeşitlemelere - gitmenizi sağlayacak olan şey, bu bilgilerdir. Okumak sizin şunu da yapmanıza neden olabilir: 2. Hikayelerin yayın hakkını satın alın. Bu son derece bariz görünüyor ama genelde göz ardı edilen bir yöntem. Eğer bir filme dönüştürülebilecek bir kitap ya da makaleye rastlarsanız, kendinizi dünyadaki hevesli senaristlerin %95'inden ayırdınız demektir. Sadece bunu yapmak için bile değer. Eğer fikriniz kendisini bir kitap olarak kanıtladıysa, stüdyoların kendilerini daha rahat hissettiğini unutmayın. 3. Farklı türleri (janr) karıştırın. Çok başarılı bir drama olan "X-Files"ı alın ve bunu bir komedi olarak düşünün, ortaya, Barry Sonnenfeld tarafından yönetinen "Men In Black" tarzında bir şey çıkar. 4. Ortamları değiştirin/güncelleştirin. "OUTLAND", uzayda geçen bir "Kahraman Şerif"ti ("HIGH NOON" - tavsiye ederim, bulun, seyredin - gg). Steve Martin'in "Roxanne"ı da "Cyrano" hikayesinin harika bir yeniden anlatımıydı. Eğer o yapabiliyorsa, siz de yapabilirsiniz. 5. Fikrinizi son sınırına kadar zorlayın. Bir çok senarist yarım bir fikir bulur ve sonra orada durur. 110. sayfada biten bir çok senaryonun aslında 35. sayfada bitmesi gerekmektedir. Çünkü senaryoda var olan hikaye miktarı aslında orada bitmektedir, sadece geri kalan sayfaları doldurmak için uzatılmıştır. 110 sayfada anlattığınız hikayeyi 35 sayfada anlatmayı deneyin. Ama bu muhteşem bir 35 sayfa olacaktır! Daha sonra aynı hızda yazmaya devam edin. Görünürdeki bitişin ötesine geçmek bazen inanılmaz bir "sürpriz dönüş"e ("twist") neden olur. 6. Bebeklerinizi Öldürün. Bütün yazarların özellikle hoşlandıkları bazı fikirler vardır. Önemli olan bu fikirlerden birine takılıp kalmamaktır. O lanet şeyi yazın ve sisteminizden atıp kurtulun. Eğer harikaysa, hikaye satılacaktır, eğer değilse, bir sonrakine geçin. Eğer aynı sevgili fikri beş yıldır düzeltip durursanız, o "kariyerinizi kurtaracak" fikri bulamazsınız. 7. Aşkla ve tutkuyla yazın. Ticari olduğunu düşündüğünüz şeyleri unutun. Neden hoşlanıyorsunuz? Ne yapmayı, incelemeyi, düşünmeyi, konuşmayı seviyorsunuz? Bu ister mağara dalışı, model trenler, travestilik ya da parçacık fiziği olsun, tutku duyduğunuz şey büyük bir olasılıkla en benzersiz ve güçlü eserinize giden rehber olacaktır. İlginç bir biçimde bir projenin benzersiz, ticari olmayan yönleri genelde o projeyi ticari açıdan başarılı yapan şey haline gelir. Tamam. Sanırım bu kadarı başlangıç için yeter. Şimdi. Gerçekten o büyük fikre sahip olduğunuzu, doğru yolu izlediğinizi nasıl bileceksiniz? İşte size bir ipucu: diğer yazarlar sizin fikrinizi duyduklarınıda suratları asılıyorsa, ya da başka yazarlar size bu hikayeyi birlikte yazmayı teklif ediyorsa, doğru yoldasınız demektir. Bir başka ipucu: yapımcılar telefonlarınıza cevap verir. Ve fikrinizin gerçekten iyi olduğunu bilmenizin en kesin yöntemi: Senaryonuz satın alınır! Kaynak: http://www.wordplayer.com yazan: Terry Rossio 394

(Terry Rossio'nun "Karayip Korsanları" filmlerinin - 3'ünün de - yazarlarından biri olduğunu söylemiş miydim? Ayrıca "Define Gezegeni" "Shrek" "El Dorado Yolu" "Zorro'nun Maskesi" "Küçük Askerler" "Godzilla" ve "Aladdin"i de yazmış kendisi. Boş adam değil yani ;) - gg) posted by gezgin @ 3:40 AM 0 comments Perşembe, Aralık 14, 2006 İLGİNÇ CAZİBE UNSURU ("STRANGE ATTACTOR") Evet, işe koyulalım artık. Bir senaryo yazarı ve acemi bir film yapımcısı olarak (bu yazının 1997'de yazıldığını hatırlatayım - gg) insanlar bana senaryolar gönderir. Şehirdeki herkes gibi ben de bir sonraki harika senaryoyu bulmak, bir sonraki büyük yeteneği keşfetmek isterim. Yüzlerce senaryo okumuş ve bunlar hakkında yorum yazmış biri olarak, karşılaştığım en büyük sorunu söyleyeyim: İyi bir fikrin ("concept") olmaması. Çoğu zaman senarist, en iyi haliyle bile Hollywood'da satın alınmayan bir fikri seçmiş olur, daha en başta. Hayal kırıklığım gittikçe artar. Oturmuş, hem yapısı, hem karakterleri, hem diyaloğu, hem de tasvirleri kabul edilebilir, hatta çok iyi olan bir senaryo okuyor olurum. Yine de içten içe, bu senaryonun, bırakın çekilmeyi, hayatta satın alınmayacağını bilirim. Hayal kırıklığım genelde ikiye katlanır, zira bunun neden satın alınmayacağını açıklamak son derece zordur. Tüm diyebildiğim, filmin çıkış noktasını oluşturan fikirde bir şeylerin eksik olduğu olur. Ne gibi şeyler? Eskiden bunu açıklayacak bir sözcük yoktu. Ama artık var. Bir sözcük uydurdum. Aslında fraktal geometriden bir sözcük grubu arakladım. Bu, sipariş üzerine yazılmayan senaryoların çoğunun mahrum olduğu şey... İLGİNÇ CAZİBE UNSURU'ydu ("STRANGE ATTRACTOR"). İlginç cazibe unsuru nedir, ve buna neden ihtiyaç duyarsınız? Bu anlattıklarım kulağa aptalca geliyor, ama lütfen sabredin. "İlginç" ("benzersiz" anlamında) ile "cazibe" ("çekici" anlamında) sözcüklerini yan yana koyarsanız, "ilginç cazibe unsuru"nu ya da "hem benzersiz hem de çekici olan şey"i elde edersiniz. Bu da şu anlama gelmektedir: filminizin temelini oluşturan fikir benzersiz - daha önce yapılmamış - bir şey olmalıdır, aynı zamanda insanları kendisine "cezbetmelidir" (çekmelidir). Fikrinizde çekici, heyecanlandırıcı, ve merak uyandırıcı bir yön olmalıdır. Bu şey öyle yenilikçi, o kadar cazip olmalıdır ki Hollywood'daki insanları "neden bunu önce ben düşünmedim" diye başlarını taşlara vurdurmalıdır. Başlarını o kadar sert vurmalıdırlar ki, bu fikri ilk önce siz bulduğunuz için size çuvalla para vermeyi istemelidirler. Buna bir "kanca" diyebilirsiniz, ya da bir numara, ya da beklenmedik hikaye dönüşü ("twist"). Hollywood buna bazen parlak fikir ("high concept") de demektedir. Bu da bir ya da iki cümlede ifade edilebilen film fikri anlamına gelir. İlginç cazibenin yerine parlak fikir de diyebilirsiniz, ama bence ilginç cazibe unsuru daha iyi bir tanım. Kısa, basit bir film fikri, eğer insanları cezbetmiyorsa, neye yarar ki? Örneğin: Haksız yere hapse atılmış bir adam davasıyla ilgili soruşturmayı hapishane hücresinden yürütür. Tamam, bu biraz ilgi çekici. Bu "parlak fikri" bir senaryo yazmak için kullanabilirsiniz. Bu senaryo da iyi bir film için bir çıkış noktası oluşturabilir - ama burada çok sayıda şey, filmin nasıl çekildiğine bağlıdır. Film en sonunda çekilse bile bu fikri seyirciye satmak zor olacaktır. Bu yüzden stüdyo (yapımcı) bakış açısıyla bu "parlak fikir"in çok büyük bir heyecan oluşturması pek muhtemel değildir... ya da yeni bir senaristi hemen film dünyasına sokmaz. Bundan biraz daha iyi (tamamen ticari açıdan, yani Hollywood'a satış açısından iyi) olan bir başka fikir de şu olabilirdi: Haksız yere hapse düşen bir adam, astral projeksiyon (ruhun ölmeden, bilinçli olarak 395

bedenden ayrılması) yaparak hapishane hücresinden çıkmayı öğrenir; adını temize çıkarmak için gerçek katilin yerini bulması gerekmektedir. (Hey, en iyi senaryo fikirlerimi burada yayınlayacağımı düşünmediniz, değil mi?) Ne kadar uyduruk gibi görünse de bu fikirde belirgin bir ilginç cazibe unsuru bulunmaktadır - bu da astral projeksiyon yoluyla hapishaneyi terketme numarasıdır. Belki de bu film bir komedi olarak işlenebilir, özgürlük ve sınırların üstesinden gelmekle ilgili hoş tematik ifadelere yer verilebilir. Sanırım ne demek istediğimi anladınız, hem de yukarıdaki nispeten kötü örneğe rağmen. İşte size bazı daha iyi örnekler: * Genç bir adam kazara geçmişe gönderilir, burada annesiyle babasının birbirine aşık olmasını sağlamak zorundadır, daha sonra da geleceğe dönmelidir. * Eski medyumlardan oluşan bir grup araştırmacı, New York şehrinde hayalet avlama şirketi kurarlar. * Bir savunma avukatı, müvekkiline aşık olur. Dava ilerledikçe, birlikte olduğu adamın masum mu yoksa katil mi olduğundan emin olamaz. * Kötü bir çocuk, yatağının altında bir canavar yakalar. Sonra karanlık bir dünyaya girer, burada kendisi de neredeyse bir canavara dönüşür. * Genç bir adam sevgilisine bir ayrılık mektubu yazar ve bunu expres kargo ile gönderir. Ama daha sonra fikrini değiştirir ve mektubu bütün ülke boyunca takip eder, ve bu yolculuk sırasında birine aşık olur. Bu fikirlerde bize "aha!" dedirten bir şeyler var. Bu fikirleri geliştirmenin ilginç durumlara yol açacağını ve çekici dramalara neden olacağını hissediyoruz. İyi bir cazibe unsuru tam da bunu yapmalıdır: insanları meraklandırmalı, onları kendisine çekmelidir. En iyi ilginç cazibeler, insanlık hallerinin spesifik (kendine özgü), evrensel, ve (mümkünse) daha önce hiç yapılmamış yönlerine eğilir. Peki. Sanırım şimdi "bu gerçekten de gerekli mi?" diye düşünüyorsunuz? Bu adam ne zaman senaryo yazmaktan bahsetmeye başlayacak. Şunun altını hemen çizmeliyim: EVET BU ÇOK GEREKLİ. Özellikle de ilk kez senaryo yazanlar için. Yapmak istediklerinizi bir düşünün. Şunları yapmak istiyorsunuz: - Bir yapımcının, ömrünün belki de üç yılını sizin projenizi gerçekleştirmek için harcamasını sağlamaya, - Yapım sürecindeki diğer insanların fikrinizi beğenmesini, ve her yıl aldıkları binlerce senaryo arasından sizin senaryonuzu seçmesini sağlamaya, - Bir yönetmenin, senaryonuzu, kariyeri boyunca yöneteceği az sayıdaki filmden biri olmaya değer olduğunu düşünmesini sağlamaya, - Bir stüdyo yöneticisinin bu filmi yaparak milyonlarca doları riske atmasını, sonra da bu filmi tanıtmak için milyonlarca dolar harcamasını sağlamaya, - Eleştirmenlerin, bu filmin, o sene yapılan diğer filmlerden daha iyi olduğunu düşünmesini sağlamaya, - Dünyanın dört bir tarafındaki insanların filminizi, belki de bir kaç defa, görmek için para harcamasını, belki de bu filmi arkadaşlarına tavsiye etmelerini, hatta DVD'sini kiralamalarını sağlamaya çalışıyorsunuz. Bütün bunları yapabilmek için filminizin içinde bir cazibe unsuru bulunmasını sağlamanız iyi olur. Bunun ne olduğunu tam olarak biliyorsunuz. Gördüğünüz zaman bunu hemen tanıyabilmeli ve ondan bahsedebilmelisiniz, tıpkı karakterlerden, temadan ve olay örgüsünden hemen bahsedebildiğiniz gibi. İlginç cazibe unsuru. Size sipariş edilmeyen senaryonuzu ("spec script") bu unsur olmadan yazmaya başlamayın. 396

Bir sonraki yazıda, ilginç cazibe unsurunun nasıl bulunacağını göreceğiz. Copyright 1997 Terry Rossio http://www.wordplayer.com/ posted by gezgin @ 7:04 PM

0 comments

Cuma, Aralık 08, 2006 "BİNBİR GECE" ve "MÜKRİMİN" Bir haber (UçanKuş'tan): “Binbir Gece” adlı dizi RTÜK'e yapılan şikayetler arasında liste başına yerleşti. 444 1 178 RTÜK İletişim Merkezi'ni arayan izleyiciler, dizinin toplumun manevi değerlerini yıprattığı görüşünü dile getirdiler. Yoğun şikayetler üzerine diziyi incelemeye alan İzleme ve Değerlendirme Dairesi 'Binbir Gece'nin toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı olduğuna dair bir rapor hazırlayarak Üst Kurul'a sundu. Raporun Üst Kurul üyeleri tarafından da onaylanması halinde diziye uyarı cezası verilecek. " *** Bir başka haber: Bir Demet Tiyatro 1. Haftasında genelde 5., AB grubunda 2. sırada reytinglerde. Bu (2.) hafta ise genelde 11., AB'de 6. olmuş. Vaka incelemesi olarak dikkatinizi çekiyorum, "Ben demiştim" demek için değil (ki demiştim de hani!). Ben bu kadar sessiz seyredilen bir komedi dizisi hatırlamıyorum. Şu anda Mükrimin abi eski bölümlerin hafızalarda bıraktığı olumlu izlenimle alıyor bu reytingleri. Ama hatır(a) için bir dizi çok fazla seyredilmez. Aşağıda bahsettiğim değişiklikleri yapmazsa TV kapısı Yılmaz Erdoğan'a bir süre için kapanabilir. Yazık da olur. posted by gezgin @ 7:44 PM

0 comments

BAKALIM NE OLACAK?! Aşağıda "Kanca" ("Hook") konusunda iki önemli yazı var, dış kaynaklı. Bence çok önemli yazılar. Çünkü dikkati, yazarların pek üzerinde durmadığı bir konuya çekiyor: senaryonun/hikayenin çıkış noktasına. Truby amca da "Yazarların yüzde doksanı daha önerme ("premise") aşamasında çuvallıyor" diyerek konunun önemine işaret ediyor. Bu konuda iki makale daha geliyor. Sonra başka bir konuya geçeceğiz. *** Sinemamız, üretim açısından bu sene bir patlama yapacak: Kırk küsür yerli film gösterime girecekmiş. Ama filmler gişede başarılı mı olacak, yoksa patlayacak mı göreceğiz. Benim tahminim (bir iki şaşırtıcı sonuç dışında) filmlerin genelinin başarısız olacağı yönünde - ve bunun nedeni de yüzde seksen senaryo kaynaklı olacak. Ama Türk seyircisi yerli filme o kadar susamış durumda ki bu kötü filmlere bile giderek sezon sonunda yerli filmlerin çok büyük gişe yaptığı zannını yaratacak. Sonuçları anlamak için bu sitedeki yazıların yardımcı olacağını düşünüyorum. Sitenin sağ tarafında "Archives" başlığının altında gördüğünüz linklerde çok önemli yazılar olduğunu bir kez daha hatırlatayım. posted by gezgin @ 7:23 PM

0 comments

KANCA AVI Genelde yapımcılardan, menejerlerde ve yazarların uğraşmak zorunda olduğu diğer insanlardan, hikaye sunumlarında ya da senaryolarda daha fazla "kanca" olmasını istediklerini duyarsınız. Bir kancanın tam olarak ne olduğu nadiren dile getirilir; sadece ondan bir tane istemektedirler, o kadar. Albert Brooks'un "The Muse" filmindeki yazarın karşılaştığı türden bir sorundur bu: herkes ona "ışıltısını kaybettiğini" söyler, ama adamcağız bunun ne olduğunu hiçbir şekilde anlayamaz. Ama açıklansın ya da açıklanmasın, "kanca" kavramı kaçınılmaz bir şeye dönüşmektedir, tıpkı "Karakter Dönüşümü" ya da "Dönüş 397

Noktası" ("Plot Point") ya da "Parlak Fikir" gibi. Biz de bu nedenle bu kavramı açıklayıp açıklayamayacağımıza bir bakalım dedik. Kanca'ya bakmanın bir yolu da onu, hikayenizi harekete geçiren ve temel çatışmayı, eğlenceyi, ve ilginçliği yaratan bir paradoks (ikilem), bir sürpriz, ya da atılan temeldeki ("set-up") beklentilerin tersyüz edilmesi olarak görmektir. Bu uyumsuzluk ("discrepancy"), zıtlık, ya da farklılık karakterinizin içinde olabilir, dışında olabilir, ya da bunların her ikisi de olabilir. Eğer içsel bir zıtlık varsa, bunun nedeni karakterin, kendisiyle çatışmalı bir ilişki içinde olmasıdır, bu çatışma onun muhakemesini (karar verme yeteneğini) de etkiler ve onun kişiliğinde, düzeltilmesi gereken bir kusura dönüşür. Bir çok iyi karakterin kusurları bulunur çünkü onların varsayımlarını çarpıtan geçmiş yaşamları vardır ve sınırlı bir yaşam ve kendini değerlendirme görüşü içinde saplanıp kalmışlardır. Bu da, karakterin ayağına takılan ve hedefine ulaşmasına engel olan bir ahlaksızlığa (vice"), karakter bozukluğuna ya da yanlış algılamalara neden olur. Bir çok film, kendisini yeterince tanımayan karakterler hakkındadır. Neden? Çünkü bu durum gerçek hayatta da geçerlidir. Bu yüzden bu karakterlerin mücadelelerine ve başarılarına gönülden katılırız çünkü onlar bizi, umutlarımızı, korkularımızı, ya da hayallerimizi yansıtırlar. İçsel çatışması olmayan karakterler (yan karakterler ve "gezgin melekler" - westernlerdeki ve savaş filmlerindeki iyi adam kahramanlar gibi - hariç) ya ızdırap verecek ölçüde sıkıcıdır, ya da inanılmayacak raddede tam, duygusal açıdan sağlam insanlardır. Bir çok hikaye, kendi başarılarının önünde duran kusurlu insanlar hakkındadır. Bu insanların kusurları en azından kısmen elde etmek istedikleri ya da ihtiyaç duydukları şeyi elde etmelerine mani olur. Peki bu bilginin, "Kanca" ile ne ilgisi var? Kısa süre önce çok başarılı olan "Kadınlar Ne İster" (Mel Gibson) filmini ele alalım. Bu filmde, yetenekli ama bencil ve duygusal olarak sağır olan kadın düşkünü bir adam, kadınların ne düşündüğünü gerçekten duyabildiğini fark eder, ve bu düşünceleri dinleme süreci içinde daha iyi bir insana dönüşür. Bu, zamanında son derece başarılı olan bir başka hit filmin, "TOOTSIE"nin kancasına yapılan yeni bir yorumdur. "Tootsie"de de yetenekli ama bencil bir adam aynı şeyi, bir kadın gibi giyinerek yapar. "Aşık Shakespeare"deki kanca/sürpriz, dünyanın en büyük yazarını "yazar tıkanması" yaşarken görmemizdir: görmeyi umduğumuz hafif kel bilge adam yerine, bize genç ve deneyimsiz bir Şekspir gösterilir. Bu Şekspir ancak olgunlaştıkça ve aşkın ne olduğunu öğrendikçe yazabilecektir. Birbiriyle taban tabana zıt iki karakteri zorunlu bir ilişki içine sokarak da bir KANCA yaratabilirsiniz: "Tuhaf Çift"te ("The Odd Couple"), dünyanın en titiz insanı dünyanın en pasaklı insanı ile birlikte yaşamak zorunda bırakılır. Her ikisi de kendi şeytanlarının (sorunları) yanı sıra bir de ev arkadaşının şeytanları ile uğraşmak zorunda kalır. Temel "Uyumsuz arkadaş" hikayesi diyebileceğimiz "Cehennem Silahı"nda Danny Glover'ın karakteri yaşamayı seven bir aile adamıdır, ortağı Mel Gibson'ın karakteri ise intihar eğilimi olan dul kalmış bir polistir. Bu zıtların çatışmasının sonucu genelde uzlaşma ve kendini bulma olur: biz, olduğumuzu sandığımız kişi değilizdir; ihtiyaç duyduğumuzu sandığımız şeye ihtiyaç duymamaktayızdır aslında; sevdiğimizi sandığımız kişiyi aslında sevmemekteyizdir; nefret ettiğimizi sandığımız kişiyi aslında sevmekteyizdir; asıl ihtiyacımız özgüven iken dışarıdan birilerinin bize yardımcı olmasını istemekteyizdir, vesaire... Dışsal olarak da çatışma, karakterin içine düştüğü durumla da ilgili olmalıdır. İşin ilginç yanı "Kanca", en çok bilinen hikaye yapılarından biri olan "sudan çıkmış balık"ta kendini çok bariz bir biçimde gösterir. Bu hikaye yapısında bir karakter, onun aşina olduğu ortamlarla taban tabana zıt bir ortamın/durumun içine konur. Eğer bu zıtlık ve çatışma potansiyeli yeterince komik, korkutucu ya da merak uyandırıcı ise, "Kanca"nızı buldunuz demektir. Karakterinizi farklı bir yere götürebilirsiniz: "Coming to America"da Afrikalı bir prens New York şehrine uyum göstermek zorundadır. Ama bu yolu denemek zorunda değilsiniz. "Yalancı, Yalancı"nın kusurlu karakteri, bütün gün doğruyu söylemek zorunda olan yalancı bir avukattır. Buradaki karakter fiziksel olarak farklı bir yerde olduğu için "sudan çıkmış balık" gibi değildir; onun "balık"lığı, aynı mekan içinde farklı bir biçimde davranmak zorunda olmasından kaynaklanır - bu şekilde de bildik olan şey bilinmeyene dönüşmüş olur. Başka bazı örneklere bakalım. Yakın zamanlarda gösterilen "See Spot Run" filminin de güçlü bir kancası var: öksüz ve yetim olarak büyümüş ve köpeklerden nefret eden bir postacı, çeşitli olaylar sonucu, çok sevdiği kadının çocuğuna ve mafya tarafından ölüm listesine alınmış bir FBI köpeğine bakmak zorunda kalır. Kahramanımız, hakkında hiç bilgi sahibi olmadığı iki şeyle uğraşmak zorundadır: çocuk ve köpek. İşin içinde bir de artık kendisinin de peşine düşen mafya vardır. "Big Daddy"nin önermesi de buna benzer bir şeydir: beceriksiz ve kaba bir bekar adam, kendisinin ahlaklı biri olduğunu kanıtlamak ve rüyalarının kadınının kalbini kazanmak için bir çocuk evlat edinir. "Billy Elliot"ta bir çocuk dans etmenin zevkine varır - ama ne yazık ki herkesin, dansın aptalca ve sadece kızlar için olduğunu düşündüğü bir fabrika kasabasında yaşamaktadır. Bir süre sonra vizyona girecek olan "Courier" filmi de, bulunmak 398

istemeyen insanları bulup onlara paketlerini ulaştıran bir kurye hakkındadır. Öyleyse "Kanca"nın önemli bir bölümünün, zıtların çatışmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Burada, bildik olan bir şey, bilinmeyenle, kendi aslına ters düşen bir şeyle karşılaşır. Böylece hikâye yeni ve ilginç bir hâl alır. İşin sırrı tam doğru karakteri ve ve o karakter için en doğru çeşilkiyi, sürprizli durumu ya da ters yüz oluşu bulmaktır. Burada dikkat etmeniz gereken bir şey var: eğer bu çelişkiyi hikayeniz içinde çok geç ortaya koyarsanız, ki burada geç ile 10. sayfayı kastediyorum, okuyucunun ilgisini kaybetme riskiniz vardır. Ana karakterle duygudaşlığı sağlamak için bu çelişkiyi - Kanca'yı - erkenden hikayenize sokmalısınız ve hikayeniz ilerlemeye başlamalıdır, çünkü bu çelişki izleyiciye ya da okuyucuya şu soruyu sorduracaktır: "Bu kahraman, elinde B yokken, A'dan C'ye nasıl gidecek acaba?" Örneğin, eğer Rocky bu kadar baltaya sap olamamış bir tip ("loser") iken ve hocası onu spor salonundan kovarken, Apollo'yu nasıl dövecektir? Yazar, bu durumu daha hikayenin ilk bir kaç sayfasında ortaya koyarak, erkenden bir saldırı noktası oluşturuyor. Saldırı noktası, hikayenin merkezi çatışmasının ortaya çıktığı ve hikayenin temel eyleminin kendisini açıkça belli ettiği yerdir. Bazı formüller bu saldırı noktasının senaryonun yaklaşık olarak %10'unda gerçekleşmesi gerektiğini söyler - buna %10 kuralı denir. Ama %10 bile hikayeye çok geç bir giriştir. İçinde zengin olasılıklar barındıran benzersiz bir çelişki ya da "yanlış-mekan" ("dislocation") durumu eğer ilk bir kaç sayfada yer alırsa, senaryoyu okuyan kişi şöyle yerinde bir doğrulur, dikkatini toparlar, ve onu senaryonuzun devamını okumaya sevk eden sorular sorar. Şu konuda çok net olmamız gerek: Bazı çok iyi filmlerin hiç Kanca'sı yoktur. "Amerikan Güzeli" "Kaplan ve Ejderha" "Children of Paradise" "Cesuryürek" ve "Fanny ve Alexander" kancasız klasiklerdir. Ayrıca Kanca'nın, senaryonun yazım kalitesi ya da filmin kalitesiyle de bir ilgisi yoktur. Eğer kancaları yeterince güçlü ise, çok berbat filmler bile gişede başarılı olabilir; bu tür filmler sanki icranın (çekimin) kötülüğüne ya da oyuncu seçimi, yönetmenlik, hikaye değişikliği talepleri gibi. felaketlere karşı bir bağışıklığa sahiptir. Bu fikirler "kendilerini sattırırlar". Sizin göreviniz de, eğer kabul ederseniz, böyle bir kanca bulmak, ve daha sonra da klişelerden olabildiğince bağımsız bir biçimde, bütün insaniyet ve özgürlüğünüzü kullanarak bu kanca etrafında bir hikaye oluşturmaktır. İşte bundan sonra senaryonuzu satabilir ve filminizin çekilmesini beklemeye başlayabilirsiniz. Yazanlar: William Missouri Downs ve Robin U. Russin posted by gezgin @ 6:42 PM

0 comments

PARLAK FİKRİ FETHETMEK Hollywood'da (sinema) ve New York'ta (edebiyat - tiyatro), "fikir" kraldır. Bir yazar ya da senarist olarak başarılı olmak için, başarılı bir biçimde kurgulanmış bir romandan ya da güzel bir biçimde yönetilmiş bir filmden daha fazlasına ihtiyacınız vardır. Hakkında konuşulacak, heyecan yaratacak, ve doğru insanların kendisiyle ilgilenmesini sağlayacak bir fikre ihtiyaç duyarsınız. Çok iyi bir fikrin belirli bir anatomisi ve yapısı vardır. Bir konuyu harika, bir başlığı ilgi çekici, bir fikri de heyecan verici yapan şey de tanımlanabilir ve öğrenilebilir. Parlak Fikri ("High Concept" - bazı yazarlar "Hook" diyorlar buna gg) anlamak, bunu başarmanın anahtarıdır. Peki PARLAK FİKİR nedir? Basit bir biçimde ifade edersek parlak fikir, bir kaç sözcükle ifade edilebilen ve herkes tarafından kolayca anlaşılabilen, merak uyandırıcı bir fikirdir. Texas eyaleti büyüklüğünde bir astroid dünyaya doğru hızla yaklaşmaktadır. İşte bu parlak bir fikirdir. Herkes bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilir. Bu fikir insanda bir duygusal tepki uyandırır ve sadece dokuz kelimeyle ifade edilen bu fikir ile izleyiciler filmin ne hakkında olduğunu bilirler: Kıyamet. Parlak bir fikir yaratmak için fikrinizi en güçlü ve öz (kısa, "concise") şeklinde formüle edebilme yeteneğini gerektirir - fikrinizi olabildiğince kısa ve harika ("marvelous") yapabilmelisiniz. Ne kadar az sözcük kullanırsanız, fikriniz o kadar parlak olur. Jack Nicholson Kurt Adam'dır (eski filmleri bilmeyenlere hatırlatalım, J. Nicholson'ın böyle bir filmi var, tipi de cuk oturuyor. - gg). Film pek iyi olmadı, ama fikir harikaydı - çok etkili bir parlak fikirdi. Şimdi, bu parlak fikir düşüncesi, büyük film stüdyolarının sanatı boğmak ve kârlarını artırmak için uydurdukları bir şey mi? Anlaşılan öyle. Peki bir kıymet-i harbiyesi var mı? Bence var. Jerry Bruckheimer, James Cameron ve Steven Spielberg gibi son derece tantanalı, ticari filmler çekmek istiyor olabilirsiniz, ya da "Altıncı His", "Ordinary People", ya da "Harry Potter" gibi ünlü hikayeleri filme dönüştürmek istiyor olabilirsiniz. Bence her iki durumda da parlak fikir önemlidir.

399

Önce şunu söyleyeyim: fikrinizi, bir kaç kelimeyle ifade edilebilecek güçlü bir şeye indirgeyebilmek için, hikayenizin ne olduğunu çok iyi bilmeniz gerekiyor. Bir başka deyişle, gerçek bir parlak fikir yaratabilmek için, hikayenizin bütün yapısal unsurlarını çok iyi öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda hikayenizin tam özüne de ulaşmanız gerekiyor. İkinci olarak "parlak fikir", başkalarıyla kurduğunuz iletişimi son derece kolaylaştıran bir kestirme çözümdür. Eğer projeniz büyük bir stüdyo ya da yayıncı tarafından satın alınacaksa ya da finanse edilecekse, fikrinizin sadece merak uyandırıcı değil, aynı zamanda kısa da olması gerekir. Bu fikir, stüdyonun emir-komuta zinciri içerisinde kolayca ilerleyebilmeli ve kendisini duyan herkesi, sizin sunuşunuzu dinlemeye, senaryonuzu okumaya, ya da filminizi izlemeye istekli hale getirmelidir (Ama fikrinizi bu mekanizmaya sokmadan önce noterden adınıza tasdik ettirmeyi sakın unutmayın - gg) . Böylece bu insanlarlar fikrinizi dinleyip, senaryonuzu okuyup, filminizi seyrettikten sonra, bunu emir komuta zincirindeki başkalarına anlatabilir ve onların merakını uyandırabilirler. Eğer bir fikrin anlatılması ya da anlaşılması zor ise, bu emir-komuta zincirinde asla yukarılara doğru ilerleyemeyecektir. Tepedeki insanlar bunu asla duyamayabilirler. Aradaki kademelerde (tercüme esnasında) kaybolup gidebilir. Parlak fikir, sürecin hem başlangıcının hem de sonunun önemli bir bölümünü teşkil eder. Sürecin başlangıcında fikir, hikayenizi yaratmanıza ve (yapımcıya/yayıncıya) satmanıza yardımcı olan güçlü bir tohumdur. Sürecin sonunda ise hikayenizi pazarlamanız için kullanacağınız yüz haline gelir. Halkın, kitabınızın kapağında ya da filminizin afişinde göreceği şey bu parlak fikirdir. Ve burada da görevinizi çok az sayıda sözcükle gerçekleştirmek zorundasınızdır. Bu nedenle burada bahsettiğimiz şey, bu sürecin her iki ucunda da işe yarayacaktır. Ve daha en başta, pazarlanabilir bir fikriniz olduğunu bilmek son derece iyi bir şeydir. Bu hedefinizi gerçekleştirmenizde size yardımcı olabilecek dört unsur vardır. * * * *

BÜYÜLEYİCİ BİR KONU HARİKA BİR BAŞLIK/AD TETİKLEYİCİ OLAY, ki bu hikayenizin sorununu teşkil eder, ve OLTA, ki bu da hikayenizin benzersiz özelliğini ya da özel koşullarını ortaya koyar.

(DİKKAT: Burada, Hollywood'un "HOOK" -kanca- konusunda yaşadığı terminolojik bir karmaşaya tanık oluyoruz. Bir çok yazar "kanca"yı "parlak fikir" - "high concept" - ile aynı anlamda kullanırken -ben de bunlardanım- bazı yazarlar kancayı, hikayenin sadece en başında, seyircinin dikkatini hikayeye vermesini sağlayan ilginç/çarpıcı olay olarak kullanmaktadır -bu makalenin yazarı da kancayı bu anlamda kullanıyor. Bu nedenle siz bu makaleyi okurken "parlak fikir" ifadesinin yerine "kanca"yı koymalı, "hook/kanca" yerine de "olta"yı koymalısınız. Hiçkimse size hayatın çok kolay olduğunu söylemedi, değil mi :) - gg) BÜYÜLEYİCİ KONU nedir? Büyüleyici konu, adı üstünde, kendi başına bile merak uyandırıcı olan bir konudur. Hikaye sadece konusuyle bile ilgilimizi çeker. Bu son derece önemlidir. Kısa bir süre önce bir kitapçıya gitmiştim. İlk masanın önünden geçtim ve gözüme bir kitap takıldı. Sonra yirmi adım yürüdüm, durdum, ve geri döndüm. Gözüme takılan kitabın başlığı şuydu: "Kleopatra'nın Gizli Günlükleri." Dünyanın en ünlü aşıklarından birinin sırlarını öğrenme düşüncesi bana çok cazip gelmişti. Geçmişte işe yaramış diğer konulardan bazıları nelerdir? İnsanın içine şeytan girmesi, para, cinsellik, iktidar (güç), dinozorlar, UFOlar, skandal nitelikli aşk hikayeleri, seri katiller, uzaylılar, klonlama, bir kazadan sonra hayatta kalanlar, sonsuz gençlik - böyle başka bir sürü konu bulabileceğinizden eminim. Benim en hoşuma gidenlerden bazıları şunlar: adalet, ölümsüzlük, gizem, ve mumyalar. Bana bir piramidin içinde geçen gizemli bir hikaye verin, ister İndiana Jones olsun, ister Brendon Fraser ("Mumya"daki çocuk - gg), ya da Donald Duck (çizgifilm), hemen tüm dikkatimi veririm. Karşı koyamam bile. Bu nedenle sizi ve ulaşmak istediğini seyircileri gerçektenden büyüleyecek konular bulmanız son derece önemlidir. Her hal ve kârda, hikayenizin, kendi başına bile merak uyandırıcı olan bir konuda olması işinizi çok kolaylaştırır. Büyüleyici konuyu bulmak, sizi, hikayenizin aslında ne hakkında olduğunu keşfetmeye iten şeylerden biridir. HARİKA BAŞLIK nedir? Harika bir başlık size hikayenin ne hakkında olduğunu - büyüleyici konuyu söylemekle kalmaz, aynı zamanda eserinizin türünü (janr) de belirtir, yani o türle bağlantılı olarak iştahınızı kabartır. Bir gerilim, gizem, aşk hikayesi, macera vb. ile bağlantılı duyguları uyandırır. Bu farklı türlerin her biri, farklı bir duygusal macera başlatır. Büyü iyi bir konudur. Konusu büyü olan bir eser için "Merlin" iyi bir başlıktır (isimdir) çünkü Merlin bu olayla bağlantılıdır. Kıyamet de bir başka popüler konudur. "Armageddon" da bu konu için iyi bir başlıktır (Armageddon, İncil'de kıyameti anlatmak için kullanılan bir sözcüktür - gg). Bu sözcüğü duyar duymaz eserin dünyanın sonu ve bu olayla bağlantılı olaylar ve duygular ile ilgili olduğunu anlarız. Felaketler. "Titanik"ten daha iyi bir isim mi olur? Kayıp medeniyetler. "Atlantis" herşeyi anlatıyor. Cinayet. İşte bu benim favorilerimden biri: "Kara Dul". Harika bir film değil ama harika bir isim. 400

Başka bazı güzel film adları: "Aşık Şekspir". Derhal ilgilenmeye başladım. "Mükemmel Cinayet" ("The Perfect Murder"). Gördüm. "Altıncı His", "Roswell", "Acil Servis" ("ER"), "Kızları Öp", "Yıldız Savaşları", "Gladyatör", "Jurassic Park", "Mumya", "Harry Potter ve Ateş Kadehi". Sanın aldım. "Titanik", "Roswell", "Altıncı His" gibi sözcükler, belirli bir konudaki önemli olaylarla ilişkilendirilmiş sözcüklerdir. Ve seyirciye, bu filmde hissetmeyi bekleyecekleri duyguları teşhis etmelerinde yardımcı olur. (Bizden bir örnek "Çanakkale" olabilir - gg). Harika bir başlık (isim) bulmak sizi konuyu ve türü (janr) - seyircier tarafından deneyimlenen duyguların kaynağını - keşfetmeye zorlar. Eğer bir başlık (isim), önceden bilinmek istenen herşeyi söylüyorsa, o zaman çok iyidir. Harika bir başlık bulduğunuzda, sizi bir keşif (REVELATION) gibi çarpar. Çok heyecanlanırsınız. Çok iyi bir başlığınız ve büyüleyici bir konunuz varsa, yolun yarısını katettiniz demektir. Üçüncü unsur, TETİKLEYİCİ OLAY'dır. Tetikleyici olay, sorunun başlangıcı ya da nedenidir. Eylemin (aksiyonun) nedenidir. Hikayede, bu olay nedeniyle aksiyona geçilmesi gerekir.        

Teksas eyaleti büyüklüğündeki bir astroid dünyaya çarpmak üzeredir. Harekete geçilmelidir. Astroidin yok edilmesi ya da yönünün değiştirilmesi gerekmektedir. Mahallede bir seri katil vardır. Harekete geçmek gerekmektedir. Adam yakalanmalıdır. Evin kapısının önüne bir bebek bırakılmıştır. Bebeğe bakılması gerekmektedir. İstilacı bir orduyla savaşılmalı ve ordu yenilmelidir. Patlayan bir volkandan kaçılması gerekmektedir. İnsan yiyen bir köpek balığının öldürülmesi gerekmektedir. Büyük bir yangının söndürülmesi gerekmektedir. Korkunç bir hastalık tedavi edilmelidir, vs.

Eğer bir konuda ŞİMDİ harekete geçilmesi gerekiyorsa, bunun tetikleyici bir olay olduğunu bilirsiniz yani bir sorun varsa ve bununla ilgili olarak yapılacak bir şey söz konusuysa. Tetikleyici olayın ne olduğunu bulmak sizi, hikayenizin sunduğu sorun ile yüzleşmeye zorlar. Hikayeler sorunlar hakkındadır. Bu bütün hikayelerin ön koşuludur. Elinizde bir sorun vardır ve bu sorun çözülür. Bu durum (sorun) hikayenin olmazsa olmazlarındandır - o olmadan bir hikaye de olmaz. Hikaye ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, bir soruna odaklanır. O hikayedeki herkes de bir biçimde bu olayla ilgili (bağlantılı) olur. Ve hikayedeki herkesin yaptığı herşey bir biçimde bu olayın sonucunu etkiler. Bu sorunun ortaya nasıl çıktığını ve nasıl çözülebileceğini göstermek, hikayenin ruhunu oluşturur. OLTA, sorunun benzersiz bir yönüdür ve ilginç olasıklara işaret eder. Sorunu çevreleyen özel bir koşuldur ve kaybedilecek şeyleri (ÖDÜL; "STAKES") ve ilgimizi artıran bir şeydir.      

Susan bir süpermarkette değil de Bermuda Şeytan Üçgeni'nde kaybolur. Yanardağın teki çölün ortasında değil şehrin göbeğinde patlar. Bir bebek sevecen bir bakıcının değil de üç bekar erkeğin kapısının önüne bırakılır. Bahtsız aşıklar bir kilisede değil de Titanik'te karşılaşırlar. Bir kadın kaçırıır ve kocası fidyeyi ödemeyi reddeder. Şeytan, ergenlik çağındaki bir kızın bedenine girer.

Kanca, tehtidi daha tehlikeli ve merak uyandırıcı yapan bir güçlüğe işaret eder. Öldüren Cazibe'de (Fatal Attraction) başarılı bir avukat, sıradan bir "öteki kadın"la değil de güzel bir psikopatla evlilik dışı bir ilişki yaşar. Olta'yı bulmak sizi, hikayenizin benzersiz olan tarafıyla yüzleşmeye iter. Bu, hikayenizi taze yapan benzersiz bir özelliktir. Sorunu saptar ve güçlüğü iyice vurgularsınız. İşte o meşhur dört unsur bunlar: Büyüleyici bir konu, harika bir isim, tetikleyici olay ve olta. Bunların hepsi bir kaç kelime ile ifade edilebilir. Eğer bir parlak bir fikir yaratacaksanız, bu dört unsurun işinize çok yaradığını göreceksiniz. Bu yazının ana fikri, bu unsurlardan faydalanarak son derece güçlü bir tohum üretebileceğinizdir. Bu tohum sadece harika bir hikaye yaratmanıza yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda sürecin en başında (yapımcıya) ve en sonunda (seyirciye) hikayenizi satmanızı da sağlayacaktır. yazan: James Bonnet posted by gezgin @ 6:37 PM

0 comments

401

Cuma, Aralık 01, 2006 "İYİLİK MERKEZİ" Aşağıda, McKee'nin "Story" adlı kitabından bir bölümün çevirisi yer alıyor. Hikayenizin merkezine kimi ve nasıl yerleştireceğinizi anlatan bir bölüm bu. Uzun süredir siteye koymak istiyordum. Kısmet bugüneymiş. *** Hikaye başladığı zaman izleyici, bilinçli ya da içgüdüsel olarak, hikaye dünyasının ve karakterlerinin değer-yüklü (iyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, yanlışlık, doğruluk vb. gibi değerler - gg) manzarasını inceler. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, değerli olan şeyleri değersiz şeylerden ayırmaya çalışır. Seyirci "İyilik Merkezi"ni arar. Bunu bir kere bulduktan sonra duygular ona doğru akar. İyilik Merkezi'ni aramamızın nedeni, herbirimizin kendimizin iyi ve doğru (haklı) olduğunu düşünmesi ve pozitif olanla özdeşleşmek istememizdir. Ruhumuzun ta derinliklerinde kendimizin kusurlu, belki de çok kusurlu olduğunu biliriz, ama buna rağmen, bir biçimde, en azından kalbimizin iyi (doğru yerde) olduğunu düşünürüz. En kötü insanlar bile kendilerinin iyi olduğuna inanırlar. Hitler kendisinin Avrupa'nın kurtarıcısı olduğunu düşünüyordu. İyilik Merkezine mutlaka kahraman ("protagonist") yerleştirilmelidir. Diğerleri de bunu paylaşabilir, çünkü biz birden fazla karakter ile özdeşleşebiliriz, ama kahraman ile mutlaka özdeşleşmeliyizdir/duygudaşlık kurmalıyızdır. Bununla birlikte İyilik Merkezi ille de "hoşluk" ("niceness") anlamına gelmez. "İyi", ne olduğu kadar ne olmadığı ile de tanımlanır. Seyircinin bakış açısına göre "iyi", olumsuzlukla ilişkili olarak ya da olumsuz bir artzemine ("bacground") bakılarak belirlenen bir şeydir. "İyi olmadığı" düşünülen ya da hissedilen bir evrene nazaran belirlenir. BABA ("THE GODFATHER"): Bu filmde sadece Corleone ailesi kokuşmuş değildir, diğer mafya aileleri de öyledir. Hatta polis ve hakimler bile rüşvete ve yolsuzluğa boğazlarına kadar batmıştır. Bu filmdeki herkes ya bir canidir ya da bir cani ile akrabalığı vardır. Ama Corleonelerin olumlu bir özelliği vardır: sadakat. Diğer mafya klanlarında herkes birbirini sırtından bıçaklamaktadır. BU da onları çok ama çok kötü insanlar yapmaktadır. Baba'nın ailesinin sadakati ise onları "iyi" kötü insanlar yapmaktadır. Bu olumlu özelliği fark ettiğimiz zaman, duygularımız ona doğru yönelir, ve kendimizi gangsterlerle bir duygudaşlık içerisinde buluruz. KUZULARIN SESSİZLİĞİ ("SILENCE OF THE LAMBS"): Romanın ve senaryonun yazarları Clarice'i (Jodie Foster) olumlu odak noktasına yerleştirirler, ama Hannibal Lecter (Anthony Hopkins) etrafında da ikinci bir İyilik Merkezi oluştururlar ve seyircinin duygularını ikisine doğru çekerler. İlk olarak Dr. Lecter'a hayranlık uyandırıcı ve arzu edilen özellikler atfederler: çok büyük bir zeka, acı bir mizah duygusu, centilmence bir cazibe, ve en önemlisi sakin bir kişilik. Bu kadar cehennemî bir dünyada yaşayan bir insan nasıl bu kadar sakin ve nazik kalabilir diye merak ederiz. Daha sonra yazarlar, bu nitelikleri başka zıt niteliklerle vurgulamak ("counterpoint") için Lecter'ın etrafında zalim, sinik ("cynical") bir dünya kurarlar. Lecter'ın hapishane psikiatristi bir sadist ve şöhret düşkünüdür. Gardiyanları gerizekalıdır. Hatta kafa karıştırıcı bir davada Lecter'ın yardımını isteyen FBI bile ona yalan söyler, onu Carolina adasındaki açık cezaevine göndereceklerini söyleyerek kandırırlar. Bir süre sonra şöyle düşünmeye başlarız: "Ne yapalım insan yiyorsa? Bundan daha kötü şeyler de var. Şimdi aklıma gelmiyor ama..." Artık Lecter ile bir duygudaşlığa ("empathy") girmiş durumdayız. Şöyle düşünürüz: "Eğer ben de yamyam bir psikopat olsaydım, tıpkı Lecter gibi olmak isterdim." (Robert McKee, STORY, 347-9) *** "Kurtlar Vadisi"nde neyin yanlış olduğunu anladınız mı? Eğer Polat'ı ve onun etrafındakileri "kahraman" olarak sunarsanız, kendisine rol model (davranışları örnek alınacak kişi) arayan gençler de kaçınılmaz olarak onun şiddet dolu davranışlarını taklit ederler. Bu, kaynattığınız zaman suyun buharlaşması, attığınız taşın düşmesi kadar kaçınılmaz, doğal, inkar edilemez bir sosyo-psikolojik gerçektir. Bu da sizi, eserin etkilerinden sorumlu kılar. "Ben diziyi yayınlarım, isteyen seyreder, isteyen seyretmez" 402

deyip bu bu sorumluluktan paçayı kurtaramazsınız. Hasta ruhlu ve kötü davranışlarda bulunan birilerini cilalayıp beğenilir haline getirmek, gençleri önce bedava uyuşturucu ile bağımlı yapıp sonra onları suça itmek kadar sizi sorumluluk altına sokar. Polat'ı "doğru" bir biçimde sunmanın belki de tek yolu, onu hafif dengesiz biri olarak betimlemekti. Yani Polat'ın kullandığı şiddet, ruhsal dengesizliğinin bir parçası olarak sunulsaydı ve devlet tarafından da bu özelliği için seçilmiş olsaydı, o zaman seyirciler Polat'tan bu kadar etkilenmezdi. Bu ruhsal dengesizliği sonucunda bazı masum insanları öldürse, ve bunlar için de cezalandırılsa, seyirci Polat'a bu kadar tapmazdı. Ama öyle olmadı. Cilalana cilalana kahraman statüsüne yükseltilen Polat ve adamları bilinçli olarak katliamlar yaptılar ve dizinin en sonunda da bütün bu yaptıkları yanlarına kaldı. Sonuçta çıkan anlam da şu oldu: "İyi bir dava için kötü davranışlarda bulunabilirsiniz." ("Sonuca giden her yol mübahtır"ın bir versiyonu). "İyi" olmanın, "hiçbir koşul altında kötü davranış sergilememek" olduğunu düşünmeyen geniş kitleler de bu göz alıcı önermeye balıklama atladılar. Herkesin "iyi"si kendine göre olduğu için, ortalık aniden "iyilerin savaşı"na döndü. Tıpkı bir yazımda (Bkz. "KORSAN: MÜYAP, BSA VE NOTTINGHAM ŞERİFİ") belirttiğim gibi, ürünlerinizi sunduğunuz toplumun ruhundaki bazı zaafları kaşıyorsanız, bazı iştahları ahlaksızca kabartıyorsanız, ve bunu para için yapıyorsanız, bunun sonuçlarındaki (hırsızlık, şiddet, yaralama, ölüm) sorumluluk payınızı göz ardı edemezsiniz. posted by gezgin @ 7:10 PM

0 comments

Perşembe, Kasım 30, 2006 DEDİN Mİ, DEMEDİN Mİ? Yazdığınız senaryonun son tahlilde "ne dediğine" dikkat edin. Kendinizi güzel bir hikayenin sarhoşluğu içinde kaybederseniz, alt metin olarak çok zararlı ve tehlikeli mesajlar verdiğinizi fark edemeyebilirsiniz. Hele yaptığınız iş bir biçimde yüksek reyting alıyorsa, ve görünürdeki (düz okumada ortaya çıkan) anlam da hoş ise, bu hatanızı fark etmeyebilirsiniz, ya da önemsiz zannedebilirsiniz. Ama yanlış mesaj Bağdat'tan döner, ve fatura eninde sonunda önünüze konur. Ne demek istediğimi örneklerle anlatayım: KURTLAR VADİSİ: Sahte bir kimlikle mafyaya sızan bir gizli servis elemanının mafyayı, yine mafya yöntemlerini kullanarak çökertir. GÖRÜNÜRDEKİ ANLAM: Genç bir gizli servis elemanı, kahramanca bir davranış sergileyerek, mafyaya sızar ve yine onların yöntemlerini kullanarak büyük zararlar verir. Büyük başarı! ALKIŞ! GİZLİ ANLAM: Kötülüğe kötülükle karşılık vereceksin. Şiddet kullanmak mübahtır, hatta sorunların çözümünde en etkili ve İYİ yoldur. Düşmanlarınla, onların kullandığı yöntemlerle mücadele edeceksin. Bu yöntemler ne kadar ahlaksız olursa olsun, fark etmez. Ne pahasına olursa olsun GÜÇLÜ olmak gerekir. GÜÇ, en önemli erdemdir. Yasaldışı yollarla elde edilmesi ise sorun değildir. SILA: Çocukluğunda ailesi tarafından şehirli bir aileye evlatlık verilen genç bir kız, Berdel edilerek zorla evlendirildiği, hatta kendisine tecavüz eden ağaya aşık olur. GÖRÜNÜRDEKİ ANLAM: Hayatta böyle şeyler oluyor. GİZLİ ANLAM: Berdel (yani kayınbiraderler arası kızkardeş alışverişi) kötü bir şey değildir, hatta kabul edilebilir bir şeydir. Onun için sesinizi kesin, dizinizi kırıp oturun, ey Türk kadınları! BİNBİR GECE: Genç bir kadın, oğlunu ağır bir hastalıktan kurtarmak için, kendisine bir gecelik 150 bin dolar teklif eden patronunun teklifini kabul eder. GÖRÜNÜRDEKİ ANLAM: Ne yapsın kadıncağız?! Oğlu için büyük bir fedakarlık yapıyor. Analar evlatları için herşeyi yaparlar, yapmalıdırlar! GİZLİ ANLAM: Para karşılığı cinsellik meşrudur. Hele de güçlü bir gerekçeniz varsa. *** Bir de ne dediğini bilen, düz okumaların yanı sıra alt metin okumalarına da dikkat eden bir başka örnek verelim:

403

TERMINATOR 2: Çocuk John Connor, kendisini korumak için gelecekten gönderilen robota (Arnold) insan öldürmeyi yasaklar. Hatta filmin en komik sahnelerinden biri bu konuşmanın geçtiği sahnedir. John Connor ve Arnold bir otoparkta konuşmaktadır. Vakit gecedir. John: Öyle kafana estiği gibi adam öldüremezsin. Arnold: Neden? Ben Terminatör'üm. John: Öldüremezsin dedim. Arnold: Neden? John: Öldüremezsin işte! Bu konuda bana güvenmelisin. Başka bir sahnede, John ve Arnold akıl hastanesine girmeden hemen önce John robotu durdurur ve insan öldüremeyeceğine dair yemin de ettirir! Ve bundan sonra hiçbir sahnede, filmin kahramanı (yani özdeşleşilen şahsı) olan Arnold, tek kişiyi dahi öldürmez, bunun için özel bir çaba gösterir. Oysa "Kurtlar Vadisi"nde, dizinin kahramanı (yani özdeşleşilen şahsı, yani davranışları örnek alınan kişisi) çatır çatır adam öldürür. Ne de olsa kötü adam ya ölenler, öyleyse tetiğe asılmakta bir mahzur yoktur. Henüz kişiliği yerleşmemiş, ahlaki değerleri oturmamış bir genç kuşak da, Polat kadar güçlü ve karizmatik olmanın yolunun, insanlara sorumsuzca şiddet uygulamak olduğunu düşünür ve ona göre hareket eder. Okullar genç Polatlarla dolar. Liselerde şiddet patlaması yaşanır. "Sıla"da da dizinin kahramanı olan genç kız, zorla evlendirildiği, sonra kendisini döven ve ona tecavüz eden zengin ve yakışıklı ağadan hoşlanıyor. Böylece "demek ki başlangıçta kötü gibi görünen olaylar ileride düzelebilir. Sabretmek lazım. Genç bir kadının özgür seçiminin, karakterinin bir önemi yoktur. İleride nasılsa evlendiği adamı sever" deniliyor. "Binbir Gece"de de acil bir maddi sıkıntı karşısında genç bir annenin para karşılığında cinsel birlikteliğe evet demesi anlatılıyor. Burada, izleyicilerin gözlerini kamaştıran ve gerçeği görmelerini engelleyen bir unsur var: annelik! Anneler çocukları için herşeyi yaparlar. Peki, soralım öyleyse: kaç paraya kadar bir başkasıyla yatmak mübahtır. Alt limit 150 bin dolar mı? 100 bin dolar olsaydı, yatması yanlış (kabul edilmez) mı olacaktı? Ya 50 bin? Ya 10 bin? Ya 100 dolar. Çok acil olsa, kadının 100 dolar için yatması mübah mı? Peki anne bir şekilde işsiz kalsa ve bu kez evine ekmek götüremeyecek duruma düşse, bu durumda da bedenini cinsel araç olarak sunması kabul edilebilir bir şey midir? Neden olmasın? Ekmek de hastalık tedavisi kadar elzem bir şey değil mi? Ya da okul gereçleri, oyuncaklar? (Herhalde bütün hayat kadınları bu diziyi seyrederken çok gülüyorlardır, bizim her gün yaptığımız şeyi bu kadar büyük bir ahlaki ikilem gibi sunuyorlar diye). Çocukları hastanelerin kanser koğuşlarında yatan, geceleri gündüzlerine karışmış genç anneler diziyi seyrederken ne düşünüyordur acaba? "Tüh ulan! Bu niye bizim aklımıza gelmedi?!" mi? Hiç sanmam. Yine de onlara bir sormak lazım... *** "Hey dostum, sen bu dizilerin reytingi kaç biliyor musun?!" diyebilirsiniz. Ben de size "biliyorum" derim. Ama doğruyu yapıp yapmamanın, doğru sözü söyleyip söylememenin reytinge bağlanmasının, özelde Türk televizyonculuğu, genelde de ahlaki hayatımız açısından çok vahim olduğunu da eklerim. Bazı reytingler yapılmamalıdır, bazı paralar kazanılmamalıdır, bazı "başarılar" elde edilmemelidir. Doğru olanı yapmak, bazen kaybetmeyi gerektirir. Ve tıpkı senaryo yazımında olduğu gibi gerçek hayatta da karakterinizi, ne dediğiniz değil, zor koşullar altında yaptığınız seçimler belirler. posted by gezgin @ 10:25 PM

4 comments

Çarşamba, Kasım 29, 2006 ANAKRONİSTİK BİR KAHRAMAN: MÜKREMİN ÇITIR Açıkçası dizinin ilk bölümü, tanıtımlarının bende uyandırdığı beklentiden daha kötü çıktı: hemen hemen sıfır dramatik olay, artı, bol bol eski usül ve artık güldürmeyen laf esprisi. TV dünyası, Yılmaz Erdoğan'ın onu son bıraktığı yerde kalmadı, ilerledi, hem de bayağı ilerledi. Bu da, ister inanın ister inanmayın, büyük ölçüde reyting canavarı sayesinde oldu. Diziler bu canavar sayesinde kendilerini belirli bir disipline sokmak zorunda kaldılar, kendilerine nispeten yüksek bir çıta belirlediler. Bu disipline uyamayanlar, TV tarihlerindeki yerlerini aldılar: "Çocuklar Duymasın"lar, Hamdi Alkanlar, Levent Kırcalar, Şahan Gökbakarlar, Beyazıt Öztürkler, Cem Davranlar, Haluk Bilginerler... Artık konserve kahkaha her türlü sitkomun ayrılmaz bir parçası (bkz. "Avrupa Yakası"). Batıda bile bunu kullanmayan dizi sayısı çok az. (Ben bir tek "Scrubs"ı hatırlıyorum. Her repliği GERÇEKTEN komik olan "Coupling"de bile kullanılıyordu) Yılmaz Erdoğan bu konuda kendine aşırı güvenmiş. Ya da seyircinin, 404

onun yokluğunda, yayınlanan diziler vasıtasıyla nasıl eğitildiğini görememiş. Avrupa Yakası gibi diziler sayesinde seyirci artık - komik olsun, olmasın - her diyalogdan sonra kahkaha duymazsa, rahat edemiyor. Eğer Yılmaz Erdoğan, dizisini reyting canavarına yem yapmak istemiyorsa, mutlaka konserve kahkaha kullanmaya başlamak zorunda. Ayrıca, ilk bölümün konusu da, ilk bölüme yakışmayacak kadar yavan: "Mükremin Çıtır nerede?" Yani hiçbir çatışma yok, hiçbir dramatik durum yok, bu nedenle hiçbir hikaye (ilerleme) hissi yok. Sadece "bu arada Mükrimin neler yaptı?"nın açıklanması. Onun dışında varsa yoksa insanların acayip buna komik değil acayip denir artık - konuşmaları. Oysa bir ilk bölümün, hele bir dönüş bölümünün bomba gibi olmasını beklersiniz değil mi? Ama öyle değil. İnanın, dizi arasındaki 1 dakikalık Avrupa Yakası tanıtımları, dizinin tamamından daha fazla kahkaha aldı benden. *** Bir itiraf: Dizinin ilk reklam arasından sonra kanallarda gezerken, NTV'de İlber Ortaylı'ya takıldım (Papa'nın ziyareti hakkında konuşuyordu), ve bir süre Mükremin'e geri dönemedim! Reklamlar bittikten sonra bile! Anlayın artık! *** Dizinin kaderini bence önümüzdeki 2-3 bölümü belirler. Eğer Yılmaz Erdoğan senaryoyu toparlamayı başarır ve konserve kahkahaya başlarsa, şansı olur. Seyircinin sadakati diziyi bu haliyle 5 - 6 bölüm kadar belki sürükleyebilir. Ama dizi bu şekilde güldürMEmeye devam ederse, Yılmaz Erdoğan'ın dizisi düşük reytingden dolayı yayından kaldırılır. Bu da çok ayıp olur ama Mükrimin Abi! Şşş! posted by gezgin @ 2:07 AM

1 comments

Salı, Kasım 21, 2006 ROMANTİK KOMEDİNİN SIRLARI Aşağıdaki yazıyı, Hollis Gillespie'nin "Modern Romantic Comedy" başlıklı yazısından esinlenerek/alıntılayarak yazdım. Onda olmayan iki maddeyi ben ekledim. Ve film örneklerini de geliştirdim. 1) MÜSTAKBEL AŞIKLAR EN BAŞTA BİRBİRLERİNE KARŞI DUYARSIZDIR / BİRBİRİNDEN NEFRET EDER: Romantik komedi filmlerinde, genelde iki ana karakter vardır: bir kadın ve bir erkek ("Love Actually" gibi çok karakterli filmler istisna teşkil eder). Bu ikisi arasında, kendileri dışında herkesin fark ettiği bir cazibe bulunur. Bazı dış (ya da iç) sebeplerden dolayı bu ikisi, en başta romantik açıdan birbirleriyle ilgilenmezler. Film başladığı anda mutsuz oldukları (ya da nedenin bilmedikleri bir şeyden dolayı tam olarak mutlu olmadıkları) birer ilişkileri olabilir (örn. "Sleepless in Seattle", "You've Got Mail"). Hatta bazen birbirlerinden nefret bile edebilirler. "You've Got Mail" buna iyi bir örnektir: Meg Ryan ve Tom Hanks birbirlerinin ticari rakipleridir. Birbilerine diş bilemektedirler. Meg, Tom'un işini baltalamak için yürüyüşler düzenler, TV'de konuşmalar yapar, vs. Tom da açtığı büyük ve cazip kitap mağazası ile Meg'in işini fena halde baltalar. Birbirinden nefret eden aşıklara en iyi örnek "When Harry Met Sally"dir (1989). Hikayenin en başında Meg Ryan ile Billy Crystal beraber seyahat etmek zorunda kalırlar. Ve bu seyahat sırasında Meg, kadın ve erkek hakkındaki görüşlerinden ve bazı itici davranışlarından dolayı Billy'den nefret eder. Duyarsızlık ya da farkında olmama durumuna örnek olarak "Notting Hill" verilebilir: Julia Roberts Hugh Grant'ten tamamen habersizdir, Hugh ise Julia'nın bambaşka bir alemde yaşadığını düşünmektedir. 2) İLGİNÇ BİR ARAYA GELİŞ: Daha sonra hikayenin baş karakterleri ilginç bir biçimde bir araya gelirler. Zaten aslında filmin en başından beri romantik bir arayış ya da açlık (bunun farkında olabilirler de olmayabilirler de) içinde oldukları için bu son derece kolay olur. Ama yazar bu birleşmeyi ne kadar benzersiz ve ilginç bir biçimde yaparsa, hikaye izleyiciyi o kadar derinden etkiler Örneğin "Notting Hill"de önce Julia, Hugh'ın dükkanına girer ve bir kitap alır. Aralarında bir hoşlaşma olur ama bu bir ilişki başlatmaya yetmez. Daha sonra aynı gün Hugh, elindeki portakal suyu dolu bardağı, kazara Julia'nın üzerine döker. Julia başta çok kızar ama Hugh'un, üstünü değiştirmek için kendi evini kullanma teklifini kabul eder. Hugh'un evinde üzerini değiştiren Julia evden çıkar, ama bir çantasını unuttuğu için tekrar döner. İşte bu ikinci gelişte Julia kendine hakim olamaz ve bu yakışıklı genci öper. Bir ilişkinin başladığı artık kesindir. 405

"Pretty Woman"da da kahramanlarımız, bir adres sorma bahanesiyle bir araya gelirler. Son derece zengin bir işadamı olan Richard Gere, bir sokak fahişesi olan Julia Roberts'a adres sorar. Julia, adresi göstermek için adamın arabasına biner. Gösterdikten sonra parasını alır ve mekanına dönmek üzere yola çıkar. Tam bu sırada Richard Julia'dan geceyi kendisiyle birlikte geçirmesini ister. Ertesi sabah da o haftayı kendisiyle geçirmesini teklif eder. Eğer romantik karakterler birbilerinden en başta nefret etmeseler bile, hikayenin bir noktasında eninde sonunda nefret edeceklerdir (bkz. "MAHZUN AYRILIK" maddesi). 3) EĞLENCELİ BİRLİKTELİK: Kahramanlarımız ilginç bir biçimde bir araya geldikten sonra bir süre son derece eğlenceli zamanlar geçirirler. Bu eğlenceli zamanlar son derece önemlidir çünkü daha sonra meydana gelecek olan "Mahzun Ayrılık"ın yaratacağı hüzün, bu eğlenceli zamanların şiddetine bağlıdır. Bu dönemde çiftler çok farklı mekanlarda ve çok farklı aktiviteler halinde görülürler. Örneğin "Notting Hill"de Julia ile Hugh arkadaşlarının doğumgününe giderler, bir parka geceleyin gizlice girerler, sonra da sinemada beraber film izlerler - ama Hugh'un gözlerinde normal gözlüğü değil, dalgıç gözlüğü vardır! Bir keresinde de evin çatısında Julia'nın rolüne birlikte çalışırlar. "Pretty Woman"da Julia ile Richard beraber alışveriş yaparlar, yemek yerler, sonra jet uçağıyla başka bir şehre gidip opera seyrederler. "Shakespeare In Love"da Şekspir ve sevgilisi hem gizli gizli buluşup sevişirler, hem de herkesin gözü önünde yapılan oyun provaları sırasında flört ederler, ama kız erkek kılığında olduğu için bundan kimse şüphelenmez - hemen hiçkimse! 4) BÜYÜK YANLIŞ ANLAŞILMA ("THE BIG MISUNDERSTANDING"): "Must Love Dogs" (2005) filminde John Cusack ve Diane Lane parkta tanışırlar, hikaye ilerler, ilerler, ilerler, tam kritik bir anda John, Diane'in ikinci bir erkek tarafından öpülüşüne tanık olur ve kadının, kendisini öpen erkekten hoşlandığı sonucuna varır: BÜYÜK YANLIŞ ANLAŞILMA! Benzer bir durum "Pretty Woman"da da yaşanır. Bu yanlış anlaşılmasın sonunda Julia Roberts parasını alır ve Richard'ın hayatından çıkar. "Notting Hill"de William, film setinde Julia Roberts'ın kendisi William - hakkında söylediği şeyleri kulaklıklardan duyar. Bu yanlış anlaşılma sonucunda yaşanan da: 5) MAHZUN AYRILIK ("FORLORN SEPARATION"): "When Harry Met Sally"de, Meg ile Billy ilk kez birlikte olduktan sonra aralarına bir soğukluk girer ve ayrılırlar. "Notting Hill"de Julia ile Hugh, önce gazetecilerin Julia'nın William'ın evinde kaldığını öğrendikten sonra, sonra da dükkanda Julia'nın resim verdiği sahneden sonra (yani iki kez) ayrılırlar. Diğer romantik komedilerde bu ayrılık dönemi genelde bir montaj olarak gösterilir ("Notting Hill" bunu çok başarılı bir biçimde yapar: William'ın semt pazarının bir ucundan diğerine kadarki yürüyüşü kesintisiz tek bir çekimde yapılır ama 4 mevsim de bu tek çekimde verilir. Prodüksiyon ekibine helal olsun!). Her iki taraf da, yanlarında ruh-eşleri yokken, mahzun mahzun hayatlarına devam ederler. Bizim de içimiz yanıp tutuşur, "Noolur bir araya gelsinler!" diye dua ederiz. 6) İNANILMAZ RASTLANTI ("INCREDIBLE COINCIDENCE"): Romantik kahramanlarımız birbirlerinden ayrılmış, ama birbirlerini özlemektedirler. Ama öyle bir biçimde ayrılmışlardır ki artık birbirlerini tekrar görmek için girişimde bulunmaları - genelde gururlarından ya da fiziksel engellerden dolayı - neredeyse imkansızdır. Ya da girişimleri başarısız olur ("Sleepless In Seattle"da Meg Ryan, Tom Hanks'le gökdelenin tepesindeki buluşmaya geç gider). İşte bu noktada inanılmaz bir rastlantı, bu iki kahramanı bir araya getirir. Dualarımız kabul olunmuştur! "Pretty Woman"da bu, Richard'ın, kiraladığı kolyeyi, iade etmesi için otel müdürüne teslim ederken, ondan, kendisini - Richard'ı - götürecek şoförün Julia'nın nerede yaşadığını bildiğini öğrenmesidir. "Must Love Dogs"ta bu, Diane Lane'in babasının, kim olduğunu bilmediği John Cusack ile, onun inşa ettiği kayık ve daha sonra da hayat hakkında konuşması, sonra da bu konuşmadan bazı sözleri kızına aktarmasıdır. "Sleepless In Seattle"da bu rastlantı, Tom Hanks'in çocuğunun çantasını çatıda unutması ve Tom'un da çantayı almak için tekrar çatıya çıkması ve orada (kendisini bir daha asla görmeyeceğini zanneden) Meg'i görmesidir. "Shakespeare In Love"da bu, Romeo ve Juliet'in prömiyerinde Juliet'i oynayacak çocuğun sesinin kısılması ve tam da Gwyneth'in o oyunu izlemek üzere orada olmasıdır. 7) BÜYÜK JEST ("GRAND GESTURE"): İnanılmaz rastlantı sonucunda, sevgilisini ne kadar çok sevdiğini fark eden kahramanımız, normal hayatın akışını son derece bozan bir harekette bulunarak aşığına kavuşmaya çalışır. "Must Love Dogs"ta bu, Diane Lane'in John Cusack'a ulaşmak için nehre atlamasıdır. "As Good As It Gets"te bu, Jack Nicholson'ın - aslında hiç sevmediği halde - evden çıkma 406

cesaretini göstemesidir. "Notting Hill"de bu, Hugh Grant'in bin bir güçlükle Julia Roberts'ın olduğu otele gitmesi ve kendisini bütün bir medya ekibi önünde rezil edip ondan özür dilemesidir. "Kadınlar Ne İster"de bu, Mel Gibson'un Helen Hunt'ın evine gidip, kadınların aklından geçenleri okuma yeteneği ile elde ettiği bütün kazanımları kaybetme pahasına gerçekleri ona anlatmasıdır. "Shakespeare In Love"da bu, Romeo ve Juliet'in prömiyerinde Shakespeare ile Gwyneth'in sahnede Romeo ve Juliet'i canlandırmasıdır. Bu büyük bir jesttir zira o dönemde kadınların sahneye çıkması yasaktır! "Pretty Woman"da bu, Richard'ın Julia'nın apartmanının önüne gidip, bir "şovalye" gibi onun bulunduğu kata yangın merdiveninden çıkmasıdır. Bu hareketi "büyük jest" yapan şey Richard'ın aslında yükseklerden çok korkmasıdır. *** İşte böyle. Romantik Komedi (İngilizce'de artık bunlara ROMCOM deniyor, fena fikir değil, Türkçe'ye de uygun: romkom) hikayelerinin kaçınılmaz yapısal özellikleri bunlar. Siz de yazdığınız romkomlara bu öğelerden bazılarını - ama mutlaka yaratıcı bir biçimde - eklerseniz, seyircinin beğenisini mutlaka kazanırsınız. Demedi demeyin... *** ÖDEV Aşağıdaki filmleri, yukarıda anlatılan bilgiler ışığında inceleyiniz. Bu yazıda belirtilmeyen noktaları da siz bulun - bana da haber verirseniz, burada yayınlayabilirim. (Birincil ve ikincil listedeki filmlerin DVD arşivinizde bulunması şiddetle tavsiye olunur). Birinci(l) Liste 1) You've Got Mail. 2) Notting Hill. 3) Sleepless in Seattle 4) Pretty Woman 5) When Harry Met Sally 6) What Women Want 7) As Good As It Gets 8) My Best Friend's Wedding 9) Shakespeare in Love 10) How To Lose A Guy in Ten Days İkinci(l) Liste 11) 12) 13) 14) 15) 16) 17) 18) 19) 20)

My Big Fat Greek Wedding There's Something About Mary Runaway Bride Maid in Manhattan Two Weeks Notice Wedding Crashers Bridget Jones' Diary Jerry Maguire Four Weddings and a Funeral Love Actually

Üçüncü(l) Liste 21) 22) 23) 24) 25) 26) 27) 28) 29) 30)

Forces of Nature Kate and Leopold Nine Months Liar Liar Moonstruck The Wedding Singer Bruce Almighty Green Card Shallow Hal While You Were Sleeping

*** 407

Yerli bir liste sanırım Emel Sayın, Metin Akpınar-Zeki Alasya, Gülşen Bubikoğlu-Tarık Akan, vs.li filmleri içerirdi. Ama bunların DVD'lerini bulmanız pek zor. TV'de rast gelirse kaçırmayın, izleyin, derim. *** BAYANLAR DİKKAT: LÜTFEN BUNLARI EVDE DENEMEYİN! Romantik Komedi filmleri ne yazık ki, bayanlar tarafından, bilinçli ya da biliçsiz (i.e. bilinçaltı düzeyde) olarak, gerçek ilişkilerinin seyrini tespit etmekte bir ölçüt olarak kullanılabilmektedir. Gerçek bir ilişkide neyin nasıl olması gerektiğini, bu filmlere bakarak belirledikleri defalarca gözlemlenmiştir. Bayanlar! Bu filmlerde anlatılanlar çok hoş olmakla birlikte büyük oranda "gerçek dışıdır"! Bu filmlerdeki erkekler de hayal mahsulüdür. Gerçek erkeklerle karşılaştırıldıklarında, bu filmlerdeki karakterler romantik açıdan neredeyse insan-üstüdürler. Yani, bu filmlerde Tom Hanks, John Cusack, ya da Mel Gibson'ın canlandırdığı karakterleri biz sıradan ölümlülerle karşılaştırıp erkekler hakkında hüküm vermeyin. Bu kadar yüksek beklentileri, gerçek erkeklerin karşılaması im-kan-sız-dır! Bu filmleri izleyin, bu filmlerde eğlenin, ağlayın, sevinin. Ama bu filmlerde gördüklerinizi gerçek hayattaki erkeklerden pek fazla beklemeyin. Sonra çok üzülürsünüz! :) *** Bir arşivlik yazı daha... Buna bir ara ara vermem lazım ;) posted by gezgin @ 12:54 AM

0 comments

Pazar, Kasım 19, 2006 "24"Ü NEDEN SEVİYORUZ CNBC-E'de yayınlanan "24" dizisini biliyorsunuzdur... Hani şu ünlü "Anti-Terörism Birimi"nin (CTU) sıradışı elemanı Jack Bauer'in maceralarının anlatıldığı dizi. Dizi, ilk sezonundan beri bütün dünyada en çok beğenilen dizilerden biri haline geldi. Türkiye'de İngilizce bilen "mutlu azınlık"ın (!) seyrettiği CNBCE'de yayınlanıyor birkaç yıldır. Bir ara birinci sezonu ATV'de de yayınlandı. Ama genelde gece yarılarından sonra. Peki bu dizi neden bu kadar tutuluyor? Bu sorunun tek bir cevabı yok. Bir çok unsurdan oluşan bir cevabı var. Bir kere dizi, aksiyonu garanti olan bir konuyu seçmiş: Anti-Terörizm. Bu da izleyicilerin merakla beklediği patlamalar, kovalamacalar, silahlı çatışmalar, ve kritik zamanlarda verilen kritik kararlar için bulunmaz bir kaynak anlamına geliyor. Yani dizi en başta kendisine seçtiği genel alanla (Anti-terörizm) turnayı gözünden vuruyor. Dizinin merkezindeki karakter de, sinema ve TV izleyicilerinin bayılacağı biri: Vatanını seven, ailesine sadık, insanların iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen, yakışıklı, yetenekli, bilgili, güçlü, alçak gönüllü, kafasına koyduğunu yapan, doğru bildiği şeyi uygulamak için gerekirse bütün kuralları çiğneyebilen biri: Jack Bauer. Bu karakterin etrafındakiler de Jack kadar olmasalar da yine vatansever, yetenekli, bilgili insanlar. Zaman zaman fikir ayrılıklarına düşseler de aynı amaç için varlarını yoklarını ortaya koyuyorlar ("Attractive Fantasy"). Bu insanların, teröristleri zamanında engellemek için ellerinden gelen herşeyi yapışlarını seyretmek ayrı bir zevk. Dizideki kötü adamlar da asla sıradan insanlar değil. Genelde tehdit yüzbinlerce insanın hayatını ilgilendiriyor. Nükleer bombalardan biyolojik silahlara kadar herşeyi kullanacak kadar gözü dönmüş insanlar oluyor. Amaçlarına ulaşmak için arada insanları çerez gibi harcıyorlar, acıma, merhamet duyguları yok. Ama genelde hepsinin kendine özgü ve güçlü nedenleri de var. Yani "Biz manyağız, 408

bunun için insanları öldüreceğiz" (Bkz. GORA) gibi bir tavır içinde değiller. Bir davaları var. Sadece bu davaları yüzbinlerce insanın ölümünü gerektiriyor, o kadar (!). Ama jack Bauer'ın ve CTU'nun buna izin vermesi mümkün değil. Dizide mütemadiyen hainler var. Bazen CTU'nun içinden birileri, bazen Başkan'ın en yakın danışmanı olabiliyor bu hain. Ve kimliği ortaya çıkana kadar büyük zararlara yol açabiliyor. Hikayede kimin kime güveneceğini şaşırtmanın ve işleri zorlaştırmanın en iyi araçlarından biri bu hainler. Zaman zaman dizideki iyi insanlar da büyük baskılar altında arkadaşlarına ihanet etmek zorunda bırakılıyorlar. Bir de hain olmadığı halde, sırf işini kuralına uygun yapmak istediği için, Jack Bauer'a engel olan tipler var. Burada "trajedi" sözcüğünün tam karşılığını görüyoruz: İyi bir sonucu elde etmek için mücadele eden iki iyi insan ("İki olumlu değerin çatışması"). Genelde doğruyu hep Jack yapıyor oluyor, ama ona engel olmaya çalışanı da çok iyi anlıyoruz. Bu insanlar yüzünden Jack hem gerçek düşmanları ile, hem de kendi meslektaşları ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Büyük kararlar ise, bu dizinin en hoşuma giden yönlerinden birini oluşturuyor. Dizinin önemli karakterleri sürekli olarak çok önemli konularda kararlar almak zorunda kalıyorlar. Ve bu kararlar bir çok insanın hayatını etkileyecek nitelikte oluyor: Bin kişi mi ölsün, yüz binlerce kişi mi? Sadece karın mı ölsün, yoksa onlarca yabancı mı? Jack bazen ne yardan ne serden geçerek bizi şaşırtıyor. Yazarların köşeye sıkıştırdığı izleyiciyi, yeni seçenekler bularak mest ediyor. Bize siyah-beyaz diye sunulan seçeneklerin dışında başka seçenekler de olabileceğini hatırlatıyor. Dizide kullanılan teknoloji de çok etkileyici. Dizinin sıkı takipçileri olayı o kadar özümsemiş durumda ki, örneğin, Jack'in bir çipte saklı bilgiye ihtiyacı olması durumunda, "Şimdi Chloe'yi arar, o da bu çipteki bilgileri çözer" diye düşünüyor artık otomatik olarak. İnsanların yerlerinin cep telefonları sayesinde noktasal olarak tespiti, vakayı âdiye artık. Dizinin sürekli omuz kamerası ile (SONY HDR - FX1 kullanılıyormuş çekimlerde, biliyor muydunuz? HD çekiliyor yani...) çekilmesi, dizinin içeriği ile örtüşüyor. (Ama çoğu aile dramaları olan Türk dizilerinin de sürekli omuz kamerası ile çekilmesini bir türlü anlayamıyorum. Tripodu taşımak zor mu geliyor? Yoksa senaryodaki düşük ritmi aktüel kamera ile telafi etmeye mi çalışıyorlar?). Müzikleri de gerçekten çok iyi. Ekranın bir kaç parçaya bölünüp aynı anda gerçekleşen olayları vermesi de dizinin temel konsepti ile son derece uyumlu bir uygulama. "Color correction" da çok hoş. Artık tıpkı "Matrix"de olduğu gibi bir "24" tarzından kesinlikle bahsedebiliriz. Dizinin en hoş taraflarından biri, yaratıcı fikirleri. Bir örnek vereyim: Jack'in yardımcısının koluna, biraz sonra havaya ölümcül bir virüs salacak ufak bir alet bağlıdır. Bu aletin o koldan çıkarılması imkansızdır. Jack ne yapar? Yardımcısının kolunu keser! Ve aleti etkisiz hale getirir... Ya da teröristlerin son isteklerinden biri, dizi boyunca Jack'e engel olarak bizi gıcık eden Ryan Chapell'in, bizzat Jack tarafından öldürülmesi olur! Ve Jack de, kendi istediği için değil, teröristleri engellemek için amirini, kafasına sıktığı bir kurşunla vurur. İzleyicinin bu kadar yaratıcı bir şekilde rahatlatıldığını ve aynı zamanda rahatsız edildiğini hiç hatırlamıyorum. Dizinin başarılı olma nedenlerinden biri de, hiç ummadığınız insanları dan diye öldürülmesi. "Bu adam/kadın dizinin temel karakteridir, buna bir şey olmaz" diyebileceğiniz bir kimse yok bu dizide - Jack Bauer hariç. Herkes gidebilir. Herkes. Bu da dizinin sürekli olarak kan tazelemesi ve diziye yeni ve ilginç karakterlerin katılması anlamına geliyor doğal olarak. *** Dizinin en temelde Amerikan iç pazarına hitap ettiğini, bu nedenle Amerikalıların (özellikle de 11 Eylül'den sonra kabaran) korkularını kaşıdığını, ve büyük ölçüde bu sayede prim yaptığını söylemeye gerek yok. Bu doğrultuda Amerika'nın dünyadaki yeni düşmanları dizide sık sık arz-ı endam ediyorlar. Dizinin 24 saatlik bir zaman kısıtlamasının olması, en önemli karakterlerin derinlemesine bir şekilde işlenmesine olanak tanımıyor. Jack hariç kimsenin özel hayatı hakkında detaylı bilgi edinemiyoruz. Bu nedenle kötü adamlar da genelde birer karikatürden öteye gidemiyor. Dizinin amacı da kötü adam analizi değil zaten. Dizi, elinde büyük bir koz olan zeki bir kötü adamın alt edilişini anlatmak üzere yola çıkıyor, derin siyasi tahliller yapmak için değil. Ve amacına da ulaşıyor. "Amerikalılar yabancıları/doğuluları/vb'yi hep böyle görüyorlar işte!" diye sinirlenmenin alemi yok. Bir Amerikan dizisi izliyoruz zaten! Ama eğer ortalama Amerikan zevzekliklerini devre dışı bırakan zihinsel filtrelerinizi (zihinsel "pop-up blocker"larınızı) çalıştırabilirseniz, "24" son derece keyifle izlenen bir dizi. Her hafta şaşırtmayı başarıyor. Bu da az iş olmasa gerek.

409

posted by gezgin @ 1:05 AM

5 comments

TIKANIK BEYİNLERE AÇILIŞ ÇARELERİ Tıkanmış lavobonuza ne yapacağınızı biliyorsunuz. Peki tıkanmış beyninize ne yapacaksınız? Aşağıda, yabancı bir blogger'ın çok itibar gören bir yazısını kısaltarak ve biraz dönüştürerek veriyorum. Umarım işe yarar. 1) Sizin yazmakta olduğunuz şeyle aynı türde (janr) olmayan ve sevdiğiniz bir şeyi seyredin/okuyun. Böylece kendinizi o şeyle rekabet içinde de hissetmezsiniz. Bu gerçekten de çok ama çok sevdiğiniz bir şey olsun... O şeyin muhteşemliğini yaşayın sadece... Burada amaç, içinizdeki eleştirmeni kapatmak ve sevgiyi harekete geçirmektir. Şoför koltuğunda "içinizdeki eleştirmen" otururken hikaye yazamazsınız. 2) Çok uyuyun. Bu herkes için geçerli olmayabilir, ama uykunun güzel olduğu kesindir. 3) Bir dağa tırmanın, ya da tamamen fiziksel olan bir şey yapın. Bu da beyninizdeki eleştirmeni kapatır ve sizi bilgisayarın başına oturMAmaya zorlar. Böylece içinizdeki hikayeci serbest kalır ve hemen yazmak zorunda olmadığı bir sürü yaratıcı şey bulur. 4) Deponuz boşalmış. Onu yeni ve heyecan verici şeylerle doldurun. Çılgın sanat eserleriyle ilgilenin. Bir müzik dükkanında acayip enstrümanlar deneyin. Arabanızın kullanma kılavuzunu okuyun. Kütüphaneye ya da kitapçıya gidin ve hayatta almayacağınız, hatta yüzüne bile bakmayacağınız kitaplar alın. Aman Tanrım, sizin bu konuda benden çok daha fazla fikriniz vardır, gidip onları yapın. 5) Arkadaşlarınızı arayın! Onlarla dışarı çıkıp sohbet edin. 6) Trene binin. Sizin hareket etmenizi (yani, araba sürmenizi) gerektirmeyen bir yolla başka bir yerlere gidin. 7) Şu yöntem çok "kötü" ("evil") ama aynı zamanda harikadır: Yeni bir dosya açın ve yazmakta olduğunuz şeyi tekrar, son müsveddenize bakmadan yazın!... O hikaye üzerinde o kadar çok uğraşıyorsunuz ki, artık onu yazmaya hazırsınız. O şeyi yazma konusunda bir profesyonel olmuşsunuz, ama artık onu yazmanıza izin vermiyorsunuz, sadece sürekli olarak o ilk müsveddeyi düzeltiyorsunuz. Hikayeyi tekrar yazın. Karakterlerinizin konuşmasına izin verin. Aynı sohbeti yapmaktan bıkmış usanmışlar zaten. Eğer aynı sahneyi tekrar yaşama şansları olsaydı ne yaparlardı acaba? 8) Harika birşeyi inceleyin... Parçalayın, şemasını çıkartın, yapısını anlamak için onu tekrar tekrar izleyin/okuyun. Sonra o hikayeyi hafızadan tekrar yazın. 9) Sevdiğiniz şeylerin bir listesini yapın. Bu çok basittir ama gerçekten de çok işe yarar. 10) Başka bir şey yazın. Bu da çok işe yarar. Ne olursa olsun yazın. Örneğin, "yazabiliyor olsaydınız ne yazardınız"ı ve "bunun ne kadar harika olacağını, çünkü şunu, şunu, şunu ve şunu yapacağınızı" yazın... Bir yazar olduğunuz için, kısa bir süre sonra bu düğümü çözmüş olursunuz. 11) Kendinize, karşı nazik davranın. Tıpkı çok önemli ve zor bir şey yapmaya çalışan endişeli ve üzgün bir arkadaşınıza davranacağınız gibi. "Bugünkü Yazı Ödevini Yerine Getirmediği" için, "İşini Salladığı" için, ve "Yazdıkları Yeterince İyi Olmadığı" için kırbaçla dövülmesi gereken ve cehennemin dibindeki bir köşede yaşayan bir zebani dölü gibi değil. Geber cehennem dölü, geber! Acı içinde kıvranıp ölmelisiiiiinnn!!! Aaaarrrggggh! Hayır, hayır, hayıııır... nazik olun. Sevgili arkadaşınıza bir fincan çay (ya da bir içki) verin, yemekten hoşlandığı şeyler sunun ona, işlerin iyi ve kötü giden tarafları hakkında söyleyeceklerini dinleyin, sık sık ona kendisinin ne kadar HARİKA biri olduğunu hatırlatın, o da kendine gelecek, kendine şöyle bir çeki düzen verecek, ve bir kahraman gibi yazı işinin başına dönecektir. İşte tıkanma olayıyla böyle başa çıkılır. Kaynak: http://bootstrap-productions.blogspot.com/2006/11/youre-up-at-bat.html KEN LEVINE'in eki: 410

12) Duş alın. Fikirler, gevşediğinizde daha kolay bulunur, duş almak da zihninizi özgür bırakmanın harika bir yoludur. posted by gezgin @ 1:01 AM Pazartesi, Ekim 30, 2006

1 comments

"BU DA GEÇER" DEMEYİN! İyi filmlerin bir özelliği de, başlamaları ile bitmelerinin bir olmasıdır. Yani filmin başına bir oturursunuz, bir bakmışsınız yazılar akmaya başlamış. Bu tür filmler yağ gibi kayar gider. Oysa o kadar çok olay görmüş, o kadar çok insan tanımış, bir o kadar da farklı mekana gitmişsinizdir ki film boyunca! Ama film size bunları son derece doğal, organik bir biçimde sunmuştur, öyle ki hiç yadırgamamışsınızdır. Bunu sağlamanın en birinci yolu, hikayenizin sağlam bir "neden-sonuç" ilişkisi içermesidir. Yani hikayenizde ortaya çıkan kişi ve olayların çok mantıklı nedenlerle orada olması, ve yaşanan sonuçların da kaçınılmaz (ama ilginç) olması gerekmektedir. Yaşanan sonuçlar açısından, eğer seyirci "Ama bu çok mantıksız, normal insan öyle değil de böyle yapar" diyorsa, hikayeniz inandırıcılık açısından bir zaafiyet içerisinde demektir. Ya da filminizde olan her olay son derece mantıklı ama ilginçlikten uzaksa (bazı yarım akıllılar bu konudaki beceriksizliklerine "sinemada gerçeklik" savunmasını getiriyorlar) o zaman da sıkıcı bir senaryo yazdınız demektir. Karakterlerin olaylar karşısındaki tepkileri, sinema salonunun kapısının dışındaki hayattan bayağı farklı olmalıdır. Eğer olmazsa, seyircileri o kapıdan içeri sokamazsınız. Dışarıda bedavası var çünkü! Ama sağlam bir neden-sonuç ilişkisi de tek başına, "yağ gibi kayan" hikayeler oluşturmaya yetmez. Filmin temel birimi olan sahneler arasında da nedensel, yumuşak, ve en önemlisi anlamlı geçişler olmalıdır. Bir sahne bitince, ekranda görünen en son şey ile, yeni sahnede ekranda görünen ilk şey arasında anlamsal bir bağlantı varsa, seyirci filmden çok daha büyük bir zevk alır. Ben bile "vay be, adamlar geçişler için bile kafa yormuş, helal olsun" diyorum böyle geçişler görünce ve daha da keyifleniyorum. Peki bunu nasıl yapıyorlar? Yani bu anlamsal bağlantıları nasıl buluyorlar? "Yaratıcılıkla" diyeceksiniz. Eh, kısmen doğru. Ama her yaratıcılığın temelinde, yaratıcılıkla hiç ilgisi olmayan (daha doğrusu, eski kuşakların yaratıcılıklarının yerleşmiş ve kanıksanmış hali olan) TEKNİK BİLGİNİN bulunduğunu unutmayın. Evet, sahneler arası geçişte de böyle bir teknik bilgi birikimi var. Aşağıda bu bilgilerin anlatıldığı bir liste veriyorum. Bu liste Robert McKee'nin "STORY" adlı kitabında anlatılan (s: 301) bir bölümden ("Principle of Transition") alınmıştır. GEÇİŞLER 1) Bir Karakter Özelliği Benzer: Şımarık bir çocuktan, çocuksu bir yetişkine geçiş. Zıt: Acayip görünümlü bir kahramandan şık görünümlü bir düşmana geçiş. 2) Bir Eylem Benzer: Ön sevişmeden, sevişme sonrasına geçiş. Zıt: Gevezelikten soğuk bir sessizliğe geçiş. 3) Bir Nesne Benzer: Bir seranın içinden ormana geçiş. Zıt: Kongo'dan Antartikaya geçiş. 4) Bir Sözcük Benzer: Bir sözcüğün ya da cümlenin bir sahneden diğerine tekrarlanması. Zıt: İltifattan lanetlemeye geçiş. 5) Bir Işık Özelliği Benzer: Gün doğumundaki gölgelerden, gün batımındaki gölgelere geçiş. Zıt: Maviden kırmızıya geçiş. 6) Bir Ses Benzer: Bir sahile vuran dalgalardan, uyuyan birinin nefes alıp verişine geçiş. Zıt: İnsanın derisini okşayan bir ipekten, dişlilerin gıcırtısına geçiş.

411

7) Bir Fikir Benzer: Bir çocuğun doğumundan, uvertüre (klasik müzik parçalarının giriş bölümü) geçiş. Zıt: Bir ressamın boş bir tuvalinden, ölmekte olan bir adama geçiş. *** Bir de bu geçişlerin melezleri vardır. (McKee amcamız unutmuş, ben tamamlayayım): Bazen bir önceki sahnede sözlü olarak bahsedilen bir şeyin görüntüsü ya da sesi (ya da benzeri) bir sonraki sahnede görülür. Örneğin ilk sahnede bir karakter bir kişiden bahseder, ikinci sahnenin ilk görüntüsü o kişi olur. Ya da aynı karakter bir olaydan ya da halde bahseder, ikinci sahnenin ilk görüntüsü ise o olayı andıran bir şeydir. Buna Titanik filminden bir örnek verelim: Rose Titanik'e binerken şöyle bir söz söyler "Dışarıdan bakıldığında iyi bir kızın isteyebileceği herşeye sahiptim. İçimden ise çığlık atmak geçiyordu" Bir sonraki görüntü, geminin - insan çığlığını andıran bir ses çıkaran - düdüğüdür. Ama Cameron bununla yetinmez, bu düdükten geriye doğru çekilerek - zoom out - Jack'in (Leo Di Caprio) poker oynadığı kahvehaneye ulaşırız. Cameron bu geçişlerle bir taşla iki kuş vurur: Önce Rose'un çığlığını gemi düdüğü ile somutlaştırır, sonra da bu düdükten hikayenin diğer kahramanına organik bir geçiş yapar. *** Bundan sonra film izlerken, senaristin ve yönetmenin sahneler arası geçişi nasıl sağladığına dikkat edin. Ve siz de senaryolarınızda (abartıya kaçmamak şartıyla) bu tür geçişler bulmaya ve kullanmaya çalışın. (Geçen sene Oscar alan "Crash" filminde bu tür geçişlerin bolca kullanıldığını hatırlıyorum. Bir ara bu geçişlerle ilgili bir örnek liste de hazırlamak iyi olacak.). Kolay gelsin. posted by gezgin @ 4:09 PM

0 comments

Perşembe, Ekim 12, 2006 GÜLÜNECEK BİR ŞEY Mİ VAR? Komik nedir? Neye güleriz, neye gülmeyiz? Bunlar çok kritik sorular. Bunun cevabını bilenler ve uygulayanlar çok para kazanıyor, bildiğini sananlar ise iki seksen uzanıyor (Bu iki seksen lafının bir mezarın boyutları olduğunu yeni keşfetmiş durumdayım. Eskiden 280 cm zannediyordum. Meğersem 200cm x 80 cm'ymiş). Nelerin komik olduğuyla, daha doğrusu ne gibi durumlarının komik hikayelere yol açtığı ile ilgili aşağıda deneme nitelikli bir liste var. Daha ileride bu listeyi geliştirebiliriz: 1) YANLIŞ ANLAMALAR: Hikayede A kişisi X'ten bahsederken, B kişisi onun Y'den bahsettiğini zanneder. Bunun en yaygın kullanılan versiyonu, Y = Cinsellik olduğu durumdur. Yani A kişisi diyelim ki araba tamirinden bahsetmektedir, ama B kişisi onun bir cinsel ilişkiyi ya da cinsellikle ilgili birşeyi anlattığını düşünür. Bunun en komik örneklerinden birini "Coupling"de görmüştüm. Susan'ın anne ve babası akşam yemeği için ziyarete geldiğinde, konu "ıslık" çalmaya geliyordu bir şekilde. İşin kötü tarafı Steve, ıslık çalmayı "mastürbasyon" yerine kullanılan bir metafor zannediyordu. Tahmin edeceğiniz üzere bu yanlış anlama, çok komik diyalog ve sahnelere yol açıyordu (Yanlış hatırlamıyorsam "My Dinner In Hell" bölümünde). Yanlış anlamaların bir türü de, sıradan birini çok önemli biri zannetmek, çok ünlü birini de sıradan biriyle karıştırmaktır. Birincisine örnek olarak Charlie Chaplin'in "Büyük Diktatör"ü örnek verilebilir. İkincisine örnek de "Notting Hill" filminde var. Bu filmin bir sahnesinde, ünlü sinema yıldızı Anna Scott (J. Roberts) William'ın (H. Grant) evinde bir yemeğe katılıyordu. Oradaki insanlardan biri de (borsacı genç) Anna Scott'u tanımıyor ve ona sıradan bir oyuncu muamelesi yapıyordu. Yemeğin ilerleyen saatlerine kadar da dünyaca ünlü bu oyuncuyu tanımıyordu. 2) YALANI SÜRDÜRME: Hepimiz günlük hayatta yalan söyleriz. "Aa, saçın ne güzel olmuş!" "O kravat sana çok yakışmış." vb. Sosyal ilişkilerimizin sürtüşmesiz bir biçimde devam etmesi için bu tür beyaz yalanlar kaçınılmaz, hatta zorunludur. Bir de insanların, hatalarını ve zayıflıklarını örtmek için söyledikleri yalanlar vardır. Bu durumda daha yaratıcı olmak zorunda kalırız. Çünkü yalan ile kurtarılmak istenen durum, çok daha ciddidir. Büyük bir 412

ihtimalle gururumuzu kurtarmak için söylenir bu yalanlar. Ama bu yalanları, beyaz yalanlardan ayıran bir başka özellik daha vardır. Bunlar zamana yayılırlar. Yani bu tür yalanları bir kere söyleyip sonra unutamazsınız. Gelecekte de bu yalana sadık kalmalı, onu gerçekmiş gibi gösterecek yeni açıklamalar yapmalısınız. İşte komik olan, söylenen bir yalanın ortaya çıkmasını engellemek için üretilen yeni yalanlardır. Genelde zaman geçtikçe ve yalanlar üst üste biriktikçe, açık verme ve yakalanma ihtimali de artar. Bu, yalan söyleyen kişiyi paniğe sokar ve daha fazla ve daha az gerçekçi yalan söylemeye iter. En büyük komedi kaynaklarından biri budur. "En Son Babalar Duyar" neredeyse tamamen bu öncüle dayanır: Kadir'in yalanları ve bunları korumak için ürettiği yeni yalanlar. Örneğin kadir Zühtü beyin yanında işe girerken İngilizce ve bilgisayar bildiğini söyler ama aslında bilmemektedir. Senaristler, onun bu yalanlarını sınamak için hep, İngilizce ya da bilgisayar kullanmasının zorunlu olduğu durumlar yaratır. Örneğin Amerika'dan bir müşteri arar ve Zühtü Bey onunla Kadir'in konuşmasını ister. Ama ortamda başka İngilizce bilen olmadığı için Kadir adama "The number you have dialed cannot be reached at the moment" der sürekli. Etrafındakiler ise durumu anlamaz. Ya da Kadir'in ailesi, yalıya taşınabilmek için kendilerinin köklü bir İstanbul ailesi oldukları yalanını söyler. Zühtü bey de bunu kanıtlamaları için Kadir'in babasından ud çalmasını ister. Çözüm olarak babaya playback yapılır! Bir başka örnek: Kadir, yeni işine girebilmek için bekar olduğunu söylemiştir. Ama kaldığı eve girebilmek için de Zühtü bey'e, Hülya'nın kocasının ikiz kardeşi olduğu yalanını söyler. Hülya'nın bu noktadaki isyanı çok manidardır: "Artık hangi yalanın neresindeyiz hatırlamıyorum Kadir!" "Coupling"'de bu durum genelde Jeff'in başına gelir. Örneğin işe gelirken bindiği trende tanıştığı güzel bir kadına bir bacağının takma olduğunu söyler her nedense! Sonra bu kadınla ilişkisi gelişir ve birlikte olma aşamasına gelinir. Ama Jeff pantolonunu çıkaramamaktadır zira çıkarırsa bacağının takma olmadığı ortaya çıkacaktır. ("The Man With Two Legs") Benzer durumların Seinfeld'de en çok kimin başına geldiğini tahmin edin bakalım: GEORGE COSTANZA! Zaten Costanza'nın en belirgin özelliği kronik bir yalancı olmasıdır. Ve bu özelliği hemen her bölümde komik durumlara yol açar. Bunların en komiklerinden biri, kendisini bir mimar olarak tanıttığı bölümdür. Bir başka bölümde de kendisinin Vandaley Şirketi'nde çalıştığını söyler. Oysa böyle bir şirket bile yoktur. Ama durumu kurtarmak için arkadaşlarını da bu yalana katılmaya zorlar. (Bu da ilginç bir yöntemdir. Arkadaş hatrına bir yalana katılan insanlar, ilginç dramatik olaylara neden olurlar. Ama bir yerde açık vererek yalanın ortaya çıkmasına de onlar yol açar.) Bu yöntemin çok sık kullanılan bir alt dalı, aynı anda iki kişiyi (genelde iki sevgiliyi) idare etmeye çalışmaktır. Bu durum istisnasız çok komik sonuçlar doğurur. Çünkü idare edilen iki kişi genelde aynı anda aynı yere gelme eğilimindedir ve idare eden kişi buna engel olmak için akla karayı seçer. 3) ZIT KONUMA GEÇME: Üst sınıftan ya da üstün nitelikleri olan birini sıradan koşullara koymak ("İnanılmaz Aile"de süper kahramanlar sıradan insanlar gibi yaşamaya zorlanıyordu) ya da sıradan nitelikleri olan birini üstün koşullar içine koymak ("Gerçek Yalanlar"da sıradan bir memur olan Jamie Lee Curtis'in teröristlerle mücadeleye karışıyor, "GORA"da sıradan bir halı satıcısı olan Arif'in uzaylılar tarafından kaçırılıyor ve Komutan Logar ile mücadele ediyordu) da garantili bir gülmece kaynağıdır. Hızla zengin olan ya da hızla fakirleşen insanlar da buna örnek verilebilir (Birincisi, komedi açısından daha makbuldur ve toplumda bile bu insanları anlatmak için özel bir terim üretilmiştir: sonradan görme). Sıradan bir hayat kadınını, çok zengin bir işadamının yanına koyarsanız, bir çok komik sahne elde edeceğiniz kesindir ("Özel Bir Kadın" / "Pretty Woman"). "Avrupa Yakası"ndaki Burhan, alt ekonomik sınıftan gelmiş biridir ve bu sınıfın davranış özelliklerini aynen koruyarak üst ekonomik sınıfta varlığını sürdürmeye çalışmakta ve herkesi hem güldürmekte hem de sinir etmektedir. İşin ilginç yanı, görev icabı çevresindeki insanlardan daha üst konumda olmasıdır, böylece çevresinde ona gülen insanlar ona bir şey yapamaz. 4) DAVRANIŞ AŞIRILIKLARI: Her türlü davranış aşırılığı komiktir. Aşırı korkaklar, aşırı cimriler, aşırı gururlular, aşırı özgüvenliler, aşırı maddiyatçılar, aşırı maneviyatçılar, aşırı untukanlar, aşırı oburlar... Tabii ki senarist, gülmeceyi yaratmak için bu insanların aşırılıklarını test edecek, yani onları aşırı davranışlarının tam aksi biçimde davranmaya itecek durumlar yaratmalıdır. Aşırı korkakları cesur olmak zorunda kalacakları durumlara sokmalı, aşırı cimrilere paralarını savurtmalı, aşırı gururluları da gururlarını ayaklar altına alıp eylemde bulunmaya itmelidir. Ama bunu, gerçekçi bir biçimde yapmalıdır. Bir insan nasıl korkusunun üzerine gitmeye karar verir? Ya daha büyük bir korku kaynağı ile karşılaşmıştır, ya da ancak korkusunun üzerine gittiğinde elde edebileceği bir ödül (para, sevgi, ün, vb.) vardır. 413

Örneğin "Benden Bu Kadar" ("As Good As It Gets") filminde Jack Nicholson obsesif bir yazar iken, sevdiği kadınla ilişkisini sürdürebilmek için obsesyonları ile mücadele ediyor ve bu mücadele filmin temel komedi kaynağı haline geliyordu. TV dizilerinde ise, karakterlerin ille de bu özelliklerinin üstesinden gelmeleri gerekmez. Hatta onları bu özellikleri ile severiz. "Ekmek Teknesi" böyle davranış aşırılıklarına sahip insanlarla doluydu. O mahalledeki hemen herkes az ya da çok çıldırmış gibi davranıyordu. Bir tek fırıncı Nusrettin ve karısı Ayhan hariç. "Coupling"de Sally'nin yaşlanma korkusu da bir davranış aşırılığı özelliğidir. Bu davranışı özellikle bir cenaze töreninde çok komik durumlara yol açıyordu. "Çocuklar Duymasın"da Haluk, modern bir çağda modern olmayan bir davranış biçimini (i.e. "Taş Fırın Erkekliğini") devam ettirmeye çalıştığı için abartılı kalıyordu. Dizinin en komik bölümleri, Haluk'un anakronistik (bu tür afili kelimeleri öğrenmenizde fayda mülahaza ediyorum, "zamana uymayan" demek) davranış kalıbının modernlik tarafından tehdit edildiği bölümlerdir. Filmlerde de bazı aşırı davranışlı insanlar değişmez. Bunlar genelde başrolde değil de, yan rollerde bulunan insanlardır. Örneğin Wayans kardeşlerin "White Chicks" ("İki Fıstık") filmindeki sosyetik sarışınlar, film boyunca aptal, kendini beğenmiş, bencil insanlardır. Ve filmin sonuna kadar böyle kalırlar. İşin komikliği, onların yerini alan iki zenci polisin onlar gibi davranmak zorunda kalmasından kaynaklanıyordu. 5) DELİLER VE APTALLAR: Dördüncü maddenin bir alt dalı olarak, delilerin ve aşırı aptalların da çok komik olduğu söylenebilir. Bu tipler, çok içten gelen bir tavırla, çevrelerindeki sosyal düzeni bozacak davranışta bulunur ya da sözler söylerler (Örn. "Hababam Sınıfı"nda İnek Şaban). Yanlış anlamalardan, gerçek dışı çatışmalara kadar bir sürü şey olur. Senaristin istediği de budur zaten. Eğer senaryonuzun biraz fazla kuru olduğunu düşünüyorsanız, içine biraz deli, aptal ama sevimli birini (örn. "Vizontele"de Deli Emin, "Coupling"de Jane - özellikle "Jane and the Truth Snake" bölümü - ve Jeff - her bölüm - , "Seinfeld"de Kramer, "Notting Hill" de Spike) yerleştirin, yeter. 6) KILIK ve ROL DEĞİŞTİRME: Bir kadının erkek gibi davranması (TRT'deki "Ters Köşe" Dizisi, bir ara yayınlanan ve Şevval Sam'ın başrolünü oynadığı "Müjgan Bey", "Shakespeare In Love" filminin başlarında Gwyneth Paltrow'un erkek kılığına girip tiyatroda oyunculuk yapması), bir erkeğin kadın gibi davranması ("Tootsie", "White Chicks", "Bazıları Sıcak Sever" / "Some Like It Hot", "Mrs. Doubtfire"), bir yoksulun zengin gibi davranması, bir zenginin yoksul gibi davranması ("Yalancı Yarim"de aslında bir bankacı olan Tarık'ın şoförlük yapması) bir cahilin bilgili gibi davranması (Ekmek Teknesi'nde Ayhan'ın kardeşi), bir alimin cahil gibi davranması, evli birinin bekar gibi davranması ("Kadın İsterse" Dizisinde Cihan Ünal'ın çapkın arkadaşı Cavit), bekar insanların zorunluluktan evli gibi davranması ("Greencard" Depardieu ve McDowell), bir sahtekarın dindar biri gibi davranması ("Yırtık Rahibe" W. Goldberg), bir rokçunun ("School of Rock") ya da bir polisin ("Kindergarten Cop"/"Anaokulu Polisi") öğretmen gibi davranması, sıradan bir insana Tanrı'nın güçlerinin verilmesi ("Bruce Almighty"/"Aman Tanrım") vb. her zaman çok komik sonuçlar verir. Burada dikkat edilmesi gereken şey, bu insanların yeni rolleri ya da kılıkları içerisinde yakalanmalarının bir tehlike yaratması ve buna rağmen bir çok hata yapmalarıdır. Eğer o rolü mükemmel bir biçimde yerine getirirlerse, ortada gülünecek hiçbir şey olmaz. Süper kahramanların çoğunun gizli bir kimliği vardır: Örümcek Adam, Superman, Batman... Bu kimliğin ortaya çıkma olasılığı, hem komik hem de gerilimli sahnelere sebep olur. 7) ACİL İSTEKLERİN ENGELLENMESİ ve BU ENGELLERİN YARATICI BİR BİÇİMDE KALDIRILMASI: Hepimiz günlük hayatta zaman zaman bazı işleri acilen halletmek zorunda kalırız. Ama biz bu işlere yüklendikçe sanki hayat da bize engel olmak için aynı derecede yüklenir (Newton'un etkitepki yasası). Biz o işin ne kadar acil olduğunu tekrar tekrar vurgulasak da karşımıza sanki daha saçma engeller çıkar. Bu gibi durumların yaşanması zor, seyredilmesi keyiflidir. Eğer kahraman, bu saçma engelleri aşmak için yaratıcı yöntemler kullanırsa, komedi daha güçlü olur (aklıma hemen "Rainman"den bir sahne geliyor. Tom Cruise, otistik kardeşi Dustin Hoffman'ın 8 köfte istediğini fark eder. Bulundukları yer ve saatte bunu gerçekleştirmek zordur. Bunun üzerine Tom eline çatalı alır ve 4 köfteyi bir hamlede ikiye böler. Sorun hallolmuştur.) . Bu yöntem genelde komedi filmlerinin 3. perdesindeki doruk noktasında kullanılır. (Örn. "Notting Hill"in finalinde William'ın - Hugh Grant - , sevgilisi Anna - J. Roberts - Londra'dan ayrılmadan önce onu son bir kez görmek için yaptıkları.) 8) ÇELİŞİK DAVRANIŞLAR: Kendisinin çok cesur olduğunu söyleyen bir insanın bir saniye sonra bir fareden korkup masanın üzerine fırlaması, ya da iki üç askeri kovalayan Han Solo'nun iki saniye sonra on beş asker tarafından geri kovalanması, dürüst olduğunu söyleyen birinin hemen bir sonraki sahnede yalan söylerken görülmesi (özellikle bu davranışı "Scrubs"ta J.D.de çok görürüz)... Bu maddenin 4. maddeden farkı, arada geçen zamanın çok kısa olmasıdır. Güldürme gücünü de bu kısa süreden alır. 414

9) HAREKET KOMİĞİ: Düşen insanlara hemen herkes güler (ben istisnalardan biriyim). Sosyal düzeni hareketleriyle bozan insanlar, eğer davranışlarının sonuçları trajik değilse, her zaman gülümsemeyle karşılanırlar. Çok ciddi ve sessiz bir ortamda, yüksek sesle hapşıran kişi (HAAAPPPŞUUUEEAAA!), istisnasız kahkahalara yol açar. Kapıdan çıkıyorum diye cama girenler, otobüsten inerken başını donk diye çarpanlar... Hareket komiğinin babası Charlie Chaplin'dir. Onu Buster Keaton izler. (TRT'nin tek kanal olduğu dönemi yaşamayan gençler Buster Keaton'ın gelmiş geçmiş en iyi komiklerden biri olduğunu nereden bilecek? Bilemeyecek!). Günümüzde Jim Carrey oldukça fazla hareket komiği yapmaktadır ("Yalancı Yalancı" / "Liar, Liar" filminin tuvalet sahnesinde kendini dövüşü, klasikleşmiş bir hareket komiği sahnesidir). Mr Bean (Rowan Atkinson) de öyle. "Avrupa Yakası"ndan Burhan, 3. Komiklik yönteminin yanı sıra, bu yöntemi de kullanmaktadır. Adamın tek başına beden dili (ve konuşması) bile komiktir. Benzer bir hareket komiği, "Seinfeld"deki Kramer'dan gelir. Adamın Jerry'nin dairesine girişi her defasında izleyiciyi güldürür. 10) ZORUNLU ORTAKLIKLAR: Bir işi başarmak için birbirini kollamak zorunda olan düşmanlar ya da zıt karakterli insanlar da komiktir. Örneğin "48 Saat"teki Eddie Murphy ile Nick Nolte böyle bir ikilidir. 90'larda "Cehennem Silahı" ("Lethal Weapon") da böyle başlamıştı - serseri polis ve aile babası polis yan yana. Bu hikayenin 2000'lerdeki versiyonu olan "Rush Hour"da Chris Tucker ile Jackie Chan, bu sayede milleti gülmekten kırmaktadır. "Ben Robot"ta ("I Robot") Del Spooner (Will Smith) ile robot psikoloğu da başlangıçta birbirine gıcık oluyorlardı. (O filmin en hoş repliklerinden ikisi şudur: Adam (kadına): "Hayatta tanıdığım en akıllı aptal kişi sensin" Kadın (adama): "Sen de benim hayatta tanıdığım en aptal aptal kişisin."). TV'den örnek verirsek, "İmkansız Aşk" dizisinin sanırım ikini bölümünde Ebru Gündeş ve sevgilisinin elleri birbirine tutkal ile yapışıyordu. Ve uzun bir süreyi birlikte geçirmek zorunda kalıyorlardı. Bu kuralın en ilginç uygulamalarından biri "Stuck On You" ("Takıldım Sana") filminde görülür. Burada, zıt karakterli yapışık kardeşler vardır. (Bu filmle ilgili eleştirim, Sanarist'in ilk yazısını teşkil eder. Hey gidi günler...). Aynı mekana tıkılan zıt karakterler de bu kategoriye girer. Aklıma bizden gelen ilk örnek "İki Aile". 11) UTANDIRICI DURUMLAR: Birisi komedi hakkında şöyle demişti: "Komedi, kaynananızın başına geldiğinde güldüğünüz şeydir." Bir başka söz de şuydu: "Mizah acıtır." Başkasının (hikaye kahramanlarının) başına gelen utandırıcı olaylar, bu iki tanımı da kapsayan, son derece güçlü komedi kaynaklarıdır. Perdede ya da ekranda birini utanç verici bir durumda gördüğümüz zaman bilinçaltı düzeyde hemen o kişiyle özdeşleşiriz ve çok sanki o durumdaki kişi bizmişiz gibi yoğun duygular yaşamaya başlarız. Ama bir yandan da o kişi olmadığımız için rahatlarız ve duruma gülmeye başlarız. Kahramanın o utanç verici durumdan kurtulmak için çaresizce kalkıştığı işler, daha fazla gülmemize neden olur. Bunun bir örneği, "Coupling" dizisinin bir bölümünde ("My Best Friend's Bottom") görüyoruz. Burada Steve, arkadaşı Sally'yi istemeden çıplak olarak görüyor. Bunu takip eden olayları (Jeff'in yorumlarını örneğin) tahmin edebilirsiniz. Utanmanın çok komik bir duruma yol açtığı bir sekansı "Ah Mary, Vah Mary"de ("There's Something About Mary") filminde görüyoruz. Ben Stiller'in canlandırdığı kahraman tuvalette bir "fermuar kazası" yaşıyordu. Eğer bu kaza sadece aile içinde ve tıbbi personel arasında kalsaydı hiç sorun (ve komik) olmazdı, ama olayı neredeyse bütün mahalle ve hatta itfaiyeciler bile öğreniyordu. Sahnenin çok komik olduğunu tahmin edebilirsiniz. ("Fermuar kazası"ndan neyi kastettiğimi anlamıyorsanız bir zahmet filmi bulunuz) Tek başına yapıldığında son derece normal olan davranışlar, tamamen yabancı birinin yanında aniden çok komik bir hale bürünebilir. Alakasız bir seyirci, sahneye aniden çok farklı bir boyut katar. Üstelik bu yabancı konuya tamamen yabancı da olacağı için, utanmanın yanına 1. yöntemde anlatılan yanlış anlaşılma durumu da ortaya çıkar. 12) SAÇMALIKLAR: Şimdiye kadar anlattığımız maddelerin hepsi, gerçek hayattaki koşulların zorlanması ile oluyordu. Durumlar ya da davranışlar komik olsa da olasıydılar. Bir de insanları güldürmek için tamamen saçma davranış ya da sözlerin kullanıldığını görüyoruz. Bu tür komiklikler genelde parodi niteliğindeki filmlerde görülür: "Arabesk", "Kahpe Bizans", "GORA", "Top Secret", "Uçak", "Hot Shots", "Scary Movie", vb. Sözlü mizahta da bu duruma çok rastlıyoruz. Cem Yılmaz'ın esprilerinin bir bölümü bu yönteme dayanır mesela. Aslında bütün mizahçılar yer yer saçmaya başvurur. Bunda da bir zarar yoktur. Tadında olduğu sürece tabii. Bütün bir dramatik eseri saçmaya dayandırmak ise yanlıştır. Zira, gülmeye en hasret izleyici bile, esprilerin belirli bir hikaye eksenine oturtulmasını bekler. (Ülkemizde özel televizyonlar ilk çıktığında çekilen dizilerden bazıları bu hataya düşmüştür. Bunları tekrar izlemek mümkün değildir zira sağlam bir dramatik yapıları yoktur. Yakın zamanda bu absürdlük hatasına düşen dizi hangisiydi bilin bakalım: Kadir Çöpdemirli "Deli Duran").

415

13) CİNSELLİKLE İLGİLİ / TABU KONULAR: Cinsellik, yeryüzündeki "medeni" toplumların hemen hepsinde "tabu" bir konudur. (Medeni olmayan "ilkel" kavimler ise bu konuda gününü gün etmekle meşguldür ;). Bu nedenle, cinsellikle ilgili konular, topluluklar içerisinde açık bir biçimde konuşulmaz. Hayatın bu kadar önemli bir alanının tabu olmasının komikliğini bir yana bırakırsak, topluluk içerisinde cinsellikle ilgili konuların konuşulması ya da ima edilmesi, genelde kahkahaya yol açar. Söylenen şey komik olmasa bile! Bu nedenle, akıllı bir senarist, cinselliğin bu tabu olma özelliğini kullanarak, ima yoluyla, insanları güldüren sahneler yazabilir... De, bunları yayınlatabilir mi? Pek değil. Türk "anadamar" televizyonculuğu cinsellik konusunda tamamen sterildir denebilir. TV'lere bakılırsa, Türklerin hayatında cinsellik diye bir şey neredeyse yok gibidir. (Eğer bir gün dünya üzerinde insan soyu yok olsa, ve geriye sadece Türk TV dizileri kalsa, ve bu diziler uzaylıların eline geçse, insanların nasıl olup da ürediği konusu, kafalarını yüzyıllar boyunca meşgul eden bir konu olarak kalacaktır!). Bu nedenle cinsel konuların işlenmesi sadece sinema filmlerine bırakılmalıdır kanaatimce. TV'de en fazla bir iki uzak imaya yer vardır - henüz. İleride ne olur bilmem. Ama yerli bir "Coupling" için en az 10-15 sene var diyorum ben - o da şifreli kanallarda. Diğer tabu konular da, cinsellik kadar olmasa da, seyirciden kahkaha almayı başarır. "Bizde cinsellikten başka tabu olan şeyler nedir?" diye sorarsanız, ben de size "ayıp" kelimesinin size çağrıştırdığı durumlardır derim. Araştırın, bulun! Eski yazılardan birinde, ekranda ya da perdede küfredilmesinin seyirciyi neden güldürdüğünü anlamadığımı söylemiştim. (Retorik bir anlamamaydı o tabii ki.) Bu gülmenin nedeni, normal toplumsal ortamlarda küfrün tabu sayılmasıdır. Ve bu tür ortamlarda edilen küfür, seyircide otomatikman tabunun ihlaline dayalı gülme refleksini ortaya çıkartır. Gülme eylemini gerçekleştirmek açısından işe yarar, ama gülmenin diğer boyutlarından biri olan zeka'dan yoksundur ve uzun süre etkili olmaz. Burada dikkat edilmesi gereken şey, "bayağılaşma tehlikesi"dir. Sürekli olarak tabuları işleyerek yapılan komedi, bir süre sonra seyircide bıkkınlık yaratır. 14) GİZLİ (YAKALANMA KORKUSUYLA) YAPILAN İŞLER: Aslında bu madde, "Yalanı Sürdürme" maddesinin bir versiyonudur denilebilir. Zira burada da bir durum (orada olma durumu) gizlenmeye çalışılmakta, orada olan kişiye davranış yoluyla yalan söylenmektedir. Yine de ayrı bir madde olarak ele alınacak kadar kendine özgü özellikleri vardır. Bir kişi kendisini, ya da bir başkasını, o mekandaki diğer insanlardan gizlemeye çalışırken genelde çok komik durumlar ortaya çıkar. Saklanan ya da saklayan kişiyle hemen özdeşleşen seyirci, yakalanma olasılığı ortaya çıkınca heyecanlanır, ve saklanan kişinin yakalanmamak için çarnaçar başvurduğu yöntemlere güler. Böyle bir durumda o mekandaki kişi, hiçbirşeyden habersiz de olabilir, o mekanda birinin saklandığını biliyor da olabilir. Her iki durum da kendine özgü komiklikler yaratır. Haberli olan kişinin bir kaç defa kıl payı saklanan kişiyi kaçırması makbuldür. Habersiz kişi de ise durum biraz daha ilginçtir: bu kişi, günlük hayatının eylemlerini yaparken "her nedense" saklanan kişinin bulunduğu yerlere gitme eğilimindedir. Saklanan kişi de buna uygun olarak harekete geçer ve kendine yeni saklanacak yerler bulur. Daha ilginç bir olasılık, saklanan kişinin, o mekanda önemli bir iş yapmak zorunda olmasıdır. Yani kahramanımız, hem yakalanmamak, hem de önemli bir görev yerine getirmek durumundadır. Eğer bu işin ne olduğu ve önemi, daha önce yeterince iyi anlatılmışsa, sahnenin komedi potansiyeli çok daha fazla olur. Kural: Mekandaki kişinin saklanan kişiyi bulması durumunda ortaya çıkacak olan hadise ne kadar büyükse, bu saklanma hadisesi o kadar komik olur! Mekandaki kişi ile saklanan kişi arasında hiçbir husumet yoksa, komiklik son derece azalır. Bu nedenle "sevgilisini kocasından saklayan kadın", "erkek arkadaşını abisinden saklayan genç kız" "polisten / dükkan sahibinden saklanan hırsız" gibi durumlar daha fazla komedi potansiyeli içerir. Saklanan kişi paçayı kurtarabilir de, yakalanabilir de. Hangisini kullanacağınız, hikayenizin gidişine bağlı tabii. Ama bir iki dakika süren gerilimli bir arama sürecinin sonunda saklanan kişi yakalanırsa, sahnenin dramatik değeri yükselir. Özellikle de saklanan kişinin o an verdiği tepki, o sahnedeki en komik an olma potansiyelini taşır. *** Şimdilik aklıma gelenler bu kadar. Ama bu listenin daha da gelişeceğini tahmin ediyorum. Benim aklıma gelmeyen şeyler olursa yazın, gerekirse yeni kategoriler oluşturalım. Şimdi bazılarınız "İşte en sonunda komikliğin sırrını öğrendik, hemen bir sitcom yazalım ve 416

köşeyi dönelim" diye düşünüyor olabilir. O kadar acele etmeyin. Zira yukarıdaki yöntemler, hikaye anlatma becerileriyle birlikte kullanılmadıkları takdirde çok az işe yararlar. Bir başka deyişle bu yöntemler, ancak ve ancak sağlam bir hikayenin üzerinde kullanıldığında etkilidir. Aksi takdirde hızla yayından kaldırılan bir diziniz, ya da kimsenin gülmediği bir komedi filminiz olur. Kimin lafıydı hatırlamıyorum: "Hikaye, odanın ortasında, komedi ise odanın kenarlarında olan şeydir. Eğer bu sözü anlamıyorsanız, yazarlık işine hiç girmeyin." Yani önce hikaye anlatmayı öğrenin. Güldürmeyi bunun üzerine ekleyebilirsiniz. Bu yazıda ele aldıklarım, genel olarak hikaye bazlı komikliği ele alıyor. Başka bir yazıda, sahne içinde ve diyaloglardaki komikliği ele alacağım. *** Güzel bir yazı oldu galiba... Tam arşivlik... Ben bile beğendim... posted by gezgin @ 2:08 AM

7 comments

Salı, Eylül 26, 2006 Wait Till Xmas! Faster!... Furiouser!... Cleverer!... Funner!... Wait!... And you shall see!... posted by gezgin @ 6:57 PM

3 comments

Cumartesi, Mayıs 20, 2006 SON BİR KAÇ SÖZ SANARİST / SENARYORUM.TK yazılarına son vermeye karar verdim. Bu sitede bazı şeyleri başardığımı umuyorum. 1) Türk filmlerinin çoğunun neden kötü olduğunu "nedenlerini göstererek" anlatmayı, 2) İyi filmleri iyi yapan şeyin senaryo olduğunu ve bu senaryoların da rastlantı eseri iyi olmadığını göstermeyi, 3) Michael Hauge, Syd Field, Robert McKee ve John Truby'nin ("Mahşerin Dört Atlısı") ne dediğini bilmeden iyi bir senaryo yazmanın çok zor olduğunu anlatabilmeyi, 4) Senaryo yazarken formüller kullanmanın yanlış olmadığını gösterebilmeyi, 5) Geleceğin sinemasının "hikaye anlatmasını bilen", filmlerini ucuza mal eden, iyi bir dijital kamerası (yakında çok ucuzlayacaklar), hızlı bir bilgisayarı, ve cesur bir yüreği olan gerilla tipi sinemacıların ellerinde olduğunu göstermeyi başardığımı düşünüyorum. Ha, bir de, "herşeyin parayla olmadığını"... *** "Neden yazmayı bırakıyorsun?" diye soracaksınız. Aslında kesin bir cevabım yok. Herhalde yapmak istediğimi yaptım. Hatırlarsanız siteyi hazırlamaya "sinir olduğum" için başladığımı belirtmiştim. Sinirim 417

geçmiş olabilir. Senaryo yazımı hakkında yeterince bilgi verdiğime kâni olmuş olabilirim. Belki ileride, başka bir sitede, başka bir isimle tekrar - ve yine ücretsiz! - karşınıza çıkarım. Ama yakın bir zamanda değil. Bunu derken de bir iki seneyi kastediyorum. *** Bu siteyi izleyenlerden tek isteğim, buradaki bilgileri kullanmanın ve paylaşmanın "ücretsiz" olduğunu unutmamaları. Ve kimsenin, bu bilgileri satmaya kalkışmaması... *** Kendinize iyi bakın. Ancak böyle kim olduğunuzu anlayabilir ve içinizden gelen, orijinal senaryolar yazabilirsiniz! g.g. posted by gezgin @ 11:14 PM Çarşamba, Mayıs 17, 2006 DANIŞTAY'A SALDIRI Önümüzdeki bir kaç gün, Danıştay'a yapılan bu saldırı ile ilgili yazılar okuyacak, beyanlar dinleyeceksiniz. Muhalefet iktidarı suçlayacak, iktidar kerhen lanetleyecek, birileri "şeriat geliyor" paranoyasını sonuna kadar kaşıyacak, vesaire. Bir haftalık gündemimiz belli oldu yani. *** Benim burada değinmek istediğim ise olayın bambaşka bir yönü. Aralarında Danıştay'ın da bulunduğu, Cumhuriyet'in temel kurumlarının işlevi ve bunların halk tarafından algılanışı. Bildiğiniz üzere, bir ülkede (ki bunlara Türkiye de dahildir), iktidara oy çokluğu ile gelmeniz size bazı yetkiler verir, ama bu yetkiler sınırsız değildir. Ülkenin kurucuları, bu yetkileri sınırlandıracak önlemler almıştır. Hükümetlerin yetkileri, başka - ve politikaya pek bulaşmayan - kurumlar vasıtasıyla sınırlanır. Bu durum sadece bize özgü değildir. Dünyanın ileri sayılabilecek bütün ülkelerinde söz konusudur. Bizde ise mevcut iktidar, hükümet olduğundan beri, hemen her ülkede bulunan bu sınırlayıcı kurumlardan şikayet ediyor. Bu kurumların başında da Danıştay geliyor. Eminim, Danıştay, Anayasa Mahkemesi, hatta Cumhurbaşkanlığı kurumları olmasaydı, çok daha mutlu olurlardı. Ama ne yazı ki varlar. İyi ama, neden varlar? Bu kurumların amacı, "demokrasi" (yani yöneticilerin halk tarafında seçilmesi) sayesinde iktidara geleceklerin, ülkenin varlığını sağlayan unsurlara zarar vermesini engellemektir. Ülkenin varlığını sağlayan kuralları ve ilkeleri, bir binanın duvarlarına, bu ilkeleri koruyanları da bu binanın görevlilerine benzetebiliriz. Binada yaşayanlar, - herhangi bir sebepten dolayı - binanın duvarlarına vb. zarara vermeye kalktıklarında, binanın görevlileri, bina sakinlerini uyarıyor ya da engelliyor. Günümüzde Türkiye'de olan durum ise, binada yaşayanların, "biz çoğunluğuz" diyerek binada kafalarına estiği gibi değişiklik yapmaya kalkmaları, ve bunu da kendilerine hak görmeleri. Oysa yapmaya çalıştıkları değişikliklerin, binanın planına uygun olmadığını görmüyorlar, ya da görmek istiyorlar. Ya da söylemedikleri bir niyet var: binayı yıkıp yeniden inşa etmek. ("Demokrasi bizim için bir amaç değil araçtır" diye bir cümle hatırlıyor musunuz?) Bugün olan olay (Danıştay'a saldırı) ise, binayı koruyanlara yapılan bir saldırı olması açısından çok önemli. Bu anlamda, Van Savcısı'nın Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt hakkında da suç duyurusunda bulunması da aynı kategoride değerlendirilmesi gereken bir olay. "Birileri", bu binanın planından da memnun değil, binayı koruyanlardan da. *** İşin en ilginç yanı, binadan ya da koruyuculardan memnun olmayanların hissettikleri "zulmün" "haksızlığın" "ezilmişliğin" sanal olması. Yani bu ülkede çok büyük bir çoğunluk dini olaraz zulme 418

uğradığını düşünmüyor. Herkes kendi evinde, mahallesinde istediği gibi giyinip ibadet edebiliyor. Yöneticiler ve yargı bu konuda çok müsamahalı. Eğer yürürlükteki devrim yasaları uygulansa, ortada tek bir çarşaflı ya da sarıklı adam göremezsiniz. Ama yöneticilerin sağduyusu ile bunlara karışılmıyor ve hayat nispeten çatışmasız bir biçimde akıp gidiyor. Lakin oy oranını, "türban meselesi"ni kaşımaya endekslemiş olan hükümet, ne yazık ki yangına benzin döktüğünün farkında değil. Daha kötü bir olasılık ise farkında olması ama sonuçlarını umursamaması. En kötüsü ise bu sonuçları bizzat istemesi. *** Danıştay ve benzeri kurumlar, kendi halkına düşman kurumlar değildir. Aksine onların iyiliği, refahı, mutluluğu için çalışırlar. Arada bir gücü eline geçiren yarım akıllı iktidarların bunu fark edip etmemesi, onların amacını değiştirmez. *** Yönetim biçimleri arasında, en ehven-i şer (yani kötünün iyisi) demokrasidir. En ideali değildir. Zira herhangi bir sebeple çok da akıllı ve sağduyulu olmayan insanlar iktidara gelirse, ortalık aniden cehenneme dönebilir. Demokrasi, çoğunluğun diktası da değildir. İşte bu nedenle, çoğunluğu eline geçirecek yarım akıllıların akılsızca eylemlerine karşı eminyet sübabı olarak bazı başka kurumlar da vardır. Bu kurumlara sahip çıkmak, farkında olsanız da olmasanız da, önce biyolojik varlığımız, sonra da huzurumuz için vazgeçilemez bir görevdir. posted by gezgin @ 1:02 PM AKSİYON FİLMLERİNDEN ÖRNEKLER Şimdi, aşağıda anlatılan bilgiler ışığında bazı aksiyon filmlerini şöyle bir değerlendirelim ve neyin nerede nasıl kullanıldığına bir bakalım. KAÇAK (The Fugitive) Eski bir TV dizisinin sinema için yeniden yapımı (1993). Yaşı 30 ve üzeri olan herkes "Doktor Kimble"ı hatırlar. Film de, dizi de aynı önerme üzerine kurulmuş: Haksız yere cinayetle suçlanan Dr. Richard Kimble, masum olduğunu kanıtlamak ve karısının katilini bulmak için uğraşır. Filmin konusu aslında o kadar parlak gibi durmuyor. Yani, bir adamın masumiyetini kanıtlamak istemesinde sıradışı bir şey yok gibi görünüyor. Ama hikayeyi sıradışı yapan, filmin kahramanı, Dr. Kimble. Kendisi son derece iyi bir doktor, toplum tarafından da sevilip sayılan biri. Bu adam bir gün aniden karısını öldürüyor (!) ve hapse mahkum oluyor. Adam masum olduğunu iddia etmesine karşın bütün deliller onun aleyhine, o da paşa paşa cezasını çekmeyi kabul ediyor. Ama bir gün, başka bir cezaevine nakledilirken, nakil aracındaki diğer tutuklular kaçma girişiminde bulunuyorlar. Bu girişim nedeniyle araç tren yolunun ortasında kalınca ve (doğal olarak) bir tren son hızla araca doğru gelmeye başlayınca Dr. Kimble kaçmayı tercih ediyor. Ve kendi masumiyetini kanıtlayıp karısının katilini bulmaya karar veriyor. Filmin konusu esas olarak bu. Burada bizi filmi izlemeye teşvik eden şey, bir doktorun, yani toplumun ortalamasından zeki olan ama kovalamacalara pek yatkın olmayan bir adamın, normalde polislerin yapması gereken bir işi yapmaya kalkışmasından kaynaklanan ilginç durum. Richard Kimble'ın masum olduğunu ve haksızlığa uğradığını biliyoruz. Bu nedenle filmin en başında onunla hemen özdeşleşiyoruz. Adamın iyi özellikleri olduğunu da görüyoruz: Kendi canını tehlikeye atarak, bir polisi tren yolunda duran otobüsten çıkarıyor. Hatta filmin daha ileri bir sahnesinde (Julianne Moore'un kısaca göründüğü bölüm), kaçak olarak girdiği bir hastanede bir çocuğun hayatını da kurtarıyor. Filmin adı ("Kaçak") zaten bize çok miktarda aksiyon vaadediyor. Bu aksiyonu da Dr. Kimble'ın peşindeki polisler ve onu öldürmek isteyen ama karısını öldüren adamlar sağlıyor (düşman - nemesis). Kimball'ın bir değil de iki düşmanla mücadele etmek zorunda kalması (Truby'nin dört uçlu çatışmasını hatırlayın) filmi monotonluktan kurtarıyor. Bu tür filmlerde yönetmenler, sadece hikayenin merkezindeki aksiyon ile değil, çok ilginç mekanlar da 419

bularak seyirciyi tavlamaya çalışırlar. Kaçaktaki bu mekanlardan biri, Dr. Kimble'ın atladığı baraj. Burada insanın gerçekten de nefesi kesiliyor. (Yazarlara not: Aksiyon senaryosu yazarken, bu tür ilginç ve tehlikeli mekanlar bulmaya çalışın. Örnek olarak yüksek binalar, araçların çok hızlı hareket ettiği yerler örn. otobanlar -, asansör boşlukları, vb. Hikayenizin bir bölümünü, mantıklı bir nedenden dolayı, burada geçirin.) Film 44 milyon dolara yapılmış, bütün dünyada 1993'te 368 milyon dolar kazanmış. Filmin DVD'sini bulmanız mümkün. Piyasada olmasa bile DVD kiralayan yerlerde mutlaka vardır. *** HIZ TUZAĞI (Speed) Eski görüntü yönetmeni Jean de Bont'un ilk yönetmenlik denemesi (1994). Keanu Reeves'in de "Pointbreak"ten sonraki ilk büyük aksiyon filmi. Bu film de, konusunu çok açık eden ve aslında çok cazip olan bir ada sahip: HIZ (Speed). Film aslında 3 büyük aksiyon sekansından meydana geliyor. 1) Filmin girişindeki bombalı asansör sahnesi 2) Filmin ortasındaki bombalı otobüs sahnesi 3) Filmin sonundaki bombalı metro sahnesi. Görüldüğü üzere üç sekansta da hız'la ilgili bir araç var ve bu araçlara bomba yüklenmiş. Alın size aksiyon garantisi. Ama film sadece bundan ibaret değil. Akıllıca bir plan üzerine kurulu (Aksiyon filmlerindeki en önemli unsurun, kötü adamın planı olduğu sözünü hatırlayın). Kötü adamımız, içinde yolcular bulunan otobüs 50 mil'in (yaklaşık saatte 75 km) altına düştüğü takdirde patlayacak bir bomba mekanizması kurmuştur. Ve bu otobüsün şehrin içinden geçmesi gerekmektedir. Böylece kahramanımız Jack Travern (Keanu Reeves) hem bombacı ile hem de yol koşulları ile mücadele etmek zorunda kalır. Hatta zaman zaman yolcular bile güçlük çıkarır (yine Truby'yi hatırlatayım). Ve, bütün bu hikaye aslında kof bir aksiyondan ibaret değildir. Bombacımızı bu çılgınca eyleme iten çok makul bir motiv de vardır. Adamımız çok uzun süre devlete hizmet etmiş, ama karşılığını alamamıştır. O da bu karşılığı hızlı bir biçimde tahsil etmek için bu yöntemi bulmuştur. Bu filmin cazip tarafını, durdurulamayan taşıma araçları oluşturuyor. Önce otobüs (ki şehir içinde 75 kilometre/saat hiç de az bir hız değil) sonra da metro, gerçekten de çok hoş aksiyon sahnelerine olanak tanıyor. Kahramanımızın hareket halindeki otobüse binme çabası, otobüs yolcularının otobüsten indirilmeleri, Keanu ve Sandra Bullock'un otobüsten inme girişimi, ve son olarak bu ikilinin hareket halindeki bir metroda mahsur kalmaları, aksiyon severleri ihya edecek nitelikte görüntüler sunuyor. Film 1994'te yaklaşık olarak 30 milyon dolara mal olmuş ve 350 milyon dolar getirmişti. *** DEVLET DÜŞMANI (Enemy of the State) Koskoca bir devletin elindeki bütün olanaklarla tek bir adamın peşine düştüğünü düşünün. Üstelik bu kovalamacada haklı olan adam, haksız olan da devlet olsun. Heyecan verici değil mi? "Devlet Düşmanı" da öyle bir film. Ulusal Güvenlik Teşkilatı (NSA), kendileri için gerekli olan bir yasanın çıkmasına engel olan bir senatörü öldürür. Bu cinayetin kanıtı olan görüntüler de, olayla hiçbir bağlantısı olmayan bir işçi avukatının eline geçer. Güvenlik Teşkilatı, bu görüntüleri avukattan almak için her türlü olanağını kullanır (Bu filmi izlemekten aldığımız zevkin büyük bir bölümü, devletin elinde vatandaşlarını dinlemek/izlemek için ne kadar çok araç olduğunu görmekten kaynaklanıyor). Ama avukat uzun bir süre bu görüntülerin kendisinde olduğundan haberdar bile değildir. Bu nedenle de neden peşinde birilerinin olduğunu anlamaz. Anladığında ise karısı kendisini terk etmiş, mesleği elinden alınmış, kendi evine bile giremez hale gelmiştir. Bu filmde de (izlediğinizi ya da izleyeceğinizi varsayıyorum), başarılı aksiyon filmlerinin bazı ortak özelliklerini görüyoruz. Filmin merkezinde yer alan hikaye, kötü adamın (Güvenlik Teşkilatı'ndaki üst düzey bir yönetici) planından kaynaklanıyor. Kahramanımız bir kaç düzeyde çatışmaya giriyor. Hem güvenlik güçleri ile, hem de çevresindekilerle (özellikle de eşiyle), sonra da Brill ile (Gene Hackman). Film ayrıca çok önemli bir konuyu işliyor: Bir ülke, ülkenin güvenliğini tehdit eden iç düşmanlar için (bu yüzden "Devlet Düşmanı"), insanların iletişim özgürlüğünü ve özel hayatını ne kadar ihlal edebilir? Bu, yaklaşık 20 yıldır terörle iç içe yaşayan bizler için de çok can alıcı bir soru. Film bu soruyu soruyor ve çok güzel bir biçimde de cevaplıyor: Güvenlik için özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu 420

olabilir, ama ya bu yetkiyi elinde bulunduran insanlar, kendi dokunulmazlıklarına güvenerek yasadışı işler yapmaya kalkarlarsa? Filmde çok güzel bir karakter değişimi ("character arc") de var. Başlangıçta özgürlüklerin kısıtlanmasını pek umursamayan Robert Clayton Dean (Will Smith), olay başına, gelince bu özgürlüklerin ne kadar değerli olduğunu anlıyor. Hala seyretmediyseniz mutlaka seyredin. 1998 yılı yapımı bu film 90 milyon dolara (+20 milyon tanıtım) mal olmuş, yapımcısına 250 milyon dolar kazandırmış. posted by gezgin @ 9:03 AM

0 comments

Pazar, Mayıs 14, 2006 HALET-İ RUHİYE Ruhbilimcilerin en gıcık olduğu sözcük "ruh"tur herhalde. Bilim-öncesi dönemden kalan bu sözcüğü kullanmak istemediklerine eminim, ama ne yapsınlar, elleri mahkum, o kadar yaygınlaşmış ve yerleşmiş ki! Onlar da intikamlarını, bu sözcüğün yanına daha bilimsel, daha maddi görünen başka sözcükler ekleyerek alıyorlar: "ruhsal aygıt" "ruh çözümlemesi" gibi. Günümüz biliminin, bizzat dokunamadığı, sadece çeşitli belirtiler üzerinden yorumda bulunduğu belli başlı bir kaç alan var. Bunların başında kuantum fiziği geliyor. Kuarklar düzeyinde ne olup bittiğini bilen yok. Zira o düzeyi algılama gücümüz yok. Sadece belirtilere bakarak bir şeyler söylüyor fizikçiler. Konuya hakim insanlar, bir kuantum fizikçisinin sözlerindeki kesinlik ile falcı bir çingenenin sözlerindeki kesinlik arasında pek bir fark olmadığını iyi bilirler. Bu kadar belirsizlikle dolu bir başka alan da astronomi. Evrenin öbür ucunda ne olup bittiği, evrenin nasıl başladığı ve nasıl biteceği ile ilgili kuramlar, her ne kadar rakamlarla süslense de, büyük ölçüde spekülasyondan ibaret. Günümüz fizikçileri evren filmini izlemeye o kadar geç başlamış durumdalar ki başını tahmin etmeleri neredeyse mümkün değil. Sonunu göreceğimiz de meçhul. Aslında ... o kadar da meçhul değil! Belirsizliğin tavan yaptığı ama bunun itina ile saklandığı bir başka alan ise "ruh bilimi". Psikoloji ve psikiatri. Şimdi, alanı bilenler, bu ikisinin olaya farklı yaklaştığından da haberdardırlar. 6 senelik tıp eğitiminin üstüne bir de 4 senelik uzmanlık koyan psikiatrlara göre herşey beyindeki hormonlar ve nörotransmitterlerin faaliyetlerinden ibaret. ("Öyle değil mi ama!" diye atlamayın hemen!). Edebiyat fakültesi mezunu psikologlar ise olaya daha "edebi" yaklaşmakla ve ilaç yazamama komplekslerini, terapinin ilaç kadar etkili olduğunu iddia ederek hafifletmekle meşguller. Yine de, bu iki alandaki insanların hakkında en ufak bilgiye sahip olmadıkları şey, alanlarının adında bizzat yer alan "ruh"tur. Onlar da ruhun belirtileri üzerinde durup bunları incelemekle meşguller. Ruh hastalıkları, beynin ve vucüdun kimyasal durumundaki değişikliklerin bilinçteki yansımaları, terapi yoluyla bazı hastalıkların iyileştirilebilmesi... Ama, bizzat ruhun ne olduğuna dair size bir şey söyleyemezler. Büyük bir olasılıkla "yok öyle bir şey" deyip geçiştiriler. *** Oysa ruh, insan varlığının en değerli parçasıdır. Bunu hepimiz biliriz. Ama açıklayamayız. Ama açıklayamamamız bu gerçeği değiştirmez. "Ruhumuzun hali" (bkz. başlık) biyolojik varlığımızı devam ettirmeden sonraki en önemli uğraşımızdır. İyi hissetmek, mutlu olmak, eğlenmek, sıkılmamak, macera yaşamak, öğrenmek, ruhen zenginleşmek... hayatta kalma çabalarımızı hemen takip eden en önemli uğraşlardır. Ortalama bir insanın yaşayakalma süreci garantiye alındığı için (iş, ev, yemek, giysi, vb.) geri kalan bütün enerjisi "ruh halini düzeltmek" için harcanır. İçinde yaşadığımız ekonomik sistem de bunun farkındadır ve bize bu konuda "yardımcı olacak" ürünler verir. Kitaplar, filmler, TV dizileri, müzik CD'leri hep bu amaca yönelik eserlerdir. Bu konuda bilinen insanlık tarihindeki en verimli dönemde yaşıyoruz kanımca. Bundan sadece 100 yıl önce bile ortalama bir insan bu kadar çok müzik, bu kadar çok yazı, bu kadar çok görüntü tüketmiyordu. Şimdi ise sadece ülkemizde 15-20 milyon internet kullanıcısı var. Hemen her evde bir televizyon bulunuyor. Gazeteler toplam 3-4 milyon satıyor. Artık kitaplar da öyle. Peki bu kadar çok ürün, bizi mutlu ediyor mu? "Halet-i ruhiye"mizi istediğimiz şekle sokabiliyor mu?

421

Bu soruya "hayır" cevabını vereceğim, ama açıklamasını, beklenenden farklı olarak, evrimsel biyoloji ile yapacağım. İnsan beyninin, milyonlarca yıl (yaklaşık 6 milyon yıl) süren gelişim süreci boyunca, belirli miktarda enformasyonu işlemek üzere evrimleştiği kanaatindeyim. Başka bir yazıda, bu gelişimin, olması gerekenden daha fazla olduğunu belirtmiştim. Hala aynı fikirdeyim. Burada da aynı şeyi söylüyorum zaten. Eklemek istediğim, her ne kadar beklenenden fazla gelişmiş olursa olsun, beynin limitleri olduğu. Beynimizin bilgi depolama konusunda limitleri olduğunu düşünüyorum. Duygulanma konusunda da öyle. İşlem ("çekirdek") hızında da! Kaçınız ortaokul ya da lisede öğrendiklerinizi hatırlıyorsunuz? Kaçta kaçını? Peki üniversitede öğrendiklerinizden ne kadarı düşünce süreçlerinizin bir parçası? Daha sonra okuduğunuz yüzlerce kitabın onbinlerce sayfası nerede? Uçup gitti mi? Sıradan bir günde, akşam 3-4 saat TV izledikten sonra kendinizi tükenmiş hissetmiyor musunuz? Bu üçdört saatte bir komedi, bir dram, bir polisiye ve aralarında da yüzlerce reklam izledikten sonra bunda şaşılacak pek bir şey yok herhalde. Vaktiniz olursa, böyle bir akşamı, TV karşısında elinizin altında kalemkağıt ile geçirin ve size kaç çeşit duygu iletilmeye çalıştığına bakın. Reklamlar dahil. (Eskiden elektrikler sık kesilirdi. Ve o zamanlar ışıldaklar da olmadığı için herkes aynı odada, mum ışığı altında, gece yarısına kadar SADECE sohbet ederdi. O geceler çok daha iyi uyuduğumu hatırlıyorum. Nedenini ise uzun yıllar sonra fark ettim. ) Eskiden müzik de bu kadar çok değildi. Artık müziksiz adımınıza atmanıza imkan yok. Alışveriş merkezlerinde müşterinin zihnini bulandırarak daha fazla alış veriş sağlayan şey müzik. Fast foodçularda insanlara yemeklerini hemen yediren, yine müzik. Size belirli bir yaşam tarzında yaşamayı (doğrudan ya da dolaylı) telkin eden ve o yaşam tarzı için gerekli eşyaları (dolaylı olarak) satan yine müzik! Yani müzik artık sadece ruhun gıdası değil. Aksine ruhta sağlıklı olmayan açlıklar doğuran bir manipulasyon aleti. *** Halet-i ruhiyenizi korumanız için, önce onun sürekli bir saldırı altında olduğunu fark etmeniz gerekiyor. Bu bir. Sonra bu saldırının nereden geldiğini görebilmelisiniz. Bu biraz eğitim istiyor. Bu iki. Sonra da bu saldırıyı nasıl bertaraf edeceğinizi bulmalı ya da öğrenmelisiniz. Bu da üç. "Normal", "doğal", "sağlıklı" bir insan olmak büyük ölçüde bunları yapmakla mümkün olacaktır. posted by gezgin @ 4:58 PM

0 comments

Perşembe, Mayıs 11, 2006 AKSİYON FİLMLERİ HAKKINDA ... En sevdiğim türlerden biri aksiyon filmleridir demiştim sanırım. Bunun bazı nedenleri var tabii. Bence en önemlisi, bu filmlerin temel olarak bir kaçma ve kovalamacaya dayanması. Ve genelde de kaçanın, birileri tarafından zulüm gören birisi olması. Tipik bir "birey - toplum" analojisi yani. Toplum sizi kendi istediği kalıba dökene kadar peşinizdedir. Peşinizi bıraktığında, yani artık kovalandığınızı hissetmediğinizde, onun istediği kalıba girmişsinizdir zaten. Geçmiş olsun! Burada "toplum karşıtlığı" yaptığım düşünülmesin. Şahsen bireyin toplum ile sağlıklı bir çatışma içerisinde olması gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı çocukların anne babaları ile sağlıklı bir çatışma içerisinde olması gerektiği gibi. Hayatta en sevmediğim çocuk tipi, ana-babasının her dediğini yapan, "uslu" çocuklardır. Çocuk dediğin içinden gelen dürtüleri keşfetmek, tanımak, tartmak için anne babasının koyduğu kuralların dışına çıkmalıdır. Ama bu kural dışına çıkış, çocuğun sağlığına ya da kişiliğine kalıcı zarar verecek bir nitelikte olmamalıdır. Aynı şekilde insan da içinde yaşadığı toplumla çatışmalı bir ilişki içerisinde olmalıdır. Herkesin aynı şekilde düşünüp davrandığı toplumlar, cehennemin yeryüzünde somutlaşmış halidir. İnsanlar içinde yaşadıkları toplumla kısmen uyum, kısmen de çatışma içinde olmalıdır. Eğer biraz uyum olmazsa, bırakın huzuru, biyolojik varlığımızı bile devam ettiremeyiz. Ama biraz çatışma da olmazsa, bin yıllar boyunca aynı yerde kalırız. Sanırım bu gerçek, geçmişte sosyalist düzenlerin neden kısa sürede iflas ettiğini, ve olası bir gelecekte herkesin Müslüman olduğu "İkinci Asr-ı Saadet"in neden iflas 422

edeceğini anlatıyor. Ve yine bu gerçek, insanlara sahte de olsa çatışma için bir özgürlük veren kapitalist sistemlerin yeryüzündeki toplumlar tarafından neden bu kadar çabuk benimsendiğini ve arzulandığını da açıklıyor. İşte "aksiyon filmleri" bu noktada devreye giriyor. Bu filmlerde toplumun tamamının ya da bir kısmının, bir birey üzerinde kurduğu inanılmaz baskıyı görüyoruz hep. Ama bu filmlerdeki bireyler de, bu baskıya direnebilecek ve onunla savaşabilecek yetenekte oluyorlar. Olmasalar kimse bu filmlere gitmez zaten. (Bir topluluğun bir bireyi filmin başından sonuna kadar çatır çatır ezdiği bir filmi izlemenin ne gibi bir zevki olabilir ki?!). İşte bu nedenle filminizin kahramanı (aşağıda Truby'nin de belirttiği gibi) mücadele kabiliyeti olan biri olmalıdır. Ayrıca kendisine kurulan tuzaklardan kurtulacak ve yeni tuzaklar kuracak biri olmalıdır. Seyirci o kişiyle özdeşlelerek, iki saatlik bir süre için bile olsa, toplumun kendisine uyguladığı baskıyla mücadele eder - en azından bilinçaltı bir düzeyde. İşte bu nedenle, iyi aksiyon filmlerinden çıkınca, ilginç bir rahatlama hissi yaşarız. Sadece patlayan arabalar ya da ilginç dövüş sahneleri seyrettiğimiz için değil, içine düşürüldüğümüz bu fare labirentinden iki saatliğine ve hayali olarak da olsa çıkabildiğimiz için. *** Bizde (Türkiye'de) aksiyon türünün bu kadar zayıf olmasını neye bağlayabiliriz? Bu kez de siz bağlayın bakalım. Hep bana söyletmeyin. posted by gezgin @ 1:49 PM

3 comments

Çarşamba, Mayıs 10, 2006 Aksiyon Senaryosu Yazmak Eğer iyi bir aksiyon senaryosu yazarsanız, sinema sektöründeki başarınızı kendiniz garantilemiş olursunuz. Ama aksiyon türü Hollywood'daki en zor türdür ve pek çok kişi bunun farkında değildir. Sinema perdesinde basit ve doğrudan gibi görünen şey aslında senaristten son derece dikkatli bir planlama ve son derece yaratıcı çözümler bekler. Aksiyon filmleri birkaç yönden aldatıcıdır. Bir çok insan aksiyon filmlerinin karakter, olay örgüsü ve tema içermediğini düşünür. En iyi aksiyon filmlerinin ise derin bir hikayesi, karmaşık karakterleri vardır ve izleyici üzerinde büyük bir etki yaratırlar. Yazarın görevi, aksiyon türünün sınırlayıcı yapısı içinde dahi ilginç (çekici) karakterler, şaşırtıcı olay örgüleri ve önemli temalar yaratmaktır. Hollywood filmlerinde hızın gittikçe artma eğilimine karşın aksiyon yazarının en büyük düşmanı hızdır. İşin ilginç yanı, seyirciyi heyecanlandıran şey saf hız değildir. İşte bu nedenle iyi aksiyon yazarları, filmin daha hızlı görünmesini sağlamak için filmi yavaşlatmaya çalışırlar. Ne düşündüğünüzü biliyorum: "Bu ne anlama geliyor şimdi?" Bir hikayenin hızı ne kadar yüksek olursa, sürpriz yapma şansınız o kadar azalır. Ve sürpriz, olay örgüsünün çok temel bir koşuludur (gereğidir). Yazar olarak bir sihirbaz rolü üstlenirsiniz. İzleyiciler, kendilerinin tahmin edemeyecekleri olaylar için ağzınızın içine bakarlar. Ama geri dönüp baktıklarında bu olayların yaklaşmakta olduğunu görmek isterler. Karakterleri tek bir olay hattı üzerinde son hızda hareket ettirdiğiniz zaman, dönüşler (virajlar) de zorlaşır. İzleyici, bulunduğu yerden bariz sonuca kadar giden yoldaki herşeyi açıkça görebilir. Eğer hızı düşürürseniz, kendinize bir kaç tane beklenmeyen hikaye dönüşü (twist) koyma şansı tanımış olursunuz. Böylece izleyiciyi hâlâ şaşırtabilirsiniz, izleyici de dikkatini kaybetmeden hikayeyi izlemeyi sürdürebilir. İPUCU 1 - Kahramanınıza Kişisel Bir Sorun Verin İsterseniz hikayenize büyük bir aksiyon sahnesi ile başlayabilir (bazı başarılı aksiyon filmleri böyler başlar, bazıları ise böyle başlamaz), sonra da geri çekilebilirsiniz. Kahramanınıza, büyük aksiyon problemi ile birlikte aynı anda çözmesi gereken bir de kişisel sorun verin. Bu soruna çok zaman ayırmanız gerekmez. Ama bunu yapın. Bunu yaptığınız zaman, hikaye anlatımında son derece önemli olan o iki kollu anlatımı yaratmış olursunuz. Aksiyon probleminin yanı sıra bir de kişisel problem bulunur. Bu noktadan sonra size düşen görev, bu iki kolun seyirciye tek bir kol (hikaye kolu) gibi görünmesini sağlamaktır. İPUCU 2 - Önce Onları İnandırın

423

Aksiyon filmleri, doğaları icabı, inanılırlık sınırını zorlarlar. Böylece daha filmin en başlarında seyircinizi, kahramanınızın son derece yetenekli olduğuna inandırmalısınız. Ne de olsa onlara, hareket kabiliyeti neredeyse insan-üstü olan birisini göstermektesiniz. Başarılı aksiyon senaryolarında kahramanın fiziksel aksiyon konusunda başarılı olmayı hikaye esnasında öğrendiğine hemen hiç rastlamazsınız. Daha birinci sayfada kahramanınızın olağanüstü fiziksel kabiliyetleri olduğunu göstermelisiniz. Ve senaryonuzun daha en başlarında izleyiciye, kahramanınızın gerçekten de ne kadar iyi olduğunu gösteren bir sahne koymanız gerekecektir. Bunun ilk sahneniz olması ya da kahramanınızın bütün yeteneklerini göstermeniz gerekmez. Seyircinizi biraz meraklandırın yeter. Böylece seyircinizi daha en baştan uyarmış ve kendinize daha sonra sınırları zorlama şansı tanımış olursunuz. İPUCU 3: Olay Örgüsü Bir Sürprizden Diğerine Geçmekten Doğar Burada sürpriz sözcüğü ile, hem kahramanınıza hem de seyircinize yapılan sürprizi kastediyorum. Bu da kahramanın DÜŞMANI/DÜŞMANLARI hakkındaki bilgiyi olabildiğince saklamanız anlamına geliyor. En iyi aksiyon hikayeleri aldatma ve gizli bilgiler üzerine kuruludur. Özellikle de düşmanın doğası ve kimliği hakkındaki bilgiler saklanır. Büyük aksiyon filmleri aslında zekalar arasında gerçekleşen bir savaştır. Bu senaryolar en iyi kimin aldatmaca yapabildiği ve en iyi kimin düşünebileceği hakkındadır aslında. İPUCU 4: Kahramanınızı Güçlü, Ama Düşmanını DAHA GÜÇLÜ Yapın Sadece bir boksörün çok güçlü olduğu bir ağırsiklet maçı çok sıkıcı olurdu. Düşmanınız için, kahramanınızı doğduğuna pişman edecek çeşitli özel yetenekler ve numaralar bulmak için bayağı zaman harcayın. Ama bunların hepsini hemen göstermeyin. Bunları gizleyin. Ortaya çıkardığınız zaman bunu hızlı ve şiddetli bir biçimde yapın. Bunu yaparken de kahramanınızın önce darma duman olmasını, sahip olduğu bütün yetenekleri ortaya çıkarmak zorunda kalmasını ve düşmana karşılık vermesini istiyoruz. *** Bunlar, iyi aksiyon senaryoları yazarken size yardımcı olacağını düşündüğüm en sevdiğim ipuçları. Gördüğünüz üzere aksiyon senaryosu yazmak sanıldığından çok daha karmaşık bir iştir. İyi şanslar. Yazmaya devam! Kaynak: John Truby http://www.writersstore.com/article.php?articles_id=477 posted by gezgin @ 11:24 PM

0 comments

Çarşamba, Nisan 26, 2006 AKSİYON TÜRÜNDE ORTAK TEMALAR (Bu yazıdaki "tema" sözcüğünü, senaryo jargonundaki anlamıyla değil, gündelik anlamıyla kullanıyorum). Aksiyon filmlerinde, adı üzerinde, bir aksiyon vardır. Kavgalar, araba kovalamacaları, koşuşturmalar, silahlı çatışmalar... Günlük hayatta pek tanık olmadığımız bu olayları perdede izlemeye bayılırız. Bunun evrimsel bir kökeni olduğunu düşünüyorum. Bütün doktorlar ve biyologlar size insan bedeninin "koşuşturmak, avlanmak, dövüşmek" için tasarlanmış olduğunu söyleyecektir. Eh, modern hayatın bize bu şansı pek vermediği malum. Aksiyon filmleri, değil bilinçaltımıza, her hücremize kazınmış olan bu özellikleri hayali bir yolla bile olsa kullanmamızı sağlar. Özdeşletiğimiz kahramanın, bizim hayatımızdaki bütün olumsuz şeyleri temsil eden "kötü adam"ı evire çevire pataklaması da yüreğimizin yağını eritir, içimize su serper; bir katarsis yaşar ve sinemadan rahatlamış bir biçimde çıkarız. *** Peki, bu kavgayı, bu kovalamacayı, bu silahlı çatışmaları hayatta nerede bulacağız? Soruyu farklı bir biçimde sorayım: Eğer bir aksiyon senaryosu yazmak istiyorsak, bu aksiyonu en "doğal" biçimde hikayemize nasıl yerleştirebiliriz? Hayatın hangi alanlarındaki insanlar, doğal olarak daha fazla ve daha ilginç aksiyon ile iç içedirler? Hemşireler!

424

Değil tabii ki. Polisler, suçlular, düzenle haklı ya da haksız, bir biçimde ters düşen insanlar... Bu insanların hayatı aksiyon ile doludur. Ve iyi bir aksiyon filmi genel olarak bu alanlardaki insanlardan birilerini konu edinir. Yine aşağıdaki örnekleri bu açıdan inceleyelim:                      

Blues Brothers (Düzenle çatışan haklı kişi - Polis) First Blood (Düzenle çatışan haklı kişi - Polis ve Asker) True Lies (Gizli Servis - terörist) Die Hard (Polis) Point Break (Polis) Enemy of the State (Düzenle çatışan haklı kişi - Gizli Servis) Speed (Polis) The Terminator (Askeri eğitim almış kişi) The Terminator (Askeri eğitim almış kişi) Mad Max (Polis) Road Warrior (Eski Polis) Lethal Weapon (Polis) Rush Hour (Polis) Hızlı ve Öfkeli (Polis) Aliens (Asker) The Matrix (Düzenle çatışan haklı kişi - Askeri eğitim almış kişi) Mission Impossible (Gizli Servis) The Incredibles (Düzen için çalışan olağanüstü kişi) Kutsal Hazine Avcıları (Maceracı Arkeolog) Robin Hood (Düzenle çatışan haklı kişi) Beşinci Element (Eski asker) Taxi (1,2,3) (Polise yardım eden kişi)

Demek ki, bir aksiyonun olabilmesi için, birilerinin günlük hayatın monoton huzurunu bozması gerekiyor. Bu kişi, huzuru bozarak kendine haketmediği bir kazanç sağlamak isteyen bir kötü adam da olabilir; düzen tarafından haksız yere suçlanan birinin hakkını geri alabilmek için kokuşmuş bir düzenle mücadelesi de olabilir. (Askerlerin hayatı da çok miktarda aksiyon içerir. Ama burada çok sayıda insanın topyekün mücadelesi söz konusudur. Ve bu gibi durumlar "savaş filmi" adlı ayrı bir janr başlığında ele alınır.) *** Kötü adamlardan bazıları hızla zenginleşmek isteyen, bunun için de düzendeki bazı gediklerden faydalanmayı tercih eden kişilerdir. Ama bunlar, çok küçük paraların peşinde olan insanlar değildir. Dudak uçuklatacak miktarda paraların peşindedirler. Ve bu kadar büyük bir meblağı da çok iyi bir PLAN olmadan elde etmek genelde mümkün değildir. Biz bir taraftan kötü adamın bu planını adım adım takip etmekten zevk alırız, bir taraftan da kahramanın bu planı nasıl bozacağını merak ederiz (Örneğin "Die Hard" 1 ve 3) Bazen aksiyon filminin kahramanı, düzen tarafından haksız yere suçlanan bir kişidir. Kahraman son derece iyi niyetlidir. Ama bir yanlış anlaşılmadan ya da düzene nüfuz etmiş bazı kötü niyetli insanlardan dolayı kahramanımız aniden suçlu konumuna düşer. Bunun sonucunda kahraman, kendi masumiyetini kanıtlamak zorunda kalır. "First Blood" "Enemy of the State" "The Matrix" "Robin Hood" "The Fugitive" bu tür insanları anlatır. Bu tür hikayelerde kahraman o kadar köşeye sıkıştırılır ki, artık hayatından başka kaybedeceği bir şey kalmaz. Bu noktaya gelmiş insanların gösterdiği olağanüstü cesaret ve bu cesaretten doğan yüksek kalitede aksiyon ortaya çok güzel aksiyon hikayeleri çıkarır. Bir de emekli askerlerin, askeri eğitim almış kişilerin ya da küçük askeri grupların yarattığı aksiyon vardır. Askerler, polisten farklı olarak, topyekün savaş konusunda eğitilmiş kişilerdir ve kullandıkları silahlar da ona göre daha büyük olur. Örneğin "İlk Kan", "Beşinci Element", "Aliens" ve "Terminator 1 - 2" bu alt türe örnek verilebilir. "Fifth Element"te Bruce Willis'in emekli bir asker değil de emekli bir muhasebeci olduğunu düşünün, filmin sonunun ne kadar sönük olacağını tahmin edebilirsiniz. posted by gezgin @ 1:59 PM

3 comments

425

Pazar, Nisan 23, 2006 AKSİYON FİLMLERİNDEKİ AKSİYONUN KAYNAĞI Aksiyon filmleri için gereken aksiyon nasıl sağlanır? Yani bu tür filmlerde gördüğümüz kovalamacalar, kavgalar, büyük cesaret gerektiren hareketler neden (niçin) yapılır? McKee'nin aşağıdaki bir yazısında da belirttiği gibi insanlar bir sorunla karşılaştıklarında, en az çabayı gerektirecek seçeneğe yönelirler en başta. Bu seçeneğin işe yaramadığını görünce, biraz daha fazla çaba gerektiren seçeneği yoklarlar. O da olmazsa çok daha fazla çabalama isteyen seçeneği denerler. Peki bunu ne sağlar? Uzatmadan söyleyeyim: Kahramanı o derecede sıkıştıracak kalibrede bir düşman. Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için aksiyon filmleri listesinden bazı örneklere bakalım: True Lies'da, kahramanımız Arnold'un karşısında, bir binanın çatısından diğerine motorsikletle atlayacak kadar çılgın, ülkeye bir atom bombası sokacak ve bununla bütün ülkeye şantaj yapacak kadar gözü dönmüş olan bir terörist bulunuyor. Speed'de, Keanu'nun karşısındaki adam, azılı, acımasız ve yaratıcı bir bomba uzmanı. Son ana kadar kahramanla kedi fare oyunu oynuyor. Die Hard'da da Bruce Willis'in düşmanı, koskoca bir gökdeleni ele geçirip içindekileri rehin alacak ve bunu dışarıdaki bütün polis gücünü devre dışı bırakarak yapacak kadar akıllı bir adam (Hans Gruber). Aliens'da ise Teğmen Ripley (S. Weaver), belki de insan türünün karşılaştığı acımasız uzaylı (Yaratık) sürüsü ile başetmek zorunda. Terminator 1'de kahramanımızın karşısında, gözü dönmüş bir katil robot var. Terminator 2'de ise, birinci filmdekini mumla aratacak nitelikte başka bir katil robot var. The Matrix'te Neo, ajanlar ile temsil edilen makinaların insanları bulup yok etmesine engel olmaya çalışmaktadır. Devlet Düşmanı'nda Will Smith, istediklerini yasanın meclisten geçmesini engelleyen bir kongre üyesini öldüren gizli servis üyeleri ile savaşır. Beşinci Element'te Bruce Willis Dünya'yı yok etmek isteyen Mutlak Kötülük'ü durdurmaya çalışır. Sanırım ne demek istediğimi anlatabildim: Bir filmde aksiyon olabilmesi için, o filmde bu aksiyonu ateşleyecek, devam ettirecek ve şiddetini gittikçe artıracak kaliteli kötü adam(lar) (düşman, nemesis) olmalıdır. Filmin kalitesi büyük ölçüde kötü adamın ne kadar kötü, güçlü, zeki ve yetenekli olduğuna bağlıdır. *** Fakat, aksiyon filmindeki "aksiyonu" sağlamak için kaliteli bir kötü adamın varlığı yeterli değildir. İyi bir aksiyon filminde kahraman ile düşmanı karşı karşıya getiren bir istek olmalıdır. Bu da genelde kötü adamın isteğidir. William C. Martell'in sözlerini aynen aktarırsam "Bir aksiyon senaryosundaki en önemli öğe kahraman değil, kötü adamın planıdır. ... Bir aksiyon senaryosunda kahraman tepki verme pozisyonundadır; aktif role sahip olan kötü adamdır." Aşağıdaki aksiyon filmleri listesine bakın ve hepsinin hikâyesini teker teker düşünün. Hepsinde kaliteli bir kötü adam ve bu kötü adamın başarmak istediği bir plan var değil mi? Siz de bir aksiyon senaryosu yazarken, kötü adamınıza güçlü bir İSTEK, ve bu isteği yerine getirmek için yaptığı ve HATASIZ gibi GÖRÜNEN bir PLAN vermelisiniz. Seyircinin hoşuna giden budur: Kötü adamın bu zekice hazırlanmış planının iyilerin ensesinde filmin sonuna kadar boza pişirmesi, ama son anda kahramanın bulduğu bir çare ile bu planın bozulduğunu 426

görmek. posted by gezgin @ 10:18 AM

0 comments

Çarşamba, Nisan 19, 2006 AKSİYON TÜRÜNE GİRİŞ İşe "aksiyon" filmleri ile başlayalım. Zira aksiyon filmleri, sinemanın en güçlü yönlerinden biri olan "hareket"i son raddesine kadar kullanan bir türdür ve bu nedenle çok geniş bir seyirci kitlesine hitap eder. Yakın zamanda çekilen başarılı aksiyon filmlerinin kısa bir listesini aşağıda veriyorum. Bu liste tabii ki "eksiksiz" bir liste değil. Ama benim amacım da zaten eksiksiz bir liste hazırlamak değil. (Bu filmlerden bir çoğunu başka tür başlıkları altında da görebilirsiniz. Örneğin Aliens ve Matrix'i bilimkurgu, The Incredibles'ı animasyon, Blues Brothers'ı komedi ya da müzikal adı altında görebilirsiniz. Bu "bir filmin birden fazla türe girme" durumuna daha sonra ayrıntılı olarak değineceğiz.) Önerim, bu filmlerin olabildiğince çoğunu bir yerlerden (DVD/VCD kiralayan yerlerden, eşten, dosttan) bulmanız ve dikkatli bir biçimde seyretmeniz. Seyrederken de filmler arasındaki ortak noktalara ya da dikkatinizi çeken yerlere özel bir önem göstermeniz. Ve bunları not almanız. Çünkü ileride sık sık bu filmlere atıfta bulunacağız. AKSİYON FİLMLERİ LİSTESİ                      

Blues Brothers (Cazcı Kardeşler) First Blood (İlk Kan) True Lies (Gerçek Yalanlar) Die Hard (Zor Ölüm) Point Break (Kırılma Noktası) Enemy of the State (Devlet Düşmanı) Speed (Hız Tuzağı) The Terminator The Terminator 2 Mad Max (Çılgın Max) Road Warrior (Mad Max 2; Yol Savaşçısı) Lethal Weapon (Cehennem Silahı) Rush Hour (Bitirim İkili) The Fast and the Furious (Hızlı ve Öfkeli) Aliens (Yaratık 2) The Matrix (Matris) Mission Impossible (Görevimiz Tehlike) The Incredibles (İnanlmaz Aile) Indiana Jones and the Raiders of the Lost Ark (Kutsal Hazine Avcıları) Robin Hood: Prince of Thieves (1991) The Fifth Element (Beşinci Element) Taxi (Taksi - Luc Besson'un yapımcısı olduğu seri)

*** Aksiyon filmleri genelde bir ya da birden fazla kahramanın, büyük cesaret isteyen fiziksel hareketlerde bulunmak, uzun dövüşlere girişmek ya da çılgın kovalamalar yapmak durumunda kaldıkları güçlükler ("challenge") ile karşılaşmasını konu alır. Hikaye ve karakter, genelde patlamaların, yumruk yumruğa dövüşlerin, silah kullanımının ya da araba kovalamacalarının ardında ikinci planda kalır. Hem geçmişte hem de günümüzde aksiyon filmlerinin ticari cazibesi büyüktür ve gişede başarı oranı da yüksektir. Aksiyon filmleri de bir hikaye etrafında dönerler, ama bundan daha da önemlisi, bir kahraman üzerine kuruludurlar; sinema izleyicisi bir aksiyon filmini düşünürken daha çok belirli bir oyuncuyu ve karakter(ler)in aşması gereken engelleri aklından geçirir. ÜNLÜ AKSİYON FİLMİ OYUNCULARI

427

            

Mel Gibson Bruce Willis Pierce Brosnan Harrison Ford Tom Cruise Arnold Schwarzenegger Sylvester Stallone Vin Diesel Jean Claude Van Damme Steven Seagal Bruce Lee Jackie Chan Chow Yun-Fat

posted by gezgin @ 9:50 AM

0 comments

Cumartesi, Nisan 15, 2006 SOMETHING FOR NOTHING Eh, artık bir şeyler yazma zamanı geldi. Uzun süredir yazmamamın sebebi, işlerimin yoğunluğu, artı yazmak istememem. Neden yazmak istemediğimi anlamam zamanımı aldı diyelim. Daha sonra anladım tabii. Son dönemlerdeki yazılarım genellikle olumsuz içerikli. Bunda benim de payım var. Niye kötü olduğunu bildiğin filmlere gidiyorsun, değil mi?! Eh, ne yapalım, önümüze konan filmler bunlar. Bu filmler hakkında da iyi yazmak mümkün değil. Ama bu tür yazılardan sonra insanın ağzında kötü bir tat kalıyor, yazdıklarınız yüzde yüz doğru olsa bile. Sonunda şuna karar verdim: Sadece iyi filmler hakkında yazmak lazım. Hatta en iyi filmler hakkında. Bu filmlerin çoğu da şu anda vizyonda olanlar değil. Geçmiş yılların filmleri. Bu filmleri de türlerine (janr) göre sınıflandırmanın daha faydalı olacağını gördüm. Bunun için de her ay belirli bir türü ve o türün önde gelen filmlerini analiz etmeye karar verdim. Böylece 1) Hem sadece iyi filmler hakkında yazacağım 2) İyi filmleri iyi yapan nitelikleri başarılı örnekler üzerinden anlatabileceğim 3) Bizde üzerinde çok az durulan "tür filmleri" konusunu iyice inceleme fırsatı bulmuş olacağız. Yazıları yakında burada girmeye başlayacağım (başka site hazırlama fikrinden vaz geçmiş bulunuyorum). posted by gezgin @ 12:08 AM Pazartesi, Nisan 03, 2006 BOŞLUK - McKee Notları - 3 Hikaye, öznel ve nesnel dünyaların birbirine dokunduğu yerde doğar. Kahraman, kendisinin ulaşamayacağı bir arzu nesnesini ister. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak belirli bir eylemde bulunmayı tercih eder. Onu motive eden şey, bu eyleminin sonucunda dünyanın ona, arzu ettiği şeyi elde etmesini sağlayacak biçimde tepki vereceğini düşünmesi ya da hissetmesidir. (Yani dünya ona istediğini verecek diye düşündüğü için o eylemi tercih eder - gg). Kahramanın öznel bakış açısına göre o, asgari, tutucu (durumu koruyucu) ama istediğini elde etmesini de sağlayacak bir eylemde bulunmuştur. Ama kahraman bu eylemde bulunur bulunmaz, kahramanın öznel iç dünyası, kişisel ilişkileri ve dış dünya veya bunların bir kombinasyonu, kahramanın tahmin ettiğinden daha güçlü ya da farklı bir biçimde tepki verir. Dünyadan gelen bu güçlü ya da farklı tepki kahramanı istediği şeyi elde etmekten alıkoyar, onu arzuladığı şeyden daha da uzaklaştırır. 428

*** Gereklilik ("necessity") mutlak gerçektir. Gereklilik, biz eyleme geçtiğimizde aslında olan şeydir. Bu gerçek de ancak ve ancak biz bir eyleme geçtiğimizde bilinebilir. Dünyanın bize vereceği tepki, o anda bizim var oluşumuzun yegane gerçeğidir. Biz bu andan önce ne olacağını düşünmüş (sanmış, inanmış) olursak olalım bizim gerçeğimiz dünyanın verdiği o tepkidir. Gereklilik, olması gereken ve aslında olan şeydir. Bizim olmasını umduğumuz şeyden farklıdır. *** Gerçek hayatta karşımıza çıkan bu durum, kurguda da geçerlidir. Nesnel bir gerçeklik (yani, dünyanın gerçekliği) kahramanın olasılık duygusu (yani "bu olabilir" dediği şey) ile çeliştiğinde, kurgusal gerçeklikte aniden bir "boşluk" oluşur. Bu boşluk, öznel dünyalar ile nesnel dünyaların, beklentiler ile sonuçların, kahramanın eylemden önce tasarladığı dünya ile eylemden sonra karşılaştığı gerçek dünyanın çarpıştığı yerdir. Gerçeklikteki boşluk meydana geldiğinde, hala istekli ve bir şeyler yapma yeteneği olan kahraman, asgari ve tutucu (mevcut durumu koruyucu) bir çaba ile istediğini elde edemeyeceğini fark eder. Kendisini toparlamalı ve bu boşluğu geçmek için ikinci bir eylemde bulunmalıdır. Bu ikinci eylem, kahramanın en başta yapmak istemeyeceği türden bir eylemdir çünkü bu eylem daha fazla irade gücü gerektirmektedir ve onu kendi yeteneklerinin (kapasitesinin) daha derinlerine inmeye (yani, daha fazla güç kullanmaya) zorlamaktadır. Ama en önemlisi, bu ikinci eylem onu RİSK'e atmaktadır. Şimdi, bir şeyler kazanmak için, bir şeyler kaybetmeyi göze almalıdır. (McKee, STORY, sayfa 147-9, bazı bölümleri tarafımdan kırpılmış veya yorumlanmıştır - gg) posted by gezgin @ 11:53 AM

0 comments

İLK ADIM - McKee Notları - 2 Senaryo yazmak için oturduğunuzda hindi gibi düşünmeye başlarsınız: Nereden başlamalı? Karakterim şimdi ne yapacak? Karakteriniz (aslında bütün karakterler) hikayenizin herhangi bir anında, herhangi bir isteğin peşinden giderken, her zaman kendi açılarından en az çabayı gerektiren, en muhafazakar ("conservative" mevcut durumu koruyucu) eylemi yerine getirirler. Bütün insanlar her zaman böyle davranırlar. İnsanlar öz itibariyle tutucudurlar ("conservative" - mevcut durumu koruyucu), aslında bütün doğa öyledir. Hiçbir organizma gerekenden fazla enerji harcamaz, gerekmeyen hiçbir şeyi riske atmaz, ya da zorunda kalmadıkça hiçbir eylemde bulunmaz. Neden bulunsun ki? Eğer bir iş, herhangi bir kayıp ya da acı riskine girilmeden ya da enerji harcanmadan, kolay yoldan yapılabiliyorsa, neden herhangi bir yaratık daha zor, daha tehlikeli ya da daha fazla zayıflatıcı bir şey yapsın ki? Yapmaz tabii ki. Doğa buna izin vermez... ve insan doğası da evrensel doğanın bir parçasından ibarettir. Gerçek yaşamda da bize gereksiz, hatta aptalca gelen aşırı davranışlar sergileyen insanlar, hatta hayvanlar görürüz. Ama bu bizim, o durumla ilgili dışarıdan yaptığımız bir değerlendirmedir. Öznel olarak, o yaratığın bakış açısından, bu taşkın davranış aslında asgari, tutucu (mevcut durumu koruyucu) ve gerekli bir harekettir. Neyin "tutucu" (mevcut durumu koruyucu) olduğu her zaman bakış açısına göre değişir. Örneğin gerçek hayatta kendimize şöyle deriz: "Dolores'in telefon numarasını bulamıyorum. Ama arkadaşım Jack'te bu numaranın olduğunu biliyorum. Eğer onu şimdi ararsam, meşgul olmasına rağmen yaptığı işi bırakıp bana bu numarayı verecektir." Siz de Jack'i ararsınız ve işini böldüğünüz için özür dilersiniz. O da "Sorun değil" der ve istediğiniz numarayı size verir. Hayat % 99 böyledir. Hayatta hep asgari çabayı gösteririz ve onun karşılığını alırız. Hikaye anlatımında ise biz yazar olarak, karakterimizin dünyadan olumlu bir tepki almayı umduğu ama bu eyleminin kendisine karşı çok olumsuz bir tepki uyandırdığı anlara odaklanırız. Karakterin içinde yaşadığı dünya ona, umduğundan farklı bir biçimde ya da umduğundan çok daha güçlü bir biçimde ya da her iki biçimde tepki verir.

429

Telefonu elime alıp Jack'i ararım ve "Rahatsız ettiğim için kusura bakma, ama Dolores'in telefonunu bulamıyorum. Bana onun ..." O anda Jack bağırmaya başlar: "Dolores mi? Dolores mi! Ne cüretle bana onu telefon numarasını sorarsın?" der ve telefonu suratıma kapatır. Aniden hayat daha ilginç bir hâle gelmiştir. (McKee, STORY, sayfa 143-4, bazı bölümleri tarafımdan kırpılmıştır - gg) posted by gezgin @ 11:52 AM Cumartesi, Mart 25, 2006 ENGİN ARDIÇ ve başka şeyler... Senaristlerin sıradan aydınlardan biraz daha akıllı, biraz daha geniş görüşlü olması gerekiyor. Tek bir bakış açısına, tek bir ideolojiye saplanıp onun sözcülüğünü yapmak yerine, hayatı daha bütüncül bir biçimde görmeleri gerekiyor. O zaman hayatta doğru olduğunu sandığınız bir çok şeyin aslında öyle olmadığını, hatta çok daha farklı olduğunu görebiliyorsunuz. Ama bunun için, "belirli bir ideolojinin limanına sığınma güvencesi"nden uzak durmak cesaretine sahip olmak gerekiyor. Özgür olmak gerekiyor. Özgürlük, yaşayanların bildiği gibi çok ferah ama aynı zamanda ürkütücü bir duygudur. Her babayiğidin harcı değildir. Sırtını kimseye dayamamaktır. Güvencesizliktir. Kolay bir şey değildir yani. Kafası özgür çok az adam var dünyada. Bu insanları - eserleriyle de olsa - tanımak büyük bir sevinç kaynağı benim için. Hele bunlardan bazılarının benim ülkemden çıkmış olması benim için ayrı bir mutluluk kaynağı. Benim ana dilimde yazıyor olmaları beni nasıl sevindiriyor anlatamam. İşte bu insanlardan birisi Engin Ardıç. Düşünen; bilen; gerçek dışı hayallerden kurtulmuş, ultra gerçekçi bir zat. Bir miktar karamsar. Sadece gazete yazıları yazması ise büyük bir kayıp. İşte, okuyanın zihninde uçuşan bilgi parçacıklarını "büyük resim" (ya da "büyük puzzle") içinde yerli yerine oturtan iki yazısı. Sizinle paylaşmadan edemedim. Faydasını görmezseniz hesabını benden sorabilirsiniz. Hutbe-i hakikiyye (25 Mart 2006) Çözümleme (22 Mart 2006) Not: Eğer yazıları bu linklerden bulamazsanız, Akşam gazetesinin sitesine gidin ve gazetenin, yazıların yanlarında belirttiğim tarihte yayınlanmış nüshalarına gidin. Sonra da "Yazarlar" linkine tıklayın. posted by gezgin @ 6:15 PM Perşembe, Mart 23, 2006 "BEYZA'NIN KADINLARI" Hakkında "Var Olmayan" Yazı DİKKAT: Bu yazıda "Beyza'nın Kadınları" hakkında çeşitli yorumlar yer almaktadır. Bu yorumlar bu filmin seyir zevkini azaltabilir. *** "Elçiye zeval olmaz" denmesinin sebebi, aslında elçilerin bolca zeval görmesidir. Yani bu atasözü bir durum tespiti değil, bir temennidir. Kötü haber getireni kimse sevmez. Kötü gerçekleri söyleyenleri de. Söylenenler ne kadar doğru olursa olsun, bir süre sonra o insanlar ile kötü şeyler arasında Pavlovcu bir koşullanma kurulur. Ve o kişiden uzak durmak istersiniz. "Cumhuriyet" gazetesinin satmama nedenlerinin başında bu gerçek gelir ama gazeteyi yayınlayanların bile bundan haberdar olduklarını sanmıyorum. Ben de yerli film eleştirilerinde bu noktaya gelmiş durumdayım. Bir yerli film hakkında iyi bir laf ettiğim son vak'a "Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü". Ondan önceki yazılarımın çoğunda yerli 430

filmler hakkında iyi laf ettiğim pek vâki değildir. Bu durumda iki seçenekle karşı karşıyayım. Ya sempatik olmak ve yazılarımın okunmasını sağlamak için yerli filmler hakkında olumsuz yazmayı kesecek ya da asgariye indireceğim, ya da hiç okunmamayı tercih ederek yerli filmler hakkında gerçekleri yazmayı sürdüreceğim. Hangisini tercih ettiğimi tahmin edin bakalım. (İpucu vereyim: ikincisi değil :) *** "Beyza'nın Kadınları"nı yarısında terk ettim. Bir daha Mustafa Altıoklar elinden çıkmış bir film seyredebileceğimi sanmıyorum. Şu anda ağır bir PTSD ("Post-traumatic stress disorder" yani "travma sonrası stres bozukluğu") yaşıyorum sanırım. Altıoklar'ın benim önüme böyle bir film atmasına karşılık olarak ben de onu değerlendirmelerimden mahrum bırakıyorum. Devam etsin böyle film çekmeye! *** Çok ama çok faydalı yazılar içeren yazıtahtası sitesini hazırlayan sevgili Babür, "yarısını izlediğiniz bir film hakkında teknik eleştiri yapmanızı çok sempatik bulmamıştım" demişti son mailinde. Dışarıdan bakınca makul görünen bir itiraz. İyi de, bir yemeğin kötü olduğunu anlamak için hepsini mi yemek gerekiyor? Genelde ilk bir iki kaşıkta anlaşılmaz mı yemeğin devamının ne olduğu? Ki ben yine de yarısına kadar dayanmışım. Yine de "Beyza'nın Kadınları" hakkında yazdığım ilk yazı içime sinmedi ve şu anda sitede öyle bir yazı yok. Ama beni bir daha bir Mustafa Altıoklar filmine götürecek kudretin de yeryüzünde bulunduğunu sanmıyorum. posted by gezgin @ 10:45 PM Perşembe, Mart 16, 2006 BABAMIN BANA YAPMADIĞI İYİLİK: Bazı konular var ki, tekrar tekrar ele alınması elzem, ve hatta kaçınılmaz. "Çatışma" bunlardan biri. Daha önce çatışmayı, bir hikâyedeki çatışan güçler bazında ele almıştık. Demiştik ki, "Bir hikâyenin var olabilmesi için, o hikâyede bir çatışma olmalıdır. Yani hikâyenin kahramanı bir şey istemeli, onun düşmanı da kahramanın bu şeye ulaşmasına engel olmaya çalışmalıdır." Bu konuyla ilgili ayrıntılı yazılar var geçmiş "postalarda". Merak edenler aşağıdaki yazıları ya da yandaki (sağ yan) arşivleri okusun. Bu yazıda bu çatışma konusunu biraz daha detaylandıracak ve sonra da onu sahne bazında ele alacağım. *** "Çatışma" dediğimizde aklımıza hemen birbirine zıt iki güç gelir. Senaryolarda bu güçler genelde şu şekildedir: insana karşı insan, insana karşı topluluk, insana karşı toplum, topluluğa karşı topluluk, insana karşı doğa. McKee bu zıtlıklar daha net bir biçimde ortaya koyar. Der ki, Üç çeşit çatışma vardır: 1) İç çatışma 2) Kişisel çatışma 3) Dış çatışma Bunları da şöyle açıklar: İÇ ÇATIŞMA: 431

İnsanın kendi içinde yaşadığı çatışmadır. İnsanın kendi duyguları bazen birbiriyle çatışır. Canı bir şey yapmak isterken, vicdanı ona başka bir şey yapmasını söyler. Ya da iki istek birbiriyle çatışır. (Burada hiçbir dış etken söz konusu değildir.) "Azınlık Raporu"ndan bir örnek verelim. Filmin orta noktası sayılabilecek sahne, John Anderton'un bir otel odasında, çocuğunu kaçırdığını sandığı adamı öldürmeye teşebbüs ettiği andır. Burada John Anderton silahını, oğlunu kaçıran adama (en azından o öyle sanmaktadır) doğrultmuştur. Onu öldürüp öldürmemek arasında bir seçim yapmak zorundadır. Ve bu seçimde iki duygu birbiriyle çatışmaktadır: Oğlunun ölümünün intikamını alarak acısını hafifletmek ve adamı adalete teslim etmek. John, kendisiyle büyük bir mücadele vererek ikincisini tercih eder. Sahnenin devamını biliyorsunuz. Bu çatışma sadece duygular arasında olmayabilir. Duygular ve düşünceler arasında da olabilir. Beden ile zihin arasında da olabilir. Bedenin bazı istekleri ile bazı düşünceler ya da inançlar arasında bir çatışma yaşanabilir. "Gülün Adı" ve "Kara Cübbe" ("Black Robe") filmlerinde bu duruma uygun örnekler vardı yanlış hatırlamıyorsam. Bu filmlerin her ikisinde de inancı ile cinsel istekleri arasında kalan Hristiyan din adamları yer alıyordu. KİŞİSEL ÇATIŞMA: Bu tür çatışma, kişiler arasındaki çatışmayı anlatır. Yani kahraman ile arkadaşı, sevgilisi, annesi-babası, vb. arasında yaşanır bu çatışma. Bu çatışmanın özelliği, kahraman ile "yakın çevresindeki insanlar" arasında yaşanmasıdır. Yani kahraman ile kardeşi arasındaki çatışma "kişisel çatışma"dır, ama kahraman ile yoldan geçen biri ya da gıcık olduğu patronu arasındaki çatışma "dış çatışma"dır (bkz. aşağısı). Genellikle televizyon dizileri bu çatışma türünü çok kullanırlar. Ortalıkta birbiriyle zıt şeyler isteyen birbiriyle alakalı bir sürü insan vardır. Durmadan da bıcır bıcır konuşurlar. Sadece bu tür çatışmayı kullanan dramatik yapılarda pek fazla aksiyon yoktur. DIŞ ÇATIŞMA: Bu tür çatışmada kahramanımız ile dış dünya karşı karşıyadır. Bu dış dünya a) Kahramanımızın tanımadığı biri b) Çeşitli kurumlar (sosyal kurumlar ya da şirketler) c) Doğa koşulları olabilir. Görüldüğü gibi bu çatışma kaynakları, kahramanımızın içinden ya da yakın çevresinden değil, dışarıdan gelmektedir. McKee, şu örnekleri vermektedir: Toplumsal kurumlarla ve bireylerle olan çatışmalar: devlet / vatandaş, kilise / mümin, şirket / müşteri İnsanlar arasında olan çatışmalar: polis / suçlu, patron / işçi, müşteri / garson, doktor / hasta İnsan yapımı ya da doğal çevreler ile olan çatışmalar: zaman, mekan ve bunun içindeki herşey Dış çatışmaya "Yarından Sonra" ("The Day After Tomorrow") filmindeki iklim koşulları örnek olarak verilebilir. "Dünyalar Savaşı"ndaki uzaylılar da bu tür bir dış çatışma kaynağıdır. *** İyi hikâyelerde bu çatışmaların üçü de bulunur. Filme derinlik katan ve seyri güzelleştiren de budur. Bunun nedeni bizim insan olarak da bu üç düzeyde çatışma yaşamamızdır: herhangi bir gün kendisi ile (duygu ya da düşünceleriyle veya bedeniyle) çatışmaya girmeyen var mı aranızda? Ya da sevdiği insanlarla çeşitli uzlaşmazlıklar yaşamayan? Ya da dış dünyadan bir düşmanlık ya da en azından bir güçlük görmeyen? İşte bu nedenle, kahramanlarımızın da bu üç düzeydeki çatışma kaynakları ile boğuşmasını isteriz. TITANIC'ten örnek verelim: Filmin kahramanı olan Rose, kendisi ile çatışma halindedir. İçinde bulunduğu sosyal ortamdan nefret etmektedir ama kendisinde, kendisini bu ortamın dışına çıkaracak gücü ve cesareti de bulamamaktadır. Bu, bir iç çatışmadır. Aynı Rose, nişanlısı Cal ve annesi ile de sürekli çatışma halindedir. Bu da kişisel çatışmadır. Son olarak da, gemi buzdağına çarptıktan sonra doğa koşullarına karşı büyük bir mücadele verir. Bu da dış çatışmadır. MATRIX'ten örnek verelim: Neo, kendisinden emin değildir. Gerçekten de "seçilmiş kişi" midir acaba? Bu, iç çatışmadır. Nebukadnezzar'ın mürettebatından Cypher Neo'yu ve diğerlerini fena halde satar. Bu, kişisel çatışmadır. Son olarak da Neo Ajanlar ile kıyasıya mücadele eder. (Ayrıca gemidekiler de "sentinel"ler ile boğuşur). Bu da dış çatışmadır. 432

ÖRÜMCEK ADAM 1'den bir örnekle bitirelim: Peter Parker kendisi ile mücadele etmektedir. Doğru olan nedir?: Üstün güçlerini kullanarak para kazanmak mı yoksa karşılıksız olarak başka insanlara yardımcı olmak mı? Bu, iç çatışmadır. Parker, sevdiği insanlar ile de çatışma halindedir. Amcasıyla, Mary Jane ile (bu çatışma 2. filmde doruğa çıkar), arkadaşı Harry Osborn ile. Bu da kişisel çatışmadır. Parker dış dünya ile de çatışma halindedir: Yeşil Cin ile ve onun yarattığı çeşitli tehlikeli durumlarla, New York'taki çeşitli suçlularla ve yangın vb. gibi felaketlerle. Örümcek Adam'ın başarısı, filmin herhangi bir saniyesinin çatışmasız olmaması ile çok yakından alakası vardır. (EŞKİYA'daki çatışma türlerini de siz bulun) *** Gelelim babamın bana yapmadığı ve benim size yapacağım iyiliğe. Tabii ki para vermeyeceğim, bir şeyler anlatacağım. O da şu: "Yazdığınız her sahnede çatışma olsun." Bu kadar. (İşte babam bana bunu söylemedi. Bu bilgiye ulaşana kadar ne kadar boş - çatışmasız - sahne yazdım, anlatamam.) Sanırım biraz açmam gerekiyor. Şöyle diyeyim. Sahnenizde ne oluyor olursa olsun, bu sahneyi eğer ilginç, izlenmeye değer, komik, eğlenceli kılmak istiyorsanız, sahnenize yukarıda anlatılan üç çatışma tarzından birini ya da bir kaçını (en fazla üç tane var zaten) koyun. Sahneniz aniden renklenecek ve okunması / izlenmesi zevk veren bir şeye dönüşecektir. Size önce bir kötü örnek, bir de iyi örnek vereyim. Kötü örnek "Organize İşler"den. Filmi izleyenler hatırlayacaktır, bir sahnede Yılmaz Erdoğan ile Tolga Çevik deniz kenarında konuşmaktadır. Güya bu duygusal bir sahnedir. İki "konuşan kafa" (Amerikalılar böyle derler, "talking heads") bir sürü laf söylerler, fonda deniz olduğu halde. Bize seyirci olarak "bitse de gitsek" dedirten sahnelerden biridir. Zira bir çatışma yoktur bu sahnede. Tamam, bu iki karakter arasında bir çatışma yok, hikaye icabı; ama en azından karakterlerin iç çatışması ya da dış çatışması olabilirdir. Nasıl mı? "Terminator 2" filminin orta noktasından (yani Sarah Connor ve avanesi Meksika civarına gittikten) sonra, John Connor (çocuk) ile Arnold (Terminator) arasında bir diyalog geçer. Bu sahnede John, Arnold'a annesini anlatmaktadır. Ama bu arada Arnold da kamyoneti tamir etmektedir. Yani konuşmaların zemininde aslında (çok önemsiz gibi görünse de) dış dünya ile yaşanan bir çatışma vardır. Bu iki tip bir banka oturup da o konuştuklarını konuşabilirlerdir. Ama hayır, Cameron bu sahnede dahi ufak da olsa bir çatışma unsuru koyar. İnsanlar (seyirciler) belki bilinçli olarak bunu bir çatışma olarak algılamayabilirler, ama neticede ilginç bir şey olmaktadır. Bir makina (Arnold) bozuk bir kamyonet ile cebelleşmektedir. Ve bu sahnenin, deniz fonu önünde dikilip konuşan iki tipten çok daha ilginç olduğu kesindir. Bu konuyla ilgili binlerce örnek vermek mümkün. Ama şimdi uğraşamayacağım. Artık siz, sevdiğiniz bir filmi seyrederken, "ben bunu neden seviyorum?" sorusunun yanıtın en azından bir bölümünün bu olduğunu biliyorsunuz. İyi senaryo yazmak da, bu tür çatışmaları (tabii ki suni değil, gerçekçi olanları) yaratmaktan geçiyor. *** İşte size babanızın bile yapmayacağı iyilik bu. Bu bilgi: Her sahnenize bir tür çatışma koyun. İç çatışma, kişisel çatışma, dış çatışma. Emin olun, bu çatışmalar gerçekçi olduğu (yani hem hikâyenin gerçeğine, hem de gündelik hayat gerçeğine uyduğu) sürece, yazdıklarınızın seyrine doyum olmayacaktır. posted by gezgin @ 12:07 AM Perşembe, Mart 09, 2006 "V" FOR VASAT Bu aralar "Matrix 2"yi seyrediyorum ("Reloaded"). Bir film bu kadar mı boş olur?! Oluyor işte. Ama o boş film gişede 735 milyon dolar yaptı. Ama bence bu gişenin arkasında, filmin kalitesi değil, "Matrix 1"in yarattığı beklenti yatıyordu. Netekim, 2. filmin kötülüğünü gören izleyiciler, 3.süne ("Revolutions") pek iltifat etmediler (424 milyon dolar). İlkinden 100 milyon dolar daha fazla bütçeyle çekilen 3. film, ilk filmden (456 milyon dolar) daha az iş yaptı. 433

Bu durum, "Kurtlar Vadisi Irak" filmini anlamamıza da yardımcı oluyor bence. Ama burada bu konuya daha fazla değinmeyeceğim. Kendiniz anlayın artık. Beni asıl ilgilendiren, büyük ölçüde Wachowski Biraderlerin etkisini taşıyan ve yakında gösterime girecek bir film: "V for Vendetta" (yani "Kan Davasının K'sı"). Filmin fragmanı ortalıkta dolanmaya başladı bile. İzlemek isteyenler http://www.apple.com'daki fragmanlar ("trailers") bölümüne bakabilir. Lakin filmin bence pek bir gelecek vaadetmediğini söylemeliyim. Çünkü film, ilginç bir biçimde sakat bir düşünceye dayanıyor: Sanki gelecekte bir zamanda insanlar görüntü itibariyle mükemmel bir dünyada yaşıyorlarmış da, birileri bu görüntünün ardındaki gerçeği ortaya çıkarıyormuş. Wachowskiler Matrix'teki hikayeyi yine pişirip önümüze koyacaklar anlaşılan. Ama fragman, bunu çok kötü bir biçimde yaptıkları izlenimini veriyor. (İlginç bir biçimde, film iyiyse fragmanı da iyi oluyor. Kötü filmden iyi fragman çıktığı, çok nadirdir.) Son zamanlarda, bilimkurgu filmlerinde bu tür sanal mükemmel dünyaların yıkılışını seyrettik: "Equilibrium" ("İsyan" adıyla oynadı sanırım), ve "Aeonflux" (şu Charlize Theron'lu film) bunlardan ikisi. Biraz eskilere bakarsak, "Demolition Man" de söylenebilir (W. Snipes, S. Stallone). Bu tür hikayelerde şöyle bir sorun var: Amerika'nın Irak'ı işgal ettiği ve kafasına estiği her ülkeyi işgal edebileceği, kuş gribinin bir hayalet gibi bütün dünyayı aylardır korkuttuğu, ilkim bozukluğunun artık çocuklar tarafından bile fark edildiği bir dünyada, hiç kimse geleceğin "mükemmel gibi" görünmesini beklemiyor ki?! Bu "ultra gerçekçiliğimiz" yüzünden, "gelecekte insanlar görünüşte mükemmel ama aslında kokuşmuş bir dünyada yaşayacaklar" diye hikayeni anlatmaya başlarsan, kimse sana inanmaz. Hikayeni "gelecekte insanlar berbat bir dünyada yaşayacaklar ve aslında hayat göründüğünden de berbat olacak" dersen biraz inandırıcı olabilirsin. Çünkü o birinci berbatlığı halihazırda yaşıyoruz, çok şükür! "Matrix 1"in tutulma nedeni bu gerçekçiliğiydi. Sıradan, sıkıcı, hatta boğucu bir hayat, ve o hayatın altında olan daha da berbat bir hayat. "Blade Runner" da öyleydi. Korkunç bir gelecek daha da korkunç bir gerçeklik: "Ben bir klon muyum?". Artık kimse, "Gelecek korkunç olacak mı?" diye sormuyor. Sorulan soru şu: "Gelecek ne kadar korkunç olacak?" *** Güncelleme: 12 Mart 06 "Matrix 3"ü de seyrettim. Onu da genel olarak beğenmedim - ilk seyrettiğimde olduğu gibi. Ama yiğidi öldürelim, hakkını yemeyelim: "Matrix 2"deki otoyol sahnesi ve "Matrix 3"teki son savaş sahnesi gerçekten çok güzel çekilmişler. Lakin bu sahneler, tek başlarına içinde bulundukları filmleri kurtarmaya yetmiyorlar. "Matrix 1" ise tek başına, baştan sona çok çok iyi bir film. Hatta neredeyse mükemmel. Bu üç filmin bir üçleme olduğuna inanmak neredeyse imkansız. posted by gezgin @ 11:02 PM Pazartesi, Mart 06, 2006 VAY CANINA: "SCREENPLAY"IN YENİ BASKISI ÇIKMIŞ! "O da ne?" demeyin. Son 25 (yirmibeş) yılda Amerika ve Avrupa'da (ve aslında dünyanın her yerinde) senaryo yazarlığını en çok etkileyen kitap: SCREENPLAY (ilk baskısı 1979). Yazarı da Syd Field adlı bir amca. Lakin biz bilmiyoruz. Neden? Çünkü Türk Yayıncıları 25 yıldır dışarıda "ben senaryo yazıyorum" diyen her Allah'ın kulunun kütüphanesinde birkaç kopyası bulunan bu kitabı Türkçe'ye kazandırmayı akıl 434

etmediler. Neden? Cevap çok basit: Para getireceğini düşünmedikleri için! (Alın size kapitalizmin bir nimeti daha! Para yoksa hiçbir şey yok). En işe yaramaz (solcu, sağcı, dinci, edebi, vb. fark etmez) kitapları sanki büyük bir maharetmiş gibi cayır cayır bastılar, çoğu depolarda çürüdü ya da geridönüşüm işlemine tâbi tutularak yeniden kullanıldı. Ama birinin aklına Syd Field'ın bu kitabını basmak gelmedi. Bilmiyor olabilirler mi? Mümkün değil. Çünkü sinema ile ilgili başka yüzlerce kitap basıldı. Hatta Syd Field'da çokça alıntı yapan Michel Chion'un kitabını bile bastı AFA, ama Syd Field Türkçe'de yok. "Ee, sana ne?" diyeceksiniz. Demeyiniz. Son 25 yıldır film diye önümüze konunan kalitesizlik başyapıtlarının ardında senaryo konusundaki DERİN BİLGİSİZLİK yatıyor. Bu hastalığın en iyi tedavi yöntemi ise, bildiğiniz gibi, BİLGİ. O da "kitap" dediğimiz şeylerden elde ediliyor. Ve bunları da yayınevi denen kurumlar basıyor... Sadece yayınevi sahipleri suçlu değil. Bir sürü sinema derneği - vakfı - vesairesi var bu ülkede. Ne işe yararlar? Kendi elemanlarına rahat rakı içebilecekleri ve boş boş tartışacakları lokaller kurmaktan başka? Yahu, oyuncu dernekleri bile bu işi yapabilirdi, eğer işin ucunun aslında kendilerine dokunduğunu görebilecek ferasette olsalardı. Peki üniversiteler ne işe yarar? Bu ülkede başta Mimar Sinan ve Ankara Üniversiteleri olmak üzere sinemayla ve dramatik yazarlıkla ilgili bir sürü okul var. Bunların hiçbirinin aklına 3 bin dolar bastırıp bu kitabın Türkiye yayın haklarını almak gelmez mi? Yahu bunu yapsalar sadece 2 senede döner sermaye ile bu para bu işi yapan bölüme geri dönerdi, kazanılacak prestij da işin cabası. Ama hayır. 2006 yılında dahi Mahmut Tali Öngören'in senaryo kitapları kitapçıların raflarında duruyorsa, bu ayıptan başka bir şey değildir. *** Aynı derecede önemli olan iki kitap daha var: "Writing Screenplays That Sell" (1987, Michael Hauge) ve "Story" (1997, Robert McKee). Bunlar da Türkçe'de yok. Ve bizimkiler bunlarda anlatılanları bilmeden "Kurtlar Vadisi" "Babam ve Oğlum" ya da "GORA" gibi filmleri yazıp önümüze film diye atıyorlar ha! Vay canına! VAY-CA-NI-NA! *** Kendinizi 15 yaşından 40 yaşınıza atlamış gibi hissedin. Aradaki 25 yıl yok. Hapse ya da komaya girdiğinizi düşünün. Kendinizi nasıl hissedersiniz? Büyük bir üzüntüye büyük bir öfke de eşlik etmez mi? Benim hissim öyle bir şey işte. Son 25 senede "iyi Türk filmi" olarak bulabildiklerimin bir elin parmaklarının sayısını aşmamasına şaşmamalı. Ama bu "şaşkınsızlık" üzülmeme ve daha da çok kızmama mâni değil. Yazık. Çok yazık! posted by gezgin @ 4:55 PM Salı, Şubat 28, 2006 KARAKTER İKİ KELİMEDEN OLUŞUR: BASKI ve SEÇİM Aşağıdaki yazılarda sık sık karakter yaratmaktan ve karakter türlerinden bahsettik. "İçe dönük dışa dönük karakterler" "A tipi - B tipi karakterler" "Kendine güvenmeyen karakterler", vb. Tabii bir karakterle ilgili nitelikler bunlarla sınırlı değildir. Karakteriniz yardımsever mi, değil mi? Korkak mı, değil mi? Dedikoducu mu, değil mi? Özverili mi, bencil mi? Dürüst mü? Bunlar da karakterinize, hikayenizin ihtiyaçları doğrultusunda derinlik katan başka özelliklerdir. Diyelim ki bir senaryonuz için bir karakter yarattınız: bu kişinin dışa dönük, A tipi, ama korkak biri olmasını istiyorsunuz. Çünkü hikayenizi anlatabilmeniz için böyle birine ihtiyacınız var. Peki bu kişinin bu karakter özelliklerini hikayede nasıl verirsiniz? Bu karakterin kendisi için "Ben dışa dönük, A tipi ama korkak biriyim" demesi mi lazım? Ya da bir arkadaşı onun için bu sözleri mi sarf etmeli? 435

Kesinlikle hayır! Bunlar, bir kişinin karakter özelliklerini seyirciye anlatmanın en kötü yollarındandır. (Yine de çok sıkıştığınız zaman kullanılabilirler - özellikle de ikincil ve üçüncül karakterler için. Çünkü ortalama bir hikayede her karakterin özelliğini dramatize etmek mümkün değildir. Zaman yetmez.) Filmin baş kişilerinin karakter özelliklerini göstermenin en iyi yolu, onları BASKI altında SEÇİM yapmaya zorlamaktır. Karakter konusunda bu iki sözcük, büyülü gibidir: BASKI ve SEÇİM. Yani filmin baş kişisine, onun hayatından bir yerden bir BASKI uygulamalısınız. Dış ya da iç koşullar onu belirli bir konuda harekete geçmeye ZORLAMALI. Kahramanınız, evinde koltuğunda rahat rahat otururken aklına aniden bir fikir gelip "Yahu, ben şunu şöyle yapayım" diyerek harekete geçmemeli genelde hiçkimse böyle harekete geçmez zaten. Mutlaka bir zaruret söz konusudur. İşte kahramanınızı harekete geçiren şey, BÜYÜK BİR ZARURET olmalı. Onu iliklerine kadar zorlamalı, terletmeli, sıkıştırmalı. Bu zorluk karşısında kahramanınızın bir kaç seçeneği olmalı. Bunlardan kimi "doğru" seçeneklerdir, kimi de "yanlış" seçeneklerdir. Seyirci genelde doğru ile yanlışın ne olduğunu iyi bilir - eğer bilmiyorsa, siz onlara durumla ilgili yeterince bilgi vermediniz demektir. Kahramanınız, işte bu baskı altında yaptığı seçimle ve belirlediği hareket yönü ile kendi karakterini ortaya koyar. Ondan önce ve ondan sonra kendi kişiliği hakkında ne dediğinin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan zor zamanlarda ne yaptığıdır. Kahramanınıza uyguladığınız baskı ne kadar büyük olursa, onun hakkında elde edeceğimiz bilgi de o kadar gerçek ve derin olur. Kahramanınız ne kadar çok şeyi tehlikeye atarsa, o özelliği o kadar belirginleşir. Yaşlı bir kadını yoldan karşıdan karşıya geçiren insanın iyilikseverliği ile kendisinin dahil olmadığı bir trafik kazasındaki yaralıları hastaneye götüren kişinin iyilikseverliği arasında derece olarak fark vardır. Bir karakter, doğruyu söylemenin kendisine bir şey kaybettirmeyeceği bir durumda doğruyu söylerse, bu seçim onun hakkında çok fazla ve önemli bilgi vermez. Ama bir kahraman, yalan söylediğinde hayatını kurtaracağı bir ortamda doğru söylemeyi tercih ediyorsa, bu seçim DÜRÜSTLÜK'ün bu insanın karakterinin çok önemli bir parçasını oluşturduğunu gösterir. (McKee, sayfa 101) *** Bu konuyla ilgili olarak aklıma gelen ilk örnek, "Örümcek Adam 2" filminden. Filmin başında kahramanımızı zor günler geçirirken görüyoruz: Peter bir pizzacıda dağıtıcı eleman olarak çalışmaktadır. Ama anlaşılan şimdiye kadar hep işlerini aksatmıştır. Bunun nedeni ise aynı zamanda Örümcek Adam olması ve insanlara yardım etmesidir. Filmin ilk sekansında, pizza dükkanının sahibi Peter'a son bir şans verir: Çok kısa bir sürede, tıkanık bir trafikte, çok uzak bir mesafeye gitmesi gerekmektedir, aksi takdirde Peter, çok ihtiyaç duyduğu bu işten olacaktır (= BASKI). Peter pizzaları alır ve yola koyulur. Trafik çok sıkışık olduğu gibi diğer araçlar da onu sıkıştırarak işini zorlaştırırlar (= BASKI). Siparişi zamanında götüremeyeceğini (ve işten atılacağını) anlayan Peter giysilerini değiştirir ve Örümcek Adam olarak pizzaları götürmeye karar verir. Peter binadan binaya sallanarak gideceği adrese doğru yol alırken iki küçük çocuğun bir topun peşinden koşarak yola fırladığını ve bir kamyonun da hızla çocuklara doğru ilerlediğini görür (= BASKI). Peter pizzaları bir balkona koyar ve çocukları kurtarır (= SEÇİM)! Bu hareketi Peter'a çok zaman kaybettirir. Peter pizzaları vaktinde yetiştiremediği için çok ihtiyaç duyduğu işinden atılır. Bu sekans bize Peter'ın başkalarını kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atmaktan çekinmeyen biri ( = bir KAHRAMAN) olduğunu, BASKI altında yaptığı bir SEÇİM ile gösteriyor. Biz de hiç düşünmeden ikna oluyoruz. Bu mesajın başka (ve yanlış) bir biçimde verilme çabası şu olabilirdi: Peter bir barda tanıştığı bir kızla içki içerken ona uzun uzadıya kendisinden bahseder, "Ben aslında şöyle biriyim, böyle biriyim" diye. Kız da içkisinin üzerinden gülümseyerek Peter'ı seyreder ve aklından "Ben senin asıl niyetini çok iyi biliyorum" cümlesi geçer. 436

*** Bir başka örnek de "Matrix"ten. Filmin başlarında Neo, kuryenin kendisine getirdiği telefondan Morpheus ile konuşur. Morpheus onu kendisini tutuklamak üzere gelen Ajanlara karşı uyarır. Neo da onun sözünü dinleyerek ajanlardan bir süre kaçar, binanın dışına çıkar. Çok kritik bir anda, bir pencerenin kenarından sallanırken (arkasında Ajanlar, önünde binadan düşme tehlikesi = BASKI) Neo kaçmaktan vazgeçer ve teslim olur. Neo'nun bu anda yaptığı SEÇİM, onu film boyunca takip edecektir. Ta ki filmin finalinde, kendisine gerçekten İNANARAK Ajanları alt edene kadar. İşte tam o anda Neo "Seçilmiş Kişi" hüviyetini kazanır, daha önce ise sadece bir adaydır. Çünkü bunu baskı altındaki seçimleri ile kanıtlamış değildir. *** Bu durum gerçek hayatta da böyledir aslında. İnsanların size ne kadar "canım, cicim, dostum, sevgilim" dediği önemli değildir. Önemli olan, ZOR zamanlarda (= BASKI) o "canımın, cicimin" ne yapmayı tercih ettiğidir (= SEÇİM): Kaçıp gidiyor mu, kalıp dayanıyor mu? Uzaktan seyrediyor mu, yoksa yardım mı ediyor? Yalana başvurup paçayı kurtarıyor mu, yoksa doğruyu söyleyip sıkıntıya mı katlanıyor, vb. *** Kahramanınızın hangi özelliğini ön plana çıkarmak istiyorsanız, ona uygun bir baskı oluşturmanız gerektiğini unutmayın. Cesaretini göstermek istediğiniz bir insanın yardımseverliğini gösterirseniz, izleyici "Ne oluyoruz?" der. Ya da bir insanın korkaklığını göstermek istiyorsanız onu korkutucu bir ortama koyun, eğlenceli bir ortama değil. Bu tür baskılar genelde film boyunca devam eder ve en büyük baskı filmin doruk noktasında gelir. Ama o zamana kadar kahraman hakkında az çok bir fikir edinmiş olmamız gerekir. Bu da filmin yaklaşık ilk 10 dakikasında edinilir. İşte bu ilk 10 dakikaya, kahramanınızın film boyunca tekrar tekrar sorgulanacak karakter özelliği ile ilgili baskı dolu bir sahne koymanız yerinde olur. posted by gezgin @ 9:35 AM

3 comments

Pazartesi, Şubat 27, 2006 KURTLAR VADİSİ: HİKAYEDEN IRAK, ALLAH'A YAKIN! DİKKAT: Bu yazıyı okumak, Kurtlar Vadisi Irak filminin seyir zevkine hiçbir etkide bulunmaz. Yazıyı rahatlıkla okuyabilirsiniz... *** "Kurtlar Vadisi Irak", kötü bir film. Nokta. Neden? Müziğinden oyunculuğuna, yönetmenliğinden senaryoya kadar bir çok neden var. Aklıma geldiği sırayla yazacağım: 1) Filmlerde müziğin çok önemli bir fonksiyonu vardır. Henüz görüntülerde belirli bir duygu yokken seyircide bir duygu uyandırır: korku, heyecan, sevinç, romantizm, vb. Ve bunu, akla hitabeden hikayeden farklı olarak bilinçaltına hitap ederek yapar. Yani hiç kimse, müziğin etkisinden muaf değildir. Sahne sanatlarında müziğin bilinçli olarak kullanımına en ilginç katkılardan biri Richard Wagner'den gelmiştir, biliyorsunuz. Belirli bir müzik temasını belirli karakterlerle özdeşleştirmiş, "leitmotiv" denen uygulamayı başlatmıştır. O günden beri de müzik, özellikle tiyatro ve (Wagner'den çok sonra çıkan) sinemada bu şekilde kullanılmıştır. Akla örnek olarak hemen, Darth Vader ya da Terminator eşliğinde çalınan müzikler geliyor. "Kurtlar Vadisi Irak"ta (KVI) ise müziğin yanlış kullanımı ile ilgili bir çok örnek var. Bunların en belirgini bence, düğünden toplanıp hapishaneye götürülenlerin kamyondan boşaltılırken KV'nin ana temasının çalınmasıydı. Bu tema 2,5 sene boyunca sadece Polat Alemdar veya ona çok yakın birileri sahnedeyken duyulmuştu. Biz (seyirciler) de ona göre koşullanmıştık. Vesaire... 2) Filmdeki oyunculuk da şaşırtıcı derecede vasat. En iyi performans Billy Zane'den geliyor, ki o da 437

ortalamanın sadece biraz üzerinde. 3) Filmin tabii ki en büyük sorunu, hikayesiyle ilgili. Bu filmin de bir hikayesi yok. Yani, aslında bir şeyler var ortada ama buna hikaye denir mi bilemem. Şöyle ki: Filmin en başta çıkış noktası sakat: Bir Türk subayı, "çuval olayı"ndan dolayı intihar eder. Polat Alemdar da bunun sorumlusundan intikam almak için Irak'a gider. Hikaye bu haliyle ilgi çekici gibi duruyor. Millet olarak bizi etkilemiş ("neden?", tartışılır) bir olay hikayenin merkezine oturtularak "parlak fikir" ("high concept") kavramından faydalanılıyor. Ama fikrin parlak olması, hikayenin sağlam olmasını garantilemiyor. Örneğin Polat Alemdar'ın ölen subayı nereden ve nasıl tanıdığı hiç anlatılmıyor. Biz kafa yormak suretiyle bunu bulabiliyoruz (her ikisi de istihbaratçı olabilir) ama eğer Polat'la beraber Kuzey Irak'a gideceksek, bu bağlantının açık seçik gösterilmesi gerekirdi. Bir varsayıma dayanarak, subayın ölümünün Polat'ı harekete geçirmiş olduğunu kabul etmek çok zor. Dikkat edin: Polat'ı harekete geçiren "çuval olayı" değil, arkadaşının ölümü. Çünkü Polat çuval olayı üzerine değil, arkadaşının ölümü üzerine Irak'a gidiyor. Arkadaşı ölmese, belki de hiç gitmeyecek. İşte bu nedenle arkadaş ile Polat'ı ilişkilendirmek (yani aradaki ilişkiyi bir flashback ile filan göstermek) şarttı. Bir başka nokta: Çuval olayı aslında neydi? Medyanın bize bolca yorumlayarak sunduğu gibi mi oldu? Ya da şöyle sorayım: Çuval olayının gerçek anlamı neydi? Gerçekten onurumuz mu çiğnendi? Burada günlük hayatta da çok karıştırdığımız iki kavram üzerinde durmak gerekiyor bence: onur ve gurur. Bir çok insan bu ikisini birbiriyle aynı zanneder. Oysa değildir. Onur ("honour"), bir insanın içsel değeridir. Dış dünya ile bir ilgisi yoktur. O insanın karakterinde taşıdığı özelliklerden (dürüstlük, ahlak, sözünde durma, vb.) doğar. Belirgin bir dış tezahürü olmayabilir. Yani bir insan dışarıdan son derece düzgün görünürken, bütün dış görünümle ve davranışlar ilgili toplumsal kurallara uyarken ya da uyar gibi görünürken, asla rezil olmazken, aslında onursuz biri olabilir, onursuz şeyler (olumlu iç değerlere dayanmayan şeyler) yapabilir. Gurur ("pride") ise dış dünya (toplum) ile ilişkimize ilişkindir. Başkalarının gözünde de imajımızı sağlam ve ayakta tutma çabasıdır. Rezil olmak ya da olmamakla ilgilidir. Bir otobüs durağı dolusu insanın önünde ayağınız takılarak çamurun içine düştüğünüzde gururunuz (başkalarının gözündeki olumlu imajınız) incinir, onurunuza (içsel değerinizi artıran şeylere: dürüstlük, ahlak, vb.) bir şey olmaz. Bu nedenle dinsel öğretiler genelde "gurur insanın içindeki şeytandır" der. İnsana, sırf başkalarına iyi görünmek için, onursuz şeyler yaptırdığı için. Sanırım bu ikisi arasındaki fark anlaşılmıştır. Gelelim bu ayrımın filmdeki anlamına: Filmde (ve filmin sitesinde), çuval olayının onurumuzu incittiği söyleniyor. Küllen yanlış! Çuval olayı sadece gururumuzu incitti, o kadar. Oradaki Türk askeri ahlaken yanlış hiçbir şey yapmadı. Korkak davranmadı. Maddi kazanç için vatanını satmadı. Sayısal olarak ezici üstünlüğe sahip karşıtlarına, o da üstlerinden gelen emirler doğrultusunda, boyun eğdi o kadar. Askerlerin başına çuval geçirilmesi ise, (dünya haberlerini izleyenler mutlaka farkındadır), Amerikalıların istisnasız herkese yaptığı bir uygulama (bkz. Guantanamo mahkumları). Yani özellikle Türklere ya da Türklüğe hakaret amacıyla yapılmış bir davranış değil. Üstelik, Amerikalılara teslim olmanın alternatifi, askerlerimizin çarpışarak ölmesi! Yok ya! O kadar kolay mı vatan evladını harcamak?! Başka bir ülkedeki bir merkez basılıyor diye hemen silaha sarılınır mı? Allah'tan komutanlar buna izin vermemişler de olay çok daha vahim (ve yanlış!) bir hal almadan engellenmiş. Ee? Yani askerlerimizin savaşmaması doğru (yani, filmin başındaki subayın söylediği "Atalarımıza layık olamadık" lafı düpedüz yanlış!). Öyleyse Polat Alemdar neyin intikamını alıyor? That is the question!

438

İşte asıl mesele bu! Hikayesizlik burada başlıyor. Ve buradan bütün filme yayılıyor. Polat'ı motivasyonsuz bırakıyor. Aslında hepimiz (açık bir biçimde söylesek de söylemesek de) "Polat'ın davasının o kadar da önemli olmadığını" biliyoruz. Bu nedenle de onunla özdeşleşmiyor, onun eylemlerini anlamlı ve haklı bulmuyoruz. Sonuç olarak da duygulanmıyor, heyecanlanmıyor, sevinmiyoruz. *** Polat'ın ne yapmak istediği de çok belli değil. Görünüşte Polat'ın tek amacı Sam'in ve adamlarının başına çuval geçirip onları rezil etmek (ne asil bir dava!). Ama daha sonra onları öldürmeye karar veriyor? Neden? (Acaba bunun açıklandığı yerde gözüm açık uyumuş olabilir miyim? Gerçekten hatırlamıyorum.) Polat Sam'in öldürme girişimlerinin ilk üçünde başarısız oluyor. Şimdi bu, filmin 90 dakika olması için gerekli. Çünkü ilk girişiminde öldürseydi, film yaklaşık 30 dakikada biterdi. Ama senaristler, bu başarısızlığın Polat'ın imajı için kötü olduğunun farkında değiller mi? Dizide herşeyi yapmaya muktedir bir Polat ile karşı karşıyayken filmde üç defa "çuvallayan" bir Polat görüyoruz. Ama bitmedi, daha kötüsü var. Filmde bir çatışma yok. "Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibiyim - eyvah, gaipten sesler de duyuyorum artık! ;) Şöyle ki, Polat amacına ulaşmaya çalışırken hep gizlenmek zorunda. Vuruyor ve kaçıyor. Eh, kaçmanın çok fazla çatışma içermediğini anlamak için dâhi olmaya gerek yok. Polat sadece saldırı anlarında (bunların ikisinde de gizli bir biçimde) düşman ile karşı karşıya. a) Birinci karşılaşma otelde (filmin başında askerleri boşu boşuna harcamalarından hiç bahsetmiyorum). Ama bu sahne de çok fena "Kodadı: Kılıçbalığı". Ve bir çok hata içeriyor. En önemlisi, Polat'ın otel müdürüne oteli boşalttırdıktan sonra, elinde şantaj yapmak için hiçbir kozun kalmaması! Boş oteli uçursan ne olur, uçurmasan ne olur? Hatta uçursan, kendin de ölürsün, ki bu kozunun sıfırın da altında olduğu anlamına geliyor. İlahi Polat! Sana gizli serviste böyle mi öğrettiler?! b) İkinci karşılaşmada Polat Sam'i uzaktan vurmak istiyor. Otelin tam karşısındaki binanın çatısında "yeşil kamuflaj" yapıyor - her taraf sarı ve tonları ile kaplıyken! Ama bu kez de suikasti gerçekleştiremiyor - bir canlı bomba nedeniyle. Polat da eli boş dönmemek için (şimdi senarist açısından düşünün: Polat'ı çatıya çıkardınız, eline dürbünlü tüfek verdiniz, kamuflaj yaptırdınız... mutlaka bir iki el de ateş ettirirsiniz değil mi?) arkadaşlarını korumak amacıyla bir iki el ateş ediyor. Sonra da çok dâhiyane olmayan bir biçimde kaçıyor. c) Üçüncü karşılaşma, kaçırılmış bir fırsat örneği. Polat ve arkadaşları hareket halindeki bir trene atlayıp bir piyanoya bomba yerleştiriyorlar. Ama ne trene atlayışı görüyoruz (yönetmen burada "akıllı davranmış") ne de bombanın nasıl yerleştirildiğini. Oysa trene atlayış, aksiyon filmlerinin vazgeçilmez sahnelerindendir. Niye göstermemişler ki? Çok ucuza bulunabilecek üç dublör bunu yapabilirdi. Gary Busey'i getireceklerine (ki o doktor rolünü O'nun oynamasının hiçbir fonksiyonu yok) dublör getirselermiş, daha etkili olurmuş. Trenin onca sarsıntısında patlamayan bomba, Sam'in karargahındayken nota dayanağı üzerine düşünce patlıyor! Ve yüzüne doğru pencerelerin patladığı Sam, ufak sıyrıklarla olayı atlatıyor! İnanıp inanmamak size kalmış... *** Senaryodaki garipliklerden biri de Memati, Abdülhey ve Güllü'nün orada ne yaptığı ile ilgili. Bu çocukların hemen hiçbir dramatik fonksiyonları yok. Polat'a çok yardımcı oldukları da söylenemez. Mantıksal olarak Polat'ın böyle bir işe kendi başına kalkışmaması gerekir tabii (ama, mesela Jack Bauer'den böyle bir şey bekleyebiliriz), ama biraz işin ucundan tutsalar iyi olurdu. Resmen dekor olsun diye gitmişler Kuzey Irak'a. *** Senaryonun yazılışında (özellikle de ilk 30-40 dakikada) bir gariplik var. Bir taraftan Polat'ı ve adamlarını görüyoruz, bir taraftan da düğün baskınını ve hapishaneyi. Bu iki hikaye kolu (bu konuya aşağıda bir yerde değinmiştim) ilk 30 dakikada çok sık değişerek karşımıza çıkıyor. Biz de seyirci olarak "Bunlar arasında bir bağlantı olmalı, ama ne?" diye kendimize durmadan soruyoruz. Meğersem diğer (yani Polat'lı olmayan) hikaye kolu, 1) filmin kadın kahramanının motivasyonunu yaratıyormuş 2) Amerikalıları kötü ve iğrenç göstermeye yarıyormuş. Ama bunlar, hikaye ile doğrudan bağlantılı olmadığı için senaryonun hızına büyük sekte vuruyorlar. ***

439

Burada, yukarıdaki ikinci maddeyi biraz daha açmak gerekiyor. Polat'ın Kuzey Irak'ta bulunuş nedeni, oradaki halkın çektiği acıların yanında gerçekten komik kalıyor. Adamlar can derdinde, Polat yabancı bir ülkede, aslında onurla hiç alâkası olmayan bir şey için atraksiyonlar yapıyor. Polat, durumunun komikliğini Sam ile ilk kez otelde karşılaştığında kendi de söylüyor zaten: "Ben siyasetçi değilim..." ile başlayan konuşma. Polat kendisini ne kadar komik düşürdüğünün farkında mı? Ne yazık ki değil galiba! *** Filmde ne işe yaradığını anlamadığım bir DİNSELLİK var (bkz. başlık). Filmdeki şeyh ve onun etrafındakiler bir yandan, Sam'in dini görüşleri bir yandan, "Ne oluyoruz?" dedirtiyor. Amerikalılar büyük bir ahlaksızlık sergileyerek bir ülkeyi işgal etmişler, tamam. Ama bu işgali din teması üzerinden göstermek neyin nesi oluyor? Aslında Şaşmaz biraderlerin ve çevrelerinin geçmişini inceleyince durumu biraz daha anlıyorsunuz. Şaşmaz'lar Irak işgalini dini bir perspektiften görüp yorumlamayı tercih ediyorlar. Ya da, bu perspektifi de araya sıkıştırmadan edemiyorlar diyelim. Bu kişisel bir tercihtir. Olabilir. Ama filmin dramatik yapısına bence oturmuyor. Ortada dinle ilgili bir mesele yok aslında. Bu düpedüz askeri, siyasi ve ekonomik bir mesele. Hele filmin ortasındaki zikir ayinini bir yere bağlamak gerçekten de mümkün değil. Eğer film, şeyhin yaptıkları ve söyledikleri ile, Amerikan işgalinin dini bir fonksiyonu olduğunu iddia ediyorsa (ki ne yazık ki öyle görünüyor) fena halde yanılıyor. Bu işler dini düzlemde çözülmez. Bunu da en iyi, kendi ülkesini süngüyle işgalden kurtarmış bizler biliriz! *** Polat ile kadın karakter arasındaki ilişki de çok zayıf ve yer yer yanlış. Kadının bizimkileri fark edip kurtarması zaten çok miktarda mantık hatası içeriyor. Ama onun ötesinde, Polat'la herhangi bir duygusal yakınlaşması yok. Kız ölünce Polat neden o kadar üzülüyor peki? Elif dediydin, n'ooldu? *** Polat'ın o kadar zor koşullar altında dahi sinekkaydı traş olması hayranlık uyandırıcı bir başarı bence. Bunu da Polat'ın başarılarından biri olarak kabul etmeliyiz. Kuzey Irak'a giderken "ağır abi" pozlarından taviz vermemek için takım elbise giymeleri de ayrıca takdire şayan. *** Film, aşağılarda bir yerde yer alan "Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri" yazısında bahsedilen bir çok hatayı yapıyor. Gereğinden uzun sahneler, bunların en belirgini. Diğerlerini de siz bulun, hepsini sıralayamayacağım şimdi. *** Bu kadar tantanası yapılan filmin web sitesinin hemen Google'da bulunamaması da ilginç. Sebebi daha ilginç. Siteyi "Kurtlar Vadisi" olarak arayınca bulamıyorsunuz. Ben şahsen IMDB'deki linkten buldum. Ve şaşırdım. Çünkü sitenin adresi İNGİLİZCE! Bu ülkede herkes şakır şakır İngilizce konuşuyor ya! Fesuphanallah... *** Sözün özü: "Kurtlar Vadisi Irak", "Kurtlar Vadisi"nin TV'de gösterdiği başarının yanına bile yaklaşamaz bence. Eğer yönetmen Osman Sınav olsaydı, belki şansı biraz daha yüksek olurdu, ama bu senaryoyla o da çok zorlanırdı herhalde. Film 3 haftada 3,5 milyon izleyici toplamış. Ama 3. haftada salonda 10 kişiyle beraber izledim. Yine bir "Asmalı Konak - Hayat" vakası anlaşılan. "Kurtlar Vadisi" asıl başarılı olduğu yere, yani TV'ye dönse iyi olur. İlle de sineması da olsun diyeceklerse, kalıcı olabilmek için dikkat etmeleri gereken çok şey var. posted by gezgin @ 1:14 AM Cumartesi, Şubat 25, 2006 NEREDESİN HACİVAT? 440

DİKKAT: Bu yazıda, "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?" filmi hakkında yorumlar bulunmaktadır. Bu yorumları okumak, seyir keyfinizi azaltabilir. Önce filmi seyretmeniz tavsiye olunur. *** Şunu en baştan söyleyeyim. "Hacivat Karagöz"ü sevmek ile çok sevmek arasında gittim geldim. Neden bir kere çok sevmek'e gidip orada kalmadığımın nedenleri aşağıda yer alıyor kısaca. Önce neden sevdiğimi söyleyeyim: Bir kere senaryo "high concept", yani "parlak fikir". Türk kültürünün bu kendine özgü iki karakterini filme aktarmak çok iyi bir düşünce. Gölge oyunu karakterlerini, aslında biraz daha gelişmiş bir gölge oyunundan başka bir şey olmayan sinema perdesine getirme düşüncesi çok hoş. İkincisi, Karagöz ve Hacivat komik kişiler. Türk sinemasında son zamanlarda "yükselen trend" olan komediye uygun. Bu nedenle de bu karakterlerin işlenmesi, ticari açından da doğru. Ben de komediyi severim ezelden beri. Üçüncüsü, tarihi bir hikaye ile karşı karşıyayız. Açıkçası ben, beni 21. yüzyıldan alıp ileriye (bilim-kurgu) ya da geriye (tarihsel) götüren her hikayeye daha en baştan fazladan puan veririm. "Hacivat Karagöz" ise, tarih konusundaki ödevini fazlasıyla iyi yapmış zaten. Filmi bir komedi olarak değil de tarihsel bir film olarak izlemek son derece (ve belki de daha) mümkün. Dördüncüsü, film bir "atmosfer" filmi. Aslında tarih filmleri kaçınılmaz olarak bu tür filmlerdir. İnsanları belirli bir atmosfere çekerler. Bunu da binlerce kostüm ve dekor parçası ile (ve kamera çalışması ile - bkz. yazının ilerleyen bir bölümü) yaparlar. Karagöz ve Hacivat'ın yapımcıları bu konuda "hiçbir masraftan kaçınmamışlar". Sadece hikayesi değil, görselliği de ilginç bir film. Beşincisi, filmde kullanılan dil. Şahsen çok beğendim. Sanki "bir tık daha" günümüz Türkçesi olsaymış daha iyi olurmuş ama bu hali bile çok güzel, çok eğlenceli idi. Altıncısı, filmin finalindeki büyük gösteri. Gerçekten de hem iyi yazılmış, hem başarılı oynanmış, hem de başarılı çekilmiş. Hacivat ile Karagöz'ün öldürülmesine neden olan bu gösteride uygulanan "gölge oyunculuğu" gerçekten de çok yaratıcı bir düşünce. Her kimin aklına geldiyse, aklına sağlık. Yedincisi oyuncu seçimi ("casting") ve oyuncuların, özellikle de Haluk Bilginer ve Beyazıt Öztürk'ün performansları. Gerçekten de hemen herkes çok iyi oynamış. Beyazıt Öztürk çok güzel bir Hacivat yaratmış. İnsan bu iki karakteri sahnede daha çok görmek istiyor. Neticet-ül kelam, bu filmi DVD'si çıkınca mutlaka arşivime katarım ve dahi def'alarca seyreylerüm. *** Gelelim filmin bir "gişe canavarı" olmasının önündeki engellere... Filmi, yarısı dolu bir salonla izledim. Rezervasyon için sinemayı aradığımda, "gerek yok" cevabını alınca bir şeylerden huylanmıştım. Ama bu "huylanış" filmden aldığım zevki azaltmadı. Filmin en büyük sorunu, Hacivat ve Karagöz'ün hikayesini yeterince anlatmaması. Dikkat ederseniz bu film aslında özelde Kadı Pervane'nin, genelde de kuruluş yıllarındaki Bursa'nın (ya da Bursa'yı kuran Osmanlı'nın) filmi. Hacivat ve Karagöz üçüncü planda kalmışlar. Bu durumu özellikle filmin ilk yarısında görüyoruz. Ben şahsen birbirinden ilginç bütün karakterleri seyretmekten büyük zevk aldım. Ama bunun benim kişisel eğilimimle bağlantılı olduğunu ve genel seyircinin bu durumdan pek hoşlanmayacağını biliyordum. Film, o devirde Osmanlı'daki iktidar ilişkilerini geliştirmek için çok uğraşıyor. Öyle ki ilk yarıda 10-15 dakika ne Hacivat'ı ne de Karagöz'ü görüyoruz. Oysa bu onların filmi, değil mi? Bu durum, ikinci bir soruna daha yol açıyor: Gülmece eksikliği. Siyasi ilişkileri geliştirmek için yapılan serim bölümünde her ne kadar mizah öğelerine yer verilmişse de yeterli olmamış. Bu kadar az mizah, seyircilerin beklentilerini karşılamıyor. Seyirciler (çok büyük bir ihtimalle) "Cem Yılmaz 14. yüzyılda yaşasaydı nasıl olurdu?"yu görmek için gelmiş durumdalar. Dönemin siyasetinin pek ilgilerini çektiğini /çekeceğini sanmıyorum.

441

Bu iki durumu birleştirince, aslında daha filmin adından bile belli olan bir belirti ortaya çıkıyor: Bu film esasen Karagöz ve Hacivat'ı anlatmıyor, onların neden öldürüldüğünü anlatıyor. Filmin adını koyanlar, bilerek ya da bilmeyerek filmin aslında tam bir komedi olmadığını, tarihsel-siyasi bir film olduğunu bize en baştan belirtmiş oluyorlar. *** Bunlar, filmin ticari açından istediği kadar başarılı olamayacak olmasının nedenleri. Bir de genel izleyicinin fark edemeyeceği bazı şeyler var. Kısaca onlara da değinmek istiyorum. Ezel Akay'ın filmin birinci yarısında gösterdiği yönetmenlik performansı ile ikinci yarısındaki performansı bence çok farklı. Birinci yarıda, kamerasını nereye koyacağını bilemeyen, "bir sahneyi en iyi nereden çekerim" düşünmeden çekime başlayan biri var sanki kameranın arkasında (Bkz. Kadı Pervane'nin ÂHİ olduğu sahne, ya da Karagöz'ün Hacivat'ı kuşağından yakalayıp ilk kez patakladığı bölüm). Ama ikinci yarıda durum değişiyor. Özellikle Orhan Gazi'nin önünde yapılan büyük gösteri son derece iyi çekilmiş ve kurgulanmış. Filmin başındaki bütün o uzun serimlemeler burada başarılı ve eğlendirici bir biçimde bağlanıyor. Filmin görüntüleriyle ile ilgili bir sorunu var. Hollywood filmlerinde görüntülerin tamamında bize geçmiş hissi veren renk teması (renk skalası) vardır. Sanki bütün görüntüler belirli bir filtre ile çekilmiş gibidir (ya da bu iş "color timing"de sağlanır). Örneğin "Aşık Shakespeare" böyle bir filmdir. Filmde altın sarısı ve onun tonları çok güzel kullanılır. Ya da "Gladyatör"e baktığımız zaman görüntülerdeki bu renk uyumunu görürüz. Karagöz ve Hacivat'ta bu uyum bazen var ama genelde yok. Bu çok büyük bir sorun değil ama halledilmiş olsaydı ben daha memnun olacaktım. Filmin müzikleri de bir miktar övgü, bir miktar da yergi hak ediyor. Zaman zaman o dönemin müzikleri son derece güzel ve doğru yerlerde icra ediliyor. Ama bazen olmadık yerlerde müzikler olmadık şekillerde ortaya çıkıyor. Yine de genel olarak müzikler güzel. Son olarak da görsel efektler ile ilgili bir şeyler söyleyeyim. Özellikle dış mekanlar ile ilgili görsel efektler dikkat dağıtacak kadar gerçekçilikten uzak. "İstanbul Kanatlarımın Altında"dan sadece biraz daha hallice. Oysa o zamandan beri bilgisayar teknolojisi ve hızı 20-30 kat gelişti. Neden başarılı olunmamış, anlamak mümkün değil. *** Ama, en başta da dediğim gibi, filmin bütününü gerçekten sevdim. İnşallad DVD'sindeki ekstralar da zengin olur da döne döne izlerim. posted by gezgin @ 1:07 PM Cumartesi, Şubat 18, 2006 MODERN İNSAN: UYARAN BAĞIMLISI Günümüzde (21. yy başı) günlük hayatın en belirgin özelliklerinden biri, insan zihninin sürekli olarak dış uyaranlar ("external stimuli") bombardımanına tutulmasıdır. Sabah gözümüzü açtığımız andan akşam gözlerimizi kapatana kadar yüzlerce, hatta binlerce dış (ve doğal olmayan, yani insan yapımı) uyaran ile karşılaşırız. Çok büyük bir ihtimalle rüyalarımız bile bu uyaranların çeşitli kombinasyonlarını içerir. Bu uyaranların iki temel amacı var: 1) İnançlarımızı ve düşüncelerimizi (ve bu sayede davranışlarımızı) şekillendirmek, 2) Bizi bir şeyler satın almaya sevketmek (Aslında bu madde, birinci maddenin bir alt dalı olarak da kabul edilebilir). Bizi bu kadar uyarana maruz bırakan sistemin amaçlarını bu yazıda sorgulamayacağım. Bu kadar uyarana maruz bırakılmamıza izin verilmesinin ne kadar etik olduğunu da. Benim burada değinmek istediğim, bu uyaran bombardımanının insan zihni üzerinde yarattığı etkiler. ***

442

İnsan beyninin ilginç özelliklerinden biri, evrimsel olarak beklenenden çok daha gelişkin olmasıdır. Yani insan beyni, evriminin öngürdüğünden daha gelişkindir. Kurbağalar, bir kurbağanın yaşaması için gereken zekadadır, meyve sinekleri de öyle. Ama biz, yaşamamız için gerekenden çok daha zekiyiz. Yani insan beyni, bir evrim sonucu ortaya çıkmış gibi durmamaktadır (Burada Evrim Kuramını ya da son zamanlarda moda olan "Akıllı Tasarım" gibi komiklikleri de tartışmayacağım). Bunun bir sonucu olarak insan beyni, kendisine sunulan her türlü yeniliğe çok hızlı uyum sağlayabilmektedir. Beyin hep daha hızlı, hep daha ayrıntılı, hep daha kaliteli şeyler arayışı içindedir. Aradığını bulduktan kısa bir süre sonra tekrar aramaya başlamaktadır. Bunun en ilginç örneklerinden birini bilgisayarlarda yaşıyoruz. Bundan 10 yıl önce kullanılan 386'lar ve 486'lar, günümüz bilgisayarlarını kullanmaya alışmışları kanser edecek hızda çalışmaktadır. Ama o zamanlar o bilgisayarlar için "ne kadar da hızlı" diyorduk. 80'lerde hayatımıza giren renkli televizyonlar yerlerini önce düzkare ekranlara bıraktı. Sonra projeksiyonlu dev ekranlara, şimdi de plazma ve LCD'lere. Şimdi herkes dört gözle HDTV'leri bekliyor. VHS ve VCD'nin görüntü kalitesinden sıkılanlar DVD'de bir süre rahatladılar ama şimdi "Mavi Lazer" DVD'ler geliyor. Sinemalarda da Dijital Projeksiyonun eli kulağında (James Cameron'un yeni filmi - "Battle Angel Alita" - için 2007'yi beklemesinin nedeni de bu: Dijital Projeksiyon Makinası bulunan sinemaların sayısının artması). Pelikülün müzelik olmasına on yıl yetecek gibi. (Bu devrim, fotoğraf alanında birkaç senede gerçekleşti bile). Bunun bir sonu var mı? Ufukta bir son görünmüyor. "Yenilik", kapitalizmin vazgeçemeyeceği bir pazarlama unsuru. Bir şey yeni ise satılıyor, öyleyse ilerlemenin ekonomik sistem tarafından teşvik edilmesi kaçınılmaz. *** İnsan zihninin bu doymak bilmez uyaran açlığının sadece bir vechesi "yenilik arayışı". Peki bu uyaran açlığının sürekli olarak kaşınması, insanlar üzerinde ne gibi etki yapıyor? Ben söyleyeyim: Uyaran Bağımlılığı! İnsanlar bir süre sonra, fonda bir müziğin çalmadığı ya da TV'nin sesinin duyulmadığı bir âna dayanamaz oluyorlar. Vakitlerinin önemli bir bölümünü, artık akıl almaz sayıda seçenekler sunan TV kanalları ya da internette geçiriyorlar (bkz: http://isguc.org/arc_view.php?ex=39). Bu uyaranları üretenler (başta reklamcılar) de, bu uyaran okyanusunda sıradanlıktan kurtulmak için bir şeylerin volümünü açıyor: şiddetin volümünü, sesin volümünü, cinselliğin volümünü, hızın volümünü, rengin volümünü, sıklığın volümünü. Bir uyaranı oluşturan ne kadar değişken varsa, hepsiyle oynanıyor, hepsinde volüm biraz daha yukarı alınıyor. Bir süre sonra (müthiş bir adaptasyon yeteneği olan) insan beyni bu yüksek volüme de alışıyor. Sonra uyaran üreticileri tekrar kolları sıvıyorlar, yeniden volümlerde artış meydana geliyor. İşte bu nedenle 1970'lerde TV'lerde yayınlanan reklamlar bize komik geliyor. Beynimiz artık daha hızlı ve renkli reklamlara alıştığı için. İşte bu nedenle 1960'larda çekilen filmler ya da 80'lerde yayınlanan klipler bize çok yavaş geliyor. Beynimiz MTV (ve taklitçileri) tarafından çok daha yüksek hızlara ve seslere alıştırıldığı için. Fakat burada çok önemli bir nokta var, genelde gözden kaçırılan: İnsan bedeni, insan beyni kadar uyum yeteneğine sahip değil. Yani beyin, çevresindeki yeniliklere hemen uyum sağlarken beden bu konuda çok daha yavaş kalıyor. Beyin, sinirler arasındaki iletişim ile işlerken beden çok daha yavaş çalışan ve çok daha uzun süreli etkileri olan hormonlarla işliyor. Bunun sonucu olarak önden koşan bir beyin ve arkadan ona yetişmeye çalışan bir beden ortaya çıkıyor. Dengesini, mutluluğunu, huzurunu yitirmiş; bu dengeyi, bu mutluluğu ve huzuru yeni uyaranlarla ve satın alacağı yeni mallarla bulacağına inandırılmış bir insan. Yazık!... ***

443

Ne demek istediğimi kendinizde gözlemlemek için, boş bir gününüzü (böyle bir gününüz varsa?!) yapay uyaranlardan uzak geçirmeye çalışın: TV'yi hiç açmayın, radyoyu ve bilgisayarı da; gazete-dergi de okumayın. Ne kadar sıkıcı değil mi? Tıpta bu sıkılma durumunu anlatmakta kullanılan bir terim var, uyuşturucu (buna sigara da dahil) bağımlılarının uyuşturucuyu ilk bıraktıkları zaman yaşadıklarını anlatmakta kullanılıyor: geriçekilme belirtileri ("withdrawal symptoms"). İnsanlar, dış uyaran bağımlılıklarından dolayı kendi iç uyaranları ile (böyle okuyun: "iç dünyaları ile") bağlantıları zayıflıyor ya da kopuyor. Kendi ruhuna, kendi karakterine göre değil dış uyaranlara ve onların yarattığı koşullanmaya uygun hareket etmeye başlıyor. Oysa mutluluk, kendini tanımaktan geçiyor. Kendini tanımak da iç uyaranları duyuyor ve onlara uyuyor olmaktan. *** Demek ki, sistem kendini tanıyan, kendiyle barışık, kendisiyle uyumlu insanlar istemiyor. Neden? Çünkü kafası karışık insanları yönetmek çok daha kolaydır. "Ben kafası karışıklardan değilim" demeden önce, gündelik dış uyaran dozunuzu bir kontrol etmenizde fayda görüyorum. Daha kesin bir teşhis istiyorsanız, haftanın bir gününü (hadi sizin için yarım gün diyeyim) "sıfır yapay uyaranlı" olarak geçirmeyi deneyin. Bakalım hâl-i pürmelâliniz ne imiş. posted by gezgin @ 9:40 PM

2 comments

Salı, Şubat 14, 2006 "AŞURE" TESTİ Ne kadar "yabancılaşmış" bir sosyal ortamda yaşadığınızı, evinize gelen aşure kaselerinin sayısına bakarak anlayabilirsiniz. Yabancılaşmıştan kastım, Türk geleneklerine, düşüncelerine, hislerine, davranış biçimlerine yabancılaşmış. Yani bu ülkede olmasına karşın bu ülkeye ait gibi olmayan. "Olur mu öyle şey?" demeyin, oluyor. (Özellikle de büyük şehirlerin SES'i yüksek kesimlerinde). Yaşadığım bazı semtlerde, çeşitli dini bayramlarda şeker ve harçlıkları boşu boşuna hazırlamışlığım olmuştur. Sonra sinirden şekerlerin hepsini yiyip o harçlıklarla sinemaya gittiğimi hatırlarım. Aşure testi de böyle bir testtir. Evinize gelen aşure sayısı, yaşadığınız ortamın ne kadar "Türk" olduğunun şaşmaz bir belirtisidir. Benim nacizane gözlemlerim şöyle. 0 (Sıfır) aşure İleri Düzey Yabancılaşma - Kaçın oradan. Ölseniz 3 gün cesedinizi bulmazlar. 1 - 3 aşure Orta Düzey yabancılaşma - Büyük bir ihtimalle size aşure geliyor ama siz götürmüyorsunuz. Seneye bu miktar azalırsa şaşmayın. Aşure yapmayı öğrenin (Hazır aşureler makbul değildir). 4 - ve daha fazla aşure Az ya da hiç yabancılaşma - ya küçük bir şehirde yaşıyorsunuz, ya da komşularınızı 20 yıldır tanıdığınız bir mahallede oturuyorsunuz. Suç oranının düşük, sosyal baskının yüksek olduğu, mahalle sıcaklığını hissettiğiniz bir ortam. Sıkıntılı anlarınızda çevrenizdekilerden yardım görüyorsunuz. *** "Aşure'nin senaryo yazımı ile ne alakası var?" diyebilirsiniz. Şu alakası var:

444

Eğer çocukluğunuzdan beri yabancılaşmış ortamlarda yaşıyorsanız, bunun norm olduğunu düşünmeye ve hayatı ve insanları bu paradigmaya göre değerlendirmeye başlamış olabilirsiniz. Yani herkesi sevgisiz, soğuk, bencil, kendi keyfinden başka bir şey düşünmeyen insanlar olarak görüyor olabilirsiniz. (Yazdığınız senaryolar da bu tiplerle dolar). Öyle değil işte. Herkes o kadar yabancı, her mahalle o kadar yabancılaşmış değildir. Gelen aşureler tanığımdır! posted by gezgin @ 7:50 PM

4 comments

Perşembe, Şubat 09, 2006 BİR KAÇ İYİ ADAM: DANIŞTAY En sevdiğiniz devlet kurumu hangisi? "Devlet kurumu da sevilir mi?" demeyin. Sevilir. Kızılır. Nefret edilir. Devlet kurumları da hayatımızın önemli unsurları çünkü. Bir tanesi var ki, şahsen bayılıyorum: DANIŞTAY. Farkında mısınız bilmem ama DANIŞTAY'ın adını bu aralar çok duyuyoruz. Ne zaman? Elinde çeşitli yetkiler bulunduran insanlar saçma sapan işler yapmaya kalktığında. Bu işleri durduran ya da en başa saran kurum hep DANIŞTAY oluyor. Bir çok örnek verebilirim ama haberlerden kendiniz takip etseniz daha iyi olur. Birilerinin rasyonalize edilmiş saçmalıklarını ya da yolsuzluklarını son anda durduran DANIŞTAY bu tavrıyla, kaleciyi aşmış ve filelere doğru ilerleyen topu, gerilerden koşarak çizgi üzerinde çeviren futbolcuya benziyor. Ne zaman anlamsız bir icraat girişimini görsem, "Hah, işte bu DANIŞTAY'dan döner" diyorum. Ve dönüyor da. Bir nevi süper-kahramanlar yani. Peki ama bu süper-kahramanlar kim? Hangi gezegenden gelmişler? Ya da bu süper güçleri nasıl elde etmişler? Nasıl olup da bu kadar doğru düşünüp karar verebiliyorlar? Onlar da sizin bizim gibi insanlar. Hukukçular. Çeşitli "Daireleri" var. Ankara'da yaşıyorlar. Milyonlarca, hatta milyarlarca dolarlık sonuçları olacak hataları engelliyorlar. Hayatımızın daha güzel bir biçimde akması için, yanlış düzenlemeleri bozuyorlar. Ordu nasıl dış sınırlarımızı koruyorsa, onlar da hayatımızın iç sınırlarını daha insanca yapmak için uğraşıyorlar. Eminim çok büyük baskılar altında kalıyorlardır. 100 YTL için adam öldürülen bu ülkede, yüz milyon dolarlar için ne yapmazlar?! Ama onlar direniyorlar. Aldıkları maaş küçük bir şirketin müdürününkinden daha az. Ama onlar ülkenin kaderini, hem de olumlu yönde etkiliyorlar. Sayenizde, bu ülkede "iyi insanlar"ın da olduğunu fark ediyoruz. Helal olsun size arkadaşlar! posted by gezgin @ 8:41 PM

26 comments

3 HİKAYE YAPISI McKee, hikayeleri üç ana yapı grubuna ayırıyor. Bunların neler olduğunu bilmek, yazacağınız senaryonun kaderini olumlu yönde etkileyebilir. 1) KLASİK YAPI ("Classical Design") Bu yapı, "Temel Hikaye" ("Archplot") olarak da bilinir. Burada aktif bir kahraman ("protagonist") vardır. Bu kişinin somut bir amacı bulunmaktadır ve bu amaca ulaşmak için de çoğunlukla dışsal düşman güçlerle mücadele eder. Bu tür hikayeler genel olarak çizgisel bir anlatıma sahiptir. Yani olaylar başlar, devam eder ve biter. Olayların geçtiği ortam (dünya, gerçeklik) tutarlıdır, yani belirli kuralları vardır ve bu kurallar hikaye boyunca değişmez. (Bu kurallar ille de gerçek dünyanın kuralları olmak zorunda değildir. Hikaye, kendi gerçekliği içinde belirli kurallar da oluşturabilir - Örn. "Yıldız Savaşları" ya da "Matrix". Ama bir kere bunlar oluşturulduktan sonra değiştirilmezler). Hikayedeki olaylar, bu kurallar doğrultusunda, açık bir nedensellik içinde yaşanır. Yani belirli nedenler, bu kurallar sayesinde, belirli sonuçlara neden olur. Bu tür hikayelerin net, açık bir sonu vardır. Hemen hiçbir şey muallakta kalmaz. 445

ÖRNEKLER: Thelma ve Louise, Shine, Wanda Adında Bir Balık, Titanic, vb.

2) MİNİMALİST YAPI ("Miniplot") Minimalist hikayeler "hikayesizlik" anlamına gelmez. Bu tür hikayeler de en az "Temel Hikaye" kadar iyi bir biçimde icra edilmelidir. Minimalist hikayeler izleyicinin ilgisini ayakta tutacak ölçüde "temel hikaye" unsurlarından faydalanırlar, yalnızca bunu yalın ve ekonomik bir biçimde yaparlar. Yine de bu türün iyi örneklerini seyredenler evlerine "ne kadar da güzel bir hikaye" diyerek giderler. Minimalist hikayelerde birden fazla kahraman olabilir. Bu kahramanlar dış dünyanın gerçekleri ile değil de birbirleriyle ya da kendi iç meseleleriyle uğraşırlar ("Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca"). Ayrıca bu kahramanlar pasif tipler olabilirler ("Geçmişi Olmayan Adam"). Bu tür hikayelerin kesin, net bir biçimde bitmesi de gerekmez. Bazı şeyler muallakta kalabilir. Bu tür filmlerin sonunda izleyici hikayenin nasıl devam edebileceğini sinemadan çıktıktan sonra da uzun uzadıya düşünür. ÖRNEKLER: Fatih Pelle, Paris Texas (W. Wenders), vb. 3) ANTİ-YAPI ("Antiplot") Bu tür hikayelerde "Klasik Yapı"nın unsurları tersyüz edilir. Geleneksel anlatım tarzları ile çelişkili yaklaşımlar benimsenir. Hatta formel ilkelerle dalga geçilir. Neden sonuç ilkesindense rastlantılar önemlidir (Not: "Klasik Yapı"da da rastlantılara yer verilebilir ama neredeyse sadece 1. Perdede). Zaman çizgisel değildir. Yani hikaye geçmiş ve gelecek arasında gidip gelir ("Ucuz Roman"ın hangi tekniği kullandığını öğrenmiş oldunuz). Olayların geçtiği, kahramanların yaşadığı dünya da tutarlı bir gerçekliğe sahip değildir. Yani hayatı yöneten sabit kurallar olmayabilir. ÖRNEKLER: Kayıp Otoban ("Lost Highway"), Wayne'in Dünyası, Endülüs Köpeği ("Un Chien Andalou"), After Hours, vb. Kaynak: "Story" - Robert McKee. posted by gezgin @ 11:15 AM

0 comments

Çarşamba, Şubat 01, 2006 SENARYO, PERDE, SEKANS, SAHNE... BAŞKA? Her filmin perdelerden, her perdenin sekanslardan, her sekansın da sahnelerden oluştuğunu biliyoruz. Peki sahneler neden oluşur? "Tasvir ve diyaloglardan" diyeceksiniz. Doğru, ama eksik bir cevap. Sahneler "vuruş"lardan (BEAT) oluşur. *** "Vuruş" nedir. "Vuruş" sınırlı (sınırlandırılmış, "contained") bir andır. Karakterlerin ruh halini ya da niyetini değiştirecek bir şey olduğununda "vuruş" da değişir. Yönetmenler ve oyuncular sahnelerin duygusunu ve altmetnini daha iyi anlayabilmek ... için onları "vuruş"lara bölerler. Örnek: Bir Dedektif, bir Şüpheli ile görüşmek için sorgu odasına girer.    

Vuruş Bir: Dedektif sorgu odasına girdiğinde, Şüpheli ile aralarında sessiz bir etkileşim (bakışma) olur. Vuruş İki: Şüpheli, kendisini bu kadar beklettiği için Dedektife çıkışır. Vuruş Üç: Dedektif bu çıkışmaya, Şüpheli'yi suç ile ilişkilendiren bir delili adama göstererek karşılık verir - bu kanlı bir gömlek olabilir. Vuruş Dört: Bu fiziksel delil Şüpheli'yi geçici olarak susturur. Şüpheli, kanlı gömleği nasıl açıklayacağını düşünmeye başlar. 446

   

Vuruş beş: Dedektif saldırıya geçer ve gömlekle ilgili daha ayrıntılı sorular sormaya başlar. Vuruş Altı: Şüpheli düşünmeyi bırakır ve terlemeye başlar. Vuruş Yedi: Dedektif konuşurken Şüpheli'nin etrafında dönmeye, kişisel alanına girmeye başlar. Şüpheli "çözülecek" gibidir. Vuruş Sekiz: Şüpheli çözülmek yerine Dedektif'in cebinden bir kalem kapar ve adamın gözüne saplar...

Büyük (güzel) sahnelerde çok sayıda vuruş vardır ve bunlar da, hikayeyi, karakteri ya da duyguları ortaya koyan sürprizler ve şaşırtıcı diyalog, jest (bedensel hareket) ve eylem dönüşleri ("twist") içerirler. Yazmış olduğunuz ve iyi olduğunu düşündüğünüz bir sahneye bakın. Bu sahneyi vuruşlara bölün; neden iyi olduğunu daha iyi göreceksiniz. Bu sahnede büyük bir ihtimalle izleyicileri karakterlere ve aralarındaki çatışmalara bağlayan çok şey olup bitmektedir. Benzer bir biçimde eğer iyi olmayan (yürümeyen, işlemeyen) sahneleriniz varsa, bu sahneleri vuruşlarına bölünce neden iyi olmadığını keşfedebilirsiniz. Karakterlerinizin nüanslarını ve onların çatışmalarını ortaya koyarken, izleyicilerinizi şaşırtacak ve heyecanlandıracak vuruşlara ihtiyacınız vardır. Kaynak: (http://breakingin.net/script-market-news22.htm) *** ,"Vuruş" (BEAT) sözcüğü zaman zaman "Es" anlamında da kullanılır. Yani bir karakterin kendisine söylenen ya da yapılan bir şeyi sindirmesi için geçen kısa süre, ya da karakterin bir eyleme geçmeden önceki kısa duraksaması da "vuruş" (ya da "es") sözcüğü ile ifade edilir. posted by gezgin @ 11:09 AM

1 comments

Cumartesi, Ocak 28, 2006 KÖTÜ ADAMLARIN KÖTÜLÜK KAYNAĞI: SAĞLAM BİR FELSEFE Filmlerde, kahramanın istediği şeye ulaşmasını engelleyen bir kötü adam (ya da adamlar) bulunur. Bu kötü adamın orada bulunmasının amacı, hayatı kahramana gereksiz yere dar etmek değildir. Kötü adam da bir şeyler istemektedir ama onun istediği şeyler, kahramanın istedikleri ile taban tabana zıttır. Bu sayede bir çatışma doğar ve bu çatışma da seyredeğer bir hikayeye kaynaklık eder. İyi filmlerde, kötü adamın istediği şey ve yaşam felsefesi gerçekten de anlamlı ve mantıklıdır. Kötü adam sadece bir noktada yanılmaktadır ve o nokta, kahramanımızın değerleri ile taban tabana zıttır. Yani kötü adam da mutlu olmak istemektedir ama bu mutluluğu ona getirecek şeyde ya da o şeyi elde etme yönteminde bir sakatlık vardır. Yine de bu durum, kötü adamın yaşam felsefesinin ve eylemlerinin tamamen boş olduğu anlamına gelmez. Aslında kötü adamlar, senaristlerin, içinde yaşadıkları toplumu eleştirmek için kullanabilecekleri belki de en güçlü silahtır. Kötü adamlar düşünce ve eylemleri ile toplumu ve onun değerlerini silkeler, tehdit ederler. Bunu boş laflarla değil eylemlerle gerçekleştirmeleri onları daha eğlenceli, daha seyredeğer kılar. Bu kadar laf kalabalığı yeter. Biraz örnek görelim. Birinci örnek "The Matrix"ten. Kötü adamımız, Ajan Smith. Ajan Smith bütün film boyunca isyancıları doğduklarına pişman etmekle kalmaz, bunun doğru olduğuna da inanır. Ve inançlarını Morpheus'a işkence yaptığı sahnede ayrıntılı bir biçimde açıklar. İnsanların bir virüs, bir hastalık; kendilerinin de deva olduğunu söylediği bu sahne, gerçekten de çok sıkı bir sistem eleştirisidir. İkinci örneğimiz "Point Break"ten ("Kırılma Noktası"). Kötü adamımız Bodhi (P. Swayze). Banka soyan bir sörfçü çetesinin lideri olan Bodhi, eylemleri ile insanları uyuşuk yaşamlarından uyandırdıklarına samimi bir biçimde inanmaktadır. Getirdiği sistem eleştirisi yine çok sıkıdır ama eylemleri sonunda insanlar ölmeye başlayınca bu eleştirinin bir yerinde bir hata olduğunu düşünmeye başlarız. ( Bu sörfçü soygunluların, eski Amerikan başkanlarının maskelerini takarak soygun yapmaları da çok manidardır.) Üçüncü örneğimiz, "X-Men"den. Kötü adam Magneto, ortalama insanların ne kadar tutucu, korkak ve acımasız olduğunu yaşayarak öğrenmiştir. Ve bununla savaşmaya kararlıdır. Karşısında ise iyi adam Xavier ve diğer X-Men'ler bulunmaktadır. Her ne kadar bir çok insanın canını yaksa da Magneto'nun 447

filmde dile getirdiği eleştirilerde büyük bir haklılık payı olduğunu görmemek imkansızdır. Son örnek yine bir James Cameron filminden: "Gerçek Yalanlar" ("True Lies"). Bu filmde hatırlarsanız Arap teröristler Amerika'ya birkaç atom bombası sokuyor ve bunlarla ülkeye şantaj yapmaya kalkıyorlardı. Kötü adamın 1. Körfez Savaşı ile ilgili olarak söyledikleri gerçekten de iç burkucuydu ("Ülkemizin bombalanmasını evlerinizde televizyondan maç seyreder gibi seyrettiniz" mealinde bir şeyler). Esas olarak Amerikan iç piyasası için film yapan Cameron, bu kötü adamı hem de komik bir biçimde öldürmek zorunda olduğunu biliyordu - öyle de yaptı. Yine de senaristin ne demek istediğini anlayan anladı. (Cameron'un bu filmi, 11 Eylül ile ilgili bir kehanet niteliği taşımaktadır bence. Her ne kadar 11 Eylül'ün bir Amerikan tezgahı olduğuna dair çok önemli deliller bulunsa da, bu film, büyük bir haksızlığa uğradığını hisseden Iraklıların hissiyatını çok iyi yansıtmaktadır.) *** Bizlerden bir örnek veremeyeceğim. Çünkü aklıma gelmiyor. Çünkü bizdeki "kötü adam"ların genelde çok yüzeysel çizildiğini düşünüyorum. Oysa kötü adamlar ve onların planları, bir senarist için yazılması en eğlenceli ve yaratıcılık gerektiren şeylerdir. Bizdeki kötü adamlarda ise pek fazla derinlik, belirli bir hayat görüşü ve bu hayat görüşüden kaynaklanan kötü eylemler bulunmaz. Zihnimi zorlamama karşın ne Eşkiya'da, ne İstanbul Kanatlarımın Altında'da da, ne de en çok iş yapan 15 Türk filminde, yukarıda andığım örneklerdeki kadar ciddi bir karşıt kutup (kötü adam) bulamadım. Yakın zamanlarda televizyonda izlediğimiz dizilerden örnek verecek olursam, "Kurtlar Vadisi"ni anabilirim. Kötü adamdan geçilmeyen bu dizide (bu nedenle adı "Kurtlar Vadisi"), kendine özgü ilginç motivasyonları olan bir çok tip vardı. Bence bunların en önemlisi de Çakır'dı. Ama Çakır'ın seyirci tarafından kötü adam olarak algılanmamış olması 1) hem vahim 2) hem de doğru özdeşleşme tekniklerinin her yerde geçerli olduğunun bir kanıtı. posted by gezgin @ 2:11 AM

0 comments

Cuma, Ocak 27, 2006 MCKEE NOTLARI - 1 Hikaye yapısı, karakterlerin yaşam öykülerinden çeşitli olayların seçilerek bunların, belirli duyguları uyandırmak ve belirli bir yaşam görüşünü ifade etmek amacıyla stratejik bir biçimde sıralanmasıdır. Bir hikaye olayı ("story event") bir karakterin yaşam durumunda anlamlı bir değişikli yaratır ve bu değişim bir DEĞER şeklinde ifade edilir ve yaşanılır. Hikaye Değerleri insan yaşamının (deneyiminin), olumludan olumsuza ya da olumsuzdan olumluya doğru kayabilen evrensel nitelikleridir. Örneğin:         

canlı - ölü sevgi - nefret özgürlük - kölelik gerçek - yalan cesaret - korkaklık sadakat - ihanet bilgelik - aptallık güç - zayıflık heyecan - sıkıntı

vb. Bunlar aynı zamanda moral (iyilik - kötülük), etik (doğru - yanlış) ... da olabilirler. Bir hikaye olayı ("story event") bir karakterin yaşam durumunda anlamlı bir değişiklik yaratır ve bu değişim bir DEĞER şeklinde ifade edilir ve yaşanılır ve bir ÇATIŞMA vasıtasıyla gerçekleştirilir. Ortalama bir film için yazar yaklaşık olarak kırk ila altmış hikaye olayı yaratır. Bu hikaye olaylarının bir diğer (yaygın) adı da SAHNE'dir. Her sahne, karakterlerin yaşamının "değer yüklü" (yani iyi, özgür, cesur, güçlü vb.) durumunda bir değişiklik yapar.

448

Yazdığınız her sahneye bakın ve kendinize şunu sorun: Şu anda karakterimin hayatında hangi "değer" tehlikede bulunuyor? Sevgi? Gerçek? Ne? Bu değer, sahnenin başında ne tür bir "yük"e sahip (bu "yük"ü, hammalların taşıdığı yük gibi değil de, elektrikteki pozitif ve negatif yükler gibi düşünün - gg)? Pozitif mi? Negatif mi? Her ikisinden de biraz mı? Şimdi de sahnenin bitişine bakın ve kendinize sorun: Bu değerin şimdiki durumu nedir? Pozitif mi? Negatif mi? Her ikisinden de biraz mı? Eğer bir karakterin yaşamının değer-yüklü durumu, sahnenin bir ucundan (başından) diğer ucuna (sonuna) kadar hiç değişmeden kalıyorsa, o sahnede anlamlı hiçbir şey olmuyor demektir... Bu bir "nâ-olaydır" (ya da "gayri-olay" : "nonevent" - gg). Peki bu sahne neden hikayenizde yer almaktadır?... SERİM (karatkerlerin, ortamın, vb.nin tanıtımı) için. Eğer bir sahnenin hikayede bulunmasının tek gerekçesi "serim" ise, disiplinli bir yazar bu sahneyi atar ve bu sahnenin içinde barındırdığı bilgileri hikayenin başka yerlerine örer - sindirir. posted by gezgin @ 12:12 PM

1 comments

Çarşamba, Ocak 25, 2006 ESKİ YAZILAR NEREDE? SANARİST bir buçuk yaşında! Bu çingene hesabı yaşgünü için bir kutlama yapmayacağım ama bir şey hatırlatmak istiyorum. Sitenin yaklaşık olarak ilk yılı boyunca bütün yazılar tek sayfadaydı. Bu nedenle sık sık "bkz. aşağılarda bir yer" diye göndermede bulunuyordum. Ama bundan bir kaç ay önce, BLOGGER'ın tek bir sayfa için koyduğu 2 MB sınırına tosladım ve ilk sayfada sadece 80 yazı bulunmasına karar verdim. Diğer yazılar uçmadı tabii. Onlar sağ tarafta gördüğünüz "Archives" menüsünde yer alıyorlar. Bunu neden söyledim: Siteyi yeni ziyaret edenler yazılarımda sık sık bahsettiğim "özdeşleşme" "3 perdeli yapı" vb. terimlerin anlamını bilmiyor ve ilk sayfadaki yazılarda da bunları bulamıyor olabilirler. Bu ve benzeri bir çok konudaki bilgilere ulaşmak için "Archives"da bulunan 2004 Ağustos'undan itibaren gönderilmiş yazıları bir zahmet okuyunuz. Bir kaç yüz sayfayı aşan bir çıktı alma operasyonuna da kalkışabilirsiniz. Hatırlatayım dedim... posted by gezgin @ 7:35 PM

0 comments

Cuma, Ocak 20, 2006 YAYGIN BİR HASTALIK KURBANI: İKİ GENÇ KIZ Bu aralar yazdığım senaryo eleştirilerinde sürekli olarak bir "hikayesizlik"ten bahseder oldum. Ne dediğim net anlaşılmayabilir diye biraz açıklayayım: "Bu filmin hikayesi yok" derken, filmde anlatılan olaylar dizisinin sağlam bir hikaye oluşturma kudretine sahip olmadığını söylüyorum. Bir şeyin bir hikaye olabilmesi için bazı kıstaslar vardır: Kahramanlarının belli olması, olaylar dizisinin bir yerden başlayıp bir başka yerde son bulması, ilginç karakterler ve olaylar olması, olaylar arasında neden sonuç bağının bulunması, olayların ilerleyici bir yapısı olması (yani sona doğru sorunların şiddetinin artması ve filmin son çeyreğinde kriz haline dönüşüp sonra da çözülmesi) vb. bu kıstaslardan bazılarıdır. "Bu filmin bir hikayesi yok" dediğim zaman, bu ölçütler ya karşılanmamıştır ya da çok zayıf bir biçimde karşılanmış demektir. (Sanat filmlerinde, yani yönetmenin kendisi için çektiği filmlerde, bu kıstaslara uyulmasına gerek yok diye düşünülür genelde. Bence yanlış bir yaklaşım olmakla beraber, tartışmaya da açıktır).

449

*** Kutluğ Ataman'ın Perihan Mağden'in romanından perdeye uyarladığı "İKİ GENÇ KIZ" da bence bu hikayesizlik sendromundan mustarip. En başta şunu söyleyeyim: Perihan Mağden'i sevmem. Neden? Tam olarak bilmiyorum. Ama yazdığı yazıların yüzde sekseninin olumsuz mesaj içermesi, bu olumsuzlukları yapıcı değil de yıkıcı bir biçimde dile getirmesi, sürekli alaycılık ve belden aşağı vuruculuk nedenlerden bazıları olabilir. Emin değilim. Ha, bir de güzelim Türkçe'nin kendisinin elinde ("yaratıcı kullanım" (!) adı altında) inim inim inlemesi. Ama bunların, "İki Genç Kız" hakkındaki düşüncelerimle bir ilgisi yok. Kaynak romanın yazarı kim olursa olsun, iyi bir filmi büyük bir zevkle seyrederim. Ama "İki Genç Kız" iyi bir film değil. Neden? *** "İki Genç Kız" ne anlatıyor?: 1) Behiye diye bir kız var. Lise son yaşında. Ailesiyle arası kötü. Uyumsuz bir kız. Ailesi çok iyi bir aile değil. Ama aşırı kötü bir aile de değil. Behiye daha çok abisiyle takışıyor. 2) Handan diye başka bir kız var. Annesi Hülya Avşar, para kazanmak için bir adamın metresliğini yapıyor - bir gün onunla evlenme hayalleri kurarak. Handan ile annesi arasında büyük bir çatışma yok ama. Genelde iyi geçiniyorlar. Birbirlerine "tavşancık" gibi komik isimler takıyorlar. 3) Bir arkadaşları vasıtasıyla bu iki genç kız tanışıyor ve birbirlerinden çok hoşlanıyorlar - arkadaş olarak. Behiye biraz daha özgür bir tip olduğu için anasının kuzusu olan Handan'ı biraz etkiliyor. Behiye de Handan'da samimiyet ve sıcaklık buluyor. Beraber çok eğleniyorlar. 4) Handan ailesinin yanından kaçıp Behiye'lere taşınıyor. Kaçarken de abisinin parasını çalıyor. 5) Behiye ve Handan eğlenmeye devam ediyorlar. Behiye ile Leman'ın (Hülya Avşar) arası pek hoş değil ama büyük bir çatışma içinde oldukları da söylenemez. 6) Handan'ın babasının Avustralya'da olduğunu öğreniyoruz. Handan babasını hep merak etmiştir ama bu konuda hiçbir girişimde bulunmamıştır. Behiye Handan'ı Avustralya'ya gitme konusunda ikna eder. 7) Handan, annesinin kurs için verdiği parayı kurstan geri alır. Avustralya Büyükelçiliğine Handan'ın babası ile ilgili olarak başvuruda bulunurlar. 8) Handan erkek arkadaşı Erim ile (ve onun da arkadaşıyla) yatar. 9) Behiye ile Handan'ın ortak arkadaşları, Behiye'nin nerede saklandığını abisine söyler. Abisi de gelip Behiye'yi döve döve eve götürür ve odasına kilitler. 10) Handan evden kaçmış ve Avustralya'ya, babasını bulmaya gitmiştir. Behiye evde yer silmeye devam eder. *** Bu "hikaye"de eksik olan bazı şeyler şunlar: 1) Yeterince güçlü bir çatışma yok. Hikayenin merkezinde gibi duran Behiye ve Leman (H. Avşar) çatışması filmin çok önemli bir bölümü boyunca zayıf. Çünkü, 2) Behiye aslında Handan'ı o kadar da çok etkilemiyor. Onu ana kuzuluğundan biraz çıkarıyor ama o kadar. Daha sonra Handan hızla aslına rücu ediyor - ta ki Avustralya'ya kaçana kadar. 3) Leman karakterinin neden bu halde olduğunu ve bu hali sürdürmek istediğini anlamıyoruz. Sevmediği bir erkekle cinselliğe dayalı bir ilişki sürdüren Leman'ın bu durumunu bir gelir kapısı olarak görmesi bizde sempati (hoşlanma) de yaratmıyor empati (duygudaşlık, duygularını paylaşma) de. "Aptal kadın" diye düşünüyoruz(m), "Bir biçki-dikiş kursuna git de bir şeyler öğren, hayatını namusunla kazan!". Leman'ın kendini ve kızını neden bu yaşam tarzına mahkum ettiğini bilmediğimiz için, seçimlerini de anlayamıyoruz.

450

4) Behiye'nin ailesi filmin çok uzun bir bölümünde ortalıkta yoklar. Filmin bir en başında ortaya çıkıyorlar, bir de en sonunda - "Ulen, biz gelmezsek bu film bitmez" dercesine. İyi ki geliyorlar da film de bitiyor. 5) Handan'ın baba özlemi sadece bir iki cümleden ibaret. Bu özlemi yeterince vurgulanmadığı için, filmin sonunda Avustralya'ya gidişi de o kadar anlamlı olmuyor. "En sonunda babasına kavuşacak ve mutlu olacak" diye düşünmüyoruz. *** Sinemada (ve aslında diğer sanat dallarında) bu filmdeki gibi aykırı tipler aslında çok sıkı toplumsal eleştiriler yapmak için kullanılır. Bu tiplerin en ünlüsü "Şarlo"dur. Şarlo işsizdir, evsizdir, parasızdır. Toplumun dışına itilmiştir. Charlie Chaplin bu karakter üzerinde toplumdaki çarpıklıkları çok güzel gözler önüne serer. Ne yazık ki "İki Genç Kız" pek de böyle bir şey yapmıyor. Behiye'nin ailesinin bir acayip olduğu kesin ama Behiye'yi bu kadar uca taşıyacak kadar değil. Neticede Behiye üniversite sınavına girmiş ve geleceğini garanti altına alacak bir bölümü kazanmış. Yani sistemle o kadar da ters düşmüş değil. Ailesinden kurtulmak istiyorsa 4 sene okuması yeterli. Aslında bunu anlayacak kadar da akıllı Behiye. Ama yapılabilecek en basit hatayı yapıyor: evden kaçıyor ve kaçarken de abisinin parasını çalıyor. Handan ve ailesi de o kadar net bir toplum eleştirisi yapmıyor. Leman (H. Avşar) para ve muhtemel bir evlilik için bir adamınla birlikte olmaktadır, ama bu "kader" değildir. Okuyamamış olmak, bu tür ahlaksız bir hareketin zorlayıcı gerekçesi olamaz. Okuyamamış ama namusuyla çalışan yüzbinlerce erkek ve kadın bunun delilidir. Bir "kaçınılmazlığın" bulunmaması, onu anlamamıza, onunla özdeşleşmemize engel oluyor. *** Söylenebilecek başka şeyler de var ama "70 bin seyirci sayısı" yeterince şey ifade ediyor zaten. Kutluğ Ataman'ın bu filmde ticari bir sinema yapmak istemediğini söyleyebilirsiniz. Ama o zaman Hülya Avşar ve Vildan Atasever (zamanın en enlü kadın figürlerinden ikisi) ne arıyor bu filmde? Belli ki "star etkisi"nden faydalanmak istemiş Ataman. Ama aşağılarda bir yerde de söylediğim gibi "Hiçbir yıldız, senaryo güneşi kadar ışık vermez". *** Kutluğ Ataman "en iyi yönetmen" ödülü almış. Bu ödülü verenlerin yönetmenlik anlayışlarını çok merak ediyorum. Omuz kamerasıyla yapılan hareketli çekimler, sıçramalı kurgu, oyunculardan sadece ortalama bir oyun alabilme, doğru düzgün bir hikaye oluşturamama... Bunlara puan verilmesi gerektiğini mi zannettiler acaba? Ya da diğer alternatifler çok mü kötüydü? Bilemiyorum. *** Türkiye genç senaristler ve yönetmenler (ve hatta en iyisi senarist-yönetmenler) için bir fırsat cenneti olmaya devam ediyor. Türk sineması koskocaman bir FIRSAT arkadaşlar. Saha boş. Karşınızda hemen hiçbir ciddi rakip yok. Yapmanız gereken tek şey güzel hikaye anlatmayı öğrenmeniz. Bunu yapın ve adınız Türk sinema tarihine geçsin. posted by gezgin @ 7:33 PM

3 comments

Salı, Ocak 17, 2006 OVERDOSE: KURTLAR VADİSİ "Kurtlar Vadisi" (KV) yayınlanmaya başladığı dönemde (2003) pek de bu tarz dizileri izleyecek halde değildim. O dönemdeki ruh halime çok uymuyordu. Bu nedenle bu diziyi es geçtim. Sonra çeşitli defalar izleme girişimlerim olduysa da başaramadım. Karakterleri tanımadığım için bir çok olay bana anlamsız ya da karmaşık geliyordu. Ben de vazgeçtim. (Bu nedenle de bu sitede dizi hakkında hiçbir yazı yok). Geçenlerde KV bitti. Yakında sinemada filmi gösterilecek. Bundan mütevellit, hem SHOW TV, hem de KANAL D eski bölümleri yeniden yayınlamaya başladılar. Hele SHOW, tam bir "overdose" (aşırı doz) uygulaması halinde. Haftanın her gecesi iki bölüm birden yayınlıyorlar. Ben de fırsat bu fırsattır deyip diziyi izlemeye başladım.

451

Açıkçası yarı bilinçli önyargılarım da vardı. Çünkü bu kadar beğenilen bir dizinin çok miktarda şiddet içerdiği ve gençleri mafyaya özendirdiği ile ilgili tonla şey okumuştum.Bu nedenle dizinin "kötü" olduğu sonucuna varmıştım. Bir yönden yanılmışım! Dizi son derece başarılı. Başarılı olmak için gereken herşeyi yapmış. Yayınlandığı zaman diliminin tartışmasız hakimi olmasına (ve bu kadar çok para getirmesine) şaşmamak gerek. Dizinin bol miktarda ve açık ("graphic") şiddet sahneleri içerdiği doğru. Kahramanların su içer gibi şiddete başvurduğu da doğru. Bunlar, hatırlarsanız, "BABA" filmi için de dile getirilen eleştiriler. Daha sonra da "SOPRANOLAR" da benzer bir yaklaşımla eleştirildi. Ama dizinin başarısının nedenleri incelediğimizde, şiddetten başka özellikleri ön plana çıkıyor. İlk olarak, dizinin son derece hızlı, aksamayan bir senaryosu var - özellikle de ilk bölümlerde. Karakterler ilginç, olaylar hem güncel, hem dikkat çekici, sahneler kısa ve eğlenceli, şiddet ve mizah iç içe geçmiş. Dizinin en dikkat çekici yönlerinden birinin "racon" söylemi olduğunu düşünüyorum. Gittikçe maddiyatçı / çıkarcı bir hal alan günlük yaşamımızda, bize ait iyi kötü bir manevi değerler sistemi görmek izleyicilerin çok hoşuna gitmiş olmalı. Modernizmin getirdiği manevi çürümeye duyulan bir tepki bu ilgi bence. *** Ama, bu dizinin toplumsal bilinçaltımıza ne gibi bir zarar verdiğini asla kestiremeyeceğiz. Bu dizinin, işlenen ve işlenmekte olan suçları ne kadar özendirdiğini asla kesin olarak bilemeyeceğiz. Kaç gencin POLAT gibi olmak için beline silah koyduğunu ve kaç masum canı aldığını asla tam olarak öğrenemeyeceğiz. Bedensel hastalıklarda tıbbi tahliller ile hastalıkların kökenini bulmak mümkün. Günümüzde genlere kadar uzanan bir araştırma olanağına sahibiz. Hastalıkların nereye varabileceğini de bu bilimsel yöntemlerle kestirebiliyoruz. Ama toplumsal rahatsızlıklar, ancak âkil insanların zihin röntgenleri / MR'ları, vicdan sahibi insanların olay tahlilleri, sağduyulu insanların teşhisleri ile ortaya çıkarılıp düzeltilebiliyor. Bugün yaşananların gerçekte neyi etkilediğini ve ne gibi sonuçlara yol açacağını ancak bu insanların değerlendirmeleri ile öğrenebiliyoruz. KV'nin ve benzeri eserlerin etkilerini de ancak bu insanların tahlilleri ile anlayabiliriz. Ve gerekiyorsa engelleyebiliriz. Tabii bu insanlar, bu değişiklikleri yapacak kudrete ve yetkiye sahiplerse... posted by gezgin @ 5:21 PM

0 comments

Cumartesi, Ocak 14, 2006 KENDİNİ BULAMAYAN FİLM: "BABAM VE OĞLUM" DİKKAT: Aşağıdaki yazıda "Babam ve Oğlum" adlı film hakkında bilgiler bulunmaktadır. Eğer filmi henüz seyretmediyseniz, bu yazıyı okumak seyir keyfinizi kaçırabilir. *** Arkadaşlar, siz ciddiye almıyor olabilirsiniz ama bu FRİGO olayı çok önemli bir hadise. Yani, buz gibi bir çikolatayı bir film arasında dişlerinize ve midenize zarar vermeden yemek mümkün değil. Buradan bütün salon sahiplerine sesleniyorum. Filme ara vermeye 15 dakika kala, makul miktarda FRİGO'yu dolaptan çıkartıp tezgaha koyunuz ki arada insanlar ağız tadıyla yiyebilsinler. Çünkü bu sinema deneyimlerinde zevk alacakları tek şey o FRİGO olabilir! *** Ella Fitzgerald'ın (yanlış hatırlamıyorsam bir Duke Ellington bestesi olan) "It don't mean a thing if it ain't got that swing" adlı bir şarkısı vardır. Mealen "Eğer "swing" içermiyorsa, hiçbir şeye benzemez" demektir. Güftekârın "swing" sevgisine atıfta bulunur. "Nihansın Dîdede" şarkısının bir dizesinde de "Bana sensiz bu cihanda can ne lâzım" denir. Yâni güftekâr, "sen"in olmadığın bir dünyayı yaşanmaya değmez bulduğunu ifade eder. 452

Filmlerde ve senaryolarda da olmazsa olmaz bir unsur, "hikaye"dir. Hikaye yoksa, senaryo da yoktur, film de. Hikayesiz bir film seyredilmeye de değmez. "Babam ve Oğlum" da böyle ciddi bir hikayesizlikten mustarip kanımca. *** "Babam ve Oğlum" neyi anlatıyor? 12 Eylül öncesi büyük şehre gidip solcu olan bir gencin ailesinden ayrılması, darbe sonrasında da gelip babasının evinde ölmesi ve kendi oğlunu babasına (yani oğlunun dedesine) teslim etmesi. Eee? Şimdi: Hatırlayacağınız üzere "temel hikaye"de ("archplot") bir kahraman, bu kahramanın istediği bir şey, bu isteği elde etmesinin önünde yer alan engeller vardır. Bu tür hikayelerde dış çatışma vardır. Kahraman tek kişidir, gerçeklik tutarlıdır ve kahraman aktif biridir. Filmin sonucu son derece belirgindir: kahraman ya kazanır ya kaybeder. Belirsizlik söz konusu değildir. Ama bunlar "temel hikaye"nin özelliğidir. Bir de "mini hikaye" denilen, "minimalist" hikayelerde görülen özellikler vardır. Bu hikayelerde açık uçlu sonlar vardır. Dış çatışmadan çok iç çatışma yer alır. Kahraman pasiftir. Fakat McKee şunu da ekliyor: "Mini hikaye demek, hikayenin olmaması demek değildir. Mini hikaye de temel hikaye kadar iyi icra edilmeli / yazılmalıdır. Minimalism, basitlik ve ekonomi peşinde koşarken, seyirciyi tatmin edecek miktarda temel hikaye özelliklerini de korur ve izleyicileri 'Ne de güzel bir hikaye!' diyerek eve yollamayı başarır." (Woody Allen'ın filmlerinin çoğu, yakın zamanda izlediğimiz "Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca" ve "Geçmişi Olmayan Adam" bu kategoride çekilmiş başarılı filmlerdir). (Bir de "karşı - hikaye" ["anti-plot"] var ki o başka - belki asla yazılmayacak - bir yazının konusu.) Şimdi: "Babam ve Oğlum"un belirgin özellikleri onu bir mini hikaye kategorisinde değerlendirmemizi gerektiriyor. Eğer bu filmi "temel hikaye" kıstasları ile değerlendirirsek, hafif sıklet bir boksörü, ağır sıklet kıstasları ile değerlendirmek gibi olur. Hata boksörde değil, uygun nesneye uygun kıstası bulamayanda olur o zaman. Lakin "Babam ve Oğlum" (BVO), mini-hikaye kıstaslarına da uymuyor. Neden uymadığını dilim döndüğünce anlatayım. Film, basit de olsa dikkate değer bir hikaye anlatmıyor. Sadık, 12 Eylül sabahı karısını doğum sırasında kaybeder. Sonra çocuğu ile birlikte, daha önce çok fena bozuştuğu babasının yanına döner. Sadık'ın ölümcül bir hastalığı olduğu ortaya çıkınca küslükler ortadan kalkar. Sadık ölür, oğlu babasına kalır. So what?! (Yani?!) Bunun sıradan bir hikaye olduğunu söylememe gerek yok. Eğer "olay örgünüz" (plot) bu ise, çok orijinal karakterler yaratmalısınız. Öyle ki, bu canlı, kıpır kıpır, derin karakterler hikayenizi seyredilir kılsın (bkz. "Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca"). Bir doku ("texture") oluşturmalısınız hikayenizde. Hikayenizin geçtiği mekan, zaman, insanlar çok ilginç, seyre değer olmalı. BVO'da bu pek yok. Her ne kadar film bizi İzmir'in kırsal alanına götürse de, orada o kadar ilginç bir ortamla ve hoş karakterlerle karşılaşmıyoruz. En ilginç karakter, Sadık'ın abisi Salim. (Burada ek olarak şunu da söyleyeyim: Oyuncuların "aksan" çalışması - Sadık'ın abisininki hariç - hiç gerçekçi olmamış. Koskoca Çetin Tekindor'un bile konuşması dikkat çekecek sıklıkta İstanbul Türkçesi'ne kaçıyor ki, diğerlerininkini söylemeye gerek bile yok). Filmin hikayesel zayıflığının en belirgin belirtisi, 1. yarıdaki yemek sahnesi. Hani şu Sadık'ın ailesiyle ilk kez yemek yediği o uzun sahne. Kaç dakika sürdü o sahne? Benim tahminim 20 dakika! 20 Dakika! "Matrix RELOADED"daki araba kovalama sahnesinden bile uzun. Ve inanılmaz bir işlevsizlikte. Yani, boş zamanı olan biri otursun, o sahneyi tekrar tekrar izlesin, ve o 20 dakikada nelerin başarıldığını, hikayenin ilerlemesi için gereken hangi fonksiyonların yerine getirildiğini bir zahmet söylesin. Becerikli bir senarist / yönetmen 3 dakikada bu işi hayda hayda görürdü. Filmin ilginç tutarsızlıklarından biri de dram mı, yoksa fantezi mi olduğunu kestirememesi. Yani filmi bir 453

"aile birleşmesi" olarak görüyoruz genel olarak çünkü bütün belirtiler o yönde. Ama bu genel akış, çocuğun fantezileri ile bölünüyor. Ve bu fanteziler de "organik bir biçimde" filme yedirilememiş. İnsan bu fantezi sahnesiyle karşılaşınca "Bu ne şimdi?" oluyor. Filmin baş karakteri çocuk aslında. Ama filmin adı "Babam ve Oğlum". Yani bu başlığı söyleyen (ve bu nedenle de başkarakter olmasını beklediğimiz) kişi filmin yaklaşık olarak son çeyreğinde ölü vaziyette. Eee? E'si şu: seyirci olarak filmin merkezine kimi yerleştireceğimizi bilemiyoruz. Mini hikayelerde bile bir karakter az da olsa ön plana çıkar. Burada o var. Ama filmin bize genel olarak sunuluşu bu şekilde değil. Bu bağlamda filmin adı şu olmalıydı: "Babam ve Babası". İyi filmler için "dram ve komediyi başarıyla harmanlayan" şeklinde klişe bir laf kullanılır. Buradaki anahtar sözcük "başarıyla"dır. BVO'da böyle bir başarı yok. Hüzünlü sahneler var (mesela Sadık'ın ölümü) komik sahneler de var (Sadık'ın ölümünden sonra eve dönüş). Ama aralarında öyle bir duygu sıçraması var ki, allak bullak oluyorsunuz. Yani hüznün tadını çıkarmadan, içinize sindirmeden, hemen nötr ya da komik bir sahneye geçiyorsunuz. Bu "başarılı" bir harmanlama sayılamaz dolayısıyla. Aynı şekilde, Sadık'ın babasının (Ç. Tekindor) eve giden yolda arabayı durdurup, kollarını iki yana açarak"oğlumu o gün durdursaydım" dediği sahne. Bu sahne son derece duygusalken, baldız olayı "akılcı" bir biçimde çözüyor. Bizim de duygulanma isteğimiz tatmin olmamış oluyor. Tavan arasında film izlerken de böyle bir durum var. Sadık'ın çocukluğunu izleyip hüzünlenirken aniden dede (Ç. Tekindor) kamerayı toruna verme faslına geçiyor. Biz de "ne oluyor?" oluyoruz. Bu filmde de özdeşleşme yöntemleri kullanılmamış ya da az kullanılmış. Örneğin Sadık ile ben özdeşleşemiyorum. Doğum sırasında karısını kaybetmesi onun için üzülmemi sağlamıyor, çünkü "bir doğumun olabileceğini bile bile ulaşım meselesini önceden halletmemiş" diye düşünüyorum. Bir komşunun arabasını ayarlayabilirdi, bir taksi ile sözleşebilirdi, bir arkadaşından araba ödünç alabilirdi. Yani Sadık'ın karısının ölümü bence "kaçınılmaz" değil. Aksine bizzat Sadık'ın hatası. Bir adama sinir olunarak da onunla özdeşleşilemeyeceği de aşikar. (Bu da Başarısız Türk Filmleri'nde sık görülen bir hata - bkz. ilgili yazı.) Sadık (F. Kuşkan) kişilik olarak da çok onaylanabilecek biri değil. Sol görüşlerinden dolayı ailesiyle (babasıyla) arası açılmış, işkence görmüş biri. Çağan Irmak bize Sadık'ı, sadece işkence görmüş olmasından dolayı onaylanması gereken biri gibi sunuyor. Bilerek ya da bilmeyerek, adamın hayatının bu yönünü bir özdeşleşme unsuru olarak önümüze koyuyor: "Bakın, bu adam inançları uğruna işkence gördü. Onu sevin." diyor. Ama ben sevmiyorum. Adamın ideolojisine karşı olduğumdan değil. 12 Eylül'e nasıl gelindiğini bildiğim için: Her çatışmada en az iki taraf olur, dramatik kurallardan da bildiğiniz üzere. O dönemde de en az iki taraf vardı ve kendilerine solcu diyenler bu taraflardan biriydi. Söylediklerinde haklı mıydılar? Bilmem. Ama yaptıkları şey, son tahlile, günde onlarca insanın silahla öldürüldüğü bir ortamın yaratılmasına hizmet etti. Kendilerine sağcı diyenler de bu gerilimin diğer kutbuydu. Yani bu durumdan aynı derecede sorumluydular. Ve sonuç darbe oldu. Ama asıl olan, ölenlere, hapsedilenlere, işkence görenlere, yersiz yurtsuz anasız babasız kalanlara oldu. Onca çaba, onca kan, onca mücadele hiçbir işe yaramadı. (Darbenin sağcı nitelikte olması ve sağcıları kayırması, solcuların 12 Eylül öncesinde yaratılan olumsuz ortamdaki sorumluluğunu azaltmaz). İşte bu nedenle, 12 Eylül öncesindeki mücadelenin bir tarafında yer alanları öven filmleri pek sevmem (bu tür filmleri de genelde solcular yapar - bkz. aşağısı). "Solcuyuz, bu yüzden haklıyız" düşüncesi bana pek uymaz. Bir insanın sırf müslüman olduğu için cennete gideceğine inanması kadar ilkel gelir bana. Sorumluluk diye bir şey vardır. Yaptığın şey eğer insanlara zarar veriyorsa, hangi ideolojiden ya da inançtan olursan ol, yanlıştır; ideolojin ya da inancın ya da "iyi niyetin" seni bu sorumluluktan âri kılmaz. Hata herkes için hatadır. Ama Çağan Irmak, (daha önce de belirttiğim gibi) entelijansiyamızda bir dip akıntısı şeklinde varlığını sürdüren solculuğu eserlerinde (bkz. Çemberimde Gül Oya, vb.) karşımıza çıkartmaya kararlı gibi duruyor. Belli ki etkilemek istediği çevrelerden olumlu geribildirimler alıyor. Bu nedenle buna devam ediyor. Etsin. Sadece herkesin bu kandırmacayı yutmadığını bilsin, yeter. Sadık karakteri, yukarıda anlattığım nedenlerle bence pek sempatik değil. Ölümcül hastalığını öğrendikten sonra bile ideolojik görüşlerindeki hataların farkına varmış değil. Böyle bir "aydınlanış" çok etkileyici olurdu. Ama Çağan Irmak buna yer vermemiş. Olabilir. Ama dar görüşlü insanlarla özdeşleşmenin daha zor olduğunu da kabul etmek gerekir.

454

Sadık, kendisi gibi kasabadan ayrılmayıp kalan bir arkadaşının "Eğer bütün bunların olacağını bilseydin, yine de gider miydin?" sorusuna bile kaçamak (ve aslında bunlardan hiçbir şey öğrenmediğini gösteren) bir cevap veriyor: "Keşke buradakileri oraya götürebilseydim, ya da oradakileri buraya getirebilseydim." Sadık'ın bir şey öğrenmediğini gösteren bir başka sahne de, babasıyla avluda konuştuğu ve sonunda yere düşüp bayıldığı sahne. Buradaki konuşmalarından da Sadık'ın ideolojik olarak yerinde saydığını fark ediyoruz. Yaşadığı güçlükler (karısını kaybetmek, işkence, işinden olmak, ailesinin yanına dönmek, hastalanmak, milletin onun davasına karşı umarsızlığı) onda hiçbir değişim yaratmamış gibi. Çağan Irmak, "karakter değişimi" ("character arc") denilen şeyi, ideolojik tutarlık uğruna ıskalamış gibi duruyor. Eğer durum gerçekten böyle ise, çok vahim - senaryo yazarlığı açısından Baba karakteri (Ç. Tekindor) da o kadar ilginç değil. Oğluna küsüyor, ama sonra onun öleceğini öğrenince onunla tekrar barışıyor. Eee? Her baba bunu yapar? İşte bu noktada, filmin "hikayesi"nin orijinallikten ne kadar uzak olduğunu görüyoruz. Film 1) Politik göndermeler 2) Çocuğun fantazileri ile süslenmiş sıradan bir aile dramı aslında. İşin içinde ölüm, özellikle de küsülen bir çocuğun ölümü olduğu için de ağlatması garanti bir "hikaye". (Bir çok yetişkinin, bir biçimde küstüğü ya da kaybettiği ebeveynleri üzerinden filmle bağlantı kurduğunu tahmin ediyorum - senaryonun kalitesinden dolayı değil). *** Filmde şaşırtıcı derecede kötü kamera kullanımı vardı yer yer. Örneğin Sadık'ın babasıyla tartıştıktan sonra yere düştüğü yerdeki kamera hareketi. Önce 90 derece sola, sonra 180 derece sağa. Ne demek şimdi bu? Bu yöntem, yere düşen kişinin bakış açısını göstermekte kullanılır (bkz. Point Break'teki son soygun sahnesi). Çağan Irmak, yere düşen kişiden 5 metre ilerideki kamerayla ne demek istiyor? "Ben bu işten anlamam" mı? *** Netice olarak Çağan Irmak, bence pek başarılı olmayan, klişeleri kullandığı için, zaten AİLE kavramına çok önem veren izleyicileri (bkz. Tutan Dizi Yazmak adlı yazım) etkilemesi garanti olan bir seyirlik ortaya çıkarmış. Bundan ne dersler çıkarabiliriz. 1) Bir sonraki Çağan Irmak filminin DVD'si beklenecek, kiralanacak ve sonra derhal iade edilecek. 2) Bu sene (2005) bende hayal kırıklığı yaratan 3. iddiali Türk filmi ("Gönül Yarası" ve "Organize İşler"den sonra). Türk sinemasındaki senaryo sıkıntısı devam ediyor ve genç kuşak da çok umut vermiyor. 2000'lerin ilk onyılı bence böyle gider. Umudumuz 2010'dan sonrası artık. 3) Belki de FRIGO'yu filme girmeden önce almalı ve büfedeki bayana aradan 15 dk. önce çıkarmasını rica etmeliyim. Bu daha pratik olabilir. Sırf ben öyle seviyorum diye bütün salonları teyakkuz haline getirmeye gerek yok. posted by gezgin @ 1:58 AM

8 comments

Cuma, Ocak 13, 2006 YANILMAMIŞIM - 2 : PETER JACKSON SAÇMALAMIŞ Zaman zaman yazdıklarımın, genel beğeninin tam zıddı olduğunu fark ediyorum. Ne düşünüyorum dersiniz? "Acaba ben mi yanılıyorum?" mu? Değil. "Yine herkes saçmalıyor!" Bu kadar özgüvenli 0lmamın nedeni, beğenilerimi sağlam bilgiler ile destekleyebilmem. Hayattaki en büyük mutluluklarımdan biri, beğenilerimin, çok sağlam teorik temelleri de olduğunu keşfetmek oldu. KING KONG konusuna dönersek. 455

Hatırlarsanız, aşağıda bir yerlerde "Şaka Yapıyorsunuz Herhalde Bay Jackson" diye bir yazım vardı. KING KONG'u beğenmediğimi söylemiştim ama bir eleştirisini yapmamıştım. Vakit harcamaya değmez diye düşünmüştüm. Hala da öyle düşünüyorum ya. Bir ara internette dolanırken (tıpkı DÜNYALAR SAVAŞI'nda olduğu gibi), KING KONG'u aklı başında bir biçimde eleştiren birinin yazısını buldum. Amca (Ken Levine) "The Simpsons" "Everbody Loves Raymond" "Frasier" "MASH" "CHEERS" gibi dizilerde çalışmış. İşi bilen biri yani. KING KONG'la ilgili yazısı (KING LONG) şu adreste bulunabilir (İngilizce): http://kenlevine.blogspot.com/2005/12/king-long.html İnsan uzun süre bir konudaki görüşüyle ilgili olarak yalnız kaldıktan sonra böyle birilerini buldukça bir hoş oluyor. "En sonunda" diyorum "akıllı biri daha çıktı!" Ama bu akıllıların yurt dışından çıkması, ayrı bir hüzün kaynağı tabii. posted by gezgin @ 6:59 PM

0 comments

İYİ FİLM NEDİR? İyi film "Rocky"dir. Nokta. Bu filmi kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum. Daha önce de burada bir kaç kez hakkında yazmıştım. Bayram vesilesiyle tekrar izledim. Ve ilk seyredişimdeki gibi etkilendim. Şimdi, bunun teknik olarak imkansız olması gerekiyor. Yani bir filmi bir kere izlediğinizde konusunu ve finalini öğrenirsiniz ve o filmin heyecanı kalmaz. Değil mi? Değil. İyi filmi sıradan filmden ayıran özellik budur. Filmin hikayesi doğru teknikler kullanılarak oluşturulmuşsa defalarca seyredilmeye karşı dayanıklıdır. "Casablanca" öyledir, "Terminator 2" öyledir, "You've Got Mail" öyledir, "Back to the Future" öyledir. Kaç defa seyrederseniz seyredin, bıkmazsınız. Türk filmlerinden "Eşkiya" öyledir, "Hababam Sınıfı" öyledir, "Selvi Boylum, Al Yazmalım" öyledir, "Vizontele" öyledir. Bu filmlerde kullanılan teknikleri burada tekrar tekrar yazıyorum. Ama bir tanesini özellikle vurgulamak istiyorum: ÖZDEŞLEŞME İyi filmlerin hepsinde, özdeşleşme yöntemi çok açık ve doğru bir biçimde, ve bazen abartıya kaçtığını düşünebileceğiniz bir miktarda (bkz. "Rocky") kullanılır. Böylece izleyici kahraman ile özdeşleşir ve filmin hikayesine kendini kaptırır. "Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri" yazımda, başarısız Türk filmlerinin bu yöntemi kullanmadığını söylemiştim. Son olarak ORGANİZE İŞLER'de bu yöntemin yokluğu, kendimizi hikayeye kaptırmamıza engel oluyordu. Sonra da senaryo yazarları, yapımcılar ve yönetmenler ekranlara çıkıp ağlıyorlar: "Neden benim filmine yeterince insan gelmedi?" "Neden bu filmi bu kadar eleştiriyorlar?" İşte bundan! ROCKY'ye gelince. Filmde "özdeşleşme yöntemleri" gerçekten de tekrar tekrar kullanılmış. Rocky'nin, hayatının hiçbir alanında bir baltaya sap olamadığını (i.e. "loser" olduğunu) görüyoruz. Ama onu seviyoruz da. Çünkü mafya için para toplarken bile merhametli davranıyor. Aşırı utangaç "pet-shop" tezgahtarı Adrian'ı tavlamak için canla başla çalışıyor. Çalıştığı spor salonunun antrenörü (Mickey) ona haksızlık ediyor. Çok akıllı olmaması ve bunu itiraf etmesi de bizi ona bağlayan özelliklerden biri. Bütün bunlar doğru şekilde kullanışmış özdeşleşme yöntemleri. Ve filmin başarısını garantiliyorlar. "Biz bu filmi yaparken çok eğlendik. Umarız seyirci de izlerken eğlenir" gibi "ilginç" neden-sonuç bağlantıları kuran sinemacılara duyurulur. posted by gezgin @ 12:34 PM

0 comments

Pazar, Ocak 08, 2006 PANİĞİ BİLGİ ÖNLER: KUŞ GRİBİ

456

Herhangi bir kriz anında ne kadar kötü bilgilendirildiğimizin farkında mısınız? Bir doğa olayı ya da bir hastalık durumunda 1) Devlet 2) Medya, bizi bilgilendirip doğru eylemlere yönlendirmeye değil de kafamızı karıştırmaya çalışıyorlar sanki. Gazetecilerde görülen (ve bir mesleki hastalık olduğunu düşündüğüm) felaket tellallığı eğilimini anlıyorum. Ama devlet görevlilerinin doğru dürüst bilgi vermemeleri, hatta bilgi verirken pek dürüst görünmemeleri (bkz. Sağlık Bakanı'nın verdiği bütün demeçler) insanı hem sinirlendiriyor, hem de paniğini artırıyor. Aşağıda, Amerikan Tarım Bakanlığı'nın sitesinden aldığım bazı bilgilere yer veriyorum. Arada bir tekrar uğrayıp bakın zira zaman zaman başka şeyler de ekleyeceğim. *** Kanatlı ürünlerinin doğru sıcaklıkta pişirilmesi, ve çiğ besinlerin pişmiş besinleri kirletmesine engel olmak, besin emniyetinin en önemli noktalarını oluşturmaktadır. Tüketicilere şunları yapmaları tavsiye edilir: * Yiyeceklere dokunmadan önce ve dokunduktan sonra ellerinizi sıcak suyla ve sabunla en az 20 saniye yıkayın. * Çiğ kırmızı eti, tavuk etini, balık etini ve bunların sularını diğer yiyeceklerden ayrı tutarak birbirlerini kirletmelerini engelleyin. * Çiğ etleri kestikten sonra doğrama tahtasını, bıçağı ve tezgahın üzerini sıcak, sabunlu suyla yıkayın. * Doğrama tahtanızı 1 çay kaşığı klorlu çamaşırsuyu katılmış bir litre suyla yıkayarak temizleyin. * Yemeklerin yeterli ısıya ulaştığından emin olmak için yemek termometresi kullanın. Tam kuşları 82°C'ye; göğüs etini 77°C'ye; butları, uyluk ve kanatları 82°C'ye; kıyılmış hindi ve tavuk etini 73ºC'ye kadar pişirmeyi; asgari fırın ısısını da 162°C'ye getirmeyi unutmayın. Kuş Gribi Nedir? Kuş Gribi (Avian Influenza - AI) evcil kümes hayvanlarını, vahşi kuşları ve papağan gibi ev hayvanlarını etkileyen bir virüsün neden olduğu bir hastalıktır. Her yıl insanlar için grip mevsimi olduğu gibi kuşlar için de bir grip mevsimi vardır ve bazı yine insanlarda olduğu gibi bazı gripler diğerlerinden daha kötüdür. AI (Kuş Gribi) Virüsleri, iki protein grubunun kombinasyonuna göre sınıflandırılır: H proteinleri (ki bunlardan 16 adet vardır: H1'den H16'ya kadar) ve N proteinleri (Bunlardan da 9 tane vardır: N1'den N9'a kadar). AI soyları da iki alt gruba ayrılırlar. Düşük patojenler (LP) ve yüksek patojenler (HP). LPAI, yani düşük patojen kuş gribi 1900'lerin başlarından beri Amerika'da bulunmaktadır ve buralarda az bulunan bir şey değildir. Kuşların hastalanmasına neden olur ve bazı kuşları da öldürebilir. Bu hastalık soyu insanlar için ciddi bir tehlike teşkil etmez. HPAI, yani yüksek patojen kuş gribi ise kuşlarda daha fazla ölüme neden olur ve daha kolaylıkla geçer. H5N1, Güneydoğu Asya'da ve Doğu Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde rastlanan türdür. Bu tür, Güneydoğu Asya'da, büyük bir çoğunluğu kuşlar ile doğrudan temas halinde olan insanlara geçmiştir. www.usda.gov/birdflu posted by gezgin @ 11:42 PM

0 comments

Cumartesi, Ocak 07, 2006 SİLİNMİŞ RÜYALAR - "DELETED DREAMS" Bazen insanı çok etkileyen, yaşadığı bir olay rüyalarında tekrar tekrar karşısına çıkar. Ama her ortaya çıkışında biraz daha farklıdır. Bazen mekan aynıdır, kişiler farklıdır. Bazen kişiler aynıdır, mekan farklıdır. Bazen hepsi farklıdır ama duygu aynıdır. Bazen hepsi aynıdır ama duygu değişiktir. Sabah uyandığınızda "o olayı" rüyanızda gördüğünüzü hatırlarsınız, ama farklılıklar aklınızı ve 457

gönlünüzü karman çorman eder. *** DVD'lerin ekstraları da insanda öyle bir etki yaratıyor. Filmi biliyorsunuz, ama DVD'nin "Deleted Scenes" ("Silinmiş Sahneler") bölümünü izleyince allak bullak oluyorsunuz. O sevdiğiniz filmin karakterleri, sizin hiç bilmediğiniz bir sahneyi canlandırıyorlar. Daha önce hiç duymadığınız şeyler söyleyip, görmediğiniz mekanlarda dolaşıyorlar. Hafızanız aniden kendini sorgulamaya başlıyor, "bu böyle miydi?" diye. Kısa bir "alacakaranlık kuşağı ânı"ndan sonra herşey yerine oturuyor. *** TITANIC'in 4 DVD'lik versiyonu çıktı (Hem de ben 2 DVD'lik versiyonunu aldıktan iki hafta sonra!). Aynı yukarıda bahsettiğim duyguları yarattı "Deleted Scenes" bölümü. Saniye saniye seyrettiğim, salise salise sevdiğim bu filmin atılmış sahnelerini seyredince bir hoş oldum. Sanki alternatif bir evrende insanların seyrettiği film buymuş gibi geldi, ben de bir anlığına bu alternatif evrene bakıyordum. Eğer filmi ilk defasında bu silinmiş sahneleriyle seyretseydim ne olurdu? Bilmem? Ama şimdi bir acayip olduğum kesin... posted by gezgin @ 2:16 AM

0 comments

Perşembe, Ocak 05, 2006 DRAMATİK KURALLAR GERÇEK HAYATTA DA GEÇERLİ MİDİR? GEÇERLİYSE LÜTFEN ÖRNEKLERLE CEVAP VERİNİZ? Evet, çoğu geçerlidir. Örneğin "özdeşleşme kurallarını" ele alalım. İnsanlar gerçek hayatta kiminle özdeşleşir (yani onları sever, onlara bağlanır)? Haksızlığa uğrayanlarla, üstün nitelikleri yetenekleri olanlarla, beğenilir (güzel, yakışıklı, komik) olanlarla. Bu kurallardan ilkini, şu anki Başbakanımız da kullanmıştır. "Haksız yere yattığı hapis", belirli bir grup insanın ona sempati duymasını sağlamış, böylece iktidara giden yolu kendisine açmıştır. Aslında bu "haksızlığa uğrama" ilkesini hemen bütün dinlerin çıkış dönemlerinde görüyoruz. Yahudiler Firavun'un gadrine uğramıştır, Hristiyanlar Yahudilerin, Müslümanlar da Yahudilerin, Hristiyanların ve Putperestlerin. Bütün bu dinlerin din adamları, çevrelerinde sağlam bir cemaat oluşturmak istediklerinde bu "zulüm görülen dönem"e sık sık atıfta bulunurlar. Hatta dinlerin alt kolları (tarikatler) dahi bu yöntemden faydalanır (bkz. Hasan-Hüseyin'in öldürülmesinin Alevilik'teki yeri). Bunu bilinçli olarak mı yapıyorlar, bilmiyorum. Ama ne zaman gerçek hayatta bu yöntemin kullanıldığını görsem, "Aa, özdeşleşme yöntemi kullanılıyor" derim ve şaşarım. Günlük hayatta kullanıldığına tanık olduğum bir başka ilke de Michael Hauge'un "İlişkilerde ilginç olan, ilişkinin iyiye ya da kötüye doğru gitmesidir" sözüyle ifade ediliyor. Gerçekten de, "ilişki sektöründe"ki en ilginç birinci aşama, "bir ilişkinin başladığı dönem", ikinci aşama ise "ilişkinin bozulduğu dönem"dir. Bir çok insan, sırf birinci dönemi tekrar tekrar yaşamak için sık sık mevcut ilişkilerini bozup yenilerini kurmaya çalışır. Sonra da "ben aşk insanıyım, aşksız yapamam" diye bir rasyonalizasyona girerler, ki seyri pek hoş, muhatap olması çok nahoştur (Kendini "aşk insanı" olarak adlandıran şarkıcılar dahi mevcuttur, bildiğim kadarıyla). Gerçek hayatta kullanılan bir başka dramatik yöntem ise "kaliteli kötü adamların hikayeyi çok eğlenceli kıldığı"dır. Etrafınızdaki insanlara bakın: hepsinin hayatında onlara gıcık olan, sırf onların kötülüğünü düşünen, onların istediklerinden alıkoymaya çalışan birileri vardır - öyle söylerler. Bu aileden biri, işyerinden / okuldan biri, ya da eski bir sevgili olabilir. Ama mutlaka bir düşman ("nemesis") vardır. Eğer hayatın bir cilvesi sonucunda siz, bu ilk tanıdığınız kişinin "düşmanı" olan kişiyi de tanıyorsanız, aslında durumun hiç de öyle olmadığını fark edersiniz. O "düşman" da hepimiz gibi hayatını yaşamaya, mutlu olmaya çalışan biridir. Ama insanların çoğunun zihin radarlarının yarım metreden öteyi algılamaması, "o bana düşman" gibi aşırı basitleştirmelere neden olmaktadır. Filmlerin genel olarak sevilmesinin nedeni de biraz bundan kaynaklanmaktadır. Filmler de, bir çok insanın kendisiyle ilgili olarak düşündüğü gibi, bize bir iyi (biz) bir de kötü (düşmanımız) sunar. Ve bu ayırım çok bellidir. Kötüler kötü olduklarını daha perdede ilk göründükleri an belli ederler. Onlar öldüğü zaman aslında, bizim hayatımızdaki düşmanın öldüğünü hayal ederiz yarı bilinçli olarak. 458

Hayat ile filmler (dramatik eserler) arasındaki son ortak nokta da, her ikisinin de bir "ders" vermesidir. İnsan bir öğrenme makinasıdır. Anasının karnından çıktığı andan itibaren sürekli olarak öğrenir. Bu öğrenmenin büyük bir bölümü bilinçsiz bir biçimde, günlük hayatın her yanına yayılmış "davranışçı psikoloji" ilkeleri doğrultusunda gerçekleşir. Seyirciler de bir filmi izlerken, her ne kadar görünüşteki motivleri "eğlenmek" olsa da, filmin anlamlı bir şeyler de söylemesini beklerler. Ne kadar eğlendirici olursa olsun, bir dersi, bir "teması" olmayan filmler bizi tam olarak tatmin etmez. "Ee, ne demek istedi şimdi bu?" deriz, onca araba patladıktan, onca adam öldükten sonra (bkz. olumsuz bir örnek olarak "Kill Bill"). En unutulmaz filmler, eğlence ile dersi birbiriyle organik bir biçimde kaynaştıran filmlerdir (bkz. "Titanic"). posted by gezgin @ 12:49 PM

0 comments

Çarşamba, Ocak 04, 2006 ISTAVAN SZABO: MESELE NEYMİŞ? Istava Szabo'yu gençler pek tanımayabilirler ama daha eskiler mutlaka bilir. Mühim bir şahsiyettir diyelim ve geriplan araştırmasını sizlere bırakalım. İşte bu amcanın 2004'te söylediği sözlerden bir alıntı: "Genç nesil, ki şu anda sinemaya çok büyük bir çoğunlukla gençler gidiyor, Amerikan kahramanlarını daha çok seviyor. Bunun nedeni de esas olarak Amerikan kahramanlarının hep kazananlardan oluşması. Amerikan kahramanları her zaman kazanıyor. Bizim (Avrupalı) kahramanlarımız ise hep kaybedenler oluyor. Genç sinema izleyicileri ise kazananlarla özdeşleşmek istiyor. Mesele Amerikalılar değil, mesele kazananlar. Türkiye'de de, bizde Macaristan'da olduğu gibi, çocuklar için masal geleneği var. Masallarda hep kazananlar anlatılır. Çocuklar kendilerini kazananlarla özdeşleştirirler. Çünkü çocuk kazanmak ister. Bu, bir Amerikan görüşü değildir, insanın düşünüş biçimdir." Istavan Szabo Tempo Dergisi (no: 889) 22-28 Aralık 2004 *** Doğru söze ne denir?! posted by gezgin @ 9:42 PM

0 comments

Cuma, Aralık 30, 2005 MUTLU SENELER ! Bir yılı bir senaryo gibi düşünürsek, yaklaşık olarak üçte birinde (Mart civarı) "birinci perde"nin doruk noktasına ulaşmamız gerekiyor. Haziran "orta nokta"yı, Eylül ise "ikinci perde" doruk noktasını oluşturuyor. Kasım-Aralık gibi de senenin ("sene-ryo"?) doruk noktasına ulaşıyoruz. Bu hesapla 31 Aralık gecesi, filmin yazılarını gördüğümüz zaman oluyor (31 Aralık gecesi gökyüzüne bir bakın bakalım, bazı isimler görebilecek misiniz?). Bu seneye kimler ne gibi katkıda bulunmuş, bu senenin gerçekleşmesinde kim ne gibi emekler vermiş? Senenin sesçisi kim, ışıkçısı kim, ulaşımı kim sağlamış? vb. Bunları gözden geçiriyoruz. Memnun olsak da olmasak da sinemadan (seneden) çıkıyoruz. Yenisi için tekrar gelene dek. Hayat bu noktada sinemadan biraz farklılaşıyor. Yeni "filme" hemen giriyoruz. "Bir iki hafta ara vereyim, bu aralar halet-i ruhiyem uygun değil" demiyoruz. Anında ikinci filme başlıyoruz. İstesek de istemesek de, hazır olsak da olmasak da. *** Umarım bu seneniz "özdeşleşmesi" sağlam (yani "inşallah çok sevecek insanlar bulursunuz" anlamında), dramatik çatışması iyi kurulmuş ("umarım karşınıza, yeteneklerinize uygun engeller çıkar" anlamında), hızı ve ritmi iyi ayarlanmış ("sıkıcı olmaz" anlamında), farklı mekanlar sayesinde gözünüzün ve gönlünüzün ferahladığı, iyi ışıklandırılmış ve müziklendirilmiş, ve en sonunda da iyilerin kazandığı 459

bir sene olur. Herkese mutlu seneler! posted by gezgin @ 1:54 PM

4 comments

Perşembe, Aralık 29, 2005 ORHAN PAMUK'UN SAÇMALAMA ÖZGÜRLÜĞÜ Orhan Pamuk'tan bir yazar olarak pek hazzetmediğimi aşağılarda bir yerde yazmıştım. Bana pek de suni gelir. Gerçekten hissederek değil de çokça düşünerek yazar. Bu da (kendisi farkında olmayabilir ama) çok suni bir dile neden olur. Aspartam gibi bir tadı vardır Orhan Pamuk'un yazılarının. O nedenle de okuyamam (dikkat: "okumam" değil!). Orhan Pamuk bir süredir eserleriyle değil söylediği bazı sözlerle ve bu vesileyle kendisi aleyhine açılan dava ile gündemde. Önce Orhan Pamuk'un ifade özgürlüğü konusuna değineyim. "Elbette herkesin kendi düşüncesini ifade etme hakkı vardır" demeyeceğim. Bu tür "parlak" sözlerin çok tehlikeli olduğu kanaatindeyim. Bu "parlak" sözler genelde ilk bakışta insan mantığına ve vicdanına uygun gelirler. Sloganlaşmıştırlar. Basit oldukları için o kadar sık tekrarlanırlar ki bir süre sonra bunların aksine bir söz söylemek imkansız hale gelir. "İfade özgürlüğü" de bence bu kategoride yerini çoktan almış durumda. Artık kendimizi, ne kadar medeni, ne kadar "Avrupalı" olduğumuzu anlatırken, üzerinde hiç düşünmeden bu parlak sözcük grubunu da kullanıyoruz: "İfade özgürlüğü". Eğer o varsa, Avrupalı ve medeniyiz, eğer o yoksa geri, işe yaramaz, aşağılık varlıklarız. Kişisel düşüncelerin ifade edilmesinde bir zarar olabilir mi? Yani, insanlar her düşündüklerini söyleyebilmeli midir? Yoksa bazı düşüncelerin ifade edilmesini (ve propaganda ile yaygınlaştırılmasını) engellemek mi gerekir? Bu, bence, düşüncenin niteliğine ve toplum içinde yaratacağı etkiye bağlıdır. Eğer düşünceler 1) Gerçekleri yansıtıyorlarsa 2) Toplumu olumlu yönde etkileyecek nitelikteyse, bunların ifade edilmesine izin verilmeli, hatta bu teşvik edilmelidir. Bu tür düşünceler, belirli bir anda, toplumun genel kanaatiyle uyuşmuyor olabilir. Ama eğer belirli bir olumsuzluğu giderebilecek bir "gerçek"i yansıtıyorsa mutlaka ifade edilmelidir. Bazen toplumun gerçekten ihtiyaç duyduğu şey, toplumun o anki yüzeysel eğilimleri ile taban tabana zıt olabilir. İşte toplumun bu gerçek ihtiyaçlarını fark edip alacağı tepkiden korkmadan topluma bu ihtiyaç duyulan şeyi veren kişi, o toplumun gerçek "aydın"ıdır. Yaptığı şey, o anda doğru olarak anlaşılmasa bile toplumun hayrınadır. Aydının bunu yapmasını sağlayacak olan şey de "ifade özgürlüğü"dür. Ve sonuna kadar savunulmalıdır. Peki Orhan Pamuk'un sözleri, "ifade özgürlüğü" anlamında ele alınabilir mi? Bence alınamaz. Nedeni de şu: Orhan Pamuk'un sözleri bir gerçeği değil, bir propagandayı yansıtıyor. Ve Orhan Pamuk da bu sözleri toplumu aydınlatmak için değil, kendi çıkarı için sarf ediyor. Aklı başında her tarihçi, "Zorunlu Ermeni Göçü" sırasında ölen insan sayısının kesin olmadığını bilir. En başlarda yüzbinlerle ifade edilen bir rakam, Dünya siyasetinde Ermeni lobisi güçlendikçe milyonlarla ifade edilir olmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da bu insanların, Almanların yahudilere yaptığı gibi "öldürülmediği"dir. Çok büyük bir çoğunluğu tehcir sırasında zor koşullardan dolayı ölmüştür. Orhan Pamuk, sadece yerli değil, yabancı tarihçilerin de kabul ettiği bu gerçeğe sırtını dönmüştür. Orhan Pamuk bize "acı ama gerçek" bir şey söylediği için değil, bir yalanı, hem de en yüzeysel haliyle (ve çok manidar bir zamanda - bkz. aşağısı) tekrarladığı için bu kadar tepki almaktadır. Bu ülkede "30 bin Kürdün öldürülmesi" ise Orhan Pamuk'un düşünsel yüzeyselliğinin inkar edilemez bir ispatıdır. Bu konuyla ilgili olarak hemen herkesin dilinde olan bu "30 bin" sayısı, sadece ölen 460

Kürtleri değil, ölen kolluk kuvvetlerini de içermektedir. Ama Pamuk, bu sayıyı alıp tamamen Kürtlere mal etmiş, 1 milyon Ermeni iddiasından daha da vahim bir hata yapmıştır. Bu durumda sormamız gereken iki soru var: Eğer Orhan Pamuk söylediklerinin yanlış olduğunun farkına varamıyorsa, ona nasıl "aydın" diyeceğiz? Eğer bu sayıların yanlış olduğunu biliyorsa, ve buna rağmen böyle konuşuyorsa bu "kötü niyet"ten başka nasıl değerlendirilebilir? Bu noktada bu sözlerin söylenmesi ile ilgili "zamanlama" çok önem kazanıyor. Orhan Pamuk bu sözleri Nobel açıklanmadan kısa bir süre önce söylüyor, Nobel'i alamayınca çark ediyor, dışarıda başka içeride başka konuşmaya başlıyor. Orhan Pamuk'un "gerçek bilgilere dayalı düşünceleri"ni ifade etme hakkının olduğunu düşünüyorum. Ama bir propaganda malzemesi olduğu artık ilkokul çocukları tarafından bile bilinen şeyleri uluslararası arenada şikayet eder gibi söyleyerek saçmalama hakkının olduğuna, ve bu saçmalıklara da "ifade özgürlüğü" adı altında katlanmak zorunda olduğumuza inanmıyorum. İşin en acı tarafı, Orhan Pamuk'un hem bilimsel gerçekleri görememesi, hem de bu olayı ele alış tarzı ile ortaya çıkan "karakter" özelliği. Edebiyatını sevmememe karşın, toplumun bu kadar aziz tuttuğu birinin bu kadar içi boş çıkması gerçekten de üzücü. Orhan Pamuk bu hareketiyle sadece kendine olan güveni değil, Türk halkının genel olarak aydınlara duyduğu (ve halihazırda zaten az olan) güveni de çok sarsmıştır. Pamuk tek bir cümlenin, ömrünün sonuna kadar kendisinin peşini nasıl bırakmayacağını, yaşadığı her gün görecek ve pişmanlık duyacaktır. posted by gezgin @ 11:44 PM

8 comments

Cumartesi, Aralık 24, 2005 DEORGANİZE İŞLER !... DİKKAT: Buraya hep aynı şeyleri yazmak istemiyorum. Dikkatli olun demek istiyorum, başka bir şey demek istemiyorum. Eskiden FRIGO denen şeyler buzdolabında saklanmazdı. Bu nedenle yediğiniz zaman dişinizi kırma tehlikesi ile karşılaşmazdınız. FRIGO'nun dış kabuğu tatlı bir gevreklikle dişlerinize birazcık direnir, sonra teslim olup içe doğru göçerdi, daha güzel lezzetlerin kendisini ifade etmesine izin vererek... Yaa... Bir de patlamış mısır olayı var. Eskiden film başladığı zaman en ufak hışırtıya tahammül edemez, en az iki üç kişiyi uyarırdım. Galiba o zamanlar sesi bu kadar açmıyorladı. Şimdi ben bile mısır yiyorum film izlerken. Olacak iş değil. Son olarak bir de bahşiş meselesi var. Ben yer göstericiye (daha eskiler teşrifatçı derler) bahşiş verenlerdenim. Asla kaçırmam. Bu, sinema töreninin ayrılmaz bir parçasıdır. İyi giyinilecek, biraz erken gidilecek, millet seyredilecek, asla sinema yorumları okunmayacak, yer göstericiye bahşiş verilecek, arada frigo yenilip su içilecek, sonra da sinema çıkışı biraz yürünüp film yorumlanacak. "Sinema" diye bir din olsa, çok sıkı bir takipçisi olurdum anlayacağınız. *** Bu akşam "Organize İşler"i seyrettim. Ve beğenmedim. (Hani bir fıkra vardır, tamamını hatırlamıyorum, ama fıkranın özü bir akılhastanesindeki delilerin çeşitli fıkralara numara vermesi, sonra da fıkranın tamamını anlatmayıp sadece numarasını söyleyerek gülmeleridir. Öyle bir şey yapmayı planlıyorum. Aşağıda bir yerlerde bulunan "Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri" yazımdaki maddelerin numaralarını söyleyeyim, siz de anlayın. Ne güzel olur değil mi?) Beğenmeme nedenlerim, herzamanki nedenler. Ama bu nedenler, benim her sinema tecrübemde farklı 461

yönetmenler, farklı oyuncular, farklı filmler şeklinde karşıma çıktığı için tekrar yazmak zorunda kalıyorum. Çok eğlenceli bir iş değil, ama n'aapalım. Bu durumun bir telmihi de şu: Sinemamızda kronik bazı rahatsızlıklar var (Kronik'in anlamı, uzun zamana yayılan demek; kısa bir süre devam edenleri anlatmak için "akut" deniliyor, biliyorsunuz). Bu kronik rahatsızlıklar, bu sektördeki hemen herkesi etkisine almış durumda. Yani "Matrix"deki gibi ortak bir illüzyon söz konusu. Kimse bu illüzyonun dışında olmadığı için, "Abi burada bir yanlışlık var" demiyor. Bu nedenle de hatalar tekrar tekrar tekrarlanıyor. Hatta, daha da kötüsü, bu hatalar "doğru", "norm" sayılıyor, ve eğer yeniden üretilmezse rahatsız olunuyor. Kâbus gibi bir ortam yani. Kimin için? Hatanın hata olduğunu bilenler için. *** Gelelim "Organize İşler"in hatalarına. Önce şunu söyleyeyim: Filmi seyretmeye gittiğimde önyargılıydım. Bu önyargım sebepsiz değildi. Birincisi "Vizontele Tuuba" idi. Hatırlarsanız, aşağılarda bir yerde "Orada olmayan hikaye" başlıklı bir yazıda eleştirmiştim. Bu durumun tekrarlanacağından korkuyorum. İkinci sebep de filmin fragmanı idi. Açıkçası çok iyi bir film vaadetmiyordu fragman. Sadece fragmana bakarak bir film tahmin edilebilir mi? Galiba ben edebiliyorum. Fragmanın esprisi şudur: Sizde kötü bir filmi bile izleme isteği yaratmalıdır fragman. "Organize İşler"in fragmanı ise, "bu o kadar da iyi bir film değil" diyordu bana. Lakin... Filmin ilk 2-3 dakikasında bütün önyargılarım uçtu. Cem Yılmaz'ın yer aldığı giriş sahnesine bayıldım. Çok güldüm. "Yanılmışım herhalde" dedim ve koltuğa daha bir keyifle yayıldım. Ve lakin... Bu sahne bittikten sonra filmle ilgili aldığım keyif, yavaş yavaş azalmaya başladı. Bir süre müzik ve Uğur İçbak'ın görüntüleri beni çok güzel oyaladı. Ama sonra... Sonra bir şey "olmadı". Yılmaz Erdoğan, "Vizontele Tuuba"da yaptığını tekrarladı. Yani bize, bir sinema filmi olma niteliği taşımayan bir hikaye anlatmaya başladı. Olmayan bir hikayeyi... *** Şimdi gecenin bu saatinde uzun uzun eleştiri yapacak değilim. Çok kısa notlar halinde yazacağım. Belki ileride tekrar ele alırım bu filmi (ama pek de sanmıyorum). Bir kere, filmde bir hikaye yok. Bu ne demek? Yani olaylar belirli bir yöne gitmiyor demek. Birinin şiddetli bir arzusunun yol açtığı olaylar, ya da gittikçe kötüleşen dış koşullar, bizi filmi izlemeye teşvik etmiyor. Filmin başkarakteri olan Samet (T. Çevik) zaten ilk göründüğü sahnede intihar etmekte olan biri. Yaşama motivasyonunu kaybetmiş. Filmin baş karakteri o gibi görünüyor, ama onun yapmak istediği, elde etmek istediği bir şey yok ki?! Filmin çok büyük bir bölümünde Asım'ın yanında dolanıyor. Filmin bence asıl baş karakteri olan Asım'ın (Yılmaz Erdoğan) da istediği bir şey yok. O düzenini kurmuş, işini yapıyor. Mesela, ne isteyebilirdi? Son bir vurgun (ama büyük bir vurgun) yaparak bu dünyadan elini ayağını çekmek isteyebilirdi. Kendisini bir dişçi için terketmiş sevgilisine hava atmak isteyebilirdi ("Ocean's Eleven" gibi). Ama böyle bir isteği yok. Baş karakterler bir şey istemeyince, seyirci aniden "Eee, biz ne seyredicez?" moduna giriyor. Sorduğumuz hiçbir soru yok. Tabii, bu kadar boş değil film. Bir de parasını bu soygunculara kaptıran bir aile var (Altan Erkekli, Demet Akbağ, Özgü Namal). Onlar da bu parayı geri alma peşindeler. Filmdeki belirgin tek motivasyon bu. Ama bu da o kadar önemli değil. Çünkü bu para, çok ihtiyaç duydukları bir şey değil. Aile, hali vakti yerinde bir aile. Yani bu parasız da son derece mutlu yaşamaya devam ederler. Dolandırılmış olmaları hayatlarında, onları dramatik eylemler yapmaya itecek bir alt-üst oluşa neden olmuyor. Başka? Bu kadar. Filmin merkezinde bu üç kişi ya da grup var. Bunların da doğru düzgün bir hikayesi yok. 462

Bunun dışında, yan hikaye ("subplot") bile denemeyecek şeyler var. Asım'ın Nilüfer (Ebru Akel) ile olan ilişkisi bunlardan biri. Bir diğeri de Asım'ın kızı ve eski karısı ile olan ilişkisi. Ama bunlarda hemen hiçbir çatışma yok. Nilüfer model olmak istiyormuş. Asım'ın buna bir tepkisi yok. Olmayınca küçük de olsa bir dramatik fırsat kaçmış oluyor. Buna bile yandım, düşünün yani... Karakter değişimi ("Character Arc") denilen şey bu filmde var, ama nasıl yapılmamasına örnek olarak verilebilecek bir biçimde. Karakter değişimi, karakterin bilinçli hareketlerinin sonuçlarını görüp kavramasıyla olur. Burada Asım'ın "intihardan vazgeçip hayata asılması" yönünde bir değişim göstermesi için hiçbir neden yok. Bu neden Umut (özgü Namal) mı? Yoo... Ona karşı büyük bir duygusu da yok. (Her ne kadar kendisi zaman zaman "aşk" sözcüğünü onunla ilgili olarak telaffuz etse bile 1) Aşık olması için bir nedeni yok - evet, bunun için bile bir nedene ihtiyaç var - 2) Ona karşı duygularını bir iki dikkat çekici eylemle görmüyoruz. Yani bu duygular "dramatize edilmiyorlar". Burada şuna dikkat çekmek şart: ZAYIF KARAKTERLERDEN BAŞ KARAKTER ÇIKMAZ. Nokta (bkz. Piyes Yazma Sanatı - Lajos Egri). Karakteriniz güçlü olmalı. Güçlü duygular hissetmeli. Filmin merkezini oluşturan temel hikayeyi onun bu arzusu taşımalı. Bu karakter zaman zaman ümitsizliğe düşebilir (Bkz. GLADYATÖR'deki Maximus). Ama daha sonra bu ümitsizlikte kurtularak eyleme devam eder. Ve biz de filmi keyifle izleriz. Organize İşler'in baş karakteri olarak sunulan Samet ise filme intihar girişimiyle giriyor, ve pek bir şey değişmeden çıkıyor. Aslında değişiyor, yani en sonunda onun kendine az da olsa güven kazandığını görüyoruz, ama bunu neden dolayı kazanıyor? bilmiyoruz. Asım ona dedi diye mi? Dayak yedi diye mi? Aşık oldu diye mi? Hadi canım! Filmin en hoş karakterizasyonu Cem Yılmaz'dan geliyor. Hatırlarsanız GORA'daki Kötü Adam rolünü daha beğendiğimi yazmıştım geçen sene. Burada da çok güzel bir karakter ortaya çıkarmış Cem. Ama pek de bu tipin tadını çıkaramamış. Neden? Bu da sizin ev ödeviniz olsun. *** Filmde temel sorun hikaye yokluğu, ve bunun doğurduğu "çatışmasızlık" (bu konuyu çok daha detaylı yazmam gerektiğini hatırlattığı için filme bir teşekkür borçluyum aslında). Onun dışında, durum esprisine değil de "laf" esprisine dayalı film. Yılmaz Erdoğan TV'de ve tiyatroda kullandığı (ve olumlu tepki aldığı) yöntemi sinemada da kullanmaya çalışmış. Ama olmamış. Sinema lafla yürümez ki? Eylemle yürür. Dramatik bir çatışma yaratırsın, espri oradan doğar. Çok güzel bir söz hatırladım, onu söylemenin tam zamanı: "Komedide hikaye odanın ortasında, komiklik ise odanın köşelerinde meydana gelir". "Organize İşler"de odanın ortasında bir şey yok. Çok ilginç bir çatışmalı durum ile karşı karşıya değiliz yani. Bu olmayınca, komiklik de laf'ta kalıyor tabii... Filmde bütün BKM kadrosu var. Herkes. İnsan sinemaya gidince, farklı yüzler, farklı kadrolar görmek istiyor. Ama Yılmaz Erdoğan, her karşımıza çıkışında (ister TV, ister tiyatro, ister sinema olsun) hep aynı oyuncuları oynatıyor. Bu oyunculara aşina olduğu belli, belki böyle çalışmak daha kolay, ama bu, sinemada insanı soğutan bir etki yaratıyor: "Yine mi bu kadro?!" diyoruz. Bir daha Yılmaz Erdoğan ile Erdal Tosun'u ya da Bican Günalan'ı aynı afişte görürsem, o filme gitmeyeceğim. Filmin tanıtımında ve "DIŞ SES" anlatımında, sanki İstanbul'daki suç durumu ile ilgili filmin ahlaki bir duruşu varmış gibi bir izlenim yaratılıyor. Oysa filmin "hikayesi" (!) hiç de böyle bir duruş sergilemiyor. Kandırılıyoruz yani. Filmin en temel hatalarından biri ise, gereksiz derecede uzun sahneler. Karakterler ("Gönül Yarası"ndaki gibi) çok konuşmuyorlar ama boş konuşuyorlar. Filmin neredeyse yüzde 40'ı atılsa, kimse rahatsız olmazmış. Bunu da yazmazsam olmaz: Hatırlarsanız, aşağılarda bir yerlerde "Türk filmlerinde zeka" başlıklı bir yazı yazmış ve Türk dizi ve filmlerinin neden bilgi içermediğini, neden zekamıza hitap etmediğini sormuş ve bu durumdan şikayet etmiştim. Yılmaz Erdoğan beni yalancı çıkarıyor ve filmde bir fizik hocası, yerçekimi ve rölativite ile ilgili bir şeyler anlatıyor. Bir cümlesi şöyle: "Galaksimizdeki en büyük kütle güneş olduğundan..." İlah! Berfin'e sorsaymış, doğrusunu o söylermiş! (Başka bilmeyen olabilir diye yazıyorum: Güneş, 463

güneş sistemimizdeki en büyük kütledir). *** Filmin iyi yönlerinin başında Uğur İçbak'ın kamera çalışması geliyor. Uğur İçbak bence artık yönetmenliği deneme noktasına gelmiş durumda. Ama kamera ile ilgili bir sorunu olmadığı için, bütün enerjisini senaryoya verirse, başarılı olabilir. Aksi takdirde bir Jean de Bont durumuyla karşı karşıya kalabiliriz. Filmin müzikleri de yer yer çok hoş. Hele jenerik müziği, tam bir hit niteliğinde. (Biraz "İnşaat"ın müziğini mi andırıyordu, bana mı öyle geldi?) *** Bir senarist kendi hatasını nasıl görmez? Yazdığı şeyde bir hikaye olmadığını nasıl anlamaz? 1) Kendine aşırı güveniyorsa 2) Filmi kendi parasıyla çekiyorsa 3) Etrafında "Abi bu olmamış" diyecek bilgi - yetenek - cesarette kimse yoksa. Böyle olunca da, bütçe'nin yüzde birinden bile azına malolan senaryo kötü olmak suretiyle bütçenin tamamının kaderini belirler. *** Eğer Yılmaz Erdoğan TV ve tiyatroda makbul sayılan skeç yazarlığını sinemada kullanmakta ısrar ederse, sinemadaki yazar ve yönetmenlik hayatı o kadar da başarılı olmayabilir. Benden söylemesi. posted by gezgin @ 12:42 AM

1 comments

Çarşamba, Aralık 21, 2005 ÇÖZÜMLENMEMİŞ CİNSEL GERİLİM: DİZİ ve FİLMLERİN TADI TUZU... Başarılı dizilerin en önemli unsurlarından biri de ÇCG'dir (bkz. başlık; ya da orijinal adıyla UST "Unresolved Sexual Tension"). Her iyi dizide merkezi karakterler arasında ÇCG vardır. Yani kahramanlar (karşı cinsten olanları kastediyorum) arasında bir cinsel çekim vardır, ama bu cinsel çekim dizi boyunca tatmin edilmez, bir gerginlik olarak hep vardır. Zaman zaman açık, genelde de örtük bir biçimde, ana karakterler arasındaki ilişkiyi tatlandırır. Arasında ÇCG olmayan karakterleri seyretmek pek hoş değildir. Bu nedenle akıllı yazarlar ana karakterler arasında bu gerilimi yaratır ve dizinin sonuna kadar devam ettirirler. Bazı örnekler vermek iyi olacak: Yaşı yeterince ileri olanlar, başrollerinde Bruce Willis ve Cybill Shepard'ın olduğu MAVİ AY dizisini hatırlayacaklardır. Bu dizide karakterler arasındaki cinsel gerilim dizinin en hoş yönlerinden birini oluşturuyordu. Yazarlar çok büyük bir akıllıklık yaparak bu gerilimi dizinin sonuna kadar devam ettirmişlerdi. Ne zaman ki Edison (B.W.) Hayes (C.S.) ile yattı, dizinin gizemi büyük ölçüde kayboldu. Bundan kısa bir süre sonra da dizi bitmişti zaten. Milattan sonraki dizilerden de örnek vereyim: Örneğin bu aralar CNBC-E'de tekrarları tekrarlanan "Gilmore Kızları". Anne Lorelai ile kafe sahibi Luke arasında çok hoş bir cinsel gerilim var. Birbirlerini sevdikleri ve birbirlerini arzuladıkları kesin ama her ikisi de bunu açıkça ifade etmiyorlar. Bırakın ifade etmeyi, kendilerine bile açıkça söylemiyorlar. Ama çeşitli vesileler bularak birbirlerinin hayatlarına karışmayı başarıyorlar. Filmin en hoş alanlarından birini, bu ikili arasındaki ÇCG oluşturuyor. SCRUBS'ta da böyle bir durum vardı. J.D. ile Eliot arasındaki ÇCG, birinci sezonun en hoş yönünü oluşturuyordu. İkinci sezonda yazarlar Eliot'u bir başka adama aşık ederek senaryonun genel gidişini tehlikeye attılar. Ama sonraki sezonda bu adamı devre dışı bırakarak J.D. ile Eliot arasında yeniden bir CG oluşturmayı başardılar. Bizden örnek verirsek, "Avrupa Yakası"nda Aslı ile Cem arasında bir ÇCG olduğunu söyleyebiliriz. Dizinin en başarılı olduğu zamanlar, bu ÇCG'nin baskın olduğu zamanlardı. Cem ilgisini başkalarına yönelttiği zaman dizi o kadar tat vermiyordu, bana göre.

464

Cennet Mahallesi'nde de benzer bir ÇCG durumu var diyebiliriz. İki baş karakterin bir araya gelmemesi, diziyi ilginç yapan unsurların başında geliyor. ÇCG sadece dizilerde işe yaramıyor. Filmlerde de çok sık karşımıza çıkıyor. "Matrix"'te Neo ile Trinity arasındaki gerilim ilk aklıma geleni. "Kuzuların Sessizliği"nde de Clarice ile Jack Crawford (Clarice'in FBI'daki amiri) arasında hiç ifade edilmese de çok garip bir cinsel gerilim vardı. "Gladyatör"de de Maximus ile İmparator'un kızkardeşi arasındaki ÇCG hafif olmasına karşın filme renk katıyordu. Yalnız, dizilerden farklı olarak filmlerde, genelde bu ÇCG filmin sonlarına doğru çözülür. Yani duygular açıkça ifade edilir. Ama taraflar bir araya gelebilir de, gelmeyebilir de. *** Senaryo yazarken ÇCG'nin çok dikkatli bir biçimde uygulanması gerekiyor. Açık açık söylendiği zaman büyüsünü büyük ölçüde kaybediyor. Önemli olan imalarla, beden diliyle, bir bakışla, bir ses tonuyla ifadesini bulması ve karşılıklı olması. Tek taraflı olduğu zaman "sapıklık" gibi duruyor. Tabii ki taraflardan birinin diğerinden önce bu yola çıkabilir, yani biri diğerinden hoşlanmaya daha önce başlayabilir, ama diğerinin de çok geç kalmaması gerekiyor. posted by gezgin @ 8:30 PM

2 comments

YENİ YIL KARARLARI 1) Sigaraya başlanacak - ölümümün kendi elimden olması hoş olurdu. "Kendim ettim, kendim buldum" diye yazarlar mezar taşıma. 2) "Comment"lere daha sakin yanıtlar yazılacak - yüzünü görmediğin insanlara daha kolay kabalık edildiği unutulmayacak. Commentler düzeltilemiyor çünkü. Huysuzluğumun ebedi kanıtları olarak orada öyle duruyorlar. 3) Yazı yazmak "spor" sayılmayacak. Kalkıp yürünecek, hoplanacak, zıplanacak. Internette gezinmek açık hava sporu sayılmayacak. Okinawa'daki oksijenin bana faydası yok... 4) Türk filmleri hakkında olumsuz eleştiride bulunulmamaya çalışılacak. Ne de olsa onlar bizim evladımız, canımız, ciğerimiz. Kol kırılır yen (gömlek) içinde kalır; sektör yıkılır... Amanın! Bu kötü bir benzetme oldu... altında biz kaldık! 5) Bir daha tutamayacağın sözler verilmeyecek. Anlamsız kararlar alınmayacak. 6) Başka senaristler de BLOG'lamaya teşvik edilecek. Aksi takdirde durum çok kötü görünüyor. Ya insanlar senaryo yazımı hakkında bir şey bilmiyorlar (kötü), ya da bildiklerini paylaşmak istemiyorlar (daha kötü)! 7) Çok temel bazı bilgileri anlatmadığın unutulmayacak. Alt hikaye, iyilik merkezi, finaller... Hele o finaller! posted by gezgin @ 4:12 AM

3 comments

Pazar, Aralık 18, 2005 ANLAMA TESTİ - BİR, Kİ! Bazı "anlaşılmaları" yoluna koymak için bir iki kelam etmem gerekiyor. Bu sitede daha çok sinema, zaman zaman da TV eserleri hakkında yazılar okuyorsunuz. Çok büyük oranda bu ortamlarda gördüğünüz eserlerin senaryoları hakkında çeşitli yorumlar yapıyorum. Bu yorumları da olabildiğince kanaate değil "bilgi"ye dayandırmaya çalışıyorum ve bildiğim - hatırladığım bütün kaynakları sizinle paylaşıyorum. Anladığım kadarıyla - ve biraz da kaçınılmaz olarak - okuyucuların önemli bir bölümünü, bir biçimde dramatik yazarlık yaparak para kazanmak / ünlü ve başarılı olmak isteyenler oluşturuyor. Bununla ilgili bir sorunum yok. Ama şununla ilgili bir sorunum var: Sinema da, TV de içinden çıktığı toplumla çok yakından alakalı şeyler. Hem ondan etkileniyorlar, hem de 465

onu etkiliyorlar. Yani sinema ve TV'de gördüklerimiz, içinde yaşadığımız çağı bize anlatıyor. Aynı zamanda, ilginç bir biçimde, o çağı yaratıyor, açık ya da örtük bir biçimde onaylıyor, yeniden üretiyor (bkz. Althusser). Çok derin bir tarih bilgim olmamakla beraber, gezegenimizin en mutlu döneminde yaşadığımızı düşünmüyorum. Hatta, bildiğim kadarıyla, "Karanlık Çağlar" denen zamanlardan bile daha kötü günler geçiriyoruz bir çok yönden. Hem gezegenin doğal kaynaklarını hayasızca bitiriyor, hem de diğer insan kardeşlerimizi ahlaksız bir biçimde sömürüyoruz. Tarihin her devrinde felaket tellaları olmuş, dünyanın sonunun geldiğini bildiren tipler çıkmıştır. Ama ilk kez haklı olabilirler, ilk kez dünyayı gerçekten de yok etme (yani yaşanmaz kılma) gücüne sahibiz ve bu gücü de sonuna kadar kullanıyoruz. Bununla birlikte çoğumuz kendi küçük dünyalarımıza kapanıp, "dış dünyada" olan olayları sanki bir TV şovu gibi seyrediyor, kendimize dokunmadığı sürece sorunlar hakkında kafa yorup eyleme geçmiyor, rahat rahat işimize gücümüze bakmayı tercih ediyoruz. Bence durumun altında yatan temel duygu "bencillik". Yani kendisinden başkasını düşünmeme. Hiçbir şeyi, hiçkimseyi düşünmeme. Kendi rahatı ve zevki için başka herşeyi harap etmeyi hak görme. Bunu bilinçli, yarı bilinçli, ya da bilinçsiz bir biçimde her gün her saat, her dakika uygulama, hayata geçirme. Bu konunun bu siteyle bağlantısı şu: Zaman zaman aldığım yorumların ya da maillerin "gerçek anlamı" beni dehşete düşürüyor. Bunları yazanlar belki hiç kafa patlatmadan içlerini boşaltıyorlar, ama sözlerinin ima ettiği anlayış beni tam anlamıyla korkutuyor. Hiçbir şeyi umursamayan, "şu sektöre girip biz de payımızı alalım, gerisi boş!" diyen, ya da amacı sektöre girmek olmasa bile anlayış olarak yukarıda bahsettiğim bencil insanlardan geliyor bu yorumlar. Böyle insanlar her yerde yok mu? Var! Ama çok olmaları, haklı oldukları anlamına gelmiyor. Ben de onlar için bir şey yazıyor değilim. Daha doğrusu benim aklımdaki (hayalimdeki) okur kitlesi, pek çok yönünü tasvip etmediğim - bu düzenden para kazanmayı hedefleyen, ama bunu "her ne pahasına olursa olsun" başarma ahlaksızlığına düşmeyen birileri. Eserleri ile içinde yaşadığı yaşamı, içinden çıktığı toplumu az da olsa şekillendirdiğinin bilincine ve sorumluluğuna sahip birileri. Bu insanlar için yazdığımı hayal ediyorum. Ve onun için zevkle yazıyorum. Ama yukarıda eleştirdiğim anlayışta yorumlar gelince, çok sert tepki veriyorum. Sonra da yazdığım "comment"leri değiştiremediğim için vicdan azabı çekiyorum. Burası tabii ki internet, herkesin bu siteye ulaşmasını engellemek imkansız. Ama eğer, kendi bencilliği ile gözleri kör olmuş, duyarsız, sorumluluk duygusundan uzak, gözünü para bürümüş biri iseniz (hiç kimse "evet, ben böyle biriyim" demez, biliyorum), lütfen acayip comment'ler ile gazabımı üzerinize çekmeyin. Hem size, hem bana yazık. posted by gezgin @ 10:38 PM

1 comments

Cumartesi, Aralık 17, 2005 "KING KONG": Şaka Yapıyorsunuz Herhalde Bay Jackson! Dikkat: Eğer "King Kong" filmini henüz izlemediyseniz, ama izlemeyi planlıyorsanız, yani evden süslenerek çıkıp bu soğukta onca yol yürüyüp ya da taksiye binip sinemaya gitmeye, bir bilet almaya, filmin başlamasını beklerken büfeciyi ihya etmeye, sonra da üç saat boyunca bu filmi izlemeye kararlıysanız... sizin için diyecek bir şeyim yok! Allah bildiği gibi yapsın! *** Bu sene ikinci kez "çok büyük beklenti" yaratan yabancı bir filmin çok başarısız olduğuna tanık oluyorum. Birincisi Oliver Stone'un "İSKENDER"i idi; ikincisi de Peter Jackson'un "KING KONG"u oldu. Burada genel olarak filmlerin neden başarılı ya da (genelde de) başarısız olduğunu yazıyorum. Eğitim amaçlı olarak. Yoksa, sevmediğim bir film hakkında niye oturup 2-3 saat yazı yazayım ki? 466

Ama bazı filmler var ki, hayatımdan 3 saat çalmak suretiyle zaten yeterince kötülük yapmış oluyorlar. Onlar hakkında bir iki cümleden fazlasını yazmak içimden gelmiyor. Her kötü şeyden de ders çıkarmak gerekmiyor açıkçası. Bazı kötü ürünler, kötülükleriyle kalsın. KING KONG 187 dakika sürdü. Filmde çok fazla senaryo hatası vardı. Senaryo hatasından kastım, tutarsızlık değil, başarılı senaryoların yaptığı şeyleri yapmaması, başarısız senaryoları ise tekrarlaması, hatta daha da ileri götürmesi! 3 saat bittiğinde ferahladım açıkçası. Burada bu hataları yazmayacağım. Çok uzun sürer çünkü. Başka bir şeye değinmek istiyorum: Peter Jackson'a, yani filmin yönetmenine. LOTR'ları ("Lord of the Rings" - Yüzüklerin Efendisi) açıkçası sevmemiştim. Bunun nedeni, bu tür fantezi filmlerinden pek hoşlanmamam. Ben daha çok "bilim-kurgu" tipiyim. Yani şimdi gerçek olmayan, ama olası bir gelecekte gerçekleşebilecek şeylerden hoşlanıyorum. Şimdi ve geçmişde ya da gelecekte asla gerçek olmamış ve asla gerçek olmayacak şeyler ilgimi çekmiyor. Ama LOTR'ları seyrettim. Efektleri merak ediyordum çünkü. Merakımı da giderdim. Ama o kadar. LOTR'da beni rahatsız eden en büyük etken ise, filmin bir fantezi dünyasında geçmesi olmadı. Senaryodaki çok temel bir eksiklikten dolayı filmlerden hoşlanmadım. LOTR'larda, bildiğiniz üzere, temel hikaye FRODO adlı bir Hobbit'in (insan hülasası) bir yüzüğü Mordor dağına götürmesidir. Birileri bu yüzüğü ele geçirmek isterken diğerleri de Frodo'yu korumaya çalışırlar. Görünüşte "çatışma" yerli yerinde değil mi? Bol bol savaş ve mücadele için bir sürü malzeme var görünüyor. Var, var da... çok temel bir eksik var. FRODO aslında yüzükleri götürmek istemiyor. Frodo hiçbir şey yapmak istemiyor. Yiyip içip eğlenmek istiyor - her Hobbit gibi. Bu görev ona Gandalf tarafından zorla veriliyor. O da bunu kabul ediyor. Ama bu FRODO'nun inandığı bir iş değil. Yani İSTEK'i yok. Sadece götürmek zorunda. Eee? Eee'si, bu gönülsüz kahraman kendisiyle özdeşleşmemize ve onunla duygusal bir bağ kurmamıza izin vermiyor. Filmin temel hikayesi, FRODO'nun inandığı bir davanı etrafında dönmüyor. FRODO sadece elçi. Gandalf'ın elçisi. Elçiye olan zeval de pek umrumuzda olmuyor - en azından ben umursamıyorum. Bir de, filmde karikatürizasyonu aşan bir "iyi-kötü" betimlemesi var. Belki TOLKIEN'in yazdığı dönemde bu kadar yüzeysel "kötü"ler yenilir yutulur şeylerdi, ama günümüzde bu kadar sathi bir "iyi-kötü" ayırımını kabullenmemiz mümkün değil. Çünkü aslında "kötü" diye bir şey yok. İstekleri bizimkilerle taban tabana zıt olan insanlar var. Ve günümüz seyircisi, bunu bildiği için, kötülerin bile bir motivasyonu olduğunu görmek istiyor. Peki LOTR'lar neden başarılı oldu. Olası yanıtlar şunlar: Filmden önce zaten geniş bir okur kitlesine sahip kitaplar... Çok başarılı reklam kampanyaları... Çok güzel görsel efektler... Peki tekrar seyreder miyim? Sanmıyorum. KING KONG ne olacak peki? Ne olacağı ilk günden belli. 207 milyon dolara yapılan film, ilk gününde sadece 9 milyon dolar hasılat yapmış. Seyirci durumu (kalitesizliği) hemen anlamış tabii. Bence en fazla masraflarını çıkarır. Peter Jackson'a gelince. Aslında bu işten pek anlamdığını gösterdi. Sam Raimi'yi öpüp başımızın üstüne koyalım bence. *** Filmi izlediğim günün akşamı NTV'de, filmi izlemiş sinema yazarlarının yorumlarını dinledim. Kanaatim şu: bu adamlar kesinlikle para alıyorlar arkadaşlar. Yani şifa niyetine biri de çıkıp "Berbat bir üç saat geçirdim" dese ya? Yok! Bu düpedüz seyirciyi kandırmak değil midir? Gayri-etik değil midir? Karaktersizlik değil midir? Türk sinemasının durumunun hesabının bir bölümünü sanırım sinema yazarlarına da kesmek gerekiyor. Kötü filme "kötü" demezsek ve bunun nedenini açıklamazsak, "iyi" filmin ne olduğunu nereden bileceğiz, onu "kötü" filmlerden nasıl ayıracağız? 467

posted by gezgin @ 1:16 AM

5 comments

Cuma, Aralık 16, 2005 GLADYATÖR VE TERMİNAL: İSTEK VE İSTEKSİZLİK "Gladyatör" filmini mutlaka hatırlıyorsunuzdur. Ridley Scott'un bu ilginç filmini ilk kez seyrettiğimde bazı yerlerini sevmemiştim. Hikaye çok ağır ilerliyor gibi gelmişti. Daha sonra tekrar izlediğimde bu izlenimimin doğru olduğunu ama Scott'un bunu bilerek tercih ettiğini fark ettim. Scott, tıkır tıkır işleyen bir hikaye anlatmak yerine, zaman zaman son derece yavaşlayan, sonra aniden hızlanan, ve en sonunda da büyük bir finalle işi bitiren bir hikaye anlatmayı tercih etmiş. Bu açıdan BRAVEHEART'tan ya da SON SAMURAY'dan çok farklı bir yapısı var. Bu filmler, eğimi gittikçe artan kaygan bir zeminde gidiyormuşcasına ilerliyordu. Gladyatör böyle değildi. Burada değinmek istediğim, Gladyatör'ün anlatı tarzı değil. Hikayeyi götüren, kahramanın dış motivasyonu. Filmin başında, Roma'nın en başarılı generali olan MAXIMUS (R. Crowe), bir savaş sonrasında İmparator'a evine gitmek istediğini söyler. Ama İmparator'un oğlu İmparatoru ve Maximus'un ailesini öldürüp tahta geçince, Maximus Roma'ya dönüp yeni İmparator'dan intikam almak ister. Film, Maximus'un intikamını almasıyla sona erer. Bizi filmin sonuna kadar ekrana / perdeye bağlayan "acaba Maximus intikam alabilecek mi?" sorusudur. Ve filmin sonunda da bu sorunun yanıtını öğreniriz. Bu açıdan bakıldığında Gladyatör, yalın bir dramatik yapıya sahiptir. Hikaye anlatma teknikleriyle oynamaz. En gelenekçi yaklaşımı benimser ve seyirciyi tatmin eder. Ridley Scott, elindeki malzemenin güçlü tarafına bakmış, ve bu güçlü tarafın da "Gladyatör gösterileri" olduğunu görmüş. Bu nedenle hikaye anlatımıyla pek fazla oynamamış. Görselliği ön planda tutmuş. (Gerçekten de 2000 yıl öncesinin Roma görüntüleri tek kelimeyle nefes kesiciydi). *** "Terminal" filminde ise Viktor Navorzski (T. Hanks) adlı Krakhozia'lı bir adamın, ülkesinde darbe olmasından dolayı Amerika'daki JFK havaalanında sıkışıp kalması anlatılıyordu. Şimdi, bu ilginç bir fikir olmakla beraber (bir insanın ne kendi ülkesine gidebilmesi, ne de havaalanının dışına çıkabilmesi) bir hikayeyi götürmeye yetmez. Spielberg bunu fark etmiş. Bu nedenle Tom Hanks'in karakterine küçük küçük istekler ve amaçlar vermiş. Bu isteklerin başında havaalanında hayatta kalmak, para kazanmak, ve bir hostes olan sevgilisiyle (C.Z. Jones) yakınlaşmak yer alıyor. Bu isteklerin karşısına da havaalanında yaşamanın getirdiği fiziksel zorlukları, yasal engelleri, Viktor'a kafayı takmış bir güvenlik amirini ve sevgilisinin sevgilisini koymuş, dramatik gerilim yaratmak için. Başarılı da olmuş. Bu zıt kuvvetler, seyircinin ilgisini belirli süreler için ayakta tutuyor, ama Tom Hanks'in müthiş oyununu seyrederken bile kendimize şu soruyu sormadan edemiyoruz: "Bu adam ne yapmak istiyor?" Spielberg, "bir adam hem 9 ay havaalanında kalsın, hem de ilgimizi çekecek bir isteğe sahip olsun"un zor bir koşul olduğunu fark ederek (zira güçlü isteği olan biri, 9 ay bir yerde tıkılıp kalmayı kabul etmez, edemez, etmemelidir), çok iddialı davranmamış. Viktor'a, ölmüş babasının bir isteğini yerine getirmek gibi, zamana yayılabilen, sempatimizi kazanan, ama o kadar da güçlü olmayan bir motiv vermiş. Buna göre Viktor, babasının çok sevdiği bir caz sanatçısının imzasını almak için New York'a gelmiş ve havaalanında takılıp kalmıştır. Spielberg, bunun (Gladyatör'deki "intikam alma isteği" kadar) çok güçlü bir motiv olmadığını bildiği için Viktor'un temel motivasyonunu hikayenin sonuna kadar saklamış - hatırlarsanız, filmin başından beri Viktor'un elinde bulunan fıstık kutusunda ne olduğunu ancak filmin son çeyreğinde öğrenebiliyorduk. Spielberg, Viktor'un havaalanından çıkıp bu isteği yerine getirdiği anda da hikayeyi bitirmiş. Çünkü Viktor, havaalanından çıktığı andan itibaren karşısında, dramatik bir gerilim yaratacak hiçbir zıt güç bulunmuyordu. Dramatik gerilimsiz hikaye olmayacağını çok iyi bilen Spielberg, 5 dakika içinde hikayeyi bağlamış ve filmi bitirmiş. Spielberg'in bu filmi, Tom Hanks'in müthiş oyununa ve film için hazırlanan dev sette gerçekleşen müthiş çekimlere rağmen pek fazla iş yapmamıştı. Bunun nedenlerinin birinin, kahramanın filmi götürecek güçte çok net bir motivasyonunun olmaması olduğunu düşünüyorum. posted by gezgin @ 1:09 PM

0 comments

Cumartesi, Aralık 10, 2005 "GÖNÜL YARASI" - Ahhh! 468

DİKKAT: Bu filmi henüz seyretmediyseniz, ve seyretmeye kesin niyetliyseniz, aşağıdaki yazıyı okumanız, seyir zevkinizi olumsuz yönde etkileyecektir. Gidin filmi seyredin, sonra tekrar gelin. Daha önceki yazılardan, en sevdiğim 80 sonrası filmin "Eşkiya" olduğunu biliyorsunuz. Yavuz Turgul'un bu filmi, bir iki küçük kusuru dışında, hem senaryosu, hem oyunculuğu, hem müzikleri, hem görüntüleri, hem de kurgusuyla tam bir sinema ziyafetidir. Her ne kadar ana mesajı karamsar olsa da, filmin icrası o kadar iyidir ki, (çok sık olmamak kaydıyla) tekrar tekrar seyredilebilir. "Gönül Yarası"nın "Eşkiya" kadar iyi olmasını beklemiyordum, ama en azından çok iyi olmasını bekliyordum. Yavuz Turgul'un senaristlik konusunda artık kemale erdiği kanaatine varmıştım. Yönetmenliği de artık altın çağına ulaşmış gibiydi. Yanılmışım. Gönül Yarası'nı seyretmeye başladığım zaman bazı aksaklıklar gözüme çarpmaya başladı. "Geçer herhalde" dedim, ama geçmedi. Ve "Gönül Yarası" benim için bir sinema ziyafeti değil, bir yazı malzemesi haline geldi, kendiliğinden, ve hiç istemediğim halde. Önce senaryo dışı konulardaki aksaklıklara kısaca değineyim. Yavuz Turgul, bu filmde görüntü yönetmeni Uğur İçbak ile çalışmamakla büyük hata yapmış. Eşkiya'yı Eşkiya yapan en önemli faktörlerden biri, abartısız, etkileyici, ama hikayeye cuk oturan görüntülerdi. "Gönül Yarası"nda bu yok. Anlamsız kamera hareketleri, yanlış ya da gereksiz açılar, hele o (Yılmaz Erdoğan'ın başımıza bela ettiği ve hemen hiçbir fonksiyonu olmayan) helikopter kamerası... Dikkat dağıtmaktan başka bir şey yapmıyor. Müziklerde de sorun var. "Eşkiya"nın insanı hipnotize eden müziklerinin yanında "Gönül Yarası"ndakiler hafif ya da yanlış kalıyor. Hele filmin girişinde Meltem Cumbul'un kötü bir sesle yer yer detone olarak söylediği ne idüğü belirsiz şarkı, filme hizmet etmiyor, zarar veriyor. Ama her filmi ayağa kaldıran ya da batıran ("make or break") faktör olan senaryoda en büyük sakatlıklar. Bunları aklımda kaldığınca buraya yazayım: Yavuz Turgul uzun girişleri seviyor, tamam, ama buradakine uzun bir giriş değil uzuuun bir giremeyiş denebilir. Filmin 38. dakikasına kadar TETİKLEYİCİ OLAY ("Inciting Incident" - Aşağıdaki 3 Perdeli yapılarda gördüğümüz ilk dönüm noktası) gerçekleşmiyor. Nazım öğretmenin (Şener Şen) tanıtımını izliyoruz uzun uzun. Ama bu tanıtımda büyük bir eksik var: ÖZDEŞLEŞME sağlanmıyor! Yani bir insanın ülkenin güneydoğusunda öğretmenlik yaptığını öğrenmek, o karakterle özdeşleşmemizi sağlamıyor. En fazla hafif bir sempati duyuyoruz, o kadar. Ayrıca sahneler, Başarısız Türk Filmlerinin ortak özelliklerinden (bkz. aşağılarda bir yer) biri olan uzun ve işlevsiz olma rahatsızlığından mustarip. Filmin başında Şener Şen'in köydeki sahnelerini yüzde 60-70 oranında eksiltmek mümkün. Bunların hikayeye hemen hiçbir katkısı yok. Şener Şen'in kahvehaneye gelmesinden hemen önce Sümer Tilmaç'ın ve arkadaşının diyalogları da işlevsiz ve ciddi anlamda kötü. Yavuz Turgul'un elinden çıkmışa değil de ortalama bir TV senaristinin elinden çıkmışa benziyorlar. Bu diyalgoların bazıları, "öldüren" cinsten. Şener Şen'i köyden yolcu edenlerden en sonuncusunun söylediği: "Derviş de sensin, dede de..." içerikli konuşma, hiçbir etki yaratmıyor. Bir insana "derviş" denmesi, seyircinin o kişiyi derviş olarak algılamasını sağlamıyor. Bunun dramatize edilmesi, bir olayla gösterilmesi lazım. Yavuz Turgul bunu yapmıyor, ama bu duygunun bize geçmesini istiyor. Geçmiyor tabii ki. "İç ses" konusunda da çok başarılı değil "Gönül Yarası". Şener Şen'in otobüsle İstanbul'a gelirken yaptığı iç konuşma, orta ile ortanın biraz altı kalitede. Burada da Yavuz Turgul "Anlatma, Göster!" ilkesini çiğniyor. Kendi kişiliği ve başına gelen olaylar ve kendisinin bu olaylar karşısındaki çaresizliğini anlatıyor. Eee? Biz şimdi bu anlatılanlara inanacak ve Şener Şen'in kişiliği hakkındaki izlenimimizi bunlara göre mi oluşturacağız? Mümkün değil. Gerçek hayatta olduğu gibi sinemada da sözlerin pek önemi yoktur. Asıl olan eylemdir. Yavuz Turgul ise bu eylemi bize göstermiyor. Aynı durum filmin finalindeki iç konuşmada da söz konusu. Yalnız, burası artık final olduğu için, filmin "toparlaması" açısından, bu konuşmaya biraz daha müsamahalı oluyoruz. Ama kesinlikle yüksek bir kalitede değil. Diğer karakterlerden Meltem Cumbul (Dünya) yeterince işlenmiyor. Filmin ilk 40 dakikasında ona ayrılan zaman en fazla 5-6 dakika. Bu sürede de onunla özdeşleşmemiz mümkün olmuyor. Hem zaman açısından, hem de özdeşleşme yöntemleri yeterince iyi kullanılmadığı için.

469

Filmin üçüncü önemli karakteri olan Timuçin Esen ise bu ilk 40 dakikada sadece 2 defa görünüyor, toplam süresi 2 dakikayı bile bulmuyor. Onun bir şey için İstabul'a geleceğini biliyoruz, ama ne için? emin değiliz. "Eh, bu adam bu filmde olduğuna göre bir bağlantısı vardır herhalde" diye düşünüyoruz, ama 40 dakika boyunca, bir ipucu verilmez mi yahu? Spielberg 40 dakikada Normandiya Çıkartmasını göstermiş, aklımızı, gönlümüzü, midemizi allak bullak etmiş, sonra da Yüzbaşı Miller'ı Er Ryan'ın peşine takmıştı bile! Fakat işin üzücü tarafı, "tetikleyici olay" ("inciting incident") olduktan sonra, yani yaklaşık 40 dakikalık bir serime katlandıktan sonra, karşımıza çıkan hikayenin pek de matah bir şey olmaması. Yani ortada bir pavyon kadını ve onun peşine takılmış eski kocası var, o kadar. Bir de bu pavyon kadınına yardımcı olan eski öğretmen - yeni taksi şoförü. Eee? Şunu da söyleyeyim: her iyi filmin arkasında çok orijinal bir fikir yoktur. Bazen iyi filmi iyi yapan, sıradan bir fikri çok iyi icra etmesidir. Lakin "Gönü Yarası"nda durum bu değil. Sıradan bir film ve sıradan bir icra ile karşı karşıyayız. Yavuz Turgul'un kurduğu bu hikayede çatışma da o kadar kuvvetli değil. Halil'in çocuğunu istemesi son derece normal. Bu durum da onu, kahramanın karşısındaki zıt güç olarak görmemize engel oluyor, çatışmanın kuvvetini zayıflatıyor. Aklı başında her insan, ufak bir çocuğun bir pavyon kadınının yanında büyümesine karşı gelecektir. Bu durumda filmin kahramanı olan Şener Şen, yanlış tarafı tutuyor konumuna düşüyor. Aslında bu kullanılan bir yöntemdir. Yani kahraman aslında en baştan beri yanlış tarafı tuttuğunu ya da yanlış bir arzunun peşinde koştuğunu fark eder. KWAI KÖPRÜSÜ'nü hatırlıyor musunuz? Alec Guinnes'in canlandırdığı karakter aslında en baştan beri yanlış bir şey yaptığını anlayıp, kendi hayatı pahasına, o kadar uğraşarak yaptığı köprüyü yıkıyordu. Ama bu yöntemin en yüksek düzeyde etkili olması için filmin başından itibaren çok sıkı bir özdeşleşmenin kurulması ve kahramanın ve seyircinin kahramanın yaptığı hatayı filmin ancak sonunda fark etmesi gerekir. Oysa biz filmin daha yarısında Şener Şen'in yanlış bir şey yaptığını fark ediyoruz. Filmin ilk yarısına yakın bir yerlerde meydana gelen "meydan sahnesi", bazı yönlerden etkileyici olmasına karşın bazı yönlerden hayal kırıklığı yaratıyor. Yavuz Turgul'un kurgu marifetiyle zamanı esnetmesi çok hoş olmuş. Ama bu kadar dar bir meydanda filmin karakterlerinin birbirlerini çok geç fark etmesi, pek gerçekçi olmamış. Sahnenin ruhuna neredeyse zıt bir müzik kullanmış Turgul. Bu da zaman zaman kullanılan bir yöntem. Örneğin John WOO'nun "Face/Off" filmindeki bir baskın sahnesinde, patlayan silahlar ve ölen insanların görüntüsü üzerine, konuyla tamamen ilgisiz bir müzik biniyordu. Ama WOO bunu, sahnede bulunan çocuğun kulaklıkla müzik dinlemesi üzerinden gerçekleştiriyordu. "Gönül Yarası"nda ise böyle bir durum yok. Filmin belki de en gerilimli anlarında hoş bir piyano müziği dinliyoruz, o kadar. Bu da Yavuz Turgul'un ne yapmaya çalıştığını tam anlamamamıza yol açıyor. Eğer gerilimli bir an yaratmak istiyorsa (ki benim tahminim bu yönde) bu duyguyu güçlendirecek bir müzik kullanması gerekirdi, zayıflatacak bir müzik değil. Film karakterleri durmadan kendini anlatıyor. Dünya (M. Cumbul) kendini anlatıyor, Atakan (Sümer Tilmaç) kendini anlatıyor, Nazım (Ş.Şen) kendini anlatıyor, Nazım'ın oğlu (Güven Kıraç) kendini anlatıyor, kızı (Özgün Çınar) kendini anlatıyor, Halil (Timuçin Esen, Dünya'nın kocası) kendini anlatıyor. Herkes kendini anlatıyor. İyi bir senaryoda, bir karakterin 3 cümleden fazlasını arka arkaya söylemesi genelde pek hoş durmaz. Gönül Yarası bu hatayı çok sık yapıyor. Sadece diyalogların temizlenmesi (i.e. gereksiz lafların atılması ya da uzun konuşmaların diyaloglara dönüştürülmesi) bile "Gönül Yarası"na çok şey katarmış. "Eşkiya" bu açıdan çok başarılıydı, hatırlarsanız. Gereksiz bir iki monolog haricinde son derece sıkı, fazlalıklardan arınmış bir filmdi. Filmin ikinci yarasının en önemli hatası, filmin orta noktasını biraz geçince, dramatik gerilimin ortadan kaybolması! Bu, Dünya'nın kocası Halil'in kahveye gelip Atakan'dan (S. Tilmaç) özür dilemesiyle gerçekleşiyor. Aniden, artık kahramanımızın isteğine karşı koyan kişi (NEMESIS, yani çatışmanın karşı kutbu) ortadan kayboluyor. Ta ki ikinci yarının sonlarında tekrar ortaya çıkana dek. Yavuz Turgul dramatik gerilimsiz bir hikaye anlatabileceğine kanaat getirmiş, ama neden? anlamadım. Doğal olarak ikinci yarı o kadar sıkıcı ve uzun bir hale geliyor ki "Acaba iki film birden mi izliyoruz?" diye insan kendine sormadan edemiyor. Abarttığımı sanmayın. İkinci yarıda bir sahne var: Nazım ile Dünya'nın, Nazım'ın evinde, salonda durdukları bir sahne. Nazım'ın ön, Dünya'nın arka planda olduğu ve "Şimdi sen bana iki seçeneğim olduğunu söylüyorsun" dediği sahne. O kadar sıkıldım, o kadar sıkıldım ki, filmi durdurup sıkıntımı dağıtmak için evin çeşitli odalarında bir sürü farklı iş yaptıktan sonra tekrar filmin başına oturdum. Eğer 470

filmi sinemada seyretseydim, "HAYDAAA!" deyip salonu terk ettiğim sahne bu olurdu. (Öyle huylarım vardır, biliyorsunuz. Bkz. "Banyo" yorumu.) Filmin en temel hatalarından biri, karakterlerin ne istediğinin çok net bir biçimde ortaya konmaması. Bu, karakterin ne istediğini net olarak bilmesi gerektiği anlamına gelmiyor illa ki. Yani bir karakter, kendisinin tam olarak ne istediğinin farkında olmadan bir çok harekette bulunabilir, ama seyirci bu hareketlerin neyi hedeflediğini, amacının ne olduğunu görebilir, görmelidir. "Gönül Yarası"nda bu konuda bir belirsizlik var. Nazım'ın aslında ne istediği filmin neredeyse yüzde 75'i boyunca belli değil. Dünya ile birlikte olmak istediğini hissediyoruz, ama hiçbir davranışı bu yönde kesin bir fikir edinmemize neden olmuyor. İsteğini çok net bir biçimde dışa vurmuyor. Biz de, Dünya Halil ile gitmeye karar verdiğinde "Uğurlar Olsun" diyoruz. Nazım'ın Dünya'nın gidişi üzerine girdiği depresyon, onu istediği hissini bizde uyandırıyor, ama bu, önceki bölümlerdeki boşluğu doldurmuyor. Yavuz Turgul'un buradaki temel hatalarından biri, Nazım'ın aslında hayatında birine, bir kadına ihtiyaç duyduğunu daha önceden ortaya koymaması. Yani Nazım hem dağ köyünde, hem de İstanbul'daki evinde kendi başına hayatta kalmayı son derece iyi başaran biri. Neden bir kadınla birlikte olmasını istesin ki? Eğer Yavuz Turgul, Nazım'ı hayatında birinin, özellikle de bir kadının boşluğunu hisseder halde gösterseydi ve bunu bir biçimde eski karısının yokluğuna bağlasaydı, ortaya Dünya çıktığında seyirciler olarak "Hah, şimdi birbirlerini buldular" diye düşünür ve sevinirdik. Dünya'nın Midyat'a gidişi de hafifçe buruk değil, gerçekten de çok duygusal bir sahne olurdu. Yavuz Turgul bilerek duyguların ateşini kısmış diyebilirsiniz, her filmin ille de ağlatması gerekmiyor diyebilirsiniz. Ama 1) Bu çok riskli bir harekettir, hiçbir seyirci hafifçe duygulanmak için sinemaya gitmez 2) Filmin bir çok sahnesi (özellikle de finali) Turgul'un aslında bu kadar güçlü bir duygusallık yaratmak istediğini kanıtlıyor zaten. Ama bunu filmin geri kalan bölümlerinde yapmamış, yapamamış. Yavuz Turgul'un en temel hatalarından biri de NEMESIS'i, yani düşmanı yeterince iyi kuramaması. Timuçin Esen'in iyi oyunculuğu bile böyle bir düşman yaratmaya yetmiyor. Filmdeki bir karakterin psikopat olarak "adlandırılması", onun seyirci tarafından psikopat olarak algılanmasına yol açmıyor. Bunun gösterilmesi, kanıtlanması gerekiyor. Bunun için de Halil'in, filmin mümkünse ilk çeyreğinde bir psikopatlık örneği göstermesi gerekiyor. Oysa Halil, filmin finalinde Dünyayı ve kendini vurana kadar son derece normal, hatta hoş bir çocuk izlenimi veriyor. Akıllı uslu konuşuyor, aşkının büyüklüğünü anlatıyor, büyüklerinin elini öpüyor, kızını özleyen bir baba gibi davranıyor, vb. Eee? Nerede psikopat? Adam bir psikopat olabilir, ama biz görmediğimiz sürece, yarattığı tehlike ve buna bağlı heyecan da büyük olmuyor. (Halil'in bir pavyonu dağıtması, psikopatlık olarak adlandırılamaz, ne yazık ki? Olsa olsa öfkeli ve alkolik bir kocanın biraz sıradışı bir hareketi olarak algılanabilir). Bu heyecansızlığın en ilginç örneklerinden biri, Halil'in, kızı Melek'i kaçırdığı sahnede görülebilir. Halil kızını kaçırıyor, sonra yakalanıyor (her nedense tam da yakalanacağı mahalleye giriyor Halil), sonra Nazım'ın tansiyonu çıktığı için bir eczaneye gidiliyor, Dünya, "eh, madem herşey yolunda, ben de kuaföre geri döneyim" diyor. NEEE?!!! Biraz önce, psikopat olduğunu söylediğin kocan çocuğunu kaçırmaya çalıştı ve sen kuaföre dönüyorsun ha?! Afferin kızım. Böyle bir "dramatik gerilimden" (i.e. gerilimsizlikten) sonra bu kadar absürd bir eylem, aslında bizi şaşırtmamalı. Nazım'ın kendi çocukları ile olan bozuk ilişkisi de çok hazırlıksız buluyor bizi. Hiçbir "temel atması" ("setup") olmadan kendimizi aniden bir aile krizi içinde buluyoruz - Nazım'ın kızının erkek arkadaşının ziyareti sonrasında. Daha önce bu konuyla ilgili hiçbir hazırlığımız olmadığı için "Hoşgeldin Ali" oluyoruz. Her ne kadar Yavuz Turgul bu bozuk aileyi daha sonra Nazım'ın idealistliğine bağlamaya çalışsa da (Filmin finalinde, Nazım'ın kızını bankada ziyaret ettiği sahne), pek olmuyor, yama pek tutmuyor. Film hakkında söylenebilecek başka olumsuz şeyler de var (Boom operatör'ün - yani bir sopanın ucuna bağlanmış mikrofonu taşıyan arkadaşın - mesaisinin yarısını perdede görüyoruz. Juliette Binoche'lu "Çikolata"dan sonra en fazla mikrofon gördüğüm film bu oldu). Ama onları bir kenara bırakıp filmin finaline bakalım. Yavuz Turgul'un yeteneğini kaybetmediğini kanıtlayan tek yer, filmde gerçek anlamda bir dramatik halin yaşandığı tek yer, gerçek sinema tadını yaşadığımız tek yer filmin finali - Dünya'nın eski kocasına türkü söylediği sahne. Gerçekten de güzel bir sahne. İnsanın gözlerini dolduran, yüreğini burkan, boğazını düğümleyen bir sahne bu. Ama koskoca filmde, tek bir sahne. 471

Film hakkında çıkan olumlu eleştirileri de bu final ile açıklayabiliyorum ancak. Aksi takdirde, sinema yazarlarının filmi izlediği salona, havalandırmadan kokain filan verildiğini düşüneceğim. Toplu olarak halüsinasyon mu gördüler acaba? (Bu hoş bir fikir: Bir sinema dolusu yazar, toplu halüsinasyon görür ve perdedeki değil kendi zihinlerindeki film hakkında olumlu yorumlar yazarlar.) Filmin bütün bu hatalarından sonra Atilla Dorsay'ın ve diğerlerinin yazdıklarını ("Turgul, Gönül Yarası'nda, sinemasındaki tüm safraları atmış ve kariyerinin en ustalıklı, en saf noktasına ulaşmış" UYGAR ŞİRİN - RADİKAL) başka şekilde açıklamak mümkün değil çünkü. Finalin güzelliği, McKee'nin şu sözlerini doğruluyor: "Filminizi iyi bitirin. Kötü bir senaryo bile, eğer finali iyi ise, iyi olarak algılanır" - bu mealde bir şey. Bütün seyirciler finaldeki o sahneye tav oluyor ve filmin bütünündeki bütün hataları unutuyorlar. Benim gibi tipler hariç. Bu filmin OSCAR'a aday olması ile ilgili bir şey demeyeceğim. OSCAR'ların nasıl verildiğini bildiğim için. Merak eden bu konuyu ayrıntılı bir biçimde araştırsın ve OSCAR'ların aslında pek de matah şeyler olmadığını görsün. Bu şekilde verilen OSCAR'larda, hiç belli olmaz, "Gönül Yarası"nın bir şansı olabilir. Lakin senaryonun kalitesizliği hakkında bir kaç kelam etmek şart. Yavuz Turgul, Eşkiya'nın senaryosunu 10 yılda yazdığını söylemişti bir röportajında. "Gönül Yarası" ise yanlış hatırlamıyorsam bir iki ay içinde çıkmış. Demek ki kalite düzeyi ile harcanan zaman arasında büyük bir bağlantı var, en azından Yavuz Turgul açısından. Keşke Turgul, Eşkiya'dan beri düşündüğü bir filmi çekseydi, keşke o zamandan beri zihninde pişen bir film olsaydı, ve kendini aşarak hem bizi, hem de bütün dünyadaki sinema seyircilerini ihya etseydi. İngilizlerin bir sözü vardır, "Acele yapılan iş, iki kere yapılır" diye. Bunu sinemaya şöyle uyarlayabiliriz belki: "Acele yazılan film, iki kere dahi seyredilmez!" Umarım, Turgul'un bir sonraki filminin hikayesi çok daha iyi olur, ve görüntü yönetmeni yine Uğur İçbak olur. posted by gezgin @ 6:25 PM

0 comments

"MAKİNİST"!.. UYUMA!.. .. cümlesi, sinemanın interaktif bir doğa kazandığı nadir anlarda sarfedilirdi eskiden. Artı bu cümleyi pek duymuyoruz - çok şükür. (Hiçbir yazıya hem bu kadar anlamlı, hem bu kadar anlamsız giriş yaptığımı hatırlamıyorum. Ama kendime mani olamadım, kusuruma bakmayın.) "MAKİNİST" filmi yakınlarda sinemalarda gösterildi. Ama pek ses getirmedi. Benim en beğendiğim sinema eleştirmeni EBERT bile filmi çok beğenmiş. Ben de onun önerisi üzerine filmi seyrettim. Sonuçtan ise pek memnun değilim. Daha doğrusu film insanda "Allah sevdiği kuluna önce eşşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş" duygusunu uyandırıyor. Filmin neredeyse son on dakikasına kadar büyük bir zaman kaybı hissi yaşadım. Christian Bale'in güzel oyunculuğu ve güzel müzikler dışında, hikaye adına pek birşey yoktu. Ortada neredeyse bir yıldan beridir hiç uyuyamayan (bu nedenle, bkz. yazının başlığı) ve halüsinaysonlar gören bir makinist vardı (aslında çeviride de hata var. Adam makinist değil, makina ustası. Makinist denince sinemadaki ya da trendeki makinistler akla geliyor. Ama bu amca bir fabrikada çalışan normal bir makine ustası). Ama adam kendinin halüsinatif olduğunun farkında değildi. Ve biz farkındaydık. Bu türün daha kaliteli örneklerinde senarist, filmin çok kritik bir anına kadar gördüğümüz herşeyin gerçek olduğu hissini verir (örneğin "6. His" veya "Dövüş Kulübü" - alternatif bir isim olarak bu ikincisine "Kötek Cemiyeti" de denebilir mi acaba? ;). Gerçek ifşa edildiğinde ("reveal") ise filmin tüm anlamı değişir. Ve biz de "Vay canına, ben bunu hiç böyle düşünmemiştim" deriz ve bir yandan zevkten dört köşe olurken bir yandan da zekamızı atlatan senarist ve yönetmene hayran oluruz. "MAKİNİST" ise bu kadar kaliteli değil. İşin içinde bir halüsinasyon olayı olduğunu daha en baştan anlıyoruz. Bu nedenle "Acaba bütün bunlar bir halüsinasyon mu?" diye sormuyoruz da, filmin kahramanı bu gerçeği ne zaman fark edecek diye bekliyoruz. İşte bu, bizde genel bir zaman kaybı hissi yaratıyor. "Hikayeyi kısa kes de, adamın gerçeği fark ettiği zamanki duygusunu ver" diye düşünüyoruz. Filmin bir başka sakatlığı da, ilerleyen bir yapısı olmaması. Yani kahramanımızın hayatındaki güçlükler gittikçe şiddetlenmiyor, halüsinasyonlar gittikçe artmıyor, durum gittikçe karmaşıklaşmıyor. Durum 472

başta ne ise, sona doğru da hemen hemen o - sadece az bir farkla. Zaman kaybı hissini oluşturan özelliklerinden biri de bu. Hikayenin ilerleyici ("progressive") bir yapısının olmaması. Kahramanla pek fazla özdeşleşmememiz de filmin akışına kendimizi kaptırmamamızın en önemli nedenlerinden. Filmin başında Trevor Reznik (Christian Bale) ile sağlam bir özdeşleşme kurdurulmadığı için, filmi uzaktan seyrediyoruz. Hikayenin içine girmediğimiz için, geçen zamanın farkında oluyoruz. Bir eksi daha... Filmin artılarına gelince: Christian Bale'in abartısız ama etkileyici oyunu ("Adam ne kadar çok kilo vermiş" geyiğine girmeyeceğim) ve bir çok yerde ilgiyi canlı tutan müzik (bu tür hikayesi zayıf filmler, müziğin "ruh hali" oluşturmakta ne kadar önemli olabildiğini kanıtlıyor) gerçekten güzel. Ama ben de her sinema seyircisi gibi hikaye için filmi izliyorum, müzik ya da oyunculuk için değil. Filmin finali, hikayenin tamamının oluşturduğu zaman kaybı hissini bir nebze ortadan kaldırıyor: "Meğersem adam vicdan azabından kafayı yemiş!"i fark ettiğimizde, herşey yerli yerine oturuyor, ama bizde izleyici olarak büyük bir zenginleşme olmuyor. Kendimizi en fazla eksiden (zaman kaybetmişlik duygusundan) tekrar sıfıra (yani başladığımız yere) gelmiş hissediyoruz. Ve kahramanla ilgili olarak "Aslında en başta yapması gerekeni yaptı, ne var bunda?!" diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. posted by gezgin @ 6:21 PM

1 comments

Perşembe, Kasım 24, 2005 CNBC-E'de KÜFÜR VE CİNSELLİK - 2 Bu konuya daha önce de değinmiştim (bkz. aşağılarda bir yer). Ama tekrar değinme ihtiyacını hissettim. Hangi filmler ve diziler üzerine dersiniz? 1) "Vahşi Yürek" ("Wild at Heart") sinemada seyrederken bile bana yer yer "Hooo!" dedirtmiş bir filmdir. David Lynch'in bu filminin televizyonda gösterileceğini duyunca, sevdiğimden değil, CNBCE'dekilerin ne kadar sağ duyulu davranacaklarını görmek istediğimden filme şöyle bir göz attım ve "görmem gerekenleri" gördüm. CNBC-E'deki yayın akışından sorumlu arkadaşlar, sağ duyularını o saatte uykuya yatırmış olabilirler, ama gecenin 10-11'i, 18 yaşın altındaki milyonlarca gencin hala uyanık ve televizyon karşısında olduğu bir zaman dilimi. Ve "o" görüntüleri, emin olun, ailenizle birlikte izlemek istemezsiniz. 2) Diğer örnek ise "Carnivale". 23 Kasım 2005'te yayınlanan "Carnivale"i seyredenler, saat 10 civarında gördükleri sahneler karşısında - özellikle de yanlarında çocukları varsa - çok "etkilenmiş" olmalılar! Acaba CNBC-E'dekiler ne düşünüyor: "Halkımızın sanat duygusunun gelişmesi için böyle şeyleri görebilmesi lazım" mı? Bu ne vatanperverlik! Bu ne toplumsal düşüncelilik! Ya da, bu ne aptallık! Bu ne vurdumduymazlık! CNBC-E'deki küfürler konusunda da daha önce söylediklerimi kısaca yinelemek istiyorum. Bir küfrün Türkçe, Almanca, Fransızca, Çince, ya da İngilizce edilmesi, onun küfür olma niteliğini değitirmez. Küfür küfürdür. Ve parasız ve şifresiz olarak yayınlanan (yani herkesin erişimine açık) bir kanalda bunların yayınlanması kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü 1) O dilleri bilen insanlar da o kanalı seyrediyordur 2) Alt yazıdaki "Ananı ..." şeklindeki noktalar meramı anlatmaya (ve küfürle hedeflenen zararlı etkiyi yaratmaya) yeterli olmaktadır. Bunu CNBC-E'dekilerin anlaması için birinin onlara sabah akşam İngilizce ana-avrat dümdüz gitmesi mi gerekiyor?! Aklı başında gibi görünen insanların (i.e. CNBC-E'dekiler) bu hatalarda bu kadar ısrar etmeleri, akıl ile baş arasındaki korelasyonlarından şüphe duymamıza neden oluyor. Ve saygınlıkları büyük yara alıyor. Ama farkında değiller. *** RTÜK'teki arkadaşların uykularını bölmek istemediğim için onlara burada hiç değinmiyorum bile! Tatlı rüyalar RTÜK'teki Fiona'lar! (SHREK'e bir şey göndermiştim, aldı mı acaba?) posted by gezgin @ 9:16 PM

6 comments

CHARLIE HARPER VE CHRISTIAN TROY: DON JUAN'IN ÇÖKÜŞÜ 473

CNBC-E'de yayınlanan "İki Buçuk Adam" ("Two and A Half Men") ve "Kes Yapıştır" ("Nip/Tuck") dizilerinde birbirine benzeyen iki karakter var: Charlie Harper ve Christian Troy. Charlie Harper, Los Angeles'te yaşıyan ve TV ve sinema için müzik yapan bir besteci. Yakışıklı bir genç adam ve bu yakışıklılığından sonuna kadar faydalanıyor. Gömlek değiştirdiğinden sık sevgili değiştiriyor. Genel olarak da bunu onların kalbini kırarak yapıyor. Ama bu durumdan rahatsız değil gibi. Çünkü hayatını aynı şekilde devam ettiriyor. Christian Troy ise yakışıklı bir estetik cerrah. Sadece bu iki özelliğin yan yana gelmesi bile onu kadınların ilgi odağı haline getiriyor. O da bu durumdan sonuna kadar faydalanıyor. Spor arabalar, şık giysiler, vb. yardımıyla çok yoğun bir sevgili trafiği yaşıyor. Ne kadar hoş ve imrenilesi yaşamlar değil mi? Ama senaristler bize sadece bunları sunmakla yetinmiyorlar. Charlie Harper'ın annesi ile çok sağlıksız bir ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Charlie, despot ve ilgisiz annesinden alamadığı ilgiyi sık sık değiştirdiği sevgililerde aramaktadır. Kadınlar ile kurduğu ilk ilişki (i.e. annesiyle kurduğu ilişki) sağlıksız olduğu için, bir ilişkiyi uzun süre devam ettirme yeteneğinden de mahrumdur. Bu anlamda Charlie'nin bir zavallı olduğunu görüyoruz. Yaşadığı hayatın cilası ne kadar parlak olursa olsun, aslında altında mutsuzluk ve güvensizlik içinde kıvranan hastalıklı bir ruh yatmaktadır. Benzer bir durum Christian Troy için de geçerlidir. Dizide Christian'ın geçmişi hakkında çok fazla bilgi verilmez. Ama Christian'ın kadınlara karşı tavrı onun psikolojisinin de pek sağlıklı olmadığına işaret eder. Dizinin senaristleri, Christian'ın şık giysiler ve spor arabalar ile oluşturduğu yaşam tarzının aslında büyük bir güvensizliği gizlemek için oluşturulmuş bir tür perde olduğunu bize gösterirler ("anlatmazlar"). Kurduğu çeşitli ilişkilerde bu güvensizlik ve sakatlık zaman zaman açıkça ortaya çıkar. *** Türk film ve dizilerinde, insanların psikolojik sakatlıklarının dramatik durum yaratmakta kullanılmasına pek rastlamıyoruz. Tabii ki senaristler bize karakterlerin geçmişleri hakkında bir iki ipucu veriyorlar. Ama bunlar genelde bizi yeterince ikna edecek derinlikte olmuyor. "Çocukken başıma şu geldi, ben ondan böyle oldum" (bkz. "Beyaz Gelincik") şeklinde aşırı indirgemeci yaklaşımlar, Türk sinema-TV'sinde en sık rastlanan ruhsal analiz çözünürlüğünü oluşturuyor - şimdilik. Oysa insan (izleyiciler), karakterlerimize hayatı dar eden bu psikolojik sakatlıkların biraz daha işlenmesini istiyor. Karakterlerin dış motivasyonları ile bu sakatlıklar arasında güçlü bir bağlantı kurulması, karakterlerin bu sakatlıkların az da olsa bilincinde olması (tamamen bilincinde olması 1) imkansız 2) dramatik açıdan zararlı), filmlere-dizilere büyük derinlikler katacaktır. Hele Charlie Harper ve Christian Troy gibi, görünüşte çok cazip hayatlar süren insanların aslında ne kadar çarpık bir ruh yapısına sahip olduklarının bize DRAMATİZE EDİLEREK gösterilmesi, film izleme zevkimizi büyük ölçüde artıracaktır. Eğer bir de karakterin bu ruhsal sakatlığında, filmin 2 saatlik (dizinin 50 saatlik) süresine yayılan ve son derece sağlam nedenlere dayanan (i.e. neden sonuç ilkesine uygn) bir değişim ("Character Arc") meydana gelirse (bkz. "Son Samuray") "yeme de sinemada yat" tadında bir dramatik deneyim yaşamış oluruz. posted by gezgin @ 9:12 PM

1 comments

Perşembe, Kasım 17, 2005 "SELVİ BOYLUM, AL YAZMALIM", İÇ SESLİM "Selvi Boylum Al Yazmalım" (1977), Türk sinema izleyicisinin gönlünde özel bir yere sahip bir film. Bunun bence bir kaç nedeni var: Bir kere ortalamanın üzerinde bir oyunculuk, filmi benzerlerinden hemen ayırıyor. Kadir İnanır ile Türkan Şoray arasındaki elektrik, Meg Ryan ile Tom Hanks arasındaki elektrik gibi, hemen fark edilen ve seyircinin çok hoşuna gidecek türden. Filmin müzikleri de (Cahit Berkay) film vizyona girdiğinden beri o kadar seviliyor ve o kadar sık çalınıyor ki, çoktan kollektif bilinçaltımızın bir parçası haline gelmiş durumda - tıpkı Hababam'ın müzikleri gibi. Filmin en cezbedici unsuru hikayesi. Cengiz Aytmatov'un bir romanından uyarlanan senaryo, gerçekten 474

önemli bir konuyu başarılı bir biçimde ele alıyor. Her ne kadar aynı konu daha sonra hem sinemada hem TV'de binlerce kez karşımıza çıkmış olsa da "Selvi Boylum, Al Yazmalım" rakiplerinin arasından sıyrılarak zaman testini geçmiş bulunuyor. Filme bir kere kendinizi kaptırdığınız zaman karşısından kalkamıyorsunuz. Filmin teması "Sevgi emektir" (bkz. TEMA ile ilgili aşağılardaki bir yazı). Bu aslında tartışmalı bir tema, ama zaten bu da bilimsel bir eser değil, bir sanat eseri. Yani birinin (burada roman yazarının, senaristin, ve yönetmenin) öznel görüşünün ifade edilmesi söz konusu. Evrensel gerçekliği sorgulanabilecek bilimsel bir sav ile karşı karşıya değiliz. Bu nedenle "ben bunun doğru olduğuna inanmıyorum" diyebilirsiniz. Ama filmi üretenler bu temanın doğru olduğuna inanmışlar ve bunu anlatmak için de koskoca bir film yapmışlar. Benim filmin senaryosu ile ilgili meselem teması ile ilgili değil, bu temanın film boyunca defalarca "iç ses" olarak dile getirilmesi ile ilgili. Yani sanki senarist, bu temayı göstermek için kurduğu dramatik yapıdan emin olamamış ve "ya millet ne demek istediğimi anlamazsa?" diye paniğe kapılmış ve özellikle de filmin ikinci yarısına "sevgi nedir?" konulu çok sayıda iç konuşma koymuş. Bu konuşmaların hepsini Asya - Türkan Şoray - yapıyor. (Aslında burada da bir acayiplik var. Asya'nın geçmişine -backgroundsahip bir kadının bu iç konuşmaları yapması neredeyse imkansız.) Ama bence buna hiç gerek yokmuş. Çünkü hikaye zaten "sevgi nedir" sorusunu eylemlerle göstererek, dramatize ederek yanıtlıyor. Bir de bunun üstüne "Sevgi emektir" ve benzeri sözler iç ses şeklinde konunca, fazla olmuş. Yani film "Anlatma, göster" ilkesini yeterince uyguladıktan sonra "Bir de anlatayım" demiş. Dediğim gibi, hiç gerek yokmuş. Genç yazarlara bir uyarı: Senaryolarınızda iç ses kullanmak çok riskli bir yöntemdir. İç ses kullanmanın kendine göre bazı ince kuralları vardır. Ve iç ses asla, "anlatma göster" ilkesinin yerini almamalıdır. Yani karakterlerinizin bir konudaki hissini ya da duruşunu "göstermek" yerine kullanılmamalıdır. Sinema görsel bir araçtır ve insanlar sinemaya birilerinin konuşmasını dinlemek için değil, başına gelenleri görmek için giderler. "Sevli Boylum"un bu konudaki hatasının görmezden gelinebilmesinin ana nedeni "anlatma, göster" konusundaki ev ödevini zaten çok iyi yapmış olmasıdır. posted by gezgin @ 8:16 PM

3 comments

MARTIN SCORSESE'DEN BİR ÖĞÜT Yaklaşık 30 yıllık sinema hayatında Martin Scorsese "Masumiyet Çağı" ve "Taksi Şoförü" gibi önemli filmleri çekmiştir. Yönetmenin bu başarısının tohumları, çocukluğunda edindiği, bir filmi tekrar tekrar izleme alışkanlığı ile birlikte atılmıştır. "Bir filmi tekrar tekrar seyrederim, tıpkı bir müzik parçasını tekrar tekrar dinlediğim gibi" diyor Scorsese, "Müzik setine Beethoven'ı koyduğumuzda da 'Ben 5. Senfoni'yi daha önce dinlemiştim. Bir daha dinlemeyeyim' demiyoruz." Kaynak: New York Times 1997 posted by gezgin @ 8:04 PM

0 comments

Pazartesi, Kasım 14, 2005 BATMANLAR BAŞLAMASIN - REVISITED BATMAN BAŞLIYOR hakkındaki yorumumla ilgili farklı bir düşünce duyduktan sonra kendi yazdıklarımı tekrar kontrol etme ihtiyacı hissettim. "Acaba duygusal mı davrandım?" diye şüpheye düşerek filmin ilk 40 dakikasını tekrar izledim. Yazdıklarım ne yazık ki doğruymuş, hatta eksikmiş. Aşağıda filmin ilk 40 dakikasının önemli sahneleri ve yorumları yer alıyor. Canınız sıkılmazsa, benimle beraber siz de katlanın: 1) Film, Batman'in küçüklüğü Bruce ve onun oyun arkadaşı Rachel ile açılıyor. İki çocuk bahçede oynarken Bruce bir kuyuya düşer ve çok sayıda yarasa çocuğun yanından geçerek onu korkutur. YORUM: Bu sahne kendi başına bir hata içermiyor. Ama bir filmi, daha çocuk ile özdeşleşme sağlanmadan "çocukluktaki travma" ile açmak ne kadar doğru, bence tartışmaya açık bir seçim. Çocuk ile henüz duygusal bağ kurmadığımız için çocuğun başına gelen bu ürkütücü olay bizi pek etkilemiyor. (Hatırlarsanız Örümcek Adam'da önce Peter Parker ile özdeşleşme sağlanıyordu, ondan sonra çocuğun 475

başına kötü şeyler geliyordu). 2) Günümüzdeyiz. Bruce yirmilerinin sonunda bir gençtir. Tibet'te bir hapishanededir. Orada bazı mahkumlarla kavga eder ve 7 kişiyi döverek hücreye atılır. YORUM: Filmin mantıksızlıklarından biri burada. Bruce Wayne'in 7 mahkumu dövecek dövüş kabiliyetini nereden kazandığı hiç açıklanmıyor. Çünkü henüz Gölgeler Birliği tarafından eğitilmemiş durumda. Bu nedenle bu zengin çocuğun bu kadar iyi dövüşmesi, filmin inandırıcılığına darbe vuruyor. Tabii ki kendimiz kafamızdan bu boşluğu doldurabiliriz. Ama buna dair hiçbir ipucu verilmemesi, filmi zedeliyor. 3) Bruce hücrede. Liam Neeson'ın canlandırdığı Ducard, Bruce'un atıldığı hücrede onunla filmin ilk gereksiz konuşmalarından birini yapar. Bize Bruce'un neden orada olduğunu o anlatır: "Suçluların dünyasını keşfetmeye çalışıyordun ama bir şekilde yoldan çıktın". Sonra da yine uzun uzadıya Gölgeler Birliğini anlatır. YORUM: Filmin, insanı sinir eden ilk uzun konuşması bu sahnede. Ne yazık ki benzeri sahneleri film boyunca tekrar tekrar göreceğiz. İnsan sinir oluyor ama yapabileceğimiz bir şey yok. 4) Bruce Himalayalar'da uzun bir yolculuk yaparak Gölgeler Birliğinin dağ başındaki merkezine ulaşır. YORUM: Sadece bir yolculuğu anlattığı için yazar/yönetmen fazla saçmalayamamış. Ama eline geçen bir fırsatı da kullanmadan edememiş: Daha önce hapiste gördüğümüz bir adamın "Yol yakınken geri dön" şeklinde Bruce'u uyarması, Cem YIlmaz'ın korku filmleri ile ilgili esprilerine malzeme olsun diye konmuş gibi duruyor. 5) Bruce Ras Al Ghul (Ken Watanabe) ile karşılaşır. Yine öldüren diyaloglar: "Ne arıyorsun?" "Benim aradığım adalet için savaşma görevi. Korkuyu, ondan korkanlara karşı kullanmak için" YORUM: Filmin geyik konusundaki doruğu bu sahne bence. Yani bir meseleyi dramatize etmeyip de konuşmanın, o meseleyi (aslında ne kadar ciddi olursa olsun) ne kadar madara edebileceğine dair, okul kitaplarına girebilecek bir numune. 6) Flashback: Babası Bruce'u kuyudan kurtarmaktadır. Baba da filmin geyik fırtınasına şahsınca katkıda bulunur: "Neden düşeriz oğlum, biliyor musun? Tekrar kalkmayı öğrenmek için." YORUM: Filmin yazarlarının, senaryo yazım sürecinde yanı başlarında bir deyimler ve atasözleri sözlüğü bulundurduğundan şüphelenmeye başladığım sahne burası. 7) Flashback: Şehrin en zengini olan Wayne ailesi banliyö treni ile Gotham Şehrine gitmektedir. Bu arada da kendilerini öven konuşmalar yaparlar. Baba, insanlara yardım etmek için koskoca şirket yöneticiliğini bırakıp tekrar doktorluğa nasıl döndüğünü anlatır. YORUM: Bu sahne de, yazarların "Bir sahneye ne kadar saçmalık sığdırabiliriz?" sorusuna yanıt aradıkları bölüm bence. Şehrin en zengin ailesinin banliyö treni ile seyahat etmesi mi dersiniz, yaptıkları ile kof bir biçimde övünmeleri mi dersiniz, yoksa babanın faydalı olmak için şirketin başından ayrılması mı dersiniz. (Bir şirket başkanının, sıradan bir doktordan kat be kat faydalı olabileceğini söylemeye gerek yok, ama söyledim işte). Seçin, beğenin, alın. 8) Flashback: Opera. Küçük Bruce Opera'daki temsili seyrederken korkar ve dışarı çıkmak ister. YORUM: Acaba Doktor olan Baba Wayne, bazı eserlerin çocuklara uygun olmayabileceğini düşünmüyor mu? Ama hayır, senaristler babayı Opera dışındaki birine öldürtmeyi kafaya koydukları için, küçük Bruce'a bu yetişkin operası işkencesini müstahak görüyorlar. Da, bize reva mı bu saçmalıklar, onu bilemiyorum. 9) Flashback: Opera'nın arka sokağı. Wayne ailesi operadan çıkınca kendisini bir arka sokakta bulur. Bir soyguncu da babanın ve annenin üzerindeki değerli şeyleri almaya çalışırken her ikisini de vurur. Bruce'un gözünden bir damla yaş, ağzından bir gık çığlık çıkmaz. YORUM: Yukarıda da değindiğim gibi, senaristler sonucu belirlemişler (baba ile anne bir hırsız tarafından öldürülsün), sonra da sebepleri ona göre bükmeye çalışıyorlar. Bu kimi zaman uygulanan yöntemdir: yani önce sonucu seçip sonra olayları o sonuca götüren nedenleri yaratmak. Ama burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, nedensellik ve mantıktır. Bu ikisine uygun nedenler bulmak, gerçek bir yaratıcılık "challenge"ıdır. Ne yazık ki Batman'in yazarları böyle yapmıyor. Koskoca Wayne ailesini bodyguard'sız bir biçimde operaya gönderip operadan çıkartıyor. Sonra da babayı hiç gereksiz yere hırsızın silahının önüne atıyor. 476

Anne de arada kaynıyor. Bruce'un gözünden bir damla dahi yaş akmıyor. Çocuk bağırmıyor da. Nasıl bir çocuksa artık. Baba'nın ölmeden önce söylediği son sözler, filmin tematik duygusunu (korku) gözümüzün içine bir kez daha sokuyor: "Korkma evlat, sakın korkma". Ölürken söylenecek söz mü bu! Ne alakası var. Annen baban ölüyor çocuğum, deli gibi korkman gerekiyor! Ama baban sana tam aksini söylüyor. Olacak iş değil. 10) Flashback: Cenaze sekansı. Anne baba gömülmüştür. Bruce'un yanında sadece uşak Alfred (M. Caine) vardır. Arkadaşı Rachel bile uzaktan el sallamakla yetinir. YORUM: Bir çocuğun anne babası ölünce Gotham'da ne yapıyorlar acaba? Benim bildiğim, hemen bütün dünya medeniyetlerinde, çocuğa en yakın kan bağı olan akrabalar devreye girer ve ona olabildiğince güvenli, sevgi dolu bir ortam yaratırlar. Ama, yok. Uşak Alfred tek başına yeter. Gerçekçiliğin ağır darbe aldığı sahnelerden biri daha. 11) Bruce'un Ducard tarafından eğitilmesi. Bir iki güzel kılıç hareketi, ama yine bolca geyik. Korku hakkında, nefret hakkında, Gölgeler Birliği'nin adalet anlayışı, vesaire hakkında. Ayrıca Ducard kendi geçmişinden de bahseder. YORUM: Yazarların "Anlatma, göster" ilkesini tersten anladıklarından şüpheleniyorum: "Gösterme, anlat" mı zannediyorlar acaba? Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. Aslında Gölgeler Birliği kötü bir grup değil. Onlar da adalet, düzen, vb. istiyorlar. Sadece yöntemleri yanlış. Bu durumda hikayede "iyi"nin karşı kutbunda yer alması gereken "kötüler", o kadar da kötü olmuyorlar. Bu da onlara karşı olumsuz duygular beslememizi zorlaştırıyor. 12) Flashback: Bruce ve Rachel yirmili yaşlarında tekrar karşılaşırlar Wayne malikanesinde. Aralarında yine öldüren diyaloglar geçer. YORUM: Senaristler gerçekten de her sahnede hikmet yumurtlamaktan kendilerini alamıyorlar. En hoşuma giden ve yavan diyalog yarışmasında zirveyi elden bırakmayan laf, Rachel'dan geliyor: "Bruce, senin duruşmaya gelmemen için hiçbir şey yapamam değil mi?" Yani yazarlar şöyle düşündüler herhalde: "Öff, şimdi kim oturacak da kızın oğlanı ikna etmesi için uzun uzadıya diyaloglar yazacak?! Kestirip atalım işte". Ellerinize sağlık. Bizi de bir eziyetten kurtardınız. 13) Flashback: Bruce, ebeveynlerini öldüren katilin 14 yıl sonra serbest bırakılacağını öğrenmiştir. Onun duruşmasına gider. Amacı duruşma çıkışında adamı öldürmektir. Fakat buna fırsatı olmaz. Çünkü katil, hapiste beraber kaldığı azılı bir suçluyu ihbar ettiği için, o azılı suçlu tarafından öldürtülür. YORUM: Filmin temel hatalarından biri de burada. Hatta yazarlar iki hatayı aynı anda yapmayı başarıyorlar. Birincisi, anne babayı öldüren adamın kötülük niteliğinin azaltılması. Adam, Wayne'leri öldürmüştür ama, azılı bir caniyi ihbar ederek iyilik de yapmıştır. Bu, "kötü"ye karşı olumsuz duygular beslememizi engelleyen bir durum. (Örümcek Adam'daki katile böyle bir şey olmuyordu, hatırlarsanız. Adam düşüp ölüyordu, biz de seviniyorduk). İkinci hata daha da büyük: Bruce, bu katili öldürmeye gitmiştir. Ve öldürmemesinin tek nedeni, birilerinin kendisinden önce davranmasıdır. Aslında "niyet" olarak Bruce da bir katildir. Ne yani, biz şimdi bir katil namzetini mi kahraman olarak kabul edeceğiz? Daha neler! Eğer yazarlar, Bruce'un anne babasını öldüren adam ile Falcone arasında zayıf da olsa bir ilişki kursalardı, bir taşla iki kuş vurmuş olurlardı. Onlar bunu tercih etmemiş, Örümcek Adam'da Ben Amca'nın öldürülüşünü taklit etmek istemişler, ama ellerine ve yüzlerine bulaştırmışlar. Orada katil kazara ölüyordu, Peter'ın onu öldürmek gibi bir niyeti yoktu. Ama burada Bruce düpe düz cana kastediyor. Ve gözden düşüyor. Herhalde senaristler, Bruce Wayne bir kere pelerini takıp sivri kulaklı maskeyi giyince bütün bu saçmalıklarının unutulacağını zannediyorlardı. Pöh! 14) Flashback: Bruce Falcone'nin yerine gider. Adama meydan okur: "Buraya, bu şehirdeki herkesin senden korkmadığını göstermek için geldim." YORUM: Bruce'un bunu yapması (Falcone'ye meydan okuması) için hiç bir motivasyonu yok. Hem de hiç. O yaşa kadar Bruce'un umrunda olmamış Gotham'da olup bitenler (Ya da öyle bir izlenim ediniyoruz, senaristlerin bu konuyu karanlıkta bırakmasından dolayı). Niye gidip Falcone'ye kafa tutuyor ki? (Falcone de bir sürü geyik yapmadan kendini alamıyor.) Sonunda Bruce da motivasyonsuzluğunu anlar ve ... 15) Flashback: Bruce Falcone'nin yanından ayrıldıktan sonra üzerindeki pahalı giysileri yoksul birininkilerle değiştirir ve (kendine motivasyon aramak üzere) yola çıkar.

477

YORUM: Senaristler "her hareketin bir nedeni vardır" şeklinde özetlenebilecek nedensellik ilkesinin birinci bölümünü (ikinci bölümü de "her hareketin bir sonucu vardır") görmezden gelmeye devam ediyorlar. Ya da hepsi izleyici tarafından doldurulmak üzere bir sürü boşluk bırakıyorlar. İkisi de kötü. 16) Günümüz: Ducard Bruce'u inisiye etmektedir. Bruce bu testi de geçerse Gotham'da çok güçlü bir insan olacaktır. Ve Gotham'ın batırılarak yok edilmesine vesile olacaktır. YORUM: Bu sahne, tüm ciddiyetine karşın bana GORA'nın Garavel'li bir sahnesini hatırlattı. Hani şu bir gece masada oturmuş rakı içerken Garavel aniden hoplayıp zıplamaya başlıyordu ya. Orayı işte. Sorun şu ki bu Batman ve bu da son derece ciddi bir sahne. Ama gülmemek elde değil. DVD'ye (ya da sinema biletine) verdiğiniz para için üzülmemek de... Bruce'un Allah'ın Tibet'inde adamın kellesini uçurmak yerine Amerikanvari bir biçimde "Bu adam yargılanmalı" demesi ne kadar komik ise (yani Bruce bey, Tibet'tesin, gerçekten de Allah'ın dağındasın, öldürülecek adam da katil, ne istiyorsun, jurili bir mahkeme mi, ve o mahkemenin vereceği elektrikli sandalye şeklindeki daha barbarca bir karar mı?), koskoca Gölgeler Birliğinin reisinin de dövüşerek değil kalas altında kalarak ölmesi de o kadar komik. Bu sekansın sonunda Bruce'un (daha sonra en büyük düşmanı olacak) Ducard'ı kurtarması ise, Er Ryan'a bir gönderme herhalde - hatırlarsanız orada da onbaşı Upham'ın öldürmediği Alman, daha sonra Amerikalıların başına bela oluyordu. Ama göndermese de olurmuş yani. Çünkü daha sonra şehirdeki kötülüklerin başında olduğunu sandığımız adamın (Falcone'nin) ardından Ducard çıkacak. Ve daire tamamlanacak. Ne dahiyane buluş, ne dahiyane buluş! *** Eğer bu senaryo çekilmeden önce benim önüme gelseydi, önce yazarlarına şöyle güzeel bir kızılcık sopasıyla sıkı bir dayak atardım, benimle kafa mı buluyorsunuz diye. Sonra da bütün prodüksiyonu 6 ay erteler, senaryodaki hataları düzeltirdim. Ardından, alacağım senaryo doktorluğu parası ile Endonezya ya da Afganistan'daki felaketzedelere yardım ederdim. O kadar çok para alırdım ki (i.e. o kadar çok hata düzeltirdim ki), bu yardımdan artan paralar ile gelecek felaketlere hazırlık olarak bir fon kurar, halkı eğitmeye başlardım. Kötü bir film hakkında yazarak bir şeyler öğretebilmeyi umduğum için bu kadar şey yazıyorum - biraz da kalitesiz (yani çok kafa patlatmadan harcayabileceğim) vaktim olduğundan. Yoksa mazoşizmim kötü filmleri tekrar tekrar izlememe yol açacak kadar ileri düzeyde değil yani. Bir süre kötü bir film hakkında yazmak istemiyorum. Bu şansımı BATMAN ile kullanmış oldum. Filmin IMDB'de aldığı 8'in üzerindeki puan ise, orada oy verenlerin zaman zaman şaha kalkan zevzekliğinden başka bir şeyi kanıtlamıyor benim için. posted by gezgin @ 2:24 PM

2 comments

Cumartesi, Kasım 12, 2005 HİKAYE YAZMA YETENEĞİ ve Başka Şeyler "Hikaye yazma yeteneği az rastlanan bir şeydir, ama sizde de bir miktar olması lazım, aksi takdirde yazmayı istiyor olmazdınız." "Usta yazarlığın belirtisi, bir karakterin hayatının sadece bir kaç ânını seçerek bize bütün bir yaşamı vermesindedir." "Bir hikaye tasarlamak, yazarın olgunluğu ve içgörüsü ("insight") ile, toplum, doğa, ve insanın yüreği hakkındaki bilgisini sınar." "Yazarın emeğinin yüzde yetmiş beşi ya da daha fazlası hikayeyi tasarlamak için harcanır." (Robert M cKee; "STORY") posted by gezgin @ 7:42 PM

2 comments

Perşembe, Kasım 10, 2005 BATMAN'LER BAŞLAMASIN! Bir filmi sinemada izlemem için, beni evimden çıkaracak kadar kaliteli olması gerekiyor. Örneğin TRUVA böyle bir filmdi. Evinizdeki plazma TV ne kadar büyük olursa olsun o filmi sinema ekranındaki kadar güzel gösteremezdi. Bunu bildiğim için kalkıp sinemada izlemiştim. 478

Ama bazı filmler için kalkıp sinemaya gidemiyorum. Değmez gibi geliyor bana. James Bond filmleri bunlardandır örneğin. Yanlış hatırlamıyorsam sinemada izlediğim en son Bond filmi MOONRAKER'dı - şu Roger Moore'lu komik film. Ondan sonra hiçbir James Bond filmi için kalkıp sinemaya gitmedim. Diğerlerini hep evde seyrettim. Genelde de aşırı derecede boş zamanlarımda. DVD'lerinin çıkmasını büyük bir "sükunetle" bekledim. Hatta bazı filmlerin DVD'si umrumda bile olmadı. "Batman" filmleri de benim için bu tür filmlerdendir. Kahramanın üstün bir insan olduğu ve eninde sonunda kazanacağını bildiğiniz filmleri izlemek o kadar zevk vermiyor. Yönetmen Tim Burton bile olsa, "konsept" o kadar dar ki, film gitme deneyiminin kilit unsuru olan "şimdi ne olacak?" sorusunu soramıyorsunuz bile. Klişe üstüne klişe ile karşılaşıyorsunuz. BATMAN BAŞLIYOR, genel olarak iyi eleştiriler almasına karşın bana pek hitap etmedi. Başrolünde yenilmez bir kahraman olmasının yanı sıra, çok ama çok miktarda senaryosal hata içeriyordu. Bunları buraya teker teker yazmak için filmi tekrar izlemem gerekir, ama buna dayanabileceğimi sanmıyorum. Bu nedenle hatırladıklarımı yazmakla yetineceğim: 1) Senaryo yazarken "dış motivasyon" kadar "iç motivasyon" da önemlidir demiştik. Her ne kadar her filmde iç motivasyon belli olmasa da, derinlikli karakter yaratmanın sırrı, bu iç motivasyonu bilmekten geçiyor. Yani kahraman bu istediği şeyi "neden" istiyor. (Dikkat, iç motivasyon "ihtiyaç"tan farklıdır. Kahraman iç motivasyonun farkında olabilir, ama ihtiyacının farkında değildir.) Genel olarak kahramanın iç motivasyonu, onun çocukluğunda yaşadığı bir olaydan kaynaklandırılıyor. Buna Syd Field "Varoluş Döngüsü" (Circle of Being) diyor, "The Screenwriter's Problem Solver" kitabında. Örnek olarak da "Kuzuların Sessizliği"nde Clarice'in (J. Foster) çocukken yaşadığı bir travmayı veriyor. Robert McKee ise "Story" adlı kitabında, son zamanlarda senaristlerin bu "çocukluktaki travma"ya fazla takıldıklarını söylüyor. Örneğin "Çocukken annem beni yeterince sevmedi, o yüzden manyak oldum" ya da "Ben küçükken beni kediler kovalamış, o nedenle kediye benzer insanları öldürüyorum" gibi. Oysa hiçbir insan bu kadar basit değildir. Bu, kahramanın davranışları için hiçbir gerekçe göstermemekten daha iyi tabii ki, ama tek bir gerekçeyle herşeyi açıkladığını sanmak filme sanıldığı kadar derinlik katmıyor. Batman bu hatayla işe başlıyor. Çocukken yarasalar tarafından ürkütülen Bruce Wayne, ileri yaşlara kadar bu korkusunu atamıyor. Bruce'un hayatındaki ikinci önemli olay ise annesiyle babasının ölümüne neden olduğunu zannetmesi ve bundan dolayı büyük bir suçluluk duyması. Ama bunlar Bruce 10-12 yaşlarındayken oluyor. Daha sonra Bruce'u Tibet civarında bir hapishanede görüyoruz. Suçluları anlamak için suç işlemeye başlamış ve hapse düşmüştür. Vay canına! Karaktere, iç motivasyona, ve bunun kahramanı götürdüğü yere bakar mısınız! Saçma tabii... 2) Filmin ikinci temel hatası, Bruce'un gizli bir uzak doğulu tarikat tarafından hapisten çıkarılıp dövüş sanatları konusunda yetiştirilmesi. Bu adam dövme ve kılıç kullanma meraklıları Bruce'u aralarına alıyorlar ve onu eğitiyorlar. Ama son bir testte Bruce yan çiziyor ve suçlu birini öldürmeyi reddediyor. (Burası da komik. Onsa süre aralarında kalıp o insanlarla yaşa ama son sınavlarında kendini belli eden temel yaklaşımlarından haberdar olma. Bruce'un diğer tarikat üyelerinden hiçbir farkı olmamasına karşın hepsini devre dışı bırakması da dikkat çekici derecede mantık dışı.) 3) Filmin üçüncü hatası, "Anlatma, göster!" ilkesini çiğnemesi. Bir çok önemli olay ve karakter özelliği düpedüz anlatılıyor. Biz de "bir aksiyon filminde bu olaylar niye dramatize edilmiyor" diye merak ediyoruz. 4) Filmin dördüncü hatası "Batman" karakterinin çok geç ortaya çıkması. Bu konuya aşağıda bir yerlerde de değinmiştim. ÖRÜMCEK ADAM 1 filminde Örümcek Adam ilk 30 dk içinde ortaya çıkıyordu. Gişede 2.80 yatan Hulk'ta ise 40 küsürüncü dakikada Yeşil Dev'i görüyorduk. GORA'da Arif'in "süper kahraman" olarak belirmesi de filmin 2. yarısına kalıyor ve filmin gidişatına büyük darbe vuruyordu. Batman de film başladıktan yaklaşık 1 saat sonra ortaya çıkıyor. Hem de hiç de etkileyici olmayan bir tarzda. 5) Filmin beşinci hatası düpedüz komik. Hikayenin kötü karakteri FALCONİ adlı bir adam. Batman ilk ortaya çıkışında Falconi'yi bir uyuşturucu sevkiyatı sırasında yakalıyor. Burada çifte komedi var. Falconi'nin sıradan bir uyuşturucu sevkiyatının bile hemen yanı başında bulunması. Yani, koskoca şehrin koskoca kötü adamı ufacık bir sevkiyatı da adamlarına teslim edemiyor mu? İkinci komedi ise asıl kötü adamın daha Batman'in ilk işinde yakayı ele vermesi. Ee, dramatik gerilimi yaratacak kutuplardan biri ortadan bu kadar çabuk kalkar mı? Hatırlarsanız Örümcek Adam 1'de filmin sonuna kadar Yeşil Cin... Öff, anladınız işte. (Daha sonra Falconi'nin arkasında birinin olduğunu öğreniyoruz. O zaman da filmin kötü karakter kutbunda bir kayma oluyor. Kimden nefret edeceğiz biz şimdi?)

479

6) Bazı diyaloglar düpedüz komik. Bruce Wayne, gereksiz bir yere bir oteli satın aldıktan sonra çıkarken eski sevgilisini görür. "Aslında ben göründüğüm kadar salak değilim" gibi bir şeyler der. Kız da aynı mealde bir şeyler söyler: "Göründüğün kadar salak değilsin". E, ne bu? Kötü diyalog yarışması mı? (O sahneyi tekrar izleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.) İyi diyalog yazmanın kurallarından biri hiçbir karakterin aklından geçeni tam olarak söylememesidir. Bu günlük hayatta da böyledir. Asıl duygu ve düşüncelerimizi hep dolaylı yollardan anlatırız. İmalı konuşuruz. Karşımızdakinin bizi çözmesini (ya da çözememesini) isteriz. (Bu cümleyi yazarken aklıma geldi: Kadınlar ile erkekler arasındaki iletişim sorununun kaynağında bir CODEC uyuşmazlığı olabilir mi acaba? ;) Biz de sürekli olarak karşımızdakinin söylediklerinin derin anlamlarını yakalamak için balığa çıkarız. Bütün günümüz temelde bu uğraşla geçer. Diyalog yazımı hakkında şöyle bir söz vardır: "If you really mean what you mean, you are in big trouble". Mealen, "Eğer gerçekten de söylemek istediklerini söylüyorsan, başın büyük belada demektir". Başın büyük belada Batman, kötülerden dolayı değil, kötü diyaloglardan dolayı! 7) Dikkatimi çeken bir iki abukluk daha: Bruce Wayne'in babasının o kadar zengin olmasına karşın Gotham'a banliyö treni ile gitmesi kadar komik bir şey var mı acaba? Ya da o kadar lüks bir operanın çıkışının, kendisini öldüren serserinin bulunabileceği derecede izbe olması kadar? Ayrıca Bruce Wayne, anne babasının ölümü ile 20 yaşları arasında ne yaptı ki? Hz. İsa'nın ömrünün bilinmeyen dönemi gibi bir upuzun bir dönem var ortada. *** Buraya kadar yazdıklarım, filmin ilk yarısı ile ilgiliydi. Filmin ikinci yarısı da ilkinin izinden gidiyor ve mantık hatası üstüne mantık hatası yapıyor. Etrafı gereksiz diyaloğa ve yenilenmemiş klişeye boğuyor. Ne duygu uyandırıyor (sıkıntıyı saymazsak tabii) ne de heyecan veriyor. Filmin senaryosunu yazanlardan biri, aynı zamanda filmin yönetmeni: CHRISTOPHER NOLAN. Bu ismi nereden biliyoruz? MEMENTO! Hani şu filmin sondan başa doğru anlatıldığı film. Ne ilginçti (!) değil mi? Oysa bir hikayeyi sondan başa doğru anlatma yöntemi ilk olarak 1934 yılında Philip Kaufman ve Moss Hart tarafından uygulanmış: "Merrily We Roll Along" adlı bir oyunda. Ben daha yakın bir zamanda bir "Seinfeld" bölümünün sondan başa doğru anlatıldığını biliyorum, "Memento"dan kısa bir süre (7-8 yıl) önce. Çok orijinal bir şey değildi yani. O filmin tek yaratıcı yanı bu anlatı tekniğini, hafızasını 10 dk.da bir "reset"leyen birini anlatmakta kullanmasıydı. Ama o filmin de ikinci yarısını bir yaz gecesi zor ettiğimi hatırlıyorum. *** Bence SAM RAIMI, "Örümcek Adam"lar (şimdilik 1 ve 2) ile yeni bir endüstri standardı oluşturmuş durumda. Çizgiromandan sinemaya yapılan uyarlamalarla ilgili en yüksek çıtayı şimdilik onun filmleri oluşturuyor. (Ö.A. 2'yi aşağıda eleştirdiğimi biliyorsunuz. Ama "Batman"lerin, "Hulk"ların, "Daredevil"lerin yanında, mükemmel bir film gibi durduğunu söylemeliyim.) Ve "BATMAN BAŞLIYOR", bu çıtanın çok ama çok altında kalıyor. Zaten, her biri tek başına bir filmi götürecek kudrette oyuncuları (Christian Bale, Morgan Freeman, Michael Caine, Gary Oldman, Rutger Hauer, Liam Neeson, Ken Watanabe) tek bir filme toplamışsan, kesin senaryo berbattır ve bunu gizlemek için bu kadar çok yıldızı bir araya getirmişsin demektir. Ama hiçbir yıldız topluluğu, senaryo güneşi kadar aydınlık vermez. (Bu son benzetme için kendimi tebrik ediyorum. Edebiyat ve sinema tarihine geçtim bu cümle ile vallahi). posted by gezgin @ 4:40 PM

1 comments

"LONDRA SENİ ÖLDÜRMEZSE" BANA GEL! Belirli çevreler (bununla kastım kendilerinin üstün sinema zevki olduğunu zanneden zevzekler) tarafından beğenilip de yere göğe konulamayan filmleri bazen izleme hatasına düşüyorum. Ama bilerek. Bilerek hata yapılır mı? Bazen yapılır. Kendini tekrar yoklamak için. Zaman içinde farkında olmadan saçmalama çizgisine kayıp kaymadığımı görmek için. İşin içinde biraz gizli mazoşizm de olabilir. "Benim Güzel Çamaşırhanem"'in yazarının ilk filmini seyrettim CNBC-E'de: LONDRA BENİ ÖLDÜRÜYOR ("LONDON KILLS ME). Seyrettim denilemez, 50 dakika kadar "sabrettim". Bu sitenin takipçileri (hele bir de bahsettiğim filmi izlemişlerse) ne diyeceğimi hemen anlamışlardır. Yine de bir şeyler yazacağım, mazur görün. "Kaybeden tiplerin" filmlerini izlemeyi sevmem, bir. Bu nedenle, çok iyi çekildiğini düşünmeme karşın 480

"Tabutta Rövaşata"ya ikinci kez bakmamışımdır. "Masumiyet", "Balans ve Manevra" ve benzeri filmler de bu tarafımın gazabına uğramışlardır. Kaybedenlerle, çabalamaktan vazgeçenlerle, korkaklarla (ana karakter olarak) ilgilenmiyorum - yan karakter olabilirler ama. Yani, dış dünyanın baskısı ne olursa olsun, mücadele edenleri seviyorum. En sonunda kaybetseler bile, nasıl mücadele ettiklerini görmek istiyorum. Mücadele etmeyenleri, hemen teslim olanları, bunun için de toplumu suçlayanları sevmem. Onları anlatan - ve bir bakıma yücelten - ve toplumu "eleştiriyormuş gibi" yapıp prim kazanmaya çalışanlarla hiç işim olmaz. LONDRA BENİ ÖLDÜRÜYOR, böyle birini anlatıyor. Kendine CLINT diyen 20 yaşındaki bir gencin hikayesi. Niye böyle birini seyredelim ki? Sokakta sayıları gittikçe artan tinerciler, evsizler, serseriler daha gerçek ve daha etkileyici. Böyle birini seyretmem için çok derin bir "içgörü" ("insight") sunması gerek filmin. Öyle bir içgörü yok. Karakterde ne bir derinlik var, ne de ilgimizi çekecek bir iç çatışma. Filmin ikinci sakat tarafı senaryonun omurgası ile ilgili. Senaryo sağlam bir hikaye anlatmıyor. Yani filmi taşıyacak bir itici güçten (Robert McKee'nin deyimiyle "Anlatı Motoru" ya da "Anlatının İtici Gücü" / "Narrative Drive") yok. Kahramanın bir restoranda çalışmak için bir çift yeni ayakkabıya ihtiyacı vardır. Film bize, "size kahramanımızın bu ayakkabıları elde etmek için yaşadıklarını anlatacığım" diyerek başlıyor. (Filmde böyle bir söz geçmiyor, ama ilk 10 dk. içinde hikayenin ana meselesinin bu olduğunu anlıyoruz). Ama senaryo en başından itibaren bir kaç yerde "gümlüyor". Nasıl mı: En başta, çocuğun bir restoranda çalışmak istemesi için yeterli motivi ("güdü"sü) yok. Hali hazırda sürdürdüğü hayat (uyuşturucu satıcılığı) ona son derece uygun. O da bu hayattan gayet memnun. Ama hikayede tek bir dayak sonucunda kararını değiştiriyor. Ama bu çok büyük bir dayak da değil. (O kadar dayak sonunda ben saçımı farklı bir tarafa bile yatırmam. O kadar hafif bir kötek yani.) Kahramanın hayatında bu kadar radikal bir karar alması için daha güçlü (ve birden fazla) nedene (dayağa?) ihtiyacı var. Ama bu nedenler hikayede yok. Bu nedenle hikaye daha en baştan zayıf kuruluyor. İkincisi, çocuğun restoranda çalışmaya başlaması için tek koşulun yeni ayakkabılar olması gerçekçi değil. Yani bir uyuşturucu satıcısından istenen tek şeyin bu olması komik. Ama hadi, yazarın "dramatik ihtiyaç" (dış motivasyon) yaratma arzusuna göz yumduk ve bunu yuttuk diyelim. Lakin iş burada bitmiyor. Çocuk, bu "dramatik ihtiyacını" karşılamak için uğraşırken, bir de bakıyorsunuz, aslında filmin daha yarısına gelmeden önce bu ihtiyacı bir kaç defa karşılayacak pozisyona ve paraya ulaşmış. Yani bir kaç defa başarılı uyuşturucu satışı yapmış, işgal ettiği evin odasını Alman gençlere kiralayıp parasını peşin almış, hatta arkadaşı "Kadın Yalayıcı"nın parasını bile çarpmış. Hala niye gidip o ayakkabıları alıp bizi bir "kısa film" tadında bırakmıyor? Olmuyor işte. Yazar, "narrative drive"ını kaybettiğinin farkında değil. Onun asıl derdi Clint ile Kadın Yalayıcı arasındaki gerilimi ve Clint'in Sylvie'ye ("Kadın Yalayıcı"nın sevgilisi) olan aşkını anlatmak. E, kardeşim o zaman hikayeyi bunun üzerine kursana! Niye en başta "Size doğru dürüst yaşamak için bir çift ayakkabıya ihtiyacı olan bir gencin hikayesini anlatacağım" diyorsun da "Size, uyuşturucu satarak yaşayan bir gencin, kendi patronuyla kapışmasını ve onun sevgilisi ele geçirmesinin hikayesini anlatacağım" demiyorsun? Ve "narrative drive"ı bunu anlatmanı sağlayacak bir yerden seçmiyorsun? Cevabı basit: hikaye omurgası hakkında bilgisizlik (dikkat edin, "yeteneksizlik" demiyorum) ya da daha da kötüsü umursamazlık. Sonuç olarak ne anlatmak istediğini bilmeyen bir hikaye ile karşı karşıyayız. Hikaye yer yer dökülüyor. Mantığı zayıf. Kurgusu (kuruluşu) zayıf. Karakterler zayıf. Avrupalılar aslında böyle şeyleri severler. Onlar "temel hikaye"i ("arch pilot", McKee'den bir terim) aştıklarını zannederler. "Temel Hikaye"yi bozan şeylere de "sanat" yaftasını yapıştırmakta acele ederler. Bunun sonucunda da aslında hiçbir değeri olmayan bir çok şey, değeri var zannedilerek yere göğe konulamaz. Bu filmin hikaye anlatımı konusundaki bu beceriksizliği de, bazı ustaların bilerek kullandıkları "antistructure" anlatı tarzına benziyor (bu terim de McKee'den). İşte bu yüzden yeterli senaryo bilgisine sahip olmayan eleştirmenler, bu filmdeki saçmalık ve beceriksizliklerin bilinçli seçimlerle yaratıldıklarını zannederek filmi çok beğeniyorlar. Bize de onlara kanmak ve sonra da küfretmek kalıyor. *** CNBC-E bize "sinematek keyfini yaşayacaksınız" diyor. Nasıl yani? "Sünger Bob"u seyrederek mi? İnanın onun hikayeleri kuruluş ve çatışma açısından BUNDAN daha iyi. Ciddiyim.

481

*** 50 dakikasını seyrettiğim bir filmi eleştirmenin etik olmadığını düşünebilirsiniz. Ama ne yapayım? Sıkıntıdan ölürsem kim bu yazıları yazacak? Bir yerde kaçıp kurtulmam gerekiyor değil mi?. Zaten TV'yi farkında olmadan kapatmışım - hem de reklam arasında değil, bir sahnenin tam ortasında. Yaşasın uzaktan kumanda özgürlüğü! Yaşasın Sünger Bob! posted by gezgin @ 4:34 PM

0 comments

COUPLING: YENİDEN ve YENİDEN "Coupling" dizisini CNBC-E'den hatırlayacaksınız. Bir kaç defa burada bu diziden ne kadar hoşlandığımı yazmıştım. Özellikle ikinci sezonun sonunda iyice belirginleşen "hikaye anlatma teknikleri" diziyi izlenmesi mutlaka gerekenler arasına sokuyordu. Ama dizi 4. sezonun sonunda sona ermişti. 3. Sezonunda JEFF diziden ayrılmış, onun yerine konan tip o kadar tutmamıştı. Bunun üzerine diziye son verilmişti. Şimdi dizinin ilk 2 sezonu DVD'de! Hem de Türkiye'de... TIGLON şirketi biraz gecikmeli de olsa dizinin DVD'lerini Türkiye'de yayınlamış durumda. Mutlaka, ama mutlaka koleksiyonunuzda olması gereken parçalar bunlar. (Alt yazılar yüzde yüz başarılı olmasa da gayet tatminkar bir nitelikte.) Diziyi seyredenler hatırlayacaklar: dizinin genel konusu cinsellik. Hem de Türkiye'de ancak COSMOPOLİTAN tarzı dergilerde karşımıza çıkan türünden. Ama COSMO'dan onlarca kat daha geniş bir kitleye ulaşan CNBC-E bu diziyi yayınlamıştı. Şimdi, diziyi tekrar seyrettikten sonra, fark ediyorum ki, beni çok güldürmesine karşın genel izleyiciye pek uygun değilmiş bu dizi. Hem cinselliği ele alış tarzından, hem de esprilerinin ancak belirli bir yaş ve kültür yelpazesine hitap etmesinden dolayı. Ama şurası kesin: Özellikle 2. sezonun sonuna doğru yazar Steve Moffat, yazarlık yeteneklerini sonuna kadar kullanmayı başlamıştı. Esprilerin komikliklerinin yanı sıra hikayenin çetrefilli (ve aynı derecede eğlenceli) yolları da izleyiciyi son derece memnun eden türdendi. Moffat, tek bir hikayeyi farklı kişilerin bakış açısından anlatma, bunun için de zaman içerisinde ileri ve geri atlama tekniklerini kullanıyordu. Ama bunu sadece teknik bir gösteri olarak değil, gerçekten de o hikayeyi anlatmanın yegane yolu buymuş gibi bir his uyandırarak yapıyordu. İşte size içerik ile biçimin mükemmel bir kombinasyonu! Özellikle de 2. sezonun son bölümü olan "The end of the line" çok ama çok dikkatli bir biçimde defalarca seyredilmesi gereken bir bölüm. Komikliğin laf ebeliğinden değil de dramatik durumlardan nasıl kaynaklandırılması gerektiğinin çok güzel bir örneği. Yanlış hatırlamıyorsam Moffat bu yöntemi 3. sezonda daha da mükemmelleştirmişti. Normalde bir senarist için intihar sayılabilecek bir şey yaparak bütün bir bölümü tek bir telefon konuşmasına ayırmıştı. Tabii ki bütün kahramanları aynı konuşmaya dahil ederek. Umarım 3. sezon da en kısa sürede piyasaya sürülür. (Dizinin 18 yaş altına uygun olmadığı kanaatinde olduğumu da belirteyim). posted by gezgin @ 4:33 PM

0 comments

Pazar, Ekim 30, 2005 İSTEK ve İHTİYAÇ Daha önceki yazılarda, bir film kahramanının en önemli özelliğinin bir şeyi istemesi olduğunu belirtmiştim. Bu isteğin, hikayeyi ileri götüren motor olduğunu da söylemiştim. "Bu istek olmadan hikaye ileri gitmez" diye de eklemiştim. Ama karakterle ilgili koşullar "istek" ile sınırlı değildir. Bir başka kavram daha var ki, karakterimize derinliği o katıyor. Bu kavram da "İHTİYAÇ"tır. İhtiyaç, zaman zaman kahramanımızın bile farkında olmadığı bir şeydir. Örneğin kahramanımızın "kendine güvenmeyi" öğrenmesi gerekmektedir. Ruhsal olarak biraz daha olgunlaşmasının önündeki 482

engel budur: kendine güvenmemektedir. Ya da "insanın ancak derin ilişkiler ile mutlu olabileceğini" öğrenmesi gerekmektedir. Bu, sürekli olarak yüzeysel ilişkiler kuran ya da bir ilişki gerçekten de derinleşmeye başladığında ortadan kaybolan bir kahraman için geçerli olabilir. Peki "ihtiyaç"ın "istek"ten farkı nedir? İstek, kahramanın hikaye boyunca elde etmeye çalıştığı, kendisinin açık seçik bir biçimde bilincinde olduğu şeydir. "Yalancı Yalancı" filminde Fletcher (Jim Carrey), bir davayı kazanmayı istemektedir. Ayrıca oğlunu ve eski karısını yeniden kazanmayı da istemektedir. Jim Carrey'nin film boyunca peşinden koştuğu iki istek bunlardır. Ama Jim Carrey'nin ihtiyacı "dürüst olmayı" öğrenmektir. Hayatta gerçek mutluluğu bulmak için dürüstlüğün önemini kavramak zorundadır. Hem mesleğinde hem de kişisel ilişkilerinde dürüstlüğün değerini öğrenme ihtiyacı içindedir. Film boyunca başına gelen bütün olaylar ona bu ihtiyacını göstermeye çalışır. Filmlere derinlik katan şey, kahramanların bu içsel ihtiyaçlarını yavaş yavaş fark etmeleri ama başlangıçta (hatta filmin önemli bir bölümü boyunca) buna direnmeleridir. Yine "Yalancı Yalancı"dan örnek vereyim: Eğer Jim Carrey neye "ihtiyacı" olduğunu filmin en başında fark etse ve "Evet ya, ben dürüst bir insan olayım bundan sonra" dese, ortada ne bir hikaye olurdu, ne de o büyük kahkaha tufanı. Burada, temel insan psikolojisi bilgisi devreye giriyor: İnsanlar, yapı itibariyle MUHAFAZAKAR'dırlar. Değişimi sevmezler, zorunda kalmadıkça da değişmezler. Bunun biyolojik nedenleri vardır. İnsan vücudu milyonlarca yılda geliştirdiği mekanizmaları hemen bir çırpıda değiştirmek istemez. "Homeostasis" denilen iç dengeyi korumak için hep belirli rutinleri takip etmek ister. Ama insanı insan yapan bir diğer özellik de muazzam gelişme kapasitesidir. İnsan, bedeninin tutuculuğuna zihinsel olarak karşı koyabilir. Bedeni bir şey isterken ruhsal olarak başka bir şeyi isteyebilir. O zaman bir çatışma ortaya çıkar. Ve bu çatışmadan da daha gelişmiş bir insan zuhur eder. Fakat ne olursa olsun değişim, o insanın "kapasitesi" kadar olur. İnsanlar değişim kapasitelerini aşan taleplerle karşılaştıklarında ezilirler, depresyona girerler, vb. Demek istediğim, insan bedeninde ve ruhunda değişim kabiliyeti kadar (ve hatta daha güçlü olmak üzere) muhafazakarlık da vardır. Ve iyi senaryolar, insan ruhunun değişime direnen bu tarafı üzerine kurulur. posted by gezgin @ 9:33 AM

1 comments

Pazartesi, Ekim 24, 2005 TRT 2'NİN KAHREDEN SPİKERLERİ ve BAŞKA ŞEYLER! En başta şunu söyleyeyim: Şu maruz kaldığımız televizyon programı çöplüğünde, en istikrarlı, en kaliteli, en faydalı ürünleri hep TRT 2'de görüyorum. Bu açıdan şu anda TV dünyasının kalite açısından bir numarası bence bu kanal. İlginç belgeselleri olsun, konserleri olsun, tartışma programları olsun, en iyiler en sık TRT2'de. Bunu söyledikten sonra gelelim eleştirime: TRT2 zaman zaman, güncel konuları ele almaları için kendi alanında uzman olan insanları davet ediyor. Başka kanallara çıkmayacak insanlar, prestijinden dolayı bu kanalda çıkmayı kabul ediyorlar. İyi de ediyorlar, çünkü başka yerlerde söyleyemeyecekleri şeyleri burada rahat rahat söyleyebiliyorlar. Lakin bu programlarda, rahatsız edici bir unsur mutlaka oluyor: TRT'nin spikerleri! Ellerine tutuşturulmuş bilgi kartlarından daha fazla bilgi sahibi olmayan bu insanlar, kendi alanlarında uzman olan insanları yönlendirmeye çalışıyorlar! Benim de mideme ağrılar saplanıyor. Bir çok defa yüksek sesle televizyondaki spikere "Kardeşim, sen çıksana aradan! Bırak adam lafını bitirsin" dediğimi hatırlıyorum. Bunun en son örneğine "Büyüteç" (Ekim 2005) programında rastladım. Programa İlber Ortaylı ile 483

Ahmet İnam katılmışlardı. Her ikisi de kendi alanlarının en iyi 3 hocasından biri sayılabilecek tipler. Konu "Avrupalılık" idi. Tahminim, programı hazırlayan insanlar, bu hocaların "Avrupalı Olmak" hakkında övücü sözler söylemesini bekliyorlarmış. Ama hem İlber Hoca, hem Ahmet Hoca, tam birer "Türk"! Yani kendi kültürlerini, kendi medeniyetlerini son derece iyi tanıyan, ne kadar yüksek olduğunu bilen, "Avrupalılık"ın aslında bir kurmaca olduğunun farkıda insanlar. Her ikisi de olaya bu yönden yaklaşınca (yani aslında "yüksek" bir Avrupalı kimliği olmadığını, bunun sadece son bir iki yüzyılın kurmaca bir düşüncesi olduğunu, bu adamlar barbar kabileler halinde yaşarken bizim yeryüzünün en ileri medeniyeti olduğumuzu anlatınca), spiker arkadaş ne diyeceğini bilemedi. Çünkü elindeki kartlarda, Avrupalılığa methiyeler düzen bilgiler ve bu açıdan hazırlanmış sorular vardı. Sonuç olarak kısmen aydınlatan, bayağı da karın ağrıtan (spikerin müdahalelerinden dolayı) bir program oldu. Benzer bir durum, "ev sahipliği"ni Alev Alatlı'nın yaptığı ve geçen bahar yayınlanan "1914'te Ne Oldu?" (sanırım adı buydu) programında da yaşandı. Yine TRT'nin elemanlarından biri, kendi alanlarında uzman insanlara "moderatörlük" yapmaya çalıştı. Her ne kadar bu zat bu alanda ("Ermeni Meselesi") bilgi sahibi olsa da, yaptığı müdahaleler ile konuşmacıların düşünce akışlarını bozmuş, dikkatlerini dağıtmış, çok önemli bilgilerin söylenmesini istemeyerek olsa da engellemişti. Sonuç olarak insanı tam olarak tatmin ve ikna etmeyen, biraz bilgilendiren, ama doyurmayan bir program olmuştu. Bence TRT2 doğru insanları bir araya getirsin, sonra kendi hallerine bıraksın. Bu kadar "dolu" insanların bir konuda konuşmak için "moderatör"e ihtiyacı yok. TRT sadece çay-kahve servisi yapsın ve sonra da bu programı yayınlasın yeter. Ama TRT'dekilerin amaçları, programa çıkardıkları bu kaliteli insanları manipule ederek TRT'nin (ve o anki hükümetin) görüşlerini tasdik ettirmek ise, yanılıyorlar. Bu kadar kaliteli insanları yönlendiremezsiniz. Yönlendirilecek insanlar da bu kadar kaliteli olmaz. *** Söz "kaliteli insanlar"a gelmişken, uzun süredir aklımda olan bir konuya da değinmeden geçemeyeceğim. Bunun "senaryo yazımı" ile alakalı olmadığını biliyorum, ama "söyleyecek sözü olmak" ile alakası var. Bu ülkede kendine "aydın" diyen bir sürü tip var. "Kanaat önderi" olarak ortalıkta bir sürü insan salınıyor. Bu insanların değeri ne yazık ki "ekran saati" ile belirleniyor. Yani bir insan ne kadar çok ekranda görünüyorsa, o kadar bilgili ve etkili zannediliyor. Oysa bu insanların ne kadar çok ekranda (ve genel olarak medyada) yer alacağını belirleyen şey, bilgileri, analiz ve sentez yetenekleri değil, o sırada medyayı etkilemekte olan hükümete yakınlıkları veya cazgırlıkları ile reyting getirme yetenekleri. Gerçekten "kaliteli" olan insanlar medyaya pek çıkmıyorlar. Çünkü hakikat 1) genelde iktidarın işine gelmez 2) reyting getirmez. Bunun sonucu olarak da gerçekten kaliteli insanların kim olduğu hakkında kafası son derece karışık bir nesil yetişiyor. Olmadık insanlara yüksek payeler biçiliyor. Gençler bu tiplerin düşüncelerini benimseyerek ahkam kesmeye başlıyorlar. (Cahil bir insanın ukalalığının ne kadar sinir bozucu olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı?) Durum sanıldığı kadar bulanık değil. "Herkesin doğrusu kendine" hiç değil. Doğrular açık ve net. Mesele bunların işinize gelip gelmemesinde. Yani yerleşik inançlarınıza aykırı olup olmamasında. Size kendinizi sorgulatıp sorgulatmamasında. Burada hiç çekinmeden, dedikleri ile, yazdıkları ile, ürettikler ile bu ülkenin gerçek "aydın"ı olma sıfatını hak etmiş bazı insanların adını vereceğim. Bu insanların eserlerini okumadan kendinize gerçek bir Türk genci demeyin. (Buradaki "Türk" sözcüğünü bir ırkı tanımlamak için kullanmadığımı anlayamıyorsanız, yazının devamını okumanıza gerek yok). 1) Ahmet Hamdi Tanpınar - ("Huzur"un yazarı. Türk dilinin belki de yaşamış en büyük ustası. Ve doğululuk-batılılık konusunda çok kafa patlatmış ve çok güzel teşhislerde bulunmuş biri. Medar-ı iftiharımız desem yeridir. Yabancı dile çevrilmediği - çevrilemediği için yabancılar kaderlerine küssünler). 2) Kemal Tahir - (Halkını doğru anlamış adam. Ona dışarıdan değil içeriden bakmış ve sevmiş biri. "Türk aydınının tarihi, ihanetin tarihidir" sözü ile kalbimi kazanmış, dehşet saptamaları olan biri. "Devlet Ana" ve "Yorgun Savaşçı"nın yazarı). 3) Cemil Meriç - ("An intellectual" değil "THE intellectual". Acaba hakkında bilgi sahibi olmadığı bir alan var mı diye insan merak ediyor. Batı'yı Batılılardan iyi tanıyan, onlara takkesini tek eliyle ters giydirebilen şahıs. Okumaktan gözleri kör olmuş biri, daha ne diyeyim!) 4) Alev Alatlı - (Cemil Meriç'in yaşayan çömezi desem değerini azaltmış olurum. Meriç'in gitmediği yerlere gitmiş, dalmadığı mecralara dalmış biri. Vatanını, milletini, her rengiyle deli gibi seven ve onun 484

için çabalayan bir kadın. Bir çok tartışma programında, fazla zeki ve bilgili olduğu, referansları bilinmediği için derdini anlatamamış bir insan). Bunlar dışında, bir de çoğu eseriyle insanın beynini aydınlatan, gönlünü ferahlatan tipler var: 5) Attila İlhan - (Daha geçenlerde kaybettik. Şiirleri değil de düşünce eserleri çok önemlidir benim için. Hepsini hatmetmek yerinde bir davranış olur) 6) İlber Ortaylı - (Kendi ülkesini, kültürünü seven, "biz"den biri. Tarihi sevdiren adam. Sağcıların hamaset yüklü ve nesnellikten uzak övgülerinden farklı olarak bilimsel bir yaklaşım ile bize büyüklüğümüzü hatırlatan kişi. Yine tarihçi olmasına karşın kendi kültürünü sevmeyen bir adam olan Taner Timur ile karşılaştırılarak okunursa, farkı daha da anlaşılır.) 7) Emre Kongar - (Sosyoloji hocası olmasına karşın bilgi birikimi bu alanın sınırlarını aşmış, tatlı dilli biri. Hatta biraz fazla tatlı. İnsan biraz daha sivri ve iddiacı olmasını bekliyor, söylediklerini duyulması ve hatırlanması için.) Gazetecilerden bazı örnekler vermezsem olmaz. 1) Engin Ardıç - (Ne yazık ki "solcu düşmanı" olarak etiketlenmiş ve değeri bu etiketten dolayı yeterince anlaşılamamış biri. Kendisi "solcu" değil "aptallık" düşmanıdır ve hangi cephede görürse görsün buna karşı çıkar. Ama Türk medyasında - ve sinemasında - alttan alta işleyen bir solculuk damarı olduğu için, bu tarafı ön plana çıkarılmıştır. Hem saptamaları, hem lezzetli dili, hem de sınır tanımaz hayal gücü ile insanı gerçekten de zenginleştiren biri. Şimdi Akşam'da yazıyor, ama eski kitapları tek kelimeyle mükemmeldir. Onda modern bir Ahmet Hamdi Tanpınar tadı bulmak mümkündür.) 2) Mustafa Mutlu - (Vatan'da yazıyor. Ve şu anda basının en temiz, en dürüst, en yürekli kalemlerinden biri. sabah Gazetesi 1980'lerde ilk çıktığında hükümeti kıyasıya eleştiriyordu, ama sonraki iktidarlardan yeterince "destek" görünce yumuşadılar. Şimdi aynı kadro yine aynı taktikle okuyucunun kalbini kazanıyor - Mustafa Mutlu da buna vesile olanlardan biri. Ama bir süre sonra "bitleri kanlanırsa" onun gibi adamlar Vatan'dan ayrılacaktır, tahminim). 3) Emin Çölaşan - (Sözünü sakınmayan adam. Sivri dili ile içimizin şişini alan kişi. Zaman zaman abartılı ve saplantılı davransa da, genel olarak değerlendirildiğinde kazandığı tüm parayı, ünü ve ilgiyi sonuna kadar hak eden biri.) 4) Bekir Coşkun - (Nevrotik Demokrat! Emin Çölaşan'ın daha duyarlı ve daha komik versiyonu. Çok ciddi konulara çok doğru bir şekilde yaklaşan ve bunu bazen insana kahkaha attıran bir mizahla da yapabilen kişi. Doğaseverlik düzeyi her ne kadar ülkenin geneli için bir lüks olsa da, bu kadar kusur kadı kızında da olur.) 5) Umur Talu (O da Milliyet'ten Star'a, oradan da Akşam'a geçti. Dürüst bir adam. Duyarlı bir adam. Bilgili bir adam. Akıllı bir adam. Hatta bazen fazla akıllı bir adam. Dolaylı anlatımı ile bazen kafa karıştırıyor.) 6) Özdemir İnce - (Aslında gazeteci değil, şair. Ama Hürriyet'te de yazıyor. Düşünsel içerikli yazıları ile bize Batı'nın, özellikle de Fransa'nın iç yüzünü anlatan, kendi halkının ve kültürünün değerini bilen, onları seven şahıs.) Bu gazeteciler ile ilgili şöyle bir durum var: bu insanlar yazı yazarak hayatlarını kazanıyorlar. Yazdıkları bir yerde yayınlanmazsa aç kalıyorlar. Bu nedenle bir yere angajeler (bağlılar). Angaje oldukları sermaye grubunu da çok fazla eleştirmiyorlar - bunun belki tek istisnası Emin Çölaşan'dır. Bu nedenle yazılarını okurken aklınızın kenarında bu bilgiyi (angajmanlarını) hep bulundurun. Ama yine de bu insanlar, sabahtan akşama kadar birilerine açıktan ya da örtük bir biçimde yağ çeken tiplerden bin kat daha iyiler. *** Bir de "no-no" listesi versem, çok mu abartmış olurum? Yani kendini bulunmaz hint kumaşı zanneden, ağzından çıkan her lafın hikmet olduğunu düşünen, aslında yaşamın gerçeğine sandıkları kadar nüfuz edemeyen, açık ya da gizli bir biçimde cahil / kandırılmış insanlar bunlar. Listeyi kısa ve temsili düzeyde tutmaya çalışacağım:  

Murat Belge (İngiliz Edebiyatı profesörü olmasına karşın, branşı hariç her konunun - Sosyalizm, Ermeni Meselesi, Boğaz - uzmanı!) Fehmi Koru (Engin Ardıç'ın bir zamanlar onun hakkında yazdıklarını bulun lütfen). 485

      

  

Taha Akyol (Bu şahısla ilgili olarak da Emre Kongar'ın yorumlarına ulaşın) Nazlı Ilıcak (Emin Çölaşan'a başvurmanız kafi.) Yalçın Küçük (Hulki Cevizoğlu'nun programına çıkarak niteliğini açıkça sergilemiş, Sabetaycılık saplantısı olan zat. Alev Alatlı, onun hakkında bir kitap yazmıştır: AYDIN DESPOTİZMİ!) Fatih Altaylı (2 Milyon Dolarlık Adam!) Ertuğrul Özkök ("War Monger") Mehmet Yılmaz ("Love Monger") Ahmet ve Mehmet Altan'lar (Biri aldatmaya diğeri liberalizme takmış iki kardeş. Liberalizm Aldatmacası ya da Aldatma Liberalizmi gibi başlıklar çağrıştırıyorlar. Kendi toplumlarına kaliteli bir biçimde yabancılaşmış, sütü bozuk bir ahlak ve ekonominin sözcülüğünü yapan kişiler.) İlhan Selçuk (İnançları ve ideolojisi hakında samimi ama son tahlilde Cumhuriyet'i 50 bin okura mahkum eden adam. 90'ların başında Cumhuriyet'te yaşananları öğrenince kendisini daha iyi "tanıyorsunuz". Dünyayı sosyalizm filtresinden gören kişi.) Ayşe Arman ve benzeri söyleyecek sözü olmayan kadın "yazamaz"lar. (Burada cinsiyetçilik yapmıyorum ama bu grup gerçekten midemi bulandırıyor). Orhan Pamuk (Nobel için milletini satan, bunu da cahilane bir biçimde yapan, sonra "Ben de sizdenim" diye ağlayan, bize - Kemal Tahir ve Tanpınar'dan farklı olarak - dışarıdan baktığı için dışarısı tarafından daha çok sevilen bir zat. Ülke içinde başka, ülke dışında başka konuşmasıyla ilginç bir "karakter" özelliği sergileyen kişi)

... sanırım ne demek istediğimi anladınız. Ya da ileride anlayacaksınız... Bu insanların hayata bakışları ya 1) bir ideoloji veya inanç tarafından, ya 2) bir ekonomik sistem tarafından, ya da 3) kendi özel hayatını ifşa ederek ilgi çekme saplantısından dolayı bulanmış durumda. Bilgi edinmek için değil de "fikir" edinmek için okunabilirler, ama okuduğunuzun bilgi değil kişisel fikir olduğunu unutmamak kaydıyla! *** Montaigne "Denemeler"inde mealen şöyle bir şey der: "Kitap seçmek, manavdan sebze seçmeye benzemez. Kötü kitabın olumsuz etkisi kalıcıdır." Beyne yanlış fikirler bir kere dolunca onlardan kurtulmak bayağı zor oluyor. İşte bu yüzden dikkati elden bırakmayın, derim. posted by gezgin @ 4:54 PM

10 comments

40 YILLIK BEKAR : ACELE ETMESE OLURMUŞ! DİKKAT: Bu yazı "40 Yıllık Bekar" filmi hakkında bazı "keyif kaçırıcı" bilgiler içermektedir. Eğer filmi seyretmediyseniz ve seyretmeyi planlıyorsanız, yazıyı daha sonra okumanız tavsiye olunur. "İş arkadaşları 40 yaşındaki Andy'nin hayatı boyunca hiç cinsel ilişkide bulunmadığını öğrenirler ve ona bunu tattırmaya karar verirler." Filmin özeti bu. 40 yaşında olmasına karşın cinsel tecrübesi olmayan biri... İşte buna sinema sektöründe "parlak fikir" ("high concept") diyorlar. Yani fikrin kendisi bile, onu duyan insanları sinemaya çekecek nitelikte. "Bilimadamları dinozorları yeniden yaratırlar" ("Jurassic Park") ya da "Uzaylılar dünyayı işgal eder" ("Dünyalar Savaşı" veya "Kurtuluş Günü") gibi. Bazı filmler vardır: o kadar temel senaryo hataları yapar ki filmde neyin kötü olduğunu şıp diye anlayıp hüküm verebilirsiniz. Bazı filmler de doğru olan herşeyi yapar ve sizi anında kendini bağlar. 40 yıllık bekar bu ikisinin arasında bir yerde duruyor. Yani bazı şeyleri doğru yaparken bazı şeyleri de yanlış yapıyor. Siz de doğru şeyler hatrına filmi seyrederken yanlış şeyleri görüp "Öff, bu kadar bariz hata olur mu!" diyorsunuz. Filmden, nispeten 486

eğlenmiş olarak çıkıyorsunuz. Ama hiçkimse bir komediye nispeten eğlenmek için gitmez ki! Deli gibi gülmek için gider. "Yalancı Yalancı"da olduğu gibi (Bu filmin başrol oyuncusu olan Steve Carrell, o filmde de oynuyordu, hatırlarsanız)... "Yalancı Yalancı"nın başarısının altında yatan temel etken, Jim Carrey'in rolüne cuk oturan oyunculuk tarzı değildi. Temel etken, senaristlerin, yakaladıkları fikri sonuna kadar götürmeleriydi. Yani film, görülmekte olan bir dava (ve o davada görevli bir avukat) etrafında bir mikrokozmos yaratıyor ve bu mikrokozmos içinde, yalan söylemesi gereken birinin yalan söyleyememesinin yarattığı en acayip, en uç, ve bunun sonucu olarak da en komik sonuçları bize sunuyordu. "40 Yıllık Bekar" ise böyle bir şey yapmıyor. Bize "episodik" (yani birbiri ile sıkı bir neden sonuç ilişkisi içinde olmayan) komik sahneler sunuyor. Ama bu komik sahneler filmin dramatik yapısından, karakterler arasındaki çatışmalardan kaynaklanmıyor. Kendi çapında komik olması zaten garanti olan bazı hallere tanık oluyoruz ve gülüyoruz. İyi filmlerde görülen karakter değişimi ("character arc") bu filmde de var. Ama burada bütün değişimi baş karakter değil de yan karakterler geçiriyor. Çünkü aslında değişmesi gereken ve yaşadıkları olaylar ile olgunlaşması gereken onlar. Baş karakter Andy'nin değişime ihtiyacı yok. O zaten iyi bir insan. Yani Andy filmin başında ne ise sonunda da o. Bu da filmin derinleşmesine engel oluyor. Hikayenin en temel hatalarından biri, filmi ileri götüren "istek"in baş karakterden gelmemesi. Yani Andy bir şey istemiyor. Arkadaşları onu itiyor. Eğer arkdaşları Andy'yi itmese, kahramanımız rahatlıkla "60 Yıllık Bekar" adlı bir filmin de konusu olabilirmiş. Bu "istek eksikliği" (kalsiyum eksikliği gibi bir şey) hikayenin neden bir türlü rayına oturup hızla gitmediğini açıklayan en önemli neden bence. Filmde ucu açık bırakılmış bir alt-hikaye var: mağaza müdürü kadın ile Andy'nin ilişkisi. Senaryoda bir temel atılıyor ama sonucu görmüyoruz. Yani müdür ile Andy arasında bir şey olmuyor. İnsan "acaba senaristler bir ara uyuya mı kaldılar?" diye düşünüyor. Filmin finali de filmin bütününden olabildiğince kopuk. Yazarlar ve yönetmen finale doğru artık dramatik bütünlük kaygısını tamamen bir kenara koymuşlar gibi. Bu da filmin tamamı hakkındaki yargımızı olumsuz yönde etkiliyor. Sonuç olarak, bu film kıtlığında biraz hoşça, çoğu mayhoşça vakit geçirmek için seyredilebilecek bir film. (Çocuklarınızla gitmeniz pek tavsiye olunmaz) posted by gezgin @ 4:49 PM

1 comments

Cuma, Ekim 14, 2005 FELAKET ANINDA VOLİYİ VURMAK: GÖREVİMİZ "ROCHE" Kuş gribi salgını kapımızda. Uzmanlar, bir salgın olması halinde 150 ila 300 milyon insanın bu hastalıktan ölebileceğini söylüyorlar. Gribe karşı etkili olduğu söylenen iki ilaçtan birini (Tamiflu) de ROCHE firması üretiyor. Ama ilaca talep o kadar artmış ki, şirketin tam kapasite çalışmasına karşın bu talebi karşılaması mümkün değil. Ve ROCHE, milyonlarca insanın ölmesi pahasına, ilacın patentini (yani başka şirketlerin de aynı ilacı üretmesine izin) vermeyeceğini açıklıyor! Benim aklıma da derhal bir film düşüyor: GÖREVİMİZ TEHLİKE 2 (MISSION IMPOSSIBLE 2) Hatırlarsanız bu filmde, bir şirketin (BIOCYTE), suni olarak ürettiği bir virüsü dünyaya salma ve sonra, sadece kendilerinde bulunan ilacını satarak milyonlarca dolarlık bir kazanç elde etme planı anlatılıyordu. Kahramanımız Ethan Hunt (Tom Cruise) bu kötü planı bozuyor ve virüsü tamamen yok ederek insanlığı kurtarıyordu. Kuş gribini tamamen yok edecek bir Ethan Hunt'ımız yok, ne yazık ki. Ama insanların ölümünden ya da ölüm korkusundan muazzam paralar kazanmayı planlayan ve bunun için çabalayan ahlaksız ilaç şirketlerimiz var. (Neyse ki Birleşmiş Milletler, "Bir felaket anında patent matent takmayız" gibisinden bir beyanatta bulunmuş.) Hayatın sanatı taklit ettiği ilginç anlardan birine tanık oluyoruz. Hayatta kalırsanız "tadını" çıkarın!

487

posted by gezgin @ 12:45 PM

2 comments

Pazar, Ekim 09, 2005 SENARYO YAZARININ VAKTİ NASIL GEÇER? "Senaryo Yazarak" diye cevap verdiyseniz, dinnng! Yanlış cevap. Senaryo yazarının vaktinin çoğu PLANLAYARAK geçer. Neyi planlayarak? Öyküyü planlayarak. Sahneleri planlayarak. Karakterleri planlayarak. Bir çoğunuzun, aklına gelen muğlak bir hikaye ve bir iki baş karakterle bilgisayar karşısına oturup "DIŞ / GÜN" yazarak senaryoya başlamak için yanıp tutuştuğunuzu biliyorum. Yapmayın! Çok büyük bir hata olur. En fazla 50-60 sayfa gidebilirsiniz (film senaryosundan bahsediyorum). Nefesiniz kesilir. Hikayenizin ilerlemediğini görürsünüz. Ortaya yeni ve acayip karakterler çıkmaya başlar. Daha önceden önemsiz görünen kişiler aşırı önem kazanırken baş karakter gibi duranlar ikinci plana itilebilir ya da tamamen ortadan kaybolabilir. "Bir yazarın emeğinin yüzde 75'i ya da daha fazlası öykünün tasarlanmasıyle geçer" diyor, Robert McKee. Yüzde 100 doğru bir söz. Syd Field amca da şu dört şeyi bilmeden bilgisayarın karşısına oturmayın diyor: Filmin nasıl biteceği, ikinci dönüm noktası, birinci dönüm noktası ve filmin nasıl başladığı. Bunları bilmek de çok miktarda planlama gerektirir, tahmin edeceğiniz üzere. Peki bu planlama olayı nedir? Nasıl yapılır? Planlama olayı başlangıçta biraz dağınıktır. Genelde küçük kağıtlara notlar almak şeklinde gelişir. Peki bu notlarda ne vardır? Aklınıza gelen görüntüler ve hikaye anları! Yani bu senaryoyu yazma fikri aklınıza düştüğü andan itibaren açık ya da örtük bir biçimde bu konuda çalışan bilinçaltınızın size "bunu da filmine koy" diye yolladığı mesajlar. (Bilinçaltı'nın, yaratıcılığın asıl kaynağı olduğunu biliyorsunuz, değil mi?) Bu notları alın, bir dosya ya da klasöre yerleştirin. Bunlar sadece çeşitli görüntüler ya da ilginç sahnelerle ilgili olmayabilir. Senaryonuzun kahramanları ile de ilgili olabilir. Kahramanınızın bir özelliğinin hikayenin ilerleyen bölümleri için son derece önemli olduğuna karar verebilirsiniz. O zaman bu karakter özelliğini hemen not edin ve o karakterle ilgili dosyanıza atın. (Pratik bir not: Ben bu aşamada bilgisayarda / dijital ortamda çalışmayı değil de daha geleneksel kağıt ortamında çalışmayı tercih ediyorum. Notları kağıtlara yazıyorum. Sonra zaman zaman bunları temize çekiyorum, birleştiriyorum. Henüz diğer notlarla birleşecek kadar olgunlaşmamış notlar, panoda bana bakmaya devam ediyorlar - ta ki bilinçaltım o konuyla ilgili bilgiyi iyice pişirip bilincime atana dek) Yaratıcılığın bu aşaması çok belirsizdir, muğlaktır. Bu muğlaklıkla birlikte yaşamayı öğrenin! Acele edip aklınıza gelen ilk fikirleri hemen 3 Perdeli Yapı'ya oturtup klişe filmler üretmeyin. Kendinize hakim olun. Yaratıcılığın en ilginç yanı bu belirsizliktir. Yaratıcı fikirler, siz kendinizi kastığınız zaman gelmez. Aksine, zihninize "uçma" "saçmalama" "abuklama" izni verdiğiniz zaman gelirler. 488

Siz bir sanatçısınız. Egzantrik olma özgürlüğünüzü kullanın. Nesnelere ve olaylara sıradışı bir biçimde bakma özgürlüğünüzü kullanın. Saçmalama özgürlüğünü kullanın. Unutmayın, bir çok durumda "saçma" denilen şey, aslından karşınızdakinin anlama kapasitesini aşan şeydir. Saçmalamaktan korkmayın. Bol bol fikir üretin. Ama bir yandan da aklınızın bir kenarında yazmak istediğiniz hikaye olsun. Bu hikaye ile alakasız fikirler aklınıza gelirse onları atmayın, "Alakasız Fikirler" diye bir dosya oluşturun ve onun içine koyun. *** Bir yandan da hikayenizdeki karakterleri yaratmaya başlayın. Ne gibi özellikleri var? İçe mi dönük, dışa mı? Korkak mı, cesur mu? Cömert mi, cimri mi? Yardımsever mi, bencil mi? Bir restoranda beraber yemek yeseniz hesabı öder mi paylaşır mı? Bütün bunları ufak notlar halinde yazın ve dosyanıza koyun. Uygun gördüğünüz (hayalinizdeki filmde kendisine rol verdiğiniz) bir artistin fotoğrafını da dosyanızın üstüne yapıştırabilirsiniz. Ama sizi kısıtladığını ve fazla yönlendirdiğini düşünüyorsanız bunu yapmayın. Karakterinizin şimdiki özelliklerinin geçmişteki kaynaklarını yaratın. Karakterini ilk çocuk gibi öz güvenli mi, ortanca çocuk gibi çekingen mi, son çocuk gibi şımarık mı? Ailenin maddi durumu onun çocukluğu sırasında nasılmış? Şehirde mi büyümüş, köyde mi, kasabada mı? Küçükken ailesinden birini kaybetmiş mi? Ya da okulda travmatik bir olay yaşamış mı? Vb. Eğer karakterlerinizin, onları içine sokacağınız durumlarda nasıl davrandığını bilmek istiyorsanız, bu karakter biyografisi ödevini çok iyi yapmanız gerekiyor. Bir iki sayfalık bir biyografiden bahsetmiyorum. 20 sayfaya yaklaşan bir biyografiden bahsediyorum! Bir karakter hakkında ne kadar çok şey bilirseniz, o karakter o kadar "canlı" görünür. Bu karakterleri yaratırken bazı kendi özelliklerinizden faydalanabilirsiniz, çevrenizdekilerin çeşitli özelliklerinden bir kolaj yapabilirsiniz, ya da sıfırdan başlayabilirsiniz. Dikkat etmeniz gereken konu, bu özelliklerin birbiriyle uyumlu olmasıdır. Çocukluğu aşırı yoksulluk çekmiş ve ailesinde hiç önemsenmemiş birini, zengin biri gibi özgüvenli yapamazsınız. Ya da mürebbiyeler tarafından büyütülmüş bir kızı, anne sevgisiyle yetiştirilmiş biri gibi "sıcak" yapamazsınız. Karakterinizin dışarıya göstermediği ama sadece kendisinin (ve sizin) bildiği zaaflarını saptayın. Sevilmek mi istiyor? Zengin olup hava atmak mı istiyor? Kendisini birine kanıtlamak mı istiyor? Ne istiyor? Yani "dış motivasyonu"nun ardındaki "iç motivasyon" ne (M. Hauge)? Onu bulun. Karakterinizin "neye kesinlikle hayır diyemediğini" de saptayın. Burası çok önemli. Çünkü "düşman" (nemesis) buradan saldıracak (TRUBY). Bütün bunları yavaş yavaş belirleyin. Ve sıfırdan bir insan yaratmanın zevkini tadın. Ve bir süre sonra o karakterin kendi başına nasıl yaşamaya başladığını, sizden bağımsızlığını ilan edişini görün ve şaşın! *** Özetle: yaratıcılığın belirsizliği içinde not almaya devam edin. Bu işi tamamen kendine bırakmayın, bu durumda iki seneden önce senaryonuzu bitiremezsiniz. Ama kendinizi çok da kasmayın. Fikirlerle özgürce oynamayı deneyin, bunu bir alışkanlık haline getirin. Ve yanınızdan kağıt kalemi eksik etmeyin. posted by gezgin @ 8:50 PM

0 comments

SENARYO YAZARLIĞI - 201 Bir süredir yazı yazmadığımın farkındasınız. İşlerimin yoğunluğundan dolayı idi. Şimdilik nispeten daha rahatım. Sanırım tekrar düzenli olarak yazmaya başlayabilirim. Bu ikinci senemizde, geçen sene gördüğümüz konuları daha ileri düzeyde ele alacağız. ("Öyretmenim. Tuvalete gidebilir miyim?") Yani daha ayrıntıya gireceğiz, daha önce işlemediğimiz konuları göreceğiz. Ama bunlardan olabildiğince çok faydalanabilmek için aşağıdaki bütün yazıları okumanış olmanız 489

gerekiyor. (Ben çıktısını aldım: Yaklaşık 150 sayfa tutuyor. Siz de böyle yapın, derim). Bu sene özellikle Robert McKee'nin "STORY" ("ÖYKÜ" / "HİKAYE") adlı kitabından bazı bölümlere bakacağız. (Geçen sene daha çok Michael Hauge, John Truby ve Syd Field'dan bahsetmiştik). McKee yapıdan çok içerik üzerinde duruyor. Yapı konusunun başkaları tarafından yeterince ayrıntılı olarak ele alındığını düşünüyor olmalı. Yazdıklarını okuyunca, "vay canına!" diyeceksiniz, "ben senaristlik hakkında hiç bir şey bilmiyormuşum!" Ve öğreneceksiniz. Sonra da yazacaksınız. Bizi bu abuk subuk film bereketinden ancak siz kurtarabilirsiniz! posted by gezgin @ 8:33 PM

0 comments

SENARİSTLİK İLE İLGİLİ BİR KAÇ SÖZ Neden senarist olmak istiyorsunuz? Bu işe girerken ya da bu işi yaparken cevaplamanız gereken en önemli soru bu bence. Neden? Para kazanmak istiyor olabilirsiniz. Ünlülerin o ışıltılı dünyasına bu yolla girmek ya da yaklaşmak istiyor olabilirsiniz. Acı çekmekten hoşlanıyor olabilirsiniz. Başka bir sürü neden olabilir. Ama bu sorunun doğru cevabı "söyleyecek bir kaç sözü olmak"tır. Yani bir birey olarak, akıllı, yetenekli ve bilgili bir insan evladı olarak, yaşadığımız hayatla ilgili söyleyecek bir kaç sözünüz var ise, iyi bir senarist adayısınız demektir. Eğer söyleyecek sözünüz yoksa, sadece yukarıda andığım nedenlerden biri ya da birkaçından dolayı senarist olmak istiyorsanız, size aslında tam olarak da "senarist" denemez. En azından ben demem. "Söylenecek sözü olmak" ile kastımın, anlamsız nutuklar içeren başarısız senaryolar yazma eğilimi olmadığını çok iyi biliyorsunuz. İçinizde bir yerlerde bir şey, bir duygu, karşı koyamadığınız bir düşünce tekrar tekrar yüzeye çıkıyor ve kendisinin ifade edilmesini istiyorsa ve bunun için en uygun yolun da sinema (ya da TV) olduğunu hissediyorsanız, siz sağlam bir senarist adayısınız demektir. Bunun dışında kimin ne dediği pek de önemli değildir. posted by gezgin @ 8:21 PM

3 comments

Salı, Eylül 13, 2005 KORSAN: MÜYAP, BSA VE NOTTINGHAM ŞERİFİ Aşağıda KORSAN ile ilgili iki bölümden oluşan yazı var. Birinci bölüm korsana sistemin içinden bakıyor, ikincisi de dışından. *** Bildiğiniz gibi “korsan” yayınların (kitap, müzik, film, program) ülkemiz ekonomisi için çok büyük bir sorun teşkil ettiği söylenip durur. Yani söylendiğine göre bu o kadar büyük bir sorundur ki, Unkapanı’nın önünde müzik yapımcılarının mendil açıp dilendiğini, yayınevi sahiplerinin iflas bayrağı çektiğini, film yapımcılarının topu diktiğini, bilgisayar yazılımcılarının ise tası tarağı toplayıp ülkeyi terk ettiğini zannedersiniz. Oysa durum hiç de böyle değil. Kitabevleri belki de ülke tarihinde en parlak dönemlerini yaşıyorlar – korsana rağmen. Hemen her gün bir şarkıcı piyasaya çıkıyor – korsana rağmen. Son yıllarda çekilen Türk filmleri, korsanın olmadığı dönemden (VCD öncesi dönem) iki üç kat daha fazla gelir getiriyor – korsana rağmen. Ve bilgisayar programcılarının bir yere gittikleri yok – korsana rağmen. Peki bu patırtının anlamı ne? Sanırım şöyle bir şey demek istiyorlar: “Biz zaten deli gibi para kazanıyoruz. Ama daha fazla kazanmak istiyoruz. Hıhahahahaaa!” *** 490

Burada, “adamlar kazanacakları kadar para kazanıyor, daha ne istiyorlar, bıraksınlar gariban milletin yakasını” tarzında düşük seviyeli bir popülizm yapacak değilim. Aksine, bu adamların daha en baştan, en temelden itibaren neden haksız olduklarını göstereceğim. Korsanın neden kaçınılmaz olduğunu, ne işe yaradığını, ne zaman ve nasıl durdurulabileceğini anlatacağım. İyi dinleyin. *** Fikri mülkiyet yasası esas olarak “eser sahibi onu oluşuturandır” der. Eğer siz bir fikir ya da sanat eserinden faydalanmak istiyorsanız, bedelini ödemelisiniz diye de ekler. Bedelini ödemediğiniz takdirde hırsızlık yapmış, suç işlemiş sayılırsınız. Her şey ne kadar mantıklı değil mi? Nasıl manavdaki şeftaliyi yemek için bedelini ödüyorsanız, bir fikir ya da sanat eserinden faydalanmak için de bedelini ödemelisiniz. Eğer ödemezseniz, manavdan şeftaliyi çalmış gibi olursunuz. Bu da suçtur. Suçu ve doğru davranışı böyle tanımladığınız zaman herşey son derece basit ve açık. Ama kazın ayağı öyle değil. Gelin, olaya biraz daha yakından bakalım: Diyelim ki siz orta halli bir çalışansınız. Evlisiniz ve iki çocuklusunuz. Eşinizin ve sizin maaşınız evin ve çocukların masraflarına ucu ucuna yetiyor. Ay başını kazasız belasız atlattığınız için sevinen tiplerdensiniz. Aniden çocuklarınız sinemalara yeni gelen bir filmden bahsetmeye başlıyorlar ve size o filme gitmeyi ne kadar çok istediklerini söylüyorlar. Siz de hesap yapmaya başlıyorsunuz. Neresinden bakarsanız bakın maaile sinemaya gitmek 50 milyondan başlıyor. Yoldu, patlamış mısırdı, filmden sonra gezisiydi derken rakam kolayca 70-80 milyona varıyor. Siz, bir gözleri ışıl ışıl çocuklarınıza, bir de aylık bütçenize bakıp kara kara düşünmeye başlıyorsunuz: “Belki biraz mesai yaparsam...” Durun bir dakika! Çocuklarınız bu fikre nereden kapıldı? Vahiy mi aldılar? Gece rüyalarında mı gördüler? Uzaylıların telepatik telkinlerine mi maruz kaldılar? Hayır. Her sıradan vatandaş gibi onlar da gün boyunca hepimizin maruz kaldığı reklam bombardımanına maruz kaldılar. TV ve radyolardaki reklamlardan, gazetelerdeki ve dergilerdeki ilanlardan, yol kenarındaki bilboard’lardan, internetten ve başka bir sürü yerden gelen “Bu film çok eğlenceli, çok güzel. Daha mutlu olmak, gülmek, arkadaşlarının sohbetlerine katılarak popüler olmak istiyorsan bu filmi seyretmelisin” şeklindeki baştan çıkarıcı telkinlerden etkilendiler. Ve yakanıza yapıştılar. Buradan hemen sonuca atlamayın. Başka bir soru soracağım: Bu filmi getirenlere, çeşitli araçlar (i.e. “media”) kullanarak halkın iştahını kabartma hakkını ve iznini kim veriyor? Yolda yürürken başınızı kaldırdığınızda, karşınıza çıkan dev gibi bir tabelada resmi bulunan çok güzel bir kadının ya da yakışıklı bir adamın davetkar bir biçimde size bazı şeyleri satın alma ya da bazı işleri yapmanız yönünde telkinlerde bulunmasına kim izin veriyor? Ya da verdiğiniz vergilerle kurulan ve varlığını sürdüren bir yayın organında seyrettiğiniz bir programın cart diye ortasından bölünüp araya reklam alınmasını kim onaylıyor? Bilumum resmi kurumlar. Yasa koyucu ve uygulayıcılar. Bu kurumlar ve onların koydukları kurallar mealen diyor ki: ekonominin işlemesi için, mal ya da hizmet üretenlerin, mallarını ve hizmetlerini satabilmek için, tüketicileri teşvik edici, iştahlarını kaşıyıcı yayınlarda bulunması serbesttir. Bu yasaları kim koyuyor? Aylık geliri ortalama 10 bin dolar olan milletvekilleri mi? Yoksa onlardan bu konularda ricada bulunan büyük sermaye sahipleri mi? Bildiniz, bu ikincileri. Sermaye sahipleri ürettikleri şeylerin kitleler tarafından arzulanmasını isterler. İnsanlar bu mal ve hizmetleri arzulasınlar ki, daha sonra bunları satın almak için akıl almaz derecede sıkıcı işlerde çalışmaya razı olsunlar. Borç yapsınlar. Kredi kartı kullanıp geç ödeme yaparak bankaları ihya etsinler. Maksat ekonominin çarkları dönsün. Bu arada da iştahı kabarmış biçare fareler boş yere tekerler içinde koşup dursun.

491

*** Peki ya tüketicilerin çok büyük bir bölümünün ekonomik gücü, reklamı yapılan şeyleri satın almaya yetmiyorsa? O zaman ne olacak? Vatandaşın bir yerleri şişecek. Ve oturdukları yerde kalakalacaklar. *** Günümüzde ekonomik sistem böyle işliyor: istisnasız herkes tahrik ediliyor. Ama sadece alım gücü yüksek olan küçük bir azınlık bu cazip mal ve servetlerden faydalanabiliyor. Geri kalanlar ise yaşadıkları düşük standartlı yaşamın depresifliğine, bir de her gün ortaya çıkan yeni ve cazip şeylere ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığını katarak ekmeği suya katık etmeye mecbur bırakılıyor. *** Tabii ki böyle olmuyor. İştahı ahlaksız bir biçimde kabartılmış (dikkat edin: burada ahlaksız olan iştahı kabaranlar değil, kabartanlar) kitlelere, normalde ulaşmaları imkansız olan mal ve hizmetlere, küçük bir meblağ karşılığında ulaşma şansı verenler ortaya çıkıyor: KORSANCILAR! Parasal gücü, kabartılmış iştahını normal yollardan (yukarıdaki örnekte “sinemaya giderek”) karşılamaya yetmeyen insanlar, kendilerine sunulan bu seçeneği, yasadışı olsa da kullanmayı tercih ediyor. Gidiyor, 23 milyona korsan VCD’yi alıyor, akşam evdeki ucuz VCD player’ine koyuyor ve ailesiyle birlikte seyrediyor. Kabartılmış iştahını, çok yasal bir yoldan olmasa da, söndürebiliyor. *** Eğer bunu yapmazlarsa ne olur? Yani sabahtan akşama kadar TV’de reklamı yapılan bir müziğin kaçak CD’sini almazlarsa, her tarafta afişini ve tanıtımını gördüğü filmin korsan VCD’sini seyretmezlerse, gazete ve dergilerde çarşaf çarşaf tanıtımı yapılan bir kitabı alıp okumazlarsa... yani tahrik edilmiş bu iştahını tatmin etmezse ne olur? Ben söyleyeyim: hakiki bir halk ayaklanması olur. Bir tarafta ahlaksız denecek düzeyde lüks bir yaşamı herkesin gözüne soka soka küçük bir azınlık, diğer tarafta çeşitli iştahları kabarıp kabarıp tatmin edilmeyen çok büyük bir çoğunluk olursa, tam bir halk ayaklanması olur. Ve bu ayaklanma da, bizdeki askeri darbeler gibi kötüye giden bir durumu düzeltmek gibi net bir amaca sahip olmaz. Hınç almaya yönelik olur. Zenginlerden intikam almaya yönelik olur. Kabartılıp da söndürülmeyen iştahların acısını çıkarmaya yönelik olur. Yakar. Yıkar. Yok eder. Hali hazırda çok kazanan o şirket sahipleri, o lüks uçaklarına binip kaçacak zaman bile bulamayabilir. İşte korsanın varlık sebebi ve işlevi budur: Ahlaksız ve düşüncesiz bir biçimde kabartılmış iştahların, zarar verecek hale gelmeden dindirilmesi. Yani korsan bir tür emniyet sübabıdır. *** Bu anlamda korsanı, evlenecek parası olmayan bir gencin, elinde olmadan (hormonlarından ve dış uyaranlardan dolayı) kabaran cinsel arzularını, kimseye zarar vermemek için kendi kendini tatmin ederek dindirmesine benzetebiliriz. Eğer birileri bunun suç olduğu o gence söylenirse ve o da buna inanırsa, adam ya çıldırır, ya da gözü dönerek birisinin karısına-kızına saldırır. Hangisi daha iyi? Zararsız bir biçimde kendini tatmin mi? Yoksa masum insanlara saldırmak mı? Toplumlarda genelevlerin bulunması ve hayat kadınlarının olması da benzer bir iş görür. Cinsel ihtiyaçlarını normal yollardan karşılayamayan insanların, evli barklı insanlara ya da ufacık çocuklara saldırmasını engellemek için, birikmiş cinsel enerjilerini güvenli bir biçimde boşalmasını sağlarlar. Genelevlerin ve hayat kadınlarının bulunması tabii ki arzulanan bir durum değildir. Hiç kimse bir kadının ya da erkeğin bedenini satmasını / kiralamasını onaylamaz. Ama toplumun tamamının düzeninin bozulmasındansa, hayatın cilveleri sonucu düzeni zaten bozulmuş bireylerin bedenlerini böyle bir hizmet için kullandırmaları yeğdir.

492

Yani burada “iyi” ile “kötü” arasında yapılan bir seçim söz konusu değil. “Kötü” ile “daha kötü” arasında bir seçim yapılıyor. Ve mantıklı olarak, “kötü” seçiliyor. *** Peki korsan ne zaman azalır ya da ortadan kalkar? Toplumun genelinin ekonomik durumu, uyduruk enflasyon rakamlarına göre değil, “gerçekten” düzeldiğinde. Yeterli parası olan hiçkimse, orijinal bir CD alabilecekken gidip korsanını alamaz. Çünkü kalite farkını bilir. “Madem param var, iyisini alırım” der. Korsanı alanlar büyük oranda, ekonomik gücü yetmeyenlerdir. Bu insanlar zaten o ürünün olası bir müşterisi değildir. Yani aslında ortada bir müşteri ve dolayısıyla bir gelir kaybı bulunmuyor. (Yani bu fikir ve sanat eseri derneklerinin başındakiler, gözümüzün içine baka baka yalan mı söylüyor? Evet!) Olan, normalde de o ürünü ya da hizmeti zaten alamayacak insanların, kendilerine sunulan yasadışı bir fırsattan faydalanarak, ahlaksız bir biçimde kabartılmış iştahını dindirmesidir. O kadar. Peki ortada hiç mi “suçlu” yok. Var. Ama bu suçlular, ailesini sinemaya götürecek ya da CD veya kitap alacak halde olmayanlar değil. Suçu, o filme gidebilecekken, o CD’nin ya da kitabın ya da programın orijinali alabilecekken, yani gücü yetecekken korsana başvuranlar işliyor. Onların da bu korsan piyasasının çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü kısa bir süre sonra orijinale dönüyorlardır. Özellikle kalitesiz eserler kullanmak gibi ruhsal bir hastalıkları yoksa tabii. Bir de, bu kesim o kadar büyük olsaydı, gerçekten de yukarıda adı geçen sektörler büyük darbe alırlardı. Durumun hiç de öyle olmadığını biliyoruz. *** Nacizane tavsiyem: Kapitalizmin yılmaz bekçilerinin TV’lerde ve sinemalardaki “korsan hırsızlıktır” çığırtkanlıklarına pek kulak asmayın. Asıl ahlaksızlığı onlar, sabahtan akşama kadar sizi ulamayacağınız şeyler konusunda tahrik ederek yapıyorlar. Yasalar şimdilik onlardan yana olduğu için bu kadar güçlü ve haklı görünüyorlar. Bırakın görünsünler. “Doğal hukuk” açısından hiç de öyle olmadıklarını bilin. İçiniz rahat olsun. Ama ekonomik gücünüz uygun düzeye ulaştığında da gidip paşa paşa orijinal ürün / hizmet kullanın. Çünkü bu çarkın en azından varolabilmesi için birilerinin orijinal ürünleri alıyor olması gerekiyor. Gücünüz bu noktaya ulaştığında, zorunluluktan edindiğiniz eski alışkanlıklarınızı terk edin. Son bir not: bu eserlerin orijinallerini alacak ekonomik güce ulaşırken insanların hakkını yememeye, başkaların aldatmamaya, canlarını yakmamaya dikkat edin. Yoksa, birilerinin hakkını gasp ederek zengin olduktan sonra gidip orijinal eser almanın ve bununla övünmenin hiçbir esprisi (“l’esprit”) yok. Bilmem anlatabiliyor muyum! **************** Burada biraz da kapitalizmin toplumların geleneksel yapısı üzerindeki etkilerine de değinmek gerekiyor. Kapitalizm ve onun bir uygulanış şekli olan serbest piyasa ekonomisi toplumları (“society”, cemiyet), tüketicilerden oluşan insan topluluklarına dönüştürür. Bu topluluğu oluşturan bireyler arasındaki en temel bağ kültür bağı, kan bağı ya da tarihi bağlar değildir. Bu insanları birbirine bağlayan en güçlü bağ, ekonomik bağdır. Aynı ekonomik sistem içinde hareket ederek üretim ve tüketimde bulunmalarıdır. Böyle bir insan topluluğunda da en yüksek değer mal ve hizmetlerin üretilmesine ve tüketilmesine verilir. Çünkü toplum, birileri tükettiği ve başka birileri de bu tüketilecek şeyleri ürettiği zaman ayakta kalabilir. Çarklar ancak o zaman döner. Kapitalistleşen toplumlarda maddi manevi herşey zaman içinde tüketime endekslenir. Her türlü duygu, her türlü gelenek, her türlü manevi unsur tüketime alet edilir. Anne/çocuk sevgisi, aşk, dini duygular (“Misvaklı diş macunu”! Hey Allahım!), derhal mal üretim ve tüketiminin bir parçası haline getirilir. 493

Geçmişten gelen değerler (bayramlar, gelenekler, belirli davranışlar, onur, şeref gibi duygular, çeşitli inanışlar, vb.) derhal mal ve hizmetlerin tüketilme fırsatlarına dönüştürülür. Bizdeki bayramların akraba ziyaretinden çıkıp tatil fırsatına dönüşmesinin ana nedeni, içinde bulunduğumuz kapitalist ekonomiden kaynaklanan bir durumdur. Kapitalist ekonomi insanlara “bayramda ailenizi ziyaret ederseniz mutlu olursunuz” demez, “3 gece 4 gün şu otelde kalırsanız mutlu olursunuz” der. Bu gibi dönüşümler sonucu ailevi bağların zamanla zayıflaması kapitalist sistemin umrunda değildir. Ailevi bağlar zayıflayınca çıkacak her türlü yeni durum / sorun, (insanların daha çok psikolojik ve bedensel hastalıklara yakalanması, toplumsal değerlerin genç kuşaklara aktarılmaması, bunun sonucunda suç oranlarında meydana gelen artış) kapitalist sistem tarafından derhal yeni iş (üretim ve tüketim) fırsatları olarak değerlendirilir: daha fazla psikolog, daha fazla antidepresan, daha fazla doktor ve hastane ve ilaç ve ameliyat, daha fazla polis, daha fazla silah, daha fazla güvenlik şirketi... *** Sağlıklı bir toplumu yaratan temel unsurlardan biri de, o toplumun bireylerinin ürettiği sanat eserleridir. Üretilen şarkı ve türküler, anlatılan hikayeler, yazılan şiirler, maniler, destanlar bir toplumun geneli tarafından benimsenirse, o toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan bir zamk işlevi görür. Ama kapitalist sistemlerde, insanları bu şekilde birbirine bağlayan kültürel unsurlar da derhal alınıp satılan mallara dönüştürülür. Burada önemli olan, örneğin, bir şarkıyı üretenin ve onu çoğaltıp satanın kârını maksimize etmesidir. Bu şarkının dilden dile dolaşarak bir duyguyu, bir düşünceyi, bir olayı ülkenin her tarafına yayarak (örneğin “Yemen Türküsü”) toplumsal bir bağ dokusu oluşturmasının hiçbir önemi yoktur. Bu yaklaşımın, toplumları ne kadar zayıflattığını sanırım hayal edebilirsiniz. Aşık Veysel’in bu mantıkla türkü ürettiğini ve bir türküsünün her çalınışından para talep ettiğini düşünebiliyor musunuz? Böyle bir noktaya gelindiğinde, o insan topluluğuna geleneksel anlamda “toplum” denemez artık. Artık, herkesin kendi çıkarını düşündüğü, özgeciliğin (digerkamlığın) sona erdiği, bencil bireylerden oluşan bir insan topluluğundan söz edebiliriz yalnızca (bkz. Amerika ve Avrupa’daki ülkeler). Böyle bir toplulukta da nizamı, ahlaklı iyi insanlar değil, yasalar ve yasaları uygulayanlar sağlamaya çalışırlar. Bu uygulayıcıların en ufak bir zaafında da bu bencil bireyler herşeyi yakıp yıkmaya, yağmalamaya başlarlar (örn. KATRİNA sonrası New Orleans’ta olanlar). Oysa toplumları toplum yapan, içinden çıkan bazı yaratıcı bireylerin ürünlerinin o toplum tarafından karşılıksız kullanılmasıdır. Sanatçı eserini karşılıksız olarak topluma verir. Toplum da onu ölümsüz yapar. Buradaki anahtar kelime “karşılıksız”dır. Bu millet (yani “biz”) bu kelimenin anlamını çok iyi bilir. Karşılıksız vermekte üzerine yoktur. Ama tıpkı saf gönüllü bir çocuk gibi, karşılıksız almayı da bekler. Severek yücelttiği ve bağrına bastığı sanatçıların ondan her defasında para istemesini benimseyememesinin (ve korsan konusunda çok da büyük bir suçluluk hissetmemesinin) altında biraz da bu “karşılıksız” alış-veriş geleneğinin izlerini aramak gerekir. “Yayın hakkı” dersini sadece “yabancı” kitaplardan çalışanların bu gerçeği görmemesi, sanatçıları halkın bağrından koparıp kapitalist üretim – tüketim zincirinin sıradan bir halkası olarak telakki etmesi, kültürel yabancılaşmanın ne boyutlara ulaşabildiğini bu kişilerin şahsında çok güzel gösteriyor. Bu yabancılaşmayı bir zamanlar “sanatçı” addettiğimiz insanlarda teşhis etmek, ayrıca üzücü oluyor. posted by gezgin @ 1:59 PM

0 comments

Cuma, Eylül 09, 2005 BANYORUM :) Aşağıdaki yazıda "BANYO" hakkında bir şey yazmadığımın farkındayım. Seyrettiğim kadarıyla (ilk yarının tamamı ve ikinci yarının ilk beş dakikası) şunları söyleyebilirim: 1) Banyo'daki karakterler umrumuzda değil. Yani kimin başına ne geldiği bizi hiç ilgilendirmiyor. Neden? Özdeşleşme yöntemleri kullanılmamış. (Bu yöntemlerin ne olduğuna dair bilgiyi aşağıda bulabilirsiniz.) İnsanların birbirini aldatması ve bundan dolayı acı çekmeleri umrumuzda bile değil. Bunun doğal sonucu olarak patlamış mısırın tuz oranı meselesi insanın zihnini daha anlamlı bir şekilde işgal edebiliyor. 2) Filmin bir oyundan uyarlandığını biliyorsunuz. İnsan keşke o halde kalsaymış diyor. Çünkü 494

materyal ancak bir tiyatro seyircisini - o da hafifçe - kandıracak miktarda. Sinema seyircisi çok daha nazlıdır, demiştim. İzleyeceği şeylerin gerçek olmadığını kabul ettiğine ("suspended disbelief") göre, onun zihnini meşgul edebilmek için çok güzel ve etkileyici şeyler sunmanız gerekir. "Banyo" bize böyle bir materyal sunmuyor. Yani malzemesi sinema için yeterli kalitede (etkililikte, dolulukta, derinlikte) değil. Biz de sıkılıyoruz. 3) Aslında kısıtlamalar insanın yaratıcılığını harekete geçirir. Mekansal kısıtlamalar da öyle. Bununla ilgili olarak Hitchcock'un "İp" filmi, ya da Schumacher'in "Telefon Kulübesi" örnek verilebilir. "Banyo"da böyle bir yaratıcılık da yok. Ne görsel anlamda, ne senaryosal anlamda. 4) Senaryo aşırı teatral. Orijinal materyalin bir tiyatro oyunu olması bu hatayı affettirmiyor. Diyaloglar öyle, sahnelerin yapısı öyle, hikayenin ritmi öyle. Başarılı bir tiyatro uyarlaması için "Casablanca"yı izlemenizi tavsiye ederim. 5) Karakterler derinlikten uzak, karton tipler. "Gerçek Zamanlı" hikayelerde karakter derinliği yaratmak nispeten zordur ama imkansız değildir. Hatta senariste için zevkli bir güçlük ("challenge") yaratırlar. "Banyo"daki karakterler bırakın derinliği ilgi çekicilikten dahi uzak. 6) Hikayenin genel yapısında ardında iki büyük handikap var: Birincisi, hikayenin kapalı mekanlarda geçmek zorunda olması. İkincisi de hikayenin çizgisel anlatılmaması. Birincisi, uyarlamadan kaynaklanan bir zorunluluktan kaynaklanıyor. İkincisi ise çok rahatlıkla vazgeçilebilecek bir seçim. (Bu seçimde Tarantino özentisinin önemli payının olduğu kanaatindeyim.). Yani filmde neyin ne olduğunu anlayana kadar filmin sonuna kadar beklemeniz gerekiyor. "Banyo" ne yazık ki bu kadar sürükleyici bir film değil. 7) Filmin ağır bir "ritm" ve "tempo" sorunu var. (Bu konuları henüz sitede işlemedik. İnşallah yakında...) Sahneler kısa kesilip paralel kurgu yapılsaymış film biraz daha rahatlayacakmış. Ama Tarantino özentisi bu seçeneği devre dışı bırakmış. Ve filme zarar vermiş. *** Bunlar ise senaryo dışı yorumlar: 8) Allah aşkına birisi şu oyunculardan "küçük oyunculuk" almayı yönetmenlere öğretsin! Türk oyunculuğundan, insanların gözlerini pörtleterek şaşırmalarından, çenelerini 3 santim hareket ettirerek baş sallamalarından, sahte ve abartılı kahkahalarından, sarsılarak ağlamalarından bıkmış vaziyetteyim. Yok mu "minimalist oyunculuk" üzerinde bir BLOG hazırlayan? Stanislavski, Strasberg, Metod Oyunculuğu, Eric Morris vb. öğretecek bir babayiğit (anayiğit de olur) yok mu? 9) Gökhan Kırdar'ın müziği var mı yok mu belli değil - nitelik olarak. Yani olmasa da olurmuş. 10) Görüntü yönetmeni, dar bir mekanda kamerayı ilginç yerlere koyma konusunda yapabileceği muazzam bir gövde gösterisi fırsatını kaçırmış. Kamera hep beklenen yerde, olayları kaydediyor. Oysa mekan kısıtlamasından dolayı o kadar çok yaratıcı seçim yapılabilirdi ki! 11) Seray Sever'in gerçekten de seksi biri değil mi, yoksa bana mı öyle geliyor. Aslında bu kadar sıkıcı bir filme Marilyn Monroe'yu bile koysanız insana babaannesi gibi gelir ya. Daha fazla yazmayayım. Sezona kötü başladık. Umarım devamı iyi gelir. posted by gezgin @ 6:44 PM

0 comments

Çarşamba, Eylül 07, 2005 "BANYO" YORUMU Dikkat, bu yazıda "BANYO" filmini izlerken alabileceğiniz keyfi azaltabilecek "keyif kaçırıcı" bilgiler bulunmaktadır. Eğer bu filmi izleyeceğiniz varsa, yazıyı daha sonra okuyun. *** Ortaokuldan beri bir filmin yarısında çıktığımı hatırlamıyorum. O zamanlar kötü filmlere tahammülüm sıfırdı. "Gençliğimi bu filmle mi harcayacağım" derdim ve sinemadan çıkıp daha anlamlı bir şeyler yapardım. (Hatta, eğer yan salonda daha eğlenceli bir film varsa, çaktırmadan onun ikinci yarısına girerdim, bilet parası boşa gitmesin diye).

495

Yaşım ilerledikçe filmlere karşı daha müsamahalı oldum sanırım. Yani senaryo kötü olsa bile, filmin diğer unsurlarına bakarak filmin sonunu getirebiliyordum. (Lakin tiyatroda böyle olmuyordu. Kötü oyunların ortasında çıkmaya hala hiç üşenmem.) Lafın nereye geleceğini anladınız. BANYO'nun yarısında çıktım. Eve gidip POINTBREAK'i bir daha seyrettim, kaybettiğim zamanı telafi etmek istercesine. *** Türk filmleri hakkında olumsuz yazmayı sevmiyorum. Çünkü ben kötü yazarsam ve benim yüzümden bir kaç yüz insan filme gitmezse, TÜRK SİNEMASI'nın göreceği zarardan kendimi kısmen sorumlu hissediyorum. Ama kötü filmler hakkında "Çamurdan olsun bizim olsun" mantığıyla iyi yazarsam, bu kez de kötü bir filmin ödüllendirmiş ve bu sayede gelecekte benzer filmlerin yapılmasını teşvik etmiş olurum diye düşünüyorum. Çıkmaz sokak yani. *** "Pardon" hakkında söylediğim şeyleri "BANYO" için de söyleyeceğim. Böyle bir filmin yapılabilmesi iki anlama geliyor: 1) Bu kadar kötü filmler yapılabiliyorsa, kendi senaryonuzun hayda hayda çekilebileceğini düşünebilirsiniz. 2) Bu kadar kötü filmler yapılabiliyorsa, bir filmin çekiminde senaryonun kalitesinin hemen hiç önemi olmadığı sonucuna varabilir ve senaryonuzdan kesekağıdı yapabilirsiniz. posted by gezgin @ 11:09 AM

0 comments

Perşembe, Eylül 01, 2005 İLHAM VE HİKAYE CÜMLESİ Hollywood’daki senaryo hocalarının en iyilerinden biri olan John Truby, “Yazarların yüzde doksanı daha önermede / hikaye cümlesinde çuvallıyor” diyor. Malum, biz de yakında bir senaryo yazmaya başlayacağız. Aşağıdaki yazı, yollanacak fikirlerin bulunmasını kolaylaştırmak ve bulunmuş fikirlerin kalitesini yükseltmek için konmuştur. Yazarı ve kaynağı en aşağıda yer alıyor. *** Şu bilgi sizi şaşırtabilir ama filmlerin ve neredeyse TV dramalarının neredeyse % 60’ı mevcut hikayelerin uyarlamalarıdır. Bu hikayeler romanlardan, kısa hikayelerden, çizgiromanlardan, eski TV dizilerinden, gazete makalelerinden, gerçek insanların yaşam öykülerinden ya da diğer TV programlarından alınmadır. Bu en başta size garip gelebilir ama sinema ve TV dünyasının izleyici sayısını artırmak ve riski en alt düzeye indirmek isteyen bir sanayi dalı olduğunu düşündüğünüzde bunu o kadar da garip bulmayabilirsiniz. Ayrıca, bir film şirketinin pazarlama ve halkla ilişkiler bölümünün bir uyarlamayı halka satması, tanınmayan bir senaristten gelen orijinal bir fikri satmasından çok daha kolaydır. Ne yazık ki bir çok genç senarist mevcut bir eserin haklarını satın almak ya da ön-satınalmak (? “option”, yani daha sonra satın almak için ön ödeme yapma - gg) için yeterli paraya sahip değildir. Haklarına sahip olmadığınız ya da yayın hakkı sona ermemiş (yani hikaye 200 yıllıksa; AB yasalarına göre bir eserin yayın hakları, eserin yazarının ölümününün üzerinden 70 yıl geçtiği zaman sona ermektedir) bir hikayeyi adapta etmeye başlamak da riskli bir harekettir. Burada bile yayın hakları (“copyright”) konusu bir sorun teşkil edebilir, örneğin Disney Şirketi daha önce yaptıkları bir adaptasyonun, yeni bir yayın hakkı ile korunan yeni bir eser yarattığını iddia edebilir. Aynı şekilde, bir gazete makalesine ya da birinin gerçek hikayesine dayanarak bir hikaye yazmak istediğinizde, eğer bu hikayenin haklarına sahip değilseniz yine aleyhinize dava açılabilir. Bu yüzden bir çömez olarak kendi fikrinizi bulmanız genelde çok daha pratiktir. Peki senaryo fikirleri nereden gelir? Bu sorunun cevabı “her yerden”dir. İşte size birkaç örnek. 

Film adı – filmin adı bütün bir hikayeyi size verebilir. Örn. Bill’i Gebert (“Kill Bill”) 496

            

Son derece orijinal bir karakter – örn. Alan Partridge Tarihi olaylar – örn. Cesuryürek Rüyalar ya da gündüz düşleri – örn. Eğer dünyadaki en büyük seks sembolü hayatınıza girse ve sizi istese ne olurdu? Notting Hill Gelecekte geçen bir “ ... olsa ne olurdu?” hikayesi --- örn. Bütün dünya aslında bir yanılsama olsa ve aslında biz, bizi elektrik elde etmek için kullanan dev bir bilgisayara bağlı olsak, ne olurdu? Matrix Büyük bir şaşırtıcı hikaye "twist"i – örn. Altıncı His İlginç bir tema - örn. Gerçek ebeveynlerinizin kim olduğu hakkında ne biliyorsunuz? Big Fish Sıradışı bir karakter - örn. Billy Elliot Sıradışı bir yerdeki sıradışı bir karakter – Crocodile Dundee New York’ta Bir vecize – Mark Twain bir keresinde, on dört yaşıdayken babasının tam bir aptal olduğunu düşündüğünü, ama yirmi bir yaşına geldiğinde, bu yedi sene içerisinde babasının ne kadar çok şey öğrendiğine çok şaşırdığını söylemiş. İmkansız bir durum, örn. Telefon Kulübesi Belirli bir mekan – örn. Soğuk Dağ Bildik bir hikayeyi alın ve yeni bir yere / ortama (“setting”) koyun – örn. Ahlaksız genç kadınlar için kurulmuş olan bir Katolik reform evinde geçen bir hapishane draması – Magdalena Kardeşler Belirli bir film türünü seviyor olabilirsiniz - örn. Canavar filmlerini seviyorsanız, yeni bir canavar düşünebilirseniz. Ama yeni canavar bulamazsanız ne yazarsınız? The league of Extraordinary Gentlemen ya da Van Helsing.

TÜYO: Fikirler her yerden gelebilir. Onlar yazma sürecini başlatan hayati kıvılcımlardır. İyi bir film fikrine sahip olup olmadığınızı anlamanın en iyi yollarından biri, kendinize şu basit soruyu sormaktır: “Eğer bu hikayeyi bir başkası yazmış olsaydı, bir otobüse binip sinemaya gider ve bu filmi seyretmek için para öder miydim?” Eğer cevabınız "evet"se, elinizdeki gerçekten de iyi bir hikaye konusu olabilir. Eğer cevabınız "hayır"sa, o zaman düşünmeye devam edin. Film hikayeleri genelde büyük hikayelerdir, hikayedeki karakterlerin hayatlarını değiştiren olayları anlatırlar. Ama şuna dikkat edin: iyi bir hikaye bulmak işin sadece ilk bölümüdür. Başarılı olup olmayacağınızı belirleyecek şey, harika bir fikri müthiş bir senaryoya dönüştürme yeteneğinizdir. Her yapımcının karşısının her yıl onlarca iyi senaryo fikri çıkar, ama yapımcılar her yıl sadece birkaç iyi hikaye ile karşılaşırlar. EGZERSİZ: Bir egzersiz olarak gazetenin iş ilanları sayfasını ya da başka bir meslek rehberini açın, rastgele bir meslek seçin ve o alanda çalışan bir insanın başına gelebilecek en ilginç ya da en zorlayıcı şeyi düşünmeye çalışın. Bunu yaptıktan sonra belirli bir mekanı düşünün (örn. Büyük bir alışveriş merkezi, bir benzin istasyonu, bir giyim mağazası, ya da bir kale) ve bu mekanın içinde ya da etrafında gerçekleşebilecek en ilginç hikayeyi bulun. Şimdi aynı şeyi sıradan bir ev eşyasıyla yapın ve bu nesnenin cazip bir hikaye için nasıl bir çıkış noktası oluşturabileceğini hayal edin. Bu size aşırı basit gelebilir ama bazen belirli bir nesne, ilginizi çeken temaları yerleştirebileceğiniz, odaklanmış bir ilham kaynağı olarak iş görebilir. BAZI İYİ BİLİNEN FİLMLERİN HİKAYE CÜMLESİ (“Log-Line”) Filminizin temel fikrini bir ya da iki cümle ile ifade edebiliyor olmanız, baş karakterin kim olduğunu, ne istediklerini, ne yapmaya zorlandıklarını ve ne olduğunu anlatabilmeniz gerekir. Bu cümlelere “hikaye cümlesi” denir ve gazetelerin TV sayfasındaki özetlere benzerler. Bazı yapımcılar bu hikaye cümlelerine “önerme” (“premise”) de der. Senaristlerden, film çekimi için para toplanırken ve daha sonra bu filmi halka satmak için kullanılmak üzere bu cümleleri yazmaları beklenir. Aşağıda bazı bildik hikaye cümlesi örnekleri bulunuyor. Bu filmleri daha önce görmediyseniz bunları bulmaya çalışın çünkü bu kitap boyunca bu filmleri örnek olarak kullanacağız. Cesuryürek (yazan Randal Wallace) – William Wallce bir çiftçi olarak huzurlu bir yaşam sürmek ister ama karısı öldürüldükten sonra İngiliz egemenliğine son vermek için İskoçları birleştirir. Soğuk Dağ (yazan Anthony Minghella) – Amerikan iç savaşı iki sevgiliyi birbirinden ayırır. İnman yaralandıktan sonra Soğuk Dağ’daki Ada’ya dönmeye çalışır, orada onu Home Guard’ın katil lideri Teague’ın elinden kurtarması gerekecektir. Yüzüklerin Efendisi (1-3) (yazanlar Fran Walsh, Philippa Boyens, Stephen Sinclair [sadece İki Kule], Peter Jackson) – Frodo Baggins Altın Yüzük’ü aldıktan sonra onun Orta Dünya’daki en tehlikeli ve en kötücül silah olduğunu ve Mordor’a giderek onu Crack of Doom’a atması ve dünyayı kurtarması gerektiğini öğrenir. Matrix (yazan Andy ve Larry Wachowski) – Asi bir bilgisayar korsanı Morpheus adlı birini arayarak bulur. 497

Morhpheus da ona kendisinin bilgisayarların ürettiği bir hayal dünyasında yaşadığını söyler. Morpheus Neo’yu kurtarır, o da insanlığı köleleştiren makinalara karşı savaşan asilere katılır. Notting Hill (yazan Richard Curtis) – William Thacker sıradan bir kitapçıdır ama ünlü bir film yıldızı dükkanına girince hayatı değişir. Ama herkesin gözü önünde bir aşk yaşamak kolay değildir ve Anna’nın kalbini kazanmak içi aşkını yeterince güçlü olduğunu kanıtlaması gerekmektedir. Altıncı His (yazan M. Night Shyamalan) – Bunalımdaki bir çocuk psikoloğu, hayaletler tarafından rahatsız edilen bir çocuğa yardım etmeye çalışırken kendisinin de bir hayalet olduğunu fark eder. Billy Elliot (yazan Lee Hall) – Yetenekli bir çocuk, öfkeli ağabeyi ile bunalımdaki babasını memnun etmek ile, onların utanç verici bulduğu “balet olma isteği” arasında kalmıştır. Eğer daha fazla örneğe ihtiyacınız varsa “İnternet Film Veritabanı”da (http://www.imdb.com/) başka örnekler bulabilirsiniz. Burada da filmler hikaye cümleleri ile tanıtılmaktadır. TÜYO: Bir hikaye cümlesi yazmanın tek bir doğru yöntemi yoktur ama hikaye cümleleri genelde aşağıdaki öğeleri içerirler. 1) 2) 3) 4) 5) 6)

Baş karakterin adı. Filmin geçtiği yer. Ne istediklerine dair bir fikir. Onları kimin ya da neyin durdurduğu İstediklerini elde etmek için ne gibi bir güçlüğü yenmek / zor işi yerine getirmek zorunda oldukları, ve Yaşadıkları deneyimler sonucunda bir değişime uğrayıp uğramadıkları.

Hikaye cümleleri zaman zaman ikinci en önemli karakterin de adından bahseder. Bu kişi genelde düşman olur. EGZERSİZ: Temel formülü kullanarak, seyrettiğiniz son beş filmin hikaye cümlelerini yazın. Daha sonra IMDB’ye gidin ve başka insanların aynı filmi nasıl tanımladığına bakın. Onlarınki mi daha iyi, sizinki mi? Eğer onlarınki daha iyiyse, siz de başka beş filmle aynı egzersizi tekrar yapın. *** Yazan : David Griffith Kaynak: www.scottishscreen.com posted by gezgin @ 4:25 PM

0 comments

Pazartesi, Ağustos 29, 2005 SENARYODA TEMA Türkçe’de “tema” dendiği zaman aklımıza genelde tek bir sözcük gelir. Örneğin “Bu filmin teması savaş” dendiğinde savaşla ilgili bir film seyredeceğimizi anlarız. Ama bu filmin savaşın hangi yönünü anlattığı ile ilgili bilgiyi temadan elde etmeyiz. Yani “savaşın kaçınılmazlığı” mı, “savaşın insan psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkisi” mi, yoksa “ulusal bir kurtuluş savaşı” mı belli olmaz temadan. Türkçe’deki kullanımıyla tema, eserin konusunu bir ya da en fazla iki sözcükle özetler. Ama senaryo yazımında tema sözcüğü tamamen farklı bir anlam kazanır. Bu anlamı netleştirmek için senaryo öğretmenlerinin tema hakkındaki tanımlarını alt alta sıralayacağım: “Tema, bir filmin, insanlık durumu hakkında söylediği evrensel düşüncedir. Tema, senaryo yazarının, insanın, daha gelişkin, daha doyumlu, daha ahlaklı biri olmak için nasıl yaşaması gerektiği ile ilgili temelde yatan düşüncesidir. Filmi yapan kişi, tema vasıtasıyla “İşte böyle daha iyi insan olunur” der." (Michael Hauge) “Tema, dünya üzerinde doğru davranışın ne olduğuna dair senaryo yazarının görüşüdür.” (John Truby) “Tema, yazarların sözlüğündeki muğlak kelimelerden biri haline gelmiştir. “Yoksulluk”, “savaş”, ve “aşk” tema değildir. Bunlar bir ortam (“setting”) ya da tür (janr) ile ilgili şeylerdir. Gerçek bir tema bir sözcük değil bir cümledir. Bu, bir hikayenin daha fazla indirgenemez anlamını ifade eden açık ve tutarlı bir cümledir. Ben tema yerine ‘Kontrol Cümlesi’ (“Controlling Idea”) demeyi tercih ediyorum.” (Robert McKee) 498

Temanın tanımında ilk iki yazar ile McKee arasında farklar olduğu açık. Hauge ve Truby’ye göre tema ahlaki bir içeriğe sahiptir. Ama McKee temayı sadece senaryodaki olayların en indirgenmiş hali olarak ele alıyor. Hangisini seçmeli? Ben Hauge ve Truby’ninkini tercih ediyorum. Zira McKee’ninki, filmin önermesine (“premise”, “log-line”) çok benziyor. Bundan sonraki yazılarımda da tema dediğim zaman, Türkçe'de anlaşıldığı gibi bir iki kelimelik bir konu ya da McKee'nin dediği gibi bir hikayenin en yalın şekilde ifade edilmiş halini değil, Truby ve Hauge'un dediği gibi, senaristin insanlık durumu ile ilgili önerisini kastediyor olacağım. Peki “tema”ya neden ihtiyaç var? Ya da ihtiyaç var mı? Bir senaryo temasız olabilir mi? Tema senaryoda nasıl oluşturulur? Michael Hauge, temanın bir senaryonun olmazsa olmazları arasında bulunMAdığını söylüyor. Yani temasız bir senaryo yazmak da son derece mümkün. Ama seyirciler genel olarak temasız eserlerden pek hoşlanmazlar. 2 saat boyunca izledikleri şeyin en sonunda kendilerine anlamlı bir ders vermelerini beklerler. En yüzeysel aksiyon filmlerinden dahi bu beklenir. Ama temanın insanın gözüne sokulmaması da gerekir. Yani bir karakter açık açık “iyi insan olmak için şöyle davranmak gerekirmiş” diye konuşmamalıdır. (Bu hataya eski Türk filmlerinde ne kadar sık düşüldüğünü bilmem fark ettiniz mi?). Tema, olay örgüsünden (plot) çıkmalıdır. Yani hikayedeki olayları öyle bir biçimde arka arkaya dizmelisiniz ki, kahramanın yaptığı seçimler ve gösterdiği davranışlar bizim “doğru yaşama felsefesini” çıkarsamamıza olanak tanımalıdır. Truby “Her hikayenin merkezi tematik meselesi, kahramanın (genelde filmin sonuna doğru) yapmak zorunda olduğu ahlaki bir seçimde kendini en açık bir biçimde ortaya koyar. Kahraman iki olumlu değer arasında bir seçim yapmak ya da iki olumsuz şeyden birini seçmek durumunda kalır” diyor. Gerçekten de iyi filmlerde kahraman, sonuca ulaşmak için bir seçim yapmak zorunda kaldığını görürüz. Bu seçim ve onun sonuçları bize, bu dünya üzerinde nasıl davranmamız gerektiğini “gösterir”. Tema konusunda da “Eşkiya” çok güzel bir örnek teşkil eder. Baran, dostuna vefayı 30 küsür yıllık aşkına kavuşmaya tercih eder. Keje’yi alıp gitmek yerine, yeni tanıştığı ve kendisine iyilik yapan Cumali’yi mafyanın elinden kurtarmayı tercih eder. Bu hareketi aşkına kavuşmayı engeller sadece, aşkının yeterince güçlü olmadığını değil. “Eşkiya”nın hikayesi bize dostluğun aşktan da önemli olabildiğini söyler. Bu evrensel mesajı nedeniyle de her izleyişte izleyicileri derinden etkilemeyi başarır. Michael Hauge’un tema konusunda çok güzel bir tespiti var. Diyor ki, “Tema olay örgüsünden ortaya çıkar / kaynar / neşet eder, olay örgüsüne empoze edilmemelidir... İlk kural, ilk bir ya da iki müsveddeyi yazana kadar temayı tamamen görmezden gelmektir. Önce ‘bir ilişkide dürüstlük ve dostluk şarttır’ şeklindeki bir temadan yola çıkıp sonra ‘Sanırım ben Tootsie’yi yazacağım’ demek çok saçmadır.” “İlk olarak bir hikaye fikri ile yola çıkın ve kahramanlarınızın dış motivasyonlarına ve aralarındaki çatışmalara odaklanarak ilk müsveddenizi yazın. Ondan sonra karakterlerinizin içsel motivasyonlarına ve çatışmalarına odaklanın. Ancak o zaman hikayenizden hangi evrensel temanın ortaya çıkabileceğini görmeye hazır olursunuz.” Truby’nin de bu konuda söyleyeceği birkaç söz var: “Gişe canavarı filmler genelde parlak bir fikre (“high concept”) dayanırlar, ama bu parlak fikri aynı zamanda tema ve zıtlık / düşmanlık yoluyla genişletirler... Gişe canavarlarının yazarları parlak fikirlerinin kalbinde yatan ahlaki meseleyi bulurlar ve daha sonra bu meselenin çeşitli olasılıklarını hikaye boyunca ele alırlar. Bunu yapmanın yolu da zıtlıktır / düşmanlıktır. Bir gişe canavarı yazarı, parlak fikrin içinde gömülü bulunan en derin çatışmayı görür ve kahramanın bu çatışma ile başa çıkmasını gerektirecek bir grup düşman (“opponent”) yaratır. Örneğin Hollywood tarihinde bir insanın bir başkasıyla yer değiştirdiği onlarca “yer değiştirme” hikayesi vardır. Bunların hepsi “parlak fikir”dir, ama hemen hepsi başarısız olmuştur. TOOTSIE de bir yer (kılık) değiştirme komedisidir ama son derece başarılı olmuştur. Neden? Çünkü ... yazarlar, bir erkeğin kadın gibi giyinmesi fikrinde yatan temel bir ahlaki tema bulmuşlardır: erkeklerin kadınlara davranma şekli. Daha sonra yazarlar bir erkeğin bir kadına nasıl davrandığını gösteren bir dizi düşman yaratmışlardır.” 499

Demek ki iyi bir senaryo yazmak için parlak bir fikir (“high concept”) bulmak yeterli olmuyor. Bu parlak fikrin içinde gizli halde bulunan temayı da ortaya çıkarmak / bulmak gerekiyor. Ama bu temayı açıkça söylemek yerine olaylar ile göstermek daha doğru oluyor. posted by gezgin @ 7:29 PM 1 comments Perşembe, Ağustos 18, 2005 SANARİSTİN 1. YILI HATRINA BİRKAÇ KİŞİSEL SÖZ Bana gelen maillerin bir bölümü, bu siteyi hazırladığım için bana teşekkür eder. Ben de hem şaşırır, hem de sevinirim. Sevinirim çünkü birinin size teşekkür etmesi, "iyi" bir şey yaptığınıza dalâlettir. Şaşırmamın nedeni ise, benim bu işi bana teşekkür edilsin diye yapmamam. Aşağılarda bir yerlerde de belirttiğim gibi "karanlığa küfretmek" yerine bir mum yakmak için bu yazıları yazıyorum esasen. Ama anlaşılan karanlık o kadar koyu ki, ufacık bir mum bile bayağı bir iş görüyor. *** Bu yazılarla ilgili olarak itiraf etmek istediğim bir şey daha var. O da, benim bu yazıları yazma amaçlarımdan biri. Pek belli olmasa da benim için önemli olan bir neden: Bu yazıları hazırlarken beni mutlu eden bu neden, insanlara "parasız" bir şey sunuyor olmak. Yani hayatımızın hemen her anında yaptığımız şeyler ya da aldığımız hizmetler için para öderken, hayatta bazı "iyi" şeylerin parasız da olduğunu insanlara hatırlatmak. İnsanların maddiyatçılığından bunalıp sıkıldığımızda bu duruma küfrederken, "ama bir de SANARİST var, oradan çok şey alıyorsun ve hiçbir şey vermiyorsun" dedirtmek. Yani herkesin herşeyi para için yapmıyor olabileceği fikrini bir şekilde de olsa ayakta tutmak. Bu düşünce bana büyük bir zevk veriyor. Her şeyi maddileştiren kapitalist yaşam tarzına bu şekilde biraz abartılı bir sözcük olacak ama - başkaldırdığımı düşünüyorum. Ünlü bir Türk filmi repliğini biraz bozarak söylersem: "Bedenime sahip olabilirsin, hatta ruhumun bir bölümüne de, ama tamamına asla!" ;) *** İşte bu nedenle bu yazıları kitap haline getirip satmak fikri beni çok rahatsız ediyor. Bu yazılar bir kitap olsa, çok daha derli toplu olacak ve belki çok daha işe yarayacak. Ama o zaman cebinizden bir miktar para çıkıp benim cebime girecek. Böyle bir şeyi istemem. Çünkü o zaman bu siteyi hazırlama motivasyonuma tamamen ters düşmüş olurum. Benim amacım Türk sinemasına bir katkıda bulunmak; Türk sinemasına katkıda bulunur gibi yapıp bir yandan da cebimi doldurmak değil. (Akıllı SANARİST okurları zaten yapacaklarını yapıyorlar ve bu yazıların çıktısını alıyorlar. Bence çok güzel ve pratik bir uygulama. Bir tek yazıların sondan başa doğru dizili olması biraz sorun yaratıyordur. Bir de sürekli yapılan güncellemeler... :) Yine aynı sebepten dolayı bu siteden para kazanmamı sağlayacak olan herhangi bir reklam da almıyorum. Bu siteden gelecek 3 kuruş (ki hakkatten artık kuruşlardan konuşuyoruz) da gelmesin artık! Ama daha önemlisi, bu site üzerinden hiç kimseye hiçbir şeyin satılmaması. Herşeyin parasız olması. Türk sinemasının böyle karşılıksız bir hayat öpücüğüne ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Başlangıçta hayat öpücüğü verir gibi yapıp sonradan olayı "French Kiss"e dönüştürmenin alemi yok ;) *** Neyse, artık tatil bitti. (Bu arada kimseye çaktırmadan bir de tatil yaptım. Tatilde de iki yazı yazdım. Düşünün artık!) Artık daha ciddi ve işlevsel yazılara geçebiliriz. posted by gezgin @ 6:28 PM

12 comments

Pazartesi, Ağustos 15, 2005 İYİ HİKAYE - KÖTÜ HİKAYE "Aslında bütün öyküler aşağı yukarı aynı şeyi anlatır"... Bu cümleyi usta senaryo yazarlarından sık sık duyarsınız. Ama senaryo yazımına yeni başlayanlar bunun 500

anlamını tam olarak bilemeyebilirler. Biraz psikoloji bilgisiyle de harmanlayarak bunun ne demek olduğunu açıklamaya çalışayım. İstisnasız bütün insanlar çeşitli karakter zayıflıklarına sahiptir. Bu, insan olmanın bir parçasıdır. Tıpkı bedenimizi hayatta tutmak için yemek yemek zorunda olmamız gerçeği gibi bu da ömür boyu benliğimizin bir parçası olarak taşımak zorunda olduğumuz bir gerçektir. Herkes kendi zayıflığını en iyi bilir. Hatta bu yüzden kendimizi zaman zaman dünyanın en zayıf, en beceriksiz, en yeteneksiz insanı zannedebiliriz. Çünkü kendi zayıflıklarımızın sonuna kadar farkındayızdır. Başkaları ise bize daha eksiksiz, daha sağlam gibi görünürler. Çünkü o insanların 24 saat boyunca ne yaptığını bilmeyiz / bilemeyiz. Oysa o insan da zaman zaman kendisini en az bizim kadar zayıf ve yeteneksiz hissediyordur. (Bu konuda sizi en çok aydınlatacak kitaplar biyografi kitapları olacaktır). İşte bu zayıflıklarımızdan dolayı, kendine güvenen ya da daha önce güvenmezken sonra güvenmeye başlayan insanları ekranda / perdede görmeyi severiz. Bir süreliğine o insanla "özdeşleşir", onunla birlikte çeşitli güçlükler yaşar, sonra da o kriz anında kendi sınırlarımızı aşarak o büyük krizi biz de aşarız. Kısa bir süre için bile olsa biz de kendine güvenen bir insana dönüşür ve mutlu oluruz. Bunda yanlış ya da kötü bir şey yoktur. Hikayeler, ilk ortaya çıktıkları günden beri dinleyicileri cesaretlendirmeye, hayatın güçlüklerine karşı onları yüreklendirmeye, hayatı daha güzel yaşamak için nasıl davranmak gerektiği konusunda onları bilgilendirmeye çalışır. Bize benzeyen ama biz olmayan bir insanın güçlükleri nasıl aştığını görmektir, bütün bu hikaye dinleme olayının özü. İşte bu nedenle insanları zayıf / kötü / beceriksiz / aşağılık vb. gösteren filmler genel izleyici tarafından tutulmaz. İşte bu nedenle Avrupa sineması ve ona özenen diğer ülkelerin filmleri, insan psikolojisinin çok derin bir ihtiyacına cevap veren filmlerinden farklı olarak gişede iki seksen yatıyorlar. *** "Sanat filmi" adı altında inanılmaz saçmalıkları üretenlerin sadece biz olduğumuzu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ben kendi adıma zaman zaman Fransızların, İspanyolların ve İtalyanların "sanat filmi" adı altında ürettiği akıl almaz rezilliklere denk geliyorum. Ve - sağlıklı bir insan olarak - derhal mekandan ya da o film gösteriminden uzaklaşıyorum! Bu tür "sözde sanat filmleri"ni genelde "insan doğasının bilmem ne yönü" gibi ne idüğü belirsiz ifadelerle açıklarlar. Ve bu açıklamalarda da korkunç bir Freud'culuk vardır. Hele yarı-okumuş bir film eleştirmeni Freud ya da Lacan'dan bahsederek bir filmi yorumlamaya kalktığı zaman tüylerim diken diken olur. Niye mi? Çünkü Freud kadar paspas olmuş adam azdır psikiyatri ve psikoloji tarihinde. Freud'u önce kendi yandaşları ve öğrencileri (Jung, Adler, Fromm) çok fena yerden yere vurmuşlardır - haklı olarak. Sonra Karen Horney, Maslow, ve Rogers gibileri ortaya çıkmıştır 50-60-70'lerde. Seksen ve doksanlarda ise Martin Seligman ve Mihaly Csziksentmihalyi gibi bilim insanları, Maslow'un ve arkadaşlarının başlattığı "sağlık psikolojisi"ni bilimsel bir temele oturtmuşlardır (bkz. "Learned Optimism" adlı kitabı ve "Positive Psychology" akımı). Bütün bunlardan sonra Freud'un artık "saçmalık" olarak nitelenmesinde bir sakınca olmayan düşünceleri üzerine film hikayesi kurmak ya da filmleri bu "geri" düşünce sistemi ile açıklamak ya düpedüz cahilliktir ya da kasıtlı bir yanıltmadır. *** Ama burada sanırım Avrupalı'ların "Avrupa Merkezli" düşünme zaafı önemli rol oynuyor. Yukarıda adını verdiğim ve Freud'a takkesini ters giydiren bilim insanlarının çoğu Amerikalı ya da Amerika'ya göç etmiş insanlardır. 1950'lerden sonra Avrupa'dan doğru düzgün bir psikolog ya da psikiyatr çıkmış değildir. Felsefi olarak da bu "sanat" filmlerini temeline yine bir Avrupalı olan Jean Paul Sartre'ı ve onun "varoluşçu" düşünce sistemini yerleştirirler genelde. Bu felsefi akım, hayatın anlamının olmadığını, bütün insanı değerlerin kurmaca olduğunu, insanın "seçmek" suretiyle herşey olabileceğini vs. söyler - ortaokul düzeyinde genetik ve lise düzeyinde felsefe bilenlerin bile burun kıvıracağı saçmalıklar işte. 501

*** Bu yazdıklarımdan Amerikan hayranı olduğum izlenimi uyanmamalı. Söylemek istediğim, Amerikalıların insan psikolojisi ile ilgili doğru bir damar buldukları. Ve sadece muazzam reklam kampanyaları sayesinde değil, bu doğru damar sayesinde bütün dünyada seyrediliyor oldukları. Ve bizim sinemacılarımızın da, eğer kalıcı başarılar elde etmek istiyorlarsa, benzer bir damarı kendi kültürümüzde bulmaları gerektiği. posted by gezgin @ 9:56 PM

7 comments

Cumartesi, Ağustos 13, 2005 VİZONTELE: SON YORUM "Vizontele 1" hakkında bir yorum yazmak istiyordum ama bir türlü kısmet olmadı. Onun yerine farklı yazıların içinde küçük küçük yorumlar yapmış oldum. Bu saatten sonra da oturup bunları birleştirmeye üşeniyorum. Ama işi bu noktada bırakmadan önce Vizontele 1 hakkında söylenmesi gereken bir şey daha var. Önce daha önce neler söylediğimi bir hatırlatayım kısaca: 1) "Orada Olmayan Hikaye" yazısında, Vizontele 1'deki kahramanların net bir dış motivasyonu olduğunu söylemiştim. Bu dış motivasyon da Televizyonu çalıştırarak ilçeyi dünya ile entegre etmekti. Başkan Nazmi'nin temel motivasyonu buydu. Deli Emin'in motivasyonu ise daha çok "teknik"ti. 2) Vizontele'nin çok net bir çatışması olduğunu da söylemiştim. Bu çatışma daha çok Başkan Nazmi + Deli Emin ile Sinemacı Latif ve yandaşları arasındaydı. 3) Hemen alttaki yazıda da Vizontele'nin bir özelliğinin de çatışmanın finale doğru tırmanmadığıydı. Gerçekten de çatışma filmin finaline doğru şiddetlenmiyordu. Öyle ki doruk ("climax") denilen noktada (dağın tepesine çıktıkları an) Başkan Nazmi (yani filmin kahramanı) yeniliyordu. Zafer, son derece anlamsız ve komik bir biçimde, kaza eseri elde ediliyordu. (Normal bir filmde böyle bir çözüm yanlış olurdu, ama bu bir komedi filmi olduğu için hoşgörmüştük.) Burada, Başkan Nazmi ile Deli Emin'in karşısındaki düşmanın sadece Sinemacı Latif ve yandaşları olmadığını da eklemek istiyorum. Başkan Nazmi'nin önünde iki büyük engel daha var: bilgisizlik ve doğa koşulları. Başkan Nazmi sadece Latif'le değil, bu güçlüklerle de mücadele etmek zorunda kalıyor. Bu da çatışmayı daha etkili kılıyor. *** Bu kadar. Bu film hakkında söyleyebileceklerim bu kadar. Genel olarak iyi bir film. Güzel bir seyirlik. Ama filmi hangi kıstaslara göre değerlendirdikleri belli olmayan bazı yazarların ve eleştirmenlerin söylediği gibi muhteşem değil. Yılmaz Erdoğan'ın oyunlarından, TV dizisinden ve senaryosunu yazdığı iki filmden yaptığım bir çıkarsama var: Yılmaz, bir ana hikaye seçiyor, o hikaye ile uzaktan yakından alakalı insanların küçük hikayelerini anekdotlar şeklinde senaryonun orasına burasına serpiştiriyor, ve senaryosunu böyle oluşturuyor. "Ee, ne var bunda?" diyebilirsiniz. Ben "bir şey var" demedim. Sadece yorumlamak suretiyle Yılmaz Erdoğan'ın senaryoculuğunu biraz daha gün ışığına çıkarmak istedim. Bence Yılmaz'ın gerçek senaryo yazarlığı gücü "Organize İşler"de ortaya çıkacak. Bekleyelim ve görelim... posted by gezgin @ 4:56 PM

0 comments

Cuma, Ağustos 12, 2005 ORTAK ÖZELLİKLER: HABABAM, VİZONTELE ve ÇOCUKLAR DUYMASIN Bu üç eserin de (ikisi sinema, biri TV eseri) başarılı olduğunu kimse tartışacak değil sanırım. “Çocuklar Duymasın”da Meltem ve Haluk’un değişmediği dönemi kastediyorum. “Vizontele” derken 1. 502

Vizontele’yi. “Hababam Sınıfı” derken de 1974 yapımı ilk Hababam’ı düşünüyorum. Bu eserlerin neden başarılı olduğu ile ilgili olarak çok şey söylenebilir. “Samimiyetleri” “Türk kültürüne ve geleneklerine uygun olmaları” “komedi olmaları” vb. bunların başında gelecektir. Ama ben burada başka bir şeyden söz etmek istiyorum: Bu eserlerin dramatik yapısından. Bu üç eseri de incelediğimizde senaryolarında ilginç bir ortak nokta buluyoruz. Bu üç eser de tırmanmalı (dikey) bir hikaye akışı takip etmiyor. Olaylar düz bir yüzeyde meydana geliyorlar sanki. Hikaye ilerledikçe artan bir çatışma, gittikçe şiddetlenen bir durum yok. “Hababam”ın uzun bir incelemesinde bunu göstermiştim. Bu filmde taraflar arasındaki çatışma filmin sonuna doğru artmıyordu. Mahmut Hoca ile Hababam birbirine sırayla misillemeler yapıyordu. Ama bu misillemelerin şiddetinin sona doğru arttığını söylemek mümkün değildi. Aynı şeyi “Vizontele” için de söylemek mümkün. Çatışmanın şiddeti sona doğru artmıyordu. Filmin merkezinde bir hikaye vardı (Başkan Nazmi’nin ve Deli Emin’in TV’yi çalıştırmak istemesi) ama bu hikaye sona doğru hızlanmıyordu. Hatta hikayenin hiç acelesi yoktu diyebiliriz. Bu eksen hikaye devam ederken bir yandan da bir sürü yan hikaye izliyorduk. “Çocuklar Duymasın”da da böyle bir durum vardı. Olaylar bir yere doğru ilerliyordu ama bu gidişte hiçbir acele, hiçbir şiddet artışı yoktu. Her bölümde, bölümün başında atılan sorun çözülüyordu (bazı bölümlerde bu sorun bölümün ortasında çözülüyor ve bölümün ortasında yeni bir sorun ortaya atılıyor – ki bu çok ilginç). Ama hiç birimiz bölümün sonunda ne olacak diye büyük bir heyecan hissetmiyorduk. Peki bu durum bize ne söyler? Türk seyircisi, 3 Perdeli Yapıya oturtulmuş ve çatışmanın şiddeti gittikçe artan hikayeleri çok beğenmektedir – öyle olmasa Hollywood’dan gelen filmlere akın etmezdi. Ama konu yerli yapımlar olunca seyircilerin en büyük kıstası senaryonun yapısı ve çatışmanın gittikçe artması olmuyor. Karakterleri kendine yakın bulması, konuların güncel olması, türün “komedi” olması, oyuncuların ünlü olması yetiyor sanki. Peki senarist bu durumdan ne çıkarmalıdır? Ortalama senaristler bu senaryo yaklaşımını devam ettirmeyi tercih edebilirler. Yani “Abicim, ben senaryoyu bir biçimde bitireyim de, nasıl ve ne zaman biterse bitsin” diye düşünebilirler. Ya da zaten öyle düşünüyorlarsa, bu düşüncelerini pekiştirebilirler. İyi senaristler ise bu durumun yarattığı “tembelliğe ve dağınıklığa çağrı”yı dinlemez ve senaryolarını sağlam bir 3 Perdeli Yapıya oturtarak çatışmanın şiddetini sona doğru artırır. Ya da Bildiğiniz gibi yapın... Ve eserinizin bu sitede “yorumlanmasın” katlanın! ;) posted by gezgin @ 6:00 PM

0 comments

Cuma, Ağustos 05, 2005 ORADA OLMAYAN HİKAYE: VİZONTELE TUUBA "Vizontele Tuuba", "Vizontele" kadar başarılı değil. Neden? Biraz daha "siyasi" ve bu yüzden "tatsız" bir konuyu anlattığı için mi? Filmin göreli başarısızlığının nedeni 12 Eylül darbesi mi? Hiç sanmam. Bence bu senaryo kaynaklı bir durum. Vizonteleleri karşılaştırdığımız zaman, çok bariz farklar görüyoruz. Ben sadece ikisi üzerinde duracağım. 1) Vizontele'nin baş kahramanları Belediye Başkanı Nazmi ve Deli Emin. Çok belirgin bir amaçları (dış motivasyonları) var: Şehre gönderilen televizyonu çalıştırmak. Ve dünyadan kopuk bir halde yaşayan bu şehri, dünya ile ilişkilendirmek. Bu çok önemli bir şey onlar için. Eğer Vizontele çalışırsa, sanki bütün geri bırakılmışlıklarından kurtulacaklar. En azından başkan böyle hissediyor. Ve bu uğurda yörenin en yüksek dağının tepesine bile çıkıyor. (Burada şunu hatırlatayım: Senaryonun eksenini oluşturan büyük istek'in ne kadar gerçekçi olduğu, 503

hikayenin yaratacağı etki ile çok da bağlantılı değildir. Önemli olan birilerinin bir şeyleri büyük bir tutkuyla istemesidir. Seyirci, perdede tutkuyla yanan biri görmek ister, o kadar.) Vizontele Tuuba'da ise öncelikle bir baş kahraman belirsizliği var. Ön planda bir çok insan var, ama bunlardan hiçbiri baş kahraman niteliğinde değil. Ne Başkan, ne Emin, ne de kütüphaneci Güner Sernikli filmi taşıyan insanlar. Hepsi ön planda, ama hiçbiri "kahraman" / baş karakter değil. Bu durum, dış motivasyon zayıflığına yol açıyor. "Vizontele Tuuba"nın en büyük sorunu bu. Belirli bir baş rol olmayınca, güçlü bir dış motivasyon da olmuyor. Bu filmdeki dış motivasyon nedir? "Kütüphane kurmak" mı? Hayır. Bu sadece, biraz da şehrin geri kalmışlığına / bırakılmışlığına duyulan bir tepki olarak akla gelen ve uygulanan bir proje. Ama bunu çok isteyen biri yok. Zira Güner (Tarık Akan) bir kütüphaneci değil. O, devleti ile ters düşmüş aydın bir memur. O kadar. Devlet de onu cezalandırmak için merkezden uzak yerlere yolluyor. Güner'in "insanları eğiterek onların hayatını güzelleştirmek" gibi bir derdi yok. Ve bu zayıf dış motivasyon, hikayenin ikinci yarısında tamama eriyor - yani sonucuna ulaşıyor. Başkan, Emin ve Güner'in şansları yaver gidiyor, bina ve kitap buluyorlar ve kütüphaneyi açıyorlar. Peki biz bundan sonra neyin olmasını bekleyeceğiz merakla? Ön plandakiler kendilerin yeni bir motivasyon buluyorlar: halkı kütüphaneye alıştırmak. Bunun için de televizyondan faydalanılıyor: insanlar televizyonla kütüphaneye getiriliyor, çıkışta ellerine birer kitap tutuşturuluyor, okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğretiliyor, solcu gençlere de kütüphanede tartışma olanağı tanınıyor. Eee? Yani filmin "istek hattı"("desire line") zayıf ve biraz zorlama. Bu yüzden de ne olduğu ya da ne olacağı bizi pek ilgilendirmiyor. Sonra ne olacağını merak etmiyoruz. Bu da - şaşırtıcı bir biçimde bu filmi izlerken zaman zaman sıkılmamıza neden oluyor. Özetle, birinci filmdeki Başkan Nazmi'nin dış motivasyonuna sahip birini ikinci filmde bulamıyoruz. 2) "Vizontele"de çatışmanın kimler arasında olduğu çok belirgindi: Başkan + Emin ile Sinemacı Latif + Oğlu Veli (Şafak Sezer) + Fikri (Cem Yılmaz). Televizyonun çalışması bir kampın işine yarayacak, diğerine de zarar verecekti. Bu nedenle her deneme, taraflardan birini sevindirirken diğerini üzüyordu. Biz de keyifle bu tatlı çekişmeyi izliyor ve kimin galip geleceğini merak ediyorduk. (Artı, vizonteleye karşı çıkan bir imam ve başına geleceklerini hissetmiş gibi onun sözünü dinleyen Siti Ana vardı. Bu da Truby'nin bahsettiği dört uçlu çatışmaya benzer zengin bir durumu yaratıyordu filmde). Peki, Vizontele Tuuba'da çatışma kimler arasında? Eğer filmin "istek hattı" (ya da kahramanların dış motivasyonu) kütüphanenin kurulması ise, bunun önünde kim duruyor ve çatışmayı yaratıyor? Ben söyleyeyim: HİÇ-KİM-SE! Kütüphanenin kurulma süreci, ufak tefek aksaklıklarla da olsa tıkır tıkır ilerliyor. Ne askerler engel oluyor, ne gericiler (dramatik gerilim olması için öyle birileri bile yok - AP'lilerin bu durumu şikayet etmeye çalışması sadece hafif komik sonuçlara yol açıyor), ne de sinemacılar (niye engel olsunlar ki?) kütüphanecilere büyük bir tehdit teşkil ediyorlar. Eee? Biz neye üzülüp neye sevineceğiz? Neden heyecanlanacağız? Herşey ön plandakilerin / kahramanların istediği gibi oluyor zaten! Filmin başka alanlarında bazı çatışmacıklar yaşanıyor. Sol fraksiyonlar arasındaki komik çatışma, AP'liler ile Belediye Başkanı Nazmi arasındaki hafif sürtüşme, bu çatışmacıkların en belirginleri. Ama bunlar, filmi taşımaya yetecek güçte değil. Sadece bir "doku" ("texture" - henüz o konuyu burada işlemedik) oluşturmaya yarayacak itişmeler, o kadar. Çatışma yoksa hikaye de yoktur! O kadar. İşte bu yüzden bu yazının adı: "Orada Olmayan Hikaye: Vizontele Tuuba!" *** DEUS EX MACHINA: 12 EYLÜL Filmin finali ile filmin geneli arasında da bir kopukluk var. Yani filmin finalinde yaşananlar, film boyunca yapılan şeylerden kaynaklanmıyor. "Ne yani? Hakkari'de olan olaylar mı 12 Eylül'e yol açmalı?" diyebilirsiniz. Hayır. Böyle saçma bir beklenti içinde değilim. Ama en azından şehirde olan olaylar, ülkeyi 12 Eylül'e götüren sürecin küçük ve 504

(filmin genel tonuna uygun olarak) komik bir modeli olabilirdi. Böyle bir şey yok. Bu nedenle 12 Eylül, Yunan tragedyalarında olduğu gibi "gökten inen bir tanrı" ("Deus ex Machina") gibi filmi bitiriyor. Biz de "ne oluyor yahu?" diye kalakalıyoruz. Yılmaz Erdoğan bu finali "Hayat ne güzel devam ederken askerler geldi ve güzel günler sona erdi" demek için yazmış olabilir. Askerlerin gelişinin her defasında normal gidişatı bozduğu doğrudur ama burada askerlerin gelişinin (gerekli ya da gereksiz) nedenleri gösterilmediği için onlara karşı bir tepki duymuyoruz. Televizyonda verilen bir kaç terör haberi, bizi bu finale hazırlamaya yetmiyor. Böyle bir final ancak, filmin ilk % 75'de gösterilen olaylarla ("set up") hazırlanabilir. Yılmaz Erdoğan bunu yapmıyor ve bu yüzden de final tatmin edici olmuyor. *** Vizontele Tuuba'nın eksiklerinden biri de Emin ile Tuuba arasındaki "aşk". Varla yok arasındaki bu ilişki, seyircide bırakın büyüğü, orta şiddette bile bir duygu uyandırmıyor. Neden? (Bunu da siz bulun, beni uğraştırmayın.) *** Filmin sonunda askerlerce götürülen solcular hakkında "anlatıcı", "Onlar düşündüklerinin bazılarının yasadışı olduğunu biliyorlardı, ama düşündüklerinin hiçbirini yapmamışlardı" mealinde bir şeyler söylüyor. Ve düpedüz mantık ve duygu sömürüsü yapıyor. Yani "insanlar eyleme sokmadıkları düşüncelerinden dolayı suçlanamaz" diyor. Bu mantıkla hareket edersek, yüzlerce insanı öldürmeyi planlayan teröristler, yakalandıkları takdirde derhal serbest bırakılmalıdır, çünkü henüz hiçbir şey yapmamışlardır. Azıcık düşünen bir insan, bunun ne kadar tehlikeli ve gerçek dışı bir iddia olduğunu görebilir. Ama Yılmaz Erdoğan, sonucunu hiç düşünmeden "herşeye özgürlük" isteyenlere bir selam çakıyor ve aklı selim sahiplerini hayal kırıklığına uğratarak filmini bitiriyor. Bence Yılmaz Erdoğan'ın bu filmde yaptığı en büyük hatalardan biri, komedi olarak başladığı filmini siyasi bir film gibi bitirmesi. Seyircinin Yılmaz Erdoğan filmlerine neden geldiği belli (Oyunlarına da aynı nedenle gidiliyor) : memleketteki ilginç durumların mizahi bir yaklaşımla yorumlanmasını izlemek için. Yılmaz Erdoğan "12 Eylül hakkında bir komedi yapmanın imkansız olduğunu" düşünmüş olabilir, ama "Hayat Güzeldir" ile Oscar alan ve Yılmaz'ın da takdir ettiği anlaşılan Roberto Benigni'nin o filmiyle 2. Dünya Savaşı'nın en üzücü olaylarından birini mizahi bir dille anlatmayı başardığını unutmaması gerekiyor. posted by gezgin @ 8:13 PM

1 comments

Cumartesi, Temmuz 30, 2005 HABABAM SINIFI: BİR TÜRK KLASİĞİ Not: Bu yazıyı okumadan önce "Hababam Sınıfı" adlı filmi (1974 yapımı ilk film) bulup izlemenizi tavsiye ederim - VCD'si var. Onlarca kez televizyonda (reklamlarla paramparça olmuş halde) izlediğinize eminim. Ama nacizane tavsiyem, bir kopyasını bulun, baştan sona kesintisiz izleyin, sonra yazıyı okuyun. "Hababam Sınıfı"nın gelmiş geçmiş en başarılı Türk filmi olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. 1974 yılında çevrildiğinden beri (yönetmen: Ertem Eğilmez) defalarca sinemalarda, ondan çok daha fazla TV'de gösterilmiştir. Ve her gösterilişinde de çok büyük bir izleyici topluluğunu kendine çekmeyi başarmıştır. Bu izleyicilerin Hababam'ı ilk kez seyretmediği kesin. Peki nasıl oluyor da bir film, defalarca seyredilmesine karşın, her oynatılışında kendine bu kadar çok izleyici buluyor? Nasıl oluyor da aynı izleyiciler, daha önce yüzlerce kez duydukları esprileri tekrar duyunca yine gülüyorlar? "Hababam Sınıfı"nın bu başarısının çok çeşitli unsurları olduğu kesin. İnanılmaz derecede başarılı oyunculuk, müthiş bir müzik, ve harika bir yönetmenlik bunlardan sadece bir kaçı. Ama bence her şeyden önemlisi, bütün bunların ayakta kalabilmesini sağlayan, çok başarılı bir senaryosu var. Filmin, Rıfat Ilgaz'ın romanından Umur Bugay (daha sonra başımıza TV dizisi "Bizimkiler"i saran adam) tarafından uyarlandığını biliyorsunuz. Bu yazıda "senarist, orijinal esere ne kadar sadık kalmış?" türünden bir geyiğe girmeyeceğim. (Her adaptasyonda yapılan bu "geyiği" hiç anlayamam: Bir senaryonun romana sadık kalmadığını söyleyerek onu eleştirmek, bir aşçıyı, taskebabı yaparken ineğe sadık kalmadığı için eleştirmek gibi bir şeydir.)

505

Bu yazıda, "Hababam Sınıfı"nın senaryosunun başarısının şans eseri olmadığını, aksine, başarılı senaryoların hepsinde görülen özellikleri bünyesinde barındırdığı için bir klasik haline geldiğini göreceğiz. Bu özelliklerin bir çoğunu aşağıdaki yazılarda okudunuz. Şimdi bu ilkelerin, gelmiş geçmiş en başarılı Türk filminde nasıl kullanıldığını görelim. FİLMİN GENİŞ ÖZETİ Filmin mütevazı jeneriği 2 dakika kadar sürüyor. Melih Kibar'ın Hababam ile özdeşleşen müziğini ilk kez jenerikte duyuyoruz. SINIF: Jenerikten sonra öğrencilerin koşarak sınıflarına girdiklerini görüyoruz. Hababam Sınıfı'ndayız. Öğrenciler daha yerlerine otururken ilk espri geliyor: Güdük Necmi, İnek Şaban'ın sırasına bir balya ot koymuştur. Bununla ilgili espriler yapılır. Hoca gelir. Ders biyolojidir. Hoca, geçen ders ne yapıldığını sorar, fakat çalışkan bir öğrenci dışında kimse cevap veremez: konu, memeli hayvanlardır (konu seçimine dikkat). Hoca kaldığı yerden dersi anlatmayı sürdürür, sonra da anlattıklarını sınıftaki öğrencilere sorar. Öğrencilerin hepsi "meme" temalı espriler yaparlar. Bu sahne Ferit'in "uçan memeli"ye örnek olarak "hostes"i vermesiyle biter. YORUM: Jenerikten sonraki ilk 3 dakikayı kapsayan bu ders sahnesi bir çok şeyi başarıyor. Bize baş karakterleri tanıtıyor: Damat Ferit, İnek Şaban ve Güdük Necmi. Hikayenin geçeceği ortamı kuruyor: özel bir lise. Ve filmin tonunu belirliyor: komedi. Bu sahneden sonra, çok komik bir öğrenci filmi izleyeceğimizi anlıyoruz. OKUL İÇİ MERDİVEN: İkinci uzun sahneye geçmeden önce, iki öğretmenin merdivenden inerkenki konuşmasına tanık oluyoruz. Öğretmenler öğrencilerden şikayet eder ve yeni gelecek müdür muavininin onları adam etmesini umut ettiklerini söylerler. YORUM: Daha 4. dakikada, ileride tanık olacağımız çatışmanın ipuçlarını görüyoruz. Haylazlıkları tavan yapmış bir grup öğrenci ve onları adam etmeye çalışacak bir müdür muavini. TUVALET: Hababam sınıfı tuvalette sigara içmektedir. Onlar da kendi aralarında yeni gelecek müdür muavinini konuşmaktadırlar. Bir ara Şaban, "Müdür geliyor!" diyerek herkese sigaralarını attırır. Ama şaka yapmıştır. Diğer öğrenciler buna gıcık olurlar. YORUM: Yaklaşık 1 dakika süren bu sahne de bizi gelecek çatışmaya hazırlıyor ve Hababam'ın bu çatışmadan korkmadığını gösteriyor. Ayrıca Şaban'ın yaptığı "müdür geliyor" esprisi, hikayenin ilerleyen bölümlerinde sonucu ("pay off") alınacak bir temel atma ("set up"). SINIF: Bir sonraki sahnede, sağır bir hocanın anlattığı coğrafya dersindeyiz. Hoca ders anlatırken, öğrenciler kendi aralarında konuşmakta, oyunlar oynamaktadır. Hoca arada sırada bir öğrenciyi kaldırıp soru sorar, öğrenci dersle tamamen alakasız şeyler söyler ama hoca cevabı beğenir, çünkü aslında kendisine söylenenleri hiç duymamaktadır. Bu arada Damat Ferit ile Güdük Necmi, olmayan bir kızın ağzından Şaban'a mektup yazmaktadır. Ayrıca öğle tatilinde Hababam'ın maçı olduğunu da öğreniriz. Son olarak Hoca, sınıftaki tek çalışkan öğrenciyi kaldırır, ona da bir soru sorar ama çocuk diğerlerinin aksine doğru cevap verdiği halde hoca tarafından paylanır: "Sen bana maç anlatıyorsun!" YORUM: 2 dk süren bu sahne de çok başarılı. Hem hocanın içler acısı halini gösteriyor, hem de İnek Şaban'la ilgili bir esprinin temelini atıyor. Bu sahneyle birlikte, okuldaki hocaların hemen hepsinin bir kusuru bulunduğunu anlıyoruz. OKUL BAHÇESİ: Hababam, öğle tatilinde okul bahçesinde futbol maçı yapmaktadır. Yeni müdür muavini, kıyasıya devam eden bu maçın ortasına düşer. Mahmut Hoca, okul binasına gitmek için bu maçın ortasından geçmek zorundadır. Öğrenciler adamcağızın etrafında futbol oynayarak onu iyice sıkıştırırlar. YORUM: Hababam'ın Müdür Muavini ile çatışması, taraflar daha birbirlerini tanımadan başlıyor. Mahmut Hocanın hikayeye bu şekilde girmesi gerçekten de akıllıca bir tercih. Mahmut hocanın başka bir yoldan sessizce odasına çıktığını düşünün. Ne kadar zayıf bir giriş olurdu değil mi? ÖĞRETMENLER ODASI: Öğretmenler Hababam Sınıfı'ndan şikayet etmektedir. Bu sırada Hafize Ana odaya girer. Öğretmenlere kahvelerini dağıtır. Bir vesileyle kendisinin okuldaki görevlerini sıralar. Sonra da Hababam'ı ne kadar sevdiğini belli eder: öğle yemeğindeki fasulyeyi üçüncü kez ısıtmıştır onlar için. Sonra Müdür ve Mahmut Hoca öğretmenler odasına girer. Müdür Mahmut Hoca'nın yeni muavin olacağını söyler. Mahmut Hoca bütün hocaların yaşlı olduğunu, birinin neredeyse kör, diğerinin de neredeyse sağır olduğunu fark eder. 506

Tam bu sırada Hababam'ın topu Öğretmenler Odasının camını kırar. Ferit ve bir arkadaşı gelip topu isterler. Camın parasını ödeyeceklerini söyleyerek topu alırlar. Müdürün okulda disiplini tesis etmekte başarısız olduğu kesindir. YORUM: Bu sahne, Mahmut Hoca'nın ve diğer hocaların tanıtılması görevini üstlenmiştir. Hocaların hepsi yaşlı ve bir açıdan maluldür. Hafize Ana Hababam'ı çok sevmektedir. Hababam ve Mahmut hoca bu sahnede ikinci kez karşı karşıya gelirler ve Mahmut hocanın izlenimi yine iyi değildir. Bu da çatışmanın temellerini sağlamlaştırır. Bütün bunlar ilk 10 dakikada oluyor. (Aşağılarda bir yerde "İlk 10 dk." ile ilgili yazılara bakınız). Karakterler, ortam, hikayenin tonu tanıtılıyor ve çatışmanın temelleri sağlam bir biçimde atılıyor. YEMEKHANE: Maçta yenen takım, yenilen takımın hoşafını içmektedir. Şaban'la ilgili inek şakaları yapılır. Hafize ana yanlarındadır ve onları ne kadar sevdiğini gösteren bir şeyler söyler. Yine yeni muavinden bahsederler. Hababam Sınıfı, Mahmut Hoca'yı takmamakta kararlıdır. Yemekhanede sigara içmeye başlarlar. Ama hemen sonra müdür gelir. Şaban hariç herkes sigaraları sürdürür. Arkası gelen müdüre dönük olan Şaban kendisine yapılan uyarıları dinlemez ve Müdürden tokadı yer. YORUM: Bu sahnede de, filmin başındaki sahnede atılan temelin (Şaban'ın arkadaşlarını kandırması) sonucu alınıyor. Ayrıca yeni muavinle ilgili kayıtsızlık bir kez daha teyit ediliyor. Böylece, taraflar arasındaki çatışmanın kıysasıya geçeceğini daha iyi anlıyoruz. MAHMUT HOCANIN ODASI: Hafize Ana, Mahmut Hoca'nın bekar olduğunu öğrenir, çünkü adam okulda kalacaktır. Onun çamaşırlarını yıkamayı teklif eder. YORUM: Bu sahne bize, Mahmut Hoca hakkında biraz daha bilgi veriyor. Adamın okulda kalacağını, bu yüzden, zaten okulda yatılı kalmakta olan Hababam ile sürekli karşı karşıya kalacağını öğreniyoruz. (Aslında bu durum, Truby'nin başarılı çatışmalarla ilgili önerisini bire bir yerine getiriyor. Truby, çatışmanın taraflarının bir sebepten dolayı hep aynı mekanda tutulmasını önerir. Zıt tarafların beraber durmak istememesi çok normaldir, der, ama sürekli bir çatışma için aynı mekanda bulunmalarını sağlamak gereklidir diye de ekler. Hababam, tam da bunu yapıyor.) SINIF: Güdük sınıfa bir kedi getirir. Şaban'ın "mektup yazan gizli sevgilisi" hikaye kolu bu sahnede de devam eder. Kedi kaçar. Kaçan kediyi kovalayan Güdük Necmi sınıf kapısının önünde yere düşer. Tam o sırada kapı açılır ve içeri Müdür ile Mahmut Hoca girer. Müdür sınıfı Mahmut Hocaya bırakarak çıkar. Mahmut Hoca yerine oturur. Öğrenciler ile ters ters bakışırlar. Daha sonra Mahmut Hoca bazı öğrencilere, ilerlemiş yaşlarına rağmen neden hala lisede olduklarını sorar. Çocuklar komik cevaplar verirler. Mahmut Hoca, Hababam hakkında çok ve olumsuz şeyler duyduğunu söyler ve film boyunca yaşanacak çatışmanın temelini oluşturan kurallarını söyler: "Okuldan kaçırtmam, kopya çektirtmem, top oynatmam, sigara içirmem". YORUM: Bu sahne, bundan sonra olacakların bir özeti gibidir. Biliriz ki Hababam bu sahnede sıralanan her türlü haylazlığı yapacak, Mahmut Hoca da onları engellemeye çalışacak ya da bunlardan dolayı cezalandıracaktır. Filmin bu noktası, lunaparklardaki trenlerin hızlanmaya başladığı noktaya benziyor. TUVALET: Hababam, Mahmut hocanın konuşmasını hiç umursamaz bir biçimde tuvalette sigara içmektedir. Bu bir meydan okumadır. Şaban, Mahmut Hoca'nın geldiğini sanarak sigarasını söndürür. Bu da filmin başında yaptığı şakanın bir bedelidir. YORUM: Bu sahne Hababam'ın söz dinlemezliğini, şımarıklığını, disiplinsizliğini bir kez daha tescil ediyor. Mahmut hoca'dan korkmadıklarını gösteriyor. Eğer korkup sigarayı bıraksalardı film de olmazdı, eğlence de. Hababam, kendi karakterine sadık kalıyor. MAHMUT HOCANIN ODASI: Müdür Hababam'dan şikayet etmektedir. Çocukların ailelerinin ilgisiz olduğunu, sadece okul taksitlerini yolladıklarını, gerisiyle ilgilenmediklerini söyler. YORUM: Aslında Müdürün bu şikayetleri, Hababam'a karşı bir miktar sempati duymamızı sağlar. Neticede bunlar kötü çocuklar değil, aile ilgisinden yoksun yetişen, sevgi yerine para verilmiş insanlardır. Ayrıca müdürün bu gerçeğe de nüfuz edemediğini (ya da onu umursamadığını) anlarız. Ama Mahmut hoca, bu genç insanların mizahla maskelenmiş dramının farkındadır. SINIF: Hababam Sınıfı sınıfta uzun eşek oynamaktadır. Kurtuluş savaşı gazisi olan Fizik hocası gelir. 507

Kendisini uzun eşek oynayarak bekleyen sınıfı cezalandırmak için sınav yapmak ister. Ama öğrenciler adamın savaş anılarını canlandırlar ve hocalarını omuzlarına alarak sınıfta gezmeye başlarlar. Tam bu sırada Mahmut Hoca sınıfa girer. Fizikçi "Ne zaman yoklama yapmaya kalksam kendimi omuzlarda buluyorum" der. YORUM: Çok ama çok komik bir sahne. Öğretmenlerin öğrenciler tarafından nasıl manipule edilebileceğiyle ilgili klasik bir örnek. Mahmut Hoca, Hababam'ın hocalarını nasıl soytarıya çevirdiğine ilk kez tanık oluyor. BAHÇE: Hababam, okul duvarında bir delik açmaktadır. Konuşmalardan anladığımıza göre Mahmut Hoca Hababam'ın çıkmasını yasaklamıştır. Onlar da duvara bir delik açarak çıkmaya karar vermişlerdir. Şaban'a mektup yazan kız hikayesi burada biraz daha işlenir. Hababam duvarda delik açmayı başarır. Ve öğrenciler teker teker bahçeden çıkmaya başlarlar. Ama deliğin diğer tarafında Mahmut Hoca onları beklemektedir. YORUM: Hem çok iyi yazılmış hem de çok iyi oynamış bir sahne. Yazar sahneye geç giriyor. Yani Mahmut Hoca'nın Hababam'ı yasaklamasını, bunun üzerine Hababam'ın da duvarda delik açmaya karar verişini görmüyoruz. Sahne başladığında duvardaki deliğin zaten yarısına gelinmiş oluyor. Sahnenin bitişi ise harika. Duvardaki delikten geçenler, ses çıkarmadan duvarın öbür tarafında bekleyen Mahmut Hoca'nın yanına gidiyorlar. Bu yalın sahne, bence Türk Sineması'nın en komik sahnelerinden biri. BAHÇE: Bir önceki sahneden kısa bir süre sonra. Mahmut Hoca Hababam'a duvardaki deliği tamir ettirmektedir. Bu arada bütün okul Hababam'ı seyretmektedir. Üstüne üstlük Mahmut Hoca öğrencilere "En azından bir meslek sahibi olursunuz. Duvarcılık da güzel bir meslektir" mealinden alaycı şeyler söyler. YORUM: Bu, Mahmut Hoca ile Hababam'ın gerçek anlamda karşı karşıya geldiği ilk olaydır. Ve galibi kesinlikle Mahmut Hoca'dır. Öğrencileri yakalamasının yanı sıra onları bir de rezil etmesi, taraflar arasındaki çatışmayı daha da güçlendirir. Mahmut Hoca'nın Hababam'ın sandığı kadar kolay lokma olmadığını anlarız. SINIF: Kör (yani çok az gören) felsefecinin dersi. Hoca, bütün okula alay konusu olan Hababam ile dalga geçer. Güdük Necmi de adamın körlüğünden faydalanarak müfettiş numarası yapar. Adam Necmi'yi gerçekten de müfettiş zanneder. Güdük, Şaban'ı tahtaya çağırır, ona soru sorar, sonra da tokat atar. Kahkahaları duyan Mahmut Hoca Hababam Sınıfı'na gider ve Necmi'yi müfettiş gibi öğretmen masasında otururken bulur. Hoca'yı hiç bozmaz, "müfettiş"i yanına alır ve çıkar. YORUM: Mahmut Hoca, Hababam'ın öğretmenlere yaptıklarına ikinci kez tanık oluyor ve bu kez elebaşlarından birini yakalıyor. Mahmut Hoca'nın Fizikçi'yi bozmaması (yani adama kandırıldığını belli etmemesi) onun ne kadar düşünceli olduğunu gösteriyor. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Mahmut Hoca Güdük Necmi'ye nasihat etmektedir. Ama beklediğimiz gibi sınıf disiplinini bozduğu için değil, bir insanın zaaflarından, kusurlarından faydalanarak onu küçük düşürdüğü için. Yine beklenenin aksine bir tavırla Mahmut Hoca Güdük'e hiçbir ceza vermeden sınıfa yollar. YORUM: Bu olay, çatışmanın taraflarından kimin "iyi" kimin "kötü" olduğunu net bir biçimde anlamamızı sağlar. Mahmut Hoca'nın son derece insancıl biri olduğu görülür. Tam olarak "kötü" olmasalar bile sorun yaratan taraf aslında Hababam'dır. SINIF: Biyoloji sınavı. Külyutmaz hoca soruları yazdırdıktan sonra sıraların üzerinde dolaşmaya başlar ve "30 yıllık meslek hayatında hiç kopya çektirmediğini" söyler. Oysa Hababam şakır şakır kopya çekmektedir: Ayakkabısının altına ya da eline soru yazanlar, sınıfın altına yerleştirdiği arkadaşlarından kopya çekenler... En komiği ise Şaban'ın yöntemidir. Geleneksel olarak kızların uyguladığı bacağa kopya yazma yöntemini kullanmaktadır. Ama Güdük Necmi, cevapları tersten yazdığı için Şaban hiçbir şey okuyamamaktadır. Sınıfın arka sıralarında oturan bir öğrenci, bir kağıda yazdığı soruları iple aşağı sarkıtarak Hafize Ana'ya ulaştırır. Bir başkası da cevapların olduğu bir kağıdı sınıfta dolaşıp duran Külyutmazın sırtına iliştirmeyi başarır. Böylece "kopya çektirmem" diyen hoca aniden ayaklı bir kopyaya dönüşür. Başka öğrencilerden cevapları alan Hafize Ana yine aynı yöntemle bu kağıdı Hababam'a ulaştırır. Ama cevap kağıdı yukarı doğru çıkarken Mahmut Hoca bunu görür ve şüphelenir. Mahmut Hoca Hababam'a gider ve Külyutmaz'ın sırtındaki kopya kağıdını görür. Adama çaktırmadan bu kağıdı alır ve hiçbir şey demeden sınıftan ayrılır. YORUM: Bu, Türk sinema tarihinin en komik kopya sahnelerinden biri, belki de en komiğidir. Sahnenin komikliği Külyutmaz'ın kendisini "kopya çektirmez" biri sanarken Hababam'ın o zamanlar bilinen hemen 508

her yöntemle kopya çekmesinden kaynaklanır. Ama bu sahne aslında daha büyük bir çatışmanın, Mahmut Hoca ile Hababam'ın arasındaki çatışmanın bir parçasıdır. Mahmut Hoca'nın daha önce "Kopya çektirmem" demesine rağmen Hababam kopya çekmektedir. Sahne'nin sonunda Mahmut Hoca'nın sınıfa gelip kopya çekildiğini fark etmesi, çatışmanın gerçek taraflarını karşı karşıya getirir. YEMEKHANE: Mahmut Hoca, kopya çektikleri için aç bırakarak cezalandırdığı Hababam'ın karşısında yemek yemektedir. Hafize Ana Mahmut Hoca'dan onları affetmesini ister ama Mahmut Hoca bunu kabul etmez. YORUM: Yine çok güzel yazılmış bir sahne ile karşı karşıyayız. Senarist sahneye en dramatik anda giriyor, bizi çeşitli vesilelerle güldürüyor, sonra da erkenden çıkıyor. YATAKHANE: Şaban, ailesinin kendisine yolladığı cevizli sucuğu ve leblebileri yerken diğerleri açlıktan kıvranmaktadır. Hafize Ana Damat Ferit'e bir tencere pilav verir. Ama Ferit tencereyi yatakhaneye götürürken Mahmut Hoca'ya yakalanır. Mahmut Hoca "Ben size bu saatte yemek yemeyin, midenize yazık olur, demedim mi?" diyerek tencereyi alır. YORUM: Bu sahnenin işlevi hem sınıftakilerin Şaban'a neden gıcık olduğunu ve onunla sürekli alay ettiklerini anlatmak, hem de asıl külyutmazın Mahmut Hocaolduğunu göstermek. Hababam bu kez gerçekten de baltayı taşa vurmuştur. YATAKHANE - GECEYARISI: Bazı Hababamcılar uyanıktır ve su sesiyle işetmek suretiyle, kendilerine cevizli sucuk ve leblebi vermeyen Şaban'dan intikam almaktadır. Diğer hababamcılar da Şaban'ın dolabına delik açmayı ve leblebilerini çalmayı başarırlar. YORUM: Hababam, bencilleri sevmediğini ve cezalandırdığını kanıtlıyor. TUVALET - SABAH: Bir Hababamcı'nın suratının kalemle boyanmış olduğunu görürüz. YATAKHANE - SABAH: Hababam, Şaban'ın yatağının etrafında toplanmıştır. Altına işemiş olan Şaban ise durumun belli olmaması için yataktan çıkmamaktadır. O sırada Mahmut Hoca gelir. ve bu yaşında altına işediği için Şaban'ı ayıplar. YORUM: Mahmut Hoca'nın açlık cezasını izleyen bu sahneler, Hababam'ın nasıl birlik içinde hareket ettiğini ve bu birliğe uymayanları nasıl cezalandırdığını gösteriyor. Öğretmenlere karşı öğrenciler arasındaki dayanışma oluşturmak her okulda görülen bir durumdur ama bu eğilim yatılı okullarda çok daha güçlüdür. Bu güçlü birlik de yazar ve yönetmen için büyük dramatik fırsatlar taşır bünyesinde. YEMEKHANE - SABAH: Hababam büyük bir iştahla kahvaltı etmektedir. Mahmut Hoca da babacan bir tavırla onları izlemektedir. Hababam, Mahmut Hoca'nın sertliğinden şikayet eder ve neden hep okulda kaldığını, evli olup olmadığını sorarlar. Mahmut Hoca da evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya vakit bulamadığını, çünkü tüm zamanını onlar gibi haylazları adam etmeye harcadığını söyler. Ama iyi yapıp yapmadığını da bilmemektedir. YORUM: Bu sahne, Hababam ile Mahmut Hoca'nın zaman zaman dostane bir biçimde bir araya gelmelerine bir örnektir. Bu iki kutbun arasındaki çatışma yıkıcı nitelikte değildir aslında. Hababam, ailelerinin ilgisizliğine, okul müfredatının saçmalığına ve hocaların yetersizliğine isyan olarak işi dalgaya vurmaktadır. Mahmut Hoca ise Hababam'ı, onların iyiliğini düşündüğü için sıkıştırmakta, disipline etmeye çalışmaktadır. Çünkü bu tavırlarını sürdürerek yetişkin hayatına geçmeleri mümkün değildir. Oysa bir çoğunun yaşı, yetişkinliğe ulaşmıştır bile. (Damat Ferit 25 yaşında olduğunu söyler, Güdük de 23 yaşındadır). OKUL BAHÇESİ: Hababam, okulun önündeki merdivenlerde sohbet etmektedir. Şaban'dan çaldıkları leblebiyi, başkasının leblebisiymiş gibi yine Şaban'a yedirirler. Bu arada biri gelip liseler arası bilgi yarışmasında kız lisesine düştüklerini ama Mahmut Hoca'nın bu sene Fen sınıfını yarışmaya sokacağını söyler. Hababam buna fena halde bozulur ve Fen sınıfındaki öğrencileri tehdit ederler. YORUM: Bu sahnenin amacı, yeni bir hikaye kolu başlatmaktır ("set up"). Hikayenin ilerleyen bir aşamasında Hababam'ın bu yarışma ile ilgili komik bir şeyler yapacağını tahmin ederiz. Ayrıca Hababam'ın okulda bir tür "terör" unsuru olduğunu da öğreniriz. SINIF: Edebiyat dersinde Hoca Yahya Kemal'in "Sessiz Gemi" şiirini anlatırken Güdük Şaban'ın kazağının içine bir at sineği atar. Şaban kaşınmaya başlar. Hoca şiiri önce Ferit'e sonra da Güdük'e sorar. Güdük de şiirin - o günlerde moda olan - şarkısını söyler. Hoca şiirin veznin Şaban'a sorar. Şaban ise bir yandan saçma sapan bir vezin söylerken diğer yandan da şiddeti gittikçe artan bir şekilde kaşınır. Kaşıntısı dayanılmaz bir hal alınca da sınıfın ortasında soyunur. 509

YORUM: Bu senaryonun en belirgin özelliklerinden biri, taraflar arasındaki çatışmanın tırmanMAMASIdır. Yani taraflar arasındaki çatışmanın şiddeti filmin sonuna doğru artmaz. Neredeyese hep aynı düzeyde kalır. Bu sahne de bunun bir örneğidir. Sahnenin amacı öğrencilerin dalgacılığını bir komedi şeklinde tekrar göstermektedir. Ama sahnenin biraz daha gölgede kalan ikinci bir amacı da vardır. O da o günlerde (ve hala) liselerde yapılan edebiyat derslerinin öğrencilere gerçek edebiyat zevkini kazandırmaktan ne kadar uzak olduğunu, aruz veznini çarpıtmak suretiyle göstermektir. TUVALET: Hababam sigara içmektedir. Şaban "sevgilisinden" gelen bir mektubu okumak için bir kabine girer. Mahmut Hoca tuvalete baskın yapar. Herkes sigaraları atar ama Mahmut Hoca herkesin cebindeki sigarayı bulur. Sonra Şaban'ın girdiği tuvaletin önüne gelir. Ona tuvaletten çıkmasını söyler. Şaban, onu Güdük zannederek ters cevap verir. Mahmut Hoca çok kızar. Şaban dışarı çıkınca yanıldığını anlar. YORUM: Bu sahne, filmin daha en başında atılan bir temelin (Şaban'ın arkadaşlarını "Müdür geliyor" diye kandırması) sonucu. Aynı zamanda Mahmut Hoca ile Hababam arasındaki çatışmayı da devam ettiriyor. Senaryonun bir başka kolu olan "mektup" olayını da sürdürüyor. Fazlalığı olmayan, komik bir sahne. Şaban'ın film boyunca, Mahmut Hoca ile olmadık yer ve zamanlarda karşılaşınca söylediği "Mahmut Hoca!" lafının duyulduğu güzel sahnelerden biri. SINIF: Mahmut Hoca fen sınıfından yarışmaya katılacak öğrencileri Hababam'a getirir ve onlar tarafından tehdit edilip edilmediklerini sorar. Fenciler tehdit edilmediklerini söylerler. Mahmut Hoca yarışmaya Fencilerin katılmasında kararlıdır. YORUM: Bu sahnenin amacı, hikayenin "yarışma" kolunu devam ettirmek ve Mahmut Hoca ile Hababam arasındaki çatışmayı sürdürmektir. Şu aşamada Mahmut Hoca üstün gibi görünmektedir. BAHÇE: Hababam, ellerinde bir flama ile, UGANDA Cumhurbaşkanı'nı karşılama bahanesiyle okuldan kaçar. Kapıcı bu akıl almaz bahaneye inanır ve Hababam'ın dışarı çıkmasına izin verir. Bu arada az gören felsefe hocası da Hababam'ın sınıfına gelir ama öğrencilerin sınıfta olmadığını anlamaz. YORUM: Hababam Mahmut Hoca'nın "okuldan çıkma yasağı"nı yaratıcı bir biçimde delmiştir. Çatışmanın bu alanında (okuldan çıkma) üstünlük sağlamışlardır. BAHÇE: Hababam maçtan döner. Mahmut Hoca onları bahçede beklemektedir. Öğrencilere "Ugaqnda Cuhmurbaşkanı nasıl, iyi mi?" diye sorar. Şaban da "Size selamı var efendim!" şeklinde cevap verir. YORUM: Yine çok ekonomik bir anlatımla karşı karşıyayız. Hababam'ın nereye gittiğini, kapıcının Mahmut Hoca'ya haber verdiğini vs. görmüyoruz. Olabilecek en öz ve komik bir biçimde bu sekansın ("okuldan kaçış sekansı") çözümüne ulaşıyoruz. OKUL: Mahmut Hoca Hababam'ın haftasonu izinlerini iptal eder. (Yatılı okuyanlar bu izinlerin ne kadar hayati önemi olduğunu bilirler). Hababam da dışarıyı dürbünle seyreder. Şaban, aslında var olmayan sevgilisine mektup yazmaktadır. Ferit ise okuldan kaçmaya kararlıdır. Okul duvarının üzerinden atlayarak kaçar. YORUM: Okuldan çıkış konusunda bu kez üstünlüğü Mahmut Hoca ele geçiriyor. Yetkisini kullanarak Hababam'ı cezalandırıyor. Ferit ise bu cezaya karşın okuldan kaçıyor. Ferit'in kaçışı, daha sonra karşımıza çıkacak bir hikaye kolunun başlangıcını oluşturuyor. TAVANARASI: Hababam ile Mahmut Hoca arasındaki çatışma alanlarından biri de sigara idi. (Bkz. Mahmut Hoca'nın Hababam'la konuşması: "Kopya çekiyormuşsunuz, çektirtmem; sigara içiyormuşsunuz, içtirtmem, vb.") Hafize Ana Hababam'a sigara getirmiştir. Onlar da bu sigaraları afiyetle tavan arasında içmekte ve Mahmut Hoca'nın yerlerini kesinlikle bulamayacağını düşünmektedirler. Ama Mahmut Hoca onları yakalar. Odasında bir güzel fırçalar ve sigaraları kimin getirdiğini sorar. YORUM: Hababam ile Mahmut Hoca arasındaki çatışmalardan birinin devamı. Zaman olarak çok uygun. Çünkü cezalı olarak okulda bulunan Hababam'ın Mahmut Hoca ile bu şekilde çatışması son derece makul. YEMEKHANE: Mahmut Hoca akşam yemeğinde "Ferit nerede?" diye sorar. Hababam da, öğrenci dayanışmasının doğal bir parçası olarak "Ferit hasta" diye yalan söyler. Hababam Mahmut Hoca ile konuşmaz, küsmüş gibidirler. Mahmut Hoca da bu yaptıklarının onların iyiliği için olduğunu anlatan bir konuşma yapar: "N'aaptım size çocuklar? Okuldan kaçtınız. Aferin mi diyecektim? ... Bense onlara sadece güzel şeyler öğretmeye, doğru yolu göstermeye çalıştım. Ama arkama baktığımda pek de başarılı olmadığımı görüyorum. Koca bir ömrü Anadolu'nun o köşesinden bu köşesine sürülmekle tükettim. Ne zaman bir 510

öğrenciye hatası için ceza versem, karşımda ya anlayışsız kodaman bir veli, ya da bana "çok ileri gittiğimi" söyleyen bir idare adamı gördüm. Oysa benim istediğim o çocukların sorumluluk duygularını öğrenmeleri ve görevlerini yapmalarıydı. Mutlu olmam için bu bana yeterdi, ama olmadı. Hayatımı bir HİÇ uğruna ziyan ettim. Bu yaştan sonra da yanıldığımı itiraf etmek zor geliyor. Ömrümün geri kalan günlerini de gene eskisi gibi öğrencilerime yani sizlere doğruyu, güzeli öğretmeye çalışarak geçireceğim. Hiç ümidim olmasa da." YORUM: Filmin bu sahnesi, filmdeki "iyi" ile "kötü"yü belirginleştirmesi açısından çok önemli. Her ne kadar filmin adı "Hababam Sınıfı" olsa da ve bizi en çok Hababam güldürse de, bu hikayenin "kötü adamları" Hababam. Belki "kötü adam" ifadesi bir komedi filmi için çok ağır kaçmış olabilir. "Yanlış işler yapanları" diyelim. Mahmut hoca, hikayenin başından itibaren Hababam'ı cezalandırdığı, onları komik yaramazlıklar yapmaktan alıkoymaya çalıştığı için "kötü adam" gibi görünüyordu. Ama bu sahne de onun, çocukların iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen idealist bir öğretmen olduğu açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Filmin finali de, bunu doğruluyor. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Mahmut Hoca Ferit'e neden kaçtığını sormaktadır. Ferit nedenini söylemez. Mahmut hoca da yıl sonuna kadar haftasonu yasağı koyar Ferit'e. YORUM: Mahmut Hoca, Ferit'in neden kaçtığını bilmediği için bu hareketi sıradan bir suç gibi cezalandırır. Böyle yapması son derece makuldür. YATAKHANE: Ferit'in evli ve bir oğlu olduğunu öğreniriz. Ferit bu nedenle kaçmaktadır. Ferit'in ailesi ise oğullarının evli ve baba olduğunu bilmemektedir. YORUM: İşte bu bilgi, Mahmut Hoca ile Ferit arasındaki çatışmayı sıradan bir öğretmen-öğrenci çatışması olmaktan çıkarıyor. Bu çatışmaya bir "trajedi" havası katıyor. ("Trajedi" neydi hatırlayalım: İki olumlu değerin çatışması. Örneğin "vatan sevgisi" ve "aşk" - örn. "Truva") Yani Mahmut Hoca öğrencisinin iyiliği için onu cezalandırmak zorunda. Ama Ferit de ailesine karşı duyduğu sorumluluktan dolayı kaçmak zorunda. Bu durum, Hababam Sınıfı'ndaki çatışmayı daha derinleştiriyor, 3 boyutlu hale getiriyor. SINIF: Fizik hocası ("Paşa") sınıfa gelir. Sınav yapacaktır. Hababam yine dersi kaynatmaya, Hoca'yı dolduruşa getirmeye çalışır. Ama bu kez başaramazlar. Sınav gerçekleşir. YORUM: Mahmut Hoca'nın okul düzenindeki olumlu etkisi diğer öğretmenlere de yansımaktadır. Hababam'ın kayıtsız şartsız üstünlüğü azalmaktadır. Burada da aslında Mahmut Hoca ile Hababam arasındaki çatışmaya örtük olarak tanık oluruz. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Hafize Ana, Mahmut Hoca'nın odasına tarihi bir kıyafet ile girer. Hababam'ın kendisine tarihi bir oyunda rol verdiğini söyler: "4. Kel Mahmut'un karısıyım." Mahmut Hoca Hababam'ın yine bir iş çevirdiğinden şüphelenir. YORUM: Çok kısa ama çok komik bir sahne. Hafize'nin giysisi ve inanarak "4. Kel Mahmut'un karısıyım" demesi gerçekten çok eğlenceli. TİYATRO SAHNESİ: Hababam okulun tiyatro sahnesinde pofur pofur sigara içmektedir. İçki ve sigarayı yasaklayan 4. Murat'la ilgili bir oyun sahnelemektedirler güya. O sırada Mahmut Hoca gelir. Hababam onun yanında sigara içmeye devam eder, yıl sonu müsameresine hazırlandıklarını söylerler. Sonra Padişah giysisi içinde Şaban gelir. Kendisinin 4. Kel Mahmut olduğunu söyler. Mahmut Hoca bir şey demez. YORUM: Hem çok yaratıcı hem de çok komik bir sahne. Hele Şaban'ın padişah giysisi içindeki girişi mükemmel. Tiyatro olayının sigara içmek için bir bahaneden ibaret olan Mahmut Hoca'nın Hababam'a kızmaması ise dikkat çekici. Ama aklında bir plan var tabii: SINIF: Mahmut Hoca Hababam'a bir tarih sınavı yapar. Soru 4. Murat Devri'dir. Yani Hababam'ın sigara içmek için bahane olarak kullandığı padişah. YORUM: Mahmut Hoca'nın öğrenciyi cezalandırırken de zeki ve mizahi olduğunu gösteren kısa ve güzel bir sahne. BAHÇE: Güdük Şaban'ı çağırır. Mektuplaştığı kızın kendisini görmek için okula geldiğini söyler. Şaban sevinçle Güdük'ün peşinden gider. Ama karşısına gerçek bir kız değil bir inek çıkar. YORUM: Filmin başından beri "temeli atılan" ("set up") hikaye kollarından biri (Şaban'ın mektup aşkı) bu şekilde sona eriyor. Aslında bu kadar ortalama bir esprinin bu kadar komik olarak sunulması gerçekten de dikkate değer. 511

SINIF: Ferit öğretmen masasının üzerine oturmuş, Mahmut Hoca'nın yaptığı tarih sınavını cevaplarını okumakta, arkadaşları da bunları yazmaktadır. Plan, bu yeni kağıtların, eski sınav kağıtları ile değiştirilmesidir. YORUM: Hababam hemen pes edecek bir sınıf değildir. Yenilgileri bile galibiyete dönüştürmek için "çaba" gösterirler. Bu sahne de aslında "kopya çekme" alanındaki çatışmanın bir devamı niteliğindedir. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Hafize Ana, Mahmut Hoca'nın masasının çekmecesindeki eski sınav kağıtlarını alır, yerine yeni sınav kağıtlarını koyar. YORUM: Hafize Ana'nın rolü burada yine önem kazanıyor. Hababam'ın idaredeki casusu olarak iş gören Hafize Ana, aşırı merhametli (ve aslında zararlı) yaklaşımıyla Hababam'ın yaramazlıklarını devam ettirmelerine yardımcı oluyor. İlk bakışta komik gibi görünen bu davranış, aslında pedagojik (çocuk yetiştirme bilimi) olarak son derece zararlı. Bunu bilmeyen ve sonsuz bir merhametle hareket eden Hafize Ana, Hababam'a kötülük yaptığının farkında değil. BİLGİ YARIŞMASI: Hababam, yarışmaya katılacak Fen öğrencilerini bağlamıştır. Ve onların yerine sınava girerler. Mahmut Hoca bunu görür ama o anda bir şey demez. Hababam yarışmada kazanmak için hile yapacaktır. Yarışmanın yapılacağı yerin yakınındaki bir odaya gizli bir hat çekilmiştir. Bu odadaki diğer Hababamcılar, yarışma sorularının cevaplarını kitaplardan bulacak ve yarışmacılara gizli bir mikrofon yoluyla ulaştıracaklardır. Hababam, sahtekarlıkları sayesinde başlangıçta çok başarılı olur. Ama daha sonra mikrofon düzeneğinde bir sorun çıkar ve kopya verenler ile kopya alanlar arasındaki iletişim bozulur. Bu da yarışmacı Hababamcıların çok komik cevaplar vermesine yol açar. Mikrofon düzeneğini fark eden Mahmut Hoca kopya veren Hababamcıları bulur. Ama onlara kızmak yerine bozulan düzeneği tamir eder ve Hababam'ın yarışmayı kazanmasını sağlar. YORUM: Herşeyiyle mükemmel bir sekans (sahneler bütünü). Herşeyi komik: Fencilerin iplerle kalaslara bağlanması, yarışmacı Hababamcıların başlangıçtaki özgüvenleri, sonra düzenek bozulunca çok komik cevaplar vermeleri, Mahmut Hoca'nın durumu fark etmesi ve büyük bir sürpriz ("twist") yaparak öğrencileri cezalandırmak yerine onlara yardım etmesi. Bu son olay, yani Mahmut Hoca'nın yardım etmesi, onun katı ("rigid") bir kişilik olmadığını, duruma göre yaratıcı bir biçimde hareket edebildiğini gösteriyor. Ve onu daha fazla sevmemizi sağlıyor. SINIF: Mahmut Hoca Hababam'a, yarışmada yaptıklarını onayladığı için değil, okulun adını lekelememek için yardım ettiğini söyler. Hababamcılar ise yaptıklarından dolayı okuldan atılmayacaklarını, çünkü her birinin ailesinin okula çok miktarda para ödediğini söyler. Mahmut Hoca ceza olarak Hababam'ın sene sonuna kadar olan bütün haftasonu izinlerini kaldırır. Ayrıca tarih sınavının Hafize Ana tarafından değiştirildiğini bildiğini söyler. Ama yakalanmadıklarına göre imtihan geçerlidir. Yalnız Şaban 2 almıştır, çünkü kitaptaki 4 virgülü atlamıştır. YORUM: Bu sahne üç görevi yerine getiriyor: birincisi, öğrencilerin okul ile ilişkilerini açık bir biçimde ortaya koyuyor. Okul, görevini yerine getirmek (yani, öğrencileri eğtimek) amacıyla değil, para kazanmak için Hababam'a katlanmaktadır. (Bu da bir temel atma olayıdır. Bu gerçekle ilgili yeni bir durumu daha ileride göreceğiz.). İkincisi, Hababam da Ferit ile aynı cezayı alır ve öğrenciler arasında eşitlik sağlanır. Üçüncü olarak da Hababam'ın idaredeki ajanı olan Hafize ana ifşa olur. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Hafize ana ütü yapmaktadır. Mahmut Hoca gelir ve bu odanın anahtarının bundan sonra sadece kendisinde bulunacağını söyler, çünkü tarih sınavının kağıtlarının onun değiştirdiğini bilmektedir. Ayrıca Hababam'a sigara tedarik edenin o olduğunu da bilmektedir. "Onlara ne büyük kötülük yaptığının farkında mısın?" der. YORUM: Bu sahne, çok basit gibi görünmesine karşın, "Hababam Sınıfı"nın neden bu kadar başarılı bir film olduğunun anahtarı niteliğindedir. Hababam Sınıfı aslında bir AİLE alegorisidir. Yani Mahmut Hoca, çocuklarının iyiliği için onlara kural koyan BABA, Hafize Ana da çocuklarının canının yanmasını hiçbir koşulda istemeyen, bu nedenle yer yer BABA'nın koyduğu kuralları ihlal eden, aşırı merhametli bir ANNE'dir. Bu görevi adından bile anlaşılır bu aslında - Hafize ANA! Çocuklar da tabii ki Hababam Sınıfıdır. Bu sahnenin bir başka fonksiyonu da, Mahmut Hoca'nın Hababam'a verdiği cezaları sadistliğinden değil, onların iyiliği için verdiğidir. Ki pedagojik olarak gerçekten de doğru bir şey yapmaktadır. (Bu düşünceye şimdi katılmayabilirsiniz. Katılmıyorsanız, henüz çok gençsiniz demektir. Eninde sonunda Mahmut Hoca'ya hak vereceksiniz :)

512

MÜDÜR'ÜN ODASI: Müdür, okul taksidini yatırmayan bir öğrenicinin okulla ilişiğini keser. Bu, şansa bakın ki, Hababam'ın en çalışkan öğrencisidir. (Filmin başında Coğrafya dersinde doğru cevap verdiği azarlanan çocuk). YORUM: Bu sahne, daha önce temeli atılan bir durumu biraz daha zenginleştiriyor. Hatırlarsanız Hababam, yarışmada sahtekarlık yaptıktan sonra "Bizi atamazlar çünkü ailelerimiz bu okula çok para veriyor" demişti. İşte bu sahne, bu durumu ters bir açıdan ele alıyor. Ailesi para veremeyen bir çocuğun durumunu işliyor. Ve bu okulun, "eğitim" gibi yüce bir amaç için değil, "para kazanmak" için var olduğunu gözler önüne seriyor. YATAKHANE: Hababam okuldan atılacak arkadaşlarının okul taksidini ödemek için cebindekileri bir araya getirir ama yetmez. YORUM: Bu sahne de Hababam'ın sadece haylaz çocuklardan oluşan bir topluluk olmadığını gösteriyor. Arkadaşlarının iyiliği için fedakarlıkta bulunuyorlar. Böylece izleyicinin, farklı biz düzlemde Hababam ile özdeşleşmesi sağlanıyor. BAHÇE: Hababam, arkadaşlarının okul taksidini yatırmak için okuldaki diğer öğrencilerden haraç almaya başlar. YORUM: Hababam'ın sevdiği insanlar için ne kadar aşırı uçlara kayabileceğini gösteren güzel ve komik bir sahne. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Hababam Mahmut Hoca'nın karşısında dizilmiştir. "Niçin yaptınız bunu" diye sorar. Ama Hababam nedenini söylemez. Daha sonra okulun Müdürü gelir ve Hababam'ın, arkadaşlarının okul taksidini ödemek için böyle bir şey yaptığını söyler. Bunu duyan Mahmut Hoca'nın tavrı değişir. YORUM: Bu sahnenin başlangıcında da "trajik" bir hâl var. Mahmut Hoca, iyi yöneticilik yapmak ve öğrencilerin iyiliği için Hababam'ı sorgulamaktadır. Hababam ise arkadaşlarının iyiliği için böyle bir suç işlemiştir (iyi x iyi). Gerçeğin, sorunun kaynağı olan adam (yani, Müdür) tarafından açıklanması da iyi bir buluş olmuş. Eğer durumu Hababam'ın kendisi açıklasaydı, ya da Mahmut Hoca bunu başka bir yoldan öğrenseydi bu sahne bu kadar etkili olmazdı. BAHÇE: Hababam, arkadaşlarını uğurlamak için okulun merdivenlerinde toplanmıştır. Ama gidecek olan çocuk, Mahmut Hoca'nın onun okul taksidini ödediğini, artık gitmesine gerek olmadığını söyler. Hepsi çok sevinirler. YORUM: Mahmut Hoca'nın bu hareketi, onun gerçekten de sadece öğrenciyi düşünen bir öğretmen ve yönetici olduğunu kanıtlıyor. Bu olayla birlikte hikayedeki zıtlaşma, Hababam ile Mahmut Hoca arasında olmaktan çıkıp, Hababam + Mahmut Hoca ile paragöz okul müdürü arasında gerçekleşmeye başlıyor. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Ferit Mahmut Hoca'nın yanına gelir ve kendisinin okuldan neden kaçtığını anlatır: evli ve çocuk sahibidir. Ferit bu gerçeği babasının bile bilmediğini söyleyerek, Mahmut Hoca'ya ne kadar güvendiğini belli eder. Mahmut Hoca ile Ferit arasındaki o ünlü diyalog bu anda gerçekleşir. Mahmut Hoca: "N'aaptın oğlum?!" Ferit: "Sevdim Hocam." Mahmut Hoca ona ailesini görme izni verir. YORUM: Bu sahne, filmin başından beri çatışmanın tarafları olarak görünen Mahmut Hoca ile Hababam'ın uzlaşmasını simgelemektedir. YATAKHANE: Şaban, kadın kılığına girmiştir ve o zamanların ünlü bir şarkısı olan "ÇİLLİ BOM"u söyler. Daha sonra Ferit kucağında bebekle yatakhaneye girer. Karısının İzmir'de işinin olduğunu söyler. Çocuğa Hafize Ana bakacaktır. YORUM: Hikayenin "Ferit'in Çocuğu" kolunun temel atma bölümü devam ediyor. Ferit, çok riskli bir şey yaparak çocuğunu okula getirmiştir. Bunun, ileride bir kriz çıkarma olasılığı çok yüksektir. SINIF: Hababam felsefe dersindedir. Az gören hoca bir öğrenciyi sözlü yapmaktadır. Öğrenci de cevapları kitaptan okumaktadır ama öğretmen bunu anlamaz. O sırada sınıfa Hafize girer, kucağında çocuk vardır, işi olduğunu söyleyerek bebeği Hababam'a bırakır ve çıkar. Ama felsefe öğretmeni bunların hiçbirini fark etmez. YORUM: Okulda bir bebek bulunmasının yarattığı sorunlar yavaş yavaş baş göstermektedir. Bütün bunlar olurken felsefe hocasının hiçbir şeyi fark etmemesi ayrıca komik tabii. SALON: Okulun salonunda müsamere hazırlıkları yapılmaktadır. Mahmut Hoca da yapılanları kontrol 513

etmektedir. O sırada Hafize kucağında çocukla gelir, Mahmut Hoca'yı görmez. Mahmut Hoca bebeği görür ve Ferit'in bebeği okula getirme kararını doğru bulur. YORUM: Mahmut Hoca'nın aslında çok iyi bir insan olduğunu bu sahnede daha iyi anlıyoruz. Yine şaşırtıcı bir hareketle, öğrencilere kızacak yerde "halden anlar" ve Ferit'e doğru bir şey yaptığını söyler. Böylece kalbimizi daha fazla kazanır. MÜSAMERE: Geleneksel Hababam müsamerelerinin ilki - ve en komiklerinden biri. O zamanın (1974) ünlü gruplarından olan CİCİ KIZLAR gibi giyinmiş üç Hababamcı, "Delisin" şarkısını söyler. Şaban da çok komik bir Ali Rıza Binboğa taklidi yapar. Son olarak Hababam Vokal Grubu ve Hafize Ana "Cilli Bom"u söyler. Başlarda tutuk olan Hafize Ana şarkı ilerledikçe açılır ve komikleşir. Eğlencenin doruğa ulaştığı bir anda Müdür salona girer. Kucağıda Ferit'in bebeği vardır ve çok öfkelidir. Ferit bebeğin kendisine ait olduğunu söyler. Müdür ile Mahmut tartışırlar. Mahmut Hoca "Ben tüccar değilim, eğitimciyim" der ve heyecandan kalp krizi geçirir. YORUM: Yine çok başarılı bir sahne. Burası artık filmin finali, doruk noktası ("climax"). Filmdeki gerçek tarafların (Hababam + Mahmut Hoca x paragöz Müdür) son ve büyük çatışması. Bu aynı zamanda filmin en komik ve en hüzünlü sahnelerinden biri. Eğlencenin ve komikliğin tavan yaptığı bir anda, filmin en büyük çatışması meydana geliyor. Müdür, bu eğlenceyi bozan kişi olarak sahneye giriyor. Ve filmin başından beri en çok özdeşleştiğimiz karakter olan Ferit'in eğitim hayatını sona erdirme tehdidinde bulunuyor. Mahmut hoca ise idealist kişiliğini cesurca ortaya koyarak Ferit'i savunuyor. Ama kalp krizi geçiriyor. HASTANE: Mahmut Hoca kalp krizini atlatmış, ama bayağı yıpranmıştır. Yanında öğretmen arkadaşları vardır. Onlara "Doktorlar artık çalışma diyor. Benim de gönlüm yok. Ümidim de yok" diyor. Ama kendisinden daha yaşlı olan diğer öğretmenler itiraz ediyorlar. Paşa, "Sen bize bile bu yaştan sonra hocalığı yeniden sevdirdin"; az gören felsefeci "Sanki gözlerim bile daha iyi görüyor"; Sağır coğrafyacı "Hepimizi değiştirdin sen" der, "Hababam'ı bile". Mahmut Hoca'nın bir kaç eski öğrencisi gelir. Artık koskoca profesör olmuşlardır. Mahmut Hoca çok duygulanır. YORUM: Bu sahne, Mahmut Hoca'nın öğretmenlikle ilgili "işe yaramazlık" duygusunun tekrar ortaya çıktığı bir sahnedir. Gelen eski öğrencileri onun bu inancının pek de doğru olmadığını gösterir. Ama henüz asıl final gelmemiştir. HASTANE: Hafize Ana Mahmut Hoca'yı ziyaret eder. Mahmut Hoca "Eski talebelerim geliyor boyuna. Duymuşlar da..." der. Hafize, "dışarıda da yeni talebeleriniz var" der. Odaya Hababam dolar. Ve hediye olarak diplomalarını getirirler. Sonra dışarıdan sesler gelir. Hababamcılar Mahmut Hoca'yı pencereye götürür. Hastanenin önünde toplanmış yüzlerce, binlerce öğrenci "MAHMUT HOCA" diye bağırmaktadır. Mahmut Hoca "Bunlar kim?" diye sorar. Hababam cevap verir: "Gelecekteki öğrencileriniz." Film, Mahmut Hoca'nın yüzüyle biter. YORUM: Filmin en etkili sahnelerinden biri. Ve "Hababam Sınıfı"nın aslında Hababam'ın değil de Mahmut Hoca'nın hikayesi olduğunun en bariz kanıtı. Hüzünle sevincin birbirine karıştığı, tam Türk işi ve mükemmel bir final. *** GENEL DEĞERLENDİRME: "Hababam Sınıfı" (1974) filminin hikayesi böyle. Peki nasıl oluyor da bir film, aradan 30 yıl geçmesine karşın hala bu kadar büyük bir beğeniyle, ve tekrar tekrar seyredilebiliyor? Bunu anlarsak, benzer başarıda filmler yazma ve çekme şansımız artabilir. 1) "Hababam Sınıfı"nın konusu, Türkiye'de yaşayan herkesin çok rahatlıkla anlayabileceği bir konu: okul. Her Türk vatandaşı T.C. Milli Eğitim Bakanlığı'nın tezgahından geçtiği için, Hababam'da anlatılan olayların benzerini yaşamıştır. Bu filmdeki hocalar, bu filmdeki yöneticiler, bu filmdeki dersler ve sınavlar, hemen hepimizin bildiği şeylerdir. Bu nedenle film, çok geniş bir izleyici kitlesiyle kolaylıkla buluşabiliyor. (Hatırlarsanız, Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri'nde, başarısız filmlerin bir özelliğinin, toplumun marjinal - çok alt ya da çok üst - bir kesimini konu edinmek olduğunu söylemiştim. Hababam ise bunun tam tersini yapıyor ve başarılı olmanın gereklerinden birini yerine getiriyor.)

514

2) "Hababam Sınıfı" bir komedi filmi. Türk halkının en sevdiği türlerden biridir komedi (En çok iş yapan 10 Türk filminin 8'i - Eşkıya ve Asmalı Konak hariç - komedidir). Mizah, Türk kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Genel olarak yaşamayı ve eğlenmeyi seven bir milletiz. Mizah anlayışımız ne Amerikalılarınkine benzer, ne İngilizlerinkine, ne de Fransızlarınkine. Kültürümüz gibi mizahımız da insancıldır. Yıkıcı değildir. Mizah ile hüznü birbirine katmayı çok severiz. Bu son derece yerinde bir yaklaşımdır aslında, çünkü hayatın kendisi de mizah ile hüznü bize hep içiçe sunar. "Hababam Sınıfı" mizahın ve hüznün beraber sunulduğu, bu özelliğiyle kültürümüze çok yakın duran bir filmdir. 3) "Hababam Sınıfı"nın senaryosu, gelmiş geçmiş en diri, en "fazlalıklardan arındırılmış", en hızlı senaryolarından biridir. Filmde gereksiz tek bir sahne, tek bir diyalog yoktur. Bütün sahneler ve diyaloglar hikayenin çeşitli kollarının ilerlemesine hizmet eder. Senarist sahnelere hep en uygun zamanda girmekte ve en uygun zamanda sahnelerden çıkmaktadır. (Bunda senarist kadar - hatta daha çok yönetmen Ertem Eğilmez'in payı olduğunu da belirtmek gerekiyor). Espriler de en vurucu anda ve şekilde yapılmaktadır. 4) "Hababam Sınıfı"nın senaryosunda çok çeşitli düzeylerde çatışmalar yaşanır: a) Şaban'ın sınıfla olan çatışması (Şaban'ın sınıf arkadaşlarını kandırması, onların da Şaban'dan çeşitli biçimlerde intikam alması) b) Mahmut Hoca'nın Hababam ile çatışması (Mahmut Hoca'nın koyduğu yasaklar, Hababam'ın bu yasakları delmesi ve Mahmut Hoca'nın onları cezalandırması) c)Hababam'ın diğer Hocalarla olan çatışmaları (felsefeci, biyolojici, coğrafyacı, vb.) d)Hafize ile genelde okul yönetiminin, özelde Mahmut Hoca'nın çatışması (Hafize'nin Hababam'ın kopya çekmesine yardımcı olması, cezalı oldukları halde Hababam'a yemek ve sigara tedarik etmesi, sınav kağıtlarını değiştirmesi, vb.) e)Hababam'ın diğer öğrencilerle çatışmaları (yarışma için fencilerle çatışmaları, ve diğer öğrencilerden haraç toplamaları) f)Mahmut Hoca'nın Müdür ile olan çatışması Görüldüğü üzere Hababam'da, Truby'nin bahsettiğinden daha fazla çatışma düzeyi bulunmaktadır. Çatışma, sadece öğrenciler ile öğretmenler arasında gerçekleşmemektedir. Bu da filmin son derece dinamik bir yapıya sahip olmasını sağlamaktadır. 5) Yukarıdaki bir "Yorum"da, "Hababam Sınıfı"nın aslında bir AİLE alegorisi olduğunu söylemiştim. Bu alegoride Mahmut Hoca BABA, Hafize Ana ANNE, Hababam da ÇOCUKLAR oluyor. "Aile"nin, Türk toplumunda ne kadar güçlü bir kavram olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu konuya "Tutan Dizi Yazmak" yazımda da değinmiştim. "Hababam Sınıfı", hikayenin eksenine Türk Ailesini koyarak, toplumun çok geniş bir bölümüne ulaşmayı başarıyor. 6) "Hababam Sınıfı"nın hikayesi aslında çok başarılı bir ana çatışma üzerine kurulmuş. Çatışmanın her iki tarafı da (Hababam ve Mahmut Hoca) aslında haklı. Hababam'ın haylazlıklarına kızamıyoruz. Çünkü Hababam'ı oluşturan öğrenciler neticede, aileleri tarafından bir okula yollanmış ve sonra da ilgilenilmemiş koca bebekler. Şımarık olmak onların suçu değil. Mahmut Hoca'ya da kızamıyoruz çünkü o da okulun yapması gereken görevi yerine getirmeye çalışan idealist bir öğretmen. Hatta hayatı boyunca takdir edilmediğini düşünmesi bizi gerçekten üzüyor. Bu durumun suçlusu ilgisiz anne-babalar ve onları inek gibi sağmaktan başka bir derdi olmayan paragöz okul yönetimi. 7) Hababamcılar sadece haylaz öğrenciler değil. Aynı zamanda "iyi" insanlar. Okuldan atılacak arkadaşlarının atılmasını engellemek için suç işlemeyi bile göze alıyorlar. Ferit, sorumluluk duygusundan dolayı bütün eğitim hayatını tehlikeye atıyor. Kalp krizi geçiren hocalarını mutlu etmek için diplomalarını alıyorlar. 8) Film tam 90 dakika. Bir komedi filmi için mükemmel bir uzunluk. Hiç sıkmıyor. 9) Filmin müziği de mükemmel. Her ne kadar film içinde biraz fazlaca kullanılsa da, hikayeye o kadar iyi oturuyor ki, bu fazlalığı insan rahatlıkla görmezden geliyor. Zaman zaman başka müzikler de kullanılıyor: Hababam, yarışmaya girecek fen öğrencicilerini tehdide giderken "İyi, Kötü, Çirkin"in müziği çalıyor ve bu müzik bu sahneye çok şey katıyor. 10) "Hababam Sınıfı"ndaki çatışmalar, farklı hikaye kolları şeklinde devam ediyor. Bir hikaye kolunda Şaban'ın arkadaşları ile olan çatışması işleniyor : Hababam - özellikle de Güdük Necmi - hep Şaban'la ilgili "inek" şakaları yapıyor, ona bir kızın ağzından mektup yazıyorlar, vb. Başka bir hikaye kolunda, Mahmut Hoca'nın yasakları ve Hababam'ın bu yasakları delme çabaları işleniyor. Bir başka kolda Ferit'in evliliği ve bebeği ele alınıyor. Bir hikaye kolunda Hababam'ın zorla yarışmaya katılması işleniyor. Bu kolları, bir kadın saçı örgüsü gibi hikayede işleniyor. Ve seyirci bir an bile sıkılmıyor.

515

11) Filmin mizah oranı çok yüksek. Yani komik olmayan bir sahnesi yok gibi. Bu açıdan çok tatmin edici bir film. Bu nedenle, filmi hangi sahnesinde izlemeye başlarsanız başlayın kendinizi kaptırabiliyorsunuz. Mizah da - yukarıda belirttiğim gibi - yıkıcı değil. Bu nedenle ailecek seyredilebilecek bir film. 12) Filmin en büyük başarılarından biri de, ele aldığı bir fikri sonuna kadar geliştirmesi. Yani senarist / yönetmen, bir konuyu işleyecekse, o konunun en ilginç olasılıklarını araştırıyor ve eğlendirme yeteneği en yüksek olan yaklaşımı tercih ediyor. Bu, tam da Truby'nin istediği bir şey. Truby, bu sitede yayınlamadığım bir yazısında, başarısız filmlerin çoğunun daha "önerme" düzeyinde başarısız olduğunu, bu filmlerde filmin temelini oluşturan fikirlerin yeterince işlenmediğini söyler. "Hababam Sınıfı" ise bunun tam aksini yapıyor. Ele aldığı fikirleri en iyi şekilde işliyor. 13) Filmde, Michael Hauge'un bahsettiği "özdeşleşme yöntemleri" (bkz. aşağıda bir yer) sık sık kullanılmış. Anlamsız ve işlevsiz (ve paragöz!) bir eğitim sistemine sıkışıp kalmış Hababamcılarla derhal özdeşleşiyoruz. Hababam'ın yaptığı komiklikler onlarla özdeşleşmeyi artırıyor. Hele bir de arkadaşları için okuldan atılmayı göze alarak diğer öğrencilerden haraç toplamaları, onlarla özdeşleşmeyi büyük ölçüde tamamlıyor. Mahmut Hoca'nın iyi ve idealist bir insan olması da onunla özdeşleşmeyi artırıyor. Bir öğrencisini savunurken neredeyse hayatını kaybetmesi ise, onunla ilgili özdeşleşmeyi tamamlıyor. (Yine hatırlarsanız, "Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri" yazısında, "özdeşleşme kurallarının kullanılmamasının, başarısızlığın temel nedenlerinden biri olduğunu" söylemiştim. "Hababam Sınıfı" bu hataya düşmüyor ve özdeşleşme kurallarını uygulayarak Hababamcılar için üzülüp sevinmemizi sağlıyor). 14) Senaryoyla çok bağlantılı olmamasına rağmen, filmin başarısında büyük katkısı olan bir başka unsur da oyunculukların yüksek kalitesi. Bütün oyuncular rollerini gerçekten de çok üstün bir performansla canlandırmışlar. Sanki hepsi "Actors' Studio"dan fırlamış. İnandırıcılıkla ilgili hiçbir sorunu yok "Hababam Sınıfı" oyunuculuğunun. ("Hababam Sınıfı: Merhaba" ve "Hababam Sınıfı Askerde" için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. "Hababam Sınıfı" kadar seyredilmemelerinin bir nedeni de bu bence.) 15) Ve bir istek / özlem: Bu kadar çok sevilen ve gelmiş geçmiş en beğenilen Türk filmi olan Hababam Sınıfı'nın, "dijital olarak gözden geçirilmiş" ("digitally remastered") bir kopyasının üretilmesi iyi olmaz mı? Ses kurgusu yeniden ve doğru düzgün yapılmış, üzerindeki çizikleri tamamen giderilmiş bir "Hababam Sınıfı"nı gelecek kuşaklara bırakmak, yapımcı şirketin görevlerinden biri bence. (Bunun ne kadar fark yaratabildiğini görmek için "Casablanca"nın eski ve "dijital olarak gözden geçirilmiş" kopyalarını bulup seyretmenizi tavsiye ederim - yanlış hatırlmıyorsam filmin DVD'sinde bu farkı gösteren örnekler var. Fark gerçekten de muazzam). *** Meraklısına Not: Bu kadar uzun bir yazıyı yazma işi yaklaşık 2 aylık bir süreye yayıldı. 10 parmak yazmasaydım, 2005'in sonunu görürdü, bu yazının yayınlanması. Ama bence değdi. Bildiğim kadarıyla Hababam hakkında, senaryo tekniği bilgilerine dayanılarak yazılan en kapsamlı yazı oldu. Artık "Hababam Sınıfı"nın neden o kadar çok sevildiğini biliyorsunuz. Buradaki bilgilerden bazılarını kullanarak bir benzerini ya da dengini siz de yaratabilirsiniz belki. Kim bilir? *** YENİ HABABAMLARA DAİR BİR KAÇ NOT "Hababam Sınıfı: Merhaba" ve "Hababam Sınıfı Askerde"yi seyrederken (aslında seyredemezken) garip bir aldatılmışlık hissi yaşıyorum. Yukarıda anlattığım ve Hababam'ı Hababam yapan bir çok unsur bu iki filmde yok. Mehmet Ali Erbil'in canlandırdığı Müdür karakteri Hababam'a büyük bir zarar veriyor. Yeni "Hababamcılar" ise öğrenci değil sokak serserisi sanki. "Hababam Sınıfı"nda gördüğümüz "okul" havasını bu iki filmde de bulamıyoruz. Öğretmen - öğrenci çatışması ortadan kalkmış (özellikle de "H.S. Askerde"de) ve "enseye tokat" bir hal almış. Biraz da bu yüzden, espriler de çok kaba. Hiç gereği yokken edilen küfürler belki o an için seyirciden kahkaha alıyorsa bile (bu, Türk izleyicisinin, benim henüz çözümleyemediğim bir özelliğidir: perdede ya da ekranda biri küfür ettiği zaman güler. Konuşmayı yeni öğrenen çocuklara küfür etmeyi öğretmek ve sonra onların küfürlerine gülmek de, kültürümüzün beğenmediğim parçalarından biridir), bu sözde "Hababam"ların kalıcılığına ve tekrar seyredilme değerine büyük zarar veriyor. Tek ümidim, bu tarzda başka Hababam çevrilmemesi ve eski Hababamların mirasına daha fazla zarar verilmemesi.

516

posted by gezgin @ 7:06 PM

0 comments

ÜÇ PERDELİ YAPININ NİMETLERİ: "GAZAP ATEŞİ"NİN KÖTÜ ÖRNEĞİ Senaryo dünyasında zaman zaman "3 Perdeli Yapı" aleyhine sesler yükselir. Bunların başında da benim çok sevdiğim kuramcılardan biri olan John Truby gelir. Bu itirazcılar genelde şöyle der: "3 Perdeli Yapı hep birbirine benzeyen filmlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Gerçek bir yaratıcılık için 3 Perdeli Yapı'nın terk edilmesi gerekir." 3 Perdeli Yapı'nın, senaristin hareketlerini kısmen kısıtladığı doğrudur. Hele Michael Hauge'un versiyonu, bu kısıtlamaları iyice artırır. Aynı zamanda bir "sanatçı" da olan senarist, bu tür kısıtlamalardan rahatsız olabilir. İstediği gibi yazmak isteyebilir. Ama sinema, gerçek bir sanatçının sahip olduğu özgürlükleri bir senariste tanımayacak kadar ticari bir uğraştır. Milyonlarca doların yatırıldığı bir uğraşta, senaristin sanatsal özgürlüğü değil, yapımcının para kazanma kaygısı baskındır. Bu nedenle de geçmişte denenmiş ve başarılı olmuş formüllerin kullanılması haklı görülebilecek bir yaklaşımdır. Bununla birlikte, ticari sinema yapmaya çalışan bazı insanların bile bilerek ya da bilmeyerek bu formüllerden (burada, Üç Perdeli Yapı'dan) yeterince faydalanmadığı görülebilir. Bu, tahmin edilebileceği üzere, riskli bir harekettir. Ve genelde de ticari başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun örneklerinden biri, yakınlarda sinemalara uğrayan "Gazap Ateşi"dir ("Man on Fire"). Filmin yönetmeni, "Devlet Düşmanı"nda mükemmel bir iş çıkarmış olan Tony Scott. Başrolünde ise Denzel Washington. (Küçük kız rolünde kim var bilin bakalım: Dakota Fanning. "Dünyalar Savaşı"ndaki çığlıkları hala kulaklarımızda!) Film 70 milyon dolara mal olmuş ( + 30 milyon dolar pazarlama) ve bütün dünyada 118 milyon dolar getirmiş. Yani gişede "başarısız" olmuş. Filmin ticari bir amaçla çekildiği kesin. Öyle olmasa yönetmenliğini Tony Scott yapmaz, başrolü de D. W. oynamazdı. Senaryo da buram buram "ticari" kokuyor zaten: Zengin bir Meksikalı ailenin kızı kaçırılır ve D.W. onu bulmak için ortalığı birbirine katar. Böyle bir filmi 3 Perdeli Yapı'ya oturtmak en iyisidir. Filmin "birinci dönüm noktası"na ("fırsat") D.W.'ın koruma olarak işe alınmasını koyarsınız. "Yeni durum" bölümünde koruma ile kız arasındaki ilişkiyi geliştirirsiniz. "İkinci dönüm noktası"nda ("planlarda değişilik") kızın kaçırılmasını gösterirsiniz, vb... Film böylece son derece yüksek bir hızla ilerler. Ama "Gazap Ateşi"nin senaristi bu yolu tercih etmiyor. Kızın beklediğimiz kaçırılışını (bekliyoruz, çünkü filmin başından itibaren sürekli olarak - hatta biraz fazlaca - Meksika'daki adam kaçırma olaylarından haberdar ediliyoruz) filmin "orta noktası"na ("Midpoint") bırakıyor. Oysa orta nokta, "dönüşü olmayan nokta"dır. Yani bu senaryoya göre, D.W.'nin kızı bulmak için tam bir azimle harekete geçmesi gereken noktadır. Senarist, kaçırılışı bu kadar geç koyarak bizi sıkıyor. Güya bu arada kız ile adam arasındaki ilişkiyi geliştiriyor. Ama bu kadar gelişmiş bir ilişkiye gerek olmadığını fark edememiş. (Kızın yüzme yarışmasına hazırlanması, tam bir vakit kaybı). Bunun sonucunda, D.W.'nin kızı bulmak için harekete geçmesi filmin çok ileri bir zamanına kalıyor. Hele kızın hayatta olduğunu filmin neredyese sonuna kadar öğrenmemesi, D.W.'nin dış motivasyonunu çok zayıflatıyor. Biz de hikayeyle birlikte "sürüklenmiyoruz". Sadece bakıyoruz, yoldan geçen biri gibi. Peki bu hataları kim yapıyor? Senarist. Ama bu hataları fark etmek zorunda olan kim? Yönetmen. Ve yapımcı. Ama yapımcıları bir iki ünlü oyuncunun ismiyle kandırıp filmin başarılı olacağına inandırmak mümkündür. Ama yönetmenin, kötü senaryoyu ya da senaryodaki hataları derhal fark etmesi gerekir. Ama "Devlet Düşmanı"nda bizi uçuran Tony Scott, burada yerlerde süründürüyor. Çok da benzer olmayan bir "Koruma" hikayesini, başrolünü Kevin Costner'ın oynadığı "BODYGUARD"da görebilirsiniz. Sinemalarda oynadığında çok başarılı olmuştu (1992'de 410 milyon dolar) ve 3 Perdeli Yapı'yı son derece başarılı bir biçimde kullanıyordu. Yapımcısını ve oyuncularını ihya etmişti. "Kurtlarla Dans" filmiyle zaten ünü tavan yapmış Costner'a tavanı deldirmiş, Whitney Houston'a ise hayatının tek başarılı rolünü oynatmıştı. 3 Perdeli Yapı'nın bir başarılı, bir de başarısız uygulamasını (daha doğrusu uygulamamasını) görmek için bu filmleri arka arkaya seyredebilirsiniz. Ama bence "Gazap Ateşini" seyretmeseniz de olur. Her ne kadar senaryo hocaları "İyi senaryo yazmak için kötü filmler de seyretmek gerek" dese de, ben 517

böyle bir şey deme sorumluluğunu alamam. Çünkü insan hayatının en önemli unsuru "zaman"dır. Ve benim söylediğim bir şeyden dolayı zaman kaybetmenizi kesinlikle istemem. Eğer yine de kötü film izlemek istiyorsanız, bunu 5'e 1, ya da en iyisi 10'a 1 şeklinde oranlayın. Yani 10 iyi filme karşılık 1 kötü film izleyin. Aslında bu kadar çok iyi film bulmanız bir süre sonra çok zorlaşacak ve - sinema eleştirmenlerinin de "katkısıyla" - eninde sonunda bir sürü kötü film izleyeceksiniz zaten. Bu kötü filmleri izlerken kendinizi "Ben bu filmi 'eğitim amaçlı' izliyorum zaten" diye teselli edebilirsiniz. posted by gezgin @ 6:53 PM

0 comments

Pazar, Temmuz 24, 2005 YAZMANIN 3 KOZMİK KURALI Eski bir yazar ve yazarların sorunları üzerinde uzmanlaşmış lisanslı bir psikoterapist olarak, yazmak söz konusu olunca, çok fazla kuralın bulunmadığını biliyorum. Aşağıdaki kurallar hariç. Ben onlara “Yazmanın Üç Kozmik Kuralı” diye mütevazı bir ad koydum. Ciddiyim. Bu üç basit kuralı öğrenin, sonra da onları zihinlerinize ve gönüllerinize kazıyın. Canınız yanmaz, korkmayın. BİRİNCİ KOZMİK KURAL: YETERLİSİNİZ Yazarlık (Amerika’da – gg) bir büyüme sanayiidir. Daha iyi, daha hızlı, daha ticari yazmanızı sağlayacak düzinelerce seminer, kitap ve kaset vardır. Ve bunların çoğuyla ilgili hiçbir sorun yok. Biliyorum, çünkü ben de ders veriyorum. Çünkü gerçekten de bir yazarın, yazma zanaati hakkında, hikaye anlatma gelenekleri hakkında ve piyasa gerçekleri hakkında öğrenmesi gereken şeyler vardır. Ama yazmaya yeni başlayan yazarı bir tehlike beklemektedir: bu tehlike de, eğer doğru seminerlere giderse, doğru kitapları okursa, veya doğru guruyu seçerse başarılı olacağı inancıdır. Yani şu anki halinin yeterli olmadığı inancıdır. Bu klasik bir inanç sistemidir... yazarlar, başarılı olmak için, şu andakinden “daha fazla” bir şeyler olmaları gerektiğini hissederler: daha akıllı, daha eğitimli, daha komik... daha ilginç hayatları olan, daha benzersiz deneyimleri bulunan, “daha fazla” bir şey. Yazarlarla çalışan bir terapist olarak bunu her gün görüyorum: kendilerinin yeterli olmadığını hisseden yazarlar. DİĞER bütün yazarların daha yetenekli, daha özgüvenli, kendinden daha az şüphe eden insanlar olduğuna inanan yazarlar. Bu durum hemen, Woody Allen’ın “Stardust Memories” filminin ünlü açılış sekansını aklıma getiriyor. Mahzun bir Woody, karanlık, kirli bir tren kompartımanında, kendisi gibi üzgün insanlarla oturmaktadır. Pencereden dışarı bakar ve başka bir tren kompartımanı görür: bu, parlayan, aydınlık bir kompartımandır. İçinde son derece yakışıklı erkekler ve güzel kadınlar gülüp şampanya içmektedir. Woody umutsuzluğa kapılır: kendisi neden o parlak kompartımanda, ışıltılı insanlarla birlikte değildir ki! Yazar bir hastam, duygularını anlatmak için bu sahneden bahsedince, yetersizlik hissinin yanı sıra, daha sinsi, daha zararlı bir şey ortaya çıktı. Bu, kendisinde bulunan içsel bozukluklardan / eksikliklerden dolayı, kendisine kötü bir el dağıtıldığı – ben yanlış kompartımandayım – düşüncesiydi. Eğer daha iyi bir yazar olsaydı – daha akıllı, daha yetenekli, ya da başka bir şey – doğru kompartımanda olurdu. O ışıltılı insanlar parıltılı kompartımandaydı çünkü orada olmayı HAK EDİYORLARDI. Oysa kendisi haketmiyordu. Bundan sonra, onunla yaptığımız çalışmalar, onun kendini sabote eden davranışlarını, kendisini eksik / kusurlu olduğu inancının doğal bir sonucu olarak ele aldık. Hastam, kendisi ile ilgili bu acı verici görüşü fark edip ona meydan okuyunca, kendi hakkındaki görüşleri de değişmeye başladı. Bu anekdotun gösterdiği şey şu: yazmanızla ilgili en büyük tehlike, kendinizi yetersiz görmektir. Ve bu çok yaygın, insanı çok sınırlandıran bir inançtır. Herkes eğlencenin başka bir yerde olduğuna inanır. Ama durum hiç de öyle değil. Eğlence tam burada ve şu anda yaşanıyor. Sizde! Siz – bütün şüpheleriniz ve korkularınız, neşe ve üzüntüleriniz ile – yeterlisiniz. Siz – şu anda bu satırları okuyan kişi – olmak istediğiniz yazar olmak için gereken her şeye sahipsiniz.

518

“Ben mi?” diye sorabilirsiniz. “Bu halimle mi?” Evet. Şu anda belki korkan, belki hayal kırıklığı yaşayan, engellendiğini ya da cesaretini kaybettiğini hisseden siz. Eğer böyle hissediyorsanız, aramıza hoş geldiniz. Çünkü dünya üzerindeki bütün yazarlar, hatta en başarılı olanları bile (ki kendileri de bir zamanlar başarılı olmak uğruna cebelleşiyorlardı) böyle hissediyor. Peki şimdi başarılı olduklarına göre? Hala cebelleşiyorlar. Hala aynı şüphelere, korkulara, özlemlere sahipler. Sadece, bu duygulara, sizin yüklediğiniz olumsuz anlamları yüklemiyorlar. Akıllı yazarlar kendi duygularını, kendi iç yaşamları ile ilgili çok önemli bilgiler ve yazı zanaatının ham maddeleri olarak görürler. Onlara kullanılabilecek malzeme olarak bakarlar. Bu da beni İkinci Kozmik Kurala getiriyor. İKİNCİ KOZMİK KURAL: ELİNİZDE NE VARSA ONUNLA ÇALIŞIN En hoşuma giden karikatürlerden biri şudur: tıkanma yaşadığı belli olan bir yazar, daktilosunun karşısında oturmaktadır. Yerler, buruşturulmuş kağıtlarla doludur. Adamın etrafında düzinelerce köpek bulunmaktadır: kimi uyuyan, kimi havlayan, kimi pencerenin pervazından sarkan bir sürü köpek. Yazarın karısı kapının orada dikilmiş, bıkkın bir küçümseme ile ona bakmaktadır. Kadın, “sen de köpekler hakkında yaz” der. Bu karikatürün altını çizmek istediği şey şu: hayal kırıklığı yaşayan / engellenmiş bir yazar genelde, hayatını bizzat dolduran yazı konusunun – burada, köpekler – burnunun dibinde durduğunu görmez. Bir başka deyişle, size verilen şeylerle / sahip olduklarınızla çalışın. Yazarlar GÖRME konusunda, çevrelerindeki dünyayı gerçekten görme konusunda pratik yapmalıdırlar. Bir yazar olarak göreviniz, bunu bilinçli ve sanatsal bir biçimde yapmak, bu arada zanaat becerilerini ve hayal gücünüzle birlikte hafızanızı ve düşünce gücünüzü de kullanmaktır. Çevrenizdeki dünyaya dikkat etmelisiniz. Tolstoy “Tanrı’nın karşınıza çıkardığı insanları sevin” demiştir. Tao “On Bin şeyi sevin” der. Kısaca her şeyi sevin – yani görün. Bununla neyi anlatmak istiyorum? Yaşadığınız şeylerin tamamını sevmek, bizim bunlara verdiğimiz tüm tepkileri kabul etmek, iyi ya da kötü, acı ya da tatlı, bütün olayları yaşama biçimimizin çeşitliliği ile neşelenmektir. Sanatçının görevi her ânı – ve bizim ona verdiğimiz tepkiyi – potansiyel olarak ilginç, yeteneklerimizi zorlayarak geliştiren ve yaratıcı katılıma değer olarak görmektir. Bu açıdan baktığımızda bir yazar asla sıkılmaz, hayatın daha heyecanlı, daha ilginç, olduğundan daha başka bir şey olmasını istemez. Ama eğer gerçekten de sıkılıyorsa ya da bir özlem duyuyorsa o zaman bu sıkıntıyı ya da özlemi yazmalısınız. O günkü malzemeniz odur. O gün size verilenle çalışmalısınız. Bu da beni Yazmanın Üçüncü Kozmik Kuralı’na getiriyor. YAZMANIN ÜÇÜNCÜ KOZMİK KURALI: YAZMAK, YAZMAYA NEDEN OLUR Eğer zor bir sahnede takılıp kaldıysanız, yazın gitsin! Kötü yazın. Nazım (şiir) şeklinde yazın. Bir “günlük” gibi yazın. Eğer tıkanıp kaldığınız için sıkkınsanız, bunu yazın. Umurumda değil. Yeter ki yazın. Eğer kızgınsanız, ya da kendinizi eleştiren bir ruh hali içindeyseniz, bu duyguları hikayenizdeki karakterlerden birine verin. Eğer buna uygun bir karakter yoksa, yaratın. Nasılsa böyle bir karakter var: siz. Öfkeniz, şüpheleriniz, korkularınız ve hayal kırıklıklarınız, hikayenizdeki herhangi bir karakter ya da dönüm noktası kadar, hikayeniz için gerekli unsurlardır. Bu durumdan faydalanabilirsiniz. Yazmak, yazmaya neden olur. Tıpkı endişelenmenin daha çok endişeye neden olması gibi. Takıntı yapmanın da daha çok takıntı getirmesi gibi... Sanırım ne demek istediğimi anladınız. Bulunduğunuz halden / yerden yazma riskini göze aldığınız zaman, ruhunuza bir sürü süreci başlatırsınız. Yazdığınız ilk iğrenç cümlenin, içinde var olabileceğini, değerlendirebileceğiniz, üzerini çizebileceğiniz bir yaşamı vardır. Bu ilk girişimin yerini ikincisi alabilir, bu umarım daha az iğrenç bir cümle olur – belki de 519

hoş bir tasvir ya da çarpıcı bir diyalog içerir. Belki de içermez. Ama fark etmez. Yazmaya devam edin. William Goldman’ın bize hatırlattığı üzere, yazdığınız bazı sahneler gerçekten de berbat olacaktır, ama bunlar önemli bir “bağ dokusu”dur. Olayların ilerlemesine yardımcı olurlar; bir zincirdeki halkalar gibidirler. Belki zayıf halkalardır, ama her zaman dönüp onları güçlendirebilirsiniz. Ne ile mi? Her şeyden önce, onları yazmış olduğunuzun bilgisiyle; çünkü yazmak, sadece daha çok yazmaya neden olmaz. Aynı zamanda, “yazabildiğiniz”, sayfaların yavaş yavaş birikeceği gerçeğini de pekiştirir. Olaya şu yönden bakın: yazarak geçirdiğiniz her saat, yazma konusunda endişelenerek GEÇİRMEDİĞİNİZ bir saattir. Sayfalar dolusu yazı ürettiğiniz her gün, bir kafede oturup hiçbir şey yazamamaktan şikayet ETMEDİĞİNİZ bir gündür. Yazmak daha çok yazmaya neden olur. Yazmamak da daha çok yazmamaya. Hesabı siz yapın. İşte size Yazmanın Üç Kozmik Kuralı: 1. Yeterlisiniz 2. Elinizde Ne Varsa Onunla Çalışın 3. Yazmak, Daha Çok Yazmaya Neden Olur. Tüm bunlar, tek bir kurala işaret eder. Yazın. Beklemeyin. Şimdi yazın. Ve yazmaya devam edin. *** Yazar: Dennis Palumbo posted by gezgin @ 10:55 PM

0 comments

OLAY ÖRGÜSÜ YARATMANIN 10 KURALI 1) Hiçbir Şey Rasgele Gerçekleşmemelidir. Hikayedeki her şeyin bir önemi olmalıdır: bu ister simgesel olsun, ister hedeflenen doruk anı (“climax”) için olsun. Bütün adlar, bütün yerler, bütün eylemler ve olayların bir amacı olmalıdır. Senaryonuzdaki bir unsurun gerekliliğini test etmek için kendinize şu soruyu sorun: Neden o yer değil de bu yer? Neden o isim değil de bu isim? Neden başka bir şey değil de bu eylem, bu konuşma... vb. Bu sorunun cevabı “okuyucuyu, hikayenin akla uygun olduğuna ikna edebilmek için; hikayenin teması ile ilgili bir mesajı okuyucuya aktarabilmek içn; okuyucuyu hikayenin sonundaki zirveye hazırlamak ve böylece bu zirvenin hem akla hem de hikayenin temasına uygun olmasını sağlamak için” olmalı. 2) Hikaye, Güçlük İçindeki Karakterden Doğar. İyi huylu bir adam, hedeflerine, karakterine hiç uymayan saldırgan bir hareketle ulaşamaz. Ama bu adamın karakterinin bastırılmış yönü ile ilgili az da olsa bir şeyleri önceden göstererek okuyucuyu hazırlamışsanız, stres altında bu bastırılmış yön ortaya çıkabilir. Yalnız bu stresin de hikayenin koşulları göz önünde bulundurulduğunda akla uygun olması gerekmektedir. 3) Her Karakterin Kendi Kişisel ve Acil Gündemi Vardır. Bir karakterin, kendi kişisel gündemini bırakıp başka bir şeyle ilgilenmesi için çok iyi nedenler olmalıdır. Eğer böyle nedenler yoksa hikaye çok şey kaybeder. Karakterin yaşadığı aciliyet hissini paylaşmayabiliriz ama yapmakta olduğu şeye neden bu kadar önem atfettiğini anlayabilmeliyiz. Gerçek bir motivasyon olmadan hareket eden bir karakter, tanım itibariyle melodramatiktir, (yapması anlamlı olduğu için değil) sadece okuyucuyu heyecanlandırmak için sıra dışı şeyler yapar. 4) Bir Hikayedeki Olay Örgüsü, Tek Tek Karakterlerin Olay Örgülerinin Bir Sentezidir. Her karakterin kendi kişisel gündemi vardır; bu gündem, diğer karakterlerin gündemi ile çatışarak ya da uyuşarak değişikliğe uğrar. Her şey kötü adamın istediği gibi olmaz, aynı şey kahraman için de geçerlidir; her ikisi de birbirlerine engel olurlar, sonra da baskı altında doğaçlama olarak yeni yollar 520

bulmak zorunda kalırlar. Eğer kahraman kuzey batıya gidiyorsa ve kötü adam da kuzey doğuya gidiyorsa, hikaye onları aşağı yukarı kuzeye doğru götürür – en azından ikisinden biri bir avantaj elde edene kadar.

5-) Olay Örgüsü “Hikaye”den Çok Daha Önce Başlar. Hikaye, olayların son derece kritik ve geri döndürülemez bir hal aldığı bir anda başlamalıdır. Eğer gerekirse daha sonra, hikayenin başlangıcından önceki olaylar hakkında “flashback”ler, açıklamalar veya sonuç çıkarmalar ile bilgi verebilirsiniz. 6-) Önemli Unsurları Daha Önceden “Sezdirin” Hikayenin ilk bölümü bir tür kehanet gibidir. İkinci bölümü ise bu kehaneti gerçekleştirir. Her önemli karakter, yer ya da nesne, hikayede önceden sezdirilmelidir. Gökten inen “Deus ex machina” çözümler kabul edilemez; kahramanınızı kurtarmak için şapkadan tavşan çıkaramazsınız. Ama olacakları da aynen göstermezsiniz – okuyucularınız olacak olayları tamamen görmek istemezler; hele de karakterleriniz bunları kendileri göremeyecek kadar aptalsa. İşin püf noktası şudur: hikayeniz için gerekli olan şeyi, okuyucunuzu onun önemine çok uyandırmadan koyun. Özellikle de şans ve rastlantı, öykünün gidişatını etkileyecekse, çok dikkatli bir biçimde hazırlanmalıdır. 7-) Ne Tür Bir Hikaye Anlattığınızı Unutmayın Her hikaye, bireyin toplumla olan ilişkisinin hikayesidir. Komik bir hikaye, toplumdan soyutlanmış birinin mevcut bir topluluğa kabul edilmesi ya da kendi topluluğunu oluşturması yoluyla elde ettiği “toplumla bütünleşme”yi anlatır. Bu bütünleşme genelde bir evlilik ya da şölen ile sembolize edilir. Trajik bir hikaye ise, toplumla bütünleşik bir insanın toplumdan soyutlanmasını anlatır. Ölüm, bu soyutlanmanın bir sembolüdür sadece. Olay örgüsü ne tür bir hikaye okuduğumuz hakkında bizi belirli bir ölçüde muallakta tutmalıdır. Oğlanın kızı elde ettiği bir komedi bile olsa, komik zirve (oğlanın bunun nasıl başardığı) bizim için bir sürpriz olmalıdır (“Nottin Hill” - gg). Eğer kahramanın sonunun felaket olacağını biliyorsak bile, bu düşüş, bildiğimiz ama yeterince önem vermediğimiz bir şeyden kaynaklanmalıdır (“Carlito’nun Yolu”, “Cesuryürek” –gg). 8-) İronik Olay Örgüleri, Yüzeysel Anlamları Tersyüz Ederler. Burada, normalde arzulanan bir hedef bize çok itici gelir: kahraman biriyle evlenir, ama yanlış kızı seçer ve hikayeyi bir trajediye çevirir. Ya da kahraman ölür, ama bunu yaparak toplumsal olarak kabul edilebilir bir hale gelir – ya bir şehir olur ya da bir kurtarıcı. 9-) Kahraman En Sonunda Olayların Kontrolünü Ele Geçirmelidir. Her hikayede kahraman bir süre pasiftir, sadece olaylara tepki verir. Ama bir noktada, olayların denetimini ele geçirmeye çalışmalıdır. Bu bir “karşı-itiş”tir, hikayenin bir üst vitese geçtiği andır. Bazı durumlarda, birden fazla itiş ve karşı-itiş olabilir; hikayenin başlarında, karşı-itiş, kahramanın karakterinin belirlenmesine yardımcı olur ve onu, hikayenin ileri bölümlerinde olacak daha ciddi çatışmalara (ve karşı-itişlere) müsait bir pozisyona getirir. Her sahnenin kahramanın önüne bir sorun çıkardığını söyleyebiliriz; onun tepkisi, karşı-itiştir. Hikayenin genel yapısı açısından baktığımızda, bu karşı-itiş genelde, kahramanın ilk planı başarısız olduktan sonra ortaya çıkar; olan olaylardan bazı dersler almıştır ve şimdi bunları hikayenin zirvesine yaklaşırken kullanacaktır. 10-) Olay Örgüsü Karakteri Dramatize Eder Eğer bütün edebiyat, insanın kim olduğunu arayışın bir hikayesi ise, olay örgüsü bu arayışın yol haritasıdır. Her olay, her tepki, karakterlerin kimliklerinin bir yönünü açığa çıkarmalıdır. Olay örgüsünü oluşturan unsurlar, cesur ya da korkak, aptal ya da zeki, eli açık ya da cimri olma fırsatları vererek karakterlerin kimliklerini dramatize ederler (canlandırarak gösterirler). Bu fırsatlar, anlatmakta olduğunu hikayeye uygun şiddetli baskılar şeklinde gelirler. Sadece iş olsun diye konan olay örgüsü unsurları – bir dövüş, cinsel yakınlaşma, uğursuz bir haber – olaya dahil olan karakterlerin kişiliklerini aydınlatmıyorsa, hikayeye gereksiz yere yük olurlar. Buna karşılık okuyucu, bir olay örgüsü aracıyla dramatize etmediğiniz (canlandırarak göstermediğiniz) bir 521

karakter özelliğine inanmayacaktır. kaynak: Crawford Kilian posted by gezgin @ 9:37 PM

0 comments

YALNIZ DEĞİLİM: SPIELBERG SAÇMALAMIŞ Aşağıdaki yazının yazarının, Spielberg'in son filmi ile ilgili eleştirisi, benim daha aşağılarda yaptığım eleştiriyi doğrular nitelikte: "Dram'da insanlar inanılır nedenlerden dolayı olağanüstü şeyler yaparlar. Melodramda ise inanılırlığın konuyla bir alakası yoktur. Karakterlerin kendilerini büyük, korkutucu, heyecan verici durumlar içine sokmalarını, sonra da akla hiç de yakın gelmeyen şekillerde bu durumlardan kurtulmalarını, sonra da başka bir hengameye dalmalarını bekleriz. Spielberg'in Dünyalar Savaşı bir anlamda klasik bir melodram: Eğer herhangi bir karakter en ufak bir aklı başında davranış gösterse, hikaye tamamen çökermiş. *** Eğer aptal insanlarla derinden bir özdeşleşme kurmazsak, onların başına gelenleri umursamamız için hiçbir nedenimiz olmaz. Ve işte melodramların en büyük hatası: eğer karakterleri umursamazsak, ne kadar şaşırtıcı olsalar da, başlarına gelen şeyleri de umursamayız. Gerizekalıların hayatlarını gerizekalı nedenlerden dolayı tehlikeye atması korkutucu değil. Uzaylıların TV kameralarının bodrumlarda gezinmesi de korkutucu değil; eğer uzaylılar da moron olmasaydı, kızılötesi dedektörler ve nötron bombaları kullanırlar ve kendilerini büyük bir zahmetten kurtarırlardı. Ray'in (Tom Cruise) ve yarım akıllı oğlunun, her nedense hiç hasar görmemiş Boston'da, yarım akıllının annesiyle bir araya gelmesi de bizi teselli etmiyor. *** Eğer Ray bir gerizekalı ise, onun yaşaması ya da ölmesi umrumuzda olmaz. Ama eğer Ray, bilmediği bir dünyadaki anlamadığı güçlere, beceriksiz bir biçimde tepki veren Amerika'nın vücut bulmuş haliyse (simgesiyse), o zaman bu filmi Bush'un ve müttefiklerinin bir eleştirisi olarak okuyabiliriz." *** Bu ilginç yazının tamamını burada bulabilirsiniz (İngilizce). *** Bu vesileyle, Atilla Dorsay'ın bu filmi dört dörtlük bulmasının, bende büyük bir hayal kırıklığı yarattığını söylemeliyim. Genel olarak kendisiyle beğenilerimiz örtüşür. Ama bu filmle ilgili yorumları, bendeki A.D. imajında, büyük bir hasara yol açtı. Bir daha onun yazılarını okurken iki kez düşüneceğim. posted by gezgin @ 8:26 PM

3 comments

KENDİNE GÜVENMEYEN KARAKTERLER YARATIN Scarlett O’Hara ("Rüzgar Gibi Geçti"nin kahramanlarından biri) “bir daha asla aç kalmayacağına” yemin etmişti. Jay Gatsby, (“Muhteşem Gatsby”nin baş karakteri), eski zengin kız arkadaşını etkilemek için fiyakalı gömlekler satın almıştı. Winston Smith’in (“1984”) fare korkusu, sevgilisini Büyük Birader’e ihbar etmeye itmişti onu. Genç bir yazarken, bu hatırda kalan karakterlerin verdiği dersi görmezden gelmiştim. Kardeşim “Senin yazdığın karakterlerin hepsi çok havalı (“cool”)” demişti. Doğru söylediğini kabul etmek zorunda kalmışım. Yazdığım kahramanların hepsi bendim – sadece daha oturaklı, kadınlar karşısında daha güvenli, çatışma karşısında sükunetini kaybetmeyen ve sıkı yumruk atabilen bir halimdi. Ama SUPERMAN’in bile Kriptonit’e ihtiyacı vardır. (Bilmeyenler için not: Superman adlı kahraman, sadece Kriptonit adlı madde karşısında bütün üstün güçlerini kaybetmektedir - gg). Sizin yarattığınız kahramanların da aynı derecede zayıflatıcı / zararlı bir şeye ihtiyacı vardır: onları olağanüstü şeyler yapmaya itecek, içsel bir güvensizlik duygusu (“insecurity”).

522

Bu, dram ile melodram arasındaki hayati farktır. Melodramda insanlar, aptalca ya da eften püften şeyler yüzünden olağanüstü şeyler yaparlar. Böyle davranırlar çünkü böyle davranmak zorundadırlar. Çünkü yazar, okuyucularını heyecanlandırmak için başka bir yol düşünememiştir. Belki biz eski zengin kız arkadaşımızı etkilemek için özel olarak dikilmiş gömlekler satın almayabiliriz ama Jay Gatsby’nin duygularını anlayabiliriz; hepimizin geçmişte kaybettiği bir aşkı vardır. Biz, en derin duygularımızla hareket etmeyiz, bu da bizim bu şekilde (yani en derin duygularını dinleyerek) hareket eden insanlardan – yani yazdığınız gibi karakterlerden – hoşlanmamıza neden olur. Karakterlerini sakin, yetenekli ve herşeye hazır gibi görünebilirler ama bu görünümlerinin altında kaygı içinde kıvranıyor, aşk acısı çekiyor ve geri dönüşü olmayan kayıplar için için için ağlıyor olmalılar. Onların görevi, insanlığın hikayesini yeniden canlandırmaktır. Bu, Cennet’ten kovulmuş, düşman bir dünyada savaş veren, günahlarının affedilmesini ve yeniden Cennet'e dönmeyi arzulayan insanın hikayesidir. Karakterinizin geçmişinde bir aşamada her şey iyidir, işler yolunda gitmektedir. Sonra korkunç bir şey olmuştur: bir kardeşi ölmüştür, babası iflas etmiştir ya da çıldırmıştır, sevgilisi gitmiştir, bir savaş ülkeyi altüst etmiştir. Kahramanın dengeli dünyası paramparça olmuştur ve karakteriniz o günden beri tekrar o denge halini sağlamaya çalışmaktadır. İşte bu nedenle Scott Fitzgerald (“Muhteşem Gatsby”nin yazarı) “Karakter, hikayedir / olay örgüsüdür” (“Character is plot”) demiştir. Ve olay örgüsü, bu cennete yeniden ulaşmak için gösterilen sistemli ya da doğaçlama çabalardır: ölen kardeşin intikamını almak, babanın borçlarını ödemek, giden sevgiliyi bulmak, savaşı kazanmak ister. Bazen olay, gerçeği anlamaktan ibarettir: kahramanın ailesi yoksuldur ya da utanç verici bir sırrı saklamaktadır. Ya da kahraman bir şekilde diğer insanlardan farklıdır. Neden her ne ise, karakterinizi büyük ölçüde güvensiz ve güven halini tekrar ele geçirmeye çalışan azimli biri yapar. Ama bu, herhangi bir güvensizlik olmamalıdır. Bu güvensizlik, hikayenizin temasını yansıtmalıdır. Gatsby, kendini geliştirme ve sınıf atlama şeklinde ifade edilebilecek Amerikan rüyasına inanan yoksul bir çocuktur. Daisy onu reddedip zengin Tom Buchanan’ı seçtiğinde, Gatsby içki kaçakçılığı ve diğer yasadığı faaliyetler ile zengin olarak kızın sevgisini kazanmaya çalışır. Ve Amerikan rüyasının bir parodisi haline gelir. Karakterinizin içsel güvensizliğini bulmanın bir yolu, onun hayat hikayesini ve kişisel özelliklerini yazmaktır. Bunu yaptığınız zaman sadece karakterinizi değil, onun babaannesini de hayal etmeniz gerekecektir. Böylece karakterinizle ilgili önemli ayrıntılar ortaya çıkacaktır. Belki karakterinizin babaannesinin kanserden dolayı yavaş yavaş ölmesi, onda büyük bir ölüm korkusu meydana getirmiştir. Bu da ona, ani bir ölüme neden olabilecek riskli hareketlerde bulunma özelliğini vermiştir. Kadın kahramanınızın elde edilmesi güç erkeklere duyduğu ilgi, genç bir kız iken kendinden büyük bir oğlana aşık olmasından kaynaklanabilir. Bir başka deyişle, kahramanınızın güvensizliği onu sonu gelmez dertlere sokmalıdır. Hikayeniz, yanlış hedeflenmiş bir aşktan, çok büyük bir arzudan ya da intikam arayan bir nefretten kaynaklanan bir acının araştırılmasıdır. Belki karakterleriniz bu deneyimde bir şeyler öğrenecek ve daha iyi, daha güvenli insanlara dönüşeceklerdir; belki de böyle olmayacaktır. Her halûkârda okuyucularınız, karakterlerinizin başarılı ya da başarısız olmasına neyin neden olduğunu anlayabilmelidir. Kahramanınız için geçerli olan şey, kötü adamınız için de geçerlidir. Eğer kötü adamınız sadece bir psikopatsa ya da acımasız bir biçimde kötülük yapıyorsa, melodramatik olurlar. Onları da harekete geçiren nedenler varsa – bunlar öyle nedenler olmalıdır ki onların, gücü nasıl suistimal ettiklerine aldırmamalarını yol açmalıdır – kahramanınıza karşı gelmek için gerçek nedenleri olabilir. Bu da onları, bıyık buran herhangi bir kötü adamdan çok daha korkutucu yapar. ... Son bir tavsiye: bize, kadın kahramanınızın ulaşılması zor erkekleri arzuladığını söylemekle yetinmeyin. Onun, bu tür erkeklerin resimlerini yapıştırdığı defterini gösterin; kadını, bu tür erkeklerin evlerinin ve bürolarının önünden geçerken, onların kız arkadaşlarıyla konuşmalarını gizlice dinlerken gösterin. Bırakın biz, yani okuyucular, bu insanın bir sorunu olduğuna karar verelim; o zaman bütün bunları 20 sene önce başlatan adamla karşılaştığında, onun adına gerçekten üzülebiliriz. Ama üzülmekle de kalmayız – daha sonra olacakları öğrenmek için hemen sayfayı çeviririz. ***

523

Kaynak: Crawford Kilian’ın yazısının bir bölümü. Not: Aslında roman ve hikaye yazımı ile ilgili olan bu yazının senaryo yazımı için de geçerli olan bazı ilkeleri anlattığını düşündüğüm için kendisini buraya aldım. posted by gezgin @ 8:08 PM 0 comments Cumartesi, Temmuz 23, 2005 "ONLINE SENARYO ATÖLYESİ" DEVAM EDİYOR Hatırlarsanız, aşağılarda bir yerde, Eylül ayının ortasından itibaren bir "Online Senaryo Atölyesi" yapacağımızı duyurmuştum. Ve sizlerden, gözden çıkarabileceğiniz, başkalarıyla paylaşmaktan çekince duymayacağınız senaryo fikirlerinizi yollamanızı istemiştim. Fikirler gelmeye başladı. Eylül'e kadar da fikir yollamak için zamanınız var. Ama son ana kadar bekleyip de bir gecede fikir bulmaya çalışmayın. Şimdi bulduğunuz fikileri biraz işleyin, üzerlerinde "beyin fırtınası" ("brainstorming") yapın. Öyle yollarsanız işimiz daha da kolaylaşır. Tekrar hatırlatayım dedim. posted by gezgin @ 7:36 PM

0 comments

Perşembe, Temmuz 21, 2005 O BEN DEĞİLİM! http://www.senaristim.forumkurdu.com'da yayınlanan şu ilanla hiçbir alakam yoktur. Kullanıcı her ne kadar SANARİST adını kullandıysa da, o ben değilim. Belirteyim dedim. posted by gezgin @ 8:18 PM

0 comments

Salı, Temmuz 19, 2005 EVLİLİKTE AKSİYON! Evliliklerde genel olarak eşlerin birbirlerini yeterince iyi tanımadığı, bundan dolayı da evliliklerin monotonlaştığı teması sinemada sık sık işlenir. Çok yaratıcı bir tavrınız yoksa, anlattığınız evlilik kadar sıkıcı bir filmin ortaya çıkma ihtimali vardır. İşte, kısa bir süre önce vizyona giren "Mr. and Ms. Smith" bu temayı işliyor. Ne yazık ki bahsettiğim yaratıcılığı göstermiyor ve yıldız dolu kadrosuna rağmen sıkıcılaşıyor. Filmin daha ilk 30 dk.sı boyunca olayın ne olduğunu tam olarak çözemiyoruz. Yani kim ne yapacak bilemiyoruz. Oysa bu sitedeki çeşitli yazılarımda ilk 10 dakikanın ne kadar önemli olduğunu anlatmıştım. Film daha en baştan bu kuralı ihlal ediyor ve bir anlamda da kaderini belirliyor. Filmin yaptığı başka hatalar da var: filmin son çeyreğine kadar hangi tarafı tutacağımızı bilmiyoruz. Yani çok net bir kahraman - düşman zıtlığı yok. Filmin ancak son çeyreğinde gerçek düşmanın kim olduğu ortaya çıkıyor. Bu da seyirci olarak bizim pek işimize yaramıyor. Zira onca aksiyon içinde kimin tarafını tutacağımızı bilemiyoruz. Bütün bu hatalardan sonra final de hiç etkileyici olmuyor. İşin ilginç yanı, filmin yönetmeninin Doug Liman olması. Bence bayağı başarılı olan "Bourne Identity"nin yönetmeni (başrolünde Matt Damon vardı). Aynı zamanda "The O.C."nin de uygulayıcı yapımcılarından. (Seth Cohen'i filmde görmek, bu yüzden bizi şaşırtmıyor pek). Ama yönetmen bu senaryonun zayıflıklarını görememiş. Ve ortaya, çok heyecan vermeyen, ancak vakit öldürmek için izleyebileceğiniz bir film çıkmış. Oysa benzer bir konuyu işleyen ve türünün en başarılılarından olan bir film daha var: GERÇEK YALANLAR ("True Lies"). Bu filmde Arnold Schwarzenegger ve Jamie Lee Curtis rol alıyor ( artı, en komik rollerinden birinde Tom Arnold). "Bay ve Bayan Smith"den farklı olarak burada sadece Arnold gizli ajan. Ama filmin hikayesi çok ama çok sağlam. Ayrıca çok iyi çekilmiş. Müthiş bir aksiyon ve komedi karışımı. Yönetmen kim mi? Tabii ki James Cameron! 524

Benzer bir konunun bir sıradan, bir de yaratıcı ve maharetli bir biçimde nasıl ele alındığını görmek için, bu iki filmi arka arkaya izlemenizi tavsiye ederim. posted by gezgin @ 8:44 PM Cuma, Temmuz 15, 2005

0 comments

İYİ SENARİSTLERİN ÇALIŞMA ALIŞKANLIKLARI Şunu en başta söyleyeyim: "senarist" olmanız için birinin size "senarist" demesi gerekmiyor. (Bu, Robert Rodriguez'in "yönetmenlik" ile ilgili tanımının senaristliğe uygulanmış hali aslında). Kendinizi senarist olarak tanımlamanız ve senaryo yazmanız yeterli. (SEN-DER böyle bir tanımı kabul etmiyor, ne yazık ki. Onlara göre "senarist" sayılmanız için adınızın bir dizinin ya da filmin yazılarında "senarist" olarak geçmesi gerekiyor. Yani ne kadar iyi senaryo yazarsanız yazın, eğer filme çekilmemişse senarist değilsiniz. Tersi de doğru: ne kadar pespaye şeyler yazarsanız yazın, adınız ülkenin kıyısında köşesinde yayın yapan bir TV'de yayınlanan bir dizinin jeneriğinde geçiyorsa siz bir senaristsiniz. Bu mantıkla devam edersek, örneğin Gustav Flaubert MADAME BOVARY'yi yazsa ama yayınlatmasa "yazar" sayılmamalı. Ama en ucuz pembe dizi yazarları, "eser"lerini yayınattıkları için "yazar" kabul edilmeli. Eğlenceli değil mi? Kurumsallaşmanın ve kurallaşmanın getirdiği kaçınılmaz komikliler bunlar.) Diyelim ki kendinizi bir "senarist" olarak tanımlıyorsunuz. Yazmaya hazırsınız ya da hali hazırda yazıyorsunuz. Neler yapmalısınız? Nasıl çalışmalısınız? Çalışmalarınızdan en yüksek verimi nasıl alabilirsiniz? İşte bu yazıda bu soruları ele alacağım. 1) İyi senaristler 10 PARMAK yazar. "Ben 3 parmakla da idare ediyorum" diye komik bir bahenenin arkasına saklanmayın. İdare etmek bir şey, düşündüğünüz hızda yazmak başka bir şeydir. 10 parmak yazmayı öğrenirseniz tuşlara değil, ekranda gördüğünüz mesaja bakarsınız. Bu, hem yazdığınız yazının imlasını anında kontrol etmenize, hem de yazdıklarınızı bir yandan da düşünmenize olanak tanır. 10 Parmak yazarak kazanacağınız zamanda daha çok dinlenebilir, kendinizi geliştirebilir, Japonca öğrenebilirsiniz. 10 parmak yazmak aslında hiç de zor değildir. (Ben, kendi kendime, 2 ayda öğrenmiştim). Yapmanız gereken ilk şey, iki elinizin işaret parmaklarını, üzerlerinde küçük çentikler bulunan "f" ve "j" tuşlarının üzerine koymak. Sonra diğer 3 parmağı, bu tuşların hemen yanındaki tuşların üzerine yerleştirmek. Yani sol elinizin parmakları "serçe" parmağından "işaret" parmağına doğru "ASDF" harfleri üzerinde durmalı, sağ elinizin parmakları da "işaret" parmağından "serçe" parmağına doğru "JKLŞ" harfleri üzerinde durmalı - Q Klavye kullandığınızı varsayıyorum. Bundan sonrası çok basit: Artık her bilgisayar karşısına oturuşunuzda, asıl işinize başlamadan 5 dakikalık "10 parmak" alıştırması yapmayı alışkanlık haline getiriyorsunuz. Boş bir WORD belgesi açıyorsunuz ve başlıyorsunuz sol seçre parmak ve yüzük parmakla alıştırma yapmaya: ASASASASAS... Bu sırada tuşlara değil ekrana bakıyorsunuz. Arada sırada da başparmağınızla "boşluk" tuşuna basıyorsunuz (Klavyenin alt tarafındaki uzun tuş). Bu alıştırmayı yüzlerce kez yapıyorsunuz. Öyle ki serçe parmağınızın altında "A" harfinin olduğunu adınız gibi öğreniyorsunuz. Sonra, yine ekrana bakarak, sol elinizin serçe ve orta parmağını kullanarak alıştırma yapıyorsunuz: ADADADAD... Sonra bu üç parmağın kombinasyonlarını deniyorsunuz: ASDASDASD... DASDASDAS... vb. Benzer uygulamaları sağ eliniz için de yapıyorsunuz. Bilgisayarın karşısına her oturduğunuzda 5 dakika bu alıştırmayı yaparsanız, yaklaşık 2-3 ay içinde klavyedeki bütün tuşların yerlerini öğrenebilir ve düşünce hızıyla yazmaya başlayabilirsiniz. 2) İyi senaristlerin iyi bir HABER ARŞİVİ vardır. İyi senaristler evdeki eski gazeteleri atmadan önce eline makası alır ve ilginç haberleri keser. Bunlar sadece 3. sayfa haberleri değildir. Hatta Türkiye'de 3. sayfa haberlerinden iyi hikaye çıktığı pek görülmez (bkz. "3. Sayfa" adlı Zeki Demirkubuz filmi). Çünkü millet olarak duygusal bir kültüre sahip olduğumuz için suç işlerken çok düşünmeyiz. Öfkeleniriz, kıskanırız, çeker silahı vururuz. Senaristlerin işine yarayacak "ince hesaplanmış" "uzun düşünülmüş" gerçek olayların pek sık karşımıza çıkmamasının ana nedeni budur. İnsanları analiz eden, sosyo-ekonomik durumumuzu irdeleyen bilimsel nitelikli yazılar çok faydalıdır. Yaşadığımız büyük kültürel değişime tanıklık eden olaylar da iyidir. Bazı köşe yazarları da zaman zaman arşivlik işler çıkarırlar. Gazetelerin pazar eklerinde ilginç insanlarla röportajlar yapılıyor. Onları 525

da arşivleyin. (Bir derleme olarak Ayşe Arman'ın "Kimse Sormazsa Ben Sorarım" - adı buydu yanlış hatırlamıyorsam - kitabını önerebilirim). Aslında arşiv oluştururken dergiler biraz daha faydalıdır. Günübirlik tüketilmedikleri için daha dikkatli ve kapsamlı hazırlanırlar. Bir hafta boyunca okunabilmeleri için de çarpıcı olmaları gerekmektedir. Son arşiv kaynağı da internet. Hoşunuza giden konulardaki yazıları bilgisayarınıza kaydedebilirsiniz. Beğendiğiniz bir web sayfasını "Farklı Kaydet" / "Save As" ile bilgisayarınıza kaydederken "Kayıt türü"nü "Web sayfası, tamamı" olarak değil "Web arşivi, tek dosya" olarak belirleyin. Böylece dosya kalabalığından kurtulursunuz. Bir sitenin tamamının sizin için faydalı olduğuna inanıyorsanız, siteyi internete de bağlı değilken gezebilmek için sitenin tamamını TELEPORT adlı programla indirebilirsiniz. (Bu, her sitede mümkün olmamaktadır.) Sitenin tamamının indirildiğinden emin olmak için link ayarlarını yüksek tutun (7'den yüksek, mesela). Bir de uyarı: Internette bulacağınız TELEPORT büyük bir ihtimalle tanıtım kopyası olacaktır. Tanıtım kopyalarının site indirme sırasında koyduğu bazı sınırlamalar vardır. Bu sınırlamaları nasıl kaldırabileceğiniz konusunda, bilgisayardan iyi anlayan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz. Peki bu arşiv ne işimize yarayacak? İnsan zihni toprak gibidir. Siz bir şeyler ekmezseniz, biçecek birşeyleriniz olmaz. Yaratıcılık, beyninize sunduğunuz malzemelerin, bilinçaltınızda, sizin bilinçli zihniniz ile farkında olmadığınız bağlantılar ile bağlanmasından ibarettir. Yani, bir şeyler "yaratmak" istiyorsanız, beyninizi çok sayıda ve çok çeşitli bilgiler ile beslemelisiniz. Hele senaristlerin bunu SİSTEMLİ bir biçimde yapması şarttır. Sıradan insanların TV izleme ve gazete okuma rutinlerini devam ettirerek çok yaratıcı şeyler üretemezsiniz. Yalnız şuna dikkat edin: bu arşiv oluşturma işini abartmayın. Çünkü aslolan yazmaktır. Arşiv oluşturmak ve zaman zaman arşivdeki yazıları okumak, asla senaryo yazmanın önüne geçmemelidir. Ayrıca arşiv oluşturacağım diye, yaşadığınız evi cehenneme çevirmeyin. Beraber yaşadığınız insanları da düşünün. Arşiv çalışması son derece düşük bir zihin enerjisi düzeyinde de yapılabilir. Bu nedenle bu işi, çalışmaktan yorulduğunuzda, bir dinlenme aracı olarak yapabilirsiniz. Arada sırada "sahaf"lara yapılan arşiv gezileri de çok faydalı olabilir. 3) İyi senaristler NOT alır. İnsan beyninin en çok güvenebileceğiniz yeteneği "UNUTMAK"tır. Yaratıcı işlerle uğraşanların başına gelebilecek en kötü durumlardan biri de, akıllarına gelen güzel bir fikrin, not alınmadığı için unutulmasıdır. Bu nedenle senaristlerin, ellerinin altında her zaman küçük bir kalem ve bir not defteri bulundurmaları yerinde olur (özellikle de yatağınızın başucunda). Aynı şekilde, bilgisayarlarının masaüstünde de NOTEPAD'in bir kısayolunun bulunması faydalıdır. Çünkü aklınıza her yeni fikir geldiğinde WORD'ü ya da benzer bir programı açmak zordur. (Ben bu tür notlar almak için NOTEPAD2 diye küçük bir program kullanıyorum. Bildiğiniz notepad'in biraz daha gelişmişi. http://www.flosfreeware.ch indirilebilir.) Zaman zaman bu notları gözden geçirip "işe yarar bir şey çıkar mı?" diye bakmak yerinde olur. 4) İyi senaristler SİGARA ve ALKOL TÜKETMEZ! Bunun, piyasa gerçekleri ile taban tabana zıt olduğunu biliyorum. Senaristlerin çoğu deli gibi sigara ve alkol tüketir. (İşin ilginç yanı, makinistler de - tren makinistleri değil - çok sigara ve alkol tüketir. Film üretim macerasının en başındaki ve en sonundaki bu insanların davranış benzerliği ilginç). Bunun "zihinlerini açtığını" "kendilerini daha yaratıcı yaptığını" iddia ederler. Okumuş insanların böyle konuştuğunu duymak üzücü ama doktorlarının yarısının sigara müptelası olduğu bir ülke burası. Demek istediğim şu: sigara zihninizi açmaz. Beyninizdeki bir "nörotransmitter"in yerini alır. Eskinden normal olarak üretilen bir maddenin daha az üretilmesini sağlar ve onun yerine geçer. Böylece sigara içicisi, normal bir düşünme haline sahip olmak için sigara içmek zorunda kalır. Yani sigara içerek, aslında sigara içmeden önceki halinize dönmeye çalışırsınız. Komik, acıklı ve gereksiz değil mi? Ayrıca sigara içmek çocuklarınızın mürüvvetini görme olasılığını azaltır, torun sevme olasılığınızı ise neredeyse yok eder. Akciğer kanserinin yüzde doksanı sigaradan kaynaklanır. Beyninizi harekete geçirmek istiyorsanız adaçayı için. Alkol de benzer zararlara sahiptir. "Bir bardak şarap"ın sağlığa faydalı olduğu söylenir, ama ben bir bardakla yetinen kimseyle henüz tanışmadım. Alkol, yaratıcılık için en önemli aracınız olan beyin hücrelerinizi öldürür. Bunun etkisini orta ve ileri yaşlarda fark edersiniz. Bir gün "Yahu bu yazdığım senaryo bilim kurgu muydu yoksa tarihi film mi?" diye sorarsanız, bilin ki sebebi alkoldür. Sakinleşip gevşemek istiyorsanız meditasyon yapmayı öğrenin, ya da sarı kantaron çayı 526

için. Zararları sigara ve alkolden az olmakla beraber, çay ve kahveden de bahsetmek gerekiyor. İçerdikleri tein ve kafein tansiyon yapar, tansiyon damarları zayıflatır, zayıflayan damarlar patlar, beyne kan dolar: felç olursunuz. Bitkisel çaylara sarın. Ihlamur, kuşburnu, adaçayı, yeşil çay arasında gidip gelin. 5) İyi senaristler BEDENLERİNE İYİ BAKAR! Senaryo yazmak bir beyin işidir. Beyin de vücudun geri kalanıyla yakından bağlantılı bir organdır. Özellikle de kan dolaşımı ve kandaki oksiyen ve besin maddeleri, beynin çalışma verimini doğrudan etkiler. Uzun süre bilgisayar karşısında oturduğunuzda kan dolaşımınız yavaşlar. Beyne daha az kan gider. Zaman zaman yaşadığınız düşünce tıkanıklığının nedeni beyninize az kan gitmesi olabilir. Bunun için bir iki saatte bir bilgisayarın karşısından kalkıp 10-15 dakika egzersiz yapmak çok iyi bir fikirdir. (Sigaranın beynin en temel iki besin maddesinden biri olan oksijen alımını azalttığını söylememe gerek var mı? Yok.) Beslenme de beynin performansı ile yakından bağlantılıdır. Beyin çalışırken çok miktarda kaliteli proteine ve yağa da ihtiyaç duyar. Bu proteini daha çok beyaz etten ve süt ürünlerinden almanız yerinde olur. Kırmızı et bol miktarda kolesterol içerir. Kolesterol damarları tıkar, beyne ve kalbe daha az kan gider, beyin az çalışır, kalp beslenemez, tekler, senarist ölür. Haftada bir iki kez ızgara balık çok faydalıdır. İçerdiği özel yağlar (DHA) tam anlamıyla beyin dostudur. Margarin ve tereyağı yerine zeytinyağı tercih edilmelidir. O da beden ve beyin dostudur. 6) İyi senaristler ÖĞRENMEYE DEVAM EDER. Beyin, öğrenmek için tasarlanmış bir makina gibidir. En mutlu olduğu zaman, bir şeyler öğrendiği zamandır. Öğrenmek beyindeki hücreler arasında yeni bağlantıların kurulmasını sağlar. Bir beynin gelişkinliği içerdiği bağlantı miktarı ile ölçülebilir. Bu, iyi bir senaristte aranan bir özelliktir. Oysa ülkemizde senarist olmak için "insan olmak" yeterli gibi görünmektedir. İnsan olmak "insan ilişkilerinden anlamak" anlamına gelmektedir. Öyleyse senaryo yazabilirsiniz! Çünkü Türk sinemasında (ve TV'sinde) birinci malzeme "insan ilişkileri"dir. Bu aralar hepimize TV dizilerinden gına gelmesinin ana nedeni de budur: sosyal ve ekonomik koşullarda küçük değişiklikler yaparak, benzer insan ilişkilerini tekrar tekrar önümüze sürüyorlar. Bu nedenle "Asmalı Konak"ı eğer iyi seyrettiyseniz, onun kopyası olan 10 diziyi seyretmenize gerek kalmıyor. Çünkü bize sunulan toplumsal katmanlar ve meslekler hemen hemen hep aynı. Piyasadaki film ve dizi senaristlerinin unuttuğu şey şu: insan ilişkileri, temelde aynı olmakla beraber, izleyici için asıl ilginç olan bunların farklı ortamlarda nasıl tezahür ettiğini görmektir. "Asmalı Konak" Ürgüp'ün atmosferinde bunu yaptı. James Cameron'un "The Abyss"i bize, denizin dibindeki bir sondaj istasyonundaki ilişkileri anlatır. "Apollo 13" ise uzay gemisindekileri. "The O.C." bize Los Angeles'in kaymak tabakasını anlatırken "Scrubs" ve "ER" bize hastanelerdeki ilişkileri ve durumları anlatıyor. İnsani durumlar (kıskançlık, üzüntü, korku, bencillik, dayanışma, vb.) hemen hep aynı olsa da toplumun faklı katmanlarına ve farklı kesimlerine (farklı meslek alanlarına) tanık olmak için bu dizileri seyrediyoruz. Farklı ortamları bilmek için siz de farklı alan bilgilerine sahip olmalısınız. Farklı meslekleri iyi bilmeniz, o alanların bilgisine sahip olmanız gerkiyor. Bunun için kendinizi zorlayın demiyorum. Ama şu anda yaptığınız meslekten farklı alanlara da mutlaka ilginiz vardır. Bu alanlarda derinleşin. Kitaplar okuyun. Web siteleri gezin. Ve senaryolarınızda bu alana ait ve herkes tarafından bilinmeyen bilgilerini kullanın. Sinemada bunun çok örneğini görüyoruz: "Matrix" bilgisayar dünyasını ele alır. Programlar, kopyalar, virüsler... "Jurassic Park" gen araştırmalarını anlatır: Artık yok olmuş türlerin yeniden doğaya salınmasının yaratacağı tehlikeler... "Armageddon" ve "Deep Impact", bir göktaşının yeryüzüne çarpma olasılığını ve bunun sonuçlarını ele alır... "Terminator" robotların (makinaların) akıllanarak insana düşman olma ihtimalini işler... "Rainman" ise otistlerin iç dünyasını anlatır... Yukarıda anılan filmlerin senaryolarının hepsi, ancak uzmanlık derecesinde bir bilgi ile yazılabilir. Yani bir iki gazete makalesi okuyarak "Rainman"i yazamasınız. "Jurassic Park" gibi bir şey yazmak için iyi derecede hem arkeoloji hem genetik bilmeniz gereklidir. "Deep Impact" gibi bir senaryo, astronomi bilgisi kadar sosyoloji (felaket anlarında insan davranışı), politika (devletlerin felaketle başaçıkma 527

yöntemleri) ve savunma sanayi (bir göktaşı nasıl yok edilir) bilgisi de gerektirir. 7) İyi senaristlerin iyi bir FİLM ve SENARYO ARŞİVİ vardır. Analiz ederek film seyretmeden ve senaryo okumadan senarist olunmaz. Nokta. Herkes film seyrediyor. Ama bir senarist, farklı bir biçimde film seyreder. Tıpkı bir sihirbazın başka bir sihirbazı hayranlıkla değil de inceleyerek seyretmesi gibi, senaristler de filmleri inceleyerek seyreder. (En azından ikinci ya da üçüncü defalarda). İyi senaristlerin DVD ya da VCD (ya da diğer formatlarda) geniş bir arşivi olmalı. Bu arşivde yeni filmler kadar eski filmler de bulunmalı ("Casablanca" şart mesela). Zaman zaman, keyif için değil de sırf teknik inceleme (karakter geliştirme, senaryo hızı ayarlama, paralel kurgu, sahne uzunluğu, vb.) amacıyla bu filmleri inceleyerek, elde kağıt kalem not alarak izlemek çok faydalı bir pratiktir. Senaryo okumadan da iyi senarist olunmaz. En azından bir kaç senaryoyu okumanız ve yazarın kullandığı yöntemleri (sahneye yeni bir karekter sokma, sahneye girme ve sahneden çıkma, diyalog yazma, vb.) incelemeniz gerekir. Eğer İngilizce biliyorsanız, bu sitenin en aşağılarında bir yerde İngilizce senaryolar bulabileceğiniz linkler vermiştim, oralardan senaryo indirip inceleyebilirsiniz. (Piyasada pek fazla Türkçe senaryo olmadığını biliyorum. Oysa İngilizce senaryo istemediğiniz kadar var. Bu durumda yapılabilecek iki şey var: Bir, gidip adam gibi İngilizce öğrenin. En iyi ders özel derstir arkadaşlar. Sınıflar halinde ders görerek İngilizce öğrenmek çok zor ve çok zaman alan bir şeydir. İki, SANARİST olarak bazı senaryolar belirleriz, sonra İngilizce bilenler bunları aralarında paylaşır (mesela adam başına 10 sayfa düşse, 12 kişi bir senaryoyu bir-iki ayda bitirir) ve Türkçe'ye çevirir. Sonra bu çeviriyi yeni bir blog sitesinde yayınlarız. Bu yöntemin bazı artıları, bazı eksileri var. Artısı: bu ülkede herkes Türkçe bildiği için herkes bu senaryoları okuyabilir. Herkesin İngilizce öğrenmesinden daha makul (ucuz) bir yöntem. Eksisi: Çok sayıda senaryoyu bu şekilde çevirmek mümkün değildir. Ayrıca bu tür grup çalışmaları zordur, koordinasyon gerektirir. SANARİST okurlarından biri "ben bu koordinasyon işini yaparım" derse, ona seve seve burada destek olurum.) 8) İyi senaristler DÜZENLİ OLARAK YAZAR! Senaristlerin ya da senarist adaylarının en sık yaptığı hata budur: yazmak için pasif bir biçimde "ilham" gelmesini beklemek! Ve ancak ilham geldiği zaman yazmak. Onun dışında boş boş televizyona bakmak, internette sörf yapmak, gazete karıştırmak. Bazen haftalarca tek kelime yazmamak. Sonra da 3 gecede bir senaryo bitirmek! İyi senaristler ilham gibi aşırı öznel ve ne zaman geleceği belli olmayan bir şeye göre hareket etmezler. Günlük bir yazı rejimleri vardır. Syd Field günde 3 sayfanın (3 adet A-4) yeterli olduğunu söylüyor. Hafta için her gün 3 sayfa yazarsanız, (fikir geliştirme, karakter ve hikaye örgüsü yaratma ile birlikte) 120 sayfalık bir senaryonun ilk müsveddesini 4 - 6 ayda bitirebilirsiniz. "Ben günde 15-20 sayfa yazarım" gibi gerçek dışı hedefler koymayın. Tabii bir iki gün 15-20 sayfa yazabilirsiniz. Ama insan her gün bu kadar çok yazarsa beynindeki yaratıcılık pınarları yavaş yavaş kurur (Bu bir benzetme değil, gerçek bir durumun tasviridir. Acele senaryo yetiştirmek durumunda kalanlar, bu düşünceme tanıklık edeceklerdir). Yazdığınız sahnelerdeki ve diyaloglardaki "yaratıcılık katsayısı" düşer. (TV dizilerinin bir süre sonra eskisi kadar zevk vermemesinin bir nedeni de budur). Beyni belli bir miktar kullanmalı, sonra da dinledirmelisiniz ki enerji depolasın ve siz de ertesi gün aynı derecede yaratıcı şeyler yazabilesiniz. Senaristlerin yaptıkları bir başka hata da, bir sahneyi kafalarında düzeltene kadar yazmaya oturmamalarıdır. Bu da çok yanlıştır. Eğer her sahneyi mükemmelleşene kadar kafanızda dolaştırmaya ve döndürmeye kalkacak olursanız 2 yılda bir senaryoyu ancak yazabilirsiniz. Bu yüzden Michael Hauge'un şu sözünü asla unutmayın: "Mükemmel olmasını bekleme, yaz!" ("Don't get it right, get it written"). Bir başka güzel söz de şudur: "Pantolonunun poposunu ait olduğu yere - yani çalışma masasındaki sandalyeye - koy!" "Plan Yaparak - Hedef Koyarak" çalışmak en güzelidir. Çalışma masanızın üzerinde bir yere bir çalışma planı çıkartın. Örneğin    

Fikir bulma ve geliştirme: 1 ay Hikaye yapısı (plot) ve karakterleri oluşturma: 2 ay Sahne listesi yazma: 1 ay Sahneleri yazma: 2 - 3 ay 528

Bu planın her an gözünüzün önünde bulunması, siz isteseniz de istemeseniz de beyninizi programlayacak ve sizi yazmaya teşvik edecektir. Bu tabii ki esnek bir plan olmalıdır. Elinizde olmayan sarkmalardan dolayı kendinize yüklenmeyin. Ama çok da tembellik etmeyin. Bir senaristten duymayı en çok sevdiğim cümle "benim harika bir senaryo fikrim var" değil "benim harika bir senaryom var"dır. En iyi senaryo, bitmiş senaryodur. posted by gezgin @ 8:53 PM

1 comments

Perşembe, Temmuz 07, 2005 BAŞARISIZ TÜRK FİLMLERİNİN ORTAK ÖZELLİKLERİ Bu sitede senaryosunu eleştirdiğim Türk filmlerinin bazı ortak özellikleri olduğunu sanırım fark etmeye başlamışsınızdır. Bu yazının amacı, 1) bu özellikleri bir araya toplayarak ileride yapacağımız yorumlarda işimizi kolaylaştırmak (çok mümkün) ve 2) benzer hataların tekrarlanmasına engel olmaktır (pek mümkün değil, en azından kısa vadede). Yazıda kullanılan "başarısız" sözcüğünün, eserlerin sanatsal değeriyle değil ticari getirisiyle ilgili olduğunu unutmayın. 1) Başarısız Türk filmlerinin senaryosunda özdeşleşme yöntemleri ya hiç ya da yeterince kullanılmaz. Bu da filmin kahramanı hakkında derin duygular hissetmememize yol açıyor. Kahramanla üzülüp sevinmiyoruz, onu uzaktan seyretmekle yetiniyoruz. Ki bu da her tür senaryonun birincil amacı olan "duygu uyandırmak" ile ters düşen, çelişen bir şey. Bu da ticari başarısızlığa yol açıyor. 2) Başarısız Türk filmlerinin genel bir hikaye yapısı sorunu var. Bu filmler 3 perdeli yapıyı çok gevşek olarak kullanıyor (giriş, gelişme, sonuç) ya da hiç kullanmıyorlar. "Dönüm noktalarından" ("plot point") haberleri yok gibi. 3 Perdeli Yapı'nın, senaryo yazımında kullanılabilecek tek yapı olmadığı doğru ama ticari açıdan başarılı filmlerin de çoğunlukla bu yapıyı kullandıkları da bir gerçek. 3) Başarısız Türk filmlerinin kahramanları, bir biçimde toplumun geneline yabancılaşmış insanlar. Yani Türk toplumunu "Türk Toplumu" yapan ortak değerlerden bir biçimde kopmuş kişiler. Bu insanlar ya toplumun çok üst kesimindenler ("Asansör", "Mustafa Hakkında Herşey") ya da çok aşağı kesiminden kişiler (Masumiyet, Tabutta Rövaşata, Gemide). Bu durum, hikayesi anlatılan kişi açısından gerekli olabilir ama izleyiciler kendilerinden bu kadar kopmuş insanları seyretmekten hoşlanmaz. 4) Başarısız Türk filmlerinde hikaye, çok sıkı bir neden-sonuç ilişkisi izlemez. Yani filmdeki olayları birbirine bağlayan ilişki çok güçlü değildir. Genel olarak hikayeler "Evet, bu başka türlü olamazdı" dedirtmez size, "Başka türlü da olabilirdi" düşüncesi sık sık aklınıza gelir. Bunun temel nedeni, senaristlerin neden-sonuç ilişkisine çok inanmaması, izleyicinin bu ilişkideki hataları görmezden geleceğine olan inancıdır. Ama artık sinema salonlarını Filiz Akın - Ediz Hun filmlerinin izleyicilerinin doldurmadığını unutmayın. Şimdiki seyirci, "Arabesk" ile bu filmlere, "Kahpe Bizans" ile de tarihi filmlere tepki duyduğunu göstermiş bir seyirci. 5) Başarısız Türk filmlerinde çok yaratıcı fikirler bulmazsınız (Yaratıcı fikre örnek olarak bkz. "Thomas Crown Affair"). Kahramanlar, bir sorunla karşılaştıklarında, buldukları çözüm ile bizi şaşırtmazlar. Bunun temel nedeni Türk seyircisinin aptal olması değil (bu ülkede Matrix'i 1,5 milyon insan sinemada seyretti), senaristlerin zekice şeyler bulmaya üşenmesidir. Türk senaristlerinin en başarılı (!) olduğu konu "insan ilişkileridir". "Teknoloji, anormal psikoloji, entrika," vb. Türk senaristlerinin çok derinlemesine bilmedikleri ya da araştırmadıkları şeylerdir. Türk filmlerinden sık görülen bir başka durum da iyi bir fikrin hemen hiç geliştirilmemesidir. Senaristlerimiz senaryoyu yazmandan önce sıkı bir "beyin fırtınası" yapmaz. En azından yazdıkları, izlettirdikleri, yapmadıkları hissini verir bize. Bu nedenle de başarısız bir Türk filmini seyrettikten sonra kendinizi hem duygusal hem de düşünsel olarak zenginleşmiş hissetmezsiniz. (Bu açıdan son 25 yılın en başarılı filmi "İstanbul Kanatlarımın Altında"dır.) 6) Başarısız Türk filmlerinin senaryolarında bir tempo sorunu vardır. Hikayesi tıkır tıkır işleyen film çok azdır. Mutlaka bazı yerlerde sarkmalar olur. İki diyalogla halledilebilecek şeyleri seyirciye göstermek için gereksiz sahneler konur hikayeye. 7) Başarısız Türk filmlerinde sahneler de gereğinden fazla uzundur. Senaristler "sahneye geç gir, erken çık, kapıyı açık bırak" ilkesini pek uygulamazlar. Sahneye erken girerler, gereksiz bir sürü ayrıntı 529

verirler, sahneden geç çıkarlar, ve bir sonraki sahnede ne olacağını merak etmezsiniz. Amerika'daki bütün ciddi yapımcılar, bu son iki sorunu fark etmek ve bunlardan kurtulmak için, büyük projelerini piyasaya sürmeden bir kaç ay önce "sneak preview" denilen gizli bir gösterim yaparlar. Ve daha sonra da seyircilere bir anket doldurturlar. Sonra bu anketin sonuçlarına göre filmde bazı değişiklikler yaparlar. Türkiyede ise böyle bir uygulama şimdilik yok. Umarım ileride olur. *** Genel olarak, Türk filmi senaryolarının yeterince işlenmemiş olduğu kanaatindeyim. Yani, iyi bir senaryo, bazen tek başınıza, bazen iyi anlaştığınız birileriyle haftalarca, hatta zaman varsa aylarca "beyin fırtınası" yaparak oluşturulur. Bu "beyin fırtınası" kavramı çok önemli. İnsanın (özellikle de yaratıcı bir meslekte çalışan birinin) hiç utanmadan, "çok saçma" "çok ayıp" "aptalca" "komik" demeden fikirlerle oynaması demek "beyin fırtınası". Çünkü başlangıçta saçma gibi görünen bu fikirlerden daha sonra çok yaratıcı şeyler ortaya çıkabiliyor. (James Cameron, "Terminator 2"nin senaryosunun böyle ortaya çıktığını söylüyor. İkinci senarist William Wisher ile devam filminin konusu hakkında konuşurken, akıllarına "Terminator yine gelsin ama bu kez iyi olsun" diye bir fikir gelmiş. Cameron bu fikre önce "no-brainer" - tamamen saçmasapan - dediklerini söylüyor. Ama başlangıçta çok saçma gelen bu fikir, daha sonra sinema tarihinin en başarılı filmlerinden birinin belkemiği haline geliyor.) Türk filmlerinin en ciddi ikinci sorunu ise bence sahnelerin uzun, ritmlerinin de düşük olması. Senaristlerin, bir senaryoyu yazdıktan sonra bir süre dinlendirmeleri, sonra eleştiri yeteneğine (ve sinema bilgisine) güvendikleri birine senaryolarını okutmaları, kendileri de senaryoya yabancı bir gözle tekrar bakmaları gerekiyor. Sahneleri nasıl daha diri, fazlalıklardan arınmış hale getirebileceklerini bulmaları şart. Ritmi hızlandırmanın çok basit bir yolu var: Hiçbir sahne (ölümcül derecede önemli olmadıkça) 3 sayfadan (= 3 dakikadan) uzun olmamalıdır. Uzunsa, kısaltılmalıdır (="kill your babies" ilkesi). "Göstermen gereken şeyi anlatma, anlatabileceğin şeyi de gösterme" prensibinin uygulanması da filme hem görsel zenginlik, hem de hız kazandıracaktır. posted by gezgin @ 7:41 PM

2 comments

"KAMERANLA KAMPÜSTE" KAL, DIŞARI DA ÇIKMA! CCN Türk'te yayınlanan bir gençlik programı "Kameramla Kampüste". Bir grup gencin eline birer kamera vermişler, bu gençlere her hafta bir "kısa film" çektiriyorlar, sonra da bu filmler derecelendiriliyor. Başlıktan da anlaşılabileceği üzere bu programı pek beğenmiyorum. Bunun iki nedeni var. İkinci neden, çok güzel bir fikrin, yeterince geliştirilmemesinden dolayı, Türk kısa filmciliğine katkıda bulunma fırsatının kaçırılmış olması. Ben olsaydım, her hafta başka bir grup öğrenciye verirdim kameraları. Bu ülkede bu fırsattan istifade edebilecek o kadar çok insan var ki! Onları bulup çıkarırdım. Böylece bir sezonda 100-150 gencin kısa film çekmesine ve bunları yayınlamalarına olanak tanırdım. Beyinlerindeki "yaratıcılık pınarları" fazla kullanılmaktan dolayı kurumak üzere olan 8-10 tipi zorlanarak film çekmeye zorlamaktansa, uzun süre üzerinde düşünülmüş projelere fırsat verirdim. Sonra da her haftanın birincisini büyük finalde yarıştırırdım. Birinci neden ise, bu programda yayınlanan "kısa film"lerin kalitesizliği. Bunun nedeni, programa katılan gençlerin bir hafta gibi kısa bir sürede bir film çekmek zorunda olmaları değil sadece. Türkiye'de "kısa filmcilik" uzun bir süredir kötü bir halde. (İnanmayan http://www.kisafilm.com Hilmi Etikan'a sorsun). Ve bu gençler de, bu kötü durumu yeniden üretiyorlar. Hem de her hafta. Tekrar tekrar... *** Peki, özelde "Kameramda"ki, genelde de tüm Türkiye'deki "kısa film"lerde kötü olan ne? Malzemesizlik mi? Kurgu, banyo, oyuncu vb. sorunları mı? Hiçbiri değil. Dijital devrimden sonra kurgu ve banyo sorun olmaktan çıktı. Ayrıca film çekme maliyetleri de çok düştü. Etraf, kısa filmlerde rol almak için can atan genç tiyatro oyuncularıyla / öğrencileriyle dolu. Ama kısa filmlerimiz hala kalitesiz. Neden? 530

Çünkü "kısa film" denilerek karşımıza çıkarılan şeyler aslında "kısa film" değil. Başka, kalitesiz, yanlış üretilmiş şeyler. Bunu biraz açmam gerek: Kısa film, çok vurucu bir mesajı olan, ve bu mesajı , ticari kaygısı olmadığı için çok çarpıcı bir biçimde aktarabilen, süresi 20 dk.yı aşmayan filmlerdir. (Süre konusunda bir mutabakat yok, olmasına da gerek yok.) Bu tanımda iki şey çok önemli: Birincisi, kısa filmin mesajı (içeriği) çok vurucudur. Çok çarpıcıdır. Ticari ve benzer kaygılardan dolayı normal bir filmde ele alamayacağınız bir şey seçebilirsiniz, seçmelisinizdir de. Ama tek başına çarpıcı bir konu yetmez. Kısa filme konu olacak konu, uzuun "beyin fırtınaları" sonucunda iyice işlenir, fazlalıklarından arındırılır. Süresi kısaltılır. Bu tür kısıtlamalar, sanıldığının aksine yaratıcılığı destekler, çok ilginç çözümlerin bulunmasına neden olur. Kısa filmlerde çok önemli olan ikinci şey ise "biçim". Kameranın, ışığın, kurgunun, müziğin nasıl kullanılacağı. Burada da kısa filmci sonuna kadar özgür olabilir. Çünkü kendilerini istedikleri gibi ifade edebilirler. Çünkü kendilerini birilerine beğendirmek zorunda değiller. Çok deneysel şeylere kalkışabilirler. "Geleneksel" sinemada "yapılmaz" denilen şeyleri yapabilirler. Akla hiç gelmeyen anlatım yöntemleri kullanabilirler. Kuralları yıkabilirler. Bunlar kısa filmcilerden beklenen şeylerdir: Bir, vurucu bir içerik, iki, çarpıcı bir biçim. Türkiye'deki kısa filmlerde ise bu iki unsurun "parodisini" görürüz hemen her zaman. İçerik, genelde az geliştirilmiş bir karikatür fikrine benzer - hani, biraz üzerinde düşünülse insana kahkaha attıracak ama üzerinde düşünülmediği için sadece gülümseten karikatür fikirlerine. Hafif çarpıcı olan bir konu, üzerinde hemen hiç düşünülmeden filme alınır. (Şu sahneyi gözümde canlandırabiliyorum: "Abi, aklıma müthiş bir kısa film fikri geldi. Yarın hemen çekelim!") Filmlerin bu özenilmemiş konularını, o kısa filmi çeken gençler hariç herkes fark eder de, bir onlar fark etmez. Türkiye'deki kısa filmlerde biçimsel anlamda çok yaratıcı şeyler de bulamazsınız. Bir kamerayla ve onunla elde ettiğiniz görüntülerle yapabilecekleriniz aşağı yukarı bellidir: Aşırı yakın çekim, filtre kullanımı, titrek çekim, vb. Asıl yaratıcılık, bu tekniklerin "içerik"i güçlendirecek, vurgulayacak biçimde kullanılmasındadır. İşte Türk kısa filmlerinde bu yoktur. Kamera bir anlatım ve vurgu aracı olmaktan çok sadece bir kayıt aracı olarak kullanılır. *** Peki bu iki sorunun nedeni nedir? "Türkler", Alinur Velidedeoğlu'nun Ali Atıf Bir'e dediği gibi (o programda AVD'ye sinir olduğumdan tırnaklarımı yemiştim) "yaratıcı değiller" mi? Hiç sanmıyorum. Bence bu durumun iki nedeni var: 1) Birincisi, genel olarak yaratıcılığı törpüleyen bir eğitim sistemimiz var. Eğitim tezgahına giren bir çocuk, belirli bilgileri ezberlemiş, belirli tavırları öğrenmiş, yarı robot yarı tüketici garip bir hayvan olarak çıkıyor dışarı. Yaratıcılar ve farklı düşünenler eğitimin hemen her kademesinde cezalandırılıyorlar - bunu, eğitimin her kademesinde cezalandırılmış biri olarak söylüyorum. Sonuçta, bir çocuk üniversite çağına ("kısa film çekme yaşına") gelince, beynindeki yaratıcı pınarlar ya tıkanmış, ya kurutulmuş, ya da bulandırılmış oluyor. Ama bu düzeltilmeyecek bir şey değil. Özgürleştirici, yaratıcılığı ödüllendiren bir eğitim ile bu engel aşılabilir. 2) İkincisi, kötü örneklerin sistem tarafından sürekli olarak ödüllendirilmesi. Zaman zaman çeşitli kurumlar (Apple, Akbank, çeşitli belediyeler, vb.) kısa film yarışmaları düzenliyorlar. Ve kendilerine ulaştırılan filmlerden bazılarını seçerek ödüllendiriyorlar. Bu ödüller genelde ehven-i şer filmlere gidiyor. Bunun sonucunda diğer yarışmacılar ve müstakbel kısa filmciler, "eğer bu rağbet görüyorsa, ben de böyle bir şey çekebilirim, üstelik bu çok da kolay" gibi bir düşünceye kapılıyorlar. Sonuç, birbirinden etkilenen kötü filmlerin bir kısır döngü şeklinde üretilmesi oluyor. Muammer Karaca'nın Türk tiyatrosu için söylediği söz ("Türk seyircisi ne zaman kötü bir oyun seyredince sahneye çürük domates atmaya başlar, Türk tiyatrosu o zaman gelişmeye başlar" mealinde bir şey), Türk kısa filmciliği için de geçerli gibi duruyor. Kötü filmleri ödüllendirmekten vazgeçersek, iyi filmler için varolma alanı yaratmış oluruz. posted by gezgin @ 7:36 PM

0 comments 531

Çarşamba, Temmuz 06, 2005 ONLINE SENARYO ATÖLYESİ: HEM DE ÜCRETSİZ Ücretsiz olarak gerçekleştireceğimiz senaryo atölyesi için ayrıntılı bilgiyi 2 yazı aşağıda bulabilirsiniz. Hatırlatayım dedim. posted by gezgin @ 4:41 PM

0 comments

SPIELBERG: NE DEDİN ŞİMDİ SEN? Dikkat: Bu yazıda "Dünyalar Savaşı" filmi izleme zevkinizi azaltabilecek "keyif kaçırıcı bilgiler" bulunmaktadır. Eğer filmi henüz seyretmediyseniz, gidip seyredin, sonra bu yazıyı okuyun. Yakın zamanda, Spielberg-Cruise ikilisinin iki filmini izledik. Birincisi "Azınlık Raporu" idi, ikincisi de "Dünyalar Savaşı" oldu. Ama sanki bu filmler başkaları tarafından çekilmiş gibi duruyor. "Azınlık Raporu" ne kadar derin, ne kadar kaliteli ise, "Dünyalar Savaşı" da o kadar yüzeysel, bazı açılardan o kadar kalitesiz. "Azınlık Raporu" bize insanın ve hayatın doğası ile ilgili çok derin sorular sorduruyordu: "Gelecek tam olarak bilinebilir mi? Eğer bilinirse, geleceği etkilemek mümkün olabilir mi? Eğer olursa, bu doğru bir şey mi olur? (Falcılara yüz milyonlarca lira yediren dünyanın her yanındaki bayanların temel ikilemidir bu aynı zamanda ;). İnsanın özgür iradesi var mıdır? Yoksa olaylar önceden belirlenmiş midir? (Bu da, "cüzi irade" "külli irade" tartışmasını yüzyıllardır sürdüren dinbilimcileri ve filozofları yakından ilgilendiren bir meseledir)". Bütün bu konular, çok güzel bir bilimkurgu-polisiye atmosferi içinde ele alınmıştı. Tom Cruise hayatının en güzel işlerinden birini çıkarmış, bilimkurgu severlerin kalbinde haklı bir yer edinmişti. "Dünyalar Savaşı" ise bize hiç büyük sorular sordurmuyor. Konu çok basit: Uzaylılar Dünya'yı işgal eder. İnsanlar da onlardan kaçar. O kadar. Hiçbir derin soru yok. Oysa böyle bir hikayede sorulabilecek bir sürü soru var: "Uzayda bizden başka canlılar da olabilir mi? Bu canlıların bize karşı olumsuz bir tavır benimsemelerinin ne gibi nedenleri olabilir? İnsanlar, kendilerinin bizzat mahvetmek üzere oldukları bu dünyayı bu uzaylılara karşı savunabilirler mi? Yoksa yönetimi uzaylılara bıraksalar daha mı iyi olur?" (Bu son durum, ABD'nin Irak'ı işgaline doğrudan bir gönderme olurdu). Film bu gibi sorular sordurmayınca, insanın uzaydaki yeri ile ilgili hiçbir mesele de gündeme gelmiyor. Spielberg'ün hikayesinde bu işgalcilerin "uzaylı" olması, işgal sırasında kullandıkları silahların üstünlüğüne gerekçe oluşturmak dışında, hemen hiçbir önem taşımıyor. Uzaylılar insanlardan daha acımasız değil. Amerika'nın savaşı kazanmak için hiç gerekmediği halde Hiroşima'ya ve Nagasaki'yi iki atom bombası atmış olması, laserle insanları biçen bu uzaylıları bizden daha "insancıl" bir pozisyona getiriyor. Çünkü uzaylılar böyle bir şey yapmıyorlar. İnsanları "toplu" olarak değil tek tek öldürüyorlar. Uzaylıların silah ve "tripod" teknolojisi çok gelişkin olmasına karşın, "tarama" teknolojisi pek gelişkin değil. Tom Cruise'un kızı ile birlikte Tim Robbins'in evinde kaldığı sırada ne tarama araçları ne de uzaylılar ufacık bir bodrumdaki koskoca 3 insanı bulamıyorlar. Uzaylılar da Amerikalıların kızıl ötesi görüş dürbünleri olsa şıp diye yakalanacak insanları gözden kaçırıyorlar. Bu da filmin inanılırlığına zarar veriyor. Sen o kadar uzaydan kalk gel, ama kızıl ötesi (ısı algılayıcı) dürbünün olmasın! Spielberg (ve senaristler) hikaye anlatımını bilerek Tom Cruise ve ailesine yakın tutuyorlar. Yani uzaylılar dünyayı işgal ederken ve dünyalılar da onlarla mücadele ederken, hep Tom Cruise'un civarındaki olayları görüyoruz. Bırakın gezegenin geri kalan bölümlerini, Amerika'nın diğer bölümlerinde bile neler olduğunu bilmiyoruz. "Derin Darbe" ("Deep Impact"), "Armageddon" ya da "Kurtuluş Günü" ("Independence Day") filmlerini hatırlayın. Bu filmlerde dünyanın dış tehlikeye nasıl tepki verdiğini öğrenebiliyorduk. Bu sayede, bir gezegenin işgali gibi geniş bir olaya verilen genel tepki gösterilerek daha büyük bir gerçeklik duygusu oluşturuluyordu. Oysa "Dünyalar Savaşı"nda sadece Tom Cruise'un Amerikası var. Bu da bizim filmle bağlantı kurmamızı zorlaştırıyor.

532

Filmin hiakayesi, Tom Cruise'un kendini ve ailesini uzaylı işgali sırasında hayatta tutma çabası üzerine kurulu. Bunun için kaçmaktan başka hemen hiçbir şey yapmıyor. Uzaylılar Dünyayı ezip geçerken o sadece kaçıyor. Yapabileceği pek fazla da bir şey yok aslında, çünkü o sadece bir vinç operatörü. Peki uzaylıların saldırısından kaçan bir vinç operatörünü seyretmek ne kadar cazip? Yani bu kadar büyük olaylara karşı pasif bir tutum benimsemiş biri bizi ne kadar ilgilendiriyor? Pek değil. Ama düşman o kadar güçlü ki, aslında Tom Cruise'un yapabileceği bir şey de yok. Burada senaristlerin (aslında yazar H.G. Wells'in) dramatik bir hatası var: bir hikayede, tarafların (kahraman ve düşman) güçleri birbirine denk olmalı. Ancak o zaman okuyucu ya da izleyici bir heyecan duyabilir. Sonucu merakla bekleyebilir "kim kazanacak?" diye ("Matrix"te olduğu gibi). Oysa "Dünyalar Savaşı"nda uzaylıların o kadar ezici bir gücü var ki, filmin çok büyük bir bölümü boyunca onların insanları ezeceğinden bir an bile şüphe etmiyoruz. Filmin sonunda uzaylıların mağlubiyeti de insanların çabasından kaynaklanmıyor. Bu da bizde bir insanlar namına bir sevinç, insanların çabasına dair bir gurur duygusu oluşturmuyor. Kanının son damlasına kadar savaştıkları için insanları alkışlamıyoruz. Oysa iyi filmlerde, güçleri birbirine yakın iki tarafın kapışması olur. Kahraman zayıf olsa da, sonuna kadar çaba göstermeyi sürdürür, biz de onun bu çabasını takdir ederiz. ("Son Samuray"daki Samurayların modern Japon ordusuna karşı verdiği mücadeleyi hatırlayın. Ya da "Zor Ölüm"de Bruce Willis'in teröristlerle kapışmasını.) Koskoca uzaylılar, insanların mücadelesi sonucu değil de, bakteriler yüzünden ölüyorlar. "Ya bir dahaki sefere bir antibiyotik alıp gelirlerse?" diye düşünmeden edemiyor insan. Bu filmde insanları tutmamız için pek fazla gerekçe de sunulmuyor bize. Yani filmin en başında özdeşleştirme kuralları uygulanmamış. Tom Cruise kötü bir baba, çocukları gıcık, anne de yeni kocasıyla birlikte (hele biz, eve cici baba getiren anneleri hiç sevmeyiz, millet olarak!). Daha sonra gördüğümüz insanlar da çok sevilesi tipler değil: ilgisiz televizyoncular, kafayı sıyırmış bir Tim Robbins, Tom Cruise'un arabasını elinden almak için birbirine giren bir topluluk... Bir kahramanla özdeşleşme kurdurulmayınca uzaylıların "kötü adam"lık niteliği de azalıyor. Bu da filmin zaten sallantıda olan dramatik çatışmasının gücünü zayıflatıyor. Filmin finalinde, uzaylıların yıkım araçlarının kalkanlarının olmadığını vinç operatörü Tom Cruise'un fark etmesi ve askerleri uyarması ise evlere şenlik bir çözüm olmuş. Film boyunca kaçmaktan başka bir şey yapmayan Tom, son anda işe yarar hale getirilmek istenmiş. Komik ve inandırıcılıktan uzak olmuş. *** Fakat filmin bazı konulardaki hakkını vermek gerekiyor. Çok az film ("Twister" "Yarından Sonra", "Derin Darbe" vb.) felaket anlarını bu kadar detaylı bir biçimde göstermiştir. Spielberg bilgisayar efektlerini çok başarılı bir biçimde kullanıyor. Bu tür anlarda, genel eğilimden farklı olarak kamerasını uzağa koyuyor ve çok büyük bir olayı geniş açıdan ve kesintisiz olarak izleme zevkini bize tattırıyor. Genel olarak "Dünyalar Savaşı" kötü bir film değil. Efektleri sayesinde izlenebilirlik niteliğini kazanıyor. Ama Spielberg'in başka filmlerindeki ("Azınlık Raporu, Schindler'in Listesi, Er Ryan'ı Kurtarmak, Jurassic Park") derinlikten kesinlikle mahrum. posted by gezgin @ 4:28 PM

0 comments

MUSTAFA HAKKINDA BAZI ŞEYLER "Mustafa Hakkında Herşey", "Asmalı Konak"ın başarılı yönetmeni Çağan Irmak'ın bir filmi. Senaryosunu o yazmış, kendi yönetmiş. Ama ne yazık ki gişede pek başarılı olamamıştı: 65 457 (altmış beş bin) sinema seyircisi. "Mustafa Hakkında Herşey" aslında kendi içinde genel olarak başarılı bir film. Yani kurmak istediği dünyayı kuruyor: reklam ajansı sahibi genç bir adamın, mükemmel gibi görünen dünyasının aslında hiç de mükemmel olmadığını adım adım keşfetmesine tanık oluyoruz. Filmin kahramanı Mustafa, ölen karısının kendisini aldattığını öğreniyor ve karısının sevgilisini şehir dışındaki evlerine hapsederek biraz işkence uyguluyor. Sonra da adamı salıveriyor. Aslında, iyi bir filmde olması gereken hemen herşey bu senaryoda mevcut: aldatma, ölüm, intikam, gerilim... Ama her nedense "Mustafa Hakkında Herşey" (MHH), ağzımızda tam pişmemiş yemeklerin bıraktığına benzer bir tat bırakıyor. Bu az pişmişlik haline, gişede başarılı OLMAMA ilkelerini kullanılması eklenince, sadece 65 bin kişilik bir izleyici kitlesinin nedeni anlaşılıyor. Ve film parasını çıkaramıyor. Burada, bu kaybın senaryo ile ilgili nedenlerini göstermeye çalışacağım.

533

İlk olarak, filmin başında Mustafa hakkında ne hissetmemiz gerektiğini bilemiyoruz. En başında Mustafa iyi bir aile babası ve iyi bir eş olarak sunulurken, bir sonraki sahnede kötü bir işveren olarak karşımıza çıkıyor. Filmin geri kalanındaki tavırları, iyi babayı değil, kötü işveren rolünü pekiştiriyor. Sonuçta, Mustafa'yı sevmemeye karar veriyoruz. Sanırım bu, yazarın en büyük hatalarından biri: sevmediğimiz bir karakterin başına gelenleri neden seyredelim ki? Çalışanlarına, çevresindekilere kötü davranan, onları aşağılayan birinin başına gelen kötü olayları, bu ülke insanları (biz), "oh, eden bulur" mantığıyla izler en fazla - o da izlerse. Yani kahramanla özdeşleşme kuramıyoruz. (Yönetmen "ben bir anti-kahraman anlatmak istedim" diyebilir, ki bu da gişe başarısızlığı için şaşmaz formüllerden biridir.) Filmin ikinci hatası da Mustafa'nın kimliği ile ilgili. Mustafa'nın "Bach" seven, dilini konuştuğu ülkenin kültürüne ve insanlarına yabancılaşmış biri olduğunu görüyoruz. İçinde bulunduğu ekonomik koşullar, ortalama izleyicinin kolayca özdeşlik kuracağı koşullar değil. (İzleyiciler, kendilerinden aşağı SES'teki insanlarla kolay özdeşleşebilir, ama kendilerinden yukarı SES'teki insanlarla özdeşleşmekte güçlük çekerler.) "Eşkiya"ya bakın, "Vizontele"lere bakın, "Hababam Sınıfları"na bakın, hepsinin baş karakterleri izleyicininkine yakın ya da daha aşağı SES'lerden (Sosyo-Ekonomik Statü) gelmektedir. *** posted by gezgin @ 4:20 PM

2 comments

Cuma, Temmuz 01, 2005 ONLINE SENARYO ATÖLYESİ: HEM DE ÜCRETSİZ Bu siteyi (sayfayı!) oluşturup yazmaya başladığımda bu noktaya geleceğimi tahmin etmemiştim. Amacım sadece yerli ve yabancı filmlerin (ve dikkate şayan bazı TV dizilerinin) senaryoları hakkında, belirli bilgilere dayanan yorumlar yapmaktı. Ama yaptığım yorumlarda göndermede bulunduğum bilgilerin çoğunun Türkçe'de bulunmadığını fark ettim. Bunun üzerine sitenin ağırlığını senaryo yorumundan Türkçe'de bulunmayan senaryo bilgilerini vermeye kaydırdım. Bu alanda ülkemizde o kadar büyük bir boşluk varmış ki, benim boş zamanlarımda kendimi meşgul etmek için başlattığım SANARİST aniden bir misyon edindi. Kısa sürede, senaryo yazmak isteyen ama bu konuda işe yarar ve güncel bilgiler bulamayanların başvuru kaynaklarından biri haline geldi. Peki ben bu işe niye başlamıştım? Türk filmlerine olan kızgınlığımdan! İletişim araçlarının hızla gelişmesi sonucu Türkiye'nin dünya ile bilgisel düzeydeki entegrasyonu bu kadar artmışken hâlâ çok kolay bir biçimde engellenebilecek hataların Türk filmi izleme zevkimi bozmasına duyduğum öfkeden. Bir filmin yapımı için böbürlene böbürlene 1 milyon dolar harcadığını söyleyen yapımcıların, toplam fiyatı 40 dolar tutan iki kitaptaki (Syd Field'ın "Senaryo"su ve Michael Hauge'un "Satan Senaryolar Yazmak"ı) bilgileri bilmemesinden dolayı filmleri gişede yatmaya mahkum etmelerine duyduğum sinirden. Ben de "karanlığa küfredeceğine bir mum yak" şiarınca bu siteyi oluşturdum. Okuyuculara az da olsa yardımcı olduğumu ümit ediyorum. Senaryo yazımı hakkında söylenecek daha çok şey olduğu kesin, ama şimdiye kadar bu sitede anlatılan bilgilerin genç bir senarist adayının 120 sayfalık orta kalitede (hatta bu ülke standartlarına göre iyi denebilecek) bir senaryo yazmasına yeteceğine inanıyorum. Ama bir konuda sadece kuramsal bilgi vermenin çok az işe yarayacağının da farkındayım. Yüzme bilmeyen birine, havuzun kenarında durup, yüzme hakkında ne kadar kuramsal bilgi verirseniz verin, havuza girip bir miktar su yutmadan bu işin öğrenilemeyeceği kesindir. İşte bu nedenle, İnternet'in sağladığı olanaklardan faydalanarak, internet üzerinden ("online") bir atölye çalışması başlatmaya karar verdim. *** Bu atölye çalışması şöyle gerçekleşecek: Önce sizden ve benden gelen film senaryosu fikirlerini inceleyip geliştireceğiz. Ardından, bu fikirler arasından ticari başarı şansı olan bir (ya da iki) fikri, senaryo haline getirmek üzere seçeceğiz. Sonra da bu fikirleri, adım adım 120 sayfalık bir senaryoya dönüştüreceğiz. Hikaye yazılırken, karakterle oluşturulurken, sahne ve diyaloglar yazılırken, SANARİST'teki bilgiler ışığında (yapıcı bir biçimde) tartışacağız. Son olarak da senaryoyu yazıp bitireceğiz. Ve internette yayınlayacağız. (Eğer bir yapımcı senaryoyu beğenip de çekmek isterse, ne yapacağımızı o zaman düşüneceğiz ;)

534

*** Bu çalışma, internet üzerinde gerçekleşeceği için kendine özgü kısıtlamalarla birlikte bazı avantajlara da sahip olacak. Her ne kadar yüzyüze yapılan çalışmalar kesinlikle çok sayıda avantaja sahip olsa da, "online" çalışmaların da zaman ve mekan tanımamak gibi üstünlükleri bulunuyor. (Bana Türkiye'nin nerelerinden mesajlar geldiğini duysanız şaşarsınız.) *** Aşağıda bu atölye çalışmasının nasıl gerçekleşeceği ve çalışma sırasında geçerli olacak ilkeler hakkında bilgiler yer alıyor. Bu ilkelerin size de uyduğunu düşünüyorsanız, siz de bu çalışmaya katılabilirsiniz. NASIL OLACAK? 1) Bu çalışmalar, SANARİST ile bağlantılı SENARYO ATÖLYESİ'nde gerçekleşecek. Bu yeni siteyle ilgili önemli gelişmeleri SANARİST'te yayınlayacağım. Ama bir süre sonra bu yeni sitenin bağımsız bir biçimde varlığını devam ettireceğine inanıyorum. 2) Bu çalışma için önce, belirli bir "kuluçka" dönemi boyunca (yaklaşık 2 ay), filmin temelini oluşturacak fikri bulmak için uğraşacağız. Bunun için de en iyi 3. senaryo fikrinizi bana ([email protected]) yollamanızı istiyorum. Yani bu, sizi "ünlü ve zengin" edecek ilk iki fikrinizden sonra gelen fikir olsun. Başkalarıyla paylaşmaktan kormayacağınız, gözden çıkartabileceğiniz bir fikir. Ama bu, bu fikrin "kalitesiz" olabileceği anlamına gelmiyor. Üzerlerinde iyice düşünün. SANARİST'teki "iyi fikir" ile ilgili aşağıdaki yazıları okuyun. Fikri geliştirmeye çalışın. İlginç bazı sürprizler ("twist") katın. Bu fikirlerden en azından birinin "komedi" ya da "aksiyon" olmasını istiyorum. Yani boşu boşuna bilimkurgu, sanat, psikolojik gerilim ya da tarih filmi fikri yollamayın. Bu sitenin daha en başından beri ticari sinemayla ilgilendiğini biliyorsunuz. Ve Türkiye'de en çok iş yapan filmlerin hemen hepsinin "komedi" olduğunun da farkındasınız. Bu nedenle boşa kürek sallamayalım. Bu yüzden, film fikirlerinizden biri "komedi" veya "aksiyon" olsun. Eğer becerebilirseniz bu ikisini birleştirebilirsiniz (aksiyon-komedi), ya da bu türlerin alt türleri ile ilgili fikirler geliştirebilirsiniz: romantik komedi, vb. 3) Bana ulaşan bu fikirlerden, uzun metrajlı bir film olma potansiyelini içinde barındıranları (gerekirse biraz üzerinde oynadıktan sonra), bu sitede yayınlayacağım. (Diğerlerini ise posta kutumdan dahi sileceğim. İçiniz rahat olsun.) Sizlerin de katılımıyla hangi fikri senaryo haline getireceğimize karar vereceğiz. Eğer bu konuda net bir sonuca varılamazsa, hangi fikrin senaryo yapılacağına ben karar vereceğim. 4) Sonra sıra genel hikayenin oluşturulmasına gelecek. Bu fikrin üzerine nasıl hikaye kurulduğunu göreceğiz. Bu aşamada da hem sizden gelen mailler, hem de benim yapacağım yorumlar etkili olacak. Sizden gelen maillerin bazılarını sitede yayınlayacağım - yaptığınız önerilerin neden doğru olduğu ya da neden işe yaramayacağını da kısaca açıklayarak. 5) Sonraki aşamada ise karakterleri oluşturacağız. Bu hikayedeki karakterlerin geçmişlerini, kişilik özelliklerini, fiziksel özelliklerini yaratacağız. Burada da sizin önemli bir katkınız olacak. Zaman zaman arkaplan ("background") araştırmasını siz yapacaksınız. 6) Sonra hikayeyi 3 Perdeli Yapıya oturtacağız. Yani senaryonun kaçınılmaz büyük anlarını belirleyip bunları 3 Perdeli Yapının uygun noktalarına yerleştireceğiz. Burada da sizden gelen öneriler çok önemli olacak. Tabii burada da benim bazı önerilerim olacak. Her türlü kararsızlık, belirsizlik ya da tıkanma durumunda benim küçük müdahalelerim olacak. 7) Ardından bir "Sahne Listesi" yazacağız. Hikayemizin hemen hemen bütün sahnelerini birer ikişer satırlık cümleler şeklinde alt alta yazacağız. Böylece hikayenin nasıl başlayıp nasıl ilerlediğini ve nasıl bittiğini kuşbakışı bir biçimde görebileceğiz. Zaman zaman dramatik etkiyi artırmak için sahnelerin yerlerini değiştireceğiz. 8) Sonraki aşamada, sahneler teker teker yazılmaya başlanacak. Bence en eğlenceli bölüm burası. Çünkü gerçek yaratıcılığınızın burada ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bir taraftan hikayenin gereklerini yerine getirirken diğer taraftan özgür bir biçimde hareket etmeyi deneyimleyeceksiniz. 9) Senaryoyu bitirdikten sonra bir süre "soğutacağız". Bir kaç ay kadar. Ondan sonra tekrar ele alacağız, son rötüşları yapacağız ve hitama erdireceğiz. 535

10) Bütün yazışmalar benim mail adresim üzerinden ([email protected]) gerçekleştirilecek. Gerekirse daha sonra bazı araştırmalar için alt çalışma-grupları oluşturabiliriz. Ama, tıpkı forumlarda olduğu gibi, bu işi birinin orkestra gibi idare etmesi gerekiyor. O kişi de ben olacağım. *** Bütün bu aşamalarda sizin katılımınız çok önemli. Düşünce ve duygularınızı hiç çekinmeden, "ayıp olur" "benim hiç tecrübem yok" vb. şekilde düşünmeden bana yazabilirsiniz. Bu tür eserler, Tony Buzan'ın deyimiyle "deneme-başarma" yöntemiyle oluşturulur. Yani hata yapmak, saçmalamak, uçmak, yaratıcı sürecin kaçınılmaz ve en güzel parçalarıdır. Bundan çekinmeyin. Sadece, fikirlerinizin piyasa gerçeklerine uygun olup olmadığını biraz düşünün. Ama kendinizi bunlarla da çok kısıtlamayın. Fazla uçup uzayda kaybolacak olursanız, korkmayın, ben sizi tutup getiririm. Yalnız, kritik bazı kararların alınmasında benim rehberliğime güvenmenizi istiyorum. Gereksiz tartışmalarla vakit kaybetmeden yolumuza devam edebilmek için zaman zaman benim önerilerim belirleyici bir rol üstlenecek. *** Peki bu iş ne kadar sürecek? Benim tahminim Eylül ortası gibi fikir seçme / belirleme sürecini bitirebiliriz. Sonra bir ay boyunca genel hikayeyi geliştiririz. Bir ay da karakter geliştirmeye gider. Bir ay 3 Perdeli Yapı ile oynarız. Sonraki bir ay da sahne listesi hazırlamaya harcanır. Sahnelerin yazımına ise, 4 - 6 ay veriyorum. Bunlar tabii ki tahmini süreler. Bazı süreler kısalabilir (pek sanmıyorum), bazı süreler de uzayabilir (bu, kuvvetle muhtemel). Bir acelemiz yok. Ama işi çok da ağırdan almayacağız. Bu nedenle, zaman zaman zaman kaybından tasarruf etmek için tartışmalara son vermem ya da yaratıcı katkılarda bulunmam gerekebilir. *** Eğer hiçkimse katılmazsa, (her zaman bir Z planı olmalı!) o zaman kendi fikirlerimden birini ya da ikisini bu sitede ele alıp senaryoya dönüştüreceğim. Bu, diğer alternatif kadar eğlenceli olmaz ama orta ve uzun vadede aynı ölçüde eğitici olur. *** Bir de ortaya çıkacak senaryonun mülkiyet hakkı meselesi var: Bildiğiniz gibi bir ürün, onu ortaya çıkartanların malıdır. Yani birden fazla insan bir senaryonun ortak sahibi olabilir. Peki ya 50 kişi bu sürece katılırsa ne olacak? Tarihin 50 yazarlı ilk senaryosunu mu yazmış olacağız? (Bence çok komik olur, öyle olursa). Bu konuyu avukat arkadaşlarla görüşeceğim. Siz de bu konuda uzman olan birilerine danışıp bana bildirirseniz sevinirim. *** Şimdi, gözden çıkarabileceğiniz kaliteli senaryo fikirlerinizi bir kurcalayın bakalım. Hangilerini SANARİST'e yollayabilirsiniz? Yalnız, sonradan mızmızlanmak, "benim fikrimi çaldılar" diye ağlamak yok! Bu siteye yollamakla, fikrinizin bireysel mülkiyetinden vazgeçmiş, onları ortaklaşa mülkiyete açmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Ayrıca fikrinizin üzerinde oynanmasını da kabul ediyorsunuz. Bunları kabul etmiyorsanız, siteyi sadece uzaktan izlemeye devam etmenizi tavsiye ederim. *** Yukarıda da belirttiğim gibi, bu senaryo fikri belirleme süreci Eylül gibi bitecek. Ondan sonra yolladığınız fikirleri yürürlüğe koymak teknik nedenlerden dolayı mümkün olmayabilir. *** Haydi bakalım... Aklınıza ve bileğinize kuvvet! Senaryo fikirlerinizi bekliyorum: [email protected]

536

posted by gezgin @ 6:42 PM

0 comments

Perşembe, Haziran 30, 2005 SERTAP ERENER'İN BİZE ÖĞRETTİKLERİ! Geçenlerde TV8'de Sertap Erener'le yapılan bir söyleşi izliyordum. Son klibinin geçtiği mekanı tanıdığım için gözüme çarpmıştı: yer Olimpos'tu. Röportajı yapan çocuk "keklik" bir soru sordu. Yani öyle bir soru ki, hiç cevap vermeseniz bile sansasyon yaratacak bir şey. Sertap da, soruyla ilgili olarak "Tevazuya gerek yok" dedi. Ondan sonra daha bir sürü şey söyledi. Ama benim beynimdeki Sertap filmi, o karede takıldı: "Tevazuya gerek yok. Tevazuya gerek yok. Tevazuya gerek yok..." Neden gerek yok tevazuya? Artık yararlı bir erdem olmadığı için mi? Aslında soruyu tersten sormak gerek: Neden tevazuya gerek vardı? Yani böyle bir tavır neden gerekli oldu? Hatta erdem mertebesine yükseltildi? Türk kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır tevazu. Birinin sizi övmesi ile buna karşılık olarak sizin içten bir biçimde "estağfurullah" demeniz arasında geçen milisaniyeler, ruhsal olgunluğunuzun derecesini gösterir bu memlekette. Ve (Sertap Erener'in buyurduğunun aksine) çok ama çok gerekli, çok faydalı bir şeydir. Belirli bir topluluktaki insanlardan bazılarının yüceltilmesine engel olarak, o topluluktaki gereksiz husumet duygularının oluşmasını ve toplumsal çatışmaların yaşanmasını engellemeye yarar. Anglo Sakson kültürlerinde (özellikle de İngiliz ve Amerikan kültürlerinde) tevazu "artık" geçer akçe değildir. İnsanlar "ben yaptım, ben ettim, en büyük benim" şeklinde dolanırlar ortalıkta. Diğerleri ise bir yandan o kişiye haset eder, bir yandan da onun yerinde olmayı hayal ederler. Bu duyguların (yani birilerinin kendini ezici bir biçimde üstün görmesinin ve diğerlerinin de ona husumet duymasının) Batı toplumlarında toplumsal dokuyu nasıl tahriş ettiğini tahmin edebilirsiniz. Bu ve benzeri erdemlerin yokluğu nedeniyle bu toplumlarda "ne olursa olsun kazanmak" düsturu geçerlidir. Bunların senaryo yazımı ile ne ilgisi var peki? Şu ilgisi var: En çok seyredilen Türk filmlerine baktığımız zaman, bu filmlerin çoğunun, "tevazu" gibi Türk kültürüne ait değerleri yansıttığını görüyoruz. Benim favori Türk filmim olan "Eşkiya", dosta vefayı aşka tercih etmek üzerine kuruludur. Eski "Hababam" filmleri, kültürümüzde güçlü olan bir kaç erdemin etrafında döner: dayanışma, aile bağlarının gücü, gençlerin kollanması, aşk, vb. En az seyredilen Türk filmlerinin ise kendi toplumuna yabancılaşmış insanları anlatması da bir raslantı değildir: Asansör, Mustafa Hakkında Herşey, vb. Çok seyredilen yabancı filmlerde de bu tür erdemler vardır. Bu erdemler, batı halkları için artık bir özlem nesnesidir. Yani batılılar, maddeci yaşamlarını sürdürürken maneviyat ile yüklü filmleri izleyerek, bu özlemlerini sanal bir dünya vasıtasıyla bile olsa tatmin etmeye çalışırlar. TITANIC buna en güzel örnektir. (Titanic de "aşkını, kendi hayatına tercih etmek" üzerine kuruludur.) Kendisine bu ülkede geniş bir seyirci kitlesi bulmak isteyen senaryo yazarlarının, içinden çıktıkları toplum tarafından aziz tutulan erdemleri göz ardı etmemesi, hatta eserlerini başka toplumların erdemleri değil, bu toplumun erdemleri üzerine kurması gerekir. "Tevazuya gerek var!" yani. posted by gezgin @ 6:13 PM

1 comments

MÜKEMMEL BİR ÜÇ PERDELİ YAPI ÖRNEĞİ: DEVLET DÜŞMANI Tony Scott'un zaman zaman ağabeyinden (Ridley Scott: Gladyatör, Blade Runner, Thelma ve Louis) kat kat daha iyi iş çıkartabildiğinin bir kanıtıdır Devlet Düşmanı. En büyük özelliği de tekrar tekrar seyredilmeye dayanıklı olmasıdır. Filmin en büyük artısı, çok ama çok sağlam senaryosu. Tamamen 3 Perdeli Yapı'ya oturtulmuş bir senaryosu var. Filmin mesajı da çok önemli: Devlet, kendi güvenliğini sağlamak için istihbarat toplarken özel hayata müdahale edebilir mi? (Bu soru, yıllık kişi başına ortalama geliri 30 bin dolar olan ülkede - ABD - bir film konusu olabiliyor ama yıllık ortalama geliri 3 bin dolar civarında gezinen bir ülkede - Türkiye - ne yazık ki pek fazla ele alınamıyor.) 537

Filmin artıları saymakla bitmiyor: bir an dahi nefes aldırmayan (yani, sadece gerektiği kadar nefes aldıran) bir ritmi var. Bu açıdan "The Matrix" filmine çok benziyor. Ama film sadece hızlı değil; bu kadar hız, çok sıkı örülmüş bir neden-sonuç ağı ile birlikte gelince, film seyri mükemmel bir zevk halini alıyor. Senaryodaki şaşırtmalar da çok güzel. Hemen hiçbir zaman koltuğunuza yaslanıp, gidişatını kavradığınız bir hikaye izlemiyorsunuz. Her an karşınıza yeni bir şey çıkıyor. Hele filmin finali, yani "kahramanın tamamen kaybettiğini düşündüğümüz an"da ortaya çıkan çözüm (burada da "Star Wars", Bölüm 4'ün finalini hatırlayın), çok güzel. Filmin oyunculuğu, müzikleri çok güzel. Kurgusu mükemmel. Will Smith ve Gene Hackman çok güzel bir ikili oluşturmuşlar. (Will Smith'in en sevdiğim ikinci filmi bu. Birincisi "Ben Robot"). Yan oyuncular da çok güzel olunca, arşivinizin baş köşesindeki yeri almayı ve belirli aralıklarla seyredilmeyi hak eden bir film haline geliyor. Bir gün böyle bir Türk filmi izlersem, gözlerim açık gitmeyecek. posted by gezgin @ 6:11 PM

0 comments

Cumartesi, Haziran 25, 2005 The O.C. (CNBC-E): İZLEMEYENİ DÖVERİM! Bu dizinin ne kadar kaliteli olduğunu anlatmam mümkün değil. İlk seyrettiğimde ben de anlamamıştım. Sadece büyük zevk alarak seyretmiştim. Ama şimdi, tekrar seyrederken, dizinin "iyi senaryo nasıl yazılır" konulu hızlandırılmış bir kurs niteliğinde olduğunu görüyorum. Karakterlerin yaratılması, çatışmanın kurulması, bu çatışmanın zengin bir biçimde (akla ilk gelen şekilde değil, son derece iyi düşünülmüş biçimlerde) işlenmesi, mükemmel oyunculuk ve dehşet müzikler... Bu dizi aynı zamanda, çatışma dendiği zaman ille de birilerinin birbirine silah çekmesi gerekmediğini de çok güzel gösteriyor. En derin insanlık meselelerini, hiç ummadığınız bir toplum tabakasında (Los Angeles'in kaymak tabakasında) gözlemliyoruz. Karakterlerin hepsi bizi şaşırtıyor. Kötü anne Julie'nin aslında bir kenar mahalle güzeli olduğunu ve bu maddi rahatlığı kaybetmekten korktuğu için böyle davrandığını öğreniyoruz; ailesini iflasa sürükleyen baba Jimmy ise, ailesinin isteklerine "hayır" demeyi beceremeyen iyi kalpli bir adam sadece. Gıcık güzel Summers aniden gerçek sevginin ne olabileceğini fark ediyor. Hem de bütün dizilerde ve filmlerde "inek" olarak nitelenebilecek içli çocuk Seth Cohen sayesinde. En hoşumuza giden karakter de, sıradan izleyiciyi temsil eden, gecekondu mahallesinden Ryan - şu Chino'lu çocuk. Ve onun Marissa ile olan aşkı. Diziyi dikkatli bir biçimde seyrederseniz, senaryo yazımı hakkında çok güzel bir kaç makaleyi arka arkaya okumuş gibi olacaksınız. Garanti ediyorum. Dizi bu aralar CNBC-E'de hafta içi her akşam 20:00'de yayınlanıyor. Geceyarısından sonra da tekrarları var. Dizinin resmi sitesi burada . "Episodes" bölümünde geçmiş bölümlerin ve gelecek bölümlerin hikayelerini okuyabilirsiniz. posted by gezgin @ 7:47 PM

2 comments

İYİ BİTİR BENİ! Filmlerin ve TV dizilerinin başlangıçları kadar bitişleri de önemlidir. Çünkü seyircinin aklında, üç şey kalır: filmin başlangıcı, filmdeki ilginç anlar ve filmin bitişi. Bilişsel psikolojide buna küvet etkisi diyorlar bildiğim kadarıyla. Başı ve ayakları küvetin dışında kalan bir adamın görüntüsüne gönderme yapılarak. "Bir İstanbul Masalı"nın sonunun mutsuz bitmesi gerektiğini yazmıştım aşağıda. Yazarlar, yönetmen ve yapımcılar tercihlerini aksi yönde kullandılar. Seyirciyi ihya ettiler güya. Ama şaşırtıcı derecede düşük bir rating de aldılar. Bence bunda "mutlu son" seçiminin bir payı olmuştur. Zira dizi o noktaya kadar, Esma ile Selim'in bir araya gelemeyeceğine, hatta gelmemesi gerektiğine işaret eden bir temel atmıştı ("set up"). Sondan bir önceki bölümde Demir bile ağabeyine bunu çok güzel bir biçimde özetlemişti: aşkınıza sahip çıkmadınız. Bunca bölüm boyunca aşkına sahip çıkmayan insanların son bölümde de mutsuz bir biçimde ayrılması gerekiyordu. Ama olmadı. Esma'nın Selim'i tercih etmesi, bence, eski Türk filmlerindeki kör 538

kızın bir araba kazası sonucu gözlerinin açılmasından biraz daha hallice bir davranıştır. (Benim "Bir İstanbul Masalı" için düşündüğüm final ise şöyle: Selim, babasının cenazesi dolayısıyla İstanbul'a gelir, babasını gömerler, bu arada Esma da düğün hazırlıkları yapmaktadır. Selim tekrar denize açılır, ama Çanakkale Boğazı'ndan geçerken Ayvalık'ta olduğunu öğrendiği Esma'nın yanına gitmeye karar verir. Düğün günü gecesi Selim'in teknesi çok kötü bir fırtınaya yakalanır. Tekne batar. Selim ağır yaralı bir biçimde kurtulur. Ertesi gün olur. Esma ve damat adayı, düğünü deniz kenarındaki bir mekanda yapmaya karar vermiştir. Düğün seremonisi başlar. Tam o sırada yaralı Selim sahile vurur! Esma gelinlikleri içinde Selim'e koşar, onu kollarına alır. Selim'in son sözleri "Ben bir eşşeğim" - ya da ona benzer bir şey - olur! Rating rekorları kırılır.) İzlediğimiz finalin, dizinin bütünlüğüne ihanet etmesinin yanı sıra, anlamsız bir tarzda bittiğini de söylemeliyim. Bunun nedeni de, dizinin sondan bir önceki sahnesinde (dolmuşun yanında yaşanan sahne) kucaklaşan Selim ile Esma'dan, derhal düğün sahnesine geçilmesi. Bir kadraj numarası ile gerçekleşen bu geçiş bizi gerçek bir düğüne değil, dizinin üretilmesine katkıda bulunan insanların boy gösterdiği (ve böylece manevi olarak kendini tatmin ettiği) bir sahneye götürüyor. Henüz kahramanların kavuşmasını duygusal olarak sindirmeden, yapımcı, yönetmen, senarist, ışıkçı ve bilumum (o an için görülmesi gereksiz) insanla burun buruna geliyoruz. Doğal olarak da "ne alaka?" diyoruz. Çok ilginç bir zamanda konulan çok ilginç bir "yabancılaştırma efekti"! Bu kadar uzun süre izleyiciyi kendine bağlamayı başarmış bir dizinin daha güzel bir biçimde bitirilebileceğinden emindim. Tatmin edici olmayan bir başka final de, hatırlarsanız, "Asmalı Konak"taydı. Dizinin finalinin sinemada oynayacağını öğrenince ne hissettiniz? Aldatıldığınızı değil mi? Ama yine de izleyiciler Asmalı Konak'ın filmine koşa koşa gittiler. Ve gerçekten de kötü bir filmle karşılaştılar. Hem hikaye açısından tatmin edici değildi, hem de sinemasal açıdan. (Asmalı Konak'la ilgili olarak söylemem gereken bir şey daha var: Bu diziden sonra onun düzeyinde bir dizi daha çıkmadı. Ne Haziran Gecesi, ne Bir İstanbul Masalı, ne Savcının Karısı, ne de Melekler Adası. Ben olsam, kadroyu yeniden toplar, biraz daha zenginleştirir, çok sağlam bir çatışmaya dayalı bir öyküyü, olayların üzerinden 3 sene geçmiş gibi anlatmaya başlardım. Devam dizisi çekmekle ilgili olarak, James Cameron'un T1 ile T2'sini iyice analiz etmelerini de tavsiye ederim.) "Çocuklar Duymasın"ın da ne kadar kötü bittiğini yazmama gerek yok herhalde. Türk televizyon tarihine "gelmiş geçmiş en iyi sitcom" olarak geçebilecek bir dizinin "yapımcı hatasından dolayı en kötü biten dizi" olarak anılmaya mahkum olması ilginçtir. İyi bitmeyen dramatik eserler sadece TV dizileri değil. Bazen çok iyi başlayıp çok iyi giden filmler de kötü (yani tatmin etmeyen bir biçimde) bitebiliyor. Buna en iyi örneklerden biri "İNŞAAT"tır. Filmin finaline gelindiğinde yönetmen bizden finali tahmin etmemizi istiyordu! 2 küsür saat boyunca özdeşleştiğimiz karakterlerin akıbetini "tahmin edin" diyordu bize. Hatırlarsanız filmin finalinde, kahramanlarımız tutuklanıyor ama onları kurtaracak olan video kaset esas kızın eline geçiyordu. Bu kasedin polisin eline geçeceği ve kahramanlarımızın serbest bırakılacağı kesin. Ama insan yine de bunu görmek istiyor, tahmin etmek değil. O kadar kalkmışız, sinemaya gelmişiz, büfeciyi ihya etmişiz ve sen bize eli yüzü düzgün bir final bile vermiyorsun. Sonra da "ben bu filme bir milyon dolar yatırdım, seyirci niye gelmedi?" diye soruyorsun. Filmi eksin verdiğin için, yani finalini vermediğin için gelmedi! Oysa "Ocean's Eleven" öyle bitmiyordu. Filmin sondan bir önceki sahnesinde Ocean'ın polisler tarafından alınıp götürüldüğünü görüyorduk. Son sahnesinde ise Brad Pitt ve Julia Roberts Ocean'ı hapishanenin çıkışında bekliyorlardı. Seyirci de iki saat boyunca birlikte üzülüp sevindiği kahramanın sonunu öğrenerek sinema salonundan mutlu bir biçimde ayrılıyordu. Özetle söylersek, filmlere etkili girişler yapmak kadar, etkili çıkışlar da yapmak gerekiyor. posted by gezgin @ 3:54 PM

0 comments

Pazartesi, Haziran 20, 2005 TUTKULARINI TAKİP ET! "Senaristlerin ne yazması gerektiği" ile ilgili bir yazım var aşağılarda bir yerde. Yazının girişinde, böyle bir cümleyi sarfetmenin bile çok tehlikeli olduğunu söylemiştim. Çünkü senarist, "sana ne, istediğimi yazarım" şeklinde bir yanıt verebilir.

539

Aslında benim söylemek istediğim tam da buydu: İstediğini yazmak. Bu konuyu tekrar gündeme getirmemin bir sebebi var. O da, yakın zamanda izlediğimiz yerli filmlerin senaristlerin tutkulu olduğu şeyleri yansıtmaması. Bu yazıda bu durumun olası nedenlerini ele almak istiyorum. Önce şu saptamayı yapmam gerek: Bu ülke insanlarının maruz kaldığı formel (okulda verilen) eğitim ile formel olmayan (okul dışında, ailede, arkadaş topluluklarında vb. verilen) eğitimde, insanların kendi gerçek istekleri ile bağlantıları koparılır. Şimdi bu ne demek? diye soracaksınız. Şu demek: Her insanın, karnının ne zaman acıktığını, ne zaman uykusunun geldiğini, ve benzeri bedensel ihtiyaçlarını bildiği var sayılır. Bu ihtiyaçlar o kadar doğal kabul edilir ki bunlarda herhangi bir şaşmanın olabileceği düşünülmez. "Ne demek yani canım! Bir insan karnının acıktığını bilmez mi?" denir. Oysa, davranışçı psikolojinin çok net bir biçimde gösterdiği üzere, şaşmaz dediğimiz bedensel fonksiyonların kıblesini şaşırtmak son derece mümkündür. İnsanların biyoritmlerinin bozulmasının yanı sıra, "normal"de zevk veren şeylerin iğrenç, "normal"de iğrenç olan şeylerin zevk verir hale gelmesi gayet olasıdır. İnsanlar yemekten tiksinebilir hale getirilebilir (bkz. Anoreksia Nervosa Blumia). Bedene acı veren uygulamalardan zevk alınması sağlanabilir (bkz. Sado-Mazoşizm). İnsanların "ruh"ları, bedenlerinden daha fazla telkine açıktır. Belirli bir miktar baskı ya da telkinle, insanların ruhsal itkilerini ("impuls") yönetebilirsiniz. (Reklamcılar ve siyasetçiler temelde bu gerçekten yola çıkarlar). İnsanlara istedikleri şeyleri unutturabilir, istemedikleri şeyi istediklerini zannettirebilirsiniz. Hele bu son söylediğim, reklamcılar tarafından bire bir kullanır. Hepimiz aynı eğitim tezgahından geçtik, geçiyoruz. Bu nedenle hepimiz aynı şekilde "gerçek" isteklerimizden belirli bir ölçüde koparılmış haldeyiz. Ve bu koparma süreci hala devam ediyor. Neyin iyi, güzel, istenebilir bir şey olduğunu bebekliğimizden beri birileri bize söylüyor: anne, baba, arkadaşlar, okulda öğretmen, askerde komutan, televizyondaki spiker ya da reklam güzeli, gazetedeki yazar... Herkes zihnimize bir şekilde şekil vermeye çalışıyor. Peki bunların senaristlerin ne yazması gerektiği ile ne ilgisi var? Şu ilgisi var: Kendi içinizden gelen cılız istek seslerini toplumun baskısıyla göz ardı ederseniz, bir süre sonra bu sesleri duyamaz olursunuz. Başkalarının size yaptığı telkinleri gerçek istekleriniz zannedersiniz. Ama istek zannedilen böyle bir telkinden yola çıkarak yazacağınız bir senaryo ya yarım kalır, ya da hakiki bir istekle yazılmış senaryoların içerdiği pırıltıyı ve yaratıcılığı içermez. Bu sesler, kulak verildikçe güçlenir, kendisini daha güçlü bir biçimde ifade etmeye başlar. İnsan ruhundaki bu isteklerin besini, onların dinlenmesi, ve belirttikleri şeylerin yerine getirilmesidir. Böylece bu istekler güçlenir, akıl almaz yaratıcılıkta ürünler verilmesine neden olur. Ama günün modalarına kapılanlar, bu güçlü yaratıcılık pınarından faydalanamaz. "Ben de Tuna Kiremitçi gibi yazarım" diyerek bilgisayarın karşısına oturan adam, Tuna Kiremitçi'den deflarca kötü ürünler verir. (Bunun "ne kadar" korkunç olabileceğini tahmin edebiliyor musunuz!). Önemli olan, kendin gibi yazmaktır. "Ahmet Toprak" gibi yazmaktır - eğer adamın adı Ahmet Toprak ise. İyi senaryolar ancak ve ancak böyle ortaya çıkar: İnsan ruhundan fışkıran bir tutkuyla. Tabii ki bu tutkuyu, başarılı senaryolarda görülen teknik özelliklerle harmanlamak gerekir. Ama senaryonun malzemesi bu tutku olmalıdır. (Not: Nevrozlarınızı tutkularınızla karıştırmayınız. Bu da ayrı bir yazı konusu) Özetle iyi senaryo, sadece tutkulu karakterler değil, tutkulu yazarlar da gerektirir. posted by gezgin @ 4:56 PM

0 comments

Perşembe, Haziran 16, 2005 "PARDON"A PARDON Yakın zamanda vizyona girip de gişede pek başarılı olamamış bir film "PARDON". Yazan Ferhan Şensoy, yöneten Mert Baykal, yapımcı Sinan Çetin. Filmin gişedeki başarısızlığının ana nedeninin "senaryo" olduğunu söylemeye pek gerek yok aslında. Filmi 540

izlemeye başlar başlamaz senaryoda bir terslik olduğunu anlıyorsunuz zaten. İlerleyen dakikalarda (yaklaşık olarak 15. dakikada) ise tersliğin ne olduğunu çözüyor ve sabır moduna geçiyorsunuz. "Acaba beni şaşırtacak bir süpriz olabilir mi?" diye beklemeye başlıyorsunuz. Ama olmuyor. Senaryonun en büyük sakatlığı, bir tiyatro oyunu gibi yazılmış olması. Yani Ferhan Şensoy, tiyatro yazarlığı gömleğini çıkarıp film yazarlığı gömleğini giymemiş. (Bu cümle "giyememiş" şeklinde de bitebilirdi ama böyle bir hükmü verebilecek durumda değilim. Bunu bilerek yapmadığını varsaymak zorundayım.) Bu ne demek? Şu demek: Senaryo, tıpkı bir tiyatro oyununda (hatta özellikle de Ferhan Şensoy oyunlarında) olduğu gibi az sayıda mekanda (karakol ve hapishane) gerçekleşen diyaloglarla dolu. Şimdi, az mekanla çekilen başarılı filmler de vardır. Ama bunlar, bu az mekanın bütün özelliklerinden faydalanırlar. Yani mekan da senaryodaki karakterlerden biri haline gelir. Ama Pardon'da bu olmuyor. Mekanın hemen hiçbir belirleyici özelliği yok. Mekanlar sadece diyalogların geçtiği yer işlevini görüyor. Bu, tiyatroda son derece kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü tiyatroya giden izleyici daha en baştan bunu kabul eder. Teknik imkanlar ne kadar gelişmiş olursa olsun mekan açısından büyük atraksiyonlar göremeyeceğini bilir. Tiyatro izleyicisi diyaloglar ve oyunculuk için oyuna gider. Ama sinema izleyicisi öyle değildir. Biraz daha nazlıdır. Sinema izleyicisinin, salona girerken, şöyle bir düşüncesi vardır: "Kardeşim, madem bana gerçek insanları göstermiyorsun, öyleyse bunu telafi etmek için bana öyle mekanlar, öyle kurgu ve hikaye atraksiyonları göstermelisin ki, aklımı uçurmalısın!" Pardon bunu yapmıyor. Bizi bir karakolun ve hapishanenin çeşitli odalarına tıkıyor! Bu durumun da çaresi var. Öyle diyaloglar yazar, öyle bir olay örgüsü kurgularsın ki milletin aklı uçar. (Doğal olarak hepinizin aklına hemen Alfred HITCHCOCK'un "İP" filmi geliyor, değil mi? Filmi bilmeyen gençler bir zahment araştırsın.) Lakin Pardon'da bu da yok. Ferhan Şensoy'un 1980'ler için "yeni" "taze" ve "komik" olan diyalogları, 2005 yılında bayat, klişeleşmiş, şaşırtmayan şeylere dönüşüyor. Gereksiz espriler, belirli bir işlevi olmayan, yer doldurmak için konmuş gibi duran diyalog parçaları dikkatinizin dağılmasına, "hikayeden" kopmanıza yol açıyor. (Senaryo ile ilgili olmamasına karşın şunu da yazmak zorundayım: Pardon'un en dikkat çekici özelliklerinden biri, kötü oyunculuğu. Ferhan Şensoy, 80'lerde üzerine yapışan ve "Ferhangi Şeyler" ile artık donan "maske"sini burada da takıyor. Bu maske Ferhan Şensoy'u gerçek yeteneğinin ortaya çıkmasına izin vermiyor. Bu maskenin ne komik ne de etkileyici olduğunu artık birilerinin Ferhen Şensoy'a söylemesi gerek. Rasim Öztekin zaten hep aynı Rasim Öztekin. Bülent Kayabaş ve Zeki Alasya da öyle.) Bir de, karakolda geçen "gerçek zaman"ın arasına serpiştirilmiş "FLASHBACK"ler var. Flashback'lerin ancak hikaye için çok zorunlu olduğunda kullanılması gerektiğini yazmıştım. Çünkü flashback seyirciye şöyle der: "Şimdi biraz gerçeklikten kopalım ve hikayenin bu noktasıyla ilgili geçmişteki çok önemli bir olaya bakalım." Bu doğal olarak son derece tehlikeli bir yöntemdir. Seyirciyi aniden hikayenin aksışının dışına atar. Bunu yapmak için son derece kuvvetli nedenlerinizin olması gerekir. Eğer flashback'i yerinde ve yeterli miktarda (yani makul derecede kısa) kullanmazsanız hikayeye büyük zarar verirsiniz. (Kötü flashback kullanımının bir örneğini Tony Scott'un "Spy Games" filminde görüyoruz. Robert Redford ve Brad Pitt'li bu filmde yönetmen bizi sık sık geçmişe götürüyordu. Her ne kadar bize geçmişte olmuş ilginç olaylar anlatsa da bu sık flashback'ler filmin "gerçek zaman"daki hikayesine büyük zarar veriyordu. Çünkü gerçek zamanda çok acil bir durum olduğu söyleniyordu bize: CIA için ajanlık yapan Brad Pitt'in Çin'de yakalandığı ve 24 saat içinde öldürüleceğini öğreniyorduk. Bu yirmi dört saat içinde gördüğümüz flashback'ler bizdeki aciliyet duygusunu - "eyvah, adamı bir gün sonra öldürecekler!" - yok ediyordu. Bence filmin gişede başarısız olmasının temel nedeni de budur.) Pardon'daki flashback kullanımı da neredeyse "keyfi" denebilecek bir nitelikte. Çok sağlam nedenlere dayanılmadan yönetmen bize geçmişteki olayları anlatıyor, bizi "gerçek zaman"ın akışından koparıyor. Bu da film deneyimimize büyük zarar veriyor. Filmin karakol sahneleri bitip Sinop Cezaevi sahneleri başladığında da pek bir değişiklik olmuyor. Bu kez flashback'lerde kurtuluyoruz ama daha kötü bir şeyin kucağına düşüyoruz: hikayesizlik! İnanmayabilirsiniz ama karakol sahnesinden sonraki 50 dakika boyunca dişe dokunur hiçbir şey olmuyor. İbrahim, Muzo ve Aydın'ın (sırasıyla F.Ş., R.Ö. ve Ali Çatalbaş) bir kaç defa mahkemeye gitmesi ve en sonunda 24 yıl yemeleri var, o kadar. Becerikli bir yönetmen bütün bunların 30 saniyede anlatır. Oysa biz 50 dakika akla ziyan diyaloglar izlemek zorunda kalıyoruz. Filmde ne işe yaradığı belli olmayan bazı tipler de var. Örneğin hapishane müdürü ve yardımcısı. 541

Mevcut halleriyle hiçbir dramatik fonksiyonları yok. Hapishane müdürünün çiçek sevgisinin bu hikayede ne yeri var belli değil. Sadece Türk cezaevi sistemiyle ilgili zayıf bir eleştiri iması gibi duruyor. Cezaevindeki en işlevsel adam gardiyan. Para karşılığı mahkumların işlerini görüyor. Biraz itici olmayı başararak görevini yerine getiriyor. İbrahim, Muzo ve Aydın'ın suçsuz olduğu 6 yıl sonra anlaşılıyor ve serbest bırakılıyorlar. Fakat bu bizi sevindirmiyor bile. Neden? Çünkü hikayenin en başında bu karakterlerle özdeşleşme oluşturulmamış. Yani İbrahim ve arkadaşlarının yatması da umrumuzda değil, çıkması da. (Steve McQueen'li "Kelebek"i ya da "Shawshank Redemption"ı hatırlayın. Kahraman kurtulunca nasıl izleyici de ferahlıyordu.) Ama hikayenin en kötü yönü finali. İbrahim jandarma tarafından askere götürülmeden önce ailesini görmek istiyor ve kendisini götüren jandarmayı da kısa bir süre için evine uğramaya ikna ediyor. Evin kapısını çalıyor. Kapıyı, kendisini ihbar edip askere alınmasını sağlayan, sonra da babasının dükkanını sattıran eniştesi açıyor. İbrahim yanındaki jandarmanın silahını kapıp eniştesini vuruyor. Ve filmin en akla ziyan lafını ediyor: "Devletten 6 yıl alacağım vardı. Ödeştik." Biz de donup kalıyoruz! Bu mantıksız cümle, makus senaryonun makus finalini de bağlıyor. Bu cümlenin geçerli olması için Enişte'nin bir devlet görevlisi, ya da İbrahim'in hapse girmesinin müsebbiplerinden biri olması gerekiyor. Ama yok öyle bir şey. Enişte sadece İbrahim'in askere alınmasına neden oluyor, kayınpederinin dükkanını sattırıp parayı batırıyor, İbrahim'in sevgilisinin düğününde de şahitlik yapıyor (bu son durumu İbrahim bilmiyor). Yani İbrahim'İn hapis yatması ile Enişte arasında hiçbir bağlantı yok. Ama İbrahim böyle bir bağlantı kuruyor. Ve adamı öldürüyor. Film boyunca İbrahim'in Enişte'ye gıcık olduğunu biliyoruz, ama bu gıcıklık asla cinayet boyutunda değil. Bu yüzden biz de, İbrahim için değil de masum Enişte için üzülüyoruz. Ferhan Şensoy yazar olarak kendi kalesine gol atıyor. Böyle bir film seyrettikten sonra ne hissediyoruz? Birincisi, zaman kaybı hissi. "Şu güzelim 2 saati daha anlamlı şeyler yaparak da geçirebilirdim" düşüncesi. İkincisi de, "Şahları da Vururlar"ı yazan kişinin "Pardon"u yazan kişiyle aynı olduğuna inanamama hali. Eğer bu filmin senaryosunu Ferhan Şensoy'un sinema yazarlığı yeteneğinin bir göstergesi olarak ele alırsak (ki almamamız için hiçbir neden yok), Şensoy'un bu konuda öğreneceği çok şey olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Peki bu film bize neyi öğretiyor: Elinizde hikaye yoksa, senaryo yazmaya oturmayın! Hikayesiz senaryo ticari sinemaya uymuyor. Belki hikayesiz tiyatro oyunu olabilir (bkz. Absürd Tiyatro) ama bu durum sinemada pek hoş durmuyor. "Devlet birilerini haksız yere hapse atsın, sonra da bunların suçsuz olduğu anlaşılsın" cümlesi ticari bir senaryo için yeterince güçlü bir fikir değil. Şensoy'un bu zayıf fikre bir aşk hikayesi ekleme çabası da başarısız olmuş. Yönetmenin acemiliği de filmi baltalayan unsurlardan biri olmuş. Genel olarak oyuncuların konuşmalarını çekmekle yetinmiş. Sinemanın kendisine sunduğu kurgu, kamera açısı, kamera hareketleri gibi olanakları hemen hiç kullanmamış. Bu filmin bize öğrettiği bir şey daha var: bu kadar kötü senaryoların bile çekilme şansı olabiliyor. Başarılı yapımcılar (burada, Sinan Çetin) bile, bir senaryonun başarılı olup olmayacağını kestiremeyebiliyor. Bu durum Hollywood gibi devirdaimi yüksek yerlerde pek göze batmayabiliyor (örneğin James Cameron'un yapımcılığını yaptığı ve Steven Soderberg'in yönettiği SOLARİS'in yeni çekimi de gişede yatmıştı). Ama Türkiye gibi senede 15-20 filmin çekildiği yerlerde hemen göze çarpıyor. Bunun senaristler için birbiriyle çelişen iki telmihi var: 1) Bu kadar kötü senaryolar çekiliyorsa, iyi senaryolar hayda hayda çekilir - derhal senaryomu yapımcılara götüreyim. 2) Demek ki bir senaryonun çekilmesi için iyi ya da kötü olması hiç fark etmiyor. Arada başka şeyler var. Senaryomdan kesekağıdı yapayım. Üçüncü - ve benim önerdiğim - telmih ise şu: Kendi filmini kendin çek kardeşim, kimseyle uğraşma (Bkz. Gerilla Sinemacılık). Telmihinizi (bu durumun işaret ettiği şeyi, "implication") siz seçin. Filmle ilgili olarak söylenebilecek en iyi şey müzikleri. Gerçekten de başarılı müzikleri var. Hatta yer yer hikayenin zayıflıklarını kapatmak görevini bile üstleniyorlar. Bu filmde güldüğüm tek şey, kahramanlarımız cezaevinden çıkmadan önce, cezaevi kapısının önünde oynayan asker oldu - ki bu sahne de hikayeden tamamen bağımsız, alakasız bir sahne. Ama şirin. Bu sahnenin de senaryodan değil, doğaçlamadan kaynaklandığını düşünüyorum. posted by gezgin @ 7:07 PM

0 comments

542

Salı, Haziran 07, 2005 "BİR İSTANBUL MASALI" NEDEN MUTSUZ BİTMELİ "Bir İstanbul Masalı"nın akıllarda kalması, izleyicide en üst düzeyde etki bırakması için mutsuz bitmesi gerekiyor. Çünkü mutlu biten diziler ya da filmler (ve diğer dramatik eserler) bizde o kadar kalıcı etki bırakmıyor. "Hüznü" seven bir milletiz. Neredeyse tamamen bu duygu üzerine kurulu bir müzik türümüz var: Türk Sanat Müziği. (Bunun Amerikanca'daki karşılığı "Blues" olsa gerek. Kelimenin tam anlamıyla "hüzün" demek) Bir de mutsuz sonlarda, tatmin olmamış isteklerin akılda kalıcılık özelliği mevcut. Yani bir istek (bu bir nesneye yönelik bir istek de olabilir, bir kişiye yönelik istek de) tam olarak tatmin olmadığında, zihinde daha kalıcı bir yer ediniyor. Hatta bilinçaltı bu tatminsiz istek üzerinde çalışarak onu yüceltiyor. O kişi ya da şey, olduğundan daha büyük bir şeye dönüşüyor. Bu konuda yalnız değiliz. Hollywood'da da bu tür filmler, sinema tarihinin köşe taşlarıdır. En başta "CASABLANCA"yı örnek verebilirim. Eğer bu filmin sonunda Rick, sevgilisine kavuşsaydı, emin olun bugün kimse bu filmi hatırlamazdı. "Bridges of Madison County" ("Yasak İlişki" - Clint Eastwood, Meryl Streep), "Forrest Gump", "TITANIC", hep böyle filmler. En sonu mutsuz bittiği için seyircinin boğazında bir düğüm, yüreğinde bir yara izi olarak kalıyorlar. Bunun nedeni, hemen herkesin ruhunda, mutsuz bir aşkın izlerinin bulunması olabilir. İnsan zihninin "tamamlama" özelliğininin (Bkz. "Gestalt Psikolojisi") tatmin edilmemesi olabilir. Mutlu aşklara karşı duyduğumuz gizli "gıcık" olabilir. Daha aklıma gelmeyen bir çok şey olabilir. Ama şurası kesin: Eğer yazarları, "Bir İstanbul Masalı"nın akıllarda kalmasını istiyorlarsa, diziyi mutsuz sonla bitirmeliler. posted by gezgin @ 7:03 PM

0 comments

Pazar, Haziran 05, 2005 FİLM TÜRLERİ ("GENRE" ya da JANR) "Sinemada Türler"den bahsedeceğimi daha önce yazmıştım. Artık vakti geldi. "Sinemada türleri neden bilmemiz gerekiyor?" diye bir soru aklınıza gelebilir. Hemen cevap vereyim: Amerika'yı tekrar tekrar keşfetmemeniz için! Yüz yılı aşkın bir süredir gezegenimizi şereflendiren sinema sanatı, bu süre içinde verilen milyonlarca eser sonucunda, bazı "türler" ("genre" ya da afili Türkçe ile "janr") şeklinde gruplaşmıştır. Bu grupların ("kategori" demek daha doğru aslında) ortak özellikleri vardır. Bunlar en başta, "senaryosal" özelliklerdir. Yani bir türden bahsettiğimiz zaman, ortak temalardan, benzer karakterlerden, benzer senaryo dönüşlerinden ("twist" - birisi şu kelimeye adam gibi bir karşılık bulursa alnından öpeceğim) bahsediyoruz demektir. Örneğin, bir "aşk filmi"nden bahsediyorsak, mutlaka iki (ya da daha fazla sayıda) insanın çeşitli engellerle karşılaşacak bir aşkını göreceğiz demektir. Bu, bu türde verilen bütün filmlerin ortak özelliğidir. Filmin mutlu ya da mutsuz bitmesi (yani aşıkların kavuşması ya da ayrı düşmesi) senaristin ve yapımcının keyfine kalmış bir şeydir. Ama aşıkların bir sürü engelle karşılaşması kaçınılmazdır. Senariste düşen görev, bu aşıkların hangi ulustan, hangi kültürden, hangi ekonomik ve sosyal sınıftan olduğuna, bunlarla bağlantılı olarak ne tür ilginç engellerle karşılaşacağına karar vermektir. Filmleri hem tanıdık hem de orijinal yapan budur. Biz bildiğimiz hikayelerin, farklı ortamlarda geçen versiyonlarını seyretmek için gideriz sinemaya. Son yıllarda ortaya çıkan eğilim, bir kaç türü harmanlayıp seyirciye sunmaktır. Seyirci de bu karışıma çok iyi cevap vermektedir. "Star Wars" böyle bir filmdir. Westernler ile Bilim Kurgu'nun bir karışımıdır (artı, başka bir sürü şey). "Titanic", aksiyon türü ile aşk filmlerinin bir karışımıdır. 543

Senaristlerin türleri bilmesi, işlerini büyük ölçüde kolaylaştırır. Tıpkı "3 Perdeli Yapı" bilgisi gibi, "tür bilgisi" de bir şablondur. Senaristin yaratıcı bir biçimde eğip bükeceği, ilginç sürprizlerle seyirciyi şaşırtıp kendine bağlayacağı klişelerdir. Seyirciler de sinemadaki bu türleri iyi bilirler ve şaşırtıldıkları zaman bundan çok hoşlanırlar. ("Altıncı His" filmi bir tür filminin çok güzel bir şaşırtmaca ile zenginleştirilmesinden ibarettir: "Meğer adamın kendisi de hayaletmiş!") Her sanatta olduğu gibi senaristlikte de, yaratıcı olmadan önce kendinden önce geliştirilen klişeleri çok iyi bilmek gerekir. Bu nedenle genç senaristlerin, aşağıda örnekleri verilen türlerden çok sayıda film seyretmesi ve türü tür yapan ortak nitelikleri bulmaya çalışması yerinde bir tavır olacaktır. (Zaman zaman ben de buraya türlerin özellikleri hakkında yazılar yazacağım) Aşağıda, film türlerinin kısa tanımları ile bu türlerden örnekler yer almaktadır. Yazının orijinali "Create Your Screenplay adresinde bulunabilir. FİLM TÜRLERİ Aksiyon (Felaket Filmleri): Burada hikayeler genel olarak fiziksel güçlerin çatışması üzerine kuruludur.            

48 Hours (48 Saat) Face/Off (Yüz Yüze) Die Hard (Zor Ölüm) Air Force One Jurassic Park Lethal Weapon Return of the Jedi (aynı zamanda Bilim Kurgu) Speed (Hız Tuzağı) (aynı zamanda Gerilim) Titanic (aynı zamanda Aşk Hikayesi) The Terminator True Lies (Gerçek Yalanlar) Twister

Macera: Burada hikayeler, yeni “dünyalar” ile karşılaşma üzerine kuruludur.          

Apollo 13 The Deep Get Shorty (Gangster, Aşk Ve Suç filmlerinin bir karışımı) Indiana Jones and the Temple of Doom (aynı zamanda bir Aksiyon) Little Big Man (aynı zamanda Epik/Efsane) Lawrence of Arabia Quest For Fire RainMan Robinson Crusoe Water World (Su Dünyası)

Komedi: Bu filmlerin hikayesindeki temel çatışma, çok komik sonuçlara yol açar.            

Ace Ventura, Hayvan Dedektifi (aynı zamanda Macera) Analyze This (Anlat Bakalım) Annie Hall Bowfinger French Kiss Honey, I Shrunk the Kids (aynı zamanda Fantazi) My Best Friend's Wedding (En İyi Arkadaşım Evleniyor) Nine to Five Shakespeare in Love (Aşık Shakespeare) The Spy Who Shagged Me When Harry Met Sally Working Girl (aynı zamanda Aşk Hikayesi)

Kendini Bulma: Bu filmlerin temel çatışması, kahramanın hayatta kendi yerini bulması hakkındadır.    

American Beauty (Amerikan Güzeli) American Graffiti The Breakfast Club The Graduate 544

           

The Last Picture Show The Lion King (Aslan Kral) My Brilliant Career The Paper Chase Pretty In Pink Rebel Without a Cause Risky Business Saturday Night Fever Shakespeare in Love (aynı zamanda Romantik Komedi) Splendor in the Grass Top Gun (aynı zamanda Aksiyon) The Water Boy (aynı zamanda Komedi)

Suç: Bu hikayelerin temel çatışması, bir suçluyu yakalamak üzerine kuruludur.          

48 Hours Basic Instinct Fargo French Connection Ghost (aynı zamanda Aşk ve Gerilim) L.A.Confidential Patriot Games Pulp Fiction (aynı zamanda bir Kara Komedi) The Sting The Untouchables

Dedektif / Mahkeme Filmleri: Bu hikayelerin temel çatışması, aslında neler olduğunu bulmak ve hakikati ortaya çıkarmak ile ilgilidir.            

Caine Mutiny Chinatown Death and the Maiden A Few Good Men The General's Daughter Inherit the Wind The Maltese Falcon Philadelphia Rear Window A Time to Kill The Verdict Vertigo

Epik/Efsane: Bu hikayeler temeli, büyük bir tarihi değişim döneminde, büyük güçlerin çarpışması üzerine kuruludur.           

Apocalypse Now The Birth of a Nation Bridge on the River Kwai Butch Cassidy and the Sundance Kid Ghandi The Godfather Gone With the Wind The Grapes of Wrath Lawrence of Arabia (aynı zamanda Macera) Star Wars The Ten Commandments

Fantazi: Bu filmler “canlandırma” hikayelerdir, ya da temelleri, biri “gerçek” diğeri “hayali” iki dünya üzerine kuruludur.      

A Connecticut Yankee in King Arthur's Court Alice in Wonderland Antz Big Ghostbusters Heaven Can Wait 545

      

Mary Poppins The Mask Peter Pan Snow White Toy Story The Wizard of Oz Who Killed Roger Rabbit?

Gangster: Bu hikayeler, bir suçlu ile toplum arasındaki çatışma üzerine kuruludur. (Bu tür genelde, Kara Film ile harmanlanır).            

Badlands Bonnie and Clyde Butch Cassidy and the Sundance Kid Dead End Dead Man Walking The Godfather (aynı zamanda Epik / Efsane) Goodfellas La Femme Nikita M. Out of Sight (aynı zamanda Aşk Hikayesi) Sling Blade The Usual Suspects

Korku: Bu filmlerin hikayesi, bir Canavardan (bu canavar insan olabilir de olmayabilir de) kaçmak ve en sonunda onu yenmek üzerine kuruludur.           

Alien The Blair Witch Project Friday the Thirteenth Halloween I Know What You Did Last Summer It's Alive King Kong Nightmare on Elm Street Psycho Scream Tremors

Aşk (Romantik): Bu filmlerin merkezinde, karşısındakinin aşkının kazanmaya ya da korumaya çalışan insanlar vardır.            

Annie Hall As Good As It Gets Casablanca (aynı zamanda Epik/Efsane) Ghost The Graduate It Happened One Night Mickey Blue Eyes Notting Hill Pretty Woman Roman Holiday The Way We Were Wuthering Heights

Bilim Kurgu: Bu filmlerin hikayesi, bilimsel olarak hayal edilebilir bir dünyanın teknolojisi ve araçları üzerine kuruludur.        

2001 A Space Odyssey Back to the Future Blade Runner (aynı zamanda Suç filmi) ET: The Extra Terrestrial Beşinci Element Gattaca The Sixth Sense Stargate 546

  

Star Wars The Terminator On İki Maymun

Toplumsal Drama: Bu filmlerin hikayesi, bir Şampiyon ile toplumdaki bir sorun veya bir adaletsizlik arasındaki mücadeleye dayanır. Genelde bu mücadelenin sonunda Şampiyon’un kişisel bir şeyler kaybetmesi söz konusudur.         

A Civil Action Dead Man Walking Dr Strangelove Grapes of Wrath Kramer Vs Kramer Network Philadelphia (aynı zamanda Mahkeme Filmi) Schindler'in Listesi To Kill a Mockingbird

Gerilim: Bu gibi hikayelerin temelinde, kendisini öldürmeye çalışan ölümcül bir düşmanla mücadele etmek durumunda kalan masum bir kahraman vardır.        

The Net No Way Out North by Northwest (aynı zamanda Aşk Filmi) Sleeping With the Enemy Night of the Hunter Akbabanın Üç Günü Wait Until Dark Tanık (aynı zamanda Aşk Hikayesi)

Diğer Film Türleri: Sanat Filmi: Malum tür Kara Komedi: Bu tür filmlerin mizahının temelinde ölüm ve ölümle ilgili şeyler bulunur. Bu türden filmler düzenli aralıklarla ortaya çıkar. En yakın örnekleri: Very Bad Things ve Pulp Fiction. Dostluk Filmi: Çok belirgin bir tür değildir. Hemen hemen aynı önemdeki iki yıldız oyuncuyu ele alır, ama bunlardan biri genelde ana karakterdir. Redford ve Newman, böyle bir ikiliydiler (Butch Cassidy ve Sundance Kid). Fred Astaire ve Ginger Rogers müzikalleri, Dean Martin ve Jerry Lewis’in komiklikleri, Thelma ve Louise. Kara Film: Karanlık gölgeler, siyahın ve ışık örüntülerinin tipik kullanımı, sinizm (alaycılık) ve ironi, insan davranışının karanlık yönlerinin kullanılması ile karakterizedir. Hayalet Hikayesi : Ne olduğu adından anlaşılabiliyor. Soygun Filmleri: Bir grup insan tarafından ayrıntılı olarak planlanmış bir soygunu anlatır. Örnek: Ocean's Eleven, The Thomas Crown Affair, The Great Train Robbery, Olağan Şüpheliler. Picaresque: Burada, sürekli olarak gezen bir kahramanın episodik (bölümlerden oluşan) maceraları anlatılır. Örnek: Forrest Gump. Diğer bariz türler: Tarihi drama Müzikal Western Bir uyarı: ikiden fazla türün kaynaştırılması genelde kötü sonuç verir. posted by gezgin @ 9:53 AM

0 comments

Cumartesi, Haziran 04, 2005 TÜRK SENARYOLARINDA ZEKA ve BİLGİ 547

Türk filmlerinde zekaya ve bilgiye pek rastlamadığımızın farkında mısınız? Yani bir Türk filmini seyrederken "Vay canına, bu hiç aklıma gelmemişti" "Demek böyle bir şey de varmış" ya da "Bak, ben bunu düşünemezdim" gibi cümleler kurmayız. Neden? Burada Türk eğitim sisteminin düşünmeyen ve bilgiyi sevmeyen insanlar üretmesinden bahsedecek değilim - ki ana sebep odur. Senarist arkadaşların, kuramsal olarak, ortalama insandan daha fazla okuyor, öğreniyor, aklını yaratıcı bir biçimde kullanıyor olması gerekiyor. Bu nedenle, sıradan insanların öğrenme ve bilgiye karşı soğukluğunu onlara atfetmek pek mümkün değil. Peki neden sürekli olarak sıradan insan halleri üzerine, pek de zeka içermeyen filmler seyrediyoruz? Bunun bir kaç sebebi var sanırım. Birincisi, senaristlerin "millet bunu anlamaz" diye düşünmesi: "Ben şimdi bilgiye dayalı bir şeyler yazarsam millet bunu anlamaz, filme de gelmez, film de gişede yatar". Bu düşüncenin çok da doğru olmadığını gösteren bir kanıt "Matrix 1"in izleyici sayısıdır. Bu filme bu ülkede yaklaşık 1 milyon 500 bin insan gelmiştir. Düşünebiliyor musunuz? Bu kadar derin meselelere eğilen, bu kadar karmaşık bir filmi bir buçuk milyon insan izlemiştir. (Daha sonra DVD ve VCD'den kaç kişinin seyrettiğini buraya yazmıyorum bile). Sadece bu sayı bile "Bizim millet bunu anlamaz" tarzındaki düşüncenin yanlış olduğunu gösteriyor. Bu düşüncenin yanlış olduğunu gösteren bir başka bilgi de, Türk sinema seyircisinin profilinden geliyor. Türkiye'de sinema seyircisinin çok büyük bir bölümü üniversite öğrencisi ya da üniversite mezunudur. Yani kim ne derse desin, bu insanlar ucundan kıyısından bilimsel düşünce, şüphecilik, bilgiye dayalı düşünme, tümevarım ve tümdengelim gibi zihinsel egzersizler ile aşina. Deney, boyut, olasılık gibi bilimsel kavramlardan haberdar. Bu insanları bir kenara atıp sadece ortaokul mezunu ev kadınlarına uygun filmler yazmak bence büyük bir hata. (Bu cümleyi "ortaokul mezunu ev kadınlarına hakaret" olarak anlayan biri olursa döverim, ona göre ;) İkinci sebep, bilgiye dayalı filmlerin Türkiye'ye pek uygun düşmeyeceğinin düşünülmesidir. Yani bir "Jurassic Park"ın ya da bir "Contact"in Türkiye'de geçtiğini hayal edemiyoruz haklı olarak. Çünkü Türkiye'nin ekonomik ve teknolojik koşulları, bu tarz olayların Türkiye'de gerçekleşemeyeceğini bize dikte ediyor. Buna söylenecek sözüm yok. Ama, bir "Ocean's Eleven" filminin Türkiye'de geçmesinin önünde hiçbir engel yok. (Hatırlarsanız bu filmde Ocean adlı bir soyguncu, farklı alanlarda uzmanlaşmış 10 arkadaşı ile birlikte, Las Vegas'taki 3 kumarhanenin parasının toplandığı bir kasayı soyuyor, aynı zamanda sevgilisini elinden alan adamdan da intikam alıyordu.) Türkiye'de de çok büyük büyük finans kuruluşları var. Kumarhane arıyorsanız KKTC'ye uzanabilirsiniz. Buralar ile ilgili bir senaryo neden yazılmasın? "Türk firmaları, böyle bir filmi kendi mekanlarında geçirterek kendi imajlarına zarar vermek istemeyebilir" diye düşünebilirsiniz. Öyleyse siz de başarısız bir soygunu anlatan bir hikaye yazabilirsiniz. Böylece hem tesislerinden faydalandığınız şirketin güvenilirliğini tasdik etmiş olursunuz, hem de bozgun anında karakter tahlilleri yapabilirsiniz. Ayrıca Türkiye'de bilimle uğraşan çeşitli kurumlar var. Tübitak bunlardan biri (Gebze'deki kriptoloji laboratuarları özellikle çok hoş), Aselsan bir diğeri. Vestel gibi özel şirketlerin de çok gelişmiş AR-GE laboratuarları var. Ankara Gölbaşı'nda da TÜRK-SAT uydularının idare merkezi var yanlış hatırlamıyorsam. Ayrıca CEP TELEFONU OPERATÖRLERİ'nin merkezleri de sinema açısından çok cazip yerler. (MİT'in son iki aydır her cep telefonunu, her maili, her haberleşmeyi takip ettiğini biliyor muydunuz? Bkz. 1 Haziran 2005 tarihli VATAN gazetesi.) Bunlar ile yakından ya da uzaktan ilgili hikayeler neden yazılmasın? "Kim araştıracak şimdi oraları?" diyorsanız, biri bir gün araştırır ve canavar gibi senaryolarla ortaya çıkar. Siz de ağalı - mafyalı senaryonuzla ortada kalırsınız. posted by gezgin @ 9:57 AM

2 comments

Salı, Mayıs 24, 2005 İKİ VE DAHA FAZLA KOLLU HİKAYELER Yazdığınız bir senaryonun yüksek bir ritme sahip olmasını, en azından sıkıcılık tuzağına düşmemesini 548

istiyorsanız, hikayenizi A ve B kollarına bölün. Yani filmi izlerken bir A kolundan bir sahne izleyelim, bir B kolundan. Bu yöntemi kullandığınız zaman, hikayenizi oluşturan sahneler kuşbakışı olarak şöyle görünecektir : A - B - A - B - A - B ... Bu yöntem seyircinin ilgisini hep ayakta tutar. Çünkü seyirci, yaklaşık 3 dakikadan (3 senaryo sayfasından) uzun bir süre hep aynı karakterleri görmek istemez. Sıkılır. Başka bir mekanı, başka karakterleri görmek ister. Bir senaristin yapabileceği en büyük hatalardan biri, hikayeyi kendi istediği gibi anlatmak için sıkıcı olma riskini göze almasıdır. Bu riski sakın almayın! Başarılı senaryolarda genelde bu A - B yönteminin kullanıldığını görüyoruz. Genelde A kolu kahramanı, B kolu da düşmanın yaptıklarını anlatır. Zaman zaman bu iki kol kesişir, sonra da ayrılır. Genelde filmler, bu iki kolun birleşmesi ile son bulur. Hatta çok başarılı senaryolarda, hikayenin A, B, C, D gibi alt kollara ayrıldığını fark ediyoruz. "Titanic" bu konuda mükemmel bir örnektir. Film boyunca farklı insanların hayatlarını görürüz. Bu nedenle (artı, sahneler mükemmel yazıldığı ve ne uzun ne kısa olduğu için) 3 saatin nasıl geçtiğini anlamayız. Hikayeyi ikiden fazla kola ayırdığınız zaman, sahneleri hep aynı sırayla vermek zorunda değilsiniz. Yani sahne sıralaması her zaman A-B-C-D-A-B-C-D... olmak zorunda değildir. A-B-C-D-B-A-D-C ... gibi karışık bir düzen de tutturabilirsiniz. Bu, hikayenizin nasıl ilerlediğine bağlıdır. (Bu karışık düzen, seyirciyi şaşırtmakta da çok işe yarar. Seyirci bir sonraki sahnede kimi göreceğini tahmin edemez hale gelir.) Ama hikayeyi 2'den fazla kola ayırmak, ancak senaryo yazımı konusunda ustalaştığınız zaman kullanmanız gereken bir yöntemdir. Senaristliğinizin ilk yıllarında tercihiniz 2 koldan ilerleyen hikayeler olmalıdır. HİKAYE KOLLARINA BİR ÖRNEK: TERMINATOR 2 Hikayenin 4 koldan ilerlemesine ve zaman zaman bu kolların birleşmesine en güzel örnek "Terminator 2" filmidir. Şimdi bu filmi, "kol bazında" (çok acayip bir deyim oldu) inceleyelim: "Terminator 2" genel olarak, biri John Connor'u korumaya, diğeri de öldürmeye çalışan iki Terminatör'ün hikayesini anlatmaktadır. Filmin en başında hikaye 4 kola ayrılır: Eski Terminatör (Arnold), yeni Terminatör (T-1000), Çocuk (John Connor) ve hastanedeki annesi. Bu dört koldan üçü (terminatörler ve çocuk kolları), birinci perdenin dönüm noktası olan Alışveriş Merkezi ("Mall") sahnesinde birleşir. Bu sahnede eski Terminatör yeni Terminatör ile kapışırken çocuk kaçar. Tekrar 4 kollu hikayeye dönülür. Sonra eski Terminatör çocuğu yanına alır (su kanalındaki dehşet motosikletli kovalama sahnesi) ve hikaye tekrar 3 kola döner. Bir süre sonra, çocuk annesini kurtarmaya karar verir. Bir kez daha bütün hikaye koları birleşir: hastanede. Bu sahneden sonra kol sayısı tekrar ikiye çıkar: eski Terminatör + çocuk + annesi ile yeni Terminatör... Film, hikaye kollarının çok başarılı bir biçimde ayrılıp birleşmesiyle devam eder. Bu nedenle "Terminator 2" de bir kere seyretmeye başladığınızda, bitirmeden başından kalkamadığınız filmlerdendir. Hikaye kollarını ayırıp birleştirirken göz önünde bulundurulması gereken en önemli kıstas "neden-sonuç" ilkesidir. Bu ilke gerçekten de çok önemlidir. Seyirci, olayların nedenine ve onların kaçınılmaz sonucuna ikna olduğu sürece kendisini filme kaptırır. Aksi takdirde kandırıldığını (manipule edildiğini) düşünür ve filmle ve karakterlerle kurduğu özdeşleşme bağını koparır. Ne yazık ki Türk filmleri, "neden-sonuç ilkesi"ne bağlılık konusunda genelde sınıfta kalırlar. İzleyiciler, izledikleri olaylarla ilgili olarak "evet ya, bu başka türlü olamazdı" duygusuna kapılMAZlar. Hatta "ne saçma, kahraman şöyle değil de böyle yapamaz mıydı?" diye düşünürüz sık sık. Bunun nedeni, senaristlerin hikayeyi, kurdukları temelin götürdüğü yere değil, kendi keyiflerinin istediği yere götürmek istemeleri ve bir durumun bütün olası sonuçlarını bulmak içn yeterince kafa patlatmamalarıdır. Bunun sonucu olarak biz de seyirci olarak ikna olmaz ve filmden koparız. (Alın size güzel bir senaryo kitabı ismi: "Temelinin ("set up") götürdüğü yere git!" ;)

549

Ve bir kötü örnek: SITH'İN İNTİKAMI George Lucas'ın yazıp yönettiği Star Wars dizisinin ön-bölümlerinin ("prequel") son parçası olan bu filmde, Lucas bazı sahnelerde yukarıda anlattığım yöntemi kullanmaz. Filmin ilk yarısında arka arkaya üç adete aynı hikaye koluna ait sahne görürüz: A - A - A. (Hangi sahneler olduğunu söylemeyeceğim, siz bulun). Sonuç, tahmin edebileceğiniz gibi, hikayenin hafifçe sarkması, izleyicinin de biraz sıkılmasıdır. EV ÖDEVİ: Bundan sonra izlediğiniz filmlerde hikayelerin kollarını bulun ve nasıl sıralandıklarına bakın. Bir başkasının hikayesini nasıl kurguladığını izlemek çok ilginç bir deneyim olacak. posted by gezgin @ 12:40 PM

0 comments

Cuma, Mayıs 20, 2005 NEDEN HEP AMERİKAN FİLMLERİNİ ÖRNEK VERİYORUM Bana gelen bir mail'den sonra, bu sitede neden sürekli Amerikan filmlerinden bahsettiğimi açıklama zamanımın geldiğini fark ettim. Neden, Dünya sinemasından bihaber, Amerikan kültürel emperyalizminin (yayılmacılığının) de saf bir kurbanı olmam değil; başka nedenlerim var. Ama önce neden Avrupa sinemasına ya da diğer sinemalara yer vermediğimi anlatmalıyım. Öncelikle şunu belirteyim: Bir Avrupa kültürü hayranı değilim. Avrupa kültürünü tanımama ve bazı yönlerini takdir etmeme rağmen. Bunun nedeni, Avrupa'yı yeryüzündeki en yüksek medeniyet olarak görMEmem. Avrupa, bazı yönlerden dünya üzerindeki en "gelişmiş" medeniyet kabul edilir: Okunan kitap sayısı, kişi başına düşen doktor sayısı, kişi başına düşen ortalama gelir miktarı gibi yine Avrupalılar tarafından uydurulmuş kıstaslara göre. Ama, aşağıdaki bir yazıda da belirttiğim gibi Avrupa bu haline yüz yıllar boyunca (neredeyse Rönesanstan itibaren) dünyanın kanını emerek gelmiştir. Sadece yirminci yüzyılda çıkardığı iki Dünya Savaşı ve övüne övüne bitiremediği sanayi devriminin yol açtığı çevresel kirlilik, artı, sanki matah bir şeymiş gibi bütün dünyaya pazarladığı kapitalizm, üzerinde yaşadığımız bu koca gezegene ve onun insanlarına onulmaz zararlar vermiştir. Avrupa'da hep yüksek ideallerden bahsedilir ama bu idealler yaşanmaz. Bu aralar bizi, "Ermeni Soykırımı" yasa tasarılarıyla köşeye sıkıştırmaya çalışan Avrupalılar bundan sadece 13 sene önce Avrupa'nın göbeği sayılabilecek Bosna'daki "gerçek" etnik kıyıma seyirci kalmışlardır. 1991-1995 yılları arasında süren ve Avrupalıların "vah vah" diyerek seyrettikleri bu soykırımda 300 bin Müslüman insan öldürülmüştür. Bu insanların, Hristiyan olsalardı, böyle bir kaderle karşılaşmayacakları konusunda hemen herkes hemfikirdir. İşte Avrupa budur. (Bu katliamın Amerikan müdahalesi ile sona ermesi son derece manidardır). Genel olarak Amerika'nın da Avrupa'dan aşağı kalır bir yanı yok aslında. İki dünya savaşının sona ermesinde en büyük rolü oynamakla elde ettiği olumlu imajı, 2. Dünya savaşından sonraki Soğuk Savaş yıllarında Sovyetlere karşı onlarca ülkeyi kışkırtıp, bir çoğunda askeri darbeleri destekleyerek ya da bizzat darbe yaptırarak kaybetmiştir. Hele Vietnam'da ve şimdilerde Irak'ta yaptıklarının, açgözlülükten ve insan dışılıktan başka bir açıklaması yoktur. (ABD'nin bu hareketine en çok çanak tutanın Avrupa olması da ayrıca manidardır). Hala imzalamadığı 1997 Kyoto Protokolü, kazanacağı üç kuruş için çevreyi nasıl hiçe saydığının tarihi bir belgesidir. Yani tarihsel açıdan baktığınız zaman, Avrupa ile Amerika'nın birbirinden pek fazla farkı bulunmuyor. Ama, ürettikleri eserler (özellikle de filmler) açısından, Avrupalılar ile Amerikalılar arasında çok net farklar var. Avrupa şu anda sanayi devrimi sonrası dönemi yaşıyor. Kapitalizm her ülkesinin kültürünün iliklerine kadar işlemiş. Maddecilik, yani insan ruhunun ve onun değerlerinin tamamen göz ardı edilmesi, bütün Avrupa kültürlerinin en belirgin özelliği. Avrupa'nın "insan"ı nasıl gördüğünü anlamak istiyorsanız Beckett ve Satre, daha yenilerden de Peter Handke okumanızı tavsiye ederim. (Aslında etmem. Yani, iğrenç kitaplardır.) "Tanrı" ve maneviyat Avrupa'da ölmüştür. Ahlak da öyle. Orada, yasalar vardır. İnsanları, güzel ahlaklı diğer insanlar değil yasalarla oluşturulmuş kuru kurumlar korur. Ama bu yasalar da her an değişebilir. "Özgürlük" taraftarı bu Avrupa'da şu anda "Yahudi soykırımı ALEYHİNE" bir delil bulamaz, "Yahudi Soykırımı olmadı" diyemezsiniz. ("Bias Laws" konsunu bu aralar en çok Alev Alatlı dile getiriyor.) Dediğiniz an kendinizi hapiste bulursunuz. Hani nerede ifade özgürlüğü?

550

Avrupa "sanat" filmlerinin hemen hepsine varoluşçuluk sinmiştir: İnsanın hayatı anlamsızdır, yaşam boştur, erdem, ahlak, Tanrı gibi kavramlar boş uydurmalardır. Hep bu mesajları alırsınız. Avrupa "sanat" filmlerinde hep, bu kavramların yokluğunda bunalan tipleri görürsünüz. ("Sanatsal" Avrupai - olmaya çalışan Amerikan filmlerinde de aynı mesajı alırsınız, her nedense.) Amerikan filmlerinde ise genel bir yüzeysellik ve çiğ bir narsizmle ("God Bless America") birlikte belirli bir maneviyat (ahlak, çeşitli erdemler, vb.) ve bir "iyimserlik" vardır. Bu filmler bize "istersen ve çabalarsan yapabilirsin" ve "hayattaki en önemli şey para değildir" der (Amerika'da süren pratik yaşamın tamamen farklı olmasına karşın). Amerikalılara göre "hayat daha iyi bir hale getirilebilir". Buna da "can do" [ken du:] felsefesi derler, yani "yapabilirsin." Bu tür filmleri izlemek insanların doğal olarak daha hoşuna gider. Çünkü insan, doğası gereği, bir "canlı" olarak, yaşamı yücelten ve yaşamın daha da güzel olabileceğini söyleyen eserlerden hoşlanır. "Hayat berbat, debelenip gidiyoruz işte" diyen filmlerden değil. (Burada Türk filmleri ile ilgili bir saptama yapmadan duramayacağım: http://www.sinematurk.com/ sitesine girin ve boxoffice bölümündeki filmleri inceleyin. 100 binin altında seyirci çeken filmlerin çoğu size bu mesajı vermektedir: "Masumiyet", "Gemide" "Gece, Melek ve Bizim Çocuklar" "Mustafa Hakkında Herşey", vb. Sonra da yazarlar ve yönetmenler "Neden Türk halkı bu filmleri izlemeye gelmedi?" diye ağlarlar. Türk halkı, diğer bütün dünya halkları gibi - çok sağlıklı bir içgüdüyle - moralini bozan değil, moralini yükselten, zaten zor olan bir hayata dair insana cesaret veren filmleri tercih etmektedir. En sonunda açıkladım işte. Oh! Rahatladım ;) Amerikan filmlerinin bütün dünyada tercih edilmesinin tek sebebi, başarılı reklam kampanyaları ile yarattıkları talep değildir. Amerikan filmleri bize, ("Amerikan tarzı yaşam güzeldir, McDonalds güzeldir, Amerikan Ordusu iyidir" gibi bir sürü abukluğun yanı sıra) yaşamın güzel olduğunu, hayatın zorluklarına rağmen yaşanmaya değer ve daha da iyileştirilebilir olduğunu söylemektedir. Ve bizim de bunları duymaya ihtiyacımız var. Hem de her zaman. *** Diğer ülkelerin sinemalarına neden yer vermediğime gelince. Bu site, senaryo yazımı ile ilgilenenlere yönelik bir site. Sinema severlerin de takip ettiğini biliyorum. Ama asıl hedef kitlesi, dramatik yazarlıkla uğraşanlar. Bu nedenle, göndermede ("reference") bulunduğum filmlerin çok insan tarafından seyredilmiş olması, benim için önemli bir kıstas. Kimsenin seyretmediği filmlerden bahsederek "hava atmak" gibi bir derdim yok. Benim derdim, senaryo yazımıyla ilgili bilgilerin olabildiğince çok sayıda insan tarafından olabildiğince iyi anlaşılması. Örnekler de bu yönden faydalı bir araç. Bu nedenle piyasada iyi iş yapmış (yani hemen herkes tarafından seyredilmiş) filmler hakkında yazıyorum. Eski Türk filmerinden bahsetmememin nedeni de biraz bu. O filmleri de yer yer başarılı bulmakla beraber, bahsettiğim takdirde kim nasıl, nereden bulacak da dediğimi anlayacak? diye düşünüyorum. Yeni Türk filmleri hakkında da pek yazmıyorum. Çünkü bir şeyin "olumsuz örnekler" vererek öğretilebileceğine kani değilim. (Çok ağır bir eleştiri oldu, ama öyle, ne yapayım?). Yani sürekli olarak "Bakın, X filmindeki gibi yapmayın, Y filmindeki gibi de yapmayın, Z filmindeki hataya kesinlikle düşmeyin" yerine "A daki gibi karakter oluşturun, B deki gibi ritmi ayarlayın, C'deki gibi üç perdeli yapıyı kullanın" demeyi tercih ediyorum. *** Bunları dedikten sonra, orta ve uzun vadeli bir planımdan da bahsedeyim. Bir süre sonra, TV'de döne döne izlediğimiz filmleri (Hababam Sınıfları, Şener Şen filmleri, Kemal Sunal filmleri, Tarık Akan filmleri, vb.) izlemekten neden bıkmadığımız ile ilgili bazı analizlere başlayacağım. Bu filmlerin nasıl olup da defalarca seyredilebildiğini, bunun senaryo bazında nasıl başarıldığını göreceğiz. Kesinlikçe çok hoşunuza gidecek. Eminim. posted by gezgin @ 4:49 PM

0 comments

Çarşamba, Mayıs 18, 2005 HANGİ SAHNELERİ ATMALI? Senaryo yazmak, hangi sahneleri senaryoya koymak gerektiğini seçmek kadar, hangilerini koymamayı seçmeyi de içerir. Bir senaryo yazarken aklınıza gelen ve gerekli olduğunu düşündüğünüz 551

her sahne kendine senaryoda bir yer bulamamalıdır. Bir sahneyi senaryoya koyarken bayağı ince eleyip sık dokumalısınız. Ama neye göre? Asıl soru bu sanırım. Yani bir sahneyi "neye, hangi ölçüte göre" senaryoya koyup koymamaya karar vermeliyiz? Birinci kıstas, o sahnenin hikayenin gidişatında önemli bir rolünün olmasıdır. Yani o sahnede olan olaylar ve / veya diyaloglar, sizin senaryo ile anlatmak istediğiniz hikayeyi bir ya da bir kaç adım ileri götürmelidir. Hikaye, bir önceki sahneye göre biraz daha ileri gitmiş olmalıdır o sahnenin sonunda. İkinci kıstas, o sahnenin iyi bir biçimde yazılmış olmasıdır. Bir sahne sadece hikayeyi ileri götürüyor diye senaryoda kendine yer edinemez. Bu işi, eğlenceli ya da dikkat çekici bir biçimde yapmalıdır. Bu nedenle ben senaryolarımı yazarken, bir sahneyi yazıp bitirdikten ve (biraz beklettikten) sonra "bu sahneyi nasıl daha eğlenceli, daha ritmik yapabilirim?" diye kendime soruyorum. Size de tavsiye ederim. Üçüncü kıstas, sahnenin içerdiği malzemenin miktarıyla ilgilidir. Bir sahnede anlatılan bilgi ya da olay, eğer başka bir sahneye eklenecek bir cümlelik söz ile de şık bir biçimde aktarılabiliyorsa, o zaman bu ikinci yöntemi tercih ederim ve o küçük olay ya da bilgi için ayrı bir sahne yazmam. Bu hem yapımcının çok hoşuna gider (maliyetler azaldığı için), hem de izleyicinin (herşey gözüne sokulmadığı, izleyicinin zekasına atıfta bulunulduğu için). Bu sitede "iyi" olarak nitelenen filmlerin hepsi ("Matrix", "Titanic", "Eşkıya", vb.) bu tür sahnelerden oluşmaktadır. Sahneler hem hikayenin ilerlemesi için gerekli, hem iyi yazılmış, hem de yeterince malzeme içermektedir. Siz de senaryonuzu bitirdikten sonra sahneleri tek tek ele alın ve yukarıda anlatılan kıstaslara uyup uymadıklarına bakın. Uymuyorlarsa, uydurmaya çalışın. Uymamakta diretenleri de senaryonuza almayın. posted by gezgin @ 3:21 PM

0 comments

Pazartesi, Mayıs 16, 2005 BÜYÜK İSTEK ÖRNEĞİ: AMADEUS Bir hikayeyi anlatmanın bir çok yolu var. Hikayenin merkezine kahramanı koyabilirsiniz. Kahramanın hikayesini bir arkadaşı üzerinden anlatabilirsiniz. Veya kahramanı “düşmanın” gözünden anlatabilirsiniz. Bu son yöntem, sinema tarihinde pek görülmüyor. En güzel örneklerinden biri “AMADEUS” (yönetmen Milos Forman). Hikayeyi, Amadeus’un düşmanı Salieri’nin gözünden izliyoruz. Salieri’nin hissettiği kıskançlık, Mozart’ın yeteneğini daha da yüceltiyor. Çünkü kahramanın arkadaşının kahramanı övmesi normal bir durumdur. Ama düşmanın kahramanı övmesi, kahramanın yeteneğine duyduğu kıskançlık, kahramanı çok daha kaliteli bir biçimde yüceltir. Bu anlatım tarzının bir avantajı da, “çatışma”nın genelde görülmeyen cephesini (yani düşman cephesini) bize göstermesidir. Bu filmin en büyük özelliği, filmin baş anti-kahramanının (Salieri) hissettiği isteğin büyüklüğü. Salieri, Mozart ortaya çıkana kadar, orta düzeydeki yeteneği ile sarayda kendine yer edinmiş, halinden memnun bir adam. Ama Mozart Viyana’ya gelince ve kralı kendine hayran bırakınca, kahroluyor. Saraydaki konumu tehlikeye girdiğinden değil, kendisinin yeteneğinin ne kadar sınırlı olduğunu gösterdiğinden. “Tanrı kendini ifade etmek için bu kaba, görgüsüz, bayağı adamı neden seçti?” diye dinsel bir bunalıma da giriyor, daha önce önünde dua ettiği İsa heykelciğini ateşe atıyor. Salieri Mozart’ın önünü kesmek için elinden geleni yapmakla birlikte diğer yandan ona büyük bir hayranlık duymaya da devam ediyor. Mozart’ın evine yolladığı hizmetçiden bilgi alıp çalışmalarını takip ediyor. Onun operalarının sahnelenmesine engel oluyor. Ama sahnelenenlerin hepsine de gidiyor. Çünkü ne kadar “kötü adam” olsa da Salieri kaliteli sanat eserini tanıyor ve takdir etmeyi biliyor. Bu onun çelişkisini meydana getiriyor. (Mozart’ın müziğini hem çok seviyor, hem de Mozart’ı deli gibi kıskanıp ondan nefret ediyor.) Bu çelişki Salieri’yi iki boyutlu, yüzeysel bir karakter olmaktan çıkartıp üç boyutlu hale getiriyor. Salieri’ye kızdığımız kadar ona acıyoruz da. Salieri’nin en büyük isteği Mozart gibi olmak. Olamayınca da onun önünü kesmek. Adamın bu uğurda Mozart’ın ölümüne yol açtığı bile söylenebilir. Salieri kimliğini gizleyerek Mozart’a bir “requirem” (ağıt) ısmarlıyor. Sonra da o ağıtı bitirmesi için adamı, büyük bir kriz geçirdiği gece sabaha kadar çalıştırıyor. Requiem bitiyor, ama Mozart da ölüyor. Salieri’nin hayali, Mozart’ın cenazesinde, kendisinin (Salieri’nin) 552

yazdığı sanılan bu ağıtın çalınması. Ama bu gerçekleşmiyor. “Büyük Mozart”ın cenazesine 6-7 kişi katılıyor, o kadar. Amadeus filmi aklımızda, Mozart'ın büyük yeteneği kadar (ve aslında daha çok) "Mozart gibi olmayı deli gibi isteyen, ama olamayınca da onun önünü tıkayan Salieri" ile aklımızda kalıyor. posted by gezgin @ 7:26 PM 3 comments Cumartesi, Mayıs 07, 2005 UYANAMAYAN DEV: TÜRK SİNEMASI Film çekmek, dünyanın hiçbir yerinde “ucuz” ve “kolay” bir iş değildir. Ama Türkiye’de sanki biraz daha “pahalı” ve “zor” gibi görünüyor. Bunun birkaç nedeni var sanırım. Birincisi, Türk seyircisi TÜRK FİLMLERİNE AÇ olmasına rağmen, bu ülkede film çekme CESARETİNİ gösteren insan sayısının çok az olmasıdır. Bunun “para yok” “yapımcılar kötü” gibi çocuksu nedenleri yok. Ben CESARETTEN bahsediyorum. Bir film çekmek tabii ki sıradan bir insanın karşılaşmadığı ve karşılaşmayacağı binlerce sıkıntıyla uğraşmayı göze almak demektir. Oyuncusundan setine, kamerasından dağıtımcısına kadar herkesle boğuşmak zorundasınızdır. Kabul. Ama bu, dünyanın her yerinde öyle. Sakın bana “Avrupa’da öyle değil. Orada devlet, sinemacılara ne kadar destek veriyor biliyor musun?” demeyin. Bu savın birkaç hatalı yanı var. Birincisi, Türkiye’yi Avrupa’yla kıyaslayabileceğimizin zannedilmesi. Böyle bir kıyaslama yapmak mümkün değildir. Ekonomik ve kültürel olarak o kadar farklıyız ki, böyle bir kıyaslama sadece, bunu yapan kişinin zihinsel yetilerinin (analiz, gerçekçilik, sentez, vb.) yetersiz olduğunun bir kanıtıdır. Onun için, Türkiye’yi Avrupa ile kıyaslayıp kendinizi kötü hissetmek ve hareketsiz kalmak için mazeret yaratmayın. (Bunun ne kadar hastalıklı ama – özellikle de medyada – ne kadar yaygın bir tavır olduğunu anlatamam. Avrupa’da halk şu kadar kitap okuyormuş da, Türkiye’de bu kadar okuyormuş. Peki “ne” okuyor bu adam? Descartes mı? Yooo. Dan Brown ya da Harry Potter okuyor geri zekâlılar. İnanmayan, gazetelerin Pazar eklerindeki Avrupa’nın best-seller listelerine baksın.) Kendimizi Avrupa ile karşılaştırmanın hatalı bir yanı daha var. Avrupa şu anki ekonomik rahatlığını “helal (etik) olmayan” yöntemlerle sağlamıştır ve sağlamaktadır. Aztek altınları için yüz binlerce Güney Amerika yerlisini öldüren İspanyolları mı hatırlatsam, Çin’i yüzyıllarca afyonla uyutan İngilizleri mi, yoksa Afrika’nın kanını vampir gibi emen Fransa’yı mı? Hele şimdilerde, iki yüzyıldır hiçbir sınır tanımadan, sanayi devrimi vasıtasıyla, dünyayı yaşanması imkansız bir hale getirmelerini mi söylesem. Bu ve burada daha fazla anlatamayacağım onlarca gayri-etik nedenden dolayı Avrupa zengindir. Ve bu paranın bir bölümünü de sinemaya aktarır. Bizde böyle bir para yoktur. (bkz. Kültür bakanlığının en son yaptığı komik yardımlar.). Çünkü biz (Titanic filminin başında gemi biletlerini kumarda kaybeden iki Slav gibi) bu sömürü ve talan sürecini kaçırmışızdır. (İçimden bir ses “iyi de etmişiz” diyor.) Bu nedenle de son iki yüzyıldır paramız yoktur. Film yapmak için CESARET’in yanı sıra TEKNİK BİLGİ’ye de ihtiyaç var. En başta da nasıl senaryo yazılacağına dair teknik bilgi. Biz bu konuda şimdilik pek başarılı değiliz. Bunun bir nedeninin, senaryo yazmanın duygusal olduğu kadar düşünsel ve objektif (nesnel) bir süreç olduğunu henüz fark etmemiş olmamız olduğunu düşünüyorum.. Biz genel olarak duygusal bir kültüre sahip bir millet olduğumuz için (dikkat edin, “duygusal millet”iz demiyorum, “duygusal kültüre sahip millet” diyorum, arada çok fark var), duygularımızı akıttığımız senaryolara, sinemanın gerektirdiği şekilde kuru, düşünsel, objektif bir biçimde yaklaşamıyoruz. Sahneleri atamıyor, uzun sahneleri kısaltamıyoruz. Hikayeler sarkıyor, ritim düşüyor, özdeşleşme sağlanmadığı için umurumuzda olmayan karakterlerin hikayelerini izliyoruz. Sinemada gördüğümüz Türk filmlerinin senaristlerinin bunu yapmaları gerektiğinden haber olduklarından bile şüphem var. Ama bu site sayesinde bu durumun orta ve uzun vadede düzeleceği inancındayım. Teknik bilginin gerekli olduğu ikinci alan ise, YAPIM aşaması. Bizde, sinema sektöründen birine “ben bir film çekmek istiyorum” dediğiniz zaman karşınızdaki hemen “bu iş bir milyon dolardan başlar” der ve hevesinizi kursağınıza tıkar. Bu, senaryosu kötü yazılmış, bunu ört bas etmek için de için “ünlü” ama yeteneksiz oyuncularla doldurulmuş, eşin-dostun bu filmde para kazanması için anlamsız işler ile görevlendirildiği ortalama bir piyasa filminin bütçesidir. Oysa bir film çok daha ucuza çekilebilir. Aşağıdaki yazılarımdan birinde “El Mariachi”nin 553

“Tezgahtarlar”ın çok ucuza nasıl çekildiğini anlatmıştım. Yakın zamanda İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Red Cockroaches” filminin 2000 (iki bin) dolara çekildiğini biliyor muydunuz? (Bu bir kısa film değil, uzun metrajlı bir film!) Filmi Kübalı bir genç video ile çekmiş ve ev bilgisayarında kurgulamış. Müziklerini dahil hemen her şeyini kendisi yapmış. (Film bir bilim kurgu!) Sonuç? Google’a girin ve “Red Cockroaches” yazın da görün! (Hesap bu kadar basit: günde her biri 3 milyonluk sigara içen 3 genç sinemacı düşünün. Bu insanların bir yıllık sigara masrafı – sigaraya zam gelmezse – 3 milyar 285 milyondur. “Red Cocroaches” ise günümüz parasıyla 2 milyar 750 milyona mal olmuştur!) Türkiye’de film çekmenin “ucuz” ve “kolay” olmamasının bir nedeni de, görsel ve dilsel zekası (araştırınız: Çoklu Zekalar, “Multiple Intelligences”) biraz gelişkin olan herkesin kapağı TV sektörüne atmaya hevesli olmasıdır. (Bu ülkenin üniversitelerinden her sene yüzlerce Sinema-TV öğrencisi mezun oluyor. Nereye gidiyor bu çocuklar?) Bu genç beyinlerin, bu genç yeteneklerin çoğunun en büyük ideali, ucuza kaliteli sinema filmleri çekerek kendi ruhlarında yanan arzu ve düşünceleri sanat yoluyla dışa vurmak değil, bir reklam, dizi ya da klip yönetmeni olarak “malı götürmektir”. İşte bu konuda benim yapabileceğim bir şey yok. Bütün dünyada bu böyle. Kapitalizmin ve neoliberalizmin kaçınılmaz olarak yarattığı insan tipi, bedensel arzularını en yüksek düzeyde tatmin etmeye çalışan ve bu uğurda ruhundan ve her türlü idealinden ödün veren kişidir. Bu tatmin de ancak parayla olur. Para da TV’de, reklamda, klipte vardır. Sinemada, hele Türkiye’deki sinemada çok para olmadığı açıktır. Peki ne olacak? Bu durum hep böyle mi devam edecek. Belki evet, belki hayır. Eğer cesur, bilgili, ve ruhunu satmayan gençler ortaya çıkacak olursa, bu kısır döngüden çıkılabilir. Çok ucuza, sağlam hikayelere dayanan, kaliteli filmler çekilebilir. Ve bu, “Yeni Türk Sinemasının” hakiki başlangıcı olacaktır. (“Eşkiya” ile başlayan dönem ne yazık ki toplu bir uyanış değil, bireysel başarıların kuyruklu yıldızlar gibi arada bir göründüğü bir geçiş dönemidir). Türk izleyicisinin şu anki TÜRK FİLMİNE AÇ hali, bu uyanışı destekleyecek niteliktedir. Yani böyle bir uyanış için zemin ve zaman son derece uygun. Bize sadece CESUR, BİLGİLİ, ve SÖYLEYECEK SÖZÜ OLAN GENÇLER lazım. “Gerilla” usulü sinema çekecek gençler. Küçük gruplar halinde çalışacak, mobil, yaratıcı, atılgan gençler. Yoksa, milyon dolarlık bütçelerle, eski filmlerin devamlarıyla, yüksek ücret isteyen “yıldız”larla, söyleyecek sözü olmayan yönetmenlerle, ya da daha da kötüsü söyleyecek sözü varmış numarası yapan yönetmenlerle Türk Sinemasının uyanması mümkün değil. Aksine, uykusu her geçen gün daha da ağırlaşıyor. posted by gezgin @ 6:59 PM

0 comments

GEVŞEK SENARYO – SIKI SENARYO Sahne yazma olayı bittiği zaman, senaryonuzu tekrar tekrar gözden geçirme aşamasına gelinir. Bu aşamada senaryodaki fazlalıkları ve gevşeklikleri atar ve “sıkı” bir senaryo yaratmaya başlarsınız. Gereksiz diyaloglar atılır, uzun sahneler kısaltılır, hatta bazen koskoca bir sahneyi atmanız gerekir. Neden böyle bir şey yapılır? Çünkü hemen bütün senaryoların ilk müsveddeleri (“first draft”) şişkin olma eğilimindedir. Yazar henüz “büyük resmi” göremediği için neyin önemli neyin önemsiz olduğunu ayırt edemez. Bu nedenle de hoşuna giden veya önemli olduğunu sandığı her şeyi senaryoya koyar. Ne zaman ki senaryonun ilk müsveddesi biter, o zaman düzeltme ve kısaltma (çok nadiren de ekleme) yapma zamanı gelir. Syd Field bunun son derece normal olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bir senaryodan sahne atmak, bitmiş bir senaryoya sahne eklemekten çok daha kolaydır. Bu nedenle ilk müsveddeyi yazarken elinizi korkak alıştırmayın.” Eğer elinizde iyi bir malzeme varsa ya da siz elinizdeki malzemeyi iyi işlemeyi başarırsanız, ortaya çok güzel, fazlalıklardan arınmış, ritmi yüksek bir senaryo çıkar. Her sahne gerekli ve eğlencelidir. Neden – sonuç ilişkisine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu nedenle bir sahneden diğerine geçiş “yağ gibi kayarak” olur. Seyirci bir anda kendini filmin sonunda bulur. 2 saatlik sürenin nasıl geçtiğini anlamaz bile.

554

İşte bu, başarılı bir senaryoya dayanarak çekilmiş başarılı bir filmdir. Peki elinizdeki malzeme yeterince iyi değilse ya da iyi bir malzemeyi yeterince iyi işlemeyi başaramazsanız ne olur? Gereksiz derecede uzun sahneleriniz, upuzun diyaloglarınız olur. Sahneler birbirlerini sıkı bir neden-sonuç ilişkisiyle izlemezler. Film “şişkin”dir. (Bunun en son örneğini “Be Cool”da gördüm. Şu John Travolta’lı Uma Thurman’lı film). Seyirci böyle bir film izlerken doğal olarak sıkılır. O iki saat onun için bitmek bilmez. Oysa iki saat, iki saattir. 120 dakika, 7200 saniye. Ama seyircinin zihnini ve duygularını tahrik edecek (i.e. harekete geçirecek) ve meşgul tutacak bir materyal sunmazsanız, o 7200 saniye 72 saat gibi gelir, geçmek bilmez. Sizin yazar olarak göreviniz, seyirciye 7200 saniye boyunca oturduğu koltuğu, içinde bulunduğu sinema salonunu (ya da evin salonunu) unutmasını sağlayacak bir malzeme sunmaktır. İster 2. Dünya savaşını anlatın, ister çocukluğunuzun geçtiği köyü, bunu seyirciyi sıkmayan bir biçimde, ilginç ve çeşitli malzemelerle, ve ritmik bir biçimde yapmalısınız. Başarılı senaristlik budur. posted by gezgin @ 6:54 PM

0 comments

AVRUPA YAKASI VE NAZİLER: KONSERVE KAHKAHALARIN SIRRI Arada sırada CNBC-E’deki dizileri sessiz seyrediyorum – neden diye sormayın. Özellikle de sitcom’larda fark ettiğim bir durum var. Dizileri komik yapan şey, senaryoları kadar, uygun yerlere konan konserve kahkahalar. Bu dizileri sessiz seyrederken, sesli seyrettiğimin onda biri (1/10) kadar bile gülmüyorum. Neden? Senaryo ve oyunculuk aynı değil mi? Yoksa ben bir koyun muyum? İlk çıktıkları günden itibaren, konserve kahkahaların sebeb-i hikmetini anlamaya çalışırım. İşe yaradıkları kesin de, nasıl. Nasıl işliyorlar? İnsanları etkileme mekanizmaları ne? (Aşağıdaki “Pavlov’un Köpeği ve Cem Yılmaz” yazımı hatırlarsanız, bu gibi sorulara kafa yorma eğiliminde olduğumu görürsünüz.) İşin sosyal-psikoloji ile ilgili olduğu açık. Yani toplulukların, insan psikolojisi üzerinde yarattığı etki ile ilgili. “Ben kimseden etkilenmem” demeyin. Bal gibi etkilenirsiniz. Bu etkinin ne dereceye vardığı 2. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanyası'nda görülmüştü. Savaş bittikten sonra uzun bir süre boyuca “Koskoca Alman halkı nasıl oldu da Nazizm’e kapılabildi” sorusu yanıtlanmaya çalışıldı. Yanıt, sosyoloji ve psikoloji ile ilgilenenlerin yakından bildiği “Milgram Deneyi” ile geldi. Deney özetle şu: Bir mekanizma kuruluyor. Bu mekanizmada, deneklerden, elektrik veren bir cihazın voltajını gittikçe artırmaları isteniyor. Bu cihazın ucunda ise bir başka insan var. Yani denekler, deney için, bir başka insana elektrik verecekler. Bunu biliyorlar. Ölçülmek istenen şey şu. Denekler, hiç tanımadıkları masum bir insana ne kadar elektrik verebilirler? Ölümcül miktarlarda elektrik verebilirler mi? Yoksa bu aşamaya gelmeden önce dururlar mı? Deney mekanizmasında denekler, elektrik verdikleri kişinin sesini (ve çığlıklarını) duyabiliyorlar. Önce çok düşük voltajlardan başlanıyor. Sonra, insanı öldüreceği bilinen voltajlara kadar çıkılabiliyor. Deneyin hoş tarafı şu. Elektrik veren cihaz aslında elektrik vermiyor. Ve makinaya bağlı kişi de aslında sadece yetenekli bir oyuncu. Yani kendisine elektrik verilmiş gibi sesler çıkarmayı son derece iyi başarıyor, o kadar. Ama denekler (yani voltajı artıranlar) bunu bilmiyorlar. Onlar, gerçekten de elektrik verdiklerini ve bunun sonucunda da makinaya bağlı kişinin acı çektiğini zannediyorlar. İşin esprisi burada. Bunca çığlığa, bağırtıya, hatta bir aşamadan sonra ölüm sessizliğine rağmen denekler elektrik vermeye devam edecekler mi? Sizce ne olmuştur dersiniz? İnsanların çok önemli bir bölümü, verdikleri elektriğin masum birini canhıraş bir biçimde bağırtmasına, elektriğin öldürücü düzeylere ulaşmasına karşın, voltajı artırmayı sürdürmüşler. Daha sonra deneklere “Bunu neden ve nasıl yaptınız? Birine acı veriyor olmaktan niye çekinmediniz?” diye sorulduğunda bu insanlar şöyle demiş: “Deneyi düzenleyenlere güvendik. Onlar ne yaptıklarını biliyordur diye düşündük”. Yani insanların çoğu, kendi davranışlarının sorumluluğunu almak yerine, otorite konumundaki birilerinin (burada, bilim adamlarının) söylediklerini uygulamayı ve olayın sonuçları üzerinde düşünmemeyi tercih 555

ediyor. Bu da bizim insan olarak telkine ne kadar açık olduğumuzu gösteriyor. (Bu alanda başka bir çok deneyin daha yapıldığını da söyleyeyim. Bence en komiği şu: Yine bir deney ortamı yaratılıyor. Büyük bir binadaki bir asansör ayarlanıyor. Bu asansöre, deneye katıldığından habersiz bir denek biniyor ve yüzünü [hepimizin hep yaptığı gibi] kapıya doğru dönüyor. Daha sonra asansöre binen – ve önceden ayarlanmış – herkes yüzünü asansörün kapısına değil de arka taraftaki aynaya dönüyor. Asansöre ilk binen şahıs, asansör sırtı kapıya dönük insanlarla dolunca, o da sırtını kapıya dönüyor – ve rahatlıyor!) *** Konserve kahkaha ile bunların ne alakası var? Sizin hiç, bir arkadaş sohbeti sırasında, yapılan bir espriyi kaçırdığınız, ama arkadaşlarınızın güldüğünü gördüğünüz için gülenlere katıldığınız oldu mu? Kaç kere? On? Yüz? Niye güldünüz peki? Nezaketten mi – ki o da bir sosyal baskıdır. Yoksa “arkadaşlarım gülüyorsa, mutlaka komiktir” diye düşündüğünüzden mi? Herkes gülerken sap gibi ortada kalmaktan çekindiğinizden mi yoksa? Sebep her ne ise, etrafımızda gülen birileri varken, biz de gülme eğiliminde oluruz. Çünkü bu kahkahalar bize “sen de gül, burada komik bir şey var, yoksa aptal pozisyonuna düşersin” mesajı verir. Biz de kuzu kuzu bu otoritenin (burada “toplum”) mesajına uyarız. Bilinçaltı düzeyde “milyonlarca sinek yanılıyor olamaz” diye düşünürüz. *** “Avrupa Yakası”nda yerli yersiz kullanılan konserve kahkahalar, senaryodaki boşlukları doldurmaya yarıyor. Cem Yılmaz’ın şovlarında salondan gelen kahkahalar da bize “herkesi güldürecek kadar komik bir şeyler söylendiği ve sap gibi kalmak istemiyorsak bizim de gülmemiz gerektiği” mesajını veriyor. Avrupa Yakasını konserve kahkahasız seyretmek, Cem Yılmaz’ın boş bir salonda yaptığı esprileri dinlemek ne kadar komik olurdu, merak ediyorum. Aslında etmiyorum. Biliyorum. *** Peki bu bilgi, bir senaristin ne işine yarar. Şu işe yarar: “Eğer bir süre sonra yazdığın sitcom komik olmaktan çıkarsa, konserve kahkaha gibi bir yardımcıdan faydalanabilirsin. Ama değil konserve, tanker dolusu kahkahanın kurtaramadığı onlarca sitcom’un TV tarihine gömüldüğünü de unutmamalısın. Bu yüzden sen hikayeni – çatışmanı, karakterlerini, dış motivasyonu - sıkı tut, yaz çıkarsa bahtına.” posted by gezgin @ 6:47 PM

0 comments

O.C. TEKRARINI KAÇIRMAYIN Bir ara Cnbc-E'de yayınlanan dizilerin hepsi o kadar iyiydi ki, her akşam en az ikisini seyrediyordum. Hafta sonları da tekrarlarını. Bu aralar ise seyredecek bir şey bulamıyorum açıkçası. Ne "Umutsuz Ev Kadınları" ne "Dört Kollu" ("Six Feet Under";) ne "4400", ne de "Gilmore Kızları" düzenli olarak seyredilmeye değer şeyler. Eskilerden "Acil Servis" ("ER"), bazen de "Boston Devlet Lisesi" ("Boston Public") "Gizli Dosyalar" ("X Files") var dikkate şayan. Ama işte "The O.C." ("Orange İlçesi") yeniden başlıyor! Uzun soluklu hikaye yaratma, klasik bir konuyu ("zengin mahallesindeki fakir delikanlı") taze bir biçimde yeniden ele alma, ilginç karakterler oluşturma, sahne ve diyalog yazma konusunda (klasik tabirimle) "her bölümü ders niteliğinde bir dizi". Kaçırmayın! (mümkünse kaydedin) derim, başka bir şey demem. *** Bu kayıt meselesine değinmeden geçemeyeceğim. Çok işe yarayan bir uygulama. Hele de "klasik" olmuş dizilerin bazı bölümleri mutlaka elinizin altında bulunmalı. Hem eğitim, hem de eğlence amaçlı. Şans eseri kaydettiğim "Coupling"leri ve "Nip/Tuck"ları tekrar tekrar izliyorum, şifa niyetine.

556

Piyasada 150 (yüz elli) ile 250 (iki yüz elli) saat arasında DVD kalitesinde kayıt yapan, sonra da bunları DVD'ye kaydeden cihazlar olduğunu duymuşsunuzdur herhal. En fazla 2 saat (o da düşük kaliteli) kayıt yapan VHS'lerden sonra, cennet gibi vallahi. posted by gezgin @ 6:40 PM EN TAZE “SHOW”LAR

0 comments

TV'de son zamanlarda gördüğüm en komik şovlar "Ceyhun Yılmaz Show" ile "Dikkat Şahan Çıkabilir". Büyük bir ihtimalle ZAGA'nın ya da BEYAZ SHOW'un 10'da biri bütçeyle çekiliyorlar. Ama onlardan çok daha komikler. Neden? Birinci neden yeni olmaları. Hem ZAGA, hem Beyaz Show artık çok yoruldu ve yıprandı. Aynı konukları çıkara çıkara bir hâl oldular. Okan Bayülgen'in kendisi de bunu itiraf ediyor. Komiklik olsun diye çıkardığı konuklara bir iki kelime dahi ettirmiyor, öylece oturtuyor. Beyaz ise genelde kendisine yazılan skeçler ve girdiği "ilginç" tipler ile şovu idare etmeye çalışıyor. Güzel gözleri ve beyaz gülümsemesi artık seyirci çekmeye yetmiyor. İkinci neden ise yaratıcı olmalarında. Bu iki şov da kıpır kıpır, çok eğlenceli. Gerçekten de seyirciyle sıcak bir ilişki kuruyor. Onların "güncel" ("actual") hislerine ve düşüncelerine sesleniyor. Ceyhun Yılmaz tek konuk, küçük seyirci grubu, eğlenceli bir müzik grubu ve samimi telefonları ile hafta içi her gün ekrana çıkmasına karşın ritminden bir şey kaybetmiyor. Doğaçlama espri yeteneği ile her 15 saniyede bir insana kahkaha attıracak şeyler üretebiliyor. (Bu haliyle kime benziyor dersiniz? Beyaz'ın Kanal 6'daki -güneş gözlüğünü hiç çıkarmadığı- zamanına. "Teğöğist, sen öğğenci misin teğöğist?" esprisiyle bizi yerlere yıktığı zamana.) Okan’ın ve Beyaz’ın şimdilerde düştüğü hataya düşmüyor. Konuklarından sonuna kadar faydalanıyor, onları sadece süs bitkisi olarak kullanmıyor. Şahan Gökbakar ise, haber vermeden patlayan bir volkan gibi. Daha ilk programından itibaren bu kadar doğru tipler ve konular seçmesi, başarısının şans değil zeka ve yetenek eseri olduğunu gösteriyor. Berkut ve (favorim) Bülent Binbaş gibi çok tutan bazı tiplerin yanına, çok güzel bağımsız skeçler (örn. "Metropolitan Hunter") giriyor. Ve tekrarlarında bile kendini rahatlıkla seyrettiriyor. *** Şov dünyası işte böyle bir şey. "Bitmez" denen şey biter, "harika" denen şey sıradanlaşırken, arkadan birileri sessizce gelip onları geçebiliyor. posted by gezgin @ 6:37 PM

0 comments

Salı, Mayıs 03, 2005 SAHNEYE GİRİŞ VE ÇIKIŞ - REVISITED Sahne yazımı ile ilgili olarak söylenebilecek en önemli şeylerlerden biri sahneye ne zaman girilmesi gerektiği ile ilgilidir. Bu konuyla ilgili olarak ana prensip şudur: "Sahneye olabildiğince geç girip sahneden olabildiğince erken çıkın." Dinlemesi ve söylemesi hoş olan bu cümle acaba neyi anlatmak istiyor? Bir sahneye başlamadan önce göz önünde bulundurmanız gereken bazı şeyler var. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Bu sahne, ana hikayenin hangi aşamasında yer alıyor? Bu sahne, ana hikayeyi nasıl ileri götürüyor? Bu sahnede kimler var? Sahne nasıl başlıyor ve nasıl bitiyor? Michael Hauge'un çok isabetli bir tespiti var. Diyor ki: "Sahnenin nasıl biteceğini bilmeden, sahneyi yazmaya başlamayın." Yani, sahnedeki kişilerin arasında geçen diyaloglar, yaşanan olaylar nerede son buluyor? Son bulmuyorsa nerede kesiliyor? Bunları bilmeniz lazım. Ancak ondan sonra yazmaya başlayabilirsiniz sahneyi. *** 557

Sahneye nasıl gireceğiz? Bu konunda en sık yapılan hatanın, sahneye erken girmek olduğunu söyleyebilirim. Yani yazar sahneye, önemli ve ilginç bir olay olmadan çok önce girer. Güya seyirciyi o önemli ana "hazırlar", ondan sonra o sahnenin anahtar olayı gerçekleşir. Ama o zamana kadar seyircinin ilgisi büyük ölçüde azalmış olur. Seyirci sıkılmaya başlar. O sahnedeki önemli olay da etkisini kaybeder. Yazar sahneye, ya önemli olaydan hemen önce, ya da olmuş bir önemli olaydan hemen sonra girmelidir. Yani izlemeye başladığımız insanlar ya ilginç bir olay yaşayacak ya da yaşamış olmalıdır. Bu ilginç olayın beklentisi veya çarpıcı sonuçları seyirciyi sahneye bağlar. Titanik filminden bir örnek vereyim. (Hep bu filmden örnek vermemin iki nedeni var: Birincisi, neredeyse ezbere bilmem. İkincisi de, bu siteyi takip eden herkesin bu filmi görmüş olduğu yönündeki varsayımım. Eğer hala görmediyseniz, boğaz manzaralı bir intihar tavsiye ediyorum :) "İntihar Sahnesi" olarak adlandırdığım (ve aşağılarda bir yerde uzun uzadıya incelediğim) sahnede Rose, geminin güvertesinde ağlayarak koşmaktadır. Neden ağladığını bilmeyiz. Ama tahmin edebiliriz. Rose'un annesiyle ve nişanlısıyla ilgili sorunları vardır. Bu ikisinden biriyle ya da her ikisiyle fena halde tartışmış olabilir. Bu öyle büyük bir tartışmadır ki Rose'u intiharın eşiğine getirmiştir. Ama senarist (James Cameron) bize bu tartışmayı göstermemeyi tercih etmiştir. Çünkü böyle bir tartışma yaşanabileceğinin ipuçlarını bize daha önce vermiştir. Ve bu tartışmayı izleyicinin hayal gücüne bırakmıştır. (Daha önce, bu tür eksiltilerin izleyiciyi de hikayeyi yazma / yaratma sürecine katarak etkileşimli bir ortam yarattığını söylemiştim). Eğer klasik bir Türk senarist olsaydı, büyük bir ihtimalle bize ağdalı bir tartışma sahnesi sunmaktan kendini alamazdı. Biz de ayıla bayıla seyrederdik. *** Peki sahneden ne zaman ve nasıl çıkacağız? Bizde bu konuda yapılan en önemli hatanın ise, sahneden çok geç çıkmak olduğunu söyleyebilirim. Yani asıl (anahtar) olay yaşandıktan, önemli bilgiler konuşulduktan sonra bile karakterler sahnede dolaşmaya ve konuşmaya devam ederler. Bu genelde, yazarın hoşuna giden bazı diyalogları atmaya kıyamamasından (yani "kill your babies" prensibini uygulamamasından) veya seyircinin zekasına güvenmeyip, aynı şeyleri tekrar tekrar söylemesinden kaynaklanır. Eğer sahnede söylemek ya da göstermek istediğiniz şeyi söyleyip gösterdiyseniz, en kısa sürede (bazen hemen) çıkmak ve başka bir sahneye geçmek yerinde olur. Bu, filmin ritmini hızlandırır, izleyiciye tatmin edici bir seyir deneyimi yaşatır. Sahne biterken, sonraki sahnelere sarkan bazı şeyler bırakmayı unutmayın. Yani her sahnede bazı meseleler halledilmeli, ama sonraki sahnelerde ele alınacak başka yeni meseleler oluşturulmalıdır - ki izleyici "ne olacak" diye merak etsin. Buna yine "İntihar Sahnesi"yle örnek vereyim: Sahne biterken senarist bir kaç şeyi başarır. Jack ile Rose arasında çok kısa sürede çok etkili bir yakınlık sağlar. Rose'un intihar etmeye kalkacak kadar umutsuz olduğunu gösterir. Jack'in, tanımadığı bir insanın peşinde buz gibi denize atlamayı göze alacak kadar maceraperest olduğunu gösterir. Aynı zamanda ne kadar esprili olduğunu da görürüz. Bunların yanı sıra, Jack ile Cal (Rose'un nişanlısı) arasındaki ilk sürtüşme yaşanır. Ayrıca Jack, Rose'u kurtarmasının ödülü olarak 1. sınıfta akşam yemeğine davet edilir. İzleyiciler "acaba bu 3. sınıf yolcusu genç, 1. sınıf yemekte neler yapacak" diye büyük bir merak duymaya başlarlar. Neymiş? Her sahnede bazı meseleler halledilmeli, bazı yeni meseleler yaratılmalıymış ki hikaye ilerlersin. *** Bir de "Şişkin Sahne" olarak adlandırılabilecek sahneler var. Yani bir sahnede zekice ve yaratıcı bir 558

biçimde halledilebilecek meseleler anlamsız uzun diyaloglar ile ele alınır. Ve izleyiciyi bayar da bayar. Buna en iyi örneği GORA filminde görüyoruz: Arif ile Bob Marley Faruk'un, Faruk'un odasındaki sahnesi. O kadar gereksiz diyalog, o kadar işlevsiz duraksamalar (es), o kadar az malzeme var ki bu sahnede, insan "bitse de gitse" diye düşünüyor. En fazla 45 saniyelik bir malzemeyi 3 dakikaya yayınca böyle oluyor. (O sahnenin temel sorunlarından biri de oyunculukla ilgili. Anlaşılan az prova edilmiş ya da doğaçlamaya bırakılmış. Ve olmamış.) "Şişkin Sahne" sendromuna düşmemenin yolu, o sahnede ne yapacağınızı çok iyi bilmektir. Bunu biliseniz, senaryonuzun tekrar yazımlarında (ki bu kaçınılmaz bir şeydir), şişkinlik yaratan fazlalıkları atabilirsiniz. posted by gezgin @ 6:39 PM

1 comments

Cumartesi, Nisan 30, 2005 İYİ FİLMLERİN ORTAK ÖZELLİĞİ: BÜYÜK İSTEK Bazı filmleri tekrar tekrar seyrediyorum. Örneğin "Terminator 2" filmini kaç defa seyrettiğimi hatırlamıyorum. "You've Got Mail"i de. "The Matrix"i en az 20 kez izlemişimdir. "Titanic" de 20'ye yaklaştı sayılır. "Casablanca"yı 10-15 defa. Animasyonlar arasındaki favorilerim ise "Kayıp Balık Nemo" ve "Buz Çağı". Her ikisini de yaklaşık 10'ar kez izlemişimdir. Bazı filmleri ise 10 dakika bile izlemeye dayanamıyorum. Film, hiçbir gelecek vaadetmediğini o kadar kısa sürede belli ediyor ki, zamanımı harcamaya değmez diyorum. Eğer zamanım varsa, kötü ama yeni bir filmi izlemektense, iyi bir eski filmi izlemeyi tercih ediyorum. Peki, bu filmler nasıl oluyor da kendilerini tekrar tekrar izletmeyi başarıyorlar? Bununla ilgili çok şey söylenebilir. Ve bunların çoğu da senaryo tekniği ile ilgili olacaktır. Ama benim fark ettiğim tek bir ortak nokta var: İyi filmlerin hepsinin merkezinde, bir şeyi ÇOK İSTEYEN bir karakter bulunuyor. Bu karakter, tutkuyla öyle yanıyor ki, özdeşleşme sağlandıktan sonra biz de onunla aynı şeyleri hissetmeye başlıyoruz. Önüne çıkan ve aşılması imkansız gibi görünen engelleri o aşarken biz de bir tatmin duyuyoruz. Sonuçta onunla birlikte seviniyor, ya da onunla birlikte kahroluyoruz. Ama film bittiğinde, derin bir tatmin duygusu yaşıyoruz. Yukarıda adını zikrettiğim filmlerin hepsinin hikayelerinin merkezinde, bir şeyi çok isteyen bir karakter ya da karakterler var.       

"Terminator 2" de bir John Connor'ı öldürmek, diğeri ise kurtarmak isteyen, gelecekten gelen iki müthiş robot var. "Matrix"de, insanlığı makinaların egemenliğinden kurtarmak isteyen Neo var. "Titanic"te, önce annesinin ve toplumsal sınıfının baskılarından, sonra da batmakta olan gemiden kurtulmak isteyen Rose var. "You Have Got Mail"de, küçük kitapçı dükkanını dev gibi bir kitap mağazasına karşı savunmaya çalışan Catherine Kelly var. "Casablanca"da, eski sevgilisini Nazilerin eline düşmekten kurtarmaya çalışan Rick var. "Kayıp Balık Nemo"da, oğlunu bulmaya çalışan Marlin var. "Buz Çağı"nda ise, bir insan yavrusunu, zor doğa koşullarından ve dağ panterlerinden korumaya çalışan Manfred ve Sloth var.

Hep "Büyük İstekler" söz konusu. Türk filmleri arasında neden en çok "Eşkıya"yı sevdiğimi de bu durum açıklıyor sanırım. Orada da, 30 yıl sonra intikam almak ve sevgilisine kavuşmak isteyen Baran var. Diğer Türk filmlerinin beni çok cezbetmemesinin başlıca nedenleri de bu: perdede tutkuyla yanan birileri görmüyoruz. Ne "Hırsız Var"da, ne "Eğreti Gelin"de, ne "Mustafa Hakkında Herşey"de, ne "GORA"da, ne de diğerlerinde böyle bir istek görüyoruz. O nedenle bu sitede daha çok yabancı filmlere yer veriyorum. Yabancı hayranı olduğum için değil, insan ruhunu ateşleyen filmlerin (şimdilik) daha çok dışarıdan (genelde de, her nedense, Amerika'dan) gelmesinden. *** Peki neden bu böyle? Neden Türk senaristleri, tutkuyla cayır cayır yanan insanlar yaratmayı tercih etmiyorlar? 559

Bunun nedeni, acaba "kültür"ümüzden kaynaklanıyor olabilir mi? Yani bir şeyi istediğimiz zaman, o şeyi elde etmek için aktif bir biçimde çabalamak yerine, dua etmeyi tercih etmemiz olabilir mi? Herkeste görülen ataletin dışına çıkmaktan korkmamız, yani sosyal baskı olabilir mi? ("Şimdiye kadar kimse başaramadı, sen mi başaracaksın?" cümlesinin bu kadar tanıdık gelmesi, sizin de içinizi öfkeyle doldurmuyor mu?) İsteklerimizi gerçekleştirmenin yolunu tam olarak bilmiyor olabilir miyiz? "Nedensonuç" ilişkisine inanmamamız olabilir mi? "Sen ne yaparsan yap, herşey olacağına varır?" şeklindeki bir düşünce tarzı olabilir mi? Eğer biz böyle düşünüyorsak, bizden de tutkulu senaryo karakterleri pek çıkmaz. *** Yukarıda andığım yabancı filmlerdeki karakterlerin ortak bir özelliği, bir Türk'ün çabalamaktan vazgeçip işleri "Allah"a havale edeceği noktada, kontrolü kendi ellerine almaları ve harekete geçmeleri. Jack ve Rose'un geminin son anlarına kadar gemide kalma çabaları, Neo'nun Ajanlar ile sonuna kadar mücadele etmesi, Sarah Connor'un, oğlunu kurtarmak için son ana kadar direnmesi... hep bu yaklaşıma örnek. Baran'ın da, herşey bitti denilebilecek bir anda harekete geçmesi de böyle bir yaklaşımdan kaynaklanıyor. *** Yukarıda eleştirdiğim ve bizde yaygın olarak görülen "eylemsizlik" taraftarı yaklaşım, her sektörde görülüyor. Ama en yaygın olarak görüldüğü alanlardan birinin sinema sektörü olduğunu söyleyebilirim. Film çekmek isteyenlerin karşısına hep, bunu "neden yapamayacaklarını" söyleyen insanlar çıkar. Acaba bu insanlar yardımcı mı olmaya çalışıyorlar, yoksa kendi başarısızlıklarının ortaya çıkmasını engellemek için başkalarının da başarısız mı olmasını istiyorlar (bilinçli ya da bilinçdışı bir biçimde)? Eğer öyleyse, iyi senarist olma meziyetlerinin arasına bir yenisini daha eklemek gerekiyor: Seçici Sağırlık. Size "yapamazsın, edemezsin, başaramazsın" diyenleri duymamak! posted by gezgin @ 4:56 PM Salı, Nisan 26, 2005 TARANTİNO - AMORAL BİR İKON Doksanlı yılların popüler sinemaya kazandırdığı bir figür, Tarantino. 70'li yıllarda "Baba" filmleri (özellikle de birincisi) erkekler için ne ifade ediyorsa, 90'lı yıllarda da Tarantino'nun filmleri onu ifade ediyor gibi: Hayatın işleyişine, insanın karşısına çıkardığı sorunlara ve bu sorunlara uygulanabilecek çözümlere yönelik sıradışı bir söylem. Tarantino'nun sinema dilini kullanmayı bildiği, bir sinema dili "hissine" sahip olduğu kesin. İzleyicilerinin onun filmlerinden hoşlanmasının başlıca nedenlerinden biri, Tarantino filmlerinden aldıkları sinemasal zevk. Kurguyu, kamera açılarını, ritmi, müziği kullanışı, izleyicide sadece film izlerken alabilecekleri hoş bir duygu uyandırıyor. Ama bu sinema dili hissinin kullanıldığı senaryolar genelde çok rahatsız edici konulara ve bakış açılarına sahip. Sadizm, ahlaksızlık, insan hayatına saygısızlık, bu filmlerin en temel temaları. Tarantino, bu temaları ahlakçı bir bakışla ele almıyor, yani bunları eleştirmiyor. Bir belgeselci gibi de yaklaşmıyor. Yani bir durumu eğrisiyle-doğrusuyla gösterip, kararı izleyiciye bırakmıyor. Tarantino'nun yaklaşımı, bunların doğru, iyi, kabul edilebilir şeyler olduğu şeklinde. İnsan öldürmek, Tarantino'nun filmlerinde kötü değil, bir hamburger yemekten farksız bir eylem. İnsan hayatının değeri sıfıra yakın. Sıfır olmamasının nedeni, bir insanın, ölürken vereceği "fotoğraf" ile filmi ilginç kılabilmesinden kaynaklanır. Kill Bill filmlerinin bir mezbahayı andıran sahneleri bunun en iyi örnekleridir. Tabii ki akıllı adam Tarantino. Baş karakterlerinin sınırsız şiddet kullanmasını mazur gösterecek sebepler mutlaka veriyor. Örnek olarak Kill Bill'e bakalım: filmin baş kahramanı, kocası ve çocuğu öldürülmüş Gelin'dir. Bizden, Gelin'in intikam peşinde koşmasını ve yüzlerce insanı kıtır kıtır kesmesini mazur görmemiz beklenir. Oysa Gelin'in "intikam peşinde koşan bir anne" olma kimliğinden önce, "acımasız bir katil" olduğu unutturulur. ("Kılıçla yaşayanlar kılıçla ölür" sözünün sahibi kimdi? Rousseau mu, Voltaire mi?) "Ucuz Roman"ı ele alalım. Burada da boğazına kadar ahlaksızlığa batmış insanlar ile özdeşleşmemiz beklenir. Jules (S. Jackson), Vincent (J. Travolta), Bay Wolf (H. Keitel), Zenci Mafya Babası ve diğer 560

önemli karakterler katil ve/veya uyuşturucu müptelasıdır. Bu insanlar bize sevimli ve becerikli gösterilerek, onlarla özdeşleşmemiz, onlar için heyecanlanmamız istenir. Bu isteğin en bariz örneğini, Jules'un (Samuel Jackson), başına gelen bir olaydan sonra "doğru yolu" bulmasında görüyoruz. İnsanları öldürmeden önce İncil'den pasajlar okuyan bu hasta ruhlu adam, kendisine yapılan silahlı bir saldırıdan mucizevi bir biçimde kurtulunca bunu ilahi bir işaret olarak değerlendirir ve kiralık katilliği bırakır. Bizden de bunu beğeniyle karşılamamız beklenir. Yaklaşık bir saat önce para için öldürdüğü gençleri unutmamız talep edilir. "Rezevuar Köpekleri"nde de, bir elmas soygunu için bir sürü insanı öldüren soyguncular için endişelenmemiz istenir. Bu insanlar bize eğlenceli, becerikli, insancıl kişiler olarak gösterilir (bkz. filmin başındaki kafeterya sahnesi). Sonra soygun olur ama işler ters gider. Kimisi hırsız bir çok insan ölür. Kalanlar bir depoda buluşur. Onlar da tartışırlar ve birbirlerini öldürürler. (Soygunculardan birinin bir polisin kulağını kesmesi, sinemadaki unutulmaz sadizm örnekleri arasında çoktan yerini almış bulunuyor.) Tarantino'nun ahlak anlayışını (!) en iyi anlatan film belki de, senaryosunu yazdığı "Katil Doğanlar"dır ("Natural Born Killers"). Oliver Stone tarafından yönetilen film, iki katilin işledikleri cinayetleri, hapse düşmelerini, bir medya olayı haline gelmelerini ve sonra da hapisten kaçmalarını anlatıyor. Midesi sağlamlar için bir filmdir. Hiçbir biçimde katiller eleştirilmez. Eleştirilen medya ve o medyaya destek olan, onu yaşatan toplumdur. Tarantino'nun hiçbir filminde iyi ve kötü çatışması yoktur. Kötüler vardır, bir de kötüler vardır. Bunlar zaman zaman birbirlerine göre "daha kötü" olurlar. Siz de meşrebinize göre bu kötülerden birini seçer ve onun tarafını tutarsınız. Filmlerinin kötülerle dolu olmasının bir sonucu da, Tarantino'ya istediği kadar çok şiddet kullanması için gerekçe ve olanak sağlamalarıdır. Böylece Tarantino seyirciye "Benim filmlerimde çok şiddet var, ama bunu kötüler yapıyor, ben ne yapayım?" der gibidir. *** Bazıları bu filmleri "Amerikan toplumunun eleştirisi" olarak okumak isteyebilir. Amerikan toplumu, çeşitli kesimleri ahlaken çökmüş bir toplumdur, kabul. Bu filmleri de bu çöküntünün eleştirisi olarak değerlendirmek isteyenler olabilir. Ama ben bunlardan değilim. Bence Tarantino filmlerinin şiddeti ele alış biçimi, şiddeti uygulayanlara karşı takındığı yüceltici yaklaşım, şiddet övgüsüne varıyor. Bu nedenle de onun amoral ("ahlaksız") biri olduğunu, eserlerinin hiçbir ahlaki kaygı taşımadığını, aksine her türlü ahlakı küçümsediğini düşünüyorum. Tarantino'yu sevenlerin bu filmlere bir de bu açıdan bakmalarını ve mümkünse kendi ruhlarındaki bastırılmış şiddet ile halleşmelerini öneriyorum. posted by gezgin @ 5:30 PM

0 comments

YALNIZ DEĞİLSİNİZ: SENARİST FİLMLERİ Zaman zaman senaristleri konu alan filmler izliyoruz. Bunları izlemek bu sitenin takipçileri için ayrı bir anlam taşıyordur herhalde. Benim için öyle en azından. Boş bir sayfaya (ya da ekrana) baka baka kafayı sıyırma noktasına gelen insanları izlemek bende garip bir sempati duygusu uyandırıyor: "Aaa, ben bu hâli bire bir biliyorum" diyorum. Ay'da geçen bilim-kurgu filmleri seyreden astronotlar da benzer hisler yaşıyorlardır herhalde. Bu tür filmlerin sonuncusu "Adaptation"dı. Charlie Kaufmann tarafından yazılan film (yazarın bir önceki filmi "John Malkovich Olmak" idi), orkidelerle ilgili (adaptasyonu neredeyse imkansız) bir kitabı sinemaya uyarlamaya çalışan bir senaristle ilgiliydi. Büyük ölçüde içe dönük ve hafif kişilik bozuklukları sergileyen senaristin çabaları, sadece senaristlerde değil, genel seyircide de acıma duygusu uyandıracak nitelikteydi. Senaristlerin çektiği karın ağrılarını en iyi anlatan filmlerin başında "Barton Fink"i saymak gerekiyor aslında. 1940'larda geçen filmin yazar ve yönetmenleri, Hollywood'un çok tutulan Ethan ve Joel Coen kardeşleri. Kahramanımızın daktilo karşısında geçirdiği acı dolu dakikalar, çok hoş işlenmişti. Robert Altman'ın "Oyuncu"su da reddedilen bir senarist tarafından tehdit edilen bir yapımcının hikayesini anlatıyordu. "Reddedilme" sözcüğünün senaristler için taşıdığı derin anlam üzerine kurulmuş, eğlenceli bir Altman filmi idi. Tam bir "senarist filmi" sayılmasa da (zira o zamanlar sinema yoktu), "Aşık Shakespeare" de dramatik yazarlık sanatının zorluklarını çok hoş bir dille anlatıyordu. Shakespeare'in, aldığı avanslara rağmen uzun süre hiçbir şey yazamaması, "yanlış bir ilhamla" yazdığı şeyleri de yakması, hepimize tanıdık gelmiştir sanırım. Senarist senaryoları yazmak bizim çok hoşumuza gidiyor olabilir ama çok tehlikeli bir alandır. Zira çok az insan senaristlerin yaratıcılık sancıları ile ilgilenir. Uzun süre ekrana bakan bir insanı seyretmekte, genel 561

izleyici için pek eğlenceli bir yön yoktur. İşte bu nedenle "senarist öyküleri"ne genelde cinai bir yön ("twist") katılır ki seyirci ilgilensin. posted by gezgin @ 5:22 PM

0 comments

Salı, Nisan 19, 2005 KÖTÜ DİYALOG - İYİ DİYALOG İyi diyalogların nasıl yazıldığını anlamak için, kötü diyaloğun ne olduğunu öğrenmekte fayda vardır. Diyalog yazımında yapılan hatalar genelde 3 türdür: 1) Tüm karakterler aynı şekilde konuşurlar. Filmdeki (ya da dizideki) karakterlerin hepsi, eğitimlerine, ekonomik ya da sosyal durumlarına bakmaksızın aynı tarzda konuşurlar. Burada "tarz" ile neyi kastettiğimi biraz açmam gerekiyor: Konuşurken kullanılan cümlelerin uzunluğu ya da kısalığı, kullanılan sözcüklerin türü, cümlerlerin devrik olup olmaması ya da belirli bir yörenin ağzını yansıtıp yansıtmaması, "tarz"ı belirler. Eğer senaryonuzdaki herkes aynı ekonomik ve sosyal durumda ise, benzer bir biçimde konuşmalarında bir sakınca yoktur. Ama o zaman bile, kadınlar ile erkeklerin konuşmalarında büyük farklılıklar olduğu unutulmamalıdır. Bir insanın bir şeyi nasıl söylediği şunlardan etkilenir: eğitim, anne-babanın konuşma tarzı, nerede büyüdüğümüz, yaşımız, işimiz, vb. Alıştırma: 1 sayfa boyunca farklı karakterlerin aynı konudaki konuşmalarını yazın. Bu, herhangi bir günlük mesele olabilir. 2) Belli bir insanın, hayatın her durumunda aynı şekilde konuşması. Ölümle karşı karşıya kalan insanın konuşması ile marketten ekmek alan insanın konuşması farklıdır. Kullanılan sözcükler, cümle uzunlukları, verilen es'ler tamamen farklıdır. Bu sorunu aşmak için kendinizi, yazmakta olduğunuz karakterin yerine koyun ve diyalogları öyle yazın. 3) Yazarlar karakterlerine bir sürü açıklama yaptırırlar. Oysa günlük hayatta o kadar çok açıklamalı konuşulmaz. "Selin, sen benim en iyi arkadaşım olduğundan, kocan Mustafa'nın çok içtiğini ve çalıştığı şirkettei yöneticilik işinin tehlike olduğunu söyleyebilirim." Bunun yerine bilgiyi yavaş yavaş, farklı yerlere sızdırırn. Farklı sahnelerde verin. Senaryo yazımında çok miktarda bilgiyi göze batmayan bir biçimde vermenin çok etkili bir yöntemi vardır: hikayeye, olan bitenden haberi olmayan birini sokun. Bu bir polis, gazeteci, ya da yeni bir komşu olabilir. O kişi olayları öğrenirken biz de onunla beraber bilgileniriz. Bazen herşeyi söylemek gerekmez. Bazı bilgileri seyircinin doldurmasına izin vermek daha "interaktif" bir senaryoya olanak tanır. (Ama çok önemli bilgilerde bunu yapmayın. Örneğin filmin sonuna kadar sakin bir ev kadını olan kahramanınız, filmin sonunda eline K-47'yi alıp milleti indirmesin. Eğer böyle bir şey yapacaksa kadının babasının eski bir asker olduğunu ve kızına arada sırada silahla atış yaptırdığını mutlaka daha önceden öğrenmeliyiz.) Bazen bir hareket / davranış / görüntü, bir diyalogdan çok daha fazla bilgi aktarır. Üniversite diplomaları ile övünen bir adamın "Ben iki üniversite bitirdim, 3 mastır yaptım" vb. diye böbürlenmesi yerine, adamın işyerindeki bir duvara asılı olan diplomaları görebiliriz. İşinin alkolden dolayı battğını anlatan bir adam, kendisine sorulan "Ne oldu?" sorusuna, "İşler yolunda gitmiyordu, karımla da sık sık kavga ediyordum, sonunda kendimi içkiye verdim" şeklinde cevap vermesi değil, sadece kadehini göstererek "İşte bu oldu" demesi çok daha etkileyicidir. *** 562

Diyalog yazma yeteneğinizi geliştirmek için çevrenizdeki insanların konuşma biçimlerine alıcı bir gözle bakın. Asansördeki, otobüsteki, dükkandaki insanları gözlemleyin: Nasıl konuşuyorlar? Uzun cümleler mi, kısa cümleler mi kullanıyorlar? Ne tür kelimeleri tercih ediyorlar? Mesleklerine ait sözcükleri neler? Günlük hayatta ne kadar çok tekrar, ne kadar çok konuşma hatası yaptığımızı fark ederseniz şaşırmayın. Bir senaryodaki konuşmalar bu kadar tekrarlı ve hatalı olamaz. Çünkü film / TV izleyicileri konuşmaların (ve hikayenin) akıcı bir biçimde ilerlemesini ister. Ama hikayenize biraz gerçekçilik duygusu katmak istiyorsanız makul miktarda tekrara ve hataya yer verebilirsiniz. (Kaynak: "Successful Scriptwriting" Jurgen Woff ve Kerry Cox; yorumların önemli bir bölümü gezgin'e ait) posted by gezgin @ 5:32 PM

0 comments

Pazartesi, Nisan 11, 2005 EĞRETİ SENARYO: KAÇIRILMIŞ FIRSATLAR SİLSİLESİ Dikkat: Bu yazıda "keyif kaçırıcı" ("spoiler") bilgiler var. Eğer "Eğreti Gelin" filmini seyretmediyseniz ve seyretme niyetiniz varsa, yazıyı okumanız seyir keyfinizi azaltabilir. Önce filmi seyredin, sonra yazıyı okuyun. *** Türk filmlerinin senaryoları hakkında olumsuz yazı yazmaktan hoşlanmıyorum. Ama zaten az sayıda çekilen Türk filmlerinin (senede ortalama 15 adet çekiliyor) senaryolarının kötü olmasına da dayanamıyorum. Amacım, bu filmlerdeki senaryo hatalarını göstererek daha kaliteli senaryolar yazılmasına yardımcı olmak ve böylece seyircilerin Türk filmlerini daha fazla tercih etmesini sağlamak. *** "Eğreti Gelin", Hollywood jargonunda "high concept" bir film. Yani çok ilginç, çok çarpıcı bir fikre dayanıyor: bazı yörelerde, genç erkekler evlenmeden önce, onları evliliğe hazırlayan kadınlar tarafından eğitilirlermiş. Zaman zaman bu eğitime cinsellik de dahil olurmuş. Film böyle bir durumu ele alıyor. Ve böyle bir durumda akla gelebilecek ilk dramatik durumu da merkezine oturtuyor: ya eğitilen erkek, kendisini eğiten kadına aşık olursa? Yani bu bir "What if ... ?" senaryosu. Eğreti Gelin kurumunu duyan herkesin aklına gelebilecek ilk fikri senaryonuza temel olarak alıyorsanız, bu fikri çok iyi işlemeniz gerekir: Bir sürü ilginç yan öykü, derin karakter tahlilleri, şaşırtıcı olaylar kullanmalısınız. ("Titanic"in batacağını bile bile filmi soluksuz izlememizin nedeni bu özellikleri taşımasıydı.) Seyirciyi ancak hikayeye böyle bağlayabilirsiniz. Film hakkında söylenebilecek çok şey var: şaşırtıcı derecede kötü oyunculuk, müzik kullanımındaki vasatlık, vb. Ama burada sadece senaryo hakkında söylenebilecekleri yazdım. Bunlar ne yazık ki hep olumsuz şeyler. Eğer Türk sineması hakkında "çamurdan olsun bizim olsun" fikrine sahipseniz, yani "Kardeşim, zaten az sayıda film çekiliyor, bir de bunları eleştirip sinemayı zayıflatmayın" diyorsanız, yazının bundan sonraki bölümünü okumamanız tavsiye olunur. *** Senaryo hakkında şunlar söylenebilir: 1) Seyircilerin ilk kez bu film vasıtasıyla öğreneceği bir şeyi ("Eğreti Gelin"lik kurumunu) çok inandırıcı bir biçimde anlatmanız gerekir. Sadece "Anadolu'da böyle şeyler oluyor" demekle inandırıcı olunmaz. Filmin eksenini oluşturan hikayenin dışında, başka örnekler de vermek gerekir. Filmde sadece bir örnek görüyoruz, ve bunu hemen doğru olarak kabul etmemiz isteniyor bizden. Diğer eğreti gelinlik olaylarından ise diyalog vasıtasıyla haberdar oluyoruz. Bu da filmin yeterince inandırıcı olmamasına neden oluyor. (Çok önemli olayları diyalog vasıtasıyla vermek, bu senaryonun en büyük ve en çok tekrarlanan hatalarından biri - Emine'nin yoksulluğu, Hasan'ın faytonculuk projesi, vb.). 2) Genel olarak bir dış motivasyon sorunu var ("dış motivasyon" için bkz. aşağılarda bir yazı). Filmdeki baş karakterlerden hiç biri bir şeyi çok tutkulu bir biçimde istemiyor: Filmin kahramanı Ali tiyatrocu olmayı şiddetli bir biçimde istemiyor; Ali'nin sevgilisi Ali'yi öyle deli gibi sevmiyor; bu iki genç evlenmeyi 563

hele hiç istemiyor; eğreti gelin Emine'nin çok istediği bir şey yok - ne para kazanmayı çok istiyor, ne Ali ile birlikte olmayı; kötü adam Hasan (Şevket Çoruh) da Emine'yi çok istemiyor. "Söz"de istiyor olabilirler, ama eylemleri bu sözleri yeterince desteklemiyor. Filmde genel bir isteksizlik var yani. Bunun en doğal sonucu da, tutkusuz karakterlerin perdedeki heyecansız hareketleri oluyor. "Şu kişi istediğini elde edecek mi?" diye hiç merak etmiyoruz. 3) Özdeşleşme kuralları uygulanmamış ("Özdeşleşme" için bkz. aşağılarda bir yazı). Bunun sonucu olarak ne Ali umrumuzda, ne Emine, ne de diğerleri. 4) Senaryo'da Düşman ("nemesis") yok gibi bir şey. Ali ile Emine'nin birbirine aşık olması (!) bizi hemen hiç endişelendirmiyor. Niye endişelendirsin ki? Ali'nin sevgilisi yüzünden mi? Emine'nin hapisteki kocası (Hasan) yüzünden mi? Tek makul düşman adayı olan Hasan ne yazık ki bu görevinde çok ama çok zayıf kalıyor. Oysa Hasan'ın bir kardeşi olduğunu öğreniyoruz filmin bir noktasından sonra. Filmin daha en başlarında Hasan'ı hapiste tam bir psikopat olarak (eylem halinde) görsek, kardeşinin de dışarıdaki olayları (Emine'nin yaptıklarını) Hasan'a yetiştirdiğini öğrensek, Hasan'ın hapisten çıkışı herkes için son derece heyecanlı olurdu. Ama olmuyor. Hasan hapisten çıkıyor ve kahvede tavla oynuyor. Tek ciddi hareketi, Belediye Reisinin imalathanesini basmak. O da heyecan yaratmaya yetmiyor. 5) "Eğreti Gelin" lafı, sanki kafamıza kakılmak istenircesine film boyunca 25-30 defa geçiyor. Ne bu? "Kızım sana söylüyorum, eğreti gelinim sen anla" mı? (Kabul, kötü bir espri. Ama suç tamamen senaristlerde ;) 6) Filmin bir çok sahnesinde "perdede görüleni karakterlere söyletmeme" ilkesi çiğneniyor. (Bkz. aşağıdaki yazı). Malum, ilam ediliyor. Örnek olarak, İffet (Müjde Ar) ile Çenoto (F. Demirel) arasında geçen ilk sahne. (Bu sahne, filmin diğer sahnelerinde görülen rahatsızlıkların çoğunu içinde barındıran tipik bir sahne olarak uzun uzadıya incelenebilir.) 7) Diyaloglarda hiçbir yaratıcılık, hiçbir incelik, hiçbir alt-metin yok. Herkes takır takır ne demek istiyorsa onu söylüyor. Oysa iyi diyalogun en büyük özelliği, imalar kullanması, yaratıcı ve esprili olması, alt metinler içermesidir. Eğreti Gelin'de ne yazık ki bu tür diyaloglar yok. 8) Bu filmde kaçırılan bir çok dramatik fırsat var ("Dramatik Fırsat"la ilgili olarak bkz. aşağılarda David E. Kelly ile ilgili bir yazı). Bunların en büyüklerinden biri, eğreti gelin Emine ile Ali'nin ilk karşılaşma sahnesi. Son derece elektrik yüklü, heyecanlı ve erotik (açık ya da gizli) olabilecek bir sahne son derece yavan olmuş. Tabii bu elektriğin oluşması ("pay off") için önce Emine ve Ali karakterlerinin doğru olarak kurulması ("set up") gerekiyor. Filmin başında bu "kurma" işlemi yapılmadığı için, bu ilk tanışma sahnesi de doğal olarak heyecansız kalıyor. 9) Aile, eğreti gelini çok kolay kabul ediyor. Sanki son derece normal bir şeymiş gibi. Oysa anne ya da baba (bence anne), evinde böyle birini istemiyor olsa, evin içindeki gerilim son derece artardı. Hele babanın da eğreti geline yönelik bir ilgisi başlasa, çeşitli dramatik fırsatlar için müthiş uygun bir ortam oluşurdu. 10) Eğreti gelinin bir trajedisi yok. Yani bir kadının bu kadar acayip bir pozisyonu kabul etmesi için çok büyük bir zaruret halinde olması gerekir. Bu parasal bir zaruret olduğu gibi, bir intikam arzusu da olabilir. Eğreti gelinin böyle bir trajedisi olmadığı için, ona üzülmüyoruz. Sanki o eve temizlikçi gelmiş gibi. Temizlikçi bizde ne kadar acıma duygusu uyandırıyorsa, eğreti gelin de o kadar uyandırıyor. 11) Göze batan bir sahne: Anne İffet hanım (isim seçimi çok "manalı" olmuş, "kör parmağım gözüne" misali) oğlunu eğreti gelin ile birlikte odalarına yolladıktan sonra ağlıyor! Evet, ağlıyor! Sanki oğlu askere gidiyor! Eğreti gelini de kendisi bulup getirmişken. 12) Eğer yazarlar, eğreti gelin ile anne İffet hanım arasında gizli bir rekabet yaratabilselerdi, senaryo aniden derinleşirdi. Oidipus kompleksinden tut, erkeklerin "harem" hayallerine kadar bir çok yere göndermede bulunulabilirdi. Bu da kaçmış bir fırsat. 13) Filmin baş kahramanı Ali'nin de bir trajedisi yok. Ali aslında kız arkadaşına aşık değil. Yaşı büyük olmasına karşın cinsellikten bihaber. (Bu özelliği arkadaşları tarafından alay konusu yapılabilirdi). Hadi filmin konusu açısından bunu kabul edelim. Ali kız arkadaşına aşık olmadığı için, ondan çok kolay vazgeçip eğreti geline aşık olabiliyor. Bu durumda da çok büyük bir dramatik fırsat kaçmış oluyor. Ali biri yaşıtı, diğeri de kendisinden çok daha büyük ama tecrübeli iki kadın arasında kalsaydı, hikaye çok daha etkileyici olurdu.

564

14) Film çok uzun süre çatışmasız ilerliyor. 45. dakikaya kadar elle tutulur bir çatışma yok. Biz de filmin heyecanına kapılıp gitmiyoruz. Filmi, manzara seyreder gibi seyrediyoruz, sakin sakin. Çatışma için zıt kutuplar gerekir. Birbiriyle çatışan taraflar olmalıdır. Oysa Düşman (Hasan) filmin 5'te 3'ünde hapiste zaten. Hapisteyken nasıl bir tehdit oluşturabilir ki? (Bunun çözümünü yukarıda yazmıştım, ama o yöntem de kullanılmamış). 15) Sadece kahraman ve düşman arasında değil, diğer karakterler arasında da çatışma yok: Ali kumpanyada çalışmak istiyor, Tavid (Metin Akpınar) hemen kabul ediyor. Nazlı ile öğretmenin aşkında hemen hiçbir sorun yok. vs. Tavid Ali'yi en başlarda istemese, Ali oyunculuğu çok sevdiği için diretse... Senaryoya bir canlılık gelirdi. 16) Türk filmleri mantık hatalarıyla ünlüdür. Ama insan 2005 yılında böyle şeyler beklemiyor. Özel TV'ler sayesinde "drama zekası" gayet yükselmiş bir millete film seyrettiyorsanız, çok dikkatli olmanız gerekir. Sadece ikisine işaret edeyim: a) Bütün karakterler (Metin Akpınar hariç!) mükemmel bir İstanbul Türkçesi ile konuşuyor. Oysa bu "Eğreti Gelin"lik meselesi belirli bir yöreye ait. Oranın ağzını niye hiç duymuyoruz? b) Ali günlerce kumpanyada çalışıyor, her sahne alıştan sonra horoz maskesini çıkarıp halkı selamlıyor, ve belediye reisi olan babası bundan haberdar olmuyor! Oysa biz milletçe (özellikle kasaba ve köylerde) bu tür bilgileri ışıktan biraz daha düşük bir hızda ilgili yerlere ulaştırmakta ustayızdır. Neden böyle bir şey burada olmuyor? 17) Ali'yi sadece evde, kumpanyada ve çok az da imalathanede görüyoruz. Oysa onu okul arkadaşlarının arasında görmek, bize daha fazla ve daha gerçekçi bilgiler verebilirdi. Genç adamın özlemleri ne, korkuları ne, hayalleri ne? Bu fırsat da kaçmış. 18) Filmde, unutulmaz Türk filmi diyaloglarının arasına katılmaya aday bazı konuşmalar var: (Filmin girişinde, çadır kurduğu son derece belli olan birine) Ali: Çadır mı kuruyorsunuz? Tiyatrocu: Ne çadırı, dünya kuruyoruz evlat, dünya! İffet (Ali'ye, Emine ile ilgili olarak): Ona çiçek verilmez, onunla sadece yatılır! 19) "Karakter" demek, tutarlı davranış demektir. Bu konuda anne İffet, baba Talat, Emine'nin kardeşi Nazlı, senarist adayları için "ne yapmamalı"nın çok güzel örneklerini oluşturuyorlar. Bu "karakterlerin" ne zaman ne yapacakları belli değil. Bunun sonucu olarak filmde herkes herşeyi yapabilir gibi duruyor. Bu da çatışmanın sıfırlanması anlamına geliyor, ki bu senaryonun en temel dertlerinden biri de bu. 20) Ali Emine'yi kumpanyaya götürür. Oyundan sonra tiyatrocularla birlikte yemek yerler. Emine, düğmesine basılmış robot gibi yerinden kalkar, uda doğru gider, eline alır ve çalmaya başlar! Neden diye sormayın ve gülmeyin! (Bu arada, ne olurdu da Nurgül Yeşilçay bir iki ud basışı öğrenseydi! "Shine"daki Geoffry Rush gibi piyano çalsın diyen yok. Ama şunu unutmayın: her-Türk-seyircisi-perdede-enstrüman-çalan-kişinin-ellerinebakar-ve-eğer-kişi-gerçekten-çalıyorsa-daha-bir-etkilenir!) 21) Eğreti gelin ile sevgilisi Hasan arasındaki ilişki de yeterince işlenmemiş (no "set up"). Bunun doğal sonucu olarak da final son derece zayıf kalıyor (no "pay off"). Hasan aşırı kıskanç olsa (ki öyle olmalı, çünkü sevgilisi için adam öldürmüş), kıskançlığı ile Emine'yi boğuyor olsa, o da buna bir tepki olarak Ali'den hoşlansa. (Sahi, o zamanlarda cinayet suçu için ne kadar yatılıyordu? Artı, hapis süresi belli değil miydi ki Hasan sürpriz bir biçimde salıveriliyor?) 22) Ali ile Emine'nin ilk gecesinde Ali kumpanyaya gitmek zorundadır. Ve Emine'den sevişme sesleri çıkarıp annesini kandırmasını ister. Emine de bir iki "aaah, oof" yapıp anneyi kandırır. Bence burada da kaçırılmış bir fırsat var. İnsanın aklına hemen "When Harry Met Sally"deki (kafeteryada geçen) orgazm sahnesi geliyor. Emine de böyle bir şeyler yapsaydı, izleyiciden çok güzel reaksiyon alırdı. 23) Eğreti gelinin, yeni geldiği evde yarattığı değişikliğe hiçbir biçimde tanık olmuyoruz. Gelin sanki sadece Ali'nin odasında yaşıyor, dışarı hiç çıkmıyor. Gelinin anne ile babayla olan ilişkisi de çok sayıda dramatik fırsat içerirdi. Bu sayede bu insanların iffet anlayışları sorgulanabilirdi. Bu fırsat da kullanılmamış.

565

24) Ali'nin ilk "boşalma" sahnesi de filmin kaçan en büyük fırsatlarından biri. Hatta senaristler bu sahneyi ana hatlarıyla yazıp oyuncuların doğaçlamasına bırakabilirdi. (Burada da aklıma "Eyes Wide Shut"ın yatak odasında geçen o uzun konuşma sahnesi geliyor. Tom Cruise ile Nicole Kidman'ın bu sahneyi nasıl oynadığını öğrenmek için "Stanley Kubrick - A Life In Pictures" DVD'sini / VCD'sini izlemeniz gerek). 25) Eğer babası, Ali'yi her gece Emine ile aynı odada kalmaya zorlasaydı, çok daha eğlenceli olurdu. Emine yavaş yavaş genç üzerinde bir otorite kurabilir, hatta onu kendi seks oyuncağına dönüştürebilirdi. Oysa ilk küsüşmelerinden sonra Ali başka bir yerde kalmaya başlıyor. Ve sadece geceler boş geçmiyor, dramatik fırsatlar da kaçıyor. 26) Eğreti gelinin "eğitim amaçlı" olarak söyledikleri var ki, çok komik. Ama senaristler bu kadar komik olmayı amaçlamıyorlardı sanırım. Bunlar olgun birinin bilgece sözleri de değil, kuru kuruya söylenen, ezberlenmiş şeyler. Bu yüzden de hemen hiçbir etkileri olmuyor. Oysa insan görmüş geçirmiş bir kadının yaşama dair, ilişkilere dair, seyircileri de etkileyecek sözlerini duymayı bekliyor. Alın size kaçmış bir fırsat daha. 27) Hikaye güya bir A hikayesi bir de B hikayesi olarak ikiye ayrılmış. A hikayesi, Ali-Emine-Hasan arasında geçiyor. B hikayesi ise Nazlı-Öğretmen arasında. Ama B hikayesi bazen bir dalıyor, 30 dakika su yüzüne çıkmıyor. Böylece iki temel işlevini de yerine getiremiyor. a) A hikayesinden sıkılan izleyiciye bir soluklanma fırsatı vermek. b) A hikayesinde ele alınamayan ama filmin mesajı ile ilgili detay konuları işlemek. Bunları yapmıyor. Havada kalıyor. 28) Ali'nin eğreti geline aşık olması hiç ama hiç inandırıcı değil. Bu aşkın zemini hazırlanmıyor. Bu nedenle biz de bu "aşka" inanmıyoruz. Hele koskoca kadının bu "aşka" karşılık vermesi ve kendisi için adam öldürüp hapis yatmış sevgilisini terk etmesi olacak iş değil. Filmin belki de en büyük mantık hatası bu. Oysa Hasan ile Emine arasında derin ve tutkulu bir ilişki kurulsa ve bu tutkuya bir de kırgınlıklar ve bastırılmış öfke eklense, Emine'nin Ali'ye yönelmesi gayet anlaşılabilir ve etkili olurdu. 29) Ali'de hiçbir duygu yok: ne tutku, ne korku, ne ikilem... Sadece "ben sana aşık oldum" diyor. Ama duygular söylenmekle seyirciye geçmiyor ki? Eylem lazım. (Bunun için de Baz Luhrman'ın "Romeo ve Juliet"in havuz sahnesini izlemenizi tavsiye ederim. "Bu kadar kısa sürede alevlenen aşk, seyirciye nasıl aktarılır" ile ilgili hızlandırılmış bir ders niteliğindedir bu sahne.) 30) Filmin kaçırılan en büyük fırsatı: Eğreti gelin ile Ali'nin birlikte olduğu son gece. Bu sahne o kadar içli, o kadar etkili olabilirdi ki! Ama bunun için, bir) Aşıkların aşkına inanmamız, iki) Bu aşkı tehdit eden büyük bir gücün bulunması, üç) Aşıkların bu geceden sonra tekrar görüşmelerinin hemen hemen imkansız olması gerekiyordu. Bunlar olmayınca da, filmin en güzel sahne fırsatı da uçmuş gitmiş. (Burada da aklıma kaçınılmaz olarak gelen bir sahne var: "Yasak İlişki" ["Bridges of Madison County"] de Clint Eastwood ve Merly Streep arasında geçen ve beraber çiftlikten ayrılmaya karar verdikleri günün gecesinde son kez yemek yedikleri sahne. Bu sahnenin insanın boğazına attığı düğüm, yıllar sonra bile çözülmüyor). 31) Filmdeki genel ritm ve heyecan düşüklüğüne çare olarak, gençler arasında yapılması planlanan bir evlilik söz konusu olabilirdi. Bu evliliğin tarihi ile Hasan'ın hapisten çıkma tarihinin neredeyse çakışması, çok hoş bir dramatik gerilim yaratırdı. (Bkz. Aşağılarda bir yerde "Koşuşturan Öyküler" yazısı) 32) Filmin sabit bir ritmi var. Oysa bu tür filmlerde ritmin sona ("climax") doğru artması gerekirdi. 33) Ali, intihar tehdidi ile Emine'yi kendisiyle gelmeye razı ediyor. Bu da aralarındaki aşkın yüzeyselliğini gösteriyor. Yüzeysel bir aşk da pek umrumuzda olmuyor. 34) Filmin sonunda Hasan'ın "aşıkların" gitmesine izin vermesi, onun aslında kalifiye bir düşman olmadığının bir kanıtı. Kalifiye olmayan bir düşman da yeterince gerilim yaratamıyor, doğal olarak (Bkz. Aşağılarda bir yerde "Kaliteli Kötü Adamlar" yazısı). Bu sahnede, daha önce sevgilisi hakkında konuştular diye adam öldüren Hasan'ın ortalığı kana bulamasını bekliyoruz. Ali ile Emine, bir biçimde bu çatışmadan kurtulsaydı, ya da biri ağır yaralansaydı, o zaman ilişkileri gözümüzde bir "değer" kazanırdı. Şimdi ise trenin arkasından bakıp "Selametle!" demekten başka bir şey gelmiyor içimizden. 566

35) Filmin bir mesajı (Lajos Egri'nin deyimiyle "önermesi") yok. Silik bir mesaj olarak "aşk herşeyin üstesinden gelir" denilebilir, çok fazla bir iyi niyet mesaisi ile. Çünkü bunun mesaj olabilmesi için, aşıkların başına bir sürü şeyin gelmesi gerekirdi. Ama filmde böyle bir şey yok. Filmin finaline kadar her şey tıkırında gidiyor. Hemen hiçbir engelle karşılaşılmıyor. "Eğreti Gelinlik" kurumunun doğal çağrışımı olarak mesaj "Aşk bütün geçmiş günahları affettirir" olabilirdi. Ama senaryo bunu da anlatmıyor. Bu yönde bir iki ufak ima olsa da, söylenen kesinlikle bu değil. En akla yakın mesaj "Evinize eğreti gelin almayın, oğlunuz onunla kaçabilir" gibi duruyor. Ama bu kurum da ortadan kalktığı için, bu mesaj da yersiz ;) *** Neticede bu film bana 80'lerde çekilen filmleri anımsattı. Atıf Yılmaz'ın tarzında hiçbir değişiklik yok. Ama hatırlatırım, yıl 2005! Post-Eşkiya, Post-Vizontele ve hatta Post-İstanbulkanatlarımınaltında devrindeyiz artık. Yani insanlar daha akıcı, daha ilginç, daha sahici, senaryoları teknik olarak çok başarılı bir biçimde yazılmış Türk filmleri görmüş durumdalar. Artık çıta bu yükseklikte. Senaristler (ve bu senaryoları filme dönüştüren yönetmenler) bunu göz önünde bulundurmak zorundalar. Bulundurmazlarsa, sinema tarihine bir anakronizm olarak geçerler: "2000'li yıllarda 80'li yılların filmi yazan/çeken insanlar" olarak... posted by gezgin @ 4:33 PM

0 comments

Cuma, Nisan 08, 2005 BAŞARILI BİR SENARİST OLMANIN 3 SIRRI Art Arthur, başarılı bir senaryo yazarı olmanın üç sırrı olduğunu söylemektedir: 1) Bir şeyi yazmadan önce mükemmel olmasını beklemeyin, yazın! ("Don't get it right, get it written!") Eğer mükemmel olmasını beklerseniz, o iş "iyi" bile olamaz. Bir şeyi önce yazın, sonra da o yazdığınızı her yeniden yazımda biraz daha geliştirmeye bakın. 2) Reddedilmeyi reddedin. Reddedilmeyi asla kişisel olarak algılamayın. Bir senaryonun reddedilmesi için, senaryonun yazım kalitesi dışında, yüzlerce neden vardır. Senaryonuzu götürebileceğiniz yüzlerce yer olduğu gibi. (Türkiye'de bu sayıyı "onlar"la ifade etmek daha doğru olur herhalde - g.g.) 3) Pantolonunuzun arkasının ait olduğu yer, sandalyenizin oturma yeridir. Eğer yazar olmak istiyorsanız yazmanız gerekir. Bu nedenle bilgisayarın önüne oturun ve yazmaya başlayın. (Kaynak: Michale Hauge'un web sitesinin "ipuçları" bölümü) posted by gezgin @ 4:23 PM

0 comments

SAHNE YAZIMINDA EŞSİZ BİR YARDIMCI ! Bir sahneyi yazmaya başlamadan önce aşağıdaki soruları cevaplarsanız, işinizin son derece kolaylaştığını göreceksiniz. Bu soruların, özellikle "Yazar Tıkanması" yaşadığını düşünenler için son derece faydalı olduğu kanaatindeyim. 1) Bu Sahnedeki AMACIM Nedir? Bu, bir sahne yazarken göz önünde bulundurmanız gereken en önemli meseledir. Çünkü bu amaç, yazmakta olduğunuz sahneyi hikayenizin omurgasına bağlar. Ayrıca sahnenin, kahramanınızın dış motivasyonuna katkıda bulunmasını mümkün kılar. Sahnenizin, hikayenin genel bağlamı içinde neye hizmet ettiğini bilmeniz gerekir. Diyaloglarınız ne kadar komik, dramatik ya da orijinal olursa olsun, eğer yazdığınız sahne kahramanınızın dış motivasyonuna katkıda bulunmuyorsa, ya o sahneyi değiştirmelisiniz, ya da bütünüyle atmalısınız. 2) Sahne Nasıl SONA ERECEK? Yukarıdaki soruda bahsedilen amacı belirledikten sonra, sahnenin sonucunu belirleyin. Hemen hemen bütün sahnelerin sonunda mevcut mesele halledilir ama tamamen çözülmeyen bir şeyler de bırakılır. Bu da senaryoyu okuyan kişinin okumaya devam etmesini, seyircinin de dikkat kesilmesini sağlar. (İleride çok sayıda örnek göreceğiz)

567

3) Bu Sahnedeki Her Karakterin AMACI Nedir? Yazdığınız her sahnedeki her karakter bir şey İSTEMELİDİR. Bu istek, karakterin eylemlerini ve söyleyeceklerini belirler. (İleride çok sayıda örnek …) 4) Bu Sahnedeki Her Karakterin TAVRI Nedir? Sahnedeki her karakter, olan biten hakkında neler hissediyor? Genelde karakterlerin tavrı okuyucu tarafından bilinmez, ama yazar olarak, karakterlerin gerçekte neler hissettiğini hep bilmeniz gerekir. 5) Sahne Nasıl BAŞLAYACAK? Karakterleriniz, yaratmakta olduğunuz duruma nasıl sokacaksınız? Titanic filminin intihar sahnesinin (bkz. Aşağılarda bir yer) amacı Jack ile Rose’u tanıştırmaktır. Yazarın (J. Cameron) bu sahneyi yazmaktaki amacı, aralarında muazzam bir ekonomik ve sosyal fark olan iki genci, çok derin bir ilişki kurmalarını sağlayacak şekilde tanıştırmaktır. Rose’un intihara yeltenmesi ve Jack’in onu vazgeçirmesi, bunu mükemmel bir biçimde sağlar. Jack ile Rose başka şekillerde de tanışabilir miydi? Tabii ki. Peki bu kadar etkili olur muydu? Hiç sanmam. (Kaynak: Michael Hauge’un “Writing Screenplays That Sell”. 5. Maddedeki yorumlar gezgin’e ait) posted by gezgin @ 4:01 PM

1 comments

DİYALOG YAZMA SANATI Diyalog yazmak senaryo yazarlığının en eğlenceli bölümü gibi gözükse de, bu inanış sadece acemiler arasında yaygındır. Onlara göre "diyalog yazmaktan kolay bir şey yoktur". Oysa durum hiç de böyle değildir. Diyalog yazmak senaryo yazarlığının en külfetli yanlarından biridir. Eğlenceli tarafı, 20-30 defa yazdığınız bir sahnenin iyi işlediğini görmektir, o kadar. Ama o noktaya varana kadar kelimenin tam anlamıyla "ananız ağlar". Konuyu ayrıntısıyla işlemeden önce çok basit bir gerçeğe (ve bunu görememekten kaynaklanan çok büyük bir hataya) işaret edeyim: PERDEDE GÖRÜNENİ KARAKTERLERE SÖYLETMEYİN! Türk Filmlerinin en bariz hatalarından biri budur: "Ne o? Ağlıyor musun?" sendromu. Bunu sakın yapmayın. Meğer ki espri amaçlı olsun. *** Michael Hauge'a göre diyalog yazarken senarist iki durumdan birini yaşar: Birinci durumda senarist sahne başlığını yazar, tasviri yazar, sonra da sahnedeki karakterleri konuşturmaya başlar. Önce biri bir şey der, sonra da diğeri ona karşılık verir. Karakterler tam kendilerine uygun sözleri, en doğru zamanda ve en doğru biçimde söylemektedir. Konuşmalar son derece akıcı, yaratıcı ve eğlenceli bir biçimde ilerler. Senaristin yaratıcılığının had safhada olduğu bu tür durumlara son derece nadir rastlanır. Eğer kendinizin böyle "yaratıcı bir hal" içinde olduğunuzu hissederseniz, parmaklarınız artık tuşlara basamayacak kadar yorulana dek yazmaya devam edin. Böyle bir durumda asla yazarken kendinizi sansürlemeyin. Bırakın aksın. Nasılsa ikinci, üçüncü müsveddeleri yazarken tekrar tekrar üzerinden geçeceksiniz. Bir yazar hem akış halinde olup hem de kendini kontrol edemez. Bu nedenle kendinizi eleştirmeden yazmaya devam edin. Unutmayın, uzun bir sahneyi kısaltmak, kısa bir sahneyi uzatmaktan her zaman daha kolaydır. Bu nedenle 3 sayfa olması gereken bir sahne, sizin bu "akış" halinde olmanızdan dolayı 15 sayfaya çıkarsa üzülmeyin, yazmaya devam edin. *** İkinci durumda ise senarist şu haldedir: Sahne başlığını yazar, birkaç tasvir cümlesi yazar. Sonra 15 dakika boyunca ekrana ya da sayfaya bakar. Kendi kendine "Bunlar şimdi ne diyecek?" diye düşünür. Sonra da kalkıp buzdolabına gider ve yiyecek bir şeyler aramaya başlar! 568

Bu noktada senaristte önce gizli, sonra da açık bir Panik hali başlayabilir. "Eyvah, TIKANDIM" düşüncesi paniğin daha da büyümesine yol açar. (Türk senaristlerinin genelde sigara ve alkol eşliğinde çalışmasının nedeni, bu uyarıcı ve uyuşturucuların yarattığı ortak ve garip etki ile bu tıkanma duygusunu aşmaya çalışmalarıdır.) Böyle bir tıkanma duygusuna kapılmamanın ilk şartı diyalogların, senaryonun en önemli bölümü olmadığını hatırlamaktır. Senaryonun en önemli bölümü, aşağıdaki yazılarda uzun uzadıya ele aldığımız hikaye yapısı ve karakterlerdir. Hikaye yapısı (plot) ve karakterler doğru olarak oluşturulduktan sonra, diyalogları halletmek nispeten daha kolaydır. Diyalog yazmak da, tıpkı hikaye yazmak (3 perdeli yapı) ve karakter geliştirmek (karakterin geçmişi ile ilgili soruları yanıtlamak) gibi teknik bir meseledir aslında. Bu tekniği bir üstteki yazıda okuyabilirsiniz. posted by gezgin @ 3:21 PM

0 comments

Salı, Nisan 05, 2005 SAHNE YAZARKEN - BİÇİM Senaryo yazımının edebi yazım türlerinden farklı olduğu açıktır. Senaryoda daha çok görsel anlatıma önem verilir. Yani yazdıklarınız bir biçimde perdeye yansıtılabilecek şeyler olmalıdır. Senaryo yazarken uyulması gereken bazı kurallar vardır. Bunlardan bazılarını aşağıda sıraladım: 1) Oyuncuların senaryonuzu nasıl oynayacağına dair parantez içi açıklamalar yapmayın. Bir senarist olarak sizin göreviniz karakterlere ne yapacaklarını ve neler söyleyeceklerini yazmaktır. Ama oyunculara nasıl oynayacaklarını söylemek sizin göreviniz değildir. Parantez içine yazacağınız bu tür talimatlar okuyucunun dikkatini dağıtır. İSTİSNA: Bu gibi parantez içi açıklamaların gerekli olduğu durumlar da vardır. Eğer sahnede ikiden fazla karakter varsa ve kahramanınız herkese değil de bu karakterlerden sadece birine dönüp konuşuyorsa, bunu parantez içinde belirtmeniz gerekir. 2) Kamera hareketleri yazmayın. Filmi kafasında çekmiş olan senaristler, kafalarındaki bu filmi kağıda da dökmek isterler. Bu nedenle perdede neyin göründüğünü neyin görünmediğini ayrıntılı bir biçimde yazarlar. Bu YANLIŞTIR! Senaryonuzu yazarken OMUZ ÇEKİMİ, YAKIN ÇEKİM, GENİŞ AÇI, vb. ifadeler kullanmayın. Neyin nasıl görüneceğini belirlemek, film yönetmeninin ve görüntü yönetmeninin işidir. Ayrıca bu tür ifadeler, senaryonun okunmasını da zorlaştırır. İSTİSNA: Perdede neyin göründüğü, eğer hikaye anlatımı açısından çok önemliyse, kamera hareketleri verilebilir. Örneğin, bir katilin kimliğini seyirciden gizlemek istiyorsanız, şöyle yazabilirsiniz: YAKIN ÇEKİM'de, deri eldiven giymiş bir elin, masanın üzerinde duran bıçağa uzandığını görürüz. 3) Bir sahneye her zaman bir tasvirle başlayın. Yani sahne başlığından (YER. ZAMAN.) hemen sonra diyaloglara geçmeyin. Aşağıda, hatalı bir örnek görüyorsunuz. İÇ. ARABA. GÜNDÜZ. Murat Ben de seni özledim. 4) Tasvirlerinizin biraz edebi olmasında sakınca yoktur. Örneğin "Eski bir kamyon" yerine "Şehirler arası yollarda on binlere kilometre yol almaktan yorulmuş, artık emekliye ayrılma vakti gelmiş bir kamyon" demek, okuyucunun zihninde daha canlı bir imge (görüntü) yaratır. Bu yöntemi insanları tasvir ederken de kullanabiliriz. Örneğin "Kırklarının sonunda, yorgun görünüşlü bir kadın" yerine "Ayşe Hanım, hayatını çocuklarına ve kocasına adamış olmanın bedelini, yüzündeki kırışıklıklarla ve saçındaki ak tellerin artmasıyla ödemişti. Ama buna hiç de pişman değil gibiydi" derseniz, çok daha spesifik bir resim çizmiş olursunuz. 569

Abartmamak kaydıyla, detay vermek iyidir. "Dağınık bir genç odası" yerine "Yerlerde dergiler, masanın üzerinde dağınık halde duran CD'ler, uzun süredir tozu alınmamış bir bilgisayar ve duvarlarda şarkıcıların dev posterleri: BRITNEY SPEARS, BEYONCE, ENRIQUE IGLESIAS" Zengin bir dil kullanın. Sadece "gitti" demek yerine "yürüdü, koştu, süründü, sinerek ilerledi, ileri fırladı, uçtu" gibi canlı ifadeler kullanabilirsiniz. posted by gezgin @ 12:50 PM

0 comments

Salı, Mart 29, 2005 "CLOSER" Bu sene Mike Nichols'ın beni gıcık eden ikinci eseri - birincisi "Angels in America"ydı. Bu filmde de bir oyunu sinemaya uyarlamış. Başrol oyuncularını görünce heyecanlanmamak mümkün değil. Jude Law, Julia Roberts, Natalie Portman ve Clive Owen ("Kral Arthur"daki Kral Arthur). Filmin artılarını söyleyeyim önce: Filmi oluşturan sahneler hemen her zaman beklentinizin zıddı yönde hareket ediyor - ki bu, senaryo yazarlığında takdir edilen bir yaklaşımdır. Seyirci bir süre sonra artık beklentiye girmemeye başlar, çünkü sürekli şaşırmaktadır. Filmin genelde diyaloglara dayanan hızlı bir ritmi var - bir oyun uyarlaması olmanın getirdiği dezavantajlardan kurtulmanın etkili bir yöntemi. Oyunculuklar da genel olarak güzel. En iyi performansı Clive Owen'dan izlemek ise daha güzel. Gelelim filmin eksilerine: Bu filmi, kendinizi "aşırı" mutlu hissediyorsanız ve kendinizi dengelemek için biraz mutsuzluğa ve can sıkıntısına ihtiyacınız varsa (!) izleyin. Çünkü insan doğasına yönelik can sıkıcı bir yorumda bulunuyor - ki bu yorum da o kadar doğru değil, en azında evrensel değil. İnsan ilişkilerinin sonuna kadar yozlaştığı Avrupa'dan ilişki manzaraları sunuyor sadece. Bu filmde anlatılan "aşk" ile bu ülkenin önemli bir bölümünde yaşanan "aşk" arasında sadece bir SESTEŞLİK durumu söz konusu. Yani hiçbir biçimde bu iki "aşk" aynı anlama gelmiyor. İngilizce'de "love" sözcüğünün hem sevgi, hem aşk, hem de seks anlamına gelmesi, bu milletin (Anglo Saksonların - yani İngiliz ve Amerikalıların) bu konuda kafasının ne kadar karışık olduğunu gösteriyor. Sadece kafaları karışık değil, davranışları da kötü. Oysa bu ülkede "aşk" dediğimiz zaman Anglo-Sakson kültüründekinden çok daha duyarlı, çok daha derin, çok daha güçlü bir his anlaşılır - büyük şehirlerde yaşayan dekadan (manevi olarak çürümüş) bir insan topluluğunu, bu cümlenin dışında tutuyorum. Bu nedenle, tıpkı "Angels in America"da olduğu gibi, bu filmin de bize söyleyecek bir şeyi olmadığı kanaatindeyim. Eğer bu filmin kendisine hitap ettiğini söyleyen varsa bu, o insanın Anglo-Sakson kültürünün kokuşmuş bölümüne maruz kaldığından başka bir şeye işaret etmez. Gitmeyin, arkadaşlarınızı da götürmeyin derim, başka bir şey demem. posted by gezgin @ 5:06 PM SAHNE TÜRLERİ İki sahne türü vardır: 1) Olayların görsel olarak anlatıldığı sahneler. Bu sahnelerde olay sadece görüntüler vasıtasıyla anlatılır. Örnek: Braveheart'taki savaş sahneleri. 2) Diyalog sahneleri. Bu sahnelerde hemen hiç aksiyon yoktur. Bilgiler görüntü vasıtasıyla değil, sahnedeki kişilerin konuşmalarıyla seyirciye aktarılır. Örnek: Rezervuar Köpekleri'nin girişinde, kafede oturan soyguncular arasındaki konuşma sahnesi. Bu ayırım, sadece teknik amaçlıdır. Çünkü bir çok sahne, bu iki türün karışımından meydana gelir. Hatta, bu ikisinin karışımından meydana gelen sahneler, tek türe bağlı kalan sahnelerden daha iyidir denilebilir. Hiçbir diyaloğun olmadığı uzun aksiyon sahneleri ya da hiçbir aksiyonun olmadığı uzun diyalog sahneleri genelde seyirciyi sıkar. Hareket halindeki insanlara bir şeyler söyletmek ya da konuşan insanları hareket ettirmek, hikayeye dinamizm katan çok etkili bir tekniktir. posted by gezgin @ 3:27 PM

0 comments

SAHNE NEDİR

570

Filmler "sahne" dediğimiz birimlerden oluşur. Sinemada hikayeler sahneler vasıtasıyla anlatılır. Bu nedenle, senaryo yazmak eylemi aslında, arka arkaya gelecek sahneler yazmaktan başka bir şey değildir. Sahne, zaman ve mekan birliği olan bir olay ya da durumdur. Yani aynı zaman ve mekanda geçen bir olay, bir sahne meydana getirir. Mekan ya da zaman değiştiği zaman sahne de değişir. Örneğin kahramanımız evinin salonunda telefonla konuşuyorsa, bu bir sahnedir. Kahramanımız evden sokağa çıktığında yeni bir sahneden bahsediyoruzdur artık. "AŞIK SHAKESPEARE" filminden bir örnek görelim: İÇ. SHAKESPEARE'İN ODASI. GÜN Bir binanın çatı katında küçük bir oda. Üzerinde çeşitli eşyaların ve buruşturulmuş kağıtların bulunduğu dağınık bir raf. Nesnelerin arasında bir kuru kafa ve üzerinde STRADFORF-UPON-AVON yazan bir fincan görürüz. Çeşitli aralıklarla bu rafa doğru buruşturulmuş kağıt parçaları atılır. Kağıtları atan kişi, masasının üzerine eğilmiş ve büyük bir dikkatle bir şeyler yazan WILLIAM SHAKESPEARE'dir. Ne yazdığını görürüz: Will, tekrar tekrar imzasını atmaktadır. "Will Shagsbeard... W Shakspur... William Shasper...". Yazdıklarından memnun olmaz, kağıdı buruşturur ve atar. Will sabırsızlanır. Aniden ayağa kalkar, yatağının bulunduğu yere çıkar ve çizmelerini giymeye başlar. Tam bu sırada kapı açılır ve HENSLOWE içeri girer. Nefes nefesedir ve ayakları acımaktadır. HENSLOWE Will! Oyunum nerede? Lütfen bana bitmek üzere olduğunu söyle. Lütfen bana yazmaya başladığını söyle. (umutsuz) Başladın mı? WILL (çizmeleriyle uğraşırken) Yıldızların ateşten oluştuğundan şüphe et. Güneşin hareket ettiğinden şüphe et. HENSLOWE Hayır, hayır, buna vaktimiz yok. Edebiyat yapma. Oyunum nerede? WILL (parmağıyla alnına vurur ve kapıya yönelir) Hepsi burada kilit altında. HENSLOWE Şükürler olsun! (sonra, şüpheli) Kilit altında mı? WILL İlham perimi bulana kadar. DIŞ. SOKAK. WILL'İN EVİNİN DIŞINDA. GÜN. Will şehrin kalabalık bir bölgesinde yaşamaktadır. Sokak satıcıları bağırarak mallarını satmaya çalışmakta, insanlar işlerine gitmektedir. HENSLOWE belirli bir yöne doğru hızla gitmekte olan WILL'e yetişir. HENSLOWE (yetişir) Bu seferki ilham perin kim? WILL Her zamanki gibi Afrodit. HENSLOWE "Dog and Trumpet"in arkasında "iş yapan" Afrodit Baggot mu? WILL Henslowe, sen ruhsuz bir adamsın, ruh eşini arayan bir boşluğu nasıl anlayabilirsin ki? 571

(Kaynak: "Shakespeare in Love", Mark Norman ve Tom Stoppard, sayfa 5-6) Yukarıdaki örnekte, mekanda meydana gelen bir değişiklikten dolayı sahne değişmektedir. Shakespeare ve Henslowe evden sokağa çıkınca yeni bir sahne başlar. Bazen mekandaki herşey aynı kalmasına karşın, zamanda meydana gelen bir değişiklik de sahne değişimi gerektir. Aşağıdaki örnek, Terminator 2 filminden. 90. İÇ. BENZİN İSTASYONU. GECE. Terminatör, istayonun ofis bölümünde, pencerenin önünde ayakta durmaktadır. Sessiz ve hareketsiz bir biçimde geceyi izlemektedir. Sadece gözleri oynamakta, arada sırada yoldan geçen arabalara bakmaktadır. ZİNCİRLEME GEÇİŞ: 91. İÇ. BENZİN İSTASYONU. GÜNDÜZ. Aynı görüntü. Ofisin pencerelerinden şimdi de güneş ışığı girmektedir. Terminatör hiç hareket etmemiştir. (Kaynak: "Terminator 2: Judgement Day" Çekim Senaryosu, James Cameron ve William Wisher) posted by gezgin @ 3:22 PM

0 comments

Cumartesi, Mart 26, 2005 SAHNE YAZIMINA GEÇMEDEN ÖNCE YAPILACAK SON ŞEY: SAHNE LİSTESİ Filminizin sinopsisini yazdınız diyelim. Yani: hikayenizi 3 perdeli yapıya oturttunuz, karakterleri doğru bir biçimde yarattınız, kahramanın dış motivasyonunu net olarak belirlediniz ve bu motivasyonun önüne çatışmayı yaratacak engelleri çıkardınız. Bütün bunları 3-4 sayfalık bir sinopsiste başardınız. Peki bu 3-4 sayfalık sinopsisten 120 sayfalık senaryo aşamasına nasıl geçilir? Genel uygulama önce, 30-40 sayfalık bir tretman yazmaktır. Tretmanda, sinopsiste anlatılan olayları çok daha ayrıntılı bir biçimde işlersiniz. Ama hemen hiç diyalog kullanmazsınız. Tretmanı yazdıktan sonra genelde hemen senaryo aşamasına geçilir. Senaryo yazarken artık olayları "sahne" dediğimiz bölümlere ayırmanız gerekmektedir. Bir sahne, zaman ve mekan birliği olan bir birimdir. Yani bir olayı anlatırken, zamanda ya da mekanda bir değişiklik olursa sahne değişir. (Sahne yazma konusuna daha sonra ayrıntılı bir biçimde gireceğiz). Sahne yazımına geçmeden önce, çok faydalı olduğunu düşündüğüm, ama bizde pek kullanılmayan bir teknik önereceğim. Bu tekniğin adı: SAHNE LİSTESİ yapmak. SAHNE LİSTESİ nedir? Sahne listesi, bir senaryoyu oluşturacak bütün sahnelerin, (daha senaryo yazılmadan önce) bir iki satırlık cümleler şeklinde alt alta sıralanmasıdır. Peki ne işe yarar? Çok işe yarar. Öncelikle senaristin, senaryosunun nereden gelip nereye gittiğini iki-üç sayfa üzerinde görmesini sağlar. Senarist, yüz sayfayı aşkın bir yığında kaybolmak yerine, sadece iki-üç sayfa içinde hikayenin bütün olaylarını görebilir. Böylece senaryo üzerindeki hakimiyeti artar. Senaryo bir kere yazıldıktan sonra sahne eklemek ya da çıkarmak çok zordur. Eklenen ya da çıkartılan sahnenin diğer sahnelere olan etkisini kestirmek güçtür. Oysa bu işlem (sahne ekleme ve çıkarma), sahne listesi üzerinde çok kolay ve etkili bir biçimde yapılabilir. Sahne listesine TITANIC filminin tam ortasından ("midpoint") bir örnek vereyim:  

Jack Rose'un nü resmini çizer. Yaşlı Rose, kendisini dinleyenlere "o an" neler hissettiklerini anlatır. 572

          

Rose, Jack'in çizdiği resmi Cal'in kasasına koyar. Cal'in yardımcısı Lovejoy'un gelmesi üzerine gençler süitten kaçarlar. Lovejoy ile gençler arasında, geminin koridorlarında kovalamaca yaşanır. Jack ve Rose geminin ambar bölümüne gelirler. Kaptan geminin komutasını yardımcısına, sonra o da kendi yardımcısına bırakır. Cal odasına gelir ve Rose'un Jack ile birlikte gittiğini anlar. Jack ve Rose ambardaki bir arabanın içinde sevişirler. Gemideki iki görevli, gençleri bulmak için ambara gelir. Jack ile Rose güverteye çıkarlar. Gözcüler önlerindeki buz dağını fark ederler ve kaptan köşküne haber verirler. Haberi alan kaptan yardımcısı geminin yönünü değiştirmek için elinden geleni yapar ama gemi buzdağına çarpar.

Görüldüğü gibi, sahne listesinde ne bir tasvir ne de bir diyalog vardır. Sadece o sahnedeki en önemli olay, bir iki satırlık bir cümleyle anlatılır. Ve bir sahne listesinin 3 sayfayı geçmemesi gerekir. Geçerse, amacından sapmış olur. Ayrıca sahne listesi yazarken her sahne yazılmaz. "Geçiş" niteliğindeki küçük ve nispeten önemsiz sahneleri yazmasanız da olur. Hatta yazmamanız gerekir. Bu tekniğin, batılı örneklerine nispetle "karmaşıklıktan" uzak, basit kalan Türk senaryolarının daha karmaşık, daha zeki, daha yaratıcı olmasına yardımcı olacağı kanaatindeyim. (Sahne listesi bilgisi JOHN TRUBY'den alınmadır. Örnekler ve açıklamalar gezgin'e aittir.) posted by gezgin @ 4:37 PM

0 comments

Cuma, Mart 18, 2005 SENARYO ÖĞRETMENLERİNE TAVSİYELER Yakın zamanda bir çok yerde senaryo kursu açıldığını duyuyorum. Bu çok güzel bir gelişme. Bu gelişmenin daha da güzel ve kalıcı bir hale gelmesi için, orada verilen öğretimin etkili sonuçlar yaratması gerekiyor. Bunun için de bu kurslardaki çalışmaların “öğretme – öğrenme” tekniklerine uygun bir biçimde yapılması şart. Bu kurslarda ders verenlerin çoğu profesyonel senarist. Ama “öğretmenlik” bambaşka bir şeydir. Kendine özgü kuralları vardır. Bu kurallara uyulmazsa, dersi veren ya da atölye çalışmasını düzenleyen senarist, piyasada ne kadar başarılı olursa olsun, verimli olamaz, istediği sonucu alamaz. Kısacası iyi senarist demek, iyi öğretmen demek değildir. Öğretmenlik deneyimlerime dayanarak, bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum. Bunların, hem bu dersleri verenlere hem de alanlara faydalı olacağı kanaatindeyim. 1) Verdiğiniz pozitif geribildirim ("feedback"), negatif geribildirimden daha fazla olmalı. Yani öğrencinin yapamadıklarından çok yapabildiklerini vurgulayın. Üst üste negatif geribildirim alan bir öğrenicinin şevki kırılabilir, “bende yetenek yok” diye düşünmeye başlayabilir. Kimsenin başkasının şevkini kırmaya hakkı olmadığını unutmayın. 2) Öğrencinizin senaryosunu eleştirirken, bütün eksiklerini ve hatalarını bir kerede söylemeyin. En temel hatalardan başlayın, zaman içinde daha üst düzey hatalara geçin. Örneğin ilk dikkat edilmesi gereken konu “plot” yani olay örgüsüdür. Önce olay örgüsündeki hatalar üstünde durun, bunları eni konu hallettikten sonra karaktere, oradan da sahne yazımına ve diyaloglara geçin. Hepsini aynı anda söylerseniz, 1. maddede anlattığım gibi bir motivasyon kaybına yol açabilirsiniz. 3) Öğrencinin hikayesi ile ilgili kendi düşüncelerinizi ona empoze etmeyin. Bunun, onun hikayesi olduğunu unutmayın. Olayların nereye gitmesi gerektiğine bırakın o karar versin. Siz sadece hangi alanda potansiyelin daha fazla olduğuna işaret edin. Eğer öğrenci sizinle aynı fikirde değilse zorlamayın. 4) İyi senaryolar her zaman, yazarın inanarak yazdığı konulardan çıkar (bkz. “Senarist Ne Yazmalı” adlı aşağılardaki bir yazı). Öğrencilerinizin heyecan duyduğu damarı takip etmesini sağlayın. Size yanlış geliyor diye öğrenciden, onun yaratıcılığını ateşleyen konuyu terk etmesini istemeyin. 5) Hata yapmak, öğrenme sürecinin en önemli fırsatlarından biridir. Öğrencinizin senaryosunda bir hata gördüğünüz zaman doğrudan bu hatayı ona göstermek yerine, hata olan alanı işaret edin ve “sence burada bir sorun var mı?” diyerek hatayı ona buldurun. 573

6) Senaryo yazmak esas olarak sorun çözme becerisidir. Öğrencilerinizin bu becerisini geliştirin. Bir yerde tıkandıkları zaman, onlara hemen çareyi göstermek yerine bu soruna nasıl yaklaşmaları gerektiğini gösterin. Senaryodaki bir sorunun farklı yönlerden ele alınabileceğini öğretin: olay örgüsü (plot) yönünden, yapı yönünden, karakter yönünden. 7) Öğrencilerin ilk senaryolarında mucizeler yaratmasını beklemeyin. Senaryo yazmak, pratik yaptıkça gelişen bir beceridir. Öğrencinizi düzenli olarak yazmaya (örneğin her gün 3 sayfa) teşvik edin. 8) Aslında "yazar tıkanması" (Writer's block") diye bir şey olmadığını mutlaka öğretin. Bu mazeretin arkasına saklanarak haftalar, hatta aylar kaybetmesinler. Ya aşırı yorulmuş yazarlar vardır, ya sonu gelmiş ve daha ilerleme şansı olmayan konular vardır, ya da “orada olmaması gereken bir şeyi oraya sokuşturmaya çalışan” yazarlar vardır. Öğrencileriniz yorulmuşlarsa dinlensinler, konu tükendiyse onu bıraksınlar veya konuya farklı bir boyut (değişik bir karakter, yeni bir mekan, vb.) katsınlar, bir süredir hiçbir şey yazamıyorlarsa, senaryoya en son ekledikleri şeyi (sahne, karakter, diyalog) çıkartıp başka bir şey denesinler. 9) Mutlaka ama mutlaka BEYİN FIRTINASI yapmayı öğrensinler. Söz uçar yazı kalır ilkesi gereği, akıllarına gelen en uçuk fikirleri bile yazsınlar. Bunlar zaman içinde hiç umulmadık kombinasyonlar yapabilirler. Bir “akıl defterleri” olsun. 10) En iyi senaryo bitmiş senaryodur. Öğrencileri, kafalarındaki projeleri bitirmeye teşvik edin. Ciltlenmiş bir senaryo kadar özgüven artırıcı bir şey yoktur. Kötü de olsa öğrencilerini senaryolarını bitirmeye cesaretlendirin. Bir sonraki senaryoları mutlaka daha iyi olacaktır. posted by gezgin @ 1:31 PM

0 comments

SENARYO YAZARKEN DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR Senaryo metinleri, diğer metinlerden çok belirgin bir biçimde ayrılırlar. Diğer metinlerde olan bazı şeyler onlarda yoktur, onlarda olan bazı şeyler de diğer metinlerde bulunmaz. Senaryoların genel özelliklerini madde madde inceleyelim: * Perdede görülmeyecek ya da duyulmayacak hiçbir şey senaryoya konmaz. Sinema görsel ve işitsel bir medyadır. Bu nedenle senarist, perdede görülecek şeyleri betimlemekle ve işitilecek şeyleri yazmakla yükümlüdür. Bunun dışında hiç bir şeyi senaryoya yazmamalıdır.   

Karakterlerin hissettikleri Karakterlerin düşündükleri Perdede duyulmayan ya da görülmeyen olaylar

senaryoya yazılmaz. Örneğin şöyle bir cümleyi, profesyonel bir senaryoda göremezsiniz: "X, hayatın dayanılmaz ağırlığından kaynaklanan sıkıntıyı, bütün hücrelerinde hissetti." Bir yönetmen bir senaryoyu eline alınca kendine şu soruyu sorar: "Bu okuduğum şeyi en etkili bir biçimde perdeye nasıl yansıtabilirim?" Yukarıdaki cümleyi ele alalım. Yönetmen, şunlardan hangisini perdeye aktarabilir ki?    

hayatın ağırlığı? bu ağırlığın dayanılmazlığı? sıkıntı? sıkıntı hisseden hücreler?

Görüldüğü gibi bunlardan hiçbiri kameranın önüne konup filme alınamaz. Bu nedenle de senaryoda yer almamalıdır. Ama şöyle bir cümle, bir senaryoda bulunabilir: "X'in yüzünde, yıllardır yaşadığı sıkıntıyı belli eden bir ifade belirdi." İşte bu cümle yönetmene kaydedebileceği, oyuncuya da canlandırabileceği bir malzeme sağlamaktadır. Bu nedenle bir senaryoda bulunabilir. Şu cümle de iyi yazılmış bir senaryoda kendine yer bulamaz:

574

"Z, babasını çok küçük yaşta kaybettiği için, yaşlı adama karşı bir yakınlık hissetmişti." Eğer senaryonun bir başka yerinde, görüntüyle ya da diyalogla, Z'nin babasını kaybettiğini izleyiciye anlatmıyorsak, yukarıdaki cümlenin hiçbir biçimde senaryoda yer almaması gerekir. Ama şöyle bir cümle olabilir: "Z, babasını küçük yaşta kaybetmiş çocuklara özgü bir sertlikle, kapıda duran adamlara baktı." Burada bir bilgi verilmiyor, bir davranışın tarzı (stili), benzetme yoluyla anlatılıyor. Bu cümle, Z'yi canlandıracak oyuncuya karakterin gözle görülür bir yönü hakkında bilgi sağlıyor. * Senaryolar diyaloglardan ve tasvirlerden (betimleme) oluşur. Diyaloglar, karakterlerin söyledikleri sözlerdir. Tasvirler ise ya mekanları betimler ya da karakterlerin hareketlerini anlatırlar. Bir örnek: Sıvı nitrojenin akışı durur ve buharlaşma başlar. Nitrojenin neden olduğu soğuğun hemen kıyısında duran Terminatör, buzdan bir heykele dönmüş T-1000’i açık seçik görebilmektedir. 45’lik tabancasını çıkarır. TERMINATOR Hasta la vista, bebek. BAM! Tek kurşun, T-1000’i milyonlarca ufak parçaya ayırır. Parçacıklar 7-8 metrelik bir alana dağılırlar. Terminatör, sonuçtan memnun olmuş bir halde silahını indirir. Bir tatile ihtiyacı var gibi görünmektedir. (“Terminator 2: Kıyamet Günü” senaryosundan, sahne 194 F-G) * Senaryo formatlarını bilseniz iyi olur. İki ana format vardır. Biri Fransız, diğeri Amerikan. Fransız formatından sayfa ikiye ayrılır ve sol tarafa görüntüler, sağ tarafa ise sesler ve konuşmalar yazılır. (Şahsen pek tutmadığım bir biçimdir, insanın kafasını tenis maçı seyreder gibi bir sağa bir sola doğru oynatması gerekir). Bir de Amerikan formatı vardır. Burada görüntüler ve diyaloglar alt alta yazılır. (Bence çok daha “okuyucu-dostu” bir formattır). Daha fazla bilgi için Feridun Akyürek’in kitabına bakmanızı tavsiye ederim. * Tasvirleriniz çok uzun olmasın. Amerikan tarzı yazılmış bir senaryoda, çok ama çok gerekmedikçe tasvirleriniz 4 satırı geçmesin. Senaryonuzun film haline dönüşmeden önce bir çok kişi tarafından okunacağını unutmayın. Çok uzun bloklar halindeki (örneğin 10-15 satırlık) tasvirler okuyucuda büyük bir sıkıntı yaratır. Böyle uzun tasvirleriniz varsa bunları 3-4 satırlık paragraflara bölmenizi tavsiye ederim. Böylece okunmaları (ve beğenilmeleri!) çok daha kolay olur. * Tasvir cümleleriniz genel olarak “geniş zaman”da olsun. Yani “yapar, eder, gider, koşar, kaldırır, ateş eder” gibi. * Senaryonuz (Amerikan formatında) 130 sayfadan uzun olmamalıdır. Genelde 1 senaryo sayfası 1 film dakikasına denk gelir. Bu durumda 130 sayfalık bir senaryo aşağı yukarı 2 saatlik film eder. Senaryonuz 200 sayfa ise, bir “yeniden yazımı” kesinlikle düşünmelisiniz. * Senaryo hakkında bilgilenmenin en iyi yolu senaryo okumaktır. Eğer İngilizce biliyorsanız http://www.script-o-rama.com/snazzy/dircut.htmladresinden senaryoları indirip her gün 10-15 sayfa okumanızı tavsiye ederim. Bu uygulamayı, bir çok senaryo kuramı kitabından çok daha faydalı bulacağınızdan eminim. posted by gezgin @ 1:24 PM

0 comments

“BEST OF CNBC-E” Cnbc-e’de yakın geçmişte yayınlanan diziler arasında şahsi bir değerlendirme yapayım dedim. Sonuç 575

olarak ortaya 3 ligden oluşan bir “best of” listesi çıktı:

1. LİG            

Coupling (İlk 3 sezon) 24 (İlk 3 sezon) Nip Tuck Ally McBeal Boston Public (David Kelly’nin yazdıkları) Scrubs (İlk 3 sezon) Frasier (Bütün sezonlar) Spongebob Squarepants (Sünger Bob Karepantol) Simpsonlar Seinfeld (Bütün sezonlar) Guardian (Dizinin tamamı) The O.C.

2. LİG            

Malcom in the Middle Las Vegas E.R. According to Jim Every Body Loves Raymond 2,5 Men Awful Truth Dharma & Greg Buffy Angel Without a Trace Muppet Show

3. LİG        

X-Files South Park King of Queens Angels in America Arrested Development Significant Others Desparate Housewives

DEĞERLENDİRME 1. LİG: Bu listeye baktığım zaman şunu fark ediyorum: senaryosu iyi olan diziler hemen ön plana çıkıyor. Coupling, 24, Ally McBeal ve Nip Tuck, senaryo dersi olarak okutulabilecek eserler. (Bu aralar sayıları artan senaryo kurslarında bunlar incelenebilir aslında). Ama en başarılı dizilerin bile belirli bölümlerden sonra kalitelerini kaybettikleri kesin. Coupling Jeff’in gitmesi ile kendi sonunu hazırladı. Scrubs ise ilk sezonların heyecanından çok şey kaybetmiş durumda. Ally McBeal’ın çok parlak olmayan bazı bölümleri vardı ama her zaman şaşırtıcı, ilginç olmayı başardı. Frasier ise çok akıllı bir senaryo ile çok geniş kitlelere kendini beğendirmek gibi zor bir işin altından kalktı. Simpsonlar ve Seinfeld, kendi alanlarında birer klasik, köşe taşı niteliği kazandılar. O kulvarlardaki diziler, onlara bakılarak değerlendiriliyor artık. Guardian, başı sonu belli ve duygu tonu nispeten kısık olan bir hikaye anlatmasına karşın çok başarılıydı. Bu başarısının temelinde nerede bitmesi gerektiğini çok iyi kestirmesi yatıyordu. Uzatsalardı kötü olacaktı. O.C. çok klasik bir konunun, (zenginler mahallesindeki fakir genç) nasıl yaratıcı bir biçimde ele alınabileceğine dair güzel bir ders. Dizide Los Angeles sosyetesinin iç yüzünü görürken, aynı zamanda Ryan, Seth, Marissa ve Summers gibi gençleri tanıyoruz. 1. Ligin en şaşırtıcı ismi ise, normalde bir çocuk çizgi filmi olan Sünger Bob. Sadece senaryosu değil, görsel mizahı da çok kaliteli olan bu çizgi filmi kaçırmayın derim. Tam anlamıyla bir usta işi.

576

2. LİG: Bu dizilerin senaryoları ya yeterince iyi işlenmemiş, ya da benzer konuları tekrar tekrar ele alıyor. Örneğin “Without A Trace”. Çok kaliteli bir yapım olmasına karşın, kendini çok fazla tekrar ediyor. Buffy ve Angel da öyleydi. Las Vegas, karakterleri ile özdeşleşip duygulanmamıza izin vermeyecek kadar sığ. Aslında dizinin yazılış amacı da bu zaten. Ama sonuçta 1. lige girecek kadar etkili olamıyor. Malcom in the Middle’da da aynı sorun var. Karşıma çıktığında mutlaka izlediğim bir dizi, ama 24 ya da Coupling’de yaptığım gibi günlük programımı ona göre ayarlamıyorum. Çünkü genel konuyu biliyorum: akıl almaz yaramazlıklar yapan çocuklar. Ama “karakter büyümesi” diye bir durum söz konusu değil. O olmayınca da, seyirciyi o kadar derinden etkilemiyor. 3. LİG: Bu ligdeki diziler ise genel olarak, belirli özellikleri ile çok ilginç olan, ama bu özellikleri sağlam senaryolar ile destekleyemeyen diziler. Kimi dizilerin ise Türkiye’ye uygun olduğunu düşünmüyorum. “Angels in America” mesela. 11 Emmy ödülü almasının bence hiçbir anlamı yok. (Neticede bu ödülü veren millet Pirates of the Carribean gibi başarısız bir filmi, ona yüz milyonlarca dolar verecek kadar beğenmiş insanlar. Amerika’da beğenilen her şey “iyi” ve “kaliteli” demek değil yani). Desparate Housewives ve Arrested Development da öyle. South Park ise, eleştiri yaparken “edep sınırlarını aşan” bir yapım olduğu için burada. (Amerika’da, bizdekinden farlı olarak, halkın bütününe ait ortak bir edep sınırı yoktur – son 50 yılda böyle bir şeyleri kalmamıştır. Herkes her istediğini yapar ve bu yapılanlar için özel bir alan ayrılır. Böylece isteyen o alana girer ve kendini istediği gibi ifade eder ya da kendini istediği gibi ifade edenlerin eserlerine ulaşır. Buna da özgürlük derler.) İnsanların manevi değerlerine ya da şahsiyetlerine acımasız ve hayasız saldırıları “ifade özgürlüğü” adı altında yapan bir çizgi film. Yer yer çok komik, çünkü Amerikan halkı bazen inanılmaz derecede aptalca davranabilen bir insan topluluğu. Bu aptallıklarını onlara göstermek için South Park gibi çizgi filmlere ihtiyaç duyuyor olabilirler. Ama neden biz bunu seyredelim ki? X-Files ise doğru bir damarı yeterince işleyemeyen bir dizi: Uzaylıların dünyaya çoktan gelmiş olabileceği ve bunun devlet (ABD) tarafından biliniyor olması ihtimali üzerine kurulmuş. Arada sırada normal üstü olaylara da el atıyor. Ama sonuçta ana hikaye bir yere gitmiyor. Bu nedenle de o kadar heyecanlı değil. Scully ile Mulder arasındaki romantik gerilimin statikliği de bir süre sonra insanı bayıyor. posted by gezgin @ 1:20 PM

0 comments

Cuma, Mart 04, 2005 SENARYO YAPISI KONTROL LİSTESİ Senaryo yapısıyla ilgili bunca yazıdan sonra, diğer konulara (örn. sahne yazımı, diyalog yazmak, vb.) devam etmeden önce, bilgileri şöyle bir toparlayalım. Bunu da bir kontrol listesi şeklinde yapalım. Yazdığınız bir hikâyeyi senaryoya dönüştürmeden önce bu listeye bakarak incelerseniz, (varsa) eksiklerini daha kolay görebilirsiniz. 1) Senaryodaki her sahne, her olay ve her karakter, kahramanın dış motivasyonuna bir biçimde katkıda bulunmalıdır. Bunun için de kahramanınızın çok net belirlenmiş bir dış motivasyona ihtiycı vardır. Yazdığımız çok komik, çok heyecanlı ya da çok duygusal bir sahneyi, hikayenin merkezinde yer alan olayla ilgisi yoksa, değiştirmeniz ya da tamamen çıkarmanız gerekebilir. Hiçbir sahne tek başına, kahramanınızın dış motivasyonundan daha önemli değildir. 2) Senaryonuzun başlarında, hikayenin nereye doğru gideceğini belli edin. Açılışta, okuyucunuzun/seyircinizin zihninde bir soru yaratın. Böylece o da hikayenizin sonuna kadar size bağlı kalır. Örneğin "Rocky"nin açılışından kısa bir süre sonra, filmin sonunda gerçekleşecek büyük maçın sonucunu öğreneceğimizi biliriz - ama maçın sonucunu şimdiden kestiremeyiz. "Matrix"in ilk yarısında da Morpheus Neo'ya "eninde sonunda birileri Ajanların karşısına dikilecek" der. Biz bu kişinin Neo olduğunu biliriz, ama bu mücadeleden sağ çıkıp çıkmayacağını kestiremeyiz. 3) Çatışmanın şiddetini yavaş yavaş artırın. Kahramanın önündeki her engel, bir öncekinden biraz daha zor olsun. Örneğin "Gladyatör" filminde Maximus'un önüne çıkan diğer gladyatörler filmin sonuna doğru daha usta savaşçılar arasından çıkıyordu. En sonunda karşısına çıkan kişi de İmparator oluyordu. Maximus normal şartlar altında İmparator'u kolaylıkla yenebilecekken İmparator hile yapıyor ve Maximus'u arenaya 577

çıkmadan önce ağır bir biçimde yaralıyordu. Bu nedenle bu son dövüş, Maximus için en zor dövüş oluyordu.

4) Hikayenizin hızını gittikçe artırın. Hikaye doruk noktasına (climax) doğru yaklaştıkça momentum da artmalıdır. Bu sadece aksiyon filmleri için değil, komedi ve dramalar için de geçerlidir. 5) Aksiyon ve mizahta tepe ve vadiler yaratın. Senaryonun duygusal olarak çok güçlü anlarını, daha hafif sahneler izlemelidir. Böylece seyirciler bir nefes alabilirler. Ayrıca siz de (yazar olarak) bir sonraki daha yüksek zirveyi kurmaya başlayabilirsiniz. 30 dakika süren etkili bir aksiyon sahnesi diye bir şey yoktur. (Sanırım bu yüzden "Matrix 2" ve "Matrix 3"ü, 1.si kadar sevmedim. "Matrix 2"deki o uzun araba kovalama sahnesi ve 3'ün finalindeki o uzun savaş sahnesi bana biraz tatsız gelmişti. "Yüzüklerin Efendisi"ndeki çok uzun savaş sahneleri de, onca görsel efekte rağmen, bir noktadan sonra etkileyiciliğini kaybediyordu.) Mizahta da aynı durum söz konusudur. Ne kadar komik olursa olsun 90 dakika süren bir espri yoktur. 6) İzleyicide / okuyucuda bir beklenti yaratın. Biri senaryonuzu okuduğunda, bir sonraki sahned neler olduğunu tahmin etmeye çalışır. Ama her zaman haklı çıkmak istemezler. Seyirciyi / okuyucuyu hikayeye bağlayan şey, hikayenin nereye gittiği ile ilgili beklentilerdir 7) Okuyucuya üstün pozisyon verin. Yani izleyici / okuyucu filmdeki karakterlerin bilmediği bir şeyi bilsin. Örneğin "Mesajınız Var" (You've Got Mail) filminde Kathleen Kelly'nin (Meg R.) yazıştığı ve aşık olduğu adamın, aynı zamanda onun en büyük rakibi olan Joe Fox (Tom H.) olduğunu filmin ilk yarısı boyunca sadece biz seyirciler biliriz. Bu teknik, beklenti yaratma tekniği ile birlikte kullanıldığında son derece etkili olur. Beklentiyi yaratan şey, seyircinin üstün konumudur. Seyirci kahramanların, kendisinin zaten bildiği şeyi öğrendiğinden olacakları görmeyi bekler. 8) Seyirciyi şaşırtın ve beklentileri tersine çevirin. Beklenti çok güçlü bir yapısal araçtır, ama her zaman seyircinin / okuyucunun olacakları önceden tahmin etmesini istemezsiniz. Bazen seyirciyi şaşırtarak onları, daldıkları güvenlik duygusundan çıkarabilirsiniz. Örneğin "Azınlık Raporu" filminin çok kritik bir sahnesinde, filmin kahramanı John Anderton'un, kehanette öngörüldüğü gibi oğlunun katilini öldüreceğini zannederiz. Kısa bir süre sonra John bunu yapmaktan vazgeçer. Kaderinin kontrolünü eline alır ve kehanetin aksine adamı öldürmekten vaz geçer. Biz de rahatlarız, çünkü özdeşleştiğimiz kahramanın katil olmasını istemeyiz. Ama hemen sonra, Leo Crow (John'un oğlunu öldürmüş gibi yaptığı takdirde ailesi para alacak kişi) kendini John'a zorla öldürtür. Bir anda bütün beklentilerimiz suya düşer. Kahramanımız gerçekten de (istemese de) katil olmuştur; kehanet sistemi işlemektedir. Biz de büyük bir heyecanla olacakları bekleriz. 9) Okuyucuda merak uyandırın. Bir karakter, olay ya da durum başlangıçta tam olarak açıklanmazsa ya da kahramanın hikaye boyunca bir sorunun cevabını bulması gerekiyorsa, seyirci sonucu öğrenmek için hikayeye bağlanır. "Matrix" filminde "Matrix nedir?" sorusunun cevabını bulmak isteriz. Benzer bir film olan "Dark City"de de bu acayip şehirde neler olduğunu öğrenmek için filmin sonuna kadar heyecanla bekleriz. "Bourne Identity" filminde Jason Bourne'un (Matt Damon) gerçek kimliğini keşfetme sürecine biz de gönüllü olarak katılırız, vb. 10) Hikayenin önemli olaylarının ipucunu önceden verin (foreshadowing). Önceden ipucu vermek, karakterlerin hareketlerini ya da yeteneklerini daha inanılır kılar. Örneğin eğer sıradan bir kadının hikayenin bir noktasında eline silah alıp isabetli atışlar yapmasını istiyorsak, bunun 578

ipucunu önceden vermeliyiz. (Bu kadının babası polis olabilir ve kızına zaman zaman arka bahçede silahla atış yaptırmış olabilir.) Böylece o sahne daha inandırıcı olur. "Terminator 3"teki senaryo hatalarından biri budur: Film boyunca sakin bir veteriner olan Catherine Brewster filmin finalinde eline bir otomatik tüfek alır ve çok isabetli bir biçimde ateş eder. Biz de "ne oluyor burada?" deriz. Çünkü bu davranışın gerçekleşebileceğine dair daha önce bize hiçbir ipucu sunulmamıştır. Bu noktada film inandırıcılığından bir şeyler kaybeder. "Terminator 2" filminde ise "önceden ipucu verme" yönteminin doğru kullanımını görürüz: John Connor'ı (çocuk) ilk tanıdığımızda, çalıntı bir kredi kartıyla bir bankadan para çekmektedir. Bu yeteneğini daha sonra, Syberdyne şirketinde bir kapıyı açarken kullanır. Eğer en baştaki para çalma sahnesi olmasaydı, küçük bir çocuğun elektronik bir kapıyı açmasına inanmazdık ve film de inandırıcı olmazdı. 11) Karakterin değiştiğini ve geliştiğini göstermek için bazı durumları, nesneleri ve diyalogları senaryo içinde tekrarlayın. Yine "Terminator 2"den bir örnek. John Connor Arnold'a "Hasta la Vista" demeyi öğretir. Filmin sonundaki kritik bir anda Arnold bu cümleyi tekrarlar. Bu da robotun zaman içinde insansılaştığının bir kanıtıdır. "Braveheart" filminde de bu teknik kullanılır. Filmin kahramanı William Wallace, çocukken çok isabetli bir biçimde taş fırlatma yeteneğine sahiptir. Bu yeteneğini daha sonra köyüne döndüğünde, arkadaşı Hamish'e karşı kullanır. Filmin daha ileriki bir sahnesinde bir grup İngiliz askeri, İskoçyalıları bir köşeye sıkıştırdığında, askerlerin komutanının kafasına bir taş fırlatılır. Bu, İngilizleri pusuya düşürmüş olan William Wallace'tan gelen bir taştır. Son örnek de "Son Samuray"dan. Yüzbaşı Algren (Tom C.), sopayla nasıl savaşması gerektiğini öğrenirken, "aşkın" (transandantal) bir zihin haline girmesi gerektiğini öğrenir. Bu sayede rakibinin darbelerini önceden görebilmektedir. Algren bu becerisini, filmin ilerleyen bir bölümünde, kendisini pusuya düşürmek isteyen Japonlara karşı da kullanır. 12) Kahramanlardan birini tehlikeli bir duruma sokun. Hikayenizin önemli karakterlerinden birini tehlikeye atmak, seyircinin hikayeye duygusal olarak daha fazla bağlanmasını sağlar. Karakterlerden birine yaklaşan bir tehlike olduğu sürece seyirci / okuyucu o karakterin o belayı atlatıp atlatmadığını öğrenmek isteyecek ve filmi izlemeye / senaryoyu okumaya devam edecektir. Bu teknik sadece gerilim filmleri için değil, komediler ve dramalar için de geçerlidir. 13) Hikayeniz inanılır olsun. Seyircinin / Okuyucunun hikayeye olabildiğince büyük bir bir duygusal bağ ile bağlanmasını sağlamak için hikayeniz "kendi kuralları içinde" mantıklı ve inanılır olmalıdır. Bir senaryoda istediğiniz her şey olabilir: insanlar uçabilir ("Superman"), gözden kaybolabilir ("Hollow Man" - Kevin Bacon), zaman ve mekan içinde hareket edebilirler ("Terminator", "Uzay Yolu"), ölümü ve yerçekimini yenebilirler. Ama gerçek hayatın kurallarını değiştirecekseniz, kurgusal karakterlerinizin ve dünyanızın parametreleri ve sınırları seyirciye net bir biçimde seyirciye açıklanmalıdır. Bunun en güzel örneklerinden birini "Matrix"de görüyoruz. Birbirini izleyen bir kaç sahnede Morpheus Neo'ya "Matrix"in özelliklerini anlatır: Matrix'i asıl gerçeklik değil sanal bir gerçeklik olduğunu, kendine özgü kuralları bulunduğunu, bu kuralların bazılarının esnetilebildiğini, bazılarının ise kırılabildiğini söyler. "Star Wars" 1 ve 2'de (Episode 4 ve 5) de Ben Kenobi ve Yoda, genç Jedi şövalyesi Luke Skywalker'a Güç'ün özelliklerini ve onu nasıl kullanabileceğini anlatırlar. Bu anlatımda sonra hem kendilerinin hem de Luke'un sergilediği bazı doğaüstü yeteneklere şaşmayız. Hatta en çok bunları görmek isteriz. 14) Seyirciye bir şeyin nasıl yapılacağını ayrıntısıyla öğretin. Eğer kahramanın bir şeyin nasıl yapıldığını öğrenmesi gerekiyorsa, hikaye duygusal olarak daha da çekici olur. Çünkü izleyici de o karakterle birlikte bir şeyler öğrenir. "Karate Kid"de Ralp Macchio'nun karatenin inceliklerini öğrenişine tanık oluruz. "Rocky"de Stallone profesyonel boksörlüğü öğrenirken "Paranın Rengi"nde Tom Cruise Paul Newman'dan bilardo tekniklerini öğrenir. 15) Hikayenize hem mizah hem de ciddiyet katın.

579

Eğer ağır bir trajedi yazıyorsanız, hikayenize arada sırada hafif, eğlenceli anlar katın. Çünkü gerçek hayatta da durum böyledir: en ciddi ya da hüzünlü anlarda bile komik bir şeyler olur. Bu olaylar, o üzücü ânı yaşayanların duygusal olarak boşalmasına / rahatlamasına olanak tanır. "Titanic"in batışından sonra Jack buz gibi soğuk suyun içinde yüzerken Rose'a "Three Star şirketine çok sert bir şikayet mektubu yazacağını" söyler. "Son Samuray"ın finalinde de benzer bir komiklik vardır: Samuraylar intihar niteliğindeki son saldırılarını yapmadan önce Katsumoto Yüzbaşı Algren'e, kendisine daha önce anlattığı "Thermapoli" savaşının neticesinin ne olduğunu sorar. Yüzbaşı Algren de herkesin öldüğünü söyler. Bu, o ânın ciddiyetiyle bir tezat yaratan komik bir sözdür. "Pulp Fiction" (Ucuz Roman) ise neredeyse tamamen bu teknik üzerine kuruludur. Film boyunca "adam öldürmek" gibi ciddi bir iş yapan kiralık katillerin aralarında geçen geyik muhabbetini dinleriz. Yapılan işin ciddiyeti ile konuşulanlar arasında öyle bir tezat vardır ki gülelim mi, dehşete mi düşelim bilemeyiz. Bunun tersi de geçerlidir: Komedi yazıyorsanız, ne kadar gülünç olursa olsun, hikayenizi ve karakterlerinizi ciddiye alın. Onları zor durumlardaki gerçek insanlar gibi sunun. "Bu nasılsa ucuz bir komedi, bu yüzden ne yaptığımızın hiçbir önemi yok" diye düşünmeyin. Buna bizden bir iki örnek vereyim: "Çocuklar Duymasın" dizisinin bu kadar başarılı olmasının temelinde yatan özelliklerden biri, o kadar gülmece arasına zaman zaman son derece duygusal anlar koymasıydı. Özellikle de Haluk ile Meltem'in ayrılma kararının yarattığı hüzün ve bundan haberdar olmayan diğer karakterlerin yarattığı komedi çok güzel bir tezat oluşturuyordu. "Şöhretler Kebapçısı"nda da buna benzer sahneler vardı. Ali Kıran'ın evine yeni taşındığı sırada, daha sonra ortağı olacak Babaç ile yaptığı "babasız büyümek" üzerine konuşma, diziye çok güzel bir tat katmıştı. Garson Oral'ın anasıyla yaptığı duygusal konuşmalar da dizinin havasını bir anda değiştiriyor, karakterlere ve durumlara bir derinlik katıyordu. (Bir bölümde Oral'ın öldüğü zannediliyor, bir çanta dolusu para için birbirini yiyen ekip bu parayı Oral'ın annesine yollamaya karar veriyordu. Gerçekten çok duygusal bir andı. Oral'ın aniden dirilip "İsterseniz parayı ben elden götüreyim" demesiyle gülmekten yerlere yuvarlandığımı hatırlıyorum.) 16) Filminize etkili bir giriş yapın! Senaryonun ilk 10 sayfası, bütün senaryonun en önemli 10 sayfasıdır. Seyirciyi derhal duygusal olarak yakalamalısınız. Bunu yapmanın en kestirme yolu heyecanlı bir aksiyon sahnesi koymaktır. "Kutsal Hazine Avcıları"nın girişindeki o muhteşem aksiyon sahnesinden sonra Indiana Jones 20 dakika boyunca bir sigorta poliçesi okusa bile seyirci "ne olacak acaba?" diye filmi izlemeye devam ederdi. Ama her filmin başına bu kadar aksiyon koyamazsınız. Bir çok film gündelik hayatını yaşayan sıradan insanları anlatır. O zaman da okuyucuyu başka bir biçimde yakalamalısınız: mizah ("Benden Bu Kadar"), birşeyler olacağına dair bir önsezi, kışkırtıcı bir karakter, hatta ilginç ve sıradışı bir mekan. 17) Hikayenizi etkileyici bir biçimde bitirin. Ticari açıdan başarılı bütün filmlerin iki ortak özelliği vardır: 1) Film hakkında yayılan olumlu söylentiler. 2) Filmi tekrar tekrar izleyen seyirciler. Eğer filminizin etkileyici bir finali olmazsa bunların ikisini de başaramazsınız. Etkileyici bir finalin iki öğesi vardır: doruk ("climax") ve doruk sonrası. Doruk, 3. perdenin ikinci yarısında, kahramanımızın en büyük engelle karşılaştığı andır. Doruk, filminizin duygusal olarak en yüksek noktasını oluşturur. Ve kahramanınızın dış motivasyonunu başarıp başaramadığını net bir biçimde ortaya koymalıdır. Dorukta Kahraman ve Düşman (Nemesis) son kez çarpışır. Hikayenizin doruğu ile ilgili hiçbir belirsizlik olamaz. Kahramanınız dış motivasyonunu ya elde eder ya da edemez. Seyirci bir buçuk saattir bunu öğrenmek için beklemiştir. Onları muallakta bırakamazsınız. Doruk sonrası, doruğu izleyen duygusal sönme / azalma sürecidir. Dorukta yaşanan yüksek duygulardan sonra, hikayeyi filmin sonuna taşıyan ve seyircinin doruktaki duyguları hazmetmesine olanak tanıyan sahnelerdir. Bazen bu sahneler çok uzun olabilir (Titanic). Ama bazı filmlerde son derece kısadır ("Rocky", "Er Ryan'ı Kurtarmak"). Filminizin sonu, seyircinizin duygusal olarak en tatmin edici bulacağı son olmalıdır. Bu, ille de filminize 580

mutlu son vermeniz gerektiği anlamına gelmez. Ama finaliniz bir biçimde insan ruhunun yüceliğini korumalı, geleceğe doğru bir umut, bir gelişme, insanlık durumuyla ilgili bir aydınlanma içermelidir. "Guguk Kuşu"nun sonunda kahramanımız Jack Nicholson ölür. Ama film boyunca kendisine arkadaşlık eden Şef, kendisinden hiç beklenmeyen bir şey yapar ve akıl hastanesinden kaçar. Bu bize insan ruhunun hapsedilemeyeceğine dair çok güçlü bir mesaj verir. Benzer bir durum "Er Ryan'ı Kurtarmak"ta da vardır. Filmin sonundaki büyük savaş sahnesinde, Tercüman Upham'a gıcık oluruz. Çünkü korkaklığından dolayı, ondan daha önce özdeşleştiğimiz bir askerin ölümüne izin verir. Fakat daha sonra Upham "titreyip kendine gelir" ve daha önce kendisini kandıran bir Alman askerini öldürerek gözümüze girer. Özetle şunu söylemek istiyorum: Seyirci "hayatın zor olduğunu, hayatın kırıcı olduğunu, hatta hayatın traji olduğunu" duymak ister, ama hayatın b.ktan olduğunu duymayı istemez. Zaten bu yönde son derece güçlü şüpheleri vardır. Ama bu duygusunun pekiştirilmesi içn 10 YTL vermeyecektir. (100 binden az seyirci çeken Türk filmlerine baktığınız zaman, şaşırtıcı bir biçimde bu filmlerin önemli bir bölümünün bu mesajı verdiğini görürsünüz) Son olarak: eğer mümkünse, filminizi mutlu bitirin. Çünkü "mutlu son satar". Seyirciler sinemaya sorunların çözüldüğünü görmeye, görünüşte çözülmesi imkansız sorunlarla boğuşan ve onların üstesinden gelen kahramanlarla özdeşleşmeye giderler. Bu da seyirciye bir umut ve tatmin duygusu verir. Kendi hayatları filmde anlatılanlardan daha kötü bile olsa. Özellikle de yazarlık kariyerinizin başlarındaysanız, seyirciye mutlu son vermek, başka işler almanızı kolaylaştıracaktır. (kaynak: Michael Hauge, "Writing Screenplays That Sell" - 1988; yorumların çoğu gezgin'e ait) posted by gezgin @ 3:42 PM

0 comments

Çarşamba, Şubat 23, 2005 "IM JULI" (TEMMUZ'DA) HAKKINDA Fatih Akın'ın "Duvara Karşı" filminden bir önceki filmi "Temmuz'da" son derece güzel bir film. Türk filmlerinin senaryolarında gördüğümüz hataların hiç birisi bu filmde yok. Fatih Akın da kendisini bir "Türk Yönetmen" olarak tanımlamıyor zaten. Türk filmi senaryolarında gördüğümüz bir çok hatanın, gerekli senaryo bilgilerine sahip olmamanın yanı sıra, bir Türk gibi düşünmekten de kaynaklandığını düşünmeye başladım. "Türkler nasıl düşünür?" konusunu burada uzun uzadıya ele almayacağım. Ama şu kadarını söyleyeyim: yazdığımız şeylere karşı nesnel, soğuk bir biçimde bakamıyoruz. Bir sahneyi seviyorsak, filmin bütününe zarar verse de kısaltmaya ya da atmaya yanaşmıyoruz. Bunun sonucunda da ritmi düşük ya da aksak filmler ortaya çıkıyor. (Bunun en son örneğini GORA'da görmüştüm. Arif ile Bob Marley Faruk arasında geçen o uzuuun sahne). Fatih Akın'ın filminde (Im Juli) ["im yuli" diye okunur] ise aksayan ya da fazla tek bir sahne yok. Akın filmin türünü net bir biçimde belirlemiş: Romantik Komedi. Bu da filmde çeşitli komik engellerle karşılaşan bir aşk olacağı ve bizim de, özdeşleştiğimiz kahramanlar bu engellerle uğraşırken güleceğimiz anlamına geliyor. Tür icabı, karşımıza çıkan bir sürü acayip raslantıyı da doğal karşılıyoruz. FİLMİN KONUSU: Kahramanımız Daniel sıkıcı denebilecek bir öğretmendir. Juli adlı bir takı satıcısı kız da ona aşıktır. Juli Daniel'e bir yüzük verir ve hayatının bu yüzük sayesinde değişeceğini söyler. Juli'nin planı Daniel'i o akşam kendine aşık etmektir. Ama Daniel gidip başka bir kıza (Melek) aşık olur ve onun peşinden İstanbul'a gitmeye karar verir. Cuma gününe kadar İstanbul'da olması gerekmektedir. Sevdiği adamın başkasına aşık olduğunu gören Juli de bir rastlantı eseri kendini Daniel'in arabasında bulur ve onunla birlikte İstanbul'a gitmeye karar verir. Bu yolculuk Daniel'in sıkıcı kişiliğinden kurtulup yeni ve cesur bir kimliğe kavuşmasını sağlar. Aynı zamanda Daniel yol boyunca yaşadıkları sayesinde asıl sevdiği kişinin Juli olduğunu fark eder. Film mutlu sonla biter. Akın filmin ilk sahnesinden itibaren izleyiciyi güldürmeyi başarıyor. Kahkahalarla gülmesek bile sürekli bir gülümseme halindeyiz. Bir taraftan da Daniel ile Juli'nin bir araya gelmesini istiyoruz. Ve Akın bizde bu isteği bizde organik (doğal, zorlama olmayan) bir biçimde oluşturuyor. Gençler en sonunda bir araya geldiklerinde seviniyor, duygulanıyoruz. Senaryo öğretmenleri yukarıda değindiğim mesele (uzun ya da gereksiz sahnelerin atılması) ile ilgili 581

olarak şöyle bir tabir kullanırlar: "Kill your babies" yani "Bebeklerinizi Öldürün". Bir sahneyi ne kadar çok severseniz sevin, eğer filmin bütününe uymuyorsa onu atın. Çünkü neticede filmin bütünü, tek tek sahnelerden çok daha önemlidir. posted by gezgin @ 4:51 PM Çarşamba, Şubat 16, 2005

0 comments

TRUBY ve KÜLTÜR Daha önce anlatılan toplumsal sistemler ve aşamaların her biriyle bağlantılı bir kültürel aşama vardır.   

Vahşi doğa ve köy aşamasında "utanç kültürü" Kasaba ve küçük şehir aşamasında "suçluluk kültürü" Şehir ve baskıcı şehir aşamasında "amoral kültür" (ahlakdışı kültür)

vardır. Şimdi bunları teker teker ele alalım. 1. Vahşi doğa ve köy aşamasında "utanç kültürü" Utanç kültürünün değerleri "görünüş, başarı, fiziksel yetenek, güç, cesaret, şan-şöhret, gurur, onur, tören, ifade edilmeyen duygular ve hatıralar"dır. Bu, "erkek değerleri"nin baskın olduğu bir kültürdür. - Şan-şeref, bir kahramanın tanrılara benzer bir hal almasıdır. - İronik bir şekilde, bu kültürde kahraman kendisini ölmek suretiyle gerçekleştirir. - Bu kültürde aşırı gurur neden zararlıdır? Çünkü gurur kahramanı utancın ya da kamuoyunun baskılarına karşı korur / bağışık kılar. Bu kültürde başarısızlık durumunda yaşanan temel duygu utançtır. - İnsanları motive eden (güdüleyen) şey ve ahlak, başkalarının gözünde başarılı olmaktır. 2. Kasaba ve küçük şehir aşamasında "suçluluk kültürü" Suçluluk kültürünün değerleri barınma ("accommodation"), iyi geçinme, adil davranmak, sadakat, güvenilirlik, kendini feda etme, (başarılı olmanın aksine) doğru olanı yapmaktır. Bu,"kadın değerleri"nin baskın olduğu bir kültürdür. Bu kültürdeki temel değer suçluluktur. Suçluluk kültürü, kasaba-küçük şehir aşamasındaki her toplumun doğal kültürüdür. Burada motiv (güdüleyici) ve ahlaki kurallar bireyler tarafından içselleştirilmiştir. (Yani vahşidoğa-köy kültüründe olduğu kadar büyük bir dış baskı yoktur) 3. Şehir ve baskıcı şehir aşamasında "amoral kültür" (ahlakdışı kültür) Şehir, ailenin aleyhine (aileye zarar verecek şekilde) bir şekilde büyür. Ailenin sorumluluklarından bir çoğunu üstlenir. Bu da insanlarda bir yabancılaşma ve gayrişahsilik duygusu yaratır. Bu durumda birey kendi başına kalır. Bunun sonucu olarak bu dünya "hiçbirşeyin değeri yok" / "herşey değersizdir" der. Bunun sahte bir değer olduğunu unutmayın. Bu düşünce kişiyi, yıkım yoluyla güç duygusunu hissetmeye sevk eder. Örnek: Brazil, Şebeke (Network) posted by gezgin @ 5:15 PM

0 comments

Cuma, Şubat 11, 2005 Eski Ayları Kırpıp Kırpıp Yıldız Yapmak 21 Eylül tarihli "Dramatik Fırsat Cambazı: David E. Kelley" yazımın sonunda, David Kelley imzalı dizilerin ilginç bir özelliğinin de oyuncu kadrosunda çok sık değişiklik yapılmasına karşın, dizilerinin tutmaya devam etmesi olduğunu söylemiştim. Boston Public'in en iyi karakterlerinden biri olan Harry Senate gitti dizi hâlâ devam ediyor. Ally McBeal'da da John Cage (Peter McNiccol - heyecanlanınca burnundan garip sesler çıkan tip) gitmişti ama dizi uzun süre devam etmişti. 582

O yazının sonunda, Türk dizilerinde de benzer bir şeyin denendiğini söylemiştim: "Bu taktiği yerli dizilerde de görmeye başladık: Haluk ve Meltemsiz bir "Çocuklar Duymasın", Halil'siz bir "Kurşun Yarası", ya da Emrahsız bir "Kınalı Kar"... Bakalım senarist arkadaşlar tutturabilecekler mi?" Tutturamadılar. Diziler teker teker yayından kalktı. Kınalı Kar bitti, Kurşun Yarası bitti, Çocuklar Duymasın başka bir hal aldı ve o yeni hali de Mart'ta bitecekmiş. Geriye bir tek "En Son Babalar Duyar" kaldı - bence onun da eli kulağında. Peki neden? Bu sorunun cevabını, bu sayfada çok sık değindiğim bir kavramla, "özdeşleşme" ile açıklamaya çalışacağım. Aşağıdaki yazılardan hatırlarsanız özdeşleşme, seyircinin bir kahraman ile duygusal bir bağ kurup, o kahraman (ya da kahramanlar) üzerinden çeşitli duyguları deneyimlemesiydi. Görülen o ki seyirci, bir kere özdeşleştiği önemli bir karakter diziden ayrılınca, o diziyle kurduğu toplam duygusal bağda bir zayıflama oluyor. Birden fazla ana karakter ayrılınca da dizi seyirciyi eskisi gibi duygulandırmaz oluyor, duygu uyandırmayan dizi de seyredilmiyor. Sanırım işin püf noktası burada: Duygusal olarak en çok bağlandığınız karakterler diziden sebepsiz yere kaybolunca siz de kendinizi "kandırılmış" hissediyorsunuz. Ve bu durumu protesto ediyorsunuz. Sokaklara dökülerek değil tabii, sadece diziyi izlemeyerek. Bir dizideki yan karakterlerin, ana karakterler ortadan kaybolduktan sonra baş role soyunması da benzer bir duygusal "kandırılma" hissi yaratıyor. En Son Babalar Duyar, Çocuklar Ne Olacak ya da Kurşun Yarası'nda böyle bir durum söz konusuydu. Yan karakter olarak beğendiğimiz tipleri baş karakter olarak kabul etmemiz isteniyordu. Kabul etmedik tabii... Burada Michael Hauge'un bir sözünü hatırlatmadan edemeyeceğim: "Bir karakter asla kategori değiştirmemelidir". (bkz. aşağılarda bir yer.) Bu kuralın en bariz ihlalini Kurşun Yarası'nda gördük. Halil'in düşmanı (nemesis) olan Kaymakam'ı kahraman olarak kabul etmemiz isteniyordu. Pekiii, David Kelley denen bu adamın dizileri nasıl oluyor da onca karakter değişimine karşın devam ediyor? Bir kere David Kelley asla baş karakterleri değiştirmiyor. Boston Public'te Müdür (Steve Harper) ve Müdür Yardımcısı (Scott Guber) dizinin başından beri aynı kişiler. Ally Mc Beal'da Ally Mc Beal bir yere gitmedi. (Ortadan kaybolan John Cage bile arada sırada geri döndü). Çok önemli karakterler değişeceği zaman, bir kaç bölüme yayılan bir zaman diliminde bu değişimin zemini hazırlandı. Örneğin Boston Public'te Harry Senate gideceği zaman önce bıçaklı bir saldırıya maruz kaldı, hastanelerde ölümden döndü, sonra öğretmenliğe olan inancının bittiğini söyledi ve diziden gitti. Bizde ise yeni sezon için oyuncularla anlaşılamayınca "Çocuğum sizin anne ve babanız Amerika'ya / yazlığa gitti" şeklinde aşırı kestirme bir açıklama ile yetiniliyor. Bu yola başvurulmasının nedenlerinin başında Türk gösteri dünyasında ("show biz") olayların çok hızlı gelişmesi geliyor. Ama sebep ne olursa olsun seyirci bu tür kestirmeleri hoş karşılamıyor ve tepkisini diziyi izlemeyerek gösteriyor. Ayrıca David Kelley, daha dizi fikrini en başta kurarken, karakter sirkülasyonunun çok olduğu alanlar seçiyor: Öğretmenler ve avukatlar. Öğretmenlerin sık sık okul değiştirmesi son derece makuldur. Farklı davalara farklı avukatların bakması da öyle. Bir de işin medya tarafı var. Seyirciler dizi etrafında dönen olayları medyadan da takip ediyorlar. Ve medyadan öğrendikleri şeyler, diziye olan ilgilerini büyük ölçüde etkiliyor. Bu durumu bir örnekle açıklayayım: "Çocuklar Duymasın" dizisinde ilk çatlama, Pınar Altuğ'un diziden ayrılmak durumunda bırakılmasıydı. Pınar Altuğ'un sansasyonel bir yaşam tarzı olduğu söylenmiş ve diziden ayrılması istenmişti. İzleyiciler, özdeşleştikleri bir oyuncunun yollanıp yerine benzer birinin konmasına duygusal olarak tepki duydular. Pınar Altuğ'a haksızlık yapıldığını düşündüler. Birol Güven imaj yönetimi yapacağım derken Pınar Altuğ'u haksız yere işinden eden kötü adam pozisyonuna düştü. Birol Güven'in bu manevra sırasında göremediği şey, Türk halkının (diğer ülkelerin halklarında olduğu 583

gibi) ünlüleri "Olimpos Dağındaki Tanrılar" gibi gördüğüydü. Halkın nazarında, Olimpos'takileri bağlayan ahlak biraz daha farklıdır, sokaktaki insan için geçerli olan ahlak kuralları o ışıltılı dünyada biraz daha gevşektir. Eğer ortalama izleyici bunun böyle olduğunu düşünmeseydi, Pınar Altuğ'unkinden daha kötü bir duruma düşen Tamer Karadağlı'nın başrolünü oynadığı "Yağmur Zamanı"nı da seyretmezdi. *** Bir de dizilerin "yavrulaması" durumu var. Bir dizideki bir karakter çok tutunca, sadece o karakter üzerine kurulu bir dizi yapılabiliyor. Bu durumun en ünlü örneği "Frasier" [Freyjır]. Frasier, "Cheers"taki bir yan karakterdi sadece. Ama çok tutunca kendi dizisi yapıldı. Ve sitcom tarihinin en iyi dizilerinden biri oldu. Benzer bir şekilde "Angel" da "Buffy"deki bir yan karakterdi. Çok karizmatik bir tip olduğundan kendi dizisi oluverdi. (Buffy'deki Spike'ın Angel'a transferi de çok ilginç bir durumdur. Buffy'de ölmesi gereken bu tipe kıyamayan senaristler, metafizik bazı açıklamalarla onu Angel'a transfer etmişlerdir.) Bizde bu tür yavrulamaları henüz görmüyoruz. Ama neden olmasın? Dizilerde öyle karakterler var ki kendi başına bir diziyi götürecek güçte. Önemli olan hangi karakterin bu güce sahip olduğunu doğru teşhis etmek. posted by gezgin @ 1:44 PM

1 comments

Salı, Şubat 08, 2005 TRUBY - TOPLUMSAL AŞAMA Bir kahramanı bir topluma yerleştirmenin en etkili yolu, onu belirli bir toplumsal aşamaya yerleştirmektir. Toplumsal Aşama, her toplumun büyürken mutlaka geçeceği evrimsel bir aşamadır. Burada da her toplumsal aşama, toprak, insan ve teknolojinin benzersiz bir bileşimidir. Her toplumsal aşama, kahramana etki eden güçleriden bazılarını ön plana çıkarır. Ve her aşama belirli bir kahraman türüyle bağlantılıdır. Bu dört toplumsal aşama ve onlarla bağlantılı kahramanlar şöyledir: 1) 2) 3) 4)

Vahşi doğa ve süperkahraman ya da tanrı Köy veya kasaba ve "Klasik" kahraman Şehir ve sıradan kahraman Baskıcı şehir ve anti-kahraman

Şimdi bu toplumsal aşamaları teker teker ele alalım. 1) Vahşi doğa ve süperkahraman ya da tanrı Vahşi doğada, doğa kadir-i mutlaktır (gücü herşeye yeter, çok güçlüdür), insanlar bir yerden başka bir yere göç eden göçebeler şeklinde yaşarlar. Hayat zordur ve insanlar genç yaşta ölürler. Bu toplumsal aşamada hikaye anlatıcıları, doğa güçlerini kontrol altında tutan tanrılar ve süperkahramanlar yaratırlar. 2) Köy veya kasaba ve "Klasik" kahraman Köy, vahşi doğadan sonra gelen toplumsal aşamadır. Göçebeler artık yerleşik hayata geçmiştir. Toplum gençtir ve yatay olarak genişlemektedir. İnsanlar ekinlerini ekmek ve çevreleri üzerinde hakimiyet kurmak istemektedirler. Fethedilecek çok miktarda arazi vardır. Bu, "Klasik" kahramanın dünyasıdır. Bu karakter fiziksel olarak yeteneklidir. Bir savaşçıdır, köylülerden daha büyük ve daha güçlüdür. Onun işi, köyü çevreleyen vahşi doğada yaşayan ve köyü yok etmek isteyen barbarları yenmektir. Klasik kahramanın temel özellikleri şunlardır: * Savaşçı yetenekleri: Klasik kahraman, zayıf toplumun kendi başlarına baş edemedikleri vahşi güçlerle savaşmasına yardımcı olmak için kuvvet kullanır. * İyi - kötü: Klasik kahraman, neyin iyi neyin kötü olduğu hakkında çok net bir görüşe sahiptir. Ona göre köydeki herkes iyidir, köyün dışındaki herkes kötüdür. 584

Örnek: Cesuryürek, Kurtlarla Dans, Affedilmeyen (C. Eastwood), Terminator, Mad Max

3) Şehir ve sıradan kahraman Köyün yatay olarak genişlemeyi durdurması ve dikey olarak genişlemeye başlamasıyla şehir meydana gelir. Şehir, güç ve servet açısından büyük farklılıkların olduğu bir yerdir. Çok sayıdaki insanı idare etmek için çok sayıda kanun ve kural vardır. Bu özelliklere sahip olan şehir, sıradan kahramanın dünyasıdır. Sıradan kahraman ve şehirdeki insanların çoğu aynı güçlere ve statüye sahiptir. Sıradan kahraman şunlarla ilgilenir: * Kendisine toplumda bir yer edinmek * Adaleti sağlamak * Bürokrasinin yarattığı kölelikten kurtulmak Güce önem veren "Klasik" kahramandan farklı olarak sıradan kahraman hoşgörüye, terbiyeye (topluma uygunluğa), adalete ve işbirliğine inanır. Örnek: Los Angeles Sırları (LA Confidential), Good Will Hunting, Fargo, Postacı (Il Postino), Sense and Sensibility, Forrest Gump 4) Baskıcı şehir ve anti-kahraman Toplumsal gelişimin bu aşamasında şehir öylesine büyümüş, o kadar karmaşık ve çok katmanlı bir hal almıştır ki, toplum tamamen baskıcı bir hale bürünmüştür. Bu kapalı dünya da kahramanı bir "anti-kahraman"a dönüşmek zorunda bırakılmıştır. İki tür antikahraman hikayesi vardır: * Baskıcı toplum tarafından ezilmeyi reddeden, bu nedenle de toplum dışına itilen kahraman. Örnek: Cool Hand Luk, Esaretin Bedeli (Shawshank Redemption) * Şehirde kalan ve ezilen kahraman. Bu anti-kahraman güçsüzdür, toplum dışı (unsocial) ya da toplum karşıtı (antisocial) biridir. Bazen toplumun bireyler üzerinde uyguladığı baskı o kadar büyük olur ki antikahraman kendi hayal dünyasına (kendi zihnine) kaçar. Sözcük oyunları oynar. Hatta kendisini bir süper-kahraman olarak görmeye başlar. (Dikkat: Doğa küçüldükçe ve toplum büyüdükçe, kahraman da küçülmektedir) Örnek: İlk Woody Allen filmleri, Being There, Brazi, Taksi Şoförü, Geceyarısı Kovboyu, Şebeke (Network), Schindler'in Listesi, JFK, Kuzuların Sessizliği, Doğum Günü 4 Temmuz, Ucuz Roman (Pulp Fiction), Sıkı Dostlar (Good Fellas) *** İyi yazarlar kahramanlarını bir aşamadan diğerine geçmekte olan toplumlara yerleştirirler. Böylece değişim güçlerinin kahramanı nasıl etkilediğini gösterebilirler. Burada sorun şudur: Kahraman acaba bu güçler kendisini öldürmeden önce onlara ayak uydurabilecek midir? Bu yöntemi kullanan yazarlar genelde kahramanlarını 2. aşama ile 3. aşama arasındaki toplumlara yerleştirirler. Ama bu teknik her aşama arasındaki geçişlerde geçerli ve etkilidir. Örnek: High Noon (Kahraman Şerif), Kurtlarla Dans, Affedilmeyen, Cennet Sineması (Cinema Paradiso), Züğürt Ağa, Muhsin Bey posted by gezgin @ 1:36 PM

0 comments

TRUBY - BAĞLAM 585

Hikayenizin geçtiği dünya, karakterinizin kimliğinin bir dışavurumu olmalıdır. BAĞLAM ("Context") sözcüğü, hikayenin başlangıcında kahramanınızın köle mi yoksa özgür mü olduğununun dünya tarafından nasıl ifade edildiğini anlatır. Kahramanınızın hikayeye bir köle ya da özgür bir insan olarak başlaması gibi, kahramanın yaşadığı dünya da hikayeye kölelik ya da özgürlüğü ifade edecek şekilde başlar. Hikayenizin bağlamı üç büyük unsurun bir kombinasyonu tarafından belirlenir: toprak (arazi), insanlar, teknoloji. Bu unsurları benzersiz bir biçimde birleştirirseniz, benzersiz bir bağlam elde edersiniz. Bazı kombinasyonlar şunlardır: CENNET: Toprak (arazi), insanlar ve teknoloji mükemmel bir denge içindedir. Burada mükemmel bir özgürlük vardır. Burası bir ütopya, yeryüzündeki cennettir. Bu dünyada her insana kendi yeteneklerini geliştirme ve hayallerini gerçekleştirmek için çabalama olanağı tanınır. Ayrıca karakteri destekleyen bir toplum da vardır. SÖZDE CENNET: Eğer toprak, insanlar ve teknoloji dengede görünüyorsa ama aslında yüzeyin altında bir çürüme var ise, Sözde Cennet'ten bahsedebiliriz. Burada herkes psikolojik ya da ahlaki bir felaketi gizlemek için yüzünde bir maske taşımaya çalışmaktadır. (Örnek: "Demolition Man" - Sylvester Stallone, Wesley Snipes, Sandra Bullock) CEHENNEM: Eğer toprak, insanlar ve teknoloji radikal bir biçimde dengesini kaybetmişse, tam bir Distopya (Ütopya'nın zıddı) söz konusudur. Bu Distopya iki şekilde gerçekleşebilir: herkesin tam bir kargaşa/kaos içinde olması (Mad Max), ya da büyük çoğunluğun azınlık tarafından tamamen kontrol altına alınması (Matrix - 1). Kaliteli hikayelerde bu cehennemi dünya, karakterin içinde bulunduğu büyük kişisel zayıflığın bir dışavurumudur. posted by gezgin @ 1:18 PM

0 comments

TRUBY - KARAKTER DÜNYASI Karakterler bir boşlukta yaşamaz. Bir dünyada yaşarlar. Kahramanın benzersiz olması için bu dünyanın da benzersiz olması gerekir. Önemli: Hikayenizin yarattığı dünya, kahramanınızın kimliğinin bir yansıması/dışavurumu olmalıdır. Aynı zamanda kahramanınız da bu dünyanın bir yansıması olmalıdır. Bu sayede kahraman ve dünya, kısıtlı bir süre içinde birbirinin tanımlanmasına yardımcı olurlar. Hikayenizin dünyası, zengin bir doku yaratmaya başladığınız yerdir. Zengin bir doku da, yüksek kaliteli hikayeciliğin alameti farikasıdır. Kaliteli bir hikaye, bir çok ipliğin örülerek çok güçlü bir etki yarattığı bir kilim/halı gibidir. Hikayenin görsel yönünün çeşitli düzeylerinde zengin bir doku yaratmadan da iyi bir hikaye anlatılabilir, ama bu tek bir enstrümanla bir senfoni çalmaya benzer. ARENA Hikayenizin geçtiği dünyayı yaratmak için, ilk önce hikayenizi bir arenaya yerleştirmelisiniz. Areana, dramanın temel mekanıdır. Burası tek ve bütünlüklü bir mekandır. Bir tür duvar ile çevrilidir. Bu arenanın içindeki her şey hikayenin bir parçasıdır. Dışındaki şeyler de hikayeye ait değildir. Dikkat: Eğer hikayenizin bütünlüklü arenasını bozarsanız/kırarsanız, dramatik yapı paramparça olacaktır. Hikaye anlatırken güçlü bir görsel dünya kurmanın püf noktası, hikaye ilerledikçe gelişen bir arena kurmaktır. posted by gezgin @ 1:03 PM

0 comments

Cumartesi, Şubat 05, 2005 TRUBY ve ÇATIŞMA

586

Bir hikaye, kahraman ile düşman(lar)ı ve onların değerleri arasındaki bir dizi çatışmadan meydana gelir. Çatışma vasıtasıyla, hikayenin daha derinde yatan meseleleri ele alınabilir. Basit bir hikayede kahraman sadece bir düşman ile karşılaşır. Bu iki uçlu zıtlık, yazarın daha derin ve daha güçlü çatışmalar geliştirmesine olanak vermez. DÖRT UÇLU ZITLIK İyi hikayelerde genelde en az dört ucu olan bir zıtlık görürüz. Kahraman bir ana düşman ve iki yan (ikincil) düşman ile çatışmaya girer. Bu dört karakter küçük bir topluluk oluşturur ve yazarın, güçlü bir hikaye için gerekli olan çatışma kombinasyonlarını yaratmasına olanak sağlar. Dört uçlu bir zıtlık oluşturuken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, buradaki her karakterin sadece kahramanla değil, aynı zamanda birbirleriyle de çatışmalarıdır. Böylece hikaye son derece sıkı bir çatışma örgüsüne sahip olur. Dört uçlu zıtlıktaki karakterler birbirlerinden olabildiğince farklı olmalıdır. Bu da çatışmanın hikaye boyunca devam etmesine olanak tanır. Bir hikayedeki çatışma iki şekilde gerçekleşebilir: Yatay ve Dikey. YATAY ÇATIŞMA Bu tür çatışmada, güç ve yetenek olarak birbirine neredeyse denk iki karakter söz konusudur. Bu iki karakter de aynı amaca ulaşmaya çalışırlar. Onlar çatışırken, sahip oldukları değerler - ve yaşam biçimleri - de çatışır. Bazen bu iki karakterin değerleri hikayenin sonunda birbirine karışır. (Matrix REVOLUTIONS'ın sonunda olan budur). Bu birleşme her iki tarafın da en iyi değerlerini alır. BU da senariste göre doğru yaşama yöntemini teşkil eder. DİKEY ÇATIŞMA Bu tür çatışma, gücü elinde bulunduranlar ile bulundurmayanlar arasında yaşanır. Böyle bir çatışma eklemek, hikayenize büyük bir doku zenginliği katar. Dikey çatışmanın katıldığı bir hikayede çok çeşitli çatışma kombinasyonları mümkündür: Kahraman (güçlü) ------------

Düşman (güçlü)

3. Karakter (güçsüz) -----------

4. Karakter (güçsüz)

posted by gezgin @ 1:20 PM

0 comments

Cuma, Şubat 04, 2005 TRUBY - YAN KARAKTERLER Bir hikayede bulunması gereken diğer karakterler de şunlardır: MÜTTEFİK: Bu kişi Kahraman'a yardım eder. Kahraman bu kişiyle konuşmak suretiyle duygu ve düşüncelerini ifade etme olanağı bulur. Genelde Müttefik'in amacı Kahraman'ınkiyle aynıdır, ama bazen başka bir amacı da olabilir. (Matrix'teki MORPHEUS) DÜŞMAN - MÜTTEFİK: Bu karakter, Kahraman'ın dostu gibi görünüp aslında düşmanı olan kişidir. Hikayede böyle bir karakterin bulunması hikayenin ilginç ve derin olmasını sağlar. (Matrix'teki CYPHER, Rezervuar Köpekleri'ndeki Bay Turuncu - polis) MÜTTEFİK-DÜŞMAN: Hikaye anlatımında pek rastlanmayan bu karakter Kahraman'ın düşmanı gibi görünmesine karşın aslında en iyi dostudur.

587

ALT-HİKAYE KARAKTERİ: Alt-hikaye karakteri, kahramanınkine benzer bir sorunla karşılaşmalıdır. Yazar, bu yan karakter vasıtasıyla bir karşılaştırma yapmamıza olanak tanır. (Hamlet'teki LEARTES de HAMLET gibi babasının katilinden intikam almak derdindedir). posted by gezgin @ 7:11 PM

0 comments

TRUBY ve "DÜŞMAN" Senaryodaki "DÜŞMAN", baş karakterin amacına ulaşmasını engellemeyi en çok isteyen kişidir. Düşman sadece Kahramanın önünde duran bir engel olmamalıdır. Bu çok mekanik bir anlatım olur. Düşman Kahramanla aynı şeyi istemelidir. Bu sayede Kahraman ile Düşman hikaye boyuncu defalarca doğrudan çatışmaya girerler. ÖRNEK: "TERMINATOR -2" filminde Arnold'un canlandırdığı eski model Terminatör ile yeni model Terminatör aynı şeyi istemektedirler: geleceğin lideri John Connor. Arnold bu çocuğu korumak, T-1000 modeli Terminatör ise onu yok etmek istemektedir. Bu nedenle iki robot film boyunca çeşitli kereler karşılaşır ve çatışırlar. Kahraman ile düşman arasındaki ilişki, filmdeki en önemli ilişkidir. Bu iki ana karakter arasında çatışma yaşanırken, hikayenin diğer meseleleri ve temaları da ele alınır. ÖRNEK: "Jurassic Park" filminde kahraman Alan (ve diğer insanlar) düşman ise Park'tır (parktaki dinazorlar). Ana çatışma Dinozorlar ile insanlar arasındaki yaşanır. Bu yaşanırken insanların (avukat, park sahibi, dinozor embriyosu çalmaya çalışan adam) aç gözlülüğünün nelere yol açtığını görürüz. Bir başka yan hikaye de Alan'ın (erkek arkeolog) çocuklara karşı duyduğu olumsuz duyguların yerini sevgiye bırakmasıdır. DÜŞMANIN KAHRAMANLA BENZERLİĞİ 1) Düşman'ın da tıpkı Kahraman gibi bir zayıflığı vardır ve bu zayıflıktan dolayı bu şekilde davranmakta, Kahramanın daha iyi bir hayata sahip olmasına engel olmaktadır. 2) Düşman'ın da, tıpkı kahramanda olduğu gibi, bu zayıflığa dayanan bir ihtiyacı vardır. 3) Düşman'ın da kahraman gibi bir arzusu vardır. Bu arzu büyük bir ihtimalle Kahraman'ın arzusuyla aynıdır. 4) Düşman, kahramanı doğduğuna pişman edecek, aynı zamanda başarılı olmaya itecek kadar güçlü ve yetenekli olmalıdır. Kahraman ve Düşman'ın bazı açılardan birbirine benzemeleri, kahramanın tamamen iyi, düşmanın da tamamen kötü olmasına engel olur. Böylece Kahraman ve Düşman iki zıt uç olmak yerine bir dizi olasılıktan sadece ikisi olurlar. ZIT DEĞERLER Düşmanın hareketleri de tıpkı kahramanın hareketleri gibi bir dizi inanca ve değere dayanır. Bu değerler, kahraman ve düşmana göre "iyi bir yaşamın temelini oluşturan değerler"dir. İyi hikayelerde düşmanın değerleri ile kahramanın değerleri taban tabana zıttır. Bu çatışma sayesinde seyirci, hangi yaşam felsefesinin daha üstün olduğunu görür. Hikayenin gücü büyük ölçüde değerler arasındaki bu tezatın kalitesine bağlıdır. ÖRNEK: "Cesuryürek" filminde William Wallace için en büyük değer "ÖZGÜRLÜK"tür. Düşmanı Edward Longshanks (Kral) için ise en büyük değer, Ada'daki bütün halkların her ne şekilde olursa olsun İngiliz İmparatorluğuna BOYUN EĞMESİdir. GEREKLİLİK Düşman, Kahraman için gerekli olmalıdır. Düşman, yeryüzünde Kahraman'ın zayıflığına en iyi saldırabilecek kişidir. Gerekli olan Düşman, Kahramanı zayıflığını yenmeye ya da yok olmaya zorlar. Kahraman bu şekilde - düşman sayesinde - büyür. Dramayı bir tenis maçı gibi düşünün. Dünyadaki en iyi tenisçi, amatör bir tenisçi ile oynarsa, bu maçı izlemenin hemen hiçbir zevki olmaz. Ama dünyadaki en iyi tenisçi, dünyadaki en iyi ikinci tenisçiyle 588

oynarsa, o zaman seyretmeye değer bir maç olur. Aynı şekilde dramada da kahraman ve düşman birbirlerini "büyük" olmaya itmelidirler. AYNI MEKAN Kahraman ve Düşmanı hikaye boyunca aynı mekanda tutmaya çalışın. Bu öneri biraz mantıksız gelebilir, zira iki insan birbirini sevmiyorsa birbirinden uzaklaşma eğiliminde olurlar. Ama hikayenizde böyle bir uzaklaşma olursa, taraflar arasında bir çatışmanın yaşanması da mümkün olmaz. Burada yapmanız gereken şey, kahraman ve düşmanın aynı mekanda bulunmasını makul gösterecek doğal bir neden bulmaktır. (Aynı yerde çalışmaları, aynı binada yaşamaları, aynı şeyin peşinde olmaları, vb.) posted by gezgin @ 6:49 PM TRUBY ve KAHRAMAN John Truby'ye göre hikayedeki her karakterin, hikayeyi ileri götürecek bir fonksiyonu olmalıdır. En önemli karakter de "baş karakter"dir. Baş karakter, hikayenin merkezinde bulunan soruna sahiptir ve bu sorunu çözmek için hikayeyi ileri doğru hareket ettirir. ÖRNEK: "Matrix" filminde sorun, insanlığın makinalar tarafından köle edilmiş olmasıdır. Bu herkesle beraber en çok Neo'nun sorunudur çünkü o seçilmiş kişidir. Bu işi çözecek kişi odur. Neo'nun hareketleri ve seçimleri hikayeyi ileri götürür. Kahramanın bir amacı vardır. Ama aynı zamanda onu bu amaca ulaşmaktan alıkoyan belirli zayıflıklıkları ve ihtiyaçları bulunmaktadır. ÖRNEK: "Rocky 1" filmindeki baş karakter Rocky'dir. Rocky'nin amacı, dünya ağır sıklet boks şampiyonunun karşısında 15 raund ayakta kalmaktır. Bunu neden yapmayı istemektedir? Çünkü Rocky'nin kendine karşı duyduğu saygı yerlerde sürünmektedir. Rocky başarılı bir boksör olabilecekken kolay yolu seçmiş ve mafya için para tahsildarlığı yapmaya başlamıştır. Rocky'nin zayıflığı ise kendine yeterince güven duymamasıdır. Bu zayıflık ve ruhsal ihtiyaç konusu son derece önemlidir. Karakterlere derinlik ve insancıllık veren boyut, bu zayıflık boyutudur. Türk filmlerinin genelde iki boyutlu ve sıkıcı karakterler içermesinin nedeni bu zayıflık konusunu yeterince işlememeleridir. Filmdeki diğer karakterlerin tümü ya kahramanın müttefikidir, ya düşmanıdır, ya da bu ikisinin ortasında bir yerde dururlar. İyi hikayelerdeki sürprizler büyük ölçüde bu diğer karakterlerin kahramana karşı aldığı tavırlarda görülen gel-gitlerden kaynaklanır. ÖRNEK: Matrix'in senaryosundaki en ilginç gelişim, Cypher'ın direnişçileri satmasıdır. Bu hainin varlığı hikayeyi bambaşka bir yöne iter. Onun ihanetiyle Morpheus ajanların eline düşer. Neo da kendisini seçilmiş kişi olmadığını bile bile ajanlarla kapışmaya gider. posted by gezgin @ 6:19 PM

0 comments

Pazartesi, Ocak 31, 2005 Karakter Bilgisinin Senarist'e Katkısı Son yazılarda insan karakterini oluşturan çeşitli öğeleri ve kaç tür karakter olduğunu gördük. Bu konuda söylenecek çok daha fazla şey bulunduğu kesin. Ama yerimiz ve zamanımız dar. Bu nedenle şimdiye kadar gördüklerimizi şöyle bir toparlayalım ve yolumuza devam edelim. TEMEL GÜDÜLER: Her insan, doğuştan gelen bazı güdüler (motivler) tarafından hareket ettirilir. Bunlar hayatta kalma, güvenli bir ortamda yaşama, çevresindeki insanlarla sevgi ve saygıya dayalı ilişkiler kurmaktır. (Maslow) SENARİST İÇİN ANLAMI: Bu temel ihtiyaçlardan birinin ya da bir kaçının tehlikeye girmesi çok güzel senaryolar üretir. Seyirciler de bu güdülere / ihtiyaçlara sahip oldukları için, kahramanlarla kolaylıkla özdeşlik kurarlar.

589

"Titanic" filminin felaket öncesi bölümü, Rose karakterinin, para için ruhunu satıp satmamasıyla ilgilidir. Jack'in de yardımıyla ruhunu satmamayı tercih eder. Filmin felaket sonrası bölümünde ise en temel güdü olan "hayatta kalma" arzusunun kendini ifade edişine tanık oluruz. Özellikle de geminin batmaya yakın olduğu zamanlarda insanların özverili, digerkam tavırları ile bencil tavırları arasında çok hoş tezatlar izleriz. KİŞİLİK TİPLERİ: İnsan karakterleri farklı farklıdır. Kimi içedönük bir yaşam sürmekten hoşlanır, kimi ise dışa dönük bir davranış biçimini benimser. (Myers-Briggs) Kimi karar verirken duygularıyla, insancıl bir biçimde hareket eder, kimi ise duygularını hiç karıştırmadan, nesnel bir biçimde hareket eder. SENARİST İÇİN ANLAMI: Karakterinizin ne tür davranışı benimsediğini bilmek, başına gelen olaylarda nasıl tepki vereceğini önceden kestirmenize ve hikayenizi ona göre kurmanıza yardımcı olur. İzleyiciler tutarlı karakterler görmek ister. Bir insanı filmin başında çekingen biri olarak gösterdiyseniz ve hikayede bu insanın değişmesi için hiç bir sebep yoksa, bu insanın hikaye sonunda da çekingen biri olarak görülmesi gerekir. Sırf hikaye daha ilginç olsun diye karakterlerde temelsiz değişiklikler yapmak, izleyicinin kopmasına neden olur. Yakın zamanda sinemada gösterilen "COLLATERAL" filminde buna bir örnek görüyoruz. Filmdeki katili canlandıran Tom Cruise, filmin başından sonuna kadar tutarlı bir kişilik sergiler. Adamın belirli bir hayat görüşü vardır. Ve ölene kadar bu görüşe sadık kalır. Katilin esir aldığı taksi şoförü Max (Jamie Fox) ise filmin başından sonuna kadar yayılan bir değişim geçirir. Filmin başında sakin, yumuşak başlı, insancıl ve çekingen biriyken, filmin sonunda girişken, sevdiği insanı korumak için eline silah alıp adam öldürebilen biri haline dönüşür. Bu dönüşüm filmin tümüne yayılır. Biz de inanırız. ENEGRAM: Her insanın topluluk içinde gördüğü fonksiyon farklıdır. Kimi öncüdür, kimi estettir (sanatçı), kimi bağlayıcıdır, kimi kötümserdir, kimi de aşıktır. SENARİST İÇİN ANLAMI: Lajos Egri'nin çok güzel bir sözü var: "Birbirine benzer karakterlerden oluşan bir oyun, davullardan oluşan bir orkestraya benzer". Seyirciler birbirinden farklı karakterlerin aynı olaya nasıl farklı tepkiler verdiğini görmekten hoşlanırlar. Senaristin bunu göz önünde bulundurarak birbiriyle çatışmalı bir ilişkiye girecek karakterleri hikayesine koyması doğru olur. Bu durum özellikle bir topluluğun hikayesi anlatıldığında geçerlidir. "Er Ryan'ı Kurtarmak" filmindeki takımı oluşturan karakterleri hatırlayın. Yüzbaşı Miller, Caparzo (Vin Diesel), Tercüman, Yahudi, Keskin Nişancı... Bu insanların hepsinin karakterleri, hikayenin ilginç bir biçimde ilerlemesine yardımcı oluyordu. Caparzo'nun Yüzbaşı'yı dinlemeyerek Fransız aileye yardım etmek isterken vurulması, daha sonra onu vuran keklikçinin ("sniper") Keskin Nişancı tarafından öldürülmesi, Yahudinin esir düşmüş Alman askerlerine kendisinin Yahudi olduğunu söylemesi... farklı kişilerin hikayeye nasıl hizmet ettiğinin güzel bir örneğidir. SONUÇ: Senaryonuz için karakter yaratırken gözlemlerinizden yararlandığınız kadar aşağıda sunulan psikoloji bilgilerinden de faydalanabilirsiniz. Karakterlerin tutarlı olması için biraz psikoloji bilmenin çok yararlı olacağı kanaatindeyim. posted by gezgin @ 6:07 PM

0 comments

Cuma, Ocak 28, 2005 Karakterlerin Ruhsal Sağlığı Filmlerdeki karakterlerin ruhsal sağlığı, senaryo yazarlığının önemli bir cephesini oluşturur. Çünkü izlenmeye değer filmler her zaman, kahramanın ya da kahramanların psikolojik durumu ile ilgili bir değişim hakkındadır. İzleyiciler kendilerinin psikolojik olarak mükemmel yaratıklar olmadıklarını bildikleri için, kendilerine benzer insanların dış dünya ile mücadele ederken iç dünyalarında yaşadıkları çatışmaları izlemekten zevk alırlar. Bu nedenle hikayenizin baş karakterini yaratırken ona bazı ruhsal eksiklikler vermeniz son derece faydalı olur. Bütün karakterlerin son derece sağlıklı ortamlarda yetişmiş olduğu, sağlıklı kararlar alabildiği, hiç bir dengesizlik göstermediği hikayeler pek ilgimizi çekmez. Yalnız burada kaçınılması gereken önemli bir tuzak vardır: O da bir karakterin davranışlarını sadece geçmişindeki bir travmaya atfetmektir. Örneğin Charles Bronson filmlerinde kullanılan yöntem budur. Sokak serserileri Charles Bronson'un karısını ve kızını öldürürler. Charles amca da film boyunca bunun intikamını alır.

590

Bu tür bir "motivasyon" son derece yüzeyseldir. İzleyicide derin bir duygu ve kavrayış oluşturmaktan uzaktır. Sinema tarihi bu yüzeysel yöntemi kullanan binlerce kötü filmle doludur. Türk filmlerinde de sık sık bu "tek motivli" hikayeleri görürüz. Bu tür bir hikayecilik hatasına düşmemek için psikolojik sorunları yakından tanımak lazım. Nevrozdan başlayarak daha ağır ruhsal rahatsılıklara kadar uzana bir yelpazede bilgi edinirseniz, yazdığınız hikayelerin çok daha derin ve etkili olduğunu görürsünüz. (Bu konuyla ilgili olarak aşağıda bir yerlerde bazı kitaplar önermiştim. Piyasada başka bir sürü kitap daha bulunuyor.) Yalnız "karakterimi psikolojik açıdan gerçekçi yapacağım" diye kendinizi kasıp çok derin analizlere ve gerekçelendirmelere girmeyin. Karakterlerinize bazı psikolojik sorunlar verin ve bunları da detaya girmeden kısaca açıklayın, yeter. *** Filmlerde işlenen ruhsal sorunlar hakkında daha fazla bilgi için buraya bakabilirsiniz. Çeşitli filmlerde görülen ruhsal sorunlara örnekler bulabilirsiniz. (İngilizce) posted by gezgin @ 3:42 PM

0 comments

Pazartesi, Ocak 17, 2005 CNBC-E'de Denetlenmeyen Küfür ve Cinsellik! CNBC-E kanalında yayınlanan filmler ile ilgili bazı endişelerim ve itirazlarım var. Şöyle ki: Bu filmler özellikle hafta sonunda erken denilebilecek saatlerde yayınlanıyorlar. Kimi saat 20.00'de başlıyor. Hafta içinde de 22.00'de başlayan filmler var. "İyi, güzel" diyeceksiniz, "bunda ne var?" Şu var: Bu filmlerin bazılarında çok açık cinsellik ve bu cinsellikten çok daha vahim bir biçimde küfürlü konuşmalar var. Bu tür sahneleri izlediğimde içgüdüsel olarak saate bakarım. Geçtiğimiz hafta içinde saat 20.30 civarında seyrettiğim bir film sahnesi (bayağı açık bir sahne idi) beni, bir süredir kafamda döndürdüğüm bu yazıyı yazmaya itti. "Bu saatte her yaştan çocuk ekran karşısındadır. Bu adamlar (CNBC-E'nin yöneticileri) ne yapıyor Allah aşkına?!" diye düşünmeden edemedim. Aynı şey küfürlü konuşmalar için de geçerli. Bu ülkede on binlerce çocuk İngilizce'yi ilkokuldan hemen sonra (kimi daha ilkokul sıralarındayken) öğrenmeye başlıyor. Bu çocuklardan bazıları da mutlaka CNBC-E izliyordur. Bu da bu çocukların bu konuşmalara maruz kaldığı anlamına geliyor. Küfür İngilizce olunca küfür sayılmıyor mu? "Nasılsa İngilizce, kimse anlamaz?" diye mi düşünülüyor? İngilizce bilen çocukların o küfürleri anladığından ve okulda arkadaşlarına karşı kullandığından emin olabilirsiniz. Bu çocuklar, İngilizce bilmeyen ve diğer kanalları (ki bu kanallarda CNBC-E'dekinden çok daha hafif küfürler - örneğin -Kemal Sunal'ın "eşşoğlu eşşek"leri - mutlaka siliniyor) izleyen çocuklar kadar korunmaya değer bulunmuyor mu? Ayrıca küfrün altyazıdaki çevirisinin "o... çocuğu" şeklinde olması, o küfrün tam olarak ne olduğunu anlamamıza yol açmadığı mı düşünülüyor? Birine "o... çocuğu" deseniz (boşlukları doldurmadan) ve o şahıs sizi dava etse, bu ülkedeki her hakim sizi mahkum eder. Çünkü "mesajın", denmek istenen şeyin ne olduğu, noktalara rağmen çok net anlaşılır. Çocuklar da bunları hemen anlar emin olun. "Artık çocuklar internet vasıtasıyla her türlü filme, metne ve görüntüye rahatlıkla ulaşıyor, bizim yayınlarımız onların maruz kaldıklarının yanında devede kulak kalır" diye düşünülüyorsa (pek sanmıyorum ama), bu hiçbir biçimde geçerli bir savunma olamaz. Çocukların bu tür ürünlere maruz kalması yanlıştır, zararlıdır. Teknolojinin bunu engelleyecek kadar gelişmemiş olması, hiçbir kurumun bu tür yayınlarla onlara zarar vermesini mazur gösteremez. Kişisel Not: Bu siteyi takip edenler benim sıkı bir CNBC-E izleyicisi olduğumu fark etmişlerdir. Senaryo yazımı ile ilgili bilgileri anlatırken sık sık CNBC-E dizilerine atıfta bulunurum. Ama yukarıda bahsettiğim uygulamalarının ve yaklaşımlarının son derece yanlış olduğu kanaatindeyim. RTÜK'ün bunu şimdiye kadar fark etmemiş olması ise, (CNC-E'de sık sık tanık olduğumuz Amerikan tarzında itiraz edeyim) "Bizim vergilerimiz nereye gidiyor?" sorusunu sordurtuyor bana, "RTÜK'tekilere uyku tulumu olarak mı?" posted by gezgin @ 4:06 PM

6 comments

Cumartesi, Ocak 15, 2005 "A" TİP DAVRANIŞ vs. "B" TİPİ DAVRANIŞ 591

Bu davranış türleri arasındaki ayırım Friedman ve Rosenman adlı iki Amerikalı kalp cerrahı tarafından yapılmıştır. Bu doktorlar, kendi hastalarının genelde A tipi davranış sergilediğini fark etmişler, böylece davranış türü ile kalp rahatsızlıkları arasında bağlantı kurmayı başarmışlardır. "A" TİPİ DAVRANIŞ A tipi davranış biçimi içinde olan kimseler, yoğun dürtüleri olan, saldırgan, ihtiraslı, rekabetçi, yapılması gereken birçok işin baskısını üzerinde hisseden ve zamana karşı yarışan insanlardır. Bu insanlar kendilerini hiç bitmeyen bir mücadele içinde hissederler. Mümkün olan en kısa sürede çevrelerinden en fazla şeyi elde etmek isterler. Bunu da aynı çevreyi paylaşan insanlara karşı ve onlara rağmen elde etmeyi tercih ederler. A tipi davranış biçiminde olan insanları belirleyen üç ana özellik şunlardır: 1) Rekabet içinde başarıya ulaşma çabası 2) Abartılmış bir zaman darlığı 3) Saldırganlık ve düşmanlık A tipi davranış biçimini benimsemiş bir kişinin kesin bir konuşma biçimi vardır. Bu kimseler konuşmalarını belirli bir noktaya yönelik sürdürürler ve bazı kelimeleri patlayıcı olarak vurgularlar. Sık ve kuvvetli jestlerle konuşurlar. Cümleler arasında kuvvetli nefes aralıkları bulunur. Bu insanlar kendileri ve başkaları için yüksek bir beklenti (ideal - amaç) düzeyi koyarlar ve bunun gerçekleşmemesi durumunda kuvvetli bir rahatsızlık duyarlar. Bu kimseler "başarılarının" az ve kısa bir mutluluk verdiği, harekete yönelik insanlardır. Bu tür bireyler kendileri ve başkaları ile sürekli bir yarış içindedir. Zaptetmek için gösterdikleri gayrete rağmen düşmanlık ve öfke duyguları kolayca ortaya çıkabilir. Bu insanlar çoğunlukla kendisiyle meşgul ve "benmerkezci" kişilerdir. Çoğunlukla hayatın diğer cephelerini ve ailelerini ihmal ederler. Kendilerini işlerine vermişlerdir. Bu kimseler bir arkadaşlarını ziyarete veya dişçiye gittikleri zaman bile telefonla iş görüşmesi yaparlar. Doktora çok seyrek olarak giderler. Bu kimselerin bir ruh sağlığı uzmanına gittikleri neredeyse görülmüş şey değildir. Bir kalp krizi sırasında bile yardım istemeyi reddettikleri ve geciktirdikleri için ölenlerin sayısı inanılmayacak kadar yüksektir. Bu insanları doktora götüren en önemli hastalık peptik ülserdir. Çoğunlukla sigara içerler. Pipo ile zaman kaybetmezler. Restoranda vb. bekletilmekten hoşlanmazlar. Yemeklerin tadına bakmadan tuzlarlar, büyük bir aceleyle yerler. Kendilerine, sağlıklarına ve tatile çok az zaman ayırırlar. Fizik egzersiz için zamanları çok azdır. Yaptıkları zaman da başkalarıyla ya da kendileriyle yarışırlar. "B" TİPİ DAVRANIŞ B tipi davranışı benimseyenler rekabetçi değildir. A'lar kadar güdülenmemişlerdir. Sabırlıdırlar. Onlarla anlaşmak kolaydır. Asla öfke nöbetleri geçirip kendilerini kaybetmezler. Son derece rahat insanlardır. Kendileriyle ve çevreleriyle barışıktırlar. Kızgınlık duygusu taşımamaları, yaşadıkları iç huzurundan kaynaklanır. Duygularını güzelce ifade edebilirler. Stresle etkili bir biçimde başa çıkabilirler. Çok güdülenmiş ve başarı düşkünü olmamalarına karşın iş hayatında A'lar kadar başarılıdırlar. *** Şunu belirtmek gerekiyor: Dünyada hiç kimse A tipi davranış biçiminin bütün özelliklerine sahip değildir. B tipi davranış özelliklerini taşıyan bir çok insan, A tipi davranış biçimi gösterebilir. Yani her insan A tipi veya B tipi davranış biçiminin farklı özelliklerini kişiliğinde barındırabilir. (Bu yazının hazırlanmasında büyük ölçüde Dr. Acar Baltaş ve Dr. Zuhal Baltaş'ın "STRES ve Başaçıkma Yolları" kitabından - Remzi Kitabevi - yararlanıldı.) posted by gezgin @ 4:05 PM

0 comments

Çarşamba, Ocak 12, 2005

592

ENEGRAM - 9 Kişilik Tipi Deneyimli senaristler hikaye (plot) ve karakterin Siyam ikizlerine benzediğini iyi bilirler. Eğer kardeşlerden birinde ölümcül bir hastalık varsa diğeri de aynı kaderi paylaşacak demektir. Sağlam yapılı bir hikayeye sahip olmak her senaryonun olmazsa olmaz bir özelliğidir, ama sadece iyi bir yapıya sahip olmak, davranışları hem kaçınılmaz hem de şaşırtıcı olan karakterlerin oluşmasını garanti etmez. Enegram denilen kişilik tipi sistemi orijinal ve çok boyutlu karakterler yaratmada çok faydalı olabilmektedir. Bu sistemdeki dokuz temel tipi bilmek, karakterler arasındaki çatışmaları daha da şiddetlendirmemize ve dramatik durumların daha ilgi çekici olmasına yardımcı olabilir. Hikaye türleri (janr) ile Enegram tipleri arasındaki bağlantıları bilmek, seyircilerin neden gerilim, romantik komedi, bilim-kurgu ve diğer türlere karşı bir cazibe duyduğunu daha iyi anlamamızı sağlar. DOKUZ TİP * Eleştirici : İlkeli, düzenli, kendinden şüphe eden, çabuk kızan/alıngan. Eleştirici tipler kötü ya da yozlaşmış olarak görülmekten korkarlar. (‘To Kill a Mockingbird’teki Gregory Peck) * Aşık : Besleyici, baştan çıkarıcı, duygusal, gururlu. Aşıklar sevilmemekten ve takdir edilmemekten korkarlar. (‘Dead Man Walking’deki Susan Sarandon) * Başarılı : Enerjik, pragmatik, güçlü güdüleri olan/azimli, kibirli. Başarılılar başarısız/kaybeden kişiler olarak görülmekten korkarlar. (‘Jerry Maguire’daki Tom Cruise) * Estet (Estetiğe, güzelliğe önem veren): Orijinal, tutkulu, bunalımlı, kıskanç. Estetler sıradan insanlar olarak görülmekten korkarlar. (‘Out of Africa’daki Meryl Streep) * Analizci: Gözlemci, bağımsız, "cool" (serin), cimri. Analizciler başkaları tarafından ezilmekten/yenilmekten korkarlar. (‘The English Patient’taki Ralph Fiennes) * Kötümser : Sadık, otorite bilinci taşıyan, şüpheci, endişeli/kaygılı. Kötümserler başkaları tarafından desteklenmemekten korkarlar. (‘Norma Rae’deki Sally Field) * İyimser : Coşkulu/heyecanlı, eşitlikçi, kendi arzularına düşkün, , amatör. İyimserler mahrum kalmaktan ve acı çekmekten korkarlar. (‘My Dinner with Andre’deki Andre Gregory) * Öncü : İkna edici, etkileyici, mücadeleci, aşırılı, intikamcı. Öncüler alt/düşük/aşağı bir pozisyonda bulunmaktan korkarlar. (‘Patton’daki George C. Scott) * Bağlayıcı: Kabullenici, cömert, dikkati kolayca dağılan, tembel/uyuşuk. Bağlayıcılar çatışmadan ve uyumsuzluktan korkarlar. (‘Fargo’ Frances McDormand) Judith Searle kaynak: www.writersstore.com posted by gezgin @ 3:39 PM

1 comments

Daha Ne Kadar "Karakter"? Karakter konusunda dört büyük yazı grubu daha gelecek. Bu grupların konuları sırasıyla şunlar: 1) 2) 3) 4)

Enegram - 9 Kişilik Türü A Tipi davranış biçimi vs. B Tipi davranış biçimi Ruhsal Rahatsızlıklar - özet John Truby'nin ve diğer yazarların karakter yaratımı hakkındaki düşüncelerinin özeti.

Sıkın dişinizi. posted by gezgin @ 2:55 PM

0 comments

YARGILAMA vs. ALGILAMA Yargılama ve Algılama, daha düzenli bir yaşam tarzıyla, daha esnek bir yaşam tarzı arasındaki tercihimizi gösterir.

593

Yargılayıcı tutumu tercih eden insanlar (Y), yaşamları planlı ve düzenli olduğunda mutlu olurlar. Genellikle kararları kolayca verebilirler ve bunları pek değiştirmeden uygularlar. Sabah uyandıklarında o gün ne yapacaklarını biliyor olmayı yeğlerler ve planların değişmesi onları rahatsız eder. Y'ler yaşamlarının bir amacı olmasını isterler ve beklenmedik ya da değişen durumlara ayak uydurmakta zorlanırlar. Genellikle bir aciliyet duygusu içindedirler. Bir seferde bir iş yapmayı tercih ederler. Bir proje yarım kaldığında huzursuz olurlar. Algılayıcı tutumu tercih edenler (A) daha rahat ve geniş insanlardır. Yaşamlarının belli bir çevrede olmasından hoşlanmazlar. Ancak gerektiğinde karar verirler. Genellikle daha fazla bilgi toplayana kadar kararları ertelerler. "Bakalım neler olacak" şeklinde hareket ettikleri için de, kararları son ana bırakırlar. (Böyle bir tutum Yargılayıcıları dehşete düşürür). A'lar sabah uyandıklarında önlerindeki günün kendileri için sürprizlerle dolu olabileceğini hissetmekten mutluluk duyarlar. Beklenmedik olaylar ya da durumlara A'lar daha iyi uyum sağlarlar. Kendilerini hayatın akışına bırakırlar. Önlerinde çok zaman olduğu duygusunu taşırlar. Bekleyip neler olacağını görmekten mutluluk duyar. Genellikle aynı anda yürüyen bir sürü projeye girişirler. Bir projeyi tamamladıkları zaman huzursuz olurlar! Çünkü bir kapıyı kapattıklarını ve bunun dönüşsüz bir şey olduğunu hissederler. A'lar yaşamı severler ve başarılara daha az ilgi duyarlar. Amerikan halkının %55'i Yargılayıcı, %45'i Algılayıcıdır. (Türk halkı hakkında ne yazık ki ilgili veriler elimde yok.) posted by gezgin @ 2:37 PM

0 comments

DÜŞÜNME vs. HİSSETME Düşünme ve Hissetme, kararlarımızı nasıl verdiğimizi ve olaylar hakkında nasıl sonuç ve yargılara ulaştığımızı gösterir. Düşünme işlevini yeğleyen kişiler (Dş) akılcı ve mantıklıdır, daha kesin fikirli, tarafsız ve nesneldir. Bir durumu dışarıdan değerlendirebilirler. Bu insanlar duygularını daha az gösterme eğilimindedirler. İyi irdeleme yapabildikleri için genellikle kararlarına bağlı kalırlar. İnsanca duygularının pek etkisine kapılmazlar. Hisseden tiplerin mantıksız ve beceriksiz olduklarını düşünebilirler. Standartlara ve ilkelere inanan Dş'ler, genellikle hafifletici nedenlere pek prim vermezler. Duyguları güçlü olsa bile pek göstermezler. İster erkek ister kadın olsun, Dş'ler diğer insanlara hoş olmayan şeyleri daha rahat söyleyebilirler ve işlerine gelmese bile doğruyu söyleme eğilimindedirler. Beğenilen insan olmaya uğraşmazlar. Hissetme işlevini yeğleyen kişiler (H), insan ilişkilerindeki uyuma daha çok önem verirler. İnsanların gereksinimleri, koşullar, kişisel duygular ve sadakatten etkilenirler. Hisseden tipler diğer insanların duygularıyla özdeşleşir. Kararlarının insanları nasıl etkileyeceğine önem verir. Hissedenler duygularını gösterme ve başkalarına sempatiyle yaklaşma eğilimindedirler. Kararlarının çoğuna kendi kişisel özelliklerini katarlar ve birini memnun etmek için kendi yollarının dışına çıkabilirler. Düşünen tiplerin soğuk ve insanlıktan uzak olduklarını düşünebilirler. Hissedenlerin duyguları genellikle ortadadır. Yüzlerinden ve bedenlerinden açıkça anlaşılır. H'ler hoş olmayan şeyler söylemekten kaçınırlar ve karşılarındakini incitmemek için gerçeği söylemekte zorlanırlar. H'ler insanların kendilerini sevmesini isterler. Diğer insanlardan sıcaklık ve onay görmeyi isterler. Erkeklerin %65'i Dş iken %35'i H'dir. Kadınlarda ise bu durum tersinedir. Kadınların %65'i H iken %35'i Dş'dir. posted by gezgin @ 2:17 PM

0 comments

Cuma, Ocak 07, 2005 DUYUMSAMA vs. SEZGİSELLİK Duyumsama ve Sezgisellik, çevremizdeki dünyayı nasıl fark ettiğimizi ve bilgileri nasıl aldığımızı gösterir. Vereceğimiz kararlar ve bunları nasıl uygulayacağımız, çevremizdekileri nasıl algıladığımıza ya da nelere dikkat ettiğimize bağlıdır. Duyumsayan (Du) kişiler bilgiyi beş duyu kanalıyla alır. Bu insanlar her şeyi adım adım ele alır. Sorunlara sistemli bir şekilde yaklaşır. Sabırla kesin veriler elde etmeye çalışır. Direktifleri okur ve buna göre hareket eder. Herşey harfi harfine olmalıdır. Kesin ve ayrıntılı şeylere dikkat eder, resmin bütününü göremeyebilir. Gerçeklere önem verir. Gerçekçi biridir. Bugünde yaşar. Ayağı yere basar. Olmakta olanı, olabilecek olana tercih eder. Bu nedenle olasılıkları araştırmayabilir. Geçmişin önemli olduğuna ve kararlarımızı geçmiş deneyimlere dayandırmamız gerektiğine inanır. Belirli ve ölçülebilir şeyleri sever. Yararlı olmayı severler. 594

Sezgisel (S) insanlar bilgiyi daha geniş bir biçimde alırlar. Verileri farklı parçalar olarak değil de bir bütün olarak özümserler. Yaratıcıdırlar. Hayal güçleri geniştir. Değişiklik ve çeşitliliği sever. Sezgisel tipler bazı gerçekleri ve direktifleri atlayarak tasarıları kendi bildiği gibi ele alabilir. Ayrıntılardan çok bütüne dikkat etme eğilimindedir. İyi gözlem yapamayabilir. Günlük yaşamın gerçeklerinden çok fikirler ve olasılıklar ilgisini çeker. Gelecekte olabilecekleri düşünür. Gelecekte yaşama eğilimindedir. Elindekini değiştirip iyileştirme yollarını arar. Şu anki durumun daha iyi olabileceğini hisseder ve bunu gerçekleştirmenin yollarını araştırır. Yaratıcı olmayı sever. ABD'de yapılan araştırmalar genel nüfusun %75'inin Du, %25'inin de S olduğunu ortaya koymuştur. posted by gezgin @ 2:36 PM

0 comments

DIŞADÖNÜKLÜK vs. İÇEDÖNÜKLÜK Dışadönüklük (D) ve İçedönüklük (İ), dünyaya karşı tutumumuzu, yani insanlar ve nesnelerden oluşan dış dünyaya mı, yoksa düşünceler ve tasarılardan oluşan iç dünyayı mı yeğlediğimizi gösterir. Dışadönükler kendilerini harekete geçirmek ve enerjilerini şarj etmek için diğer insanlarla etkileşime girme ihtiyacı duyarlar. D'ler kolayca konuşur ve kendilerini ifade ederler. Çekingen değil dost canlısıdırlar. D'ler kolay karar verip eyleme geçerler, sorunlarla anında uğraşırlar. Herkes hakkında haber almayı severler. İlgi alanları geniş ve dışa dönüktür. Daha hızlı ve yüksek sesle konuşurlar. Bazen söyleyeceklerini ellerini kullanarak ifade ederler. İçedönükler daha çok yalnız kalmaya gerek duyarlar. Onlar için en değerli şey, düşünmeye ayırabilecekleri zamandır. Bu zaman içinde sorunları dikkatlice düşünürler. İşleri D'lere kıyasla daha yavaş yaparlar. Eyleme geçmeden önce düşünmeyi yeğlerler. Daha sabırlıdırlar. Diğer insanlardan haber alana dek beklemek eğilimindedirler. Daha yavaş ve olasılıkla daha alçak sesle konuşma eğilimindedirler. Beden ve yüz ifadelerini daha az kullanırlar. ABD'de yapılan araştırmalara göre genel toplumun %75'inde dışadönüklük, %25'inde de içedönüklük görülmektedir. D ve İ'lerin cinsiyete göre dağılımı eşittir. D'ler daha çok sayıda olduğu için İ'ler kendilerini, daha dışadönük ve dostcanlısı olmak için baskı altına alınmış hissederler. Evde D ve İ'ler birlikte yaşamakta zorlanabilirler. Her ikisi de diğerinin kendisine veremeyeceği şeyin ihtiyacındadır. D'nin herşey hakkında konuşma gereksinimi İ'nin enerjisini tüketir. D İ'den yanıt alamazsa daha çok konuşmaya çalışır! İ'ler ile karşılaşıldığında, bu insanların en iyi yönlerinin içlerinde gizli olduğunu unutmamak gerekir. Günlük iletişimde bu yönlere ulaşmak zordur. İ'ler karşısındakini iyi tanıdıktan ve ona güvendikten sonra en iyi yönlerini ortaya koymaya başlarlar. Bir çok çiftin D ve İ tercihleri farklıdır ve en başta birbirlerine cazibe duymalarının nedeni de bu zıt özelliklerdir. D'ler İ'lerin sessiz gücüne doğru çekilirler ve bunun kendi canlılıklarına bir denge getirdiğini hissederler. İ'ler ise D'lerin açıklığına ve dost canlısı tutumlarına çekilirler. Ne var ki birlikte yaşamak tamamen farklı bir deneyimdir. Bir eşin tutumunu anlamak, geçinmeyi kolaylaştırabilir. posted by gezgin @ 2:01 PM

0 comments

Çarşamba, Ocak 05, 2005 Bitmeyen Çatışma: YAPIMCI vs. SENARİST Aşağıdaki yazıyı, senarist.tk'da yayınlanan bir yazıya bir yorum olarak yazdım. İlginizi çekebilir: Yapımcı, herkesin bildiği gibi bu işe para kazanma motivasyonu ile girer. Bu iş onun için sadece ve sadece bir ticarettir. En büyük amacı en düşük maliyetle en yüksek geliri elde etmektir. Bu yüzden sinema hakkında bir birikiminin olmaması ile suçlanması abesle iştigaldir. Senaristlerin motivasyonu ise yeteneklerini sergilemek, bir yandan da bundan para kazanmaktır. Yapımcı ile çatıştığı nokta buradadır. Çünkü yapımcılar "ne satıyorsa onu yapmak" zorundadır. Senaristler ise "içlerinden geleni yapmak" zorunluluğu hisseder. Bu ikisi örtüşmeyince (ki genelde örtüşmez) her sanat dalında görülene benzer çatışmalar sinemada da görülmeye başlanır. Siz resimde, tiyatroda, ya da müzikte durum farklı mı zannediyorsunuz? Sergi salonu bulamayan figüratif ressamları, ya da komedi yazmayan oyun yazarlarını bir dinleyin hele... Yapımcı para kazanmak için herşeyi yapar, yapmalıdır da. Çünkü bir film para kazandırmıyorsa bu çark 595

dönmez. Yapımcı bunun için format da satın alır, benzer filmleri tekrar tekrar da çeker. Dünyanın en büyük sinema endüstrisi olan Holywood'da da durum budur, başka ülkelerde de. Format satın aldıkları için yapımcıları suçlamak, çok "naif" bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Her sene 300-400 film üreten Hollywood'da, yapımcı ile senarist arasındaki çatışmayı hafifleten, hatta bunu işbirliğine dönüştüren bir kurum vardır: bu da "menejerlik"tir. Yapımcının ticari kaygıları ile senaristin sanatsal güdülerini bu insanlar uzlaştırır. İnce ruhlu senaristlerin, para motivasyonlu yapımcılar ile mücadele edip yıpranmasını, moralinin bozulmasını, motivasyonunu kaybetmesini menejerler engeller. Sanattan pek fazla anlamayan yapımcılara da hangi senaryoların işe yarayabileceğine dair onlar destek olur. Her sene en fazla 15-20 filmin çekildiği ülkemizde ne yazık ki senaristler için bir menejerlik kurumu henüz oluşmamıştır. Oluştuğu zaman, "mutsuz ve umutsuz" senarist sayısında da büyük bir düşüş yaşanacağından eminim. İlk filmlerini çekenler, ya da filmini istediği gibi çekmek isteyenler her yerde büyük zorluklara katlanırlar. James Cameron'un "Terminator"e yapımcı ararken iki sene boyunca okul otobüsü şoförlüğü ve afiş çizerliği yaptığını biliyor muydunuz? Fikir ve senaryo çalma durumu Holywood'da ve başka ülke sinemalarında da sık sık görülen bir hadisedir. Bunun önünü almak için WGA (Writer's Guild of America) gibi yaptırım kurumları vardır. Türkiye'de SENDER'in kurulması da bu yönde atılmış çok önemli bir adımdır - peki ama bu hayırlı işin bu kadar geç yapılmasının müsebbibi kimdir? Yapımcılar mı? Yapımcıların kötü hikayelere para yatırması ve batırması da bütün dünyada görülen bir durumdur. En son ve en büyük örneklerden biri "Büyük İskender"dir. 150 milyon dolardan fazla bir paraya mal olan Oliver Stone'un bu filmi Amerika'da sadece 20 milyon dolar getirmiştir. (Filmin seyretmeye başladıktan 10 dk sonra "Eyvah, bu bir 'kaybeden' film" dedim kendi kendime. Benim 10 dk'da gördüğümü150 milyon dolar sahibi yapımcılar görememişti.) "Deprem Sigortası"nın gerekliliğini öğrenmek için nasıl bir deprem gerektiyse (ki hala yaptırmayanlar çok), senaryoların çekilmden önce "senaryo doktorlarına" gösterilmesi gerekliliğini öğrenmek için milyonlarca doların kötü hikayelerle batırılması gerekmetedir. KİŞİSEL NOT: Bence Türk sinemasını kurtaracak (ya da "Yeni Türk sinemasını kuracak" demek daha doğru galiba) olan, çok az parayla çok başarılı işlere imza atacak "GERİLLA Senarist-Yönetmenler"dir. Bizim filmini çekmek için hastane kobaylığı yapan Robert Rodriguez'lerimiz, araba kredisi ile film çeken Steven Soderberglerimiz (Sex, Lies & Video Tapes böyle çekilmiştir), ya da çalıştığı markette gece film çekme "yaratıcılığını" gösteren Kevin Smith'lerimiz nerede? Galiba reklam sektöründeler... Ortada "benim çok iyi bir senaryom var" diyen çok sayıda senarist var. Ama gerilla taktikleriyle film çekecek, elini taşın altına sokacak, ultra-girişimci genç yönetmenlerimiz yok. (Bir vaka incelemesi olarak, Robert Rodriguez'in "El Mariachi"yi nasıl yaptığını anlatan "Ekipsiz Asi" kitabını okumanızı tavsiye ederim.) Onlar ortaya çıkana kadar Türk sineması bu halini sürdürecektir. Arada sırada yapılan devlet yardımları ne yazık ki pek işe yaramayacaktır. Yarayacağını düşünenlere Alman sinemasını derinlemesine incelemelerini tavsiye ederim. posted by gezgin @ 4:53 PM

0 comments

Pazartesi, Ocak 03, 2005 Tekrar Seyrederken Geçenlerde TV'de Atilla Dorsay'ın aynı film ("Tabutta Rovaşata") hakkında farklı zamanlarda iki farklı görüş belirttiğini öğrendim. Bu benim de başıma sık gelen bir şey. İlk seyrettiğimde beğenmediğim bazı dizi ve filmleri ikinci seyredişimde beğendiğim oluyor. Ya da tam tersi. Bunlara bir iki örnek vereyim: "Gündoğmadan Önce" ("Before Sunrise") filmini ilk seyrettiğimde gıcık olmuştum. (Yönetmen Richard Linklater, "School of Rock"ı da yönetti). Ama filmi ikinci seyredişimde daha sevimli buldum. Filmi ilk seyredişimde gördüğüm hatalar aynen yerli yerindeydi, yine de bu kez gözüme daha hoş göründü film. Belki de o hataları artık kabullenmiş olduğum için. Aynı şey şu aralar CNBC-E'de tekrarları yayınlanan "Angels in America" için de geçerli. Filmin hâlâ bu ülkeye hiç uygun olmadığını düşünüyorum ama karakterlere karşı daha ılımlıyım bu izleyişimde. Bu kez artık bu şahısların eşcinselliğini ve Tanrı ile ilişkilerindeki bozuklukları görmüyorum (bunlara dikkat etmiyorum) galiba. Daha çok kişisel bunalımlarına odaklanıyorum. Ama bu dizinin hâlâ Türkiye'ye hiç uygun olmadığı kanaatindeyim. "Tanrı" kavramını 500 yıldır hallaç pamuğu gibi atmış ve neticede bir kenara fırlatmış Batı kültürünün bu ürünün, aynı kavramı hiç sorgulamamış ve yakın gelecekte de 596

sorgulayacak gibi durmayan bir toplumda (bizde) doğru değerlendirilebileceğini zannetmiyorum. Dizinin "anadamar" kanallardan birinde değil de, yabancı kültüre maruz kalmış ve yabancı dili rahat konuşan insanların izlediği bir kanalda yayınlanması da bunun kanıtı bence. Bir filmi ya da diziyi ikinci seyredişinde beğenmek, algıda seçiciliğin bir ürünü olabilir. Zihin artık dizi ile ilgili hataları elde var bir sayıyor ve eserin daha kenarda kalmış özelliklerine odaklanıyor olabilir. İkinci seyredişimde daha az beğendiğim filmler de var. Örneğin GORA. Filmi ikinci seyredişimde neredeyse hiç gülmedim. Ve kendi eleştirimi tekrar okuduğumda "eksik yazmışım" dedim. GORA'ya yöneltilen "haset eleştirileri rüzgarı" dindikten ve etkisini kaybettikten sonra (yani benim yazımın da bunlardan biri olarak görülme ihtimali ortadan kalkınca) rekor sayıda izleyici ( 4 milyon) çeken bu filmin senaryosunun daha detaylı bir analizini yapmak niyetindeyim. posted by gezgin @ 7:39 PM

0 comments

Cumartesi, Ocak 01, 2005 KİŞİLİK TİPLERİ (Meyers - Briggs) İnsanlar üçe ayrılır. Sayı saymasını bilenler ve sayı saymasını bilmeyenler ... İş bu kadar basit değil tabii. Psikologlar çok uzun bir süre insanları kişiliklerine göre ayırmaya çalışmışlardır. Bu yazıda bu amaçla oluşturulan yöntemlerin çok işe yarayanlarından birini ele alacağım: MEYERS-BRIGSS Kişilik Envanteri. Bu yönteme göre insanlarda toplam dört çift kişilik özelliği görülmektedir:    

Dışadönüklük (D) - İçedönüklük (İ) Duyumsama (Du) - Sezgisellik (S) Düşünme (Dş) - Hissetme (H) Yargılama (Y) - Algılama (A)

Şimdi bunların hangi kişilik özelliklerine karşılık geldiğini kısaca görelim: DIŞADÖNÜKLÜK - İÇEDÖNÜKLÜK Bunlar, iç dünya ile dış dünya arasındaki tercihimizi belirler. Dışadönükler, kendilerini harekete geçirmek ve enerjilerini şarj etmek için diğer insanlarla etkileşime girme ihtiyacındadır. İçedönükler ise daha çok yalnız kalmaya ihtiyaç duyarlar. Onlar için en değerli şey düşünmeye ayırabilecekleri zamandır. (John Dunbar / Kevin Costner - "Kurtlarla Dans") DUYUMSAMA - SEZGİSELLİK Bunlar, çevremizdeki dünya hakkında bilgileri nasıl edindiğimizi belirler. Duyumsayan kişi genelde gerçekçi, pratik ve akılcıdır. Belirli ve ölçülebilir şeyleri sever. Pratik sorunları kolayca halleder. Direktifleri izler, yerleşik yöntemleri kullanır. Sezgisel insanlar ise verileri parçalar şeklinde değil de bir bütün olarak algılar. Hayal gücü geniştir. Direktifleri atlayıp işleri kendi sezgilerine göre yürütmek isteyebilir. Olasılıklara açıktır. (Örn. "24" dizisindeki kural tanımaz Jack Bauer) DÜŞÜNME - HİSSETME Bunlar, karar verme sürecimizin göstergesidir. Düşünerek karar verenler bir durumu dışarıdan değerlendirebilir. İyi irdeleme yaparlar, insanca duygulara pek kapılmazlar. (Scott Guber - Boston Public) Hissetme yönü baskın insanlar ise insan ilişkilerinde uyuma önem verir. Kararları daha kişisel ve öznel bir tarzda verir. (Steve Harper - Boston Public) YARGILAMA - ALGILAMA Bunlar, daha düzenli bir yaşam tarzıyla, daha esnek bir yaşam tarzı arasındaki tercihimizi gösterir. Yargılayıcı tutumu tercih eden insanlar, yaşamları planlı ve düzenli olduğunda mutlu olurlar. Genellikle kararları kolaylıkla verirler. Algılayıcı tutumu yeğleyenler ise daha rahat ve geniş insanlardır. Ancak gerektiğinde karar verirler. Herşeyin açık uçlu ve değişken olmasını isterler. Kendilerini yaşamın akışına bırakırlar. (Örnek: CNBC-E'deki "Two and a Half Men" dizisinin zıt kardeşler.) Kişilik özellikleri bu kadarla bitmiyor. Her insanın kişiliği bu dört özelliğin kombinasyonundan. Yani kimileri DDuDşY (Dışadönük - Duyusal - Düşünen - Yargılayıcı) iken kimileri de İSHA (İçedönük - Sezgisel 597

Hisseden - Algılayıcı) olabiliyor. Ya da başka kombinasyonlar görülebiliyor. Bu bilgileri büyük ölçüde "Kişiliğinizi Tanımanın Yolları" (Rota Yayınları) kitabından derledim. Kitabı özelde senaristlere, genelde herkese tavsiye ederim. Karakter yaratırken, ya da zaman zaman kendinizle boğuşurken, neyi niye yaptığınızı anlamanıza çok yardımcı olacaktır. İleriki yazılarda bu kişilik tiplerini daha ayrıntılı olarak ele alacağım. posted by gezgin @ 4:50 PM 0 comments Çarşamba, Aralık 29, 2004 YAZI TAHTASI - Senaryo Yazımı Hakkında Yeni Bir Site Yazı Tahtası adlı sitede, senaryo yazımı ile ilgili ünlü kuramcıların yazdığı makalelerin hem çevirilerini hem de orijinallerini bulabilirsiniz. posted by gezgin @ 6:50 PM

1 comments

Pazartesi, Aralık 27, 2004 Karakterler ve İhtiyaçları - Bazı Örnekler İzleyicinin bir karakter ile özdeşleşmesi ve o karakteri beğenip bütün filmi onunla yaşaması, sadece özdeşleşme yöntemlerinin kullanılmasına bağlı değildir. Ana karakterin film boyunca tatmin etmeye çalıştığı ihtiyacının da makul ve anlaşılır olması gerekir. Eğer ortada böyle bir ihtiyaç yoksa, hangi yöntemi kullanırsanız kullanın izleyici o karakterle özdeşleşmeyecektir. Hikayesi iyi yazılmış bir çok film, böyle bir ihtiyaçtan yoksun olduğu için gişede başarısız olabilmektedir. Aşağıdaki yazıda ele alınan ihtiyaçların sinemadaki örneklerine bir bakalım. BİLİŞSEL İHTİYAÇ: Bu temel bir ihtiyaç değildir. Yani insanın hayatta kalması için gerekli değildir. Ama son zamanlarda en çok konuşulan filmlerden biri olan "The Matrix" bu ihtiyaç üzerine kuruludur. Neo (Thomas Anderson), hayatıyla ilgili bazı derin sorular sormakta ve bunların cevabını aramaktadır. Filmin reklamında kullanılan "What is the Matrix?" sorusu bile, filmdeki temel ihtiyacın, bilgi edinme ihtiyacı olduğunu ortaya koymaktadır. ESTETİK İHTİYAÇ: "Gerçek" bu başlık altında ele alınmıştır. Bu da temel bir ihtiyaç değildir. Ama bazen insanlar hayatlarını ve bütün temel ihtiyaçlarının giderilmesini tehlikeye atarak bu ihtiyacı gidermeye çalışırlar. "Başkan'ın Bütün Adamları" böyle bir filmdir. Bu filmde Dustin Hoffman ve Robert Redford'un canlandırdığı iki gazeteci, her ne pahasına olursa olsun gerçeği ortaya çıkarmak için çabalar, hatta hayatlarını tehlikeye atarlar. SEVGİ VE AİT OLMA: Kendine uygun bir eş bulma, bu eş ile bir aile kurma, bu aileye ait olma istekleri, bu ihtiyacın tezahürleridir. Bir takım tutmak, bir dine inanmak (kısmen), milliyetçilik de bu ihtiyacın farklı yansımalarıdır. "Kayıp Balık NEMO" filminin bu kadar tutulmasının altında yatan en temel nedenlerden biri bence bu ihtiyacı işlemesiydi. Bir babanın kayıp yavrusuna kavuşma öyküsü herkesi çok derinden yakalayan bir temadır. Bir filmde ne kadar temel bir ihtiyacı ele alırsanız, o kadar geniş bir izleyici kitlesine hitap edersiniz. Çünkü bir ihtiyaç ne kadar temel ise o kadar kültürler üstüdür. İnsanların hayatta kalma çabalarının işlendiği felaket ve korku filmlerinin dünyanın her yerinde bu kadar tutulmasının temel nedeni de budur. Ama sadece bir ihtiyaç üzerine kurulu filmler genelde yavan olur. Bir alt düzey ihtiyaç ile bir üst düzey ihtiyacın karşılanma çabaları aynı hikayede ele alınabilirse bu çok etkileyici olur. Örneğin "TITANIC" filmindeki Rose (Kate Winslet) karakteri, hem "Kendini Gerçekleştirme", hem "Sevgi ve Ait Olma" hem de "Hayatta Kalma - Fizyolojik" ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktadır. "Billy Elliot" filminde Billy "Kendini Gerçekleştirme" ihtiyacını karşılamaya çalışırken Billy'nin babası ve ağabeyi "Fizyolojik İhtiyaçlar"ını karşılamak (işten kovulmamak, işlerine geri dönmek) derdindedir. Ama dikkat edin. Bir filmde ikiden fazla ihtiyacın karşılanmasını ele almak genelde risklidir. Hikayeyi toparlayamayabilirsiniz. Bu nedenle başlangıçta sadece iki ihtiyacı ele almanız doğru olur. posted by gezgin @ 5:33 PM

0 comments

Cumartesi, Aralık 25, 2004 TEMEL İNSAN GÜDÜLERİ 598

İnsanlar neyi neden yapar? Bu sorunun cevabı, insanın temel ihtiyaçlarını inceleyen psikologlar tarafından çok net bir biçimde verilmiştir. Özellikle Abraham H. Maslow adlı "hümanistik" psikolog, bu konuyla ilgili çok ayrıntılı ve güzel şeyler söylemiştir. (Türkçe'deki en önemli kitabı "İnsan Olmanın Psikolojisi") Temel İhtiyaçlar Bu ihtiyaçlar hiyerarşik bir özellik gösterirler. Yani ancak daha temeldeki bir ihtiyaç karşılandıktan sonra daha üst düzeydeki bir ihtiyaç kendini gösterebilir (istisnai durumlar vardır, ama genel kural budur). Aşağıdaki sıralamada en temel ihtiyaç "fizyolojik ihtiyaçlar"dır. Bir insan temel fizyolojik ihtiyaçlarını giderdikten sonra güvenlik, sevgi ve saygı ihtiyaçlarını gidermeye çabalamaya başlar. 1) Fizyolojik İhtiyaçlar: Yemek, su, ısı, cinsellik. 2) Güvenlik İhtiyaçları: Tehditkar olmayan, düzenli, öngörülebilir ortamlarda bulunma ihtiyacı. 3) Sevgi ve ait olma ihtiyacı: Karşılıklı sevgi alışverişinin yaşandığı ilişkiler kurma ve bir gruba ait olma ihtiyacı. 4) Saygınlık ihtiyacı: İnsanın kendisi hakkında olumlu bir görüşe sahip olma ve bunu devam ettirme ihtiyacı. Başkalarının nazarında da saygıdeğer biri olma ihtiyacı. Maslow'un piramidinde bu ihtiyaçlara "eksiklik" ("deficiency") ihtiyaçları da denir. Çünkü organizma, bu ihtiyaçlardan biri eksik olduğunda harekete geçer. İnsanı harekete geçiren motivler bunlarla sınırlı değildir. Bu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra, adına "meta ihtiyaçlar" ya da "büyüme ihtiyaçları" denen bir başka grup ihtiyaç ortaya çıkar. Bunlar da aşağıdaki gibidir. 5) Bilişsel İhtiyaçlar: Bilgi edinme ihtiyacı, simetri ihtiyacı. 6) Estetik İhtiyaçlar: İyilik, güzellik, gerçek/hakikat, adalet 7) Kendini gerçekleştirme: Kişinin tüm potansiyelini kullanabilmesi, kendini yaratıcı ve üretken biçimde ortaya koyabilme ihtiyacı Bu ihtiyaçların kendini senaryo yazımında nasıl gösterdiğini başka yazılarda ele alacağım. posted by gezgin @ 3:41 PM

0 comments

Cuma, Aralık 24, 2004 KARAKTERİN ÖNEMİ Daha önce (26 Ekim 2004) "Orijinal Karakter Yaratmak" diye bir yazı yazmıştım. Ama karakter yazma konusunun işlenme zamanına asıl şimdi gelmiş bulunuyoruz. "Karakter mi hikaye mi daha önemlidir?" sorusu en az 2000 yıllıktır. Aristo sormuştur ve "hikaye" diye de kendi kendine cevaplamıştır. Ama daha sonra, özellikle de günümüzün kuramcıları ve yazarları, "Hadi oradan" şeklinde cevap vermişlerdir Aristo'ya, "asıl önemli olan karakterdir". Ben de bu ekolün taraftarıyım. Neden olduğunu açıklayayım: Her hikaye, izleyicinin karakter üzerinden yaşadığı bir deneyimdir. Eğer hikayeyi belirli bir yöne akan bir nehre benzetirsek, karakter o nehirde yol almamızı sağlayan sandal gibidir. O sandala bineriz (özdeşleşme) ve sandalın gittiği yere (dış motivasyon) gideriz. Eğer ortada bir sandal yok da bir sürü odun parçası varsa (karakter haline gelememiş tipler), bunlardan birine tutunmak zorunda kalırız. Neticede akıntılar, girdaplar arasında çok heyecanlı, bol aksiyonlu bir yolculuk yaparız belki ama, bunun doyurucu olduğu söylenemez. En azından ben öyle düşünüyorum. Karaktere önem vermeyen filmler genelde aksiyon filmleridir - "Con Air" böyle bir filmdir. Kim, neyi, niçin yapıyor soruları ya hiç yanıtlanmaz, ya da çok yüzeysel olarak geçiştirilir. Genel olarak seyirci bu tür filmlere zaten karakter izlemek için gitmez. İki hoş saat geçirmek için gider. Ama bu tür filmlerde bilen karakter hakkında bir şeyler söylemek, filmdeki aksiyonun gücünü büyük ölçüde artırabilir. Aksiyon dışındaki film türleri, karakterin yeterince işlenmemesini affetmez. Korku filmleri bile böyledir. Karakterin neyi neden yaptığına dair inandırıcı ve insancıl nedenler ("background") öğrenirsek, onunla daha derin bir duygusal bağlantı kurarız. Ve filmin izleyici üzerindeki etkisi bir kaç kat artar. Umursamadığımız birinin kafasına meteor düşse kılımız kıpırdamaz, ama uygun bir biçimde özdeşleşme sağladığımız kişinin eline iğne batsa bizim de canımız yanar. 599

Bu tür filmlere örnek olarak "Yasak İlişki"yi verebilirim. C. Eastwood'un bu küçük başyapıtında Meryl Streep, çiftlikte yaşayan bir ev kadınını canlandırıyordu. Kadının monoton hayatı içindeki yalnızlığı o kadar güzel bir biçimde veriliyordu ki, sanırım filmi izleyen herkes, filmin sonunda kadının C. Eastwood ile gitmesini istemiştir. Karakterin yeterince işlenmemesi, Türk filmlerinde genel olarak gördüğümüz bir sorundur. Son yılların favori türü "komedi" olduğu için genel olarak karakterler yüzeysel bir biçimde geçitirilmektedir. "Neredesin Firuze"de Ferhat'ın (Özcan Deniz) neden şarkıcı olmak istediğini bilmeyiz mesela. Olamayınca da çok önemsemeyiz. Oysa "Full Monty" ("Anadan Doğma") filmini hatırlayın. Bir grup işsiz İngiliz'in para kazanmak için bir striptiz şovu sahnelediği film. Filmde, her karakterin neden para kazanmak zorunda olduğunu tek tek öğreniyorduk. Bu sayede bir yandan gülmekten kırılırken diğer yandan "parasızlık insana neler yaptırıyor" diyerek onların duygularını paylaşıyorduk. Oysa Firuze'de karakterler çok yüzeysel kalıyordu. Sadece doğum sırasında karısını kaybeden adam hakkında biraz üzülüyorduk o kadar. posted by gezgin @ 6:18 PM

1 comments

Çarşamba, Aralık 15, 2004 Cem Yılmaz ve PAVLOV'un Köpeği Özellikle komedi oyuncularının başına gelen bir durumdur: adamın yüzünü görünce otomatikman gülmeye başlarsınız. Yüzünüze yayılan gülümsemeye mani olamazsınız. "Neden gülüyorsun?" diye sorarlarsa cevap hazırdır: "Adamın tipi komik." ("Tipi komik" dediğiniz adam her sabah aynaya bakınca kendine gülüyor mu acaba? Cevabı aşağıda.) Aslında "komik" diye bir tip yoktur. Sadece belirli bir tepki ("response" - burada "gülme") ile belirli bir uyaran ("stimulus" - bu örnekte "yüz") arasında kurulan bir koşullanma ("conditioning") bağı vardır. Bu koşullanma bağını kurduğunuz her yüz komik hale gelir. Bu durumu bir örnekle açıklayalım. Sonra da (bu aralar gündemde olduğu için) Cem Yılmaz üzerinden bu örneği genişletelim. 1-) Arının iğnesiyle insanı sokması koşullanmamış bir uyarandır ("unconditioned stimulus" - US). Bu uyaran sonunda 2-) Koşullanmamış bir tepki ("unconditioned response" - UR) olan acı çekme olayı yaşanır. Buradaki "koşullanmamış" ifadesinin anlamı "öğrenilmemiş"tir. Arının iğnesi doğada bulunan bir uyarandır. Aynı şekilde iğne batınca acı çekmek de öğrenilmez, bu vucüdun doğal bir mekanizmasıdır. 3-) Küçük bir çocuk düşünelim. Bu çocuğun eline ilk kez bir arı konsun. Çocuk bu arıdan korkmaz, bu arının görüntüsü onun için nötrdür. 4-) Bu arı iğnesini çocuğa batırınca (US) koşullanmamış tepki olan acı çekme olayı (UR) yaşanır. Ama bu arada bir başka olay daha yaşanır. O da arının görüntüsü ile acı çekme arasında bir bağlantı kurulmasıdır. Bu görüntü ile acı çekme olayı arasıda kurulan bağlantıya "koşullanma" denir. 5-) Bu koşullanmadan sonra arının sadece görüntüsü (koşullanmış uyaran - "conditioned stimulus" - CS) bile korkuya (koşullanmış tepki - "conditioned response" - CR) neden olur. Artık o çocuk her arı gördüğünde korku duyacaktır - ısırılmasa bile. Mekanizmayı sanırım anladınız: Önceleri insanda hiçbir tepki yaratmayan nötr bir uyaran (arının görüntüsü), bir ya da bir kaç olaydan sonra koşullanmış bir tepki (korku) uyandırıyor. Bu, günlük hayatta sandığınızdan da çok yaşadığınız bir olaydır. Limon görünce ağzınızın sulanması, güzel bir yemek kokusu duyunca midenizin guruldaması hep koşullanma sonucu verdiğiniz tepkilerdir. Hiç limon yememiş birinin ağzı limon görünce sulanmaz, ya da hiç tatmadığınız bir yemeğin kokusunu duyunca bir tepki vermezsiniz. Bu örneği Cem Yılmaz'a (ya da 10 yıl öncesinin Şener Şen'ine, 20 yıl öncesinin Kemal Sunal'ına) uyarlayarak "adamın yüzüne bakıp gülme" olayını inceleyelim. [Bu örneğin kolay anlaşılmasını sağlamak için "espri" ve "komiklik"i koşullanmamış uyaranlar, "gülme"yi de koşullanmamış tepkiler olarak kabul edeceğim. Gülmek doğuştan mıdır, yoksa bir üst düzey koşullanma mıdır ("higher order conditioning") meselesini burada tartışmayacağım] 1-) Komik bir espri, koşullanmamış bir uyarandır. Bu uyaran sonucunda, 600

2-) Koşullanmamış tepki, yani gülme olayı meydana gelir. 3-) Cem Yılmaz'ın yüzünü hayatınızda ilk kez (örneğin bir fotoğrafta ya da komik olmayan bir röportaj sırasında) gördüğünüzü düşünelim. Bu olayda Cem Yılmaz'a gülmezsiniz. Adamın yüzü sizin için nötrdür. 4-) Sonra bir Cem Yılmaz gösterisi izlediğinizi düşünelim. Cem Yılmaz arka arkaya sizi koltuğunuzdan düşürecek espriler yapıyor olsun. Siz bir taraftan gülerken diğer taraftan (hiç farkında olmadan) Cem Yılmaz'ın yüzü ile gülme olayı arasında bir bağlantı kurarsınız. Artık koşullanmışsınızdır. 5-) Bundan sonra Cem Yılmaz'ı her gördüğünüzde ister istemez yüzünüzde bir gülümseme belirir. Hele bu koşullanma, Cem Yılmaz'ın şovlarını tekrar tekrar izlemek suretiyle güçlendirildiyse, adamın "tipinin bile komik" olduğunu söylersiniz. Yani iş sihir ya da keramet değil, basit bir koşullanma hadisesidir. Bu olay, Cem Yılmaz'ın şovlarının ve filmlerinin neden bu kadar çok kahkaha aldığını da kısmen açıklar (işin içinde başka -özellikle de bilişsel- etkenler de var). İnsanlar Cem Yılmaz'ın gösterilerine zaten gülmeye hazır, gülmeye kurulmuş bir biçimde gitmektedir. Bu nedenle Cem Yılmaz bazen hiçbir şey yapmayarak bile insanları dakikalarca güldürebilmektedir. Filmlerde "yıldız etkisi" dediğim şey de aslında büyük ölçüde "koşullanma" olayıyla ilgilidir. Bir oyuncu bir süre benzer rollerde oynarsa, o rolün uyandırdığı duygu ile o oyuncu arasında bir koşullanma bağı kurulur. Örneğin Bruce Willis ile aksiyon filmleri, Julia Roberts ile romantik komediler, Robert De Niro ile mafya ve suç filmleri arasında böyle bir bağ vardır. Bu bağın farkında olan yönetmenler, senaryodaki duyguya uygun oyuncuları tercih ederler ve izleyiciyi senaryoyla uzun uzadıya etkilemeye çalışmak yerine oyuncu ile seyirci arasında önceden kurulmuş bu bağdan faydalanırlar. "Bütün bunların senaryo yazımı ile ne ilgisi var?" diyebilirsiniz. Doğrudan bir bağlantısı yok, ama biraz düşününce aslında bayağı ilgili olduğunu göreceksiniz. posted by gezgin @ 3:06 PM

1 comments

Cuma, Aralık 10, 2004 TV'de Film İzlemek Üzerine Ne kadar iyi bir senarist ya da yönetmen olursanız olun, yazdığınız ya da çektiğiniz film, eseriniz üzerinde tasarrufu bulunduğunu zanneden bazı kişiler tarafından beğenilmeyip "yeniden kurgulanabilir". Sansür'den bahsetmiyorum - sansür bir grup "değer"e göre yapılır ve kabul edilir olmasa da anlaşılır nedenleri vardır. Ama TV'de oynayan filmlerin birileri tarafından kurgulanıp kısaltılması kabul edilebilir de değildir, anlaşılır da. Yakın zamanda bu uygulamanın bir örneğini bir özel kanalda izlediğim "Replacements" filminde gördüm. Keanu Reeves ve Gene Hackman'ın oynadığı bu filmi vaktiyle kaçırmıştım, ve TV'de oynayacağını öğrenince sevindim ve gecenin bir vaktinde TV'nin karşısına geçtim. (Film izlemenin "pasif" bir eylem olduğunu düşünenler çok yanılırlar. İzleyici düşünsel olarak gördüklerini izleyip analiz ederken duygusal olarak da karakterler ile bağlantı kurar. Bayağı yoğunlaşma ve emek isteyen bir iştir yani) Reklamdı, tanıtımdı derken filmin 3. Perdesinin zirvesine geldik. Saat de gecenin 1'ini geçmiş. Filmi izleyenler bilir: Keanu Reeves'in Rugby takımına geri döndüğü ve takımın kaderinin belirleneceği maçın ikinci yarısının oynanacağı sahne. Bütün film boyunca izleyeceğimizi içten içe bildiğimiz ve beklediğimiz, heyecanın doruklarda dolaştığı sahne. Fakat o da ne?! Keanu sahaya girdikten bir saniye sonra filmin finalinden 5-10 saniyelik bazı görüntüler görüyoruz. Maç oynanmış, kazanılmış, ve bizimkiler bunu kutluyorlar. Peki nerede "final"? GİTMİŞ! YOK! UÇMUŞ! Filmi oynatan kanalda birisi şöyle düşünmüş olmalı: 1) Ben Howard Deutch'tan daha iyi bir yönetmenim, film aslında böyle kurgulanmalıydı. 2) Bu saatte bu filmi seyredenin aklına şaşayım. Seyredenler kesinlikle bu "ufak" operasyonu anlamazlar. 601

3) Adam olana filmin bu kadarı çok bile. Nasılsa anlamışsınızdır bu sahnede neler olduğunu. Buna benzer bir durumu, en sevdiğim filmlerden biri olan "Point Break"de ("Kırılma Noktası") de yaşamıştım. Sahne sahne bildiğim filmi TV'de izlerken yaklaşık 30 dakikasının uçtuğunu fark etmiştim. Özetle: Bir daha TV'de film izlemeye oturduğumda çok ama çok dikkatli olacağım. "Kara liste"ye giren kanallara bakmayacağım bile. posted by gezgin @ 6:29 PM

0 comments

Perşembe, Aralık 02, 2004 Sitcom'larda Durum Reenkarnasyonu Sitcom'larda belirli konular zaman içinde tekrar tekrar ortaya çıkar (durumsal "reenkarnasyon"). Bu kaçınılmaz bir durumdur ve bir kaç sebebi vardır: 1) Sictom formatı, yazarın belirli konular etrafında dönmesine neden olur. 2-3 saat sürebilen uzun metrajlı filmlerde olduğu gibi istediğin her konuyu işleme şansın yoktur. 30-60 dakikada ele alıp çözebileceğin konular bellidir. 2) Sitcom, bütün dünyada (özellikle de Amerika ve İngiltere'de) uzun süredir kullanılan bir formattır. Yani adamlar bu yola bizden çok daha önce yola çıkmış, hatta bütün yolu bir kaç defa kat etmişlerdir. Bu nedenle ortalıkta ele almadık konu neredeyse kalmamıştır. Amerika'da çekilen bir dizide ele alınan bir konunun, bir Türk dizisinde de görülmesi bu açıdan anlayışla karşılanmalıdır. 3) Şehirde yaşayan orta sınıfa mensup insanların başına gelebilecek olayların sayısı sınırlıdır. Toplasan 300'ü geçmez. (Aslında biri çıkıp "sitcom durumları envanteri" diye bir şey hazırlasa... Güzel olmaz mıydı?) Bu nedenle, benzer ekonomik ve kültürel sınıfları ele alan sitcomların, eninde sonunda benzer durumaları ("situation comedy") anlatması kaçınılmazdır. Burada dikkat edilmesi gereken mesele, başka dizilerden doğrudan çalıntı yapılmamasıdır. Yabancı bir dizinin bir bölümünün hemen hemen aynısının yerli bir dizide kullanılması, affedilecek bir hareket değildir. (Kim affetmiyor? sorusunun cevabı, oldukça felsefi kaçacağından, burada ele almıyorum) . Dün gece (1 Aralık 04) izlediğim "Avrupa Yakası"ndaki bir sahnenin benzerini "Coupling"de de görmüştüm. Hani Aslı'nın sevgilisi Cem'in, kendisi için düzenlenen doğumgünü partisinde, soyunması olayı. Olayın aynısı Coupling'de Jeff'in başına geliyordu. Ama aradaki benzerlik sadece bu soyunma olayından ibaretti, çünkü olaylar her iki dizide de daha farklı ilerliyordu. Cem sadece gömleğinin önünü açıyordu. Jeff ise iç çamaşırlarının tamamını çıkarıyordu - daha büyük bir kahkaha aldığını tahmin edebilirsiniz. Yine yakın zamanda "Avrupa Yakası"nda gördüğümüz "dizi çekme" olayının benzeri de, "Seinfeld"in ilk bölümlerinde karşımıza çıkmıştı. "A show about nothing" temalı bu bölümlerde Jerry ve George bir dizi çekmeye karar veriyorlar ve bu tekliflerini bir kanala kabul ettiriyorlardı. 4-5 bölüm süren bu macera da başarısızlıkla sonuçlanıyordu. (Seinfeld'in şu esprisini anlatmadan geçemeyeceğim: "Kadınlar ayakkabılara, erkekler de kadınların göğüs dekoltelerine bakarken Uzaylılar dünyaya gelip gitmiş ve hiç kimse onları görmemiş olabilir.") Avrupa Yakası'nda da Aslı ve Volkan bir dizide oyunculuk yapmaya başlıyor, ama dizi daha ilk gecesinde yayından kaldırılıyordu. Özellikle Aslı'nın (Gülse Birsel) "kötü oyuncu"yu canlandırdığı sahneler gerçekten çok eğlenceliydi. Özetlersem: Sitcomlarda benzer durumların görülmesi son derece normaldir, yeterki bu benzerlik makul bir yerde kalsın. posted by gezgin @ 3:29 PM

0 comments

Çarşamba, Aralık 01, 2004 3 Perdeli Yapı Hakkında Bir Kaç Söz Daha Yazdığım bir mail'den alıntılar: 3 Perdeli (dikkat edin, "Perdelik" değil) Yapı ve senaryo yazımı ile ilgili diğer bilgiler hakkında ilk kez ayrıntılı bilgi edinince keyfim kaçmıştı. Bir dosya dolusu film fikrim aniden 2. hatta 3. lige düşmüştü. Ama işe artık şöyle bakıyorum: eğer bu bilgileri kullanarak senaryo yazarsam, filmin başarılı olma ihtimali çok daha yükselir. Çünkü hemen tüm başarılı senaryolar bu yapıyı ve bu bilgileri kullanıyorlar. 602

Her film 3 perdeli yapıyı kullanmaz. Hatta bizzat bu yapının öngördüğünün zıddını yapan filmler de vardır: "Pulp Fiction" bunlardan biridir. Avrupa filmleri arasında da 3 perdeli yapıyı çok gevşek kullanan ya da hiç kullanmayanlar var. Ve gayet de başarılılar. 3 Perdeli Yapı bir öneridir, izleyicinin algılama örüntülerinin ("pattern") uzun yıllar incelenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Ve derdini anlatmakta yazara yardımcı olmayı amaçlar. Bir deli gömleği değildir, daha çok, terzilerin kullandığı patron kalıpları gibi düşünülebilir. Kalıplar her insan için hemen hemen aynıdır, ama elbisesi dikilen kişinin özgün beden yapısına göre bazı değişiklikler yapılır. posted by gezgin @ 3:45 PM

0 comments

"Mezarını Derin Kaz" ("Shallow Grave") Hakkında Yakın zamanda "Mezarını Derin Kaz" ("Shallow Grave" - 1995) bir televizyon kanalında yayınlandı. Bu filmi vizyona girdiğinde değil de DVD'de seyretmiştim geçen yaz (2003). Fena bir film değildi. Her film izledikten sonra yaptığım gibi IMDB'ye girip hakkında yazılan eleştirileri okumuştum ("external reviews" bölümü). Ve şaşırıp kalmıştım. Çünkü filmden, neredeyse İngiliz sinemasını kurtaran film olarak bahsediliyordu. "Herhalde İngilizler çok ümitsiz durumdaydılar" diye düşünüp konuyu kapattım. Ama yakın zamanda tekrar karşıma çıkınca SANARİST/SENARYORUM'a yazayım dedim. Filmin özeti şu: Aynı evde kalan üç kiracı, dördüncü bir kiracı alırlar. Ama yeni gelen adam, bir süre sonra arkasında para dolu bir çanta bırakarak ölür. Diğer kiracılar durumu polise bildirmek yerine cesetten kurtulmaya ve parayı bölüşmeye karar verirler. Sığ bir mezara ("Shallow Grave") gömdükleri ceset polis tarafından bulunur ve bir soruşturma başlatılır. Bu arada üç arkadaş da birbirine düşer. Vs. vs. Hadise bu. Orta karar bir kara-komedi yani. Filmde ilginç bulduğum tek yan, karakterlerden birinin kafayı sıyırdıktan sonra evin çatısına taşınması ve aşağıdaki arkadaşlarını görmek için evin tavanına delikler açmasıydı. Onun dışında "buluş" denilebilecek hemen hiçbir şey yoktu. Eğer bu film İngiliz sinemasını kurtardıysa, herhalde İngiliz sinemasının boğazına yemek kaçmış, bu film de sırta inen bir yumruk şeklinde sinemayı kurtarmış diye düşünüyorum. Büyük bir kalp ya da beyin ameliyatı söz konusu değil yani. Ama şunu da teslim etmek gerek: film kötü değil. Fazlalıklardan arındırılmış, temiz bir senaryosu var. Oyuncular da genel olarak başarılılar. Özellikle Ewan McGregor'un eğlenceli olduğunu hatırlıyorum. Film 2.5 milyon dolara mal olmuş ve 20 milyon dolar getirmiş. Ben yine "Türkiye'de böyle bir film senaryosunun yazılması için hiçbir engel yok" diyeceğim. (2.5 milyon dolar yatırım 20 milyon dolar kazanmak hangi yatırımcının hoşuna gitmez ki). Gereken tek şey kağıt, kalem (bilgisayar da olur), bir imla klavuzu, biraz da senaryo kuramı bilgisi... Roger Ebert'in filmle ilgili eleştirisini de faideli bulabilirsiniz. posted by gezgin @ 3:00 PM

0 comments

Cuma, Kasım 26, 2004 İLGİNÇ YAN KARAKTERLER "Tutan Dizi Yazmak" yazısında, kaliteli dizilerde bulunması gereken öğeleri sıralarken "ilginç yan karakterler"i de saymıştım. Bu yan karakterler, aslında göründüğünden daha büyük işlevler yüklenirler. Dizinin ana karakterleri nispeten akılcı davranırken, bu yan karakterler istedikleri kadar saçmalayabilir, böylece seyircinin dizi izlemekteki birincil motivasyonunu, yani sıkıntıdan kurtulma isteğini tatmin ederler. Bazı yabancı örneklere bakalım: "COUPLING" dizisinin ilk iki sezonunda en ilginç karakter kimdi sizce? Bu soruya "JEFF"ten başka bir cevap olacağını sanmıyorum. Kadınlarla ilgili bu kadar az deneyim yaşamış bir insanın, ilişkiler hakkında bu kadar çok (ve saçma) kuram üretmiş olması bile tek başına çok komik. Dizinin son sezonunda Jeff karakteri ayrılmış, yerine Oliver diye bir tip koymaya çalışmışlardı, ama tutmadı ve diziye son vermek zorunda kaldılar. (Alınacak ders: Yan karakterler bazen dizinin kaderini etkileyecek kadar önem 603

kazanabiliyor.) "SEINFELD"e bakalım. İzleyicilerin yarısı, "Dizide en çok hangi karakteri seviyorsunuz?" sorusuna ne cevap vermişler biliyor musunuz? COSMO KRAMER! Sadece kapıdan girişi bile bir ekol olan, acayip saç kesimli, belirli bir işi bulunmayan, durmadan Jerry'nin dairesine dalıp buzdolabından yiyecek bir şeyler alan, arada sırada "parlak" fikirler üreten bu adam, 9 sezon (169 bölüm) neticesinde dizinin en sevilen karakteri haline gelmiş. (Alınacak ders: izleyiciler, dizilerde herkesin aklı başında davrandığını görmek istemiyor. Arada bir saçmalayan karakterler de görmek istiyor. Hatta onlara bayılıyor.) Yerli örneklere de bakalım: "AVRUPA YAKASI" dediğiniz zaman, aklınıza ilk hangi isimler geliyor? Aslı ile Volkan mı? Şehsu ile Selin mi? Benim aklıma ikinciler geliyor çünkü insan beyni, yapısı itibariyle sıradışı olanı daha çok hatırlar. Bence hem konuşma şekilleri, hem de görüntüleri ile eksen karakterlerden daha dikkat çekiciler. (Alınacak ders: İlginç yan karakterler her ekonomik sınıftan, her kültürel arkaplandan olabilir.) "EN SON BABALAR DUYAR"ın ilk bölümlerindeki en ilginç tip kimdi sizce? Damat Kadir değil mi? Her işinde mutlaka bir sahtekarlık olan bu adam, dizinin tuzu biberiydi. Her bölümde ortaya kurnaz bir fikirle çıkmasını ve sonunda da cezasını bulmasını bekliyorduk. İlerleyen bölümlerde ailenin anne babası diziden ayrılınca, yazarlar/yapımcı öyküyü Kadir'in üzerine kurmaya karar verdiler. Dizi devam ettiğine göre, maliyetini yeterince karşılıyor olmalı. Ama o ilk sezondaki aile sıcaklığından da bir şeyler kaybettiğini düşünüyorum. (Alınacak Ders: Seyirci bu çılgın tipleri genelde yan karakterler olarak görmek istiyor, eksen karakter olmalarını pek istemiyor, çünkü onlarla özdeşleşme kurmak daha zor.) (Karşılaştırınız: ÇOCUKLAR DUYMASIN'daki Light Selami'nin ÇOCUKLAR NE OLACAK'ta eksen karakter haline gelmesi.) "EKMEK TEKNESİ"ndeki KİRLİ (Kadir Çöpdemir) ve CENGİZ (Peker Açıkalın) de, sıradışılıkları ile diziye renk katan, pek makul olmayan davranışlarıyla da dramatik fırsatlar yaratan tiplerdir. Yan karakterlerle ilgili bu durum, sinema filmlerinde de vardır. Bu gibi karakterler filmlerde de son derece işlevseldir, baş karakterlerin yapamayacağı saçma ama işe yarar şeyleri yaparlar. "NOTTING HILL" deki Mike (Hugh Grant'in ev arkadaşı), "LETHAL WEAPON 4"teki Joe Pesci, "STAR WARS" filmlerindeki CP3 ve R2D2 karakterleri bunlara örnektir. posted by gezgin @ 5:22 PM

0 comments

"TITANIC" ve 3 Perdeli Yapı Bu filme kısa bir analiz yapmak biraz ironik, ama başka çarem yok. Aksi takdirde o kadar uzun bir analiz yapmak zorunda kalırım ki, kimse okumaz. AŞAMA 1 - SERİM : Küçük denizaltıların Titanic'e girmesi ve bir kasayı yüzeye çıkarmaları, ama kasanın içinden "Okyanusun Kalbi" adlı elmasın çıkmaması. Yaşlı Rose'un izlediği TV programı sonucu, Titanic'teki araştırmacıları araması. DÖNÜM NOKTASI 1 - FIRSAT : Rose'un, torunuyla birlikte araştırma gemisi Keldysh'e gelmesi. AŞAMA 2 - YENİ DURUM : Yaşlı Rose hikayesini anlatmaya başlar: ("Flashback") Genç Rose'un annesi ve nişanlısıyla Titanic'e binmesi. Jack Dawson'un da Titanic biletini kazanması. Rose'un, nişanlısı ile pek anlaşamadığını gösteren sahneler. Jack ise resim çizmekle meşguldür. DÖNÜM NOKTASI 2 - PLANLARDA DEĞİŞİKLİK : Bilinmeyen bir nedenle Rose intihara kalkışır ama Jack onu ikna eder ve suya düşmekten kurtarır. AŞAMA 3 - İLERLEME : Jack, Rose'un nişanlısı Cal tarafından yemeğe davet edilir. Bu yemekten sonra da Jack Rose'u 3. sınıf yolcuların eğlencesine götürür. Rose orada gerçekten çok eğlenir. Cal, Rose'un Jack ile yakınlaşmasını tasvip etmez. Ama yaşadığı (ve yaşayacağı) hayattan mutsuz olan Rose, Jack'in vaad ettiği özgür yaşamı tercih eder. DÖNÜM NOKTASI 3 - DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA : Jack ile Rose, geminin ambarında sevişirler. Hemen akabinde Titanic buz dağına çarpar. (Cameron'dan çok akıllıca bir dönüm noktası seçimi) AŞAMA 4 - ENGELLER / ZORLUKLAR : Rose ve Jack, ilişkilerini Cal'e ve Rose'un annesine söylemeye karar verirler. Ama Cal, Jack'i hırsızlıktan tutuklattırır.

604

Bu arada geminin batacağı kesin olarak anlaşılmıştır. Yapılacak tek şey, yolcuları tahliye etmektir. Ama gemideki cankurtaran sandalları, yolcuların ancak yarısını alabilecek kapasitededir. Rose, tam cankurtaran sandalına binecekken vazgeçer ve Jack'i bulmaya karar verir. Jack'in tutuklu bulunduğu bölüm kısmen su altında olduğu için bu çok zor olur, ama en sonunda iki genç aşık, büyük engelleri aşarak güverteye çıkmayı başarırlar. DÖNÜM NOKTASI 4 - EN BÜYÜK AKSİLİK : Jack ve Cal Rose'u bir cankurtaran sandalına bindirirler. Rose bu kez de yarı yoldaki sandaldan gemiye geri atlar ve Jack'e koşar. Cal iki aşığı öldürmeye çalışır, ama başaramaz. AŞAMA - 5 - SON HÜCUM : Geminin batışı yaklaşmaktadır. Jack ve Rose'un hayatta kalma çabalarının yanı sıra, diğer yolcuların da bu can pazarında nasıl davrandıklarını izleriz ibretle. DÖNÜM NOKTASI 5 - DORUK : Bu, geminin ortadan bölündüğü, ardından da tamamen suya battığı sahnedir. Önce Jack ve Rose da gemiyle birlikte suya gömülür, sonra su yüzüne çıkarlar. AŞAMA 6 - SONUÇ : Jack soğuktan ölür. Rose ise geri dönen bir cankurtaran sandalı tarafından kurtarılır. ("Flashback" biter) Yaşlı Rose, kurtulduktan sonra neler olduğunu anlatır. Elmasın hâlâ kendisinde olduğunu söylemez. Herkes uyurken elması okyanusun derinliklerine bırakır. Sonra da yatağında ölür, ve öldükten sonra Jack ile buluşur. posted by gezgin @ 4:58 PM

0 comments

Salı, Kasım 23, 2004 Garantili Bir Aksiyon Sekansı: BİNALARA GİRİŞ VE ÇIKIŞ Giriş çıkışı çok sıkı kontrol edilen ya da polisler/askerler/güvenlik güçleri tarafından kuşatılmış binalara girmek ve çıkmak, aksiyon filmlerinde çok sık kullanılan sekanslardır. Seyirci olarak bizi bu kadar etkilemelerinin nedeni sanırım bilinçaltı düzeyde bu binaların elde etmeyi arzuladığımız şeyleri, ya da içinde çıkmaya çalıştığımız zor durumları temsil etmelerinde yatıyor. Aklıma ilk gelen örnekleri sıralayayım: "Görevimiz Tehlike 1" filminde Ethan Hunt'ın (Tom Cruise), kendi masumiyetini kanıtlamak için, CIA'in Langley'deki binasına girmesi gerekiyordu. Amerika'daki en sıkı güvenlik önlemlerinden birine sahip olan bu binaya girmek doğal olarak çok detaylı bir planlama ve son derece sıradışı bir düşünme tarzı gerektiriyordu. Ethan ve adamları bu işi ucu ucuna başarırken bizi de bayağı heyecanlandırıyorlardı. Benzer bir binaya girme zorunluluğu "Görevimiz Tehlike 2" filminde de vardı. Bu kez Ethan ve adamlarının, bir virüsü almak için çok sıkı korunan bir şirket binasına girmesi gerekiyordu. Ethan, yine bin bir türlü akrobatik hareketle bu görevi başarıyordu. "Ocean's Eleven" filminde kahramanlarımız, bir kaç kumarhanenin kazancının saklandığı bir binaya girmeye çalışıyordu. Bunun için o binayı gözetleyen kameralar devredışı bırakılıyor ve soygun gerçekleştiriliyordu. (Her nedense bütün dünyada 440 milyon dolar iş yapmış bu filmin özünü oluşturan bu soygun yöntemi bana yeterince yaratıcı gelmemiştir). "Matrix 1"de Neo ve Trinity'nin, Morpheus'u kurtarma planları sırasında gerçekleştirdikleri bir binaya giriş sahnesi vardı. Hani Neo'nun, her tarafı silahla kaplı olduğu halde metal detektöründen geçtiği sahne ve sonrası. Mükemmel bir giriştir. Kendine güvenen ve baştan aşağı silahlarla donanmış iki kişinin, bir grup askerle doğrudan çatışmaya girmesi, gerçekten de görülmeye değer bir sahne oluşturur. Wachowski kardeşler (filmin yönetmenleri) etkiyi artırmak için çok hoş özel efektler (mermilerden dolayı patlayan duvarlardan çıkan beton parçaları) ve ağır çekimler kullanmışlardı. Bir de binadan çıkma harekatları var. Aklıma ilk gelen, "Leon". Hatırlarsanız filmin sonunda polisler, Leon ve Mathilda'yı bir binada kıstırıyorlardı. Leon, neredeyse yüzlerce polis tarafından kuşatılmış binadan Mathilda'yı çıkarmayı başardıktan sonra, kendisi de bir kargaşa yaratıp polis kılığına giriyor ve binanın dış kapısına kadar ulaşıyordu. (Sonra ne olduğunu filmi izleyenler bilir, bilmeyenlerin de keyfini burada kaçırmayayım.) "Thomas Crown Affair" (yönetmen, ilk Die Hard'ın yönetmeni John McTiernan) filminin girişinde, zengin bir hırsız olan Thomas Crown (son James Bond, Pierce Brosnan), sıkı korunan bir müzeden bir resim çalıyordu. Bunun için sis bombaları ve çelik kapıyı durduran bir çanta kullanıyordu. Çalacağı resmi 605

çaldıktan sonra da panik halindeki kalabalığa karışıyor ve elini kolunu sallayarak binadan çıkıyordu. Aynı filmin sonunda da bir binadan çıkış sahnesi vardır. Bu kez Thomas Crown (TC), polisler tarafından kuşatılmış olan müzeye bir yağlıboya tablo yerleştirmek ve yakalanmadan çıkmak durumundadır. TC doğrudan tuzağın içine girer, ama çıkışta polisleri atlatmak için müthiş bir planı vardır: Bir anda, TC ile aynı şekilde giyinmiş onlarca adam ortaya çıkar ve polisler ne yapacağını şaşırır. Sonra bir anda yangın alarmı çalar. Giysisini değiştiren TC elini kolunu sallayarak müzeden çıkar. Müzeye koyması gereken resmin ise, aslında zaten müzede olduğu anlaşılır. "Matrix 1" filminde de çok önemli bir binadan çıkış sahnesi vardır. Hani Morpheus Neo'yu kahine götürür, Neo kendisinin "seçilmiş kişi" olmadığını anlar, sonra ekip Matrix'ten çıkmak için, giriş yaptıkları binaya geri döner, ve orada pusuya düşürülürler. Hatırladınız mı? Morpheus ve adamları, binadaki tesisat borularının bulunduğu çok dar aralıklardan inerek polisleri atlatırlar - en azından bir süre. Daha sonra Cypher hapşırır ve polisler kaçakların duvarların arkasına gizlendiğini anlar. Gerisi malum. "Terminator 2" filminin ikinci yarısında, Arnold ve ekibinin Syberdyne şirket binasından çıkışı da kayda değer bir sahnedir. Hatırlarsanız ekibin, çipi ve robot kolunu aldıktan sonra, polisler tarafında kuşatılan binadan çıkmaları gerekiyordu. Bunun için önce Arnold girişi tutan Özel Tim ekibini etkisiz hale getiriyor, sonra binanın içine bir minibüs sokuyor ve Sarah ve John Connor'ı minibüse bindirip binadan çıkarıyordu. Ama T1000'in (yani kötü Terminatör'ün) binadan çıkışı daha etkileyiciydi: Binaya bir polis motosikletiyle giren T1000, binadan yine motosikletiyle çıkıyordu - ama bu kez pencereden uçarak! Türkiye'de çekilecek bir filmde böyle bir binaya giriş ve binadan çıkışın inandırıcı bir biçimde zor olması için, o binanın çok iyi korunuyor olması gerekir. Bu, büyük bir şirketin merkez binası olabilir, askeri bir bina olabilir, polislere ait bir bina olabilir, ya da polisler tarafından kuşatılmış bir bina olabilir. Tabii bunun için, kahramanın çok güçlü ve makul bir dış motivasyona da ihtiyacı var. Bina giriş ve çıkışlarında dikkat edilmesi gereken nokta, girişin ve çıkışın silahlı kişilerce ve/veya güvenlik sistemleriyle kontrol ediliyor olmasıdır. Kahramanlar bu zorluğu çok büyük bir kaba kuvvet kullanarak ya da çok zekice bir yöntemle aşmalıdır. Bir binadan çıkarken havalandırmanın kullanılması ya da güvenlik kameralarının by-pass edilmesi, günümüz seyircisine pek yaratıcı gelmiyor artık. posted by gezgin @ 6:27 PM

0 comments

Pazartesi, Kasım 22, 2004 "BABA 1" VE 3 PERDELİ YAPI Sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olan Baba 1'in de 3 perdeli yapı kullandığını fark etmek, beni pek şaşırtmadı. Lafı uzatmadan, analize geçelim: Aşama 1 - Serim: Film, bir düğün sahnesiyle açılıyor. Don Corleone'nin ("Baba" - Marlon Brando) kızı Connie evlenmektedir. Bir yandan müzikler çalınır, şarkılar söylenir, danslar edilirken, diğer yandan Don Corleone karanlık işlerini sürdürmektedir. Çeşitli insanlar Baba'dan çeşitli isteklerde bulunur. Baba da onların bu isteklerini yerine getireceğini söyler. Filmin bu sahnesinde gördüğümüz herkes, filmin ilerleyen bölümlerinde farklı dramatik görevler üstlenir. Bu nedenle, nispeten uzun olsa da, bu düğün sahnesi, filmin iskeletinin çatılması açısından son derece fonksiyoneldir. Bu düğün sahnesinde aileyi tanırız: Don Corleone, oğulları Sonny (James Caan), Fredo (John Cazale), Michael (Al Pacino), Connie, (Talia Shire) ailenin danışmanı Tom Hagen (Robert Duvall), Connie'nin kocası, ve Baba'nın yardımcı adamları Clemenza ve Tessio. Bir sonraki sahnede, ailenin danışmanı olan Tom Hagen, Johnny'nin işini halletmesi için California'ya yollanır. Burada bir film yapımcısını ikna etmesi gerekmektedir. Yapımcı önce Tom'un isteğini geri çevirir, ama daha sonra "ikna" edilir. Dönüm Noktası 1 - Fırsat: Sollozzo ("Turk"), Don Corleone'ye gelerek, uyuşturucu işine girmesinde kendisine yardımcı olmasını ister. Ondan para ve nüfuz yardımı ister. Don Corleone onu reddeder. Aşama 2 - Yeni Durum : Don Corleone, Sollozzo'yu takip etmesi için Luca Brazzi'yi görevlendirir. Ama Solozzo Luca'yı öldürür. Tom'u rehin da alır. Dönüm Noktası 2 - Planlarda Değişiklik: Sollozzo'nun adamları Baba'ya suikast düzenler ama Baba beş kurşun yemesine rağmen hayatta kalmayı başarır. Aşama 3 - İlerleme : Sonny, bu suikaste hemen tepki vermek ister, ama Tom ona engel olur. Michael, 606

suikasti öğrenir ve ailesinin yanına gelir. Aile meclisi, bu olaya nasıl tepki vereceğini tartışır. Önce, suikast sırasında Baba'nın yanında olması gerekirken olmayan (ve karşı tarafa satıldığı anlaşılan) Paulie ortadan kaldırılır. Michael sevgilisine, ailesinin yanına dönmesini söyler, çünkü "işlerinden" dolayı onu bir süre göremeyecektir. Michael, babasına hastanede düzenlenecek olan suikaste engel olur. Hastanedeki yatağının başında babasına, bundan sonra hep yanında olacağına söz verir. Michael, hastaneye gelen polis yüzbaşısı McCluskey tarafından yumruklanır. Bu polisin Sollozzo ile bağlantısı olduğu anlaşılır. Michael, Solozzo ve bu polis yüzbaşısı ile bir akşam yemeği yiyecek ve durumun ne olacağını konuşacaktır. Dönüm Noktası 3 - Dönüşü Olmayan Nokta : Michael, bu yemek sırasında her ikisini de öldürür. Daha önce bir savaş kahramanı olan Michael, artık geri dönülmez bir biçimde ailesinin karanlık işlerine bulaşmıştır. Aşama 4 - Engeller/ Zorluklar : Michael Sicilya'da saklanmaktadır. Orada bir kız ile tanışır ve onunla evlenir. Filmin başında evlenen Connie'nin evliliği ise pek iyi gitmemektedir. Kocasından sürekli dayak yemektedir. Sonny bu nedenle bir kere Connie'nin kocasını sokak ortasında döver. Adam yine Connie'yi dövünce, Sonny iyice sinirlenir ve adamın peşine düşer. Fakat bu bir tuzaktır ve Sonny bir suikaste kurban gider. Michael da kendisine düzenlenen bir suikastten kıl payı kurtulur. Ama bu suikast sırasında karısını kaybeder. Dönüm Noktası 4 - En Büyük Aksilik: Nispeten iyileşen Don Corleone, büyük mafya babaları arasında bir toplantı düzenler, ve kendisinin Sonny'nin intikamını almayacağını söyler. Bu toplantıda uyuşturucu işi ile ilgili kararlar da alınır. Mafya aileleri arasında bir barış ortamı oluşur. Ama en önemlisi, Don Corleone bu toplantıda, bunca yıldır kendisiyle gizli bir savaş yürütenin Tataglia değil de Barzini olduğunu öğrenmiştir. Aşama 5 - Son Hücum : Michael Amerika'ya döner ve babasının yerine geçer. İşleri artık o yönetmektedir. Aile Nevada'ya taşınmaya karar vermiştir. Las Vegas'ta bir kumarhaneyi satın almak ister, ama kumarhanenin sahibi Moe Green Corleone'lerin artık zayıf olduğunu söyleyerek Michael'ı reddeder. Michael Ayrıca eski sevgilisi Kay'e (Diane Keaton) de geri döner. Don Corleone Michael'a ailenin içinde bir hain olduğunu söyler. Ona göre Barzini'nin toplantı isteğini ileten kişi, aynı zamanda haindir. Bir süre sonra Don Corleone, torunuyla sebze bahçesinde oynarken ölür. Artık ailenin başında sadece Michael vardır. Baba'nın cenazesinde Barzini, Michael'dan bir toplantı talep eder. Michael da kabul eder. Toplantı isteğini Michael'a bildiren kişi, Tessio'dur. Dönüm Noktası 5 - Zirve : Michael, kız kardeşi Connie'nin çocuğunun vaftiz törenine "vaftiz babası" sıfatıyla katılır. Bu sırada Michael'ın adamları, Corleone'lerin bütün düşmanlarını (hain Tessio ve kumarhaneci Moe Green dahil) teker teker temizler. Son olarak Michael, aileye ihanet eden ve Sonny'nin ölümüne neden olan kayın biraderini öldürtür. Artık Corleone'ler en büyük mafya ailesidir. Aşama 6 - Sonuç: Corleone ailesi, filmin başından beri kaldığı malikaneden taşınmaktadır. Bu sırada Connie gelir ve Michael'ı, kocasını öldürtmekle suçlar. Connie gittikten sonra, karısı da Michael'a bu iddianın doğru olup olmadığını sorar. Michael karısına yalan söyler. Karısı gittikten sonra, çeşitli insanlar, yeni "baba"nın elini öperler. Michael artık suç, şiddet, ve yalanlar üzerine kurulu bir imparatorluğun tek yöneticisidir. posted by gezgin @ 8:53 PM

0 comments

Pazar, Kasım 21, 2004 SANARİST Artık "www.senaryorum.tk" Da Aynı Zamanda SANARİST sitesinin adını ve adresini hatırlamakta zorluk çekenler, siteye artık www.senaryorum.tk adresinden de ulaşabilirler. Yeni adresin isim babası M.C. Saçıntı'ya çok teşekkürler.

607

posted by gezgin @ 3:24 PM

0 comments

ÇİZGİROMANDAN SİNEMAYA - HEM DE YERLİ! Yabancı çizgiromanlardan (özellikle de Marvel kahramanlarından) sinemaya son zamanlarda çok sayıda transfer oldu. İlk akla gelenler Örümcek Adam, Hulk, Daredevil, Kedikadın... Eskilerden Superman (galiba yeni bir çevrimi yapılıyor), Batman. Yerli çizgiromanlardan sinemaya geçişler ise bildiğim kadarıyla pek fazla olmadı. Suat Yalaz'ın "Karaoğlan"ı ve Ersin Burak'ın "Tarkan"ı ilk aklıma gelenler. Çizgi dünyadan TV'ye de bazı transferler olmuştu: mesela Özden Ögrük'ün "Çılgın Bediş"i. Oğuz Aral'ın "Utanmaz Adam"ı (Okan Bayülgen canlandırıyordu) ise galiba hiç gösterime girmedi ya da çok çabuk gösterimden kalkmıştı, net hatırlamıyorum. Turhan Selçuk'un "Abdülcanbaz"ı ise tiyatroda can bulabilmişti. Hatırlayabildiğim bu kadar. Oysa Türk çizgiromanında 80'lerden itibaren ortaya çıkan bazı karakterlerin sinemada şansının olabileceğini düşünüyorum. Tabii ki çok sıkı senaryolarla desteklenmeleri önkoşuluyla. ("Koskoca" Hulk bile, eli yüzü düzgün bir senaryo olmayınca, gişede nasıl 2.80 uzanmıştı, hatırlarsınız.) Gelelim bana göre hangi çizgiroman karakterlerinin sinema şansı olduğuna: 1) EN KAHRAMAN RIDVAN (EKR): Bülent Arabacıoğlu'nun 1980'lerde GIRGIR'da ortaya çıkardığı bu karakterin bence gerçekten sinemada bir şansı var. Kendini süper kahraman zanneden bu genç ama saf adamın başına gelmedik kalmazdı, çizgi hikayelerinde. Ama eninde sonunda hep başarılı olurdu. EKR'den bence çok güzel bir (ya da bir kaç) aksiyon-komedi filmi çıkabilir. 2) HIZLI GAZETECİ : Necdet Şen'in bu unutulmaz karakteri 1980'lerde CUMHURİYET'te "BACI" hikayesi ile dikkatleri üzerine çekmiş, daha sonra bir süre HÜRRİYET'te görünmüş ("Değişim Rüzgarları"), sonra da müstakil kitaplar şeklinde varlığını sürdürebilmişti. Zeki, esprili, müzmin muhalif ve nevrotik bir karakter olan HIZLI, "Akbabanın 3 Günü" ya da "Başkanın Bütün Adamları" gibi bir filmde müthiş bir baş rol kapabilir. Sadece "BACI"nın dikkatli bir biçimde senaryolaştırılması bile HIZLI'nın sinemaya sağlam bir giriş yapması için yeterli olabilir. (Ama bu senaryolaştırma sürecine çok dikkat etmek gerekir. Aksi takdirde "Bütün Kapılar Kapalıydı" gibi izleyiciye uzak düşen bir filme dönüşebilir. HIZLI'nın karamsarlığını ve şiddetli nevrozunu da biraz hafifletmek gerekebilir. Sinema seyircisi çok karamsar hikayeler ve karakterler izlemekten hoşlanmaz.) 3) VAKUR BARUT : Suat Gönülay'ın LEMAN dergisinde yarattığı bu ilginç karakter, 70'lerde takılmış kalmış giysi stili, çatıların üzerinde koşması (ki bu özelliğini Matrix'ten çok daha önce ortaya koymuştu), başına ilginç belaların açılması ile dikkatimi çekmişti. "Flap" diye arkaya attığı saçları da, ona ayrı bir hava katıyordu. Hem aksiyon içeren, hem de eğlenceli, stilize bir senaryo ile bence sinemada şansı olabilir. Hikayesi "Ağır Roman" gibi karamsar bir havaya bürünmezse, aniden büyük bir popülerlik yakalayabilir. 4) HİLAL : Aklıma gelen bir başka karakter de Kenan Yarar'ın "HİLAL"i. Bu ağzı bozuk modern zaman çıtırı da, uygun bir senaryo ile sinema perdesinde çok hoş durabilecek bir karakter. Neticede dış motivasyonu çok güçlü, duyguları şiddetli, sonuca ulaşmak için acayip yollar denemekten çekinmeyen, zıpır ve isyankâr bir tip. Aşırı uçları biraz (çok değil) törpülenirse, bu "hanım kızımız" perdeye çok yakışacaktır. 5) MUHLİS BEY : Yine 80'lerin GIRGIR'ından bir karakter. Konuşma biçimi ve ileri düzey aptallığı ile hafızalara kazınan, şimdilerde Hürriyet'te "Press Bey"i çizen LATİF DEMİRCİ'nin belki de en unutulmaz karikatür kahramanı. Yalnız, Muhlis Bey'in perdede bir şansının olabilmesi için 1) Çok ama çok sağlam ve orijinal bir senaryoya, 2) Onu hakkıyla canlandıracak, tipi çok uygun bir oyuncuya ihtiyaç var. İlginç senaryo konusu bulmak için her yola başvurmak mübahtır. Hollywood tarihi, çizgiromanlar kadar İncil'den ve Homeros'tan esinlenen hikayelerle doludur. Bizim de kendi kültür ürünlerimizi arada sırada yeniden yorumlamamızın bir sakıncası olmadığını düşünüyorum. ("Hacivat Strikes Back" de böyle bir şey olacak kısmen). posted by gezgin @ 3:10 PM

0 comments

USTALAR VE TEKNİKLERİ Bu sitede anlattığım tekniklerin sadece ticari sinema yapanlar (yazarlar ve yönetmenler) tarafından 608

kullanıldığını zannedebilirsiniz. Durum hiç de öyle değil. İki usta yönetmenin, benzer temalı iki filmde kullandığı tekniklere bir bakalım. İlk filmimiz "Er Ryan'ı Kurtarmak". Steven Spielberg'in en iyi filmlerinden biri, belki de en iyisi. 2. Dünya Savaşı'nın kaderini belirleyen Normandiya Çıkarmasını ve sonrasında gerçekleşen bir olayı anlatan film, gösterildiği zaman büyük olay olmuş, Oscar kazanmıştı. Bu film şu anda da sinemaseverlerin koleksiyonunun ayrılmaz bir parçası. Spielberg'in bu filminin unutulmaz açılışında Yüzbaşı Miller (Tom Hanks) ve askerleri, Alman askerleri tarafından savunulan bir sahile çıkarma yapıyorlar. Yüzbaşının adamlarının büyük bölümü, sahilde konuşlanmış olan Alman askerleri tarafından, daha gemiden inmeden öldürülüyor. Hayatta kalanlar büyük bir güçlükle sahile çıkıyor. Amerikalı askerler büyük kayıplar veriyor. Miller, adamlarını korunaklı bir noktaya getirmeyi başarıyor. Daha sonra da bir keskin nişancı vasıtasıyla, bir koridor açıyor. Spielberg burada "Kahramanla Özdeşleşme" yazısında anlattığımız tekniklerden birini kullanıyor temel olarak: "Kahramanı tehlikeli bir duruma sok" (Yöntem 2). Filmin girişi o kadar etkili ki, biz de kendimizi o askerlerle birlikte o sahile çıkmış gibi hissediyoruz, ve yoğun ateşten kurtulmalarını istiyoruz. Ele alacağımız ikinci film olan "Full Metal Jacket" da, Stanley Kubrick'in başyapıtlarından biri. Bir çok yönden "Er Ryan"ın selefi de sayılabilir. Kubrick'in ortadan çok net bir biçimde bölerek anlattığı bu hikayenin ilk bölümünde, orduya yeni alınan askerlerin eğitimini izliyoruz. İkinci bölümünde ise, eğitimde tanıdığımız askerlerden birinin ("Joker") başından geçen bir olayı görüyoruz. Filmin ilk yarısına bakalım. Filmin daha yazıları akarken, askere alınan gençlerin saçlarının kesilişine tanık oluyoruz. Bu görüntü, bu genç insanların hayatında yepyeni ve zor bir dönemin başladığını çok güzel simgeliyor. Yazılardan hemen sonra izlediğimiz ilk sahne de, acemi erlerin Eğitim Çavuşu ile "tanıştığı" sahne. Bu, bildiğiniz sıradan tanışmalara benzemiyor. Çavuş, acemi erlere İngilizce'de edilebilecek en ağır küfürleri ardı arkasına sıralıyor, askerlerden birini ("Joker") yumrukluyor, diğerini ise ("Pile") neredeyse boğuyor. Bu iki karakter, filmin bu ilk bölümünde en önce ve en güçlü bir biçimde özdeşleştiğimiz karakter haline geliyor. Kubrick burada birinci özdeşleşme yöntemini kullanıyor: "Kahramana karşı sempati/acıma duygusu uyandır". Kubrick, askeri eğitimin ne kadar zor, ve zayıf/hassas kişilikli biri için ne kadar acı verici ve yıkıcı olduğunu, bu iki ana karakteri kullanarak bize gösteriyor. posted by gezgin @ 3:08 PM

0 comments

Cumartesi, Kasım 20, 2004 "BENDEN BU KADAR" - Bir "Komedi Nasıl Yapılır" Dersi Baş rollerini Jack Nicholson ve Helen Hunt'un paylaştığı "Benden Bu Kadar" ("As Good As It Gets"), bütün dünyada 313 milyon dolar iş yapmış, Nicholson'a bir Oscar kazandırmıştı. Film, çok iyi bir komedi olmasının yanı sıra çok kaliteli bir senaryoya da sahip. Senaryo 3 perdeli yapıya bire bir uyuyor. Nasıl olduğunu görelim: AŞAMA 1 - SERİM : Filmin ilk bölümünde 3 ana karakteri tanıyoruz: Melvin evinde roman yazan bir yazardır. Simon, Melvin'in kapı komşusudur ve bir ressamdır. Carol (Helen Hunt) ise Melvin'in gittiği bir restorandaki garsondur. Melvin sadece onun kendisine hizmet etmesini kabul etmektedir. Bu karakterler hakkında çeşitli bilgiler de ediniriz: Melvin obsesif-kompulsif bir tiptir, Simon eşcinseldir, Carol'ın ise solunum yolu rahatsızlığı olan oğlundan dolayı neredeyse hiçbir özel hayatı yoktur. DÖNÜM NOKTASI 1 - FIRSAT: Simon, kendisine modellik yapması için sokaktan bir genç seçer ve bu gence ertesi gün evine gelmesini söyler. AŞAMA 2 - YENİ DURUM: Model genç, Simon'ın evine gelir ve Simon onun resmini yapmaya başlar. Bu arada Melvin de restoranda Carol'a, oğlunun nesi olduğunu sorar. Carol da anlatır: oğlu nefes almakta güçlük çekmektedir. DÖNÜM NOKTASI 2 - PLANLARDA DEĞİŞİKLİK: Model genç, kendi arkadaşlarını hırsızlık yapmaları için Simon'ın evine alır. Simon hırsızlardan çok kötü bir dayak yer. AŞAMA 3 - İLERLEME: Simon hastanelik olur. Yüzü haşat olmuştur. Simon'ın köpeğine Melvin bakmaya başlar. Melvin ve köpek çok iyi anlaşırlar. Bu olay Melvin ile Simon arasında bir arkadaşlığın başlamasına vesile olur. 609

Simon hastanede kaldığı sürede maddi olarak da iflas etmiştir. Bütün tanıdıkları ona, hastanedeyken bile kendisini aramayan anne-babasından yardım istemesini söyler, ama Simon buna yanaşmaz. Carol'ın çocuğu ağır bir rahatsızlık geçirdiği için genç kadın restorana gitmeye arar verir. Bunun üzerine Melvin, Carol'ın evine özel bir doktor yollar. Bu olay Carol için gerçek bir mucizedir, ama genç kadın bunun karşılığı olarak Melvin'in kendisiyle birlikte olmayı istediğini zanneder. DÖNÜM NOKTASI 3 - DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA : Melvin, Frank'in (Simon'ın sevgilisi ve menajeri) ricası üzerine Simon'ı arabayla anne babasına götürmeyi kabul eder. Carol'ı da bu yolculuğa davet eder. Genç kadın teklifi kabul eder. AŞAMA 4 - ENGELLER / ZORLUKLAR: Melvin, Carol ve Simon yola çıkarlar. Carol ile Simon çok iyi anlaşmaya başlarlar. Bu durum Melvin'i rahatsız, hatta mutsuz etmektedir. Melvin Carol'ı eşcinsel Simon'dan kıskanmaktadır. DÖNÜM NOKTASI 4 - EN BÜYÜK AKSİLİK: Melvin Carol'ı yemeğe çıkarır. Çok iyi giden yemek, Melvin'in söylediği bir şey yüzünden mahvolur. Carol Melvin'i restoranda bırakıp gider. AŞAMA 5 - SON ZORLAMA : Simon ailesiyle görüşmekten vazgeçer. Bu yolculuk sırasında kendini bulmuş, güveni yerine gelmiş, tekrar çalışmaya başlamıştır. Ama Melvin ile Carol'ın arası buz gibidir. Üçlü, New York'a geri dönerler. Carol Melvin'in yanında bulunmaktan mutsuz olduğunu söyler. Evsiz kalan Simon Melvin'in yanına taşınır. Melvin Carol'ı çok özlemektedir. Ama ne yapacağını bilmez haldedir. Carol'a telefon eder. Genç kadının da kafası karışıktır. Simon Melvin'e Carol'a gitmesini söyler. Melvin bu fikri kabul eder. DÖNÜM NOKTASI 5 - DORUK : Melvin gecenin bir yarısı Carol'ın evine gider ve hissettiklerini genç kadına söyler. Ve tekrar birlikte olmaya başlarlar. AŞAMA 6 - SONUÇ: Melvin ve Carol bir şeyler yemek için sabahın dördünde bir fırına girerler. Mutlu son. posted by gezgin @ 10:57 AM

0 comments

"ER RYAN'I KURTARMAK" - 3 PERDELİ YAPI 3 Perdeli Yapı yazısı okumaktan bıkmaya başladığınızı tahmin ediyorum. Ama bu yazılarla göstermeye çalıştığım bir şey var: o da, büyük ve başarılı filmlerin rastlantı eseri ya da büyük ilhamlar sonucu oluşmadığı. Sadece doğru tekniklerin kullanılarak yaratıldığı. Ve Türkiye'de de iskeleti sağlam, dünya çapında senaryolar yazılabileceği. SANARİST'in ilk yazılarından biri olan "Son Samuray: Aslında Hiç De Zor Değil"de buna işaret etmeye çalışmıştım. Şimdi bunu biraz daha bilgiye dayalı bir biçimde yapmaya çalışıyorum. (Şunu da ekleyeyim: İnternette başka bir yerde bu tür analizler yapılmıyor. Yani bu analizleri başka yerlerden almıyor, kendim yapıyorum. İngilizce'leri yok yani. Kıymetini bilin. :) Sahi ya! Ben bunların İngilizcesini de yapayım. İyi fikir. Belkim dışarıdan bir teklif neyin gelir.) Er Ryan'a (bütün dünya hasılatı: 480 milyon dolar) gelirsek: Aşama 1 - Serim: İki bölümden oluşuyor. Birincisinde yaşlı bir adamın askeri bir mezarlığa yaptığı ziyareti görüyoruz. Zaman, günümüzdür. Bu şahsın kim olduğunu daha sonra öğreneceğiz. İkinci sahnede Omaha Kumsalı'na yapılan çıkartmayı görüyoruz. Yıl 1944. Kumsala çıkan yüzlerce askerin arasında Yüzbaşı Miller (Tom Hanks) ve takımı da bulunmaktadır. Bu sahne yaklaşık 25 dakika sürüyor. (Filmin tamamı 2 saat 42 dk. olduğuna göre, kabul edilebilir bir süre). Daha sonra, ölen askerlerin ailesine taziye mektuplarının yazıldığı merkezi görüyoruz. Mektup yazan kadınlardan biri, Ryan ailesinden üç gencin de öldüğünü fark ediyor. Bu ailenin 4. çocuğu da Fransa'nın iç bölgelerinden birine indirilmiştir. Amerikan Genel Kurmay Başkanı, bu dördüncü çocuğun orada bulunup ailesinin yanına getirilmesini emreder. Dönüm Noktası 1 - Fırsat: Yüzbaşı Miller'a yeni görevi verilir: James Francis Ryan'ı bulmak ve geri getirmek. Aşama 2 - Yeni Durum. Yüzbaşı Miller ekibini toplar ve yola koyulur. Askerlerin arazide yaptığı uzun bir yürüyüşü gösteren bu bölüm, girişteki şiddet dolu sahnelerden sonra bilerek ritmi düşürür, havayı yumuşatır. Diyaloglar vasıtasıyla ekipteki askerler ve Yüzbaşı Miller hakkında çeşitli bilgiler öğreniriz. 610

Ekibe yeni katılan Onbaşı Upham, çeşitli sorular sorarak bizim de bilgilenmemizi sağlar. Dönüm Noktası 2 - Planlarda Değişiklik: Miller ve ekibi, yıkılmış binalardan oluşan bir Fransız kasabasına gelirler. Aşama 3 - İlerleme : Burada Amerikalı askerler ile Almanlar çatışma halindedir. Yine şiddet dolu sahneler. Miller ve Ekibi de bu çatışmalara katılır ve bir noktada Caparzo (Vin Diesel) öldürülür. Miller, buradaki askerler arasında bir Ryan bulur, ama bu, aradığı Ryan değildir. Ekibimiz, işlerinin hiç de kolay olmadığını, kendilerinin bu iş sırasında ölebileceğini fark eder. Miller ve ekibi geceyi bir kilisede geçirir. Askerle sohbet ederler. Bu da bize nefes alma fırsatı ve karakterleri daha yakından tanıma fırsatı veren bir sahnedir. (Spielberg'in ritmi nasıl ayarladığına dikkat.) Ertesi gün ekip, bir hava indirme bölüğüne ulaşır. Burada Miller'ın askerleri, ölmüş askerlerin künyelerine bakarak Ryan'ı bulmaya çalışır. Ama Miller bunun diğer askerlerin moralini bozduğunu fark ederek farklı bir yöntem izler. Diğer askerlerin arasına dalar ve Ryan'ı tanıyan birinin olup olmadığını sorar. Dönüm Noktası 3 - Dönüşü Olmayan Nokta: Bir asker Miller'a Ryan'ı tanıdığını ve onun nerede olduğunu söyler. Aşama 4 - Engeller/ Zorluklar : Yüzbaşı Miller ve adamları, Ryan'ı bulmak üzere yola çıkarlar. Bir telsiz istasyonunda Alman askerleri ile çatışırlar ve bir adamlarını daha kaybederler. Bu durum, ekipteki askerlerin moralini çok bozar, hatta biri ekipten ayrılmaya bile kalkışır. Ama Miller'ın görevini tamamlamaya azimli olduğunu görünce gitmekten vazgeçer. Miller ve adamları bir arazide ilerlerken bir Alman tankı görürler. Tank, başka bir grup Amerikan askeri tarafından havaya uçurulur. Ve bu grubun üyelerinden biri de James Francis Ryan'dır. Miller Adamını bulmuştur. Dönüm Noktası 4 - En Büyük Aksilik: Miller Ryan'a kendisini götürmek için geldiğini, kardeşlerinin öldüğünü söyler. Ryan çok üzülür, ama geri dönmeyi reddeder. Arkadaşları ile kalıp, köprünün savunmasına katılacaktır. Bunun üzerine Miller ve ekibi de kalmaya karar verir. Aşama 5 - Son Hücum: Bu köprünün savunulması son derece önemlidir. Ve çok kısa bir süre sonra Almanlar'ın buradan geçmek için büyük bir saldırı yapacakları bilinmektedir. Köprüyü savunan Amerikan askerleri ise sayı ve cephane açısından kötü durumdadır, ama ellerinden geleni yapacaklardır. Burada da yine çok dingin ve etkileyici bir sahne var: Alman saldırısından önce, yıkılmış kasabanın boş sokaklarında Edith Piaf şarkıları yankılanır. Askerler arasındaki konuşmalar, bize onlar hakkında daha fazla bilgi verir. Artık Ryan'ı da tanımaya ve sevmeye başlarız. (Zaten arkadaşlarını terk etmeyerek, son derece onurlu bir harekette bulunmuş, ve kalbimizi kazanmıştı). Fakat bu sakin sahne Almanların gelmesi ile son bulur. Amerikalı askerler ellerinden geldiğince Almanlar'a karşı savaşırlar. Miller'ın ekibinden bir çok asker ölür. Almanlar, yavaş yavaş da olsa köprüye doğru ilerlemektedir. Dönüm Noktası 5 - Zirve : Filmin zirvesi, köprü üzerindeki savaştır. Amerikalı askerler köprüyü korumak için canla başla savaşırlar. Hatta Yüzbaşı Miller vurulur. Köprüyü havaya uçuracak mekanizma ne yazık ki çalışmaz. Ama son anda Amerikan uçakları imdada yetişir ve Alman araçlarını bombalar. Muharebe kazanılmıştır. Ama bu arada Yüzbaşı Miller ölür. Ryan'a söylediği son sözleri "Senin için yapılanları hak et"tir ("Earn this"). Aşama 6 - Sonuç: Tekrar filmin başındaki mezarlığa ve yaşlı adama döneriz. Bu yaşlı adamın Er Ryan olduğunu anlarız. Ryan'ın ziyaret ettiği mezar ise Yüzbaşı Miller'a aittir. Ryan, "hak etmek" için elinden geleni yaptığını söyler. Film biter. ************* Savaş filmlerinin kendine özgü bir çok özelliği vardır: "insan öldürme" olayının askerler üzerinde yarattığı ruhsal tahribat, uzun süredir savaşmanın ve evden uzak olmanın verdiği moral bozukluğu ve alaycılık ("cynicism"), uzun bir süre birlikte olan askerler arasında oluşan dostluk ve alt kültür (bunun Er Ryan'daki en güzel örneği "Fulbar" sözcüğüydü. Askerler, Almanca olduğunu sandıkları bir sözcüğe olumsuz bir anlam yüklemişlerdi ve hep onu kullanıyorlardı, oysa Almanca'da böyle bir sözcük yoktu, ama alt kültür öyle güçlüydü ki Almanca bilen Onbaşı Upham bile daha sonra bu sözcüğü kullanmaya başlamıştı), ve savaşırken bu dostlardan bazılarını kaybetmek ve buna rağmen yoluna devam etmek zorunda olmak.

611

Er Ryan, bunları ve daha fazlasını son derece başarılı bir biçimde kullanıyor. Ve filmden çıktığımız zaman ruhumuzda kalan en derin iz "savaşın korkunçluğu" oluyor. Yüzbaşı Miller'ın ve diğer askerlerin ölümü, tam anlamıyla boğazımızı düğümlüyor. Ama bu etki, sadece korkunç savaş görüntüleri gösterilerek yaratılmıyor. Karakterlerin uygun bir biçimde tanıtılması, özdeşleşmenin yaratılması, ve üç perdeli yapının kullanılması ile meydana getiriliyor. "Bizde de ne hikayeler var! Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşı'nda, Kore'de..." diyerek savaş filmi çekmeye hazırlananların, hikaye tekniğine çok ama çok dikkat etmeleri gerekir. Aksi takdirde, anlattıkları olaylar ne kadar gerçek olsa da, film, istedikleri etkiyi yaratamayabilir. Bunun suçlusu da hikaye olmaz. Senarist ve yönetmen olur. posted by gezgin @ 10:57 AM

0 comments

AKSİYON SENARYOLARININ ÖZÜ "Bir aksiyon hikayesindeki en önemli öğe, kahramanın değil kötü adamın planıdır. Bir aksiyon senaryosunda kahraman "reaktif"tir, yani başına gelen olaylara tepki verir; aktif role sahip olan, kötü adamdır." William C. Martell ("Die Hard Analysis"ten) posted by gezgin @ 10:56 AM

0 comments

YAZAR TIKANMASINA ÇARE! "Yaşadığınız yazar tıkanması, senaryoya, orada olmaması gereken bir şeyi zorla sokmaya çalışmanızdan kaynaklanıyor olabilir." ("Your block may be that you are trying to force something in that should not be there...") (Screenplay.com'un forumundan ReidWrite - 2004) posted by gezgin @ 10:55 AM

0 comments

Bir Senarist'in Cinai İlhamı Stuart Beattie'nin Hollywood'un en gözde senaristi olma macerası, Sydney'de bir taksinin arka koltuğunda otururken aklına gelen acayip ve şiddet dolu bir düşünceyle başladı. Beattie o gün şöyle düşünmüş: "Eğer ben bir katil olsaydım ne olurdu? Eğer taksi Kingsford Smith Havaalanı'ndan, Sydney'in banliyölerinden birinde bulunan evime giderken şoförle hoş beş etseydim, şoför arka koltukta oturan manyaktan hayatta haberdar olamazdı." Bu düşünce Beattie'nin aklına bundan 14 yıl önce, kendisi daha 18 yaşındayken gelmiş. Beattie bu acayip hikayeyi bir senaryoya dönüştürdü, ve geçtiğimiz Pazartesi günü bu Avustralyalı genç adam, Los Angeles'in tarihi Orpheum Salonu'nun önündeki kırmızı halının üzerinde, Collateral'in prömiyeri vesilesiyle Tom Cruise ile birlikte duruyordu. "Olay çok acayipti" diyor Beattie. "Taksi şoförüyle güzel güzel sohbet ediyorduk, daha önce hiç tanışmamış olmamıza rağmen. Beni eve getirdiğinde şöyle düşündüm: sanki yıllardır çok yakın iki arkadaşmışız gibi bunca süre konuştuk, oysa ben rahatlıkla manyak bir katil olabilirdim, ve adam bunu kesinlikle bilemezdi." Screenwritersutopia.com'dan (2004-08-18) posted by gezgin @ 10:53 AM

0 comments

Pazartesi, Kasım 15, 2004 G.O.R.A. VE 3 PERDELİ YAPI DİKKAT: Bu yazıda "Keyif Kaçırıcı" ("Spoiler") var. Eğer GORA filmini henüz seyretmediyseniz, burada okuyacaklarınız seyir keyfinizi kaçırabilir. Şimdi gidin, filmi izledikten sonra tekrar uğrayın! 612

GORA'yı vizyona girdiği gün (12 Kasım 2004) izledim. Ve "İşte bir 3 Perdeli Yapı yazısı daha çıktı" dedim kendime. GORA tam bir bilimkurgu parodisi değil. Parodi neydi hatırlayalım: "Belirli bir eseri ya da türün tamamını ti'ye alan eserlere parodi denir." Örneğin bizde "ARABESK" ve "KAHPE BİZANS" filmleri tam bir parodidir. Yabancılarda da "SPACEBALLS" (galiba Mel Brooks yönetmişti), "HOTSHOTS", "AIRPLANE" (ZAZ ekibi yazıp yönetmişti) parodidir. Bu filmler, göndermede bulundukları filmler ya da türler ile sonuna kadar dalga geçerler. GORA ise, bir çok parodi öğesi içermesine karşın tamamen bir parodi değil. Düzgün bir hikaye anlatmaya soyunan, bu arada başka filmlere sık sık göndermede bulunan bir film. Bu nedenle de ciddi bir film gibi ele alınması gerekiyor. Filmin senaryosunu Cem Yılmaz yazmış. Şunu teslim etmek gerek: Cem Yılmaz kendi izleyicisinin beklentisini büyük ölçüde karşılıyor. Yani seyirciler filme çok gülüyorlar. Ama gülünen şeylerin çoğu Cem Yılmaz'ın esprileri. Yani karakterlerin ilginç bir biçimde çatışmasından (durum komedisinden) kaynaklanan bir gülme söz konusu değil. Bunda bir sakınca yok, bir film tamamen esprisiye de dayanabilir. Ama GORA bir hikaye de anlatmak istiyor. İşte bu nedenle yapı, dış motivasyon, vb. gibi senaryosal unsurlardan bahsetmek gerekiyor. Gelelim film hakkında söylenebileceklere: KARAKTERLER : ARİF : Arif ile pek fazla özdeşleşemiyoruz. Neticede turist döven, sahte ufo resimleri çekip bunları satmaya çalışan bir "şark kurnazı". Kaçırıldığı zaman kendisi için üzülmüyoruz, dünyaya dönmesini o kadar arzulamıyoruz, ya da sevgilisine kavuşmasını istemiyoruz. Çünkü özdeşleşme yöntemleri kullanılmamış. Seyircinin Arif ile bağlantısı, "star etkisi" (Cem Yılmaz) ile sağlanıyor büyük ölçüde. "5. Element"te Bruce Willis ile özdeşleşme nasıl sağlanıyordu hatırlayın: Bruce Willis eski bir askerdir. Artık taksi şoförlüğü yapmaktadır (1. Yöntem - bkz. "Kahramanla Özdeşleşme" yazısı). Bir gün bir kaza geçirir (2. Yöntem), ve taksisine biri "düşer". Bu Leeloo'dur (Milla Jovovich). Polis derhal Bruce Willis'in taksisini çevirir, ve kızı kendilerine teslim etmesini ister. Zaten ekonomik ve sosyal olarak zor durumda olan Bruce, en başta polisin istediğini yerine getirmeye karar verir. Ama sonra içindeki isyankâr kahraman uyanır ve polislere karşı gelip genç ve güzel kadını kurtarır - ve kalbimizi kazanır! (2. Yöntem). Bruce Willis daha sonra, Zorg yüzünden işten atılır. (1. Yöntem) Ayrıca sürekli olarak dinlemek zorunda olduğu bir annesi vardır. (1. Yöntem) Arif'in "romantik ilgi" ihtiyacının da filmin başında verilmemesi, daha sonra ortaya çıkan aşkın etkisinin zayıf kalmasına neden oluyor. Her güzel aşk filminin başında açık ya da örtük olarak kahramanın hayatındaki "romans" eksikliği belirtilmelidir (5. Element'te Bruce Willis'i ilk gördüğümüz sahnede bu ihtiyaçtan haberdar oluruz), böylece daha sonra ortaya çıkacak aşkın etkisi artar. Filmin sitesinde Arif'i tanıtırken şöyle denmiş: "Arif esareti kabul edecek biri değildir. Her duruma ve ortama ayak uydurabilir Arif". Bunun ne demek olduğunu anlamadım. (Aslında anladım). Her duruma ve ortama ayak uyduran kişi, esarete de ayak uydurmaz mı? Arif'in filmin %25 ile %50'si arasında düşük voltajlı bir motivasyon sergilemesi biraz da bu çelişkiden kaynaklanıyor olmasın? (Kişisel bir not: İyi komedi, komik tiplerin başına gelen ilginç olaylardan çok, ciddi ama sempatik tiplerin başına gelen komik/acayip/olağanüstü işlerden kaynaklanır. Eğer Arif biraz daha ezik, kendi halinde, sorunları/zayıflıkları/ihtiyaçları olan bir tip olsaydı, ve başına bir sürü kötü/acayip olay gelseydi, ve o da kendi Türk zekasıyla bu olayların altından kalkmayı başarsaydı, galiba çok daha fazla gülerdik.) LOGAR : Güzel isim! Bence filmdeki en eğlenceli tip. Filmde bir şeyi güçlü bir biçimde en çok isteyen oydu. İnsanlar perdede tutku görmek ister. Bu, kahramanların olumlu şeyleri tutkuyla istemeleri de olabilir, kötü adamların bencil şeyleri istemeleri de olabilir. Yeter ki biri perdede alev alev tutkuyla yansın. Ve bu tutku uygun bir biçimde (yani nedenleriyle birlikte) sunulsun. Logar da GORA'nın hükümdarı olmayı ve CEKU ile evlenmeyi tutkuyla istiyor. Bunun için GORA'nın üzerine dev bir alevtopu yolluyor, CEKU'nun peşinden giderek bir kasabayı yakıyor, etrafındaki insanları (Darth Vader gibi) gerekli gereksiz öldürüyor. Ama sanki LOGAR biraz daha yaratıcı ve acımasız olabilirmiş gibi geldi bana. Ne de olsa kötü adamsın, her türlü adiliğin sonuna kadar gidebilirsin. 5. Element'e bakalım. Burada kötü adam olarak karşımızda ZORG var (çok eğlenceli bir performansla GARY OLDMAN). ZORG da güç istiyor, bu gücü isteyişinin altında bir neden, bir felsefe var. (ZORG ile başrahibin konuştuğu ve ZORG'un boğazına vişne çekirdeğinin takıldığı sahneyi hatırlayın!) Ayrıca ZORG'un da korktuğu biri var: Mr. SHADOW, şu ateştopu. Bu korku da kendimizi ZORG'a yakın 613

hissetmemizi, en azından onu biraz daha anlamamızı sağlıyor. Ayrıca ZORG kaliteli bir kötü adam. Çok yaratıcı. Yüzbinlerce taksiciyi bir kerede işten atıyor. Bir elemanını telefonda konuşurken bombayla öldürüyor. Ayrıca "4 TAŞ"ı bulmaları için tuttuğu kiralık katillere de fena halde faka bastırıyor (onlara bir sandık dolusu silah verdiği sahne). Tuttuğu katiller başarısız olunca işe kendi girişiyor ve "FLOSTON CENNETİ" gemisini bizzat havaya uçuruyor. Arada kendisi de ölüyor ama olsun. (Kişisel bir not: Cem Yılmaz, bir başkasının ciddi bir filminde MÜKEMMEL bir kötü adam olabileceğini LOGAR performansıyla gösteriyor. İnşallah biri bunu fark eder ve kendisini kullanır. Ama seyirci buna iltifat eder mi, bilemem.) SENARYO GORA'nın senaryosunun en büyük handikaplarından biri şu: 3 Perdeli Yapı'da, olayların şiddetinin sona doğru artması, ve en büyük olayın 3. Perdede olması gerekir. Böylece izleyici doyuma ulaşır ve salondan ayrılır. Ama GORA'da en büyük olayı filmin ortasında görüyoruz. GORA gezegeninin varlığının ateştopu ile tehdit edilmesi, filmin tam ortasında gerçekleşiyor. Bu tehlike atlatıldıktan sonra, CEKU'nun finalde LOGAR ile evlendiği ve Arif'in düğünü bastığı sahne (filmin doruk noktası) zayıf kalıyor. Sıralamayı tersine çevirin ne demek istediğimi anlarsınız. Yani önce evlenme olayı olsaydı, sonra GORA'nın ateş topundan kurtarılması gerçekleşseydi, çok daha etkili olurdu. (Kişisel bir not: Filmin ana hikaye çizgisi, dünyanın kurtarılması olabilirdi - bu, izleyici olarak bizi de işe dahil ederdi. Böyle bir hikaye, Arif'in GORA'dan CEKU ile birlikte kaçmasından çok daha fazla etkilerdi bizi - neticede bu bizim de gezegenimiz.) Yine filmin bu aşaması (yani Arif'in GORA gezegenini kurtardığı sahne) ile ilgili bir eksiklik var. Arif ile CEKU ilk kez burada, yani filmin ortasında karşılaşıyorlar. Bu da iki gencin birbirlerini sevmeleri ve özlemeleri için yeterince zaman bırakmıyor. Oysa Arif ile CEKU'nun, filmin ilk %25'inde tanışması gerekiyordu - tıpkı 5. Element'te olduğu gibi. Senaryonun bir başka "yerleştirme hatası", Arif'in GARAVEL (Özkan Uğur) tarafından eğitildiği bölüm. Bu bölüm, filmin 2. yarısında yer alıyor ve yaklaşık %50 ile %75 arasındaki bölümü kaplıyor. Oysa bu bölüm (%50-75) her iyi senaryoda çatışmanın gittikçe tırmandığı ve kahramanın zaman zaman kazanıp zaman zaman kaybettiği (çoğunlukla kaybettiği) bölümdür. GORA'da ise bu aşamada filmin akışı durduruluyor ve araya aniden eğitim bölümü alınıyor. Bu eğitim bölümünün filmdeki doğru yeri ise filmin ilk %25'i ile %50'si - tıpkı MATRIX'te (Morpheus'un Neo'yu eğittiği sahne) ya da 5. Element'te (Leeloo'nun bilgisayardan kendi kendini eğittiği sahne) olduğu gibi. GORA'da ise Arif eğitilirken geçen zamanda neden LOGAR ile CEKU evlenmiyor diye merak ediyoruz. Görüldüğü gibi, GORA 3 Perdeli yapıyı kullanmış, ama bazı öğelerin yerleştirilmesini farklı yaptığı için, elde edebileceği etkinin tamamını yaratamamış. Hatta biraz daha ileri giderek, Joseph Campbell'in "Hero's Journey"(Kahramanın Yolculuğu) kalıbı kullanılsaydı çok daha eğlenceli olabilirdi diyorum (Star Wars Episode IV ve Matrix 1 bu kalıbı kullanmaktadır). Eğer Cem Yılmaz (senarist) bu kalıba sadık kalsaydı (gerekli yerlerde yaratıcı değişiklikler yaparak tabii), kendini filmin gidişatı ve ritmi konusunda çok daha rahat hisseder ve bütün enerjisini esprilere ve oyunculuğa verebilirdi. GENEL OLARAK Filmi seyrettiğim için memnunum. Bir çok yerinde de güldüm. Ama salon benden iki kat daha fazla güldü. (Herhalde senaryo ile teorik olarak ilgilenmenin bir laneti bu. Normal izleyici filmin dramatik özelliklerini görmezden gelip Cem Yılmaz ile derhal bağlantı kurar ve eğlenirken, ben senaryo, karakter, çatışma, vb.'ye takılıyorum.) Cem Yılmaz yeni projelerinde senaryo tekniğine uyarsa çok daha iyi ve çok daha kalıcı filmler yapabilir. GORA'da yaptıkları buna işaret ediyor çünkü. posted by gezgin @ 1:49 PM

1 comments

Perşembe, Kasım 11, 2004 "TUTACAK DİZİ YAZMA" İPUÇLARI Aşağıda, tutan dizilerin neden tuttuğu (ve bazılarının neden tutmadığı) ile ilgili olarak yazdığım bir epostanın geliştirilmiş versiyonu var. Daha aşağıdaki yazılar (ör. Özdeşleşme, Senaryodaki Kahramanlar, Çatışma, vb.) ile bağlantılı olarak okursanız, daha faydalı olabilir: 614

AİLE : Türk izleyicisinin (hangi yaş, cinsiyet, etnik ya da dinsel köken, ya da ekonomik sınıftan olursa olsun) en büyük ortak paydası "AİLE"dir. Hâlâ çok büyük oranda Türk insanı kendi anne babasından oluşan aile içinde yetişmektedir. Bir Türk çocuğunun zihninde oluşan ilk kavramlar aile ile ilgili kavramlardır. ANNE ve BABA kavramı, Türk insanının bilincine ve bilinçaltına kazınmış en güçlü iki kavramdır. Bu kavramları içeren her hikaye, çok ama çok geniş bir izleyici paydası ile buluşur. (örn. Bir İstanbul Masalı, Asmalı Konak, Ekmek Teknesi, daha eskilerden Süper Baba, Şehnaz Tango...) Bir ailenin kurulması ve korunması, (savaşmayan) Türk toplumunda hâlâ en yüksek değerdir - savaş olduğu zaman öncelik vatanın korunmasına geçiyor doğal olarak (bkz. Kurşun Yarası, 2. sezon). Aile kurumu genel olarak bir "mutluluk ve huzur kaynağı" olarak görülür. Aile içindeki standart ritüeller (birlikte yemek yemek, birlikte eğlenmek, sorunların paylaşılması, bir birey zora düştüğünde diğerlerinin onun yardımına koşması, kardeşler arası rekabet vb.) de izleyicide hemen karşılığını bulur. (Asmalı Konak'ta birlikte yenen yemekleri, Bir İstanbul Masalı'nda Selim ile Demir arasındaki rekabeti hatırlayın.) Aile kurumu dendiği zaman anlaşılması gereken ANNE + BABA + ÇOCUK'tur. Sadece Anne ve Baba'dan kurulu aileler, izleyicilerin gözünde çocuklu aileler kadar makbul degildir. (Asmalı Konak'ta Seymen ile Bahar'ın çocuk sahibi olması biraz da bundandır.) Aile yapısına yönelecek her türlü TEHDİT, izleyicilerin hiç zorlanmadan, kolayca anlayabileceği ve tepki verebileceği dramatik durumlar yaratır. Bu tehditler, anne-baba (özellikle de anne) ile çocuk arasına girilmesi; ya da eşler arasındaki ilişkinin bozulması (yani aldatma) şeklinde olabilmektedir. Anne ile çocuk arasindaki ilişki, bırakın bilinci, genetik düzeyde bir etkileyicilik gücüne sahiptir. Bir izleyici, bir anne ya da baba ile özdeşleştiği zaman, onun çocuğu ile olan ilişkisini bozan her dış etken, izleyicide çok büyük duygular uyandırır. (Ör. Bir İstanbul Masalı'nda Demir'in çocuğunun kaçırılması) Benzer bir durumu ALİYE'de de görüyoruz. Filmin başkahramanı ALİYE, çocuklarından birini, kocasından kurtarmak derdinde olduğu için hemen etkileniyoruz. Aile kurumuna gelen ikinci en büyük tehdit (yani dramatik firsat) aldatmadır demiştim. Dizinin başında hangi eş ile özdeşleşme sağlandı ise, diğer eşin aldatması, izleyicide yine çok güçlü bir etki yaratır. Böyle bir dizi örneği olarak yine ALİYE'yi verebiliriz. Çünkü ALİYE'de anne-çocuk meselesinin yanı sıra aldatma olayı da kullanılıyordu. Bir İstanbul Masalı'nda da ailenin babası, kötü kadın ile bir yakınlaşmaya girdiği zaman, herkesin yüreği ağzına geliyordu. Yabancı dizilerde de bu durumu görebiliriz: "24" dizisinde Bauer ailesini tehdit altında görüyoruz. "Boston Public"te de müdür Steve ile kızı bir aileyi temsil ediyorlar. Ayrıca zaman zaman öğrenciler ile ailelerini görüyoruz. Eski bir örnek olarak "Dallas" da, etkileyicilik gücünün önemli bir bölümünü aile olmasından alıyordu. FARKLI SINIFLARIN BİRLİĞİ : "Tutacak" bir dizide, farklı ekonomik sınıflardan insanların etkileşiminin bulunması gerekir. Aşağı sosyo-ekonomik sınıftan insanlar ile özdeşleşmek daha kolaydır, çünkü Türk izleyicilerin hâlâ çok büyük bir bölümü şu ya da bu şekilde ekonomik sıkıntı içinde, ya da ya da geçmişinde bu sıkıntıları yaşamış bulunuyor. Bu nedenle bu sınıftan insanlar ile kolayca özdeşleşebiliyor. Ama sadece alt sınıftakileri seyretmek de izleyicilerde "çıkışsızlık" "umutsuzluk" "karamsarlık" duyguları uyandırıyor. Bu nedenle ekranda "basarmış" "sınıf atlamış" "üst sınıftan" insanlarıi da görmek istiyor. Bu üst sınıf karakterleri, izleyicinin bilinçaltındaki "hayal"leri temsil ediyor. İzleyiciler, bu üst sınıftakilerin hayatını (yaşadıkları evlerin dekorasyonunu, yedikleri yemekleri, gezdikleri mekanları, eğlencelerini) izleyip bir anlamda tatmin oluyor. (Televole'ler neden bu kadar tutuyor zannediyordunuz?) Ama üst sınıfları izlemenin bir başka fonksiyonu daha var: Bu üst sınıftan insanların da sıkıntı içinde olduğunu görmek, izleyicide bir tür "adalet" duygusu yaşatıyor. İzleyiciler, bu insanların kendilerinden tek farklarının "ekonomik" üstünlük olduğunu görerek rahatlıyorlar. Onlar da ağlıyor, onlar da çıkmaz sokaklara giriyor, onlar da çaresiz kalıyorlar. (Bir zamanların "Zenginler de Ağlar" dizisinin adı, bu durumu çok güzel özetlemektedir.) Bu sınıf meselesinin örneklerini ise yine en yakın ASMALI KONAK ve BIR ISTANBUL MASALI'nda görüyoruz. Bir İstanbul Masalı'nda şoför ve ailesi, zengin aile ile bir tezat oluşturuyor. Bu dizide iki farkli SES'ten (Sosyo Ekonomik Statüden) gelen insanin evlenmesi, sınıflararası farklılığa rağmen gerçeklesen duygusal yakınlaşma olayını çok güzel kullanıyor. (Dünyanin en çok is yapan filmi Titanik'te de aynı yöntemi kullanıldığına dikkatinizi çekerim.) Keza, Asmalı Konak'ta da konağın çalışanları, konağın sahipleri ile sosyo-ekonomik bir tezat oluşutuyordu. Seymen Ağa'nın Dicle ile olan birlikteliği, duygusal ilişkilerin sınıf tanımadığının bir göstergesiydi. Ve bir çok bölümde dramatik malzeme sağladı bu durum. İLİŞKİLER: İzleyicilerin ekranda en çok görmek istediği şey, duygusal ilişkilerdir. (Bilenler, Maslow'un "İhtiyaçlar Piramidi"ni aşağıdan yukarıya doğru takip ettiğimizi fark etmişlerdir. Lütfen bu piramidi bir 615

araştırın). İnsanı bedensel ve ruhsal olarak en çok etkileyen şeylerden biri, karşı cinsle kurduğu ilişkilerdir. Ergenlik çağında, hormonların en yüksek seviyede çalıştığı dönemde yaşanan heyecanlar, her izleyicide çok derin izler ve özlemler bırakır. Yeni aşık olan bir çift gördüğümüz zaman, derhal limbik sistemimizdeki (duygu merkezindeki) hatıralar uyanır. Ve o günlerin heyecanını tekrar yaşarız. O gençlere bir şey olmasın isteriz, sevdiklerine kavuşsunlar isteriz, düşmanlarını alt etsinler isteriz. (örn. Ekmek Teknesindeki çeşitli karakterleri gönül maceraları, Bir İstanbul Masalı'ndaki kardeşlerin ilişkileri, Asmalı Konak'ta Seymen ve Bahar'ın yanı sıra, diğer karakterlerin ilişkileri) Michael Hauge'un çok güzel bir sözü var: "İlişkilerde ilginç olan, iyiye ya da kötüye doğru gitmeleridir". Bunu TV dizilerine uygularsak, dizilerde ya yeni, taze ilişkiler başlamalı, ya da mevcut, sağlam görünen ilişkiler çesitli badireler atlatmalı ve/veya sona ermelidir. Yalnız burada Türkiye'nin özellikleri unutulmamalı. İkinci buluşmada yatağa girmek, Türkiye'ye uyan bir davranış degildir. (Bu nedenle, METROPALAS ve OMUZ OMUZA'nın hatalı bir öncülden yola çıktığını düşünüyorum). Aynı şekilde bir kadının, aldatıldığını öğrenir öğrenmez boşanmak istemesi de Türkiye'ye uymaz. Türkiye'de aldatılan bir çok kadın bunu sineye çeker. Ve TV yazarı için aslında bu daha çok dramatik fırsat anlamına gelmektedir. "Sevdiğine kavuşamamış" insanlar izleyicide güçlü bir etki yaratır. Asmalı Konak'ta Dicle'nin durumu buydu. Anlaşılan seyircilerin önemli bir bölümünde böyle bir kavuşamama durumu var ki, ekranda bu tipleri gördüğümüz zaman içimiz cız ediyor. Ama bunların ana karakterler olması çok riskli, çünkü izleyici ana karakterin ilişkisinin havada asılı kalmasına ancak bir süre tahammül ediyor - ya ilişkinin tamama ermesini, ya da bitmesini istiyor. (İkincil karakterlerin ise kavuşamadan ölmesinde bir sorun yok!) ŞEHNAZ TANGO'da durum buydu. Artık bir noktadan sonra, kavuşamamaları sıktı. Dizinin ilerleyen bölümlerinde olması gereken, Şehnaz ile Kocasının biraraya gelmesiydi. Olmadı. Bir de Koca, genç bir kızla ilgilenmeye başlayınca, aile kavramına tamamen sırtını dönmüş oldu. Seyirci de artık ona karşı beslediği sempatiyi geri çekti. Aynı şekilde Şehnaz da bir başkasıyla ilgilenmeye başlayınca, dizinin iki baş karakteri, izleyicinin en büyük beklentisi olan "bunlar bir araya gelip yeniden bir aile olacaklar" düşüncesine ihanet etmiş oldu. Dizinin ratinglerinin düşmesinin en temel nedeni de bence buydu. ÇATIŞMA : Tutacak her dizinin temelinde, kahraman(lar) ile düşmanlar arasında yaşanacak bir çatışma olmalıdır. Yazar(lar), böyle bir çatışma durumu yakalamalı, bu çatışmayı sürdürecek ve ileride derinlemesine işlenecek yan karakterleri de kahramanların etrafına serpiştirmeyi unutmamalıdır. Çatışmanın bir kaç bölümlük değil, en az 20-30 bölüm sürecek nitelikte olması gerekir. Zaman zaman kahraman kazanmalı, zaman zaman da düşman üstün pozisyon elde etmelidir. Tam bir galibiyet, dizinin heyecanını kaçırır. KARAKTER ÇEŞİTLİLİĞİ : Bir dizinin başarısının en temel unsuru, yukarıda anlatılan aile, farklı ekonomik sınıfların birlikteliği, ve ilişki konuları göz önünde bulundurularak, kahraman (ya da kahramanlar) ile düşman (NEMESİS) arasında kurulan ÇATIŞMA'dır. Bu çatışma kurulduktan sonra, eksen karakterlerin etrafına renkli ikincil ve üçüncül karakterler yerleştirmek gerekir. (Bir aile dizisi olan AVRUPA YAKASI'nda Aslı ve Volkan eksen karakterlerdir. Ama Aslı'nın iş yerindeki arkadaşları ile Volkan'ın arkadaşları dizinin cazibesine büyük katkıda bulunurlar. "Oha Oldum" Selin ile Şehsu, neredeyse eksen karakterlerden bile ilginçler) Bir dizide FARKLI YAŞ GRUPLARInın bulunması, o dizinin başarısını olumlu yönde etkiler. Bu durum hem farklı yaş gruplarından insanları ekran başına çeker, hem de daha gerçekçi olur. Herkesin orta yaşlı ya da genç oldugu diziler, çok dar bir seyirci kitlesine kendisini hapseder. (Herkesin yaşlı olduğu bir huzurevi dizisi vardı değil mi? Neydi adı?) FARKLI MESLEK GRUPLARI da ilginçtir. Artık her dizide "doktor, öğretmen, işadamı" görmekten bıkmaya başladık. Biraz daha ilginç, toplum içindeki tanınırlığı ve prestiji gittikçe yükselen meslek dallarına yer vermek, dizinin ilgi çekiciliğini artırır. Bir Türk dizisi olmamasına karşın "Nip/Tuck"ı örnek vereceğim. Artık ülkemizde de orta sınıfın bile hayatına giren estetik cerrahi dünyasını ele alan dizide, bu cerrahların ve müşterilerinin hayatlarını görüyoruz. Ama farklı meslek seçeceğim diye, toplum ile tamamen kopuk alanları da ekrana taşımak abesle iştigal olur. "Sanatçılık" gibi halk arasında "entel" sayılan branşların izleyiciye geçebileceğini sanmıyorum. Çünkü bu gibi branşlar, günlük hayatta rastlanandan çok farklı kavramlar ve sorunlar içeriyor. İzleyici de anlamadığı kavramlardan bahseden dizilerden soğuyor doğal olarak. EGZOTİK MEKANLAR : Dizinin geçtiği mekanın egzotikliği de izleyici için bir cazibe unsuru teşkil ediyor. Yani konunun geçtigi yer, görsel olarak dikkat çekici olmalı. Asmalı Konak Kapadokya'da geçiyordu. Bir İstanbul Masalı "masal gibi" İstanbul görüntüleri ile bezeli. Ekmek Teknesi de görsel açıdan son derece zengin. Sadece apartman daireleri, sadece gökdelenler, lüks mağaza ve restoranlar, görsel açıdan bir zenginlik arzetmiyor. Yazarların bu mekan konusuna daha en baştan dikkat etmeleri gerekiyor. Ama bu 616

prodüksiyon ile de alakalı bir mesele. KALİTELİ KÖTÜ ADAMLAR : Dizilerin kalifiye kötü adamlara da ihtiyacı var (Bkz. Aşağılarda bir yerde "Kaliteli Kötü Adamlar" yazısı). Biraz klasik olacak ama, Dallas'tan kimi hatırlıyorsunuz hemen? JR değil mi? Dizilerdeki ve filmlerdeki kötü adamlar, hayatın önümüze çıkardığı güçlükleri ve sorunları temsil ederler, onların vücut bulmuş halleridirler. Bilinçaltı düzeyde onlara tepki vermemizin nedeni budur. KINALI KAR, kaliteli kötü adamı olmadan ne olurdu? ASMALI KONAK'in en büyük sorunu da bence, dizinin bir noktasından sonra "NEMESİS"in (düşmanın) ortadan kalkması oldu. Dizinin son bölümlerinde bir "düşman" yoktu. EGE AYDAN'in canlandırdığı karakter kategori değiştirmiş, düşmandan dosta dönüşmüştü - M. Hauge, bunun kesinlikle yapılmamasını söylüyor. Fakat burada ilginç bir nokta var: Bu dizide, dramatik anlamda güçlü bir çatışma kalmamasına karşın, dizi son bölümlerinde bile çok yüksek rating alıyordu. Bu da Türk izleyicisinin, bir kere kahramanlarla özdeşleşti mi, ona sonuna kadar bağlı kaldığını gösteriyor. (Kurtlar Vadisi'nde Çakır öldükten sonra verilen ölüm ilanlarının açıklamasını da, biraz bu özdeşleşme kavramıyla açıklamak gerekiyor.) BÜYÜK OLAYLAR : İnsanlar, kendi sıradan hayatlarının bir benzerini seyretmek için TV karşısına geçmezler. İzledikleri dizilerin ya da fimlerin, kendi hayatlarından bir iki tık daha yukarıda olmasını isterler. Yani biraz daha fazla heyacan, biraz daha fazla aksiyon, biraz daha fazla romantizm, biraz daha büyük sıkıntılar, biraz daha fazla cesaret, biraz daha farklı mekanlar ... Ama çok fazla değil. Çok fazla olunca, dizi inandırıcılığına kaybeder. (Şahsen çok sevmeme karşın, CNBC-E'de yayınlanan 24'ün büyük bir Türk seyirci kitlesi ile buluşabileceğini sanmıyorum. Bizim hayatımızdan o kadar kopuk, dizideki herşey o kadar fazla ki!) Dizide yer verilebilecek büyük olaylardan biri ÖLÜMdür. Ölüm, sıradan insanların hayatındaki en sıradışı, en etkileyici, en dramatik olaydır. Tutacak bir dizi yazarken ölümü (ya da ölüme yaklaşmayı - ölümcül kazayı, ölümcül hastalığı) çok dikkatli kullanmak gerekir. Kullanıldı mı tam kullanılmalı, kahramanı ya da onun çok sevdiği birini etkilemelidir. Ölümden sonra bir süre yas tutulması şarttır, ama makul bir süre sonra geri kalan kahramanlar, hayatlarını sürdürmeyi başarmalıdır. Çünkü normal olan, toplum içinde yaşanan budur. İzleyiciler, "ölenle ölünmeyeceğini" bilirler, ve özdeşleştikleri kahramanların bu badireyi atlattıklarını görmek isterler. Ölüme paralel olarak doğum da görmek ister izleyici. Çünkü hayat, hayatın sürmesi, en kutsal değer, en temel içgüdüdür. Bize milyarlarca yıl ötesinden, tek hücreli atalarımızdan kalan bir mirastır yaşamı devam ettirmek arzusu. Hayatın kendini yenileme ve devam ettirme yeteneği, izleyiciyi her zaman derinden, bilinçaltı bir düzeyde etkiler. (Özdeşleşme kurdururken, kahramanı tehlikeye atma yöntemi, bu gerçeğe dayanır). Hele makul bir biçimde bu doğum ve ölüm olayları yakın zamanlar içinde gerçekleşirse (önce ölüm sonra doğum) çok daha etkili olur. Ve izleyiciler dizi ile "ölüp" dizi ile "doğarlar". DEĞİŞİM ve ÇELİŞKİ : İzleyici, özdeşleştiği karakterin zaman içinde iyiye doğru değişmesini ister. Bunun için de dizinin en başında karakterin değiştirmesi gereken bazı özellikleri, geliştirmesi gereken bazı yönleri, kapatması gereken bazı eksiklikleri, ve üstesinden gelmesi gereken bazı zayıflıkları olmalıdır. Bu ne yazık ki Türk dizilerinde pek rastlanmayan (bence fena halde ıskalanan) bir durum. Ciddi bir değişiklik geçiren hatıryalayabildiğim tek karakter, "Biz Boşanıyoruz"daki ALİ KIRAN. Onun dışında hemen herkes, dizinin başında neyse, sonunda da o. Seymen Ağa (Asmalı Konak), Selim (Bir İstanbul Masalı), Polat (Kurtlar Vadisi), Afet Öğretmen (Hayat Bilgisi)... İzleyici açısından pek sorun olmuyor demek ki, karakterlerde pek bir değişme olmuyor. Oysa ben burada çok önemli bir dramatik fırsatın kaçırıldığı kanaatindeyim. Kahramanların dış dünya ile mücadeleleri kadar, iç dünyalarında kendileri ile yaşadıkları mücadeleler de etkileyicidir. Hangimiz öfkemize sahip olmak, kalp kırmamak, sigarayı bırakmak için iç dünyamızda mücadeleler vermiyoruz ki? Bu tür iç çatışmalar, çelişkili duygular, daha gerçek karakterler yaratmanıza olanak tanır. Türk dizilerinde ve sinemasında (ve tiyatrosunda ve edebiyatında), Hamlet gibi "karakter"lerin yaratılmamasının temel nedeni, karakterlerin hep %100 doğru, ya da %100 yanlış olmasıdır. Kendinden, yaptıklarından, düşüncelerinden şüphe etmemeleridir. posted by gezgin @ 6:48 PM

0 comments

"ANGELS IN AMERICA" Niye Bize Uymaz! Bu sene 11 Emmy ödülü alan bu diziyi, bazı parçaları hariç, pek sevmedim. Uzak geldi. Ama sanılabileceği gibi eşcinsellik temasından dolayı değil. Açıklamaya çalışayım. 1) Dizide "adam" gibi adam yoktu neredeyse. Al Pacino'nun canlandırdığı Roy karakteri hariç hemen hepsi fikirlerinde ya da duygularında dönek tiplerdi - döneklerle özdeşleşmek de çok zordur. Louis (şu çok konuşan, politik tip) Prior'u (şu elçi seçilen) satıyordu, Prior Melek'i satıyordu (kitabı ve elçiliği istemeyerek), Joe Pitt (şu avukat olan) karısını ve eşcinselleri satıyordu (onlar hakkında mahkeme 617

kararlarına olumsuz gerekçeler yazarak), Harper (Joe'nun karısı) gerçek dünyayı ve dizinin sonunda kendisine dönmek isteyen kocasını satıyordu, Merly Streep'in anne karakteri de oğlunu (avukat Joe) satıyordu. Dizideki tek "adam" (yani özüne sadık olan şahıs) olan Roy da, kötü adamdı! Haksız yere Rosenberg'lerin ölümüne neden olmuştu, ve AIDS'li bir eşcinseldi. Ben kiminle özdeşleşeceğim şimdi? İnanmayacaksınız ama Al Pacino'nun karakteri için üzüldüm en çok! 2) Dizideki kültürel kodlar, bizim kodlarımıza o kadar uzaktı ki, bir çok gönderme ("reference") anlaşılamıyordu. Melek, elçi seçilmek, Mormonluk, Rosenbergler, Reagan dönemi Amerika'sı, Cumhuriyetçiler ile Demokratlar çatışması, ve tabii ki Amerika'nın hemen her köşebaşında görülebilirmiş gibi sunulan eşcinsellik. 3) Bazı olayları bizim kültürel kodlarımızla açıklamak imkansız, onlarınkini kullanarak bile açıklamakta zorlandım: örneğin Prior'ın melek karşısında cinsel olarak uyarılması, son bölümde Melek ile kavga etmesi, hepsi entel görünümlü bir grup baş melek olarak görünmeleri (şu son bölümde masanın etrafında oturdukları sahne), Melek gelmeden önce ortaya çıkan garip tipler ... Gel de çöz şimdi! 4) Hele dizinin son bölümünde Prior'un "Eğer Tanrı geri dönerse, o ....'nu dava edin!" demesi! Eğer Hristiyanlığı (İsa'nın göğe yükselişi ve yeniden gelişinin beklenişi, vb.) bilmiyorsanız, ve "Tanrı Öldü" diyen Nietzsche'den beri Batı Felsefesi'ni takip etmiyorsanız, bu cümleyi ve geçtiği sahneyi anlamanız mümkün değil. Sadece bu sahne bile sıradan bir müslümanın "Sümme haşa!" deyip TV'yi kapatmasına sebep olacak cinsten. 5) Dizinin teatral havasını sevmedim. Tiyatro oyunu gibi kapalı mekanlar (dizinin oyundan dönüştürüldüğünü biliyorum, ama bu sıkılmamı engellemiyor), uzun sahneler, upuzun diyaloglar... Hele o diyaloglar! Yani, Hamlet'ten beri hiçbir eserde bu kadar "özlü söz söyleyeceğim" diye uğraşılmamıştır (ki ben Hamlet'i çok severim). 6) Eşcinsellerin dünyası da açıkçası beni pek ilgilendirmiyor. Daha doğrusu bir grubu "kurban" olarak sunan hiçbir filmle ilgilenmiyorum. "Amerika'daki Melekler"i herhalde en çok Amerika'dakiler anlar. NOT: Dizinin kaynağı olan oyunun orijinal adı "Angels in America: A Gay Fantasia on National Themes" yani "Amerika'daki Melekler: Ulusal Temalar Üzerine Bir Eşcinsel Fantezisi" imiş. Filmin oyun hali ile ilgili ayrıntılı bir incelemeyi (İngilizce) "http://www.sparknotes.com/drama/angels/" adresinde bulabilirsiniz. posted by gezgin @ 6:41 PM

0 comments

Pazartesi, Kasım 08, 2004 Türk Çizgiromanındaki Temel Sorun: YAZAR Yokluğu Türk sinemasının en büyük sorununun, senaryo yazarlığı ile ilgili olduğunu biliyoruz. Benzer bir durum Türk çizgiromanında da görülmektedir. Türkiye'de çizgiromanın en büyük sorunu, "çizgiroman yazarlığı" diye bir branşın olmamasıdır. Türkiye'de çizgiroman yazarı ile çizeri aynı kişidir. Zaman zaman ilginç işbirlikleri olur, ama bu genelde bir çizerin başka bir çizere hikaye vermesi şeklinde gerçekleşir. Ülkemizde çizgiroman yazarlığı, çizerlik gibi ayrı ve kabul görmüş bir branş değildir. Çizgiroman üretiminde bütün yük, bir kişinin omuzundadır: çizgiroman çizerinin. Batı'da ise "ciddiye alınan" çizgiromanların hemen hepsi, bir yazar ve bir çizerin ortak çalışması ile yaratılır. Asteriks'ten Blueberry'ye, Örümcek Adam'dan Hellboy'a kadar hemen her çizgiromanın arkasında iki isim vardır: yazar ve çizer. Türkiye'de çalışan bir çizgiromancının, başlıbaşına muazzam zor bir iş olan çizimin yanı sıra, bir de konu bulmaya ve hikaye yazımına vakit ayırması gerekmektedir. Bir koltukta birden fazla karpuz taşımaya çalışmanın doğal neticesi, karpuzlardan birinden feragat edilmesidir. Bu da hemen hemen istisnasız, çizgiroman yazarlığı olmaktadır. Çok kısa bir sürede bulunan "orijinal bir fikir", fazla geliştirilmeden ve derinleştirilmeden çizer tarafından çizgiromana dönüştürülmektedir. Bunun sonucunda da çok fazla tat vermeyen, sık sık "ben bunu daha önce okumuştum" hissi uyandıran, sırf ilgi çekmek için cinselliğe çok yer veren, okurda hayatın özüne dair derin bir kavrayış uyandırmayan eserler ortaya çıkmaktadır. Çizgiromancıların "Batı'da çizgiroman çok ciddiye alınıyor" şeklindeki şikayeti ile ilgili olarak sorulması 618

gereken soru "Türkiye'deki çizgiromanlar Batı'daki kadar kaliteli mi?" olmalıdır. Cevap ne yazık ki bellidir: Hayır! Yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı, Türk çizgiromanları hep yerinde sayıyor gibidir. Hele yabancı çizgiromanlardaki ilerlemeye nispetle, geriye gittiğimiz bile söylenebilir. Peki bunun çaresi nedir? Bu durumun çaresi, çizgiroman yazarları yetiştirmektir. Çok iyi konular yakalayabilen, insan psikolojisini derinlemesine çözmüş, günü takip eden, hayal gücü hem geçmişe hem de geleceğe uzanabilen, tarih, edebiyat, bilimsel düşünce ve teknoloji bilgisine sahip, dramatik yapı kurup bunu çizgiromana uygun bir şekilde sunabilen çizgiroman yazarları yetiştirmek! Çizgiroman yazarı olmak, bir meslek olarak kabul edilmeli ve özendirilmelidir. Bu alan, yapılacak "çizgiroman hikayesi yarışmalarıyla" teşvik edilebilir. Çizerler ile yazarların ortak çalışmalarından çıkacak güzel sonuçlar, çizgiromanın ülkemizdeki konumunun daha da iyileşmesine kesinlikle katkıda bulunacaktır. posted by gezgin @ 7:56 PM

1 comments

Pazar, Kasım 07, 2004 "SHARK TALE"de Çatışma ve Karakterler "Shark Tale"deki temel çatışma, balıklar ile köpekbalıkları arasındaki düşmanlıktır. Köpekbalıkları, resifte yaşayan diğer balıklara korku vermektedir, çünkü bazen onları yemektedirler. Senarist, bu ezeli çatışmadan yola çıkıyor. Köpekbalıklarına kafa tutar gibi yapan Oscar'ı, ve hiç de köpekbalığı gibi olmayan (aslında bir vejeteryan olan) Lenny'yi yan yana getiriyor. Oscar da, Lenny de kimlik/kişilik sorunu olan karakterler: Oscar, bir köpekbalığı katili olmadığı halde, öyle görünmeyi seçiyor. Lenny de bir vejeteryan olmasına karşın, dışlanma korkusuyla bunu diğer köpekbalıklarından gizliyor. Filmin anafikri (Lajos Egri'nin tabiriyle "önermesi"), "ancak kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimiz takdirde mutlu olabileceğimiz"dir. Oscar, "önemli biri" olma saplantısından kurtulduğu zaman gerçek aşkı bulur; Lenny de, babasına, kendisini olduğu gibi kabul etmesini söylediği zaman onunla tekrar bir araya gelebilir. Filmdeki karakterleri de şöyle sıralayabiliriz.    

Kahraman: Oscar Destek: Sykes ve Lenny Romantik İlgi: Angie Düşman: Don Lino ve diğer köpek balıkları

Ayrıca zıt dünyaları (yani resifte yaşayan balıkların dünyası ile köpekbalıklarının dünyası) oluşturan bir sürü sevimli yan karakter bulunuyor. Ama kişisel düşüncem, "Finding Nemo"nun (toplam hasılat: 865 milyon dolar) çok daha iyi ve derinlikli bir film olduğu yönünde. Çünkü Nemo'da senaryonun dayandığı duygu olan "babalık duygusu", Shark'taki (toplam hasılat: 230 milyon dolar - şimdilik) "kendin olma" duygusundan çok daha güçlü, çok daha içgüdüsel, çok daha evrenseldir. Bu kadar çok insanı derinden etkileyebilmesinin de bundan kaynaklandığını düşünüyorum. posted by gezgin @ 1:33 PM

0 comments

Perşembe, Kasım 04, 2004 Ally McBeal, Boston Public ve The Practice'in yazarı David E. Kelley ile Yapılan "Chat"ten Alıntılar TV sektöründe uzun bir süre çalışınca yeni ve orijinal fikir bulmak zorlaşıyor mu? Bu zor bir soru. Yeni fikirler bulma süreci son derece bilimdışı bir şey. Bazı gün oluyor, ömrünüzün sonuna kadar bir daha iyi bir fikir bulamayacağınıza emin oluyorsunuz. Ama bazı günler de, dişlerinizi fırçalarken iki üç iyi fikir bulabiliyorsunuz. Deneyimin bana öğrettiği şey şu: tıkandığınız günlerde paniğe kapılmayın. Çünkü panik, yazar tıkanıklığının en büyük nedenlerinden biridir. Eleştiriler şevkinizi çok kırıyor mu? 619

Hayır. Eğer TV sektöründeyseniz, kendi vizyonunuza/hayalinize bağlı kalabilmek için yeterince duyarsız olmalısınız. Ama bu, başkalarını hiç dinlememeniz gerektiği anlamına da gelmiyor. Çünkü eğer herkes yaptığınız bir şeyin yanlış olduğundan şikayet ediyorsa, en azından bir şeyleri yanlış yapıyor olabileceğinize de ihtimal tanıyabilmelisiniz. 25 Ekim 1999 posted by gezgin @ 7:23 PM

0 comments

CNBC-E'de yayınlanan SCRUBS'ın Yazarı Bill Lawrence ile Röportaj'dan Alıntılar Dizide çok kısa bir sürede, çok farklı karakterleri tanıtmayı ve sevdirmeyi başardınız. Bunu bu kadar kolay nasıl yaptınız? İki şey söyleyeceğim: Birincisi, dış ses ("voice over"), serimin/tanıtımın en iyi arkadaşıdır. Bu nedenle insanlar bunu sık sık kullanırlar. Ama bu yöntemin bir koltuk değneğine dönüşmemesine de dikkat etmemiz gerekiyor. Ayrıca ben şu yöntemi hararetle savunuyorum: bir dizinin başında, karakterleri tanıtırken, insanların tutunabileceği/bağlanabileceği bir karakter seç, sonra da ondan yola çıkarak dışa doğru bir piramit oluştur. Bununla ilgili en hoşuma giden örnek "Cheers"ta bulunuyor. Coach (Koç) karakterinin nasıl hikayeye sokulduğunu hatırlıyorum. Bardaki telefon çalıyor, ve Koç telefonu açıyor, bir süre dinliyor, sonra telefonun mikrofonunu eliyle örtüp bara doğru bağırıyor, "Ernie Pantusa'yı arıyorlar" diye. Birisi, "O sensin Koç" diyor, Koç da telefona "Oh, buyrun benim" diyor. Şunu hiç aklımdan çıkarmıyorum: az şey ile çok iş başarmak her zaman mümkündür. Yazarlık kariyerinizin başlaması için hangi adımları attınız? Kariyerimin gerçekleşmesi için attığım en büyük adım, 21 yaşındayken cipime atlayıp ülkeyi bir baştan bir başa geçmek (ve Los Angeles'a gelmek - çn.) oldu. Bence sabretmek, benim başarımın kaynağını oluşturdu. Bence TV sektöründe bir yetenek çıtası var, ve eğer sen o çıtanın üzerinde bir yerdeysen, sektöre giriyorsun. Bundan sonra ne kadar başarılı olacağın ise, arzuladığın şeyi başarma güdünün büyüklüğüne, kendini satma yeteneğine, yazma yeteneğine, ve başkalarıyla geçinme yeteneğine bağlı. Bence yeteneği o çıtanın üzerinde olduğu halde, yeterince sabırlı olmadığı için ya da başarma güdüsü yeterince güçlü olmadığı için asla başarılı olamayan çok sayıda insan var. Hangi tema size ilham vermeye devam ediyor? Ben, "En kötü durumda bile, elinden gelenin en iyisini yapan sıradan insan" temasının büyük bir taraftarıyım. En nihayetinde bunun evrensel bir öykü olduğunu ve şaşırtıcı bir azlıkta anlatıldığını düşünüyorum. Bu nedenle, kendisiyle özdeşleşebileceğimiz birini bulmaya çalışıyor, ve aşılması imkansız zorlukları aşmaya çalışan kişiye bağlanıyoruz. Projeleriniz için nasıl araştırma yapıyorsunuz? Deli gibi okuyor, TV izliyor, film ve oyun seyrediyor, ve insanlarla konuşuyorum. Hoşuma giden bir şey yazmaya karar verene kadar araştırma yapmıyorum. Bence en iyi yöntemlerden biri, hayatın farklı alanlarındaki insanlar bulmak. "Spin City"yi hazırlarken, haftalarca New York'taki memurlar ile görüşmeler yaptık. Piyasadaki yüzlerce "yazarlık kitabı"ndan hiçbirini okuyor musunuz? Sizce bunları okumanın bir değeri var mı? Ben "yazarlık kitapları"nı pek tutmam. Televizyon ve Radyo Müzesi'ne gidip, sevdiğiniz dizilerin senaryolarını okumak ve bunların nasıl yazıldığına bakmak bence çok daha iyi bir yöntem. Ayrıca oyun okumaktan da hoşlanıyorum. Başarılı bir komedi yazarı olarak tanınıyorsunuz. Komedi yazmanın en kolay ve en zor yönleri sizce nelerdir? Komedi yazmanın en kolay yönü, espriler. En zor yönü ise öykü yazmak. Çünkü bir çok insan komik olabilir, ama komedinin başarılı olması için, diğer dramalar kadar iyi olması gerekiyor. Yazarlığa yeni başlayacaklara önerileriniz?

620

Bu bir mücadele, ama ayrıca kendinize, her gün yazmanızı sağlayacak bir dizi de bulmalısınız. Sadece Los Angeles'e gelip bir şeyler olmasını bekleyemezsiniz. Kendinizi o çıtanın üstüne çıkarmaya çalışmalı ve adınızın başkaları tarafından da bilinmesini sağlamalısınız. posted by gezgin @ 7:16 PM

0 comments

Çarşamba, Kasım 03, 2004 Önemli Bir Senaryo Kavramı: "KANCA" Holywood senaryolarında en çok önem verilen özelliklerden biri, senaryonun bir "hook"unun (şimdilik "kanca" diyelim, "olta" ya da "çengel" de olabilir ) olmasıdır. "Kanca"sı olan senaryoların çekilme olasılığı daha yüksektir. De nedir bu "kanca"? "Kanca" senaryonuzun temelini oluşturan, okuyucunun ve izleyicinin hemen ilgisini çeken, yeni, orijinal, dikkat çekici fikirdir. Uzun uzadıya tanımlamaktansa bazı örnekler verelim:         

İntihar etmek üzere olan bir adamın karşısına bir melek çıkar ve ona, eğer kendisi hiç yaşamasaydı hayatın nasıl olacağını gösterir. ("It's a Wonderful Life") Birbirinden nefret eden iki kişi, birbirlerini tanımadan mektuplaşırlar ve aşık olurlar. ("The Shop Around the Corner", "You've Got Mail") Bir grup işsiz İngiliz, biraz para kazanmak için bir striptiz şovu yapmaya karar verirler ("The Full Monty" - Anadan Doğma) Alaycı bir reklamcı, aniden kadınların zihninden geçenleri okuma yeteneğini kazanır. ("What Women Want" - Kadınlar Ne İster) Bir avukat, aniden yalan söyleme yeteneğini kaybeder. ("Liar Liar" - Yalancı Yalancı) Üç sinemacı, efsanevi bir cadıyla ilgili bir belgesel yapmak için bir ormana giderler. Bu kasetler, onların kaybolmasının ardından bulunmuştur. ("The Blair Witch Project" - Blair Cadısı) Bir kuklacı, John Malkovich'in beynine giden gizli bir tünel bulur. ("Being John Malkovich" - John Malkovich Olmak) Kalabalık bir otobüse bir bomba konmuştur. Otobüs 75 km/s hızın altına inince bomba patlayacaktır. ("Speed" - Hız Tuzağı) Bir adam, yerini bir klonun aldığını öğrenir. ("The Sixth Day" - Altıncı Gün)

Türk filmlerinde de kanca'ya çok rastlıyoruz:      

Halı satıcısı bir Türk uzaylılar tarafından kaçırılır. (GORA) Ölen bir öğrencinin hayaleti, ÖSS'ye hazırlanan öğrencilere dadanır. (Okul) Dış dünyadan kopuk bir köye ilk kez bir televizyon gelir.(Vizontele) Komser Cemil, ölmekte olan kızını mutlu etmek için, başında bulunduğu karakoldakiler ile "Pamuk Prenses"i sahneler. (Komser Şekspir) Bir kasabanın ortasından geçen dikenli tellerin, aileleri, arkadaşlıkları, aşkları nasıl böldüğünün hüzünlü ve komik öyküsü (Propaganda) 35 yıl sonra hapisten çıkan Baran, intikam almak ve aşkını bulmak için hiç bilmediği İstanbul'a gelir (Eşkıya)

Kancaya sahip hikayelerin bir senaryoya dönüşmesi nispeten daha kolay, bu tür senaryoların da çekilme ihtimali daha yüksektir. Çünkü seyirci seyredeceği filmin neye benzeyeceğini bir iki cümle ile anlamak ister. Kolay gibi görünse de, kanca bulmak o kadar basit bir iş değildir. Neticede 120 sayfalık bir senaryoya dönüşecek bir fikir, her köşe başında karşınıza çıkmaz. Tavsiyem, elinizi kanca bulmaya alıştırın. "Beyin fırtınası" yapın bol bol, bir sürü (onlarca, hatta yüzlerce) bir iki cümlelik abuk subuk fikir üretin. Göreceksiniz, aralarından bir kaç tanesi hikayeye, bir tanesi de senaryoya dönüşecek güçte olacak. (Bu yazının hazırlanmasında kısmen Alex Epstein'ın yazısından faydalandım.) posted by gezgin @ 4:14 PM

0 comments

"ÖRÜMCEK ADAM 3" DAHA MI KÖTÜ OLACAK? Örümcek Adam 1 filmi 800 milyon dolar iş yaparken, 2. film 770 milyon iş yapmış. Neden? Yönetmen aynı, oyuncular aynı, görsel efektlerin biraz daha geliştiği bile söylenebilir 2 senede. Peki bu düşüş neden? Sebep senaryoda gizli olabilir. 621

1. filmin senaryosu David Koepp tarafından yazılmıştı. Koepp zanaatkarlığı ile bilinen bir yazar. "Panik Odası"nın senaryosunu 4 milyon dolara satmış biri. Koepp'in senaryosu, 2. Örümcek Adam'ın senaryosundan bir kaç açıdan daha üstün: Koepp'in senaryosundaki karakterler, bir aksiyon filminin el verdiği ölçüde geliştiriliyor, derinleştiriliyordu. Peter Parker'ın "inek" bir lise öğrencisinden bir süper kahramana dönüşüşüne tanık oluyor, aynı zamanda sevdiği kıza açılamayışından dolayı onunla birlikte üzülüyorduk. Mary Jane'in sorunlu ev hayatından kaçış için zengin arkadaşlar ile yüzeysel ilişkilere yönelmesini anlıyorduk. Ben Amca ve May Hala, sanki Amerikalı değil, Türk'tüler, o kadar sıcak bir ikiliydiler. Norman Osborn'un bile ticari hırsını ve bu hırs yüzünden bilim etiğini hiçe sayarak kendini bir canavara dönüştürmesini anlıyorduk. Harry Osborn'un zengin çocuk psikolojisine az da olsa girebiliyorduk. Ama 2. Örümcek Adam'ın senaryosunda bizi film kahramanları için duygulanmaktan alıkoyan bir çok eksiklik ve bazı fazlalıklar var: Peter Parker'ın başına gelenler, (tabir biraz kaba ama) bahtsız bedevinin başına gelmiyor. Pizzayı yetiştiremediği için işinden atılması, halasının ev kredisini ödeyememesi, okulda derslerinden geri kalması, kitaplarını bile yere düşürdüğünde birilerinin kitaplarına basması ya da çantasıyla Peter'ın başına arka arkaya vurması, kirasını ödeyememesi, Örümcek Adam'ı kötü gösterme pahasına sattığı fotoğrafların parasının, aldığı avansları bile karşılamaması, gittiği partide bir içki içemeyip bir kanepe yiyememesi... Bütün bunlar, "özdeşleşme" yazısında anlattığımız birinci yöntemin çok abartılı bir kullanımı. Artık Peter ile özdeşleşmiyoruz, ona acımaya, hatta onu biraz da küçümsemeye başlıyoruz. Filmin duygu uyandırmadaki yetersizliğinin nedenlerinden bazıları ise, "neden-sonuç" ilkesinin çok takip edilmemesi. Örneğin, Dr. Otto Octavius'un, füzyon deneyinde neden o kolları kullanmak zorunda olduğu hakkında ikna edici bir açıklama yok. Bu mekanik kolların neden "kötü" niyetli olduğunu da anlayamıyoruz. Dr. Otto'nun kişiliği de inandırıcılık açısından sorunlu: İlk karşılaştığımızda son derece sevecen, anlayışlı biri olarak görünüyor, ama sonra durup dururken hırsa kapılıyor, kötü oluyor - kolların etkisi mi?. Pek ikna edici değil. Filmin en büyük eksiği, filmin kahramanında güçlü bir "dış motivasyon"ın bulunmaması. Örümcek Adam'ın filmin %75'i boyunca en büyük derdi ise, "Örümcek Adam olsam mı olmasam mı?". Yani bu sorun, filmi ileri götürecek bir motor görevi üstlenemiyor. Aynı şekilde Dr. Ahtapot'un dış motivasyonu da zayıf: o füzyonu yapacak da ne olacak? Bilimsel merakını mı tatmin edecek? Güneşin gücü avcunun içinde olsa ne olur, olmasa ne olur? Böyle olunca da film baştan sonra, zar zor ilgimizi çekebilen, merakımızı fazla uyandırmayan, CGI görüntülerle dolu sahnelerden oluşuyor. Hele Peter Parker'ın, May Halası ile yaptığı konuşmadan sonra değişmesi, Hababam Sınıfı Merhaba'da, okul sahibinin, Güdük Necmi ile filmin sonunda yaptığı konuşmadan sonra fikir değiştirmesiyle aynı nitelikte: Hiç ikna edici değil! Peter'ın psikolojik sorunlarının, Örümcek Adam'ın "örümceklik" özelliklerine ket vurması da yeterince açıklanmamış. O açıdan "herşey aslında kafada bitiyor" düşüncesinin çok ucuz bir versiyonu olmuş. Ayrıca birinci filme en çok heyecan katan durumlardan biri olan "kimlik gizleme" olayı, bu filmde kullanılmayacak hale gelmiş. Artık herkes Peter'ın kimliğini biliyor: M.J., Harry Osborn, Dr. Ahtapot ve metrodakiler... Filmin finalinde gelinliğiyle koşan M.J. ise gerçekten de bayat! Gerçekten ilgi çeken tek sahne Örümcek Adam'ın metroyu durdurmaya çalıştığı sahne. Filmin iyi yönleri de yok değil. Aksi takdirde gişede bu kadar başarılı olamazdı: Oyuncular gerçekten çok güzel oynamışlar: Tobey Maguire ve Kirsten Dunst, yine minimalist oyunculukları ile bizi filme bağlıyorlar. Dr. Ahtapot ve May hala da öyle. Benim favorim ise Jonah Jameson. Neredeyse çizgiromandakinden daha başarılı bir tip olmuş. Filmin müzikleri de güzel, binalar arasında uçan Örümcek Adam görüntüleri de. Örümcek Adam 2'nin daha az iş yapmasının ve çok daha az kayda değer nitelikte olmasının nedenlerinden bazıları bence bunlar. Bu durum bana Matrix 1 ile diğer Matrixler arasındaki ilişkiyi hatırlattı. Matrix 1'in çok sağlam bir senaryosu var, Matrix 2 ise "eh", Matrix 3 ise, sırf üçlemeyi tamamlamak için seyredilebilecek bir film. Öyle ki, çok daha yüksek bir bütçeye (yaklaşık 130 milyon dolar) ve daha ileri bir teknolojiye karşın, ilkinden 4 sene sonra gösterime giren Matrix 3, bütçesi 65 milyon dolar olan Matrix 1'den daha az iş yaptı. Eğer senaryo sağlam birine teslim edilmezse, Örümcek Adam 3'te de böyle bir şey olabilir. İlkinden daha iyi bir devam filmi yapmak için James Cameron gibi biri olmak gerekiyor herhalde. 622

Terminator 1 ile 2 arasındaki farka bakın! posted by gezgin @ 3:52 PM

0 comments

Salı, Kasım 02, 2004 3 PERDELİ YAPI Güzel Ama ... Aklınıza bir senaryo fikri geldiği zaman, üzerine hemen 3 perdeli yapı kalıbını geçirmeyin. Bu fikir ile oynayın, "brain storming" yapın, aklınızdan bir türlü çıkmayan ve "bu sahne filmde mutlaka olmalı" dediğiniz sahneleri bir kenara yazın. O sahneler, her ne kadar şimdi birbirinden bağımsız olsa da, zaman içinde bilinçaltınız (ya da bilinciniz) bu sahneleri birbirine bağlayacak güzel bir öykü yaratacaktır. Yaratıcılığınıza güvenin. Yani paniğe kapılmayın. Bir filmi güzel ve çekici kılan özelliklerin başında "şaşırtıcı" olması gelir. Sürpriz dönüşler, umulmadık virajlar, izleyiciye keyif verir. Bunların yavaş yavaş ortaya çıkmasına izin verin, ama biraz araştırma yapmanın da bir zararı olmaz. Elinizde yeterince hikaye malzemesi oluştuktan sonra 3 perdeli yapıyı kullanmaya başlayın. posted by gezgin @ 4:10 PM

0 comments

Cumartesi, Ekim 30, 2004 3 PERDELİ YAPI ÖRNEĞİ 2 - "SON SAMURAY" Serim ve Fırsat "Son Samuray"ın (2004) senaryosu da, tıpkı Örümcek Adam gibi, aşağıda anlattığımız 3 perdeli yapıya uyuyor. Son Samuray, 140 milyon dolara malolmuş, 435 milyon dolar getirmişti. AŞAMA 1 : SERİM / GENEL DURUM Senaryonuzun açılışındaki %10'luk bölüm, okuyucuyu ve izleyiciyi, hikayenin başlangıçtaki ortamına çekmelidir. (İlk 10 sayfa kuralını hatırlayın) Burada kahramanımızın günlük hayatını göstermeli, ve (kahramana haksızlık yapıldığını göstererek, kahramanı tehlike altında göstererek, kahramanın sevilebilir, komik, ve/veya güçlü biri olduğunu göstererek) onunla özdeşleşme sağlanmalıdır. SON SAMURAY'da Serim : Senaryo, Japon Adalarının görüntüleri ile başlıyor. Anlatıcı, Japonya'nın nasıl yaratıldığı ile ilgili bir efsane anlatıyor. Sonra kendi düşüncesini söylüyor: "Bana göre Japonya, onur için hayatını vermeye hazır bir avuç cesur insan tarafından yaratılmıştır" (Bu sahnenin amacı, en kısa yoldan, filmin bir ülke -Japonya- ile ilgili olduğunu anlatmak. Güzel görüntüler ve otantik müzik, atmosferi hemen oluşturuyor. Anlatıcının bahsettiği "onur" için ölmeye hazır insanlar ise, filmde izleyeceğimiz çatışmanın ipucunu veriyor.) Daha sonra bir tepenin üzerinde meditasyon yapan bir Japon görürüz. Japon, meditasyon sırasında bir vizyon görmektedir: Bir ormanda, japon savaşçılar tarafından kuşatılmış olan beyaz bir kaplan, çevresini saranlarla cesur bir biçimde mücadele etmektedir. (Henüz adını bilmediğimiz ve Anlatıcı'nın onur için hayatını hayatını vermeye hazır insanlardan bahsederken perdede gördüğümüz bu adam Katsumoto'dur. Gördüğü vizyon ise, gelecekte meydana gelecek bir olayı haber vermektedir. Bunu henüz bilmesek bile, vizyon görmek olayı bile tek başına ilginç.) Bir sonraki sahnede, kalabalık bir insan topluluğunun önünde yeni Winchester tüfeğini tanıtan bir adam (McCabe) görüyoruz. Bu adam, silahın niteliklerini anlatması için bir savaş gazisini, Yüzbaşı Algren'i sahneye çağırıyor. Yüzbaşı Algren sahnenin arkasındaki bir odada içki içmekle meşguldür ve çağrıldığı halde sahneye çıkmaz. McCabe sahne arkasına gider, biraz önce sahnede övdüğü Algren'e hakaretler yağdırarak onu sahneye çıkarır, ve bunun son gösterisi olduğunu söyler. (Burada, Algren ile özdeşleşmenin temelleri atılıyor. Algren fena halde sarhoştur. Acaba neden içmektedir? Bir savaş gazisi olduğu halde hakaretlere uğraması, onunla özdeşleşmeyi başlatır.) Algren sahneye çıkar, silahı tanıtmaya başlar. Ama bir süre sonra, önceden hazırlanmış metnin dışına çıkar ve savaşın vahşetini kendi sözcükleriyle anlatmaya başlar. Hemen sonra da tüfeği doldurup, 623

seyircilerin arkasındaki bazı eşyalara büyük bir isabetle ateş etmeye başlar. Silahı McCabe'e verir, ve tekrar sahne arkasına gider. Bu arada, seyircilerin arasında, beyaz saçlı beyaz bıyıklı bir adam dikkatimizi çeker. (Burada Algren'in geçmişi hakkında bilgi ediniyoruz. Belli ki Algren kızılderililere karşı savaşmış bir askerdir, ve vicdanı, yaptıklarından dolayı rahat değildir. Tüfeği ile seyircilerin arkasındaki bazı şeyleri tam isabet vurması da özdeşleşmeyi artırıyor - kahramanın yaptığı işte -silah kullanma/askerlik- iyi olması ve kendi gücüyle temas halinde bulunması kuralı) DÖNÜM NOKTASI 1 : FIRSAT Senaryonun %10'luk bölümünün bitiminde, kahramanımıza yeni bir fırsat sunulmalıdır. Bu da onda yeni ve görülebilir bir istek uyandırmalıdır. Böylece kahraman, yolculuğuna başlar. SON SAMURAY'da Fırsat : Bir sonraki sahnede Algren'i bir binadan çıkarken görürüz. Binanın dışında onu, seyircilerin arasında gördüğümüz beyaz saçlı beyaz bıyıklı adam (Çavuş Gant) beklemektedir. Algren'e bir iş teklifi olduğunu söyler. Sonraki sahnede ise Algren ve Çavuş Gant, büyük ve lüks bir restorana girerler. Gant, Algren'i bir masaya götürür. Masada bir kaç Japon ve Algren'in eski komutanı Albay Bagley oturmaktadır. Bagley, Japonların ordularını modernleştirmek, bunun için de Amerika'dan eğitmen tutmak istediklerini söyler. Yüzbaşı Algren'e ayda 400 dolar teklif ederler. Algren fiyatı 500 yaparak kabul eder. Japon grubun başındaki Omura, imparatorun yeni bir düşmanı olduğunu söyler: bu, Katsumoto adlı bir samuraydır. Algren, yeni Japon ordusunu, bu düşmana karşı eğitecektir. Sahnenin devamında Algren ile komutanı Bagley'in arasının iyi olmadığını öğreniriz. Bagley, geçmişi unutmayı teklif eder, ama Algren kabul etmez. Bagley'e olan nefreti öyle büyüktür ki, onu bedavaya bile öldürebileceğini söyler. (Bu sahnede kahramanımız Yüzbaşı Algren'e bir fırsat sunuluyor, o da bunu kabul ediyor. Filmin ilerleyen bölümlerindeki çatışmanın da ipuçları veriliyor: bastırılması gereken bir asi vardır - Katsumoto. Fakat Algren ile Bagley arasındaki sürtüşme de ileride bu alanda bir şeyler olacağına işaret ediyor.) (Burada dikkatimizi çeken bir başka nokta daha var: Filmin başında iş arkadaşı olarak sunulan Omura ve Albay Bagley, aslında filmin ilerleyen bölümlerinde Algren'in en büyük düşmanı olacaktır. Yine en başta "düşman" olarak nitelenen Katsumoto da, Algren'in en yakın dostu haline gelecektir. Benzer bir yöntemin -değişen roller- Örümcek Adam'da da kullanıldığını görmüştük.) posted by gezgin @ 8:04 PM

0 comments

3 PERDELİ YAPI ÖRNEĞİ 1 "ÖRÜMCEK ADAM" Örümcek Adam 1'in (2002) David Koepp tarafından yazılan senaryosu, aşağıda anlattığımız 3 perdeli yapıya neredeyse bire bir uyuyor. Filmin 800 (sekiz yüz) milyon dolar iş yaptığını düşünürseniz, senaryosunu incelemeye değer bulabilirsiniz. AŞAMA 1 : SERİM / GENEL DURUM Senaryonuzun açılışındaki %10'luk bölüm, okuyucuyu ve izleyiciyi, hikayenin başlangıçtaki ortamına çekmelidir. (İlk 10 sayfa kuralını hatırlayın) Burada kahramanımızın günlük hayatını göstermeli, ve (kahramana haksızlık yapıldığını göstererek, kahramanı tehlike altında göstererek, kahramanın sevilebilir, komik, ve/veya güçlü biri olduğunu göstererek) onunla özdeşleşme sağlanmalıdır. ÖRÜMCEK ADAM'da Serim : Senaryo bir okul otobüsünde başlar. Peter Parker, öğrencilerle dolu bir okul otobüsünün yanında koşmakta, bağırarak otobüsü durdurmaya çalışmaktadır. En sonunda Mary Jane'in (M.J.) müdahalesi ile otobüs durur. Peter otobüse biner, fakat kimse onu yanına oturtmaz, hatta onunla alay ederler. Son olarak da biri ayağına çelme takarak Peter'ı yere düşürür. (Bu sahnede Peter'ın bir Lise öğrencisi olduğunu, -dış ses yardımıyla- M.J.'i sevdiğini, ama arkadaşları tarafından pek sevilmediğini öğreniriz. Peter'a yapılan üçlü haksızlık -otobüs şoförünün kasten durmayıp 624

Peter'ı koşturması, insanların ona yer vermeyip onunla alay etmesi, ve son olarak da ona çelme takmasısonucunda genç adamla özdeşleşme de sağlanır.) Bir sonraki sahnede üniversite önünde duran Peter, M.J.'nin kendisine el salladığını zannederek ona el sallar. Ama M.J., Peter'ın arkasındaki kız arkadaşlarına el sallamaktadır. (Peter yine aptal durumuna düşürülerek özdeşleşme güçlendirilir.) İzleyen sahnede Norman Osborn ve Harry Osborn ile tanışıyoruz. Zengin bir bilim adamı olan Norman Osborn (W. Dafoe) oğlu Harry'yi, Rolls Royce'u ile okula bırakmaktadır. Babası ile tartışan Harry arabadan inip Peter'ın yanına gider. İki gencin arkadaş olduklarını anlarız. Hemen sonra Norman Osborn yanlarına gelir ve Harry'ye unuttuğu okul çantasını verir. Harry de Peter ile babasını tanıştırır. Peter, Norman'ın makalelerini okumuş ve çok etkilenmiştir. Norman da, bu genç dahiden çok hoşlanmıştır. (Bu sahne, Peter'ın arkadaşı Harry ile Peter'ın gelecekteki düşmanı Osborn'u bize tanıtıyor. Fakat senaryo, müstakbel düşmanları önce birbirine arkadaş yaparak, ilginç bir durum yaratıyor. Peter'ın genç bir dahi olduğunun belirtilmesi de onunla özdeşleşmeyi artırıyor.) Bir sonraki sahnede, okul otobüsünün taşıdığı öğrenciler, Columbia Üniversitesi'nin bir laboratuarını gezmektedir. Liseli öğrencileri gezdiren rehber, örümcekler hakkında bilgiler verir, bu laboratuarda örümceklerle ilgili genetik deney yapıldığını, ve şu anda 15 adet süper örümcekleri olduğunu söyler. Fakat örümceklerden biri kayıptır. Sahnenin devamında Peter ile okulun kabadayıları arasındaki çekişme, Peter'ın M.J.'e olan ilgisi fakat kendinde yeterli cesareti bulamaması, onun yerine Harry'nin (Peter'dan öğrendiği bilgileri kullanarak) M.J.'le sohbet etmesi, en sonunda da Peter'ın cesaretini toplayarak M.J.'e yaklaşması anlatılıyor. (Bütün bunlar, hem Peter'la özdeşleşmeyi artırıyor, hem de senaryonun ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkacak durumların ve çatışmaların temelini atıyor). DÖNÜM NOKTASI 1 : FIRSAT Senaryonun %10luk bölümünün bitiminde, kahramanımıza yeni bir fırsat sunulmalıdır. Bu da onda yeni ve görülebilir bir istek uyandırmalıdır. Böylece kahraman, yolculuğuna başlar. ÖRÜMCEK ADAM'da Fırsat : Bu, M.J.'nin fotoğrafını çekmekle meşgul olan Peter'ın, kayıp örümcek tarafından ısırıldığı sahnedir. Böylece Peter Parker, bu süper örümceğin sahip olduğu özellikleri kazanır. AŞAMA 2 : YENİ DURUM Hikayenin %10'u ile %25'i arasındaki bölümde kahramanımız, karşısına çıkan fırsattan kaynaklanan yeni duruma tepki verir. BU yeni ortama alışır, neler olup bittiğini anlamaya çalışır; ya da genel amacını gerçekleştirmek için bir plan yapar. ÖRÜMCEK ADAM'da Yeni Durum : Peter Parker örümcek tarafından ısırıldıktan sonra kendinde bazı değişiklikler gözlemeye başlar. Olayın ertesi sabahı gözlüklere artık ihtiyacının olmadığını, ve vücudunun bir önceki geceye göre çok daha kaslı olduğunu fark eder. Sonraki bir sahnede Peter filmin başındaki gibi yine otobüsü kovalamaktadır. Ama bu kez otobüsün yanına asılmış olan afiş Peter'ın eline yapışır. Peter buna anlam veremez. Okula gider. Okul yemekhanesinde yemek yerken, yanından M.J. geçer. Fakat genç kız ıslak zeminden dolayı kayar ve düşmeye başlar. Peter sadece onu tutmakla kalmaz, yemeğini de yere düşmeden yakalar. M.J. (romantik ilgi) Peter'ın bu hareketinden etkilenir. Hemen sonrasında Peter, bir çatalın eline yapıştığını fark eder. Hemen sonra da kolundan fırlayan bir ağ, biraz ilerdeki yemek dolu tabldota yapışır. Paniğe kapılan Peter, ağı hızla çekince, ağla birlikte gelen tabldot, Peter'ın arkasında oturan Flash'ın (Peter'a filmin başından beri eziyet eden, okulun kabadayısı) üzerine dökülür. Peter hiçbirşey olmamış gibi yemekhaneden kaçar. Ama Flash peşindedir. Okuldaki dolabına giden Peter, "örümcek hissi" sayesinde Flash'ın arkasında olduğunu ve kendisine yumruk atmak üzere olduğunu fark eder ve bu yumruktan kaçmayı başarır. Sonra da, kendisinden hiç beklenmeyen bir çeviklik ve güç ile Flash'ı bir yumrukta devirir. Kendi yaptıklarına şaşıran Peter, koşarak okuldan uzaklaşır. Bir ara sokağa girer. Ve kendisindeki değişimlerin sebebini anlar: bu, dün kendisini ısıran örümcektir. Bunu fark edince, biraz içgüdüsel bir 625

biçimde, arkasındaki düz duvara tırmanmaya başlar. Evet, Peter bir örümcek gibi düz duvara tırmanabilmektedir. Sonraki sahnede Peter'ı çatıların üzerinde sıçrarken görürüz. (Doğrudan "The Matrix"e yapılan bir gönderme!) Peter yeni güçlerini denemektedir. Son olarak, sokağın karşısındaki bir binanın üzerine, kolundan çıkan ağ yardımıyla, kısmen başarılı bir atlayış yapar. (Bu arada çeşitli sahnelerde, Norman Osborn'un projesinin tehlikeye girdiğini, Osborn'un "performans artırıcı" denen bir maddeyi kendi üzerinde denediğini, bunun sonucunda fiziksel olarak çok güçlendiğini ama akıl sağlığını da yitirdiğini görürüz. Belli ki bir taraftan Örümcek Adam yavaş yavaş ortaya çıkarken, diğer taraftan da Norman Osborn onun en büyük düşmanı olarak belirmektedir. Fakat bu, B hikayesidir. A hikayesini, yani senaryonun ana eksenini Peter'ın hikayesi oluşturur.) DÖNÜM NOKTASI 2 : PLANDA DEĞİŞİKLİK Hikayenizin dörtte birine geldiğinizde, kahramanımıza öyle bir şey olmalı ki, kahramanın başlangıçtaki arzusu net bir sonucu olan, spesifik, gözle görülür bir hedefe dönüşmeli. Bu, kahramanımızın dış motivasyonunun açıklandığı/belirlendiği andır. (Syd Field'a göre "Plot Point 1") ÖRÜMCEK ADAM'da Planda Değişiklik : Peter Parker artık yeni kimliğinin ve güçlerinin tam olarak farkındadır. Fakat hâlâ gizli gizli sevdiği M.J.'e açılacak hâlde değildir. M.J.'in Flash'ın arabasından çok hoşlandığını görünce, Peter da araba almak düşüncesine kapılır. Ama parası yoktur. Para kazanmanın yolunu da, yine araba dergisinde görür: Amatör Güreşçilere üç dakika ringde kaldıkları takdirde, 3 bin dolar verilmektedir. Peter buraya katılmaya karar verir. Kendine bir kostüm tasarlamaya ve ağ fırlatma becerisini geliştirmeye başlar. AŞAMA 3 : İLERLEME Hikayenin %25'i ile %50'si arasındaki süre boyunca, kahramanımızın hedefe ulaşmada kullandığı planı işe yarar gibi görünmektedir. ÖRÜMCEK ADAM'da İlerleme : Peter Parker, "Amatör Güreşçiler Aranıyor" ilanına başvurur. Bu, Peter'ın paraya -> arabaya -> M.J.'e ulaşma planıdır. Peter ringe çıkar ve Kemik Kıran ("Chainsaw") deden bir ızbandutla kapışır. Bir ara dayak yese de, sonunda adamı fena halde pataklar. Fakat 3 bin dolarını almaya gittiğinde, organizatör ona sadece 100 dolar verir, çünkü Peter adamın işini 3 dakikadan önce bitirmiştir. Peter buna itiraz eder, ama organizatör "bu benim sorunum değil" diyerek Peter'ı odasından çıkarır. Peter odadan çıkar ve asansöre gider. O sırada bir hırsız organizatörün odasına dalar ve silah zoruyla adamın bütün parasını alır. Sonra da koşarak bürodan çıkar, Peter'ın çağırmış olduğu asansöre biner ve kaçar. Peter bütün bu olanları seyretmekle yetinir. Hem polis hem de organizatör, neden hırsızı durdurmadığı sorar, ama Peter, bunun kendisinin sorunu olmadığını söyler. Dövüş salonundan çıkan Peter sokakta yürürken bir şeyin etrafında toplanmış bir kalabalık görür ve içgüdüsel olarak aralarına girer. Yerde amcasının yattığını görünce çok şaşırır. Bir araba hırsızı amcasını vurmuş ve arabasıyla kaçmıştır. Yaralı yaşlı adam oracıkta, Peter'ın gözleri önünde ölür. Peter da yeri tespit edilen katilin peşine düşer. Peter binaların arasında ağ fırlatarak uçmaya başlar. (Bu kendi kendine belki asla cesaret edemeyeceği bir şeydir. Ama şu anda amcasının katilini yakalamak gibi güçlü bir motivasyonu vardır.) Ve kısa bir süre sonra da araba hırsızını eski bir binanın içinde kıstırır. Fakat araba hırsızının yüzüne ışık vurunca, Peter, amcasını öldüren adamla, kendisinin kaçmasına izin verdiği hırsızın aynı kişi olduğunu görür ve çok şaşırır. Yani Peter, kendi bencilliği, kendi sorumsuz davranışı yüzünden amcasının ölümüne neden olmuştur. Ayağı takılan adam bir kaç katlık binadan düşerek ölür. . (Bu arada Yeşil Cin'in, Norman Osborn'u işinden eden adamları öldürdüğüne tanık oluruz. Örümcek Adam'ın muhtemel ve müstakbel düşmanı, kötülüklerine başlamıştır.) DÖNÜM NOKTASI 3 : DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA Senaryonuzun tam ortasında (yaklaşık 60. sayfada), kahraman kendini amacına tamamen adamalıdır. Bu âna kadar kahraman geri dönme, planından vazgeçme, ve filmin başındaki gibi yaşama şansına sahipti. Ama bu noktada kahraman bütün gemileri yakmalıdır. (Syd Field'a göre "Midpoint")

626

ÖRÜMCEK ADAM'da Dönüşü Olmayan Nokta : Peter mezuniyetinden sonra kendi odasına gider. Halasıyla bir süre konuşur. Amcasının ölümü onu hâlâ çok etkilemektedir. Tek başına kaldığı bir anda, artık bir kutuya kaldırdığı eski örümcek adam giysisini ve örümcek adam kostümü eskizini çıkarır. Ve zihninde amcasının sözleri yankılanır: "Unutma, büyük güç, büyük sorumluluk gerektirir." Bu, Peter'ın -belli ki bir süredir rafa kaldırdığı- örümcek adamlığa dönmeye karar verdiği andır. Bundan sonra büyük güçlerini, insanların iyiliği için kullanacaktır. AŞAMA 4 : ENGELLER, ZORLUKLAR, BÜYÜK KAYIP TEHLİKESİ Senaryonun %50'si ile %75'i arasındaki bölümde, gözle görülür amacı gerçekleştirmek gittikçe zorlaşır. Bu aşamada kahramanımız başarısız olduğu takdirde kaybı, başlangıca göre çok daha fazla olacaktır. ÖRÜMCEK ADAM'da Engeller : David Koepp'in senaryosunda Örümcek Adam'ın önünde bir kaç engel/tehlike bulunmaktadır. Bunlardan biri, yaşadığı şehirdeki suçlulardır. Diğeri, Örümcek Adam'ı kötü tanıtmaya çalışan gazete sahibi Jonah Jameson'dur. Üçüncüsü, Peter'ın sevgisini bir türlü M.J.'e açamaması sonucunda genç kızın, Peter'ın en yakın arkadaşı Harry Osborn ile çıkmaya başlamasıdır. Sonuncusu ise şehre musallat olan Yeşil Cin'dir. Norman Osborn, şirketinin elinden alındığını öğrenince, şirketin yönetim kurulunu bir festival günü toptan ortadan kaldırır. Ama karşısına ilk kez Örümcek Adam çıkar, ve kısmen de olsa ona engel olur. Hikayenin bu aşamasında, Yeşil Cin'in dış motivasyonu önem kazanıyor. Yeşil Cin, üstün güçlerini kullanarak şehirde hakimiyet kurmak istemektedir. Örümcek'i de yanına almaya karar verir. Ona birlikte çalışmayı teklif eder. Ama Örümcek onu reddeder. Yeşil Cin bütün çabalarına karşın, Örümcek'i alt edememektedir. Bu arada Örümcek Adam adam ile, onun Peter Parker olduğunu bilmeyen M.J. arasında duygusal bir yakınlaşma olur. Buna paralel olarak, Harry Osborn ile M.J.'in arası gittikçe bozulmaktadır. Hikayedeki önemli herkesin toplandığı bir Şükran Günü yemeğinden Norman Osborn, Peter Parker'ın Örümcek Adam olabileceğinden şüphelenir. Bunun üzerine Örümcek Adam'a farklı bir noktadan saldırmaya karar verir. ("Düşmanın hassas noktası beyni ya da vücudu değildir: kalbidir!") Onun sevdiği insanlara saldıracaktır. İlk olarak Peter Parker'ın halasına saldırır. Kadın hastanelik olur. (Burada Koepp çok güzel bir hareketle, sıkıcı olabilecek hastane sahnesini, Peter-M.J.-Örümcek arasında duygusal bir yakınlaşmanın kurulması için kullanır). Fakat Yeşil Cin'in Örümcek'e yapacağı kötülükler bununla bitmeyecektir. DÖNÜM NOKTASI 4 : EN BÜYÜK AKSİLİK 120 sayfalık senaryonun yaklaşık olarak 90. sayfasında, kahramanımıza öyle bir şey olmalı ki, izleyici onun herşeyini kaybettiğini düşünmelidir. (Syd Field'a göre "Plot Point 2") ÖRÜMCEK ADAM'da En Büyük Aksilik : Yeşil Cin, M.J.'i kaçırmış ve bir köprünün üzerine yerleştirmiştir. Aynı zamanda, köprünün yanındaki çocuk dolu bir telefiriği de ele geçirmiştir. Yeşil Cin her ikisini de elinde tutar, belli ki ikisini de köprüden aşağı atacaktır. Örümcek Adam'ı ahlaki bir seçim yapmak zorunda bırakır: Çocukları mı kurtarmalıdır, M.J.'i mi? AŞAMA 5 : SON HÜCUM / ZORLAMA Yenilmiş ve hırpalanmış olan kahramanınız, sahip olduğu herşeyi riske atmalıdır. Tüm gücünü ve cesaretini, hedefine ulaşmak için kullanmalıdır. ÖRÜMCEK ADAM'da Son Hücum : Örümcek Adam, önce M.J.'i kurtarır. Sonra da çocuklarla dolu teleferiği güvenli bir biçimde bir teknenin üzerine indirir. DÖNÜM NOKTASI : 5 DORUK Filmin doruğunda bir kaç şey birden olmalıdır: kahraman, bütün hikayedeki en büyük engelle 627

karşılaşmalıdır; kendi kaderini belirlemelidir, ve dış motivasyon meselesi tamamen hallolmalıdır. Hiçbir film, kahramanın büyük meselesinin hallolması ile sona ermez. Artık yolculuğunu bitirmiş olan kahramanın yeni hayatını da göstermelisiniz. ÖRÜMCEK ADAM'da Doruk : Filmin doruğu, Örümcek Adam ile Yeşil Cin'in yıkık bir bina içinde bire bir kapıştığı sahnedir. Yeşil Cin, Örümcek'i öldüresiye döver. Örümcek'in kolunu kaldıracak hali kalmaz. Ama Yeşil Cin'in M.J.'i de öldüreceğini söylemesi, Örümcek'e son bir kuvvet verir ve bununla da düşmanını alt eder. AŞAMA 6 : SONUÇ Bazı filmlerde, doruk noktasından sonra gösterecek pek bir şey kalmaz. Bu tür filmlerde yazarın amacı, seyirciyi şaşırmış/afallamış ya da mutlu/memnun halde bırakmaktır. Bu yüzden doruk, filmin sonlarına yakın bir yerde meydana gelir. Ama bir çok romantik komedide, gizem filminde ve dramada, sonuç senaryonun en son 5 ila 10 sayfasını oluşturur. ÖRÜMCEK ADAM'da Sonuç: Örümcek Adam'ın sonucunda biri uzun, diğeri kısa iki sahne var. İlki, Örümcek'in, Norman'ın cesedini evine bıraktığı sahne. İkincisi de Norman Osborn'un cenazesinin olduğu sahne. Bu sahnede, Koepp ilginç bir şey yapıyor: Harry, Örümcek Adam'dan intikam almaya yemin ediyor, ama aynı zamanda ailesinin tek bireyinin Peter olduğunu söylüyor. (Buna benzer bir sahneyi aşağıda incelemiştik: You've Got Mail). Daha sonra M.J. ile Peter arasındaki sahneye geçiyoruz. M.J., aslında Peter'ı sevdiğini fark etmiştir ve bunu ona söyler. Ama Örümcek Adam'lık sorumluluğunu omuzlarında taşıyan Peter, içi yansa da, genç kızın aşkına karşılık vermemeyi tercih eder. (NOT: Bu film de önemli ölçüde "kimliğini gizleme" teması etrafında dönmektedir. Tıpkı You've Got Mail, Superman ya da Batman gibi. Bu temanın ayrıntılı bir değerlendirmesini, John Truby'nin yaklaşımını incelerken göreceğiz - yakında) posted by gezgin @ 8:00 PM

0 comments

Cuma, Ekim 29, 2004 3 PERDELİ YAPI - Dikkat! Çok Önemli Bir Yazı! M. Hauge, üç perdelik yapıyı, çeşitli alt bölümlere ayırmıştır. Bunlar şöyledir: Serim (Aşama 1 + Dönüm Noktası 1 + Aşama 2) Gelişme (Dönüm Noktası 2 + Aşama 3 + Dönüm Noktası 3 + Aşama 4) Çözüm (Dönüm Noktası 4 + Aşama 5 + Dönüm Noktası 5 + Aşama 6) Şimdi bu aşama ve dönüm noktalarını teker teker inceleyelim. Bu ayrım, çok katı gibi görünse de senaristin işini büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. AŞAMA 1 : SERİM / GENEL DURUM Senaryonuzun açılışındaki %10'luk bölüm, okuyucuyu ve izleyiciyi, hikayenin başlangıçtaki ortamına çekmelidir. (İlk 10 sayfa kuralını hatırlayın) Burada kahramanımızın günlük hayatını göstermeli, ve (kahramana haksızlık yapıldığını göstererek, kahramanı tehlike altında göstererek, kahramanın sevilebilir, komik, ve/veya güçlü biri olduğunu göstererek) onunla özdeşleşme sağlanmalıdır. DÖNÜM NOKTASI 1 : FIRSAT Senaryonun %10luk bölümünün bitiminde, kahramanımıza yeni bir fırsat sunulmalıdır. Bu da onda yeni ve görülebilir bir istek uyandırmalıdır. Böylece kahraman, yolculuğuna başlar. (Bu, Neo'nun Morpheus ile tanışmaya götürüldüğü andır). AŞAMA 2 : YENİ DURUM Hikayenin %10'u ile %25'i arasındaki bölümde kahramanımız, karşısına çıkan fırsattan kaynaklanan yeni duruma tepki verir. BU yeni ortama alışır, neler olup bittiğini anlamaya çalışır; ya da genel amacını gerçekleştirmek için bir plan yapar ("Yalancı Yalancı"daki -Liar Liar- Fletcher, kendisinin gerçeği söylemek üzere lanetlendiğini kavrar; "Mrs. Doubtfire" da çocuklarını görmek için bir plan yapar.) Bir çok filmde 628

kahraman bu yeni duruma isteyerek, büyük bir heyecan ve beklenti duyarak girer, ya da en azından yeni sorunun kolayca çözülebileceğini düşünür. Ama çatışma geliştikçe/ilerledikçe, karşısındaki engellerin sandığından da büyük olduğunu fark eder. DÖNÜM NOKTASI 2 : PLANDA DEĞİŞİKLİK Hikayenizin dörtte birine geldiğinizde, kahramanımıza öyle bir şey olmalı ki, kahramanın başlangıçtaki arzusu net bir sonucu olan, spesifik, gözle görülür bir hedefe dönüşmeli. Bu, kahramanımızın dış motivasyonunun açıklandığı/belirlendiği andır. (Syd Field'a göre "Plot Point 1") AŞAMA 3 : İLERLEME Hikayenin %25'i ile %50'si arasındaki süre boyunca, kahramanımızın hedefe ulaşmada kullandığı planı işe yarar gibi görünmektedir. (Görevimiz Tehlike 2'de Ethan Hunt, kötü adama iyice yaklaşır.) Bu aşamada da çatışma vardır, ama kahramanımız karşısına çıkan engelleri aşabilmektedir. DÖNÜM NOKTASI 3 : DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA Senaryonuzun tam ortasında (yaklaşık 60. sayfada), kahraman kendini amacına tamamen adamalıdır. Bu âna kadar kahraman geri dönme, planından vazgeçme, ve filmin başındaki gibi yaşama şansına sahipti. Ama bu noktada kahraman bütün gemileri yakmalıdır. (Syd Field'a göre "Midpoint") AŞAMA 4 : ENGELLER, ZORLUKLAR, BÜYÜK KAYIP TEHLİKESİ Senaryonun %50'si ile %75'i arasındaki bölümde, gözle görülür amacı gerçekleştirmek gittikçe zorlaşır. Bu aşamada kahramanımız başarısız olduğu takdirde kaybı, başlangıca göre çok daha fazla olacaktır. DÖNÜM NOKTASI 4 : EN BÜYÜK AKSİLİK 120 sayfalık senaryonun yaklaşık olarak 90. sayfasında, kahramanımıza öyle bir şey olmalı ki, izleyici onun herşeyini kaybettiğini düşünmelidir. ("Benden Bu Kadar"da - As Good As It Gets- Carol, Melvin'i terk eder. "The Matrix"te Morpheus yakalanır.) (Syd Field'a göre "Plot Point 2") AŞAMA 5 : SON HÜCUM / ZORLAMA Yenilmiş ve hırpalanmış olan kahramanınız, sahip olduğu herşeyi riske atmalıdır. Tüm gücünü ve cesaretini, hedefine ulaşmak için kullanmalıdır. (The Matrix'te Neo, Morpheus'u kurtarmak için tekrar Matrix'e girer.) DÖNÜM NOKTASI : 5 DORUK Filmin doruğunda bir kaç şey birden olmalıdır: kahraman, bütün hikayedeki en büyük engelle karşılaşmalıdır; kendi kaderini belirlemelidir, ve dış motivasyon meselesi tamamen hallolmalıdır. (Bu, Rocky 1'in finalindeki büyük maç, "Er Ryan'ı Kurtarmak"ta Almanların köprüyü ele geçirmek için yaptıkları son saldırı, "The Matrix"te de Neo ile Ajanlar arasındaki son kapışma ve kovalamacadır.) Hiçbir film, kahramanın büyük meselesinin hallolması ile sona ermez. Artık yolculuğunu bitirmiş olan kahramanın yeni hayatını da göstermelisiniz. AŞAMA 6 : SONUÇ Bazı filmlerde, doruk noktasından sonra gösterecek pek bir şey kalmaz. (Örneğin "Thelma & Louise"de doruk noktası, iki kadının arabayla uçurumdan atlamasıdır. Film bu görüntüyle sona erer.) Bu tür filmlerde yazarın amacı, seyirciyi şaşırmış/afallamış ya da mutlu/memnun halde bırakmaktır. Bu yüzden doruk, filmin sonlarına yakın bir yerde meydana gelir. Ama bir çok romantik komedide, gizem filminde ve dramada, sonuç senaryonun en son 5 ila 10 sayfasını oluşturur. ("Er Ryan'ı Kurtarmak"ta doruk noktasından -köprünün savunulması ve Yüzbaşı Miller'ın ölmesi- sonra, Ryan'ı ailesiyle birlikte mezarlıkta görürüz. Ryan, Yüzbaşı Miller'ın mezarını ziyaret etmektedir. "The Matrix"te Neo ile Trinity öpüşür, sonraki sahnede Neo'nun "Sistem"e telefon edişini ve uçuşunu görürüz.) (Makalenin orijinalini http://www.screenplaymastery.com/structure.htm adresinden bulabilirsiniz) posted by gezgin @ 4:00 PM

0 comments

CÜMLEDEN ÖYKÜYE (3 Perdeli Yapıya Giriş)

629

Diyelim ki elimizde bir cümlelik bir senaryo fikri var. Bu bir cümleden, senaryonun temelini oluşturan hikayeye nasıl ulaşacağız? Burada "3 perdeli yapı" (3 Act Structure) yardımımıza koşuyor. Aristo zamanından (hatta daha öncesinden) günümüze kadar kullanılan bu yapıyı aslında hepimiz genel hatlarıyla biliriz:   

Giriş (Serim) Gelişme (Çatışma) Sonuç (Çözüm)

Bu yapı tiyatroda yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. Ama yüz yaşını yeni devirmiş olan sinemada (özellikle de ticari sinemada) daha bir "özelleşmiş"tir, yani kendine has bazı özellikler edinmiştir. Bu yapının sinemada kullanımını yakın zamanda en iyi analiz edenler Syd Field ve Michael Hauge olmuştur. Senaristin "sanatçı" yönü, ruhunda serbest uçuş halindeki duygu ve düşünceleri böyle bir kalıba sokmakta isteksiz olabilir. Bu son derece anlaşılır bir duygudur. Ama bu 3 perdelik yapı, birileri ya da kanunlar tarafından zorla dayatılan bir şey değildir. Yüzyıllar boyunca süren deneyimler sonucunda, "izleyici" denen insan kitlesinin, bir öyküyü en kolay nasıl anladığı ile ilgili gözlemlere dayanan bir "öneri"dir. Bu öneriye uyabilir, uymayabilir, bazı taraflarını alıp bazı taraflarını değiştirebilirsiniz. Ama şundan emin olun: izleyicilerin büyük bir kesimi, bu yapıya uygun olarak yazılmış senaryolardan hoşlanmaktadır. Bir sonraki yazıda, 3 perdelik yapı ile ilgili çok önemli, temel nitelikli bilgiler bulacaksınız. Bundan sonra da, bir çok filmin bu yapıya ne kadar uyduğunu inceleyeceğiz. posted by gezgin @ 3:52 PM

0 comments

"İYİ FİKİR" ÖRNEKLERİ "Bu kadar laf yeter. İyi fikre örnek görmek istiyoruz" diye söylendiğinizi duyar gibiyim. Öyleyse biraz kendi senaryo fikirlerimden bahsedeyim, naçizane. Bu fikirlerin mükemmel olduğunu iddia etmiyorum. Onları buraya koymamın nedeni, içinde dramatik potansiyel barındıran fikirlere örnek vermek. Eh, başkasının fikirlerini de buraya koyamayacağıma göre (hırsızlık olmasın diye) ... Bu vesileyle senaristlerde görülen bir meslek hastalığına da işaret edeyim: PARANOYA! "Ya senaryo fikrim çalınırsa" korkusu. Aslında son derece makul olan bu korku, belirli bir şiddetin üzerine çıkınca, insanın yaratıcılığına ket vuruyor. "Bir gün bu senaryoyu çekeceğim ve ünlü olacağım" düşüncesine fazla sıkı tutunmak, başka fikirlerin gelmesine engel oluyor. Fikriniz o kadar değerliyse notere gidip tasdik ettirin. Sonra da rahatlayın. Yaratıcı fikirler ancak rahatlamış, gevşemiş, alıcı hâle girmiş zihinlere akabilir. Bir ya da iki fikre sıkı sıkıya tutunmuş zihinlere değil. Ve inanın, yaratıcı fikirlerin kaynağı asla kurumaz. Aşağıda yer alan fikirler, benim "Fikir Dosyam"dan çıkardığım orta kalitede örneklerdir. Çalınabileceklerini bile bile, eğitim maksadıyla buraya koyuyorum. Çalınırlarsa üzülürüm, ama aynı zamanda biraz gurur da duyarım - bende çalınmaya değer fikirler var diye! 1) BANKA SOYGUNCUSU HACİVAT Yaklaşık bir kaç aydır zihnimde şöyle bir görüntü var: Hacivat, elinde son model otomatik bir silahla, ve üzerinde geleneksel yeşil kıyafetleri ve sivri şapkası olduğu halde, bir bankanın ortasında durmuş, etraftakilere bağırıyor. Belli ki bir soygun sahnesi bu. Bu kadar. Ne bir hikaye, ne başka bir şey. Bilinçaltım bu görüntünün üzerine kuluçkaya yatmış durumda. Bundan iyi bir senaryo fikri çıkacağından eminim. 2) YERLİ KUNG-FU FİLMİ Hayır, yeni bir Cüneyt Arkın filminden bahsetmiyorum. Bu, en harbisinden, oyuncuların çatır çatır dövüştüğü, yumruk ve tekme sallayıp yediği, çok sıkı bir aksiyon olacak. Böyle bir filmimiz yok, biliyorsunuz değil mi? Bizi gerçekten dövüşüldüğüne inandıran bir kung-fu filmimiz yok. Nokta. Bu fikir (yerli kung-fu filmi) de çok genel. Yani ortada ne bir hikaye var, ne de bir karakter. Burada dikkat edilmesi gereken, sırf dövüş olsun diye insanları kavga ettirmemek, dövüş olayını hikayeye organik bir biçimde yedirmek. 3) GENÇ TSM ŞARKICISI

630

Bu hikayede de genç bir TSM (Türk Sanat Müziği) sanatçısı var. Aslında kavramın kendisi, hikayenin tohumlarını içinde barındırıyor. Türk Sanat Müziği, artık var olmayanan bir yaşam tarzının müziğidir. Müzik mükemmeldir, ama artık o aşklar, o ilişkiler, o duygular ... yok. Acı, ama gerçek bu. İşte benim ilgimi çeken de bu: Artık var olmayan incelikleri ifade eden ("Vücûd ikliminin sultanı sensin, efendim derdimin dermanı sensin"i söyleyen), hatta yaşayan bir insanın, günümüzün vahşi, duyarsız, sonuna kadar kapitalistleşmiş dünyasında içine düşeceği durum. Bence ilginç ve içinde bir film potansiyeli taşıyan bir fikir. İyi uygulanırsa, gişede şansı olabilir. Yalnız, kahraman mutlaka güzel ve genç bir kız olmalı - ticari olmayı unutmamak gerek. Yukarıdaki fikirlere (ya da kendi senaryo fikirlerinize) bakın. Bir "orijinallik", bir "çatışma", özdeşleşilebilecek bir "karakter" görebiliyor musunuz? Görüyorsanız, o fikir büyük bir ihtimalle iyidir, işlemeye devam! posted by gezgin @ 3:43 PM

2 comments

"İYİ FİKİR" PAHALI OLMAK ZORUNDA DEĞİLDİR İyi senaryo fikirleri, ille de yıldız oyuncular, pahalı setler, ya da özel efektler gerektirmez. Nispeten az parayla da çok kaliteli ve seyirciye cazip gelen filmler çekilebilir. Hem de bu her film türünde ("genre") olabilir. ("Tür" konusu yakında geliyor) Bunun çeşitli örneklerini Amerikan sinemasında görüyoruz: "School of Rock": Film tipik bir "what if..." (... olsa ne olur?) senaryosu: "Sistem dışı bir rock'çı, asıl kimliğini gizleyerek özel bir okulda öğretmen olarak ders verse ve öğrencilerinden bir rock grubu kurup onları yarışmaya soksa ne olur?" 35 milyon dolara mal olan filmin getirisi 131 milyon dolar olmuş. "Blair Witch": Bir grup sinemacı genç, Blair Cadısı ile ilgili bir belgesel film yapmak için Maryland'de bir ormana giderler. Bir yıl sonra, bu gençlere ait filmler bulunur. Filmin maliyeti 35 (otuz beş) bin dolar iken, getirisi 248 (iki yüz kırk sekiz) milyon dolar olmuştu! Bu filmin ikincisi 15 milyon dolara yapıldı ama pek tutmadı (toplam getiri: 47 milyon dolar), çünkü fikrin orijinalliği kalmamıştı. "El Mariachi": Meksika'da bir kasabaya aynı gün bir gitarist (mariachi) ve intikam peşindeki bir katil gelir. Fakat iki adam da birbiriyle karıştırılır ve masum gitarist kendini kanlı olayların ortasında bulur. Filmin toplam maliyeti yaklaşık 200 (iki yüz) bin dolar (prodüksiyon maliyeti, R. Rodriguez'in cebinden çıkan 7000 -yedi bin- dolar). Sadece Amerika'daki getirisi 2 milyon dolar olmuştu. Filmin, Antonio Banderas ve Salma Hayek ile yeniden çevrimi yapıldı (Desperado), ama fanatikler El Mariachi'yi el üstünde tutuyor. "My Big Fat Greek Wedding": Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir ailenin kızı, bir Amerikalıya aşık olursa ne olur? Maliyeti 5 milyon dolar (+ 19 milyon dolar pazarlama), toplam getirisi ise 356 milyon dolar. Gelmiş geçmiş en kârlı romantik-komedi. (Bu filmin bir Türk versiyonunun yazılmış olmaması için hiçbir neden yok.) "Clerks" (Tezgahtarlar): Kevin Smith'in efsanevi "ultra low budget" (aşırı düşük bütçeli) filmi. Kevin Smith, kendisinin bizzat çalıştığı mağazada, mağazanın kapalı olduğu gece saatlerinde çekmiş bu filmi. Tezgahtarların komik hayatını anlatıyor. Maliyeti 27 (yirmi yedi) bin, getirisi ise 3 milyon dolar. Tabii Kevin Smith'i sektöre sokmasının bedelini ölçmek mümkün değil. İyi fikrin pahalı olmadığını gösteren daha çok sayıda örnek verilebilir. Meraklısı "Sundance Film Festivali"ni ya da diğer bağımsız film festivallerini, internette bir araştırıversin. Türk sinema piyasasında bir şey yapmak isteyen genç senaristlerin çok iyi bir fikirle ortaya çıkması gerekmektedir. Çünkü halkın ortalama drama ihtiyacı (evet, insanların böyle bir ihtiyacı vardır), hâlihazırda TV tarafından karşılanıyor. Fikriniz öyle orijinal, ama öyle uygulanabilir ("feasible") olmalı ki, yapımcılar insanların bu film için sinemaya gideceğine ikna olsun ve bu senaryoya para yatırsın. posted by gezgin @ 3:21 PM

0 comments

Perşembe, Ekim 28, 2004 SENARYO İÇİN FİKİR KAYNAKLARI 1) Kendi Hayal Gücünüz: Eğer bu siteyi takip ediyorsanız, yani sinema ile ilgili iseniz, mutlaka zaman zaman aklınıza çeşitli film fikirleri geliyordur. Yani hayal gücünüz aktiftir. Bilinçaltınız, zaman içerisinde 631

biriktirdiği verileri harmanlayıp yeni bir şeyler üretir ve bunları belirli periyodlarla bilincinize postalar. Size düşen, bu fikirleri hemen bir yere kaydetmek, mümkünse de geliştirmektir. Büyük küçük demeden bu fikirleri defterinize yazın, ve zaman zaman bunlara dönüp bir şey çıkıp çıkmayacağına bakın. İki sene önce zayıf gibi gelen bir fikir, iki sene sonra çok ilginç gelebilir. (Mutlaka bir fikir defteriniz olmalı, mutlaka!) Kendi hayal gücünüzü düzenli olarak BESLEYİN. Hayal gücünüzün besini, başkalarının hayalgücü ürünleridir. Hem kendi ilgilendiğiniz alanda eserler okuyun ya da filmler seyredin, hem de sizinle tamamen ilgisiz konularda eserlere maruz bırakın bilincinizi ve bilinçaltınızı. Eğer siyaset ile ilgileniyorsanız, biyoloji ile ilgili filmlere de bakın, bilim kurgu ile ilgileniyorsanız pedagojiye de bir göz atın. (Ünlü teknoloji şirketi 3M, ar-ge bölümündeki insanlara düzenli olarak, teknolojiyle hiç alakası olmayan, farklı alanlardan gelen uzmanların konferanslar verdirtirmiş. Bir gün balinaların iletişim yöntemleri hakkında bir uzman konuşurken, izleyicilerden biri ayağa fırlayıp kendi odasına koşmuş, çünkü aylardır kafasını meşgul eden bir sorunu, adamı dinlerken çözmüş). Size çok yakın gelmeyen müziklerin, kitapların, filmlerin de tadına bakın. Sıkılırsanız tabii ki bırakın, ama sıkılmıyorsanız, devam edin. Mutlaka bir şey bulabilirsiniz. 2) TV - Gazete - Dergi - Internet: Dünya tarihinde insanoğlu ilk kez bu kadar çok enformasyona maruz bırakılmaktadır. Senin görevin ey yazar, eğer kabul edersen, bu enformasyon bombardımanını süzüp, içinde dramatik potansiyel barındıranları ayırmak ve dosyalamaktır. (Bu dosyalama bölümü önemli. Obsesif bir titizlikle enformasyon dosyalamaktan bahsetmiyorum. Ama ilginç gelen fikirleri kesip bir dosyaya koyun. Çok yorulduğunuzda, ya da Writer's Block -yazar tıkanması- size geldiğinde, bu dosyayı karıştırarak yaratıcılığınızı harekete geçirebilirsiniz.) 3) Edebi eserler: Halihazırda yayınlanmış bulunan hikaye ve romanlar da, senaryo için kaynaklık edebilir. Ama burada dikkat edilecek bir kaç nokta var. Birincisi: Eserin başarısı, sözcüklerin sanatsal bir biçimde kullanılmasından mı kaynaklanıyor, yoksa içerdiği dramatik çatışmadan mı? Eğer birinci durum (sanatsal sözcük kullanımı) söz konusuysa ve siz bunu fark etmeyip hikayenin/romanın senaryosunu yazmaya kalkarsanız, sonuç genelde başarısız olur. Ama bazı eserlerin, sinemaya son derece uygun bir dramatik potansiyel içerdiği de doğrudur: Dövüş Kulübü, Jurassic Park, Kurtlarla Dans, Azınlık Raporu, Ağır Roman, Hababam Sınıfı, vb. Edebi eserlerden yola çıkıp senaryo yazarken dikkat etmeniz gereken bir diğer nokta da eserin sahibi ile temasa geçme zorunluluğudur. Aksi takdirde istemeseniz de "hırsız" konumuna düşersiniz. 4) Gerçek Kişiler ve Olaylar: Bazı insanların hayatı gerçekten de tam film konusudur. Eğer yazar olarak bunu fark ederseniz, ve gerekli izinleri alırsanız, bu kişi hakkında senaryo yazabilirsiniz. "Schindler'in Listesi" gerçek bir insandan ve gerçek olaylardan yola çıkılarak yazılmıştır. Yakın zamanda gösterilen "Terminal" de öyle. (Spielberg, Terminal'de kendisinden esinlendiği adama büyük bir para ödemiştir). Başka örneklere de bakalım: "A Beautiful Mind", gerçekten şizofren olan bir matematikçinin hayatını anlatmaktadır. "JFK" de, Kennedy suikastini araştıran gerçek bir savcının hikayesidir. "Erin Brokovich" de gerçek karakterler ve olaylar üzerine kuruludur. Yerli örnekler olarak Abdülhamit Düşerken, Cumhuriyet, vb. verilebilir. Bazen gerçek ile kurgu birbiriyle harmanlanır, ve ortaya çok güzel sonuçlar çıkar: Titanic, Bravehart, Aşık Shakespeare böyle filmlerdir. İstanbul Kanatlarımın Altında da böyle bir Türk filmidir. posted by gezgin @ 5:32 PM

0 comments

"İYİ SENARYO FİKRİ" NEDİR? Önce neyin iyi senaryo fikri olmadığını söyleyelim: 1) Kendi hayat hikayeniz ... değildir. (Tabii eğer Indiana Jones ya da James Bond değilseniz). Bir çok insanın kendi hayatını roman ya da film konusu olmaya değer bulmasının sebebi, hayatını meydana getiren olayları bizzat, birinci elden yaşamış olmasıdır. Yani bu olayların kendisi üzerindeki duygusal etkisi çok büyüktür. Fakat aynı olayı ikinci ya da üçüncü kişilere anlattığınız zaman, onlarda aynı duygusal tepki oluşmayabilir - hatta hiçbir tepki meydana gelmeyebilir. Bu nedenle, kendi hayatınızı bir film yapma fikrini şimdilik bir kenara koyun. 2) Sıradan insanların hayatındaki sıradan olaylar, küçük güzellikler, farkedilmeyen acılar ... değildir. Unutmayın, seyirciniz de sıradan bir insan neticede. O da evden kalkıp sinemaya gelene kadar 3 film konusu olabilecek kadar olay yaşıyor. Ama sıradan insanların hayatındaki sıradışı, büyük olaylar, eğer 632

iyi işlenirse, çok iyi film senaryosu olur (bkz. "Yeni başlayanlar için İtalyanca", "Geçmişi Olmayan Adam", "Fargo") 3) Büyük politik ya da dinsel sloganlar ... değildir. Senarist şunu asla aklından çıkarmamalıdır: Sinema EĞLENCE sektörünün bir dalıdır. Her ne kadar zaman zaman "sanat" olarak da adlandırılsa, asıl amacı, filmin yapımına katılan herkesin parasını fazlasıyla geri kazanmasıdır. Bu nedenle de bir biçimde EĞLENDİRMELİDİR. Ayrıca, sinemanın politik gücü olduğu dönem, TV'nin ortaya çıkışıyla sona erdi. Artık insanlar TV yoluyla propagandalarını yapıyorlar. ÖYLEYSE "İYİ FİKİR" NEDİR? İyi senaryo fikirlerinin bazı özelliklerini sıralayayım: 1) Fikir orijinaldir. Yani bir biçimde izleyiciyi, günlük hayatın monoton gerçeklerinin dışına çıkarmayı vaad etmelidir. Ayrıca, benzerleri sinemada ya da TV'de daha önce pek yapılmamış olmalıdır. Ya da benzeri yapılalı uzun süre geçmiş olmalıdır. Ve senarist, bu fikre orijinal bir yaklaşım eklemelidir. Örneğin Titanic'in fikri, aynen J. Cameron'un deyimiyle "Romeo and Juliet on a boat"tur - Romeo ve Juliet bir gemide'dir. (Orijinal fikirlerle ilgili olarak bkz. aşağılardaki bir yazı). 2) Fikir, içinde özdeşleşebileceğimiz sıradan bir insanı, ya da sıradan yönleri olan üstün karakterleri içermelidir. Aşağıdaki bir yazıda değindiğimiz dünyanın en çok iş yapan 15 filminin 15'inde de, böyle karakterler vardır. Titanic'te Jack ve Rose, Yüzüklerin Efendisi'nde Frodo, Harry Potter'da Harry, Yıldız Savaşlarında Luke Skywalker, Örümcek Adam'da Peter Parker, vb. Yerli filmlere de bir bakalım: Vizontele'de Deli Emin, Eşkiya'da Baran, Komser Şekspir'de Komser Cemil, Herşey Çok Güzel Olacak'ta Altan (C. Yılmaz), GORA'da Arif (C. Yılmaz). Hiç hata yapmayan, üstün insanların hikayeleri perdeden izleyiciye pek "geçmez". 3) Fikir, içinde büyük bir ÇATIŞMA, büyük bir AKSİYON potansiyeli içermelidir. "Eşkiya" burada çok güzel bir örnek oluşturur. Filmin daha adı bile bir ÇATIŞMA olacağı mesajını vermektedir: Eşkiya önce Berfo ile, sonra Mafya ile, sonra da polislerle çatışır. "Yıldız Savaşları"nda, daha filmin adında savaş vardır. (Bu filmin adı "Yıldızlarda Piknik", konusu da buna uygun bir şey olsaydı, kaç kişi izlerdi merak ediyorum.) Luke Skywalker adında genç bir çiftçi, galaksiyi ele geçiren İmparatorluğa kafa tutan asilere katılır ve onlarla birlikte çatışır. "Jurassic Park", yeryüzünde yaşamış en büyük ve güçlü hayvanlarla, yeryüzünde yaşayan en zeki canlıyı (insanı) karşı karşıya getirmektedir. "Jaws", dev bir köpekbalığı ile onu öldürmek isteyen 3 kişi arasındaki çatışmayı anlatmaktadır. Rocky'nin rakibi, dünya ağır sıklet boks şampiyonudur. "Casablanca"da olaylar, insanlık tarihinin gördüğü en acımasız insan gruplarından birninin, NAZİ'lerin gölgesinde yaşanır. Şimdi diyeceksiniz ki, "İyi ama, bunlar genelde Amerikan sinemasından örnekler. Adamların elinde imkan/para var ki böyle şeyler hayal edip çekiyorlar." Ben de diyeceğim ki, "Senaryonuzda ille de dünyanın ya da galaksinin geleceğini tehlikeye atmanız gerekmiyor. Bir mikrokozmos yaratın, onun içine genel özellikleriyle sıradan insanlar koyun, sonra o sıradan insanlardan çok daha güçlü düşmanlar yaratın. Bu yeter." Örnek mi istiyorsunuz? : "Evde Tek Başına" (Home Alone) filmi, bir evde yalnız kalan bir çocuğun iki soyguncuyla mücadelesini anlatmaktadır. Ve bütün başarısı, mekanın ve mekandaki olanakların çok zekice kullanılmasına dayanır. Filmin maliyeti 15 (on beş) milyon dolar, dünyadaki getirisi ise 533 (beş yüz otuz üç) milyon dolardır. "Panik Odası" (Panic Room - David Fincher) da yine bir evde geçer. Filmin başlıca karakterleri bir kadın, onun kızı, ve üç soyguncudur. (Filmin maliyeti 48 milyon dolar, getirisi ise 196 milyon dolardır. Paranın çoğunun yıldız sanatçılara ve görsel efektlere gittiğini söyleyebiliriz.) Jaws'un önemli bir bölümü denizdeki bir teknede, 3 adam ve 1 köpekbalığı arasında geçer. (Filmin maliyeti 12 milyon dolar, dünyadaki getirisi ise 470 milyon dolar. Spielberg'e dahi denmesinin sebebi bu olsa gerek). Robert Rodriguez, El Mariachi için cebinden 7 (yedi) bin dolar harcamıştır. Filmi beğenen Columbia, bunun üzerine 200 bin daha harcamıştır. Filmin toplam getirisi, sadece Amerika'da 2 milyon dolar olmuştur. Yapımcıya, koyduğu paranın 10 katını getirmiştir. (Film, bir kasabaya aynı gün gelen, ve görünümleri birbirine benzeyen bir gitarist ve bir katili anlatmaktadır) posted by gezgin @ 4:27 PM

0 comments

Çarşamba, Ekim 27, 2004 633

SENARYONUN EN ÖNEMLİ ÖĞESİ - "DIŞ MOTİVASYON" Dış motivasyon, bir karakterin, filmin sonunda elde etmeyi umduğu, başarmayı istediği şeydir. Hikayeyi ileri götüren, kahramanın bu dış motivasyonudur. Onun bu isteği, hikayenin omurgasını meydana getirir. (İç motivasyonu sonra göreceğiz) Dış motivasyonun en büyük özelliği, gözle görülür, somut bir şey olmasıdır. "Mutlu olmak" "yalnızlıktan kurtulmak" "zengin olmak" gibi ifadeler, bir dış motivasyon değildir, çünkü yeterince somut değildirler. "En iyi arkadaşının evliliğini engellemek" somut bir amaçtır (En İyi Arkadaşım Evleniyor - Julia Roberts). "Las Vegas'ın en büyük kumarhanelerinden birini soymak" da somut bir amaçtır (Ocean's Eleven - George Clooney). Kahramanın her isteği, dış motivasyon değildir. Örneğin Gladyatör filminde Maximus, en büyük isteğinin emekli olup çiftliğinde ailesiyle yaşamak olduğunu söyler. Ama bu Maximus'un dış motivasyonu değildir. Onun dış motivasyonu, Roma'ya bir gladyatör olarak dönüp ailesini öldüren imparatordan intikam almaktır. Senaryo, başlangıçta özdeşleştiğimiz kahramanın, bu amacı gerçekleştirip gerçekleştiremediğini anlatır. Kahramanın bu amacı gerçekleştirmesini ister, onunla sevinir, onunla heyecanlanırız. Yüzbaşı Miller'ın er Ryan'ı bulmasını ister, Marlin'in oğlu Nemo'ya kavuşmasını en az onun kadar arzularız. Kahramanın bu gözle görülür motivasyonu, bütün senaryonun EN ÖNEMLİ ÖĞESİdir. Ne karakterler, ne görsel efektler, ne de diyaloglarla ya da hareketle yaratılan komedi, bu kadar büyük bir önem taşır. Bu omurgadan yoksun, ya da zayıf bir dış motivasyonlu filmler bu eksiklerini genelde yıldız oyuncularla ya da göz boyayan görsel efektlerle kapatmaya çalışırlar, ama nafile. Böyle bir filmi izleyen seyircide bir tatminsizlik, bir tamamlanmamışlık duygusu kalır. Başarılı bazı filmlerde kahramanların dış motivasyonları şöyledir:     

Örümcek Adam : Peter Parker/ÖA Yeşil Cin'i durdurmak istemektedir. E.T. : E.T'nin en büyük amacı evine dönmektir. Jurassic Park : Arkeolog Alan'ın amacı, kendisinin ve diğer insanların Park'tan sağ sağlim çıkmasını sağlamaktır. Kaçak (The Fugitive) : Dr. Kimble'ın amacı, karısının öldürülmesi olayında masum olduğunu kanıtlamak ve katili bulmaktır. The Matrix : Neo'nun amacı, insanları makinaların egemenliğinden kurtarmaktır.

posted by gezgin @ 8:01 PM

0 comments

Salı, Ekim 26, 2004 ORİJİNAL KARAKTERLER YARATMAK Sinema seyircisi, zaten kendi sıradan hayatından bunalmış, ilginç bir şeyler görmek için onca parayı bastırıp ve üşenmeden kalkıp sinemaya gitmiş kişidir. Bu nedenle de sıradışı olaylar, sıradışı ortamlar, orijinal (ilginç anlamında) insanlar görmek ister. Orijinal karakterlere örnek olarak Hannibal Lecter'ı (Anthony Hopkins - Kuzuların Sessizliği), Yüzbaşı John Miller'ı (Tom Hanks - Er Ryan'ı Kurtarmak) ya da Peter Parker'ı (Tobery Maguire) verebiliriz. İzleyiciler olarak bu karakterlerin ne yapacağını, sıradışı olaylara nasıl tepkiler vereceğini görmek isteriz. Orijinal karakterler yaratırken şu konulara dikkat edin: 1) Kahramanınızı tanıyın. Bir çok senaryo öğretmeni, senaryoyu yazmaya başlamadan önce, kahramanınızın biyografisini yazmanızı öneriyor. Bu biyografi 3 sayfa ila 30 sayfa arasında olabilir. Kahramanın fiziksel özelliklerinden hangi liseyi bitirdiğine, kaç kardeş olduğundan ekonomik durumuna kadar herşeyi bu biyografide anlatmalısınız. Senaryonuzda kullanacak olsanız da olmasanız da bu özellikleri bilmelisiniz. 2) Karakterinizin, senaryoda görülen yönlerini daha detaylı araştırın. Örneğin kahramanınız bir polis ise, polislikle ilgili geniş bir araştırma yapın. Mümkünse polisler ile konuşun. İnternetten polis sitelerini araştırın. Polislerin sorunlarını öğrenin (Örn. Neden bu kadar çok intihar vakası görülüyor polisler arasında, vb.) 3) Klişeleri kırın. Bir mahallenin muhtarı genelde erkek oluyorsa, sizin muhtarınız kadın olsun. Kahve 634

falı yerine kazandibi falı bakın (bu örnek Avrupa Yakası'ndan). Alien filminin en büyük özelliği, baş karakterin (Teğmen Ripley) kadın olmasıdır. Eğer Ripley erkek olsaydı, o film o kadar tutmayabilirdi. 4) Temel insan güdülerini bilin (bkz. Maslow'un "İhtiyaçlar Piramidi") ve karakterinizi bu güdülerden biri ile hareket ettirin. O zaman gerçekten güçlü bir karakter yaratmış olursunuz. Örneğin babalık güdüsünü ele alalım. Kayıp Balık Nemo, oğluna kavuşmak isteyen bir babanın hikayesidir. Marlin (Nemo'nun babası) oğluna kavuşmak için neredeyse bir denizi baştan sona geçer. Jedi'nin Dönüşü'nde (Star Wars - Episode VI) de Darth Vader, oğlunu kurtarmak için, Gücün Karanlık Yönünün başındaki kişiye, yani İmparatora karşı çıkar. Mrs. Doubtfire'da da Robin Williams, çocuklarını daha çok görmek için kadın kılığına giriyordu. Görüldüğü gibi güdü aynı, ama dışa vurum şekilleri farklı. Çevrenizde, okuduklarınızda, izlediklerinizde bu güdüleri teşhis etmeye çalışın. Eğer karakterinize böyle güçlü bir güdü verirseniz (Çocuğunu koruyan bir anne - "Terminator 2"; özgürlüğüne kavuşmak isteyen bir adam - "Shawshank Redemption" Esaretin Bedeli, vb.), emin olun seyirci koltuğuna çakılı kalacaktır. posted by gezgin @ 5:57 PM

0 comments

Pazartesi, Ekim 25, 2004 SENARYODAKİ KARAKTERLER Bir senaryoda olması gereken 4 ana karakter şunlardır: 1) 2) 3) 4)

Kahraman Düşman Destek Romantik İlgi

Şimdi bu karakterleri teker teker inceleyelim: 1) Kahraman (Hero): Ana karakterdir. Onun dış motivasyonu (daha sonra göreceğiz) filmin hikayesinin ilerlemesini sağlar. İzleyiciler kahraman ile özdeşleşirler ve onun vasıtasıyla çeşitli duygular yaşarlar: onun için ve onunla birlikte sevinirler, üzülürler, korkarlar, heyecanlanırlar, vb. Perdede en çok görülen kişidir. Kahramanın bir dış motivasyonu ve bir çatışması olmalıdır. İç motivasyonu ve iç çatışması da olabilir ama bunları ille de görmek zorunda değiliz. 2) Düşman (Nemesis): Bu karakter, kahramanın hedefine ulaşması önünde engel teşkil eden kişidir. Düşman, "kötü adam" da olabilir, bir rakip de, hatta iyi bir insan da. Yani düşman demek, ille de Darth Vader ya da Agent Smith demek değildir. Eğer kahramanımız bir sporcu ise, düşmanı başka sporculardır, ama bu diğer sporcular ille de kötü kişiler olmak zorunda değildir (Örneğin Rocky 1 ve 2'deki Apollo Kötü Adam değildir, Rocky 4'teki İvan da öyle). Şöyle bir kural vardır: "Kaliteli kötü adamlar, kaliteli filmler yaratır" (Bkz. Aşağılardaki bir yazı). Düşman ne kadar güçlü ise, hikayeniz o kadar etkileyici olur. Rocky 1'deki Apollo Creed, Rocky'nin mahallesinde yaşayan başka bir boksör değildir, dünya ağır sıklet boks şampiyonudur! Aynı şekilde Darth Vader'in bu kadar etkileyici olması GÜÇ'ü en az Obi-Wan kadar iyi kullanmasında yatmaktadır. Terminator 1'de Arnold Schwarzenegger'in canlandırdığı robot, neredeyse yokedilmesi ve durdurulması imkansız olduğu için bu kadar etkileyicidir. Terminator 2'deki T1000 modeli (Robert Patrick) de aynı nedenden dolayı bizi heyecanlandırır. Düşman, gözle görülebilen, belirli bir karakter olmalıdır. "Mafya" "doğanın güçleri" ya da "dünyadaki kötülükler" gibi belirsiz bir şey olmamalıdır. Eğer kahramanınız teröristlere karşı mücadele ediyorsa, terör saldırısının bütününü temsil eden bir terörist yaratın ve bu kişiyi kahramanınızın düşmanı olarak senaryoya koyun (Örneğin Gerçek Yalanlar - True Lies - filmindeki Arap Terörist gibi). En önemli kurallardan biri, düşman ile kahraman arasındaki nihai çarpışmayı göstermenizin gerekliliğidir. Yani filmin sonunda kahraman ile düşmanı feci şekilde kapışmalıdır. (Matrix Revolutions'ın sonundaki kapışma; İmparator'un -Empire Strikes Back- sonundaki Luke ile Darth Vader arasındaki kapışma, Eşkiya'nın sonunda Baran (Ş. Şen) ile Berfo'nun (K. Usluer) yüzleşmesi + Baran'ın mafya ile hesaplaşması, vb.) Bir çok filmde, bu son çatışma, aynı zamanda bütün filmin zirvesini (climax) de oluşturur. Bu olayda kahraman, dış motivasyonunu gerçekleştirmekte ya başarılı olur ya da başarısız.

635

3) Destek (Reflection): Bu karakter, kahramanın dış motivasyonunu gerçekleştirmesine yardımcı olur. Destek, bir arkadaş da olabilir, iş arkadaşı da, eş de, sevgili de. Yeter ki kahramanın amacını gerçekleştirmesine destek olsun. Örneğin Rocky 1 filminde Rocky Balboa'nın Destek'i antrenörüdür. Terminator 2 filminde Sarah Connor ve John Connor, Arnold'a yardım etmektedirler. Şrek filminde de Eşek, Şrek'in desteğidir. Destek karakterinin iki önemli işlevi vardır filmlerde. Birincisi, kahramana yardım ederek hikayenin inanılırlığını artırır. Örneğin Karete Kid 1 filminde öğretmen Miyagi olmasaydı Daniel (R. Macchio) başarılı olamazdı. İkincisi, Destek, kahramanın kendisi, dış motivasyonu, sevgilisi, vb. hakkında konuşacağı biridir. Kahramanın bu konularda kendi kendine konuşması hiç inandırıcı olmaz. 4) Romantik İlgi : Bu karakter, kahramanın cinsel ya da romantik ilgisidir. Kahramanınızın dış motivasyonu, bir başka karakterinin sevgisini kazanmak ya da onunla birlikte olmak ise, o karaktere "romantik ilgi" denilebilir. Bir karakter, eğer kahramanın dış motivasyonunun en azından bir bölümü onun aşkını kazanmaksa, "romantik ilgi" olabilir. Bu dört kategorinin en önemlisi "KAHRAMAN"dır. Diğer karakterler olmayabilir de. Örneğin "İlk Kan" filminde John Rambo'nun bir Romantik İlgisi bulunmamaktadır. Ama düşmanı (Şerif Teasle) ve Destek'i (Ordukaki Albay'ı) vardır. UYGULAMA Yukarıda anlatılanları Eşkiyafilmi üzerinden inceleyelim: Kahraman: Tartışmasız Baran. Çünkü ana hikaye onun hikayesi. Baran hapisten çıktıktan sonra köyüne döner, ne olduğunu öğrenmek ister. Kendilerini jandarmaya ihbar edenin arkadaşı Berfo olduğunu öğrenir. Berfo ayrıca Baran'ın sevgilisi Keje'yi de satın alıp İstanbul'a gitmiştir. Hikaye artık bellidir: Baran İstanbul'a gidecek, Berfo'dan intikamını alacak, sevgilisi ile tekrar bir araya gelecektir. Düşman: Berfo (K. Usluer). Baran'ın onu ortadan kaldırması için iki sebep vardır. Kendisini ihbar etmiş olması ve sevgilisini çalmış olması. Destek : Cumali (U. Yücel). Cumali, Baran'ın hedefine ulaşmasına yardımcı olur, hiç bilmediği İstanbul'da kaybolmasını engeller, ona kalacak bir yer gösterir. Romantik İlgi : Keje (Ş. Hürmeriç). Baran'ın İstanbul'a gelişinin ikinci ana nedenidir. Baran bunca yıl, onunla birlikte olmak için beklemiştir (Kritik alıntı: "..keje.. keje.. beni hapiste vurdular keje.. ölmedim.. hastalandım.. bir ciğerimi orda bıraktım, gene ölmedim.. çok dövdüler beni.. kan kustum, ama ölmedim.. yaşadım.. seni bir kez daha görebilmek için yaşadım.. şimdi bana dediler ki; kimse sesini duyamıyormuş.. susmuşsun.. benimle de konuşmayacak mısın keje.. sesini duyamayacak mıyım..?") Eşkiya tabii ki sadece bunlardan ibaret değil. Ama temel başarısı, karakterleri yerli yerine oturtmasından kaynaklanıyor (Senaryo Yavuz Turgul). NOT: Bu yazı, Michael Hauge'un "Satan Senaryolar Yazmak" (Writing Screenplays That Sell) kitabındaki bilgilerin tarafımdan yorumlanması ile oluşturulmuştur. posted by gezgin @ 5:07 PM

0 comments

Pazar, Ekim 24, 2004 SENARYO YAZARKEN YARDIMCI OLABİLECEK KİTAPLAR 1 - PSİKOLOJİ Başarılı senaryo yazarlığının en önemli unsurlarından biri, ister kahraman, ister kötü adam, ister 2. derece bir karakter olsun rolünde olsun, "unutulmaz karakterler" yaratmaktır. Unutulmaz bir karakter yaratmak için yazar, gözlemlerinden ve hayalgücünden faydalanabileceği gibi, psikoloji biliminden de faydalanabilir. Bir yazar olarak, insan ruhunun yapısı hakkında biraz kuramsal bilgi edinmenin çok faydasını görebilirsiniz. İnsanları temel olarak hangi güdülerin motive ettiğini bilmek, belirli bir durumda bir karakterin nasıl davranmasının "doğal" olduğunu kolayca kestirmenize yardımcı olacaktır. Bu doğallık, hikayenizin inandırıcılığına katkıda bulunur ve izleyicinin karakterlerle özdeşleşmesine yardım eder. Bir çok insan, bir kriz anında en "doğru" biçimde davranmaz. (Filmler hep bu kriz anlarına dayanır). Hepimiz korkularımız, kendilerimize özgü bedensel ya da psikolojik ihtiyaçlarımız, komplekslerimiz, 636

nevrozlarımız ne emrederse ona göre hareket ederiz. Bu ihtiyaçların, komplekslerin, nevrozların ne olduğunu her insan kişisel deneyimleri sayesinde az çok bilir, ama psikoloji biliminin bunlar hakkında bildiklerini en azından genel olarak bilirseniz, çok daha derinlikli karakterler yaratabilirsiniz. Lafı daha fazla uzatmayalım. Kısaca: "Psikoloji iyidir." Türkçe'de yayınlanmış çeşitli psikoloji kitapları var. Bunlardan bazılarının senaryo yazarı için özellikle faydalı olduğunu düşünüyorum. İşte onlardan örnekler: "İnsan ve Davranışı" - Doğan Cüceloğlu (Psikoloji bölümlerinde birinci sınıfta okutulan bir kitap. Konuya giriş için bire bir. El altında bulunsa iyi olur) "İçimizdeki Çocuk" - Doğan Cüceloğlu (İnsan ruhunun temel işleyiş mekanizmalarını anlatıyor. Davranışların temel kaynağının içimizdeki çocuk olduğunu, ve bu çocuğun içimizdeki "anne-baba" tarafından denetlendiğini, nihai davranışın bu ikisinin bileşimi ile oluştuğunu söylüyor. İçimizdeki çocuk ile anne-baba arasındaki denge bozulduğunda da ruhsal rahatsızlıkla baş gösteriyor. Kötü adam yazma sorunlarına bire bir çare!) "İnsan Olmak" - Engin Geçtan (Yine insanın ruhsal yapısı ile ilgili çok güzel bir eser. Kitaptan bazı başlıklar: İnsanlardan Korkmak, Öfke ve Düşmanlık, Değersizlik Duygusu, Sorumluluktan Kaçış, Kendini Yaşamak, vb.) "Çağımızın Nevrotik Kişiliği" - Karen Horney (Baş ucu kitaplarımdan biri. Modern toplumların, neden 'nevrotik insan yetiştiren' birer makine olduğunu anlatıyor. Ve nevrotik bireylerin neden 'sağlıklı tepkiler' veremediğini açıklıyor.) "İnsan Olmanın Psikolojisi" - Abraham Maslow (Maslow, insan doğasının üstün ve güçlü yanlarına odaklanan hümanist bir psikolog. Özellikle "ihtiyaçlar piramidi" kuramının çok iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu kitap da, "kahraman"ları yazarken yardımcı olabilir.) Şimdilik bu kadar. Yalnız, şu uyarıyı yapmadan da geçemeyeceğim: Psikoloji kitapları, insan ruhunun işleyiş mekanizmasını anlatmakla beraber, "yasa kitabı" değildir. Yani bir karakterin nasıl davranacağını emretmez. Sadece, genel olarak insanların o durumda neler yaptığını anlatır. Bir çok unutulmaz karakter, kendisinden beklenmeyen biçimde davrandığı için unutulmazdır. Casablanca'nın sonunda Rick'in sevdiği kadından vazgeçmesi, Cesuryürek'in ("Braveheart") sonunda William Wallace'ın acı çekmekten kurtulma şansının bulunmasına karşın, işkence ile ölmeyi tercih etmesi, buna örnektir. Yani her sanat alanında olduğu gibi, kuralları bilin, ama yaratıcı olmak için bu kuralları gereken yerlerde esnetin, hatta çiğneyin. posted by gezgin @ 5:24 PM

0 comments

SENARYODA ÇATIŞMA, İLLE DE YUMRUKLAŞMA DEĞİLDİR. Senaryoda çatışma olmasından bahsedilir hep. Çatışma, ille de kahraman ile düşmanının birbirine tekme tokat girmesi (örn. Matrix 1'de - Neo ile Agent Smith'in kapıştığı Metro sahnesi) değildir. Duygusal ya da düşünsel düzeyde de çatışma olabilir. Bunun en güzel örneklerinden birini "Titanic" filminin "intihar" sahnesinde görüyoruz. İntihar sahnesi, filmin başlarında, Titanic'in kıç bölümünde geçer. Bir nedenle morali çok bozulmuş olan Rose (Kate Winslet) ağlayarak ve koşarak geminin kıç bölümüne gelir. Buradaki parmaklıkları tırmanır, diğer tarafa geçer, ve hafifçe arkaya doğru sarkar. Denize düşmesi ve ölmesi için ellerini bırakması yeterlidir artık. O sırada Jack (Leonardo Di Caprio) gelir ve Rose ile konuşmaya başlar. Jack ile Rose'un niyetleri farklıdır. Rose intihar etmek istemektedir, Jack ise onu vazgeçirmek niyetindedir. Jack, Rose atlarsa kendisinin de atlayacağını söyleyerek genç kadının dikkatini dağıtır, ayrıca ona istemediği bir sorumluluğu (Jack'in de suya daldığında ölmesi ihtimali) yükler, ve onu intihar fikrinden biraz uzaklaştırmayı başarır. Daha sonra Jack "Hiç Wisconsin'e gittin mi?" diye sorar. Rose, sorunun alakasızlığı karşısında biraz daha durumundan kopar. Jack Wisconsin'deki kışların soğukluğundan, bir keresinde buz tutmuş bir gölde balık tutarken buzun kırılması sonucu soğuk suya düşüşünden bahseder. Rose atladığı takdirde öyle soğuk bir suyla karşılaşacaktır. Bu son örnek Rose'u iyice ikna eder. Jack son olarak Rose'un bir çılgınlık yaptığını söyleyerek ikna operasyonunu tamamlar. 637

Bu sahnenin bu ilk bölümünde, birbirine zıt iki niyetten doğan bir çatışma vardır. Bu çatışma Rose'un intihardan vazgeçmesi ve güverteye dönmeye karar vermesiyle sona erer. Ama sahne bitmez. Jack Rose'u parmaklıklardan yukarı çekerken, genç kadının ayağı kayar ve Rose geminin arkasından düşmeye başlar. Jack son anda onu yakalar. Genç kadın artık geminin arkasında sallanmaktadır ve onu hayata bağlı tutan tek şey, Jack'in elidir. Rose, ilk tırmanma denemesinde başarısız olur, neredeyse tekrar denize düşer, ama Jack yine onu tutar. İkinci seferde Jack genç kadını güverteye çekmeyi başarır. Bu bölümde de çatışma vardır. Ama bu kez iki gencin ortak niyeti ile doğa güçleri (daha spesifik olmak gerekirse yerçekimi, buz gibi deniz, ve düştüğü takdirde Rose'u parçalayabilecek olan pervaneler) çatışma halindedir. Bu çatışma da genç kadının güverteye çekilmesi ile son bulur. Ama bitmedi. Cameron (filmin senaristi ve yönetmeni), bu sahneden sonuna kadar faydalanmaya kararlıdır - her iyi senarist ve yönetmen gibi. Rose'un geminin arkasında sallanırken attığı çığlıkları duyan tayfalar geminin kıç bölümüne gelirler ve yüksek sınıf görünümlü Rose'u yerde yatarken, alt sınıf görünümlü Jack'i de onun yanında diz çökmüş halde görürler. Görünüşe (ve duydukları seslere) göre alt sınıftan bir adam, üst sınıftan bir kadına tecavüz etmektedir. Derhal yetkili birini çağırırlar. Bu kısa bölümdeki çatışma Jack ile tayfalar arasındadır. (Gelen tayfalardan biri Jack'e "Geri dur, ve bir santim bile hareket etme" diye bağırır. Jack de söyleneni yapar.) Sahnenin son bölümünde Jack, Rose'un kocası Cal, Cal'in arkadaşları, ve gemi mürettebatı ile karşı karşıyadır. Herkes hâlâ Jack'in Rose'a tecavüze yeltendiğini sanmaktadır. Öyle ki genç adamın bileklerine kelepçeleri takarlar. Hatta Cal, Jack'in üzerine yürür, "Nasıl olur da nişanlıma dokunursun!" diye bağırır. O sırada Rose hatanın kendisinde olduğunu, pervanelere bakmak için eğildiğinde ayağının kaydığını ve düştüğünü, Jack'in de kendisini kurtardığını söyler. Bunun üzerine Jack serbest bırakılır, hatta Rose ve Cal ile yemek yemeye davet edilerek ödüllendirilir. Cameron'un bu sahnedeki başarısı, çatışma odağını başarılı (yani akla son derece yakın) bir biçimde sürekli kaydırmasındadır:    

önce Jack X Rose, sonra Jack+Rose X Doğa Güçleri, sonra Jack X tayfalar, son olarak da Jack X Cal+Arkadaşları+Mürettebat

İzleyicinin ilgisini ayakta tutan şey, bir sahnede yukarıda anlatılanlar gibi zıt güçlerin çatışmasının bulunmasıdır. Yukarıdaki sahneyi bir de çatışmasız haliyle düşünelim: Rose koşarak geminin kıç bölümüne gelir, parmaklıkları tırmanıp arka tarafa geçer. O sırada Jack gelir ve Rose'a intihar etmemesini söyler. Rose hemen ikna olur, parmaklıkların bu tarafına geçer. (Diyelim ki burada ayağı takıldı ve iki genç de yere düştü). Oradan geçmekte olan tayfalar "ne oluyor burada" diye sorarlar, Jack de durumu anlatır, ve tayfalar ikna olurlar, "Peki tamam" derler. Yine raslantı eseri Cal ve arkadaşları güvertede gezerken Jack'i Rose'un tepesinde görürler, onlar da gelir, "ne oluyor" diye sorarlar, bu kez Rose olanları anlatır, ve herkes ikna olur. Rose sıcak süitine, Jack de 3. sınıf kamarasına döner. Ne heyecanlı (!), ne ilgi çekici (!) değil mi? Tuttuğunuz nefesinizi bırakabilirsiniz artık. Senaristin çatışmalı sahne yazarken dikkat etmesi gereken önemli bir nokta da, çatışan güçlerin, anlamlı bir nedenden dolayı çatışmasını sağlamaktır. Yani sırf hareket olsun diye kahramanın önüne nereden ve neden çıktığı belli olmayan engeller koymamak gerekir. Bir senaryo, sadece duygularımıza değil, zekamıza da hitap ederse, yani bize "Evet, kahramanın bu durumda böyle davranmaktan başka çaresi yoktu" dedirtirse, unutulmaz filmler arasına girer. posted by gezgin @ 5:15 PM

0 comments

Cuma, Ekim 22, 2004 TEK DERSTE SENARYO YAZIMI “Sempatik bir karakterin, gittikçe büyüyen, ve aşılması imkansız gibi görünen bir dizi engeli 638

aşmasını ve büyük bir arzuyu gerçekleştirmesini sağlayın”. Bu 20 kelimelik cümle, hemen her başarılı filmin yaptığı şeyi özetlemektedir. Az sayıda istisnada ana karakter, o büyük arzuyu gerçekleştiremez (örn. “Guguk Kuşu”, ya da “Out of Africa”) ya da arzusunun bir hata olduğunu anlar (örn. “Wall Street” ya da “Raising Arizona”). Ama bütün büyük filmlerin özü aynıdır. Michael Hauge - "Writing Screenplays That Sell"den posted by gezgin @ 2:18 PM

0 comments

İZLEYİCİYİ HEYECANLANDIRMANIN 10 YOLU 1 - Duygu Uyandırın. Çoğumuz sinemaya başkası yerine duygu hissetmek için gideriz. Kendilerine karşı duygusal özdeşleşme hissedebileceğimiz karakterler yaratın. Bu karakterler inandırıcı olmalıdır, çünkü karakterler, kendileri vasıtasıyla duyguların bize geçtiği aracılar olarak hizmet görürler. Bir başka deyişle onlarla aynı duyguları paylaşmalı ve onların hissettiğini hissetmeliyiz. 2 - Çatışma Yaratın. Kendilerini bir davaya adamış iki güç, her zaman gerilimi artırır. İlkokuldayken kavga eden iki kişinin etrafına nasıl toplandığımızı hatırlayın. Kavga edenleri kimse ayırmazdı, çünkü herkes kimin kazanacağını merak ederdi. Hikayenin başında böyle bir çatışmanın ipuçlarını vermek de bizde bir beklenti yaratır. 3 - Düşman Yaratın. Ana karakterinizin karşısına, Goliath gibi güçlü bir düşman koyun; daha sonra ana karakterinizi bu düşmanla kapışmaya sevk edin. UZAY YOLU II filmindeki Han, bu tür düşmanlara çok güzel bir örnek teşkil eder, çünkü bedensel ve zihinsel olarak Kaptan Kirkt’ten daha üstündür. Hepimiz Kaptan Kirk’in bırakın onu yenmeyi, nasıl hayatta kalacağını merak ederiz. 4 - Beklenti yaratın. Bir tehlike beklentisi yaratın. DOKUNULMAZLAR’daki bebek arabasını hatırlıyor musunuz? Bu sahnede Eliot Ness (Kevin Costner – çn.) Capone’un adamlarıyla tren istasyonunda kapışması gerekiyordu. Ness kapışmaya hazırdır ve yerini almıştır, ama bir kadın bebek arabasını güçlükle merdivenlerden yukarı çıkarmaya çalışmaktadır. Kadının, iki tarafın arasına gireceğini “biliriz”. Gerilim artar. 5 - Gerilimi Artırın. Kahramanınızın, içinde bulunduğu tehlikeyi bilmemesini, ama seyircinin bu tehlikeden haberdar olmasını sağlayın. Örneğin özdeşleştiğimiz ve önemsediğimiz bir çifti göz önünde bulundurun. Bu çift dışarıda akşam yemeği yerken biri onların evine girer ve yataklarının altına bir bomba yerleştirir. Daha sonra mutlu çiftimiz eve döner ve yataklarına girerler. Biz bombanın orada olduğunu biliriz, ama onlar bilmez. Biz, yani seyirciler, çiftten daha üstün bir konuma sahibiz. 6 - Sürpriz Kullanın. Arada sırada hikayeye bir sürpriz dönüş (“twist”), yani olayların aniden yön değiştirmesini ekleyin. (Matrix filminde Neo’nun filmin ortasında seçilmiş kişi olmadığını öğrenmesi böyle bir sürpriz dönüştür. O andan itibaren filmdeki bütün olayların anlamı değişir. “Seçilmiş Kişi herkesi kurtaracak” hikayesinden, “acaba bu seçilmemiş, sıradan insan ne yapacak?”a geçeriz - Gezgin) 7 - Acil bir durum yaratın. Karakter için son derece önemli olan bir şey tehlikeye düştüğünde, o şey bizim, yani seyirci için de önemli hale gelir. Bu şey dünyanın güvenliği de olabilir, genç bir suçlunun ahlaken kendini kurtarması da. İki aşığın birbirini bulmasının getireceği duygusal tatmin de olabilir, gizli bir belgenin korunması da, ya da bir değerin zafer kazanması da. Tehlike ne kadar büyükse, gerilim de o kadar yüksek olur. 8 - Sonuçlar Yaratın. Bir önceki maddeyle yakından bağlantılı olan bir şey de, korkunç sonuçların oluşturulmasıdır. Bunlar, kahraman amacını gerçekleştiremediği takdirde meydana gelecek olaylardır. Challenger uzay mekiği patladığı zaman çok sayıda insan üzüldü. Bu olaydan birkaç yıl sonra bir başka uzay mekiği uzaya gidecekti. Bu ikinci mekiğin geri sayımında yaşanan gerilimi hatırlıyor musunuz? İçinizi kemiren bu duygu, daha önceki mekiğin patlamasının yarattığı korkunç sonuç beklentisinden dolayıydı. 9 - Zamanı sınırlayın. Saat verin. “Dünyayı kurtarmak için 24 saatin var James, iyi şanslar.” Son tarihler (“deadline”) her zaman gerilim yaratırlar, çünkü ikinci bir düşmanı devreye sokarlar. Bu düşman “zaman”dır. Kahramanın, patlamak üzere olan bir bombayı, gerisayım sona ermeden etkisiz hale getirmek zorunda olduğu onlarca filmi bir çırpıda hatırlarsınız. KIZIL EKİM (“The Hunt For Red October” – Sean Connery) filminin torpido ateşleme sahneleri özellikle heyecanlıydı. Aynı şekilde OZ BÜYÜCÜSÜ (“The Wizard of OZ”) filminde kötü cadı Dorothy’yi yakaladığında bir kum saatini ters çevirir. “İşte bu kadar yaşayacaksın tatlım” der. Dorothy’nin ne zaman öleceğini bilmememize rağmen endişeleniriz. Hitchcock “şiddet tehdidi şiddetten daha güçlüdür” dediğinde haklıydı. Siz de örtülü bir zaman sınırlaması yaratabilirsiniz. Genç bir kız raylara bağlanmıştır. Acaba Batman kız tren tarafından ezilmeden önce kızı 639

kurtarabilecek mi? Alın size örtülü, ya da suni bir zaman sınırlaması. 10 - Şüpheyi Sürdürün. Eğer bir sahnenin ya da filmin nasıl sona ereceği ile ilgili akla yakın bir şüphe varsa, gerilim artar. DOKUNULMAZLAR’ın açılış sahnesinden Capone’nun adamlarından biri bir dükkana içi patlayıcı dolu bir çanta bırakır. Sonra bu çantayı küçük bir kız alır ve çanta patlar. Bu noktada, bu filmdeki herkesin ölebileceğini fark ederiz. Elliot Ness’in küçük kızı ve karısı için bütün film boyunca endişeleniriz. Neden? Çünkü bu sonucun gerçekleşebileceğine dair ciddi bir şüphe vardır. Yukarıda anlatıla araçlar birbirleriyle yakından bağlantılıdır. Bunları kendi senaryonuzu yazarken akıllı bir biçimde kullanın. Seyircileriniz gerçekten heyecan duyacaklar. David Trottier (http://www.hollywood.net/) (Not: Yazının çok az bir bölümünde tarafımdan güncelleme yapılmıştır – Gezgin) posted by gezgin @ 1:39 PM

0 comments

Perşembe, Ekim 21, 2004 SENARİST NE YAZMALI? Birine "-meli, -malı" ekiyle biten cümleler söylemek her zaman çok tehlikelidir. Çünkü cevap çok hızlı bir "hadi oradan" "sen kendi işine bak" ya da en kötüsü "... diyosuuun!" olabilir. Buna rağmen bu konuda bir iki şey söylemek istiyorum. 1) Senaristler "tutku" duydukları konularda yazmalılar. Yani yazdıklarına kendileri inanmalı, hem de çok inanmalılar. "Biri bunu söylemeli" dediğiniz şeyleri yazın. İnanmadığınız bir konuda yazmak, İSTİSNASIZ kötü, bayat, yavan sonuçlar verir. "Profesyonel yazar herşeyi yazar" diyebilirsiniz. İnançlarınızla taban tabana zıt bir konuda yazmayı deneyin de ne demek istediğimi görün. (Sol görüşleriniz varsa, ve önünüze A. Çatlı'nın hikayesi gelse... ne yazabileceğinizi düşünün. Ya da feminist iseniz, bir maçoyu yücelten bir senaryoyu nasıl yazacaksınız, hayal edin.) 2) Senaristler bildikleri bir konuda yazmalıdır. Ya da pek bilmedikleri bir konuda yazıyorlarsa, mutlaka araştırma yapmalıdırlar. İtfaiyecileri anlatmak istiyorlarsa, itfaiyeciler ile takılmalı, boş vakitlerini nasıl geçirdiklerini, en çok hangi şarkıcıyı dinlediklerini, aralarında en sık tekrarlanan geyikleri öğrenmelidir. Bunun için kitap okumaktan daha etkili bir yöntem, gidip o kişilerle röportaj yapmaktır. (Buna en somut örnek "Kurtlar Vadisi" dizisidir. Bir çok mafya dizisinin arasından Kurtlar Vadisinin sıyrılması, arkasında Soner Yalçın gibi bu konuda uzman bir araştırmacının bulunmasından kaynaklanıyor). 3) Senaristler güncel eğilimleri ("trend") göz önünde bulundurarak yazmalıdır . Matrix'in 1999 yılında yapılması bir rastlantı değil. Örneğin o film 1985'te ya da 1975'te yapılamazdı, çünkü kişisel bilgisayarlar hiç yaygın değildi, sanal gerçeklik kavramı da öyle. Ya da "Casablanca"yı ele alalım. 2. Dünya savaşı sırasında (1942) çekilen bu film, savaşın yaralarının kanadığı bir dünyada aşkı ve vatanseverliği çok başarılı bir biçimde işlemiştir. (Filmin senaryosunun son anda, hatta bazen çekim gününde yazıldığını biliyor muydunuz? Bu kadar acele ve bu kadar güzel yazılması çok ilginç bence). 4) Senarist, kime hitap etmek istediğini iyi bilmeli. Yani hedef kitlesini doğru saptalamalı. Her filmin belirli bir seyirci kitlesi vardır ve birilerini seçmek, diğerlerini seçmemek demektir. Çok az film her kesimden insana hitap eder (örn. "Titanic"). Seçtiğiniz hedef kitlenin ilgi alanlarını bilin, nelerden hoşlandığını, nelere gıcık kaptığını, dinlediği müzikleri, nasıl giyindiklerini, duyarsız ve duyarlı oldukları noktaları. Örneğin 1980'den sonra doğanlara 12 Eylül öyküleri anlatmak çok manalı değil, çünkü politik aktivizm bu kuşağı hemen hiç ilgilendirmiyor. 5) Senaristler "anlamlı" bir konuda yazmalı. Yani insan kardeşlerimizin hissettiği ortak arzu ve acıları ile ilgili yazmalı. Çok küçük bir insan grubunun özlemleri ya da sıkıntıları geniş bir izleyici kitlesine başarılı bir biçimde sunmak çok ama çok zordur. Kendinizi aniden marjinal bir konumda bulabilirsiniz. ÖNEMLİ NOT: Tabii ki aslında "her konuda" senaryo yazılabileceğini biliyorum. Belki yazılmalı da. Ama senaristin hizmet ettiği sinema sektörü o kadar nazlı, o kadar ticari bir sektördür ki, senaristin yazarak para kazanması ve sinema sektörünün mevcudiyetini sürdürmesi için, bence yukarıdaki öneriler (en azından bazıları) göz önünde bulundurulmalıdır. Türk sinema sektörünün "nâmevcut" durumda olması da, bence biraz, bu önerilerde anlatılanları (özellikle de 5. maddeyi) görmezden gelmesinden kaynaklanıyor. posted by gezgin @ 5:26 PM

0 comments

640

Pazar, Ekim 10, 2004 "BÜYÜK HESAPLAŞMA" ("HEAT") NEDEN BÜYÜK DEĞİL? Al Pacino (polis) ile Robert De Niro'yu (hırsız) bir araya getiren ilk ve tek film (Baba 2'yi saymazsak; orada farklı zamanlarda yaşadıkları için hiç karşılaşmıyorlardı.) neden bu kadar sönük? Yanıt senaryoda gizli. Michael Mann Collateral'de (bkz. en aşağılarda bir yerler) çok iyi bir iş çıkarmışken, "Büyük Hesaplaşma"da ne yazık ki ortalama bir iş bile çıkaramıyor. Bunun günahı katmerli olarak onun boynuna, çünkü senaryoyu da kendisi yazmış. Senaryodaki hatalar saymakla bitecek gibi değil. Ama en büyük hata, yakın zamanda "The Mexican"da (Brad Pitt ve Julia Roberts oynamıştı) yapılan hatanın aynısı: Filmin en büyük kozu olan iki ana karakteri çok az yan yana görüyoruz. "Meksikalı"da J. Roberts ve B. Pitt, bir filmin başında, bir de sonunda bir araya geliyordu. Ama seyirci, bu ikisini yan yana görmek için can atıyordu. Ve hevesi kursağında kalıyordu. "Heat"te de aynı şey oluyor. De Niro ile Pacino, sadece alakasız bir kafeterya sahnesinde karşılıklı oynuyorlar, onun dışında hep bambaşka yerlerdeler. Bu da seyircide büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü bir çok insan, senaryosu için değil, bu iki büyük oyuncuyu yan yana görmek için gitti bu filme, ve umduğunu da bulamadı. Senaristin, oyuncular belli olduktan sonra, izleyicinin beklentilerini göz önünde bulundurarak senaryoyu değiştirmesi gerekirdi. Diğer hatalara bakalım: Film, ilk 10 dk.(=10 sayfa) kuralına uygun olarak aksiyonla başlıyor. Orta derece zeka gerektiren bir soygun oluyor ve bu vesileyle tarafları tanıyoruz. De Niro ve adamları, becerikli soygunculardır. Pacino ve adamları da iyi polisler. Fakat bundan sonra, çok ama çok uzun bir süre, her iki tarafın da "kişiliklerinin gelişitirilmesi"ne tanık oluyoruz. Yani Pacino'nun, De Niro'nun, ve yan karakterlerin (Val Kilmer) ne kadar mutsuz, ne kadar berbat kişisel ilişkileri olduğunu görüyoruz. Pacino üçüncü evliliğini yapmış, sorunlu bir üvey evladı var, karısı da kendisiyle ilgilenilmemesinden şikayetçi - pek parlak bir buluş değil yani. De Niro ise, "polis baskın yaptığında 30 saniyede herşeyi bırakıp çıkacak şekilde" yaşamaktadır. Bu nedenle insanlarla duygusal ilişkiler kurmak istemez, yaşadığı eve eşya bile almaz. Val Kilmer da kumar borcu yüzünden hırsızlıklarına devam etmektedir. Sevdiği bir karısı ve çocuğu vardır, ama onlarla da sorunlar yaşamaktadır. Bu arada yavaş yavaş, ikinci ve üçüncü soygunların olacağını öğreniriz. Ama bunlar ile ilgili gelişmeler çok yavaş ilerler. Filmin ortalarında, ikinci soygun, De Niro'nun yakalanacaklarından şüphelenmesi üzerine tam ortasındayken bırakılır. Bu arada, Pacino ve adamları De Niro ve adamlarını takip etmektedir, ama eski kurt De Niro, izlendiğini fark etmiştir, ve polisleri atlatmayı başarır. Üçüncü soygun yapılır: fakat başarılı olmaz. Son anda polis gelir ve De Niro ve adamlarını kovalamaya başlar. De Niro iki adamını kaybeder, ama kendisi ve Val Kilmer kaçmayı başarır. Bu noktada bir acayiplik var: Bu üçüncü soygun sahnesi, seyirci için duygusal zirveyi oluşturuyor. Yani, olayın bu soygun ile hallolmasını, De Niro ile Pacino'nun bu soygunda zeka ve yeteneklerini konuşturmasını bekliyor. Ama hayır, senaristin hayal gücüne kıran girmiş gibi, sırada bir soygun ve sıradan bir kaçış oluyor. Bu zirveden sonra izleyici duygusal bir "anti-climax" (zirve sonrası) yaşıyor. Senarist de bize yeni bir şey sunmuyor. İlk soygundan sonra olduğu gibi yine ilişkilere yoğunlaşıyor. De Niro yeni edindiği sevgilisi ile hesaplaşıyor, Pacino da karısının kendisini aldattığını öğreniyor. Val Kilmer'ın sevgilisi de Val'ı aldatmaktadır. Ama Pacino, Val'ın sevgilisini kullanarak soyguncuları ele geçirmeye kararlıdır, vs. Son büyük olay, De Niro'nun şehri ve ülkeyi uçakla terk etmesi olacaktır. Her şey ayarlanır. De Niro sevgilisini de kendisiyle gelmesi için ikna eder. Geride tek bir pürüz vardır. Üçüncü soygunu ihbar eden adamın hakettiği cezayı bulması. Senarist burada gereksiz bir biçimde, filmin başında De Niro'ya kazık atan işadamının öldürülmesini katıyor. Ritmi zaten düşük filmde, gereksiz bir kaç sahne daha izliyoruz (ya da bazılarımız, masanın 641

üzerindeki eski gazete ve dergileri incelemeye başlıyor). Final sahnesi ise, gerçekten de sinema okullarında "film nasıl kötü bitirilir"e örnek olarak okutulacak cinsten: De Niro, sevgilisiyle kurtuluş (havaalanı) yolundayken, aniden ispiyoncuyu cezalandırmaya karar veriyor (Buram buram "trajik hata" kokan bir hareket. Ama kahramanın değil, senaristin trajik hatası). De Niro, polis tarafından gözetlenen ispiyoncuyu otel odasında buluyor, öldürüyor, sonra da kaçmaya başlıyor, peşinden de Pacino kovalıyor. Ne beklersiniz? Pacino ve De Niro kıyasıya kapışacaklar değil mi? Her iki taraf da kanının son damlasına kadar mücadele edecek, arada bir sürü güzel diyalog havada uçuşacak, sonra biri -ya da ikisi- çok hüzünlü bir biçimde ölecek... Çok beklersiniz! Ne buluyoruz? Bir havaalanının ücra bir köşesinde, bir kaç kıytırık konteynırın arasında, silahın bir kez atıldığı ve De Niro'nun pisi pisine vurulduğu, ve ölmeden önce son derece anlamsız bir laf ettiği ("Sana hapse geri dönmem demiştim!") bir final. De Niro ve Pacino el ele tutuşur (her nedense?!), De Niro ölür. Son. Film, bu yönetmene, bu oyunculara karşın gişede iki seksen uzanmıştı. Seyircinin yerinde bir tavrıyla. Bu da şunu kanıtlıyor. Bir filmin "star"ı her zaman, ama her zaman SENARYO'dur. Senaryo kötüyse, Pacino da, De Niro da filmi kurtaramaz. Birbirini anlayan hırsız ve polisin anlatıldığı, öyküsü bir sahne bile sekmeyen, canavar gibi bir ritmi olan, karakterlerin çok iyi geliştirildiği bir film izlemek istiyorsanız, "Kırılma Noktası"nı (Point Break) öneririm. Yazarı kim? James Cameron! Titanik'i ve Terminator 2'yi yazan adam desem, sanırım yeterli olur. (İnsan şuna hayıflanıyor: Pacino'ya ya da De Niro'ya verdiğiniz paranın 20'de birini bir "Senaryo Doktoru"na verseniz, elinizde bir "blockbuster" olurdu. Böyle uyduruk bir hikaye değil.) posted by gezgin @ 2:40 AM

0 comments

Çarşamba, Ekim 06, 2004 KOŞUŞTURAN ÖYKÜLER "Bütün senaryoların amacı, izleyicide bir duygu uyandırmaktır." - Michael Hauge. Bunu başarmanın en emin yollarından biri, öyküyü "zamana bağlamak"tır. Zamana bağlamak'tan kastettiğim şu: Öykü temel olarak, bir işin belli bir zamanda yapılmasına bağlı olsun. Yani kahramanımız bir işi belli bir zamana ("deadline") yetiştirmek zorunda olsun. Ve bu zaman da çok "dar", az olsun. Bu nedenle de kahramanımız, bu işi, çok kısa bir süre içinde, önüne çıkan her türlü engeli parçalayarak geçmek suretiyle başarsın. Bu tür filmler "roller-coaster" yolculuğuna benzer. İzleyici filmi izlemeye başladığında roller-coaster'a binmiş olur. Ve o andan itibaren olaylar büyük bir hızla ilerlemeye başlar. Öyle ki izleyici heyecandan "Durun, inecek var" demeyi bile akıl edemez. Zaten inmesi de mümkün değildir. Bir çok film bu yöntemi kullanır. Filmdeki karakterlerden biri "Bu iş X kadar sürede olacak/olmalı" dediği an, saat işlemeye başlar. Bazı örneklere bakalım: 1-) TİTANİK: Dünyanın en çok iş yapan filmi (1.8 milyar dolar hasılat!), böyle bir filmdir. Gemi buz dağına çarptıktan sonra yapılan toplantıda geminin mühendisi Thomas Andrews "Gemi 1, en geç 2 saat içinde batacak" dediği andan itibaren, filmin sonunda nihayet bulan ve sona doğru hızlanan, zamana bağlı bir koşuşturmanın içinde buluyoruz kendimizi. 2-) CAZCI KARDEŞLER: Filmin ilk 15 dakikasında, filmin kahramanları olan Jake ve Elwood, kendilerini yetiştiren ve "Penguen" adını taktıkları rahibeden, büyüdükleri yetimhanenin satılacağını öğrenirler. Eğer 11 gün içinde 5000 dolar namuslu bir yöntemle bulunmazsa, yetimhane elden çıkacaktır. Bu 11 gün içinde Jake ve Elwood, eski "blues" grubunu bir araya getirmeli, başarılı bir konser vermeli, ve parayı vergi dairesine yatırmalıdırlar. Bu filmde koşuşturma, filmin finalinde zirveye ulaşır. Polisler, sabahın köründe, parayı vergi dairesine yetiştirmeye çalışan iki "cazcı" kardeşin peşine düşer. Biz de sinema tarihinin en eğlenceli araba takibi sahnelerinden birine tanık oluruz. 3-) 24: Bu aralar Cnbc-e'de 3. sezonu yayınlanan ve Amerika ve Avrupa'da çok tutan bir TV dizisi bu. Dizi adını, günün 24 saatinden alıyor. Her sezon 24 bölümden oluşuyor, ve CTU (Counter-Terrorism Unit; Anti-Terör Birimi) ajanı Jack Bauer'ın başından geçen bir olayı anlatıyor. İlk sezonda, Jack Bauer, Başkan adayı David Palmer'a yapılacak bir suikasti önlemekle görevliydi. İkinci sezonda, Los Angeles'ta bir atom 642

bombası patlatmaya çalışan bir terörist grupla mücadele etti. Üçüncü sezonda ise, Salazar adlı bir terörist serbest bırakılmazsa, şehre ölümcül bir virüs yayma tehdidinde bulunan Meksikalı uyuşturucu kaçakçıları ile mücadele ediyor. Salazar belirli bir saate kadar serbest bırakılmalıdır. Jack Bauer ve ekibi, bu vakte kadar bu sorunu çözmek zorundadır. (Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Her bölümü bir senaryo yazarlığı dersi niteliğinde bir dizi). Yukarıdakiler kadar başarılı olmasa da, aynı mantık üzerine kurulu bir başka film de geçen sezonlarda sinemalara uğrayan "Koş Lola Koş"tur. Bu filmde,yarım saat içinde sevgilisi için yüklü miktarda para bulmak zorunda olan genç bir kızın öyküsü anlatılmaktadır. Fakat filmin nispeten başarısız olmasının nedeni, en başında kahramanla özdeşleşme (bkz. aşağıdaki ilgili yazı) kurdurmamasıdır. Kahramanla özdeşleşme kurulmadığı için Lola'nın davası (sevgilisini kurtarmak için acilen para bulmak) bizi pek ilgilendirmiyor. Duygusal olarak bağlanmadığımız genç bir kızın koşuşturmasını izliyoruz. Koşuşturma öykülerinin en büyük dezavantajlarından biri budur. Senaristler "Çok hareketli, müthiş bir senaryom var" der ve özdeşleşmeyi göz ardı eder. Bu, affedilmez (düzeltiyorum: seyircinin affetmediği) bir hatadır. Ne kadar ilginç, çarpıcı, heyecanlı bir öykünüz olursa olsun, seyirci kahramana bağlanmıyorsa, o film başarılı olamaz. posted by gezgin @ 11:14 AM

1 comments

ETKİLİ FİLM GİRİŞLERİ - 4 "GÖREVİMİZ TEHLİKE 2" Görevimiz Tehlike 2'nin ilk 10 dakikası üç ana sahneden oluşuyor. Birinci sahnede, laboratuvardaki bir bilimadamının kendi vücuduna bir virüsü aşıladığını görüyoruz. Bu bilimadamının, 20 saat içinde Dimitri adında bir adamla buluşması gerekmektedir. Bir bilim adamının kendine gizlice bir şey aşılaması yeterince ilginç bir durum. Ama devamı var. İkinci sahnede, bu bilim adamını bir uçakta görüyoruz. Yanında da birinci Görevimiz Tehlike'den tanıdığımız "Ethan Hunt" (Tom Cruise) oturuyor. Ama bilimadamı ona sürekli olarak "Dimitri" diyor. İkilinin konuşmasından, virüsün ve tedavisinin şu anda bilimadamının yanında olduğunu öğreniyoruz. Bundan hemen sonra bulundukları uçak, birileri tarafından kurnaz bir biçimde ele geçiriliyor (oksijen maskesi numarası güzel). Bilimadamı ve korsanlar hariç herkes bayılıyor. Dimitri bilimadamını öldürüyor ve virüsün bulunduğu çantayı alıyor. Dimitrinin, aslında Tom Cruise olmadığını, gerçeğe çok benzeyen bir maske kullandığını görüyoruz. Daha sonra bütün korsanlar paraşütle uçaktan atlıyorlar ve uçak bir dağa çakılıyor. (Burada çok güzel bir geçiş var: Dağa çakılan uçağın alevlerinin içine dalıp kendimizi kaya tırmanışı yapan Tom Cruise'un yanında buluyoruz) Gerçek Ethan Hunt, kaya tırmanışı yapmaktadır. Bu "gerçek" bir kaya tırmanışıdır. Herhangi bir bilgisayar efekti ile üretilmemiştir. Bu nedenle tehlikelidir. (Özdeşleşme ile ilgili aşağıdaki yazıyı hatırlayın: "Kahramanla özdeşleşme sağlamanın en emin yollarından biri, kahramanı tehlikeli bir pozisyona koymaktır.") Hatta bir yerde Ethan kayalardan sürüklenerek düşer. Acaba tamamen düşecek mi diye nefesimizi tutarız. Hayır, düşmez. Ve kayaların en üstüne çıkmayı başarır. En üste çıktığında, bir helikopter belirir ve Ethan'a özel bir gözlük ulaştırır. Bu gözlüğü takan Ethan kendisine yeni bir görev verildiğini öğrenir. Bütün bu olaylar tamı tamına 10 dakika sürer. Ne bir saniye eksik, ne bir saniye fazla. İnanmazsanız DVD'nin saatine bakın. Yönetmen John Woo sanki "Alın size 10 dk. kuralı ile ilgili bir ders" diyor bize. Küçük bir not: 2000 yılında gösterime giren "Görevimiz Tehlike - 2"nin toplam hasılatı 545 milyon dolar. Buna DVD ve TV gelirleri dahil değil. posted by gezgin @ 1:00 AM

0 comments

Salı, Ekim 05, 2004 SENARYO HIZI Senaryoda anlatılan öykünün belirli bir hızda ilerlemesi gerekir. Yani belirli bir hızın altına düşmemesi, berlili bir hızın da üstüne çıkmaması gerekir. Çok yavaş ilerlerse, seyirci sıkılır - Bu, bir senaristin işleyebileceği en büyük günahtır. Çok hızlı ilerlerse, seyirci zihinsel ve duygusal olarak öyküden kopabilir. Bu da senaristin hiç istemediği bir şeydir. AŞIRI YAVAŞ ANLATIM 643

Bazı noktalarda senarist, seyircinin kavrayış gücüne dayanmak zorundadır. Yani, öykünün iki noktası arasında öyle bir geçiş yapmalıdır ki, seyirci, bu iki nokta arasındaki boşluğu kendi zihninden doldurabilsin. Bunun bir örneğini "Patch Adams" filminin finalinde görüyoruz. Hunter "Patch" Adams (Robin Williams), okuldaki bir arkadaşından yardım ister. Konu, Patch Adams'ın okuldan atılmasıdır. Dekan, Patch'i okuldan atmaya karar vermiştir, Patch de buna karşı ne yapabileceğini, okuldan bir arkadaşıyla konuşmaktadır. Arkadaşı, "Eyalet tıp komitesine başvur, onlar da dava açılmasını önlemek için kendi soruşturmalarını yapar ve bir karara varırlar" der. Hemen bir sonraki sahnede kendimizi, çoktan kurulmuş olan Komitenin Patch Adams hakkında karar verilecek oturumunda buluruz. Artık filmin finalindeyiz. İki saattir finali beklemiş olan seyircinin, daha fazla ayrıntıya tahammülü yoktur. Senarist, seyircinin, Patch'in Komiteye başvurduğunu, ve bu başvuru sonucunda bir soruşturma açıldığını, ve bu soruşturmanın karar aşaması için toplanıldığını anlayacağını var sayar. Ve iyi yapar. Çünkü bunu hemen anlarız. Bu tekniğe (yanlış hatırlamıyorsam) "Eksiltileme" deniyor. (Bu yöntem filmlerin "kurgu" aşamasında da çok kullanılır.) Bir çok yerli filmin (ve dizinin) en büyük sorunu, yeterince eksiltileme kullanmamasıdır. Örneğin kahramanımız iş yerinden çıkıp evine gidecektir. Senaristin yapması gereken şey, 1-) Adamın işten çıktığını 2-) Adamın eve girdiğini göstermektir. Bu kadar. Tabii aradaki süreçte önemli bir şey yoksa. Ama genelde acemi senaristler şu adımları gösterir. 1-) Adam işten çıkar 2-) Adam garaja ya da otobüs durağına gider 3-) Adam arabasına ya da otobüse biner 4-) Adam yolda ilerler 5-) Adam evinin önünde araçtan iner. 6-) Adam evinin merdivenlerinden çıkar 7-) Adam evine girer. Ortalama bir senaryoda, ilk ve son adımları göstermek yeterli. (Tabii adamın hayatının ne kadar sıkıcı olduğunu göstermek istiyorsak, bütün bu süreci göstermekte bir sakınca yoktur, hatta gereklidir de). AŞIRI HIZLI ANLATIM Senaristler bazen, olayların neden-sonuç ilişkisinin seyirci tarafından tam olarak sindirilmesine olanak tanımadan, bir sahneden diğerine atlarlar. Seyirci "Dur bi dakka, n'ooluyoruz? Bu kadın ölmemiş miydi?" gibi sorulara yanıt ararken kendini hikayenin bambaşka bir aşamasında bulur. Bu durum genelde, senaristin de yazdığı şeyden pek emin olmadığı durumlarda meydana gelir. Bilgi olarak emin olmadığı konuları hemencecik geçerek, asıl "vurucu" sahneye ulaşmaya çalışır. Ama şunu unutur: Bir sahneyi vurucu kılan, bizi o sahneye hazırlayan önceki sahnelerdir. Yani hiçbir sahne tek başına vurucu değildir, her "büyük" sahne, kendisinden önce gelen sahnelerin yarattığı beklenti ve gerilim miktarınca büyüktür. Aşırı hızlı ilerleyen bir öykü, bu tür büyük sahnelerin oluşmasına olanak tanımaz. Bu tür sahnelere burada örnek veremeyeceğim. Örnek olmadığından değil, her taraf bunun örnekleriyle kaynadığından. TV'yi açın, kalitesiz olduğunu 30 saniyede anladığınız bir filmi ya da diziyi 5 dakika seyredin. Hikayenin nasıl "uçarcasına" ilerlediğine şaşacaksınız. Neymiş? Demek ki senarist izleyiciyi ne çok aptal, ne de çok akıllı yerine koymalıymış. posted by gezgin @ 1:15 AM

0 comments

Cuma, Ekim 01, 2004 ETKİLİ FİLM GİRİŞLERİ - 3 - CAZCI KARDEŞLER "Blues Brothers" (Cazcı Kardeşler) filminin senaryosunun ilk 10 dakikasına bakalım: Filmin başında Chicago görüntüleri görüyoruz. Burası bir sanayi şehridir. Sonra sabahın ilk ışıkları ile, bir hapishane perdeye geliyor. Gardiyanlar bir mahkumu (Jake - John Belushi) uyandırıp hapse girmeden önce sahip olduğu eşyaları geri veriyorlar ve adamı hapishanenin ön kapısına koyup serbest bırakıyorlar. (6 dk. 20 saniye) Kapının önünde, Jake'i eski bir polis arabası beklemektedir. Ama içinden polis değil de, Jake'in kardeşi Elwood çıkar. Bir süre arabayla giderler, bu arada araba hakkında konuşurlar. Jake, arabayı beğenmemiştir. Ama şoför koltuğundaki kardeşi arabanın iyi olduğunu söyler. Bunu kanıtlamak için de, bir nehrin üzerindeki yarıya kadar ayrılmış köprünün üzerinden uçarak geçer. Evet, Jake ikna olmuştur. Bütün bunlar tamı tamına 10 dk (=10 sayfa) içinde olur.

644

Bu 10 dk içinde şunları öğreniriz: 1-) Jake eski bir mahkumdur. 2-) Öykünün hapis çıkışında başlamış olması, Jake'in suça (= maceraya) eğilimli olduğunu gösterir. 3-) Jake'in bir de kardeşi (Elwood - Dan Aykroyd) vardır. 4-) Her ikisi de baştan aşağı siyah giymektedir. Ve serin ("cool") tavırları vardır. 5-) Yarıya kadar açılmış bir köprünün üzerinden atlayacak kadar maceracı, ve bunu sıradan bir olaymış gibi karşılayacak kadar da serin kanlıdırlar. Bu 10 dakika bize seyretmeye değer bir film ile karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yetiyor. Biraz daha sabredersek (ki bu girişten sonra hiç sorun olmuyor), 16. dk'ya kadar, Jake ve Elwood'un büyüdüğü yetimhanenin satılmak üzere olduğunu, ve onları yetiştiren rahibenin bu satıştan sonra büyük sıkıntılar çekeceğini öğreniyoruz. Yetimhanenin borcu olan 5000 doların 11 gün içinde yatırılması gerekmektedir. Ve rahibe, Jake'in yasadışı yollar ile elde edeceği parayı kabul etmeyeceğini çok açık bir biçimde ifade eder. 16 dakika içinde, çok komik iki tipi tanıyor, ve 11 gün içinde başarmak zorunda oldukları zor bir görev olduğunu öğreniyoruz. 23. dakikada ise bu görevi nasıl başaracakları ortaya çıkıyor: "Grubu tekrar bir araya getirmek ve verecekleri konserden kazanacakları para ile yetimhaneyi kurtarmak." Hikayenin geri kalan bölümü ise, sinema tarihine mal olmuş durumda zaten. posted by gezgin @ 10:14 PM

0 comments

Perşembe, Eylül 30, 2004 SENARYO PROGRAMLARI Senaryo yazmak için batıda, özellikle Amerika'da kullanılan bir çok bilgisayar programı vardır. Bu programlar, senaristin işini biçim ve içerik açısından büyük ölçüde kolaylaştırır. Bu programların başlıcaları "Final Draft" "Dramatica Pro" ve "BlockBuster"dır. Bu programların hepsi İngilizce'dir. Ve demoları internetten indirilebilir. "Final Draft", belki de en çok kullanılan program. Ünlü senaryo gurusu Syd Field tarafından geliştirilmiş. "www.sydfield.com" adresinden daha fazla bilgi edinebilirsiniz. "Blockbuster" John Truby tarafından geliştirilmiş bir program. Şahsen bu adamı çok tutarım, özellikle "www.writersstore.com"daki makaleleri çok güzeldir. Bazı filmlerin neden başarısız olduğunu çok net bir biçimde açıklar. Programı "www.truby.com"dan indirebilirsiniz. İndirdikten sonra "help" dosyasını inceleyin. En az iki kitap dolusu bilgi bulacaksınız. "Dramatica Pro" da, senaryo yazmayı kolaylaştıran bir program. Yazım aşamasından önce sorduğu sorular, "ilham" bekleyen senaristleri gıcık edebilir. Ama bu sorulara yanıt verdikçe, gerçekten de derinliği olan karakterler yaratmaya başladığınızı hissediyorsunuz. "www.dramaticapro.com" adresinden daha çok bilgi edinebilirsiniz. Senaryo yazmanın bir sanattan çok, bir zanaat olduğunu düşünüyorsanız, bu programların faydasını görebilirsiniz. İlham bekleyenlerdenseniz, mekanik yapılarından dolayı bu programlar size uygun gelmeyebilir. posted by gezgin @ 6:54 PM

0 comments

Cuma, Eylül 24, 2004 DİKKAT ÇEKEN BENZERLİKLER - 1 Bazı filmlerin senaryoları arasında ilginç benzerlikler görmek mümkün. "Tibette Yedi Yıl" (Yön: Jean Jacques Annaud) ve "Son Samuray" (Yön: Edward Zwick) böyle iki film. Her iki filmde de, batıda yaşadığı hayatta mutsuz olan iki insan var. Samuray'da Nathan Algren (Tom Cruise), Kızılderililere yaptığından dolayı pişman olan bir askerdir. Tibet'te ise Heinrich Harrer (Brad Pitt), başarılı bir dağcıdır, ama mutsuz bir evliliği vardır, bencil ve kibirli tavırları hem kendisi hem de etrafındakiler için sıkıntı kaynağıdır. 645

Her iki karakter de, başka kültürler içinde yaşamak durumunda kalınca, eski benliklerinin ne kadar mutsuz ve hatalı olduğunu fark ederler. Bu sadece kişisel bir mutsuzluk değildir. Eski kültürleri (yani batı kültürü) kendi başına bir mutsuzluk kaynağıdır. Her iki karakter de, yeni girdikleri kültür (Algren geleneksel Japon kültürüne, Harrer ise geleneksel Tibet kültürüne girer) içinde, kendileri ile daha barışık bir hal alırlar. Hayatın özü ile doğru bir ilişki kurarlar, ve Batı kültürünün insanı yabancılaştırıcı etkilerinden arınıp, yeni kültürü benimserler. Her iki filmde de baş karakterler, filmin sonuna doğru, benimsedikleri bu yeni kültürden ayrılıp eski kültür ortamlarına geri dönerler. Ama son Samuray'ın sonunda Nathan Algren yeniden Katsumoto'nun köyüne dönerken, Heinrich Avusturya'da kalmayı tercih eder. Bu iki film ile parallelik gösteren bir başka film daha var. Doğru tahmin ettiniz:"Kurtlarla Dans"! Bunlar arasındaki benzerlikleri de siz bulun, beni uğraştırmayın. posted by gezgin @ 6:26 PM

0 comments

KAHRAMANLA ÖZDEŞLEŞME "Her senaryonun amacı, izleyicide duygu uyandırmaktır". Michael Hauge'a ait bu söz, senaryoların birinci işlevini çok net bir biçimde özetliyor. Seyircinin bir filmi izlerken çeşitli duygular yaşayabilmesi için uyulması gereken en temel kural, perdede gördüğü insanlarla özdeşleşmesini sağlamaktır. Seyirci, bir biçimde kahraman ya da kahramanlar için üzülmeli, endişelenmeli, sevinmelidir. Eğer böyle bir özdeşleşme sağlanamazsa, senaryo ne kadar ustaca yazılmış olursa olsun, seyircide bir etki bırakmaz. Seyirci "Bana ne X'ten" der, ve salondan omuz silkerek çıkar. Böyle bir durumu kısa bir süre önce "TROY" filminde gördük. Seyircinin, öykünün kahramanı olan Aşil ile özdeşleşmesi sağlanamamıştı (Nedenleri aşağıda açıklanıyor). Sonuçta, hayatta tek derdi "unutulmamak" olan Aşil'in (Brad Pitt tarafından canlandırılmasına rağmen) yaşadıkları ve ölümü bizi pek de etkilemedi. Oysa, benzer tarzda bir film olan "BRAVEHEART"ta -Mel Gibson'ın "Cesuryürek"i- seyircinin, filmin kahramanı William Wallace ile özdeşleşmesi çok başarılı bir biçimde sağlanıyordu. Filmin Türkiye'de 100 yüz- hafta vizyonda kalması biraz da bundan kaynaklanıyordu. KAHRAMANLA ÖZDEŞLEŞME NASIL SAĞLANIR? Kahramanla özdeşleşme sağlamak, çok zor bir şey değildir. Çok basit kuralları vardır. Bu basit kuralların, senarist tarafından yaratıcı bir biçimde yorumlanması, senaryonun başarısının temel şartlarından biridir. Kahramanla (ya da herhangi bir karakterle) özdeşleşme yaratmanın kuralları: 1) Kahramana karşı sempati, acıma duygusu uyandır. İzleyici haksız bir durumdan dolayı kahraman için üzülsün. Bu, en hızlı özdeşleşme yöntemidir. Hikayenin ne kadar başında yapılırsa o kadar etkili olur. (TITANIC'te Jack -DiCaprio- Rose'u -Winslet- kurtardığı için haksız yere suçlanır. ÖRÜMCEK ADAM'da Peter Parker'ı (Tobey Maguire) gördüğümüz ilk sahnede Peter okul otobüsünü kaçırdığı için koşmak zorunda kalır, otobüsün şöförü sadistlik edip durmaz, ama M.J.'nin talebi üzerine durmak zorunda kalır. Peter otobüse bindiği an, hiç kimse onun kendi yanında oturmasını istemez. Peter Mary Jane'e gülümserken okulun kabadayılarından biri Peter'a çelme takar, ve Peter yüz üstü düşer. Bu kesinlikle çok başarılı bir giriştir. Dakika bir, gol bir!) 2) Kahramanı tehlikeli bir duruma sok. İnsanlar, tehlikedeki birini görünce otomatik olarak onun için endişelenirler. Bu, insan kardeşlerimize karşı duyduğumuz içgüdüsel bağlantıdan kaynaklanır. (INDIANA JONES filmleri hep, Indiana Jones'un tehlikede olduğu bir olayla başlar) 3) Kahramanı, sevilebilir bir insan yap. Bunun için: a) Kahraman iyi, hoş biri olsun (Hugh Grant'in canlandırdığı karakterler, örneğin NOTTING HILL'deki William Thacker) b) Kahramanı komik biri yap (ENEMY OF THE STATE'de Will Smith'in canlandırdığı karakter, iyi bir avukat olmanın yanı sıra, ağzı iyi laf yapan, komik biridir).

646

c) Kahramanı işinin ustası yap (JURASSIC PARK'taki arkeolog Alan -Sam Neil- kendi alanındaki en iyi arkeologdur. SPEED -Hız Tuzağı- Filminde Kenau Reeves'in canlandırdığı karakter hem espritüeldir hem de bomba uzmanıdır. Film başladığında da bir asansördeki bombayı etkisiz hale getirmeye çalışmaktadırlar. - yani 2 numaralı maddeye de uygun bir özdeşleşme var.) 4) Özdeşleşmeden sonra kahramanın karakter hatalarını göster. Böylece kahramanın bizim gibi biri olduğunu görür ve kendimizi ona daha yakın hissederiz. (JURASSIC PARK filmindeki arkeolog Alan, kendi alanında çok iyidir, ama çocukları sevmemek gibi bir kusuru vardır.) Burada dikkat edilmesi gereken nokta, önce özdeşleşmenin kurulması, sonra kusurların gösterilmesidir. 5) Kahramanı hikayenin olabildiğince başında göster. Film izlemeye başladığımızda ilk gördüğümüz insanla özdeşleşmemiz daha kolaydır. Filmin başında bir sürü başka insan gördükten sonra Kahramanı görürsek, özdeşleşmemiz (imkansız değil ama) biraz daha zor olur. 6) Karakteri, kendi gücüyle temas halinde göster. Yani karakter, kendisinin en büyük gücünü/yeteneğini başarılı bir biçimde kullanıyor olsun. Bu, başka insanlar üzerindeki bir güç olabilir (BABA). Yapılması gerekeni tereddüt etmeden yapma yeteneği olabilir (CNBC-'deki "24" dizisinde Jack Bauer -Keifer Sutherland-). Ya da duygularını, başkaları ne de diye düşünmeden ifade edebilme yeteneği olabilir. (AS GOOD AS IT GETS'te, -Benden Bu Kadar- Jack Nicholson'un canlandırdığı karakter.) 7) Karaktere bildik hatalar ver. Bu hatalar hepimizin bildiği ve makul gördüğü hatalar olabilir. (Örneğin CESURYÜREK'te William Wallace'ın -M. Gibson- en büyük hatası, sevgilisine duyduğu aşktır. Ve bu aşktan dolayı hayatını kaybedecektir.) 8) Öyküyü kahramanla birlikte yürüt. Yani izleyici, olayları ve bilgileri, kahramanla birlikte öğrensin. Böylece ister istemez o kişiyle bir özdeşleşme kurulur. Bu yazıdaki bilgiler temel olarak Michael Hauge'un, "SATAN SENARYOLAR YAZMAK" ("Writing Screenplays That Sell") kitabından alınmış ve zenginleştirilmiştir. posted by gezgin @ 3:16 PM

0 comments

Çarşamba, Eylül 22, 2004 KALİTELİ "KÖTÜ ADAMLAR" Bir çok senaryo hocası, iyi bir filmin en önemli koşullarından birinin, kaliteli bir "kötü adam" ya da "düşman" yaratmak olduğunu söylerler. Buradaki kaliteli sözcüğü, kötü adamın gerçekten de bizi derinden etkileyebilecek bir biçimde kötü olduğunu anlatmakta kullanılmaktadır. Kötü adamın kaliteli olması, kahraman ile kötü adam (ya da düşman) arasında gerçekleşecek çatışmanın da kalitesini belirler. Eğer kötü adamımız sığ ve mizahtan yoksun olursa, kahramanla aralarındaki çatışma da tatsız olur. Kaliteli kötü adamlara en yakın örnek, "The Matrix" filmindeki "Ajan Smith"tir. Ajan Smith, hem yaratıcı bir biçimde kötüdür, hem de mizah duygusuna sahiptir. Üstelik zaman zaman filozof gibi konuşmayı da unutmaz (İlk filmde Morhpeus'a işkence yaptığı sahne). Bir başka kaliteli kötü adam örneğini "İlk Kan" filminde görüyoruz. John Rambo'nun karşısındaki kötü adam, kasabanın şerifidir. Bu kötü adamın kaliteli olmasının sebebi, aslında tamamen kötü olmamasıdır. Şerif, ortalama bir insan gibi düşünür ve kasabasını, bela çıkaracak yabancılardan korumak ister. Bunun için de John Rambo'ya kasabayı terk etmesini söyler. Ama zaten ülkesi için savaşmaktan dengesi bozulmuş olan Rambo, bir de kasabaya alınmak istemeyince iş inatlaşmaya biner. Son kötü adam örneğimiz de LEON'dan. Leon bir kiralık katildir. Ama senarist bize bu katili "kahraman" olarak sunmayı başarır. Eğer bir katili kahraman kabul ediyorsak, kötü adam katilden de kötü olmak zorundadır. Bu da Stan'dir (En iyi performanslarından birinde Gary Oldman). Stan kirli bir polistir, uyuşturucu işine bulaşmıştır, ve bu uğurda kadın, çocuk demeden herkesi öldürmektedir. Ama Stan'i ilginç kılan bazı özellikleri vardır: mizah anlayışı, suçluları koklayarak bulması, ve klasik müzik sevgisi. Stan, sıkı bir BEETHOVEN hayranıdır. Jurgen Woff ve Kerry Cox, "Successful Scriptwriting" (Başarılı Senaryo Yazımı - Türkçe'ye henüz çevrilmedi) adlı kitabında üç boyutlu kötü adam yaratmanın en önemli şartlarından birinin, kötü adamların davranış motivasyonlarına dair bir iki ipucu vermek olduğunu söylerler. İzleyicilerin, kötü adamın motivasyonunu haklı bulması gerekmez, sadecekendince de olsa bir motivasyonu olduğunu bilmeleri yeterlidir. Bir çok filmin başarısız olmasının sebebi, kötü adamların sadece kötülük yapmak için 647

kötü olmalarıdır. posted by gezgin @ 5:30 PM

0 comments

ETKİLİ FİLM GİRİŞLERİ - 2 - "LEON" Daha önce (aşağıda) bahsettiğimiz "İlk 10 Sayfa" kuralına uyan bir başka film de LEON'dur (Sevginin Gücü). Bu ilk 10 sayfayı okuduğunuz anda zaten kendinizi çok güzel bir filmin içinde bulacağınızdan emin oluyorsunuz. Filmin ilk 10 dakikasında sadece 2 sahne bulunuyor: Leon'un "iş"i aldığı ve lokantada geçen ilk sahne, ve uyuşturucu satıcısı Mr. Jones'un otel odasında geçen ikinci sahne. İlk sahnede çok yalın bir anlatımla LEON'un "iş"i alışına tanık oluruz. (Bu yalınlığın sebeb-i hikmetini daha sonra öğreniriz: Leon pek de zeki biri değildir). Lokantanın sahibi, Leon'a, fotoğrafını gösteridiği bir adamın, Morizio adlı birinin işlerine karıştığını söyler. Leon'un görevi, fotoğraftaki adamın Morizio'yu dinlemesini sağlamaktır. Leon fotoğrafı alır ve sütünü içer. (Süt buluşuna dikkat). Bu sahne sadece filmin başlangıcından 2 dk 50 sn sonra biter. İkinci sahnede fotoğraftaki adamın Mr. Jones adında biri olduğunu öğreniriz. Mr Jones ve 6-7 adamı bir otele gelirler. Mr Jones, bir kadınla birlikte olacak, adamları da etrafı gözleyecektir. Ayrıca yanlarında yüklü miktarda kokain vardır. Bir süre sonra, kadınla işini bitirmiş Mr. Jones'a otel lobisinden bir telefon gelir. Arayan kendi adamıdır ve lobideki birinin (kim olduğunu görmeyiz) Mr. Jones ile konuşmak istediğini söyler. Hemen sonra, telefon eden adamın öldüğünü görürüz. Jones paniğe kapılır, diğer adamları alarma geçirir. Hepsi eli silahlı olan adamlar derhal önlemlerini alırlar. Ama Leon hepsini teker teker öldürür. En son Mr. Jones kalır. Leon, boğazına bıçak dayadığı Mr. Jones ile Morizio arasında bir telefon görüşmesi yapılmasını sağlar. Sonra da hayalet gibi ortadan kaybolur. Bu etkili giriş tamı tamına 10 dakika sürer. Ne bir dakika eksik, ne bir dakika fazla. Artık seyirci, Leon'un kim olduğunu ve bundan sonra neler yapacağını öğrenmek istemektedir. Senarist bu isteği 10 sayfada / 10 dakikada yaratmayı başarmıştır. Sahnede iyi bir film izleyeceğimizi gösteren bir çok unsur vardır: 1) Uyuşturucu, uyuşturucu satıcısı, ve eli silahlı adamlar (Ellerindeki silahlar, olası bir çatışmaya dalalet ediyor) 2) Bir kadın (Çok fonksiyonel olmasa da sahneye bir renk katıyor) 3) İnsanları ustaca öldüren kiralık katil 4) Çok akıllı bir biçimde düzenlenmiş silahlı çatışmalar "Leon" filmi şiddeti özendirmesi ve "pedofili" (sübyancılık) içermesi nedeniyle eleştirilmişti. Filmin bütününe (özellikle de "Yönetmenin Kurgusu"na) bakarak bu suçlamaların yer yer haklı olduğunu söyleyebiliriz. Ama filmin girişi kesinlikle etkilidir, bu nedenle de başarılıdır. posted by gezgin @ 5:28 PM

0 comments

Salı, Eylül 21, 2004 DRAMATİK FIRSAT CAMBAZI: DAVID E. KELLEY Biz onu "Ally McBeal"in senaryo yazarı olarak biliyoruz. Ama David Kelley Türk TV'lerinde gösterilen iki başka dizinin daha yazarı: "Boston Public" (Cnbc-e) ve "The Practice" (TV8). (Kendisi aynı zamanda Michelle Pfeiffer'in kocası oluyor). Bütün bu dizilerin en temel özelliği, çok ilginç ana karakterlere, daha ilginç yan karakterlere, ve her bölümde insanı şaşırtmayı başaran olaylara sahip olması. David Kelley'nin senaryolarının en temel özelliklerinden biri, bir dramatik durum yarattığında, bundan en iyi biçimde ve sonuna kadar faydalanmasıdır. Orta kalite senaristlerin en sık düştüğü "karakterlerin akla ilk gelen biçimde hareket etmesi" hatasına düşmez. Kelley karakterleri, o dramatik an içinde en şaşırtıcı, en ilginç, ama aynı zamanda son derece makul olan hareketi tercih ederler. Biz de sürekli olarak 648

sürprizler yaşarız. Bu anlamda, bir Kelley dizisi seyretmek, Lunapark'ta gezmeye benzer: Hiç sıkılmazsınız. Kelley'nin bir özelliği de, her sezonda, yazdığı dizilerden çeşitli karakterleri çıkarması, ve yerlerine aynı derecede ama farklı biçimde ilginç olan karakterleri koymasıdır. "Bu dizi bu adamsız/kadınsız olmaz" dediğiniz tipleri, bir sonraki sezonda göremezsiniz, çünkü yerlerine yeni "cinsler" gelmiş olur. (Bu taktiği yerli dizilerde de görmeye başladık: Haluk ve Meltemsiz bir "Çocuklar Duymasın", Halil'siz bir Kurşun yarası, ya da Emrahsız bir Kınalı kar... Bakalım senarist arkadaşlar tutturabilecekler mi?) İlginç karakter ve dramatik durum yaratımı... Kelley'nin usta olduğu alanlar. Bu adamın kadar çok para kazanmasına şaşmamak lazım. posted by gezgin @ 1:11 AM 0 comments Pazartesi, Eylül 20, 2004 ORİJİNAL FİKİR 2 - "TELEFON KULÜBESİ" Yakın zamanda sinemalara uğrayan en orijinal fikirli filmlerden biri de "TELEFON KULÜBESİ" ("Phone Booth") idi. Joel Shumacher'in yönettiği (başrolde Colin Farrel, yakında BÜYÜK İSKENDER olarak karşımıza çıkacak) bu film, senaryo açısından gerçekten de hem çok ilginç bir fikre dayanıyor, hem de bu fikrin yol açtığı bütün güçlüklerin altından kalkmasını biliyor. Filmin konusu kısaca şöyle: "Stu" (Colin Farrel), medya yıldızları ile yayın kuruluşları arasında aracılık yaparak geçimini sağlayan biridir. İşi gereği sürekli olarak yalan söylemekte, ya da gerçekleri saptırmaktadır. Bu tavrı kişisel ilişkilerinde de sürdürmektedir: karısına ve asistanına da yalan söylemektedir. Evli olduğu halde, ünlü olmak isteyen genç bir oyuncu adayını yatağa atmaya çalışmaktadır. O oyuncuya da çeşitli yalanlar söyler. Stu'nun hayatı yalandır yani. Bir gün, bir telefon görüşmesi yaptığı telefon kulübesindeki telefon çalar. Ve Stu, belki hayatının en iyi hatasını yaparak telefona cevap verir. (Neden en iyi olduğunu filmin sonunda anlıyoruz). Telefondaki ses, Stu'yu uzaktan izleyen ve dürbünlü tüfeğini şu anda ona doğrultmuş bir adama aittir (Keifer Sutherland). Ve telefon kulübesinden çıktığı takdirde Stu'yu vuracağını söyler. Bunun üzerine Stu ile telefondaki adam arasında çok ilginç diyaloglar başlar. Telefondaki adam Stu hakkında herşeyi bilmektedir. Karısının nerede çalıştığını, yatağa atmaya çalıştığı genç kızı, bütün yalanlarını. Stu buna sinir olur, ama yapabileceği bir şey yoktur. Fakat telefondaki adam, karısını ve müstakbel sevgilisini arayıp onlara bütün gerçekleri itiraf etmesini ister. Stu itiraz eder, ama eli tüfekli adam, talebinde ciddidir, onu buna zorlar. Bu sırada Stu, kendisini telefon kulübesinden çıkarmaya çalışan bir pezevenk ile tartışmaya başlar. Telefondaki adam, pezevengi tüfeğiyle öldürür, ama herkes cinayeti Stu'nun işlediğini zanneder. Bu cinayet üzerine işin içine polis de girer (Forest Whitekar). Gerilimin yavaş yavaş arttığı ve finalde patlama noktasına geldiği müthiş bir film "TELEFON KULÜBESİ". Ve, ağırlığı birinde olmak üzere, iki mekanda geçiyor. İlk mekan, uzun bir stedicam çekimi: New York sokakları. İkinci mekan ise, Telefon Kulübesi'nin bulunduğu sokak. O kadar. "Telefon Kulübesi", iyi film için pahalı mekanlara, görsel efektlere, ya da büyük setlere gerek olduğunu zannedenler için hızlandırılmış bir kurs niteliğinde. İyi bir film için gereken ilk ve en önemli şeyin iyi bir senaryo olduğunun somut bir kanıtı. Ayrıca, dar bir alanda oluşturulan dramatik gerilimin en iyi malzemesinin "insan ruhu" olduğunu da gösteriyor bize. posted by gezgin @ 6:07 PM

0 comments

HİKAYE GİRİŞLERİ Ana akım ("mainstream") filmlerin senaryolarında kullanılan çeşitli giriş teknikleri vardır. Yani yazar, "Şu hikayeye nerden ve nasıl girsem" diye düşünürken, aşağıdaki yollardan birini ya da bir kaçını kullanır. 1-) Kahraman aksiyon içinde (Rocky 1'in daha ilk sahnesinde Rocky'yi ringde dövüşürken görürüz. Bu giriş bize, kahramanımızın ne yaptığını, hayatının nasıl kazandığını, ve hikayedeki en önemli aksiyonun ne olduğunu anlatır.)

649

2-) Büyük olaydan önceki sıradan hayat (Geleceğe Dönüş 1 filminin başında Marty McFly'ı günlük hayatını yaşarken görürüz.) 3-) Kahramansız aksiyon (Burada ilk olarak Kahramanı değil, kahramanın düşmanının bir iş çevirdiğini görürüz. Kahramanımız daha sonra bir biçimde bu aksiyona tepki verecektir) 4-) Yeni gelen biri (Kurulu bir düzene yeni katılan biri -örneğin bir şirkete yeni alınan eleman, bir polisin yaptığı soruşturma, vb- girdiği ortamla ilgili sürekli sorular sorar, böylece onunla birlikte seyirci de bilgilenir) 5-) Montaj (Kahramanın hayatını özetlemek için, çok kısa sahneler hızlı bir biçimde arka arkaya konur. TOOTSIE filminde, Dustin Hoffman'ın canlandırdığı aktörün kendine oyuncu olarak iş aradığını ama bir türlü kabul edilmediğini kısa sahneler şeklinde görürüz.) 6-) PROLOG (Ana olaydan bir süre -uzun ya da kısa bir süre olabilir bu- önce yaşanan ve hikayeyi tetikleyen olayı görürüz. BEŞİNCİ ELEMENT filmi böyle başlar. Film, asıl hikayeden yaklaşık 300 yıl önce, Mısır'da geçen bir olayla, uzaylıların gelip 5. Element'i almasıyla, başlar.) 7-) Geridönüş / FLASHBACK (Önce önemli bir olay görürüz. Sonra da bu olayın nedenlerini öğrenmek için geçmişe döneriz. Kodadı: KILIÇBALIĞI böyle başlar. Önce polisler ile Travolta arasındaki pazarlığa ve büyük patlamaya tanık oluruz. Sonra da bu noktaya nasıl gelindiğini öğrenmek için aylar öncesine döneriz) NOT: Yukarıdaki bilgiler Michael HAUGE'un "Satan Senaryo Yazmak" ("Writing Screenplays That Sell") kitabından derlenmiş, ve örneklerle zenginleştirilmiştir. posted by gezgin @ 1:05 PM

0 comments

"EEE? ŞİMDİ NE OLACAK?" DEDİRTEN SAHNELER İyi filmlerin bir özelliği de, senaryonun bir noktasında (genelde filmin yarısında ya da dörtte üçünde), çok acayip bir sürpriz gelişmeye ("twist") yer vermesidir. Bu öyle bir sürpriz gelişmedir ki, artık filmin olay akışına ve ritmine alışmış olan seyirci, zınk diye uyanır, ve aklından, başlıktaki cümle geçer: "eee? ne olacak şimdi?" Böyle bir sürprizi Matrix filminde görmüştük. Bu sahnede Kahin, Neo'ya "Seçilmiş Kişi" olmadığını söylüyordu (Bu kadar önemli bir sahnenin bu kadar sıradan bir ortamda geçmesini düşünmek de, bence çok yaratıcı). Morpheus ve adamları da, aslında seçilmiş kişi olmayan Neo'yu korumak için hayatlarını tehlikeye atıyorlardı. Biz de içimizden "Boşuna uğraşıyorsunuz, Neo kurtarıcı değil" diyorduk. Benzer bir sürpriz, Azınlık Raporu'nda vardır. Kahramanımız John Anderton (Tom Cruise), filmin bir noktasında (yaklaşık %15'inde), birini öldüreceğini öğrenir. Bunu yapmamaya kesin kararlıdır, ama koşullar onu, bir otel odasında, oğlunu kaçırdığını sandığı kişiyi öldürecek hale getirir. John'un, filmdeki kahinlerin öngördüğü gibi adamı öldürmesi için her sebep vardır, ama John öldürmemeyi seçer. Böylece iki şeyi yapmış olur: Bir, kendisinin körü körüne savunduğu sistemi (Pre-coglar -yani kahinler- yoluyla suçu önceden görerek engellemek) çökertmiştir, ayrıca kendisinin suçsuzluğunu kanıtlamıştır. Yanındaki kahin "Seçebilirsin" (You can choose) diyerek, filmin ana fikrini söyler aslında. Fakaaat... John'un öldürmek üzere olduğu adamın niyeti kesinlikle ölmektir. Çünkü kendisi öldüğü takdirde, adamın ailesi yüklü bir para alacaktır. Ve adam kendisini zorla John'a öldürtür. Bu noktada tam anlamıyla apışır kalırız: Pre-cog sistemi çalışmaktadır, ve John cinayet suçlusudur. Peki şimdi ne olacaktır? Aynı derecede şaşırtıcı olmasa da, çok etkileyici bir başka sürprizi "Dövüş Kulübü"nde (Fight Club) görüyoruz. Tyler Durden'ın (Brad Pit), Jack'in (Edward Norton) kendi zihninde yarattığı hayal ürünü bir kişi olduğunu öğrendiğimizde de, şaşırıyoruz, ve finali daha bir heyecanla beklemeye başlıyoruz. Bu tür sürprizlerin temel özelliği, daha sonradan düşünüldüklerinde, son derece mantıklı gelmeleridir. Yani sürpriz olsun diye senaryonun içine anlamsız, hikayeden kopuk bir olay koymak son derece yanlıştır, etkileyici olmaz, o ana kadarki emekleriniz boşa gider. Böyle noktalarda senarist yaratıcılığını konuşturmalı, hikayenin kendisine sunduğu dramatik olanakları, özgür bir zihinle, sonuna kadar araştırmalıdır. Seyirci sürprizlere bayılır. İnanmayan "Altıncı His"si sevenlere sorsun! posted by gezgin @ 1:51 AM

0 comments

Cuma, Eylül 17, 2004

650

ETKİLİ FİLM GİRİŞLERİ - 1 - "AZINLIK RAPORU" Holywood'da senaryolar değerlendirilirken şöyle bir kural vardır: Bir senaryo okuyucuyu 10 sayfa (yani 10 dk) içinde içine çekmiyorsa, o senaryo okunmaz bile. Bu şu demektir: bir senarist, yapımcının dikkatini çekebilmek için, 10 sayfalık bir şansa sahiptir. Bu nedenle bu ilk 10 sayfalık şansını çok iyi kullanmak, çok etkili bir giriş yapmak zorundadır. Etkili girişlerin en önemli ve yakın örneklerinden birini AZINLIK RAPORU'nda görüyoruz. Philip K. Dick'in bir hikayesinden uyarlanan bu filmin girişi, insanı yaka paça hikayenin ortasına atmaktadır. Senaristler (Scott Frank ve Jon Cohen), hikayenin geçeceği yakın geleceği yaklaşık 15 dakika içinde bize anlatmayı başarıyor. Bunu nasıl yaptıklarına bir bakalım: Film, flu, içiçe geçmiş ve bozulmuş ("distorted") bazı görüntülerle başlar. Ama bu görüntülerden bir adamla bir kadının seviştiğini, ve bir cinayet işlendiğini anlarız. Sonra filmin kahramanı John Anderton'ın SUÇ ÖNCESİ (Pre-Crime) kurumuna girişini görürüz. İş arkadaşı John'a, bir adamla bir kadının öldürüleceğini söyler. John da, bu "kehanette bulunan" "pre-cog"lardan alınan görüntü ve sesleri analiz etmeye başlar. Bunlar, bölük pörçük görüntülerdir. John'un yapması gereken şey, cinayet gerçekleşmeden (ki kahinlerin söylediğine göre bu cinayet, yarım saat içinde işlenecektir) cinayet mahallini ve katili bulmak, ve mümkünse katili engellemektir. John elindeki verilerden anlamlı bilgiler edinmeye çalışırken, Adalet bakanlığından gelen Danny adlı bir müfettiş de "Suç Öncesi" mekanizmasının nasıl işlediğini öğrenmek için John'un yardımcılarına sorular sorar. Onunla birlikte biz de "Suç Öncesi"nin ne olduğunu ve Kahinlerin ne iş yaptığını öğreniriz. Zaman gittikçe daralmaktadır. John, en sonunda cinayet mahallini saptar ve sadece bir iki saniye farkla cinayeti önlemeyi başarır. Cinayet sona erdikten sonra Kahinler hala cinayetin görüntülerini algılamaktadır. Kahinlerden sorumlu kişi, "yansıma" ("echo") denen bu görüntüleri siler, ve müfettiş Danny de bunu görür. Bütün bu olaylar 15 dk. içinde olur. Senaryo sadece girişiyle bile takdiri hak ediyor. Çünkü yazarlar ve yönetmen, bu 15 dakika içinde bizi hem koltuklarımıza yapıştırıyor, hem de film boyunca ihtiyaç duyacağımız en önemli bilgileri bize çok etkili bir biçimde veriyor: 1 -) Hikayenin gelecekte geçtiğini öğreniyoruz: Yıl 2054 2 -) Suç-Öncesi diye bir polis departmanı olduğunu öğreniyoruz. 3 -) Kahramanımızla (John Anderton) hemen tanışıyoruz, ne iş yaptığını görüyoruz. 4 -) Kısa bir süre sonra bir cinayet işleneceğini öğreniyoruz. 5 -) John ve adamlarının görevi bu cinayeti işlenmeden önlemek. John acaba başarabilecek mi? diye merak ediyoruz. 6 -) Suç-Öncesinin nasıl işlediğini, "hikayeye yeni giren adamın soruları" yöntemiyle biz de öğreniyoruz. 7 -) Cinayetin nasıl son anda engellendiğini görüyoruz. 8 -) Kahinlerin, cinayetten sonra bile bazı görüntüler aldığını ve bunların silindiğini görüyoruz. (Başlangıçta önemsiz gibi görünen bu detay, filmin sonundaki "çözüm"de anahtar bir rol oynuyor.) Yazarlara ve yönetmene (S. Spielberg) helal olsun demekten başka bir şey kalmıyor bize. posted by gezgin @ 3:28 PM

0 comments

ORİJİNAL FİKİR - 1 Senaryoların başarılı olmasını sağlayan en önemli etkenlerden biri de, senaryoya kaynaklık eden fikrin orijinalliğidir. Bir fikir ne kadar orijinalse, seyirci tarafından beğenilme olasılığı da o kadar fazla olur. Orijinal fikirlere dayanan filmlere örnek olarak "Jurassic Park" "The Matrix" ya da "Monsters Inc" (Sevimli Canavarlar) verilebilir. Jurassic Park'ta, 60 milyon yıldır yeryüzünde yaşamayan bir canlı türünün, yani dinozorların, tekrar üretilmesi ve insanla karşılaşması fikri işleniyordu. "The Matrix" filminde, içinde yaşadığımız dünyanın, bilgisayarlar tarafından üretilen sanal bir dünya olduğu fikri işleniyordu. "Sevimli Canavarlar"da ise, Canavarların, küçük çocukları korkutarak, onların "çığlık enerjisi"nden faydalanması fikri ele alınıyordu ("Çığlık enerjisi" ha... Vay canına, fikre bakınız!). Bu filmler kadar iş yapmayan, ama yine çok orijinal bir fikre dayanan bir film var: "GATTACA". (Yanlış hatırlamıyorsam bu film Türkiye'de gösterime girmedi, ama VCD olarak Pinema - Palermo 651

tarafında yayınlandı.) Filmin dayandığı ilginç fikir şu: Pek de uzak olmayan bir gelecekte, insanlar, doğacak çocuklarının özelliklerini "sipariş" edebilmektedir. Bunu da genetik bilimindeki gelişmeler sayesinde yapmaktadırlar. Artık bütün hastalıklar, daha doğmadan önce bebeğin genlerinden çıkartılmaktadır. Hatta bebeğin saç, göz, ten rengi ve cinsiyeti bile önceden belirlenmektedir. Bu şekilde genetik olarak "ısmarlanmış" insanlara "VALID" (Geçerli) denmektedir. Ismarlanmamış, doğal yöntemlerle doğan insanlara ise "INVALID" (Geçersiz) denmektedir. Ve bu dünyada, Geçerli insanlar lehine bir ayırım yapılmaktadır (örneğin işe alırken). Hikaye bu ortamda geçer. Doğuştan Geçersiz olan Vincent adlı bir genç, sadece Geçerlilerin yapabileceği bir işe, yani uzaya gitmeye karşı büyük bir arzu duymaktadır. Genetik yapısının uygun olmaması, onu bu rüyayı gerçekleştirme fikrinden alıkoymaz. Bir başka Geçerlinin (Jerome ile ilk önemli rolünde Jude LAW) kan ve idrar örneklerini kullanırak ve kendini de geliştirerek, insanları uzaya götüren GATTACA adlı şirkete girer, ve uzaya gitmeye hak kazanır. Fakat Vincent'in uzaya gitmesine bir hafta kala GATTACA'da işlenen bir cinayet, bütün çalışanların sorgulanmasına neden olur. Bu, Vincent'in foyasının ortaya çıkma riskini doğurur. Acaba Vincent bu soruşturmayı atlatıp arzusunu yerine getirebilecek, yani uzaya gidebilecek midir? Bilim kurgu gibi görünen, ama gerçekleşmesine çok az kalmış bu dünyanın mükemmel bir eleştirisidir GATTACA (yazıp yöneten: Andrew NICCOL). "İnsan ruhunun geni yoktur" anafikri, sadece kaliteli genlere sahip olmanın, bizi insan yapmaya yetmediğini çok güzel anlatır. 20-30 yıl sonrasının bu klasiğini kaçırmayın. Kendinizi zayıf ve yenilmiş hissettiğinizde de çok işe yarayacaktır. posted by gezgin @ 1:35 AM

0 comments

Perşembe, Eylül 16, 2004 STEVE MOFFAT - BİR SENARYO SİHİRBAZI Türk izleyicilerin dizi zevki aşağı yukarı bellidir. İster hüzünlü aşk hikayeleri olsun, ister mafya dizileri olsun, ister "sitcom" olsun, izleyicinin senaristten beklentileri kaba hatlarıyla aynıdır. Çok fazla karmaşıklık istemez, belirli tipleri görmek, belirli "dramatik anları" yaşamak ister. (Bu konuya ileride daha ayrıntılı olarak gireceğiz). İngiliz TV'lerinin bizden daha önce yayın hayatına başlamış olmasından olsa gerek (artı, 500 yıllık bir tiyatro geleneğinin etkileri), İngiliz dramatik eserlerinde insanı daha şaşırtan senaryo yapıları görmek mümkün. Bunun en güzel örneklerinden birini, CNBC-E'de yayınlanan "Coupling" dizisinde görüyoruz. Dizinin senaristi Steve Moffat, iki sezondur yaptığı "aynı hikayeyi farklı açılardan anlatma" numarasını, üçüncü sezonda da devam ettiriyor. "Bunda ne var?" demeyin. Bu yöntem sayesinde bir karakter tarafından söylenen bir cümle, üç kez, üç ayrı durumda komik olabiliyor. Hem yazarlık açısından büyük bir ekonomi (!), hem de insanın zekasına da hitap eden bir yaklaşım. Bizde de örneklerini görmek dileğiyle... posted by gezgin @ 1:02 AM

0 comments

Çarşamba, Eylül 15, 2004 GÜÇLÜ SAHNELER - 7 "KOD ADI: KILIÇBALIĞI" filminde de bir kaç güçlü sahne var. Bunlardan biri, filmin başındaki "patlama" sahnesi. CGI ile geleneksel çekimlerin çok güzel bir biçimde yapıldığı bu sahne, aslında "The Matrix"te kullanılan yöntemin ("bullet time" - Neo'nun çatıda Ajan'ın kurşunlarından kaçışını gösteren sahnede kullanılmıştı) biraz daha abartılmış hali. Yine de etkileyici olduğu kesin. Normalde bir saniyeden kısa bir sürede olup biten bir olayı hem yavaşlatılmış olarak, hem de 360 derecelik bir bakış açısıyla izliyoruz çünkü... Filmi izleyenlerin aklında kalacak bir başka sahne ise, bilgisayar korsanı "Büyük Stan"in 60 saniye içinde Amerikan Savunma Bakanlığının bilgisayarını "hack" etmek zorunda kaldığı sahne. Sahnede bir kaç unsurun bir araya gelmesi sahneyi dikkat çekici kılıyor: Stan'in bu işi 60 saniyede yapmak zorunda kalması, başına birinin silah dayamış olması, ve bir kadının bu sırada Stan'e oral seks yapması. Bu son 652

eklenti, sahneyi aynı zamanda komik yapan iyi bir buluş bence. Filmdeki etkili sahnelerden biri de John Travolta'nın Halle Berry'yi vurduğu sahnedir. Burada da Stan'in, boğazından asılı Halle Berry'yi kurtarmak için çok kısa bir sürede bir bilgisayar işlemi yapması gerekmektedir. Stan, kadın boğulmadan bu işi yapar, ama Travolta yine de Halle'i vurur. Stan'in bütün çabası bir anda anlamsızlaşır. Bu gibi güçlü sahnelerine ve iyi oyuncularına karşın Kılıç Balığı çok başarılı bir film değildir. Bunun temel nedeni ise sonunu iyi bağlayamamasında yatar. Bu, ne yazık ki burada tartışılamayacak kadar uzun bir konu. Ama filmin sonunda derin bir tatmin duygusu yaşamamamız, bu gerçeğin en basit kanıtı sayılabilir. posted by gezgin @ 3:31 PM

0 comments

Pazar, Eylül 05, 2004 HABABAM SINIFI: MERHABA – GELENEKTEN KOPUŞ “Hababam Sınıfı Merhaba” (“HSM”) filmi, 1,5 milyon seyirciyi sinemaya çekmiş ve gişede başarılı olmuş bir film. Ama, bütün Türkiye’nin televizyonlarda döne döne seyrettiği ve bıkmadığı bir dizinin yeni filminin daha başarılı olmasını bekliyor insan. Bu göreceli başarısızlığın nedenlerinden bazıları senaryoda yatıyor olabilir. HSM’nin senaryosunu incelediğimiz zaman, bazı noktalarda öncüllerinden büyük bir kopuş içinde olduğunu söyleyebilirim. Bu kopuşların başında (ve bence en önemlisi), öncül filmlerde okul yönetimi (müdür ve öğretmenler) ile öğrenciler arasındaki diyalektiğin (çatışmalı ilişkinin) HSM’de farklı bir biçimde kurulmuş olmasıdır. Öncül filmlerde yönetim (özellikle de Mahmut Hoca) ve öğrenciler arasındaki ilişkinin özünde büyük bir iyi niyet ve sevgi vardır. Hem Mahmut hoca öğrencileri çok sever, hem de öğrenciler Mahmut hocayı. Mahmut hoca, okuldaki “baba figürü”dür. (Anne figürünün Adile Naşit olduğunu söylemeye gerek yok). Her baba gibi, hem çocuklarını sever, hem de onların iyiliği için onları disipline etmeye çalışır. Oya HSM’de durum farklıdır. Karşımızda Mahmut Hoca gibi sevgi dolu bir insan değil, Bedri (M. A. Erbil) gibi paragöz biri var. Ve öğrencilere (hatta kendi oğluna) karşı bir sevgi göstermiyor. Bedri, sadece “bir sınıf çok haylaz” diye okulu satmaya karar verecek kadar sağduyudan ve ticari zekadan da yoksun biri. Sınıftaki öğrencilerini tekme tokat dövecek kadar (kopya aramak için sınıfa girdiği sahne) insafsız. Yani daha önceki Hababamlarda gördüğümüz, “büyük bir aile”nin içindeki sevgi dolu çekişmenin yerini, tatsız bir ticari çekişme almış. Eski Hababamları sevenlerin, HSM’de yokluğunu en çok hissettikleri şeylerin başında bence bu geliyor. HSM’de senaryo bazında eksik olan başka şeyler de var. Bunlardan biri, renkli bir öğretmen yelpazesi. Beden Öğretmeni (Şener Şen), Kül Yutmaz, vb. öğretmenlerin karşılıklarını ne yazık ki HSM’de göremiyoruz. HSM’deki eksiklerden biri de, eski Hababam’larda “anne figürü”nü canladıran Adile Naşit. Senaristin, Adile Naşit’in fonkisyonunu ıskaladığı, onun yerine bir erkeği koymasından (Zeki Alasya) belli. Eğer okul müdürü Hülya Koçyiğit'in bu fonksiyonu yerine getireceği düşünüldüyse, bu başarısız olmuş bir fikir. Hülya Koçyiğit ne tip olarak, ne de senaryodaki karakter olarak bu görevi üstlenemiyor. Ayrıca HSM’yi “post-Hayat Bilgisi” dönemde izlediğimiz de unutulmamalı. Bence bir çok anlamda “Hayat Bilgisi”, manevi olarak eski Hababamların mirasçısıdır. Orada okul yönetimi ("Amirim", Mennan) ve öğrenciler arasındaki ilişki doğru konulmuş, Hababam'da Mahmut Hoca'nın oynadığı rölü, Perran Kutman'ın karakteri üstlenmiştir. Bir serinin son bölümlerini yazarken, ilk bölümleri çok iyi analiz etmek, o bölümleri başarılı kılan özellikleri korumak, ve ekleme yapılacaksa, mevcut yapı ile "organik" olarak birleşebilecek öğeler eklemek gerekiyor. Aksi takdirde seyirci, sadece eski filmlerin hatrına o filme gitmiş oluyor. Terminator - 3 filminin başına gelen de kısmen budur: yönetmen, ilk iki filmi o kadar başarılı yapan öğeleri ıskalamıştır. posted by gezgin @ 2:15 PM

0 comments

YÖNETMENİN TERCİHİ – 1 ("The Matrix") Yönetmenler, çekim ya da kurgu sırasında senaryoda “hayati” denilebilecek değişiklikler yapabilirler. Bazen senaryonun çok önemli bir bölümünü filme dahil etmeyebilirler. Böylece filmin anlamında büyük 653

değişiklikler olur. Bunun en güzel örneklerinden biri “The Matrix” filminde görülebilir. Filmin senaryosunun (Numbered Shooting Scritp March 29, 1998 – internette pdf dosyası olarak bulunabilir) 71 numaralı sahnesinde (Cypher ile Neo’nun sohbet ettikleri, Cypher’ın Neo’ya içki sunduğu sahne), Cypher, Neo’ya, filmde duymadığımız bir şeyler söyler. Cypher’a göre Morpheus daha önce beş kere daha “seçilmiş kişi”yi bulduğunu sanmıştır. Ve bu kişilerin hepsi, kendilerinin seçilmiş olduklarını düşündükleri için Ajanların karşısına dikilmiş ve ölmüşlerdir! Bu, hiçbir biçimde filmde bahsedilmeyen bir bilgidir. Filmde sanki Neo, Morpheus’un hayatı boyunca aradığı tek kişidir. Oysa senaryoya göre Morpheus, Neo ile karşılaşana kadar sanki “deneme-yanılma” yöntemiyle arayışını sürdürmüştür. Daha sonra “hain” olduğunu öğreneceğimiz Cypher’dan bu bilgiyi alan Neo, Morpheus’la Kahin’e giderken bu konuyu tartışır (Kahin’in dairesinin bulunduğu koridorda geçen 78. sahne). Morpheus, Kahin’in kendisine söylediklerini (“Seçilmiş kişiyi bulacaksın”) yanlış anladığını itiraf eder: “Yapmam gereken tek şeyin birine işaret edip onu seçilmiş kişi olarak atamak olduğunu sandım. Yanılmıştım Neo, hem de çok kötü yanılmıştım. Onları (daha önce ölen “seçilmiş kişi”leri) düşünmeden bir günüm dahi geçmiyor. Beşinciden sonra yolumu kaybettim, Kahinin söylediği herşeyden şüphe ettim. Kendimden şüphe ettim. Sonra seni gördüm Neo, ve dünyam değişti...” Senaryonun bu değişmemiş hali, Morpheus’a daha insani (derinlikli) bir karakter veriyor. Senaryonun aynı sahnesi Neo’yu daha “inançsız” biri olarak da gösteriyor. Aynı (78.) sahnede Neo: “Kahin ne derse desin ona inanmayacağım zaten, öyleyse bütün bunların ne anlamı?” der. Senaryodaki haliyle karakterler daha hatalı, daha insancıl, daha derin. Filmdeki karakterler ise daha iki boyutlu, daha çizgiromansal. Ama bu durum, “The Matrix”in mükemmel bir film olmasına engel olmuyor. posted by gezgin @ 2:14 PM

0 comments

GÜÇLÜ SAHNELER - 6 İzlerken donup kaldığım sahnelerden biri de James Cameron (Titanic, Terminator 1-2) tarafından yazılmış olan Kırılma Noktası'nda (Point Break) bulunuyor. Gerçekten de çok güzel yazılmış bir senaryodur. Bigelow da hakkını vererek çekmiştir. Keanu Reeves'in ilk büyük rollerinden biridir. Ve film tekrar tekrar seyretmeye karşı dayanıklıdır. Sadede gelelim: Filmin kesinlikle en güçlü sahnesi, Keanu'nun canlandırdığı genç polisin, sevgilisini rehin tutan Bodhi'nin (Patrick Swayze) peşinden, uçaktan paraşütsüz atlamasıdır. Evet, adam, uçaktan paraşütsüz atlıyor - elinde bir revolver silah olduğu halde. Amacı da Bodhi'yi havada yakalamak ve beraber yere düşmek. Bunu başarıyor da. Cameron çok da güzel bir ikilem yaratıyor - Keanu ya elindeki silahı bırakıp paraşütü açacaktır, ya da Bodhi ile beraber yere çakılacaktır. Keanu çok hızlı bir biçimde karar veriyor ve silahını (elindeki tek avantajı) bırakıp paraşütün ipini çekiyor. Ve iki genç adam, paraşütün geç açılmasından dolayı, büyük bir hızla yere iniyorlar. James Cameron'un yazdığı ve çok sıkı bir sistem eleştirisi de içeren bir film. Keanu'nun şansı olsa gerek, 90 yılların, belki de 20. yüzyılın en sıkı sistem eleştirilerinden biri olan "The Matrix"te oynamak da yine ona nasip olmuştu. posted by gezgin @ 2:09 AM

0 comments

GÜÇLÜ SAHNELER - 5 Yakın zamanda izlediğimiz en güçlü sahnelerden birini "Dikey Limit" (Vertical Limit) filminin başında görüyoruz. Filmin açılışında, bir baba, oğul ve kızdan oluşan bir ailenin bir dağa tırmanmakta olduğunu görürüz. Fakat bir aksilik olur ve bu üç kişi aynı ipte, havada asılı kalır - fakat ip üç kişiyi taşıyamayacak haldedir. İpteki sıralamada en altta duran baba, çocuklarını kurtarmak için kendi hayatını feda eder ve bıçakla kendi ipini keserek aşağı düşer/atlar. Aile bağlarını hayat memat meselesi ile bağlayan güzel bir giriş. Filmin devamı bu kadar etkileyici değil, ama bu girişten sonra ne olursa olsun filmi sonuna kadar izliyorsunuz. 654

posted by gezgin @ 2:01 AM

0 comments

Cumartesi, Eylül 04, 2004 ANİMASYON FİLMLERİN SENARYOLARI NEDEN ÇOK KALİTELİ? Piyasaya çıkan "animasyon" türü filmleri incelediğiniz zaman, hemen hepsinin senaryosunun mükemmel olduğunu görürsünüz. Tek bir sahne bile aksamaz, bütün karakterler yeterince geliştirilmiştir, öykünün ritmi tam ayarındadır, ve mizah dozu son derece yerindedir. En son örnekleri şöyle bir hatırlayalım: Shrek 1 ve 2, Ice Age (Buz Çağı), Monsters Inc. (Sevimli Canavarlar), Aslan Kral, ve benim favorim Finding Nemo (Kayıp Balık Nemo). İki örnekten iki karakteri inceleyelim. Bunlardan biri Buz Çağı'ndaki Manfred (mamut). Manfred, ailesini kaybetmiş bir mamuttur. Ve bu kayıbın neden olduğu üzüntü onu, iç güdülerinin aksi yönde hareket etmeye itecek kadar büyüktür. Artık hiçbir şey umrunda değildir. Yaklaşan buz çağı bile. Herkesin tersine, kuzeye doğru ilerler. Bu gövdesi devasa ama yüreği yumuşacık hayvanın acısını biz de paylaşırız. İnceleyeceğimiz ikinci karakter, Kayıp Balık Nemo'nun babası Marlin'dir. Marlin, yüzlerce yumurtasını ve eşini kaybettikten sonra, hayatta kalan tek yavrusu Nemo için aşırı endişelenmektedir. Nemo ise diğer yavru deniz yaratıkları gibi özgür olmak, hayatı deneyerek ve yanılarak tanımak istemektedir. Ve bir gün Marlin'in korktuğu başına gelir. Biricik oğlu, bir balıkadam tarafından kaçırılır. (Bu senaryoya, filmin yazar-yönetmeni Andrew Stanton'un kendisi kaynaklık etmiş. Bir röportajında Stanton, kendisinin de Marlin gibi küçük çocuğuna karşı aşırı korumacı bir tavır içinde olduğunu, bunu fark etmesi üzerine Nemo'yu kaleme aldığını söylüyor.) Her iki karakteri de anlıyor ve duygularnı paylaşıyoruz. Birinin mamut, diğerinin ise palyaço balığı olması bizi etkilemiyor. Taşıdıkları insani özellikler sayesinde onlarla kolayca özdeşleşme kurabiliyoruz. Her iki karakter de film boyunca yaşadıkları olaylar sonucunda anlamlı bir değişim geçiriyorlar. Manfred karamsarlığından kurtuluyor, Marlin de çocuğunu daha serbest bırakması gerektiğini, hayatta herşeyi kontrol edemeyeceğini öğreniyor. Gösterime giren animasyon filmlerinin hemen hepsi, karakter yaratımı konusunda ders olarak incelenebilecek nitelikte oluyor. posted by gezgin @ 2:01 PM

0 comments

Çarşamba, Eylül 01, 2004 GÜÇLÜ SAHNELER - 4 Romantik komedi filmlerinde görülen en güçlü sahnelerden birini de "You've Got Mail" filminde görüyoruz: Joe Fox (Tom Hanks), internetten tanıştığı kız ile buluşmaya gider, ama uzun süredir yazıştığı, hatta hoşlandığı kızın, ticaret hayatındaki azılı rakibi Kathleen Kelly (Meg Ryan) olduğunu fark eder. Bu fark ediş anı, aslında senarist açısında çok önemlidir. Joe Fox, bu acı gerçeği kabul edip evine de dönebilirdi. Ama çok güzel bir dramatik sahne fırsatı da kaçmış olurdu. Bunun yerine Fox, kızın beklediği kafeye girer ve rakibinin masasına oturur. Fox'un, beklediği kişi (ki o da internette tanıştığı kişiden hoşlanmaktadır) olduğunu bilmeyen Kelly, Joe Fox'a demediğini bırakmaz: "You are nothing but a suit!" (Sen takım elbisesinden başka bir şey değilsin!). Ama bundan hemen önce de, beklediği kişinin çok komik ve çok duyarlı olduğunu söyler - o kişinin bizzat Joe Fox olduğunu bilmeden. Ortada çok komik bir durum vardır. K. Kelly'nin bahsettiği "yeryüzünün en duyarlı insanı" ile "kalbinin yerinde bir yazarkasa" olan kişi aslında aynıdır. Bu diyaloglar bize, birini "gerçekten tanımanın" aslında ne kadar zor bir iş olduğunu çok çarpıcı bir biçimde anlatır. Sahnenin bir başka fonksiyonu ise, K. Kelly'nin kendi içinde bir aşama (breakthrough) kaydetmesi ve duygularını "spontane" bir biçimde dışa vurabilmesidir. posted by gezgin @ 1:50 PM

0 comments

655

Pazartesi, Ağustos 30, 2004 BAŞARILI YABANCI FİLMLERİN SENARYO ÖZELLİKLERİ -1 Alttaki yazıda, 1 milyondan fazla seyirci çeken 13 Türk filmini incelemiştik kısmen. Şimdi yabancılarda durum ne, ona bakalım. IMDB'nin bütün dünyada en çok iş yapan filmler listesinde ilk 15 şöyle:               

Titanic Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü Harry Potter 1 Star Wars - Episode 1 Yüzüklerin Efendisi: İki Kule Jurassic Park Harry Potter - 2 (Sırlar Odası) Kayıp Balık Nemo Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği Şrek Bağımsızlık Günü Örümcek Adam Star Wars - Episode 4 Aslan Kral Harry Potter - Azkaban Tutsağı

Bu filmleri de, aşağıdaki yazıda olduğu gibi inceleyelim: 1) Bu 15 filmden 6'sı (Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter), filmden önce çok ünlü olmuş kitaplardan uyarlanmıştır. (Yabancı filmlerdeki "kitap" etkeninin Türk filmlerinde "TV" haline gelmesine dikkat!). Örümcek Adamı da aslında bu gruba dahil etmek gerekir 2) Bu filmlerden 5'i, (Harry Potter 2 ve 3, Yüzüklerin Efendisi 2 ve 3, Star Wars Episode 1) daha önce çekilmiş filmlerin devamı niteliğindedir. Yani ilk filmin gişede yarattığı etkinin kaymağını yemektedirler. (Türk Filmlerinde sadece Vizontele Tuuba için böyle bir durum söz konusudur). 3) Bu filmlerin biri hariç hepsinin baş kahramanı erkektir. Bu tek istisna da, Cameron'un TITANIC'idir (Baş kahraman: Rose Dawson). (Bu konuda da Türk filmleri yabancı filmlere paralellik göstermektedir) 4) Bu filmlerin "hepsi" hafif ya da ağır bilgisayar desteklidir (CGI), ya da animasyondur! 5) Bu filmlerin biri hariç hepsi, "aşk"ı ikincil ya da üçüncül bir tema olarak kullanmaktadır. (Bu tek istisna yine Cameron'un TITANIC'idir.) "Kötülük ile İyilik" arasındaki mücadele, şaşırtıcı bir sıklıkta işlenmektedir. (Harry Potter'lar, Yüzük filmleri, Star Wars'lar). (Bu filmlerin, Türk Filmleri ile bu noktada da ayrıldıklarını söyleyebiliriz). 6) Filmlerden ikisi ("Örümcek Adam" ve "Jurassic Park"), senarist David Koepp tarafından yazılmıştır. (Adamın bu kadar çok para istemesine şaşmamak gerek) posted by gezgin @ 6:02 PM

0 comments

BAŞARILI TÜRK FİLMLERİNİN SENARYO ÖZELLİKLERİ - 1 Türk sinemasının artık bir "sanayi" olarak varolmamasının temel nedenlerinden biri, film yazan ve çeken insanların artık geniş halk kitlelerine hitap etme kaygısını terk etmelerinde yatıyor bence. Geniş halk kitlelerinin kullandığı kodları, sembolleri kullanmıyorlar - ya kullanmayı reddediyorlar, ya da kullanamıyorlar. Yazdıkları büyük ölçüde, "bilinçli seyirci" denen ve sayıları 50 ila 100 bin arasında bulunan bir insan kitlesine hitap ediyor. Böyle bir rakamın bir sektörü döndürmesi de beklenemez zaten. Rakamlar yalan söylemez: Ağustos 2004 tarihi itibariyle 1 milyondan fazla seyirci çekmiş filmlere bakalım.

656

            

Vizontele 1 Vizontele 2 Eşkiya Kahpe Bizans Asmalı Konak Şimdi Asker Hababam Sınıfı Komser Şekspir Güle Güle Herşey Çok Güzel Olacak Propaganda Deli Yürek Neredesin Firuze

Bu filmlerdeki ortak noktalara bakarak, onları gişede neyi başarılı yaptığını bulmaya çalışalım. 1) Bu 13 filmden 4'ü ağır TV destekli (Vizonteleler, Asmalı Konak, Deli Yürek). Yani, bu filmlerde oynayanlar ya da filmlere kaynaklık eden diziler, TV sayesinde ün kazanmıştır. Yılmaz Erdoğan "Bir Demet Tiyatro"nun kendisini kazandırdığı ünden çok faydalanmıştır Vizontele'lerde. Asmalı Konak, malum. Deli Yürek de öyle. 2) Bu filmlerin hemen hepsinde ekonomik olarak orta-alt sınıftan gelen ya da o sınıfta yaşayan insanların öyküleri anlatılmıştır. Kullanılan kodlar, orta-alt sınıfta kullanılan kodlardır. (Bu listede 14 numarada olan Ağır Roman, bir alt sınıf öyküsü anlatmaktadır). 3) Bu filmlerin hemen hemen hepsinde bir aşk öyküsü bulunmaktadır. (Bu durum, aşktan başka konuda ürün verilmeyen pop müzik endüstrisini hatıra getirmektedir) Kimi filmlerde aşk hikayesi, senaryonun omurgasını oluşturmaktadır (Asmalı Konak, Eşkiya). 4) Filmlerin hepsinin başrolünde bir ya da bir kaç erkek vardır. Yani başarılı Türk filmlerinde kahramanla özdeşleşme, genel olarak "erkek" cinsi üzerinden sağlanmaktadır. 5) Bu filmlerin 9'u, ocak, şubat ya da mart ayında gösterime girmiştir. Diğer 4 film ise ekim, kasım, aralık aylarında vizyona girmiştir. Yılbaşı ve sonrası, daha fazla "blockbuster" çıkarmaktadır. 6)Filmlerden hiçbiri bilimsel (ör. Contact) ya da felsefi (ör. Solaris) içerikli değildir. Yani izleyici diyor ki: "Ey senarist, beni boşuna düşündürtmeye uğraşma. Ben zaten hayatımdan bezmişim, ancak güzel şeyler 'hissetmek' için giderim sinemaya." 7) Bu filmlerden onu (sayıyla 10!) (Vizontele 1-2, Kahpe Bizans, O Şimdi Asker, Hababam Sınıfı: Merhaba, Komser Şekspir, Güle Güle, Herşey Çok Güzel Olacak, Propaganda, Neredesin Firuze) komediyi ana eksen olarak almakta ya da çok miktarda komik öğeye yer vermektedir. En çok iş yapan üçüncü film olan "Eşkiya"nın iki baş rol oyuncusunun (Şener Şen ve Uğur Yücel) komedi ağırlıklı rollerle ünlendiği de unutulmamalıdır. Bundan şu sonuç çıkartılabilir: orta gelirli sinema seyricisi ezici bir ağırlıkla komedi filmlerini tercih etmektedir. Bunlar, ilk bakışta göze çarpan ortak özellikler. Yazar ve yönetmenler "Benim filmin niye 1 milyon barajını aşmadı?" diye sorduklarında, cevabın bir kısmı yukarıda anlatılanlarda bulunabilir. posted by gezgin @ 5:25 PM

0 comments

GÜÇLÜ SAHNELER - 3 Güçlü bir sahne yazmak için ille birilerinin hayatının tehlikede olması gerekmiyor (ama en güçlü sahnelerin genelde "hayat-memat" meseleleri etrafında döndüğü de bir gerçek). "NOTTING HILL" filminin sonlarında, Anna Scott'un (Julia Roberts) William Thacker'a (Hugh Grant) sevgili olmayı teklif ettiği sahne de, mükemmel yazılmış bir sahnedir. Filmin bu sahnesine gelene kadar hem adam hem de kadın, hem çok iyi zaman geçirmişler, hem de zaman zaman birbirlerinin kalbini kırmışlardır. En son kalbi kırılan William'dır (Anna'nın kendisi hakkında "öyle biri işte" dediğini duymuştur, film setinde). Sözü geçen güçlü sahne ise, William'ın kitapçı dükkanında geçer. Anna ile William bir süre kitapçıda ayakta konuştuktan sonra Anna can alıcı cümleyi söyler "I am also just a girl, standing in front of a boy, asking him to love her" (Ben aynı zamanda, bir çocuğun karşısında 657

durmuş, ondan kendisini sevmesini isteyen sıradan bir kızım da) der. (Bu sahnenin bu kadar güçlü olmasını sağlayan şeylerden biri de, J. Roberts'in en güzel performanslarından birini göstermiş olmasıdır). Buna rağmen William kızın teklifini kabul etmez. Ve Anna duygusal olarak dağılır. (Bu kadar büyük bir duygusal sarsıntı, bu kadar minimalist oyunculukla ancak anlatılabilir). William'ı yanağından öper, ve dükkandan çıkar. Sadece iki kişinin ayakta durup konuştuğu bir sahneyi bu kadar güçlü yapan şey her iki karakterin de çıplak bir ruh ile konuşmalarından kaynaklanmaktadır. Her ikisi de kırılmış ve üzülmüştür. Ama her ikisi de aslında birbirini çok sevmektedir. Buna rağmen bir araya gelmeleri mümkün olmaz. posted by gezgin @ 5:19 PM

0 comments

GÜÇLÜ SAHNELER - 2 İzleyenin aklından çıkmayacak sahnelerden biri de James Cameron'un "ABYSS" filminde vardır. Filmin ikinci yarısında Bud (Ed Harris) ve Lindsey (M. Mastrantonio) küçük bir denizaltında mahsur kalırlar. Denizaltı su almaktadır, kullanılabilir tek bir dalgıç giysisi vardır, ve gitmeleri gereken petrol arama istasyonu çok uzaktır. Zaman kısıtlıdır: kimin dalgıç giysisini giyeceğine karar vermeleri gerekmektedir. Eskiden evli olan Bud ve Lindsey çok hızlı bir biçimde tartışırlar ve Lindsey Bud'î giysiyi giymeye ikna eder. (Tipik, güçlü Cameron kadını). Biraz sonra denizaltı tamamen su dolacak ve Lindsey "resmen" boğulacaktır. Su dolar, ve Lindsey, eski kocasının kollarında göz göre göre boğulur. Fakat sahne bununla bitmiyor. Bud, ölmüş olan Lindsey'i ana istasyona kadar götürür. Orada havuzun kenarında kadına suni teneffüs ve elektroşok uygular. Lindsey geri dönmez! Bud, "resmen" eski karısını öldürmüş ve geri getirememiştir. Herkes (Bud dahil) Lindsey'den ümidi keser. Fakat Bud daha sonra tekrar Lindsey'e masaj uygulamaya başlar ve kadın canlanır! Cameron'un yazdığı belki de en etkilici sahne böylece biter. Bu sahnenin gücü, bir insanın, sevdiği bir başka insan için göz göre göre ölmeyi kabul etmesindedir. (Aynı tema, yine Cameron'un yazıp yönettiği Titanic'in sonunda da görülebilir). Doğa koşullarının yarattığı dış baskı da, bu sahnenin gücünü artıran başka bir etkendir posted by gezgin @ 5:05 PM

0 comments

Çarşamba, Ağustos 25, 2004 GÜÇLÜ SAHNELER - 1 Bir çok filmden geriye, bizde güçlü bir etki bırakan sahneler kalır. Bir filmin kalitesi aslında, bu gibi sahnelerin varlığı ve doğallığı (yani hikayenin gidişatına uygunluğu) ile ölçülebilir. Böyle güçlü bir sahneyi SON SAMURAY'da da görüyoruz. Bu, Yüzbaşı Algren'in (T. Cruise), alayın hazır olmadığını göstermek için bir Japon askerden kendisine ateş etmesini istediği sahnedir. Bu sahnede Algren'in komutanı, hiçbir şekilde hazır olmayan Japon askerlerinin, isyancı Katsumoto'ya karşı savaşması gerektiğini söylemiştir. Algren ise bunun bir intihar saldırısı olacağının farkındadır. Çünkü Japon askerler henüz tüfek doldurmayı dahi öğrenememiştir. Düşüncesinin doğruluğunu kanıtlamak isteyen Algren, eğitmek için çabaladığı bir askerden kendisine ateş etmesini ister, hatta adamı buna zorlar. Acemi asker, büyük bir stres ile tüfeğini doldurmaya çalışır. Bu sırada, zaten Kızılderililere yaptıklarından dolayı kendisinden nefret eden Algren'in söylediği söz çok etkilidir: "Shoot me God damn it!" (Vur beni kahrolası!). Yani Algren bir yandan askerlerin hazır olmadığını göstermeye çalışmakta, bir yandan da artık yaşamaya değer bulmadığı bu hayatına son verdirmeye çalışmaktadır. Acemi asker en sonunda tüfeğini doldurmayı başarır ve Algren'e "doğru" ateş eder. Ve tabii ki ıskalar. Algren bu mustarip hayatı yaşamaya devam edecektir. Bu sahne bize (ve sahnedeki diğer insanlara) bir çok şeyi öğretir: Algren'in korkusuzluğunu, intihar eğilimini, kendi yargısına olan güvenini, komutanı Albay Bagley'e karşı olan nefretini, acemi Japon askerlerin gerçekten hazır olmadığını, ve Albay Bagley'in muhakeme zayıflığını.

658

Sahnenin bu kadar güçlü olmasını sağlayan bir başka etken de, otantik Japon müziği. Flüt ile gerilimin nasıl tırmandırıldığına dikkat. posted by gezgin @ 5:36 PM

0 comments

"SON SAMURAY" - Aslında Hiç De Zor Değil Geçen sezonun bence en iyi filmlerinden biriydi SON SAMURAY. Edward Zwick'in yönettiği film, 400 milyon dolardan fazla iş yaptı tüm dünyada. Yani ticari açıdan başarılı bir filmdi. Ama filmin başarısı bence, ortalama sayılabilecek bir senaryo ile izleyiciyi tavlamasında yatıyordu. Filmde, yüzbaşı Algren'in (T. Cruise) Japonya'ya askeri eğitmen olarak gitmesi, sonra orada Samuraylar ile savaşıp esir düşmesi, bir dönem onlarla kalınca Samuraylara karşı büyük bir muhabbet ve hürmet beslemeye başlaması, en sonunda da kendisini tutan insanlara karşı savaşması ve yenilmesi anlatılıyordu. Bu senaryo yapısında bizi şaşırtan hemen hiçbir şey yok. Senaryonun yapısı klasik: yani önce bir kahraman tanıtılıyor, ama en başta onu çok sevip sevmeyeceğimiz belli değil, neticede alkolik bir eski asker. Sonra bu kahraman bir başka ülkede çalışmaya gidiyor (Burada otantik japon kültürü ile ilk karşılaşma var. Bu açıdan ilgi çekici). Senaryo bize düşmanı (nemesis) tanıtıyor: Samuraylar. Biz önce kahramanla birlikte düşmana karşı savaşıyoruz. Ama kahramanımız düşmana yenik düşüyor. Burada filmin ikinci perdesi (2nd Act) başlıyor. Bir taraftan "düşman"ın aslında düşman olmadığını öğreniyoruz, bir taraftan da kahramanımızı daha fazla sevmeye başlıyoruz, çünkü daha önce Amerikan yerlilerine yaptıklarından dolayı büyük bir pişmanlık yaşıyor. Filmin ikinci perdesi, bize otantik Japon kültürünü tanıtıyor. Böylece sadece şiddet içeren bir filmle karşı karşıya olmadığımızı anlıyoruz. Bir kültürü, derinlemesine denebilecek bir düzeyde tanımaya başlıyoruz. Japonların bence ürkütücü olan "ölüm" anlaşıyışı bile, bir noktadan sonra anlaşılır bir hale geliyor. Filmin 2. esas adamı Katsumoto ile Yüzbaşı Algren arasındaki dostluk da, filme tat katıyor. Başlangıçta Algren'e gıcık olan samurayın daha sonra ona saygı duymaya başlaması da, senaryonun bize ilişki düzeyinde tattırdığı hoşluklardan biri. Üçüncü hoşluk ise, Algren'in öldürdüğü samurayın karısı ve onun oğlu ile gittikçe yakınlaşması. 2. perdenin sonunda, Samurayların modern Japon ordusu ile karşılaşmak zorunda kalacağını öğreniyoruz. İmparator, Başvekili Omura'ya ve yabancı devletlere çok fena halde bağımlıdır. Ve aslında Japonya'nın iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen Samuray'ları yok etmesi gerekmektedir. (İyinin iyi ile mücadelesi, bu filme trajedi havası da katıyor) 3.Perde, "son savaş" hazırlıkları ile geçiyor. Ve filmin sonunda samuraylar yeniliyorlar. Sadece Yüzbaşı Algren hayatta kalıyor. O da İmparator'a gidip Katsumoto'nun yapmak istediği şeyleri anlatıyor. (Filmin bence en zayıf yönü bu finali, o da, filmin bütününe göre). Buna benzer bir senaryonun Türkiye (ve Osmanlı) ile ilgili olarak yazılmamasını, yazılamamasını anlamak mümkün değil. posted by gezgin @ 3:06 PM

0 comments

Salı, Ağustos 24, 2004 SENARYO KAYNAKLARI İyi bir senarist olmanın belki de birinci kuralı, bolca senaryo okumaktır. Da, nereden bulacağız bu senaryoları? Türkçe senaryo bulmak çok zor, hatta neredeyse imkansız bir iş. (Hatta, Türk filmlerinin senaryolarının yabancı film senaryolarının yanında bu kadar yüzeysel ve işlenmemiş kalmasının temel nedenlerinin birinin, senaristlerin senaryo okuyabilecekleri bir kaynaktan yoksun olmaları olduğunu düşünüyorum.) Ama yabancı senaryoları bulmak, çok kolay. Eğer İngilizce biliyorsanız, bir çok yabancı TV dizisi ve sinema filminin senaryosunu ya da dökümünü (transcript) şu adresten bulabilirsiniz: www.script-o-rama.com. Ayrıca senaryo yazımı ile ilgili en iyi İngilizce makaleleri şu adreste bulabilirsiniz: www.writersstore.com Senaryo yazımının üç büyük gurusunun adresleri de şunlar: 659

www.michaelhauge.com ("Satan Senaryo Yazmak" kitabının yazarı - Türkçe'ye çevrilmedi) www.sydfield.com (Bir endüstri klasiği olan "screenplay"in yazarı - Mülakatlar bölümü mühim) www.truby.com ("Blockbuster" programının yaratıcısı John Truby'nin sitesi. Sitenin "Truby Story Techniques" bölümündeki eleştirilere dikkat) posted by gezgin @ 4:06 PM

0 comments

"COLLATERAL" Bu filmde Tom Cruise bir katili canlandırıyor! Tom C. gibi "star" bir oyuncunun kötü adamı canlandırması, filmi seyretmek için yeter bir sebep zaten. Ama daha da iyisi, film Michael Mann tarafından yönetilmiş (En sevdiğim filmi Mohikanların Sonuncusu), ve çok da güzel bir senaryosu var (yazan: Stuart Beattie, bir önceki senaryosu Karayip Korsanları - şu, Johnny Depp'li korsan filmi) Senaryo, dairesel bir yapıya sahip: eğer dikkat ederseniz, filmin başladığı mekan, aslında filmin bittiği yer. Tek bir olay var, ve herşey aynı gecede olup bitiyor. Bu anlamda Aristo'nun yer, zaman ve olay birliği ilkesine tamamen uyan, klasik bir yapısı var. Ama bunun dışında, iyi bir senaryoda olması gereken herşey de var: Aşk var (Esas kız'ı tanıyabilecek misiniz bakalım? Matrix 2 ve 3'ten Kaptan Niobe!); iyi adam yeterince değişim geçiriyor; kötü adam da bomboş bir kötü adam değil, hatta filmin en güzel replikleri hep kötü adam tarafından söyleniyor. En önemlisi de, film seyrettikten sonra bizde, seyircinin ruhunda kalıyor, kalabiliyor, yani etkili, diyecek sözü olan bir film. Bence kaçırmamak gerek. Yine bir "iyi senaryo dersi" ile karşı karşıyayız. posted by gezgin @ 1:45 AM

0 comments

MERHABA ! "SANARİST"e hoş geldiniz. Site, senaryolarla ve senaristlerle ilgili, ama bu ismi koymamın bir kaç nedeni var: 1) "www.senarist.tk" diye bir site hâlihazırda var ve çok faydalı bir iş yapıyorlar. 2) "sanmak" fiilinden türeyen "sanar" sözcüğüyle oynayıp ilginç bir şey yapayım dedim. Ne de olsa senaryo yazımı büyük ölçüde "sanmak" fiiliyle ilgili: sanal, sanrı, sansar, vb. Bu sitede, çok sık ilgilendiğim senaryo yazımı ile ilgili bazı kişisel notlarımı bulacaksınız. Umarım bir paylaşıma ve bilgi artışına vesile olur. Tartışmayı sevmediğimden, tartışma kabilinden hiçbir şeye yer vermeyeceğim. Onun için içiniz rahat olsun. http://www.blogger.com girin ve kendi sitenizi çok kısa bir sürede yaratın, derim. Buradan onlara da bir teşekkür, ve helal olsun. Gezgin ... posted by gezgin @ 1:42 AM

0 comments

"BEN ROBOT" Bilimkurgu filmlerini çok seven biri olarak bu filmi görmem kaçınılmazdı. ASIMOV'un "üç robot yasası" (Mealen: Bir robot kesinlikle insanlara zarar veremez; bir robot, birinci yasayla çelişmediği sürece, insanlaren emirlerine itaat eder; bir robot, birinci ve ikinci yasalarla çelişmediği sürece, kendi varlığını devam ettirmek için çabalar) üzerine kurulu bir hikaye. 660

Bu yasalar, robotlarla ilgili en ideal yasalar (şimdilik öyle görünüyor), ve doğal olarak da dramatik bir durum ancak bu yasaların çiğnenmesi ile yaratılabilir. Film (ve hikaye) de bunu yapıyor. (Bu açıdan, "Terminator" ve "Matrix" filmlerinin atası sayılır bu hikaye). Genel olarak heyecan verici bir film. Ama başrolde Will Smith'in olması, insanda anadamar ("mainstream") bir film izleyeceğimiz hissini uyandırıyor (Kötüler kaybeder, iyiler kazanır, esas kız esas oğlana aşık olur vb.) ve bu hissimiz de yanlış çıkmıyor. Çok fazla ifşaat (revelation), çok acayip sürprizler (twist) yok, yani hikaye izleyiciyi çok fazla şaşırtmıyor. Azınlık Raporu ya da Matrix kadar da yenilikçi bir film değil, ama türün sevenleri kadar iyi vakit geçirmek isteyenler de hoşlanacaktır filmden. (Başta Honda olmak üzere çeşitli firmaların ürettiği insansı robotların artık hayatımızın bir parçası olması, filmi biraz daha ilginç kılıyor. Artık, filmlerde anlatılan bilim kurgu geleceğinde mi yaşıyoruz ne?) posted by gezgin @ 1:19 AM

0 comments

"STUCK ON YOU" Bu filmin senaristlerini zaten "Ah Mary Vah Mary" filminden hatırlayacaksınız: Farrelly Kardeşler. Bence bu film (Stuck... http://www.imdb.com/title/tt0338466) daha çok senaryoya dayanıyor, çünkü ortada Ben Stiller gibi komedyenliği ile senaryoyu gölgeleyecek biri yok. Matt Damon ve Greg Kinnear var. Birbirine yapışık (Siyam İkizi) iki kardeşin kadınlarla ve birbirleriyle ilişkilerini anlatıyor. Film bence "Ah Mary" kadar komik olmasına karşın dışarıda o kadar iş yapmadı. Ama filmin senaryo açısından çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Farrelly kardeşler sanki oturmuşlar, bir siyam ikizinin başına gelebilecek bütün komik durumları düşünmüşler (ikizlerden biri hapisteyken diğerinin serbest olması, biri bilgisayarda yazı yazarken diğerinin bir kadınla sevişmesi, ikizlerin birbiriyle kavga etmesi vb.) ve hikayenin en uygun yerlerine koymuşlar. Hatta biraz düşününce, filmin çıkış noktası bile çok sıradan gözüküyor: siyam ikizlerinin kişilikleri farklı olsaydı nasıl olurdu? Tipik bir "what if..." senaryosu. Ama Farrelly'ler senaryoyu çok güzel bir biçimde işlemeyi başarıyorlar: ritm hiç düşmüyor, karakterler yeterince derin işleniyor, ve sonunda da hikaye çok hoş bir biçimde bağlanıyor. Komikliği bir yana, senaryo tekniği yüzünden bile bence izlenmeye değer bir film. posted by gezgin @ 12:56 AM

0 comments

661

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF