R. W. Connell - Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

April 9, 2018 | Author: Kadir Çandarlıoğlu | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Connell...

Description

Aynntı: 206 İnceleme dizisi: J13

Toplumsal Cinsiyet ve İktidar Toplum, Kİ5İ ve Cinsel Politika

!

R. W. Connell

j

İngilizceden çeviren

I

Ü'.

Cem Soydemir

Yayıma hazırlayan OzdettArtkan

Son okuma Mehmet Küçük

Kitabın özgün adı Gender and Pmver Society, the Person and Sexuai Poiitics

>

: r .' :

l İş,

Polity Press/1987 basımından çevrilmiştir.

ş

© Blackwell

i;

Bu kitabın Türkçe yayım haklan Ayrıntı Yayınları'na aittir. Kapak İllüstrasyonu

\.

Sevinç Allan

Kapak düzeni

|' 'jş t

' I' '

|

Arştan Kahraman

!

Düzelti

■j

Sait Kızılsııltan

: Basıma hazırlık

|

.i

j

Renk Yapımevi Tel: (0 212)516 9415

Baskı ve cilt Mart Matbaacılık Sanatları Lid. Ştİ. Tel: (0212)212 03 3940

Birinci basım

i

Mart 1998

ISBN 975-539-193-2

\

AYRINTI YAYINLARI Piyer Loti Cad. 17/2 34400 Çemberi itaş-İstanbul Tel: (0 212) 518 76 19 Faks: (0 212) 516 45 77

-> İ

R. W. Connell

Toplumsal Cinsiyet

ve İktidar Toplum, Kişi ve Cinsel Politika

u

i

0 ; ■ " j{ p $ $ ■

R e f - K - ' r i ^ “ı i

î.

u~.^pnûnesj

Oemırbaç No. ^ o D 5 Akdeniz Üniversitesi Merkez Kütüphanesi

*028841*

*

İ

N

C

E

L

E

M

E

D

İ

Z

İ

S

İ

ŞENLİKLİ TOPLUM//, Illich YEŞİL POLİTİKA//. Porritt u*T MARKS, FREUD VE GÜNLÜK HAYATIN ELEŞTİRİSİ/0. Brom *mf KADINLIK ARZULARI/R Coward*mT FREUD’OAN LACAN’A PSİKANALİZ/S. M Tura NASIL SOSYALİZM? HANGİ YEŞİL? NİÇİN TİNSELLİK?//!. BahroJ* ANTROPOLOJİK AÇIDAN ŞİDDET/Da/v D. Riches*of ELEŞTİREL AİLE KURAMIM . P o s te r i İKİBİN'E DOĞRU/R Williams *mf DEMOKRASİ ARAYIŞINDA KENT/K. Bumin YAR IN /R Havemann jhF DEVLETE KARŞI TOPLUM/R Ctastres M RUSYA'DA SOVYETLER (1905-1921 )/0 . Ameller M BOLŞEVİKLER VE İŞÇİ DENETİMİM Brinlon M EDEBİYAT KURAM l/T. Bagleton ^nf İKİ FARKLI SİYASET/L Köker^Y ÖZGÜR EĞİTİM//. Springjrf EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ/P. FreireM SANAYİ SONRASI ÜTOPYALAR/B. Frankel^nF İŞKENCEYİ DURDURUNİ/T. A k ç e m i ZORUNLU EĞİTİME HAYIRf/C. Baker M SESSİZ YIĞINLARIN GÖLGESİNDE YA DA TOPLUMSALIN SONU//. Baudriiiard*uf ÖZGÜR BİR TOPLUMDA BİLİM İP. Feyerabend VAHŞİ SAVAŞÇININ MUTSUZLUĞU/P. Claslres M CE­ HENNEME ÖVGÜ/G. Vassat GÖSTERİ TOPLUMU VE YORUMLAR/G. Debord AĞIR ÇEKİM/ L Segal*rY CİNSEL ŞİDDET/A Godenzi*nf ALTERNATİF TEKNOLOJİ/D, Dickson ATEŞ VE GÜNEŞ//, Murdoch OTORİTE/R Senneti TOTALİTARİZM/S. Tom eyjtf İSLAM'IN BİLİNÇ­ ALTINDA KADIN IF. Ayt Sabbab M MEDYA VE DEMOKRASİ//, Keane *nT ÇOCUK HAKLARl/Der; S, Franklin ÇÖKÜŞTEN SONRA 10er: R. Blackbum DÜNYANIN BATILILAŞMASI/S, Laiouche *nf TÜRKİYE'NİN 8 ATILILAŞTIRILMASVC. Aktar SINIRLARI YIKMAKM, MeOor KAPİTALİZM, SOSYALİZM, EKOLOJİ/A Gorz M AVRUPAMERKEZCİÜK/S. Amin AHLAK VE MODERNLİK/R Poo!e*mf GÜNDELİK HAYAT KILAVUZU/fî, W l ı W SİVİL TOPLUM VE DEVLET/Der; J. Keane J tf TELEVİZYON: ÖLDÜREN EĞLENCE//V, Postman MODERNLİĞİN SONUÇLARI/A Giddens DAHA AZ DEVLET-DAHA ÇOK TOPLUM/R Cantzen GELECEĞE B AKM AKM Albert - R. Rah­ ne!*^ MEDYA, DEVLET VE ULUS/R Schlesinger MAHREMİYETİN DÖNÜŞÜMÜM, G/dc/e n s^K T A R İH VE TİN/J. K fjre/ ^ K ÖZGÜRLÜĞÜN EKOLOJİSİ/M. Soote/ı/nuoK DEMOKRASİ VE SİVİL TOPLUM/Zo. Keane ŞU HAİN KALPLERİMİZ/R Coward^K AKLA VEDAİP, Feyerabend BEYİN İĞFAL ŞEBEKESİM, Mattelart*nf İKTİSADİ AKLIN ELEŞTİRİSİ/ A. Gorz Jnf MODERNLİĞİN SIKINTILARI/C. Taylor *nT GÜÇLÜ DEMOKRASİ/0, Barber*nf ÇEKİRGE/0, Suiis M KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞI//. Baudriltard ENTELEKTÜEL/E, S a i d TUHAF HAVA/Afîoss unf YENİ ZAMANLAR/ S. Hall-M. Jacquas TAHAKKÜM VE DİRENİŞ SANATLARI//,C. Scott SAĞLIĞIN GASPI//, IIlich jn f SEVGİNİN BİLGELİĞİM. Finkielkraut KİMLİK VE FARKLILİK/VV. Connolly * * ANTİPOLİTİK ÇAĞDA POLİTİKA/G. Mülgan udKYENİ BİR SOL ÜZERİNE TARTIŞMALAR/R Wainwnght uaf DE­ MOKRASİ VE KAPİTALİZM/S. Bow!es-H. Gintls Jnf OLUMSALLIK, İRONİ VE DAYANIŞMA/R Rorty uaf OTOMOBİLİN EKOLOJİSİ/P, Freund-G. Martin unf ÖPÜŞME, GIDIKLANMA VE SIKILMA ÜZERİNEM. Phillips İMKÂNSIZIN POLİTİKASI/J.M. Besniet GENÇLER İÇİN HAYAT BİLGİSİ EL KİTABI/R Vaneigem Jtsf CENNETİN DİBİ/G. Vassat EKOLOJİK BİR TOPLUMA DOĞRUM. Baokchin unT İDEOLOJİ/T, Eaglelon ut* DÜZEN VE KALKINMA KISKACINDA TÜRKİYEM. İnseler AMERİKA//. Baudr/ferd ^ POSTMODERNİZM VE TÜKETİM KÜLTÜRÜM, Fealherstone ERKEK AKIL/G, Ltoyd SARBARLIKM. Henry J t f KAMUSAL İNSANIN ÇÖKÜŞÜ/R Sennett M POPÜLER KÜLTÜRLER/ D, Rom M BELLEĞİNİ YİTİREN TOPLUM/RJacoby GÜLME/H Bergson^ıf ÖLÜME KARŞİ HAYATIN. O, Brom J tf SİVİL İTAATSİZLİK/Der,: Y. Coşar AHLÂK ÜZEpİNE TARTIŞMALAR//. Nuttall unY TÜKETİM TOPLUMU//, Baudriiiard unf EDEBİYAT VE KÖTÜLÜK/G. Bafa///e ÖLÜMCÜL HASTALIK UMUTSUZLUK/S. Kierkegaard art ORTAK BİR ŞEYLERİ OLMAYANLARIN ORTAKLIĞIM. Lingis J t f VAKİT ÖLDÜRMEK/P. Feyerabend VATAN AŞK IM . Viroli unf KİMLİK MEKÂNLARI/D, Mor\ey-K, Robins M DOSTLUK ÜZERİNEIS. Lynch KİŞİSEL İÜŞKİLER/H. LaFoHeüe J * KADINLAR NEDEN YAZDIKLARI HER MEKTUBU GÖNDERMEZLER7/D. Leader-mf DOKUNMA/G. Josipovicl unf İTİRAF EDİLEMEYEN CEMAATİM. Blanchot~*f FLÖRT ÜZERİNE/A Phillips uaf FELSEFEYİ YAŞAMAK/ R Billington urf POLİTİK KAMERAM. Ryan-D. KelIner^nT CUMHURİYETÇİLİK/P. Pettit * * POSTMODERN TEORİ/S. flesf-D. Kellner MARKSİZM VE AHLÂK/S. Lukes VAHŞETİ KAVRAMAK U.P. Reemisma SOSYOLOJİK DÜŞÜNME K/Z Bauman POSTMODERN ETİK/Z.Baüman TOP­ LUMSAL CİNSİYET VE İKTİDAR/RH/, Connell

H A Z I R L A N A N

K İ T A P L A R

ÇOKKÜLTÜRLÜ YURTTAŞLIK/W. Kymlicka J t i KUSURSUZ CİNAYET//. Baudriiiard u tf POLİTİK BİR DÜŞÜNÜR OLARAK NIETZSCHE’YE GİR İŞ/KA Pearson *nf MARX'IN ÖZGÜRLÜK ETİĞİ/G. G, Brenkert HAYATIN DEĞERİ//. Hanis M RUJ LEKESİG, Marcus DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK ÜZERİNEM Löwy uaf BENLİĞİ KONUMLAMAK/S. Benhabib J t t GENEL ETİK/A He!ler~mf ARZU ÇAĞI//. Kovei YÖNTEME KARŞIİP. Feyerabend jtrf KENTLEŞMEDEN ŞEHİRLEREM Bookchin MARKSİZM VE DİL FELSEFESİ/V, N, Voloşinov

W-

İçindekiler

— ÖNSÖZ.................................................. ..............................................9 L GİRİŞ: BİR ÖRNEK O L A Y ...........................................................21 A. Ergenlik çağında bir genç kız ve ailesi..................................... 22 B. Kamusal dünya: Ücret, eğitim, iş ............................................... 28 C. Şiddet, önyargı, devlet......................................................... ..... ...33 5

Birinci Kısım

T o p lu m s a l cin siy e tin te o r i l e ş t i r i l m e s i ' II. ÇAĞDAŞ TEORİNİN TARİHSEL KÖKLERİ...........................47 A. Dünyevi ahlâk.................................................................. 48 B. Bilim ^e radikalizm................................................. 52 y j Ç^Cinsiyet rolleri ve sentezler^............................................. 55 ■^l^lT^^Î^M^ve^şcmsel kurtuluş hareketi...................................-59 /TL Tepki ve paradoks....................................... ............................... 65 III. MEVCUT ÇERÇEVELER.................................... 69 A , Dışsal teoriler; “Önce sınıftan “toplumsal yeniden üretim” dolavımıvla “ikili sistemlere” ......................................................70 T T jB. Cinsiyet rolü teorisi JT..................................................................77 C. KategöHkteori....................................... 86 D. Pratik temelli bir teoriye doğru......................................■...........94 IV; BEDEN VE TOPLUMSAL PRATİK......................................... 100 A. Doğal farklılık açmazı......................................................... ■—100

B. Aşkınlık ve olumsuzlama.................................... ................115 C. Bedenin pratik dönüşümleri.......... ................................ ......... 120 İkinci Kısım

T o p lu m s a l c i n s iy e t i l i ş k ile r i n in y a p ısı V.

ANA YAPILAR; EMEK, İKTİDAR, KATEKSİS A. Yapıve yapısal analiz........................................ jVf Emek)......................... ............................................■ ■" CTlktidaft......................................................... ............ D. Kateksis........................................................ E. “Sistem” ve “kompozisyon”a dair bir not

6

131 132 141 150 156 161

VI.

TOPLUMSAL CİNSİYET REJİMLERİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET DÜZENİ............

u. *■ J,

•■

5 1 52 22 23

7 2 81 26 42

Tablo 2. Ortaöğretim sonrası Öğrenim gören yetişkin nüfusun yüzdesi Ülke (1) ABD (2)Japonya (3) Polonya (4) Hindistan (5) Brezilya (6) Mısır

Kadın m

Erkek (%)

28 10 4 0,3 3 1

37 19

/



7

2 5 5

. 7

Tablo 3. Toplam ücretli işgücü içinde kadınların payı Ülke (1) ABD (2) Batı Almanya (3) Sovyetler Birliği (4) Çin (5) Güney Kore (6) Kolombiya

Yüzde olarak pay 38 36 50 38 33 25 31

mevcut, örneğin Dünya Bankası, her ülkede kadınların ücretli işgücünün yüzde kaçını oluşturduğuna ilişkin istatistiksel verilere sahiptir ve bu verileri dört ülke grubunda toplamıştır (kategoriler Banka’nm kendi kaygılarım çok iyi yansıtıyor). Sayılar ise şöyledir: “Gelişmekte olan ülkeler” için % 25; “sermaye fazlasını akaryakıt ihracatıyla sağlayan ülkeler” için % 5; “endüstrileşmiş ülkeler” için % 35; “merkezi planlı ekonomiler” için % 45. Daha önce tanımlanan altı gruptan seçilen ülkelerde kadınların toplam işgücüne katılım oranlarına ilişkin örneklere, Tablo 3 ’te yer v e­ rilmiştir. Yalnızca Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ile Kara Afrika’nın bir kısmında kadınların ücretli işgücüne katılım oranı erkeklerinkine yakındır. Dünyanın geri kalanında, erkeklerin katılım oranları neredeyse kadınlannkinin iki katı civarında dolaşmaktadır. Arap ülkelerindeki oranlar ise daha da ürkütücü. Bu ülkelerde ücretli işgücünün % 15’inden fazlasını kadınların oluşturması olağandışı bir durumdur. Buralarda erkeklerin katılım oranları ka­ dınların katılım oranlarının beş ila yirmi katıdır. Düşük bir işgücü katılım oranı, çalışan kadınların sayısının az olduğu anlamına gelm ez kesinlikle. Tersine bu oran, kadınların Çalışmasının ücretlendirilmediğini gösterir. Ağırlıkla nakit ödeme yapılan ekonominin dışında, yani evde, çocuk yetiştirmede veya geçim lik tarımda ya da ürünü pazarlayan bir koca veya baba he­ sabına çalışırlar. Bu, kadınlar ile erkekler arasındaki ekonomik ayrımcılığın aynı zamanda para ekonomisinin de parçası olan bir yönüdür. Söz­ gelimi, Avustralya’da erkekler, yöneticilik, idarecilik ve işletme­ cilik işlerinin % 8 6 ’sını ama büro işlerinin de yalnızca % 2 8 ’ini el­ lerinde tutarlar; ticaret, üretim sektörü, işçilik ve madencilikle ilgili işlerin % 88 Tik, satışla ilgili işlerin % 47 Tik kesiminde de onlar vardır (bu veriler 1983 yılına ait). Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), zengin kapitalist ülkeleri kapsayan bir araştır­ masında, söz konusu Örüntünün uluslararası nitelik taşıdığını gösteriyor: “Kadınların temsil edilme katsayısı, bütün ülkelerde yö­ netim ve işletme ile ilgili mesleklerde kadınların büyük ölçüde yer almadıklarını işaret ediyor... Ama bütün ülkelerde kadınlar vasıfsız memurluk işlerinde fazlasıyla temsil ediliyorlar... Bütün ülkelerde 32

hizmet sektöründe de normalden fazla temsil ediliyorlar.’! OECD araştırmasının da dikkat çektiği gibi geniş gruplandırmalaıdan dar alanlara inildiğinde yoğunlaşma düzeyi çok daha çarpıcı bir hale gelebiliyor: “Sözgelimi, 1978 yılında A B D ’de kayıtlı hemşirelerin % 9 7 ’sı ve ilkokul öğretmenlerinin % 9 4 ’ü kadındı, oysa endüstri mühendislerinin % 91 *i ve pilotların % 9 9 ’u erkekti.’ Kadınların ekonomi ağacınm üst dallarında nadiren görülme­ lerinin bir nedeni de, kapitalist ekonomide servet biriktirme y e­ teneğinin kişinin kredi kullanma yeteneğine çok fazla bağlı ol­ masından kaynaklanır. Borç verenlerin -bankalar ve diğer finans kurum lan- erkeklere verdikleri kredileri kadınlara vermediklerini düşündürecek nedenler vardır. H alen bu konu üzerinde çalışmakta olan Yeni Güney Galler (YGG) Ayrımcılık Karşıtı Kurulu, 1980’lerin başlannda yaşanan şu olay gibi örnekleri vurgulamak­ tad ır;“Evli bir çiftin ... banliyöde bulunan bir bankada ortak çek hesabı vardı. Daha sonra boşandılar ve aynı bankada kişisel hesap açtırdılar. Her ikisi de hesaplarında bulunandan daha fazla para kullandılar. Hesabından 1500 dolar fazla çekmiş olmasına rağmen erkeğin çeklerinin karşılığı ödendi. Kadmınkiler ise hesabını yal­ nızca 300 dolar aşmış olmasına rağmen banka tarafından geri çev­ rildi.’ Cinsiyet ve evlilik statüsü ile kocanın kaçınılmaz olarak “evin reisi” olduğu ve bu yüzden evli bir kadının bağımsız hareket ede­ meyeceği varsayımı kapsamlarında yaşanan doğrudan ayrımcılık, sonuçta genellikle kredi verilmeyen çeşitli insan kategorilerinin öncelikle kadınlardan oluştuğu gerçeğiyle bütünleşmektedir. Bu, sosyal yardım ödeneklerine bağlı ve halihazırda hiçbir nakit geliri olmayan insanları da içermektedir. Bu durumun bir ev almak için finans bulma konusunda kadınlar açısından yarattığı güçlükler, ka­ dınların barınma deneyimlerinde aşikârdır.

C. ŞİDDET, ÖNYARGI, DEVLET. ; Kadınların şiddet içeren bir evliliği sürdürebilmelerinin veya ona geri dönebilmelerinin nedenlerinden biri de, barınma alternatifinin bulunmayışıdır. Aile içi şiddet, tüm şiddet eylemlerinin çok büyük F3ÖN/Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

33

bir bölümünü oluşturur. Güvenilir istatistiklere ulaşmak güçtür ama bu konuda pelc çok faydalı bilgi bulunmaktadır. 1977-78’de Sydney’in farklı varoşlarında bulunan dört polis karakolu üzerine yapılan bir araştırma, aile içi şiddetle ilgili şikâyet başvurularının, şiddete ilişkin öbür başvuruları aştığını, hatta bazı bölgelerde üç katma ulaştığım göstermiştir. (Polislerin, aile içi şiddete müdahale etme konusunda dillere destan gönülsüzlüklerinin temelinde, bir ölçüde kendilerini riske atmak istememeleri yatmaktadır: A B D ’de görev başındaki polis ölümlerinin yaklaşık % 2 0 ’si, aile içi şiddet olaylarında gerçekleşmektedir.) İskoçya’da yapılan ve yaygın oIarak referans gösterilen bir araştırma, polise bildirilen şiddet suçlarının % 2 5 'inin, erkeklerin kanlarına ve kız arkadaşlanna yönelik saldırılarından oluştuğunu göstermektedir. 1970’lerin or­ tasında A B D ’de ulusal ölçekte yapılan bir örneklem taraması, çiftlerin % 2 8 ’inin en azından bir şiddet vakası yaşamış olduklarını itiraf ettiklerini gösteriyor ve gerçek sayının % 50-60’a daha yakın olduğu tahmin ediliyordu. Yakın bir tarihte Victoria'da bir canlı yayına telefonla katılan kadınların % 2 2 ’sinin aile içi şiddetle kar­ şılaşmış ancak bunu yetkililere bildirmemiş oldukları ortaya çıktı. Kadınların erkeklere yönelik şiddet uygulamaları dikkate alınma­ yacak kadar azken ciddi boyutlardaki aile içi şiddet uygulama­ larının çoğunluğu, erkeklerin kadınlara yönelik saldırılarıdır. Bu, kadınlara yönelik şiddet Örüntüsünün küçük bir -kısm ı. Avustralya polisine bildirilen tecavüz olayları 1972/3 döneminde 600 civarındayken 198172 döneminde 1200’ü aşmıştır. A B D ’de ! 1972’de 47.000 olan tecavüz sayısı 1983 yılında 79.000’e yükseli diştir. Bu sayıların gerçeği pek yansıtmadığı ve birçok tecavüzün j,polise bildirilmediğim düşündürecek nedenler her zaman var. SBütün yurttaşları kapsayacak bir araştırma, insanların çeşitli suç­ ların kurbanı olup olmadıklarını sorarak alternatif bir yaklaşım oluşturabilirdi belki. 1983 yılında Avustralya İstatistik Bürosu ta­ rafından gerçekleştirilen benzeri bir araştırmayla, yetişkin ka­ dınların bir yıl içinde, 8600 tecavüz ve tecavüz girişimini de içeren, ;26.700 civarında cinsel saldırıyla karşılaştığı tahmininde bu­ lunulmuştu. (Ergenlik çağındakilere yönelik saldırılar da bu sayıya eklenmiş olmalı.) Sayılar her 1000 yetişkin kadının 5 ’inin bir cin­ sel saldırıyla karşılaştığını ortaya koyuyor. Bu oran, işyerlerindeki 34

sözlü sarkıntılıklar ve ıslıklardan cinsel tacize kadar değişen ol­ dukça yaygın alt düzey tehditler bağlamında ele alınıncaya delc pek de büyük sayılmayabilir. Yine de, Delia Prince’in yaşadığı ban­ liyöde görüştüğümüz birkaç anne, söz konusu saldırılardan duy­ dukları korku yüzünden kızlarının geceleri sokağa çıkmasına izin vermediklerini belirtmişlerdi. Keza eşcinsel erkeklerin de, kamusal mekânlarda saldırıya uğramaktan korkmaları için haklı nedenleri var — üstelik, kork­ maları gereken başlıca gruplardan biri de polisler. Bu konuda elimizde hiçbir resmi istatistik yok; ama polislerin büyük ölçüde uy­ guladığı şiddet, 1960’lardan itibaren eşcinsellerin artan politik güçlerinin saldırılarda bir azalmaya yol açtığı yirmi yıllık bir dönem boyunca N ew York şehri için titizlikle belgelendi. Örneğin, 1972’de Adelaide’da Dr. George Duncarim trajik ölümü, birkaç polisin mesai saati dışında eğlenme amacıyla eşcinsel erkekleri dövüp Torrens Nehri’ne atmaları yüzünden meydana gelmişti; Dr. Duncan yüzme bilmiyordu. Eşcinsellere yönelik saldırılara karışan başka gruplar da var. 1985’te Sydney’de (polis teşkilatından da parasal yardım almış oİan) Eşcinsel Acil Arama Hattı’nın telefon kayıtları, iki gün bo­ yunca eşcinsel erkeklere yönelik elli üç saldırı vakası bildiren ih­ bar alındığını gösteriyordu. Bu vakaların hemen hepsinde de sal­ dırganlar, ergenlik çağındaki erkek çocuklar veya genç erkeklerdi; bu gerçek, erkekliğin yapılamışında şiddet ve homofobinin oy­ nadığı role ilişirin tedirgin edici sorular ortaya koyuyordu. Bu saldırılar, konut ararken karşılaşılan ayrımcılıktan yasal teh­ likeye kadar çeşitlilik gösteren genel bir eşcinsel düşmanlığı bağlamında gerçekleşiyor, Lezbiyen düşmanlığı ise eşcinsel er­ keklere duyulan düşmanlıktan daha az belirgin - çünkü lezbiyenIeri toplumsal olarak yok saymaya yönelik bir eğilim söz konusu. Ama yine de, lezbiyen bir annenin mahkemelerde çocuğunun ve­ sayet hakkını alma savaşımı verdiği bir davada lezbiyen 'düşman, hğı açıklık kazanıyor. Hatta lezbiyenliğin kendisi, bir kadının çocuğunun vesayetini almaya uygun olmadığına ilişkin bir kanıt olarak sunuluyor. Eşcinsel erketeler cinsel tercihleri yüzünden ceza hukukuyla yüzleşiyorlar. Avustralya’nın büyük bir bölümünde ye­ tişkin erkeklerin arasındaki cinsel ilişki hâlâ yasadışı ve yasalarda 35

da “hemcinsleriyle cinsel ilişkiye girerek iğrenç bir suç” işleme ve­ ya “erkeklere karşı edebe aykırı fiili tecavüz”de bulunma gibi te­ rimlerle ifade bulmuş durumda. 1985’te Queensland eyaleti, “uyuşturucu satıcıları” ve “çocuklara cinsel tacizde bulunanlar” ile birlikte eşcinselleri de kastederek otellerin “cinsel sapkınlara veya sapıklara” bira servisi yapmasını önlemek amacıyla bir yasa bile çıkardı. Yasalarla bu düzeyde aşağılanmak alışılmadık bir şey; ama altında yatan tavır oldukça tanıdık. Bu yasaların uygulanışıyla ilgili istatistikler oldukça eksik. Ancak, YGG Suç İstatistikleri ve Araştırma Bürosu*nun Sydney mahkeme dosyalarıyla ilgili çalışması konuya dair bir ipucu verıyor. Bu çalışmaya göre, 1940’larda yılda 100-200 arası değişen sayıda dava açılırken 1950’lerin ortalarından 1960’lann sonlarına kadar geçen sürede bu sayı yılda 400-500’e yükselmiş. Dava sa­ yısındaki b ü y ü k in iş ve çıkışlar (19661da 117, 1968’de 1024, 1970’lerin başında derin bir uyku hali) polis denetimi yoğunlu­ ğundaki değişimi yansıtmakta. 1970’lerin ortalarında, Sydney dünyanın “eşcinsel başkentlerinden” biri olarak tanınma yolunda ilerlerken, sayı tekrar yükseliyor. 1975 yılında YGG mahkemeleri, ceza ve hafif saldırı maddelerine aykırılıktan 300 eşcinselin da­ vasına bakıyor (Çocukları Koruma Yasası kapsamına girenlerin, konumuzla ilgisi olsa, da, sayıları belirsiz). Yasaların uygulanması sırasında polisin verdiği hizmet ile çek­ tirdiği eziyet de birbirine karışmakta. Eşcinsellerin dolaştığı bölge­ lerde görev yapan ekiplerin kendileri bir dizi davaya konu oluştu­ ruyordu; 1980’lerin ortalarında bu tür iki ekipten birinin Sydney’­ de, diğerinin Adelaide’da görev yaptığı söyleniyordu. Eşcinsel bar­ ları ve hamamlarına yönelik geniş çaplı baskınlar kamunun büyük ilgisini çekmişti. Örneğin Montreal’deki Truxx barına 1977’de ya­ pılan baskında 146 kişi, 1981 ’de Toronto hamamlarına yapılan bas­ kında 304 kişi gözaltına alınmıştı. 1983’te Sydney’deki Club 8Ü’e yapılan baskında 100’den fazla gözaltı vardı (ama pek azının hakkında dava açıldı). Bu müdahale biçimleri, sırası geldiğinde, daha önce sözü edilen türden bir şiddete dönüşmekteydi. Kadınlara yönelik aile İçi saldırı ve cinsel saldın ile eşcinsel er­ keklere yönelik şiddeti barındıran belirgin örüntüler yanında, ka­ dınlara göre erkekleri ve eşcinsellere göre heteroseksüellerİ daha 36

, j

| |

j

güçlü etkileyen başka şiddet örüntüleri de bulunmaktadır. Daha önce söz edilen ve Avustralya çapında yapılan 1983 tarihli araştırma, bir yıl içinde kadınlara yönelik 113.000 saldırıya karşılık erkeklere yönelik 278.000 saldırı gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Aynı yıl Avustralya’da 294 cinayet bildirilmişti: Kurbanların % 41*i kadın, 5 9 ’u erkek. A B D ’de, 1978 yılı verilerine göre, her 1000 kişide saldırıya uğrayanların oranı kadınlar için 12, erkekler için 22. 1981 yılında bu ülkede, 23.600 cinayet işlenmişti: Kur­ banların % 21 ’i kadın, % 7 9 ’u erkek. Aynı yıl, her 100.000 kişi iÇİn cinayete kurban gitme oranlan şöyleydi: Beyaz kadınlar için 3, siyah kadınlariçin 13, beyaz erkekler için 10 ve siyah erkekler için 65. Şiddet içeren suçlardan sanık olan veya hüküm giyenler ezici çoğunlukla erkeklerdir. Örneğin, Y G G ’de ağır ceza mahkeme­ lerinin cinayet,saldırı vb. suçlardan 1983 yılında cezaya çarptır­ dığı 519 kişinin % 9 3 ’ü erkekti. Eyaletteki cinayetler üzerine ya­ pılan bir inceleme 50 yıl boyunca cezaya çarptırılanların % 808 5 'inin erkek olduğunu göstermişti. A B D ’de 1983 yılında cinayet suçundan tutuklananların % 87’si erkekti. Aynı yıl silahlı sal­ dırıdan tutuklananların % 87’si, kundakçılıktan tutuklananların % 8 8 ’i, diğer şiddet suçlarından tutuklananların benzer oranı er­ keklerden oluşuyordu. Sonraki yıllara ait veriler de farklı değil. Buraya kadar ele alınan resmi ya da yarı resmi verilerin gösterdiği ölçüde, bireylerarası ciddi şiddet olaylarında erkeklerin kadınlara oranla, hem kurban hem de fail olarak daha yaygın yer aldığı görüldü. Aynısı, polis örgütü, cezaevi sistemi ve ordu tarafmdap temsil edilen kurumsal şiddet söz konusu olduğunda da doğrudur.: 1981 nüfus sayımına göre Avustralya’da 30.200 polis memuru bu­ lunuyordu ve bunların % 9 4 ’ü erkekti. Haziran 1983 tarihli nis­ peten yeni verilere göre, ulusal cezaevi nüfusu 10.200’dü ve % 9 6 ’sı erkeklerden oluşuyordu. A B D ’nin 1983’teki cezaevi nüfusu, % 9 3 ’ü erkek olmak üzere 224.000 kişiydi. Keza bu örüntü de ev ­ renseldir. Aşağıdaki sayılar 1974 yılına ait ve cezaevlerindeki er­ keklerin oranını gösteriyor:

37

Kanada Batı Almanya Japonya İtalya

% 97 % 97 %98 % 95

Orduda da durum aynı. Haziran 1984*te, Avustralya kara, deniz ve hava kuvvetleri, % 9 3 ’ü erkeklerden oluşan, 71.600 kişilik bir güce sahipti. NATO .ülkelerinin 1979-1980 yıllarındaki güçleriyle yapılan bir karşılaştırma da aynı Örüntüyü gösteriyor: ABD Fransa Batı Almanya İngiltere

% 92 % 95 %99,9 % 95

Ordudaki erkek egemenliği geçmişte kuşkusuz daha “mükem­ mel’’dı. Örneğin, 1960, 1965 ve 1970 yıllarında ABD silahlı kuv­ vetlerinin % 9 9 'u erkeklerden oluşuyordu. 1973 yılından başla­ yarak uygulanan resmi politikayla orduda kadına daha geniş bir yer verilince kadınların sayılan da artmaya başlamıştı. Ama yine de, birçok orduda asıl savaş birimleri kadınlara kapalıdır. II. Dünya Sa­ vaşı sırasında İngiliz uçaksavar birliklerinde, Alman uçaklarına ni­ şan almak dahil her işi yapabilmelerine karşın, kadınlara tetik çek­ tirilmiyordu. Peki, polisi, bürokrasiyi,' askerleri yönetenlere, devlet aygıtına kumanda edenlere bakıldığında durum nedir? Gerçek iktidar sa­ hiplerini doğrudan saptamanın zorluğu iyi bilinir. Yine de, Önde gelen iktidar sahiplerinin kaynağı olan üç gruba (yargıçlar, ge­ neraller ve meclis üyelerine) bakmakla akılcı birtahmin yapılabilir (Tablo 4 ’e bakın). Görece kolay elde edilen meclis istatistikleri, da­ ha önce tanımladığımız altı ülke grubundan seçilenlere ait veriler içeriyor. Yargıçlar ve generallere ait sayılar ise yarım yamalak ay­ dınlatıcı. Bir değişiklik olsun diye, bu tabloda adı geçen gruplar­ daki kadın yüzdesi verildi.

T a b lo 4 . D evletin ü st kadem elerindeki kadınlar

Tarih

O rgan

(1) ABD (2) Japonya (3) Sovyetler Birliği (4) Hindistan (5) Avustralya

1984 1985 1985 1985 1985

Kongre

(6) Kolombiya

1975

Ülke M eclis Ü yeleri

Yargıçlar

(1) ABD

1985

(2) İngiltere

1984

(3) Sovyetler Birliği (4) Hindistan

1984 1986 1985

(5) Avustralya Generaller

(1) ABD (2) Japonya (3) İtalya (4) Avustralya

Yüksek Sovyet (federal) (federal ve eyalet düzeyinde)

eyalet düzeyinde ve federal yüksek, gezici ve yerel mahkemeler Halk mahkemeleri tüm federal mahkemeler

1980’lerm başları 1986 1986 1986

Yüzde 1

4 4 33 9 9

7 3 36 2 5 0,6 0 0 0

Bu sayılara göre Sovyetler Birliği oldukça iyi görünüyor. Ama kom ünistsistem de iktidar meclisten çok Parü’ye aittir, ^ovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez K om itesi’ne kadınların katılımı ı-

se 1981’de % 4 düzeyindeydi Kathleen Newland, on yıl önce, kadınların polıtıkadala yer­ lerine ilişkin dünya ölçeğindeki bulgulan mükemmel bir şekilde, udeledikten sonra, kadınlarm politik konumlannda küresel bir de­ ğişimin y o l katettiğini öne sürmüştü. Yasal eşıtblc (ornegı y S o ) artık yerleşti, şuadan insanların politikaya karilimi yoğun­ luk kazandı. “Ancak kadınlar ender olarak politik liderler arasında

yer alabildiler. Politikanın şekillendirildiği, kararların alındığı, ger­ çek iktidarın elde tutulduğu konumlarda neredeyse hiç yoklar.” On yıl sonra, öyle görünüyor ki büyük düzen değişmemiş. Devlet ik­ tidarının kumanda araçları hâlâ erkeklerin elinde.

Sözü edilen olgular, kadın ve erkeğin toplumsal konumlarına ve cinselliğin farklı biçimlerini kuşatan ilişkilere dair elde edilebilir bulguların çok küçük bir bölümünü oluşturur. Bazı detaylar, ar­ gümanın sonraki aşamaları için yararlı olacak belki, ama yine de, burada tek bir sonucun çıkartılması gerekiyor. Bu bulgular aracılığıyla belirgin kılınan cinsiyet ve toplumsal cinsiyet Örüntüleri, insan yaşamının o kadar Önemli bir özelliği değildir; bu örüntüler kesinlikle toplum salın. Gelir eşitsizliklerini, kurumların işleyişini, iktidarın dağılımını, işbölümünü ve öteki farklı toplumsal olguları içerirler. Bu toplumsal olguların toplumsal olmayan nedenleri olup olmadığını ise 4. B ölüm ’de ele alacağım. İki varsayım veya işe yarar hipotez, öne süreceğimiz argümana temel teşkil ediyor. Birinci varsayım bu bölümde sunulan olguların ‘birbirleriyle bağlantılı olduğu; yani şekilsiz bir veri yığınıyla değil toplumsal yapıyla., insan pratiğinin ve toplumsal ilişkilerin düzen­ lenmiş bir alanıyla ilgileniyoruz. Benzer örüntülerin toplumsal ya­ şamın farklı alanlarında tekrar tekrar ortaya çıktığı göz önünde bu­ lundurulacak olursa, söz edilen bulgular sağlam ve tutarlı olduğunu gösterse de, analizin ilerleyebilmesi İçin bu hipotez gerekli. Kitabın genel ilgisi ve II. Kısmın ana konusu da bu yapının nasıl an­ laşılabileceğine yönelik. Bu konu için uygun bir isim yok. “Cinsel politika” ve “ata­ erkillik” gibi terimler, konunun bazı yönlerini görmemiz açısından yararlı ama bütünü görmemizi sağlamıyorlar tam olarak. 1970lerin ortalarında Amerika’da düzenlenen bir konferansta tamamen yeni bir toplumsal cinsiyet bilimi icat edilmeye kalkışılmış ve buna “dimorfi” adı verilmişti; neyse ki bir daha bundan söz edildiği du­ yulmadı. Gayle Rubiıı “cinsıyet/toplumsal cinsiyet sistem i’nden söz etmişti; bu diğerine göre daha iyi ama yine de “sistemin” tam olarak ne olduğu konusunda sorunlar içeriyor. Kate Young ve di­ ğerleri “toplumsal cinsiyeti barındıran toplumsal ilişkileri’den bah­ 40

mt

sediyorlardı; konuyu eksiksiz olarak ifade eden terim bu, ama yiîıe de kullanışsız bir ifade biçimi. “Toplumsal cinsiyet ilişkileri” man­ tıklı bir kısaltma ve tüm alanı belirtmek için bunu kullanacağım. İkinci varsayım ise, bu bölümde tartışılan olgunun iki “düze­ y in in , kişisel yaşam ve kolektif toplumsal düzenlemelerin, birbirleriyle temelden ve bütünü oluşturucu bir biçimde bağlantılı ol­ duğudur. Birini teorileştirmeksizin öbürünün teorileştirilmesi hiç­ bir şey ifade etmiyor. Bu bölümü bir örnek olay incelem esiyle açtım ama bunu istatistiksel verileri somutlaştırma kaygısıyla de­ ğil, yönteme ilişkin bu temel husus yüzünden yaptım. Büyük ölçekli toplumsal cinsiyet ilişkileri de tıpkı Delia Prince ve ailesi­ nin girdiği türden pratiklerce oluşturulur. Ama.bu pratikler serbest­ çe var olamazlar; hem söz konusu yapıların oluşturduğu koşullarca kısıtlanırlar hem de bu koşullara karşılık vermek zorundadırlar. Bu, teoride soyut bir nokta olmakla beraber bir yandan da “so­ mut” bir gerçekliktir. Delia ile ilgili son bir nokta buna açıklık ka­ zandıracak. Delia bize veteriner olmak istediğini söylemişti. Ana babası onun bu isteğini biliyor ve eğitim masrafını karşılamayı gönülden istiyorlardı ki bu onlar için hiç de önemsiz bir konu de­ ğildi. Birkaç yıl sonra olayların gelişimini izleyip bir sonuca ulâşmak için D elia’nın okuduğu okula tekrar gittiğimizde işlerin na­ sıl değiştiğini öğrendik. Delia önceden tahmin' ettiği gibi onaltı yaşında okulu bırakarak bir işe girmişti. Hem cinsiyete dayalı ge­ nel işbölümü açısından hem de ana-babasma Özgü evlilik öyküsü açısından kayda değer bir işti bu. Veteriner olamamıştı ama ve­ teriner hemşiresi olmuştu. Kitabın III. Kısmında da tartışacağımız gibi, bir yaşam çizgi­ sinin tüm ayrıntılarıyla ele alınması gerçekten önemlidir; ama sonuçlann tek bir olayın ötesine geçtiğini bilmek de o denli önem taşır. O nedenle bu aşamada Prince’leri bir kenara bırakarak başka kaynaklara yöneleceğim. Onlarla yaptığımız mülakatlar sayesinde geliştirdiğimiz kişisel yaşam yaklaşımımız, tarihsel, psikanalitik ve diğer kanıtların ele alınması açısından temel düzeyde kalmaktadır. Toplumsal cinsiyet ilişkileri alanını tartışmamızın odağına ge­ tirmek zordu, hâlâ da öyle. İşin içine güçlü duygular karışıyor. Çoğu insan için bu örüntüleri tpplumsal olarak görmek bile kor­ kutucu oluyor. Örüntülerin “doğal” olduğunu ve bu nedenle kişinin 41

kadınlığının veya erkekliğinin her tür meydan okumaya karşı bir kanıt olduğunu düşünmek insanlara rahatlatıcı geliyor. Batılı en­ telektüeller genellikle bu baştan savmaya yardımcı oldular. Büyük felsefe ve toplum analizi sistemleri, Tornacılıktan Marksizm aracılığıyla işlevselcilik ve sistemler teorisine değin hepsi kendi j dönemlerinin toplumsal cinsiyet düzenlemelerini fazlasıyla do­ ğalmışçasına kabul ettiler. Uzlaşımsal politika da aynı ölçüde bir ' katılıkla “kadınlarla ilgili konuları” marjinalleştiriyor. Bununla beraber, feminizm, eşcinsel özgürleşme hareketi ve bunların etkisiyle başlayan araştırma artık göz ardı edilemeyecek bir noktayı ortaya çıkardı. Geniş bir alan açıldı ve mevcut teori ile pratiğin bu alanın ışığında yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Sınıf, ırk ya da küresel Kuzey-Güney ilişkilerini, sanki toplumsal cinsiyet konuyla ilişkili değilmiş gibi ele alan düşünce alışkanlığının m o­ dası artık geçmiştir, hatta bu tarz bir düşünüş tehlikelidir de. Şurası gerçek ki toplumsal cinsiyete ilişkin olgular durdukları yerde du­ ruyor. Üçüncü Dünya ülkelerine yönelik yardım programları, te­ melde toplumsal cinsiyeti göz ardı ederek aslında kadınlardan çok , erkeklere kaynak sağlıyorlar. Toplumşaücinsiyet sorunlarını göz ardı eden endüstriyel ve milliyetçi militanlık, erkek şiddetini ve bun un ardındayatan erkeklik.kalıpl armı pekiştiriyor, Küresel düzey­ deki ^silahlanma yarışı ve yaygın çevre yıkımı göz önüne alındıgında, insanların hayatta kalma sorunu, toplumsal cinsiyetin önemli bir rol üstlendiği toplumsal güçler oyununu anlamamızı g e­ rektirmektedir.

r i 42

■i'r i .1 | |

N

otlar

GİRİŞ ; (s. 21). “Tipik kızlar” klişesiyle tanımlanmanın ne kadar kolay olduğu ko­ nusunda bkz. Griffin (1985) Typicai G iriş . ERGENLİK ÇAĞINDA BİR GENÇ KIZ VE AİLEŞİ (s. 22-28). Bu çalışma, Connell, Ashenden, Kessler ve Dowşett’ta (1982) anlatılan araştırmada yer alan bazı mülakatlara dayanarak yapıldı. Eği­ tim ve toplumsal cinsiyet odaklı iki çalışmaya da ayrıca bkz.: Connell vd. (1981) ile Kessler vd. (1985). KAMUSAL DÜNYA: GELİR VE SERVET (s. 28-30). AvustralyalIların kazançları ve uğraşlarına ilişkin istatistikler *şu kaynaklardan: Avustralya İstatistik Bürosu (bundan sonra AİB) Ka­ talog no. 6101.0, Labour Sîatistics (1978), s. 71 ve AİB Katalog no. 4101.0, Sociaî Indicators, 4 (1984), s. 171, 192, 213, 214. Hiçbir geliri olmayanlara ilişkin düzenlemeler, AİB katalog no. 2443.0, C ensus Sum m ary C haracteristics o fP e rso n s and D w ellin g s,( 1983), s. 4-5, 15 yaş üzeri erkek ve kadınlara ait 1981 sayım sonuçlarına dayalıdır. ILO’nun araştırması W omen at W ork, 1 s. 4-5’te özetlenmiştir. Doğu Avrupa’ya ilişkin veriler Molyneux’den (1981) alıntılanmış tır. 1968-72 dilimine ait sayıları içeren Latin Amerika çalışması, Latin Amerikalı ve Karayıpli Kadınlar Kolektifi (1980), s. 182’de özetlenmiştir. EĞİTİM, EMEK PİYASASI VE FİNANS (s. 30-33). Okuryazar olmama ve (yeniden hesaplanmış) yüksek öğrenime ilişkin veriler UNESCO Statistical Yearbook, (1984) 1.3 ve 1.4 tab­ lolarından, her bir ülke için değişik yıllardan derlenmiştir. İşgücüne ka­ tılım istatistikleri, Dünya Bankası W orld Tables, (1980), s, 460-465. Avustralya’daki mesleki ayrımcılık verileri Social J n d ic a to rs, 4, (1984), s. 178; buradaki emek piyasasındaki ayrımcılığın değerlendir­ mesi için bkz. Kadın Bürosu Raporu, The R ole o fW o m e n in the Economy, (1981), s. 22-33. Uluslararası bilgiler ve alıntılar, OECD yayını Wom'en and E m ploym ent , (1980), s. 42. Newland’in (1980), dünya ölçeğinde cinsel İşbölümüne mükemmel bir kısa girişi var. Parasal ay­ rımcılıkla ilgili bilgiler için bkz. Niland (1983) veA u stra lia n 4 Şubat 1983. ŞİDDET SUÇLARI (s, 33-38). Aile içi şiddet istatistikleri: ABD, Straus (1978), s, 446. İskoçya, Dobash ve Dobash (1979). Polis karakolu verileri, YGG Aile içi 43

Şiddet Görev Grubu, R eport (1981). Bu rapor ve Scutt (1983) Avust­ ralya’ya ait dağınık bulgulan başarıyla bir araya getiriyor. Tecavüz is­ tatistikleri: Avustralya, Year B o o k A ustralia (1985), s. 221. ABD, Statistical A bstracta ö f the U nited States (1985). Avustralya’daki cinsel saldırılar, AİB Katalog no. 4505.0 Crİme Victims Survey, A ustralia, 1983, P relim inary (1984). Cinayet ve saldırılar: AİB Katalog no. 4505.0; AİB Katalog no. 3303.0 Causes o fD e a th (1983); AİB Katalog no. 4502.1,.H igh C rim inal Courts, N SW , 1983', YGG Suç İstatistikleri ve Araştırma Bürosu’nun cinayetler üzerine uzun süreli araştırması için bkz. Wallace (1986); S ta t istical A bstract o f the US (1980, 1985).

im, . ü iü

ü t Mî : Ü V

I

if

HOMOFOBİ (s. 35-37). Mahkeme dosyalanyla ilgili Sydney ve YGG istatistiklerinin kaynağı, Suç İstatistikleri ve Araştırma Bürosu (1978/9), s. 10, 33-37. Eşcinsellere yönelik baskı örüntüsü, YGG Ayrımcılık Karşıtı Kurul ta­ rafından hazırlanan dildcate değer^ ^ (1982) belgelenmiştir. Karıada’daki saldırılar için bkz. B ody Politic, 94 (1983); 105 (1984); 117 (1985). Nevv York’taki dövme olayı ve diğer tacizler Rosen (1980-81) tarafından belgelenmiştir. Eşcinsel Acil Arama Hattı aracılığıyla 19-21 Temmuz 1985 tarihleri arasında düzenlenen soruşturma, polis örgü­ tünün Eşcinsel İlişkiler Birimi tarafından rapor edilmiştir (YGG Polisi Halkla İlişkiler Bürosu yayım). POLİS, CEZAEVLERİ, ORDU (s, 37-39). Avustralya ile ilgili rakamlar için bkz. S o cial İndicators, (1984), s. 263, 273’ten alınmıştır. ABD’ye ait rakamlar için bkz. Statistical A b stra ct (1980, 1985). Cezaevleri üzerine uluslararası kar­ şılaştırma için bkz. Heron House B ook o f N um bers (Londra; Pelham Books,1979), s. 323. Ordu ile ilgili rakamlar: Avustralya, Year B o o k A ustralia (1984), s. 45; NATO, Chapkis (1984), s. 88; ABD, Statistical A bstract , (1980), s. 375. RESMİ MAKAM SAHİPLERİ (s. 38-39). Tanımları sınırlı da olsa, kadınların politik sisteme katılımları konusunda bulunmaz bir kaynak için bkz. Nevriand (1975); alıntı s. 33. Veri sağlanan diğer kaynaklar şöyle: Avustralya, Federal Mahkeme Ki­ taplığı; Saver (1985). ABD, Stille (1986); Hacker (1983) ve Congressional Q uarterly W eekly Report, (10 Kasım 1984). Hindistan, Ja­ ponya ve İtalya büyükelçiliklerinden gelen mektuplar. Sovyetler Birliği, Perchenok (1985). İngiltere, Merkezi Enformasyon Bürosu, W omen in B rita in , (1984). 44

Birinci Kısım

Toplumsal cinsiyetin teorileştirilmesi

,t*J'J!'!’■ K'iî'V'.;!!', ■

m \; . 'jM "

ıJi®

i:üıv v

n

Çağdaş teorinin tarihsel kökleri “SSŞŞf1

1. Bölüm ’de sözü edilen olguların anlaşılması yönünde yaygın olarak kabul edilen hiçbir çerçeve yok. Bu olguları incelemenin birbiriyle bağdaşmayan çeşitli yolları var. Dolayısıyla önümüzdeki üç bölümün hedefi, bu farklı yaklaşımları ele alarak bunlardan, top* lumsal cinsiyetin anlaşılmasına ilişkin sistematik bir temel ortaya çıkarmak olacak. İlk adım, bu yaklaşımların nereden geldiklerini ve bugünkü bi­ çimlerini nasıl aldıklarını araştırmak olacak. Ama bu bölümün ana fikrinin eksiksiz bir düşünceler tarihi oluşturduğu söylenemez. Kendi başına oldukça büyük bir girişim bu. Yine de toplum te­ orisinin ilkesel olarak asla boşlukta var olamayacağı gerekçesiyle bir tür tarihsel çerçeveye ihtiyaç duyuyoruz, Çünkü toplum te47

orisinin, belli bir bağlamı olan bir pratik olarak görülmesi ve de­ ğerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz.

A. DÜNYEVİ AHLÂK ^Toplumsal cinsiyete dair toplum bilimsel teoriler, bildiğim ka­ darıyla Batı icadıdır ve kesinlikle modern buluşlardır. Öbür uy­ garlıkların, insan cinselliğine ve cinsiyetler arası ilişkilere ken­ dilerine özgü yaklaşım biçimleri vardır. Sözgelim i, Hint erotizmi ve Çin aile kurallarının gösterdiği gibi, sözünü ettiğimiz bu yak­ laşım biçimleri, Batı’mn yaratmış olduğu herhangi bir şey kadar in­ celikli ve teferruatlı olabilir. Ancak bunlar farklı tipte kültürel olu­ şumlardır.'; Ayrıca bu bakış açısı, daha en baştan, Avrupa kültürünün bir parçası olmamıştır. Biyolojik ve toplumsal cinsiyet, Ortaçağ ve Re­ form asy on aydınlarının yazılarında genellikle erkekler, kadınlar ve Tanrı arasındaki ahlâki ilişkilerle ilgili bir tartışmanın konuları olarak sunuluyordu. Ama bu tür bir çerçevenin ille de kısıtlayıcı ol­ ması gerekmez. Böyle bir çerçeve içinde kalarak ihtirasın kar­ maşıklıklarını fark edip büyük bir incelikle ele almak mümkün olabilir pekâlâ. Tristan ile Isolde’nin aşkından, Dante’nin ka­ leminden çıkan Paolo ile Francesca’nın öyküsüne veya Shakespeare’in Romeo ve Jülyet’ine dek pek çpk yerde “hüsrana uğrayan aşk” temaları bunu kanıtlıyor. Yine de bu öykülerin kaynağı, çoğunlukla “aşkın doğası”na dair bir meraktan çok, birbiriyle çatışan yükümlülüklerin yarattığı ikilemdi. Benzer, şekilde, te­ ologların ve düşünürlerin cinsiyet hakkındaki tartışmaları da, in­ sanların niçin başka bir şey yaptıklarını ele almaktan çok, ne yap­ maları gerektiğini şart koşmayı amaçlamıştı. Bu çerçevedeki ilk büyük değişiklik, Tanrı’nın kadınlara ve er­ keklere izlemeleri için bir yol öngördüğü yönündeki inanışın çürütülmesiyle yaşandı. Aynı temaya, Aydınlanma çağı entelek­ tüellerinde de rastlarız, ama bu sefer dünyevileşmiş şekliyle çıkar karşımıza. Hâkim konumdaki toplumsal cinsiyet düzenlemelerinin ahlâki açıdan onaylanışı ve (özellikle, yeni icat edilmiş bir yazınsal tür olan romanda karşılaşılan) kuralları çiğneyen insanların ya48

şamlanna ilişkin dram hakkında bir tartışma söz konusudur. Daha önce Tann’nm işgal , ettiği yere Toplum’u koyan dünyevi bir ahlâkçılık çerçevesi, aralarında feminizm ve liberterliğin ilk bi­ çimlerinin de yer aldığı epeyce geniş bir toplumsal tavırlar sil­ silesini onaylayabilirdi. Fransız D evrim i’nin şoku, bu tartışmayı ansızın radikal bir yöne çevirdik1791-1792 yılları arasında hem. Fransa’da hem İngiltere’de, “erkek haklaıT’nın* hemen ardından “kadın haklaıT’na ilişkin kesin bildiriler yayımlandı. Bunlar a~ rasında, İngilizce konuşan okuyucuların en iyi bildiği metin, Mary Wollstonecraft’ın V in d ic a tio n o f th e R ig h ts o f W o m e n \ (Kadın Haklarının Savunusu), kadınların ahlâki karakterinin içinde bu­ lundukları baskıcı koşullar tarafından çarpıtıldığını ısrarla vurgu­ luyordu. Aynı tarihsel uğrak, uzlaşımsal cinsel ahlâkın J u s tin e ’de Marquis de Sade tarafından daha şiddetli bir şekilde yerilişine de tanık oldu. Marquis de Sade, insan iradesi tanrısal adaletin ta­ mamen yerini aldığında mümkün olabilen sefih bir cinselliği keşfetmek amacıyla, anıtsal J u l i e t t e ’tz daha da ileri gitti. Bunlar uzun bir süre cinsel radikalizmin en büyük başarıları olarak kaldı. Fransız Devrim i’ne yönelik tepki, sınıf bağlamında ol­ duğu kadar cinsel alanda da meşruiyetçiydi. Ondokuzuncu yüzyıl aydınlarının çoğu, şayet Wollstonecraft ve Sade’dan haberdar ol­ salardı onlara karşı düşmanca bir tavır takınırlardı. N e var İd, top­ lumsal cinsiyete ilişkin ahlâki argümanın dünyevileşmesi yürür­ lükte kaldı. Liberalizmin yükselişiyle de, bir eşit haklar öğretisine, bir yurttaşlık hakkı talebine dönüştü. 1848’de A B D ’de Seneca Falls kongresiyle birlikte kadınların önemli çaptaki ilk politik se­ ferberliği başladığındaysa, işte bu öğreti üzerinde odaklandı. Li­ beral ve faydacı çerçevede, kadınların yurttaşlığına dair herhangi bir itiraz nedeni bulmak giderek güçleşiyordu. John Stuart Mili, T h e S u b je c tio n o fW o m e r C da (Kadınlara Hükmedilmesi) “oy kul­ lanma hakkı erkeklere tanındığıma göre, hangi koşullar altında ve hangi sınırlar içinde olursa olsun, aynı, hakkın kadınlara da ta* "Rights of m an” ; başka birçok dilde olduğu gibi İngilizce'de de "e rke k” ve "İnsan” için aynı kelim e kutlanılır; Türkçe'de de "adam ” kelim esi aynı şekilde dü­ şünülebilir. H addizatında "rights of m an” , tarihsel o larak d a "insan- h aklan ” değil “erkek hakları" olarak, m ülk sahibi olsun olm asın bütün sınıflardan erkeklerin eşit haklara kavuşm ası anlayışı tem elinde ortaya çıkm ıştır, (y.h.n.) F4ÖN/Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

49

ılınmamasını haklı çıkaracak en ufak bir neden yoktur” diye yaz­ dığında kullandığı ifade tarzı, argüman açısından sonucu belirleyen bir değişikliği işaret ediyordu. Artık eşitlikten yana mantıksal so­ nuçlara yanlıyordu. Yüzyılın dönümünde kapitalist dünyanın sınır­ larındaki bazı yeni kolonilerde (W yoming, Utah, Yeni Zelanda, Colorado, Güney Avustralya, îdaho) beyaz kadınlar, eşit oy kallanma hakkına sahip oldular ve oy kullanma hakkı mücadelesi, en­ düstri merkezi ülkelerde yol almaya devam etti. “Dünyevi bir ahlâkçılıksan söz edilmesi, dinsel ahlâkçılığın varlığını koruduğunun inkarı anlamına gelmez. Ondokuzuncu yüz­ yıl Kuzey Amerika feminizminin, ancak dinle sıkı bağlar için­ deyken, özellikle de Alkol Karşıtı Hıristiyan Kadınlar Derneği (WCTU) adı altında kitlesel bir harekete dönüşmüş olduğu gerçeği oldukça şaşırtıcıdır. Öte yandan, 1970’lerin sonlarında yine p Ş P .-4^Çininizm ve eşcinsel kurtuluş hareketine yönelik tepkinin, kökten-dinci ^otestanlık ile nasıl yalandan bağlantılı olduğu da aynı ölçüde şaşırtıcıdır. Toplumsal cinsiyete İlişkin düşünceler tarılıı ustaca tanımlanmış evrelerin art arda sıralanışı olmaktan çok uzaktır. Ama yeni bir gelişim n e ' denli radikal olursa, eski çerçeveleri de o denli beraberinde taşır. Bununla birlikte Aydınlanma, argümanın alanında temel bir yeYaPllanmaya tanık oldu ve ondokuzuncu yüzyılın sonuna get dİ^ d t ^ nci bir yeniden yapılanma ivm e kazandı. Eşit haklar ■ öğretisi, Avrupa, Kuzey Amerika ve öteki yeni kolonilerde fe­ minist seferberliği körükledi. 1920’li yıllarla birlikte bu ülkelerdeki kadınlar, özellikle oy kullanma, mülkiyet ve eğitimden yararlanma konularında resmi veya hukuki haklarım kullanmaktan yoksun bırakılma biçimlerinin en kötülerini araştırıp bulmuş, bunlara sal­ dırmış ve çoğunlukla da karşı gelmişlerdi. O sıralarda eşit haklar kavramı da farklı tipte bir soruna yönelmişti. Şayet kadınların tabi kılınması, doğal ya da adil değilse nasıl ortaya çıkmıştı? Nasıl mu­ hafaza edilmişti? Bunlar artık etile olmaktan çok ampirik sorunlardır - hatta dünyevi bir ahlâkçılık çerçevesinde doğrudan doğruya toplum ile ilgili ampirik sorunlar olarak görülürler. B öylece hakar öğretisinin mantıksal sonucu, toplumsal cinsiyete dair bir top­ lum teonsı olmuştur. F Bir anlamda bu ,daha en baştan itibaren açıktı. WolIstonecraft,

zamanının çoğunu kadınların ahlâkı karakterinin nasıl biçimlen­ diğini sorgulamakla geçirmişti. Kadınların karakterini geniş anlamda eğitimle ilişkilendirmiş ve hem kadınların karakterinin hem de eğitimin yenilenmesini önermişti. Robert Owen gibi ilk sos­ yalistler de aynı anlayıştan yola çıkarak kadınların ve erkeklerin karakterlerinin baskıcı koşullar tarafından nasıl çarpıtıldığına dik­ kat çekmiş v e ekonomik reform kadar eğitim reformuna da ihtiyaç duyulduğu sonucuna ulaşmışlardı. Ondokuzuncu yüzyıl başlarının Ütopyacı sosyalist hareketine, cinsiyet eşitlikçiliğini ön plana çıkafan bir düşünüş tarzı hâkim olmuştu. Bu düşünüş tarzı, August Bebel ve Friedrich Engels’in yazıları aracılığıyla ana akım sos­ yalist geleneğin parçasıjıaline. geldi. Bu yaklaşım Engels’de Mor­ gan (E sk i T o p h tm ) ve Rachofen [D a s M u tte r r e c h t (Analık Hu­ kuku)] gibi teorisyenlerce inşa edilen akrabalığın kurgusal tarihiyle buluştu. E ngels’in ünlü kitabı A ile n in , Ö ze l M ü lk iy e tin ve D e v le tin K ö k e n i tarihyazımmın modası geçerken kaleme alınmış ve kısa bir süre sonra sahnede kendisinin yerini alacak olan etnogTafiye da­ yanmıştı (Bkz. 7. Bölüm). Ama önemini korumayı başardı, çünkü erkekler ve kadınlar arası ilişkiler düşüncesini, ilk ve son kez, be­ lirli bir tarihsel yörüngeye sahip bir toplumsal sistem olarak şekillendiriyordu. Argüman, toplumsal cinsiyet ilişkileri arasındaki farklılıkları uzak geçmişte, bilinen tarihte ve ümit bağlanan ge­ lecekte sahneliyordu. Engels, toplumsal cinsiyetin yörüngesini sınıf dinamiklerine bağlıyordu, ama çalışmasının ana fikri, kurmuş olduğu bu bağlantı üzerinde temellenmiyordu. Engels’in, tıpkı o kuşağın tüm reformcularının yaptığı gibi sor­ gulam aksam kabul etmekte direttiği şey, “kadın” ve “erkek” k a ­ te g o r ile r in in doğallığı, hatta aslında uzlaşımsal kadm ve erkek sıfatlarıydı.. Radikal eşit haklar öğretileri, rahatlıkla, “gerçek ka­ dınlık”, kadın ve erkeklerin yapması gereken doğru işler ve onların heteroseksüel yazgıları hakkındalti oldukça uzlaşımsal görüşlerle bir arada var olabilirdi. Kadınların oy hakkı için kampanyalar düzenleyenler, yüzyılın dönümünde sürekli olarak kamusal alanın kadınların doğal sıfatları olan ahlâki yücelmeye, ev yaşamının er­ demlerine ve çocuk büyütmeye ihtiyaç duyduğunu öne sürüyor­ lardı. Bu doğrultuda, anaokulu hareketi ve bebek sağlığı, annelik 51

eğitimi merkezleri, Öjenik* ev ekonomisi eğitimi ve fakirlere maddi manevi yardım kampanyalarına katılmak üst-sınıf feminizmi için çok kolay olmuştu.

B . B İL İM V E R A D İK A L İZ M

N e var ki bu doğallık varsayımlarına, çeşitli yakalardan karşı çıkıldı. Bunlardan biri, evrimci biyolojiydi. 1874’te İnsanın Tü­ rey işin d e Charles Darwiıı, daha Önce Türlerin K ö k en in de vur­ guladığı “doğal ayıklanma” görüşünün yanında bu kez de bir evrim mekanizması olarak “cinsel ayıklanma” nosyonunun açıklamasını katmıştı. Darwin, kullandığı yalın üslupla, cinsiyet konusunu te­ ologların ve ahlâkçıların elinden alarak farklı türlerin davranışla­ rının gözlemlenmesi ve karşılaştırılması sorununa dönüştürdü. B i­ yologlar daha da ileri gidip cinsiyetin sonuçta niçin varolduğu so­ rusuyla ilgilenmeye başladılar ve giderek cinsel üremenin sağladığı evrimsel avantajlara ilişkin bir açıklama geliştirdiler. Darwinizmin yan ürünlerinden biri, her ne kadar, erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğünün bir evrim yasası olduğunu ö n e, süren “çıplak may­ mun” iddiası olsa bile, bunun etkisi uzun vadede ataerkilliği te­ dirgin ediyordu. Evrimci biyoloji, yalnızca cinsel davranışa ilişkin açıklamalar getirerek bile bu Örüntülerin açıklanması gerektiği, ya­ ni bunların bir şekilde sorunlu oldukları görüşünü yerleştirmeyi ba­ şardı. Bu gelişmelerin tartışma alanındaki bilimsel etkisi, cinsellik ve toplumsal cinsiyetle ilgilenen doktorların ortaya çıkması ve daha sonra “seksoloji” olarak adlandırılacak olan yarı tıbbi bir uz­ manlığın yaratılmasıyla birlikte daha da derinleşti. Tıp ve adli tıp hasta kayıtları, doğal bir fenomen olarak insan cinselliği bi­ çimlerinin keşfedilmesine yönelik temelleri attı. Bu çalışmaların ilk ürünü, Krafft-Ebing’in Psychopathia Sexualis (Cinselliğin Psi­ kopatolojisi) adlı kitabıydı (kitabın ilk baskısı 1886’da ya­ yımlanmıştı, ama daha sonra pek çok genişletilmiş baskısı piyasaya çıktı). Bu kitap, transvestitlik ve homoerotizmden, dışkı yeme ve kırbaçlanmaktan zevk almaya kadar birçok “dejenerasyon” bi­ * Bitki ve hayvan ırklarının ıslahıyla uğraşan genetik dali. (ç.n.)

52

çimini insanları dehşete düşüren bir çarpıcılıkla sınıflandırıyordu. Bunun ardından Havelock Ellis konuya daha sıcak yaklaşan cinsel farklılaşma antropolojisini geliştirdi. E llis’in daha sonra ya­ yımlanacak Studies in the Psychology o f Sex (Cinselliğin Psikolo­ jisi Üzerine Çalışmalar) adlı kitabının birinci cildi Sexual Inversion (Cinsel Altüst Oluş), 1897’de piyasaya çıktı. Ama bu düşünce a-' kiminin merkezinde yer alan kişi hiç kuşkusuz Sigmund Freud’du. Freud’un özellikle Cinsiyet Teorisi Üzerine Üç Denem e'de Öne sürdüğü argümanlar, her iki cinsin karakterinin de doğal olarak be­ lirlendiği görüşünü çürüttü. Freud’un insan duygularında "biseksüelliğin” baskın olduğunu vurgulaması ve ısrarla duygusal ya­ şamın içerdiği çatışmaların önemine dikkat çekmesi tümüyle yerleşik bir cinsel karakter örüntüsünün bulunmasını güçleştirdi. Freud, “Oİdipus kompleksi” analizlerinde daha da ileri giderek duygu örüntülerinin kişinin yetişkinlik döneminde nasıl gelişim çatışmalarının çözülmesi olarak kavranabildiklerini ve farklı ço­ cukluk hallerinin duygusal yaşamın her yönünü kuşatıp yeniden bi­ çimlendirmesinin nasıl mümkün olduğunu gösterdi. Pek çok kişinin tersine Freud’un. düşünce tarihindeki önemi, cinsellik temasını popülerleştirmesinden kaynaklanmaz. Onun asıl önemi, duygusal yaşam ve insan gelişim i hakkında yeni bilgi yığınları üreten ve analiz birimi olarak türler, beden vçya sendrom yerine ya§am öyküsü üzerinde odaklanmaya yönelen bir araştırma yöntemini, yani “psikanaliz’i bulmasından kaynaklanır. Psikanalitik yaşam Öyküsü, ilişkilerin ayrıntılarına, ailelerin şekillerine, kısacası duygusal gelişmenin toplumsal bağlamına dikkat göste­ rilmesini gerektirdi! B öylece psikanaliz, kadınlık ve erkekliğin top­ lumsal süreçler tarafından oluşturulmuş psikolojik biçimler olarak kapsamlı ve ayrıntılı bir şekilde açıklanmasını sağladı, İroniktir ki Freud’un amacı bu değildi —o, aslında psikolojiye biyolojik açıklamalar bulma umuduna sıkıca sarılm ıştı- ama yönteminin mantığı, kaçınılmaz"olarak toplumsala doğru yöneldi. Biseksüellik kavramı, Freud’un eşcinsel çekimi anlamaya yönelik araçlarından biriydi sadece. Bu, her şeyi biyoloji veya zıt kutupların çekimi üzerinde temellendiren toplumsal cinsiyet açıklamaları için Önemli bir sorundu. Keza, ondokuzuncu yüzyıl sonlarında dışlanmış bir grup olarak “eşcinsellerin” toplumsal ta53

ı y

j

nımı keskinleşirken çarpıcılığı giderek artan bir “sorun”du da. Bu, kısmen eşcinselliği yeni bir suç olarak ilan etmekle (bunun ilk kur­ banlarından biri de Oscar W ilde’dı), kısmen patoloji olarak eş­ cinsel davranışa ilişirin tıbbi tanımlamalarla, kısmen de bizzat eş­ cinsel insanların politik ve kültürel tepkileriyle söz konusu olmuştu. 1860’lar ve 1870’îerde Kari U lrichs,ve 1890’lardan i, tibaren de Magnus Hirschfeld gibi daha, ünlü yazarlar, bir yandan bilimsel seksolojiyle, bir yandan da toplumsal tutumları ve yasaları liberalleştirme hareketiyle dirsek teması kurdular. Hirschfeld’in B i­ lim sel Hümaniter Komitesi bu karışımı güzel bir şekilde ifade ediyordu. Bunun dolaysız sonucu, “üçüncü cinsiyet” görüşünü vur­ gulayan, doğacı bir eşcinsellik teorisi oldu. Bu, Freud’un yöne­ limine ters düşüyordu, ama eşcinsel tercih için fizyolojik bir temel varsayması nedeniyle artık bu yaklaşımın yanlışlığı kabul edilebilir. Politik açıdan savünmacı bir görüştü ve eşcinsellerin ahlâki açıdan dejenere olmuş insanlar olarak ilan edilmelerine gös­ terilen bir tepiriydi. Yine de bu görüş, yirminci yüzyılın başlarında eşcinsel arzunun ömür boyu kalıcı olduğunun tek açıklaması olarak belirli bir güce sahipti. Bu anlamda, ikili cinsiyet kategorilerinin .sorgusuz sualsiz doğru kabul edilişini sorgulayan seslere eklendi. 1 Freud, herkesin bildiği gibi, bir toplumsal yapı teorisinden yoksundm Eğer uzlaşımsal aile veri kabul edilseydi, Freud’un hem psikoseksüel gelişim analizi hem de tıbbi tedavileri, ataerkil sta­ tükonun savunusuna dönüşebilirdi. Zaten Freud’un ardılları için kesinlikle böyle oldu, özellikle de psikanalizin 1930’larda Kuzey Amerika’ya göç etmesinden sonra, Freud’un kendisi, politik bir ra­ dikal değil bir tür liberterdi; sonuçta uzlaşımsal aile ve özellikle de uzlaşımsal aile içinde sahnelenen işbölümü daha çok radikaller arasında sorgulanıyordu. * Yüzyılın ilk bölümünde Ütopyacı kolonilerce, daha sonra da yüzyıl ortasında sosyalist teorisyenlerçe ortaya atılan konular, 1880’lerin ve 1890’lann “yeni sendikacılığı” bağlamında “va­ sıfsız” işçilerin sendikalaşmasıyla fazladan güç kazandı. Çalışan kadınların kendi sendikalarını kurma girişimleri, erkeklerin sen­ dikalaşması sırasında karşılaşılmayan engellere takıldı. Bu, kısmen erkeklerin bu girişimlere doğrudan karşı koyuşuyla bağlantılıydı: Erkeklerin yönetimindeki sendikalar, kadınları üye olarak aralarına 54

almayacaklardı. Aynı zamanda, kadınların genellikle hizmetçilik,'' gıda ve giyim sektörlerinde istihdam edildiği özel ücretli iş tip­ leriyle ve kendi evlerinde çalışmaları için kocalan ve öteki akrabalannca üzerlerine yüklenen taleplerle bağlantılıydı. Çlara^Zetkin gibi, sosyalist harekette yer alan kadınlar, işçi sınıfından kadırilanA^^lme^rkonusühü ele almak üzere sosyalist; düşühce vV pr arikleriıf yeniden düşü nülmesi gerektiğini öne sürdü­ ler... Sosyalist kadınlar, cinsiyete dayalı işbölümünün değiştirile­ bileceğini varsayıyorlardı, böylece bunu örgütleme çalışmalarına başladılar. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Almanya, ABD ve başka ülkelerde sosyalist partilerde güçlü kadın hareketleri ortaya çıktı. Bu hareketlerin baskısıyla işçi sınıfı örgütleri, biraz çekine­ rek de olsa, çocuk bakımı ve ev işlerinin pratik toplumsallaşma bi­ çimleri olarak ortak çocuk bakımını, halka açık çamaşırhaneleri, komünal yaşam düzenlemelerini ve cemaat denetimi altında bu­ lunan bir eğitim sistemini keşfetmeye başladı. Hatta Aleksandra Kolontay’m ısrarıyla bu kısa bir süre için Sovyetler Birliği’nde devrimci hükümetin politikası bile oldu. Ama varlığını koruyamadı. Stalinizmle bildikte Sovyetler Bir­ liğ in d e ve 1920’lerden sonra da B atid a sosyalizmin dondurulma­ sıyla bu politikalar tamamen marjinalleştiler. (Öyle ki, 1937 yılına gelindiğinde George Orwell, sosyalist konferanslara musallat olan, sabit fikirli istenmeyen kimseler listesine sandalettiler, nüdistler ve vejetaryenlerle birlikte ‘‘feministleri” de dahil edebiliyordu.) Bu­ nunla beraber sosyalist feminizm, teorik bir atağa kalkmıştı. Bugün “cinsiyete dayalı işbölümü” olarak adlandırdığımız şeyi, analiz ve açM am â gündemine oturtmayr bâpran, sosyalist feministler öl­ müştür, üstelik bunu, tıpkı Darwin ve seksologların cinsellik so­ rununu gündeme getirmeleri kadar sağlam bir şekilde yapmışlardır.

C. CİNSİYET ROLLERİ YE SENTEZLER 1920’lerde radikal çıkışın inişe geçmesi, toplumsal cinsiyete ilişkin bu tartışmalardan kaynaklanan pratik zorunluluğun kökünü ku­ ruttu. Bir somaki kuşakta ana gelişmeler daha çok akademik oldu. Politikadaki ‘^kadm__sorunu”, yeni psikoloji ve sosyoloji bilim55

/j X? j

/terinden bir yanıt ortaya çıkarmıştı bile. Bir araştırma silsilesi, kadmlar ve erkekler arasındaki psikolojik farklılıkların neler olduğunu ve bunların nasıl doğduğunu sorguluyordu. Hemen hemen yüzyılın dönümünde A B D ’de ağırlık kazanan “cinsiyet farklılığı” araştırması, nitelik açısından son derece değişken yönler almış ol­ makla beraber, nicel açıdan giderek büyüyordu. Bu gelenek 1930’larda, “erkeklik ve kadınlığın” doğrudan doğruya psikolojik bir kişilik Özelliği olarak ölçülm esi girişimlerinde yeni, stan­ dartlaştırılmış bir davramş ve kişilik testleri teknolojisiyle kesişti. Böylece erkeklik ve kadınlığa (E/K) ilişkin test ölçekleri geliştirildi ve toplumsal cinsiyet sapmalarının teşhis edilm esi amacıyla derhal uygulamaya koyuldu/ “Ölçeklendirilen” özelliklerin kaynaklarına bakıldığında top­ lumsal cinsiyetin ölçeklendirilmesi görünüşte yansızdı. Akademik toplum bilimleri bu soruna başka terimlerle atıfta bulunuyordu. Jessie Taft, kadınların kültürel olarak marjinalleşmesi fikrini ge­ liştirdi; bu, kayda değer bir yaklaşımdı, çünkü toplumsal cinsiyete dair toplum analizinin merkezine iktidarı ve dışlanmayı yerleştiri­ yordu. Buna karşın akademik düşüncenin ana çizgisi, 1930’larda “toplumsal rol” kavramının ortaya atılmasıyla birlikte başka bir yöne saptı. Bireysel davramş için toplumsal olarak hazırlanmış, önce Öğrenilen sonra da sahnelenen bir senaryo nosyonu, rahatlıkla toplumsal cinsiyete de uygulanabilirdi. 1940’lara gelindiğinde “cinsiyet rolü”, “erkek rolü” ve “kadın rolü” terimleri yaygın olarak kullanılıyordu. 1950’lerin başındaysa, Mirra Komarovsky ve Talcott Parsons gibi Amerikan sosyologları,, cinsiyet rollerine ve bunları kuşatan kültürel çelişkilere ilişkin bir işlev teorisi geliştirmişlerdi. Bu görüşler, gelişmekte olan da­ nışmanlık, evlilik rehberliği, psikoterapi ve sosyal yardım hiz­ metleriyle aynı noktaya yönelm eye başladı. Normatif bir “cinsiyet rolü” kavramı ve bundan kaynaklanan çeşitli “sapma” örüntüleri, sapkınların iyileştirilmesinin pratik açıdan gerekçelendirilmesini ve bir bütün olarak “sosyal yardım meslekleri”nin teorik açıdan haklı çıkarılmalarını mümkün kılarak marnlamayacak ölçüde etkili oldu. “Cinsiyet rolü” o zamandan beri akademik düşüncenin merkezi ka­ tegorisi olarak kaldı, bu arada cinsiyet farklılığı literatürü de gi­ derek “rol” başlığı altında toplanıyordu. 56

1

Bu zaman zarfında psikanaliz, antropolojiyi yeni yönlere doğru itelemişti. Freud ve ardılı Geza Roheim, Oidipus kompleksinin ev­ rensel olduğunu ve herhangi bir biçiminin her kültürde ortaya çıktığını öne sürüyorlardı. 1920’lerde ve 1930’larda Sex and Repression in Savage Society’de (Yaban Toplumda Cinsellik ve Baskı) Bronislaw Malinowski ve Sex an d Tempevament in Three P ri­ mi tiv e Societıes’de (Üç İlkel Toplumda Cinsellik ve Mizaç) Margaret Mead gibi yazarlar, toplumsal yapı ve cinselliğin duygusal dinamiği arasındaki bağlantıya ilişkin genel bir örnek olay ortaya koymak amacıyla kendi alan çalışmalarını sürdürdüler. Freud’a da­ ha sadık olan. Malinowski, argümanını, bastırmanın işlevsel ge­ rekliliği ve bu amaca yönelik bir araç olarak akrabalık âdetlerinin işlenmesi üzerinde temellendirmiş ti. Mead ise bir bütün olarak kültürijn duygusal görünümüyle daha fazla ilgileniyordu ve yak­ laşım ı,A m erikan antropolojisinin “kültür ve kişilik” okulunun şekillenmesinde etkili olmuştu. Belki de Malinowski ve M ead’in çalışmalarının en önemli etkisi, farklı kültürlerin cinsiyet ve top­ lumsal cinsiyete yaklaşma biçimlerini belgelem ek olmuştu yal­ nızca. Trobriand Adaları, Samoa ve Yeni G ine’deki yaşamın egzotikliği, toplumsal senaryo düşüncesini Batılılar için drama­ tikleştirdi; bu dikkate alındığında toplumsal cinsiyetin herhangi bir yönünün doğru kabul edilmesi çok güçtü. Yüzyılın ortasına gelindiğinde birtakım düşünsel akımlar aynı noktaya doğru yönelmişti; böylece sahne, düşünsel sentezler için hazırlanmaya başladı. Üç teorisyen, beşer yıl arayla, dikkat çekici ölçüde benzer konuları içeren önemli çalışmalar yayımladılar. Bunlardan biri alan antropolojisinden, biri teorik sosyolojiden biri de varoluşçu fenomenolojiden hareketle ortaya çıkarılmıştı. Bu teorisyenlerle birlikte toplumsal cinsiyete dair toplum analizi çağdaş . biçimini aldı. :Mead’in M aîe and Fem ale’i (Erkek ve Dişi), Talcott Parsoııs’m Family Socialization and interaction Process'tzki (Ailede Top­ lumsallaşma ve Etkileşim Süreci) makaleleri ve Simone de B eauvoir’m K adın'ı, çok farklı düşünsel programlar ve politikalar içeriyordu. Ama belki de onların ortak yönlerini daha da çarpıcı . kılan budur. Hepsi de kişiliğin yaratılmasına ilişkin olarak psikanalitik bir görüş benimsemişlerdi. Her ne kadar farklı terimlerle

57

ı

1:

de olsa üçü de benimsedikleri bu görüşü öncelikle cinsiyet rolleri veya toplumsal cinsiyet rolleri kapsamında kavranan işbölümü analiziyle bütünleştirmeye çalışmışlardı. “Rol”, uygulandığı genel sosyolojide temel bir terim olduğu için bu konuda aralarında en sis­ tematik olanı Parsons’dı. Bu yazarların üçünde de, cinsel karakter yetoplum sal cin siye t ilişkilerinin toplumsal olumsallığı hissi derinlerekök salmıştı. Bu noktayı en fazla dramatize eden, M ead’in özenli kültürler arası karşıtlıklarıydı. Ama ilk yazılarında Am e­ rikan toplumunda kadın rolünün modernleşmesini vurgulayan Parsons ve farklı kadınlık tiplerinin fenomenolojisine kalkışan de Beauvoir için de aynısı söylenebilir pekâlâ. Bununla beraber bu teorisyenlerin üçü de, toplumsal cinsiyet nosyonunun eksiksiz bi­ çimde sosyolojiye katılmasının gerektireceği bir hareket ser­ bestliğini sınırlandırmaya çalıştılar. Parsons toplumun işlevsel zo ­ runluluklarına, (içlerinde bu konuda en muhafazakârı olan) Mead insan gelişiminde kötü tanımlanmış bazı biyolojik kurallara, de Beauvoir da erkekler ve kadınlar arasındaki ilişkilerin ben/öteki ya­ pısına başvurarak bunu yaptı. Denebilir ki her üçü de, toplumsal cinsiyet örüntülerini öncelikle, evrensel olarak gördükleri çekirdek aile içerisindeki ilişkiler kapsamında tanımlamıştı. De Beauvoir’ın görüp de diğerlerinin göremediği şeyse, bu ilişkilerde barınan iktidar boyutuydu. Tabir caizse Mead ve Parsons, toplumsal cinsiyet alanım görenek ve toplumsal istikrar görüşü et­ rafında sentezlediler. De Beauvoir ise bunu kadınlara hükmedilmesi teması etrafında sentezledi. İlki kısa vadede daha etkili bir yaklaşımdı, Parsons’m aile analizi, özellikle de “dışavurumsal” (expressive) ve “araçsal” (instrumental) roller- arasındaki ayrımı, 1950Ter ve 1960Tarda Ame­ rikan toplum biliminin gösterdiği muhteşem büyümede yerini alan muhafazakâr bir toplumsal cinsiyet sosyolojisinin temelini attı. Bu sosyolojinin temaları da çekirdek ailenin gerekliliği, cinsel rollere kişisel uyum güçlükleri ve aileyi iyi durumda tutmaya yönelik müdahale teknikleriydi. “A ile” ve “cinsiyet ro!ü”nün bir bütün olarak ele alınmasıyla birlikte, sürdürülen araştırmaların çoğunun asıl odağı, eş ve anne olarak kadınlar (“kadın rolü”) oldu. Cinsiyet farklılığına ve toplumsal cinsiyetin derecelendirilmesine yönelik çalışmalar sürdürüldü ve genellikle rol paradigmasının onaylan­ 58

ması için kullanıldı. Ama alan, Parsons’m ününe rağmen, bu dönemler boyunca, umduğu akademik ilgiyi göremedi- Yine de Komarovsky’nin Blue-Collar M arriage’i (Mavi Yakalılarda Ev­ lilik) ve Young ile Willmott’ın Family and Kinship in East London’t (Doğu Londra’da Aile ve Akrabalık) gibi dikkat çekici bazı alan araştırmalarının yapılmasını sağladı. Bu çalışmalar her ne ka- ; dar sosyal hizmet ve bazen de sosyal politika üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuşsa da, toplum teorisini ve genel olarak toplum bilimlerinin düşünsel dünyasını çok az etkilediler. 1960’ların so­ nunda yeni feminizm ortaya çıkana dek de toplumsal cinsiyete yö­ nelik daha kapsamlı bir ilgi uyanmadı; ilginin uyanmasından sonra merkeze yerleşen görüşse, Simone de Beauvoir’ın yaklaşımıydı.

D/FEMİNİZM VE EŞCİNSEL KURTULUŞ HAREKETİ/' 1970’lerde feminizm ile eşcinsel kurtuluş hareketinden esinlenen araştırma ve teorik çalışmalar, bu tarih bağlamında, birçok ey­ lemcinin zannettiği kadar yeni değildir. Bazı ilgi odaklan zaten ge­ niş Ölçüde tartışılmıştı: Sözgelimi kadınlığın doğası, kadınlar ve er­ kekler arasındaki iktidar ilişkileri, çocukların, toplumsallaş ması, arzunun dinamikleri gibi. Diğer bir deyişle, tartışma alanının ha­ ritasının çoktan çıkarılmış olduğunu söyleyebiliriz. Bununla be­ raber, yeni teorisyen dalgasının eski temaları yeniden ele almakla veya ebedi bir feminizmi yeniden keşfetmekle yetindiğini dü­ şünmek de aynı Ölçüde yanlış olacaktır. Yukarıda taslağı çizilen tarih, bir tartışma alanı içerisinde birçok dönüşüm görmüş ge­ çirmiştir ve 1970 civarında meydana gelen de temelde budur. İk­ tidar ve eşitsizlik temaları etrafında geniş bir entelektüel alanın ye­ niden şekillenmesi söz konusuydu. Bunun itici gücü ise büyük ölçüde akademikleşmiş olan teori ile radikal politika arasında ye­ niden kurulan bağlantıydı. Cinsel özgürleşme hareketlerinin varlığı ve stratejik sorunları, yeni bir teorisyen kuşağının temel konularını tanımladı. Böylelikle toplumsal cinsiyet teorisi, toplumsal cinsiyeti barındıran topiumsal ilişkilerin nasıl ve ne ölçüde dönüştürüle­ bilecekleri sorunu üzerinde yoğunlaşarak, stratejik bir teori bi­ çimine de büründü, oysa bir anlamda bunu daha önce pek az ba­ şarmıştı. Ele aldığı konuların çoğu uzun süredir biliniyor olsa da, 59

artık toplumsal cinsiyete dair toplum analizim kültür sahnesinin bütününde en korkutucu güç kılacak denli bir yoğunluk v e erinlikle sorgulanıyorlardı. Feminizmin akademi dünyası üzerindeki ilk etkilerinden bin, cinsiyet rolü ve cinsiyet farklılığı araştırmalarının sayısını buyuk ölçüde artırması olmuştu. 1969’da sosyoloji dergilerinde ya­ yımlanan makalelerin % 0 ,5 ’ini cinsiyet^ rolu çalışmalannın oluşturduğu düşünülüyordu; 1978’e gelindiğinde bu oran, yılda 500 dolayında makale ile % 10’a ulaşmıştı. Eleanor Maccoby ile Carol Jacklin’in toplumsal biçimlenmeye dair görüşlerini tedbirli bir şeldlde geliştiren The Psychology o f Sex Difference (Cinsiyet Fark­ lılığının Psikolojisi) adlı derlemeleri, 1970’lenn başlannda A B D ’de yapılan araştırmaların boyutunu göstermektedir. 1 9/ 3 . e l s e-SexRoles (Cinsiyet Rolleri) adında, konuya özel bir dergi ortaya çıktı. Artık uzmanlığa dayalı alt-bölümlere cob y’nin ilgilendiği) toplumsallaşma, (Joseph Pleck ın r ^ Myr/î o / M asculinity (Erkeklik Miti) adlı kitabında değindiği) kadınlarmkinden bağımsız olarak erkeklerin rolleri, (Sandra Bım tarafın an kitlelere tanıtılan) androjenlik ve ÇThe H azards o f Beıng M a le ın (Erkek Olmanın Tehlikeleri) yazarı Herb Goldberg gibi gelişim ha­ reketinden psikologlarca desteklenen, kadınlar için özgüven eğitimi ve erkekler için bir tür erkeklik terapisi olarak) toplumsal cinsiyet ayarlamasıyla ilgili terapiler. Belki de bu literatürde, androjenlik dışında fazlaca bir düşünse yenilik yoktu (bunun nedenlerini 3. Bölüm ’de tartışacağım.) ununla beraber çok önemli bir politika söz konusuydu. Cinsiyet rolü yaklaşımı, en azından liberal feminizmin, yanı feminizmin ABU deki en önemli biçimine temel teşkil eden teorik fikirlerin ge­ lişmesini sağlamıştı. Betty Friedan, K a d ın lığ ın ı G iz e m i'n â z Parsons ye Mead’i eleştirmişti, ama kadınların kendilerim kuşatan bas­ kılardan kurtulmalarına yönelik çağnsı, aynı teorik çerçeveden kaynaklanıyordu. FriedanTn argümanında, reform ıçın gereken şey, kadınların kimliğine ve beklentilerine ilişkin bir değişikli ı. jmk. Genelde liberal feminizmde kadmlann dezavantajları, erkek­ lerin de sahip olduğu ama ne var ki kadmlann ıçselleştırdıgı kli­ şeleşmiş göreneksel beklentilere yorulur. Bu klişeler, aileler, okullar, kitle iletişim araçları ve öbür “toplumsallaştırma etkenlen 60

aracılığıyla daha da güçlendirilir, İlkesel olarak bu klişelerin yok edilmesiyle, eşitsizliklerin devre, dışı bırakılması mümkün olabilir: Sözgelimi, kız çocuklara daha iyi bir eğitim ve daha fazla çeşitlilik içeren rol modelleri sağlanarak, fıısatjeşiÜiğLprogramları ve bunun yanı sıra ayrımcılık karşıtı yasalar geliştirilerek veya emek, pi­ yasalarını Özgürleştirerek eşitsizliklerin yok edilmesi mümkün ola­ b ilir/ Bu akım içinde geniş bir literatür ortaya çıktı; bu literatür büyük ölçüde akademik çalışmalardan oluşuyordu ama Önemli bir kısmı da politika üzerinde yoğunlaşmıştı. Cinsiyet rolü teorisi, hızla, devlet bünyesinde gerçekleşen feminist reformun teorik dili oldu (Avustralya Okulları K om isyonu’nun Giriş, School and Society [Kız Çocuklar, Okul ve Toplum] başlıklı ünlü 1975 raporunu ve Women and Employment [Kadınlar ve İstihdam] başlıklı 1980 OECD raporunu buna örnek gösterebiliriz). Hatta cinsiyet rollerine ilişkin teamüllerin özgürleştirilmesinin erkeklerin de yararına qlabileceği görüldü. Böylesi bir görüş, M en's Liberation*ın . (Er­ keklerin Kurtuluşu) yazarı Jack N ichols gibi politika uzmanları aracılığıyla 1970,’lerin ortalarında A B D ’de boy gösteren '‘erkek kurtuluş” hareketinin iddiasıydı. Feminist hareketin daha radikal kanadı ise kısa sürede, “cin­ siyet rolleri” kavramının ve beklentilerin değiştirilmesi stratejisinin ötesine geçmeyi başardı. Bu görüşler, iktidarın toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki önemini gözden kaçırdıkları gerekçesiyle yetersiz bulunuyöriardı./Kadın kurtuluş hareketi gruplan, erkeklerin ka­ dınlar üzerinde iktidar sahibi olmaları nedeniyle kadınların baskı altında tutulduklarını ve kadmlann konumunun değiştirilmesinin v önce bu iktidara karşı çıkılması, sonunda da bu ,iktidarın yıkılması anlamına geldiğini öne sürüyorlardı. Bu varsayımlardan yola çıkan analizler başlangıçta akademi dünyasında çok çok az ve'bürokra­ side de oldukça sınırlı kabul gördü. Ancak toplumsal harekette yaygınlaşarak politik kampanya ve bilinçlendirme gruplarının ha­ reket deneyimlerini kazandılar. Toplumsal cinsiyete ilişkin iktidar analizi en yalın haliyle, ka­ dınlarla erkekleri, doğrudan bir iktidar ilişkisiyle birbirine bağlan­ mış toplumsal bloklar olarak anlıyordu/Bu, değişikliğe yönelik bir strateji olarak kadınların erkelderinkine karşı kendi ortak çıkar-

larmı vurgulayan dolaysız seferberliğini ifade etmektedir. îki blok arasındaki ilişkilerin çeşitli açıklamaları bulunmaktadır. Sözgelimi, Christine Delphy T h e M a in E n e m y ’de (Baş Düşman) Fransız çiftçi filelerini ele alarak kadınların kocalan tarafından ekonomik olarak sömürülmelerini vurguladı. Diğer taraftan Amerikan teorisyenleri ekonomiyi atlayarak politikaya yönelme eğilimindeydi. Shulamith Firestone C in s e lliğ in D iy a le k tiğ i’n d e iktidarın merkezi kururdu olarak çocuk yetiştiren ailelerde erkekler tarafından sahnelenen ko­ lektif bir iktidar oyununu görmekteydi; öyle ki esas olan ev işlerinden çok cinsel üremeydi. Mary Daly G y n /E c o lo g y ’de (Jin/ Ekoloji)* güç, korku ve işbirliğiyle sağlanan küresel bir ataerkilliğin resmini çizdi. Susan Brownmiller’ın A g a in s t Ö u r W İlk i (Bizim İrademize Rağmen) gibi tecavüz temasını işleyen ve Andrea Dworkin’in P o r n o g r a p h y : M e n P o s s e s s in g W o m e n 'ı (Por­ nografi: Erkekler Kadınlara Sahip Oluyor) gibi pornografiyi ele alan radikal feminist analizlerde genel olarak bu modeli izlediler. Daha karmaşık bir argüman çizgisiyse, erkeklerin iktidarım ve kadınların buna tabi kılınmasını, erkekler ve kadınlar arasındaki doğrudan ilişkinin dışında var olan zorunlulukların sonucu olarak ele alıyordu. Bu argümanın en genel biçimi, “toplumsal yeniden üretim”, yani insanlar kadar toplumsal yapıların da kuşaktan ku­ şağa yeniden üretilmeleri ihtiyacından yola çıkıyordu. Bu, Mark■sizm ve antropolojik yapışalcılılctan fazlasıyla etkilenmiş olan Juliet M itchell’ın P s ik a n a liz ve F e m in iz m adlı kitabının bakış açısıydı. Aynı zamanda, Dorbthy Dinnerstein’m T h e M e r m a id a n d îhe M in o ta u r ' unda sunulan daha hümanist bir psikanalizin de pay­ laştığı bir perspektifti.toinnerstein’m argümanı, hem. erkeklerin ik­ tidarını hem de kadınların boyun eğişini, çocuk büyütmenin (in­ sanide tarihinin büyük bir bölümünde teknik bir zorunluluk olarak) kadınların tekelinde oluşuna bağlıyordu^ Toplumsal yeniden üretim teorisi^ en gelişkin ifade biçimini yakın tarihte Clare Burton’la S u b o r d in a tio n ’d a kazandı. Burton’m argümanı, kadınların tabi kılın: masına ilişkin karşılaştırmalı kültürel analizi, eğitim sistemi eleştirisi ve devlet teorisiyle ilişkilendirmektedir —ilginçtir ki ikinci1

1 Yazar, kadın hastalıkları bilim i anlam ına gelan jinekoloji terimini bölerek, b ir ke­ lime oyunu yapıyor. -Jin- (Gyn) öneki kadın, dişi anlam ına gelm ektedir, Böylece ' bir kadın/ekolojisine gönderm B yapılıyor, (ç .n .j

62 .

............ ...... m—

.

----- ........... .. ..... — ....... - — - h

tema genelde radikal feminizmde, çok az ele alınmıştır. Çoğu sosyalist feministe göre sorun, genelde toplumun değil, özelde kapitalizmin yeniden üretimidir./Kadınların sömürülmesi, kapitalizmin kâr sağlama dürtüsü ve kendisini yeniden üretmeye , ydnefiİö ihtiyacıyla ilintilidir; Diğer bir deyişle, işgücünün cinsiyete dayaH böİümlenmesîne ve ev kadınlarının ezilm esine yol açan başk!İarla ^ağlantıhdır. Sonuçta bu argümanlar da, hareket stratejisi Kakkındaİci görüşlerle bağlantılıydı. Bağnaz Marksistler, her türden ayn kadm hareketine karşı çıkarken, sosyalist feministlerin çoğun­ luğu kapitalizme direnen diğer hareketlerle, özellikle de işçi ha­ reketiyle bağ kuracak özerk bir kadın hareketi için çalışıyordu/ Sosyalist feministler dikkatlerini özellikle işçi sınıfı ka­ dınlarının konupıuna yönelttiler, 1970’lerde ortaya atılan kapsamlı bir argüman, sermayeye gizli bir yardım olarak kadınların evde ücretsiz çalıştırılmalarının ekonomik önemini vurguladı. “Ev İş­ lerine Ücret” kampanyasının aileye ilişkin feminist eleştirilere en­ düstriyel bir boyut kazandırmasından önce sahneye çıkmamış olsa da “ev içi emeği tartışması” sonunda bir Marksist yorumlar ba­ taklığında sıkışıp kaldı. Nihayet kadınların ücretli emeklerinin po­ litikası ve ekonomisi üzerinde yoğunlaşan daha verimli başka bir saldırı hattı açıldı. İlk bakışta bu, basit bir ayrımcılık m eselesi veya iktisatçıların “ikili emek piyasası” argümanının bir versiyonu gibi görünüyordu. Ama Louise Kapp H ow e’un Pink C ollar Workers'ı (Pembe Yakalı İşçiler) gibi çalışmalar, giderek bir ayrımcılık, de­ netim, sömürü, güçlükler ve fırsatların dehşetengiz toplumsal mücadelesi sistemi olarak toplumsal cinsiyete göre düzenlenmiş ekonomiyi açığa vuruyordu. Ann Game ve Rosemary Pringle’m Gençler a t Work'ü, Cynthia Cockburn’ün Brothers (Erkek Kar­ deşler) ve M achinery o f Dominance'ı (Hâkimiyet Mekanizması) ve Carol O ’D onnell’ın The B asis o fth e B argam 'ı gibi oldukça ye­ ni araştırmalarda işyeri, cinsel politikanın en temel alanı olarak ele alınır. O zaman da bir kurum olarak, emek piyasaları ve gelir da­ ğılımı arasında bir birleşme noktası olarak ya da ideoloji ve eğitim nesnesi olarak analiz edilebilir. Kapitalizmin yeniden üretiminin genel koşullan sorunu, cin­ selliğe ve aileye geri dönmüştü. Ama bu sefer feminizmden, Freüdcu Sol”dan, 1960’ların “Yeni Sol” ve karşı-kültür akırmn. 63

Q ,ân ve eşcinsel kurtuluş hareketinden çıkan argümanlar aynı nok­ taya yönelmişlerdi. David Cooper’m T h e D e a th o f th e F a m ily si (Ailenin Ölümü) gibi metinler, çekirdek aileyi otoriter bir kurum olarak, baskıcı bir toplumun cinselliği denetlemesini, könformist insan toplulukları yaratmasını mümkün kılan temel bir araç olarak sunuyor ve uzlaşımsal çekirdek aile sosyolojisini yerin dibine ba­ tırıyordu. 1970’lerin başlarında feministler, aileyUcadınların nsıl ezilmc alanı olarak görüyorlardı. Belki de Lee Comer’ın W e d lo c k W o m e n 'ı (Evlilik Bağındaki Kadınlar) bu görüşten kaynaklanan evlilik, ev işleri, annelik ve aile ideolojisi analizlerinin en keskin ifadesi olarak görülebilir. A ile eleştirisindeki en radikal kopuş ise eşcinsel kurtuluşu teorisyenlerince gerçekleştirilmiştir.fcinsiyet:rolü t ^ L i v e şpşyalisi teori, benzer bir biçimde, insanların ezici çoğunluğunun doğal plarak lıeteroseksüel olduğunu varsayıyor, hatta ilk eşcinsel haklar hareketleri bile bu görüşü kabul ediyordu. Ama yeni hareket bu görüşü paylaşm adı/İlk sloganlarından birinde Her normal erkek, eşcinsel kurtuluşu için hedef teşkil eder” deniyordu/Değişen var­ sayım ve eşcinsel politikanın 1970’lerin başlarındaki enerjisi, te­ orik çalışmanın birçok ülkede dikkat çekici Ölçüde dalgalanmasına yol açtı. AvustralyalI Dennis Altman H o m o sexu a T . O p p r e s s io n a n d L ib e r a tio n ' da (Eşcinsel: Baskı ve Kurtuluş), İtalyan Mario Mieli H o m o s e x u a lity a n d L ib e r a tio n ' da (Eşcinsellik ve Kurtuluş) ve “eşcinsel sol” da İngiltere ve A B D ’de eleştirel bir cinsellik te­ orisinin değişik örneklerini geliştirdiler. Genel olarak hepsi de, aileyi sermayenin emek kaynağı ihtiyacını ve devletin tabi kılma ih­ tiyacını karşılayan bir heteroseksüellik fabrikası olarak görüyordu. Dolayısıyla, eşcinsel arzunun bastırılması, kesinlikle'genel bir otoriteciliğin parçası olmakla birlikte çok özel nedenler de içeriyor­ du. Yine de kaçınılmaz olarak eksikti ve tatmin edilemeden bas­ tırılan arzu, eşcinsel insanlara karşı yöneltilen nefretin başlıca kay­ nağıydı. Bu yüzden eşcinselliğin özgürleşmesi, baskı altındaki bir ' azınlık için eşit haklar edinmeye yönelik geleneksel bir kampanya değildi. İnsan potansiyeline ilişkin daha genel bir özgürleşmenin en ileri noktasıydı. Marx, Freud ve eşcinsel eylemciliğin bu karışımı, feminist ata­ erkil eleştirisiyle birleştirilebilse bile terimler, 1970’ler boyunca 64

eşcinsel teorisyenlerin en\büyük sorunu oldu. Güçlüklerden biri, erkeklik analiziydi. İlk eşcinsel kurtuluşu teorisyenleri, erkeklerde rastlanan eşcinselliği erkekliğin bir tür reddi olarak görüyorlardı. Bu yaklaşım, 1970 lerin sonu ve 1980’lerin başlarının homosek­ süel altkültürlerinde “eşcinsel maçoluk” ve “klon” üslubunun yay­ gınlaşmasıyla birlikte çok çok az itibar görür oldu. Bu arada ra­ dikal feminizmde yer alan güçlü bir akım da, lezbiyenlik ile erkek eşcinselliği arasındaki farklılıkları vurguluyor ve eşcinsel (gay) er­ keklerle hiçbir bağlantı kurulmamasım istiyordu. 1980’lerin ^başlarında eşcinsel teori, tıpkı feminist teori gibi kendi içinde bir bölünme yaşadı. David Fembach’m The Spiral Path'ı (Sarmal Yol), eşcinsel erkekleri kaçınılmaz biçimde kadınsı olarak ele alan ataerkil .teorinin, şiddetin ve ataerkil devletin önemini vur­ guluyordu. Dennis Altman The Homosexualizaîion o f Am erica' da (Amerika’nın Eşcinselleşmesi) yeni cinsel cemaatler ve bunların dayanışma kurarak kendilerini savunabildikleri terimler üzerinde yoğunlaşıyordu. Michel Foucault’dan yoğun biçimde etkilenen üçüncü bir eğilim ise tam da bir toplumsal düzenleme biçimi o; larak “eşcinsel kimlik” nosyonunu sorguluyor ve ilerlemenin biz.'.zat eşcinselliğin yapıbozumuyla mümkün olacağını savunuyordu.

E. TEPKİ VE PARADOKS Radikal toplumsak cinsiyet teorileri sayıca artıp kollara ayrılırken, değişim stratejileri hem daha gelişkin hem de birbirleriyle daha fazla çatışmak bir hale gelirken, karşıt bir tepki akımı da giderek güç kazanıyordu. Bu akımın dikkat çeken yönleri arasında kürtaj karşıtı hareketin 1970’lerdeki yükselişi, ABD Anayasası için öne­ rilen Eşit Haklar Ek M addesi’nin kıl payı farkla reddedilmesi, ka­ pitalist ülkelerin çoğunda refah devletinin, (dolayısıyla kadınlara yönelik hizmetlerin) tıkanması ve 1980’lerde AIDS yüzünden pat­ lak veren uluslararası ahlâki panik yer alıyordu, /B u hareketin teorik ifadesi, derme çatmadır. Öğretisi de çoğunlukla dinsel bir dogma veya uzlaşımsal erkek ve kadın rollerinin biyolojik zorunMuğu^yansıttiğijıı ve bu zorunluluktan ortaya çıkan toplumsal çeşitlenmelerin patolojik olması gerektiğini F5ÖN/Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

65

öne_süren bozulmuş bir Darvvinizmdiry^Biyolojik indirgemeciliğin daha gelişkin biçimleri, örneğin Steven Goldberg’ün The ineviîabüity o f Patriarchy* si (Ataerkilliğin Kaçınılmazlığı), kadınlar ve erkekler arasındaki genetik ve hormonal farklılıklara başvurur -bu farklılıklar* Goldberg’ün örneğinde erkeklerin kadınlar üzerinde sahip olduğu ^saldırganlık avantajı”nı açıklamak için lçullamlır ki bu, daha sonra erkek ve kadınların toplumsal konumlarını aydınlığakavuşturmaktadır? " /B iyolojik indirğemeeilik, bölgesel zorunluluk,^çıplak maymun ve sosyobiyoIoji”nin yükselme döneminde popüler bir tarzjoîdua ama toplumsal inceleme düzeyinde' oriaya atılan radikal a f gümanlara karşı yeterli bir yanıt değildi. Muhafazakârlık da bir toplum teorisi geliştirmek zorunda kalmıştı. Amerikalı tarihçi Peter Stearn’ün Be a Man!*i (Erkek Ol, Erkek!) gibi metinlerde vurgu, toplumsal gelenek ve kibarlık üzerindeydi; bir ölçüde idealleştirilen çekirdek aile, uygar ve düzenli bir yaşam tarzının temeli olarak gösteriliyordu. Bu “kibar” muhafazakârlıkla kıyaslandığında Yeni Sağ teorisyeni Gebrge Gilder’ın daha yaşamsal bir noktaya dikkat çektiğini söyleyebiliriz. Güder, Sexuaî Suicide*da (Cinsel intihar), temel toplumsal bağ olarak anne-çocuk bağına ilişkin bir analiz geliştirir ki bu analizde erkekler (baba olarak) gevşek bağlarla yer alırlar. Bir kurum olarak aile, toplumsal düzenin bağlardan kurtulmuş erkekler tarafından yıkılmasını önlemesi açısmdan yaşamsal önem taşır; toplum da, erkekler için ekonomik ■ve yönetsel ■rolleri sağlamak zorundadır. BÖylece tam anlamıyla toplum analizi denebilecek bir analizden anti-feminist sonuçlar çıkarılır. Tıpkı uzlaşımsal aileyi, her biri kendi refahını.en üst düzeye çıkarmaya çalışan iki rasyonel bireyin tercihlerinin sonucu olarak açıklayan yeni muhafaz^âr iktisâtçılarda olduğu gibi bu argümanda da Parsons.’m işlevselciliğiniri yankısıyla karşılaşırız i9S0T enıı ortalarında işler arapsaçına dönmüştü. Son yirmi yıllık dönemin itici gücü, bir olgusal araştırma yığını ve hararetli bir teorik tartışma üretmişti, gerçekten de bunların içinde oldukça nitelikli bazı teorileştirmeler bulunuyordu. Toplum bilimlerinde böylesine etkili ve özgün çalışmaların sürdürülmekte olduğu başka bir alanın daha bulunduğunu söylemek güçtür. Bununla beraber, toplumsal cinsiyete dair toplum teorisi gelişirken düşünce çizgileri İ li pp



66

I f |: § I i I I I 1 | f t I I : I: i | I 1 1 I I : I I . |, 1,. j|. I;; I,

f | C: I

"iİ::', f

arasındaki farklılıklar daha da keskinleşmiş, kavramsal ve politik uzaklıklar daha da artmıştır. Bugünkü toplumsal cinsiyet teorileri aynı noktaya yönelmiyorlar. Daha çok konulara ilişkin birbiriyle bağdaşmayan açıklamalar öne sürüyorlar, hatta bazen alanın farklı bölümlerinin sınırlarını kesin bir biçimde çizerek yapıyorlar bunu. Öyle görünüyor İd, devam edebilmek için önce geriye doğru «git­ mek, ortada dolaşan teorilerin temellerini yeniden incelemek ge­ rekiyor. Dolayısıyla şimdi önümüzdeki iş, bu olacak.

NOTLAR

Bu bölümdeki bilgiler çok sayıda kaynaktan derlendi; yine de bölümün bir giriş olma özelliği taşıdığının farkındayım. Ama kaynaklar metinde adı geçen kitap ve makalelerden oluşuyor. Tartışma ve yorumlar içinse aşa­ ğıdaki metinlere balcınız: F E M İN İZ M İN İL K G Ü N L E R İ V E C İN S E L R A D İK A L İZ M

(s. 47-51). Liberal feminizmin kökenleri için bkz. Martin (1972) ve Rosenberg (1982). Bir cinsel radikal olarak Sade’ın görüşleri tartışılabilir, SadeTn savunusu ise Carter (1979) ve Thomas’ta (1976) bulunabilir. Sosyalist feminizmin ille günleri için bkz. Taylor (1983). S E K S O L O Jİ V E P S İK A N A L İZ

(s. 52-55). Weeks (1985), seksoloji tarihinin mükemmel bir Özetini ve’ riyor; Corning O ut (1977) adlı kitabı, eşcinsel hareketlerinin tarihi için temel bir yapıt. Psikanalize ilişkin yorumlarımın temelleri için bkz. Connel (1983), “Dr. Freud and the course of history”. Sol hareket ve antropoloji arasindaki etkileşim konusunda bkz. Robinson (1972). S O S Y A L İS T F E M İN İZ M

(s. 53-55). Sosyalist feminizm öyküsünü genel haclarıyla okumak için bkz. Rowbotham (1974). Kadınların sendikalaşma koşulları ko­ nusunda, Hambuıg şehri örneğinde ayrıntılı bir anlatı için bkz. Dasey (1985). Yüzyılın dönümünde sosyalizmde kadın hareketinin gücü ko­ nusunda bkz, Dancis (1976); ABD örneğine ilişkin tartışma. Kadın ha­ reketinin Rus Devrimi üzerindeki etkisine ilişkin ayrıntılı açıklamalar için bkz. Kolontay (1977). Orweil’in ünlü küçümsemesi için bkz, The R oad to W igan P ier (1962), s. 152. 67

AKADEMİK TEORİLEŞTİRME

(s. 55-59). Toplumsal cinsiyete ilişkin akademik düşüncenin gelişimiyle ilgili öncü ve hâlâ yararlı bir belge için bkz. Klein (1946). Rosenberg’de (1982) ise cinsiyet farklılığı çalışmalarının ilk örnekleri ay­ rıntılı olarak verilmektedir. Cinsiyet rolü teorisinin ortaya çıkışı için bkz. Carrigan, Comell ve Lee (1985). Teorinin klasik ifadesi için Parsons’dan ayrı olarak bkz. Komarovsky (1946, 1950). “İKİNCİ DALGA” FEMİNİZM VE EŞCİNSEL KURTULUŞ HAREKETİ (s. 59-65). Radikal teorideki son gelişmeler kendi başına ateşli tar­ tışmaların konusudur. Bu tarihin akışını izleyen kayda değer çalışmalar şunlar: Marksist feminizm konusunda Hartmann (1979) ve Burton (1985); ev içi emek tartışması konusunda Molyneux (1979); Amerikan radikal feminizmi konusunda Eiseristein (1984) ve Willİs (1984); eşcinsel kurtuluş teorisi konusunda Walter (1980) ve Carrigan (1981).

68

III Mevcut çerçeveler IS fS f

Bu bölümde, biraz önce tartışılan tarihten doğan, toplumsal cin­ siyete dair toplum analizlerinin temel çerçevelerini sınayacağız. Tartışmamızın odağım ise belirli uygulamalar veya belirli kav­ ramlardan çok, farklı teori tiplerinin genel mantığı oluşturuyor; Teorinin gelişme olasılıklarını kavramanın ,en iyi yolu gibi göründüğünden, mevcut çerçevelerin potansiyellerini ve doğala­ rında var olan sınırları tanımlamak için bu oldukça biçimsel yak­ laşımı tercih ettim. Seçtiğim bu yol, beni fazlasıyla tuhaf görünen bir teori sınıflandırmasına yöneltiyor. Yaygın olarak kabul edilen düşünce “okulları”, sonuçta mantıksal açıdan birbirinden kopuk görünen teoriler içeriyorlar. Sözgelimi, sosyalist feminizm, aşağıda ele alacağımız teori tiplerinin çoğunu barındırır. Bu şekilde ele a69

1

İman “ataerkillik” kavramı, yalnızca tek bir okula uygun değildir; mantıksal açıdan birbirlerinden farklı birçok teori biçiminde kar­ şımıza çıkmakta ve teorinin bağlamına göre farklı anlamlar ka­ zanmaktadır, İşlerin ne hal alacağına üç ayrımın temel teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bunlar, (a) cinsiyet.eşitsizliğinin belirleyici etkenle-. rine ilişkin dışsal ve içsel açıklamalar arasındaki; (b) içsel teoriler_ kapsamında, görenek üzerinde odaklananlar ve İktidar .üzerinde odaklananlar arasındaki ve (c) iktidar teorileri kapsamında, katego­ rilerin pratikten önce geldiğini düşünenler ve kategorilerin .u y ­ gulamalardan çıktığını öne sürenler arasındaki ayrımlarda*. En güdük kalanları olduklarından değil, bir toplumsal cinsiyet teorisini genel anlamda yansıtma konusunda en ümitsizleri olarak görün­ düklerinden, Önce dışsal teorileri ele almak istiyorum.

; A, DIŞSAL TEORİLER: “ÖNCE SINIFTAN “TOPLUMSAL i YENİDEN-ÜRETİM” DOLAYIMIYLA “İKİLİ SÎSTEMLER’E İkinci Bolüm ’de, erkekler ve kadınlar arasındaki dolaysız iktidar ilişkilerini, kadınların baskı altına alınmasının belirleyeni olarak gören feminist teoriler ile başka yönlere yönelen feminist teoriler arasmdalci ayrıma dikkat çekilmişti, 4. Bölüm ’de tartışılacak olan ve bir toplum teorisi olarak göremeyeceğimiz biyolojik belirlenimcilik dışında en etkili dışsal teoriler, kadınların ezilmesinin temel be­ lirleyenlerini sınıf;ilişkilerine,.kapitalist sisteme .veya sınıf te­ rimleriyle anlaşılu* kılman “üretim ilişldleri”ne yerleştiren Marksist analizlerdir. Bu yaklaşımın en basit biçimi ise bütün toplumsal eşitsizliklerin kökeninde yatan nedenin kapitalizmyolması ye dolayısıyla kapita­ listlere karşı girişilen sınıf mücadelesinin birincil önemi yüzünden, “kadınların kurbriüşnysınıf mücadelesine bağlıdır” görüşüdür. 1970’lerin başlarında elden ele dolaşan Amerikan broşürü Women’s Liberation, Class Struggle'da (Kadınların Kurtuluşu, Sınıf Mücadelesi) Karen Miles, kadınların ezilmesinin yönetici sınıfa nasü hizmet ettiği yönündeki yaygın gorüşü özetliyordu. Bu görüşe göre, kadın işçiler daha düşük ücret aldıkları için kapitalistler daha

yüksele kazanç sağlıyorlardı; cinsiyetçinle işçi sınıfını bölüyordu;, kadınların ezilm esi ailenin korunmasını sağlıyordu ki, bu da.ka­ pitalizmi destekliyordu. Sosyalist ve feminist görüşlerin bu basit sentezi, daha ortodoks Marksistlerin üzerinde durması için çök faz­ la şey ortaya koydu. “Önce s ın ıf’ görüşünün, İngiliz Troçkist Tony C liffin Cîass Struggie andW om en’s Liberation (Sınıf Mücadelesi ve Kadınların Kurtuluşu) adlı kitabında, akıllara durgunluk veren bir biçimde yeniden ifade edilişi bunun son kanıtlarmdandır. Cliff, bu uzun metinde (kitap, bir erkek tarafından kaleme alınmasına rağmen en uzun modern feminizm analizlerinden biridir) Mark­ sizm ve feminizm arasında “hiçbir uzlaşma" bulunamayacağım Öne sürer. C liff’e gorej'emınizm, çalışan dürüst kadınlara yönelik burjuva aldatmacasıdır. Temelde benzer görüşler, Sovyetler Birliği ve Çin’de, bu rejimlerin hâlâ kabul ettikleri birkaç noktadan biri olarak birer resmi öğreti biçiminde karşımıza çıkarlar. Çin’deki re­ jim, cinsiyete dayalı işbölümüne dokunmaksızm, uyumlu bir çekirdek aüeidealini getirerek kadınları ataerkil geniş aileden kur­ tarmayı denemektedir. Benzer biçimde Sovyet rejimi de, ka­ dınların sırtlandığı çocuk bakımı ve evdeki diğer.işlerden,,oluş an toplumsal yükten hoşnuttur. Cinsel politikaya ilişkin siyaset, sınıf çizgisinin kıvrımlarına ve yol ayrımlarına sürekli olarak tabi kı­ lınmaktadır. ...— — Bu görüşler teori olarak üzerinde düşünülecek çok az şey ve­ rirler. Sınıf mücadelesinin önceliği, Christine Delphy’nin Fran­ sa’da benzer argümanlara ilişkin yorumunda belirttiği gibi, “bir postüla, bir , dogma”dır. Burada açık bir itiraz yatıyor: Kadınlara hükmedilmesi kapitalizmden çok önce^başlamıştır ama kapitalizm lcapsamında bütünysrhîfİarda "yaş anmaktadır "“v e” kapitalist olmayı terk eden ülkelerde de varlığını korumaktadır. Farklı sınıfa ait ka­ dınların farklı çıkarlara sahip oldukları gerçeği, büyük bir önem ta­ şır. Ne var ki, bunun farkına varmak için ille de sınıfın teorik önceliğini vurgulayan bir dogmaya gerek yoktur. " Bununla beraber, M iles’m aile hakkındakı sözlerinde çok daha güçlü bir analizin tohumlan mevcuttu,. 1970Terin ortalarında Ve daha sonrasında bu, yapısalcı Marksizmin etkisiyle, birtakım teorisyenler tarafından özellikle de İngiltere’de geliştirildi. Merkezi görüş, aile, cinsellik ya da toplumsal cinsiyet ilişkile71

rinin, tüm ayrıntılarıyla, “üretim ilişk ilerin in yeniden üretim alanı olduğuydu, Belirli bir üretim ilişkileri örüntüsü (ki endüstride, esas olarak sınıf ilişkilerini ifade eder) Marksist teoride üretim tarzını (kapitalist, feodal vb.) tanımlamak için kullanılır. Öyleyse, bir üretim tarzı, tüm bir tarihsel çağın belkemiğini oluşturur. Bu üretim ilişkileri, günden güne, yıldan yıla ve kuşaktan kuşağa ye­ niden üretilmeksizin var olamaz. Bu zorunluluk işe aile, ev yaşamı ve. çocuk yetiştirme üzerinde -yoğunlaşan toplumsal süreçlerin var olmasını gerektirir, Farklı teorisyenler, bu süreçlere az çok farklı açıklamaiar getirdiler. Sözgelimi, Juliet Mıtchell ataerkilligi in­ sanları üretim dünyasındaki yerlerine yerleştiren ideoloji alanı olarak görüyordu. Diğer İngiliz teorisyenler ise burada, tümüyle yeni bir ilişkiler kümesinin, “yeniden üretim ilişk ilerin in izini sürdüler. Yine de, bu süreçlerin ya da bu alanın, kadınların tabi kılınmalarının ana belirleyeni olduğu yönünde bir uzlaşmajvardı. Toplumsal yeniden-üretim teorisi, bu haliyle ataerkıllige ilişkin basit sınıfsal çıkar teorileri karşısında büyük bir ilerlemeyi yan­ sıtıyor, birçok önemli düşünce silsilesinin sentezini öneriyordu, rfY en iden üretim1’, üretim alanındaki boşlukları doldurmak üzere ( çocuk doğurmak ve günün sonunda yorgun işçiye hizmet etmek o) larak görülebilir. Tam da bu noktada teori, Margaret Llewelyn Dav ies’in Life As We H ave Known It (Bizim Bildiğimiz Yaşam) ya da Gwen W esson’m Brian’s Wife, Jenny’s Mum’ı (Brian’m Karısı, Jenny’nin Annesi) gibi pek çok otobiyografik metinde, doğrudan işçi sınıfı kadınlarının kendilerince belgelenen, yaşamın temel ger­ çekleriyle üişkilendirilebüir. “Yeniden üretim”, alternatif olarak, bir kültür ve psikoloji konusu, insanları kareleştirerek kapitalist en­ düstrideki kare boşluklara yerleştiren bir “toplumsallaşmanın” ko­ nusu şeklinde de görülebilirdi} Bu ise eğitim ve kültürün, ka­ pitalizmin ihtiyaçlarım karşılamak üzere çarpıtılma biçimlerine yönelik sosyalist eleştirilerde sıkça rastlanan temaları aynı çatı al­ tıcıda topladı. Andrew Tolson, rekabetçi erkeklik ile kapitalizmin işlevsel zorunlulukları arasında bir bağlantı bulunduğunu öne sür­ düğünde kullanılan malzeme yeniydi, ama argümanın biçimi sos­ yalistler için çok tanıdıktı. Yeniden üretim teorisi, her şeyden önemlisi, kapitalizmde ka­ dınların tabi kılınmaları ile ekonomik sömürü arasında, tüm sisteme

etkiyen bir bağlantı söz konusu olduğu görüşünü Öne sürdü; Bu bağlantı ise, belirli çıkarlara ve gruplara değil toplumsal örgütlen­ menin bütünleşmiş yapısının tümüne yerleşmiş olarak görülü­ yordu. iblis burjuvazi resimden silinmişti. Bu durum, konuların muazzam karmaşıklığının kabul edilmesini mümkün kılarak in­ celikli ve önemli bazı araştırmaların yolunu açtı. Ama aynı za­ manda, reform hedefinin, 1970'lerin başlarına ait politikaların var­ saymış olduğundan çok daha ürkütücü ve daha az hassas görün­ mesine de yol açtı. ’> Bu, Bourdieu’nün eğitime ilişkin çalışması veya Althusserci sınıf teorisi gibi, toplum analizinin öbür alanlarında karşımıza çıkan yeniden üretim yaklaşımları için doğru olabildiği kadar, yak­ laşımın kendi doğasında bulunan bazıigenel özelliklerden de kay­ naklanıyor olabilir. Sanırım bu, yalnızca başlangıçta sabit bir ya­ pının öne sürülmesiyle anlam kazanan “toplumsal yeniden üretim” kavramının kendisinde saklıdır. Tarih, teoriyi yapısal yeniden üretimin temel döngüsüne eklenmiş bir şey olarak görür. Tarihin teoriye temel teşkil edebilmesi için toplumsal yapının, sabit bir bi­ çimde hiç durmadan yeniden üretiliyor olmaktan çok, sabit bir bi­ çimde hiç durmadan inşa ediliyor olarak görülmesi gerekmektedir. yapının farklı bir biçimde inşa edileceği yönündeki değişmez ihtimalin teori tarafından kabul edilmesi durumunda anlam kazanır. İktidarı elinde tutan gruplar, kendilerine ayrıcalık s a ğ la y a yapıyı y^nid_ea_üretmeye çalışırlar _kuşkusuz. Ama bu grupların başarılı olup olamayacakları ya da bunu nasıl ba­ şaracakları her zaman için açık bir soru olarak kalır. Bü nedenledir ki “toplumsal yeniden üretim” bir strateji nes­ nesidir. Sık sık olduğu gibi gerçekleştiğinde ise bazı toplumsal güçlerin belirli bir ittifak aracılığıyla diğerlerine karşı kazandıkları başarı olur. Teorinin postülası veya önvarsayımı olarak sunulamaz. Ayrıca kavramın kendisi de, toplumsal cinsiyete dair yeniden üretim teorilerinin kendisine yüklediği açıklayıcı öneme sahip ola­ maz. . . Bu yaklaşımlarda karşılaşılan ikinci büyük güçlük ise ka^pitalizmin ihtiyaçları ile toplumsal cinsiyete özgü olan şey arasında inandırıcı bir bağlantı kurmakta karşılaşılan güçlüktür. Kapitaliz­ min varlığını sürdürmesi için egemen grupların, bir tür yeniden i

73

üretim stratejisiyle başarı kazanmak zorunda oldukları yeterince a» çıktır. Ama sonuçta, bunun yapılmasının ille de cinsel hiyerarşiyi ve cinsel baskıyı üretmek zorunda olması o denli açık değildir. Hemen hemen aynısı, ırkçı ve etnik hiyerarşiler veya yaş hi­ yerarşileri için de öne sürülebilir (ki bazen bunun yapıldığı görül­ mektedir). Bazı açılardan kapitalizmin mevcut ataerkil görenekleri yıktığı, kadına daha fazla kişisel özgürlük ve eşitlik için de daha fazla şans tanıdığı yönünde, Engels ve Bebel gibi ilk sosyalistlerin iyi bildiği, tarihsel bir kanıt da bulunmaktadır/ABD ve Avustralya gibi ülkelerde yakın geçmişte yaşanan deneyim, kadınların ya­ şamları ve meslekleri üzerindeki kısıtlamalara yönelik feminist sal­ dırının, kapitalist amaçlar açısından kadınların yeteneklerini ortaya çıkarabileceğini: gösteriyor./Başarı gösteren kadınların yaptıkları işler Ms ve Portfoliö gibi dergilerde yalnızca duyurulmakla kal­ madı, göklere de çıkarıldı. Kapitalizm ile ataerkillik arasındaki ilişlcinin sadece işlevsel olmadığı açıktır. Aralarındaki uyum, y e ­ niden üretim teorisinin varsaydığından daha şüpheli, ilişkileri daha çelişkilidir. Marksist-feminist yeniden üretim teorisi bu ; boşluğu dol­ durmaya çalışırken özellikle kültürel teorideki kimi açıklayıcı il­ kelerin peşine düşer: Sözgelimi, Bacan*ın psikanalizi yeniden ele alması, Levi-Strauss’un yapısalcı antropolojisi ve gostergebilimdeki çeşitli gelişmeler gibi. Bunun bir sonucu da, sınıf ilişkileriyle kıyaslandığında toplumsal cinsiyet ilişkilerini budanmış bir yapı olarak kavramaya yönelen güçlü bir eğilimin ortaya çıkması oldu. Bazı uyarlamalarda toplumsal yeniden üretim ve ataerkillik, so­ nuçta üretim alanının parçası olarak değil, tamamen ideoloji alanında ortaya çıkan olgular olarak görülüyorlardı. Diğer uyarlama­ larda ise “yeniden üretim”, toplumsal işbölümü ile ilintilendiriliyordu, ama yalnızca tek bir iş tipi, yani ev işleri ile. Toplumsal cin­ siyet ilişkilerinin, sınıf ilişkilerine kıyasla.daha az kavranabilir bir olgu olarak bu şekilde ele almışı, toplumsal cinsiyetin tarihine ilişldn bir görüşün temelini oluşturdu; öyle ki büyük dönüm nok­ talarına tarihin sınıfsal olarak dönemselleştirilmesi açısından ba­ kıldı. Çünkü /Marksist teoride “üretim tarzları”nı ve aralarındaki geçiş süreçlerini tanımlayan, üretim sürecindeki sınıf ilişkilerinin tarihiydi. | 1 .T ... ...... ;.......... "

Yeniden üretim teorisinin mantığı, ataerkillik kavramım bu­ dama eğilim iyle, sosyalist feminizmin pratik kaygılarını geliştir­ mekten gittikçe uzaklaşır. 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında Avustralya ile İngiltere’de maddi dünya ve üretimle çok fazla bağ­ lantılı konulara (kadın istihdamı, ücret oranlan, sendikacılık; sağlık hizmetleri, devlet düzeni vb.) artan bir ilgi vardı en azından. Bu devrede, yeniden üretim teorisinden değil ama sosyalist feminist il­ gilerden kaynaklanan, kadınların fabrika ve emek piyasası de­ neyimlerine ilişkin araştırmaların sayısında da bir artış olmuştu. Claire W illiam s’ın Avustralya’da açık maden işletmeciliği yapılan kasabalar üzerine ve Ruth Cavendish’in İngiltere’de motorlu taşıt parçalan, üreten fabrikalar üzerine yaptığı çalışmalar gibi araştır­ malar, toplumsal cinsiyet ilişkileri ve cinsiyete dayalı işbölümünün gelişkin kapitalizmin üretim sisteminde (sınıf teorisinin kalbi ola­ gelmiş alanda) derinlere yerleştiğini hemen gösteriyordu. Açıkça ima edilen, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin budanmış bir yapı o l - . madiğidir.(ffToplumsal cinsiyet, “üretim ilişkilerinin bir parçasıĞır^ ve başından SerT de böyle olmuştur. Yoksa, yeniden üretimleri sırasında bir karışma söz konusu d eğ ild ir / Bu yaklaşım, kapitalizm ile ataerkılliğin nasıl bağlantılı olduğu sorusuna farklı bir yanıt da sunar. Yeni bir yönelim söz konusudur artık ve 1970’lerde çeşitli ülkelerdeki sosyalist feministler bu yönü işaret ederler.: Örneğin, Mariarosa Dalla Costa ve Selma James, "sınıf sömürüsünün kadınların sömürülmesinin özel dolayımı üzerinde temellenmekte olduğunu” yazar.barbara Ehrenreich, sos­ yalistlerin, kadınları işçi sınıfının merkezinde görmek zorunda ol­ duklarını öne sürer/Anja Meulenbelt, sınıf mücadelesinin "genel” .mücadele oluşturduğu ve dolayısıyla feminist Örgütlenmenin bir sapma olduğu yönündeki görüşe karşı çıkar. Nancy Hartsock, sınıf kategorisinin toplumsal cinsiyet konuları ışığında yeniden düşünül­ mesi gerektiğini belirtir. Başlangıçta bu argümanlar birbirinden kopuktu; ama toplumsal cinsiyet ilişkilerinin sınıf ilişkilerine paralel olduğu, ikisinin bir karşılıklı etkileşim içinde bulunduğu ve bir anlamda sınıf ilişkile­ rinin toplumsal cinsiyet ilişkilerinin temelinde kurulduğu yönünde aynı içerimi paylaşıyorlardı., Heidi Hartmann’ın 1979 yılında ya­ yımlanan “The TJnhappy Marriage of Marxism and Feminism” 75

_

___ _____ _____ . i . .... ---------- -- .......................... .

76

_

(“Marksizm ile Feminizmin Mutsuz E vliliği”) adlı makalesi ile Zillah Eisenstein’in C apitalist Patriarchy and the Case fo r Socialisi Feminism (Kapitalist Ataerkil Düzen ve Sosyalist Feminizmin Sa­ vunusu) adli derlemesi, daha sonra “ikili sistem teorisi” adını alacak olan yeni bir yaklaşımı tanımlıyordu. Temel düşünce, ka­ pitalizm ile ataerkilliğin karşılaşan ve karşılıklı etkile-şim içine giren, birbirinden ayrı ama eşit ölçüde kapsamlı toplum-sal ilişki sistemleri olduğudur. Karşılıklı etkileşimlerinin şu anki biçimi ise, Eisenstein’ı n . “kapitalist ataerkillik” adım verdiği toplumsal düzendir. Öyleyse, çağdaş dünyayı anlamak, bu dünyanın sınıf ve toplumsal cinsiyet yapılarının eşzamanlı analizini gerekti-rir. ö te yandan, toplumsal cinsiyet analizi de, prensipte, mantıksal olarak sınıf teorisinden bağımsız, içsel bir teori gerektirmektedir. Toplumsal cinsiyete ilişkin şu anki bilgilerimiz kapsamında bu, toplumsal yeniden üretim teorilerinden daha iyi temellenmiş tir. Aynca toplumsal cinsiyet ilişkilerinin, toplumsal pratiğin tüm alanlannda ve erken kapitalizmin ve belki de sınıflı topiümlaıın tüm türlerinde ortaya çıktığı gerçeğiyle de bağdaşmaktadır. Yaklaşım, Meulenbelt’in, sıruf politikasını terk etmeksizin tüm ağırlığın ka­ dınların cinsel politika deneyimlerine verilmesi yönündeki pratik kriterini de karşılamaktadır. Yine de iki önemli güçlükle karşı karşıyayız. İlki, bir “sistem ” düşüncesi. Ataerkil sistemi neyin sis­ tematik kıldığı ve kapitalizm ile ataerkilliğin hangi anlamda aynı tür şeyler oldukları doğrudan doğruya açık değildir. İkinci güçlük ise, kapitalizm ile ataerkillik arasındaki “karşılıklı etk ileşim in na­ sıl anlaşılacağına ilişkindir. Aralarındaki bağ (Parsons’ın sistem te­ orisindeki anlamıyla) bir sınır alışverişi ya da yapıların az çok ras­ gele kesişm esi olarak görülebilir. Ayrıca bu görüş, sosyalist-feminist teorinin varsayımsal olarak kendini adadığı göreve, yani baskının açıklanmasına ve bir kurtuluş stratejisinin geliştirilmesine çok fazla Önem vermez. Bu güçlükler gerçekten önemlidir. Hartmann ve Eisenstein’ınkiler gibi sınıf ve toplumsal cinsiyet probleminin formüle ediliş biçimlerinin, şu anki terimleriyle ayakta kalabilmeleri olası değil. Yine de, yönelimleri bir bütün olarak doğru gibi görünüyor. Eğer bunları, genel bir teori tipi içindeki ilk yaklaşımlar olarak de­ ğerlendirirsek potansiyellerinin yeni biçimlerde geliştirilmeleri

mümkün olabilir. Gereken ilk şey, yeterli bir içsel toplumsal cin­ siyet teorisidir. Bu nedenle bölümün geri kalanında, içsel teorinin ana değişkelerini ele alacağım. '

B. CİNSİYET ROLÜ TEORİSİ ^ an siyet^ oU eri” literatürü oldukça geniştir, Özellikle “cinsiyet golleri**, “c in siy etTarklıl ıkl an’’~ve "c inseTEarakteP^m^ndâkiYarkİtlıkİânîzenneT^ırâzİF a aâ^ irân p i r b n ^ SandraT^em^In, erkeklıîrY ^kâdînlîğın^sİkolojik kışîlık~ozellîklerini ölçmeye çalışan ünlü “androjenlik” araştırmasını buna örnek gösterebiliriz. Sözcüğün dar anlamıyla bile roller hakkında hiçbir soru içermemesine rağmen Bern’in anketi “Bern’in Cinsiyet Rolü Envanteri” başlığını taşıyordu. Aynı şekilde, diğer çalışmaların yüzlercesinde de cinsiyet farklılıklarına ilişkin bilgiler muğlak bir varsayımla sunulur, gözlemlenen farklılıklar rol fenomenleriyle açıklanır. Bu yüzden, “cinsiyet rolü” literatürünün hangi teoriyi kapsamına aldığını kesin olarak saptamak genellikle çok zordur. r~ BühurüaEefaber, ^rol” kavramı etrafında örgütlenen belirli bir, toplum teorisi kalabalığa da göze çarpmaktadır. Kavramın forT mülleştirimleri (1930’lara dek uzanmaktadırl^âvrmtıda farklılaşır, am ajıirçoğu^rol teorisinin mantıksal özünü biçimlendiren beş or­ tak noktayı da içerir. B u ortak noktaların ikisi temel metaforu, yani oyuncu ve senaryöyîTbelirtir: 1) K işi ile işgal ettiği toplumsal konum arasındaki analitik ayrım; 2) söz konusu konuma özgü eylemler veya, rol davranışları kümesi. Diğer üçü ise oyunun sahnelenme ve yazıya dökülme araçlarını belirtir; 3) Belirli bir konuma hangi eylemlerin uygun olduğunu rol bek­ lentileri ve normlar tanımlar; ... - V’ 4) bunlar, karşıt konumlan işgal eden insanların (rol göndericiler, gönderme grupları) kontrolündedir, • 5) öyle ki bu insanlar bunları yaptırım lar aracılığıyla (ödüller, cev zalar, olumlu ve olumsuz pekiştirmeler) uygularlar. 77

Bu kavramlar, rol teorisinin genel bir toplumsal etkileşim analizine giriştiğinde kullandığı araçlardır. Genel olarak rol teorisi, temel kısıtlamalarını kalıplaşmış kişilerarasılıeklentilere yerleştiren top­ lumsal yapıya bir yaklaşım biçimidir! — — Bu paraBıİpnârnîe^ tip insan davranışına uygulahaMİî71îst^îk=beTn "çdk ğenerdîenT ^e^ök^S^rflan^ a. Ders 'kitapları, “K irdili komüpmTd^nnTn^^^^ tutun da “bir astronotun” içine “düştüğü” darlığa kadar çeşitlilik gösteren (örnekler Bruce Biddle’m Role Theory [Rol Teorisi] adlı kitabından alınmıştır) rol örnekleri sıralayarak insan davranışının genişliğine özellikle dikkat çekerler. Dolayısıyla rol paradigması, toplumsal cinsiyet ilişkilerine de çeşitli şekillerde uygulanabilir. Bir doğrultuda “roller” çok özel olabilir. Sözgelimi, Mirra Ko­ ni arovsky’nin aile üzerine yaptığı çalışma, kur yapma ve evlilikte rol davranışlarının ayrıntılı bir betimlemesine girişir. Role Structure and the Anaîysis o fth e Family (Rol Yapısı ve Ailenin Analizi) adlı daha yeni bir kitapta ise bir grup^&merikan sosyoloğu, Ame­ rikan ailesi içindFkeşfetHHeri'^bk savıdaroTİTsIriln/or, “ç ocüİTbaJhrnı rolü”, “akriBiHîk'röTu1' , “cinsel rol”, “eğlendiricilik rolü” ve ^lbeT:fe""evepWa~ğHîren”v T e ^ “ ~yr kampanyalannda somutlaşıyor. Cinsiyet rolü 'kavfârnıT^ toplumsal klişeleşm enin ~kolektif~~boyutuna dikkat çektiğinden, büyük oranda liberal fem inizm alanında olsa da birey üzerindeki klasik liberal odaklanmanın ötesine geçer. Y eni Güney Galler Hükümeti İstihdamda Fırsat Eşitliği Başkanı Alison Zil­ lerim gözlem lediği gibi: “Pozitif ayrımcılık planı... ayrımcılığın çaresinin bireylerce başlatılan şikâyet sistem ine bağlı olm adığı an­ lamına gelir.” Teorinin bu meziyetleri kuşkusuz önemlidir. D olayısıyla rig* siyet rolü teorisinin, kendi literatürünün büyüklüğünü a şa n jıe msal c i ı ^ y e l J e B T p 7 larak kabul edilm esi gerekir. Yine de, sözünü ettiğimiz bu meziyefle?IbrduKçâ ciddi'kavramsal güçlükler pahasına elde edilmiştir. Güçlükler, çoğu rol teorisyeninin en büyük güçleri olarak gördüğü şeyle, yani “beklentiler” kavramı yoluyla toplumsalın üzerine koyulan vurguyla başlar. Psikologlar, bireylerin klişelerde tuzağa düşme biçim ini vurgulayarak rol teorisini genellikle bir top­ lumsal belirlenim cilik biçim i olarak görürler. K lişeleşm iş kişilerarası beklentiler gerçekten de toplumsal olgulardır ve rol te­ orisinde, öbür insanların kendilerine uygunluğu ödüllendirdikleri ve kendilerinden ayrılmaları cezalandırdıkları görüşüyle etkin kılı­ nırlar. R ol jargonunda karşıt konumda bulunanlar, rol işleyim ini yaptırıma bağlarlar. Küçük erkek .çocuklar yırtıcı olmaya özen­ dirilir, kız gibi davranmak alay konusudur ve bu uzar gider. Peki ama neden karşı taraf yaptırımlara başvurur? Bunu, onların rol bek­ lentileriyle açıklayanlayız; eğer buna kalkışırsak rol teorisini, son­ suz bir geri çekilm eye indirgemek zorunda kalırız. Teori, yaptı­ rımlara başvurmaya yönelik tercihler etrafında dolanarak hızla bir bireysel irade ve eylem lilik sorununa geri döner, B öylece, rol te­ orisinin toplumsal boyutu ironik bir şekilde iradeciliğe, yani in­ sanların m evcut âdetlerini sürdürmeyi seçtikleri yönünde genel bir varsayıma dönüşür. Ö yleyse rol teorisi sonuçta bir toplum teorisi değildir. D o ğ ­ rudan d oğru y^ top lum sal te^nrniTlhaıüîksârorârakTîaşladığı so­ runa, yani kişisel eylem lilik ile toplumsal yapı arasındaki ilişkiye 80

yönelir; ama yapıyı eylem lilik içinde eriterek bu sorundan sıyrılır, y^ C İn siy et rolü teorisinde gerçekleşen şey, yapıdaki eksik un-, /surun biyolojik cinsiyet kategorisi ile örtük bir biçimde sağlan­ masıdır. Tam da “kadın rolü” ve “erkek rolü” terimleri, biyolojik bir terimi piyesvari bir yaklaşımla uydurulan bir terime iliştirerek neyin olup bittiği konusunda bir fikir verir. Altında yatan imaj, sa­ bit bir biyolojik temel ve işlenebilir bir toplumsal üstyapıdır. Cinsiyetjrolleri^ tartışmasının sürekli olarak cinsiyet farklılıkları tarJtışmasına kaymasının nedeni de budur. Cinsiyet rolü analizle­ rindeki örtük soru ise filanca koşullar altında hangi belirli üstya­ pının üretilmekte olduğu ve bundan böyle biyolojik ikiliğin nereye kadar yol gösterdiğidir. ^Öyleyse rol çerçevesinin kullanılmasının sonucu, cinsiyetler arasmdaki ilişkilere dair somut bir açıklama değil, cinsiyetler ve ko­ numlan arasındaki farklılıklara ilişkin soyut bir görüş ölür.(Tıpkı S u za n n ejfa n zw a y ve Jan Lovve’un fem inizm de cinsiyet rolü te^ îS in m eleştirisın d e gözlem ledüderi gibi îcf~nteratüxü7^"tutümîâr üzerinde odaklanmakta v e tutumların ait olduğu gerçeklikleri göz­ den kaçırmaktadır. Bunun politik. yankısı ise kadınlar ve erkekler arasında yapay olarak katı bir ayrıhT^Y ^ a târi çizilm esiyle BfflikteTerkeklerin kadınlar üzerinde uyguladıktan eTSnomlk, ev ıçı ve politik iktidarın önem senm em esi olmuştur.^ ~~ iktidarın~ToplümsaF yaşamın~bu alânlanndaki uygulanışı sos­ yologlar için daha belirgin olduğundan, bazı eleştirmenlerin gözlem lediği gibi “ırk rolleri” veya “sınıf rolleri”nden söz et­ miyorum. “Cinsiyet rolleri” söz konusu olduğunda temeldeki bi­ yolojik ikilik, sonuçta burada hiçbir iktidar ilişkisinin bulunmadığı konusunda birçok teorisyeni ikna etm iş görünüyor. “Kadın rolü” ve “erkek rolü” Örtük olarak eşit biçim de ele alınıyor. Kuşkusuz, bu iki rol içerik açısından birbirinden farklıdır ama karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdır da (yani birbirinin “tamamlayıcısı”dır), aynı hammaddeden yapılmışlardır, üstelik (“erkek rolü”ne ilişkin eleştirei literatürün oluşmasını sağlayan 1970 ortalan liberallerinin gözünde) insanın içinde eşit ölçüde baskıcı bir etkiye sahiptirler. iktidarın açıklanmasında rol analizi, bir normlar teorisinin y e­ rini tutar. Anne Edwards, cinsiyet rolü__teorisinin toplumsal cinslyetlnr^annaşıklıkîâ ^ bir biçimde basitleşFĞÖNyTop) umial Cinsiyet ve İki itlar

8T

|n i

tird işini gözlem lem işti, Edwards’a göre bu, tüm erkeklik v e ka­ dınlıkların tek bir ikiciliğe indirgenişi ve tüm kadınların tek bir ka­ dınlık rolünde toplanışıyla (öyle ki bu, sırası geldiğinde ev kadını olmak ve aile içine yerleştirilmekle eşitleniyor) söz konusu oluyordu, Cinsiyet rolü teorisinin büyük bir bölümü, gözlemlerle or­ taya atılan sorunlar etrafında değil, normatif standart bir örnek olay analizi olarak kurulmuştu. Bu standart örnek olay, haliyle, cinsiyete dayalı geleneksel işbölümünün yer"g jr fig ı^ ^ sanırTyaşamı T5ıma~benzediği ve çok küçük bir azınlığın bundan saptığı varsayıldığı için “standart’’tır. İki açıdan da “norm atif’tir. İlle olarak genelde insanların bunu düzgün yaşama biçimi kabul et­ tiği varsayılır — dolayısıyla bu, gerçek rol beklentilerini tanımlar. İkinci olarak teörisyenler, bunu düzgün (ya da toplumsal olarak işlevsel veya biyolojik olarak uygun) yaşama biçimi olarak kabul ederler. Cinsiyet rolü literatürüne sezgisel, sağduyulu başvurunun çoğu bu görüşlerin bulanıklığından kaynaklanır. Nitekim seksolog John M oney, psikoseksüel gelişmenin “düzgün” yolunu dile g e­ tirdiğinde bunun sonucu (eşcinsel tercih de dahil olmak üzere) y o l­ dan her tür sapışın patolojik diye damgalanması ve alışılmış heteroseksüelliğin hem kişi hem de toplum için iyi bir şey olduğu yönündeki görüşün desteklenmesi olur. Temel bir güçlük , de, norm atif olanın, yani beklenen v e on aylan anm ille de standart, yani genellikle gerçekten oldukları bi­ çimde olmamasından kaynaklanır. Ama belki de Özellikle cinsellik söz konusu olduğunda standart olmuyordur. Yapılan araştırmalar bir dizi beklenmedik sonuç üretmiştir. Amerikan toplumunda eş­ cinsel davranış sıklığını saptayan (ki bu normatif cinsiyet teorisinin asla kabul etm eye yanaşmadığı bir şeydir) Kinsey araştırmaları, söz konusu çalışmalar arasında en ünlü olanıdır. Evlilik Öncesi ve evlilik dışı heteroseksüelliğe ilişkin veriler ise ayrıca sorun yaratır. Keza aile içi şiddetle ilgili veriler de yenir yutulur türden değildir. Strauss ve diğerlerinin, Amerikan ailelerinin % 5 0 ’sinden faz­ lasında şiddetin yaşandığı yönündeki ciddi saptamaları, ahlâki olaralc onaylanan ile gerçekte yaşanan arasında çolc büyük bir fark bulunduğunu gözler Önüne seriyor. Hane halkı bileşim iyle ilgili is­ tatistikler ise, rahipler, devlet başkanları ve reklam yazarları ta­ 82

rafından her gün düzenli olarak şükranla anılan “ana-baba, iki Çocuk, kedi ve köpek” bileşım li çekirdek ailenin artık çoğunluğun hane halkı biçim i olmadığını, belki de hiçbir zaman olmadığını gösteriyor. İdeolojik açıdan hâlâ güçlü olan, “eve ekmek getiren koca” ve “yuvayı yapan kadın” şeklindeki normatif örüntü, aslında ekonomi tarafından yıpratılmaktadır: Aynen 1. Bölüm ’de gösteril­ diği gibi, dünyadaki ücretli işçilerin yaklaşık üçte biri kadındır, oy­ sa pek'çokbrkek, işğücündeyer almaz. Komarovsky gibi, alan arâştırmasmda ayrıntılarla ilgilenen rol teorisyenleri, verilerden teo î ^ “rol” modelleri gibi bir şey çıkarmak istiyorlarsa bu verileri çok sağlam bir şekilde eşelemek zorundadırlar. Normatif olanla yaygın olanı harmanlamak yerine birbirinden ayırırsak yeni ve önemli sorunlar ortaya çıkar. Böylece “normatif1 olanı, nonnalliğin bir tanımı olarak değil ama toplumsal iktidarı elinde tutanların kabul etmeyi arzuladığı şeyin bir tanımı olarak görmemiz mümkün olabilir. Bu ise normlarda kimin çıkarı mu­ hafaza edilir; diğer insanların günlük yaşamları nereye kadar bu çıkarlara direnç gösterir; henüz normatif olmayan ama yaygın olan pratiklerden potansiyel olarak normatif olan ne tür ilkeler ortaya çıkabilir gibi sorular doğurur. Cinsiyet rolü teorisi, sapma kavramı aracılığıyla normatif stafidart örnekten kopuşları bir şeldlde kendisinde barındırır. Bu terim, refah pratiğindeki “yaftalama”ya yönelik sert eleştiriler sonucu gözden düşmüştür, ama rol teorisinde barınmayı sürdürür, çünkü normatif “rol” kavramı tarafından mantıksal olarak talep edilir. Y e­ tersiz benlik kavramı, uyumsuzluk gibi örtmeceler mevcuttur; ama Biddle gibi bir rol teorisyeni “sapkın davranış”,-“saplan kimlikler" veya “uyumsuzluğun nedenleri"nden söz ettiğimde ve bunları “ba­ şarılı rol öğrenimi” ile karşılaştırdığında bit -kesinlikle- sürpriz olmaz. y Normatif standart örneğin cinsiyet rolü lite^türündeki hâkimi­ yeti, sapkınlık kavramının da eklenm esiyle fa|§lı bir etkiye sahip olmaktadır. İkisi birlikte, uzlaşımsal cinsiyet golünün çoğunluğu kapsayan bir örnek olay olduğu, bundan kopuşların toplumsal açıdan marjinal olduğu ve muhtemelen kusurlu veya uygunsuz top­ lumsallaşma yüzünden ortaya çıkan bazı kişisel tuhaflıkların so­ nucu olduğu izlenimini yaratırlar. Lezbiyenlik, erkek eşcinselliği, 83

iffet, fahişelik, evlilik içi şiddet ve transvestitlik bu değerlendir­ meye maruz kalır. R ol çerçevesi, iktidar unsurunu bir kez daha top­ lumsal cinsiyet ilişkilerinden çıkarır atar. A ynı zamanda, iktidar ve toplumsal baskıya karşı koyma unsurunu da, yani cinsellik ve top­ lumsal cinsiyet tanımlan etrafında (açık veya örtük bir şekilde) dönen toplumsal mücadele gerçeğini de oyunun dışında bırakır. Çıkar çatışmaları değerlendirilirken fem inizm de cinsiyet rolü teorisinin kullanılması çok kısıtlayıcı olur. Cinsel politikanın, rol reformu ya da “kadın rolü”nün güncelleşm esi, liberalleşmesi veya genişlem esi olarak (erkek hareketi değerlendirilirken “erkek rolü” için de aynı şekilde) kavramsallaştırılması, böylesi bir reformcu harek etit toplum teorisinin bulunmadığı, toplumsal cinsiyet ilişkileri kapsamında ortak çıkarların oluşturulmasına ilişkin hiçbir anlayış geliştijrilmediği anlamına gelmektedir. R ol reformunun itici gücü, m evct^ einsiyşt rolüuyarlamasından duyulan bireysel hoşnutsuz­ luktur. Bir hoşnutluk sağlandığında ise bundan böyle ne politikanın ne de analizin üstlenmesi gereken bir şey kalır. Bir;hareket ve toplumsal mücadele teorisinin eksikliği, daha de­ rin bir; düzeyde, toplumsal çelişkiyi kavrama ve bir toplumsal di­ namik formüle etme yolunun eksikliğini yansıtır. Cinsiyet rolü çerçevesi, toplum teorisi olarak temelde statiktir. Ama bu, rol analizcijtprinin değişimi göz ardı ettikleri anlamına gelmez. N e münaşfbet! Kadın rolünün modernleşmesi, cinsiyet rolü teorisinin 1942’d|i Talcott Parsons tarafından ortaya atılan ilk önemli öner­ melerinden birinin Önde gelen temasıydı. Aynı şekilde, geçtiğim iz yirmi-otüz yıllık dönemde, erkeğin cinsiyet rolü konusunda Kuzey Amerika’da yapılan tartışmaların başlıca konusu da, beldentilerin değiştirilmesi olmuştu. Sonuçta, kadın rolünün değişen tanımlan, akademik toplum bilimlerinin feminizme yönelik tepkisinde ana te­ ma olarak karşımıza çıkmaktadır. Üzerinde durulması gereken nokta ise cinsiyet rolü teorisinin, değişimi tarih olarak, yani toplumsal pratik ile toplumsal yapının karşılık^ etkileşiminden ortaya çıkan dönüşüm olarak kavrayama­ masıdır, Yapı, cinsiyet rolü teorisinde biyolojik ikilik biçimine bürünüp ve rol kavramlanmn pratik yönünün nihai iradeciliği de, bir toplamsal belirlenim kavramının formüle edilmesini önlemek­ tedir. Sonuçta değişim, cinsiyet rollerinin başına gelen, onları ihlal

eden bir şeydir daima. Tıpjg tekn olojik . veya ekonomik de­ ğişimlerin nasıl olup da "modern” bil’ erkek rolüne geçilm esini ta­ lep ettiğine ilişkin tartışmalarda"olduğu gibi dışarıdan, genelde top­ lumdan gelir. Ya da insanın içinden, yani kısıtlayıcı .cinsiyet roliinün esnekleştirilmesini talep eden “gerçek benlik’’ten kaynaklanır. Rolün kendisi de her zaman ateş altındadır. Cinsiyet rolü te­ orisinin, değişim i toplumsal cinsiyet ilişkilerinden kaynaklanan bir diyalektik olarak kavrayabilmesinin hiçbir yolu yoktur. Bu ne­ denle, içsel bir toplumsal cinsiyet teorisi olarak temel bir biçimde ırlıdır. Ö zetle, toplumsal cinsiyete dair bir toplum analizi için bir Çeve olarak cinsiyet rolü teorisinden vazgeçm em izi gerektiren —rt temel neden var: Cinsiyet rolü teorisinin iradeciliği ve iktidar ile toplumsal çıkan teorileştirmedeki başarısızlığı; biyolojik ikiliğe bağım lılığı ve bunun sonucu olarak yapının toplumsal olarak kavranamayışı; normatif standart bir örnek olaya bağım lılığı ve di­ rencin sistematik biçimde yanlış tarif edilmesi; ve toplumsal cin­ netin tarihselliğini teorileştirme yönteminin eksikliği. Edwards’ın dikkat çektiği gibi, bu zayıflıkların faik edilmesi, kadınlığın ve erkekliğin klişeleri üzerine, yani toplumsal inşalar, kültürel idealler, medya içerikleri vb. olarak cinsiyet rolleri üzerine verimli araştırmaların yapılmasını engellem ez. (Bu sorunları İ l . B ölüm ’de ele alacağım.) Ama yine Edwards’m Öne sürdüğü gibi, cinsiyet v e toplumsal cinsiyet alanına ilişkin olarak, toplumsal ku­ rumlar ve toplumsal yapılara daha fazla dikkat eden teorileştirme biçimlerinin aranması gerekir. Bununla beraber, cinsiyet rolleri eleştirisi, böyle bir teorinin na­ sıl olm ası gerektiğine ilişkin kimi yararlı ipuçları vermektedir. B öyle bir teorinin kavrayabilmek zorunda olduğu konulardan biri de açıkça, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde yaşanan toplumsal çıkar oluşumu ve çatışmasıdır. Şimdi bunu ana tema haline “getiren yak­ laşımları ele alacağım.

85

C. KATEGORİK TEORİ iktidar v e çıltar çatışmalarına daha önemli bir yer veren toplumsal cinsiyet açıklamaları, bu farlcındalığı genellikle belirli bir teori bi­ çim iyle dile getirirler. Ama bu teorinin bildik bir adı yoktur, bunun 1 nedeni de kısmen söz konusu teorinin mantığının, kültürel fe­ minizm ve sosyalist feminizm arasındaki çatışma gibi bildik ay­ rımlara karşı çıkmasından kaynaklanır. Ben bu yaklaşımı “ka­ tegorik” olarak adlandıracağım. Bu teorinin temel Özellikleri öncelikle cinsel politikadaki karşıt çıkarları belirli insan kategorileriyle sıkı biçimde özdeşleştir­ mektedir. Jill Johnston’m erkekleri “kadınların doğal düşmanı” olaralc tanımlaması bunun etkili Örneklerindendir. İkinci olarak ar­ gümanın odağı, kategorinin oluşturulduğu süreçler ya da ka­ tegorinin unsurları veya öğeleri yerine bir birim olarak kategori üzerinde yoğunlaşır. Üçüncü olarak bir bütün halinde toplumsal düzen birbirleriyle iktidar ve çıkar çatışması aracılığıyla ilişkilen dirilen birkaç (genellik le1iki) temel kategori kapsamında be­ timlenir. Cinsiyet rolü teorisi bireyciliğin içinde eriyip gitme eğilim indeyse, kateğoricilik de büyük bir tabloyla kalmakta ve kalın bir fırçayla bu tabloyu boyamaktadır. Cinsiyet rolü teorisinde genel bir terminoloji, mantıksal açıdan farklı kavramları bulanıklaş tınmaktadır; bu teoride aynı temel düşünce birçok farklı biçimde ifade edilmektedir. İlk kadın kur­ tuluşu teorisyenleri, ekonomi politik ve antropolojiden ödünç al­ dıkları kavram ve düşünceleri kullanmışlardı. Shulamith Firestone argümanını bilinçli bir şekilde MarxT kendisine örnek alıp bi­ çimlendirerek “cinsiyet sınıfı”ndan söz ederken, Roxanne Dünbar çla kadınların daha düşük bir “kast” olduğunu öne sürüyordu. A ka­ demik feministlerse terminolojilerini akademik toplum bilim ­ lerinden ödünç almışlardı. Myra Strober “yeni bir bilimin, dimorfinin doğuşu”nu kayda geçirirken A lice Schlegel ve Janet Chafetz de “cinsel tabakalaşmadan” söz ediyordu. Strober’ın kullandığı terim sanki dalga ^geçmek için uydurulmuş gibi görünüyor; ama ciddiye alınmış olması gerçeği, teorik bir çerçeveye duyulan ih­ tiyacın ne denli vahim olduğunu gösterir. Aynı şekilde radikal fe­ minizmdeki “ataerkillik” tartışması 1970’lerin ortasından beri, yay­ 86

'

gın biçimde bir kategorik toplumsal cinsiyet teorisi üzerinde te­ mellendi, tıpkı Susan Brownmiller’ın ünlü, tecavüz "itüm. er­ keklerin tüm kadınları korku içinde tutmalarım sağlayan bilinçli bir sindirme sürecidir” argümanında olduğu gibi. Bu yaklaşımı bir toplum teorisi olarak biçimselleştirme ko­ nusunda daha da ileri giden Chafetz, yaklaşımın temel onvarsayımları hakkında özellikle kendinden emindir. Kadınlar ve er­ kekler, “içsel olarak farklılaşmamış genel kategoriler” halinde ele alınabilir. Analız, kategoriler arasındaki ilişkiyi açığa çıkarırken doğruluklarını da sorgulamaksızın kabul eder. Toplumsal cinsiyete ilişkin kategoriler, temelde bu ilişkiye getirdikleri açıklamalar kap­ samında farklılaşırlar. Bir düşünüş tarzında bu, temel olarak doğrudan bir tahakküm ilişldsidir. Dunbar ve Firestone bu yaklaşımın öncüleri arasındadır. Mary D a ly ’nin küresel ataerkillik tasviri gibi daha yeni açık­ lamalar ise temelde, kadınlara yönelik erkek şiddeti üzerinde yo­ ğunlaşmaktadır. Pornografi ve tecavüz temaları kültürel feminist analizlerde Susan Griffin ve Andrea Dworlcin gibi yazarlarca ele alındığında birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır/Bornografi, erkek cinselliğindeki şiddetim dışavurumu ve kadınlar üzerinde bir tafialdcürrn m r m ln ^ Çok aîrierkil'^îddeTmedimİ olarak kabul e d ilip “Cinsel'tabakalaşma'*' üzerine akademik literatür, kategoriler arasırtdald ilişkinin eşit olmadığından başka bir şey varsaymayarak genellikle daha soyut ve açık uçlu bir yaklaşım sergiler. Bu (ba­ zılarına 1. B ölüm ’de değindiğimiz) pek çok ampirik araştırmanın çerçevesini oluşturmaktadır; bu araştırmalar, kadın ve erkeklerin eşit olmayan maddi olanaklarının ve eşit olmayan yaşama fırsat­ larının haritasını çıkarır. Teori olarak zayıftırlar. Ama cinsiyetler arasındaki farklı eşitsizlik düzeylerinin bağıntıları veya koşullarına ilişkin kimi sorular ortaya atarlar. Sözgelim i Chafetz, “kadınlarla erkeklerin tüm statüleri”nde karşılaşılan yüksek ve düşük eşitsizlik düzeyleriyle hangi genel koşulların (ekonomik gelişm e, çevre, din vb.) bağlantılı olduğunu ortaya çıkarmak amacıyla lcültürlerarası bir alan araştırması yapmıştır. Chafetz, bu araştırmada toplumsal cinsiyete ilişkin dışsal bir te­ oriye yakınlaşır. Aslında kategoricilik yukarıda' sözünü ettiğimiz dışsal teorilerin çoğu için bir toplumsal cinsiyet modeli sun87

maktadır. Örneğin cinsiyete dayalı işbölümü analizleri, toplumsal cinsiyet kategorilerini genellikle ekonomik yaşamdaki basit bir sınırlama çizgisi olarak kurar ve bu çizginin farklı toplumlardakı görünümünü ayrıntılarıyla çıkararak işin daha da karmaşık bir hale gelm esine yol açar. Yalnızca küçük bir azınlık Margaret Power ın “bir kadının mesleğinin yaratılm ası” (italikler bana ait) adını ver­ diği şeyle ilgilenir; bu, kategorilerin kurulma sürecini merkezî bir konu haline getirerek kategoriciliğin soyut mantığından uzaklaşan bir sorudur. Benzer şekilde, “üretim ,ilişkileri” tartışmalarının çoğunun da, üretim aşamasındaki pratik hakkında söyleyecek çok az şeyi vardır. Düşüncede toplumsal ilişkileri konu etmekle birlikte gerçekte bu tür kavramları çoğunlukla kategoriler arasına sınır çekmek için kul­ lanır. En sonunda kişi ve kişisel pratik, tıpkı Fransız yapısalcı­ lığında olduğu gibi denklemden büsbütün çıkarılabilir. Teorik dik­ kat, bireyin içine yerleştirildiği toplumsal ortam veya kategori üzerinde yoğunlaşır. Bu sınırlama çizgilerini izleyerek biyolojik belirlenimci olmadan güçlü bir kategorik toplumsal cinsiyet te­ orisine ulaşabiliriz. Juliet M itchell’m ve Gayle Rubin’in yapısalcı modellerinde karşımıza çıkan “yerler”, toplumsal olarak tanımlan­ mış ve bu yazarların vurguladıkları erkek-kadın karşıtlığı da top­ lumsal olarak inşa edilmiştir. Aynısı, 1970’lerin sonlarından beri görülen göstergebilim sel toplumsal cinsiyet analizleri için de geçerlidir. , Diğer durumlarda ise kategoriciliğin toplumsal temeli, ba­ sitleştirilmiş bir normatif aile modeli olarak ortaya çıkar. Bu, “ev içi em eğe” ilişkin Marksist-feminist literatürün büyük bir bölümü için böyledir. K eza Christine D elphy’nin daha özgün okm, ^ ekonom ik sistem olarak ataerkillik analizi için de doğrudur/Burada kategoriler, evlilik denen toplumsal kurum tarafından oluşturulur ve kategoriler arasındaki ilişkinin Özü, karıların ücretsiz em ekle­ rinden ortaya çıkan fazlalığı kocaların sahiplenmeleridir. Bir başka Örnek de Chodorow’un kadınlık psikolojisidir; Chodorow, çocuk­ ların duygusal gelişim ine ilişkin psikanalitik açıklamalara, bilinçli bir şekilde, biyolojik yerine toplumsal bir destek bulma girişimi üzerinde durmuştur. Burada çocuk bakımına ilişkin cinsler arası işbölümü, kategoriler arasındaki ilişkinin özünü oluşturur^ 88

Toplumsal çerçeveler geliştirilmesinde bu yazarların gösterdiği tüm titizliğe rağmen, ortaya koydukları toplumsal cinsiyet ha­ ritasının tümü, basit bir biyolojik ikilik üzerinde temellenenden çok da farklı değildir. Kategorilerin biyolojik oldukları varsayılabildiğinde ve aralarındaki ilişki de kolektif veya stan­ dartlaşmış bir ilişki olarak görülebildiğinde, toplumsal cinsiyete ilişkin kategorik düşünme tarzı, da en- açık halini alır; dolayısıyla, BrownmillerTn “tecavüz...tüm erkeklerin... tüm kadınlar..” veya Dworkin’in “pornografi: Kadınlara sahip olan erkekler” açıklamalan da. Biyolojik İndirgemeciliğin ille de kategoriciliği ortaya çıkarması gerekmediğinin sözünü etm eye bile değmez. Ör­ neğin transseksüellige ilişkin literatürün bir kısmında araştırma­ cılar, uzlaşımsal kategorilerden sapmanın biyolojik temelleriyle il­ gilenirler. N e var ki biyolojik temel veya “biyogramer” teorileri en ■■■■güçlü biçimlerinden birinde genellikle kategoriciliğe yönelir. Şu­ rası bir gerçek ki çoğu yazar (hatalı bir biçim de), üreme biyolojisinin insanları basit ama tam olarak iki farklı kategoriye ayırdığmı varsaymaktadır. Kategoricilik birtakım kaynaklardan türemiştir: Yapısalcılık, bıyolojizm ve politik eylem i seferber etm eye yönelik geniş basit ka­ tegorilere yapılan katışıksız retorik başvurular. Kategoricilik yine de Önemini korumaktadır çünkü liberal fem inizm ve rol teorisine ilışkin kesin bir alternatife duyulan ihtiyacı karşılamaktadır. Bazı sorunlar için toplumsal cinsiyetin “içsel olarak farklılaşmamış ge­ nel kategoriler” kapsamında ele alınması, ilk yaklaşım olarak mükemmel biçimde yeterlidir. Gelir, eğitim, m eslek ve sağlık alanlarındaki cinsiyet eşitsizliğine ilişkin tanımlayıcıJiteratür, _bu bağlamlarda kesinlikle.başarılıdır. ™ İlk. yaklaşım analize son noktayı koyduğunda sorunlar baş gösterir; “kadın” ve “erkek” kategorileri mutlak olarak kabul edildiklerinde daha fazla incelem eye veya daha ince bir fark­ lılaşmaya duyulan ihtiyaç ortadan kalkmış olur. Çünkü bunun so­ nuçta işe yaramayacağı ve yaklaşımın giderek yanıltıcı olacağı sorunlu alanlar vardır. Belki de en yaygın örnek, normatif standart aile kapsamında ifade edilen analizdir. Refaha ilişkin pek çok fe­ minist araştırma, herkesin (ya da hemen hemen herkesin) çekirdek aile içinde yaşadığım Öngören, bütün kadınların kendilerini ge­ çindiren erkekleri olduğunu (ya da olm ası gerektiğini) söyleyen, 89

çocuk sahibi olmanın bir kocanın varlığını önkoşul olarak ge­ rektirdiğinde direten resmi sosyal yardım ve ekonomi politikasını bıi kadar çok destekleyen varsayımların yanlış olduğunu kanıtla­ maya yönelmiştir. ■ Bir diğer kategoricilik biçimi de tipik birey üzerinde yoğunlaşır. Kadınlara yöneiik şiddet literatürünün büyük bir bölümünde “erkek cinselliğine” yer veriîmesi bunu kanıtlamaktadır. Aynı şeyi, çevre kirliliğini, doğal kaynakların gelişigüzel kullanılmasını ve nükleer savaş tehlikesini kişisel saldırganlık ve tipik erkek acımasızlığıyla açıklayan argüman için de söyleyebiliriz. Bu argümana, temel oluşturan içgörü kesinlikle doğru dur,^-İk­ tidar" açlığı çekeri ve duygusal açıdan körelmiş bir erkeklik, çevreyi yok eden, sözgelim i ağaçların kesilmesi ve hidroelektriğin ge­ liştirilmesiyle güzelini Tasmanya Adası’nm yarısını mahvederi top­ lumsal makinenin bir parçasıdır. Brian Easlea’ninki gibi tarihsel araştırmalar, nükleer J^ombay ı üreten bilimlerin ve telcnoloj ilerin gelişirriinde erkeldlk, denetim ve iktidar temalarının izlerini sür­ mektedir, Ama bunu erkekliğin doğrudan sonucu olarak teorileştîrm ekrverili bir erkeklik biçimini çevreyi yok edici kılan top­ lumsal mekanizmanın gözden kaçırılması sonucunu doğura-calctır. ? (Tarihin diğer dönemlerinde saldırgan erkeklik böylesine kökten bir çevre yıkım ıyla sonuçlanmamıştı.) Söz konusu teorileştirme, belirli bir erkeklik biçimine cinsel politikada hegem onyacı bir konu m kazandıran ve ^ m arjın alleş tiren top­ lumsal düzenlemeleri göz ardı etmektedir. Ayrıca bu tür bir erkek­ liği ilk planda Ölpştüran toplumsal süreçler de birçok argümanda ; gözden kaçmaktadır. Toplumsal cinsiyetin tipik birey kapsamında analiz edilmesi, Hester Eisenstein’m (^üzm ece evrenselcilik’5 adını verdiği şeyin örneklerinden biridir. Eisenstein konuyu şöyle ortaya koyuyor:

Bir dereceye kadar bu düşünce alışkanlığı, kaçınılmaz olarak top­ lumsal cinsiyeti meşru bir düşünsel kategori halinde kurma ih­ tiyacından ortaya çıkmıştır. Ama sıklıkla, beyaz, orta sınıf deneyimin­ den oluşan yetersiz temeline rağmen siyah ya da beyaz, zengin ya da yoksul tüm kadınlar adına ve onlar hakkında konuşuyormuş gibi görünen bir analize yol açmıştır. 90

Bu şekilde geliştirilen bir teori, tarihin farklı dönemlerini dünyanın farklı kısımlarıyla birlikte bir bütün olarak ele almaya yönelik güçlü bir eğilim e sahiptir. Mary D aly’nin G yn lE cologf si ve Kathleen Barry’nin Female Sexual Slavery’si (Kadınların Cinsel Kö­ leliği) gibi metinler,A-findistan’da kocası .Ölen;kadınların kocala­ rının cesetleriyle birlikte^yakılması, Afrika’da kadınların sünnet edrimesr, Çin’de kadınlara demir ayakkabı giydirilmesinden, A B D ’de pornografiye kadar pek çok ataerkil vahşet örneğini sıralamaktadt^/Bunlar, her birinin aynı temel yapının örneği oldukları var­ sayım ıyla sunulurlar. Bu tür teorilerde toplumsal cinsiyetin dünya çapındaki boyutu, evrensel, ortak bir ataerkil yapı olur. Her ülke ve her dönemin aynı yapıyı gösterdiği kanısı, bu çizgilerde düşünen Batılı feministleri klasik olarak budunmerkezcil konumlara yöneltmiştir. Kalpana Ram gibi eleştirmenlerin dikkat çektiği gibi, dul kadınların kocalarıyla birlikte yakılması ko­ nusunda, Hintli kadınlan pasif biçimde ataerkil vahşetten ızdırap çekiyor olarak sunan ve onların direnişlerine, harekete geçiş bi­ çimlerine veya amaçlarına hiçbir, açıklama getirmeyen ırkçı Batılı kaynaklar üzerinde temellenen bir açıklama, ne konunun ne de Hintli kadınların hakkını tam anlamıyla Verebilir. Kadınların sö­ mürülmesi ve tabi kılınmalarının açık kabulünü ve bunun düzel­ tilmesi için ihtiyaç duyulan toplumsal değişmelerin temel karakte­ rini, tabi k ı l ı n m a n ı n farklı kültürlerde kendine özgü biçimlerde kök salmasının ve büründüğü farklı şekiller dolayısıyla gereksinim du­ yulan farklı, stratejilerin yine aynı ölçüde güçlü kabulüyle bir­ leştirmek mümkündür. Bu tür bir sav, Birleşmiş Milletler Kadın ve Kalkınma A sya ve Pasifik Merkezi tarafından Bangkok’ta düzen­ lenen feminist ideoloji ve yapılar konulu 1979 seminerinin Taslak Raporu’nda öne sürülmüştü. Ama bu rapor, kategorik teoriye uzak kalıyor. Sınıf, ırk veya milliyetin kategorik bir toplumsal cinsiyet te­ orisine dahil edilmesi mümkündür, ama tabii ki bu yapıların da.kategorik biçimde ele alınması koşuluyla. Bu, çeşitli değişkenlerin bir arada çapraz olarak sınıflandırılmasını içerir İd nicel toplum bi­ liminde çok bildik bir hamledir. Temel işlem mantıksal kat­ lanmadır ve ortaya çıkan sonuç da insanların yerleştirilebileceği bir çizelge olur. Örneğin, iki boyutlu, basit bir çapraz sınıflandırma 91

T olson’ın erkekliğe ilişkin çalışmasına temel teşkil eder: Cinsiyet.

{

Orta Sınıf

İşçi Sınıfı

Erkekler

Kadınlar ^

_______ ■ __________ ____________ '

Ü ç boyutlu bir çapraz sınıflandırma ise İngiliz kökenli olin.ayan çalışan kadınlara yönelik üçlü baskı uygulanmasına ilişkin son tar­ tışmalara temel teşkil etmektedir: Cinsiyet

Boyutları istediğiniz sayıda artırabilirsiniz. Kâğıt üzerinde gösteril­ meleri zordur, ama bilgisayarlar rahatlıkla bunun üstesinden g e ­ lebilirler. Bununla birlikte çapraz sınıflandırma ne denli karmaşık olursa kategorilerin statik mantığına yerleşmiş olan analiz de o denli katı olur. Ayrıca bu, kategorik teorinin tam da toplumsal cinsiyet ala­ nında ortaya çıkan ayrımları, yani toplumsal cinsiyet katego­ rilerinin kurulmasıyla ilgili ayrımları ele alırken karşılaştığı gü ç­ lüğü artırır. En Önemli sorun, cinsel nesne seçme politikasıdır. Heteroseksüel cinsiyetçilik (heteroseksizm) v e homofobinin, toplumsal cin­ siyet ilişkilerindeki kilit örüntülerden biri olarak görülmesi gerekir. Kategorik bir toplumsal cinsiyet .modeli, kullanarak heteroseksüel egemenliği açıldamaya çalışmak çok zordur. “Erkek/kadm” ka­ tegorisinin karşısına “homo/hetero” kategorisini koyarak yeni bir çapraz sınıflandırma kurulabilir. Ama bu bölünmenin kategorik analizde birinci planda önem taşımasının görünürde hiçbir nedeni 92

yoktur. Ayrıca çapraz sınıflandırma da konuyu karışık bir hale ge­ tirir, çünkü bu işlem mantıksal olarak kadın eşcinselliği ile erkek eşcinselliğini eş görmektedir. Oysa ikisi arasında yalnızca dışavunıluş biçimlerinde değil, içsel olarak kuruluş biçimlerinde de önemli farklılıklar bulunduğunu düşündürecek geçerli nedenler vardır. Eşcinsel kurtuluş h^eketinde lezbiyenlerin inişh çüaşlı deve .erkeklerin “heteroseksüel” toplpm.un.. baskısına karşı_jdayamşma içinde olduklarını söylemek güçtür. D iğer bir deyişle, mantıksal çapraz sınıflandırma, toplumsal çıkarın oluşumuna basit bir biçim de tekabül etmez. Kategorik teori genellikle çıkar çatışm asını vurgular, ama çıkarların oluşma biçimiyle ve kişilerin çıkarları tanımlayan ya­ pılarla mücadele biçimlerini açıklamakla ilgili sorunları vardır. Ka. t^gorik teorinin toplumsal çıkarı kabulü, fazlasıyla şemâlaştmlmıştır. K ategoricilik,bir dizi konuya ilişkin olarak, toplumsal cinsiyet sürecinde karışıklık ve tutarsızlığı hafife alır görünmek­ tedir. , ■ Politik sonuçlar önemlidir. Sözgelim i, iki ana kategorik teori ti­ pinden akademik veya tabakalaşmacı olanı, hukuk veya işletme alanında politik liderlik konumunda bulunan kadınların sayısını ar­ tırmaya çalışarak bir erişim politikasına yönelir. Ancak söz konusu konumlan yaratan toplumsal düzenlemeleri sorgulamak için belirli hiçbir gerekçe ortaya koymaz. Bu balamdan, pratik sonuçlan li­ beral feminizmdeki rol reformu stratejisinden çok az farklıdır. v*Oysa hem kadın kurtuluş hareketi hem de daha radikal ka­ tegorik toplumsal cinsiyet teorileri, uzlaşımsal iktidar düzenleme­ lerini sorgulamaktadır hiç kuşkusuz. Am a eğilimleri, bunu "ya hep ya hiç” şeklinde ortaya koymaya yöneliktir. Kategoricilik, daha çok, Marksist yapısalcılıkta örtük olan devrimci "büyük patlama” teorisine benzer şekilde, baskının olmadığı uzak bir gelecek ve uzak bir geçm iş tasarlar, ama acımasız şim diki zamanda her şeyi er­ kek iktidannm ve kadının tabi kılınmasının tezahürleriyle bağdaş­ tırma eğilimindedir. Sonuç ise kadınlara metafizik bir dayanışma ("tüm kadınlar...”), her yerde her zaman hazır bir düşman ("tüm er­ kekler...”) ve yapı ile kategorilerin evrensel olması nedeniyle m ev­ cut ilişkilerdeki mücadelenin anlamsız olduğu yönünde güçlü bir içerim sunulması olur. Çoğu kadın kendi yaşamında erkeklerle

ilişkiye girmekten fiilen kaçma şansına sahip olmadığı için de pra­ tik sonuç, feminizm içinde ortaya çıkan çözümsüz bir ikilemdir. Saflık ve suçluluk temalarını kuşatan gerilim, birkaç yıldan beri ha­ rekette somutlaşmaktadır. ,

D. PRATİK TEMELLİ BİR TEORİYE DOĞRU Son tahlilde kategoricilik iktidarı kabul edebilir ama pratik politika unsurunu (seçim, kuşku, strateji, planlama, hata ve dönüşüm gibi) analizinden silip atar. G eleneksel popüler kültürdeki “cinslerin sa­ vaşı” komedisi, tam da bu tür bir silme işlem iyle cinsel politikanın düşüdür. Kocalar; yanılır, kanlar dırlanır, kaynanalar çekiştirir, kızlar kırıştırır, oğlanlar çocukluktan çıkamaz ve bu kesinlikle hep böyle gider.1İnsanlar ne tür girişimlerde bulunurlarsa bulunsunlar hiçbir şey değişmez. Kategoriciliğin daha karmaşık biçimlerinde pratik politikayı marjinalleştiren k eyif değil mantıktır. Cinsel po­ litikada belirli bir çizgi, GynlEcoîogy gibi metinlerde, strateji se­ çim i olarak değil de ataerkilliğin içsel yapısından kaynaklanan bir mantıksal zorunluluk olarak görülür. Seçim, daima yanlış yapma olasılığı ve kuşku içerir. Ka­ tegoriciliğin rol teorisi üzerindeki etkisiyle iktidarın kabulünü elde bulundurarak tüm ağırlığı politikanın pratik yanına yüklemek, top­ lumsal cinsiyet teorisinde bir sonraki adımın en genel koşulu ola­ caktır. Bu, bir taraftan iradeciliğe ve çoğulculuğa bir taraftan da kategoriciliğe ve biyolojik belirlenimciliğe doğru yuvarlanmadan, k i­ şisel yaşam ve toplumsal yapının iç içe geçm esine açıklama getiren bir toplum teorisi biçimini gerektirir. Toplumsal cinsiyete ilişkin modem yazılarda bu, en iyi biçimde kurgu ve otobiyografi tarzında yapılmaktadır. Doris L essing’in Altın D efter, Aııja M eulenbelt’in Utanç B itti, Patrick W hite’m The Twyborn Affair (Twyborn Olayı) ve Nadine Gordirner’ın B urger’s D aughter’ı (Bur gerim K ızı) gibi kitaplarda toplumsal cinsiyet ilişkilerinin (ve sınıf, ırlc gibi öbür ya­ pıların) kısıtlayıcı etkisi güçlü biçimde hissedilir, Öyle İd his­ sedilen, insanın midesini bulandıran bir şeydir. Yine de bütün kar­ maşıklıkları, muğlaldıkları ve çelişkileriyle diğer insanlarda ve 94

onların eylemlerinde gerçek olan bu şey, nö soyut ne de basit “bir şey”dir. V e bu gerçeklik düzenli olarak işlenmekte ve -düzgün ya da düzgün olmayan biçim lerde- dönüştürülmektedir. Öbür alanlarda da benzer sorunlar başgösterdiğmden bu tür bir anlayışı toplum teorisine nasıl yerleştireceğimizi çok genel bi­ çimde biliyoruz. Sınıf analizinde bu tür sorunlar, Althusser usulü “yapı” ve Thompson usulü “tarih” arasındaki tartışmada ortaya çıkmıştı. Aynı sorunlar teorik sosyolojide sem bolik etkıleşimcilik ■ve etnometodolojinin Parsons usulü işlevselcilik ve sistem te­ orisine karşı girdiği polemikte, son dönemlerde de Levi-Strauss ve yapısalcılık hakkmdaki tartışmalarda sahnelenmişti. Sartre, Koslk, Bourdieu, Giddens ve yapı ile pratiğin bağlantıları üzerinde yo­ ğunlaşan diğer teorisyenlerin çalışmalarında ise çözüm taslaklarına rastlanabilir. İnsanların içinde yaşadıkları toplumsal ilişkileri ku­ rarak ne yaptıkları sorusu üzerine yoğunlaşılmasıyla kategoriciliğin bir pratik teorisi ile çözülmesi prensipte mümkündür. Yanı sıra, tüm pratiklerin bir koşulu olarak toplumsal ilişkiler yapısına dikkat göstermekle iradeciliğin alt edilmesi de prensipte müm­ kündür. Hiçbir toplumsal cinsiyet teorisi biçimsel olarak bu şekillerde ifade edilmemiş olsa da, bazı feminist teorisyenler ve eşcinsel kur­ tuluşu teorisyenleri ile çok sayıda alan araştırmacısı, bu tür bir analizin temelini atmışlardır. Bu kişilerin çalışmaları bir “okul” olarak kabul edilmez, ayrıca politikaları da birbirinden çok fark­ lıdır. O yüzden, bu doğrultuda bir teorinin geliştirilmesi için zaten mevcut olan temel biçimleri göstermek amacıyla bazı örneklerden söz edilm esi faydalı olacak. İlklerden biri Juliet. Mİtchell’dır. Nedense artık fazla önem­ senmeyen kitabı W om an>s Estette'in (Kadının Zümresi) ildnci kısmı, her birinde belli bir baskı biçimi üretilen dört “yapı” kap­ samında kadınların toplumsal konumunu tanımlıyordu. Bu görüş, 5., B ölüm ’de ele alınacak olan yapı kavramı açısından önemli içerimlere sahip. Bir dereceye kadar M itchell’in çalışmasından et­ kilenen Amerikalı antropolog Gayle Ruhin, kadınların erkeklere ta. bi kılındığı “ilişkiler sistem i”ne ilişkin biçimsel'bir karşılaştırmalı analiz geliştirmişti, Rubin’in “biyolojik toplumsal cinsiyet sistem i” tartışması, her ne kadar soyut bir yapısalcılığa doğru yöneliyor olsa 95

da, 1975 yılında yazdığı “The Traffic in W om en” (“Kadın Tra­ fiğ i”) başlıklı m akalesi, toplumsal cinsiyete ilişkin sistematik bir toplum teorisinin neye benzeyebileceğim diğer bütün çalışmalara kıyasla daha açık bir biçim de gösterir. “Compulsory H eterosexuality and Lesbian Bxistence” (“Zorun­ lu H eteroseksüellik v e L ezbiyen Varoluş”) başlıklı bir başka ünlü makalede ise Adrienne Rich, kadınların erkeklerle olan bağlantıla­ rının karşıtı olarak kendi aralarında kurdukları toplumsal ilişkilerin önemine dikkat çekiyor. R ich’in “lezbiyen kesintisizlik” kavramı, kategorik teoriye doğru sürükleniyor, ama yine de tarihsel olarak ele alınabilir. Jill M atthew s’un yirminci yü zyıl Avustralyası’nda “kadınlığın tarihsel inşası”na ilişkin çalışm asında ele aldığı ko­ nulardan biri de bu. G o o d and M ad Womeri>da (İyi ve D eli Ka­ dınlar) değişen kadınlık ideallerinin belirli kadınların yaşamlarmdaki etkisini incelem ek için psikiyatri servisi kayıtlarından yararlanılıyor. M atthews, yalnızca dayatılmış bir düzenleme olarak değil, ayrıca yaşanmış deneyimler olarak da kadınlığın (ve içerimi olarak erkekliğin) tarihselliğini vurguluyor; ve yüz yüze aile ilişkilerini büyük ölçek li demografik, ekonom ik ve kültürel de­ ğişm e örüntülerine bağlıyor. Yine daha geniş ölçekli bir çalışmada David Fernbach, The S piral Path adlı kitabında, genellikle top­ lum sallık öncesi arzu (veya antisosyal davranış) olarak görülen şeye ilişkin toplumsal ve bağıntısal bir analiz öneriyor. Fernbach, erkekler arasındaki eşcin sel ilişkiler üzerinde yoğunlaşarak eşcinsel kimliğin çağım ızda ortaya çıkışını N eolitik Çag’a dek uzanan top­ lumsal cinsiyet ilişkilerinin tarihi bağlamına yerleştiriyor. Bunun, çoğu açıdan kurgusal olduğu doğru ama gerçek bir tarihe ben­ zerliği, nihai “kökenlere” ilişkin mit üretiminden çok daha kesin. Bu çalışmalar, nihai kökenler, ilk nedenler veya son tahliller hakkında yanıtlanamaz sorular sormak yerine, devam etmekte olan bir şey olarak toplumsal cinsiyet ilişkilerinin nasıl örgütlendiği so­ rusunu ortaya atıyor. Yapının baştan belirlenmediğini, ama tarihsel olarak oluşturulduğunu ifade ediyorlar. Bu ise farklı toplumsal çıkarların başatlığını yansıtarak toplumsal cinsiyetin farklı ya­ pılandırılma biçimleri olasılığım işaret ediyor. Ayrıca değişen mücadele ve karşı koyma düzeyleri yansıtılarak yapılandırmanın, uyumlu ye tutarlı olduğu farklı dereceler de belirtiliyor. Cinsel po­ 96

litika, toplumsal cinsiyet ilişkileri yapısına en temel düzeyde yer­ leştirilir. Yapılar, radikal cinsel politikada somutlaşan kriz eğilim ­ lerini geliştirir. Bu konular, toplumsal cinsiyet ilişkilerine pratik te­ m elli bir yaklaşım geliştirm eye çalıştığım II. K işim ’da yer alan bölümlerin çıkış noktasını oluşturmaktadır. An?J. ya§am düzeyinde toplum sal cinsiyetin ta­ rihselliğine de dikkat çeken pratik teorisinin tüm etkinlik alanı bu değil. Cinsellik biçimlerinin toplumsal olarak inşa edildiği görüşü, radikal tarihçilerin çalışmalarında, söylem analizinde, etkileşimcilik sosyolojisinde ve söylem em ize b ile gerek yok ama elbette M arcuse’nin çalışmasında ortaya çıkmıştır. Karakter yapılan olarak kadınlık ve erkekliğin, tarihsel açıdan değişken olarak görül­ meleri gerekir. Aynı toplumda aynı dönem de çeşitli cinsel karakter biçimlerinin ortaya çıkmasını önleyebilecek hiçbir şey yoktur. Çök yönlü kadınlıklar ve erkekliklerin, toplum sal cinsiyete ve ya­ pılarının yaşatılma biçim ine ilişkin tem el bir olgu olduğunu iddia ediyorum. Bu konulan, çeşitli çıkış; noktalarından hareketle k i­ şiliğe ilişkin pratik tem elli bir yaklaşım geliştirilen E l. K ısım ’da ele alacağım. ^ A m a işe koyulmadan önce değinilm esi gereken bir konu daha var. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin tarihselliğini kavramanın bu kadar güç oluşunun asıl nedeni, bedenlerin cinsel ikiciliğinden güç alan tarih üstü bir yapının toplumsal cinsiyete kaldığında direten, varsayımdır. Bu, aynı zamanda cinsiyet rolü teorisinin v e çoğu kez kateğoricilik' biçiminin de sonunda gelip sığındığı varsayımdır. Tem el belirleyenlerin biyolojik olduğu doğruysa toplum teorisi anlam sızdiFya“da en iyi ola'sılMa ik în cM lişkilerin yapısına atıfta bulunulmadan önce; aydınlatılması gereken beden ve toplumsal pratik arasındaki ilişki toplumsal cinsiyet te­ orisi için önemli bir konudur.

FîÖN/Topiumsai Cinsiyet ve İktidar

N

otlar

DIŞSAL TEORİLER (s. 70-76), “Önce sın ıf’ dogmatizmine, karşılık verilemeyecek kadar güçlü bir meydan okuma için bkz. Delphy (1977) s. 25; aneak bu, sessi/ sedasız geçip gitmiştir. Çin’deki aile politikası için bkz. Stacey (1979) ve Croll (1983). Toplumsal cinsiyete ilişkin yeniden üretim te­ orilerinin en önemli açıklamaları için bkz. Mitchell (1975); Kuhn ve Wolpe (1978); Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi Kadm Araş­ tırmaları Grubu (1978) ve Burton (1985). Buradaki eleştirilerim, kısmen Connell (1983) 8. Bölüm’ünde yer alan yeniden üretim te­ orisinin genel eleştirisine dayanır. İngiliz Marksist feminizminin so­ runları Barrett’ta (1980) ustaca anlatılır.' Sosyalist feministlerin bu ülkedeki işe yarar kampanyaları için bkz. Coote ve Campbell (1982); Avustralya'dakiler için bkz. Court’a (1986) ve Stevens (hazırlanıyor). “İkili sistem” kavramının, gördüğüm en yetkin eleştirisi I. Young (1981) tarafından yapılmış. Connell (1983) 3, 4, ve 5. bölümlerdeki ka­ pitalizm ve ataerkillik bağlantısı üzerine daha ayrıritılı yazmıştım.

CİNSİYET ROLÜ TEORİSİ (s. 77-85). Bem (1974) ile Steinmann ve Fox (1974) cinsel karaktercinsiyet rolü karıştırılmasını; Wesley ve Wesley (1977) cinsiyet farklılüdanmn karıştırılmasını örnek getirerek açıklıyorlar. Carrİgan, Con­ nell ve Lee (1985) cinsiyet rolü düşüncesinin tarihinin taslağım çıkar­ mışlar. Bu bölümdeki argümanlarım Connell (1983) 10. Bölüm’ündeki rol teorisi genel eleştirisi ile bunun Carrigan, Connell ve Lee’de cin­ siyet rollerine uygulanması üzerine kurulmuştur. Franzway ve Lowe (1978) ile Edwards (1983) tarafından yapılan cinsiyet kavramı analizlerinden yararlandığımı da eklemeliyim. Aile rolleri listesinin alıntılandığı kaynak Nye vd. (1976). “Toplumsallaştırma etkenleri” ar­ gümanı ileride 9. Bölüm’de ayrıntılı olarak tartışılacaktu\ Pleck (1981), rol teorisini psikodinamiğin alternatifi olarak görür. David ve Brannon (1976), erkeklik ve kadınlık rollerine ilişkin dile getirilmemiş denklemi örneklerle açıklar. Edwards (1983), cinsiyet rolü teorisindeki “sapma” anlayışının geniş bir eleştirisini verir. Değişim teması için bkz. Lipman-Blumen ve Tickamyer (1975) ile Pleck’e (1976). Cinsiyet rol­ lerinin tarihini yazmaya çalışmanın sonuçlarından biri kuşkulu bir yığındır, örneği Brança (1978). Rol teorisinin başarısızlığım tarihsel gerçek ölçütlerle buluşturmaya yönelik argümanlarım, Tim Carrigan ve John Lee ile tartışmalarda formüle edilmiştir. 98

KATEGORİK TEORİ , (s. 86-94). Johnston’m (1973) ayrılıkçılık hakkındaki nükteli argümanı lezbiyenliğin politik bir sorun olarak kuruluşuna yardımcı oldu, alıntı s. 276*dan. Willis (1984), kadın kurtuluş hareketinde toplumsal cin­ siyete ilişkin kategorik görüşlerin ortaya çıkışıyla İlgili mükemmel bir tarihçeye yer verir. “Üretim ilişkileri’nin kategorik olarak ele alınışı Bland vd.’de (1978) doruğa ulaşır. Money (1970), sapmanın biyolojik belirlenimci incelemesine örnektir. Raymond (1979), kategorik politika mantığı tarafından biyolojik gerekirciliğe itilen teorinin dikkate değer bir örneğidir. Retorik olarak kategoricilİk Spender’m (1982) çalışma­ sında iyi anlatılmış. Ailenin biçimsel modelini temelden çürüten çok sayıda feminist çalışmaya örnek: Baldock ve Cass (1983) ile Campbell (1984). Erkeklik ve saldırganlık için bkz. Farrell (1974), Dinnerstein (1976) ve Kelly (1984); Connell (1985a), buradaki argümanları ge­ nişletiyor. Düzmece evrenselcilik hakkındaki alıntı Eisenstein (1984) s. 132’den. Eşcinsel kurtuluş hareketinde çıkarların muğlaklığı ko­ nusunda bkz. Eşcinsel Sol Kuruluşu (1980) ve Thompson (1985), 3. Bölüm.

PRATİK TEMELLİ TEORİ (s 94-101) “Cinslerin savaşı” benzetmeleri için bkz. Oıwell (1941); bu Ünlü denemede Donald McGill’in kartpostalları İncelenir. Strateji ve kuşku arasındaki bağlantı avam radikal politikada, radikal teoriye göre daha açıktır: Karş. Alinsky (1972). Thompson*™ tarihi (1968) model olarak, bazı hoş anları olsa da, yapısalcılığa karşı polemiğinden (1978) daha değerlidir. Eleştirel değerlendirmesine kalkıştığım Sartre ve Bourdieu’nün pratik teorileri Connell’ın (1983) 5. ve 8. bölümlerinde ele alınıyor. Lefebvre (1976) s. 73-91 ’deld “üretici öz” araştırmasına yönelik eleştiri, iktidar yapıları Üzerine tümüyle tarihsel bir perspektif oluşturulması konusunda önemlidir.

99

......

i v

Beden ve toplumsal pratik ...... ...................... ^

< ^Ş Ş f

-

---- — W—---- ----- ---------- ------- —^ ----- ---------

A. DOĞAL FARKLILIK AÇMAZI

100

-

jt “D işi” ve “erkek”, özel bir tür üreme sistem inde ortaya çıkan bi­ yolojik kategorilerdir. İnsanlar, hayvan v e bitki türlerinin büyük bir bölümüyle bu ayrımı paylaşırlar. Cinselliğe dayanmayan, yani eşeysiz üreme, daha basit yaşam biçimlerinin özelliği olmakla bir­ likte mantarlar, deniz yosunları v e parazitlere kadar değişen, görece karmaşık bazı yaşam biçimlerinde de görülmektedir. Çilek ve orkide gibi daha karmaşık bazı türler ise hem eşeyli hem de eşeysiz üreme özelliği gösterir. Ama genellikle diğerlerine kıyasla daha gelişkin olan türler cinsel yolla ürerler. Ö yle görünüyor ki üremede cinsiyet temelinde karşılaşılan işbölümü, yaşamın evrimi açısından temel bir özelliktir, t

Kültürümüzde üreme ikiliğinin günlük yaşamda toplamsal cin­ siyet ve cinselliğin mutlak temeli' dİdugu varsayılıyor. Bunun bütün Kültürler için doğru olduğu söylenem ez. Ama bizim kültürümüzde toplumsal cinsiyet ilişkilerinin fojyolpjil^yey^ sözde biyolojik açıklamalanmn büyük ölçüde yaygın bir güvenilIrnğe*sâhlpTolduğu nedense çök güçlü bir biçimde ifade ediliyor. Çıplak'M aym un, The İm perial Anim al (Hayvanların İmparatoru) ve Gen B encildir gibi kitaplar, bu mesajın rakip uyarlamalarını çok geniş bir kitleye ulaş tırıyorlar. KB irçok insan için doğal cinsiyet farklılığı anlayışı,' düşüncenin aşamadığı bir sınır oluşturuyor. Cinsel politikayla ilgili tartışmalar çoğunlukla, erkekler v e kadınların tem el olarak bir­ birinden farklı olduğu iddiasıyla, yani konu hakkında daha fazla şey söylenm esini olanaksız, bunun kanıtlanmasını da kendince ge­ reksiz kılan bir önerme ile son buluyor?- Fem inizm karşıtlarının çoğu bunu saf dışı bırakıcı bir argüman olarak görüyorlar. Bu varsayım öylesine güçlü ki rol teorisi, psikanaliz ve hatta fe­ minizm gibi düşünsel akımları daha en baştan sevim siz bir biçimde biyolojizm e dahil edebiliyor. Sözgelim i M accoby ve Jacklin’in bir­ likte kalem e aldıkları The P sych ology o f Sex D ijferences (Cinsiyet Farklılıkları Psikolojisi) adlı kitapta, saldırganlık gibi kişilik özelliklerinde gözlem lenen farklılıklara ilişkin biyolojik y e top­ lumsal açıklamalara yaklaşım biçimlerinin birbirinden çok farklı olması son derece çarpıcıdır.^Görünüşte, biyolojik açıklamalar, ulaşılabilir olduklarında, kesinlikle ön celiğe sahiptir, toplumsal açıklamalar is e ancak ikincil önem taşımaktadır^Freud ’uıı yön temi, biyolojik v e toplumsal cinsiyete ilişkin şimdiye d ek önerilmiş en radikal toplum analizlerinden birine giden yolu işaret ediyordu. Yine de Freud nihai biyolojik belirlenim ciliğe inanıyordu, nitekim ardılları da tekrar tekrar bu görüşe kapıldılar. Örneğin Theodöre Reik, “cinsiyetlerin duygusal farklılıkları” üzerine oldukça uzun makalesini basit bir biyolojik belirlenim e dayandırır; benzer bi­ çim de Robert M ay de, Sex an d F antasy'de (Cinsiyet ve Fantezi), şizofreni, im gelem ve mit üzerine araştırmaları için kadınlar v e er­ kekler arasındaki doğal farklılık dışında hiçbir düzenleyici ilkeden söz etmez. İlk ikinci dalga fem inizm ijbütün cinsiyet farklılıklarının top­ lumsal olarak üretüdigîhi sık sık vurguluyordu. H ester Eisenstem .ıriı

ve A lice Jardine’in The Future o f D ifference’tz. (Farklılığın G e­ leceği) gösterdikleri gibi pek çok Batılı feminist, 1970’ler boyunca farklılığı yeniden vurgulamaya ve kadınlara mahsus olanı yücelt­ m eye başladılar, Derken çok fazla sayıda kişi, “kadınlara mahsus” olanın toplumsal, olarak üretildiği görüşünü terk etti. Tümüyle gi­ derilem ez farklılık kavramları hızla çoğaldı: Erkeklerin, gerçek (yani dişi) soydan değişim sonucu ortaya çıktıkları görüşü; er­ keklerin “biyolojik olarak saldırgan” ya da “doğal olarak te­ cavüzcü oldukları görüşü; “metafizik farklılık” görüşü; besleyip geliştirici kadınların dünyayı erkeklerin savaşlarından ve tek­ nolojiden korumaları gerektiği görüşü.., 1 w Bu bölümde, politik görünümleri ne olursa olsun doğal farklılık öğretilerinin temel olarak yanlış anlaşıldığını öne süreceğim. N e üreme biyolojisine ilişkin olguların tartışılmasını ne de insan ya­ şamının anlaşılmasındaki ilgi ve önemlerinin reddedilmesini kas­ tediyorum. Burada geçerliliğini sorgulayacağım şey, toplumsal cin­ siyeti barındıran-toplumsal ilişkilerin “tem eli”nin, “kuruluşu”nun, iskeleti nin, ö z ünün veya “kalıbı”nm, bedenimizin biyolojik yapısını oluşturduğu şeklindeki varsayımdır. Argüman,- toplumsal pratik ve biyoloji arasında güçİü bir bağ olduğunu kabul eder;, işin ^°Srusıb toplumsal cinsiyet”in bu bağ olmaksızın düşünülem eye­ ceğidir,-B en bu bağın, doğal farklılık teorisyenleriniıı savunduk­ larından daha farklı bir niteliği olduğunu öne süreceğim. JDoğal farklılık öğretisinin iki ana değişkesi var, îlkinde toplum, doğanın gölge olayı >(g£İ&kmom£W 2 İ) olarak alınır; İkincisinde ise her ikisi de birer eklenti, katkı olarak görülür. Birinci teori tipinde biyoloji (ya da yedeği olarak ontoloji) top­ lumsal cinsiyeti b elirler. Toplum, doğanın buyurduğunu kayda g e­ çirir -v e y a bunu yapm azsk rahâtsık olur. Bunun en bildik örnek­ leri, Desm ond M o m s’in Ç ıplak Maymun, Lionel Tiger’ın M en in Groups (Gruplar Halinde İnsanlar) ve The Im perial Aninıal ve George Güder ın Sexual Suicide gibi kitaplarında karşımıza çıkan sözde evrimci erkeklik ve kadınlık açıklamalarıdır. Marshall Sahlins bu literatüre kaba sosyobiyoloji” adını verir. Morris bu teori tipinin temel bakış açısını basitçe şöyle özetliyor: M o d e m ş e h ir y a ş a m ı n ı n g ö r k e m l i g ö r ü n t ü s ü n ü n a r d ın d a a y n ı e s k i 102

ç ı p l a k m a y m u n v a r d ır . D e ğ i ş e n y a l n ı z c a is im le r : ‘'A v la n m a ’.’ y e r in e “ ç a l ı ş m a ” , “ a v s a h a la r ı” y e r in e “ i ş m e k â n ı” , “ b a r ın a k ” y e r in e “ e v ” , “ ç if t le ş m e ” y e r in e “ e v lilik ” , “ ç if t le ş ile n e ş ” y e r in e “ e v le n ile n eş" v d . s ö z c ü k l e r i g e ç i r i l m i ş t i r .... U y g a r l ı ğ ı n t o p lu m s a l y a p ı s ı n ı ş e k ille n d ir m iş o la n , b i l i n e n h e r ş e y d e n ç o k b u h a y v a n ın b i y o l o j i k d o ğ a s ıd ır .

Tiger ve Fox ’un im gelem i farklı olmakla birlikte görüş aynıdır: D o ğ a l a y ık la n m a , k ü lt ü r e l b i ç i m d e d a v r a n m a k , r o lle r ic a t e t m e k , m i t ­ le r y a r a t m a k , d ille r k o n u ş m a k v e g r u p la r k u r m a k z o r u n d a o la n b ir h a y ­ v a n ü r e t m iş t ir ... T a r ım v e e n d ü s t r i u y g a r lık la r ı i n s a n h a y v a n ın t e m e l d o n a n ı m ı n a h iç b ir ş e y e k l e m e m iş tir. A v la n m a k i ç i n d o n a t ı l m ı ş ı z ... V e t e m e l d e b ir p r im a t ( m a y m u n s u ) m o d e l e b a ğ l ı o la r a k d o n a t ı l m ı ş ı z .

Bu literatürü “sözde;biyolojik" olarak adlandırdım çünkü aslında, Örneğin ekolojik endüstri çalışmalarının yaptığı gibi, insanın top­ lumsal yaşamının biyolojik olarak ciddi bir şekilde iıdelenm esine dayanmıyor. Daha çok, Marie de Lepervanche ın dikkat çektiği gi“ bi, mantıksal kaydırmalarla doğruymuşçasına kabul edilen olgulara dönüştürülmüş bir dizi müphem analojiye dayanıyor. Tem el man­ tığı ise kesinlikle, iddia edilenin tam tersi. Argümanı, şu anki top­ lumsal yaşamın yorumuyla başlıyor (Monâs.’te^cjnsiyetçi, budunmerkezcil ve çoğunluİda olgusal açıdan yanlış bir yorumla karşılaşıyoruz) ve. bunu kurgusal bir tarıhöncesine yönelerek yapıyor. “Evrim”, bu yazarların savunduğu toplumsal Örüntülerin onaylanması için açıklama kisvesi altında sahneye davet ediliyor. Sözgelim i Tiger, hangi toplumsal düzenlemelerin “biyolojik, açıdan sağlıklı” hangilerinin sağlıksız,olduğundan söz ederek çalışmasını bitiriyor - böylece bu düzenlemelerin, avcı bir tür olarak insanın evrimi görüşüne uygun olduklarını anlatmak istiyor. Bu literatürü bilim olarak ele almak cidden güç. Toplum analizi aşırı derecede ham. “Evrimi” anlamanın kendisi demode olmuştur. Organik evrimden tarihe geçişi anlamaya ilişkin temel sorun, bi­ yolojik indirgem eyle ortadan kaldırılmıştır. Ama yine de bu ar­ gümanlar fazlasıyla popülerdir. Bu popülarite kısmen, bir nebze müstehcen mizahla ilgilidir (popo gibi memeler, maymunsu şirket yöneticisi vb.); daha, temelde ise argümanların yansıtıcı ya­ pılarından kaynaklanır. Bildik olanı “bilim ” olarak geri yansıtırlar 103

ve çoğu okuyucunun inanmak istediği şeyi onaylarlar. B u kusurları gidermeye yönelik ciddi bir girişime, E. O. W ilso n ’ın öncülüğünde “bilim sel sosyobiyologlar” tarafından kal­ kışılm ıştı. W ilson, On Human N ature’m (İnsan D oğası Üzerine) bir bölümünde, “evrim teorisindeki yeni ilerlemelerin yardımıyla insan cinselliğinin çok daha kesin bir biçim de tanımlanması nın nasıl mümkün olabileceğini göstermek için genetik üstünlük h e­ saplamasına başvurur, “Y eni ilerlem eler” üretilmesinin ne kadar geleneksel olduğuysa ilginçtir. W ilson,m argümanı, cinsiyet fark­ lılıklarının “tümüyle ortama ilişkin bir açık lam asının reddedil­ m esi için sporda performans farklılıklarını, ikizler üzerine çalışm a­ ları ve benzeri konulan sıralıyor, ailenin evrensel olduğunu sa­ vunup eşcinselliğin genetik bir açıklaması olduğunu gösterm eye çalışıyor (böylece eşcinselliğin bütüncül bir kişilik: özelliği o l­ duğunu varsayarak seksolojide yetmiş yıl Öncesinde bile demode olmuş kavramlara dönüyor). Bir düşünce okulu olarak “sosyobiyoloji”nin altında yatan kav­ ramsal karışıklıklar, artık oldukça iyi anlaşılıyor. B iyolojiye ve ev ­ rim sürecinin kendisine ilişkin güçsüzleşm iş bir anlayış, toplumsal kurumlar ve biyolojik üstünlük arasındaki kaymalara temel oluşturuyor. Sosyobiyologlann argümanları, Sahlins’in W ilson ’m genel argümanı için v e Janet Sayers’ın da B iologıcal P o litics*te özellikle toplumsal cinsiyet için gösterdiği gibi, insan eylem inin kolektif anlamda fazlasıyla yapılandırılmış olduğu, yani bağlamdışı bireysel eğilim lerle değil, karşılıklı etkileşim le oluşturulduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Örneğin savaş, tarih içinde toplumsal ve kurumsal bir süreçtir, yoksa saldırganlığa yönelik yüzbinlerce g e ­ netik eğilim in toplamı değildir. Çok ilginçtir ama sosyobiyoloji, b i­ lim sel açıklamaya ilişkin tüm iddialarına rağmen incelem e için b i­ yolojik nedensellik mekanizmaları üretemez. Sözgelim i W ilson, cinsellik üzerine makalesinde şöyle kurgular türetmek zorunda ka­ lır: “Cinsel aşk ve aile yaşamının sağladığı duygusal tatminin, beyin fizyolojisinde, bir .ölçüde bu uzlaşmanın genetik pekişti­ rilmesi aracılığıyla düzenlenm iş kolaylaştırıcı mekanizmalara da­ yalı olduğunu Öne sürmek akla uygundur.” Şu üçlü uyan (“bir ölçüde” - “kolaylaştırıcı” - “akla uygun biçim de önesürme”), dilin olabileceği kadar açık bir biçimde, W ilson’ın burada basitçe kesıru

tirimde bulunduğunu gösteriyor. Kestirim, bu literatürün toplumsal yaşamın gerçek belirlenimi hakkında genellikle Önerdiği, şeydir. Bu, Steven G oldberg’ünTTîe In evitability o f P atriarch y'de yer verdiği biyolojik belirlenim cilik uyarlamasına belirli bir ilgi du­ yulmasını sağlıyor. Bir şekilde modası geçm iş olsa da bu, Wilson ve diğerlerinin kaçındıkları ama aslında gerçekleştirilm esi gereken ciddi bir girişimdir v e biyolojik farklılık ile toplumsal eşitsizliği ilişkilendiren mekanizmaların ayrıntılı açıklamalarını sunar. Bir ar­ güman tipi olarak da incelenm eye değer. Goldberg, yaptığı fizyolojik araştırma sonunda, belirli hor­ monların, özellikle de testosteronun, ortalama kan yoğunluğu açısından erkekler ve kadınlar arasında farklı olduğu bulgusuna ulaşır. Yaptığı psikofarmakolojik araştırma sonunda ise kan dola­ şımlarında bu (ve diğer) hormonlardan farklı düzeyde bulunan hayvan ve insanların, belirli testlerdeki ortalama performanslarında bazı farklılıklar olduğunu ortaya çıkarır. Goldberg daha sonra bu hor­ monların, erkeklerin kadınlar üzerinde bir "saldırganlık üstün­ lüğüne” sahip olmalarını sağlayarak toplumsal davranışta fark­ lılıklara neden olduğu sonucunu çıkarırABu ise hem cinsiyete da­ yalı işbölümünü hem de ataerkil iktidar yapısını açıklamaktadır. Herhangi bir önem e sahip işi almak için girilen rekabette erkekler kendine g üvenm e ve iddialı olma açısından daha üstündür. Ken­ dilerini hormonları g üzünden sürekli^ayjtf^düştükleri bir iktidar çekişm esinde füketmektense, tabi kılındıkları bir konumu kabul et­ m ek kadınlar için akılcıdır. |ş t e bu yüzden, yuva yapmayı ka­ dınlara, iş dünyasının rekabetçi uğraşını erkeklere tahsis eden top­ lumsal düzenlem elerim iz var. Bu argümanın daha sonraki aşamasında ortaya çıkan mantık ha­ tası kolaylıkla görülebilir. Goldberg, açık rekabeti önleyen ku­ rumsal düzenlemeleri açıklamak amacıyla bir açık rekabet durumu Öne sürer. A slında gerçek tarihsel verilerin gösterdiği kadarıyla, ka­ dınlar ve erkekler arasında (ya da yalnızca erkekler arasında) bir serbest rekabet durumu asla var olmamıştır; bu, onyedinci yüzyılda toplum sözleşm esi teorisyenlerince oluşturulmuş bir retorik aracıdır. Argümanın başlarında daha karmaşık bir kayma söz k o­ nusudur. G oldberg’ün argümanı hormon yoğunluğundaki ortalam a farklılıklardan yola çıkarak toplumsal davranıştaki kategorik fark105

lılıklara ulaşmaktadır. İlci grup arasında ortalamaya ilişkin bir farklılık, ancak da­ ğılımlardaki büyük bir örtüşmeyle bağdaşabilir. Birçok psikologun saldırganlık gibi kişilik, özelliklerini Ölçmede başarabildikleri ka­ darıyla buldukları şey, kadınlar ve erkekler arasında çok sayıda örtüşme bulunduğudur (bkz. 8, Bölüm). Büyük bir örtüşme içinde Önemsiz bir ortalama farklılıktan yola çıkmak ve 1. Bölüm'de sözünü ettiğimiz devlet ve iş dünyası seçkinlerine ilişkin verilerde de açıkça görüldüğü gibi, bir grup olarak kadınların esas politik otoriteden veya ekonomik iktidardan kurumsal düzeyde dışlan­ dıkları sonucunu çıkarmak inandırıcı değildir. Bu, sosyobiyologları bazen, toplumun “şiddetlendirdiği” doğal cinsiyet farklılıklarından söz etm eye yöneltecek v e buna bağlı olarak da kısaca tartışaca­ ğım ız ek çerçeveye doğru götürecek denli ciddi bir sorundur. Bu yüzden biyolojik indirgemeci argüman, açıklamaya çalıştığı toplumsal fenomenlerin en azından bazıları için fazlasıyla zayıftır. Am a başka açılardan da fazlasıyla güçlüdür. Sözgelimi^ bu ar­ güman kapsamında öne sürülen bir görüşe göre, bireysel davranı­ şın toplumsal sonuçlarını son kertede belirleyen, hormon düzey­ lerindeki farklılıklardır, ama bu görüş, hormonal farklılıkların bir reysel davranışı şekillendiren karmaşık bir durumsal, kişisel ve or­ tak belirleyenler süzgecinden geçtiğini kabul ederek fizyolojik ara.ştırmanın gerçekte bulmuş olduğundan çok daha güçlü bir hormonal kontrol mekanizmasının mevcut olduğunu varsayar. F iz­ yologların ulaştığı tipik bir sonuç, “doğum Öncesi cinsiyet hor­ monlarının toplumsal cinsiyet bağlantılı davranış üzerindeki et­ kileri” (akla yakın bir biçimde hormonal etkilerin beklenebileceği bir alan) konusunda yapılan araştırmanın yakın tarihli incele­ m esinde Anke Erhardt ve H eino Meyer-Bahlburg tarafından b e­ lirtiliyor. Bu iki araştırmacı, belli ölçüde hormonal etldnin söz k o­ nusu olabileceği ama etkilerin kolayca fark edilem eyeceği so ­ nucuna ulaşıyor. Şurası açık ki asıl etki, çocuğun yetiştirilm esini kuşatan toplumsal olaylardır: “Toplumsal cinsiyet kim liğinin g e ­ lişm esi, büyük ölçüde çocuğu yetiştirenin cinsiyetine .bağlı gibi görünüyor”, hormonal belirlenime değil: Bu, toplumsal örüntülere ilişkin za y ıf bir biyolojik belirlenim öğretisine yol açabilirdi; ama o bile spekülatif olurdu. G eçtiğim iz 106

yü zyıl boyunca, toplumsal eşitsizliğin çeşitli biçimlerinin biyolojik belirlenim ini kanıtlamaya yönelik bir dizi girişimde bulunulmuş ol­ masının sözünü bile etmeye değm ez. Irksal farklılıkları, cesaret ve zekâyla, IQ ’nun kalıtım sallığıyla veya zihinsel bozuklukların kalıtım sallığıyla bağdaştırmaya yönelik argümanlar, mizaç ve y e­ teneği doğuştan gelen cinsiyet farklılıklarının belirlediğini öne süren argümanlarla benzerlik gösterir. Bu örneklerin hiçbirinde, ta­ sarlanan b iyolojik nedeni, bırakın toplumsal kurumlan, karmaşık bireysel davraniş örüntülerine bile dönüştürebilecek bir mekanizma ortaya çıkanlarpamıştır. Hepsinde de, önemli bir biyolojik etkinin bulunduğunu göstermek için kullanılan verilerin geçerliliğine ilişkin ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. ■^■Kadınlar ve erkekler arasında m izaç veya yetenek açısından do­ ğuştan gelen bazı farklılıklar bulunması olasıdır. H ipotez tümüyle göz ardı edilem ez; ama bu tür farklılıklar bulunuyor olsa da ra­ hatlıkla bunlann büyük toplumsal kuramların tem eli olmadıklarını söyleyebiliriz. Ayrıca insanın evrimi açısından, kadın v e erkeklerin ortak özellikleri yanında bu farklılıkların gölgede kaldıklarım da söyleyebiliriz. Bunlar insanın, dil, zekâ ve hayal gücü, dik durma, başparmağın diğerlerinden ayrılması ve kullanılması, alet yapma ve kullanma, uzun çocukluk ve çocuk yetiştirme yeteneklerine ilişkin “tür özellikleri”dir; onu Öteki türlerden ayırır ve insan toplumunun ortaya çıkmasını sağlayan evrim sel sıçramayı oluştu­ rurlar. Her iki cinsiyet de bu özelliklere sahiptir ye biyolojik ev ­ rimden tarihe geçişin de ortaklaşa bir başarı olduğundan şüphe et­ m ek için hiçbir geçerli neden yok tu r.^ Bu geçiş başarıldığı andan itibaren (iki veya üç milyon yıllık bir süreçten bahsettiğim izi de unutmamak gerek) beden ve davranış arasında, organik evrimin yönlendirdiklerinden tamamen farklı bir ilişki için gerekli zemin var oldu. Yani özündeki biyolojik indirgem ecilik, iki vey a üç milyon yıldan, beri demode bir yaklaşımdır. İndirgem eciliğin farklı bir biçim i, biyolojiyi, bireysel özellikleri belirleyen değil, toplumsal düzenlemelerin farklılaşabileceği sınır­ lar koyan bir şey olarak görür. Tanıdık bir argümanın Öne sürdüğü gibi tüm toplumlar, kendilerini v e üyelerini yeniden üretmek ve bu yüzden de yeni insanlar üreten cinsel ve toplumsal ilişkileri ba­ rındırıp ayakta tutmak zorundadır. îşte bu nedenle, tüm toplumların 107

kendilerini cinsiyetin biyolojik olgularıyla bağdaş-tırması gerekir. Bundan genellikle, tüm toplumlann çekirdek aile veya onun bir türü üzerinde tem ellenm ek zorunda olduğu düşün-cesi çıkarıl­ maktadır. Bu argümanın işlevselci anlatım biçim ini saptamak zor değildir; en iyi örneklerini, işlevselciliğin parlak dönemlerinde Amerikan toplum biliminde, örneğin Talcott Parsons ve Margaret M ead’in yapıtlarında bulabiliriz. Cinsellik ve üremenin evrensel biyolojik taleplerine yanıt veren bir toplumsal biçim oluşundan ötürü çekirdek ailenin evrenselliği, herkesin rahatlıkla kabul edebileceği bir görüştür. Bu sınırlan aşan bir toplumsa, ya çökecek ya da çok büyük bir gerilim altına girecektir. İşte bu nedenle --Par­ son s’a g ö r e - bütün toplumlar, cinsiyet rollerinin farklılaşmasını güçlendirmek v e aileyi korumak amacıyla eşcinselliğe ilişkin yap­ tırımlar içerir..... .^İndirgem eciliğin bu biçimi, sosyobiyolojiden daha makul gibi görünebilir; en azından, daha toplumsal bir izlenim uyandırır. Am a öte yandan, düşünülen biyolojik kısıtlam alann neredeyse hiçbir şeyi açıklamayacak kadar yavan oluşundan kaynaklanan bir güçlüğü de vardır. Toplumsal düzenlemelerin çok büyük bir kısmı, türlerin üremesini sağlayan bir heteroseksüel cinsel ilişki biçiminin ortaya çıkışıyla uyura içindedir. Ekonom ik düzenlemelerin büyük bir bölümü de, çocuklara hayatta kalabilmeleri ve büyüyebilmeleri için yeterli bakımın sağlanmasıyla uyum içindedir. Cinsel nesne seçimi konusuna gelince, tüm toplumlann eşcinselliği yasakladığı aslında doğru değildir. Gerçekten de, birçok toplumda eşcinsellik toplumsal ve dinsel düzenin parçası olarak kurumsallaştınlmıştır; sözgelim i Gilbert Herdt’in üzerinde çalıştığı Y eni G ine kültürünü buna örnek gösterebiliriz. B iyolojik indirgemeciliğin farklılaşmaya ilişkin sınırlar koyan biçiminin gerçek gücü, tıpkı sosyobiyoloji g i­ bi, bildik toplumsal düzenlemeleri okuyucuya doğanın gerektirdiği şeyler olarak yansıtan bir ayna yapısı oluşundan kaynaklanır. 3ic=

Doğal farklılık teorisinin ikinci lişkin bir ek kavrayışa ulaşmak geçer. Bu düşünüş çizgisinde rasmda kesin bir farklılık kurar

önemli tipi ise toplum ve doğaya iuğruna kısıtlama anlayışından vaz­ biyoloji, eril ve dişil insanlar aama bu, toplumsal yaşam ın karma-

şıklığı açısından yetersizdir. D olayısıyla eklemelerde bulunularak geliştirilm esi gerekir. İşte bu nedenle toplum, cinsiyetler arasındaki ayrımı kültürel olarak ayrıntılatıdırır. G iysi bildik bir örnektir, insan vücudunun ortalama biçim ve görünümü açısından erkekler ve kadınlar arasında çok az farklılık vardır. Toplum, sözgelim i ka­ dınların göğüslerini veya erkeklerin penislerini vurgulayan giy­ silerle bu farklılıkları abartır ya da kadınlara etek, erkeklere de pam talon giydirerek kategorikleştirir: Bununla beraber, farklı toplumlar cinsiyet ayrımını farklı biçimlerde geliştirir. Farklılaşmalara ilişkin araştırma, antropolojinin ortaya çıkışından bu yana, Bâtılı okuyucularm içini cinsel yönden gıcıklayan egzotik giyim, akrabalık ve cinsel görenekler etnografisim üretmektedir. Sosyobiyoloji bazen, W ilson’m “erkekler ve kadınlar arasındakj fiziğe ve mizaca ilişkili farklılıklar, TriüTüF tarafından evrensel er­ kek egem enliğine doğru artırılmaktadır” yorumunda olduğu gibi fazladan bir kavrayışa doğru meyleder. A m a toplumsal cinsiyete ilişkin ek kavrayışlara daha çok cin siyet rolü teorisi ve, liberal fe ­ minizmde rastlanır. Cinsiyet rolü toplum sallaşmasına ilişkin bugün sahip olunan geniş literatür, doğanın küçük kız ve erkek çocukları şekillendirmesinde toplumun geliştirdiği yolların (yöntemlerin) izini sürerek etkileyici bir söz birliğiyle ek çizgiler1boyunca ilerleri Burada “cinsiyet/rol” teriminin tam da kendisi, ek yaklaşımı özet­ lemektedir. " N e var ki,' bu, bazı alanlarda toplum sal seçim e üstü kapalı ola­ rak yer verdiğinden, eleştirel bir yöne çevrilebilir. Liberal fem inist cinsiyet rolü teorisi, eklem enin şu anki biçim ini, Özellikle de aşağılayıcı klişelerin ye boyun eğici davranış biçiminin kadınlara dayatılmasmı kınamaktadır. M accoby ve Jacklin, bu eleştirel görüşü belirli bir açıklıkla ortaya koyuyorlar: Toplumlann, toplumsallaştırma pratikleri aracılığıyla cinsiyet fark­ lılıklarını en üst düzeye çıkarmaktan çok, en aza indirgeme seçeneğine sahip olduklarını Öne sürüyoruz. Örneğin bir toplum, enerjisini ka­ dınları erkek saldu'ganlığına boyun eğmeye hazırlamaktan çok, erkek saldırganlığını yumuşatmaya veya erkeğin çocuk yetiştirme etkinliklerine sekte vurmaktansa teşvik etmeye adayabilir. Bizce, toplumsal kurumlar ve toplumsal pratikler, biyolojik kaçınılmazlıkların yan109

sımaları değildir yalnızca. Biyolojinin ortaya koyduğu çerçevede içinde yaşanabilir bir sürü toplumsa! kurum vardır. En değer verdikleri yaşam biçimlerini destekleyen toplumsal kurumlan seçmek ise in­ sanlara bağlıdır. Bu paragrafın en çarpıcı yanı, tercihlerinde özgür bir etken olan toplum” görüşü ile biyolojik kısıtlamanın gizli anlamı arasındaki çelişkidir. Eğer toplumsal düzenlemeler, biyolojik kaçınılm az­ lıkların “yalnızca yansımaları d eğilse”, M accoby v e Jacklin’in özde böyle olduklarını düşündükleri yine de açıktır. Bu paragraf, Goldberg’ün hormona! biyolojik indirgemeciliğine karşı öne sürülen bir argümanın ürünüdür. Am a fark bu aşamada belirgin de­ ğildir; temelde, Goldberg toplumsal eğitimin doğal farklılığı güçdendirmesi gerektiğini, M accoby ve Jacİdin ise gerektirme-diğini düşünür. Aslında çerçeveleri çok da farklı değildir. Gerçekten de, sosyobiyolojinin başrahibi W ilson, M accoby ve Jacklin’in top­ lumun tercihiyle ilgili argümanını, doğal farklılık temelinde ne­ redeyse tamamen yeniden üretir; W ilson taraf tutmadığını itiraf et­ mektedir. - ö y le y se liberal fem inizm in eleştirel içeriği, doğal farklılık kav­ ramıyla bağdaşmaktadır. Börek tarifini veya Playboy “felsefe”sini soyduğumuzda geriye temel düzeyde bir toplumsal cinsiyet b i­ çiminin kaldığını varsayar. T em ele ilişkin.bu farklılığın ise doğal olduğu için baskıcı olm adığı düşünülür. Sözgelim i, Betty Friedan The Second Sîage'de (İkinci Evre) ailenin huzur verici şeklini alan bir fem inizm sonrası geleceğe ancak böyle güvenebilir. Friedan v e diğer birçok kişi için temel oluşturan gerçeklik, doğru olduğu var­ sayılan bir cinsel çekini şeldi olarak karşı çıkılmayan bir heteroseksüelliği içerir. Öyle görünüyor İd sanki yine aynalar dünyasına adım atmış gibiyiz.

Doğal farklılık görüşüne yönelik itirazlar genellikle, toplumsal cin ­ siyetin ek kavranışının toplumsal yanı üzerine fazladan bir vurgu biçimini alır. Cinsiyet rolü teorisi, ham nativizm* ile m ücadele etmek için kullanıldığında olan da'buduf."'Rol teorisyenlerinin

* Doğuştan gelen fikirler, kavramlar bulunduğunu öne süren öğreti, (ç.n.) no.





maymunsu insan indirgem eciliğine karşı çıktığı 1970*ler erkeklik literatürü kayda değer örneklerden biridir. Bu argüman çizgisi, iki ana güçlüğe saplanıp kalıyor. Top­ lumsal cinsiyetin tem el kavranışı bir eklem e olduğundan, top­ lumsal üzerindeki bu fazladan vurgunun etkisi, bedenin önemini en aza indirmektedir. Bu yüzden argüman, insanların cinsiyet ve top­ lumsal cinsiyet deneyimlerinde neleri önemli buldukları konusunda kavrayışım yitirir: Zevk, acı, beden im gesi, uyarılma, gençlik ve yadlanma, bedensel temas, çocuk doğurma v e emzirme. İkincisi, biyolojik belirlenimlerin karşısına toplumsal belirlenimler çıkarıl­ dığında doğru atfedilen göreli önem, uygulamada hiçbir zaman doğru kurulmamıştır. “Eklem e” şiddetli bir istek olarak kalır. Önem / atfetmenin de, yaşamın tüm alanlarında eşit olduğu var-, sayılamaz. D olayısıyla bu itiraz, her zaman için hiçbir mantıksal gücü olmayan bir önerme olarak kalır. Bununla birlikte, doğal farklılık öğretisinin tüm biçimlerini da­ ha derinden ele alarak bu öğretiye karşı çıkan iki argüman vardır. Birinci argüman, fazla dikkat çekm em esine karşın mükemmel bir kitap olan Gender; An E thnom ethodological A pproach'ta (Top­ lumsal Cinsiyet: Etnometodolojik Bir Yaklaşım ) iki Amerikalı sos­ yolog, Suzanne K essler ve W endy M cKenna tarafından ge^ liştirilmiştir. K essler ve McKenna bu kitapta, popüler olduğu kadar bilim sel de olan cinsellik ve toplumsal cinsiyet literatürünün, “do­ ğal tutum”un (teknik olarak etnom etodolojı anlamında, diğer bir deyişle gündelik duruş anlamında) toplumsal cinsiyeti katı bir bi­ çim de ikiye bölünmüş ve değişm ez olarak ele aldığı kültürel bir çerçeve içinde işlediğini gösteriyorlar. “Toplumsal cinsiyet ya­ kıştırması”. olarak adlandırdıkları şey, yani “bize iki toplumsal cinsiyetli dünyamızı kurduran” toplumsal süreç, tam anlamıyla iki bi­ çim li olan hemen hemen her değerlendirmede insan gerçekliğinin başarısızlığına rağmen ayakta tutulur. B elki de bu argümanın en Çarpıcı yanı, yazarların, bu denli fazla toplum analizinin doğru­ luğunu tartışmasız kabul ettiği toplumsal cinsiyete ilişkin biyolojik literatürü inceledikleri ve bu araştırmanın da toplumsal cinsiyet ya­ kıştırmasının toplumsal süreci üzerinde tem ellendiğini göster­ dikleri kısımdır. Eski ikilikler savunulamaz hale geldikçe biyolojik araştırmalar da, bu toplumsal mantığı izleyerek yeni ikilikler ya111

ratmayı sürdürmektedir. Atletizmi katı bir ikilik olarak yeniden oluşturma çabalan, dikkat çekici bir örnektir. 1967’de uluslararası atletizmde kromozom testi uygulaması getirildi ve 1968 Meksika Olimpiyatları’uda geniş ölçüde kullanıldı. Uluslararası Olimpiyat Komitesi, kromozom yapılan arada kalan insanlan kadın ya­ rışmalarından diskalifiye ederek erkek olarak tanımlıyor. Argüman, toplumsal cinsiyet ikiliği hakkında doğru kabul et­ tiğim iz varsayım lann bize doğa tarafından dayatılmadığına dikkat çekm esi yüzünden bu noktaya kadar olumsuzdur. Argümanın olumlu yanı ise doğrudan toplumsal sürecin kendisiyle ilgilidir. K essler ve M cKenna berdache, yani özellikle Amerikan Yerli toplum lannda kurumsallaşmış tranvestitlik konusundaki antropolojik literatürü yeniden gözden geçirirler. Sonuçta, antropologların ikiye bölünmüş toplumsal cinsiyet yakıştırması üzerinde temellenen algılamaları askıya alındığında gösterildiğinde, yapılan araştırmanın, toplumsal cinsiyetin ikiye bölünmüş olm adığı ve ille de biyolojik kriterler kapsamında saptanmadığı kültürel dünyaları açığa vurdu­ ğunu gösterirler. Ö yleyse toplumsal cinsiyet seçilebilir birşeydir. M ichel Foucault, Herculine Barbin örnek olayına ilişkin ma­ kalesinde aynı noktayı vurgular. Katı bir cinsiyet ikiliği ve yaşam boyu iki cinsten birinin üyesi olma zorunluluğu, Batı Avrupa kültür tarihinin erken dönemlerinde, bugünkü biçim iyle varsayıl­ mıyordu. Çağdaş Batı toplumlarında tranvestitlik ve transseksüellik üze­ rine yapılan çalışmalar, toplumsal cinsiyetin gündelik yaşamdaki toplumsal kuruluşuna ilişkin alışılmadık bir içgörü sağlar. Bu ko­ nuyu ilk araştıranlardan biri olan Harold Garfinkel, “A gn es” örnek olay incelem esinde, bir erkek olarak yaşama gözlerini açan kişinin kadın kim liğini sürdürmek için yapmak zorunda olduğu işlerin miktarım vurguluyordu: Bunların çoğunu, yaşamına kız çocuğu olarak başlayanlar da yapıyor ama bu durumda bunun bir iş olarak görülmesi çok zor - çünkü doğru veya doğal olarak kabul ediliyor. Kessler ve M cKenna ise, traıısseksüelliğin kendisinin ikiliği varsayan doğal tutum ,üzerinde tem ellendiğini öne sürüyorlar; transseksüelleriıı iddiası ise “gerçekten” öteki cinsiyetin üyesi ol­ dukları ve anormalliği düzeltme yollarını aradıkları. Roberta Perkins’in Sydney trans seksüelleri üzerine yaptığı araştırmalarsa, du112

rumun bundan daha karmaşık olduğunu gösteriyor. Bazıları için bu . doğru ama geri kalanlar, nereye ait oldukları konusunda çok daha kararsızlar. Ayrıca, ticari bir transseksüel fahişelik ve eğlence, sek­ törü altkültürünün büyüm esi de yeni bir seçenek yarattı. “Kadın kılığına bürünmüş erkek eşcinseller” yaşamlarını transseksüel olarak sürdürebiliyorlar. Gerçekte, yeni bir toplumsal cinsiyet ka­ tegorisi oluşturulmakta. B azı örnek-olay incelem elerinin işaret et­ tiği gibi transseksüellik tarihinin kökleri, 1950’lerde ve 1960’larda eşcinsel erkeklerin ikircikli durumunda, yatıyor. Daha sonra, cin­ siyetler arası bir konum olarak eşcin selliğe (bir versiyonunda “üçüncü cinsiyet”) ilişkin bir düşünce geleneğine dikkat çekiliyor. Ö yle görünüyor ki, m odem Batı kültüründe bile toplumsal cin­ siyetin kültürel kuruluşu uygun ikilikler üretme konusunda sürekli başarısızlığa uğramakta. 1 Ö zetleyecek olursak, neyin doğal olduğu v e doğal farklılıkların nelerden oluştuğuna ilişkin kavrayışımızın kendisi kültürel bir oluşum, toplumsal cinsiyete ilişkin kendim ize Özgü düşünüş bi­ çim im izin bir parçasıdır. K essler v e M cK enna’nın terimleriyle top­ lum sal cinsiyet, pratik bir başarı, yani toplumsal pratikle başarılan bir şeydir. (Tam anlamıyla uygun olm asa da buna eklem eler ya­ pabiliriz.) Düşüncelerim izde, ilkesel olarak gelecekteki biyolojik araştırmalarla düzeltilebilecek olan bazı önyargıların veya hataların yer etm esiyle ilgili değildir bu. Sonuçta, insanlara ilişkin bilgiye sahip olm a biçim im izle ilgili temel bir özelliktir, 1 İhsan yaşamının özelliklerine ilişkin genel bir görüş olması ne­ deniyle doğal farklılık kavramının ikinci tem el eleştirisinden daha kısa söz edebiliriz. D oğal farklılık düşüncesi, tıpkı yerçekimine maruz kalmak gibi pasif bir şekilde etkilenilen bir koşula ilişkindir. Eğer insan yaşamı, büyük içsel yapılarında (toplumsal cinsiyet de bunlardan biridir) böyle koşullanm ış olsaydı, insanlık tarihi mümkün olmayacaktı. Çünkü tarih, toplumsal pratik aracılığıyla doğal olanın aşılmasına dayanır. * Bu nokta, genellikle kendisine eşlik eden ilerlem e hakkında uy­ sal bir iyim serliğe kapılmaksızm geçerliliğini korur. Çevre yıkım ı ve nükleer tehdide ilişkin bir tür bilincin ortaya çıktığı bir dönemde, insartın insan olmayandan koparılmasının olum suz ya­ nını görmek düha kolaydır. Ayrıca, bir bilim olarak küresel tarihin FaÖN/Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

113

öncülüğünü .yapmış-olan Gordon Childehn çalışmalarının temeli olan, doğa ve tarih arasındaki ilişirinin pratik dönüşümlerden biri o l­ duğu düşüncesindeki genişlemiş anlamı görmek de mümkündür. Bu ise hem doğal dünyada tarihsel gelişm enin her bir aşamasını mümkün lalan dönüşümlerin (bitkilerin v e hayvanların evcilleş­ tirilmesi, metal elde etmek için maden filizlerinin eritilmesi, buhar makinelerinin icat edilmesi vs.) insan pratiği tarafından ger­ çekleştirildiğini hem de toplumsal yapıdaki büyük geçişleri olası lalan pratiğin kendisindeki değişiklikleri ifade etmektedir. İnsan yaşamının dokusunu oluşturan pratik dönüşümler yeni olasılıklara kapı açar. Ama bunu yeni toplumsal baskılar ve riskler yaratarak yaparlar, Kitaplarından biri olan Kendini Yaratan İnsan'm adının da gösterdiği gibi Childe, toplumsal cinsiyet konularına karşı tama­ men duyarlı değildir. Keza, Jürgen Habermas’ın son dönemlerde bu konulan yeniden ele aldığı çalışmalarda da toplumsal cin­ siyetten fazla bahsedilmemelctedir. Ama bunun, toplum sal cinsiyeti barındıran toplumsal süreçlerin Öteki toplumsal süreçlere u y­ gulanan ilkelere istisna teşkil ettiğini vurgulayacak herhangi bir mantıksal anlamdan daha çok, cinsellik ideolojisinin toplumsal teorisyenler üzerindeki etkisinin bir sonucu olduğunu öne süreceğim. Bu istisnai uygulamaya sığınmanın hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Beden, hiç kuşkusuz, toplumsal cinsiyeti barındıran süreçlerin bir parçasıdır; ama öyleyse beden her tür toplumsal pratiğin de par­ çasıdır. D oğal dünya ise sözgelim i em ek süreci v e bir araç olarak bedenin işlevi aracılığıyla sınıf ilişkilerinin bir parçasını oluşturur. Ama bu durum, sınıf ilişkilerinin tarihsel olm asını engellem ez. Aynı şekilde bedenin, cinsellik aracılığıyla toplumsal cinsiyet ilişkilerine dahil olm ası da toplumsal cinsiyetin tarihselliğini görmemizi engelleyem ez. Bunları ileri sürmek, toplumsal ve doğal arasında, herhangi bir biçimdeki biyolojik belirlenimden farklı bir ilişki olduğunu ima et­ mektir zaten.. Şimdi de bu ilişirinin nasıl anlaşılabileceğini ayrıntılı bir şeldlde açıklamaya çalışacağım.

114

B. AŞ k i n l i k

v e o lu m su zla m a

“Aşkm lik”tan söz edilm esi, nitel açıdan farklı bir şeyin üretilme­ sini gerektirmektedir, Toplums al olan, köklü b içim d e^ d o ğaldışı”dır. (Belki doğal-olm ayan daha tarafsız bir terim olabilir, ama dâhaTgüçlü sezdirmelerin doğru olduğunu sanıyorum.) Toplumsalın yapısı, asla doğal yapılardan çıkarsanamaz. Dönüşüme maruz kal­ mak, gerçekten dönüştürülmektir. Am a bu doğaldışılık, doğayla tamamen bağlantısız olma ya da doğadan kökten biçim de ayrılma anlamına gelm ez. Tersine, top­ lumun doğaldışılığı doğayla kurulan belirli tipte bir bağlantıyla (pratik aracılığıyla kurulan bir bağlantıyla) sağlanır. Emek pra­ tiğinde doğal dünya insanlar tarafından hem fizik sel olarak hem de anlam kapsamında tem ellük edilerek dönüştürülür. Belirli emek pratiklerinde (Örneğin em zirm e gibi) olduğu kadar cinsellik ve ik­ tidar pratiklerinde de insan bedeninin kendisi bir pratik nesnesidir. Nesnelerin doğal veya toplumsal Öncesi nitelikleri, bu nes­ nelerle ilgili pratikler için kesinlikle önemlidir. Sözgelim i bir ağaca kahve ikram etm eyiz veya talaşla duvar boyam aya kalkmayız. Ben­ zer biçimde, kromozomları itibariyle erkek olan birinden çocuk do­ ğurmasını beklem em em iz gerekir. İndirgem eciliğin yanılgıya düş­ tüğü yer, işte bu nitelikleri pratiğin belirleyenleri olarak kabul et­ mesidir. Bu durum, olguların tamamen yanlış yorumlanmasına yol açar. Pratik, insandan ve yapılan işin toplumsal, yönünden kay­ naklanır; bedenlerin biyolojik özellikleri de dahil olmak üzere nes­ nelerinin doğal nitelikleriyle ilgilenir. Bunlara toplumsal bir be­ lirlenim kazandırır. Toplum sal ve doğal yapılar arasındaki,bağlantı, nedenselîik değil pratik uygunluk ilişkisidir. Tam da bu nedenle kromozomları yüzünden erkek bedenine sa­ hip bir kişiye, bazen olduğu gibi, toplumsal pratikte bir^ kaçbıamlaralc davranılması mümkün olabilir. Ama söz konusu kişi yine de çocuk döğuramayacaktır. K essler ve McKenna’mn “toplumsal cin­ siyet yakıştırması’’mn önceliğini göstermeleri, pratik uygunluk kavramının belirli bir örneği olarak görülebilir. Özellikle de be­ denin belirli yönlerinin bilişsel ve yorumlayıcı pratiklerce içerilm esiııi ve dönüştürülmesini betimler. “İlgilenm ek” tarafsız bir sözcük değildir. Pratiğin ürettiği şey, 115

birlikte başladığı şey değildir. İster tahta parçalan isterse insanlar olsun, nesnelerin nitelikleri değişir. Tahta parçalan sandalye haline gelir; insanlar da sevgili, sinirli veya iyi eğitim li olurlar. D ö ­ nüştürücü pratik^ tem el anlamda, yeni bir şey üretmek amacıyla birlikte başladığı şeyi olum suzlar. Bu olumsuzlama v e “yerine g e­ çirm e”, tarihselliğin de temelidir. Çünkü, pratiğin sonuçlan zam a­ nın dışında kendi başlarına oturup durmaz, kendileri yeni pratiğin zeminini oluştururlar. Çek düşünür Karel K osık'in ortaya koyduğu gibi pratik, ürünleri v e etkileri aracılığıyla süreğenliğini korur. Artık biyoloji ve toplumsal arasında indirgemeci olmayan güç­ lü bir bağlantıyı formüle edebileceğim iz bir konuma gelm iş bu­ lunuyoruz. Toplumsal cinsiyet ilişkilerini kuran toplumsal pra­ tikler, doğal örüntüleri dışavurmadıklan gibi söz konusu doğal örüntüleri göz ardı da etmezler; daha çok bunları pratik bir dönü­ şümde olumsuzlarlar. Bu pratik dönüşüm, devam etmekte olan ta­ rihsel bir süreçtir. M alzem eleri ise bir önceki pratiğin toplumsal o l­ duğu kadar biyolojik de olan ürünleridir (yeni durumlar ve yen i in ­ sanlar). ' Üreme biyolojisinin toplumsal cinsiyette tarihselleştirildiğini söyleyebiliriz. Bu, olabildiği Ölçüde doğrudur, ama ek bir kavrayış öneren zayıf bir formülleştirimdir. Daha kesin bir ifadeyle üreme biyolojisiyle, toplumsal cinsiyet adını verdiğim iz tarihsel süreçte toplumsal olarak ilgilenilir; Öyle ki burada, toplumsal m alzem esi kadar biyolojik m alzem esini de olumsuzlayan bir tarih söz k o­ nusudur. D eğişik veya özgün bir düşünce değil bu. Sözgelim i G ayle Rubin, indirgemecilerin biyolojik zorunlulukları ifade etm ek için ele aldıkları akrabalık yapılarım inceliyor: “Akrabalık sistem i, bi­ yolojik akrabaların listesi değildir. Gerçek genetik ilişkilerle sık sık çelişen bir kategoriler ve statüler sistem idir.” Rubin daha sonra, cinsiyetler arası farklılığın üzerindeki kültürel vurguyu ele alıyor: Erkekler ve kadınlar kuşkusuz birbirinden farklıdır. Ama gece ve gündüz, yeryüzü ve gökyüzü, yin ve yang, yaşam ve ölüm gibi bir farklılık değildir bu. Doğrusu, doğadan doğru bakıldığında, erkekler ve kadınlar birbirlerine, örneğin dağlar, kangurular veya hindistance­ vizi ağaçları gibi başka şeylere olduklarından daha yakındırlar. Kişiye özel toplumsal cinsiyet kimliği, doğal farklılıkların ifadesi olmanın 116

Ötesinde doğal benzerlikle da. . . A ynısı, topİumumuzdaki toplumsal cinsiyet ilişkileri için de geçerlidir. Cinsiyet rolleri üzerine metinler hemen her zaman cinsiyet kalıplı süslenm e hakkında beylik bir tema işler; makyaj, giysi, saç m odeli ve takıları buna örnek gösterebiliriz. Erving Goffm an’m G ender A dvertisem entş'ı (Toplumsal C insiyete D ayalı Reklamlar), bu listeye, konumlanma v e duruşu da ekliyor. Cinsiyet rolü te­ orisinin ek çerçevesinde bu, doğal farklılığın toplumsal damgalanışı olarak yorumlanıyor: Genç kızlan süslü elbiselerin içine, genç erkekleri de koşu şortlarının içine koyuyoruz vb... Am a bunda tu­ haf bir şey var. Eğer farklılık doğalsa niçin Jböylesine yoğurt bi­ çim de dam galanm ası, gerekiyor? G iysilerin v e süslenmelerin gerçekteiTde cinsiyeti vurgulamak üzere biçim lendirilm esinin saplantı tem elli olduğu açık. B azı anlarda bu oldukça fantastik düzeylere ulaşıyor. B ebeğini emziren bir annenin dişiliğinden kim se şüphelen­ meyecektir. Y ine de (İngiliz “Mothercare’’ mağazalarında) emziren annelere satılan önden açılabilir elbise v e sabahlıklar, eksiksiz bir “kadınsı” süsler, pliler, fiyonklar, danteller, kurdeleler vb. yığını­ dır. B ebek emzirirken ortaya çıkan dağınıklığı gözünüzün önüne getirdiğinizde bunun hiçbir işlevsel tarafı olm adığı açıkça gömülür. A slında toplumsal pratikler, doğal farklılıkları toplumsal Cin­ siyetin bu vurgu işaretleriyle yansıtmıyorlar. G enellikle bu fark­ lılıkları büyük ölçüde abartarak veya çarpıtarak etraflarında bir sem bol ve yorum yapısı örüyorlar. Tam da R ubin’in gözlem lediği gibi, farklılık üzerindeki toplumsal vurgu, doğal benzediği olumsuzliıyör. Toplumsal cinsiyete ^ilişkin toplumsal düzenlemeleri ayrıntılarıyla incelem eye kalktığım ızda yadsımaların, dönüşüm-' lerin ve çelişkilerin ne kadar düzenli bir şekilde ortaya çıktıkları ise çok çarpıcı. Eşcinsel erkeklerin toplumsal düzeyde: tanımlanması kadınsı, eşcinsel kadınlarınki de erkeksi şeklinde oluyor; ama as­ lında eşcinsel ve heteroseksüel insanlar arasında hiçbir fiziksel v e­ ya fizyolojik farklılık yok. Varsayılan çocuk bakımı yükümlülük­ lerinden ötürü kadınlara karşı ayrımcılık yapan istihdam pratikleri tüm kadınları küçük çocukların anneleri olarak tanımlıyor;- oysa çoğu kadın anne değil! Ergenlik çağının başlarında kız çocukları, ortalama olarak kendi sınıflarındaki erkek çocuklardan daha iri v e daha güçlüdür; ama ne var ki, tam da bu yaşlarda kız çocuklarına, 117

erkeklerle olan ilişkilerinde bağımlı ve korkak olmaları yönünde b.üyİîk . bir. baskl uygulanır. Ataerkil iktidarın geniş ölçekte sürdürülebilmesi, sertlik ve hükmetmeye ilişkin aşın erkeksi bir idealin kurulmasını gerektirir; bunun ürettiği fiziksel erkeklik imajı, grotesk bir biçimde çoğu erkeğin gerçek vücut yapısına benzem ez. Ortüşme noktası ise genellikle kadınlardaki fiziksel güzellik imajlarma ilişkin olarak söz konusudur. A ynı zamanda başka bir olumsuzlama daha bulunuyor. Her iki cinsiyetin üyeleri de kendi aralarında, boy, güç, dayanıklılık, beCeri vb- açısından çok büyük farklılıklar gösterirler. Daha Önce de belirtildiği gibi iki cinsiyet arasındaki dağılımlar, büyük ölçüde üst üste binmektedir. Ortalama bir farklılığı kategorik bir farklılığa çevirerek (“erkekler kadınlardan daha güçlü dür” yargısındaki gibi) kadınlar ve erkekleri ayrı kategoriler olarak kuran toplumsal pra­ tikler, cinsiyetler arasında olmaktan çok cinsiyetlerin içinde hasıl olan büyük farklılık örüntüsünü olumsuzlar. Açık bir biçimde paradoksal olan bu süreçleri kavramaya çalışırken, Jean-Paul Sartre’ın C riîitjuc de la raison dictlectique’te (Diyalektik Aklın Eleştirisi) pratiğin düzeyleri arasındaki yaptığı ayrım biçim i yardımcı olacaktır. Üreme konusunda cinsiyetin b i­ yolojik farklılığı, edilgen bir biçim de etkilenilen bir koşuldur: Er­ kekler çocuk doğuramaz, bebeklerin em zirilm esi gerekir gibi. B u koşullarla örtlişen (Sartre’ın “pratik-eylem siz” [pralctiko-inert] olarak adlandırdığı) bir sınırlı pratik ve sonuç alanı vardır. İnsanlar, dışsal bir mantık aracılığıyla mantıksal açıdan basit kategorilerde toplanabilirler (sözgelim i, kuyrukta otobüs bekleyenler veya bir radyo yayınını dinleyenler gibi); ama bu, insanlara dayatılarak on­ ları paralel durumlara yerleştiren (Sartre buna “dizisellik” adını v e ­ rir) bir mantıktır. Bunlar toplumsal yaşamda karşılaştığım ız toplumsal cinsiyet kategorileri değildir. Aslında, cin sel üreme pratikleri, genellikle toplumsal cinsiyetin kurulduğu ve sürdürüldüğü toplumsal kar­ şılaşmaların oldukça uzak yönleridir. Bu, üreme yeteneğine sahip olmadan veya üreme işin i fazla anlamadan, çok önce şiddetli bir b i­ çimde kendilerine dayatılan toplumsal cinsiyet biçimlerine sahip olan çocuklar örneğinde açıktır. Am a katılacakları daha gelişkin, başka pratik düzeyleri vardır. Bu düzeylere geçm ek ise önceki pra118

.

^

___

tik düzeyinin o lu msuzlanmasmı gerektirir. Dolayısıyla, ortak bir kim lik ve çıkarla “erkek” veya “kadın” toplumsal kategorilerini kurmak için, biyolojik kategoriler tarafından kurulan paralel du­ rumlar düzeninin dizisel dağılım Özelliğinin olumsuzlanması ge­ rekir. Bu ise cinsiyetlerin (veya cinsiyetler içindeki grupların) da­ yanışmasını yaratan ve savunan pratiklerde gerçekleşir. Bu toplumsal dayanışma, biyolojik kategoride hiçbir şekilde söz edilm eyen yeni biir olgudur. Tam da bu yüzden, çeşitli bi­ çimlerde tarihsel olarak kurulabilir. Dolayısıyla, yeni bir da­ yanışma tipinin, yeni bir toplumsal cinsiyet örgütlenmesinin ortaya çıkması mümkündür. Erkeklikler ve kadınlıklar tarihsel olarak ye­ niden kurulabilir, yeni biçimler egem en konuma gelebilir. Hatta, ondolcuzuncu yüzyılın sonlarında “eşcinsellerin” v e belki günü­ müzde de “transseksüellerin” ortaya çıkışında olduğu gibi, bütü­ nüyle yeni bir toplumsal cinsiyet kategorisinin kurulması bile mümkün olabilir. B öyle bir gelişm e, doğal farklılık teorilerinde toplumsal cinsiyetin tem eli olarak hiçbir şey ifade etmez. Ancak çelişkinin önem i kavrandığında bir anlam kazanır. İşte bu yüzden, giyinm e, süslenm e ve benzeri toplumsal pra­ tiklerle farklılığın büyük ölçüde abartılması gibi paradoksların bir mantığı vardır. Bunlar, toplumsal cinsiyetin toplumsal tanımını ko­ rumaya yönelik sürekli bir çabanın, tam olarak biyolojik mantık ve ona karşılık veren dingin pratik toplum sal cinsiyet kategorilerini ayakta tutam ayacağı için gerekli olan bir çabanın parçasıdır. Bazı klasik formülleştirimlere göre, ikinci pratik düzeyine, geçiş toplumsal cinsiyetin psilcodinamiklerinde de bulunur. Örneğin Alfred Adler’in motivasyonun anahtar yapısı olarak “eril protesto” açıklaması, küçük çocuğun kendi bedeni hakkmdaki fiziksel bir ger­ çeği, ötekiler karşısında organik aşağılığını keşfetmesine dayanır. Ama bedenin bu şekilde algılanışı, bir hükmetme arzusu, bir iktidar çabası oluşturan psikolojik bir süreçte, aşın ödünlenerek aşılmaktadır. Gerçek bir aşkınlığm meydana geldiği şu olguyla gösterilir: Çocuğun büyüme sürecinde psikolojik yapı, üretildiği fi­ ziksel koşullardan daha uzun ömürlüdür. Aynısı, Freud’un psikodinaraik teorisinde, çocuk ile ana-baba arasında başlangıçta uç boyutta yaşanan güç eşitsizliğinden daha uzun bir süre varlığını ko­ ruyan “kastrasyon kom pleksi” için de geçerlidir. 119

A şkın pratikte “yeni bir olgu”nun yaratılması hiçbir şekilde be­ deni, üreme biyolojisini, bedensel farklılığı veya fizikşel deneyimi dışlamaz. Bu bağlantının yitirilm esi, ataerkil ideolojinin âdet görm eyi utanç verici v e ağza alınamaz olarak tanımlayıp ka­ dınların deneyiminin bir kısm ını dilden dışladığında söz konusu olan bastırma biçiminin yaratılması olacaktır. A sıl önem li nokta ise bedeni ve görünürdeki biçim lerini korumak için indirgemeciliğe başvurmaya ihtiyacımız olmamasıdır. Pratik aşkınlıkta beden, tabir caizse bir sonraki işlem e nakledilir. Daha karmaşık toplumsal süreçler tarafından kurulan şeyler düzeyindeyse bir varlık, hatta as­ lında bir maya olarak kalır. Bazı toplumsal süreçlerin fiziksel ko­ şulları değiştiğinde bile (Örneğin psikanalizde bebeğin büyüm e­ sinde olduğu gibi) beden, iyi girişilm iş iktidar ve endişe oyunlannm yansıtıldığı ekran olarak kalır. K ol veya bacağa felç in­ m esi gibi “histeri5’ arazları klasik vakalardandır ama depresyon ve gerçeklikten kopma, bedende de yaşantılanır. Beden ve gelişm ekte olan bir pratik arasındaki çelişki, tam da cinselliğin kendisinde idame edilen bir gerçektir. Cinsel ilişkide en deneyim siz, duyarsız veya korkuya kapılmış kişiler bile orgazma yönelik uyarılmanın basit bedensel mantığını izler. D olaysız be­ densel talebe karşı gelm ede, sırtüstü yatmada, ritmik hareketlerde, keşfetm ede vb. gerilim ve arzu vardır. Partnerinizin istekleri uğruna kendi arzunuza karşı gelerek ona haz verebilirsiniz; sizin hazzm ızı veya ihtiyacınızı içerm eyen başka bir bedenin değişik yönlerini öğrenirsiniz. B öylelikle, pratikte cinsel ilişkinin son de­ rece karmaşık ve görkemli biçim de inşası, bir gerilimler v e çeliş­ kiler yapısı olarak kurulur. Bu ise iki bedenin birbirine sürtün­ mesinden farklı olarak iki insanın birliği anlamına gelir.

C. BEDENÎN PRATİK DÖNÜŞÜMLERİ Toplumsal süreç ile beden arasındaki çelişkiden sö z edilm esi bile, biyolojik farklılık ve biyolojik belirlenim öğretilerinden yeterince uzaklaşılmasın! sağlamaz. Çünkü beden hâlâ, soğukkanlı bir ta­ şıyıcı, sabit olmayanla ilişkisinde sabitlenen, anlam veren ama an­ lam kazanmayan bir şey olarak ele alınmaktadır. Toplumsal sis120

:-11(S■’\,', I' i', £'■'

temle olan ilişkisinde saf varlığıyla g ö ze çarpan beden, sanki uzay istasyonunun parlak ışıkları önünde yabancı ve yerinden kımıldatılamaz gibi görünen bir canavara benzer hâlâ. Bedenin söz dinlem ez ve denetlenem ez oluşu önemlidir. Bir tür biyolojik uyuşmazlıkta, ezici toplum sal güçler karşısında, inşan özgürlüğü, için nihai bir temellendirme bulan radikal teorisyenlerin sayısı birden fazladır. Sözgelim i, E ros’un bedensel tem eli için Herbert M arcuse’yi, konuşmanın biyolojik temeli için de Noam Chom sky’yi örnek gösterebiliriz. Bir kurgu olarak bu, toplumsal denetime ilişkin nihai sınırlar için de geçerli olabilir, ama bundan tam em in değilim . Sanki saf doğadan, toplumun dışındaki bir k o­ numdan, bedenin genelde toplumsal bir araç olduğunu ima et­ m em esi gerekir. Kullanıldığı biçim iyle beden, ben olan beden, an­ lamlar vermektense almakta olan toplumsal bir bedendir. Erkek bedenim, bana erkekliği vermez; toplum sal tanımı olarak erkekliği (yaHa^onün bazı parçalarını) alır. A ynı şekilde cinselliğim de doğal olanın işgali altında değildir; o da toplumsal bir sürecin parçasıdır. Bedenimin verdiği karşılıklar, tıpkı Hint işi elbiselerdeki küçük ay­ na parçalan gibi, en olağanüstü ayrıntısıyla toplumsal anlamların bir kaleidoskopunu geri yansıtırlar. Beden, beden olmayı kesm eksizin, denetim altına alınır ve top­ lumsal pratikte dönüştürülür. Bu sürece ilişkin sunabileceğim bir sistematik analize sahip değilim , ama bir noktanın aydınlatılması yararlı olabilir. Aşağıda üç örneğe, sem bolik erotizm, fiziksel er­ keklik hissi ve beden politikasının tarihine ilişkin kısa notlar var. Ne zaman ipeklere bürünmüş yanımdan geçse Julia’m İşte tam o an, ne de tatlı süzülür (gibi görünür bana) Giysilerinin o kayganlığında

,

Herrick’İn bu muhteşem şiirini yorumlayan Judy Barbour, şiirin erotizm gücünün büyük ölçüde, erkek ve kadın cinselliğine ilişkin kapalı bir toplumsal düşünce sistem i (Barbour bunu “ mitik” olarak adlandırıyor) içinde işlerlik gösteren, ipeğin hem cinsel hem de sta­ tüye ait bir fetiş olarak içerdiği yan anlamlara bağlı olduğuna dik­ kat çekiyor. Maureen Duffy, Spenser’m R önesans cin selliği ve kültürünün bazı tipik sorunlarının ortaya çıkarıldığı ve şiddet kul-

! . v 1'"'1 ,: ■. î.---:)=

■i

lanarak çözüm e kavuşturuldüğu F aerie Queen (Periler Kraliçesi) adlı erotik rüya-şiirine ilişkin benzer bir gözlem de bulunuyor. İm ­ gelem ve erotizm arasındaki bağa ilişkin bir belge olarak aynı ölçüde dikkat çekici bir başka örnek de Jean G enet’nin N otredam e des fleu rs’ü (Çiçeklerin M eryem Anası). Genet burada, er­ keklik ve kadınlığın, ritüel danslarda eriyip pıhtılaştığı bir erotik nesneler (öyle ki, günümüzde, suçluluk ve çekiciliği birleştiren sert gençlik tipinde keskin uçlara sahip olm aya başlayan ya da Kutsal şeklinde muğlaklaşan) dünyası yaratır. Ritüelin cinsellikteki önemi yeterince tanıdıktır; bazı cinsellik biçimlerinde bedene karşı direnmenin yarattığı gerilimin ar­ tırılması için bir kalıp halini alır. Sadom azoşist ritüeller, Pat Califia ’nın ifadesiyle “yasaklanmış sem boller ve... reddedilen duy­ gularla birlikte” acı, korku ve aşağılamayı kullanarak hazzı yakalamak amacıyla bedeni pratik olarak kendisine karşı çevirir. H azza naylon yağmurluklar veya deri eldivenlerle ulaşılan daha hafif fe ­ tişizmlerde ise imgelemin rolü ve toplumsal olarak oluşturulan an­ lamın merkeziliği (bu örnekte sözsüz ve dokunsal tepkisi) faz­ lasıyla açıktır,/(A m a burada bile toplumsalın..ideolpjik_çlarak “doğallaştırılması” hareket h alin d ed ir./F etiş pornografisindeki standart fantezi, her ne ise Ö fetiş e “karşı verilen denetlenem ez “do;ğal” tepkinin önceden tasarlanamaz keşfine ilişk in d ir.)/ I Fetişizm ve fetiş pornografisi, büyük ölçüde; toplumsal cin ­ siyete ilişkin sim gecilik öğeleriyle oynayıp bu öğeleri yeniden bir araya getirerek çalışır. Cinsellik olarak bu sim gecilik ile beden aj-asında bir bağlantı olduğunu varsayarlar - kadınlık ve erkeklik issinİn toplumsal tanımları. Toplumsal cinsiyetliliğin (berbat bir özcük uydurduk) bu fiziksel anlamı incelem eyi gerektiriyor. Ka­ imlik daha ayrıntılı analiz edildiğinden şim di erkeklik örneğini ele alacağım. Erkekliğin fiziksel anlamı, basit bir şey değildir. B oy pos v e şekli, tavır ve hareket alışkanlıklarını, belirli fiziksel becerilere sa­ hip olmayi ve belirli becerilerin eksik kalmasını, kişinin kendi b e­ den imajını, bunun öteki insanlara sunuluş biçimini ve bu in­ sanların buna karşılık verme biçimlerini, kişinin bedeninin çalışm a ve cinsel ilişkilerdeki işleyiş biçim ini içerir. Bunların hiçbiri, hiçbir anlamda X Y kromozomlarının sonucu değildir. Hatta er-

keklik tartışmalarının büyük bir sevgiyle üzerinde durduğu şeyin, yani penisin yarattığı bir sonuç da değildir. Erkekliğin fiziksel an­ lamı, toplum sal pratiğin kişisel tarihi, toplumdaki yaşam çizgisi aracılığıyla gelişir. t Sözgelim i Batılı ülkelerde, ideal erkeklik imajları, cn sistematik biçim de rekabete dayalı spor kanalıyla oluşturulur _ve özendirilir: Yetişkinler Içoğunluİda katılımcıdan çok izleyici de olsa, küçük çocuklar çolc fazla sportif oyunlar oynarlar ve bu alandaki ba­ şarılara çok önem li bir şey olarak bakmaları, öğretilir. Futbol, kriket ve beyzbol gibi oyunları iyi oynamada içerilen (ve sörf gibi ol­ dukça bireyselleştirilm iş spor dallarında da tem el olan) güç ve y e­ tenek kombinasyonu, ergenlik çağındaki bir çocuğun yaşamının güçlü bir biçim de kâteksisin etkisi altına giren yönünü oluşturur. Bazıları bunu reddetse de (bu konuyu 8. B ölü m ’de ele alacağız), birçok kişi için, belli bir oyundan çok daha geniş bir ilgiye sahip bij: bedensel eylem m odeli olur. Kısacası bu tür yetenek, kişinin er­ keklik derecesini değerlendirme aracıdır. İşte bu nedenle güç ve beceriye ,duyul an ilgi, bedene kök sal­ m ış, yıllar süren katılımlarla örgütlü spçr gibi toplumsal pratiklere kök salmış bir önerme halini alır. Am a bu, boşluktan kaynaklanan bir Önerme değildir. Anlamı, erkekleştirici pratikleri kuşatan, bun­ lara katılan toplumsal yapıların bazı Önemli özelliklerini yo­ ğunlaştırır. Söz konusu yapılardan biri de^sınıf ilişkileridir. Spor­ daki bireysel rekabet sistemi, son dönem Olimpiyat ve spor kültürü analizlerinin de gösterdiği gibi, gelişkin kapitalizmde belirli bir bi­ çim alır. Daha dolaysız bir önem e sahip olan şey, toplumsal cin­ siyet ilişkilerin deki jktidaryapısıdır. Erkekliğin bedensel anlamının hedefleri ise her şeyden önce, erkeklerin kadınlar karşısındaki; üstünlüğü v e kadınlara egem en olunması için gerekli. olan„hed gem onyacı erkekliğe bağlı güçlülük duygusunun öteki erkek grup-1 lafm â kâfşî da duyulmasıyla ilgilidir. J İktidarı elde bulunduranlar olarak erkeklerin toplumsal tanımı, yalnızca zihinsel beden imajları ve fantezilere değil, kas gücü, du­ ruş , beden duygusu ve dokusuna da dönüştürülür. Bu, erkeklerin iktidarının başlıca “doğallaştırılma”, diğer bir deyişle doğa, düze­ ninin parçası olarak görülme biçimlerinden biridir. E le k le r in üstünlüğüne v e ~bundanJcaynaklanan .baskıcı, pratiklere duyulan o123

nanem, başka yönlerden çok az güce sahip olan erkekler tarafından ayakta tutulmasına olanak sağlaması açısından çok önemlidir. çFi" ziksel saldırganlığın, işçi sınıfı erkekliğinin . bazı temel b i­ çimlerinde taşıdığı önemi hepim iz biliriz. Komik bir anımı ak­ tarayım: (Erkek çalışmalarıyla ilgilendiğim bir dönemde araştırma yaptığım) bildik bir kulüpte Güney Londralı gençlerden oluşan bir arkadaş grubunda gençler birbirlerine şakacıktan .ama.sert yumruk atarak sarnîmiyetlerini kanıtlıyorlardı ve arkadaşları d^şında^hiç kim seyi bu yakınlığa kabul etmiyorlardı. H egem onyacı erkekliğin fiziksel kuruluşunda örtük bir şekilde içerilen şiddet unsuru, 1. B ölüm ’de özetlediğim iz şiddetin toplum­ sal dağılım ını doğrudan doğruya sergiliyor.^Bu^dağılımın en azmdan bazı özelliklerinin tarihsel olarak değiştiğine dikkat çek ­ miştik. Bu, çok daha kapsamlı bir beden politikasının bir yönüdür. Bedenlerim iz, bedensel etkiler üreten toplu m sal durumlarda büyüyor v e çalışıyor, gelişiyor v e çürüyor. Sözgelim i, içinde ya­ şadığım ız sınıf sistemi, fakir insanların çocukları için yetersiz b es­ lenme, zenginler içinse aşırı yem e ve aşın içm e yüzünden şişman­ lık üretiyor. Avustralya toplumsal düzeninin kurumsal-laşmış ırkçılığı, beyaz insanlara kıyasla yerliler arasında oldukça yüksek düzeylerde göz hastalıkları görülmesine yol açıyor: Kırsal kesim de yapılan ulusal bir araştırmada Avustralya yerlilerinin % 3 8 ’inde trahoma hastalığı olduğu belirlenmişti. Oysa beyazlarda bu has­ talığın oranı % T di. / Beden politikasının aynı zamanda bir toplumsal cinsiyet boyutu da~ vardır — diğer bir deyişle, toplumsal ilişkilerin toplumsal cin­ siyet yapılanmasını izleyen fiziksel etkileri bulunmaktadır?] A l­ kolizm bunun açık bir örneği. Avustralya’da yapılan 1980 tarihli ulusal bir araştırmada, erkeklerin % 14’ünün, kadınların da . % 6 ’sının çok yüksek risk düzeylerinde bulunduğu ortaya çıkarıl­ mıştı. B aşka bir fiziksel etki tipi ise işçi sınıfı aile yaşamının maddi , koşullarına ilişkin çalışmalarda açık bir biçim de belgelenmiştir. Örneğin Margery Spring R ice’m W orking-class W ives (İşçi Sı' nıfmdan E v Kadınları) başlıklı klasiği, “evin küçük, karanlık, örgütlenmemiş işliğinde” günlük yorucu işleri kadınlara bırakan işbölümünün kadınlar üzerindeki fiziksel etkilerini araştırıyordu. Araştırma 1930’ların İngiltere’sinde yapılmıştı. Birtakım top­ 124

lum sal ^süreçler, bu araştırmada bulunan fiziksel etkileri yavaş ya­ vaş değiştirdiler. Bunlardan biri, etkili ve güvenilir doğum kont­ rolünün yaygınlaşm asıydı. D oğum kontrolü tarihi, “beden po­ litikası” teriminin hiç de bir metafor olm adığını gösteriyor. Yir­ minci yüzyıl başlan İngiltere’sinde doğum kontrolü hareketinin lideri olan Marie Stopes, dahi bir politik örgütleyici ve pro­ pagandacıydı — Öyle olm asa bile, Ruth H ail’un kalem e aldığı bi­ yografiden anlaşıldığı kadarıyla Stopes, konusunda bir teknik uz­ mandan daha iyiydi. I. Dünya S avaşı’ndan 1920’Iere ve 1930’lara değin, halka açık doğum kontrol hizmetlerinin verilm esi için uzun ve zaman zaman şiddetli bir kampanya başlatarak savaşımını sürdürdü. Avustralya’daki hikâye ise m ücadelenin öteki yüzünü daha açık bir biçimde ortaya koyuyor: Y üzyılın ilk yarısında Octavius Beale gibi propagandacılar tarafından başlatılan, politik kaynakların doğum kontrolüne karşı seferberliği. Beyazların yerleşim birimlerini etkisi altına alan “sarı tehlike” korkusu, İngiliz “ırkını” Alınanlara karşı desteklem eye çalışan emperyal vatanperverlik ve işçi sınıfının kötü yola sapmasından duyulan korku, hem tıp mi­ tolojisiyle hem de yaygın “doğum taraftan” kampanyayı körük­ leyen mevcut doğum kontrolü yöntem lerine karşı duyulan akılcı güvensizlikle birleşti. D evlet de, bir süre için, doğum taraftarı ko­ numlara savruldu. Emperyal ve ırksal gerilemeden duyulan kaygı, başka türde biri beden politikasını, eğitim le vücut yapısının geliştirilmesi çabasını besledi. Okullarda Örgütlü bir pratik olarak beden eğitimi (spordan ' ve askeri talimden farklı biçim de) ondokuzuncu yüzyıl sonlarında kapitalist ülkelerde gelişti. İsveç bu konuda bazı önemli yenilikler getirdi ve bundan sonra “bilim sel” beden eğitim i yöntemi başka yerlerde “İsveç cim nastiği” olarak anılm aya başlandı. “İsveç cım nastiği”, halklarının askeri ve endüstriyel verim liliğiyle ilgilenm e­ ye başlayan müdahaleci devletlerde belirginleşen belirli bir güçle birlikte yirminci yüzyılda kitlesel Öğretim sistem inde yaygınlık ka­ zandı. Sonuçta N azi okul eğitim i, zamanın beden eğitimi modeli olmuştu. Beden eğitim i, artık daha az militarize olsa bile yine de ideolojik olarak doldurulmuş biçimlerde, çağdaş kitlesel Öğretimin temel parçası olmayı sürdürüyor. Bu durumda toplumsal cinsiyeti barındıran toplumsal yapıdaki 125

pratik dönüşümün yalnızca sim gecilik düzeyinde gerçekleştirilm e­ diğini söyleyebiliriz. Bu dönüşümün, beden üzerinde fiziksel et­ kileri de vardır; sözgelim i bütünleştirme bunun somut örnekle­ rindendir, Bu bütünleştirmenin biçimleri ve sonuçları zaman içinde değişir, bu değişim ise toplumsal amaçlar v e toplumsal çatışma so ­ nucunda gerçekleşir. D iğer bir deyişle tamamen tarihseldir. S im ­ gesel olarak “doğa”, “k ü ltü fe karşı çıkabilir, hareketsiz beden de ilerleyen tarihe. Ama pratiğin gerçekliğinde beden, asla tarihin dışında değildir ve tarih de asla bedensel varlık ile beden ü ze­ rindeki etkilerden bağım sız olamaz. Artık indirgem eciliğe tem el teşkil eden geleneksel ikiliklerin yerine, bu bütünleşmenin ve kar­ şılıklı etkileşimin meydana geldiği toplumsal ilişkilere ait daha y e ­ terli ve daha bütünlüklü bir açıklamanın getirilmesi gerekiyor.

NOTLAR DOĞAL FARKLILIK :(s. 100-15). Stevens’da (1984) cinselliğin evrimsel tarihine sevimli bir kısa giriş bulabilirsiniz. Maccoby ve Jacklin’de biyolojizmin önceliği için bkz. Tieger (1980); biyolojik yatkınlık tezinin saldırganlık özel­ liğinde bile tartışılabilir oluşu dikkat çekicidir. Kaba sosyobiyoloji alıntılan Morris (1979), s. 74-75 ile Tiger ve Fox (1979) s. 20, 22’den; bilimsel sosyobiyoloji ise Wilson (1978), s. 139-140, 128. Doğal cin­ siyet farklılıklarıyla ilgili sosyobiyoloji ile IQ ve akıl hastalıklarıyla il­ gili sözde bilimler arasındaki paralelliklere, genetik belirlenimciliğin ■: Lewontin, Rose ve Karnin (1984) tarafından yapılan yararlı eleştirisinde değinilmişti. Ek alıntılar Maccoby ve Jacklin (1975), s. '.■374. AŞKINLIK VE OLUMSUZLAMA (s, 115-21). Pratik aşkınlık tartışmaları, Kosüc’in de (1976) yardımıyla, büyük oranda Sartre*dan (1976) geliyor; alışkanlıklar teorisinin ana hattan için bkz. Schmidt (1977). Kovel’m (1981, s, 234-36), arzu ve alışkanlıklar arasındaki olumsuzlamayâ ilişkin analizi buradaki ar­ gümanla bazı benzerlikler taşıyor, ama toplumsal cinsiyeti neredeyse bütünüyle ıskalamış - bir psikanalist için büyük ustalık. Alıntılar Rubin (1975), s. 169, 179-180’deıı. 126

P R A T İK D Ö N Ü Ş Ü M L E R

(s, 120-26). Erotizmin toplumsal anlamları Angela Carter’ın romanlarında (örneğin 1974) geniş Ölçüde serimlenmektedir, Sado-mazoşizm için bkz. Greene ve Greene (1974) ile Califia (1983), s, 118-132; alıntılar bir başka Califia yazısından, S m a rt 3 (1984). Fiziksel anlamda er­ kekliğin toplumsal anlamları için bkz. Wiîlis (1979); Connell (1983) ve Corrigan (1984) açıklanıyor. Spor ve kapitalizm için Brolım’a (1978) bakın. Trahoma hastalığına ait veriler Temsilciler Meclisi Yerli İşleri Daimi Komitesi araştırmasından (1979); alkolizm verileri Sağlık Ba­ kanlığı araştırmasından (1984). Marie Stopes ve politik mücadelesi, bi­ yografisini yazan Hail (1978) tarafından araştırıldı; Avustralya’da do­ ğum taraftarlığını araştıranlar ise Pringle (1973) ile Hicks (1978).

127

İkinci Kısım

ir^ hale^ge^ tjrilm ek ted k :B |^ ı_erk ek gru ]b aı^ yadsinmasi veya daha genel bir biçimde, tem el toplum sal.cinsiyet ka­ tegorileri içerisinde otorite, ve merkezde olm a hiyerarşilerinin kurulması. -'7 7 v"' ■-- -- - ■■-’■ ■;r ■ : .,1 otoritesi, toplumsal yaşammurtüm alanlarını öıten ^ ^ ^ l^ - ^ z^rinde '''yayilmamı-ştı^ÖJffi^^umİârda.. otorite saHıbi olan kadınlardır; bazı durumlarda ise ericeklerin iktidarı da­ ğılm ış, kanşm ış veya çekişm eli haldedir. Örneğin Carroll SmithRosenberg gibi Amerikalı feministlerin araştırmaları, aralarında kız çocuklarının eğitimi, arkadaşlık ağlan ve piyasa dışı üretimin de yer aldığı, kadınlar tarafından denetlenen kurum ve pratiklerin kökenlerini irdelemişti. Am a bu içgörünün tersine çevrilm esi de

yoğunlaştınldı^^ S S ^ ^ ^ ^ S î ^ ^ ^ ^ J ^ S ^ n L ş a p - Ijby tayabiUm;. iktidarın çevredeki daha dağılm ış v ey a çekişm eli ya- |F pisinin tersine, toplumsal cinsiyeti banndıran iktidar yapısında bir ■ “nüve” bulunur. Çağdaş kapitalist ülkelerde, bu nüvenin dört tanıdık bileşeni vardır: (a)^Kunımsallaşmış şiddetin hiyerarşileri ve işgüçleri (asken^ e^ aram ^ ^ cezaevi sistem leri): (b) ağır endüstfinin hiyerarşisi ve işgücü (örneğin, çe îık v e lıe tr o l^ ve^ yu^ elT te k n o l^ e n d ü s M ^ hiyerarşişij^bikisayarlar, uzay); (c) merkezi devletia-Pİanlama ve denetim m ekanizması; (d) fizücsel gücü_.v:e?. erkekkrirt„ m akinek önemini vurgu layan jşçi fş ım f ı^ £ X J ^ e ıi_ Yukarıdaki bileşenlerden (a), (b) v e (c), arasındaki bağlantılar yeterince tanıdıktır. A B D ’de “askeri sanayi kom pleksi” iktidarına ilişkin uyarıda bulunan Başkan E isenhow er’dı, tanınmış bir fe­ minist değil. Benzer bir durum Sovyetler Birliği için de söz ko­ nusu. Joel M oses’ın Sovyetler B irliği’nde gözlem lediği gibi, her ilci ülkede de “kadınların asıl siyaset yapma merkezlerinden 153

neredeyse tamamen dışlanması” söz konusudur. B ileşim in bu par­ çalan, erkekliği, otoriteyi v e teknolojik şiddeti birbirine bağlayan bir ideolojiyle (bu da, yavaş yavaş araştırma odağı haline geliyor) ilişkilendirilmektedir. Am a bir bütün olarak cinsel politika açısından önem taşıyan, bunlanri (d) ile olan bağlantısıdır. Bu bağlantı, ters düşme durumunda kendilerine yaslanan hükümetleri yıpratıp siyasi dengelerini bozacak denli püskürtücü olabilecek as­ keri inançlara ve pratiklere kitlesel bir taban sağlamaktadır. Bu bağlantının en ilgi çekici özelliği belki de, makinelerle v e özellikle de motorlu taşıtlarla uzlaştınldığı alandır. Alışılm adık ölçüde şiddete açık ve çevresel açıdan yıkıcı olan bu teknolojinin ka­ demeli olarak diğer' ulaşım sistemlerinin yerini alması, devlet ve şirket seçkinleri ile işçi sınıfı hegem onik erkekliği arasındaki örtük ittifakın hem aracı hem de ölçütüdür. T ^ 7 0 ’lerde^erkek hareketi” yazariannın sık sık dikkat çektiği gibi 'İslında çoğu erkek, ataerkillik ideologİanhm ~satm ayâçalıştığı sert> sg e*nen ve d o ^ şke n ^ rk e lriık im â j ^ bu imaj da uyulsun diye tasarlanmamış tır. B h John"Wayn e>in veya Sylvester Stallone’un beyazperdedeki kahramanlığı, yalnızca kahraman olmayameıJselder^JoJiesIyle kıyaslandığında kahramancadır. Ataerkil n ü y e n i n ^ E ç ş l ^ tümden tabi lahnm aİanm diıâylâyan” ideolojf^ rkekleı:, arasında toplum saLcinşiyet tabanlı „bir,..Kiyerarşınin yaratılmasını g emîriirir. (“Toplumsal cinsiyet~taT~ banlı” fenm ım n ününde durmak istiyorum, çünkü erkekler arası ik­ tidar ilişkileri tartışmaları, sınıf ve ırk bölünmelerinin saptanma­ sından sonra yaygın ölçüde kesildi.)^Eşcinsel kurtuluş hareketinin J ^ ^ ğ i ^ g i l ^ b u _ ş ü r e d ^ te m e l bir parçasılekelenm ig dışgruplar7 özellikle de eşcinsel erkekler b içim inde^ olum suzhıV erkekhk^T ^ bolünün yaratılması olmuştu. Böylece, en azından üç öğe içeren (baskın BTr^

^ d Ş îy îd e J e ğ il^ k d ^

s u ç İo ria T b ll^

ve tabi, kılınmış erkeklikler. ' ’ "~™“ “7 1970 dolaylarında fem im stdüşünce aileyi kabaca, kadınların ezıîmesi için hazırlanmış stratejik bir alan olarak tanımlıyordu. Eğer bugünkü ile aralarında bir fark aranacaksa, sarkaç şimdi öteki yöne doğru sallanmakta. Ama hane halkı ve akrabalık ilişkilerinin, saf ataerkilliğin tüp bebeği olm adığı açıklık kazandı. Bugün bir kurum

olarak aileye en iyi, nüvede yatan bir bileşimden çok çevrenin par­ çası olarak bakılabilir. Colin B ell ve Howard Newby, ailenin işlerliğinin korunabilmesi için kocaların otoritesinin pek çok pa­ zarlık v e anlaşma gerektirdiği gözlem inde bulunuyorlar.' An­ laşmanın önem i ve evliliğe ilişkin otoriteyi kuşatan gerilimler, Mirra K om arovsky’nin klasik B lue-C ollar M arriage’inden yakın tarihli, A B D ’de Lillian R uhin’in Worİds o f Pain (Izdırap Dün­ yaları), İngiltere’de Pauline Hunt’ın G ender and C lass Consciousness (Toplumsal Cinsiyet ve Sınıf Bilinci), Avustralya’da Claire W illiam sTn Öpen C ut v e Jan Harper ile Lyn Richards’ın M others an d W orking Mothers'ma. (Anneler ve Çalışan Anneler) kadar, aile üzerine ayrıntılı birçok araştırma tarafından onaylan­ maktadır. Bu çalışmalar aynı zamanda, kocaların artık evlerinde açıkça ataerkil bir rejimi dayatmalarının giderek güçleştiğini fark et­ m eleriyle birlikte yeni bir tarihsel değişmenin de söz konusu ol­ duğunu Öne sürmektedir. Ev içinde ataerkilliğin sarsılması bazı ortamlarda öylesine yay­ gındır ki, ücretli istihdama olduğu kadar bu çatışmalara da kök sal­ mış bir işçi sınıfı feminizminden söz edilm esi anlamlı olacaktır. E vliliğe ilişkin iktidar mücadeleleri genellikle kadınlar tarafından kazanılır. 1. B ölüm ’deki Prince ailesinin örnek olay incelem esini üreten araştırma, aynı zamanda, babanın denetiminin aşındığı veya gerçekten var olmadığı birçok ailenin bulunduğunu gösteriyordu. 195 0 ’lerde Komarovsky de buna dikkat çekmişti. Burada, öyle sa­ nıyorum ki iktidarın gerçekten tersine çevrilmelerinin söz konusu olduğunu kabul etmek önemli. Sorun, daha sonra feshedilebilecek sözde bir iktidarın kadınlara teslim edilm esi değildir; tersine, yıllar hatta oııyıllar boyu süren ev içi çatışmaların ve pazarlıkların katı, ilişkisel etkileri sorunudur. Bu yerel zaferlerin ataerkilliği ortadan kaldırmayacağını kabul etmek de önem li. Komarovsky, ele aldığı Amerikan işçi sınıfından çiftler arasında, kadının evliliğin denetleyici taraf olduğu yerlerde bunun çevreye karşı kabul edilem ediğini ve erkeklerin otoritesinin sahte görünümünün korunduğunu gözlem lem işti. G enel ima ise lcadınların bir biitıi n o 1arak foplumda^eıkeJrifiK^tâfekkıhoiİlgl ^ ^ " m â k r fT M ilişkisini, belirli evlerde,, belirli işyerlerinde ve 'Belirli çevTelerdeld y er e Iv e^ T m ik ro durumdan ayırmak zorunda

İT i

olduğu muzdur. Yerel örüntünün küresel örüntüdeu sapması, hatta küresek örüntüyle çelişm esi olasıdır. Bu tür sapmalar, “inzibatlığı”, yani diğer bir deyişle küresel örüntüyü yerel bir norm olarak kurma çabalarını kışkırtabilir. Ayrıca uzun vadede büyük ölçekli bir de­ ğişim e yol açan yapısal gerilimi de ifade edebilirler. .

Cinsellikte toplumsal bir yapının mevcut olduğunun kabul edilm esi

---- *------ —

D. KATEKSİS

içinT^dnceliHeYnH^

-

156

----------- - ---------------

Treud7v‘ka h ^ ^ bir gÖrÜş"veyî^^ bağlanan psişik yük veya içgSHHsel enerjiyi belirtmek için""kullanmıştı. B en de bunu, gerçek dünyada “neş- _ neler” ile (yani, öteki insanlarla) bir duygu yükü içeren toplumsal iliskilâanlcm ulm asına genelliyorum . Aynen Freud’un kullanımında olduğu gibi, duygusal bağlanmanın yalnızca sevecen değil, aynı za­ manda düşmanca da olabileceğine dikkat edilm esi önemlidir. Fiat ta aynı anda hem düşmanca hem sevecen, yani müphem (çift değerli) olabilir. Yakın ilişkilerin çoğu, bu karmaşıklık düzeyine sahiptir. Kuşkusuz cinsel pratikler, aynı zamanda başka yapılar ta-

---- - ----------------------------- -- —

nedenle aşağıdaki analiz, Gagnon ve Sim on’m Sexudl CÖtıducf ta (Cinsel Davranış), Foucault’nun C inselliğin Tarihi’nde ve W eek s’in Sexuality and its D iscon ten ts’te (Cinsellik ve Hoşnutsuzlukları) ortaya koyduğu gib i, cinselliğin toplumsal olarak ku­ rulduğuna ilişkin argümanı baştan kabul eder.^CinselliğinJbedensel bovıım^nsanlarviirasm dak^ biçim lendiği ve sürdürüldüğü toplumsal pratiklerden önce veya bu pratıklerirf dışında var olmam aktadır. T^msellik,oynanm ^^y idare edilir, ama “ifade edilm ez”. Tüm toplumsal ilişkilerin duygusal ve belki de erotik bir boyutu vardır. Am a burada, The P o litic s ofSexuality in C apiîalism ’de (Ka­ pitalizmde Cinsel Politika) K ızıl K olektif tarafından “d n sgl toplumsal ilişkiler’*olarak adlandırılan konu üzerinde duoj^ıcak/^Cinsel toplumsal ili şkiler’* ileT fM e^ d îH j^ i s t e n e n . bir kişinin başka""' bir kişiye duygusal bağlammı etrafında fffg ü flen e^ bağlanımları örgütleyen yapıya, “kateksis yapısı” adım vereceğim ^

rafından da yönetilir. Emma Goldm an, “kadın trafiği”nin ro­ mantikliğini bozm aya uğraşırken bunu etkili bir biçimde ortaya koymuştu: “Yalnızca, kendisini evlilik içinde veya dışında bir adama veya birçok adama satıp satmadığının ölçüsüne ilişkin bir so­ run bu. Reformcularımız bunu k abu l etsin ya da etmesin, fa­ hişelikken sorumlu olan, kadınların ekonom ik ve toplumsal aşağıUklığıdır.” Bununla beraber psikanaliz v e cinsel özgürleşm e ha­ reketleri, duygusal bağlanma örüntülerinin kısıtlayıcı iktidarına kendi ilgileri doğrultusunda dikkat çekiyorlar. Bunların, ro­ mantizme kapılmadan analiz edilm elerinin mümkün olm ası g e­ rekir: Arzunun toplumsal örüntülenmesi, bir yasaklar kümesi olarak en açık halini alır. Ensest tabusu ve tecavüz, reşit olma yaşı v e eş­ cinsellik hakkmdaki yasalar, bunların hepsi de, belirli insanlar arasında cinsel ilişkiyi yasaklamaktadır. (Doğrusunu söylem ek ge­ rekirse, yasalar belirli eylem leri yasaklar ama burada asıl kasıt, ilişkileri yok etmektir.) Oidipal kriz ve süperegoya dair psikanalitik teoriler, toplumun duygular üzerindeki etkisini temelde yasakların içselleştirilm esi kapsamında yorumlar. Yine de doğru kişiyi sevm e ve evlenm e, filanca türde bir erkekliği ve kadınlığı ar­ zulanabilir bulma yönündeki buyruklar olmaksızın yasaklar an­ lamsız olacaktır. Arzunun toplumsal örüntüsü, ortak bir yasaklama ve tahrik etme sistemidir. Kültürümüzde iki örgütlenme ilkesi çok açık. Arzu nesneleri genellikle kadınlık ve erkeklik ikiliği ve karşıtlığıyla tanımlanır; ve cinsel pratik de, temelde çift ilişkilerinde örgütlenir. Tarihsel ve kültürlerarası olarak ele alındığında cinsel bağlan­ ma, her zaman bir ikilik kapsamında örgütlenmemiş tir. Bununla beraber, şimdilerin zengin kapitalist ülkelerinde cinsellik, ya heteroseksüel ya da eşcinsel olarak katı bir biçimde örgütlenir. B öyle olmadığında ise cinselliği ikisinin bir karışımı, yani “biseksüel” diye yaftalarız. Her ne kadar eşleşm e sıklıkla temel bağlanma ya­ pısı olarak görülse de, arzudaki toplumsal, cinsiyet ikiliği bazı önceliklere sahipmiş gibi görünüyor. Çiftler ayrılıp yeni bağlan­ malar oluşturduğunda, yeni eşin (her ne idiyse) eski eşle aynı cin­ siyetten olm ası hemen hemen evrensel bir pratiktir. Toplumsal açıdan hegemonik olan arzu örüntüsünde kateksis,

cin sel farklılığ ı bir önkoşul olarak gerektirmektedir. Zamaru.geçip. giderken, *‘kadının erkeKe lh tiy a H ly a ^ L ^ e ^ ^ m d e bir eşi olm ası

gferekb^VlîeteroşekşüeL^^ deneyim temelinden çok bir tür karşılıklıliKTemeıınde"'biçimlen­ dirilir. İBu, em ek v e iktidar yapılannca üretilenTdayanişm lirgin karşıtlığın içindedir. Burada sık sık dikkat çekilen örtük çelişki, geçtiğim iz on yıllık dönemde fem inizm de belirli bir önem e sahip, politik bir konu olduğu kadar romantik edebiyatın da te­ masıdır aslında. Dahası cinsel farklılık, ilişk iye erotik bir tat ka­ zandıran şeyin büyük bir bölümüdür. Bu yüzden, hazzı y o ­ ğunlaştırma aracı olarak vurgulanabilir. Bu, 4. ve 8. bölümlerde ele alınan toplumsal cinsiyet farklılıklarının sistematik biçim de abartılmasını açıklayacak bir yöne doğru gidiyor. Am a “farklılık” mantıksal bir terim ve toplumsal ilişkiler de da­ ha yüklü. H eteroseksüel bir çiftin üyeleri, yalnızca birbirlerinden farklı olmakla kalmazlar, ayrıca özel bir biçim de “eşit olmayan’lardır. Heteroseksüel bir kadın, heteroseksüel bir e rkekten farklı biçimde"T5ir nesne~olarak c m T e lî^ kozm etik endüstrisi v e kitle iletişim araçlarının içeriği, bunun gözle göriiiihrTkanîtîâf^^ dergilerinin ve~erltek diifgilerınin kapaklarmdaki büyüleyici fotoğraflar, nedense h erd k r durumda da kadın resimlendir; farklılık ise modellerin giyinm e ve poz verm e biçimleHndedm""Geher ö^ h eterbseksüellildo^ ^ eşit olmayan bir mübadele üzerinde temellenir. Emma Goldman ’in dikkat çektiği gibi, ka­ dınların eşit olmayan ilişkilere katılmalarının som ut nedenleri var' dır. Erkeklerin uçkuru gevşek cinselliğine izin veren ama bunu ka­ dınlara yasaklayan “çifte standartın”, erkekler açısından daha fazla arzuyla hiçbir ilgisi yoktur; ama daha fazla iktidarla her tür ilgisi vardır. K adınlan heteroseksüel arzunun nesneleri olarak cinselleştirm e süreci^ tam da “m oda” tenminin w standart^ içerir. Bunun etrafında bir gerilim ler ve çelıpaler karm aşasıoulunur. Her ne kadar düşmanlığın tum bir toplumsal cinsiyet kategorisine yöneltilm esi mümkün olsa da, hatta sıklıkla yöneltilse de (kadın düşmanlığı, erkek düşmanlığı, homofobi), çekicilik için aynı şey söylenem ez. Y apısal ilkeler olarak 158

heteroseksüellik ve eşcinsellik, daha çok, içinden hir partnerin-se­ çilebileceği toplumsal kategori tanımlandır. Belki de içerim; her ikisinin de esas olarak partnerin çıkanlm adığı kategorinin- tas­ lağının çizilm esiyle oluşturulduğudur. Psikolojik düzeyde bu, bastırma anlamına gelirken, toplumsal düzeyde anlamı, yasaklamadır. Her ikisi de, olumsuzlanan nesneye bir çekicilik yüklerler. Klasik psikanaliz, bunu bize “çift de­ ğerlilik” adı altında tanıtmıştı. Erkekliğin kurulmasını anlama açı­ sından bunun' Önemi 9, B ölüm ’de tartışılacak; burada yalnızca ya­ pısal içerimlerini ortaya koymakla yetineceğim . Freud, Ego ve İd ’de “ek siksiz Oidipus kompleksi”nin iki kat olduğuna dikkat çekmişti. B ildik aşk ve kıskançlık üçgenin alt kısm ı, bağlanmaların ötekine koştuğu başka bir duygusal ilişkiler kümesidir: “Erkek çocuk, babasına yönelik bir çifte değerlilik tavrına ve annesine yönelik sevecen bir nesne seçim ine sahip değildir yalnızca, ama aynı zamanda bir kız çocuğu gibi davranır ve babasına karşı se­ vecen bir kadınsı tavır, annesine yönelik olarak da bununla örtüşen bir kıskançlık v e düşmanlık sergiler.” Cari Jung, genel bir kural olarak, bastırılanın toplumsal pratikte dışavurulamayan duygu ol­ duğunu (ve bunun da, bilinçdışının bilincin ve kamusal yaşamın olumsuzuna dönüşm esi sonucu gerçekleştiğini) öne sürmüştü. Bu görüşleri ciddiye alacak olursak, duygusal ilişkilerin görü­ nür yapısının, anlamı çok farklı olan gölge bir yapıyla eşzamanlı olarak var olduğunu öne sürebiliriz. Evli bir çiftteki kamuya açık sevginin, sıklıkla kişisel düşmanlıkla eşzamanlı olarak var olduğu da bilinen bir gerçektir. K ızıl Kolektif, çift ilişkilerinin “içerisi” ve “dışarısı” arasında genelde çok büyük bir farklılık bulunduğunu öne sürmüştü. Eşcinsel erkekler de, kazandıkları düşmanlığın bilinçdışı arzuyla keskinleştirildiğinden sık sık şüphelenirler. Küçük çocukların yetiştirilm esi, her iki yakada ve güçlü ölçüde, hem sev­ gi hem def, nefret üretilmesi sorumluluğunu gerçekten üstlenir. Bu şekilde çocuk yetiştirmenin büyük bir bölümü kadınlar tarafından yapıldığı için de, anneleri içeren ilişkiler, çoğunlukla çift değerli olma eğilimindedir (bu, Nancy Friday tarafından M y M otheriM y S e lf te [Annem/Kendim] vurgulanan bir temadır). Derinlikli psikolojik bilgi veren ve bir toplumsal bağlamın an­ lamına sahip olan öylesine az araştırma var ki bu gölge yapının na159

sil örgütlendiği üzerine spekülasyondan daha fazlasını yapmak zor­ dur. Tamamen açık olan şeyse, genel durumda kateksis yapısının çok-düzeyli, temel ilişkilerin de çift değerli olarak kabul edilm esi gerektiğidir. Aşkın nefrete, nefretin de aşka ne kadar kolay dönüştüğüne ilişkin eski klişeler ve bu tema üzerine öykülerin gücü (P uccini’nin eseri Turandot gibi), eğer cinsel pratikler genellikle hem aşkın hem de nefretin zaten hazır bulunduğu yapısal ilişkiler üzerinde temelleniyorsa, daha da anlaşılır olur. ^N ancy Friday.'in argümanı, başka bir örgütlenme ilkesine işaret ediyor. Friday, kızların erkeklere yönelik bir arzu geliştirdiklerinde istediklerinin cinsellikten daha çok, güvenlik olduğunu söylüyor. Ergen cinselliği için, kızların sevecenlik, erkeklerinse cinsellik is­ tediği sık sık söylenir. Gabrielle Carey v e Kathy Lette, Puberty B lu es'da (Ergenliğin Hüznü), ergenlik dönemi arkadaşlık grubu y a ­ şamında cinselliğin, fiziksel hazza olduğu kadar sem bolik amaçlara da yönelik olduğunu belirtiyorlar. Bu büyük bir olasılıkla y e ­ tişkinler için de doğrudur. Argüman, Herbert M arcuse’nin E ros ve U ygarlık’takı jenital önceliğin geliştirilm esi ,ve performans ilkesi yönetim inde bedenin geri kalanının erotikleştirilmesinin bozulm a­ sına ilişkin gözlem leriyle birleşiyor. Ö yle görünüyor ki jenital per­ formans ve dağılm ış şehvet arasında geniş bir karşıtlık ku­ rulmuştur. Çağdaş hegem onik heteroseksü ellikte bu erotizm biçim ­ leri, sırayla erkeksi ve kadınsı olarak tanımlanıyor. Am a böyle o l­ maları gerekmez. Vatsyayana’nın K am a S«f/-u’sının da açıkça gösterdiği gibi, başka kültürlerde kesinlikle böyle olmuyorlar. B elli bir adaba dayanan v e tamamen hazza yönelik olan şehvet an­ layışına ilişkin özlü bilgilerin derlendiği bu kitabın, artık (B atı’da) güçlü ereksiyon ve hızlı orgazma baş koymuş porno dükkânlarında satılıyor olm ası son derece ironiktir. Emek ve iktidar söz konusu olduğunda, yapı bir pratik nesnesi olabilir; ama kateksis söz konusuyken çoğunlukla pratik nesnesi olur. Cinselliğe ilişkin şaşntıcı şeylerden biri de, yapının bizzat kendişinin kateksise maruz kalabilmesidir. D olayısıyla, örneğin daha önce sözünü ettiğimiz toplumsal cinsiyet farklılığının erotik değeri için de bunun geçerli olduğu söylenebilir. Hatta benliğin kateksisinin toplumsal cinsiyetin aksan işaretleri üzerinde odaklan­ dığı ölçüde narsizmdeki toplumsal cinsiyet unsuru da kateksisiıı et160

4

: ;

kişi altındadır. En çarpıcı olanı ise toplumsal kategorilerin sem­ bolik işaretlerinin (oyalı mendil, yüksek topuklu ayakkabı, deri ce­ ket) veya yapısal ilkelerin (örneğin, egem enlik) bağlamlarından kopanldıklan ve doğrudan doğruya birincil tahrik nesnelerine dönüştükleri noktada cinsel fetişizm in erotik döngüselliklerinin de kateksisten nasibini almasıdır. Bu tür bir pratik, reklam endüstrisi tarafından yapıldığı gibi, kâr sağlama veya bastırma amacıyla ele geçirilebilir. Ama yapıya doğru yönelm iş başka bir pratik de olasıdır: Bağlanma örüntülerini eşitlikçi bir yönde yeniden işletme çabası gibi. Tam da bu pratiğin otobiyografileri (örneğin K ızıl K olektif’in kitabı veya Anja Meulenbelt’in kişisel yaşam, fem inizm ve Hollanda S olu ’nu açıkladığı Utanç B itti'si gibi), güçlükleri potansiyellerden daha ko­ lay gösterir. The Spiral Path’tc, geçişli yapılarından ötürü (sevgilim in sevgilisi aynı zamanda benim de sevgilim olabilir) eşcinsel ilişkilerde örtük bir eşitlikçilik bulunduğunu öne süren D avid Fem bach ise daha iyimserdir.

E. “SİSTEM” VE KOMPOZİSYONA DAİR BÎR NOT Çoğul yapılan açıklamaya girişmek, örtük bir biçimde,.her birinde b ir ;tutarlılık v e bütünlük olduğu im asıyla (ki bu, daha Önce bir bütün olarak, toplumsal cinsiyet ilişkileri için reddedilmişti) yeni bîr türde indirgem ecilik riskini taşıyor. Kuşkusuz, tutarlılıkta bir yarar olmadıkça yapıları ayırma gücünün kullanılması anlamsız olacaktır. Am a bu üç yapıdan hiçbirinin Ötekinden bağım sız ok madiği veya olam ayacağı önemlidir. Kateksis yapısı, bazı açılardan iktidar eşitsizliklerini yansıtır; işbölümü kısmen kateksis Örüntüsünü yansıtır vb. gibi. Hiçbirinde de, toplumsal cinsiyet ilişkileri örüntüsünün geri kalanının ortaya çıkabileceği temel be­ lirleyici etken, Henri L efebvre’nin deyim iyle bir “üretici çekirdek” yoktur. Bununla beraber, alanda bir birlik, anlaşılması gereken bir düzenlilik mevcuttur. İnsanlar, gün boyunca sırtlarında çapraz so s­ yolojik baskılardan oluşm uş bir ağrıyla ortalıkta gezinm ezler. Bir eşcinsel, Sydney sokaklarında, bir,şekilde N ew York sokaklarında 16 Fİ İÖN/Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

161

1dövülm e deneyimine uyacak bir biçimde dövülebilir. Çocuk ba­ kımındaki işbölümü, kadınlık psikodinamikleri ve kadınların ö z­ gürleşmesi olasılıkları arasında biraz tutarlılık vardır. L'' Argümanım İse kısaca, bu birliğin, işlevsele! analizin im a edeceği gibi bir sistem in birliği olmadığı. Am a üretici bir çekirdeğin varoluşuyla ortaya koyulacak dışavurumcu bir birlik de d eğil bu. Bu -h er zaman noksan ve inşa halinde o la n - tam da tarihsel bir kompozisyonun birliği. M üzikte olduğu gibi “kom pozisyon” de­ mek istiyorum: Somut, etkin ve çoğunlukla da güç olan, öğeleri birbirleriyle ilişkili h ale1 getirme ve ilişkilerini ortaya çıkarma süreci. Etkileşim i ve grup oluşumunu barındıran gerçek tarihsel süreç sorunudur bu. Müziktekinden farkı ise sürecin bir değil, bir sürü bestecisinin bulunmasıdır; ve bestelenen kendi yaşamları o l­ duğu için hepsinin de bestelenen parça içinde oluşudur. Sürecin ürünü; mantıksal bir birlik değil ampirik bir birleştirmedir. Belirli ortamlarda, belirli koşullara bağlr olarak meydana gelir. Tonlumun tümü düzeyindeyse toplumsal cinsiyet düzenini üretir ki bunu bir sonraki bölüm de tartışacağız. “K om pozisyon” görüşü, belirli bir yapı tarafından kusursuzdan daha eksik oluşturulmuş bir yapı ve bütünüyle de daha eksik yönetilen bir pratik alanı olabileceğini im a eder. Kısacası, top­ lumsal cinsiyet ilişkilerindeki sistematiklik düzeyi farklılık gösterir. “Ampirik birleştirme” adını verdiğim süreçlerin güçlü b i­ çimde çalışm ası ve yüksek derecede bir düzene ulaşması, iktidar yapısı içindeki bileşim nüvesi konusunda olduğu gibi, olasıdır. Ama eğer başarılırsa, içkin veya kategorik bir mantığın sonucu o l­ mayacağı gibi işlevselci analizleri de onaylamayacaktır. Tarihsel ğrup oluşumu ve etkileşim sürecindeki stratejinin sonucu olacaktır. Yüksek bir sistem atiklik düzeyinin, bir grubun egem enliğini yansıtması muhtemeldir, hele bir de belirli bir toplumsal cinsiyet düzeni o grubun çıkarlarına hizmet ediyorsa. Sözgelim i, barınma, finansman, eğitim ve yaşardın diğer alanlarının tümünün, heteroseksüel çift m odeli etrafında örgütlenmelerinin ölçüsü, heteroseksüel çıkarların egem enliğini ve eşcinsel insanların tabi kılınmasını yansıtır. Doğrudan doğruya eşcinsel deneyimin ken­ disini heteroseksüel terimlerle (örneğin, “a k tif ve “p a s if’ gibi) örgütlendiği ölçü ise' tabi kılınmanın dikkat çekici bir kanıtıdır. 162

Mantıksal olarak eşcinsel kurtuluş politikasına düşen önemli bir ödev de, eşcin sel deneyim in bu örgütlenme biçimiyle mücadele et­ mektir - ya da diğer bir deyişle, toplumsal cinsiyetin “sis­ tematikliğini bozm a” veya “oluşumunu bozma”dır. Düşük bir sistematiklik düzeyinin yanında pek çok tutarsızlık ve çekişm enin barınması tarihsel olarak mümkündür. Yapılanmış çıkar çatışm ası ve kom pozisyon çözm e potansiyeli bileşiminin (ki bu, bir kriz eğilim i olarak kabul edilebilir) barınması da olasıdır. Bunları 7. Bolü m ’de ortaya çıkaracağız.

N

otlar

YAPI VE YAPISAL ANALİZ (s. 132-41). Yapısalcılık ve Bourdieu eleştirileri Connell’ın (1983) çeşitli makalelerinden alınmıştır, “İkici” teoriye ilişkin anlatımlarda, 1985 y ılın d a Macquaire Üniversitesi’nde verilen “P ractice, S e lf a n d Social S tru ctu re” (Pratüc, Benlik ve Toplumsal Yapı) seminer programındaki tartışmaları izledim; Sue Kippax’a özellikle teşekkür ederim. Ya­ pısalcılığın mantığı üzerine Piaget’yi (1971) aydınlatıcı buldum. Giddens, yapının “kisıtlama” olarak tanımlanmasını reddeder, ama ben bu­ nun, en azından onun modeli kadar güçlü ve daha basitleştirici yollar­ dan formülleştirilebileceğini öne süreceğim. Benim “yapısal modeller” tanımım, ticari amaçlı işletim araştırmalarındaki “yapısal modelleme” kavrayışından tümüyle farklı; bunlar için örneğin blcz, Technological F orecasting a n d Social C hange, Linstone vd, (1979) ve aynı sayıdaki diğer yazılar - bunlarda, “yapı” kavramı aşırı derecede zayıf bir an­ layışla metne geçirilmiş, “modelleme” kavramı ise bulanık düşünce­ lerin berrak gösterilmek üzere bilgisayara yüklenmesi anlamında kul­ lanılmışta Almtılayanlar, Young ve Willmott (1962, s. 133). EMEK (s. 141-50). Alıntılayan Cavendısh (1982), s. 79. Segal vd. (1979-80) po­ litikleştirilmiş çevrede çocuk bakımım değiştirmeye yönelik girişim­ 163

lerin desteklenmesi konusunda yetkin bir analiz sunuyor. Alıntılayan Curthoys (1976, s. 3).

İKTİDAR (s. 150-56). Buradaki argüman, toplumsal iktidarın değişik biçimleri hak­ kında Lukes (1974) tarafından saptanan noktalan savunuyor. Ka­ dınların iktidar alanlarının izini süren Amerikan tarihsel araştırmaları için bkz. Du Bois vd. (1980). Alıntılayan Moses (1978, s. 334).

KATEKSİS (s. 156-61). Alıntılayanlar Goldman (1972a, s. 145) ve Freud (1923, s. 33).

164

V%)

Toplumsal cinsiyet rejimleri ve toplumsal cinsiyet düzeni ISfSf

A. KURUMLAR Toplumsal cinsiyet teorileri, neredeyse hiç istisnasız insanlar arasmdaki bire bir ilişkiler veya bir bütün olarak toplum üzerinde yoğunlaşır. A ile tartışmaları dışında, toplumsal örgütlenmenin ara düzeyi atlanır. Yine de bu, bazı açılardan anlaşılması gereken en önem li düzeydir. Günlük yaşam ım ızın büyük bir bölümünü, bir bütün olarak toplumla ilişkide yayılm ak veya'bire bir ilişkiye sa­ rılmak yerine ev, işyeri veya otobüs kuyruğu gibi ortamlarda ge­ çiririz. Cinsel politika pratiği, büyük ölçüde kuramlara bağlıdır: Şirketlerde işe eleman alırken ayrımcılık güdülmesi, okullarda cin­ siyetçi olmayan Öğretim programlarının uygulanması gibi. M evcut 165

toplumsal cinsiyet görüşlerini değiştirmekte olan araştırmaların büyük bir bölümü, işyerleri, piyasalar ve medya gibi kurumlar üze­ rine yapılmıştır. .. Toplum bilimleri aradaki bağlantıyı kurduğunda, bu genellikle belirli bir kurumun toplumsal cinsiyet ve cinselliğin taşıyıcısı olarak seçilm esiyle yapılıyordu. A ile ve akrabalık bu onura ge­ nellikle layık görülmektedir. D olayısıyla aile yapısı, Parsons ve M ead’den kaynaklanan cinsiyet rollerine ilişkin sosyolojik analizin en önemli parçasıdır. Diğer kurumlann, sanki toplum sal cinsiyetin bunlarda hiçbir Önemi yokmuş gibi analiz edilm esine olanak ta­ nıması ise bu seçim in ikincil yönüydü. Toplum bilimlerinin -d e v ­ let, ekonom ik politika, şehircilik, göç, modernleşme gibi— klasik temaları hakkında arka arkaya yazılan metinlerde cinsiyet ve top­ lumsal cinsiyet hakkında tek söz edilmemekte veya bu konular marjinalleştirilmektedir. ı Y eni fem inizm in toplum bilimleri üzerindeki en önemli etldlerinden biri de, bu yaklaşımın savunulacak yanı olm adığını kap­ lam lı bir biçimde kanıtlaması olmuştur. Murray G oot ve Elizabeth R eid’in, siyaset bilimindeki ana akımda yerleşik toplumsal cinsiyet körlüğü ve ataerkil önyargı karışımına ilişkin klasik tanıtlamaları bir dizi eleştirinin örneklerinden biridir. Bu eleştiriler, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin temel kuramlarda mevcut olduğunu ka­ nıtlamakla kalmayıp aynı zamanda bu kurumlar için sistematik bir öneme sahip olduklarını da göstererek seçim sosyolojisinden refah devleti dolayım ıyla sınıf analizine kadar uzanırlar. : Bu araştnmanın ayrıntılarını yinelem eyecek, sadece artık yer­ leşm iş olan genel sonucu ele almakla yetineceğim . Toplum sal cin­ siyetin toplumsal süreçteki yerini, “toplumsal cinsiyet kuramları” kümesinin sınırlarını belirleyerek anlayamayız. Toplum sal cinsiyet ilişkileri, her tür kurumda bulunur. Belirli bir örnekte en Önemli yapı olmayabilirler, ama önemli örneklerde kesinlikle tem el ya­ pıdırlar. Belirli bir kurumdaki toplumsal cinsiyet ilişkilerinin etkileşim durumu, o kurumun “toplumsal cinsiyet rejimidir”. Bir Örnek bu görüşe açıklık kazandırabilir. D elia Prince ile mülakat yaptığım ız araştırma projesinde (bkz. 1. Bölüm ), her okulda, her zaman ek­ lemlenmiş olmasa da, etkin bir toplum sal cinsiyet politikasının var­ 166

lığıyla karşılaşmıştık. H em öğrenciler hem de okul personeli a-rasmda çeşitli kadınlık ve erkeklik türleri kuran pratikler mev­ cuttur: Spor, dans, konu seçim i, sınıf disiplini, yönetim ve diğer şeyler. Ö zellikle öğrenciler arasında açıkça, bazı toplumsal cin­ siyet örüntüleri --en yaygım saldırgan bir heteroseksüel erkeldikhâkimdı, diğerleri ise ikincil konuma itilmişti. Personel arasında cinsiyete dayalı işbölümü v e Öğrenciler arasında da, beğeniler ve boş zaman etkinliklerinde, cinsiyet farklılıkları, kesin olmasa da, belirgin bir şekilde göze çarpmaktadır. Cinsel davranış ve cinsel karaktere ilişkin, çoğunlukla birden fazla ideolojiye de rastlanır. Bazen de, öğretim programındaki cinsiyetçililt üzerine, personel arasmdaki terfiler üzerine ya da çocuklar arasında itibar ve liderlik üzerine sürdürülen çekişm eler görülür. Bütün bunlarla biçimlenen örüntü okuldan okula değişir ama genelde Avustralya toplumundaki cinsel politika dengelerini, sınırlar içinde de olsa yansıtmak­ tadır. Örneğin, hiçbir okul açık eşcinsel ilişkiye izin vermez. Okullar gibi derli toplu resmi kuruluşlar özellikle açık top­ lumsal cinsiyet rejimlerine sahiptirler belki de, ama diğerlerinde de bunlara rastlandığını belirtelim. Piyasalar gibi yayılm ış kurumlar, devlet gibi büyük ve düzensiz biçimde yayılm ış kurumlar ve sokak köşesindeki arkadaşlık grubu yaşamı gibi gayri resmi toplumsal Çevreler de toplumsal cinsiyet kapsamında yapılanırlar v e sahip ol­ dukları toplumsal cinsiyet rejimleriyle karakterize edilebilirler. Bu bölümde üç olayı ele alacağım. Sunacağım tartışmaların özet ha­ linde olduğunu belirteyim, dolayısıyla her örnek için bir başlan­ gıçtan fazlasını yansıtmıyorlar. Ama toplumsal cinsiyetin ku­ rumsallaşmasına ilişkin.birtakım bağlantılar elde etmek açısından yine de yeterli olacaklarını umuyorum.

B. AİLE | Muhafazakâr ideoloji, aileden “toplumun tem eli” olarak söz eder, geleneksel sosyoloji de onu çoğunlukla kurumlann en basiti, daha ayrıntılı yapıların yapıtaşı olarak görür. A ile, toplumun tem eli o l­ manın ötesinde* onun en karmaşık ürünlerinden biridir. A ileye dair basit hiçbir şey yoktur. Ailenin içi, tıpkı jeolojik katmanlar gibi 167

y.

i

Ib'-

birbiri üzerine yığılm ış çok katmanlı bir ilişkiler sahnesidir. Başka hiçbir kurumda ilişkiler, zaman içinde böylesine yaygın; temas es­ nasında böyleşine yoğun; ekonomi, duygu, iktidar ve direniş örgüleri açısından böylesine sıkı değildir.! Teorileştirmelerde, normatif standart örnek olay üzerinde yöğunlaşılmasmdan ötürü, bu sıklıkla gözden kaçırılır. Bu kavrama ne kadar az güvenebileceğim iz hakkında zaten yeterince şey söylendi; ama bunu makul bir ölçüyle birleştiren ailelerin bile içsel olarak karmaşık olduklarının vurgulanması dikkate değer. Prince ailesindeki gizli duygusal eğilim lere 1. B olü m ’de değinmiştik. Lillian R u b in ’in W orlds o f P a in ’ı A B D ’deki uzlaşım sal işçi sınıfı aitelerinin müphemliliklerini ve karmaşıklıklarını belgeliyor. Laing v e E sterson’ın, şizofreniye ilişkin daha kolay tutuşabilir konulan ele aldıkları Sanity, M ddness an d the F am ily (D elilik, A kıllılık ve A ile) ise Ingiliz ailelerinde saygın normalliğin izlenm esiyle üretilebilen olağandışı kanşıklığı gözler önüne seriyor. Ö yleyse, toplumsal cinsiyet ve aileyi anlamak istiyorsak, aile­ nin içinin açılması gerekmektedir. 5. B ölü m ’de ana hatları çizilen üç yapı, böylesi bir girişim için gerekli çerçeveyi bize sunuyor. ^ Evler ve aileler içindeki cinsel işbölümü, kendine has bir li­ teratüre sahiptir ve iyi tanınmıştır. G eniş iş alanları ve çok ince ay­ rıntıların her ikisi de, bu bölünm eye maruz kalmaktadır.!Sözgelimi Pauline H unt’m araştırdığı İngiliz köyünde kadınlar pencerelerin iç yüzeylerini temizlerken kocalan da dış yüzeyleri temizlemektedir. Görev dağılım ı kesin değildir ve zamanla değişir. Bugün, 1920’lerdekinden daha az kadın için “Kocası evine bağlı bir erkekti ama tıpkı diğer erkekler gibi dışan çıkar ve işleri [yani, çocuktan y e­ tiştirmek ve evi çekip çevirmek] kendi bildiği gibi yapsın diye onu bırakırdı” denebilir. Y ine de bütün bu değişiklikler cinsel bölünmeleri azaltmaz. Bir çobanın oğlu otobiyografisinde, yaşamını sürdürebilen en büyük çocuk olarak “annesine yardım etmek, bebek bakmak, evi te­ m izlemek ve sanki bir kız çocuk gibi dikiş dikmek” zorunda kal­ dığına dikkat çekiyordu. Bu, 1830’larda İngiltere’de olmuştu. Bu­ gün ise çocukların em eğine bu Ölçüde bağım lı olan ve bu yüzden erkek çocukların annelik deneyimini gerektiren çok az ev var. Daha yakın dönemlerde cinsiyete dayalı işbölümündeki değişim 168

.

üzerine yapılan araştırmalar, örneğin M ichael G ilding’in Sydney’­ de 1940’a kadar sürdürdüğü aile araştırması, ev işinin kadarlardan erkeklere dağılımının değil, kadınlar arasında yeniden dağılımının asıl değişim i oluşturduğunu ileri sürer. |/Ç ağdaş şehir ailesinin/evinin, belirli iş tiplerini ev içi, ücretsiz ve genellikle kadınlara ait; Öbür işleri de kamusal, ücretli ve ge­ nellikle erkeklere ait olarak tanımlayan bir işbölümü tarafından ku­ rulduğu da eşit ölçüde bildik bir şe y d i^ Üretim yapısm m aile içinde ve dışındaki etkileşim i, farklı sın ıf ortamlarında karakter değiştirir. Mirra Köm arovsky’nin Amerikan işçi sınıfı ailelerinde bu, kocanın ücreti etrafında döner. H em en hem en aynı dönemde Robert W hite’ın “sürmekte olan” Amerikan burjuva “yaşamları” üzerine yaptığı bir araştırmada bağlantı, kocanın m esleği etrafında döner. Bu ikinci örnek olay, D elp h y’nin betim lediği gibi, kocanın sahiplenme biçim i olarak ev içi em ek için önem li bir koşuldur. Ba­ şarılı bir profesyonelin veya başarılı bir işadamının karısı, ko­ casının m esleğiyle bütünleşerek gelirini ömür boyu pekâlâ en üst düzeyde tutabilir. Evlerin çoğunda tarihlerinin büyük bir kısm ında çocuk vardır ve bu da işbölümünü iki yoldan etkiler. Çocuk yetiştirmenin .ken­ disi bir iştir ve bir bütün olarak cinsiyete dayalı işbölümünde önemli rol oynar. Zengin kapitalist ülkelerde küçük çocukların ba­ kım ı büyük ölçüde, ücretsiz olarak sağlandığından ve evde de an­ neler tarafından yerine getirildiğinden, ev içi İşbölümünde belirli bir önem e sahiptir. D olayısıyla R.E. Pahl’ın, İngiltere’nin güne­ yinde yaptığı yeni araştırmada, cinsiyete dayalı en keskin ve mühafazakâr işbölümünün beş yaşında küçük çocukların bulunduğu evlerde görüldüğü sonucuna ulaşm ası şaşırtıcı değildir. İkinci nok­ ta ise çobanın oğlundan yapılan alıntıyla zaten vurgulanmıştı: B iz­ zat çocuklar da hem evde hem okulda çalışırlar. K eza buradaki iş de, toplumsal cinsiyet çizgileri üstünde yapılanır. W.F. Gonnell ve diğerleri tarafından S ydney’de ergenler üzerine yapılan çalışm a­ nın, kız, çocukların erkek çocuklara kıyasla ev işine iki kat daha fazla yardım ettikleri gerçeğini ortaya çıkarması, vurgulanan nok­ talar ışığında hiç de şaşırtıcı değildir. Cinsiyete dayalı işbölümü, “kadının yeri” ile ilg ili görüşleri yansıtır; peki ama, bunu kim tanımlar? Colin B ell v e Howard 169

N ew b y ’nm gözlem leri şöyle: Ailelerin işleyiş biçimi kısm en ko­ caların, karılarının durumunu tanımlamaya yönelik iktidarının bir sonucudur. Altta yatan,çıkar, tutarlı ve güçlü gibi görünüyor. Farklı ülkelerdeki iaileler üzerine yapılan bir dizi uzun sosyolojik araştırmada,, gençleri yaşlılara ve kadınları erkeklere tabi kılan ata­ erkil örüntü, bu örüntüyü destekleyen erkeksi otorite ideolojileriyle birlikte yeniden ortaya çıkıyor. Ailenin iktidar yapısına ilişkin araştırmalar, bir bütün olarak düşünüldüğünde karar almada etki gücü olarak “iktidar” tanımı karşısında uzlaşımsal bir yaklaşım benimsemişlerdir. D iğer türden kanıtlar ise bunun yeterli olm adığını öne sürüyor. A ile içi şiddete ilışkin bir çalışma, kaba kuvvetin çoğu ailede önemli olduğunu gösteriyor. Öte yandan Gregory Bateson, R.D. Laing ve diğerle­ rinin “şizofreni” üzerine araştırmaları, hiçbir açık emir veya iktidar gösterimi söz konusu olmaksızın aile üyeleriyle bağlantılandınlabilecek acım asız duygusal baskılara işaret ediyor. Bu örnek genellikle annelerin çocuklar üzerindeki iktidarıyla ilgileniyor; ama B ateson’un şizofreniye ilişkin çifte çıkm az teorisinde kaçışa ge­ tirilen yasak, aile içi şiddet araştırmalarında vurgulanan “kadınların şiddet içeren ilişkileri terle etmesini önleyen etkenler”! de a[■anımsatıyor. A ile, birden çok yolla bir tuzak olabilir. Son olarak ev ­ lilikteki cinsel ilişkinin tam da kendisi iktidarı barındırabilir. Bu İkonu çok kapsamlı bir şekilde araştırılmadı, ama örneğin Lillian Rubin’in kanıtlarından, çoğu durumda cinsel pratiğin tanımlan­ masında Önceliği elinde tutan, büyük ölçüde kocalarmış gibi g ö ­ rünüyor. Bir ölçüde bunun farkında olununca, Emma Goldman gibi ev ­ lilik eleştirmenlerinin, kocaların kanlarına sağladıkları “korumayı” bir maskaralık ilan etmeleri anlaşılabilir bir şeydir. Güçlü bir ik­ tidar dengesizliğini ele alma biçimlerinden birinin, bir boyun eğm e .alışkanlığı inşa etm ek olm ası da aynı ölçüde anlaşılabilir bir şeydir. Marabel M organ’ın, tamamen tabi kılınmış olma ve bu durumu sevm e üzerine bir Florida rüyasını anlatan nefes kesici kitabı The Totai Woman (Bütünlüklü Kadın), aynı zamanda bu tür pratiğe ilişkin kurnazca bir “nasıl başa çıkılır?” el kitabıdır da. M organ’m sağcı din ve toplum görünümünün, erotizmle güçlü bir biçim de tat­ lanması dikkate değer. Kocanın evde kalmasını sağlamada, cinsel

yönden heyecan uyandırmak kadının işidir:

“Bir deneme yapmak için köpük banyomdan sonra pembe baby-doll ve beyaz çizme giydim... O gece Charlie’yi karşılamak için kapıyı açtığımda, vereceği tepkiye hazırlıklı değildim. Sessiz, ketum, kolay kolay heyecanlanmayan kocam bakakaldı, çantası kapınm eşiğinde elinden düştü ve yemek masasmın etrafında beni kovalamaya başladı." Kocaların iktidarı aile içinde ortaya çıkıyor, ama kesinlikle yal­ nızca burada temellenmiyor. Göç yüzünden ataerkil otoritenin aşınmasma ilişkin çalışmalar, örneğin Gillian B ottom ley’nin Avust­ ralya’daki Yunan aileleri üzerine yaptığı araştırma, aile içindeki ataerkil yapının, çevrenin desteğine bağım lı olduğunu gösteriyor. Göçün yol açtığı güçlü kargaşa söz konusu olmadığında bile bu destek her zaman için uygun veya yeterli olmuyor. A ile sos­ yolojileri, 195 0 ’lerde bile kocalar ve karılan arasında bazı iktidar paylaşımdan olduğunu açığa vurur. 5. B olüm ’de belirtildiği gibi bazı aileler, kocaların otorite talebinde bulunduğu ama bu talebin boşa çıktığı - v e gerçekte evi kontrol altında tutanın kadınlar ol­ d u ğu - aşınmış bir ataerkillik örüntüsü sergilerler. 1970’lerde Yeni Sol ve fem inizm in etkisiyle bazı ailelerde ve evlerde iktidar ilişkilerini tamamen söküp atmaya yönelik bilinçli girişimlerde bu­ lunulmuştu. Bu kolay olmamıştı ama eşitlikçi evlere dair belli ölçüde deneyim birikimi artık sağlanmıştır. Marabel M organ’in beyaz çizmeleri, aile içi iktidar ile kateksis yapısı arasındaki bağlantıyı zarif bir biçimdd işaret ediyor. Ailenin tüm yönleri arasında en fazla araştırılmış olanı belki de budur çünkü psikanalizin başlıca konusudur. Oidipus kompleksi teorisi, ailenin duygusal içyüzünün haritasıdır. Ama yaklaşık seksen yıl boyunca psikanalitik araştırmanın toplumsal teoriye verdiği ürün, eldeki kanıt miktarının ortaya koyduğundan çok daha azdır. Bu kısm en, psikanalistlerin dergilerinde yayımladıklarının, terapiye ilişkin sorularla güçlü bir biçim de çerçevelenmesinden kaynaklanır. Ama diğer kısım da, Freud’un kendi yazılarında ve o zamandan beridir psikanalitik düşüncenin büyük bir kısmında yerleşik bir ön varsayım olarak normatif standart «üneğin sonucudur. Bir psikanalist, bu normu sorgulamaya yöneldiğinde sonuçlar 171

şaşırtıcı olabilir. Anne Parsons’m N ap oli’de Oidipal olmayan bir “çekirdek kom pleks” üzerine çalışm ası, söz edilm eye değer örneklerden biridir. Buradaki kültürel v e psikolojik kanıt, annenin merkezde durduğu, babanın gerçek ev içi otoritesine çok az sahip olduğu ve ana-oğul ve baba-kız ilişkilerinin, aynı cinsiyetle özdeşleştirüm elerden daha fazla vurgulandığı bir aile örüntüsünün varlığını gösteriyor. Bu ise kadınlığın ve erkekliğin biçimlenişinde cinsiyetlerarası ilişkilerin önem ini vurguluyor ve toplumsal cin­ siyetin tarihinde, başka bağlamların gözönüne alınmasını g e­ rektiren, bir tür süreksizlik öneriyor. C insel suiistimale ilişkin ka­ nıtlar, benzer biçimde, aile içinde cinsiyetlerarası ilişkilerin şiddet içeren duygularla yüklü karakterine işaret ediyor. B eşinci B ölüm ’de öne sürülen kateksisin gölge yapısı, aile söz konusu olduğunda, yine psikanalitik araştırmanın yoğunlaşması yüzünden, öteki bütün örnek oiaylardakinden daha fazla açıklık ka­ zanıyor. Phyllis Chesler, A bout M etCde (Erkekler Hakkında), özd­ eşleşm elere rağmen babalar ve oğullar arasında varlığını koruyan nefretin derecesine dikkat çekerken bunun önemini vurguluyor. Chesler, erkekler arasında daha kapsamlı şiddet örüntü-leriyle bir bağlantı hakkında tahmin yürütüyor. Bastırılmış korku v e nefret, kesinlikle eksik olmakla birlikte, ne kadar çok sayıda erkeğin şiddet kuramlarına katılmaya teşvik edildiğine dair olası açıklama yollarından biri. Am a elbette, söz konusu kuramların geniş ölçekte nasıl işlediğine ilişkin bir açıklama değildir. A ile içindeki yapılararası etkileşim çeşitli noktalarda çoktan açıklık kazanmıştı. Ücret ve meslek, ev içi iktidarı etkiliyor; aile içi iktidar ise işbölümünün tanımlanmasını; Marabel Morgan da ik­ tidarsızlığı erotikleştiriyor. “E v kadını” v e “kocanın” ta kendisi, duygusal ilişkiler, iktidar v e işbölümünün birleşimidir. Belirli bir ailenin toplumsal cinsiyet rejimi, üç yapı tarafından yönetilen ilişkilerin sürekli bir sentezini yansıtır. N e var ki bu sentez sorunsuz değildir; Bir ailenin toplumsal cin­ siyet rejiminin bileşenleri birbiriyle çelişebilir. G eleneksel ataerkil evde, cinsiyete dayalı belirgin bir işbölümü aile reisinin iktidar uy­ gulama yeteneğine gerçekte bazı kısıtlamalar koyar, çünkü ka­ dınlar belirli türde b ilgi v e becerileri tekellerinde bulundur­ maktadır. Vanessa Mahler, ataerkil egem enliğin yoğun, işbölü-

münün de güçlü olduğu Fas kültüründe kadınlar için önemli ölçüde psikolojik bir bağım sızlık tasviri çizer. Çok kesin sınırlara sahip bir işbölümü, günlük yaşam için ataerkil iktidarı bir rutin olarak ayakta tutmasını zorlaştıracak bir tecrit düzeyi üretebilir. Örneğin Annette Hamil ton, Avustralya Yerli toplum lan için bunu öne sür­ mektedir. Bu tür çelişkiler, bir kurum olarak aile içinde, büyük bir olasılıkla da ailenin bağlamı belirgin bir biçim de değiştiğinde ger­ çekleşebilecek değişiklik potansiyeli anlamına gelir. G öçle ilgili örneğe daha önce değinm iştim . Bir başka güçlü baskı da, kapitalist olmayan bir ortama kapitalist piyasa ilişkilerinin girişidir. Baskı tümüyle tek bir doğrultuda olmaz. Kate Y ou n g’ın M eksika'da bir köylü ailesi üzerine yaptığı araştırma, sınıfsal katmanlaşma gelişirken toplumsal cinsiyet rejimlerinin farklı yönlere doğru ilerlem esiyle birlikte aile örüntülerinin parçalandığını gösterir.

C. DEVLET D evlet konulu teorik literatür, aileye göre diğer kutupta yer alır: Hemen hemen hiç kim se devleti toplumsal cinsiyetin kurumsal­ laşması olarak görmez. D evlet, fem inist düşüncede bile, yalnızca teorik bir sorun olarak gündem e gelir. Yine de, devlete atıfta bulunma nedenlerini bulmak kolaydır. D evlet personeli, 1. B ölü m ’de belirtildiği gibi son derece görünür, hatta dikkat çekici biçimlerde cinsiyet temelinde bölünmektedir. D evlet seçkinleri, birkaç istisna dışında erkeklerden oluşur. D evlet erkekleri silahlandırır, kadınlarıysa silahsızlandırır. Sözgelim i B aş­ kan Carter, A nayasa’da önerilen Eşit Haklar Ek M addesi’ni (ERA) desteklem esine rağmen, kadınlara orduda savaşçı bir rol ver­ m eyeceğini açıklamıştı. Büyük devletlerin diplomatik, söm ürgeci ve askeri politikaları, 5. B ölü m ’de belirtildiği gibi, sertliği v e gücü özendiren erkeklik ideolojileri bağlamında biçimlendirilir. Güney Pasifik, şimdilerde, Fransızlardan bunun tipik biçimde tanıtlan­ masını öğreniyor: Muroroa A tolü’nde atom bombası denem eleri, 1985’te Yeni Zelanda’da Rctinbow Warrior*m bombalanması ve Kanaky’de (Yeni Kaledonya) Fransız göçm enlerin uyguladığı ba-

K ;:V

.

“T-'■■■■

ğı^nsızlık karşıtı şiddet gibi. : D evlet, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet konularıyla ilgili pek çok ideolojik etkinlikle uğraşır; fazlasıyla değişken olan bu etkinlik, Hindistan ve Ç in’de doğum kontrolünden, İran’da kadınların çadır dçnen çarşaflara sokulmasına ya da Sovyetler’in ücretli işte çalışan kadınların sayısını artırmaya yönelik çabalarına kadar değişiklik gösterir. Devlet, cinselliği denetlem eye çalışır: Eşcinselliğin suç kabul edilm esi, reşit olma yaşı üzerine yasalar, cinsel hastalıklar, AIDS vb. D evlet, cinsiyete dayalı işbölümüne, göçün desteklenme­ sinden eşit1fırsat politikalarına kadar değişen biçimlerde müdahale eder. İşyerlerini v e aileleri düzenler, okullar açar, evler inşa eder. Bütün bunlar göz önünde.bulundurulduğürtda devletin denetimi, cin sek politikada büyük bir destektir. D olayısıyla Amerikan fe ­ m inizmi, 1848 Seneca Falls K ongresinden 1970’lerin Eşit Haklar Ek M addesi kampanyasına kadar devletten kim i taleplerde bu­ lunmuş ve kadınların devlete ulaşabilmelerini temin etm eye çalışmıştır. Avustralya feminizmi, yardım fonları ve “femokratlar” aracılığıyla, devlet bürokrasisi içinde varlık gösterebilm ek için çok fazla uğraşmıştır. İngiltere’deki E şcinsel Eşitlik Kampanyası gibi grupların da ana odağı, parlamenterler ve bürokratlarla yapılan ku­ lisler aracılığıyla yasal bir reform olmuştur. Amerikan Y eni S ağ’ı da, sonradan mahkemelerin ve yasa koyucuların denetimi yoluyla fem inizm i geri çekilm eye zorlamıştır. D evletin, toplumsal cinsiyeti barındıran toplumsal ilişkilerde derin bir yeri olduğunun reddedilmesi de oldukça güçtür. Alain Touraine, “devlet, toplumsal düzenin üst toplumsal güvencelerini temsil eden bir şahıs değildir... daha çok, öteki topluluklarla ve kendi dönüşümüyle ilgili olariak konumlandırılmış somut bir ta­ rihsel kolelctivitenin failidir” diyor. Evet; ama bu “tarihsel kolöktivite”nin, sınıf terimleriyle olduğu kadar toplumsal cinsiyet teriinleriyle de tanımlanması gerekmektedir. A sil sorun ise bağlan­ t ı l ı m nasıl anlaşılacağıdır. D evi ete, ilişkin teorik literatürde bunu yapabilecek dört argüman var. \ B irincisI 5 devleti prensipte tarafsız bir yönlendirici olarak düşünen ama uygulamada çıkar gruplarına, bu örnekte de erkeklere alet olabileceğini kabul eden liberal teoridir. Bu nedenle devletin kurumsal cinsiyetçiliği, dışlanan grubun, yani kadınların kusurlu

yatandaşlığına bağlı bir sorundur. Bu yaklaşım, hem hukuki eşitlik kapsamında (oy kullanma hakkı, Eşit Haklar Ek Maddesi,,-eşit is­ tihdamda fırsat eşitliği) hem de belirli refah gereksinimleri kap­ samında liberal fem inizm in temel kaygılarını anlayabilir. Ama ne devlet personeli arasında cinsiyete dayalı işbölümüne ne de devlet şiddetinin toplumsal cinsiyet yapılanmasına ilişkin herhangi bir kavrayış sağlar. Görünüşe göre bu yaklaşım, erkek gruplarına, Özellikle de eşcinsel erkeklere yönelik devlet baskısı olgusuyla ve erkeklerin cinselliğinin kadınlarınkine kıyasla daha ağır bir şekilde suç teşkil edebilm esiyle çelişiyor. Bu, devleti öncelikle bir düzenleme ve yumuşak tahakküm ay­ gıtı olarak gören' ikincObir yaklaşımla bağdaşıyor, Jacques Donzelo t’nun The Policing o f F ahtilies*i ve M ichel Foucault’nun Cin­ selliğin Tarihi adlı çalışmaları, şimdilerde Jeffrey Weeks gibi eşcin sel kurtuluş teorisyenlerince de benim senen bir yaklaşımın klasikleridir artık. Bu eserler, devleti, güç aracılığıyla olduğu ka­ dar, egem en söylem ler aracılığıyla da işleyen dağınık bir toplumsal denetleme aygıtının parçası olarak betimlerler. Bu, gündelik ya­ şamla bağlantı kurularak, bir Örgütlenme olarak devletin ötesine, onun işleyiş alanına geçilm esi açısından faydalıdır. Ayrıca, çoğul ve kim i zaman da çelişkili aygıtların iş başında tanınmasını da olanaklı kılar. Ama sonuçta, tümüyle şehvet düşkünü olmadığı sürece, devletin bu ölçüde bir düzenleme yaptığı, bu yaklaşımda yeterince açık değildir, Foucault ve D onzelot, cinsel politikada çıkarların kuruluşunu açıklamaz. O ysa üçüncü yaklaşım bunu kesinlikle yapar. Bu yaklaşım dev­ leti, sınıf çıkarlarının kollanması esnasında cinsiyet ve toplumsal cinsiyete ilişkin etkiler üreten bir sınıf devleti olarak tanımlar. “Freudcu S o l”, W ilhelm R eich ’tan I-Ierbert M arcuse’ye kadar, dev­ let eylem ini bu terimlerle, kapitalizmin ihtiyaçlarına göre bastırılan veya dikkatle tartışmaya açılan cinsellikle kavrıyorlardı. Marksist fem inizm , devletin güdülenimini, her ne kadar sonuçlarını er­ keklerin kadınları tabi kılmalarının sağlanması olarak görse de, g e ­ nellikle sın ıf terimleriyle anlıyordu. Mary Mclntosh gibi teorisyenler, ücret düzeyleri, yardım koşullan ve refah ideolojisi konularında devletin eylem ine ilişkin tartışmalarıyla, ekonom i p o­ litik boyutunun argümana yerleştirilmesinde başarılı olmuşlardı.

175

Am a argüman, 3. Bölüm*de dışsal teoriler tartışmasında belirtildiği gibi, toplum sal cinsiyet etkilerinin, kapitalizmin yeniden üretilmesi v ey a kâr sağlaması açısından niçin temel önem e sahip olduğu k o ­ nusunda yeterince açıklayıcı değildir. Dördüncü bir teorisyen grubu ise devletin başlangıçtan itibaren ataerkil bir kurum olduğunu öne sürerek bu kafa kafaya çarpışmayı çözüm lem eye girişir. David Fernbach, devletin tarihsel olarak er­ keksi şiddetin kurumsallaşması biçim inde yaratıldığını varsayar. Catherine MacKinnon, erkek bakış açısının kurumsallaşması olarak devletin eylem biçimine, özellikle de hukuki “tarafsızlığa” bakar ve bunun, tecavüz davalarına bakılırken cinsel politikayı.na­ sıl etkilediğini gösterir. Zillah E isenstein’ın ikili sistem m odeli, örneğin Carter’m Eşit Haklar Ek M addesi hareketini desteklem e­ sinin Amerikan seçkinleri arasında kamplara bölünme açısından ne denli taktik bir önem e sahip olduğunu göstererek merkezi devleti hem sın ıf politikası hem de cin sel politikada bir fail olarak kabul eder. Carol Pateman ise tam da liberal devletin gelişim inin, onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda gelişen sivil toplumda yeni bir ata­ erkillik biçim i tarafından desteklendiğini öne sürer. Bu işleyiş çizgileri, toplum sal cinsiyete ilişkin konuların mümkün olan tüm yönlerini ele alma potansiyeline sahip tir. Am a ortak bir noktada birleşebilmelerinden önce alt edilm esi gereken kim i güçlükler ya da en azından karışıklıklar bulunmaktadır. D evlet baskıcı bir aygıt olarak ele alındığında, fiziksel baskının asıl nesnelerinin erkekler olduğu açıktır. Buna ilişkin kanıtlar, 1. B ölüm ’de tutuklama ve hapsetm eye ilişkin veriler gibi, istatis­ tiklerde yeterince belirgin. D evlet şiddetinin doğrudan kadınlara yöneldiği örnekler de vardır, sözgelim i onyedinci yüzyılda A v ­ rupa’da, doruk noktasına ulaşan cadı çılgınbğı ya da 1971’de B ang­ ladeş’te Pakistan ordusunun kitlesel tecavüz olayları gibi; ama d ev­ let gücünün en sürekli ve en genel kullanımları, erkekler, tarafından erkeklere karşı olmaktadır. Ama bu yine de, devlet baskısının toplumsal cinsiyetle hiçbir bağlantısı olmadığı anlamına gelm ez. Burada da çok etkin bir top­ lumsal cinsiyet süreci, bir erkeklik politikası söz konusudur. D evlet hem hegemoriik erkekliği kurumsallaştırır hem de onu denetlem ek için çok büyük çaba sarf eder. Baskı nesneleri, Örneğin “suçlular”, 176

tam da baskının failleri olan polis veya askerlerinin ne fazlasıyla benzeyen bir toplumsal profille şiddet pratiğine bulaşan, genellikle genç erkeklerdir. Am a devlet tam anlam ıyla tutarlı değildir. Ordu ve baskıcı aygıtın, erkeklikler arası ilişkiler kapsamında an­ laşılm ası gerekir: Polisin veya ön saflardaki askerlerin fiziksel sal­ dırganlığı, komutanların otoriter erkekliği, teknisyenlerin, plan­ lamacıların ve bilimadamlarının hesaplı akılcılığı gibi. S ın ıf teorisinde artık iyice bilinen devletin içsel karmaşıklığı, toplumsal cinsiyet ilişkileri konusunda da eşit ölçüde önemlidir. Gerçek devletler, toplumsal cinsiyet konularını ele alış bi­ çimlerinde hiçbir surette tutarlı değillerdir. Yeni Güney Galler’de politik liderlik, öncelikle kadınlara yönelik kapsamlı bir fırsat eşit­ liği programı başlatmıştı; hiç kuşkusuz erkelderin yönetiminde olan bürokrasinin büyük bir bölümü, buna sessizce karsı kovmuştu. Çoğu Batılı ülkede uygulanmakta olan yeni politika, devletten sağlanan daha fazla toplumsal hizmeti “cem aat”e, yani kadınların ücretsiz em eğine vermektedir; ama aynı zamanda, okul ve yeni m esleki hazırlık programlarına gösterilen rağbetle birlikte genç kızların ücretli işe yönelik eğitimleri de yaygınlaş tınlmaktadır. Avustralya’da ise istihdamda fırsat eşitliği programlan yayılırken, diğer taraftan da bu programların verim ini artırabilecek çocuk ba-, kim i yardımlan kesilmektedir. A yn ca aynm cılık karşıtı yasalar ve eşcinselliğin suç olmaktan çıkanlm ası yoluyla eşcinsel erkeklerin vatandaşlık haklarının kadem eli olarak genişletilm esi, eşcinsellerin devlet istihdamından sürekli dışlanmalarıyla v e A ID S’e ilişkin ge­ nel bîr korku yaratmaya yönelik resmi uygulamalarla çelişm ek­ tedir. Kanada devleti de, 1985’te yürürlüğe giren Haklar ve Öz­ gürlükler Şartı’ndaki güçlü ayrımcılık karşıtı hükümler ile eş­ cinsellerin ordudan ve A tlı Polis T eşk ilatın d an resmi olarak dışlanmaları arasındaki çelişkiyle kendisini ciddi güçlükler içinde bulmuştu. Ataerkil devletin kendisi, bürokraside kadınlara ait b i­ rimler kanalıyla faaliyet gösteren tecavüz kriz merkezlerinden, fe­ minist akademik araştırmalara fon tahsis etmeye kadar geniş bir yelpazede fem inizm e fon ayırmayla karşı karşıya kalır. Bunun bir kısm ı, bir araçsallıklar kümesi olarak devletin katışıksız karmaşık­ lığından 'beklenileceği üzere yalnızca tutarsızlıktan kaynaklanır. Bir kısm ı ise gerçekten de çelişiridir. F12ÖN/Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

177

. .. Bu .noİctalar’ devlete ilişkin bir toplumsal cinsiyet analizinin bünyesine nasıl dahil edilebilir? Bunlar, devletin bizatihi ataerkil o madiğini, ama tarihsel olarak politik sonucu açık bir süreçte ata­ erkil biçimde kurulduğunu öne sürerler. Uzlaşım sal bürokrasi, iktıdar yapısı ve işbölümünün sıkı bir birleşimiyken, bürokratikleşme sureci burada merkezidir. S eçici işe alma ve terfi ile birlikte bu ya­ pılar, kadınların otorite konumlarından dışlanmaları ve çoğu kaiş banlarının tabi kılınmasıyla sonuçlanan bütünlüklü bir toplumsal cinsiyet ilişkileri mekanizması oluştururlar N e var kk işletm e teorisi “kullanım k ılavuzlarının devasa boyutlardaja çağdaş verim iyle doğrulandığı gibi, uzlaşım sal bürokrasinin kendisi de basla altındadır. Daha fazla verim lilik ademımerkezileştirme ve hatta daha fazla demokrasi talep leri/b u mekanizmanın parçalarını yerinden sökebilir. Sonuçta, devlet içındekı feministlerin de büyük ölçüde güçlendiği yerler, toplumsal cinsiyet politikasının ve örgütsel reformun kesiştiği alanlardır. J3asıt bir yarar dağılımından daha fazlası söz konusu o l­ duğundan devlet içindeki iktidar stratejiktir. Toplumsal örüntülerin oluşturulmasında ve yeniden oluşturulmasında devlet, kurucu bir rol üstlenir. Sözgelim i, devlet vergi değişiklikleri, iskân v e benzeri uygulamalarla evliliği yüzeysel bir düzeyde destekler. Daha temel bir düzeydeyse evliliğin kendisi, devlet tarafından tanımlanmış c uzenlenmış ve belirli bir ölçüde dayatılmış hukuki bir eylem hu­ kuki bir ilişkidir. Dikkate değer başka bir devlet girişimi d e’ d o­ ğurganlık alanındadır. Doğum taraftarı ve doğum karşıtı politikalar tartışılmakta, bu tartışmalara bağlı olarak doğum kontrol araçları da yasaklanmakta veya dağıtılmaktadır. Kadınların bedenlerinin bu yönünün denetlenmesinde devlet politikasının gerçekte ne denli ba­ şarılı olduğu tartışmalıdır, ama eski çağlardan günümüze değin bu yönde yoğun girişimlerde bulunulmuştur hiç kuşkusuz. E vlilik ve annelik gibi kurum v e ilişkilerin yönetiminde devlet, bunları düzenlemekten daha fazlasını yapıyor. Toplumsal cinsiyet düzeninin toplumsal kategorilerinin kurulmasında da oldukça önemli bir rol oynuyor. Belirli özelliklere ve ilişkilere sahip gruplar olarak kocalar”, “kanlar”, “anneler” veya “eşcinseller” gibi ka­ tegoriler yaratılıyor. D evlet, bu tür, kategoriler aracılığıyla cinsel politikadaki oyunda çıkarların kurulmasında rol oynar. Buna kar-

silik söz konusu kategoriler de, politik seferberlik aracılığıyla dev­ leti etkiler. Devletin cinselliği bastırmasının ve düzenlemesinin, toplumsal kategori ve kişisel kimlik olarak ‘‘eşcinser’ın yaratilmasında merkezi bir rol oynaması, bunun klasik bir örneği ır. u daha sonra, eşcinseller için yurttaşlık hakları politikasının temek haline gelmiştir. Aynı türde bir çevrim, oldukça geneldir. _ Öyleyse ataerkil devlet, ataerkil bir özün tezahürü olarak değil, ama içinde ataerkil yapının hem kurulup hem de tartışıldığı, yan­ kılanan bir iktidar ilişkileri ve politik süreçler kümesinin merkezi olarak görülebilir. Eğer bu bakış açısı doğruysa, devletin cinsel po­ litikadaki yeri ve etkilerine ilişkin bir anlayış açısından devletin ta­ rihsel yörüngesini elzem kılmaktadır. Bu tartışmayı, sözünü et tieim yörüngeye ilişkin birkaç hipotezle bitireceğim. ., . Aynen Pateman’in öne sürdüğü gibi, modern^devletin gelişimi toplumsal cinsiyet ilişkileri örüntülerindeki değişikliğe bağlıdır. Bunun önemli bir kısmı da, erkeklik örüntülennde yaşanan bir de­ ğişikliktir. Locke gibi liberal akılcılar tarafından kamu politikası düzeyinde eleştirilen gelenek merkezli ataerkil otorite, ev ıçı ya­ şamda belirli türde bir erkekliğin egemenliğim de yansıtıyordu. Hem modern devletin hem de endüstriyel ekonominin üretildiği dönem boyunca, teknik akılcılık ve hesaplama etrafında daha fazla örgütlenen erkeklik biçimleri, sözü edilen erkeklik biçimi ıegemonyasma meydan okudu ve daha sonra onun yerim aldı. En­ düstriyel kapitalizm sistemi, sınıf dinamikleriyle olduğu kadar bu değişiklikle de kuruldu; yukarıda taslağı çizilen devlet burokra. sisinin karakteristik biçimi de aynı şekilde v ' Ama bu, diğer erkeklik biçimlerini ortadan kaldırmadı. Yaptığı tele şey, onları marjinalleştirmekti: Bu ise giderek akılcılaşan ve bütünleşen iş dünyası ile bürokrasiden dışlanmış dürtülere veya pratiklere yaslanan yeni erkeklik biçimlen ıçm ortam yarattı. Boylece ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca bazı vahşi er­ keklikler ortaya çıktı. Bir yönde, erkekler arasında yasaklanan cin­ sel sevgi, devlet tarafından yaftalanıp damgalanan eşcinsel bir erkekliğin temeli haline geldi. Başka bir yönde ise erkekler arasında yasaklanan şiddet -I. Dünya Savaşı’nı izleyen ortam goz önüne alınırsa- faşizmde harekete geçınlen saldırgan erkeklikler ıçin temel oluşturdu. Faşist harekette ön saflarda savaşan-askerlerin

Önemi, yeterince bildiktir. A ynı ölçüde önem li olmakla birlikte pek bilinmeyen ise H itler’in, küçümsediği burjuva dünyasını yöneten “diplom alı baylarda duyduğu örtük nefrettir. A ynı zamanda kadınların durumu da, akılcılaşma sürecinde içerilmişti. D evletin ve piyasaların akılcılaştırılmasıyla yakından bağlantılı, yurttaşlık haklarını evrenselleştirm eye yönelik onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyılların güçlü eğilim i ile kadınların ev içi ataerkil sistem de tek tek erkeklere tabi olmaları arasında gi­ derek derinleşen bir çelişki vardı. Bu çelişki, İngiltere’de Mary W ollstonecraft’ın ve A B D ’de Susan B. A nthony’nin fem inizm ­ lerinde ele alındı, John Stuart Mili tarafından da özlü bir şekilde ifade edildi. Kadınlara oy hakkı tanınması için düzenlenen ilk kam­ panya (her ne kadar daha sonra bu konuları göz ardı etme aracına dönüşmüş olsa da) “toplum sal” konulardan sapma değildi; devletin gelişim inin bu noktada gelip dayanmış olduğu asıl çelişkiyi ya­ kalamıştı. Kadınların yurttaşlık haklarını kazanmaları, parti politikalarının yeniden şekillenm esi açısından olmasa da politika üzerinde köklü etkilere sahip olmuştu. Kadınların örgütleri, bazı muhafazakâr par­ tilerde önem liydi, ama kadınların partileri denebilecek olanlar hiçbir etkiye sahip değildi. Çok daha genel olarak kadınlar, devlet hizmetlerinin doğrudan tüketicileri haline geldiler. Kadınlara ilk kez sağlanan dul aylıkları ve annelik yardımları etrafında karmaşık bir hizmet v e yardım ağı yirminci yüzyıl içinde ortaya çıktı: Bebek sağlık merkezleri, kadın sağlık merkezleri, çalışmak zorunda olan­ lara ayrılan annelik yardımları, vergi iadeleri vb. yenilikler. Çok iyi bilindiği üzere, kadınlar artık tümüyle yardım hizmetlerinin asıl tüketicileri olmuştu. Bu, kadınların daha uzun ömürlü olmalarıyla kısmen bağlantılı, ama aynı zamanda kadınların em ek piyasasından dışlanmasını önkabul sayarak, devlet yardımının kocaların ücret­ lerini ikame etmek üzere tasarlanmasıyla da ilgilidir. ICerreen Reiger, bu tür yardımlardaki gelişmelerin, kadınların ev içi işini y e­ niden şekillendirerek profesyonel uzmanlarla (doktorlar, hem şire­ ler, psikologlar, toplumsal hizmet görevlileri) ev içine müdahale için araçlar sağlamayı nasıl başardığına dikkat çekiyor. Sheila Shaver da, yardım ve vergilendirme politikaları bir aktarım sistem i olarak bir arada ele alındığında, devletin aslında birey olarak 180

kadınlardan alıp daha sonra da birinin annesi, karısı veya dulu olarak onlara yeniden dağıttığına dikkat çekiyor. B,u noktalan bir a-; raya koyduğumuzda devleti, yirminci yü zyıl boyunca kadınlar ve erkekler arasında daha fazla dolayım lı ve soyut ilişkilerin ge­ lişm esine derinden kanşm ış durumda görebiliriz. Bunu, yalnızca dolayım lı ve yabancılaşmış bir cinselliğin gelişim iyle ya da rek­ lam cılık, pornografi ve kitle eğlencesinin ticari olarak standartlaş­ m asıyla bağlantılandırmaya karşı koym ak güçtür.

D. SOKAK Sokak çoğunlukla bir kurum olarak düşünülmez. Yürüdüğümüz, arabayla geçtiğim iz veya fıstıkların gezindiği bir yerdir. Yine de, sırf hafif bir ironiyle, Street C orner S ociety (Sokak K öşesi Top­ lumu) adı verilm iş sosyolojik bir metin var ve ayn ca “açıkgöz so­ kak çocuklaıT’ndan söz ediyoruz. Sokak en azından, belirli top­ lum sal ilişkilerin olduğu, kesin sınırlan olan bir toplumsal çevre­ dir. Sokakta pek çok iş yapılır. Çocuklarla ilg ili işlerin hemen hep­ si, örneğin bebek arabalarında çocukları gezdirm ek gibi, kadınlar tarafından yapılır. Alışverişin ve fahişeliğin büyük bir kısmı da öyle. Gazete, yiyecek ve diğer küçük nesnelerin satışı ise karmadır. Araba, kamyon ve otobüs kullanma, küçük suçlar ve polislik, araba tam irciliği ve doğrudan sokağın kendisi, öncelikle erkeklere aittir. Kadın otobüs şoförlerine artık daha sık rastlanıyor olsa da, büyük kamyonlar hâlâ eril bir uzmanlık alanında bulunuyorlar. Sokak, ıslık çalıp la f atma gibi görece hafif tacizlerden fiziksel sarkıntılık v e tecavüze kadar, kadınlara yönelik pek çok sindirme eylem inin gerçekleştiği ortamdır. Eylem in yükselişinin nerede du­ racağı her zaman önceden kestirilemediğinden, şehrin büyük bir bölümünde kadınlar, özellikle hava karardıktan sonra nadiren so ­ kakta yürürler. Ö yleyse sokak, erkeklerin işgali altıııda olan bir bölgedir. Genç yetişkin erkeklerin yoğunlaştığı yerler ise en kor­ kutucu ve tehlikeli olanlarıdır. Bu tür yoğunlaşmalar, Londra’da Brbtton, S ydney’de Redfern ve C hicago’da Güney Yakası gibi yüksek işsizlik ve etnik dışlan­ ı l

manın birlikte yaşandığı bölgelerde çok yaygındır. Cesaret çekiş­ meleri, spordan ve arabalardan bahsetmek, uyuşturucu, alkol ve cinsiyetçilik, umutsuz bir ortamda eğlence sağlar. Kadınlar g e­ nellikle bu tür ortamlardan uzak dururlar; ama kadınların ken­ dilerine ait özel bir sokakları olm adığı ve onlara kucak açan az sa­ yıda halka açık bina bulunduğu için en geçerli seçenek ev olur: Yani “kadının yeri...”. Aile semtlerinde bu izlenim aynı derecede güçlü değildir, ama tehlike hâlâ mevcuttur. Bu tehlikeye yol açan genç erkekler de aynı tehlikeye ma­ ruzdur. Sokak, medyanın “sokak çeteleri” adım verdiği farklı grup­ lar arasında ve bu çetelerle polis arasında, aralıklarla devam eden bir çatışmanın sahnesidir. Her ne kadar yaşlılar sokağa ilişkin kro­ nik bir korku içinde yaşıyor olsalar da, aslında sokaktaki şiddetin asıl kurbanları yaşlı insanlar değil genç erkeklerdir. Polis, bir otorite olarak gözden kaybolabildiği 1965 Ağustosunda Los A n g eles’ta meydana gelen Watts ayaklanması gibi birkaç istisnai Örnek dışın­ da; sokalc yaşamının Büyük G ücü’dür. Eğer politik liderlik bedelini ödem eye razıysa, B elfast’ta olduğu gibi, devletin yedek gücü as­ keri yollarla “düzeni yeniden sağlam a”ya yetecek denli büyüktür. Sokalc bazı açılardan bir savaş alanıdır; bazı açılardan da önemli askeri olayların meydana geldiği bir alan. Şehirdeki bir alışveriş merkezinde sokak, reklam gösterim leriyle doludur: Dükkân vitrinleri, ilan panoları, afişler. Bunların içerikleri ise yoğun bi­ çimde cinsiyetle belirlenmiştir ama son yıllarda giderek daha fazla erotikleşmektedir. Londra’da “Tetik sağ ayağınızın altında” slo­ ganıyla tabanca namlusundan fırlamış bir arabayı gösteren 1984 ta­ rihli afiş gibi, erkeksi şiddete özellikle kaba biçim de gönderme ya­ pan bazıları sokağı terk etm eye zorlanmıştı. Am a sigara ve bira reklamları, aynı şen şakraklıkta devam etmektedir. Daha fazla çeşitlilik içerm ekle birlikte kaldırımlar da eşit ölçüde gösterimlerle doludur. İnsanlar giysileriyle, takılarıyla, du­ ruşlarıyla, hareketleriyle, konuşmalarıyla kendilerine ilişkin m e­ sajlar verirler. Sokalc büyük bir erkeklik/kadınlık biçemleri ve cin­ sellik tiyatrosudur. Bir otobüs kuyruğu veya alışveriş yapan kalabalık, geniş bir biçemler ve davranışlar alanı sergileyecektir; bazıları canlı v e dikkat çekici, bazıları kılıksız veya bakım sız. Bir günlük veya haftalık devre boyunca hâkim biçem ler de, insanların 182

'

değişm esiyle birlikte yenilenir: Vardiya değiştiren işçiler, işine Vev ya evine gidip gelen işadamları, alışveriş yapan anneler, okuldan çıkan gençler, zamanının çoğunu sokaklarda geçiren gece kuşları,; B öylelik le toplumsal bir çevre olarak sokak, aile ve devletin : gösterdiği toplumsal cinsiyet ilişkileri yapılarının aynısını gösterir. Bir işbölüm üne, bir iktidar yapısına ve bir kateksis yapısına sa­ hiptir. B enzer biçimde, bu ilişkilerin yerel Örüntülenmeleri de dışarıdaki toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yapısına bağlanır. Emma G oldm an’m gözlem lediği gibi, fahişe olarak sokakta çalışan ka­ dınlar zevk için orada değillerdir; kadınların ücretleri düşük olduğu için oradadırlar. Ataerkilliğe (Jan Morris’in deyişiyle) “fırsatçı bi­ çim de boyun eğm e”, insanların buna yüklediği farklı dayanaklar gö z önüne alınırsa, zorunlu olabilir. E şcinsel ilişkiler, sıkı bir şekilde tanımlanmış alanlar dışında sokakta nadiren sergilenir; Çünkü sergilenm eleri çok tehlikeli olabilir. A ynı zamanda, sokak gibi gevşek yapılanmış bir toplumsal çevreyi, aile ve devlet gibi fazlasıyla tortulanmış kurumlardan farklı lalan kendine özgü bir şey vardır. Sokak yalnızca çeşitliliği barındırmakla kalmaz, ayrıca biçemlerin hızlı değişimini de ba­ rındırır, Bu durumda, sokağın tiyatrosu, deneysel bir tiyatro olabilir. Bunun yeni örneklerinden biri de, fazlasıyla siyah ve deri içeren punk modalarında saldırgan bir cinsellik biçemini sahiplenen ve dönüştüren genç kadınlardır. Toplumsal cinsiyette görülen yeni biçim lere ilişkin olarak epey bir pazarlık sürmekte. Bunu, feminist sokak tiyatrosu veya Sydney’deki eşcinsel Mardi Gras’sı* gibi olaylar aracılığıyla bilinçli bir politik pratiğe dönüştürmeye yönelik girişimlerde bulunulmaktadır. Arabanın üstünlüğünün bugün fes­ tival alanı olarak sokağın tüm niteliklere sahip herhangi bir yeni gelişm esini Önleyeceğinden kuşkulanıyorum. Ama sokak yine de cinsel politikanın oldukça ilginç bir kayıt defteri.

* Katollklerin Büyük Perhiz'inden önceki Salı günü, aynı zamanda karnavalın da son günü (ç.n.) 183

E. TOPLUMSAL CİNSİYET DÜZENİ Bu kurumlar analizinin çeşitli aşamalarında bağlamın, özellikle de öbür kurumlar tarafından sunulan bağlamın önem i açıktı. Bu yüzden, eksiksiz bir yapısal envanter derleyebilm ek için bir top­ lumsal cinsiyet rejimleri sıralamasının ötesine geçilm esi ve bu re­ jimler arasındaki ilişkilerin irdelenmesi gerekmektedir. B azı açılardan bu ilişki, bir ek niteliğinde veya tamamlayıcıdır. Kadınların yarım günlük istihdamını kuşatan örüntüler, bildik bir örnektir. B atılı şehirlerdeki işçi sınıfı ailelerinde görülen uzlaşımsal işbölüm ü, çocuk bakımı v e ev işlerinin büyük bir kısm ını bir eş ve anne olan kadına bırakir; ve kadınlık da, diğer aile üyelerinin ba­ kım ını kadınca yerine getirme işini tanımlayan bir biçim de kurulur. K apitalist endüstri ve devlet tarafından kurulan em ek piyasası, düşük ücretli, düşük statülü bazı yarım günlük işler sunar; ve bü yarı-zam anlı işlere giren insanların büyük bir bölümünün evli ka­ dınlar olm ası da yeterince tuhaftır. Bu işe girme örüntüsü, evli ka­ dınların ev içi yükümlülüklerinden ötürü yalnızca yarım günlük iş istedikleri ve bu onlar için “ikinci bir ücret” olduğundan yalnızca düşük ücrete ihtiyaç duydukları gerekçesiyle işverenler tarafından da onaylanmaktadır. Kadınların evlerindeki çok daha ağır ev işleri ise karılarının yalnızca yarım günlük iş bulabildiği gerekçesiyle k o­ calar tarafından onaylanmaktadır. Bu kadar birbirine geçm iş bir uyum akıllıcadır, etkilidir, bir tek rastlantısal değildir. Bu örüntü özellikle 1970’ler ve 1980’lerde g e­ lişmiştir ve ticaretteki durgunluk bağlamında, ilgili kurumlar arasında pratik bir bağdaşmayı yansıtır. Yapıların birbirine geçm esi, stratejilerin bir araya gelm esiyle üretilir: G evşek bir em ek p i­ yasasında işverenlerin kârlarını en üst düzeye çıkarmaya yönelik stratejileri ve çalışanların (Pahl’ın adlandırdığı biçim iyle) ev içi iş stratejileri. Eğer bu tür bir uyuşma normal bir durum olsaydı, gerçekten de kategoriciliğin öhkabul olarak aldığı sıkıca bütünleşmiş sistem e sa­ hip olacaktık. Ama karşılıklı etkileşim de bulunan kurumlann top­ lumsal cinsiyet rejimleri, pek seyrek olarak böylesine uyumludur, I. Dünya Savaşı şırasında Avustralya'da zorunlu askere alınmaya karşı düzenlenen kampanyada kullanılan afiş ve “Kanlı Seçim ” adlı 184

ünlü şiirden daha yalın bir örnek bilmiyorum. Şiirin iki kıtası şöyle: Yüzün neden bu kadar beyaz, Anne7 Neden nefes nefese kaldın böyle? Ah, geceleyin bir düş gördüm oğlum, Bir adamı ölüme mahkûm ediyordum.

1

Dul karısı ağlıyordu gecenin sessizliğinde, Yetim kalan o çocukların hıçkırıkları; Ve nereye baksam gözümün önünde, Ah Tanrım! ölen adamın oluk oluk kanlan, Burada dramatize edilen, ailenin duygusal ilişkileri ile savaş ha­ lindeki bir devletin talepleri arasındaki çatışma, günümüzde nükleer silahlara karşı sürdürülmekte olan da dahil olmak üzere, pasifist kampanyalarda yaygın bir temadır. Örneğin ünlü bir afişte şunlar yazar: “Nükleer savaş durumunda yapmanız gereken, çocuklarınıza veda Öpücüğü vermektir.” * Daha, karmaşık bir kurumsal aşınm a örüntüsü, devletin refah politikası tersine döndüğünde görülür. Refah politikasında örtük bir şekilde bulunan yeniden dağıtım hedefi ile baskı mekaniz­ masında ve ideolojik denetimde örtük bir şekilde bulunan istikrarlaştırma hedefi arasında uzun süredir bir çelişki vardı. Bir za­ manlar devlette içsel olan, Jürgen Haberm as’m diliyle, klasik “yönlendirme sorunu”, devlet, aile ve em ek piyasası arasındaki İlişki açısından bir çelişki olarak ekonom ik durgunlukla dışsallaştınlmaktadır. Savaş sonrasında yaşanan hızlı büyümenin yardımlar konusundaki muhafazakârlığı, tam istihdam anlayışına dayandırı­ larak yardım ölçütlerinin kademeli bir şekilde büyümesiyle birlikte sım f v e toplumsal cinsiyet gerilimlerinin üstesinden gelm eyi ba­ şarmıştır. Ama devlet hiçbir zaman bütünüyle iyi kalpli olarak ka­ bul edilmemiştir. Y eni S ağ’ı desteklem e yönünde ortaya çıkan bir seçm en grubu, yardım kesintilerine, em ek piyasasının denetim 'al­ tına alınmasına ve seçici dolaysız baskıya doğru ilerliyor. Yoksulluğun kadınlaştırılması göz önüne alındığında, yardim kesintileri kadınların ekonomik zararlarını artırmaktadır, oysa gördüğümüz gibi, asker ve polis örgütleri erkeklerin özel alanları 185

olmaya devam ediyor. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinde değişen y a ­ rar dengesi belki de, A B D ’de 1980 başkanlık seçim lerinde Reagan*ın^ kadınlara kıyasla erkekler arasında çok daha fazla destek sağladığını gösteren kamuoyu araştırması verilerinde açıkça görül­ mektedir. N e var ki cinsel politikanın basitçe oylara çevrilm esi mümkün değildir. Y eni Sağ retoriği kullanan ilk hükümetlerden bi­ ri olan Fraser hükümeti Avustralya’da, erkeklere kıyasla ka­ dınlardan sağladığı büyük destekle 1975’telci seçim i kazanmıştı; hatta Fraser hükümetini yerinden eden 1983 seçim lerinde bile ka­ dınlar, muhafazakâr partileri erkeklerden daha fazla destekle­ mişlerdi. ; Kurumlar arasındaki üçüncü bir bağlantı örüntüsü de, âdeta or­ tak bir strateji veya hareket alanı olarak kurumlan aynı çizgide bir araya getirir, S özgelim i, İstihdamda Fırsat Eşitliği kampanyaları, yürütülen politika çizgisin e taşımak üzere birinden edindiği de­ neyimleri bir başkasında kullanarak bir Örgütlenmeden diğerine ilerlemelcteydi, Başka bir düzeydeyse, eşcinsel olarak “ortaya çıkma/lcendini tanıtma”, bütün bir ortamlar dizisinde gerçekleş­ tirilmek zorundadır: Örneğin, işyeri, aile, arkadaşlık ağları vb. gibi. W endy Clark’m gözlem lediği gibi, ele alınacak duygusal örüntüler çeşitlilik gösterir: Sözgelim i, ana babanıza kendinizi tanıtışınız farklı olacaktır. Ama sürecin mantığı yine de kurumlan birbirine bağlar. | ^Sözünü ettiğim iz üç Örüntüde de ortak olan, politika olgusudur; diğer bir deyişle, kurumlar arasındaki ilişki koşulları etrafında sürdürülen toplumsal mücadele. D evlet/aile bağlantısı, özellikle alevlendirilmelctedir. Bu, Aleksandra K olontay’ın Sovyetler Birliğ i’ndeki devrimci devleti ataerkil ailenin sökülüp atılması yönün­ de kullanma çabasından tutun da, ataerkil ailenin destelden-m esi yönünde Italyan ve İrlanda devletlerini kullanmaya yönelik V a­ tikan stratejilerine kadar çeşitlilik gösteren politik programlara ne­ den olmuştu. Burada gördüğümüz daha genelleşm iş programlar, herhangi bir kurum analizinin getirebileceği açıklamadan daha faz­ la: genelleşm iş çıkarlar oluştuğunu göstermektedir. B öylece top­ lumsal cinsiyet düzeninin kurulması açısından ikinci önem li aşamâya gelm iş bulunuyoruz. Temel nokta, cinsel politikada asıl aktörler olan gruplaşmaların

büyük ölçüde tarihsel olarak inşa edildiğidir. Ama bu grup­ laşmalardan “kadınlar” ve “erkekler” gibi kategoriler olarak söz et­ mek hâlâ tuhaf gelebilir. N e var ki, tam da “inşa edilme”nin ken-, dişi daha yakından tanımlandığında anlam kazanabilir. Bu ise toplumsal bir kategoriye belirli bir içerik verilm esi, öbür toplumsal kategorilerle belirli karşıtlıklar v e uzaklıklar kurulması ve et­ rafında kim lik v e eylem in örgütlenebileceği bir çıkarın kurulması anlamına gelir. 4. B ölüm ’de öne sürülen argümanı anımsayacak olursak, kadın ve erkeği barındıran biyolojik kategorilerin, ka­ tılımcılarını bir paralel durumlar alanının sakinleri olarak ta­ nımlayan (çocuk yetiştirme, em zirme vb. gibi) yalnızca sınırlı sayıda bir pratik kümesini (Sartre’ın kullandığı teknik terimle “di­ zileri") belirlediğini görürüz. Cinsel politikada grup olan aktörler, diziselliğin olumsuzlandığı ve kolektif bir pratiğin kabul gördüğü hamleler tarafından kurulurlar. Bu tür hamleler ise zorunlu olarak toplumsal süreçler, yani diğer bir deyişle tarihteki eylemlerdir. Bu oldukça soyut, ama söz konusu örnekler zaten yeterince tar­ tışıldı, “Eril” ve “dişil” kategorileri, toplum sal yaşam ve cinsel po­ litikanın kategorileri değildir; oysa “erkekler” ve “kadınlar” ka­ tegorileri öyledir. İlci çift birbiriyle örtüşür, ama ikinci çift çok daha zengindir ve ilkinden daha karmaşık bir biçimde .be­ lirlenmiştir. Örneğin “erkekler” kategorisi, belirli bir yer ve za­ manda Özel bir kültürel içerik barındırır. Toplumsal eylem deki an­ lamı, 1 9 8 0 lerin B ali’sinde, 1980’lerin Londra’sında ve 1680lerin Londra’sında aynı değildir. Londra’da bu iki tarih arasında söz ko­ nusu olan önemli farklılıklardan biri de, eşcinsel pratiğin uzlaşımsal erkeklik tanımından dışlanmasıdır. “Eşcinsellerin” top­ lumsal bir kategori olarak yaratılmasından birçok kez söz edildi; ama bu sırada daha az dikkat çekilen nokta ise “heteroseksüeller” kategorisinin de eşzamanlı olarak yaratılmış olmasıdır. Heteroseksüellik yalnızca bir toplumsal cinsiyet karşıtlığı ile anlam kazandığı için bu aslında iki kategori gerektirir, yani heteroseksüel erkekler ve heteroseksüel kadınlar. Bunların yeni düzenlenmiş lcutupsallığı ise yirminci yüzyılda toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ana ekseni olmuştur. Toplumsal bir kategorinin inşası,, bir toplumsal çıkarın ku­ rulmasıyla tam olarak aynı şey değildir. Örneğin, “ikizler” faz-

187

.J i]

lasıyla bilinen bir kategoridir, ama bütün ikizlerin veya çoğunun paylaştığı herhangi bir çıkarın, tanımlanması kolay değildir. Çıkar, kolektif bazı pratiklerdeki yarar veya zarar olasılığıyla tanımlanır. C insel politikanın gruplaşmaları, eşitsizlik v e baskı olguları ta­ rafından çıkar olarak kurulur. Çıkarlar, ortak am açlan ve stratejileri tanımlayan seferberlik süreçleri tarafından ifade edilirler. Am a çıkarlann ille de ifade edilmesi gerekmez. Örneğin, David Lane v e Felicity O ’D e ll’in The Soviet Industrial Wü rker*ı (Sovyet Sanayi İşçisi), Sovyetler B irliği’nde kadın işçilerin erkeklerin denetiminde olan Parti ve sendikalar dışında, ayn bir grup olarak harekete geçm elerinin politik açıdan imkânsız olduğunu yeterince açık bir biçim de gösteriyor. Ama yine de kadınların eşitsiz toplumsal v e ekonom ik konumları kolektif eylem açısından iyi bir itici güç sağ­ lamaktadır. - Çıkarlar, birbirlerine ters düşebilen çok farklı temellerde ku­ rulabilirler. Evlilik ve akrabalık, bir aile için başka bir aile kar­ şısında yarar sağlanabileceği ve insanların bunu tam da kendi çıkarlarının asıl tanımı olarak görebileceği, kolektif pratikler içerir­ ler. Öte yandan, “erkekler” v e “kadınlar” ise gelir, iktidar v e şim di­ y e dek belgelenen benzer eşitsizlikler tarafından tanımlanmış, birbiriyle çatışan çıkarlara sahip daha genel bir türün kolektifleridir. Birbirine ters düşen bu çıkar kümelerinin her ikisi de gerçektir, ama her ikisi de çok etkin bir politikanın temeli olabilirler. Bu açıdan feminizm , kadınlar topluluğu temelinde bir seferberliktir. Er­ kekler topluluğunda ortaya çıkan seferberliği ise Pierre B ourdieu’nün toprak paylaşım ıyla olduğu kadar evlilik aracılığıyla da yarar sağlamaya yönelen soy ile beraber ele aldığı, Cezayir Kabiliye toplumuna ilişkin açıklamasıyla betimlenir. Toplum te­ orisindeki eğilim bir çıkar temelini ön plana çıkarıp geri kalanlarını ikincil saymaktadır. B öylelikle Bourdieu, gerçekte Kabiliye ka­ dınlarının çıkarlarını, bu kadınların erkek akrabalarının soylarının çıkarlarına dahil eder. Öte yandan Christine Delphy ise (B o­ urdieu’nün tersine) yönetici sınıf kadınlarının (konumlarını köylü ve işçi sınıfı kadınlarının konumuna benzeterek) kocalarının m es­ lekleri sayesinde sahip oldukları maddi çıkarı göz ardı etmektedir. Ama bu, postula oluşturarak saptanacak bir nokta değildir. Belirli bir yer ve zamanda yükselen konumda olan çıkarı tanımlama bi188

çim i, ampirik bir sorundur. Gerçekten de pek çok cinsel politika, şaşmaz biçim de örtük bir çıkan pratikte görünür hale getirmeve çabalamak üzeredir. Çıkarlar m evcut eşitsizliklerce, dolaysız biçim de tanımlanırlar ama daha uzun dönemde tanımlanmaları da mümkündür. Top­ lumsal cinsiyet ilişkileri tarihseldir, yeni örüntülerde yeniden bi­ çimlenebilirler ve yeni örüntüler de belirli gruplann yaranna veya zaranna olacaktır. Ö yleyse, tarihsel dönüşümlerde çıkarlar bu­ lunmaktadır. Barbara Ehrenreich’m The H ea rts o f M en'i, (Er­ keklerin Yürekleri) savaş sonrası K uzey Amerikan toplumunda sa­ vaş sonrası cinsellik ve ailenin yeniden yapılmasında heteroseksüel erkeklerin sahip olduğu çıkarı tanımlamaya yönelik dikkate değer bir çabadır. Bunu yapmak kolay değildir, çünkü cinsel konuların kamusal ifadesi, yalnızca dolaylı ve sansür edilm iş biçimlerdeki çıkarı yansıtır. Am a bir çıkar örüntüsünün saptanabileceği de açık­ tır. Bu toplumun tamamını kapsayan çıkar çatışması, genel ka­ tegorilerin oluşumu ve çözülüşü, kurumlar arasındaki ilişkilerin düzenlenm esiyle birlikte toplumsal cinsiyete dair makro bir po­ litikayla aynı anlama gelir. Bu, "cinsel politika”nın olağan içeriği olan yüz yüze konulardan, her ne kadar bütün noktalarda bağlantılı da olsa analitik açıdan farklıdır. 5. B ölüm ’ün sonunda soyut olarak tanımlanan “toplumsal cinsiyet düzeni”, etkin bir biçim de bu makro-politikadaki oyunun şim diki durumu olarak da tanımlanabilir. Bunun süreçleri ise cinsellik ve cinsel karakter tanımlarında he­ gemonyanın yaratılması v e rekabetini (bkz. 8. Bölüm ), cinsellik ve cinsel karakter tanımlan etrafında çıkarların ifade edilmesini ve politik güçlerin örgütlenmesini (bkz. 12. Bölüm) içerir. Bu bölümün başlannda değinilen devlet güçleri gibi toplumsal cin­ siyet ilişkileriyle bağlantılı olan kurumsal kaynaklar; toplumsal cinsiyetin kültürel tanımlan (bkz. 11, Bölüm); ve bunların ikisi aracılığıyla da toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki tarihsel olasılıklann tanımları ise özgül şartlara bağlıdır. S öz konusu bu makropolitikadaki tarihsel dinamik, toplumsal cinsiyete dair toplumsal analizlerin can alıcı noktasıdır v e tüm konular arasında kavranması en güç olanıdır. Bir sonraki bölümde bu konuya on hazırlık n i­ teliğinde atıfta bulunacağız. 1^9 .

F. TOPLUMSAL CİNSİYETİN TANIMINA VE KURUMSALLAŞMASINA DAİR BİR NOT Sağduyuya dayalı anlayışta toplumsal cinsiyet, birey olarak in­ sanların bir özelliğidir. B iyolojik belirlenim cilik terk edildiğinde bile, toplumsal cinsiyet hâlâ genellikle toplum sal olarak üretilmiş bireysel karakter kapsamında görülür. Toplum sal cinsiyeti aynı zariıanda kolektivitelerin, kurumlann ve tarihsel süreçlerin. Özelliği olarak düşünmek çok önem li bir sıçramadır. A m a bu görüş yine de, tam da aykırı türde kanıtlar ve deneyimler Ölçüsünde gereksinilir. Tümüyle bireylerin özelliği olarak açıklanarriayacak ama yine de bireylere ait özelliklerin büyük bir bölümünü içeren, son derece önem li toplumsal cinsiyet fenom enleri vardır. Toplumsal cin­ siyetten kolektif olarak ve toplumsal pratiklerden de toplumsal cin­ siyet yapılı olarak söz edebileceğim iz daha kesin bir anlayışa ulaşılm ası faydalı olabilir. Dördüncü B ölüm ’de, toplumsal cinsiyeti barındıran toplumsal ilişkilerin, biyolojik farklılık tarafından belirlenm ediği ama onunla bağlantılı olduğu öne sürülmüştü; diğer bir deyişle, bir indirge­ meden çök pratik bir bağlantı söz konusuydu. Öteki pratiklerle top­ lumsal cinsiyet yapılı pratik arasında sınır çizerek toplumsal cin­ siyeti toplumsal düzeyde tanımlayan da bu bağlantıdır. “Toplümsal çinsiyet”, insanların eril ve dişil olarak, ürem eye dayalı bölünmesi kapsamında veya bu bölünm eyle bağlantılı olarak örgütlenmiş pra­ tik anlamına gelir. Bunun daha önemli bir toplumsal ikilik talep et­ m ediği de doğrudan doğruya açılt olmalıdır. Toplumsal cinsiyet pratiği üç ya da yirmi toplumsal kategori kapsamında örgütle­ nebilir. Aslında toplumumuz -g e n ç kızlar, yaşlı erkekler, lezbiyenler, kocalar vb. g ib i- oldukça geniş bir çeşitliliği tanır, ftadmerlcek ikiliğinin niçin herhangi bir toplumsal cinsiyet düzeninin ,önemli bir parçası olma eğilim inde olduğunun da aynı şekilde açık olması gerekmektedir. Bu durumda toplumsal cinsiyet, bağlantı sağlayan bir kav­ ramdır. Toplumsal pratiğin öteki alanları ile doğurma ve ana ba­ balık etme gibi düğüm niteliğindeki pratiklerin birbirine bağlan­ masına ilişkindir. Önerilen bu tanım, söz konusu bağların ne kadar yaygın ve ne kadar sıkı olduğu ve toplumsal geometrilerinin ne ol- 190

190

duğu sorusunu tümüyle tartışmaya açık bırakıyor. Bağlantıların da­ ha yaygın ve zorlayıcı olduğu, (metaforu değiştirecek olursak) top­ lumsal manzaranın çok büyük bir yüzdesinin toplumsal cinsiyet ilişkilerince kaplandığı yer ve zamanlar ya da aynı ölçüde daha az olduğu yer v e zamanlar vardır. Gayle Bubin’in “biyolojik/ toplumsal cinsiyet sistem i” kavramının tüm toplumlarda ayakta tu­ tulamayacak olm asının temel bir nedeni de budur. Bu kavrayışta' toplumsal cinsiyet bir nesne olmaktan çok bir süreçtir. D ilim iz, özellikle de bu dilin genel kategorileri, bizi so­ mutlaştırmalara yöneltir. Am a “bağlantı sağlayan kavram” bağlan­ tıların kurulmasına, toplumsal yaşamın belirli bir biçimde örgütlenme sürecine ilişkindir; bunun açıkça anlaşılır kılınması ge­ rekir. Eğer, “toplumsal cinsiyet” sözcüğünü bir fiil olarak kullanabilseydik (toplumsal cinsiyetiyorum, toplum sal cinsiyetiyör­ sün, toplum sal cinsiyetiyor...), konuyu anlayışım ız açısından daha iyi olacaktı. “Toplumsal cinsiyetli öznellik” hakkında karmaşık bi­ çimde konuşan 1970’ler sonları Marksist-feminist literatür, bu doğrultuda el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyordu ve “top­ lumsal cinsiyetli dil” tartışmaları da zaten burada mevcuttu. Burada belirtilen “süreç” katı bir biçimde toplumsaldır ve top­ lumsal cinsiyet, toplum sallık içerisinde yer alan bir fenomendir. B iyolojik sürecinkinden çok farklı bir temelde kendi ağırlığına ve tutarlılığına sahiptir. Sosyolojinin de “kurum” kavramında ya­ kalamaya çalıştığı şey, işte bu ağırlık ve tutarlıktır. Kurum anlayışı klasik bir şekilde görenek, rutin ve yinelenm eyi belirtir. Anthony Giddens The Constitution o f S ociety (Toplumun Kuruluşu) adlı kitabında kurumlan, toplumlar içerisinde “en fazla uzam-zaman yayılım ı”na veya “toplumsal yaşamın daha uzun ömürlü özellikleri”ne sahip pratikler biçim inde tanımlayarak buna uymaktadır. A m a pratik, G iddens’ın kurumlara biçtiği uzun ömre sahip değildir; pratik, anlıktır. Süreldiliğini koruyan şey, pratiğin Örgütlenişi veya yapısıdır, yani pratiğin ardından gelen pratik üzerine etkileridir. Bu, başlangıçtaki durumdan aynlabilir ya da onu yeniden üretebilir; diğer bir deyişle, pratik çeşitlenen veya döngüsel olabilir. 3. B ölüm ’de öne sürüldüğü gibi, toplumsal y e ­ niden üretimin gerçekleşmesi mantıksal bir zorunluluk değildir; yalnızca olası bir ampirik sonuçtur. Ama önemlidir ve bunu üreten 191

döngüsel pratik de, “kurum” ile anlatılmak istenen şeydir. D o ­ layısıyla “kurumsallaşma” süreci de döngüsel pratiği olası kılan koşulların yaratılmasıdır. ‘D öngüsel5den, yapının pratikteki bir aynılık sorunu olduğu düşüncesiyle, pratiğin kesintisizliği anlayışına karşı bir seçenek bi­ çiminde tasarlanarak söz edilmiştir. Bu, G iddens’da örtük bir şekilde, Adrienne R ich ’in tarihaşırı bir gerçeklik olarak “lezbiyen kesintisizlik” kavramındaysa açık bir şekilde bulunur. Sonuçta ya­ pı, bir karşıtlıklar döngüsü içerebilir. Anne Parsons’ın N apoli’de Oidipal olmayan bir “çekirdek kom pleks” üzerine çalışması, özellikle açık bir örnektir; burada belirli bir erkeklik örüntüsü anne ile ilişki aracılığıyla toplumsal olarak yeniden üretilmektedir, ka­ dınlık örüntüsü ise babayla olan ilişki aracılığıyla yeniden üretilir. Karşıtlıklar aynı zamanda kolektif düzeyde de bulunabilir. B ö­ lümün başlarında sunulan iktidar tartışması, yerel bir iktidar örüntüsünün daha küresel bir iktidar örüntüsüyle işlem ediği, Örneğin ev içinde otoritenin kadınların elinde olduğu durumlara dikkat çek­ mişti. Bu bir iktidar yapısı anlayışını geçersiz kılmıyor, sadece her­ hangi bir yapının homojen olm ası gerektiği görüşünü ön plana çı­ karıyor. Bu parçaları bir araya getirdiğimizde ise toplumsal cinsiyetin, yeniden üretim sistem ine bağlantılar ağının döngüsel pratikler ta­ rafından biçimlendirildiği Ölçüde kurumsallaştığını görürüz. Top­ lum sal cinsiyet, sözünü ettiğim iz bağlantılar ağında oluşturulan grupların çeşitlenen pratikten ziyade döngüsel pratiğe ilişkin k o­ şullarda kim i çıkarlara sahip olduğu ölçüde dengede tutulmaktadır.

192

N

otlar

KURUMLAR (s. 165-67). Toplum bilimleri ana akımında toplumsal cinsiyet körlüğüne ilişkin sağlam eleştirileri için bkz. Goot ve Reid (1975); Wilson (1977) ve West (1978). Okullardaki toplumsal cinsiyet rejimlerinin analizi Kessler vd. (1985) üzerine temellenmiş tir. AİLE (s. 167-73). İngiliz aileleri üzerine alıntılar Davies (1977), s. 62 ve Burnett (1982), s. 72; Florida erotizmi üzerine alıntılar Morgan (1975), s. 94. DEVLET (s. 173-81). Feminizm ve bürokrasi hakkında bkz. Eisenstein (1985) ve Pringle (1979). Alıntılayan, Touraine (1981), s. 108. Ordudaki er­ keklikler arasındaki ilişki üzerine argüman ConnelFda (1985a) ge­ liştirilmişti. Hitler'in toplumsal bilinci hakkında bkz. Bullock (1962). SOKAK , (s. 181-84). Bu bölüm, temel olarak 1984 yılı boyunca Brixton’daki gözlem ve İzlenimlere dayanır. TOPLUMSAL CİNSİYET DÜZENİ (s. 184-90). “Kanlı Seçim” metninin tamamı için bkz. Harrİs (1970), s. 239. 1980 ABD seçimleri sonuçları Freidan (1982), s. 210; 1975 ve 1983 Avustralya federal seçimlerinin sonuçları Morgan Gallup Ka­ muoyu Araştırmaları, 102 ve 499A.

FI 3ÖN/Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

193

VII

Tarihsel dinamikler -..ISfSf

A. TARİHSELLİK VE "KÖKENLER” 1984 yılında İngiliz hükümetinin kömür ocaklarının kapatılmasını Öngören programı, maden işçileri tarafından düzenlenen v e son za­ manların en şiddetli endüstri muhalefetlerinden biri olan ülke çapındaki bir grevi provoke etti. .Mücadele, madencilerin liderle­ riyle ve hem encecik maço bir üslup takımveren Ulusal Kömür Kom isyohu’yla sürdürülürken, m edya madencilerin karılarının greve nasıl karşı çıktıkları hakkında öyküler anlatmaya başladı. M a­ dencilik sektöründe yaşanan endüstriyel anlaşmazlıklar fazlasıyla bir cemaat m eselesi sayıldığından, bu iddialar çok fazla tepki uyandırdı. B azı madencilerin karıları grevi desteklediklerini ka-

mtlamak amacıyla bir protesto yürüyüşü b ile, düzenlediler; ve bu, kadınlar arasında hem maden işçileri sendikasını hem de hükümeti şaşırtacak ölçüde bir dayanışma hareketine dönüşerek çok hızlı bir şekilde ulusal düzeye yayıldı. Hareketi başlatanlar arasında yer alan Barnsley kasabasından bir grup, Womeri A gain st P it C losures (Maden Ocaklarının Ka­ patılmasına Karşı Kadınlar) başlığını taşıyan ve kendi de­ neyimlerini yansıtan bir kitapçık hazırladı. Kitapçığın ana teması, bölgedeki kadınların madencilerin sınıf dayanışmasının parçası ol­ duklarıydı. Am a aynı zamanda kadınlan dışlaması veya göz ardı etmesinden ötürü sendikayı da eleştiriyordu. Kitapçık, kadınların politik bir sesi sahiplenerek kamusal bir eylem e giriştiklerini, diğer şeylerin yanı sıra polisin, şiddetine maruz kaldıklarını ve aralarından bazılaım ın tutuklandığını, bundan böyle madenci ka­ sabalarında hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına ilişkin güçlü bir anlayışı dile getiriyordu: Kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler kesin bir biçim de değişm ekteydi. Hiçbir şeyin "bir daha asla aynı olam ayacağı”, yeni olasılıkların su yüzüne çıktığı ve eski Örüntülerin sayfadan silindiği anlayışı, tam da toplumsal cinsiyet ilişkilerinin tarihse iliğinin neye dair ol­ duğunu belirtmektedir. Tarihsellik kavramı, mekanik veya dışsal olabilen, yani bir kuyrukluyıldız, bir yangın veya bir veba salgını gi­ bi insanların başına gelebilecek bir şey olan “toplumsal değişme” kavramından daha güçlüdür. Tarihsellik düşüncesi, insan pratiği ta­ rafından üretilen değişim e, sürecin içinde yer alan insanlara iliş­ kindir. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin bir tarihinin olduğu düşüncesi, tek bir yüzyıldan daha eskilere dayanır. 2. B ölüm ’de belirtildiği gi­ bi, toplumsal cinsiyete ilişkin bir toplum bilim inin yaratılmasında temel unsurdur. Ondokuzuncu yüzyıl tarzındaki en iyi ille formülleştirimleri, “kökenler” sorunu üzerinde yoğunlaşır. Ama bun­ lar da, olsa olsa tarihsellik kavramına göre arada bir yerdedir. “K ö­ kenler” kavramı, tam olarak gelişm em iş olsa da bir şeyin, daha ilk ortaya çıkışında çoktan biçim lendiğini ve bunu izleyecek şeyin de zaten yerleşik (tanımlı) olan bir mahiyetin izahı olduğunu ifade eder. Tabloya eklenen köken teorileri arasında şim diye kadar en etkili 195

olanı, Friedrich E ngels’in 18 8 4 ’te yayımlanan çalışm ası Ailenin, Ö zel M ülkiyetin ve D evletin K ökeni'dir. E ngels’in yabanıl top­ lumsal yapıya ilişkin görüşü, o dönemlerde masa başında yürü­ tülen bir araştırmanın oldukça iyi bir ürünüydü. Ö ncelikle, sınırlı bir ilk etnografya araştırmasıyla kazanılan Yunan ve Roma yazılı kaynaklarına dayanıyordu. Am a o zamanlarda bile prehistoryaya dair mükemmel bir yapıt olarak görülmedi. Asur uygarlığı bir nesil önce ortaya çıkarılmıştı, M ısır hiyeroglifleri 1820’lerde çözül­ müştü ve E ngels’in kitabını yazdığı sıralarda gerçekleşen büyük kazılar, Sümerler’de daha büyük bir uygarlığın bulunduğunu ana hatlanyla gösteriyordu. Sonraki on yıllık dönemde E ngels’in sınırlı kaynaklan, yaşanan arkeolojik bilgi patlamasıyla birlikte iyiden iyiye etkisiz kaldı. Arkeoloji, E n gels’in temel başvuru kaynaklannın ilgi odağı olan Akdeniz bölgesinde, M inos, Miken, Hitit ve Etrüsk kültürlerinin varlığım gün ışığına çıkarmıştı, (sadece en faz­ la görülm eye değer olanlarından söz ettim). 1920’lere gelindiğinde prehistorya, gelişkin saha araştırması yöntem leriyle gelişkin bir b i­ lim olmuştu. Gordon Childe’m D aw n o f European C ivilization ’ına (Avrupa Uygarlığının Şafağı) benzer teknik açıdan aynntılı bölge sentezleri ortalıkta dolanıyordu; E ngels’in yapıtı gibi (saha araştırmasma dayanmayan) spekülatif metinlerin modası iyice g eç­ mişti. Am a bu kitabın tartışmaların odağında kalmasının bir nedeni de, prehistorya tarihçilerinin işlerini gerektiği gibi yapmamalarıdır. Günümüzde saha bulgularını geniş ölçüde tartışan ve sentezleyen, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ilk tarihini ele alan kapsamlı bir li­ teratür yoktur. Tarih öncesine ilişkin ikincil literatür, cinsiyete da­ yalı işbölümünü ve kadınların tabi kılınm asını, birkaç istisnai örnek dışında sorgulamaksızın doğalm ışçasına kabul eder. Şimdi ailenin ortaya çıkışın! tartışan iki ünlü prehistorya ta­ rihçisine kulak verelim: Avcılık erkeksi vasıflan özendirdiğinden bu etkinlik erkekler için özel bir uzmanlık alanı haline geldi ve kadmiann bitki, böcek ve benzeri yiyecekler toplamayı sürdürdüğü, erkeklerin de iz sürme ve öldürme oyunu için gerekli becerileri geliştirdiği, cinsiyete dayalı bir işbölümü kuruldu. Bu ise bir cinsiyetler ortaklığını pekiştirdi.

Ne var ki, buna ilişkin hiçbir kanıt öne süriümemektedir; aslında burada yapılan, daha sonraki toplumlarda geçerli olan cinsiyete da­ yalı işbölümünün geriye doğru okunmasından başka bir şey değil. Böyleşirie muazzam bir anakronizmin, profesyonel bir tarihçinin kişisel sansüründen geçiş izni koparabilecek başka bir konu başlı­ ğının düşünülmesi oldukça güç. Bu örnek, yaklaşık yirmi yıl öncesine ait, ama o zamandan beri, arkeoloji literatüründe pek fazla şey değişm edi. Ataerkil ideolojiye gömülü olan modern tarih ya­ zıcılığının yardım ıyla doğru sorulardan bazılarını sormayı başaran demode bir metin bile iyi olarak yorumlanabilir. Kuşkusuz E n gels’i demode bir metnin yazarı olarak göremeyiz. E ngels’in yapıtı, ortodoks Marksistler için yasa niteliği taşıyan (ya da hemen hemen öyle olan) kurucuların metinleriyle birlikte, ka­ çınılm az şekilde, günümüzde kadınların ezilm esine dair Marksist açıklamaların dayandığı argümanın odağı olmuştur. Marksizm kar­ şıtlan ise mücadelelerini alternatif bir tarih öncesi icat ederek sürdürme kolaylığına kaçmışlardır. H om eros’un savaşçıları kah­ ramanlarının öldüğü her yerde cesetlerine sahip olmak için savaşır­ ken, çarpışma da, savaş alanının seçim i sorununu çok fazla dikkate almaksızın ataerkilliğin gerçek kökeni üzerine sürdürülüyordu. En tuhaf sonuçlar ise ilkel bir anaerkilliğin var olup olmadığına, ka­ dınların yönettiği tarihöncesi bir dünyanın bulunup bulunmadığına ve şayet geçm işte böyle bir dünya varsa bunun erkekler tarafından nasıl yıkıldığına dair tamamen spekülatif bir tartışmanın ortaya çıkışıdır; ayrıca ataerkilliğin kökenlerini paleolitik avcılıkta, yani Lionel T iger’a göre insan türünün “baskın örüntüsü”nde bulan ta­ mamen spekülatif bir evrim teorisi de buna eşlik eder. Köken mitlerini görkemli bir şekilde'yıkarak anılmayı hak eden Christine Delphy, bu tartışmanın kendisini başlatan içgorüden uzaklaştığını gözlem liyor ve şöyle diyor: “Aslında, tarihsel bir soru ortaya atma maskesi altında, tarihdışı bir soru öne sürülmüştür: Erkek üstünlüğüne y o l açan doğ a l nedenler nelerdir?” Toplumsal bir ilişki için hiçbir doğal nedene gerek olmadığından bu tartışma asla çözülem ez. Tem el olarak sem bolik bir tartışmadır, yanı şim ­ diki zaman hakkında fikir beyan etme biçimidir olsa olsa; ayrıca bu beyanları deşifre etm eye yönelebilecek tüm bulgulan dışlayan ger­ çekten tatmin edici argümanlardan biridir. 197

Köken tartışmasının temel zayıflığı ise ister stratejik ister sem ­ bolik herhangi bir güce ' sahip olmak için B aşlangıçsan sonra hiçbir şeyin çok fazla değişmediğini varsaymak zorunda oluşundan kaynaklanır. Tıpkı Just So S tories*deki (Ö ylesine Öyküler) hor­ tumu uzayan Yavru Fil gibi, bir kere sahip oldunuz mu bundan as­ la kurtulamazsınız. Argüman, tüm temel özelliklerinde, “erkeklik bağının”, bugün de mamut avcıları arasında var olan şeklini k o­ ruduğunu, ataerkilliğin de M usa’nın dağdan indiği zamanki şekliyle aynı olduğunu varsayar. K öken5e İlişkin mit yazımının yanında, kendisini kökenlere dair bilimsel araştırma olarak sunan m elez bir literatür bulunur; bu li­ teratüre katkıda bulunanlar arasında Kathleen Gough, Rayna Reiter ve Maurice Godelier de yer alır. Literatürün temelinde, arkeo­ lojinin verilerini primat ve maymunların davranışına ilişkin çağdaş araştırmalarla ve küçük 'ö lçek li. toplumlara, tercihen avcı-toplayıcılara ilişkin etnografik çalışmalarla sentezlem e girişim i yat­ maktadır. Çağdaş araştırmalar ve etnografik çalışmaların, kim i analojiler aracılığıyla ilk insanın evriminde ne tür şeylerin olup bittıgini aydınlatması beklenmektedir. Clare Burton’ın bu literatüre yönelik eleştirisi yerinde bir eleştiridir. Analojik kanıtlar, uzak geçm işe dair Önemli herhangi bir gerçeği ortaya çıkarmada ba­ şarısızdır ve kökenler argümanının da, bugüne dair kesin olarak or­ taya çıkarabildiği bir şey yoktur. B elki de bu literatürün en ilginç örneği olan, R eiter’m “The Seareh for Origins” (Kökenleri Arayış) başlıklı makalesi, ıbirbiriyle bağdaştırılması tamamen im kânsız iki ârgümana sığınarak az Önce vurguladığımız noktayı açıkça göz önüne sermektedir, Reiter’m yaslandığı argümanlardan biri, top­ lumsal cinsiyet ilişkilerini barındıran dünya tarihindeki büyük g e­ çişlerin bir taslağından oluşur —bence yeni ve önemli bir denem e bu. Ama argümanın çerçevesi, toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin kökenlerini^ bilmenin bugün bu hiyerarşinin nasıl ortadan kal­ dırılabileceği konusunda stratejik ipuçları vereceğine dair oldukça düzmece bir iddiayla örülüyor. B içim sel olarak ortaya koyacak olursak, köken literatürünün ta­ rihin hom ojenliğine ilişkin varsayımı, bir ideoloji mekanizması olaralc önemlidir. Am a bir teori temeli olarak daha az ilgi çekicidir. Hem tarihsel değişim i inkâr eder hem de tek bir değişim modeline, '198

yani sabit bir mantığın doğal izahına olanak tanır. Nc var ki bu, toplumsal yapıların pratik tarafından kurulduğu görüşüyle bağdaş­ mamaktadır. Toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki içsel çelişkilere dair herhangi bir anlayışla bağdaştırılması da zordur, çünkü bu çeliş­ kiler tarihsel süreksizliklerin ortaya çıkmasına yol açmak zo­ rundadır. Ayrıca, 5. B ölüm ’de öne sürülen yapıların altbölümlere ayrılması görüşüyle de bağdaşmaz, zira farklı ilişki mantıklarının kabul edilm esinin bir sonucu da bu mantıklar arasında açığa çıkan çelişkilerin kabul edilmesidir. Eğer 3.; 5. v e 6. bölümlerde bir araya getirilen argümanlar ve kanıtlar herhangi bir ağırlığa1sahipse, homojen tarih v e biçimlendirici köken anlayışlarının kesinlikle göz ardı edilm esi gerekir. Ayrıca her ikisi de benzer bir homojenlik önermesi üzerinde te­ mellenen uzlaşım sal “cinsiyet tarihi” ve daha yeni olan “cinsiyet rolleri” tarihini de reddetmemiz gerekir. Rattray Taylor’ın Sex in H isto ry'si (Tarihte Cinsellik) gibi bildik metinler, çalışma ko­ nularını, tem el teşkil eden bir özün çeşitlilik gösteren ifadeleri olarak kavrarlar. Tarih ise bu ifade biçimlerinin farklı koşullar al­ tında nasıl başkalaştığının öyküsüdür: Dinsel görüşlerin değişmesi, daha ağır v ey a daha hafif sansür uygulanması vb. gibii Ama cin­ selliğin kendisi, tarih kapsamında biçimlenmiş olarak ve aslında hiçbir şekilde değişiyor olarak görülemez. Bu çizgide yer alan eş­ cinsellik tarihçisi Vern Bullough bunu kısa ama özlü bir şekilde şöyle ortaya koyuyor: “Kısacası, eşcinsellik her zaman bizim le bir­ likte olmuştur; tarihte bir sabit değerlidir.” R.A. Padgug, cin­ selliğin tarih içinde kavramsallaştınlm asına ilişirin bir ma­ kalesinde, değişm eyen bir öz görüşünün, cinselliğin pratikle olan, yani benim lcateksis yapısı adını verdiğim kategorilerin ve ılişkilerin tarihsel oluşumuyla olan bağlantısını gözden kaçırdığını öne sürüyor. A ynısı, 1 970’lerin sonlarında ortaya çıkan “cinsiyet rolleri” ta­ rihi için de geçerli. Patricia Brança’nın W omen in Europe Since 1750 (1 7 5 0 ’den Bu Yana Avrupa’da Kadınlar), Peter Stearns’ün Be a M ani ve Elizabeth ile Joseph Pleck’in The American Man (Amerikan Erkeği) adlı kitaplarının, bu açıdan oldukça önem li örnekler oldukları söylenebilir. “R ol” çerçevesi de, toplumsal ta­ nımlara yönelik bir ilgi olduğunu açıklar. Örneğin Stearns ün ki199

tabı “toplumsal bir inşa olarak erkek olm a” üzerine bir m akaleyle başlar. A m a 3. Bolüm*deki analizin de açıkça gösterdiği gibi “cin ­ siyet rolü” teorisi, yalnızca düşünsel açıdan toplumsaldır. Aslında eksik yapıyı tutum v e etkileşim analizlerine ekleyen, toplumsal Öncesi bir cinsiyet ikiliğine dayanır. C insiyet rolü tarihi için de ta­ mamen aynısı geçerlidir. Sözünü ettiğim iz bu metinler, değişm ez bir cinsiyet ikiliğine -y a n i, kadınların tarihi artı erkeklerin tarihiyaslanır ve kendilerini öncelikle ikilik karşısındaki tutum ve bek­ lentilerde var olan değişikliklerin haritasını çıkarmaya adarlar. Bullough’nunki gibi çalışmaların yerini alan yeni eşcinsellik ta­ rihi yaklaşımında toplumsal cinsiyetin tarihselliğinin çok daha kap­ samlı kavrandığını görürüz. E şcinsellik tarihsel olarak özel bir şeydir v e eşcinsel davranış ile eşcinsel kim lik arasında bir ayrım yaptığımızda eşcinselliğin toplumsal olarak Örgütlendiği gerçeği açıklık kazanır. K im i eşcinsel davranış biçimleri evrensel olabilir El­ ma bu durum, otomatik olarak, kendi kendini tanımlamış veya ka­ musal olarak yaftalanmış “eşcinsellerin” var olmasını gerektirmez. A slında “kamusal olarak yaftalanmış eşcinseller”, tarihsel bir açıklama gerektirme açısından az rastlanır bir örnektir. Jeffrey W eeks Corning O ut adlı kitabında erkek eşcinselliğinin Batı A v ­ rupa’da kendine özgü modern anlamını ve toplumsal örgütlenme biçimini ondokuzuncu yüzyılın sonlarına değin kazanamadığını Öne sürüyor. Sözü edilen bu dönem, yeni tıbbi sınıflandırmaların bulunmasına, eşcinselliğin 1870’te Alman psikiyatrisi W estphal ta­ rafından bir pataloji olarak tanımlanmasına tanık olmuştu. A ynı za­ manda yeni yasal yasEiklamalar da söz konusuydu. Erkek eşcinsel davranışının tümü, yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiltere’de yasal yaptırımlara tabi tutuluyordu. Bu tür tıbbi ve hukuki söylem ler, özel bir kişi tipi olarak eş­ cinsele dair yeni bir anlayışın altını çizdi. Alan Bray H om osexuaîity in R enaissance'ta (R önesans’ta Eşcinsellik), eşcinsel top­ lulukların belirgin bir şekilde ortaya çıktığı onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda, katılımcıların kesin bir toplumsal tanıma sahip ol­ madıklarını gösteriyor. Bu yüzden bu insanlara sistematik olarak zulmedilmemiştir, ama yine de zaman zaman fırsat düştükçe şiddetli baskılara maruz kalmışlardır. Eşcinsel davranışın bütün er­ keklerin şehvetli doğasında potansiyel olarak mevcut olduğuna 200 \

veya daha doğrusu evrende düzensizliğe yönelik bir potansiyel ol­ duğuna inanılıyordu. Eşcinsel tercihlere sahip erkekler, onsekizincj yüzyıl başlarında Londra’nın “randevuevleriyie” bağlantılı bir çevrede bir grup olarak tanımlanmaya başladığında, büyük Ölçüde efem inelik ve bugün transvestıtlik olarak bilinen şeyle karakterize ediliyorlardı. B öylece, hem eşcinselliğe dair tıbbi söylem in doğuşunu hem de eşcinsellerin kendilerini bu söylem le örtüşecek biçim de kav­ ramalarını, kadınlık ve erkekliğin belirli toplumsal kavranışlarıyla ve toplumsal cinsiyetin toplumsal olarak yeniden örgütlenişiyle ilişkilendirme ihtiyacı doğdu. Nasıl “ev kadını”, “fahişe” ve “ço ­ cuk”, belirli bir dönemin toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında anlaşılması gereken tarihsel açıdan ö zel toplumsal tiplerse, “eş­ cin sel” de yeni bir yetişkin erkek tipinin modern tanımını yansıtır. Eşcinsel, tersine çevrilmiş olarak sınıflanan ve en azından, ken­ disini çoğunlukla “bir erkeğin bedeninde kadın ruhu”na sahip olarak gören erkektir. Eşcinsellik tarihindeki bu gelişm eler, kesin olarak “değiştirme” kavramının ötesine geçerek cinsellik v e toplumsal cinsiyet kim­ liğinin, değişm ekte olan bir toplumsal yapının tarihi içinde top­ lum sal m ücadele süreçleri tarafından inşa edilm iş olduğuna dair daha radikal bir görüşe ulaşırlar. Burada Jacques D onzelot ve M ichel Foucault’nun çalışma­ larıyla kimi bağlantılar bulunur. Foucault C inselliğin Tarihi*nde, yaşamda m otive edici bir güç olarak cin sellik üzerindeki vurgunun yalnızca m odernliğe dair bir yenilik olm adığını, aynı zamanda bir toplumsal denetlem e sürecinin parçası olduğunu güçlü bir şekilde öne sürmektedir. Foucault, cinsel ideolojinin v e toplumsal cinsiyet kimliklerinin toplumsal olarak inşa edildiğinden fazlasıyla emindir. Transseksüel Herculine Barbİn hakkında kaleme aldığı ma­ kalesinde gözlem lediği gibi, herkesin tek bir cinsiyetin üyesi olarak kesin ve değiştirilem ez bir kim liğe sahip olm ası gerektiği yönün­ deki talep, tarihsel olarak yenidir. Am a iktidar aygıtlarına -meslekler v e devlet- ve bunların üretti­ ği bilgi biçimlerine ilişkin bu çalışmanın odağı, denetleme stra­ tejilerinin nesnesi olan temel olgular gerçekliğine hiçbir açıklama getirmez. Bu teorik sorun, eşcinsel kurtuluş hareketinde stratejik 201

bir M e m e dönüşmüştür. Eşcinsel olarak kimlik, güçlü olanın, kar­ şıt görüşlülerin elini kolunu bağlamak, onları tetkik etm ek ve yaf­ talamak amacıyla kullandığı söylem ler ve stratejilerin bir sonucu, ya da daha genel ifade edecek olursak “düzenleme”nin bir sonucu olarak görüldüğünde, buna verilecek mantıksal karşılık da düzenlemeyi bozm a veya yapıbozum olacaktır. Ama eşcinsel kim ­ liğin yapıbozumu, bu kim liği vurgulayan, eşcinsel gururu ilan eden bir seferberlik tarafından kazanılmış olan politik iktidarın da par­ çalarına ayrılması anlamına gelir. Bu nedenle, eşcinsel kurtuluş ha­ reketinin sağladığı teorik ilerlemeler, eşcinsel kurtuluşunun sona ermesini gerektiriyor gibidir. Bu paradoksun kökleri, söylem v e düzenleme teorilerinde sıkça görüldüğü gibi, toplumsal sürecin dengesiz bir biçimde kavramşında yatmaktadır. Sorunun pratik yönünü 10. B ölüm ’de tartışaca­ ğız. Feminist tarih içinse teori düzeyinde düzeltilmesi mümkündür. Örneğin, Sheila Rowbotham’ın H idden from H isîory (Tarihten Saldanan) ve Women, R esistance an d RevolutiorCda (Kadınlar, D i­ reniş ve Devrim ) öncülüğünü yaptığı yaklaşım, toplumsal ilişkiler ve; özellikle de iktidar yapılan üzerinde yoğunlaşır. A m a ezilenin pratiğine merkezi bir yer verir. İktidarın kullanımlan, direnme stra­ tejileriyle karşılaşır ama her seferinde farklı sonuçlar ortaya çıkar. Bu tür bir yaklaşım, iktidann gerçekliğini kadını ezeli kurban olarak sunmalcsızın kabul eder; v e ezmenin gerçekliğini inkâr et­ meksizin ezilenin bü ezilm ede fail olduğu görüşünde diretir. D olayısıyla bu bölümün başlannda tanımlanan toplum sal cin­ siyetin tarihseliiği, tamamen soyut bir kavram değildir. D eğişim , insan eylem liliğiyle üretilir; buna karşılık tüm pratikler, özel or­ tamlarda oluşurlar ve olayların art arda dizilişinde belirli bir yere sahip olurlar. Tarihsellik düşüncesi, bazı özellikleri artık belirgin olan somut bir tarihi ifade eder. Çalışma konusu ise toplumsal i1iskilerin yapısı ile cinsel ve politik yaşam da dahil olm ak üzere bu ilişkiler içinde kurulan yaşam biçimidir. Kuşkusuz bu tarih ho­ mojen değildir. Juliet M itchell’ın vurguladığı gibi farklı ilişki ya­ pıları farklı ritimlerde gelişebilir v e birbirleriyle çelişebilir. Gerçek toplumsal mücadeleler, önceden kestirilebilir ya da standart so­ nuçlara sahip olmazlar, hatta bazen de kendilerini açığa çıkaran ko­ şulları değiştirebilirler. D iğer bir deyişle, pratiğe ve yapısal dönü­ 202

-

,

şüme ilişkin uzun dönemli bir tarihsel dinamik söz konusudur. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin tarihsel dinamiğine ilişkin araştırma henüz başlangıç aşamalarındadır ama şeklinin, hiçbir su­ rette önceden belirlenmiş bir mantığın pürüzsüz açınlanışı olmadığı açıktır. Pratiğe ilişkin koşulların hızla değiştiği geçiş anlan, belirli bir yönde hemen hemen sabit olan yön değiştirme dönemleri ve be­ lirli bir güçler dengesinin dengede tutulduğu dönemler vardır. Bu tarihin somut odağı ise (çalışm a konusunun ve kapsamının soyut tanımından farklı olarak) belirli bir yer ve zamana ait top­ lumsal cinsiyet'düzeninin kom pozisyonu v e bu kompozisyonu oluşturan kolektif projelerdir. Bu projelerin anlamlı kılınması ise grupların ve kategorilerin oluşumunun v e cinsel politikada düzen­ lenen kişilik, j|üdü ve kapasite tiplerinin tarihini gerektirir. Bu açıdan* aşağıdaki alt başlık kapsamında çizilecek tablo bir tarihin taslağı olarak bile görülemez. Ama en azından, dayandığı argümanı somut tarihsel sorunları ortaya koyacak ölçüde ilerlet­ mesinden ötürü önemlidir. Bunun hemen ardından, toplumsal cin­ siyet dinamiği hakkında dünya tarihi kapsamında yanıtlanması ge­ reken sorulardan bazılarını belirtm eye yönelik bir girişimle tar­ tışmamızı sürdüreceğiz.

B. TARİHİN SEYRİ Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ilk gelişim i, kökenler tartışma­ sından bağlantısız olarak derinden derine bir çıkar 'meselesidir. As­ lında bir kökenin tanımlanıp tanımlanmaması çok da önemli değil. Tarih, toplum sal cinsiyet ilişkilerini barındıran yapıya bir nebze ye­ terli açıklama getirebilecek ölçüde arkeolojik bulgu toplandığında başlar ancak. N e var ki, Yukarı Paleolitik Çağ öncesine ait olup da herhangi bir ağırlık taşıyan hiçbir kanıt yoktur ve bundan sonra da olacakmış gibi görünmüyor. İnsanın alet yapma ve gıda üretiminin ilk aşamaları, ardında el aletleri, kemik kalıntıları ve ocaklar gibi mal­ zem e bırakmıştır, ama bu nesnelerde, üretildikleri toplumsal cin­ siyet ilişkilerini belirten herhangi bir ize rastlanmamıştır. Arke­ ologlar, sosyobiyologlar ve birçok feministin de benzer biçimde 203

i-}

I

öne sürdüğü, alet yapan ve avlanmaya giden erkekler ile top-layıcılık yapan ya da evd e kalan kadınlar arasında cinsiyete dayalı keskin bir işbölümü olduğuna ilişkin uzlaşım sal varsayıma dair hiçbir sağlam kanıt yoktur. Kısacası bu basit bir tahmin olmaktan öteye geçememektedir, Yukarı Paleolitik Ç ağ’la birlikte resim, kem ik oymaları ve ölü göm m e biçim ine dair kim i kanıtlar toplanabilmiştir. Am a bu ka­ nıtlar, toplumsal gerçekliğin yansıtılması açısından ancak Playb o y ’un tek bir sayfası kadar muğlak olsalar da, en azından birer s işaret niteliğindedirler. Sözgelim i Doğu Ispanya’da, cinsel or­ ganların ve göğüslerin saptanabildiği ve kadınlarla erkeklerin fark­ lı av sahnelerinde görüldüğü kimi kaya resimleri, cinsiyete dayalı bir işbölümünün varlığına dikkat çekiyor. Ç ekoslovakya’daki, D olni V estonice ’de mamut avcılarının yaşamış olduğu bölgede or­ taya çıkarılan bir mezar ve başka nesneler de, kadınların ritüel ik­ tidarıyla bazı bağlantıları olduğunu işaret ediyor. Bu tür parçaların tarihsel bir argümanla birleştirilmesi çok fazla çalışm a gerektirecektir; sözünü ettiğimiz türden tekil örnekler, tümüyle yanıltıcı olabilir. Bunun öyküde tam da bir yeniden inşa aşaması olduğunu gösterebilm ek için bu Örneklerden söz ettim. Yaklaşık 10.000 yıl önce -M ezopotam ya civarındaki kara par­ çasında- Güneybatı A sya’da ilk tarım toplumlarmın gelişm esiyle birlikte kanıtlar da giderek zenginleşir. Toplumsal cinsiyet tarihine ilişkin kim i spekülasyonlar, bit­ kilerin ve hayvanların evcilleştirilm esi ile giysi ve çöm lekçiliğin bulunması üzerinde temellenen N eolitik köy toplumunda anaerkil ya da en azından eşitlikçi bir aşamanın varlığım saptıyor. Kentler veya göçebe topluluklarla, savaş ve krallıkla bağlantılı ataerkil bir aşama ise epeyce uzun bir zaman aralığında bunu izler. N e var ki, savaş-sonrası kazıların sonuçları, bu tasarının “tarım devrim i” ile “kent devrimi” arasında çizdiği eski kesin ayrımı yerle bir etmiştir. Öyle görünüyor ki, ovalık bir alanı kaplayan- M ezopotam ya ve Mısır uygarlıklarından çok önce ortaya çıkan Erjha kenti (Filistin), Anadolu’daki Çatalhöyük ve orta Fırat’tâki A b ı| Hureyra gibi yer­ leşim birimleri bile, tarım ve hayvan yetiştiriciliğinin geliştirildiği döneme yakındır. Şayet kent surları savaşın bir em aresiyse, Eriha’da savaş, çöm lekçilikten daha önce gelmektedir. Am a sa204

vaşın erkeklerin tekelinde bulunup bulunmadığına dair hiçbir kanıt yoktur. Bununla beraber, bu çağa ilişkin iki sonuç kesin gibi görünüyor, ilki, toplumsal cinsiyetin kültürel işlenm esinin başlamış olması. Sözgelim i Çatalhöyük’te kadınların mezarlarında erkelderinkine kıyasla daha sık takı bulunuyor v e alet tiplerinde ve giysi özellik­ lerinde bazı farklılıklar göze çarpıyor. Ritüel ve dinde, kadınlara ve erkeklere bazı açılardan farklı davranılıyor. İkincisi ise toplumsal ürünlere erişim bakımından belirgin bir cinsel işbölümünün bu­ lunmayışı. Yapılan araştırmalar, kadınların mezarları ve ritüel nes­ nelerinin, erkeklerinkinden daha kısır olduğunu göstermiyor. O lum suz bir perspektiften kaynaklanan argümanın zayıflığı dile düşmüştür, ama bu argüman elinden geldiğince, ilk yerleşim bi­ rimlerinde toplumsal cinsiyet farklılıklarını gösteren kültürel işaretlerin kadınların ekonomik tabi kılınm asını gerektirmediğini öne sürer. Ç.atalhöyük’ü ortaya çıkaran James Mellaart, fazla ileri gitm eksizin “kadınların konumunun açıkça önem li” olduğunu be­ lirtir. Yaklaşık 5000 yıl önce Süm erler’de yazının icat edilm esiyle birlikte, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin tarihi de yeni bir ayrıntı ve önem kazanır, böylelikle kateksıs yapısına ilişkin bir tarih de mümkün hale gelir. Günümüze dek varlığını korumayı başaran ka­ yıtlar, duygu örüntüleri gösteren mitleri, işbölümü ve ev içi düzenlemelerinin varlığını kanıtlayan ticari ve hukuki belgeleri ve iktidar örgütlenmesine ışık tutan devlet arşivlerini içerir. Bunlardan bazılan insanı hayrete düşürecek denli tanıdıktır. Geçmişten günümüze kalan ilk edebiyat örnekleri arasında kıskançlık Öykü­ leri, babalık davalan, pastoral aşk ve sadakat şiirleri bulunmak­ tadır. A m a bunlar tanıdık temalar olmalarına rağmen yine de. bize oldukça yabancıdır. İlk destanlar, G ılgam ış yazıtlarından tutun da İlya d a *ya kadar, bizim destanlarımızdan çok farklı duygu yapılan gösterir. M ısır’ın hanedan tarihinin önemli bir kısmı, Freud’ün du­ dağını uçuklatacak denli, planlanmış bir ensest etrafında döner. Toplumsal cinsiyet tarihini, geçm işe yönelik bir okuma olarak de­ ğil, tam anlamıyla bir tarih olarak ele alma ihtiyacını bundan daha belirgin kılan başka hiçbir örnek yoktur. Yeniden inşa edilen örüntüler, bilinmedik olma eğilim i taşır, ama kimbilir belki de 205

m

m

. ■■=£.*

şaşırtıcı ölçüde yabancıdırlar. , Sözgelim i yazının kendisi, bu konuda yalnızca bir kanıt kay­ nağı olmakla kalmıyor, aynı zamanda önemli bir toplumsal teknik olm ayı da sürdürüyor; öyle ki, tüm bölgeleri bir kent kültürünün yerleşim birimlerine bağlayan, merkezi devletler ve ticari ağlarla sıkı sıkıya bağlantılı bir tekniktir yazı. Muhtemelen 5000 yıl Önce Güneybatı A sya’da ve D oğu A kdeniz’d e ,,3000 yıl önce Hindistan ve Çin’de, 1500 yıl önce de Orta Amerika’da yıkıcı savaşların v e ­ ya kıtlıkların iktidarının ötesinde yeni bir toplumsal düzen iyiden iyiye kök salmıştı. Bu düzen, din ve iktidarla olduğu kadar h iz­ metler ve malların mübadelesi aracılığıyla bütünleştirilen çok büyük insan nüfuslarıyla birlikte kentleri tarım bölgelerine bağla1yan devlet yapılarınca karakterize ediliyordu. Bu yeni toplumsal düzenin tarihi, o zamanlardan endüstriyel kapitalizmin bulunma­ sına dek süreklilik taşıdı. Toplumsal dinamiklere atıfta bulundukları ölçüde tarihçilerin bu geçişe getirdikleri açıklamalar, Gordon Childe’ın “kent devrimi”ni özgün bir şekilde betim lem esini sağlayan sınıf konuları üzerinde yoğunlaşıyordu. Şimdi toplumsal cinsiyet dinamiği so ­ rununu, bu geçişin kadınların statüsü üzerindeki etkilerine ilişkin geleneksel sorudan daha temel bir düzeyde ortaya koyabiliriz. Eğer 6. BÖlüm’de öne sürdüğümüz argüman genel olarak doğruysa, b iz­ zat devletin yaratılması, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin, Özellikle de toplumsal cinsiyetin iktidar yapısının yeniden örgütlenişi an­ lamına gelir. Cinsiyete dayalı işbölümü, kent nüfuslarını mümkün lalan ürün ve hizmet fazlasını üreten üretim süreçlerinde içerilir. Dolayısıyla, bu ürün ve hizm et fazlasının, cinsel politika kap­ samında ve toplumsal cinsiyet çizgilerinde ne ölçüde sahiplenildiği ve işçilerin giderek artan uzmanlaşmasının ne ölçüde toplumsal cinsiyet damgası taşıdığı hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir. D eğişen nüfus yoğunluklarının, kent nüfuslarının sahip olduğu olanakların ve demografik yapılarının kateksis yapısındaki değişik­ liklerle, eş zamanlı olma olasılığı hayli yüksek görünüyor. Devletin kurulması ise bu konuların özellik le ilginç v e önem li bir boyutunu oluşturur. D evletin kurulmasının en önem li özellik­ lerinden biri de, orduların icat edilm esiydi. Yazılı ve görsel k a­ yıtların açıklayabildiği kadarıyla Sümer, M ısır ve bunlann ardılı o' 206

lan uygarlıkların orduları tamamen (ya da hemen hemen) er­ keklerden oluşuyordu. Davıd Fernbach bu konuda, ‘‘şiddet Öğesi içindeki erkeksi uzm anlaşm anın hem bir sınıf ve ataerkil iktidar a- ■ racı olarak devletin gelişim i hem de erkekliğin tarihi açısından açıklayıcı olduğunu öne sürüyor. Bu nokta gerçekten önemli, ama konuyu biraz abartıyor. Ö ncelikle, eski ordular küçüktü, bu yüzden, Örgütlenmiş şiddetin yalnızca bir erkek azınlığının karakterini be­ lirleyebilm iş olma olasılığı hayli yüksek. Ayrıca bu koşullar, al­ tında, şiddet mekanizmasının erkeklerden oluşan elemanlarının, he­ men kadınların yaşamın Öbür alanlarında tabi kılınmasını belirle­ yebilm iş olm ası da gerçekten çok güç. Ayrıca hem Sümerlerde hem de M ısır’da kadınların prestij ve otoriteye sahip olduklarına dair birçok kanıt da mevcut. Sözgelim i, Sümer mitinde etkin ve güçlü tanrıçalar varken, özellikle Tanrıça îştar etrafında Örülen ef­ sane çevrim i düşünüldüğünde, kadınlar müllc edinebiliyor, ticarete atılabiliyor vb. etkinliklerde bulunabiliyorlardı. M ısır’da da hemen hemen aynı durum söz konusudur, M ısır’ın askeri iktidarı zirveye ulaştığında kadınların prestiji de İmparatorluk döneminde yüksel­ me devrini yaşıyordu. Yine de şiddet araçlarının kadınlar yerine bazı erkekler ta­ rafından denetlenm esi, tem el bir olgu olm ayı sürdürüyor. Tabii ki yüce siyasi otoritenin erkelderin veya erkekler grubunun elinde y o ­ ğunlaşması da öyle. Buradaki içerim, ilk devletlerin erkekliklerin farklılaş tırılın ası aracı ve bu erkeklikler, arasındaki bir mücadele alanmı teşkil ettikleridir, Mısır İmparatorluğu’nun doruk noktasına ulaştığı dönem de Amon rahipleri ile reformcu Firavun Aldı-en-Aton arasında yaşanan çatışma, çarpıcı bir örnektir. Bu mücade­ lelerin tarafları yine de sınırlıydı çünkü kadınların yüce iktidardan dışlanmaları, onların yaşamın öbür alanlarında da tamamen tabi kılınmaları anlamına gelmiyordu. Günümüze dek kalmayı başaran dünyanın ilk edebiyat başyapıtı Sümer-Akad Gılgam ış D estanı’nda gözlenen duygu yapısında bu­ nun bir tür onaylanması barınıyor gibi. Öykü, Uruk Kralı Gılgamış ile vahşilerin kahramanı Enkidu arasındaki çatışma ve duygusal bağ üzerinde yoğunlaşır; iki erkek birbirinin ayna imgesine dönüşür. Destandaki cinsellik duygusal ilişkiden çok bir ritüel içerir gibidir. En güçlü duygular ve kişisel bağlılıklar cinsiyetten 207

çok savaşla ve hükümdarlıkla ilişkilidir. Bu kanıt kırıntıları, toplumlann erkekler tarafından yönetil­ diğini ama genellikle bugün anladığımız anlamda “ataerkil” o l­ madıklarını gösterir. Bu demektir ki duygusal ilişki, üretim ve tüketim örüntüleri, devlet içinde gelişm iş olan toplumsal cinsiyete ilişkin tabi kılınma ve dışlanma ilişkileriyle sıkı sıkıya bütünleşmemiştir. Kültür büsbütün “toplumsal cinsiyet tem elli” değildir. Eğer bu doğruysa, Batı Asya ve A kdeniz’de tarıma/ticarete dayalı uygarlığın müteakip tarihi, ataerkilliğin klasik Yunan v e Roma İm­ paratorluğu’ndan aşina olduğumuz (örneğin kadınların Atina’da kamusal alandan dışlanması gibi) ölçüde giderek derinleşen bi­ çimde kurumsallaşmasını gerektirir. Am a burada, toplumsal cin­ siyet ilişkilerinde teknoloji, demografi veya sınıf ilişkilerindeki köklü değişikliklerle kesinlikle örtüşmeyen büyük bir geçiş söz ko­ kmuşudur............................................................ Bununla beraber, olayların art arda gelişen tek bir dizi olarak görülmemesi, iki nedenden ötürü önemlidir. S öz konusu ne­ denlerden biri, içerdikleri toplumsal cinsiyet düzenleri de dahil o l­ mak üzere kent uygarlıklarının çeşitlilik göstermesidir. Hegem onik erkekliğin militarizm ve şiddet ile olan bağlantısının Akdeniz dünyası ve Avrupa’da izlem iş olduğu gelişim , Çin’dekınden fark­ lıym ış ya da en azından aym ölçüde değilm iş gibi görünüyor. Konfüçyüs kültüründe askerler çok daha az prestije sahipken, âlimler ve yöneticiler daha fazla prestij sahibiydi. Tarıma/ticarete dayalı toplumda üretilen toplumsal artıdeğerin, yeni seçenekleri, top­ lumsal yapının çeşitliliği açısından daha fazla potansiyel içermesini olanaklı kılm ış olması olası görünüyor. Kendilerini kısıtlayan hiçbir küresel dinamik bulunmadığından sonucun, kent kültürünün büyük dünya kentlerinde çeşitlilik gösteren toplumsal cinsiyet tarihlerinin ortaya çıkması yönünde olm ası da güçlü bir olasılıktı. Öbür nedert ise şudur: Tarıma/ticarete dayalı toplum, egem en­ liğinin beş bin yıllık döneminde, bırakın yerleşik dünyanın tümünü kaplamayı büyük bir bölümünde bile hüküm sürmedi. Yoğunluk­ ları nedeniyle kent kültürleri muhtemelen insan nüfusunun çoğun­ luğunu içeriyordu ama geri kalan bölgeler yerleşim birimlerinin farklı temellerde örgütlendiği geniş toprak parçalarından ibaretti. 208

I

Daha düşük yoğunluklu ekonomiler ise kırsal (Orta Asya), avcıtoplayıcı (Kuzey Amerika’nın kuzeyi, A m azon, Avustralya)’ kent­ sel olmamakla beraber tarımsal (M issisşippi-B üyük Göller, Batı Afrika) v e daha birçok sonsuz kom binasyondan oluşuyordu. Bu toplumlari (“kökenler” literatürünün büyük bir kısmında yapıl-dığı gibi) hayatta kalmaya çalışan ilkel topluluklar olarak, statik veya insanın gerçek öyküsünün kıyısındaki oluşum lar olarak görmek af­ fedilem ez bir tarihsel hata olacaktır. B asil D avidson’m A f rica in H isto ry’si (Tarihte Afrika) gibi sentez niteliğindeki çalışmalar, büyük imparatorlukların sınırlan dışındaki toplumlann tarihinin ne denli hareketli ve karmaşık olduğunu çarpıcı bir biçim de gösterir. B öyleşi bir durumlar alanının toplum sal cinsiyet düzenlerinde olup bitenleri tam olarak anlayabilmek güçtür, bu yüzden yalnızca birkaç öneride bulunmakla yetineceğim . Bu konuda en fazla umutlandıncı kaynaklar, yazılı kültürlerde barınan seyyahlann bu toplumlara ilişkin yazılı betimlemeleridir. Sınırlarda yaşayan bar­ barları anlatan Roma ve Çin betimleri, neyin esas tehlike olarak al­ gılandığının, yani disiplinsiz savaşçıların abartılı erkekliğinin altını çizmektedir ki bu anlaşılabilir bir şeydir. Toplumsal cinsiyet ilişkileri hakkında bu tür kaynaklardan edinilen açıklamalar, sis­ tematik olarak taraflı olma eğilimindedir; öyleyse gerçeklik çok farklı olabilir. G eçim lik tarımda, erkek v e kadınların karşılıklı ba­ ğım lılığı, muhtemelen kadınlara önem li iktidar kaynaklarının ve­ rilmesini olanaklı kılar. Yüksek ham ilelik oranlan artı yüksek be­ bek ölüm oranlan, yakın anne-çocuk ilişkilerinin, Philippe Ariesrin Ortaçağ Avrupası için öne sürdüğüne benzem ediği ve kadınlığın, bağım lılık ve çocuk büyütme etrafında kurulamayacağı anlamına gelir. Köylü kadınların, kent kültürüne b ağlı duyarlılıklar .açısından “katı” olduklan bir klişeden ibarettir; buna dair makul nedenler mevcut. Son olarak, kent kültürünün kıyılarında barınan top­ lum lann kahramanlık edebiyatlarının erkeksi şiddeti vurgulamakla birlikte kadınlan basitçe tabi kılınmış olarak tasvir etmemesi kayda değer bir noktadır. Örneğin H ıristiyanlık öncesi Anglo-Sakson m i­ tolojisinde, B eow u lf canavar Grendel karşısında zafer kazandı­ ğında Grendel’in annesi ile daha şiddetli bir m ücadeleye girer. Bu arada, Vikingler de, yumuşatılmış modern uyarlamalanndakinden FMÖN/TopJumsal Cinsiyet ve İktidar

? .0 Q

daha zalim ve korkunç olan savaş tanrıçaları Walküreler’i im ­ gelemlerinde canlandırırlar. Taslağını çizdiğim iz dünya düzeninin yerine, geçtiğim iz 500 yıl boyunca çok farklı bir şey geçer. Bu çağ, batı Avrupa’dan yöne­ tilen ilk küresel imparatorluklara, merkezi K uzey Atlantik’te olan ilk küresel ekonomilere, rasyonelleşen tarım, endüstriyel imalat ve kapitalist kontrolle birlikte yeni bir üretim ve mübadele sisteminin ortaya çıkışına, ulaşımın, tıp tekniklerinin ve beslenmenin dünya, nüfusunda benzersiz bir artışla sonuçlanacak biçimde devrimci g e ­ lişimine, eğitim ve denetleme açısından eşi benzeri görülmemiş bir kapasiteye sahip olan, ama aynı zamanda kitlesel cinayetler açısından da eşsiz bir kapasite içeren bürokratikleşmiş güçlü devlet yapılarına tanık oldu. “Kent devrimi” ile birlikte bu geçişin kav­ şağı, uzun bir süre boyunca sınıf dinamiği olarak kabul edildi. Bu durumda, şimdi yalnızca toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerindeki et­ kiler hakkında değil, bizzat sürecin kendisinin toplumsal cinsiyet dinamiği hakkında da sorular ortaya atabiliriz. Bu bağlamda ise üç ana yapı üzerinde odaklanan üç konu en belirgin biçim de ortaya çı­ kıyor. Birincisi devletin ve erkekliğin yeniden kurulmasıyla ilgili. 6. B ölü m ’de öne sürülen argüman kapsamında bürokratikleşmiş dev­ let, temel açılardan bir toplumsal cinsiyet ilişkileri Örüntüsüdür. Esldden olduğu gibi kadınların devlet aygıtından dışlanmaları bun­ dan böyle söz konusu olamaz. Artık giderek daha fazla sayıda ka­ dın, devlet içinde istihdam edilmektedir; dışlamanın yerini ise Çeşitli ayırma ve doğrudan tabi kılma biçimleri almıştır. Yönetim in rasyonelleşm esi, eski rejimin aristokrat yönetici sınıflarındaki hegem onik erkeklik biçim leriyle bağdaşmaz. D evletin askeri or­ ganında bile kahraman kişisel liderliğin yerini G enel Kurmay’m ve lojistik uzmanlarının hesaplı erkekliği almıştır sağlam bir şekilde. Napolyon “zaferden” medet umardı; II. Dünya Savaşı’nda Japonlar karşısında kazanılan zaferin mimarı olan Amiral Nim itz, çalışma odasına şu notu asmıştı: “PEKİ A M A BU, M ALZEM E V E K A Y ­ M AKLARIN KULLANILABİLİRLİĞİ A Ç ISIN D A N U Y G U N M U BAK ALIM ?” Ticari kapitalizm, hesaplı bir erkekliği talep ej­ derken, endüstrileşmeye içkin sınıf mücadeleleri, kavgacı bir er­ kekliği talep eder. Bu ikisinin birleşimi, fyani relcabetçilik ise, “iş

dünyasında” kurumsallaşmış ve hegem onik erkekliğin yeni bi­ çiminde merkezi bir tema haline gelmiştir. „ İkinci konu, para ekonom isi ile ev ekonomisi arasına, yani ücretli em ek ile ücretsiz ev işi arasına koyulan takozla bağlantılıdır. Elizabeth Janew ay’in de belirttiği gibi ücra bir yaşam alanı, ailenin! ve boş vakit etkinliklerinin kalesi olarak “yuva” görüşü, önsekizinci yüzyıldan önce Avrupa’da m evcut değildi. Kadınların er­ keklere bağım lı olduğu ya da olm ası gerektiği görüşü, köy ta­ rımının ve ticarete bağlı kasabaların karşılıklı bağımlılıkları bağla­ mında tamamen saçm a görünecektir. Aslında kadınların üretime ve (nakit) kazanca yoğun biçim de katılmaları, endüstrileşme dönemi boyunca sürmüştür. Joan Scott ve Louise T illy ’nin gösterdiği gibi, ücretli işte çalışan AvrupalI kadınların yüzdesi, ondokuzuricu yüzyılda etkileyici bir biçimde sabit kalmıştır. D eğişen ise işin ko­ numu v e toplum sal anlamı olmuştur. Bir teknoloji ve endüstriyel politika kombinasyonu, bugün yakından tanıdığımız tecrit edilmiş m eslekler ve düşük ücret yapıları yaratarak, kadınları kademeli bir şekilde Endüstri D evrim i’nin çekirdek endüstrilerinin dışına at­ mıştır. Bununla beraber, geçim i sağlayan koca ve ona bağımlı ka­ rısı anlayışı tem elinde kurulan “aile geliri” m odeli, aslında işçi sınıfının büyük bir kesim i için hiçbir zaman bir gerçeklik oluşturmasa b ile yine de hem sendikal etkinliğin hem de devlet si­ yasetinin bir kriteri olmuştur. “G eçim i sağlayan koca” ile “ev ka­ dını” arasında toplumsal cinsiyet bölümünün kurulması, yalnızca erkekliğin ve kadınlığın modern tanımlan açısından değil işçi sınıfı politikasının karakteri ve uygulanması açısından da biçimlendirici niteliğe sahiptir, Üçüncü konu ise hegem onik heteroseksüellik olarak adlandırı­ labilecek şey üzerinde odaklanan yeni bir kateksis yapısı ile bağlantılıdır. Buradaki değişiklik, karmaşık ve hassastır. Heteroseksüel ilişkiler, tanma/ticarete dayalı eski Avrupa uygarlığında baskındı, ama Protestanlık öncesi Hıristiyan geleneğinde çileciliğin önemi göz önüne alındığında tam anlamıyla hegem onik değildi. E vli heteroseksüel çift artık kültürel bir ideal olarak tanımlanır hale gelm işti ve bu, sapkınlık olarak görülecek cinsellik biçimlerinin parçalanmasını gerektiriyordu. Dahası bunlar, insan tipleriyle öz­ deşleştirilm eye başlamıştır; Eşcinsel, oğlancı, zampara, Don Juan 211

toplum sal tipler olarak karşımıza çıkarlar. Öyle görünüyor ki bu tipleştirme, duyguların içsel örgütlenişinde yansıtılmaktadır. Hem insanlarla hem de nesnelerle ilgili saplantıları biçimlendirme eğilim inde, yani sılaca dokunmuş duygusal bir birim olarak ailenin inşa edilmesine temel teşkil eden ama esas olarak bu duygusal b i­ rimin bağlarını koparan eğilim de göze çarpan bir büyüme vardır. Bunun sonuçlarından biri de, Krafft-Ebirtg dönem iyle birlikte en hareketli noktasına ulaşan cinsel fetişler -yü k sek topuklar, kor­ seler, v b .- kültüdür. Duygusal ilişkilerin bu noktadaki kısm i şeyleştirilm esi ise, sinemadaki seks tanrıçaları kültüyle başlayıp çıplak kadın posterlerine ve reklamların erotikleştirilm esine yöne­ len yirminci yüzyıl medyasında tamamen dışsallaştırılmış bir cin­ selliğin gelişm esiyle birlikte aşılmıştır. Kateksisin bu şekilde dışsallaştırılmasını olanaklı kılan, duyguların yeniden örgütlenişi,; belki de Foueault’nun cinselliğin bastırılmadığı, tersine giderek da­ ha fazla kışkırtıldığı yönündeki iddiasının ardında yatan hakikattir. Bunlar, yeni dünya düzeninin çekirdek ülkelerindeki dönüşü­ mün doğasına ilişkin konulardır. Ama bu ilişkilerin küresel ya­ yılm asına ilişkin bir başka konular kümesi daha var. Artık, kolonileşen dünyada em peryalizmin kadınların konumu üzerindeki etkilerine ilişkin epey araştırma yapılmıştır. Söz konusu bu etkinin değişken olduğu açık. Bununla beraber, ilk kentleşm eden beri ta­ rihte ilk kez dünyanın farklı bölgelerinde toplumsal cinsiyet ilişkilerini standartlaştırmaya yönelik güçlü bir dinamiğin ortaya çıkmış olduğunu söyleyebiliriz. Ücret ilişkilerinin yaygınlaşm ası bunun yalnızca bir kısm ını oluşturur; uluslararası işlerin em ek p i­ yasasını bölümlere ayırmaya yönelik stratejileri de bir başka kısmıdır; özellikle kentte yaşayan insanlar arasında “B atılı” ailenin kültürel prestiji de bir üçüncüsüdür. Aynı dönemde emperyalist dünya düzeninin yaratılması, top­ lumsal cinsiyet örüntülerinin küresel bir farklılaşm asın ı içerir ya da toplumsal cinsiyet Örüntüleri tanımlarına küresel bir boyut ka­ zandırır. Ticaret, fetih veya yerleşim sınırı, çekirdek ülkelerde hâkim konumda olanlardan farklı erkeklik biçimlerinin yüceltilmesine yol açmıştır. (Kentli seçkinlerle bağdaşmayan ama yine de Kongre’ye seçilen) Davy Crockett’ın öyküsünün formülü klasiktir. Ve tabii normalleştirme formülü de: Aileleri yetiştiren beyaz 1ta-21 212

.

dınlardır. Kadınların kolonilerde çalışmalarının Avustralya’daki ta­ rihini anlatan ve sözünü ettiğim iz noktayı çok iyi veren Gemle Invaders (Latif İstilacılar) adlı bir kitap var. Beyazların yerleşim bi­ rimlerinin genişlem esi, ırk ve sınıf kadar erkeklik ve kadınlıkların da diyalektiğini içerir; kadınlar, siyahların topraklarını olduğu kadar beyaz erkeklerin alanlarını da istila ederler. Emperyalizm, cinsiyete dayalı işbölümünün yeniden ku­ rulmasını yerleşim sürecinden çok daha kapsamlı bir şekilde, küresel bir ölçekte içerir. Tarım toplamları sistematik olarak par­ çalanırlar. Y eni endüstriler çoğunlukla katı bir cinsel işbölümü içerirler; Erkekler maden ocaklarında ve hindistancevizi plan­ tasyonlarında çalışır, kadınlar pamuk toplar vb. gibi. Son zaman­ larda ise Üçüncü D ü n ya’mn imalat sektöründe ve giysi ve mikroişlemci üretimi gibi endüstrilerde cinsiyete dayalı güçlü bir işbölümü yaratılıyor. Y ine de kadınlar, artık eşi benzeri görülme­ miş bir ölçüde eğitim den yararlanabilmeye başladılar ve böylece, sekreterlik gibi yaygınlık kazanan mesleklere veya öğretmenlik gi­ bi yarı profesyonel işlere girebilmeye başladılar. Her ne kadar kanıt toplamak güç olsa da, kateksis yapısında da farklılaşmalar olabilirmiş gibi görünüyor. OctaVe Mannoni’nin Prospero ile C aliban 7da ve Frantz Fanon’un da The W retched o f the E arth7te (Yeryüzünün Lanetlileri) ve B lack Skin, White M asks7te (Kara Deri, B eyaz Maskeler) öne sürdüğü psikanalitik ar­ gümanlar, söm ürgeciliğin var olan erkeklik ve kadınlık biçimlerini yıktığını ve her iki yakada da bilinçdışının farklı bir örgütlenmesini ürettiğini gösteriyor. Amirah Inglis’in N o t a White Woman S af e 7te (Tek Bir B eyaz Kadın Emniyette D eğil) belgelediği, (Papua* da y a ­ şanan) 1925 Port M oresby ırksal tecavüz paniği gibi olaylar, bu di­ namiğin sömürge politikalarında şiddetli etkilere sahip olabile­ ceğini sergiliyor. '

C. KRİZ EĞİLİMLERİ

,

Onbeş, yirmi yıl önce yapılan güvenilir tahminlere rağmen, “aile krizi” M ahşer’e girmemiştir. Gerçekten de, Batı politikalarında hali hazırda m evcut olan muhafazakâr üstünlükle birlikte, 1960’ların ve 213

1970’lerin kültürel v e cinsel radikalizminin boşa çıktığını his­ setmek kolaydır. Y ine de, aileye yönelik tehditler ve aile de­ ğerlerinin yozlaşması hakkındaki retorik, bir taktik manevra olarak göz ardı edilmeyecektir. Bu, gerçek değişimlerin, gerçek gerilim ve korkuların bir göstergesidir. İcraatları, 1968-75 umutlarım boşa çıkaracak Ölçüde başarısız olm uş olsa da cinsel özgürleşm e ha­ reketleri ayn yönlere dağılmamıştır. Bunların ardından, hâlâ etkin olan ve bazı durumlarda etkililiğini sürdüren politik bir güç ya­ ratılmıştır. Eğer tüm niteliklere sahip bir toplumsal cinsiyet düzeni krizi görüşü abartılıyorsa, krize yönelik güçlü eğilim ler içinde bu­ lunduğumuz asla inkâr edilemez. Toplumsal cinsiyet ve cinsellik konularına ilişirin politik çatışma ise; bu eğilim ler ve bunların mümkün kıldığı tarihsel olasılıklar etrafında yapılanmaktadır. M eşruiyet K rizi’’nde Jürgen Habermas, geç kapitalist toplumların sınıf dinamikleriyle bağlantılı olarak “kriz eğilim leri” kavramım analiz eder. Habermas ’ın analizinin detayları, benim de 3. ve 5. bölümlerde öne sürmüş olduğum, toplumsal cinsiyet ilişlrileri açısından uygulanabilir olmayan v e aynı zamanda sın ıf ilişkıleri açısından yanıltıcı olan üretici bir çekirdeği (ya da “örgütlenme ilkesin i’) varsayar. Am a kriz kavramının ille de bir sistematiklik postülasma dayanması gerekmez. Ö yleyse, tarihsel olarak oluşturulmuş bir toplumsal cinsiyet düzenine veya belirli bir kurumun toplumsal cinsiyet rejimine uygulanabilir pekâlâ ve böylece bir bütün olarak toplumsal cinsiyet düzeninin özellikleri hakkında şüphe uyandıran tarihsel gelişm elerin, lokal olarak içerilmesi mümkün olan gelişmelerden ayırılması olası hale ge­ lecektir. Sözgelim i, bir İndira G andhi’nin veya bir Margaret Thatcher’rn iktidara gelm esine izin veren politik süreçler, bir bütün olarak erkeklerin hâkimiyet yapısı kapsamında kriz eğilim leri de­ ğillerdir. Çünkü genel olarak kadınların pratik koşullarında bir düzelme barındırmazlar; aslında Thatcher örneğinde bunun tam da tersi söz konusudur. Aşağıdaki tartışma, zengin kapitalist ülkelerin toplumsal cin­ siyet düzenindeki olası kriz eğilim lerini ortaya, çıkarmaya çalı­ şıyor. Son alt başlıkta taslağı çizilen tarihin ürettiği bu toplumsal cinsiyet düzeninin büyük yapısal özelliklerini (a) ev hayatının para ekonomisi ve politik dünyadan toplumsal cinsiyete bağlı biçimde 214

ayrılması; (b) yoğun biçimde erkeksileştirilmiş çekirdek kurumlar ve daha açık şekilde dokunmuş bir çevre; (e) kurumsallaşmış heteroseksüellik ve eşcinselliğin geçersiz kılınm ası veya bastırılması olarak ele aldım. Bu örüntüler, (d) cinsel politikaya ait ana örüntüyü, yani kadınların erkekler tarafından topyekûn tabi kılınmasını ayakta tutmaktadır. Eğer bu genel olarak doğruysa, kriz eğilimleri analizi de, bu dört hususu dönüştürme potansiyeline sahip olan ve bu yüzden gelecekteki toplumsal pratiğe ilişkin koşulları temel bi­ çimlerde değiştirme potansiyeline sahip dinamiklerin saptanması sorununa dönüşür. ‘‘A ile krizi” hakkındalci tartışma, her ne kadar muhafazakâr cin­ sel ideoloji aileyi toplumun tem eli olarak nesneleştirdiği için yanlış anlaşılsa da, gerçek kriz eğilimlerine dair kanıt sağlayan varsayım açısından yararlı bir başlangıç noktası sunar. 6. B ölüm ’de, aileyi oluşturan dinamiklere ilişkin1sunulan tartışma, burada oldukça ilgili iki noktayı ortaya koyuyor: Aile biçim inin öteki kurumsal yapılara, özellikle de devlete olan'bağımlılığı; ve otorite biçim i olarak meşru ataerkilliğin aile içerisinde zayıflaması. Bu ikinci nokta ile ka­ dınların yurttaşlık haklarını kazanmasıyla bağlantılı olan devlet bünyesindeki gelişm eler arasında gözle görünür bir benzerlik bu­ lunuyor. Bu temellerde, kurumsallaşma krizine, yönelik bir eğilim i, yani aile artı devletin kurumsal düzeninin erkeklerin iktidarının meşru­ luğunu sağlam aya yönelik kapasitesinde bir zayıflam ayı tanımla­ yabiliriz. Uzun dönemli politik kaynak ise devletin meşruluğunun tem eli olarak eşitliğe ilişkin genelleştirilebilir iddiaların önemidir. Bu iddia (T.H. Marshall’ın öne sürdüğü gibi)^ sınıf ilişkilerinde, (Yeni S ol ve yeni feminizm in önemli bir kaynağı olarak Amerikalı siyahlara yönelik yurttaşlık haklan kampanyalarının vurguladığı gibi) ırk ilişkilerinde ve küresel politikalarda (sömürgeleşmenin bozulm ası/dekolonizasyon) işlerlik göstermektedir. Bunun top­ lum sal cinsiyet ilişkileri üzerinde etki sahibi olm asını hiçbir şey engelleyem em ektedir. Politik düzenin meşruluğuna ve hatta yöne­ timdeki hükümete yönelik meydan okumalara karşılık verilmesi, devletin kaçınılmaz bir biçimde ev içi ataerkilli ğin meşruluğunu parçalayan stratejilere yönelm esine yol açar. Bunlardan bazıları çok dolaysızdır: Kadınların eğitimine er215

keklerinkiyle kıyaslanabilir Ölçüde mali destek sağlanması, se­ bepsiz boşanma mekanizmasının geliştirilm esi, kadın sığınma ev ­ lerine mali yardımda bulunulması ve polislerin aile içi şiddete müdahale etmek üzere eğitilmeleri vb. gibi. Diğerleri ise sahip o l­ duğu haklar açısından kişi olarak evli bir kadını tehdit eden mülkiyet hakkı, vergi ve tazminat gibi konulara ilişkin yasa hükümlerinin değiştirilm esi türünden daha dolaylı stratejilerdir. Aile içinde ataerkilliğin kökünü kazımak için ille de bir kasıt o l­ ması gerekmez. Bu tür politikaların mekanizması -boşanm a mah­ kemeleri, polis teşkilatı v s .- erkeksi ayrıcalıkların çoğunlukla ba­ şarıyla savunulduğu politik mücadele alanlarına dönüşür. Lezbıyen annelerle ilgili boşanma davaları bunun bir örneğidir, bu da­ valardan bazılarında lezbiyenliğe saldırıda bulunulmaktadır v e bu saldırılar da çocukların vesayetinin kim e verileceği konusunda mahkemenin alacağı kararlan etkilemektedir. Bununla beraber, bir bütün olarak süreç, iktidar eşitsizliklerinin basit yeniden-üreti­ minin dayandığı ataerkil otoritenin müphem doğruluğunu çü­ rütmektedir. Sonuç, iktidarın kurumsal düzeninin otomatik olarak yıkılm ası değildir belki, ama meydan okumalara karşı giderek artan bir za­ yıflamanın söz konusu olm ası gerekir. Meydan okumaların gelişip gelişm ediği veya bu gelişim in nasıl olduğu, başka bir sorgula­ manın konusudur. 1960’larda ve 1970’lerde zengin kapitalist ülkelerde gelişm iş olan meydan okuma koşulları, kadınların daha zahmetsiz ve çok daha güvenilir doğum kontrol yöntemlerine (hap, spiral, vs.) sahip oldukları gerçeğini, kadınların yüksek Öğretime kitlesel ölçüde katılabilmelerini ve 1960’ların savaş karşıtı, yurt­ taşlık hakları hareketleri ve, üniversite olayları kapsamında ra­ dikalleşen genç kadın gruplan için eşitlik retoriği ile bizzat radikal hareketin kendi içindeki cinsel baskı pratiği arasında giderek k es­ kinleşen çelişkiyi içeriyordu en azından. 1950’li yılların sonunda doğum kontrol hapının icat edilm esi, genel bir ahlâki çöküşe yönelik dev bir adım olarak eleştiriliyordu, bugün bile Papa’nm dilinden hâlâ düşm eyen bir temadır bu. Hak retoriğinin bir kez daha, tem el teşkil eden gerilimlere dair faydalı bir kılavuz olarak görülmesi gerekir, Kateksis ve motivasyon ko~ . nulannın değişm ez çözümü olarak hegem onik heteroseksüelliğin 216

başarısızlığa uğradığı bir cinsellik krizine yönelik karmaşık dm a güçlü bir eğilim i tanımlayabiliriz. Bir önceki alt başlıkta ye 6. Bölüm*de, heteroseksüel erkek­ liğin» marjinalleşmiş erkekliklere, en önem li olarak da eşcinselliğe bölünmüş olan belirli arzu ve ilişki biçimlerinin dışlanmasıyla ta­ rihsel olarak kurulduğunu Öne sürdüm. Sonuçta ortaya çıkan örüntüler, her ne kadar iktidar yapısı yüzünden simetrik olmasa da (bkz. 8. Bölüm ), modern kadınlığın inşasında da buna benzer bir sürecin işlerlik göstermekte olduğu öne sürülebilir. H egem onik heteroseksüellik tarafından tanımlanan ve Talcott Parsons tarafından “aile” olarak teorikleştirilen ideal çift ilişki­ sinde, kateksise ilişkin değişm ez bir karşılıklı bağım lılığa ulaşılır. Am a bu yalnızca, karşı çıkışlar ve karşıtlıklar üreten hem içsel hem de dışsal bir bastırma süreciyle mümkün olabilir. D ışsal olarak bunlar, yukarıda tartıştığımız “vahşi” erkeklikleri ve kadınlar arasmda da Adrienne R ich’in “lezbiyen kesintisizlik” olarak teorikleştirdiği bağlan içerir. İçsel olaralcsa karşıtlık, bir dizi ya­ saklanmış dürtü v e duygusal bağlılık içeriri ki bunlar öncelikle psikanalitik araştırmalarda elde edilen kanıtlardır (toplumsal cin­ siyetin kişilikte “katmanlaşma”sı ile ilgili olarak 9. B ölüm ’e ba­ kınız). Ö yleyse, hegem onik heteroseksüellik doğal bir olgu değil, ik­ tidar ve kateksis alanında oynanan bir oyunun durumudur; müm­ kün olan en iyi durumda ise sürdürülmekte olan bir uğraştır. Uğraş sona erebilir, oyunun durumu da değişebilir. Eğer bastırma sürecinin yetersizliği kanıtlanmış toplum sal dayanakları, alternatif cinsellik örüntülerinin önemli ölçüde ortaya çıkmasını olanaklı kılacak şekillerde zayıflatılırlarsa veya değiştirilirlerse, karşı koy­ malar ve karşıtlıklar da bir kriz eğilim iyle aynı anlama gelirler. Çeşitli argümanlar farkına varılmakta olan bu olasılığı işaret eder. Bir Önceki alt başlıkta önerildiği, gibi hegemonik heteroseksüelliğin yaratılmasıyla ilgili saplantının mantığı, aileyi oluşturan ilişkiler içerisinde kesintiye uğramak zorunda değildir. T i­ cari sömürüye fevkalade bir şekilde uygun olmakla birlikte kar­ şılıklılığı kişisel düzeyde aşındıran fazlasıyla dışsallaşm ış ve yabancılaşmış bir cinselliği yaratmayı sürdürebilir ve sürdürür de. Barbara Ehrenreich, A B D ’de heteroseksüel erkekler arasında 217

“bağlılıktan kaçmaya” ilişkin argümanında bunun önemli bir bo­ yutunu yakalamıştı. Ayrıca bizzat he teroseksü elliğin içinin açılmasını Öneren ar­ gümanlar da vardır. Örneğin, Herbert M arcuse’nin cinsellikte cin­ sel organların önceliğinin artık gelişkin kapitalizmde ikame edilen bir bastırma düzeyinin ürünü olduğu yönündeki ünlü tezi, birçok gelişim evresinden geçen bir cinselliğin ortaya çıktığını öne sürer. Mario Mi eli gibi teorisyenlerse, eşcinsel ilişkilerin yeni yeni g e­ lişmekte olan özgürleşmiş cinsellik biçimleri açısından açıklayıcı olduğu iddiasında bulunurlar. Fem inist teorinin bir akımı, Jill Johnston*dan itibaren feminizmin merkezinin, lezbiyen cinselliğin ge­ lişim iyle çakıştığını kabul etmektedir. Çoğunlukla bir aile krizinin kanıtı Olarak görülen ekonomik eğilim de, “işgücü ’nde (aktif olarak) yer alan evli kadınların giderek artan oranıdır: Bu oran Avustralya’da 1980’lerin başlarında % 4 2 ’ydi. Sonuçta bunun ille de bir çöküşü yansıtması gerekmez. Büyük bir bölümü, uzlaşımsal aile örüntülerini ayakta tutmaya yönelik olarak ikinci bir gelir ihtiyacınm belirginleşm esi sonucu ■üretilmiştir. Y anm gün işçi olarak istihdam edilm iş olan kadınların, i oranının çok yüksek olması, bu hususun altım çizmektedir. Y ine de evli kadınların geniş ölçekli ve uzun süreli is­ tihdamının etkileri, istatistiğin kendisinden çok daha yıkıcıdır. Bir taraftan, -k atı bir biçimde “ikinci gelir” olarak tanımlansa b ile - ev­ li bir kadının aldığı ücret, ev içi politikasında güçlü bir kaynak oluştürur ve yukarıda sözü edilen ev içi ataerkillik krizini besler, , D iğer taraftan; çok fazla sayıda kadının günümüzde yaşamlarının itizun bir dönemi boyunca, 5. B ölü m ’de belgelenen büyük Ölçüde jtecrit edilmiş em ek piyasalarında istihdam ediliyor olmaları ger­ çeği, işyerinde yeni bir politik durum yaratmaktadır. B anliyö evlerindeki ev içi em eğinin, kadınlan fiziksel olarak birbirinden ayırdığı görüşü sık sık dile getirilir. Aynı zamanda, heteroseksüelliğin, kadınları birbirinden duygusal olarak ayırdığı da belirtilir. Çok fazla sayıda kadının endüstride üretim aşamasında yoğunlaşması, zıt yönde işleyen en güçlü eğilim lerden biridir. Tü­ ketime ilişkin benzer bir gelişm e de, ticari buluşma yerlerinin or­ taya çıkışıyla birlikte eşcinsel erkeklerin politikasında önem ka­ zanmıştır. N ew York’ta eşcinsel kurtuluş hareketi doğrudan

doğruya bu tür buluşma yerlerinin polise karşı savunulmasına yönelik bir seferberlikten, “Stoııewall ayaklanmaları”ndari, kay­ naklandı. Bu noktaların işaret ettiği şey ise bir çıkar oluşumu krizine yönelik eğilim dir, yani mevcut toplumsal cinsiyet düzeniyle bağdaşan çıkar örüntülerine karşı çıkan çıkarların toplumsal ku­ ruluşu için üslerin ortaya çıkışı. E vli, bir kadının çıkarlarının, te­ m elde kocasının ve çocuklarının çıkarları olduğu şeklinde ta­ nımlanması, hegem onik örüntünün ta kendisidir; bir fabrikada sömürülen bir grup kadının çıkarları olarak tanımlanması ise he­ gem onik örüntüyü tahrip edicidir. Kurumsallaşmayla olduğu gibi, sözünü ettiğim iz bu olasılıkların gerçekleştirilmesinin mümkün olup olamayacağı, yeni çıkar gruplaşmalarının oluşturulmasının mümkün olup olamayacağı ise başka bir sorundur. Ruth Cavendish’in W omen on the Line'ı bunun gerçekleştiği bir yere ilişkin büyüleyici bir örnek olayı aktarır. İşçi sınıfı fem inizm i konusunu ise 12. B ölü m ’de ele alacağız. Burada tanımlamış olduğumuz üç eğilim in, m evcut toplumsal cinsiyet düzeninin yapısal gerilimlerinin eksiksiz bir haritasını sun­ madığı kesin. Daha kapsamlı bir açıklamanın, çocuk bakımı, ka­ dınların istihdam edilm esi ve babalık gibi konulan çevreleyen çelişkiler gibi yapıların karşılıklı etkileşimlerine ve kadınlık ve er­ kekliği barındıran cinsel karakterin hegem onik tanımlanma so­ runlarına atıfta bulunması gerekirdi. Ama bu kadarı da, bir kriz eğilim leri açıklamasının, cinsiyet rolü teorisinde ve kategoricilikte eksik olan yapısal analiz ve özgürleşme politikası arasındaki man­ tıksal bağı nasıl sağlayabileceğini saptamaya yetebilir. Kadın ve eşcinsel kurtuluş hareketlerinin ortaya çıkışı, genel bir kriz o l­ mamakla birlikte, genel sayılabilecek kriz eğilim lerini yansıtır kuşkusuz. Kriz eğilimleri, etkileri açısından değişkendir; genel olarak işlerlik göstermekle birlikte, oldukça özel ortamlarda be­ lirleyici bir noktaya yönelm e eğilim ini taşırlar. Bu durumda en faz-, la etkilenen çevre, B atı’nm büyük şehirlerindeki nispeten genç entelijansiyadır. Bunun nedenlerinden ve sonuçlarından bazılarını, cinsel karakterin kurulması konusunu ele aldıktan sonra, IV. K ısım ’da tartışacağız. 219

N otlar

TARİHSELLİK VE “KÖKENLER’ (s. 194-203). Engels tartışmaları neredeyse. daima, araştırmalarının ta­ rihsel bağlamını göz ardı eder. Ondokuzuncu yüzyıl Mezopotamya ar­ keolojisi için bkz. Lloyd (1954). Tarihöncesi avcılık üzerine alıntı Clark ve Piggott (1965), s. 40; köken avcılığının eleştirisi de Delphy (1977), s. 53-60, 59. Eşcinsellik her zaman bizimle birliktedir, bkz. Bullough (1979), s. 62. Eşcinsel tarih üzerine argümanım için bkz. Carrigan vd. (1985). İngiltere’de eşcinselliğin dönüşümü için, metinde sözü edilenler yanında, Mclntosh’un öncü (1985) çalışması. Eşcinsel kurtuluş teorisinin paradoksu İçin bkz. Johnston (1982) ve Sargent (1983). Tarihsellik üzerine argümanım Touraine (1981) ile birtakım ko­ şutluklar gösteriyor. Ama, ondaki yapısal değişim anlayışı aslında sınıf dinamiklerine hapsolmuş durumda ve oldukça kesin tarihsellik ta­ nımını da toplumsal cinsiyete kadar genişletmek zor. Benim yak­ laşımım ise Collingwood (1946) ve Carr’dan (1961) türetildi. Kanıta dayalı mantıklı yeniden oluşturma konusunda duyular ve duyguların iktidarsızlığını savlayan, böylelikle tarih ve psikoloji arasına kalın bir çizgi çeken argümanında Collingvvood’dan hızla uzaklaşıyorum. Ben, hem psikoterapi pratiğinin hem de modern toplumsal tarihin Collingv/ood’u yalanladığım ve ayrıca psikolojinin de tai'ihin bir dalı ol­ duğunu öne süreceğim. Kateksis yapısının tarihselliği buna bağımlıdır. Birçok feminist yazıda ataerkilliğe, tarihaşırı bir olgu ya da “evrensel kültür" gibi yaklaşılması burada formülleştirilen toplumsal cinsiyet ilişkileriyle uyumsuzluk gösterir. Ama bu, tarihsel yaklaşımın top­ lumsal cinsiyeti sürekli bir akış halinde tanımladığı anlamına gelmez. Daha çok, değişmeyenin de değişen kadar tarihsel kanıt, analiz ve açıklama gereksinimi olduğu anlamındadır.

TARİHİN SEYRİ (s. 203-13). Paleolitik sanatta toplumsal cinsiyet konusu için bkz. Pericot (1962) ve Cucchiari (1981); Dolnı Vestonice mezarı için bkz. Klima (1962). Tarihöncesi Batı Asya’ya ilişkin taslağım, Bumey’yi (1977) te­ mel aldı. Eriha için bkz. Kenyon (1960-83); Çatalhöyük İçin bkz. Mellaart (1967), alıntılar s. 225. Sümer ve Mısır uygarlıklarında kadınların konumu için bkz. Krameı(1963) s. 153-166; Wilson’a (1951), s. 202 -203; Akh-en-Aton hakkında s. 206-235 ve Trigger vd. (1983), s. 79 -312. Gılgamış destanı için bkz. Pritchard’da (1950), s. 72-99; ilgili di220

ğer mitlerle birlikte çevrildi. Amiral Nimitz’in duvar yazısı Costello’dan (1985), s. 366 alıntılandı. Gentle Invaders Ryan ve Conlon (1978) tarafından yazıldı.

KRİZ EĞİLİMLERİ (s. 213-20). Yeni Sağ cinsel ideolojisinin toplumsal anlamı için bkz. Poole (1982). Boşanma davalarında eşcinsel karşıtı Önyargının değişen önemi, YGG Ayrımcılık Karşıtı Kurul tarafından (1982), s. 252-287 Özenle analiz edilmiştir. İşgücüne katılan evli kadınlara ilişkin is­ tatistikler Edgar ve Ochiltree’den (1982) alındı.

'T

.A

Üçitncü Kısım

A

Kadınlık ve erkeklik

A. BİRİMSEL MODELLER VE CİNSİYET FARKLILIĞI ARAŞTIRMASI

Toplumsal cinsiyet psikolojisinde en yaygın anlayış, birer grup o. larak kadınlann ve erkeklerin farklı kişilik özelliklerine sahip ol­ duğunu varsayar: Kadınlar ve erkekler, yaradılışları, karakterleri, ; dış görünüşleri, düşünüş biçimleri, yetenekleri ve hatta tüm kişilik yapılan açısından birbirlerinden farklıdır. Kadın ve erkek arasın­ daki farklılığı belirten bu kavramı, kabul edilm iş başka hiçbir terim : olmadığından, “cinsel karakter” olarak adlandıracağım. Bunu, David R iesm an’ın “toplumsal karakter” teriminden yola çıkarak . kurduğum bir benzerlik sonucu buldum; çoğu kullanımında ifade ^ edilmek istenen görüş, cinsiyetle özellikle bağlantılı olduğundan, i- portom.-!----■

“cin sel” sözcüğünün “toplumsal c in siy e f’ten daha uygun olduğunu düşünüyorum. Çoğunlukla varsayılan, genelde erkekleri karakterize eden ve dolayısıyla erkekliği tanımlayan tek bir kişilik özellikleri kümesi olduğudur. Aynı şekilde kadınlan karakterize eden ve kadınlığı ta­ nımlayan bir kişilik özellikleri kümesi de vardır. Cinsel karaktere dair bu birimsel model, cinsel ideolojinin bildik bir parçasıdır. Bu model, “tıpkı bir kadın gibi” ya da “tıpkı bir erkek gibi” deyim ­ leriyle açıkça dile getirilebilir. Ama dildeki yansıması çoğunlukla örtüktür. “Kadın sürücülerle” dalga geçm ek için yapılan espriler ya da kadın dergisi N ew Id ea ’ûzki “Yalnız Erkekler” sütunu, “ka­ dınlar arabalarda, erkekler de ev işlerinde üm itsiz vakadır” türün­ den ortak varsayımları kullanarak anlam kazanırlar. Daha gelişkin olmakla birlikte mantıksal açıdan benzer görüş­ ler, akademik çalışmalarda çok sile karşımıza çıkar. Sözgelim i, Talcott Parsons’m klasik çalışmasında, “dışavurumsa!” ve “araçsal” özellikler karşıtlığının, erkek ve kadın rollerine karşılık gelen iki cin sel karakteri belirtmesi beklenir. Birim sel (üniter) bir cinsel ka­ rakter modeli, aynı terhaları fem inist bir bakış açısıyla yeniden ele alan Nancy Chodorow’a da temel teşkil etmektedir. Chodorow’un çalışm ası, kadınların cinsel karakterinin onları anneliğe ha­ zırlamayı nasıl başardığı ve erkekler için benzer bir durumun niçin söz konusu olmadığı sorusu üzerinde yoğunlaşır. Birim sel cinsel karakter görüşleri, geçtiğim iz on yıl içinde kültürel fem inizm de de b oy göstermiştir. Sözgelim i pornografi karşıtı kampanyalar, çoğunlukla erkek cinselliğinin özünde tahakküm kurmaya yönelik bir şehvet bulunduğunu veya bu şehvetin erkekler arasında hemen hem en hiç farklılaşmadığı iddiasından hareketle düzenlenir. Freud’un çalışmaları oldukça farklı kadınlık ve erkeklik an­ layıştan içerir, ama ardıllannın çoğu geleneksele geri dönmüştür. Muhafazakârlığa doğru psikanalitik b iı geçiş gerçekleştirenler arasında en ünlüsü, Avusturya asıllı Amerikalı Theodor R eik ’tır, R eik ’m “The Emotional Differences o f the S ex es” (Cinsler Arası D uygusal Farklılıklar) başlıklı uzun makalesini, birimsel modelin klasik bir ifadesi olarak görebiliriz. R eik ’ın çalışması, kadınların v e erkeklerin belirgin şekilde birbirinden farldı duygusal Özellik­ lere sahip olduklan görüşünü sorgulamaksızın doğru olarak kabul

eder ve bu özelliklerin, kadın v e erkeklerin biyolojik üremede ye- , rine getirdikleri farklı işlevler üzerinde temellendiklerini öne sürer. Reik bu noktadan hareketle, kadınlar hakkında büyük ölçüde spe­ külasyon yaparak çifte standarttan tutun da yemek pişirmeye, hırçınlıktan, âdet öncesi gerilime ve niçin mobilyalara düşkün ol­ duklarına kadar, pek çok tuhaf konuyu kayıtsızca açıklar. 1r Toplum sal cinsiyete dair bu tür anlayışlar, daha yeni psikanalitilc literatürde de etkinliklerini korurlar. Sözgelim i Amerikalı Robert M ay, Sex and Fantasy (Cinsellik ve Fantezi) adlı kitabının ana temasını “erkek ve kadın fantezi örüntüleri” ayrımına da­ yandırır. M ay, antik mitlerden, modern kişilik testleri ve klinik örnek olay kayıtlarından yola çıkarak “gurur” ve “şefkat” arasında genel bir ayrıma ulaşır -b u ayrımı, Parsons’ın “araçsal” ve “dı­ şavurumsak’ ayrımı ile karşılaştırın. Birim sel cinsel karakter anlayışlarının yaygın bir çekiciliği ol­ duğu ve çok farklı politik inançları olan insanların içini ra­ hatlattıkları açık. Bunun nedeni kısmen, birimsel kadınlık veya er­ keklik karakteri anlayışına sahip olmanın, kendi başına ele alın­ dığında iki zıt karakterin içeriğinin ne olabileceği konusunda kesin bir sonuca ulaşmamasıdır. Spekülasyon yapma, iddia etme ve bi­ yolojiden çıkarımda bulunma, gündemin ta kendisidir. Buna karşın, bu sorunla bağlantılı geniş bir araştırma literatürü vardır: 2. B ölü m ’de sözünü ettiğim iz ve V iola Klein ile Rosalind R osenberg’in gösterdiği gibi, yüzyılın dönümünden beri sürdü­ rülmekte olan psikolojik “cinsiyet farklılığı” araştırması. Bu araştırmada elde edilenler, kadınlar ve erkekler arasındaki blok farklılıklar olarak adlandırılabilecek bulgulardır - sözgelim i, kadınlar ve erkeklerin ortalama tepki verme zamanları veya do­ kunma duyarlılığı arasındaki farklılıklar; ya da sözel yetenek, en­ dişe veya dışadönüklülc testlerindeki ortalama skorlar arasındaki farklılıklar gibi. Bu konuda genel kabul görmüş yöntem teamülleri de vardır. Bir tür güvenilir ölçütle birlikte, karşılaştırılabilir kadın ve erkek Örneklere ihtiyaç duyulur. Bir test her zaman için, or­ talama skorlar arasında veya belirli bir kriteri karşılayan kadın ve erkek oranları arasında bulunabilecek herhangi bir farklılığın is ­ tatistiksel önem ini saptamak amacıyla yapılır. Farklılıkların boyutu veya psikolojik önemi değil de, yalnızca 227

rastlantı sonucu olmayan bir farklılığın var olma olasılığı test edildiğinden, bizzat '‘önem testi’nin (significance testing) kendisi, araştırmayı blok farklılıklar, üzerinde yoğunlaşmaya zorlar. Dergi makalelerinden ders kitaplarına v e en çok satan popüler psikoloji kitaplarına giren türde bir sonuç ise, “kadınların sözel yeteneği da­ ha fazladır” veya “erkekler daha saldırgandır” biçimindedir. Eğer istatistiksel açıdan önem li bir blok farklılık ortaya çıkmıyorsa, araştırmacı büyük bir olasılıkla hayal kırıklığına uğrar v e söyle­ yebilecek bir şeyi olm adığı sonucu çıkarıldığından araştırma ya­ yımlanmaz. Sydney’deki ergenler hakkında, veri taramasına dayalı bu tarz bir makale yazm ıştım ve bu türde âdet olduğu üzere, cin­ siyet farklılığının şüphe götürm eyecek biçim de belirgin olduğu kısımları titizlikle ele alırken, cinsiyet farklılıklarının görülmediği daha fazla sayıdaki olguya çok dikkat etmemiştim. B lok farklılıklar görüldüğünde bunlar, genellikle kadınlan er­ keklerden ayıran bazı temel kişilik özellikleri aracılığıyla -d iğer bir deyişle, birimsel bir cinsel karakter an layışıyla- açıklanırlar. Cinsiyet rolü görüşleri çoğunlukla, cinsel karakterin nasıl b i­ çim lendiğine dair sağduyulu bir açıklama getirme amacıyla yar­ dıma çağrılırlar. B öylece, bu tür örnekleri çoğaltabiliriz, sözgelim i bağım lılığa yönelik olarak toplumsallaştıklan için kadmlann er­ keklerden daha az başarı yönelim li oldukları söylenir. Çoğunlukla cinsiyet farklılıklarım cinsiyet rollerinden ayırmak oldukça güçtür; bu ikisi birlikte tek bir kavramda bulanıklaşmaktadır. Eleanor M accoby ve Carol Jacklin, 1970’lerin ortalarında bu tarz araştırmaların aynntılı bir derlemesini yapmışlardı. D e r -’ lemenin adı The Psychology o f Sex D ifferences'dı (Cinsiyet Fark­ lılıklarının Psikolojisi) ve kadınlarla erkekler arasındaki (genellikle beyaz, zengin, K uzey Amerikalı yüksekokul Öğrencileri içinde) blok farklılıkların sözel, gorsel/uzamsal yetenekler, matematik y e­ teneği ve saldırganlık açısından bazı kişilik özellikleri çalışm a­ larının sonuçlarına oldukça uygun olduğunu ortaya çıkan-yordu. Daha fazla kişilik özelliğini (sokulganlık, etkilenirlik, kendini be­ ğenmişlik, öğrenme tipleri, idrak biçimleri, başarı m otivasyonu, duyusal kalıplanmalar gibi) irdeleyen çalışmalarda ise o denli fazla uyum gösteren hiçbir blok farklılık bulgusu yoktu. Yazarlar, başka kişilik özelliklerine dair -dokunsal duyarlılık, utangaçlık, etkinlik 228

düzeyi, rekabetçilik, üstünlük, itaatkârlık, terbiye gibi- bir “açık bulgu” ile (diğer bir deyişle uyumlu olm ayan bir örüntüyle) işe ko­ yulmuşlardı. Araştırma, M accoby v e Jacldin’in yazmaya . başlamasıyla birlikte yola koyulmuştu. Sonuçlar birleştirildi, ama araştırma herhangi bir yönelim e sahip olsaydı, kadınlar ve erkekler arasında açıklanamayan bazı boşlukları ortaya çıkarması ge­ rekecekti. Örneğin, Robert Plomin v e Terry Foch, çocukların sözel ve sayısal yeteneklerini irdeleyen bir çalışm ada cinsiyet fark­ lılıklarının, sapmanın yalnızca % l ’i için açıklayıcı olduğu so­ nucuna ulaşıyordu. O live Johnson ve Carolyn Harley ise sağ eli kullanmanın veya solak olmanın bilişsel yetenekler hakkında cin­ siyete kıyasla daha iyi bir kestirim aracı olduğunu belirtiyordu. Kuşkusuz bunlar, çok büyük bir çalışm a yığın ı içinden alınmış iki örnek sadece ve güçlü cinsiyet farklılıkları bulunduğunu öne süren birçok başka çalışm a olduğu da bir gerçek. Bununla birlikte kişi, olumsuz bir noktada bile kendisine fazlaca güvenebilir. Ayrıca son dönem araştırmaları, M accoby ve Jacklin’in cinsiyet farklılıklarını sistematik olarak hafife aldıklarım da gösterm iyor. B öylece, çarpıcı bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu tarzın mantığı “farklılık” ve bu farklılığın açıklanması üzerinde yoğunlaşıyor. A s­ lında, yaklaşık 80 yıllık araştırmanın esas bulgusu, psikologların üzerinde çalıştığı insan topluluğunda kadınlar ve erkekler arasında muazzam bir psikolojik benzerlik olduğudur. K esin blok fark­ lılıklar ise çok azdır ve belirli konularla sınırlıdır. Erkekler ve ka-, dınların dağılımlarının geniş ölçüde örtüşmesi bağlamında küçük ortalama farklılıklar, farklılıkların oldukça uygun görüldüğü kişilik özellikleri söz konusu olduğunda bile olağandır. Eğer hem ya­ zarların hem de okuyucuların kültürel önyargıları olmasaydı, uzun süre önce bundan “cinsiyet benzerliği” araştırması diye bahsetme­ ye başlayabilirdik. Bu ölçeklere ve ölçümlere güvenilebildiği ölçüde, kadınlar ve erkekler için farklı birim sel cinsel karakterler bulunduğu görüşü kesinlikle reddedilmektedir. Oysa, bu görüşle, cinsiyet ve toplum­ sal cinsiyete dair sağduyu anlayışlarının çoğu, işlevselci cinsiyet rolü teorileştirmelerinin çoğuyla birlikte çökmek zorunda1ka­ lacaktı. ! Am a bu hiçbir zaman olmadı. Cinsel karakter görüşüne, bu ?9Q

230

------------- k-----------

Cinsel karakterdeki çeşitliliği kavramanın en yaygın biçim i, in­ sanları, toplumsal cinsiyetle bağlantılı kişilik özelliğindeki fark­ lılıkları yansıtan bir boyutta sıralanmış olarak düşünmektir. Bu, erkeklik/kadmlığa (bundan sonra metinde E/K olarak geçecek) dair

--------- «T— '------------- » -------- k—

B. ERKEKLİK/KADINLIK ÖLÇEKLERİ

----------------------------------------------------------------- :------------------- k—

-

görüşü yolc edecek basit bir olgusal yanlışlama yüzünden çok fazla yatırım yapıldı. Yine de, bu görüşün biraz da olsa değiştirilmesi yönünde ciddi bir baskı vardır. Yapılabilecek en basit değişiklikse, kategorik farklılıklar düşüncesinin bir kenara bırakılması v e veri tarayan cinsiyet farklılığı araştırmasının sonuçlarının bir norma ilişkin farklılaşma formülü aracılığıyla yorumlanması olacaktır. Örtüşen dağılımlar artık çok önemli değildir. Ortalamalar arasmdaki farklılıklar, bir erkek ve bîr kadın normu arasındaki farkı göstermeye yeter. Cilayı da rol teorisi sağlar. Her bir norma dair farklılaşma, beldentilerde ve hatta sapmada rolün uzaklığını, muğlaklığım veya çelişkisini yansıtır. Ortalama farklılıkları bul­ mada başarısız olan çalışmalar ise Örtüşen beklentilerin kanıtı veya geleneksel cinsiyet rollerinin yakınlaşması olarak yorumlanır. Üçüncü B ölüm ’de öne sürüldüğü gibi, rol teorisi son derece plastiktir. Hata düzeltm e uygulamalarında dikkate değer bir durum söz konusu değildir. Am a bu noktada çok dikkat edilm esi gereken bir özellik var: Farklılaşma üzerinde odaklanmaya geçiş. Kadınsı ,ve erkeksi cinsel karakterin açıklamaları olduğu kişilik özellik­ lerindeki farklılaşmaya yönelik ilgi, doğrudan doğruya kadınlık ve erkeklikteki farklılaşmaya yönelik ilgiden yalnızca bir adım uzaktadır. Bu yol ise cinsel karakterin birimsel olmayan kavramş bi­ çimlerine yönelir. Bu yola girme ihtiyacı artık araştırma literatüründe kesinlik ka­ zanmıştır; cinsel karaktere dair tüm ilginç kavrayışlar bundan böyle birimsel olmayacaktır. Hem kadınlık hem erkeklik fark­ lılaşma gösterir ve onların bu farklılaşmasının anlaşılması da, top­ lumsal cinsiyet psikolojisi açısından yaşamsal önem taşır. Peki ama bu farklılaşmanın anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunun için birçok olası yaklaşım mevcut.

masabaşı testlerinin çoğu için temeldir. Sorun, herhangi belirli bif kişinin gölgesinin, boyutu yansıtan im gelem çizgisinde bereye düştüğünün nasıl saptanacağıdır. Buna kişilik Özelliklerinin ölçül­ m esi” adı verilir ve E/K ölçekleri Önerdikleri çözümler açısından farklılık gösterirler. Bazı testler, çocuklara cinsel açıdan muğlak bir figür gösteren ve onları bu figür hakkında bir öykü yazm aya yönlendiren “İT” (cinsiyetsiz üçüncü tekil şahıs .zamiri) ölçeği gibi, yansıtmacı yöntemler kullanmaktadır. Ama, M innesota Çok Evreli Kişilik En­ vanterimin (MMPI) kullanıma girdiği 1940’lardan beri farklı bir yönteme geçildi. Tüm psikiyatrik perdeleme testlerinin en ünlüsü olan bu yöntem, bir erkeklik-kadınlık alt ölçeği içerir ve birçok kısa şıkla bir kişisel durum envanteri örüntüsü hazırlar. Bu teste ka­ tılan kişiler ayrı ayrı her şıkta kendilerini tanımlar ve belirli türde bir yanıtın ne sıklıkta verildiği ölçülür. Bazen istatistiksel olarak da ifade edilen bu ölçüm, teste katılan kişinin kadınlık veya erkeklik skorunu belirler. K işisel tanımlama biçim i çok az farklılık gösterir. lanet Spence ve Robert Helmreich M asculinity and Fem ininity (Erkeklik v e Ka­ dınlık) başlıklı çalışmalarında, insanları, zıt kutuplu belirlenmiş ild seçenek arasında nereye düştüklerini değerlendirmeye yönlendiren bir anket kullanıyorlar. Bir örnek verelim: çok k a t ı .......... ç o k y u m ıışa k baskı a ltında dağılır. . .baskı altında ayakta ka lır

Ünlü “androjenlik” Ölçeğinin yaratıcısı Sandra Bem ise ku­ tupsal karşıtlıklardan vazgeçiyor. Her' şık yalnızca bir kişilik özelliğini belirtiyor ve anketi yanıtlayan kişilerden, bunun kendileri için ne sıklıkta doğru olduğunu saptaması isteniyor: h ı r s lı . . . güçlü . . . sevecen . . . çocuksu . . .

Peki ama bu ölçeklerin kadınlığı ve erkekliği Ölçtüğü nereden 231

bilinebilir? Olağan test, her şıkkın kadınlan ve erkekleri is ­ tatistiksel olarak birbirinden ayırdığı şeklinde. EfK ölçekleri hakkmdaki mükemmel incelem esinde Anne Constantinople’ın göster­ diği gibi bu, “cinsiyet farklılığı” ile “erkeklik/kadınlık” arasında sistematik olarak, birbirine karıştınlm ayla sonuçlanır. Prensipte bir cinsiyet farklılığı gösteren her şık, E/K ölçeklerinde yer alabilir. Pratikte ise bu ölçeklerde hemen her şey yer alabilir. Şıklar, yukanda verdiğim iz Örneklerde olduğu gibi genelleştirilmiş kişisel betimlemelerden meslek tercihlerine, sözcük çağrışımlarına, sinir bozukluğu arazlanna, bilgi ve estetik ilgilere kadar çeşitlilik gösterir. Constantinople, bazı şıklarda “erkekliğin” ve “kadınlığın” ne anlama geldiği konusunda sezgisel bir görüş yansıtılırken, çoğu durumda içeriğin “kavramın saptanabilir herhangi bir tanımıyla il­ gisiz” göründüğünü söylüyor. Bir kopuş noktası belirginleşm eye başladığında, ölçeğin iç tutarlılığının sağlanması için, başka bir psikometrik kriter bu boşluğu doldurmaya başlıyor. Şık adaylarına, öbür şıklarla aralarındaki ba­ ğıntıya bakılarak ölçekte yer veriliyor veya verilmiyor. Spence ve H elm reich’m ölçekleri bunu çok güzel gösteriyor. Her bir şıkkın toplamla (diğer bir deyişle, bütün şıklarda elde edilen skorların toplamıyla) bağıntısı, her bir kişilik Özelliğinin ve ölçeğin tu­ tarlılığının kanıtı olarak sunuluyor; ve yüksek bir şık-toplam ba­ ğıntısı gösteren şıklar da, ölçeğin “kısa formu ”na koyuluyor. Bu kriter, anket araştırmalarında yaygın biçimde görüldüğü g i­ bi, en yüksek bağıntıların aynı tür sorunun biraz farklı bir üslupla sorulduğu şıklar arasından çıkması yüzünden, içeriğin hetero­ jenliğini yavaş yavaş azaltma eğilim i gösterir. Daha da önem lisi, ölçülmekte olan kişilik özelliğinin içerdiği gerilim, veya tu­ tarsızlığın fark edilm e olasılığını ortadan kaldırır. Bir ölçek skoru kullanılmasının nedeni, tek tek alındığında şıkların çok güvenilir olmaması ve pek çok başka unsuru da içeriyor olmasından ötürü, Ölçülmekte olan kişilik özelliğinin ancak küçük bir bölümünü barındırdığının varsayılmasıdır. Birkaç soruya verilen yanıtlar bir bütün halinde toplanarak şıkların tek tek her bi­ rinin ilgili ilgisiz birçok konuyu içerm esi durumu dengelenm eye çalışılır. Bu birleştirme işlem inin yapılma biçimi, nicel kişilik araş turnasının ürettiği psikoloji türü açısından büyük önem taşu. 232

I

Şıklardan elde edilen skorların bir araya toplanmasında, her bir so­ runun içerdiği özel anlam göz ardı edilir. Elle değerlendirilen eski moda anketlerde, sayfadaki soruların bir karton kapakla örtülmesi olağan bir uygulamaydı; yanıtlara konulan “çek” veya “çarpı” işaretleri, kapakta açılan küçük kutular aracılığıyla görünüyordu. Günümüzde bilgisayarla değerlendirilen anketlerde ise, sorular ve yanıtlar rakamlarla belirtiliyor, dolayısıyla yalnızca rakamlara ih­ tiyaç duyuluyor — yanıt cümleleri bilgisayara yüklenm iyor veya İşleme dahil edilmiyor. Kısacası, sem antik artık terk edildi. Yanıtların boyutlu bir bütünün kısm i ölçüleri olarak görülmeleri amacıyla belirli anlamlarından koparılmaları, psikometrik li­ teratürde sorgulanmaksızın kabul edilir. Bir kişinin, araştırmacıya söylediğini düşündüğü şey dikkate alınmaz. “Çarpı” işareti soruya verilen yanıt olarak değil, yanıtın altında yatan bir “kendiliğin” or­ taya çık^ılm aşm a yardım cı olacak bir “karşılık” olarak görülür. Araştırmacı bu “kendilik” hakkında b ilgi sahibidir ama “özne”, kendi kişiliğine kök salm ış bu “kendilik” hakkında bir şey bilm ez. Yaklaşık 30 yıl önce, The Person in Psychology (Psikolojide K işi) adlı kitabında Paul Lafitte, psikolojik ölçümde “tözel so­ yutlama” adını verdiği şeye karşı çürütülmesi güç bir eleştiriye gi­ rişti. Bilgisayarla yapılmayan anketlerde gerçekliğin zayıflığı ve şüpheli varsayımlara dair öbür eleştiriler ise psikanaliz, antropoloji ve etnom etodoloji gibi değişik yakalardan geldi. Sorun, tekniğin ilk başlarda kaba olm ası değildi. Son yıllarda yapılan araştırmalar genel olarak bu tür sorunlara, öncü çalışmalardan daha az açıklama getirmektedir. Sorun aslında yöntem in temellerine ilişkindir. T op­ lumsal cinsiyet ölçeklendirm esi, aynen öteki kişilik v e davranış ölçeklendirme biçimleri gibi, insan pratiğinin radikal bir anlam sızlaştm lm asını içerir. Bu, R.D. L aing’in başka bir bağlamda “kişilerüstü geçersizleştirm e” adını verdiği şeyin örneğidir. Bu1tür bir araştırmayla insanlara ilişkin sağlam bir anlayışa ulaşm a şansı son derece düşüktür. Am a yaklaşım önem li ideolojik etkiler barındırır. A nlam sız­ la ştır m a , araştırmanın çelişkiye düşmeden değişkenliği fark et­ mesini olanaklı kılar. Eğer kişinin birbiriyle bağıntılı şıklara ver­ diği yanıtlar çelişiyorsa, bu bir sorun olarak, sözgelim i bir ka­ rarsızlık sorunu olarak kaydedilmez. Y alnızca elde edilen toplam ı 233

skoru düşürür. Eğer bazı şıklar ötekilerle uyumlu değilse, niçin öyle olduğunu, araştırmak gerekmez. Bunlar, son ölçüm aracının üretilmesinde normal bir aşamaymış gibi, yalnızca şıklar arasından çıkarılırlar. B öylece kadınlık ve erkeklik, bütün insanlarda Ölçülebilecek homojen mizaç boyutları olarak örtük bir biçim de teorileştirilir. Dolambaçlı bir şekilde bu, birimsel cinsel karakter anlayışlarının fark edemediği bir noktayı, kadınlık, ve erkekliğin aynı kişide bir arada bulunabileceğini, ölçeksel araştırmanın fark etm esini müm­ kün kılar. Ama bunu, Freud’un gördüğü biçimde, birbiriyle çelişen arzular ve özdeşleşm eler olarak değil, değişkenliğin çoğul yönleri göıüşü aracılığıyla yapar. Kadınlık v e erkekliğin ille de kutupsal karşıtlıklar olarak, yani diğer bir deyişle aynı boyutun uçları olarak ele alınmaları gerekmez. Her birini ayrı bir ölçek olarak görebiliriz ve aynı kişi her iki ölçekte de yüksek skorlar elde edebilir. Bu görüş, 1970’lerin başlarında, Bern’in çok dikkat çeken uyarlaması “androjenlik” ile birlikte çok sayıda Amerikalı psikologun aklına, gelmişti. Spence ve Helmreıch, bir kadınlık ölçeği, bir erkeklik ölçeği ve bir E/K ölçeği kurarak v e aynı insana uygulandığında bunların hepsinin istatistiksel olarak bağm tısız olduğunu göste­ rerek bir tür reductio ad absürdüm (saçm alığa indirgeme) u y­ gulamışlardı. İnsan iletişiminin anlamsızlaştırılmasından kaynaklanan yorum karışıklığı yeterince açık. Constantinople’m yaklaşık yirmi yıl önce erkeklik ve kadınlığa dair sunduğu özet geçerliliğini hâlâ k o­ ruyor: “Öyle görünüyor ki, kadınlık ve erkeklik hem teorik hem de ampirik açıdan psikologun sözcük dağarcığında en karışık kav­ ramlar arasında gibiler.’’ Ö lçeksel yaklaşım , içerilen psikososyal süreçlere dair çok az yeni anlayış üretebilmiştir. Buna karşın, yaygınlık kazanmasının nedeni belki de akademik psikolojinin izlediği politikayla daha fazla ilgilidir. Ö lçeksel E/K araştırması, bilim sellik, biçim sel ölçüm v e istatistiksel kanıtla çok fazla ilgilenen yerleşik psikolojik kurum için önem li bir toplumsal sorunun kabul edilebilir kapsamlarda ele alınm asını sağlar. Seri ve dolaysızdır, çünkü ölçeklendirme teamülleri iyi kurulmuştur; pro­ fesyonel dergiler bundan hoşlanır v e tehlikeye attığı hiç kim se yoktur. Bu düzeyde bir ölçeksel araştırma, cinsel politikanın bilim 234

adına evcilleştirilm esi sürecinin bir parçasıdır. Büyük ölçüde ka­ dınlar tarafından yapılan önemli bir politik olgudur. Daha derin bir düzeyde bu tür bir psikoloji, şeyleştirme sürecine katılmaktadır. Bir sürecin, bir eylem in veya bir ilişkinin bir nes­ neye dönüştürülmesi veya sanki bir nesneym iş gibi ele alınması, m odem kültürün temel dinamiklerinden biridir. Toplumsal cinsiyet ,ölçeldendirm esi, kişisel anlatım veya kişinin kendini açıklama sürecinin şiddetli bir biçimde şeyleştirilm esini içerir. Ölçekte yer alan şıklar tarafından kullanılacak üsluplaştırılmış kişisel tanımlama bile, “skorlar” üreten ve daha sonra bu skorları bir kişilik boyutu­ nun soyut uzamında istatistiksel olarak bir yerlere iteleyen işlem ­ lerle dönüştürülmektedir. . Eğer bu araştırma ‘ yaygınlaşm ışsa ve insanlar boyutsal açıklamalarda (veya daha Önce tartıştığımız cinsel karakterin bi­ rimsel açıklamalarında) kendilerini bulduklarını hissediyorlarsa bunun nedeni, insanların, bilgisayar tarafından üretilen bir grafiğin N boyutlarında birer noktalar olma&ı yüzünden değildir. Belki de bunun nedeni, şeyleştirm e sürecinin, nitel çeşitliliğin fark edilm esini korkutucu kılacak denli gelişkin olmasıdır. Korku -am a cinsel yaşamda bir olasılık olan güdü ve im gelem in ayaklanmacı coşkünluğu ölçüsünde “ötekilik” karşısında duyulan korku d eğilbir kısm ı çoktan şeyleşm iş bir dünyada güçlü bir güdü olabilir.

C. ÇOKKATLI MODELLER: TİPOLOJİDEN İLİŞKİYE Ö lçeksel kişilik modelleri, genellikle kişilik “tipleri” teorilerinden açığa çıkar. Sözgelim i, Jung’un dışadönüklük-içedönüklük ölçek­ leri ve Frankfurt okulunun otoriteciliğe dair ünlü “F ölçeği” gibi ölçekler bu tür tipolojilerden zekice tasarlanarak türetilmiştir. E/K Ölçekleri de benzer biçimde, cinsel karaktere dair birimsel mo­ dellerden türetilmiştir, hatta aslında, aralarına bir dizi olasılık ek­ lenerek “boyutlandırılmışlardır^l K işiliğin bir boyutu yerine tümü kavranabilir ve böylece tipler alt bölümlerine ayrılabilir Veya katmerlenebilir. fC ın sel karakter söz konusu olduğunda, bu yaklaşımın klasik örneği olarak Sım one de Beauvoir’nm K adın adlı eserinin ikinci ki235

tabı olan E vlilik Ç ağandaki kadınlık açıklamasını gösterebiliriz. D e Beauvoir, kadınlarla erkeklerin toplumsal konum v e ontolojik statülerindeki genel bir farklılıktan yola çıkarak literatürde ve Fransız toplumsal yaşamında yarım düzine kadınlık tipine dair us­ talıklı bir açıklama geliştirmeye çalışır: Lezbiyen, evli kadın, fa­ h işe, bağım sız kadın vb. D e Beauvoir’nın tipleri, kısmen toplumsal koşullar üzerinde, kısmen de bir sonraki bölümde tartışacağımız iç dinamik örüntüleri üzerinde tem ellenm ektedir^ ^Prensipte benzer bir şey, bunu yapmaya kalkışacak bir Sim one de Beauvoir ortalıkta görünmese de, erkeklik tipleri için de ya­ pılabilir. Andrew Tolsonlm -V h ^ L im its o f M asculinity (Erkekliğin Sınırları) adlı kitabının bu yönde bir başlangıg~ÖX3ugu""söylenebilir. Tolson, topluluk™[ncelemelerî”ve endüstriyel'sösyölöjr alanlarında sürdürülen araştırmalar (özellikle de İngiliz araştırmaları) arasın­ dan ilerleyerek i ş ç i s ı n ı f ı tipi ve orta sınıf tipi erkeklikler ab­ rasındaki geniş bir ayrımda ekonomik durum, yaşam döngüsü ve cinsel kim lik arasında bağlantılar k uru yoj^ |E>e Beauvoir v e T olson, karakter tipi v e toplumsal çevre arasında bire bir uygunluk varsayıyorlar. Bu, bir anlamda, cinsel ka­ raktere dair birimsel m odellerden bir adım önde belki, ama çok da önde değil. Karakter, de B eauvoir’da da T olson ’da da hâlâ belirli bir ortam içinde birim sel olarak ele alm ıyorj^vlantık. Almanya, Ja­ ponya ve Samoa’yı karakterize ettiği varsayılan “lealıpsal k i­ şilikleri” betim leyen “ulusal karakter” veya “kültür v e kişilik” araştırmasındakiyle aynı. Cinsel karakterin aynı şekilde ele alınma­ sına, Margaret M ead’ın M ale and F em ale’de kurduğu kültür lerarası karşıtlıklarda da rastlanabilir. Bir sonraki adım ise niteliksel açıdan farklı tiplerin aynı top­ lumsal ortamda üretildiğinin farkına varılmasıdır. Bunun ka­ nıtlarım bulmak hiç de zor değil. Burada, daha önce değinilen işçi sınıfı otobiyografileri derlemesinden bir Örnek verilebilir. Kitabın yazan Bim Andrews, 1920’lerde Cambridge’de yetişip çalışm ak hakkında bir şeyler söylüyor: Yirmilerin ortasında, Kooperatifte nasıl memur olacağımı öğrendim; steno ve on parmak daktilo için aldığım akşam derslerinden sonra da yüksek dereceli bir büro işçisi. Görevini bilen, başı sürekli önünde ve 236

sonuçta haklan konusunda hiçbir fikri olmayan bir İşçi yani. Dünyada yaşayan bir insan olarak temel haklarımı bile bilmiyordum, yaptığım işİ ve onların parasım ilgilendiren bir paylaşımın parçası olarak hak­ larımı hiç aklımın Ucundan geçilmemiştim. Evet, ortalıkta bir İşçi Sen­ dikası laflan dolaşıyordu, ama hiçbir genç kız veya kadın bunun kendisi için de geçerli olabileceğini düşünmemişti. İşimin bir bölümü (bütün gün ayakta durmamı gerektiriyordu, bu yüzden berbat âdet san­ cılan çektiğimde, ki genellikle de öyle olurdu, utana sıkıla tuvalete sıvışıyor ve elimden geldiğince orada kalıyordum. İşyerinde bir din­ lenme odası bulunmadığı gibi, sıkışık soyunma odamızda bir sandalye bile yoktu. Bazı yeni fikirler kök salmaya başlamıştı - o zamanlar Kooperatif, inanç ve düşüncelerini yaymaya çalışan bir hareketti ve benim de ka­ tıldığım akşam dersleri düzenliyordu. Ama duygulanın ve aklım hâlâ karmakarışıktı. Yaşamanın doğru yolu neydi? Nellie gibi, yüzünde hu­ zurlu bir ifade ve parmağ;ında nişan yüzüğüyle, çarşaflar, yatak örtü­ leri, ipek çamaşırları vb. çeyiz sandığına yerleştirmeden önce öteki kızlara göstermek miydi? Yoksa Jessie gibi, etrafı evli ve bekâr er­ keklerle çevrili bir şekilde -bugün seksi dediğimiz gibi- cilveli ve oy­ nak olmak mıydı? Ya da Genel Müdür’ün sekreteri ve gelecekteki amirimiz Bayan Marshall gibi, kendine hâkim ve bize karşı sert, küçük bir araba sahibi ve Satış Bölümü Müdürü’yle gizli ilişkisi olan birinin yaşamı mıydı doğru olan? N ellie, Jessie, Bayan Marshall ve hatta ciddi görünüşlü B im ’in kendisi bile, kendi kafasında tipler olarak bulunur -am a ideal veya soyut tipler değil, gerçek tipler olarak— ve farklı “yaşam bi­ çim leri’’ni ifade ederler. Yine de birbirlerinden bağım sız de­ ğillerdir. B im kafasında, bu tiplerle kendisi arasında bir ilişki ya­ şamaktadır. Bu, onu varoluşsal ve bir ölçüde de ahlâki bir tercihle yüzleştiren seçenekler arasındaki bir tür çekişmedir. Bim , yaşamda bir yola girerek belirli tür bir kadın olabilir, belirli bir kadınlığa adım atabilir. Bir yaşam yolu görüşüne 9. ve 10. bölümlerde tekrar döne­ ceğim; burada vurgulamak istediğim önem li nokta ise tiplerin birbirleriyle bir ilişki içinde var olduğudur. Bu soruyu karşıma ilk kez çdcaran araştırmada, Avustralya’da hâkim sınıftan çocukların git­ tiği bir erkek okulunda, bağlantılar belirli bir hiyerarşi biçim ini al­ maktaydı. Angus Barr adım verdiğim iz bir öğretmen bize, iki grup 237

arasında “kabadayılık çekişm esi” olduğunu düşündüğü bir olay an­ latmıştı, bazı ayrıntıları başka kaynaklardan da doğrulatabilmiştik: Size geleneksel geleceğini sandığım gibi bir grup var [“Soylular”], sporcu gençlerden oluşan bir grup bu ve fiziksel olarak daha aktifler... Bu grup bazen, artık kendilerinin de benimsediği “Kiriller” adını tak­ mış oldukları, “visalar” [“vicdan sahibi”nden] olarak bilinen başka bir gruba karşı biraz sert davranıyor. Bu Kiriller hiçbir sportif etkinliğe katılmıyorlar... Bu yıl, Soylular grubtı yüzünden oldukça sıkıntılı anlar da yaşadılar [yaşamışlar]... Yılın ortalarına doğru kötü bir şeylerin ol­ masını engellemek için —geçmiş yıllarda ortaya çıkmamıştı, son birkaç yıldır okuttuğum sınıftan dolayı gruplar arasında olay çıkacağını bil­ diğimi sanıyorum- araya girmek zorunda kaldım. Ve dedim ki, “Artık tamam, sizden binlerinin diğerlerine yaptüclarma bir son vermek ge­ rekiyor, çok ileri gittiniz...” [Kiriller], şu kendisine pek bakmayan, akıllı küçük çocuklardandı, hani şu pırıl pırıl beyinler denenlerden. Hepsi gözlüklü, kısa boylu, bayağı tombul, falan filandı... Öyle sa­ nıyorum ki, bu işi bitirmede oldukça başarılı oldum. Kirili er’den ba­ zılarına, çaktırmadan, işlerin nasıl gittiğini sormaya çalıştığımda bana, eh işte, daha iyi olabilirdi, dediler. Söylular’dan da bir veya iki kişiyle ^konuştum. Onlara da bunun artık son bulması gerektiğini söyledim. Bim A ndrew s’un algılarının tersine, yukarıdaki alıntıda görülen er­ keklikler arası farklılık, çocukların Özgür seçim leri sorunu değildir; Örneğin, atletik olmayan bir yaşam biçim i, bir çocuğun vücut görünümüne ilişkin anlayışıyla dayatılabilir. Burada daha kapsamlı kültürel dinamikler de saptanabilir. Ama eri Önemlisi, bir gruba ka­ tılmanın otelci grubu ilgisiz kılmadığıdır. Bunun ötesinde, etkin bir ilişki kurulur. Soylular, K iriller’! sürekli rahatsız ederler, çünkü Soylu olm ak kadınsı olarak görülen şeylerin etkin biçimde red­ dedilm esini içerir. , Bu belirli çatışma örüntüsu tesadüfen ortaya çıkmaz. Araş­ tırmanın yapıldığı okul, bedensel temasa dayalı sert bir rekabet içeren bir spor dalma, futbola bağlılığıyla ünlü bir okuldu. Hem olculun resmi politikası hem de okul personeli, ebeveynler ve Eski Mezunlar arasındaki yaygın yaşam felsefesi, Soylular’m temsil et­ tiği saldırgan ve fiziksel açıdan başat erkeklik türünün rağbet gör­ düğü etkinlikleri Özendirmekteydi. Çocuklarsa, ister yanında is­ 238

terse karşısında olsunlar, tavırlarını bu talebe göre tanımlamak zo ­ rundaydılar. Bu yüzden Bay Barr’ın betim lediği eksen üzerinde ku­ tuplaşıyorlardı. Yine de, Soylular’m sarıldığı modele tepki göste­ ren çocuklar tümüyle bir tereddüte itilmiyordu. Zira okul, yalnızca bir futbol zaferi istememekte, aynı zamanda akademik başarıya da ' sahip olm ak zorundadır. Şayet okul, artık fazlasıyla rekabetçi olan ortaöğretim piyasasındaki konumunu korumak istiyorsa, üniversite sınavlarında, alınacak yüksek bir başarı oranına da gerek duy­ maktadır. Kısacası, okul K iriller’e de ihtiyaç duyar. Kendi alanlarında onları ödüllendirir: Takdirnameler aracılığıyla sınıfların önemini onaylar, futbol takımının yanı sıra satranç kulübüne de ödüller dağıtır. B öylece, B ay Barr’ın “kabadayılığı” ustalıkla önle­ meye yönelik müdahalesinin de gösterdiği gibi Kirili er’in çıkarla­ rını da korumuş olur. Birden çok erkeklik ve kadınlığın üretilmesi, başka okullardaki çalışmalarda da görülebilir. Okulları ele alan ilk alan araştır­ malarından birinde (daha sonra S ocial R elations in a Secondary School [Bir Orta Okulda Toplum sal İlişkiler] adıyla yayımlanmıştı) David Hargreaves, modern bir İngiliz ortaöğretim okulunun düşük notlu kesim inde yarı-suçlu bir “altkültürün” üretimini betimlemişti. Bu altkültürün bileşenlerinden biri, okulun yüksek notlu öğren­ cilerinin daha itaatkâr davranışlarıyla karşılaştırıldığında, güçlü ve şüpheye yer bırakmayacak biçim de kasıtlı olan kaba ve saldırgan bir erkeklik tipiydi. Bu çalışmadan on yıl sonra, Paul W ülis Learning to L abour (Çalışmayı Öğrenmek) adlı çalışmasında, benzer bir okulda benzer bir örüntünün izlerini araştırdı; “delikanlılar” ile “inekler” arasında bir karşıtlık kurmaya çalışıyordu. W illis, er­ kekliğin kurulması ve sınıf yazgısıyla olan bağlantısı konusunda daha açık bir anlayışa ulaşır; çizdiği tabloya göre, her İlci gruptan erkek çocukları da bir yandan fabrika işlerine, bir yandan da büro işlerine yönelmiştir, Avustralya'daki Auburn K oleji adlı özel kız okulunda sadece çeşitli kadınlık türleri arasında bir farklılaşma söz konusu değildir, aynı zamanda bu kadınlık tipleri arasındaki hegemonya örüntüsünde yaşanan yeni bir değişim de görülür. Yeni bir. müdirenin ve akademik personelin yönetim i devralmasıyla birlikte eğitim programının yenilenm esi, kızların arkadaşlık grubu yaşamım da 239

değiştirmiştir. Eskiden “sosyal” kız tipinin sahip olduğu prestij kırılmış ve bunun yerine, üniversiteye ve vasıflı mesleklere yönelen, akademik açıdan başarılı kız tipleri ön plana çıkarılmıştır. Farklılaşma ve bağıntı örüntüsü, okulların yanı sıra başka ku­ ramlarda da görülür. Giyim ve kozmetik ürünlerinin toplumsal cin­ siyetin göstergeleri olarak önemleri göz Önüne alındığında, moda endüstrisi çok Önemli bir örnek teşkil eder. Bu alanda, tarzların sürekli değişmesine yönelik ekonom ik ihtiyaç -açıktır ki bu bizzat “moda”nm tem elidir- ile bu tarzların piyasalarını oluşturan güdü yapılarını ayakta tutma ihtiyacı arasında sabit bir etkileşim vardır. Y eni feminizmin ortaya çıkışının ardından, “özgürleşm iş” bir kadınlığın reklamı, çoğu pazarlama stratejisinin temeli oidu. “Charlie” parfüm ve kozmetik ürünleri (1973’te Revlon tarafından piyasaya sürülmüştü) ve “Virginia Slim s” sigaraları, en fazla rek­ lamı yapılan ürünler arasındaydı. Y ine de, oldukça eksiksiz bi­ çim de “özgürleşm iş” bir kadınlık, kendisini kozm etik ürünleri ve modaya uygun giysilerle sunma ihtiyacını yitiriyor. B öylece bir bocalama yaşanıyor: Bir reklam afişinde “Charlie” pantalon giy­ miş küstah bir ifadeyle uzun adımlarla yürüyor; başka bir afişte “Pretty P olly”, afişin altında “Pantalon giym ek istem eyen genç kızlar için ” yazısıyla naylon külotlu çorap reklamını yapıyor. Bazı pazarlamacılar da tek bir reklamın içine bir çelişki sokuyorlar: Ör­ neğin, “doğal görünüş” kozm etikleri veya M s London gibi fe ­ ministçe isim" kullanan bir dergi, tümüyle klişeleşm iş bir rek­ lamcılık anlayışının araçları olarak işlerlik gösteriyor. ^M oda endüstrisi, imajların rekabeti aracılığıyla çalışır ama aynı zamanda rekabetin daima çözüleceği varsayımı üzerinde te­ mellenir. Ünlü bir tasarımcı şöyle ortaya çıkıyor: Bir “görünüm” yaratılarak, kadınlığın belirli bir sunumu normatif hale getiriliyor. Christian Dior ve 1947’nin “Yeni Görünüm” gibi örneklerindeyse, birçok m evsim kalıcılığını koruyacak bir eğilim yaratılabiliyor. Bunun yanı sıra yüksek modanın göz kamaştırıcı podyumu, giyim endüstrisinin satışlarının ancak küçük bir kısm ına ortak oluyor. İş dünyası asıl vurgunu, yavaş değişen tarzlarda kitlesel piyasa için üretilen ucuz, yavan v e pek em ek harcanmadan yapılm ış giyim *."Bayan” anlam ındaki "M s" kısa ltm ası, evli kad ınla r için "M rs.", e vle nm e m işler İçin "M iss” kullanılm asını içeren a yrım ın reddini ifade eder, (y.h.n.)

n/in

eşyasından vuruyor. İki yüzyıl önce buna açıkça “çorba giyim ” de*, niyordu; bugün ise giyim endüstrisinde “ucuzluk modası” adıyla anılıyor. Ö yleyse, geçerli olan başat tarz, bütün öteki tarzları ortadan kaldırmıyor. Daha çok, onlan ikinci plana itiyor. Bütün kadınlıkların ortaklaşa sahip olduğu ve onlan bütün er­ kekliklerden ayıran ya da tersi olan, k işiye ait herhangi bir psi­ kolojik Özelliğin var olm ası gerekmiyor. Auburn K oleji’ndeki gözü yükseklerde yeniyetm elerin karakter yapısı, muhtemelen M ilton ’ın “Kiriller”ininkine iyi huylu, tatlı dilli kadınlıklara olduğundan daha yakın. Belirli bir toplumsal ortamın barındırdığı kadınlıkları bir­ leştiren, bu kadınlıkların bir yandan kadın bedeni imajı ve de­ neyim iyle ilgili olarak, diğer yandan da kadının yeri ve kadınlıkla erkekliğin kültürel karşıtlıklarına dair toplum sal tanımlarla ilgili o -1 larak biçim lendiği ikili bağlam . Kadınlık ve erkeklik birer “ö z ” de­ ğil; yalnızca belirli ilişkilerin yaşanma biçimleri. Ö yleyse, cinsel karaktere dair durağan tipolojilerin yerine yaşam çizgilerinin, psi­ kolojik biçim kümelerinin ortak üretimine dair analizlerin ge­ çirilmesi gerekiyor.

D. YAPILARIN ETKİSİ f^Buraya kadar, cinsel karakter üretimini sanki toplumsal çevreler birbirinden bağım sızm ış gibi tartıştım. Artık bu toplumsal çevreleri birbirine bağlayan (6. Bölüm) ve tarihsel kom pozisyonlarını bir ■; bütün olarak topluma ait bir toplumsal cinsiyet düzenine yerleştiren (7. Bölüm ) yapıların analizine sıra geldjJİ Konuya iktidar yapısıyla girecek olursak, 5. B ölüm ’de inceledi■ ğimiz türden işyeri çalışmaları, yüz yüze ilişkilerin, işverenler ve fl çalışanlar arasındaki genel iktidar durumuyla ve belirli çalışma süreçlerinde bunun somutlaşmasıyla güçlü bir biçim de koşullan­ dığını göstermektedir. İş dünyasında rastlanan özel “sekreterlik” : mesleği bu acıdan k a v d S ^ e ^ l i i ESîn^BürrYöhetici ile {'genellikle L erkektir) ö zel sekreter (hemen her zaman kadındır).. arasındaki, t gofünüşte” oldukça bireyselleşm iş olan karşılıklı bağım lılık ve düstriyel açıdan kolay zedelenebilir konumu ve genelde bir bütün ŞriSÖN/TopIumsal Cinsiyet ve İktidar

'7/M

'■j

■i T ■j i I ■! '!

olarak erkeklerin toplumsal iktidarı ve otoritesi üzerinde te­ mellenir. Bü aşarnada^zel^bir- kadınlık üyarlâmasi "işlem^könurve teknik beceri ile çekiciliğin, toplumsal becerinin ve kişilerarası boyun eğmenin toplumsal sunumu bu kadınlık uyarlamasında bir­ leştirilir. Bu tür bir kadınlık üretilmek zorundadır ve Chris Griffin ’in okuldan büro yaşamına geçen İngiliz kızlarına dair çalışma- i smda, resmiyetten uzak bir eğitim süreciyle böyle bir üretimin ger- î çekjeştiği belgelenmektedir. ^Endüstriyel kuruluşlarda erkekler arasındaki iktidar hiyerarşisi, I en üst düzeydeki yöneticiler ve uzmanlık gerektiren m eslek sa­ hiplerinden, en alt düzeydeki kol gücüne dayalı vasıfsız işçilere ka­ dar yeterince açık bir biçimde görülebilir. Endüstri sektöründe uz­ manlık gerektirmeyen İşlerde çalışan erkekler, Özel sekreterlerin konumuyla belirgin bir zıtlık oluşturacak biçim de, genellikle aynı güçle karşı koyan bir dayanışmayı (bu sendikacılığın temellerinden biridir) ve buna bağlı olarak hâkim grubun erkekliğinin red­ dedilm esini olanaklı kılan konumlarda yer alırlar J John Lippert, D etroit’te otomobil motoru imal edilen bir fabrikada işçiler arasında görülen saldırgan, bazen sert görünümler sergileyen bir heteroseksüel erkekliğin çarpıcı bir betim lem esini sunuyor. Lippert’in betimlediği erkeklik tipinin benzerlerine başka ülkelerde de rastlanabilir. Sözgelim i, Meredith Burgm ann’ın Sydney’de radikal inşaat işçileri arasında görülen “m açoluğa” dair açıklaması v e Paul W illis’in Birmingham’da metal işçilerinde gözlem lediği erkeksi “işçi kesim i kültürü”ne getirdiği açıklam ayı buna örnek gösterebiliriz. Bütün örneklerde görülen ortak unsurlar, fiziksel cesaret ve ; güçsüz olduğu düşünülen yöneticiler ve genelde büroda çalışan er| keklerin hepsine yönelik cinsel küçüm sem e üzerinde yoğunlaşan bir erkeklik kültüdür. Bu Örnekler aynca^iretimin toplumsal cinsiyet yapılanmasına da dikkat çekerler. fC ın sel karakter unsurları, bazen “m eslek kültürleri” olarak da adlandırılan, farklılaştıncı pratik kümelerine yerleşirler. Burada vurgulanmak istenen profesyonelliktir. Teorik bilginin teknik uzmanlıkla birleştirilmesi, uzmanlık gerektiren mesleğin yeterlik iddiasına ve bir uygulam a tekeline merkez oluşturur. Bu da, belirli bir erkeklik biçim inin tarihsel olarak inşa edilmesi anlamına gelir: Duygusal* açıdan yavan, bir beceri üze- < 242

rinde yoğunlaşan, m esleki saygınlık ve öteki çalışanlar üzerinde tekniğe dayalı bir egem enlik arzusunda ısrarcı ve gelişimini en üst noktalara kadar sürdürebilmek (yani uzmanlık) için çocuk balâmı ve ev işinden, bunları yapacak eşlere ve hizmetçilere sahip olarak mutlak Özgürlük talep eden bir erkeklik. Profesyonelliğin .erkeksi karakteri, olası en yalın mekanizmayla, yani kadınların dışlan­ m asıyla desteklenmektedir. Kadınlar, tem el eğitim alabilmek için bile çok uzun bir mücadele sürecinden geçm ek zorunda kalmakta ve yine de, m uhasebecilik ve mühendislik gibi mesleklerden etkin bir biçim de dışlanmaktadır^ fB ir beceri gerektiren ama belirli bir uzmanlık gerektirmeyen işlerde ve daha genelde de kas gücü gerektiren işlerde yeterlik id­ diası daha farklıdır. Burada yeterlik düzeyi en fazla olanlar, en faz­ la uzmanlaşmış olanlar değil, en becerikli olanlardır - yani ken­ dilerine sunulan her işin altından kalkabilecek becerilere sahip olanlardırjlBu da ev içi işbölümüne bağlı bir erkeklik biçim i olarak inşa edilir. Örneğin pazarlamacılar deneyimlerini artırmak için şehir şehir dolaşmaya, hatta ülkeden ülkeye gitm eye hazırdır; ka­ rılarının İse gitmelerine de kalmalarına da ses çıkarmadıkları var­ sayılır. Babalar, ekonomik dalgalanmalara karşı bir teminat olarak oğullarının birtakım beceriler kazanmalarını isterler. Başka bir İn­ giliz işçi sınıfı otobiyografisinden alıntılayacağımız bir paragrafla bunu biraz açalım. I. Dünya Savaşı öncesi yıllarda yetişen ve bir madencinin oğlu olan Fred Broughton şöyle diyor: “Babam bizi bir kenara çekm iş ve ‘Size fazla para bırakamayacağım ama her işi Öğreteceğim, böylece her zaman karnınızı doyuracak bir iş bula­ bileceksiniz* demişti. B ize bahçe ve çiftlikle ilgili her şeyi öğretti, taşocağından nasıl taş çıkarılacağı, taşların nasıl yontulacağı ve na­ sıl duvar yapılacağı da buna dahildi.” B elirli bir kadınlık uyarlamasını bir işin teknik gereklilikleriyle birleştiren bir m eslek olan hemşireliğin, cinsel işbölümünün bir ö ğ esi olarak inşa edilm esi daha önce tartışılmıştı. ■^JSon olarak, konuyla yakından ilişkili olan kateksis yapısına de­ ğinm ek istiyorum. Bu, günlük yaşamda heteroseksüel çift ilişkilerinin önem li olması nedeniyle cinsel karakterin yapısal be­ lirlenmeleri arasında en belirgin olanıdır. “Zıtların birbirini çekme­ si” bir halk bilgisidir. Cinsel teşhirin en bildik özelliklerinden biri 243

de klişeleşm iş cinsiyet farklılıklarını ön plana çıkaran davranış ka­ lıplan ve giysilerdir. Y apılı erkekler pazulannı ve göğüs kaslarını sergilerler; kibar görünümlü erkekler de kaytan bıyık bırakırlar; “genç kızlar” ise dar etekler, yüksek topuklu ayakkabılar, ince Çoraplar ve sürekli tazelenmesi gereken makyajlarıyla zayıflıklannı ön plana çık anrlaji Bu farklılık işaretleri etrafında öylesine çok duygu başıboş haldedir ki, 5. B ölüm ’de de Öne sürüldüğü gibi, yapılarının hak ettiği kateksisten nasiplerini alabilirler. Aslında bu klişeler Öylesine bildik ki öykünün tümünü oluşturmadıklannın be­ lirtilmesi gerekiyor, Errol Fîynn’ler ve John Wayrie,lerin yanı sıra Çekiciliğiyle özellikle sempatik (ama kadınsı olmayan) bir erkeklik m odeli olan Cary Grant gibi kişilikler vardır. Glen L ew is, A vust­ ralya televizyonunda erkeklik imajları üzerine yaptığı çalışmada sunucuların, özellikle de kadınlara yönelik sabah programlarının sunucularının, taşıdığı ‘‘yumuşak’’ erkek modelinin önemine dikkat çekmektedir. flkrzu, farklılık yerine özdeşleşm e ve benzerlik etrafında örgüt­ leniyor olabilir. E şcinsel sevgi bu açıdan açık bir Örnek, Bir er­ keksi kadın/kadmsı erkek örüntüsü üzerinde temellendiğini var­ sayarak bu sevgiyi zıtların çekimine indirgeme çabası, artık genel olarak inanılırlığını yitirmiştir. O ysa eşcinsel kurtuluş teorisi, ka­ dınlar arasındaki veya erkekler arasındaki sevgi tarafından ya­ ratılan dayanışm anın önem ine dikkat çeker. Üzerinde durulması gerekense, standart ikilik ya da tümüyle yapısızlıktan çok daha faz­ la olasılığın olduğudurj Pat C alifia’nm S apphistry'si gibi yapıtlar, kadınlığın (eşcinsellik hâlâ toplumsal cinsiyet bolüm lenm esini önkoşul olarak varsaymaktadır) Özdeşleşme ve ortak deneyim üzerinde tem ellenen bir sürü erotik inşa ediliş biçim ini ortaya çıkar-maktadır; aynısı erkeklik için de söz konusu olabilir. Heteroseksüel insanlar arasında da bununla bağlantılı bir olasılık vardır, çünkü karakter yapılan benzer olan insanlar arasında güçlü bir arzu olabilir. Erotizmin temeli olarak özdeşleşm e ve kar­ şılıklılık arasında bir etkileşim , benzerlik v e farklılık arasında ger­ çek anlamda bir oyun yaşanıyor olm ası olasıdır. B öyle bir temelde heteroseksüel erkeklik ve kadınlık, çeşitli psikolojik erdişilik türleri olarak yeniden tasarlanabilir; bu olasılığı 13. bölümde tekrar ele alacağım. 1 244

^ Ö zetley ecek olursak, büyük yapıların her birinin kadınlık ve er­ kekliğin belirli toplumsal ortamlarda biçim lenişini nasıl et­ kilediğini görmek mümkündür. Konuya tersten yaklaşılırsa, bu ya­ pıların, kadınlık ve erkekliğin, bireysel bir ortamdan oldukça uzak bir ölçekte, kolektif örüntüler biçim inde kurulma araçları olarak görülmeleri g e r e k ir ^ . K ısım ’da Öne sürülen kapsamlarda belirli toplumsal cinsiyet rejimlerinden, toplumu kaplayan toplumsal cin­ siyet düzenine doğru yol aldık. Şimdi, unsurların tüm bir toplum düzeyinde nasıl tasarlandığı, ilintilendirildiği ve düzenlendiği so­ rusuyla hesaplaşılması gerekiyor. .

E. HEGEMONİK ERKEKLİK VE ÖN PLANA ÇIKARILAN KADINLIK ..........................................................,.............•..................................................... ;................ ....................y£r">v.......

Bu bağlamda merkezi argüman birkaç paragrafta özetlenebiliri Ka­ dınlık ve erkeklik uyarlamalarının tüm toplum düzeyinde düzen­ lenm esi söz konusudur; ve bu düzenlem e bazı açılardan, kurumlar içindeki yüz yüze ilişki örüntülerine benzer. Farklılaşma olası­ lıkları kuşkusuz geniş çaptadır. M ilyonlarca insanı içeren ilişkilerin katışıksız karmaşıklığı, sınıf örüntüleriyle birlikte etnik farklılıkları ve kuşak farklılıklarını da sahneye davet eder. Am a toplumsal cin­ siyetin çok geniş bir ölçekte örgütlenmesi, önem li açılardan, yüz yüze ortamlardaki insan ilişkilerinden daha iskeletim si ve ba­ sitleşm iş olmak zorundadır. Bu düzeyde kurulan kadınlık ve er­ keklik biçimleri bir yandan üsluplaştırılırken bir yandan da birçok açıdan yoksunlaştırılır. B öylece, kadınlık v e erkeklik biçimlerinin karşılıklı ilişkisi, tek bir yapısal gerçek üzerine, erkeklerin kadınlar üzerindeki küresel egem enliği üzerine otu rtulu r^ Bu yapısal olgu, bir bütün olarak toplumda hegem onik bir er­ keklik biçimini tanımlayan erkeklerarası ilişkilerin ana temelini oluşturur./^Hegemonik erkeklik” daima kadınlarla' ilgili olduğu ka­ dar', ikincil konuma itilmiş çeşitli erkeklik biçim leriyle ilgili olarak da inşa edilmektedir. Farklı erkeklik biçim leri arasındaki etkileşim, ataerkil bir toplumsal düzenin işleyiş biçim inin ayrılmaz parçasıd ı r ^ Egem en erkeklik biçiminin erkekler arasında hegem onik olm ası anlamında hegem onik bir kadınlık biçim den söz edilem ez. Kuş245

kuşuz t>u yeni bir gözlem değil. V iola IClein’ın “kadın karakteri”nin kavranış biçimlerine dair tarihsel çalışması, belli başlı teorisyenlerin “kadın karakterinin” ne olduğu konusunda ne denli az görüş birliğine varabildiklerine acı bir biçimde dikkat çekmişti: “Yalnızca belirli noktalarda bir uyuşmazlıkla karşılaşmakla kal- J mıyoruz, aynı zamanda çeşitli otoritelerin kadınların özelliği olarak değerlendirdiği kişilik Özelliklerinin şaşırtıcı farklılığıyla da karşılaşıyoruz.” Daha yakın bir dönemde Fransız analist Luce Irigaray, ünlü makalesi “Hepsi Bir Olmayan Bu Cins”te, ataerkil bir toplumda kadınların erotizminin ve imgelem inin açık seçik bir ta­ nımının bulunmadığına dikkat çekmişti. Bununla beraber, kitlesel toplumsal ilişkiler düzeyinde kadınlık biçimleri yeterince açık bir şekilde tanımlanmaktadır. Farklılaş­ manın asıl temelinin kurulmasını sağlayan ise, kadınların erkeklere İ. küresel düzeyde tabi kılınmasıdır. Biçimlerden biri, bu tabi kılın­ maya boyun eğiş etrafında tanımlanır ve erkeklerin çıkar ve arIzulanna hizmet etm eye yönlendirilir. Bunu “ön plana çıkarılmış kadınlık olarak adlandırıyorum. Diğerleri de, Öncelikle direniş stratejileri veya boyun eğm em e biçim leriyle tanımlanır. Boyun | eğm e, direnme ve işbirliğinin karmaşık stratejik birleşimlerince ta­ nımlananları da vardır,. Bunlar arasındaki etkileşim, bir bütün olarak toplumsal cinsiyet düzeninde barınan değişim dinamiklerinin tem el bir parçasıdır. ffBu bölümün geri kalanında, tabi kılınm ış ve marjinalleşmiş bi­ çimlere dair kısa yorumlarda bulunarak hegem onik erkeklik ve ön plana çıkarılan kadınlık,örneklerini daha yakından inceleyeceğim .d* On plana çıkarılan kadınlığı, daha sonra 10. ve 12. bölümlerde telc^ rar ele alacağım. ’■ Ctîegem onik erkeklik kavramında “hegem onya” ( t e r i m i n ödünç "./l alındığı Gramsci’nin İtalya’daki sınıf ilişkileri analizlerinde söz 5 konusu olduğu gibi) acımasız iktidar çekişmelerinin ötesine ge- 1 !v çerek özel yaşamın ve kültürel süreçlerin örgütlenmesine sızan bir :-J î ; toplumsal güçler oyununda kazanılan, toplumsal üstünlüktür/B ir ; erkekler grubunun, silah zoru veya işsiz bırakma tehdidiyle başka Ü| ■ bir grup üzerinde kurduğu üstünlük hegem onya değildir. D insel | f öğreti veya pratiğe, kitle iletişim içeriğine, ücret yapılarına, ev taJI sarımına, yardım/vergilendirme politikalarına vb. kök s a l a n 246

üstüjılük hegem onyadır^ (Kavrama dair yaygın iki yanlış anlayışın derhal düzeltilmesi ge­ rekmektedir, îlk olarak her ne kadar “hegem onya” güce dayalı üstünlük anlamına gelm ese de, güce dayalı üstünlükle bağdaş­ madığı da söylenem ez. Gerçekten de, “hegem onya” ve üstünlüğün birbiriyle uyum lu oluşu sık rastlanan bir durumdur. Fiziksel veya ekonomik şiddet egemen konumdaki bir kültürel örüntüyü des­ tekler (sözgelim i, “sapıkların dövülm esi) ya da ideolojiler fiziksel güce sahip olanları onaylar (yasa ve düzen). H egem onik erkeklik ve ataerkil şiddet arasındaki bağlantı, basit olmamakla birlikte ya^ (f iin c i olarak “hegemonya” mutlak kültürel egemenlik, se­ çeneklerin ortadan kaldırılması anlamına gelm ez. Bir güçler den­ gesi içinde, diğer bir deyişle bir oyun esnasında, kazanılan üstün­ lük anlamına gelir. Öbür örüntüler ve gruplar, ortadan kaldırılmak yerine ikincil konuma itilû^BEğer bu noktayı görem ezsek, bırakın büyük ölçekteki toplumsal cinsiyet .örüntülerinin tanımlarına içkin tarihsel değişim leri açıklamayı, bizzat toplumsal yaşamda ger­ çekleşen günlük çekişmenin açıklanması bile imkansızlaşacaktır. (Ü yleys's/fiegem on ik erkeklik, her ne kadar cinsiyet rolü li­ teratüründe belirtilen doğru noktalardan bazılarını daha eksiksiz formüle etm em izi mümkün kılsa da, genel bir “erkek cinsiyet rolü” görüşünden çok farklıdır i n c e l i k l e , kültürel erkeklik jdealinin (ya da ideallerinin), sonuçta ürkeklerin büyük bir çoğunluğunun gerçek kişilikleriyle sıkı sıkıya örtüşmesi gerekmez. Aslında, hegem on­ yanın kazanılması genellikle, Humphrey Bogart, John W ayne ve Sylvester Stallone’un canlandırdığı film karakterleri gibi tamamen kendine özgü hayal ürünü kişilikler olan erkeklik modellerinin ya­ ratılmasını içerir. Y a da günlük başarılardan yeterince uzak olduğu için, erişilem eyen bir ideal etkisine sahip AvustralyalI futbolcu Ron Barassı veya boksör Muhammed A li gibi gerçek modellerin reklamı yapılabilir.

Yüz yüze ilişkilerin sürdürüldüğü ortamlardan milyonlarca in­ san içeren yapılara geçtiğimizde, etkileşimin kolaylıkla sim­ geleştirilen yönleri daha önemli bir hal ahr^rlegemonik erkeklik oldukça kamusaldır. Kitle iletişimi üzerinde yükselen bir toplumda hegemonik erkekliğin yalnızca tanıtım olarak var olduğunun 247

düşünülmesi bir çekiciliğe sahiptir. D olayısıyla, Warren Farrell’m The L iberated M an’inden (Özgürleşmiş Erkek) Barbara Ehrenreich’m The H earts o f Men* ine (Erkeklerin Kalbi) kadar, 1970’ler ve 1980’lerdeki “Erkeklere Dair Kitaplar” arasında kar­ şım ıza çıkan, erkekliği kapsayan m edya imajları ve medya tar­ tışmaları da bu tarz bir eğilim in ürünüdüj^ {.fKmâ yalnızca medya imaj lan üzerinde yoğunlaşılm ası hatalı olacaktır. A le d y a imajlarının, toplumsal güce en fazla sahip er­ keklerin (çağdaş toplumlarda şirket ve devlet seçkinleri) gerçek ka­ rakterleriyle örtüşmesi gerekm çzjG erçekten de, yönetici sınıf pek çok cinsel uyuşm azlığa izin verebilir. Sözgelim i, Sovyet casusu olarak çalışırken în giliz diplomat G uy B urgess’a, ait olduğu sınıfta yer alan Öbür erkeklerden biri gibi davramlabilmesi eşcinselliğe gösterilen hoşgörüye dair önem siz ama etkileyici bir örnektir. Hegem onik erkekliğin kamusal yüzünün, ille de iktidar sahibi er­ keklerin ne olduğuna değil, ama bu erkeklerin sahip olduğu iktidarı ayakta tutanın ne olduğuna ve bu kadar çok sayıda erkeğin neyi desteklem eye yönlendirildiğine dair olm ası gerekir. vH egem onya” görüşü, büyük ölçüde rıza gerektirir. Çok az erkek, bir Bogart veya bir Stallone’dur; büyük çoğunluk ise bu imajların ayakta tutulması için işbirliği yapmaktadır J Suç ortaklığının çeşitli nedenleri vardır ve bu nedenlerin ay­ rıntılı bir şekilde irdelenmesi, cinsel politika sistem inin tümünün aydınlatılmasını sağlayacaktır. Fantezi tatmini bu nedenlerden bi­ ridir (ve W oody A ilen ’ın Bogart taklidi Tekrar Çal, Sam ’inde çok hoş bir şekilde hicvedilmiştir). Yer değiştirmiş saldırganlık da başka bir neden olabilir. (D irty H ar ry'den tutun da R am bo'ya ka­ dar pek çok vurdulu-kndılı film in popüler oluşu, bunun büyük bir kısmının yalanım ızda bir yerlerde durduğunu gösterir.) Am a öyle görünüyor ki asıl neden, erkeklerin çoğunun kadınların tabi kılınmasından faydalanıyor olm ası v e hegem onik erkekliğin de bu üstünlüğü kültürel olarak ifade etmesidir. Bu ise titiz bir formülleştirme gerektiriyo: îgem onik er­ kekliğin, kadınlara karşı özellikle tehditkâr olunması anlamına gel­ mesi gerekmez. Kadınlar kendilerini hegem onik olmayan er­ keklikler tarafından da ezilm iş hissedebilirler, hatta hegem onik örüntüyü daha tanıdık ve dolayısıyla katlanılır bulabilirler. Muh248

temelen, hegem onik erkeklik ve ön plana çıkarılan kadınlık arasmda bir tür uyum vardır. Bu uyumun im lediği şeyse erkeklerin kadınlar üzerindeki egem enliğini kurumsallaştıran pratiklerin ko­ runmasıdır#^ anlamda hegemonik erkeklik, kadınlarla ilişkide ba­ şarılı bir ortak stratejiyi cisimlendirmek zorundadır. Toplumsal cin­ siyet ilişkilerinin karniaşıklığı düşünülecek olursa, karmaşık olma­ yan .ya da tek tip bir stratejinin mümkün olduğu söylenemez: Bir “karışım” kaçınılmazdır, öyleysejfK egem onik erkeklik, oldukça tu­ tarlı bir biçimde, evcim enliğe yönelik açılımları ve şiddete yönelik açılımları, kadın düşmanlığına yönelik açılımları ve heteroseksüel çekim e yönelik açılımları aynı anda barındırabilir^ H egem onik erkeklik, kadınlarla ve tabi kılınm ış erkekliklerle ilişkili olarak inşa edilir. Bu öteki erkekliklerin açıkça tanımlanmış olm ası gerekmez. (Aslında hegem onyanın başarılması tam an­ lam ıyla seçeneklerin, seçenek olarak tanınma ve kültürel tanım ka­ zanmalarının önlenm esine, onların gettolara, yalnızlığa ve bilinçdışm a yerleştirilmelerine dayanıyor olabilir.) /^ ^ a ğ d a ş hegem onik erkekliğin en ayırt edici özelliğiyse, hereroseksüel oluşu, yani evlilik kurumuyla sıkı sılaya bağlantılı oluşudur; dolayısıyla, tabi kılınmış erkekliğin en önem li biçim i de eşcinsellik oluj^^hı tabi kılınma, hem doğrudan etkileşimleri hem de bir tür ideolojik savaşı gerektirir^Ö z konusu etkileşimlerden bazılarını 1. B ölü m ’de betimlemiştik: Polis ve yasal taciz, sokak şiddeti, ekonom ik ayrımcılık. Bu tarz davranışlar, hegem onik er­ kekliğin ideolojik ambalajının parçası olarak görülebilecek eş­ cinselliğe ve eşcinsel erkeklere yönelik küçüm seme ile sıkıca bir­ birine bağlanmaktadır. AIDS korkusu, eşcinsellere hastalığın asıl kurbanları olarak anlayış göstermekle değil, daha çok yeni bir teh­ likenin taşıyıcıları olarak düşmanca bir tutum takınılmasıyla ifade edilmektedir. M edyanın asıl ilgi odağıysa, “eşcinsel vebası”nın “masum”, yani “normal”, kurbanlara bulaşıp bulaşmayacağıdır. Tabi kılınm ış erkekliğin Öteki örneklerinde görülen durum g e­ çicidir. Cynthia Çockburn’ün Londra’daki matbaa işçilerine dair mükemmel çalışm ası, kadınların yanı sıra genç erkekler üzerinde de üstünlük kurulmasını içeren bir hegemonik erkeklik uyai'lamasını betimler. İşçiler, çıraklık dönemlerini zor ve sıkıcı bir çalışmadan geçtikleri ve sürekli aşağılandıkları bir dönem olarak a249

nımsarlar, bu aynı anda hem becerinin hem de erkekliğin özen­ dirildiği bir ritüeldir. Ama bir kere sınavı geçtikten sonra hepsi “kardeş” olurlar. Erkekliğe dair birçok genel nokta, aynı zamanda kitlesel düzey­ deki kadınlık analizine de uygulanabilir. K eza bu örüntüler de ta­ rihseldir: İlişkiler değişir, yeni kadınlık biçimleri ortaya çıkar, öbür biçimler kaybolur. Kadınlığın ideolojik temsilleri, yaşandıkları bi­ çimlerle gerçek kadınlıklara yakınlaşabilir, ama ille de bunlarla örtüşmesi gerekmez. Çoğu kadının desteklediği şey, aslında ken­ disinin olduğu şey olmayabilir. Bununla beraber, temel bir farklılık da söz konusudur. Bu top­ lumdaki bütün kadınlık biçimleri, kadınların erkeklere tümden tabi kılınması bağlamında inşa edilmektedir. Bu n edenle^adm lar arasında, hegem onik erkekliğin erkekler arasında tuttuğu yeri dol­ durmak bir kadınlık biçimi yoktujJ^ fBu temel asimetri, iki ana özellik içerir. Birincisi, toplumsal ik­ tidarın erkeklerin elinde toplanmasının, kadınlann öbür kadınlar üzerinde kurumsallaşmış iktidar ilişkileri kurabilmeleri için sınırlı bir alan bırakıyor oluşudur. Bu, yüz yüze ilişkiler temelinde, özellikle de ana-kız ilişkilerinde yaşanır. Kurumsallaşmış iktidar hiyerarşileri, M adchen in Uniform (Üniformalı Kızlar) ve F rost in M ay'de (Mayıs*ta Kırağı) betimlenen kız okullan gibi bağlamlarda da var olmaktadır. Ama erkeklik türleri arasındaki ilişkilerde ol­ dukça önemli olan tahakküm kurma hissi, her zamankinden daha fazlayum uşatılm ıştır. Şiddetin kadınlar arasında, erkekler arasında olduğundan çok daha düşük bir düzeyde oluşu, bunun açık bir göstergesidir. İkinci özellikse öteki cinsiyet üzerinde egem enlik kurma etrafında hegemonik bir biçimin örgütlenmesinin kadınlığın toplumsal inşasında bulunmayışıdır. İktidar, otorite, saldırganlık ve teknoloji, erkeklikte olduğu gibi, bir bütün olarak kadınlıkta tematikleştirilemez. Aynı derecede önem li olan başka bir nokta da, hegemonik erkekliğin Öteki erkeklikleri olumsuzlama zorunluluğu türünden, öteki kadınlıkları olumsuzlamak veya tabi kılmak için hiçbir baskının kurulmamış olduğudur. Bu yüzden toplumumuzda gerçek kadınlıkların, gerçek erkekliklerden daha fazla çeşitlilik ih olma olasılığı hayli y ü k sek tir^ adınlığın inşasının kaçınamayacağı egem enlik yapısı, he-

teroseksüel erkeklerin küresel egem enliğinden başka bir şey de­ ğildir: Süreç bu egem enliğe boyun eğm e veya direnme etrafında kutuplaşma eğilim ini taşn\J Boyun eğm e seçeneği, burada “ön plana çıkarılmış kadınlık” olarak adlandırılan ve en fazla kültürel ve ideolojik desteğin ve­ rildiği kadınlık örüntüsüne merkez oluşturur. Bu, teknik beceriden çok toplum sallığın sergilenmesi, oynaşma sahnelerinde kırılganlık, erkeklerin işyeri ilişkilerinde içlerinin gıcıklanm a ve benliklerinin okşanma arzusuna boyun eğme, kadınlara yönelik em ek piyasası ayrım cılığına bir tepki olarak evliliğin ve çocuk bakımının kabul edilm esi gibi belirli kurumlar ve toplumsal çevrelerdeki, çoktan sözünü ettiğim iz büyük ölçekli örüntülere çevirisidir. Kitlesel düzeyde bunlar, genç kadınlar için cinsel açıdan istekli olma, yaşlı kadınlar için de annelik temaları etrafında örgütlenirler. ÇVynen hegem onik erkeklik gibi Ön plana çıkarılmış kadınlık da, içeriği her ne kadar özellikle ev ve yatak odasının mahrem alanıyla bağlı olsa da, kültürel bir inşa biçim i olarak fazlasıyla kamusaldır. Gerçekten de, kitle iletişim araçları ve pazarlamacılıkta bir da­ yatm ayla v e herhangi bir erkeklik biçim i için söz konusu olabilecek bir ölçüden daha çok reklamı yapılır. Yüksek tirajlı kadın dergilerinde, yüksek tirajlı gazetelerin “kadın sayfaların da ve te­ levizyonda sabah yayınlanan pembe diziler ve “yanşmalar”da rast­ lanan makaleler ve reklamlar bildik örneklerdir. Bu reklamın büyük bir bölümünün, erkekler tarafından örgütleniyor, finanse ediliyor ve denetleniyor oluşu kayda değer bir noktadm i Bu örüntünün “ön plana çıkarılmış kadınlık” olarak adlan­ dırılması, aynı zamanda kültürel ambalajın kişilerarası ilişkilerde nasıl kullanıldığının da vurgulanması olacaktır. Bu tür kadınlık oy­ nanmakta v e özellikle de erkekler için oynanmaktadır. Bu oyunculuğun nasıl sürdürüleceğine dair önem li miktarda halk bilgisi mevcuttur. Bu, W omen’s W eekly'den V ogue*a kadar pek çok kadın dergisinin başlıca ilgisini oluşturur. Hatta H ollyw ood tarafından da işlenip oldukça ikircikli bir komediye dönü ş-türülmektedir (Mil­ yon er A vcıla rı; Tootsie gibi). Marilyn M onroe, ön plana çıkarılmış kadınlığın hem arketipi hem de en büyük'hicvidir. Marabel Morgan’ın, bir şekilde seks bombası ve Hazreti İsa ’yı tek bir kişide bütünleştiren im gesi “mutlak kadın” da, aynı taktikleri kullanır ve 251

aynı müphemlikleri barındırır. Erkeklerin iktidarına uyum sağlama olarak örgütlenen ve boyun eğm e, çocuk terbiyesi v e empatiyi kadınca erdemler olarak ön pla­ na çıkaran bir kadınlık, pek de öteki kadınlık biçimleri üzerinde hegem onya kuracak bir konumda değildir. Kadınlığın K in der, K irche und Küche uyarlamasını öven, “Kadın Olmak İsteyen Ka­ dınlar” gibi fem inizm karşıtı kadın gruplarına dair bildik bir pa­ radoks vardır: Bu tür gruplar ancak kendi kurallarını yıkarak po­ litik açıdan aktif olabilirler. Ağırlıklı olarak dinsel ideoloji ve muhafazakâr erkeklerin politik desteğine yaslanırlar. Öteki ka­ dınlık biçim leriyle kurdukları ilişkiler, yeltendikleri marjinalleşme kadar bile tahakküm ilişkisi değildir. ^ Ön plana çıkarılmış kadınlığın sürdürülmesinin merkezinde, / öteki kadınlık modellerinin kültürel ifadesini Önleyen bir pratik yer almaktadır. Feminist tarihy azımı, kadınların deneyim ini, Sheila Rov/botham’ın deyişiyle “tarihten saklanmış” olarak tanımladı­ ğında, kısmen bu gerçeğe tepki veriyordur, Uzlaşım sal tarihy azımı, uzlaşım sal kadınlığı tanımakta v e aslında verili saymaktadır; ) ondan saklanmış olan ise bekâr kadınların, lezbiyenlerin, senj dikacılann, fahişelerin, deli kadınların, asilerin ve evde kalmış ha! laların, kol gücüyle çalışan işçilerin, ebelerin ve cadıların de1 neyimleridir. Radikal cinsel politikanın bir, boyutuyla içerdiği 1 özelliklerden biri de, bunlar gibi grupların deneyimindeki mar­ jinalleşm iş kadınlık biçimlerinin kesinlikle yeniden iddia edilm esi ve yeniden ortaya çıkarılmasıdır.

N

otlar

BİRİMSEL MODELLER VE CİNSİYET FARKLILIĞI ARAŞTIRMASI (s. 225-30). Maccoby ve Jacldin’den sonraki araşturna geniş, yaşam loşadır; bir örnek yetmeli. Maccoby ve Jacklin’in, cinsiyet farklılığını sağlam kanıtlar üzerine kurulmuş olarak gördüğü alanda, bilme yetisi konusunda iki çalışmadan metinde Övgüyle söz ediliyor. Fairvveather ise (1976) bu farklılıkların fasa fiso olduğunu öne sürüyor. Hyde (1981), tutarlı ama küçük oldukları sonucuna varırken, Rosenthal ve 252

Rubin (1982), o kadar da küçük olmadıklarını ama belki de azalmakta olduklarını öne sürüyor. Bunun bir eğilim gibi görünmesi korkusuyla ekliyorum; Fendrich-Saloway vd. (1982) ile Denno (1982), Fairweather’la aym düşüncede. Dışarıdan bakan biri bu görüşler arasında makul bir karara varmakta zorlanabilir; ama eğer burada sistematik bir cinsiyet ayrımı varsa, farklılıkların ölçümlerdeki tüm sapma ba­ kımından çok büyük olmadığım bütün yazarlar kabul etmek zorunda­ lar. f i

ERKEKLİK/KADİNLIK ÖLÇEKLERİ

(s. 230-35). Davranış ve kişilik araştırmalarında nesneleştirilmiş ölçmenin klasik bir eleştirisi için bkz. Goldhamer (1949), Williams (1959) ve Cicourel’a (1964). Lafitte’in ise eleştirisi (1957) teknik bakımdan en et­ kili olanıdır. ÇOKKATU MODELLER (s. 235-41). Bim Andrew alıntıları, Bumett (1982), s. 130-131; Agnus Barr da orijinal mülakat çözümlemesinden alıntılandı. “Aubum Coİlege” ile ilgili öykü için bkz. Connell vd. (1981). Bu bölümün so­ nundaki argüman, bir erkekteki “kadınlık” ve bir kadındaki “erkeklik” hakkında konuşuyormuşuz gibi bir duyguyu açık bırakmış olabilir, İle­ ride, 9. Bölüm’de verilecek psikanalitik kanıtlar,' bunların anlamlı ifadeler olduğunu ima ediyor. Ancak, bunlar bedensel deneyime karşı direnen psikolojik yapılar içerdiğinden kadınların kadınlığı ya da er­ keklerin erkekliği gibi bir yapıyla aynı türden olduklarını söylemek güç. Yaratılan baskılar beden imgesinin kendisini değiştirmesi içip ye­ terince gaddar olabilir, aynen penislerini ya da göğüslerini bedenlerinin biı- parçası olarak yaşantılayamayan tı ansseksüellerde olduğu gibi. YAPILARIN ETKİSİ . ■ , (s. 241-45). Fred Broughton alıntısı, Burnett (1982), s. 130-131. HEGEMONİK ERKEKLİK VE ÖN PLANA ÇIKARILMIŞ KADINLIK (s. 245-52). Alıntı, Klein (1946), s. 164. Burgess’ın olağanüstü do­ kunulmazlığı hakkında bkz. Seale ve McConville (1978). Bu bölümde tartışılan kavramlar hem önemli hem de az gelişmiş; argümanım bu­ rada, her zamankinden daha fazla deneme niteliğinde. Ana-kız ilişkisi, kadınlık hakkındaki argümanı önemli ölçüde değişikliğe uğratabilirdi'

Gün ışığındaki esrar Toplumsal cinsiyet oluşumu ve psikanaliz

Önceki bölümde tartışılan kişisel yaşam yapılan nasıl b i­ çimlenmektedir? Bu soruyu ele alan, toplumsal cinsiyete dair bir toplum analiziyle uyumlu, iki ana yaklaşım mevcut. Bunlardan biri toplumsallaşma teorisi, diğeriyse psikanaliz. Toplumsallaşma te­ orisi, toplumsal cinsiyet oluşumunu, toplumsal normların kazanıl­ ması ve içselleştirilm esi olarak görür. A yn ca toplumsal bağlam ile kişilik arasındaki sürekliliği ve bizzat kişiliğin hom ojenliğini vur­ gular. Psikanaliz ise tpplumsal cinsiyet oluşumunu, normatif kural koymalardan çok iktidar ve gereksinimle karşı karşıya kalmanın et­ kisi olarak görür. Vurguladığı nokta ise toplumsal bağlam ve k i­ şilik arasındaki süreksizliktir, bunun yanı sıra kişilikteki köklü bölünmelere dikkat çeker. Sorunu ele almada yetersiz görün-

düğünden, önce kısaca toplumsallaşma teorisini İrdeleyecek Ve sohra da, soruna ustaca açıklama getiren iki temel psikanaliz dalma yöneleceğim . -

A. TOPLUMSALLAŞMA G eçtiğim iz yirmi yıllık dönemde hem akademik toplum ■bi­ limlerinde hem de toplumsal cinsiyeti konu alan popüler literatürde en yaygın yaklaşım, toplumsal biçimlendirm e ya da “toplumsal­ laşma*’ (sosyalizasyon) kavramları aracılığıyla geliştirilmişti. Bu yaklaşım ın başlıca argümanı, şematik olarak şu şekilde işlemektedir: Y eni doğan çocuğun biyolojik bir cinsiyeti vardır, ama henüz toplumsal bir cinsiyete sahip değildir. Çocuk büyürken toplum da, çocuğun Önüne cinsiyete uygun bir kurallar, şablonlar ya da davranış modelleri dizisi koyar. Belirli toplumsallaştırma et­ kenleri ya da failleri -özellik le aile, medya, arkadaş grupları v e ok u l- söz konusu bu beklentileri ve modelleri somutlaştırarak çocu­ ğun bunları sahipleneceği ortamları hazırlar. Etkenlerin sıralaması önemli olabilir ve bu kapsamda çoğunlukla birincil ve ikincil top­ lum sallaşma ayrımları yapılır. Yanı sıra çeşitli öğrenme m e­ kanizmaları da işin içine girmektedir: Şartlanma, öğretim, model alma, özdeşleşm e, kuralları öğrenme gibi. Toplumsal cinsiyettoplumsallaşma literatüründe bu mekanizmaların göreli önem ine ilişkin pek çok tartışma bulunmaktadır. Toplumsal modeller ya da kurallar, ayrıntıları ne olursa olsun, az ya da çok içselleştirilirler. Bunun sonucunda, normalde belirli bir cinsiyetin toplumsal bek­ lentileriyle Örtüşen bir toplumsal cinsiyet kim liği ortaya çıkar. Bazı durumlarda ise, bir toplumsallaştırma etkeninin olağandışı işleyişi (örneğin babasız bir aile) ya da alışılm adık bir biyoloji yüzünden bir “sapma” yaşanır. Bu tür sapmaların ürünleri ise eşcinseller, transseksüeller, çift cinsiyettiler ve toplumsal cinsiyet kimliği ken­ di cinsiyetleriyle alışıldık biçimde Örtüşmeyen diğer kişilerdir. Toplumsallaşma kavramları ile cinsiyet rolü teorisi arasında büyük bir yakınlık bulunduğu açıktır. Toplumsal kurallar çoğun­ lukla “norm” v e toplumsal öğrenme sürdci de “rol öğrenme”, “rol kazanma” v e “cinsiyet rolü toplum sallaşması” olarak adlandırılır. 255

3. B ölü m ’de anlatılan rol teorisi eleştirisinin bu anlamda fazlasıyla geçerli olduğu söylenebilir. Rol öğrenme teorisi içsel olarak tu­ tarsızda ve toplumsal sürece gerçek anlamda bir toplum analizi g e­ tirme açısından yetersizdir. Ama her ne kadar cinsiyet rolü te­ rim leriyle yaygın biçimde ifade ediliyor olsalar da, dar anlamda konuştuğumuzda, toplumsallaşma analizlerinin ana unsurlarının, rol çerçevesinden kopartabilecekleri v e yalnızca kendileri kap­ samında değerlendirilmeleri gerektiği açıktır. Okul, aile, arkadaşlık grubu ya da televizyon ağım bir “top­ lumsallaştırma etkeni” olarak kabul eden görüş, belirli bir senaryo, failin toplum adına işini yapmasını öngören bir yönetm elik, ne ya­ pılm ası ve bunun nasıl yapılm ası gerektiğine ilişkin bir kanı birliği gerektirir. Liberal fem inizm metinleri de dahil olmak üzere, cin­ siyet rolü toplumsallaşmasını konu alan literatürün büyük bir bölümü, bu tür pürüzsüz, toplumsallaştırma etkenleri betim lem e­ lerine yer verir. Am a hem ilgili kurumlara ilişkin tarihsel kanıtlar hem de bu ku­ rumlanır günümüzdeki işleyiş biçimlerini irdeleyen büyük ölçekli çalışmalar, bir kanı birliği yaratmak amacıyla bir bütün olarak top­ lum sal düzen adına işlerlik gösteren etkenler betim lem esini red­ detm emizi gerektiriyor. Toplumsal tarih, okulların ve ailelerin çoğunlukla birbirleriyle ve büyük toplumsal yapılarla çatışma içinde bulunduğunu gösteriyor. Richard Sennett’ın F am ilies A g a insi the C ity (Aileler, Kent Yönetim ine Karşı) adıyla yayımlanan Chicago araştırması ve Pavla M iller’ın Güney Avustralya’da kit­ lesel eğitim sisteminin işçi sınıfı ailelerine ve bu ailelerin gösterdiği güçlü muhalefete yönelik bir müdahale aracı olarak na­ sıl dayatıldığım gösteren Long D ivision (Uzun Bölünm e) adlı çalışm ası bunun Örneklerindendir. Ayrıca bu kurumlar içsel olarak homojen ve uzlaşm acı o l­ madıkları gibi, “toplumsallaşmakta” olan insanlarla ilişkilerinde üstünkörü bir tutarlılık bile göstermezler. Laing ye Esterson’ın Sanity, M adness and the F a m ily si ve Françoise D olto’nun D om inique’i gibi aileleri konu alan psikanalitik çalışmalar, çocuklara yönelik baskı ve taleplerdeki katlanılması güç çelişkileri göste­ riyor. Bu bineklerin, ürettikleri baskıların yoğunluğu açısından alışılmadık olduklarını söyleyebiliriz. Ama elim izdeki diğer ka-

mtlar, içsel çelişkinin ve çapraz baskının oldukça normal olduğunu göstermeye yetiyor. Örneğin, Mirra K om arovsky’nin B lue-C ollar M arriage'i ve Lillian R ubin’in W orlds o f P a in 'i gibi Amerikan araştırmalan ya da daha Önce sözünü ettiğim iz işçi sınıfı okullarına ilişkin İngiliz araştırmaları bu yönde kanıtlar öne sürmektedir. Betfy FriedanTn bir liberal fem inizm klasiği olan K adınlığın Gizenwa,dh kitabı, Amerikan burjuva ailesi içindeki çelişkiyi tam ola m f ortaya çıkarmıştı. Kurumlar uzlaşm acı ve tutarlı göründük­ lerinde, yakın incelem eler bunu gösterme eğilimindedir; çünkü bir uyum cephesi ve iyi bir düzen yaratılması istendiğinden, önemli sa­ yılan çıkar çatışmalarına çok fazla enerji harcanmaktadır. Bu, Teach ers’ W ork adlı çalışmada, yönetici sınıfın okulları için gösteril­ mektedir, ayrıca 1. B ölüm ’deki P n n ce’ler gibi ailelere ilişkin örnek olay incelem elerinde de yeterince açıktır. Bu veriler, kurumlann insanları şekillendirme biçimlerinin an­ laşılması açısından çok önemli içerim ler barındırır. “Toplum­ sallaşma” görüşü, öğrenme psikolojisi tarafından tanımlanan şu ya da bu mekanizma aracılığıyla içselleştirm e düşüncesi üzerinde te­ mellenir. Kişinin içinde üretilen, toplumsallaştırma etkeninin ni­ teliklerini yeniden üreten ya da yansıtan bir psikolojik yapıdan başka bir şey . değildir. “M odel alma” görüşü ise toplumsallaştıncının niteliklerine bürünerek toplumsallaşma teorisinin bu özelliğini özetlemektedir. Süreç içindeki çelişki gerçeğinin farkına vardığımızda, top­ lumsal cinsiyet oluşumuna ilişkin genel bir anlayış olarak “top­ lumsallaşma”, tutulacak tarafı olmayan bir görüş halini ahr. Bu bağlamda, mekanik nedensellik olasılığı ortadan kalkar: Çelişkinin tek mekanik sonucu, rastlantısallık olacak v e kanıtlar da bunu des­ teklemeyecektir. Oysa, her ikisi de “toplumsallaşma” görüşlerinden uzaklaşarak tamamen farklı bir şeylere yönelen iki olasılık g e­ liştirilir. Bunlardan biri, kurumun ya da toplumsal çevrenin ö zel­ liklerinden niteliksel olarak farklı olan, psikolojik yapıların kişi i■çindeki üretimidir. Bu kısaca, klasik psikanalizin temelidir. Diğeri ise çelişkinin açtığı bir alandaki kurucu seçim olasılığıdır. Bu da, varoluşçu psikanalizin temelidir. Toplumsallaşma görüşlerinin akademik araştırmadaki popüla­ ritesi, iki m esleki körlükle, yani sosyologların kişinin karmaşıkF)7ÖN/Toplümsal Cinsiyet ve İkıidar .

lığını kabul etmedeki beceriksizlikleri ve psikologların toplumsal iktidarın boyutunu kabul etmedeki isteksizlikleriyle desteklen­ mektedir. Her iki grup da, çelişkiyi önem sizm iş gibi gösterip Şiddeti göz ardı ederek uzlaşmacı bir kuşaldararası aktarım m o­ delini ve üretilen, uzlaşmacı bir psikolojik yapı modelini kabul et­ me eğilimindedir. Kadınlık ve erkekliğin çekirdeğinde yatan bir “toplumsal cin­ siyet kim liği” görüşü, İçişinin toplumsallaştığı bir “cinsiyet rolü” görüşünün' psikolojideki karşılığıdır. Öyle görünüyor İd, bu görüşün temeli, gerçekten de, İrişinin kendisini uzlaşımsal kadınlık ve erkeklik imajlarının tanımladığı türde bir İrişi olarak kabul etme edimidir. Bu nedenle, Robert Stoller gibi araştırmacılar, toplumsal cinsiyet kim liğinin temellerini çocuğun kadınlık ve erkeklik ta­ nımlarıyla tanıştırıldığı yaşamın ilk yıllarında aramaya yöneliyor­ lar. Benzer biçimde, S tüller’ın transseksiiellere ilişirin örnek olay incelem elerinde, sapkın toplumsal cinsiyet kimliğinin kökenleri, yaşamın ilk yıllarında sapkın aile gruplarında aranıyor. K işilik ya da cinsel karakterin tutarlı çekirdeği olarak kimlik görüşü, 1940Tarda ve 1950’lerde C hildhood and Soçiety (Ço­ cukluk ve Toplum) adlı çalışmasında Erik Erikson ve kültür ve ki­ şilik antropolojisi ekolü tarafından yaygınlaştırıldı. Bunun, sos­ yolojide rol teorisinin ortaya çıkışıyla aynı zamanda gerçekleşmiş olm ası rastlantısal değildir. Kimlik teorisi, kişilikteki farklı düzey­ lere ilişkin psıkanalitik görüşten yararlanmış, ama düzeyler arasmdaki temel çelişki düşüncesini çekip çıkararak söz konusu görüşün içini boşaltmıştır. Kişiliğin yüzeydeki düzeyleri, derin düzeylerdeki çekirdeğin hemen hemen yalın bir dışavurumu haline gelmiştir. . ■■ ■ ; Bu tür kişilik' modellerinin eksiksiz bir eleştirisi, uzun, do­ lambaçlı bir gezintiyi göze almak zorundadır. Bu yüzden, kısaca temel noktaları belirtmekle yetineceğim . Homojen ya da uzlaşmacı bir toplumsal cinsiyet İçimliği, modeli, yaratıcılığı ve direnişi a-‘ çıldama yeteneğinden yoksun kalır. Farklı toplumsal cinsiyet pra­ tiklerinin üretilmesini, yalnızca yetersiz ya da şapkan toplumsal­ laşmadan kaynaklanan bir sapma olarak kabul eder. K işilik çe­ kirdeğine ilişirin çizdiği homojen tasvir, klasik psikanalizin normal biseksüellilc olarak bahsettiği ve ölçeksel kişilik anlayışlarının da 258

artık önem ini kavradığı, toplumsal cinsiyetin birleştirici unsurlarım (androjenlik vb.) gözden kaçırır ya da marjinalleştirir, Böylece duygu yapılanm ası açısından merkezi önem e sahip -kişinin ken­ disini erkek ya da kadın olarak kabul etmesini sağlayan- bilişsel bir edim üretir; ama bunu yaparken, bu edimin hem toplumsal ya­ pılanmasını, yani yetişkinlerin pratiklerinde çocuğa sunulan top­ lumsal kategorilerin toplumsal cinsiyette içerilm esini, hem de bi­ lişsel olarak örgütlenmeyen (Freudcularm “birincil süreç” adını verdiği) duygusal süreçlere bağımlı olduğunu gözden kaçırır. Bir iletim mekanizmasını ve üretilene ilişkin uzlaşmacı bir mo­ deli öne süren toplumsallaşma teorisi, yalnızca toplum bilim ­ cilerinin toplum sal yaşamda hem seçim i hem de gücü göz ardı et­ m eye istekli olmaları ölçüsünde bir değer taşımaktadır. Bunları ku­ rucu olarak görm e konusunda Sartre ve Laing ile aynı düşün­ cedeyim. “Toplumsallaştırma etkenleri”, büyümekte olan kişi .üzerinde mekanik etkiler üretemezler. Yaptıkları şey, çocuğu be­ lirli koşullarda toplumsal pratiğe katılmaya teşvik etmekten ibarettir. Bu teşvik -kabul etme ve bunun dışında başka bir seçenek bulunmadığına yönelik yoğun bir baskının eşliğin d e- zorlayıcı olabilir ve çoğunlukla öyledir de. İçerilen duygusal basla, Seymour M. M iller v e M ichael Silverstein gibi, cinsiyetçilik karşıtı erkek ha­ reketinde yer alan kişilerin otobiyografik metinlerinde çok güzel ifade edilmektedir. Yine de çocuklar bu tür baskıları geri çevire­ biliyorlar, ya da daha kesin biçim de ifade edecek olursak, top­ lumsal cinsiyet alanında kendi hareket biçimlerini geliştirmeye başlıyorlar. Her ne kadar eşcinsel otobiyografileri, eşcinsel olarak olumlu bir seçenek oluşturmanın çoğunlukla uzun zaman alacağını gösterse de, çocuklar heteroseksüelliği reddedebiliyorlar. Erkeksi ve kadınsı unsurları harmanlamaya koyulabiliyorlar, örneğin kız çocuklar, okulda rekabete dayalı spor dallarında yer alma ko­ nusunda ısrarcı olabiliyor. Kendi yaşamlarında bir bölünme başla­ tabiliyorlar, sözgelim i erkek çocuklar kendi kendilerine kaldıkla­ rında kadın elbisesi giyebiliyorlar. Gerçek pratikleriyle bağdaşma.yan bir fantezi yaşam kurabiliyorlar ki, belki de hepsinin arasında en yaygın olanı bu. -Eğer toplumsallaşma, toplumsallaşma teorisinin Öngördüğü gibi 259

pürüzsüz v e başarılı olsaydı, yetişkinler ve çocuklararası ilişkilerde tarihsel olarak var olan şiddet düzeyinin açıklanması güç olurdu. Ö yle görünüyor ki şiddet düzeyi geçtiğim iz yüzyıl içiiıde kapitalist çekirdek ülkelerde önemli Ölçüde azalma gösterdi —Ellen K ey’nin önceden tahmin ettiği gibi bu, gerçekten de “çocuk yüzyılı” an­ layışının ortaya çıktığı birkaç bağlamdan biri. Am a yine de, bu noktada bile bu azalma oldukça Özel. 1969’da Sydney’de yapılan bir araştırmada, ergenlik çağında bulunan 11 ile 14 yaş arası erkek çocukların % 7 0 ’inin, araştırmanın yapıldığı yıl içinde okulda çeşitli kereler dayak yediği ya da kayışla dövüldüğü bildirildi. Her­ hangi bir alışveriş merkezinde yapılacak bir gözlem , küçük çocukları dövmenin günlük yaşamda hâlâ sık rastlanan bir olgu o l­ duğunu gösterecektir. İktidar dengesizliği, yetişkinlerin çocuklar üzerinde çok ağır baskılar uygulamasını olanaklı kılmaktadır, tabii böyle bir niyetleri olduğunda. Keza yetişkinler de “toplumsallaşma” sürecindeki çelişkiye tepki verirler ve tepkileri de, karakter oluşumu ve öğreti üzerine şiddet içeren rejimler yaratarak söz konusu toplumsallaşma sürecine düzen ve yön verme biçimini alabilir. James Joyce, S a­ natçının B ir Genç Adam O larak P ortresi adlı romanında İrlan­ da’daki bir Cizvit Okulu’nda böylesi bir rejimin klasik bir tasvirini çizmişti. Çoğu durumda şiddet içeren rejimler, tasarlandığı bi­ çimde işlemektedir: Rahibe okulları rahibeler üretir, okul öğren­ ciler üretir, erkek çocuk babasının im gesi olacak biçim de yetişir vb. Toplumsallaşma paradigması beklenmedik bir biçim de e l­ verişliymiş gibi görünüyor. Y ine de “rol öğrenm e” görüşleri tü­ müyle, bu tür ortamlarda üretilen şiddetli baskılar açısından fazla ılımlı. Hatta bu noktada bile tepkiler, tasarlanmış olandan oldukça farklı olabilir: B öylece iyi bir Katolik Kamu G örevlisi’ne değil, bir James Joyce’a sahip oluruz. Yeterli bir toplumsal cinsiyet oluşumu açıklaması, bu tür olayları rastlantısal ayrılıklar ya da toplumsal sapmadan daha farklı bir şey olarak anlayabilmek zorundadır. Bu ancak, başarılı bir “toplumsallaşma” örneğinin analizinin, başarısız olanı da anlama­ mızı olanaklı kılması koşuluyla mümkün olabilir. Sözünü etmekte olduğum şey, bir toplumsal cinsiyet oluşumu teorisine ilişkin çeşitli kriterleri Örtük biçimde barındırır. B öyle bir 260

teorinin, toplumsal çelişki ve kişilik içindeki çelişkiyi göz önünde bulundurabilmesi gerekir. Ayrıca insanları robotlara dönüştür­ meden iktidarı ve etkilerini de hesaba katabilmelidir (sözgelim i, çocuğun sevgi ihtiyacı gibi itaat dürtülerini fark edebilmelidir). Bir düzeyin yalnızca başka bir düzeyin özelliklerini ifade ettiği görüşüyle kendisini kısıtlamaksızın, kişilikteki farklı düzeyleri fark edebilmelidir. En önem lisi —ve bir anlamda sözünü ettiğim iz bu yönlerin hepsini kapsayacak b içim d e- tarihsel olmalıdır; hem ki­ şiyi zaman v e durumlar aracılığıyla bir yörünge kapsamında görme açısından hem de kişisel gelişim i etkileyen toplumsal güçlerin ta­ rihsel olarak sürekli yeniden düzenlenişini fark edebilm e açısından. Bunlar oldukça güçlü kriterlerdir. Ö yle sanıyorum ki bunları karşılayan yalnızca iki yaklaşım var: K lasik psikanaliz ve varoluş­ çu psikanaliz. Bu bölümün geri kalanında bu iki yaklaşımın toplumsal cinsiyet oluşumuna ilişkin açıklamalarını ele alacağım. Am a bu iki yaklaşımın, farklı nedenlerle, yukarıda sözünü et­ tiğim iz kriterleri tam olarak karşılamadıklarını da belirteyim. Bu nedenlerin ele alınması, kişilik kavramlarının yeniden oluşturul­ ması gerekliliğini vurguluyor. Bir sonraki ;bölümde buna de­ ğineceğim . j

B. KLASİK PSİKANALİZ: DİNAMİK BİLİNÇDIŞI Freud, cinsellik v e toplumsal cinsiyet üzerine çok şey yazdı. Ama benim buradaki amacım, Freud’un ve ardıllarının görüşlerinin bir özetini ya da tarihçesini sunmak değil. Bunun yerine, onların top­ lumsal cinsiyete dair bir toplum teorisine yaptıkları katkıları ortaya çıkarmaya çalışacağım . Dolayısıyla, Oidipus kom pleksi ve Freud un kadınlık v e erkeklik tartışmalarından d eğil, onun ruhsal ye top­ lumsal arasındaki ilişkiye dair genel teorileştirmesinden yola çıkmak istiyorum. Freud bu konuda iki temel düşünüş tarzı geliştirmişti. Bun­ lardan biri, bir yanda çocukların ruhsal yaşam ı ile neyrotikler, bir yanda da “yabanıllar”, kalabalıklar ve gruplar arasındaki kapsamlı ve büyük ölçüde hayal ürünü benzerlikler kurmaktadır. Çok daha kapsamlı olan ikinci düşünüş tarzı ise cinselliğin Avrupa kültü261;

ründe toplumsal yönden bastırılmasıyla ilgilidir. Bu, Freud’un ] 1908 yılında, kadınların cinselliğinin bastırılması ü zerin d e. te­ mellenen kurumlar olarak evlilik ve çifte standarta ilişkin önemli bir psikolojik eleştiride bulunmasına yol açmıştır. Freud’a göre, kadınların cinsel mutluluğunu yadsıyan toplumsal baskı, nevrozun gelişm esinin ardında yatan asıl güçtü. U ygarlık ve Bunalım ları gibi daha sonraki yazılarında, (1930) doruğa çıkan Freud, bu argümanı genelleştirmiş ve bastırmanın tarihsel dinamiğini daha fazla vur­ gulamıştı. Uygarlık ve doğa arasında bir çatışma olduğu, kuşkusuz Batılı : düşünce tarzında geleneksel bir temadır. Am a Freud, yalnızca an­ tik felsefe etrafında dolanıp durmakla kalmaz. Psikanalizin klinik araçları, özellikle de bastırma kavramı, konuyu çok daha kesin ve etraflı biçimde formüle etmeyi olanaklı kılmıştır. Freud Uygarlık ve B unalım ları’nda “uygarlaşma süreci ve bireyin libidinal ger lişim i arasında” bir benzerlik bulunduğunu öne sürer, ama bu yal­ nızca bir benzerlik değil bir bağıntıdır da: “Uygarlık bir içgüdüden vazgeçiş üzerinde inşa edilir. Bu “vazgeçiş”, Rousseau’nun Top­ lum Sözleşm esi’nâz (ve aslında Freud’un Totem ve,T abu’sunda) ol­ duğu gibi mitik bir geçm iş ya da filozofik bir gökyüzünde yansıtılamaz; psikoseksüel gelişm e sürecinde her kişinin yaşamında işlerlik gösteren ve bastırma mekanizması aracılığıyla bireyin bi­ lin çdışı düzeyinde etki sahibi olan bir şeydir. Nevroz ise uygarlığın gelişim iyle birlikte gerekli hale gelen, k işi üzerindeki toplumsal baskıların, mecazi değil,,m addi bir sonucudur. Erişkin k işilik ya­ pısı, bu baskı tarafından ve temel olarak da genç çocuğun aile içinde bu baskıyı yaşantılaması yoluyla biçimlendirilir. K işinin ruh­ sal donanımının parçası olarak süperegonun oluşumu, bir toplumsal mekanizmanın ta kendisidir. Freud’un çarpıcı benzetm e­ siyle: “Uygarlık, bu yüzden, bireyin tehlikeli saldırganlık arzusu üzerinde, bu arzuyu zayıflatıp zararsız hale getirerek ve bu arzuya göz kulak olması için bireyin içinde âdeta fethedilmiş bir şehirdeld garnizona benzeyen bir faillik oluşturarak egem enlik kurar.” Ama eğer “doğa” bu yolla kısmen toplumsal kılmıyorsa, buna karşılık toplumsal da, doğa alanı içinde harekete geçiriliyordur. Dolayısıyla uygarlık, ruhsal yaşamın olaylarına ve süreçlerine dışsal bir şey olarale görülemez. Tam tersine, bunların bir ürünü ve

uzantısı olarak görülmelidir. Uygarlığın daha gürültülü ve kanlı bir tarzda ifadesini bulan başarıları da, sadece ve sadece bastırma uğruna, dürtülerin yüceltilm esini tem sil eder. Bu daha sonraki ve daha geniş çaplı formülleştirmelerde Freud, uygarlığı nevrozun ne­ deni haline getiren bir konumdan, uygarlığı nevrozla süreklilik içinde olarak gören, diğer bir deyişle aynı yapının parçası olarak ka­ bul eden bir konuma geçer (kabul edilmelidir ki bu açıkça belirtilmem ekle birlikte dolaylı bir biçim de olsa da, kesinlikle ima edilmektedir). Bu noktada Freud, bastırmaya içkin tarihsel bir di­ namiğe ilişkin önemli bir kavramı açıklar:

[Eros ve Thanatos arasındaki] Bu çatışma, insanlar birlikte yaşama ödeviyle karşılaşır karşılaşmaz başlamıştır. Topluluk, aileninkindeıı başka hiçbir biçimi öngörmediği sürece bu çatışma, vicdanı kurmak ve ilk suçluluk duygusunu yaratmak için kendisini Oidipus kompleksinde dışavurumakla yükümlüdür. Aynı çatışma, topluluğu genişletmeye yönelik bir girişimde bulunulduğunda, geçmişe bağlı biçimlerde sürdürülür, şiddetlendirilir ve suçluluk duygusunun daha ileri bir pekiştirilmesiyle sonuçlanır... Şayet uygarlık, aileden bir bütün olarak in­ sanlığa doğru gelişmenin zorunlu yoluysa, bu durumda.,, bununla çözülmez biçimde bağlı, belki de bireyin katlanamayacağı dereceye ulaşacak, bir suçluluk-duygusu artışı söz konusudur. İşte bu, Freud için mutsuzluk sorununu geri getirmekte ve döngüyü tamamlamaktadır -am a başkaları içinse kesinlikle bir hareket nok­ tasıdır. Freud, böylece psikanalizin teknik kavramlarıyla, geleneksel doğa/kültür çatışkısını parçalar. Bunun yerine, en beklenmedik bi­ çimde bir tarihsel süreç kavramını getirir -F reu d ’un kendisinin bu­ nun teorik önemini göremediği açık. Bu süreç, makro-toplumsal ve bireysel düzeylerde eş zamanlı olarak işler. İçerisinde, hem insan kişilikleri ve sorunları hem de ortak toplumsal başarılar bir bütü­ nün ayrılmaz parçaları olarak üretilir. Bu kavrayış biçimi, M arcuse’nin farkına vardığı gibi, psikanalitik kavramların sosyolojikleştirilm esini olanaklı hale getirir. Oidipus kom pleksi, belirli bir tarihsel aile tipinin ürünü olarak görülebilir. Bastırma sürecinin bizzat kendisi genelde insanı ilişkinin soyut bir sonucu değildir, ama saptanabilir tarihsel bağlam263

larda kesin bir biçim v e yoğunluk kazanır. Bu, psikanalizi bi­ yolojiye indirgeyebıleceğinden daha fazla sosyolojiye indirgemez. Ama bir tarihsel süreç kavramı, toplumsal ile bilinçdışı ve “özdeşleşm e” gibi psikodinamik görüşleri basitçe bir toplumsal de­ netim sosyolojisine ekleyen teoriler arasında çok daha güçlü bir bağlantı kurulmasını sağlar. B öylece psikanalizin, artık içgüdü ve gerçeklik arasındaki sonsuz rekabetin teorisi olmayan, toplumsal açıdan eleştirel bir kullanımını olanaklı kılar. tik yıllarında, Freudcu teorinin toplumsal eleştiriye ilişkin p o­ tansiyelleri öncelikle Alfred Adler tarafından geliştirilmişti. İk­ tidar, erkeklik, savaş ve güdülenme üzerine özgün ve verim li psikanalitik metinleri günümüzde büyük ölçüde unutulmuş olan Adler, bir sosyalistti. (Daha sonraki yıllarda, ilk radikalizmi açısmdan fazla Önem taşımayan, ılım lı bir “bireysel psikoloji” üzerinde temellenen küçük bir kültün kurucusu olarak anılmaya başladı. W ilhelm R eich’ın sosyalist yapıtlarının yazgısıyla ben­ zerlikleri fazladır.) Adler, toplumsal şekillenm elerini vurgulayarak Freud’un güdüleri biyolojiden türetmeye yönelik inatçı çabasını eleştirdi. Toplumsal yapıda iktidar ilişkilerinin önemine dair kesin bir fikre sahipti v e bir “iktidar psikolojisi” geliştirm eyi denemişti; amacı ise çocuklukta iktidar ve yetişkinlikte toplumsal güvence yoksunluğuna karşı kişinin verdiği tepkilere psikanalitik bir açıklama getirmekti. Ö zellikle de, bu argümanın bir kısm ını top­ lumsal cinsiyeti barındıran iktidar ilişkileri üzerinde yoğunlaş­ tırmıştı. Belki de zamanın sosyalist feminizm inden etkilenen Adler, A v ­ rupa kültüründe kadınlığın değerinin azaltıldığına dikkat çekm iş v e çocukluğun psikolojik örüntülerini bu azaltmanın şekillendirdiğini öne sürmüştü. Çocukların yetişkinler karşısındaki zayıflığı, y e­ tişkinler tarafından kadınsılık, kültürel erkeklik ve kadınlık kutupsaîlığı etrafında belirginleşen “çocuksu değer yargılan” olarak yorumlanıyordu. Boyun eğme ve bağım sızlık arayışlan, erkeklik ve kadınlık eğilim leri arasında bir çelişki yaratarak çocuğun ya­ şamında bir arada bulunan olgulardı. Gerilim altında bulunma du­ rumu söz konusu olduğunda bu genellikle, yetişirin kişilikte bir tür uzlaşmaya ya da diğer bir deyişle, eğilimlerin dengelenm esine yol açıyordu. Ama sonuç her zaman bir uzlaşmayla noktalanmıyordu. 264

Güçsüzlükten duyulan endişe, saldırganlık v e zorlayıcılık yönünde duyulan bir eksikliği giderme çabasına yol açabiliyordu, Adler ünlü bir açıklamasında bunu, “erkeksi protesto” olarak ifade ettnişti (bu, her iki cinsiyete de uyarlanabilir). Adler bunu, nevrozun kilit yapıst olarak görüyordu, ama aynı zamanda hegemonik er­ kekliğin etkili bir eleştirisi olarak da genelleştirmişti: “Buna [çocukların cinsellik karşısındaki belirsizliklerine], .kültürümüzün baş belası, erkekliğe özgü aşın üstünlük eklenmektedir. Cinsel rol­ leri hakkında şüphesi olan tüm çocuklar, erkeksi olarak gördükleri kişilik özelliklerini abartırlar, hem de tüm küstahlıklarından daha fazla.” Adler’in eleştirel bir toplumsal cin siyet psikolojisine ilişkin çizdiği bu taslak, ne yazık ki, çok az ürün -vermiştir. Psikanaliz, 1911’de Adler ve Freud arasında yaşanan kopuş ve 1920’lerde Freud’un kadınlık teorilerine ilişkin bir tartışma başlatan başka bir radikal akım sonrasında, gelişim ini çok daha tutucu yönlerde sürdürmüştür. Karen Horney gibi birkaç analistin, kadın psi­ kolojisine yönelik sürekli ilgileri ise A dler'in toplumsal cinsiyet konularını yerleştirmeye çalıştığı toplumsal zeminlerden giderek uzaklaşıyordu. 194 0 ’Iara ve 1950’lere gelindiğinde, John B ow lby, Theodor Reik, Erik Erikson ve çağdaşlarının çalışmalarında, ana akım psikanaliz, ataerkil ailenin ve toplum sal cinsiyete dair uzlaşımsal tanımların güçlü bir ideolojik dayanağı haline gelm işti. Her ne kadar yorumcuları yerine, hatalı bir şekilde Freud’a daha fazla saldırılmış olsa da, bu gelişm eleri izleyen feministlerin p si­ kanaliz eleştirileri b öylece haklı gösterilm işti. Yaşanan politik de­ ğişikliğin şaşırtıcı bir göstergesi, de, eşcin selliğe yönelik tavırdı. Freud, vicdanının sesini dinleyerek eşcin selliği bir hastalık olarak tanımlamayı kesinlikle reddetmiş ve eşcin sel eğilim i "tedavi etm e”ye yönelik çabalara karşı uyanda bulunmuştu. 1950'lere g e ­ lindiğinde psikanalistler rahatlıkla, tek başına ele alındığında, eş­ cinselliği patolojik diye tanımlıyor, psikanalitik tedavi önererek işe koyuluyorlardı. Tek eksikleri ise başanydı. Freud’un düşüncesinin toplumsal boyutunu sırtlayanlar ise resmi psikanalizin klinik dünyası dışında bulunan teorisyenler o l­ muştu. Büyük bir kısm ının erkek ve çok azının analiz uygulamış olması gerçeği de dahil olmak üzere çeşitli nedenlerle, toplumsal 265

cinsiyet sorunu giderek gündem dışına atılıyordu. A sıl ilgi odağı ise, kapitalizmin psikolojik tem elleriydi. 1930"lar ve 1940’larda, liberal kapitalizmden faşizm in ortaya çıkması üzerinde duruluyordu. Kari Mannheim, faşist hareketlerin yaygın başarısını anlama çabasıyla, Yeniden İnşa Ç ağında İnsan ve Toplum adlı kitabında psikanalitik argümanları sosyolojiye yer­ leştirmişti. W ilhelm R eıch, F aşizm in K itle Ruhu A nlayışı*nda daha sol bir perspektiften yola çıkarak benzer bir şey yapm ıştı. P si­ kanalizi yeniden inşa edilen bir M arksizm le birleştirm eye yönelik ayrıntılı bir araştırma programı da, Frankfurt okulu tarafından başlatıldı: Horkheim er’ın Studien über A utoritât und F am ilie (O to­ rite ve A ile Üzerine İncelem eler) adlı derlemesi, Erich From m ’un Özgürlük K orkusu v e hepsinin arasında en ünlüsü olan A dom o ve diğerlerinin The A uthoritarian P erso n a lity’si (Otoriteryan Kişilik). Frankfurt okulunun bu çalışmaları, karakterbilimi doğrultusunda ilerliyordu ve kasıtsız olarak bir erkeklik tipolojisi kurmaya başlamıştı. Y üksek ve düşük ötoriteciliğnr ünlü örnek-olay in­ celem eleri “M ack” ve “Larry”, k eza birbirine zıt erkekliklerin oluşumuna ilişkin çalışmalar olarak da okunabilir pekâlâ. Frankfurt okulunun başka bir yakasında da Herbert Marcuse, Freud’un uygarlığın gelişim iyle yükselen bastırma düzeyine İlişkin argümanı üzerinde duruyordu. M arcuse’nin E ros ve U ygarlık’ı, bu­ nun bir kısm ının sömürücü bir sın ıf toplumunu ayakta tutmak için gerekli olan "artı değer bastırması” olduğunu ve özellik le ken­ diliğinden erotizm i daraltarak cin sel organlarla ilgisiz bir cinselliği ezdiğini öne sürüyordu. M arcuse, Tek Boyutlu İnsan’d& ise kendi yoluna gitm eyi seçiyor ve gelişkin kapitalizmin artık baskıların d e­ netimli bir gevşetim ine izin verdiğini öne sürüyordu. Am a Mar­ cuse’ye göre bu, toplum sal düzeni parçalayan değil, dengeleyen b i­ çimlerde oluyordu. îçıgüdüsel dürtülerin toplumsal olarak baskıcı “alçaltılması” ise bunun sonucuydu.. Bu argüman tarzlarının ikisi de aynı amacı gütmektedir, ben bu­ nu bir yerleştirme teorisi olarak adlandıracağım. Bu argümanların amacı, faşizm gibi bir toplum sal hareketin ya da gelişkin ka­ pitalizm gibi bir toplum sal sistem in, nasıl olup da bilinçdışı zi­ hinsel süreçlerle bağlantılar kurabildiğini, akıldışılığı v e 'y ık ıc ılı­ ğına rağmen bu yolla kitlesel destek bulabildiğini açıklamaktır. 266

“Yerleştirm e” teorilerinin merkezinde yer alan iki psikanalitik kavram, kateksisin yer değiştirm esi ve bastırma sürecinin kurucu rolüydü. Psikanalizin çoğu toplum sal uygulaması, başlangıçta çoculdukta biçim lenen ve aile üyelerine yüklenen duyguların, y e­ tişkinlikte daha geniş toplumsal dünyadaki nesneler ve ilişkilerle yer değiştirdiğini koyutlar. Yer değiştiren duyguların enerjisi, büyük ölçüde başlangıçtaki dürtülerin bastırma sürecinde en­ gellenm esine bağlıdır ki bu, yetişkin karakterinin oluşumunda be­ lirleyici olan bir örüntüdür. A ynı oluşturucu karşılaşmalar böy­ lelikle, bilinci bilinçdışından ayırıp her bir düzey için belirli bir içerik belirleyerek, kişiliği şekillendirir v e malcro-toplumsal etkiler üretirler. 197acon Press). Lewontin, R. C., Rose, S. ve Karnin, L.L (1984) N o t in O u r G e n e s : B io lo g y , Id e o lo g y a n d H u m a n N a tu re (New York: Panflıeon). Linstone, H, A., Lendaris, G.G., Rogers, S.D., Wakeland, W. ve Williams, M. (1979) “The Use of Structural Modeling for Technology Assessment” , T e c h n o lo g ic a i F ore c a stin g a n d S o c ia l C hange, 14,4, s. 291-327. Lipman-Blumen, J. ve Tickamyer, A.R. (1975) “Sex Roles in Transition: A Ten-Year Perspective”, A n n u a î R ev ie ıv o f Sociology, 1, s. 297-337, Lippert, J. (1977) “Sexuality as Consumption", der, J. Snodgrass, F o r M e n A g a in s t S ex is m (Albion, Califomia: Times Change Press), s. 207-13. Lloyd, S. (1955) F o ım d a tio n s in the D u s t: a S to ry o f M e so p o ta m ia n E x p lo ra tio n (Harmondsworth: Penguin). Lukdcs, G. (1971) H is to r y a n d C lass C o n scio ü sn ess (Londra: Merlin Press). Lukes, S. (1974) P o w e r : A R a d ica l V iew (Londra: Macmillan), Lumsden, A. (1984) “Gayness is Good for You", N e w S tat e sm a n , (31 Ağustos), s. 1315.



Lyttleton, N. (1984) “Men’s Liberation, Men Against Sexism and Majör Dividing Lines" R e s o u rc e s f o r F em in ist R esearch, 12, 4, s. 33-34. Maccoby, E.E. ve Jacklin, C.N. (1975) T h e P sy c h o lo g y o f S e x D iffe re n c e s (Stanford: Stanford University Press). Mclntosh, M. (1968) “The Homosexual Role", S o c ia l P ro b le m s, 16, 2, s. 182-92.

391

T

Mclntosh, M. (1978) “The State and the Oppression ofWomen", der. A. Kuhn ve A-M. Wolpe, F em inistti a n d M a teria lİsm (Londra: Routledge and Kegan Paul), s. 254289. . _ . . MacKenzie, W. J. M. (1967) P o litic s a n d S o c ia l S c ien ce (Harmondsworth: Penguın). MacKinnon, C. A. (1982) “Feminism, Mantism, Method and the State: An Agenda for Theory", S i g n s . l , 3, s. 515-44. ■ McRobbie, A. (1978) “Workıng class giriş and the culture of femimnity”, Centre for Contemporary Cultural Studies, Women’s Studies Group, W o m e n T ake Iss u e (Londra: Hutchinson), s. 96-108. Magarey, S. (1985) “Condİİİons for the Emergence of an Activist Femımsm ın Late Ni­ ne teenth Century Australia”, Sociological Association (Sosyoloji Birliği) kon­ feransında sunulan tebliğ, Brisbane. Mahler, V. (1981) “Work, Consumption and Authority vvithin the Household: A Moroc'can Case”, der. K. Young vd., O f M a rria g e a n d the M a r k e t (Londra: CSE Books), s. 69-87. Malİnowski, B, (1955) S e x a n d R ep ressio n in S a va g e S o c ie ty (New York: Mendıan). İ lk e l T o p la m la rd a C insellik ve B a sk ı, çev.: Hüseyin Portakal, Kabalcı Yay., 1989. Mannheim, K. (1940) M an and S o c ie ty İn a n A g e o f R ec o n strıtctİo n (Londra: Kegan Paul, Trench, Trubner). Mannheim, K. (1954) Id e o lo g y a n d V to p ia (Londra: Routledge and Kegan Paul). Mannoni, O. (1964) P ro sp ero a n d C a lib a n : T h e P sy c h o to g y o f C o lo n iza tio n , 2. baskı (New York: Praeger). Marcuse, H. (1955) E ro s and C iviliza tio n (Boston: Beacon Press). E ro s ve U yg a rlık, çev.: Aziz Yardımlı, İdea Yay., 3. basım, 1998. Marcuse, H. (1964) O ne D im e n sio n a l M a n (Londra: Routledge and Kegan Paul). Tek B o y u tlu İ n s a n , Çev: A. Yardımlı, İst, İdea, 1990, 2. Basım, 1986. Marcuse, H. A n E ssa y on L ib e ra tio n (Harmondsvrorth; Penguin). Marks, E. ve.de Courtivron, I. (1981) N e w F re n ch F e m in ism s (Brighton: Harvester). Marshall, T.H. (1950) C itizenship a n d S o c ia l C la ss (Câmbridge: Cambridge University Press). . . . ■ Martin, W. (1972) The A m e rica n S İste rh o o d : W ritin g s o f (he F e m in ist M o v e m e n t fr o m C o lo n ia l T im e s to the P re se n i (New York: Harper and Row). Matthews, J.J. (1984) G o o d a n d M a d W o m e n : T h e H isto ric a l C o n stru c tio n o f T e ­ m in in i ty in T w e n tie th -C en tu ry A u stra lia (Sydney: George Ailen and Unvvin). May, R. (1980) S e x and F a n ta s y (New York: Norton). Mead, M. (1935) S e x a n d T e m p e ra m e n t in T h r e e P rim iîiv e S o c ie tie s (New York: Morrow). Mead, M. (1950) M a îe a n d F e m a le : A S tu d y o f the S e x e s in a C h a n g in g W o rld (Londra: Gollancz). Mellaart, J. (1967) Ç a ta lh ö y ü k : A N e o lith ic T o w n İn A n a to ü a (Londra: Thames and Hudson). Erkek Bilinç Yükseltme Grubu (1971) U n b e co m in g M e n (New York: Times Change Press)* * Metcalfe, Â. ve Hümphries, M., der. (1985) T h e S e xu a lity o f M e n (Londra: Pluto Press). Meulenbelt, A. (1976) F em inism e en S o c ia lism e : E e n In le id in g (Amsterdam: Van Gennep). F e m in iz m ve Sosyalizm , çev.: Erman Demirci, Yazın Yayıncılık, 1987. Meulenbelt, A. (1980) T he Sham e is Ö v e r (Londra: Women’s Press). U tanç B itti, çev.: İlknur İgan, Ayrıntı Yayınlan, 1993. Mieli, M. (1980) H o m o se x u a lity a n d L ib era tio n (Londra: Gay Men’s Press).

392

(1974) W o m e n 's L ib era tio n , C la ss S tru g g le (Sydney: Words for Women). Mili, J.S. (1912 [1869]) "The Subjection of Women”, T h ree E ssa y s (Londra: Oxford Unıversity Press), s. 427-548. Miller, C. ve Swift, K. (1979) W ords a n d W o m e n (Hannondsworth: Penguin). Miller, P. (1986) L o n g D ivisio n : S ta te S c h o o lin g in S o u th A u stra lia n S o ciety (Adelaide: Wakefıeld Press). Miller, S. M. (1971) "The Mafcing of a Çonfused, Middle-Aged Husband’’, S o c ia l P o licy, 2,2, s. 33-39. Mîlletî, K. (1972) S e x u a l P o litic s (Londra: Abacus). C in se l P o litik a , çev.: Seçkin Selvi, Payel Yay., 2. basım, 1987. Mitchell, J. (1966) "Women: The Longest Revolution”, N e w L e ft R ev ie w , 40, s. 11-37. Mitchell, J. (1971) W o m a n 's E sta te (Harmondsworth: Penguin). Mitchell, J. (1975) P sy ch o a n a lysis a n d F em in İsm (New York: Vintage Books). Molyneux, M. (1979) "Beyortd the Domestic Labour Debate”, N e w L e ft R e v ie w , 116 s 3-27. ... Molyneux, M. (1981) “Women in Socİalist Societies: Problems of Theory and Practice , der. K. Young, C. Wolkowitz ve R. McCullagh, O f M a rrİa g e a n d the M a rk e t (Londra: CSE Books), s. 167-202. Moncy, J, (1970) Scxual Dimorphism and Homosexual Gender Identilv", P sv ch o lo g ic a l D u lletin , 74,6, s. 425-40. Morgan, D.H.J. (1975) S o c ia l T h e o ry a n d th e F a m ily (Londra: Routledge and Kegan Paul). Morgan, L.H. (1963 [1877]) A n c ie n t S o c ie ty (Cleveland WorId Publishing). E s k i T o p ­ lu m 1-2, çev.: Ünsal Oskay, 2. basım, Payel Yay., 1986-1987. Morgan, M. (1975) T h e T o ta l W o m a n (Londra: Hodder and Stoughton), Morris, D. (1969) T h e N a k e d A p e (St Albans: Panther). Ç ıp la k M a y m u n , çev,: Nuran Yavuz, Remzi Yay., 1985. Morris, J. (1974) C o n u n d ru m (Londra: Faber and Faber), Morrison, P., Holland, G. ve Trott, T. (1979) “ ‘Personally speaking ...’ 3 Men Share the Experience of their Mcn’s Groups”, A c h ille s H e el, 2, s. 12-16. Moses, J. C. (1978) “Women in Political Roles”, der. D. Atkinson, A. Dallin ve G.W. Lapidus, W o m e n in R u ssia (Hassocks: Harvester). Newland, K. (1975) W o m e n in P o litic s: A G lo b a l R e v ie w (Washıngton, DC: Worldwatch Institute). Nevvland, K. (1980) W om en, M e n a n d th e D iv is io n o f L a h o r (Washingtonf DC: Woıldvvatclı Institute). Nichols, J, (1975) M e n 's L ib e ra tio n (New York: Penguin). Niland, C. (1983) C re d ıt y o u r R ig h t, "M o n e y M a tie rs " seminerinde konuşma, Woy Woy, 26 Şubat. Nye, F. 1. ve d., (1976) R o le S tru c tu re a n d A n a ly s is o f the F a m ily (Beverley Hills: Sage), Sage Library of Social Research, 24. cilt. CYBrien, M. (1981) T h e P o litic s o f R e p r o d u c tio n (Boston: Routledge and Kegan Paul). O’Donnell, C. (1984) T he B a s is o f the B a rg a in (Sydney: George Ailen and Unwin). Offe, C. (1984) C o n tra d ictio n s o f th e W e lfa re S ta te (Londra: Hutchinson). Orvvell, G. (1962 [1937]) T h e R o a d to W ig a n P ie r (Harmondsworth: Penguin). Onvell, G. (1970 [1941]) “The Art of Donald McGilT, Collected Essays, J o u rn a lis m a n d L e tte r s (Harmondsvvorth: Penguin), 2. cilt. Otto, R. (1982) O c c u p a tıo n a l S tre ss A m o n g T e a c h ers in P o s t-P r im a ıy E d u ca tİo n : A S tu d y o f T e a c h e r s in T e c h n ic a l S c h o ls a n d S o m e C o m p a r a tiv e D a ta on H ig h S c h o o l

393

T e a c h ers, La Trobe Universıty, Department of Sociology. Owen, R. (1972 [1813]) A N e w V iew o f S o c ie ty, a n d O th e r W ritin g s (Londra; Dent). Y en i T o p lu m G ö rü şü , çev.: M. Doğan Şahiner, Yapı Kredi Yay., 1995. Padgug, R.A. (1979) “Sexııal.Matters: On Conceptualizing Sexuality iri History”, R ad ic a l H isto ry R eview , (Bahar/Yaz), s. 3-23. Palıl, J. M. ve Pahl.R.E. (1972) M a n a g er s a n d th eir W ives (Harmondsworth: Penguin). Pahl, R ,E. (1984) D iv is io n s o f L a b o u r (Oxford: Basil Blackwell). Parsons, A. (1964) “Is the Oedipus Complex Universal? The Jones-Malinowski Debate Revisİted and a South Italian ‘Nuclear Complex’ ”, T h e P sy ch o a n a lytic Stu d y o f S o ­ ciety, 3, s. 278-326, Parsons, T, (1942) “Age and Sex in the Social Structure of the United States”, A m erica n S o c io lo g ic a l R ev ie w , 7, s. 604-16. Parsons, T. ve Bales, R .F. (1956) F am ily S o c ia lim tio n a n d In tera ctio n P r o c e s s (Lond­ ra: Routledge and Kegan Paul). Pateman, C. (1983) “The Fratemal Social Contract: some Observations on Patriarchal Civil Society”, yayımlanmamış makale. Perchenok, Y..(1985) W om en in the U SSR : F a c ts.a n d F ig ü r es (Moskova: Novosti Press Agency Publishing House). ■ Pericot, L. (1962) “The Social Life of Spanish Palaeolithic Hunters as Shown by Levantıne Art”, der. S.L. Washburn, S o d a ! L ife o f E a rly M an (Londra: Methuen), s. 194-213. ' Perkins, R. (1983) T h e "P r a g Q u e en " S c en e : T ra n ssex u a ls in K in g s C r o s s (Sydney: George Ailen and Unwin). Piaget, J. (1962) P la y, D rea m s a n d Im ita tio n in C h ild h o o d (New York: Norton). piaget, J. (1971) S tru d u ra lism (Londra: Rouüedge and Kegan Paul). Y a p ısa lc ılık, çev.; Füsun Akatlı, DostKitabevi Yay., L Baskı, 1982. Pleck, E. H. ve Pleck, J. H. (1980) T h e A m e ric a n M a n (Englewood Cliffs, New Jersey: Prenüce-Hall). Pleck, J. H„ (1976) “The Male Sex Role: Definitions, Problems, and Sources of Change”, J o u r n a l o f Social Is s u e s , 32, 3, s. 155-64. Pleck, Jf. H. (1981) T h e M yth o f M a sc u lin ity (Cambridge, Massachusetts: MIT Press). Plomin, R. ve Foch, T. T. (1981) “Sex Differences and Indivİdual Differences”, C h iid D e v e lo p m ç n t, 52,1, s. 383-85, Plummer, K„ cjer. (1981) T h e M a k in g o f th e M o d e rn H o m o se x u a l (Londra: Hutchin son). Plummer, K. (t 983) D o c u m e n ts o f L ife (Londra: George Ailen and Unwin), Pogrebin, L. O, (1973) “Rap Groups: The Feminist Connection”, M s, 1, 9, s. 80-83, 98104. ■ ■ ' I Polatnick, M. (1973-4) “Why Men Don't Rear Children: A Power Analysis”, B e r k e te y J o u rn a l o f S o c io lo g y ,-W , s. 45-86. Poole, R. (1982) “Markets and Motherhood: The Advent of the New Right”, In terve n tio h , 16, s. 37-52. Povver, M. (1975) “The Making of a Woman’s Occupation”, H e ca te , 1, 2, s. 25-34. Prıngle, R. (1973) “Octavius Beale and the Ideology of the Birth-Rate: the Royal Commissıons of 1904 and 1905”, R e fra c to ry G irl, 3, s. 19-27. Pringle, R. (1979) “Feminists and Bureaucrats: The Last Four Years”, R e fr a c to r y G irl, 18/19, s. 58-60. Pritohard, J. B., der. (1950) A ncien t N e a r E a stern T exts (Princeton: Pıinceton Umversity Press). Ram, IC. (1981) “Sexual Vıolence in India”, R e fra c to ry G irl , 22, s. 2-8.

394

Raymond, J,G. (1979) T h e T r a n s s e m a l E m p ire (Boston: Beacon Press), Reeves, P. (1913) R o u n d A b o u t a P o u n d a W eek (Londra: G. Bell). Reîclı, C.A. (1970) T h e G ree n in g o f A m e ric a (New York: Random House), Reich, W. (1970) T h e M a s s P sy ch o lo g y o fF a s c is m (New York: Farrar Strauss and Giroux). F a şizm in K itle R u h u A n la yışı, çev.: Bertan Onaran, Payel Yay., 1979. Reiche, R. (1970) S e x u a lity a n d C la ss S tru g g le (Londra: New Left Books), Reiger, K . M. (1985) T h e T H senchantm ent o f the H o m e : M o d e rn izin g the A u stra lia n f a m ily 1 8 8 0 -1 9 4 0 (Melbourne: Oxford University Press). Reik, T. (1967) O f L o v e a n d Lust: O n th e P sy ch o a n a lysis o f R o m a n tic a n d S e x u a l E m o tıo n s (New York: Ban tam). Reiter, R. R. (1977) “The Şearch for Origins: Unravelling the Threads of Gender Hierarchy”, C ritiq u e o f A n th ro p o lo g y , 9/10, s. 5-24. Rice, M. S. (1981 [1939]) Wo rk in g -C la s s W ives; T h e ir H e a lth a n d C o n d itio n s, 2. baskı, (Londra: Virago), Rich, A. (1980) “Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence”, S ig n s, 5, s. 63160. Richards, L. (1985) “A Man’s Not a Neighbour? Gender and Local Relationships in a New Estate”, Sociological Association'of Australia and New Zealand (Avustralya ve Yeni Zelanda Sosyoloji Birliği) konferansında sunulan tebliğ; Brisbane. Riesman, D, (1950) T h e L o n e ly C r o w d (New Haven: Yale University Press), Roblnson, P. A. (1972) T h e S e x u a l R a d ic a ls (Londra: Paladin). Rosen, S. A. (1980-81) “Poliçe Harassment of Homosexual Woraen and Men in New York City'*, C o lu m b ia H u m a n R ig h ts L a w R evie\v, 12, s. 159-190. Rosenberg, R. (1982) B e y o n d S e p a ra te S p h e re s: Jn te lle ctu a l R o o ts o f M odern F e ­ m in izm (New Haven: Yale University Press). Rosenthal, R. ve Rubin, D. B. (1982) “Further Meta-Analytıc Procedures for Assessing Cognitive Gender Dİfferences”, J o u rn a l o f E d u c a tio n a l P sy c h o lo g y , 74, 5, s. 70812 . Rovvbotham, S, (1973) W o m a n ’s C o n sc io u sn e ss, M a n 's W o rld (Harmondsworth: Penguin). K a d ın B ilin c i, E r k e k D ü n y a sı, çev.: Şükrü Alpagut, Payel Yayınlan, 1987. Rowbotham, S. (1974) W om en, R e s is ta n c e a n d R e v o lu tio n (Harmondsworth: Penğuin). Rovvbotham, S. (1974) H ıd d e n F ro m H isto ry , 2. baskı (Londra: Pluto Press). Rovvbotham, S., Segal, L. ve Wainwright, H. (1979) B e y o n d the F ra g m e n ts; F em in izm a n d th e M a k in g o fS o c ia lis m (Londra: Islıngton C o m m u n ity Press). Rubin, G. (1975) “The Traffic in Women: Notes on the ‘Political Economy1 of Sex”, der. R. R, Reİther, T o w a r d an A n th r o p o lo g y o f W o m en (New York: Monthly Review Press), s. 157-210. Rubin, L. B. (1976) W o rld s o f P a in : L ife in the W o rk in g -C la ss F a m ily (New York: Basic Books), Russell, G. (1983) T h e C h a n g in g R o le o f F a th e rs? (St Lucia: University of Queensland Press). Ryan, E. ve Conlon, A. (1978) G e n tle Jn va d ers: A u stra lia n W o m e n a t W o rk 1788-1974 (Melbourne: Nelson). Sade, M. de (1966 \ \1 9 Y \) J u stin e ... a n d O th e r W ritin g s (New York: Grove Press). Sade, M. de (1976 [1797]) J u lie tte (New York: Grove Press). Sahlİns, M. (1977) T h e U se a n d A b u se o fB io lö g y : Â n A n th r o p o lo g ic a l C ritiq u e o fS o c io b io lo g y (Londra: Tavistock). Sargent, D. (1983) “Reformulating (Homo)Sexual Politics”, der. J. Ailen ve P. Patton, B e y o n d M a r x is m (Sydney: Intervention), s. 163-182.

395

i. r

i ■; -i

■i

i

Sartre, J-P. (1958) B e in g a n d N o th in g n e ss (Londra: Methuen). Sartre, J-P. (1968) S e a r c h fo r a M e th o d [The Question of Method] (New York: Vmtage Books). Y ö n te m A ra ştırm a la rı, çev.: Serdar Rifat Kırkoğlu, Yazko, 1983. Sartre, J-P. (1976) C ritiq u e o f D ia le c tic a l R ea so n (Londra: New Lefl Books). Sartre, J-P. (1971-2) L ’Id io t d e l a f a m ille (Paris: Gallimard). Saucr, C. (1962) "Sedcntary and Mobile Bents in Early Societics , der* S. L- Washbumj S o c ia l L ife o f E a r ly M a n (Londra: Methuen), s. 256-266. Sawer, M. (1985) “From Motherhood to Sisterhood: Attitudes of Australian Women MPs to their Roles”, Austraüan Political Studies Association (Avustralya Siyaset Bilimi Araştırmaları Birliği) yıllık konferansında sunular» tebliğ, Adelaide. Sayers, J. (1982) B io lo g ic a l P o litic s (Londra: Tavistock). Schlegel, A. (1977) S e x u a l Stratİfİcation (New York: Columbia Universıty Press). Schmidt, J. (1977) “Paraxis and Temporality: Karel Kosik’s Poliücal Theory”, T e lo s, 33, s. 71-84. . Scott, J. W. ve Tilly, L. A. (1975) "Women’s Work and the Family in NineteenthCentury Europe”, C o m p a ra tive S tudies in S o c ie ty a n d H is to r y , 17, 1, s. 36-64. Scutt, J. A. (1983) E ven in the B est o fH o m e s : V io le n c e in the F a m ily (Melbourne: PenScutt, J. (1985) “In Pursuit of Equality: Women and Legal Thought 1788-1984”, der. J. Goodnovv ve C. Pateman, W o m en , S o c ia l S c ie n c e a n d P u b lic P o lic y içinde (Sydney: George Ailen and Unwin), s. 116-139. Seale, P. ve McConville, M. (1978) P h ilb y , y.b. (Harmondsworth: Penguin). Secord, P. F., der. (1982) E xp la in in g H u m a n B e h a v io r (Beverley Hılls: Sage). Segal, L. vd., (1979-80) “Family Life: Communal Living and Childcare. Living Your Politics: A Discussion of Communal Living Ten Years On , R e v o lu tio n a ry Socia lism : B ig F la m e M a g a zin e, 4, s. 4-8. ■ Segal, L., der. (1983) W h a t is to b e D o n e A b o u t the F a m ily ? (Harmondsworth: Pen­ guin). Segal, L. (1987) I s the F uture F e m a le ? (Londra: Virago). . Seidler, V. (1979) “Men and Feminism”, A c h ille s H e el, 2, s. 32-36. Sennett, R. (1970) F a m ilie s A g a İn st the C ity (Cambridge Massaclıusetts: Harvard Unıversity Press). Shaver, S. (1983) “Sex and Money in the Welfare State”, der. C. Baldock ve B, Cass, W om en, S o c ia l W eifa re a n d the S ta te in A u stra lia (Sydney: George Ailen and Unwin), s. 146-63. Sichtermann, B. (1986) F e m in in ity (Cambridge: Polity Press). Sİlverstein, C. (1982) M a n to M a n : G a y C o u p les in A m e ric a (New York: Quıll). Silverstein, M. (1977) “The History of a Short, Unsuccessful Academıc Career”, der. J. Snodgrass, F o r M e n A g a İn st S e x ism içinde (ALbion, California: Times Change Press), s. 177-97. Smith, C. (1959) The S p e a kin g E y e (Harmondsvvorth: Penguin). ■ Smith, R. ve Knight, J. (1981) “Political Censorship in Üıe Teaching of Social Sci­ ences”, A u stra lia n Jo u rn a l o f E d u ca tio n , 25, s. 3-19. Smitlı-Rosenberg, C. (1975) “The Female World of Love and Ritual: Relations Between Women in Nineteenth-Century America”, Signs, 1, 1; E. Abel ve E. K. Abel, T he S ig n s R e a d e r içinde tekrar basım (Chicago: University of Chicago Press, 1983), s. Smout, T. C. (1969) j4 H is to r y o f the S co ttish P eo p le 1560-1830 (İngiltere: Collins). Snodgrass, J., der. (1977) F o r M e n A gaİnst S e xism (Albİon, California: Times Change

396

\

•••t. ■ ■•t

■t ■

Press), - ' Spence, J. (1978/9) “What do People Do ali Day? Class and Gender in Images of Women ,S c r e e n E d u ca tİo n , 29, s. 29-45. . Spence, J. T. ve Helmreich, R. L. (1978) M a sculinity' a n d F eniininity (Austin; Universıty of Texas Press). Spender, D. (1982) W o m en o f l d e a s a n d W h a t M e n ha ve D o n e to Them (Londra: Routledge and Kegan Paul). . Stacey, J. (1979) “When Patriarchy Kowtows: The Signİficance of the Chinese Family Revplutıon for Feminist Theory”, der. Z.R. Eisenstein, C a p ita list P atriarchy a n d th e C a s e fo r S o c ıa h s t F em ih ism (New York: Monthly Review Press), s. 299-348. Stapledon, O. (1937) L a s t a n d F ir st M e n (Londra: Penguin). Stearns, P. N. (1979) B e a M a n ! M a le s in M o d e rn S o c ie ty (New York; Holmes and Meıer). Steinmann, A. ve Fox, D. S, (1974) T h e M a le D ile m m a (New York: Aronson), Stevens, G .L. (1984) “The Flowering of Sex", T h e S c ie n ce s, 24, 3, s. 28-35. Stevens, J. T h e F ir st T en Y e a rs (yayına hazırlanıyor). Stille A. (1985-6) “Election v. Appointment: Who Wins?”, N a tio n a l L a w J o u rn a l ■ (ABD), (30 Aralık 1985 - 6 Ocak 1986), s. 1-9. Slol

70 kadınların mesleğinin yaratılması 144 K a d ın lığ ın G ize m i 60, 257 kadınlığın inşası 296 kadınlığın tarihsel İnşası 96 kadınlık 184, 209, 226, 252 kadınlık biçimleri 246, 250 kadınlık kültürü 317 kadınlık tipleri 236 kadınlık uyarlaması 242 K a d ın sı K a ra k te r 320 kahramanlık 325, 326 kalıtımsallık 107 K a lp siz B ir D ü n y a d a k i S ığ ın a k 331 K a m a S u tra 160 kamusal politika 351 kamusallık 247, 248, 251, 324 K a p ita list A ta e r k il D ü z e n ve S o sy a list F em in izm in S a v u n u su 76

kapitalist ataerkillik 76 kapitalist ülkeler 153 kapitalizm 63, 70-76, 139, 146, 147, 173, 184,206,210,266 K a p ita lizm , A ile ve K iş is e l Y a ş a m 147 K a p ita lizm d e C in se l P o litik a 156 K a p ita lizm d e C in se llik P o litik a sı 277 kâr 147,176 K a ra D e ri, B e y a z M a sk e le r 213 karakter 289, 294 ,295, 310, 348, 373 K a ra n lığ ın S o l E li 379 karar alma gücii 365 kardeşlik 250 kârlılık 148 karşılıklılık 158 kas 244 kastrasyon kompleksi 119 kategoricilik 345 kategorik teori 86, 88, 89, 92, 93, 131, 187 kategoriler 373

narsislik erkeklik 271, 277 nativizm 110 Neolitik köy toplumu 204 nesne 282, 293 nesnelerin nitelikleri 115, 116 nevrotikler 261 nevroz 262,263, 265* 270 New York Dolls 375 Newby, H. 155, 170 Newland, K. 39 N ib e lu n g e n D e sta n ı 374 Nichols, J, 61, 309 normalleştirme 212 normallik 292 normlar 255 nüfus 206

o -ö O'Dell, F. 188 O’Donnell, C. 63, 142 Oidipal dönem öncesi 272, 277 Oidipus kompleksi 53, 159, 171,261, 263,270-273 okul 256, 257, 319,320 okullar 167, 168 okuryazarlık 30, 31 olumsuzlama 250 olumsuzlamalar 118 ,119 ontoformatif 279 ordu 38,153,173, 206, 207 organik entelektüeller 332, 343 orgazm 120 , ' Orta Amerika 206 Ortaçağ Avrupası 209 ortaya çıkma 306 Orvvell, G. 55 O th e llo 374 O to rite ve A ile Ü zerin e İn c e le m e le r 266 otorite 153, 178,250, 326-328, 332, 348, 350,363,380 O to riterya n K iş ilik 266 otoriteryan karakter 274 Owen, R. 51 oy hakkı 50,180 oyun yazarları 333 oyunculuk 251 Ö ğ retm e n Ç a h § m a sı 17 öğrenci eylemciliği 353 öğrenci eylemleri (1960) 13

öğrenim sistemi 300, 340 ■, öğrenme 255 , ölçeklendirme 56 ■ ■ Ölçeksel kişilik modelleri 235 ^ Ö lüm e K a rsı H a ya t 275 ön plana çıkarılmış kadınlık 246, 249, 251,252 önce suııf 71 ■,,)-K önem testi 228 ■ ■ örüntU 133 öteki 294 _ Ö ylesin e Ö y k ü le r 198 ■ i ; ^ özbilgi 280 , ;■ özbilinçlilik 280 özdeşleşme 271 , . ■ : özel mekân 365 özgürleşme 275, 286 Ö zg ü rleşm iş E r k e k 248 Özgürleşmiş kadın 240 Ö z g ü rlü k K o rk u su 295 , Ö zg ü rlü k Ö zerin e B ir D enem e T l S

özgürlük 279, 281, 282,285, özne 291 Ö zn ey i D e ğ iş tir m e k 289 ;

p

'■ '

.

; ;

j ,

\

V

>

:- -■'

Padgug, R. A. 199 ; 1(, Pahl, R. E. 143, 169, 293 y L Paolo ve Francesca 286 . Papa 216 1 , papazlar 326, 334 ■■ [ P a rça la rd a n Ö te 366 y , yy,;' paronayak 294 ..... Parsons, A. 172, 192,273, j;’.' ; Parsons, T, 56-60, 66, 76, 79, 84, 95, 108,, 166,217,226,227 . f , Pateman, C. 176, i 79 V } , Paulus 292 ' v ' paylaşım 292 : P a zarlık E sa sı 18 P em be Y akalı İsç ile r 63 y- r penis 123,271,281 ' t; P erile r K ra liçesi 121 Perkins, R. 112 persona 274 petrol şirketi 153 1i . j peygamberler 333 ■ ' Pıaget, J. 132, 140, 375 ' Platon 379

, 411

I 10, 204 playboy 295 Pleck, J. 60 Pleck, J. ve E. 199 PIomin.R. 229 Polatnİck, M, 149 polis 153, 177, 182 ,185, 249, 342 politik 338, 352 politika 186, 302,338, 345,358 , politikacı 333, 338 pornografi 62, 87, 122, 160, 342 P la y b o y



P o rn o g ra fi: E rk e k le r K a d ın la ra Sahip O lu y o r 62 P o rtfo lio 74

postyapısalcılık 278 Power, M. 88, 144 pozitif ayrımcılık 80 pragmatizm 317 pratik temelli teori 94, 97 ! pratik teorisi 11 pratik uygunluk 115, 116 pratik-eylemsiz 118, 335 prehistorya 196 Pringle, R. 63, Î42, 147, 296 profesyonellik 242, 243 proletarya 71 proletarya kadınlan 63 Protestanlık 50 P sika n a liz v e F em in izm 62, 268 psikanaliz 53, 5/4,"57, 101, 71,233,‘254, 257,261-267, 270, 272, 274, 276,278, 280,282,286 psikiyatri 327 ' psikiyatristler 333 psikologlar 258 i P siko lo jid e K işi 233 psikolojik yapı 119 psikometri 232, 233 psikoterapistler 334 psikoz 282 Puccini 160 piıriten 294, 295

R Rabin, G. 133 radikal benlik 353 radikal politika 367 radikalizm 55 rahibeler 260

412

rahipler 152, 333 Ram, K. 91 R a m b o 248, 310, 325 R e a d e r s D ig e s t 298 Reagan, R, 186, 310 refah devleti 65 , refah politikası 185 Reîch, C. 294 Reich, W. 175, 264, 266 Reiche, R. 275 Reid, E. 166 Reıger, K. 137, 180, 296, 327, 332 Reık, T. 101, 226, 227, 265 Reiter, R. 198 rekabet 105, 297, 298 rekabetçilik 210 reklam 182 reklam endüstrisi 161 reklamcılar 333 resepsiyon 146 reşit olma 157,174 Rıce, M. S. 124 Rıch.A. 96,192, 217 Richards, L. 150, 155 Riesman, D. 225, 294 rights of man 49 ritüel 122,204,205 Robınson, P. 331 rock müziği 375 R o c k y 310 Roheim, G, 57 R o l T e o risi 78 R o l Y a p ısı ve A ile n in A n a liz i 78 rol kazanma 255 rol öğrenme 255, 260 rol teorisi 77, 78, 80, 81, 83-86, 94, 101, 109, 110, 131,230, 255, 256 rollerinden oluşan insan 291 Roma 208, 209 roman 48 romancılar 333 romantizm 324, 325 Romeo ve Jütiet 286 . Rosenberg, R. 227 Rousseau, J, J. 262 Rowbotham, S. 202, 252, 285, 323, 366 R ö n e s a n s'ta E ş c in s e llik 200 Rubens, H. 374 Rubin, G. 40, 88, 95, 116, 117, 191

Rubin, L. 155, 167, 168, 170, 257 Russel, G, 143 rüya 276

S-Ş

.

saç modeli 117 saçmalığa İndirgeme 234 Sade, M. de 49 sağ politika 342, 345 S a ğ c ı K a d ın la r 333 Sahlins, M. 102,104 sahte-benlik 306 saldırgan pazarlama 146 saldırganlık 105, 1 0 6 , 124,228,248,250, 262, 310 saldırganlık avantajı 66 , ' ' Samoa 57 sanallık 136, 140 sanat 341 S a n a tç ın ın B ir G e n ç A d a m O la ra k P o rtre si 260

sapıklar 247 sapkınlık 211, 258, 374 sapmalar 255 sarkıntılık 81 S a r m a l Y o l 65 Sartre, J. P. 95, 118, 187, 259,277, 279-282, 284, 290-92, 335 savaş 204, 208 savaşçı erkeklik 209, 210 Sayers, J. 104 Schlegel, A. 86 Scott, J. 211 Scutt, J. 340 Secord, P. 289 seçim yapma 279 Segal, L. 142,316,353 Seidler, V. 307 sekreterlik 146 ,241 seksoloji 52 sektilerleşme 326, 327 sembolik etkileşimcilik 95 sembolleştirme 316, 317 semptom 276 sen ve ben 290 sendikalar 54, 149, 340, 350 Seneca Falls (1848) 49 Sennett, R, 256 serbest harcama 350

sermaye 148 serdik 146,173,310 sevgi 244 . S e x R oles 60 seyyahlar 209 Shakespeare, W. 48 Shaver, S. 152 ,180 sığınma evleri 216 S ın ıf M ü ca d elesi ve K adınların K urtuluşu

71 sınıf 378 sınıf devleti 175 sınıf ilişkileri 74, 146 sınıf mücadelesi 70, 71 sınıf sistemi 124 sınıf sömürüsü 75 sınıfsallık 331 sınıfsız toplum 361 sınır ülkesi 367, 368 Sichtermann, B. 285 Siegfried 325 silahlanma 173 SİIversteiri, M. 259 simgeleştirme 278 Simon, W. 156 sistem 162 sistematikliği bozma 163 sistematiklik 214 siyasal parti 180 Smith, C. 326 Smith-Rosenberg, C. 153 Smout, T. C. 145 Snodgrass, J. 308, 329 sokak 181-183, 343 S o k a k K ö şe si T o p lu m u 181 sokak çeteleri 182 sokak tiyatrosu 183

'f

'

347 sorumluluk 281, 285 sosyal yardım meslekleri 56 sosyalist feminizm 55,63,75, 264, 333 sosyalizm 13, 55,147 sosyobiyoloji 66, 104, 108-110 sosyologlar 258 sosyoloji 57, 58 S o v y e t S a n a y i İşç isi 188 Sovyetler Birliği 39, 71, 153,188 söylemler291, 317 sözde^ biyolojik 103 S o n D e re c e N ezih İn sa n la r

413

sözel yetenek 227, 228 sözlük 317 Spence, J. 231, 232,234, 316, 322, 323 spor 104, 123, 182, 238,259 Stalinistler 286 Stalinizm 55 Stallone, S, 154, 247, 248 standartlaştırma 212 Stapledon, O. 376 Steam, P. 66,199 Stolcke, V, 322 Stoller, R. 258 Stonewall olaylan 357 Stopes, M. 125 Strober, M. 86 suç teşkili 175 suçluluk 263, 308, 309 suçlular 176 Sullivan, E. 289, 290, 293 SÜmerler 205-207 süperego 262, 271 süslenme 117, 119 Swift,K, 317 Szasz, T. 282 Szelenyi, I. 331 şefkat 227 şehvet 226 şekillendirme 300 şemalaştırma 361 şeyleştirme 212, 235 şiddet 90, 124, 150,151, 170, 176, 177, 207, 247, 249,250,260, 325, 326, 341, 350,356,357 şiddet güçleri 153 Şiddet suçlan 37 şizofreni 170 şoförlük 181

T tabi kılınma 153,155,162, 207, 209, 215, 246, 248,249,250,282, 284,286 tabi kılınma/tabi kılma 137 tabi kılınmış erkeklik 154 T a b iiy e t 18 taciz 181,249 Taft, I. 56 takılar 117 T a m B ir K a d ın 333 tam bir kadın 333

414

tanrıçalar 207 tarım devrimi 204 tanm-ticaret toplumu 208,209 tarihsel eşitsizlik 137 tarihsel süreç 264 tarihsellik 116,119,126,134-136,140, 187, 189, 195,199,202, 203,261, 326 T a rih te A fr ik a 209 T a rih te C in s e llik 199 T a rih ten S a k la n a n 202 Tarzan 325 tasanmcılar 333 Taylor, R. 199 tecavüz 34, 87, 150, 157, 176, 181 T e k B ir B e y a z K a d ın E m n iye tte D e ğ il 213 T e k B o y u tlu İn sa n 266, 300 tekeşlilik 152 teknoloji 250 teknolojik değişim 362, 363 T e k ra r Ç a l S a m 248 temizlik 366 teoloji 334 teoriler 12 terapiler 310 testosteron 105 Thatcher, M. 214 T h e G u a rd ia n 152 Thompson, G. 95 tıbbi model 327 tıbbi söylem 201 tıbbileştirme 327, 328 Tiger, L. 102, 103, 197 Tilly.L. 211 Tolkien, J. R. R. 324 Tolson, A. 72, 92, 236, 3Ö8 Tomasetti, G. 347 T o o tsie 251 T o p lu m SÖ zle§m esi 262 toplum teorisi 16 T o p lu m s a l C in siy e t F a rk lılığ ı ve Ö zn elliğ in Ü retilm esi 316 T o p lu m s a l C in siy e t ve S ı n ıf B ilin c i 155 T o p lu m s a l C in siy e t: E tn o m e to d o lo jik B ir Y a kla§ım 111 T o p lu m sa l C in siy e te D a y a lı R e k la m la r

117 289 toplumsal cinsiyet 14-16, 75, 78, 89, 102, 112, 113, 190-192, 245, 260, 321,372

T o p lu m sa l V a r lık

kateksis 139, 141, 156, 157, 160, 161, 171, 172,217,267,272, 280, 350, 364, 367 kalmanlılık 276, 277, 282 Katolik hiyerarşisi 152 Katoliklik 334 ,341 kaya resimleri 204 K e n d i İy iliğ i İç in 332 K e n d in i Y a ra ta n İn sa n 114 kent devrimi 204, 206, 210 kentler 208 Kessler, S, 111-113, 115 kestirimcilik 105 Key, E. 260 kırsallık 209 kısıtlamalar 133, 136,151 kışkırtılma 212 kıyaslama 299 K ız Ç o c u kla rı, O k u l ve T o p lu m 61 kız çocuklar 169, 259, 267, 271 ,282 kız okulları 250 kız tipleri 240 Kızıl Kolektif 159,161,277, 278 Kidd, H. 333, 334 Kilise 328 kimlik 255, 258 Kinsey araştırmaları 82 kişilerüstü geçersizleştirme 233 kişiliğin tarihselliği 295 kişilik 228, 254, 258, 261, 267, 279, 288-290, 293, 294, 300 kişilik politikası 301, 310 kişisel bağımsızlık 350 kişisel yaşamlar 292, 293 Klein, V, 227, 246, 320, 331, 332 klişeleştirme 322 klon65, 306 Knights, D. 143 kocalar 318, 349 kocalar/karılar 170-172, 178 kolektif baskı tasarısı 284, 285 Kolontay, A. 55, 186 Komarovsky, M. 56, 59, 78, 83, 155, 169, 257 kompozisyon 162 Konrad, G. 331 konum savaşı 344 konumlanma ve duruş 117 K o n u şa n G ö z 326

konuşma 121 ‘ i konuşma tedavisi 280 e' Korda, M. 143, 144,318 .p Kosik, K. 95,116, 279 ’ : kozmetik 158,240 kökenler 195,198,199,203,209 köktendinciler 342 ," e ; kötü niyet 281 ; köylü kadınlar 209 ■P •, , Krafft-Ebing, R. von 52,212 -h Kristeva, J. 316 kriz eğilimleri 214, 217 ,219,344, 363, ‘ 370,379 î kromozom testleri 112 kromozomlar 115, 122 kurallar 255 Kurt Adam 270, 271,277,291 : kurtarılmış bölge 366, 368 kurumlar 165, 191, 56, 293 kurumsallaşma 192 ,'f(: - - ■ kutsal annelik 334 kültür 330 : ^ kültür ve kişilik 57,236 kültürel iktidar 151 kültürel pratik 323 kültürellik 247,251 1 ' küresellik 210, 212, 215 kürtaj 341,350,355 1 '■ kürtaj karşıtı hareket 65 -l ,

■■■; .’■,ı

l

.

:

Lacan, J. 74,268 Lafıtte, P. 233 Laing, R. D. 167, 168, 170, 233, 256, 259, 280,282,292,339 Lancelot 325 Lane,D. 188 Lasch, C. 331 L a t i f İstila c ı İar 213 Lefebvre, H. 161 LeGuin, U. 379 Lepervanche, M. de Lessing, D, 94 Lette, K. 160,300 Ldvİ-Strauss, C. 74, 95, 132-134, 140, 268 Levvis, G, 244 » ^, Leycrvanche, M. de 322 / ;• lezbiyenler 35, 65, 216, 217, 306; 357 ■ lezbiyen kesintisizlik 96 • i 1

409

liberal feminizm 60,109, 110, 175 ,256, 257 liberalizm 49, 174 liberalleşme 342 libidinallik 262 libido 274,276,279-281 Lippert, J. 242 Locke, J. 179 Lowe, J. 81 Lukâcs, G. 320

'

M Maccoby, E. E. 60, 101, 109, 110, 228, 229 MacKinnon, C. 176 maçoluk 242 M a d e n O c a kla rın ın K a p atılm asına K arşı K a d ın la r 195

Magarey, S, 297 mahkemeler 342 Mahler, V. 172 makyaj 117, 244 Malinovvski, B. 57 manevra savaşı 344 Mannheim, K. 266, 328, 329, 331 Mannoni, O. 213, 293 Marcuse, H. 97, 121, 160, 175,218,263, 266,275,300,374 marjinalleşme 252 marjinalleştirilme 324 Markham, E. 355 Marksist feminizm 175,191 Marksist yapısalcılık 93 Marksizm 13, 62, 63, 146,197, 379 M a rksizm İle F em in izm in M u tsu z E vliliğ i

76' Marksizm ve feminizm 71 Marrison, P. 308 Marshall, T. H. 215 Marx, K. 64, 86, 361 mastürbasyon 292 Matthews, J. 96, 140,296 M a vi Y a ka lıla rd a E vlilik 59 . May, R. 101,227 M ayısta K ırağı 250 Mclntosh, M. 175 McKenna, W. 111-113, 115 McRobbie, A. 317 Mead, M. 57, 58, 60,108, 166, 236

410

322 medya 78,79, 158, 212, 244, 249, 256, 298,322, 323, 341 medya imajları 248 mekanizm 279 Mellaart, J. 205 meslek 169,172, 297, 298 Metcalfe, A. 329 Meülenbelt, A. 75, 76, 94, 161,334 meydan okuma 307 Meyer-Bahlburg, H, 106 Mezopotamya 204 Mısır 204-207 Mieli, M. 218, 275, 306, 368 Miles, K. 70, 71 Mili, 3. S. 49, 180 Miller, C. 317 Miller, P. 256 Miller, S. M. 259 Millett, K. 339 Mitchell, J. 62, 72, 88, 95, 133, 134, 137 202,268,270,274,316 mizaç 107, 109 mobilyalar 227 moda 158, 240, 375 model alma 257 modernizasyon 310 Money, I. 82 Monroe, M, 251 M o n ta j B a n d ın d a k i K a d ın la r 141 Morgan, M. 51, 170, 171, 172. 251,333 334,336 Monis, D. 102, 103 Morris, J. 183. 153 Mowbıay, M, 302 M s 74 M s. L o n d o n 240 muhafazakârlık 66, 167, 168,213,215, 341 Muhammed Ali 247 Muroroa Atolü 173 mutlak kadın 251 mübadele 133, 134 mülkiyet 365 müzisyenler 333 M e d ya K a d ın ı

N nafaka 341 Napolyon 210

toplumsal cinsiyet düzeni 140, 189, 335, 372 toplumsal cinsiyet ilişkileri 41 toplumsal cinsiyet kurumlan 166 toplumsal cinsiyet rejimi 141, 166 toplumsal cinsiyet teorisi 131 toplumsal cinsiyet yakıştırması 115 toplumsal cinsiyet tabanlı hiyerarşi 154 toplumsal cinsiyetin kurumsallaşması 11 toplumsal değişme 195 toplumsal İşbölümü 146 toplumsal pratik 114,117 toplumsal rol 56 toplumsal tercihler 144 toplumsal uzam 366 toplumsal yapı 132, 133, 135 ,139 toplumsal yeniden üretim 62 toplumsallaşma 137, 138, 228, 255-257, 260 toplumsallaşma teorisi 254, 259 toplumsallaştırma etkenleri 79,256,259 toplumsallık 40, 115, 191 T o p lu m u n K u ru lu şu 191

toplumun temeli 167, 168, 215 totaliteryanizm 300 T o te m ve T a b u 262 Touraine, A. 174 Trabriand adalan 57 transseksüeller 112,113,119, 306 transvestitiik52, 112, 201 Tristan ve Isolde 286, 325, 326 tutucu erkeklik 154 tutumlar 81 T ü rle rin K ö k e n i 52 T w y b o rn O la y ı 94

u-ü ucuzluk modası 241 Ulrichs, K. 54 ulusal karakter 236 ustalık ve eğitim 142 U ta n ç B itti 94 264 uygarlık 262, 263 uygulanabilirlik 366 uyuşturucu 182 , uzay teknolojisi 153 uzlaşımsal erkeklik 13, 282 U zun B ö lü n m e 256 U y g a rlık ve B u n a lım la rı

ücret 145-147,169, 172; 183, 184, 211, 212,218 ; Ü ç İlk e l Toplumda C in sellik ve M izaç 57 Üçüncü Dünya 364 ^ 1' ’ üçüncü cinsiyet 54,113 '‘ 1 ; ^ Ü niformalı Kızlar 250 üreme 108, 116,118,190,227, 341, 37İ,?

373 ■ * :y ’ üretici çekirdek 161,162,214 ‘ 1 '• üretim 137 ; /r , , üretim ilişkileri 70,72,75, 88 ' 1 Üretim tarzı 72, 74, 146 ' ' ütopyacı sosyalizm 51, ! Ütopyalar 328, 329, 344, 345, 379 '

V

.'■

■ ' '

Varlık ve Hiçlik 279, 291

: ■v varoluşçu fenomcnoloji 57 varoluşçu psikanaliz 257,261,28Ö-282 Vatikan 186 Vatsyayana 160 velayet 341 vergi 302, 339, 340 ' <

Vergilius 325 Victoria dönemi 136 Vikingler 209

;

,

W Wajcman, R. 350 1,1 Ware, H. 151 ,Wayne, J. 154,244,247 WCTU 50 Weeks, J. 156, 175, 200, 327 > ! Welch, R. 334 Wesson, G. 72 1 1; westemler 325 W estphaI200 White, P. 94, 269, 334 W hite,R. 169,291 r / W iide,0. 54 WUUams, C. 75,155 Willis, P, 239, 242 ’ Willmott, P. 59,134 Wilson, E. O. 104, 105, 109, 110, 302 Wollstonecraft, M. 49, 50, 180, 315 VVylie, P. 324

Y- Z Y a b a n T o p lu m d a C in sellik

ve B a sk ı 57 ■

415

yabancılaşma 281,326 7- a,’ ,■ V yerleştirme teorileri 267, 269, 270 yabanılla.-261 : ,7 Yeryüzünün L anetlileri 213 yakınlaştırma gruplan 3Ö2; 7 ’ yetenek 107 Y a ln ız K a la b a lık 294 -V . 1 'A yetişkin270 , >■•! yanlış evrcnsclcilik 353 . V 1?; yoksulluğun kadınlaştırılması 185 yapı 133-135, 137, 139, 162 ,V o a ‘ Young, K. 40, 173 ,( -

• Y en i K a d ın ın A y a k ta K a lm a sın a D a ir

■ K a ta lo g 354 77v;;7. 7y,7' Yeni Kaledonya 173 r ■ Yeni Sağ 66, 174, 185, 186, 301 ' ' - T Yeni Sol 63, 171,215, 269, 286, 298, 353,379 .... .7 Yeni Zelanda 173 : .7: 7..yy.; 7 yeni dünya düzeni 212 ; 7 ■ 77 7 ■ yeni sınıf 331 'y , '■>, ■■ :..,;,7; yeni toplumsal cinsiyet dayanışması 119 Y e n id en İn ş a Ç a ğ ın d a İnsan 266 y >;:7myeniden üretim 72-76, 135, 137, 138 ' yeniden yapılandırma 375, 376 ’ ■ ■■y ;7 yerleştirme 284 ■

4'16

B n ||p

^ g g /r

................ [

: AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ KÜT. Ve DOK. DAİRE BŞK. ÖDÜNÇ VERME İADE FİŞİ



S n f.N o :

/p rih i

0 f\.

12.

J ? o II

I h ? ! Ocak M

r / / — -Uid 2011

//—

— -— 2

1 h -flfi- M13

m

.

/M e /1

.25 -10-.281?

İT m — ^ *i ^ " i'!

r a

1 8 -12- 2013 2 6 -02- '2015 0 8 -0 4 - »15

--------------\

.

^ar:

..... .........................................

' ’E.Adı:

— — 1 1 ^ 2 0 1 P. i.U72

_fi a . fifit ruMG Mui bV UİîtJ

l

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF