Postmodern Durum - J.F.lyotard
April 2, 2017 | Author: secrettime | Category: N/A
Short Description
Download Postmodern Durum - J.F.lyotard...
Description
Vadi/felsefe ISBN: 975-7726-57-5 91.06 Y .215.59
Postmodern durumu sistematik bir akademik ilginin kaynağı haline ilk getiren herhalde Lyotard’dır. Analizinin odağı olarak şimdiye kadarki modernlik eleştirmenlerinin yaptığı gibi "iktidar istenci" veya "araçsal akıl"ı değil "meşruluk ilkesini" seçer ve onu "anlatısallık" terimleriyle açıklar. Bu bakışaçısına göre modernlik bilimsel bilginin gelişmesinin ardından gelen bir "anlatısal bilginin çözülüşü"yle tanımlanmıştır. Anlatıya karşı radikal kuşku ve bilimsel olanın "bilimsel-öncesi" bilgiye karşı muhalefeti bir paradoksla sonuçlanmıştır: Tabiatı gereği tüm anlatısal türden meşrulaştırımaları reddetmiş olan modern bilimin kendisi nasıl meşrulaştırılacaktı? Bu paradoksun çözümü genelde modernliğin, özelde de modern felsefî düşüncenin karakteristik bir söylem biçiminin yaratılmasıydı: "".Metasöylemlere" başvuran "metaanlatılar" (kendilerine eşlik eden tarih felsefeleriyle birlikte) meşrulaştırmanın dil oyunundaki sıradan anlatıların yerini almak üzere inşâ edildi. Lyotard'a göre "modern" terimi bu anlamda kendini —Aklın ilerlemesi ve Özgürlük, Tinin Özgürleşimi türünden— büyük anlatılara müracaat yoluyla meşrulaştıran tüm bilgi biçimlerine uygulanabilir. Bunun aksine eğer bir söylem "metaanlatılara karşı bir güvensizlik" içindeyse ona postmodern denilebilir. Hakikat ve özgürlük metaanlatılarının yerine postmodern söylem Lyotard'ın bu kitapta yer alan "Postmodernizm nedir?" isimli yazısının sonunda sarılmaya çalıştığı bir dizi tezatla tanımlanabilir: "Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başlatalım, gelin sunulamıyana tanıklık edelim, farklılıkları etkin kılıp, adın onurunu kurtaralım" Postmodern Durum, postmodernizm tartışmaları için oldukça geniş bir bilişsellik boyutlarını ortaya koyuyor. Tartışmasının alanı bilgisayarlaştırılmış toplumlarda bilgi, sorunsalı meşrulaştırım, metodu ise (Wittgenstein'den esinlendiği) dil oyunlarıdır. Ürettiği sonuçlar hem bilgi teorisinin günümüzdeki temellendirimi açısından hem de postmodernizmin kavranması bakımından eleştirel bir yaklaşımın geliştirilmesi için neredeyse vazgeçilmez öğeler içermektedir.
POSTMODERN DURUM Bilgi Üzerine Bir Rapor
J. F. LYOTARD
İngilizce'den Çeviren Ahmet Çiğdem
VADİ YAYINLARI
Vadi Yayınları: 59 Felsefe Dizisi: 16
J. F. Lyotard
Postmodern Durum İngilizce'den Çeviren Ahmet Çiğdem Yayıma Hazırlayan Murat Güzel © Vadi yayınları, 1994
1. Basım: Ara Yayınları, 1990 Vadi Yayınlarında Düzeltilmiş, Gözden Geçirilmiş 2. Basım Şubat, 1997
Dizgi, Sayfa düzeni: ES AM
Kapak Tasarımı Zeki T uman
Montaj, Baskı ve Cilt Feryal Matbaacılık 0 (312) 229 36 96
ISBN 975.7726.57-5 91.06Y .215.59
VADİ YAYINLARI Meşrutiyet Cad. Bayındır II, 60/5 Kızılay/ANKARA TEL: 435 64 89 FAX: 425 63 45 Çizgi Kitabevi, Zafer Meydanı Kitapçılar Çarşısı KONYA Tel: 353 10 22
J. F. LYOTARD, Paris Üniversitesi III'ten emekli felsefe profesörü ve Californiya Üniversitesinde de Profesördür. Postmodern Durum'dan ayrı olarak dil, modernlik ve meşruiyet üzerine yayımlanmış bir çok eseri var dır. Yayımlanmış bazı eserleri şunlar: Discourse, Figure (Paris: Klueksieek, 1971); Dérive à Partie de Marx et Freud (Paris: Union Générale d'Edition, 1973); Economic Libidinale (Paris: Editions Minuit, 1974); "Analyzing Speculative Discourse as Language Game" (Oxford Literary Review 4 , 1981); Just Gaming (J. L. Thébaud'la birlikte, Minneapolis: University of Minnesota Press); The Differend: Phrases in Dispute Manchester University Press, 1988).
İÇİNDEKİLER
Çevirenin Notu / 7 Giriş /11 1. Alan: Bilgisayarlaştırılmış Toplumlarda Bilgi / 16 2. Sorun: Meşrulaştırma / 24 3. Yöntem: Dil Oyunları / 29 4. Toplumsal Bağın Tabiatı: Modern Seçenek / 34 5. Toplumsal Bağın Tabiatı: Postmodern Seçenek / 41 6. Anlatısal Bilginin Pragmatiği / 49 7. Bilimsel Bilginin Pragmatiği / 59 8. Anlatısal İşlev Ve Bilginin Meşrulaştırılması / 67 9. Bilginin Meşrulaştırılmasmın Anlatıları / 74 10. Meşruluk Giderimi / 85 11. Araştırma Ve İşlersellik Meşrulaştırması / 93 12. Eğitim Ve İşlersellik Meşrulaştırması / 105 13. Kararsızlıkların Araştırılması Olarak Postmodern Bilim / 117 14. Paralojiyle Meşrulaştırma / 130 Ek: Postmodernizm Nedir? / 144 Bir Talep / 144 Realizm / 147 Postmodern / 155
ÇEVİRENİN NOTU*
Elinizdeki metin postmodern toplumlarda bilgi sorunu ve bil ginin konumuyla ilgilidir. Lyotard tartışmasının nesnesi olarak "bilgi'yi, sorunu olarak "meşrulaştırım"! ve yöntem olarak da "dil oyunları'nı seçmiştir. Günümüzde önemli tartışmalara se bep olan postmodernizm kavramına ilişkin oldukça radikal yargılar içeren bir ek bulunmasına rağmen, kitap doğrudan postmodernizm tartışmalarını içermemektedir. Ancak moder nizm/postmodernizm ikileminin ana damarını oluşturan bilgi sorunu oldukça geniş ve zengin bir çerçevede değerlendiril mekte, bilgi üretiminin varolan (postmodern) şartları sorgu-
* Bu not çevirinin ilk baskısında yer almaktadır. Ancak metin içerisinde ilk çeviride yer alan kimi kavram tercihleri, yayınevinin tercihleri doğrultu sunda değiştirilmiş; ilk çeviride rastlanan eksiklikler ve yanlış anlamaya yol açabilecek kısımlar düzeltilmiştir, (y.h.n)
7
lanmaktadır. Postmodern dönemde bilgi denilince akla yüksek modernitenin dolaysız bir ürünü olan bilimsel bilgi gelmektedir. Ondokuzuncu yüzyıldan bu yana bilgi, bilimsel bilgiyle özdeşleştirilegelmektedir. Oysa bildiğimiz ya da bilemediğimiz tek bilgi türü bilimsel bilgi değildir ve olmamıştır da. Anlatısal bilgi postmodern toplumlarda gücünü yitirmiştir - ya da daha doğrusu bu güç elinden alınmıştır. Bunun nedeni bilginin meşrulaştırımı sorununda yatmaktadır. Anlatısal bilginin meşrulaştırım kaynakları ve malzemeleri bi limsel bilginin kazandığı güç ve itibarla tüketilmiştir. Bizler bu tükenişin doğrudan tanıkları olmak durumundayız —bizler yani bütün modernistler ve postmodernistler. Bilimsel bilgi kendisinin dışında kalan bütün bilgi türlerini yeterlik ve işlersellik ölçütü temelinde değerlendirip bir kenara fırlattığı için artık bütüncül bir anlatısal bilgi kavramına sahip de değiliz. Tıpkı anlatısal bilginin dayandığı bütüncül bir geleneğe de artık sahip olmadığımız gibi. Bütün eğitim kurumları, bu arada üniversiteler bu bilgi türü ve geleneğinin ortadan kaldırılması için büyük bir seferberliğe girişmişlerdi —şimdi bu girişiminin sonuçlarını yaşamaktayız, trajik ve ölümcül olsa bile. Meşrulaştırım bilginin temellendirilmesiyle ilgili bir so rundur. Anlatısal bilginin temeli, özgürleşim, adalet, mutlu luk, haz, yücelik vb. büyük anlatılardır ve bunların yeterlik ve işlersellik ölçütüyle alıp vereceği hiç bir şey yoktur. Ne bir teknik üretebilirler ne teknoloji. Oysa bilimsel bilgi kendisini kanıtlamış ve tersine çevrilemez bir durumlar ve süreçler top lamıyla meşrulaştırmıştır. Öyle ki bütün düşünsel etkinlikler ve bu arada felsefe de bu meşrulaştırım işlemine gönüllü ola rak katkıda bulunmuştur —oysa felsefe, kendi meşrulaştırımını modernizm içerisinde bile büyük anlatılara bağlanarak gerçekleştirmişti.
Lyotard'ın tartışması bu noktada Hâbermas'la kesişmekte dir ama genel olarak meşrulaştırım bunalımıyla Lyotard ve Habermas farklı şeyleri kastetmektedirler. Doğal olarak Lyotard'ın seçtiği dil oyunlarının çoğulluğunun tanınması ve des teklenmesi bir çözümken, Habermas dile dayalı evrensel bir uzlaşım peşindedir. Son yapıtlarında büyük anlatıların oluş tuğu hümanist geleneğe, sınırlarını Aydınlanma ilkeleri çerçe vesinde çizdiği modernist bir bakış açısıyla sırt çeviren Ha bermas neredeyse modernliğin bir kere ve bütün zamanlar için dondurulmasını istemektedir. Lyotard meşrulaştırıcı bir güç olarak metaanlatıların tükenişiyle modernitenin bittiğini düşünmeye yatkındır. Oysa Habermas için modernite hâlâ bit memiş, tamamlanmamış bir projedir ve Aydınlanma’nın tarihi kesintilerle birlikte sürmektedir. Aydınlanma'nın özgürleşimci anlatısı konusunda Lyotard ve Habermas arasında büyük fark lılıklar bulunmasına rağmen, aynı anlatının bilimsel bilgiye teslim edilip edilmemesi hususunda bir tavır farklılığı vardır. Bir ve bütün olana yönelik saldırıları özdeş olsa bile, bütünün doğru olmadığını söyleyen Adorno'yu terkeden Habermas'tır, Lyotard değil. Bütün bunlardan kitabın Lyotard ve Habermas arasında bir polemik olduğu izlenimi edinilmemelidir. Kitabın kavgası aslında bilimsel bilgi tekeliyledir ve bilimsel bilginin kör olumsallığıyla. "Kendinde bir amaç olarak tanımlanmaktan uzaklaştırılan" bilgi yani postmodern bilgi yine de özgürleşti rici boyutlar içermektedir. Bunun için bu bilginin üretim şart ları, ehliyet ve liyakat ölçütleri aranmaksızın, herkese açık ol malıdır —bu da düz anlamda bir bilginin demokratikleştiril mesi süreci anlamına gelmez. Bu demokratikleştirme anlatısı modernizmin bir ürünüydü ve iflas etti. Dil oyunları çerçevesinde algılandığında, alıcı, gönderilen ve gönderen arasında bilgiye ait tüm ilişkiler mo dernite öncesinden bile daha karanlık, daha ulaşılmaz ve ulaş-
9
tırılamazdır artık. Bilgi üreticileri ve satıcıları, bilgi pazarını otorite ve güç odaklarının denetiminden kurtarmak için müca dele etmelidirler. Lyotard haklı: Evrensel uzlaşım, güç ilişki leri ve dengelerinden bağımsız olarak gerçekleşemez, tam ter sine bunlara karşı verilecek savaşın bir ürünü olabilir. "Adı olanların, adlarının onurunu kurtarmaya" yönelik verecekleri bir savaşın ürünü. Meşrulaştırım süreci toplumsal bağı kurmayı amaçlar; amaçladığı sürece de işlersellik (performativity) kazanır. Postmodern bilgi yeni meşrulaştırım kanalları bulabilir —üniversitenin dışında. Yeterlik ölçütü tek ölçüt olarak ele alınmayabilir. Bunlar için hemen her yönden eksiksiz olarak bilgilendirilmiş, eksiksiz enformasyonlu öznelere gerek var dır. Yerleşik eğitim kurumları bunu sağlamaktan uzaktır. Çünkü örgütlenmeleri bu amaç esasında gerçekleşmemiştir vb. Bu savlar Lyotard için tartışmasının önemli savları olmaktadır. Bu savların katılımcı oyuncular tarafından desteklenmesi şarttır. Kitap bu yönde bir çağrıdır. Bunun için yeni kurumsal örgütlenmeler (enstitü vb.) gerekebilir. İçeriği ve üslubuyla postmodernizm için Türkçeye çevril miş ilk kitap olma özelliğine sahip olacak elinizdeki metnin, zaten bilindiğini varsaydığım bir takım çeviri güçlükleri nede niyle zor gelebilecek bölümlerini yukarıda sıralanmaya çalışı lan noktaların ve tartışmaların ışığında değerlendirilmesi sanı rım faydalı olacaktır. Türkçe düşünerek ve yazarak biz de postmodern dil oyunlarına katılabilirz -aksi, bizi kendi "adı mızdan" vazgeçmeye götürebilir. Kişisel olarak, bu çevirinin böylesi bir vazgeçişe tepki olarak okunmasını dilemekteyim. Çeviriyi çok sevdiğim kedim Birdy'ye adıyorum, okuyamaya cak olsa bile.
Ahmet Çiğdem Bahçelievler, Ankara, 1990. 10
GİRİŞ
Bu çalışmanın nesnesi, son derece gelişmiş toplumlarda bilgi nin durumudur. Bu durumu tasvir etmek üzere postmodern ke limesini kullanmaya karar verdim. Kelime Amerika'da sosyo loglar ve eleştirmenler arasında kullanılagelmekte ve ondokuzuncu yüzyılın sonundan bu yana, edebiyat, güzel sanatlar ve bilimdeki oyun kurallarını değiştiren dönüşümleri izleyen kültürümüzün konumunu belirlemektedir. Elinizdeki çalışma, bu dönüşümleri anlatılar (narratives) krizi bağlamına yerleştir meye çalışacaktır. Bilim her zaman anlatılarla çatışma içinde olmuş; bilim öl çütü tarafından yargılanan anlatıların çoğunluğunun masal ol duğu görülmüştür. Ancak bilim, kendisini yararlı düzenlilik leri koymakla sınırlandırmadığı ölçüde ve hakikati aradıkça, kendi oyununun kurallarını meşrulaştırmakla yükümlü kılın mıştır. Bilim böylece kendi konumuna bağlı olarak bir meşru-
11
luk söylemi üretmekte, bu söylem felsefe olarak adlandırıl maktadır. Modern terimini, kendisini bu tür Tinin diyalektiği, anlamın yorumbilimi, rasyonel ya da çalışan öznenin özgürleşimi ya da zenginliğin yaratımı gibi temel anlatılara açık baş vurularda bulunan bir metasöyleme gönderme yaparak meş rulaştıran herhangi bir bilimi belirlemek üzere kullanacağım. Sözgelimi bir önermenin doğruluk değeriyle göndereni ve alı cısı. arasındaki uzlaşımın kuralı, eğer rasyonel zihinler arasın daki mümkün bir oybirliği çerçevesinde tutulmuşsa, kabul edilebilir olarak farzedilebilir: Bu, bilgi kahramanının iyi bir etikopolitik amaç -evrensel barış- uğruna çaba sarfettiği Aydın lanma anlatısıdır. Bu örnekten görüleceği gibi, eğer bir metaanlatı bilgiyi meşrulaştırmaya koyulan bir tarih felsefesini imâ ediyorsa, toplumsal bağı yöneten kuramların geçerliliğine iliş kin sorular ortaya çıkmaktadır ki bunlar da meşrulaştırılmalıdır. Böylece adalet, hakikatle aynı biçimde, temel bir anlatıya emanet edilmektedir. Ekstrem olanı basitleştirmek amacıyla, postmodern'i metaanlatılara yönelik inanmazlık (ineredulity) olarak tanımlayaca ğım. Bu inanmazlık kuşkusuz bilimlerdeki ilerlemenin bir ürünüdür. Ancak bu ilerlemedir ki, akabinde, inanmazlığı öngörür. Meşruluğun metaanlatısal aygıtının eskimişliğine, en başta metafizik felsefenin ve geçmişte üzerinde yükseldiği üniversite kurumunun krizi karşılık gelmektedir. Anlatısal iş lev, işlevcilerini (functors), en büyük kahramanını, tehlikele rini, yolculuklarını ve amacını kaybediyor. Anlatısal dil ögelerinin-anlatısal ancak düzanlamsal (denotative), buyurucu (prescriptive) ve betimsel vb. - bulutları arasında kayboluyor. Her bulutun içerisinde saklanan pragmatik değerlikler (valencies) onun türüne özgüldür. Her birimiz bunların çoğu nun kavşağında yaşamaktayız. Bununla birlikte zorunlu ola rak sabit dil bireşimleri kurmamaktayız, kurduğumuz bire şimlerin özellikleri de zorunlu olarak iletimlenebilir değildir.
12
Böylece geleceğin toplumu, bir Newtoncu-antropolojinin (mesela yapısalcılık ya da sistem teorisi) ihtisasından çok dil takılarının pragmatiği içerisine düşmektedir. Bir çok ve farklı dil oyunları vardır -bir öğeler heterojenliği. Yalnızca bunlar yaralar halinde kurumlar, ortaya çıkarırlar -mevzi belirlenim cilik (local determinism). Karar vericiler bununla birlikte toplumsallığın bu bulutla rını, girdi/çıktı matrislerine göre ve onların öğelerinin ölçülebilirliğini ve de bütünün belirlenebilir olduğunu imâ eden bir mantığı izleyerek yönetmeye teşebbüs, hayatlarımızı da ikti darın büyümesi için seferber ederler. Benzeri şekilde bilimsel hakikat ve toplumsal adalet konularında, iktidarın meşrulaştırılması, onun sistemin işlerliğini (performance) sağlamasına dayalı olarak gerçekleşmektedir (yeterlik). Bu ölçütün bizim bütün oyunlarımıza uygulanması zorunlu olarak yumuşak ya da katı bir terör düzeyi içermektedir, bu terör işlersel, yani öl çülebilir de olabilir, gözden de kaybolabilir. Maksimum işlerlik mantığı şüphemiz bir çok bakımdan tu tarsızdır, özellikle de sosyo-ekonomik alandaki çelişkiye ilişkin olarak: Hem az (en az üretim maliyeti) hem de çok (aylak ke simin toplumsal baskısını azaltmak) çalışma talep etmektedir. Ancak bizim inanmazlığımız şimdi öyle bir hale gelmiştir ki Marx'ın yaptığı gibi bu tutarsızlıklardan kaynaklanacak her hangi bir selâmet beklememekteyiz. Hâlâ postmodern durum, meşruluk gideriminin (delegitimation) kör olumsallığına olduğu kadar büyüden kurtulmuşluğa da yabancıdır. Meta-anlatılardan sonra meşruluk nerede kalabilecektir? İşlerlik ölçütü teknolojiktir, doğru ve adil olanı yargıla makla ilgisi yoktur. Uzlaşımda bulunacak meşruluk Habermas'ın sandığı gibi tartışmayla mı elde edilmiştir? Böyle bir uzlaşım dil oyunlarının heterojenliğine karşı şiddet uygular. Ve yenilik daima ayrışmadan doğmuştur. Postmodern bilgi
13
otoritelerin basit bir aracı değildir. Farklılıklara olan duyarlılı ğımızı arındırmakta, karşılaştırılamazlığımız, hoşgörme yeti mizi pekiştirmektedir. İlkesi, uzmanın homolojisi değil, yenilikçinin paralojisidir .* Sorun şu: Toplumsal bağın meşrulaştırılması yani adil bir toplum tasarısı bilimsel etkinliğin paradoksuna benzer bir pa radoks çerçevesinde' mümkün müdür? Böyle bir paradoks ne olacaktır? Elinizdeki metin bir tesadüfün ürünüdür. Son derece geliş miş toplumlarda bilgi üzerine bir rapordur ve başkanının is teği üzerine Quebec Hükümeti Üniversiteler Korıseyi'ne su nulmuştur. Başkanın metnin basımına verdiği müsaadedeki inceliğinden dolayı teşekkür etmek isterim. Söylenmesi gereken, bu raporun yazarının bir uzman de ğil felsefeci (philosopher) olduğudur. Uzman neyi bilip neyi bilmediğini bilir, felsefeciyse neyi bilip neyi bilmediğini bil mez. İlki sonuçlandırır, İkincisi sorgular. İki farklı dil oyunu yani. Burada, onları bütünüyle başarılı olmayan bir sonuçla birleştirmeye çalıştım. Bir felsefeci kendisini hiç olmazsa, belirli felsefi ve etikopolitik meşruiyet söylemlerinin formel ve pragmatik analizi nin -ki raporda bu tavır sözkonusudur- giderek gün ışığına çı kacağı düşüncesiyle uyumlayabilir. Rapor bu analizi biraz sosyolojikleştirici bir eğilimden sunmaya hizmet edecektir, budayan ancak aynı zamanda konumlandıran bir rapor yani. Bu sıfatla, raporu, Enstitü tam başlıyorken, Üniversiteyi sonu olabilecek şeye yaklaşmış olarak bulan bu gerçek postmodern uğrakta, Paris VIII (Vincennes) Üniversitesi, Felsefe Politeknik Enstitüsü'ne adıyorum.
J. F. Lyotard
* Homoloji: benzeşim; benzeşme üzerine söylem, paraloji; yanlış ve akla karşı olma riskiyle birlikte farklılık ve aykırılık söylemi (y.h.n.)
14
POSTMODERN DURUM
I. ALAN: BİLGİSAYARLAŞTIRILMIŞ TOPLUMLARDA BİLGİ
Bizim çalışma hipotezimiz, toplumlar postendüstriyel; kültür ler de postmodern olarak bilinen çağa girdikçe bilginin konu munun değiştiğidir.1 Bu geçiş, Avrupa için yeniden-inşanın ta mamlanışını işaret eden 1950'lerin sonundan beri yürürlükte dir: Hızı, daha çabuk ya da yavaş ülkelere bağlı olup, bu ülkeler içerisinde etkinlik sektörüne göre değişmektedir. Genel durum, özetleyici bir bakış açısını güçleştiren geçici bir kopuş durumudur.2 Betimlemenin bir parçası zorunlu olarak 1. Alain Touraine, La Société Postindustrielle (Paris, Denoel, 1969; Daniel Bell, The Coming of Post-Industrial Society (New York, Basic Books, 1973); Ihab Hassan, The Dismemberment of Orpheus: Toward a Post Mo dern Literature (New York, OUP, 1971); Michael Menamou and Charches Caramello, eds., Performance in Postmodern Culture (Wisconsin, Coda Press, 1977); M. Kohler, "Postmodernismus: ein begriffgeschichtlier Überlick11, Amerikastudien 22, 1 (1977). 2. Bunun klasik edebi bir ifadesi Michel Butor, Mobile: Etude pour une rep-
16
tahmini olacaktır. Ne olursa olsun, fütürolojiye çok büyük bir inanç beslemenin akıllıca olmadığını biliyoruz.3 Kaçınılmaz olarak eksik kalacak bir resmi boyamaktan çok, çalışmamızın nesnesini dolaysız olarak tanımlayan basit bir özelliği hareket noktam olarak alacağım. Bilimsel bilgi bir söylem türüdür. Ayrıca son kırk yıl içinde "önde gelen" bi limler ve teknolojiler dille ilgilenmek durumunda kalmışlar dır: fonoloji ve linguistik teorileri.4 iletişim ve sibernetik problemleri,5 modern cebir ve bildirişim (informaties) teori leri,6 bilgisayarlar ve onların dilleri,7 tercüme sorunları ve bilgisayar dilleri arasındaki yarışma alanlarının araştırılması,8 enformasyon, birikim ve veri bankalarına ilişkin sorunlar,9 telematik ve zeka terminallerinin kusursuzlaştırılması,10 ve résentation des Etats-Unis (Paris, Gallimard, 1962)'de bulunmaktadır. 3. Jib Fowles, ed., Handbook of Futures Research (Westport, Conn.: Greenvvood Press, 1978). 4. Nikolai S. Trubetskoi, Grundzüge der Phonologie (Prague, cilt 7, 1939). 5. Norbert Wiener, Cyberbetics and Society: The Human Use of Human Se ings (Boston, Houston Mifflin, 1949); William Ross Ashby, An Introduc tion to Cyberbetics (London, Chapman and Hall, 1956). 6. Johannes von Neumann'in (1903-57) çalışmasına bkz. 7. S. Bellert, "La Formalisation des systèmes cybernétiques, "in Le Con cept d'information dans la science contemporaine (Paris, Minuit, 1965). 8. Georges Mounin, Les Problèmes théoriques de la traduction (Paris, Gal limard, 1963). IBM 360'lann yeni bir türüyle bilgisayar devrimi 1965'e ka dar uzanır: R. Moch, "Le Tournant informatique", Documants contributifs, Annex 4, L'Informatisation de La société (Paris, 1978), R. M. Ashby, "La Seconde Génération de la micro-électronique", La Recherche 2 (June 1970), 127 vd. 9. C. L. Gaudfernan and Taib, "Glossarie", in P. Nora and A. Mine, L'Infor matisation de la société (Paris, 1978); R. Béca, "Les Banques de données" Nouvelle informatique et nouvelle croissance, Annex 1, L'Informatisation de la société. 10. L. Joyeux, "Les Applicaitons avancées de l'informatique", Documents contributifs. Ev terminalleri (Uyumlanmış Video Terminalleri) 1984'den önce ticarileştirilmiş bulunup, Uluslararası Kaynak Gelişimi'nin bir rapo runa göre 1.400. dolar dolayında bir fiyata malolmaktadır: The Home Ter minal (Conn., l.R.D Press, 1979).
17
paradoksoloji.11 Olgular kendileri için konuşmaktadır (ve bu liste de tüketici değildir). Bu teknolojik dönüşümlerin bilgi üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olması beklenilebilir: Bunun iki esas işlevi —araş tırma ve kazanılmış öğrenmenin aktarımı— zaten etkiyi hisse diyor ya da gelecekte hissedecektir. İlk işleve bağlı olarak, ge netik bilimi sokaktaki adam için algılanabilir bir örnek sun maktadır. Genetik bilimi, teorik paradigmasını sibernetiğe borçludur. Bir çok diğer örnek zikredilebilir. İkinci işlev içinse, makinelerin küçültülmesi ve ticarileştirilmesinin, zaten öğ renmenin kazanıldığı, sınıflandırıldığı, tüketime sunulduğu ve sömürüldüğü yolları değiştirmesinin ortak bir bilgi haline gelmesi örneği verilebilir.12 Enformasyon-sağlayıcı makinele rin verimli kılınmasının insan dolaşımı (taşıma sistemleri) ve sonra da ses ve görsel imgelerin (medya) dolaşımında olduğu kadar öğrenim dolaşımı konusunda da bir etkiye sahip oldu ğunu ve olmayı sürdüreceğini varsaymak akla uygundur.13
11. Paul Watzlawick, Janet Helmick-Beavin, Don D. Jackson, Pragmatics of Human Communication: A Study of Interactional Patterns, Pathologies, and Paradoxes (New York, Norton, 1967). 12. Groupe D'analyse et de perspective des systèmes économiques et technologiques'den J.M. Treille şunu söylemektedir: "Özelde yarı kondüktör ve lazer teknolojisinin kullanılması olmak üzere, birikmiş enformasyonun (bildirişim) yayılmasının yeni imkanları konusunda herşey söylenmemiş tir... Yakında herkes ucuz yolda enformasyonu arzu ettiği yerde depolamaya ve dahası özerk bir şekilde işletmeye muktedir olacaktır" {La Semaine Me dia, 16, 16 Şubat 1979). Ulusal Bilim kurumu tarafından yapılan bir çalış maya göre, iki yüksek okul öğrencisinden biri bunu başarabilecektir. (Le Semaine media, 13, 25 Ocak). 13. L. Brunei, Des Machines et des hommes (Montreeal, Québec Science, 1978); Jean-Louis Missika and Dominique Wolton, Les réseaux pensants (Libraire technique et documentarie, 1978). Québec Eyaleti ve Fransa ara sında video koferanslarının kullanılışı sıradan hale gelmiştir. Diğer bir ör nek elektronik gazetecilik tarafından verilmektedir. Üç büyük Amerikan şirketi (ABC, NBC ve CBS) bütün dünyadaki üretim stüdyolarının sayısını, hemen hemen uyduyla tüm olayları elektronik olarak kaydedip Amerika'ya
18
Bilginin tabiatı bu genel dönüşümler bağlamında değiş meksizin kalamaz. Eğer öğrenme sadece enformasyon nicelik lerine dönüştürüldüyse, yeni kanallara uyup, işlersel olabi lir.14 Bu kurulmuş bilgi bütününde bu yolda tercüme edile meyecek herhangi bir şeyin ortadan kaldırılacağını ve yeni araştırma yönünün, bilgisayar diline tercüme edilebilir olgusal sonuçlarının mümkünâtı tarafından belirleneceğini kestirebili riz. Şimdi bilginin "üreticileri" ve kullanıcıları, öğrenmeyi ya da bulmayı istedikleri ne olursa olsun, bu dillere tercüme araç larına sahip olmalıdırlar ve olmak zorunda kalacaklardır da. Tercüme makineleri üzerindeki araştırma zaten ilerlemiş du rumdadır.15 Bilgisayarların hegemonyasının yanısıra belirli bir mantık ve dolayısıyla hangi önermelerin "bilgi" önermeleri olarak kabul edileceğini belirleyen bir buyurucu hükümler kümesi gelmektedir. Böylece "bilgi kullanıcı" ya (knower) ilişkin olarak —bilgi sürecinin hangi noktasını işgal ediyorsa etsin— bilginin bütü nüyle bir dışsallaştırılması olayıyla karşılaşabiliriz. Bilginin kazanılmasının zihinlerin ve hatta bireylerin yetiştirilmesi transfer edilebilecek düzeyde arttırmıştır. Yalnızca Moskova'daki büro hâlâ film üzerinde çalışmaktadır, bu filmler uydu nakli için Frankfurt'a gönderil mektedir. Londra büyük bir "paketleme noktası" olmuştur. 14. Enformasyon birimi parçacıldır. Bu tanımlamalar için bkz. Gaudfernan and taib, "Glossaire". Bu konu René Thom'da tartışılmaktadır. "Un prut ce de la sémantique" l'information" (1973) in Modeles math'mathématiques de la morphonogenese (Paris, Union Générale d’Edition, 1974). Özelde mesaj ların kodlara geçirilmesi çift anlamlılıkların ortadan kaldırılmasına izin vermektedir, bkz., Watzlavvick et. al., Pragmatics of Human Communica tion, s.98. 15. Craig ve Lennox firmaları paket tercümanların ticari üretimini ilan et mişlerdin anında alımlama ve herbiri için 1500 kelime içeren dört farklı dil için hafızalı dört modül. Weidner İletişim Sistemleri Şirketi saat başına 600'den 2400'e çoğaltılacak normal bir tercüman kapasitesine ulaşan ve bir Multilingual Word Processor (Çokdilli Kelime İşleticisi) geliştirmiştir; ikidilli sözlük, eşanlamlılar sözlüğü ve gramatik dizinden oluşan üç boyutlu bir hafızayı içermektedir; (La Semaine media 6,6 Ekim, 1978, 5).
19
(Bildung) sürecinden ayrılamayacağı hakkında eski ilkenin modası geçmektedir ve bundan sonra daha da geçecektir. Bilgi kullanıcıları ve arzedicilerinin arzettikleri ve kullandıkları bil giyle olan ilişkileri, mal üretici ve tüketicilerinin, ürettikleri ve tükettikleri mallarla olan ilişkisinin gerçekleştiği bir (ekonomik) değer formunda gerçekleşmektedir. Bilgi satılmak üzere üretiliyor ve satılmak üzere üretilecek, yeni bir üretimde kıymetlendirilmek üzere tüketiliyor, tüketilecek. Her iki durumda da amaç mübadeledir. Bilgi kendinde bir amaç olmaktan uzaklaşmakta, "kullanım-değerini" kaybet mektedir.16 Bilginin son bir kaç on yıl içerisinde üretimin esas gücü ol duğu yaygın bir şekilde kabul edilmektedir.17 Bu durum za ten yüksek derecede gelişmiş ülkelerdeki işgücü kompozis yonu üzerinde kaydedilebilir bir etkiye sahiptir18 ve gelişen 16. Jürgen Habermas, Erkenntis und Interesse (Frankfurt, Suhrkamp, 1968). 17. İnsanın tabiat anlayışı ve toplumsal bir beden olarak varlığı aracılı ğıyla tabiat üzerindeki efendiliği... üretim ve zenginliğin büyük temel-taşı (Grundpeeller) olarak gözükmektedir", öyle ki "genel toplumsal bilgi bir doğrudan üretim gücü olmaktadır", diye yazar Marx, Grundrisse’de (Berlin, Dietz Verlag, 1953 s.593). Bununla birlikte Marx, "yalnızca bilgi for munda değil, aynı zamanda toplumsal pratiğin dolaysız organları olarak” öğrenme “makineler biçiminde güç haline gelmektedir: Makinalar "insan eli tarafından yaratılan insan beyninin organları, nesneleştirilmiş bilgi gü cüdürler" sonucuna varmaktadır. Bkz. Paul Mattick, Marx and Keynes: The Limits of the Mixed Economy (Boston: Extending Horzion Books, 1969). Bu nokta Lyotard'da tartışılmaktadır, "La Place de l'aliénation dans le reto urnement marqxiste" (1969) in Dérive a partir de Marx et Freud (Paris, Union Générale Edition, 1973), ss. 78-166. 18. ABD'de işgücü görünümü yirmi yıllık bir dönemde aşağıda belirtildiği gibi değişmiştir. (1950-71):
1950____________ 1971 % 62_____________ % 51.4 Fabrika, hizmet sektörü ve zirai işçiler 7.5 14.2 Profesyoneller ve teknisyenler
20
ülkeler için temel bir inkitayı oluşturmaktadır. Postendüstriyel ve postmodern çağda bilim, millî-devletlerin üretici kapasite alanındaki önceliğini koruyacak ve şüphesiz onu güçlendire cektir. Gerçekte bu durum gelişmiş ve gelişen ülkeler arasın daki boşluğun gelecekte eskisinden daha geniş olarak büyüye ceği sonucuna götüren sebeplerden birisidir.19 Ancak sorunun bu boyutu kendisi için tamamlayıcı olan diğer boyutunu gölgelememelidir. Enformasyon malı formun daki bilgi, üretici güçlerden ayrılamaz bir biçimde güç için dünyanın her tarafındaki rekabetin zaten esas bir parçasıdır ve belki de esas parçası olmaya devam edecektir. Millî-devletlerin bir gün geçmişte toprak denetimi ve daha sonra ham maddeler ve ucuz emeğin ele geçirilmesi ve sömürülmesi için savaştıkları gibi enformasyonun denetimi için de savaşacakları inandırıcı gözükmektedir. Yeni bir alan bir taraftan endüstriyel ve ticari stratejiler diğer taraftan ise askeri stratejiler için açılmış bulunmaktadır.20 Ancak yukarıda özetlediğim perspektif benim gösterdiğim kadar basit değildir. Çünkü bilginin ticarileştirilmesi (merkantilizasyonu), öğrenimin üretim ve dağıtımına ilişkin olarak millî-devletin hoşlandığı ve hoşlanacağı önceliği etki lemek durumundadır. Öğrenimin, toplumun zihni ya da 30.0
34.0
Bürokratlar (Statistical Abstracts, 1971) 19. Yüksek düzeyde bir teknisyen veya normal bir bilim adamının "yetişti rilmesi" için gereken zamanın, ham maddelerin çıkartılması ve para-sermayeye dönüştürülmesi için gereken zamana olan mukayesesi nedeniyle. 1960'ların sonunda Mattick, net yatırım oranını az gelişmiş ülkelerde GSMH'nın % 3-5, gelişmiş ülkelerde % 10-15 olarak tahmin etmiştir ( M a r x and Keynes, s.248). 20. Nora et Mine, L'Informatisation de la société, özellikle 1. Bölüm, "Les défis"; Y. Stourdzé, "les Et ats-Unis et la querre des communications". Le Monde, 13-15 Ekim 1978. 1979'da dünya telekomünikasyon araçlarının pazar değeri 30 milyar dolardır; takip eden on yılda bu rakamın 68 milyon dolara ulaşacağı tahmin edilmektedir (La Semaine media 19, 8 Mart 1979).
21
beyni olarak Devlet'in denetimine bırakıldığı düşüncesi karşıt bir ilkenin çoğalan gücüyle birlikte çok ama çok modası geç miş olacaktır. Bu karşıt ilkeye göre toplum yalnızca içerisin deki dolaşan mesajların enformasyon olarak zengin ve kod-çözümü kolay olduğunda varolacak ve ilerleyecektir. Bilginin ticarileştirilmesiyle el ele giden iletişimsel "geçirgenlik" (transparency) ideolojisi Devleti bir "gürültü" ve bir donukluk faktörü olarak algılamaya başlıyacaktır. Bu bakış açısından ekonomi ve Devlet arasındaki ilişki sorunu yeni bir aciliyetle ortaya çıkma tehdidinde bulunur. Zaten son yirmi-otuz yıl içerisinde ekonomik güçler, çoku luslu şirketler tarafından işleyen sermaye dolaşımının yeni bi çimleri aracılığıyla Devletin konumunu tehlikeye sokma nok tasına ulaşmışlardır. Bu yeni dolaşım biçimleri yatırım kararla rının hiç olmazsa kısmen millî-devletlerin denetiminin dışına çıktığını imâ etmektedir.21 Bu tehdit edici sorun telematik ve bilgisayar teknolojisinin gelişimiyle birlikte eskisinden daha çok ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi IBM gibi bir firmanın yer yüzünün mahrek alanında bir kuşak işgal etmek ve iletişim uyduları ya da veri bankası uyduları fırlatmak üzere yetkili kılındığını farzedin. Kim bunların gücüne sahip olabilecektir? Hangi kanal ya da verinin yasak olup olmadığını kim belirle yecek? Devlet mi? Veya devlet sadece diğerlerinin arasında bir kullanıcı mı olacak? Yeni yasal sorunlar ve bunlarla birlikte "kim bilecek" meselesi ortaya çıkacak. Bilginin tabiatındaki dönüşüm o zaman, varolan kamusal güçler üzerinde hem fiilî hem hukukî olarak geniş şirketler ve çok genel biçimde sivil toplumla olan ilişkilerini gözden ge çirmeye zorlayacak tepkilere yol açabilir. Dünya pazarının ye-
21. F. De Combret, "Le redéploiment industriel", Le Monde, Nisan 1978; M. Lepage, Domain le capitalisme (paris. Le Livres de Poche, 1978); Alain Cotta, La France et l'impératif mondial (Paris, PUF, 1978).
22
niden açılması, daha tutarlı bir ekonomik rekabete geri dönüş, Amerikan kapitalizminin hegemonyasının kırılışı, sosyalist bir alternatifin çöküşü, muhtemel bir Çin pazarının açılışı —bunlar ve bir çok diğer etmen 1970'lerin sonlarında Devlet leri 1930'lardan bu yana oynamaya alıştıkları yatırımlara kıla vuzluk etme ve yönlendirme rolü konusunda ciddi bir değer lendirmeye hazırlamaktadır.22 Bu bakımdan, yeni teknolojiler sadece böyle bir yeniden gözden geçirmenin âciliyetini arttıra bilirler, çünkü bunlar karar vermede (dolayısıyla denetim araçlarında) kullanılan enformasyonu eskisinden daha hare ketli ve intihale elverişli yapmaktadır. "Eğitimsel" değeri ve siyasal (idari, diplomatik, askeri) öneminin yerine parayla benzer dolaşım çizgilerine sahip öğ renimi, görselleştirmek zor değildir. Kalıcı ayırım bilgi ve ce halet arasında olmayacaktır artık ancak tıpkı para konusunda olduğu gibi, "ödeme bilgisi" ve "yatırım bilgisi" arasında, bir başka deyişle, bir projenin işlerliğini sağlamaya adanan bilgi fonlarına karşı gündelik hayatın sürdürülmesi çerçevesinde mübadele edilen bilgi birikimleri (işgücünün yeniden inşası, "varkalmak") arasında olacaktır. Eğer olay buysa, iletişimsel geçirgenlik liberalizme benzer olacaktır. Diğerleri sadece borçları ödeme eşyası olurken libe ralizm, içerisinde bazı kanalların kullanıldığı para akışı örgüt lenmesine engel olmaz. Benzeri şekilde, diğerleri her şahsın toplumsal bağa sürekli borcunu yeniden ödemek üzere kulla nılırken, bazılarının "karar vericiler" için ayrıldığı, özdeş tabi atın özdeş kanalları boyunca hareket eden bilgi akışları da ta hayyül edilebilir.
22. Bu bir “yönetimin zayıflatılması" ve "minimal devlete" ulaşılması so runu; 1974'de başlıyan "bunalıma" eşlik eden Refah Devleti'nin çöküşüdür.
23
2. SORUN: MEŞRULAŞTIRMA
Meşrulaştırma, içerisinde bilginin konumu sorununu irdele mek istediğim alanı tanımlıyan çalışma hipotezidir. Bu se naryo, bizimkinden bütünüyle farklı bir ruhta ilerlemiş olma sına rağmen, "toplumun bilgisayarlaştırılması" adıyla varolagelen senaryoya yakın olup, ne özgün olma iddiasındadır ne de doğru. Bir çalışma hipotezi için gerekli olan, ayırdetme için yeterli bir kapasiteye sahip olmasıdır. En yüksek derecede ge lişmiş toplumların bilgisayarlaşması senaryosu, abartılı bir an lamlandırma riskine rağmen, bize bilginin dönüşümünün be lirli boyutları ve onun kamusal güç ve sivil kurumlar üzerin deki etkilerini ortaya koymaya izin vermektedir —bu etkilerin başka bakış açılarından algılanması güç olacaktır. Bizim hipo tezimiz buna göre, gerçekliğe ilişkin olarak öndeyileyici bir değer uyarlamamalı, fakat ortaya çıkan sorunlar hakkında
24
stratejik bir değer koymalıdır. Buna rağmen, bu hipotezin güçlü bir güvenilirliği vardır ve bu anlamda bizim onu seçmemiz keyfî değildir. Sorun uz manlar tarafından geniş bir biçimde tasvir edilmektedir23 ve tele-iletişim endüstrisinin işletilmesi gibi hükümet kurumlarının ve özel firmaların oldukça doğrudan ilgilendiği belirli ka rarlara kılavuzluk etmektedir zaten. Bir dereceye kadar göz lemlenebilir gerçekliğin bir parçasıdır. Nihayet sözgelimi dünyanın enerji problemlerini çözmedeki sürekli bir başarısız lıktan kaynaklanan ekonomik durgunluk veya genel bir geriçekilmeden öte, bu senaryonun yürürlüğe girmesi için iyi bir şans vardır. Çağdaş teknolojinin, toplumun bilgisayarlaştınlmasına bir alternatif olarak hangi yönü tutturacağını tahmin etmek zordur. Bütün bunlar hipotezin banal olduğunu söylemek gibi bir şey oluyor. Ancak ekonomik büyüme ve sosyopolitik gücün birbirinin tabii tamamlayıcıları olduğu bilim ve teknolojideki genel ilerleme paradigmasına meydan okumayı başaramadığı ölçüde böyle. Bilimsel ve teknik bilginin birikimli olması hiç bir zaman sorgulanmamıştır. En fazlası, tartışılan şey biriki min aldığı biçim olmuştur. Bazıları düzetjli, sürekli ve benzer siz, bazıları ise dönemsel, süreksiz ve çatışmalı olarak resmetmişlerdir.24 Ancak bu herkesçe bilinen önermeler yanıltıcıdır. İlkin, bi limsel bilgi, bilginin bütünlüğünü temsil etmez, başka tür bir bilgiye ilave olarak, onunla rekabet ya da çatışma içerisinde 23. "La Novelle Informatique et ses utilisateurs", Annex 3, L'Informatisa tion de la société (8. not) 24. B.P. Lecuyer, "Bilan et perspectives de la sociologie des sciences dans les pays occidentaux", Archives européennes de sociologie 19 (1978): 257-336 (Bibliografya). Amerikan ve İngiliz örnekleri üzerine iyi bir en formasyon, 1970'lerin başına kadar Merton okulunun hegemonyası, ve özellikle Kuhn'un etkisi altındaki mevcut ayrışma. Ancak Alman bilim sosyolojisi hakkında çok bilgi verilmemiş.
25
bir bilgi biçimi olarak varolmuştur. Bu başka tür bilgiyi ben yalınlık istemlerindeki anlatı olarak adlandıracağım (karakteristikleri sonra tasvir edilecektir). Bununla anlatısal bilginin, bilim üzerinde egemen olacağını kastetmiyorum, an cak anlatısal bilginin modeli, çağdaş bilimsel bilginin yoksul bir figür olarak (özellikle "bilen"e ilişkin olarak bir dışsallaşmaya uğrayan ve daha öncekinden çok daha büyük bir oranda kullanıcısından yabancılaşan) gözüktüğü duruma yakın içsel bir denge ve şenliklilik düşüncesine yakındır.25 Araştırmacı ve öğretmenlerin demoralize edilmesi sonucu önemsiz sayılamaz. 1960'larda, yüksek derecede gelişmiş toplumların hepsinde olayın, bu meslekleri icra etmeye hazırlananlar arasında patlayıcı noktaları yakaladığı bilinen bir olgudur. Bu beladan kendilerini kurtaramayan üniversite ve laboratuvardaki verimlilikte hatırı sayılır bir düşüş olmuştur.26 Bunun bir ümit veya korkuyla bir devrime yol açacağını ummak (60'larda böyle olmuştu) sorunun dışına çıkmak demektir: Bu tavır, bir gecede post-endüstriyel toplumdaki nesnelerin düzenini değiştiremeyecektir. Bilim adamlarının üzerindeki bu şüphe, bilimsel bilginin bugünkü ve gelecekteki durumunu değerlendirmede temel olarak ele alınmalıdır. İkinci nokta olarak yani bilim adamlarının demoralizasyonunun merkezi meşrulaştırma sorunu üzerindeki etkisi nede niyle de bu ele alış bütünüyle zorunlu olmaktadır. Bu keli meyi otorite sorununu tartışan çağdaş Alman teorisyenlerden daha geniş bir anlamda kullanıyorum.27 Herhangi bir medeni
25. Terime Ivan Illich tarafından ağırlık verilmiştir, Tools for Convivi ality (New York, Harper and Row, 1973). 26. Bu "demoralisation" hakkında bkz. A. Jaubert et J.M. Levy, Leblonds, (eds)., (Auto) Critique de la science (Paris, Seuil, 1973) 1. Bölüm. 27. Jiirgen Habermas, Legitimationsprobleme in Spätkapitalismus (Frankfurt, Suhrkamp, 1973).
26
kanunu örnek olarak alınız: Bu kanun belirli bir kategori için deki yurttaşların özgül bir eylem türünü yerine getirmeleri gerektiğini vurgulamaktadır. Meşrulaştırma, bir kanun koyu cunun, böylesi bir kanunu norm olarak çıkarmaya yetkili kı lındığı bir süreçtir. Şimdi de bir bilimsel önerme örneğini ele alınız: Bu önerme, bilimsel olarak kabul edilmek için, 'bir önerme belirli bir şartlar kümesini yerine getirmelidir' kura lına uymak zorundadır. Bu durumda meşrulaştırma, bilimsel söylemle ilgilenen bir "kanun koyucunun" konulan şartlarda (genelde içsel tutarlılık ve deneysel doğrulama şartları) bir önermenin bilimsel cemaat tarafından ele alınması için bilimsel söyleme içerilip içerilmeyeceğini belirlediği bir süreçtir. Konulan bu paralellik zorlama gözükebilir. Ancak görüleceği üzere böyle değildir. Bilimin meşruluğu sorunu Platon'dan beri kanun koyucunun meşruluğuna ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Bu bakış açısından neyin doğru olduğuna karar vermek, önermelerin tabiatları gereği farklı bu iki otoriteye bağlanması durumunda bile, neyin adil olduğuna karar vermekten bağımsız değildir. Burada önemli olan, etik ve politik olarak adlandırılan dille, bilim olarak adlandırılan dil arasında belirli bir içsel bağlantı olduğudur. İkisi de aynı perspektiften, aynı "seçişten" kaynaklanmaktadır —denilebilirse Batı adı verilen seçişten. Bilimin daha önce olduğundan çok daha fazla ve bütü nüyle, yeni teknolojilerin yanısıra egemen güçlere teslim ol muş gözüktüğü ve bunların çatışmalarında başat bir unsur olma tehlikesini içerdiği bir zamanda, bilimsel bilginin varo lan konumunu incelediğimizde, çifte bir meşrulaştırma sorunu, arkaplana geri çekilmekten öte, zorunlu olarak öne çıkmaktadır, çünkü sorun kendisinin en eksiksiz formunda, yani tekrar eski halinde ortadadır: Bilginin ne olduğuna kim karar verecektir ve hangi ihtiyaçların karara bağlanacağını kim bilecektir? Bilgisayar çağında, bilgi sorunu şimdi
27
eskisinden daha çok bir hükümet sorunudur.
3. YÖNTEM: DİL OYUNLARI
Bu sorunu ileriye sürülen çerçeve içerisinde analiz ederken belli bir prosedürü tercih ettiğimi okuyucu farkedecektir: Dil olgularını, özelde de onların pragmatik boyutunu vurgula dım.28 Bundan sonra ne söyleneceğini açık kılmak için kısa ol28. Peirce'ün semiyotiğinin izinde sentaktik, semantik ve pragmatik alan ların ayrımı Charles W. Morris tarafından yapıldı: "Foundations of the Theory of Signs", in Otto Neurath, Rudolp Carnap, and Charles Morris, eds., International Enclopedia of Unified Science, vol. 1, Bölüm 2 (1938): 77-137. Bu terimin kullanılmasında özellikle Ludwig Wittgenstein, Philo sophical Investigations'a (New York, Macmillan, 1953) gönderme yapıyo rum; J.L. Austin, How to Do Things with Words (Oxford, Oxford University Press, 1962); Jürgen Habermas, “Unbereitende Bemerkungen zu einer Theorie der kommunikativen kompetens" in Habermas and Luhmann, Theorie der Gesellchaft oder Sozialtechnologie (Stutgart, Suhrkamp, 1971); J. Po ulin, "Vers une pragmatique nucleaire de la communication" (Üniversite de la Montreal, 1977). Bkz. Watzlavvick et. al. Pragmatics of Human Commu nication (11. not).
29
makla birlikte pragmatik terimiyle neyin kastedildiğini özetle mek faydalı olacaktır. "Üniversite hastadır" gibi düzanlamsal bir ifade 29 (denotative utterance) bir mülakat ya da konuşma bağla mında sarfedilmiş olup, göndericisini (önermeyi dile getiren kişi) ve alıcısını (bu önermeyi algılayan kişi) ve de önermenin ilgilendiği şeyi yani göndermenin nesnesini özgül bir yolda konumlamaktadır: İfade göndericiyi, "bilicinin" (üniversitenin hangi durumda olduğunu bilen) konumuna yerleştirir ve açımlar. Alıcı, bilicinin kabul edilmesi ya da reddedilmesi durumuna konulmuştur. Önermenin nesnesi (referent) düzanlamlara özgü bir yolda ele alınmıştır; kendisine göndermede bulunan önerme tarafından açıklanan ve doğru olarak özdeşleştirilmeyi talep eden bir şey olarak. Eğer "üniversite açıktır" gibi bir açıklamayı (declaration) düşünecek olursak (bir tören sırasında dekan ya da rektör tara fından dile getirilmiştir) önceki özgülleştirmelerin artık uygu lanmayacağı açıktır. Doğal olarak ifadenin anlamı anlaşılmak zorundadır, fakat bu genel bir iletişim durumudur ve bize farklı tür ifadeleri veya onların özgül etkilerini ayırdetmede yardım etmez. Bu ikinci 'İşlersel"(performative) ifadenin ayırdedici özelliği30, dile getirilmesiyle çakışan önermenin nesnesi üzerindeki etkisidir. Üniversite açıktır çünkü yukarıda
29. "Düzanlam" (Denotation) burada mantıkçıların klasik kullanışındaki "betimlemeye" karşılık gelmektedir. Quine, "düzanlamı" herhangi bir şeyin "doğruluğu"yla değiştirir; bkz, W.V. Quine, Word and Object (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1960). J.L. Austin, How to Do Things with Words, s.39, "betimsel" yerine "kalıcıyı" yeğlemektedir. 30. "İşlersel" (performative) terimi Austin'den bu yana dil teorisinde sarih bir anlam temelinde ele almaktadır. Bu kitapta, kavram, bir girdi/çıktı ora nına göre ölçülen yeni ve muteber yeterlilik anlamındaki, özelde bir siste min "işlerselliği" terimiyle birlikte yeniden ortaya çıkacaktır. İki anlam birbirinden çok uzak değildir. Austin'in işlemsel kavramı optimal işlemi yerine getirmektedir.
30
zikredilen şartlarda açık olduğu ilan edilmiştir. Bunun böyle olması, önermenin gönderildiği yer (alıcı) açısından doğrula maya ya da tartışmaya tabi değildir, çünkü dolaysız olarak ifade tarafından yaratılan yeni bağlam içerisine yerleştiril miştir. Gönderici için olduğu gibi, alıcı da böyle bir önermeyi kuracak otoriteyle yüklemlenmelidir. Gerçekte bunu başka bir biçimde söyleyebilirdik: Gönderici dekan ya da rektör yani bu türden önermeyi dile getirecek otoriteyle yükümlenmiş kişi, yalnızca doğrudan gönderileni (önermenin nesnesi, référant, burada üniversite) ve alıcıyı (üniversite personeli), işaret etti ğim biçimde, etkileyebildiği sürece bu konuma sahiptir. Farklı bir durum "üniversiteye para ver" türünden ifade leri içermektedir, bunlar buyuruculardır ve emirler, komutlar, tavsiyeler, istekler, dualar ve ricalar vb. biçiminde tanzim edi lebilirler. Terimi geniş anlamda (örneğin bir günahkarın bağışlayıcılık iddiasındaki bir tanrı üzerindeki otoritesini de içe recek biçimde) kullanırsak, burada gönderici açıkça bir otorite konumuna yerleştirilmiştir: yani, gönderici, alıcının kendisine gönderme yapılan eylemi yerine getirmesini beklemektedir. Buyurmanın pragmatiği alıcı ve gönderilenin durumlarında çok büyük değişiklikler gerektirmektedir.31 Başka bir düzende tekrar bir sorun, vaad, edebi bir tasvir, bir anlatılama vb.'nin yeterliliğini (efficiency) özetliyorum. Wittgenstein, dil incelemesini bir sıyrıktan alıp, dikkatini farklı söylem biçimlerinin etkileri üzerinde yoğunlaştırır. Dil oyunları32 (bir kaçını ben yukarıda sıralamıştım) etrafında öz deşleştirdiği muhtelif türden ifadeleri ortaya koyar. Dil oyun larıyla kastettiği, çeşitli ifade kategorilerinin her birinin, bun ların özelliklerini belirleyen kurallar ve konulabilecekleri ya31. Bu kategorilerin yeni bir analizi Habermas'ta bulunmakta, "Unbereitende Bemerkungen", ve Poulain tarafından tartışılmaktadır, "Vers une pragmatique nucléaire". 32. Philosophical Investigations, 23. kısım.
31
rarlar çerçevesinde tanımlanabilir olmasıdır —tıpkı her parça nın özelliklerini belirleyen bir kurallar kümesiyle tanımlanan satranç oyununda olduğu gibi; bunları hareket ettirmenin en uygun yoluyla. Dil oyunları hakkında şu üç gözlemde bulunmak faydalı olacaktır: Birincisi, bunların kuralları kendi içerisinde kendi meşruluklarını taşımazlar, ama açık ya da örtük bir anlaşma nın (oyuncular arasındaki bir anlaşmanın) nesnesidirler —bu oyuncuların kuralları keşfettiğini söylemek _doğru değildir. İkincisi eğer kurallar yoksa oyun da yoktur.33 Hatta bir kura lın son derece küçük tâdili bile oyunun tabiatını değiştirir; bir "hareket" ya da ifade kuralları tatmin etmiyorsa, tanımla dıkları oyuna ait değildirler. Üçüncü nokta biraz önce söyleni len şey tarafından önerilmektedir: Her ifade bir oyundaki "hareket" olarak düşünülmelidir. Bu son gözlem bir bütün olarak yöntemimizin altını çizen ilk ilkeyi vermektedir: Oynama ve genel agonistik (cedel) ala nına düşen konuşma edimleri34,35 anlamında konuşmak, dö vüşmektir. Bu zorunlu olarak kazanılmak üzere oynanıldığı anlamına gelmez. Bir hareket, keşfedilmesinden dolayı duyu-
33. John von Neumann and Oskar Morgensternn, Theory of Games and Eco nomic Behavior (Princeton University Press, 1944), s.49: "Oyun kendisini betimleyen kuralların bütünlüğüdür". Bu ifade Wittgenstein’in yaklaşımına yabancıdır, zira onun için oyun kavramı, tanımlama zaten bir dil oyunu ol duğundan, bir tanım tarafından kuşatılamaz (Philosophical Investigations, özellikle bkz. 65-84. kısımlar). 34. Kavram Searle'den gelmektedir: "Konuşma edimleri... dilsel iletişimin temel ya da en küçük birimleridir" (Speech Acts, s.16). Bense bu edimleri iletişim alanından çok agon (oyunlardaki tartışma) alanına yerleştiriyo rum. 35. Agonistik (oyun ve ödül-kazanma teori ve sanatı) Heraklitus'un ontolo jisinin temelidir. Sadece tragedyanlar olmaksızın, Sofistlerin diyalektiği nin de. Aristo'nun Topics'lerdeki ve Sophistici Elenchi'deki düşüncelerinin büyük bir kısmı bu konuya ayrılmıştır. Bkz. F. Nietzsche, "Homer’s Con test"in Complete Works, vol. 2, New York, Gordon Press, 1974).
lan taze haz yüzünden yapılabilir: Peki popüler konuşma ve edebiyat tarafından üstlenilen dilsel taciz işinde başka ne içerilmektedir? En büyük zevk, dilin parole (söz) düzeyindeki ev riminin arkasındaki süreçtir, yani anlamların, kelimelerin ve deyimlerin dönüşümlerindeki sonsuz keşiftir. Ancak şüphesiz ki bu zevk bile bir hasım kazanma pahasına elde edilen bir başarı hissine bağlıdır —hiç olmazsa bir ve heybetli bir düş man kazanmak pahasına: Kabul edilen dil ya da işaret (ler sis temi).36 Bu dil agonistiği düşüncesi ikinci ilkeyi gözden kaçınma malıdır, çünkü ona bir tamamlayıcı olarak durmakta ve bizim analizimizi yönetmektedir: Gözlemlenebilen toplumsal bağ dil "hareketlerinden" mürekkeptir. Bu önermenin aydınlığa ka vuşturulması bizi elimizdeki meselenin özüne götürecektir.
36. Lous Hjelmslev, Prolegotne.ua to a Theory of Langııage (Madison: University of Wisconnin Press, 1963) tarafından kurulduğu anlamda ve Roland Burthes, Eléments de sémiologie (1964) (Paris: Scuil 1966), 4: 1
33
4. TOPLUMSAL BAĞIN TABİATI: MODERN SEÇENEK
Eğer en yüksek derecede gelişmiş toplumlarda bilginin konu munu tartışmak istiyorsak, öncelikle bu topluma hangi meto dolojik tasarımın uygulanacağı sorusunu cevaplandırmalıyız. Basitleştirme pahasına, ilke olarak, hiç olmazsa son yarım yüz yıldır toplum için iki temel tasarımsal model olduğunu söyle mek uygun düşebilir: Toplum ya işlevsel bir bütün oluştur makta ya da ikiye bölünmektedir. İlk modelin bir örneği Talcott Parsons (hiç olmazsa savaş sonrasındaki Parsons) ve onun okulu tarafından, ikinci model Marksist oluşum (bu oluşumun bütün tamamlayıcı okulları arasındaki farklılıklar ne olursa ol sun sınıf savaşı ilkesi ve toplum içerisinde işleyen bir ikilik olarak diyalektiği kabul edenler) tarafından önerilmiştir37.
37. Özelde bkz. Talcott Parsons, The Social System (Glencoe, III : Free
34
Toplum üzerine bu iki büyük söylemi tammlıyan metodo lojik uçurum ondokuzuncu yüzyıldan devralınmıştır. Toplu mun organik bütün oluşturduğu ve bu bütünün yokluğunda toplum olmaktan uzaklaşacağı düşüncesi Fransız okulunun ku rucularının zihnini belirlemiştir. Eklenilen ayrıntı işlevselcilik tarafından sunulmuş, buna rağmen 1950'lerde Parsons'ın kendini-düzenleyen bir sistem olarak toplum kavramıyla başka bir yön tutturmuştur. Teorik hatta maddî model artık yaşayan bir organizma değildir. Bu model İkinci Dünya Savaşı sıra sında ve sonrasında modelin uygulamalarını yayan sibernetik tarafından sağlanmıştır. Parsons'ın çalışmalarında sistemin arkasında yatan ilke, eğer denilebilirse, hâlâ iyimserdir ve temkinli bir refah devle tinin korunması altındaki bolluk toplumlarının ve büyüme ekonomilerinin durağanlaşmasına karşılık gelmektedir38. Çağdaş Alman teoristlerin eserlerinde, systemtheorie teknokratik, hatta, ümid kırıcı olduğu zikredilmese bile, müstehzidir: Bireylerin ve grupların ihtiyaçları ve ümitleri arasındaki uyum ve sistem tarafından garanti edilen işlevler şimdi yal nızca, sistemin işlemesinin ikincil bir tamamlayıcısıdır. Sis temin gerçek amacı, kendisini bir bilgisayar gibi programla-
Press, 1967), ve Sociological Theory and Modern Society (New York, Free Press, 1967). Çağdaş topluma ilişkin Pierre Souyri tarafından hazırlanmış (dosyalan ve eleştirel bir bibliografyası ile) kullanışlı özete başvurulabi lir: Le Marxisme après Marx (Paris, Flammerion, 1970). Sosyal teorinin bu iki büyük akımı arasındaki çatışmaya ilişkin ilginç bir görüş A.W. Gouldner tarafından sunulmuştur: The Coming Crisis of Western Sociology (New York: Basic Books, 1970). Bu çatışma, Frankfurt Okulu'nun mirasçısı ve özellikle Luhmann'la olmak üzere Alman toplumsal sistem teorisiyle pole mik içinde olan Habermas'ın düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır. 38. Bu iyimserlik açıkça Robert Lynd'in vardığı sonuçlarda gözükmekte dir: Knowledge for What? (Princeton, N.J.: Princeton University Press, 1939), s.239; zikreden M. Horkheimer, Eclipse of Reason (Oxford Univer sity Press, 1947): Modern toplumda, bilim hayatın amaçlarını tanımlamada dinin yerini kaplamalıdır.
35
ması, girdi ve çıktı arasındaki bütüncül ilişkinin, bir başka deyişle işlerselliğin optimizasyonudur. Hatta kuralları değişme sürecindeyken ve yenilikler ortaya çıkmış ve grevler, krizler, işsizlik ve siyasal devrimler gibi karşı işlevler ümidi canlandırmakta ve bir alternatif inancına yol açmaktayken bile halihazırda gerçekleşen şey sadece içsel bir yeniden dü zenlemedir; bunun sonucuysa sistemin "hayatiyetindeki" (viability) bir artıştan daha fazla bir şey olamaz. Bu tür bir işlem gelişimine yegane seçenek entropi ya da çöküştür.39 Burada tekrar, bir toplumsal teori sosyolojisinde içkin olan basitleştirmelerden kaçarken, hiç olmazsa, 1960'lardaki eko nomik dünya savaşının yeniden başlaması çerçevesinde, yük sek derecede gelişmiş endüstriyel toplumları rekabetçi yap-
39. Helmut Schelsky, Der Mensch in der Wissenschaftlichen Zivilisation, (Köln und Opladen, Geistesvissenchaften Heft 96), ss.24 vd: "Devletin egemenliği artık şiddetin kullanılışındaki tekele sahip olması (Weber) ya da güçlerin doğuşuna malikliği (Carl Schmitt) gibi olgularca açığa vurulmamaktadır. Bu öncelikle, devletin, içerisinde bulunan teknik araçlar bütü nünün etkililik derecesinin, en büyük elverişliliği kendisine ayırarak belir lemesi ve aynı zamanda, bu araçların başkaları tarafından kullanılışına koyduğu sınırlamalardan kendi kullanışını müstağni kılmasıdır1'. Bunun bir istem değil Devlet teorisi olduğu söylenecektir. Ancak Schelsky şunu da eklemektedir: "Süreç içerisinde Devletin amaçlar seçimi yasaya tabi kılın maktadır ki ben zaten bu durumu bilimsel uygarlığın evrensel yasası, yani araçların amaçları belirlemesi ya da dahası, teknik imkanların bunlardan elde edilecek yararı dikte etmesi olarak zikretmiştim". Habermas bu yasaya karşı, teknik araçlar kümesi ve amaçlandırılmış ussal eylemin hiç bir za man özerk olarak gelişmediği olgusunu koymaktadır, "Theory and Practice in Our Scientific Civilizaion" in Theory and Practice (Boston, Beacon, 1973). Yine bkz, Jacques Ellul, La Technique ou l'enjeu du siecle (Paris, Armond Colin, 1954) ve Le Systeme technicien (Paris, Calmann Levy, 1977), Grevler ve genelde güçlü sendikalar tarafından oluşturulan baskılar, bir sendika lideri C. Levinson tarafından açıkça ortaya konulduğu gibi uzun vadede sistemin yararına olacak bir gerilim üretmektedir. Levinson Amerikan endüstrisinin teknik ve işletmese! ilerleyişini bu gerilime bağlanmaktadır (zikreden H.F. de Virieu, Le Matin, özel sayı, "Que veut Giscard?" Ekim, 1978).
36
mak dolayısıyla "millîliklerini" optimal kılmak yolunda taleb edilen asketik çaba ve "katı" teknokratik toplum anlayışı arasındaki paralelliği inkar etmek güçleşmektedir. Hatta Comte gibi bir adamın düşüncesi ve Luhmann'ın düşüncesi arasında müdahele eden yoğun yerdeğiştirimi de ğerlendirirken, ortak bir 'toplumsal' kavramını sezinleyebili riz: Toplum birleştirilmiş bir bütünlüktür, bir "birleşmişliktir". Parsons bunu açıkça formüle etmiştir: "Başarılı dinamik bir analizin en esas şartı, her sorunun bir bütün olarak sistemin durumuna sürekli ve sistematik gönderilmesidir... Bir süreç ya da sistemin sürdürülmesi ya da geliştirilmesine katkıda bulu nan veya sistemin uyumu, etkililiği vb. özelliklerinden ayrıştı rımında işlevsizleştirici olan bir şartlar kümesi".40 "Teknokrat lar” da bu düşünceye boyun eğerler.41 Sistem bir gerçeklik olacak araçlara sahipse, güvenilirliği oluşmuş demektir; bu da ihtiyaç duyduğu tek kanıttır: Horkheimer'in aklın "parano yası" olarak adlandırdığı şeydir bu.42 Ancak bu sistemik kendini düzenlemenin gerçekçiliği ve olgu ve yorumlamaların kusursuz olarak mühürlenmiş çevresi, eğer sadece birinin emrinde ilke olarak bunların cazibesine bağışık bir görüşe sahipse ya da sahip olma
40. Talcott Parsons, Essays in Sociological Theory Pure and Applied, göz den geçirilmiş baskı, (Glencoe, Free Press, 1954), ss.216-18. 41. Bu kelimeyi Galbraith'in technostructure (teknikyapı) kavramını The New Industriel State'de sunulduğu (Boston, Houghton Mifflin, 1967) ya da R. Aron'un technico-bureacratic structure (teknik-bürokratik yapı) Dix-huit leçons sur la société industrielle, Paris, Gallimard, 1962) kavramıyla aynı anlamda kullanıyorum, bürokrasi terimin çağrıştıran bir anlamda değil. Bü rokrasi terimi çok daha "katıdır" -çünkü ekonomik olduğu kadar politiktir, çünkü İşçi Muhalefeti (Kollontai) tarafından Bolşevik iktidarın eleştirisi ve Troçkist muhalefetin Stalinizm eleştirisinden çıkmıştır. Bu konu üzerinde bkz., Claude Lefort, Elements d'une critique de la bureaucratic (Geneve, Droz, 1971). Kitapta eleştiri bir bütün olarak bürokratik toplumu da kapsa maktadır. 42. Eclipse of Reason, s. 183.
37
iddiasındaysa paranoid olarak yargılanabilir. Bu da Marx'ın düşüncesine bağlı toplum teorilerindeki sınıf çatışması ilkesinin işlevidir. "Geleneksel" teori her zaman toplumsal bütünün proglamlanmasının içerisine basit bir araç olarak, bu bütünün işlerliği nin optimizasyonu amacıyla işe sokulma tehlikesiyle yüzyüzedir; çünkü geleneksel teori kendi birleştirici ve bütünleştirici hakikat arzusunu sistem işletmecilerinin birleştirici ve bütün leştirici pratiğine ödünç vermektedir. "Eleştirel" teori43 uz laşma ve bireşimlerin tedbiri ve ikiliği ilkesine bağlı olarak bu kaderden kaçınır bir konumda bulunmalıdır. Öyleyse Marksizme kılavuzluk eden, toplum ve ondan üretilebilecek farklı bir toplum modeli ve farklı bir bilginin işlevi kavramıdır. Bu model, kapitalizmin geleneksel sivil toplumlar üzerindeki gasp sürecini gerçekleştiren mücadelelerinden doğmuştur. Bu rada toplumsal, siyasal ve ideolojik tarihin bir yüzyıldan daha fazlasını dolduracak bu mücadelelerin kurbanlarını ortaya ko yacak bir yere sahip değiliz. Kendimizi şimdilik bizim için çı karması mümkün olan (çünkü bu mücadelelerin kaderi bilin mektedir) bilançoyla, bir bakışla doyurmak zorunda kalacağız. Liberal ya da ileri liberal bir işletmeye sahip toplumlarda mü cadeleler ve onların araçları sistemin düzenleyicilerine dönüş müşlerdir; komünist ülkelerde bütünleştirici model ve totalitaryan etkisi Marksizmin kendi adında bir geridönüşe yolaçmış ve sorun üzerindeki mücadeleler basitçe haklardan yok sunluğa dönüşmüştür.44 Ekonomi politiğin eleştirisi (Marx'ın Das Kapital'inin altbaşlığı) ve onun mütekabili, yaban cılaşmış toplum eleştirisi şu veya bu biçimde her yerde siste-
Max Horkheimer, "Traditionelle und kritische Theorie" (1937) in Criti cal Theory (New York, Herder and Herder, 1972). 44. Bkz. Claude Lefot, Elements d'une critique Un homme en trop (Paris, Seuil, 1976): Cornelius Castroriadis, La Société bureaucratique (Paris, 43.
Union Générale d'Edition, 1973).
38
min programlanmasında yardımcılar olarak kullanılmakta dır.45 Tabiatıyla Frankfurt Okulu ya da Socialisme ou Barbarie46 gibi bu sürece muhalefet ederek eleştirel modeli koruyan ve yenileyen belirli azınlıklar vardır. Ancak sınıf çatışması veya bölümlenmesi ilkesinin toplumsal temeli bütün radikalliğini kaybetme noktasına gelmiştir; sonunda eleştirel modelin teorik konumunu kaybettiği ve bir "ütopya" veya "ümid”47 duru muna indirgendiği, insan ya da akıl veya yaratıcılık ve Üçüncü Dünya ya da öğrenciler gibi eleştirel öznenin bundan böyle gerçekleşemez işlevinin uçnoktalarında açığa vurularak yükselen hazır bir protesto haline geldiği olgusunu gizleyeme yiz.48 Bu şematik veya kalıpsal hatırlatmanın tek amacı, ileri en düstriyel toplumlarda bilgi sorununu koymayı istediğim so runsalı özgülleştirmek olmaktadır —çünkü bilginin konumlan dığı toplumun özelliklerini bilmeksizin, bilginin hangi ko numda olduğunu, bir başka deyişle, bilginin gelişmesi ve da ğılımının bugün karşılaştığı problemleri bilmek mümkün de ğildir. Ve bugün daha öncekinden daha fazla olarak, toplum hakkında bir şey bilmek, herşeyden önce bu çabanın hangi
45. Örnek olarak bkz. J.P. Garnier, Lé Marxisme lénifiant (Paris, Le Syco more, 1979). 46. Bu 1949 ve 1965 arasında yayınlanan "eleştirel ve devrimci yönelimin organı"nın adıydı. Grubun önde gelen yazarları -çeşitli takma adlar kulla nılmakta birlikte- C.de Beamont, D. Blanchard, C. Castoriadis, S. de Diesbach, C. Lefort, J.F. Lyotard, A. Maso, D. Mothe, P. Simon, P. Souyri'ydi. 47. Ernst Bloch, Das Prinzip Hoffnung (Frankfurt, Suhrkamp Verlag, 1959). Bkz. G. Raulet éd.. Utopie, Marxisme selon E. Bloch (Paris, Payot, 1976). 48. Bu, 1960'lardaki öğrenci hareketi ve Vietnam ve Cezayir savaşları tara fından yaratılan teorik beceriksizliklere bir kinayeydi. Bunların tarihsel bir dökümü Alain Schapp ve Pierre Vidal-Naquet tarafından, Journal de la Commune édudiante (Paris, Seuil, 1969) adlı kitapta yazdıkları girişte verilmektedir.
39
yaklaşımı kullanacağı ve zorunlu olarak toplumun bunu nasıl cevaplayacağını seçme anlamına gelmektedir. Bilginin öncel rolünün toplumun işlemesinde ayrılmaz bir öğe olduğu ve bu kararla uyum içinde hareket ettiğine karar verilebilir —eğer toplumun dev bir makine olduğuna zaten karar verilmişse.49 Bunun tam tersine, bilginin eleştirel işlevine değinilebilir; toplumun uyumlu bir bütün oluşturmadığı ve karşıtlık ilkesi tarafından büyülenmiş olarak kaldığına karar verildiğinde de, gelişimi ve dağılımının bu yönde olması hesap edilebilir.50 Seçenek açıkça gözükmektedir. Bu işlevsel ve eleştirel bilgi arasında, toplumsal olanın türdeş ve içkin ikiliği arasındaki bir seçimdir. Karar güç ya da keyfi gözükmektedir. Bu karardan iki bilgi türünü birlikte ayırdederek kaçın mak çekici gelmektedir: Birisi doğrudan insan ve maddelere uygulanabilecek ve kendisini sistem içerisinde vazgeçilmez bir üretici güç olarak işlemeye hasredecek pozitivist bilgidir; diğeri ise doğrudan ya da dolaylı olarak değerler ve amaçlar üzerinde durarak bu türden herhangi bir "hizmete koşulmayı" reddedecek olan eleştirel, düşünsel ve yorumsamacı bilgi.51
49. Lewis Mumford, The Myth of the Machine, 2 vols, (New York, Harcourt, Brace, 1967). 50. Entellektüellerin sistemdeki katılımlarını güvence altına almaya yöne len bir girişim, bu iki varsayım arasındaki aceleyle doldurulmuştur: P. Nemo, "La Nouvelle Responsibilite des clercs", Le Monde, 8 Ekim 1978. 51. Naturwissenschaft ve Geisteswissenchaft arasındaki teorik ayrışmanın başlangıcı Wilhelm Dilthey'in yapıtlarında bulunmaktadır.
40
5. TOPLUMSAL BAĞIN TABİATI: POSTMODERN SEÇENEK
Bu bölünmüş çözümü kabul edilemez buluyorum, çözmeye gi riştiği, ancak sadece yeniden ürettiği seçenek artık bizim ilgi lenmekte olduğumuz toplumlar için geçerli değildir; çözümün kendisi, postmodern bilginin en hayati biçimleriyle oluşan ba samağın dışında kalan bir tür muhalif düşünüş içerisinde hap sedilmiştir. Daha önceden de söylediğim gibi, iktisadi "yeni den işsizleştirme" kapitalizmin bugünkü aşamasında, Devletin işlevinde ortaya çıkan bir değişmeyle el ele gitmekte, teknik lerdeki ve teknolojideki dönüşümle de desteklenmektedir. Bu sendromun toplum imgesi ele alınan alternatif yaklaşımlarda ciddi bir gözden geçirmeyi zorunlu kılmaktadır. Kısaca söyle mek gerekirse, düzenleme dolayısıyla yeniden üretim işlevle rinin idarecilerden uzaklaştırılıp, makinalara devredilmesi de
41
vam edeceğe benzemektedir. Giderek, merkezi sorun, kendi sinde doğru kararların alınmasını garanti etmesi gereken bu makinalardaki enformasyona kimlerin girebileceği şeklinde belirmektedir. Verilere giriş, bütün çizgilerin uzmanlarının ayrıcalığıdır ve olmayı sürdürecektir. Egemen sınıf karar veri cilerin sınıfıdır ve olacaktır. Şimdi bile bu sınıf geleneksel siya sal sınıftan değil, şirket öderleri, yüksek-düzey idarecileri, mesleki, sendikal, siyasal ve dini örgütlerin başlarından ibaret bir tabakadan oluşmaktadır.52 Bütün bu söylenenlerde yeni olan, millî-devletler, partiler, kurumlar, meslekler ve tarihsel gelenekler tarafından temsil edilen eski cazibe kutuplarının artık, cazibelerini kaybetmesi dir. Hiç olmazsa, eski biçimlerinde yerlerinin değiştirilebile ceği de belli değildir. Trilateral Komisyonu cazibenin popüler kutbu değildir. En büyük isimlerle, yani çağdaş tarihin kah ramanlarıyla "özdeşleşmek" oldukça güçleşmektedir.53 Bu kita bın Fransa'da basılması sırasında Fransa Cumhurbaşkanı olan Giscard d'Estaing’in vatandaşlarına bir hayat amacı olarak önerdiği "Almanya'yı yakalama" ya kendini adamak kesin likle heyecanlandırıcı değildir. Ancak o zaman da bu yine, tam olarak bir hayat amacı değildir. Her bireyin bireysel yete neğine bağlıdır. Her bireye kendisine göndermede bulundurtulur. Ve her birimiz yine de kendi benimizin pek bir şey
52. M. Albert, Fransız Planlama kurumunun bir komisyon üyesi, şöyle yazmaktadır: "Plan idari bir araştırma bölümüdür... Fikirlerin birbirine ka rıştığı, bakış açılarının birbiriyle çarpıştığı ve değişimin hazırlandığı bü yük bir toplantı yeridir de... Yalnız olmamalıyız, diğerleri bizi aydınlat malı..." (L'Expansion, Kasım 1978). Karar verme sorunu üzerine bkz. G. Gafgen, Theorie der wissentcaftlichen Entscheidung (Tübingen, 1963); L. Sfez, Critique de la décision (1976). 53. Son yirmi yılda devrime adını vermiş insanlar olarak Stalin, Mao ve Castro'nun isimlerinin sönüşünü ve Watergate olayından bu yana ABD'de başkanlık imgesindeki erozyonu düşününüz.
42
ifade etmediğini de biliyoruz.54 Aşağıda anlatılacak olan bu büyük anlatılardan kopuş, bazı yazarların toplumsal bağın çözülüşü ve Brownian bir ha reketin saçmalığına55 fırlatılan bir tikel atomlar kitlesinin için deki toplumsal bütünlerin çözülüşü çerçevesinde inceledikleri bir duruma yol açmaktadır. Bu türden bir şey olmamaktadır: Bana bu bakış açısı, kayıp bir "organik" toplumun cennetsel ta sarımı tarafından belirlenmiş gözükmektedir. Bir ben (self) çok şey ifade etmez, ancak bir ada olan ben de yoktur. Her ben eskisinden daha çok hareketli ve karmaşık olan bir ilişkiler yumağında varolmaktadır. Genç ya da yaşlı, kadın veya erkek, zengin ya da yoksul her şahıs, ne kadar ince olursa olsun, özgül bir iletişim çerçevesinin "düğüm nok tasında" yerleşmiştir daima.56 Ya da daha iyisi: Herkes muhte lif türden mesajların geçtiği bir konumdadır. Aramızda en az öncelikli olanlar da dahil hiç kimse onu, alıcı, gönderilen ve gönderen durumuna dönüştüren ve konumlandıran mesajlar üzerinde bütünüyle güçsüz değildir. Herhangi birisinin bu dil
54. Bu konu Robert Musil'de merkezi bir tema olmaktadır, Der Mann ohne Eigenschaften, Hamburg, Rowolt, 1952). Serbest bir yorumda, J. Bouveresse bu, 'ben'in "terkedilişi" temasının yirminci yüzyılın başında Mach'ın epistemolojisiyle birlikte ortaya çıkan "bunalımıyla" olan yakınlığının altını çizmekte, bunun için şu kanıtı ileri sürmektedir:"Özelde bilimin verili durumunda, bir insan yalnızca başkalarının onun ne olduğu ve bu oluşuyla yaptığı şeyle belirlenmektedir... Dünya, yaşanılan olayların insandan bağımsızlık kazandığı bir dünyadır... Olanın herhangi birisine ilişkisi olmaksızın ve herhangi birinin sorumluluğunda bulunmaksızın olduğu bir oluş dünyasıdır" ("La problématique dans du sujet dans L'Homme sans qualités", Noroit (Arras) 234 ve 235 Ekim 1978 ve Ocak 1979); yayımlanan metin yazar tarafından gözden geçirilmemiştir. 55. Jean Baudrillard, A l'ombre des majorities silencieuses, ou la fin du so cial (Fonterassous-bois: Cahiers Utopie. 4, 1978. 56. Bu sistem teorisinin sözlüğüdür. Örnek olarak bkz. "La Nouvelle Res ponsabilité": "Sibernetik anlamda toplumu bir sistem olarak düşünün, bu sistem, mesajların uzlaştığı ve yeniden dağıtıldığı bölünmelerle kesişen bir iletişimdir..."
43
oyunu etkilerine yönelik hareketliliği (dil oyunları yani bütün söylemek istediğimiz) hoşgörülebilir, hiç olmazsa belirli sınır lar içerisinde (ancak sınırlar belirsizdir): Bu hareketlilik düzen leyici mekanizmalar, özelde de sistemin kendi işlerliğini geliş tirmek üzere deruhte ettiği kendine yönelik düzenlemeler ta rafından taleb edilmektedir. Hatta sistemin kendi entropisiyle savaştığı ölçüde bu türden hareketleri cesaretlendirebileceği ve cesaretlendirmesi gerektiği söylenebilir; beklenmedik bir "ha reketin" yeniliği, eşler grubunun ya da bir eşin karşılıklı yer değiştirmesiyle, sistemin sonsuza dek talep edip tükettiği çoğa lan işlersellikle onu besleyebilir.57 Şimdi hangi bakış açısından dil oyunlarını benim genel metodolojik yaklaşımım olarak seçtiğim açığa çıkmış olmalıdır. Açık bir sorun olarak kalacak, bu nitelikteki toplumsal ilişkile rin bütünlüğünü iddia etmiyorum. Ancak dil oyunlarının, top lumun varolması için gerekli en küçük ilişki olduğuna müra caat etmek bile gereksiz: doğmadan önce bile, yalnızca kendi sine verilen ad dolayısıyla, çocuk etrafındakiler tarafından oluşturulan öyküde zaten gönderilen olarak konumlandırılmıştır. Çocuk kaçınılmaz olarak bu öyküye karşı kendi yolunu çi zecektir.58 Ya da çok daha basit olarak, bir sorun olarak dur duğu sürece, toplumsal bağ sorununun kendisi bir dil oyunu, bir uğraşı oyunudur, dolaysız olarak alıcı ve gönderilen kadar soran kişiyi de konumlandırır: o zaten toplumsal bağdır.
57. Bunun bir örneği Garnier tarafından verilmiştir. Le Marxisme Lénifi ant, "H. Dougier ve F. Blooh-Laine tarafından yönetilen Toplumsal Yenilik Enformasyon Merkezi'nin rolü, gündelik yaşamdaki yeni deneyimler (eğitim, sağlık, adalet, kültürel etkinlikler, şehir planlaması, mimari vs.) üzerine enformasyon sağlamak, analiz etmek ve dağıtmaktır. 'Alternatif pratikler' hakkındaki bu veri bankası, işi 'sivil toplumun' Sivil Toplum olarak kalmasını sağlamak olan devlet organlarına hizmetlerini kiralamaktır: Plan Komiserliği, Sosyal Eylem Sekreterliği, DATAR vs". 58. Freud özelde bu "kader" biçimini vurgulamıştır. Bkz. Marthe Robert, Roman des origines, origine du roman (Paris, Grasset, 1972).
44
Diğer taraftan günden güne bir gerçeklik ve sorun ola rak59 iletişim bileşeninin çok daha öndegelen bir bileşen ol duğu bir toplumda, dilin yeni bir önem kazandığı açıktır. Di lin anlamlılığını, yönlendirici konuşma ve mesajların taraflı geçişmesi bir tarafta, diyalog ve serbest açıklama diğer tarafta olmak üzere geleneksel bir seçeneğe indirgemek yüzeysellik olacaktır. Bu son nokta üzerine bir kelime daha: Sorun basit olarak bir iletişim teorisi çerçevesinde betimlenirse, iki şey gözden kaçırılır: Birincisi mesajlar bütünüyle farklı biçimlere sahiptir ler ve sözgelimi gösterici, buyurucu, değerlendirici ve işler kı lıcı olup olmadıklarına bağlı olarak etkide bulunurlar. Burada mesajların enformasyonu iletmeleri olgusunun önemli olma dığı açıktır. Onları bu işleve indirgemek haksız yere sistemin çıkarlarını ve bakış açısını önceleyen bir perspektifi uygula mak demektir. Sibernetik bir makina gerçekte kendisine yük lenen enformasyonla çalışır, ancak ona programlanmış amaçlar buyurucu ve değerlendirici önermelerde ortaya çıkarlar. Ma kina, işleme biçimini değiştirme, sözgelimi kendi kendine iş lerliğini en çoğa çıkartmada düzeltici bir güce sahip değildir. Toplumsal sistem için her durumda işlerliğin maksimum nok taya çıkartılmasının en iyi amaç olduğu nasıl garanti edi lebilir? Herhangi bir durumda sistemin maddesini biçimlendi ren "atomlar", bu gibi ifadelere —özelde de bu soruna— değinmeye ehildir. İkincisi, enformasyon teorisinin geçici sibernetik versiyonu, benim toplumun agonistik boyutu olarak dikkat çektiğim ve hayati değere haiz, önemin bir kısmını gözden kaçırmaktadır. Atomlar pragmatik ilişkilerin kesişen yollarında yer almakta dırlar, ancak sürekli bir hareket içerisinde kendilerini dönüştü-
59. Bkz Michel Serres'in çalışması, özellikle, Hermes I-IV (Paris, Editions de Minuit, 1969-77).
45
ren mesajlar tarafından yersiz de bırakılmaktadırlar. Kendi siyle ilgili bir "hareket" gerçekleştirildiğinde, dil oyununda ta raf olan eş, sadece alıcı ve gönderilen değil aynı zamanda gönderici olarak da kapasitesini etkileyen bir tür değişime, bir "yer değiştirmeye" maruz kalır. Bu "hareketler" zorunlu olarak "karşı hareketleri" doğurur ve herkes bir karşı-hareketin "iyi" bir hareket değil tepkisel olduğunu bilir. Tepkisel karşı-hareketler, karşıtın stratejisindeki programlanmış etkilerinden daha fazla bir şey değildir; onun elinde oynarlar ve böylece güç dengesi üzerinde bir etkileri yoktur. Bu da oyunlardaki yer değiştirmeyi çoğaltmanın ve hatta yönelimini bozmanın, beklenmedik bir "hareket" (yeni bir önerme) oluşturacak biçimdeki önemini vermektedir. Biz toplumsal ilişkileri bu biçimde anlamak istiyorsak, seç tiğimiz ölçüt ne olursa olsun, gereken sadece bir iletişim teorisi değil, agonistiği kurucu bir ilke olarak kabul eden bir oyunlar teorisidir. Bu bağlamda, yeniliğin asıl öğesinin sadece "keş fetme" olmadığını görmek kolay olacaktır. Bu yaklaşım için destek, dil bilimci ve dil felsefecilerine ilave olarak, çağdaş bir çok sosyologun çalışmalarında da bulunabilir.60 Toplumsal olanın esnek dil oyunları şebekesine "atomize edilmesi", bürokratik felçle bağlanmış olarak ele alınan61 mo dern gerçeklikten fazla uzaklaşmış gözükebilir. Hiç olmazsa bazı kurumların ağırlığının oyunlarda sınırlar koyması ve böylece oyuncuların hareketlerini yaparken yeniliklerini sınır-
60. Örnek olarak Erving Goffman, The Presentation of Self in Everyday Life (Garden City, Doubleday, 1959); Gouldner, The Coming Cirisis of Western Sociology (not 37), 10. bölüm; Touraine et. al, Lutte étudiante (Paris, Seuil, 1978); M. Callon, "Sociologie des techniques?" Pandore 2 (Şubat 1979); Watzlawick et. al, Pragmatics of Human Communication (not 11). 61. 41. nota bkz. Modem toplumların geleceği olarak genel bürokratik leşme teması ilkin B. Rizzi tarafından geliştirilmiştir., La Bureaucratisa tion du monde (Paris, B. Rizzi, 1939).
46
ladığı itirazı yapılabilir. Ancak bu durum sanırım herhangi bir tikel güçlüğe yol açmaksızın değerlendirilebilir. Söylemin sıradan kullanılışında, sözgelimi iki arkadaş ara sındaki bir tartışmada, muhataplar herhangi bir ulaşılabilir cephaneyi, oyunları bir ifadeden diğerine değiştirerek kulla nırlar. Sorunlar, istekler, iddialar ve anlatılar karmakarışık bir şekilde şişeye konulmuşlardır. Savaş kuralsız değildir62 ama kurallar mümkün ve en büyük ifade esnekliğine izin verip, cesaretlendirirler. Bu bakış açısından, bir kurum, sürekli olarak, önermeler için kendi sınırları içerisinde kabul edilebilir olarak açıklan ması için ek sınırlayıcılar gerektirmesi bakımından bir konuş madan farklılaşır. Sınırlayıcılar iletişim şebekelerindeki muh temel bağlantılara engel olarak, söylemsel gizli güçleri dol durmak üzere iş görürler: Söylenmemesi gereken şeyler var dır. Bunlar yine öncelikleri tikel bir kurumun söylemini nitele yen belirli önerme sınıflarını (bazen sadece bunları olmak üzere) ayrıcalıklı kılarlar: Söylenmesi gereken şeyler ve bun ları söylemenin yolları vardır. Böylece, orduda emirler, kili sede dua, okullarda düzanlam, ailelerde anlatılama, felsefede sorunlar ve iş hayatında işlerlik ortaya çıkar. Bürokratikleşme bu eğilimin dışsal sınırıdır. Buna rağmen kurum hakkındaki bu hipotez hâlâ çok "ka badır"; kopuş noktası kurumsallaşmış olanın abartılı "şeyleştirici" bir görüşüdür. Bugün, kurumun gizli dil "hareketleri" üzerine koyduğu sınırların bir kere ve bütün zamanlar için asla konulmadığını (hatta biçimsel olarak tanımlandıklarında bile) biliyoruz.63 Dahası, kurum içi ve dışında sınırların ken-
62. Bkz.H.P. Grice, "Logic and Conservation” in Peter Cole and Jeremy Morgan eds, Speech Acts III, Syntax and Semantics (New York, Academic Press, 1975), ss. 59-82. 63. Soruna fenomenolojik bir yaklaşım için bkz. Maurice Merleau-Ponty, Resumes de cours, ed. Claude Lefort (Paris, Gallimard, 1968). Psiko-sosyo-
47
dileri dil stratejilerinin geçici sonuçlan ve aşamalarıdır. Örnek: Üniversite dil deneyleri için bir yere sahip midir (poetik)? Ka bine toplantısında hikaye anlatabilir misiniz? Cevaplar açıktır: evet, eğer üniversite yaratıcı workshoplar açarsa; evet, eğer, eski kurumun sınırları ortadan kalktıysa.64 Karşılık olarak, sı nırların oyun içerisinde bir parça olmaktan uzaklaştıklarında, sadece durağanlaştıkları söylenebilir. Bu, sanırım, çağdaş bilgi kurumuna uygun yaklaşımdır.
lojik bir yaklaşım içinse, R. Louer e au, L. Analyse institutioneelle (Paris, Edisions de Minuit, 1970). 64. M. Callon, "Sociologie des techniques?", s.30: "Sosyolojik (sociologies), aktörlerin imgesel ve gerçek, teknik olan ve olmayan, top lumsal ve toplumsal olmayan arasında sınırlar ya da farklılıkları kurumsal taştırma ve oluşturulması hareketidir: bu sınırların durumu tartışmaya açık tır ve total egemenlik durumları istisna olmak üzere herhangi bir uzlaşma (consensus) elde edilemez". Bu noktayı Touraine'nin La Voix et le regard'daki sürekli sosyoloji kavramıyla karşılaştırın.
48
6. ANLATISAL BİLGİNİN PRAGMATİĞİ
1. bölümde, ileri derecede gelişmiş toplumlarda araçsal bir bilgi kavramının sorgulanmaksızm kabulüne karşı iki itiraz ortaya koydum. Bilgi, özellikle çağdaş biçiminde bilimin ay nısı değildir; ve bilim başarılı bir şekilde kendi meşruluğunu gizlemekten öte, bu sorunu epistemolojik nitelikten az olma mak üzere, bütün sosyopolitik görünümleriyle ortaya koymak tan kaçamaz. Konuya "anlatısal" bilginin tabiatının bir anali ziyle başlayalım. Bizim incelememiz, bir karşılaştırma noktası sunarak, çağdaş toplumda bilimsel bilgi tarafından öngörülen biçimin bazı özelliklerini açıklığa kavuşturacaktır. İlave olarak, bugün ortaya çıkacak meşruluk sorununun nasıl ortaya çıktığı ya da geri çekildiğini anlamada bize yardım edecektir. Bilgi (savoir) genelde bilime, hatta öğrenime (connaisance) indirgenemez. Öğrenim, diğer bütün önermelerin dışta bıra kılmasını gösteren ya da nesneleri betimleyen, doğruluğu ya
49
da yanlışlığı açıklanabilen bir önermeler kümesidir.65 Bilim, öğrenmenin bir altkümesidir. O da düzanlamsal önermelerden ibarettir, ancak bunların kabul edilebilirliği için iki destekle yici şart ileri sürmektedir: Bunların göndermede bulunduğu nesnelerin tekrarlanılan girişinin elde edilebilir olması, bir başka deyişle, açık gözlem şartlarında elde edilebilir olmaları; ve verili bir önermenin uzmanlar tarafından geçerli olarak de ğerlendirilen dille nüfuzunun mümkün olup olmadığına karar verilmesi.66 Bununla birlikte bilgi kavramıyla kastedilen sadece bir düzanlamsal önermeler kümesi değil, bundan ötede bir şeydir, "nasıl yapılacağını bilme", "nasıl yaşanacağını bilme" ve "nasıl dinlenileceğini bilme" düşüncelerini de içermektedir (savoir-faire, savoir-vivre, savoir-ecouter). O zaman bilgi, bir ses ya da rengin güzelliği (görsel ve işitsel duyarlılık), adalet ve/veya mutlulukla (etik bilgelik) ve yeterlilik (teknik nitel leştirme) ölçütlerinin uygulanması ve belirlenimine uzanarak, hakikatin yalın belirlenimi ve uygulanımının ötesine giden bir ehliyet sorunudur. Bu biçimde anlaşıldığında, bilgi her-
65. Aristo'da bilginin nesnesi, apofantik (apophanties) olarak tanımladığı şeyle tam manasıyla sınırlanmıştır: "Her cümlenin anlamı olmakla birlikte (semantikos)... bütün cümleler bir önerme olarak tanımlanamazlar (apophantilkos). Örneğin dııa bir cümledir ancak ne doğruluğu vardır ne de yanlışlığı”, (apofantik önermelerle ilgilenen uğraşı -çev.) "De Interpretatione",4, 17a, The Organon, vol.l (Cambridge, Mas.: Harvard, 1938) (İng. çevirenin notu: connaisance'ın "öğrenme" olarak tercüme edilmesi kesin değildir. Bazen bu kelimeyi "bilgi" olarak (özellikle çoğul olarak gözüktü ğünde) tercüme etmek zorunludur: bağlamdan çıkartılacağı gibi, bu bir connaisance (Lyotard'ın kullanışında, kurulu düzanlamsal önermeler toplamı) ya da savoir (çok genel anlamda bilgi) sorunudur. Savoir bir biçimli olarak "bilgi" diye tercüme edilmektedir). 66. Bkz. Karl Popper, Logik der Forschung (Wien, Springer, 1935) ve "Normal Science and its Dangers", in I. Lakatos and Alan Musgrave eds., Criticism and the Growth of Knowledge (Cambridge, Cambridge University Press, 1970).
50
hangi birini "iyi" düzanlamsal, buyurucu ve değerlendirici ifa deler oluşturmaya ehliyetli kılan bir öğe olmaktadır. Diğer bütün önermeleri dışta bırakacak tikel bir önermeler sınıfına göreli (sözgelimi bilişsel önermeler) bir ehliyet değildir. Ak sine, mümkün söylem nesnelerinin bir çeşitliliğine ilişkin ola rak "iyi" işler yapar. Bilinecek üzerinde karar verilecek, değer lendirilecek ve dönüştürülecek söylem nesneleri... Bundan bil ginin ilkesel özelliklerinden birisi türetilir: Bilgi ehliyet-inşaedici ölçülerin geniş bir dizimiyle uzlaşır ve kendisini oluşturan muhtelif ehliyet alanları tarafından kurulan bir öz nede müseccem yegane biçimdir. Özel bir dikkat gerektiren diğer bir karakteristik bu tür bilgi ve adetler arasındaki ilişkidir. Düzanlamsal ya da teknik konularda "iyi" bir betimleyici ya da değerlendirici önerme nedir? Bunların hepsinin iyi olduğuna hükmedilir, çünkü, "bilicinin" diyalogda bulunduğu kişilerin toplumsal çevresinde karşılıklı olarak adalet, güzellik, hakikat ve yeterliliğin geçerli ölçütlerine uymaktadır. İlk filozoflar bu meşrulaştırım biçimini görüş olarak adlandırmışlardır.67 Bilginin bu sıfatla dolaştırıl masına izin veren ve bileni bilmeyenden (yabancı, çocuk) ayırdetmeyi mümkün kılan uzlaşım, bir halkın kültürünü oluşturan şeydir.68 Kültür ve yetiştirme biçiminde bilginin ne olabileceğine ilişkin bu kısa hatırlatma bilginin haklılaştırılmasının etnolojik betimini vermektedir.69 Gelişmekte olan toplumları nesnesi olarak alan antropolojik çalışmalar ve birikim, hiç olmazsa bazı bölümlerinden ve bunlar içerisinden bu tür bilginin yaşama-
67. Bkz. Sean Beaufret, Le Poème de Parménide (Paris, PUF, 1955). 68. Tekrar Bildung anlamında (ya da İngilizcedeki "kültür") ve kültüralizm tarafından değerlendirildiği şekliyle, terim preromantik ve romantiktir. Krş., Hegel'in Volksgeist. 69. Bkz. Amerikan kültüralist okulu: Core Dubois, Abram Kardiner, Ralph Linton, Margaret Mead.
51
sına katkıda bulunabilir.70 Gerçek gelişme düşüncesi, çeşitli ehliyet alanlarının bir geleneğin birliğinde saklı kaldığı ve özgül yenilikler, tartışmalar ve uğraşılara bağlı ayrışık nitele melere göre faklılaşmamış olduğunun varsayıldığı yerde bir gelişme-olmayan ufuk öngörmektedir. Bu karşıtlık zorunlu olarak "ilkel" ve "medeni" insan71 arasında doğada bir farklılık olduğunu göstermez, ancak bilimsel düşünce ve "ilkel zih niyet" arasındaki biçimsel özdeşlik öncülüyle rekabet edebi lir;72 hatta ehliyetin çağdaş ayrışması73 üstündeki an'anevi bilginin üstünlüğü öncülüyle (görünür biçimde karşıt olmakla birlikte) rekabet bile edebilir. Hangi senaryoyu yürürlüğe koyacaklarına bakılmaksızın bütün soruşturmaların katılacağı ve bilginin alışılmış duru munu bilimsel çağdaki durumundan ayırdeden uzaklığı anla yacağı bir noktanın bulunduğunu söylemek mümkündür: ge leneksel bilginin biçimlendirilmesinde anlatısal formun önce liği.74 Bazıları bu formu onun hatırına inceler. Bazıları kendi lerince sorunlu bilgiyi tam olarak oluşturan yapısal işleyicilerin ardzamanlı görünümü olarak görürken,75 bazıları da kav ramın Freudcu anlamıyla "ekonomik" bir yorumunu getirmek tedir.76 Burada önemli olan, onun formunun anlatısal olması
70. Romantizmle ilişkili olarak onsekizinci yüzyılın Avrupa folklor gele neği kurumuna ilişkin çalışmalara bakılmalı, mesela Grimm kardeşler ve Vuk Karadik (Sırpça halk hikayeleri). 71. Bu nokta özel olarak Lucien Lévy-Bruhl'un tezinde ortaya konulmuştur: La Mentalité pirimitive (Paris, Alcan, 1922). 72. Claude Lévi-Strauss, La Pensée sauvage (Paris, Plan, 1962). 73. Robert Jauxlin, La paix blanche (Paris, Seuil, 1970). 74. Vladimir Propp, Morphology of the Folklore (Bloomigton, 1958). 75. Claude Lévi-Strauss, "La Structure des Mythes" (1955) in Anthoropologie Structurale (Paris, Plan, 1958) ve "La Structure et la forme: Réflexions sur un ouvrage de Vladimir Propp, Cahiers de l'Institut de science èconomigue appliquée, 99 M serisi, no.9. 76. Geza Rôheim, Psychoanalysis and Anthropology (New York, Interna tional Universities, 1959).
52
olgusudur. Anlatım birden daha çok olmak üzere an'anevi bil ginin gizli bir biçimidir. İlkin popüler hikayeler olumlu ya da olumsuz olarak ad landırılabilecek çıraklıklar (Bildungen, yetişme), başka bir deyişle kahramanın yaptıklarını kutlayan başarı ya da başarı sızlıkları sıralamaktadır. Bunlar toplumsal kurumlar üzerin deki meşruluğu yaymak (mitlerin işlevi) ya da yerleşik kurumlarla (kahramanlar ve hikayeler) uyumun olumlu veya olumsuz modellerini (başarılı veya başarısız kahraman) temsil etmektedirler. Böylelikle anlatılar söylendikleri toplumda bir taraftan ehliyet ölçütlerini tanımlamaya diğer taraftan bu top lumda içerisinde işleyen ya da işletilebilecek olanı bu ölçütlere göre değerlendirmeye izin verirler. İkincisi, anlatısal form, bilgi söyleminin gelişmiş biçimle rinin aksine, kendisini büyük bir dil oyunları çeşitlemesine bı rakmaktadır. Sözgelimi gökyüzünün ve kolaylıkla akıp gi decek hayvanat ve nebatatın durumuyla ilgili düzanlamsal önermeler. Aynı gönderilenlere ya da akrabalığa, cinsler ve çocuklar, komşular ve yabancılar arasındaki farklılıklara iliş kin olarak ne yapılmasını gerektiğini vurgulayan buyurucu deontik önermeler de aynı şeyi yapmaktadırlar. Sorgulayıcı önermeler, sözgelimi meydan okumalar içeren kıssalarda (bir soruna karşılık verme, bir yığın şeyden birini seçme) imâ edil mektedir; değerlendirici önermeler de aynı sürece katılırlar. Ölçütü anlatı tarafından arzedilen ya da uygulanan ehliyet alanları böylece, anlatının oluşturduğu, bu türden bilginin ka rakteristiği olan bir bakış açısı tarafından düzenlenen bir ağ içerisinde birlikte sıkıca dokunmaktadır. Üçüncü bir özelliği yani anlatıların aktarımıyla ilgili özel liği biraz daha ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz. Anlatıların anlatılanması, aktarımlarının pragmatiğini tanımlayan kural lara genellikle itaat etmektedir. Bununla verili bir toplumda, kurumsal olarak anlatılayıcının rolünü, yaş, cinsiyet ya da aile
53
veya mesleki grup temelinde belirli kategorilere irca etmeyi kastetmiyorum. Yaptığım popüler anlatıların kendilerine içkin olan pragmatiği ortaya koymaktır. Sözgelimi bir Cashinahua77 hikaye-anlatıcısı anlatılamaya daima belirli bir formülle baş lamaktadır: "İşte şunun hikayesi -her zaman söylenildiğini duyduğum gibi. Size onu kendi üslubumla anlatacağım. Din leyin". Aynı kişi hikayeyi yine değiştirilemez bir formülle sona erdirir: "İşte bu hikayenin sonu. Bu hikayeyi size söyle yen insan şudur (bir Cashinahua ismi) ya da Beyazlara söyle yen adam şudur (bir İspanyol veya Portekiz ismi)."78 Bu çifte pragmatik eğitimin çabuk bir analizi şunları ortaya çıkarmaktadır: Anlatılayıcının hikayeyi söylemek için başvur duğu ehliyet iddiası, hikayeyi kendisinin işittiği olgusudur. Varolan dinleyiciler aynı otoriteye dinlenme yoluyla gizil bir giriş elde ederler. Yine anlatının sadık bir aktarım olduğu id dia edilmekte (hatta anlatısal işlerliğin yüksek düzeyde yeni likçi olması durumunda bile) ve "sonsuza kadar” söylenmekte dir. Dolayısıyla kahramanın, bir Cashinahualı, kendisi de bir zamanlar dinleyiciydi (anlatılanan), belki de gerçekten aynı hikayenin bir anlatılayıcısı. Ortamın bu benzerliği varolan anlatılayıcının, ondan öncekinin olduğu gibi bir anlatının kah ramanı olabilme ihtimaline izin vermektedir. Gerçekte, o zo runlu olarak böyle bir kahramandır, çünkü anlatılamasının so nuna düşürülen bir isim taşımaktadır. Bu isim ona, Cashinahualar arasında atalığın vazedilmesini meşrulaştıran ilke ko yucu anlatıyla uygunluk içerisinde verilmiştir. Bu örnekle izah edilen pragmatik kural, tabiatıyla evren selleştirilemez.79 Ancak genellikle, geleneksel bilginin özelliği
77. Andre M. d'Ans, Le Dit des vrais hommes (Paris, Union Generale d'Eition, 1978). 78 Ibid, s.7. 79. Burada kavramdan, anlatıların geçişini kuşatan pragmatik "etiketinden" dolayı yararlanıyorum; antropologlar büyük bir dikkatle
54
olarak kabul edilen şeye dair bir işaret verir. Anlatı "konum ları" (gönderici, alıcı, kahraman) öyle örgütlenmiştir ki gönde ren konumunu işgal etme hakkı şu çifte temellendirmeyi kap samaktadır: önceki bir anlatı, taşınılan bir ad dolayısıyla ken disinin hesaba katılması ve alıcının konumun işgal etmesi ol gusu üzerine temellenmiştir; başka bir deyişle diğer anlatısal olayların anlatısal göndericisi olarak konumlandırılmış olması üzerine. Bu anlatılamalar tarafından aktarılan bilgi herhangi bir şekilde beyan ediş işlevleriyle sınırlandırılmamıştır. Bu bilgi tek bir darbede işitilmek için ne söylenmesi, konuşmak için, ne dinlenilmesi ve bir anlatının nesnesi olmak için anlatısal gerçeklik sahnesinde hangi rolün oynanılması gerektiğini belirler.80 Böylece bu bilgi biçimine ait konuşma edimleri81 sadece konuşan tarafından değil fakat aynı zamanda dinleyici tarafın dan da işler kılınmaktadır —kendisine gönderme yapılan üçüncü taraf kadar. Böylesi bir aygıttan ortaya çıkan bilgi be nim "gelişmiş" bilgi diye adlandırdığımla karşılaştırıldığında "yoğunlaştırılmış" gözükebilir. Bizim örneğimiz açıkça bir anlatısal geleneğin aynı zaman da üç boyutlu bir ehliyeti tanım layan ölçütlerin geleneği olduğunu göstermektedir. Bu ehliyet alanları, "nasıl yapılacağını bilmek","nasıl konuşulacağını bil mek" ve "nasıl dinleyeceğini bilmek" (savoir-faire, savoir-dire, savoir-entendre), topluluğun kendisi ve çevresiyle varolan ilişki lerin gerçekleştirildiği alanlardır. Bu anlatılarla aktarılan, top lumsal bağı oluşturan pragmatik kuralların kümesidir. Dikkatli bir incelemeyi hakeden anlatısal bilginin dör düncü özelliği zaman üzerindeki etkisidir. Anlatısal form bir
ayrıntıyı koymaktadırlar. Bkz. Pierre Clastres, Le Grand Parler: Mythes et chants sacrés des Indiens Guarani (Paris, Seuil, 1972). 80. Pragmatik boyutu ele alan bir anlatıbilim (narratology) için, bkz. Gé rard Genette, Figures ill (Paris, Seuil, 1972). 81. Bkz. not 35.
55
ritim izlemektedir; düzenli periyodlarla zamana vuran bir ölçü ve bu periyodların belirlediği yükseklik ya da genişliğini dü zenleyen aksanın sentezi olmaktadır.82 Anlatının bu müziksel, delici özelliği açıkça bazı Cashinahua hikayelerinin ritüel işler liklerinde ortaya çıkmaktadır. Bu hikayeler başlangıç seremo nilerinde mutlak olarak belirli bir biçimde, leksikal ve sentak tik düzensizlikler tarafından karartılan bir anlama sahip dilde sunulmakta, monoton ve değişmez şarkılar olarak söylenmek tedir.83 Bunun garip bir bilgi dalı olduğunu ve gönderildiği genç insanlara bile kendisini anlaşılır kılmadığını söyleyebilir siniz! Ancak bu tür bilgi yine bütünüyle ortak bir bilgidir. Ço cuk yuvaları şiirleri bu türdendir, çağdaş müziğin tekrara da yalı biçimleri bu türü kapsamaya hiç olmazsa yaklaşmaya ça lışmakta, şaşırtıcı bir özellik sergilemektedir. Söylenen ya da söylenmeyen sesin üretiminde aksan üzerinde ölçü öncelik ka zandıkça, zaman, dönemler arasında hatırı sayılır bir bölün menin yokluğunda, bu dönemlerin sıralanmışlığına engel olan ve bunları unutmaya terkeden ve ezberlenemeyecek bir vuruş olan hafızanın destekçisi olmaktan uzaklaşmaktadır.84 Popüler söyleyişleri, atasözlerini ve maksimleri düşününüz: Bunların düzenlenmesinde garip bir zamansallaştırmanın işareti farkedilebilir; bizim bilgimizin altın kuralına "asla unutma" kura lına karşıtlık oluşturan bir işaret. Şimdi daha önce belirtildiği gibi anlatısal bilginin bu bili nen işlevi ve toplumsal düzenleme, ehliyet alanlarının birleşti-
82. Ritmi bozan ve oluşturan ölçü ve aksan arasındaki ilişki Hegel'in spe külasyon üzerindeki düşüncesinin merkezini teşkil eder. Bkz, Phenomologie des Geistes'in önsözündeki dördüncü kısım. 83. André M. d'Ans'a bu bilgiyi verdiğinden ötürü teşekkür etmek isterim. 84. Daniel Charles, Le Temps de la voix (Paris, Delarge, 1978)'deki analiz leri ve Dominique Avron'un L'Appareil musical (Paris, Union Générale, d'Edition, 1978).
56
rilmesi ve ölçütlerin biçimlenmesinin işlevleri arasında bir uy gunluk olmalıdır. Kurguyu basitleştirme yoluyla, bütün bek lentilere karşı anlatıyı anahtar bir ehliyet formu olarak alan bir birlikteliğin kendi geçmişini hatırlama ihtiyacı duymadığını varsayabiliriz. Kendi katı materyalini toplumsal bağı için, sa dece değerlendirdiği anlatıların anlamında değil, aynı za manda bunları seslendirme ediminde de bulan bir birliktelik. Anlatıların gönderimi geçmişe ait gözükebilir, ancak gerçekte her zaman inşat (okuma) edimiyle çağdaştır. Görüntülerinin her birinin "işittim" ve "işiteceksiniz" arasındaki uzam ikamet eyleyen geçici zamansallıkta teşrifatçılık yaptığı çağdaş bir edimdir. Bu tür anlatılamanın pragmatik merasimi hakkındaki önemli şey, anlatının görünümlerinin her birinin özdeşliğini önceden bildirmesidir. Bu gerçekte böyle olmayabilir ve sık lıkla değildir de. Öyleyse kendimiz bu etiketin telkin ettiği açıdaki korku ya da hümora kapalı tutmamalıyız. Buradaki olgu, vurgulananın bir işlerliğin aksandaki farklılıkları değil, anlatısal görünümlerin ölçülü vuruşudur. Bu anlamda, geçici liğin bu kipinin eşzamanlı olarak ezberlenemez ve hatırlanamayacak kadar eski olduğu söylenebilir.85 Nihayet anlatısal biçime öncelik veren bir toplum artık, kendi geçmişini hatırlamak zorunda kalmaktan dolayı anlatıla rını resmileştirecek özel işlemlere kuşkusuz ihtiyaç duyma maktadır. Böyle bir kültürü, ilkin anlatılayıcının konumunu, ona anlatısal pragmatikte ayrıcalıklı bir statü vermek için ayırdeden, sonra, böylece anlatılananlar ve anlatı sanatından ko partılan anlatılayıcının neyi değerlendirdiğini, hangi hakla değerlendirmek zorunda kalacağını sorgulayan ve sonuçta kendi kişisel meşrulaştırmasının analizini ya da hatırlamasını
85. Bkz. Mircae Elidae, Le Mythe de l'eternal retour (Paris, Galimard, 1949).
57
yerine getiren bir kültür olarak tahayyül etmek güçtür. Bir an lamda, insanlar (halk) yalnızca anlatıları gerçekleştirenlerdir: Bir kere daha söylersek, insanlar anlatıları sadece tafsil ederek değil, aynı zamanda dinleyerek ve bunlarla kendilerini tafsil ederek bunu yaparlar; bir başka deyişle, kendi kurumlarında anlatıları "oyuna" koyarak ve böylece kendilerini anlatılayıcının konumu kadar, anlatılananlar ve anlatı sanatı konumuna da yerleştirerek bunu yaparlar. O zaman dolaysız meşrulaştırma sunan popüler anlatı pragmatiği ve meşruluk olarak meşruluk sorunu biçiminde Batıda bilinen dil oyunu arasında bir karşılaştırılamazlık var dır: Gördüğümüz gibi, anlatılar ehliyet ölçütlerini belirler ve/veya onların nasıl uygulanması gerektiğini gösterirler. Böylece sorgulanan kültürde ne söylenilmesi ve yapılması ge rektiğini belirleme hakkına neyin sahip olduğunu tanımlarlar; kendileri bu kültürün zaten bir parçası olduklarından, yaptıklarını yapmaları olgusu tarafından meşrulaştırılmış olurlar.
58
7. BİLİMSEL BİLGİNİN PRAGMATİĞİ
Şimdi de sadece özetleyici bir biçimde klasik bilimsel bilginin pragmatiği kavramını nitelendirmeye çalışalım. Süreç içeri sinde araştırma oyunu ve öğretim oyununu birbirinden ayıra cağız. Kopernik, gezegenlerin çizdiği yolun çevrimsel olduğunu söylemiştir86. Bu önermenin doğru olup olmadığı bir yana, ha rekete geçirdiği pragmatik konumların her birini etkileyen bir gerilimler kümesi içerisinde ortaya atılmıştır (pragmatik ko numlar: gönderici, alıcı, gönderilen). Bu "gerilimler", bir öner menin "bilimsel" olarak kabul edilebilirliğini düzenleyen bu yurucu önermeler sınıfına aittir. İlkin, gönderici gönderilen hakkındaki hakikati söylemeli-
86. Bu (1928).
örnek
Frege'den
ödünç
alınmıştır:
"Über
Sinn
und
Bedeatung"
59
dir, gezegenlerin takip ettiği yol. Bu ne anlama gelir? Bir taraf tan gönderen ne söylediğinin kanıtını sunmaya muktedir sa yılmakta, diğer taraftan ise aynı gönderilene ilişkin karşıt ya da çelişkili herhangi bir önermeyi, yanlışlamaya muktedir kı lınmaktadır. İkincisi, alıcı geçerli olarak işittiği önermeye kabulünü ya da reddini verebilme ihtimaline sahip olmalıdır. Bu da gösterir ki, alıcının kendisi, gizil bir göndericidir: bir önermeye ilişkin onayını ya da onaylamamasının nedenini formüle ettiğinden, Kopernik'in karşı karşıya geldiği aynı çifte gerekliliğe, Koper nik'in sahip olduğu niteliklere gizil olarak sahip olduğu varsa yılmaktadır, yani Kopernik'e eşittir. Ancak bu gönderen, yal nızca yukarıdaki şartlar altında konuştuğunda bilinebilir ola caktır. Bundan önce, onun bilimsel insan olup olmadığını söy lemek mümkün değildir. Üçüncüsü, gönderilen (gezegenlerin izlediği yol) Kopernik'in önermesinde gerçekte olduğuyla uygunluk içerisinde "ifade edilmiş" sayılmaktadır. Fakat Kopernik'inkiyle aynı düzeydeki önermeler aracılığıyla bilinebilen uygunluk kuralı sorunsal olmaktadır. Söylediğim doğrudur çünkü doğru olduğunu kanıtlıyorum -peki ama hangi türden bir kanıt vardır ki benim kanıtım doğru olmaktadır? Bu güçlüğün bilimsel çözümü iki kuralın gözlemlenmesin den ibarettir: Bunlardan birincisi yargılama anlamında87 diya lektik hatta retoriktir. Kanıtlamaya uygun bir gönderilen bir tartışmada delil olarak kullanılabilir. Herhangi bir şeyi ka nıtlayabilirim çünkü gerçeklik benim söylediğim biçimdedir. Fakat; ben kanıt üretebildiğim müddetçe gerçekliğin benim
87. Bruno Latour and Paolo Fabbri, "Rheüorique de la Science", Actes de la recherce en scences sociales 13 (1977): 81-95.
60
söylediğim gibi olduğunu söylemeye izin verilir.88 ikinci kural metafiziktir. Aynı gönderilen çelişkili ya da tutarsız kanıtların çoğulluğunu arzedemez. Farklı bir şekilde söylersek, "Tanrı" aldatıcı değildir.89 Bu iki kural ondokuzuncu yüzyıl biliminin doğrulama, yirminci yüzyıl biliminin yanlışlama90 olarak adlandırdığı şe yin altını çizmektedir. Bunlar eşler (gönderici ve alıcı) ara sındaki tartışmadan türetilecek olan uzlaşımın bir ufkunu çi zerler. Her uzlaşım hakikatin bir işareti değildir. Ancak bir önermenin doğruluğunun zorunlu olarak bir uzlaşım türettiği varsayılmaktadır. Bu özellik araştırmayı kapsamaktadır. Araştırmanın zo runlu tamamlayıcısı olarak öğretime başvurması açık olmalı dır. Bilim adamları akabinde gönderici olabilecek bir alıcıya ihtiyaç duyarlar, bir eşe yani. Yoksa önermelerinin doğrulan ması mümkün olmayacaktır, çünkü zorunlu becerilerin yenilenmeyişi giderek, zorunlu ve çelişkili tartışmayı sona erdire cektir. Yalnızca bilim adamının önermelerinin hakikati değil, ehliyeti de bu durumda adı geçen tartışmanın içerisindedir. Herhangi birinin ehliyeti de hiç bir zaman tamamlanmamış bir olgu değildir. Önerilen önermenin, tartışma ve yanlışlama sırasında herhangi birinin eşitleri tarafından tartışmaya değer görülüp görülmemesine bağlıdır. Önermenin doğruluğu ve göndericinin ehliyeti şu halde eşit bir temel üzerinde, ehil olan bir grup insanın kollektif onayına bağlıdır. Eşitlere ihtiyaç vardır ve yaratılmalıdırlar. Didaktik bu yeniden üretimin oluşmasını güvence altına almaktadır. Diyalektik araştırma oyunundan farklıdır. Kısaca söylendikte, ilk varsayımı, alıcının (öğrenci) göndericinin ne 88. Gaston Bachelard, Le Nouvel Esprit scientifique (Paris, PUF, 1934). 89. Descartes, Méditations métaphysique (1641), Médiation. 90. Örnek olarak bkz. Karl G. Hempel, Philosophy of Natural Science (Enalewood Cliffs, N.J.: Prentice-hall, 1966).
61
bildiğini bilmemesidir. Bu da açıkça neden öğrenmek zorunda olduğunun nedenidir. İkinci varsayım, alıcının-öğrenci, gönde renin bildiğini öğrenebileceği ve ustasının ehliyetine eşit bir ehliyetle bir uzman olabileceğidir91. Bu çifte gereklilik bir üçüncüsünü getirir: Araştırmanın pragmatiğini oluşturan kanıt üretimi ve iddiaların değişimi için varolan önermeler yeterli olarak düşünülmekte ve dolayısıyla tartışılmaz hakikatlerin ışığı altında oldukları gibi öğretim yoluyla aktarılabilmektedir. Bir başka deyişle, bildiğinizi öğretirsiniz. Böylesi uzman dır. Ancak öğrenci (didaktik sürecin alıcısı) becerilerini geliş tirdikçe, uzman ne bilmediğini fakat öğrenmeye çalıştığını (hiç olmazsa eğer uzman da araştırmaya katılmışsa) öğrenciye gös terebilir. Bu yolla, öğrenci araştırmanın diyalektiğine ya da bi limsel bilgi üretimi oyununa sokulmaktadır. Eğer bilimin pragmatiğini anlatısal bilginin pragmatiğiyle karşılaştıracak olursak, şu özellikleri belirleyebiliriz: 1. Bilimsel bilgi kazanılacak ve diğerlerini dışta bırakacak bir dil oyununa-düzanlama ihtiyaç duymaktadır. Bir önerme nin doğruluk değeri kabul edilebilirliğini belirleyen ölçüttür. Tabiatıyla, diğer önerme sınıflarını da bulabiliriz, sözgelimi sorgulayıcılar ("şunu nasıl açıklayabiliriz?") ve buyurucular ("sınırlı bir öğeler dizisini alınız") gibi. Ancak bunlar da dü zanlamsal bir önermede sona ermesi gereken dönüm-noktaları olarak vardırlar.92 Bu bağlamda, eğer bir gönderilen hakkında doğru bir önerme üretilmişse, bir şey "öğrenilmiştir" ve eğer uzmanlara açık gönderilenler hakkında doğrulanabilir ya da
91. Burada bu çift varsayım tarafından çıkartılan güçlükleri tartışmayaca ğız. bkz. Vincent Descombes, L'Inconscient malgré lui (Paris, Editions de minuit, 1977). 92. Bu nokta temel bir güçlülüğü gözden uzak tutmaktadır. Bu güçlük anlatılamanın incelenmesinde de ortaya çıkacaktır: söylemsel oyunlar ve dil oyunları arasındaki ayrım. Bu ayrımı burada tartışmayacağım.
62
yanlışlanılabilir önermeler üretilmişse bir bilim adamından sözedilebilir. 2. Bilimsel bilgi bu yolla toplumsal bağı biçimlendirmek üzere bir araya gelen dil oyunlarından ayrı kılınmaktadır. Anlatısal bilginin aksine, toplumsal bağın doğrudan ve paylaşıl mış bir tamamlayıcısıdır çünkü bir meslek geliştirmekte ve kurumlar yaratmaktadır. Modern toplumlarda dil oyunları kendilerini nitelikli eşler tarafından çalıştırılan kurumlar biçi minde pekiştirirler (profesyonel sınıf). Bilgi ve toplum arasın daki ilişki (yani mesleki kapasitelerindeki bilim adamlarını dışta bırakan genel agonistikteki eşlerin bütün toplamı) karşı lıklı dışsallığın birisi olmaktadır. Burada yeni bir sorun gö rünmektedir: Toplum ve bilimsel kurum arasındaki ilişki. Bu sorun didaktik tarafından çözümlenebilir mi, sözgelimi her hangi bir toplumsal atomun bilimsel ehliyet kazanabileceği öncülüğüyle? 3. Araştırma oyununun sınırları içerisinde, gerekli ehliyet yalnızca göndericinin konumuyla ilgilidir. Alıcının tikel olarak gerekli bir ehliyeti yoktur (sadece didaktikte gereklidir -öğrenci zeki olmalıdır). Gönderilene ilişkin bir ehliyet gerek liliği de yoktur. Beşeri bilimlerde bile, (insan hayatının bir bo yutu olmakla birlikte) gönderilen, ilke olarak, bilimsel diya lektikte bağlanmış eşlere dışsaldır. Burada anlatısal oyuna kar şıt olarak, bir şahıs ne olduğunu söyleyen bilginin nasıl olaca ğını bilmek zorunda değildir. 4. Bir bilim önermesi, kaydedilmiş olması olgusundan ge çerlik kazanmaz. Pedagoji olayında bile, bir şey varolan du rumda eğer hâlâ tartışma ve kanıt yoluyla doğrulanabilirse öğ retilmektedir. Kendinde, hiç bir zaman "yanlışlamadan" kur tulma garantisine sahip değildir.93 Halihazırda kabul edilmiş önermeler biçiminde biriken bilgiye her zaman meydan oku-
93. 90. notta işaret edildiği anlamıyla
63
malar olabilir. Ancak tersine, aynı gönderileni ele alan ve daha önceden kabul edilmiş bir önermeyle çelişen yeni bir önerme, eğer önceki önermeyi iddialar ve kanıtlar üretme yo luyla yanlışlarsa geçerli olarak kabul edilebilir. 5. Şu halde bilim oyunu ardzamanlı bir zamansallık yani bir hafıza ve tasarı zamansallığı imâ etmektedir. Bilimsel bir önermenin şimdiki göndereni, gönderileniyle (bibliyografya) ilgili önceki önermelerle bir yakınlık sahibi sayılmakta ve sa dece konu üzerinde öncekilerden farklıysa yeni bir önerme ge tirmektedir. Burada, her işlerliğin "aksam" olarak adlandırdı ğım, oyunun polemik işlevi bu araç yoluyla "ölçü" üzerinde öncelik kazanmaktadır. Bu ardzamanlılık yenisi için bir araş tırma ve hafıza varsayarak ilkede birikimli bir süreci temsil etmektedir. "Ritmi" ya da ölçü ve aksan arasındaki ilişki de ğişkendir.94 Bu özellikler iyi bilinmektedir. Ancak iki sebepten dolayı yeniden düşünülmelidir. Birincisi, bilim ve bilimsel olmayan (anlatısal) bilgi arasında bir paralel çizmek, bize öncekinin varlığının sonrakinin varlığından daha az ya da çok zorunlu olmadığını anlama veya hiç olmazsa sezmede yardım eder. İkisi de önermeler kümesidirler, önermeler genel olarak uygulanılabilir kurallar çerçevesinde oyuncular tarafından gerçek leştirilen "hareketlerdir". Bu kurallar her tikel bilgi türüne özgüdürler. Bir keresinde "iyi" olarak yargılanan "hareketler" bir diğerinde "iyi" olarak yargılananlarla, ancak şansla bu ortaya çıkmadıkça, aynı türden olamazlar. Buna göre bilimsel bilgi temelinde anlatısal bilginin, anlatısal bilgi temelinde bilimsel bilginin geçerliliğini ve varlığını yargılamak mümkün değildir. Geçerli ölçütler farklıdır. Bütün yapabileceğimiz, tıpkı gezegen ya da hayvan türlerinin farklı-
94. Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions (Chicago, Uni versity of Chicago Press, 1962).
64
lığında yaptığımız gibi, söylemsel türlerin farklılığındaki şaşırtıcılığa bakmaktır. Postmodernlikteki "anlam kaybından" şikayet ediş ilke olarak bilginin artık anlatısal olmadığı olgusunu anlamayı artırmaktadır. Böyle bir tepki zorunlu olarak gelmez. Herhangi bir teşebbüs de (gelişme gibi araçları kullanarak) embriyonik bir durumda, bilimsel bilgi anlatısal olanı içeriyormuşcasına onu anlatısal bilgiden türetmeye ya da güçlendirmeye kalkışmaz. Buna rağmen, yaşayan diğer türler gibi dil türleri de bir birleriyle ilişkilidir ve bunların ilişkileri uyumlu olmaktan uzaktır. Bilimin dil oyunu özellikleri hakkındaki bu acele ha tırlatmayı haklılaştıran ikinci nokta açıkça anlatısal bilgiye olan ilişkisiyle ilgilidir. Anlatısal bilginin kendi meşrulaştırma sorununa öncelik vermediğini söylemiştim; kendisini, tartışma ve kanıta başvurmaksızın aktarımının pragmatiğinde tasdik etmektedir. Bu da bilimsel söylemin sorunlarının anlaşılamamasının belirli bir hoşgörüyle karşılanmasının nedenidir. Böyle bir söyleme öncelikle anlatısal kültürler ailesinde bir de ğişken olarak yaklaşılmaktadır.95 Bunun tersi doğru değildir: Bilim adamı anlatısal önermelerin geçerliliğini sorgular ve bunların hiç bir zaman tartışma ve kanıtlamaya bağlı olmadığı sonucuna varır.96 Bunları farklı bir zihniyete ait olarak sınıflar: yaban, ilkel, gelişmemiş, gerici, yabancılaşmış, farklı görüş95. krş. çocukların ilk bilim derslerine olan tavırları ya da yerlilerin etno logun açıklamalarını yorumlama biçimleri. 96. Bu Melraux'un Clastres'i yorumlama nedenidir: "İlkel bir toplumu ça lışmaya muktedir olmanın kendisi zaten biraz bozulmuş durumdadır. Ger çekte, yerli kendi toplumunu etnologun gözleriyle görmeye muktedir, kurumlarının işlevselleşmesini, bunların meşruluğundan önce sorgulamaya yeterli olmalıdır. Ache kabilesiyle ilgili çalışmasındaki başarısızlığı üze rine Clastres şöyle bir sonuca varmaktadır: "Ache kabilesi istemedikleri hediyeleri kabul etmelerine rağmen, aynı zamanda diyalog kurmaya yönelik girişimleri reddettiler. Çünkü buna ihtiyaç duymayacak kadar güçlüydüler: Onlar hastalandığında biz konuşmaya başlayacaktık" (zikreden M. Carty in "Pierre Clastres“, Libre 4 (1978).
65
lerden ibaret, adetler, otorite, önyargı, cehalet, ideoloji. Anlatı lar, masallar, mitler, efsaneler olarak yalnızca kadınlar ve ço cuklar için uygundur. En iyisi, bu karanlıkçılığı (obscurantism) medenileştirmek, eğitmek ve geliştirmek için ışık tutmaktır. Bu eşitsiz ilişki her oyuna özgü kuralların içsel bir etkisi dir. Bunu bütün semptomlarıyla biliyoruz. O, Batı medeniyeti nin doğuşundan başlayan kültür emperyalizminin bütün tari hidir. Kendisini diğer bütün emperyalizm biçimlerinden ayırdeden özel vurgusunu kavramak önemli, çünkü meşrulaştırmaya yönelik bir talep tarafından idare edilmektedir.
8. ANLATISAL İŞLEV VE BİLGİNİN MEŞRULAŞTIRILMASI
Bugün meşrulaştırma sorunu, bilimin dil oyununun bir başarı sızlığı olarak düşünülmektedir. Sorunun bir sorun ya da araş tırmacı ve itici bir güç olarak meşrulaştırılmakta olduğunu söy lemek çok daha doğru olacaktır. Ancak, durumu tersine çe virerek bu sorunla ilgilenmenin bu biçimi, eski bir tarihe aittir. Bu noktaya gelmeden önce (bazılarının pozitivizm olarak adlandırdıkları) bilimsel bilgi diğer çözümleri aramıştır. Uzun bir zaman bilimsel bilgi, çözümlerinin açık ya da kapalı olarak anlatısal bilgiye ait işlemlere müracaatına yardımcı olamamıştı. Anlatının bu anlatısal-olmayandaki geri dönüşü şu ya da bu biçimde bir kere ve bütün zamanlar için aşılmış olarak dü şünülmemelidir. Bunun açık bir kanıtı: Bilim adamları bir "ke şif" yaptıktan sonra televizyona çıktıklarında ya da gazetelere
67
mülakat verdiklerinde ne yaparlar? Gerçekte tamamiyle epik olmayan bir bilgi epiği sunarlar. Anlatısal oyunun kurallarıyla oynarlar; etkisi sadece medyanın kullanıcıları üzerinde değil bilim adamlarının duygularında da müessir kalmaktadır. Bu olgu ne geçicidir ne de görüntüye aittir: Bilimsel bilginin "po püler" bilgiye ya da ondan ne kalmışsa onunla ilişkisine bağ lıdır. Devlet bilimin kendisini bir epik olmaktan kurtarması için büyük para sarfeder, oysa devletin kendi güvenilirliği, karar vericilerinin ihtiyaç duyduğu kanıtsal onayı elde etmek için kullandığı bu epiğe dayalıdır.97 Anlatıya başvurmanın, hiç olmazsa bilimin dil oyununun önermelerinin doğru olmasını arzu ettiği ancak kendinde bun ları meşrulaştıracak kaynaklara sahip olmaması derecesinde kaçınılmaz olduğu anlaşılabilirdir. Eğer olay buysa, yukarıda özetlenildiği gibi, hatırlatmaya ya da yansıtmaya (tarihilik ve aksan ihtiyacı) değil fakat aksine unutmaya yönelik bir ihtiyaç (ölçü ihtiyacı) olarak anlaşılan tarih kavramına giderilemez bir biçimde ihtiyaç duyulduğunu kabul etmek zorunludur (Bkz. Bölüm 6). Bizler kendimizi beklemekteyiz. Ancak hareket ettikçe, meşrulaştırma sorunu için bulunmakta olan açıkça modası geç miş çözümlerin ilke olarak değil ancak ifade edilme biçimle rinde modası geçmiş olduğunu aklımızda tutmalıyız. Eğer bu güne kadar değişik biçimlerde direnebildiklerini görürsek şa şırmamalıyız. Şu anda kendimizi bilimsel bilginin Batıdaki konumunu açığa çıkarmak üzere onun bir anlatısını seslen dirme ihtiyacıyla yükümlü hissetmiyor muyuz? Bilimin yeni dil oyunu kendisini meşrulaştırma sorununu daha başlangıçta Platon'da ortaya konulmuştu. Burası Diyalog97. Bilimselci ideoloji üzerine bkz., Survive 9 (1971), yeniden basımı in Jaubert et Levy-Leblond, (Auto) crıtique (not 26) ss. 51 vd. Bu derlemenin sonunda bilimin sistemin emrine verilmesinin çeşitli biçimlerine karşı sa vaşan grupları ve dergileri sıralayan bir bibliyografya vardır.
68
lar'daki ya açık bir tema veya örtük bir varsayım olarak hare kete geçirilen bilim pragmatiği yorumunun tam yeri değil. Özgül gerekleriyle diyalog oyunu, kendisi içerisinde araştırma ve öğretim işlevlerini saklayarak bu pragmatiği bir kılıfa sok maktadır. Daha önceden sayılmış aynı kurallardan bazılarıyla karşılaşmıştak: sadece uzlaşıma (homologia) yönelik bir görüşle tartışma, anlaşmanın mümkün olabilmesi için bir garanti ola rak gönderilenin birliği, eşler arasındaki eşitlik, hatta kuralları kabul etmeyi reddedenlerin zayıflık ve kabalık dışında bir nedenle hariç tutulması, dolayısıyla bir kader değil oyun ol duğunun dolaylı bir şekilde kavranılması.98 Burada oyunun bilimsel tabiatı verildiğinde, bilimin meş ruluğu sorunu diyaloglarda ortaya çıkartılan sorunlar arasında olmalıdır. Bunun iyi bilinen bir örneği (sorunu sosyo-antropolojiye başlangıçtan itibaren bağladığından bütünüyle en önem lisi) Cumhuriyet'in 6. ve 7. kitaplarında bulunmaktadır. Bildi ğimiz gibi cevap, hiç olmazsa cevabın bir parçası, bir anlatı formunda gelmektedir. İnsanların nasıl ve niçin anlatıları özle diği ve bilgiyi tanımayı başaramadığını açıklayan mağara allegorisi. Bilgi şu halde anlatının şehadeti üzerine temellenmiştir. Dahası da var. Platon'un Diyaloglar'ındaki meşrulaştırım çabası anlatıya biçim sayesinde bir cephane vermektedir. Di yalogların her birisi bilimsel tartışmanın bir anlatısı formunu almaktadır. Buradaki küçük sonuç, tartışmanın hikayesinin kaydedilmekten çok gösterildiği, anlatılanmaktan çok aşamalandırıldığı99 ve dolayısıyla epikten çok trajediyle yakın olarak ilişkide bulunduğudur. Bilimi başlatan Platonik söylemin bilimsel olmaması olgusu, açıkça bilimi meşrulaştırmaya gi rişmesi düzeyindedir. Bilimsel bilgi, kendi bakış açısından hiç
98. Victor Goldschmidt, Les Dialogues de Platon (Paris, PUF, 1947). 99. Bu terimler Genette'den ödünç alınmıştır, Figures III.
69
bir şekilde bilgi olmayan başka bir bilgi türüne, anlatıya baş vurmaksızın doğru bilgiyi bilemez ve bilinir kılamaz. Böyle bir müracaat olmaksızın, bilimsel bilgi kendi geçerliliğini var sayma konumunda ve lanetlediği şeyi, önyargıya dayanarak, sorun dilenerek, durduruyor olacaktır. Ancak anlatıyı otorite ola rak kullanarak aynı çıkmaza düşmemekte midir? Antik, ortaçağ ve klasik felsefelerde içerilen ancak sınır lanmayan bilimin meşrulaştırılması söylemleri yoluyla bilim sel olandaki anlatısal yeniden görünümü belirtmenin yeri bu rası değil. Sonsuz bir işkence olur bu. Çözüm olarak Descartes'in felsefesi gibi bir felsefe, Valery'nin zihnin hikayesi100 ola rak adlandırdığı ya da Metod Üzerine Risale'nin baliğ olduğu bir Bildungsroman'daki bilimin meşruluğunu yalnızca göstere bilirdi. Aristotoles şüphesiz bilimsel olarak açıklanmış öner melerin uyması gereken kuralları (Organon) Varlık üzerine bir söylemdeki meşrulukların araştırılmasından (Metafizik) ayırdetmede en modern olanlardan birisiydi. Daha da modern olan, bilimsel bilgiyi gönderilenin varlığını açıklayacak hak iddi asını da içermek üzere, sadece iddialar ve kanıtlardan, bir başka deyişle diyalektikten ibaret sayan önerisidir.101 Modern bilimle birlikte, meşrulaştırma sorununda iki yeni özellik gözükmektedir. Herşeyden önce, "kanıtın nasıl sağla nabileceği" ya da çok genel olarak "hakikatin şartlarını kimin belirleyeceği" sorusuna bir karşılık olarak bir ilk kanıt ya da aşkın otorite için metafizik bir arayıştan vazgeçilmektedir. Ha kikatin şartları, bir başka deyişle bilim oyununun kuralları bu oyuna içkindir. Bunlar tabiatında zaten bilimsel olan bir tar-
100. Paul Valéry, Introduction à la Méthode de Léonarde Vinci (1894) (Paris, Galimard, 1957). Bu cilt şu denemeleri de içermektedir: "Marginalia” (1930), "Note et digression" (1919) "Leonerd et les philosophes" (1929). 101. Pierre Aubenque, Le Problème de l'Etre chez Aristote (Paris, PUF, 1962).
70
tışmanın bağları içerisinde oluşturulabilirler. Kuralların uz manlar tarafından kendilerine yayılan uzlaşımdan daha güzel olduklarına ilişkin başka bir kanıt yoktur. Bu şartlar hakkındaki bir söylemdeki, bir söylemin şartla rını tanımlayacak modern temayülü destekleyiş, Rönesans Hümanizmi, Aydınlanma'da Alman idealist felsefesi, Sturm und Drang ve Fransa'daki tarihsel okulda zaten farkedilebilir olan anlatısal (popüler) kültürlerin yenilenen bir itibarı olmak tadır. Anlatılama artık meşrulaştırma sürecinde gayri iradi bir kusur değildir. Bilgi sorunsalında anlatıya açık başvuru, gele neksel otoritelerden burjuva sınıflarının kurtulmasıyla birleş miştir. Anlatısal bilgi Batı'da yeni otoriteleri meşrulaştırma so rununun bir çözüm yolu olarak bir yeniden doğuş yaşamıştır. Böyle bir sorun için, anlatısal bir sorunsaldaki karşılığı olarak bir kahramanın ismini taleb etmek tabiidir: Toplum için karar verme hakkına kim sahiptir? İtaat etmesi gerekenler için buy rukları norm olan özne kimdir? Sosyopolitik meşruluğun bu biçimde sorgulanması yeni bi limsel tavırla birleşir: Kahramanın adı halktır, meşruluğun işa reti halkın bilincidir, normları yaratma biçimleri ise müzake redir. İlerleme düşüncesi bunun zorunlu bir büyümesidir. Bil ginin biriktirmekle yükümlü kılındığı hareketten başka bir şey temsil etmemektedir, ancak bu hareket yeni sosyopolitik özneye de uzanmaktadır. Halk, bilimsel topluluğun neyin yanlış neyin doğru olduğunu tartıştığı biçimde, kendi ara sında, neyin adil olup olmadığını da tartışmaktadır. Bilim adamlarının bilimsel yasaları biriktirdikleri gibi halk da me deni yasaları biriktirmektedir. Bilim adamlarının öğrendikle rinin ışığı altında kurallarını gözden geçirecek yeni "paradig malar" üretmesi gibi, halk uzlaşıma ilişkin kuralları tamamla maktadır.102
102. Pierre Duhem, Essai sur le notion de théorie physique de Platon à Gali-
71
Burada "halk"tan ne kastedildiği geleneksel anlatısal bil gide imâ edildiğinden bütünüyle farklıdır. Gördüğümüz gibi, bu anlatısal bilgi kurumsallaştırıcı müzakereye gerek duymaktadır, birikimli ilerleme ya da evrenselliğe ilişkin bir hak talebine değil. Oysa bunlar bilimsel bilginin işleticileridir. Yeni meşrulaştırım sürecinin "halktan gelen" temsilcilerinin aynı zamanda etkin bir biçimde halkların geleneksel bilgisini tahrip etmeye katılmaları kesinlikle şaşırtıcı değildir. Bu durum, azınlıklar ve gizil ayrılıkçı hareketler yalnızca obskürantizmi yaymaya itildiklerinden bu noktadan daha ile ride algılanmaktadır.103 Bu zorunlu olarak soyut öznenin gerçek varlığının, bu öz nenin düşünmek ve karar vermekle yükümlü kılındığını ve devletin bir kısmını ya da bütününü oluşturan kurumlara bağlı olduğunu da görebiliriz. Bu özne soyuttur çünkü özgül olarak bilgi öznesi paradigması ve doğruluk-değerleriyle dü zanlamsal önermeleri gönderen-alan bir öznedir. Öte yandan Devlet sorunu içsel olarak bilimsel bilgi sorunuyla kaynaşmış olmaktadır. Ancak bu içiçe geçmenin çok boyutlu olduğu da açıktır. "Halk" (millet ya da insanlık) ve özellikle halkın kurumları bilmeye doymazlar -yasalar üretirler. Norm konumuna sahip buyurucular formüle ederler.104 Sadece neyin doğru olduğuna ilişkin ifadeler söylenimler değil, adalete yönelik hak iddi asında bulunan buyurucu önermeler açısından da ehliyetlerini sınarlar. Söylendiği gibi, anlatısal bilgiyi niteleyen, bu bilgiye lee (Paris, Hermann, 1908); Alexandre Koyre, Etudes Galile'ennes (Paris, Hermann, 1966;); Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions. 103. Michel de Certeaul, Dominique Julia, Jacques Revel, Une Politique de la langue: La Révolution Française et les patois (Paris, Galimard, 1975). 104. Hükümler ve yargılar arasındaki ilişki üzerine bkz. G. Kalinowski "Du Métalanguage en logique. Réflexions sur la logique dè ontique et son rap port avec la logiuqe des normes", Documents de travail 48 (Università Urbino, 1975).
ilişkin kavramımızı biçimlendiren şey açıkça, diğerlerini zik retmeye gerek kalmaksızın bile, bu iki tür ehliyet alanını bir leştirmesidir. Tartıştığımız meşrulaştırma biçimi anlatıyı, bilginin geçer liliği olarak yeniden başlatmakta ve anlatının özneyi bilişsel ya da pratik, bir bilgi ya da özgürlük kahramanı olarak temsil edip etmediğine bağlı kalarak iki yön tutturmaktadır. Bu seçe nek yüzünden, yalnızca meşrulaştırmanın anlamı değişmekle kalmamakta, ve zaten gözükmekte olduğu gibi, anlatının kendisi de bu anlamı yeterli bir biçimde betimlemekten uzak laşmaktadır.
73
9. BİLGİNİN MEŞRULAŞTIRILMASININ ANLATILARI
Meşrulaştırma anlatısının iki temel boyutunu inceleyeceğiz. Bi risi çokça siyasal, diğeriyse aynı derecede felsefidir. İkisi de, özelde, bilgi ve bilgi kurumları tarihinde olmak üzere, mo dern tarih içerisinde büyük öneme sahiptirler. Bu boyutlardan birincisinin öznesi, özgürlük kahramanı olarak insanlıktır. Eğer toplumsal özne zaten bilimsel bilginin öznesi değilse, bu rahipler ve tiranlar tarafından yasaklanmış olması sebebiyledir. Bilimin hakkı yeniden keşfedilmelidir. Bu anlatının yüksek okullardan ve üniversitelerden çok bir ilköğ retim piyasasına yöneltilecek olması anlaşılırdır.105 Üçüncü 105. Bu politikanın bir değerlendirmesi Fransız Felsefe Kurumu'nda ikincil çalışmaların sonunda ve felsefe eğitimi araştırma grubu tarafından ikincil çalışmaların başlangıcında "biraz" felsefe öğretmek amacıyla verilen önerilerde bulunmaktadır. Bkz. Oui a peur de la philosophie? (Paris,
74
Fransa Cumhuriyeti'nin eğitim siyaseti güçlü olarak bu varsa yımları yansıtmaktadır. Bu anlatının yüksek eğitimi vurgudan uzak tutmak zo runda kalacağı gözükmektedir. Uygun şekilde, Napoleon tara fından yüksek eğitime ilişkin olarak uygulanan ölçülerin Dev letin bekası için gerekli idari ve mesleki becerileri üretme ar zusundan kaynaklandığı düşünülmektedir.106 Bu tavır, özgür lük anlatısı bağlamında, Devletin meşruluğunu kendinden değil, halktan aldığı olgusunu gözden kaçırmaktadır. Böylece eğer emperyal siyaset yüksek eğitim kurumlarını ilkin Devlet görevlileri sonra da sivil toplumun yöneticileri için besleyici bir zemin olarak görmüşse, bunu milletin bir bütün olarak öz gürlüğünü yeni bilgi alanlarının halka yayılması aracılığıyla kazanması öngörüldüğünden dolayı yapmıştır. Bu süreç, adı geçen kadroların işlevlerini yerine getireceği aracılar ve mes lekler vasıtasıyla etkilenecektir. Aynı akıl yürütme, önsel ola rak bilimsel kurumların eksiksiz şekilde kurulması için de ge çerlidir. Devlet, "millet" adı altında, ilerleme yolunu göster mek için "halkın" eğitimi üzerinde doğrudan bir güç kazan dığı her durumda özgürlük anlatısına müracaat etmektedir.107 İkinci meşrulaştırma anlatısıyla bilim, millet ve Devlet ara sındaki ilişki bütünüyle farklı olarak gelişti. Berlin ÜniversiteFlammarion, 1977), Bölüm 2, "La Philosophie déclassée". Yine Quebec'deki CEGEP'in program yönelişi de bu yöndedir, özellikle felsefe kurslarında, bkz, Cahiers de l'eseignement collégial (1975-76). 106. Bkz. H. Janne, "L'Université et les besoins de la société contemporine", Cahiers de L'Association internationale desUniversitiés 10 (1970): 5; zikreden, Commision d'ètude sur les universités, Document de consulta tion (Montreal, 1978). 107. "Katı" hemen hemen mistik-askeri bir ifadesi şurada bulunabilir. Julio de Mesquita Filho, Discorso de Paraninfo da primerio turma de licenciados pela Faculdade de Filosofía, Ciencas e Letras da Universidade de Sao Pauló (25 Ocak 1937) bunun bir açıklaması Brezilya'nın gelişiminin modern problemlerine uyarlanmıştır, Relatarlo do Grupo de Rabalho Reforma Uni versitaria (Brezilya, Eğitim ve Kültür Bakanlıkları, 1968).
si'nin 1807 ve 1810 arasındaki kuruluşuyla ilk defa ortaya çıktı.108 Bu üniversitenin dünyanın genç ülkelerindeki yüksek öğretimin örgütlenmesindeki etkisi ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda hatırı sayılır ölçüdeydi. Üniversitenin kurulması sırasında Prusya vekaleti önceden Fichte tarafından önerilen ve karşı-teklifi Schleiermacher’ca ha zırlanan bir projeyle ilgilenmekteydi. Wilhelm-von Humboldt konu üzerinde bir karar vermek durumunda kalmış ve Schleiermacher'ın daha "liberal" seçiminden yana tavır almıştır. Herhangi birisi Humboldt'un raporunu okurken onun bi lim kurumunun siyasetine ilişkin bütün yaklaşımını şu ünlü mütalaaya irca edebilir: "Bilim bilim içindir". Fakat bu onun siyasetinin yüce amacını yanlış anlamak olur; ki bu amaca rehberlik eden, tartıştığımız meşrulaştırma ilkesidir ve Schleiermacher'in izah ettiği ilkeyle örtüşür. Humboldt, bilimin kendi ve "ne olursa olsun belirli bir amaç veya bir sınır olmaksızın yaşayan ve kendisini sürekli olarak yenileyen" bilimsel kurumun kurallarına itaat ettiğini açıklamaktadır. Ancak üniversite gerçek kurucu öğesini, bi limi, "milletin ahlaki ve ruhsal eğitimine" yönlendirmelidir109. Bu Bildung-etkisi çıkar gözetmeyen öğrenme arayışından nasıl türemektedir? Devlet, millet bütün insanlık kendisi hatırına bilgiye kayıtsız değil midir? Humboldt'un kabul ettiği gibi bunları ilgilendiren öğrenme değil, "karakter ve eylemdir". Bakanın danışmanı şu halde bir biçimde Kantcı eleştiri ta rafından bilme ve isteme arasında geliştirdiği karşıtlığı hatırla108. Bu belgeler Felsefe Koleji ve Miguel Abensour'ın sayesinde Fransızca'da okunabilmektedir: Philosophes de l'Université L'idealisme allemand et la question de l'universitèé (Paris, Payot, 1979). Derleme Schelling, Fichte, Schleiermacher, Humboldt ve Hegel'in denemelerini içermektedir. 109. "Uber die innere und äussere Organization der höheren wissenchaftlichen Anstalten in Berlin" (1810), in Wilhelm von Humold (Frankfurt, 1957), s. 126.
76
tan temel bir güçlükle karşılaşmaktadır; sadece hakikat ölçü tüne cevaplandırılabilir düzanlamlardan oluşmuş bir dil oyunu ile zorunlu olarak kararları ve mükellefiyetleri içeren ahlaki, toplumsal ve siyasal pratiği yöneten bir dil oyunu, başka bir deyişle, doğru olmaktan çok uygun olması umulan, nihai olarak bilimsel bilginin alanının dışında kalan ifadeler arasında gerçekleşen bir çatışma olan güçlükle. Bununla birlikte, bu iki söylem kümesi, sadece bireylerin öğrenime katılmasını değil, aynı zamanda bilginin ve toplu mun bütünüyle meşrulaştırılmış öznesinin yetiştirilmesini de ihtiva eden Humboldt'un projesiyle amaçlanan Bildung için vazgeçilmezdir. Humboldt böylelikle Fichte’nin Hayat olarak adlandırdığı ve üç başarma arzusu ya da daha iyi bir deyişle üç boyutlu bir etkileşim tarafından canlandırılan bir Tin geliş tirmektedir: "herşeyi bir ideale ilişkili kılan" (ahlaki ve top lumsal pratiği yöneten) ve "bu ilkeyi ve bu ideali tek bir ideada birleştiren" (gerçek nedenlere yönelik bilimsel araştırma nın daima moral ve siyasal hayattaki adil amaçların aranma sıyla uzlaşacağını garanti eden) bir Tin. Bu yüce bileşim meşru özneyi kurmaktadır. Humboldt geçerken bu üçlü etkilenimin doğal olarak "Al man milletinin entellektüel karakterini" devraldığını eklemek tedir.110 Bu başka bir anlatıya verilmiş, bilginin öznesini halk olduğu düşüncesine verilmiş bir tavizdir. Ancak gerçekte bu düşünce Alman idealizmi tarafından geliştirilmiş bilginin meşrulaştırılması anlatısından bütünüyle uzaktır. Schleiermacher, Humboldt ve hatta Hegel gibi insanların Devlete yönelttikleri şüphe bunun bir göstergesidir. Eğer Schleiermacher bilim ko nularında kamusal otoritelere kılavuzluk eden dar milliyetçi lik, korumacılık, yararcılık ve pozitivizmden korkuyorsa, bu dolaysız olarak bile bilim ilkesinin bu otoritelerde bulunma-
110. Ibid, s.128.
77
ması sebebiyledir. Bilginin öznesi halk değil, spekülatif (düşünsel) ruhtur. Devrimden sonra Fransa'da olduğu gibi Devlette değil bir Sistemde mücessemdir. Meşrulaştırmanın dil oyunu devlet-siyasetine ilişkin değil, felsefidir. Üniversiteler tarafından gerçekleştirilen en büyük işlev, "bütün öğrenim yapısını açık kılmak ve bütün bilginin temel lerini ve ilkelerini yaymaktır". Çünkü "spekülatif" ruh olmak sızın yaratıcı bilimsel çalışma yoktur".111 Burada "spekülas yon" bilimsel söylemin meşrulaştırılması söylemine verilen addır. Okullar işlevseldir; Üniversite ise spekülatiftir yani fel sefidir. Felsefe laboratuvarlarda ve üniversite-öncesi öğretimde ayrı bilimlere parçalanmış öğrenmeye yönelik birliği yeniden kurmalıdır. Felsefe bunu bilimleri bir ruh oluşumundaki uğ raklar olarak, bir başka deyişle, ussal bir anlatı ya da daha ile risi bir metaanlatıda birbirine bağlayan bir dil oyununda ger çekleştirilebilir. Hegel'in Ansiklopedisi (1817-27), Fichte ve Schelling'de Sistem ideası formunda varolan bu bütünleştirme ta sarısını gerçekleştirmeye girişmektedir.112 Burada aynı zamanda Özne olan bir Hayat geliştirme me kanizmasında anlatısal bilginin bir geridönüşünü görmekte yiz. Tinin evrensel bir "tarihi" vardır, tin "hayattır", hayat empirik bilimlerde içerilen tüm biçimlerin düzenlenmiş bilgideki kendini tasarımlama ve dile getirmelerinin bütünüdür. Alman idealizminin ansiklopedisi bu hayat öznesinin "tarih-hikayesinin" (histoire) anlatısıdır. Ancak hikayenin anlatılayıcısı ne ge leneksel bilginin tikel olumsallığında çamurlaşmış bir halk ne de bir bütün olarak alman bilim adamları olması gerektiğin-
111. Friedrich Schleiermacher, "Gelegentliche Gedanken über Universitä ten in deutschen Sinn, nebst einem Anhang über eine neu zu errichtende" (1808) in E. Spranger, ed., Fichte, Schleiermacher, Steffens über das Wesen der Universität (Leipzig, 1910). s.126 vd. 112. "Felsefe öğretimi genellikle bütün üniversiter etkinliklerin temeli olarak kabul edilmektedir" (ibid, s.128).
78
den, ürettiği bir metaanlatıdır, çünkü bunlar özelleşmelerine karşılık gelen mesleki çerçevelerinde haczedilmektedir. Anlatılayıcı hem ampirik bilim hem de popüler kültürlerin esas kurumlarının meşruluğunun ifade edilmesi sürecindeki bir metaözne olmalıdır. Bu metaözne kültürlerin ve bilimlerin ortak temeline ses verişte örtük amaçlarını gerçekleştirmekte dir. Spekültatif, üniversiteyi yurt edinir, pozitif bilim ve halk onun, sadece kaba versiyonlarıdır. Millî devletin kendisi için halkı söz söylemeye yöneltmenin tek geçerli yolu spekülatif bilginin dolayımı aracılığıyla olanıdır. Berlin Üniversitesi'nin kuruluşunu meşrulaştıran, çağdaş bilginin gelişimi ve üniversitenin gelişiminin motoru anlamına gelen felsefeyi açıklamak zorunlu olmaktadır. Daha önceden söylediğim gibi, ABD'yle başlayarak, ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda bir çok ülke kendi yüksek öğretim sistemlerinin reformu ya da kurulması için bu üniversite modelini uyarladılar.113 Herşeyin ötesinde özellikle üniversite çevrelerinde hâlâ yaşayan bu felsefe,114 bilgi meşruluğu sorununa ilişkin çözümün özellikle yaşayan bir tasarımını önermektedir. Araştırma ve öğrenimin yayılması bir yararlılık ilkesi ge liştirilerek haklılaştırılamaz. Buradaki düşünce kesinlikle bili min Devletin ve/veya sivil toplumun çıkarlarına hizmet et mesi gerekliliği değildir. İnsanlığın özgürlük ve şerefte bilgi aracılığıyla yükseleceği şeklinde hümanist ilke bir kenara bı rakılmıştır. Alman idealizmi kendiliğinden, Fichte tarafından "İlahi Hayat", Hegel tarafındansa "Tinin Hayata" olarak adlan dırılan bir öznenin "hayatının" gerçekleşmesinde Devletin ve toplumun öğreniminin gelişmesini temellendiren bir metail113. Touraine nakilde yer alan çelişkileri analiz etmiştir: Université et so ciété aux Etats-Unis (Paris, Seuil, 1972), ss. 32-40. 114. Bu, Robert Nisbet'in sonuçlarında bile vardır. The Dégradation of the Academic Dogma (London, Heinemman, 1971).
keye müracaat etmektedir.115 Bu bakış açısından, bilgi ilkin kendisinde varolan meşruluğu bulmaktadır. Devlet ve toplu mun ne olduğunu söylemekle yükümlü kılınan şey bilgidir. Ancak bilgi bu rolü, düzeyleri değiştirerek ve gönderilenin (tabiat, toplum ve Devlet) pozitif bilgisi olmayı azaltarak ve buna ilaveten, gönderilenin bilgisinin bilgisi yani spekülatif olmasıyla yerine getirebilir. "Hayat" ve "Ruh'un adına, bilgi kendisini adlandırmaktadır. Spekülatif aygıtın bu kaydedilmeye değer sonucu her mümkün gönderilen hakkındaki öğrenim söylemlerinin hepsi nin dolaysız doğruluk-değerlerinin bakış açısından değil, Ru hun ya da Tinin yolunda belirli bir yeri işgal etmeleri aracılı ğıyla ya da eğer tercih edilirse, spekülatif söylem tarafından tafsil edilen Ansiklopedi'deki belirli bir konum çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu söylem kendisi için ne bildiğini açıklama yani kendini ortaya koyma sürecinde bunları zikretmektedir. Bu bakımdan doğru bilgi her zaman dolaylı bilgidir, bir özne nin metaanlatısına katılan kaydedilmiş önermelerden mürek keptir. Özne bu önermelerin meşruluğunu garanti etmektedir. Aynı şey söylemin bir öğrenme söylemi olmaması duru munda bile her söylem çeşitlemesine uygulanabilir, örnekler hukuk ve Devlet söylemidir.116 Çağdaş yorumsamacı söylem, bilinmesi gereken bir anlam bulunduğunu garanti eden ve öylece meşruluğunu tarih üzerinde müzakere eden (özellikle öğrenim tarihinde) bu varsayımdan doğmuştur. Önermeler kendi otonimlerinde ele alınmışlar117 ve kendilerini karşılıklı 115. Bkz. Hegel, Philosophie des Rechéts (1821). 116. Bkz. Paul Ricoeur, Le Conflict desinterperétations (Paris, Seuil, 1969. İng. tere., The Conflict of Interpretation Nortvvestern University Press, 1974); Gadamer, Warheit und Methode (Tübingen, Mohr, 1965). 117. Şu iki önermeyi ele alalım: 1) "Ay doğdu"; 2) "Ay doğdu, önermesi bir düzanlamsal önermedir”. 2 no'lu önermedeki sentagm, /Ay doğdu/, 1 no'lu önermenin otonimi (Autonym) olmaktadır. Bkz. Josette Rey-Debo\e. l.e Métalangage (Paris, Le Robert, 1978) Bölüm 4.
80
olarak güçlendirmekle yükümlü varsayıldıkları bir biçimde harekete geçirilmişlerdir: Bunlar spekülatif dilin kurallarıdır. Adının gösterdiği gibi Üniversite, dilin en başta gelen kuru mudur. Ancak daha önceden söylediğim gibi, meşruluk sorunu di ğer işlemleri kullanarak da çözülebilir. Bunlar arasındaki fark lılık akılda tutulmalıdır. Bugün bilginin konumu dengesizdir ve bilginin spekülatif birliği kırılmıştır. Meşruluğun ilk versi yonu yeni bir tutarlılık kazanmaktadır. Bu versiyona göre, bilgi geçerliliğini kendinde ya da öğ renme imkanlarını güncel kılarak gelişen bir öznede değil, pratik bir öznede, insanlıkta bulmaktadır. Halkı canlandıran hareket ilkesi bilginin kendisini meşrulaştırması değil, özgür lüğün kendisini temellendirmesi, ya da denilebilirse, kendisini yönetmesidir. Özne somuttur ya da öyle varsayılmaktadır; epiği öznenin kendisini yönetmekten engelleyen herşeyden özgürleşmesinin hikayesidir. Öznenin kendisi için koyduğu yasaların, dışardaki tabiata uygunluk göstermesinden dolayı değil, yasa koyucuların anayasal olarak kanunlara tâbi gerçek yurttaşlar olmaları nedeniyle adil olması istemi, yasayı isteyen ve buna göre de itaat eden yurttaşların istemiyle daima uzlaşmaktadır. Açıkça, bu meşrulaştırım biçimi istemin özerkliği aracılı ğıyla118 bütünüyle farklı bir dil oyununa, Kant'ın emperatif olarak adlandırdığı ve bugün buyurucu olarak bildiğimiz şeye öncelik vermektedir. Önemli olan, "yeryüzü güneş etrafında bir yörünge izlemektedir" gibi bir hakikate ilişkin düzanlam sal ifadeleri meşrulaştırmak değildir ya da sadece bu değildir;
118. İlkesi hiç olmazsa aşkın etik konularında Kantçıdır, bkz. Kritik der Reinen Vernuft. Siyaset ve empirik etiğe gelindiğinde, Kant daha basiretli dir. Hiç kimse kendisini aşkın normatif özneyle özdeşleştiremeyeceğinden, teorik olarak varolan otoriteyle uzlaşmak daha uygundur. Bkz. "Antwort an der Frage: 'Was ist "Aufklarung?" (1784) .
ancak önemli olan daha da ileri giderek "en düşük ücret şu dü zeyde tutulmalıdır" ya da "kürtaj yasaklanmalıdır" gibi adalete ilişkin ifadeleri meşrulaştırmaktır. Bu bağlamda pozitif bilgi nin oynayabileceği tek rol, pratik özneyi içerisinde buyurma nın yerine getirilişinin kaydedildiği gerçeklik hakkında enforme etmektir. Özneye yerine getirilebilir ya da yapılması mümkün olanı belirlemeye izin vermektedir. Ancak ne ya pılması gerektiği pozitif bilginin saltgörüş alanı içerisinde de ğildir. Herhangi bir şeyi deruhte etmek mümkün de olabile cektir adilane de. Bilgi artık özne değil, öznenin hizmetinde dir. Bilginin yegane meşruluğu, korkunç olmakla birlikte ah lakın gerçeklik olmasına izin vermesi olgusu dolayısıyladır. Bu da bilginin topluma ve Devlete, ilke olarak araçların amaca ilişkisi anlamına gelen ilişkisini başlatmaktadır. Ancak bilim adamları eğer Devletin siyasetinin, bir başka deyişle devletin bütün buyruklarının doğru olduğunu hükmüne va rırlarsa, işbirliği yapmalıdırlar. Eğer kendilerinin de üyesi bu lundukları sivil toplumun Devlet tarafından kötü bir şekilde temsil edildiğini hissederlerse, Devletin buyruklarını redde debilirler. Bu meşrulaştırma biçimi bilim adamlarına, adaletsiz olarak, bir başka deyişle gerçek bir özerklikte temellenmemiş olarak pratik insan özneleri olarak politik güce verdikleri des teği geri çekmelerini sağlayacak bir güç vermektedir. Hatta bi lim adamları gerçekte böyle bir özerkliğin toplumda gerçek leşmediğini göstermek üzere uzmanlıklarını kullanma yoluna bile gidebilirler. Bu da bilginin eleştirel işlevini oluşturmakta dır. Ancak bilginin pratik özne ya da özerk kollektiflik tara fından öngörülen amaçlara hizmet etme dışında nihai bir meş ruluğu olmaması olgusu bakidir.119 119. Bkz. Kant, "Antwort”; Jürgen Habermas, Strukturwandel der Öffent lichkeit (Frankfurt, Lueterhand, 1962). Öffentlichkeit ("kamuyu özel bir ta raf yapmak" anlamında "kamusallık" ya da "kamu" veya "kamusal tar tışma") 1960'ların sonunda bir çok bilim adamı grubunun eylemlerini yön-
82
Meşrulaştırım girişimindeki bu rollerin dağılımı bizim ba kış açımızdan ilginç olmaktadır, çünkü, sistem-özne teorisine karşıt olarak dil oyunlarının herhangi bir metaanlatıda bütün leştirilebilmesi ya da birleştirilebilmesinin imkanının olmadı ğını varsaymaktadır. Bütünüyle tersi: burada pratik özne tara fından ifadelendirilen buyurucu önermelere uyarlanan ön celik; dil oyunlarını ilke olarak, kalıcı tek işlevi bu özneye en formasyon arzetmek olan bilim önermelerinden bağımsız kıl maktadır. İki nokta daha: 1. Marksizmin anlatısal meşrulaştırılmasının (ki bunları za ten tasvir etmiştim) bu iki model arasında dalgalandığını gös termek kolay olacaktır. Parti üniversitenin, proletarya halkın ya da insanlığın, diyalektik materyalizm spekülatif materya lizmin yerini almaktadır. Stalinizm bilimlerde kurduğu özgül ilişkilerle bir sonuç alabilir. Stalinizmde bilimler, ruhun haya tına eşit olan sosyalizme doğru yürüyüşün metaanlatısından kaynaklanan takrirler olarak vardırlar yalnızca. Ancak diğer taraftan Marksizm, ikinci boyuta uygunluk içinde, sosyalizmin özerk öznenin inşa edilmesinden başka bir şey olmadığını ve bilimlerin yegane haklılaştırımının ampirik özneye (proletarya) yabancılaşma ve baskıdan kendisini kurtaracak araçları Verdiğinde sözkonusu olabileceğini açıklayarak bir eleştirel bilgi formunda gelişmektedir. Bu da kısaca Frankfurt Okulu'nun tezidir. 2. Heidegger’in 27 Mayıs 1933'de Freiburg Üniversitesi rektörü olması dolayısıyla yaptığı konuşma120 meşrulaştırma tarihinde kadersiz bir kıssa olarak okunabilir. Burada speküla-
lendiren bir ilkedir. Bu gruplar, "Survivre" (Fransa), "Sosyal ve Politik Ey lem için Bilim Adamları ve Mühendisler" (ABD) ve "İngiliz Biliminin Top lumsal Sorumluluğu Topluluğu". 120. Bu metnin Fransızca tercümesi, Phi, Annalès de l'université de ToulouseLe Mirail (Toulouse, 1979)'de bulunabilir.
tif bilim varlık sorununu sorgulama olmuştur. Bu sorgulama, "tarihsel-ruhsal bir varlık olarak" konulan Alman halkının "kaderidir". Bu özneye emek, savunma ve bilgi gibi üç hizmet borçtur. Üniversite bu üç hizmetin yani bilimin metabilgisini garanti etmektedir. Burada idealizmde olduğu gibi, meşrulaş tırım ontolojik hak iddialarıyla bilim olarak adlandırılan bir metasöylem aracılığı sayesinde kazanılmaktadır. Ancak yine burada metasöylem sorgulayıcıdır, bütünleştirci değil. Bu metasöylemin evi Üniversitedir. Bilgisini, "tarihî misyonuna", bu metasöylemi çalışma, mücadele etme ve bilme yoluyla verimli kılmak olan halka borçludur. Bu halk-özneyi çağırmak insan lığı özgürleştirmek değil, "kan ve toprağın güçleri içerisinde bulunacak en köklü koruma gücü" olan "gerçek dünya ru hunu" gerçekleştirmektir. Bilgiyi meşrulaştırmanın yolu olarak ırk ve çalışma anlatısının bu birbirine geçişi ve bu geçişin ku rumları çifte talihsizliktir; teorik olarak tutarsız ve politika ala nında yeteri kadar korkunç yankılar bulmuş bir aldanıştır.
XI
10. MEŞRULUK GİDERİMİ
Çağdaş toplum ve kültürde -postendüstriyel toplum, postmo dern kültür-121 bilginin meşrulaştırılması sorunu çeşitli biçim lerde formüle edilmektedir. Hangi birleştirme türünü kullan dığına ve spekülatif ya da bir özgürleşim anlatısı olup olmadı ğına bakılmaksızın, büyük anlatı güvenilirliğini kaybetmiştir. Anlatının çöküşü, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri teknoloji ve tekniklerin tomurcuklanmasının eylemin amaçlarından araçlarına bir vurgu değişikliği yapan bir etkisi olarak görüle bilir; aynı zamanda 1930-60 döneminde Keynesciliğin koru ması altındaki gerileyişinden sonra ileri liberal kapitalizmin kaynak değiştirmesinin bir etkisi olarak da. Bu yenileme ko-
121. 1. nota bakınız. Postmodernizmin belirli bilimsel boyutları Ihab Has san tarafından keşfedilmiştir: "Culture, Intereminacy, and Immanence: Margins of the (Postmodern) Age", Humanities in Societv I (1978): 51:85.
85
münist seçeneği ortadan kaldırarak mal ve hizmetlerden bi reysel hoşlanımı kıymetlendirdi. Bu biçimde nedenleri aradığımız her zaman hayal kırıklı ğına uğrayabiliriz. Bu hipotezlerden birini veya diğerini uyar ladığımızda, önceden zikredilen eğilimler arasındaki karşılıklı ilişkiyi, spekülasyon ve özgürleşim gibi kökel anlatıların bir leştirici ve meşrulaştırıcı gücünü ayrıntılandırmak zorunda ka lacağız. Doğal olarak hem kapitalist yenileme ve gönenç hem de teknolojinin bozucu dalgalanması bilginin konumu üzerinde bir etkiye sahip olacaktı. Ancak çağdaş bilimin, bu etkilere, bunlar varolmadan çok önce, nasıl müsait olabildiğini anlamak için, ilkin ondokuzuncu yüzyılın büyük anlatılarında içkin olan nihilizm ve "meşruluk giderimi"nin (deligitimation) kök lerini bulmalıyız.122 Herşeyden önce spekülatif aygıt bilgiyle belirsiz bir ilişki barındırmaktadır; bilginin bu adı, kendi önermelerini, bunları meşrulaştıran ikincil-düzeyde kaydederek kendisini ikiye kat ladığı ("yukarıya kaldırdığı", nebt sich auf: tasfiye ettiği) dere cede hak ettiğini göstermektedir. Bu da bilginin dolayımsızlığında, belirli bir gönderilene (yaşayan bir organizma, kimya sal bir özellik, fiziksel bir olay vb.) dayanan düzanlamsal söy lemin gerçekte bildiğini sandığı şeyi bilmez, demektir. Pozitif bilim bir bilgi biçimi değildir ve spekülatif düşünce onun aşılmasıyla beslenir. Böylece Hegelci spekülatif anlatı, kabul ettiği gibi, pozitif öğrenmeye karşı belirli bir şüphecilik taşı maktadır.123
122. Claus Muller; "meşruluğun giderilmesi (delegetimation) süreci" ifade sini kullanmaktadır: Politics of Communication (New York, Oxford Uni versity Press, 1973), s. 164. 123. "Kuşku yolu... ümitsizlik yolu... şüphecilik", diye yazar, Pheneomologie des Geistes'in önsözünde; amaç doğal bilgi üzerindeki spekülatif itki nin tesirini betimlemektedir.
86
Kendisini meşrulaştırmamış bir bilim gerçek bir bilim de ğildir. Eğer bir söylem meşrulaştırmakla yükümlü sayılıyorsa, bilim öncesi bir bilgi biçimine ait gözükmekte, "avami" anlatı lar gibi, bir ideoloji ya da güç aracı derecesine yani en aşağı dereceye yerleştirilmektedir. Eğer söylemin ampirik olarak kı nadığı bilim oyununun kuralları, bilimin kendisine uygulanı yorsa, bu daima olacaktır. Şu spekülatif önermeyi örnek olarak alalım: "Bir bilimsel önerme eğer sadece evrensel bir üretim sürecinde yerini alabi liyorsa bilgidir". Sorun şu: Bu önerme kendisinin tanımladığı biçimiyle bir bilgi midir? Eğer sadece evrensel bir üretim süre cinde yerini alabiliyorsa, ki alabiliyor, bu durumda yapacağı tek şey, böyle bir sürecin varolduğunu (ruhun hayatı) ve ken disinin bu sürecin bir ifadesi olduğunu varsaymaktır. Bu var sayım gerçekte spekülatif dil oyunundan ayrılamaz; onsuz, meşrulaştırmanın dili, meşru olmayacaktır. Bilimi, eğer ide alizmin kelimesini kullanacak olursak, bir pike içerisinde an lamsızlığa götürecektir. Ancak bu varsayım bizi postmodern kültür istikametine götüren bütünüyle farklı bir anlamda anlaşılabilir. Daha önce den uyarladığımız perspektifi koruyarak bu varsayımın, spe külatif bir oyun oynamak için uyulması gereken kurallar kü mesini tanımladığını söyleyebilirdik.124 Böylesi bir karşılık il kin bizim "pozitif" genel bilgi kipini bilimlerin temsil ettiğini, sonra da, bu dili her zaman açık kılması gereken belirli biçim sel ve koyutsal (axiomatic) varsayımları imâ etmek üzere anla dığımızı kabul ettiğimizi göstermektedir. Bu da farklı bir ter minolojiyle olmakla birlikte bütünüyle Nietzsche'nin yaptığıdır —"Avrupa nihilizminin" kendisine karşı çevrilen 124. Bu değerlendirmeye engel olmak korkusuyla, bu kurallar grubunun açıklanmasını ilgili sonraki bir çalışmaya kadar ertelemiştim. (Bkz. "Analyzing Speculative Discourse as Language-Game", The Oxford Literary Review 4. no. 3 (1981): 59-67.
87
bilimin hakikat gereksemesinden sonuçlandığını gösterdiği zaman.125 Burada hiç değilse bu bakımdan dil oyunları düşüncesin den fazla uzak olmayan bir bakış açısı ortaya çıkmaktadır. Bu rada sözkonusu olan, meşrulaştırımın kendisi tarafından hare kete geçirilen, meşrulaştırmanın giderilmesi talebidir. Ondo kuzuncu yüzyıldan beri göstergeleri biriken bilimsel bilginin "krizi", bilimlerin verimli kılınması şansından doğmuş olma yıp, teknolojinin ilerlemesi ve kapitalizmin yayılmasının bir sonucu niteliğini taşımaktadır. Dahası, bilgi meşruluğu ilkesi nin içsel bir çöküşünü temsil etmektedir. Spekülatif oyunun içerisindeki çalışmada bir erozyon vardır. Her bilimin kendi yerini bulduğu ansiklopedik ağ dalgasını kaybederek, bunları tedrici olarak serbest bırakmaktadır. Çeşitli bilim dalları arasındaki klasik ayırdedici çizgiler böylece sorgulanmaktadır; disiplinler ortadan kalkmakta, bi limler arasındaki sınırlarda karışmalar oluşmakta ve bu geliş melerden yeni bölgeler doğmaktadır. Öğrenmenin spekülatif hiyerarşisi bir içkin ve eskiden olduğu gibi araştırma alanla rının yavan şebekesini, sürekli bir değişim içerisinde olan mü tekabil sınırları ortaya çıkarmaktadır. Eski "fakülteler" her tür den kuruluş ve kurumlara dönüşmekte ve üniversiteler spekü latif meşrulaştırma işlevini kaybetmekte, spekülatif anlatı tara fından nefesi kısılan araştırmanın sorumluluğundan kurtul duklarında, kendilerini yerleşik bilgi olarak değerlendirilen şeylerin aktarımıyla sınırlandırmakta, didaktik aracılığıyla araştırmacıların üretiminden çok öğretmenlerin tekrar yetişti-
125. Nietzsche, "Der Europäische Nihilismus" (MS.N VII 3); "der Nihilism, ein normaler zustand" (MS. N W II 3); "Kritik der Nihilism" (MS. W VII 3); "zum plane" (MS. N V II I) in NietzschesWerke Kritsche Gesamtausgabe, vol. 7, pts. 1 ve 2 (1887-89) (Berlin, De Gruyter, 1970). Bu metinler bir yorumlamanın nesnesi olmuşlardır; bkz. K. Ryjik, Nietzsche, le manuscrit de Lenzer Heide (çoğaltma, Üniversite de Paris VIII-Vincennes).
88
rilmesini garanti etmektedirler. Bu Nietzsche'nin içinde bulun duğu ve lanetlediği bir durumdur.126 Diğer meşrulaştırma sürecine içkin olan çöküşün gizilgücü, Aufklärung'dan (Aydınlanma) kaynaklanan özgürleşim aygıtı spekülatif söylem içerisindeki bir çalışmadan daha az yoğun değildir, ama farklı bir boyuta dokunmaktadır. Ayırdedici özelliği, bilim ve hakikatin meşrulaştırılmasını, ahlaki, top lumsal ve politik praksisde içerilen muhatapların özerkliğinde temellendirmesidir. Gördüğümüz gibi, bu meşrulaştırma bi çimiyle ilgili dolaysız sorunlar vardır: pratik değerli buyurucu bir önerme ile bilişsel değerli düzanlamsal bir önerme arasın daki fark bir liyakat, dolayısıyla ehliyet farkıdır. Eğer gerçek bir durumu betimleyen önerme doğruysa, onun üzerinde te mellenmiş bir buyurucu önermenin (gerçekliği zorunlu olarak düzenlemenin bir etkisi) uygun olmasını gerektirecek bir şey yoktur. Örnek olarak kapalı bir kapıyı alınız. "Kapı kapalıdır" ve "kapıyı aç" arasında, tasarımsal mantıkta tanımlandığı gibi bir ardıllık ilişkisi yoktur. İki önerme farklı türden liyakat ve ehliyet alanını tanımlayan iki özerk kurallar kümesine aittir. Burada aklı bir taraftan bilişsel ya da teorik, diğer taraftan pra tik akıl olarak bölmenin etkisi bilim söyleminin meşruluğuna saldırıda bulunmaktadır. Doğrudan değil ancak dolaylı olarak, dil oyununun kendi kurallarıyla (Kant'ta bilginin a priori ko şullarını veren bir ilk bakış) var-olduğu ve praxis oyununu denetleyecek özel bir çağrıda bulunmadığını (bu sebepten es tetik oyunu için de) göstererek. Böylece bilim oyunu diğerle riyle bir dengeye sokulmaktadır. Eğer bu "meşruluk giderimi" en küçük zerresinde araştırı lır ve alanı (Wittgenstein, Martin Buber ve Emmanuel Levinas-
126. "On the future of our educational institutions", in Complete Works (not 35), vol. 3.
89
'ın kendi yollarında yaptığı gibi127) genişletilirse postmodernliğin varolan önemli bir görünümü için yol açılmış olur: bilim kendi oyununu oynar, diğer dil oyunlarını meşrulaştırmaya muktedir değildir. Örneğin buyurma oyunu onu kaçırır. Herşeyin ötesinde, spekülasyonun varsaydığı gibi, kendisini meş rulaştırmaya muktedir değildir. Toplumsal özne dil oyunlarının bu yayılmasında kendisini çözüyor gözükmektedir. Toplumsal bağ dilbilimseldir, ancak basit bir iplikle dokunmamıştır. En azından farklı kurallara itaat eden iki (gerçeklikte sonsuz sayıdaki) dil oyununun bölümlenmesiyle biçimlenen bir kumaştır. Wittgenstein şöyle der: "Bizim dilimiz eski bir şehir olarak görülebilir: küçük so kak ve meydanların, eski ve yeni evlerin ve çeşitli zaman larda muhtelif ilavelerle inşa edilen evlerin bir labirenti. Bu labirent birbiçimli evler ve doğru ve düzenli caddelere sahip yeni bir kasabalar çokluğuyla kuşatılmış durumdadır".128 Bir bütünlük ilkesinin -ya da bir bilgi metasöyleminin otoritesi al tındaki bileşimin- uygulanamaz olması dolayısıyla, dil "şeh rini" eski döngüsel kıyas paradoksuna, "bir şehir, şehir olmaya başlamadan önce kaç tane ev veya sokak almaktadır?" sorusunu sorarak bağlı kılmaktadır.129 Eski şehre varoşlar katarak, eski dil oyunlarına yeni dil oyunları eklenmektedir: "kimya sembolizmi ve sonsuz küçük lükler terkibi".130 Otuzbeş yıl sonra listeye, makina dilleri, oyun teorisi matrisleri, müziksel terkibin yeni sistemleri, man tığın düzanlamsal olmayan formlarının terkib sistemleri (modal mantık, deontik mantık, temporal mantık), genetik
127. Martin Buber, lch und Du (Berlin, Schocken Verlag, 1922) ve Dialogisches Leben (Zürich, Müller, 1947); Emmanuel Lèvinas, Totalité et Infi nité (La Haye, Nijhoff, 1961). 128. Philosophical investigations, s. 8. 129. Ibid. 130. Ibid.
90
kodların dili ve fonolojik yapıların grafiklerini de ekleyebili riz. Bu tomurcuklanmanın kötümser bir izlenimini de verebili riz: Bu dillerin hepsini konuşan bir kimse yoktur, evrensel bir metadile sahip değillerdir; sistem-özne tasarımı bir başarısız lıktır; özgürleşme hedefinin bilimle alıp vereceği hiç bir şey yoktur; hepimiz öğrenimin bu veya şu disiplinindeki poziti vizme batmış durumdayız; gerçek alimler bilim adamlarına dönüşmüşlerdir; araştırmanın küçültülen görevleri birbirlerin den ayrılmışlardır ve bunların hepsine birden hükmedilemez.131 Spekülatif ya da hümanistik felsefe, bu türden işlevle rini yerine getirmekte ısrar ettiği her yerde felsefenin neden böylesi bir bunalımla karşılaştığını açıklayan meşrulaştırım görevlerinden ayrılmaya zorlanmış132 ve mantık sistemleri in celemesi ya da düşünceler tarihi gibi felsefenin bunlara teslim olmasını gerektirecek kadar gerçekçi olduğu özelliklere indir genmiştir.133
131. Örnek olarak bkz. "La taylorisation de le recherce", in (Auoto) critique de la science ss. 291-3. Özellikle D.J. de Solla Price, Little Science, Big Science (New York, Columbia University Press, 1963). Düşük verimli ça lışmalar, yüksek verimli çalışmaların karesi kadar bir büyümeye sahiptir, böylece yüksek verimli araştırmalar gerçek olarak sadece her yirmi yılda bir çoğalmaktadır. Price toplumsal bir birim olarak düşünülen bilimin "demokratik olmadığı" ve "kendine güvenen bilim adamının", "en küçük birimin yüzlerce yıl ilerisinde olduğu" sonucuna varır (s. 56-69). 132. Bkz.J.T. Desanti, "Sur le rapport traditionnel des sciences et de la phi losophie", in La Philosophie silencieuse, ou critique des philosophies de la science (Paris, Seuil, 1975). 133. Bu bakımdan beşeri bilimlerden birisi olarak akademik felsefenin ye niden sınıflandırılması, mesleki ilgilerden uzakta bir anlam taşımaktadır. Meşrulaştırma olarak felsefenin ortadan kalkmaya yüz tuttuğunu sanmıyo rum ancak bu görevi ifa edememesi söz konusudur, hiç olmazsa üniversi teyle kurduğu bağları gözden geçirmeksizin ilerletmesi mümkün değildir. Bu konu üzerinde bkz. Projet d'un institut polytechnique de la philosophie (çoğaltma, Department de philosophié, Uniiversite de Paris VIII, Vincen nes, 1979).
Yüzyılın dönümünde Viyana bu kötümserlikten beslen mişti, sadece Musil, Kraus, Hofmannsthal, Loos, Schönberg ve Broch gibi sanatçılar değil, aynı zamanda Mach ve Wittgens tein gibi filozoflor da dahil olmak üzere.134 Olabildiği kada rıyla meşruluk giderimindeki teorik ve sanatsal sorumluluğun bilincini taşımışlardı. Bugün artık ağlama sürecinin tamamlan dığını söyleyebiliriz. Tekrar başlamaya da ihtiyaç yoktur. Wittgenstein'in gücü, Viyana Çevresi135 tarafından geliştiril mekte olan pozitivizmi seçmemesinden kaynaklanıyordu; an cak bu güç bir meşrulaştırma türü olarak dil oyunlarını ince lemesinde özetlenilmişti ve işlersellik üzerine de temellendi rilmiş değildi. Bu da postmodern dünyanın ne olduğudur. Bir çok insan kayıp anlatı için nostaljilerini yitirmiştir. Bir biçimde barbarlığa indirgendikleri söylenemez. Onları koruyan, meş rulaştırmanın yalnızca bunların dilbilimsel pratik ve iletişimsel etkileşimden kaynaklanabileceği bilgileridir. Diğer her inançta "kendi sakalına gülümseyen" bilim, bunlara gerçekliğin keskin sertliğini öğretmiştir.136
134. Bkz. Allan Janik and Stephan Toulmin, Wittenstein's Vienna (New York, Simon and Schuster, 1973) ve J. Piel, ed., ''Vienne début d'un siècle", Critique, 339-40 (1975). 135. Bkz. Jürgen Habermas, "Dogmatismus, Vernunft unt Entscheidung-Zu Theorie und praxis der Werwis wissenschaftlichen Zivilisation" (1963), in Theorie und Praxis. 136. "Bilim kendi sakalına gülümsüyor" Musil'in Niteliksiz Adam romanı nın 72. bölümünün başlığıdır. Zikreden ve tartışan, J. Bouveresse, "La Problémetique du sujet" (not 54).
11. ARAŞTIRMA VE İŞLERSELLİK MEŞRULAŞTIRMASI
Şimdi araştırma pratiğini incelemekle başlayıp, bilim konu suna dönelim. Bilim kendi esas mekanizmalarında halihazırda iki önemli değişime uğramaktadır: tartışma yöntemlerinde bir çoğalma ve kanıtlama sürecinde artan bir komplekslik düzeyi. Aristotales, Descartes ve John Stuart Mili diğerleri arasında, düzanlamsal bir ifadenin, alıcısının onayını nasıl alabildiğini yöneten kuralları ortaya koymaya girişmişlerdi.137 Bilimsel araştırma bu yöntemlerle büyük bir birim oluşturmaz. Daha önceden de söylenildiği gibi, bilimsel araştırma klasik akla meydan okuyor gözüken düzanlamsal özellikler metodunu kullanabilir ve kullanmaktadır da. Bachelard bunların bir lis tesini yapmıştı ve liste zaten eksiktir.138 137. Aristotle, Analytics, Descartes, Regulae ad directioneın ingenii (1941) ve Principles de la philosophie (1644) ve John Stuart Mill, System of Logic (1843). 138. Gaston Bachelard, Le Rationalisme appliqué (Paris, PUF, 1949); Mic-
93
Bununla birlikte bu diller tesadüfen işgörmezler. Kullanı lışları bizim pragmatik olarak adlandırdığımız bir şarta bağlı dır. Her biri kendi kurallarını ve alıcısının bunları kabul et mesi isteğini formüle etmelidir. Bu şartı yerine getirmek için, önerilen dilde kullanılacak sembollerin bir tanımını içeren bir aksiyomatik, tarif edilmektedir. Bu, kabul edilebilmek için (iyi-biçimlenmiş ifade şekilleri) dilde alması gereken açıklama formlarının bir betimi ve kabul edilmiş açıklamalarda (dar an lamda aksiyomlar) işlerlik kazanan işlemlerin bir sıralanmasını içermektedir.139 Ancak bir aksiyomatiğin ne içermesi gerektiğini ya da ger çekte ne içerdiğini nasıl bilebiliriz? Yukarıda sıralanan şartlar biçimsel şartlardır. Verili bir dilin bir aksiyomatiğin biçimsel şartlarını yerine getirip getirmediğini belirleyecek bir metadil olmak zorundadır, bu metadil mantıktır. Bu noktada kısa bir aydınlatma zorunludur. İşe bir aksi yomatik kurarak başlayıp, sonra kabul edilebilir önermeler olarak tanımlanmış önermeleri üretmek için kullanan birisiyle, olguları koymakla başlayıp, sonra önermelerini oluştururken kullandığı dilin aksiyomatiğini keşfetmeye uğraşan bir bilim adamı arasındaki seçenek mantıksal değil, sadece ampirik bir seçenektir. Kesinlikle araştırmacı ve de felsefeci için büyük bir öneme sahiptir ancak her durumda önermelerin geçerli kılın ması sorunu aynı kalmaktadır.140 Şu soru meşrulaştırma sorunuyla çok ilgilidir: mantıkçı hangi ölçütlerle bir aksiyomatik için gerekli özellikleri tanım-
hel Serres, "La Réforme et lessept péchés", L'Arc 42, 1970. 139. David Hilbert, Grundlagen der Geometrie (1899) (İngb terc., Foundati ons of Geometry, La Salle, Open Court, 1971). Nicolas Bourbaki, L'archi tecture des mathématiques", in Dionnais, éd., Les Grands Courants de la pensée mathématique (Paris, PUF, 1955; Ing. terc. Axiomatics, New York, Free Press of Glencoe, 1962). 140. Btz. Blanche, L'Axiomatique.5. bölüm.
94
lamaktadır? Bilimsel diller için bir model var mıdır? Eğer öy leyse, sadece bir tane midir? Formel bir sistemin sentaksı için genel olarak gereken özellikler,141 tutarlılık (sözgelimi olumsuzlamaya ilişkin olarak tutarsız olan bir sistem bir önermeyi ve de karşıtını kabul edecektir), sentaktik tamamlanmışlık (eğer bir aksiyom eklenirse, sistem tutarlılığını kaybedecektir), karar verilebilirlik (verili bir varsayımın bir sisteme ait olup olmadığına karar vermek için etkili bir işlem olmalıdır) ve bir diğerine ilişkin olarak aksiyomların bağımsızlığıdır. Gödel böylelikle sistem içerisinde ne reddedilebilen ne de gösterilebilen bir varsayımın aritmetik sistemdeki varlığını etkili bir biçimde kurmuştu. Bu da aritmetik sistemin tamlık şartını yerine getirmeyi başaramadığını kanıtlar.142 Bu durumu genellemek mümkün olduğundan, bütün for mel sistemlerin içsel sınırlamaları bulunduğu kabul edilmeli dir.143 Bu mantığa da uygulanabilir. Mantığın yapay (aksiyomatik) bir dili betimlemek üzere kullandığı metadil "doğal" ya da "gündelik" dildir. Bu dil diğer bütün diller ken disine çevrilebileceğinden evrenseldir, ancak olumsuzlamaya ilişkin olarak tutarlı değildir -paradoksların oluşmasına izin vermektedir çünkü.144 Bu da bilginin meşrulaştırılması sorununun yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Düzanlamsal bir önerme-
141. Burada Robert Martin'i izliyorum. Logique contemperaine et formali sation (Paris, PUF, 1964), ss.33-41 ve 122 vd. 142. Kurt Gödel, "Über formal unentscheidbare Satze der Principia Mathemetica und vewandter Systeme", Monatshefte für Mathematik undPhysik 38 (1931). 143. Jean Ladrière, Les Limitations internes des formalismes (Louvain, E. Nauwelaerts, 1957). 144. Alfred Tarski, Logic, Semantics, Metamathematics (Oxford, Clarendon Press, 1956): J.P. Desclès ët Z. Guentcheva-Descles, "Metalangue, métalangage, métalingiustique", Documentsde travail 60-61 (Universita di Urbino, Ocak-Subat, 1977).
nin doğruluğu açıklandığında, içerisinde karar verilebilir ve gösterilebilir bir ön-varsayımın varolduğu aksiyomatik sistem, zaten ifade edilmiş olmakta, yani muhataplara bilinir kılın makta ve onun biçimsel olarak mümkün olduğunca tatmin edici olduğu kabul edilmektedir. Bourbaki grubu matematiği nin geliştiği ruh budur.145 Ancak benzeri gözlemler diğer bi limler için de yapılabilir. Bu bilimler işlevselleşme kuralları gösterilemeyen ancak uzmanlar arasında bir uzlaşımın nesnesi olan bir dile borçludurlar. Bu kurallar, hiç olmazsa bazıları, bir istektir. İstek bir buyurma tarzıdır. Kabul edilecek bilimsel bir önerme için gerekli tartışma böylelikle, izin verilebilir tartışma araçlarını tanımlayan kural ların "ilk" kabul edilişine bağlanmaktadır. Gerçekte bu ilk ka bul, tekrarlanış ilkesi tarafından düzenli olarak yemlenmekte dir. Bilimsel bilginin iki kaydadeğer özelliği buradan kaynak lanmaktadır: araçlarının esnekliği yani dillerinin çoğulluğu ve pragmatik bir oyun olarak karakteri -kendinde eşler arasında çizilen bir anlaşmaya bağımlı kılınan "hareketlerin" (yeni önermeler) kabul edilebilirliği. Bir başka sonuç bilgide iki farklı tür "ilerlemenin" olmasıdır: birisi yerleşik kurallar içeri sinde yeni bir harekete (yeni bir iddia) karşılık gelmektedir, diğeriyse yeni kuralların keşfine, başka bir deyişle yeni bir oyun değişikliğine.146 Açıkçası, akıl düşüncesindeki büyük bir değişim bu yeni düzenlemeye eşlik etmektedir. Evrensel metadil ilkesinin yeri, düzanlamsal önermelerin hakikatini ortaya koymaya yeterli formel ve aksiyomatik sistemlerin çoğulluğu ilkesi tarafından
145. Les Eléments des mathématiques (Paris, Hermann, 1940). Bu çalışma nın kopuşunun ayırdedici noktaları Öklidyen geometrinin belirli "koyutlarını" göstermeye yönelik ilk girişimlerde bulunmaktadır. Bkz. Leon Brunschvicg, Les Etapes de la philosophie mathématique (Paris, PUF, 1947). 146. Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Révolutions (not 94).
96
değiştirilmektedir. Bu sistemler evrensel ancak tutarlı olmayan bir metadil tarafından tasvir edilmektedir. Klasik ve modern bilimde paradoks hatta paralojizm olarak varolan, bu sistemle rin bazılarında, yeni bir inandırma gücü elde edebilir ve böy lelikle uzmanlar topluluğunun onayını kazanabilir.147 Burada izlediğim dil oyunu metodu, bu düşünce oluşumunda geçerli bir yer iddiasında bulunabilir. Araştırmanın diğer temel boyutu, kanıt üretimi, bizi bütü nüyle farklı başka bir yöne götürmektedir. Bu da ilkede, yeni bir önerme için onay kazanmak için tasarlanmış tartışma süre cinin bir parçasıdır, sözgelimi hukuksal retorik olayında bir sergilemeyi sunma ya da tanıklık etme gibi.148 Ancak burada özgül bir sorun daha var: Gönderilen ("gerçeklik") bilim adamları arasındaki tartışmada kaydedilen ve ayakta kalmaya çağrılan bir gönderilendir. Biraz önce kanıt soruşturmasının, delillerin kanıtlamaya ih tiyaç duyması yüzünden sorunsal olduğuna işaret etmiştim. Kanıtın nasıl elde edildiğinin betimlenmesiyle işe başlanabilir, ama bu durumda diğer bilim adamları aynı süreci tekrarlaya rak sonucu kontrol edebilirler. Ancak olgu hâlâ kanıtlanmış olmak için gözlenilmek zorundadır. Bilimsel bir gözlemi ne oluşturmaktadır? Kulak, göz ya da bir duyu organı tarafından kaydedilen bir olgu mu? Oysa duyumlar aldatıcıdır, bunların derecesi ve ayırdetme güçleri sınırlıdır.149 Burada teknoloji devreye girmektedir. Teknolojik araçlar insan organları için sentetik yardımcılar ya da işlevleri veri 147. Mantıksal-Matematiksel paradoksların bir sınıflandırılışı şurada bu lunabilir; F.P. Ramsey The Foundations of Mathematics and Other Logical Essays (New York ,Harcourt and Brace, 1931). 148. Bkz. Aristotle, Rhetoric, 2.1393a vd. 149. Sorun bir tanıklık ve de tarihsel kaynak sorunudur. Olgu söylentiden mi bilinmektedir yoksa de visu (görme) kanalıyla mı? Ayrım, Herodotus ta rafından yapılmıştır. Bkz. F. Hartog, "Herodote rapsode et arpenteur". Herodote 9 (1977): 55. 65.
97
elde etmek ve zemin oluşturmak olan fizyolojik sistemler ola rak ortaya çıkmıştır150. En uygun işlerlik ilkesini izlemekte dirler; çıktıyı en çoğa çıkartmak (kazanılan enformasyon ve düzenlemeler) ve girdiyi en aza indirmek (süreçte harcanılan enerji)151. Teknoloji doğru, adil, güzel vb.'ne değil yeterliğe ilişkin bir oyundur. Teknik bir "hareket" daha iyisini yaptı ğında ve/veya bir başkasından daha az enerji harcandığında "iyidir". Teknik ehliyetin bu tanımı geç bir gelişmedir. Uzun bir zaman önce yenilikler tesadüfen gelmekteydi, araştırma şansı nın ürünleri ya da araştırma, bilgiden çok zenaatlarla (technai) ilgili olurdu. Klasik dönemdeki Grekler, sözgelimi, bilgi ve teknoloji arasında yakın bir ilişki kurmamışlardı.152 Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda, "perspektörlerin" çalışmaları hâlâ bir merak ve sanatsal yenilik153 konusuydu ve bu durum onseki zinci yüzyılın sonuna kadar sürdü.154 Bugün bile, teknik ye niliğin bazı zamanlar bricolage'a (küçük alet yapım meşguliyet leri) ait "yaban" etkinlikleri, hâlâ bilimsel tartışmanın buyruk larının dışında devam etmektedir. Bununla birlikte, bilimsel bilginin pragmatiği geleneksel bilginin ya da ilham üzerine temellenmiş bilginin yerini al dıkça kanıta duyulan ihtiyaç çoğalarak güçlenmektedir. Metod Üzerine Risale'nin sonunda Descartes zaten laboratuar serma150. A. Gehlen, "Die Technik in der Sichtweise der Anthropologie", An tropologische Forschung (Hamburg, Rowohlt, 1961). 151. Andre Leroi-Gourhan, Milieu et Techniques (Paris, Albin-Michel, 1945) Le GEste et la parole, I, Technique et langage (Paris, Albin-Michel, 1964). 152. Jean Pierre Vernant, Mythe et pensée chez les Grecs (Paris, Maspero, 1965) özellikle bölüm 4. "Le Travail et le pensée technique". 153. Jurgis Baltrusaitis, Anamorphoses, ou magie artificielle des effects merveilleux (Paris, O. Perrin, 1969). 154. Lewis Mumford, Technics and Civilization (New York, Harcourt and Brace, 1963); Bertrand Gille, Historie des Techniques (Paris, Galimard; Pleiade, 1978).
98
yesi peşindeydi. Burada yeni bir sorun gözükmektedir: Kanıt üretme amacıyla insan bedeninin işlerliğini optimal kılan araç lar ilave harcamalar gerektirmektedir.155 Para yoksa, kanıt da yoktur; önermeleri doğrulayacak araçlar ve hakikat de. Bilim sel dil oyunları zenginin oyunları olmuştur. Kim ki en zengin dir, haklı olmanın en iyi şansına sahiptir. Böylelikle zenginlik, yeterlilik ve hakikat arasındaki denklem kurulmaktadır. Onsekizinci yüzyılın sonunda ilk endüstriyel devrimle bir likte gerçekleşen, bu denklemin karşılığının keşfedilmesidir: zenginlik olmaksızın teknoloji yoktur, ancak teknoloji olmadan da zenginlik varolamaz. Yatırım için teknik bir aygıt gerek mektedir fakat uygulanacağı görevin yeterliliğini optimal kıl dığından, bu aygıt geliştirilmiş işlerlikten türeyen artı-değeri de optimalleştirmektedir. Artı-değer için ihtiyaç duyulan tek şey gerçekleştirilmesidir; yani yerine getirilen görevin ürünü nün satılması. Sistem şöyle konulabilir: satışın bir parçası, daha ileri derecede işlerlik geliştirilişine ayrılan araştırma fonu içerisine geri çevrilmektedir. Bu noktada, bilim bir üretim gücü, bir başka deyişle sermayenin dolaşımında bir uğrak olmaktadır. Teknolojiye başlangıç olarak yüklenilen işlerlik geliştirme buyruğu ve ürün gerçekleştirilişi bilgiden çok zenginliğe yö nelik bir tutkudur. Teknoloji ve kâr arasındaki "organik" bağ, bilimle birleşmesiyle daha da ilerlemiştir. Teknoloji yalnızca genelleştirilmiş bir işlersellik ruhunun dolayımıyla çağdaş bilgi için önemli olmaktadır. Bugün bile bilgideki ilerleme bü tünüyle teknolojik yatırıma bağlanmamıştır.156
155. Bunun çarpıcı bir örneği, amatör radyoların izafiyet teorisinin belirli göstergelerini doğrulamak üzere kullanılışıdır; konu M.J. Mulkay and D.O. Edge tarafından çalıştırılmıştır: "Cognitive, Technical and Social Factors in the Growth of Radio-Astronomy", Social Science Information 12, no. 6 (1973): 25-61. 156. Mulkay, bilimsel bilgi ve teknolojinin göreli bağımsızlığının esnek
99
Kapitalizm bilimsel araştırma sorununu kendi özel yo lunda çözmektedir. İlkin ve öncelikle araştırmayı "teknolojik" uygulamaya yönelten işlersellik ve ticarileştirme talepleriyle özel şirketlerdeki araştırma bölümlerini finanse ederek doğru dan; dolaylı olarak da program harcamalarını, çalışmanın so nuçları üzerinde dolaysız bir dönüş beklentisi olmaksızın üni versite bölümlerine, araştırma laboratuarlarına ve bağımsız araştırma gruplarına, tahsis ederek, özel, devlet ve karmasektör araştırma kurumları yaratarak.157 Bunun yapılmasının arkasındaki teori, araştırmanın hayati ve böylelikle yüksek derecede kâr getirebilir bir yeniliği güçlendirme ihtimalini çoğaltmak için belirli bir zaman diliminin kaybı pahasına fi nanse edilmesinin gerektiğidir.158 Millî-devletler özellikle
bir modelini sunmaktadır: "The Model of Branching", The Sociological Review 33 (1976): 509-26. Ulusal Bilimler Akademisi Kamu Komitesi Başkanı H.Brooks, 1960'larda araştırma ve geliştirmedeki yatırım yönte mini eleştirerek şunları söylemektedir: "Ay yarışının etkilerinden birisi de teknolojik yeniliklerin fiyatını bütünüyle çok pahalı olduğu noktaya kadar artırmak olmuştur... Araştırma tam anlamıyla uzun dönemli bir etkinliktir. Hızlı çoğalma ya da azalma gizlenmiş masraflara işaret etmekte ve büyük oranda bir yetersizliği ifade etmektedir. Entellektüel üretim belli bir aşama nın ötesine geçemez". (Le-Etats-unis ontils une politique de la science?" La Recherche 15 (1971): 611. Mart 1972'de Beyaz Saray'ın bilim danışmanı E. E. David, Jr. bir Milli İhtiyaçlar Uygulamalı Araştırma programı önererek, aynı sonuçlara varmaktadır: Gelişme için daha sınırlayıcı taktikler, araştırma için geniş ve esnek bir strateji (La Recherche 21 (1972) 211). 157. Bu, 1937'de Princeton'daki Kitle İletişimi Araştırma Merkezi olacak projeye katılma nedenlerinden birisidir. Bu durum biraz gerilim yaratmıştır, çünkü radyo endüstrileri projeye katılmayı reddetmişlerdi. Bir kısım insan Lazarsfeld'in bir çok şeyi başlattığını ancak hiç bir şeyi bitirmediğini söy lemektedir. Lazarsfeld'in kendisi Morrison'a "genellikle olayları biraraya getirdiğini ve bunların çalışmasını timid ettiğini" söylemişti. Zik, D. Mor rison, "The Beginning of Modern Mass Communication Research”, Archi ves europennes de sociologie 19, no. 2 (1978): 437-59. 158. ABD'de araştırma ve geliştirmeye federal hükümet tarafından ayrılan fonlar 1956'da özel sermayeden gelen fonlara eşitti, o zamandan beri de
100
Keynesyen dönemlerinde aynı kuralı izlerler: uygulamalı araştırma bir taraftan, temel araştırma diğer taraftan yürütülür. Bunlar aracıların düzenlenmesi yoluyla kuruluşlarla işbirliği yaparlar. İş yönetiminin varolan ortak normları uygulamalı bilim laboratuarlarına yayılmaktadır: hiyerarşi, mer kezileştirilmiş karar süreçleri, takım çalışması, bireysel ve kollektif çabaların birleştirilmesi, satılabilir porgramların 159 gelişmesi, pazar araştırması vb. "Temel" araştırmaya yöne lik merkezler bu olaydan daha az etkilenmekte, ancak daha az mali kaynak almaktadırlar. Kanıt üretimi, bilimsel iletilerin alıcılarındandan onay ka zanmaya tasarlanmış tartışma sürecinin ilke olarak sadece bir parçasıdır, ve böylece amacın artık hakikat değil işlersellik yani girdi/çıktı denklemindeki en iyi imkanı elde etmek ol duğu başka bir dil oyununun denetimi altına girmektedir. Devlet ve/veya şirket bu yeni amacı haklılaştırmak için, meş rulaştırmanın idealist ve hümanist anlatılarını ortadan kaldır malıdır. Bugünün finansal araştırma destekleyicilerinin söyle mindeki tek geçerli amaç güçtür. Bilim adamları, teknisyenler ve araçlar hakikati bulmaya değil, gücü artırmaya zorlanmaktadırlar. Sorun güç söyleminin nelerden oluştuğu ve bir meşrulaş tırma kurup kuramayacağıdır. İlk bakışta, güç ve hak, güç ve bilgelik bir başka deyişle, güçlü, adil ve doğru olan arasındaki geleneksel ayrım tarafından güç söylemi bunu yapmaktan alı konulmaktadır. Geçerli olanın doğru/yanlış ayrımı olduğu dü-
daha da yükselmektedir (OCDE, 1956). 159. Robert Nisbet, (Degradation (not 1114), 5. bölüm) "İleri kapitaliz min" bağımsız araştırma bölümleri biçiminde üniversiteye nüfuz etmesinin daha kısa bir tasvirini sunmaktadır. Bu tür merkezlerdeki toplumsal ilişkiler akademik geleneği rahatsız etmektedir. Bkz. (Auto) Critique de la science (not 26), "Le prolétariat scientific", "Les chercheur", "La Crise des mandarins" bölümleri.
101
zanlamsal oyunu, adil olan / olmayanın nüfuz ettiği buyurucu oyun ve yeterli/yetersiz ayrımının ölçüt olduğu teknik oyun dan ayırdığımda, buna daha önceki dil oyunları teorisi çerçe vesinde karşılaştırılamazlık olarak göndermede bulunmuştum. "Zor" (force) ayırdedici şekilde son oyuna, teknoloji oyununa ait gözükmektedir. Zorun terör aracılığıyla işlediği durumları dışarda bırakıyorum, çünkü dil oyunları alanının dışında kal maktadır ve böyle bir zorun yeterliliği muhalif oyuncuyu onun yaptığından daha iyi bir "hareket" gerçekleştirmeksizin ortadan kaldırılmaya dayalıdır. Yeterlilik, yani arzulanan so nucu elde etmek "bunu söyle ya da yap, yoksa hiç bir zaman tekrar konuşmayacaksın" buyruğundan türetildiğinde, biz tek rar terör alanına girmekteyiz, burada toplumsal bağ artık tah rip olmuştur. Ancak işlersellik kanıt üretmeye muktedir olmayı artırdı ğında, haklı olmaya muktedir oluşu da artırması olgusu yine devam eder. Bilimsel bilgiye geniş bir ölçek üzerinde katılan teknik ölçüt, hakikat ölçütünü etkilemeyi başaramaz. Aynı şey adalet ve işlersellik arasındaki ilişki hakkında da söylenmek tedir: adil olduğu telaffuz edilen bir düzenin, akabinde buyu rucunun işlerlik kapasitesini artıracak, tamamlanmış olma şanslarını çoğaltacağı olasılığı. Bu olasılık Luhmann'ı postendüstriyel toplumlarda yasaların normatifliğinin yerinin, işlem lerin işlerselliği tarafından değiştirildiğini varsaymaya yö neltmiştir.160 "Bağlam denetimi" başka bir deyişle bu işlerlik gelişimi, bir tür meşrulaştırmadan geçebilen bağlamı ("tabiat" ya da insanlar olabilir) kuran eş veya eşler pahasına kazanıl mıştır.161 Bu, fiilî meşrulaştırmadır.
160. Niklas Luhmann, Legitimation durch Verfahren (Neuweid, Luchterhand, 1969). 161. Luhmann yorumunda Mueller şöyle yazmaktadır: "İleri endüstriyel toplumda, yasal-ussal meşrulaştırma,yurttaşların inançlarına ya da ahlaka kendilisinden herhangi bir anlam atfetmeven teknokratik meşrulaştırma ta-
Bu işlem şu çerçevede işgörmektedir: "Gerçeklik" bilimsel tartışmada kanıt olarak kullanılan verileri ve sonuçlarıyla, bir hukuki, ahlaki ve siyasal tabiatın öncüllerini ve buyruklarını hazırlayan bir şey olduğundan, bu oyunların hepsine, "ger çekliğe" hükmederek, hükmedebilir. Bu da tam teknolojinin yaptığıdır. Teknolojiyi pekiştirerek, gerçeklik de "pekiştirilir" ve eş şekilde çoğalan adil ve doğru olma şansı da. Karşılık olarak, eğer bilimsel bilgiye ve karar verme otoritesine sahip olunursa, teknoloji her şeyiyle çok etkili bir biçimde pekiştirilmektedir. Bu da güçle meşrulaştırmanın nasıl biçimlendiğidir. Güç sadece iyi işlersellik değil, etkili doğrulama ve iyi hüküm verme demektir. Güç, bilim ve hukuku yeterlilik temelinde, bu yeterliliği de bilim ve hukuk temelinde meşrulaştırmakta dır. Kendisini de işlerliğin en yükseğe çıkartılması etrafında örgütlenmiş bir sistemle aynı biçimde meşrulaştırıcıdır.162 Şimdi bu tür bağlam denetiminin genellleştirilmiş bir toplum sal bilgisayarlaştırma sayesinde yapılabilebileceği açıktır. Dü zanlamsal ya da buyurucu bir ifadenin işlerselliği, oransal ola rak gönderileni hakkında herhangi birinin sahip olduğu en formasyon oranıyla artmaktadır. Böylece şimdi gücün büyü mesi ve kendisini meşrulaştırması, veri birikimi ve elde edile bilirliğiyle, enformasyonun işgörürlüğü yolunu tutmaktadır. Bilim ve teknoloji arasındaki ilişki tersine çevrilmiştir. Bu rada tartışmanın karmaşıklığı önemli olmaktadır. Özellikle kanıt elde etme araçlarında daha büyük sofistikasyonu zorunlu
rafından kaplanmaktadır". (Politics of Communication not 122, s. 135). Habermas'da (Teori ve Pratik, not 39) teknokratik sorunsal üzerine Alman materyalin bir bibliografyası vardır. 162. Gilles Faucannier hakikatin denetiminin dilbilimsel bir analizini vermektedir: "Comment cotroler la vérité? Remarques illustrées par par des assertions dangereuses et pernicieuses en rout genre". Actes de la recherche en sciences sociales 25 (1979): 1-22.
103
kıldığı ve akabinde işlerselliğe katkıda bulunduğunda. Araş tırma fonları güç büyümesinin mantığıyla uyum içerisinde Devlet, işletmeler ve millî şirketler tarafından sağlanmaktadır. Sistemin işlerliğinin dolaylı olarak bile optimal kılınmasına katkıda bulunduklarını iddia etmeye muktedir olmayan araş tırma sektörleri, sermayenin akışı tarafından ortadan kaldırıl mış ve yaşlılığa terkedilmiştir. İşlerlik ölçütü belirli araştırma merkezlerini desteklemeyi reddetmelerini haklılaştıran otorite ler tarafından açıkça yardıma çağrılmaktadır.163
163. Böylece 1970'lerde İngiliz Üniversitesi Bağış Komitesi, "konuların yoğunlaştırılması, özelleştirilmesi, üretkenliği ve fiyat sınırlarıyla inşa denetiminde daha olumlu bir rol oynamaya ikna edilmiştir". (The Politics of Education: Edward Boyle and Anthony Crosland in Conservation with Maurice Kogan, Penguin, 1971, s.196). Bu tavır Brooks'ın yukarıdan alıntılanan açıklamalarıyla çelişiyor gözükebilir (not 156) ancak 1) Edvvards'ın başka bir yerde söylediği gibi "strateji" liberal, "taktikler” otoriteryan olabilir. 2) Kamusal otoriteler arasındaki sorumluluk sık sık en daraltılmış anlamında alınmaktadır, yani bir projenin biriktirilebilir işlerliğini cevaplandırma kapasitesi olarak. 3) Kamu otoriteleri, işlem ölçütleri dolaysız olarak bağlayıcı olan özel gruplardan daima bağımsız değildir. Eğer yeniliğin araştırmadaki şansları biriktirilemiyorsa, o zaman kamusal çıkar bütün araştırma sürecinde yardımda bulunuyor gözükmektedir. Belirli bir dönemden sonra yeterlilik öngörüsü şartlarından başka şartlar altında tabii.
104
12. EĞİTİM VE İŞLERSELLİKLE MEŞRULAŞTIRILMASI
Bilginin diğer yüzünün -aktarılmasının veya eğitiminin- işler sellik ölçütünün önceliği tarafından nasıl etkilendiğini betim lemek kolay olacaktır. Yerleşik bir bilgi birikimi olduğu düşüncesini kabul eder sek, bilginin aktarımı sorunu pragmatik bir bakış açısından bir sorular dizisine bölünebilir: Öğrenmeyi kim aktarmaktadır? Ne aktarılmaktadır, kime aktarılmaktadır? Hangi araçla? Hangi biçimde? Hangi etkiyle?164 Bir üniversitenin politikası bu sorulara verilen tutarlı bir cevaplar kümesi tarafından biçimlenmektedir. Eğer varsayılan bir toplumsal sistemin işlerliği geçerlilik 164. 1939-40 yıllarında Princeton Radyo Araştırma Merkezi'nde Lazarsfeld tarafından yürütülen seminerler sırasında, Laswell iletişim sürecini şu for mülde tanımlamıştır: "Kim, kime hangi etkiyle, hangi kanalda ne söyledi?" Bkz. D. Morrison, "Beginning".
105
ölçütü olarak alınırsa (yani sistem teorisinin perspektifi uygu landığında), yüksek eğitim toplumsal sistemin bir alt sistemi olmakta ve aynı işlersellik ölçütü bu sorunlardan her birine uygulanmaktadır. Arzulanan amaç yüksek eğitimin, toplumsal sistemin en iyi işlerselliğine optimal katkısı olmaktadır. Uygun şekilde, sistemden ayrılamaz olan becerileri de yaratmak zorunda kala caktır. Bunlar iki türlüdür. İlk türden olanlar çok özgül bir bi çimde dünya rekabetiyle ilgilenmek üzere tasarlanmışlardır, millî devletler veya büyük eğitim kuruluşlarının dünya paza rında satabileceği "özelliklere” göre değişirler. Eğer genel hi potezimiz doğruysa, bu çalışmanın başlangıcında zikredilen ve eylemin gelecek yıllarda ortaya çıkacağı önde gelen sektör lerde yüksek ve orta derecedeki işletme yöneticileri ve uzman lara olan talepte bir büyüme olacaktır. "Telematikteki" yetiş tirmeye uygulanabilirlik niteliği taşıyan her disiplin muhte melen eğitimde bir öncelik kazanacaktır (bilgisayar bilimcileri, sibernetikçiler, dilbilimciler, matematikçiler, mantıkçılar...) Ni tekim öyle olmaktadır: Tıp ve biyolojide örneklendiği üzere, bu uzmanların sayısındaki bir artış, diğer öğrenme sektörle rindeki araştırmaları da hızlandırmalarıdır. İkincisi, hâlâ aynı genel hipotez içerisinde yüksek öğre nim, toplumun içsel akışını beslemede merkezileşen ve toplu mun ihtiyaçlarını karşılayıcı becerilerle toplumsal sistemi des teklemeye devam etmek zorunda kalacaktır. Önceleri, sıklıkla özgürleşim anlatısı tarafından meşrulaştırılan genel bir hayat modelinin biçimlenmesi ve yayılmasını bu görevi icap ettir mekteydi. Meşruluğun giderilmesi bağlamında üniversiteler ve yüksek öğrenim kuruluşları beceriler yaratmaya çağrılmak tadır artık, fikirler değil. Belli bir disiplinde bir çok doktor, bir çok öğretmen ve bir çok mühendis ve idareciler vb. Bilginin aktarımı artık bir milleti özgürleşime götürecek kılavuzluğa muktedir bir elit grubu yetiştirmeye göre tasarlanmamaktadır. 106
Tasarlandığı şey, sistemi, kurumları tarafından gereksinen pragmatik konumlardaki rollerini kabul edilebilir bir şekilde yerine getirmeye muktedir oyuncularla desteklemektir.165 Yüksek öğrenimin amaçları işlevselse, alıcısı ne olmakta dır? Öğrenci zaten değişmiştir ve kesinlikle daha çok değişe cektir: "Özgürleşim çerçevesinde anlaşılan en büyük toplumsal ilerleme göreviyle az ya da çok ilgili '‘liberal elit"den gelme mektedir artık.166 Bu anlamda "demokratik" üniversite (giriş gereklilikleri olmayan, öğrenci başına ücret toplandığında bile topluma ve öğrenciye aza malolan ve yüksek kayıt oranı bu lunan)167 Özgürleşimci hümanist ilkeler etrafında modelleştirilmesine rağmen, bugün işlerlik yolunda çok az şey sunmak tadır.168 Gerçekte yüksek eğitim, yeni kullanıcılarından kay165. Bu Parsons'ın "araçsal aktivizm" olarak tanımladığı ve "bilişsel ussallıkla" karıştırma noktasında kutsadığı şeydir: "bilişsel ussallığın yönlenimi, araçsal aktivizmin ortak kültüründe gizli olmakla birlikte, entellektüeller ve eğitilmiş sınıflar arasında yüksek derecede algılanıp ve az ya da çok sarih olarak bunların mesleki araştırmalarında çok açık bir şekilde uygulanmaktadır". (Talcott Parsons, Gerald K. Platt, "Considérations on the American Academic Systems", Minerva 6 (Yaz, 1968): 507; zik, Alain Touraine, Université et société (not 113). s. 146. 166. Mueller profesyonel entelijansiya'yı teknik entelijensiya'ya karşıt olarak kavramsallaştırır. Galbraith'ı izleyerek, teknokratik meşrulaştırım boyutunda profesyonel entelijensiyanın direniş ve uyarısını betimlemekte dir (Politics of Communication (not 122) ss. 172-177. 167. 1970-71 akademik yılı başlangıcı 19 yaşındakilerin % 30-40'ı Ka nada ABD, SSCB, Yugoslavya gibi ülkelerde yüksek eğitimde kayıtlıydı. Bu oran, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya ve Hollanda'da % 20 dolayındadır. Bu ülkelerin hepsinde bu sayı 1959'dan bu yana iki ya da üç katına çıkmıştı. Yine aynı kaynağa göre (M. Devezè.. Histoire contamporaine de l’université (Paris, SEDES, 1976, ss. 439-40). Öğrencilerin tüm nüfusa oranı, % 4'den % 10 dolaylarına (Batı Avrupa için), Kanada'da % 6.1'den % 21.3'e, ABD'de % 15.1'den % 32.5'e yükselmiştir. 168. Fransa'da CNRS hariç, total yüksek eğitim bütçesi 1967'de 3.075 mil yar frank, 1975'de 5.454 milyar franka ulaşmıştır ancak : 0.55'ten % 0.39'a bir düşüş göstererek. Mutlak rakamlardaki çoğalmalar, maaş, iş masrafları ve burslara aittir. Araştırma ödenekleri tutarı az ya da çok aynı almıştır. (Devè ze, Histoire, ss. 447-50). E.E. David, 1970'lerde doktora derecesi
107
naklanan ve hem ileri derecede denetimden çıkan toplumsal talepler hem de idari ölçümler tarafından dikte edilen büyük bir yeni-bağlanma süreci yaşamaktadır: yüksek öğrenimin iş levlerinin iki büyük hizmet kategorisine bölümlenmesi eğilim. Yüksek öğrenim, mesleki yetiştirme işlevinde hâlâ kendi sini liberal elit gençliğine sunmakta ve onlara her meslek tara fından zorunlu olarak değerlendirilen ehliyeti aktarmaktadır. Gençlik şu veya bu yolla (sözgelimi teknoloji enstitüleri) hepsi aynı didaktik modele uyan, yeni teknik ve teknolojilere bağlı yeni bilgi alanlarının alıcıları tarafından birleştirilmiş durum dadır. Onlar bir kere daha "etkin" olmak zorunda kalan genç insanlardır. . Bu iki öğrenci kategorisi dışında kalan (ki bunlar mesleki ve "teknik entelijansiyayı" yeniden üretirler169) genç insanla rın arta kalan üniversitedeki varoluşlarıyla, güzel sanatlar ve beşeri bilimlerdeki açılışların sayısını çoğaltmalarına rağmen, istatistiklerde iş arayanlar grubuna dahil edilmemekle birlikte çoğu işsizdir. Yaşlarına rağmen, gerçekte bilgi alıcılarının yeni kategorisine aittirler. Mesleki işlevine ek olarak üniversite, sistemin işlerliğini geliştirmede yani iş eğitimi ve sürekli eğitimde yeni bir rol oynamaya başlıyor ve başlamalıdır da.170 Üniversitelerin mesolan talebin 1960'lardan pek fazla olmadığını belirtmektedir (s.212). 169. Mueller'in terminolojisinde, Politics of Communicaiton. 170. J.Dofny ve M. Rioux'un "kültürel yetişme" başlığı altında tartıştıkları konu. Bkz. inventaire et bilan de quelqes experiences d'intervention de l'u niversite in L'Université dans son milieu: action et responsibilité (AUPELF Konferansı, Üniversite de Montrea, 1971) Yazarlar Kuzey Amerika Üniver sitelerinin iki türü olarak adlandırdıkları öğretim ve araştırmanın bütünüyle toplumsal talepten bağımsızlaştığı beşeri bilimler kolejleri (liberal arts colleges) ve kendisine ödeme yapılacak herhangi bir öğretim kadrosunu da ğıtmaya yönelmiş" multiversity'yi eleştirmektedirler. Bu son sistem üze rine bkz. Clark Kerr, The Uses of the University: With a Poscript-1972 (Cambridge, Mass.: Harvard Üniversitenin müdaheleciliği olmaksızın işle-
leki bir yönelimle kurulan enstitü ve bölümlerinin dışında, bilgi artık bir blok olarak, bir kere ve bütün zamanlar için, genç insanlara iş gücüne katılmadan önce aktarılmamaktadır. Dahası bilgi ya zaten çalışan ya da çalışmaları beklenen yetiş kinlere "a la carte" hizmet vermektedir ve verecektir de. Amaç bunların becerilerini ve yükselme şanslarını artırma yanında, bunlara hem mesleki ufuklarını genişletme hem de teknik ve etik yaşantılarını eklemlemeye izin veren dil oyunları, dil ve enformasyon kazanmada yardımcı olmaktır.171 Bilgi aktarımının tutturduğu yeni yol çatışmasız değildir. Sistemin dolayısıyla, "sistemin karar vericilerinin" çıkarlarını ilgilendirdikçe, mesleki ilerlemeyi teşvik etmek (sadece bütü nün işlerliğini geliştirebildiğinden), söylem, kurum ve değer lerdeki herhangi bir deneyimleme (sosyo-politik geri tep meleri zikretmeksizin bile, pedagoji, öğrenci değerlendirme ve test edilmesinde, müfredatta yaratacağı kaçınılmaz "aksak lıklarla") küçük bir etkiye sahip olmasıyla ya da işlersel bir etkisinin yokluğuyla değerlendirilmekte ve sistemin ciddiyeti adına hiç bir itibar gösterilmemektedir. Böyle bir deneyim işlevselcilikten bir kaçış sunmaktadır. İşlevselciliğin kendisi süreci işaret ettiğinden, elden kolayca bırakılmamalıdır.172 Sorumluluğun ekstra üniversite şebekeleri üzerinde intikal
yen bir model Dofny ve Riou tarafından önerilmiştir. Üniversitenin gelece ğinin bir tasviri aynı konferansta M. Alliot tarafından verilmiştir. Bkz. "Structures optimales de I institution universtaiere", ibid, ss. 145-54. Al liot, "mümkün olduğunca, gerçekten olması gerektiğini varolan bir kaç tane örnek bulundukça yapılara inanıyoruz" sonucuna varır. 171. Yazarın kişisel deneyimi bunun Vincennes'deki bir yığın bölümle or taya çıkan durumla örtüştüğü şeklindedir. 172. 12 Kasım 1968'deki yüksek eğitim reform kanunu, sürekli eğitimi profesyonel bir anlamda algılanan yüksek eğitimin görevleri arasında say maktadır. "Yüksek eğitim, önceki öğrencilere ve üniversite eğitimine fırsat bulamıyanlara, yeteneklerine göre mesleklerini değiştirme ya da geliştir meyi sağlamak üzere açık olmalıdır".
109
edeceğini varsaymak güvenli bir tutum olacaktır.173 Ancak, eğer işlersellik ilkesi takip edeceği politikanın he defini her zaman tuttaramazsa, genel etkisi yüksek öğrenim kurumlarını varolan iktidarlara bağlı kılmak olacaktır. Bil ginin kendinde bir amaç olmaktan uzaklaştığı uğrak-insanların özgürleşimi ya da ideanın gerçekleşmesi- ve bilgi aktarımı, artık bilim adamları ve öğrencilere düşen münhasır bir sorum luluk değildir. "Üniversite imtiyazı" düşüncesi şimdi artık geçmiş bir döneme aittir. 1960'lardaki bunalımdan sonra üni versitelere bahşedilen "özerklik", pratikte hiç bir yerde öğ retmen gruplarının, içinde bulundukları kurumun bütçesinin ne olacağına karar verme gücünde olmadığı olgusuna çok az anlam atfetmektedir.174 Bütün yapabildikleri kendilerine ayrılan fonları o zaman sadece süreç içerisindeki son durak olarak kullanabilmektir.175 Yüksek öğrenimde ne öğretilmektedir? Mesleki eğitim du rumunda, kendimizi dar bir işlevselci bakış açısıyla sınırlandı rarak, yerleşik bilginin örgütlü bir stoğunun aktarılan esas şey olduğunu söyleyebiliriz. Yeni teknolojilerin bu stoğa uygu lanması, iletişim ortamı üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olabilir. Ortamın, susan öğrenciler önünde bir asistan tarafın-
173. Tele-sept-jours'la bir mülakatında resmî olarak Holocaust dizisini 2. kanaldan halk okulu öğrencilerine tavsiye eden Fransa Eğitim Bakanı eği tim sektöründen kendisi için özerk bir görsel-işitsel araç yaratma girişimin başarısızlığa uğradığını ve "eğitimin ilk görevinin televizyonda çocuklara nasıl program seçeceklerini öğretmek olduğunu" açıklamıştır. 174.İngiltere'de Devlet'in üniversitelere katkısı 1920 ve 1960 arasında % 30'dan % 80'e yükselmiştir, üniversite Bağış Komitesi (Bilim ve Üniversi teler Bakanlığı'na bağlıdır) üniversiteler tarafından belirtilen ihtiyaç ve ge lişme planlarını inceledikten sonra yıllık yardımları dağıtmaktadır. 175. Fransa'da fonları bölümler arasında dağıtma araçları, işletme ve teçhi zat masrafları için tahsisat ayırmaktadır. Geçici personellik durumunda öğ retmenlerin sadece maaşlar üzerinde güçleri vardır. Projeler ve idari yemden örgütlenmenin finanse edilmesi vs. gereken mali kaynak üniversiteye tah sis edilen genel öğretim bütçesinden alınmaktadır.
110
dan yöneltilen "pratik çalışma" oturumları veya bölümleri için ayrılan sorunlarla birlikte verilen bir ders olması mutlak ola rak zorunlu gözükmemektedir. Öğrenimin bilgisayar diline çevrilebilmesi ve geleneksel öğretmenin yerinin hafıza banka larınca alınabilmesi derecesinde, didaktik, geleneksel hafıza (kütüphaneler vb.) ve bilgisayar veri bankalarını öğrencinin sunumuna verilen zeka terminallerine bağlayan makinalara devredilebilir. Pedagoji zorunlu olarak bu süreçten zarar görmeyecektir. Öğrencilere hâlâ bir şeyler öğretilmek zorunluluğu olacaktır, ancak bu içerik değil, terminallerin nasıl kullanılacağıdır. Bir taraftan yeni dilleri öğreten araçlar, diğer taraftan soruşturma dil oyunuyla ilgilenecek incelikli bir yeterlik. Soruşturma, so runun nereye gönderileceği (alıcısının kim olacağı) bir başka deyişle bilinmeye ihtiyaç duyulan şey, geçerli hafızanın ne ol duğudur. Sorunun yanlış anlamalardan kaçınmak üzere nasıl ifade edilmesi gerektiğidir?176 Bu bakış açısından, enformatikte özellikle telematikte ilk öğretim, şimdi sözgelimi yabancı bir dilde akıcılığın sağlanmasının olduğu gibi üniversitelerde temel bir zorunluluk olmalıdır. Sadece büyük meşrulaştırma anlatıları bağlamında —insanlığın özgürleşimi ve /veya tinin hayatı— öğretmenlerin yerinin makinalar tarafından kısmî olarak alınması kaçınılmaz hatta tahammül edilemez gözükebilir.177 Ancak bu anlatıların artık bilginin kazanılmasındaki istemin arkasında duran ilke sel itici güç olmadığı da muhtemeldir. Eğer güdülenmeyi sağ layan güçse, o zaman klasik didaktiğin bu boyutu geçerli ol maktan uzaklaşmaktadır. Şimdi açık ya da örtük bir şekilde
176. Marshall McLuhan, Essays (Montreal, Hartubise Ltd., 1977); P. Anto ine, "Comment's informer" Projet 124 (1978): 395-413. 177. Zeka terminalleri kullanılışının Japonya'da okul çocuklarına öğretil diği bilinmektedir. Kanada’da ayrı üniversite ve kolej bölümleri tarafından düzenli olarak kullanılmaktadır.
111
öğrenci tarafından sorulan Devletin yüksek eğitim kurumlarının, "doğru"luğu değil, "faydasının ne olduğudur". Bilginin merkantilizasyonu bağlamında bu soru, "bilginin satılabilirliği" sorusuna çok seyrek olmayan bir biçimde eşittir. İktidarbüyümesi bağlamında soru, "bilgi elverişli midir?" İşlerlik -yönlendirmeli bir becerideki ehliyete sahip olarak, bilgi ger çekten yukarıda betimlenen şartlarda satılabilir gözükmekte ve tanımı dolayısıyla elverişli olmaktadır. Bilginin değerini oluşturan artık doğru/yanlış, adil/adaletsiz ve tabiatıyla ge nelde düşük işlersellik gibi başka ölçütler tarafından tanımlan dığı şekliyle ehliyet değildir. Bu durum işlersel becerilerdeki ehliyet için geniş bir pazar manzarası yaratmaktadır. Bu türden bilgiye sahip olanlar tek liflerin hatta baştan çıkarmaların nesnesi olacaklardır.178 Bu açıdan bakıldığında, yaklaştığımız bilginin sonu değildir- tam tersine. Veri bankaları yarının Ansiklopedileridir. Bunlar kul lanıcılarının her birinin kapasitesini aşmaktadır. Postmodern insanın "tabiatlarıdırlar".179 Bununla birlikte didaktik, basit olarak enformasyonun ak tarımından ibaret değildir ve ehliyet, bir işlerlik becerisi ola rak tanımlandığında bile, veri için iyi bir hafızaya sahip ol mayı veya kolaylıkla bir veriye girebilmeyi bir bilgisayara indirgemez. En başta gelen önemi, "burada ve şimdi" bir so runu çözecek ilgili veriyi gerçekleştirme ve etkili bir strateji içerisinde örgütleme kapasitesi olan ortak bir noktadır. Oyun tam bir enformasyon oyunu olmadığı müddetçe, 178. Bu politika İkinci Dünya Savaşı'ndan beri Amerikan araştırma merkezleri tarafından izlenmektedir. 179. Nora ve Mine (L'Informatisation de la société, not 9, s. 16) şöyle de mektedir: "Gelecek onyıllarda insanlığın ilerleyen kutupları için esas mey dan okuma egemen bir konunun meydan okuyuşu değildir artık çünkü böyle bir egemenlik zaten kurulmuştur. Bu meydan okuma bildirişim ve daha ileri gidecek bir örgütlenmeye izin verecek bir bağlantılar şebekesinin kurulma sıyla ortaya çıkmaktadır".
112
avantaj bilgiye sahip ve enformasyon elde edebilen oyuncu nun olacaktır.180 Tanım gereği, bu durum öğrenme sürecin deki bir öğrencinin durumudur. Ancak tam enformasyon oyunlarında,181 en iyi işlersellik bu yolda ilave enformasyonu elde etmeden ibaret olamaz. Tam olarak söylersek, bir "hare keti" oluşturan yeni bir yolla veriyi düzenlemekten gelmekte dir. Bu yeni düzenleme genellikle, önceden bağımsız olarak tutulan veriler dizisini birbirine bağlayarak sağlanmakta dır.182 Ayrı olarak yerleşeni eklemleme kapasitesi imgelem olarak adlandırılabilir. Hız özelliklerinden birisidir. Verinin ilke olarak herhangi bir uzmana (bilimsel sır yoktur) açık ol duğu anlamında, tam bir enformasyon oyununda yöneltildiği biçimiyle postmodern bilginin dünyasını kavramak mümkün dür. Denk bir ehliyet verildiğinde (artık bilginin kazanılma sında değil fakat üretilmesinde), son tahlilde ekstra işlerselliğin bağımlı olduğu, ya yeni bir hareket yapmaya veya oyunun kurallarını değiştirmeye izin veren "imgelemdir". Eğer eğitim sadece becerilerin yeniden üretimini değil aynı zamanda bunların ilerlemesini sağlayacaksa, bilgi akta rımının enformasyon aktarımıyla sınırlanmaması gerektiği or taya çıkmaktadır. Eğitim, geleneksel bilginin örgütlenmesi ta rafından bir diğerinde devasa ölçülerde sakınılan alanları bir leştirme iktidarını çoğaltabilen bütün işlemlerdeki yetiştirmeyi de içermelidir. 1968 bunalımından sonra özellikle popüler olan "disiplinler arası çalışmalar" sloganı bundan çok zaman önce 180. Anatol Rapoport, Fights Games, and Debates (ann Arbor: University of Michigan Press, 1960). 181. Bu Mulkay'ın Branşlaşma modelidir (bkz. not 156). Gilles Deleuze Logique du sens (Paris, PUF, 1968) ve Différence et répétition (Paris, PUF, 1968) başlıklı kitaplarında dizilerin kesişmesi çerçevesinde olayları analiz etmiştir. 182. Zaman dinamikteki güç faktörünün belirlenmesinde bir değişkendir. Bkz.Paul Virilio, Vitesse et politique (Paris, Galilee, 1976).
113
geliştirilmekte birlikte, bu istikamette hareket ediyor gözük mektedir. Bunun üniversitelerin feodalizmine karşı ayaklanma olduğunu söylemektedirler, bundan daha fazlasına karşı ayaklanılmıştır oysa. Humboldt'un Üniversite modelinde her bilim düşünce tarafından zenginleştirilen bir sistem içerisinde kendi yerine sahiptir. Bir bilimin diğerinin alanına yönelik güçlenmesi sa dece düzensizlik ve sistemde bir "gürültüye" yol açacaktır. İş birliği sadece düşünce düzeyinde ve filozofların kafasında yer alabilir. Bir disiplinler arası yaklaşım düşüncesi meşruluğun gide rilmesi çağma ve onun güçlenen ampirizmine özgüdür. Bil giye yönelik ilişki, insanlığın özgürleşimi veya tinin hayatının gerçekleşmesi çerçevesinde değil, karmaşık bir kavramsal ve maddi makina aygıtının kullanıcıları ve bunun işlerlik yeterli liklerinden kâr elde edenler çerçevesinde eklemlenmektedir. Bunların içerisinde nihai amacın ifade edileceği ve sözkonusu mekanizmanın doğru kullanılacağı bir metadil ve metaanlatıya yer yoktur. Ancak işlerliğini geliştirecek beyin fırtınasına sahiptirler. Ekip çalışmasına yönelik vurgu, bilgide işlersellik ölçütü nün üstünlüğüyle ilgili kılınmaktadır. Hakikati söylemeye ya da adaleti buyurmaya geldiğinde, rakamlar anlamsızdır. Eğer adalet ve hakikat başarı olasılığı çerçevesinde düşünülürse, bir fark yapabilirler. Genelde, ekip çalışması, toplum bilimciler ta rafından çok önceden ayrıntılandırılmış belirli şartlar altında yapılırsa işlerliği geliştirmektedir.183 Özelde, takım çalışması nın bilhassa verili bir modelin alanı içerisindeki işlerselliğin geliştirilmesinde, belirli bir görevin tamamlanmasında başarılı olduğu görülmektedir. Yararları, yeni modelleri "imgelemeye" yönelik bir ihtiyaç duyulduğunda, başka bir deyişle kavram-
183. Jacob L. Moreno, Who shall survive (Beacon, 1953).
114
lar düzeyinde daha az belirgin gözükmektedir. Somut olarak bunun işlediği yerde bile bazı olaylar olmaktadır, ancak ekip kuruluşuna neyin atfedilebileceğini ve takım üyelerinin birey sel yeteneklerinden neyin türetildiğini birbirinden ayırdetmek güçtür. Bu yönelimin bilginin aktarılmasından çok üretilmesiyle (araştırma) ilgilendiği gözlemlenecektir. Bunları birbirinden ayırdetmek soyutlamaya düşmek demektir ve muhtemelen işlevselcilik ve profesyonalizm çerçevesinde bile verimliliği dü şürmektedir. Dünyanın her tarafındaki bilgi kurumlarının yö neldiği çözüm henüz didaktiğin bu iki boyutunu ayırmaktan ibarettir: "basit" yeniden üretim ve "geniş" yeniden üretim. Bu ayırma kurumlar, kurumlar içerisindeki programlar ve onların yeniden üretilmesi veya düzeylerin, kurumların gruplaşması, ya mesleki becerilerin seçilmesi ya da "yaratıcı" zihinlerin "uyarılması" ve geliştirilmesi için disiplinlerin gruplaşması gibi belirli bir amaç için tahsis edilen bütün varlık türleri tara fından yapılmaktadır. İlk kategorinin verili giriş olduğu akta rım kanalları geniş bir ölçek üzerinde basitleştirilip, kullanıma sokulabilir. İkinci kategori, aristokratik eşitlikçiliğin şartların daki daha küçük bir ölçek üzerinde çalışma ayrıcalığına sahip tir184. Bu son kategorinin resmi olarak üniversitelerin bir par çası olup olmadığı çok küçük bir sorundur. Açıkça belirgin olan, her iki durumda da meşruluğun gi derilmesi ve işlerlik ölçütünün üstünlüğü ve profesör çağının matem çanının çalışını dile getirmesidir: bir profesör, yeni ha reketleri ya da dil oyunlarını imgelemedeki disiplinler arası takımlardan ve yerleşik bilgiyi aktarmadaki hafıza bankası
184. En iyi bilinenler arasında:Kitle İletişimi Araştırma Merkezi (Princeton), Zihinsel Araştırma Enstitüsü (Palo Alto), Masschusetts Tekno loji Enstitüsü (Boston), Institut für Sozialforcshung (Frankfurt). Clark Kerr'in İdeapolis (düşünkent) olarak adlandırdığı argümanın bir kısmı kollektif araştırmanın yenilikleri artırdığı ilkesine dayalıdır.
115
şebekelerinden daha yeterli değildir artık.
116
13. KARARSIZLIKLARIN ARAŞTIRILMASI OLARAK POSTMODERN BİLİM
Daha önceden işaret edildiği gibi, bilimsel araştırma pragma tiği, özellikle yeni tartışma yöntemleri araştırmasında, yeni "hareketlerin" hatta dil oyunları için yeni kuralların keşfedil mesini vurgulamaktadır. Şimdi biz, bilimsel bilginin bugünkü durumunda çok önemli olan sorunun bu boyutuna daha yakın olarak bakmalıyız. Bilimsel bilginin bir "kriz çözümü" (determinizm krizinin çözümü) aradığını söyleyebilirdik. De terminizm, meşrulaştırmanın işlersellik sayesinde üzerinde temellendirildiği hipotezdir. İşlersellik girdi/çıktı oranıyla ta nımlandığında, girdinin verildiği sistemin sabit olduğu varsa yımı sözkonusudur. Sistem düzenli bir "yol” izlemelidir; çıktı nın açık bir öndeyilemesinin yapılabileceği bir türeve sahip olarak sürekli bir işlev olarak açıklanmasının mümkün olduğu 117
bir yol.185 Bu, pozitivist verimlilik "felsefesidir". Bu felsefeye karşı olarak nihai meşrulaştırma tartışmasını kolaylaştıracak bir yı ğın önemli örneği kanıt olarak belirteceğim. Kısaca söylemek gerekirse, amaç, bir kaç örnek esasında, postmodern bilimsel bilginin pragmatiğinin kendiliğinden işlersellik araştırması için çok az bir yakınlığı olduğunu göstermektir. Bilim, verimlilik pozitivizmi tarafından geliştirilmez. Tersi doğrudur: araştırma anlamında bir kanıt ya da karşı-örneklerin, bir başka deyişle kavranılamaz olanın "keşfedilmesi" üze rine çalışma, bir "paradoks" arama anlamına gelen bir iddiayı destekleme ve bu iddiayı uslamlama oyunlarındaki yeni ku rallarla meşrulaştırma. Bu durumların hiç birisinde verimlilik kendi hatırına aranmamıştır; bağışta bulunanların sonuçta olaydan bir çıkar elde etmeye karar verdiklerinde186 fazladan bir etken olarak ve bazen gecikmiş olarak gelmektedir. Her yeni gözlem, önerme, hipotez ve teoriyle gelmeyi hiç bir za man başaramayan meşruluk sorunudur. Felsefe bu bilim soru sunu sormadığından, bilim bu soruyu kendisi sormaktadır.
185. Solla Price, Little Science, Big Science (not 131). Burada Price bir bi lim kurmaya girişmekte, toplumsal bir nesne olarak bilimin (istatistiksel)yasalarını kurmaktadır. 131. notta bunu zaten demokratik ol mayan bir görüş yasası olarak belirlemiştim. Başka bir yasa, yani "görül mez kolejler" yasası, bilimsel kurumlardaki bildirişim kurallarının artışı ve çoğalan sayıdaki yayınların etkisini tasvir etmektedir: Bilgi "aristokrat ları" bu sürece, yüz dolaylarında seçilmiş bir üye içeren kişiler arası ilişki ağları kurarak karşılık vermeye yönelmektedirler. Diana Crane bu kolejle rin sosyopetik bir analizini sunmuştur: Invisible Colleges (Chicago and london, University of Chicago Press, 1972). bkz. Lecuyer, "Bilan et perspectives" (not 24). 186. Fractals Form, Chace and Dimension (San Fransisco, Freean, 1977). Benoit Mandelbrot, ilgililerin alışılmamış olması dolayısıyla araştırmaları nın verililiğine rağmen sonraları tanınan ya da hiç tanınmayan matematik ve fizikçilerinin bir "biyografik ve tarihsel taslaklarının" bir ekini sunar (s. 249,73).
118
Modası geçmiş olan, Alman idealistlerin yaptığı gibi, bilimi pozitivist olarak görerek, meşrulaştırılmamış bir öğ renme, yarı-bilgi statüsüne indirgemektir, neyin doğru ve adil olduğunu sormak değil. "Senin iddianın değeri nedir, kanıtı nın değeri nedir?" sorusu bu kadarıyla bilimsel bilginin pragmatiğinin bir parçası olarak, belli bir iddianın alıcısının dönü şümünü ve kanıtın, yeni bir iddia ve kanıt göndericisine dö nüşmesini, dolayısıyla her kuşak bilim adamlarının yer değiş tirmesini ve bilimsel söylemin yenileşmesini sağlamaktadır. Bilim gelişir (hiç kimse bilimin geliştiğini inkar edemez); bu soruyu sorarak gelişir. Bu soru geliştikçe şu soruyu ortaya çıka rır, yani metasoruyu, bir başka deyişle meşruluk sorununu: "Değer mi sorusunun değeri nedir?”187 Postmodern bilimsel bilginin en çarpıcı özelliğinin, kendisini geçerli kılan kurallar üzerindeki söylemin (açıkça) bilimsel bilgiye içkin olduğunu belirtmiştim.188 Ondokuzuncu yüzyılın sonunda, meşruluğun bir kaybı ve felsefi "pragma tizme" ya da mantıksal pozitivizme bir düşüş olarak düşünü len, bilimsel söylemin içerisindeki yasa olarak konulan öner melerin geçerli kılınması söylemini de içererek bilimin tekrar ayağa kalktığı bir dönemdir yalnızca. Gördüğümüz gibi, bu içerme basit bir işlem olmayıp, son derece ciddiye alman "pa radokslara" ve gerçekte bilginin tabiatındaki değişmeler olan, bilginin alanı üzerindeki "sınırlamalara" yol açmaktadır. Gödel'in teoremini doğuran matematiksel araştırma, bu değişmenin tabiatta nasıl yer aldığını açıklayan gerçek bir pa187. Bunun meşhur bir örneği quantum mekaniği tarafından ortaya çıkartı lan determinizm tartışmasıdır. Örnek olarak bkz, J.M. Levy-Leblond'un Born-Einstein yazışmasının sunumu (1916-55), "Le Grand débat de la méchanique quantique", La Recherce 20 (1972): 137-44. Son yüzyılda beşeri bi limlerin tarihi bu tür antropolojik söylemden metadil düzeyinde geçişlerle doludur. 188. Ihab Hassan immanence (içkinlik) olarak kavramsallaştırdığı şeyin bir imgesini vermektedir (not 121).
radigmadır.189 Ancak dinamiğin uğradığı dönüşüm, yeni bi limsel ruhun daha az bir örneği değildir ve burada özel bir il giye mazhar olmaktadır, çünkü, bizi daha önce gördüğümüz gibi, özellikle toplumsal teori alanındaki işlerlik tartışmasında öncelikle ortaya çıkan sistem düşüncesini yeniden ele almaya çekmektedir. İşlerlik ilkesi, teoride daima biriktirilebilen, canlılık ve ça lışma, sıcak ve soğuk kaynak, nihayet girdi ve çıktı arasındaki ilişkide temellenmiş yüksek derecede düzgün bir sistem imâ etmektedir. Bu fikir termo dinamikten gelmekte ve eğer bütün değişkenler biliniyorsa, bir sistemin işlerliğinin evrimi öndeyilenebilir düşüncesiyle de birleşmektedir. Bu durumun ideal anlamda gerçekleştirilişi açıkça Laplace'ın "şeytan" kurgusunda ifade edilmiştir.190 Kişi, bir t anında evrenin du rumunu belirleyen bütün değişkenleri bildiğinde, bir t1>t anında evrenin durumunu da öndeyileyebilir. Bu kurgu, evren olarak adlandırılan sistemler sistemini de içererek, fiziksel sistemlerin, evrimlerinin de düzenli bir yol izlediği sonucuyla, düzenli örüntüler takip ettiği ve "normal" sürekli işlevlere (ve fütürolojiye) yol açtığı ilkesi tarafından desteklenmektedir. Quantum mekaniği ve atomik fiziğin yolculuğu, alanları farklılaşan karşılıklı göstergelerin ve bu ilkenin uygulanabilir liğinin derecesini iki biçimde sınırlandırmıştır. Birincisi, bir sistemin başlangıç durumunun (veya bütün bağımsız değiş kenlerin), tam bir tanımı, hiç olmazsa sistem tarafından ta nımlanırken tüketilene eşit bir enerji sarfiyatı gerektirecektir. Bir sistemin herhangi bir verili durumunun tam bir ölçümünü başarmanın fiili imkansızlığı Borges tarafından bir notta an-
189. Bkz. not 142. 190. Pierre Simon Laplace, Exposition du système du monde, 2 vols (1796).
120
latılmıştır. Bir imparator, imparatorluğun kusursuz ölçüde açık bir haritasının yapılmasını arzular. Projesi ülkeyi sefalete sürükler —çünkü herkes bütün enerjisini kartografiye har car.191 Brillouin'in iddiası192 işlerliğini geliştirmekle yükümlü sa nılan bir sistem üzerindeki eksiksiz bir denetim ideasının (veya ideolojisinin) çelişki yasasıyla tutarsız olduğu sonucuna varır: gerçekte artırmayı amaçladığı işlerlik düzeyini düşür mektedir. Bu tutarsızlık devlet ve sosyo-ekonomik bürokrasile rin zayıflığını açıklamaktadır; denetledikleri sistemleri ya da altsistemleri boğmakta, süreç içerisinde (negatif geribildirim) kendi nefeslerini tıkamaktadırlar. Böyle bir açıklamanın is temi, sistemin kendi dışında herhangi bir meşrulaştırma biçi mini yardıma çağırmaya ihtiyaç duymamasıdır (Sözgelimi, in sanların özgürlüğü, sınırsız otoriteye karşı ayaklanmaya teşvik etmektedir). Toplumun bir sistem olduğunu kabul ettiğimizde bile toplum üzerinde başlangıç durumunun tam bir tanımını gerektirecek eksiksiz bir denetim, böyle bir tanımın daha ön ceden de etkili kılınamaması sebebiyle mümkün olmamakta dır. Ancak bu sınırlama sadece eksiksiz bilgi ve bundan kay naklanan gücün uygulanabilirliğini sorgulamaktadır. Bunlar teoride mümkün olmayı sürdürmektedirler. Klasik determi nizm, bir sistemin total bilgisinin ulaşılamaz fakat kavranılabilir sınırı içerisinde işlemeye devam etmektedir.193 Quantum teorisi ve mikrofizik sürekli ve öndeyilenebilir 191. "Del Rigor en la ciencia" in Historié Universal de la lnfamia (Buenos Arires, Eméce, 1954, ss. 131-32; ). 192. Enformasyonun kendisi enerji tüketmekte, oluşturduğu negentropi, entropiye yol açmaktadır. Michel Serres sık sık bu iddiaya gönderme yap maktadır, örnek olarak bkz, Hermès III: La Traduction Paris Editions de Mi nuit, 1974, s. 92). 193. Burada llya Prigogine ve I. Stengers'i izliyorum, "La Dynmique, de Le ibniz à Lucrèe", Critique 380 (1979):49.
121
bir biçimde yörünge düşüncesinin çok radikal bir gözden geçi rilmesini gerektirmektedir. Açıklık arayışı, fiyatla değil, ko nunun gerçek niteliğinden ötürü sınırlanmaktadır. Belirliliğin yükselmesiyle, belirsizliğin (denetim yokluğu) azaldığı doğru değildir; belirsizlikte aynı ölçüde yükselmektedir. Jean Perrin buna bir örnek olarak, bir alanda içerilen verili bir hava mik tarının gerçek yoğunluğunun (kütle/hacim) ölçülmesini ver mektedir. Alanın hacmi 100 m3'den 1 cm3'e düşürüldüğünde büyük oranda değişmektedir. 1 cm3 'den 1/1000 mm3'e düşü rüldüğünde ise bu oranda zaten milyon kere milyon oranında düzensiz değişmeler gözlemlenilebilmesine rağmen, çok kü çük bir değişme vardır. Alanın hacmi düştükçe, değişmelerin ebadı çoğalmaktadır. Bir kübik mikronun 1/10 hacmi için de ğişmeler yüz oranında, kübikmikronun hacmi 1/100 oldu ğunda ise 1 /5 oranındadır. Hacmin daha ileri oranda düşürülmesi bizi moleküler öl çüye götürmektedir. Eğer küçük bir alan havadaki iki molekül arasındaki boşluğa yerleştirilirse, havanın gerçek yoğunluğu o zaman sıfırdır. Ancak yüzde bir gibi bir zaman dolayında kü çük alanın merkezi bir molekül içerisine "düşecek" ve böyle likle ortalama yoğunluk gazın gerçek yoğunluğyla karşılaştırı labilecektir. İntra-atomik boyutlara indirgendiğinde, şanslar daha yük sektir: bu küçük alan bir kere daha sıfır yoğunlukla boşluğa yerleştirilecektir. Ancak milyonda bir kere, merkezi bir zer reye ya da atomun çekirdeğine düşecektir ve bunu yaptığında, yoğunluk suyun yoğunluğundan milyonlarca kez daha büyük olacaktır. "Eğer küçük alan hâlâ daha ileriye sıkılırsa, ortalama ve gerçek yoğunluk muhtemelen çok geçmeden sıfır olacak ve sıfırda kalacaktır, ancak daha önce elde edilen değerlerden önemli ölçüde daha yüksek değerleri
122
yakaladığı yerlerdeki bazı çok istisnâî durumlar hariç."194 Havanın yoğunluğu hakkındaki bilgi böylece mutlak ola rak uyuşmaz önermelerin çoğulluğunda çözülmektedir. Bu önermeler eğer konuşan tarafından seçilen bir ölçüye görelileş tirilirse, uyumlu kılınabilir. İlave olarak, belirli düzeylerde yoğunluk önermesi yalın bir ileri sürme biçiminde değil, sa dece türünün modelleştirilmiş bir iddiası olarak ifade edilebi lir. Yoğunluğun sıfıra eşit olacağına inanılabilir, ancak n'in çok geniş bir rakam olduğu yerde 10n oranında gerçekleşebileceği de tartışılamaz. Burada bir bilim adamının önermesi ve "tabiatın söylediği" tam enformasyonsuz bir oyun olarak örgütlenmiş gözükmek tedir. Bilim adamının önermesinin modalizasyonu, tabiatın üreteceği gerçek tekil önermenin (işaret) öndeyilenemez ol duğu olgusunu yansıtmaktadır. Hesaplanabilen tek şey öner menin, başka bir şeyden çok, sadece belli bir şeyi söyleyeceği olasılığıdır. Mikrofizik düzeyinde "en iyi" enformasyon, bir başka deyişle, ‘daha yüksek bir işlerlik ehliyetine sahip enfor masyon elde edilemez. Sorun karşıtın ("tabiat") ne olduğunu öğrenmek değil, oynadığı oyunu tanımlamaktır. Einstein, "Tanrı'nın zar attığı" düşüncesine engel olmuştur.195 Ancak zar atmak açıkça bu türden "yeterli" istatistiki düzenliliklerin kurulabileceği bir oyundur (bu kadarıyla eski nihai Belirleyici imgesi için). Eğer Tanrı kağıt oynasaydı, o zaman bilim tara fından hesaplanan "öncel şans" düzeyi, zarın yukarıya gelen yüzüne kayıdsızlığına isnad edilemez; ancak bir hileye, başka bir ifadeyle bir, yığın mümkün ve salt stratejiler arasındaki bir şansa bırakılmış bir seçime atfedilmek zorunda kalacaktı.196
194. Jean Baptiste Perrin, Less Atomes (Paris, PUF, 1970), ss. 14-22. Bu metin Endelbrot tarafından Fractals' a bir giriş olarak kullanılıştır. 195. Zikreden Werner Heisenberg, Physiscs and Beyond (New York, Harper and Row, 1971). 196. Bilimler Akademisine sunulan (Eki 1921) bir tebliğde Borel, "oyun-
Genellikle tabiatın kayıtsız ancak aldatıcı olmayan bir kar şıt olduğu ve bu temel üzerinde doğal ve beşeri bilimler ara sındaki ayrımın yapıldığı kabul edilmektedir.197 Pragmatik kavramlarla bu, doğal bilimlerde "tabiatın", hakkında bilim adamlarının birbirlerine karşı yaptıkları hareketleri oluşturan düzanlamsal ifadeleri değiş-tokuş ettikleri (sessiz, bir çok kere ler atılmış bir zar kadar öndeyilenebilir) bir gönderilen olması anlamına gelir. Beşeri bilimlerde, gönderilen (insan) oyuna ka tılan bilim adamının stratejisini karşılayan bir strateji (belki de karmaşık bir strateji) geliştiren ve konuşan bir gönderilendir oysa; burada bilimadamının karşı karşıya bulunduğu şans türü, nesne esaslı ya da kayıtsız değil fakat davranışsal veya stratejiktir198 —yani agonistik. Bu sorunların mikrofiziği ilgilendirdiği ve verili bir siste min evrimi için ihtimali öndeyilemelerin temelini biçimlendi recek kadar tam, yeterli ve sürekli işlevlerin kuruluşunu en gellemediği iddia edilecektir. Bu sistem teorisyenlerinin akıl yürütme biçimidir. Bunlar haklarını tekrar kazanmak için kul landıkları işlerlik aracılığıyla meşrulaştırmanın da teorisyenlelarda en iyi oynama biçiminin olmadığını" (tam bildirimsiz oyunlar), "bir kere ve bütün zamanlar için seçilmiş bir kodun yokluğunda, birinin oyu nunu değiştirerek avantajlı bir şekilde oynanıp oynanılamayacağı şüphe konusudur." demektedir. Bu ayrım temelinde von Neumann kararın bu olasılıklaştırılmasının kendisinin belirli şartlarda "oynamak için en iyi yol" ol duğunu göstermektedir. Bkz. Georges Gulbaud, Eléments de la théorie des jeux (Paris, Dunod, 1968), ss. 14-21, ve J.P. Séris, La Théorie des jeux (Paris, PUF, 1974). "Postmodern" sonuçlar bu kavramları seyrekçe kullan maktadırlar, örnek olarak bkz. John Cage, Silence ve A Year from Monday Middletown, Conn.: Wesleyan University Press, 1961 ve 1967). 197. I. Epstein, "Jogos" (çoğaltma, Fundaça Armando alvares Penteado, 1978). 198. "Olasılık burada bir nesnenin yapısının kurucu ilkesi olarak değil, bir davranış yapısının düzenleyici ilkesi olarak gözükmektedir" (Gilles-Gaston, Granger, Pensée formelle et sciences de l'homme, Paris, Aubier-Montaigne, 1960, s. 142). Tanrıların oyun oynadığı düşüncesi bir pre-Platonik Grek hipotezi olacaktır.
ridir. Bununla birlikte çağdaş matematikte açık ölçümün ger çek olasılığını ve böylece insan ölçeğinde bile nesnelerin dav ranışını öndeyilemeyi sorgulayan bir oluşum vardır. Mandelbrot, Perrin tarafından yazılmış, yukarıda tartışılan metni bir kaynak olarak zikreder. Ancak analizi beklenmedik bir yönde geliştirir. Mandelbrot, "türevlerle fonksiyonların ça lışılacak en kolay ve en basit şeyler olmakla birlikte, bunların istisnai" olduklarını yazar. "Geometrik bir dil kullanıldığında, teğeti olmayan eğriler kuraldır ve düzenli eğriler (çevrim gibi) ilginç ancak bütünüyle özeldir."199 Bu gözlem sadece boş bir merakın nesnesi olmayıp, bir çok deneysel veri için geçerlidir. Tuzlanmış su ve sabunlanmış bir zerrenin farklı renkleri, göz için yüzeyindeki herhangi bir noktada teğet çizmenin olmadığı düzensizlikleri göstermekte dir. Burada uygulanabilen model Brownian hareketin modeli dir: Belirli bir noktadan bir parçacığın hareketin vektörünün izotropik, bir başka deyişle bütün muhtemel yönlerin eşit de recede olası olduğu şeklinde iyi bilinen bir özelliğe dayanan model. Ancak çok daha benzer düzeylerde aynı sorunla karşılaş maktayız, sözgelimi eğer Britanya sahillerinin sarih bir ölçü münü yapmak istiyorsak, ayın kraterle dolu yüzeyi, stelar (yıldızlara ait) maddenin dağılımı, bir telefon konuşması sıra sındaki müdahalelerin oranı, genelde gürültü ve bulutların bi çimi gibi etmenleri hesaba katmak durumundayız. Kısaca, tas lakları ve dağılımları insanın ellerinde düzenlenmeyen bir nesneler toplamı söz konusudur. Mandelbrot bu türden verilerin türevsel varlıkları bulun mayan sürekli fonksiyonlarınkine benzer eğrileri betimledi ğini göstermektedir. Bunun basitleştirilmiş bir modeli Koch'un
199. Mandelbrot, Fractals, s. 5.
125
eğrisidir200-
Kendine
benzeşiktir
ve
bu
benzeşikliğin
içeri
sinde inşa edildiği boyutunun 10g4/10g3'den başka bütün bir numara olmadığı gösterilebilir. "Boyutlarının sayısı" bir iki arasındaki bir yere yerleştirilen ve böylece içsel olarak bir çizgi ve yüzeyarasında bulunan bir eğriyle haklılaştırılacaktır. Çünkü bunların kendine benzeşikliğinin ilgili boyutu bir kı rılmadır ve Mandelbrot bu türden nesneleri kırılmalar olarak adlandırır. René Thom benzer bir yönde gitmektedir.201 Doğrudan Laplace'ın determinizmi ve hatta olasılık teorisinde bir varsa yım olan sabit bir sistem düşüncesinin geçerliliğini sorgular. Thom belirli bir görüngüde ortaya çıkan ve ona beklenme dik bir biçimde neden olan süreksizliklerin formel bir beti mine izin veren matematiksel bir dil geliştirir; bu dil katastrof teorisi olarak bilinen şeyi oluşturur. Saldırganlığı bir köpeğin değişken durumu olarak alınız: Saldırganlığı köpeğin kızgınlığı (denetleme değişkeni) ora nında artacaktır.202 Köpeğin kızgınlığının ölçülebilir olduğunu varsayınız, belirli bir eşiğe ulaştığında bir saldırı biçiminde ifade edilecektir. İkinci denetleme değişkeni korkunun karşıt bir etkisi vardır, eşiğine ulaştığında kaçış olarak belirir. Kız gınlık ya da korku yokluğunda, köpeğin davranışı durağandır (Gaussun eğrisinin tepe noktası). Ancak eğer iki denetleme değişkeni çoğalırsa, iki eşiğe de eş zamanlı olarak yakla şılmaktadır. Burada köpeğin davranışı öndeyilenemezdir, ve
200. Sürekli ve düzeltilemez, kendine-benzer bir eğire Mandelbrot tarafın dan betimlenip (s. 38 vd), von Koch tarafından 1904'de kurulmuştur. Bkz. Fractals'ın bibliografyası. 201. Modèles mathématiques de la morphogenèse (not 14) Katastrof teori sinin popüler bir değerlendirilmesi K. Pomian tarafından verilmiştir: "Ca tastrophes déterminisme". Libre 4 (1978): 115-36. 202. Pomia bu örneği E.C. Zeeman'dan almıştır: "The Geometry of Catas trophe", The Times Literary Supplement, 10 Ekim 1971.
126
kaçıştan saldırıya, saldırıdan kaçışa değişebilir. Sistemin dura ğan olmadığı söylenmişti, denetleme değişkenleri süreklidir ancak durum değişkeni süreksizdir. Thom bu türden bir hareketliliği ifade eden bir denklem yazmanın ve köpeğin davranışını, bir davranış tipinden diğe rine ani geçişleri de içermek üzere köpeğin davranışını göste ren bütün hareket noktalarını çizen bir grafiği oluşturmanın mümkün olduğunu gösterir. Denklem, denetim ve durum de ğişkenlerinin sayısıyla (burada 2 + 1) tanımlanan bir katastroflar sınıfının karakteristiğidir. Bu durum bize, determinizm ve nondeterminizm, durağan ve hareketli sistemler arasındaki tartışmada bir cevap sunmak tadır. Thom bunu bir koyut (postülat) olarak formüle eder: "Bir sürecin az ya da çok belirlenmiş karakteri, sürecin mevzi du rumu tarafından belirlenmektedir."203 Determinizm kendisi de belirlenmiş bir işleme türüdür. Her olayda tabiat başlangıçtaki mevzi görünümlerle uzlaşabilir en az karmaşık morfolojiyi üretmektedir.204 Ancak bu görünümlerin sabit bir formun üretimini engelleyebileceği de -gerçekte çok sık olarak böyle olmaktadır- mümkün gözükmektedir. Bu olmaktadır çünkü görünümler genellikle çatışma içerisindedir: "Katastrof" modeli bütün nedensel süreçleri tek ve sezgisel olarak haklılaştırmanın kolay olduğu sürece, Heraklitus'a göre bütün nesnelerin babası olan çatışmaya indirgemektedir.205 Denetim değişken lerinin durum değişkenlerinden daha uzlaşmaz olması muhte meldir. Varolan herşey "determinizm adalarıdır". Katastrofik çatışma lafzi olarak kuraldır: Bir oyundaki değişkenlerin sayı sıyla belirlenen genel agonistik dizileri için kurallar vardır.
203. René Thom, Stabilité structurelle et morphogenèse (reading, Mass.: W.A. Benjamin, 1972). Zik, Pomian, "Catastrophes", s. 134. 204. René Thom, Modèles mathématiques, s. 24. 205. Ibid, s. 25.0zellikle bkz. Watzlawick et. al., Pragmatics of Human Communication (not 11) 6. bölüm.
Thom’un çalışması ve Palo Alto araştırma okulunun özel likle şizofreninin incelenmesine paradoksiyolojiyi uygulaması (Çift Bağ Teorisi olarak bilinmektedir) arasında bir paralellik (zayıf da olsa) kurmak sorunun dışına çıkmak değildir.206 Bu rada, bu bağlantıya işaret etmekten daha fazlasını yapmıyacağım. Teori bize, düzenlilikler ve "ortak bir ölçüye vurulamazlıklar" üzerinde yoğunlaşan araştırmanın en gündelik sorun lara nasıl uygulanabilir olduğunu anlamada yardım etmekte dir. Bu araştırmadan çıkartacağımız sonuç, sürekli farklılaşabilen bir işlevin bir bilgi paradigması ve*öndeyi olarak önceliği kaybediyor olmasıdır. Postmodern bilim kendisini, karar veri lemezler, açık denetimin sınırları, eksik enformasyon tarafın dan karakterize edilen çatışmalar, "fracta", katastroflar ve pragmatik paradokslarla ilgili kılarak, kendi evrimini sürek siz, katastrofik, yenilenemez ve paradoksal olarak kurumsal laştırıyor ve bilgi kelimesinin anlamını değiştiriyor, böyle bir değişimin nasıl yer alabileceğini açıklıyor. Bilineni değil, bi linmeyeni üretiyor. Postmodern bilim, en çoğa çıkartılmış iş lerlikle yapacak hiçbir işi olmayan, paraloji olarak anlaşılan esas bir farklılığa sahip bir meşrulaştırma modeli önermekte dir.207 Çalışması bu istikamette giden bir oyun teorisi uzmanı ko nuyu iyi belirtmiştir: " O zaman oyun teorisinin yararlığı ne rede yatmaktadır? Sanıyoruz, oyun teorisi bir fikir türeticisi olarak herhangi bir sofistike teorinin yararlı olması anlamında
206. Özellikle bkz. Watzlawick et. al., Pragmatics of Human Communica tion (not 11) 6. bölüm. 207. "Bilimsel bilginin üretim şartlan üretilen bilgiden ayırdedilmelidir. Bilimsel etkinliğin iki kurucu aşaması vardır: Bilineni bilinemez kılmak ve sonra bu bilgi-olmayanı bağımsız bir sembolik metasisteme yeniden götürmek... Bilimin özgüllüğü onun öngörülemezliğindendir" (P. Breton, in Pandore 3 (1979): 10).
128
yararlıdır."208 P.13. Medawar kendi adına "idealara sahip ol manın bilim adamının en yüksék görevi"209 olduğunu ve "Bi limsel bir yöntemin"210 bulunmadığını, bilim adamının herşeyden önce "hikayeler anlatan" bir kişi olduğunu söylemek tedir. Tek fark, bilim adamının, bu hikayeleri doğrulamakla kayıtlı olmasıdır.
208. Anatol Rapport, Two-Person Game (ann Arbor, University of Michi gan Press, 1966), s. 202. 209. P.B. Medawar, The Art of the Soluble (London, Methuen, 1967), s. 116; bkz, özellikle "Two Conceptions of Science" ve "Hypothesis and Imagination" başlıklı bölümler. 210. Paul K. Feyerabend tarafından açıklanmıştır, Against Method (London, New Left Booss, 1975). Örnek Galileo'dur. Popper ve Lakatos'a karşılık, Feyerabend epistemolojik "anarşizmin” sözcülüğünü üstlenmiştir.
129
14. PAROLOJİYLE MEŞRULAŞTIRMA
Bu noktada günümüzde bilgi meşrulaştırması sorunuyla ilgili sunduğumuz olguların hedeflerimiz açısından yeterli oldu ğunu söyleyelim. Artık büyük anlatılara müracaat etmiyoruz -postmodern bilimsel bilginin geçerli kılınması olarak ne Tin'in diyalektiğine ve hatta ne de insanlığın özgürleşimine baş vurabiliriz. Ancak daha önceden gördüğümüz gibi, küçük an latı (petit récit), çok özel bir biçimde bilimde, muhayyel yeni liğin esas formu olarak kalmaktadır.211 Buna ek olarak, uzlaşım ilkesinin, bir geçerlileştirme ilkesi olarak uygun gözükmemektedir. Uzlaşım ilkesinin iki ifade edilme biçimi vardır: İlkinde, uzlaşım, bilen zekalar ve özgür iradeler olarak tanımlanan insanlar arasında, diyalogda kazanılan bir 211. Bu çalışmanın sınırları içerisinde, meşrulaştırma söylemlerindeki an latının dönüşü tarafından öngörülen biçimi analiz etmek mümkün gözük memektedir. Örnekler, açık sistemlerin çalışılması, yerel belirlenimcilik, karşıyöntem genelde paroloji adı altında gruplandırdığın herşey.
130
anlaşmadır. Bu Habermas tarafından geliştirilen bir açıklamadır ancak onun kavramı özgürleşim anlatısının geçerliliğine bağlıdır. İkincisinde, uzlaşım, kendisini işlerliğini korumak ve geliştirmek üzere yönlendiren sistemin bir öğesidir.212 Luhmann'ın geliştirdiği anlamda, idari işlemlerin nesnesidir. Bu durumda, uzlaşımın yegane geçerliliği, sistemi meşrulaştıran gerçek amaca ulaşmakta bir araç olarak kulla nılan güçtür. Sorun buna göre sadece paraloji-üzerinde temellenmiş bir meşrulaştırma biçimine sahip olmanın mümkün olup olmadı ğını belirlemektir. Paroloji yenilikten ayırdedilmelidir: yeni lik, sistemin komutası altındadır ya da hiç olmazsa sistem ta rafından kendi yeterliliğini artırmak için kullanılmaktadır; paraloji, önemi son dönemlere gelinceye kadar pek sık anla şılmayan ve bilgi pragmatiğinde gerçekleştirilen bir hareket tir. Gerçeklikte hipotez için güçlükler sergilemeyen başka bir harekete dönüştürülen zorunlu değil fakat sık sık ortaya çıkan bir olaydır. Bilimsel pragmatiğin betimine dönerek (Bölüm 7), ihtilaf (anlaşmazlık) kavramını vurgulamalıyız. Uzlaşım hiç bir za man ulaşılamayan bir ufuktur. Bir paradigmanın koruması al tında yer alan araştırma durağanlaşmaya yönelir;213 teknolo jik, ekonomik ya da sanatsal bir "ideanın" sömürüsü gibidir, 212. Örneğin Nora ve Minc Japonların bilgisayar alanındaki başarısını, Japon toplumunun özgüllüğü olarak değerlendirdikleri "toplumsal uzlaşımın yoğunluğuna" atfetmekte (not 9), sonuçta şöyle demektedirler: Yayıl mış toplumsal bir bilgisayarlaşmanın dinamiği kırılgan bir topluma yol açmaktadır, böyle bir toplum, uzlaşmayı kolaylaştırıcı bir görüşle kurul makta ancak böyle bir toplumun varlığını zaten öngörmekte, uzlaşma sağ lanamazsa da bir durgunluğa sürüklenmektedir" (s. 125). Y. Stourdzé, "les Etats-Unis" (not 20), yönetimi zayıflatma, dinginliğini bozma, düzenleştirmeye karşı varolan eğilimin, toplumun, Devlet'in işlerlik ehliyetine du yulan güvenin yitirilmesi tarafından desteklenmesi olgusunu vurgulamakta dır. 213. Kuhn'un kastettiği anlamda.
131
azaltılamaz. Şaşırtıcı olan, birilerinin her zaman "aklın" düze nini bozma peşinde olmasıdır. Anlama için yeni normlarının ilan edilişinde ya da bilim dilinin yeni bir alanının araştırılma sını belirleyen yeni kuralları inşa edecek bir öneride açığa çı kan açıklamanın kapasitesini sabitleştiren bir gücün varlığını konumlamak zorunludur. Bu bilimsel tartışma bağlamında Thom'un morfojenesis olarak adlandırdığıyla aynı süreçtir. Ku ralsız değildir (katastrof sınıfları vardır) ancak daima mevzi olarak belirlenmektedir.214 Bilimsel tartışmaya uygulanmış ve geçici bir çerçevede yerleştirilmiş olarak, bu özellik "keşiflerin" öndeyilenemez olduğunu ima etmektedir. Açıklık düşüncesi bağlamında, kör noktalar türeten ve uzlaşıma boyun eğen bir etmendir. Bu özet, sistemler teorisinin ve önerdiği meşrulaştırma tü rünün ne olursa olsun bilimsel bir temeli olmadığım görme mizi kolaylaştırmaktadır. Bilimin kendisi, bu sistem teorisinin paradigmasına göre işlemez ve çağdaş bilim böyle bir paradigmanın toplumu betimlemek üzere kullanma imkanını dışta bırakmaktadır. Bu bağlamda, Luhmann'ın savındaki iki önemli noktayı inceleyelim. Bir taraftan, sistem sadece karmaşıklığı indirgeye rek işlemekte, diğer taraftan kendi amaçlarına göre tekil etkilenimlerin uyarlanmasını geliştirmek durumunda kalmakta dır.215 Karmaşıklıktaki indirgeme, sistemin güç yeterliliğini
214. Pomian ("Catastrophes") bu tip işlevleşmenin Hegelci diyalektikle ilişkisinin olmadığını göstermektedir. 215. "Kararların meşruluğunun uygun surette gerektirdiği şey esas olarak minimum bir kopmayla, toplumsal sistem içerisinde etkili bir öğrenme sü recidir. Bu çok daha genel bir sorunun bir boyutudur: "Etkilenmeler nasıl değişir, nasıl siyasal idari alt sistem, (sadece toplumun bir parçasıyken) toplumda, kararlan aracılığıyla beklentileri yapısallaştırılabilir? "Sadece bir parça olanın faaliyetinin etkinliği bütün için geniş ölçüde, yeni beklen tileri zaten var olan sistemlere uyarlamada nasıl başarılı olduğuna bağlıdır. Bu sistemler şahıslar ya da toplumsal sistemler olabilir, ancak önemli iş-
beslemek için gereklidir. Eğer bütün mesajlar bütün bireyler arasında serbestçe dolaşabiliyorsa, doğru seçim yapmadan önce ele alınmak zorunda olunan enformasyonun niteliği hatırı sayılır ölçüde kararları geciktirecek, dolayısıyla işlerselliği düşürecektir. Hız, çalışırken, sistemin güç öğesidir. Bu çekirdek düşüncelerin, ciddi bozulmaların riskinden kurtulunmak isteniyorsa gerçekten değerlendirilmesi gerektiği itirazı yapılacaktır. Luhmann şöyle karşılık verir -bu da ikinci nokta-: Bireysel etkilenimleri sistemin kararlarıyla uzlaşabilir kılmak için, "bütün bozulmalardan serbest" bir "çıraklık eğitim kabilinden" süreç aracılığıyla, bu etkilenimlere kılavuzluk etmek mümkündür. Kararlar bireylerin etkilenimlerine saygı göstermek zorunda değillerdir, etkilenimler ka rarlara, hiç olmazsa etkilerine telkinde bulunmak zorundadır lar. İdari işlemler, sistemin daha iyi işlerlik kazanması için, bireylere sistemin ihtiyaç duyduğu şeyi istetmelidir. Telematik teknolojisinin bu süreçte hangi rolü oynayabildiğini görmek kolaydır.2'6 Bağlam denetimi ve egemenlik içsel olarak yokluklarından çok varlıklarının daha iyi olduğu düşüncesinin yanında inan dırıcı bir gücün bulunduğu inkar edilemez. İşlersellik ölçütü kendi "avantajlarına" sahiptir. İlke olarak metafizik bir söy leme başvurmayı dışta bırakmakta; masallardan feragat et meyi gerektirmekte, açık zihinler ve soğuk iradeler talep et mekte, özlerin tanımının yerini eylemlerin birikimiyle değiş tirmekte, "oyuncuların" sadece ortaya koydukları önermeler için değil, aynı zamanda, bu önermeleri kabul edilebilir kıl-
levsel rahatsızlıklara yol açmadan uyarlama gerçekleşmelidir". (Niklas Luhmann, Legitimation durch Verfahren, not 160, s. 35. 216. Bu David Riesman'ın ilk çalışmalarında eleştirilen bir hipotezdir. Bkz. Riesman, The Lonely Crowd (New Haven, Yale University Press, 1950); W.H. White Organizaton Man , New York, Simon and Schuster, 1956; Herbert Marcuse, One-Dimensional Man (Boston, Beacon, 1966).
133
mak için itaat ettikleri kurallar içinde sorumluluk sahibi kıl maktadır. Bilginin pragmatik işlevlerini, yeterlilik ölçütüyle ilişkili gözükecek şekilde aydınlığa kavuşturmaktadır. Bunlar, tartışma, kanıt üretimi, öğrenimin aktarılması ve imgelemin eğitimi pragmatikleridir. Bütün dil oyunlarının bir kendi-bilgisine (hatta yasa ko yucu bilgi alanına girmeyenleri bile) yükselmelerine katkıda da bulunmaktadır. Gündelik söylemi bir tür metasöyleme doğru sarsmaya yönelir. Sıradan önermeler şimdi kendini kaydetme için bir eğilim göstermekte, çeşitli pragmatik post lar, kendilerini ilgilendiren cari mesajlarda bile dolaylı bir bağ kurmaya gitmektedir.217 Çalışmasını parçalara ayırma ve dil lerini birleştirme çabası yolunda bilimsel topluluk tarafından deneyimlenen içsel iletişim sorunlarının, anlatısal kültüründen yoksunlaştırılmış bir toplumsal birlikteliğin kendi içsel iletişi mini ve sorgulama süreci içerisinde adına verilen kararların meşruluğunun tabiatını yeniden incelemesi gerektiğinde de neyimlediği sorunlarla doğaları gereği karşılaştırılabilir oldu ğunu önermektedir. Okuyucuyu hayrete düşürme riskiyle, sistemin avan tajları arasındaki şiddeti hesaba katabileceğini de söyleyecek tim. Güç ölçütü çerçevesinde, bir istek (yani bir buyurma bi çimi), karşılanmış bir ihtiyacın katılığı üzerine temellenmiş olması sayesinde oluşan meşruluktan hiç bir şey kazanmaz. Haklar katılıktan değil, zorluğun sistemin işlerliğini geliştir mesi tesellisinden kaynaklanmaktadır. En ayrıcalıksızın ihti yaçları bir ilke konusu olarak sistem düzenleyicisi biçiminde kullanılmamalıdır. Çünkü bunları tatmin etmenin araçları za ten bilindiğinden, bunların gerçek doyumları sistemin işlerli217. Josette-Rey- Debove (Le Metalangage, not 117, s. 228 vd) Çağdaş gündelik hayattaki otonomik ifade ve dolaylı söylem işaretlerinin canlan dırılmasına işaret etmektedir. Bize hatırlattığı üzere, "dolaylı söyleme güvenilemez".
134
ğini geliştirmeyecek, sadece harcamalarını artıracaktır. Bunun tek karşı göstergesi, en ayrıcalıksızların tatmin edilmemesinin bütünü bozabileceğidir. Güçsüz tarafından yönetilmek, gücün tabiatına aykırıdır. Ancak bu tabiat içerisinde yeni istekleri or taya koymak "hayat" normlarının yeniden tanımlanmasına yol açmak anlamına gelmektedir.218 Bu anlamda sistem, insanlığı farklı bir normatif kapasite düzeyinde insanileştirmek için, in sanlığı gideren ve bundan sonra ilaçlayan öncü bir makina olarak gözükmektedir. Teknokratlar, toplumun ihtiyaçları ola rak ortaya koyduğu şeye güvenemediklerini açıklamışlardır: teknokratlar, toplumun kendi ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçlar yeni teknolojilerden bağımsız değişkenler olmadığından dolayı bi lemeyeceğini "bilmektedirler".219 Bu karar verenlerin ve onla rın körlüğünün bir kendini bilmezliğidir. Teknokratların "kibri"nin anlamı, kendilerini, en mümkün işlersel birliğin araştırılmasında bir bütünlük olarak algılanan toplumsal sistemle özdeşleştirmeleridir. Eğer bilim pragmatiğine bakacak olursak, böyle bir özdeşleşmenin imkansız oldu ğunu öğreniriz. İlke olarak, hem bilgi tekeline sahip bir bilim adamı yoktur; hem de bir bilim adamı bir bütün biçiminde
218. Georges Cangulheim'in söylediği gibi, "insan yalnızca normalden daha fazla bir şey olup, bir dizi norma muktedir olduğunda gerçekten sağlık lıdır". ("Le Normal et la pathologique" (1951) in La Connaisance de la vie, Paris, Hachette, 1952, s. 210). 219. E.E. David (not 156), toplumun sadece teknolojik çevresinin varolan durumunda hissettiği ihtiyaçlarının farkına varabildiği yorumunu yapar. Temel bilimler teknik çevreyi yeniden modelleştiren ve öngörülemeyen ih tiyaçlar yaratan, bilinmeyen özellikleri keşfeden bir mahiyete sahiptir. Ör nek olarak katı maddelerin amplifer olarak kullanılmasına ve katı hal fizi ğinin hızlı gelişimini belirtmektedir. Toplumsal etkileşimlerin bu "olum suz düzenlenişi" ve çağdaş tekniğin nesnesi tarafından oluşturulan ihtiyaç lar R. Jaulin tarafından eleştirilmiştir. "Le Mythe technologique", Revue de I'enterprise 26 (Mart 1979):49-55. Bu metin A.G.H. Audiricourt'un bir de ğerlendirmesidir.: "La technologie culturelle, essai méthodologie", in Gille, Historié des techniques (not 154).
135
"bilimin" işlerliğine bir ekleme yapmadıkları maskesiyle, bir araştırmacının etkilerini, bir araştırma projesinin "ihtiyaçlarını" yadsımaz. Bir araştırmacıya genellikle verilen karşılık, "Gör memiz gerekecek, bana şimdi hikayeni anlat"tır.220 İlke ola rak, bir olayın kapanmakta olması ya da "bilimin" gücünün, yeniden açıldığı takdirde tehlikeye gireceği şeklinde bilim adamının bir önyargısı yoktur. Gerçekte, bunun tam tersi doğ rudur. Doğal olarak, bu gerçeklikte her zaman böyle olmaz. Bir yığın bilim adamı, bazen yıllarca "hareketlerinin" görmezlik ten gelindiğini ya da bastırıldığını görmüşlerdir. Çünkü, sa dece üniversite ve bilimsel hiyerarşide değil, aynı zamanda sorunsalda da,221 kabul edilen konumları birdenbire yerlerin den etmişlerdir. "Hareket" ne kadar güçlüyse, çok muhtemel olarak, en küçük uzlaşım tarafından inkar edilecektir, çünkü uzlaşımın temellenmekte olduğu oyunun kurallarını değiştir mektedir. Ancak bilgi kurumu bu biçimde işlediğinde, davra nışı bir içdenge ilkesi tarafından idare edilen sıradan bir güç merkezi gibi hareket etmektedir. Bu türden bir davranış, Luhmann tarafından betimlenen sistemin davranışı gibi yıldırıcıdır. Yıldırıcılıkla (terör), bir oyuncuyu paylaşılan bir dil oyunundan uzaklaştırmakla ya da 220. Medawar (Art of the Soluble, ss. 151-52.) bilim adamlarının yazma ve konuşma üsluplarını karşılaştırmaktadır. Yazma üslubu kıyası olmalıdır; aksi takdirde bilim adamları dikkate alınmayacaklardır. İkincisi yani ko nuşma üslubu için Medawar sık sık laboratuvarlarda işitilen ifadelerin, "so nuçlarım henüz bir hikaye oluşturmaz"ı da içeren bir listesini çıkartır. Me dawar, "bilim adamları, hikayeler söyleyerek açıklayıcı yapılar kurarlar" sonucuna varır. 221. Meşhur bir örnek için bkz. Lewis S. Feuer, Einstein and the Genera tion of Science (New York, Basic Books, 1874). Moscovici'nin kitabın fransızca tercümesine yazdığı girişte vurguladığı gibi (Einstein et le conflictde générations, Bruxelles, 1979) "görelik aralarında hiç kimsenin fi zikçi olmadığı arkadaşlar tarafından kurulan bir geçici 'akademide' doğmuş tur; bunların hepsi mühendis ya da amatör felsefecilerdi".
136
uzaklaştırma amacıyla tehdit etmekle elde edilen yeterliliği kastediyorum. Oyuncunun dilsizliği ya da geri çekilmesi, yanlışlanmakta oluşundan gelmektedir (herhangi birini oyundan engellemenin bir çok yolu vardır). İlke olarak bilimlerde denkliği bulunmayan karar vericilerin kibri, terörün uygulan masından oluşmaktadır. Şöyle denmektedir: "Etkilenmelerini bizim amaçlarımıza uyarla ya da başka bir şey yap."222 Hatta çeşitli oyunlara yönelik verilen izin, işlerselliğe bağlı kılınmıştır. Hayat normlarının yeniden tanımlanması, sistemin güç için ehliyetinin büyüselleştirilmesinden ibarettir. Bu özel likle telematik teknolojisinin başlangıcındaki olaydır: Teknok ratlar, telematikte bir özgürleşme vaadi ve bağlayıcılar arasın daki etkileşimlerde bir zenginlik görmektedirler. Bu süreci on lar için çekici kılan, sistemde, işlerselliğini geliştirmeye yol açacak yeni gerilimlerin ortaya çıkmasıdır.223 Bilimin farklılaştırıcı olduğu düzeyde, onun pragmatiği, sabit bir sistemin karşı modelini sunmaktadır. Bir önerme, bi linenden bir farklılık gösterdiği uğrakta ve bulunmasındaki süreçte yer alan kanıt ve savdan sonra ele alınmaya değer gö rülmektedir. Bilim, içerisinde bir önermenin, eğer "idealar türettiyse" yani önermeler ve oyun kuralları türettiyse geçerli olan bir "açık sistem"224 modelidir. Bilim kendisinde diğer bü222. Orwell'in paradoksu. Bürokrat şöyle der: "Bizler ne olumsuz itaatle hatta ne de adi bir başeğmeyle memnun olabiliriz. Bize nihai olarak teslim olduğunuzda bu sizin hür iradenizin bir neticesi olmalı" (1984, New York, Harcourt and Brace, 1949, s. 258). Bir dil oyunu terminolojisinde aynı pa radoks şöyle açıklanacaktır: "Özgür ol" ya da "Ne istediğini iste"; bunlar Watzlawick tarafından analiz edilmiştir (not 11) ss. 203-7. Bu paradokslar üzerine bkz, J.M. Slanskis, "Genèses 'actuelles' et Genèses 'sérilles' de l'in consistant et de hétérogeme", Critique 379 (1987): 1155-73. 223. Bkz. Nora ve Minc'in, kitle bilgisayarlaşmasının Fransız toplumunda kaçınılmaz olarak üreteceği gerilimleri betimleyişleri. (L'Informatisation de la société (not 9). 224. Bkz. not 181. Krş, Watzlawick'deki açık sistemlerin tartışılması: Pragmatics of Human Communicaiton, s. 117-48. Açık sistemler teorisi
137
tün dillerin çevrilebildiği ve değerlendirildiği genel bir metadile sahip değildir. Bu da bilimi sistemle, terörle birlikte ele alınan bütün şeylerle özdeşleşmekten alıkoyan bir şeydir. Eğer bilimsel bir toplulukta karar alıcılar ve uygulayıcılar arasındaki bölümleme varsa (ki vardır), bilim pragmatiğinin kendisinin değil, sosyoekonomik sistemin bir olgusudur bu; ancak bilginin muhayyel gelişimine büyük engellerden birisi olarak. Burada genel meşrulaştırma sorunu, toplum ve bir bilim pragmatiğinin karşı modeli arasındaki ilişkinin niteliği olmak tadır. Bir toplumu oluşturan dil materyalinin geniş bulutlarına uygulanabilir mi? Öğrenme oyunuyla mı sınırlıdır? Eğer öy leyse, toplumsal bağa ilişkin olarak hangi rolü oynamaktadır? Toplum üzerinde kendileri için yadsıdıkları işlerlik ölçütünü zorlayan karar vericiler altkümesinin asli bir öğesi midir? Ya hut tersine, otoritelerle işbirliği yapanın reddedilişi midir? Mali kaynak yokluğu nedeniyle araştırmanın imkansızlaşması ihtimaline refakât eden riske katlanarak, karşı kültür yönünde bir hareket midir?225 Bu çalışmanın başlangıcından beri, çeşitli dil oyunları ara sında, özellikle düzanlamsal ya da bilim oyunlarıyla, buyu rucu ya da eylem oyunları arasında olmak üzere, sadece formel değil aynı zamanda pragmatik farklılıklar bulunduğunu vurguladım. Bilim pragmatiği, üzerinde öğrenme kurumları (enstitüler, merkezler ve üniversiteler) inşa ettiği temel olan düzanlamsal ifadeler üstüne bina edilmiştir. Ancak postmo dern gelişim, önemli bir "olguyu" açığa çıkarmaktadır: Düzan lamsal önermelerin tartışılması bile kurallara sahip olmak ihtiyacındadır. Kurallar düzanlamsal değil, karmaşadan kurtulkavramı Salanskis'in çalışmasının konusudur: Le Systématique ouvert. 225. Kilise ve Devletin birbirinden ayrılmasından sonra Feyerabend, aynı sağduyuyla, Devlet ve Bilimin birbirinden ayrılmasını talep eder. Peki Para ve Bilim hakkında ne söylenebilir?
138
mak için metabuyurucu ifadeler olarak adlandırmakla çok iyi ettiğimiz, buyurucu ifadelerdir (dil oyunları hareketlerinin ka bul edilebilirliği için ne olmaları gerektiğini buyurmaktadır lar). Varolan bilim pragmatiğinin farklılaştırıcı, muhayyel ya da paralojik etkinliğinin işlevi, bu metabuyuruculara (bilimin "varsayımları") işaret etmek ve oyunculara farklı olanların ka bul edilmesi için istekte bulunmaktadır.226 Bu türden kabul edilebilir isteğin yapabileceği yegane meşrulaştırma, idealar yani yeni önermeler türeteceği özelliği olmaktadır. Toplumsal pragmatik, bilimsel pragmatiğin "yalınlığına" sahip değildir. Farklı biçimli ifade sınıflarının (düzanlamsal, buyurucu, işlersel, teknik değerlendirici vb.) çeşitli şebekelerin birbirine girmesiyle biçimlenmiş bir azmandır. Bütün bu dil oyunlarına ortak metabuyurucuları belirlemek ya da bilimsel toplulukta belli bir anda işleyen gözden geçiri lebilir bir uzlaşımın toplumsal birliktelikle dolaşan önermeler bütünlüğünü düzenleyen metabuyurucular bütünlüğünü kapsayabilmesi için bir neden yoktur. Nitekim, geleneksel ya da "modern" (insanlığın özgürleşimi veya ideanın gerçekleşmesi) meşrulaştırma anlatılarının günümüzdeki çöküşü, bu inancın ortadan kalkmasına uygundur. "Sistemin" ideolojisinin, bütünlüğe yönelik hak iddialarıyla doldurmaya çalıştığı ve işlerlik ölçütünün iki yüzlülüğünde ifade ettiği, yokluğudur. Bu nedenle, meşrulaştırma sorununu ele alışımızdaki227
226. Bu hiç olmazsa bu kavramı anlamanın, Ducrot'nun sorunsalından ge len bir yoludur. Dire (not 28). 227. Legitimationsprobleme (not 27), passim, özellikle s. 21-22: "Dil bir dönüştürücü biçiminde, bilişleri önermelere, ihtiyaç ve hisleri normatif beklentilere (emir ve değerler) değiştirerek işlemektedir. Bu dönüşüm bir ta raftan haz, istem ve yönelim öznelliği arasındaki kapsayıcı ayrımı, diğer taraftan evrenselliğe yönelik bir hak talebiyle ifadeleri ve normları üret mektedir. Evrensellik bilginin nesnelliği ve geçerli normların meşruluğuna işaret etmektedir. Her ikisi de topluluğun kurucu, yaşanmış toplumsal dene
139
yönlenmede Diskurs bir başka deyişle bir tartışma diyalogu228 olarak adlandırdığı şey aracılığıyla evrensel bir uzlaşımı araş tırma yönünde Habermas'ı izlemek ne mümkün hatta ne de basiretli gözükmektedir. Bu, iki varsayım ileri sürmek demektir: İlkin, dil oyunları farklı biçimli ve pragmatik kuralların türdeş olmayan kümele rine bağlı olduğunda bütün konuşmacılar için evrensel geçerli dil oyunlarının kurallar ya da metabuyurmalar olması teme linde anlaşılması mümkündür. İkincisi, diyalogun hedefinin uzlaşım olmasıdır. Ancak bi lim pragmatiğinin analizinde gösterdiğim gibi, uzlaşım tartış manın tekil bir durumudur, amacı değil. Amacı, aksine paralojidir. Bu çifte gözlem (kuralların türdeş olmayışı ve muha lefet arayışı) hâlâ Habermas’ın araştırmasının altını çizen bir inancı tahrip etmektedir. Bu inanç özetle, kollektif (evrensel) bir özne olarak insanlığın, ortak özgürleşimini bütün dil oyunlarında müsaade edilen "hareketlerin" aracılığıyla aradığı ve herhangi bir önermenin meşruluğunun özgürleşime katkıda bulunmasına bağlı olduğu şeklindedir.229 yimini güvence altına alırlar. Sorunu bu biçimde formüle ederek, meşruluk probleminin bir karşıtlık türüne, evrenselliğe bağlandığını görmekteyiz. Bu tutum bir taraftan, Kant'ın eleştirisine karşılık olarak, (ki bu eleştiri kavramsal evrenselliği, bilginin öznesine uygun tutarak ve ideal evrensel liği ya da eylemin öznesinin ufkunu belirleyen "supra-duyumlanabilir tabi atı ayrıştırmaktadır) bilginin öznesini meşruluğuyla eylemin öznesinin meşruluğunu özdeş varsaymakta, diğer taraftan uzlaşımın sadece insanlığın hayatının mümkün tek ufku olduğunu öngörmektedir. 228. İbid, s. 20. Buyurucu önermelerin metabuyuruculuğunun (yani yasala rın normalleştirilmesinin) Diskurs’a ikincil kılınması açıktır, sözgelimi bkz, s. 144. "Geçerliliğe yönelik normatif hak iddiasının kendisi, her za man ussal bir tartışmada kabul edilebileceğini varsayması anlamında biliş seldir". 229. Garbis Kortian, Me'tacritique (Paris, Editions de Minuit, 1979), bölüm 5. Kortian Habermas'ın düşüncesinin bu aydınlanma boyutunu incelemekte dir. Yine bkz. aynı yazarın "Le Discours philosophique et son object", Cri tique 384 (1979): 407-19.
140
Habermas'ın Luhmann'a karşı bu başvurmasının hangi iş levi yerine getirdiğini görmek kolaydır. Diskurs, durağan bir sistem teorisine karşı nihai silahtır. Neden güzeldir, fakat sav değil230. Uzlaşım modası geçmiş ve şüpheli bir değer olmuş tur, ancak adaletin ne modası geçmiştir ne de şüpheli. Şu halde, uzlaşım ideasına bağlanmayan bir adalet ideası ve pra tiği yakalamalıyız. Dil oyunlarının farklı biçimliliğinin tanınması bu yöndeki ilk duraktır. Bu açıkça, dil oyunlarının eşbiçimli olduğunu var sayan ve öyle yapmak için uğraşan terörün bir reddini göster mektedir. İkinci durak, bir oyunu tanımlayan kurallar üzerin deki herhangi bir uzlaşım ve onun içerisinde gerçekleştirilebi lir "hareketler" mevzi olmalı, başka bir deyişle, mevcut oyun cular tarafından üstünde anlaşılmalı ve muhtemel bir ilkeye bağlı kalmalıdır. O zaman yönelim (orientation) metaargümanların çoğulluğundan yana olmalıdır. Yönelimle metabuyuruculara ait tartışmayı kastediyorum ve bu zaman ve mekanla sınırlı olmaktadır. Bu yönelim toplumsal etkileşimin şimdilerde aldığı evri min istikametine karşılık gelmektedir. Pratikteki geçici an laşma, siyasal olaylarda olduğu kadar, mesleki, duygusal, cin sel, kültürel, ailevi ve uluslararası alanlardaki sürekli kurumların yerini almaktadır. Bu evrim tabiatıyla çift anlamlıdır: ge çici anlaşma, en büyük esneklik, en düşük fiyat ve güdülen meleri sağlayan yaratıcı karışıklık nedeniyle sistem tarafından tercih edilmektedir -bu etmenlerin hepsi çoğalan işlemselliğe (operativity) katkıda bulunmaktadır. Ne olursa olsun, burada sisteme "yalın" bir seçenek üretme sorunu yoktur. Hepimizin bildiği gibi, 1970'ler yaklaştıkça bu türden herhangi bir seçe230. Bkz, J. Poulai, not 28. Pragmatiğin Searle ve Gehlen tarafından çok daha genel bir tartışması için bkz, Poulain, "Pragmatique de la parole et pragmatique de la vie". Phi zéro 7. no. 1. (Université de Montreal, ekim, 1978): 5-50.
141
nek yaratmaya girişmek, yerini değiştirmeye kasteden sistemi andırmakla sonuçlanacaktı. Geçici anlaşmaya yönelik eğilimin de çift anlamlı olmasıyla mutluluk duymalıyız, çünkü bütü nüyle sistemin amacına bağlanmamıştır, ve henüz sistem bu girişimi hoşgörmektedir. Bu da sistem içerisinde başka bir amacın varlığına tanıklık etmektedir. Bu türden dil bilgisi oyunları ve bunların kuralları ve etki leri için sorumluluk yüklenilmesi kararı. Bunların en anlamlı etkisi, açıkça kuralların uyarlanmasını geçerli kılan şeydir, yani paraloji arayışı. Nihayet bizler, toplumun bilgisayarlaştırılmasının bu so runsalı nasıl etkilediğini anlamak durumundayız. Bu süreç bil ginin kendisini de içermeye kadar uzanan ve işlersellik ölçütü tarafından başka herşeyi dışta bırakacak şekilde idare edilen pazar sistemini düzenleyen ve denetleyen bir "rüya" aracı ola bilirdi. Bu durumda kaçınılmaz olarak, terörün kullanılışını içerecekti. Ancak gruplara, genellikle bilgileştirilebilir karar ları alırken yokluğunu duydukları enformasyonu sağlayarak, metabuyurucuları tartışmalarında yardımcı oldu. Bilgisayar laşmanın bu yollardan İkincisini seçmesi için izlenecek yol il kede çok basittir: halka hafıza ve veri bankalarına serbest giriş imkanı veriniz.231 O zaman dil oyunları, belirli bir zamanda, 231. Bkz, Tricot et. al. Informatique et libertés, hükümet raporu (La Docu mentation françaiese, 1975); L. Joinet, "les pièges liberaticides' de l'in formatique", Le Monde diplomatique 300 (Mart 1979): bu tuzaklar "nüfusun büyük bir kesiminin yönetimine 'toplumsal profiller' tekniğinin uygulan masıdır; güvenliğin mantığı toplumun otomatizasyonu tarafından üretil miştir". Bkz, Inférences 1 ve 2 (Kış 1974 Bahar 1975). Multimedya ileti şim şebekelerinin kurulması konuyla ilgili belge ve analizler. Ele alınan konular şunlar: Amatör radyolar (özellikle bunların ekim 1970'lerde FLQ ve Fransa'da Mayıs 1972'deki "Komün cephesi" olayları sırasındaki rolleri); ABD ve Kanada'da cemaat radyoları; bilgisayarların basım işindeki editöryal çalışma üzerindeki etkisi; İtalya'daki gelişmelerinden önce korsan rad yolar; idari dosyalar, IBM tekeli, bilgisayar sabotajı. Bir bilgisayar almak için referandum yapan Yverdon belediyesinin belirli kurallar yürürlüğe
142
tam enformasyon oyunları olacaktır. Ancak sıfır-çözüm oyun ları olmayabilirler de; bu yüzden, tartışma hiç bir zaman kü çük büyük bir denge durumunda saplanmak riskini almaya caktır, çünkü erzaklarını tüketmiştir. Erzak bilgi olabileceğin den (eğer isterseniz, enformasyon), bilgi kaynağı, dilin müm kün sözceler kaynağı tüketilemezdir. Bu da hem adalet tutku sunu hem de bilinmeyen tutkusunu dikkate alan bir siyasetin taslağını çıkarmaktadır.
koyması, belediye meclisinin hangi verilerin toplanacağına ilişkin mutlak otoritesi; bu otorite hangi şartlar altında bu verilerin iletişime sunulabile ceğini de içermekteydi. Belli bir ücret karşılığında yurttaşların bütün veri lere girişinin sağlanması. Her yurttaşın kendi dosyasındaki maddeleri görme hakkı. Bunları düzeltme ve gerektiğinde Belediye meclisine şikayet etme hakkı. Eğer gerekirse şikayetin Devlet Konseyi'ne yapılabilmesi. Bü tün yurttaşların istek üzerine kendilerini ilgilendiren verilerin iletişimin den haberdar olması ve bunların kime verildiğini bilmesi (La Semaine meida 18, 1 Mart, 1979, 9).
143
EK: POSTMODERNİZM NEDİR?
Bir Talep Bu bir durgunlaşma dönemidir -bunu söylerken, zamanların rengine göndermede bulunuyorum. Her taraftan, sanatlarda ve başka yerlerde deneyimlemeye bir son vermeye zorlanmaktayız. Realizmi yücelten ve yeni bir öznelliğin yükselişi nin militanı olan bir sanat tarihçisini okudum. Resim paza rında, "Transavangardizmi" paketleyen ve satan bir sanat eleş tirmenini okudum. Deneyimleme çocuğunu, işlevselcilik kirli suyuyla leğenden fırlatarak Bauhaus projesinden, postmoder nizmin adı altında uzaklaşan mimarları okudum. Gülünç şe kilde Judaeo-Christianism olarak adlandırdığı bir felsefe keşfe derek, bununla, yaymaktan yükümlü tutulduğumuz dinsiz liğe bir son vermeye yönelen yeni bir felsefeci okudum. Hafta lık bir Fransız dergide, bazılarının Deleuze ve Guattari'nin 144
Mille Plateaux'dan hoşnutsuzluk duyduklarını, çünkü özellikle felsefi bir yapıt okurken, küçük bir anlamla doyurulmayı um duklarını okudum. Saygıdeğer bir tarihçinin kaleminden, 1960 ve 1970'lerin avantgard düşünürlerinin dilin kullanılmasında bir terör saltanatı sürdürdüklerini ve verimli bir etkileşimin şartlarının entellektüeller üzerinde ortak bir konuşma biçimi nin yani tarihçilerin konuşma biçiminin empoze edilmesiyle yeniden kurulması gerektiğini okudum. Konuşan makinaların meydan okuması altında, Kıta Avrupası düşüncesinin, gerçek liğe ait makinalara teslim olmasından, gönderme paradigması için, dilbilimsellik paradigmasının (konuşma üzerine konuşu lur, yazma hakkında yazılır, metinler arasılık) yerinin değişti rilmesinden şikayet eden ve şimdi, gönderilendeki katı dil demirleme harcını düzenlemenin zamanının geldiğini düşü nen genç bir dil felsefecisini okumaktayım. Postmodernizmin kendisi için, özellikle şaşkın bir kamu oyu, nükleer savaş teh ditleri altında, otoriteyi totaliter bir gözetme siyasetine cesaret lendirdiğinde, oyunları ve fantazileriyle politik otorite önünde çok az bir ağırlığa sahip olduğunu söyleyen yetenekli bir teatrolojist (tiyatro bilimci) okudum. Modernliği muhafazakârlar olarak adlandırdığı kişilere karşı savunan şöhretli bir düşünürü okudum. Postmoderniz min yasaklayıcılığı altında, neomuhafazakarların, modernizmden yani Aydınlanmanın tamamlanmamış projesinden kur tulmak istediklerine inanmaktadır. Ona göre, Popper ve Adorno gibi Aufklarung'un son yandaşları bile, bu projeyi sa dece hayatın bir kaç özel alanında [The Open Society (Açık Top lum) yazarı -Popper- için siyaset ve Aesthetische Theorie (Estetik Teori) yazarı Adorno içinse sanat alanı] savunmaya muktedir diler. Jürgen Habermas (herkes kendisini tanıyacaktır), eğer modernlik başarısız olduysa, bu başarısızlık, somut bireysel yaşantılar, "aşağılanmış anlam" ve "tahrip edilmiş biçim"in, özgürleşme olarak değil, Baudelaire’in bir yüzyıl önce betim145
lediği sonsuz bir ennui (aşınmışlık hissi) biçiminde, hayatın bütünlüğünün uzmanların dar ehliyetine terkedilen bağımsız özelliklere dağıtılmasına izin verilmesinde yatmaktadır diye düşünür. Albercht Wellmer’in bir isteğini takip ederek, Habermas, kültürün bu parçalanması ve hayattan koparılmasının çaresi nin, "artık öncelikle zevk yargılarında ifade edildiğinde de ğil", "yaşanan tarihsel durumu açıklamak için kullanıldığında yani "varlık sorunlarıyla ilişkili kılındığında", sadece "estetik deneyimin değişen konumundan" gelebileceğini dü şünmektedir. Çünkü bu deneyim o zaman "estetik eleştirinin değil, bir dil oyununun parçası olmaktadır"; "bilişsel süreçler ve normatif beklentilerde" yer almaktadır; "farklı uğrakların birbirlerine gönderme yaptıkları biçimi değiştirmektedir". Habermas'ın sanatlardan ve onların sunduğu deneyimlerden gereksindiği, kısaca bilişsel, etik ve siyasal söylemler arasın daki boşluğu doldurmak, böylece deneyimin birliğine yol aç maktır. Benim sorunum, Habermas'ın zihninde yatan birliğin hangi türden olduğunu belirlemektir. Modernlik projesinin amacı olan sosyokültürel bütünlüğün kurulması sırasında, bu bütünlüğün içerisindeki gündelik hayat ve düşüncenin bütün unsurları organik bir bütünde olduğu gibi yerlerini alacaklar mıdır? Ya da farklı türden dil oyunları -biliş, etik ve siyasetarasında çizilmek zorunda olan geçiş bundan farklı bir düzene mi aittir? Eğer öyleyse, bunlar arasında gerçek bir bileşimi et kilemeye muktedir olacak mıdır? Hegelci bir etkilenmeden gelen ilk hipotez, diyalektik ola rak bütünleştirici bir deneyim düşüncesine meydan okumaz: ikinci hipotez, Kant'ın, Yargıgücünün Eleştirisi'ndeki ruha çok yakındır ancak tıpkı Eleştiri gibi, postmodernliğin Aydın lanma düşüncesi ve bir özne ve birleştirici bir tarihin sonu ideası üzerine empoze ettiği keskin yeniden incelenmeye tâbi tu 146
tulmalıdır. Sadece Wittgenstein ve Adorno değil, Habermas tarafından okunma şansına sahip olamayan başka bir kaç dü şünür (Fransız ya da değil) tarafından da başlatılan bu eleştiri, hiç olmazsa onları neomuhafazakârlıklarından dolayı düşük bir not almaktan korumaktadır.
Realizm Belirlemeye başladığım taleplerin hepsi eşit değildir. Çelişkili bile olabilirler. Bazıları postmodernizm adına ileri sürülmekte dir, bazıları da onunla savaşmak için. Bir gönderge (nesnel gerçeklik), bir anlam (ve inanılır aşkınlık) bir alıcı (ve dinleyi ciler) veya gönderici (ve öznel açıklayıcılık) veya iletişimsel uzlaşma (ve genel bir değişimler kodu, tarihsel söylemin tarzı gibi) için bir talep formüle etmek zorunlu olarak aynı şey de ğildir. Ancak sanatsal deneyimlemeyi yayacak farklı davet lerde, düzen için özdeş bir çağrı, birlik, özdeşlik, güvenlik veya kamusallık (Öffentlichkeit ve "bir kamu bulma" anla mında) içinse bir arzu vardır. Sanatçılar ve yazarlar cemaatin sinesine geri getirilmeli, eğer cemaat hasta olarak değerlendiriliyorsa, hiç olmazsa onu iyileştirme görevine tahsis edilmelidir. Bu ortak düzenin yanlışlanamaz bir işareti vardır: Bu ya zarların hepsi için avantgardların mirasını tasfiye etmekten daha acil bir şey yoktur. Özellikde sözde-transavangardizmin yaptığı tam da budur. Achille Bonito Oliva'nın Bernard Lamarche -Vadel ve Michel Enric'in sorduğu sorulara verdiği ce vaplar bu olay hakkında bir şüpheye yer bırakmamaktadır. Ancak avantgardları karıştırarak bir araya koymakla, sanatçı ve eleştirmen, karşı bir atak geliştirmeden onları aşabilecekleri yolunda kendilerini daha emin hissederler. Çünkü daha ön ceki deneylerin parçalayıcı karakterinin ötesine gitmenin bir 147
yolu olarak en çok iki yüzlü eklektizme atlayabilirler. Ancak açık bir şekilde onlara arkalarını dönerlerse, görünür bir bi çimde saçma ve yeni akademik tavrın riskini üzerlerine ala caklardır. Burjuvazinin kendisini tarihsel süreç içerisinde inşa ettiği bir zamanda Salonlar ve Akademiler, realizmin örtüsü al tında güzel plastik ve edebi tavırlar için ödüller sağlamaya ve geçici bir ıstırap merkezi olarak işlemeye muktedirdiler. An cak kapitalizm içsel olarak benzer nesnelerin, toplumsal rolle rin ve kurumların gerçekliğini giderecek bir güce sahiptir. Öyle ki gerçeksi (realistic) tasarımlar diye bilinen tasarımlar artık, nostalji veya istihza hariç, doyumdan çok acı çekmenin bir fırsatı olarak gerçekliği çağıramamaktadır. Klasizm, gerçekliğin deneyimleme ve oranlamadan başka bir yaşantıya fırsat bırakmayacak şekilde durağanlaştırıldığı bir dünyada yöneltiliyor gözükmektedir. Bu konu Walter Benjamin'in bütün okuyucularına tanıdık gelmektedir, ancak konunun gerçek boyutunu görmek zorun ludur. Fotoğraf resim sanatına dışarıdan bir meydan okuma olarak gözükmemiş, endüstriyel sinemanın anlatısal edebiyata yaptığından daha fazlasını yapmamıştır. Fotografi, sadece onbeşinci yüzyıl sanatı (quattrocento) tarafından geliştirilen gö rünür olanın düzenlenmesi programına nihai dokunuşu koy maktayken, sinema, onsekizinci yüzyıldan beri en büyük ter biye (Bildung) romanlarında varolan idealde -ardzamanlılıkları organik bütünler halinde dönemselleş tirme- son duraktı. Bir bakıma mekanik ve endüstriyel olanın el ve zanaat işlerini yedeklemesi kendinde bir felaket değildir; eğer sanatın Özünde bir seçkin zanaatkârlığınca yardım olunan bireyselliğin ifadesi olduğuna inanılıyorsa. Değişiklik esas olarak, fotografik ve sinematografik süre cin, akademizmin gerçekçiliğe yüklediği çeşitli bilinçlilikleri şüpheden korumak görevini anlatısal ve resimsel gerçeklikten yüzbin kere daha geniş bir dolaşımla daha iyi ve daha hızlı 148
bir şekilde yerine getirebilmesinde yatmaktadır. Endüstriyel fotografi ve sinema, amacı ne zaman olursa olsun göndergeyi sabitleştirmek ve tanınabilir bir anlamla yüklenmiş bir bakış açısına göre düzenlemek, alıcıyı imgeler ve aşamaları çabucak çözmeye ve böylece diğerlerinden aldığı onay kadar kendi kimliğinin bilincini de yakalamaya muktedir kılacak sentaks ve sözlüğü yeniden üretmek olduğunda resme ve romana üs tün olacaktır. Çünkü, bu tür imge ve aşama yapıları bunların hepsinin arasında ortak olan bir iletişim kodu yaratacaktır. Bu gerçekliğin etkilerinin ya da tercih edilirse, gerçekçiliğin fantazilerinin çoğalma biçimidir. Eğer varolanın (ehemmiyeti küçük) destekleyicileri olmayı arzu etmezlerse, ressam ve romancı kendilerini bu tür terapatik kullanılışlara bırakmayı reddetmeli, kendilerinden önce gelenlerden anlatılama ya da resmetme kurallarını öğ rendikçe, bu kuralları sorgulamalıdırlar. Çok geçmeden de bu kurallar onlara, kandırmanın, ayartmanın ve itimadı yenile menin bir aracı olarak görünmelidir. Bu da onların, ressam ve romancı için "doğru" olmasını imkansız kılmaktadır. Resim ve edebiyatın ortak adı altında, öncesi olmayan bir çatlak yer almaktadır. Sanatın kurallarını yeniden incelemeyi redde denler, iletişim ve "uygun" kurallar aracılığıyla, gerçekliğe yönelik kendisini memnun etmeye muktedir nesne ve durum larla hastalıklı bir tutkuyla kitle uyumculuğunda başarılı ka riyerler peşinde koşmalıdırlar. Pornografi, fotografi ve filmin böyle bir amaç için kullanılmasıdır; kitle iletişim araçlarının meydan okuyuşuna karşılık vermeyen görsel ya da anlatısal sanatların genel bir modeli olmaktadır. Plastik ve anlatısal sanatların kurallarını sorgulayan sanat çılar ve yazarlar muhtemelen çalışmalarını dolaşıma sokarak şüphelerini paylaştıkça "gerçeklik" ve "özdeşlikle" ilgilenenle rin gözünde az bir güvenilirliğe sahip olma kaderiyle başbaşa, bir izleyici kitlesine sahip olma garantisinden yoksundurlar. 149
Böylece avantgardların diyalektiğini, endüstri ve kitle iletişimi realizmi tarafından resim ve anlatı sanatlarına yöneltilen mey dan okumaya atfetmek mümkün olmaktadır. Duchamp'ın "ha zır yapım" iddiası, resim sanatının hatta bir sanatçı olmanın bu sabit sahiplenememe sürecini etkin ve gülünç bir şekilde im lemekten başka bir şey yapmamaktadır. Thierry de Duve'ün olaya nüfuz eden bir şekilde gözlemlediği gibi, Modern estetik sorun, "Güzel nedir?" değil, "Neyin sanat (ve edebiyat) olarak belirlenebileceğidir?" Yegane tanımı, sanatın gerçekliğinde ima edilen gerçeklik so runundan kaçmak olan realizm, daima akademizm ve kitsch arasında bir yerde durmaktadır. Güç bir partinin adını üstüne aldığında, realizm ve onun neoklasik tamamlayıcısı deneysel avantgard üzerinde, onu yasaklayarak ve iftira ederek zafer kazanmaktadır. Partinin istediği, seçtiği ve propaganda ettiği hazır "doğru" imgeler, "doğru" anlatılar, ve "doğru" biçimler, kamunun deneyimlediği korku ve yıkım için uygun bir çare olarak kendilerini arzulayacak bir kamusal alan bulabilir. Ger çeklik talebi -yani birlik, basitlik ve iletişimlenebilirlik vb. talebi- Devrim sonrası Rus toplumu ve iki dünya savaşı arasın daki Alman toplumunun ne sürekliliğine sahiptir ne de yo ğunluğuna. Bu olgu Nasyonel Sosyalist ve Stalinist realizm arasındaki ayrım için bir temel sağlamaktadır. Açık olan, politik aygıt tarafından dile getirildiğinde, sa natsal deneyimlemeye yönelik saldırının özellikle gerici oldu ğudur. Estetik yargı, sadece bu ya da bu türden bir çalışmanın güzele ilişkin yerleşik kurallarla uyum için olup olmadığına karar vermek için gerekli olacaktır. Politik akademizm, sanat çalışmasının neyi bir sanat nesnesi yaptığını ve bir izleyici kitle bulmaya muktedir olup olamayacağını incelemek yerine, bazı çalışmaları ve kamuyu ve bütün zamanlar için tayin edi len güzel bir sanat eseri için a priori ölçütlere sahiptir ve bun ları empoze etmektedir. Estetik yargılamadaki kategorilerin 150
kullanılışı böylece bilişsel yargılamada kullanılan kategorilerle aynı olacaktır. Kant gibi konuşursak, ikisi de belirleyici yargı lar belirleyici olacaktır. İfade etme ilkin anlayışta "iyi biçimlenmekte"dir. O zaman sadece deneyimde elde edilen olaylar bu ifade altında sınıflandırılabilir olaylar olmaktadır. Güç partinin değil de sermayenin olduğunda, "transavantgardist" ya da "postmodern" (Jencks'in kastettiği anlamda) çö züm, antimodern çözümden daha iyi uyarlanmış olduğunu isbat etmektedir. Eklektizm çağdaş genel kültürün sıfır derece sidir. Reggae dinlenilir, bir western seyredilir, öğle için McDo nald's ve akşam için yerel mutfaklar tercih edilir, Tokyo'da Pa ris parfümü kullanılır ve Hong Kong'da "retro" elbiseler giyi lir. Bilgi, tv oyunlarının konusudur. Eklektik çalışmalar için kitle bulmak kolaydır. Bir kitsch olmakla sanat patronların "zevkinde" hüküm süren karmaşaya pezevenklik etmektedir. Sanatçılar, galeri sahipleri, eleştirmenler ve kitle, "herşeyin idare ettiği" yaklaşımda birlikte savrulmaktadırlar. Ve dönem bir durgunlaşma dönemidir. "Her şeyi idare ederim" realizmi, gerçekte paranın realizmidir. Estetik ölçütlerin yokluğunda, sanat çalışmalarının değerini, sağladıkları kâra göre belirle mek yararlı ve mümkün kalmaktadır. Bu türden bir realizm, sermayenin bütün "ihtiyaçları" uzlaştırması gibi, varolan eği lim ve ihtiyaçların satın alıcı bir güce sahip olmasını sağlaya rak, bütün eğilimleri uzlaştırmaktadır. Beğeni içinse, herhangi biri üç kağıt açar ya da kendisiyle eğlenirse, zevk sahibi ol maya ihtiyaç yoktur. Sanatsal ve edebi araştırma bir keresinde "kültürel siyasa" bir keresinde sanat ve kitap pazarı tarafından olmak üzere iki kere tehdit edilmiştir. Bazen bu, bazen başka bir kanalla tav siye edilen, ilkin, gönderildikleri kamunun gözünde varolan konulara göre çalışmalar ortaya koymaktır. Sonra çalışmalar öyle iyi kotarılacaktır ki ("iyi yapım") kamu, bu çalışmaların ne hakkında olduğunu görecek, neye işaret ettiğini anlayacak, 151
bilerek onaylayacak ya da onaylamayacak, hatta eğer müm künse bu tür bir çalışmadan belli bir derecede konfor da türetebilecektir. Endüstriyel ve mekanik sanatlar ve edebiyat ve güzel sa natlar arasındaki bağa ilişkin verilen bu yorum, taslak olarak doğru, ancak sınırlı bir şekilde sosyolojikleştirici ve tarihselleş tirici, bir başka deyişle, tek taraflı olmaktadır. Benjamin ve Adorno'nun ketumluklarının üzerinden geçerek, bilim ve en düstrinin gerçeklikle ilgili şüpheden, sanat ve yazıdan daha çok özgür olmadığı hatırlanmalıdır. Başka bir şeye inanmak, bilimler ve teknolojilerin mefistofolesci işlevciliklerinin hümanistik bir yorumuyla abartılı şekilde eğlenmek olacaktır. Bu gün egemen varlığını, tekno-bilimin yani bilişsel önermele rin, en mümkün işlerliğin erekselliğine (teknolojik ölçüt) yo ğun biçimde ikincil kılınmasının olduğu inkar edilmiyor. An cak mekanik ve endüstriyel olan, özellikle geleneksel olarak sanatçılara ayrılmış alana girdiklerinde, bunlarla birlikte güç etkilerinden daha fazla bir şeyi taşımaktadırlar. Bilimsel bilgi ve kapitalist sistemden türeyen nesne ve düşünceler, olabilir liklerini destekleyen kuralların birisiyle bunları aktarabilir. Bu kural, belirli bağlanmalar ve belirli bilgilere sahip eşler ara sındaki bir uzlaşma tarafından test edilmedikçe gerçeklik yok tur kuralıdır. Bu kuralın sonuçları küçük değildir; çünkü bu kural, zih nin sahip olduğuna inandığı metafizik, dinsel ve siyasal kesin liklerin dışına bir tür gerçeklik kaçışıyla sermaye yöneticileri ve bilim adamının politikası üzerine bırakılan izdir. Bu geri çekiliş bilimin ve kapitalizmin doğuşu için mutlak olarak zo runludur. Aristoteles'in hareket yasasından şüphe edilmeksi zin, korporatizm, merkanitilizm ve fizyokrasi reddedilmeksizin endüstri mümkün değildir. Hangi çağda gözükürse gözük sün, modernlik bir inanç sarsılması olmaksızın ve gerçekliğin "gerçeklik yokluğu" keşfedilmeksizin ve diğer gerçeklikler 152
icad edilmeksizin varolamaz. Eğer dar ve tarihselleştirilmiş bir yorumdan kurtarılmaya çalışılırsa, bu "gerçekliğin yokluğu" kavramı neyi imlemekte dir? İbare kuşkusuz Nietzsche'nin nihilizm olarak adlandırdığı şeye yakındır. Ancak ben, Nietzschecil bakış açısının Kantçı Yücelik temasında çok erken bir biçimlenmesini görmekteyim. Sanıyorum, özelde Yücenin estetiğinde, modern sanat (edebiyatı içererek) kendi itkisini, avantgardların mantığı da koyutlarını bulmaktadır. Yücelik duygusu (ki yüceliğin duygusudur da) Kant'a göre, güçlü ve eşit hacimli bir histir. Hem acı hem de zevk ta şımaktadır. Hâlâ daha iyi olan, onda zevkin acıdan türemesi dir. Augustine ve Descartes'dan gelen ve Kant'ın radikal bir biçimde meydan okumadığı öznenin geleneği içerisinde, bu çelişki (bazıları nevroz ya da mazoşizm olarak adlandırılacak lardır) bir öznenin yetileri arasındaki çatışma olarak gelişmek tedir: bir şeyi algılama yetisi, ve onu "sunma" yetisi arasındaki çatışma. Bilgi, ilkin eğer önerme anlaşılabilirse, İkincisi eğer "olaylar" kendisine "karşılık gelen" deneyden türetilebiliyorsa, vardır. Güzellik eğer, herhangi bir kavramsal belirlenim ve sanat yapıtının meydana çıkarabileceği herhangi bir istemden bağımsız zevk hissi olmaksızın, duyarlık tarafından verilen belirli bir "olay" (sanat yapıtı) (hiç bir zaman elde de edilemiyebilen) evrensel bir uzlaşım ilkesine başvurursa, vardır. Buna göre zevk kavrama karşılık gelen bir nesneyi sunma ve algılama kapasitesi arasındaki kuralsız, belirlenmemiş bir uzlaşımın, Kant'ın düşünümsel olarak adlandırdığı bir yargıyı oluşturan ve haz olarak deneyimlenebileni test etmektedir. Yüce farklı bir duygudur ve aksine, imgelem eğer sadece il kede, bir kavramı karşılayabilen bir nesneyi sunmayı başara madığında yer almaktadır. Dünyanın ideasına sahibiz (olanın bütünlüğü) fakat bunun bir örneğini gösterme kapasitesine sa hip değiliz. Kırılamıyan, ayrıştırılamıyan bir 'yalın'ın ide153
asına sahibiz, ancak onu, bir "olayı" olabilecek duyumlanabilir bir nesneyle gösteremeyiz. Sonsuz derecede büyük ve sonsuz derecede güçlü olanı algılayabiliriz fakat bu mutlak büyük lüğü veya gücü "görünür kılmakla" yükümlü her sunum bize acı verecek kadar yetersiz görünmektedir. Bunlar sunumu mümkün olmayan idealardır. Dolayısıyla gerçeklik (yaşantı) hakkında bilgi vermezler; güzelduygusunu yaratacak yetile rin serbestçe birleşimini de engellerler. Zevkin sabitleştiril mesi ve biçimlenmesini de. Bunların sunumlanamaz oldukları söylenebilir. Diderot’nun söylediği gibi, modern sanatı, "küçük teknik uzmanlığı"nı (son "petit technique"), sunumlanamıyanın varol duğu olgusuna adayan bir girişim olarak adlandıracağım. Al gılanabilen, ancak ne görülebilen ne de görünür kılınabilen bir şeyin olduğunu gösterme girişimi. Bu modern resimde olan bir şeydir. Görünür bir şeyin olmadığı nasıl görünür kılınabilir? Kant'ın kendisi "biçimsizlik, biçiminin yokluğu"nu adlandırdığında, sunulamıyana mümkün bir endeks olarak gidecek yolu gösterir. Yine Kant imgelemin, bitimsizin (diğer bir sunumlanamaz) sunumlanmasını araştırdığında deneyimlediği boş "soyutlama"dan da bahsetmektedir: bu soyutlamanın kendisi bitimsizin bir sunumu gibidir, yâni "negatif" sunumu. Incil'de Mutlakın bütün sunumlanımının yasaklandığı, en yüce pasaj olarak "suret yapmayacaksın"
(Exodus,
20/4) emrini zikreder.* Büyük resimler estetiğini özetlemek için bu gözlemlere küçük ihtiyaçlar eklenecektir. Resim sanatı tabiatıyla olumsuz bir biçimde olmasına rağmen bir şey "sunacaktır". buna göre biçimlendirme ya da sunumlamadan kaçınacaktır. Malevitch'in köşelerinin birisi
* Anılan pasaj Ahd-i Atik’in 20. babında yer alır: “Kendin için put oyma, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında su larda olanın hiç suretini yapmayacaksın...” (y.h. n)
gibi beyaz olacak, sadece görmenin imkansız olduğunu tesbit ederek görmemizi sağlıyacaktır. Ancak acıya yol açarak zevk verecektir. Resimdeki avantgardların aksiyomları, kendilerini görünür sunumlamalar aracılığıyla sunulamıyana ima yap maya adadıkları sürece bu buyruklarda tanınır olacaklardır. Bu görevin desteklemeye ya da kendisini haklılaştırmaya yeterli olduğu ad ya da bu adla varolan sistemler büyük bir dikkati hak etmektedirler, ancak bunlar yalnızca meşrulaştırmak yani gizlemek üzere yücenin işlemesinde ortaya çıkabilirler. Gerçekliğin karşılaştırılamazlığı olmaksızın Kant'ın yücelik felsefesi de varolan kavrama açıklanamaz kalmaktadırlar. Burada çeşitli avantgardların, bizi inandırmak için birçok araca sahip olan resimsel teknikleri inceleyerek gerçekliği nite liksiz kıldıkları ve dilsizleştirdikleri yolu ayrıntılı bir biçimde ele almaya niyetim yok. Mevzi ton, çizim, renklerin karışımı, aracın ve desteğin tabiatı, anlaşma, gösterme, müze: Avantgardlar sürekli olarak düşünceyi bakışa ikincil kılmayı ve onu sunulamayandan uzaklaştırmayı mümkün kılan sunumlamanın araçlarını uzaklaştırıyorlar. Eğer Habermas, Marcuse gibi, bu gerçekliğin giderilmesi görevini, avantgardı niteleyen (baskıcı) "aşağılamanın" bir boyutu olarak anlıyorsa, Kantçı yüceleştirmeyi Freudcu yüceltmeye karıştırmasından ve esteti ğin onun için güzelin estetiği olarak kalmasından ileri gelmek tedir.
Postmodern O zaman postmodern nedir? İmge ve anlatılamanın kuralla rında ortaya atılan sorunların başdöndürücü incelenmesinde ne gibi bir yer işgal etmekte ya da etmemektedir? Şüphesiz modernin bir parçasıdır. Devralınan tek şey, eğer sadece 155
dünse (modo, modo Petronius'un hep söylediği gibi) şüphe edilmelidir. Cezanne'ın meydan okuduğu uzam hangisidir? Empresyonistlerin. Picasso ve Braque hangi nesneye saldırdılar? Cezanne'ın nesnesine. Duchamp 1912'de hangi savdan ayrıldı? Kübist bile olsa resim yapılmalı savından. Buren, Duchamp'ın çalışmasıyla dokunulmaz olarak kaldığına inandığı diğer varsayımı sorgulamaktadır: Yapıtın sunumlama yeri. Korkunç bir hızlanma içerisinde, kuşaklar kendilerini çökertmektedirler. Bir yapıt eğer ilkin postmodernse modern olabilir. Böyle anlaşılan postmodernizm, amacında modernizm değildir oluşumunda modernizmdir ve bu oluşum durumu süreklidir. Ancak kelimenin bu zayıf mekanik anlamıyla kalmayaca ğım. Modernliğin gerçeğin uzaklaştırılmasında ve sunulabilir ve algılanabilir arasındaki yüce ilişkiye göre yer aldığı doğ ruysa, bu ilişki içerisinde, (müzikçinin dilini kullanırsak) iki modu birbirinden ayırdetmek mümkündür. Vurgu, sunum lama yetisinin güçsüzlüğü, insan tarafından varlığı hissedilen nostalji ve herşeye rağmen kendisini (insanı) içerisinde oturtan boşluk ve karanlık istemi üzerine konulabilir. Dahası algılama yetisinin gücü, "insandışılığı" (Apollinaire'in modern sanatçı lardan taleb ettiği özellik) üzerine de konulabilir, çünkü bu, bizim duyarlığımız ve imgelememizin algıladığını karşılayıp karşılayamadığına ilişkin anlayışımızın işi değildir. Resimsel, sanatsal, ya da her neyse, oyunun yeni kurallarının bulunma sından kaynaklanan oluşun artması ve büyük sevince de yö nelebilir. Kafamdaki şey, avantgardların tarihindeki satranç tahtasından bir kaç ismi çok şematik olarak çekersek açığa çı kacaktır. Melankoli boyutunda, Alman Ekspresyonistler, novatio (yenilik) boyutunda Braque ve Picasso, ilk boyuttan Malevitch sonrakinden Lissitsky. Birinden Chirico diğerinden Duchamp. Bu iki modu birbirinden ayıran nüans sonsuz olabi lir; sık sık hemen hemen ayrılamaz biçimde aynı parçada bir 156
likte vardırlar ve ancak, deneme ve pişmanlık arasında dü şüncenin kaderinin bağlı olduğu, uzun bir sürede bağlı kalacağı bir farklılığa (un differend) tanıklık etmektedirler. Hem Proust'un hem de Joyce'un yapıtları, kendisini sunu lur kılmaya izin vermeyen bir şeye imâda bulunmaktadır. Paolo Fabbri'nin yenilerde dikkatimi çektiği bu imâ, bir yüce es tetiğine ait çalışmalardan ayrılamaz olan bir açıklama biçimi dir. Proust'ta bu imâ için ödenmesi gereken bedel olarak kaçı nılan, zaman fazlalığına kurban bir olan bilincin özdeşliğidir (au trop de temps). Ancak Joyce'da edebiyat ya da yapıt fazlalı ğına bir kurban olarak yazmanın özdeşliğidir (au trop de livre). Proust, içerisinde, bir çok işleyicisinin hâlâ romansı anlatılama tarzına dahil olduğu bir yazı ve sentaks ve sözlüğünde değişmemiş bir dil aracılığıyla sunulamayanı daha da ileri gö türmektedir. Proust'un Balzac ve Flaubert'den devraldığı edebi kurum, kabul edilen bir şekilde altüst olmuştur; kahramanın bir karakter değil, zamanın bilinci olması ve bu noktada anlatılanan olayların ardzamanlılığının zaten Flaubert tarafından tahrip edilmesi, anlatısal ses nedeniyle sorguya alınmıştır. Buna rağmen, kitabın bütünlüğü, bilincin yolculuğu bölüm den ertelense bile, ciddi olarak bir meydan okumayla karşı laşmamıştır. Yazının kendisiyle özdeşliği, sonsuz anlatılamanın labirenti boyunca Tinin Görüngübilimi'nin birliğiyle karşı laştırılmakta olan bu tür bir birliği çağrıştırmaya yeterlidir. Joyce sunulamayanın yazısında, imleyende (işaret eden) algılanabilir olmasına izin vermektedir. Eldeki anlatının ve hatta üslubcu işleyicilerin bütün alanı, bütünün birliğine yöne lik bir ilgi olmaksızın oyuna konulmuştur, ve yeni işleyiciler yorulmuştur artık. Gramer ve edebi dilin sözlüğü artık veri olarak kabul edilmemektedir. Dahası bunlar, akademik biçim ler, sunulamayanı ileri götürülmekten alıkoyan (Nietzsche’nin dediği gibi) takvada türeyen ritüeller olarak gözükmektedir. O zaman burada farklılık sözkonusudur: modern estetik, 157
nostaljik olmakla birlikte yüceliğin estetiğidir. Sunulamayana sadece kayıp içerikler olarak ileri götürülme izni vermektedir. Ancak farkedilebilen tutarlığından dolayı biçim, okuyucuya ya da görücü-maddeye haz ve teselli sunmaya devam etmektedir. Haz ve zevkin içsel bir bireşimi olan gerçek yüce duygusunu, bu duygular oluşturmamaktadır ama. Aklın bütün sunumlamayı artırması ihtiyacından doğan haz ve im gelemenin ya da duyarlığın kavrama eşit olmaması gerekti ğinden doğan acının bireşimi. Postmodern, modemin içerisinde sunulamayanı, sunumlamanın kendisinde ileri götüren olacaktır: güzel biçimlerin te sellisini, ve elde edilemez olanın kollektif nostaljisini paylaş mayı mümkün kılan bir zevk uzlaşımını inkar edecektir; .bun lardan hoşlanmak için değil, sunulamayanın güçle bir anla mını veren yeni sunumlamaları araştıracaktır. Postmodern sa natçı veya,yazar, felsefecinin konumundadır. Yazdığı metin, ürettiği çalışma ilke olarak daha önceden yerleşmiş kurallar ta rafından yönetilemez; benzer kategorilerin metne ya da çalış maya uygulanmasıyla belirleyici bir yargıya göre yargılanamazlar. Bu kurallar ve kategoriler sanat yapıtının kendisi için aradığı kural ve kategorilerdir. O zaman yazar ve sanatçı, yapılacak olmakta olanın kurallarını formüle etmek için kuralsız çalışmaktadır. Böylece çalışma ve metnin bir olayın karakterlerine sahip olması olgusu doğar. Böylece onlar daima yazarları için geç gelecekler, veya aynı ölçüde olmak üzere, gerçekleşmeleri (mise en oeuvre) daima hemen başlayacaktır. Postmodern, geleceğin (post) evvelkiliği (modo) paradoksuna göre anlaşılmak zorunda kalacaktır. Parça (Athaneum-Alman romantiklerinin dergisi) modern ken, bana, deneme (Montaigne) postmodern gözükmektedir. Nihayet, burada bizim işimizin gerçekliği arzetmek değil, algılanabilen ancak sunulamayan imâları keşfetmek olduğu açığa çıkmalıdır. Bu görevin dil oyunları arasında (yetiler adı 158
altında Kant'ın bir boşluk tarafından ayrıldığını bildiği) varo lan son uzlaşmayı etkileyeceği beklenmemelidir. Sadece aşkın bir yanılsama (yani Hegel’in yanılsaması) bunları gerçek bir birlik içinde bütünleştirmeyi ümit edebilir. Ancak Kant böyle bir yanılsama için ödenmesi gereken fiyatın terör olduğunu bi liyordu. Ondokuz ve yirminci yüzyıllar bize tahammül ede bildiğimizden daha fazla terör getirdi. Bütün ve bir nostaljisi, kavram ve duyumlanabilenin, şeffaf ve iletimlenebilir dene yimin uzlaşması için yeteri kadar bedel ödedik. Genel teskinlik ve durgunluk talebi altında, gerçekliği yükseltecek fantazinin gerçekleşmesi için terörün geri dönmesi arzusunun mırıltı larını işitebiliriz. Cevap: Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başla talım, gelin sunulamayana tanıklık edelim, farklılıkları etkin kılıp, adın onurunu kurtaralım.
View more...
Comments